Download - Ajanda Ocak
Nerelerdeyiz
ISTANBUL / ASTORIA THE PLAY BARN PLUS Tel: 212 2153049 Faks: 212 2153051 Büyükdere cad 127 ASTORIA AVM kat 2 no:604-607 Esentepe/Şişli [email protected] İstanbul / Erenköy Tel: (216) 3603249 - 3690842 Faks: (216) 4677582 Caddebostan Mah.Selin Sok.No:6 D:1 Kadıköy-İstanbul [email protected] İstanbul / Florya Tel: (212) 5741288 - 5741298 Faks: (212) 5741298 Şenlik Mah. Çatal Sok. B2 Blok No:5 Florya-İstanbul [email protected] İstanbul / Levent Tel: (212) 3259215 Faks: (212) 3240925 Çilekli Cad. No:26 4 Levent-İstanbul [email protected] İzmir / Balçova Kipa AVM Tel: (232) 2792868 Faks: (232) 2792248 Kipa Alışveriş Merkezi Balçova-İzmir [email protected]
The Play Barn Türkiye'deki ilk ve tek saatlik oyun/eğlence/emanet işletim sisteminin markasıdır
AJANDA EKİBİ
AKIN ÇETİN
BANU HIDIRLAR
DUYGU PHILLIPS
MÜGE KARAHAN
NESOBABY
SEDA ASOLAR
SİNEM ERGUN
ŞULE COŞKUN BALMUMCU
DERGİ TASARIM
SİNEM ERGUN
KAPAK TASARIM
ŞULE COŞKUN BALMUMCU
KAPAK FOTOĞRAF
KAAN KOÇAKOĞLU www.kaankocakoglu.com
İLETİŞİM
Ocak 2011 Sayı:8
Ajanda Ailesi
Ailemizi artık az çok tanıyorsunuz. Sekiz sayıdır geriye dönüp
bakarsak yazılarımızla kendimizi, ilgi alanlarımızı ele verdik
sanırım.
Hepimiz bloger’ız aynı zamanda. Paylaşmanın sınırsız
sorumluluğunu yaşıyoruz. Örneğin ben film ve tiyatro
izlemekten çok keyif alıyor ve hatta bunu ciddi bir hobi
şekline dönüştürmeye çalışıyorum, Seda yaşamdaki ilginç ve
eğlenceli detayları bulma üstadımız, dergimizin kültür ateşesi,
Banu kitapkurdu tanımının tam karşılığı, ayrıca belleğinde
geniş bir film arşivi de mevcut, Akın sinema mezunu anladığınız üzere ve ileride bu camiada profesyonel olarak
karşımıza çıkma ihtimali yüksek, Duygu’ya gelince
markalaşmanın bir sanat olduğunu her ay ortaya koyan ve
çok yerinde tespitleriyle markaları yakın merceğe alan bir
uzman, Müge hepimize yeni bir gözlük takıp etrafımıza
duyularımız açık bakmamızı sağlayan aynı zamanda her ay
bize yemek kültürümüzden örnekler sunan bir mutfak
profesörü, Şule’ye gelince yeteneğiyle her ay bizi kendisine
hayran bırakan sevimli çizgileriyle ve kapak tasarımlarıyla
dergimizin güzellik uzmanı ve Nesobaby keyifli yazılarıyla
bizi köşe bucak gezdiren ailemizin Evliya Çelebisi.
Ayrıca zaman zaman konuk olarak dergimizi şereflendiren
yazarlarımızda oluyor elbette ve artık ailemizin sayısı
okuyucularımızla birlikte bin kişiye yaklaşmış durumda.
İşte bizim ailemiz….
SEDA ASOLAR www.sedasolar.blogspot.com
ETKİNLİKLER
2 - 17 Nisan 2011'de yapılacak 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali,
"Köprüde Buluşmalar Platformu" dahilindeki "Uzun Metrajlı Film Geliştirme
Atölyesi"nin dördüncüsünü 13-14 Nisan 2011 tarihlerinde düzenliyor.
Türkiye'den uzun metrajlı film projelerine açık olacak atölyenin amacı, sinemacılar için projelerini sunacakları uluslararası bir platform sağlamak ve yapım sürecini başlatmaları
için gerekli desteği bulmalarına
Atölyede bu yıl da Arte, Eurimages, Fortissimo Films, Binger Lab gibi uluslararası
kuruluşlardan gelen temsilciler, proje sahipleriyle finansal plan hazırlama ve profesyonel
platformlarda proje sunumu (pitching) üzerine birebir görüşmeler yapacak ve projelerin
uluslararası ilişkilerini başlatması için ilk adımlar atılmış olacak.
Seçici Kurul tarafından yapılacak değerlendirme ile başvurular arasından seçilecek projeler,
Proje Geliştirme Atölyesi'ne katılmaya hak kazanacak. Atölyeye katılacak ulusal ve uluslararası katılımcıların yapacağı değerlendirmenin ardından seçilecek projelere TC Kültür
ve Turizm Bakanlığı tarafından verilen 10.000 USD para ödülü, Fransız Ulusal Sinema
Kurumu (CNC) tarafından verilen 10.000 Euro değerinde para ödülü ve 25.000 TL değe-
rinde Melodika Post-Prodüksiyon Destek Ödülü sunulacak.
Köprüde Buluşmalar Atölyesi'ne katılmak isteyen yönetmen ve yapımcılar başvurularını
en geç 31 Ocak 2011 Pazartesi tarihine kadar Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne
online olarak gönderebilirler.
AKBANKSANAT BAROK MÜZİK GÜNLERİ
Jorge Jimenez (Keman)
27 Ocak 2001 Perşembe 20:00
2000 yılında Avrupa Birliği Barok Orkestrası'nın üye-
si oldu ve 2002'de modern keman diplomasını aldık-
tan sonar Katalan Hükümeti'nin bursuyla ünlü ke-
mancı Lucy van Daelileileri düzeyde erken dönem
keman çalışması için Amsterdam Konservatuarı'na
girdi. Profesyonel kariyeri başlıca olarak; İngiltere'-
de The King's Consort, İspanya'da Al AyreEspa±ol
(ki Salamanca ve Utrecht Erken Müzik Festival'lerin-
de başkemancılığını üstlenir) ve Almanya'da Das Neue Orchester topluluklarıyla yaptığı ça-
lışmalar sayesinde gelişmektedir. Ayrıca sanatçı, Academy of Ancient Music, English
Baroque Soloists, B'Rock, The Irish Baroque Orchestra, Orquesta Barroca de Mallorca,
Orquesta Barroca de Sevilla gibi pek çok önemli toplulukla konserler verdi.
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU ŞİİR DİNLETİSİ İŞ SANAT’TA
Mekan: İş Sanat Kültür Merkezi
Tarih: 17 Ocak Pazartesi Saat 20:00
Telefon: 0212 316 10 83
İnsan Dediğin Derya Misali başlıklı dinletide, Bedri
Rahmi Eyüboğlu’nun atölyesini imleyen bir atmosfer-
de, şairin tematik bir bütünlük gözetilerek seçilen şiir-
leri müzik eşliğinde sunuluyor…
Aynı zamanda ressam da olan Bedri Rahmi Eyü-
boğlu (1911-1975) halk şiirinin biçim özelliklerinden
yararlanarak kendine özgü bir söyleyişi geliştirmiş;
doğanın renklerini içeren, coşkulu ve yaşama sevin-
ciyle dolu şiirler yazmıştır.
“… dolaysız bir söz girişimi içinde olduğunu görürüz.
Resimde, seramikte olduğu gibi, şiirde de, içeriğin
ötesinde, fiziki anlamda bir kullanma değeri yaratmak
istemiştir. Sanırım, onun şiirde ve plastik sanatlardaki
çalışmaları bu noktada bütünlenmektedir.” (Cemal
Süreya)
Miller Music Factory Müzik Yarışması...Son Katılım 28 Şubat! Miller Music Factory 2010’a katılıp yarışma heyecanına ortak olan genç müzisyenler, MMF
Atölyeleri’nde hem eğleniyor, hem de yeni şeyler öğrenip kendilerini geliştirme fırsatı yaka-
lıyor! Yarışma şu kategoriden oluşuyor:
DansParçasi: Yarışmacıların house, techno, electro, break beat ve alt türevleri alanında
dans parçaları ile yarışabilecekleri kategori!
En Iyi Elektronik aParçasi: Yarışmacıların ambient, downtempo, electronica, funk,
reggae & dub, drum’n bass, triphop, nu jazz tarzlarında ya da kendilerinin belirleyeceği bir
tarzda yaratıcılıkları ile yarışabilecekleri kategori!
DJ Kategorisi: Yarışmacıların en sevdiği parçaları miksleyerek yaratıcıklarını konuşturabi-lecekleri kategori!
Hip Hop Sanatçısı: Yarışmacıların hız ve sahnedeki kelime oyunları ile izleyenleri şaşırta-
bilecekleri kategori!
Alternatif Rock Sanatçısı/Grubu: Yarışmacıların Grunge, Brit Rock, Indie Rock ve türev-
lerindeki eserleri, gruplarıyla birlikte adeta bir ‘rock star’ edasıyla yorumlayabilecekleri ka-
tegori!
Cover (Düzenleme) Sanatçısı/Grubu: Yarışmacıların gruplarını belirledikten sonar favo-
ri şarkılarıyla yarıştıkları kategori! Dans, Elektronika, DJ, Hip Hop, Cover ve Alternatif Rock
kategorilerinde finale kalan müzisyenler, MMF Atölyeleri’nde müzik camiasının önde gelen
isimleriyle biraraya gelerek, onların tecrübelerinden yararlanacak. Genç müzisyenlerin aklı-
na takılan tüm soruların yanıtlarını bulacağı MMF Atölyesi, her sene oldugu gibi bu sene de
Miller Music Factory organizasyonunun en çok ilgi çeken bölümlerinden biri olacak.
www.miller.com.tr
GİTARCAFE’DE OCAK ŞENLİĞİ Kadıköylü Gitar cafe, müziğin farklı türlerini ve farklı ülkelerden müzisyenleri kapsayan
şenlik tadında bir programla 2011’e adım atıyor. Berlin’de yaşayan İtalyan besteci-gitarist Carlo Domeniconi konser ve atölye çalışmasıyla
yine Gitarcafe’de. Vengerov, Rostropoviç, Fazıl Say, İngiliz Oda Orkestrası gibi
klasikmüziğin ustalarıyla konserler vermekte olan keman sanatçısı Özcan Ulucan ise ilk kez
Gitarcafe’ye konuk oluyor.
Dünyaca ünlüs anatçının Gitarcafe için hazırladığı ve polifonik benzerlikleri olan eserlerden
oluşan repertuar, Bach, Paganini ve Ysaÿe’nin besteleri ile Anadolu’dan ezgileri kapsıyor.
Ayın klasik müzik konserlerinden bir diğeri de, hem solo hem de oda müziği ve orchestra
konserleri veren gitarist Sevcan Tahtacı ile flutist Koza Ünal’ın kurdukları Gitar & Flüt adlı
ikiliden. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda yüksek lisans öğrencisi olan
genç sanatçılar Sor, Fauré, Piazzolla’nın eserlerini seslendirecekler.
Yer: Gitarcafe
Tarihler: 06.01.2011~30.01.2011
Telefon: 0216 348 60 55
Ücret: 15.00 - 20,00 - 25.00 TL
ANKARA FİLM FESTİVALİ YARIŞMALARI İÇİN SON BAŞVURU TARİHİ
7 OCAK 2011
22. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Uzun, Kısa ve
Belgesel film yarışmaları için sinemaseverlerin, en geç 7
Ocak 2011 tarihine kadar başvurularını yapmaları gereki-
yor.
17-27 Mart 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 22.
Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında düzenlenen
Ulusal Uzun Film Yarışması, Ulusal Kısa Film Yarışması ve
Ulusal Belgesel Film Yarışması için başvurular devam edi-
yor.
Öğrenci ve profesyonel olmak üzere iki dalda düzenlenen
Ulusal Belgesel Film Yarışması ile kurmaca, deneysel ve canlandırma dallarında düzenle-
nen Ulusal Kısa Film Yarışması'nda her dal için bir "En İyi Film Ödülü" verilecek. "En İyi
Film Ödülü"nü kazanacak yapımlar 2 bin 500 Türk Lirası ile ödüllendirilecek.
SERGİ
"Gelman Koleksiyonu'ndan
Frida Kahlo ve Diego Rivera"
Sıra dışı yaşamlarıyla merak uyandıran, Meksika kültürüne damga vuran eserleriyle 20.yüzyılın efsane çifti Türkiye'de ilk kez Pera Müzesi'nde;
23 Aralık 2010 - 20 Mart 2011
Türkiye'de ilk kez Pera Müzesi'nde konuk olacak 20.yüzyılın efsane çifti Frida Kahlo ve
Diego Rivera, yapıtları kadar özgün karakterleri, yaşam öyküleri ve merak uyandıran birlik-
telikleriyle de dünya kamuoyunda ilgi uyandırıyor.
Jacques ve Natasha Gelman'ın koleksiyonunda yer alan, Meksika'nın ulusal kültür varlıkları envanterine kayıtlı ve Meksika dışında çok az sayıda sergilenen 40 yapıt, çiftin en önemli
eserlerinden oluşuyor.
Eserleriyle olduğu kadar, sıra dışı ve
tartışmalı yaşamlarıyla, fırtınalı ilişki-
leriyle ilgi çekerek sinema ve edebiyat
dünyasına da ilham veren ikilinin 20
Mart 2011'e kadar ziyarete açık kala-
cak sergisi için 22 Aralık Çarşamba
sabahı Pera Müzesi Oditoryumu'nda
düzenlenecek
www.peramuzesi.org.tr
BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?
SEDA ASOLAR www.sedasolar.blogspot.com
FRIDA KAHLO 1907 – 1954 yılları arasında yaşayan Meksikalı ressam Frida’nın tam adının Magdalena
Carmen Frida Kahlo Calderon olduğunu ,
Doğum tarihini Meksika Devrimin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 olarak değiştirdiğini
Anne babasının Yahudi ve Kızılderili asıllı olduğunu,
Geçirdiği çocuk felci nedeniyle sağ bacağı-
nın sorunlu olduğunu ve 1954 yılında kang-
ren nedeniyle sağ bacağının kesildiğini,
Frida’nın, Rus devriminin önde gelen isimle-
rinden Lev Troçki ile bir dönem birlikte oldu-
ğunu,
Acılarından kurtulmak için yaşam boyu re-
sim yaptığını ve ardında 143 adet tablo bı-
raktığını, bu 143 adet tablonun 55 adetini
oto-portrelerinin oluşturduğunu,
Yaşadığı aşkın karanlık tarafını ise şu sözler
ile özetlediğini : "hayatta basıma iki korkunç
kaza geldi, biri geçirdiğim otobüs kazası, di-
ğeri de Diego"
Seni sevmekten ne zaman vazgeçtim ?
Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.
Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşün-
celerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu
hissettiğimde vazgeçtim.
Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığımı
zaman vazgeçtim.
Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.
Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.
Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden sen olduğun için vazgeçtim.
BENCİL OLDUĞUN İÇİN VAZGEÇTİM!!
Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.
Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.
FRIDA KAHLO
GEZİ
İSTANBUL’DA TURİST OLMAK
Müge Karahan www.yemekbahane.blogspot.com
Böyle tanımlamışlar kendilerini,
pek de doğru ve yerinde bir
tanım olmuş. Bu ay turist olarak yine
yemeli içmeli bir tur atacağız beraber.
Geçenlerde ilk kez gittiğim ve her yediğimin
tadı damağımda kaldığı bir yerden
bahsediyor olacağım sizlere,
Antiochia’dan ...
İstanbul’da konsept mutfaklara sıkça
rastlamak mümkün.
Ancak her konsept mutfak uygulaması,
aslını koruyarak, bizi o konsepte yüzde yüz
dahil ederek gerçekleşmiyor elbette.
Antiochia, küçük bir mekanda
koskocaman bir medeniyet yatağını
barındırarak başarılı bir şekilde yapıyor bu
uygulamayı.
Antiochia’nın kurucu ortağı Jale Balcı’dan
direk olarak aldığım bilgiye göre yeşillikler
hariç tüm kullanılan malzemeler direk
Antakya’dan geliyormuş.
Bu da o mekanda Antakya’yı yaşamamızı,
Antakya lezzetlerinin tadını sanki oraday-
mışçasına keyifle almamızı sağlayan en önemli unsur olsa gerek.
Mekan son derece sıcak. İster içerde,
isterse de dışarıdaki masalarda oturularak,
doyumsuz mezelerin, nefis etlerin tadına
bakmak mümkün.
Lezzet, “detayda” gizli ...
Ama ne olursa olsun zeytinli mezeden ye-meden gelmeyin.
Dağ kekiği ile harmanlanmış kırma zeytinin
tadına doyamayacağınıza eminim.
Gurmelerin muhakkak ziyaret ettiği yemek
kültürü ile bir fenomen durumunda olan
Antakya’nın akla gelen ilk mezesi nedir
dediğimde cevabınızı duyar gibiyim..
Humus... Nohutun tahinle adeta bütünleşti-
rilerek hazırlandığı humusu bir de
Antiochia’da denemeniz lazım.
Şu iddialı cümleyi kurmadan geçemeyece-
ğim.. Hayatımda yediğim en güzel etti.
Evet, aynen öyle.. Antakya’dan getirtilen ve
dinlendirilen eti çiğnemeye bile gerek yoktu
diyebilirim. Lokum desek yeridir. Mekanın
dürümünün popülerliği de buna bağlı olsa
gerek.
Jale Hanım, ziyaretimiz sırasında bize
Antakya’ya özgü başka lezzetler de tattırdı.
Kendisi ve ailesi Antakyalı olan Jale Hanım,
Antakya’nın bu lezzet mirasını sadece
mekanında da yaşatmakla kalmamış.
Kendisinin aynı zamanda bu konuda bir de kitabı var. “Antakya ve Yemekleri”
adındaki üçüncü kitabında Jale Hanım, hem
Antakya’yı hem de mutfağını detaylı bir
şekilde tanıtıyor.
Soğuk bir kış gününde ya da gecesinde,
sıcak bir mekanda, Antakya’nın birbirinden
lezzetli yemeklerinin tadına bakmak ister-
seniz rotanız Asmalı Mescit’te yer alan
Antiochia’ya mu-
hakkak düşmeli.
Afiyetle & sağlıkla,
Detaylı bilgi için ;
www.antiochiaconcept.com
MARKALAŞMA SANATI
DUYGU PHILLIPS
www.saklamarkac.com
Yılbaşı geldi geçti. Bu sezon beni hep çok mutlu etmiştir.
Sokaklarda bir hareket olur. İnsanlar alışveriş yaparlar. Markalar canlanır,
mağazalar neşelenir. Çok severim alışverişe çıkmayı, mağaza bakmayı.
Bu ay sizlere hediyeler ile ilgili bir bölüm hazırladım.
En beğendiğiniz hediye gibi bir yıl olması dileğiyle…
YILBAŞI ALIŞVERİŞİ ÇILGINLIĞI
Her sene yılbaşı alışverişlerine damgasını vuran
bir mağaza Marks&Spencer.
200 TL alışveriş yap, 75 TL hediye çeki al, onu da harcıyım derken, toplamda 150 TL’lık alışveriş
daha yap, hadi 200’e tamamlayım derken, bir de
bakıyorsun 500 TL harcamış Marks&Spencer’da.
Hiç bulaşmam böyle işlere. Tuzak bunlar, tuzak J
Bir kere yılbaşı ağacının altında hep aynı paketler
J Hepsi Marks&Spencer.
Akıllı taktik ama, Marks&Spencer’larda kasalar
yine dolup taşıyordu bu yılbaşı öncesinde.
WEB HEDİYE ALTERNATİFLERİ
Hediye almaya bayılırım. 2 tarafa da çekilebilir
bu söz: satın almak ve birinden hediye almak.
Benim daha çok tercih ettiğim hediye satın almak yani hediye vermek.
En güzel hediye, içten gelerek alınan hediyedir. Mecbur olarak hediye almak ise çok sıkıcı.
Yılbaşları bazen biraz öyle oluyor. Ona da alayım, ne alayım, tüh yine son güne kaldık…
İşte böyle olunca, hediye almak zevk değil, işkence oluyor. Günlük koşturmalarımızda, vakit bulup da hediye seçmek bir ayrıcalık. Böyle durumlarda, hediye bakacak vakit bula-
mayınca internette seçenekler var.
Hediyedenizi.com, hediye.com.tr, hediyefabrikası.com bunlara birer örnek.
Seneye yılbaşında, veya özel günlerde incelemeyi unutmayın.
YENEBİLEN ÇİÇEKLER
Farklı hediye alternatiflerinden biri yenebi-
len çiçekler yapan “BonnyFood”.
Çiçek buketi gibi tasarlanmış muffinler ile
meyvelerden oluşan buketler harika görü-
nüyor. Kek çiçekleri, meyve çiçekleri, çiko-
lata şeker çiçekleri, marshmallow çiçekleri
var. Hepsi birbirinden iştah açıcı ve sevim-
li. Sadece yeni yıl değil, tüm özel günler
için alternatifler mevcut.
Sloganı: “Hediyelik Lezzet Çiçekleri” bu
lafı sevdim. Ne olduğunu anlatıyor, marka-
yı tanımlıyor. Logosu biraz zorlama olmuş
sanki. Gülen yüze çok gerek yokmuş ben-
ce. Bu ürünü ilk getiren onlar mı bilmiyo-
rum ama benim bildiğim ilk marka Bonny
Food.
Web sitelerinde de çoğaldıklarını anlatıyor-
lar. Şubelerini listelemişler. Ardından baş-
ka markalar da geliyor tabi. Jill Food, Çiçek
ve Lezzet mesela.
YILBAŞI KARTLARI
Biz bu kadar hatırşinaz bir toplum iken, özel
günlerde kart alıp verme pek yerleşmemiştir
kültürümüze. Aslında ne kadar hoş, manevi de-
ğeri olan bir hediyedir. Ama kartlar hediye ola-
rak görülmez bizim kültürümüzde. Hediyenin
yanında verilir. Hediye alınca yanında bir de
kart alınır bazen, her zaman değil o da. Oysa ki
yurtdışında o kadar gelişmiş ki kartlaşmak ge-
leneği.
Örneğin Amerika’da Hallmark bu işi büyütmüş. O kadar güzel kartlar var ki. Her olay için,
her kişi için özel kartlar var. Anneme, babama gibi kartların yanı sıra, neredeyse kuzenimin eşine kartı bile var:) Hastalık, sağlık, evlilik, doğum her türlü konuya özel kartlar var. Bir
de 3 boyutlu, animasyonlu kartlar yapmışlar.
Kartı alıyorsunuz, web sitesine bağlanıyorsunuz. Web sitesinde kartınızın ait olduğu dosya-
yı indirince ve kartı web cam’e tutunca kendinizi ve kartı ekranda görüyorsunuz, ardından
kart canlanıyor, karttaki karakterler neler varsa, müzik çalıyor, dans ediyorlar, hareket edi-
yorlar. Çok eğlenceli, çok değişik. DVD’li olanlar da var. Dijital fotoğrafınızı ekleyebiliyor-
sunuz ve animasyon kartta izlenebiliyor. Düğünlerde, doğumlarda kartlar yine bir tebrik al-
ternatifi. Kimi zaman birkaç dolar banknotlar ekleniyor kartın arasına, güzel bir dilek. Ama
dolar şart değil, önemli olan güzel bir kart seçmek.
Bence çok hoş. Keşke bizde de gelişse bu iş biraz daha. Keşke doğum gününde sadece kart
vermek “ayıp” olmasa:)
www.hallmark.com adresinden çok çeşitli ürünleri inceleyebilirsiniz.
SESLİ KİTAPLAR
Uzakta olan bir yeğeniniz, torununuz, sevdiğiniz varsa yine Hallmark tarafından üretilen bu
kitaplar çok güzel. Her sayfasına sesinizi kaydedebiliyorsunuz, kitabı sesli okuyup kayıt
yaptıktan sonra okuyan kişi sayfaları çevirdikçe sizin sesinizi duyuyor. Kalıcı bir hediye.
OKUMA GÜNLERİ
SEDA ASOLAR www.sedasolar.blogspot.com
Okuma Atölyesi—Caddebostan Kültür Merkezi
Prof. Dr. A.Didem Uslu yönetimindeki okuma atölyesinde bu ay
4 Ocak — Halit Ziya Uşaklıgil, Mai ve Siyah
18 Ocak — Nikos Kazancakis, Zorba
1 Şubat —Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal
Caddebostan Kültür Merkezi: www.ckm.gen.tr
SİNEM ERGUN www.sanatnotlari.blogspot.com Çocukken haftasonları babaan-
nem bize bir ritüel oluşturmuş-
tu. Duygu ile beni önce tiyatro-
ya götürür ardından da Harbiye orduevinde
öğlen yemeği ısmarlardı. Şimdi düşününce
tiyatro sevgimin kaynağının burada
olduğunu görüyorum.
Karagöz Hacivat gösterisinden kukla göste-
risine ve çeşitli çocuk oyunlarına kadar
hepsini zevkle izlerdik. Bir de hiç unutmam akşam annemle babamın opera ve bale
gösterisine gidişinde bizi götüremediklerine
çok üzülürdük Duygu’yla. Biran önce yaşımı-
zın gelmesini beklerdik. Hatta yaş sınırını
tamamlayınca en güzel kıyafetimi giyip
AKM’nin büyük salonunda sanırım La
Traviata operasını izleyip biraz garipsemiş,
özellikle orkestranın canlı varlığından çok
etkilenmiştim.
Çocuklara bir şey öğretmek istiyorsak
bunun en etkili yolu konuşmak değil davra-
nışlarımızdır. Kitabı sevdirmek istiyorsak bizi
kitap okurken görmesi gerektiği gibi.
Tiyatro bana kalırsa her yaşta insan için
önemli bir kültürel etkinlik. Hayal dünyasının
içine doğrudan giriş kapısı. Harikalar diya-
rında Alice olma fırsatı. Gerçek dünyadan bir
süreliğine ayrılıp bilincimizi bir kurguya kay-
dırma yöntemi. Asında bir terapi belki de.
Çocuklar için ise mevcut ve en üst seviyede
sahip oldukları hayal alemlerini görsel olarak
destekleyen, saf düşünceleriyle sahne
üzerindekilere kolayca inanabildikleri
yaşayan bir masal ortamı. Boyut algılaması
açısından ise çok sağlıklı bir atmosfer
televizyonla kıyaslandığında. İzledikleri canlı
performans ve algılayabildikleri mesajlar ile
tüm hayatlarını etkileyebilecek olumlu
deneyimler.
İşte bu düşüncelerle kendi oğlumu da 1, 5
yaşında itibaren tiyatro büyüsüyle tanıştır-dım. O yaşta uyku saatlerini gösteriyle
ayarlamak biraz zor oluyor tahmin edeceği-
niz gibi. Oyunlar da şansımıza öğlen tam
uyku saatine denk geliyordu. Buna rağmen
birgün annesinin tiyatro aşkıyla uykulu uy-
kulu oturduk en ön sıraya ve başladık Kukla
Show’u izlemeye. Bu o kadar eğlenceli bir
gösteriydi ki, kukla sanatını ve her çeşit
kuklayı şarkılar ve danslar eşliğinde seyre-
derken biryandan da kuklacı amca ile
interaktif olarak çocukların katılabildiği bir
şekildeydi. 3 yaş üstü çocukların kıkır güldü-
ğü ve soru cevaplarla tüm cin fikirlerini ser-
gileyebildiği bu gösteriyi neredeyse sonuna
kadar izledik, hatta çoğu yerinde Doruk bile
güldü.
En son geçen ay Masal Gerçek Tiyatrosunun
“Arı Maya ile cızbız” oyununa gittik. Dekoru,
şarkıları, kostümleri ile gerçekten eğlenceli
bir oyundu.
TİYATRO
ÇOCUK TİYATROLARI
Doruk şuan 2,5 yaşında ve başından sonuna kadar oyunu seyretti, hala da arada anlatır
hatırladığı sahneleri ama bu oyun interaktif olmadığı için konuşmalı bölümlerde biraz sıkıldı
ve dolaşmak istedi, ama şarkılar başlayınca pür dikkat kesiliyordu. Hatta “ne zaman şarkı
başlayacak” diye de sorup duruyordu. Buradan anladığım sanırım çocuklara laf atan ve on-
ları da gösteriye dahil eden oyunları seçmemiz bu yaş için daha iyi olacak:)
Araştırdığım zaman bir çok çocuk tiyatrosuyla karşılaştım. Sizlerle de bu bilgileri paylaşmak
istiyorum. Web sitelerine girerseniz birçok oyunu da görmeniz mümkün.
Çocuğunuzun sahne tozuyla ve büyüsüyle bol bol bir araya gelmesi dileğimle..
Masal Gerçek Tiyatrosu http://www.masalgercek.com/
Arı Maya ile Cızbız
Ocak Ayı Boyunca Her Cumartesi Pazar 13:00 Hayal Dünyası Bü-
yülü Sahne Bakırköy
0212 572 04 44
Tomurcuk Çocuk Tiyatrosu www.tomurcukkukla.com
Caddebostan Kültür Merkezi
Kukla Show 9 Ocak 13:00/ 15:00
Kırmızı Başlıklı Kız 8 ve 29 Ocak 13:00/ 15:00
İki İnatçı Keçi 15 Ocak 13:00/ 15:00
Yalancı Çoban 16, 23, 30 Ocak 13:00/ 15:00
Pembe Kurbağa Çocuk Tiyatrosu—Ankara http://www.pembekurbaga.com.tr 0312 418 02 98
Karagöz Sihirli Kavak 8,15, 22, 29 Ocak 10:30
Kardan Adam ile Kartanesi 15,22,29 Ocak 12:00
Zorlu Çocuk Tiyatrosu http://www.zorlucocuktiyatrosu.com
Oz Büyücüsü 29, 30 Ocak 11:00 13:00 Maltepe Türkan Saylan KM
SİNEM ERGUN www.sanatnotlari.blogspot.com
Sinema sanatıyla izleyici olarak
ilgileniyorsanız veya kamera arkasında yer almak istiyorsanız siz de
kendinize ait bir kısa film yapabilirsiniz.
“Sinemaskop Geceler” adıyla atölye çalış-
maları yürüten, bugüne kadar beş tane kısa
film çekmiş ve festivallerde yer almış olan
bir sinemasever Meriç Renkver ile özellikle
kısa filmler ve sinema tarihi hakkındaki
röportajımızın size pek çok bilgi sağlayaca-
ğına eminim.
Kısa filmin tanımıyla başlamak
istiyorum. Kısa film nedir?
Sanatta tanımlama yapmak zordur. Bugüne
dek yapılan tanımlamalar, kısa filmin üç
şekilde ele alındığını gösteriyor: Birincisi,
kavramın kendisinden hareketle, türü ne
olursa olsun ‘belirli bir süreyi aşmayan film’
anlamına geliyor.
Festivallerin doğal sınırlaması olan bu nokta,
örneğin Cannes’da 15 dakikadır bu süre,
“kısa film, süresi kısa olan film değildir”
deseniz de, bir zemin oluşturuyor tabii ki. Bu çerçevede, kısa filmi, uzun metraj filmin
egzersiz alanı olarak da görmek mümkün.
İkinci yaklaşım ise, daha çok içerik
bağlamında, kısa filme atfedilen özellikler-
RÖPORTAJ
Kısa Filmlerin Büyülü Dünyası
den hareketle yapılan tanımlama çabaları:
Deneysellik, özgürlük, bağımsızlık, öncülük,
sistem dışılık, ticari kaygılardan uzaklık gibi.
Bu çerçevede, özellikle ‘kâr amacı
gütmemek’ ve ‘deneysellik’ ön plana çıkan
özellikler.
Üçüncü yaklaşım ise, edebiyattaki türlerle
yapılan benzeştirmeler: Uzun metraj film
‘roman’ ise, kısa film ‘öykü’dür; uzun metraj
film ‘öykü’ ise, kısa film ‘kısa öykü’dür veya
‘şiir’dir, hatta ‘atasözü’dür gibi.
Tüm tanımların savunulabilir veya karşı
çıkılabilir yönleri olduğu bir gerçek. Kişisel
görüşüm, kavramdaki ‘kısa’ yerine ‘film’
olgusunun daha önemli olduğu yönünde.
Bir başka deyişle, kısa filmin, ‘film gibi’ ol-
masını önemsiyorum. Kısa film, içeriksizlik
veya anlaşılmazlık olmamalıdır. Anti-sinema
yaparken bile, bunu izleyenin algılaması için
belirli bir dile ve yapıya ihtiyaç duyarsınız.
Başka sanat dallarında olmayan uzun-kısa
ayrımının, içerik temelinde ele alındığında
bir anlam kazanabileceğini düşünüyorum.
Kısacası, filminizin süresini kısa tutmanız
sorun değil, tutarsınız!
Sinema tarihinde ilk kısa filmler ne za-
man ve nasıl ortaya çıkmıştır?
Sinema tarihinin doğrudan kısa filmlerle
başladığını söylemek yanlış olmaz. Fransa
ve Amerika’da yapılan ilk filmler kısa film-
lerdi. Sadece süre bakımından değil, henüz
sinema yaygın bir endüstri olmadığından, içeriklerinin daha özgürce, kısa filmin
ruhuna uygun bir özgürlükle ele alındığını
dahi söyleyebiliriz.
Lumière kardeşlerin 1896 yılı yapımı
“Trenin Ciotat Garı’na Gelişi” adlı ünlü
filmlerinin süresi bir dakikadır ve trenin gara
gelişinden başka bir şey anlatmaz. Méliès,
Porter gibi sinemanın öncü isimleri yüzlerce
kısa film çekmişlerdir. Tabii bu durum, film-
lerin, eğlence vaat eden endüstriyel meta
haline gelmesi ve prodüksiyon altyapısının
gelişmesiyle hızla aşılmış ve düzenli uzun
metraj film üretme ve kazanç sağlama süre-
cine geçilmiştir. Ancak kısa film, ticari me-
kanizmaların gücü ve ağırlığına karşın varlı-ğını korumuş ve özellikle batılı ülkelerde
belli ölçülerde kurumsallaşmıştır.
Bazı ünlü yönetmenler bugün de zaman za-
man kısa film çekmekte veya Godard,
Greenaway gibi isimler kısa filmin deneysel
ve özgür ruhuna uygun uzun metraj filmler
çekebilmektedirler.
Kısa filmlerin, uzun metrajlı filmlere
göre daha cesur konulara yöneldiğini
söyleyebilir miyiz?
Ticari kaygılardan uzak olmak bakımından,
evet. Kısa film çekerek para kazanamazsı-
nız, festivallerdeki mütevazı ödülleri say-
mazsak. Bununla birlikte, youtube gibi mo-
dern zaman medyalarında kısa filminizle
yüksek ‘hit’ alabilir ve bunu ticari kazanç
sağlamanın bir aracı olarak kullanabilirsiniz.
Tabii bunların ne kadar sanatsal, ne kadar
ticari süreçler olduğu tartışılır. Biz burada
kısa filmden, yani temelde ‘sinema
sanatından’ söz ediyoruz. Dolayısıyla, ka-
zanç getirmeyecek bir işe soyunmak, bir
şeyleri denemek, sistemin dışına çıkmak, hem bir tür cesaret, hem de bir tür adan-
mışlık ister, hele günümüzde. Buna kısaca,
‘çılgınlık’ da diyebiliriz.
Daha somut konuşursak, uzun metrajlı
filmle kıyaslandığında, kısa film ne tür
farklılıklar gösterir?
Süre faktörü bir yana, kısa filmi uzun metraj
filmden ayıran en temel özellik, sanırım
yaratıcısına sağladığı özgürlük alanı. Uzun
metraj bir film, kendisine zaman içinde
özgürlük sağlamış bir yönetmene de ait
olsa, seyirciyle buluşma gibi bir zorunluluk
taşır. Bunun adını net olarak koyarsak, filme
yatırılan paranın fazlasıyla geri kazanılması
gerekir. Özgürlük noktasından bakarsak, bir saatlik
‘kısa film’ de yapılabilir, bağlı olduğu pran-
galar bakımından on dakikalık bir film uzun
metraj kategorisine de dahil edilebilir.
Özgürlük derken, iki boyut söz konusu. Bi-
rincisi, kısa filmi tamamen bir laboratuar, bir
araştırma alanı olarak görüp, deneyselliğin
sınırlarına kadar gitmek. Bu, kısa filmde
yaygın bir anlayıştır, Warhol filmleri de da-
hil.
İkinci boyut ise, elinizdeki özgürlük alanını,
ticaretin kurallarından uzak, ama insanlarla
bir duygu-düşünce ilişkisi kurmayı dert edi-
nen tarzda kullanmanızdır. Bundan kastım
şu: Ticari kuralların dışında ama sinemanın
dili ve kuralları içinde kalarak da kısa film
yapabilirsiniz. Bu anlamda, kısa filmin uzun
metraja yaklaştığını söyleyebiliriz. Kısa film-
den söz ederken hep ‘kısa olmak’ kavramı-
na ve onun çağrışımlarına odaklanıyoruz,
oysa bir de ‘film olmak’ gerçeği var. Film
olmak demek, sinemanın bir dil olarak taşı-
dığı işlevin gereklerini yerine getirmektir. Festivallerde gösterilen ve ödüllendirilen
kısa filmlerin, genellikle, film olmanın gerek-
lerini yerine getiren çalışmalar olduğu görü-
lüyor.
Kısa film çekmek, uzun metraj film çe-
ken yönetmenler için mutlaka gerekli
bir deneyim midir?
Böyle bir gereklilikten söz edilemez, ancak
faydalı olduğu veya bir başlangıç noktası
oluşturabildiği bir gerçek. Doğrudan uzun
metraj çekmeye başlamış yönetmenler oldu-
ğu gibi, kısa film deneyiminden sonra film
çekmeye başlamış ve yıllar sonra da çekme-
ye devam eden yönetmenler de var.
Scorsese, Spielberg, Lucas gibi Amerikan
sinemasının dev isimlerinin, Almodovar, Kiarostami, Von Trier gibi usta yönetmen-
lerin, kariyerlerinin başında kısa filmler çek-
tiklerini görüyoruz. Bizde de Nuri Bilge
Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Mustafa
Altıoklar kısa filmle başlamışlardır. Rah-
metli Ahmet Uluçay, hiçbir eğitim almadan,
binbir imkansızlık içinde köy ortamında kısa
filmler çekmiştir. Ve bugün Türk sinema ta-
rihi içinde çok özel bir yeri vardır.
“Lumière et Compagnie” adlı film, bu
bakımdan mükemmel bir örnektir. 1995 yı-
lında gerçekleşen bir proje. 40 ünlü yönet-
menden, süresi 50 saniyeyi geçmeyen kısa
filmler çekmesi isteniyor. Ancak şöyle bir
zorunluluk var: Kullanacakları kamera,
Lumière kardeşlerin 1895’de geliştirdikleri
sinematograf. Yönetmenler, sinemanın doğ-
duğu dönemdeki şartlar altında kısa film çe-
kiyorlar ve bu çalışmaların toplamından
“Lumière et Compagnie” adlı film ortaya çı-
kıyor. Filmde, yönetmenlerin sinemayla ilgili
görüşleri de var. Özellikle kısa filmle ilgile-
nenlere tavsiye ederim, kısa film ile yaratıcı-lık arasındaki ilişkiyi görmek bakımından.
Kısa film çekmenin aşamalarına ve sü-
relerine kısaca değinir misiniz?
Kısa filmin çekim aşamalarıyla, uzun metraj
bir filmin çekim aşamaları temelde, yani ni-
telik olarak aynıdır. Çünkü ikisi de filmdir,
biri uzun diğeri kısa. İkisinde de senaryo ha-
zırlanır, oyuncular belirlenir, çekim alanı
saptanır, kamera, ışık gibi malzemelerin
yanısıra gerekiyorsa aksesuarlar temin edi-
lir, vs. Bu açıdan fark yok, sonuçta film çe-
kiyorsunuz. Farklılık, tüm bu aşamaların sü-
resinde, bütçesinde, çapında, altyapısında,
gösteriminde, seyircisinde ve beklentisinde.
Kısa filmde, senaryo da dahil olmak üzere, her şeyin ‘compact’ olması gerekiyor. Tabii
ki bir de finansman yönteminde fark var. Kı-
sa filmciler genellikle kendi ceplerinden para
harcarken, uzun metraj film yapmak iste-
yenler finansman bulmak gibi bir dertle uğ-
raşırlar.
Kısa film çekmenin, uzun metraj film ciddi-
yetiyle, belki de düşünsel olarak ondan daha
derinlikli ele alınması gereken bir mesele ol-
duğu söylenebilir. Yaratıcılık açısından ise,
teorik olarak bir fark olmaması gerekir, o da
film, bu da film, ikisi de sanatsal yaratıcılık
gerektirir. Ancak, uzun metrajın ticari sınır-
ları klişelere daha çok başvurmanıza yol
açabilir. Bu bakımdan, kısa filmin yaratıcılı-
ğa daha fazla imkan tanıdığını söyleyebiliriz,
ki bu da özgürlükle ilgili bir konu zaten.
Kısa filmle diğer film türleri arasındaki
ilişki hakkında neler söylemek istersi-
niz?
Bu önemli bir konu; kısa filmin ne olup ne
olmadığıyla da ilgili. Şimdi, sinemada, yani
en geniş anlamıyla peliküle veya dijital orta-ma değişik amaçlarla kaydedilen görüntü
üretme sektöründe, kısa filmle akrabalık
içinde olabilecek onlarca kavram ve tür var:
Belgesel, dramatik belgesel, animasyon, vi-
deo-art, video-clip, öğrenci filmi, eğitim fil-
mi, bilimsel film, tanıtım filmi, reklam filmi,
underground sinema, bağımsız sinema, de-
neysel sinema, avant-garde sinema, haber
filmi, TV filmi, kurmaca film vs. Bu kavram
ve türlerin biri veya birkaçı içinde kalarak
kısa film yapılabileceği gibi, bunun tersi de
mümkün: Sanatsal süreç, biçim ve içerik
açısından bazı kavram ve türlerin kısa filmle
örtüşmediğini söyleyebilirsiniz.
Kısa filmle diğer film türleri arasında, özel-
likle yaşanan sorunlar çerçevesinde bir ör-
tüşme olduğu gerçek. Kısa filmcilerin sorun-
larıyla, belgeselcilerin, bağımsız sinemacıla-
rın, öğrencilerin, yani ticari sinema dışında
bir şeyler yapmak isteyen herkesin sorunları
hemen hemen ortak. Bunların başında da
finansman geliyor. Dolayısıyla, kavramların
giderek sınırlarını yitirdiği günümüzde, film
üretmenin ve paylaşmanın maddi koşulları
kategorilerin ayrımında daha fazla rol oynu-
yor.
Ülkemizde kısa filmlerin üretim, göste-
rim ve izlenme durumu nedir? Türkiye’-
nin bu alandaki konumu nasıl?
Sinemanın büyük bir endüstri olduğu batılı
ülkelerde, kısa film çalışmalarının bize oran-
la daha kurumsallaşmış olduğunu söyleyebi-
liriz.
Bu ülkelerde sinemanın alt başlıkları, asis-
tanlık, kameramanlık, belgesel film, deney-
sel film, sinema eğitimi, senaryo vs. bir uz-
manlık alanı olduğundan, kısa film de spesi-fik bir alan olarak var olma fırsatını nispeten
daha fazla bulabiliyor. Tabii ki finansman,
seyirciyle buluşmak gibi ortak problemler
vardır her ülkede, ama mesele, ikinci sınıf
muamelesi görüp görmemek.
Kısa film alanı, sinema eğitimi veren okul-
lardaki imkanların artması, festivallerde
özel bölümler oluşturulması, özgün organi-
zasyonlar yapılması, örgütlenilmesi, endüstri
içinde desteklenmesi, televizyonların, Kültür
Bakanlığı gibi resmi kurumların çabaları ve
özel şirketlerin himayesiyle gelişebilir. Tüm
bu paydaşların desteğinin düzeyi ile, bir ül-
kede kısa film alanının derinlik ve etkinliği
paraleldir.
Bu açıdan baktığımızda, ülkemizde öğrenci-
lerin bu alanda daha aktif olduklarını görü-
yoruz. Son yıllarda çekilen kısa filmlerin bü-
yük çoğunluğu öğrenci filmlerinden oluşu-
yor. Doğal olarak, sinema eğitimi alan öğ-
renciler daha motiveler bu konuda ve okul-
ları sayesinde belli bir altyapıya da sahipler.
Üretim anlamında sayı yüksek ama yaratıcı-
lık, sinema dili vb. bakımdan ne düzeydeler,
tartışılır.
Önemli film festivalleri içinde artık düzenli
olarak kısa film bölümleri yer alıyor. Ankara,
Antalya, Adana ve İstanbul film festivalleri
önemli platformlar.
Yıllardır İFSAK’ın sürdürdüğü çabalar var.
Ayrıca, birkaç özel kuruluşun yarışmaları ve
birkaç kentte düzenlenen kısa filme yönelik
organizasyonlar da mevcut. Dolayısıyla, 15-
20 yıl öncesine göre üretim ve gösterim im-
kanları oldukça artmış durumda. Tabii bu
sürecin arkasındaki en önemli etken, dijital
çekim imkanlarına kolaylıkla ulaşılabilir ol-
ması. Tabii, sayısal artış niteliksel artış anla-mına gelmeyebilir. Çok sayıda filmden iyi
filmlerin çıkma olasılığı yüksektir, ancak
kişisel gözlem olarak söylüyorum, yaratıcılık
açısından çoğu filmi, kısa veya uzun, doyu-
rucu bulmuyorum.
Okulların ve festivallerin dışında, bugüne
dek TRT’nin ve birkaç özel kanalın kısa filme
destek verdiğini de belirtmek gerekir. 1995
yılından bu yana Kültür Bakanlığı’nı da bu
çerçeveye dahil edebiliriz. Bunların hepsi
önemli destekler. Ancak, iyi niyetli çabala-
rın, medya dünyasının izlenme üzerinden
giden sert kurallarına çarpıp dağılabildiği de
bir gerçek. Türkiye’de kısa filmin siste-
matik olarak ele alınmasının tarihi 1963 yılı-
na, Hisar Yarışması’na kadar uzanır. Bir za-manlar sinemalarda, film başlamadan önce
kısa haber filmleri gösterilirdi. Kısa filmin de
ülkemizde kendine göre bir tarihçesi var ve
incelemeye değer.
Sizin sinemayla ilişkiniz, uğraşınız nasıl
başladı?
Benim sinemayla ilgim lise yıllarında, tele-
vizyonda sürekli film izleyerek başladı. Fiilen
uğraşmayı, düzenli film izlemek ve okumak
şeklinde tanımlarsak, o yıllardan başladığını
söyleyebilirim. TRT’nin ilk dönemlerinde sü-
rekli eski Amerikan filmleri gösterilirdi. Bu
filmler, klasik sinemayı ve sinema tarihini
tanımak bakımından büyük bir ders olmuş-
tur benim için. Aile ortamında sinemaya
olan ilgi de bir faktör tabii ki. Ondan sonra,
festivaller, filmler, kitaplar, dergiler, senar-
yolar, kısa filmler, sohbetler, dvd’ler, atölye-
lerle bu ilgim devam etti.
Kaç kısa film çektiniz? Filmleriniz festi-
vallerde yer aldı mı?
Beş kısa film çektim. İkisiyle, Ankara ve An-talya film festivallerinin yarışmalı bölümleri-
ne katıldım.
Kısa film çekerken en keyif duyduğunuz
aşama hangisi?
Tüm süreç keyifli olmakla birlikte, sanırım
kurgu aşaması, yarattığınız esere şekil
vermek açısından büyüleyici bir deneyim.
Bir de, filmi bitirip başkalarıyla birlikte sey-
rettiğiniz ilk an.
Sizin yaptığınız atölye çalışmalarından
söz eder misiniz?
Sinemaskop Geceler adıyla, periyodik bir
film atölyesi yapıyorum. Yönetmen bazında bir çalışma; her seferinde önemli bir yönet-
menin önemli bir filmini izliyor ve gerek yö-
netmen, gerekse film üzerinde birlikte konu-
şuyor ve tartışıyoruz. Akademik tarzda bir
film okuma değil, daha çok sinema kültürü
ve film değerlendirme, film eleştirme disipli-
ni üzerinden yaptığım bir atölye çalışması.
Sinema eğitimi almamış fakat sinemayı
yakından izleyenler kısa film çekmek
için nasıl bir yol izleyebilirler? Meraklı-
lar için küçük ipuçları verebilir misiniz?
Kısa film çekmek için kısa film çekmek gere-
kir! Şöyle: Hemen kendilerine bir dijital ka-
mera alsınlar ve bir şeyler çeksinler, ne
olursa olsun. Basit kurgu programları var,
gerekirse onları da yükleyip kurgulasınlar.
Sinemanın ilk keşfinde olduğu gibi, öncelikle
dünyaya ‘kadrajdan bakmanın’ farkını
görsünler, görüntülerin ardışıklığının nasıl
anlam yaratabileceğini keşfetsinler. İkincisi,
rastgele değil, yönetmen bazında film izle-
sinler. Sinemanın genel kabul görmüş dili kadar, yaratıcılığın öznelliğini de keşfetsin-
ler.
Klasik filmlerden başlanmasını öneririm. Si-
nema kültürü, değişik türde filmler izleyerek
oluşur.
Önce bir filmi izleyin, ondan sonra üzerine
yazılanları okuyun. Farklı türdeki filmler as-
lında, hayata ve sanata farklı açıdan bakan
yönetmenlerin dünyalarını yansıtır. Ford,
Capra, Wilder gibi Amerikan sinemasının
önemli yönetmenlerinin filmleriyle klasik si-
nemayı keşfederken, Truffaut, Godard,
Antonioni, Tarkovski, Bergman, Kiarostami gibi farklı estetik, üslup ve dil
arayışı içindeki, farklı meseleleri olan yönet-
menler de izlenmeli ve karşılaştırılmalı.
Çok sayıda temel sinema eğitimi veren kurs
var. Herkesin kendi imkanlarına göre bun-
lardan birine katılması tabii ki faydalı olur.
Ancak, gerçek bir fayda sağlamanın ön şartı
var: Sevmek, yeteneğiniz bile sevgiyle geli-
şir veya sevgisizlikle körelir.
Görsel dünyada bir bakıma patlama yaşanı-
yor, dijital imkanların artması sonucunda.
Eline kamera alan herkes film çekebilir, çe-
kiyor da zaten. Ancak, az önce de belirtti-
ğim gibi, sanatsal kaygıyla yapılanlarla di-
ğerlerini ayırmak gerekiyor; ancak bu an-
lamda sınırlar giderek birbirine karışıyor, ta-
nımlamayı ve kategorize etmeyi güçleştiri-
yor.
Sanatsal yaratıcılığın her şeyin önünde
olması gerektiğini düşünüyorum, sanatın
hangi dalıyla uğraşırsak uğraşalım. Sanatın
temelinde ‘yaratıcılık’ yatıyor ve üzerinde kafa yormamız gereken temel konu bu.
Nesobaby
http://nesobaby.blogspot.com
Fotoğraflar: Burak Arık
Ofistesiniz, ekranda onlarca mesaj cevap-
lanmak için sizi bekliyor, masanın kenarın-
da mavi mavi kalın dosyalar… Toplantıdası-
nız gözünüz sürekli saatte "şu adam sussa
da gitsek" dediğiniz…
Ya da evde süpürgenin başındasınız, lava-
boda birikmiş sizi bekleyen bulaşıklar "beni
yıka! beni yıka !!" diye bağırıyorlar…
Gözlerinizi kapatın, nerede olmak istersiniz?
Peki ya ben nerede olmak isterim?
Palmiye ağaçlarının arasında bir grup
müzisyen amca karşılıyor bizi, ellerindeki
marakasın "çın çın" yumuşak sesi, egzotik
bir ritim eşliğinde bembeyaz iri taneli
kumların üzerinde yürüyorum, yavaş yavaş,
ilerledikçe müziğe uyum sağlıyor hem
ayaklarım hem ruhum, elime buz gibi bir
içecek tutuşturuyorlar, gençlik iksiri midir
GEZİ
Karayipler Gemi Seyahati (Bölüm2)
GEZİ
nedir canlanıveriyorum birden "ne var bunun içinde? Oohh pekte güzel geldi " diyorum
içerken, kendime sakin bir köşede palmiyenin gölgesinde boş bir hamak bulup içine bir gü-
zel kuruluveriyorum, ben rüyada mıyım bilmem ama bu cennet gibi mekânda huzur için-
de birazdan güzel rüyalara dalacağım kesin.. Seyahatimizin ilk günü yolumuz uzun ol-
duğu için denizde geçti. Ertesi sabah gözümüzü masmavi deniz ve arkasında yemyeşil bir
ormanla, Haiti manzarası ile açtık.
Labadee 'ye Hoşgeldiniz! Cruise firmasının
Haiti'den 100 yıllığına kiraladığı kuzeydeki bu
limanda sadece geminin yolcuları ve çoğun-
lukla yerli halktan oluşan personelini göre-
ceksiniz. Özel olduğu için dışarıdan kimsenin
alınmadığı limana gemiden ufak teknelerle
taşınıyorsunuz. Sıcak memleketin sıcak insa-
nı tarafından yine sıcak bir karşılama ile ada-
ya ayak basıp, kendinize güzel bir şezlong
seçip soğuk içeceklerinizi yudumlayın ve bu
cennet adanın keyfini çıkarın!
Haiti'nin kuzeyinde kalan bu bölgede tarihi bir
çan kulesi ve Royal Caribbean tesisleri dışında
medeniyete dair herhangi bir iz yok. Dileyen-
ler deniz içerisinde kurulu aquapark bölümün-
den faydalanabilir, biraz aksiyon isterseniz jet ski ya da parasailing de kiralayabilirsiniz.
Bunların hepsi gemiden alacağınız ekstra
turlar içerisinde.
Biz bugünü dinlenme günü olarak seçip sadece yüzme ve yemek yeme kaslarımızı çalıştır-
dık. Öğlen saatlerinde hepsi de gemide pişirilmiş açık büfe yemekler adaya taşındı ve bize
ayrılan yemek bölümünde karnımızı güzelce doyurduk. Günün kalan kısmında ben çoğun-
lukla rüyamdaki gibi hamak keyfi yaptım.
Nesobaby Tavsiyesi: Burada yerlilerin el yapımı magnetlerinden hatıra veya memlekette
sizi bekleyenlere hediye olarak alabilirsiniz. Labadee'ye özgü buzlu içecek " Labaduzee " yi
içmeden limandan sakın ayrılmayın, sonra çok pişman olursunuz. Yeah Mon!
Sıradaki limanımızın adı Ocho Rios. Bizim Yedi Göllerimiz varsa Jamaika'nın da "Sekiz
Irmak"ı varmış. İspanyolcada Sekiz Irmak anlamına gelen Ocho Rios, adından da
anlaşılacağı gibi ırmakların, dağlık alanlarının dolayısıyla şelalesinin bol olduğu bir kent.
Şelale içerikli aktivitelerin de olduğu Ocho Rios'ta biz çok daha değişik ve çok daha
heyecan verici bir tur satın aldık. Fakat ana konumuza geçmeden önce, siz şimdi
düşünüyorsunuz değil mi "Yeah Mon" ne demek? Bana göre Türkçede " Problem yok
adamım " anlamına gelip söylendiği cümlenin yeri ve zamanına göre "ok" "evet" "bence
sen de haklısın dostum" "doğrudur, onaylıyorum" gibi çeşitli anlamlar için de
kullanabileceğiniz bukalemun gibi her cümleye uyum sağlayan Jamaika'nca bir ifade.
Ülkemizde de çok sevilip sempati duyulan
reggae müziğin efsanevi şarkıcısı
Bob Marley'in memleketinde, etkisinin
devam ettiği, onun gibi saçları rastalı ve şu
meşhur renklerinde (Yeşil- Sarı - Kırmızı)
kıyafetlerle dolaşan insanları görebilirsiniz.
Genel olarak bende rahat insanlar oldukları
izlenimi bıraktılar. "Yeah Mon" ( Yaaamaan
diye okunuyor)
Gelelim bizim heyecanlı aktivitemiz
Kanopi'ye (Canopy).
Satın aldığımız bu turun Jamaika'nın bitki
örtüsüne çok uygun olduğunu söyleyebilirim.
Ocho Rios dağlık bir bölge ve dağları da
yağmur ormanları devasal ağaç ve bitkilerle
kaplı. Bu bitkilerin bazılarının insan yiyen
bitki olduğunu bile düşündüğüm oldu. Etrafta
tek başına gezmemekte fayda var.
Karayiplere kadar gidip de bir bitkiye öğle
yemeği olmak istemezsiniz.
Limanda bizi karşılayan sempatik şoförümüz
George 1980'lerden kalma minibüsü ile bizi
limandan yaklaşık 30 dakika uzaklıktaki bir
dağın tepesine çıkardı.
Hala İngiliz sömürgesinin etkisinde olan
ülkede insanların çoğu senden benden iyi
İngilizce biliyorlar. Ayrıca trafikte İngiltere'-
deki gibi soldan akıyor ( Karşıdan karşıya
geçerken dikkat) .
Değişik bitkilerin çevrelediği dar bir köy
yolundan tepeye "Chukka Canopy" yapaca-
ğımız merkeze doğru ilerledik.
Yağmur ormanlarında devasal ağaçların
gövdeleri arasında kalın bir halata bağlı
olarak ağaçtan ağaca kaydığınız bu
heyecanlı aktivite öncesi görevliler bize kısa
bir eğitim verdiler.
Önce güvenlik diyerek üzerimize dağcılık
malzemelerinde kullanılan kemerlerden
başımıza da kask takıyoruz, halatı tutarken
acımasın diye de elimize eldivenlerimizi
takıyoruz. Yürüyüş parkurunda bitkilerin
gazabına uğramamak için uygun kıyafetleri
seçmenizi öneririm. Ayrıca yanınıza da sırt
çantası almanız daha uygun olacaktır.
Kayma esnasında "Eyvah telefonum düştü!"
demenizi istemem.
Yaklaşık 10 dakika tepeden aşağı dar bir
patika yolda ilginç bitkilerin arasında
yürüyüş yaptıktan sonra "Bunu yapmak
istediğine emin misin Nesobaby?” soru-
sunu sorduğum noktaya geliyoruz. "O ka-
dar da korkma canım, sadece yerden
birkaç metre yüksekteyiz." diyen sevgili
kocama en şirin ve en acıklı gülümsememle bakarak içimden "Birkaç metre?
Sahilde uslu uslu ata binmek varken ne işim
var burada, hepsi senin yüzünden,
sen arkamdan gel karşıda görüşeceğiz
seninle, tabii karşıya sapasağlam geçebilir-
sem " diyorum. Dış sesimle de "Hakkını he-
lal et, Astalavista Baby" diyerek bir de koca-
man bir " Haydi Bismillaaaah" çekerek veda
ediyorum, atıveriyorum kendimi boşluğa İs-
temsiz bir ses çıkıyor ciğerlerimden dışarıya
doğru… "AaAaaAaaAAaAAAaaa"
Evet, artık Tarzan'ın neden ağaçtan ağaca
atlarken böyle bir ses çıkardığını daha iyi
anlayabiliyorum. Korkmayın korkmayın, ilk
sefer biraz ürkütücü, bir de yukardan aşağı
serbest düşüş yaptığım noktada yüreğim
ağzımdan dışarı fırlıyor sandım sadece o
kadar. Ama onun dışında aşağıya kadar
halatlarla ağaçtan ağaca kayarak sapasağ-
lam indiğim bu yolculuk, adrenalin ve keyif
dolu geçti.
Muhteşem bir doğa, şırıl şırıl akan bir dere
ve yanında heyecanlı keyifli dakikalar. Etrafta uçuşan keyifli insanlar.
Sonuç: Nesobaby denedi, beğendi, size de
yapmanızı tavsiye ediyor. Laf aramızda
eşimin de tatil boyunca en keyif aldığı tur bu
oldu.
Dönüşte kalan boş vaktimizi her evli çiftin
kaçınılmaz kaderi olarak hediyelik eşya
dükkânlarında alışveriş yaparak geçirdik.
Nesobaby Alışveriş Tavsiyesi: Bob Mar-
ley ile ilgili kıyafet, şapka ve bereler veya
magnetler alabilirsiniz. Ayrıca el yapımı yağ-
lıboya tabloları, değişik mask ve süs eşyala-
rını uygun fiyatlara bulmanız mümkün. Sizin
pazarlık yapma yeteneğinize bağlı olarak sa-
tıcılar söyledikleri fiyatların çok altına inebili-
yorlar. Boğazına düşkün olanlar siz de ye-
meklerde kullanmak üzere bölgeye özel de-
ğişik acı soslar ve tropikal içkiler alabilirsi
niz.
Grand Cayman'da Okyanusun Sevimli
Dostlari ile Birgun
Uzun zamandır yapmak istediğim birşeydi o
sevimli yunuslarla yüzmek. Seyahatimizin
üçüncü limanı Cayman adalarının baş-
kenti George Town'da böyle bir şan-
sımızın olduğunu öğrenince de hemen baş-
ladım küçük kız nesobaby ses tonuyla yal-
varmaya; "Noooolur nooolur yunuslarla yü-
zelim"
Cayman adaları İngiltere Kraliçesine ait.
Şehirde kraliçeye olan sevginin ve İngiliz
tarzı yaşamın etkilerini görebiliyorsunuz.
Burası vergi cenneti adalardan olduğu için
diğer Karayip adalarına nazaran kişi başı
gelirin çok daha yüksek olduğunu hem
evlerden hem de lüks 5 yıldızlı otellerden
anlayabiliyorsunuz.
Turumuzun güzel yanı bonuslu olmasıydı.
Yunuslarla yüzdükten sonra hemen yanında-ki kaplumbağa çiftliğini de bedavaya
gezebilecektik.
Kaplumbağa çiftliği mi olurmuş demeyin
sakın, bu bizim evdeki parmak boy su
kaplumbağalarından değil tabii ki. Boy boy
hatta bazılarının devasal büyüklükte olduğu
deniz kaplumbağalarının üretildiği büyük bir
çiftlik.
Bu kadar büyük su canlıları ile yüzmek size
cazip gelmediyse adadaki ünlü " Seven
Miles" plajında kendi kendinize de yüzebi-
lirsiniz. Hemen hemen tüm limanlarda
benzer turlar mevcut. Önemli olan önceden
istediğiniz tura rezervasyon yaptırmış
olmanız.
Yunuslarla yüzeceğimiz Dolphin Discovery
Center 'a vardığımızda hem acayip
heyecanlıydım hem de çok sevinçliydim. Daha önce de çok yakından yunus
görmüştüm ama bu sefer direk kendileri ile
yüzme şansım olacaktı. Ağzım kulaklarımda
gezerken merkezin içine girdiğimizde hafif
hafif korkmaya başladım. Çünkü yunuslar
gerçekten büyük balıklardı.
Ben niyeyse bunu son ana kadar düşünme-
miştim yüzeceğim balıklar hamsi değil
yunustu. Ama hiç insan yiyen yunus
görmemiştim o yüzden anın tadını
çıkarmalıydım.
Yunus eğiticileri bize kısa bir eğitim verdiler.
Yanlış anlamayın yunusları eğittikleri gibi iki
şak şak yapınca atlayıp zıplamayı değil,
yunuslarla beraberken elimize kolumuza
sahip çıkmayı öğrettiler.
Yunusla yüzerken sadece yüzgecinden tutun
sakın ata biner gibi üstüne binmeyin dediler. Halbuki ben yunusun sırtına çıkıp
ayakta durmayı planlıyordum.
İşin ilginç yanı havuzdayken tüm hareket-
lerimize de dikkat etmeliydik . Çünkü onlar
bizim konuşmalarımızdan değil el ve vücut
dilimizden anlıyorlardı. Onlara göre
yaptığımız her hareketin bir anlamı vardı.
Bikinilerimizin üzerine can yeleği verdiler ve
boyumuzu aşmayan bir havuza grup olarak
giriş yaptık.
Yunus kardeş orada bir yerlerde yüzüyor-
du , eğitmenin verdiği minik balıkları da
hopur hopur midesine indiriyordu.
Beklenen an gelip çattı hepimiz sıraya girip
ellerimizi öne doğru uzattık.
Yunus kardeş gelip hepimizin dudağına birer
öpücük kondurdu. O sevimli suratından
öpmek beni o kadar mutlu etti ki daha sonra
bize parayla sattıkları video çekimini
almaktan kendimizi alıkoyamadık.
Biraz tuzlu ama güzel görüntülerin yer aldığı
bir hatıramız oldu. Bu arada engelli çocukla-rın terapisinde de kullanılan yunusla yüzme
seanslarında gerçekten de keyifli anlar
yaşıyorsunuz.
Yunusun derisine dokunmak bile insanı çok
garip hissettiriyor, ayaklarınızdan ittirerek
sizi yüzdürmesinin nasıl olduğunu siz tahmin
edin. Kısacası anlatılmaz yaşanır.
Yunus kardeşle şarkı söyleyip yüzgecinden
tutup yüzdükten sonra hemen yan taraftaki
kaplumbağa çiftliğine geçtik. Bu çiftlikte boy
boy su kaplumbağası görmek mümkün.
En küçük boylar ne kadar sevimliyse en bü-
yük boylar da bir o kadar endişe vericiydi.
Onlar havuzda yüzerken dışarıdan beslemesi kolay ama denizde yüzerken karşıma
çıkarsa ne yaparım diye kara kara düşün-
meye başladım.
Uzun yıllar yaşayabilen bu dev kaplumba-
ğaları besledikten sonra yine bu çiftlikte
bulunan yapay havuza doğru ilerledik.
Denizlerin asabi balığı köpek balıkları hemen
bu havuzun içinde yüzüyorlardı.
Birkaç metre ilerisinde de küçük çocuklu bir
çekirdek aile şnorkel ile keşif yapıyorlardı.
Sonradan öğrendim ki isteyen ücretini öde-
yip bu havuzda şnorkel dalışı yapabilirmiş.
Çeşitli deniz canlıları ile beraber yüzebilmek
onları yakından görmek mümkün. Köpekba-
lıkları da bizim meşhur Jaws gibi tehlikeli
köpekbalıkları değilmiş. Yine de 3-4 metre
boyunda köpekbalıklarının olduğu bir havu-
za girme fikri bana pek cazip gelmedi.
Nesobaby almasın alana da mani olmasın.
Turumuz sona erdiğinde limana geri
döndük. George Town diğer limanlara göre
daha çok kafe ve mağaza bulabileceğiniz bir liman. Karnı acıkanlar boğazı kuruyanlar
gemi kalkmadan önce burada lezzetli vakit
geçirebilir.
Nesobaby Alışveriş Tavsiyesi :
Karayiplerin nesi meşhur? Korsanları
Limanda korsan konseptli kıyafetler ve
hediyelik eşyalar bulabileceğiniz mağazalar
mevcut. Ayrıca bölgeye özel kremalı ve
kahveli rumları denemeden limandan
ayrılmayın , belki yanınızda birkaç şişeyi de
eve götürmek istersiniz. Ayrıca deri kılıflı
mataralar da maceraseverlere orijinal bir
hediye olacaktır.
Adios Amigos ! Güzel vakit çabuk geçermiş , en azından
benim için hep öyle olmuştur. Geldik
Karayiplerdeki son limanımıza.
Cozumel, Meksika'nın kuzeyinde küçücük
bir ada. Bu liman Meksika kültürünü
yakından görmemiz için güzel bir fırsat oldu.
Ayrıca Karayip kumsallarının o bembeyaz muhteşem görüntüsünü de son bir kez
görebileceğimiz bu küçük adada aynı
zamanda Maya medeniyetinden kalma ta-
rihi yerleşim yerlerini de gezme şansımız
oldu.
Turumuz iki aşamadan oluşuyordu.
Mini Jeep Safari ve Şnorkel dalışı.
Önce transfer aracımızla mini jiplerimizi
almaya gittik. Mini dediğim de gerçekten
minik jipler. Sadece 2 kişinin binebileceği
sarsıntısı çok ve sürmesi de içerisinde
yolculuk etmesi de inanılmaz eğlenceli bir
araç.
Miniminicik jiplerimizle adanın sahil kısmına
doğru yol aldık. Yol üzerinde koruma altın-
daki timsah bölgesini de görme şansımız ol-
du. Bu bölgede bizi mi timsahlardan koru-
yorlar onları mı bizden koruyorlar bu kısmı
tartışılır.
Şimdiki durağımız Mayalardan
kalma El - Caracol. Adından anlaşılacağı gibi
burası Mayaların şehrin
güvenliğini sağladığı karakol-
lardan birisi.
Deniz tarafından gelebilecek tehlikelere de karşı gözetleme
binası olarak kullanılıyormuş.
Kısa bir tarih durağından
sonra bizi bekleyen karayip
kumsalına doğru yol aldık.
Burada şnorkellerle kayıp balık Nemo'yu
arayacaktık. Fakat öğrendim ki Nemo'nun
pek bulunmaya niyeti yokmuş. Onun yerine
su kaplumbağaları, yavru köpekbalığı ,
deniz yıldızı gibi eski dostları gördük.
Deniz ve plaj tek kelimeyle muhteşemdi. Denizin ve plajın keyfini çıkardıktan sonra
iyice acıkan karınlarımızı doyurmak için
yakınlarda yemek molası verdik.
Burada yediğimiz salsa sos ile nachosun tadı
hala damağımda!
Günün sonunda yine kendimizi limandaki
alışveriş merkezlerine attık.
Nesobaby Alışveriş Tavsiyesi :
Cozumel'de deri kıyafet ve el yapımı eşyala-
rın satıldığı birçok mağaza mevcut.
Meraklısına gerçek deriden kovboy
şapkalarını ve ayakkabı çanta gibi aksesuar-
ları almasını tavsiye ederim. Bu arada
pazarlık gücünüzü burada da göstermelisi-
niz. İlk söylenen fiyatın çok altında para
ödeyerek dükkanda mutlu müşteri olarak
ayrılabilirsiniz. Yine liman bölgesinde el yapımı bölgeye özel hediyelik eşya satan
mağazalardan zevkinize göre hediyeler satın
alabilirsiniz.
Her güzel seyahatin bir sonu varmış. Bizim
gemi seyahatimiz de 7 gün sonra başladığı
limanda Port Canaveral /Orlando 'da sona
erdi. Hiç ayrılmak istemesek de bu
muhteşem gemiyi terk etmek zorundaydık.
Yüzümüzde dinlenmiş ve çok iyi vakit
geçirmiş olmanın verdiği bir gülümseme ve
huzur ile...
Giderken dönüp dumanı üstünde tüten
gemiye bakarken aklımdan şunlar geçiyordu
" Kim bilir belki bir gün seninle yeniden
açılırız uzak denizlere? "
Neden olmasın?
Keyifli ve bol seyahatli, leyleği havada göre-ceğiniz bir yıl geçirmenizi dileğiyle...
Görüşmek üzere !
Nesobaby
BANU HIDIRLAR birazsoylebirazboyle.blogspot.com
Turgut Özakman (1930-) Bürokrat,
yazar ve avukattır.
28 Eylül 1998'de, üstün hizmetleri nedeniyle
Anadolu Üniversitesi'nce ve 2007 yılında, mezun olduğu ve uzun yıllar görev yaptığı
Ankara Üniversitesi'nce 'fahri doktor' unvanı
verilmiştir. 2006 yılında Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Özakman'a Üstün Hizmet Ödülü
verdi.
Turgut Özakman, birden fazla türde eserler
vermiştir. Bunlardan bazıları ; inceleme, ro-
man, mesleki, tiyatro oyunları ve senaryo-
lardır. 2005 yılında piyasaya sürülen, 50 yıla
yakın bir sürenin emeği olan ve Kurtuluş Sa-
vaşı'nı romansı bir dille anlatan Şu Çılgın
Türkler adlı belgesel-romanı, neredeyse
cumhuriyet tarihinin en çok satan kitabı ol-
muş ve haftalarca çok satanlar listelerinde
ilk sırada kalmıştır. (kaynak: vikipedia)
Romantika, yazarın Şu Çılgın
Türkler’den sonra okuduğum kitabıydı. Özel-
likle Şu Çılgın Türkler’e göre çok kıyıda kö-
şede kalmış gibiydi.
İtiraf edeyim konusu ya da yorumlarından
önce kapağı çekti kendine.
Kitap, aslında ilk bakışta yadırganabilecek,
kabul edilmiş genel ahlaki değerlere sığdırı-
lamayacak bir konuyu anlatıyor; evli iki in-
sanın yasak aşkı. Kitabı bu yasak aşkı yaşa-
yan taraflardan birinin kızı Şirin’in bakış açı-
sıyla okuyoruz.
İNCELEME
Farklı Bir Aşk Hikayesi
Şirin’in babası, sanat tarihi kürsüsünde bir
doçenttir.
Nazik, görgülü, terbiyeli ve sakin biridir.
Annesi ise gösteriş meraklısı, soğuk, sürekli
şikayet eden, anlayışsız biridir. Babası,
kendini beğenmiş ve soğuk annesine, çok
bilmiş ve sürekli şikayet eden anneannesine
ve annesinin kopyası olan ablasına bile
anlayışlı ve sessiz kalmayı başarabilmekte-
dir.
Ancak bu durum Şirin’i sinirlendirir.
Babasının isyan etmesini bekler. Bu nedenle de araları açılır.
Şirin evden ayrılır.
Bir gün babası doçentliği bırakır. Annesinin
tüm itirazlarına aldırmayıp kendisine küçük
bir kırtasiye dükkanı açar.
Daha sonra azimle çalışıp işlerini büyütür ve
bir kitapevi sahibi olur. Bu azmi bile Şirin’in
annesini memnun etmeye yeterli değildir.
Ancak Şirin’le tekrar araları düzelir ve ayda
bir kez dışarıda buluşmaya başlarlar.
Şirin, bir sabah erken saatlerde çalan bir
telefonla uyanır.
Babasının yardımcısı Asım Efendi, babasının
kalp krizi geçirdiğini ve hastanede olduğunu
haber verir.
Babasının hastanede olduğu günlerde ona ait
not defteri eline geçer. Not defteri özel bir
şifreyle yazılmıştır.
Şirin, iki gün uğraştıktan sonra arkadaşının
da yardımıyla şifreyi çözmeyi başarır. Baba-
sı, notların tamamında yaşadığı bir aşkı an-
latmıştır; eski öğrencilerinden Arzu.
Şirin, notları okudukça babasına kızmak ye-
rine Arzu ile yaşadıklarına sevinir hatta aşk-
larını kıskanır. Aralarındaki tamamen saf,
naif ve biraz da hüzünlü bir ilişkidir.
''Sevene yılan bile dokunmaz. Bu büyük
ve önemli sözü daha duymamış
olabilirsin çünkü az önce uydurdum.
Ama bir gün kalbi olan herkesin, bu
sözü benimseyeceğine inanıyorum.''
''Bir gün aşk ihtilaldir demiştiniz.
Bu sözün anlamını şimdi anlıyorum.
Aşk gelince, gerçekten yeni bir dünya
kuruluyormuş.
İçimde, varlığından haberi bile olmadı-
ğım yeni duygular keşfediyorum. Eski-
den göl balığıydım.
Şimdi akıntıya karşı yüzen bir sazanım.''
''...bin yıllık özlemle sarılmak istiyorum
rüyalarını bile kucaklamak için..''
Farklı bir aşk hikayesi, bazen hüzünlü bazen
çok eğlenceli ama mutlaka okunası.
AKIN ÇETİN
pamuksekerebenzeyenbulut.blogspot.com
Savaş filmleri saf aksiyon
içermiyorsa ve gerçekten kötü
bir senaristin elinden
çıkmamışsa sadece fiziksel olan
savaşla ilgilenmez.
Aynı zamanda insanın kendisiyle olan sava-
şıyla da ilgilenir.
Çünkü senaryonun “çatışma”sı dediğimiz ironik yapı bunu gerektirir.
Birazdan bahsedeceğim eserlerde tek tek
belirtmemek için peşinen böyle bir giriş
yaptım. Aşağıdakileri bu minvalde değerlen-
dirirseniz daha faydalı olur.
Listeyi de yakın zamanda askere gideceğim
için yaptım. Aptalca bir psikolojiye kapılarak
askere gittiğimde savaş çıkacağını, beni de
ön cephelerde savaşa süreceklerini falan dü-
şünmeye başladım. Bardağın boş tarafını bir
yana bırakıp “savaş” deyince aklıma gelen filmlerle ilgili yaptığım listeye buyur edeyim
sizleri.
SOLUCAN DELİĞİ
SAVAŞ FİLMLERİ
Saving Private Ryan
İzlemeyen yoktur diye düşünüyo-
rum.
Savaş filmlerinin generali.
Spielgerg’in beş Oscarlı başyapıtı.
Kendisine de ikinci kez en iyi
yönetmen Oscar’ını kazandırdı ama
en iyi film ödülü sürpriz bir şekilde
Shakespeare in Love filmine gitti.
Film güzeldi ama Akademi üyelerince Saving Private Ryan’ın üstünde tutulması kendisin-
den nefret etmemiz için yeterli bir sebeptir bana göre. The Thin Red Line’ın bile üstünde tutulmasına ise diyecek bir şey bulamıyorum.
Ryan rolü ilk olarak Edward Norton’a teklif edildi ama Norton teklifi kabul etmeyince rol
Matt Damon’a gitti. Damon’ın canlandırdığı Ryan’ın diğer kardeşleri savaşta ölünce bölük-
lerden birisine Ryan’ı bulup sağ salim evine gönderme görevi verilir.
Sekiz kişilik bir bölük, İkinci Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle devam ettiği 1944’ün haziran
ayında yollara düşer.
Sekiz kişilik müthiş bir oyuncu kadrosuna perdeden şöyle bir geçip giden Paul Giamatti,
Ted Danson gibi isimler eşlik ediyor. Bana kalırsa bu kadar kalabalık bir kadronun içinde
Jeremy Davies varlığını en fazla hissettiren isim olmuş.
Savaşın dehşetini anlatan açılış ve kapanış sahneleri için bile izlenebilir.
Jarhead
Körfez Savaşı döneminde üniversite öğrencisiyken yolunu
kaybedip orduya katılan Anthony Swofford’un askerlik anılarına
dayanarak yazdığı romandan uyarlanan bir Sam Mendes filmi.
Gösterime girmeden önce döneminin en büyük Oscar favorisiydi.
Ama görücüye çıktıktan sonra büyük bir kitleyi hayal kırıklığına
uğrattı. Cephelerinin bulunduğu konum gereği haftalarca birbir-
lerinden başka insan görmeyen ordu mensuplarının adam öldür-
mek için can atmalarını, karşılarına öldürecekleri birileri çıktığın-
da da içine düştükleri çıkmazı anlatan iyi bir film. Sam Mendes’in
nitelikli filmografisinin en iyilerinden. Yardımcı oyuncusundan fi-güranına kadar herkes çok iyi. Biraz abartarak söylemek gere-
kirse; kadınlar için Dancer in the Dark neyse erkekler için de Jarhead odur. Jarhead’ın
tümü için değilse bile sırf son on dakikası için savunurum bu düşünceyi. Ayrıca gerçekte
Swofford’un rütbesi filmde olduğu gibi düşürülmemiş, aksine yükseltilmiştir. Senarist
William Broyles Jr. inisiyatif kullanarak öyle bir durum eklemiştir senaryoya.
The Thin Red Line
Kamera kullanımı, mizansenleri ve
karakterlerin kafa sesleri sebebiyle şiirselli-
ğin benim için sinemadaki karşılığı olan
Terrence Malick’in James Jones’un
otobiyografik romanından uyarladığı üçüncü
uzun metraj filmi. Malick bu film için tam
yirmi yıl sonra sinemaya geri döndü ve
aradan geçen onca yıla rağmen önceki iki
filminden çok daha iyi bir film ortaya koydu.
Aynı yıl vizyona girdiği Saving Private Ryan
kadar dikkat çekmedi ve ödül törenlerinde
adı anılmadı belki ama zaman içinde kimlerince çok daha değerli bir hale geldi.
Malick film için normalde çekilmesi gereken-
den üç kat fazla makara harcadı ve uzun bir
süre boyunca kurgusuyla kendisi ilgilendi.
Adrien Brody filmin son halini görene kadar
kendisini başrol oyuncusu sanıyordu ama
kurguda işler değişmişti. Malick karakterlere
derinlik katmak için filmin merkezine bir de-
ğil birkaç karakter birden yerleştirmişti. So-
nuç olarak sürekli bir şeyleri sorgulayan, bir
şeylerden kaçan ve bir şeylerden arınmaya
çalışan karakterler çıkmıştı ortaya. Üç saate
yaklaşan süresiyle içerisinde birbirinden et-
kileyici onlarca sahne barındıran; görüntü-
lerle ve iç seslerle yazılmış uzunca bir şiir.
Bir izleyende tekrar izleme isteği uyandırı-
yor. Ben Chaplin ile Miranda Otto arasında
geçen sahnelere ve Bell’in boşanma belgele-
rini okurken verdiği tepkilere dikkat. Söylentilere göre Brad Pitt ile Johnny Depp
bu filmde yer alabilmek için epey dil dök-
müşler. Hatta Depp boş peçeteye sözleşme
niteliğinde bir imza atmak bile istemiş ama
ikisi de filmde rol alamadılar.
Platoon
Oliver Stone’un Vietnam Üçlemesi’-
nin ilk ayağı.
Savaşa bizzat katılmış olan Stone’un
anılarına dayandığı söylenir.
Chris adlı gencimiz üniversite
öğrenimini yarıda bırakıp orduya
yazılır ve Vietnam Savaşı’na katılır.
Sıkı bir milliyetçi olarak katıldığı
savaştan ordusundan, kendisinden
ve ülkesinden nefret eden birisi ola-rak ayrılır.
Üçlemenin ikinci filmi olan Born on the Fourth of July başlı başına farklı bir karakterden söz
eder ama Chris’in izdüşümlerini görebiliriz. Zira Platoon savaşı döneminde geçer. Orman-
dan uzaklaşan helikopterde bırakırız Chris’i. Born on the… ise Chris ile aynı savaşa katılmış
olan gerçek bir karakterin, Ron Kovic’in, savaş sırasında sakatlanıp ülkesine dönmesi ve
birkaç yıl önce savunduğu şeylerle artık taban tabana zıt bir hale gelmesini anlatır. Neyse,
çok saptırmadan Platoon’a dönersem insanların hem doğayla hem de kendileriyle savaşma-
larının altını güzelce çizen etkileyici sahneler barındırdığını söyleyebilirim. Ayrıca üçlemenin
diğer iki filmine oranla çok daha iyi bir film. Adagio for Strings çalarken Elias’ın katledildiği
sahneyle unutulmazlaştı. Aynı müzik The Elephant Man’da John Merrick ölürken de çalıyor-
du. Yazdığınız senaryoda ya da çektiğiniz filmde bir ölüm sahnesi varsa fona bu müziği dö-
şeyin. Artı puan olacaktır sizin için. Zaten öylesine depresif bir müzik ki daha yarısına gel-
meden canınızdan beziyorsunuz.
Hotaru no haka (Grave of the Freflies)
Eğer bu filmi ilk defa duyuyorsanız
bilmelisiniz ki size büyük bir kötü-
lük ediyorum. İzlememenizi ve
çocukların ulaşamayacağı yerlerde
muhafaza etmenizi tavsiye ediyo-
rum.
İnsanın yüreğini parça pinçik eden, hayatınız boyunca izleyebi-
leceğiniz en duygusal film. Ortak
kanaat tarihin en acıklı animesi
olduğu yönünde. Bilin ama izlemeyin. Çünkü izlerseniz, film bittikten beş dakika sonra
izlememiş olmayı dileyeceksiniz ve izlediklerinizi unutmak isteyeceksiniz.
Bir de bunlar var;
Mahabharata
İnsanlığın gelmiş geçmiş en eski destanı.
Sanskritçedir. Orijinal halinin yirmilik bir
Ana Britannica kalınlığında olduğu söylenir.
Büyük Savaş anlamına gelmektedir.
Öyle bir destandır ki kuru bir dala anlatılsa
dallanıp budaklanacağı söylenir.
Destana etraflıca hakim birisi tarafından
dinlerseniz yüzlük ampul gibi aydınlanacağı-
nızı garanti edebilirim.
Kabaca söz etmek gerekirse birbirine düşman iki aile arasındaki savaştan söz
eder. Fakat karakterlerin isimlerinin
anlamlarını keşfettiğinizde asıl anlatılan
şeyin ne olduğunu anlarsınız. İşte ampulün
aydınlanma anı bu ana denk gelir.
Orijinal halinin kalınlığından söz etmiştim
ya, birileri zamanında çıkıp “Bunu herkesin
anlayabileceği bir dile çevirelim” demişler ve
İngilizceye çevirmeye başlamışlar.
Çeviriye başlayan ilk grubun ömrü
tükenmiş, yerine yenileri gelmiş. Sonra
onlar da ölmüş, yerine yenileri gelmiş. Böyle
böyle giderken birkaç kuşak eskitmişler.
Çeviriyi tamamlayıp tamamlamadıklarını
bilmiyorum. Ama “özetinin özetinin özetinin
özetinin…” diye özetleyebileceğim bir şekilde
kitaplaştırmış bu eseri Jean-Claude Carriere. Can Yayınları’ndan Nazım Aslan çevirisiyle
çıkmış.
Idefix’in dediğine göre tükenmiş ama ilginizi
çektiyse kitapçılara falan bakarsınız. Daha
ayrıntılı ve kesin bir bilgi istiyorsanız da
wikipedia’ya göz atarsınız.
Taşıdıkları Şeyler
Siren Yayınları’nın
bizlere sunduğu
güzellerinden birisi.
Vietnam Savaşı’na
bizzat katılmış olan
Tim O’Brien’ın
anılarından yola çıka-
rak yazdığı, Avi Pardo
çevirisiyle yayınlanan
harika bir kitap.
Savaşın öncesinin ve sonrasının iyi-kötü,
güzel-çirkin, sonuç olarak ömür boyu
kapanmayacak bir yara halini almasının et-kileyici bir iz düşümü. Anthony Swofford,
Jarhead’ı yazarken bu kitaptan etkilenmiş.
SEDA ASOLAR Www.sedasolar.blogspot.com
Haydi biraz eskiye dönelim. Hangimiz peçete, resimli poşet, para, taso yada pul koleksiyonu yapmadık?
Şimdi tüketim maddelerinden arta kalan kutuları bile
atarken içim acıyor, çünkü eskiden -bu kadar çeşitli
dükkan ve alım gücümüz yokken- onların hepsi benim
için kasetlerimi saklayabileceğim bir kutuya dönüşecek-
ti yada tokalarımı içine atabileceğim..
Hem internet ile de tanışmadığım için (kendimce) yeni
objeler tasarlayacak kadar fazla vaktim vardı. Örneğin
tuvalet kağıdını önce ıslatmak suretiyle şekil vererek
kalemlik yapmak gibi?!
Biriktirmek de bundan 20 sene önce bu
sebeplerle değerliydi sanırım. Hala de-
ğerli diyecekleriniz olacaktır.
Ancak sohbet ettiğim zamane gençliği
içinde herhangi bir koleksiyona sahip ola-
nını duymadım. Zeitgeist... Zamanın ru-
hu, dolayısıyla trendleri başka, biz Milen-
yum insanlarına da değişen dünyaya
ayak uydurmak düşüyor.
Artık Playstation oyunları, Dvd’ler falan
biriktiyoruz.
1958 / Japonya
HOBİ
Pul Kolekisyonculuğu
Kanada / 1908
Yine de bir pul koleksiyonu yapmanın verdiği prestiji kolay kolay elde edemeyiz bayanlar
baylar, benden söylemesi, hem böylece eve müstakbel sevgiliyi de davet edersiniz
göğsünüzü gere gere, malum gösterecek bir koleksiyonunuz da var …
Şimdi gelin göz atalım birbirinden leziz pullara. Belki dikkatini çekeriz birilerinin, vesile olu-
ruz yeni ve özgün hobisine!
1960 / Türkiye
Dönemin siyasi konjonktürüne bir gönderme niteleğinde
1994 / Türkiye
Türk yemekleri
1979 / Belçika
Posta pulu, Dünyada ilk defa Birleşik Krallık'ta 6 Mayıs 1840 tarihinde kullanılmaya
başlanmıştır. Türkiye'de ise Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1 Ocak 1863 tarihinde
kullanılmaya başlanmıştır.
Pullar alışılagelen kare veya dikdörtgen şekillerin dışında daire, üçgen, beşgen veya
sekizgen şekillerinde de basılmışlardır.
1990 / Türkiye Van Gogh’ün 100. Ölüm yıldönümü anısına
Güney Afrika / 2004 Tema: Özgürlük
Monaco / 2004 Grand Prix yarışlarının 75. Yıldönümü
Avusturya / 2005 Sadece gülümseyin ve el sallayın çocuklar !
‘Pul koleksiyonunu izlemek tarihe ve yaşama bir yolculuktur aynı zamanda’
Postada kullanmak için değil koleksiyonculara pul satmak amacı ile pul ürettiği bilinen
ülkeler vardır, bu ülkelerin hükümetleri pullardan önemli ölçülerde gelir sağlayabilmektedir.
Arjantin / 2005 Tema : Bovling ve Turco oyunları
Rusya / 2010 Avrupa futbol kupasına katılmalarının 50. Yılı anısına
Beyaz Rusya / 2010
Norveç / 2010 / Mutlu yıllar !
BİR KAŞIK BİLGİ
MÜGE KARAHAN www.yemekbahane.blogspot.com
Soğuk kış gecelerinde sokaktan
bazen rüzgarın ağaçlarda yankılanan çıtırtısı
bazen de yağmurun yere değdiğinde
çıkarttığı şıpırtıyı duyarız.
Ama benim kışın sokak seslerinden en sevdi-
ğim olanı kelimenin sonunu uzata uzata
BOZAAAAA diye bağıran bozacının sesidir.
Dışarının soğuğu bozacının sesi ile aralanır ve ısınır sanki.
Şimdi hemen hemen her yerde plastik şişe-
lere sığdırılan boza, bana sokaktan gelince
daha esas gelir hala. Kışın bağrından geldi-
ğindendir belki de…
Ocak, kış demek.. Kış demek boza demekse
bu ay konuğumuz boza ve hikayesi…Bol tar-
çını ve yandaşı leblebisi ile…
Bir görüşe göre boza, bilinen en eski içki
olan biranın ilk haliymiş. En eski içki olan
üzüm şarabından bile daha eskiymiş hikaye-si.
Kış mevsiminin sokaktan gelen lezzeti ...
BOZA
Türkiye’de genellikle darıdan yapılan boza, başka ülkelerde yapıldığı yerin başlıca ürününe
göre mısır, arpa, çavdar, yulaf, buğday, kara buğday vb tahılların mayalandırılması ile elde
ediliyor.
Boza, Mısır ve Kuzey Afrika sahilleriyle Akdenizli tüccar gemiciler aracılığıyla batıya, Hazar
Denizi güneyinden doğuya, Asya içlerine ve Çin’e; İran ve Afganistan’a, Kafkaslar’dan
kuzeye, Volga havzasına doğru geniş bir coğrafyaya yayılır. Balkan ülkelerinin hemen
hepsinin “milli içki” olarak sahiplendiği bozanın Balkanlar’a gelişi ise, iki farklı öyküye
dayandırılır.
İlkinde, Orta Asya’dan kalkıp XI. Yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a kadar geniş
bir bölgeyi ele geçiren Kıpçak Türklerinin, bozayı da kültürlerinin bir parçası olarak bölgeye taşıdığı savunulur.
İkincisinde ise, horasanlı savaşçı dervişlerden Sarı Saltık yer alır.Horasan’dan gelip
Anadolu’da Hacı Bektaş’a bağlanan Sarı Saltık, Rumeli’ye yerleşen ilk Müslüman Türk
toplulukları da yönetmek üzere, 1263 yılın-
da Babadağı’na, bugünkü Dobruca’ya gelir.
Horasan’da öğrendiği bozacılığın bölgede
yayılmasına da önayak olan Sarı Saltık,
bozacı esnafının piri sayılır.
En şiddetli yasakların yaşandığı IV. Murad
ve IV. Mehmed dönemlerinde İstanbul’da
300 dükkanda 1005 bozacı çalışırdı.
“Sarhoşluk vermeyecek kadarı”nı içmek
helal sayıldığından, meyhaneler, yüksek al-
kollü tatar bozası satan bozahanelere dönü-
şür ve bir laf türer:
“Meyhaneciye sormuşlar şahidin kim
diye, bozacı demiş.”
İçki yasağı III. Selim döneminde de sürer.
Bu dönemde bozahaneler artık iyice ayak
takımının işgali altındadır. Okuryazar takı-
mı, hanımlar, beyler ve aileler bozahaneler-
den elini eteğini çeker. “93 Harbi” olarak da anılan Osmanlı-Rus Savaşı (1876) nedeniy-
le Rumeli’den İstanbul’a yapılan yoğun göç,
bozacılık tarihinde bir dönüm noktası olur.
Bozanın bünyesinde A ve B vitaminlerinin
dört türü ile C ve E vitaminleri bulunur.
Mayalanması sırasında ürettiği laktik asit
ise ender gıda maddelerinde bulunuyor
ve bu değerli asit türünün hazmı
kolaylaştırıcı etkisi var.
Süt yapıcı özelliği nedeniyle hamile
bayanlara ve vitamin kaynağı olarak
sporculara tavsiye ediliyor.
Boza hakkında yazılmış bir yayın da var ondan da bahsetmeden olmaz. Ahmet
Nezihi Turan’ın düzenlemiş olduğu
"Acısıyla Tatlısıyla Boza" adlı bu
kitapta; Osmanlı’da tarihinin en renkli ve
hareketli dönemini yaşamış, yüzlerce
yıllık geçmişi olan bozanın; coğrafyası,
edebiyatı, kimyası ele alınarak taşıdığı
kültürel ve tarihi değer ortaya konulmaya
çalışılmış.
Ülkemizde boza denince akla gelen ilk
marka olan Vefa Bozacısının sitesinde yer
alan evde boza yapımına dair tarifi
sizlerle paylaşıp son veriyorum bu ayki
yazıma…
Malzemeler
3 bardak bulgur
2 kahve fincanı pirinç
3 bardak tozşeker
1 bardak eski boza ya da kibrit kutusu büyüklüğünde maya geniş bir kap
Yapılışı
Bulgur akşamdan bol su ile ıslatılır. Ertesi gün bulgur ve pirinç iyice ezilinceye kadar pişiri-
lir. Mikserle çırpılır ve ince süzgeçten geçirilir. Bu karışım hafif ateşe konulur. İçine şeker
katılır ve eriyinceye kadar karıştırılır. Sonra ateşten alınır. Bir yerde ılınmaya bırakılır. Ara-
da bir karıştırılır. Ilındıktan sonra içine eski boza ya da ılık suyla ezilmiş maya katılır. İyice karıştırılır. Bu karışımın ağzı kapatılarak, 20-25 derecelik bir yerde, ara sıra karıştırılarak 2-
3 gün bekletilir. İçinde göz göz hale gelmiş kabarcıklar görülürse olmuş demektir. Serin bir
yere alınır. Soğuk servis yapılır. İsteğe bağlı olarak üzerine sarı leblebi ve tarçın ilave edilir.
Afiyetle & sağlıkla,
BANU HIDIRLAR birazsoylebirazboyle.blogspot.com
“Sayın Yetimleri Koleje Gönderen Nazik Hayırsever”
İNCELEME
Judy, çoğumuzun kitaptan ziyade 90lı
yıllarda TRT1’de yayınlanan Judy ve
Uzunbacak isimli çizgi filmi ile tanıdığı ve o
günleri anarken sıklıkla kullandığı
karakterlerden biri.
Ailesi tarafından terk edilmiş ve katı kural-
ları ile tanınan John Grier Yurdu’nda yetişen
Jerusha (Judy) Abbott 18 yaşına gelmiştir
ve yetimhane kurallarına göre artık oradan
ayrılmak zorundadır. Kendisine koruyucu
aile bulamamış olan Judy hayatında ilk kez
bir mucize ile karşılaşır ve yetimhane
müdürü Bayan Lippett’ten yetimhanenin
mütevelli heyetindeki bir hayırsever üyenin
kendisini koleje göndereceğini ve tüm
masraflarını karşılayacağını öğrenir.
Ancak bu iyiliğin karşılığında bazı şartları
vardır. Öncelikle Judy bu hayırseverin
gerçek kimliğini bilmeyecektir. İletişimleri
sadece Judy’nin “John Smith” takma ismine
yazıp göndereceği mektuplarla olacak
ancak bu mektuplar yanıtlanmayacaktır.
Yazdığı mektuplar hem eğitimiyle ilgili bilgi
verecek hem de yazarlık yolunda pratiklik
kazanmasında da yardımcı olacaktır. Judy, ismini dahi bilmediği bu adamı sadece
bir kez uzaktan görür ve o esnada duvara
yansıyan uzun gölgesi nedeniyle ona “uzun
bacaklı baba”
adını verir. Kolej,
o güne kadar
yetimhane dışına
çıkmayan Judy
için bambaşka bir
dünyadır.
İlk kez arkadaşla-
rı olur, kitapların
çekiciliğine yakalanır ve sürekli okuyarak
kendini geliştirir, ilk kez kendine elbise alır,
ilk kez tatil yapma imkanı bulur ve bir çiftlikte tatil yapar. Kendine ait bir dünya
oluşturmaya başlar. İlk aşkını da bu dünya
içerisinde yaşar.
Tüm bunlar yaşanırken uzun bacaklı
babasına birçok mektup yazar.
Bu mektuplarda günlük yaşamının ve
eğitiminin yanı sıra yaşadığı kırgınlıkları,
sevinçlerini, şaşkınlıklarını, kızgınlıklarını en
içten ve doğal haliyle paylaşır.
Ve hiçbir zaman karşılık gelmeyeceği
söylenen mektuplarına beklediğinden çok
daha mutlu bir yanıt alır.
Her ne kadar yayınevi tarafından kapağına
Çocuk – İlk Gençlik ibaresi konmuş olsa da
“Uzun Bacaklı Baba” hepimizin keyifle
okuyacağı bir kitap.
Büyük Uyku
Raymond Chandler
"Eski savaşlardan kalma yaşlı bir general.
Geleneklerine bağlı bir adam. İki delişmen
çekici kız, kayıp bir damat. Petrolden gelen,
harca harca bitmez bir servet, kimden gel-
diği bilinmeyen şantaj mektupları. Çölün
ortasında, kimi zaman karanlık bir labirent,
kimi zaman romantik bir gün batımı gibi
yükselen bir serap, bir yeni zaman şehri:
Los Angeles. Kentin bağırsaklarındaki logar
kapaklarından savrulup lağım sularında
kaybolan bozuk paralar gibi harcanıp giden
insanlar. Yeşil dolarlar, fildişi renkli kadın
bedenleri üzerinde yükselen kadim suç. Bu
suçla başa çıkamayacağını bilmesine rağ-
men, -belki de zaten bunun farkında oldu-
ğundan- alaycı kararlılığını hiçbir zaman yi-
tirmeyen bir dedektif: Philip Marlowe."
-Ahmet Ümit-
RAFLARDA
Fyodor Dostoyevski
İkiz
Büyük Rus romancı Dostoyevski’den tam anlamıyla “çılgınca” bir öykü… Yazıldığı günlerde Petersburg aydınları arasında bü-yük ilgi toplayan, ama tamamlanıp yayım-landıktan sonra başta Belinski olmak üzere pek çok kişi tarafından yerden yere vurulan bir “sara” nöbeti… “İkiz”, gençlik yıllarında büyük Rus yazar Gogol’den fazlasıyla etki-lenmiş olan Dostoyevski’nin ilk eserlerinden biri. “Bir Petersburg Poemi” alt başlığını ta-şıyan roman, Petersburglu “beşinci derece-den memur” Bay Golyadkin’in yakın çevre-sinde gözden düşmesi ve yavaş yavaş çıl-dırması üstüne kurulmuş.
Türkiye’de daha önce “Öteki” ve “Öteki Ben” adıyla yayımlanan “İkiz”, edebiyat dünyasına sevmeyenleriyle olduğu kadar hayranlarıyla da damgasını vurmuş unutul-maz bir Dostoyevski anlatısı. Yeni çevirisiy-le sunuyoruz.
BANU HIDIRLAR www.birazsoylebirazboyle.blogspot.com
Sıradan Bir Cinayet Karel Capek
"Sokakta yürüyen her in-
san gizemlidir"
Karel Capek'in, suç olgusu-
nu ve suçlunun doğasını soruşturan öyküle-
ri, en popüler edebiyat dallarından olan po-
lisiyenin sınırlarını aşıyor.
"Robot" kelimesini Capek'e borçluyuz. Mis-
tik ve garip dünyasıyla birlikte, suçta, çö-
zümden daha karmaşık bir şeyler olduğunu
göreceğiz.
Dünya edebiyatının daha önce Türkçe'ye
çevrilmemiş, daha önce karşılaşmadığımız
tatları sunan özel eserlerini bir araya geti-
ren Ex Libris dizimizin bu 4. Kitabı, dizimize
özel tasarımıyla piyasada.
Kartal Koltuğu
Carlos Fuentes
Carlos Fuentes, dünyanın
yaşayan en önemli yazarla-
rından biri.
Hem edebiyatın hem de
düşünce dünyasının önde gelen figürlerin-
den.
Türkiye'de de daha önce Can Yayınları tara-
fından okura sunulan eserleriyle tanınan
Fuentes, politik romanlarıyla ülkesi Meksika'-
yı dünya gündemine taşımaya devam ediyor.
Elinizdeki romanın konusu aslında çok tanı-
dık: politikada ayak oyunları, koltuk sevdası ve arka planda ABD... Meksika hükümeti
Amerika'ya kafa tutmaya kalkınca olanlar
olur; ABD, Meksika'nın uydu bağlantılarını
keser. Yıl 2020'dir.
Dünyayla bağlantısı birden kopan Meksika
mektupla haberleşme çağına döner.
Kartal Koltuğu, Başkan Lorenzo Terán, seksi,
büyüleyici, kurt politikacı María del Rosario
Galván gibi birbirinden renkli kahramanları
ve ilginç kurgusuyla bir solukta okuyacağı-
nız, düşündürücü bir roman.
Her zamanki Fuentes zekâsıyla kurulmuş,
alabildiğine eğlenceli bir taşlama.
Hollow Malikanesi Cinayeti
Agatha Christie
Lucy Angkatell'in köydeki evi-
ne öğle yemeği için davet edi-
len Hercule Poirot tatsız bir olayla karşıla-
şır. Kanlar içinde bir adam yüzme havuzu-
nun yanında yatmaktadır. Başucunda duran
karısının ise elinde bir tabanca vardır.
Poirot soruşturmaya başlayınca, o saygıde-ğer yaşamların gerisinde arapsaçına dön-
müş aile sırlarının varlığını keşfeder. Ve
herkesten şüphelenmeye başlar..
BU AY VİZYONDA
Eyvah Eyvah 2 Gösterim tarihi : 7 Ocak 2011
Yapım : 2011, Türkiye Yönetmen: Hakan Algül
Oyuncular: Ata Demirer, Demet Akbağ, Salih Kalyon, Özge Borak
İlk filmin devamı niteliğinde çekilen Eyvah Eyvah 2, Hüseyin Badem’in
aşık olduğu kızı istetmek için Geyikli’ye doğru yola çıkışı ile başlayan
maceraları konu alıyor.
Burlesque
Gösterim tarihi : 7 Ocak 2011
Yapım : 2010, ABD, Avustralya
Yönetmen: Steven Antin
Oyuncular: Christina Aguilera, Cher, Kristen Bell, Cam Gigandet, Eric
Dane
Küçük bir kasabadan Los Angelas'ta yaşamak üzere ayrılan Ali, geçmişi-
ni geride bırakmak istemektedir. Oldukça güçlü bir sesi olan Ali, şehrin
en önemli klüplerinden biri olan Burlesque Lounge'ta çalışmaya başlar. Garson olarak işe
başlayan Ali, sahnede olmayı istemektedir. O an mali ve kişisel problemlerle çalkalanan
klüpte, işletmeciliği yürüten Tess bir çıkış yolu aramaktadır. Tess klüp için de iyi olacağını
düşündüğünden Ali'ye destek olur.
Ali sesi ile herkesi büyülemiştir, bir anda hem kendisi hem de klüp gözde bir hal alır. Elbet-te bu kıskançlık ve rekabeti de beraberinde getirecektir.
MÜGE KARAHAN www.yemekbahane.blogspot.com
London Boulevard Gösterim tarihi : 7 Ocak 2011
Yapım : 2010, ABD, İngiltere
Yönetmen: William Monahan
Oyuncular: Colin Farrell, Keira Knightley, Jamie Campbell, Anna Friel,
David Thewlis
Hapisten yeni çıkmış olan Mitchel acımasız bir adam olmakla beraber ha-
yatını bir düzene sokmak istemekte, doğru kadınla tanışıp evlenmek gibi
hayaller de kurmakta olan garip bir adamdır. Hapisten çıkar çıkmaz ken-
disine usulsüz teklifler gelmeye başlar fakat o bu teklifleri reddeder. Tüm bu tekliflerin ye-
rine ünlü bir oyuncunun çanta taşıyıcısı olmaya karar verir. Derken hayatının kadınıyla da
tanışır Mitchel ama “geçmişi onun peşini bırakmaz”.
Aşk Sarhoşu Gösterim tarihi : 14 Ocak 2011
Yapım : 2010, ABD
Yönetmen: Edward Zwick
Oyuncular: Anne Hathaway, Jake Gyllenhaal, David Morse, Gabriel
Macht
Özgür ruhlu bir genç kadın olan Maggie, karşı konulmaz bir cazibeye sa-
hip olan Jamie ile karşılaştığında sonucun aşk olacağına başta kimse
inanmamıştır. Jamie ilaç endüstrisinin kurtlarından biridir ve kadınlar
üzerinde kullandığı çekim gücünü kendi işinde de kullanmaktan çekin-
mez. Maggie ise bağlanmaktan korkan ve özgürlüğüne düşkün bir kadın olarak Jamie'den
çok daha hassas bir konuma sahiptir. Ancak ikisinin ilişkisi ilerledikçe ikisi de gerçek bir
ilaçla karşılaşır: Aşk…
I am Love Gösterim tarihi : 14 Ocak 2011
Yapım : 2009, İtalya
Yönetmen: Luca Guadagnino
Oyuncular: Tilda Swinton, Alba Rohrwacher, Marisa Berenson, Diane
Fleri, Edoardo Gabbriellini
Milan'ın ileri gelenlerinden olan Recchi ailesi için her şey, sahip oldukları
şirketin hisselerini Tancredi ve oğlu Eduordo Jr. arasında bölüşme kara-rıyla başlar. Eduordo'nun aslında başka planları vardır, yetenekli bir şef
olan Antonio ile birlikte bir restoran açmayı düşünmektedir.
Cadılar Zamanı Gösterim tarihi : 21 Ocak 2011
Yapım : 2010, ABD, İngiltere
Yönetmen: Dominic Sena, Peter Goddard
Oyuncular: Nicolas Cage, Christopher Lee, Ron Perlman, Stephen
Graham, Stephen Campbell Moore
14. yüzyılda Kara Veba'nın yayıldığı dönemlerde, cadı olduğundan şüp-
helenilen bir kızın taşınmasına yardım eden şövalye Behman (Nicholas
Cage)'ın macerasını anlatıyor.
Ayı Yogi Gösterim tarihi : 21 Ocak 2011
Yapım : 2010, ABD, Yeni Zelanda
Yönetmen: Eric Brevig
Seslendirmeler: Anna Faris, Justin Timberlake, Dan Aykroyd, Dean
Knowsley, T.J. Miller
Bir belgesel yönetmeni yeni projesi için Jellystone Park'a gelir ve burada
yolu Ayı Yogi ve arkaşlarıyla kesişir.
Kurtlar Vadisi: Filistin Gösterim tarihi : 28 Ocak 2011
Yapım : 2010, Türkiye
Yönetmen: Zübeyr Şaşmaz
Oyuncular: Necati Şaşmaz, Gürkan Uğur, Erdal Beşikçioğlu, Kenan Ço-
ban, Nur Aysan
Gazze’ye insani yardım malzemeleri götürmeye çalışan gemilere yapılan
kanlı baskın üzerine Polat Alemdar ve arkadaşları Filistin’e gitmiştir. Ya-
pılacaklar bellidir: Bu baskının askeri planlayıcısı ve yürütücüsü olan İs-
railli komutan ele geçirilmelidir.
Filistinlilerle kurulan ilk temaslar sayesinde hedefine adım adım yaklaşmaya çalışan Polat
Alemdar’ı bazı sürprizler beklemektedir. Hedeflerindeki kişi olan Moşe Ben Eliezer’in kural
tanımaz gaddarlığı ve teknolojik imkânları işleri zorlaştırmaktadır. Polat, Moşe’ye ulaşmaya çalışırken, Filistin’de masum insanların nasıl öldürüldüklerini görür. Moşe, köyleri yıkmakta,
çocukları öldürmekte ve Polat’a yardım eden herkesi hapse atmaktadır. Ancak teknolojik
imkânlar ve kural tanımazlık, Moşe’yi kurtarmaya yetmeyecektir.
Tron Efsanesi Gösterim tarihi : 28 Ocak 2011
Yapım : 2010, ABD Yönetmen: Joseph Kosinski
Oyuncular: Michael Sheen, John Hurt, Jeff Bridges, Olivia Wilde, Garrett
Hedlund
TRON: LEGACY daha önce beyaz perdede gördüklerimizin hiçbirine ben-
zemeyen bir dijital dünyada kurulmuş bir 3D ileri teknoloji macerası.
Sam Flynn, Kevin Flynn’in 27 yaşındaki teknoloji meraklısı oğlu babasının ortadan kaybolu-
şunu araştırır ve kendini babasının 25 yıldır yaşadığı Tron’un dijital dünyasında bulur.
Kevin’in sadık sırdaşı Quorra’yla birlikte (OLIVIA WILDE), baba ve oğul çok fazla gelişmiş
ve son derece tehlikeli bir hale gelen, görsel açıdan dudak uçuklatan sa-
nal alemde bir ölüm kalım yolculuğuna çıkarlar.
127 Hours Gösterim tarihi : 28 Ocak 2011
Yapım : 2010, ABD, İngiltere
Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: James Franco, Kate Mara, Amber Tamblyn, Lizzy Caplan
Dağcı Aron Ralston'un başından geçenlerin gerçek hikayesi...
Genç bir dağcı olan Aron, Utah yakınlarında büyük bir kaya parçasının arasına sıkışır. Ha-
yatı için bir çeşit tuzağa dönüşen bu olayda Aron, soğukkanlı olması gereken şoke edici bir
çözüm yolu bulur.
Kaynak: www.sinemalar.com
SİNEM ERGUN www.sanatnotlari.blogspot.com
Efendim buay iki blogla birden
röportaj yaptık. Sürümden ka-zandık yani.
Sevgili blog komşumla, Syrakusa ve oğluyla
birlikte yazdıkları Beterböcek blogları hak-
kında sohbetvari bir röportaj gerçekleştirdik.
Neşelenmek mi istiyorsunuz ya da en içten
duygularla yazılmış bir anı yazısı mı okumak
istersiniz ve ya ilginç bir film önerisi mi
duymak istersiniz o zaman Syrakusa’nın
bloguna uğrayın. Syrakusa, maceralarını
keyifle okuduğumuz bir kahraman oldu
adeta camiada. Syrakusa gerçek mi yoksa
bir hayal ürünü mü? Peki Syrakusa’nın
yaratıcısı kim?
Bir de Beterböcek var.
“Benim hiçbirşey bilmediğimi sanan ba-
bam ile babamın herşeyi bildiğini sanan
Benim hikayem... “ diyor blogun girişinde.
Oğlunun hayal dünyasını katıksız sunan,
onun dilinden dünyayı bize gösteren zaman zaman da babalık maceralarını bize anlattığı
bir blog bu.
AYIN BLOGU
TANRIYA ŞÜKÜR BEN BEN’İM!
“Syrakusa ve Beterböcek”
Bu iki blog macerası nasıl başladı, neler
yaşandı, ikisini nasıl idare ediyor, ve
kendisiyle ilgili merak edebileceğiniz
özelliklerini öğrenmek istiyorsanız o zaman
buyurun..
Öncelikle Syrakusa nedir, neresidir,
kimdir onunla başlamak istiyorum.
Niye Blogunun adı Syrakusa?
Syrakusa, birinin adı değil aslında. Bir
kentin adı. Antik Yunan’a ve helenistik dö-neme duyduğum tarihsel ilgiden kaynakla-
nan bir sempati besliyorum.
Bilim ve sanata olan düşkünlüğümden dolayı
Arşimed ve Eflatun’un dönem dönem yaşa-
dığı bu antik mekanı bloğuma ad olarak
seçtim.
Ancak bilinçaltımda yatan diğer neden ise,
artık orta yaşlarını sürmeye başlamış ben
için biraz sessiz, tarihe gömülmüş ve
kimselerin pek uğramadığı, kafa
dinleyebileceğim ve kendimle kalabileceğim
bir mekanın adını bulup koymaktı.
Syrakusa, benim kendimle kaldığım
zamanları simgeleyen bir metafordur.
Blog dünyasında bu amaçla açılan yığınla
blog olduğunu biliyorum. Sanırım bir çok
kişi benimle aynı fikirde. Kafa dinlemek ve
gerçek dünyanın mikroplarından arınmak.
Daha sonraları bloğun konsepti ve yazılar
nedeniyle Syrakusa adı bir mekan olmaktan
çıkıp vücut bularak bir karaktere dönüştü.
Blog açmak aklına nereden geldi, nasıl başladın, ilk hangisini kurdun?
Blog açmak fikri benim için ilklerden değil.
Daha önce de gerek kendim, gerekse Beter
Böcek için blog kurmuş ama sürdüremeyip
kapatmıştım. İlk önce gerçek yaşamın
yorgunluklarını atmak, yazarak -ki ben
buna kendi kendime konuşmak diyorum- ,
mantıklı yada mantıksız ne geliyorsa
dökerek bir tür terapiye soyundum.
Yalnız olduğumu sanıyor ve mutlu oluyor-
dum. Zaman geçtiğinde elime uzunca bir
tahta sopa alıp blog dünyasını dolaşmaya
çıktığımda benzer bloglarla karşılaştım. Hay aksi! :)) Bir rahat yok mu diye söylenirken
çocukların da blogları olduğunu gördüm ve
hemen oğlum Beter Böceğin bloğunu da
kurup bir babanın gözünden haşarı ve mu-
zip bir çocuğun hayatını, onun gözlerinden
yaşamı da yazmaya başladım. Kısacası yal-
nız kalamadım.
Syrakusa blogunu nasıl tanımlarsın?
Sıradan, zararsız, pek de etliye sütlüye
karışmayan, kendi çapında eğlenen bir blog
sanırım..
Sanırım okuyucuların gözünde sevimli,
komik ve talihsiz bir karaktersin ve ba-
şından geçen trajikomik olayları anlatı-
yorsun. Neyin gerçek neyin kurmaca
olduğunu ayırt edemiyoruz bazen:) Bu-
radan yola çıkarak senin çok iyi bir
teatral yeteneğin olduğunu düşünüyo-
rum. Bu tür sanatsal faaliyetlerin var
mı veya oldu mu?
İltifat ediyorsunuz. Reverans yapmam lazım
ama dün gece Beter Böceğin atıydım. Belim
tutulmuş eğilemiyorum idare edin. Syrakusa
ben değilim aslında. Bir hayal kahramanı.
Onu ben yarattım. Hayal dünyasında
yaşayan, gerçek hayatın içinde hayalleriyle
yaşadığında toplumda komik ve zor durum-
larda kalan ama sakinliğini ve ciddiyetini ko-
rumaya çalışırken her şeyi eline yüzüne
bulaştıran bir tip.
Mizah onun hayatında ciddi bir olgu. Ama bu
ciddiyet onu dışarıdan izleyen gerçek
karakterlerin gözünde mizahın ta kendisi
oluyor. Toplum ve gerçek hayat onun kim
olduğunu anlamakta güçlük çektiğinde
ensesine tokadı yapıştırıp onun canını acıtarak bir anlamda gerçek hayatın içinde
yaşadığını ona hatırlatıyor.
Syrakusa kendi hayatını yaşarken kendisini
yaratan ben’in gerçek yaşamından besleni-
yor. Ancak kendisi bunun farkında değil.
Yıllar önce Gırgır dergisinde Bülent
Arabacıoğlu’nun hayat verdiği En Kahra-
man Rıdvan tiplemesine benziyor.
Ama ben onu daha çok iki çizgiden ibaret
olan, bir zamanlar TRT’de yayımlanan Bay
Meraklı’ya daha çok benzetiyorum. Bu
anlamda okurun gerçekle kurmacayı bazen
karıştırması normal, kendisi de hayatının
neresinin gerçek neresinin kurmaca
olduğunu bilemiyor zaten:) Sinema izlemek
dışında görsel sanatlarla profesyonel olarak
ilgilenmiyorum. Yeteneğim olduğunu da
sanmam çünkü yazmak oynamaktan daha
kolay. Sanırım tembelim biraz. Bırakalım da
Syrakusa oynasın:)
Çok iyi bir gözlemcisin anı zamanda, ofis insanları hakkında yazdıkların ile
meslekler ve bloglar yazı dizisi çok ilgi
gördü ve beğenildi. Bu özelliğini nasıl
kazandın sence?
İlk kez sinema salonuna girdiğimde 4
yaşımdaydım. O gün kapıldığım o büyünün
etkisinden hiç çıkamadım.
Bilinçli olarak sinemayı, yani hayatı
gözlemeye başladığımda ise 1989 yılıydı.
O sıralar gözlemek, izlemek, ve üçüncü göz
olarak hayatın içine dahil olmak adına
açlığım doruk noktasındaydı.
Filmi izlerken elimde kronometre ile plan
saydığımı söylersem eğer sanırım açlık
deyimi pek de saçma olmaz:)
Gözlemcilik dediğiniz bu olguyu eğiten ve
besleyen sinema sevgim oldu.
Sinema, gerçek hayatın kenarından ucundan
başlayıp dibine kadar dahil olan bir sanattır.
Salonda yeteri kadar vakit geçirdiğinizi
anladığınızda dışarı çıkıp insanların hayatı-
na, toplumun detaylarına dahil olursunuz.
Gözlemciliğim sinemanın dışında bu
alanda da kendini gösterdi. Ama bunu
bilinçli olarak yapmıyorum. Kendiliğinden
oluşuyor.
Meslekler ve İnsanlar dizisi de böyle
oluştu. Hiç görmediğim, tanımadığım,
seslerini duymadığım insanların, bloglarında
bahsettiği kadarıyla görebildiğim hayatları
mizahi bir dile çevirip öyle anlattım. Evet
sadece anlattım. Aslında zaten insanların
bildiği birşeydi bu. Neden bu kadar ilgi
gördüğünü ilk başlarda anlayamamıştım.
Sanırım toplum diğerlerinin hayatlarını
izlemeyi ve dahil olmayı seviyor.
Bu tezimi şimdilerde yerli diziler ve kamera-
larla gözetlenen yarışma programlarıyla
destekliyorum. İzin verildiği ölçüde başkala-rının hayatlarına girmeyi seviyoruz.
Bende bu yazı dizisiyle başkalarının
hayatlarına girdim, izin verilen kadar çaldım
ve deşifre ettim.
Fazla deşmeden elbette. Kimsenin hayatına
ciddi anlamda kanunsuz giriş yapılmasından
hoşlanmıyorum çünkü.
Blogunda kendi tanımında sinema izler
ve rock ve barok dinler yazılı. Ne tür si-
nemaya ilgi duyuyorsun, seçici misindir
ve neden barok?
Neden barok?
Bilmem?
:)) Klasik bir adam olduğum için müzikte
klasizmin en koyu kıvamlı dönemini
kendime yakın bulmuş olabilirim. Hayatımın
her alanında olduğu gibi sinema konusunda
da seçici ve tutucuyum. Gerek sinema ve
festivallerde, gerekse TV’de 1989-2000
arasında izlediğim bütün filmler, benim
sinemaya bakışımda etkendir diyebilirim.
Filmi izlemeden önce künye okumadan filmi
izleyemeyenlerin içinde sayabilirsiniz beni.
Dünya sinemasına olan ilgim ve sevgim
tartışma götürmez. Ancak cesaretle söyle-
meliyim ki holivut filmlerini de seviyorum.
Holivut filmleri, piyasa işi olanları hariç
tutarsak genellikle kötü çocuk muamelesi
görür. Ancak adamların bu işe zaman, emek
ve para harcadığını da gözardı edemeyiz.
Sinema her tür sanat dalında olduğu gibi
‘’derdini anlatma’’ meselesi üstüne
kuruludur. Bu anlamda bir hikayeyi anlat-
mak adına büyük bir sadelikle yapılmış ama
klişelere bağlı kalan (tutucu olduğumu söy-lemiştim) bir çok ‘’tür’’ sinemasını seviyo-
rum.
Bilinçaltıma çalışan gerilimler ve ışık gölge
ve açıya bağlı karakterize çalışan yönetmen-
lerin çektiği her türlü filmi severim.
Bildiğim kadarıyla 5 yaşına yakın bir
oğlun var, hatta babasına hitaben
yazdığı bir de blogu var Beterböceğin.
Blogu birlikte yazıyorsunuz galiba,
beraber yapmayı sevdikleriniz, şaşırtıcı
ve eğlenceli diyaloglarınız ve bazen de
Beterböceğin babası hakkında serzeniş-
leri yer alıyor. Bu blogundan da biraz
bahsedermisin?
Evet. Beter Böcek 3 ay sonra 5 yaşına
basacak. Bir baba olarak çocukların hayal
dünyalarıyla hayata bakışlarını, bazen bir
yetişkinin yani kendi dilimle, bazen de
etksini arttırıp mesajı doğru verebilmek
adına Beter Böceğin dilinden yazıyorum.
Birlikte yazıyoruz deyimi de doğru bir
bakıma. Çünkü yaşananlar gerçek ise
yaşananları üreten Beter Böcek oluyor.
Bana da yazması düşüyor. Eminin yazmayı
öğrendiğinde bloğunu sahiplenip bana kok-
latmayacak bile. Ama şimdilik bilgisayarın
içini açıp ne neden ve nasıl’ı çözmeye çalışı-
yor.
Beter Böceğin blogundaki yazıları
büyüdüğünde ona hatıra olması için
saklamayı düşünüyor musun?
Bloğu bu anlamda kurmadım ama evet
düşünüyorum. Bir zaman sonra yazıların
hepsini bastırıp klasör halinde ona teslim
edeceğim. Eline yeşil bir müfettiş kalemi
alıp, kelimelerin altını çizerek başını kağıttan
kaldırmadan ‘’ burasını güzel uydurmuşsun ben böyle bişey demedim baba’’ derse şaşır-
mam:)
Genelde anneler çocuklarıyla ilgili blog
sahipleridir, Beterböceğin takipçilerinin
başlangıçtaki tepkileri nasıl oldu?
Anneler genellikle çocuklarının gelişim
aşamalarını ve hastalıklarıyla birlikte
gelişimlerine paralel olarak başardıkları işleri
yazıyorlar. Bunu da büyük bir ciddiyet ve
görev üstlenmiş edası ile yapıyorlar. Çoğu
blogda bunu görüyorum. Bunu yapmakta
haklılar da. Çocuğuna kendisi bakan, yani
evde olan annelerin bloğa ayırabildikleri
vakitler, işe giden annelere oranla daha fazla. Hiç bişey yapamazlarsa uykularından
feragat edip bloglarına yazabiliyorlar.
Çalışan anneler için bu durum daha zor.
Bir baba olduğumu öğrenene dek yorum
yazarken bana yönelik ‘’şekerim’’ diyen de
oldu, baba olduğum için mesafeli ama içten
yaklaşan da. Neyse ki kimse hamurişi tari-
fi istemedi. Yoksa yanmıştım.. Beter Böceği
takip edenler bir babayı değil Beter Böceği
yorumluyorlar. Cümleler Beter böceğe
sesleniş formatında oluyor çoğu zaman.
Yorumcuların çoğu anne ama bir kaç baba
ya da erkek de ziyaret edip yorum bırakabi-
liyor.
Ne sıklıkta vakit ayırabiliyorsun iki
bloga, yazamadığın günler sorumluluk
bilinçaltıyla huzursuzluk hissettiğin
oluyor mu?
Bilgisayar başında geçen bir işim var.
Blogda yazdıklarımı genellikle gece yazarım.
İşyerinde de yayımlayıp düzenlemesi kalı-
yor. İlla şu sıklıkta ilgileneceğim diye bir
kıstas koymadım kendime. İşim ve Beter Böcekten arda kalan zamanlarda vakit ayırı-
yor, arada bir işyerinde kaçamak yapıp takip
ettiğim bloglara göz atabiliyorum. Huzursuz-
luk hissetmiyorum ancak emek verdiğim iki
dünyaya saygısızlık etmemek adına sorum-
luluk hissediyorum diyebilirim. Sonuçta her
nekadar yalnız kalmak istesem de ziyaretçi-
lerim oluyor ve beklentilerini bildiğimden
onlara karşı sorumluyum.
Okuyucularla aranda iyi bir sinerji
olduğunu düşünüyorum. Yakın arkadaş-
lıklar ve dostluklar kurduğunu
düşünüyormusun?
Evet. Kesinlikle. Müdavim kabul ettiğimiz
takipçilerim oluyor bloglar arasında. Bu in-sanlarla zamanla oluşan bir tür bloglararası
paylaşım ve dostluklar kuruluyor. Sanal or-
tam dostluklarından ziyade mesafeli ve den-
geli yaklaşımda bulunsam da bu bile sıcak
ve güzel bir paylaşım oluyor.
Takip ettiğin blog arkadaşlarının yeni
yazılarını ne sıklıkta takip edebiliyor-
sun.
Bilgisayar başında olduğum sürece gün için-
de takip edebiliyorum. Aynı anda okuyama-
dığım oluyor ama kimin ne zaman ne yazdı-
ğının farkındayım herzaman J
Son olarak bloglarının sana neler ka-
zandırdığını düşünüyorsun?
Ne kazandırdığından önce başıma neyi mu-
sallat ettiğini söylemem gerek. Syrakusa!
Bir gün de aklı başında, ayakları yere sağ-
lam basan ve mümkünse itilip kakılmadan
ve hayal kurmadan günü bitirebilen biri olsa
gam yemeyeceğim. J)
Bunun dışında elbette yazı yazmanın ve
başka hayatlara denk gelmenin keyfini ka-zandırdı. Beter Böceğin haşarılıklarından tu-
tun, Syrakusa’nun macera dolu hayal dün-
yasını izleyen gerçek hayatları kazandığımı
bilmek güzel :)