1 ocak 1984 yanda kalan eserler (i)

16
1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler(i) Kafa Kâğıdı Sunan: ılhami soysal J-'fl . ' ' Jy'Â , s p >, * , Necip Fazıl Kısakürek EWEL ZAMAN T AM 78 yıl öncesi... İkinci Ab- dülhamid devrinin İstanbul’u... Motor hmlttsuıdan, fren gıcırtısın- dan, (klakson) dırıltısından, (egzoz) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi yok... Sokaklarda kire (tek atlı, iki te- kerlekli) veya konak arabalarının atla- rından çıkan nal sesleri... Bir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar... Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüz- ler aydınlık... 1904 yılının ilkbahar sonlan... 26 Mayıs... Sabahın alacakaranlığında ilgililer havagazı fenerlerini söndürmeye çalışır- ken —ha unuttum, İstanbul’da elektrik de yoktur ve yüksek aile konaklannda beyaz gömlekli havagazı lâmbalan yanmaktadır— Çemberiitaş tarafında bir konağın ahırından tek atlı bir (brek) ara- ba çıkartılıyor. Ona 18-19 yaşlannda bir delikanlı aibyor ve kamçısını şaklatarak atı dörtnala sürmeye başlıyor. Arkasından bakan seyis ve arabacı- ların “ deliye de bak!” gibilerden mırıl- danıp mırddanmadıklan meçhul!... Bu delikanlı, benim adı “ Deli Fa- zı)” a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sa- rıyer’deki köşkünde bulunan büyük babama bir müjde götürmektedir: — Baba, bir erkek çocuğum dünya- ya geldi! Torunun!.. İstinaf Mahkemesi reisi, Abdülhamid devri Adalet ricalinden, “ Bâlâ” rütbe- li büyük babam vekar ve ciddiyet hey- keli Mehmed Hilmi Efendi’nin zevk ve heyecanına bakın ki, haberi alır almaz. Deh' Fazd’m sürdüğü arabaya atlamakta tereddüt göstermiyor ve yine dörtnal- a, doğru torununun başına... Ah bu baş: Maraşlı Kısakürekoğul- lan’na ve son ucu Zülkadir hanedanı- na dayalı bir sülâleden gelme Mehmed Hilmi Efendi'nin torununa ait bu baş, ileride ne yükler taşıyacaktır!.. Çemberlitaş’taki konağa ait tasvir- ler, bazı eserlerimde billûrlaştırılmış ol- duğu için bahsini lüzumsuz görüyorum. Yeni bir üslûp ve yorum içinde tekrar- layacaklarım müstesna... Büyük babam, ileri yaşma rağmen konağın merdivenlerinden seke seke üçüncü kata çıkıyor, lohusa odasına da- hyor ve hâlâ orada bekleyen doktora so- BU ROMAN MİLLİYET gazetesinin yayınlamayı planladı- ğı"Varıda Kalan Esırlerdizisinin ilk örneği olan Necip Fazıl Kısakürek’in bu romanı, KAFA KÂ- ĞIDI, 1982 yılı Ağustos ayında bir hastane ko- ğuşunda yazılmaya başlanmıştır. Yazar, o sırada 78 yaşındadır. Bir Fransız ansiklopedisinin, “ Hapisleri, müddetçe, üniver- site tahsil hayatını aşar” dediği bu yazar o sı- ralar, bilmem kaçıncı kez bir 18 aylık hapis cezasına daha çarptırılmıştır. Aşırı derecede şe- ker hastasıdır, sağlığı ve sinirleri son derece bo- zuktur. Güç halle 4 ay için "infazın tehiri” kararı almış ve bu sürenin sonuna doğru da çapa üni- versitesi Hastanesi’ne kaldırılmıştır. Lavaboya bile, oğluMehmed’in koltuk des- teğiyle gidebilen, başını dinlemekten başka hiç- bir isteği olmayan bu büyük şair, tek kişilik oda bulunamadığından, iki kişilik bir hastane oda- sında yatmakta, yatak komşusunun her kıpırdanandan ve sözünden huzursuzluk duy- makta, kendini bir tür işkence içinde hissetmek- tedir. Dahası, eşi de aynı günlerde bir başka hastanede ameliyat bıçağı altında yatmaktadır. işte Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı adı- nı verdiği, kendi yaşam öyküsü olan bu romanı, sarı saman kâğıtlarına kendi el yazısıyla böyle bir ortam içinde yazmaya başlamıştır Romanın başında, "Romaıı icatçı bir hayat taklididir” diye başlayan ve genel olarak roman için neler düşündüğünü belirten dört sayfalık bir bölüm, onun ardında da, "Hâlim” adını verdi- ği, hastane koşullarını dile getiren bir başka bö- lüm vardır. Başlangıçta oldukça düzgün ve okunaklı bir el yazısıyla yazılmaya başlamış olan Kafa Kâğı- dı. 373'üncü sayfanın başında gittikçe okunması zorlaşan ve nokta noktalarla biten yarım kalmış bir paragrafla son bulmaktadır. Hastaneden evi- ne nakledilen Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983'de gü- nü hayata gözlerini yumacak, Kafa Kâğıdı yarım kalacaktır. şair bu romanında, - k i ikinci roman de- nemesidir, ilki Aynadaki Yalan 1980'de yayınlanmıştır—, anılarını ve otobiyografisini yazmaya başlamış, ancak kronolojik sıra içinde 1928 lere kadar gelebilmiştir. Necip Fazıl'ın daha önceleri yayınlanmış Cin- net Mustatill (1955), Hac 11973) ve 0 ve Ben (1974), Bâbıali (1975) adlı kitaplarında da anı- larına yer verdiği düşünülürse, bitirilememiş Kafa Kâğıdı'nin büsbütün de yarım kalmış bir oto- biyografi olmadığı söylenebilir. i.s. “ Edebiyat-ı Cedide” üretimi Şişli he- nüz teşekkül halinde bulunduğu ve Ab- dülhamid tahttan düşürüleli 3-4 senenin bile geçmediği böyle bir devirde, bu eda, piçleşmeye başlayan cemiyetin ne müt- hiş habercisi!.. Eski vali ve nazır Salim Paşa’nm kızı Zafer Hanımefendi, misallendirdiği alaf- rangalık gayreti içinde, Sultan Abdül- mecid ile başlayan çizgiyi gösterirken, Hilmi Efendi, o, İlmiyeden yetişme ve soylu bir nesepten gelme alaturkalık ör- neği, fikir ve mesele sahibi olmaksızın, kendi kendine tipini korumakta ısrarlı... Türk evine düşen tezat manzarası... İçinde doğduğum ve yaşadığım ai- leye ait bu kafa kâğıdı sırrını, çok son- ra, aralarında annemden başka kimsenin kalmadığı konak halkının eriyip gittiği hengâmede çözer gibi olmuş bulunuyo- rum. Kendisine “ babaanne!” denilmesi- ni bile ihtiyarlık İhtan gibi gören ve an- cak “ cici anne” ye razı Zafer Hanımefendi, babam yoluyla bana ge- len tesirde, anne yolundan gelenlere ek olarak büyük pay sahibi... Sinirlidir, hep içini yiyen ve dışında ılık bir mizaç ifadesini bulamayan bir- takım vehimlerle doludur. Vapura bi- nemez ve Sanyer’deki köşküne, Şahin ve Mazlum isimli iki Macar atının çek- tiği konak arabasıyla gidip gelir. Çün- kü vapura bindiği bir defasında, vapur iskeleye yanaşırken, bir simitçinin ba- şındaki tablasıyla beraber denize düşüp boğulduğunu görmüş ve artık bir daha vapura binemez olmuştur, ölümden o kadar korkar ki, yatağına boylu boyun- ca uzanamaz ve yan belinden yukarısı dik kalacak biçimde, başını 4-5 yastık üzerine dayar. Yangından da ödü patlar. Ya alt katlarda bir yangın çıkar da kendisi üstte kalırsa?.. Aklınca buna da bir çare bul- muştur. Karyolasının altında bir ip mer- diven saklı... Soba borusu gibi kalın ve şiş bacaktan ve şişko vücuduyla bu mer- divenden aşağıya inecek ve selâmete çıkacak!.. Dış planda ve resmen eve hâkim ko- casını, iç planda ve hususî şekilde kıs- kıvrak bağlamayı bilmiştir. “ Efendi!” diye hitap ettiği kocası, sofrada, fazla sıcak bulduğu bir yemek yüzünden or- talığı kasıp kavururken, o, bükük bo- yunlu. ama dilediklerine dilediği ziyafeti çeker ve konakta dilediği havayı estirir- ken de dik edalıdır. Oğlu “ Deli FazıP'm şımarıklık ve akıl hayal almaz azgınlıklarından ise bîzar ve ona hükmetmekten âciz... ★ ★ ★ Ve işte şimdi, uslansın diye 18-1Ç yaşlannda evlendirdiği ve aile seviyesi- ne bakmadan, ona 14-15 yaşlannda biı kız aldığı oğlundan bir çocuk dünyaya geliyor. O kadar küçük cüsseli ki, yaşar mı, yaşamaz mı, belli değil. YARIN: İLK YILLAR ruyor. —Nerede çocuk? — Şurada efendim, annesinin sağ yanında... Üstü örtülü... — Nasıl? — İyi... Fakat cüssesiz... Yerde kocaman bir leğen... Çelim- siz yapılı çocuk doktorun maşa sapı gi- bi parmağım boğazından geçirerek suda çalkalaması şeklinde, bu leğende yıkan- mış ve kurutularak, kundaklanarak an- nesinin yamna verilmiştir. — Çocuğun böyle zaif doğmasın- da bir tehlike var mı; doktor? —"Bilinemez... Çok dikkat ve itina ister. Büyük babam, üstümdeki tülü çekip yüzümü açıyor ve dudaklarını kıpırda- tıyor: “ — Allah, koruyucuların en hayır- lısı ve acıyıcıların en merhametlisi...” tk ★ * ÇEVREM Adım Necip, Ahmed Necip... Bü- yük babamın babasının ismi... O da, şahsiyetli oğlu büyük babamın takip ede- ceği ilmiye yolundan yetişme... Maraş Müftüsü... Şanlı bir zat... Maraş o zamanlar Halep Valilıgi’- ne bağlı bir sancak, mutasarrıflık... Halep Valisi Salim Paşa, Maraş’a geliyor ve eşraftan birine misafir olmak | usulünce Kısakürekler’inkonağına ini- yor. Orada, büyük babam, henüz bu- lûğ çağındaki Hilm i’nin zekâ ve edebine hayran kalıyor ve Necip Efendi’ye ası- lıyor: — Çocuğu bana teslim edin!.. Ya- kında İstanbul’a döneceğim. Ona öz oğ- lum gibi bakayım ve geniş bir tahsil yolu açayım... Haysiyetli bir (aristokrat) ruhu ta- şıyan Necip Efendi, bu teklife karşı hayli dileniyorsa da fayda vermiyor. Salim Paşa ısrardadır: — Çocuğu Maraş’ta körletmeyin ve istikbaline engel olmayın! Eğer memnun kalmazsanız istediğiniz an getirtebilirsi- niz. Bu teklifte kaderin bir teşvikini kok- layan Necip Efendi nihayet razı oluyor. Büyük babam, Mehmed Hilmi Efen- di İstanbul’da yüksek tahsilde ve kısa zaman sonra Salim Paşa’mn damadı... Babadan büyük annem Zafer Hanım’- ın kocası... Salim Paşa da Hariciye Müsteşarlı- ğı ve Zaptiye Nazırlığı gibi vazifelerde... Bana “ cici anne!” diye hitap ettir- dikleri Zafer Hanım, Abdülhamid dev- ri en ekâbir sosyetesinin (tipik) çehrelerinden biri ve azamete kaçan bir vekann heykeli... İkinci katta, hem harem, hem selâm- lık tarafından birer kapısı bulunan bü- yük salonun bir köşesinde, armonikli bir piyanosu vardır, bir de benim eşyayı ta- nımaya başladığım günlerdeki tespitime göre (alâgarson) kesik saçlıdır. I I

Upload: others

Post on 16-Oct-2021

7 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

1 OCAK 1984

Yanda Kalan Eserler (i)Kafa Kâğıdı

Sunan: ılh a m i s o y s a lJ - 'f l . ' ' Jy 'Â

„ , s p > , * ,

Necip Fazıl KısakürekEWEL ZAMAN

TA M 78 yıl öncesi... İk inci Ab- dülhamid devrinin İstanbul’ u... Motor hmlttsuıdan, fren gıcırtısın­

dan, (klakson) dırıltısından, (egzoz) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi yok... Sokaklarda kire (tek atlı, ik i te­kerlekli) veya konak arabalarının atla­rından çıkan nal sesleri... B ir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar...

Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüz­ler aydınlık...

1904 yılının ilkbahar sonlan... 26 Mayıs...

Sabahın alacakaranlığında ilg ililer havagazı fenerlerini söndürmeye çalışır­ken — ha unuttum, İstanbul’da elektrik de yoktur ve yüksek aile konaklannda beyaz gömlekli havagazı lâmbalan yanmaktadır— Çemberiitaş tarafında bir konağın ahırından tek atlı bir (brek) ara­ba çıkartılıyor. Ona 18-19 yaşlannda bir delikanlı aibyor ve kamçısını şaklatarak atı dörtnala sürmeye başlıyor.

Arkasından bakan seyis ve arabacı­ların “ deliye de bak!” gibilerden m ırıl­danıp mırddanmadıklan meçhul!...

Bu delikanlı, benim adı “ Deli Fa- zı)” a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sa­rıyer’deki köşkünde bulunan büyük babama bir müjde götürmektedir:

— Baba, b ir erkek çocuğum dünya­ya geldi! Torunun!..

İstinaf Mahkemesi reisi, Abdülhamid devri Adalet ricalinden, “ Bâlâ” rütbe­li büyük babam vekar ve ciddiyet hey­keli Mehmed H ilm i Efendi’ nin zevk ve heyecanına bakın k i, haberi alır almaz. Deh' Fazd’m sürdüğü arabaya atlamakta tereddüt göstermiyor ve yine dörtnal- a, doğru torununun başına...

Ah bu baş: Maraşlı Kısakürekoğul- lan ’na ve son ucu Zülkadir hanedanı­na dayalı b ir sülâleden gelme Mehmed H ilm i Efendi'nin torununa ait bu baş, ileride ne yükler taşıyacaktır!..

Çemberlitaş’ taki konağa ait tasvir­ler, bazı eserlerimde billûrlaştırılmış ol­duğu için bahsini lüzumsuz görüyorum. Yeni b ir üslûp ve yorum içinde tekrar­layacaklarım müstesna...

Büyük babam, ileri yaşma rağmen konağın merdivenlerinden seke seke üçüncü kata çıkıyor, lohusa odasına da- hyor ve hâlâ orada bekleyen doktora so-

BU ROMANMİLLİYET gazetesinin yayınlamayı planladı-

ğı"Varıda Kalan Esırlerdizisinin ilk örneği olan Necip Fazıl Kısakürek’in bu romanı, KAFA K­ĞIDI, 1982 yılı Ağustos ayında bir hastane ko­ğuşunda yazılmaya başlanmıştır.

Yazar, o sırada 78 yaşındadır. Bir Fransız ansiklopedisinin, “ Hapisleri, müddetçe, üniver­site tahsil hayatını aşar” dediği bu yazar o sı­ralar, bilmem kaçıncı kez bir 18 aylık hapis cezasına daha çarptırılmıştır. Aşırı derecede şe­ker hastasıdır, sağlığı ve sinirleri son derece bo­zuktur. Güç halle 4 ay için "infazın tehiri” kararı almış ve bu sürenin sonuna doğru da çapa üni­versitesi Hastanesi’ne kaldırılmıştır.

Lavaboya bile, oğluMehmed’in koltuk des­teğiyle gidebilen, başını dinlemekten başka hiç­bir isteği olmayan bu büyük şair, tek kişilik oda bulunamadığından, iki kişilik bir hastane oda­sında yatmakta, yatak komşusunun her kıpırdanandan ve sözünden huzursuzluk duy­makta, kendini bir tür işkence içinde hissetmek­tedir. Dahası, eşi de aynı günlerde bir başka hastanede ameliyat bıçağı altında yatmaktadır.

işte Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı adı­nı verdiği, kendi yaşam öyküsü olan bu romanı,

sarı saman kâğıtlarına kendi el yazısıyla böyle bir ortam içinde yazmaya başlamıştır

Romanın başında, "Romaıı icatçı bir hayat taklididir” diye başlayan ve genel olarak roman için neler düşündüğünü belirten dört sayfalık bir bölüm, onun ardında da, "Hâlim” adını verdi­ği, hastane koşullarını dile getiren bir başka bö­lüm vardır.

Başlangıçta oldukça düzgün ve okunaklı bir el yazısıyla yazılmaya başlamış olan Kafa Kâğı­dı. 373'üncü sayfanın başında gittikçe okunması zorlaşan ve nokta noktalarla biten yarım kalmış bir paragrafla son bulmaktadır. Hastaneden evi­ne nakledilen Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983'de gü­nü hayata gözlerini yumacak, Kafa Kâğıdı yarım kalacaktır.

şair bu romanında, - k i ikinci roman de­nemesidir, ilki Aynadaki Yalan 1980'de yayınlanmıştır—, anılarını ve otobiyografisini yazmaya başlamış, ancak kronolojik sıra içinde 1928 lere kadar gelebilmiştir.

Necip Fazıl'ın daha önceleri yayınlanmış Cin­net Mustatill (1955), Hac 11973) ve 0 ve Ben (1974), Bâbıali (1975) adlı kitaplarında da anı­larına yer verdiği düşünülürse, bitirilememiş Kafa Kâğıdı'nin büsbütün de yarım kalmış bir oto­biyografi olmadığı söylenebilir.

i.s.

“ Edebiyat-ı Cedide” üretimi Şişli he­nüz teşekkül halinde bulunduğu ve Ab­dülhamid tahttan düşürüleli 3-4 senenin bile geçmediği böyle bir devirde, bu eda, piçleşmeye başlayan cemiyetin ne müt­hiş habercisi!..

Eski vali ve nazır Salim Paşa’nm kızı Zafer Hanımefendi, misallendirdiği alaf­rangalık gayreti içinde, Sultan Abdül- mecid ile başlayan çizgiyi gösterirken, H ilm i Efendi, o, İlmiyeden yetişme ve soylu b ir nesepten gelme alaturkalık ör­neği, f ik ir ve mesele sahibi olmaksızın, kendi kendine tipini korumakta ısrarlı... Türk evine düşen tezat manzarası...

İçinde doğduğum ve yaşadığım ai­leye ait bu kafa kâğıdı sırrını, çok son­ra, aralarında annemden başka kimsenin kalmadığı konak halkının eriyip gittiği hengâmede çözer gibi olmuş bulunuyo­rum.

Kendisine “ babaanne!” denilmesi­ni bile ihtiyarlık İhtan gibi gören ve an­cak “ c ic i anne” ye razı Z a fe r Hanımefendi, babam yoluyla bana ge­len tesirde, anne yolundan gelenlere ek olarak büyük pay sahibi...

S in irlid ir, hep içini yiyen ve dışında ılık b ir mizaç ifadesini bulamayan b ir­takım vehimlerle doludur. Vapura b i­

nemez ve Sanyer’deki köşküne, Şahin ve Mazlum isim li ik i Macar atının çek­tiği konak arabasıyla gidip gelir. Çün­kü vapura bindiği bir defasında, vapur iskeleye yanaşırken, b ir simitçinin ba­şındaki tablasıyla beraber denize düşüp boğulduğunu görmüş ve artık b ir daha vapura binemez olmuştur, ölümden o kadar korkar ki, yatağına boylu boyun­ca uzanamaz ve yan belinden yukarısı dik kalacak biçimde, başını 4-5 yastık üzerine dayar.

Yangından da ödü patlar. Ya alt katlarda b ir yangın çıkar da kendisi üstte kalırsa?.. Aklınca buna da b ir çare bul­

muştur. Karyolasının altında bir ip mer­diven saklı... Soba borusu gibi kalın ve şiş bacaktan ve şişko vücuduyla bu mer­divenden aşağıya inecek ve selâmete çıkacak!..

Dış planda ve resmen eve hâkim ko­casını, iç planda ve hususî şekilde kıs­kıvrak bağlamayı bilm iştir. “ Efendi!” diye hitap ettiği kocası, sofrada, fazla sıcak bulduğu b ir yemek yüzünden or­talığı kasıp kavururken, o, bükük bo­yunlu. ama dilediklerine dilediği ziyafeti çeker ve konakta dilediği havayı estirir­ken de dik edalıdır.

Oğlu “ Deli FazıP'm şımarıklık ve

akıl hayal almaz azgınlıklarından ise bîzar ve ona hükmetmekten âciz...

★ ★ ★Ve işte şimdi, uslansın diye 18-1Ç

yaşlannda evlendirdiği ve aile seviyesi­ne bakmadan, ona 14-15 yaşlannda biı kız aldığı oğlundan bir çocuk dünyaya geliyor.

O kadar küçük cüsseli k i, yaşar mı, yaşamaz mı, belli değil.

YARIN:İLK YILLAR

ruyor.— Nerede çocuk?— Şurada efendim, annesinin sağ

yanında... Üstü örtü lü ...— Nasıl?— İy i. . . Fakat cüssesiz...Yerde kocaman bir leğen... Çelim­

siz yapılı çocuk doktorun maşa sapı gi­bi parmağım boğazından geçirerek suda çalkalaması şeklinde, bu leğende yıkan­mış ve kurutularak, kundaklanarak an­nesinin yamna verilm iştir.

— Çocuğun böyle za if doğmasın­da b ir tehlike var mı; doktor?

— "Bilinemez... Çok dikkat ve itina ister.

Büyük babam, üstümdeki tülü çekip yüzümü açıyor ve dudaklarını kıpırda­tıyor:

“ — A llah, koruyucuların en hayır­lısı ve acıyıcıların en merhametlisi...”

t k ★ *

ÇEVREMAdım Necip, Ahmed Necip... Bü­

yük babamın babasının ism i... O da, şahsiyetli oğlu büyük babamın takip ede­ceği ilmiye yolundan yetişme... Maraş M üftüsü... Şanlı b ir zat...

Maraş o zamanlar Halep Valilıg i’ - ne bağlı b ir sancak, mutasarrıflık...

Halep Valisi Salim Paşa, Maraş’a geliyor ve eşraftan birine m isafir olmak | usulünce Kısakürekler’ inkonağına in i­yor. Orada, büyük babam, henüz bu­lûğ çağındaki H ilm i’nin zekâ ve edebine hayran kalıyor ve Necip Efendi’ye ası­lıyor:

— Çocuğu bana teslim edin!.. Ya­kında İstanbul’a döneceğim. Ona öz oğ­lum gibi bakayım ve geniş b ir tahsil yolu açayım...

Haysiyetli bir (aristokrat) ruhu ta­şıyan Necip Efendi, bu teklife karşı hayli dileniyorsa da fayda vermiyor.

Salim Paşa ısrardadır:— Çocuğu Maraş’ ta körletmeyin ve

istikbaline engel olmayın! Eğer memnun kalmazsanız istediğiniz an getirtebilirsi­niz.

Bu teklifte kaderin b ir teşvikini kok­layan Necip Efendi nihayet razı oluyor.

Büyük babam, Mehmed H ilm i Efen­di İstanbul’ da yüksek tahsilde ve kısa zaman sonra Salim Paşa’mn damadı... Babadan büyük annem Zafer Hanım ’- ın kocası...

Salim Paşa da Hariciye Müsteşarlı­ğı ve Zaptiye Nazırlığı gibi vazifelerde...

Bana “ cici anne!” diye hitap ettir­dikleri Zafer Hanım, Abdülhamid dev­ri en ekâbir sosyetesinin ( tip ik ) çehrelerinden b iri ve azamete kaçan b ir vekann heykeli...

İkinci katta, hem harem, hem selâm­lık tarafından birer kapısı bulunan bü­yük salonun bir köşesinde, armonikli bir piyanosu vardır, bir de benim eşyayı ta­nım aya başladığım gü n le rd ek i tespitime göre (alâgarson) kesik saçlıdır.

II

Page 2: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

2 OCAK 1984

Yanda Kalan Eserler d)Kafa Kâğıdı

’ -9 .

Necip F aal KmkürekY a z a r , b a b a s ı n ı v e a n n e s i n i a n l a t ı y o r

O i l i .ıııı yıııar“Son dterece sıhhatli, yanaklarından

kan damlarcasına kırmızı yüzlü Fazıl. . ;1

"Annem Mediha Hanım, okuryazarlığı olmayan ve ne olduğunu anlamadan

Fazıl Bey in koynuna atılan bir kadın..."

Ne aldımsa, annemden, daha düne kadar yaşayan ve seksenini hayli aşkın olarak ölen, hayan boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyo­rum. Baba kollan ikinci planda...

★ ★ ★

Şöyle olmuş:Soyunun erkek temsilcilerine düşkün

büyük babam, ik i kızdan sonra, erkek evlâdı Abdülbâki Fazıl'a öylesine düş­künlük göstermiş k i, ortaya kırdığı kır­dık, astığı astık b ir canavar çıkmış... Salim Paşa’nm hareminden ve kendi an­neannesi Yetime Hanım’dan aydan aya “ diş kirası” tâbiriyle haraç alacak ka­dar kudurgan bir şımarık... İhtiyar ka­dının kıçına vura vura çığlığı bastırtacak tarzda azap çektirmekte... Her defasında parayla önüne geçilen bu hale nihayet “ taç kirası” diye b ir ödenek bağlantısı yapılarak bulunan çare...

Son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına kırmızı yüzlü Fazıl, hususiyle şehvanî duygularda azgın... Hizmetçi kadınlardan misafir kızlarına kadar saldırmadığı yok... Onu zaptet­mesi için eve b ir pehlivan alıyorlar. Ama türlü oyunlarla, meselâ bastığı yere gizli çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açıhnca devrilen saksılar yerleştirerek, onu da yıldırmayı beceriyor ve konak­tan kaçırtıyor.

Bütün bu hallere katlanan büyük ba­bama:

— Olmaz, olmaz, diyorlar, bu böy­le gitmez. Bu çocuğu evlenmek kurta­rır!

Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Deli Fazıl’a kız vermeye razı olan yok...

Derken, araya Zafer Hanım’ m ak­rabalarından b iri g iriyor:

— Ben oğhinuza seve seve verecek­leri kızı buldum! G irit muhacirlerinden son derece temiz ve Müslüman b ir aile­nin tazı... Gidip b ir bakın...

★ ★ *

Aksaray taraflarında, kulübemsi, ba­sık, ahşap b ir ev... İçinde çocuk dene­cek yaşta tazıyla oturan b ir anne... Bu annenin, b iri “ Haddehane” dedikleri çarkçı zabit yetiştiren mektepte talebe, öbürü Galatasaray Sultanisi’nde okur­ken ailesini geçindirmek için mektebini bırakmış ik i oğlu var...

Anneye sokaıcta rastlayanlar, onu ancak b ir çift göz deliği meydanda bir

Necip Fazıl, gençlik yıllarında

çarşafa bürülü görürken, evi ziyaret edemer de daima bir başörtüsü içinde buluyor.

Kızı beğeniyorlar ve b ir sabah, ko­nuk arabasını, basık, ahşap evin önün­de durdurup palas-pandıras kulübedensaraya aktarıyorlar...

Annem Mediha Hanım, okur­yazarlığı olmayan ve ne olduğunu an­lamadan Fazıl Bey'in koynuna atılan bu kadın... O, Salim Paşa kızı Zafer Ha­nımefendimin şanlı gelini değil, kona­ğın hizmetçisi ve Fazıl Bey’ in , bilmem ne otu gibi müsekkin ilacıdır. O kadar!..

Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur k i.o “ götürün” nâ- rasını basar basmaz kadıncağızı uzak­laştırmak ve “ getirin !” nârasında

yakınlaştırmak üzere civarda b ir ev tut­maya dek gidiliyor.

Konak değil, tımarhane...

İLK YILLARUmumiyetle kuvvetli, fakat silik vâ-

kıalara karşı lakayt hafızam, bazen nü­fus cüzdanımın nerede olduğunu seçe­mezken, devamlı olarak yakın ışığını muhafaza etmiştir.

O kadar k i, ilk hatıram, sedef kak­malı b ir beşikte kustuğum ve beni be­şikten alarak ağzımı ve üstümü sildikleri...

basit ve kaba, gayet g irift ve ince bir hadise...

Henüz d ili çözülmemiş bir zamanı­ma ait bu hadiseyi, kelimeleri öğrendik­ten sora hatırlayabilmem için, o hadiseden bana kelime üstü sâf b ir mâ­na sızması gerekir.

D iyebilirsiniz ki:— Sen onu sonraki kendinle hatır-

lıyorsun!v Bunda, o zamanki kendine müdrik olduğuna ne delâlet bulunabi­lir?

Ben de derim ki:— Ondan sonraki kendim, o günkü

kendimden kelimeler üstü b ir mâna si­rayetine sahip olmak özünü nasıl hatır­la ta b ilir , yaşatabilir?hatırlayan ben miyim, hatırlatan o mu?., işte bütün mesele!..

Kendi “ ben” imizin kelimesiz başlan­gıcıyla kelimeli devamında, zaman ve mekân tanımayan ruhun üstte kalışına ve kesiksiz b ir (pasoparola) çizgisi üze­rinde akşıına dair çarpıcı b ir misal...

Her şeyi (refleks) hareketlerinden ibaret bilen mankafa maddecilere bu mi­sal hediyem olsun!..

İlim değil, sanat tefekkürü üzerinde olduğum için, bu kitaplık meselenin il­me verdiği ipucunu fazla çekmiyorum.

Ruh, kendisini maddesine yerleşme içindeki alaca karanlıkta bile hassas an­tenli yaratılışlar ifşa eder.

İlk alacalığından snora, akıl abaju­ru içind eyarı sönük kalacak ve ışığını gizleyecek olan ruh, gerçek parıltısını ölümden ötede gösterecektir.

D zaman üstü bir keyfiyettir ve ayak­lan zaman prangasına vurulunca, yine zaman, mekân, düşünce ve kelime üstü mahiyetini yaş haddi tanımadan muha­faza etmekte...

Onun içindir k i, kundaktaki çocuk­la yataktaki ihtiyara ait ruh aynı yaş­ta... '

★ ★ ★Ölüm mutlak unutmak, kendi ken­

dini unutmak şeklinde akla hitap ettiği­ne göre, benim de beşikteki halimle kendimi; nebati hayatı içinde ruhumu görebildiğimi göstermez mi?

Sadece hâtıra ve gideni tekrar getir­me cehdi ruhu ispata yeter.

"BU ÇOCUK BABASINI DA GEÇEBİLİR"Benden, yürümeye başlayınca müt­

hiş bir haşarı türeyeceği zannı doğmak­tadır ev içinde... “ Bu çocuk babasını da geçebilir!" diyenler vardır.

Şu farkla ki, babamın çocukluğun­daki çılgınca patlamalar, bende, her şeyi karıştıran, her şeyin içyüzünü arayan bir merak ve tecessüs halinde...

Necip Fazıl, son yıllarında

İstanbul’a gelen ilk otomobillerden b irin i babama aldılar. Bazı filmlerde gördüğümüz en eski otomobil modelle­rine eş bu araba. Sarıyer’ deki köşkün bahçesinde... Ön tekerlekleri (kriko) üze­rinde havaya kalkık...

İk i yaşında mıyım, üç yaşında mı­yım, bilemiyorum, orada kimsenin bu­lunmadığı b ir an arabaya yaklaşıp tekerleği çevirmeye başlıyorum. Lasti­ğinin üstünde pünez başlan gibi küçük demir pullar bulunan tekerlek alnıma çar­pıyor ve ben kanlar içinde yere serili­

yorum.Büyük babam, demire kösele sanlı

bastonuyla babamın üstüne yürüyor ve araba hemen defediliyor.

Doktor, ilaç, pamuk, sargı... Yara­nın izi hâlâ alnımda...

★ ★ ★Köşkün çamaşırhanesindeki yüksek­

çe rafta teneke b ir kutu gördüm. İçinde ne var acaba?.. İskemleye çıkıp rafa uzandım. Kaymak gibi bembeyaz b ir şey... Hemen parmağımı daldırdım ve beyaz şeyi tadmaya davrandım. Aman ne acı!.. Ciğerim yandı.

B ir çığlık koptu:— Koşun, çocuk kireç kaymağını yi­

yor!★ ★ ★

Çemberiitaş’taki konakta en musal­la t olduğum eşya, ciciannemin öteberi­sidir! Hususiyle armonikli piyanosu, rastıklan, pudralan düzgünleri ve üst­ten açılır maun bir dolapta sakladığı tür­lü ilaçlan... Kim i çarpıntıya,, kimi başağnsına, kim i romatizma sızılarına iy i, renk renk şişelerde renk renk ilaç­lar... Bu ilaçlara bir göz atan, Zafer Ha- nım’m tip in i haya! etmekte güçlük çekmez.

Armonikli piyanodan yırtıcı sesler çı- kanrken üzerime yürüyen ciciannemden kaçar gibi yapıyor ve onu kudurtacak yeni yaramazlık buluşlan peşinde gezi­yorum. Her kovalamasında tek sığına­ğım büyük babam...

Babam kendi havasında ve ortada yok... Annem kaynanasına karşı eğik başlı ve konak işleriyle meşgul, tek ümit ve desteğini oğluna bağlamış b ir ırgat...

Büyük babam da, en hassas nokta­sı olan babadan oğula sülâle çizgisini yü­rütmek bakımından, b iric ik oğluna meftun ve ona her kapıyı açık tutma va­ziyetinde...

Oğlunda inkisara uğrayan irsiyet ide­ali artık, torununda mihrakını bulmuş ve gerisini kıymetten düşürmüştür. Ba­bamdan büyük ik i kızından olma torun­larının yüzüne bile bakmaz. Parmak

mafsallarımdaki çizgileri babasınınkile- re benzetir ve sağ kolumun üzerindeki mercimek tanesi büyüklüğünde beni, ay­nen babasının mühürü bilerek öper, koklar, hayran hayran seyreder.

HÜRRİYETİLÂN

EDİLMİŞTİRHürriyet ilân edilm iştir. Daha doğ­

rusu lâfı getirilm iş... Ben dört yaşında­yım. Evimin ve çevremin dışındaki bu hadiseden, çocukluk intihalarım üzerin­de hiçbir iz mevcut değil...

Yabnız kulaklarımda bazı ev homur­tuları var:

— 31 M art Vakasında sokaktan ah­lan b ir kurşun, işte camı delerek şu lev­haya yapıştı.

— Beyefendiyi, adliyeye giderken, Ayasofya Meydanı’nda arabasını dur­durup suale çekmişler...

B ir de gazete ve mecmualarda, avcı taburlarına ait resimler... Bunların ara­sında üstü “ ya hürriyet, ya ölüm ” iba­resiyle nakışlı birer beyaz keçe külâh taşıyan ik i kukla çocuğa ait fotoğraf...

O zamanı yaşayanlara bilinen bu meşhur fotoğraf...

O zamanı yaşayanlarca bilinen bu meşhur fotoğraf, hemen her devir ve ye­ni idarenin iğrenç propaganda edebiya­tından b ir örnektir...

Yarın: Çocukluğum

İ

Page 3: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

3 OCAK 1984

Yanda Kalan Eserler d)Sunan: ilh a m i SOYSAL

Kafa Kâğıdı® Necip Fazıl KısakürekB E B E K L İK T E N sonra,

çocukluğum Meşrutiyet çağların­da başlar ve 1918 mütareke yıl­

larına kadar sürer.Büyük babam emekliye ayrılmış ve

ümitsiz bir dünyadan el etek çekercesi- ne evine yerleşmiştir.

Konaktan başka, Beykoz’la Şile arası bir çiftliğimiz, Sarıyer'de malûm köşkü­müz, Büyükdere’de yeni alınma bir ya- bmız, Kocamustafapaşa taraflarında han ve evlerimiz, Kapalıçarşı’da dükkânla­rımız vardır. Büyük babamın emekli maaşı ayda 1000 altın ve o devirde 15-20 altın orta geliri gösterdiğine göre man­zaramız zengin...

Konakta b ir aşçı, b ir aşçı yamağı, bir zenci uşak, Bingazi muhaciri b ir hu­susî hizmetçi, ik i arabacı, bir sürü ha­layık, besleme, kadın işçi, kocaman bir hizmet kadrosu...

Bunlann arasında “ Matmazel” d i­ye anılan b ir tatlısu Frenk’ i vardır ki, tip i bakımından zengin bir portre çizer.

45-50 yaşlarında... İlk bakışta bir kokona... Saçları vıcık vıcık briyantin­li, buruşuk ellerinin küçük parmaklan tırnaklı, sarkık çeneli, daima dantela ya­kalı, burun köküne iliştirme gözlüğü kordonla göğsüne asılı Matmazel... Her an sökün edip kendisini kaçıracak şö­valyeyi 50 yıldır bekleyen (romantik) ba­kire.

Babama Fransızca öğretsin, bana da mürebbiyelik etsin diye konağa alınmış, derken hiçbir şeye yaramaz olmuş ve hizmetçiler arasına katılmış bu bakire, önceleri konak sahiplerinin masasında sofraya oturmak sevdasına kapılıp, pe­şinden hizmetçi kadınlar masasına otur­tulunca nihayet beklediği ve özlediği şövalyeyi bulmuştur.

B ir gün konağı müthiş bir çığlık sars­tı. Koşanlar Matmazel’ i, karşısında zenci uşak, haykırırken buldular.

— Ne var Matmazel, ne oldu? Bedri bana saldırdı, saldırmak, be­

ni öpmek istedi.Zenci uşak Bedri’nin cevabı kısa ve

emin:— Bu kadın rüya görüyor. Benimle

şakalaşmaya kalktı. Kahkahayla güldü­

' Konakta bir aşçır bir aşçı yamağı, bir zenci uşak, Bingazi muhaciri bir hususî hizmetçi, iki arabacı, bir

sürü halayık, besleme, kadın işçi; kocaman birhizmet kadrosu”

Çocukluğum"işte, herkesin birbirini ısırma devresi olarak hürriyet

kuduzluğu hengâmesinde, evine kapanan ve torunundan başka bir uğraşması olmayan böyle bir büyük baba

kucağında süren çocukluğum, nihayet uzun ve üstüste gelen hastalıklar devresine çattı”

ğümü görünce de hiç yoktan bastı çığ­lığı... Bu b itli gâvura ben el uzatabilir miyim ki?

Annem bir gün onun üzerinde bit görmüş ve ihtarına şu cevabı almıştı:

— Bende pire bulunabilir, fakat bit asla!

Matmazel’ in yıkandığını hiç görme­yen hizmetçiler arasında bu hikâye des- tanlaşmıştı.

Bütün marifeti, büyük hanımefendi ve büyük beyefendiye dalkavukluk, ge­risine kibir satmaktan ibaret Matmazel’ i, yatağı ve pılı pırtısı arkasında kovdu­lar.

Büyük babam, mirasyedi tavırlı, o zamanki adıyla “ Mekteb-i Hukuk” me­zunu oğluna fena halde kızmaktadır. Bir işe girm iyor, b ir baltaya sap olmayı is­temiyor diye... Babasının ısrarı yüzün­den nihayet razı oluyor, onu Bursa’da b ir mahkemenin “ âza mülâzımı” yapı­yorlar.

Mudanya’ya kadar vapurla gidişi­miz, oradan yaylı bir arabayla Bursa’ - ya geçişimiz, Nilüfer suyu kenarında bir

ev tutuşumuz, suların devamlı şarkısı, kızıl hastalığına tutuluşum, “ ha gitti, ha gidiyor!” diye annemi üzüntüden üzün­tüye sürükleyişim, iyi olduktan sonra soba başında derilerimi soyup çıkarışım ve istifa ettirilen babam ve mahzun an­nemle İstanbul’ a dönüşüm hep hatırım­da...

Annem, kayınbabasmın:— Çocuğu götürmeyin!

Emrine rağmen, vermeyecek olurlar­sa intihar edeceği tehdidiyle beni zor kul­lanarak götürmüş ve işte şimdi mahçup ve ezik geri dönmekte...

Her ayın başında, adliye mutemedi büyük babamın tekaüdiyesini ayağına getirir. Bu onun geride bıraktığı isim ve esere karşı b ir saygı nişanesi ve istisna- Iık alâmeti...

Mutemet, konağın alt katındaki bek­leme odasına alınır ve yukarıya haber verilir. Ben hemen koşarım, mutemedin elinden altın dolu torbayı ve imza kâğı­dını alırım, büyük babama sunarım. Öbür torunlar da peşimden gelir.

Büyük babam torbayı açar, içinden pırıl pırıl b ir altın çıkarır ve bana uza­tır. Kızlarından olma öbür torunlaray- sa 1 lira çeyreğinden başka b ir şey düşünmez. 1 lira çeyreğiyle o devirde, b ir çocuk için satın alınamaz bir şey bu­lunmadığı için herkes mesut...

BÜYÜKBABAM

Büyük babam, evet büyük babam...Mevcut olmayan adalet tarihimizde

şanlı b ir isme malik olması gereken adam...

Abdülhamid’e karşı yapılan Yıldız Camii suikastının muhakemesini reis sı­fatıyla idare etmiş hak insanı...

Hak adına, gerekirse padişaha bile karşı koyduğu ve padişahtan gözyaşar- tıcı b ir adalet mukabelesine nail oldu­ğuna dair ulvî vakıa, bana o zaman yüce

Necip Fazıl (ortada) Anadolu gezilerinden birinde folklorcu çocuklarla birlikte.

divanın savcısı meşhur Necmeddin Mol­la tarafından bizzat anlatılmıştır...

Abdülhamid devri rical bereketinin eşsiz simalarından Ahmed Cevdet Pa- şa’ nın reisi bulunduğu “ Mecelle” ko­misyonunda âza, verdiği hükümlerle maruf ve böyle b ir eserde kalemi bulun­duğu için.Fransızların (Lejyon d ’onör) nişanını hamil... “ Hünkar beğendi” ye­meğini “ millet beğendi” ye çeviren nan­kör b ir devrin mahut yıkım havası için­de “ İttihat ve Terakki” çetecileri eliyle tekaütlüğe sürülüyor.

Halbuki buna, bizzat ittihatçıların Nâzın Manyasîzâde Refik Bey karşıdır.

Şöyle ki:B ir gün Refik Bey, avukatlığı zama­

nın da sultanı kastedici imalı b ir hare­kette bulunmuş ve büyük babamın:

— Ben onun adına adalet icra edi­yorum! Mahkeme salonunu terkediniz!

İhtariyle kovmuştur.Gel zaman, git zaman hürriyet bom­

bası patlıyor ve Manyasizâde Refik Bey Adliye Nâzırlığı’na getiriliyor.

Büyük babam, Cumhuriyet’in onun­cu yılında yanan, Ayasofya Meyda- nı’na nazır Adliye Sarayı’nda ve hu­susî odasında... Mahkemeden kovduğu avukatın Adliye Nâzın olması üzerine, böyle bir insanla çalışamayacağı için is­tifasını yazmakta...

Kapı vuruluyor, içeriye yeni nâzır gi­rip öpmek üzere büyük babamın eline sanlmak istiyor. İstifa kâğıdını görü­yor,çekip okuyor ve:

— Muhterem reisim, diyor, siz be­ni bırakırsanız ben de bu binayı terke- derim. Adliye’ye ayak basar basmaz ilk işim sizi ziyaret etmek oldu.

Ve istifa tezkeresini yırtıyor.B ir devrin birbirine aykın ik i kana­

dı arasında bile görülen vicdan ve insaf levhası...

Buna rağmen, İttihat ve Terakki ko­damanlan, diledikleri gibi karar vermesi imkânsız bu ilim ve hak adamını daha

fazla makamında tutamıyorlar...★ ★ ★

O, hatır gönül dinlemeden en ağır cezalan verir, hem de mahkûma bir sürü nasihat geçermiş... Düşünün, 10-15 yı­la mahkûm bir caninin, üstelik nasihat dinlemesini!..

Bu türlü hüküm yiyen b ir katil ona seslenmiş:

— Reis Bey, sen beni terbiye edece­ğine, oğlunu yola getirmeye bak! Nere­deyse oturduğun koltuğun tepesine çıkacak!.. •

★İşte, mahkemede ve evdeki ik i ha­

liyle, İstanbul Cinayet ve İstinaf Mah­kemesi Reisi Bâlâ rütbeli Maraşlı H ilm i Efendi Hazretleri!..

Bana her zaman şöyle derdi:— Benim saraydan gelme rütbemle

değil, Maraş’ taki soyumuzla iftihar et!★ ★ ★

M illî eser anlamının büyük âbidesi “ Mecelle” muharrirlerinden H ilm i Efen­di hakkında, bu esere mukabil, İsviç­re’den çıkartma kâğıdı kopya işi “ Medenî Kanun” tercüme ettiren, Cum­huriyet devresi ilk Adliye vekillerinden Mahmut Esat bana demiştir ki:

— Senin büyük baban, büyük adamdı. Ben İstanbul’da hukuk talebe- siyken, onun muhakemelerini takip eder ve hayran kalırdım. Nerede öyle adam şimdi?

Mahmut Esat unutuyordu k i, aynı fark, “ Mecelle” ile “ Medenî Kanun” arasında da mevcuttur. Şöyle ki, yine Mahmut Esat’ ın tâbiriyle birine “ Çöl Kanunu” , öbürüne de “ Medenî Kanun” denmek modası açılmıştır.

İşte herkesin b irb irin i ısırma devre­si olarak hürriyet kuduzluğu hengâme­sinde, evine kapanan ve torunundan başka bir uğraşması olmayan böyle bir büyük baba kucağında süren çocuklu­ğum, nihayet uzun ve üstüste gelen has­talıklar devresine çattı.

Yarın: Sirkeli bezler

Page 4: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

4 OCAK 1984

Yanda Kahm Eserler (i)Kafa KâğıdıNecip Fcml Kısakiirek

Necip Fazıl Kısakiirek, gazetecilik yıllarında...

SİRKELİ BEZLERHerkesçe teslim edilen zekâm yakın­larımı öylesine ürkütmüş, kaygılandır­mıştı ki, nazar değmesin diye, sık sık tütsülerden atlatılır olmuştum____

O

B İR yerden sirke kokusu alsam, hatırıma çocukluk hastalıklarım gelir. Ateşim duşsun diye alnı-

ma koydukları sirkeli bezler...

Konağın ikinci katında, harem bö­lümünü selâmlık taralına bağlayan bi­tişik odadayım... Arada küçük b ir holle o tarafa ve bu tarafa yol bulan bu oda büyük babama kütüphane vazifesini gö­rür. Orta yerinde üstü halı kaplı geniş b ir sedir vardır. Bu sedire uzanıp kitap okumak ne tatlı şey! Odanın b ir köşe­sine de benim yazıp çizmeme mahsus bir masacık oturtulmuştur.

Büyük babam, bu sedire bağdaş ku­rup makamla Fuzulî Divanını mırılda­nır ve hisli mısralann hakkını vermeyi ihmal etmez:

Gözüm, canım, efendim,sevdiğim derletin sultanım

Hastayım. Büyük babamın emriyle beni kaba şilteler üzerinde bu sedire ya­tırmışlardır.

Annem başucumda, ciciannem ah- baplanyle büyük salona çekilmiş, altı- kol iskambilde, babam kayıplarda, büyük babam da bütün gün beni bek­ledikten sonra, üçüncü kata, yatak oda­sına çıkmış bulunmakta...

Ateşim 40 derece... A lnımda ve şa­kaklarımda sirkeli bezler... B iri alınıp öbürü konuluyor.

Bezler değiştirilirken, sirke tasma dü­şen damlalardan çıkan ses kulağıma ga­rip b ir musikî gibi geliyor. Tabiî hallerimizdeki basitlikler, hastalıkta ne fevkalâde!.. B ir çıtırdı olsa iliklerinize işliyor.

Sineklerin havada ayak seslerini du­yabilirsiniz. Ayak sesleri, bütün bir ifade üslûbu ve ayn b ir lisan sahibi...

Demek ki, bizim küt b ir hassasiyet içinde gezip dolaştığımız bu dünya, has­sasiyet teflerimiz gerilip de yeni b ir akor­da bağlanınca değişiveriyor.

B ir mısram:

Gördüğüm, değildi bildiğim dünya...

Demek ki yaşadığımızı sandığımız hayatın üstünde b ir hayat var; ama

on"n bestesini zaptetmeye mahsus akort bizde eksik... Bu eksikliğin adı da —ne tuhaf!— sıhhat...

0\O T: Aşağıda, parantez içindeki bölüm, eserin yanm kalmış olmasından da anlaşılacağı üzere, kâğıda dökülü- verdiği ilk şekliyle kalan, yazık ki, eser sahibi tarafından okunamadan, yani en küçük bir tashihe ve tasnife dahi tâbi tutulamadan Türk edebiyatına mal olan orijinal müsveddeler arasında, kısmen bir tekrar halinde ortaya çıkmıştır. Bu bölüm, kısmen bir tekrar da olsa aşağı­ya, eser içindeki yerine ayniyle oturtul­muştur.)

(Çocukluğumu düşündükçe burnu­ma keskin b ir sirke kokusu gelir.

Nasıl mı?..Perdeler... Eşyayı sezmeye başladı­

ğım çağlardan beri, açtığına, örttüğü­ne, gösterdiğine, gizlediğine, biçimine, rengine kapıldığım perdeler... Pencere­lerinden ik i yana ayrılmış, orta yerin­den büzgülü, topuklara kadar uzanıcı b ir saç gibi, eski kadife perdeler sarkan loş bir salon... Ortada antika halılarla kaplı b ir sedir... Üstünde bir yatak... Yatakta ben...

Hastayım...Yanıbaşımda bir (tabure) ve üzerinde

ilaç şişeleri... Bir de sirke dolu bir tas... Alnımda bu tasta ıslatıian tülbentlerden sirkeli b ir bez... Ateşi alsın diye...

6-7 yaşlarında başlayıp üstüste ge­len ve 3-5 yıl b irb irin i kovalayan, bir çocuk için mümkün türlü hastalık (tu r­

nike)’ lerinden geçtim. Bu hastalıklardan bende kalan maddî ihsas, sirke koku­su, hindyağı lezzeti, damlaların sesi ve

sarı renk... Müthiş tiksindiğim hindya- ğını burnumu tıkayarak içmem için, her defa elime bir altın lira tokuştururlar- dı. Lâzımlığa kaldırıldığım zaman da ku­lağıma gelen şırıltı, içime garip bir his verirdi.) O gün, müphem bir seziş ha­linde duyar gibiydim, yahut o gün duy­duklarımı bugün düşünüyorum.

• HASTALIKLAR VE TÜTSÜLER

Doktorum, devrin çocuk hastalıkları mütehassısı meşhur Kadri Reşit Paşa...

Bu zaif, ince endamlı, ipek fantezi ye- lekli, üstü (pötüsüet) rugan potinli fev­kalâde zarif adam, yanıma oturur, beni baştan ayağa muayene eder ve şöyle der­di:

— Eee, nasılsın bakalım, benim bü­yümüş ve küçülmüş yavrum? Söyle, bü­yük küçük!..

Konuşmalarına ve bazı suallerine verdiğim cevaplar onda bu intibaı do­ğurmuştu: Büyük küçük...

Sunan: ilh a m i SOYSALHerkesçe teslim edilen zekâm yakın­

larımı öylesine ürkütmüş, kaygılandır­mıştı ki, nazar değmesin diye sık sık tütsülerden atlatılır olmuştum.

Ne güzel kokusu vardı tütsülerin!.. G izli âlemlerden bir soluk...

★Yüzümü örterek başımın üstüne

oturttukları su dolu b ir kâseye erimiş kurşun dökmek de usulleri... Suda do­nan kurşunu alırlar ve biçim biçim kıv­rımlarına bakarak yorum yaparlar:

— Bak, bak, yürek biçimli şu kabar­tıya bak! Ne nazar, ne nazar! Çocuğun yüreğine işlemiş...

O zamanlar payitahtın sokaklan kö­pek dolu...

B ir havlama sesi... B ir şey söylemek istiyor ama ne?

Ah bu “ ne?” ler yok mu, bu “ ne?” ler!..

Ben sedirde ve hasta yatağımda, bu sesi, en derin mana helezonları içinde kıvrım kıvrım yaşıyorum.

Sesler, sesler... Evin dördüncü ka­tındaki tavan arası penceresinden seyret­tiğim Kumkapı taraflarından gelen trenler ve onlann acıklı düdük sesleri... Akşamlan kapının önünden geçen satı­cılar: “ Simitçi, akşam simidi, limon- nane, çocuklara eğlencelik!..”

Arnavut kaldınmları üstünde bekçi sopalan ve arada b ir gecenin kamını de­şen “ yangın var!” haykırışı... “ Yangın” kelimesinin “ gın” hecesini “ gun” diye seslendiren bu haykınş meselâ şöyle:

— Yangın vaaarrr! Giingörmezlerde Çilekeş Sokağı’ndaaaü!

İstanbul b ir çıra ormanı ve yangın bu çıraların reçinesi halinde, onun ve­rem hastalığı... A tlı itfaiyenin kampa­na sesleri ve önlerinde “ köşklü” demlen birinin “ hayt, varda!” diye koştuğu bal- dırıçıplak tulumbacılar...

Mükemmel birer maratoncu olan tu­lumbacıların arasına bazen "K â tib im ” tip li kalem efendileri de katılırmış... Fes­lerini attıkları, başlarına birer tülbent sardıkları ve ceketlerini fırlatıp panto­lonlarını dizkapaklarına dek yukarıya çektikleri gibi yallah!..

Köşklüye “ yangın nerede?” diye sor­maya gelmez. Kadın vücuduna ait öyle bir nokta gösterir ki, galizliğinden çar­pılıp kalırsınız.

Hakikatte yangın, deri değiştiren ve yenisini tutturamayan Türk cemiyetin- dedir ve sonradan ahşap evlerin yerini alan göz boyama beton binalar, bu yan­gının çimentolaştmlmış küllerinden iba­rettir.

Bu sesler, hususiyetle hastalıklar dev­rimden ve birtakım kitaplar üzerine eğil­memden sonra, 8-10 yaş arası, beni ağlatır ve b ir türlü cevabını veremeyen içim i kurcalardı.

Bir gün yine böyle b ir hastalık de­minde, gece yarısı hafif b ir dalgınlıktan silkelenip doğrulunca kendimi öyle güç­

lü, hayalimi öyle berrak, hasselerimi öy­le keskin, gökleri öyle açık ve mesafeleri öyle yakın hissettim k i, — iyice hatırlıyorum— kendi kendime mırıldan­dım:

— Bu dünyada acaba, benden daha derin duyan ve düşünen ikinci bir kim ­se var mı?

★O günlerden 20 küsur yıl sonra, ete­

ğine yapışmak saadetine ereceğim, mür­şidim Abdülhakîm Arvâsî Hazretle- r i ’nin:

— Keşke bu kadar zeki olmasaydın!Buyuracağı 7-8 yaşlarındaki çocuk,

işte o seri hastalıklar içinde, kendi ken­dine böbürlenişini değil, b ir daha yaka­sını bırakmayacak olan belâ çapında hastalığını haber veriyordu.

• OKU-YAZ

Hürriyet yıkımının ilk mükâfatı ola­rak Trablus harbi kopmuş ve paşa ko­naklarına dağıtılan göçmenler arasında, hizmetçileri soyarken işaret ettiğim A li isimli genç de bizim eve alınmıştı.

A li’yi, büyük babamla benim hususî hizmetlerimize tahsis ettiler. Kitap ve defterlerimi sokaktan o alır, kalemleri­mi o yontar, yazı masamı o düzeltir, ya­ramazlıklarımı yumuşatmaya o bakar.

Bir gün, araba atlarımızın birin in sağrısında açılan yaraya elimdeki per­gelin ucunu sokmaya davrandım. Ç if­teyi yedim ve yere serildim.

A li beni kucağına alıp anneme gö­türdü ve:

— Aman, büyük bey duymasın, evi başımıza yıkar!..

Diye yalvardı. Tekme nazik b ir ta­rafıma gelmemişti.

— Bir şeyim yok, söylemem!dedim.Kedi yavrularına bayılıyordum. On­

ların incecik kaburga kemiklerini sıkar­ken çıkarttıkları ağlamaklı ses çok hoşuma gidiyordu. Birkaçını süt dolu bir tasa koyduğumu ve sonra kaburgaları­nı sıkarak ağlattığımı hatırlıyorum. Baş­larını süte sokarak... A li koşmuş ve hayvancıkları ölümden kurtarmıştı.

Zalim taraflarım da vardı. Zalimden mazluma ve mazlumdan zalime bir ân yer değiştiren b ir karakter... Tezatlar kumkuması... Bir, kutup iklimlerinde beyaz ayılan kovalayan; bir. (ekvator) sıcaklığında ceylânlarla ağlaşan, neşe­de de kederde de son derece mübalâğa­lı garip b ir mahlûk... Bu garip çocuk, hallere göre dehâya mı, cinnete mi nam­zettir?

Neşe anlarımda öyle olurdu ki, ko­nağın dördüncü katından, yılankavi, taş­lığa kadar inen merdiven trabzanla- nndan kayıp süzüldüğüm son basamak­ta, insan kafasına benzer trabzan topu­zunu okşamış, onu cansızlığından ötürü âdeta teselli etmiştim.

YARIN; MEKTEP

Page 5: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

5 OCAK 1984

Yanda Kalan Eserler d)Kafa Kâğıdı

® Necip Fazıl Kmkürek"Oku-yaz!'’ çığırım büyük babamın ellerinde açılır. Bana okuma ve yazma öğrenmeyi beş yaşımda başlatan odur"

MEKTEPKonağa dönünce, beni civar bir yerde Fransız Pa­paz Mektebi ne verdiler... Bu mektepte de ba­rınamadım. Papazlar bana pek tadsız ve haşin geldi, ve oradan haydi Kumkapı’daki Amerikan Mektebi'ne

Sunan: llt ıa m i SOYSAL

Necip Fazıl Mahalle Mektebi’nden Fransız Papaz Oktılu’na, oradan da Kum- kapı daki Amerikan Okulu’na, durmamacasına okul değiştiren, okullardan ko­vulan haşarı bir Öğrencilik dönemi geçirmiştir. Bitmeyen ve çevresine elaman dedirten yaramazlıkları, yatılı öğrenci yazdırıldığı Heybeliada Bahriye Mekte- bi’nde de devam edecektir.

/ -------------------------------------------------------------------------------------------------------------- \

NELER DEMİŞLERDİ?

Necip Fazıl için 1935-36 yıllarında Ahmet Hamdi Tanpmar ve Vasfı Mahir Kocatürk şöyle diyorlardı:Ahmet Hamdi Tanpmar:

“ Birkaç defa düşündüm; her hayat davetinin önünde, ye­lesi taze keskin bir bahar kokusu ile kabarmış bir küheyiân gibi burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu genç adam, ken­disini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı acaba ne olur­du? Belki, zaferini terennüm eden tunç boruların akislerini ufkun dört köşesinden üstümüze bir altın yağmuru halinde yağ­dıran bir kahraman, belki köksüz bir adam, belki de ve daha büyük bir ihtimalle sadece bir deli.”

Varlık, Sayı: 113-1935□ □ □

“ Bir Necip Fazıl olabilmenin ahmakça saadetine ne kadar muhtacım.”

A.H.T.’ın Mektupları Sh. 16□ DO

Vasfı Mahir Kocatürk:“ Necip Fazıl o kudrettir ki, kendini bağıra bağıra herkese

satmaz. Ruhunun esrarlı bir köşesini göstererek, herkesi ga­rip bir cazibe ile kendine doğru çeker.”

“ Şiirlerinde esas olarak ruh denilen renk, ışık ve esrar öz­lemini yaşatan Necip Fazıl, günümüzün en koyu ferdci şairi­dir, fakat ne çıkar, bu kadar derin ve değerli bir psikolojinin modern ve mükemmel şiirler halinde ifadelerini veren bir ferd herkesten daha İçtimaî sayılmaz mı?”

Yeni Türk Edebiyatı ■ 1936

V _________________________________________ _ _ _____ /

U R AY A kadar bahsine yol bu­lamadığım silik b ir yüz var ki, nazarında mâna ışığının en nur­

lusunu yaşatır ve bende bu tesir nokta­sından her şeyi gölgede bırakır. B ir yaş küçüğüm, kız kardeşim Selma... Beş ya­şına kadar yaşadı ve benim “ oku-yaz!” devremin başında öldü.

Ailede onun doktor hatası, sürekli (lâvman) yüzünden bağırsakları deline­rek öldüğü kanaati vardır.

★Gözler, gözler.. Selma’nın gözleri...Gözler, içinde ya merhamet, ya nef­

retin ışıldadığı b ir kandildir; yahut te­vekkül veya şüphenin tüttüğü... bazen de ve çok defa sönük ve bomboş...

Selma’nın gözleriyse, merhametle te­vekkülün renklerini elâ b ir bal damla­sında toplamış, acıyan ve razı olan mâna yatağı...

O, annesine eş, konağın mazlum t i­pini beş sene yaşattı ve ağabeyinin bul­duğu ve hattâ bazen zalimliğe kadar götürdüğü itibara eremedi.

Ağabeyine yeni elbiseler ve papuç- lar alındığı zaman, boynu bükük, uzak­tan bakar ve hiç ses çıkarmaz. Ayak­larında (bebe) iskarpinler ve sırtında santrançh palto... Ona, sanki öleceği bi­lmiyormuş gibi bu ömür yeterlidir. Zira kız çocuktur ve büyük babamın kıymet bareminde kız çocukların değeri düşük­tür. Annem de, halalarım gibi hakkını zorla almak tabiatinde yırtıcı b ir insan olmadığı için, kızı adına mücadele gü­cünde d e p ... Hem büyüklerle baş kö­şede yemeğe oturan, hem küçükler ve bazen çapkınca kadın hizmetçiler sofra­sına tenezzül gösteren ben neredeyim, besleme tavırlı Selma nerede?..

Ona dair ve bir kitabımda kayıtlı öy­le b ir hatıram var ki, her aklıma geli­şinde gözlerimi sıcaklık basar.

Tekrarlamalıyım:B ir gün, elimde büyük babamdan

kopardığım b ir lira çeyreği, Selma’ nm karşısına dikiliyorum:

— Bak, elimde ne var!Ve ik i parmağımın arasındaki pırıl­

tılı madeni gösteriyorum.O da bana ısınlmış b ir elma uzatı­

yor ve,— İşte, diyor; bende de bu var! Onu

bana ver de, ben de sana bunu vereyim! Biraz ısırdım ama ziyanı yok!

Bu masum eda o kadar hoşuma gi­diyor k i, hemen lira çeyreğini uzatıp el­mayı alıyorum ve kızın, gözleri altında, masum ve mesut bakışını seyrediyorum.

Entipüften, hafifçe b ir hadise değil mi? Fakat bana öyle dokundu, içime öy­le işledi k i, kızın ölümünden sona, yıl­lar boyu hayli dövündüm-:

— Niçin altını verdim de, elmayı da ona bırakmadım?..

Üstünde kız kardeşimin diş izleri bu­lunan elmayı bugüne kadar saklatacak akıl neredeydi bende o zaman?..

★Selma’ nın baş tarafına gelin telleri

serpili küçücük tabutu, selâmlık kapı­sından çıkarılırken gözlerimin önünde...

Onu beş yaşma mukabil, benim kim- b'ilir hasis rakamların kaçında uzana­cağım tabutumu, çocuklarımdan ve cenazeme geleceklerden kaçı hatırlaya­cak?..

Selma’ nın gelin telleri yerine, ih ti­yar ağabeyine soluk b ir şal...

• "OKU-YAZ” ÇIĞIR!

“ Oku-yaz!” çığırım büyük babamın ellerinde açılır. Bana okuma ve yazma öğrenmeyi beş yaşında başlatan odur.

Neleri Öğrenecektim?.. Yunus’ un mezar taşlarına yakıştırdığı tabirle “ hece taş la n ” üstündeki ses kargacık- burgacıklarını...

Yunus, mezar taşına “ hece taşı” de­mekle ne kadar derinlere inmiştir. Evet,

hayat tek b ir heceden ibarettir ve onun ismi “ ân” dır. Tek b ir ân yaşıyor son­ra, sonra hakikatte kopuk bu “ ân’ Tan birleştirerek ahmak b ir kemmiyet oyu­nuna girişiyor, 3, 5, 90, 100, yaşadığı­mızı sanıyoruz.

“ 2 kere 2 ne eder?” sualine “ 4 eder!” cevabı veren b ir adamın beda­het güveniyle ve 2 kere 2 ’nin 4 etmedi­ği, ne ederse 4 ’ ün o olduğu sezişiyle söylüyorum k i, hayat, bu tek tek ânla­rın yapıştırma çizgisinden ibaret, girişi ve çıkışı azap ik i nokta arası b ir tünel­d ir; ve ne mutlu onun çıkış noktasın­dan p n eş i batmaz aydınlığa geçebi­lenlere!..

★Ve-işte şimdi, yaşım 7-8, ileride ba­

şıma kartal gibi binecek bu hikmetlerin nota (solfej)smı öğrenmeye çalışıyorum.

İlk defa, bazı şeyleri ezberleterek işe başladılar. Meselâ manzum bir kitap­çık... Farsça’dan Türkçe'ye bazı mef­humları açıklayan b ir lügat dergisi:

Vâren demişler dirseğe, püşt arka olmuş dûş omuz.,.

Anlıyorsunuz ya; dirseğin Farsça is­mi vâren, arkanın püşt, omuz kelime­sinin de dûş...

Büyük babam bu kitaptan birkaç mısra okur, bana dinletir ve “ tekrarla!” derdi. Ben de aynı ton ve ahenkle bül- bülvâri tekrarlardım.

Aynı denemeyi, öbür torunları, kız­larından olma ve yaşça beni aşkın ço­cuklar üzerinde de yapar ve onların alık alık bakınmalarına karşı, “ gel benim akl-ı evvel torunum !” diye beni çeker, avucuma bir lira çeyreği sıkıştırırdı. Öbürleri hava alırdı.

Elifbeyi, başta, ortada ve sonda de­ğişik bağlantılarıyla okuyup yazabiliyo­rum. Gazete ve dergileri ve bilhassa zamanın şanlı dergisi, kaymak kâğıda (papye kuşe) basılı “ ŞehbaT’ i karıştır­maya bayılıyorum.

• MEKTEPArtık 8 yaşındayım. Balkan Harm...

Çatalca’ya kadar gelen Bulgar ordusu­nun top sesleri kulaklarımda...

Büyükdere’de, beni Emin Efendi isimli sarıklı hocanın işlettiği mahalle mektebine vermişlerdi.

Minderinin önündeki rahlede açık bir Kur’ ân duran, sağında ve yerde uzun kızılcık değnekleri, bu hoca, Kur’ ân’ - dan okur ve çocuklara ezberletir.

Evvelâ hep beraber taklit eder ve sonra tek tek sigaya çekilirdik. Becere­meyen,Allah’ ın Kelâmını doğru seslen- diremeyen biri oldu mu, kızılcık depeği göğsüne kadar uzanır, onu dikkate da- vat eder, fakat çarpmazdı.

★Aradan 20 yıl kadar geçecek, Beyoğ-

lu ’ndaki meşhur “ Abdullah Efendi” lo­kantasının genç sahibi Hikmet Bey masama gelecek ve bana diyecektir ki:

— Hatırlıyor musunuz, Büyükdere’­de, Emin Efendi’nin mahalle mektebi­ni?.. Orada beraberdik.

—Öyle mi, hiç hatırlamıyorum. O mektep bende siliktir. Zaten 1-2 ay kal­dım, kalmadım o mektepte...

— Emin Efendi iyi adamdı; çocuk­ları dövme taklidi yapar ama dövmez- di.

Konağa dönünce, beni civar b ir yer­de Fransız Papaz Mektebi’ ne verdiler. Büyük babam, Fransızlardan almış o l­duğu nişanın rozeti yakasında, bizzat mektebe götürüp kaydettirdi. B ir hür­met, b ir itibar büyük babama... Kolay değil (Lejyon d ’onör) sahibi olmak...

★Bu mektepte de barınamadım. Pa­

pazlar bana pek tadsız ve haşin geldi.■ Büyük babama “ istemiyorum!” diye tutturdum ve oradan haydi Kumkapı’ - daki Amerikan Mektebi’ ne...

Mektepte beni (M is Marden) isim li, süt beyaz saçlı, erkek tavırlı, ciddiyet ka­yası b ir kadının odasına aldılar. Kadın eline bir kâğıt-kalem aldı ve İngilizce b ir şeyler söyledi.

Tercüman açıkladı:, Yaz,- diyor; liângi tarihte olduğu­

muzu?..Kâğıdı çektim ve onların rakamla­

rıyla “ 1912” diye yazdım.Yani bundan tam 70 yıl öncesi..

2052 senesinde, sağ kalır ve o güne dek kıyamet kopmazsa “ tam 140 yıl öncesi” diye zamanı sayıklarım.

★Bu mektepten memnundum. Akşam­

ları meşin çantamı arkama asıyor ve bakkaldan “ 5 ekmek, 5 peynir!” hita­bıyla kahvaltılık alıyordum, bakkal tam okkalık — 1 kilo 350 gram— ekmeğin

dörtte b irin i kocaman b ir bıçakla keser, ortasından yarar ve içine çocuk ayakka­bısı büyüklüğünde bir peynir yerleştirip uzatırdı:

— Ver bakayım 10 parayı!..“ 5 ekmek, 5 peynir” in mânâsım an­

ladınız mı? 5 paralık ekmek ve 5 para­lık peynir; yani 10 para... 40 para 1 kuruştur ve bugün en aşağı 30-40 lira­ya maledilmesi mümkün böyle b ir de­ğerlendirmede kıymet tersine 12.000 m isil... Lüks yaşayan, 5 çocuklu hala­larımdan birine, kocası, mutfak masrafı olarak 1 mecidiye — 20 kuruş— bırak­mış... Ayda 6 lira ... 3 mislini de öbür masraflara eklesek ayda 24 lira; büyük para...

—Hissi hatıralarım yazdığın ve mad­de hareketinden çok ruh hareketine yer vermeyi vâdettiğin bu eserde böyle bak­kal hesaplarına ne lüzum var?

D iyebilir misiniz?..

Cuma günleri, büyük babasından ayrıca 1 mecidiye bahşiş alan ve yanaş­malarını beslemeye bayılan çocuk, bü­tün İstanbul’u gezip tozduktan .yemediği şeker ve çikolata bırakmadıktan, Beyoğ- lu ’ nun tek sineması (Kristal)na da uğra­dıktan sonra, bu maliyetlerin 5-6 bin liraya vardığını hesaplamakta, hattâ on­dan ruhî b ir netice çıkarmakta haklı de- p midir?..

★Böyle b ir günün akşamında, beyaz

(maren) ceketim vişneli dondurma ve çi­kolata lekeleri içinde eve döndüğüm za­man, saatlerdir kapıda bekleyen annem beni kulağımdan çekerek içeri aldı ve bir temiz patakladı. Büyük babamdan çe­kindiği için beni onun görmeyeceği yer­lerde döverdi. Onu çok sevdiğimi ve yediğim dayaklardan kimseye şikâyette bulunmayacağımı b ilird i.

Anneme karşı bunca mahkûm vazi­yetteyken, gerisine, cicianneme bile hâ­kim im ...

Yüzünde hiçbir muhabbet ve halâ- vet çizgisi taşımayan, öfkelendiği demlerde de hâkim bir tavır tutamayan.

sadece sinir buhranları yaşayan ve ecza dolabına koşan, bu sinir kumkuması,

dışından muhteşem, içinden yufka ve ka­ba davranışlardan tiksintili hanımefen­di bana zebundur. Sevdiği için d e p , belki nefret ettiği, fakat mukabele çare­sini bulamadığı iç in...

★Onun, benim şerrimden korumak

için, salondaki püsküllü kanepelerin al­tına gizlediği kaymaklı tadılan ben keş­federim ve öbür torunları da yanıma çağırıp ne varsa siler süpürürüm. O ka­dar çevik, kaçak ve uçarı b ir metod iz­lem ekteyim k i, konak sahibesi hanımefendi beni ele geçiremez, üzerinde bir ip lik gibi uçtuğum kılıç bana doku­namaz. Zor kullanmasına da, büyük ba­bamın koruyuculuğundan ziyade her kabalığa zıt meşrebi müsaade etmez.

Merak etmeyin; pek yakında beni, af­yon yuttururcasma bir tedbirle uyuştur­mayı ve b ir kafes hayvanı haline getirmeyi bilecektir.

YARIN:OKULDAN KOVULDUM

Page 6: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

6 OCAK 1984

Sunan: ilh a m i SOYSAL

Müdire sert sert büyük babama bakıyor: - Bu yaşta yalan söyleyen, mekteptenı t /^ „ h i'n v lr ~ Bu Yaşta yaıan soyıeyen, meKieprenNecip Fm k is a n u ı t A kaçan öir talebeyi artık kabul edemeyiz!

A M E R İK AN mektebinde mesu­ttum. Çocuklar arasında b ir efe... B ir gün yanıma b ir çocuk geldi.

Başka b ir çocuğu bileğinden kavramışVe kovuluvonım

sürüklüyor:— Ağabey, dedi; sen beni dövebilir­

sin, ama bu çocuk dövebilir mi? Azametle cevap verdim:— Ben seni dövebilirim , ama bu ço­

cuk dövemez!..

(Mis Etinik) adlı,hoca!arımızdan bir Ermeni kadını beni evine götürmüş ve yemek vakti olduğu için sofraya otu rt­muştu. Gâvur yemeği olduğundan tik - sine tiksine yediğim, fakat lezzetine bayıldığım fasulya p ilâ k is in i hiç unutamam...

Yolumun üstündeki Cinci M eydani- nda ata binmekten, Gülhane Parkı’ nda kayık salıncakları safasına kadar öyle eğ­lenceler peşinde koşuyordum ki, kısa za­manda mektep bana giran geldi.

Yolunu buldum:— Eve, mektep ta til der ve dışarıda

oynarım. Kendi hususî günlerinde ger­çekten ta til olunca da, mektebe gitme bahanesiyle evden çıkıp İstanbul’ u ge­zer tozarım. Yanıma da dalkavuklarım­dan birkaçım alırım!

Böyle yaptım. Mektep tatil dedim ve evde kaldım.

Birkaç gün geçmedi, mektepten me­rak ettiler ve başta müdire hanım, ko­nağa kadar gelip sordular:

—Çocuk hasta mı?— Hayır!— Niçin mektebe gelmiyor?— Mektep ta til değil mi?— Ne münasebet!.. Bunu kim

söyledi?- O ! . .Müdire sert sert büyük babama

bakıyor:— Bu yaşta yalan söyleyen ve mek­

tepten kaçan b ir talebeyi artık kabul edemeyiz!

Ve kovuluyorum.Beni büyük babamın öfkesinden ko­

rumak için yatağa yatırıyorlar ve hep­ten yalan, başıma sirkeli b ir bez koyuyorlar.

Büyük babam, odanın kapışım açıp uzaktan bakıyor ve o yaşta yalana baş­lamış torununa çatamadan çekilip gidiyor.

• CİCİANNENİN BULDUĞU ÇARE

Cidannem, afyonla uyuşturma ted­b iri diye bahsettiğim korkunç çareyi buldu.

Bana, hiçbir süzgeçten geçirilmeden rastgele ve her soydan roman okutmak ve onların büyüleyid tesiri altında beni kendimden geçirip çocukluk insiyakla­rım ı körletmek, böyiece yaramazlıkla­rıma engel olmak...

Büyük babama demek istiyordu ki:— Sen misin torununu bu kadar şı­

martıp başımıza belâ eden; dur, ben onu büyüteyim de gör! H jçb ir tütsü bu bü­yüyü çözemesin!..

Ve yığdı önüme, 40 ambarlık b ir sü­rü k itab ı...

Kabahatim, 5-6 yaşlarında okuyup yazmaya başlayışımdı. 8-9 yaşlarında,

------------- — ----------------- _ >1

NELER DEMİŞLERDİ?Fevzlye Abdullah Tansef:

“ Orhan Seyfi, Yusuf Ziya’da halk şiirindeki samimiyet, Ne­cip Faztl’a nazaran daha zayıftır. Necip Fazıl’ın şiirlerinde sa­mimiyeti veren, âşık tarzının hususiyetlerini daha canlı olarak yaşatan şiirter yazmastndadır.” ülkü, sayı: 78-1939

★ * *

Behçet Necatigll:“ Tekke şiirimizin verimlerini, modern Fransız şiiri ölçüle­

riyle değerlendiren, şiirlerinde insanın evrendeki yerini araş­tıran, madde ve ruh problemlerini, iç âleminin gizli duygu ve tutkularını dile getiren Necip Fazıl, oturmuş bir dil ve sağlam bir teknikle yazdı.”Edebiyatımızda İsim ler Sözlüğü, Sh. 169

★ ★ ★Abldkı Dlno:

“ Necip Fazıl’ın şaheseri (Senfoni), isyan bayrağını çeken şiirdir. ‘Senfoni', 19. ve 20. y.yılın fert bunalımını, kâh bir fi­kir kalıbı İçinde, kâh bir deli gömleği içinde mükemmelen ifa-de ediyor.”Salah B irsel, Ah Beyoğlu, Vah

hünerli b ir terbiyeciye muhtaç b ir ço­cuk adına ne affedilmez cinayet!..

Eski harflerle, kapağında “ Para Kuvveti” yazıh bir kitap... Ben onu önce “ Parakoti” diye okumuştum.

Sonra b ir ân kaybedip:— Nerede Parakoti?Çığlığını basınca, ciciannem: —A yo l, o Parakoti değil, “ Para

Kuvveti” ...Cevabını vermişti.

Haftada b ir broşür halinde çıkan, bitmez tükenmez “ Güzel Prenses” ... (Mişel Zevako) ve (Aleksandr Dü- ma)’nm bütün eserleri... Kılıcım bir çe­kişte 5-6 kelle uçuran (Şövalye dö Rogesten), (Lükres Borjiya), (Güüver), filân, falan...

Hele, kasketli minkâri burunlu ve ağ­zında piposu (Şarlok Holmes)?..

Kahramanlarım bunlar... Henüz his­si eserlere geçmiş değilim... Sedirin üs­tüne b ir yastık koyup romanımı açıyor ve yüzükoyun uzanmış, b ir taraftan da b ir tatlı atıştırarak madde ve mâna ta­d ın ı b ir le ş tir ic i şekilde okuyor, okuyorum.

Okur-yazar olmayan annem, tehli­keyi görmüyor ve benim bu çöplük k i­taplarına dalışımı kötüye yormuyor.

Babam b ir isimden ibarettir; büyük babam ise, hiçbir şeyin farkında değil...

Geceleri bazı ahbaplarım ziyarete gi­der, yakın mesafeli yerlerde, önde fe­ner tutan uşak A li, arkada ben, belimde de (Rogesten)’in kılıcına benzettiğim için kemerime astığım çini soba maşası, onu b ir muhafız gururuyla takip ederim.

Halanım oğlunu, (Şarlok Holmes)’in (Vatson)’u u gibi yanıma alıp, Binbir- direk ve Yerebatan mahzenlerinde katil aramaya çıktığım olmuştur.

İstanbul fa ili meçhul cinayetlerin ka- atilleriyle doludur ve onları benden baş­ka kimse yakalayamaz!..

Beyoğlu, sh. 91_____________ J

Bütün hakikatleri meydana ben çı­karacaktım.

Ben gelmeden bu dünya dönüyor muydu dönmüyor muydu?..

• REHBER-İ İTTİHAT MEKTEBİNDE

Amerikan mektebinden sonra, beni, “ Rehber-i İtt ih a t” is im li mektebe verdiler.

Vaniköy’de, yanmış ve bugün kül­leri bile kalmamış b ir yalıda, Serasker Rıza Paşa yalısında “ Rehber-i İttih a t” mektebi... Müdürü, 30 küsur yıl sonra bana Büyük Doğu’larda arkadaşlık eden Raif Oğan... Onu, o zamandan, hatır­lamıyorum.

B ir de yine sonradan öğrendiğime göre, Peyami Safa da orada “ mubassır” dedikleri b ir talebe güdücüsü... Onu da, o mektepteki haliyle hiç canlandıra- mıyorum.

Onunla da, 15 y ıl sonra arkadaşlı­ğımız kurulunca:

— Demek mektepte pastalarımı yer­din, öyle mi?

Diye şaka etmiştim.•

Bu mektep bana b ir kâbus oldu.İ lk defa yatılı b ir mektebe verilmiş

oluyordum. Konak ve yalı gözümde tü­tüyordu. Hele annem, hele annem!.. Öksüz kalmıştım.

Gece başlarken, alnımı teneffüsha- nenin pencere camına dayamış ağ­lıyorum ...

Rıza Tevfık’ in “ Selma sen deun u t!” ş iirin i okuyor ve kız kardeşimi düşünerek ağlıyorum...

Yatakta, yemekhanede, yastığımı bü­kerek ve lokmalarımı yutmaya çalışarak ağlıyorum...

•Bu mektepte yapamayacağım anla­

dım ve kurtulmak için b ir hile dü­şündüm.

Annemi, GalatasaraylI, polislikten gelme, başkomiser dayımın refakatinde İsviçre’ye göndermişlerdi.

Selma’nın kahnndan o hale gelmiş­t i k i, hemen teşhis yapıştırılmıştı:

—Verem!..Gitmiş ve birkaç ay b ir sanatoryum­

da kaldıktan sonra dönmüştü. İyileşmek yolundaydı.

Amerikan mektebinden sonra beni "Rehber-i ittihat” isimli mektebe verdiler. Müdürü, 30 kü- sûr yıl sonra bana Büyük Doğu’larda arkadaşlıka rla n D o lf H m n

— Misk gibi peynir... Sen kirlet­mişsin!..

Dedi ve beni b ir temiz dövdü. Büyük babam işe karıştı:—Çocuğu dövme!.. Madem istemi­

yor mektepten çıksın!

• SEFERBERLİĞE DOĞRU

Büyükderede yalıdayım... Halam ve çocukları da orada...

Benim,hem büyüklerin sofrasında yemek, hem de küçüklerin sofrasına re­islik etmek adetim olduğu üzere, büyük­lerle masa başındayken, “ Yenge Zehra Hanım” isimli, ciciannemin dalkavuğu, beyaz saçları kınalı şımarık ve yüzsüz b ir acuze, anneme, arkasından dil uzatıyor:

—Bırakın şu veremli kadını!..O kadar kızıyorum ki, elimdeki k i­

raz çekirdeğini bir sıkışta suratına fırla­tıyorum. Çekirdek “ tmnn” diye annemi babama boşatmak isteyen acûzenin al­tın çerçeveli gözlüğüne çarpıyor.

Ben yemekten kalkıyorum ve koşar adım polis merkezine giderek “ Merkez Memuru” , şimdiki tabirle Emniyet Âm i­ri dayıma, kardeşine edilen hakareti luç- kıra hıçkıra anlatıyorum.

—Keyfine bak, diyor dayım; Allah onlara cezalarını verir!..

•Yenge Zehra Hanım’ ın iki kız evlât­

lığından b iri veremden öldü. Annemse, bundan birkaç yıl öncesine kadar, 90 ya­şma yakın yaşadı.

Büyükler konuşurken, hele dayım polislik hatıralarını anlatırken, hırsızlık, cinayet ve yangın vakalannı dinlemeye bayılıyorum. Böyleleri, hele hırsız ve kundakçılar, bana, insanda olmayan ka­biliyetlerin sahipleri, meselâ cinler gibi görünüyor.

Hırsız... O b ir gölge, hayalet, etsiz ve kemiksiz girmeyeceği menfez ve geç­meyeceği delik olmayan bir varlık...

Böyle hikâyeleri dinledikten sonra, gece yatağa uzanınca, korkumdan ba­şımı yorganın altına gizlemeden edemi­yorum. Sanki yorgan korku kalesinin kapısıdır ve örtüldü mü hiçbir kaygı kalmaz.

Yangın ve kundak, daha ürpertici te­dailere yol açıyor. Ahşap b ir evin sö­kük kaplamaları araşma sıkıştırılmış bir kundak... İçinde, buruşuk yüzü ağla­maklı b ir bebek... Biraz sonra üstüne gaz döküp k ib rit çakacaklar ve...

YARIN:BULÛĞ ÇAĞINA DOĞRU

Arif Oğan’ ın müdürlük yaptığı Rehber-i İttihat Okulu'nda Necip Fazıl, öğrenci iken Peyami Safa da mübassırlık yapmaktadır ama, Necip Fazıl onu o dönem­den hatırlamamaktadır

NECİP FAZIL'DAN BİR ŞİİR

YUNUS EMREKaç mevsim bekleyim daha kapında, Ayağımda zincir, boynumda kement? Beni de, piştiğin belâ kabında,O kadar kaynat ki buhara kalbet!

Bekletme Yunus’um, bozuldu bağlar, Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar; Veriyor, ayrılık dolu semalar,İçime bayıltan, acı bir lezzet.

Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan, Geleyim, izine doğru arkandan; Bırakmam, tutmuşum artık yakandan, Medet ey dervişim, Yunus’um medet!.. (1926)

Sabahlan bize yedirilen kaşar pey­nirin i toz ve pasla kirlettim . İçine bö­cek ölüleri ve kurtlar yerleştirdim ve tatil çıkışında anneme göstererek:

— Bak, bize ne yediriyorlar, ben bu

mektepte kalamam!Diye direttim.Annem gayet soğukkanlı peyniri

elimden aldı ve bıçakla ortasından ya- rararak tertemiz meydana çıkardı:

Page 7: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

7 OCAK 1984

Yanda Kalan EserlerS un an : ılh a m i SOYSAL

0 yaşta bende kadın alâkası başlamıştı

Necip Fazıl Kısakürekf --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- v

NELER DEMİŞLERDİ?

B âk i Süha E d ihoğ lu :

“ Neme lâzım, eli açık hatta müsrif insandır. Para onun avu­cunda hazan yaprakları gibi uçar gider. Bu yüzden aramızda ona ‘Prens’ adını vermiştik.”

“ Şiirimize getirdiği yenilikleri ve güzellikleri burada bir bir sa­yacak değilim. Ancak şu kadar söyleyeyim ki, Kısakürek Türk halk şiirinin, mistik tekke şiirinin herkese açılmayan kapılarından ra- % hatça, başka bir rüzgârla geçmiş. Batı şiirinin havasını da taşıyan mısralarında madde ve ruh felsefesini en güzel bir dil, en mükem­mel bir norm ve tadına doyulmaz bir ahenk içinde vermiştir.”

B iz im K uşak ve Ö te k ile r, Sh. 56

★ ★ ★Agâh S ırrı Levendi

“ Maddeyi ruhla dolduran, ateşi kanla söndüren Anadolu’yu, İstiklâl Savaşı’mn sırrını o zaman anlıyoruz. Millî Mücadelenin ru­hunu bu kadar kuvvetle bize duyuran bir eserin (Tohum) henüz yazılmadığını itiraf etmek, en doğru hak tanımak olur.”

Eserler ve Şahsiyetler— 1935

★ ★ ★

Sedat S im avi:

“ Büyük mütefekkir üstad şairimiz Necip Fazıl Kısakürek bir taraftan fikirlerini Cumhuriyet Gazetesi’nde neşrediyor, öbür ta­raftan da piyeslerini Şehir Tiyatrosu’nda Ertuğrul Muhsin’e oyna­tırken, bu iki san’at faaliyetinin de üstünde hummalı bir şiir yetiştiricisi olmaktan geri kalmıyor... Yedi Gün, Necip Fazıl’ ın en yeni şiir tecrübelerine sahne olmaktan kendini bahtiyar addeder.”

Y edi G ü n — 1938

V_________________________________

oN İH A Y E T korktuğumu yakından

görmek heyecanına erdim. Ya­lıya hırsız girdi.

Bir hizmetçinin sonradan anlattığı­na göre, gece yansı yatağında bir ses du­yuyor:

— Mehmet Usta, uyuyor musun? Mehmet Usta, yalının arka tarafın­

daki bahçede bazı inşaat işleriyle uğra­şan emin adamdır ve b ir hadisede asla şüphe müphe olamaz. Böyleyken hırsız­larla el b irliğ i yaptığı şüphesiyle kara­kolda yemediği dayak kalmayacaktır.

Hırsızlar ikinci kattaki büyük sofa­ya çıkıyorlar, ürktükleri erkeklerin oda kapılarını dış tokmaklanndan telle bağ­layarak dışarıya çıkılamaz hale getiri­yorlar. Yadıyı yalıdakilerden daha iyi tanıyan ve neyin nerede olduğunu bilen tip ler... İkisi kapılan iptal işini yapar­ken b iri sofadaki meşin sandığı kilid in i kopararak açıyor, içindeki kıymetli iş­lemeleri sağa sola saçıyor ve en dipte, sırmalı torbada saklı büyük babam ve eski nazır Selim Paşa’nın çok kıy­metli nişanlannı kavradığı gibi, artık çı­kacak gürültüye aldırmadan kaçmaya başlıyor. Arkadaşlan da peşinden.

Her biri, elmas, pırlanta, zümrüt ve yakut bezeli bu nişanlar, değerce yalı­nın üstündedir ve doğrudan doğruya he­def tutulmuştur. Demek onlann yerini biliyorlar.

Ciciannem dövünecektir:— Ah, ne yaptım da koca meşin san­

dığı sofada bıraktım? İngiliz işi bu me­şin sandığın k ilid in i nasıl oldu da s(s çıkarmadan koparıverdiler? İçinde Sul­tanın bana verdiği “ Şefkat” nişanı da vardı. Sandığı, çok yer kaplasa da oda­ma almalı değil miydim?.. Hale bakın ki, siz, gelinimin ağabeyi burada polis memuru iken de bu işe cesaret edebili­yorlar!..

Hırsızların koşarken çıkardıkları “ paldır-küldür” üzerine kapıları dışa­rıdan bağlı erkekler, b ir çekişte telleri koparıyorlar ve don-gömlek meydana çı­kıyorlar.

O anda bir kadın çığlığı kopuyor: — Hırsız var!!! Koşun!İşte, ben de aynı ânda yatağımdan

fırlamış ve odamıza bitişik helâya can atmış, hela kapısını içeriden mandalla­mış bulunuyorum. Sanki bu adamlar be­ni bulursa yere yatınr ve keserler...

Çığlık üzerine, uşak, hizmetçi, ah- çı, usta, yalıda kim varsa üst katta ve sofada...

Her kafadan b ir ses:—Kaçarlarken görmediniz mi? —Kaç kişiydiler? 3 mü, 4 mü? — Her halde arka tarftan girip ön­

den kaçtılar...Birden her sesi bastıran yırtıcı bir

haykırış.— Çocuk nerede, çocuk? Alıp götür­

müş olmasınlar...Dört b ir tarafa yayılan ve karyola

altlarına kadar arayan yalı halkı... Men­fi haberler geldikçe etrafa lanet okuyan büyük babam ve tırnaklarını yanakla­rına geçirmiş, ağlayan annem...

Ben de helâ kapışım açıp: —Buradayım!Diyemiyorum. Korkum o kadar bü­

yük...B iri helâ kapısını açmak istiyor, içe­

riden kapalı olduğunu anlayınca: —Kim var orada?Diye sesleniyor ve hep beraber ko­

şuyorlar:— Kim olacak?.. Çocuk, çocuk!.. Gülümseyerek çıkıyorum, helâdan ve

korkudan saklandığımı belli etmemeye çalışıyorum.

"KADIN ALÂKASI BAŞLAMIŞTI"

O yaşta bende kadın alâkası başla­mıştı. Hem de benimle yaşıt kızlara karşı değil, yetişmiş ve gelişmişlere karşı... Frenklerin (Odora di Femina - kadın ko­kusu) dediği esrarlı rayihayı adamakıllı almaya başlamıştım.

Kadın hizmetçiler yemek yerken ma­saların altına saklanır ve onları seyre­derdim.

B ir gün yemekte b ir kadın sofranın muşambasını kaldırdı vetaaccüple sor­du:

Elverir ki, önada bir hicap perdesi kalsın ve her şey sınırlı bir edep tülü al­tında gizlendirilsin... Yoksa, kadın, as­liyle, Hıristiyanlık’ta yol kesici bir engel, İslâmiyet’te ise yol verici b ir kanat... Tek ölçüleri bilinsin ve Allah Resulü’- nün kati mizacına bürünmenin sırrı ta- dılabilsin...

Henüz bulûğ çağına en aşağı 6 yıl uzağım... Halamın oğlu, benden 9 ay büyük Tank akranı kızların gözünü benden fazla çekiyor. Za riftir, asil ta­vırlıdır ve nereden, nasıl enselediğini b il­mediğim kızlarla gezip tozmaktadır.

Onlan takip ediyor ve kendimi belli etmeden, fınnın önüne bırakılan iki se­petli ekmek büfesinin kenar yerine sak­lanıp yalıya doğru yol alışlarını kolluyorum.

Vay:Kızlardan biri, kolunu Tank’ın omu­

zuna atıp ensesinden dolaştırmıyor mu?.. Çıldıracak gibi oluyorum. Hemen kese b ir yoldan, yalının bahçe yolundan geçerek deniz tarafındaki sokak kapısı­na koşuyorum ve kapıyı çalmalarını bek­liyorum.

Geliyorlar... Kapıyı açıyorum... Ön­de Tarık, arkasında çocukla genç arası 3 fıkırdak kız...

Tam zamanı... Sağ ayağımı kaldı­rıp Tank’ ın göğsüne b ir tekme yapıştı­rıyorum.

★ ★ ★

Tarık ’ ın beyaz elbisesi üstünde, m i­nicik iskarpinimi, şu ânda gözle görür, elle tutar gibiyim ...

★ ★ ★Hâlim ve selim, nazik ve zarif Ta­

nk, ağlaya ağlaya içeriye dalıyor, kıs­kanç ve öfkeli, sen ve kaba Necib’ i annesine şikâyete koşuyor. Kızlar yüzü­me bile bakmadan çekip gidiyorlar. Hayret ve nefretleri yüzlerinden belli...

Ah şu (Odora di Femina)!.. Henüz olgunlaşmamış olanlardan bile tütmek-

"YALIYA BİTİŞİK KÜÇÜK BİR DÜKKÂN..."

Yalıya bitişik küçük b ir dükkân... Bu dükkânda (Barba) lâkaplı ihtiyar bir Rum...

Oturduğu yer minderinden iki eliy­le her tarafa yetişecek kadar şıkışık bir dekor merkezinde (Barba), raflanna diz­diği şişeler ve kutulara çeşitli satılık nes­neler do ldurm uştur. M in i m in i, yuvarlak, san limon, yine küçücük, par­lak, dört köşe, bembeyaz nane şekerle­r i... Boru biçimi kırmızı kâğıtlara istifli yuvarlak (Tabler) çikolatalan, mantar tabancalan, balık oltalan, düdükler, boncuklar, vesaire, vesaire...

(Barba), okka veya arşınla satılan mallar yerine dirhem dirhem ve santim santim ölçülen, eşyanın değer üstünlü­ğündeki farkı, bilmeden (estetik) b ir v it­rinde ifadeye kavuşturmuş insandır ve ona “ birkaç tane çifte kavrulmuş!” de­nildiği zaman, ufacık lokumları kava­nozundan yavaş, yumuşak, saygılı bir eda ile çıkarır, yine ufacık b ir kâğıda dizer verir.

Evet, (Barba), hususîyle çocuklara karşı çekici ve onlann zevk ve lezzet me­

lekelerini gıcıklayın (estetik) b ir tesir sa­hib id ir. Yaz sıcaklarında dükkânının önünü sık sık sular ve bu sulamadan te­pesindeki asmayı da yoksun bırakmaz.

★ ★ ık-Ondan bir olta satın aldım ve dene­

mek için kıyıdaki sandal iskelesine çık­tım. Ne oldum bilmem oltayı atarken fazla mı savurdum ne, denize düştüm. Tepe üstü saplandığım bulanık sularda başım kuntlara gömüldü ve ben insan nasıl boğulurmuş, orada anladım.

Beni su yüzünde kalan ayaklarım­dan çekip çıkardılar... Koşarak gelen ih­tiyar (Barba)’mn emriyle öylece tuttular. İçtiğim suları çıkarmama çalıştılar ve ku­cakta yalıya teslim ettiler.

(Barba) kapıyı açanlara:— Çocuğu, diyordu, hemen soyup

iyice kurulayın ve yatırın! Bir şeyi yok... Korkmuştur, o kadar!..

Babam Gebze Savcısı... Biz de, ben ve annem, yanındayız. İstanbul’ a yakın diye bazen büyük babam da geliyor.

Gebze’den tek hatıram, büyük ba- bam’ ı çılgına döndüren b ir hadise...

Bulûğ çağına doğru Henüz bulûğ çağına en aşağı

6 yıl uzağım. Halamın oğlu benden 9 ay büyük Tarık, akranı kızların gözünü benden fazla çekiyor

Necip Fazıl Ktsakürek’in lokanta­da yemek yerken bir mimar tarafın­dan kâğıt peçete Üstüne çizilmiş resmi

Adliyeye oğlunu görmeye gitm iş... Koridorda bir adam peydahlanıp büyük­babamın ellerine sarılmıyor mu?..

— Kimsin sen, ne istiyorsun?— Ben Hasibe-Nasibe çiftin in kati­

liyim , hakkımda idam hükmü kesen eli­nizi öpmek istiyorum!

—Allah senin gibiler için af çıkaran Hürriyet’ in belâsını versin!

Bu adam, Hasibe ve Nasibe isim li, hem kendi yeğenleri ik i küçük kızı da­ğa çıkarıp boş bir değirmende ırzlarına geçmiş, sonra taşla başlarını ezip öldür­müştür. Büyük babamın derhal idamı­na karar verdiği bu adam, Hürriyet yalanı idaresinin umumî a f ilânı üzeri­ne, evrakı tasdikteyken kurtulmuş ve şimdi memleketi olan Gebze’de fink at­maktadır. Kimsede bu şenaat örneği olacağa lâyık olduğu muameleyi göste­recek b ir tavır yok...

★ ★ ★Büyük babam, böyle hürriyetlere be­

lâ okumakla kalmamış, bastonunu kal­dırmış ve herifin üzerine yürümüş... Koşuşup hadise çıkmasına mâni olmuş­lar...

Temelsiz bir rejime, kayıtsız b ir ce­miyete mukabil, ihtiyar bir hâkimde hâlâ yaşayan ferdî adalet hissi...

* ★ ★

Gebze’ den de tez zamanda çekildik ve konağa yerleştik.

Ciciannem. yatağının üstündeki yas­

N ecip Faz ıl d a n b ir ş iir

SONSUZLUK KERVANISonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben, Üç ayakla seken topal köpeğim!” Bastığınız yeri taş taş öpeyim,Bir kınntı yeter, kereminizden! Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller... Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.Bu gidenler, altın kol silsilesi Ölçüden, âhenkten daha güzeller. Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...Sonsuzluk Kervanı, istemem azat! Köleniz olmakmış gerçek hürriyet. Ölmezi bulmaksa biricik niyet; Bastığınız yerde, ebedî hasat, Sonsuzluk Kervanı, istemem azat.

(1952)

tıkları yükselterek karşı durabileceğini vehmettiği ölüme her ân yaklaşa dur­sun, annem konağın ırgatlığı işinde de­vam etsin ve babam altın kaplama topuzlu bastonunu havaya kaldırarak aklı fik ri hep dışarılarda, gezip dolaş­sın...

Ben yine romanlara abanmış bulu­nuyorum. 30-40 yıl sonra yerin dibine geçireceğim ve bütün sahte inkılâpları­

mızın başı sayacağım Mustafa Reşit Pa- şa’nın, başına b ir de“ Büyük” sıfatının eklenmesiyle açılan “ Büyük Reşit Paşa” Numune Mektebi’nde okuyorum.

Bu mektepte, go lf pantalonlu ve uzun çoraplı jimnastik hocasının b ir gün ayaklarıma çarparak beni yere düşür­mesinden başka her şey silik...

YARIN: Heybeliada ve ilk âşk

—Kim var orada? Sen misin, Küçük Bey?

Hayret büyük... Gülüşmeler...B iri suali dayadı:— Ne yapıyordun orada?— H iç!.. Saklanıyordum!Halbuki genç hizmetçinin siyah, ka­

lın ve gergin çoraplarını cımbızlıyor- dum. Hattâ onun ayaklarını kucağıma almaya kadar davranmış ve işte o vakit yakalanmıştım.

Kadınlık cilvesine bakın ki, hizmet­çi ortaya dökmedi ve kimsenin b ir şey anlamasına müsaade etmedi.

Ben de sevindim ve bunu ilk âşk ma­ceram kabul ettim. ★

★ ★ ★Bunu ve bundan sonra gelecekleri,

bazı Batı kalemlerinin b ir nevi tersine riyakârlık ve günah şehvetiyle ettikleri itira flar soyundan zannetmemeli...

Bunları, istesem de, istemesem de doğruyu söylemek ihtiyacı yanında, ne­reden, nasıl geldiğim ve hangi menzifde karar kıldığım bakımından, hazırlayıcı ruh haletlerinin noktalanması diye gör­meli...

Page 8: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

8 OCAK 1984

® Yanda Kalan Eserler d)“ ta Kagiri;

f a a l K ıs a k

Sunan: İlham i SOYSAL

İlk aşkım, hayat ve ölüme dair ilk düşüncelerim, ilk (metafizik) arayış ve çırpınışlarım orada filizlenir

RO M A N LA R IM arasında bu de­fa ' ‘Zavallı Necdet” , “ Ölmüş B ir Kadının Evrak-ı Metrukesi ’

“ Lâdamokamelya” gibi hissi ve aşkı di­ye bilinenler de var...

(Margrit)in sevgilisine:— Az yaşayacağımı biliyorum, onun

için çabuk yaşamalıyım ki, kayıbımı ka­patabileyim!

Cevabım vermesi beni hazin hazin düşündürüyor.

★ ★ ★Akşamlan satıcılar yine evin önün­

den geçmekte ve ben ağlamaktayım. Ne istediğimi, neyi bahane etmek gerekti­ğini kestiremiyorum. Ne büyükbaba­m ın bana aldığı b is ik le tle r, ne anneannemin Aksaray’dan taşıdığı kı­lıç şeklinde çörekler beni teselli edebili­yor.

Dilediğim şeylerden hiçbirinin adını bilm iyorum. Zayıflıyor, soluyorum

Verem istidadından şüpheleniyorlar.

Annemin öksürükleri de tepmiş ve beti-benzi atmıştır.

—Haydi, diyorlar, bunları Heybe- liada’ya gönderelim... Mükemmel bir tebdilihava yeri...

Ve Heybeliada... Tepede, kulübem- si, tek katlı b ir Rum evi...

★ ★ ★Heybeliada, o zamanki birkaç ayım

ve sonra Bahriye Mektebi’nde geçirdiğim 4 senemle, kalbime yakıcı mührünü bas­mış yerlerden b iri...

İ lk aşkım, hayat ve ölüme dair ilk düşüncelerim, ilk (metafizik) arayış ve çırpınışlarım orada filizlenir.

★ ★ ★Soluk siyah kadife kaplı tabutlarda

kaldırılan Rum ölüleri...Fildişi renginde suratlar ve yeni gi­

yilmiş elbise ve ayakkabılar... H iç yere basmamış bu ayakkabılar öylesine yeni ki, arkasından num aralar okunabilir. Papaz homurtularıyla, birtakım kara üniformalıların ellerinde, tabut, çengel­lerinden tutularak götürülür.

Türlü hikâyeler anlatılır:— Filân kız, ciğeri kireçlendi ve iyi

oldu zannıyla evlendirilmiş de, düğün ge­cesi, sevinç ve heyecanı yüzünden bir­den bire kan kusarak ölmüş... Gelinlik elbisesiyle tabuta koyup götürmüşler.

Heybeliadaı(A)’ya o türlü âşığım ki, her zerremin bu çekiclik mahrutu içinde ona doğru uçup gittiğimi görüyor ve bende hiçbir cazibeye yer kalmadığını seziyorum. Ve: — Demek, diyorum; aşk buymuş...

İk i din arasındaki üstünlük ve ulvi­lik farkını görmek isterseniz ik i tabutu yan yana koyun ve bakın: Birinde sah­te şatafat ve çirkin ziynet, öbüründe gerçek mahfiyet ve en tabiî samimiyet... Bediî (estetik) duygusu, hendese izahat­larına yol vermez b ir izah ahengi...

★ ★ ★Bizim, ölülerin arkasından döktürüp

komşulara dağıttığımız koyu şerbetli lok­malara karşı onlann da (Koliva) dedik­leri b ir tatlıları var... Üzerine gümüş yaldızlı fıstıkların ve nar tanelerinin ser- pildiği sütle buğday karışımı b ir tatlı...

Oturduğumuz evin sahibi (İmaro) isimli ihtiyar kadına bu tatlıdan gönde­riyorlar, o da gayet iy i Rumca konu­şan anneme veriyor. Annem de tadayım diye bana uzatıyor.

Ölü yemekleri bile cakalı Ortodoks­ların bu yemeğinden tadmak bana, ölü­yü koklamak gibi b ir his veriyor ve:

— Nasıl yiyebiliyorsunuz, diyorum onlara, bir Rum ölüsü için pişirilen bu, cicili bicili tatlıyı?..

ROMANLARINDÜNYASINDA

Hülâsa, Heybeliada ile ilk temasım, ölüm ve ölülerle oldu ve bu, ezan sesi duyulmayan yalnız kilise çanlarının ürperttiği bucakta, mis kokulu çamla­rın Pırlandırdığı iklimde işim gücüm ro­manların dünyasında yaşamaktan ibaret kaldı.

(Pol ve V irjin i)y i, (Verter)i, (Anna Karanin)i okuyor ve henüz 10 yaşında­ki beynimi bunlann teknesinde yoğuru­

yorum (Mişel Zevako) ve benzerlerinden vazgeçmiş değilim.

Onun, içinde sihirbazları gezdirdiği b ir kitabında, M ’sır ehramlarının sırrı­nı arayan birine ait macera beni sarsı­yor, delirtircesine sarsıyor:

Adam girdiği ehramın içinde bir kapı görür. Açar, ik i uzun dehliz... Yürür. Dehliz, o yürüdükçe huni gibi daralma­ya başlar. Ay tavan tepesinde!.. Ne yap­sın?.. Geriye mi dönsün?.. Asla!.. İpucunu yakaladığı sim çözecek... Eği­lerek yürür. B ir ân gelir ki, çömelmeye ve öyle yol almaya mecbur kalır. A l­dırmaz... Dört ayak üstünde ilerleme, peşinden yüzükoyun sürünme, nihayet, başı huninin artık yol vermediği son noktada... Kafasıyla dürter, ama geçe­bilmek ne mümkün!

Bir ses:— Arkanı da kapattık! Geriye doğ­

ru sürünmek de yok!.. Bak, bakabilir­sen çarene!

Bütün gücüyle ileri atılır. Başı geç­meye ve huni açılmaya başlar. Ve der­ken b ir ışık...

Bu hikâyeyi okurken o kadar fena­laştım ki bir ân nefes alamaz oldum. Bo­ğuluyordum.

★ ★ ★Sihirbazlar ve sihirbazlık masallarıyla

öyle doluyum ki, anneannemin “ Yeşil umacı” , “ San umaç” hikâyeleri yanın­da, sanki kimsenin bulamadığı ve bu­lunması için bütün dünyanın beni beklediği esrarlı terkibi yakalayayım di­ye, yeşil, sarı, mavi, mor ilâç ve ecza­ları birbirine katarak tüpte topluyor ve ışığa tuttuğum gün, bu tüpten yeni bir güneşin doğmasını bekliyorum.

★ ★ ★Elime “ Gök Bayrak” diye bir kitap

geçti. Onda da büyücülük hikâyeleri... Fakat daha ziyade kahramanlık...

B ir kargı ve kalkan yaptırıp, gören­lere çalım yaparcasına çamlığa çıkmayı ihmâl edemezdim ki...

VE AŞK... İLK AŞKIMVe aşk... İlk aşkım...Türkiye’ye en uzak Arap illerinden

birin in Meşrutiyet sonrası “ Mebûsan Meclisi* âzasından birinin kızı “ A ...” ...

Bütün seri mallarının üstünde görül­memiş b ir esmer güzeli...

Ölen kızkardeşimin rikkat ve mer­hamet dolu gözleri, onda, davet ve mık- natısiyet p ırıltılı...

★ ★ ★Renkler ve kokulara ve onlann mah­

rem imtizaçlarına tutkunum.Nasıl konak deyince, burnuma tü t­

sü kokusu geliyor, içime renk renk kü­çücük camların gurbet bestekârı ışık süzmeleri çöküyorsa, nasıl, deniz, yo­sun ve (Barba)’nm şeker hokkalan olan­ca koku ve renkleriyle beni sarıyorsa, Heybeliada da, (A .) ’nm çarpıcı renk, mâna kokusu ve, ve asîl çizgilerini tü t­türen b ir buhurdanlık biçimine dönme­ye başlıyor.

★ ★ ★Akşamlan, Papaz Mektebi’nin ka­

ra cüppe ve siyah sakallı genç talebe­leri, cenaze adımlanyla çamlık yolunda geze dursun...

Bahriye Mektebi Camiî’ nin işitilme­yen ezanı yanında, bütün adayı sarsıcı boru sesleri alev alev yüksele dursun...

Ben de petrol lâmbası ışığında ve sa­baha kadar (Pol ve V irjin i) ’y i, sahife- lerinde (A ) ’ nın tebessümlü yüzü, okumakta devam ede durayım.

(A .) ’ya o türlü âşığım k i, her zerre­min bu çekicilik mahrutu içinde ona doğru uçup gittiğini görüyor ve bende hiçbir cazibeye yer kalmadığını seziyo­rum.

Ve:— Demek, diyorum, aşk buymuş...

★ ★ ★Aşkı doğrudan doğruya (fizik) b ir ’

bunalım halinde duyduğum bir gece...(A .) ’nm beyaz köşküne doğru, ar­

kamı b ir çam ağacına vermiş, hayâle daldığım ân kalbim öyle atmaya başla­dı k i, yerdeki kaygan ve kurumuş çam yapraklannın üstüne düşmemek için kendimi zor zaptettim. Işık sızıyor, du­

N ecip Fazıl'« b ir m e k tu p

ursin V A tn p . / c . Ç A T A L C A

/s tanbu /______S ,-İH c J t . 19$O

Jr— ~~ r jA “ • çvj- İ — / ’ <b-A> * > ' . ‘

*“*?.’ A v , » ç .y » . ^ . ı - j ’,V

a ~ t ; „ y 1 . r/ «»i- t i v •> y- j , s

' - KZ ’i l» j? > j r ZA * * L» V -

^ ^ »' ı. A jiS » J> > j l* r t»

____ ■ -A ** y j * 31

Ustad.Çoktan beri ziyaretinize gelmek istiyorum. Ancak ben, siz­

den çok uzakta oturuyorum. Çatalca’da kimsesiz çocuklar için kurduğum vakıfta yaşamaktayım. Yine de bir gün ziyaretini­ze geleceğim.

Kültür Bakanlığı büyük ödülünü kazandığınız için sizi can­dan kutlarım. Bu ödülü almakla Kültür Bakanlığı’nı onurlandır­dınız.

Size gelecektim, ama üç gün sonra Almanya’ya gidiyorum; bir ay sonra döneceğim.

Altı yıldan beri “Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı” adı ile bir yıllık çıkarmaktayım. Size son sayısını gönderiyorum, tetkik etme­niz için, inşallah yüzüncü yaşınızda da sizi tebrik etmek bana kısmet olur. Ben sizden dokuz yaş küçüğüm.

Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı için, yetmişbeşinci yaşınıza dair bir yazı vermenizi rica ediyorum. Bu yazıyı eski Türkçe ya­zabilirsiniz. Size daha kolay gelirse. Yazmaya zamanınız yok­sa bu mektubu size getiren han ima söyleyerek yazdırabilirsiniz. Ama ben sizin yazınızı tercih ederim.

Yazı istediğiniz uzunlukta olabilir. Her ne isterseniz yazı­nız. Meselâ yetmiş beşinci yaşınız dolayısıyla bir muhasebe geçmişle muhasebe... Yahut hatıralarınızdan bir bölümü an­latabilirsiniz. Şiirinizde yahut tiyatro yazarlığınızdaki merha­leleri de açıklayabilirsiniz, ya da büsbütün başka şeyler...

Yazınızla birlikte bir de fotoğrafınızı rica ediyorum.Bu yıllığın neşri geçikmişti. Bu münasebetle mümkün ol­

duğu kadar çabuk gönderirseniz beni sevindireceksiniz.Ziyaretinize geleceğim.Yolunuz düşerse bir gün sizi vakfa da misafir etmekten şe­

ref duyarım.Neslihan Hanımefendiye lütfen saygılarımı bildiriniz.Her zaman dostluklar...

Aziz Nesin

varlarda bazı gölgeler dolaşıyor ve yü­reğim et parçası mahiyetiyle kafama darbe üstüne darbe indiriyordu.

Adetâ bana sesleniyordu:—Aşıksın! Bu kızı seviyorsun!

★ ★ *Adada, yuvarlak bir kurabiye kadar

küçük o yerde, midilli dedikleri kısa boy­lu bir atla dolaşan, sonradan görme bir aile çocuğu olduğu besbelli b ir delikan­lıcık vardır. A ltın çerçeveli gözlük takar ve gümüş saplı kırbacı elinden düşmez.

O da bizimkine tutkun değil mi?Şu farkla ki, benden fazla alâka gör­

mekte ve bazen tek başına, arkasında

dizgininden tuttuğu cüce atı, (A ) ile ge- zinebilmektedir. Benimse ada eşeklerin­den gayrı binebildiğim b ir şey yok...

Büyükbabama “ bana b ir m id illi a lın !” demeye tenezzül edemem... Ço­cukluğuma rağmen böyle vasıtalarla za­fer kazanmak âdiliğinden uzağım...

★ ★ ★Tek mevsimlik zaman içinde b ir ke­

re gördüğüm,sevdiğimi sandığım (A )’yı, 40 yıl sonrasına kadar uzaktan haberi­ni almama rağmen bir daha görmedim ve düşünmedim.

YARIN: SEFERBERLİK

Page 9: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

9 OCAK 1984t

K a f a K a ğ ıd ı

B İR İNCİ Dünya Harbi’ nin o zaman­ki halk dilinde belirttiği dehşet ifade- ı si seferberlik...

t Anadolu kanının 7’sinden 70’ ine kadar, üzerinde "1 kuruş” yazılı şişeler içinde A l- maıllara satıldığı ve çepçevre sınırlar boyunca topfeğa akıtıldığı, milletin içinden imha dav­randı...

•(t Abdülhamid devrinin has ekmeğiyle bes­

lenmiş Yakup Kadri, yıllar önce benim ak- ranfenma çatarken:

’ —Saman ekmeği nesli!..("tabirini kullanmıştı. Aman ne doğru, ne

doj|ru...

j Şeyh Galib’ in muhteşem bir beytinde: Giydikleri afitab-ı Temmuz,

‘ İçtik leri şule-i cibansûz...

diye ta rif edilen ve giydiği temmuz gü­neşi, içtiği de cihan yakıcı ateş olarak göste­rilen ıstırap soyu, o zaman yanmaya başlamışsa da henüz tutuşmamış ve bir sam yeli neticesinde kavrulmaya 1928’den sonra yüz tutmuştur.

O zaman ve hayli zaman, Halk Partisi mebusu Yakup Kadri yeni gelenlere nazar edip,bunlar için:

—Yeni harflerin kavruk nesilleri!diyememiştir.

Bereket ki, bizim konağa kara ekmek gir­medi ve aileden birkaç zabitin bereketli ta­yınları savesinde ev halkı sıkıntıdan kurtuldu.

Bellibaşlt sınıf ve zümreler yararına ve topyekûn millet hakkına aykırı bir “ tayın” ... Tevekkeli, halka “ Tayıncı!” diye bir haka­ret kelimesi ilham etmemiş bu isim!..

POLİTİKA BÎÇARESİ ALMANLARİstanbul'a, biri kaz, öbürü ördek sesli

ik i Alman harp gemisi geliyor, İngiliz ve Fransız donanmalarının kovaladığı bu gemiler zaten mutemedi olan Türkiye’ye sığmıyor ve bomboş Karadeniz'de, hasmının sadece res­mini yumruklayan bir eda ile Ruslara karşı bir palavra davranışa girişiyor.

Ama, palavra değil, tam hesaplı bir iş... Böylece Türkiye harbe zorla itilmiş ve karşı taraf adına hayatî bir kıymet arzeden Akdeniz-Karadeniz ulaşım çizgisi kesilmiş ve Almanların cenuptan rahatlamaları sağlan­mış oluyor. Gemiler, gûya Türkiye’ ye satıl­mış, Türk bayrağını çekmiş, isimlerini “ Yavuz” ve “ M id illi” olarak değiştirmiştir.

Ama bu iddialar gülünç kaçıyor ve Tür­kiye, hattâ sevinçle, memnunlukla, Batı dev­letlerinin düşmanı olarak deftere kaydediliyor:

Sunan: ilh a m i s o y s a l

Kuru üzümle içilen çay, vesikalık saman ekmeği, idare lambalarına göre tortulu gaz v.s.

SeferberlikAbdülhamid devrinin has ekmeğiyle beslenmiş Yakup Kadri, yıllar önce benim akranlarıma çatarken, "saman ekmeği nesli” tâbirini kullanmıştı. Aman ne doğru, ne doğru

Bereket ki, bizim konağa kara ekmek girmedi ve aile­den birkaç zabitin bereketli tayınları sayesinde ev halkı sıkıntıdan kurtuldu

Necip Fazıl beş çocuğunun en büyüğü olan Mehmed kucağında, eşi Babanzade’- lerden Neslihan Kısakürek (Necip Fazıl ın sağında) ve iki yakın hanım akrabasıyla 1944TU yıllarda Erenköy'deki köşkün bahçesinde...

—Gel bakalım; o çürümüş halinle sen de katıl Merkezlilere de; hep beraber hesa­bınızı görelim!

Hesabı görüleceklerin başında, en güç- lüsü yerine, en kuvvetsizi olarak Türkiye var­dır ve bu acaip “ Hasta Adam” hâlâ üç kıtanın k ilit noktalarına sahip görünmekle­dir. Bu dengesizliğe bir son vermek gerekti­ğine göre, fırsat bu fırsat...

Onu, meccanen düşmanlarına hediye eden de politika biçâresi Almanlar... Eğer bize, silahlı bir tarafsızlık tavsiye etselerdi, düşmana, doğrudan doğruya üzerimize sal­dırmaktan başka bir çare bırakmamış olurlardı.

Nitekim harbin sonunda:— Biz Türkiye’ yi bir kuvvet sandık ve

arkamıza taktık. Yoksa ayrıca bize yük ola­cak bir kötürüm olduğunu bilseydik, ona el uzatmazdık!

diyecek olan Alınanlardır.•

11 yaşlarında, büyükbabamın, birtakım eski paşaları toplayan meclisinde,bunlar ve bunlara yakın meseleler konuşulur ve şeker­li (!) çay içilirken, ben ayakta, duvara yaslı, dikkatle dinliyorum.

Eski bir nazır diyor ki:—Abdülhamid tahtta kalsaydı, ne Trab­

lus Muharebesi, ne Balkan Harbi olurdu, ne de Dünya Harbi’ne girilirdi.

— Hem de harbin neticesi belli olmaya başlamışken girmek...

— Şimdi gel de İstanbul’da otur!..—Ne olmuş ki?— Düşman Çanakkale’yi geçer de payi­

taht önünde demirlerse?..

ÇANAKKALE VAZİYETİPendik veya Tuzla’dan gidilir “ Aydınlı’ '

diye bir köy... Orada ciciannemin akraba­larından “ Hacı Baba" yeni yaptırdığı evin altında dükkân açmış, basma, patiska, her türlü tuhafiye eşyası, çocuklara defter,kalem, lokum ve akîde şekeri satıyor.

Çanakkale’deki müdafaanın her ân kı- rılabileceği ve düşmanın İstanbul’a yürüye­bileceği ihtimali karşısında sinirleri bir kat daha bozuk ciciannem tutturuyor:

— Aydınlı köyüne, bizim Hacı Baha'­nın yanına!.. Şu Çanakkale vaziyeti belli oluncaya kadar orada kalabiliriz.

Sanki payitaht işgal edilecek olursa ci- cianııem bu köyde tehlikeden kurtulacak!.. 90 kiloluk vücudu, kütük biçimi şiş ve da­mar damar bacaklariyle kullanabileceğini san­dığı ve karyolanın altına yerleştirdiği ip merdiven misali, gülünç...

Gidiyoruz. Onlar arabada, ben at sır­tında...

Kaynak suyu kadar saf ve temiz bir ba­har havası... Karabaşlar, kır çiçekleri, kekik ve lâvanta bitkileri... Onlar havayı, hava on­ları kokluyor. İlk defa gerçek bir köye gi­diyorum.

Küçük bir tepeden iniş ve her defa, bir köye girer yahut b ir köyden çıkarken görül­düğü gibi bir mezarlıktan geçiş ve köy...

HACI BABA'NIN EVİHacı Baha’nın evi bir âlem... Yeni ya­

pıldığı boyasız çiy tahtalarından belli bu iki katlı evde, ömürlerince şifasız iki hasta yatı­yor. Biri, zannedersem Hacı’nın küçük kar­deşi, Şerif adlı deli; öbürü de yine Hacı'nın bir yakını, her an yarasından irin boşanan ve her dem bakıma muhtaç yaşlı bir bâkire...

İk i devasız hasta arası Hacı Baba, din ve ibadeti, sertlik ve aksilik sanan bir tip ...

Gözlerinde merhamet ve duygudan tek eser bulunmayan kabuk Müslüman Hacı Ba­ba, sopasını Deli Şerif üzerinde de kullanır ve hastayı acı acı böğürtür.

Şerif yakışıklı bir delikanlıyken tutulduğu kara sevda yüzünden bu hale düşmüş...

AĞLAYAN ASKERLERBeni köyün ilkmektebine verdiler.Aldığım tasdiknameleri göstere göstere

mektep değiştirdiğim için artık son sınıflar­dayım... Mektebin Arnavut ve şivesi değiş­memiş bir müdürü var... Çocukların anlattığına göre bu adam sık sık evleniyor ve her defa, her aldığı kadın veremden ölüp gidiyormuş...

Acaba onlara ne yapıyor da, kadınlar tez vakitte çürüyüp öbür dünyayı boyluyor?..

•Köye, galiba Çanakkale’ye sevkettikle-

ri askerî bir kıta geldi. Önlerinde bir de atlızabit...

Zabit, mektebin geniş bahçesinde asker­leri tertipledi ve ileri geri hırçınlaşan atının üstünde onlara gayet dokunaklı bir hitabe ver­di. Biz de bir kenarda, talebeler, köylüler, köyün hemen bütün kadınları, annem, ha­lam ve müdür bey, b ir aradayız.

Zabitin vatan, millet, namus, ırz, hay­siyet kelimeleriyle benekli konuşması, dinle­yenlere öyle dokundu ki, askerler ağlamaya koyuldular. Mendilleri olmadığı, yahut de­rinlerde bulunduğu için gözyaşlarını ellerinin tersiyle silmeye başladılar. Gözyaşları mey- dandakilere de sirayet etti ve herkes, bilhas­sa müdür bey hıçkırıklardan tıkanır gibi oldu.

Zabitin:—Gidiyoruz, haklarınızı helâl edin!haykırışını yükselttiği yerde, müdür bi­

ze döndü.—Çocuklar, "B iz de geliyoruz! Asıl siz

hakkınızı helâl ediniz” , deyin!çığlığını kopardı.Halam anneme:—Şu genç zabit, diyordu; ne yakışıklı

adam!

YARIN:Büyük babam öldü

Page 10: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

o Yanda Kalan Eserler d)u n a n : llh a m i SOYSAL

Necip F ffll KıscıkİM^KOlanca desteğim, koruyucum, kürkü­nün içinde barındırıcım, sema, top­rak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, bütün bir kâniatı öğreticim

I* STANBUL'a. konağa döndük. Gere­kirse yine köye gidebiliriz... Düşmanın ümidini kesip Çanakkale’ ­

den çekildiği günün akşamı, bütün İstanbul misilsiz b ir gulgule içinde... Fener alayları, havaî fişekler, maytaplar, bağrtşmalar, kay­naşmalar... Konağın sokağından da nüma­yiş koliarı geçiyor.

Büyükbabamı hatırlıyorum:Gecelik entarisi üzerine kürkünü çekmiş,

elinde bastonu, sakallarında şıpır şıpır göz­yaşı damlaları, sokağa fırlıyor.

Öldü.Büyükbabam öldü.Olanca desteğim, koruyucum, kürkünün

içinde barındırıcım, sema, toprak, güneş, dünya. Allah, Peygamber, bütün bir kâinatı öğreticim, büyükbabam...

Öldü.★

Konağın üçüncü katındaki yatak odasında bana Hazret-i A li menkıbelerini anlattığı kar­yolada benim masum masum "Hazreı-i Ali mi daha kuvvetliydi. Hazrct-i Peygam­ber mi?” sualime “ Peygamber’de nebilik kuv­veti vardı” cevabım verdiği yastıkta bir baş... Büyükoabamın, bu defa yanında torununun başı bulunmayan kupkuru kafası...

★İkide bir "açık gidecek diye korkuyo­

rum !" dediği gözleri kapalı, kolları ik i ya­nına uzatılmış, yüzü ve ayaklan fildişi renginde...

★Akşama kadar nefes tıkanıklığı yüzünden

göğsü körük gibi indi, çıktı, bir ara benim gömleğimi isteyip uzun uzun kokladı ve sonra daldı.

Uyandı, dudakları hecelenmesi imkânsız manalarla kıpırdadı ve birden kaskatı kesil­di.

★Beni odadan çıkardılar:— Karşı odada bekle!Dediler ve ölüye döndüler.Karşı odada, benden biraz önce kocası­

nın yanından çekilen ciciannem ağlama lec- rü besindedir:

— Evin direği çöktü!Ve dışarıda satıcılar bağırmakta:— Taze simitler!.. Akşam simidi...

BAHRİYE MEKTEBİNe oklumsa bu mektepte oldum.Bu mektepte bulûğa erdim, düşünmeye

ve kişiliğimin ana dokusunu bu mekteple ör- güleştirmeye başladım.

1916-1920 arası beş yıl okuduğum mek­tep... İsmi “ Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şa­hane” ... İmtihan ve en titiz muayeneler neticesinde alındık. Bedenî muayenemiz, ge­celeri horlayıp horlamadığımızı araştırmaya ve çirkinleri dışarıda bırakmaya kadar var­dı. Ruhî ve İçtimaî muayenemiz de en ince sual haddelerinden geçirilmemize ve aile se­viyemizin incelenmesine dek uzandı.

Kasımpaşa’da iarihi Kıymette Bahriye Ne­zareti binasında, alâkalı dairenin koridor du­varında bir liste... Kazananların listesi...

Orada, ilk defa, baba adına bitişik ola­rak kalıplaştırılan ve “ Abdülbaki Fazıl oğlu Ahmed Necip” yerine "Necip Fazıl" diye kaydedilen ismimi görünce sevincimden zıp­ladım.

BüyükbabamBahriye Mektebi... Ne oldumsa bu mektepte oldum. Bu mektepte bülûğa erdim; düşünmeye ve kişiliğimin ana dokusunu bu mektepte örgüleştirmeye başladım

Mekteb-i Fünun-u Bahriye-i Şaha­ne öğrencisi Necip Fazıl, Heybeliada - daki bu okulda hayatında derin izler bırakacak bir öğrenim görmüş, ilk şi­irlerini buradayken yazmış ne var ki, daha önce değiştirdiği 5-6 okul gibi burayı da diploma almadan terk etmiş­tir. Fotoğrafta, Necip Fazıl ı bahriye mektebi üniformasıyla görüyorsunuz...

N ecipF a z ıld a n

b ir ş iir--------------------------------------— .

ANNECİĞİMA k saçlı başını alıp eline.Kara hülyalara dal anneciğim!O titrek kalbini bahtın yeline.B ir ince tüy gibi sal anneciğim!Sanma b ir gün geçer bu karanlıklar. Gecenin ardında yine gece var; Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! Gözlerinde aksi b ir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için:Bu kış yolculuk var, diyorsa için.Beni de beraber al anneciğim!...

J1926I_______________________________ J

İmtihanı kazananlar blrbirleriyle kucak kucağa...

Sirkeci'de "Ordu-Donanma Pazarı” ... Giyindik, kuşandık, takındık, taktık ve

pırıl pırıl bahriye talebeleri kılığında meydana

çıktık. Yazlığımız ayrı, kışlığımız ayrı...Sefil b ir özenişle, -Cem aliyc" diye

markaladıkları ve zamanenin üç despotun­dan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ya yakıştır­dıkları önü sipersiz, yüksekçe bir takke biçimi, çipa markalı bir serpuş...

★Düz beyaz ve düz siyah, altı beyaz üstü

siyah ve üstü beyaz allı siyah dört giyim çe­şidi olan cicili bicili bahriydi elbiseleri için­de uçuyorum.

Mektebe gitmek için hazırlanırken, endam aynaları diyor ki bana:

— Kıvrık saçları.vuvarlak kolalı yaka, al- tmd^siyah kıravat ve çipalı parlak düğme­ler ne de yakışıyor sana!.. Hele sokağa çık da gör, bütün genç kızların gözü sende ka-

laC3k! YANDAN ÇARKLI BİR VAPURLA...

"Neveser- Yeni Eser” yaftalı, eskilerin eskisi, müzelik, yandan çarklı bir vapurla Heybeliada’ya yanaştık.

Mektep, bizi teslim alacaktır. Mektebin demir parmaklıkla sınırlı, büyük talim mey­danına yol veren ve önünde nöbetçiler bek­leyen “ Lumbar Ağzı” isimli cephe kapısindan içeriye girdik. O gün, belli saatte, yoklama­mız ve giriş törenimiz yapılacaktır.

Bizi ayaklarımızın önünde çantalarımız, sıraya dizdiler ve ilk nutku geçtiler:

Bugünden başlayarak artık askersiniz! Çocukluk ve başıboşluğa paydos! Ben sınıf zabitiniz olarak size, 1 haftalık mühlet veri­yorum. Bu bir hafta içinde askerlik disipli­nine uyacak ve ondan sonra yanlış göz kırpmamacasmaemirlere bağlanacaksınız. Bu bir haftalık kabahatleriniz affedilebilir, fakal sonrakiler cezasını görür. Açın çantalarını­zı. getirdikleriniz listeye uygun mu, görelim ve peşinden yatakhanenizi, leneffüshaneniz ve dershanenizi gösierelim.

Hepsi “ hane” ekiyle mühürlü, yemekha­ne. cimnastikhane, kayıkhane, çamaşırhane, hastane, gusülhane pavyonlarını tek tek do­laştık ve ilk acemilik gününün gecesi, yeni pijamalarımızı giyerek yalaklarımıza uzandık.

Başka sınıflarla temas yasak...Her yemekten sonra diş fırçalamak mec­

buri...Gece veya gündüz, hangi saalte yangın

borusu çalacak olursa, nc vaziyet ve kılıkta bulunursa bulunsun, herkes koşarak tabur mevkiindeki yerini almakla mükellef...

*Yatakta düşünüyorum:— Benden bir yıl önce bu mektebe giren

ve beni kılığının cazibesiyle aynı yere çeken yeğenim Tarık ve adada âşıkken dinlediğim boru sesleri yüzünden girdiğim bu hanede, hane hane, tek iek hane olarak gurbethane- de halim ne olacak?..

Mektep bende bir günlük iç görünüşüyle

dış cazibesini paslandırıyor, içle dış arasın­daki hazin mesafeyi açmaya başlıyor ve bu­lunan şeye karşı ebedî inkisara karşı ilk misali veriyordu.

Ah şu benim zıt kutuplar arası en keskin ve mübalâğalı grafikler çizen yaratılışım!..

Verilen bir haftalık müddet içinde (me­lankoli) duygularımı kaybettim, hatta neşe ve şımarıklığa geçtim.

Bize gösterilen ilk talim dersinde, bir ne­vi dans sekmesini andıran ayak değiştirme şekli anlatılırken gülmekten kendimi alama­dım. Bunu gören 20-30 metre ilerideki za­bit, beni yanına çağırdı. Ona giderken seke seke, ayak değişıire değiştire yol aldım ve önünde haşmetli bir selâm çaktım.

Zabit, okşama denilebilecek yumuşak bir tokat aşketti yanağıma ve:

— Terbiyesizlik istemem, dedi; dön şim­di sekmeden yerine!..

Sınıfın (I) numaralı haşarısı olmaya doğru gidiyordum.

YEMEKHANEYemekhane bir âlem... (Komik) ve (dra­

matik) melekelerimin pişmeye başladığı bu mektepte yemekhane, içinde yüzülen tezat­lar ve gülünç özentilerin en çarpıcı meşhe­ri...

Oraya tabur nizamiyle girilir. Sınıflar, her biri 10’ar kişilik masalara geçer, beyaz ser­vis ceketli asker garsonlar ellerinde kocaman servis tabakları, İngiliz yemek dağıtma usu­lüyle sol yanlardan tabağı uzatarak dağılma işini b itirir. Ve bütün masalar servisin sona ermesini bekler.

Orta boşluktaki tek kişilik masasında ye­meğini almış, beklemekte bulunan zabit, ilk iş, önündeki çanı çalar ve yüksek sesle bes­mele çeker. Herkes sesler kısık, besmeleyi tek­rar eder ve yemek başlar.

Ortada (jakomi) İsimli, patlıcan burun­lu, muşmula suratlı, çökük ağızlı, resmî-sivi! kılıklı bir ihtiyar dolaşmaktadır. O, gûya hem metrdotel, hem de talebeye muallimlik vazi­fesinde bir İtalyan... Onu bu vazifeye geti­ren, ceket kollarında kaç sırmalı şerit taşıdığını hatırlayamadığım, Avrupa terbiye ve kültürünün deli divanesi, mektep müdü­rü olmalı...

(Jakomi) ihtiyarlığına rağmen cin mi cin!.. Bıçak,tabak sesi çıkaranlara, bıçak sağ ve ça­tal sol elde yemek yenirken çatalı sağ ele ak­taranlara, su içerken başta ve sonda ağzını silmeyenlere, ağzı dolu konuşanlara, dudak kenarlarını yağlı bırakanlara, sümkürmek için masa altına kaçanlara, geğiren ve sert sert öksürenlere ayıplarını ihtar eder, garsonla­rın da en küçük yanlışına müsamaha göster­mez.

Bir de piyano ve en âdi soyundan bir ye­mek müziği...

Yemek biter, çıngırak çalınır, herkes su­sar.

Ve nöbetçi zabitin sesi:— Elhamdülillâh...

Yarın: Bahriye M ektebi nde

Page 11: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

© Yanda Kakm Emler (D,11 OCAK 1984

Sunan: İltıami SOYSAL

İngiliz edep ve muaşeretölçüleri için­de yetiştiriliyor, olgun bir kültür sa­hibi olmaya davet ediliyorduk

K a f a K â ğ ı t »Necip FozflKısûkurcK

Mektebindehayat

Cuma geceleri cimnastikhanedefilm de gösferilir.O gün başımızdaki ” cemaliYe"leri havaya atar ve sevincimiz­den zıplarız. Bazı şehevî sahnelerde talebenin kaskatı bir dikkat kesildiği karanlıkta bile görülür

B U Batı delisi Müdür Şevket Bey, ömür adam ve ender bir tip... Uzun, kavak ağacı boylu, daima baş-

' tan aşağı kolalanmış beyaz elbiseler içinde, takma dişleri de kolalı hissini verecek kadar

'< beyaz ve hep görünürde... Konuşurken yay- * van ağızlı ve kısık sesli... Askerden başka her t şey... Veremden İsviçre’de tedavi görmüş ve

o yüzden mesleğine yabancı kalmış, hayli yaş- ' lı, tohumluk bir salon zabiti karalaması...* Bazı Kasımpaşa kanlarının edasıyla, elleri be- l ünde, çarpık tavırla ve onlann üslûbuna uy- ' gun konuşur, bazen de yakası açılmadık

sıfatlar ve teşbihler kullanmaktan geri kal- ' maz. İncelik gayreti içinde kabalığın ta ken- ) dişi...

İttihatçılar bu adamı Bahriye Mektebi’ - ne müdür seçmekle, hasta, hayal ve mecnun

f , ptopyalanna, en yerinde hizmeti yapmışlar- V al r . Zira, bu ütopyanın baş maddelerinden V biri olan bahriye zabiti tipini yetiştirecekler... V Harp Almanlar tarafından kazanılınca, Fıan- ^ « z donanması bize verilecek... İşte bütün me-

v sele bu donanmaya göre, hem şahsî zerafet, 1 hem de meslekî maharette üstün bir kadro

- meydana getirmek... Bunun için, dışarıda i herkes mısır koçanı ve saman ekmeği yerken, ı biz 3 4 kap yemek atıştırıyor, İngiliz edep ;ive muaşeret ölçüleri içinde yetiştiriliyor ve ho­calarımız tarafından da en olgun bir kültür

sahibi olmaya davet ediliyorduk.— İleride kraliçe ve prenseslerin ellerini

öpecek, her bakımdan teçhizatlı, yepyeni bir nesil... İlk numunesi siz olacaksınız! Unutmayın!

Müdür Şevket Bey, elleriyle boş böğrü­ne basarak hep bu laflan eder ve sınıf zabit­lerinde küçük bir ihmal veya Şarklılık edası gördü mü, onlan fena halde haşlardı.

— Olmaz efendim, olmaz! Haminnelik yok! Sümüklü Raziye tavnna veda!.. Çeşme­den takunyalı ayaklarla su taşır gibi değil, aşk ve şevk içinde, vazifeye kendimizi vere­rek çalışmalıyız! Nedir o sigara izmaritleri helalarda?.. İçenleri yakalamanız, ısrar eden­leri, kayıtlan silinmek üzere rapor etmeniz gerekmez mi?

Bir zabite, ik i sıra talebe karşısında:— Pantolonunuz neye ütüsüz, boyunba-

ğınız niçin sarkık?İhtarında bulanacak ve onun otoritesini

alenen kıracak kadar gerçek incelikten mah­rum...

Bazen de bahçeye çıkar, arkasında bir gramafon taşıyan nefere, onu yere bırakma­sını emreder, bahçede gezinenleri yanma ça­ğırır, etrafında halkalar ve onlara bir opera plağı dinletirdi. Arka sırada bulunanlara siv­risinek vızıltısı gibi gelen bu zamansız, me­kansız, icapsız müzik, talebelere gayet tuhaf

görünürdü.Arada bir mektebe getirtilen “ Deli İhsan”

kumandasındaki meşhur bahriye bandosu da şefinin cinnet getirdiği hissini veren zıplama­ları, sıçramaları, kıvranmaları yüzünden ayn tuhaflıkta...

Müdür Bey, en öndeki koltuğunda, Deli İhsan Bey’ in hislenmesinden parmaklarını öperek kumanda ettiği (Travyata)mn (aryacı­nı dinlemektedir.

NET BİR RÖNTGEN CAMIMustafa Reşit Paşa’dan başlayarak, Â li

Fuad, Mithat Paşa’ lar koluyla gelen ve bu

gelişteki sahteliği sezmiş tek padişah Abdül- hamîd’e karşı İttihat ve Terakki paşaları elin­de inkıraz şartlarını tamamlayan Yahudi imzalı inkılâp hareketi, o zamanın Bahriye Mektebi’ nde, son derece net bir röntgen camı...

Ve ben, 12— 16 yaşım arası, bu geliş ve gidişteki (komik) ve (dramatik) unsurlan, he­nüz köklü bir tahlil ve terkibe vardıramaksı- zın hissetmekteyim...

(İdeoloji) ve sâf fik ir adına, niyet kuşla­rının çektiği puslacıklar çapında ve hepsi mu- hasebesiz ve muhakemesiz, sığ ve sefil tekerlemeler..,

Hülâsa:Doğru, iy i, yeni ve güzel ne varsa Batı’ -

da ; yanlış,kötü,köhne ve çirkin ne varsa da Doğu’da...

Ve bu ara mizan üssüne ve nirengi nok­tasına göre her sahada bataklık ve bu ba­taklıklarda çırpman bir millet ve devlet...

Köke inememenin ve kurumuş yapraklar üzerinde kalıp kök feyzinden yoksun kalma­nın neticesi bu hayret tablosu da, küçük bir el aynasından küçük bir akis halinde, ken­disini o zamanki Bahriye Mektebi’ nde gös­termekte...

Bağlan kemiklere kadar geçmiş olduğu için atılması zor bir yük olan İslâm, bu va­satta misafirliği uzun sürmüş bir yabancı mu­amelesine uğratılmakta, henüz resmen kovulmamış olsa da bodrum veya tavan ara­sında muhafaza edilmekte...

★Mektebin camiine, o da resmî bir zorun­

luluk ifadesiyle değil, devam edegelmiş tea­mül halinde, ancak cuma günleri gidilir. Zabitler ve hocalardan namaza rağbet gös­terenler pek yoktur.

Bir zorâkilik ve iğretilik ki, demeyin gitsin.★

Bazı günler, umumiyetle cuma geceleri, cimnastikhanede film de gösterilir. O gün ba­şımızdaki “ Cemaliye’Teri havaya atar ve se­vincimizden zıplarız. O devir artistlerinden (romantik) edalı (Pinamenikelli) ve komik­lerden de züppe (Maks Linder) en tuttukla- nmızdandır. Bazı şehevî sahnelerde talebenin kaskatı dikkat kesildiği karanlıkta bile görü­lür.

Sık sık kopan bu filmlerde böyle bir sah­ne gösterilirken kopuntu olsa ve ışıklar yan­sa, görülecektir ki, çehreler, duvağı düşmüş bir gelin yüzü kadar mahçup...

★Namzet sınıfını hoplaya zıplaya bitirdim

Yazdıkları ve söyledikleri yüzünden ömrü boyunca defalarca hapsedilen, yar­gılanan, dergisi, gazetesi kapatılan Necip Fazıl Kısakürek, cezaevini bir tür ikinci evi sayardı. Yukarıda, Necip Fazıl'ı 1959’da bir mahkûmiyetini çekmek üzere cezaevine girmek üzereyken görüyorsunuz.

ve birinci harp sımfina geçtim.Tek derdim, üç ayda b ir verilen b ir haf­

talık tatil iznini iple çekmek... Evet, ta tili­miz üç ayda bir ve tam bir hafta... Yaz tatili de cabası...

Üç ayda bir kavuştuğum konakta bir hafta kalıp mektebe dönmek, bana çok ağır geli­yor. Ada vapurunun alt kamarasına çekilip, gizli gizli ağlıyorum.

Mektepte bizi sıraya dizip, içki içip iç­mediğimizi anlamak için kokiuyorlar, daha binbir muayeneden geçiriyorlar.

Ve haydi teneffüshaneye!..

SİGARAYA BAŞLADIMSigaraya 13 yaşında. Bahriye Mektebi'n-

de başladım. Bulunmasının en zor ve ceza­sının en ağır olduğu yerde...

Kapıda binbir gözcü, helâ avlusunda içi­yoruz. Bazı sigara bulamayanlar, içenlerin koyuverdiği dumanlan yutarak avunmaya ba­kıyorlar. Müdür Bey’in sert tenbihlerine rağ­men zabitlerden bu işe pek aldıran yok... Lâkin, en ziyade geceleri nöbetçi bir Kürt ha­deme var ki, peşimizi bırakmıyor ve bizi ida­reye haber vermekle korkutuyor.

— Şuna bir oyun edelim!Dedik ve uzun seneler Bahriye Mektebi’n­

de destanlaşan meşhur “ cin oyunu” nu oynadık.

Tatbikat aynen plana uydu. Herif, en ön­de ben, sahte cinleri görünce donup kaldı ve oturduğu şuadan ileriye doğru kaymaya baş­ladı.

Tam o anda beklenmedik bir hâdise. A r­kamdaki cinler yatakhaneye doğru kaçmaya başlamaz mı? Nöbetçi zabiti, elinde palas­kası merdiven başında...

Enselendik ve muziplik olsun diye girdi­ğimiz dolapta, ertesi gün cezab olarak bir saat bekletildik. Fakat mesele bu kadarıyla kapan­madı. Bizden sonraki sınıfların küçük yaş­taki talebeleri arasında cin hikâyesine inananlar oldu. Bunlar, gece yataklarından çıkamaz ve donlarına kaçırır oldular. Bir hi­kâyedir sürdü.

Bizi ve daha küçük sınıfları toplanmaya çağırdılar.

Kumandan:— 1054 Necip Fazıl, üç adım fleri, marş!..Yüzümü talebelere çevirttiler:— Şu gördüğünüz haylaz, gece nöbetçi­

sini korkutmak için bir cin hikâyesi uydur­muştur. Bu işin adı faslı yoktur. İşte kendisini cin, cin diye satan haylaz karşınızda!.. Onu en büyük ceza olarak teşhir ediyorum!.. Siz de rahatınıza bakın ve geceleri korkunuzu gi­dermekte kuşkuya düşmeyin!

DİSİPLİNCİ ALMANRejisör benim!Karşılıklı ik i büyük yatakhane arası bir

hol vardır ve bu holde üç kapılı bir dolap... Bu dolaba bir adam zor sığabilir, yükseklik olarak da başı tavana değmezse ne devlet!.. Kapılarında birer nefes deliği bulunan bu do­lap (kodes) adlı (sembolü:) ve (fantezik) ha­pishane... Küçük kabahatlerin suçluları 15 dakikadan 1—2 saate kadar buraya tıkılır, önüne bir süngülü nöbetçi d ikilir, saati ge­lince koyuverilir ve nöbet deflerine kaydı ge- çüir.

İşte benim tiryaki arkadaşlara teklifim:

— Bu adamın nöbetçi olduğu gece, üze­rimize bornozlarımızı geçirerek ve kukuleta­larını çenemize kadar indirerek dolaba girelim... Onu bir bahaneyle karşı yatakha­neye çağırtır ve hemen dolaba dalarız. Adam dolabın yanındaki sıra üzerinde etrafı kolla­maya başlayınca, biriniz dolaptan esrarlı ta­vırlar ve mırıltılarla öbürlerini davet eder: “ Yeşil cin, çık, mavi cin, çık !" Çıkarlar ve davetçinin arkasında, yine esrarlı hareketler ve mırıltılar, nöbetçiye doğru yürürler... Bu vaziyette nöbetçinin korkması ve büzülüp kal­ması lâzım... O zaman öndeki davetçi cin ta­rafından adama ihtar: "Talebeleri rahat bırak, sigara içmelerine engel olma! Yoksa seni çarparız!”

Bir arkadaş:— Ya adama vız gelir de üzerimize sal­

dırırsa?..— Kukuletalarımızı kaldırır, kendimizi

gösterir, “ Şaka ettik, kusura bakma!” der, oyalarız.

Mektebe, ders ve disiplin nâzın sıfatıyla b ir Almanı getirdiler. (Herr Boltz).,.

Tez zamanda sdâhiyetini sonsuza kadar çıkarmayı beceren bu uzun boylu, 45-50 nu­mara ayakkabılı, hareketleri sert ve keskin adam öyle bir disiplinciydi k i, rüzgârın ada­yı uçururcasma estiği kış gecelerinde, yan­gın borusu çaldırıp talebeleri toplamaya, onlara gemilik elbiselerini giydirmeye, kayık­hanede dört çifte işkampavya indirtip ada et­rafında bir tur yaptırdıktan sonra yatma izni vermeye kadar gidebildi.

Buna benzer hareketleriyle meşhurdu. Me­selâ teneffüshanenin temizlik muayenesinde, her taraf ptnl pırıl ışıldarken, o gider, piya­nonun üst kapağını açar ve içindeki tozu par­maklayıp, arkasından gelen zabite gösterir, tozu onun yüzüne sürmediği kalırdı.

Bir gün, bir esneyene karşı, kocaman el­lerini avuç içlerinden birleştirip parmakları­nı açıp kapayarak, timsah ağzı şeklinde taklit hareketi yaptığını hatırlıyorum.

★Bir defasında, benim sıramın yanıbaşın-

da sımfa b ir şeyler anlatırken, eğildim, te­beşirle muhteşem ayağının boyunu çizmeye kalkıştım. Gördü ve beni kulağımdan tutup ayağa kaldırdı sınıfın b ir köşesinde tek ayak üzerinde bekletti.

-Y A R IN :Babam, annem i boşadı

Page 12: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

12 OCAK 1984

Yanda Kalan Eserler d)Kafa Kâğıdı

Sunarı: ilham i SOYSAL

Babam bana dedi ki: "Erkeğine w , t/ „ „ u'ırob- bunca mahkumluk gösteren bir N € C İp F W K lS u K U ic H kadında cazibe diye bir şey kalmaz"

OI» N G ILİZ terbiyesinden Alman eği­

timine geçmiştik. Türk’ü arayan ve soran yoktu.

.Amerikan terbiyesine ise henüz vakit var­dı.

*Barışmaz unsurların (kokteyl) vâri çalkan­

tısı içinde, kraliçelerin ellerini öpecek kırat­ta bahriye zabiti yetiştirmek hayali daima yerinde...

Dans ve muaşeret edebi dersleri, tatlısu freng’ i hocalar elinde ve ön planda...

En iyi (vals) yapan benim ve daima (ka­valye) mevkiindeyim. .. (Dam) rolünü oyna­yan yine benim gibi bir talebe... Erkek erkeğe dans... Ne komik değil mi?

Siz ağlatıcı komikliğin derecesine bakın ki İsveç veliahtı İstanbul’u ziyarete geldiği za­man. onu Bahriye Mektebi’ne de davet etti­ler. Bu. boz renkli ceketinin göğsü nişanlarla dolu ve şapkası sorguçtu prense müthiş bir Avrupalılık vesikası olarak erkek erkeğe dan­sımızı seyrettirdiler.

Jimnastikhanede. ayaküstü, heykel gibi, bizi ciddi ciddi seyreden ve sonunda beyaz eldivenli ellerini sessiz sessiz birbirine çırpıp alkışlayan prens acaba ne düşündü?

ŞEHLÂ GÖZLÜ DİLBERİstanbul'a AvusturyalI bir operet kumpan­

yası geldi. Yıldızı, şehlâ gözlü meşhur dil­ber (M iloviçj... İttihatçılar bağlısı harp zenginlerinin, halk dilinde "bulgur palas" sa­hiplerinin şiltesini banknotla doldurduğu, dil­lere destan aşifte... Bahriye Nâzın ve yeni Bahnye Zabiti hayalcisi Cemal Paşa’nm da gözdesi...

(Müoviç)i mektebe getirdiler, ona bir kon­ser verdirdiler. Konserden sonra, beni, eli­me bir buket sıkıştırıp mektebin "Hünkâr Dairesi” denilen şeref kısmına aldılar.

Paşalar, yabana amiraller, generaller dolu büyük salon... Şehlâ gözlü dilber, sırmalı üni­formalar arasında...

Buketi uzatıvorum ve Almanca ezberle­

Babamannemi boşadı

tilmiş olan şu laflan söylüyorum:— Lûtfunuzdan ötürü size, arkadaşlarım

adına bu buketi takdim ederim!Kadın, sıcak bir gülüşle buketi alıyor ve

öpülme biçiminde elini uzatıyor.Müdür Şevket Bey kadının arkasında...Hem eliyle tarifini yapıyor, hem de söy­

lüyor:— Sakın öptükten sonra elini alnına gö­

türme!..Yani alafranga, tırnak ucundan öp!..— Ben bilirim!diyorum ve artistin elini bir Viyanalı zabit

edasıyla öpüyorum.Tavnm o kadar hoşa gidiyor ki, iri kı­

yım bir Alman generali beni Almanvâri bir üslûpla iki dirseğimden kavrayıp havaya kal­dırıyor ve sahne kapanıyor.

★ ★ *Üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde,

babam beni, mahut Tepebaşı Tiyatrosu'nda (Miloviç)in (Çardaş Furstin) operetine götür­dü. O da kadının uzaktan uzağa âşıkların­dan...

Opereti tek seyredişte âdeta ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu operet bana öyle işledi ki, harfi harfine ha­fızama nakşetti.

Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni din­lerdi.

Babamdan gördüğüm bütün alâka bu ka­dardır.KADINLIK SIRLARI

Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:

Dört yıl sonra, ben Erzurum'da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görme­dim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi 1 günlük kadar olsun konuşamadım

— Sen henüz kadınlık sırlarından anla­yacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyo­ruz. Göreceksin kapıyı anan açacak... Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordun İşte bu hâl, kadınlık sırrına ters... Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında ca­zibe diye bir şey kalmaz... Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden çekmeli...

Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuz­luk ve yorgunluktan gözleri mahmur... Ba­bam ona tek söz seylemeden odasına çekildi.

★Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı

mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu- Batı ayrımına mevzu teşkil ediyor ve feda­kârlığını zillet diye gören bir telâkkiye çarpı­yordu. Zira Türk cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını kay­betme yolundaydı.

Nitekim babam, kendisi 30 ve oğlu 13 ya­şındayken, annemi boşadı ve bana mektep­ten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.

TVBabam, bir müddet sonra kendisine ya­

zacağım mektuba:

— Ne de güzel yazın ve üslûbun varmış!cevabım verecek kadar oğlundan haber­

siz...*

4 yıl sonra, ben Erzurum'da dayımın ya­randayken ölüm haberini alacak olduğum ba­bamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi bir günlük ka­dar olsun konuşamadım.

★O, girdaplar çizen, her türlü nefs muha­

sebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediği­ni bilmez bir rüzgârdı; ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip geçti.

★Bir gün endam aynası karşısında:— Ben güzelim, ben güzelim, ben soylu­

yum! •diye mırıldandığına şahit olduğum ba­

bam, istidadına malik bulunduğu halde ola­mamanın, yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği...

ZEHİRLİ HAYÂLLERBahriye Mektebi bahsini bu kadar uzatı­

şım, bir dekor ve madde planına değer ver­mekten gelmez. Aksine yaşımın tesadüf ettiği mekânda, ruhî billûrlaşmamı, yani mekân ye­rine zamana b a p iç hayatımı resmetmek için...

Bahriye Mektebi, bana göre, içindeki bü­tün ışık cümbüşleriyle bir ayna bana beni gös­teren çerçeve mahiyetinde mücellâ bir zemin... Bu bakımdan üzerinde durulmaya lâyık...

★İlk (metafizik) arayıcıhklanm orada baş­

ladı. Madde öteki düşünce ve bedahatler ile­risi eşyayı kurcalama, altında ne var diye tır­mıklama gayreti...

Sabit ve burgu burgu işleyici, sülük gibi yapışkan, asla kovulmaz, atılmaz, sökülmez hayaller...

★Başta ismine "vehim” dediğim, sonra­

dan "Tasavvur- bahsinde “ hatar-hatarat” denildiğini öğrendiğim, ve yıldırımvâri kal­be inişini tattığım bu zehirli hayâller, ruhum­da sarmaşıklar gibi öyle dolanmaya başladı ki, "yoksa deli mi oluyorum?" şüphesine düş­tüm.

N ec ip Fazıl, N ih a l A ts ız ile b ir duruşm ada yargıcı reddederken .

Evvelâ, kahkahalarla güldürücü mu, yok­sa hüngür hüngür ağlatıcı mı. ne olduğu be­lirsiz bir hayret...

— Bu dünyada her mevcut bir hayret mevzuu... Fakat kimse farkında değil...

— Göz görüyor, ama nasıl görüyor? Ya kör ne görüyor ve rüyada ne yüzden görü­yoruz? Kitaplardaki izah işin kabuk tarafı; öz nerede?..

— Yoksa bunlar hakikati arama vasıtası değil, onu kaçırma âleti, aldanma ve b irb i­rini aldatma oyunu mu?

Ve daha katar katar, nice şüphe, vesvese vehim...

Hususiyle "O ve Ben” adlı eserimde do­kunduğum daire sırrı... Her şey daire için­de. bir yuvarlakta mahpus... Dünya daire, baş daire, bileklerim daire... Dümdüz bir hat bile asgarî belirtide bir genişlik göstermesi için uzatılmış, inceltilmiş bir daire olmaya muh­taç... Herşey bükülmüş, kırılmış, yassılaştırıl­mış, köşelendirilmiş dairelerden oluşuyor. Ya bu dairenin dışına çıkmak nasıl mümkün?..

B op luyor, fakat kimseye halimi açamı- yordum.

Bir gece, beni tutan ve boğan bu cin fi­kirlerden ayrılmak için yüzüme su serpmek üzere musluklara çıktığım zaman kalbime ok gibi şu telkini sapladım:

— Niçin semtine kimsenin uğramadığı muhaller peşinde koşuyorum da herkesin ra­hatça içinde barındığı bedahetler ve müm­künler dünyasına sığamıyorum?.. "B u hezeyan!" de ve geç!..

★Sabahleyin kalkarken lisanını unutacağı

vehmine düşen çocuk, ben, bu telkin üzeri­ne derin bir kurtuluş nefesi almıştım.

TASAVVUFLA İLK TEMASTasavvufla ilk temasım edebiyat hocamız

İbrahim Aşki Bey'in yol göstermesiyle baş­lar.

İbrahim Aşki... Bundan birkaç yıl önce, belki I00 yaşlarında ve hiç ayrılmadığı Hcy- beliada'da ölen Talar asıllı bu adam, dar bir muhiıin tanıdığı ve kıymetler borsasının is­mini kaydetmediği, "şöhret afettir” sırrına ermiş bir adam... Eski bahriyeli ve sonra emekli ve Bahriye Mektebi'nde muallim... İn­giltere’de de tahsil görmüş, yüksek riyaziye okumuş derin irfan sahibi...

Nefesini içine çekerek ve ağzını şapırda­tarak lâf eder ve edebiyatı şöyle anlatırdı:

— Fenlerden başka her mücerret ilim ede­biyat çerçevesine dahildir.

★Mektepte ismim şair aşağı, şair yukarı...

Bir de "N ih a l" isimli tek nüshalık bir dergi çıkarıyorum.

Bizden iki sınıf ileride olan Nazım H ik­met de aynı şekilde tek nüsha, el yazması bir derginin başında... Bize rakip...

O zamanki kafasiyle:"Ben de müridinim işte Mevlâna!”gibilerden şiirler yazıyor."Beni Stalin yarattı!" diyeceği pnlere he­

nüz 30-35 yıl uzaktadır.★

Aruz vezniyle işe başlamış ve "Edebiyat-ı

Cedide" tesirinden daha çıkamamış bulunu­yorum:

Bir refrefe-i bâl-i hubut gibi perran(Bir güvercin kanadının çırpınışı gibi

uçan)★

Zabitlerin bile “ şa ir!" diye çağırdıkları ben, teneffüshanede birkaç arkadaşı topla­yıp aruz talimleri yaptırıyorum:

— Ne dedin? (Failüıı)— Ne var ne yok? (Mefailıin)— Yârim benim bahriyeli... (Müstefidin,

müstefidin)★

Derken sade Türkçe’ye, halk diline dö­nüyor ve ona en uygun kalıp olarak hece vez­nini seçiyorum.

Hâsılı, bir şey yapmak, şekli ve ruhiyle bir oluşa yerleşmek istiyor, fakat onun ne özünü, ne kabuğunu bulabiliyorum.

★Ben bu çırpınış halindeyken, bazı ders va­

zifelerimden, geçirdiğim ilk oluş ve berzah acılarımı sezinleyen hocam İbrahim Aşki Bey bana sınıfta şöyle hiıap etti:

— Sana gel diyorum, dön ayağını dire­miş gelmem diyorsun!..

Ve ağzını şapırdatarak ilâve etti:— Kendi atladığın yerden memnunsun,

ama asıl cevherli otu bulmaktan âcizsin!★

Kendisine o zaman çıkan “ Erenlerin Bağından" müellifi Yakup Kadri hakkındane düşündüğünü sorduğum zaman da şöyle demişti:

— Bağına girmiş ama üzümünü yiyemc- miş...

İşte bu İbrahim Aşki Bey, bana evinden iki kitap getirdi: “ Semeratü’ l-Fuad" ve "D ivan ı Nakşî"... Gönü! ürünleri mânası­na gelen "Scmeratü’ l-Fuad", San Abdullah Efendi namında birinin iptidai sayılabilir ese­ri, tasavvufu anlatıyor ve bazı veli menkı­belerini hikâye ediyor. El yazması öbür kitap da, her halde fazla bulunmayan bir eser ola­rak, Nakşî zevk ve hikmetlerini manzume - lendirmiş...

İlk kitap bende, (kaleodoskop) içinde apayrı ve kanunları bu dünyaya bir âlem sey­retmenin vecdini yaşatan bir tesir bıraktı. He­nüz meselelerin meselesi tasavvuf hakkında bir mizan bilgisine sahip değildim ve gözleri kapalı hayranlık çığırındaydım.

İkinci kitaptan da bir şey anlayamadım.Geceleri erken saatte uzandığımız yatak­

ta, yatsı ezanı okunurken elimle başımı ör­tüyor ve dua ediyorum:

— Allahım, bana yolumu göster!

-Y A R IN :.Sual, sepet,

ih ta r, kodes..

Page 13: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

13 OCAK 1984

O■ i NGİLİZCESİNDEN (Oskar Vayld)’i,I hatta (Şekspir)’i, (Lord Baynn)’t,Jl okuyorum. Amerikan mektebinden al­

dığım sermayeden ötürü İngilizcem kuvvet­li... Gittikçe de kuvvetleniyor.

(Madam Bekir) diye b ir İngilizce mualli­mim var.. (Rey) adında ölmüş bir bahriyeli­nin dul karısı... Topal, zaif, kara kuru, sesi ancak işitilebilir. Sarkık bir iplik gibi püf de­sen havalanacak derecede mukavemetsiz bir yapı... Hiçbir hayatiyeti, varlık nümayişi yok... Sanki b ir çığ altında kalmış da son dakikada kurtarılmış... Öylesine donuk, bi­tik, ezik, ürkek... Sınıfa girerken ayağa kal­kan talebeden ödü patlar gibidir.

Arkadaşlar bana sordu:— Şu kadını sınıfta bayıltabilir misin?— Çok kolay... Siz dediğimi yapın, ye­

ter!..Kadın sınıfa girdi. Ben ‘ ‘bak!.." diye çok

yüksek sesle kumandayı bastım. Bütün sınıf beton döşemeyi çökertecek bir şiddet ve “ rap!” sedasiyle ayakta...

Kadın iki adım atamadan düşüp bayıl­dı. Birkaç arkadaş onu koltuk altlarından ve ayaklarından kavradık, ve doğru (revir)e...

Sual, sepet, ihtar, kodes...

★ ♦ ★Türk muharrirlerinden hiçbiri beni sar­

mıyor.Romanımız Batı'ya nisbetle “ Darülace-

ze"lik , şiirimiz ise, Ziya Gökalp dürtüsüyle sade dile dümen tutmuş olsa da muhtevasız bir posa...

Ortada, genç nesil olarak, ilk Ziya Gö­kalp devşirmeleri Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz’den başkası yok...

Ahmet Haşim ve Yahya Kemal muallâkta birer kandil, Tevfik Fikret ukalâ bir avukat, AbdüJhak Hâmid dahi rolünde zoraki bir haş­met...

Bütün bunlan, o zamandan düşünebili­yor veya hissediyorum.

Namık Kemal — kİ, bütün bir devrin si­yasî dayanağı— kuru bir tebliğci, vatan, mil­let davulcusu.

Nerede Fuzutî’den Şeyh Galip'e kadar ge­len dümdüz saf şiir hattı, nerede bu kılçık parçalan?..

Fikirde de tam bir harem ağalığı...İleride sahte kahramanlann baş örnek­

lerinden biri olarak göreceğim ve gösterece­ğim Ziya Gökalp, bu milleti bir oymak olarak tesüm alıp Cihan İmparatorluğu’na götürmüş

Yanda Kalan Eserler (i)Kafa Kâğıdı

unan: ilham i SOYSAL

____________________________ (Madam Bekir) diye bir İngilizce muallimim var. Arka-V ıc n ls u rp k daşlar bana s o r d u : S u kadını sınıfta bayıltabilir mi-N eC lp rüZM A sjn?„ Kat)m jkj aC||m atama(jan tıaydcj,

Sual, sepet, ihtar, kodesSınıfta Yahya Kemal’e: — İşittiğimize göre intihara te ­şebbüs etmişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim, dedim. "Sllk-i celil-i Askerî" ile uyuşmaz hareketimden dolayı beni rapor etti.

eksiksiz bir ideolocyanm ters-yüz edicisi ve İslâm’ın Türkçülükle değiştiricisi olmaktan öteye, bir tefekkür asliyet ve şahsiyetine malik değil...

Duyuyorum ama lisanını getiremiyorum o zaman...

• ASKERLİKTEN KORUNMAK İSTEYENLER

Bahriye Mektebi askerlikten korunmak is­tenen bazı isim sahiplerine sığmak oldu. Türk Ocakları güdücüsü Hamdullah Suphi, Yah­ya Kemal, Aksekili Hamdi bunlar arasında...

Hamdullah Suphi... Kumral bıyıkları sı­cak maşayla içine kıvnk hale getirilmiş, dal­ga dalga kır saçları orta yerinde ayrılı, aynı dalgalara denk bir (lâterna) âhengiyle konu­şan ve hiçbir değişik ruh haleti belirtmeyen bu meşhur hatip, rivayete bakarsanız Rum asıllıdır, muktedî bir aileden gelmektedir, fa­kat kim Türk, kim değil, fetva vermek ma- kamındadır.

Süleyman Nazif ne güzel söylemiş:— Ci, cü cu gibi meslek edatlarının aslî

maddeyle hiçbir zat alâkalısı olamaz! Mese­

lâ. ipekçi ipek, ütücü ütü, mumcu mum ol­mak demek değildir.

Bu hikmeti:— M illiyet şuur işi değil, çok defa sahi­

binin farkında olmadığı, sadece yaşadığı bir H A L ’dir.

Diyen (Bergson) felsefesi de doğrular.Halbuki, din öyle değil... Onu şuhlaştı­

racak, bayrağım açacak ve öyle yaşayacak siniz!..

Tepesine civciv yazan tavuskuşu, renk renk ve pırıl pırıl hakikatini karartmış olur. Bu dava da gide gide cevherle posa arasın­daki farka çalar ve orada kalır. Ferdî ve kav- mî olanla beşerî vc umumî olan arasındaki fark, dağ ve uçurum nispetine denk...

İşte Türkçülük davası kahramanlarından, tek telli saz hanendesi Hamdullah Suphi’yi Bahriye Mektebi’ne, İttihat ve Terakki ütop­yasına hizmet etsin ve bir nevi ruh hamur- kârlığı işini yapsın diye muallim ve konferansçı olarak böylece mal ettiler.

• YAHYA KEMAL’İN HİKÂYESİYahya Kemal'in Bahriye Mektebi’ndeki

hikâyesi "B ab ıâ li" adlı kitabımda yazılı...

Tekrara olmadan, yalnız birkaç çizgi için­de yeni b ir belirtiş:

Tarih muallimi... Tarihi, şapır şupur, bir istekle yenilen yemek gibi —zaten midesine pek düşkündü— ağzının iki yanından salya­lar akıtıcı bir lezzet edası içinde, ballandıra ballandıra anlatır. Fakat hiçbir seyir ve za­man ölçüsü takip etmez, her derste hangi ba­his üzerinde kalındığım sorar ve o bahsi başından alıp aynı noktaya getirir vc bıra­kır.

Ondan sonraki derste aynı sual:— Nerede kalmıştık?..— Fatih ayağım özengiye atarken boru

çalmıştı.— Ha evet, devam edelim!..Fakat, Fatih beyaz atma binemcyecek,

ayağını tam özengiye atıp sıçrayacağı sırada boru çalacak ve Yahya Kemal, fesinin üstü­ne heybetli bir selâm kondurarak girdiği ders­haneden kaçak bir selâmla fırlayıp gidecektir.

★ ★ ★O, derslerini bitirince mektebin kayıkhane

kısmında bekleyen iki çifte futaya atlar vc kar­şıya Büyükada’ya geçer.

Nâzım Hikmet’ in annesi Büyükada’da oturuyor ve halkın kemiksiz dili bu ya, Yahya Kemal ona sevdalı...

★ ★ ★Birkaç derse gelmedi.Mektepte bir uğultu:— İntihara kalkışmış!..Bekledik. Geldi. Beli benzi uçuk...Plan gereği ben ayağa kalktım.— Ne istiyorsunuz?— Müsaade ederseniz bir dilekte bulu­

nacağım! .— Neymiş o dilek?— Teessür beyanı...— Ne leesürü efendi ?..— İşittiğimize göre, intihara teşebbüs et­

mişsiniz. Teessür beyan eder, sağlık dilerim.Masasına çöktü, önüne kâğıt - kalem al­

dı ve "Ş ilk-i Celil-i Askerî" ile uyuşmaz ha­reketimden dolayı beni rapor etti.

— İsminiz?— Necip Fazıl...— Numeronuz kaj?(Numaraya numero der ve bazı kelime­

lerde “ ç " harfini " j” diye söylerdi).— 1054...— Kaj?— 1054...O gün, Fatih Sultan Mehmed’ in ata bin­

mesine lüzum kalmadı. Hamdullah Suphi'­nin anlatışıyla Türk şiirini en ince titiz nakışlarla gergefleyen şair sınıftan çıkıp git­ti. ★ ★ ★

Sonradan dostu olduğum ve her mısra vekelilnemc dikkat eder olduğunu gördüğûmYah- ya Kemal, muhakkak ki, eşyanın dış yüzü­ne müstesna bir zevk vc (estetik) gözlüğüyle bakmış, fakat ileriye geçememiş bütün kü­çüklükler ve aşağılıklardan arınmış, fakal bü­yük "ulvî” ye yükselememiş, has ekmek yerine pasta kreması yoğurmuş ve ondan ibaret kal­mış, kütük ve nakşı birbirine mezcedememış, çileli lecritten yoksun, sadece (plastik) bir id­rak...

Bahriye Mektebi’.ni bırakıp edebiyat fakültesi felsefe bölümüne yazılacak olan Ne­cip Fazıl, buradan da Fransa’ya gönderilecek. Ancak yakalandığı kumar oynama hastalığı yüzünden bir yılı bile tamamlayamadan Türkiye'ye dönecek, bankacılık, gazetecilik yapacak. Edebiyatta da kendisinden başkasını beğenmeyecektir.

O, şahsiyle de, mâverâ kurcalayıcısı bir görünüş ifadesine sahip olmak yerine, sınıf­ta burnunu karıştıran dalgın dâhi mevkiin­de kaldı: ve Yunus Emre gibi “ zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?” sualini nefsine sor­maksızın, Abdullah Lokantasında hindi dol­ması yemeye bayıldı.

Bunlara rağmen hakikiliğini koruyabildi.

• İSTİKBALİN BEKLEDİĞİ...

Eski Diyanet İşleri Başkam Aksekili Ham­di. verdiği bir vazifeye cevabımı sınıfta bir­kaç kere okumuş ve demişti ki:

— Sende istikbalin beklediği İslâm dü­şünce adamından ışıklar görüyorum.

★ ★ ★Dershaneler binasının denizden yana gi­

riş avlusunda, bir masa üzerinde camekân içinde bir harp gemisi maketi vardır. Artık modası geçen bir zırhlı, bir (dretnot)... İsmi "Sultan Osman"... Harbe girmeden İngil­tere’ye ısmarlanan, girince üstüne oturulan ve maketi bizde aslı onlarda kalan, parası I milyon altın olarak önceden ödenmiş bu­lunan gemi...

Avrupayla her münasebetimizde, aslı ve hakikati onlarda, maketi ve kopyası bizde kal­ma bahtının nc hazin simgesiydi bu maket!..

Bir iftihar madalyonu gibi yerleştirilmiş bu maketi dalgın dalgın seyrederken, onu ha­yalimde yüzlerce defa büyütüyor vc içinde kraliçelerin ellerini öpmek üzere yerleştiril­miş keten elbiseli zabitlerin dolaştığını görü­yordum.

• HARP BİTTİHarp bitti. Mütareke...İstanbul’a Beyaz Rus akını... Gemilerin

küpeştesinden aşağıdaki sandala altın yüzü­ğünü iple sarkıtanların oltasına bir somun ek­mek bağlanıyor ve tuttuğu balıklan yüzlerce defa haşmetli bir olla yemi alışverişinden her taraf memnun görünüyor.

★ ★ ★Üçüz paşalar kaçmış ve memleketi alev­

ler içinde bıraktıktan sonra, uzaktan yangın seyirciliğine çıkmışlardır.

★ ★ ★Bahriye Mektebi öksüz, Müdür Şevket

Bey sessiz, hocalar dilsiz (Jakomi) silinmiş ve yemekten aşçının çorabı çıkmıyor, ne âlâ!..

★ ★ *Ben son sınıf talebesiyim. mektepten gı-

nâ getirmiş durumdayım ve bir kolayını bu­lup bahriyeden ayrıldıktan sonra üniversiteye —o zaman ismi darülfünun— girmek düşün­cesindeyim.

"K olay” kendi kendisine geldi.Son sınıf imtihanlarını kazanıp mektebi

bitirmişken, tahsil müddetine I sene daha ilâ­ve elliler.

Ben de, ilâve sınıf imtihanlarında, üzeri­ne "B ilm iyorum !" yazarak kâğıdımı boş tes­lim ettim.

Kaydımı sildiler ve:— Serbestsin! dediler.

y a r in : Hayal kanatla rı kan içinde çocuk

Page 14: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

14 OCAK 1984

e Yanda Kalan Eserler 0)Sunan: ılham i s o y s a l

"Cicianne’ ' dediğim babaannemin zıddı, bu is-i — / l/ ic n k lI f 'P K , m et ve şefkat timsali kadın... Tohumda tam

KfûnT) rO Z ll benzerlik ve ağaçta hiç benzemezlik karakteri-1 Y C v * p A --------- --------------------------- --- tablosu... Ve işte ben, bunlardan birisinin

kızıyla, öbürünün oğlundan meydana gelme...

Havai kanatlan kan içinde çocuk

J A g« 17 yaş arası, hayatım ın en f\ M n a z ik beş senesini B ah riy e

■ • * M ektebi’nde geçirdikten sonra b ir- denbire kendim i işgal altındaki İstanbul so- kakiannda buldum .

A r t* ne konak, ne ya lı, ne bir şey..Babam Kadıköy'ünde hâkim ve yeniden

evtenmış...

Ciciannem de konakta ve tek başına... Alâyiş düşkünü Zafer Hanımefendi’nin, şimdi ne b ir hizm etçisi ve bakıcısı, ne de konaktan başka mal ve m ülkü... Hepsi oğluyla arasında yenmiş yutulm uş, tüketilm iştir, f Bana baba tarafim kapalı, yalnız anne ta­r a t a a ç * ...

★i Kasımpaşa’da, O km eydanı’na yol veren dür tepe üzerinde, boynu bükük bir ev ... Kar­gan daki çeşme önünde, takunyalı, basma en­ta rili, uzun saçtan örgütü, ağızlarında sakız ve ellerinde su gülüm ü, ham ve toy k ız la r...

htihatçı pofa büyük davım Bekir A |a Bö- lüğü’nde tu tuklu , Tersanede b ir İn g iliz atöl­yesinde çatışan küçük dayım eve bakm akla m ükellef...

Um um î H arp felâketine rağmen, para, de­ğerinden ancak 8-10 misli kaybettiği için kü­çük dayım ın aldığı 80 lira a y l* orta halli evim ize yetm ektedir.

D ayım , bu 80 lirayı her aybaşı ortaya dö­ker, peşinat şu kadar, et bu kadar, ekmek şu, sebze bu, kalem kalem hesap edip zarf­lara yerleştirir ve bana dönerek derdi ki:

— Para kazanm aya b ak !.. Ş airlikte, ma- iriîk te iş yo ktu r!..

Ve ilâve ederdi:— Ü flediğin zaman m angalda kül bırak-

ımyorsun. Am a hangi işten ne para çıkar diye hiçbir tasan yo k !.. V ar m ı uka lâ lık , var mı kuru sıkı lâ f, hep sende...

Annem , dayılarım ın yanında sığıntıhğı- ımn ih tarı m ânasına yorduğu bu sözlerden fena hakte in c in ir, ama belli etmemeye çah- şırdı:

— Necip, şu Darülfünun m udur, nedir, o ra y ı b ir an evvel g ir de b ir iş sahibi o l!.. B e» de yanına a l!..

H albuki, işsiz kalm a mânasına olmasa da şiir kitabunda anlattığım g ib i, beni şiire teş- vj)> ¿den yine o

M akise işletmekten başka hiçbir şeye akb ermeyen, bete akıl tastayanlara çok kızan kü­çük dayım , aslında fevkalâde dürüst, iyi kalp­li, çalışkan, borç etmekten ve iddia sahibi olm aktan tiks in ir b iriyd i, tam b ir sam im ilik ve b a h s i* numunesiydi; ama ne yapsın k i, b ç ıi böyle görüyordu.

B ir aybaşında maaşım sofraya dökerken:

— N ecip, dedi; şu 40 iira y ı a l da benim tenim e götür! Sana İngiliz kumaşlarından bir elbise d iks in ... Şu î liray ı da cebine at, bir çift iskarpin satın al!

G öz yaştanım tutam adım .Bahriyeden çıktım çıkah, annemin daralt­

tığı veya genişlettiği eski-püsküler içindeydim.

Annem de benimle beraber ağ lad ı...

ŞİİR HUMMALARI

D arülfünun a yazılacağını zamanı bekler­ken şnr hum m aları içinde yanıyorum . Kim ­seyi, ne b ir gazete, ne mecmua, ne şahıs, kimseyi tanım ıyorum .

Sonu zifos çıkacağına göre dostsuz, so­nu belli olmayacağina göre de dümensiz ol­mak ne rahat...

Akşamlan Okmeydanı’na doğru uzanıyor ve dönüşümde, ta lâk gibi açık Haliç ve İs­tanbul’un minareler ve kubbelerle nakışlı dan­teli kalıntısını seyrediyorum.

Hâlâ aruz vezninden tam silkinemediğim için “ mefailün failatün, mefailün failün’ tem- posiyle mırıldanıyorum:

D üğüm lenirken uzun yollaru fu kta acı.

Bugün de gelmedi hasretlebeklenen yolcu

7 GÜNDE VARILAN ERZURUM

Anadolu harekâtı gelişmeye başlamış ve devletteşme çığınna girmiştir. Tutukluluktan kurtulan büyük dayım Anadolu’da Erzurum Polis Müdürü...

Haydi bu defa onun yanına!..Anneannem, annem ve ben, yabana bir

kumpanyanın gemisiyle güverte yolcusu ola­rak Trabzon yönündeyiz. Trabzon’dan yayla arabasıyla yedi günde varılan Erzurum...

İlk konak Hamsiköy’de taş devri insan­larına göre bir han... Gece battaniyelerimi­zin altına sığınmış uyumaya çalışırken, dışarıdan üst üste pat pat silah sesleri... Ne oluyoruz?.. Fırlayıp alt kata iniyor ve bizim, arabacı Tevfik’e soruyorum.

— İnönü zaferi, diyor; ordumuz kazan­mış... Haberi geldi. Şenlik yapıyorlar...

Arabaa Tevfik mühim adam... Hem Er­zurum - Trabzon arast araba işletir, hem de civarın eşkıyasını idare eder, onlara söz ge­çirir, belki de yol gösterir. Güzel bir atı var­dır ve arabamızın önünde gitmektedir.

Zafer ve şenlik haberini alınca annem doğ­ruldu:

— Bir gazete alalım bari!..Hamsiköy’de gazete?.. Gülüştük.Arabaa Tevfik bazen atım bana veriyor,

kendisi sürücünün yanına zıplayıp arabayı kullanıyor, ben de at sırtında ileriye geriye gidip geliyor, neşemden uçuyorum; hayva­nın sırtından inmek istemiyorum.

Bazı sarp yerlerde ve uçurum başlarında anneannem, yeşil başörtüsü sımsıkı sanlı, bo­yuna Şehadet getirmekte, her an ruhunu tes­lime davet edilmenin telâşı içinde...

“ Ckhanne" dediğim babaannemin zıddı, bu ismet ve şefkat timsali kadın... Birindeki nefsam ölüm korkusu öbüründe İlâhi haş­yete istihale etmiş ikisi de, müthiş bir evham

Bizim kocalarımızdan da çoğu, hiçbir şeye benzememek­te tam bir benzerlik içindeydiler

Necip Fazıl dan bir şiir

TABUTTahtadan yapılmış b ir uzun kutu; Baş tarafı geniş ayak ucu dar. Çakanlar b ilir ki, bu boş tabutu, Yarın kendileri dolduracaklar.

Her yandan küçülen b ir oda gibi, Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış. Sanki b ir taş bebek kutuda gibi, Hayalim , içinde uzanmış, kalmış.

Cılız vücuduma tam görünse de, İçim , bu dar yere sığılmaz diyor. Geride kalanlar hep dövünse de, İnsan birer birer yine giriyor.

Ölenler yeniden doğarmış; gerçek! Tabut d e p ki bu, b ir tahta kundak. Bu vebal sandığı nasıl gidecek? Çakılır çakılmaz üstüne kapak?

ve hayal gücünde, tohumda tam benzerlik ve ağaçta hiç benzemezlik karakterinin tablosu...

Ve işte ben, bunlardan birinin kızıyle, öbürünün oğlundan meydana gelme, hayal kanatlan kan içinde çocuk...

ERZURUMLU SEtİYESİErzurum’ da, kaim taş duvarlı, çift pen­

cereli kale gibi bir evdeyiz. Bitişiğimizde "Cennet Pman” adında bir çeşme... Suyu kışın buz oluktan içinden geliyor.

Bahçede bir ahır ve içinde bir at... Ata ben bakıyorum ve eve pek zaif gelen hayva­nı semirtmeye çalışıyor-m.

★Bir kış günü, iki tarafı kar tepecikleriyle

sınırlı daracık bir yoldan atla geçerken önüm­de bir kadın gördüm. Atım haşan haşan iler­liyor. Ay, kadına çarpacağım! Seslendim, duymadı. Çarptım. Kadın sendeledi, kaydı ve yere düştü.

O anda, kar tepeciğinin üstünden bir Er­zurum delikanlısı atladı, dizginlere yapıştı, atı olduğu yere çaktı ve dedi:

— Ata binmeyi bilmezsin, zenne kişiye de çarparsın, utanma yok mu sende?

Ona şunank bir şehir çocuğu gurunıyle, polis müdürü dayımı kastederek cevap ver­dim:

— Sen benim kim olduğumu biliyor mu­sun?

Delikanlı şahane bir karşılık verdi;

Kumar oynama hastalığı yüzünden Fransa’daki eğitimi yarım kalan Necip Fazıl, Cum­huriyetin ilk yıllarında banka müfettişi olarak Batılılaşma akımlarının tüm gerekleri­ni yerine getirmekte, frak giymekte, içkili gazinolarda kadın-erkek yılbaşı kutlamalarına katılmakta, modernden öte monden bir hayat yaşamaktadır.

— İstersen vali paşanın oğlu ol! Haydi, bas git!..

Ve atımın kanuna bir tekme indirdi.Kendi küçüklüğüm ve delikanlının büyük­

lüğü karşısında eridim ve o gün, bu gün, Er­zurumlu seciyesini sever oldum.

TİCARETE İLK ADIM

— Darülfünun hayalini bırak da tüccar olmaya bak!

Fikrini güden dayım, bana, küçük tahta sandıklarda istifti, lürlü meyvelerden teşkil edilmiş bir mal teslim etti. Bunlan Kars’a gö­türüp belli yerlere ve belli fiyatlara satacak ve bedellerini alıp dönecektim. Rolüm nak­liye memurluğundan farksız. Böylece tüccar oluyor ve ticarete ilk adımımı atmış bulunu­yorum. Koltuk alttanna kayış takılıp yürü­tülen çocuk gibi...

Geceleri raflannda mum yanan, kaplum­bağalarla yarış halinde bir (dekovil) treniyle Sankaıuış ve oradan da Kars... Sarıkamış ve Kars, geniş caddeleri, binalarda duvarlara örülmüş çini sobaları ve türlü üslûp çizgile­riyle tam Rus...

Tüccar namzedi ben, malın bir kısmını yolda ziyan ettim, geriye kalanın parasım al­dım, onu da çar-çur ettim ve Erzurum’a, ön­ceden hesaplı, emniyet ahına afinmiş şu kadar kâr yerine bu kadar kayıpla döndüm.

Dayım:— Yaptığın ayıp, dedi; şimdi seni bir işe

vereyim de, mal sahiplerine taksit taksit bor­cunu öde...

•ABabamın ölüm haberini orada aldım.Dayımı Adana Polis Müdürlüğü’ne ta­

yin ettiler.Anneannem ve annemle beraber, sema­

sı elle yıldız toplayacak kadar berrak, in­sanları da kara kışta ocak önü derecesinde sıcak yüzlü Erzurum’dan aynlıp, çile diya­rım İstanbul’a döndüm.

Artık Darülfünun’a yazılabilirim.

DARÜLFÜNUNDA

Yazıldım.İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medre­

sesi, Felsefe Şubesi... Şimdiki pembe ve müs- tekreh yapılı Edebiyat Fakûltcsi’nin yan çizgisi üzerinde muhteşem bir ahşap saray... Zey­nep Hanım Konağı... Büıün üniversite, bü­tün şubeleriyle bu konağa sığdırılmış... Sol kapıdan bir kat çıktınız mı Edebiyat... Ko­ridor üstünde orta halli bir odada Rumeli mü­nevveri tip li, şiir meraklısı ve manzume karalayıcısı, Başkâtip Kesriyeli Sıtkı... Mer­diven başında kütüphane... Orada da “ Ha- fiz-ı Kütüp” unvanım taşıyan, kütüphane me­muru ve geleceğin M aarif Vekili Haşan  li Yücel...

Hocalarımızın başında, kafasına fes ye­rine kahverengi astragan kalpak oturtmuş Mustafa Şekip Tunç ve fesi püskülsüz giydi­ğinden lâkabı "Püskülsüz” , İsmail Hakkı Balıacıoğlu... Felsefe tarihi hocası Mehmed Emin, Ahlâk müderrisi de İzzet Bey...

★İnsanların bir kısmı suratlarında bir hay­

van resmi taşırlar. Çoğu da silik ve şahsi­yetsiz... O kadar silik ve şahsiyetsiz ki, (Oskar Vayld), ifadesiyle:

— Onu bir daha hatırlamamak için bir kere görmek yeter!..

Silikler bir tarafa, tilk i, kurt, ayı, may­mun, yılan, balık, kedi, köpek, karga, bay­kuş suratlı nice insan...

İnsana benzeyen insan pek az...Bu satırları bana ilham eden Felsefe Ta­

rihi hocası Mehmed Emin Bey’in at kafası­dır ve ileride, yüzüne bakarak kahkaha atacak olan Abdülhak Şinasi şöyle diyecektir:

— Siz arıya benziyorsunuz!Ve o, kendisinin hiçbir şeye benzemedi­

ğinden veya insandan başka her şeye benze­diğinden habersiz, karnını hoplata hoplata gülecektir.

Bizim hocalarımızdan da çoğu, hiçbir şeye benzememekte tam bir benzerlik içindeydi­ler.

Üniversite de, aradığım hoca tipinin ne maddî, ne manevî çehresini bulabilmiştim.

Yakından temasım sadece Şekip Hocay­la...

Onun Zeynep Hanım Konağı’na çok ya­kın ahşap evine gidiyor, gece yarısına kadar

-süren sohbetlerin baş (tenor)luk işini bizzat kendim idare ediyor, konuştukça konuşuyor vb; o ve hanımının beni hayranlıkla dinle­diklerine şahit oluyorum.

Yarım ve kopyacı kalmış olmasına rağ­men, "alelade” üstü bir tarafı otan bu adam­la aramızda bazı cazibe kıvılcımlarının gidip geldiğini görüyorum.

Darülfünun, eski Harbiye Nezareti - şim­diki Üniversite- binasına taşınmış, Zeynep Hanım Konağı ise “ Yüksek Muallim Mek­tebi” , yani Üniversite talebelerinin pansiyo­nu haline getirilmiştir. Dayıma giran gelmesin, anneme de hicran kaygısı vermesin diye, Mus­tafa Şekip’ in idaresine verdikleri “ Yüksek Muallim Mektebi” nde yatıyorum ve eve git­miyorum,

★Ahmed Kutsi Tecer ve Ahmed HamdiTan-

pınar’ ı da bu mektebte tanıdım.Kutsi, mısır püskülü saçlı, uzun boylu,

dili az işler, hep gülümsemeli bir genç... Hal­kalı Yüksek Ziraal Mektebini bitirdikten sonra muradına erememiş olacak ki, Edebiyata gir­miş...

Ahmed Hamdi, onun tersine cılız ve ku­ru acı suratlı, (Edgar Po) tipi bir genç ihti­yar... Lâkab da “ Kırtıpil Hamdi” ..

İkisi de benden üçer yaş büyük... Ve o zamanlar şair...

YARIN:BABIÂLİ

Page 15: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

oE DEBİYAT âleminde, harp zamanı Zi­

ya G öka lp ’ ln kurduğu “ Yeni Mecmua” ve peşinden “ Dergâh” ..,

Daha sonra şiir tarafı yalnız benim omuzla­rımda Anadolu mecmuası çıkacak ve onu “ M illî Mecmua” ve en sonra “ Hayat” ta­kip edecek...

Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’in baha­rına yol böyle gidiyor. Birtakım hececilerin —aralarında Nazım Hikmet de var— hep be­raber çıkardıkları, yalnız şiirden ibaret def- terimsi kitapçıklar bir akis bırakmıyor; ve henüz bir sanal muhiti ve bir neşir vasıtası­na kavuşamamış bulunuyorum.

Sadece Darülfünun koridorlarında, Yük­sek Muallim Mektebi kütüphanesinde ve Be­yazıt kahvehanelerinde tutturulmasına çalışılan kısır ve başıboş bir şiir ve fikir ik lim i...

★O zaman üniversite, şimdiki kuyruk şöyle

dursun, tutmamış bir piyes kadar müşterisiz...Bu hükmümden, “ dallan bastı kiraz” he­

sabı, şimdiki pıtrak üniversitelerin verimini ve bu (damping) halini tuttuğum, bu man­zarayı bir tekâmül saydığım zannı çıkanlma- sın!.. Bugünkü hal, tıpkı (enflasyon) parası gibi keyfiyet aleyhine bir kemmiyet köpür­tüşüdür; (kaşeksi)den çıkılıp semirmeye baş­lamanın değil, şişmenin neticesidir. Yoksa o öksüz devrin talebesi ve hocası, bugünün öğ­rencisi ve profesöründen kat kat kaliteli...

İsmail Hakkı Baltacıoğlu, nam-ı diğer Püskülsüz İsmail Hakkı, son zamanlarda de­miş ki:

— Ben talebeleri arasında Necip Faztl’ m da bulunduğu bir devrin profesörüyüm. İki devrin hoca ve talebe kıyas unsurları olarak bunlar bana yetmez mi?

Beni b ir tarafa bırakın; fakat H ilm i Z i­ya, Mükrimin Halil, Reşat Şemsettin, Ah- med Kutsi ve Ahmed Hamdi gibilerin bulunduğu b ir nesil, kısa bir zaman sonra, eridi ve gerisi kavruk çıktı. Ayıncı çizgi 1928’deki harf devrimidir. Eski yazıyı bilenler ve bilmeyenler farkı... Baytarlık ilmindeki “ et yiyenler-ot yiyenler” sınıflandırmasına uyum...

Büyük mesele; geçelim!..★

Talebesi bunca seyrek üniversitede kızlar, parmakla gösterilecek kadar değil de pensle tutulacak derecede az... Kılıkları da bir yel­dirme bozmasıyla, Beyaz Ruslardan kopya (türban) dedikleri baş sargılarından ibaret...

Onlarla düşüp kalkmaktan, onları yan­gın kulesine çıkarıp “ işte metropolis!” diye kendilerine İstanbul’u göstermekten hoşla­nıyorum.

Uzakta, Boğaziçi’nin ağzında, Türk bah­riyelilerinin, kraliçelerin ellerinden öpmek ha­yâlini suya düşüren düşman zırhlıları...

Ve Cumhuriyet İstiklâl Harbi bitti

Rcfet Paşa, İstanbul’a Anadolu hükümeti mümessili oİarak geldi, yer yerinden oynadı ve Paşa’yı başlar üzerinde gezdirdi.

Birkaç gün sonra Paşa Dürülfünun’da... Elinde birtakım gazete ve mecmualar:

—Bakın şu Almanca dergiye! Yakında Türkiye’de Cumhuriyet ilân edilecek diye ya­zıyor! Yok böyle bir şey efendiler! Kimsede böyle bir şeye niyet yok!..

★Ve Cumhuriyet...Refet Paşa’nm İstanbul’a yeni b ir nefes,

yeni bir ruh havası tavrıyla gelmesi gerek­mez miydi? Böyle olmadı. Paşa, Şişli salon­larında dönmelerin düşman zabitlerine partiler verdiği ve felâkete "h ınk !” demekte olduğu günlerden sonra. Birinci Dünya Harbi'nin çü­rüttüğü, Beyaz ruslarm tuz-biber ektiği Türk iman ve ahlâk bozgununa seyirci, sadece maddede muzaffer şık bir general edasiylc ay­nı muhite yerleşti; ve böylcce, Anadolu’dan

Yarıda Kalan Eserler d)Sunan: ilham ı SOYSAL

vakit, o zamanın İstanbul gazeteleri içinde en çok satan... Hayret etme­mek için, kendinizi sıkı tutun; düz makinede hepsi hepsi 10-12 bin nüs- halık baskı...

■ ı^ ^ JM k h u M I H j

B abıalı.»Yamalı bohça. Ve hâlis bir Anadolu çocuğu olan Hakkı Tarık'ta "Bâbıâiryi Anadolu çocuğu emrine vermek diye bir şuur mevcut değil

hiçbir (ideolojik) esinti gelmediğini belli etti.Eğer idare şekli (ideoloji) demekse

buyurun;Cumhuriyet...

★Kızlar, sık sık çıkmayı âdet ettikleri Yan­

gın Kulesi’nden İstanbul’u seyrede dursun...

BÂBIÂLİ“ Vakit” gazetesine kapılandım.İşim “ muhbir’Mik... Bugünkü yanlış tâ­

biriyle muhabirlik değil... Hoş, “ muhbir” kelimesi de yanlış ya... Haber verici yerine haber alıcı mânasına muhbir demek lâzım... Muhabirse ayrı şehirlerden gazeteyle muha­bere eden...

Vakit, o zamanın İstanbul gazeteleri içinde en çok salan... Hayret etmemek için kendi­nizi sıkı tutun; düz makinede hepsi hepsi 10-12 bin nüshalık baskı... Sahipleri Âsim Us, Tank Us, Rasim Us adlı üç kardeş...

Baş idareci Hakkı Tank Us’tur; ve Ana­dolulu Gördesli tip hem ağabeyi Asım Bey’e, hem de küçüğü Rasim’e karşı baba tahakkümü rolünde... Bir taraftan da me­bus... Muallimlikten gelme... Türkçe, Arapça ve Farsça lisan ve edebiyat kültürü müem­men... Batı'yı dış planda, umumî bilgi çer­çevesinde tanıyan hâlis bir Şark münevveri tip i... Hesap ve mantık hastası b ir mizaç.., (Dinamik) idrak ve hamlelerde pek zaif... (Pratik) anlayış ve tedbirlerde gayet kuvvet­li... Meselâ gazetenin satışını yükseltici dav­ranışlara şüphe gözüyle bakar ve kıymet vermez de, maliyetini düşürücü okkalık ia­de fiyatlarına ve arayışlara değer verir. Ka­zanmaya değil, kaybetmemeye, doğruyu bulmaya değil, aldanmamaya gayret eder............................................. ağabeyi Asım Usona demiş:

—Tarık, duyduğuma göre iadelerimize çok iyi bir fiyat bulmuşsun, öyle mİ?

—Öyle diyelim...—Öyleyse niçin fazla basmıyoruz?Mamul bir maddenin kazanç ölçüsünü,

onun müspet satışı dururken, elde kalan ar­tık maddesinde arayıcı böyle bir abes karşı­sında Hakkı Tarık acı acı sırıtır ve Asım Bey bön bön gülümserken, Us ailesinin merkez şahsiyeti Hakkı Tarık tip i ortaya çıkıyor.

Bu mizaç içinde Hakkı Tarık, ince altın çerçeveli gözlüğü, mavimtrak gözleri ve her türlü yapmacıktan uzak ağırbaşlı haliyle hür­met ve itaat telkin edici b ir efendi örneğidir ve müessesesini ocaklaştırmayı, ona hususî bir hava üflemeyi bilmiştir.

Bütün meşhurlar oradan yetişme veya geçme...

Reşat Nuri romanlarım orada tefrika eder, Deli Nizam (Nizamettin Nazif) orada.bağı- nr, haykırır ve yeni tarihî eser projelerini öne sürer. Abdülhak Hâmid hatıralarım orada yazar; hattâ meşhur........Ahmed Emin Tür­kiye’yi Amerikan (mandası)mandrasına sok­mayı orada ileri atar.

Yamalı bohça... Ve hâlis bir Anadolu ço­cuğu olan Hakkı Tarık'ta, “ Bâbıâli” yi Ana­dolu çocuğu emrine vermek diye bir şuur mevcut değil...

ilk ş iir le rim“ Bâbıâli” kitabımda, onu, bu türlü ru­

hiyat esintilerinin anafor bucağını resmetmeye

Hayatının her dönemi gibi, askerlik dönemi de olaylar ve buhranlar

içinde geçen Necip Fazıl Süvari, asteğmeni oluncaya kadar E ay

erlik, 6 ay öğrencilik ve 6 ay da yedek subaylık yapmıştır.

Fotoğraflarda Necip Fazıl'ı yedek subay öğrencisi üniformasıyla

görüyorsunuz.

çalıştım. Şimdi onun Kafa Kâğıdı’mla alâ­kalı bazı çizgilerini göstersem yeter.

İlk şiirlerim — 17 yaşındayım— (otoriter) çehreli ve isim yapmamış olanlara kapalı “ Yeni Mecmua” da çıkmaya başladı.

Bu bir hâdisedir; çünkü kodaman kabul edilmiş imzalann mühürlediği böyle bir der­gide çocuk denilecek yaşla birinin âniden boy gösterebilmesi imkânsız...

Aracı Yakup Kadri... Onun “ İkdam" ga­zetesindeki yazılarını pek beğeniyor nesir ve üslûbuna bayılıyor. Onu, alışılmış pestenke­

rani cümle esnafının üstünde görüyorum. Ta­biî o zamanki kafamla...

★Ona gittim.Elimdeki şiir defterini masasına bıraktım

ve dedim:

—Bu defterde benim şiirlerim var... Lüt­fen bir göz atar ve beğenirseniz “ Yeni Mec- mua” da neşrine delâlet edersiniz!

Yakup Kadri, bu küstah tavırlı gence hummâlı gözleriyle dik dik bakıyor, defteri bırakmamı söylüyor ve pek ümit verici ol­mayan bir hareketle masasındaki kâğıtlara eğiliyor. Hepsi üç dakikalık karşılaşma...

Yeni Mecmua’yı elime alınca ne göre­yim?.. Ağıbaşlı b ir yazının orta yerinde ve sahifenin göbeğinde bir şiir:

S E V G İL İM Sevgilime ku l oldum ,G üzelliği seçeli,V arlık ta yoksul oldum ,Benliğim den geçeli...

Vücnt ruba ağ gibi;B ir düğümlü bağ gibi;M uhabbet menba gibi;Kevserinden iç e li...

NECİP FA Z IL

★Bir müddet sonra mecmua idarehanesi­

nin bulunduğu Bâbıâli duvanna bitişik ah­şap bir odada Ahmed Haşim, bana;

—Çocuk, diyecektir; bu sesi nereden bul­dun?..

Ve fazla değerlendirmiş olmanın kaygı­sıyla şöyle devam edecektir;

—Sen Yakup Kadri’ye bakma! Tesiri al­tında olduğun için seni tutuyor!

Halbuki aldığım tesir Yakup Kadri'den değil, bana en iptidaî şekilde tasavvuf zevki­ni aşılayan Bahriye’deki hocam İbrahim Aşkî Bey’den...

Yakup Kadri ve İbrahim AşkTyi dâva­nın kâmusunda virgül kadar küçük gö­receğim.

Ahmed Haşim'in şiir, Yakup Kadri’ nin nesir, Ahmed Refik’ in tarih, Ömer Seyfet­tin 'in hikâye, Halide Edlb’ in roman, Namık İsmail’ in sanat ve bazı profesörlerin ilim dal­larında meyvelerini sarkıttığı bir ağaçta, ön­ceden hiçbir tırmanış gayreti göstermeksizin tecelli ediverişim birdenbire gözleri üzerime çevirtti ve bana sanat edebiyat ve fik ir mah- felleri, idarehane, kahvehane, kitaphaneleri açıldı.

YARIN:AnadoluculuK ve İstanbul

Page 16: 1 OCAK 1984 Yanda Kalan Eserler (i)

16 OCAK 1984

Kafa KâğıdıNecip Faal KısokureK

Wanda Kalan Eserler (i)unan: ılham i s o y s a l

OA NADOLU Mecmuası” ... BabIâli’ ­

nin Divanyolu'na uzandığı üst kıs­mında, sol tarafla, üç katlı bina­

nın küçük giriş holünde, kapıcı hücresi de­necek kadar bir oda; kapısında, mecmuanın kapağından kesilip yapıştırma bir isim: Ana­dolu Mecmuası... Maskeli bir ihtilâ l cemi­yetinin fakir kılıklı yuvası hissini veren bu odada, ihtilâlci tipine çok uzak, fakat besle­dikleri fikirler ihtilâl çapında birtakım saf ve masum gençler barınmaktadır.

(Döviz) çerçevesini taşıramayan temel fi­kirler de şunlar:

• Anadolu Anadolulartndır.• Anavatan, seyyar bir ordu - millet ha­

lindeki Türk’ün zaman ve mekâna ilk inti­bak ve yerleşme yeri olarak Anadolu’dur.

• Türk, toprağı Anadolu’da sürmeye ve taş üstüne taş koymayı Anadolu’da yerine getirmeye başladı.

• Türk'ün ruhunu evlendirdiği iman ve ahlâk vahidi, artık sabit kalacağı ve mede­niyet fışkırtacağı yeri Anadolu'da buldu.

• "Devlet-i Ebedmüddet" idealinin bi­nek taşı Anadolu...

• "Devlet-i Ebedmüddet" idealinin feda­kâr kölesi ve yılmaz serdengeçtisi Anadolu­lu...

• Her sıkıntıyı gidermeye, her çöküntü­yü kaldırmaya, her söküntüyü bitiştirmeye, Yemen'de kavrulmaya, Galiçya'da donma­ya, Balkanlar'da erimeye, Filistin’de doğran­maya, İstanbul’ da paşa kusmuklarına muhafızlık etmeye memur ve mahkûm o, hep o . . .

• O, tükenmez bir taş ocağı haline geti­rilmiş ve hem dışından çürütülecek, hem de içinden kendi kendisini çürütmeye bırakıla­rak "suyun öte tarafı"ndan gelen tesirler al­tında firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlere döndürülmüştür.

• Bu (kozmopolit) seyislerin gözlerini bağ­layarak idare ettiği dolap beygirini (pedigri- şecere)sine lâyık şekilde kurtarmak lâzım...

• Anadolu’yu nefsine ve devletine hâkim kılmak lüzumu en aşağı 100 yıl önce başla­mış olması gereken ideal çapında bir dâva...

• Bu idealin ismi de Anadoluculuk...

ANADOLUCULUKBu görüşü ruhuna destek arayan bir genç

heyecaniyle benimsedim ve şiirlerimi ustad- lar mecmasının yanı sıra onlara hibe etmeye başladım. Sonra takdir eder oldum ki, bu da bir görüştür; türlü sebeplerden ötürü hak­kını alamayan bu millet haline karşı bir hınç ifadesidir ve basit teessuri sınırdan ileriye ge­çemez.

Hacı Bektaş'ların, Hacı Bayram'ların, Nasreddin Hoca'lann, Battal Gazilerin, Kö- roğluTann. Karacaoğlan’ ların, Dertli’ lerin, Keloğlan’ lann, Kerem ile Aslı’ lann, Ferhad ile Şirin’ lerin Anadolusu, mükemmel ve muh­teşem bir (sentez) mahiyetinde n a lla n d ır ı­lacak olursa, meydana öyle bir duygu ve düşünce vahidi çıkar ki, ana gaye, bu vâhi- di her bakımdan kıymetlendirmek olarak abi- dekşir ve onu, sadece, ifsat ve istismar sınıflarından kurtarma basit bir coğrafya me­selesi sanmak gibi bir darlık ve hasislikten uzak tutar.

Yoksa belli başlı bir ruh vahidi diye ifa­delendirilen şiar ve seciyeye uygun her fen ve sınıf ayırım yapmadıkça Anadolu’dandır,

Beylerbeyi... Toprağına küskün ve büyük şehir lüpçülüklerine düşkün "çarıklı erkân-ı harp lerin gece­kondu çadırlarıyla kuşattığı

Necip Fazıl Kısakürek, kırk yıla yakın süre bir yastığa baş koydukları eşi, Babanzâde’lerden Neslihan Kısakürek ile 1950 li yılların sonunda bir arada. Şair, ölümünden kısa bir süre önce

Nisan 1983 te yazdığı "Kadın” başlıklı bir beyitle şöyle diyor: “ Kadından kendisinde olmayanı isteriz;/Hasret ferinde kalır ve biz çekip g ideriz...”

K A FA KAGIDI'NIN BAŞI İLE SONU

Necip Fazri’ın bir hastahane odasında elyazısıyla yazmaya başladığı Kafa Kâğıdı adlı roman-biyografisinin ilk sayfalarından birinin fotokopisi.

Anadoluludur; ve kavmiyet çerçevesi içinden beşeri bir model neşretme vakıasıdır ki, (ide­olojik) olmak kıymetine sahiptir. Bunun ak­si, dâvayı âdi manasıyla (psikolojik) ve (politik) küar ve kısırlaştırır, (üçleştirir. İşin aslı Anadoluluyu önce nefsine, vücut hikme­tine, sonra da cemiyet ve devletine hâkim kıl­maktır ve geçer akçe Anadoluculuk budur.

O bir oluş meselesidir, öç alma işi de­ğil... Bu oluşun içinde, Anadolu’ya ait ek­siklik ve istidatsızlığın muhakemesi ve onun kendi öz nefsinden de öç almaya davet edil­mesi hatta zorlanması da vardır.

★ ★ ★Ben 20 yaşımın eşiğinde, Anadolu Mec-

muası’ nın hücreciğinde Anadoluculuk cere­yanının güdücüleri Mükrimin Halil, H ilm i Ziya ve (folklorcu) Halit Bayrı ile bu mese­leyi incelerken, onları, taş ocağı misali sö­mürülen Anadolu insanının yalınız hınçta temsilcisi görüyor ve kendi öz hakikatimiz içinde asırlardır beklediğimiz büyük nefs mu­rakabesinden mahrum bulunuyordum.

Aynı murakabesizliğin bin kere daha dü­şük çeşidi komünistler, “ Orak-Çekiç” ve "Aydınlık” gibi organlarda orospunun baş­kasını “ orospu!” diye suçlama" kabilin­den, din ve millet bağlılarını:

— Yobazlar!Diye taşa tutmuş bulunuyorlar.

★ ★ ★Gazete riyakâr, dergi cansız, kitap kök­

süz, okuyucu sağır...İşte Bâbıâli’nin dünkü, bugünkü ve ya­

rınki hâli... Değişen (tipo) baskı yerine (ofset) baskı ve fik ir adına fuhuş albümcü- lüğü... Ve 5 bin yerine 500 bin tira j... Felâ­ket 100 misline ulaşmıştır.

ÖRÜMCEKAĞIİlk şür kitabım “ Örümcekağı” o sıralarda

çıkar ve tenkitçisi olmayan bu memlekette, sadece fikirsiz bir el çırpmadan ibaret bir alkış toplar.

Beni (Bodler)’e benzetenler ve hece vez­nine ilk defa keyfiyet getirmiş sayanlar var­dır.

EcelTn bitmesine izin vermediği Kafa Kâğıdı adlı biyografik romanı Necip Fazıl elyazısıyla

ancak 375. sayfaya kadar yazahjlmiştir ve

fotokopide de görüldüğü gibi bu son

sayfadaki yazı kaligrafisi ilk

sayfalardakine göre iyice bozulmuş olup

cümleler ve anlatımda dağınıklık başlamıştır.

★ ★ ★Tırnaklarını yemekten başka gıdası ve hiç­

b ir (estetik) ve (poetik) şuuru bulunmayan; (espri) hastası sözde tenkitçi, Nurullah Atâ, etrafımda pervane...

Güzeli tanımak ve tadmakta bir zevk be­daheti vardır ya; onda o da yok...

Meccani meddahım olduğuna bakmayıp, Bâbıâli’ nin "Esafil-i Şark” kahvehanelerin­den birinde kendisine bu hallerinden bahset­tiğim bir gün çıldırmışçasına ayağa fırladı ve haykırdı:

— Bana bir tokat atmazsan namussuz­sun!

— Namuslu olduğumu ispat için seni to­katlamaya lüzum görmüyorum!

Dedim ve onu büsbütün çıldırttım.* * ★

"Esafil-i Şark” kahvehane, kıraathane, pastane ve meyhanelerde toplanan ve sazını nota düşmanı bir anarşi içinde rastgele tın­gırdatan esersiz, emeksiz, çilesiz ve hamle - siz, dâhi taslağı cüce kahramanların adı... Bazı fik ir ve sanat muhitlerimize yaftalık et­meye lâyık bir isim... Bulucusu da, yine ay­nı kadrodan, Bâbıâli meşhuru Emin A li... O askı kullanmaz, şişman göbeğinden aşa­ğıya kayan pantolonuna cevap vermez, bi­çim ve dış görünüş tasası çekmez, fikre doğrusunu göstermek yerine yanlışını belir­terek mukabele eder, maliyetini sıfıra yak­laştırdığı için biriktirdiği paralardan borç vermeye bayılır, fakat 10 lira vermişse 1000 liralık senet ister, bu senetleri icraya koyar ve alacağı kadarını alıp gerisini takip etmez, dostlarına “ şoför, doktor, imparator” gibi tabirlerle seslenmeyi sever, daima sırıtır ve hiçbir (tez)e yanaşmaz Bizans artığı bir tip ­tir ve "Esafil-i Şark"ın krallık tahtı hakkiy- le onundur.

Ne var ki, Bâbıâli meşhurlarından Sakallı Celâl, Tarık Carım, Ördek Sait, tulûatçı dram aktörü Kont Saffet gibi, artık renkleri ve mânaları uçup gitmiş bu tipleri yeni ne­sillere anlatmak imkânsız...

Bu tiplerin hepsi Tanzimat’ tan başlaya­rak yıkılan, paramparça olan ve bir türlü kı­vamını bulamayan, olamayan bir cemiyetin binbir mizaç aynasında çürüklük timsalleri­d ir ve eğer bugün yerleri ve izleri kalmamış­sa, iş, timsali de aşmış, bünyeleşmiş demektir.

★ ★ ★Beylerbeyi... Toprağına küskün ve büyük

şehir lüpçülüklerine düşkün "Çarıklı er- kân-ı harp” tcrin gecekondu çadırlarıyla ku­şattığı İstanbul... aynı Moğol istilâ.... girif­tar asil bir köşe...

★ * -k(NOT: Nacip Fazıl ın Kafa Kâğıdı nda yazdık­

ları böylece yarıda kaldı, ölüm, bu ro­manı böylece noktalamış oldu).

- BİTTİ -Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği

Taha Toros Arşivi