yurttaŞliĞin tarİhÎ gelİŞİmİ - ankara...
TRANSCRIPT
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANABİLİM DALI
(GENEL KAMU HUKUKU)
YURTTAŞLIĞIN TARİHÎ GELİŞİMİ
Yüksek Lisans Tezi
Mehmet Fatih Alptekin
Ankara 2005
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANABİLİM DALI
(GENEL KAMU HUKUKU)
MODERN YURTTAŞLIĞIN TARİHÎ GELİŞİMİ
Yüksek Lisans Tezi
Mehmet Fatih Alptekin
Tez Danışmanı Prof. Dr. Anıl Çeçen
Ankara 2005
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (GENEL KAMU HUKUKU)
ANABİLİM DALI
YURTTAŞLIĞIN TARİHİ GELİŞİMİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN ................................
Prof. Dr. Erdal ONAR .................................
Prof. Dr. Mustafa KOÇAK ..................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
I
İÇİNDEKİLER
İçindekiler i Kısaltmalar iii
Giriş
BİRİNCİ BÖLÜM
Modern Öncesi Yurttaşlık
A) Eski Yunan’da Yurttaşlık 1
B) Roma Devleti’nde Yurttaşlık 7
C) Feodal Dönemde Yurttaşlık 13
İKİNCİ BÖLÜM
Modern Yurttaşlığa Doğru
A) Rönesans ve Reform Dönemleri 23
B) Yakın Çağ’da Yurttaşlık 32
C) Ulus – Devlet ve Milliyetçilik 44
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Modern Yurttaşlık Kuramları
A)Liberal Yurttaşlık Kuramı 51
B)Cumhuriyetçi Yurttaşlık Kuramı 57
II
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Türkiye Cumhuriyeti’nde Yurttaşlığın Tarihî Gelişimi
A) Osmanlı İmparatorluğu Dönemi 61
B) Cumhuriyet Dönemi 69
I) Erken Cumhuriyet Dönemi 69
II) Çok Partili Demokrasiye Geçiş Dönemi 77
III) 1980 Sonrası Yeni Açılımlar 82
Sonuç
Özet
Summary
Kaynakça
iii
KISALTMALAR
a.g.e. adı geçen eser
a.g.m. adı geçen makale
AGİT Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı
ANAP Anavatan Partisi
CHF Cumhuriyet Halk Fıkrası
CHP Cumhuriyet Halk Partisi
DİSK Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu
DP Demokrat Parti
passim içinde
SCF Serbest Cumhuriyet Fırkası
TCF Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
TDK Türk Dil Kurumu
TİP Türkiye İşçi Partisi
TTK Türk Tarih Kurumu
GİRİŞ
Yurttaşlık modern tarih boyunca anahtar bir kavram olmuştur. Kymlicka’nın
tabiriyle 1990’ların sihirli sözcüğü hâline gelmiştir1. Milliyetçiliğin yükselişi ve ulus-
devletlerin ortaya çıkışıyla insanların üyelik durumlarını ve yurttaşlığı kazanma
şartlarını tanımlamada çok önemlidir. Böylece yurttaşlık çoğunlukla bir ulus-devlete
üyelik olarak tanımlandı. Bu aşamada, yurttaşlık ulus-devletle örtüşen ve çoğunlukla
ulus-devletin ölçütleriyle şekillendirilen ve kullanılan bir kavram oldu. Bazen de ulus
yaratma sürecinde devlete bağlanma ve üyelerinin aidiyetliliği ve kimliğinin
sağlanmasında araç olarak kullanıldı. Başka bir açıdan, yurttaşlık hakları insanların
daha fazla hak taleplerinin yükselişiyle Batı’da ortaya çıktı. Böylece Batı’da modern
yurttaşlık, ulus-devletin şemsiyesi altında insanları bir arada tutacak, eşitleyici ve
evrenselleştirici bir olgu olarak tanımlandı ve kullanıldı.
Modernite eleştirilerinin ortaya çıkmasıyla; post-modernizm, küreselleşme,
çokkültürcülük ve kimlik politikaları gibi yeni fikir akımlarının doğuşuyla
yurttaşlığın ortaya çıkan talepleri karşılamada yetersiz kaldığı tartışılmaya başlandı.
Küreselleşmenin ve Avrupa Birliği2 gibi ulus üstü organizasyonların öneminin
artmasının neticesinde bir tarafta devletler arasında sınırların kaldırılması problemi
var. Öte yandan böyle olmakla beraber, mikro seviyede milliyetçiliğin yeniden
ortaya çıkması yönünde ciddî bir karşı eğilim veya ayrık kimliklerin tanınması
yönünde çağrıların yükselişi var. Bu talepler sadece etnik azınlıklardan gelmemekte;
aynı zamanda etnisite, din, cinsiyet veya cinsel tercihler temelli değişik gruplardan
da kimlik talepleri gelmektedir. Bu talepler, kültürel hakların kabul edilmesi ve
korunmasından, kimlik gruplarının ulus-devlet içinde özerkliğinin tanınmasına veya
grupların ayrılarak bağımsız bir devlet kurabilmesine kadar uzanabilmekte.3 Ulus-
devleti ve ulus-devlete üyelik olarak yurttaşlığı sorrgulamaların yanı sıra çifte veya
1 Will Kymlicka, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, çev. Ebru Kılıç, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s. Xi. 2 AB’nin geliştirmeye çalıştığı yurttaşlık anlayışıyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Treaty Establishing a Constitution for Europe, the European Convention, Germany, 2003 3 Levent Köker, “Çokkültürlülük ve Demokratik Meşruluk Sorunu”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, ed. Nuri Bilgin, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1997, s. 41.
çok vatandaşlık ve göçmenlerin gittikleri ülkeye eklemlenmesi ve vatandaşlığa kabul
gibi yaygın göçün sonuçları vardır. Bu nedenle 20.yüzyılın sonu itibarıyla, yurttaşlık
modernitenin en fazla tartışılan ve sorgulanan olgusudur.
Birinci bölümde yurttaşlığın tarihî gelişimi olarak modern öncesi yurttaşlığın
ortaya çıkışını ve bu gelişimin arka planı incelenecektir. Tarihî süreç işinde Polis’in
gelişmesiyle eş zamanlı olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Yurttaşlı hakları, Antik
Yunan’da ve Roma’da sınırlı bir grubun ayrıcalığındadır. Ortaçağ’da kaotik
dönemde yurttaşlık haklarının askıya alındığı feodaliteyi inceleyeceğiz.
İkinci bölümde modern yurttaşlığa doğru, Rönesans ve Reformasyon
dönemlerinde meydana gelen zihniyet kırılmasını ve yeni açılımı, dönemin
teorisyenlerini incelerken, bölümü yurttaşlığın klasik tanımının verildiği ulus-devlet
ve ulus-devletin yaratıcısı ya da neticesi olan milliyetçilik anlayışlarıyla
neticelendireceğiz.
Üçüncü bölümde temel iki yurttaşlık kuramı olan Liberal ve Cumhuriyetçi
anlayışlara değineceğiz. Liberalizm, devlet-toplum-birey ilişkisinde vurguyu özünde
bir rasyonel homo economicus’a indirgediği birey lehine yapar. Birey egemen ve
özerk bir varlık olarak ele alınır ve topluluk değil de birey ön sıradadır. Bu anlayışta
yurttaşlık bir sözleşmeden doğan statü olarak görülür ki bu birey ile devlet ve
bireyler arasında akdedilen bir sözleşmedir. Cumhuriyetçi yurttaşlık, katılımı
yurttaşlık erdem ve faaliyetinin merkezine yerleştirmektedir. Ancak klasik
cumhuriyetçi yurttaşlık anlayışının “diğeri”(öteki)nin tarifi ve konumlanması
konusundaki son merhalede kuşkucu tavrı toplumların yalnızca giderek heterojen
hale gelmekle kalmayıp aynı zamanda heterojenliğin hak taleplerine dönüştüğü bir
ortamda cumhuriyetçi perspektifin sınırlılıklarını tartışmaya açmıştır.
Son bölümde ise, Türkiye Cumhuriyeti’nde yurttaşlığın ortaya çıkışını,
Osmanlı İmparatorluğu geçmişini de değerlendirerek ele alacağız. Cumhuriyetle
birlikte uluslaşma, ulus-devleti kurma ve yurttaşlığın oluşumu süreçlerinin
paralelliğini görürüz. Osmanlı dönemi dini ön plana çıkarırken, Cumhuriyetin ilk
dönemi Osmanlı anlayışıyla paralelken Cumhuriyetin kurumlarının oluşmasıyla
Cumhuriyetçi bir anlayışa geçilmiş daha sonra da ulusçu bir anlayış egemen
olmuştur. Fakat ilerleyen dönemlerde bu üç anlayışı da bir arada görürüz.
BİRİNCİ BÖLÜM
Modern Öncesi Yurttaşlık
A) Eski Yunan’da Yurttaşlık
“Başka ulusların azizleri vardır, Yunanlıların ise bilgeleri vardır.”
Friedrich Nietzsche
Yunan siyasal düşüncesi Polis ortamında oluşmuş ve gelişmiştir. Site ya da
şehir devleti diye de adlandırılan Polis başlangıcından sonuna dek Yunan uygarlık
tarihinin siyasal kurumu olmuştur.1
M.Ö. 8. – 7. yüzyıllarda Polis dinî, askerî, ekonomik, siyasî bir bütün olarak
ortaya çıkmıştır. Polis, eski Yunan siyasal hayatında günümüz devletinin yerindedir
ve onun oynadığı rolü oynamıştır; ama ondan farklıdır da. Polis Yunanlılar için
uygarlığın simgesidir, Tanrıların Yunanlılara bağışladığı üstün değerde bir
armağandır ve bu armağan uygar Yunan toplumunu barbar kavimlerden ayırır. Bu
nedenle Yunanlılar Polis düzenine yabancı kalmış diğer tüm kavimleri ve
uygarlıkları barbar olarak nitelemişlerdir.2 Mısır ve Pers İmparatorluklarının
görkemli kültürlerine sık sık hayranlık duysalar da, onların idare yöntemlerini
genellikle küçük görürlerdi ve bu yabancı sistemlere “despotizm” derlerdi.3
Polis sınırlan belirli bir toprak üzerinde kurulmuş siyasî, sosyal, askerî ve
ekonomik bir bütündür. Sınırları içinde bir ya da birden fazla şehri ve bunların
etrafında uzanan kırsal bölgeyi kapsar. Polis aynı zamanda dinî bir birim anlamını da
taşır, Polis'lerin koruyucuları, yol göstericileri olan tanrıları vardır. Polis, gücünü,
ululuğunu ve insanlar üzerinde sınırsız iktidar ve baskısını bu dinî yapısından
almıştır, kişiyi Polis'e bağlayan bağlar son derece güçlü ve sıkıdır. Kişinin ancak ve
ancak bir Polis'e bağlı olarak, onun Tanrılarının himayesine sığınarak yaşama
1 Yunan dünyasının bu küçük devletlerinin, çeşitli siyasal toplum modellerinden çok daha kapsayıcı bir nitelik göstererek Yunan insanının davranış ve düşünce kalıplarını belirlediği, siyasal yaşamı koşullandırdığı ve siyasal düşünüşe damgasını vurduğu göz önüne alındığında, polis ile kent devleti kavramlarını birbirine karıştırmamak gerektiği ve Eski Yunan için kent devleti yerine polis kavramının kullanılmasının daha yerinde olduğu sonucuna ulaşılır. Tartışmalar için bkz M. Ali Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge Yayınları, Ankara, 2000. 2 Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, 9. Bası, İstanbul, 2002, s.1; Ağaoğulları, a.g.e., s.16. 3 Kenneth Minogue, Siyaset ve Despotizm, Liberte Yayınları, çev: Ünal Gündoğan, Ankara, 2002, s.3.
2
olanağı vardır, bu nedenle bir Yunanlı için Polis dışında bir yaşam düşünülemez.4
Polis'in Tanrılarının himayesinden yoksun bir kimsenin yaşamını sürdürebilmesi
olanaksızdır. Her Yunanlı, kendini, ilk önce bir yurttaş olarak algıladığından, yaşamı
polis gerçeği ile koşullandırılmıştı. Polisin dışında o hiçbir şeydi, daha doğrusu olsa
olsa "konuşan bir hayvan" yani bir köle ya da uygar insana özgü haklardan
yararlanamayan bir yabancı olabilirdi. Polis’te yaşayanlar, Polis'in Tanrılarının ve
yasalarının dışında, kendilerini kabul edecek ve koruyacak başka bir düzen
olmadığını ve Polis'in inançlarına ve yasalarına uymadıkları zaman tüm varlık ve
değerlerini, haklarını kaybedeceklerini bilirler. “Bir insanın hukukî varlık ve değer
kazanabilmesi, Polis yurttaşı olmasına bağlıdır. Polis, bireyi dinî-siyasî yapısı içinde
eritmektedir, aynı zamanda hukuken bireyi yaratan da bu güçlü Polis düzenidir. Bu
nedenle kişilerin tüm faaliyetleri Polis'in çıkarına hizmet etmeye yöneliktir.”5 Ancak
Polis yurttaşı olduğu zaman varlık ve değer kazanabilen insan, maddî ve manevî tüm
değerleri ile Polis'e bağlanmış, hükmü altına girmiştir.
Yunan Polis’lerinin varlıklarını uzun süre sürdürebilmelerinde rol oynamış
temel etmenler olarak, Polis'in "yetkin siyasal toplum" mitosu ile donanmış -
donatılmış olması ve Polis'leri kendi içinde eritecek merkezî bir siyasal iktidarın
çeşitli koşullar nedeniyle belirememiş olması gösterilebilir.6
Yunan Polis'leri değişik siyasal yönetimlerden geçerek gelişmişlerdir.
Gelişmelerini tamamladıkları zaman Polis'lerin krallık yönetimi ile yönetildikleri
görülür. Sonraları krallık yerini aristokratik bir yönetime -bir azınlık yönetimine-
bırakmış ve daha sonra da demokratik yönetime -çoğunluk yönetimine- geçilmiştir.
Yunan Polis'lerinde bu siyasal gelişme ile Batı uygarlığının geçirdiği siyasal
aşamalar arasında, doktrinde, bir paralellik kurulduğu görülür. Böyle bir
benzetmeden hareket edilerek "Yunan İlk Çağı’ndan", "Yunan Aydınlık Çağı’ndan"
ve 'Yunan Yeni Çağı’ndan" söz edilebilmiştir.7
4 Muvaffak Akbay, Umumî Amme Hukuku Dersleri, Cilt 1, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, No: 125, Ankara, 1958, s. 72. Minogue, s.13. Eski Yunan’da (ve daha sonra Roma’da), polisin dışına atılmak, yani sürgüne yollanmak, hemen hemen ölüm cezası kadar ağır bir cezaya çarptırılmak demekti. 5 Ağaoğulları, a.g.e., s. 16 – 17. 6 A.g.e.., 12. 7 Göze, a.g.e.,s.4
3
Polis'te siyasal hayata katılma hakkı olanlar yalnızca yurttaşlardır8; yurttaşlar
ise Polis'lerin genel nüfusuna oranla ufak bir azınlıktır. Yurttaşların dışında büyük
çoğunluğu köleler9 oluşturur. Köle insan sayılmaz, köle "konuşan hayvan" ya da
"hareket eden araç”tır. Köle mülkiyet konusu bir maldır ve Polis'in siyasal yaşamında
hiçbir rolü yoktur. Kölelik kurumu Polis hayatında ve siyasal düşüncesinde doğal bir
kurum olarak görülmüştür ve genellikle üzerinde düşünme ve tartışma gereği dahi
duyulmamıştır. Köle, Polis'in ekonomik hayatında gerekli ve önemli bir unsurdur, bir
üretim aracıdır ama siyasal ve sosyal hayatta bir eşyadan farkı yoktur.
Polis'lerde köleler dışında medeni haklara sahip olan fakat siyasal hakları
bulunmayan yabancılar10 vardır. Eski Yunan’da ilk defa Perikles zamanında
kullanılan yabancı kavramı ilk başta ana ya da baba tarafından Atinalı olmayanları
adlandırmada kullanılıyordu.11 Bunlar siyasal hayata katılmayan genellikle el
sanatları ve ticaretle uğraşan varlıklı kimselerdir. Böylece eski Yunan demokrasileri
insanlar arasında eşitlik ilkesine yabancı bir demokrasidir12. Eşitlik, "yurttaşlar arası"
ve "köleler arası" eşiklik olarak uygulanmıştır.
Yurttaşların oluşturduğu bu kesim, türdeş bir birim değildi; özellikle sosyo-
ekonomik gelişmeler sonucunda kendi içinde çeşitli toplumsal sınıflara bölünmüştü.
Siyasal düzeyde ise Polis, oluşumu sırasında daha önceden var olan bir farklılaşmayı
da birlikte getirmişti: Eupatrid'ler (iyi doğmuşlar) yani soylular, yönetim
mekanizmasını ellerinde tutup diğerlerini bundan yoksun bırakmışlardı. Ancak,
demokratik gelişmeler, siyasal ayrıcalıkları ortadan kaldırıp zamanla bütün 8 Yurttaşlar (politai): Yurttaşlar, polisin "yerli" halkını oluşturan ve belli haklara sahip olan özgür kişilerdir. Polisin ilk dönemlerinde yurttaşlık, toprak sahipliğiyle özdeşti. Daha sonra, silah kullanma hakkı olan her ergin erkek yurttaşlığa kabul edildi. Yine de yurttaşlar, toplam nüfus içinde bir azınlık olarak kaldılar. Örneğin, nüfusu 350.000'e ulaşan demokratik Atina'da yurttaşların sayısı, 40.000–45.000 dolaylarındaydı. 9 Köleler: Polisin üçüncü kesimini, hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan köleler oluşturuyordu. Sayıları, ticaret ve endüstride büyük atılım göstermiş Atina gibi polislerde, hızlı bir biçimde artmıştı. Köle, Yunanlıların gözünde, üretim araçlarını kullanan, daha doğrusu kendisi üretim aracı olan kişiydi. 10 Yabancılar (Metoikos'lar): Polis'te yerleşmiş olup, genellikle zanaat ve ticaretle uğraşan yabancılar, özgür olmalarına karşın, hiçbir yurttaşlık hakkına sahip değillerdi. Yurttaşlık kişiye çeşitli maddi çıkarlar sağladığından, yabancılardan bazıları, çeşitli yollarla kendilerini yurttaş kütüklerine yazdırmayı başarmışlardı. 11 Nazan Aksoy, “Çokkültürlülük Üstüne”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s. 45. Yabancı kavramı çağlar boyunca değişir; Hıristiyanlık çağında Hıristiyan olmayan, Ortaçağ’da toprak sahibinin toprağında doğmayan, ulus-devlette ise ulus-devletin yurttaşı olmayandı. 12 Bununla birlikte Eski Yunan'da kadınlar, hiçbir zaman yurttaşlık statüsüne erişemediler. Yurttaşların eşleri ve kızları, genellikle toplumsal-kamusal etkinliklerin dışında tutulmuşlar ve evlerinde kapalı bir yaşam sürmek zorunda bırakılmışlardı.
4
yurttaşların siyasal haklardan yararlanmasını sağladı.13
Demokrasinin ikinci temel direği olan özgürlük ise, eski Yunan'da, yurttaş
sayılan kimselerin siyasal özgürlüğü olarak değerlendirilmiştir. Yurttaş olanların
yasaların yapılmasına, yönetici seçimine, yargılamaya doğrudan katılmaya, savaş ve
barışa karar vermeye, antlaşmaları onaylamaya hakları vardır. Ancak bu doğrudan
siyasal katılım dışında yurttaşların dahi düşünce, inanç özgürlüğü olmadığı gibi, özel,
sosyal ve ekonomik planda tüm yaşamları en ufak ayrıntısına kadar Polis tarafından
düzenlenmekte ve denetlenmektedir. Polis, siyasal ve dinî bir kuruluş olarak,
insanların, düşünce ve inançlarına hükmedebilmekte, onlara serbestçe hareket
edebilecekleri en ufak bir alan bırakmadan tüm davranış ve faaliyetlerini
belirleyebilmektedir. Yurttaş sayılmak için gerekli özelliklere sahip olan kişi, hem
yasa koyucu konumunda bulunuyordu, hem de yasaların daracık kıskacı içinde
kıpırdayamaz bir halde yaşamak durumunda kalıyordu. Bu garip bir paradoks gibi
görünmektedir. Ancak bu durum, bireyin sadece bir insan olması nedeni ile başlı
başına bir varlık, bir değer olduğunun, özgür sayılması, özgürce düşünmesi, özgürce
inanması, özgürce -yasalar çerçevesinde- hareket edebilmesi gerektiğinin henüz
kabul edilmediğinin göstergesidir. İnsan, bir varlık ve değer olabilmesi için, kendi
dışında ve kendi üstünde bir güce ihtiyacı olduğuna inanmaktadır, bu güç de Polis'tir.
Öte yandan insanın bu durumu, siyasal iktidara doğrudan katılmanın, iktidarı
paylaşmanın da, her zaman insanları özgür kılmaya yetmediğini göstermektedir.
Özgürlükler hususunda aynı anlayış eski Yunan’daki gibi Roma’da da devam
etmiştir. Antik Çağ’ın bireyi, sitenin siyasî, sosyal ve hukukî kararlarının tümüne
etkin bir biçimde katılma özgürlüğüne sahip olmasına karşın özel ilişkilerinde tam
bir köle gibiydi. Yurttaş olarak savaşa ve barışa karar vermiştir, ama özel alanda
sınırlandırılmış, izlenmiş, bütün hareketlerinde bastırılmıştır.14 Hobbes’ten yapılan
bir alıntı bu özgürlük anlayışını kısaca özetlemektedir:
Atinalılar ve Romalılar özgürdürler; yani özgür devletlerdi: fakat, tek tek insanlar
kendi temsilcilerine direnmek özgürlüğüne sahip oldukları için değil; onların
temsilcisi, başkalarına direnme ve onları istila etme özgürlüğüne sahip olduğu için.15
13 Ağaoğulları, a.g.e., s.19 14 Akbay, a.g.e., s. 73. 15 Sedat Yazıcı, Atina, Isparta ya da Liberal Cumhuriyetçilik, Liberal Düşünce Dergisi, Sayı:29, 2003, s.115.
5
Yunanlılar için yasa, Polis düzenini diğer toplumların örgütleniş biçimlerinden
ayıran önemli bir öğeydi. Polis ile özdeşleşmiş, kaynaşmış olan yasa, Yunanlı'yı
barbardan farklı kılmakta ve onun özgürlüğünü vurgulamaktaydı. Barbar toplumlarda
tek kişinin keyfi yönetimi söz konusu iken, Yunan dünyasının bu küçük siyasal
toplumlarında, yönetim biçimleri ne olursa olsun, çeşitli düzeydeki insan ilişkileri
yasalar tarafından belirleniyordu.
Polis düzenini belirleyen yasalar, ilk zamanlarda aristokratik içerikli sözlü
yasalardı. Yunanlılar bunları Tanrıların koyduğu sonsuz kutsal kurallar olarak kabul
ediyorlardı. Yasaların soylular tarafından yorumlanmasından doğan rahatsızlık
üzerine yazılı yasalar yapılmaya başlandı. Tanrıların iradesinden
kaynaklandırılmayan yazılı yasa, temelinde bir toplumsal uzlaşma, sözleşme
ürünüydü ve bu nedenle gerekli görülen her durumda değişime açık bir özelliğe sahip
bulunuyordu.16
Pers tehlikesi karşısında herkesin polisin korunmasına katkıda bulunması
zorunluluğu, kısa süre içinde bütün yurttaşların siyasal haklara tümüyle sahip
olmaları sonucunu doğurdu. O zamana dek alt sınıflara kapalı olan memurluklar,
herkese açık bir duruma getirilmeye başlandı.
Gerek tek tek yurttaşların, gerek bunların toplamının elinde bulunan siyasal
haklara bakıldığında, Atina'da halkın egemen, rejimin ise doğrudan demokrasi
olduğuna ilişkin bir kanı oluşabilir. Uzmanlık gerektiren yüksek memurluklara
yurttaşların bir kereye özgü olarak seçilmelerinden, diğerlerine ise kısa bir süre için
kura ile atanmalarından ötürü, yaşamı boyunca hiç olmazsa bir kez devlet görevine
getirilmemiş Atinalı hemen hemen yok gibiydi. Herkesin eşit olarak siyasal iktidara
katılması ilke olarak benimsenmişti. Ekklesia'da toplanan halkın, devlet yönetimini
seçimden seçime değil, sürekli bir biçimde denetleme yetkisi vardı; yöneticiler ya da
çeşitli devlet memurları, her an halk tarafından sorguya çekilip görevlerinden
alınabilirlerdi.
16 Bununla birlikte, tümüyle kutsallıktan soyutlanmış olduğunu (ya da bir başka deyişle tam anlamıyla "laik" olduğunu) düşünmemek gerekir. Çünkü Yunanlılar'ın gözünde yasa koyucu bilgeler, tanrısal bir kişiliğe sahiptiler ve bir bakıma Zeus'un işlevini insanlar arasında gerçekleştirmekteydiler.
6
Fakat gerçekte, Ekklesia'nın Atina'nın siyasal yaşamındaki en önemli işlevi
ideolojikti: Varlığıyla halkın yönetime doğrudan katıldığına ilişkin bir inancın
yaratılıp sürdürülmesini sağlıyordu. Çünkü daha önce de değindiğimiz gibi
kendilerini yüksek memurluklara seçtiren etkili kişiler, meclisi kendi görüşleri
doğrultusunda yönlendirip yönetiyorlardı. İsegoria hakkından yararlananlar,
genellik1e bu kişiler ve partilerin önde gelenleri oluyordu. Dahası bütün sorunların
çok kalabalık bir meclis olan Ekklesia'da görüşü1üp bir karara bağlanmasının
olanaksız oluşu nedeniyle, bazı önemli sorunlar diğer siyasal kurumların yetki
alanına bırakılmıştı. Özellikle, günümüz temsilî demokrasilerinin meclisini andıran
bule, çok güçlü ve etkili bir konuma sahipti. Demagog Kleon ve büyük bir olasılıkla
Perikles, bule'ye hâkim olarak yönetimi ellerinde bulundurabilmişlerdi. Bu nedenle
Ekklesia'yı iktidarı kullanma alanı değil, halkın siyasal eğitim yeri olarak
nitelendirmek daha doğru olur.
Atina'da olduğu gibi diğer Polis’lerde de görülen bu iktidar mücadeleleri, bütün
Yunan dünyasını kapsayan bir tür iç savaşın siyasal düzeydeki görünümüydü. Bir
Polis’te sınıf savaşını yitiren ya da yitirecek gibi olan sınıf, çareyi öteki Polis’lerde
iktidarda bulunan aynı ya da yandaş sınıflardan yardım istemekte buluyordu.
Bağlaşıklıklar ile düşmanlıklar, polisler arasında olmaktan çok, ayrı Polis’lerdeki
demokrasi ile oligarşi yandaşları arasında kuruluyordu. Bir bakıma tüm Yunan
dünyası, birbirine diş bileyen iki düşman partiye bölünmüş durumdaydı. Dahası, 4.
yüzyılda değişen koşullar (örneğin, toprakların ve servetlerin giderek daha az sayıda
kişinin elinde toplanması ve köle emeğinin artması sonucunda iç pazarın
durgunlaşması ve işsizlik oranının artması, çeşitli nedenlerden ötürü dış pazar
olanaklarının daralmasıyla birlikte dış alımı yapılan yiyecek maddelerinde kıtlığın
baş göstermesi), sınıf çatışmalarının gittikçe daha yaygınlık kazanarak sürmesine
neden oldu. Sonuçta, Polis içi ve Polis dışı savaşlardan zayıflayan Yunan dünyası,
339'da Khaironeia Savaşı ile Makedonya'nın egemenliği altına girdi.
III. Aleksandros'un (Büyük İskender) ölümünden sonra Yunan polisleri,
Makedonya Krallığı'na karşı zaman zaman ve belli süreler için özgür kalabildiler.
Atina, 229'da Makedonya boyunduruğundan kurtulup özgürlüğüne yeniden kavuştu.
Bu durum 146 yılına dek sürdü. Bu tarihte Yunan Yarımadası’nı işgal eden Roma, bu
topraklan kendine bağladı, ancak Atina ile Sparta'ya bir ayrıcalık olarak özgür kent
7
statüsü verdi. Diğer polisler, bağımlı kentler durumuna geldi. Hepsi içişlerinde
özgürdü; fakat Atina ile Sparta'nın askerlik yapmak, vergi vermek gibi
yükümlülükleri yoktu. 86'da Yunan ayaklanmasını bastıran Romalılar, polisin
hukuksal ve siyasal varlığına son verip bunu tarih sayfasından sildiler.
B) Roma Devleti’nde Yurttaşlık
“Sevimli ve uygun, işte bir ülke için ölmeye değer şeyler.”
Romalı Şair Horace
Eski Yunanlı ne denli soyut kurgusal düşünceye yönelik ise Romalı da o denli
bu düşünce biçimine uzaktır. Bu nedenle çiftçi-asker kökenli olan ve salt eyleme,
pratik yaşama önem veren Romalılar dünyanın en büyük imparatorluklarından birini
kurmuş olmalarına karşın, siyasal konularda hemen hemen hiçbir özgün düşünce
geliştirememişlerdir. Düşünürleri, genellikle Yunan düşünürlerini izlemekle, Yunan
düşünce sistemleri arasında sentezler kurup bunları Roma'ya uygulamakla
yetinmişlerdir. Okandan’ın özlü ifadesiyle, “Doktrinlerin cazibesine kapılmaktan
ziyade fiiliyat ve hâdiselerin verdikleri derslerden istifadeye çalışan Roma’lılar,
kendi âmme hukuku müesseselerini, âmme hukuku ile ilgili meseleleri, çok geç
tetkike başlamışlardır.”17 Yunanlı’larda siyaset akla, Romalı’larda ise aşka –ülke
sevgisi, tek başına Roma sevgisine- dayalıdır.18
Bununla birlikte Roma, gerçekleştirdiği çok karmaşık siyasal örgütlenmesini
(daha doğrusu örgütlenmelerini) hukukî bir yapı içine oturtup ideolojik söylemlerle
çepeçevre donatmış olmasından ötürü, siyasal düşüncelere önemli bir katkıda
bulunmuştur. Roma tarihi, hukukî ve ideolojik söylemlerin siyasal bir düzenin
sürdürülmesinde ya da değişikliğe uğratılmasında ne büyük bir role sahip olduklarını
gösteren çeşitli örneklerle doludur.
Roma, siyasî yaşamına Orta İtalya’da bir Latin kentleri federasyonun önderi
olarak başlamıştı. Yurttaşlık haklarından yararlanan Roma halkı (populus romanus),
üç tribus'ta (kabile) toplanmıştı. Her tribus, 10 curia'ya; her curia da 10 gens' e
(klan) bölünmüştü. Böylece populus romanus'u oluşturan üç kabile, 30 curia'yı ve
17 Recai Galip Okandan, Umumî Âmme Hukuku Dersleri, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1952, s. 219. 18 Minogue, a.g.e., s. 23.
8
300 gens'i kapsıyordu. Kabilelerin türdeş bir halktan meydana gelmemiş olması ve
curia'lar ile gens'lerin eşit olarak paylaştırılmış oluşu, bu örgütlenmenin yapay bir
biçimde gerçekleştirildiğini göstermektedir.19
Siyasal haklar da dâhil olmak üzere tüm yurttaşlık haklarından yararlananlar,
yalnızca gens'lere üye olan yetişkin erkeklerdi. Roma bir soy toplumu biçiminde
örgütlenmiş olduğundan, siyasal yapıda yer almak için toplumun benimsediği bir
soya (bir gens'e) üye olmak gerekiyordu. Dolayısıyla hiçbir soyla, hiçbir kabileyle
ilişkisi bulunmayan pleb'ler ile client'ler, yurttaş olmadıklarından, populus'un içinde
yer almadıklarından, özgür olmalarına ve mülk edinebilmelerine karşın, seçme
seçilme gibi siyasal haklardan yoksun bırakılmışlardı. Bu toplumsal yapının en
altında da özgür olmayan ve hiçbir haktan yararlanamayan köleler bulunuyordu.
Siyasal yapının başında seçimle iş başına gelen ve ömür boyu bu görevde
kalan bir kral (rex) vardı. Imperium (yürütme erki) yetkisine sahip olan kral,
başrahiplik, başyargıçlık, başkomutanlık gibi görevleri üstlenmişti. Kralın altında iki
meclis vardı. Kralı seçen meclis, yurttaşların curia'lar olarak katıldıkları comitia
curiata'ydı. Her curia'nın tek bir oy kullandığı bu meclis, yasama yetkisiyle
donatılmıştı. Kralın danışma meclisi konumunda olan senato (senatus) ise, patres
(babalar) olarak adlandırılan gens başkanlarından oluşmuştu. Senatonun comitia
curiata'nın kararlarını tartışıp onaylamasından kaynaklanan bir çeşit saygınlığa sahip
olduğu kabul edilmekteydi. Senatörlerin soyundan gelenlere ise patrici adı
veriliyordu.20
Altıncı Kral Servius Tullius'un gerçekleştirdiği kabul edilen ve cumhuriyet
dönemine aktarılan "anayasal reformlar" ile yurttaşlık soya değil de konaklama ile
özel mülkiyet ilkesine bağlandı ve böylece yurttaş sayısı önemli ölçüde artırıldı.21
Ancak son Kral Tarquinus'un despotizme kayan yönetiminden hoşnut
olmayan patriciler, kralı kovup siyasal rejimi değiştirdiler. Yeni düzene yönetim
işinin halka ait olması anlamında cumhuriyet (res publica – kamusal olan, kamuya
19 M. Ali Ağaoğulları/ Levent Köker, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Yayınları, Ankara, 1998, s.16. William McNeill, Dünya Tarihi, Çev: Alâeddin Şenel, İmge Yayınları, Ankara, 2003, s.241. Akbay, a.g.e., s. 108 vd. 20 Ağaoğulları, a.g.e., s.17 21 A.g.e. s.17
9
ait) adı verilmesine karşın, gerçekte yönetim soylu bir oligarşinin elindeydi.22
Cumhuriyetin yarattığı en önemli kurum, yürütme erkini kullanan
konsüllüktü. Imperium yetkisiyle donanmış olan iki konsül (consul), comitia
centuriata tarafından bir yıllığına seçiliyordu. Konsülün özgürlüğü, görevinin hem
ortaklaşa, hem de yıllık oluşuyla kısıtlanmıştı. Konsüller arasında herhangi bir
anlaşmazlık söz konusu olduğunda olumsuz görüşün ağır basması kararlaştırılmıştı.
Konsüllüğe ilişkin bu "ikiz birlikte yönetme" ve "yıllık olma" ilkeleri, Roma'nın
anayasal uygulamasının temel ilkeleri oldular ve zamanla diğer magistra'lara da
(yüksek devlet görevlilerine de) uygulandılar. Bunlar arasında konsüllerin
yardımcıları olan quaestor'ları, yurttaşların, daha sonra da senatörlerin listelerini
düzenleyen censar'ları, yargı işlerine bakan praetar'ları, kentin ekonomik ve
polisiye sorunlarıyla ilgilenen aedilis'leri sayabiliriz.
Cumhuriyetin getirdiği bir başka kurum, diktatörlüktü. Diktatör, olağanüstü
dönemlerde konsüllerce atanan ve kendisine senato tarafından belli bir amaç ve altı
ayı aşmamak koşuluyla tam yetki verilen kişiydi.
Soyluların oluşturduğu bu cumhuriyet düzeninde pleblerin, patricia ile
birlikte comitia centuriata’yı oluşturup konsülleri (patriciler arasından) seçmekten
başka bir siyasal hakları yoktu. Plebler, hiçbir devlet görevine gelemiyorlar ve
borçlar, keyfi baskılar altında eziliyorlardı. Cumhuriyetin bir sınıfın mutlak iktidarı
biçiminde kurulmuş olması nedeniyle, cumhuriyet döneminin ilk iki yüzyılı plebler
ile patriciler arasında süregelen sınıf savaşımına sahne oldu. Bu süre boyunca,
patricia'dan çok daha kalabalık olan pleb sınıfı, aşamalı olarak tam yurttaşlık
haklarına kavuştu ve Roma'nın yönetiminde gittikçe daha fazla söz sahibi olmayı
başardı.
"Ulusal" birliğin sağlanmasında etkili olan bir başka etmen, yönetimin
(göstermelik bir biçimde de olsa) aşağı sınıflara açılmış olmasıydı. Siyasal
kurumların kendileri de ideolojik bir işlev görmekteydi. Cumhuriyetin
magistra'lanna ve Roma anayasasına duyulan bir çeşit gizemci saygı, kurulu düzene
karşı koyabilecek herhangi bir köktenci hareketin doğmasını engelliyordu. Sürekli
olarak gelenek ve göreneklerin öneminin vurgulanmasıyla, sistemin düşünsel
taşlarını oluşturan soyut kavramların bıkıp usanmadan yinelenip her yere yazılıp 22 Lesley Adkins & Roy Adkins, An Introduction to The Romans, Eagle Editions Ltd., London, 2002, s.11. Ağaoğulları, a.g.e., s. 18. McNeill, a.g.e., s.242.
10
kazılmasıyla, otoritelere (ailede babaya, orduda komutana, kentte magistra'lara) itaat
etmek, Romalı için bir tür koşullandırılmış tepke haline getirilmişti. Bunun yanında
dinsel söylem de Romalıları kaynaştırmakta ve tutuculuklarını pekiştirmekte epey
etkili oluyordu. Ancak yurttaşlık olgusunu yücelten bu ideolojinin, Roma bir kent
devleti kaldığı ve yurttaşlar arasındaki ekonomik sınıf eşitsizliklerinin çeşitli
mekanizmalarla gözlerden uzak tutulduğu sürece geçerli olabileceği de bir gerçekti.
İ.Ö. 2. yüzyılın sonlarından başlayarak, bir kent devleti için oluşturulmuş olan
cumhuriyet ideolojisi çözülmeye başladı. Latinlere ve diğer İtalyanlara yurttaşlık
hakkının tanınmasıyla birlikte, Roma yurttaşlığı değerini, dolayısıyla da ideolojik
işlevini yitirdi.
"Anayasal kurumların yüceliği", "Roma'nın tanrısal görevi" gibi ideolojik
söylemler, artık ekonomik sorunları göz ardı etmede etkili olamıyordu.23 Roma'yı
güçlü kıldıkları kabul edilen eski soylu aileler siyasetten uzaklaşıyordu. Bu ilkenin
üst sınıflar arasında gittikçe daha fazla yandaş bulmasında, meclislerde gizli oy
sistemine geçildikten sonra oyların satılmasının yoğunluk kazanmasının, generallerin
siyaset sahnesine girip askerlerinin blok halinde onlar için oy kullanmalarının ve
siyasal mücadelelerde şiddetin belirleyici olmaya başlamasının önemli bir rolü
vardı.24 Sayıları giderek kabaran yurttaşların dışında fethedilen halkların da tek bir
kent tarafından oluşturulan cumhuriyet ideolojisine duyarlı olabilmeleri için hiçbir
neden bulunmuyordu.
Varlıklı sınıfların, düzeni ve kararlılığı sağlamayı başaramayan cumhuriyet
rejimine hiç güvenleri yoktu. Yoksullar ise kendilerinin desteğine bağımlı olan ve
maddî gereksinimlerini karşılayan bireysel önderler yararına, düzmece
özgürlüklerinden ve etkin olmayan siyasal haklarından seve seve vazgeçmeye
hazırdı. "Siyaset halk için yararlı bir araç olmaktan çıktığına göre, kesin çözümün,
yalnızca halkın siyasete katılımının değil, fakat siyasetin kendisinin de son bulması
şeklinde belirmesi kaçınılmazdı."25
Tarihçiler, Roma'nın imparatorluk dönemini, Octavianus'a senato kararıyla
Augustus adının (daha doğrusu, unvanının) verildiği İ.Ö 27 yılında başlatırlar.26 Oysa
23 Ağaoğulları, a.g.e. s.40. 24 McNeill, a.g.e., s. 246. 25 A.g.e., s.60. 26 Adkins a.g.e., s.23.
11
Roma, henüz cumhuriyet döneminde, gerek topraklarının büyüklüğü, gerekse bu
toprakların eyaletler şeklinde yönetimi bakımından bir imparatorluğa dönüşmüştü.
Dolayısıyla İ.Ö. 27 yılından sonraki dönemi belirten "imparatorluk" sözcüğü,
imparatorun (yani imperium'u kullanan "başkomutan"ın) buyruğu altındaki devletin
yönetilme biçimini, bir başka deyişle geniş topraklar ve birçok halklar üzerinde
hüküm süren monarşiyi ifade etmektedir. Augustus, cumhuriyet yönetimini geri
getirdiğini öne sürmüş ve kendisinin birinci yurttaş anlamına gelen princeps diye
anılmasını istemişti. Bu nedenle imparatorluğun ilk zamanları, principatus (birinci
yurttaşın yönetimi ya da "prenslik") olarak adlandırıldı. Ancak daha sonraları,
imparatorların gereksiz buldukları göstermelik "cumhuriyetçilik"ten vazgeçip mutlak
birer monarka dönüşmeleriyle birlikte, principatus'un yerini dominatus (yurttaşların
değil de uyrukların üzerinde hüküm süren efendinin yönetimi) aldı. Augustus,
iktidarı kesin bir biçimde ele geçirdikten sonra, 20 yıllık bir iç savaşta parçalanmış
Roma toplumunu yeniden kurmak gibi dev bir işe koyuldu.
212 yılında imparator Caracalla'nın (211–217) buyruğuyla, imparatorluğun
topraklarında yaşayan bütün özgür erkekler Roma yurttaşı oldular.27 Alınan bu karar,
Roma yurttaşlığına sahip olmanın artık bir değer ya da bir ayrıcalık olmaktan çıktığı
anlamına geliyordu. Gerçekte imparator, yurttaşlar değil, uyruklar üzerinde hüküm
sürmekteydi; Caracalla’nın bu kararıyla güttüğü amaç ise imparatorluğun vergi
yükümlüsü sakinlerinin sayısını artırmakta.
İktidarın tek kişinin elinde toplanmasıyla siyasetin “iflas” etmesi, zaten
Roma’da hiçbir zaman gelişememiş olan siyasal düşüncelerin büyük ölçüde ortadan
kalkmasına neden oldu. Daha doğrusu İmparatorluk döneminde, siyaset üzerinde
sistematik bir biçimde düşünmeye yol açabilecek siyasal özgürlük ortamı ile siyasal
yapılar bulunmadığından, Cicero ya da Polybios ayarında bir düşünürle
karşılaşılmaz.
İmparatorluğun yüceliği düşüncesinin aşılanması ve Romalılar’ın kendilerini
bu düşünce içinde tanımalarının sağlanması, imparatorluk ideolojisinin güttüğü en
önemli amaçlardan biridir. Bu yücelik simgesi ardında imparatorun kişisel iktidarı
saklanır, ayın zamanda tüm Romalılarda kendilerini aşan bir yapıtla karşı karşıya
oldukları duygusu yaratılır. Böylece siyasal çekişmelere son vererek, yurttaş olan ya
27 Adkins, a.g.e., s.31.
12
da olmayan bütün Romalıların bu simge çevresinde birleşmeleri sağlanır. (Bu
bağlamda, Caracalla'nın Roma egemenliği altında yaşayan herkesi yurttaş yapma
kararı, consensus omnium'u sağlamaya yönelik birleştirici ideolojiyi somut - hukukî -
bir temelle güçlendirme amacı taşımaktadır.) Artık ideolojinin ağırlık noktası, res
publica sözcüğü değil, fakat res romana' dır; birlik çağrısı Roma adına, Roma için
olmaktadır. Roma'nın evrenselliği üzerinde durularak Roma'nın yazgısı dünyanın
yazgısıyla özdeşleştirilir. Ayrıca Polybios ile Cicero'nun savlarına başvurularak
Roma'nın çeşitli halklar üzerindeki egemenliği (emperyalizmi) sürekli bir
meşrulaştırılma işlemiyle pekiştirilir; Augustus'un kendisini her yerde evrensel
yasamacı (yani doğal yasaların uygulayıcısı) ya da uygarlığın temsilcisi olarak
göstermesinin nedeni budur. Öte yandan bu ideoloji, düşünmeyle geçirilen boş
zamanı kır yaşamını, sevgiyi, aşkı yüceltir ve böylece yurttaşları siyasetten, içsel
çatışmalardan uzaklaştırmayı amaçlar.28
İmparatorluk döneminin hiçbir düşünürü açıktan açığa monarşiyi
yadsımamıştır. Yazılarında salt övgüye değil biraz yergiye de yer vermek isteyen
düşünürler ya bazı imparatorların aşırı tutumunu eleştirmişler ya da monarşinin ılımlı
bir niteliğe sahip olması gerektiğini vurgulayarak imparatorları etkilemeye
çalışmışlardır.
İmparatorların kişisel iktidarının karşı konulmaz biçimde mutlak bir nitelik
alması, özellikle de Doğulu Severus sülalesi (193–235) döneminde İmparatorluğun
Doğu tipi bir monarşiye dönüştürülmesi sonucunda, Roma siyasal düşüncesi tam
anlamıyla "iflas" eder. Roma artık bir "siyasal toplum" olmaktan çıkmıştır; çünkü tek
bir siyasal özne vardır, o da imparatordur; geri kalan insanların hepsi birer uyruktan
başka bir şey değildir. Bundan sonra hukukçu Ulpianus'un (öl. 228) dile getirdiği
anlayış hâkim olur bütün İmparatorluğa: "Princeps' in iradesi yasadır; çünkü halk
bütün imperium'unu ve bütün potestas'ını ona devretmiştir." Her şeyin imparatorun
iki dudağı arasından çıkan söze bağlı olduğu, kamusal hak ve özgürlüklerin yok
edildiği ve insanların her bakımdan yaşam derdine düştüğü bir ortamda, artık
kimsenin olmayan siyaset hakkında düşünmeyeceği açıktır.
28 A.g.e.., s. 67.
13
C) Feodal Dönem’de Yurttaşlık
“Stadtluft macht frei”∗
Alman Atasözü
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla merkezî iktidarın yok oluşuna ek
olarak, 9. ve 10. yüzyıllarda Avrupa her yandan saldırılara uğruyordu. Kuzey Afrika
ve İspanya üzerinden güney kıyılarına saldıran Müslümanlar, Tuna üzerinden Kuzey
İtalya'ya ve Batı Almanya'ya akınlar düzenleyen Macarlar ve Moğollar, İskandinavya
üzerinden gelen Normanlar, Avrupa'da güvenli bir ortamı ortadan kaldırıyorlardı. Bu
saldırılar, Roma'nın çöküşüyle birlikte başlayan ama Karolenj dönemiyle birlikte hızı
kesilir gibi olan siyasal iktidarın yerelleşmesi olgusuna yeni bir ivme
kazandırmaktaydı. İmparatorluğun çöküşü, krallıkların güçsüzleşmesi, kıta
Avrupa'sında, kontların üzerinde yaşadıkları toprakları kendi egemenlik alanları
olarak görmeleriyle sonuçlanıyordu. Aynı şekilde, kontun toprakları üzerinde
yaşayanlar da güvenliklerinin sağlanması, canlarının ve mallarının korunması için
sadece kontlara ya da yerel beylere güvenebileceklerini düşünüyorlardı. Artık
bölgesel iktidar, kralın değil, o bölgedeki soyluların olmuştu. Hatta dört bir yandan
gelen saldırılara, kontların veya lordların birbirlerinin topraklarını ele geçirme
amacıyla yarattıkları çatışmalar da eklenince, birçok yörede iktidar, çok daha küçük
birimlere bölünür olmuştu. Malikâne denilen bu birimler, lordun kalesini ve yakın
çevresindeki toprakları kapsıyordu.
Batı’da, özellikle de bugünkü Almanya ile Fransa'yı oluşturan topraklar
üzerinde, feodalitenin ortaya çıkışı üç gelişmenin etkisi altında kalmıştır: (1) Batı
Roma İmparatorluğu'nun, hem merkezileşmiş bir hükümet sistemi olarak hem de
belediyeler çevresinde toplanmış bir yönetim sistemi olarak yıkılması; (2)
Völkerwanderungen diye anılan kabile topluluklarının kitlesel olarak yer
değiştirmeleri; ve (3) Batı Avrupa' da yaşayan insanlar ve bunlarla diğer yörelerin
insanları arasındaki ana iletişim ve ticaret yollarının Akdeniz'den sapması.29 Bu üç
gelişmenin etkisi ile Batı Avrupa'da oluşan yeni toplumsal-siyasal örgütlenme,
Yunan-Roma geçmişinden, Cermen kabilelerinin geleneksel ilişkilerinden ve ∗ Şehir havası insanı özgürleştirir. 29 Gianfranco Poggi, Çağdaş Devletin Gelişimi, Çev: Şule Kut/ Binnaz Toprak, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1991, s.33
14
Hıristiyan dünya görüşünden gelen öğelerin kendine özgü bir bireşimini ifade
ediyordu.30
İşte feodalite, merkezi iktidarın yok olduğu, karışıklıkların ve güvensizlik
ortamının adeta yerleştiği, ticaretin neredeyse durduğu, kent yaşamının önemini
yitirdiği böyle bir ortamda ortaya çıkmıştı. Feodal toplumun temel özellikleri: (1) Bir
"üretim tarzı", (2) hiyerarşik bir toplumsal tabakalar düzeni ve (3) bir kültür ya da
dünya görüşü yahut bir "değerler kümesi" düzeylerinde kendisini göstermektedir.
En basit şekliyle feodalizmi, 'birbiriyle çakışan ve bölünmüş otoritenin' sosyal
dünyası olarak, (efendinin ve vassallarının) kendi içinde bölünme eğilimleri taşısa da
birlikte mükemmel bir sosyal hiyerarşi piramidi oluşturan kişisel ve bağımlı
ilişkilerinin gevşek yapılanmış sistemi olarak düşünebiliriz. Feodalizm tipik olarak,
bireysel otorite ve mülkiyetten yararlanan, hiziplere bölünmüş bir egemenlik ve buna
tâbi maliye ile kırsal hayatı yücelten aristokratik bir ideolojinin oluşturduğu siyasi
çerçeve içinde sadece kendisine ait hukuk tekelini ve yargıcın özel haklarını
uygulayan bir soylular sosyal sınıfının, köylülüğe yasal serflik ve askeri koruma
sağlamasıyla içiçedir. 31
Feodal ekonomik düzen genellikle kapalı tarım ekonomisi olarak
tanımlanmıştır. Bir yandan barbar istilaları diye anılan Norman ve Macar istilaları,
öte yandan İslam egemenliğinin etkisiyle doğu ticaret merkezleriyle bağlantıları
kesilen Avrupa'da kendi içinde kapalı bir ekonomik düzen gelişmiştir.
"Her toprağın mutlaka bir senyör sahibi vardır" ilkesinin geçerli olduğu bu
dönemde, senyör, toprakları üzerinde çalışacak bu muhtaç insanlara topraklarını
hizmet karşılığı kiralamış sayılıyordu. Senyör bu kimselere toprak ve işletme araç ve
gereçleri veriyor, onlara aynî yardımda bulunuyor, onları istila ve yağmalara karşı
koruyor, adaleti sağlıyor, düzeni, asayişi temin ediyordu. Bu kimseler de senyöre
gerekli olan her çeşit el emeğini sağlama yükümlülüğü altına giriyorlar, işlenecek
toprak karşılığı hizmet görüyorlar ve angarya yapıyorlardı.32
Böylece toprak sahibi olan senyör, toprağa sahiplik nedeniyle aynı zamanda
malikânesindekiler üzerinde siyasal iktidara da sahip olmaktaydı. Senyör toprakları
30 Ağaoğulları, a.g.e., s. 149. Akbay, a.g.e., 125 – 126. 31 Christopher Pierson, Modern Devlet, Çev: Dilek Hattatoğlu, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul, 2002, s. 72. 32 Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Çev: Murat Belge, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 12.
15
üzerinde adlî, malî, idarî yetkilere sahipti. Senyör adaleti icra eder, toprakları
üzerinde yaşayan kişileri muhakeme eder, mahkeme harç ve cezalarını da kişisel
gelir kaynağı olarak toplardı. Senyör tarlanın, ormanın, değirmenin ve fırının sahibi
olduğu için, bu yerlerden yararlanma karşılığı olan vergiyi, bir kira bedeli ve kişisel
hak olarak kendi nam ve hesabına toplardı.
Askerî, malî, sosyal ve siyasal krizler içinde çalkalanan Roma
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde 3. yüzyılda devlet otoritesi zayıfladıkça bazı
toprak zenginlerinin "devlet otoritesine sahip birer mahalli eşraf ve mütegalibe
haline" dönüştükleri görülmüştür. Devlete ait olan vergi toplama yetkisini, önceleri
geçici olarak üzerlerine alan bu zengin toprak sahipleri zamanla bu hakkı babadan
oğula geçen bir hak olarak benimsemişlerdir. Zamanla bu büyük malikâneler
ekonomik bakımdan kapalı bir bütün oluşturacak biçimde örgütlenmiştir. İdarî ve
malî ayrıcalıkların ve dokunulmazlıkların resmen tanındığı bu malikâneler içte
düzeni ve adaleti sağlama yetkilerine de sahip olmuşlardır. Silahlı güçleri, özel
mahkemeleri ve hapishaneleriyle bağımsız birer prenslik niteliğine bürünen, devlet
yetkilerini kullanan ve giderek zayıflayan merkezî otoritenin kabullenmek zorunda
kaldığı bu malikânelerin daha sonraları savaşçı bir toplum düzeninin gereklerine
uyarak bazı Germen adetlerini de benimseyerek Ortaçağın feodal düzeninin
temellerini hazırladığı görülür.
Feodalite, ticaretin, piyasa ilişkilerinin, para ekonomisinin ve dolayısıyla da kent
yaşamının çöktüğü bir dönemde ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan feodalite, manoryal
örgütlenme denen bir ekonomik temele sahiptir. Bu örgütlenmenin temelini oluşturan
"manor", esasında bir "köy"dür, ama köyden ibaret değildir. "Özel bir şekilde
örgütlenmiş bir köydür bu; tepesinde manor lordu denen bir senyör oturur ve gerek
köylü ailelerinin kendi küçük işletmelerinde elde ettikleri mahsulün bir kısmı (ürün-
rant), gerekse manor topraklarının efendi toprağı diye adlandırılan bölümü
üzerindeki karşılıksız çalışmaları (emek-rant) [angarya] hep bu efendiye akar." 33
Feodal toplum örgütlenmesinin istikrar kazandığı 11. yüzyıldan itibaren, bir
yandan köylülerin piyasaya mal aktarabilecek bir düzeyde üretim yapma imkânı
bulmaları, diğer yandan manor düzenini kontrollerinde tutan senyörlerin piyasalarda
33 Marc Bloch, Feodal Toplum, Çev. M.Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara, 1995, s. 241. Aynı düşünce için bkz. Jacques Le Goff, Orta Çağ’da Batı Uygarlığı, çev: Hanife Güven/ Uğur Güven, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir, 1999. Huberman, s. 26 vd.
16
satılan mallara talep eğilimlerinin artması, manor örgütlenmesini ve bu örgütlenmeye
dayanan toplumsal ilişkileri değiştirmiştir. Bu değişim, ticaretin ve kent yaşamının
yeniden canlanmasıyla sonuçlanan ve beraberinde siyasal düşünce alanında da bir
dizi değişikliği getiren bir süreçtir ve modern topluma geçişin ya da Ortaçağ'ın sona
erişinin başlangıç noktasını oluşturmaktadır.34
Fief sahibi, yani vassal olabilmek için belirli geleneksel merasimlerin yapılması
gereklidir. Bu merasimde vassal silahsız olarak senyörün önünde diz çöker ve söz
konusu olan fief yani toprak için senyörün adamı olduğunu açıklardı ve vassal kutsal
kitap üzerine sadakat yemini ederdi, bu yemine "Sacramentum fidelitatis" denirdi.
Vassal'ın sadakat yemininin karşılığı bir toprak verilmesidir, bu da merasimde
sembolik olarak senyörün vassala bir sopa, bir kılıç vermesiyle olurdu. Taraflardan
birinin değişmesi halinde, fief sözleşmesinin yenilenmesi gerekirdi, çünkü bu
sözleşme sadakat sözü üzerine kurulmuştu, sadakat da kişisel bir ilişki
doğurmaktaydı.
Vassal'ın senyörüne karşı feodal görevleri vardı. Bunlar bazı edimleri yerine
getirme ve bazı davranışlardan da kaçınma biçiminde beliren görevlerdi.
Şöyle ki, vassal senyörün aleyhine ya da zararına bir şey yapmamakla yü-
kümlüydü. Yapma görevi ise iki türlüydü, bunlardan biri, yılın belirli tarihlerinde -
genellikle üç defa- vassala senyörün şatosunda hazır bulunma görevini yüklüyordu.
Bu toplantıların iki amacı vardı, bir defa, senyör bu toplantılarda bazı konularda
vassallarının görüşlerini alırdı ve ikinci olarak da senyör bu toplantılarda yargı
görevini yerine getirme olanağını bulurdu. Bir vassalın muhakemesi senyörün
başkanlığında diğer vassallar tarafından yapılırdı. Yine bu mahkemede vassallar arası
anlaşmazlıklar, feodal borçlardan doğan senyör - vassal anlaşmazlıkları çözümlenirdi.
İhkak-ı haktan imtina eden senyör, "suzerainete" hakkını kaybederdi.
Vassalın yerine getirmekle yükümlü olduğu diğer görevi yardım göreviydi, bu
yardım askeri ve mali yardımlar biçiminde olurdu. Askeri yardım görevi, Vassalın
senyörü için savaşmasını gerektiriyordu ve buna bağlı diğer bazı görevleri de yerine
getirmekle yükümlüydü, örneğin, belli bir süre senyörün şatosunu korumak ve savaş
halinde kendi şatosunu senyörün emrine ve hizmetine vermek, bunlar arasındaydı.
34 Göze, a.g.e, s.159; Poggi, a.g.e., 112.
17
Vassalın mali yardım yükümlülüğü ise, örf ve adetlerle belirlenmişti, bazı
hallerde senyöre vassallarından vergi alma hakkını veriyordu. Senyör genellikle dört
önemli olayda vergi topluyordu: Hapsedilmesi halinde kefalet akçesi için, büyük
oğlunun şövalye olması halinde, büyük kızının evlenmesinde ve haçlı seferleri için...
Başlangıçta fief sözleşmeleri feshedilebilen sözleşmeler şeklindeydi ve kaydı
hayat koşulu ile yapılıyordu. Vassalın ölümü halinde fief senyöre geri dönüyordu ve
vassalın mirasçısının tekrar fiefi alabilmesi için senyöre bir para ödemesi gerekiyordu
ve bu para genellikle fiefin bir yıllık geliri kadar oluyordu.
Fief bir intifa hakkıydı, toprağın asıl sahibi senyörün, fief olarak verdiği
toprak üzerinde "ius eminens" hakkı devam etmekteydi, bunun sonucu olarak, intifa
hakkı sahibi, hakka konu olan malı değerinden hiçbir şey kaybettirmeden olduğu gibi
korumakla yükümlüydü, bir değer kaybı olduğu takdirde, bunu tazmin etmek
zorundaydı. Örneğin, vassal fief üzerinde yaşayan bir serfi azat ederse bunu tazmin
etmekle yükümlü tutuluyordu. Yine fiefin bir kısmını başkasına devreden vassal, bu
eksilmenin karşılığını ödemekle yükümlüydü.
Vassal - senyör ilişkisi her iki tarafa da görev, borç yükleyen bir akitti. Bu ne-
denle senyörün de vassalına karşı görevleri vardı. Senyörün yapmama borcu, vassalın
zararına olabilecek herhangi bir şeyden kaçınma borcuydu.
Yapma borcu ise, vassalına yardım borcu yani vassal bir saldırıya uğradığı za-
man yardımına koşma borcu ve yılın belirli tarihlerinde vassalını toplantıya çağırma,
danışma ve adaleti sağlama borcuydu.
Feodalite, uzaklardan gelen ve göçebe olan bir savaşçı sınıfı toprağa bağladı,
toprağın işlenmesini, üzerindeki nüfusun yönetilmesini ve korunmasını sağladı.
Feodalizm bu sınıfa salt askeri olmayan yetki ve güç verdi. Bu savaşçılar yetkilerini
kullanırken giderek eşitlik ilkesini göz önüne almayı, yerel geleneklere saygı
göstermeyi, zayıfları korumayı ve sorumlu davranmayı öğrendiler. Bu savaşçı sınıfın
feodalleşmesi sonucunda yavaş yavaş gelişen Avrupa aristokrasisi geleceğin
ständestaat'ının en üst tabakasını oluşturacaktı - liderlik için eğitilmiş, kitleleri
harekete geçirebilen, ayrıcalıklı konumundan dolayı estetik yaratıcılık ve uygar bir
yaşamı geliştirecek faaliyetlere yönelmiş ve genelinde Avrupa kültürüne büyük
katkısı olan bir tabaka.35
35 Poggi, a.g.e., s. 45. Akbay, a.g.e., s. 123 – 124.
18
Frankların etkinliği ile Ortaçağ Avrupa'sında oluşum halindeki feodaliteyi
belirleyici güç odaklarından biri haline gelen Cermen kabilelerinin ve kurdukları
krallıkların özellikleri üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Cermenler kır
kökenli ve savaşçı özellikler taşıyan, kabile türü örgütlenmeye sahip topluluklardı.
Eski Yunan ve Roma medeniyetinin felsefî, edebî, bilimsel ve sanatsal gelişmişlik
düzeyinin oldukça uzağındaydılar. Dolayısıyla, yok olmanın eşiğindeki Yunan-Roma
kültürüne canlılık kazandıramayacak durumdaydılar.
İkinci olarak, ele geçirdikleri ve üzerinde yerleştikleri Roma topraklarını çekip
çevirecek, eskimiş Roma yönetim sistemini iyileştirecek, vergileri toplayacak,
ekonomik sorunların üstesinden gelebilecek donanımları yoktu.
Üçüncüsü, savaşçı bir önderin çevresinde örgütlenmiş kabile tipi topluluklar
olarak Cermenler, birçok kavimden oluşan farklı yurttaşlar üzerinde egemenlik
kurmuş "kişisel olmayan bir devlet" yerine, kabile şefine kişisel bağımlılık ve
sadakat geleneğine sahiplerdi. Bu kişisel sadakat geleneği, Cermen kabilelerinin
Roma ile temasa geçmelerinden önce, ortaklaşa (ilkel - kolektif) bir mülkiyet anlayışı
çevresinde oluşmuştu. Buna karşılık, Cermen kabilelerinin Roma'dan aldıkları
kurumların en başında "özel mülkiyet" geliyordu. Roma'da ayrıntılı bir hukuk sistemi
içinde yerleşmiş bir kurum olarak "özel mülkiyet”e, sadece insanlar (köleler) değil,
aynı zamanda ve en önemlisi toprak da tamamen dâhil olmuştu. Savaşçı kabile şefine
kişisel sadakat geleneği ile Roma'nın özel mülkiyet kurumunu birleştiren Cermen
kabilelerinin oluşturduğu krallıklarda krallar, ele geçirdikleri toprakları
"ölümlerinden sonra oğullan arasında pay edilecek bir özel mülkiyet" olarak
görüyorlardı. Ancak bu paylaşma, parçalanma demek değildi; artık kral olan savaşçı
şefe sadakatle bağlı olan yakınlarının yönetimi paylaşmasıydı. Poggi'nin ifadesiyle,
"bu savaşçı şef ile onun kendi eliyle seçtiği yakınları, şeref, macera ve önderlik
bakımından güvenilir ortakları arasında karşılıklı sadakate ve duygudaşlığa dayanan
Gefolgschaft, 'izleyicilik' [yoldaşlık] ilişkisiydi."36
Batı'da Ortaçağ’da kentler, salt kentsel alanlara özgü üretim ve ticaretle
uğraşan ve yoğun nüfusa sahip yerleşim alanları olmaktan öte, siyasal açıdan özerk
birimlerdi. Özerkliklerini çoğu kez ya bölgesel hükümdar ve onun temsilcilerinin
36 Bkz. Poggi, passim.
19
(İtalya ve Almanya'da başrahipler gibi), ya feodal lordların, ya da her ikisinin birden
açık muhalefet ve direnişlerine rağmen kazanmışlardı.37
Kentler, yüzyıllardır süregelen çöküntü ve terk edilmişlikten sonra yeniden
güçlendi. Tek tek güçsüz olan bireylerin ortak hareket edebildikleri merkezler
kurmalarına yol açtı. Böylece kentler, tüzel yapısı olan birtakım haklar iddia
ediyorlardı. Diğer bir deyişle, birey bu haklara kendi içinde birliği olan bir
topluluğun üyesi olduğundan dolayı sahipti. Ancak bu imtiyazlar bireyler yerine
topluluğa ait olduğundan, görece geniş toplulukların oluşumunu ve meşru
kılınmasını sağladı. İlki İtalya'ya ilişkindir. Burada, toplu bir bilincin oluşması
kronolojik açıdan imtiyazların tanınmasından önce gelir. İkincisi "yeni kentlere"
ilişkindir. Bunlar birtakım imtiyazlar vaat ederek nüfusu kendilerine çekme amacıyla
kurulmuştur. Burada imtiyaz büyük ölçüde ortak bilincin gelişmesine temel teşkil
etmektedir. Kentte yaşayanlara yasal bir statü verilmesi onların kırsal çevreden ayırt
edilmelerini sağlamaktadır. Üçüncüde ise (en sık rastlananı da herhalde budur), kent
sakinleri arasında ortak çıkarları olduğu için bir ortak bilinç gelişmiştir. İmtiyaz
verilmesi bu bilincin varlığından kaynaklanmıştır. Tabiî ki imtiyazlar da bu bilinci
güçlendirmiştir. Büyük bir olasılıkla kaynaklarda sık sık rastladığımız "arkadaşlık
kulüpleri" aracılığıyla kentlilerin birbirine bağlanması, imtiyazlardan bağımsız olarak
ortak çıkarlara dayanıyordu.
Kentlerin güç ve siyasal özerklik kazanması, kendi başlarına güçsüz ancak
eşit olan bireylerin kaynaklarını ve özgür iradelerini birleştirmeleri sonucunda
gerçekleşmişti.
Kentte yaşayanlar kendilerinden başka hiçkimseyi yönetmek hakkını
istemiyorlardı. Kendi kendilerini yönetmek istemeleri bile, mala ve üretime yönelik
bir yaşam biçiminin korunması ve zenginleştirilmesi için gerekli görüldüğündendi -
liderlik etmek ve savaşmak için değil.38
Ortaçağ, iktidar mücadelesi ile geçecektir. Ortaçağ, insanlık tarihinin karanlık
bir dönemidir. Din adına, inanç uğruna insanlara baskı, işkence yapıldığı, insanların
acımasızca öldürüldüğü, düşünce, inanç, vicdan özgürlüğünün tanınmadığı bir
dönemdir. Başlangıçta kitlelere hitap eden Hıristiyanlık, sonraları çağrısını
hükümdarlara yöneltmiş ve büyük nüfuzunu terazinin otorite kefesine koymuştur. 37 Poggi a.g.e., s. 49; Bloch, a.g.e., s. 287 – 292. 38 Huberman, a.g.e., s. 39.
20
Kilise ve devlet birbirinden ayrı oldukları müddetçe kişi siyasal gücün baskılarına
karşı kiliseye sığınabilme olanağını bulmuştur ama bu iki güç birleştikten ve dini
dogmalar aynı zamanda siyasal toplumun da yasaları haline geldikten sonra, artık
kişi için sığınabileceği bir yer kalmamıştır. Kilise İsa'nın öğrettiklerini unutmuş
görülmektedir. Tanrı’nın küçük bir modeli olması nedeni ile insana saygı, inanç
özgürlüğü, kardeşlik, Tanrı katında eşitlik gibi ilkelerin üzerinde durulmaz olmuştur.
Ve "benim ülkem yeryüzünde değildir" diyen İsa'nın vekilleri Papalar, yeryüzü
iktidarı peşine düşmüşlerdir. Kilise siyasal gücün yanı sıra kendi baskı
mekanizmasını da kurmuştur, Kilise, artık inancı bütün olmayanları, tek gerçek
olarak ilan ettiği dogmaları gözü kapalı kabul etmeyenleri engizisyon gibi inandırıcı
metotlarla doğru yola getirmektedir.
Yönetenler (senyörler) ve yönetilenler (toplumun geri kalan kesimleri,
çoğunlukla köylüler ve serfler) diye ifade edebileceğimiz bu ayırım, feodal toplum
örgütlenmesindeki birinci bölünmedir. İkinci bölünme, senyörler tabakasının kendi
içinde geçerlidir. Bu ikinci bölünme, "Şövalyeler, rahipler ve efendiler." Bu ifade, ilk
bakışta Ortaçağ’ın feodal toplumsal örgütlenmesindeki senyörler (yönetenler) kesimi
içinde üç tabaka bulunduğunu gösteriyor gibi gelebilir. Ancak burada söz konusu
olan, aslında iki tabakadır: "Şövalyeler" ve "efendiler" bir tabakayı (soyluları),
rahipler de bir başka tabakayı (ruhban tabakasını) meydana getirirler. Ortaçağ
dünyasında toplumu oluşturan tabakaların işbölümü esasına göre farklılaşmasını
ifade etmekte ve genellikle aratares (dua edenler), laborafares (çalışanlar) ve
bellatores (savaşanlar) diye anılmaktadır.
Feodal toplum tabakalarının bu üçlü bölünmesi, aynı zamanda Tanrı
iradesinin bir ürünü olarak meşrulaştırılmak istenmektedir. Nitekim tek bir toplumun
(feodal toplum) aynı zamanda üç tabakaya ayrılmış olması, "tanrısallığın hem birli,
hem üçlü olması gibidir." Eski Yunan'ın ünlü düşünürü Platon'un ideal devlet
kuramındaki "filozof kral - koruyucular - üreticiler" ayrımını ve bu ayrımın gerisinde
yatan insanların yaradılıştan üç ayrı cevhere (altın-gümüş-tunç) sahip oldukları
yolundaki ön kabulünü Hıristiyanlık’ın Baba Tanrı - Oğul - Kutsal Ruh üçlemesiyle
sentezlemiş görünen bu ideoloji, feodal toplumun en güçlü meşruluk zeminini
meydana getirmektedir.
21
Toplumu üç tabakaya ayıran bu anlayış, ayrıca, sözü edilen tabakalar arasında
herhangi bir hareketliliğe de izin vermemektedir. Charlemagne, herkesin kendi
yaşam kalıbı ya da mesleği, uğraş alanı içinde kalması gerektiğini vurgularken,
Piskopos Jonas d'Orleans, herkesin kendi "ordre"ı, zümresi içinde kalmasının zorunlu
olduğunu belirtmiştir.39
Feodal toplumun belkemiğini oluşturan bu tabakalardan her biri, kralların ya
da prenslerin vergi koyma ve savaş yapma gibi konulardaki kararlarında söz sahibi
olmuşlardır. Tabakaların yönetime ilişkin kararlarda söz sahibi olmaları, kralın veya
prensin belli dönemlerde tabakaları temsili organlarda toplayarak görüşlerini ve
rızalarını alma zorunluluğu anlamına gelmiştir.40 Süreç içinde kurumsallaşan ve kral
ya da prensin kişisel iradesinden bağımsız bir nitelik kazanan bu temsili kurumlar
parlamento ya da genel tabakalar meclisi anlamında (etats generaux) feodal yönetim
mekanizmasında, özellikle 9. yüzyıldan itibaren önemli bir yere sahip olmuşlardır.
Poggi'nin "Standestaat" (tabakalar esasına dayanan siyasal örgütlenme ya da kısaca
tabakalar yönetimi) diye adlandırdığı bu feodal temsili yönetim, kral iktidarının
güçsüz olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir.41
Tabakaların temsili organlar aracılığıyla yönetimde söz sahibi olduğu bu
yönetim biçimi, kral iktidarının güçsüzlüğünün yanı sıra, 9. yüzyıldan itibaren
güçlenen, özerk birer siyasal birim halini alan ve bu özerklikleri krallar tarafından
çıkarılan fermanlarla kabul edilen Ortaçağ kent yönetimlerinin varlığıyla da yakından
ilgilidir. Ticaretin yeniden canlanmasıyla birlikte önem kazanan kentler, hem
toplumsal tabakaların fiilî durumunu (köylüler-soylular-rahipler) değiştirecek, hem
de piyasanın ve dolayısıyla paranın önem kazandığı yeni bir ekonomi içinde kentli
kesimin (burjuvazinin) ruhban ve soylular karşısında güç kazanmasına temel
oluşturacaklardır. Böylelikle, krallar ruhban ve soylu kesimlerine karşı, bu kesimlerle
çatışan kentlilerin (burjuvazinin) varlığından yararlanarak güçlenecek ve merkezî
iktidarın mutlaklaştığı güçlü ulusal devletler oluşturma yoluna gideceklerdir.42
Feodal toplumun yerelleşmiş iktidar mekanizması içinde dünyevî iktidar
odaklarına karşı bağımsızlığını ve dolayısıyla Hıristiyanlık’ın "bozulmamışlığı"nı
39 Ağaoğulları, a.g.e., s.165. 40 Minogue, a.g.e., s. 36. 41 Poggi, a.g.e., s. 50 – 55. 42 Leo Huberman, a.g.e., s. 47.
22
korumaya yönelik, yeni bir" özerklik hareketi" olarak değerlendirilebilecek olan bu
girişim, 1073 tarihinde VII. Gregorius adıyla papa olan Hildebrand'ın görüş ve
girişimlerinden sonra, Kilise'nin dünyevî iktidar üzerindeki üstünlük iddiası halini
almıştır.
Papa VII. Gregorius'un bu girişimleri, Ortaçağ siyasal düşüncesini belirleyen
önemli bir konuyu, Atama Tartışması'nı gündeme getirdi. Kutsal Roma-Cermen
İmparatoru IV. Henri ile Papa VII. Gregorius arasındaki bu Atama Tartışması'nın
nedeni, atanacak piskoposların niteliklerinden ve dolayısıyla feodal ilişkilerin
doğasından kaynaklanıyordu. Piskoposlar, bir yönden, Kilise'nin adamlarıydı ve bu
bakımdan Hıristiyan cemaatine dâhildi. Buna karşılık, yine piskoposlar, malikâne
sahipleri olarak, soylulardan sayılıyorlar ve bu ikinci nitelikleriyle de feodal
tabakalar düzeniyle bütünleşmiş bir biçimde, Kilise dışındaki senyör otoritesine, en
tepede de Kutsal Roma-Cermen İmparatoru'na bağlı bulunuyorlardı. Feodal
toplumun oluşum sürecinde, piskoposlar, hem kendi piskoposluk bölgelerindeki
feodal (dünyevî) iktidarlarını ve hem de ruhanî otoritelerini imparatorlardan
almışlardı. Dahası, Ortaçağ'ın başlangıç dönemlerinde senyörler, kendi aralarındaki
çalışmalarda rahiplerle ittifak kurma yollarını da seçmişlerdi. Bu ittifaklar, bir fief
karşılığında piskoposların senyörlere asker temin etmesi biçimindeydi. Bir diğer
deyişle, Cermen kralları ve İmparator açısından piskoposlar "devletin memurları"
niteliğini taşıyorlardı. Dolayısıyla, Papa VII. Gregorius'un piskopos atamalarında tek
söz sahibinin Kilise olduğunu ileri sürüp uygulamaya kalkışması, bu ittifaklar
çözücü, senyörlerin ve dolayısıyla İmparator'un dünyevî iktidarını zayıflatıcı bir
etkiye sahip olacaktı. Üzerinde durduğumuz tarihî dönem açısından somut olarak
belirtecek olursak, Papa VII. Gregorius'un girişimleri İmparator IV. Henri'nin
iktidarını tehdit etme anlamına geliyordu.
Haçlıların gerek duydukları malları sağlayan İtalyan kentleri güçleniyor ve
böylelikle, kent devletlerinin özerk siyasal birimler olarak ortaya çıkmaları ve tabii -
Kutsal Topraklar'ı kurtarmak için sefere giden bir kısım senyörlerin ölmesi, bir
bölümünün de zenginliklerini bu uğurda yitirmeleri gibi yan olayların da etkisiyle
feodalitenin çözülmesi hızlanıyordu.
İKİNCİ BÖLÜM
Modern Yurttaşlığa Doğru
A) Rönesans ve Reformasyon Dönemleri
Ruhanî otorite ile dünyevî iktidar ayrımı çerçevesine oturttuğu Kilise ile
Devletin birbirinden ayrı alanlarda dünyayı kendi amaçlarına göre yönettikleri
düşüncesi, yerini İki Kılıç Kuramı'na1 bırakıyordu. Kilise'yi korumakla Tanrı'ya olan
bağlılığını kanıtlayan krala itaat edilmesi gerektiğini; kutsal buyruklara karşı gelen
bir kralın ise Tanrı'nın hizmetkârı olmadığını ve uyruklarından saygı görmeyeceğini
de içeriyordu.2
Böylelikle, Ortaçağ siyasal düşüncesini belirleyen ana temalardan en
önemlisi, ruhanî ve dünyevî iktidarlar arasındaki ilişki bir kez daha, ama farklı bir
biçimde düzenlenmiş oluyordu. Her iki iktidarı birbirinden ayrı alanlara yerleştirerek
Kilise'nin özerkliğini sağlamlaştırmayı amaçlayan "Gelasius Öğretisi"nden farklı
olarak, "İki Kılıç Kuramı" Kilise'ye, hem dünya işlerini idare etme, düzeni ve adaleti
sağlama hem de ruhsal alanı yönetme güçlerini kendi elinde bulundurduğunu ama
dünya işlerini idare etmeye yarayan maddî kılıcı kralların eline verdiğini, kralların bu
kılıcı Kilise'nin buyruklarına uygun olarak kullanmak zorunda olduklarını ileri sürme
olanağı vermiştir. İki Kılıç Kuramı, Papa'nın ve piskoposların doğrudan dünya
işlerine bulaşmalarını, savaş ve kan dökücülük gibi faaliyetlere doğrudan
karışmalarını engellemekte, bu işlerin de krallar tarafından ama "Kilise için"
yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu kuram, dördüncü Haçlı Seferi'ni başlatan
Papa 3. Innocente döneminde (1198–1216) teokratik iktidar anlayışı doruk noktasına
ulaştı. Papa 3. Innocente, "Prensler dünyada iktidar sahibidir, papazlar ise ruh
üzerinde. Ruh bedenden ne kadar daha değerli ise, Papalık da monarşiden o kadar
daha değerlidir. Hiçbir kral, İsa'nın vekiline kendini adayarak hizmet etmediği sürece
doğru bir hükümranlık süremez" diyerek, İki Kılıç kuramıyla belirginleşen Kilise'nin
devlet karşısındaki üstünlüğünü, Ortaçağ düşüncesindeki en sistematik halini
1 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Ernst H. Kantororowicz, The King’s Two Bodies, Princeton University Pres, Princeton, 1997. 2 Ağaoğulları, a.g.e., 156
24
organizmacı bir toplum kuramıyla temellendirmiş olur.3
Ticaret ve kent yaşamında 12. yüzyıldan itibaren gözlenen canlanmanın
sonuçlarından biri feodal tabakalar düzeni hakkındaki eski anlayışın değişmesi
olmuştur diyebiliriz. Anlayıştaki bu değişim, feodal yönetimin örgütlenme
mekanizmasına da damgasını vurmuş ve feodalitenin istikrarlı olduğu erken Ortaçağ
döneminde kralın veya prensin iradesine bağlı olarak toplanan meclislerin niteliğinde
bir değişme ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, kendi kendini yönetme yetkisini alarak
özerkleşmiş kentler, tek başlarına güçsüz görünen bireylerin dayanışma içinde
eylemde bulundukları merkezler haline gelmişlerdir. Böylece, tek bir ortak çıkarın
parçaları olarak davranan kentli bireyler, özünde bu ortak çıkara bağlı (corporate) bir
nitelik taşıyan haklar ileri sürmüşler ve bunları kabul ettirmenin mücadelesini
vermişlerdir. Bu bağlamda kentler "herhangi bir bireyin eylem gücünü aşan ve
dolayısıyla maddî ve ahlakî kaynaklar hakkında gönüllü olarak birlik oluşturmayı
gerektiren belirli çıkarlar hakkında ortaklaşa bir bilinçlenme"nin belirdiği merkezler
haline dönüşmüşlerdir. Kentleri dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korumak amacıyla
yapılmış surlar, kentleri hem dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korumayı hem de
surların içindeki yaşamda barış ve güvenliği sağlamayı amaçlayan kent milisleri bu
ortak çıkar bilincinin en önemli simgeleri olmuşlardır.4
Kentlerin kendilerini özerk ve ortak bir çıkarlar birliği biçiminde yönetme
hakkını elde etmeleri, feodal yönetim mekanizmasının değişimi bakımından çok
önemli iki sonuç doğurmuştur. Bunlardan biri, kentlerin, kentte yaşayan insanın
feodal yükümlülüklerden ve feodal ilişkilerin bağlayıcılıklarından kurtulması
anlamında özgürlük fikrinin yerleşmesine zemin oluşturmasıdır. "Kentin havası
insanı özgür kılar" ifadesi bu değişikliğin çarpıcı bir örneği olarak yukarı Ortaçağ’a
damgasını vurmuştur. İkinci olarak, kentlerin siyasal bakımdan önem kazanmaları ile
birlikte, eskinin commendatio ve Gefolgschaft ilişkisine dayalı kişisel tâbiyet
kavramı, yerini belli bir ülke parçasını esas alan yeni bir yönetim anlayışına
bırakmaya başlamıştır. Böylelikle, kentsel gelişme, belirli bir ülke ya da toprak
parçası üzerinde yaşayanların ortak çıkarlarının temsil edilmesi anlamında
"komünal" bir örgütlenmeye (Genossenchaft) yol açmıştır. Kentlerdeki bu gelişme,
3 Michel Foucault, İktidarın Gözü, çev: Ferda Keskin, Seçme yazılar 4, Ayrıntı Yay., İstanbul 2003, s. 38 - 39 4 Ağaoğulları, a.g.e., 179.
25
feodalitenin kişiselliğe (kan bağına, akrabalığa, hanedanlara, kişisel sözleşmelere)
dayalı yönetim mekanizması içine, "ülke" kavramını, ülke üzerinde yaşayan
insanların "temsil" edilebilirliğini ve ayrıca bu temsil ilişkisinin kişisel nitelik
taşımayan hukuk kurallarına göre belirlenmiş statülere sahip tabakalar çerçevesinde
gerçekleştirileceği düşüncesini yerleştirmiştir. Sonuç, toplumsal tabakaların kralın ya
da prensin kişisel ilişkilerinden ve isteklerinden bağımsız, hukuk kurallarıyla
belirlenmiş "statüler" çerçevesinde ayrı bir temsili-siyasal birim niteliğini
kazanmaları olmuştur.5
Kent yaşamının gelişmesiyle çehresi değişmeye başlayan Ortaçağ Avrupa’sı,
aynı zamanda bir kültürel yenilenme dönemine de girmiştir. 12. yüzyıl 'Rönesansı'
olarak adlandırdığımız süreç a) parasal aracın yayılması, b) ekilen alanın
genişlemesi, c) son olarak nüfus artışı gibi oluşumların yanı sıra, ruhban kesiminin
dışında kalan aristokrasinin yararlandığı ve geliştirdiği yeni bir özgün ideoloji ortaya
çıkarmıştır.
Vikinglerin, Macarların ve Müslümanların Avrupa'ya yönelik saldırılarının
sona ermesi, kralların ve senyörlerin düzeni ve istikrarı sağlamada başarılı olmaları,
ticaretin ve dolayısıyla iletişimin gelişmesini mümkün kılarken, İslam ve Bizans
kültürleriyle de temas olanağına kavuşulması kültürel yenilenmeye katkıda
bulunmuştur. 12. yüzyıldaki kültürel uyanışın merkezi, Ortaçağın başlangıçlarında
tek eğitim kurumu olarak görülen manastır okullarının yerini alan "üniversiteler" di.
16. yüzyılın düşüncesini etkileyen en önemli olay Reform hareketi olmuştur.
Gerek Reform hareketinin, gerek onu izleyen dönemin kişi hak ve özgürlükleri ve
kişi-iktidar ilişkileri yönünden önemi büyüktür.
Reformatörler, Roma kilisesinin baskısına karşı kişinin düşünce, inanç ve
vicdan özgürlüğünü, geçici bir süre içinde de olsa, savunmuşlar ve kişiyi kurulu din
düzenini yıkmak için savaşmaya çağırmışlardır. Reformatörlerin başlıca amacı,
Hıristiyanların vicdan ve düşüncelerini Papaların dogmatik boyunduruğundan
kurtarmaktır. Bunu yaparken, resmî din gereğine karşı çıkıyorlar ve itaat sorununu
gündeme getiriyorlardı. Zor ve baskı gören dinî azınlıklar haklarının ve inanç
özgürlüklerinin tanınmasını ve devletin inanç ve düşünce alanına karışmamasını
istiyorlardı.
5 Poggi, a.g.e., s. 50 vd.
26
Ne var ki, düşünce ve inanç özgürlüğü bir defa kabul edildikten sonra, bu
özgürlüklerin söz, yazı, öğrenim, toplanma ve dernek kurma özgürlüklerinin
tanınmasına yol açması da kaçınılmaz olacaktır.
Kişinin Tanrı’nın sözlerini yorumlayabileceği kabul edildikten sonra, özgür
düşünce ve eleştiri zihniyetinin siyasal, hukukî ve bilimsel alanda etkisini önlemek
kolay olmayacaktı. Vicdan ve düşünce özgürlüğünü elde eden kişi, daha sonra
siyasal özgürlük için savaşacaktır. Bu bakımdan Reform hareketi demokrasi ve
özgürlük yolunda atılan önemli bir adım sayılmıştır.
Ancak bu görüşe karşı hemen, reformatörlerden Martin Luther'in
imparatorların danışmanı olduğu, Jean Calvin'in ise, otoriter ve totaliter görüşleriyle
ün yaptığı, her ikisinin de ister iyi ister zorba tüm yönetimlere mutlak itaati
emrettikleri hatırlatılır. Ancak, Reform hareketi reformatörlerle sona ermemiştir,
onlardan sonra dini alanı aşarak siyasal ve hukukî alanlara yayılacaktır. Kaldı ki,
reformatörlerin de bu tür davranışlarının nedeni, reformun ancak güçlü siyasal
iktidarların desteği ile gerçekleşebileceğine inanmış olmalarıdır. Reformatörlerden
sonra, Protestan düşünürler, "yeni ve gerçek dine" düşman olan, "Tanrı dini"nin
gelişmesini ve yayılmasını engelleyen yöneticilerin işbaşına gelmelerinden ve
özellikle Saint-Barthelemy katliamından sonra zorba yönetim sorununa eğilecekler,
zorba yönetimlere karşı direnme görüşünü işleyeceklerdir. Bu sorunu çözümlerken
de iktidarın kaynağı, kişinin ve toplumun iktidar karşısında yeri, iktidarın sınırları,
meşruiyeti gibi sorunları ele alacaklardır. "Monarkomark" adını alan ve zorbanın
işbaşından uzaklaştırılması görüşünü savunan Protestan yazarların yanı sıra, "Ligue"
hareketi içinde birleşen Katolik yazarlar da Protestanlar hakkında yeterli ve etkili
önlemler almayan yöneticilerin karşısında Protestan yazarların tezleriyle
çıkacaklardır.
Saint-Barthelemy katliamı Fransa'yı Protestanlardan arındırmamıştır ve
Protestanlar da mücadele ettikleri Katolikler gibi Fransa'da mezhep ikiliğini kabul
etmemektedirler. Her iki taraf da, kralı, gerçek dava olduğuna inandıkları kendi
davaları yanına çekmeye çalışırlar ve her iki taraf için de, gerçek davaya yani kendi
davalarına ihanet eden kral bir zorbadır ve cezası ölümdür.
Gerek Protestan, gerek Katolik yazarlar bu tezlerine hukukî dayanak olarak
siyasal sözleşme görüşünü ileri sürmüşlerdir. Buna göre emretme gücünün kökü
27
Tanrı’dadır ama yeryüzünde iktidarın sahibi toplumdur ve toplum bu gücü kullanma
yetkisini bir anlaşma ile krala verir. Yönetici toplumun iyilik ve mutluluğunu
gerçekleştirmek, aklın emirlerine, adalete ve hakkaniyete, doğal ve tanrısal yasalara
uygun emirler vermek ve anlaşma hükümlerine saygılı olmak zorundadır. Yönetici
anlaşma koşullarına uymadığı zaman onu iktidardan uzaklaştırma olanağı ve hakkı
doğar. Bu uzaklaştırma işlemi "tebaanın efendisine" karşı ayaklanması biçiminde
yorumlanamaz. Toplum, görevini iyi başaramayan, anlaşma koşullanın çiğneyen bir
temsilci yerine, yenisini atama hakkını kullanmış sayılır. Bu görevden uzaklaştırma
işlemi de ya toplumun temsilcileri durumunda olan yüksek dereceli memurlar
tarafından ya aydın kişiler tarafından ya da doğrudan doğruya bireyler tarafından
gerçekleştirilebilir. Öte yandan kralın yetkileri mutlak değildir, iktidarın
kullanılmasına soyluların ve halkın da katkısı olması gerekir. Yani yönetim kral-
soylu ve halk temsilcileri arasından karma bir yönetim biçiminde oluşturulacaktır.
Sosyal ve siyasal sözleşme teorisini savunanlar, tanrısal hukuk görüşünün devlet
iktidarının kökünü tanrıya bağlayan teorinin yerini alacak bir teori ortaya
koymuşlardır.
İktidarın tanrısal kökü teorisi Katolik kilisesinin siyasal iktidar sorunu
karşısındaki tutumunu ortaya koyar. Ortaçağ boyunca savunulan bu teorinin XVII.
yüzyıldaki en ünlü savunucusu Bossuet olacaktır. Bu teori Katolik kilise
büyüklerinin "non est potestas nisi a Deo", "Tanrıdan gelmeyen iktidar yoktur"
sözünün yorumu ve geliştirilmiş biçimidir. Bu formül yöneticilerin Tanrı tarafından
belirlendiği anlamına gelmez, ama iktidar sahibinin bir defa, şu ya da bu yoldan
belirlendikten sonra iktidarını Tanrı’dan aldığını açıklar. Değişik yönetim
biçimleriyle uyum sağlayabilen bu görüş yalnızca kralların mutlak iktidarını
savunmak için ileri sürülmemiştir. Bu teori, iktidara mutlak, kesin ve tartışmasız
itaati zorunlu kılar ve kişilerin iktidar sahiplerine karşı direnme olanaklarını
reddeder. Buna göre, yönetici Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi durumundadır,
yöneticiye itaat Tanrı’ya itaat anlamını taşır, kurulu iktidara karşı gelmek ise
Tanrı’ya başkaldırmakla eş anlama gelir. Bu teori halk egemenliği teorisi ile
bağdaşmaz, çünkü iktidarı kullanan kişiyi halk seçmiş olsa dahi yönetici emretme
gücünü halktan değil, fakat Tanrı’dan almış sayılır.
28
Reform'la başlayan değişim sürecinin, "modern devlet" e giden yolda önemli
bir sıçrama niteliğinde olduğu bir ön kabuldür. Rönesans hareketiyle birlikte
değerlendirildiğinde, Reform'un, Ortaçağ'a damgasını vurmuş bulunan "Kilise
bağnazlığı"ndan kurtulmayı sağlayan bir "özgürlük hareketi" olduğudur. Nitekim
tarih dönemlere bölünürken, Rönesans ile Reformasyon birbirleriyle sıkı sıkıya
bağlanırlar; hatta bazen bunlar bireysel özgürlük, demokrasi, çağdaşlık gibi ortak bir
ruhun belirimleri diye gösterilirler. Reform'un modern dünyanın, modern toplumsal
ve siyasal örgütlenmenin temellerini atan yeni bir dönemi -Rönesans ile birlikte -
başlattığı yargısı hâkimdir.6
Matbaanın yaygınlaşmasıyla birlikte okuma ve özellikle dinsel metinleri
"aslından" izleyebilme olanağını bulan "laik kesim", bu olanağı kullanmasının bir
sonucu olarak, toplumsal çatışmaların hazırladığı arka planda, gerektiğinde, "'doğru
din'e sadık kalmayı" veya "doğru din' e dönmeyi" talep edebiliyordu. Bu da, elbette,
Kilise'nin dinsel konulardaki otoritesini sarsmaktaydı.
Reform Hareketi'nin en dolaysız sonucu, Avrupa ölçeğinde "evrensel' bir
örgütlenme olan Roma Kilisesi'ni ve bu Kilise'nin hiyerarşik örgütlenişini
parçalamıştır. Bu parçalanmanın birdenbire ve hiç yoktan ortaya çıkmadığı; gerisinde
en azından 12. yüzyıla dek giden bir yenileşme isteğinin bulunduğu bilinmektedir.
Roma Kilisesi içinde yaşanan Büyük Ayrım ve sonrasındaki gelişmeler,
Reformasyon dönemindeki parçalanmanın temellerini döşemişlerdir.
Ayrıca, Reformasyon hareketleri sonucunda Roma Kilise'sinin
parçalanmasının gerisinde yatan temel neden, yüzeysel bir bakışla zannedileceği gibi,
dinî öğreti üzerindeki (teolojik) yorum farklılıkları olmayıp, Reform'u önceleyen
ekonomik gelişmelerin hazırladığı bir arka planda belirginleşmeye başlamış olan
"ulusalcı" duygulardı. Dolayısıyla, Reform, dinsel yönü olan, dinsel yönleri belki
daha ağır basıyor gibi görünen "siyasal" bir hareket niteliğinde anlaşılmalıdır. 7
Reform'un "modern toplum"un oluşum sürecine 'bazı çok temel katkıları da
yok değildir. Bunlardan ilki, Eski Roma'dan beri süregelen "yönetimin ilkesi" olarak
"otorite" (auctoritas) ile "yönetimin uygulaması" anlamında "iktidar" (potestas)
arasındaki ayrımın ortadan kaybolması, Tanrısal "prens"te "iktidar"ın çıplak (otorite
6 M. Ali Ağaoğulları/ Levent Köker, Tanrı Devletinden Kral Devlete, İmge Yayınları, Ankara, 1997, s.86 – 87. 7 Ağaoğulları, a.g.e., 134 – 135.
29
kılıfından soyulmuş olarak) bir nitelik, doğrudan bir "zor kullanma tekeli" olarak
anlaşılmasıdır. İktidarın bu anlamda çıplaklaşması, modern toplumsal örgütlenmenin
temel özelliği olan en üstün, bölünmez, devredilmez ve "tek" güç olarak "egemenlik"
kavramının da temeli olmuştur. Üstelik bu "çıplak iktidar" (veya dünyevî zor
kullanma gücünün tekliği) "dinsel olan"ı da kendi içinde eritmiş bir "ulusallık"
bağlamına sahiptir.
Reform'un bu katkılarına rağmen, modern toplumun ve modern siyasal
düşünce ve örgütlenmenin doğru başlangıç noktası, Batı dünyasının Ortaçağ'la
bağlarını koparmaya başladığı atılımı simgeleyen "Rönesans"tır. Modern dünyanın
Batı’daki başlangıçlarından biri olarak kabul edilen Rönesans’la ilgilenenlerin
cevaplandırmak durumunda kaldıkları birçok soru vardır. Bunlardan ilki, sözcük
anlamıyla “yeniden doğuş” demek olan Rönesans’ta, “yeniden doğan”ın ne
olduğudur. Bir diğer soru, Rönesans’ın ne zaman ve nerede başladığıdır. Ayrıca,
Rönesans'ın kendisiyle hemen hemen eş zamanlı olan Reform Hareketi ile nasıl bir
ilişki içinde bulunduğu da, bir diğer önemli sorudur.
Rönesans, Eski Yunan ve Roma kültürünün, Roma'nın 5. yüzyıl sonlarındaki
çöküşüyle 15. yüzyıl sonları arasında kalan "karanlık (orta) çağ"dan sonra, yeniden
canlanması demektir.8 Bu anlamıyla Rönesans, 15. yüzyıl sonlarında İtalyan kent-
devletlerinde ortaya çıkan, öncelikle edebiyat, resim, mimarlık gibi sanat alanlarında
beliren, sonra da Batı Avrupa ölçeğinde yayılan bir yenileşme hareketidir.9
Rönesans, tarihî temelleri bulunan, bir diğer deyişle, Ortaçağ geçmişinden
gelen değişimlerin etkilediği ve kendinden sonraki dönemlerin oluşumlarını (modern
toplumun ortaya çıkışını) biçimlendiren bir yenileşme hareketidir. Bugün, eğitilmiş
hiçbir insan, Ortaçağ karanlığı ve Rönesans ışığı kutuplaşmasını kabul etmemektedir.
Rönesans'ın ortaya çıkışının hiç de öyle tek kesin nedeni falan olmamıştır.
İtalyan şehir-devletleri arasındaki birbirlerini boğazlamaya varan ekonomik ve
siyasal rekabet, insanlara öngörülü bir bireycilik öğretmiştir; İtalyan ileri gelenleri
8 Okandan, a.g.e., s. 530 vd. Akbay, a.g.e., s. 161 – 163. Orta Çağ’ın karanlık bir dönem olduğuna ilişkin genel kanıyı hicveden eğlendirici bir eser için Bkz. Umberto Eco, Baudolino, çev: Şemsa Gezgin, Doğan Kitap, İstanbul, 2003. 9 Aydınlanma Felsefesi, .Rönesans ile başlayan yeni ve "geçmiş-bugün-gelecek" evrelerine bölünmüş doğrusal bir zaman anlayışını esas alarak, insanlığın böyle anlaşılan bir zaman içinde, aşama aşama ileriye doğru gittiğini, "insan aklı"nın sürekli kendini geliştirdiğini kabul etmiş; bu kabul esasında da Rönesans'ı, "Aydınlanma"ya giden yolda, "karanlık çağ"ın sonunu belirleyen ileri bir hareket olarak değerlendirmiştir
30
Rönesans'a kendi girişkenlik ve maddeciliklerinin damgasını vurmuşlardır. Ve
Rönesans, doğrudan doğruya Ortaçağ’lara da pek çok şey borçludur. Rönesans,
maddeci olduğu kadar dinci, kuşkucu olduğu kadar inançlı, bireyci olduğu kadar da
kast-bilinçliydi. Rönesans, klasik geçmişin yeniden doğuşu değildi; çağdaş
zamanların kesin başlangıcı da değildi; orta zamanlardan çağımıza -bazen yavaş
bazen hızlı- bir geçişti." Rönesans'ın İtalya'da ve 14. yüzyılda başladığı türünden bir
cevap vermek yadırgatıcı olmaz.10
Reform'un da, Rönesans'ın da ekonomik arka planı aynıdır: Ticaretin
canlanması. Reform'un beşiği Almanya ile Rönesans'ın beşiği İtalya arasında,
toplumsal ve siyasal örgütlenme özellikleri bakımından benzerlikler vardır. İkisi de,
o dönemde "ulusal" nitelikte, yani feodalitenin "kişisel bağımlılık" ilişkilerine değil
de, belli bir ülke üzerinde egemenlik kurma yoluna girmiş İngiltere ve Fransa gibi
ülkelerden farklı olarak, prensliklere (Almanya) ve kent-devletlerine (İtalya)
dayanan, küçük ölçekli siyasal birimler arasında bölünmüş toplumlardır.
Rönesans'ı Reform'dan farklılaştıran çok önemli başka bazı noktalar da vardır
ve bunları da küçümsememek gerekmektedir. Özellikle Rönesans'la birlikte gelişen
yeni bir insan anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak vurgulanan "özgürlük" kavramı bu
bağlamda üzerinde durulması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla,
Rönesans'ı Reform'dan farklı kılan bu noktaları ele almakla "kopuş" ya da
Rönesans'ın "geçiş"ten öte bir şey olduğunu daha iyi anlamak mümkündür.
Bunlardan ilki, Rönesans'ın "dinî" (veya teolojik) niteliği pek de ağır basmayan bir
"özgürlük" kavramı etrafında oluşan "bireycilik" anlayışının değişik bir biçimde
gelişimine temel oluşturan bir hareket olarak, yeni bir insan felsefesinin temellerini
atmış olmasıdır. İkincisi ise, Rönesans'ı Reform'dan farklılaştıran özgürlük,
bireycilik ve bu esasta tanımlanan yeni insan anlayışlarının İtalyan kent-devletlerinin
ve özellikle de Floransa'nın özgünlüğüne bağlı bulunmasıdır. Özellikle bu son iki
nokta, Rönesans'ın olduğu kadar, Rönesans'ı temsil edici nitelikte bir düşünür olan
Machiavelli'nin de gereğince anlaşılması için vazgeçilmez niteliktedir.
Rönesans, Reform'un "dinsellik" çerçevesinde belirlenmiş genel
sorunsalından farklı bir biçimde, yeni bir insan anlayışının temellerini döşeyen bir
hareket niteliğindedir. Rönesans'ın yeni insan anlayışının ilk belirginleştiği nokta,
10 Okandan, a.g.e., s. 531.
31
insanın kendi eylemiyle kendini gerçekleştiren, kendi tarihini kendi yapıp ettikleriyle
oluşturan bir varlık olduğu anlayışıdır. Bu anlayış, Eski Yunan ve Roma
kültüründeki insan anlayışından çok farklıdır. Rönesans ile birlikte insan, "birey"
olarak, "toplum"dan ayrı bir varlık halinde anlaşılmaya başlanmıştır. İnsanın, "birey"
olarak, potansiyel yaratıcı bir güce sahip olduğu, kendi yaşamını kendi eylemleriyle
kurma ve böylelikle yine kendi eylemiyle kendini gerçekleştirip geliştirme güç ve
olanağına sahip bir varlık olduğu anlayışının da temelleri atılmış olmaktadır. İnsanı
bu biçimde, cemaat, aile veya toplumsal tabakaların önceden verili hiyerarşik ve
değişmez kalıplarının dışında, ayrı bir varlık olarak anlamanın kökleri ise,
Rönesans'la birlikte gelişen "kapitalizm"de aranmalıdır. Kapitalizmin gelişmesinin
başlangıç anlarından en önemlisi olan Rönesans ile birlikte, insan, tüm toplumsal
bağlarından soyutlanarak değerlendirilebilir bir varlık niteliğini kazanmıştır.11
Rönesans döneminde "zaman" anlayışının da değiştiğini göstermektedir.
"Zaman", insan dışı güçlerin dünyanın hareketini düzenlemesiyle oluşan bir süreç
değil, insanın kendi eyleminin egemenliğine bağımlı bir oluştur. İnsanın, "geçmişi,
bugünü ve geleceği" yaratmış olduğu anlayışı bu demektir. Ancak, bu yeni zaman
anlayışı, "tarih"in geçmişin birikimlerine dayalı, aşamalarla belirlenen bir "ilerleme"
olarak anlaşılmasına dönüşmemiştir. Rönesans zihniyeti, "zaman"ı insanın kendi
eylemiyle oluşturduğunu kabul etme eğilimine rağmen, Eski Yunan'dan beri
süregelen "döngüsel tarih anlayışı"nı kıramamıştır. Rönesans'ın "geçmiş"le, yani
kendinden önceki "Ortaçağ" ile hesaplaşmak zorunda olması, "geçmişteki
ilerlemeler" üzerine geleceği inşa etme anlayışının oluşmasını engellemiştir.
Rönesans zihniyeti için geçmişe, geçmişin tümüne [gelişmenin temellerinin atıldığı
bir dönem olarak] saygı duymak söz konusu değildi. Böyle bir saygı, Ortaçağ’lara
saygı duymayı da içerecekti -İtalyan hümanistleri o dönemden medium aevum diye
söz etmişlerdir- ki onlar için [bu] en azından bin yıl sürmüş bir zaman bölümü[ydü].
Hümanistler, antik geçmişi yüceltmişlerdir ve onbeşinci yüzyılda övündükleri altın
çağlarını yaratan şey, Ortaçağ’a ait ne varsa hepsini reddetmeleri ve eski Yunanlılar
ile Romalıların başarılarını taklit etme tutkularıdır.
11 Ayrıntılı bilgi için bkz. Huberman, a.g.e., s. 177 - 219
32
B) Yakın Çağ’da Yurttaşlık
XVII. yüzyılda teoride savunulan mutlakıyet yönetimlerin, genellikle keyfi
yönetimler biçiminde anlaşılmaması gerekir, mutlakıyet, feodal yapının dağınık,
bölünmüş, parçalanmış siyasal iktidar anlayışına karşı birleştirici, bütünleştirici,
tekelci güçlü bir iktidar anlayışı getirmektedir. 12
Bu yüzyılda iç savaşlar, din adına yapılan savaşlar, İngiltere ve Fransa'da
olduğu gibi, güçlü iktidarları gerektirirken, aynı zamanda toplumlarda barış ve düzen
özlemini de yaratmıştır. Güveni, düzeni ve barışı sağlayacak güçlü merkezi
otoritelerin ve mutlakıyet yönetimlerinin kurulmasını kolaylaştırmıştır.
Prusya kralının kent rüsumu adı altında yeni bir vergi koyarak askerî ve idarî
mekanizmasını kent yönetimlerinin denetimi dışına çıkarmıştır. Ayrıca, çeşitli
sorunların ülke çapında ve tek tip bir düzenlemeye tâbi tutulmasına ilişkin
taleplerden de bahsetmek gerekir. Örneğin, 1665 ile 1690 yılları arasında XIV. Louis
tüm Fransa'da geçerli olan yasa ve kararnameler çıkarmış, böylece sulh ve ceza
mahkemelerinin işleyişinden, ormanların, ırmakların, gemiciliğin ve zenci köle
ticaretinin düzenlenmesine kadar çeşitli konularda etkin bir yönetim sistemi
kurmuştu. Hukuku yönetimin çerçevesi olmaktan çıkarıp aracı yaptı. Ayrıca,
yasalar tüm ülkeyi kapsadığından bölgesel ve yerel Stände bu yasaları yerel
koşullara göre ayarlayabilme yetkisini yitirdi. "Mutlakıyet" kavramının ilk ortaya
çıkışındaki anlamlarından biri, kralın legibus solutus olduğu idi: yasa kralın egemen
gücünün bir ürünü olduğundan kralı bağımlı kılamaz ya da bu güce sınırlandırma
getiremezdi.13
İdari sistemdeki görevliler doğrudan hükümdardan aldıkları yetkilerle ya da
hükümdarın kişisel emirlerinin birer uygulayıcısı olarak değil, devletin gücünü belli
işlevlere dağıtan bu kurallar bütününün yönlendirmesi ve denetimi altında
çalışıyorlardı. Bu işlevler ise her biri yaptırıcı kararlar verebilmeye ve bunları
uygulamaya yetkili, aralarında eşgüdüm sağlanmış bir dizi makamdan oluşan
kurumlarca üstlenilmişti. Her bir kurumun, sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş hak
ve yetkileri, çalışmalarını değerlendirmeye yarayan belli standartları ve görevini
12 Poggi, a.g.e., s. 75. 13 Poggi, a.g.e., s. 78 – 80.
33
yerine getirebilmek için yasal ve maddî gücü vardı. “Prusya modeli"nde hükümdarın
gücünün kişisellikten çıkarılması ve somutlaştırılmasıyla devletin, hükümdarın
kişiliğini aşması sağlanmıştı. Kamu hukukunda devlet, ilkesel olarak birbirlerinin
yerine geçebilen ve görevlerini bir hizmetkâr sadakatiyle ve devletin çıkarlarına
bağlılıkla yapan bireyler yoluyla faaliyet gösteren yapay bir örgüttü.
Niccolo Machiavelli (1469 – 1527) "modern siyaset" anlayışının ve hatta
"siyaset bilimi"nin ilk büyük ismi ya da kurucusu sayılmaktadır. Bu bağlamda,
siyaset ile ahlak ve din kurallarını birbirinden ayıran Machiavelli, hem siyasetin
diğer toplumsal ilişki alanlarından farklı, özerk bir alan olarak anlaşılmasını sağlamış
olmaktadır. Böylelikle "laik" bir kuramsal çerçeve geliştirmekte ve hem de böylesi
bir ayrı alan olarak siyasetin "değer yargılarından arınmış", "olması gereken"i değil
"olan"ı inceleyen bir "bilimsellik" içinde incelenmesini mümkün kılmıştır.14
Machiavelli'nin güçlü ve kalıcı olabilen bir "siyasal iktidar" arayışı içinde
olduğudur. Bu arayış ise, Machiavelli'nin özlem duyduğu birleşmiş bir "ulusal" İtalya
devleti fikri ile temellendirilmektedir. Machiavelli'nin "İtalyan birliği"nin sağlanması
yolunda başlıca engel olarak gördüğü Kilise'yi siyasal faaliyet alanının dışına itmek
istemesi ile "laik", tüm İtalyan kentlerinin ortak bir devlet içinde bir araya
gelmelerini istemesi bakımından da "ulusal" bir devleti hedef aldığı da göz önüne
alınarak, modern ulusal devletin en önemli ilk teorisyenlerinden biri olarak
yorumlandığını da hatırlatmak gerekmektedir.
Machiavelli'nin "klasik siyasal düşünce geleneği"nin dışına çıkmasını
mümkün kılan şey, sahip olduğu "pozitivist" bilim anlayışı değil, siyaseti, dünya ve
insan ötesi (veya Tanrısal) bir "iyilik" anlayışının belirleniminden kurtarması ve
"pratik siyaset bilgisini bir teknik beceriye indirgemesi"dir. Bu bağlamda siyaset,
yeni bir "sanat", eski çağlarda benzeri bulunmayan "insanları yönetme sanatı" olarak
görülmekte ve dolayısıyla, "bu dünya"yı aşan kavramlara veya değerlere bağımlı bir
"pratik" olmaktan çıkıp, iktidara gelmek ve iktidarı korumak anlamında bir stratejik
ve teknik beceri konusu haline gelmektedir.15 Habermas'ın özlü deyişiyle,
"zorunluluk [necessita] ifade eden koşullar altında Siyaset, fortuna'yı düzenleme
sanatı"dır.
14 Niccolo Machiavelli, Prens, Çev: Rekin Teksoy, Oğlak Yay., İstanbul, 1999, passim. 15 Minogue, a.g.e., s. 47.
34
Machiavelli'nin siyaset kuramımın temelini oluşturan yenilik, insanın kendi
güç ve iradesiyle kendi kaderine egemen olabileceğini, kendi kendini zaman içinde
yaratıp geliştireceğini kabul eden bir dünya görüşüne dayanmaktadır. Doğrudan
Rönesans'ın "insan anlayışı"nda temellerini bulan bu dünya görüşü, siyasete de böyle
bir temelde yaklaşmakta ve "iktidar sorunu"nu öne çıkartmaktadır. Machiavelli'nin
"siyasal iktidar" hakkında ortaya koyduğu görüşleri bu düşünürün "ahlak"tan ayrı,
değerlerden uzak bir siyaset anlayışına sahip olduğunu göstermemektedir. Aksine,
eski ve orta çağların bu dünya ötesi kavramlarla belirlediği bir "ahlak" anlayışı
yerine, "bu dünya”cı ve insanın kendi iradesiyle kendi "iyi"sini yaratabileceği yeni
bir "ahlak" anlayışı, Machiavelli'nin hareket noktası olmuştur. Bu "yeni ahlak",
Habermas'ın deyişiyle, siyaseti bir "teknik beceri"ye indirgeyerek, "modern toplumda
siyasetin "siyasetçiler" tarafından yürütülen bir "meslek" (art sanat) olduğu
yolundaki anlayışın da öncüsü olmuştur. Ancak, Machiavelli'nin bu anlamda belki de
ilk modern düşünür olmasının bir diğer boyutu, özellikle Rönesans'ın "yurttaş
hümanizmi" olarak bilinen "cumhuriyetçi" geleneğine dayanmaktadır. Dolayısıyla
Machiavelli, bir yönüyle, iktidarın ilkesi (auctoritas) ile iktidarın kullanımını
(potestas) tek merkezde toplayan "modern-ulusal devlet'in kuramcısıdır ve "prens
iktidarı”nı bir "teknik beceri"ye indirgemesi bu çerçevede anlam kazanmaktadır.
Buna karşılık yine Machiavelli, "modern-ulusal devlet"in "katılımcı-demokratik"
boyutunu, Rönesans'ın cumhuriyetçi geleneğinin bilinciyle kendisinden sonraya
aktarmıştır. Bununla birlikte, Machiavelli'nin siyasal düşüncesinin içinde oluştuğu
tarih kesiti, esas olarak, merkezi, ulusal krallıkların güçlendiği bir dönemdir ve
Machiavelli sonrasının siyasal düşüncesi bu oluşumun belirleyici etkisi altında
gelişmiştir.
Machiavelli, vatandaşların her alanda aktif olmaları gerektiğini birçok yerde
vurgulamıştır. Devlet sorumluluklarından kaçan, ülkelerine yargıç veya asker olarak
hizmet etmektense kitaplara dalmayı ya da resim koleksiyonu yapmayı tercih eden
vatandaşları hakir görmüştür. Rönesans döneminde sayıları oldukça fazla olan,
insanların kendi kaderlerini belirleyemeyeceklerine, talihin elinde oyuncak
olduklarına inanan kaderci kişileri de aşağılamıştır.16
16 Thomson, a.g.e., s. 36
35
Jean Bodin (1530 – 1569), “16. asırda Devletin mutlak hükümdarlığı lehinde
bir noktai nazar müdafaa eden müellifler meyanında yer alan, Platon ve Aristotales
gibi filozoflarla neoplatonizm’in tesiri altında kalan Fransız hukukçularındandır.”17
Bodin’in en önemli eseri Les six livres de la republique’dir. Kralların kutsal hakları
kuramını yadsıyarak mutlak monarşiyi hukuksal temeller üzerine oturtmuş ve ona
laik bir anlam kazandırmıştır. Machiavelli, siyaset sorununu prensin iktidarı
biçiminde formüle etmişti. Bu iktidarı egemenlik erki şeklinde kavramlaştırma
işlemini Bodin gerçekleştirmiş ve böylece modern devlet kuramının gereksinim
duyduğu temel öğe ortaya çıkmıştır.
Bodin'e göre, çağdaşı olan yazarlar siyasetin içermesi gereken ahlâksal
ilkeleri dışlamışlar, adaletin önemini kavrayamamışlardır. Machiavelli prenslere
güçlerine güç katabilmeleri için adaletsiz yöntemler öğütleyerek, Monarkomaklar ise
uyrukları meşru otoritelere karşı kışkırtarak, siyaset sapkınlığı yapmaktadırlar.
Bunun sonucunda, birçok devlet, özellikle de Fransa, büyük bir siyasal kargaşa
ortamı içine girmiş bulunmaktadır. Bundan kurtulabilmek için dünyada hüküm süren
düzeni siyasete de uyarlamak gerekir. Bir başka deyişle, hiyerarşik bir yapıya uygun
olarak, yurttaşların yöneticiye itaat ettiği, yöneticilerin prense sadık olduğu, prensin
de Tanrı yasaları doğrultusunda yönettiği bir düzen kurulmalı ve siyaset ahlakla
yoğrulmalıdır. Bu görüşleri, Bodin'i Skolastikler’e ve Antik düşünürlere
yaklaştırmaktadır.18
Bodin’in siyasal kuramı, Machiavelli’nin tersine eylemler, olgular, bir başka
deyişle pratikler (fiiliyat) alanı (de facto) üzerine değil, meşruluğu ön plana koyan
ahlak ve hukuk alanı (de jure) üzerine oturttuğu görülür. Sosyal - siyasal sözleşme
teorisinde ise, iktidarın kaynağı toplumdur, yönetici iktidarını toplumdan alır, artık
iktidarın kaynağı değişmiştir. Doğal hukuk okuluna göre, siyasal iktidar insan
yapısıdır, emretme gücünün kökünü bulmak için Tanrı’ya çıkmaya gerek yoktur.
Siyasal iktidarların kökü, kaynağı sözleşmelerdir. Bu görüşlerini kanıtlamak için bu
okul düşünürleri bir varsayımdan hareket ederler, buna göre insanlar siyasal toplum
öncesinde bir doğal yaşama döneminden geçmişlerdir. Siyasal bir otoritenin
bulunmadığı bu dönemde insanlar aklın yasalarına ve doğal yasalara uyarlar,
17 Okandan, a.g.e., s. 556 vd. 18 M. Ali Ağaoğulları/ Levent KÖKER, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, İmge Yayınları, Ankara, 2000, s.15.
36
bağımsız ve özgür yaşarlardı. Hiç kimsenin diğeri üzerinde emir ve kumanda yetkisi
olmadığı için de eşitlik vardı. İşte bu yaşam düzeninden herkesin bir siyasal otoriteye
boyun eğdiği düzene geçiş sosyal ve siyasal sözleşmeyle açıklanmıştır.
Thomas Hobbes (1588 – 1679), Devletin mutlak hükümranlığı teorisinin 16.
yüzyılda ileri gelen savunucularındandır.19 En önemli eserleri, 1642 tarihli “De Cive”
(yurttaş) ve 1651 tarihli “Leviathan”dır. Hobbes’e göre, insanlar ya bir zorunluluk
sonucu ya da istekleriyle bir otoriteye boyun eğmeyi kabul etmişlerdir, her iki
ihtimalde de emredenleri emredilenlere bağlayan bağ bir sözleşmedir. Böylece
siyasal toplumlar güçlerini, meşruiyetlerini, topluma istekleriyle ya da zorunluluk
sonucu katılan kimselerin, bir kişinin ya da bir meclisin emirlerine boyun eğmeye
söz vermeleri olayından alır. Leviathan, Latince’de Civitas diye adlandırılan devlettir
ve bu devlet insan eseri yapay bir yaratıktır. İnsan yalnız bir yaratık değildir,
hemcinsleriyle birlikte yaşar. Doğa insanları fikren ve bedenen eşit yaratmıştır. Eşit
olan insanlar amaçlarına ulaşmada da eşit istek ve umut besleyeceklerdir.
İnsanlar arasındaki mücadeleyi Hobbes üç nedene bağlar: Rekabet,
güvensizlik ve herkesten üstün olma tutkusudur bunlar. Bu nedenler sürekli olarak
insanları birbirleriyle savaşmaya itecektir. Bu savaş herkesin herkesle, herkesin
herkese karşı savaşıdır ve geçici bir hâl de değildir, savaşma iradesinden
kaynaklanan sürekli bir hâldir. Herkesin herkesle savaş hâlinde olduğu bir ortamda
adaletten söz edilemez, çünkü böyle bir ortamda hiçbir şey adalete aykırı sayılmaz,
adil olan ve olmayan ayrımı yoktur.20
Herkesin herkesle savaş halinde olduğu bir ortamda "benimki", "seninki" diye
bir ayırım yani mülkiyet kavramı da yoktur. Her şey herkesindir. İnsan ancak elinde
tutabildiği süre içinde, daha güçlü biri gelip o şeyi elinden alıncaya dek bir şeye
sahip olabilir. İşte doğal yapısı insana böyle bir yaşam hazırlar. Ne var ki insanın bu
durumdan kurtulması da zorunludur, aksi halde yok olmak tehlikesiyle karşı
karşıyadır. İnsanın aklı ve tutkuları onu barışa iter. Başta ölüm korkusu, rahat bir
yaşam için gerekli şeylere sahip olmak isteği ve aklı, insana yaşamak için diğer
insanlarla anlaşması gerektiğini anlatır. İnsanların aralarında yapacakları anlaşmanın
koşulları doğal yasalar olarak belirlenir. Doğal yasa aklın bulduğu genel kurallardır
ve doğal yasa insana yaşamım sürdürebilmesi ve korunabilmesi için yapması ve 19 Okandan, a.g.e., s.580 – 586. Akbay, a.g.e., s. 23 vd. 20 Göze, a.g.e., s. 135. Akbay, a.g.e., s. 24.
37
kaçınması gerekenleri gösterir.21
İnsanlara boyun eğdirici, gözle görünen, elle tutulan, korkutan, cezalandıran
ve karşı konamayan bir gücün, bir otoritenin varlığı da zorunludur. Cebir ve baskı ile
desteklenmeyen, cezalandırma yetkisini kapsamayan bir birleşme, anlaşma sözde
kalmaya mahkûmdur ve insanlara hiçbir güvenlik getirmeyecektir. Anlaşmaya
uyulmasını sağlayacak bu karşı konmaz gücün sahibi kim olacaktır? İşte, bu güç
Devlettir, Leviathan'dır, Commonwealth'dir. Devleti ise insanlar aralarında
yapacakları anlaşma ile kuracaklardır.22
İktidarın toplumdaki tüm insanların bütün yetki ve güçlerini bir kişiye ya da
bir meclise devretmeleriyle kurulacağını söyler. Bunun için de insanlar aralarında
şöyle bir sözleşme yapacaklardır: "Ben şu kişiye ya da şu meclise kendi kendimi
yönetme hakkımı terk ediyorum, ancak sen de aynı kişi ya da meclis lehine hak ve
yetkilerini terk edeceksin." Böyle bir anlaşmanın yapılmasıyla bir bütün oluşturan
toplum, devleti meydana getirmiş olur ve insanların barış için yaşamalarını ve
korunmalarını sağlayacak ölümsüz Tanrı’nın yardımıyla "ölümlü tanrı" Leviathan
yaratılmış olur.23
Bu sözleşme ile herkes her şey üzerinde sahip olduğu mutlak nitelikte doğal
hakkını bir kişiye ya da bir meclise bir sözleşmeyle terk ederek, siyasal toplumu
kurmuş olur. Lehine terk işleminin yapıldığı kişi ya da meclisin iradesi, sözleşmeyi
yapan kişilerin iradelerinin yerini alacak ve onları temsil edecektir. Sözleşmeyi
yapanlar bu kişi ya da meclisin işlem ve kararlarını kendi işlem ve kararları gibi
kabul edeceklerdir. Bu sözleşmenin hedefi ise, insanların barış içinde yaşamalarını
ve güvenliklerini sağlamaktır. Ancak hak ve özgürlüklerin lehine terk işleminin
yapıldığı kişi ya da meclis sözleşmeye taraf değildir, lehine sözleşme yapılan üçüncü
kişi durumundadır. Sözleşmeyi yapanlar tüm hak ve özgürlüklerini terk ederek
kendilerini bağlamışlar ancak getirdikleri efendi, yani devlet, Leviathan hiçbir şeyle,
hiçbir şekilde bağlanmamıştır. Devlet üstün bir kişiliğe sahiptir, son derece güçlüdür,
egemendir, tüm insanlar onun uyruğudur.
Bir defa, insanların kurdukları devletin biçimini değiştirmeye hakları yoktur,
çünkü insanlar sözleşmeyle haklarından mutlak olarak şu ya da bu kişi ya da meclis
21 Göze, a.g.e., s.137. 22 Okandan, a.g.e., s. 103 – 108. 23 Ağaoğulları, a.g.e., 180 vd.
38
lehine bir defa vazgeçmişlerdir, mutlak vazgeçmeden geriye dönüş olmaz. Barışın
kurulması ve savaşın durması için de esasen böyle mutlak bir vazgeçme zorunludur,
insanların kendilerinde saklayacakları, devretmedikleri bir hak, mücadele döneminin
bir kalıntısı olacaktır ki, bu da savaş haline dönüş için her zaman yeterli bir neden
yaratabilecektir.
Sonra egemen güç yapılan sözleşmeye taraf olmadığı için, sözleşme
hükümlerine aykırı hareket etmesi söz konusu olamayacağı gibi, hiçbir koşulla da
bağlı değildir, bu nedenle sözleşmeye aykırı hareket ettiği ya da öngörülen bir koşula
uymadığı gerekçesiyle egemen gücün emirlerine uyulmaması düşünülemez.
Egemen gücün haksız davrandığından, adalete aykırı hareket ettiğinden
yakınılamaz ve bu yolda bir iddia ileri sürülemez, insanlar kendi iradeleri ile tüm hak
ve yetkilerini devrettikleri kişinin ya da meclisin iradesine uymayı kabul etmişlerdir.
Onun adil dediğini adil, iyi ve doğru dediğini de iyi ve doğru olarak kabul etmeyi
kararlaştırmışlardır. Bu nedenle egemen gücün sahibinin cezalandırılması ya da
öldürülmesi söz konusu dahi edilemez.
Bir devletin yani egemen gücün kurulmasındaki amaç tüm insanlar arasında
barış ve güvenliği sağlamaktır, bu nedenle amacı gerçekleştirecek kişinin ya da
meclisin araçlarını seçme hakkı da vardır. Egemen güç barış ve güvenliğin
bozulmasını önlemek ya da bozulan barış ve güvenliği yeniden kurmak için gerekli
gördüğü tüm önlemleri alacaktır. Örneğin, barış ve güvenlik için zararlı olan ya da
sadece yararlı olmayan düşünce ve doktrinlerin söz ve yazı ile yayılmasını
yasaklayabilecektir.
Devlet öncesinde herkesin her şey üzerinde mutlak hakka sahip olması savaş
halini yaratıyordu. Bu nedenle devlet düzeninde mülkiyet hakkı egemen gücün
verdiği bir hak olacaktır. İnsanların davranışlarında iyi ve kötü olanı, haklı ve haksız
olanı belirleyen egemen güç herkese, hakkaniyete ve ortak yarara uygun gördüğü
oranda bir toprak parçası ya da bir taşınabilir mal üzerinde mülkiyet hakkı verir.
Tanınan mülkiyet hakkı, kişiye o maldan başkalarının da yararlanmak istemelerini
önleme hakkı verir ama hak sahibi bu hakkını egemen güce karşı ileri süremez.
Mülkiyet hakkı yasalarla belirlenir, yasa olmadığı zaman ise, "benimki", "seninki" ya
da "onunki" ayırımı söz konusu olmaz.
39
Egemen güç, toplumda yasayı yapan, kaldıran, değiştiren tek güçtür ve bu
egemen güç kendi yaptığı yasalarla bağlı değildir, çünkü hiç kimse kendi kendini
bağlayamaz. Yazılı olmayan kurallar, örneğin gelenekler, örf ve adet kuralları da,
egemen gücün açık iradesinin ürünü olmamakla birlikte, kuvvetini egemen gücün
zımni iradesinden almışlardır, egemen güç bu kuralları zımnen kabul etmiş sayılır.
Hukukun tek bir kaynağı vardır, o da egemen gücün iradesidir.24
İnsanlar barış ve güvenlik için yapay yaratık devleti yaratmakla kalmamışlar
aynı zamanda yasa denen yapay zincirleri de yaratmışlardır ve yaptıkları anlaşmayla
bu zincirin bir ucunu egemen kişinin ya da meclisin dudaklarına, diğer ucunu da
kendi kulaklarına bağlamışlardır. Kuşkusuz yasaların hedefi insanların tüm
davranışlarını kısıtlamak değildir, onların birbirlerine kötülük yapmalarını
önlemektir, yasa izlenecek yolu gösterir, yoksa tüm yolları tıkamaz. Özgürlük ise,
insanın davranışlarını kısıtlayan dış engellerin bulunmamasıdır. Özgür insan da zekâ
ve gücünün elverdiği ölçüde dilediğini yapan kişidir. Yasa insanın davranışlarını
sınırladığına göre devlet düzeni içinde kişinin ancak yasanın yasaklamadığı şeyleri
yapmak ve yalnızca onları yapmak özgürlüğü vardır.25
Egemen güç bölünmez, parçalanmaz, iktidarı bölmek, onu yok etmek
anlamını taşır, egemen gücü bütün olarak bir kişi ya da bir meclis kullanacaktır.
Egemen gücün bölünmesi onun yüklendiği görevlerle bağdaşmaz. Egemen gücün
güvenlik ile ilgili görevini yerine getirmemesi halinde ve yalnızca bu halde,
toplumun egemen güce itaat borcu sona erer. Çünkü kişinin kendini koruma hakkı -
yetkili organın bunu yapmadığı takdirde- her zaman vardır. Kişinin egemen güce
boyun eğmesinin nedeni korunmasıdır, bu koruma görevini yerine getirmeyen bir
güce itaat etme borcu da sona erecektir. Bunun gibi egemen gücü kullanan kişi ya da
meclisin yasalara tabi olduğu görüşü de Hobbes'un devlet anlayışına ters düşer.
Egemen güç doğal yasalara uymalıdır ama kendi yaptığı yasalarla bağlı değildir.
Aksi halde egemen gücün üstünde onu muhakeme edebilecek, cezalandırabilecek
başka bir egemen güç kabul edilmiş olur ki, bu da sonuçta devletin dağılmasına yol
açacaktır.
John Locke, 17. asır İngiliz filozoflarından olup liberal ve demokratik,
ferdiyetçi esasları savunmuştur. Locke'un uğraştığı temel sorunlar, hâlâ bizimle 24 Minogue, a.g.e., s. 49 – 50. 25 Göze, a.g.e., s.141.
40
beraberdir. Bir kralın ya da başka bir yöneticinin otoritesinin, yönettiği insanların
rızasına dayalı olduğu fikri, 17. yüzyılda tartışmalı bir konuydu. Kral James ve diğer
Stuart'lar kraliyet otoritelerinin Tanrı'dan kaynaklandığına inanıyorlardı. Aslında
"kralların kutsal hakkı", bütün Avrupa'da yaygın olarak kabul gören bir inançtı.
Hobbes, bu doktrine saldırmıştı; fakat Hobbes, popüler olmak için fazlasıyla cesur ve
sivri bir yazardı. "Kralların hakları"na olan inancı alaşağı eden, başka bir
kuramcıdan ziyade Locke'ydi.
Aynı zamanda Locke, siyasî yükümlülük için bilimsel bir temel olarak kabul
ettiği şeyi ortaya koymaya çalışarak Hobbes'un izinde yürüdü. "Hükümetler niçin
vardır?" sorusuyla başladı. Bir zamanlar yeryüzünde hiçbir hükümetin, hiçbir siyasi
topluluğun olmadığı ve bütün insanların bir anarşi durumunda ya da Locke'un
adlandırdığı şekliyle "doğa durumu"nda yaşadığı bir devrin olması gerektiğinde
karar kıldı.26 Bu doğal anarşi durumu, hoşgörülemezdi; zira her insanın kendi başına
buyruk olduğu bir yerde yaşam, düzenli, barış içinde ve kuralları öngörülebilir
olamazdı. Zayıf, güçlüye karşı savunmasızdı ve güçlüler de düşmanlarına karşı
sürekli bir korku duyar haldeydi. Böylece insanlar, bir araya geldiler ve siyasi top-
luluklar oluşturdular. Hükümranlara ya da üzerlerinde güç sahibi olan sivil
yöneticilere itimat ettiler. "İtimat" veya emanet etme (entrust) kelimesi
vurgulanmalıdır; zira Locke, sivil yöneticinin otoritesinin mutlak olmadığına,
dolayısıyla bunun geri alınabilir bir güvene bağlı olduğuna inanıyordu. Dünyadaki
bütün hükümdarlar, iktidarlarını, tarihin şafağında yapılan ilk toplumsal sözleşmelere
borçluydu. Böylece rıza, onların yönetmek için tek senetleriydi. Toplum içindeki
insanın hürriyeti, ulusun rızasıyla kurulmuş olandan başka hiçbir yasama gücüyle ya
da kendisine verilen güven uyarınca bu yasamanın hükmettiğinden başka hiçbir
iradenin hâkimiyeti veya hiçbir yasanın kısıtlamasıyla kayıt altına alınmayacaktır.
Hükümetin yönetimi altındaki insan için özgürlük demek, herkesin istediğini
yapması değil, kendisine verilen yasama gücüyle yapılan ve toplumdaki herkes için
geçerli olan kalıcı bir kurala sahip olmak, kanunun tersini söylemediği bütün
durumlarda kendi iradesini kullanma hürriyetine sahip olmak ve bir başkasının
değişken, belirsiz, meçhul, keyfi iradesine tabi olmamaktır.
26 Okandan, a.g.e., s. 112 – 115. Akbay a.g.e., s.28 vd.
41
Siyasi yükümlülüğün temeli olarak rıza doktrini, bir toplumun kendisine
duyulan güvene ihanet eden bir yöneticiden kurtulma hakkı olduğu anlamına
geliyordu. Tek kelimeyle söylersek, isyan hakkıdır. Fakat bir yöneticinin, kendisine
duyulan güvene hangi noktada ihanet ettiğine nasıl karar verilecekti? Locke'un
cevabı, bir yöneticinin kendisine duyulan güvene yerleşik yasal süreçlere göre
yönetmekten vazgeçip "değişken, belirsiz, bilinmeyen ve keyfi biçimde hükümet"
etmeye başladığında ihanet etmiş olacağı şeklindeydi. II. James, bunu yapmıştı;
kendisini yasanın üstünde tutmuştu ve halkın güvenini kaybetmişti.
"... ne zaman ki kanun yapıcılar, halkın mülkünü elinden almaya veya yok
etmeye ya da onları keyfi güce esir etmeye çalışırlarsa, kendilerini, bunun
üzerine itaatten azat olan ve Tanrı'nın bütün insanlara zor ve şiddete karşı
bahşettiği sığınağa yani direnişe terk edilen halkla bir savaş durumuna
sokmuş olurlar.” 27
Siyasal toplum düzeni içinde yaşayanlarla doğal halde yaşayanları ayırma
olanağı vardır: Bir bütün oluşturan, ortak yasaları olan, anlaşmazlıkları ve davaları
çözümleyen, suçluları cezalandıran yargı görevlileri, hâkimleri bulunan toplumlar
siyasal toplumlardır. Buna karşılık başvuracakları yargı organları ve pozitif yasaları
bulunmayan, davalarının yargıcı durumunda olan kişilerin yaşadıkları toplumlar ise
doğal yaşama döneminde olan toplumlardır.
Siyasal toplumun doğuşu özgür insanların istek ve iradesine dayanır, bu
insanlar siyasal toplumu oluşturarak çoğunluğun iradesine uymayı kabul etmişlerdir.
Meşru bir yönetimin doğuş biçimi ve nedeni budur. İnsanların özgürlüklerinin, mal
ve haklarının korunması ve adil bir cezalandırma sisteminin uygulanması siyasal
toplumun kuruluş nedeni ve amacıdır.
Siyasal iktidar ki, Locke buna siyasal toplum ya da yasama iktidarı da der,
kişilerin siyasal toplumu kurarken terk ettikleri hak ve yetkilere sahip olur ve
yetkilerini kamu iyiliğinin gerektirdiği sınırların ötesine taşıramaz. Egemen gücün ya
da yasama iktidarının toplumda yapacağı işler kesinlikle belirlidir: Can, mal ve
özgürlüğü güvence altına almak, huzuru, iç ve dış güvenliği sağlamak ve halkın
iyiliğini gerçekleştirmektir. Siyasal iktidar kimin elinde olursa olsun bu kimse
toplumu keyfi kararlarla değil, fakat halkın koyduğu ve bildiği yasalara göre
27 Thomson, a.g.e., s. 92.
42
yönetecektir. Egemen güç tarafsız ve hakkaniyete saygılı, anlaşmazlıkları yasalara
göre çözümleyen yargıçlar atayacak, toplum kuvvetlerini yalnızca yasaları
uygulayabilmek için ve ülkeyi yabancı saldırılara karşı koruyabilmek için
kullanacaktır. Siyasal iktidarın halkın rahatını, huzur ve iyiliğini ve güvenliğini
sağlamaktan başka amacı olmayacaktır.28
Locke, toplumun daima “egemen iktidarın” yani yasama iktidarının sahibi
olduğunu kabul etmiştir, bu iktidarı kullanma yetkisi yasa koyuculara verilmiştir, o
kadar... Yasama gücünün sahibi her zaman toplumdur. Toplum, kendi adına bu gücü
kullanacak kişileri belirler. Yasama iktidarının kuruluş amacına uygun kullanılması
zorunludur, amacına aykırı kullanılması bu iktidarın halka geri dönmesi sonucunu
doğuracaktır. Halk da bu iktidarı güvendiği başka bir kimseye ya da kimselere verir.
Devletin maddi güçlerini elinde tutan yürütme iktidarının yasamanın çalışmalarına
engel olmak istemesi halinde ise yürütme, toplum yani halk ile "savaş haline" girmiş
sayılır. Toplum da bu engeli kuvvet kullanarak kaldırabilir, çünkü bir yetkiye
dayanmayan kuvvete karşı kuvvet kullanılabilir.
Devletin kaynağını sosyal sözleşme teorisine dayanarak izaha çalışan
filozoflardan birisi de Jean-Jacques Rousseau (1712 – 1778) dur. Okandan’a göre29,
“J.J. Rousseau’nun Devletin menşei hakkındaki görüşlerini, kendisini iki önemli
eserini nazara alarak incelemek lazımdır. Bunlardan birincisi 1753’te yayınlanan
“İnsanlar arasındaki müsavatsızlığın sebepleri hakkında nutuk” ve diğeri de 1763’te
neşrolunan “İçtimaî Mukavele”dir. Bunlardan birincisi insanlar için bir tabiî yaşama
halinin mevcudiyetini ve ikincisi de sosyal mukavelenin mahiyetini izah etmektedir.”
Sosyal Sözleşme şöyle aktedilecektir: "Her birimiz bütün varlık ve gücümüzü
genel iradenin yüce yönetimi altına koyuyoruz ve her üyeyi bütünün bölünmez
parçası olarak kabul ediyoruz." 30
Sosyal sözleşme oybirliği ile gerçekleştirilir. Sosyal sözleşmeye karşı olanlar
topluma katılmazlar, bunlar yurttaşlar arasında yabancılar olarak kalırlar. Devlet
kurulduktan sonra sözleşmeye muvafakat ikametgâhla belirlenir, ülkede yerleşme,
egemen güce tabi olmayı kabul etme anlamını taşır. Bu anda sözleşmeye katılanların
kişisel varlığı yerine bu sözleşme ile manevi ve kolektif bir bütün oluşturulur. Bu
28 Levent Köker, Üç İktidar, Dost Yayınları, Ankara, 2000, passim. 29 Okandan, a.g.e., s. 116 – 124. 30 A.g.e.., s. 141 – 143.
43
kolektif bütün birliğini, kişiliğini, hayatını ve iradesini de bu sözleşmeden alır. Bu
kolektif kişilik devlettir, hükümrandır. Sosyal sözleşmenin boş laf olarak kalmaması
için de, genel iradeye boyun eğmek istemeyen kişiyi bütün topluluk boyun eğmeye
zorlayacaktır, yani bu kişi özgür olmaya zorlanacaktır. İnsanın toplum haline
geçmesiyle kaybı ve kazancı ne olacaktır? Sosyal sözleşme sonucunda insan, doğal
özgürlüğünü ve canın çektiği ve gücünün yettiği her şey üzerindeki sınırsız hakkını
kaybeder. Kazancı ise, toplum içinde özgürlük ve sahip olduğu şeyler üzerinde
mülkiyet hakkıdır. Doğal özgürlüğün sınırları kişinin gücünün sınırları ile
belirlenmişti, oysa toplumda özgürlük genel irade ile sınırlanmıştır. İnsanın kendi
koyduğu yasalara uyması özgürlüktür. Sosyal sözleşme ile insanlar eşit olurlar.
Egemenlik genel iradenin kullanılması demektir. Genel iradenin birinci
özelliği devredilmez oluşudur. Egemenlik genel iradenin kullanılması demek
olduğuna göre genel irade hiçbir zaman başkasına verilemez ve kolektif bir kişi olan
egemen kişi ancak kendi kendini temsil eder. İktidarın devri mümkündür ama irade
devredilemez.
Egemenliğin başkasına devredilmesi söz konusu olamayacağı gibi temsil
edilmesi de olanaksızdır. Egemenlik genel iradedir, irade ise temsil edilemez. Bir
irade ya genel iradedir ya da başkasının iradesidir, ikisinin ortası olmaz. Bu nedenle
milletvekilleri diye adlandırılan kimseler ulusun temsilcileri değildir ve olamazlar da
bunlar ulusun bazı işleri yapmakla görevlendirdiği görevlilerdir. Halk kendine
temsilci seçtiği anda köle olmuştur. Nasıl ki doğa her insana organları üzerinde
mutlak bir iktidar veriyorsa, sosyal sözleşme ile oluşan sosyal bütünün de bütün
üyeleri üzerinde mutlak bir iktidarı vardır. İşte genel irade ile belirlenen bu iktidara
egemenlik denir.
Rousseau, yurttaşların ve egemen toplumun karşılıklı olarak haklarının ve
yurttaşların tebaa olarak yerine getirecekleri görevleri ile insan olarak sahip
olacakları doğal haklarının belirlenmesi gerektiğini söyler. Sosyal sözleşme ile kişi
ancak toplum için gerekli olduğu ölçüde gücünü, malını ve özgürlüğünü bağlar ama
bu "gerekli olanın" ne olduğunu belirleme yetkisi egemen güce aittir. Kişi devletin
istediği hizmeti anında yerine getirecektir ama devlet de ona toplum için yararlı
olmayan bir yük getirmeyecektir.
44
Genel iradenin "genel olması için hem kaynağı hem de uygulandığı alan, yani
kişiler yönünden genel olmalıdır. Genel irade herkesin iradesidir ve herkese
uygulanır, genel irade eşitliği sağladığı için doğru yoldadır. Sosyal sözleşme öyle bir
eşitlik sağlar ki, herkes aynı koşullarda sözleşmeye katılırlar ve aynı haklardan
yararlanırlar. Genel iradenin her kararı tüm yurttaşları eşit olarak borç altına sokar ya
da olanak sağlar, genel iradeye uyan kimse de gerçekte kendi iradesine uymuş
sayılır. Ve birey genel iradeye uymaya zorlanarak, özgür olmaya zorlanır.
Yasama halka aittir ve ondan başkasına ait olamaz. Halkın tümü egemen
varlığı ve bütünü ifade eder, her yurttaş da egemen gücün bir parçasına sahiptir.
Halkın hükümete boyun eğmesinin bir sözleşmeyle ilişkisi yoktur, halk bunlara bir
işi başarmaları için görev vermiştir ve halkın görevlisi olarak yöneticiler halk adına
kendilerine verilen yetkileri kullanırlar. Egemen varlık yani halk bu yetkileri her
zaman sınırlayabilir, yetkilerde değişiklik yapabilir ve bu yetkileri canı istediği
zaman geri alabilir. Rousseau, sosyal sözleşme görüşü ile siyasal iktidarların insanlar
üzerindeki otoritesini rasyonel bir temele dayandırmıştır. Toplum kaynağını
insanların iradesinde bulmaktadır, insanların toplumdan önce haklara sahip oldukları
kabul edilmektedir. Toplumun varlık nedeni de insanların sahip oldukları bu hakların
korunmasıdır. Bir iktidar bu haklara saygı göstermediği takdirde, emretme gücünü
kaybeder ve kişilerden kendisine itaat etmelerini isteyemez. İşte sosyal sözleşmenin
bu ilkeleri daha sonraları Fransız ve Amerikan Devrimleri’nde benimsenecek ve
geliştirilecek olan insan hakları teorisinin temel ilkelerini oluşturmuştur.
1789 Fransız İhtilali’yle Ortaçağ sona ermiştir. 18. yüzyılın sonunda da artık
feodal düzen tamamen yıkılmıştır. Bunu getiren üç önemli gelişme Protestan
Reformu, İngiltere’de Şanlı Devrim ve Fransız İhtilali’dir.31
C) Ulus – Devlet ve Milliyetçilik
Ulus "açıkça sınırları çizilmiş ve tek bir idareye tabi bir toprak içinde var olan
halk" olarak tanımlanabilir. Milliyetçilik ise tersine, "tasavvur edilen bir topluluk"
içinde özdeşleşmeyi tanımlar.32
31 Huberman, a.g.e., s. 174. 32 Benedict Anderson, Hayalî Cemaatler, Çev: İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, passim.
45
Modern yurttaşlığı ulus-devletin üyeliği olarak tanımlarken yurttaşlık ve
milliyetçilik arasındaki ilişkiyi ve milliyetçilik teorilerini kısaca belirtmek gerekir.
Heater, bütün egemenliğin ulusta mündemiç bulunduğu ilkesini ilan eden Fransız
İhtilâli ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden sonra, yurttaşlığın,
vatanperverliğin ve ulusluğun güç ve duygu yüklü siyasî bir güce doğru eritildiğini
işaret eder. Böylece Heater33,
Ulus olarak tanımlanan yurttaşlar topluluğunun kütlesi iç ve dış görünüşünde
egemenliğe doğuştan sahipti. Ortaçağ sonrasının, ulus-devletin ve
Westphalian devletler sisteminin tamamlaması olarak ulusal ifadesiyle
yurttaşlar bütün, bölünmemiş ve diğerlerinden farklı olarak devlete entegre
olmuş bir yapı oluşturuyordu.
Tarihsel ve antropolojik boyutu içinde ele alındığında ulus-devlet, toprak ve
hukuk sınırlarının ulusal varlığın etnik sınırlarıyla (genelde devletin adıyla da
ifadesini bulan) örtüştüğü bir yönetim biçimini varsaymaktadır. Oysa günümüzde
birkaç ulus-devletin (İzlanda, Portekiz, Norveç) dışında hemen tüm devletler etnik
açıdan heterojen bir yapıya sahiptirler. Başka bir anlatımla, günümüzde siyasal
arenaya “ulustan geniş devletler” ve devletten geniş uluslar” egemendir.
Ulus-devletin temelinde yer alan felsefenin daha başlangıç noktası itibariyle
somut ve olgusal gerçeklikle uzlaşmamasının temelinde 18. yüzyıl Fransız ulusçu
ideolojisinin, merkeziyetçilik kaygısı, Aydınlanma düşüncesi ve ilerleme ideali adına
“azınlık” kültürlerini yok sayan anlayış bulunmaktadır. Ulus-devlet kavramının ifade
ettiği ve idealleştirdiği, devletin bir siyasal kurumlar sistemi olarak meşruluğunun
kaynağını dayandırdığı “ulus” türdeşlik esasında tanımlanırken, siyasal kararların
meşruluk kaynağını aldığı toplum, ekonomik, kültürel, ideolojik ya da düpedüz farklı
yaşam tarzlarına dayanan tercihlerin belirlediği bir çeşitlilik göstermektedir.34
Milliyet çeşitli etnik, dilsel, dini ya da sadece tarihsel (bir tarihi ve/veya gelecekte
33 Nalan Soyarık, The Citizen of the State and the State of the Citizen: An Analysis of the Citizenization Process in Turkey, Bilkent Üniversitesi, Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara, 2000, s.50. 34 Levent Köker, “Çokkültürlülük ve Demokratik Meşruluk Sorunu”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, ed. Nuri Bilgin, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1997, s. 43.
46
gerçekleştirilecek bir projesi olan, "kişi" olarak ulus) temelleri olan bir kültürel
cemaate (Anderson'a göre "hayalî bir cemaat") aidiyete atıfta bulunur. Teorik açıdan
modern ulusun ayırt edici özelliği kültürel muğlaklığıdır. Aidiyet işaretleri belirli bir
ulusa uygulanan öze dair kıstaslardan daha önemlidir. Bu işaretlerin anlamının
onların "belirsiz evrenselliklerinde" yattığı kesindir. Dil, din, toprak... Hepsi birer
işaret olarak temsil edilebilir; ama hiçbiri tek başına şu ya da bu ulusun özünü
oluşturamaz. Aslında her ne kadar etniklik zaman zaman ulusun en temel ya da en
azından en sık var olan harcı olarak sunulsa da, ulus, onu tarif eden ya da içine alan
"Vatan", "Anavatan"" "Fatherland", "Mother country" , "Heimat", hatta "Homeland"
gibi gündelik terimler tarafından altı çizilen "inşa edilmiş" bir etnikliktir. Ulus, ayırt
edici özelliği ortak ataların efsanesi olan en geniş insan topluluğudur.35
Hakim sosyolojik teoride ulus, aynı ekolojik alan (bir kültür, bir pazar, bir
egemenlik) üzerindeki kültürel, ekonomik ve siyasal sistemlerin çakışma süreçleriyle
birlikte "aşağı kültürler"in, standartlaştırılmış, homojen ve merkezi iktidar tarafından
desteklenen bir "yüksek kültür" ile bütünleşmesi olarak ele alınır. Böylece kitleler
artık, vaktiyle din adamları kastına mahsus olduğu addedilen bilgiden dışlanmamış
olurlar; açık ve anonim emek pazarı için gerekli coğrafi ve toplumsal hareketliliği
sağlamak için gerekli olan zorunlu eğitim aldatmacasıyla en azından bir nebze bilgi
almaya çağrılırlar. Sadece ve sadece bu koşullardadır ki ulus, objektif olarak göz-
lemlenebilir bir ortak "kültür" ile bir grup-insanın bir ulus oluşturma "irade"sinin,
ortak katılımları gereğince kendilerine bazı karşılıklı haklar ve ödevler tanımalarının
birlikteliği olarak sunulabilir. Bu yaklaşım Marcel Mauss'u ulusu, "maddi ve manevi
bakımdan bütünleşmiş, sürekli ve istikrarlı bir merkezi iktidarı olan, sınırları belirli,
bilinçli olarak bir devlete ve onun yasalarına bağlı sakinlerin kültür, zihniyet ve ahlak
açısından göreli bir birliğe sahip olduğu bir toplum" olarak tanımlamaya yöneltir.36
Devlet, yani daha geniş anlamıyla, "meşru fiziksel şiddetin tekelleşmesi"nin aile,
kabile, klan, aristokrasi vb. gibi "verili" toplumsal iktidarlar karşısında özerk bir
toplumsal gücün birikiminin siyasal süreci, zaman zaman ulusların oluşumunun
sebeb-i hikmeti ve anahtar faktörü olarak değerlendirilir. Ulus "sürekli olarak siyasi
35 Jean Leca, Yurttaşlık Üzerine Sorular, Çev: Gürol Koca, Birikim Dergisi, Sayı: 55, Kasım 1993, s. 11 – 12. 36 A.g.m. s.13.
47
güç ile ilişkiye giren" bir "dil topluluğu"dur.37
Siyasal teoriye göre "ulus, hem bir bireyler topluluğu olarak oluşturulan bir
siyasal gruptur, hem de diğer uluslara göre siyasal bir bireydir. Ortaçağ
devletlerinden ve monarşik-oligarşik devletlerden farklı olarak ulus-devlet başlıca
yürütme, yasama ve yargı işlevlerinin ulusal bir hükümetin elinde merkezileştiği ve
ilke olarak bütün yetişkin yurttaşların formel eşitliğine dayalı siyasi, katılımına
olanak tanıyan siyasi bir sistemdir. Bu iki ayırt edici özellik siyasi iktidar ile toplum
ikiliğinin doğmasına neden olmuştur.
Bir "ulusal topluluk" duygusu ve onun doğal sonucu olarak milliyetçilik, hükümet
ve toplum arasında bir köprü oluşturur. Milliyetçilik bizzat kendi kökenini (ya da
daha ziyade sonucunun kökeninde yatan şeyi, yani ulusu) yaratan bir süreçtir.
Milliyetçiliğin bayraktarları, ortak tanımlayıcı özelliklerden ya da öyle oldukları
varsayılan özelliklerden yola çıkarak inşa ettikleri şeyleri "veri" olarak alırlar. Bu
verinin başarılı bir biçimde üretimi ulusun inşasının (Nation-building) ilk evresidir.
"Devleti olmayan uluslar" olduğu gibi, "Arap milliyetçiliği" misali "ulusu olmayan
milliyetçilikler" de olabilir.
Milliyetçilik üç iddiada bulunur: .
1. Belirgin ve kendine has bir nitelikle donanmış bir ulus vardır.
2. Bu ulusun çıkarları ve değerleri diğer bütün çıkar ve değerlerden üstündür.
3. Ulus mümkün olduğu kadar bağımsız olmalıdır, bu da onun siyasi egemenliğinin
tanınmasını gerektirir
Siyasal toplum türleri ile milliyetçilik türleri arasında sistemik bir bağ kuran yakın
dönemdeki çalışmaların en önemlisi (ve tartışmaya açık olanı), milliyetçiliğin
kaynağını seçkin grupların hiyerarşik "düzen" toplumları (monarşik ya da emperyal
toplumlar) karşısında özgürleşme arzusunda bulur. Bu da "bireysel kimliklerin
kaynağını, kolektif dayanışmanın temeli ve dürüstlüğün merkezi nesnesi olan bir
halkta bulan" yeni bir meşruiyeti ortaya çıkarır. Bundan dolayı, "halkın her üyesi
seçkinin niteliklerini paylaşır". Ancak bu genel model, üç farklı rejime (ve üç
milliyetçiliğe) ayrışır. Birincisi İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri örneğinde
olduğu gibi bireyci, çoğulcu, özgürlükçü ve evrenselcidir (İrlandalılar, köleler,
kızılderililer, Meksika asıllılar görmezden gelinir...). İkincisi Almanya ve Rusya
37 Anderson, passim.
48
örneğinde olduğu gibi "Batı"ya karşı ortak bir hınçtan doğmuştur; kolektivist,
organik ve etniktir. Birincisi bireysel yurttaşlığı ve yurtseverliği geliştirir, ikincisi ise
etnikliği ve tabi olmayı. Üçüncü tür ise Fransa örneğindeki gibi melezdir. Tanrı'nın
ve Kral'ın yerine ulusu ve genel iradeyi koyar, aynı zamanda hem kolektivisttir hem
de yurttaşlık temeline dayanır.
Bu yaklaşımda esas olan, milliyetçiliğin yükselişinin yurttaşlığın yükselişine
paralelliğidir. Milliyetçilik ile yurttaşlığın zaman zaman birbiriyle çelişen
eklemlenmesi siyasal birleşmeyi ve onun kültürel birleşme ile çakışmasını
modernitenin kilit, olgusu durumuna getirir.
Milliyetçiliğin iki yönü vardır:
1. Verili bir "kültür" adına yapılan egemenlik mücadelesinin aracı olduğunda
dışlayıcı ve "bütüncü" bir yön;
2. Ulus-devleti oluşturan ve var eden "irade"nin hareketi adına yurttaşlığı
meşrulaştırdığında "bireyci" ve dışlayıcı değil, dâhil edici bir yön.
Bu farklılık, bir yanda, bireysellikleri ne olursa olsun bireylere etnik aidiyetlerine
göre bir yer veren ve böylece ulusu üyelerini dayanışmaya, uyum göstermeye
zorlayan organik bir toplum haline getiren "ulus determinizmi" ile, diğer yanda,
bireysel istekler ve iradeler temelinde bir grup oluşturan ve bir yönetimi meşrulaş-
tıran demokratik bir süreç olarak "kendi kaderini tayin etme" arasındaki bütünleyici
karşıtlığa tekabül eder. Tarihin paradoksu odur ki, "ulus determinizmi" temelden
antidemokratik olmayı, "kendi kaderini tayin etme" ise demokratik bir "dünya
görüşü"nü varsayar.
Yurttaşlık ve milliyet her ne kadar birbirlerini bütünleseler de, Hannah Arendt'in
çok iyi fark ettiği gibi aslında potansiyel olarak birbirleriyle çelişen sonuçlar
taşırlar38. Devlete, kendi yargılama yetkisi altındaki herkese eşit ve adil haklar
garanti etmesini dayatan yurttaşlığa karşılık, milliyet aynı devleti "ulusal çıkarlar"ın
bir aygıtı haline getirmektedir. Bu durum aynı milletin hem evrensel insan
haklarından gelen yasalara tabi olduğunu hem de egemen olduğunu, yani kendisinden
üstün hiçbir hak tanımadığını ilan eden Fransız Devrimi’nde bir karşıtlık olarak
ortaya çıkmıştı. Ancak etnik, dilsel ve dinsel kültürel mozayiğin, geleneksel ya da
38 Maurizio Passerin D’Entreves, Hannah Arendt ve Yurttaşlık Kavramı, Çev: Ertuğrul Başer, “Dimensions of Radical Democracy – Pluralism, Citizenship, Community Ed. Chantal Mouffe, Londra, Verso, 1992”,Birikim Dergisi, Sayı: 55, Kasım 1993, s. 78.
49
sömürgeci imparatorluklara karşı ulus-devletleri, aynca bu yeni ulus-devletlere karşı
da, az çok "milli" nitelik taşıyan "azınlıklar"ı ortaya çıkardığı ülkelerde "ikinci tür"
bir milliyetçilik doğdu. "Doğu milliyetçiliği" diyebileceğimiz bu ikinci tür
milliyetçiliğin, genellikle, Batılı uygulama ve fikirlerin yayılmacılığına maruz kalmış
ülkelerin kendi milli kimliklerini yaratma ihtiyacından kaynaklandığı kabul edilir.
Ama bunlar oluş halindeki "ulusal topraklar" üzerinde var olan bütün cemaat
kimliklerini kendi içinde sindiremiyordu. Aslında bir Hint milliyetçiliği (ya da
başlangıç için vatanseverlik diyebiliriz) kendine sembol olarak Hindu tanrıçalarını
alıyorsa, orada Müslümanlara yer olmayacaktır. İşte bu durum, "her dinin (bu
örnekte dini kullanıyoruz, ancak bir grup, deri rengi, soy ya da dil temelinde de
oluşturulabilir) mensuplarının bir toplumsal, siyasi ve ekonomik birlik olarak
oluşturdukları grupların, gruplar arasındaki farkların, hatta uzlaşmaz çelişkilerin
üzerinde duran" cemaatçilik ideolojisine kapı açar. Yurttaş olma hakkının belirlenmiş
ulusal niteliklere sahip olmaktan geçtiği devletlerde, bütün haklara tam olarak sahip
yurttaşlar olarak tanınmayan, ulusal hükümetin beyanına rağmen kültürel
çoğunluğun kendilerine karşı geleceğinden çekinen azınlıklar, milliyetçi bir hak
iddiasıyla özlemlerini bir kültürel kendi kendini yönetme talebine dönüştürebilirler.
Ulus-devlet burada tanımlandığı şekliyle dünyanın her yerinde krizdedir:
Bundan, milliyetçiliklerin ve siyasal iktidarları ele geçirmek ya da paylaşmak için
mücadele eden cemaatçiliklerin gerilediği sonucunu çıkarmak aceleci ve tehlikeli bir
yargı olur. Ahali, grup ya da cemaatler hem devletin yükümlülüklerinden
faydalanmaya devam edip hem de ulus-devletin denetiminden sıyrılmak
istediklerinde, ulus-devlet artık yasayı da ulusu da temsil etmeme, buna karşılık ken-
disini "uluslar"la, yani çıkar gruplarına dönüşmüş cemaatçi gruplarla karşı karşıya
bulma riskiyle karşılaşır. Devlet ve toplum ayrımı daha önce hiçbir zaman bu denli
büyük olmamıştır
Çok-toplumluluk ve uluslar-üstülük, ulus inşası ve ulus-devlet dışında devlet
kurmanın yeni yöntemlerini bulmayı hedefleyen kurumsal mühendislik
girişimleridir. Bu girişimler "ulus-devlet olma hayalini terk eden devletlere ve
demokratik, özgürlükçü, çok-uluslu devletlerde yaşamak üzere egemenlik
arayışından vazgeçmeye hazır milletlere" ulaşmayı amaçlar. Bildik "etnik temizlik"
50
karşısındaki tek alternatif budur. Sırplar'ın39 milliyetçiliği karşısında duyulan "büyük
şaşkınlık", bu etnik temizliğin zoraki ya da "gönüllü" olan, az ya da çok şiddetle ve
"başarıyla" 1919'da (örneğin Türk ve Yunanlı halkların mübadelesinde) milliyetler
prensibinin gelişimine eşlik ettiğini unutturuyor. Oysa aynı şeyi 1947'de
"Yahudiler'in milli yuvası"nda Filistinliler, Irak'ta Yahudiler', Hindistan-Pakistan
ayrılığından sonra Müslümanlar ve Hindular da yaşamıştı.40
39 Musa Akkum, “Etnik Kümeler Küreselleşmeden Nasıl Etkilenecek?”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s. 38. Balkanlar’da yaşanan etnik sorunlar, aslında sürecini tamamlayamamış uluslaşmadan kaynaklanıyor. 40 Leca, a.g.m., 13.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Modern Yurttaşlık Kuramları
A) Liberal Yurttaşlık Kuramı
Liberal öğretiye göre devlet, soyut ve biçimsel bir kurumdur. Liberalizm1,
devlet-toplum-birey ilişkisinde vurguyu özünde bir rasyonel homo economicus’a
indirgediği birey lehine yapar. Liberalizm’de insanların atomistik ve rasyonel
varlıklar olduğu, varoluşlarının ve ihtiyaçlarının ontolojik olarak toplumun en
üstünde olduğu kavramı vardır.2 Toplum ise, en azından ilke olarak dışsal bir gücün
sürekli müdahalesine ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden örgütlenme yeteneğine
sahiptir. Dolayısıyla toplumsal ilişkilerin dengesi, her bireyin kendi özel çıkarlarına
ilişkin bilincinin de yardımıyla mutlak bir eylem özgürlüğüne dayanmaktadır.
Liberalizmin birey ve toplum tanımları, onun devlet tasavvurunun en önemli iki
niteliğine de gerekçe oluşturur. Liberal devlet, bireylerin yalnızca özgürlük,
güvenlik, mülkiyet ve baskıya karşı direnmeyle çerçevesi çizilen “doğal hakları”nın
bekçisidir. Başka bir anlatımla devlet, yalnızca, “oyunun” kurallarını belirlemeli,
yani yasama yoluyla mülkiyet ve rekabeti güvence altına almalıdır. Bu sınırlı
“düzenleme” işlevi dışında devlet, bireyleri ekonomik ve siyasal çıkarlarını
azamileştirme yolunda tümüyle özgür bırakmalıdır.
Liberalizmin dayandığı temel unsur yurttaş değil, ama “iktisadî insan”dır.
Dolayısıyla, söz konusu homo economicus’un 19. yüzyıl bağlamındaki karşılığı olan
“burjuva erkek”in oy verme hakkının tanınmasıyla ifade bulan yurttaşlık statüsüne
kavuşturulması liberal-ekonomistik anlayışla bütünüyle tutarlıdır. Nitekim “jandarma
devlet”ten refah devletine giden süreçte siyasal liberalizm, iktisadi liberalizmin
seyrine göre yurttaş tanımını da genişletecektir. İkinci husus ise, liberal devletin
“yansızlığı” ya da “eşit mesafe” metaforu ve bunun gerektirdiği “kimliksiz” birey
1 Liberalizm ve liberalizm anlayışları hususlarında Bkz. Atilla Yayla, Liberalizm, Liberte Yayınları, Ankara, 2002. 2 Mary Dietz, “Bağlam Her Şeydir: Feminizm ve Yurttaşlık Teorileri”,Çev: Esin Asena Dimensions of Radical Democracy – Pluralism, Citizenship, Community Ed. Chantal Mouffe, Londra, Verso, 1992, Birikim Dergisi, Sayı: 55, Kasım 1993, s. 55 vd.
52
anlayışıdır. Liberal devletin bu iki niteliği, sivil toplum, kamusal alan ve yurttaşlık
anlayışlarını da doğrudan etkilemiştir.
Yurttaşlığın liberal demokratik anlayışı liberalizmin temel görüşlerinden
kaynaklanır. Birey egemen ve özerk bir varlık olarak ele alınır ve topluluk değil de
birey ön sıradadır. Bu anlayışta yurttaşlık bir sözleşmeden doğan statü olarak görülür
ki bu birey ile devlet ve bireyler arasında akdedilen bir sözleşmedir.
John Locke ve Thomas Hobbes’tan kaynaklanan ve en çağdaş yorumunu
John Rawls’un temsil ettiği liberal-sözleşmeci yurttaşlık yaklaşımının en ayırt edici
özelliği, bireyi özgül bir toplulukla değil, ama bir kategori ya da “etiketle”
(yurttaşlık) olan ilişkisi içinde ele almasıdır. Liberal bakış açısına göre devlet, sivil
toplumun kimi özelliklerini paylaşmakla birlikte, temelde ondan oldukça farklıdır.
Sivil toplum gibi devlet de çıkar üzerine kuruludur ve büyük oranda faydacı bir
karakteri vardır. Ancak sivil toplumun tersine devlet, zora dayalı ve zorunlu bir
kurumdur. Zora dayalıdır, çünkü üyelerinin yaşam ve ölümleri üzerinde tasarrufta
bulunma gücüne sahiptir; zorunludur, çünkü yurttaşların yurttaşlık “durumları”
tümüyle devletin tasarrufu ve iradesi altındadır. Öte yandan devlet liberal-sözleşmeci
yaklaşımın temsilcilerine göre, soyut ve biçimsel bir kurumdur. Sivil toplumun
bireylerin farklı ve değişken kimliklerin “taşıyıcıları” olarak karşılaştıkları alan
olmasına karşılık devlet, her türden kimlikten arınma alanıdır. Bu alanda yurttaşlar,
yalnızca biçimsel ve devlet-kaynaklı eşit hak ve yükümlülüklerin sahibi olarak
bulunurlar ve yalnızca bütünün çıkarı tarafından yönlendirilirler. Böylece soyut
devlet ile soyut yurttaş birbirini hem tamamlar, hem de gerektirir. Yine liberal
anlayışa göre, bir toplumu oluşturan yurttaşların tümü, tanımlanmış ve değişmez bir
“iyi yaşam” kavrayışını paylaşmazlar.3
Liberal anlayış haklara büyük önem verir. Oldfield’e göre; haklar bireylerde
doğuştan kazanılır çünkü bireyler hem mantıken hem de ahlaken toplum ve devlete
göre önceliğe sahiptir. Böylece birey ve devlet arasındaki toplum sözleşmesi egemen
ve özerk bireylerin haklarının korunması anlamında devletin rolüne dayanır. Diğer
taraftan birey yurttaşlar diğer bireylerin haklarına saygı göstermekten ziyade diğer
yurttaşlara karşı bir sorumluluk hissetmezler.4
3 Üstel, a.g.e., 59. 4 Adrian Oldfield, “Citizenship: An Unnatural Practise?”, Political Quarterly, 61:2 (1990), s.178’den aktaran Soyarık, a.g.e., s.37.
53
Liberal anlayış için temel teşkil eden Locke’ci anlamda bizim için tabiî olanın
yurttaşlar olarak değil de şahsî çıkarlarıyla bireyler olarak davranmak olduğunu ve
diğerlerinin iyiliğinin burada hesaba katılmadığını söyler. Heater ise; liberal anlayışta
devletin yurttaşları kendisine ve birbirlerine bağlayan bir organik var oluşu
olduğudur.5
Liberal anlayış kamusal hayata katılımın derecesinin tercih etmek
özgürlüğünü bireye sunan, temelde özeli savunan bir kavramdır. Liberal anlayışta
öncelik yurttaşın görevlerinden çok haklarında odaklanır. Yurttaşın topluluğa karşı
görevleri, yükümlülükleri ya da sorumlulukları oldukça sınırlıdır. Liberal anlayışa
göre yurttaşın aktif olduğunu ileri sürebiliriz. O, devletten daha çok hak ve yarar
talep etme kapasitesine sahiptir ve bu haklara ulaşmak için özel bir eylemde
bulunmasına gerek yoktur. Bunun yanında modern dünya tarihindeki yurttaşlığın
liberal/demokratik anlayışın gelişmesini izlediğimizde bu haklara halkın devlete
karşı uzun mücadelelerden sonra ulaşabildiğini görebiliyoruz. Başka bir deyişle bu
alttan yukarıya doğru bir gelişmedir.
Liberal düşüncenin tüm yurttaşlara eşit mesafede durma anlayışı, ulus-
devletlerin siyasal arenaya hâkim olmasıyla yeni bir anlam kazanmıştır. Başka bir
anlatımla ulus-devlet, liberal düşüncenin “yansızlık” ve “eşit mesafe” anlayışını
ulusla (sözleşmeci ulus ya da etnik-kültürel ulus anlamında) gerekçelendirdi. Bu
anlamda ulus-devletler çağında yurttaşlık, devletin siyasal-hukuksal bir kategoriden
ortak bir kimlik ve aidiyet duygusu oluşturma kaygısının bir ifadesi oldu. Kurumsal
ve sosyo-kültürel bir gerçeklik olarak ulus-devlet, tarihsel anlamda bir ideal
oluşturduğu oranda siyasal ve toplumsal aidiyeti düzenlemenin de özel bir biçimini
gerçekleştirdi. Dolayısıyla yurttaşlık sorununa ilişkin tartışmalar, ulus-devlet
“üyeliğinin” tanımı ve içeriğine ilişkin daha geniş bir tartışmanın konusunu
oluşturmaktadır
Liberal bireycilik, bireye yalnızca ahlakî bir öncelik tanımakla kalmaz, aynı
zamanda söz konusu bireyi, çeşitli niteliklerle (çalışkan, özerk, çıkarının bilincinde)
donatarak “normalleştirir”. Söz konusu normalleştirme sürecinde liberal bireycilik,
“siyasî olanı hukukî olana indirgeme; çoğu siyasî konuyu haklar, adalet, yükümlülük
5 Derek Heater, Citizenship: The Civic Ideal in World History Politics and Education, Longman, London, 1996, s. 63’ten aktaran Soyarık, a.g.e., s. 41.
54
ve sorumluluk gibi hukukî kategorilere sıkıştırıp geri kalan sorunlara araçsal bir
yaklaşımla birey ve yığınların kendi “çıkar” ya da “ilkeler” ini rasyonel bir biçimde
gözetmek için yargı kuralları içinde birbiriyle rekabet ettiği çatışmalar gözüyle
bakma eğilimindedir”. Liberal bireyciliğin yurttaşlık anlayışı, çeşitli düzeyden
anayasa ihlallerine ve “kanunsuzluklara ve usulsüzlüklere karşı uyarılarda bulunmak
için gevşek bir biçimde ve geçici olarak biraraya gelen bireylerin epizodik
yurttaşlığı”dır. Epizodik yurttaşlığın ardında “kamu yararı”nın gerçekleştirilmesi
değil, ama kişisel çıkarların tatmini bulunmaktadır. Liberal düşünce yurttaşlığı “her
kişinin kendisi için iyi olanı (menfaatini) oluşturabilme, gözden geçirebilme ve
rasyonel olarak uygulayabilme kapasitesi” olarak tanımlarken siyasal faaliyeti de
özelleştirir.
Siyasal faaliyetin özelleştirilmesi, liberal devletin tüm yurttaşlara eşit
mesafede davranma tutumuyla tutarlılık içindedir. Tam gelişmiş liberal devlet
doğuma, mevkiye, eğitime, işe (ve yüzyılımızda ırka ve cinsiyete) dayalı ayrımları
‘ortadan kaldırır’, ama yalnızca bunların politikayla alakasız olduğunu ilan etme
anlamında. Yalnızca siyasal alan değil, ama aynı zamanda kamusal alan da, biçimsel
“eşit temsil”in toplumdaki her türden eşitsizlikleri kamufle ettiği alanlar haline
gelmektedir.6
Kısacası, burjuva liberal kamusal alan anlayışı statü eşitsizliklerini bir
anlamda parantez içine almaktadır. Kamusal alan, katılımcılarının doğuştan gelen
kimi özelliklerini ya da servet eşitsizliklerini bir kenara bırakıp birbirleriyle sosyal ve
ekonomik açıdan aynı haklara sahip kişiler “imişçesine” diyalogda bulundukları
alandır.
Nitekim “jandarma devlet”ten refah devletine uzanan süreçte liberal devlet,
siyasal ve ekonomik yaşama müdahalesini arttırırken söz konusu “eşit mesafe”
anlayışını korumuş, refah devleti hakları evrensel yurttaşlık ekseni üzerinde
bölüştürülmüştür. Bu süreçte refah devleti, sivil toplumu bir anlamda vesayeti altına
almıştır. Ancak 1980’lerden başlayarak Avrupa’nın birçok ülkesinde refah devletinin
içine düştüğü kriz, aynı zamanda yurttaşlık anlayışına ilişkin de yeni söylem ve
tutumların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu gelişmede, diğer etkenlerin yanı sıra
6 Üstel, a.g.e., s.69.
55
sivil ve politik haklar ile sosyal haklar arasındaki niteliksel farklılık özellikle
belirleyici oldu.7
Bu niteliksel ayrışmanın temelinde, yurttaşın talep ettiği ya da sahip olduğu sivil
ve politik haklar ile sosyal hakların devlet-yurttaş ilişkisini iki farklı yönde
etkilemesi bulunmaktadır. Sivil ve siyasal haklar, devlet karşısında bireysel
özgürlüklerin savunulmasına imkân tanırken, sosyal haklar tam tersine yalnızca
devletin yurttaşlarla daha fazla “ilgilenmesini”, dolayısıyla da bir yandan daha fazla
müdahalesini, diğer yandan da bu hakların hayata geçirilmesine yönelik bir dizi
kurumsal düzenlemeyi de bizzat üstlenmesini zorunlu kılmaktadır. Çatışmasının
yaşanmasını engellemiştir. Bu liberal görüşe göre, yurttaşlık her kişinin kendisi için
iyi olanı (menfaatini) oluşturabilme, gözden geçirebilme ve rasyonel olarak
uygulayabilme kapasitesidir. Yurttaşlar başkalarının haklarını çiğnememeleri için
çizilen sınırlar içerisinde, kişisel çıkarlarına ulaşmak için haklarını kullanan kişiler
olarak görürler.
Cumhuriyetçi kurama en önemli liberal eleştiri özel özerkliğe siyasi veya kamusal
özerklik adına bütünüyle müdahale edilmiş olması noktasındadır. Liberallere göre,
ortak istencin yurttaşlar tarafından belirlenmiş olması bireysel özgürlüğün yeterli
koşulu olarak görülemez. Yasaların kimin iradesine dayandığı kadar bireysel
eylemlerimizin gerçekte ne kadar sınırlandırılıp sınırlandırılmadığı önemlidir.
Dahası, ortak istence özgürlüklerin içeriği ve kapsamına ilişkin belirleyici rol
yüklendiğinde bireylerin özel alana ilişkin istekleriyle ortak iyi arasında bir gerilimin
veya çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu nedenle, Habermas'ın da belirttiği
gibi, Rousseau gibi klasik cumhuriyetçiler "normatif olarak oluşturulmuş ortak isten-
cin, baskı olmaksızın, bireylerin özgür seçimi ile nasıl uzlaştırılacağını
açıklayamaz[lar]" çünkü yurttaşlar üzerine aşırı istekte bulunan Rousseau'cu bir
özgürlükler sistemi bireylerin genelleştirilebilir-olmayan ilgilerini sürdürmek için
yeterli boşluk bırakmaz.
Bu ayırımda, alt ben yaşayan ben'i; yani "deneysel" ve "psikolojik ben'i ifade
ederken; üst ben ise metafiziksel anlamda "ideal" veya "gerçek" ben'e karşılık gelir.
Bu üst ben, antikçağdan günümüze değin geleneksel olarak, dilde, düşüncede ve
7 Üstel, s.78.
56
eylemde hep kurumlarla, kiliseyle, ulusla, ırkla, devletle, kültürle; bazen de genel
istenç ve ortak iyi gibi daha belirsiz varlıklarla özdeşleştirilmiştir. Böyle olunca,
"özgürlük doktrini olarak başlamış olan şey, zamanla otorite ve baskı doktrinine
dönüştü ve despotizmin en sevdik silahı oldu.
Cumhuriyetçi devlet insanların tahakkümsüzlüğünü ilerletmenin vazgeçilmez bir
aracını teşkil ettiği müddetçe, cumhuriyetçi bakış açısından devlet ya da devlet
egemenliğinin hiçbir kutsal tarafı yoktur. Çeşitli türden çok uluslu organların
varolduğu düşünüldüğünde, ülke içi bazı meseleler vardır ki, tahakkümsüzlük olarak
özgürlüğü ilerletme açısından, onlar üzerinde bu organlara kontrol yetkisi vermek ve
dolayısıyla yerel devleti sınırlandırmak daha iyi olabilir.
Bu durum ortak istencin ulusal sınırlar içinde yaşayan insanlarca belirlenmiş
olmasına karşın, özgürlüğün evrensel bir değer olduğunu ve evrensel değerlerin ortak
istencin üstünde olduğunu gösterir. Pettit8, bu noktada da klasik cumhuriyetçilikten
daha çok özgürlüğün evrensel değerine vurgu yapan liberal görüşe yakın
durmaktadır. Ayrıca liberalizmin yurttaşlık anlayışı ile bağlantılı olarak yeni sağın
yaklaşımına da değinilebilir. Batı ülkelerinde iktidara gelen Yeni Sağ hükümetlerin
ilk İcraatlarından biri, refah devletinin "sosyal yurttaşlık" anlayışını gözden geçirmek
olmuştur. Yeni Sağ'ın "aktif yurttaşlık" olarak ifade edilen yeni yaklaşımının ardında
ise, asgari devletçi sivil toplum anlayışı yönelik değerlendirmesi bulunmaktaydı.
Liberal düşüncenin bir değişkeni olan ve Yeni Sağ ideolojinin etkisiyle gelişen
"asgari devletçi" sivil toplum anlayışı, kendiliğinden toplum ile devletin "birbirinden
ayrı değil, fakat yapısal ve işlevsel açıdan ve amaçlarında farklı farklı olduğu
düşüncesinden" hareket etmektedir. Söz konusu anlayış, toplumun kendiliğindenliği
ile devletin düzenleyiciliği arasında bir çelişki olduğu, dolayısıyla da gerçek anlamda
sivil topluma ulaşabilmek için, öncelikle yasama yetkisinin daraltılarak devletin
asgariye indirilmesi gerektiğini savunmaktadır.9
Söz konusu aktif yurttaşlık anlayışı, Yeni Sağ ideoloji içindeki bir paradokstan
kaynaklanmaktadır ve 1980'li yıllar boyunca Thatcherizmin, bir yandan ekonomik
alanda vahşi bir özelleştirmeye giderken, diğer yandan siyasal alanda
merkezileşmeye yönelmesiyle bütünüyle tutarlıdır. Thatcherizm, yurttaşı öz çıkarının
son kertede bilincinde bir homo economicus'a indirgeyerek depolitize ederken, aynı 8 Philip Pettit, Cumhuriyetçilik, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1998, s. 79 – 113. 9 Üstel, s. 84.
57
zamanda refah devletinin sosyal yurttaşlık anlayışına karşı geliştirdiği "aktif
yurttaşlık" kavramından yararlanmaya çalışmıştır. Başka bir anlatımla, sosyal
yurttaşlıktan yararlanan kişilerin "sadaka" değil, ama sosyal haklardan, tam üyelik
statüsüyle donatılmış yurttaşların tümüne yönelik bir kurumlar ve hizmetler
sisteminden (devlet okulları, sağlık sigortaları, parklar vb.) yararlanmalarına karşılık,
Yeni Sağ öncelikle devleti bir dizi taahhütten kurtarmakla kalmamakta, aynı zaman-
da da kimi yurttaşları diğerlerine karşı Hıristiyan değerler temelinde sorumlu
kılmaktadır.10
Yukarıda Thatcherizm özelinde değindiğimiz "aktif yurttaşlık" anlayışından,
başka bir anlatımla "Hıristiyanca değerler" bağlamında depolitize edilen yurttaşlık
anlayışından tümüyle farklı bir yaklaşımın ifadesi olan Yeni Sol'un "aktif
yurttaşlığı", sivil toplum ve kamusal alanda özgür müzakere ve eylemle beslenen bir
yurtta profili gerektirmektedir. Başka bir anlatımla Yeni Sol'un "aktif yurttaşlık"
ideali doğrultusunda yurttaş, yalnızca katılım alanları sağlanarak iktidar sahibi
kılınmamaktadır, ama aynı zamanda eylem aracılığıyla da iktidar sahibi
kılınmaktadır.
II-Cumhuriyetçi Yurttaşlık Kuramı
Cumhuriyetçi yurttaşlık geleneği, Hobbes ya da Locke’un birey eksenli
sözleşme kuramıyla eleştirel bir gerilim içinde yer almaktadır. Liberal bireyciliğin
devlete, bireylerin özel çıkarlarını gerçekleştirmeleri konusunda gereken özgürlüğü
sağlayabilecek bir düzenleme aracı olarak bakmasına karşılık, cumhuriyetçi
gelenekte özgürlük ve özerklik yurttaşın gündelik kamusal faaliyetleriyle anlam
bulmaktadır. Yurttaşlar kamu tartışması ve kolektif karar alma sürecine katılarak,
özel çıkarlarının yönettiği yaşamlarını aşarlar ve ortak kararla uyumlu genel bir bakış
açısı kazanırlar. Bu anlamıyla cumhuriyetçi yurttaşlık, insan yaşamının
evrenselliğinin bir ifadesi, özel ihtiyaç, çıkar ve arzuların türe dışı (heteronom)
alanına karşılık bir ussallık ve özgürlük alanının ifadesidir.
Cumhuriyetçi yurttaşlık, katılımı yurttaşlık erdem ve faaliyetinin merkezine
yerleştirmektedir. Ancak klasik cumhuriyetçi yurttaşlık anlayışının, “öteki”nin tarifi
10 Üstel, 85
58
ve konumlanması konusundaki son kertede “kuşkucu” tavrı, toplumların yalnızca
giderek heterojen hale gelmekle kalmayıp, ama aynı zamanda heterojenliğin hak
taleplerine dönüştüğü bir ortamda cumhuriyetçi perspektifin sınırlılıklarını tartışmaya
açmıştır. Nitekim P. Pettit’nin “tahakkümsüzlük olarak özgürlük” temelinde ele
aldığı cumhuriyetçilik11 ya da yurttaşlık erdem, taahhüt ve katılımının çoğunluğa
saygı temelinde hayata geçirileceği bir “cumhuriyetçi liberalizm” anlayışı son
yıllarda sosyal bilim literatüründeki arayışların dürdüğünü ortaya koymaktadır.
Cumhuriyetçi aktif yurttaşlık ideali, aslında ciddi biçimde ihtilaflıdır; İlk olarak
cumhuriyetçi yurttaşlıkçılar, yurttaşın siyasi faaliyetine, pek de modern olmayan bir
öncelik ve özel hayattan ziyade kamu hayatına önem verirler. Oysa modern siyasi
kuram ve uygulama, bireylerin özel istek ve ihtiyaçlarına öncelik verme
eğilimindedir. Liberal demokratik politikalar karakteristik olarak, bireylerin özel
özlemlerini gerçekleştirmenin veya hükümetlerin bireylere müdahalesini önlemenin
(bazen kolektif bir) aracı olarak görülmektedirler. Cumhuriyetçi yurttaşlıkçılar ise
tersine, (antik dönem insanlarının tavrıyla) kamusal siyasi hayata katılımın, insanın
iyiliğinin en yüksek biçimi olduğunu vurgularlar. Cumhuriyetçi yurttaşlıkçılar,
modern siyasi hayatın, sosyal ve ekonomik konu ve çıkarlar tarafından istila
edilmesinden yakınırlar; çünkü bu istila, bizim başlıca siyasi erdemimizi, en yüksek
kamusal yararı gerçekleştirmek üzere akıl yürütmemizi ihmal etmemize neden olur.
Bağımlı, özel bireyleri özgür yurttaşlara, kısmi ve özel çıkarları kamusal yarara dö-
nüştürme yeteneğinde bir siyasi topluluk yaratma peşinde olmalıyız. Kamusal karar
almaya katılım, merkezi hayati faaliyet olmalıdır.
İkincisi pek çok cumhuriyetçi yurttaşlık yanlısı için yurttaş olarak doğamız, bize
oldukça ağır görevler yükler. Topluluğa karşı bu görevlerimiz isteğe bağlı değildir.
Dolayısıyla yurttaşlık kabaca serbestlik tanıyan (keyfî) bir şey değildir. Bize, eğer
böyle istiyorsak, katılma imkânı sunmaz. Bizi, kendimizi aktif yurttaşlar olarak
yönetmeye zorlar. Bireyler hiçbir egemenliğe ya da öne geçen ahlakî önceliğe sahip
değildir. Topluluk, yurttaşlık pratiğinin zaman içinde sürmesini sağlama pratiğine ve
bireylerin yurttaşlar olarak kimliğinin korunmasına dayalı bir varlık gösterdiği için,
bireylerin zamanları, kaynakları ve hatta hayatları üzerinde meşru biçimde hak iddia
edebilir.
11 Philip Pettit, Cumhuriyetçilik, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 98.
59
Cumhuriyetçi yurttaşlık kuramında, “Site”nin yönetimine doğrudan ya da dolaylı
katılımla tanımlanan yurttaşlık kavramı, modern içeriğini Fransız Devrimi sırasında,
yani sivil toplumun giderek daha çok sayıda üyesinin yurttaşlık statüsü sayesinde
siyasal karar alma sürecine katılmasıyla kazanmıştır. Fransız Devrimi, bireyin siyasal
aidiyet ve statüsünün toplumdaki başka türden aidiyet ve ilişkileri üzerindeki
zaferiyle, “yurttaş” teriminin, toplumdaki tüm eski unvan ve statüleri tahdit eden bir
prestij kazanmasıyla sonuçlandı. “Egemenlik ulusundur” ilkesi, her türlü meşru
siyasal iktidarın ulustan kaynaklandığı anlamını taşımaktaydı. Dolayısıyla, yalnızca
ulusal topluluğun üyeleri, bu egemenliğin “emanetçileri” sıfatıyla siyasal yurttaşlığa
hak kazanırken, yurttaşlar ve yabancılar arasındaki ayrımın açık bir biçimde ortaya
çıkması sağlandı. Seçme ve seçilme hakkının yanı sıra, egemenliğin ifadesinde
vazgeçilmez bir öneme sahip olan çeşitli düzeyden yurttaşlık hakları da (örgütlenme,
toplantı, ifade, gösteri) aynı “ulus” tan (sözleşmeci ya da etnik-kültürel ulus) olanlara
tanındı. Ulus-devletin topraksal, siyasal ve bürokratik organizasyonu içinde
yurttaşlık kamusal alana ilişkin meşru bir aidiyet biçimi olarak ortaya çıkarken, diğer
aidiyet eksenleri sivil topluma terk edildi. Klasik cumhuriyetçi yurttaşlık kavramıyla
modern demokrasi arasında kaçınılmaz bir uyuşmazlık olmadığına tarafından
itirazlar edildi. Özgürlükle birlikte, siyasî katılım ve yurttaşlık erdeminin negatif
olarak –öyleyse modern ele alındığını, cumhuriyetçi düşüncenin çeşitli formlarında,
bilhassa Machiavelli’de saptadı. Negatiftir çünkü özgürlükle, seçtiğimiz
amaçlarımızı gerçekleştirmek için ortada engel olmaması olarak ele alınır. Fakat aynı
zamanda bu düşünce özgür bir devletin bir topluluğun üyeleri olarak yurttaşların,
yönetime aktif olarak katılmalarıyla bireysel özgürlüğün temin edilebileceğini
savunur. Kendi özgürlüğümüzü sağlayabilmek için ve bunu uygulamamızı olanaksız
kılacak kulluktan sakınmamız için yurttaşlık erdemlerimizi geliştirmemiz ve
kendimizi kamu yararına adamamız gerekir. Kamu yararının bireysel çıkarların
üzerinde olması, bireysel özgürlüğün hüküm sürebilmesi için gerekli bir koşuldur.
Bireysel özgürlüğün ve siyasi katılımın hiçbir zaman bir arada olamayacağını
savunan liberal görüşü reddettiği için önemlidir. Bu, radikal demokratik bir proje için
hayati değerdedir. Ama birey haklarının ve yurttaşın siyasi katılımının birleştireceği
uygun bir siyasi topluluğun nasıl olabileceği uğraşılması gereken bir sorun olarak
hala durmaktadır.
60
Cumhuriyetçi gelenekte yurttaşlık hakkı, sık sık, devleti askeri olarak
savunma kapasitesinden doğmuş görünüyordu. Bunun biyolojik olarak erkeklere ait
bir yetenek olduğu sık sık varsayıldığı için, yurttaşlığın uygulanabileceği kişiler de
yalnızca erkekler oldu. Kadınların aktif askerlik hizmetinden yasal olarak dışlanması,
bu 'doğal' varsayımın kendi kendini tamamlayan bir savunusu gibi göründü. Anne-
liğin yurttaşlığın kadınları kapsayacak şekilde genişletilmesine layık olabilecek bir
'devlet hizmetinin' ikame biçimi olarak görüldüğü yerde bile bu yurttaşlık, farklı bir
başlık altında ve kadınların topluluk için değerli ne yaptığının özel bir hesabına
dayalı bir yurttaşlıktı.
Liberalizme getirilen cemaatçi eleştirinin, formülasyonunu yapmamız
gereken göz ardı edilmeyecek bir boyutu daha vardır. Modern demokratik
toplumlarda, tek bir tözel kamu yararı kavramının olmayışı 've ahlaki dünya ile
siyasi dünyanın ayrılığı şüphesiz, bireysel özgürlüğe su götürmez bir fayda
sağlamıştır. Ama siyaset açısından bunun sonuçları çok zararlı olmuştur. Tüm
normatif kaygılar gittikçe artarak özel etik bölgesine, 'değerler' alanına havale
edilmiş ve siyaset, etik bileşenlerinden mahrum bırakılmıştır. Önceden tanımlanmış
çıkarların uzlaştırılması kaygısı güden araçsalcı (instrumentalist) bir anlayış
egemen olmuştur. Diğer yandan, liberalizmin bireylere ve haklarına özel ilgisi- bu
hakların kullanma esasını ve yolunu sağlamada yetersiz kalmıştır. Bu, demokratik
toplumlardaki sosyal bağlılığın giderek azalmasına neden olan bu yetersizlik,
yurttaş eyleminin ve kamusal ilginin değerden düşmesine yol açmıştır. Cemaatçiler
böyle bir durumu eleştirmekte haklıdırlar ve klasik siyaset anlayışının bazı
bölümlerini yeniden canlandırma uğraşlarına ben de hak veriyorum. Gerçekten,
etikle siyaset arasındaki kaybolan halkayı, demokratik devrimin kazandırdıklarını
feda etmeden, yeniden yaratmamız gerekiyor. Bireysel özgürlük ve haklar bir
yanda, yurttaşlıkla ilgili edimler ve siyasi topluluk diğer yandadır, tarzında hatalı
bir ikircikliği kabul etmememiz gerekiyor. Tercihimiz, yalnızca kamusal, müşterek
kaygılardan uzak bireyler topluluğu ya da, tek bir substantif ortak yarar düşüncesi
çevresinde örgütlenmiş pre-modern toplulukla sınırlı değildir. Zihnimizde, bu
ikircikliliğin dışında bir modern demokratik siyasi topluluk canlandırmak bir mey-
dan okuyuştur.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Türkiye Cumhuriyeti’nde Yurttaşlığın Tarihî Gelişimi
A) Osmanlı İmparatorluğu Dönemi
Bu bölümde yurttaşlık kavramının Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet
Türkiye’sine gelişimini ve bu bölümün esas inceleme alanı olan Cumhuriyet
Dönemi’ndeki farklı yurttaşlık algılamalarını tartışmaya çalışacağız. Cumhuriyet
yurttaşlığını daha iyi anlayabilmek için ‘Osmanlı’ yurttaşlığı arayışlarını tahlil etmek
faydalı olacaktır.
19. yüzyıla kadar yurttaşlık kavramı Osmanlı İmparatorluğu’nda fazla tanınan
bir kavram değildi. Bu süreçte modernleşme çabalarıyla birlikte imparatorluktaki
mevcut değişik kimlikleri ve farklılıkları iyileştirecek, ortaya çıkan sözde Osmanlı
uyruklarını bir araya getirecek Osmanlı yurttaşlığının sorgulandığı dönemdir. Bu
nedenle ilk başlık altında Osmanlı yurttaşlığını, kavramın neden ve nasıl ortaya
çıktığını ve Osmanlı yurttaşlığının temel özelliklerini tahlil etmeye çalışacağım.
Böylece özellikle 18. asırdan imparatorluğun dağılışına kadar olan modernleşme
çabalarını ve sosyal ve siyasî gelişmelerini inceleyeceğiz.
Osmanlı’da ulus yapısının oluşumunu anlayabilmek için ilk olarak millet
sistemini anlamamız gerekmektedir. Osmanlı Devleti, farklı etnik ve dinî
cemaatlardan oluşuyordu ve 19. asırda Osmanlı nüfusu tahminen 25 milyon olup bu
nüfusun %85’i kırsal alanda %15’i şehirlerde yaşıyordu.1 Osmanlı bu cemaatları ne
asimile etmek ne de zorla Müslüman yapmak politikası izledi. Bunun yerine tarihte
sadece Osmanlı’ya özgü olan, insanları din temelinde farklılaştıran millet sistemini
uyguladı.2 Millet sistemi İslam Hukuku’ndan alınmaydı şöyle ki; diğer dinlerden
olan halklar iç işlerinde serbest bırakılmaktaydılar, kendi yargılama sistemlerine
sahiptiler, dinî ve dünyevî hayatları ve namus ve malları devletin teminatı altındaydı.
Askere alınmamakla beraber karşılığında cizye vergisi ödüyorlardı. Her cemaat
1 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev: Yasemin Saner Gönen, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, a.g.e., s 23 – 24. 2 Niyazi Berkes, a.g.e., s. 29. Berkes, bu ayırımın siyasî terminolojiye de yansıdığını ve bunun Batılı devletler tarafından Osmanlı’nın din esasına göre yönetilen bir devlet olduğu kanaatinin yayılmasına yol açtığına dikkatimizi çeker.
62
kendi liderini seçiyor, bu kişi cemaatın iç işlerini düzenliyor ve devlet temsilcileriyle
olan işlerinde cemaati temsil ediyordu. Ortaylı’ya göre bu sistem, içe kapalı ve
cemaatları farklı birimlere ayıran ve bu nedenle “ yazılı kültürde, bilimde ve fikir
hayatında ortak bir Osmanlı kültürü”nün oluşma ihtimalini zayıflatmıştır.3 Millet
sisteminin yurttaşlığa göre daha farklı bir işlevi vardı. Yurttaşlık eşitleyici ve
evrenselleştirici bir işlevi haizken, millet sisteminin esas işlevi din farkı temelinde
toplumu farklılaştırmaktı. Bu nedenledir ki Osmanlı İmparatorluğu millet sisteminin
tatbikiyle uyrukları için ortak bir kimlik oluşturamadı. Birçok akademisyen 19
yüzyılda milliyetçi düşüncelerin diğer milletlerde Türkler’den epey zaman önce
çıkışında ve yükselişinde bu sistemin etkili olduğu yönünde görüş belirtmiştir.4
Bu bahsettiğimiz uygulamalar ve yapılar Osmanlı devlet yönetimi anlayışı
olan gelenekçilik anlayışını üretti. Toplum her birinin farklı rolleri ve statüleri olan
gruplara bölünmüştü. Bunun ardındaki amaç sapmaları önlemek ve herkesi
geleneksel yerinde muhafaza etmek yani bir başka ifadeyle kurulu düzeni devam
ettirmektir. Zürcher bu yapıyı şöyle betimler;
“İstikrarın değerinin üzerinde durulması, esas itibariyle muhafazakâr bir siyasî
bakış tarzına yol açıyor, toplumsal düzendeki herhangi bir değişiklik, akla olumsuz
anlamları getiriyordu. Osmanlı yazarları herhangi bir toplumsal ya da dinsel karşı çıkışı
hemen “fitne” diye etiketlendirirlerdi.”5
Devletin amacı toplumun geleneksel yapısını değişmeden mevcut şekilde
yani olması gerektiği şekilde muhafaza etmekti. Bunun neticesinde Avrupa’da
tecrübe edildiği gibi sosyal sınıfların oluşumu engellenmiş oldu, Osmanlı’da
modernleşme çabaları farklı bir yol izlemek durumunda kaldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda modernleşme çalışmaları 18. yüzyılda başladı. II.
Mahmut iktidara geldiğinde ülke belirsizlik içindeydi. Yerel beyler sürekli
güçleniyor ve saltanata isyan ediyorlardı. Bunun sonucunda ilk kamu hukuku belgesi
olan ‘Sened-i İttifak’ ilan edildi. Sened-i İttifak6 kimi yazarlarca, yerel beylerle
(ayan) devlet arasında iktidarlarını, menfaatlerini ve güvenliklerini garanti altına alan 3 İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 996 – 1001’den aktaran Nalan Soyarık, a.g.e., s. 54. 4 Soyarık, s. 54. 5 Zürcher, a.g.e., s.29. 6 Büyük ayan ailelerinin durumu çok defa özerkliğe varmıştı ve merkezî yönetimin bunlarla ilişkisi, tebaa ile olan ilişkilerden çok vassal prenslerle olan ilişkilere benziyordu. Bazı tarihçiler, bu durum nedeniyle Sened-i İttifak’ı İngiltere kralıyla lordları arasında yapılan Magna Carta Libertatum’a benzetmektedirler.
63
bir antlaşma olduğundan Osmanlı tarihindeki ilk anayasal gelişme olarak
değerlendirildi.
Osmanlı Devleti’nde modernleşme ve batılılaşma ordudan başladı. Osmanlı
ordusu sürekli kötüyü gitmekteydi ve artık Batı’daki teknolojik gelişmeleri
yakalamakta başarısızdı. Bu nedenlerle II. Mahmut ilk olarak Yeniçeri Ocağı’nı lav
ettikten sonra yeni bir ordu kurma yoluna gitti. Reformlar ve modernleşme esas gaye
olarak orduda başlamış olsa da okullara, tıp fakültelerine, merkezi hükûmeti
güçlendirmeye ve yeni bir vergi sistemine kadar genişledi. 1830’da Osmanlı
İmparatorluğu’nda ilk nüfus sayımı yapıldı.7 Başka bir deyişle, halkın bir kitle olarak
algılandığı bir anlayıştan İmparatorluk yurttaşları olarak görüldüğü bir anlayışa
dönüşüm çabası olarak algılanabilir.8 1831 yılında Osmanlı’nın ilk gazetesi olan
Takvim-i Vakayi insanların toplumsal sorunlara ilgilerini artırmak amacıyla yayın
hayatına başladı. Cumhuriyet tarihinde de aynı amaçla yayınlar olacak devletin
devamı için gerekli olan seküler ve rasyonel nesillerin yetişmesinde işlev sahibi
olacaktır. Yönetici sınıf bu düzenli gazetelerin yayınını uyruklarıyla devlet
arasındaki ilişkileri sıkılaştırmak ve ideolojisini ve faaliyetlerini Batı’ya ve
uyruklarına ilan ve ifade etmede bir araç olarak kullandı.9
1839 yılında Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Hatt-ı Humayunu ilan
edildi ki amacı Osmanlı kimliği altında imparatorluğu bir arada tutma amacıyla
devleti reforma ve modernleşmeye tâbi tutmaktı.10 1826 yılında Yunan isyanı
başlamış, 1830’da bağımsızlıklarını kazanmışlar ve İmparatorluk sınırları dâhilinde
milliyetçi hareketleri tecrübe etmeye başlamıştı. Hatt-ı Humayun devlet işlerinin
düzenlenmesine kesin değişiklikler getirdi. İlk önce padişahın yetkileri sınırlandı. Bu
aslında Ortaçağ’da kalmış arkaik egemenlik anlayışının ortadan kaldırılmasıydı. Bu
sayede bürokrasi padişaha karşı kendini güvenceye almış oldu. Bu andan itibaren
7 Bu nüfus sayımı esasında sadece erkeklere uygulanmıştı; din temelli etnik farlılıklar ve meslekî durumlar da göz önüne alınmıştı. 8 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s.31. Ortaylı’ya göre 19.yüzyılda nüfus kayıtları devletle uyrukları arasında artan ilişkinin yansımaları olarak anlamlı yapılardı. 9 Ortaylı, a.g.e., passim. 10 Niyazi Kızılyürek, “Modernlik, Milliyetçilik ve Kıbrıs’taki Bölünmenin Politikası”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s.124 vd. Kızılyürek, Tanzimat reformlarından Kıbrıslı rahiplerin rahatsızlık duyduklarını, ifade eder. Bunun nedenleri olarak da ‘millet’ sisteminin çözülmesi riski ve cemaatlerini sömürme imkânlarının ortadan kalkacak olmasını sayar.
64
bürokrasinin devlet işlerindeki etkinliği hızla artmaya başladı. Hatt-ı Humayun
İmparatorluktaki herkese Osmanlı tarihinde ilk defa hürriyet hakkı, mülkiyet hakkı
bakımından eşitlik bahşederken kanun önünde de eşitliği ilan ediyordu.11 Amaç
İmparatorluğun bütün uyruklarını etnik ya da dini kimliklerine bakmadan dini
farklılıkları göz ardı ederek yeni bir ‘Osmanlı’ kimliği getirmekti. Millet sistemi
ortadan kaldırılarak İmparatorluk uyruklarını bir arada tutacak bir kimlik oluşturma
çabasıydı. Tanzimat İmparatorluğun sonuna kadar devam edecek olan uyrukları için
ortak bir kimlik arayışının başlangıcıydı. Reformlar üç temel alanda yapıldı; hayat,
mülkiyet ve hürriyet haklarının teminat altına alınması, hukuk alanında kamuya açık
ve hemen yargılamanın kesin kurallarla yapılması; yeni ve düzenli bir vergilendirme
düzeni; askere almada düzenli bir sistem. Davison’a göre Fermanın amacı ve
muhtevası Fransız ve Amerikan İhtilallerine dayanıyor; Tanzimat Fermanı ve 1876
Anayasası için temel teşkil ediyordu.12
1856 yılında Tanzimat’ın tamamlayıcısı olarak ikinci bir ferman ilan edildi.
Islahat Fermanı’nın Tanzimat’la getirilen reformları devam ettiren ve geliştiren bir
işlevi vardı. Ferman, Tanzimat ile Müslim ve Gayrimüslim nüfus arasında sağlanan
eşitliği Osmanlıcılık fikri esasında ilerletmek amacı güdüyordu. Islahat Fermanı bu
nedenle Osmanlı uyrukları arasında eşitliğe daha fazla vurgu yaptı. Bazı davalarda
gayrimüslimlerin şahitliklerine izin verildi, gayrimüslimler için zorunlu askerlik
hizmeti yerine ikame edilen vergi kaldırıldı ve zorunlu askerlik13 İmparatorluğun
bütün uyruklarına dinine bakılmaksızın teşmil edildi. Bu gelişmelerin hepsinde
görülen şudur ki –askerlik hizmeti, adlî sistemde değişiklik, vergilendirme, sivil ve
askerî okullara giriş, kamuda görev alma ve toplumsal saygı- Osmanlıcılık fikrinin
ürünleriydi. Bu manada geleneksel hukuktan laik bir hukuk sistemine geçişi ifade
ediyor.
Islahat Fermanı, yeni bir vatanperverlik algılayışını veya yurttaşlıkçılığı
Osmanlı uyruklarını bir arada tutabilmek için ortaya koyuyordu. Islahat Fermanı’nın
en önemli katkısı vatandaş kavramını ilk defa olarak ortaya koymasıdır. İlk defa bu
11 Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nda, Batılı ulus – devletlerde olduğu gibi bir kanun önünde eşitlik yoktu. Şehirlerde oturanlar köylerde oturanlara göre farklı, gayrimüslimlere Müslümanlardan farklı, kadınlara erkeklerden farklı muamele edilirdi. 12 Davison, Reform in the Otoman Empire, 39’dan aktaran Soyarık, a.g.e., s.60. 13 Tarihte yurttaşlık haklarının gelişimine baktığımızda, mülkiyet esasına göre yurttaşlık hakları verilirken, özellikle siyasî haklar, bu hakların genişletildiği dönemde erkeklerin askerlik işlevi nedeniyle genişletilmiş haklarından yararlandıklarını görürüz.
65
dönemde, daha önce doğum yeri manasında kullanılan ‘vatan’ kavramı yeni bir
anlam kazandı. Bu çabalar millet sisteminden daha seküler ve İmparatorluğun bütün
uyrukları için daha eşitlikçi olan bir sisteme geçişi ifade ediyordu.14 Bu teşebbüslerin
arkasında İmparatorluğu dağılmaktan kurtarma arzusu ve Batılı güçlerin baskıları
vardı. Osmanlı yurttaşlığı algılayışı yönünde başka bir gelişme de 1844 yılından
itibaren pasaport verilmesidir. Bu pasaportlar nüfus kayıtlarının (nüfus tezkeresi veya
nüfus cüzdanı ve mürur tezkeresi) bir ürünü olarak mahallî seyahatlerde
kullanılıyordu. Bu evrak nüfus kayıtlarına göre ve İmparatorluk uyruklarının
kayıtlarını edinmek amacıyla işlem görüyordu. Bunda güdülen saik, İmparatorluk
yurttaşları olarak halkın, askerlik ve vergi ödemek gibi devlete karşı
sorumluluklarının farkına varması idi, bir başka deyişle nüfus tezkeresi yurttaşlığın
ispatıydı.15 23 Ocak 1869’da, 1851 tarihli Fransız kanunundan esinlenilerek Osmanlı
yurttaşlığına dair ilk hukukî düzenleme olan Tabiiyet-i Osmaniyye’ye Dair
Nizamname çıkarıldı.16
Bu kanunun yapılmasının arkasında yatan temel neden gayrimüslim tebaanın
Batılı devletlerin vatandaşlığını kazanmasını ve bunu Osmanlı sınırları içerisinde
kapitülasyonlardan faydalanmak amacıyla kullanmalarını kontrol ve durdurmaktı.17
Osmanlı İmparatorluğu’nda kendi alanında bir ilk olan bu kanun Avrupa kanunlarına
göre hazırlanmış ve Osmanlı vatandaşlığının kazanılmasını düzenleyen dokuz
maddeden oluşuyordu. Bu kanun soy (kan) esasına dayanıyordu; Osmanlı usûlden ya
da babadan doğan her birey Osmanlı yurttaşı addediliyordu. Bunun yanı sıra, toprak
esası da sınırlı olarak uygulanıyordu. İmparatorluk sınırları içerisinde doğanlar
ergenliğe eriştikten üç yıl sonra vatandaş olabiliyordu. Tabiî idarenin kararıyla da
yabancılar vatandaşlık alabiliyordu.18
Islahat Fermanı’nın ilânı İmparatorluğun sorunlarını çözmede başarılı
olamadı. Üstelik milliyetçi hareketler ve Batılı güçlerin baskıları yoğunlaştı. Bu
14 Nora Şeni, “Tekrara Dayalı Bir Nevroz: Avrupa - Türkiye İlişkileri”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s. 254 – 255. Şeni, Âli Paşa ile dönemin Fransız elçisi arasında yapılan yazışmada, Paşa’nın ıslahatların Hıristiyan cemaatlerin papazlar tarafından ezilmesine engel olduğunu, yazdığını aktarır. 15 Soyarık, a.g.e., s. 61 – 62. 16 Füsun Üstel, “Makbul Vatandaşın” Peşinde, II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 46. 17 Artun Ünsal, “Yurttaşlık Zor Zanaat”, der. Artun Ünsal, 75. Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 12; Üstel, s. 26. 18 Ergin Nomer, Vatandaşlık Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1998, s. 20.
66
dönemde Bab-ı Âli kaynaklı bürokratik elit tarafından entelektüel bir muhalefet
hareketi ortaya çıktı. Bab-ı Âli’nin tercüme odalarında çalışan iyi eğitimli
entelektüelleri bir araya gelerek meşrutiyete geçişi savunan bir cemiyet kurdular.
Yeni Osmanlılar, İmparatorluğun kurtuluşu için bir araya gelmiş, farklı çevrelerden,
değişik görüşleri olan üyelerden oluşuyordu. Fikirleri Anayasal Liberalizmden
Modern İslam arasında değişmekteydi ve ileride hem anayasanın ilanında ve hem de
Jön Türk hareketinin doğuşunda etkili oldular. Yeni Osmanlılar, Osmanlı tarihinde
ilk defa kamuoyu oluşturmak amacıyla basını kullanarak idareyi eleştiren ve ona
muhalefet eden bir hareketti.
Yeni Osmanlıların ‘vatan’ı memleket anlayışına ek bir anlamla kullanan en
belirgin üyesi Namık Kemal’di. Derin bir vatanperverlik anlayışı grupta
doğmaktaydı ve böylece Osmanlıcılık’ı İmparatorluğun sorunlarının çözümüne çare
olarak, İmparatorluk uyrukları için ortak bir kimliği ve meşrutiyeti savundular.
İmparatorluğun uyrukları için eşitliği savunmakla beraber İslamî düşüncenin etkisi
altındaydılar.19
1876 Anayasanın ilanının arkasında iç problemler, İmparatorluğun çözülmesi
ve büyük güçlerin baskısı yatmaktaydı. Bu İmparatorluğu bir arada tutmak ve büyük
güçlerin içişlerine müdahalesine engel olma çabasıydı. Bürokrasinin devlet işlerinde
daha fazla inisiyatif alma yönünde çabasıydı. Bu şartlar altında Midhat Paşa anayasa
taslağını hazırladı. Osmanlıcılık fikri merkezli olarak Müslim ve gayrimüslim
Osmanlı tebaasını bir arada tutacak ve gerekli reformlar ve İmparatorluk halklarının
refahının garanti altına alınması başarılmış olacaktı.20 Tanör’e göre Osmanlıcılık’ın
ve ortak bir vatan anlayışının dayanak noktası olarak alınması 1876 anayasasını
gerçekçi kılar.21 Meşrutiyet üç alanda değişiklikler getirdi; devlet işlerinde laik,
objektif ve istikrarlı kurallara geçiş; modern bir kuvvetler ayrılığına geçiş denemesi;
birey haklarının tanınması ve bir yasama organının oluşumu. Anayasa birey
haklarına birçok vurgulamada bulundu; kanun önünde eşitlik, kişi hürriyeti, kanunî
sınırlar dâhilinde basın hürriyeti, dilekçe hakkı, eğitim hakkı, kamu hizmetine
girmeyi talep hakkı, mülkiyet güvencesi, kanunî vergilendirme, angarya ve işkence
19 Zürcher, a.g.e., s.105. 20 Davison, Reform in the Otoman Empire’den aktaran Soyarık, a.g.e., s.65. 21 Bülent Tanör, Osmanlı - Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998.
67
yasağı.22 Fakat anayasada bir madde vardı ki padişah uygun ve gerekli gördüğü
hâllerde anayasayı ve meclisi tatil edebiliyordu. Tanör’e göre, 1876 anayasası
padişahın yürütmenin başı olması ve meclislerden birinin üyelerinin padişah
tarafından atanması nedenlerinden ötürü bir fermandı.23 Netice olarak, 1876
anayasasıyla egemenliğin halka geçtiğini ya da yürütmenin meclise geçtiğini
söylemek zordur. Berkes’e göre, “padişah anayasayla bağlı değildi, anayasa
padişahın iradesiyle bağlıydı.”24
Bu şartlar altında 1877 Mart’ında, çok etnili ve çok dinli üyelerinin üçte
birinden fazlasını gayrimüslimlerin oluşturduğu ilk meclis açıldı. Bununla beraber
gayrimüslim üyeler, Osmanlıcılık anlayışının ve millet sisteminin lağvedilmesi
politikasının devletteki yansıması olarak mecliste cemaatlarını temsilen değil
bireysel olarak yer alıyorlardı. Yürütme organı olan Meclis-i Vükela doğrudan
padişah tarafından atanıyordu. Meclis-i Umumî, Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan
denilen iki meclisten oluşuyordu. Heyet-i Mebusan anayasaya göre her ellibin kişiye
bir vekil düşecek şekilde seçimle oluşuyordu. Seçimler iki aşamalıydı: Sadece belirli
bir mal varlığına sahip ve vergi ödeyen erkekler oy kullanabiliyordu. Sonuçta genel
oya dayanan bir sistem değildi ve oy hakkı da Osmanlı yurttaşlığının seçici bir
parçası değildi.
I. Meşrutiyet kısa bir dönem sürdü ve Sultan Abdülhamit parlamentoyu
Rusya’yla savaşa girilmesi nedeniyle tatil etti. Bu tatil otuz yıl sürecek mutlakıyet ve
istibdat dönemiydi. Lâkin bu dönemde eğitim alanında gelişmeler oldu; askeri
okullar ve tıp fakülteleri açılan okullar arasında en kayda değerleri oldu. Sadece batı
teknolojisini değil aynı zamanda kültürünü de kazanmak anlayışıyla bu okullarda
çağdaş fikir akımlarının da yer aldığı bir müfredat uygulanıyordu. Böylece bu
okullardaki öğrenciler Pozitivizm’e, Materyalizm’e ve belirli kapsamlı bir
milliyetçiliğe açıktılar. Sultan Abdülhamit’in mutlakıyetçiliği nedeniyle bu kişiler
arasında huzursuzluk yaygındı ve çareyi meşrutiyetin yeniden ilânında görüyorlardı.
İlk başlarda Yeni Osmanlılar gibi ‘Osmanlı Birliği’ne inanıyorlardı ve selefleri gibi
dünya görüşleri Rasyonalizm’in, Sekülerizm’in ve İslamî ve geleneksel fikirlerin
22 Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan Günümüze), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2000, s. 32 – 37. 23 Tanör, a.g.e., s. 132. 24 Berkes, Secularism, s.246’den aktaran Soyarık, a.g.e.,s.66.
68
karışımıydı.25 Neticede 23 Temmuz 1908’de Müslim ve Gayrimüslimlerin ortak
çabalarıyla II. Meşrutiyet ilan edildi. Egemenlik padişahtan halka geçmeye başladı
ve Ortaçağ devlet idaresinden ulusal ve seküler ideolojiye dönüşüm başladı.26 Bu
dönemde yeni siyasal özne ‘vatandaş’ın yaratılması sürecinde, bir dizi düzenlemenin
yapıldığı görülür. Kanun-ı Esasi’de yer almayan dernek kurma ve toplanma haklarını
düzenleyen 16 Ağustos 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu ile 30 Temmuz 1909 tarihli
Tatil-i Eşgal Kanunu örgütlü topluma yönelme ve sivil ve siyasal katılımın önünü
açıcı düzenlemeler olarak görülür.27 İttihat ve Terakki’nin fiilî yönetimine rağmen
seçme ve seçilme hakkının hayata geçirildiğini ve dernek, kulüp ve siyasal partilerin
farklı projelerle vatandaşa yeni bir alan açtığı görülür.28 Fakat 1908 İhtilâli’nin resmî
ideolojisi29 olan Osmanlıcılık’ın bütün tebaanın eşit haklara sahip yurttaşlar olarak
meşrutî devlete sadık olacakları meşrutiyet tecrübesi başarısızlığa uğradı; Müslim ve
Gayrimüslim etnik gruplar arasında milliyetçilik yükselişe geçti. İmparatorluğun
dağılması ve Osmanlıcılık’ın başarısızlığa uğramasıyla Türkler arasında da milliyetçi
duygular ve fikirler belirmeye başladı. Bu dönemde İmparatorluğu dağılmaktan
kurtarmak için üç esas fikir akımı belirdi: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.
Batıcılar, İmparatorluğun sorunlarının çözümünün hayatın bütün veçhelerini
kapsayacak şekilde tamamen Batılılaşmanın olduğunu öne sürüyorlardı. Eski
değerler sisteminin Batılı değerlere dayanan yeni bir ahlâk anlayışı oluşturmak
amacıyla bir kenara atılması temel meseleydi. Sosyal ve manevî hayatın
Batılılaştırılması da tartışıldı. Batının kültür ve fikir kurumları alınmadan ne sosyal
reform ne de Batılılaşma olabilirdi.30 Böyle olmakla beraber külliyen Batılılaşma
konusunda şüpheci olduklarından, İslamî ya da Türk özellikleri dikkate almadan bir
çözüm bulmada başarısız oldular.
Diğer taraftan İslamcılar ise sorunun temel kaynağının Şeriat’ın tam olarak
uygulanmamasından kaynaklandığına inanıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun
25 Suavi Aydın, Modernleşme ve Milliyetçilik, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993, s. 142. Aydın, Jön Türkler’in en önemli fraksiyonel ayrılığının iktisadî alanda olduğunu ve millî iktisatı savunan İttihat ve Terakki grubunun Prens Sabahattin’in liberal iktisat anlayışının çatıştığını millîcilerin kazandığını, söylüyor. 26 Soyarık, a.g.e., s.67. 27 Üstel, a.g.e., s. 27. 28 1912 seçimlerinde İttihat ve Terakki’nin zorbalığı seçimlerin tarihe “sopalı seçim” olarak geçmesine neden olacaktır. 29 Zürcher, s.187 vd.; Üstel, s.23 – 24. 30 Berkes, s.337’den aktaran Soyarık, a.g.e., s.69.
69
sorunlarının çözümü şer-i hukuka dönüş olarak görülüyordu. Batı teknolojisinin
üstünlüğünü kabul etmekle beraber Batı’nın üstünlüğünün seküler zihniyetine
dayandığına inanıyorlardı.31
Türkçülük bu iki fikir akımından daha sonra ortaya çıktı. Türkçüler, İslamcı
ve Batıcı fikirlerden beslendiler ve kendilerini başarılı kılacak bir her ikisinin
sentezine ulaştılar. Türkçülük siyasî bir unsur olarak ortaya çıkmadan daha önce
felsefede, edebiyatta ve dilde bir düşünce olarak ortaya çıktı. Türkçüler
Batlılaşmanın ve modernleşmenin ancak milliyetçiliğin halk tarafından kavrandığı
zaman başarıya ulaşacağına inanıyorlardı. Batının teknik gelişmeleri alınırken millî
kültür ve özellikler muhafaza edilecekti. Bu üç fikir akımı içerisinde Türkçülük en
göze çarpan başarılı akım oldu. İktidara gelen İttihat ve Terakki de Türkçü bir dünya
görüşü sergiliyordu.
B) Cumhuriyet Dönemi
I) Erken Cumhuriyet Dönemi
İmparatorluğun dağılması ve Milli Mücadeleden sonra yepyeni fikirlerle
Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve Cumhuriyet egemenliğin kaynağını halkta
görüyordu. Halk egemenliğinin yansıması olarak 23 Nisan 1920’de ilk Büyük Millet
Meclisi açıldı. Bu dönemde I. Dünya Savaşı ertesi Osmanlı İmparatorluğu
topraklarını işgal eden Batılı güçlere karşı milli mücadele veriliyordu. Payitaht Batılı
güçlerce muhasara edilmiş ve halk Mustafa Kemal’in etrafında toplanarak Batılı
güçlere karşı vatanın bağımsızlığı için mücadele ediyordu. Bağımsızlık mücadelesi
bir dönem sonra payitahtın nüfuzundan soyutlanmış ve Meclis yasama, idare ve yargı
kuvvetlerini uhdesine almak üzere toplanmıştı.
Meclis 1921 yılında bir anayasa hazırladı ve Tanör’e göre 1921 Anayasası
belki de diğer anayasalarla karşılaştırıldığında demokratik yöntemlerle hazırlanan
yegâne anayasadır.32 Bu dönemde Türk halkı, misak-ı milli sınırları içerisindeki
herkesi kapsayacak şekilde, etnik temelli olmak yerine siyasî ve coğrafi birlik ve
bağımsızlık temelli olarak tanımlanmaktaydı. Mustafa Kemal, ifadelerinde “Anadolu 31 Berkes, a.g.e., s.338’den aktaran Soyarık, s.69. 32 Tanör, a.g.e., s.250.
70
ve Rumeli’nin Müslüman ahalisi Türk’tür.” vurgusunu yapıyordu. Elbette Milli
Mücadele dışlayıcı bir tercih yerine kucaklayıcı bir tanımı gerektiriyordu. Milli
Mücadele’nin başarıya ulaşması ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra 29
Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edildi.33 Cumhuriyetin ilk ve temel vazifesi bir ulus-
devlet kurulmasıydı. İmparatorluğun çöküşünün nedenleri olarak Osmanlı hanedanı
ve devlet yapısı görüldüğü için Cumhuriyet hayatın her alanında geniş çapta
reformlara başvurdu. Bu Osmanlı mirasından gerçek bir kopuştu ve Türk ulusunu
oluşturmak için planlanmıştı. Şuna inanılıyordu ki Cumhuriyetin başarılı olabilmesi
laikliğin ve milliyetçiliğin benimsenmesine ve milliyetçiliğe ve laikliğe paralel bir
Türk yurttaşlığının inşasına bağlıydı. Mardin’in ifadesiyle, “Mustafa Kemal farazî bir
varlık olan Türk milletini aldı ve ona hayat verdi.”34
Uluslaşmak, ulus-devlet için hayatî ve vazgeçilmez bir role sahiptir.
Milliyetçilik üzerine çalışan birçok akademisyence de kabul edilmektedir ki ulus bir
kurgudur.35 Bu nedenledir ki bir ulusa aidiyetlik duygusunun aşılanması yazılı
matbuat yoluyla ya da eğitim kurumları vasıtasıyla olmuştur.36 Türkiye örneğinde ise
devlet kurulmuş ve şimdi de ulusun kurulması gerekmektedir ve reformlar bu yapının
oluşmasını amaçlamaktadır. Kemalist reformlar, 1913 – 1918 yıllarındaki reformlar
gibi toplumu laikleştirmeyi ve modernleştirmeyi amaçlıyordu.37 Kadıoğlu’nun
tabiriyle “devletini arayan bir ulustan ziyade ulusunu arayan bir devlet”38 Türkiye
örneğinde görülebilir. Bu yolda izlenen karmaşık yöntemi Soyarık şöyle özetler;
Kendi değerlerine sahip modern bir toplumun yaratılmasında eşitlikçi modern
ideoloji ve geleneksel karakteristik39 bir arada kullanıldı. Ulusun oluşturulmasında ve
insanların kalplerine bir ulusa aidiyet fikrinin yerleştirilmesinde Cumhuriyetçi elit bütün
33 Rıdvan Akar, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s. 16 – 17. Akar’a göre Cumhuriyet fikri azınlıklarda ‘tebaa’dan eşit ve özgür yurttaşlara dönüşme ümidi nedeniyle heyecan yaratmıştı. 34 Şerif Mardin, “Religion and Secularism in Turkey,” in Atatürk: Founder of a Modern State, eds. Ali Kazancıgil ve Ergun Özbudun, C. Hurst, London, 1981’den aktaran Soyarık, s. 77. 35 Anderson, a.g.e., passim. 36 Anderson, a.g.e., passim. 37 Zürcher, s.252. 38 Ayşe Kadıoğlu, “Milletini Arayan Devlet: Türk Milliyetçiliğinin Açmazları”, Türkiye Günlüğü, sy. 33, s.91–101. 39 Geleneksel karakteristik tabiri Osmanlı İmparatorluğu’na gönderme değildir. Türk milletini oluşturacak temel yapılar yan anlamında kullanılmıştır. Bunların arasında dil, sınırlar ve Türk kültürü de vardır. Cumhuriyet Türk ulusunun oluşumunda bu yapıları kullanmış ve bazen de keşfetmiştir.
71
bu özellikleri kullandı. Böylece millî kimlik üzerinde toplumsal bir bilinç ve tam kuşatıcı
bir değerler sisteminin kurulması hedeflenmişti.40
Yeni ulusun kuruluşunda Osmanlı geçmişiyle bağlarının kopartılmasında asıl
önemli işleve sahip olan inkılâplardı. Bunlar modern metotlarla eğitilmiş ve
modernliği görünümleriyle yansıtan ‘uygar’ yurttaşlardan oluşan bir ulusun
yaratılmasında en önemli adımlardı.
1924 yılında 1921 Anayasasının yerine, Fransız İhtilali’nden ilhamla
hazırlanan yeni bir anayasa yürürlüğe girdi. Bu Anayasanın 88. maddesi Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşlığını “ Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık
itibariyle (Türk) ıtlâk olunur.”41 şeklinde tanımlamaktadır. Maddede geçen “Türk
itlak olunur” tabiri tartışmalara neden olmuş, asıl Türkler ve vatandaşlık itibariyle
Türkler ayırımı mı var sorusu gündeme gelmiştir.42
Toktamış Ateş, 1924 Anayasası hükmüne paralel bir anlayışla, Kemalist
ulusçuluk anlayışının toprağa bağlı olduğunu, asla ırkçı, şovenist olmadığını söyler.
Ateş’e göre, Etiler’i, Sümerler’i Türk olarak görme de bu anlayışa dayanır.43 Ahmet
Yıldız, Anayasanın Türklükten bahsedişine işaret eder ve kimin Türk olarak
adlandırılacağına dair tartışmalara vurgu yapar.44 1924 Anayasası kişi haklarını göz
önünde tutan liberal bir anayasaydı. 5. fasılda Türklerin Hukuku Âmmesi başlığı
altında temel hak ve hürriyetler sayılmıştır. Kısaca belirtecek olursak can, mal, ırz ve
hürriyet teminatı, vicdan hürriyeti, basın ve yazışma hürriyeti, dernek kurma
hürriyeti vb…45 Bu anayasa liberal ve bireyci bir yaklaşıma sahipti; daha sonraki
40 Soyarık, s.81. 41 Gözübüyük, s. 138. Bu maddenin 1876 Kanun-ı Esasisi’nden mülhem olduğu görülmektedir. Nitekim 8. madde: “Devlet-i Osmaniyye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din veya mezhepten olursa olsun bilaistisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izafe edilir.” 42 Sevan Nişanyan, “Türk Kime Denir?”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s.199 – 200. Nişanyan, bu görüşünü İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askerî Mahkemesi’nin 31.3.1947 tarih ve 947/3 esas sayılı hükmüyle de desteklemekte. “[Anayasanın 88. maddesindeki] ‘vatandaşlık bakımından’ tabiri de, millet halindeki topluluğa ‘Türk’ adının verilmesinin, ancak bu bakımdan(yani vatandaşlık bakımından S.N.) ibaret bulunduğunu anlatmaktadır.[…] Türk vatandaşı olup kendisine Türk denilen bu kişiler, hakikatte Türk ırkından ve soyundan değildirler. Bütün bu kanuni hükümler, Anayasa kanununun 88. maddesinde yazılı’Türk denir’ tabirinin, yalnız vatandaşlık bakımından olduğunu göstermektedir.[…] 43 Toktamış Ateş, Biz Devrimi Çok Seviyoruz, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1994, s. 61 – 62’den aktaran Nişanyan, s.198. 44 Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, passim. 45 Gözübüyük, s.134 vd.
72
anayasalarda olduğunun aksine, hürriyetlerin sınırları devlet, toplum ya da kamu
yararıyla sınırlandırılmamıştı.46
TBMM zabıt ceridelerine göre 23 Mayıs 1928’de kabul edilen Cumhuriyet’in
ilk Vatandaşlık Kanunu’nun Mecliste görüşüldüğü esnada genel kurulda ne bir
müzakere oldu ne de bir soru yöneltildi. Maddeler okutuldu ve itirazsız kabul
edildi.47 Kanun kan ve toprak esaslarını almıştı. Kanuna göre Türk baba ya da anadan
Türkiye’de ya da yurtdışında doğanlar Türk vatandaşı kabul ediliyordu. Kanuna
göre, Türkiye’de doğmuş olup da ebeveyni bilinmeyen ya da anne ya da babadan
birisi vatansız olanlar Türk vatandaşı kabul edilirdi. Yabancı ebeveynden Türkiye’de
doğup da ergenliğe ulaştıktan sonra üç yıl içerisinde başvuranlar Türk vatandaşlığını
elde edebilirdi. Cumhuriyetin ilk vatandaşlık kanunu Türk vatandaşlığının sadece
tanımını veriyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Kemalist reformcu elit için en öncelikli
uygarlaştırma amacı ilk olarak uygar ve vatanperver Türk yurttaşlarının
yaratılmasıydı. Kemalistlerin uyrukları yurttaşa dönüştürürken kimlerin Türk ve
kimlerin Türk olmadığına ya da Türklerin kim olacağına siyasi otoritenin artan ilgisi
görülür. Bu düzenlemede yönetici seçkinlerin yurttaşlık ile milliyet ya da millî
kimlik arasında sıkı bir bağ kurmaya çalıştıkları görülür. Yurttaşlığın kurulmasında
ve kuvvetlendirilmesinde ortak millî kültürün ve kimliğin oluşturulmasının esaslı bir
önkoşul olduğunu hesaba kattıkları görülmektedir. Bu Kemalist ulus kurma
projesinde gerekli olan esas vazife yurttaşların millî ve kültürel kimliklerinin
tanımlanmasında ve devletin ve halkın geri kalmasında sorumlu olarak görülen
Osmanlı ve İslam mirasının tamamen ortadan kaldırılmasıydı. Cumhuriyetçi
seçkinler, devlet yapısındaki ve toplumdaki geleneksel kurumların ve değerlerin
egemenliğini yok etmeye çalışarak tamamen seküler bir devlet ve seküler bir
sosyokültürel yapı kurmayı amaçladılar. Bu Kemalist modernleşmenin bir çeşit
kültür devrimi ya da bir başka deyişle “değerler devrimi” olarak Türk reform
hareketinin milliyetçi ideoloji tarafından neden teşvik edildiğini açıklar.48
46 Tanör, s.308. 47 Soyarık, 85. 48 Şerif Mardin, “Ideology and Religion in Turkish Transformation”, International Journal of Middle Eastern Studies 2 (1971), s.209’dan aktaran Soyarık, s. 88.
73
Cumhuriyetin ilanını izleyen dönemde kurucu önderlerin II. Meşrutiyet
aydınlarını izleyerek “yeni insan – yeni toplum” projesi çerçevesinde okulu ideolojik
bir aygıt olarak kullanışlarını Üstel şöyle aktarır49,
Cumhuriyet seçkinleri için “okul”, öncelikle bireylerin sosyalizasyonunda,
yeni toplum projesine eklenmelerinde, dolayısıyla da söz konusu projeyi tanımlayan
norm ve değerlerin genç kuşaklar tarafından içselleştirilmesinde merkezî bir yere
sahipti. Öte yandan “okul”, devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak bilginin, ulusal
değerlerin ve özellikle de ulusal kimliğin belkemiği olarak Türkçe’nin aktarımında
temel bir öneme sahipti.
Okul iyi yurttaşlar yetiştiren yani son tahlilde “yurttaşlar cemaati”
oluşturması beklenen bir kurumdu. Yurttaşların gelişimi için yurttaşlık üzerine
dersler geliştirilmeye başlandı. 1924 yılında Malumat-ı Vataniyye dersi müfredata
koyuldu ve daha sonra 1927 yılında bu dersin yerini Yurt Bilgisi dersi aldı.
Atatürk’ün manevî kızı Afet İnan, Vatandaş için Medenî Bilgiler adlı ders kitabını,
bizzat Atatürk’ün katkılarıyla hazırlamak üzere görevlendirildi. Bu kitabın yazılış
amacı yurttaşların kendi aralarında ve devletle ilişkilerinde mevcut hak ve
vazifelerini; genel olarak devletin yapılanması hakkında bilgileri öğretmektir. Kitapta
yurttaşın vazifeleri kısaca sayılırken oy hakkı kutsal bir hak ve çok önemli bir vazife
olarak vurgulanmıştır. Kitapta yurttaşın vazife ve yükümlülükleri vurgulanmış buna
karşılık haklar silikleştirilmiştir. Yurttaşlık cemaat ölçütleriyle tanımlanmıştır.
Yurttaşlık anlayışının tanımı “yurttaş cumhuriyetçiliği” olarak yapılmıştır.
Liberalizm’i onun hürriyet ve zarar vermemeye dayandığı şeklinde ifade ediyorlardı.
Bunun eleştirisini ise zarar verilemezliğin sadece yurttaş cephesinden görüldüğü şeklinde.
Ama zarar verilemezlik devlet için de olmalıdır ve yurttaşlar diğer yurttaşlara zarar
vermemek gibi Devlete ve Ulusa da zarar vermemeyi dikkate almalıdır. Aksi hâlde anarşi
doğar ve her şeyin üstünde olan Ulus ve Devlet zarar görür.50
Ayrıca askerlik hizmeti de yurttaşın en önemli vazifelerinden birisi olarak
görülüyordu. Ordu, ülkenin evlatlarının dimağlarının aydınlandığı bir okul olarak
görülüyordu.
49 Üstel, s.127 vd. 1924 yılında kabule dilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun gerekçesinde “milletin duygu ve düşünce bakımından birliğinin gerçekleşmesinde okulun ve seçilen derslerin işlevinden bahsedilir. 50 Soyarık, s. 92 – 93.
74
3 Nisan 1930 tarihinde kadınlara mahallî seçimlere katılma hakkı verildi.
1934 yılında da genel seçimlere tam katılım hakkı verildi. Kadınlara eşit haklar
verilmesi Cumhuriyetin modernleşme projesinin en önemli adımlarından birisidir.51
Kemalist doktrinin yayılması seferberliğinde, Kemalist önderlerin çok kişiye
–çoğunlukla yazarlara, öğretmenlere, doktorlara ve diğer serbest meslek sahiplerine
ve öğrencilere – kendi modern, laik, bağımsız Türkiye tasavvurunu aşıladılar.
Kendilerini, bilgisiz yurttaşlara rehberlik etmek için özel bir görev üstlenmiş bir
seçkinler zümresi olarak gören bu insanlar, ülküleri için genelde çok sıkı şekilde ve
büyük kişisel özverilerle çalıştılar.52
Halkevlerinin oluşumunda ulus kurma ve yurttaşlığın oluşturulması
projelerinin yansımalarını görebiliriz. 19 Şubat 1932 tarihinde kırk ilde Halkevleri ve
büyük köylerde Halkodaları kuruldu. Halkevlerinin kuruluş gayesi, Anadolu
toplumunu, Türk halkını modern ve güçlü Türk ulusuna dönüştürmekti.
Halkevlerinin en önemli özelliği Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu edilen yurttaşının
yetiştirileceği en önemli kurumlar olmasıdır.
Halkevlerinin toplumsal rolü, millet egemenliği tam olarak gerçekleşene
kadar Kemalist devrimlere devam etmek ve halkı bu egemenliği kullanabilecek
yeterli seviyeye yükseltmek üzere eğitmek ve geliştirmektir.53 Başka bir deyişle,
halkevleri, Kemalist rejimin modern ulus devletinin yeni tip yurttaşlarının üretiminde
en kayda değer projelerinden birisidir.54
Halkevlerinin kuruluşuyla aynı yıl Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu
kuruldu. Bu kurumlar ulusal kimliğin inşasının altyapısını oluşturmak ve sosyal ve
kültürel inkılâpları başlatmak amaçlarıyla kuruldular. Türk Tarih Kurumu, Türk
tarihi üzerine araştırmaları teşvik etmek ve onu Osmanlı tarihinden tamamen
ayırmayı amaçlıyordu. Bu amaçla Türklerin İslam öncesi dönemlerine ait
araştırmalar TTK’nin ağırlıklı mesaisiydi. Türk tarih tezinin kitlelere ulaştırılması ve 51 Ne kadar ilginçtir ki Milli Mücadele döneminde üstün hizmetler ortaya koyan Türk Kadınlar Birliği, 1935 Mayıs’ında CHF liderliğinin isteği üzerine kendini feshetme kararı aldı. Gerekçe olarak, kadınların siyasal haklara sahip olmasıyla aslî vazifesini tamamlamış olmasıydı. Türk Ocakları ile aynı kaderi paylaşmıştı. 52 Zürcher, Kemalist seçkinlerin bu çabalarını asilane bir tavır olarak görmekte ve bu tavrın sağ ya da sol olsun tek parti dönemini eleştiren yazarlar tarafından görmezlikten gelindiğini ifade eder. Bu konuda felsefî tartışmalarıyla dikkati çeken Bauman’ın eserleri eşsizdir. Bkz. Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular, çev: Kemal Atakay, Metis Yayınları, İstanbul, 1996. 53 Anıl Çeçen, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2000, s. 77 vd. 54 Aslında Halkevleri, kapatılan Türk Ocakları’ndan doğan boşluğu doldurmak amacıyla kurulmuştu. İkisinin de işlevi milliyetçi, pozitivist, laik düşünceleri yaymaktı.
75
yeni tarih kitapları yazılması amacıyla birçok kongreler yapıldı. Yeni tarih tezi yeni
bir tarih kurmayı amaçlıyordu.55 Bu tez Türlerin anayurdunu Orta Asya olarak
belirtiyor ve bütün belli başlı uygarlıkların kaynağı olarak Türk uygarlığını
görüyordu.56
1932 Temmuz’unda, Türk Dil Kurumu, Türk dilinin gerçek zenginliğini ve
güzelliğini ortaya çıkarmak ve onu dünya dilleri arasında hak ettiği yüksek seviyeye
yüceltmek amacıyla kuruldu. Bu dönemde, “Orta Asya’yı medeniyetlerin beşiği ve
Türkçe’yi de dillerin anası” olarak gören Güneş – Dil Teorisi geliştirildi. Bu sayede
Türklerin tarihteki seçkin milletlerden birisi olduğu ‘bilim’e dayanılarak ispatlanmak
isteniyordu.
Beden eğitimi yurttaşların eğitiminin gerekli bir parçası olarak görülüyordu.
29 Haziran 1938 tarihinde Beden Eğitimi Kanunu çıkarıldı.57 Kanuna göre beden
eğitimi, yurttaşların gelişimine yardımcı olan her türlü jimnastik, spor ve oyundan
oluşuyordu. Bu anlayışın en belirgin tezahürü Atatürk’ün, “Sağlam kafa sağlam
vücutta bulunur.” sözleridir.
Şimdiye kadar Türk vatandaşlığının oluşumu ve bu vatandaşlığın hukukî
veçhesi üzerine çalışmış olsak da fiiliyatta bunlardan ayrılan, bu tanımlarla
örtüşmeyen azınlıkların durumu vardı. Ulus, dil, kültür ve ülkü birliği olan bir sosyal
ve siyasî bir grup olarak bütünleştirici bir ifadeyle tanımlanıyordu. Fakat bu
bütünleştiricilik din farkına göre değişiyordu.
Türk olarak adlandırılması gereken farklı etnik ve kültürel orijinlerden gelen
insanlar varken yurttaşlık kavramı sadece etnik terimlerle tanımlanmamıştı. Türklük
sadece biyolojik ya da kan bağına dayanan bir kavram olarak ele alınmadı. Böylece
yeni ve sunî olarak kurulan veya imal edilen Türk kültürü, Türk kültürü içinde
asimile olan ya da kültür ve dil bazında bütünleşmiş olarak milletin üyesi kabul
edilen Türk olmayan Müslüman gruplara da açıktı. Bu etnik ya da ırkçı değil kültürel
asimilasyonun mantığına dayanır. Boşnak, Arnavut, Makedon gibi Müslüman
ahalinin Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan göçü kabul görürken ve kolaylıkla
yurttaşlaştırılırken Gagavuzlar gibi Hıristiyan kökenli küçük bir grubun kabulü çok
55 Anderson, Kemal Atatürk’ün kurduğu iki bankaya Etibank ve Sümerbank isimlerini vermesini anlamlı buluyor. Bkz. Anderson, s. 25, dipnot 4. 56 Orta Asya geçmişine yapılan göndermeler, sözleşmeci/siyasal ulus kavrayışını sorunlu kılmakta. 57 Bkz. Yiğit Akın, “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar” Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.
76
zor olmuştur.58 Benzer bir şekilde, Rum, Ermeni ve Yahudi gibi gayrimüslim
milliyete değil de yurttaşlığa dayanılarak Türk olarak adlandırılıyorlardı; Müslüman
olmadıkları için milliyetleri tanımlanırken yabancı veya Türk orijinli olmayan olarak
görülüyorlardı. Türk milliyetinin yapısı saptanırken, zımnî bir biçimde, din
etnisiteyle birlikte önemli bir öğe olarak ortaya çıkmıştır. Türk kimliğinin resmî
tanımıyla yurttaşlık arasındaki tezat görülmektedir. Osmanlı ve İslam mirası
reddedilir gibi görülürken, Cumhuriyet yukarıda ifade ettiğimiz Türk olmayan
gruplarla ortak tarihî mirasa riayet etmeye devam etmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda azınlıkların durumu her zaman ciddî konu
olmuştur. Azınlıkların durumuyla ilgili konuları kullanarak Batılı güçler
İmparatorluk’un içişlerine müdahale etmeye çalışmışlardır. Bu nedenle Tanzimat ve
Islahat Fermanı gayrimüslimlere eşir bir statü bahşederek İmparatorluk’u dış
müdahalelerden özgürleştirmeye çalışmıştır. Buna rağmen çabalar başarısız oldu ve
Balkan Savaşları ertesinde nüfus mübadeleleri gündeme geldi ve Cumhuriyet’le
birlikte devam etti. İmparatorluk döneminde azınlıkları stratejik bölgelerden
uzaklaştırmak amaçlanırken Cumhuriyet’le toplumu homojenleştirmenin yanı sıra
Türkleştirme, azınlıklar nedeniyle Batılı güçlerin Türkiye’nin içişlerine müdahalesini
engellemekti. Azınlıkların hukukî statüsü de Lozan Antlaşması’nın 38 – 44.
maddelerinde düzenlenmiş ve Türkiye’de yaşayan “gayrimüslim ekalliyetler”den
ibarettir denilmiştir.59 Hrant Dink, azınlıkların belirleyicisi olan Lozan
Antlaşması’nın aslında yurttaşlık haklarının azınlıklara da tanınacağının olduğu
görüşündedir.60
Daha önce de vurguladığımız gibi dilde, kültürde ve ülküde birlik ulusun aslî
bileşenleridir. Bu nedenle Türkçe’nin gelişimi ve yaygınlaşması için birçok girişimde
bulunuldu. Okuma yazmanın kolaylaşması için 1928’de Latin Alfabesi’ne geçildi.
Türkleştirme sürecinde gayrimüslim vatandaşları Türkçe konuşmaya
zorlamak için “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları düzenlendi. Kamusal alana
58 Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, ed. Nuri Bilgin, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1997, s. 81. 59 Murat Cano, “Ulus Devlet ve Farklılıklar Bakımından Türkiye’de Yaşayan Müslüman Olmayan Azınlıklar, Sorunları ve Çözüm Önerileri”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s. 67 vd. 60 Hrant Dink, “Bu Topraklarda Yaşamak”, ”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s.79.
77
ilanlar yapıştırıldı ve halk yabancı dilde konuşanları uyarmaya başladı. Bu
kampanyalara tepki olarak Museviler cemaat içinde Türkçe kursları tertiplediler.61
1934 yılında Soyadı Kanunu yürürlüğe girdi. Kanunun gerekçesinde bütün
dünyada soyadı kullanıldığı ve bunların şahsın milliyetini belirttiği söylenir. Bu
kanuna göre sınıf, aşiret, yabancı ırk ve milliyet çağrıştıran ya da iğrenç, komik ve
kaba olan isimler yasaklandı. Yeni soyisimler Türkçe olacaktı ve yabancı ek
almayacaklardı.
11 Kasım 1942 tarihinde Varlık Vergisi yürürlüğe girdi. İkinci Dünya
Savaşı’nın başlaması sebebiyle askerî harcamalar artmış ve Türk hükümeti iktisadî
kriz içindeydi. Bunun yanı sıra enflasyon, bütçe açığı, karaborsanın yaygınlaşması ve
vurgunculuk gibi sorunlarla da mücadele ediyordu. Kanunun amacının dolaşımdaki
para miktarını artırmak ve ülkenin ihtiyaçlarının temini olarak belirtilse de kanunun
altında yatan amaç azınlıkları ticari hayattan uzaklaştırmak ve azınlık burjuvazisinin
yerine Türkleri ikame etmekti.
Kanuna göre vergi mükellefleri dört sınıfa ayrıldı: Müslümanlar,
Gayrimüslimler, yabancılar ve dönmeler. Genelde azınlıkların ödemesi gereken
meblağ mal varlıklarını aşıyor ve Müslümanlarınkine göre daha orantısız oluyordu.
Ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderildi ve 1944 yılında kanun yürürlükten
kaldırıldı, borçlu olanların borcu silindi. Fakat bu uygulama azınlıkların
Cumhuriyet’e olan güvenlerini sarsmış, eşit ve özgür yurttaşlar olabileceklerine olan
inançları zayıflamıştı.62
II) Çok Partili Demokrasiye Geçiş Dönemi
Bir önceki bölümde Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk yurttaşlığının inşasını
ve bunun ulus kurmayla paralelliğini incelemeye çalıştık. Cumhuriyetçi bir yurttaşlık
anlayışı çerçevesinde, yurttaşların devlete ve topluma karşı ödev ve yükümlülüklerle
tanımlandığını görürüz. Yurttaşlık hakları ödevlerin yerine getirilmesi şartıyla
bahşedilmişti. Hedeflenen yurttaş tipi kendisini Kemalist ilkelere adamış Halk
61 Rıfat N. Bali, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni (1923 – 1945), İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 130 -148’den aktaran Soyarık, s. 122; Üstel, s. 166 – 167; Nişanyan, s. 199; Akar, s. 19. 62 Akar, s. 23.
78
Fırkası’nın altı okuna bağlı bireydir. Yurttaş için temel ölçütler kamu menfaati ve
genel iradedir. Bu değerler Halkevleri gibi kurumlarla ve eğitimle halka aşılanmaya
çalışılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle Nazizm ve Faşizm gibi rejimler yıkılmış
ve Liberal Demokrasilerin yolu açılmıştır. Dünya ABD ve SSCB’den oluşan iki
kutuplu hâle gelmiştir. Türkiye bu bağlamda konumunu netleştirmek durumundaydı
ve tercihini Batı Bloğu’nda yana kullanmış oldu. Bu dönemin baskın özellikleri
Kapitalizm ve Demokrasi oldu. Türkiye’nin de kabul görmesi için Batılı değerleri
içselleştirmesi gerekiyordu.
Bu bağlamda Türk toplumu içerisinde huzursuzluk artmakta ve demokrasiye
geçiş artık kaçınılmaz bir hâl almaktadır. Böylece 1946 yılında CHP siyasete yeni
partilerin girmesine sıcak baktığını gösterdi ki amaç daha önceki çok partili rejim
tecrübelerinde olduğu gibi yönlendirilmiş bir muhalefet oluşturmaktı.
Daha önceki teşebbüsler ilki 17 Kasım 1924 yılında kurulan Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ve ikincisi 12 Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet
Fırkası’dır. Her iki parti de bizzat Mustafa Kemal’in inisiyatifiyle kuruldular ve
amacı rasyonel bir demokrasi içerisinde partiler arasında uzun dönemde toplumun
menfaatine olan çağdaş bir müzakere idi. Arzulanan iki partiden oluşan, güçlü bir
iktidar partisi ve bunun karşısında zayıf bir muhalefet partisinin olduğu bir sistemdi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kişi hürriyetlerinin ve dinin hükümetin
bunlara müdahalesine karşı korunmasını amaçlıyordu. Fakat 1925 Şubat’ında ülkenin
doğusunda bir Kürt devletini ve halifeliğin geri getirilmesini hedefleyen bir isyan
patlak verdi. Sıkıyönetim ilân edildi ve isyan bastırıldıktan sonra TCP isyandan
sorumlu tutuldu. 1925 Mayıs’ında çok partili rejim denemesi partinin kapatılmasıyla
sona erdi.
Çok partili rejime geçişin ikinci denemesi 1930 Ağustos’unda Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla oldu. Fethi Okyar, kendi kızının da partiye
girmesini teşvik eden, Mustafa Kemal’in doğrudan talimatıyla partinin kurucusu
oldu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, hükümeti özellikle ekonomi alanında eleştirdi ve
toplumda sempati kazandı. Cumhuriyet Halk Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı
rejim için bir tehdit olarak değerlendirdi ve CHF’nin baskısıyla parti kendisini 1930
79
Kasım’ında feshetti. Bu süreç rejim muhalifi isyancıların bir teğmeni öldürdükleri
Menemen Olayları’yla aynı döneme rast geldi. Partinin kapatılması tartışmaları,
rejim muhalifleriyle partinin arasında rabıta olduğu iddialarına dayandırıldı. Böylece
1946’ya kadar tek partili rejim devam etti.
Tek parti yönetimi boyunca dört yılda bir milletvekili seçimleri yapıldı ancak
bu seçimlerin sadece biçimsel bir işlevi vardı. Meclisteki sandalyeler için aday
listeleri parti genel başkanı, fiilî genel başkan ve genel sekreter tarafından
belirleniyor, sonra da parti kongresi tarafından onaylanıyordu. Etkin parti üyeleri bile
olsalar yurttaşların kendi inisiyatifleriyle meclise seçilme yolu yoktu.63
7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti, yayınladıkları Dörtlü Takrir
reddedilen ve ardından Cumhuriyet Halk Partisi’nden ihraç edilen Adnan Menderes,
Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve CHP’den istifa eden Celal Bayar tarafından
kuruldu.
DP’nin parti programı esas olarak Liberalizm ve Demokrasi’ye odaklanmıştı.
DP’nin kuruluş gayesinin daha geniş ve gelişmiş bir anlayışla demokrasinin hayata
geçirilmesi ve genel siyasetin demokratik bir bakış ve zihniyetle yürütülmesi olarak
ifade edilmiştir.64 Temel hak ve hürriyetlere vurgu yapılmıştır. DP’nin temel hedefi
demokrasiyi daha ileriye götürmek olduğu için hükümet faaliyetlerinin
kısıtlanmasını, kişi hürriyetlerinin genişletilmesini, siyasî iktidarın gövdesinin
tepeden değil tabandan yani halktan oluşmasını savunuyorlardı. İktisadî kalkınmayı
ve özel sektörün ekonomide daha fazla yer almasını hararetle savunuyorlardı. DP’ye
göre, devletin vazifesi özel girişimin ve sermayenin gelişimine katkı yapmaktı. DP,
iktisat biliminin kurallarına bağlı tamamen liberal bir zihniyeti benimsedi ve ihtiyaç
olmadıkça piyasaya müdahale etmemeyi prensip edindi.
Demokrat Parti’nin kuruluşuna müsaade edilirken düşünülen yarı liberal sağ
bir partiyle itaatkâr bir muhalefetin yaratılmasıydı. Lâkin basının, aydınların, iş
çevrelerinin ve kitlelerin geniş teveccühüne mazhar oldu. Toplumda CHP’nin tek
parti olarak uyguladığı politikalardan duyulan memnuniyetsizlik vardı. Bu
memnuniyetsizliğin ve yükselen muhalefetin etkisiyle CHP’nin politikaları
değişmeye başladı.
63 Zürcher, s.259. 64 Soyarık, 139.
80
1947 Kongresi’yle birlikte CHP politikalarında değişim başladı. Zorunlu
ikamete mecbur edilen Kürt aşiretlerinin Doğu’daki memleketlerine dönmelerine izin
verildi, nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a giden Rumlara Türkiye’ye seyahat izni
verildi, laiklik anlayışı bir miktar yumuşatılarak İmam Hatip Okulları ve İlahiyat
Fakültesi açıldı, türbeleri ziyaret serbest bırakıldı. Seçim sistemi değiştirildi, basın
üzerindeki tahditler azaltıldı, üniversitelere özerklik verildi.
1946 yılında yapılan seçimler hem seçimlerin dürüstçe geçmediği hem de
gizli oy ilkesinin ihlâl edildiği gerekçesiyle çok tartışmalı bir seçim oldu. Bunlara
rağmen DP 465 sandalyenin 62’sini kazandı.
DP mecliste çok sert bir muhalefet politikası benimsedi ve kitleleri açık hava
toplantılarında bir araya getirerek harekete geçirdi. Kullanılan Yeter! Söz Milletindir!
sloganı apaçık bir şekilde ilan eder ki artık Türkiye’de karar verecek olan millet veya
yurttaşlardır. DP kendisini halkın menfaatlerini gözetmek bakımından CHP’den
farklı olduğunu zihinlere yerleştirme kaygısındaydı. İktidarın kaynağını halkta gören
anlayışla birlikte halk politikanın merkezine yerleşti. İnsanlar DP’nin toplantılarına
katılarak sokaklarda taleplerini ifade etmeye başladılar.
14 Mayıs 1950’de oyların %53’ünü alan DP 487 sandalyeden 408’ini
kazandı. Buna karşılık CHP oyların %39’unu ve 60 sandalye kazandı. Çok partili
hayata geçiş ve iktidarın değişimi gayet yumuşak bir şekilde başarıldı. Cumhuriyet
tarihinde ilk defa halk kendi kaderine kendisi karar verdi ve DP’yi seçerek isteklerini
ifade etmiş oldular.
DP’nin başarısı kitlelerin tek parti iktidarına ve politikalarına olan
kızgınlıklarına dayanmaktaydı. Çevre siyasetin merkezine taşındı ve bundan sonra
iktidara gelmek isteyen partiler köylü nüfusa bel bağladı. DP, Türk kimliğinin esaslı
bir öğesi olan dinden, ezanı Arapça aslına döndürerek, köylüler arasında sempati
kazanmak amacıyla radyoda Kur’an yayını yaptırarak, faydalandı.
DP iktidarı döneminde, her ne kadar muhalefette olduğu kadar liberal olmasa
da, halk siyasete gerçek karar vericinin kendisi olduğu temasıyla katıldı.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki pasif yurttaşlık anlayışından aktif, katılımcı anlayışa;
devlete ve topluma ödev ve yükümlülüklerine vurgu yapan anlayıştan siyasal katılım
veçhesine vurgu yapan bir anlayışa geçildi.
81
Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı döneminde toplumda özellikle üniversite
öğrencileri ve askerler arasında huzursuzluk arttı. Bürokrasi ve ordu devlet işlerinde
olan ağırlığını kaybetmişti. DP’nin otoriter bir rejime doğru kayması CHP’ye ve
Milli Mücadele’de komutanlık yapan İsmet İnönü’ye duyulan sempati asker içindeki
huzursuzluğu artırdı. Olayları daha da vahimleştiren DP’ye karşı yapılan muhalefet
gösterilerinde iktidarın askeri kullanmak istemesi oldu. Ordu, devleti ve demokrasiyi
teminat altına almak ve Atatürk’ün mirasını korumak amacıyla yönetime el koydu.
Milli Birlik Komitesi, DP gibi bir tecrübenin yeniden olmamasını sağlama
almayı hedefledi. Akademisyenlerden, CHP’lilerden ve askerlerden oluşan bir heyet
yeni bir anayasa hazırladı. Anayasayla kesin tedbirler alındı ve Milli Güvenli Kurulu
ve kanunları iptal yetkisi olan Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar ihdas edildi. Seçim
sistemi değiştirilerek bir partinin otoriter bir yönetime dönüşmesi engellenmek
istendi.
Anayasanın dibacesinden, Anayasa, insan hakları, sosyal adalet ve ferdin
refahı gibi evrensel değerlere dayanmakta ve bireye daha fazla değer ve aktif bir rol
verilmekteydi. 1961 Anayasası, Türk vatandaşlığını, “ Türk Devletine vatandaşlık
bağıyla bağlı olan herkes Türktür.” şeklinde tanımlar ve şöyle devam eder,
Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Yabancı babadan ve Türk anadan
olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir. Vatandaşlık, kanunun
gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir
Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça, vatandaşlıktan
çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu
kapatılamaz.65
Madde, 1924 Anayasasının 88. maddesinden farklıdır. Buna göre “…
Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.” 1961
Anayasası yabancı babadan olan vatandaşlık durumunu kanunla düzenlemektedir.
Fakat 1924 Anayasası doğrudan vatandaş olarak kabul etmektedir.
1961 Anayasası kişinin temel hak ve hürriyetlerine geniş bir yer vermişti,
nitekim Anayasasının neredeyse üçte ikisi hak ve hürriyetlerden oluşuyordu. Hak ve
hürriyetler detaylı olarak yazılmıştı.
65 Gözübüyük, a.g.e., s.188.
82
11 Şubat 1964 tarihinde 403 sayılı Vatandaşlı Kanunu yayınlandı. Bu kanun
evrensel prensiplere dayanıyordu. İlk olarak herkesin bir vatandaşlığı olmalı ve
vatansızlık önlenmeli. İkinci olarak, herkesin tek vatandaşlığı olmalı. Üçüncü olarak
herkes vatandaşlığını seçmede özgür olmalı ve vatandaşlığını muhafaza etmeye
zorlanmamalı.
Soyarık, 1964 tarihli Vatandaşlık Kanunu’nu kadınlara karşı ayrımcılık
yaptığı iddiasıyla eleştirir. Kanunda jus sanguinis (kan esası) uygulandığı hâlde
yabancı babadan doğan çocuklarda babanın vatandaşlığının belirleyici olmasını
eleştirir.66
1961 Anayasası dernek, siyasî parti ve sendika kurma hak ve hürriyetlerini
vermesiyle vatandaşların siyasete katılımı arttı. 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi
(TİP) kuruldu. Cumhuriyet tarihinde ilk defa, sosyalist bir parti olan TİP 1965
seçimlerinde 15 sandalye kazandı. 1967 yılında Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu (DİSK) kuruldu. 1961 Anayasasıyla grev hakkı verildi.
12 Mart 1971 tarihinde ordu hükümete, şiddete eğilimli gruplara karşı
hükümetin elini kuvvetlendirmek amacıyla anayasal değişiklikler yapılması amacıyla
ültimatom verdi. Bu tarihten itibaren 1961 Anayasasının verdiği hak ve hürriyetler
erozyona uğradı. TİP kapatıldı, birçok kişi tutuklandı, sol yayınevleri kapatıldı.
Anayasal değişiklikler yurttaşların faaliyetlerine sınırlamalar getirdi. Milli
güvenliğin ve kamu düzeninin korunması amacıyla hükümetin elini kuvvetlendirici
düzenlemeler getirildi. Fakat bütün çabalara rağmen terör arttı ve hükümet bununla
baş edemedi. 12 Eylül 1980 müdahalesiyle aktif katılımcı yurttaşlığın sonuna gelindi.
1961 Anayasasının verdiği bütün hak ve hürriyetler geri alındı.
III) 1980 Sonrası Yeni Açılımlar
12 Eylül 1980 tarihinde ordu üçüncü defa yönetime el koydu. Bu
müdahalenin arkasındaki nedenler olarak; ülkenin bütünlüğünü korumak, ulusal
birlik ve kardeşliğin muhafazası, muhtemel bir iç savaşın önlenmesi ve devletin
mevcudiyetinin ve otoritesinin yeniden kurulması, sayılabilir. O dönemde ülkeye
terörizme uzanacak kadar ideolojik kutuplaşma ve kargaşa hâkimdi.
66 Soyarık, 165.
83
1960 müdahalesinde olduğu gibi yeni bir anayasa yapılmasına karar verildi.
Fakat birçok bakımdan 82 Anayasası 61 Anayasasından ayrılıyordu. İlk olarak bu
anayasa cumhurbaşkanının pozisyonunu güçlendiriyor ve bu pozisyonu ilave
yetkilerle destekliyordu. Cumhurbaşkanı tarafsız olacak ve devletin menfaatlerini
gözetecektir. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu’nun üyelerini atamak gibi daha birçok atama yetkisini haizdi. Cumhurbaşkanı
yasama organının düzenleyici işlemleriyle ilgili Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak
ve gerekli gördüğü kanunlar için referanduma gitmek gibi yargısal yetkileri de
haizdi. Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Milli Güvenli kurulu’nun da
devlet işlerinde daha fazla nüfuzu vardı ve otoritesi anayasal olarak fazlalaştırılmıştı.
Bu dönemin resmi ideolojisi olarak Atatürkçülük’ün ileri sürüldüğünü
görürüz. Dönemin özelliği devlet elitlerinin devletin birliğini, bölünmez bütünlüğünü
ve laik ulus - devlet yapısını muhafaza kaygısıyla hareket etmeleridir. Bu nedenlerle
Atatürkçülük teknik bir araç olarak sağ ve sol ideolojilerin önlenmesi ve sürekli
değişen içeriğiyle ve yorumuyla zamanın şartlarına uydurulma kaygısı olduğu
görülür.67
Bu dönemde aynı zamanda Türk tarihinin ve ahlâkî değerlerinin yeniden
keşfedildiğini görürüz. İslam dininin Komünizm’le ve diğer bölücü hareketlerle
mücadelede çok önemli bir panzehir olduğu keşfedildi. Din, düzeni korumanın,
toplumu ‘düzen’ altında tutmanın bir aracı olarak kullanılmak istenmiştir. 1980
sonrası devlet yetkililerinin konuşmalarında ve ders kitaplarında “millî birlik ve
beraberlik” teması işlenirken, artık atıflar yurttaşa değil milletedir.68
Bu şartlar altında 1983 yılında ordu yönetimi tekrar sivillere bıraktı. Lakin
istikrar kaygısının devam etmesi nedeniyle seçimlere sadece üç partinin girmesine
izin verildi. 1980 öncesi siyasî arenada yer alan siyasî partilerin yeniden açılmasına
izin verilmedi ve onların liderleri siyasî yasaklı oldular. 1983’te seçimleri Turgut
Özal’ın genel başkanı olduğu Anavatan Partisi kazandı.
1980 sonrası siyaseti tahlil edebilmek için Anavatan Partisi eşsiz bir
göstergedir. 1980 öncesinin partilerinin kapatılmış olması ve liderlerinin yasaklı
olması, bu partilerin tabanından taraftar toplama fırsatı yarattı. Dört eğilimi
67 Soyarık, s. 175. 68 Üstel, s. 289 – 291.
84
(Milliyetçilik, Muhafazakârlık, Sosyal Demokrasi ve Liberalizm) bir çatı altında
topladığı iddiasında olan ANAP merkeze oynuyordu.
1980’lerde önceki döneme ait sağ ve sol ideolojik hareketler silikleştiler ve
onların yerine modernleşme projesinin yan sonuçları olan cinsiyet, kimlik ve din
temalı hareketler ortaya çıktı. Feminist hareket, kamusal alanda daha fazla katılım,
eşitlik ve ayırımcılığın önlenmesi talepleriyle ortaya çıktı. Homojen bir toplum elde
edebilmek için bastırılan diğer hareketler de taleplerini ortaya koymaya başladılar.
Cumhuriyet’in başlangıcından beri İslam, geçmişe yöneliş ve laik temeller
üzerine inşa edilmiş ulus – devlete tehdit olarak görüldü. Bu nedenle Diyanet İşleri
Başkanlığı kurularak din devletin kontrolü altına alındı ve geriye kalan tarikatlar gibi
dinî cemaatler ve tekkeler kapatıldı, dinin siyasî ve kültürel rolü çevreye itildi.
Çevrenin merkeze doğru getirilmesinin ilk kısa ömürlü teşebbüsü DP’nin
1950’lerdeki tecrübesidir. Dinî hassasiyetlerin siyasetin gündemine taşınmasıyla
çevrenin harekete geçirildiği bu girişim 1960 askerî müdahalesiyle sona erdi.
1980 sonrasıysa görünüm epey farklıydı. Özellikle Cumhurbaşkanı Kenan
Evren tarafından, toplumsal ve ahlakî düzeyde dine yapılan vurgu artmaktaydı.
Evren, Atatürkçülük’ün ve dinin uyumlu olduğuna vurgu yapıyor ve bu iddiasını
delillendirmek için Kur’an’dan ayetler okuyor, Atatürk’ün konuşmalarına atıflar
yapıyordu. Bu dönemde İslam, toplumu bir arada tutacak bir araç olarak
görülüyordu. Siyasal İslam’ın ve fundamentalist yansımalarının ortaya çıkmasıyla bu
anlayış terk edilecekti. Dönemin başbakanı Turgut Özal, İslamî hareketlere ve Kürt
sorununa sivil rejime geçiş teşebbüsünde bir aşama olarak tolerans gösteriyordu.
1987’de yasaklı siyasî partilerin ve liderlerinin yasakları halk oylamasıyla kaldırıldı.
Böylece Refah Partisi çevresinde siyasal İslam’ın yükselişi başladı. İslamcılar, İslamî
değerlerin kamusal söylemden dışlanmasını ve yabancı kaynaklı laik milliyetçiliğin
toplumda geniş çevrelere yayılmasını temel problemler olarak görüyorlardı.
İslam dininin mezheplerinden birisi olan, Alevî cemaati ise Diyanet İşleri
Başkanlığı’ndan bağımsız, kendi dinî kurumlarını oluşturabilmeyi talep
etmekteydiler. Başka bir deyişle Aleviler de bir kimlik krizi içindeydiler. Bu
taleplerinin özünü, ötekileştirilmekten kurtulmak ve kendi kimliklerini sosyal,
kültürel ve siyasal haklar bağlamında kullanabilmekti.
85
80’lerde Kürtler, etnik kimliklerinin tanıması, kendi dillerini konuşabilme ve
Kürtçe eğitim yönündeki taleplerini dillendirmeye başladılar. Kürt hareketinin en
fazla dillendirilen amacı, kültürel ve siyasî haklardan federalizme ve devlet olmaya
doğru farklılıklar göstermekte. Bu taleplerden federalizm ve bağımsız devlet olma
dışındakiler de millî güvenlik kavramı çerçevesi bağlamında algılanınca sorun
çıkmaza sürüklendi.69
1980 sonrası Kemalist kimlik tanımlamalarının artık yetersiz kaldığını ve
dünyadaki gelişmelere cevap veremediğini görüyoruz. Birleşik ve homojen bir
toplum yaratma girişimi sadece sorunların ortaya çıkışını bir dönem ertelemiş oldu.
1985’ten sonra Yurttaşlık Bilgisi dersinin ortaokulların müfredatına dâhil
edildiğini görürüz. Yurttaşlık Bilgisi kitaplarında yurttaşlık anlayışındaki dönüşümün
yansımalarını görürüz. Yurttaşlık eğitiminde İslam’a vurguyla desteklenmiş kültürel
yurttaşlık anlayışına dönüş görülür.70 Üstel’in incelemesine göre 1985 – 1996 dine,
ırk, dil, ortak tarih mirası gibi bir milleti bir arada tutan öğelerden birisi olarak vurgu
yapıldığı görülür. Bu derslerde vurgu yapılan temalardan birisi de iç ve dış
düşmanlardır. Bunda amaçlanan Milli Mücadele’den beri bir daha keskin olmayan
militan yurttaşlık anlayışını canlandırmaktı.71 Fakat 90’ların ikinci yarısından
itibaren daha demokratik bir yurttaşlık anlayışının ders kitaplarına girdiğini görürüz.
Özellikle 1995 – 1996 ders yılından itibaren “İnsan Hakları” ilköğretim müfredatına
ders olarak giriyor.
Yurttaşlığın hukukî boyutuyla ilgili tartışmalar ise askerî yönetimin iktidarda
olduğu yani devlet işlerinin Milli Güvenlik Konseyi tarafından idare edildiği
dönemde başladı. Karşılaşılan sorunlardan ilki çifte ya da çok vatandaşlık hâliydi.
1960’larda başlayıp 1970’lerde devam eden başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa
ülkelerine işçi olarak giden Türk vatandaşlarının o ülkelerin vatandaşlığını kazanma
ya da kazanmama ihtimaline göre mevzuatta değişiklik yapıldı.
Askerî müdahale sonrası sol ideolojik görüşlüler çoğunlukta olmak üzere
birçok insan tutuklanmak korkusuyla yurt dışına kaçtı. İdeolojik örgütlere üyelik ya
69 Soyarık, s. 182. 70 Füsun Üstel, “Makbul Vatandaşın” Peşinde, II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 180. 71 A.g.e., 184.
86
da ideolojik çatışmalara girmeleri sebebiyle yurt dışına kaçan kimseler yurttaşlıktan
çıkarıldı.
1980’lerle birlikte devletin resmî yurttaşlık anlayışını sorgulayan hareketler
ortaya çıkmaya başladı. Bu gruplar homojenleştirici yurttaşlık anlayıştan farklı
olarak kendi kimliklerinin tanınmasını talep ediyorlardı. Özellikle Kürtler ve
İslamcılar bu kavrayışı sorguluyorlardı. Aslında sorun yurttaşlığın kimlik veçhesi
altında değerlendirilebilir. Tabiî ki sorun hukukî statüyle de bağlantılıdır. Sadece
Kürtler ve İslamcılar değil diğer gruplar da mevzuatın liberalleştirilmesini ve sosyal
haklara vurgu yapılmasını talep ediyorlar.
1990’lardaki bu tartışmalara siyasetçiler de müdahil oldular. 1994 Aralık’ında
Başbakan Tansu Çiller, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü “Ne mutlu
Türkiyeliyim diyene!”72 şeklinde formüle ederken, 1992 yılında Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel, Budapeşte’de katıldığı bir uluslararası programda Anayasal
vatandaşlığı gündeme taşıdı.73 Demirel, 1996 Aralık’ında katıldığı AGİT
toplantısında Anayasal vatandaşlığı iç barışın çözümü olarak gördüğünü tekrarladı.74
Fakat Demirel’in 1999’daki İsrail ziyareti öncesi tarif ettiği anayasal vatandaşlığın
Türkiye’de uygulandığı ve bu yöndeki tarifi kavramın Türkiye’de oturmadığını
ortaya koydu.75
Anayasal vatandaşlık tartışmaları Alman tarihçileri arasında tartışma konusu
olan Nazi geçmişlerinin topluma anlatılırken tarihçiye düşen vazife nedir üzerineydi.
Habermas, en doğru ulusal kimlik saptamasının anayasal yurtseverlik olacağını,
bunun da demokratik kurumlar içerisindeki her çeşit kültürel ve dilsel tekeli
dışlayacağını ifade etmiştir.76
2000’lere geldiğimizde Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinin başlaması
öncesi Türkiye’de hâlâ kimlik problemlerinin çözülemediğini, çokkültürlülük
taleplerinin Cumhuriyet karşıtlığı olarak algılandığını görüyoruz.77 Her ne kadar, AB
uyum yasaları çerçevesinde mevzuatta liberalleşmeye gidilse, Kürtlere TRT’de kendi 72 Ahmet İçduygu, Çokkültürlülük: ‘Türkiye Vatandaşlığı İçin Toplumsal Bir Zemin’, Türkiye Günlüğü, 33, 1995’den aktaran Soyarık, s. 202. 73 Füsun Üstel, Yurttaşlık ve Demokrasi, s. 78. 74 Soyarık, s.202. 75 Soyarık, s.203. 76 Üstel, a.g.e. 77 Hasan Kaya, “Modernleşme Sürecinde Çokkültürlülük ve Türkiye”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001, s.118 – 120.
87
dillerinde yayın yapma hakkı verilse de Türkiye’nin yurttaşlık tanımında sorunlar
devam etmekte.
SONUÇ
İmparatorlukların “tutsağı” halkların, özgürleşerek ulus-devletler kurma
ideali, 20. yüzyıla ilk perdesi Birinci Dünya Savaşı’yla kapanacak bir çatışma
potansiyelini taşıdı.
Eski Yunan’dan ve Roma’dan beri bireylerin ve grupların hak taleplerinde
bulunduğu görülür. Tarihin bazı dönemlerinde kazanılan hakların kaybedildiği
görülse de insanoğlu her zaman haklarına ve hürriyetlerine düşkün olmuştur. Feodal
Dönem hakların kaybedildiği bir dönemken, “Karanlık” Ortaçağ bireyin ve hakların
yükselişini müjdeleyerek kapanır.
Teoride egemen olan iki yurttaşlık kuramı vardır. Liberal bireyci modelde
yurttaşlar, kamusal işlere katılma konusunda hiçbir yükümlülük altında değildirler;
katılım bir hak olmakla birlikte bir görev olarak tanımlanamaz. Yurttaş
cumhuriyetçiliği ise, bir yandan katılımı bir görev haline getirerek yurttaşlığın
merkezine yerleştirirken, diğer yandan da katılımı tanımlar. Kuramda yer aldığı
biçimiyle yurttaşlığı bütünüyle bireysel çerçevede inşa eden liberal yaklaşımın en
temel özelliği, yurttaşları temelde benzer özelliklerle donatılmış bireyler olarak ele
alması ve bu bağlamda sınıf, etnik köken, din ya da toplumsal cinsiyete dayalı
farklılıkları onların yurttaş konumları açısından ilgisiz görmesidir.
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının inşası köken olarak II. Meşrutiyet’e kadar
gitmektedir. Dönemler boyunca farklı yurttaşlık anlayışlarının egemen olduğu
görülürken, hiçbir anlayış tek başına egemen olamamıştır. Bunda konjonktürün de
etkisi vardır. Siyasî elitler pragmatist davranırken, devlet elitleri daha katı bir tutum
izlemiştir. Cumhuriyet, kuruluş döneminin yurttaşlık anlayışını kaldıramamaktadır.
Bu durumda dünyadaki gelişmelere paralel yeni bir toplumsal mutabakat kurulması
kaçınılmazdır.
ÖZET
Tarihî süreç içinde “yurttaşlık”ın Polis’in gelişmesiyle eş zamanlı olarak
ortaya çıktığını görüyoruz. Antik Yunan’da sınırlı bir grubun ayrıcalığı, bir zoon
politikon olmanın zorunlu koşulu olarak anlaşılan katılımcı aktif yurttaşlığı geliştirdi.
Yurttaşlık ulus-devletle örtüşen ve çoğunlukla ulus-devletin ölçütleriyle
şekillendirilen ve kullanılan bir kavram olmuştur. Aynı zamanda ulus yaratma
sürecinde devlete bağlanma ve üyelerinin aidiyetliliği ve kimliğinin sağlanmasında
araç olarak kullanıldı.
Modernite eleştirilerinin ortaya çıkmasıyla; post-modernizm, küreselleşme,
çokkültürcülük ve kimlik politikaları gibi yeni fikir akımlarının doğuşuyla
yurttaşlığın ortaya çıkan talepleri karşılamada yetersiz kaldığı tartışılmaya başlandı.
Cumhuriyetçi anlayışta, yurttaşlar kamu tartışması ve kolektif karar alma
sürecine katılarak, özel çıkarlarının yönettiği yaşamlarını aşarlar ve ortak kararla
uyumlu genel bir bakış açısı kazanırlar. Liberal anlayışın dayandığı temel unsur
yurttaş değil, ama “iktisadî insan”dır. Birey egemen ve özerk bir varlık olarak ele
alınır ve topluluk değil de birey ön sıradadır. Bu anlayışta yurttaşlık bir sözleşmeden
doğan statü olarak görülür ki bu birey ile devlet ve bireyler arasında akdedilen bir
sözleşmedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19. yüzyıl itibarıyla bir üst kimlik arayışının,
İmparatorluk uyrukları bir arada tutacak bir Osmanlı yurttaşlığı arayışı vardır.
Cumhuriyetle birlikte uluslaşma sürecinde yeni bir yurttaş tipinin yaratılması çabaları
görülür. Bir nevi Liberal ve Cumhuriyetçi yurttaşlık anlayışlarının çatışmaları
dönemlere damgasını vurur. 1980 sonrası yurttaşlık anlayışları nasıl dünyada
sorgulanıyorsa Türkiye’de de sorgulanmaya başlanır.
Summary
Citizenship has been a key notion through the history. The link between
nation-state, nationalism and citizenship cannot be dismissed. Nationalism is a
consequence of nation-state, but nationalism is the promoter of nation-state.
Citizenship is generally defined as “the membership of a nation-state”.
Nevertheless, this definition does not fit the situation today we face to. There are
claims of recognition of identities; such as ethnicity, religion, gender and sexual
orientation.
In the study, the late Ottoman period was analyzed with a view to the
emergence of the notion of citizenship. During the Ottoman period, forming a
citizenship was an endeavor to keep the “Millets” together under Ottoman Empire.
But this effort could not manage to stop collapse of the Empire.
The new Turkish Republic was founded through the collapsed Empire. The
first purpose was to create a new nation-state. Therefore the construction of a
citizenship was a result of nation building.
The Kemalist ideology was the founder ideology of the new Republic. The
main purpose of Kemalist ideology was to construct a secular state which had to
erase the historical Ottoman heritage. Reforming the institutions of the state and the
society could not be harmonized. Islam was a significant actor during the multi party
period and 1980 junta period.
There are demands of recognition of identities from the Kurds, Islamist and
gender groups. The republican ideology cannot answer these claims. So a new liberal
– republican approach is a requirement to keep these groups in the democratic
platform.
KAYNAKÇA
ADKINS, Lesley, Roy ADKINS, An Introduction to The Romans, Eagle Editions
Ltd., London, 2002
AĞAOĞULLARI, M. Ali, Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge Yayınları,
Ankara, 2000
AĞAOĞULLARI, M. Ali, Levent KÖKER, İmparatorluktan Tanrı Devletine,
İmge Yayınları, Ankara, 1998
AĞAOĞULLARI, M. Ali, Levent KÖKER, Tanrı Devletinden Kral Devlete, İmge
Yayınları, Ankara, 1997
AĞAOĞULLARI, M. Ali, Levent KÖKER, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, İmge
Yayınları, Ankara, 2000
AKAR, Rıdvan, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları”, Modernleşme ve
Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını,
İstanbul, 2001
AKBAY, Muvaffak, Umumî Amme Hukuku Dersleri, Cilt 1, Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Yayınları, No: 125, Ankara, 1958
AKIN, Yiğit, “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar” Erken Cumhuriyet’te Beden
Terbiyesi ve Spor, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004
AKKUM, Musa, “Etnik Kümeler Küreselleşmeden Nasıl Etkilenecek?”,
Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları
ortak yayını, İstanbul, 2001
AKSOY, Nazan, “Çokkültürlülük Üstüne”, Modernleşme ve Çokkültürlülük,
Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001
ANDERSON, Benedict, Hayalî Cemaatler, Çev: İskender Savaşır, Metis Yayınları,
İstanbul, 2004
AYDIN, Suavi, Modernleşme ve Milliyetçilik, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993
BAUMAN, Zygmunt, Yasa Koyucular ile Yorumcular, Modernite,
Postmodernite ve Entelektüeller Üzerine, çev: Kemal Atakay, Metis Yayınları,
İstanbul, 1996
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002
BLOCH, Marc, Feodal Toplum, Gece Yayınları, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay,
Ankara, 1995
CANO, Murat, “Ulus Devlet ve Farklılıklar Bakımından Türkiye’de Yaşayan
Müslüman Olmayan Azınlıklar, Sorunları ve Çözüm Önerileri”, Modernleşme
ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını,
İstanbul, 2001
ÇEÇEN, Anıl, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Cumhuriyet Kitapları,
İstanbul, 2000
D’ ENTREVES, Maurizio Passerin, Hannah Arendt ve Yurttaşlık Kavramı, Çev:
Ertuğrul Başer, “Dimensions of Radical Democracy – Pluralism, Citizenship,
Community Ed. Chantal Mouffe, Londra, Verso, 1992”,Birikim Dergisi, Sayı: 55,
Kasım 1993
DIETZ, Mary, “Bağlam Her Şeydir: Feminizm ve Yurttaşlık Teorileri”, Çev:
Esin Asena, Dimensions of Radical Democracy – Pluralism, Citizenship,
Community, ed. Chantal Mouffe, Londra, Verso, 1992, Birikim Dergisi, Sayı: 55,
Kasım 1993
DİNK, Hrant, “Bu Topraklarda Yaşamak”, Modernleşme ve Çokkültürlülük,
Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001
FOCAULT, Michel, İktidarın Gözü, çev: Ferda Keskin, Seçme Yazılar 4, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 2003
GÖZE, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınevi, 9. Bası, İstanbul,
2002
GÖZÜBÜYÜK, Şeref ve Suna KİLİ, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan
Günümüze), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2000
HABERMAS, Jürgen, “Öteki” Olmak “Öteki”yle Yaşamak, Siyaset Kuramı
Yazıları, Çev: İlknur Aka, YKY, 2002, İstanbul
HUBERMAN, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2003
KADIOĞLU, Ayşe, Milletini Arayan Devlet: Türk Milliyetçiliğinin Açmazları,
Türkiye Günlüğü, sy. 33, s. 91–101
KAYA, Hasan, “Modernleşme Sürecinde Çokkültürlülük ve Türkiye”,
Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları
ortak yayını, İstanbul, 2001
KÖKER, Levent, “Çokkültürlülük ve Demokratik Meşruluk Sorunu”,
Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, ed. Nuri Bilgin, Bağlam Yayınları, İstanbul,
1997
KÖKER, Levent, Modernleşme, Kemalizm, Demokrasi, İstanbul, İletişim
Yayınları, 1993
KÖKER, Levent, Üç İktidar, Dost Yayınları, Ankara, 2000
KYMLICKA, Will, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, çev. Ebru Kılıç, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004
LE GOFF, Ortaçağ Batı Uygarlığı, Çev. Hanife Güven – Uğur Güven, Dokuz Eylül
Yayınları, İzmir, 1999
LECA, Jean, (Ed.), Uluslar ve Milliyetçilikler, Çev: Siren İdemen, Metis Yayınları,
İstanbul, 1998
LECA, Jean, Yurttaşlık Üzerine Sorular, Çev: Gürol Koca, Birikim Dergisi, Sayı:
55, Kasım 1993
MACHIAVELLI, Niccolo, Prens, Çev: Rekin Teksoy, Oğlak Yayınevi, İstanbul,
1999
MCNEILL, William, Dünya Tarihi, Çev: Alâeddin Şenel, İmge Yayınevi, Ankara,
2003
MINOGUE, Kenneth, Siyaset ve Despotizm, Liberte Yayınları, çev: Ünal
Gündoğan, Ankara, 2002
MOUFFE, Chantal, Demokratik Yurttaşlık ve Siyasî Topluluk, çev: Koray
Çalışkan, Birikim Dergisi, Kasım 1993, Sayı: 55
NİŞANYAN, Sevan, “Türk Kime Denir?”, Modernleşme ve Çokkültürlülük,
Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları ortak yayını, İstanbul, 2001
NOMER, Ergin, Vatandaşlık Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1998
OKANDAN, Recai Galip, Umumî Âmme Hukuku Dersleri, İstanbul Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 1952
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, İstanbul,
2000
PIERSON, Christopher, Modern Devlet, Çev: Dilek Hattatoğlu, Çiviyazıları,
İstanbul, 2000
POGGI, Gianfranco, Çağdaş Devletin Gelişimi, Sosyolojik Bir Yaklaşım, Çev:
Şule Kut - Binnaz Toprak, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1991
SOMEL, Selçuk Akşin , “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”,
Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, ed. Nuri Bilgin, Bağlam Yayınları, İstanbul,
1997
SOYARIK, Nalan, The Citizen of the State and the State of the Citizen: An
Analysis of the Citizenization Process in Turkey, Bilkent Üniversitesi,
Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara, 2000
ŞENİ, Nora, “Tekrara Dayalı Bir Nevroz: Avrupa - Türkiye İlişkileri”,
Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği - İletişim Yayınları
ortak yayını, İstanbul, 2001
TANÖR, Bülent, Osmanlı - Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 1998
THOMSON, David, Siyasi Düşünce Tarihi, Şule Yayınları, İstanbul, 2000
Treaty Establishing a Constitution for Europe, the European Convention,
Germany, 2003
ÜNSAL, Artun, “Yurttaşlık Zor Zanaat”, der. Artun Ünsal, 75. Yılda Tebaa’dan
Yurttaş’a Doğru, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998
ÜSTEL, Füsun, Yurttaşlık ve Demokrasi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999
ÜSTEL, Füsun, “Makbul Vatandaşın” Peşinde, II. Meşrutiyet’ten Bugüne
Vatandaşlık Eğitimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004
YAYLA, Atilla, Liberalizm, Liberte Yayınları, Ankara, 2002
YAZICI, Sedat, Atina Isparta ya da Liberal Cumhuriyetçilik, Liberal Düşünce
Dergisi, s.29, Kış, 2003
YILDIZ, Ahmet, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno-
Seküler Sınırları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004
ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev: Yasemin Saner
Gönen, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001