1 ocak 1984 yanda kalan eserler (i)
TRANSCRIPT
1 OCAK 1984
Yanda Kalan Eserler (i)Kafa Kâğıdı
Sunan: ılh a m i s o y s a lJ - 'f l . ' ' Jy 'Â
„ , s p > , * ,
Necip Fazıl KısakürekEWEL ZAMAN
TA M 78 yıl öncesi... İk inci Ab- dülhamid devrinin İstanbul’ u... Motor hmlttsuıdan, fren gıcırtısın
dan, (klakson) dırıltısından, (egzoz) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi yok... Sokaklarda kire (tek atlı, ik i tekerlekli) veya konak arabalarının atlarından çıkan nal sesleri... B ir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar...
Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüzler aydınlık...
1904 yılının ilkbahar sonlan... 26 Mayıs...
Sabahın alacakaranlığında ilg ililer havagazı fenerlerini söndürmeye çalışırken — ha unuttum, İstanbul’da elektrik de yoktur ve yüksek aile konaklannda beyaz gömlekli havagazı lâmbalan yanmaktadır— Çemberiitaş tarafında bir konağın ahırından tek atlı bir (brek) araba çıkartılıyor. Ona 18-19 yaşlannda bir delikanlı aibyor ve kamçısını şaklatarak atı dörtnala sürmeye başlıyor.
Arkasından bakan seyis ve arabacıların “ deliye de bak!” gibilerden m ırıldanıp mırddanmadıklan meçhul!...
Bu delikanlı, benim adı “ Deli Fa- zı)” a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sarıyer’deki köşkünde bulunan büyük babama bir müjde götürmektedir:
— Baba, b ir erkek çocuğum dünyaya geldi! Torunun!..
İstinaf Mahkemesi reisi, Abdülhamid devri Adalet ricalinden, “ Bâlâ” rütbeli büyük babam vekar ve ciddiyet heykeli Mehmed H ilm i Efendi’ nin zevk ve heyecanına bakın k i, haberi alır almaz. Deh' Fazd’m sürdüğü arabaya atlamakta tereddüt göstermiyor ve yine dörtnal- a, doğru torununun başına...
Ah bu baş: Maraşlı Kısakürekoğul- lan ’na ve son ucu Zülkadir hanedanına dayalı b ir sülâleden gelme Mehmed H ilm i Efendi'nin torununa ait bu baş, ileride ne yükler taşıyacaktır!..
Çemberlitaş’ taki konağa ait tasvirler, bazı eserlerimde billûrlaştırılmış olduğu için bahsini lüzumsuz görüyorum. Yeni b ir üslûp ve yorum içinde tekrarlayacaklarım müstesna...
Büyük babam, ileri yaşma rağmen konağın merdivenlerinden seke seke üçüncü kata çıkıyor, lohusa odasına da- hyor ve hâlâ orada bekleyen doktora so-
BU ROMANMİLLİYET gazetesinin yayınlamayı planladı-
ğı"Varıda Kalan Esırlerdizisinin ilk örneği olan Necip Fazıl Kısakürek’in bu romanı, KAFA KÂĞIDI, 1982 yılı Ağustos ayında bir hastane koğuşunda yazılmaya başlanmıştır.
Yazar, o sırada 78 yaşındadır. Bir Fransız ansiklopedisinin, “ Hapisleri, müddetçe, üniversite tahsil hayatını aşar” dediği bu yazar o sıralar, bilmem kaçıncı kez bir 18 aylık hapis cezasına daha çarptırılmıştır. Aşırı derecede şeker hastasıdır, sağlığı ve sinirleri son derece bozuktur. Güç halle 4 ay için "infazın tehiri” kararı almış ve bu sürenin sonuna doğru da çapa üniversitesi Hastanesi’ne kaldırılmıştır.
Lavaboya bile, oğluMehmed’in koltuk desteğiyle gidebilen, başını dinlemekten başka hiçbir isteği olmayan bu büyük şair, tek kişilik oda bulunamadığından, iki kişilik bir hastane odasında yatmakta, yatak komşusunun her kıpırdanandan ve sözünden huzursuzluk duymakta, kendini bir tür işkence içinde hissetmektedir. Dahası, eşi de aynı günlerde bir başka hastanede ameliyat bıçağı altında yatmaktadır.
işte Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı adını verdiği, kendi yaşam öyküsü olan bu romanı,
sarı saman kâğıtlarına kendi el yazısıyla böyle bir ortam içinde yazmaya başlamıştır
Romanın başında, "Romaıı icatçı bir hayat taklididir” diye başlayan ve genel olarak roman için neler düşündüğünü belirten dört sayfalık bir bölüm, onun ardında da, "Hâlim” adını verdiği, hastane koşullarını dile getiren bir başka bölüm vardır.
Başlangıçta oldukça düzgün ve okunaklı bir el yazısıyla yazılmaya başlamış olan Kafa Kâğıdı. 373'üncü sayfanın başında gittikçe okunması zorlaşan ve nokta noktalarla biten yarım kalmış bir paragrafla son bulmaktadır. Hastaneden evine nakledilen Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983'de günü hayata gözlerini yumacak, Kafa Kâğıdı yarım kalacaktır.
şair bu romanında, - k i ikinci roman denemesidir, ilki Aynadaki Yalan 1980'de yayınlanmıştır—, anılarını ve otobiyografisini yazmaya başlamış, ancak kronolojik sıra içinde 1928 lere kadar gelebilmiştir.
Necip Fazıl'ın daha önceleri yayınlanmış Cinnet Mustatill (1955), Hac 11973) ve 0 ve Ben (1974), Bâbıali (1975) adlı kitaplarında da anılarına yer verdiği düşünülürse, bitirilememiş Kafa Kâğıdı'nin büsbütün de yarım kalmış bir otobiyografi olmadığı söylenebilir.
i.s.
“ Edebiyat-ı Cedide” üretimi Şişli henüz teşekkül halinde bulunduğu ve Abdülhamid tahttan düşürüleli 3-4 senenin bile geçmediği böyle bir devirde, bu eda, piçleşmeye başlayan cemiyetin ne müthiş habercisi!..
Eski vali ve nazır Salim Paşa’nm kızı Zafer Hanımefendi, misallendirdiği alafrangalık gayreti içinde, Sultan Abdül- mecid ile başlayan çizgiyi gösterirken, H ilm i Efendi, o, İlmiyeden yetişme ve soylu b ir nesepten gelme alaturkalık örneği, f ik ir ve mesele sahibi olmaksızın, kendi kendine tipini korumakta ısrarlı... Türk evine düşen tezat manzarası...
İçinde doğduğum ve yaşadığım aileye ait bu kafa kâğıdı sırrını, çok sonra, aralarında annemden başka kimsenin kalmadığı konak halkının eriyip gittiği hengâmede çözer gibi olmuş bulunuyorum.
Kendisine “ babaanne!” denilmesini bile ihtiyarlık İhtan gibi gören ve ancak “ c ic i anne” ye razı Z a fe r Hanımefendi, babam yoluyla bana gelen tesirde, anne yolundan gelenlere ek olarak büyük pay sahibi...
S in irlid ir, hep içini yiyen ve dışında ılık b ir mizaç ifadesini bulamayan b irtakım vehimlerle doludur. Vapura b i
nemez ve Sanyer’deki köşküne, Şahin ve Mazlum isim li ik i Macar atının çektiği konak arabasıyla gidip gelir. Çünkü vapura bindiği bir defasında, vapur iskeleye yanaşırken, b ir simitçinin başındaki tablasıyla beraber denize düşüp boğulduğunu görmüş ve artık b ir daha vapura binemez olmuştur, ölümden o kadar korkar ki, yatağına boylu boyunca uzanamaz ve yan belinden yukarısı dik kalacak biçimde, başını 4-5 yastık üzerine dayar.
Yangından da ödü patlar. Ya alt katlarda b ir yangın çıkar da kendisi üstte kalırsa?.. Aklınca buna da b ir çare bul
muştur. Karyolasının altında bir ip merdiven saklı... Soba borusu gibi kalın ve şiş bacaktan ve şişko vücuduyla bu merdivenden aşağıya inecek ve selâmete çıkacak!..
Dış planda ve resmen eve hâkim kocasını, iç planda ve hususî şekilde kıskıvrak bağlamayı bilm iştir. “ Efendi!” diye hitap ettiği kocası, sofrada, fazla sıcak bulduğu b ir yemek yüzünden ortalığı kasıp kavururken, o, bükük boyunlu. ama dilediklerine dilediği ziyafeti çeker ve konakta dilediği havayı estirirken de dik edalıdır.
Oğlu “ Deli FazıP'm şımarıklık ve
akıl hayal almaz azgınlıklarından ise bîzar ve ona hükmetmekten âciz...
★ ★ ★Ve işte şimdi, uslansın diye 18-1Ç
yaşlannda evlendirdiği ve aile seviyesine bakmadan, ona 14-15 yaşlannda biı kız aldığı oğlundan bir çocuk dünyaya geliyor.
O kadar küçük cüsseli k i, yaşar mı, yaşamaz mı, belli değil.
YARIN:İLK YILLAR
ruyor.— Nerede çocuk?— Şurada efendim, annesinin sağ
yanında... Üstü örtü lü ...— Nasıl?— İy i. . . Fakat cüssesiz...Yerde kocaman bir leğen... Çelim
siz yapılı çocuk doktorun maşa sapı gibi parmağım boğazından geçirerek suda çalkalaması şeklinde, bu leğende yıkanmış ve kurutularak, kundaklanarak annesinin yamna verilm iştir.
— Çocuğun böyle za if doğmasında b ir tehlike var mı; doktor?
— "Bilinemez... Çok dikkat ve itina ister.
Büyük babam, üstümdeki tülü çekip yüzümü açıyor ve dudaklarını kıpırdatıyor:
“ — A llah, koruyucuların en hayırlısı ve acıyıcıların en merhametlisi...”
t k ★ *
ÇEVREMAdım Necip, Ahmed Necip... Bü
yük babamın babasının ism i... O da, şahsiyetli oğlu büyük babamın takip edeceği ilmiye yolundan yetişme... Maraş M üftüsü... Şanlı b ir zat...
Maraş o zamanlar Halep Valilıg i’ - ne bağlı b ir sancak, mutasarrıflık...
Halep Valisi Salim Paşa, Maraş’a geliyor ve eşraftan birine m isafir olmak | usulünce Kısakürekler’ inkonağına in iyor. Orada, büyük babam, henüz bulûğ çağındaki H ilm i’nin zekâ ve edebine hayran kalıyor ve Necip Efendi’ye asılıyor:
— Çocuğu bana teslim edin!.. Yakında İstanbul’a döneceğim. Ona öz oğlum gibi bakayım ve geniş b ir tahsil yolu açayım...
Haysiyetli bir (aristokrat) ruhu taşıyan Necip Efendi, bu teklife karşı hayli dileniyorsa da fayda vermiyor.
Salim Paşa ısrardadır:— Çocuğu Maraş’ ta körletmeyin ve
istikbaline engel olmayın! Eğer memnun kalmazsanız istediğiniz an getirtebilirsiniz.
Bu teklifte kaderin b ir teşvikini koklayan Necip Efendi nihayet razı oluyor.
Büyük babam, Mehmed H ilm i Efendi İstanbul’ da yüksek tahsilde ve kısa zaman sonra Salim Paşa’mn damadı... Babadan büyük annem Zafer Hanım ’- ın kocası...
Salim Paşa da Hariciye Müsteşarlığı ve Zaptiye Nazırlığı gibi vazifelerde...
Bana “ cici anne!” diye hitap ettirdikleri Zafer Hanım, Abdülhamid devri en ekâbir sosyetesinin ( tip ik ) çehrelerinden b iri ve azamete kaçan b ir vekann heykeli...
İkinci katta, hem harem, hem selâmlık tarafından birer kapısı bulunan büyük salonun bir köşesinde, armonikli bir piyanosu vardır, bir de benim eşyayı tanım aya başladığım gü n le rd ek i tespitime göre (alâgarson) kesik saçlıdır.
II
2 OCAK 1984
Yanda Kalan Eserler d)Kafa Kâğıdı
’ -9 .
Necip F aal KmkürekY a z a r , b a b a s ı n ı v e a n n e s i n i a n l a t ı y o r
O i l i .ıııı yıııar“Son dterece sıhhatli, yanaklarından
kan damlarcasına kırmızı yüzlü Fazıl. . ;1
"Annem Mediha Hanım, okuryazarlığı olmayan ve ne olduğunu anlamadan
Fazıl Bey in koynuna atılan bir kadın..."
Ne aldımsa, annemden, daha düne kadar yaşayan ve seksenini hayli aşkın olarak ölen, hayan boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyorum. Baba kollan ikinci planda...
★ ★ ★
Şöyle olmuş:Soyunun erkek temsilcilerine düşkün
büyük babam, ik i kızdan sonra, erkek evlâdı Abdülbâki Fazıl'a öylesine düşkünlük göstermiş k i, ortaya kırdığı kırdık, astığı astık b ir canavar çıkmış... Salim Paşa’nm hareminden ve kendi anneannesi Yetime Hanım’dan aydan aya “ diş kirası” tâbiriyle haraç alacak kadar kudurgan bir şımarık... İhtiyar kadının kıçına vura vura çığlığı bastırtacak tarzda azap çektirmekte... Her defasında parayla önüne geçilen bu hale nihayet “ taç kirası” diye b ir ödenek bağlantısı yapılarak bulunan çare...
Son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına kırmızı yüzlü Fazıl, hususiyle şehvanî duygularda azgın... Hizmetçi kadınlardan misafir kızlarına kadar saldırmadığı yok... Onu zaptetmesi için eve b ir pehlivan alıyorlar. Ama türlü oyunlarla, meselâ bastığı yere gizli çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açıhnca devrilen saksılar yerleştirerek, onu da yıldırmayı beceriyor ve konaktan kaçırtıyor.
Bütün bu hallere katlanan büyük babama:
— Olmaz, olmaz, diyorlar, bu böyle gitmez. Bu çocuğu evlenmek kurtarır!
Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Deli Fazıl’a kız vermeye razı olan yok...
Derken, araya Zafer Hanım’ m akrabalarından b iri g iriyor:
— Ben oğhinuza seve seve verecekleri kızı buldum! G irit muhacirlerinden son derece temiz ve Müslüman b ir ailenin tazı... Gidip b ir bakın...
★ ★ *
Aksaray taraflarında, kulübemsi, basık, ahşap b ir ev... İçinde çocuk denecek yaşta tazıyla oturan b ir anne... Bu annenin, b iri “ Haddehane” dedikleri çarkçı zabit yetiştiren mektepte talebe, öbürü Galatasaray Sultanisi’nde okurken ailesini geçindirmek için mektebini bırakmış ik i oğlu var...
Anneye sokaıcta rastlayanlar, onu ancak b ir çift göz deliği meydanda bir
Necip Fazıl, gençlik yıllarında
çarşafa bürülü görürken, evi ziyaret edemer de daima bir başörtüsü içinde buluyor.
Kızı beğeniyorlar ve b ir sabah, konuk arabasını, basık, ahşap evin önünde durdurup palas-pandıras kulübedensaraya aktarıyorlar...
Annem Mediha Hanım, okuryazarlığı olmayan ve ne olduğunu anlamadan Fazıl Bey'in koynuna atılan bu kadın... O, Salim Paşa kızı Zafer Hanımefendimin şanlı gelini değil, konağın hizmetçisi ve Fazıl Bey’ in , bilmem ne otu gibi müsekkin ilacıdır. O kadar!..
Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur k i.o “ götürün” nâ- rasını basar basmaz kadıncağızı uzaklaştırmak ve “ getirin !” nârasında
yakınlaştırmak üzere civarda b ir ev tutmaya dek gidiliyor.
Konak değil, tımarhane...
İLK YILLARUmumiyetle kuvvetli, fakat silik vâ-
kıalara karşı lakayt hafızam, bazen nüfus cüzdanımın nerede olduğunu seçemezken, devamlı olarak yakın ışığını muhafaza etmiştir.
O kadar k i, ilk hatıram, sedef kakmalı b ir beşikte kustuğum ve beni beşikten alarak ağzımı ve üstümü sildikleri...
basit ve kaba, gayet g irift ve ince bir hadise...
Henüz d ili çözülmemiş bir zamanıma ait bu hadiseyi, kelimeleri öğrendikten sora hatırlayabilmem için, o hadiseden bana kelime üstü sâf b ir mâna sızması gerekir.
D iyebilirsiniz ki:— Sen onu sonraki kendinle hatır-
lıyorsun!v Bunda, o zamanki kendine müdrik olduğuna ne delâlet bulunabilir?
Ben de derim ki:— Ondan sonraki kendim, o günkü
kendimden kelimeler üstü b ir mâna sirayetine sahip olmak özünü nasıl hatırla ta b ilir , yaşatabilir?hatırlayan ben miyim, hatırlatan o mu?., işte bütün mesele!..
Kendi “ ben” imizin kelimesiz başlangıcıyla kelimeli devamında, zaman ve mekân tanımayan ruhun üstte kalışına ve kesiksiz b ir (pasoparola) çizgisi üzerinde akşıına dair çarpıcı b ir misal...
Her şeyi (refleks) hareketlerinden ibaret bilen mankafa maddecilere bu misal hediyem olsun!..
İlim değil, sanat tefekkürü üzerinde olduğum için, bu kitaplık meselenin ilme verdiği ipucunu fazla çekmiyorum.
Ruh, kendisini maddesine yerleşme içindeki alaca karanlıkta bile hassas antenli yaratılışlar ifşa eder.
İlk alacalığından snora, akıl abajuru içind eyarı sönük kalacak ve ışığını gizleyecek olan ruh, gerçek parıltısını ölümden ötede gösterecektir.
D zaman üstü bir keyfiyettir ve ayaklan zaman prangasına vurulunca, yine zaman, mekân, düşünce ve kelime üstü mahiyetini yaş haddi tanımadan muhafaza etmekte...
Onun içindir k i, kundaktaki çocukla yataktaki ihtiyara ait ruh aynı yaşta... '
★ ★ ★Ölüm mutlak unutmak, kendi ken
dini unutmak şeklinde akla hitap ettiğine göre, benim de beşikteki halimle kendimi; nebati hayatı içinde ruhumu görebildiğimi göstermez mi?
Sadece hâtıra ve gideni tekrar getirme cehdi ruhu ispata yeter.
"BU ÇOCUK BABASINI DA GEÇEBİLİR"Benden, yürümeye başlayınca müt
hiş bir haşarı türeyeceği zannı doğmaktadır ev içinde... “ Bu çocuk babasını da geçebilir!" diyenler vardır.
Şu farkla ki, babamın çocukluğundaki çılgınca patlamalar, bende, her şeyi karıştıran, her şeyin içyüzünü arayan bir merak ve tecessüs halinde...
Necip Fazıl, son yıllarında
İstanbul’a gelen ilk otomobillerden b irin i babama aldılar. Bazı filmlerde gördüğümüz en eski otomobil modellerine eş bu araba. Sarıyer’ deki köşkün bahçesinde... Ön tekerlekleri (kriko) üzerinde havaya kalkık...
İk i yaşında mıyım, üç yaşında mıyım, bilemiyorum, orada kimsenin bulunmadığı b ir an arabaya yaklaşıp tekerleği çevirmeye başlıyorum. Lastiğinin üstünde pünez başlan gibi küçük demir pullar bulunan tekerlek alnıma çarpıyor ve ben kanlar içinde yere serili
yorum.Büyük babam, demire kösele sanlı
bastonuyla babamın üstüne yürüyor ve araba hemen defediliyor.
Doktor, ilaç, pamuk, sargı... Yaranın izi hâlâ alnımda...
★ ★ ★Köşkün çamaşırhanesindeki yüksek
çe rafta teneke b ir kutu gördüm. İçinde ne var acaba?.. İskemleye çıkıp rafa uzandım. Kaymak gibi bembeyaz b ir şey... Hemen parmağımı daldırdım ve beyaz şeyi tadmaya davrandım. Aman ne acı!.. Ciğerim yandı.
B ir çığlık koptu:— Koşun, çocuk kireç kaymağını yi
yor!★ ★ ★
Çemberiitaş’taki konakta en musalla t olduğum eşya, ciciannemin öteberisidir! Hususiyle armonikli piyanosu, rastıklan, pudralan düzgünleri ve üstten açılır maun bir dolapta sakladığı türlü ilaçlan... Kim i çarpıntıya,, kimi başağnsına, kim i romatizma sızılarına iy i, renk renk şişelerde renk renk ilaçlar... Bu ilaçlara bir göz atan, Zafer Ha- nım’m tip in i haya! etmekte güçlük çekmez.
Armonikli piyanodan yırtıcı sesler çı- kanrken üzerime yürüyen ciciannemden kaçar gibi yapıyor ve onu kudurtacak yeni yaramazlık buluşlan peşinde geziyorum. Her kovalamasında tek sığınağım büyük babam...
Babam kendi havasında ve ortada yok... Annem kaynanasına karşı eğik başlı ve konak işleriyle meşgul, tek ümit ve desteğini oğluna bağlamış b ir ırgat...
Büyük babam da, en hassas noktası olan babadan oğula sülâle çizgisini yürütmek bakımından, b iric ik oğluna meftun ve ona her kapıyı açık tutma vaziyetinde...
Oğlunda inkisara uğrayan irsiyet ideali artık, torununda mihrakını bulmuş ve gerisini kıymetten düşürmüştür. Babamdan büyük ik i kızından olma torunlarının yüzüne bile bakmaz. Parmak
mafsallarımdaki çizgileri babasınınkile- re benzetir ve sağ kolumun üzerindeki mercimek tanesi büyüklüğünde beni, aynen babasının mühürü bilerek öper, koklar, hayran hayran seyreder.
HÜRRİYETİLÂN
EDİLMİŞTİRHürriyet ilân edilm iştir. Daha doğ
rusu lâfı getirilm iş... Ben dört yaşındayım. Evimin ve çevremin dışındaki bu hadiseden, çocukluk intihalarım üzerinde hiçbir iz mevcut değil...
Yabnız kulaklarımda bazı ev homurtuları var:
— 31 M art Vakasında sokaktan ahlan b ir kurşun, işte camı delerek şu levhaya yapıştı.
— Beyefendiyi, adliyeye giderken, Ayasofya Meydanı’nda arabasını durdurup suale çekmişler...
B ir de gazete ve mecmualarda, avcı taburlarına ait resimler... Bunların arasında üstü “ ya hürriyet, ya ölüm ” ibaresiyle nakışlı birer beyaz keçe külâh taşıyan ik i kukla çocuğa ait fotoğraf...
O zamanı yaşayanlara bilinen bu meşhur fotoğraf...
O zamanı yaşayanlarca bilinen bu meşhur fotoğraf, hemen her devir ve yeni idarenin iğrenç propaganda edebiyatından b ir örnektir...
Yarın: Çocukluğum
İ
3 OCAK 1984
Yanda Kalan Eserler d)Sunan: ilh a m i SOYSAL
Kafa Kâğıdı® Necip Fazıl KısakürekB E B E K L İK T E N sonra,
çocukluğum Meşrutiyet çağlarında başlar ve 1918 mütareke yıl
larına kadar sürer.Büyük babam emekliye ayrılmış ve
ümitsiz bir dünyadan el etek çekercesi- ne evine yerleşmiştir.
Konaktan başka, Beykoz’la Şile arası bir çiftliğimiz, Sarıyer'de malûm köşkümüz, Büyükdere’de yeni alınma bir ya- bmız, Kocamustafapaşa taraflarında han ve evlerimiz, Kapalıçarşı’da dükkânlarımız vardır. Büyük babamın emekli maaşı ayda 1000 altın ve o devirde 15-20 altın orta geliri gösterdiğine göre manzaramız zengin...
Konakta b ir aşçı, b ir aşçı yamağı, bir zenci uşak, Bingazi muhaciri b ir hususî hizmetçi, ik i arabacı, bir sürü halayık, besleme, kadın işçi, kocaman bir hizmet kadrosu...
Bunlann arasında “ Matmazel” d iye anılan b ir tatlısu Frenk’ i vardır ki, tip i bakımından zengin bir portre çizer.
45-50 yaşlarında... İlk bakışta bir kokona... Saçları vıcık vıcık briyantinli, buruşuk ellerinin küçük parmaklan tırnaklı, sarkık çeneli, daima dantela yakalı, burun köküne iliştirme gözlüğü kordonla göğsüne asılı Matmazel... Her an sökün edip kendisini kaçıracak şövalyeyi 50 yıldır bekleyen (romantik) bakire.
Babama Fransızca öğretsin, bana da mürebbiyelik etsin diye konağa alınmış, derken hiçbir şeye yaramaz olmuş ve hizmetçiler arasına katılmış bu bakire, önceleri konak sahiplerinin masasında sofraya oturmak sevdasına kapılıp, peşinden hizmetçi kadınlar masasına oturtulunca nihayet beklediği ve özlediği şövalyeyi bulmuştur.
B ir gün konağı müthiş bir çığlık sarstı. Koşanlar Matmazel’ i, karşısında zenci uşak, haykırırken buldular.
— Ne var Matmazel, ne oldu? Bedri bana saldırdı, saldırmak, be
ni öpmek istedi.Zenci uşak Bedri’nin cevabı kısa ve
emin:— Bu kadın rüya görüyor. Benimle
şakalaşmaya kalktı. Kahkahayla güldü
' Konakta bir aşçır bir aşçı yamağı, bir zenci uşak, Bingazi muhaciri bir hususî hizmetçi, iki arabacı, bir
sürü halayık, besleme, kadın işçi; kocaman birhizmet kadrosu”
Çocukluğum"işte, herkesin birbirini ısırma devresi olarak hürriyet
kuduzluğu hengâmesinde, evine kapanan ve torunundan başka bir uğraşması olmayan böyle bir büyük baba
kucağında süren çocukluğum, nihayet uzun ve üstüste gelen hastalıklar devresine çattı”
ğümü görünce de hiç yoktan bastı çığlığı... Bu b itli gâvura ben el uzatabilir miyim ki?
Annem bir gün onun üzerinde bit görmüş ve ihtarına şu cevabı almıştı:
— Bende pire bulunabilir, fakat bit asla!
Matmazel’ in yıkandığını hiç görmeyen hizmetçiler arasında bu hikâye des- tanlaşmıştı.
Bütün marifeti, büyük hanımefendi ve büyük beyefendiye dalkavukluk, gerisine kibir satmaktan ibaret Matmazel’ i, yatağı ve pılı pırtısı arkasında kovdular.
Büyük babam, mirasyedi tavırlı, o zamanki adıyla “ Mekteb-i Hukuk” mezunu oğluna fena halde kızmaktadır. Bir işe girm iyor, b ir baltaya sap olmayı istemiyor diye... Babasının ısrarı yüzünden nihayet razı oluyor, onu Bursa’da b ir mahkemenin “ âza mülâzımı” yapıyorlar.
Mudanya’ya kadar vapurla gidişimiz, oradan yaylı bir arabayla Bursa’ - ya geçişimiz, Nilüfer suyu kenarında bir
ev tutuşumuz, suların devamlı şarkısı, kızıl hastalığına tutuluşum, “ ha gitti, ha gidiyor!” diye annemi üzüntüden üzüntüye sürükleyişim, iyi olduktan sonra soba başında derilerimi soyup çıkarışım ve istifa ettirilen babam ve mahzun annemle İstanbul’ a dönüşüm hep hatırımda...
Annem, kayınbabasmın:— Çocuğu götürmeyin!
Emrine rağmen, vermeyecek olurlarsa intihar edeceği tehdidiyle beni zor kullanarak götürmüş ve işte şimdi mahçup ve ezik geri dönmekte...
Her ayın başında, adliye mutemedi büyük babamın tekaüdiyesini ayağına getirir. Bu onun geride bıraktığı isim ve esere karşı b ir saygı nişanesi ve istisna- Iık alâmeti...
Mutemet, konağın alt katındaki bekleme odasına alınır ve yukarıya haber verilir. Ben hemen koşarım, mutemedin elinden altın dolu torbayı ve imza kâğıdını alırım, büyük babama sunarım. Öbür torunlar da peşimden gelir.
Büyük babam torbayı açar, içinden pırıl pırıl b ir altın çıkarır ve bana uzatır. Kızlarından olma öbür torunlaray- sa 1 lira çeyreğinden başka b ir şey düşünmez. 1 lira çeyreğiyle o devirde, b ir çocuk için satın alınamaz bir şey bulunmadığı için herkes mesut...
BÜYÜKBABAM
Büyük babam, evet büyük babam...Mevcut olmayan adalet tarihimizde
şanlı b ir isme malik olması gereken adam...
Abdülhamid’e karşı yapılan Yıldız Camii suikastının muhakemesini reis sıfatıyla idare etmiş hak insanı...
Hak adına, gerekirse padişaha bile karşı koyduğu ve padişahtan gözyaşar- tıcı b ir adalet mukabelesine nail olduğuna dair ulvî vakıa, bana o zaman yüce
Necip Fazıl (ortada) Anadolu gezilerinden birinde folklorcu çocuklarla birlikte.
divanın savcısı meşhur Necmeddin Molla tarafından bizzat anlatılmıştır...
Abdülhamid devri rical bereketinin eşsiz simalarından Ahmed Cevdet Pa- şa’ nın reisi bulunduğu “ Mecelle” komisyonunda âza, verdiği hükümlerle maruf ve böyle b ir eserde kalemi bulunduğu için.Fransızların (Lejyon d ’onör) nişanını hamil... “ Hünkar beğendi” yemeğini “ millet beğendi” ye çeviren nankör b ir devrin mahut yıkım havası içinde “ İttihat ve Terakki” çetecileri eliyle tekaütlüğe sürülüyor.
Halbuki buna, bizzat ittihatçıların Nâzın Manyasîzâde Refik Bey karşıdır.
Şöyle ki:B ir gün Refik Bey, avukatlığı zama
nın da sultanı kastedici imalı b ir harekette bulunmuş ve büyük babamın:
— Ben onun adına adalet icra ediyorum! Mahkeme salonunu terkediniz!
İhtariyle kovmuştur.Gel zaman, git zaman hürriyet bom
bası patlıyor ve Manyasizâde Refik Bey Adliye Nâzırlığı’na getiriliyor.
Büyük babam, Cumhuriyet’in onuncu yılında yanan, Ayasofya Meyda- nı’na nazır Adliye Sarayı’nda ve hususî odasında... Mahkemeden kovduğu avukatın Adliye Nâzın olması üzerine, böyle bir insanla çalışamayacağı için istifasını yazmakta...
Kapı vuruluyor, içeriye yeni nâzır girip öpmek üzere büyük babamın eline sanlmak istiyor. İstifa kâğıdını görüyor,çekip okuyor ve:
— Muhterem reisim, diyor, siz beni bırakırsanız ben de bu binayı terke- derim. Adliye’ye ayak basar basmaz ilk işim sizi ziyaret etmek oldu.
Ve istifa tezkeresini yırtıyor.B ir devrin birbirine aykın ik i kana
dı arasında bile görülen vicdan ve insaf levhası...
Buna rağmen, İttihat ve Terakki kodamanlan, diledikleri gibi karar vermesi imkânsız bu ilim ve hak adamını daha
fazla makamında tutamıyorlar...★ ★ ★
O, hatır gönül dinlemeden en ağır cezalan verir, hem de mahkûma bir sürü nasihat geçermiş... Düşünün, 10-15 yıla mahkûm bir caninin, üstelik nasihat dinlemesini!..
Bu türlü hüküm yiyen b ir katil ona seslenmiş:
— Reis Bey, sen beni terbiye edeceğine, oğlunu yola getirmeye bak! Neredeyse oturduğun koltuğun tepesine çıkacak!.. •
★İşte, mahkemede ve evdeki ik i ha
liyle, İstanbul Cinayet ve İstinaf Mahkemesi Reisi Bâlâ rütbeli Maraşlı H ilm i Efendi Hazretleri!..
Bana her zaman şöyle derdi:— Benim saraydan gelme rütbemle
değil, Maraş’ taki soyumuzla iftihar et!★ ★ ★
M illî eser anlamının büyük âbidesi “ Mecelle” muharrirlerinden H ilm i Efendi hakkında, bu esere mukabil, İsviçre’den çıkartma kâğıdı kopya işi “ Medenî Kanun” tercüme ettiren, Cumhuriyet devresi ilk Adliye vekillerinden Mahmut Esat bana demiştir ki:
— Senin büyük baban, büyük adamdı. Ben İstanbul’da hukuk talebe- siyken, onun muhakemelerini takip eder ve hayran kalırdım. Nerede öyle adam şimdi?
Mahmut Esat unutuyordu k i, aynı fark, “ Mecelle” ile “ Medenî Kanun” arasında da mevcuttur. Şöyle ki, yine Mahmut Esat’ ın tâbiriyle birine “ Çöl Kanunu” , öbürüne de “ Medenî Kanun” denmek modası açılmıştır.
İşte herkesin b irb irin i ısırma devresi olarak hürriyet kuduzluğu hengâmesinde, evine kapanan ve torunundan başka bir uğraşması olmayan böyle bir büyük baba kucağında süren çocukluğum, nihayet uzun ve üstüste gelen hastalıklar devresine çattı.
Yarın: Sirkeli bezler
4 OCAK 1984
Yanda Kahm Eserler (i)Kafa KâğıdıNecip Fcml Kısakiirek
Necip Fazıl Kısakiirek, gazetecilik yıllarında...
SİRKELİ BEZLERHerkesçe teslim edilen zekâm yakınlarımı öylesine ürkütmüş, kaygılandırmıştı ki, nazar değmesin diye, sık sık tütsülerden atlatılır olmuştum____
O
B İR yerden sirke kokusu alsam, hatırıma çocukluk hastalıklarım gelir. Ateşim duşsun diye alnı-
ma koydukları sirkeli bezler...
Konağın ikinci katında, harem bölümünü selâmlık taralına bağlayan bitişik odadayım... Arada küçük b ir holle o tarafa ve bu tarafa yol bulan bu oda büyük babama kütüphane vazifesini görür. Orta yerinde üstü halı kaplı geniş b ir sedir vardır. Bu sedire uzanıp kitap okumak ne tatlı şey! Odanın b ir köşesine de benim yazıp çizmeme mahsus bir masacık oturtulmuştur.
Büyük babam, bu sedire bağdaş kurup makamla Fuzulî Divanını mırıldanır ve hisli mısralann hakkını vermeyi ihmal etmez:
Gözüm, canım, efendim,sevdiğim derletin sultanım
Hastayım. Büyük babamın emriyle beni kaba şilteler üzerinde bu sedire yatırmışlardır.
Annem başucumda, ciciannem ah- baplanyle büyük salona çekilmiş, altı- kol iskambilde, babam kayıplarda, büyük babam da bütün gün beni bekledikten sonra, üçüncü kata, yatak odasına çıkmış bulunmakta...
Ateşim 40 derece... A lnımda ve şakaklarımda sirkeli bezler... B iri alınıp öbürü konuluyor.
Bezler değiştirilirken, sirke tasma düşen damlalardan çıkan ses kulağıma garip b ir musikî gibi geliyor. Tabiî hallerimizdeki basitlikler, hastalıkta ne fevkalâde!.. B ir çıtırdı olsa iliklerinize işliyor.
Sineklerin havada ayak seslerini duyabilirsiniz. Ayak sesleri, bütün bir ifade üslûbu ve ayn b ir lisan sahibi...
Demek ki, bizim küt b ir hassasiyet içinde gezip dolaştığımız bu dünya, hassasiyet teflerimiz gerilip de yeni b ir akorda bağlanınca değişiveriyor.
B ir mısram:
Gördüğüm, değildi bildiğim dünya...
Demek ki yaşadığımızı sandığımız hayatın üstünde b ir hayat var; ama
on"n bestesini zaptetmeye mahsus akort bizde eksik... Bu eksikliğin adı da —ne tuhaf!— sıhhat...
0\O T: Aşağıda, parantez içindeki bölüm, eserin yanm kalmış olmasından da anlaşılacağı üzere, kâğıda dökülü- verdiği ilk şekliyle kalan, yazık ki, eser sahibi tarafından okunamadan, yani en küçük bir tashihe ve tasnife dahi tâbi tutulamadan Türk edebiyatına mal olan orijinal müsveddeler arasında, kısmen bir tekrar halinde ortaya çıkmıştır. Bu bölüm, kısmen bir tekrar da olsa aşağıya, eser içindeki yerine ayniyle oturtulmuştur.)
(Çocukluğumu düşündükçe burnuma keskin b ir sirke kokusu gelir.
Nasıl mı?..Perdeler... Eşyayı sezmeye başladı
ğım çağlardan beri, açtığına, örttüğüne, gösterdiğine, gizlediğine, biçimine, rengine kapıldığım perdeler... Pencerelerinden ik i yana ayrılmış, orta yerinden büzgülü, topuklara kadar uzanıcı b ir saç gibi, eski kadife perdeler sarkan loş bir salon... Ortada antika halılarla kaplı b ir sedir... Üstünde bir yatak... Yatakta ben...
Hastayım...Yanıbaşımda bir (tabure) ve üzerinde
ilaç şişeleri... Bir de sirke dolu bir tas... Alnımda bu tasta ıslatıian tülbentlerden sirkeli b ir bez... Ateşi alsın diye...
6-7 yaşlarında başlayıp üstüste gelen ve 3-5 yıl b irb irin i kovalayan, bir çocuk için mümkün türlü hastalık (tu r
nike)’ lerinden geçtim. Bu hastalıklardan bende kalan maddî ihsas, sirke kokusu, hindyağı lezzeti, damlaların sesi ve
sarı renk... Müthiş tiksindiğim hindya- ğını burnumu tıkayarak içmem için, her defa elime bir altın lira tokuştururlar- dı. Lâzımlığa kaldırıldığım zaman da kulağıma gelen şırıltı, içime garip bir his verirdi.) O gün, müphem bir seziş halinde duyar gibiydim, yahut o gün duyduklarımı bugün düşünüyorum.
• HASTALIKLAR VE TÜTSÜLER
Doktorum, devrin çocuk hastalıkları mütehassısı meşhur Kadri Reşit Paşa...
Bu zaif, ince endamlı, ipek fantezi ye- lekli, üstü (pötüsüet) rugan potinli fevkalâde zarif adam, yanıma oturur, beni baştan ayağa muayene eder ve şöyle derdi:
— Eee, nasılsın bakalım, benim büyümüş ve küçülmüş yavrum? Söyle, büyük küçük!..
Konuşmalarına ve bazı suallerine verdiğim cevaplar onda bu intibaı doğurmuştu: Büyük küçük...
Sunan: ilh a m i SOYSALHerkesçe teslim edilen zekâm yakın
larımı öylesine ürkütmüş, kaygılandırmıştı ki, nazar değmesin diye sık sık tütsülerden atlatılır olmuştum.
Ne güzel kokusu vardı tütsülerin!.. G izli âlemlerden bir soluk...
★Yüzümü örterek başımın üstüne
oturttukları su dolu b ir kâseye erimiş kurşun dökmek de usulleri... Suda donan kurşunu alırlar ve biçim biçim kıvrımlarına bakarak yorum yaparlar:
— Bak, bak, yürek biçimli şu kabartıya bak! Ne nazar, ne nazar! Çocuğun yüreğine işlemiş...
O zamanlar payitahtın sokaklan köpek dolu...
B ir havlama sesi... B ir şey söylemek istiyor ama ne?
Ah bu “ ne?” ler yok mu, bu “ ne?” ler!..
Ben sedirde ve hasta yatağımda, bu sesi, en derin mana helezonları içinde kıvrım kıvrım yaşıyorum.
Sesler, sesler... Evin dördüncü katındaki tavan arası penceresinden seyrettiğim Kumkapı taraflarından gelen trenler ve onlann acıklı düdük sesleri... Akşamlan kapının önünden geçen satıcılar: “ Simitçi, akşam simidi, limon- nane, çocuklara eğlencelik!..”
Arnavut kaldınmları üstünde bekçi sopalan ve arada b ir gecenin kamını deşen “ yangın var!” haykırışı... “ Yangın” kelimesinin “ gın” hecesini “ gun” diye seslendiren bu haykınş meselâ şöyle:
— Yangın vaaarrr! Giingörmezlerde Çilekeş Sokağı’ndaaaü!
İstanbul b ir çıra ormanı ve yangın bu çıraların reçinesi halinde, onun verem hastalığı... A tlı itfaiyenin kampana sesleri ve önlerinde “ köşklü” demlen birinin “ hayt, varda!” diye koştuğu bal- dırıçıplak tulumbacılar...
Mükemmel birer maratoncu olan tulumbacıların arasına bazen "K â tib im ” tip li kalem efendileri de katılırmış... Feslerini attıkları, başlarına birer tülbent sardıkları ve ceketlerini fırlatıp pantolonlarını dizkapaklarına dek yukarıya çektikleri gibi yallah!..
Köşklüye “ yangın nerede?” diye sormaya gelmez. Kadın vücuduna ait öyle bir nokta gösterir ki, galizliğinden çarpılıp kalırsınız.
Hakikatte yangın, deri değiştiren ve yenisini tutturamayan Türk cemiyetin- dedir ve sonradan ahşap evlerin yerini alan göz boyama beton binalar, bu yangının çimentolaştmlmış küllerinden ibarettir.
★
Bu sesler, hususiyetle hastalıklar devrimden ve birtakım kitaplar üzerine eğilmemden sonra, 8-10 yaş arası, beni ağlatır ve b ir türlü cevabını veremeyen içim i kurcalardı.
Bir gün yine böyle b ir hastalık deminde, gece yarısı hafif b ir dalgınlıktan silkelenip doğrulunca kendimi öyle güç
lü, hayalimi öyle berrak, hasselerimi öyle keskin, gökleri öyle açık ve mesafeleri öyle yakın hissettim k i, — iyice hatırlıyorum— kendi kendime mırıldandım:
— Bu dünyada acaba, benden daha derin duyan ve düşünen ikinci bir kim se var mı?
★O günlerden 20 küsur yıl sonra, ete
ğine yapışmak saadetine ereceğim, mürşidim Abdülhakîm Arvâsî Hazretle- r i ’nin:
— Keşke bu kadar zeki olmasaydın!Buyuracağı 7-8 yaşlarındaki çocuk,
işte o seri hastalıklar içinde, kendi kendine böbürlenişini değil, b ir daha yakasını bırakmayacak olan belâ çapında hastalığını haber veriyordu.
• OKU-YAZ
Hürriyet yıkımının ilk mükâfatı olarak Trablus harbi kopmuş ve paşa konaklarına dağıtılan göçmenler arasında, hizmetçileri soyarken işaret ettiğim A li isimli genç de bizim eve alınmıştı.
A li’yi, büyük babamla benim hususî hizmetlerimize tahsis ettiler. Kitap ve defterlerimi sokaktan o alır, kalemlerimi o yontar, yazı masamı o düzeltir, yaramazlıklarımı yumuşatmaya o bakar.
Bir gün, araba atlarımızın birin in sağrısında açılan yaraya elimdeki pergelin ucunu sokmaya davrandım. Ç ifteyi yedim ve yere serildim.
A li beni kucağına alıp anneme götürdü ve:
— Aman, büyük bey duymasın, evi başımıza yıkar!..
Diye yalvardı. Tekme nazik b ir tarafıma gelmemişti.
— Bir şeyim yok, söylemem!dedim.Kedi yavrularına bayılıyordum. On
ların incecik kaburga kemiklerini sıkarken çıkarttıkları ağlamaklı ses çok hoşuma gidiyordu. Birkaçını süt dolu bir tasa koyduğumu ve sonra kaburgalarını sıkarak ağlattığımı hatırlıyorum. Başlarını süte sokarak... A li koşmuş ve hayvancıkları ölümden kurtarmıştı.
Zalim taraflarım da vardı. Zalimden mazluma ve mazlumdan zalime bir ân yer değiştiren b ir karakter... Tezatlar kumkuması... Bir, kutup iklimlerinde beyaz ayılan kovalayan; bir. (ekvator) sıcaklığında ceylânlarla ağlaşan, neşede de kederde de son derece mübalâğalı garip b ir mahlûk... Bu garip çocuk, hallere göre dehâya mı, cinnete mi namzettir?
Neşe anlarımda öyle olurdu ki, konağın dördüncü katından, yılankavi, taşlığa kadar inen merdiven trabzanla- nndan kayıp süzüldüğüm son basamakta, insan kafasına benzer trabzan topuzunu okşamış, onu cansızlığından ötürü âdeta teselli etmiştim.
YARIN; MEKTEP
5 OCAK 1984
Yanda Kalan Eserler d)Kafa Kâğıdı
® Necip Fazıl Kmkürek"Oku-yaz!'’ çığırım büyük babamın ellerinde açılır. Bana okuma ve yazma öğrenmeyi beş yaşımda başlatan odur"
MEKTEPKonağa dönünce, beni civar bir yerde Fransız Papaz Mektebi ne verdiler... Bu mektepte de barınamadım. Papazlar bana pek tadsız ve haşin geldi, ve oradan haydi Kumkapı’daki Amerikan Mektebi'ne
Sunan: llt ıa m i SOYSAL
Necip Fazıl Mahalle Mektebi’nden Fransız Papaz Oktılu’na, oradan da Kum- kapı daki Amerikan Okulu’na, durmamacasına okul değiştiren, okullardan kovulan haşarı bir Öğrencilik dönemi geçirmiştir. Bitmeyen ve çevresine elaman dedirten yaramazlıkları, yatılı öğrenci yazdırıldığı Heybeliada Bahriye Mekte- bi’nde de devam edecektir.
/ -------------------------------------------------------------------------------------------------------------- \
NELER DEMİŞLERDİ?
Necip Fazıl için 1935-36 yıllarında Ahmet Hamdi Tanpmar ve Vasfı Mahir Kocatürk şöyle diyorlardı:Ahmet Hamdi Tanpmar:
“ Birkaç defa düşündüm; her hayat davetinin önünde, yelesi taze keskin bir bahar kokusu ile kabarmış bir küheyiân gibi burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu genç adam, kendisini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı acaba ne olurdu? Belki, zaferini terennüm eden tunç boruların akislerini ufkun dört köşesinden üstümüze bir altın yağmuru halinde yağdıran bir kahraman, belki köksüz bir adam, belki de ve daha büyük bir ihtimalle sadece bir deli.”
Varlık, Sayı: 113-1935□ □ □
“ Bir Necip Fazıl olabilmenin ahmakça saadetine ne kadar muhtacım.”
A.H.T.’ın Mektupları Sh. 16□ DO
Vasfı Mahir Kocatürk:“ Necip Fazıl o kudrettir ki, kendini bağıra bağıra herkese
satmaz. Ruhunun esrarlı bir köşesini göstererek, herkesi garip bir cazibe ile kendine doğru çeker.”
“ Şiirlerinde esas olarak ruh denilen renk, ışık ve esrar özlemini yaşatan Necip Fazıl, günümüzün en koyu ferdci şairidir, fakat ne çıkar, bu kadar derin ve değerli bir psikolojinin modern ve mükemmel şiirler halinde ifadelerini veren bir ferd herkesten daha İçtimaî sayılmaz mı?”
Yeni Türk Edebiyatı ■ 1936
V _________________________________________ _ _ _____ /
U R AY A kadar bahsine yol bulamadığım silik b ir yüz var ki, nazarında mâna ışığının en nur
lusunu yaşatır ve bende bu tesir noktasından her şeyi gölgede bırakır. B ir yaş küçüğüm, kız kardeşim Selma... Beş yaşına kadar yaşadı ve benim “ oku-yaz!” devremin başında öldü.
Ailede onun doktor hatası, sürekli (lâvman) yüzünden bağırsakları delinerek öldüğü kanaati vardır.
★Gözler, gözler.. Selma’nın gözleri...Gözler, içinde ya merhamet, ya nef
retin ışıldadığı b ir kandildir; yahut tevekkül veya şüphenin tüttüğü... bazen de ve çok defa sönük ve bomboş...
Selma’nın gözleriyse, merhametle tevekkülün renklerini elâ b ir bal damlasında toplamış, acıyan ve razı olan mâna yatağı...
O, annesine eş, konağın mazlum t ipini beş sene yaşattı ve ağabeyinin bulduğu ve hattâ bazen zalimliğe kadar götürdüğü itibara eremedi.
Ağabeyine yeni elbiseler ve papuç- lar alındığı zaman, boynu bükük, uzaktan bakar ve hiç ses çıkarmaz. Ayaklarında (bebe) iskarpinler ve sırtında santrançh palto... Ona, sanki öleceği bilmiyormuş gibi bu ömür yeterlidir. Zira kız çocuktur ve büyük babamın kıymet bareminde kız çocukların değeri düşüktür. Annem de, halalarım gibi hakkını zorla almak tabiatinde yırtıcı b ir insan olmadığı için, kızı adına mücadele gücünde d e p ... Hem büyüklerle baş köşede yemeğe oturan, hem küçükler ve bazen çapkınca kadın hizmetçiler sofrasına tenezzül gösteren ben neredeyim, besleme tavırlı Selma nerede?..
Ona dair ve bir kitabımda kayıtlı öyle b ir hatıram var ki, her aklıma gelişinde gözlerimi sıcaklık basar.
Tekrarlamalıyım:B ir gün, elimde büyük babamdan
kopardığım b ir lira çeyreği, Selma’ nm karşısına dikiliyorum:
— Bak, elimde ne var!Ve ik i parmağımın arasındaki pırıl
tılı madeni gösteriyorum.O da bana ısınlmış b ir elma uzatı
yor ve,— İşte, diyor; bende de bu var! Onu
bana ver de, ben de sana bunu vereyim! Biraz ısırdım ama ziyanı yok!
Bu masum eda o kadar hoşuma gidiyor k i, hemen lira çeyreğini uzatıp elmayı alıyorum ve kızın, gözleri altında, masum ve mesut bakışını seyrediyorum.
Entipüften, hafifçe b ir hadise değil mi? Fakat bana öyle dokundu, içime öyle işledi k i, kızın ölümünden sona, yıllar boyu hayli dövündüm-:
— Niçin altını verdim de, elmayı da ona bırakmadım?..
Üstünde kız kardeşimin diş izleri bulunan elmayı bugüne kadar saklatacak akıl neredeydi bende o zaman?..
★Selma’ nın baş tarafına gelin telleri
serpili küçücük tabutu, selâmlık kapısından çıkarılırken gözlerimin önünde...
Onu beş yaşma mukabil, benim kim- b'ilir hasis rakamların kaçında uzanacağım tabutumu, çocuklarımdan ve cenazeme geleceklerden kaçı hatırlayacak?..
Selma’ nın gelin telleri yerine, ih tiyar ağabeyine soluk b ir şal...
• "OKU-YAZ” ÇIĞIR!
“ Oku-yaz!” çığırım büyük babamın ellerinde açılır. Bana okuma ve yazma öğrenmeyi beş yaşında başlatan odur.
Neleri Öğrenecektim?.. Yunus’ un mezar taşlarına yakıştırdığı tabirle “ hece taş la n ” üstündeki ses kargacık- burgacıklarını...
Yunus, mezar taşına “ hece taşı” demekle ne kadar derinlere inmiştir. Evet,
hayat tek b ir heceden ibarettir ve onun ismi “ ân” dır. Tek b ir ân yaşıyor sonra, sonra hakikatte kopuk bu “ ân’ Tan birleştirerek ahmak b ir kemmiyet oyununa girişiyor, 3, 5, 90, 100, yaşadığımızı sanıyoruz.
“ 2 kere 2 ne eder?” sualine “ 4 eder!” cevabı veren b ir adamın bedahet güveniyle ve 2 kere 2 ’nin 4 etmediği, ne ederse 4 ’ ün o olduğu sezişiyle söylüyorum k i, hayat, bu tek tek ânların yapıştırma çizgisinden ibaret, girişi ve çıkışı azap ik i nokta arası b ir tüneld ir; ve ne mutlu onun çıkış noktasından p n eş i batmaz aydınlığa geçebilenlere!..
★Ve-işte şimdi, yaşım 7-8, ileride ba
şıma kartal gibi binecek bu hikmetlerin nota (solfej)smı öğrenmeye çalışıyorum.
İlk defa, bazı şeyleri ezberleterek işe başladılar. Meselâ manzum bir kitapçık... Farsça’dan Türkçe'ye bazı mefhumları açıklayan b ir lügat dergisi:
Vâren demişler dirseğe, püşt arka olmuş dûş omuz.,.
Anlıyorsunuz ya; dirseğin Farsça ismi vâren, arkanın püşt, omuz kelimesinin de dûş...
Büyük babam bu kitaptan birkaç mısra okur, bana dinletir ve “ tekrarla!” derdi. Ben de aynı ton ve ahenkle bül- bülvâri tekrarlardım.
Aynı denemeyi, öbür torunları, kızlarından olma ve yaşça beni aşkın çocuklar üzerinde de yapar ve onların alık alık bakınmalarına karşı, “ gel benim akl-ı evvel torunum !” diye beni çeker, avucuma bir lira çeyreği sıkıştırırdı. Öbürleri hava alırdı.
★
Elifbeyi, başta, ortada ve sonda değişik bağlantılarıyla okuyup yazabiliyorum. Gazete ve dergileri ve bilhassa zamanın şanlı dergisi, kaymak kâğıda (papye kuşe) basılı “ ŞehbaT’ i karıştırmaya bayılıyorum.
• MEKTEPArtık 8 yaşındayım. Balkan Harm...
Çatalca’ya kadar gelen Bulgar ordusunun top sesleri kulaklarımda...
Büyükdere’de, beni Emin Efendi isimli sarıklı hocanın işlettiği mahalle mektebine vermişlerdi.
Minderinin önündeki rahlede açık bir Kur’ ân duran, sağında ve yerde uzun kızılcık değnekleri, bu hoca, Kur’ ân’ - dan okur ve çocuklara ezberletir.
Evvelâ hep beraber taklit eder ve sonra tek tek sigaya çekilirdik. Beceremeyen,Allah’ ın Kelâmını doğru seslen- diremeyen biri oldu mu, kızılcık depeği göğsüne kadar uzanır, onu dikkate da- vat eder, fakat çarpmazdı.
★Aradan 20 yıl kadar geçecek, Beyoğ-
lu ’ndaki meşhur “ Abdullah Efendi” lokantasının genç sahibi Hikmet Bey masama gelecek ve bana diyecektir ki:
— Hatırlıyor musunuz, Büyükdere’de, Emin Efendi’nin mahalle mektebini?.. Orada beraberdik.
—Öyle mi, hiç hatırlamıyorum. O mektep bende siliktir. Zaten 1-2 ay kaldım, kalmadım o mektepte...
— Emin Efendi iyi adamdı; çocukları dövme taklidi yapar ama dövmez- di.
Konağa dönünce, beni civar b ir yerde Fransız Papaz Mektebi’ ne verdiler. Büyük babam, Fransızlardan almış o lduğu nişanın rozeti yakasında, bizzat mektebe götürüp kaydettirdi. B ir hürmet, b ir itibar büyük babama... Kolay değil (Lejyon d ’onör) sahibi olmak...
★Bu mektepte de barınamadım. Pa
pazlar bana pek tadsız ve haşin geldi.■ Büyük babama “ istemiyorum!” diye tutturdum ve oradan haydi Kumkapı’ - daki Amerikan Mektebi’ ne...
Mektepte beni (M is Marden) isim li, süt beyaz saçlı, erkek tavırlı, ciddiyet kayası b ir kadının odasına aldılar. Kadın eline bir kâğıt-kalem aldı ve İngilizce b ir şeyler söyledi.
Tercüman açıkladı:, Yaz,- diyor; liângi tarihte olduğu
muzu?..Kâğıdı çektim ve onların rakamla
rıyla “ 1912” diye yazdım.Yani bundan tam 70 yıl öncesi..
2052 senesinde, sağ kalır ve o güne dek kıyamet kopmazsa “ tam 140 yıl öncesi” diye zamanı sayıklarım.
★Bu mektepten memnundum. Akşam
ları meşin çantamı arkama asıyor ve bakkaldan “ 5 ekmek, 5 peynir!” hitabıyla kahvaltılık alıyordum, bakkal tam okkalık — 1 kilo 350 gram— ekmeğin
dörtte b irin i kocaman b ir bıçakla keser, ortasından yarar ve içine çocuk ayakkabısı büyüklüğünde bir peynir yerleştirip uzatırdı:
— Ver bakayım 10 parayı!..“ 5 ekmek, 5 peynir” in mânâsım an
ladınız mı? 5 paralık ekmek ve 5 paralık peynir; yani 10 para... 40 para 1 kuruştur ve bugün en aşağı 30-40 liraya maledilmesi mümkün böyle b ir değerlendirmede kıymet tersine 12.000 m isil... Lüks yaşayan, 5 çocuklu halalarımdan birine, kocası, mutfak masrafı olarak 1 mecidiye — 20 kuruş— bırakmış... Ayda 6 lira ... 3 mislini de öbür masraflara eklesek ayda 24 lira; büyük para...
—Hissi hatıralarım yazdığın ve madde hareketinden çok ruh hareketine yer vermeyi vâdettiğin bu eserde böyle bakkal hesaplarına ne lüzum var?
D iyebilir misiniz?..
Cuma günleri, büyük babasından ayrıca 1 mecidiye bahşiş alan ve yanaşmalarını beslemeye bayılan çocuk, bütün İstanbul’u gezip tozduktan .yemediği şeker ve çikolata bırakmadıktan, Beyoğ- lu ’ nun tek sineması (Kristal)na da uğradıktan sonra, bu maliyetlerin 5-6 bin liraya vardığını hesaplamakta, hattâ ondan ruhî b ir netice çıkarmakta haklı de- p midir?..
★Böyle b ir günün akşamında, beyaz
(maren) ceketim vişneli dondurma ve çikolata lekeleri içinde eve döndüğüm zaman, saatlerdir kapıda bekleyen annem beni kulağımdan çekerek içeri aldı ve bir temiz patakladı. Büyük babamdan çekindiği için beni onun görmeyeceği yerlerde döverdi. Onu çok sevdiğimi ve yediğim dayaklardan kimseye şikâyette bulunmayacağımı b ilird i.
Anneme karşı bunca mahkûm vaziyetteyken, gerisine, cicianneme bile hâkim im ...
Yüzünde hiçbir muhabbet ve halâ- vet çizgisi taşımayan, öfkelendiği demlerde de hâkim bir tavır tutamayan.
sadece sinir buhranları yaşayan ve ecza dolabına koşan, bu sinir kumkuması,
dışından muhteşem, içinden yufka ve kaba davranışlardan tiksintili hanımefendi bana zebundur. Sevdiği için d e p , belki nefret ettiği, fakat mukabele çaresini bulamadığı iç in...
★Onun, benim şerrimden korumak
için, salondaki püsküllü kanepelerin altına gizlediği kaymaklı tadılan ben keşfederim ve öbür torunları da yanıma çağırıp ne varsa siler süpürürüm. O kadar çevik, kaçak ve uçarı b ir metod izlem ekteyim k i, konak sahibesi hanımefendi beni ele geçiremez, üzerinde bir ip lik gibi uçtuğum kılıç bana dokunamaz. Zor kullanmasına da, büyük babamın koruyuculuğundan ziyade her kabalığa zıt meşrebi müsaade etmez.
Merak etmeyin; pek yakında beni, afyon yuttururcasma bir tedbirle uyuşturmayı ve b ir kafes hayvanı haline getirmeyi bilecektir.
YARIN:OKULDAN KOVULDUM
6 OCAK 1984
Sunan: ilh a m i SOYSAL
Müdire sert sert büyük babama bakıyor: - Bu yaşta yalan söyleyen, mekteptenı t /^ „ h i'n v lr ~ Bu Yaşta yaıan soyıeyen, meKieprenNecip Fm k is a n u ı t A kaçan öir talebeyi artık kabul edemeyiz!
A M E R İK AN mektebinde mesuttum. Çocuklar arasında b ir efe... B ir gün yanıma b ir çocuk geldi.
Başka b ir çocuğu bileğinden kavramışVe kovuluvonım
sürüklüyor:— Ağabey, dedi; sen beni dövebilir
sin, ama bu çocuk dövebilir mi? Azametle cevap verdim:— Ben seni dövebilirim , ama bu ço
cuk dövemez!..
(Mis Etinik) adlı,hoca!arımızdan bir Ermeni kadını beni evine götürmüş ve yemek vakti olduğu için sofraya otu rtmuştu. Gâvur yemeği olduğundan tik - sine tiksine yediğim, fakat lezzetine bayıldığım fasulya p ilâ k is in i hiç unutamam...
Yolumun üstündeki Cinci M eydani- nda ata binmekten, Gülhane Parkı’ nda kayık salıncakları safasına kadar öyle eğlenceler peşinde koşuyordum ki, kısa zamanda mektep bana giran geldi.
Yolunu buldum:— Eve, mektep ta til der ve dışarıda
oynarım. Kendi hususî günlerinde gerçekten ta til olunca da, mektebe gitme bahanesiyle evden çıkıp İstanbul’ u gezer tozarım. Yanıma da dalkavuklarımdan birkaçım alırım!
Böyle yaptım. Mektep tatil dedim ve evde kaldım.
Birkaç gün geçmedi, mektepten merak ettiler ve başta müdire hanım, konağa kadar gelip sordular:
—Çocuk hasta mı?— Hayır!— Niçin mektebe gelmiyor?— Mektep ta til değil mi?— Ne münasebet!.. Bunu kim
söyledi?- O ! . .Müdire sert sert büyük babama
bakıyor:— Bu yaşta yalan söyleyen ve mek
tepten kaçan b ir talebeyi artık kabul edemeyiz!
Ve kovuluyorum.Beni büyük babamın öfkesinden ko
rumak için yatağa yatırıyorlar ve hepten yalan, başıma sirkeli b ir bez koyuyorlar.
Büyük babam, odanın kapışım açıp uzaktan bakıyor ve o yaşta yalana başlamış torununa çatamadan çekilip gidiyor.
• CİCİANNENİN BULDUĞU ÇARE
Cidannem, afyonla uyuşturma tedb iri diye bahsettiğim korkunç çareyi buldu.
Bana, hiçbir süzgeçten geçirilmeden rastgele ve her soydan roman okutmak ve onların büyüleyid tesiri altında beni kendimden geçirip çocukluk insiyaklarım ı körletmek, böyiece yaramazlıklarıma engel olmak...
Büyük babama demek istiyordu ki:— Sen misin torununu bu kadar şı
martıp başımıza belâ eden; dur, ben onu büyüteyim de gör! H jçb ir tütsü bu büyüyü çözemesin!..
Ve yığdı önüme, 40 ambarlık b ir sürü k itab ı...
Kabahatim, 5-6 yaşlarında okuyup yazmaya başlayışımdı. 8-9 yaşlarında,
------------- — ----------------- _ >1
NELER DEMİŞLERDİ?Fevzlye Abdullah Tansef:
“ Orhan Seyfi, Yusuf Ziya’da halk şiirindeki samimiyet, Necip Faztl’a nazaran daha zayıftır. Necip Fazıl’ın şiirlerinde samimiyeti veren, âşık tarzının hususiyetlerini daha canlı olarak yaşatan şiirter yazmastndadır.” ülkü, sayı: 78-1939
★ * *
Behçet Necatigll:“ Tekke şiirimizin verimlerini, modern Fransız şiiri ölçüle
riyle değerlendiren, şiirlerinde insanın evrendeki yerini araştıran, madde ve ruh problemlerini, iç âleminin gizli duygu ve tutkularını dile getiren Necip Fazıl, oturmuş bir dil ve sağlam bir teknikle yazdı.”Edebiyatımızda İsim ler Sözlüğü, Sh. 169
★ ★ ★Abldkı Dlno:
“ Necip Fazıl’ın şaheseri (Senfoni), isyan bayrağını çeken şiirdir. ‘Senfoni', 19. ve 20. y.yılın fert bunalımını, kâh bir fikir kalıbı İçinde, kâh bir deli gömleği içinde mükemmelen ifa-de ediyor.”Salah B irsel, Ah Beyoğlu, Vah
hünerli b ir terbiyeciye muhtaç b ir çocuk adına ne affedilmez cinayet!..
•
Eski harflerle, kapağında “ Para Kuvveti” yazıh bir kitap... Ben onu önce “ Parakoti” diye okumuştum.
Sonra b ir ân kaybedip:— Nerede Parakoti?Çığlığını basınca, ciciannem: —A yo l, o Parakoti değil, “ Para
Kuvveti” ...Cevabını vermişti.
Haftada b ir broşür halinde çıkan, bitmez tükenmez “ Güzel Prenses” ... (Mişel Zevako) ve (Aleksandr Dü- ma)’nm bütün eserleri... Kılıcım bir çekişte 5-6 kelle uçuran (Şövalye dö Rogesten), (Lükres Borjiya), (Güüver), filân, falan...
Hele, kasketli minkâri burunlu ve ağzında piposu (Şarlok Holmes)?..
Kahramanlarım bunlar... Henüz hissi eserlere geçmiş değilim... Sedirin üstüne b ir yastık koyup romanımı açıyor ve yüzükoyun uzanmış, b ir taraftan da b ir tatlı atıştırarak madde ve mâna tad ın ı b ir le ş tir ic i şekilde okuyor, okuyorum.
Okur-yazar olmayan annem, tehlikeyi görmüyor ve benim bu çöplük k itaplarına dalışımı kötüye yormuyor.
Babam b ir isimden ibarettir; büyük babam ise, hiçbir şeyin farkında değil...
Geceleri bazı ahbaplarım ziyarete gider, yakın mesafeli yerlerde, önde fener tutan uşak A li, arkada ben, belimde de (Rogesten)’in kılıcına benzettiğim için kemerime astığım çini soba maşası, onu b ir muhafız gururuyla takip ederim.
•
Halanım oğlunu, (Şarlok Holmes)’in (Vatson)’u u gibi yanıma alıp, Binbir- direk ve Yerebatan mahzenlerinde katil aramaya çıktığım olmuştur.
İstanbul fa ili meçhul cinayetlerin ka- atilleriyle doludur ve onları benden başka kimse yakalayamaz!..
Beyoğlu, sh. 91_____________ J
Bütün hakikatleri meydana ben çıkaracaktım.
Ben gelmeden bu dünya dönüyor muydu dönmüyor muydu?..
• REHBER-İ İTTİHAT MEKTEBİNDE
Amerikan mektebinden sonra, beni, “ Rehber-i İtt ih a t” is im li mektebe verdiler.
Vaniköy’de, yanmış ve bugün külleri bile kalmamış b ir yalıda, Serasker Rıza Paşa yalısında “ Rehber-i İttih a t” mektebi... Müdürü, 30 küsur yıl sonra bana Büyük Doğu’larda arkadaşlık eden Raif Oğan... Onu, o zamandan, hatırlamıyorum.
B ir de yine sonradan öğrendiğime göre, Peyami Safa da orada “ mubassır” dedikleri b ir talebe güdücüsü... Onu da, o mektepteki haliyle hiç canlandıra- mıyorum.
Onunla da, 15 y ıl sonra arkadaşlığımız kurulunca:
— Demek mektepte pastalarımı yerdin, öyle mi?
Diye şaka etmiştim.•
Bu mektep bana b ir kâbus oldu.İ lk defa yatılı b ir mektebe verilmiş
oluyordum. Konak ve yalı gözümde tütüyordu. Hele annem, hele annem!.. Öksüz kalmıştım.
•
Gece başlarken, alnımı teneffüsha- nenin pencere camına dayamış ağlıyorum ...
Rıza Tevfık’ in “ Selma sen deun u t!” ş iirin i okuyor ve kız kardeşimi düşünerek ağlıyorum...
Yatakta, yemekhanede, yastığımı bükerek ve lokmalarımı yutmaya çalışarak ağlıyorum...
•Bu mektepte yapamayacağım anla
dım ve kurtulmak için b ir hile düşündüm.
Annemi, GalatasaraylI, polislikten gelme, başkomiser dayımın refakatinde İsviçre’ye göndermişlerdi.
Selma’nın kahnndan o hale gelmişt i k i, hemen teşhis yapıştırılmıştı:
—Verem!..Gitmiş ve birkaç ay b ir sanatoryum
da kaldıktan sonra dönmüştü. İyileşmek yolundaydı.
Amerikan mektebinden sonra beni "Rehber-i ittihat” isimli mektebe verdiler. Müdürü, 30 kü- sûr yıl sonra bana Büyük Doğu’larda arkadaşlıka rla n D o lf H m n
— Misk gibi peynir... Sen kirletmişsin!..
Dedi ve beni b ir temiz dövdü. Büyük babam işe karıştı:—Çocuğu dövme!.. Madem istemi
yor mektepten çıksın!
• SEFERBERLİĞE DOĞRU
Büyükderede yalıdayım... Halam ve çocukları da orada...
Benim,hem büyüklerin sofrasında yemek, hem de küçüklerin sofrasına reislik etmek adetim olduğu üzere, büyüklerle masa başındayken, “ Yenge Zehra Hanım” isimli, ciciannemin dalkavuğu, beyaz saçları kınalı şımarık ve yüzsüz b ir acuze, anneme, arkasından dil uzatıyor:
—Bırakın şu veremli kadını!..O kadar kızıyorum ki, elimdeki k i
raz çekirdeğini bir sıkışta suratına fırlatıyorum. Çekirdek “ tmnn” diye annemi babama boşatmak isteyen acûzenin altın çerçeveli gözlüğüne çarpıyor.
Ben yemekten kalkıyorum ve koşar adım polis merkezine giderek “ Merkez Memuru” , şimdiki tabirle Emniyet Âm iri dayıma, kardeşine edilen hakareti luç- kıra hıçkıra anlatıyorum.
—Keyfine bak, diyor dayım; Allah onlara cezalarını verir!..
•Yenge Zehra Hanım’ ın iki kız evlât
lığından b iri veremden öldü. Annemse, bundan birkaç yıl öncesine kadar, 90 yaşma yakın yaşadı.
Büyükler konuşurken, hele dayım polislik hatıralarını anlatırken, hırsızlık, cinayet ve yangın vakalannı dinlemeye bayılıyorum. Böyleleri, hele hırsız ve kundakçılar, bana, insanda olmayan kabiliyetlerin sahipleri, meselâ cinler gibi görünüyor.
Hırsız... O b ir gölge, hayalet, etsiz ve kemiksiz girmeyeceği menfez ve geçmeyeceği delik olmayan bir varlık...
Böyle hikâyeleri dinledikten sonra, gece yatağa uzanınca, korkumdan başımı yorganın altına gizlemeden edemiyorum. Sanki yorgan korku kalesinin kapısıdır ve örtüldü mü hiçbir kaygı kalmaz.
Yangın ve kundak, daha ürpertici tedailere yol açıyor. Ahşap b ir evin sökük kaplamaları araşma sıkıştırılmış bir kundak... İçinde, buruşuk yüzü ağlamaklı b ir bebek... Biraz sonra üstüne gaz döküp k ib rit çakacaklar ve...
YARIN:BULÛĞ ÇAĞINA DOĞRU
Arif Oğan’ ın müdürlük yaptığı Rehber-i İttihat Okulu'nda Necip Fazıl, öğrenci iken Peyami Safa da mübassırlık yapmaktadır ama, Necip Fazıl onu o dönemden hatırlamamaktadır
NECİP FAZIL'DAN BİR ŞİİR
YUNUS EMREKaç mevsim bekleyim daha kapında, Ayağımda zincir, boynumda kement? Beni de, piştiğin belâ kabında,O kadar kaynat ki buhara kalbet!
Bekletme Yunus’um, bozuldu bağlar, Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar; Veriyor, ayrılık dolu semalar,İçime bayıltan, acı bir lezzet.
Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan, Geleyim, izine doğru arkandan; Bırakmam, tutmuşum artık yakandan, Medet ey dervişim, Yunus’um medet!.. (1926)
Sabahlan bize yedirilen kaşar peynirin i toz ve pasla kirlettim . İçine böcek ölüleri ve kurtlar yerleştirdim ve tatil çıkışında anneme göstererek:
— Bak, bize ne yediriyorlar, ben bu
mektepte kalamam!Diye direttim.Annem gayet soğukkanlı peyniri
elimden aldı ve bıçakla ortasından ya- rararak tertemiz meydana çıkardı:
7 OCAK 1984
Yanda Kalan EserlerS un an : ılh a m i SOYSAL
0 yaşta bende kadın alâkası başlamıştı
Necip Fazıl Kısakürekf --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- v
NELER DEMİŞLERDİ?
B âk i Süha E d ihoğ lu :
“ Neme lâzım, eli açık hatta müsrif insandır. Para onun avucunda hazan yaprakları gibi uçar gider. Bu yüzden aramızda ona ‘Prens’ adını vermiştik.”
“ Şiirimize getirdiği yenilikleri ve güzellikleri burada bir bir sayacak değilim. Ancak şu kadar söyleyeyim ki, Kısakürek Türk halk şiirinin, mistik tekke şiirinin herkese açılmayan kapılarından ra- % hatça, başka bir rüzgârla geçmiş. Batı şiirinin havasını da taşıyan mısralarında madde ve ruh felsefesini en güzel bir dil, en mükemmel bir norm ve tadına doyulmaz bir ahenk içinde vermiştir.”
B iz im K uşak ve Ö te k ile r, Sh. 56
★ ★ ★Agâh S ırrı Levendi
“ Maddeyi ruhla dolduran, ateşi kanla söndüren Anadolu’yu, İstiklâl Savaşı’mn sırrını o zaman anlıyoruz. Millî Mücadelenin ruhunu bu kadar kuvvetle bize duyuran bir eserin (Tohum) henüz yazılmadığını itiraf etmek, en doğru hak tanımak olur.”
Eserler ve Şahsiyetler— 1935
★ ★ ★
Sedat S im avi:
“ Büyük mütefekkir üstad şairimiz Necip Fazıl Kısakürek bir taraftan fikirlerini Cumhuriyet Gazetesi’nde neşrediyor, öbür taraftan da piyeslerini Şehir Tiyatrosu’nda Ertuğrul Muhsin’e oynatırken, bu iki san’at faaliyetinin de üstünde hummalı bir şiir yetiştiricisi olmaktan geri kalmıyor... Yedi Gün, Necip Fazıl’ ın en yeni şiir tecrübelerine sahne olmaktan kendini bahtiyar addeder.”
Y edi G ü n — 1938
V_________________________________
oN İH A Y E T korktuğumu yakından
görmek heyecanına erdim. Yalıya hırsız girdi.
Bir hizmetçinin sonradan anlattığına göre, gece yansı yatağında bir ses duyuyor:
— Mehmet Usta, uyuyor musun? Mehmet Usta, yalının arka tarafın
daki bahçede bazı inşaat işleriyle uğraşan emin adamdır ve b ir hadisede asla şüphe müphe olamaz. Böyleyken hırsızlarla el b irliğ i yaptığı şüphesiyle karakolda yemediği dayak kalmayacaktır.
Hırsızlar ikinci kattaki büyük sofaya çıkıyorlar, ürktükleri erkeklerin oda kapılarını dış tokmaklanndan telle bağlayarak dışarıya çıkılamaz hale getiriyorlar. Yadıyı yalıdakilerden daha iyi tanıyan ve neyin nerede olduğunu bilen tip ler... İkisi kapılan iptal işini yaparken b iri sofadaki meşin sandığı kilid in i kopararak açıyor, içindeki kıymetli işlemeleri sağa sola saçıyor ve en dipte, sırmalı torbada saklı büyük babam ve eski nazır Selim Paşa’nın çok kıymetli nişanlannı kavradığı gibi, artık çıkacak gürültüye aldırmadan kaçmaya başlıyor. Arkadaşlan da peşinden.
Her biri, elmas, pırlanta, zümrüt ve yakut bezeli bu nişanlar, değerce yalının üstündedir ve doğrudan doğruya hedef tutulmuştur. Demek onlann yerini biliyorlar.
Ciciannem dövünecektir:— Ah, ne yaptım da koca meşin san
dığı sofada bıraktım? İngiliz işi bu meşin sandığın k ilid in i nasıl oldu da s(s çıkarmadan koparıverdiler? İçinde Sultanın bana verdiği “ Şefkat” nişanı da vardı. Sandığı, çok yer kaplasa da odama almalı değil miydim?.. Hale bakın ki, siz, gelinimin ağabeyi burada polis memuru iken de bu işe cesaret edebiliyorlar!..
Hırsızların koşarken çıkardıkları “ paldır-küldür” üzerine kapıları dışarıdan bağlı erkekler, b ir çekişte telleri koparıyorlar ve don-gömlek meydana çıkıyorlar.
O anda bir kadın çığlığı kopuyor: — Hırsız var!!! Koşun!İşte, ben de aynı ânda yatağımdan
fırlamış ve odamıza bitişik helâya can atmış, hela kapısını içeriden mandallamış bulunuyorum. Sanki bu adamlar beni bulursa yere yatınr ve keserler...
Çığlık üzerine, uşak, hizmetçi, ah- çı, usta, yalıda kim varsa üst katta ve sofada...
Her kafadan b ir ses:—Kaçarlarken görmediniz mi? —Kaç kişiydiler? 3 mü, 4 mü? — Her halde arka tarftan girip ön
den kaçtılar...Birden her sesi bastıran yırtıcı bir
haykırış.— Çocuk nerede, çocuk? Alıp götür
müş olmasınlar...Dört b ir tarafa yayılan ve karyola
altlarına kadar arayan yalı halkı... Menfi haberler geldikçe etrafa lanet okuyan büyük babam ve tırnaklarını yanaklarına geçirmiş, ağlayan annem...
Ben de helâ kapışım açıp: —Buradayım!Diyemiyorum. Korkum o kadar bü
yük...B iri helâ kapısını açmak istiyor, içe
riden kapalı olduğunu anlayınca: —Kim var orada?Diye sesleniyor ve hep beraber ko
şuyorlar:— Kim olacak?.. Çocuk, çocuk!.. Gülümseyerek çıkıyorum, helâdan ve
korkudan saklandığımı belli etmemeye çalışıyorum.
"KADIN ALÂKASI BAŞLAMIŞTI"
O yaşta bende kadın alâkası başlamıştı. Hem de benimle yaşıt kızlara karşı değil, yetişmiş ve gelişmişlere karşı... Frenklerin (Odora di Femina - kadın kokusu) dediği esrarlı rayihayı adamakıllı almaya başlamıştım.
Kadın hizmetçiler yemek yerken masaların altına saklanır ve onları seyrederdim.
B ir gün yemekte b ir kadın sofranın muşambasını kaldırdı vetaaccüple sordu:
Elverir ki, önada bir hicap perdesi kalsın ve her şey sınırlı bir edep tülü altında gizlendirilsin... Yoksa, kadın, asliyle, Hıristiyanlık’ta yol kesici bir engel, İslâmiyet’te ise yol verici b ir kanat... Tek ölçüleri bilinsin ve Allah Resulü’- nün kati mizacına bürünmenin sırrı ta- dılabilsin...
Henüz bulûğ çağına en aşağı 6 yıl uzağım... Halamın oğlu, benden 9 ay büyük Tank akranı kızların gözünü benden fazla çekiyor. Za riftir, asil tavırlıdır ve nereden, nasıl enselediğini b ilmediğim kızlarla gezip tozmaktadır.
Onlan takip ediyor ve kendimi belli etmeden, fınnın önüne bırakılan iki sepetli ekmek büfesinin kenar yerine saklanıp yalıya doğru yol alışlarını kolluyorum.
Vay:Kızlardan biri, kolunu Tank’ın omu
zuna atıp ensesinden dolaştırmıyor mu?.. Çıldıracak gibi oluyorum. Hemen kese b ir yoldan, yalının bahçe yolundan geçerek deniz tarafındaki sokak kapısına koşuyorum ve kapıyı çalmalarını bekliyorum.
Geliyorlar... Kapıyı açıyorum... Önde Tarık, arkasında çocukla genç arası 3 fıkırdak kız...
Tam zamanı... Sağ ayağımı kaldırıp Tank’ ın göğsüne b ir tekme yapıştırıyorum.
★ ★ ★
Tarık ’ ın beyaz elbisesi üstünde, m inicik iskarpinimi, şu ânda gözle görür, elle tutar gibiyim ...
★ ★ ★Hâlim ve selim, nazik ve zarif Ta
nk, ağlaya ağlaya içeriye dalıyor, kıskanç ve öfkeli, sen ve kaba Necib’ i annesine şikâyete koşuyor. Kızlar yüzüme bile bakmadan çekip gidiyorlar. Hayret ve nefretleri yüzlerinden belli...
Ah şu (Odora di Femina)!.. Henüz olgunlaşmamış olanlardan bile tütmek-
"YALIYA BİTİŞİK KÜÇÜK BİR DÜKKÂN..."
Yalıya bitişik küçük b ir dükkân... Bu dükkânda (Barba) lâkaplı ihtiyar bir Rum...
Oturduğu yer minderinden iki eliyle her tarafa yetişecek kadar şıkışık bir dekor merkezinde (Barba), raflanna dizdiği şişeler ve kutulara çeşitli satılık nesneler do ldurm uştur. M in i m in i, yuvarlak, san limon, yine küçücük, parlak, dört köşe, bembeyaz nane şekerler i... Boru biçimi kırmızı kâğıtlara istifli yuvarlak (Tabler) çikolatalan, mantar tabancalan, balık oltalan, düdükler, boncuklar, vesaire, vesaire...
(Barba), okka veya arşınla satılan mallar yerine dirhem dirhem ve santim santim ölçülen, eşyanın değer üstünlüğündeki farkı, bilmeden (estetik) b ir v itrinde ifadeye kavuşturmuş insandır ve ona “ birkaç tane çifte kavrulmuş!” denildiği zaman, ufacık lokumları kavanozundan yavaş, yumuşak, saygılı bir eda ile çıkarır, yine ufacık b ir kâğıda dizer verir.
Evet, (Barba), hususîyle çocuklara karşı çekici ve onlann zevk ve lezzet me
lekelerini gıcıklayın (estetik) b ir tesir sahib id ir. Yaz sıcaklarında dükkânının önünü sık sık sular ve bu sulamadan tepesindeki asmayı da yoksun bırakmaz.
★ ★ ık-Ondan bir olta satın aldım ve dene
mek için kıyıdaki sandal iskelesine çıktım. Ne oldum bilmem oltayı atarken fazla mı savurdum ne, denize düştüm. Tepe üstü saplandığım bulanık sularda başım kuntlara gömüldü ve ben insan nasıl boğulurmuş, orada anladım.
Beni su yüzünde kalan ayaklarımdan çekip çıkardılar... Koşarak gelen ihtiyar (Barba)’mn emriyle öylece tuttular. İçtiğim suları çıkarmama çalıştılar ve kucakta yalıya teslim ettiler.
(Barba) kapıyı açanlara:— Çocuğu, diyordu, hemen soyup
iyice kurulayın ve yatırın! Bir şeyi yok... Korkmuştur, o kadar!..
Babam Gebze Savcısı... Biz de, ben ve annem, yanındayız. İstanbul’ a yakın diye bazen büyük babam da geliyor.
Gebze’den tek hatıram, büyük ba- bam’ ı çılgına döndüren b ir hadise...
Bulûğ çağına doğru Henüz bulûğ çağına en aşağı
6 yıl uzağım. Halamın oğlu benden 9 ay büyük Tarık, akranı kızların gözünü benden fazla çekiyor
Necip Fazıl Ktsakürek’in lokantada yemek yerken bir mimar tarafından kâğıt peçete Üstüne çizilmiş resmi
Adliyeye oğlunu görmeye gitm iş... Koridorda bir adam peydahlanıp büyükbabamın ellerine sarılmıyor mu?..
— Kimsin sen, ne istiyorsun?— Ben Hasibe-Nasibe çiftin in kati
liyim , hakkımda idam hükmü kesen elinizi öpmek istiyorum!
—Allah senin gibiler için af çıkaran Hürriyet’ in belâsını versin!
Bu adam, Hasibe ve Nasibe isim li, hem kendi yeğenleri ik i küçük kızı dağa çıkarıp boş bir değirmende ırzlarına geçmiş, sonra taşla başlarını ezip öldürmüştür. Büyük babamın derhal idamına karar verdiği bu adam, Hürriyet yalanı idaresinin umumî a f ilânı üzerine, evrakı tasdikteyken kurtulmuş ve şimdi memleketi olan Gebze’de fink atmaktadır. Kimsede bu şenaat örneği olacağa lâyık olduğu muameleyi gösterecek b ir tavır yok...
★ ★ ★Büyük babam, böyle hürriyetlere be
lâ okumakla kalmamış, bastonunu kaldırmış ve herifin üzerine yürümüş... Koşuşup hadise çıkmasına mâni olmuşlar...
Temelsiz bir rejime, kayıtsız b ir cemiyete mukabil, ihtiyar bir hâkimde hâlâ yaşayan ferdî adalet hissi...
* ★ ★
Gebze’ den de tez zamanda çekildik ve konağa yerleştik.
Ciciannem. yatağının üstündeki yas
N ecip Faz ıl d a n b ir ş iir
SONSUZLUK KERVANISonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben, Üç ayakla seken topal köpeğim!” Bastığınız yeri taş taş öpeyim,Bir kınntı yeter, kereminizden! Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller... Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.Bu gidenler, altın kol silsilesi Ölçüden, âhenkten daha güzeller. Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...Sonsuzluk Kervanı, istemem azat! Köleniz olmakmış gerçek hürriyet. Ölmezi bulmaksa biricik niyet; Bastığınız yerde, ebedî hasat, Sonsuzluk Kervanı, istemem azat.
(1952)
tıkları yükselterek karşı durabileceğini vehmettiği ölüme her ân yaklaşa dursun, annem konağın ırgatlığı işinde devam etsin ve babam altın kaplama topuzlu bastonunu havaya kaldırarak aklı fik ri hep dışarılarda, gezip dolaşsın...
Ben yine romanlara abanmış bulunuyorum. 30-40 yıl sonra yerin dibine geçireceğim ve bütün sahte inkılâpları
mızın başı sayacağım Mustafa Reşit Pa- şa’nın, başına b ir de“ Büyük” sıfatının eklenmesiyle açılan “ Büyük Reşit Paşa” Numune Mektebi’nde okuyorum.
Bu mektepte, go lf pantalonlu ve uzun çoraplı jimnastik hocasının b ir gün ayaklarıma çarparak beni yere düşürmesinden başka her şey silik...
YARIN: Heybeliada ve ilk âşk
—Kim var orada? Sen misin, Küçük Bey?
Hayret büyük... Gülüşmeler...B iri suali dayadı:— Ne yapıyordun orada?— H iç!.. Saklanıyordum!Halbuki genç hizmetçinin siyah, ka
lın ve gergin çoraplarını cımbızlıyor- dum. Hattâ onun ayaklarını kucağıma almaya kadar davranmış ve işte o vakit yakalanmıştım.
Kadınlık cilvesine bakın ki, hizmetçi ortaya dökmedi ve kimsenin b ir şey anlamasına müsaade etmedi.
Ben de sevindim ve bunu ilk âşk maceram kabul ettim. ★
★ ★ ★Bunu ve bundan sonra gelecekleri,
bazı Batı kalemlerinin b ir nevi tersine riyakârlık ve günah şehvetiyle ettikleri itira flar soyundan zannetmemeli...
Bunları, istesem de, istemesem de doğruyu söylemek ihtiyacı yanında, nereden, nasıl geldiğim ve hangi menzifde karar kıldığım bakımından, hazırlayıcı ruh haletlerinin noktalanması diye görmeli...
8 OCAK 1984
® Yanda Kalan Eserler d)“ ta Kagiri;
f a a l K ıs a k
Sunan: İlham i SOYSAL
İlk aşkım, hayat ve ölüme dair ilk düşüncelerim, ilk (metafizik) arayış ve çırpınışlarım orada filizlenir
RO M A N LA R IM arasında bu defa ' ‘Zavallı Necdet” , “ Ölmüş B ir Kadının Evrak-ı Metrukesi ’
“ Lâdamokamelya” gibi hissi ve aşkı diye bilinenler de var...
(Margrit)in sevgilisine:— Az yaşayacağımı biliyorum, onun
için çabuk yaşamalıyım ki, kayıbımı kapatabileyim!
Cevabım vermesi beni hazin hazin düşündürüyor.
★ ★ ★Akşamlan satıcılar yine evin önün
den geçmekte ve ben ağlamaktayım. Ne istediğimi, neyi bahane etmek gerektiğini kestiremiyorum. Ne büyükbabam ın bana aldığı b is ik le tle r, ne anneannemin Aksaray’dan taşıdığı kılıç şeklinde çörekler beni teselli edebiliyor.
Dilediğim şeylerden hiçbirinin adını bilm iyorum. Zayıflıyor, soluyorum
Verem istidadından şüpheleniyorlar.
Annemin öksürükleri de tepmiş ve beti-benzi atmıştır.
—Haydi, diyorlar, bunları Heybe- liada’ya gönderelim... Mükemmel bir tebdilihava yeri...
Ve Heybeliada... Tepede, kulübem- si, tek katlı b ir Rum evi...
★ ★ ★Heybeliada, o zamanki birkaç ayım
ve sonra Bahriye Mektebi’nde geçirdiğim 4 senemle, kalbime yakıcı mührünü basmış yerlerden b iri...
İ lk aşkım, hayat ve ölüme dair ilk düşüncelerim, ilk (metafizik) arayış ve çırpınışlarım orada filizlenir.
★ ★ ★Soluk siyah kadife kaplı tabutlarda
kaldırılan Rum ölüleri...Fildişi renginde suratlar ve yeni gi
yilmiş elbise ve ayakkabılar... H iç yere basmamış bu ayakkabılar öylesine yeni ki, arkasından num aralar okunabilir. Papaz homurtularıyla, birtakım kara üniformalıların ellerinde, tabut, çengellerinden tutularak götürülür.
Türlü hikâyeler anlatılır:— Filân kız, ciğeri kireçlendi ve iyi
oldu zannıyla evlendirilmiş de, düğün gecesi, sevinç ve heyecanı yüzünden birden bire kan kusarak ölmüş... Gelinlik elbisesiyle tabuta koyup götürmüşler.
Heybeliadaı(A)’ya o türlü âşığım ki, her zerremin bu çekiclik mahrutu içinde ona doğru uçup gittiğimi görüyor ve bende hiçbir cazibeye yer kalmadığını seziyorum. Ve: — Demek, diyorum; aşk buymuş...
İk i din arasındaki üstünlük ve ulvilik farkını görmek isterseniz ik i tabutu yan yana koyun ve bakın: Birinde sahte şatafat ve çirkin ziynet, öbüründe gerçek mahfiyet ve en tabiî samimiyet... Bediî (estetik) duygusu, hendese izahatlarına yol vermez b ir izah ahengi...
★ ★ ★Bizim, ölülerin arkasından döktürüp
komşulara dağıttığımız koyu şerbetli lokmalara karşı onlann da (Koliva) dedikleri b ir tatlıları var... Üzerine gümüş yaldızlı fıstıkların ve nar tanelerinin ser- pildiği sütle buğday karışımı b ir tatlı...
Oturduğumuz evin sahibi (İmaro) isimli ihtiyar kadına bu tatlıdan gönderiyorlar, o da gayet iy i Rumca konuşan anneme veriyor. Annem de tadayım diye bana uzatıyor.
Ölü yemekleri bile cakalı Ortodoksların bu yemeğinden tadmak bana, ölüyü koklamak gibi b ir his veriyor ve:
— Nasıl yiyebiliyorsunuz, diyorum onlara, bir Rum ölüsü için pişirilen bu, cicili bicili tatlıyı?..
ROMANLARINDÜNYASINDA
Hülâsa, Heybeliada ile ilk temasım, ölüm ve ölülerle oldu ve bu, ezan sesi duyulmayan yalnız kilise çanlarının ürperttiği bucakta, mis kokulu çamların Pırlandırdığı iklimde işim gücüm romanların dünyasında yaşamaktan ibaret kaldı.
(Pol ve V irjin i)y i, (Verter)i, (Anna Karanin)i okuyor ve henüz 10 yaşındaki beynimi bunlann teknesinde yoğuru
yorum (Mişel Zevako) ve benzerlerinden vazgeçmiş değilim.
Onun, içinde sihirbazları gezdirdiği b ir kitabında, M ’sır ehramlarının sırrını arayan birine ait macera beni sarsıyor, delirtircesine sarsıyor:
Adam girdiği ehramın içinde bir kapı görür. Açar, ik i uzun dehliz... Yürür. Dehliz, o yürüdükçe huni gibi daralmaya başlar. Ay tavan tepesinde!.. Ne yapsın?.. Geriye mi dönsün?.. Asla!.. İpucunu yakaladığı sim çözecek... Eğilerek yürür. B ir ân gelir ki, çömelmeye ve öyle yol almaya mecbur kalır. A ldırmaz... Dört ayak üstünde ilerleme, peşinden yüzükoyun sürünme, nihayet, başı huninin artık yol vermediği son noktada... Kafasıyla dürter, ama geçebilmek ne mümkün!
Bir ses:— Arkanı da kapattık! Geriye doğ
ru sürünmek de yok!.. Bak, bakabilirsen çarene!
Bütün gücüyle ileri atılır. Başı geçmeye ve huni açılmaya başlar. Ve derken b ir ışık...
Bu hikâyeyi okurken o kadar fenalaştım ki bir ân nefes alamaz oldum. Boğuluyordum.
★ ★ ★Sihirbazlar ve sihirbazlık masallarıyla
öyle doluyum ki, anneannemin “ Yeşil umacı” , “ San umaç” hikâyeleri yanında, sanki kimsenin bulamadığı ve bulunması için bütün dünyanın beni beklediği esrarlı terkibi yakalayayım diye, yeşil, sarı, mavi, mor ilâç ve eczaları birbirine katarak tüpte topluyor ve ışığa tuttuğum gün, bu tüpten yeni bir güneşin doğmasını bekliyorum.
★ ★ ★Elime “ Gök Bayrak” diye bir kitap
geçti. Onda da büyücülük hikâyeleri... Fakat daha ziyade kahramanlık...
B ir kargı ve kalkan yaptırıp, görenlere çalım yaparcasına çamlığa çıkmayı ihmâl edemezdim ki...
VE AŞK... İLK AŞKIMVe aşk... İlk aşkım...Türkiye’ye en uzak Arap illerinden
birin in Meşrutiyet sonrası “ Mebûsan Meclisi* âzasından birinin kızı “ A ...” ...
Bütün seri mallarının üstünde görülmemiş b ir esmer güzeli...
Ölen kızkardeşimin rikkat ve merhamet dolu gözleri, onda, davet ve mık- natısiyet p ırıltılı...
★ ★ ★Renkler ve kokulara ve onlann mah
rem imtizaçlarına tutkunum.Nasıl konak deyince, burnuma tü t
sü kokusu geliyor, içime renk renk küçücük camların gurbet bestekârı ışık süzmeleri çöküyorsa, nasıl, deniz, yosun ve (Barba)’nm şeker hokkalan olanca koku ve renkleriyle beni sarıyorsa, Heybeliada da, (A .) ’nm çarpıcı renk, mâna kokusu ve, ve asîl çizgilerini tü ttüren b ir buhurdanlık biçimine dönmeye başlıyor.
★ ★ ★Akşamlan, Papaz Mektebi’nin ka
ra cüppe ve siyah sakallı genç talebeleri, cenaze adımlanyla çamlık yolunda geze dursun...
Bahriye Mektebi Camiî’ nin işitilmeyen ezanı yanında, bütün adayı sarsıcı boru sesleri alev alev yüksele dursun...
Ben de petrol lâmbası ışığında ve sabaha kadar (Pol ve V irjin i) ’y i, sahife- lerinde (A ) ’ nın tebessümlü yüzü, okumakta devam ede durayım.
(A .) ’ya o türlü âşığım k i, her zerremin bu çekicilik mahrutu içinde ona doğru uçup gittiğini görüyor ve bende hiçbir cazibeye yer kalmadığını seziyorum.
Ve:— Demek, diyorum, aşk buymuş...
★ ★ ★Aşkı doğrudan doğruya (fizik) b ir ’
bunalım halinde duyduğum bir gece...(A .) ’nm beyaz köşküne doğru, ar
kamı b ir çam ağacına vermiş, hayâle daldığım ân kalbim öyle atmaya başladı k i, yerdeki kaygan ve kurumuş çam yapraklannın üstüne düşmemek için kendimi zor zaptettim. Işık sızıyor, du
N ecip Fazıl'« b ir m e k tu p
ursin V A tn p . / c . Ç A T A L C A
/s tanbu /______S ,-İH c J t . 19$O
Jr— ~~ r jA “ • çvj- İ — / ’ <b-A> * > ' . ‘
*“*?.’ A v , » ç .y » . ^ . ı - j ’,V
a ~ t ; „ y 1 . r/ «»i- t i v •> y- j , s
' - KZ ’i l» j? > j r ZA * * L» V -
^ ^ »' ı. A jiS » J> > j l* r t»
____ ■ -A ** y j * 31
Ustad.Çoktan beri ziyaretinize gelmek istiyorum. Ancak ben, siz
den çok uzakta oturuyorum. Çatalca’da kimsesiz çocuklar için kurduğum vakıfta yaşamaktayım. Yine de bir gün ziyaretinize geleceğim.
Kültür Bakanlığı büyük ödülünü kazandığınız için sizi candan kutlarım. Bu ödülü almakla Kültür Bakanlığı’nı onurlandırdınız.
Size gelecektim, ama üç gün sonra Almanya’ya gidiyorum; bir ay sonra döneceğim.
Altı yıldan beri “Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı” adı ile bir yıllık çıkarmaktayım. Size son sayısını gönderiyorum, tetkik etmeniz için, inşallah yüzüncü yaşınızda da sizi tebrik etmek bana kısmet olur. Ben sizden dokuz yaş küçüğüm.
Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı için, yetmişbeşinci yaşınıza dair bir yazı vermenizi rica ediyorum. Bu yazıyı eski Türkçe yazabilirsiniz. Size daha kolay gelirse. Yazmaya zamanınız yoksa bu mektubu size getiren han ima söyleyerek yazdırabilirsiniz. Ama ben sizin yazınızı tercih ederim.
Yazı istediğiniz uzunlukta olabilir. Her ne isterseniz yazınız. Meselâ yetmiş beşinci yaşınız dolayısıyla bir muhasebe geçmişle muhasebe... Yahut hatıralarınızdan bir bölümü anlatabilirsiniz. Şiirinizde yahut tiyatro yazarlığınızdaki merhaleleri de açıklayabilirsiniz, ya da büsbütün başka şeyler...
Yazınızla birlikte bir de fotoğrafınızı rica ediyorum.Bu yıllığın neşri geçikmişti. Bu münasebetle mümkün ol
duğu kadar çabuk gönderirseniz beni sevindireceksiniz.Ziyaretinize geleceğim.Yolunuz düşerse bir gün sizi vakfa da misafir etmekten şe
ref duyarım.Neslihan Hanımefendiye lütfen saygılarımı bildiriniz.Her zaman dostluklar...
Aziz Nesin
varlarda bazı gölgeler dolaşıyor ve yüreğim et parçası mahiyetiyle kafama darbe üstüne darbe indiriyordu.
Adetâ bana sesleniyordu:—Aşıksın! Bu kızı seviyorsun!
★ ★ *Adada, yuvarlak bir kurabiye kadar
küçük o yerde, midilli dedikleri kısa boylu bir atla dolaşan, sonradan görme bir aile çocuğu olduğu besbelli b ir delikanlıcık vardır. A ltın çerçeveli gözlük takar ve gümüş saplı kırbacı elinden düşmez.
O da bizimkine tutkun değil mi?Şu farkla ki, benden fazla alâka gör
mekte ve bazen tek başına, arkasında
dizgininden tuttuğu cüce atı, (A ) ile ge- zinebilmektedir. Benimse ada eşeklerinden gayrı binebildiğim b ir şey yok...
Büyükbabama “ bana b ir m id illi a lın !” demeye tenezzül edemem... Çocukluğuma rağmen böyle vasıtalarla zafer kazanmak âdiliğinden uzağım...
★ ★ ★Tek mevsimlik zaman içinde b ir ke
re gördüğüm,sevdiğimi sandığım (A )’yı, 40 yıl sonrasına kadar uzaktan haberini almama rağmen bir daha görmedim ve düşünmedim.
YARIN: SEFERBERLİK
9 OCAK 1984t
K a f a K a ğ ıd ı
B İR İNCİ Dünya Harbi’ nin o zamanki halk dilinde belirttiği dehşet ifade- ı si seferberlik...
t Anadolu kanının 7’sinden 70’ ine kadar, üzerinde "1 kuruş” yazılı şişeler içinde A l- maıllara satıldığı ve çepçevre sınırlar boyunca topfeğa akıtıldığı, milletin içinden imha davrandı...
•(t Abdülhamid devrinin has ekmeğiyle bes
lenmiş Yakup Kadri, yıllar önce benim ak- ranfenma çatarken:
♦
’ —Saman ekmeği nesli!..("tabirini kullanmıştı. Aman ne doğru, ne
doj|ru...
j Şeyh Galib’ in muhteşem bir beytinde: Giydikleri afitab-ı Temmuz,
‘ İçtik leri şule-i cibansûz...
diye ta rif edilen ve giydiği temmuz güneşi, içtiği de cihan yakıcı ateş olarak gösterilen ıstırap soyu, o zaman yanmaya başlamışsa da henüz tutuşmamış ve bir sam yeli neticesinde kavrulmaya 1928’den sonra yüz tutmuştur.
O zaman ve hayli zaman, Halk Partisi mebusu Yakup Kadri yeni gelenlere nazar edip,bunlar için:
—Yeni harflerin kavruk nesilleri!diyememiştir.
•
Bereket ki, bizim konağa kara ekmek girmedi ve aileden birkaç zabitin bereketli tayınları savesinde ev halkı sıkıntıdan kurtuldu.
Bellibaşlt sınıf ve zümreler yararına ve topyekûn millet hakkına aykırı bir “ tayın” ... Tevekkeli, halka “ Tayıncı!” diye bir hakaret kelimesi ilham etmemiş bu isim!..
POLİTİKA BÎÇARESİ ALMANLARİstanbul'a, biri kaz, öbürü ördek sesli
ik i Alman harp gemisi geliyor, İngiliz ve Fransız donanmalarının kovaladığı bu gemiler zaten mutemedi olan Türkiye’ye sığmıyor ve bomboş Karadeniz'de, hasmının sadece resmini yumruklayan bir eda ile Ruslara karşı bir palavra davranışa girişiyor.
Ama, palavra değil, tam hesaplı bir iş... Böylece Türkiye harbe zorla itilmiş ve karşı taraf adına hayatî bir kıymet arzeden Akdeniz-Karadeniz ulaşım çizgisi kesilmiş ve Almanların cenuptan rahatlamaları sağlanmış oluyor. Gemiler, gûya Türkiye’ ye satılmış, Türk bayrağını çekmiş, isimlerini “ Yavuz” ve “ M id illi” olarak değiştirmiştir.
Ama bu iddialar gülünç kaçıyor ve Türkiye, hattâ sevinçle, memnunlukla, Batı devletlerinin düşmanı olarak deftere kaydediliyor:
Sunan: ilh a m i s o y s a l
Kuru üzümle içilen çay, vesikalık saman ekmeği, idare lambalarına göre tortulu gaz v.s.
SeferberlikAbdülhamid devrinin has ekmeğiyle beslenmiş Yakup Kadri, yıllar önce benim akranlarıma çatarken, "saman ekmeği nesli” tâbirini kullanmıştı. Aman ne doğru, ne doğru
Bereket ki, bizim konağa kara ekmek girmedi ve aileden birkaç zabitin bereketli tayınları sayesinde ev halkı sıkıntıdan kurtuldu
Necip Fazıl beş çocuğunun en büyüğü olan Mehmed kucağında, eşi Babanzade’- lerden Neslihan Kısakürek (Necip Fazıl ın sağında) ve iki yakın hanım akrabasıyla 1944TU yıllarda Erenköy'deki köşkün bahçesinde...
—Gel bakalım; o çürümüş halinle sen de katıl Merkezlilere de; hep beraber hesabınızı görelim!
Hesabı görüleceklerin başında, en güç- lüsü yerine, en kuvvetsizi olarak Türkiye vardır ve bu acaip “ Hasta Adam” hâlâ üç kıtanın k ilit noktalarına sahip görünmekledir. Bu dengesizliğe bir son vermek gerektiğine göre, fırsat bu fırsat...
Onu, meccanen düşmanlarına hediye eden de politika biçâresi Almanlar... Eğer bize, silahlı bir tarafsızlık tavsiye etselerdi, düşmana, doğrudan doğruya üzerimize saldırmaktan başka bir çare bırakmamış olurlardı.
Nitekim harbin sonunda:— Biz Türkiye’ yi bir kuvvet sandık ve
arkamıza taktık. Yoksa ayrıca bize yük olacak bir kötürüm olduğunu bilseydik, ona el uzatmazdık!
diyecek olan Alınanlardır.•
11 yaşlarında, büyükbabamın, birtakım eski paşaları toplayan meclisinde,bunlar ve bunlara yakın meseleler konuşulur ve şekerli (!) çay içilirken, ben ayakta, duvara yaslı, dikkatle dinliyorum.
Eski bir nazır diyor ki:—Abdülhamid tahtta kalsaydı, ne Trab
lus Muharebesi, ne Balkan Harbi olurdu, ne de Dünya Harbi’ne girilirdi.
— Hem de harbin neticesi belli olmaya başlamışken girmek...
— Şimdi gel de İstanbul’da otur!..—Ne olmuş ki?— Düşman Çanakkale’yi geçer de payi
taht önünde demirlerse?..
ÇANAKKALE VAZİYETİPendik veya Tuzla’dan gidilir “ Aydınlı’ '
diye bir köy... Orada ciciannemin akrabalarından “ Hacı Baba" yeni yaptırdığı evin altında dükkân açmış, basma, patiska, her türlü tuhafiye eşyası, çocuklara defter,kalem, lokum ve akîde şekeri satıyor.
Çanakkale’deki müdafaanın her ân kı- rılabileceği ve düşmanın İstanbul’a yürüyebileceği ihtimali karşısında sinirleri bir kat daha bozuk ciciannem tutturuyor:
— Aydınlı köyüne, bizim Hacı Baha'nın yanına!.. Şu Çanakkale vaziyeti belli oluncaya kadar orada kalabiliriz.
Sanki payitaht işgal edilecek olursa ci- cianııem bu köyde tehlikeden kurtulacak!.. 90 kiloluk vücudu, kütük biçimi şiş ve damar damar bacaklariyle kullanabileceğini sandığı ve karyolanın altına yerleştirdiği ip merdiven misali, gülünç...
Gidiyoruz. Onlar arabada, ben at sırtında...
Kaynak suyu kadar saf ve temiz bir bahar havası... Karabaşlar, kır çiçekleri, kekik ve lâvanta bitkileri... Onlar havayı, hava onları kokluyor. İlk defa gerçek bir köye gidiyorum.
Küçük bir tepeden iniş ve her defa, bir köye girer yahut b ir köyden çıkarken görüldüğü gibi bir mezarlıktan geçiş ve köy...
HACI BABA'NIN EVİHacı Baha’nın evi bir âlem... Yeni ya
pıldığı boyasız çiy tahtalarından belli bu iki katlı evde, ömürlerince şifasız iki hasta yatıyor. Biri, zannedersem Hacı’nın küçük kardeşi, Şerif adlı deli; öbürü de yine Hacı'nın bir yakını, her an yarasından irin boşanan ve her dem bakıma muhtaç yaşlı bir bâkire...
İk i devasız hasta arası Hacı Baba, din ve ibadeti, sertlik ve aksilik sanan bir tip ...
Gözlerinde merhamet ve duygudan tek eser bulunmayan kabuk Müslüman Hacı Baba, sopasını Deli Şerif üzerinde de kullanır ve hastayı acı acı böğürtür.
Şerif yakışıklı bir delikanlıyken tutulduğu kara sevda yüzünden bu hale düşmüş...
•
AĞLAYAN ASKERLERBeni köyün ilkmektebine verdiler.Aldığım tasdiknameleri göstere göstere
mektep değiştirdiğim için artık son sınıflardayım... Mektebin Arnavut ve şivesi değişmemiş bir müdürü var... Çocukların anlattığına göre bu adam sık sık evleniyor ve her defa, her aldığı kadın veremden ölüp gidiyormuş...
Acaba onlara ne yapıyor da, kadınlar tez vakitte çürüyüp öbür dünyayı boyluyor?..
•Köye, galiba Çanakkale’ye sevkettikle-
ri askerî bir kıta geldi. Önlerinde bir de atlızabit...
Zabit, mektebin geniş bahçesinde askerleri tertipledi ve ileri geri hırçınlaşan atının üstünde onlara gayet dokunaklı bir hitabe verdi. Biz de bir kenarda, talebeler, köylüler, köyün hemen bütün kadınları, annem, halam ve müdür bey, b ir aradayız.
Zabitin vatan, millet, namus, ırz, haysiyet kelimeleriyle benekli konuşması, dinleyenlere öyle dokundu ki, askerler ağlamaya koyuldular. Mendilleri olmadığı, yahut derinlerde bulunduğu için gözyaşlarını ellerinin tersiyle silmeye başladılar. Gözyaşları mey- dandakilere de sirayet etti ve herkes, bilhassa müdür bey hıçkırıklardan tıkanır gibi oldu.
Zabitin:—Gidiyoruz, haklarınızı helâl edin!haykırışını yükselttiği yerde, müdür bi
ze döndü.—Çocuklar, "B iz de geliyoruz! Asıl siz
hakkınızı helâl ediniz” , deyin!çığlığını kopardı.Halam anneme:—Şu genç zabit, diyordu; ne yakışıklı
adam!
YARIN:Büyük babam öldü
o Yanda Kalan Eserler d)u n a n : llh a m i SOYSAL
Necip F ffll KıscıkİM^KOlanca desteğim, koruyucum, kürkünün içinde barındırıcım, sema, toprak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, bütün bir kâniatı öğreticim
I* STANBUL'a. konağa döndük. Gerekirse yine köye gidebiliriz... Düşmanın ümidini kesip Çanakkale’
den çekildiği günün akşamı, bütün İstanbul misilsiz b ir gulgule içinde... Fener alayları, havaî fişekler, maytaplar, bağrtşmalar, kaynaşmalar... Konağın sokağından da nümayiş koliarı geçiyor.
Büyükbabamı hatırlıyorum:Gecelik entarisi üzerine kürkünü çekmiş,
elinde bastonu, sakallarında şıpır şıpır gözyaşı damlaları, sokağa fırlıyor.
Öldü.Büyükbabam öldü.Olanca desteğim, koruyucum, kürkünün
içinde barındırıcım, sema, toprak, güneş, dünya. Allah, Peygamber, bütün bir kâinatı öğreticim, büyükbabam...
Öldü.★
Konağın üçüncü katındaki yatak odasında bana Hazret-i A li menkıbelerini anlattığı karyolada benim masum masum "Hazreı-i Ali mi daha kuvvetliydi. Hazrct-i Peygamber mi?” sualime “ Peygamber’de nebilik kuvveti vardı” cevabım verdiği yastıkta bir baş... Büyükoabamın, bu defa yanında torununun başı bulunmayan kupkuru kafası...
★İkide bir "açık gidecek diye korkuyo
rum !" dediği gözleri kapalı, kolları ik i yanına uzatılmış, yüzü ve ayaklan fildişi renginde...
★Akşama kadar nefes tıkanıklığı yüzünden
göğsü körük gibi indi, çıktı, bir ara benim gömleğimi isteyip uzun uzun kokladı ve sonra daldı.
Uyandı, dudakları hecelenmesi imkânsız manalarla kıpırdadı ve birden kaskatı kesildi.
★Beni odadan çıkardılar:— Karşı odada bekle!Dediler ve ölüye döndüler.Karşı odada, benden biraz önce kocası
nın yanından çekilen ciciannem ağlama lec- rü besindedir:
— Evin direği çöktü!Ve dışarıda satıcılar bağırmakta:— Taze simitler!.. Akşam simidi...
BAHRİYE MEKTEBİNe oklumsa bu mektepte oldum.Bu mektepte bulûğa erdim, düşünmeye
ve kişiliğimin ana dokusunu bu mekteple ör- güleştirmeye başladım.
1916-1920 arası beş yıl okuduğum mektep... İsmi “ Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şahane” ... İmtihan ve en titiz muayeneler neticesinde alındık. Bedenî muayenemiz, geceleri horlayıp horlamadığımızı araştırmaya ve çirkinleri dışarıda bırakmaya kadar vardı. Ruhî ve İçtimaî muayenemiz de en ince sual haddelerinden geçirilmemize ve aile seviyemizin incelenmesine dek uzandı.
Kasımpaşa’da iarihi Kıymette Bahriye Nezareti binasında, alâkalı dairenin koridor duvarında bir liste... Kazananların listesi...
Orada, ilk defa, baba adına bitişik olarak kalıplaştırılan ve “ Abdülbaki Fazıl oğlu Ahmed Necip” yerine "Necip Fazıl" diye kaydedilen ismimi görünce sevincimden zıpladım.
BüyükbabamBahriye Mektebi... Ne oldumsa bu mektepte oldum. Bu mektepte bülûğa erdim; düşünmeye ve kişiliğimin ana dokusunu bu mektepte örgüleştirmeye başladım
Mekteb-i Fünun-u Bahriye-i Şahane öğrencisi Necip Fazıl, Heybeliada - daki bu okulda hayatında derin izler bırakacak bir öğrenim görmüş, ilk şiirlerini buradayken yazmış ne var ki, daha önce değiştirdiği 5-6 okul gibi burayı da diploma almadan terk etmiştir. Fotoğrafta, Necip Fazıl ı bahriye mektebi üniformasıyla görüyorsunuz...
N ecipF a z ıld a n
b ir ş iir--------------------------------------— .
ANNECİĞİMA k saçlı başını alıp eline.Kara hülyalara dal anneciğim!O titrek kalbini bahtın yeline.B ir ince tüy gibi sal anneciğim!Sanma b ir gün geçer bu karanlıklar. Gecenin ardında yine gece var; Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! Gözlerinde aksi b ir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için:Bu kış yolculuk var, diyorsa için.Beni de beraber al anneciğim!...
J1926I_______________________________ J
İmtihanı kazananlar blrbirleriyle kucak kucağa...
Sirkeci'de "Ordu-Donanma Pazarı” ... Giyindik, kuşandık, takındık, taktık ve
pırıl pırıl bahriye talebeleri kılığında meydana
çıktık. Yazlığımız ayrı, kışlığımız ayrı...Sefil b ir özenişle, -Cem aliyc" diye
markaladıkları ve zamanenin üç despotundan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ya yakıştırdıkları önü sipersiz, yüksekçe bir takke biçimi, çipa markalı bir serpuş...
★Düz beyaz ve düz siyah, altı beyaz üstü
siyah ve üstü beyaz allı siyah dört giyim çeşidi olan cicili bicili bahriydi elbiseleri içinde uçuyorum.
Mektebe gitmek için hazırlanırken, endam aynaları diyor ki bana:
— Kıvrık saçları.vuvarlak kolalı yaka, al- tmd^siyah kıravat ve çipalı parlak düğmeler ne de yakışıyor sana!.. Hele sokağa çık da gör, bütün genç kızların gözü sende ka-
laC3k! YANDAN ÇARKLI BİR VAPURLA...
"Neveser- Yeni Eser” yaftalı, eskilerin eskisi, müzelik, yandan çarklı bir vapurla Heybeliada’ya yanaştık.
Mektep, bizi teslim alacaktır. Mektebin demir parmaklıkla sınırlı, büyük talim meydanına yol veren ve önünde nöbetçiler bekleyen “ Lumbar Ağzı” isimli cephe kapısindan içeriye girdik. O gün, belli saatte, yoklamamız ve giriş törenimiz yapılacaktır.
Bizi ayaklarımızın önünde çantalarımız, sıraya dizdiler ve ilk nutku geçtiler:
Bugünden başlayarak artık askersiniz! Çocukluk ve başıboşluğa paydos! Ben sınıf zabitiniz olarak size, 1 haftalık mühlet veriyorum. Bu bir hafta içinde askerlik disiplinine uyacak ve ondan sonra yanlış göz kırpmamacasmaemirlere bağlanacaksınız. Bu bir haftalık kabahatleriniz affedilebilir, fakal sonrakiler cezasını görür. Açın çantalarınızı. getirdikleriniz listeye uygun mu, görelim ve peşinden yatakhanenizi, leneffüshaneniz ve dershanenizi gösierelim.
Hepsi “ hane” ekiyle mühürlü, yemekhane. cimnastikhane, kayıkhane, çamaşırhane, hastane, gusülhane pavyonlarını tek tek dolaştık ve ilk acemilik gününün gecesi, yeni pijamalarımızı giyerek yalaklarımıza uzandık.
Başka sınıflarla temas yasak...Her yemekten sonra diş fırçalamak mec
buri...Gece veya gündüz, hangi saalte yangın
borusu çalacak olursa, nc vaziyet ve kılıkta bulunursa bulunsun, herkes koşarak tabur mevkiindeki yerini almakla mükellef...
*Yatakta düşünüyorum:— Benden bir yıl önce bu mektebe giren
ve beni kılığının cazibesiyle aynı yere çeken yeğenim Tarık ve adada âşıkken dinlediğim boru sesleri yüzünden girdiğim bu hanede, hane hane, tek iek hane olarak gurbethane- de halim ne olacak?..
Mektep bende bir günlük iç görünüşüyle
dış cazibesini paslandırıyor, içle dış arasındaki hazin mesafeyi açmaya başlıyor ve bulunan şeye karşı ebedî inkisara karşı ilk misali veriyordu.
Ah şu benim zıt kutuplar arası en keskin ve mübalâğalı grafikler çizen yaratılışım!..
Verilen bir haftalık müddet içinde (melankoli) duygularımı kaybettim, hatta neşe ve şımarıklığa geçtim.
Bize gösterilen ilk talim dersinde, bir nevi dans sekmesini andıran ayak değiştirme şekli anlatılırken gülmekten kendimi alamadım. Bunu gören 20-30 metre ilerideki zabit, beni yanına çağırdı. Ona giderken seke seke, ayak değişıire değiştire yol aldım ve önünde haşmetli bir selâm çaktım.
Zabit, okşama denilebilecek yumuşak bir tokat aşketti yanağıma ve:
— Terbiyesizlik istemem, dedi; dön şimdi sekmeden yerine!..
Sınıfın (I) numaralı haşarısı olmaya doğru gidiyordum.
YEMEKHANEYemekhane bir âlem... (Komik) ve (dra
matik) melekelerimin pişmeye başladığı bu mektepte yemekhane, içinde yüzülen tezatlar ve gülünç özentilerin en çarpıcı meşheri...
Oraya tabur nizamiyle girilir. Sınıflar, her biri 10’ar kişilik masalara geçer, beyaz servis ceketli asker garsonlar ellerinde kocaman servis tabakları, İngiliz yemek dağıtma usulüyle sol yanlardan tabağı uzatarak dağılma işini b itirir. Ve bütün masalar servisin sona ermesini bekler.
Orta boşluktaki tek kişilik masasında yemeğini almış, beklemekte bulunan zabit, ilk iş, önündeki çanı çalar ve yüksek sesle besmele çeker. Herkes sesler kısık, besmeleyi tekrar eder ve yemek başlar.
Ortada (jakomi) İsimli, patlıcan burunlu, muşmula suratlı, çökük ağızlı, resmî-sivi! kılıklı bir ihtiyar dolaşmaktadır. O, gûya hem metrdotel, hem de talebeye muallimlik vazifesinde bir İtalyan... Onu bu vazifeye getiren, ceket kollarında kaç sırmalı şerit taşıdığını hatırlayamadığım, Avrupa terbiye ve kültürünün deli divanesi, mektep müdürü olmalı...
(Jakomi) ihtiyarlığına rağmen cin mi cin!.. Bıçak,tabak sesi çıkaranlara, bıçak sağ ve çatal sol elde yemek yenirken çatalı sağ ele aktaranlara, su içerken başta ve sonda ağzını silmeyenlere, ağzı dolu konuşanlara, dudak kenarlarını yağlı bırakanlara, sümkürmek için masa altına kaçanlara, geğiren ve sert sert öksürenlere ayıplarını ihtar eder, garsonların da en küçük yanlışına müsamaha göstermez.
Bir de piyano ve en âdi soyundan bir yemek müziği...
Yemek biter, çıngırak çalınır, herkes susar.
Ve nöbetçi zabitin sesi:— Elhamdülillâh...
Yarın: Bahriye M ektebi nde
© Yanda Kakm Emler (D,11 OCAK 1984
Sunan: İltıami SOYSAL
İngiliz edep ve muaşeretölçüleri içinde yetiştiriliyor, olgun bir kültür sahibi olmaya davet ediliyorduk
K a f a K â ğ ı t »Necip FozflKısûkurcK
Mektebindehayat
Cuma geceleri cimnastikhanedefilm de gösferilir.O gün başımızdaki ” cemaliYe"leri havaya atar ve sevincimizden zıplarız. Bazı şehevî sahnelerde talebenin kaskatı bir dikkat kesildiği karanlıkta bile görülür
B U Batı delisi Müdür Şevket Bey, ömür adam ve ender bir tip... Uzun, kavak ağacı boylu, daima baş-
' tan aşağı kolalanmış beyaz elbiseler içinde, takma dişleri de kolalı hissini verecek kadar
'< beyaz ve hep görünürde... Konuşurken yay- * van ağızlı ve kısık sesli... Askerden başka her t şey... Veremden İsviçre’de tedavi görmüş ve
o yüzden mesleğine yabancı kalmış, hayli yaş- ' lı, tohumluk bir salon zabiti karalaması...* Bazı Kasımpaşa kanlarının edasıyla, elleri be- l ünde, çarpık tavırla ve onlann üslûbuna uy- ' gun konuşur, bazen de yakası açılmadık
sıfatlar ve teşbihler kullanmaktan geri kal- ' maz. İncelik gayreti içinde kabalığın ta ken- ) dişi...
İttihatçılar bu adamı Bahriye Mektebi’ - ne müdür seçmekle, hasta, hayal ve mecnun
f , ptopyalanna, en yerinde hizmeti yapmışlar- V al r . Zira, bu ütopyanın baş maddelerinden V biri olan bahriye zabiti tipini yetiştirecekler... V Harp Almanlar tarafından kazanılınca, Fıan- ^ « z donanması bize verilecek... İşte bütün me-
v sele bu donanmaya göre, hem şahsî zerafet, 1 hem de meslekî maharette üstün bir kadro
- meydana getirmek... Bunun için, dışarıda i herkes mısır koçanı ve saman ekmeği yerken, ı biz 3 4 kap yemek atıştırıyor, İngiliz edep ;ive muaşeret ölçüleri içinde yetiştiriliyor ve hocalarımız tarafından da en olgun bir kültür
sahibi olmaya davet ediliyorduk.— İleride kraliçe ve prenseslerin ellerini
öpecek, her bakımdan teçhizatlı, yepyeni bir nesil... İlk numunesi siz olacaksınız! Unutmayın!
Müdür Şevket Bey, elleriyle boş böğrüne basarak hep bu laflan eder ve sınıf zabitlerinde küçük bir ihmal veya Şarklılık edası gördü mü, onlan fena halde haşlardı.
— Olmaz efendim, olmaz! Haminnelik yok! Sümüklü Raziye tavnna veda!.. Çeşmeden takunyalı ayaklarla su taşır gibi değil, aşk ve şevk içinde, vazifeye kendimizi vererek çalışmalıyız! Nedir o sigara izmaritleri helalarda?.. İçenleri yakalamanız, ısrar edenleri, kayıtlan silinmek üzere rapor etmeniz gerekmez mi?
Bir zabite, ik i sıra talebe karşısında:— Pantolonunuz neye ütüsüz, boyunba-
ğınız niçin sarkık?İhtarında bulanacak ve onun otoritesini
alenen kıracak kadar gerçek incelikten mahrum...
Bazen de bahçeye çıkar, arkasında bir gramafon taşıyan nefere, onu yere bırakmasını emreder, bahçede gezinenleri yanma çağırır, etrafında halkalar ve onlara bir opera plağı dinletirdi. Arka sırada bulunanlara sivrisinek vızıltısı gibi gelen bu zamansız, mekansız, icapsız müzik, talebelere gayet tuhaf
görünürdü.Arada bir mektebe getirtilen “ Deli İhsan”
kumandasındaki meşhur bahriye bandosu da şefinin cinnet getirdiği hissini veren zıplamaları, sıçramaları, kıvranmaları yüzünden ayn tuhaflıkta...
Müdür Bey, en öndeki koltuğunda, Deli İhsan Bey’ in hislenmesinden parmaklarını öperek kumanda ettiği (Travyata)mn (aryacını dinlemektedir.
NET BİR RÖNTGEN CAMIMustafa Reşit Paşa’dan başlayarak, Â li
Fuad, Mithat Paşa’ lar koluyla gelen ve bu
gelişteki sahteliği sezmiş tek padişah Abdül- hamîd’e karşı İttihat ve Terakki paşaları elinde inkıraz şartlarını tamamlayan Yahudi imzalı inkılâp hareketi, o zamanın Bahriye Mektebi’ nde, son derece net bir röntgen camı...
Ve ben, 12— 16 yaşım arası, bu geliş ve gidişteki (komik) ve (dramatik) unsurlan, henüz köklü bir tahlil ve terkibe vardıramaksı- zın hissetmekteyim...
(İdeoloji) ve sâf fik ir adına, niyet kuşlarının çektiği puslacıklar çapında ve hepsi mu- hasebesiz ve muhakemesiz, sığ ve sefil tekerlemeler..,
Hülâsa:Doğru, iy i, yeni ve güzel ne varsa Batı’ -
da ; yanlış,kötü,köhne ve çirkin ne varsa da Doğu’da...
Ve bu ara mizan üssüne ve nirengi noktasına göre her sahada bataklık ve bu bataklıklarda çırpman bir millet ve devlet...
Köke inememenin ve kurumuş yapraklar üzerinde kalıp kök feyzinden yoksun kalmanın neticesi bu hayret tablosu da, küçük bir el aynasından küçük bir akis halinde, kendisini o zamanki Bahriye Mektebi’ nde göstermekte...
Bağlan kemiklere kadar geçmiş olduğu için atılması zor bir yük olan İslâm, bu vasatta misafirliği uzun sürmüş bir yabancı muamelesine uğratılmakta, henüz resmen kovulmamış olsa da bodrum veya tavan arasında muhafaza edilmekte...
★Mektebin camiine, o da resmî bir zorun
luluk ifadesiyle değil, devam edegelmiş teamül halinde, ancak cuma günleri gidilir. Zabitler ve hocalardan namaza rağbet gösterenler pek yoktur.
Bir zorâkilik ve iğretilik ki, demeyin gitsin.★
Bazı günler, umumiyetle cuma geceleri, cimnastikhanede film de gösterilir. O gün başımızdaki “ Cemaliye’Teri havaya atar ve sevincimizden zıplarız. O devir artistlerinden (romantik) edalı (Pinamenikelli) ve komiklerden de züppe (Maks Linder) en tuttukla- nmızdandır. Bazı şehevî sahnelerde talebenin kaskatı dikkat kesildiği karanlıkta bile görülür.
Sık sık kopan bu filmlerde böyle bir sahne gösterilirken kopuntu olsa ve ışıklar yansa, görülecektir ki, çehreler, duvağı düşmüş bir gelin yüzü kadar mahçup...
★Namzet sınıfını hoplaya zıplaya bitirdim
Yazdıkları ve söyledikleri yüzünden ömrü boyunca defalarca hapsedilen, yargılanan, dergisi, gazetesi kapatılan Necip Fazıl Kısakürek, cezaevini bir tür ikinci evi sayardı. Yukarıda, Necip Fazıl'ı 1959’da bir mahkûmiyetini çekmek üzere cezaevine girmek üzereyken görüyorsunuz.
ve birinci harp sımfina geçtim.Tek derdim, üç ayda b ir verilen b ir haf
talık tatil iznini iple çekmek... Evet, ta tilimiz üç ayda bir ve tam bir hafta... Yaz tatili de cabası...
Üç ayda bir kavuştuğum konakta bir hafta kalıp mektebe dönmek, bana çok ağır geliyor. Ada vapurunun alt kamarasına çekilip, gizli gizli ağlıyorum.
Mektepte bizi sıraya dizip, içki içip içmediğimizi anlamak için kokiuyorlar, daha binbir muayeneden geçiriyorlar.
Ve haydi teneffüshaneye!..
SİGARAYA BAŞLADIMSigaraya 13 yaşında. Bahriye Mektebi'n-
de başladım. Bulunmasının en zor ve cezasının en ağır olduğu yerde...
Kapıda binbir gözcü, helâ avlusunda içiyoruz. Bazı sigara bulamayanlar, içenlerin koyuverdiği dumanlan yutarak avunmaya bakıyorlar. Müdür Bey’in sert tenbihlerine rağmen zabitlerden bu işe pek aldıran yok... Lâkin, en ziyade geceleri nöbetçi bir Kürt hademe var ki, peşimizi bırakmıyor ve bizi idareye haber vermekle korkutuyor.
— Şuna bir oyun edelim!Dedik ve uzun seneler Bahriye Mektebi’n
de destanlaşan meşhur “ cin oyunu” nu oynadık.
Tatbikat aynen plana uydu. Herif, en önde ben, sahte cinleri görünce donup kaldı ve oturduğu şuadan ileriye doğru kaymaya başladı.
Tam o anda beklenmedik bir hâdise. A rkamdaki cinler yatakhaneye doğru kaçmaya başlamaz mı? Nöbetçi zabiti, elinde palaskası merdiven başında...
Enselendik ve muziplik olsun diye girdiğimiz dolapta, ertesi gün cezab olarak bir saat bekletildik. Fakat mesele bu kadarıyla kapanmadı. Bizden sonraki sınıfların küçük yaştaki talebeleri arasında cin hikâyesine inananlar oldu. Bunlar, gece yataklarından çıkamaz ve donlarına kaçırır oldular. Bir hikâyedir sürdü.
Bizi ve daha küçük sınıfları toplanmaya çağırdılar.
Kumandan:— 1054 Necip Fazıl, üç adım fleri, marş!..Yüzümü talebelere çevirttiler:— Şu gördüğünüz haylaz, gece nöbetçi
sini korkutmak için bir cin hikâyesi uydurmuştur. Bu işin adı faslı yoktur. İşte kendisini cin, cin diye satan haylaz karşınızda!.. Onu en büyük ceza olarak teşhir ediyorum!.. Siz de rahatınıza bakın ve geceleri korkunuzu gidermekte kuşkuya düşmeyin!
DİSİPLİNCİ ALMANRejisör benim!Karşılıklı ik i büyük yatakhane arası bir
hol vardır ve bu holde üç kapılı bir dolap... Bu dolaba bir adam zor sığabilir, yükseklik olarak da başı tavana değmezse ne devlet!.. Kapılarında birer nefes deliği bulunan bu dolap (kodes) adlı (sembolü:) ve (fantezik) hapishane... Küçük kabahatlerin suçluları 15 dakikadan 1—2 saate kadar buraya tıkılır, önüne bir süngülü nöbetçi d ikilir, saati gelince koyuverilir ve nöbet deflerine kaydı ge- çüir.
İşte benim tiryaki arkadaşlara teklifim:
— Bu adamın nöbetçi olduğu gece, üzerimize bornozlarımızı geçirerek ve kukuletalarını çenemize kadar indirerek dolaba girelim... Onu bir bahaneyle karşı yatakhaneye çağırtır ve hemen dolaba dalarız. Adam dolabın yanındaki sıra üzerinde etrafı kollamaya başlayınca, biriniz dolaptan esrarlı tavırlar ve mırıltılarla öbürlerini davet eder: “ Yeşil cin, çık, mavi cin, çık !" Çıkarlar ve davetçinin arkasında, yine esrarlı hareketler ve mırıltılar, nöbetçiye doğru yürürler... Bu vaziyette nöbetçinin korkması ve büzülüp kalması lâzım... O zaman öndeki davetçi cin tarafından adama ihtar: "Talebeleri rahat bırak, sigara içmelerine engel olma! Yoksa seni çarparız!”
Bir arkadaş:— Ya adama vız gelir de üzerimize sal
dırırsa?..— Kukuletalarımızı kaldırır, kendimizi
gösterir, “ Şaka ettik, kusura bakma!” der, oyalarız.
Mektebe, ders ve disiplin nâzın sıfatıyla b ir Almanı getirdiler. (Herr Boltz).,.
Tez zamanda sdâhiyetini sonsuza kadar çıkarmayı beceren bu uzun boylu, 45-50 numara ayakkabılı, hareketleri sert ve keskin adam öyle bir disiplinciydi k i, rüzgârın adayı uçururcasma estiği kış gecelerinde, yangın borusu çaldırıp talebeleri toplamaya, onlara gemilik elbiselerini giydirmeye, kayıkhanede dört çifte işkampavya indirtip ada etrafında bir tur yaptırdıktan sonra yatma izni vermeye kadar gidebildi.
Buna benzer hareketleriyle meşhurdu. Meselâ teneffüshanenin temizlik muayenesinde, her taraf ptnl pırıl ışıldarken, o gider, piyanonun üst kapağını açar ve içindeki tozu parmaklayıp, arkasından gelen zabite gösterir, tozu onun yüzüne sürmediği kalırdı.
Bir gün, bir esneyene karşı, kocaman ellerini avuç içlerinden birleştirip parmaklarını açıp kapayarak, timsah ağzı şeklinde taklit hareketi yaptığını hatırlıyorum.
★Bir defasında, benim sıramın yanıbaşın-
da sımfa b ir şeyler anlatırken, eğildim, tebeşirle muhteşem ayağının boyunu çizmeye kalkıştım. Gördü ve beni kulağımdan tutup ayağa kaldırdı sınıfın b ir köşesinde tek ayak üzerinde bekletti.
-Y A R IN :Babam, annem i boşadı
12 OCAK 1984
Yanda Kalan Eserler d)Kafa Kâğıdı
Sunarı: ilham i SOYSAL
Babam bana dedi ki: "Erkeğine w , t/ „ „ u'ırob- bunca mahkumluk gösteren bir N € C İp F W K lS u K U ic H kadında cazibe diye bir şey kalmaz"
OI» N G ILİZ terbiyesinden Alman eği
timine geçmiştik. Türk’ü arayan ve soran yoktu.
.Amerikan terbiyesine ise henüz vakit vardı.
*Barışmaz unsurların (kokteyl) vâri çalkan
tısı içinde, kraliçelerin ellerini öpecek kıratta bahriye zabiti yetiştirmek hayali daima yerinde...
Dans ve muaşeret edebi dersleri, tatlısu freng’ i hocalar elinde ve ön planda...
En iyi (vals) yapan benim ve daima (kavalye) mevkiindeyim. .. (Dam) rolünü oynayan yine benim gibi bir talebe... Erkek erkeğe dans... Ne komik değil mi?
Siz ağlatıcı komikliğin derecesine bakın ki İsveç veliahtı İstanbul’u ziyarete geldiği zaman. onu Bahriye Mektebi’ne de davet ettiler. Bu. boz renkli ceketinin göğsü nişanlarla dolu ve şapkası sorguçtu prense müthiş bir Avrupalılık vesikası olarak erkek erkeğe dansımızı seyrettirdiler.
Jimnastikhanede. ayaküstü, heykel gibi, bizi ciddi ciddi seyreden ve sonunda beyaz eldivenli ellerini sessiz sessiz birbirine çırpıp alkışlayan prens acaba ne düşündü?
ŞEHLÂ GÖZLÜ DİLBERİstanbul'a AvusturyalI bir operet kumpan
yası geldi. Yıldızı, şehlâ gözlü meşhur dilber (M iloviçj... İttihatçılar bağlısı harp zenginlerinin, halk dilinde "bulgur palas" sahiplerinin şiltesini banknotla doldurduğu, dillere destan aşifte... Bahriye Nâzın ve yeni Bahnye Zabiti hayalcisi Cemal Paşa’nm da gözdesi...
(Müoviç)i mektebe getirdiler, ona bir konser verdirdiler. Konserden sonra, beni, elime bir buket sıkıştırıp mektebin "Hünkâr Dairesi” denilen şeref kısmına aldılar.
Paşalar, yabana amiraller, generaller dolu büyük salon... Şehlâ gözlü dilber, sırmalı üniformalar arasında...
Buketi uzatıvorum ve Almanca ezberle
Babamannemi boşadı
tilmiş olan şu laflan söylüyorum:— Lûtfunuzdan ötürü size, arkadaşlarım
adına bu buketi takdim ederim!Kadın, sıcak bir gülüşle buketi alıyor ve
öpülme biçiminde elini uzatıyor.Müdür Şevket Bey kadının arkasında...Hem eliyle tarifini yapıyor, hem de söy
lüyor:— Sakın öptükten sonra elini alnına gö
türme!..Yani alafranga, tırnak ucundan öp!..— Ben bilirim!diyorum ve artistin elini bir Viyanalı zabit
edasıyla öpüyorum.Tavnm o kadar hoşa gidiyor ki, iri kı
yım bir Alman generali beni Almanvâri bir üslûpla iki dirseğimden kavrayıp havaya kaldırıyor ve sahne kapanıyor.
★ ★ *Üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde,
babam beni, mahut Tepebaşı Tiyatrosu'nda (Miloviç)in (Çardaş Furstin) operetine götürdü. O da kadının uzaktan uzağa âşıklarından...
Opereti tek seyredişte âdeta ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu operet bana öyle işledi ki, harfi harfine hafızama nakşetti.
Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni dinlerdi.
Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır.KADINLIK SIRLARI
Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:
Dört yıl sonra, ben Erzurum'da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi 1 günlük kadar olsun konuşamadım
— Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyoruz. Göreceksin kapıyı anan açacak... Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordun İşte bu hâl, kadınlık sırrına ters... Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında cazibe diye bir şey kalmaz... Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden çekmeli...
Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuzluk ve yorgunluktan gözleri mahmur... Babam ona tek söz seylemeden odasına çekildi.
★Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı
mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu- Batı ayrımına mevzu teşkil ediyor ve fedakârlığını zillet diye gören bir telâkkiye çarpıyordu. Zira Türk cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını kaybetme yolundaydı.
Nitekim babam, kendisi 30 ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.
TVBabam, bir müddet sonra kendisine ya
zacağım mektuba:
— Ne de güzel yazın ve üslûbun varmış!cevabım verecek kadar oğlundan haber
siz...*
4 yıl sonra, ben Erzurum'da dayımın yarandayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi bir günlük kadar olsun konuşamadım.
★O, girdaplar çizen, her türlü nefs muha
sebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini bilmez bir rüzgârdı; ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip geçti.
★Bir gün endam aynası karşısında:— Ben güzelim, ben güzelim, ben soylu
yum! •diye mırıldandığına şahit olduğum ba
bam, istidadına malik bulunduğu halde olamamanın, yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği...
ZEHİRLİ HAYÂLLERBahriye Mektebi bahsini bu kadar uzatı
şım, bir dekor ve madde planına değer vermekten gelmez. Aksine yaşımın tesadüf ettiği mekânda, ruhî billûrlaşmamı, yani mekân yerine zamana b a p iç hayatımı resmetmek için...
Bahriye Mektebi, bana göre, içindeki bütün ışık cümbüşleriyle bir ayna bana beni gösteren çerçeve mahiyetinde mücellâ bir zemin... Bu bakımdan üzerinde durulmaya lâyık...
★İlk (metafizik) arayıcıhklanm orada baş
ladı. Madde öteki düşünce ve bedahatler ilerisi eşyayı kurcalama, altında ne var diye tırmıklama gayreti...
Sabit ve burgu burgu işleyici, sülük gibi yapışkan, asla kovulmaz, atılmaz, sökülmez hayaller...
★Başta ismine "vehim” dediğim, sonra
dan "Tasavvur- bahsinde “ hatar-hatarat” denildiğini öğrendiğim, ve yıldırımvâri kalbe inişini tattığım bu zehirli hayâller, ruhumda sarmaşıklar gibi öyle dolanmaya başladı ki, "yoksa deli mi oluyorum?" şüphesine düştüm.
N ec ip Fazıl, N ih a l A ts ız ile b ir duruşm ada yargıcı reddederken .
Evvelâ, kahkahalarla güldürücü mu, yoksa hüngür hüngür ağlatıcı mı. ne olduğu belirsiz bir hayret...
— Bu dünyada her mevcut bir hayret mevzuu... Fakat kimse farkında değil...
— Göz görüyor, ama nasıl görüyor? Ya kör ne görüyor ve rüyada ne yüzden görüyoruz? Kitaplardaki izah işin kabuk tarafı; öz nerede?..
— Yoksa bunlar hakikati arama vasıtası değil, onu kaçırma âleti, aldanma ve b irb irini aldatma oyunu mu?
Ve daha katar katar, nice şüphe, vesvese vehim...
Hususiyle "O ve Ben” adlı eserimde dokunduğum daire sırrı... Her şey daire içinde. bir yuvarlakta mahpus... Dünya daire, baş daire, bileklerim daire... Dümdüz bir hat bile asgarî belirtide bir genişlik göstermesi için uzatılmış, inceltilmiş bir daire olmaya muhtaç... Herşey bükülmüş, kırılmış, yassılaştırılmış, köşelendirilmiş dairelerden oluşuyor. Ya bu dairenin dışına çıkmak nasıl mümkün?..
B op luyor, fakat kimseye halimi açamı- yordum.
Bir gece, beni tutan ve boğan bu cin fikirlerden ayrılmak için yüzüme su serpmek üzere musluklara çıktığım zaman kalbime ok gibi şu telkini sapladım:
— Niçin semtine kimsenin uğramadığı muhaller peşinde koşuyorum da herkesin rahatça içinde barındığı bedahetler ve mümkünler dünyasına sığamıyorum?.. "B u hezeyan!" de ve geç!..
★Sabahleyin kalkarken lisanını unutacağı
vehmine düşen çocuk, ben, bu telkin üzerine derin bir kurtuluş nefesi almıştım.
TASAVVUFLA İLK TEMASTasavvufla ilk temasım edebiyat hocamız
İbrahim Aşki Bey'in yol göstermesiyle başlar.
İbrahim Aşki... Bundan birkaç yıl önce, belki I00 yaşlarında ve hiç ayrılmadığı Hcy- beliada'da ölen Talar asıllı bu adam, dar bir muhiıin tanıdığı ve kıymetler borsasının ismini kaydetmediği, "şöhret afettir” sırrına ermiş bir adam... Eski bahriyeli ve sonra emekli ve Bahriye Mektebi'nde muallim... İngiltere’de de tahsil görmüş, yüksek riyaziye okumuş derin irfan sahibi...
Nefesini içine çekerek ve ağzını şapırdatarak lâf eder ve edebiyatı şöyle anlatırdı:
— Fenlerden başka her mücerret ilim edebiyat çerçevesine dahildir.
★Mektepte ismim şair aşağı, şair yukarı...
Bir de "N ih a l" isimli tek nüshalık bir dergi çıkarıyorum.
Bizden iki sınıf ileride olan Nazım H ikmet de aynı şekilde tek nüsha, el yazması bir derginin başında... Bize rakip...
O zamanki kafasiyle:"Ben de müridinim işte Mevlâna!”gibilerden şiirler yazıyor."Beni Stalin yarattı!" diyeceği pnlere he
nüz 30-35 yıl uzaktadır.★
Aruz vezniyle işe başlamış ve "Edebiyat-ı
Cedide" tesirinden daha çıkamamış bulunuyorum:
Bir refrefe-i bâl-i hubut gibi perran(Bir güvercin kanadının çırpınışı gibi
uçan)★
Zabitlerin bile “ şa ir!" diye çağırdıkları ben, teneffüshanede birkaç arkadaşı toplayıp aruz talimleri yaptırıyorum:
— Ne dedin? (Failüıı)— Ne var ne yok? (Mefailıin)— Yârim benim bahriyeli... (Müstefidin,
müstefidin)★
Derken sade Türkçe’ye, halk diline dönüyor ve ona en uygun kalıp olarak hece veznini seçiyorum.
Hâsılı, bir şey yapmak, şekli ve ruhiyle bir oluşa yerleşmek istiyor, fakat onun ne özünü, ne kabuğunu bulabiliyorum.
★Ben bu çırpınış halindeyken, bazı ders va
zifelerimden, geçirdiğim ilk oluş ve berzah acılarımı sezinleyen hocam İbrahim Aşki Bey bana sınıfta şöyle hiıap etti:
— Sana gel diyorum, dön ayağını diremiş gelmem diyorsun!..
Ve ağzını şapırdatarak ilâve etti:— Kendi atladığın yerden memnunsun,
ama asıl cevherli otu bulmaktan âcizsin!★
Kendisine o zaman çıkan “ Erenlerin Bağından" müellifi Yakup Kadri hakkındane düşündüğünü sorduğum zaman da şöyle demişti:
— Bağına girmiş ama üzümünü yiyemc- miş...
İşte bu İbrahim Aşki Bey, bana evinden iki kitap getirdi: “ Semeratü’ l-Fuad" ve "D ivan ı Nakşî"... Gönü! ürünleri mânasına gelen "Scmeratü’ l-Fuad", San Abdullah Efendi namında birinin iptidai sayılabilir eseri, tasavvufu anlatıyor ve bazı veli menkıbelerini hikâye ediyor. El yazması öbür kitap da, her halde fazla bulunmayan bir eser olarak, Nakşî zevk ve hikmetlerini manzume - lendirmiş...
İlk kitap bende, (kaleodoskop) içinde apayrı ve kanunları bu dünyaya bir âlem seyretmenin vecdini yaşatan bir tesir bıraktı. Henüz meselelerin meselesi tasavvuf hakkında bir mizan bilgisine sahip değildim ve gözleri kapalı hayranlık çığırındaydım.
İkinci kitaptan da bir şey anlayamadım.Geceleri erken saatte uzandığımız yatak
ta, yatsı ezanı okunurken elimle başımı örtüyor ve dua ediyorum:
— Allahım, bana yolumu göster!
-Y A R IN :.Sual, sepet,
ih ta r, kodes..
13 OCAK 1984
O■ i NGİLİZCESİNDEN (Oskar Vayld)’i,I hatta (Şekspir)’i, (Lord Baynn)’t,Jl okuyorum. Amerikan mektebinden al
dığım sermayeden ötürü İngilizcem kuvvetli... Gittikçe de kuvvetleniyor.
(Madam Bekir) diye b ir İngilizce muallimim var.. (Rey) adında ölmüş bir bahriyelinin dul karısı... Topal, zaif, kara kuru, sesi ancak işitilebilir. Sarkık bir iplik gibi püf desen havalanacak derecede mukavemetsiz bir yapı... Hiçbir hayatiyeti, varlık nümayişi yok... Sanki b ir çığ altında kalmış da son dakikada kurtarılmış... Öylesine donuk, bitik, ezik, ürkek... Sınıfa girerken ayağa kalkan talebeden ödü patlar gibidir.
Arkadaşlar bana sordu:— Şu kadını sınıfta bayıltabilir misin?— Çok kolay... Siz dediğimi yapın, ye
ter!..Kadın sınıfa girdi. Ben ‘ ‘bak!.." diye çok
yüksek sesle kumandayı bastım. Bütün sınıf beton döşemeyi çökertecek bir şiddet ve “ rap!” sedasiyle ayakta...
Kadın iki adım atamadan düşüp bayıldı. Birkaç arkadaş onu koltuk altlarından ve ayaklarından kavradık, ve doğru (revir)e...
Sual, sepet, ihtar, kodes...
★ ♦ ★Türk muharrirlerinden hiçbiri beni sar
mıyor.Romanımız Batı'ya nisbetle “ Darülace-
ze"lik , şiirimiz ise, Ziya Gökalp dürtüsüyle sade dile dümen tutmuş olsa da muhtevasız bir posa...
Ortada, genç nesil olarak, ilk Ziya Gökalp devşirmeleri Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz’den başkası yok...
Ahmet Haşim ve Yahya Kemal muallâkta birer kandil, Tevfik Fikret ukalâ bir avukat, AbdüJhak Hâmid dahi rolünde zoraki bir haşmet...
Bütün bunlan, o zamandan düşünebiliyor veya hissediyorum.
Namık Kemal — kİ, bütün bir devrin siyasî dayanağı— kuru bir tebliğci, vatan, millet davulcusu.
Nerede Fuzutî’den Şeyh Galip'e kadar gelen dümdüz saf şiir hattı, nerede bu kılçık parçalan?..
Fikirde de tam bir harem ağalığı...İleride sahte kahramanlann baş örnek
lerinden biri olarak göreceğim ve göstereceğim Ziya Gökalp, bu milleti bir oymak olarak tesüm alıp Cihan İmparatorluğu’na götürmüş
Yanda Kalan Eserler (i)Kafa Kâğıdı
unan: ilham i SOYSAL
____________________________ (Madam Bekir) diye bir İngilizce muallimim var. Arka-V ıc n ls u rp k daşlar bana s o r d u : S u kadını sınıfta bayıltabilir mi-N eC lp rüZM A sjn?„ Kat)m jkj aC||m atama(jan tıaydcj,
Sual, sepet, ihtar, kodesSınıfta Yahya Kemal’e: — İşittiğimize göre intihara te şebbüs etmişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim, dedim. "Sllk-i celil-i Askerî" ile uyuşmaz hareketimden dolayı beni rapor etti.
eksiksiz bir ideolocyanm ters-yüz edicisi ve İslâm’ın Türkçülükle değiştiricisi olmaktan öteye, bir tefekkür asliyet ve şahsiyetine malik değil...
Duyuyorum ama lisanını getiremiyorum o zaman...
• ASKERLİKTEN KORUNMAK İSTEYENLER
Bahriye Mektebi askerlikten korunmak istenen bazı isim sahiplerine sığmak oldu. Türk Ocakları güdücüsü Hamdullah Suphi, Yahya Kemal, Aksekili Hamdi bunlar arasında...
Hamdullah Suphi... Kumral bıyıkları sıcak maşayla içine kıvnk hale getirilmiş, dalga dalga kır saçları orta yerinde ayrılı, aynı dalgalara denk bir (lâterna) âhengiyle konuşan ve hiçbir değişik ruh haleti belirtmeyen bu meşhur hatip, rivayete bakarsanız Rum asıllıdır, muktedî bir aileden gelmektedir, fakat kim Türk, kim değil, fetva vermek ma- kamındadır.
Süleyman Nazif ne güzel söylemiş:— Ci, cü cu gibi meslek edatlarının aslî
maddeyle hiçbir zat alâkalısı olamaz! Mese
lâ. ipekçi ipek, ütücü ütü, mumcu mum olmak demek değildir.
Bu hikmeti:— M illiyet şuur işi değil, çok defa sahi
binin farkında olmadığı, sadece yaşadığı bir H A L ’dir.
Diyen (Bergson) felsefesi de doğrular.Halbuki, din öyle değil... Onu şuhlaştı
racak, bayrağım açacak ve öyle yaşayacak siniz!..
Tepesine civciv yazan tavuskuşu, renk renk ve pırıl pırıl hakikatini karartmış olur. Bu dava da gide gide cevherle posa arasındaki farka çalar ve orada kalır. Ferdî ve kav- mî olanla beşerî vc umumî olan arasındaki fark, dağ ve uçurum nispetine denk...
İşte Türkçülük davası kahramanlarından, tek telli saz hanendesi Hamdullah Suphi’yi Bahriye Mektebi’ne, İttihat ve Terakki ütopyasına hizmet etsin ve bir nevi ruh hamur- kârlığı işini yapsın diye muallim ve konferansçı olarak böylece mal ettiler.
• YAHYA KEMAL’İN HİKÂYESİYahya Kemal'in Bahriye Mektebi’ndeki
hikâyesi "B ab ıâ li" adlı kitabımda yazılı...
Tekrara olmadan, yalnız birkaç çizgi içinde yeni b ir belirtiş:
Tarih muallimi... Tarihi, şapır şupur, bir istekle yenilen yemek gibi —zaten midesine pek düşkündü— ağzının iki yanından salyalar akıtıcı bir lezzet edası içinde, ballandıra ballandıra anlatır. Fakat hiçbir seyir ve zaman ölçüsü takip etmez, her derste hangi bahis üzerinde kalındığım sorar ve o bahsi başından alıp aynı noktaya getirir vc bırakır.
Ondan sonraki derste aynı sual:— Nerede kalmıştık?..— Fatih ayağım özengiye atarken boru
çalmıştı.— Ha evet, devam edelim!..Fakat, Fatih beyaz atma binemcyecek,
ayağını tam özengiye atıp sıçrayacağı sırada boru çalacak ve Yahya Kemal, fesinin üstüne heybetli bir selâm kondurarak girdiği dershaneden kaçak bir selâmla fırlayıp gidecektir.
★ ★ ★O, derslerini bitirince mektebin kayıkhane
kısmında bekleyen iki çifte futaya atlar vc karşıya Büyükada’ya geçer.
Nâzım Hikmet’ in annesi Büyükada’da oturuyor ve halkın kemiksiz dili bu ya, Yahya Kemal ona sevdalı...
★ ★ ★Birkaç derse gelmedi.Mektepte bir uğultu:— İntihara kalkışmış!..Bekledik. Geldi. Beli benzi uçuk...Plan gereği ben ayağa kalktım.— Ne istiyorsunuz?— Müsaade ederseniz bir dilekte bulu
nacağım! .— Neymiş o dilek?— Teessür beyanı...— Ne leesürü efendi ?..— İşittiğimize göre, intihara teşebbüs et
mişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim.Masasına çöktü, önüne kâğıt - kalem al
dı ve "Ş ilk-i Celil-i Askerî" ile uyuşmaz hareketimden dolayı beni rapor etti.
— İsminiz?— Necip Fazıl...— Numeronuz kaj?(Numaraya numero der ve bazı kelime
lerde “ ç " harfini " j” diye söylerdi).— 1054...— Kaj?— 1054...O gün, Fatih Sultan Mehmed’ in ata bin
mesine lüzum kalmadı. Hamdullah Suphi'nin anlatışıyla Türk şiirini en ince titiz nakışlarla gergefleyen şair sınıftan çıkıp gitti. ★ ★ ★
Sonradan dostu olduğum ve her mısra vekelilnemc dikkat eder olduğunu gördüğûmYah- ya Kemal, muhakkak ki, eşyanın dış yüzüne müstesna bir zevk vc (estetik) gözlüğüyle bakmış, fakat ileriye geçememiş bütün küçüklükler ve aşağılıklardan arınmış, fakal büyük "ulvî” ye yükselememiş, has ekmek yerine pasta kreması yoğurmuş ve ondan ibaret kalmış, kütük ve nakşı birbirine mezcedememış, çileli lecritten yoksun, sadece (plastik) bir idrak...
Bahriye Mektebi’.ni bırakıp edebiyat fakültesi felsefe bölümüne yazılacak olan Necip Fazıl, buradan da Fransa’ya gönderilecek. Ancak yakalandığı kumar oynama hastalığı yüzünden bir yılı bile tamamlayamadan Türkiye'ye dönecek, bankacılık, gazetecilik yapacak. Edebiyatta da kendisinden başkasını beğenmeyecektir.
O, şahsiyle de, mâverâ kurcalayıcısı bir görünüş ifadesine sahip olmak yerine, sınıfta burnunu karıştıran dalgın dâhi mevkiinde kaldı: ve Yunus Emre gibi “ zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?” sualini nefsine sormaksızın, Abdullah Lokantasında hindi dolması yemeye bayıldı.
Bunlara rağmen hakikiliğini koruyabildi.
• İSTİKBALİN BEKLEDİĞİ...
Eski Diyanet İşleri Başkam Aksekili Hamdi. verdiği bir vazifeye cevabımı sınıfta birkaç kere okumuş ve demişti ki:
— Sende istikbalin beklediği İslâm düşünce adamından ışıklar görüyorum.
★ ★ ★Dershaneler binasının denizden yana gi
riş avlusunda, bir masa üzerinde camekân içinde bir harp gemisi maketi vardır. Artık modası geçen bir zırhlı, bir (dretnot)... İsmi "Sultan Osman"... Harbe girmeden İngiltere’ye ısmarlanan, girince üstüne oturulan ve maketi bizde aslı onlarda kalan, parası I milyon altın olarak önceden ödenmiş bulunan gemi...
Avrupayla her münasebetimizde, aslı ve hakikati onlarda, maketi ve kopyası bizde kalma bahtının nc hazin simgesiydi bu maket!..
Bir iftihar madalyonu gibi yerleştirilmiş bu maketi dalgın dalgın seyrederken, onu hayalimde yüzlerce defa büyütüyor vc içinde kraliçelerin ellerini öpmek üzere yerleştirilmiş keten elbiseli zabitlerin dolaştığını görüyordum.
• HARP BİTTİHarp bitti. Mütareke...İstanbul’a Beyaz Rus akını... Gemilerin
küpeştesinden aşağıdaki sandala altın yüzüğünü iple sarkıtanların oltasına bir somun ekmek bağlanıyor ve tuttuğu balıklan yüzlerce defa haşmetli bir olla yemi alışverişinden her taraf memnun görünüyor.
★ ★ ★Üçüz paşalar kaçmış ve memleketi alev
ler içinde bıraktıktan sonra, uzaktan yangın seyirciliğine çıkmışlardır.
★ ★ ★Bahriye Mektebi öksüz, Müdür Şevket
Bey sessiz, hocalar dilsiz (Jakomi) silinmiş ve yemekten aşçının çorabı çıkmıyor, ne âlâ!..
★ ★ *Ben son sınıf talebesiyim. mektepten gı-
nâ getirmiş durumdayım ve bir kolayını bulup bahriyeden ayrıldıktan sonra üniversiteye —o zaman ismi darülfünun— girmek düşüncesindeyim.
"K olay” kendi kendisine geldi.Son sınıf imtihanlarını kazanıp mektebi
bitirmişken, tahsil müddetine I sene daha ilâve elliler.
Ben de, ilâve sınıf imtihanlarında, üzerine "B ilm iyorum !" yazarak kâğıdımı boş teslim ettim.
Kaydımı sildiler ve:— Serbestsin! dediler.
y a r in : Hayal kanatla rı kan içinde çocuk
14 OCAK 1984
e Yanda Kalan Eserler 0)Sunan: ılham i s o y s a l
"Cicianne’ ' dediğim babaannemin zıddı, bu is-i — / l/ ic n k lI f 'P K , m et ve şefkat timsali kadın... Tohumda tam
KfûnT) rO Z ll benzerlik ve ağaçta hiç benzemezlik karakteri-1 Y C v * p A --------- --------------------------- --- tablosu... Ve işte ben, bunlardan birisinin
kızıyla, öbürünün oğlundan meydana gelme...
Havai kanatlan kan içinde çocuk
J A g« 17 yaş arası, hayatım ın en f\ M n a z ik beş senesini B ah riy e
■ • * M ektebi’nde geçirdikten sonra b ir- denbire kendim i işgal altındaki İstanbul so- kakiannda buldum .
A r t* ne konak, ne ya lı, ne bir şey..Babam Kadıköy'ünde hâkim ve yeniden
evtenmış...
Ciciannem de konakta ve tek başına... Alâyiş düşkünü Zafer Hanımefendi’nin, şimdi ne b ir hizm etçisi ve bakıcısı, ne de konaktan başka mal ve m ülkü... Hepsi oğluyla arasında yenmiş yutulm uş, tüketilm iştir, f Bana baba tarafim kapalı, yalnız anne tar a t a a ç * ...
★i Kasımpaşa’da, O km eydanı’na yol veren dür tepe üzerinde, boynu bükük bir ev ... Kargan daki çeşme önünde, takunyalı, basma enta rili, uzun saçtan örgütü, ağızlarında sakız ve ellerinde su gülüm ü, ham ve toy k ız la r...
htihatçı pofa büyük davım Bekir A |a Bö- lüğü’nde tu tuklu , Tersanede b ir İn g iliz atölyesinde çatışan küçük dayım eve bakm akla m ükellef...
Um um î H arp felâketine rağmen, para, değerinden ancak 8-10 misli kaybettiği için küçük dayım ın aldığı 80 lira a y l* orta halli evim ize yetm ektedir.
D ayım , bu 80 lirayı her aybaşı ortaya döker, peşinat şu kadar, et bu kadar, ekmek şu, sebze bu, kalem kalem hesap edip zarflara yerleştirir ve bana dönerek derdi ki:
— Para kazanm aya b ak !.. Ş airlikte, ma- iriîk te iş yo ktu r!..
Ve ilâve ederdi:— Ü flediğin zaman m angalda kül bırak-
ımyorsun. Am a hangi işten ne para çıkar diye hiçbir tasan yo k !.. V ar m ı uka lâ lık , var mı kuru sıkı lâ f, hep sende...
Annem , dayılarım ın yanında sığıntıhğı- ımn ih tarı m ânasına yorduğu bu sözlerden fena hakte in c in ir, ama belli etmemeye çah- şırdı:
— Necip, şu Darülfünun m udur, nedir, o ra y ı b ir an evvel g ir de b ir iş sahibi o l!.. B e» de yanına a l!..
H albuki, işsiz kalm a mânasına olmasa da şiir kitabunda anlattığım g ib i, beni şiire teş- vj)> ¿den yine o
M akise işletmekten başka hiçbir şeye akb ermeyen, bete akıl tastayanlara çok kızan küçük dayım , aslında fevkalâde dürüst, iyi kalpli, çalışkan, borç etmekten ve iddia sahibi olm aktan tiks in ir b iriyd i, tam b ir sam im ilik ve b a h s i* numunesiydi; ama ne yapsın k i, b ç ıi böyle görüyordu.
B ir aybaşında maaşım sofraya dökerken:
— N ecip, dedi; şu 40 iira y ı a l da benim tenim e götür! Sana İngiliz kumaşlarından bir elbise d iks in ... Şu î liray ı da cebine at, bir çift iskarpin satın al!
G öz yaştanım tutam adım .Bahriyeden çıktım çıkah, annemin daralt
tığı veya genişlettiği eski-püsküler içindeydim.
Annem de benimle beraber ağ lad ı...
ŞİİR HUMMALARI
D arülfünun a yazılacağını zamanı beklerken şnr hum m aları içinde yanıyorum . Kim seyi, ne b ir gazete, ne mecmua, ne şahıs, kimseyi tanım ıyorum .
Sonu zifos çıkacağına göre dostsuz, sonu belli olmayacağina göre de dümensiz olmak ne rahat...
Akşamlan Okmeydanı’na doğru uzanıyor ve dönüşümde, ta lâk gibi açık Haliç ve İstanbul’un minareler ve kubbelerle nakışlı danteli kalıntısını seyrediyorum.
Hâlâ aruz vezninden tam silkinemediğim için “ mefailün failatün, mefailün failün’ tem- posiyle mırıldanıyorum:
D üğüm lenirken uzun yollaru fu kta acı.
Bugün de gelmedi hasretlebeklenen yolcu
7 GÜNDE VARILAN ERZURUM
Anadolu harekâtı gelişmeye başlamış ve devletteşme çığınna girmiştir. Tutukluluktan kurtulan büyük dayım Anadolu’da Erzurum Polis Müdürü...
Haydi bu defa onun yanına!..Anneannem, annem ve ben, yabana bir
kumpanyanın gemisiyle güverte yolcusu olarak Trabzon yönündeyiz. Trabzon’dan yayla arabasıyla yedi günde varılan Erzurum...
İlk konak Hamsiköy’de taş devri insanlarına göre bir han... Gece battaniyelerimizin altına sığınmış uyumaya çalışırken, dışarıdan üst üste pat pat silah sesleri... Ne oluyoruz?.. Fırlayıp alt kata iniyor ve bizim, arabacı Tevfik’e soruyorum.
— İnönü zaferi, diyor; ordumuz kazanmış... Haberi geldi. Şenlik yapıyorlar...
Arabaa Tevfik mühim adam... Hem Erzurum - Trabzon arast araba işletir, hem de civarın eşkıyasını idare eder, onlara söz geçirir, belki de yol gösterir. Güzel bir atı vardır ve arabamızın önünde gitmektedir.
Zafer ve şenlik haberini alınca annem doğruldu:
— Bir gazete alalım bari!..Hamsiköy’de gazete?.. Gülüştük.Arabaa Tevfik bazen atım bana veriyor,
kendisi sürücünün yanına zıplayıp arabayı kullanıyor, ben de at sırtında ileriye geriye gidip geliyor, neşemden uçuyorum; hayvanın sırtından inmek istemiyorum.
Bazı sarp yerlerde ve uçurum başlarında anneannem, yeşil başörtüsü sımsıkı sanlı, boyuna Şehadet getirmekte, her an ruhunu teslime davet edilmenin telâşı içinde...
“ Ckhanne" dediğim babaannemin zıddı, bu ismet ve şefkat timsali kadın... Birindeki nefsam ölüm korkusu öbüründe İlâhi haşyete istihale etmiş ikisi de, müthiş bir evham
Bizim kocalarımızdan da çoğu, hiçbir şeye benzememekte tam bir benzerlik içindeydiler
Necip Fazıl dan bir şiir
TABUTTahtadan yapılmış b ir uzun kutu; Baş tarafı geniş ayak ucu dar. Çakanlar b ilir ki, bu boş tabutu, Yarın kendileri dolduracaklar.
Her yandan küçülen b ir oda gibi, Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış. Sanki b ir taş bebek kutuda gibi, Hayalim , içinde uzanmış, kalmış.
Cılız vücuduma tam görünse de, İçim , bu dar yere sığılmaz diyor. Geride kalanlar hep dövünse de, İnsan birer birer yine giriyor.
Ölenler yeniden doğarmış; gerçek! Tabut d e p ki bu, b ir tahta kundak. Bu vebal sandığı nasıl gidecek? Çakılır çakılmaz üstüne kapak?
ve hayal gücünde, tohumda tam benzerlik ve ağaçta hiç benzemezlik karakterinin tablosu...
Ve işte ben, bunlardan birinin kızıyle, öbürünün oğlundan meydana gelme, hayal kanatlan kan içinde çocuk...
ERZURUMLU SEtİYESİErzurum’ da, kaim taş duvarlı, çift pen
cereli kale gibi bir evdeyiz. Bitişiğimizde "Cennet Pman” adında bir çeşme... Suyu kışın buz oluktan içinden geliyor.
Bahçede bir ahır ve içinde bir at... Ata ben bakıyorum ve eve pek zaif gelen hayvanı semirtmeye çalışıyor-m.
★Bir kış günü, iki tarafı kar tepecikleriyle
sınırlı daracık bir yoldan atla geçerken önümde bir kadın gördüm. Atım haşan haşan ilerliyor. Ay, kadına çarpacağım! Seslendim, duymadı. Çarptım. Kadın sendeledi, kaydı ve yere düştü.
O anda, kar tepeciğinin üstünden bir Erzurum delikanlısı atladı, dizginlere yapıştı, atı olduğu yere çaktı ve dedi:
— Ata binmeyi bilmezsin, zenne kişiye de çarparsın, utanma yok mu sende?
Ona şunank bir şehir çocuğu gurunıyle, polis müdürü dayımı kastederek cevap verdim:
— Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
Delikanlı şahane bir karşılık verdi;
Kumar oynama hastalığı yüzünden Fransa’daki eğitimi yarım kalan Necip Fazıl, Cumhuriyetin ilk yıllarında banka müfettişi olarak Batılılaşma akımlarının tüm gereklerini yerine getirmekte, frak giymekte, içkili gazinolarda kadın-erkek yılbaşı kutlamalarına katılmakta, modernden öte monden bir hayat yaşamaktadır.
— İstersen vali paşanın oğlu ol! Haydi, bas git!..
Ve atımın kanuna bir tekme indirdi.Kendi küçüklüğüm ve delikanlının büyük
lüğü karşısında eridim ve o gün, bu gün, Erzurumlu seciyesini sever oldum.
TİCARETE İLK ADIM
— Darülfünun hayalini bırak da tüccar olmaya bak!
Fikrini güden dayım, bana, küçük tahta sandıklarda istifti, lürlü meyvelerden teşkil edilmiş bir mal teslim etti. Bunlan Kars’a götürüp belli yerlere ve belli fiyatlara satacak ve bedellerini alıp dönecektim. Rolüm nakliye memurluğundan farksız. Böylece tüccar oluyor ve ticarete ilk adımımı atmış bulunuyorum. Koltuk alttanna kayış takılıp yürütülen çocuk gibi...
Geceleri raflannda mum yanan, kaplumbağalarla yarış halinde bir (dekovil) treniyle Sankaıuış ve oradan da Kars... Sarıkamış ve Kars, geniş caddeleri, binalarda duvarlara örülmüş çini sobaları ve türlü üslûp çizgileriyle tam Rus...
Tüccar namzedi ben, malın bir kısmını yolda ziyan ettim, geriye kalanın parasım aldım, onu da çar-çur ettim ve Erzurum’a, önceden hesaplı, emniyet ahına afinmiş şu kadar kâr yerine bu kadar kayıpla döndüm.
Dayım:— Yaptığın ayıp, dedi; şimdi seni bir işe
vereyim de, mal sahiplerine taksit taksit borcunu öde...
•ABabamın ölüm haberini orada aldım.Dayımı Adana Polis Müdürlüğü’ne ta
yin ettiler.Anneannem ve annemle beraber, sema
sı elle yıldız toplayacak kadar berrak, insanları da kara kışta ocak önü derecesinde sıcak yüzlü Erzurum’dan aynlıp, çile diyarım İstanbul’a döndüm.
Artık Darülfünun’a yazılabilirim.
DARÜLFÜNUNDA
Yazıldım.İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medre
sesi, Felsefe Şubesi... Şimdiki pembe ve müs- tekreh yapılı Edebiyat Fakûltcsi’nin yan çizgisi üzerinde muhteşem bir ahşap saray... Zeynep Hanım Konağı... Büıün üniversite, bütün şubeleriyle bu konağa sığdırılmış... Sol kapıdan bir kat çıktınız mı Edebiyat... Koridor üstünde orta halli bir odada Rumeli münevveri tip li, şiir meraklısı ve manzume karalayıcısı, Başkâtip Kesriyeli Sıtkı... Merdiven başında kütüphane... Orada da “ Ha- fiz-ı Kütüp” unvanım taşıyan, kütüphane memuru ve geleceğin M aarif Vekili Haşan  li Yücel...
Hocalarımızın başında, kafasına fes yerine kahverengi astragan kalpak oturtmuş Mustafa Şekip Tunç ve fesi püskülsüz giydiğinden lâkabı "Püskülsüz” , İsmail Hakkı Balıacıoğlu... Felsefe tarihi hocası Mehmed Emin, Ahlâk müderrisi de İzzet Bey...
★İnsanların bir kısmı suratlarında bir hay
van resmi taşırlar. Çoğu da silik ve şahsiyetsiz... O kadar silik ve şahsiyetsiz ki, (Oskar Vayld), ifadesiyle:
— Onu bir daha hatırlamamak için bir kere görmek yeter!..
Silikler bir tarafa, tilk i, kurt, ayı, maymun, yılan, balık, kedi, köpek, karga, baykuş suratlı nice insan...
İnsana benzeyen insan pek az...Bu satırları bana ilham eden Felsefe Ta
rihi hocası Mehmed Emin Bey’in at kafasıdır ve ileride, yüzüne bakarak kahkaha atacak olan Abdülhak Şinasi şöyle diyecektir:
— Siz arıya benziyorsunuz!Ve o, kendisinin hiçbir şeye benzemedi
ğinden veya insandan başka her şeye benzediğinden habersiz, karnını hoplata hoplata gülecektir.
Bizim hocalarımızdan da çoğu, hiçbir şeye benzememekte tam bir benzerlik içindeydiler.
Üniversite de, aradığım hoca tipinin ne maddî, ne manevî çehresini bulabilmiştim.
Yakından temasım sadece Şekip Hocayla...
Onun Zeynep Hanım Konağı’na çok yakın ahşap evine gidiyor, gece yarısına kadar
-süren sohbetlerin baş (tenor)luk işini bizzat kendim idare ediyor, konuştukça konuşuyor vb; o ve hanımının beni hayranlıkla dinlediklerine şahit oluyorum.
Yarım ve kopyacı kalmış olmasına rağmen, "alelade” üstü bir tarafı otan bu adamla aramızda bazı cazibe kıvılcımlarının gidip geldiğini görüyorum.
Darülfünun, eski Harbiye Nezareti - şimdiki Üniversite- binasına taşınmış, Zeynep Hanım Konağı ise “ Yüksek Muallim Mektebi” , yani Üniversite talebelerinin pansiyonu haline getirilmiştir. Dayıma giran gelmesin, anneme de hicran kaygısı vermesin diye, Mustafa Şekip’ in idaresine verdikleri “ Yüksek Muallim Mektebi” nde yatıyorum ve eve gitmiyorum,
★Ahmed Kutsi Tecer ve Ahmed HamdiTan-
pınar’ ı da bu mektebte tanıdım.Kutsi, mısır püskülü saçlı, uzun boylu,
dili az işler, hep gülümsemeli bir genç... Halkalı Yüksek Ziraal Mektebini bitirdikten sonra muradına erememiş olacak ki, Edebiyata girmiş...
Ahmed Hamdi, onun tersine cılız ve kuru acı suratlı, (Edgar Po) tipi bir genç ihtiyar... Lâkab da “ Kırtıpil Hamdi” ..
İkisi de benden üçer yaş büyük... Ve o zamanlar şair...
YARIN:BABIÂLİ
oE DEBİYAT âleminde, harp zamanı Zi
ya G öka lp ’ ln kurduğu “ Yeni Mecmua” ve peşinden “ Dergâh” ..,
Daha sonra şiir tarafı yalnız benim omuzlarımda Anadolu mecmuası çıkacak ve onu “ M illî Mecmua” ve en sonra “ Hayat” takip edecek...
Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’in baharına yol böyle gidiyor. Birtakım hececilerin —aralarında Nazım Hikmet de var— hep beraber çıkardıkları, yalnız şiirden ibaret def- terimsi kitapçıklar bir akis bırakmıyor; ve henüz bir sanal muhiti ve bir neşir vasıtasına kavuşamamış bulunuyorum.
Sadece Darülfünun koridorlarında, Yüksek Muallim Mektebi kütüphanesinde ve Beyazıt kahvehanelerinde tutturulmasına çalışılan kısır ve başıboş bir şiir ve fikir ik lim i...
★O zaman üniversite, şimdiki kuyruk şöyle
dursun, tutmamış bir piyes kadar müşterisiz...Bu hükmümden, “ dallan bastı kiraz” he
sabı, şimdiki pıtrak üniversitelerin verimini ve bu (damping) halini tuttuğum, bu manzarayı bir tekâmül saydığım zannı çıkanlma- sın!.. Bugünkü hal, tıpkı (enflasyon) parası gibi keyfiyet aleyhine bir kemmiyet köpürtüşüdür; (kaşeksi)den çıkılıp semirmeye başlamanın değil, şişmenin neticesidir. Yoksa o öksüz devrin talebesi ve hocası, bugünün öğrencisi ve profesöründen kat kat kaliteli...
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, nam-ı diğer Püskülsüz İsmail Hakkı, son zamanlarda demiş ki:
— Ben talebeleri arasında Necip Faztl’ m da bulunduğu bir devrin profesörüyüm. İki devrin hoca ve talebe kıyas unsurları olarak bunlar bana yetmez mi?
Beni b ir tarafa bırakın; fakat H ilm i Z iya, Mükrimin Halil, Reşat Şemsettin, Ah- med Kutsi ve Ahmed Hamdi gibilerin bulunduğu b ir nesil, kısa bir zaman sonra, eridi ve gerisi kavruk çıktı. Ayıncı çizgi 1928’deki harf devrimidir. Eski yazıyı bilenler ve bilmeyenler farkı... Baytarlık ilmindeki “ et yiyenler-ot yiyenler” sınıflandırmasına uyum...
Büyük mesele; geçelim!..★
Talebesi bunca seyrek üniversitede kızlar, parmakla gösterilecek kadar değil de pensle tutulacak derecede az... Kılıkları da bir yeldirme bozmasıyla, Beyaz Ruslardan kopya (türban) dedikleri baş sargılarından ibaret...
Onlarla düşüp kalkmaktan, onları yangın kulesine çıkarıp “ işte metropolis!” diye kendilerine İstanbul’u göstermekten hoşlanıyorum.
Uzakta, Boğaziçi’nin ağzında, Türk bahriyelilerinin, kraliçelerin ellerinden öpmek hayâlini suya düşüren düşman zırhlıları...
Ve Cumhuriyet İstiklâl Harbi bitti
Rcfet Paşa, İstanbul’a Anadolu hükümeti mümessili oİarak geldi, yer yerinden oynadı ve Paşa’yı başlar üzerinde gezdirdi.
Birkaç gün sonra Paşa Dürülfünun’da... Elinde birtakım gazete ve mecmualar:
—Bakın şu Almanca dergiye! Yakında Türkiye’de Cumhuriyet ilân edilecek diye yazıyor! Yok böyle bir şey efendiler! Kimsede böyle bir şeye niyet yok!..
★Ve Cumhuriyet...Refet Paşa’nm İstanbul’a yeni b ir nefes,
yeni bir ruh havası tavrıyla gelmesi gerekmez miydi? Böyle olmadı. Paşa, Şişli salonlarında dönmelerin düşman zabitlerine partiler verdiği ve felâkete "h ınk !” demekte olduğu günlerden sonra. Birinci Dünya Harbi'nin çürüttüğü, Beyaz ruslarm tuz-biber ektiği Türk iman ve ahlâk bozgununa seyirci, sadece maddede muzaffer şık bir general edasiylc aynı muhite yerleşti; ve böylcce, Anadolu’dan
Yarıda Kalan Eserler d)Sunan: ilham ı SOYSAL
vakit, o zamanın İstanbul gazeteleri içinde en çok satan... Hayret etmemek için, kendinizi sıkı tutun; düz makinede hepsi hepsi 10-12 bin nüs- halık baskı...
■ ı^ ^ JM k h u M I H j
B abıalı.»Yamalı bohça. Ve hâlis bir Anadolu çocuğu olan Hakkı Tarık'ta "Bâbıâiryi Anadolu çocuğu emrine vermek diye bir şuur mevcut değil
hiçbir (ideolojik) esinti gelmediğini belli etti.Eğer idare şekli (ideoloji) demekse
buyurun;Cumhuriyet...
★Kızlar, sık sık çıkmayı âdet ettikleri Yan
gın Kulesi’nden İstanbul’u seyrede dursun...
BÂBIÂLİ“ Vakit” gazetesine kapılandım.İşim “ muhbir’Mik... Bugünkü yanlış tâ
biriyle muhabirlik değil... Hoş, “ muhbir” kelimesi de yanlış ya... Haber verici yerine haber alıcı mânasına muhbir demek lâzım... Muhabirse ayrı şehirlerden gazeteyle muhabere eden...
Vakit, o zamanın İstanbul gazeteleri içinde en çok salan... Hayret etmemek için kendinizi sıkı tutun; düz makinede hepsi hepsi 10-12 bin nüshalık baskı... Sahipleri Âsim Us, Tank Us, Rasim Us adlı üç kardeş...
Baş idareci Hakkı Tank Us’tur; ve Anadolulu Gördesli tip hem ağabeyi Asım Bey’e, hem de küçüğü Rasim’e karşı baba tahakkümü rolünde... Bir taraftan da mebus... Muallimlikten gelme... Türkçe, Arapça ve Farsça lisan ve edebiyat kültürü müemmen... Batı'yı dış planda, umumî bilgi çerçevesinde tanıyan hâlis bir Şark münevveri tip i... Hesap ve mantık hastası b ir mizaç.., (Dinamik) idrak ve hamlelerde pek zaif... (Pratik) anlayış ve tedbirlerde gayet kuvvetli... Meselâ gazetenin satışını yükseltici davranışlara şüphe gözüyle bakar ve kıymet vermez de, maliyetini düşürücü okkalık iade fiyatlarına ve arayışlara değer verir. Kazanmaya değil, kaybetmemeye, doğruyu bulmaya değil, aldanmamaya gayret eder............................................. ağabeyi Asım Usona demiş:
—Tarık, duyduğuma göre iadelerimize çok iyi bir fiyat bulmuşsun, öyle mİ?
—Öyle diyelim...—Öyleyse niçin fazla basmıyoruz?Mamul bir maddenin kazanç ölçüsünü,
onun müspet satışı dururken, elde kalan artık maddesinde arayıcı böyle bir abes karşısında Hakkı Tarık acı acı sırıtır ve Asım Bey bön bön gülümserken, Us ailesinin merkez şahsiyeti Hakkı Tarık tip i ortaya çıkıyor.
Bu mizaç içinde Hakkı Tarık, ince altın çerçeveli gözlüğü, mavimtrak gözleri ve her türlü yapmacıktan uzak ağırbaşlı haliyle hürmet ve itaat telkin edici b ir efendi örneğidir ve müessesesini ocaklaştırmayı, ona hususî bir hava üflemeyi bilmiştir.
Bütün meşhurlar oradan yetişme veya geçme...
Reşat Nuri romanlarım orada tefrika eder, Deli Nizam (Nizamettin Nazif) orada.bağı- nr, haykırır ve yeni tarihî eser projelerini öne sürer. Abdülhak Hâmid hatıralarım orada yazar; hattâ meşhur........Ahmed Emin Türkiye’yi Amerikan (mandası)mandrasına sokmayı orada ileri atar.
Yamalı bohça... Ve hâlis bir Anadolu çocuğu olan Hakkı Tarık'ta, “ Bâbıâli” yi Anadolu çocuğu emrine vermek diye bir şuur mevcut değil...
ilk ş iir le rim“ Bâbıâli” kitabımda, onu, bu türlü ru
hiyat esintilerinin anafor bucağını resmetmeye
Hayatının her dönemi gibi, askerlik dönemi de olaylar ve buhranlar
içinde geçen Necip Fazıl Süvari, asteğmeni oluncaya kadar E ay
erlik, 6 ay öğrencilik ve 6 ay da yedek subaylık yapmıştır.
Fotoğraflarda Necip Fazıl'ı yedek subay öğrencisi üniformasıyla
görüyorsunuz.
çalıştım. Şimdi onun Kafa Kâğıdı’mla alâkalı bazı çizgilerini göstersem yeter.
İlk şiirlerim — 17 yaşındayım— (otoriter) çehreli ve isim yapmamış olanlara kapalı “ Yeni Mecmua” da çıkmaya başladı.
Bu bir hâdisedir; çünkü kodaman kabul edilmiş imzalann mühürlediği böyle bir dergide çocuk denilecek yaşla birinin âniden boy gösterebilmesi imkânsız...
Aracı Yakup Kadri... Onun “ İkdam" gazetesindeki yazılarını pek beğeniyor nesir ve üslûbuna bayılıyor. Onu, alışılmış pestenke
rani cümle esnafının üstünde görüyorum. Tabiî o zamanki kafamla...
★Ona gittim.Elimdeki şiir defterini masasına bıraktım
ve dedim:
—Bu defterde benim şiirlerim var... Lütfen bir göz atar ve beğenirseniz “ Yeni Mec- mua” da neşrine delâlet edersiniz!
Yakup Kadri, bu küstah tavırlı gence hummâlı gözleriyle dik dik bakıyor, defteri bırakmamı söylüyor ve pek ümit verici olmayan bir hareketle masasındaki kâğıtlara eğiliyor. Hepsi üç dakikalık karşılaşma...
Yeni Mecmua’yı elime alınca ne göreyim?.. Ağıbaşlı b ir yazının orta yerinde ve sahifenin göbeğinde bir şiir:
S E V G İL İM Sevgilime ku l oldum ,G üzelliği seçeli,V arlık ta yoksul oldum ,Benliğim den geçeli...
Vücnt ruba ağ gibi;B ir düğümlü bağ gibi;M uhabbet menba gibi;Kevserinden iç e li...
NECİP FA Z IL
★Bir müddet sonra mecmua idarehanesi
nin bulunduğu Bâbıâli duvanna bitişik ahşap bir odada Ahmed Haşim, bana;
—Çocuk, diyecektir; bu sesi nereden buldun?..
Ve fazla değerlendirmiş olmanın kaygısıyla şöyle devam edecektir;
—Sen Yakup Kadri’ye bakma! Tesiri altında olduğun için seni tutuyor!
Halbuki aldığım tesir Yakup Kadri'den değil, bana en iptidaî şekilde tasavvuf zevkini aşılayan Bahriye’deki hocam İbrahim Aşkî Bey’den...
Yakup Kadri ve İbrahim AşkTyi dâvanın kâmusunda virgül kadar küçük göreceğim.
Ahmed Haşim'in şiir, Yakup Kadri’ nin nesir, Ahmed Refik’ in tarih, Ömer Seyfettin 'in hikâye, Halide Edlb’ in roman, Namık İsmail’ in sanat ve bazı profesörlerin ilim dallarında meyvelerini sarkıttığı bir ağaçta, önceden hiçbir tırmanış gayreti göstermeksizin tecelli ediverişim birdenbire gözleri üzerime çevirtti ve bana sanat edebiyat ve fik ir mah- felleri, idarehane, kahvehane, kitaphaneleri açıldı.
YARIN:AnadoluculuK ve İstanbul
16 OCAK 1984
Kafa KâğıdıNecip Faal KısokureK
Wanda Kalan Eserler (i)unan: ılham i s o y s a l
OA NADOLU Mecmuası” ... BabIâli’
nin Divanyolu'na uzandığı üst kısmında, sol tarafla, üç katlı bina
nın küçük giriş holünde, kapıcı hücresi denecek kadar bir oda; kapısında, mecmuanın kapağından kesilip yapıştırma bir isim: Anadolu Mecmuası... Maskeli bir ihtilâ l cemiyetinin fakir kılıklı yuvası hissini veren bu odada, ihtilâlci tipine çok uzak, fakat besledikleri fikirler ihtilâl çapında birtakım saf ve masum gençler barınmaktadır.
(Döviz) çerçevesini taşıramayan temel fikirler de şunlar:
• Anadolu Anadolulartndır.• Anavatan, seyyar bir ordu - millet ha
lindeki Türk’ün zaman ve mekâna ilk intibak ve yerleşme yeri olarak Anadolu’dur.
• Türk, toprağı Anadolu’da sürmeye ve taş üstüne taş koymayı Anadolu’da yerine getirmeye başladı.
• Türk'ün ruhunu evlendirdiği iman ve ahlâk vahidi, artık sabit kalacağı ve medeniyet fışkırtacağı yeri Anadolu'da buldu.
• "Devlet-i Ebedmüddet" idealinin binek taşı Anadolu...
• "Devlet-i Ebedmüddet" idealinin fedakâr kölesi ve yılmaz serdengeçtisi Anadolulu...
• Her sıkıntıyı gidermeye, her çöküntüyü kaldırmaya, her söküntüyü bitiştirmeye, Yemen'de kavrulmaya, Galiçya'da donmaya, Balkanlar'da erimeye, Filistin’de doğranmaya, İstanbul’ da paşa kusmuklarına muhafızlık etmeye memur ve mahkûm o, hep o . . .
• O, tükenmez bir taş ocağı haline getirilmiş ve hem dışından çürütülecek, hem de içinden kendi kendisini çürütmeye bırakılarak "suyun öte tarafı"ndan gelen tesirler altında firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlere döndürülmüştür.
• Bu (kozmopolit) seyislerin gözlerini bağlayarak idare ettiği dolap beygirini (pedigri- şecere)sine lâyık şekilde kurtarmak lâzım...
• Anadolu’yu nefsine ve devletine hâkim kılmak lüzumu en aşağı 100 yıl önce başlamış olması gereken ideal çapında bir dâva...
• Bu idealin ismi de Anadoluculuk...
ANADOLUCULUKBu görüşü ruhuna destek arayan bir genç
heyecaniyle benimsedim ve şiirlerimi ustad- lar mecmasının yanı sıra onlara hibe etmeye başladım. Sonra takdir eder oldum ki, bu da bir görüştür; türlü sebeplerden ötürü hakkını alamayan bu millet haline karşı bir hınç ifadesidir ve basit teessuri sınırdan ileriye geçemez.
Hacı Bektaş'ların, Hacı Bayram'ların, Nasreddin Hoca'lann, Battal Gazilerin, Kö- roğluTann. Karacaoğlan’ ların, Dertli’ lerin, Keloğlan’ lann, Kerem ile Aslı’ lann, Ferhad ile Şirin’ lerin Anadolusu, mükemmel ve muhteşem bir (sentez) mahiyetinde n a lla n d ır ılacak olursa, meydana öyle bir duygu ve düşünce vahidi çıkar ki, ana gaye, bu vâhi- di her bakımdan kıymetlendirmek olarak abi- dekşir ve onu, sadece, ifsat ve istismar sınıflarından kurtarma basit bir coğrafya meselesi sanmak gibi bir darlık ve hasislikten uzak tutar.
Yoksa belli başlı bir ruh vahidi diye ifadelendirilen şiar ve seciyeye uygun her fen ve sınıf ayırım yapmadıkça Anadolu’dandır,
Beylerbeyi... Toprağına küskün ve büyük şehir lüpçülüklerine düşkün "çarıklı erkân-ı harp lerin gecekondu çadırlarıyla kuşattığı
Necip Fazıl Kısakürek, kırk yıla yakın süre bir yastığa baş koydukları eşi, Babanzâde’lerden Neslihan Kısakürek ile 1950 li yılların sonunda bir arada. Şair, ölümünden kısa bir süre önce
Nisan 1983 te yazdığı "Kadın” başlıklı bir beyitle şöyle diyor: “ Kadından kendisinde olmayanı isteriz;/Hasret ferinde kalır ve biz çekip g ideriz...”
K A FA KAGIDI'NIN BAŞI İLE SONU
Necip Fazri’ın bir hastahane odasında elyazısıyla yazmaya başladığı Kafa Kâğıdı adlı roman-biyografisinin ilk sayfalarından birinin fotokopisi.
Anadoluludur; ve kavmiyet çerçevesi içinden beşeri bir model neşretme vakıasıdır ki, (ideolojik) olmak kıymetine sahiptir. Bunun aksi, dâvayı âdi manasıyla (psikolojik) ve (politik) küar ve kısırlaştırır, (üçleştirir. İşin aslı Anadoluluyu önce nefsine, vücut hikmetine, sonra da cemiyet ve devletine hâkim kılmaktır ve geçer akçe Anadoluculuk budur.
O bir oluş meselesidir, öç alma işi değil... Bu oluşun içinde, Anadolu’ya ait eksiklik ve istidatsızlığın muhakemesi ve onun kendi öz nefsinden de öç almaya davet edilmesi hatta zorlanması da vardır.
★ ★ ★Ben 20 yaşımın eşiğinde, Anadolu Mec-
muası’ nın hücreciğinde Anadoluculuk cereyanının güdücüleri Mükrimin Halil, H ilm i Ziya ve (folklorcu) Halit Bayrı ile bu meseleyi incelerken, onları, taş ocağı misali sömürülen Anadolu insanının yalınız hınçta temsilcisi görüyor ve kendi öz hakikatimiz içinde asırlardır beklediğimiz büyük nefs murakabesinden mahrum bulunuyordum.
Aynı murakabesizliğin bin kere daha düşük çeşidi komünistler, “ Orak-Çekiç” ve "Aydınlık” gibi organlarda orospunun başkasını “ orospu!” diye suçlama" kabilinden, din ve millet bağlılarını:
— Yobazlar!Diye taşa tutmuş bulunuyorlar.
★ ★ ★Gazete riyakâr, dergi cansız, kitap kök
süz, okuyucu sağır...İşte Bâbıâli’nin dünkü, bugünkü ve ya
rınki hâli... Değişen (tipo) baskı yerine (ofset) baskı ve fik ir adına fuhuş albümcü- lüğü... Ve 5 bin yerine 500 bin tira j... Felâket 100 misline ulaşmıştır.
ÖRÜMCEKAĞIİlk şür kitabım “ Örümcekağı” o sıralarda
çıkar ve tenkitçisi olmayan bu memlekette, sadece fikirsiz bir el çırpmadan ibaret bir alkış toplar.
Beni (Bodler)’e benzetenler ve hece veznine ilk defa keyfiyet getirmiş sayanlar vardır.
EcelTn bitmesine izin vermediği Kafa Kâğıdı adlı biyografik romanı Necip Fazıl elyazısıyla
ancak 375. sayfaya kadar yazahjlmiştir ve
fotokopide de görüldüğü gibi bu son
sayfadaki yazı kaligrafisi ilk
sayfalardakine göre iyice bozulmuş olup
cümleler ve anlatımda dağınıklık başlamıştır.
★ ★ ★Tırnaklarını yemekten başka gıdası ve hiç
b ir (estetik) ve (poetik) şuuru bulunmayan; (espri) hastası sözde tenkitçi, Nurullah Atâ, etrafımda pervane...
Güzeli tanımak ve tadmakta bir zevk bedaheti vardır ya; onda o da yok...
Meccani meddahım olduğuna bakmayıp, Bâbıâli’ nin "Esafil-i Şark” kahvehanelerinden birinde kendisine bu hallerinden bahsettiğim bir gün çıldırmışçasına ayağa fırladı ve haykırdı:
— Bana bir tokat atmazsan namussuzsun!
— Namuslu olduğumu ispat için seni tokatlamaya lüzum görmüyorum!
Dedim ve onu büsbütün çıldırttım.* * ★
"Esafil-i Şark” kahvehane, kıraathane, pastane ve meyhanelerde toplanan ve sazını nota düşmanı bir anarşi içinde rastgele tıngırdatan esersiz, emeksiz, çilesiz ve hamle - siz, dâhi taslağı cüce kahramanların adı... Bazı fik ir ve sanat muhitlerimize yaftalık etmeye lâyık bir isim... Bulucusu da, yine aynı kadrodan, Bâbıâli meşhuru Emin A li... O askı kullanmaz, şişman göbeğinden aşağıya kayan pantolonuna cevap vermez, biçim ve dış görünüş tasası çekmez, fikre doğrusunu göstermek yerine yanlışını belirterek mukabele eder, maliyetini sıfıra yaklaştırdığı için biriktirdiği paralardan borç vermeye bayılır, fakat 10 lira vermişse 1000 liralık senet ister, bu senetleri icraya koyar ve alacağı kadarını alıp gerisini takip etmez, dostlarına “ şoför, doktor, imparator” gibi tabirlerle seslenmeyi sever, daima sırıtır ve hiçbir (tez)e yanaşmaz Bizans artığı bir tip tir ve "Esafil-i Şark"ın krallık tahtı hakkiy- le onundur.
Ne var ki, Bâbıâli meşhurlarından Sakallı Celâl, Tarık Carım, Ördek Sait, tulûatçı dram aktörü Kont Saffet gibi, artık renkleri ve mânaları uçup gitmiş bu tipleri yeni nesillere anlatmak imkânsız...
Bu tiplerin hepsi Tanzimat’ tan başlayarak yıkılan, paramparça olan ve bir türlü kıvamını bulamayan, olamayan bir cemiyetin binbir mizaç aynasında çürüklük timsallerid ir ve eğer bugün yerleri ve izleri kalmamışsa, iş, timsali de aşmış, bünyeleşmiş demektir.
★ ★ ★Beylerbeyi... Toprağına küskün ve büyük
şehir lüpçülüklerine düşkün "Çarıklı er- kân-ı harp” tcrin gecekondu çadırlarıyla kuşattığı İstanbul... aynı Moğol istilâ.... giriftar asil bir köşe...
★ * -k(NOT: Nacip Fazıl ın Kafa Kâğıdı nda yazdık
ları böylece yarıda kaldı, ölüm, bu romanı böylece noktalamış oldu).
- BİTTİ -Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği
Taha Toros Arşivi