yol mart nisan 2006 sayı 10
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergiTRANSCRIPT
SOL UN SİYASETİ✓ Sol ve kitle ilişkisini tekrar düşünmek
✓ Devrimcilerin anti-emperyalizmi
✓ Rosa Luxemburg ve sosyalist demokrasi
✓ Önderlik, kadro ve örgütlenme sorunları
✓ Sendikal mücadelede yeni açılımlar
✓ 8 Mart'ta kadınlar neden birleşemedi?
Dr. Bora İnce: 'GSS ile kamu sağlığı hizmetleri
tasfiye edilmek isteniyor1
Av. Eren Keskin: 'Cinsel işkence devam ediyor'
Neo-liberal gündemi aşmak
Sosyal forumlar nereden geldi,
nereye gidiyor?
iç indeki ler
Sol ve kitle ilişkisini tekrar düşünmek / Umut Aydın...4 Devrimcilerin anti-empeıyalizmi / Fikret Kızıltan.,.9 Rosa Luxemburg ve Sosyalist Demokrasi / M. Sinan...12 Önderlik, kadro ve örgütlenme sorunları / Melih Ateşer...i4 Sendikal mücadeledeyeni açılımlar / Mert I3üyükkarabacak...l8 8 Mart’ta kadınlar neden birleşemedi? / Güler Toprak...21
‘İyiler Hattı’nın
Av. Eren Keskin:‘Cinsel işkence devam ediyor’...25
Dr. Bora İnce:‘Kamu sağlığı hizmetleri tasfiye edilmek isteniyor’...29
Vedat Türkali - II Zeynep Koru...63
bir halkası olarak Venezüella / Mehmet Akyol...40 Devrimin yapıcıları konuşuyor / Haşan Oğuz...47
Sosyal forumlar nereden geldi, nereye gidiyor? / Güler Toprak...56
Neo-liberal gündemi aşmak / M. Özgür...59
Merhaba;Yol’un bu sayısı “sol’un siyaseti”ne odaklanıyor. Kitle ba
ğından demokrasi sorununa, emperyalizmden sendikal mücadeleye, örgütlenme sorunlarından 8 Mart tartışmalarına kadar sol hareketin gündemleri üzerine yapılan değerlendirmelere yer veriyoruz. Tarihsel örnekler ve güncel tartışmalardan hareketle ve özeleştirel bir yaklaşımla sosyalist hareketin sorunlarını ele almaya çalıştık.
içinde bulunduğumuz dönemin önemli gündemlerinden birisi Genel Sağlık Sigortası (GSS) yasa tasarısıdır. Emekçilerin kazanılmış sosyal haklarının gasp edilmesi ve milyonlarca insanın yaşam koşullarının daha da zorlaştırılması anlamına gelen bu tasarı ile ilgili olarak İstanbul Tabip Odası’ndan Bora İnce’yle görüştük.
Son ayların diğer bir sıcak gündemi ise devlet güçleri tarafından sistematik bir şekilde yapıldığı anlaşılan tecavüz vakalarıdır. Devletin kadına yönelik şiddeti üzerine Av. Eren Kes- kin’in görüşlerine başvurduk.
Dünya sayfalarımızda emperyalist odaklar arasındaki gerilimler üzerine geniş ve ayrıntılı bir değerlendirme yazısına yer veriyoruz. Ayrıca iç savaşın eşiğindeki Irak’ta yaşanan son gelişmeleri ele alıyoruz.
Bu yıl Venezüella’da düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nu katılımcı arkadaşlarımızın izlenimleriyle aktarıyoruz. Yakından ve dikkatle izlenmeyi hak eden Venezüella halkının mücadelesini Sosyal Forum vesilesiyle geniş bir şekilde okurlarımıza sunuyoruz.
Mayıs’ta görüşmek üzere...
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan
Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http: //www.yoldergisi.com E-posta: [email protected]
Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74
Gü n d e m d e n eler d l u y d r ?
Büyükanıt sıradan bir paşa değildir, Genelkurmay Başkanlığına gelecek olmasından başka, epey zamandır "üçüncü stratejik seçeneği" savunan
bir duruşu vardır. "AB'ye veya ABD'ye mahkum değiliz, bir üçüncü stratejik tercih yaratılabilir" görüşünü savunan Büyükanıt'ın orduda tek olduğunu düşünm ek saflık olur. Eğer son olaylar bu görüşün tasfiyesini hedefleyen
bir derinliğe sahipse, o zaman bu gerilim AKP'yi aşar.
bu” kırmak olarak yaratacağı etki, şimdiden seçimlerde AKP’ye puan olmuştur. Fakat Van’daki son patlama, işin nasıl gelişeceğine dair ipuçlarını veriyor. Derin devletin geri çekilmeye hiç niyeti yoktur.
Bu çekişme gerçekten cumhuriyet tarihinde bugüne kadar olmamış bir şeyin, sivil hükümetin askeri hükümete üstünlüğünün sağlanması yolunda bir adım rolü oynayabilecek midir? Bu konuda hemen hiçbir şans görünmüyor. Diğer sözde sivil partiler tümüyle askerin saflarından AKP hükümetine salvo ateşi yapıyor. Bu konuda sadece bir partinin “tabu kırması” yetmez, sivil siyasilerin asgari bir zeminde uzlaşmaları gerekir. Bu, AB yoluna çıkmış da olsa bugünün Türkiye’sinde mümkün değildir. Bir yanda, Irak’tan esen Kürt Devleti rüzgarı, öte yanda Ortadoğu’dan esen güçlü Siyasal İslam rüzgarı derin devlete “cumhuriyetin geleceğiyle” ilgili korkuları a- yağa kaldırmak için şans yaratıyor.
Derin devletin çıkmazı, kendini sahiplenen göz dolduran bir siyasal partinin var olmamasıdır. Bu garip durum çatışmanın daha sertleşmesi yönünde sonuçlar doğuracaktır.
İddianame olayının bir diğer yönü daha vardır. Büyükanıt sıradan bir paşa değildir. Genelkurmay Başkanlığı’na gelecek olma-
Ordu karşısında sürekli geri çekilen AKP bu dolaylı yolla ve ABsürecine güvenerek bir rö vanşa girişmiş görünüyor. Sonucun ne ola-
iş yapam ayacaktır. Ancak bu çıkışın “ta-
İddianame olayıyla siyasal ortam hızla gerildi. Bir savcı “haddini aşıp” Kara Kuvvetleri Komutan ı’m zan altında bırakınca ortalık birden karıştı. Seçimlere kadar o- lan sürecin oldukça gerilimli geçeceğine dair belirtiler zaten vardı. Ancak Van Savcısı’nm çıkışı bir yanıyla beklenmedik bir gelişme oldu. Olay, bir savcının işgüzarlığı mıdır? Bunu şimdilik bilemeyiz. Ancak olayın iki yanı olduğu anla-
cağı çok ö- nemli değildir. Büyük bir olasılıkla bu iddi-aname politik gürültüsü kadar hukuki bir
siliyor.
AKP, “Kürt sorunu vardır” çıkışını yaptıktan sonra olayın arkasını getiremedi. Bu çıkışa ordudan bilinen tepki geldi, sorunun “terör sorunu” olduğu hükümete hatırlatıldı. Ardından Şemdinli’de provokasyonlar yaşanmaya başladı. Fakat bunlardan birisine halk tarafından suçüstü yapılınca süreçte bir kesinti ortaya çıktı. Başbakan
bu olayın üstü diğerleri gibi ö rtü lm eyecek demişti. Savcı, B a ş b a k a n ’m verdiği sözü mü tutuyor?
2
MART-NİSAN 2006 CJOİ
smdan başka, epey zamandır “ü- çüncü stratejik seçeneği” savunan bir duruşu vardır. “AB’ye veya ABD’ye mahkum değiliz, bir ü- çüncü stratejik tercih yaratılabilir” görüşünü savunan Büyükanıt’m orduda tek olduğunu düşünmek saflık olur. Eğer son olaylar bu görüşün tasfiyesini hedefleyen bir derinliğe sahipse, o zaman bu gerilim AKP’yi aşar. O bu kapışmada basit bir figürana dönüşebilir. Ordu’da bu görüşün güçlenmesini hiç şüphesiz ne AB ne de ABD ister. Böyle bir stratejik seçeneğin bugün somut ve pratik bir karşılığının olmaması çok önemli değildir. Bu düşünce derin bir kopmanın başlangıcı olabileceği için Pentagon açısından tehlikelidir. Hesaplaşmanın bu yönde olma o- lasılığı da güçlüdür. Büyükanıt’m ABD ziyaretinden hangi sonuçlar çıktı? ABD generalleri ve CIA başkanmm Türkiye’yi ziyaretinden çıkan sonuçları bilmiyoruz; ancak her şeyin yolunda gitmediği tahmin edilebilir.
Son günlerdeki bir diğer ilginç gelişme eski 1. Ordu Komuta- n ı’nm bir panelde “Türkiye’nin meydana çıkması zamanıdır” demesi, devletin derinliklerinde kritik tartışmaların yapıldığını gösteriyor. Türkiye, kendi yolunu izleyerek mi meydana çıkacaktır? Yoksa ABD’nin çektiği zeminde mi rol oynayacaktır? Bunların her biri büyük gerilimlerin ortaya çıkmasına neden olacak tercihlerdir.
İddianame olayı, bölgeden Türkiye’ye bakarak değerlendirilirse, bölgede tırmanan gerilimin iç politikaya kaçınılmaz yansımalarından birisi olarak da görülebilir. İran konusunda gerilim son tırmanma noktalarına geldi, Irak’ta bir iç savaşın provaları yaşanıyor. Bu koşullarda ordunun öne çıkması kaçınılm az görünüyor. AKP. kaybedeceği bir bilek güreşine tutuştuğunu iş işten geçtikten sonra kavrayacağa benziyor.
Vaşar Büyü kanı t ve RBD Savunma Bakanı Dona İd Rumsfeld CIR Başkanı Rnkara 'da iken Büyükomt'to RBD'ye uçarak
liyakat madalyası almıştı
IİİİS h ^
Büyü kanıt yargılansın!
“Halkların Kardeşlik İnisiyatifi” tarafından, JİTEM elemanlarının Şemdinli’de yaşanan olaylarda “suçüstü” yakalanmasının ardından bir süredir cumartesi akşamlan düzenlenen eylemlerin sonuncusu 11 Mart akşamı Taksim tramvay durağında gerçekleştirildi. Meşaleleriyle eyleme katılanlar bu karanlık oyunun artık son bulmasını ve Şemdinli olayla- rrnın aydınlatılmasını istediler. Yapılan açıklamada; “Kürt halkının Şemdinli ’de suçüstü yakaladığı kontrge- rilla ve bağlantıları egemenlerin tiim çabalarına rağmen gizlenemiyor. Kontrgerilla, JÎTEM gibi örgütler anti-komünist amaçlarla yıllardır katliamlar düzenlemektedir. Son 20 yıldır da Kürt halkına karsı sürdürü
len kirli savaşın organizasyon merkezi olmuşlardır. Halkların Kardeşlik inisiyatifi olarak sîzlere sesleniyoruz: Şemdinli’nin açığa çıkartılması için JÎTEM, MGK ve Kontrgerilla dağıtılmalı, bu kurumlar içinde bugüne kadar halka yönelik saldırıları gerçekleştirenler, planlayan, onaylayan tüm askeri ve sivil şahıslar yargılanmalıdır. Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt derhal görevden alınmalı ve yargılanmalıdır. Bu yargılamayı da egemenlerin şu ya da bu kanadının temsilcileri değil, Türkiye ’nin ezilen ve emekçi halkları yapacaktır" denildi. “Kahrolsun MGK, MİT, JİTEM, KONTRGERİLLA”; “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarıyla eylem bitirildi.
5
Latin Amerika, Hamas vb* örnekler üzerinden
SOL VE KİTLE İLİŞKİSİNİ
TEKRAR DÜŞÜNMEK...
Umut fiydin
Aslında iddia sahib i o lm ak ve o iddiayı d ö vü ş tü re ce k ey lem kılavuzuna, yani M arks izm 'e sahip o lm ak bir ışık yakm aktır. O ışığı kendi gözlerine tu ta n la r "h e r yanı o lağanüstü parlaklıkta görürler, bir anlam da ışıktan
kör o lu rla r." Ö nem li olan ışığı yü rü ne ce k yola tu tm aktır.
“Yüz yüze olduğumuz önemli problemler, onları ortaya koyduğumuz zamandaki aynı düşünce seviyesinde kalına
rak çözümlenemezler. ”
Albert Einstein
Toplumsal hareketler; 70Terin ortalarından başlayarak bir gerileme dönemine girdi. 80Terle birlikte tırmanan süreç, 90’larm başında sosyalist bloğun çözülmesiyle kriz noktasına yükseldi.
Bu yılların en gözde ideolojisi Fu- kuyama’da kaynağını bulan “tarihin sonu” idi. Peşi sıraT'eîveda proletarya” çığlıkları atıldı. Madem sosyalizmi ku- ramıyorduk, hiç olmazsa reformlar yoluyla adam gibi bir kapitalizme ulaşabilirdik. Bu dönemin sonu postmoder- nizme bağlandı. Yaşadığımız coğrafyada hala “gerçek” anlamıyla kavranamayan postmodemizm, yeni bir yol ayrımına işaret ediyordu. Bir başka deyişle “ ‘sınıftan kaçış’ sendromu bu kez ‘egemenlik ve iktidar’ kavramlarının reddine dayalı bir ‘siyasetten kaçış’ teorisiyle yeniden üretildi.” 1
“D evrimleri ayaklanmalardan a- yıran en temel özellik onun iktidar ufku ve yaşattığı sınıflar alt-üstlüğü- dür. Bugün iktidar ufku olmayan mücadeleler ve hatta ayaklanmalar yaşanıyor... günümüz düşüncesinde ö- nemli bir yer tutan postmodemizm,
geleceği kurmanın boşuna olduğunu vurgulayıp duruyor.”2 Düşüncenin bile çürüdüğü bu süreç, insan düşüncesinin pratikten kopmasıyla nerelere evrilebileceğini gösteriyor. Geleceği kavramaya yönelen bir düşünce yaratıcılığından uzaklaşılmıştır.
Özet bir şekilde geçtiğimiz süreç, yaklaşık son otuz yılı ifade ediyor. Söz konusu dönem; aynı zamanda kapitalist sistemin kendi çürümüşlüğünü, vahşetini de net olarak ortaya koydu. Paylaşım kavgası, bölgesel savaşlar, darbeler, katliamlar bir yandan dünyanın mazlum halklarında öfke biriktirirken, diğer yandan “köpeksiz köyde değneksiz gezintiye çıkmış” gibi davranan kapitalizm, a- nayurtlarda dahi sınıfsal çelişkileri belirgin kıldı..
Ancak bu dönemde, geleceğin düşüncesi yeterince net olarak kendini ortaya koyamadı. Bir başka ifadeyle yeni bir devrimci dönem için “objektif’ şartlar fazlasıyla hazırdı, ancak “sübjektif’ şartlar bir türlü olgunlaşamadı.
Bu noktada ülkemize gelirsek; 70’lerin sonunda kaçan dönüşüm şansı 12 Eylül’de tasfiye döneminin kapısını açtı. Aynı zamanda Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) açısından yeni bir döneme de işaret ediyordu.
Bugüne kadar gelen süreçte zaman zaman kayan yıldızlara tanık olmakla beraber, bir türlü şafağa ulaşamadık. (Kürt hareketinin çıkışını dışında tutmak kaydıyla...)
Bu dönemin bütünlüklü bir değerlendirmesi çeşitli kereler dile getirildi.3 Bu dönemin öne çıkan sonuçlarından biri, TDH’nin kitlelerden kopması oldu. Bu sonuç, hem pratik hem de düşünsel anlamda kireçlenmeler yarattı.
Öncelikle, eskinin tartışmasız değerleri, büyük bir erozyona uğradı. Sosyalizmin krizinin irdelenmesi a- dma sosyalizmin “gerçekliği” tartışma konusu oldu. İşçi sınıfının önderliğinin tartışılmasından üçüncü alan teorilerine kadar geniş bir yelpaze söz konusu burada. Elbetteki geçmişin mercek altına yatırılmasında bir sorun yoktur. Ama geleceği kucaklayacak bir düşünceyi filizlendirmek a- dma değil de, geçmişi mahkum etmek için bu yola girerseniz sonunda o'geçmiş, sizi de kendi girdabına çeker.
Değerler erozyonu, beraberinde ufuk kopmasını da getirdi. Ufuk kopması, iki biçimde kendini somutladı. Birincisi; siyaset yapmayı günlük davranışa indirgeyerek, takvim yaprakları arasında kaybolup uzun erim-
4
MARTINiSAN 2006 t | O Î
li düşünceler üretememek şeklinde yaşandı. İkincisi ise keskin bir şekilde “devrim ve sosyalizm” vurgusu i- le salt devrimci gündemler üzerinden siyaset yapmayı kaba ajitasyona indirgemek şeklinde oldu. Sonuçta iki biçimde kitlelerden kopuktu. Bu dönemin en çok tekrarlanan sözü “kitle- selleşmek”tir belki de. Ne var ki bu duruş, kitleleri örgütlemeye yönelik bir hedef varmış gibi bir düşünce bile uyandırmıyor. Kaldı ki bunun üzerine çok fazla düşünen de yok gibi... Siyaset tarzını yenilemekten söz açmak, kendini baştan kurgulamak neredeyse yasak.
Bu dönemde, devrimci hareketin kendine has bir “jargonu” oluştu. Belirli bir kesimin anlayabildiği, algılayabildiği, kullanabildiği bu dil, ezilenler açısından çok fazla bir anlam i- fade etmiyor. Kendi kendimize konuşur bir hale geldik. Keza bunun tersi de geçerli; devrimci hareketin de kitleleri anlayabildiği pek söylenemez. Ortaklaşabildiğimiz bir dilden bahsetmek şu an için pek mümkün değil. Bir başka şekilde söylersek; bugün için e- zilenlere “sen eziliyorsun” ya da “ö- zelleştirmelere hayır” demek tek başına yeterli değildir.
Kitlelerle aradaki bağın kopması, küçük kastlara dönüşmeyi beraberinde getirdiği gibi emekçilerle temas noktalarını da çok azalttı. Bu durum; emekçilerle birlikte emekçiler için siyaset üretme imkanını elimizden aldı. Kitle hareketi ile sosyalist hareket arasındaki açı farkı giderek büyürken iki tarafa da zarar veriyor.
Söz konusu kastlaşma; sosyalist hareketin kendi gerçekliğinden kopmasını, kendini “dev aynasında” görmesini de beraberinde getirdi. İddia sahibi olmakla kendini o iddiaya göre konumlandırmak farklı şeylerdir. Kitle hareketini yukarıdan aşağıya' örgütlemeye çalışmak, sosyalist hareketi kitle hareketinin yerine ikame etmek, sürekli “makro” siyaset üretmeye çalışmak, ama bir yandan da bunun altını dolduramamak ve aslında sürekli “kazanamama” durumu i- nandıncılık sorunu ile birlikte güven kırılmasını da getirdi.
Hamas, yoksulluğu?! içinden çil
Aslında iddia sahibi olmak ve o iddiayı dövüştürecek eylem kılavuzuna, yani Marksizm’e sahip olmak bir ışık yakmaktır. O ışığı kendi gözlerine tutanlar “her yanı olağanüstü parlaklıkta görürler, bir anlamda ı- şıktan kör olurlar.” 4 Önemli olan ışığı yürünecek yola tutmaktır.
Devrimci hareketin bugün yapması gereken -kimi örnekleri dışında tutarsak- bir paradigma değişikliğine gitmektir. Eski alışkanlıkları, formülleri bir kenara bırakarak, bilinmeyenleri bilinir kılmak adına yola çıkmak gerekiyor. Hedef belli: Örgütlenme!
H a m a s v e Latin A m e r ik a ’dan ders ler
Son dönemde Latin Amerika’daki gelişmeler ve başka bir boyutta olmakla birlikte Ortadoğu’da Siyasal İslam’ın elde ettiği “seçim zaferleri” çokça konuşuluyor. Gözleri kamaştıran ışığı öteleyerek karanlıkta kalan kör noktalara bakmak gerekir.
Hamas’ın seçimi
Ortadoğu’da bulunduğu nokta i- tibariyle de daha fazla öne çıkan elbette Filistin’de Hamas’m iktidara gelmesi. Ancak Lübnan Hizbullah’ı- nın onyıllara varan örgütlenmesini ve Mısır’da son seçimlerde partileri yasaklı olmakla birlikte bağımsız adaylarla meclise girerek tekrar öne çıkan
Müslüman Kardeşleri unutmamak gerekir. Sonuçta Hamas’m kurucu kadroları da Müslüman Kardeşlerden geliyor zaten.
Filistin seçimlerinin ardından yapılan değerlendirmelerde ağırlıklı o- larak El Fetih yönetiminin yolsuzlukları, İsrail’le fazla haşır neşir olması, Hamas’m yürüttüğü silahlı mücadele, II. İntifada’ya önderlik etmesi vb. konuşuldu. Bunların hepsinin de haklılık payı var. Ancak bir şey gözden kaçırılırsa, Hamas’m Filistin halkını nasıl örgütlediği anlaşılamaz.
Hamas, doğrudan doğruya halkın yaşamının içine girdi ve o yaşamı kolaylaştırmayı kendine amaç edindi. Filistin’deki hükümete alternatif olarak oluşturduğu örgüt ağıyla sağlık hizmetlerinden cenazelerin kaldırılmasına, yoksul çocuklara eğitim desteği sunmaktan konut sorununun çözümüne yardımcı olmaya kadar her anlamda “yaşam alanları”nı örgütledi. İsrail’le sürdürülen mücadelede ö- lerilerin ailelerine sahip çıktı, bombalanan evler onarıldı. Hamas tabii ki tüm bunları İslam dünyasından gelen maddi yardımlarla yaptı. Ancak bunları adil olarak bölüştürdüklerini söylemek gerekir. Kısacası Hamas, bugününü dünden kurmaya başlamıştı.
Hamas’m kendinden önce gelen İslami hareketlerden ve elbette I. İn-
C |O İ MART-NİSAN 2006
tifada’da oluşan halk direniş komitelerinden öğrendiği ve geliştirdiği “iddialı toplantılar yaparak ‘durumu’ tartışmaya, ‘gösteri toplumunda’ profil yükseltmeye başlamadan, siyasi programları halkın gözüne sokmaya, sandıkta buna destek istemeye kalkmadan önce, yaşam alanlarında sorun çözücü, işlevsel, vazgeçilemez toplumsal bir yer edinmeye çalışmaksan 5 başka bir şey değildi.
Latin Amerika ’da yeni dalga
Latin Amerika’da geçmiş dönemin aksine bugünlerde “sol” hükümetler arka arkaya iktidara geliyor. Venezüella’da Chavez’le “yukarıdan aşağı” bir görüntü çizen bu dalga, Bolivya’da koka üreticilerinden başlayan bir halk hareketini işaret ediyor. Keza Brezilya’da MST, bugünlerde geriye çekilmiş olsa da Arjantin’de işsiz işçiler hareketi ya da Meksika’da iktidar talebini rafa kaldıran Zapatistalar doğrudan ezilenlerin içinden geliyor.
Bu hareketlenmelere ilişkin olarak; ortak dilin yaratılması, saldırı pozisyonu alınması, doğrudan eylem taktiği, temsil siyasetinden kopuşma, yaratıcı düşünce vb. gibi çeşitli özellikler atfedilebilir. Ama Latin Amerika’da da bu hareketlenmenin ârka- smda ciddi bir kitle desteği var. Bu örgütlenmenin arka planında ezilen
lerin hayatında işlevsel bir rol üstlenmek yatıyor.
Brezilya Topraksızlar Hareketi, kendi iç örgütlenmesi olan, eğitimi, sağlığı kendi içinde çözümleyebilen bir hareket. MST’nin bugün için 1200 temel eğitim veren okulu, 3800 ilkokul öğretmeni, 150 bin civarında öğrencisi, 1200 genç ve yetişkin eğitmeni, 250 kreş eğitmeni var. Bunun dışında üniversitesi, sanat okulları mevcut. Küba’da 45 MST militanı tıp eğitimi alıyor. Daha da önemlisi kendini besleyebilen bir sistemi var. MST okullarının çalışma ilkeleri; dayanışma, yoldaşlık, kolektif çalışma vb.’nin üzerine oturuyor. MST’nin son 18 yılda 300 bin aileyi toprak sahibi yapabilmesinin ardındaki sırlardan biri, kolektif halk örgütlenmesini yaratabilmiş olmasıdır.
Bolivya’da; koka sendikaları, işçi sendikaları konfederasyonu COB, bölgesel işçi konseyleri, kadın örgütü Bartolina Sisa, Morales’i iktidara taşıdı. Ülkenin en önemli kentlerinden El Alto’da yaklaşık 600 tane mahalle meclisi var. Bu meclisler, FEJUVE (Mahalle Meclisleri Federasyonu) çatısı altında bir araya geliyor. Mahalle meclisleri, “mikro hükümetler” gibi işliyor. Halkın su, kanalizasyon, yol gibi kamusal işlerini örgütlerken bir yandan da ulusal ölçekteki sorunlara müdahale ediyorlar. Bu müdaha
leler, gücünü hayatın gerekliliklerinden alarak şekilleniyor. Bu noktada; müdahalenin küçük ya da büyük olmasına aldırmadan hareket ediyorlar. Güçlerini ise yoksulların çeşitli kesimleri arasında gerçekleştirdikleri dayanışmadan alıyorlar.
Venezüella’da ise süreç daha fazla yukarıdan aşağı bir görüntü çiziyor. Ancak Chavismo hareketi yerel- leştikçe ayaklarını yere daha sağlam basmaya başladı. Her mahallede adına “misyon” dedikleri çeşitli birimler mevcut. Misyonlar, halkın hem gündelik ihtiyaçlarını karşılıyor, hem ilk sağlık müdahalelerini yapmak üzere kurgulanmış, hem de bir düzeyde ü- retime yönelmiş durumda. Mahalle sakinleri buralarda yönetime katılıyorlar. Kimi fabrikaların işçilere devredilmesi ise yeni başlamış bir süreç.
. Chavez bugüne kadar 150 bin aileye toprak dağıttı. Küba’dan gelen binlerce doktor, Venezüella’nın yoksullarına ücretsiz sağlık hizmeti sunuyor. Chavez, şimdilerde tüm kıtayı göz taramasından geçirmeye hazırlanıyor. Yine Venezüella’da askerler, halkın gündelik işlerine yardım etmekle, eğitim vermekle görevlendirildiler. Şimdilerde Bolivaryan halk komitelerinden yaklaşık 2 milyon kişilik bir milis gücü oluşturuluyor.
Latin Amerika’ya dair benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün. Sonuçta yaşam alanlarına doğrudan müdahil olan, kendini halkın içinde yeniden üreten, ortak bir dili paylaşan, hayatta işlevsel bir rol üstlenen bir kitle hareketi söz konusu. Hayatı sokakta kuranlar, siyaseti ele geçirmiş dürümdalar.
D ayan ışm a v e
kitle ça lışm ası
Gerek Latin Amerika’daki gelişmeler gerekse de Hamas vb. örnekler, yoksulların içinde olmanın ve onlarla birlikte siyaset yapabilmenin yollarını işaret ediyor. Elbette bunları bir model olarak değil, örnek olarak görmek gerekir. Geleneksel araçlarımızla yanıt üretemediğimiz bir
6
MARTNİSAN 2006 CJOİ
sorunla karşı karşıya olduğumuz a- çılctır. Ancak bu bize, taklit etme kolaycılığına düşme hakkını vermez.
Ezilenlerle ortak bir dil tutturabilmek, onların taleplerini siyasete tercüme edebilmek, aradaki güven kırılmasını giderebilmek gerekiyor. Peki, ama nasıl? Eskiden sosyalizm ajitasyonu belki bu işlevi bir ölçüde yerine getiriyordu. Ancak bugün geldiğimiz noktada sosyalist hareketin halk nezdinde kendini ispatlamak gibi bir problemi var. Elem emekçilerin içinde olacaksınız, onlarla birlikte soluk alıp vereceksiniz hem de e- mekçilerle aradaki güven ilişkisini yeniden oluşturacak ağlar öreceksiniz. Peki, ama nasıl?
Öncelikle, “toplumsal kesimleri tanımlamak kadar, onların motivasyonlarım bilmek de önemlidir... Bu, motivasyonların salt ekonomik sorunlara indirgenebileceği anlamına gelmez. Siyasi sorunların çıkarlarıyla yakından bağlantılı olduğu kitleler, hele uzun bir mücadele deneyimleri varsa, anlarlar. En geniş hareketler politik motivasyonları olan hareketlerdir ve örgütsüz halk kesimlerine bile uzanırlar. Toprak reformu, demokrasi sorunu, bağımsızlık sorunu, işte kitleler i- çin yaşamsal motivasyonlar bunlardır: bunlar yaşam düzeyleriyle, harekete geçebilme kapasiteleriyle, özgürlükleriyle ilintilidir. Devrimci hareket, bu motivasyonlardan yola çıkarak, kitle hareketini hızlandırabilir ve onun düşüncelerini radikalleştirebilir.” ' Kitlelerin bilinci yalnızca egemen ideolojinin etkisinin bir ürünü değildir. Bu bilinç, aynı zamanda mücadele deneylerinden, yaşamsal kavgalardan geçerek oluşur ve bu anlamda bir birikim niteliği de gösterir.
Öte yandan kapitalizm kendini hayatın her alanına nasıl sokuşturu- yorsa, kitle örgütü de benzeri bir içeriğe sahip olmalıdır. Tek yönlü işleyen değil, hayatın neredeyse tüm a- lanlarma yönelik çözümler geliştire- bilen bir nitelikte olmalıdır. Örgütlenme, örgütlenenin hayatında bir değişikliğe yol açmalıdır. “Eziliyorsunuz. yoksulsunuz, bu yüzden örgütlenmelisiniz” demek tek başına
bir anlam içermez. Salt ahlaki bir düzlemden hareket edilmemeli, e- mekçiler, kendini var edebildiğini görmeli, onun açısından bir değer taşımalıdır. Neo-liberalizmin yalnızlaştırıcı etkisine karşılık ortaklaşmayı sağlarken “zafer adacıkları” yara- tabilmelidir. Başaramayan bir örgüt, emekçiler açısından çoğu zaman bir lükstür. Buradaki başarının son kertede büyük ya da küçük olması ö- nemli değildir.
Yine bugün yoksulların bir güç olarak kendilerini ifade edemedikleri bir ortamda, ilk etapta bir şey yaptırtmak üzerine değil de yapmak üzerine kurulu örgütler toplumdan daha o- lumlu yanıtlar alacak gibi görünmektedir. Bunun sebebi çok açıktır. İhtiyaçların son derece yakıcılaştığı, hayat mücadelesinin çok zorlaştığı ve siyasetin kendisine olan güvenin a- zaldığı bir ortamda emekçilere yürüttükleri faaliyetin kendi hayatlarında birebir düzeltmeler sağlayacağı örgütlenmelerin yaratılması zorunluluk olarak öne çıkıyor. “Eğitim, sağlık kolektifleri, üretim ve tüketim kooperatifleri, boş zamanı olumlu biçimde değerlendirmeyi sağlayarak sermayenin kültürel hegemonyasından uzaklaşmayı sağlayacak kültürel birimler, çetelere, uyuşturucu tacirlerine karşı koruma birimleri, afetlere a- cil müdahale ekipleri vs. Bu kapsam
her geçen gün daha da genişleyecektir. Syııfın hayatını bütünüyle nitelik- sizleştirmeye yönelik düzenlemelere karşı sınıfın kendi hayatına sahip çıkmasını sağlayan kendi öz-örgütle- ri bu genişlemeyi yaratabilir ancak.” 7 Yine bu örgütler aracılığıyla, sol, sağın kendinden çaldığı “dayanışma” kavramını geri kazanabilir.
Söz konusu örgütlenme kapsayabildiği en geniş kesime temas edebilmelidir. İşyeri, sektör, fabrika işçisi, ev işçisi, işsiz vb. ayrımlar ortak paydada buluşmanın önünde engeldir. Emekçileri bölen, rekabet yaratan ayrımlar mahalle örgütlenmeleri üzerinden kaldırılmalıdır. Hayatların yağmalanmasına karşı ortak hayatımızı ortaklaşa savunan bir örgütlenme olmalıdır bu. Kaldı ki işyerinde eyleme geçildiğinde işini kaybetme korkusunun hareketlenmeyi engelleyen çok önemli bir etken olduğu unutulmamalıdır; emekçi kendi mahallesinde çalıştığı zaman daha rahat olacaktır. Ezilenlerin, günübirlik meselelerini tartışabildikleri, yoksunluklarını elbirliğiyle giderebildikleri, dayanışmayı ve paylaşmayı somut olarak yaşayabildikleri faaliyet merkezleri, birer okul işlevi görmelidir. Aksi halde herhangi bir örgütle ilişkisi bulunmayan emekçiler açısından yaptığımız çağrıların hiçbir anlamı yoktur.
O halde sözü edilen örgütlenme, acil sorunlara salt propaganda dışm-
7
C|Oİ MARTIN i SAN 2006
da da çözümler üretebilmeli, çalışanları, somut hedeflerde birleştirebil- melidir. Söz konusu yapılanma, kendini emekçilerin ihtiyaçları üzerinden şekillendirmeli, yukarıdan aşağıya doğru değil, öznelerinin iradesini açığa çıkartabilecek bir şekilde örgütlenmelidir. Kitleyi, sosyalist hareketin yönlendirdiği bir araç olarak görmek, sosyalistleri bilinç ve bilgelikle donatırken kitleyi geri kalmışlıkla suçlamak aradaki güven ilişkisini hepten yok eder. Bu yüzden mahallelerde yaşayan herkesin söz hakkı gerçeklenmelidir. Bu sadece karar alış süreçlerine çok daha demokratik bir nitelik kazandırmakla kalmayacak, aynı zamanda sıkça gözlenen “memur zihniyeti”nin aşılmasını da sağlayacaktır.
Yaşam koşullarında acil düzeltmeler gerçekleştirebilirken, geleceğe dair yaşamsal ve kültürel ipuçlarını da ortaya koyabilmelidir. İdeolojik yetkinliğe ulaşmış olmanın gerekmediği örgütlenme kanalları üzerinden “sınıfı örgütünün içinde oluşturmayı” hedeflemelidir. Keza bu yapının, hakkını almak isteyen herkesin, yaşadığı sıkıntılara çare bulmak isteyen herkesin dahil olabileceği örgütlenmeler olması esas kabul edilmelidir. Sınıfı bölen tüm kültürel, ideolojik, etnik, mezhepsel ayrımların üstünde konumlanmalıdır.
Bu örgütlenmenin sınıfla daha fazla bütünleşebilmesi, bulunduğu a- lanlarda kendisini hayatın merkezi haline getirebilmesi ile mümkün olabilir ancak. Bu tarz yapılar öyle bir koza örebilmelidir ki bu kozanın içinde olabilmenin avantajları dışında kalmaktan çok daha fazla olmalıdır. Bunlar, fiili dayanışma odakları olarak semtlerdeki hayatın tüm kriz noktalarına müdahale edebilecek seviyede kendisini geliştirebilmek, araçlarını zenginleştirebilmek durumundadır.
(Burada uzunca bir parantez açıp, mahalle çalışmalarında kadınların ö- nemli bir rol oynadıklarını ortaya koymak gerekir. Cinsiyetler arasındaki “geleneksel işbölümü” kadınları ailenin yeniden üretimiyle ilişkilendir- mekte, bu nokta ise mahallelerdeki mücadelelerin çıkış noktasını oluşturmaktadır. “Kadınlar birbirlerini tanımakta ve semtte erkeklerden daha çok yaşamaktadırlar. Acil bir durumu en doğrudan ve hızlı duyumsayanlar kadınlardır; birçok örnekte bu durumu tek başlarına göğüslemek zorunda kalmaktadırlar. Yaşam savaşı, özellikle ücret kesintileri, artan işsizlik ve baskı koşullarında, kahramanca çabalar göstermelerini zorunlu kılmaktadır. O zaman çocuklarının yaşamı için verdikleri mücadele bir direniş nüvesi görünümü almakta ve bu direniş ancak ortaklaşa eylemlerle sağlanabilmektedir.”8)
Son bir noktayı vurgulamadan geçmeyelim. Böylesi bir örgütlenmeye, kısa vadeli, salt belli sayıda kadro çıkartabilmek için yaklaşmamak gerekir. Aksine gerçek anlamıyla bir kitle örgütü yaratabilmek, adalet, e- konomi vb. ayaklarını oluşturarak geleceğe yönelmek hedef olmalıdır. Son kertede; devrimciler, kitlelerin tarihsel ve toplumsal birikimlerinden yola çıkmalıdır. Ama bu, bir siyasi önderlik gereğini reddetmek anlamına gelmez.
Dayanışmaevleri, on yıllık pratiğiyle birlikte açığa çıkan bu göreve adaydır.
08.03.2006
Dipnotlar1. Çiğdem Çidamlı, 2006. “ Ezilenler ve Siyaset: Yeni Bir Tarihin Başlangıcında” , Praksis Dergisi, s. 14, sayfa 18.2. Mehmet Yılmazer, 2003. “ Günümüzde Devrim Sorunu” , Yol Dergisi, s.4, sayfa 3.3. Yol Dergisi’nin Nisan 1987’de yayınlanan altıncı sayısındaki Mehmet Yılma- zer imzalı “ Türkiye Devrimci Hareke- t i ’nde Kriz ve Üçüncü Dönem” yazısı. Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi’nin Temmuz 2003’te yayınlanan dördüncü sayısında yer alan Mehmet Yılmazer’in “ Günümüzde Devrim Sorunu” başlıklı yazısı ve yine Mehmet Yılmazer’in N isan 2004’te Alaz Yayıncılık’tan çıkan “ Devrimci Harekette Kriz” isimli kitabı ve Melih Ateşer’in Yol Dergisi’nin bir önceki sayısında yer alan “ Siyasetin Öznesi ve Öznenin Siyaseti Üzerine” başlıklı yazısı bu konudaki kapsamlı değerlendirmelere örnek olarak gösterilebilir.4. Mehmet Yılmazer, 1987. “ Türkiye Devrimci Hareketi’nde Kriz ve Üçüncü Dönem” , Yol Dergisi, s.6, sayfa 12.5. Ergin Yıldızoğlu, 2006. “ Hamas Dersleri” , 01 Şubat 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, sayfa 6.6. Marta Harnecker, 1997. Latin Amerika Solu Kendini Sorguluyor, Ceylan Yayıncılık, sayfa 81.7. M. Sinan, 2005. “ Dayanışma Sınıfı Yeniden Yaratabilir mi?” , Yol Dergisi, s.6, sayfa 4 1.8. Marta Harnecker, age, sayfa 100.
8
D e v r im c il e r in
ANTİ -EMPERYALÎ ZMİFikret Kızıltcm
Emperyalizmin günümüzdeki yeni saldırısıyla birlikte ulusal ölçekte elde edilen bu kazanımlar tırpanlanmaktadır. Sol harekette ulusalcılığın gelişmesinin nesnel koşulunu bu gerçeklik oluşturmaktadır. Ancak ulusalcıların üzerinden atladığı nokta
devletin sosyal yönünün geriletllmeslnden nemalanan kesimin aynı zamanda"yeril" flnans kapital olduğudur.
ABD’nin Irak’a saldırısının ve işgalin ardından emperyalizm ve emperyalizmle mücadele konusu genel olarak sol siyasette yeniden güncellik kazanmaya başladı. Türkiye sol hareketi açısından “AB’ye üyelik süreci” emperyalizm tartışmasını daha da yakıcı hale getirdi. Aslında emperyalizm tartışmalarını tetikle- yen bu iki sıcak gündem, 1980‘ler- den bu yana dünya ölçeğinde emperyalist merkezlerin ve büyük sermaye gruplarının öznesi olduğu “küreselleşme” sürecinin sosyal ve ekonomik sonuçlarının yanı sıra siyasi sonuçlarının da kristalize olması olarak okunabilir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1990’h yıllarda zincirlerinden boşalan “küreselleşme” ve yeni liberal politikalar emperyalizmin yeni bir tezahüründen başka bir şey değildi. Ama yaşanan somut sürece “emperyalizm” adının konulması için 20 yılı aşkın bir sürenin geçmesi gerekti.
Günümüz emperyalizmi elbette kapitalizmin yeni uluslararası örgütlenmesine bağlı olarak yeni bir karakter kazanmıştır. Ancak günümüz emperyalizminin özgünlüklerini incelemek bu yazının konusu değildir. Burada asıl olarak emperyalist politikaların Üçüncü Dünya Ülkelerinde yarattığı gerilimler ve anti-enıperya- list mücadeleden ne anlamak gerektiği üzerinde durulacaktır.
S ö z d e
a n t i- e m p e ry a l izm
Emperyalist merkezler ve finans kapitalin dayattığı yeni liberal ekonomik düzenlemelere (özelleştirme, esnek çalışma, ticarileştirme, ulusal pazarların eklemlenmesi vs.) karşı toplumun çeşitli kesimlerinde dirençler gelişmektedir. Sadece “küreselleşme” sürecinin asıl mağduru alt sınıflardan değil, yeni uluslararası düzenlemelerden zarar gören ya da yeni ekonominin ağları içinde henüz gerekli bağlantıları kuramamış olan
sermaye kesimlerinden de tepkiler gelmektedir. Bu kesimler, yeni liberalizmle temel bir karşıtlığı olmamasına rağmen güncel çelişkileri (devlet sektörüyle ilişkileri, ulusal pazara hitap etmeleri, uluslararası rekabete hazır olmaları vs.) dolayısıyla yeni liberal düzenlemelere tepki gösterebilmektedir. Milliyetçi ve bağımsızlıkçı bir söylemle öne çıkan bu gruplar zaman zaman AB, IMF ya da ABD karşıtlığı biçiminde tepkilerini ortaya koymaktadır. Ankara Ticaret Odası (ATO) gibi kuramların öncülüğünü yaptığı bu kesime devlet
C|Oİ MART'NİSAN 2006
kaynaklarından yararlanan bürokrasi içindeki odakları da eklemek gerekir.
Ekonomik alandaki bu gelişmeye siyasi alanda ABD ya da AB emperyalizminin Türk Devleti’nin alanını sınırlayan, stratejik hedefleriyle çelişen politikalarına karşı devletin çekirdeğinde biriken tepkiler eşlik etmektedir. Devletin çekirdeğini o- luşturan ordu ve bürokrasi bir yandan büyük güçlerin emperyalist politikalarına uyum sağlarken bir yandan da kendi iktidar pozisyonunu korumak için karşı hamleler yapmaktadır. AB’nin Türkiye siyasetinde ordunun rolünü sınırlama çabalarına karşı anti-AB’cilik ya da ABD’nin Ortadoğu ve Kürt politikasına karşı anti-Amerikancılık dönem dönem geliştirilebilmektedir. Öyle ki devletin TV kanallarında “işgal”, “I- raklı direnişçiler” vb. kavramlar rahatça kullanılabilmekte ya da Avru
pa’nın emperyalist geçmişi duruma göre hatırlanabilmektedir.
Gerek uluslararası ekonomik düzenlemelerden zarar gören sermaye kesimlerinin gerekse emperyalist devletlerin politikalarıyla dönemsel olarak çelişen Türk Devleti’nin sözde anti-emperyalist söylemi temelde bir pazarlık unsuru olmaktan ibarettir. Geniş halk kesimlerinde milliyetçiliğin güçlendirilmesi yoluyla, ordu ve bazı sermaye grupları kendi pozisyonlarını korumak için yürüttükleri pazarlıklarda ellerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Milliyetçiliğin pompalanması aynı zamanda düzen karşıtı ideolojilerin gelişiminin önünü tıkayan bir set olarak da işlev görmektedir. Kapitalizmin ve emperyalizmin yarattığı toplumsal gerilim- lerin mevcut düzenin bekçiliğini yapan ulus devletleri hedef alması gerekirken milliyetçiliğin geliştirilmesi ulus devletin yıpranan meşruiyeti
ni pekiştirmeye hizmet etmektedir.
Ordunun ya da ATO gibi sermaye kuruluşlarının bağımsızlıkçı söylemlere başvurmasının anti-emperyalizmîe en ufak bir ilgisi yoktur. Kendi iktidarını pekiştirmek için geliştirdiği milliyetçi, bağımsızlıkçı söylemin altı kazındığında Türkiye’deki en Amerikancı kurumun Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) olduğu görülür. TSK’nm silah sistemi bütünüyle ABD’ye bağımlıdır, üst düzey subayların tamamı ABD’de eğitimden geçirilmiştir, NATO içinde ABD’nin en yakın destekçisi konumundadır vs. Emperyalizmin halka yansıyan yönüyle (işsizlik, çalışma koşullarının ağırlaşması, sosyal hakların tasfiyesi) yukarıdaki sermaye gruplarının ya da ordunun herhangi bir sorunu yoktur. Bu anlamda devletin ya da burjuvazinin bir kesiminden anti-emper- yalizm beklemenin ya da buralarda ittifak gücü aramanın sol adına savunulacak bir yönü yoktur.
Tarih ve a n ti-e m p e ry a liz m
Türkiye’de son yıllarda bir eğilim olarak belirginleşen ulusal solculuk sol hareketin tarihini ulusal bir perspektiften sahiplenmeye çalışmaktadır. Özellikle 1960’larm sonlarında öğrenci hareketinde ve çeperinde gelişen anti-emperyalist mücadele salt u- lusal bağımsızlıkçı ve “sol Kemalist” bir içerikle hatırlanmaktadır. Oysa 1965-75 dönemine damgasını vuran anti-emperyalizm ulusal bağımsızlıkçı söylemine karşın gerçekte sımfsal/toplumsal talepler üzerinden gelişen bir mücadeleydi.
6. Filo askerlerini denize döken öğrenciler aynı yıllarda üniversitelerde akademik mücadeleyi büyütüyor, işçi direnişleri ve köylü hareketleri özellikle 1968-71 döneminde hızla yaygınlaşıyordu. Hareketin retoriği ulusal bağımsızlıkçı olmasına karşın fiili var oluşu sınıfsaldı. Hikmet Kıvılcımlı’nm o yıllarda söylediği gibi “Türkiye’de sınıflar savaşı bu kertede bir Amerikan emperyalizmine karşı mücadele biçimine girmiştir.”1 Topraksızlıktan tefeciliğe, işsizlikten zamlara, polis baskısından akademik sorunlara kapitalist sistemin yarattığı onlarca çelişki anti-em-
'peryalist bir söylem içinde ifade edilmiştir.
Mücadelenin öncülüğünü yapan öğrenci gençlik, kitleleri anti-emperyalizme kazanmak için onların gündelik hayatlarındaki çelişkiler üzerinden hareket etmek gereğini hissediyorlardı. Harun Karadeniz’in
anlatımıyla:
“ ... kitle karşısında ‘biz sosyalistiz, onun için böyle istiyoruz’ yerine doğrudan doğruya somut sorunların tartışmasını yapıyor ve o sorunlarda kitle desteğini sağlıyorduk. Sanırım bu tavrın büyük yararlarını gördük.”2
6 filoya karşı İstanbul’da yapılan en kitlesel yürüyüş olan ve tarihe Kanlı Pazar olarak geçen eylemde taşman sloganlardan bazılar şunlardır: “6. Filo Defol”, “Köylüye Toprak Yok, Amerikan Üslerine Toprak Çok”, “Amerika Seni Vietnam’da Duyduk, Singer’de3 Bildik”, “6. Filo; Zammı Sen mi Getirdin?”, “Geldikleri Gibi Gidecekler”.4 Özellikle ABD sermayeli işyerlerinde ve ABD üslerinde çalışan işçiler sınıfsal mücadelelerine daha geniş bir meşruiyet sağlamak amacıyla ulusalcı retoriği kullanmışlardır.
Ulusalcıların görmezden geldiği toplumsal ve sınıfsal boyut, 1960’lı yıllardaki anti-emperyalizmin bugün en çok hatırlanması gereken yönüdür. Dipnotlar1. Hikmet Kıvılcımlı, Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?2. Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, Belge, s. 1883. O dönemde işçi direnişinin yaşandığı ABD sermayeli bir fabrika4. Harun Karadeniz, a.g.e., s. 146-153
10
E m p ery a l izm e karşı ulusal b ağ ım s ız l ık m ı?
20. yüzyıl boyunca emperyalizmin egemen olduğu topraklarda bir biri ardında ulusal kurtuluş mücadeleleri gerçekleşmiştir. Farklı sosyal kesimlerin koalisyonu biçiminde yürütülen bu mücadeleler bağımsızlığın kazanılmasından sonra yerli burjuvazilerin egemenliğini pekiştirmesiyle sonuçlanmıştır. Aynı sürecin bir başka yönü ise ulus devlet ölçeğinde alt sınıfların mücadelelerinin Sosyalist Blok’un varlığının sağladığı avantajlarla birlikte elde ettiği sosyal kazanmalardır.
Emperyalizmin günümüzdeki yeni saldırısıyla birlikte ulusal ölçekte elde edilen bu kazanımlar tırpanlanmaktadır. Sol harekette ulusalcılığın gelişmesinin nesnel koşulunu bu gerçeklik o- luşturmaktadır. Ancak ulusalcıların ü- zerinden atladığı nokta devletin sosyal yönünün geriletilmesinden nemalanan kesimin aynı zamanda “yerli” fınans kapital olduğudur. Yeni liberal politikalar sonucunda sosyal hakların gasp edilmesine karşı mücadele etmek elbette gereklidir. Ancak bu mücadelenin ulusalcılığa payanda yapılması hedef şaşırtmaktan başka bir anlama gelmez. Yeni liberal politikalara karşı halklara düşen ulusalcılığa sarılıp bir kez daha “bağımsızlık” savaşı yürütmek değildir. Ulusalcı siyaset yukarıda belirttiğimiz güçlerin politikalarına yedeklen- meyi getirecektir.
Ulus devlet ölçeğinde kazanılmış olan sosyal hakların geriletilmesine karşı yürütülen mücadeleler “toplumsal kaynakların paylaşımında söz sahibi olma” perspektifiyle sürdürülmelidir. Milyonlarca emekçinin ürettiği toplumsal değerlere el koyan gücün “yerli” ya da “yabancı” olmasının halk açısından bir önemi yoktur. Önemli o- lan üretilen değerlerin nereye aktarılacağına onu üretenlerin karar verebilmesidir. Bu ise “ulusal bağımsızlık”la değil, “halk iktidarı” ile ilgilidir. Sosyalistler açısından “bağımsızlık”, egemenlerin politikalarından “bağımsız olmak” dışında bir anlam taşımaz, eğer ülke emperyalizmin doğrudan işgali altında olan bir sömürge değilse.
Emperyalizm bir ulusun başka bir ulusu ezmesi değildir. Bir ulus içindeki egemen sınıfın ve onun devletinin başka halkları boyunduruk altına alması demektir. Emperyalizm temelde sınıf egemenliğine dayanır. Ona karşı yürütülecek mücadelelerde sınıfsal olmak durumundadır. Emperyalizm salt dışsal bir olgu olarak da görülemez. Emperyalist merkezler yerli egemenlerle birlikte halklar üzerinde tahakküm kurmaktadırlar. Günümüz emperyalizmi ve onun popüler ifadesi olan “küreselleşme”, ulus devletler aracılığıyla işlemektedir. U- lus devletle küreselleşme arasında bir karşıtlık değil, tersine tamamlayıcı bir ilişki söz konusudur.
Günümüz koşullarında emperyalizme karşı “bağımsızlıkçılık” ya da “ulusalcılık” halklar açısından çıkış- sızlığa saplanmak anlamına gelir. Emperyalizmi dışsal bir olgu gibi sunan ulusalcılar kendi ülkelerindeki egemen sınıfı ve ulus devleti ıskalayan bir emperyalizm karşıtlığını öne çıkarmaktadır. Türkiye’de devleti ve “yerli” finans kapitali hedef almayan bir anti-emperyalizm sıradan milliyetçiliğin ötesine gidemez. Devrimci güçler açısından emperyalizmle mücadele, öncelikle kendi devletinle ve egemen sınıfınla mücadele anlamına gelir. Yani denklem önce ABD, sonra TC biçiminde kurulamaz. Devrimciler için tam tersi geçerlidir.
Ulus devletlerin ve yerli egemen sınıfların emperyalizmle ilişkisi de basit bir işbirlikçiliğe indirgenmemelidir. Sermaye ve meta akışının serbestleşti- ği, sermayenin uluslararasılaştığı bir dünyada emperyalizm her zamankinden daha fazla içsel bir nitelik taşımaktadır.
N asıl bir
a n t i-em p ery a l is t
m ü c a d e le ?
Sosyalistler açısından anti-emperyalist mücadele bir devrim mücadelesidir. Bu yüzden mücadelenin yakın hedefi emperyalist zincirin bir parçası olan ulus devlet ve “yerli” finans kapitaldir. Anti-emperyalist
mücadelenin asli öznesi, işçiler, kır yoksulları, küçük esnaf, öğrenciler ve aydınları içerecek anlamda, geniş halk yığınlarıdır.
Anti-emperyalizmin geniş halk yığınlarına mal olması onun sınıf- sal/toplumsal mücadelelerle iç içe geçmesi ile mümkün olabilir. Soyut bir anti-emperyalist mücadele çağrısının halkta karşılığı olmayacaktır. Emperyalizmin Irak’ta, Filistin’de ve diğer ülkelerde yarattığı vahşet elbette onun tüm dünya halklarının vicdanında yargılanmasına yol açmaktadır. Ancak geniş halk kesimlerinin anti-emperyalist mücadeleye katılması emperyalizmle yaşadığı somut sorunlar arasında bağ kurmasına bağlıdır. ABD ve AB emperyalizmine karşı mücadele halkın gündelik mücadeleleriyle örtüşecek tarzda yürütüldüğü oranda kitleselleşme şansı bulabilir. Bugün emekçilerin yaşamında emperyalizmin karşılığı IMF politikalarıdır, özelleştirmelerdir, esnek çalışmadır vs. E- mekçiler açısından anti-emperyalist mücadele sınıfsal ve toplumsal taleplerden ayrıştırılamaz.
Emperyalizme karşı mücadelenin öne çıkan bir özelliği de çok farklı toplumsal ve ideolojik grupları eylem birliğine yöneltmesidir. Emperyalizme karşı egemen sınıflarla ve devletle bağı olmayan demokratik nitelikteki gruplarla eylem birlikleri geliştirilebilir. Bu gruplar çevreci, sosyal demokrat, feminist ya da İslamcı olabilir. Mücadelenin ihtiyaçlarına göre esnek birliktelikler oluşturmak zorunludur. Katı ve dogmatik tutumlar mücadeleyi sekteye uğratmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Başka bir boyut, anti-emperyalist mücadelenin mekanıdır. Devrimci örgütler genel olarak ulusal ölçekte örgütlenmiş olsalar da anti- emperyalist mücadelede bölgesel hatta küresel ittifakların oluşturulması zorunluluktur. Irak’m işgali sürecinde bu konuda atılan adımlar (15 Şubat ve 20 Mart eylemleri) altı çizilmesi gereken yüzü geleceğe dönük deneyimlerdir.
MART-NİSAN 2006 c p l
Ro s a Lu x e m b u r g v e
SOSYALİST DEMOKRASİ
M. Sinan
Burjuvazinin sınıfsal iKtidarının geniş halk yığınlarının en geniş politik eğitimine, çok dar sınırlar dışında ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü için bu gerek koşuldur, yani kitlelerin politik eğitimini, deneyim kazanmasını sağlayacak araçlar
geliştirilemezse proletarya diktatörlüğü nefes alamaz, yaşayamaz.
Sosyalist demokrasi sorununa geçmişteki hataları gören, bunlarla doğru bir biçimde hesaplaşabilen ve yeni bir anlayış geliştirebilen bir duruşun devrimi örebilmek için kilit önemde olduğu açıktır. Özgürlüğü bayrağının en üst noktalarına yazmış bir hareketin tarihsel deneyimi bu açıdan sıkıntılarla doludur. Özellikle Sovyetler Birliği’nde yaşanan siyasal yabancılaşmanın tarihte eşi benzerini bulmak zordur. Sistemin bu kadar kavgasız gürültüsüz ortadan kalkması da bu yabancılaşmanın seviyesini ortaya koymaktadır. Sistemi yürütüyor görünenlerin bile sistemi savunacak durumu kalmamıştı, hatta yıkımın öznesi ve sonraki sürecin başak- törleri birçok yerde onlar olmuşlardır.
Ekim Devrimi gibi tarihin kitlelerin seferberliği açısından en özel anlarından biri ile başlayan bir süreç bu son noktaya nasıl gelmiştir? Bu durumu dosdoğru bir biçimde çözümleyemeden, kendimizde bu anlayışın yansımalarını fark edemeden ve kitlelere güven verecek yeni bir anlayışı yayamadan sınıf hareketi ile bütünleşebilme imkanı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla bahsedilen mesele tarihsel değil, tam tersine olabildiğince güncel bir meseledir ve acil bir çözüm gerektirmektedir. Çünkü varolan siyaset tarzı da hem siyasal yapılarda hem de kitle örgütlerinde benzer yabancılaşmaları yaratmaya devam etmektedir. Siyasi özneler arası i- lişkide yaşanan sorunlarda aslında büyük oranda sosyalist demokrasi anlayışındaki sorunlardan kaynaklanmaktadır. Herkesin kendisini “tek doğru yolun temsilcisi, proletaryanın gerçek öncüsü” olarak kabul ettiği bir bilinç durumuyla eşitler arası bir ilişki, dolayısıyla bir devrimci dayanışma cephesi yaratabilmek de mümkün değildir. Varolan ilişkiler bilindik hükmetme, hakim olma dayatmaları içerisinde eriyip gitmektedir. Devrimden sonra tasfiye etmeyi planladğımız “sapma- lar”la pragmatik bir araya gelişler dışında kalıcı ilişkiler yaratmak mümkün değildir.
Bürokratikleşmenin felç ettiği, kitlelerin her türlü siyasi faaliyetin dışına itildiği, sendikaların grev yapamadığı
bir renksiz, tatsız tuzsuz sosyalizme nasıl varıldığı sorusunun hala belki de tam olarak cevaplanamamasmm en ö- nemli sebebi de özellikle Lenin’in bu konudaki öngörüsüdür. Son dönemki yazı ve konuşmalarında kitlelerin siyasette devre dışı kalmasının yaratabileceği sorunlara dair birçok uyarı bulunmaktadır. Partinin her açıdan herşeyi o- lan bir kişinin bunca açık uyarısına rağmen buraya nasıl gelindi? Bunu sadece devrim sonrasının zorlayıcı koşulları i- le açıklayabilmek ya da Rus, dolayısıyla Doğu toplumunun doğasıyla izah etmeye kalkmak bizleri yeterince aydınlatıcı sonuçlara ulaştırabilir mi? Malum, gelecekteki hiçbir devrim de çok kolay koşullarda, bütün şartlar olgunlaştığında gerçekleşmeyecektir. Böyle olsa zaten devrim adlandırmasını kullanmanın bir anlamı olmayacaktır. Devrim büyük bir kırılma ve sıçramadır. Bu kırılma ve sıçrama da en azından bir dönem için olağanüstü koşullar göğüslenmeden gerçekleşemez. Çeşitli darboğazlar, kitlelerin günlük kimi maddi taleplerinin karşılanamaması, düşmanın saldırıları, provokasyonlar, sabotajlar, enerji tedariki ile ilgili sıkıntılar vs. Bunları devrimi başaran tüm işçi smıfı iktidarları göğüslemek zorunda kalacaktır. Sorun bunları göğüslerken, neleri temel ilke olarak sonuna kadar büyük bir kararlılık ve inançla koruyacağımız, neleri de ilk zorlanışta rafa kaldırabileceğimizdir. Eğer bir prensip, kurulacak sosyalizm için ha
12
MART-NİSAN 2006 C|Oİ
yati önemde ya da acil bir ihtiyaç olarak düşünülmüyorsa, kurucu bir ilke olduğuna inanılmıyorsa bununla ilgili kimi tavizlere, esnemelere, geri adımlara açık olunabileceği kabul edilebilir.
Ekim Devrimi sonrasında bir biçimde kitlelerin işin içinde olması noktasında yüzde yüz bir kararlılık ortaya konmuş mudur? Bunu tartışabilmek gerekiyor. Partiye yapılan olağanüstü vurgu ve ona yüklenen temel işlev, kitlelerin geri planda kalmasına göz yumulmasına yol açmış olabilir mi? A- çıkçası böylesi devasa sorulara kestirme cevaplar üretmek hepimizi yanlış yönlere sevkedebilir. Ama soruları sorabilmekten de çekinmemek gerekiyor. Yaşanan sıkıntıların temel sebeplerinden birinin buralarda bir yerlerde gizli olduğu açıktır.
Bu soruları Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde soran ve sormakla da kal- r^yıp esaslı cevaplar da üreten büyük devrimci önderlerden biri Rosa Lu- xemburg’dur. Rosa’nm değerlendirmeleri bugünden bakıldığında çok daha anlamlı gözükmektedir. Bilindiği gibi Rosa devrim stratejisi içinde kitlesel müdahalelere, özellikle genel greve gereğinden fazla bir misyon biçmekle, partinin işlevini yeterince farketme- mekle eleştirilir. “Rosa sınıfın kitlesel dinamiklerine ve gücüne gereğinden büyük bir anlam yüklemektedir”. Hatta Spartakist Devrimi’nin yenilgisi büyük oranda onun bu iyi niyetliliğiyle a- çıklanır. Dolayısıyla sermaye birikimi yaklaşımındaki naillik ile de birleşince Lüksemburg’un teorik birikimi devrimci hareketin ana dalgası içinde sayılmaz. Devrimci kişiliği ile herkes tarafından kabul edilen Rosa’nm görüşleri çok değerli bulunmaz. Doktor H. Kıvılcımlı ile Rosa’nm benzer kaderleri paylaştığı görünmektedir.
Oysa Rosa’nm özellikle “Rus Devrimi”makalesinde geliştirdiği tezler bugün yapılacak bir “sosyalist demokrasi ne demektir, nasıl uygulanabi- lir?”tartışmasma temel oluşturabilecek durumdadır. Rosa, büyük bir hayranlık beslediği Ekim Devrimi’nin geleceği üzerine çok önemli değerlendirmeler yapmış, biraz da “dost acı söyler” sözünü doğrulamasına sert eleştiriler ge
liştirmiştir.
“Diktatörlük Problemi” başlıklı bölüme Lenin’i eleştirerek başlar. Lenin “Devlet ve Devrim”de burjuva devletinin burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskısının aracıyken, sosyalist devletin de işçi sınıfının burjuvazi üzerindeki baskı aygıtı olduğunu söylemektedir. Oysa Rosa bunu “gereğinden fazla basite indirgenmiş” bir yorum o- larak algılar ve “en temel meseleyi gözden kaçırmakla” itham eder. Burjuvazinin sınıfsal iktidarının geniş halk yığınlarının en geniş politik eğitimine, çok dar sınırlar dışında ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü için bu gerek koşuldur, yani kitlelerin politik eğitimini, deneyim kazanmasını sağlayacak araçlar geliştirilemezse proletarya diktatörlüğü nefes alamaz, yaşayamaz. Sonrasında da Troçki’den bir a- lıntı yapar. Troçki bu alıntıda, hükümet için yapılan açık ve doğrudan siyasetin sınıf için çok kısa zamanda çok önemli bir deneyim edinme olanağı sağladığını, bu sayede de mücadelede bir üst aşamaya rahatça sıçrandığmı belirtmektedir. Rosa bu alıntıyı şöyle değerlendiriyor: “Burada Troçki kendisini ve arkadaşlarını yalanlamış oluyor. Bu böyledir, çünkü onlar kamusal yaşamı baskılandırarak en önemli politik deneyim kaynağım bloke etmiş oldular. Ya da biz bu deneyimin ve ilerlemenin sadece Bolşevikler iktidara gelene kadar lazım olduğunu, bunun ardından doruk noktasına ulaştıktan sonra gereksiz hale geldiğini varsaymaktadırlar.
Halbuki tam tersi doğrudur. Bolşe- viklerin büyük bir cesaret ve kararlılık ile omuzladıkları görevlerinden altından kalkabilmeleri kitlelerin en yoğun politik eğitimine ve deneyim biriktirmesine bağlıdır.”
Rosa Luxemburg için sınıfın kitlesel katkısı olmadan sosyalizm yaşayamaz. Sınıf adına hareket edenlerin partisinin tüm yükü taşıyabilmesi mümkün değildir. Sınıfın bu yükü omuzlayabilmesi ve kuruluşa sürekli artan yoğunlukta bir katkı sunabilmesi ancak siyasi özgürlük ile mümkündür. Bu a- landa sınırların gereğinden dar bir şekilde çizilmesi geri dönüşümü olmayan kireçlenmeler yaratabilir. En azm-
dan Sovyet deneyiminde böyle olmuştur.,, Sovyetler’i kendiliğinden kuran Rus işçileri, devrim sonrasında adım a- dım siyaset sahnesinden çekilmişlerdir. Devrimin sonunu bundan daha iyi a- çıklayan bir gerekçe olabilir mi? Sınıfın doğrudan, kendi öz örgütleri aracılığı ile siyaset içine giremeyişi, hangi olumsuz koşul ile gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin ölümcül sonuçlar yaratacağı için kabul edilmemelidir. Oysa Sovyet Devrimi başka bir yol izlemiştir. Bunu devrimin öncülerinin birikimlerinden bütünüyle bağımsız, salt koşulların dayattığı bir gelişme olarak değerlendiremeyiz diye düşünüyorum.
“Sadece hükümeti destekleyenlere ya da bir partinin -hatta belki birkaç da olabilir- partinin üyelerine özgürlük gerçek özgürlük değildir. Özgürlük, farklı düşünenler için olursa ancak gerçek bir özgürlük haline gelebilir. Fanatik bir adaletten dolayı değil, ama politik özgürlüğün öğretici, iyileştirici ve ayıklayıcı özellikleri bu esas ilkeye dayandığı ve özgürlük bir ayrıcalık haline geldiği zaman bir işe yaramayacağı için.”
Burada çok önemli iki vurgu mevcut. Bir, özgürlük meselesi tek parti, çok parti meselesi değildir. İki; özgürlük aydınca bir ilke meselesi değil, tam tersine sosyalizmin vazgeçilemez gerek koşuludur.
Rosa, sosyalizmin hazır bir reçetesi olmadığını, her an ne yapması gerektiğini bilecek olan bir öncü fikrinin gerçeklikle örtüşmediğini vurgular. Sorunlara çözüm bulabilmenin, devrimin yürümesi gereken yolun yürürken belirlenmek durumunda olduğunu vurgular. Bu belirleme işinin ise sınıfın ve sosyalizmin ihtiyaçlarına uygun olabilmesinin yegane garantisinin sınıfın kendi öz örgütleri aracılığı ile aktif siyasete katılımı olduğu belirtilir.
Başaramamak ve onurluca yenilmek, yanlış olunduğunun kuşku götürmez ispatı olarak görülebilir mi? Rosa’nm bu değerlendirmeleri aslında gün gibi açık olanı ortaya koymuyor mu?
Gerçek sorunlarımıza ortak aklımızla müdahale edebildikçe ilerleyeceğiz.
D
ÖNDERLİK, KADRO VE
ÖRGÜTLENME SORUNLARI
Melih flteşer
işçilerin, em ekçilerin genel mücadele çağrılarına kulak asmadıkları, yukarıdan ajitasyonla halka bir şey anlatılamadığı, dahası sözün hükmünün kalmadığı artık herkesin m alumu. Ancak buradan sistem in halkı apolitikleş- tirdiği gibi yüzeysel yargılara varılamaz, tersine Siyasal İslamcılık, ulusal sol-
cu luk/m illiyetç ilik ve AB'cilik (liberalizm) gibi güçlü siyasal eğilim ler o luşmuştur. Örgütlenm e sorunları yaşayan devrim ci, sosyalist hareketlerdir.
Ne yapmalı?.. Bu soru Le- nin’inl895’lerde “dünyanın en büyük küçük burjuvalar ülkesi” diye nitelediği Rusya’da 1912’lerde sınıflar mücadelesi tarihinin bir dönüm noktasına geldiğini işaret ediyor ve bu ülkede işçi sınıfı iktidarına giden yolu açıyordu. Leninist örgüt (parti) teorisi, işçi sınıfını iktidara taşıyacak hareket noktasını (örgütlü devrimci iradeyi yükselt- mek/savaş örgütünü inşa etmek) belirlemekle kalmıyor, iktidar mücadelesinin yöntemi ve araçları üzerine ‘teorik bir devrim’ anlamına geliyordu. Bolşevikler kendinde devrim yaparak, Rusya proletaryasını öncü partisiyle buluşturuyor ve Ekim Devrimi’ni örgütlüyorlardı. Ekim Devrimi ile birlikte bütün dünya proletaryası için adeta bir eylem kılavuzu haline gelen bu devrim ve iktidar teorisi, Sovyet iktidarı ile birlikte çökmediyse de oldukça yara aldı, tartışılır hale geldi. Ne yazık ki tartışılması henüz onun devrimci bir tarzda aşılmasına yol açmadı, fakat liberal-reformist eğilimlerin ‘güç kazanmasına’ yol açtı diyebiliriz. Devrimci hareketimiz bu soruya yeniden yanıt üretmek zorundadır. Bugünkü somut koşullarda devrimci bir iktidar örgütü nasıl yenidemyapı- landırılmalıdır? Öncüsü olduğu kitlelerle ideolojik, politik ve organik
bağları nasıl biçimlendirilmelidir? Devrimci ve demokratik mücadele birbirini çelmeden, nasıl örgütlenmelidir? Büyük sorular soralım, fakat biz her şeyi biliriz edasıyla bü- yük/aceleci sözler söylemeyelim. Biraz sesli düşünerek işe başlayalım. Bu yazıda örgüt ve örgütlenme sorunlarını genel teorik düzeyde değil, tarihsel deneyimlerimiz doğrultusunda tartışmayı, pratiğin teorisine katkı yapmayı deneyeceğim. Örgüt kavramı ile parti kavramı eşanlamlı kullanılacaktır. Örgütlenme kavramı ise partinin ideolojik, politik hegemonyası ile pratik olarak yönsemeye çalışacağı, fakat organik olarak partiden bağımsız kitle örgütlenmelerini ifade edecektir.
Bugüne kadar devrimci hareketin strateji-program-taktik-örgüt bütünlüğünü oluşturmasının, gerçek bir iktidar örgütü olarak yeniden yapılanmasının da koşulu olduğunu vurguladık. Hareketimiz strateji ve program sorunlarının çözümünde ö- nemli adımlar attı. Örgüt ve taktik sorunları ile daha fazla dövüşerek bütünlüğümüzü sağlamalıyız. Bir konuda yeniden tartışmak, o konudaki ezberi bozmak demektir. Peki bu konudaki ezberimiz neydi? Parti yukarıdan aşağıya örgütlenir, kitlelere bilinç dışarıdan taşınır, ajitas- yon+propaganda=örgütlenmedir, iş
çi sınıfı partisinde işçiler çoğunluk olmalıdır, her şey parti için ve dolayısıyla devrim içindir, devrim için objektif koşullar hazırdır, fakat sübjektif koşullar yaratılamamaktadır, önderlik sorunu yoktur, kadro sorunu vardır, devrimci demokrasiyi tartışmak liberalizmden etkilenmektir, devrimcilik fedakarlıktır, halk için mücadeleye adanmaktır v.b. Eleştirdiğimiz kavramların kendisi değil, devrimcilik adına o kavramlarla kurulan ilişkidir özünde. Ezberi bozmak, statükoyu sorgulamak; oportünist, revizyonist, liberal vb. yakıştırmalara hedef haline getirir çoğu zaman. Ancak neden bir arpa boyu yol alınamıyor, neden hep tasfiye sürecinden söz ediliyor deseniz, onun da sorumlusu zaten sizsinizdir. Yani devrimci hareketin iç hesaplaşma, kendisiyle yüzleşme gücü de kalmamıştır. Bu bir çürüme işaretidir. Gerçekten köklü bir kopuşmaya ve de- ğer/ilişki sistemlerimizi, yöntemlerimizi, araçlarımızı geliştirmeye ihtiyacımız var. Burada kopuşma kavramının anlamının, devrimci hareketin pratiğinde en çok görülen örgütsel bölünmeler olmadığı, bir bütün olarak hareketin düşünce ve davranış zemininde zaaflarından kopuş- ınası olduğu unutulmamalıdır.
Devrimci bir örgütte yaşanan sorunlara toplu bir bakışla konumuzun
14
MART-NİSAN 2006 q O İ
biraz daha içine girmeye çalışalım. Fili kuyruğundan değil, başından tutarak kavramak için önderlik sorununa önceliği verelim.
Devrimci hareket gerek ideolojik düzeyde gerekse politik ve örgütsel düzeylerde önderlik sorunu yaşamaktadır. İdeolojik sorunların kapsam ve derinliği ile dövüşebilecek kolektif aklı yaratamamıştır devrimci örgütlerin hemen tamamı. Her örgütte bir-iki ideolog ya vardır ya da hiç yoktur. Fakat ideologların sayıca yetersizliğinden daha önemli olan, yapacakları yeniden üretimde yedek güçlerden yoksun olması, tümüyle kişisel yeteneklerine bağlı kalması ve bu kişilerin aynı zamanda her şeyden sorumlu görülmeleridir. Oysa ideolojik sorunların boyutları, bu alanda yürütülecek dövüş için, örgüt içinde ayrı bir örgütün varlığını gerektirecek düzeydedir. Bu seviyeye ulaşılamadığı sürece ‘pratiğin öğreticiliğine’ güvenmekten, başka yol kalmıyor. Elbette devrimci pratikten kopuk bir devrimci teori de olamaz, ama bu ilişkiyi herkesin her işi yaptığı kaba kolektivizmden kurtarmak zorunluluğu da açıktır. Bu noktada örgütün ayrıca bir politik/taktik önderliğe ihtiyacı olduğu görülecektir ki, bu anlamda önderlik, tümüyle sahaya ayakları basan, güçlerin tamamının nitelik ve niceliğine (özellikle de kendi örgütsel gücünün durumuna) vakıf olmayı gerektirir. Ancak sağlam bir ideolojik duruş noktasından güç almayan politik/taktik önderlik pragmatizme (burjuva ideolojisine) yenik düşer. Ayrı kurumsal varlıklar olarak örgütlenmeleri ve a- ralarmda sıkı bir düşünce bağı oluşturulması daha kazandırıcı bir kolektivizm anlayışını ifade eder. Örgütsel süreçlerin yönetimi de ayrı bir işbölümü/uzmanlaşma konusu olmalıdır. Örgütsel süreç yönetimi i- se genellikle politik/taktik yönelişlere göre şekillenir, bazen (uzun vadeli stratejik aygıtların inşası gibi)
görece özerk yönleri de vardır.
Örgütsel sorunlar bekletilemez, zamanında çözülmeyen örgütsel sorunlar bir yerden sonra siyasal ve i- deolojik sorunlara dönüşür. Bu alanda yetki ile, tüzükle sorunların çözüleceği düşüncesi gerçekçi değildir; örgütün tüm kılcal damarlarına kadar girebilen, nabzı tutabilen bir yönetici önderlik kalitesi gerektirir. Dolayısıyla ayrı bir uzmanlaşma, yoğunlaşma gerektirir. Örgüt olmak, çözüm gücüne sahip olmaktır, örgüte önderlik etmekse bu gücü doğru yerde, doğru zamanda kazandırıcı bir yöntemle kullanabilmektir. Önderliğin kendisini misyonuna uygun biçimde örgütlemesi, iş bölümünün ve uzmanlaşma konusunda kendisini sürekli yenilemesi gereklidir. Aksi takdirde ‘kolektif şeflik’ dediğimiz ve kişi kültünü egemen kılan; ‘o- nunla olmaz, onsuz da olmaz’ ikilemine sokan ya da herkesin bildiğini yaptığı, kendiliğindenci bir ilişkiyi kural haline getiren kastlaşmalar kaçınılmaz oluyor.
Bir başka önemli sorun da kadro sorunudur. Devrimci hareket hemen her alanda kurucu kadro sorunu yaşamaktadır. Mevcut kadro yapısı daha çok, işi kendisine uydurmaya çalışan; ‘görev adamlığı’ diyerek durumunu akılcılaştıran (memurlaş- mış); düşük yoğunluklu siyaset daha çok ‘sosyalleşme’ (arka bahçe oluş
turma) eğilimi gösteren; varoluşçu; dar pratikçi-indirgemeci; statükocu vb. olumsuz özellikler taşır. Ancak bu söylediklerimizden kadrolardan yakındığım şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü bu bir sonuçtur ve ben nedenlerini ortaya koymak i- çin değinmek zorunda kalıyorum. Nedenlerine gelince; yukarıda kısaca değindiğimiz önderlik sorununu
aşamayan bir devrimci hareketin, bu anlamda bir kadro sorunu yaşamasından daha doğal ne olabilir ki... diyerek basite indirgeyemeyeceği- mizi söylemeliyim önce. Kadro sorununun çözümünü görev öncelikleri içerisinde üst sıralara almış örgütlerde dahi aynı sorun yaşandığına göre, aynı zamanda bir yöntem sorunu da yaşanıyor olmalı. Yani tek başına eğitim (okul) vb çalışmalarla sonuç alınamıyor. Nasıl bir kadro e- ğitimi politikasının uygulandığı kadar; kadroların günlük olarak kendilerini yeniden üretecekleri ve oradan güç alacakları kolektifin, yani içinde yer aldıkları parti örgütlerinin (organların) iç yapısı, süreçlerdeki durumu da belirleyici etkenlerdir. Yöntem sorunlarını buralarda aramak gerekir. Kadrolaşma çalışmalarında önemli bir yeri olan eğitimin, her şeyden önce yeterli ideolojik donanımı sağlaması için, teorik birikimin yanı sıra kadroya olaylara bakışta bütünlüklü bir perspektif kazandırması ve olaylar karşısında /içinde kendi tutumunu belirlemesini sağlayacak bir yöntem kazandırması gerekir. İdeoloji, bilimsel ve nesnel gerçekliğin, sınıf bilincinin süzgecinden geçirilerek okunması, değiştirilmesi ve dönüştürülmesi konusunda yöntem kazandırırsa devrimci bir niteliğe kavuşur, aksi halde pragmatizme sürükler. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin yöntemi budur.
Örneğin; devrimci bir eylemin devrimci bir ideolojiye bağlı olmasından anlamamız gereken şey o eylemin öznesinin strateji, program ve taktikleri ile bağını kurabilmektir. Tersin
den söylersek somut koşullarda devrimci bir eylemde karar kılmak için de, stratejimiz, programımız ve taktik yönelişlerimiz hareket noktamız olmak durumundadır. Eğitimin aynı zamanda kadroya politik/taktik bilinç kazandırması gerekir. Yani nasıl durumdan görev çıkartılabileceğini, mevcut güçle başarılabilecek hedef-
Kadroiaşma çalışmalarında önemli bir yeri olan eğitimin, her şeyden önce yeterli ideolojik donanımı sağlaması
için, teorik birikimin yanı sıra kadroya olaylara bakışta bütünlüklü bir perspektif kazandırması ve olaylar karşısında /içinde kendi tutumunu belirlemesini
sağlayacak bir yöntem kazandırması gerekir.
15
C |O İ MART-NİSAN 2006
lere yönelmeyi, bağımsız bir hat o- luşturmayı, ayrım koymayı ve bu temelde bir yandan ittifak politikaları oluşturmayı, diğer yandan siyasi ortamı saflaştırmayı, tarafsızlığa karşı sürekli dövüş yürütmeyi öğretmelidir. Eğitim kadroda örgüt bilincini pekiştirmelidir. Politik bir taktiği uygularken, taktik içinde taktiklerle (örgütsel taktikler) örgüte kazandırmayı; örgütsel dokuları sıkılaştırma- yı; parti kültürünü yeniden üretmeyi (ölçülülük, değer bilinci, eleştiri/ö- zeleştiri, yoldaşlık gibi); “fteoride uzlaşmazlık pratikte teklik” prensibiyle kolektif akim emrinde olmayı, bu anlamda hiyerarşi bilincini geliştirmeyi öğretmelidir. Eğitim moral değer üretmeyi/taşımayı öğretmelidir. Bunun için düşünce ve davranışta bütünlüğün, devrimci emek yoğun ilişki kurmanın, açıklığın vazgeçilmezliğini aşılamak; her ilişkinin mücadeleye en sıkı bağlandığı noktadan kavranması ve zayıf yönlerinin güçlendirilmesi sorumluluğunu kazandırmalıdır. O halde eğitimin bu sonuçları verebilmesi için, söz konusu olan birebir eğitim bile olsa, alanında yetkinleşmiş bir kolektifin işi olmalıdır. Devrimci kadronun yetişmesi ve kendisini yeniden üretebilmesi yukarıda değindiğimiz bir dizi ilke ile eğitilip, biçim- l e n d i r i l m e s i n e bağlı olduğu kadar, içinde yer aldığı kolektifin (organın) bu ilkelerle yoğrulmuş dinamik bir yapı olabilmesi de gerekir.Hatta aslolan bu- dur. Kolektifin iç işleyiş, yönetim tarzına bu ilkelerin egemen olması onu devrimci bir yapı yapar, ondan soyutlandığında salt bir biçimdir. Bir yönetim saf bir biçim değildir, onun içindeki insanların somut ilişki biçimidir. Belirli bir yönetim biçimine tabi insanların bu yönetime tam ve sürekli bağlı kalabilmeleri i- çin belirli bir siyasal biçimin kabul ettirilmesi yeterli değildir; insanların da bu biçime bir yatkınlığının ol
ması gerekir. Özel bir tutku da denilebilir buna. İşte her yönetim biçiminin kendine özgü bir tutkusu vardır. Devrimci bir yönetim biçiminin tutkusu nedir, ne olmalıdır? Bir yandan her insan tekinin, toplumsal-si- yasal yaşamda özneleşmesini sağlamak, diğer yandan toplumsal bir gelecek bilinci yaratarak kolektifin kararlarına uyum yeteneğini geliştirmektir. Yani özneleştiren, ancak ‘kendini yaşamasını’, bireyselleşmesini kolektif bilinci aşılayarak önleyen bir tarzdır. Kadronun ve kolektifin varlığını, geleceğini belirleyen şey yönetimin siyasal biçimi ile onun içeriğini oluşturan ilkeler arasındaki ilişkidir diyebiliriz. Özellikle daha ‘modern’, kentli bir yaşamdan gelen ve kişisel alt yapısı, özgüveni daha gelişkin kadroların, yönetimin (siyasal biçimin) özneleştiren bir özellik taşımaması halinde, böy- lesi bir kolektife bağlı kalamayacakları öngörülebilir.
Buraya kadar devrimci bir iktidar örgütünü yeniden yapılandıra- bilmek için olmazsa olmaz denilebilecek bazı koşullara satırbaşları olarak değindik, her biri ayrıca tartışılmaya değer. Ve daha el değmediğimiz başka yönleri de var sorunun; örneğin böyle bir iktidar/savaş örgü
tünün maddi, teknik vb. alt yapı sorunlarının neler olduğu, nasıl çözülebileceği gibi. Ancak gelinen aşamada yapısal sorunların siyasallaştı- ğı, ondan kolaylıkla ayırt edilemeyeceği bir noktadadır devrimci hareket. Hareketimiz 95’lerden itibaren 3. Dönem Örgütünü yaratma konusunda bir dizi siyaset mühendisliği ve yapı işçiliği deneyimlerine sahiptir. Bunların yerli yerinde değerlen
dirilmesi bu yazının sınırlarını oldukça aşar. Fakat şunu söyleyebiliriz ki gerçekleştiremediğimiz hedeflerin bir ufuk kaybına yol açmaması için, sürecin derslerini çıkartmak kadar (bir kısmı dolaylı olarak bu yazıda da içerilmiştir sanıyorum) dönem özelliklerine göre yeni yöntemler geliştirmeyi de zorunlu kılıyor. Hedeflerin büyüklüğü, kadro politikamızın da büyümesini gerektiriyor. Profesyonel devrimcilik tutku gerektirir, tutku ise devrimci ilkelere bağlı bir yaşam ve bu yaşamın yeniden üretileceği kolektif bir siyasal biçim içinde süreklileştirile- bilir. Devrimci bir iktidar örgütü olmak, her şeyden önce profesyonel devrimciler örgütü olmaktır. Meslekten devrimciler örgütü ile dev- rimci/demokratik halk örgütleri en azından devrimci duruma kadar bir ve aynı şeyler olamayacağına göre, bu süreçte aralarındaki bağın diyalektiği ne olmalıdır? Bu soruyla partinin siyasetini halklaştırmak, halkı siyasallaştırmak için ne yapması gerektiğine, örgütlenme sorunlarına geliyoruz.
İşçilerin, emekçilerin genel mücadele çağrılarına kulak asmadıkları, yukarıdan ajitasyonla halka bir şey anlatılamadığı, dahası sözün
hükmünün kalmadığı artık herkesin malumu. Ancak buradan sistemin halkı apolitikleştir- diği gibi yüzeysel yargılara varılamaz, tersine Siyasal İslamcılık, ulusal solculuk/milli- yetçilik ve AB’ci- lik (liberalizm) gi
bi güçlü siyasal eğilimler oluşmuştur. Örgütlenme sorunları yaşayan devrimci, sosyalist hareketlerdir. Bu durumu akılcılaştırmak ve kendi a- politikleşmelerinin üstünü örtmek isteyenler, yine sosyalizmin çöküşü, 12 Eylül yenilgisi, devlet terörü, dinsel gericiliğin etkisi gibi klişelere varsın sarılsınlar. Geleceğini kendiliğinden hareketlerin yükselmesi umuduna bağlayanların gerçekte ik-
Bir yönetim saf bir biçim değildir, onun içindeki insanların somut ilişki biçimidir. Belirli bir yönetim biçimine tabi
insanların bu yönetime tam ve sürekli bağlı kalabilmeleri için belirli bir siyasal biçimin kabul ettirilmesi yeterli değildir; insanların da bu biçime bir yatkınlığının olması gerekir.
Özel bir tutku da denilebilir buna. İşte her yönetim biçiminin kendine özgü bir tutkusu vardır. Devrimci bir
yönetim biçiminin tutkusu nedir, ne olmalıdır?
16'
MART'NİSAN 2006 C |O l
tidar hedeflerinin oluşundan da söz edilemez. Hareketimiz kendi sınıfsal, sosyal dinamiklerini nasıl yeniden örgütleyebilir? Kazandırıcı bir siyaset yapış tarzı nasıl olmalıdır, bunun somut örgütlenme biçimleri neler olabilir? Pratik deneyimlerimiz en çok halkın somut ve yaşamsal taleplerine yanıt ü- retebild iğ imizde örgütlenebildiği- mizi gösteriyor zaten. Ancak bunu ille de pratikten öğrenmek durumunda değiliz, programımız temsil ettiğimiz kitlelerle bağlarımızın hangi taleplerde nasıl somutlandığını gösteriyor. Programımızdaki tarihsel ve güncel taleplerin dönem özelliklerine göre politik ve örgütlenme taktikleri olarak somutlanması bağımsız hattımızm yaratılmasının yoludur.
Hareketimiz halkın yaşamına nüfuz edebilecek, sınıflı toplum gerçeğinin açığa çıkardığı sorunlar karşısında sistemin eleştirisinden öteye geçen ve kendisini çözüm gücü olarak ortaya koyan siyaset yapış tarzının önemini bilince çıkarmıştır. Belirli düzeyde güç biriktirebilmemiz bu anlayışın ürünüdür. Ancak sorunlar karşısında çözüm gücü olarak geliştirebildiğimiz örgütlenme taktiklerimiz bugünkü örgütlenme biçimlerinin sınırlarını zorlamakta, mevcut örgütlenme biçimlerimiz derinleşmemizin önünü kapamaktadır. Sorunun kaynağında iş bölümü ve uzmanlaşma düzeyi çok sınırlı, herkesin her işi yapmak durumunda olduğu kaba kolektivizmi aşamayışı- mız ve bu biçimimizle kitle örgütlenmesine yönelmemiz bulunuyor. Doğal olarak taşıyamayacağımız bir yükün altına girmiş oluyoruz. Daha pratik konuşalım: Bir alanda çalışmaya başladığımızda önce birebir örgütlenme ve kitle bağlan kurmaya yöneliyoruz. Birebir örgütlenme ile kazandığımız kadrolarla komiteleşi- yoruz ve bütün yükü ona yıkıyoruz. Kitle bağlarını nicelik ve nitelik olarak geliştirmek, çalışmanın mad- di/teknik altyapı sonullarını çöz
mek, gerektiğinde zor uygulamalarını yürütmek, kişilerin birbirleriyle ve kendi içlerinde yaşanan sorunlara çözüm üretmek vb. saymakla bitmeyecek bir iş yükü. Kolektifin kendisi de eşitsiz gelişmenin sorunlarını
yaşadığı için çözüm gücümüz bir iki dirayetli kadronun yeteneğine indirgenmiş oluyor. Ve bu seviyeye sıçra- tılamayan kadroların dar pratikçi, statik bir konuma çekilmeleri kaçınılmaz oluyor, kitlemiz ise bir anlamda örgüt içinde örgütstizleşebili- yor. Bu haldeyken ele aldığımız talebin tüm yakıcılığına rağmen yürüttüğümüz siyasal kampanyalar teşhir düzeyinde kalabiliyor ve bir anlamda kendi elimizi yakmış oluyoruz. Talepler üzerinden örgütlenmenin sonuç alıcı olabilmesi için ne yapmamız gerekiyor? Son olarak “işsizlik ve iş güvencesi” sorunları üzerine yaptığımız kampanyadan hareketle tartışalım. Bu çalışmada somut hedef kitlemiz özellikle varoşlardaki işsiz ve güvencesiz insanlardır. Taleplerini dövüştürebilme- miz bir düzeyde işsizlik ve iş güvencesi sorunlarına çözüm üretmemiz anlamına gelir, daha doğrusu ancak o zaman örgütlenme koşulunu gerçekleştirmiş oluruz. O halde bizim i- kili iktidar alanları olarak değer biçtiğimiz alanlarda bu tarz bir çalışma yaparken somut, uygulanabilir bir çözüm planına sahip olmamız gerekiyor. Örneğin bu alanlarda iş ve istihdam imkanı yaratabilecek küçük ve orta ölçekli iş yerleri üzerinde i- deolojik ve toplumsal, ekonomik ve fiili zor uygulamalarıyla çalışma yaşamının ilkelerini, kurallarını belirleme hedefimiz/planımız olmak zorundadır. Böylece çalışanların o mahallede yaşayan işsizlerden oluşturulması, çalışma süre ve ücretlerinin belirlenmesi, iş güvencesinin sağ
lanması başarılmalıdır ki hedef kitlemizle örgütlü bağlar kurabilelim. Sorun böyle bir hedef/plan doğrultusunda çalışma mantığından uzak olmamız değilse de, bunun örgütsel a- raçlarmdan yoksun olmamız, kendi
mizi bu temelde yeniden örgütle- meyişimizdir.
Başka örneklemeler de yapabiliriz; sağlık, eğitim, adalet gibi pek çok talep üzerinden ya
pılacak örgütlenmeler için de ayın şeyi söyleyebiliriz. Bütün bunlardan sosyal tabanımızla bütünleşmemizi sağlayacak hangi siyasal ilişki biçimini çıkarabiliriz? Anlaşılacağı üzere her bir talep için ayrı örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Fakat gücümüz ve alanın öncelikleri başlangıç a- dımlarımn her alanda bir iki talep ü- zerinden örgütlenmemizi gerektirebilir. Bu orta ve uzun vadede aşılabilecek pratik bir sorundur. Dikkati çekmek istediğim nokta, talepler ü- zerinden örgütlenmenin, ‘mış gibi’ yapmadan yürütülmesi gereğidir. Bu tarz örgütlenme devrimci/demokra- tik örgütlenmelerimizin kuruluş mantığını ve şemasını değiştirecek niteliktedir. Dayanışma/halk meclisleri bu çalışma tarzlarının üst siyasal biçimleri, genel siyasi taktikleri olarak düşünülmelidir. Meclislerin bünyesinde somut yaşamsal taleplere göre şekillenecek; örneğin halk i- çin adalet örgütü, halk için sağlık örgütü, halk için eğitim örgütü, işsizlikle mücadele örgütü gibi hayatı kavrayıp yönetebilecek toplumsal ve siyasal katılım biçimleri geliştirilebilecektir.
Kadrolarımız bu tarz bir örgütlenmede gerçek yetenek ve enerjilerini ortaya koyabilecek, gerçek bir temsil gücüne kavuşmuş olacaktır. Dar pratikçilik, statükoculuk bu yolda adımlar atıldıkça aşılacak, halk yaratıcılığına akacağı kanallar açılmış olacaktır. Devrimci ilkeler yaşamda karşılık buldukça, halk için halka rağmen siyaset yapma durumu ortadan kaldırılacak ve halkla birlikte iktidara yürünecektir.
Sorunun kaynağında iş bölümü ve uzmanlaşma düzeyi çok sınırlı, herkesin her işi yapmak durumunda olduğu kaba kolektivizmi aşamayışımız ve bu biçimimizle kitle
örgütlenmesine yönelmemiz bulunuyor. Doğal olarak taşıyamayacağımız bir yükün altına girmiş oluyoruz.
17
Sendikal mücadelede yeni açılımlar
BU YASALAR IMF VE TLISİ AD’lNDIRÎMert BüYÜkkcırabaccık
Sendikal kesimden bir çok militan, yasaya karşı yürütü lecek mücadelenin sadece sendikalar ile sınırlı olursa kaybetm eye mahkum olduğunu sürekli
vurguluyorlar. Toplumun geniş kesim leriyle, örgütsüz işçilerle biraraya gelm enin yollarının bulunması gerektiğ inde ısrar ediyorlar.
Bunun için birçok yerel platform girişim i yapılıyor.
Mart ayında meclis gündemine gelen Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı, sosyal devletin kırıntılarının da piyasa devletinin yeni yapılanması içinde ortadan kaldırılacağı bir içeriğe sahip. Emeğin sermaye karşısındaki tarihsel kazanımlarmm geriye kalan boyutlarının önemli bir kısmı da bu yasa ile ortadan kaldırılıyor. Genel Hizmet Ticareti Anlaşması (GATS) çerçevesinde gelişen süreç, sosyal güvenlik ve sağlık haklarımız ile ilgili ticarileştirme ve piyasalaştırma alanının genişletilmesi ile yeni bir boyuta sıçrıyor.
Sosyal Güvenlik ile ilgili olarak prim ödeme gün sayısının 9000 güne çıkarılması, maaş bağlanma oranlarının kademeli olarak %2’lere çekilmesi ve dolayısıyla 25 yıl çalışan kişinin emekli olduğu zaman ortalama maaşının (emekli olmadan önce aldığı son maaşın değil!) %50’sini alabilecek olması, neyin hedeflendiğini aslında çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Yasa kısa vadede yaşla ilgili önemli bir değişim getirmiyor ya da bu yönünü öne çıkararak sanki şu anda çalışanları hiç etkilemiyor gibi bir ideolojik manevrayı içeriyor, a- ma emekli maaşlarını çok kısa süre içinde ciddi bir biçimde düşürmeyi hedefliyor. 60 yaşma kadar çalışan insanlar önümüzdeki yıllarda çok daha düşük emekli maaşları ile hayatlarını sürdürmeye uğraşacakjar. 10 yıl içinde emekli maaşlarının asgari ücretin oldukça altına düşmesini
beklemeliyiz. Böylece şimdikine kıyasla çok daha fazla sayıda insan, kendisini özel emeklilik sigortalarına prim ödemek mecburiyetinde hissedecek. Emekliliğinde açlık tehdidi ile karşı karşıya kalmak istemeyenler ikinci bir emekliliğe mecbur edilmiş olacaklar. Böylece fonlarını büyük oranda borsada, devlet borç tahvillerinde değerlendiren özel emeklilik sigortası fonları yeni rezervleri kapsar hale gelecek. Ne tesadüf ki TÜSİAD’m bundan yaklaşık on yıl önce yayınlamış olduğu “Emekli ve Mutlu: Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunları ve Çözüm önerileri” raporunda resmedilen büyük oranda buydu. Fakat o raporda ikinci basamak emekliliğin zorunlu olması öngörülmüş, ancak üçüncü basamak emekliliğin gönüllülük esasına bağlı olması önerilmişti. Tabii bekleneceği gibi kamusal sosyal güvenlik ödemelerinin asgari seviyede tutulması gereğinin altı çizilmişti. Yani “sosyal güvenlik” hakkı yerine açlığa karşı, öldürmeyecek ama süründürecek bir “sosyal koruma” ilkesinin yeni düzenlemelere hakim olması istenmişti. Bu yasa sürekli olarak kendisini meşrulaştırmak için sosyal güvenlik sistemlerinin aslında yoksulluğa karşı bir koruma sağlayamadığını vurguluyor, sosyal korumayı öne çıkarıyor. İşçi sınıfının “ayrıcalıklı” kesimlerine karşı “dışlanmış” kesimlerinin kapsam altına alınması gerektiğini vurguluyor. Ama bu gerekçelendirmeden bir anda büyük bir maha
retle emekli maaşlarının düşürülmesi ve özel sosyal güvenlik kumullarının önünün açılmasına sıçrıyor.
Sağlığ ın ticari m al g ib i
g ö rü lm e s i kabul e d i lm e m e l i !
Yine yasanın ikinci bölümünü o- luşturan Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı ise kamusal sağlık üretimini tasfiye edecek gibi görünüyor. Yasada hastaneler için “hizmet üreticileri” terimi kullanılmış. Kamusal hastaneler ile özel olanlar arasında hiçbir fark yok yeni yasaya göre. Sağlık Bakanlığı ile sözleşme yapmış olan tüm hastaneler, sahipleri kim olursa olsun aynı statüye sahip. Genel Sağlık Sigortası, topladığı primlerle prim ödeyenler adına sağlık hizmeti satın alacak. Böylece özel sağlık ku- rumlarının önündeki tüm engeller ortadan kaldırılıyor, devlet hastanelerinin yarattığı “haksız rekabete” son veriliyor, toplumun sağlıığı bütünüyle kar esasına dayalı olarak çalışan kurumlara emanet ediliyor. Maliye Bakanı yumurtacı Unakı- tan’m 2006 bütçesine eklediği bir yasa ile devlet hastanelerinin sosyal güvenlik kuruluşlarından alması gereken 3.5 katrilyon lira silindi. Birçok ddvlet ve üniversite hastanesi bu karar sonrasında en temel faaliyetlerini bile yürütememenin eşiğine gelmiş durumda. Oysa aynı sosyal güvenlik kuruluşları özel hastanelere karşı tüm yükümlülüklerini yerine
18
MART-NİSAN 2006 C JO İ
getirmiş dürümdalar. Ne seviyede bir kaosun ortaya çıkabileceği görülünce hükümet aldığı bu kararı yumuşatmak durumunda kaldı, fakat neyin amaçlandığı ortadadır. Kamusal sağlık kurumlan bir biçimiyle tasfiye edilmek istenecektir. Genel Sağlık Sigortası, bu tasfiye için çok teşvik edici ve kolaylaştırıcı bir arka plan hazırlamaktadır. Kayıtdışma müdahale edemeyen, bordrolular dışında kimseden prim toplayamayan devlet, tüm toplumu sigorta altına a- lıyormuş gibi bir görüntü vererek yine yapmak istediklerini gizleyecek bir araç yaratmaya çalışıyor.
Yasanın bir diğer ölümcül yanı i- se sigorta karşılığında alınacak hizmetlerin bir “temel teminat paketi” i- le sınırlanmasıdır. Bu paketin çerçevesinin belirlenmesi yetkisi iktidarın elindedir. Sosyal güvenlik ve kamusal sağlık giderlerini neredeyse bir kara delik gibi göstermeyi başaranlar, yarın açıklar ortaya çıktığında rahatlıkla temel teminat paketinin kapsamını daraltabileceklerdir. Artık herşe- ye ticari mantık ile yaklaşmak en “a- kıllıca” yol olarak görüldüğünden örneğin kanser hastalarını ölüme terket- mek “bütçenin yüce çıkarları” için bir zorunluluk olarak önümüze konabilecektir. Yine katılım payı da yasalaştırılmaktadır. Yani alacağımız tüm sağlık hizmetleri için katkı payı ödemek zorunda kalacağız. Gerekçe “gereksiz kullanımın önüne geçmek”. İnsanlar, sabahın altısında hastane kapılarının önünde kuyruklara hobileri hastane ziyareti yapmak olduğu için giriyorlar. Katkı payı miktarı şu anda 2 ytl o- larak tespit edilmiş, ama alman hizmetin maliyetinin % 50’sine kadar artırılabileceği de söyleniyor. Toplanamayan primler, artan katkı payları anlamına gelecek. Ezilenlerin farklı kesimleri de bu sayede karşı karşıya getirilmeye çalışılacak.
Aylık geliri 127 milyonun üzerinde olan herkes en az 65 milyon Genel Sağlık Sigortası Primi ödemek zorunda kalacak
Bu yasaların birşeyleri düzeltmek için değil de tamamen sosyal güvenlik ve sağlık hizmetini ticari
leştirmek ve piyasaya daha fazla açmak amacı taşıdığı açıktır. Dolayısıyla emekçiler tarihsel kazanımları- na sahip çıkmak, çocuklarının yüzlerine utanarak bakmamak için bu yasalarla ciddi biçimde mücadele etmek zorundadırlar.
“ M ü c a d e le e t m e k ”
a m a nasıl?
“Mücadele etmek” tespiti artık çok genel bir laf olmanın ötesine geçmek zorunda. Çoğumuz konuşmalarımızı “bunlarla mücadele etmeliyiz” diye bitiriyoruz, ama karşımızdaki kişi bundan hiçbirşey anlamıyor. Neyle, nasıl ve kimlerle birlikte mücadele edeceğiz, neyi hedefleyeceğiz sorularına cevap veremeyen bir “mücadele edelim” söylemi oldukça soyut kalmakta. Bu da biz- lere olan inancı sarsıyor.
Özellikle İstanbul merkezli bir hareketliliğin „.yaşandığını sendikal çevrelerdeki tüm arkadaşlar biliyordur. Geniş toplantılar örgütlendi, sunumlar yapıldı. Özellikle İstanbul Tabip Odası burada gerçekten önemli bir rol oynadı. Hem yasaların içeriği konusunda bilgilendirmede hem de sendikal çevreleri toparlamaya çalışmada aktif oldular. Broşürler, a- fişler, bildiriler basıldı. Eylemler yapıldı. Mart ayı içinde de bir eylem
takvimi tespit edildi. Merkezi Emek Platformu’nun bu konudaki ataleti İstanbul’u, da kısmen felç etse de o- lumlu bir deneyim yaşandı.
Bilinç s ıçram asın ın
ufku n e re y e kadar
u laşacak?
Gelinen son nokta her ne kadar pek iç açıcı olmasa da bizim'açımızdan işin çok dikkat çeken bir yönü var. Özellikle sendikalı kesimden bir çok militan, yasaya karşı yürütülecek mücadelenin sadece sendikalar ile sınırlı olursa kaybetmeye mahkum olduğunu sürekli vurguluyorlar. Toplumun geniş kesimleriyle, örgütsüz işçilerle biraraya gelmenin yollarının bulunması gerektiğinde ısrar ediyorlar. Bunun için birçok yerel platform girişimi yapılıyor. Bunların birçoğu başarısız olup hızla dağılıyor, ama bu aynı vurgunun güçlenerek yaygınlaşmasını engellemiyor. Bu bilincin söz- konusu sendikaların yönetim kademelerine hakim olduğunu söylemek mümkün değil tabii ki. Ama mücadeleyi hangi seviyede olursa olsun çekip çeviren, sırtlamaya çalışan unsurların böylesi bir bilinç sıçraması yaşaması önemli ve umut verici bir gelişmedir. Çok açık bir doğru gibi gözükse de yine de bunun yeni farkedıl- diğinin altını çizmek durumunda;. :z
CJOİ MART-NİSAN 2006
Sınıfın neo-liberalizmle yaşadığı yapısal dönüşüm ve parçalanmanın yarattığı zaafları farkedişin ürettiği bir taleptir bu aslında. Burada artık bir gerçeklik tespit ediliyor. Sendikalar sınıfın tümünü kucaklayabilecek araçlar olmaktan uzaklaşmışlardır. Örgütsüz kesimin yaygınlığının, sendikaların yürüttüğü mücadeleyi de zayıflattığı görülmekte ve bu kesimlerle yeni bağlar kurmanın yolları aranmaktadır. Bu işin aracı olarak da yerel derneklerle, partilerle, tüm örgütlü çevrelerle birlikte platformlar örgütleme düşünülmektedir.
Fakat burada da önemli bir açmazla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü yasal dönüşümlerin genelde sınıfın ayrıcalıklı kesimleri için hak kayıpları anlamına geldiği gibi bir bilinç geniş kesimlere hakim durumdadır. Toplumun geniş bir kesimi daha şimdiden özel hastanelere mecbur hale getirilmiştir. Yine kayıtdışılık oranı neredeyse %50’dir. Birçok insan emekli olabilmeyi umut etmekten vazgeçmiş durumdadır. Böylesi bir durumda sendikalı ve sendikasız işçilerin bir araya gelme koşulları ortadan kalkmaktadır.
Ayrıca yasalarla sınırlı kalan bir biraraya geliş insanlara güven vermemektedir. Yasalar gündeme geldiğinde apar topar oluşturulan bu birliktelikler, yasalar bir biçimde gün
demden çekilince dağılmaktadır. Harcanan onca emek, örgütsel bir birikime dönüşememektedir. Ardından benzer bir kapsamlı başka bir yasa i- çin yeniden toparlanma yaratmak i- çin büyük gayret sarfedilmekte, işe sıfırdan başlanmaktadır. Oysa sosyal devletin tasfiyesi süreci, kamusal hizmetlerin tasfiyesi süreci biz bitirmedikçe devam edecektir. Genel Sağlık Sigortası Yasası ile İETT’nin özelleştirilmesi aynı mantığın ürünüdür ve ikisine de aynı araçla müdahale edilebilir.
“ Sosya l H aklan
Korum a v e G e liş t irm e
P la t fo rm u ” öner is i
ü ze r in e .. .
Bu zaafların aşılabilmesi ve ör- gütlü/örgütsüz işçilerin ortak mücadele kanallarının yaratılabilmesi için “Sosyal Hakları Koruma ve Geliştirme Platformu”nun süreklileştirilme- si yerinde olacaktır. Ezilenlerin tüm kesimlerinin, buraya köylülülüğü bile dahil edebiliriz, hak gasplarına karşı mücadele etmeyi önüne koyan ve hak gasplarının sorumlusu neo-li- beral paketlere karşı yeni bir program ortaya koyan, kendi taleplerini de şekillendiren, sadece itiraz etmeyen yeni bir hayat isteyen sürekli bir platform. Şu andaki sendikal seviye
de böylesi bir işi örgütleyecek enerjinin bulunduğunu düşünmüyoruz. Fakat varolan tartışmalar bizleri eğer bir yerlere evriltecekse, sendikal zeminde kalan protestocu ve baştan savmacı çıkışların yenilgiye mahkum olduğuna eminsek o zaman yeni bir hat yaratmak zorundayız. Parasız eğitim-parasız sağlık, borçların iptali, özelleştirmelerin durdurulması, tarımsal destek almalarının yeniden başlatılması, sigortasız çalıştırmanın cezasının hapis olması, mutlak iş güvencesi için 30 kişi sınırının kaldırılması, grev-toplu sözleşme hakkının kullanılmasının önündeki engelerin kaldırılması, işsizlik sigortasının tüm işsizlere verilmesi gibi taleplerimiz için mücadele etmezsek ne işçilerin tüm kesimlerini biraraya getirme şansına sahip olabiliriz ne de dolayısıyla sözkonusu saldırıları püskürtebilecek bir zemin elde edebiliriz.
“Bize yoksa kimseye yok!” diyen Arjantinli işsizler gibi olabilmek imkansız mı?
Sendikaların bu çizgiye getirilebilmesi, KESK için dahi çok zordur. Çünkü inançsızlık, umutsuzluk ve e- nerjisizlik kadroların büyük kısmına sirayet etmiş durumdadır. Statükoyu kıracak bir cüretli çıkış enerjisini ortalıkta gözükmüyor. Her ne kadar sınıfın ortak örgütlenmelerinin bir ihtiyaç olduğunu bilinçlere çıkartılması ve kısa süre önce burun kıvrılarak bakılanlara bugün el uzatılmaya çalışılması büyük bir gelişmeyse de bu bütünleşmenin işe yarar ve sonuç verici araçlarını geliştirmek gibi bir büyük ihtiyaca sahibiz.
Umarız bu yasalarla ilgili mücadelemiz yensek de yenilsek de gelecek günler için bize umut verecek bir akıl, cüret ve kararlılığın sergilendiği direnişlere sahne olur. O zaman biz de “galiptir bu yolda mağlup bile” diyerek yeni kâvgalara hazırlanmak üzere emekçilerin içine daha büyük bir coşkuyla dönebiliriz! Yeter ki eylem alanlarını ağlama duvarına çeviren görev savmacı işgüzar seyirciler durumuna düşmeyelim!
S Makt’ta kadinlar
NEDEN BİRLEŞEMEDİ?Güler Toprak
Artık herkes sadece kendi söyleyip kendi dinleyebilecekleri miting ve eylemleri yapıyor. Kurt kadınlarının talepleri işçi kadınlardan uzakken, yoksul ev kadınlarının- ki de bir başka yerde gözden ırakta kalmaktadır. Bir grup politik kadın, erkek yoldaşlarıyla beraber olurken, ölüm orucu anneleri sadece devrimci militanlara sesini
duyurabilecektir, İstenen tablo buysa çok başarılı olunmuştur.
8 Mart Dünya Emekçi Kadmiar günü bu sefer sadece İstanbul’da değil pek çok ilde bölündü.
İstanbul, Bursa, Ankara, İzmir... illerinin her birinde miting veya eylemler iki veya daha fazla parçaya bölündü.
Bu bölünmeyi nasıl sınıflandırmak gerekir. 8 Mart’ı “devrimci özüne uygun kutlamak” ya da “8 Mart’ı erkeksiz kutlamak” geçen sene başlayan ve bu sene de devam eden parçalanmaya konacak doğru tanımlar mıdır?
Nihayetinde kendini çeşitli ayrım noktalarıyla anlatmaya çabalayan bu politikaların ne kadarı gerçekten kadın politikasl üzerindeki ayrışmalara dayanıyor, ne kadarı başka etkenler sürece damgasını vurduğu için gerçekleşiyor? Değerlendirmeye muhtaçtır. Buna geçmeden önce son yıllarda 8 Mart’tan 8 Mart’a olsa da kadın gündemine etkide bulunmaya çalışan aktörlere kısaca göz atmakta fayda var.
Kürt kadınlar
Kürt hareketinden kadmiar Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle yapılacak mitinglerde yıllardır önemli bir rol oynamışlardır. Kitlesellikleri ve demokrasi mücadelesindeki yerleri itibariyle böyle bir konuma sahiptirler. Bu nedenle öncelikle Kürt hareketinden
.kadınların siyasi konumlanışınm ne olduğuna bakmak gerekir.
2000 ’li yıllarda Kürt hareketine İmralı merkezli politikalar damgasını vurdu. Kürt kitlesinin bir bütün olarak stratejik dönüşe göre yeniden örgütlenmesini merkezine alan politikalar öne çıkmaktaydı. Öcalan’m sahiplenilmesi ve gündemde tutulması önemsenmek- teydi
Kürt hareketi içinde zaten politize olmuş Kürt kadınların yeni strateji temelli olarak politika sahnesine daha aktif girmesine özel bir önem verilmekteydi.
Kadınların; ’’Öcalan’a özgürlük”, “kültürel haklar”, “barış” politikaları çerçevesinde kitlesel bir mücadele içine çekilmesi için, Kürt kadın hareketinin yaratılması gerekiyordu.
Bunun için Kürt kadınlarının örgütlenmesinden çok, zaten ulusal sorun temelinde örgütlü olan Kürt kadınlarının kadın örgütlenmesi çatısı altında toplanmasına ve kadın hareketine öncülük edecek kadın kadroların yetiştirilmesine ihtiyaç duyuluyordu.
Bilinçli bir yönelimle bu tür kurumsallaşmaların önü açıldı ve buralarda feminist kadınlarla ittifak içerisinde faaliyet yürütüldü. (Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için; Direniş Gazetesi, Mart 2004)
Demokratik Özgür Kadın Hareketi üzerinde ideolojik olarak etkin olan bu kuramlardır.
Devrimci hareket
Ekonomik ve sosyal yapı devrimci harekete mücadele zemini güçlendirecek pek çok veri sunmasına rağmen devrimci hareketle kitleler arasında bu bağ bir türlü kurulamıyor. Devrimci hareket kendini tekrar etmeye devam ediyor.
Bir olumluluk olarak; çeşitli yapılar içinde yeni dönemin özellikleri tartışılmakta ve dünya mücadele deneylerine artan bir ilgi gözlenmektedir. Ancak bu yapıların kendilerini devrimci bir kritikten geçirebildiği söylenemez.
Bu durum kadın politikasında da kendini göstermektedir.
Devrimci hareketin çok büyük bir kesimi hala kadın sorununu özgül bir alan olarak görmemekte ya da böyle bir örgütlenmeye gitme kaygısı duymamaktadır. 8 Mart’tan 8 Mart’a kadınlar gündeme alınmaktadır.
Kadın örgütlerinin yaratılması noktasında bu durumdan farklı olarak 2004 yılı içerisinde Demokratik Kadın Hareketi ve Emekçi Kadınlar Demeği iki kurultay yaparak kadın alanında bazı adımlar atmaya niyetli olduklarını göstermişlerdir. (Ayrıntılı değerlendirme için; Direniş Gazetesi, Mart 2004)
Öte yandan 2001 yılından bu yana yoksul mahallelerde emekçi kadmiar i- çinde öz örgütlenme çalışmaları yürüterek, kadın özgül soranlarından hare
21
C |O İ MART-NİSAN 2006
ketle kadın politikasını sistematik olarak yürütmekte olan Özgür Kadm’ı bu tabloda başka bir yere koymak gerekiyor.
Feminist gruplar
FKÇ, Mor Çatı, Pazartesi Dergi çevresi, Amargi gibi feminist kadın gruplarının çoğunun kitlesel bir kadın mücadelesi örmek gibi bir bakışı bulunmamaktadır. Kadın yığınlarına yukarıdan seslenmeye devam etmektedirler. Yasalarla ilgili çalışmalar yürütmek, medyaya tesir etmek vb. taktikleri önemsemektedirler. Bunlardan bazılarının 2000 Dünya Kadın Yürüyü- şü’nde yer alması, İKP’ye ve bu yıl Halkların Kardeşliği için Kadın İnisiyatifine katılmalarıyla sokakta politika
yapma çabası olumlu bir adımdır. Bir kişi bile katılsa bu dayanışmanın yakalanması demokrasi mücadelesi açısından oldukça anlamlıydı. Ancak aynı ortaklaşmayı 8 Mart’ta göstermek buyana ayrışmayı örgütlemek için sorumsuzca davranılmıştır.
Hem Kürt hareketi, hem devrimci hareket hem de feministler geçen 2005 8 Mart’ına kadarki 8 Markların önemli bir kısmında Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü birlikte kutladılar.
“Dünya kadınlar günü mü”, yoksa “Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü?” Mitinge ne ad verileceği tartışması her defasında gündem olmuş, fakat sonunda “8 Mart Mitingi” ismi verilerek, mitingi ortaklaştırmanın yollan bir şekil
de bulunmuştu. Erkeklerin mitinglere katılımı konusu da bir gerilim kaynağı olarak her zaman vardı, ama bölünmeye neden olmaz, kadın mitingi olmasına özen göstermek yeteri bir ortaklaşma noktası olarak kabul görürdü..
Ancak bu tablonun bariz bir şekilde zedelenmesi 2004 8 Mart’ında kendini iyice açığa vurdu. Birkaç feminist kadın grubu, hatta feministin “erkeksiz” miting tartışmaları yapmalarının ve kendilerini dayatmalarının sonu gelmez oldu. Kürt Hareketi’nden kadınlar da aynı tartışmanın içine her defasında daha fazla çekilmeye başladılar. 2004 8 Mart’ında Özgür Kadın temsilcilerinin Dehap’lı kadınlarla görüşmeler yapmasının ardından zorluklarla ortak miting yapılabilmişti. Her sene bir son-
Kadın ların fe rm an ı T aks im ’de okundu
rİmeceli kadınlar, bez pankartların üstüne tek tek yazdıkları taleplerinden oluşan Kadın Ferma- m’nı Taksim’e taşıdılar
İstanbul Esenyurt’ta çalışmalarını sürdüren İmeceli Kadınlar, İstanbul’un yoksul semtlerinden gelen pek çok kadının da katılımıyla Taksim’de “8 Marfi’ı kutladı.
5 Mart Pazar günü saat 11.00’de Taksim Tramvay durağından başlayan yürüyüşte “Kadın Fermanı”yla yürüyen kadınlar “Görünmeyen Emek Sesini Yükselt”, “İki Yüzlü Namusunu Al, Başına Çal!”, “Başka, Başka, Başka Bir Dünya Eşit Özgür Kardeşçe” sloganlarını attılar.
V
Haftalardır mahallelerden toplanan bezler üstüne yazdıkları taleplerle Galatasaray Lisesi’nin ö- nüne gelen kadın kitlesi, “başka bir sokak, başka bir kent, başka bir ülke, başka bir dünya” özlemini haykırdı. “Evler değil artık dünyamız” ’’İmece’de birleşsin ellerimiz” “iş, kreş istiyoruz “ yazılı dövizleri taşıyan kadınlar şiirler, tiyatro gösterimi ve yaptıkları konuşmalarla hem yaşadıkları şorun- larmMrem de taleplerini dillendir
di. Yapılan konuşmalarda “Bu gün buradayız, çünkü sesimiz duyulsun istiyoruz” dediler. İmeceli Kadınlar, cins ayrımcılığına, ezilmeye, cinsel sömürüye, şiddete ve yoksulluğa karşı seslerini yükselterek, kadınların gücünü birleştirmesinin önemine vurgu yaptı.
Kadınların fermana yazdıkları taleplerden bazıları şunlardı:
“Kadınlar olarak iş ve kreş istiyoruz”, “Zorunlu ev kadını olmak istemiyoruz”, “Emeklerimiz görünsün istiyoruz”, “Erkeklere
bağımlı olmak değil, kendi ayaklarımızın üstünde durmak istiyoruz”, “Töre cinayetlerine kurban gitmek istemiyoruz”, “Haklarımızı kullanabilmek istiyoruz”, “Kadınlar olarak eğitim ve sağlık hakkı; güvenli bir gelecek istiyoruz.”
Taleplerini haykıran kadınlar “Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Kadın Dayanışması” sloganlarıyla eylemlerini bitirdiler.
İmeceli Kadınlar 8 Mart günü de Esenyurt’ta bir kadın şenliği düzenlediler.
22
MART-NİSAN 2006 C |O İ
rakini aratır şekilde birleştirici misyon oynamaktan uzaklaşan Kürt kadınların son derece yanlış politikaları bölünmede belirleyici oldu. Demokratik Özgür Kadın Hareketi ortak miting örgütleme yönünde bir irade koyabilseydi bölünme bu kadar kolay olmayacaktı. Birleşik kitlesel 8 Mart’lar geride kalmış oldu.
Yıllardır, 1 Mayıs mitingleri sendikaların tahakkümü altında yapılırken, 1 Mayıs’lardan farklı olarak 8 Mart mitingleri; mitinge katılan bütün bileşenlerin katılımıyla planlanmaktaydı. Kadın örgütlenmesi bulunsun, hatta bulunmasın her grup miting örgütleme platformuna katılabiliyordu.Ve bu gelenek iki yıldır çok sorumsuzca bozulmuş oldu.
Artık herkes sadece kendi söyleyip kendi dinleyebilecekleri miting ve eylemleri yapıyor. Kürt kadınlarının talepleri işçi kadınlardan uzakken, yoksul ev kadmlarınmki de bir başka yerde gözden ırakta kalmaktadır. Bir grup politik kadın, erkek yoldaşlarıyla beraber olurken, ölüm orucu anneleri sadece devrimci militanlara sesini duyurabilecektir.
İstenen tablo buysa çok başarılı o- lunmuştur.
Herkes “saf’laşmış kimsenin sesi kimseye karışmamış, kimsenin gözü ö- tekinin derdine ilişmemiştir.
Peki, bu parçalanmanın tek nedeni 8 Mart platformuna, erkekleri temel kadın sorunu gören feminist ideolojinin kendini dayatması ve buna karşılık Kürt kadın hareketinin de feministlere koltuk değneği olmaya soyunması mıdır? Bu mu kadın mitingini parçalamıştır? Evet, böyle bir gerçeklik vardır. Ama burada bitmemektedir. Eğer bu kadarla kalsaydı çok da feveran etmeye gerek olmayabilirdi. Kadın hareketi bir şekilde girdiği bu yanlış yoldan döndürülebilirdi.
Fakat daha önemlisi içinde bulunduğumuz politik atmosfer kadın gündeminden bağımsız olarak ayrışmalara ve gruplaşmalara zemin hazırlamaktadır. Bu ayrışmaların altında yatan ana neden içinde bulunduğumuz politik süreç iyi o- kunduğunda ortaya çıkabilecektir.
8 Mart’ta yaşanan süreci bundan bağımsız değerlendirmek hata olur.
Bu nedenle 8 Mart’taki ayrışmanın müsebbibi sadece feminist-DÖKH ittifakı değildir. Bu ittifak ayrışmaya dünden hazırlanan pek çok gruba gerekçe olmaktan daha öteye bir anlama sahip değildir. DÖKH’nin burada ne kazandığı çok kuşkuludur, hatta kendilerini tecrit etmeye, yalnızlaştırmaya çalışan politikaların üretildiği değirmenlere kendi elleriyle su taşımış oldular.
İçinde bulunduğumuz politik süreç Mart’taki parçalılığı anlamak için mevcut politik havayı çok iyi hesaba katmak gerekiyor. Evet, ne askeri bir darbe olmuştur ne de 28 Şubat’ta olduğu gibi tanklar yürütülerek balans ayarı yapılmıştır.
Ancak bu kez farklı bir şekilde; bir düğmeye basılarak politika sahnesinde şoven fırtınalar estirilmeye başlanmıştır. Düğmeye kah bu akışı daha hızlandırmak kah yavaşlatmak için basılıyor. Ve toplumun her kesimi bir düğmenin ucunda bütün hissiyatıyla refleks veriyor. Sağından soluna kadar hizaya geçiliyor.
Geçen yıl Newroz’da linç girişim
leriyle başlatılan milliyetçi, şovenist dalga Şemdinli’de devletin suçüstü yakalanmasının ardından Savcı kriziyle sürdürülmektedir. Öte yandan PKK eylemlerinde bir tırmanış göze çarpmaktadır.
Bölen ve gruplaştıran bu atmosferin boğucu havası altında 8Mart’a geldiğimizde; birleşik, kitlesel bir kadın mitingi örgütlemenin önünde zaten görünmez duvarlar çoktan örülmüştü.Bir tek adını koymak kalmıştı. Bu siyasi saflaşmada ideolojik, politik yakınlıklar ve yatkınlıklar birbirini çekiyor ve itiyor. 8 Mart bunun dövüş meydanı olmaktan kurtulamadı.
Böyle bakıldığında görülecektir ki “Devrimci 8 Mart Platformu” için konu kadın sorunu, gün kadın günü ve o- lay kadınlarla ilgili bir olay değildir.
Sorun içi boşaltılan 8 Mart’a yıllardır göz yuman “Devrimci 8 Marf’çı- ların artık sabrının taşması hiç değildir. Böyle olsaydı, geçen seneden bu güne söz konusu platforma imza atanlar kadın sorununu gündemine alan kadın örgütlenmelerine giderler, biz de yeni yeni kadın örgütlerinin boy vermesine tanık olurduk. Çünkü 8 Martları burjuva-
İstanbul'da iki ayrı m iting
Emekçi kadınlar 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü i- çin 5 Mart Pazar günü ülkenin birçok yerinde sokaklara, meydanlara çıktılar. Yapılan tüm eylemler Bursa’da fabrikada yanarak can veren işçi kadınlara a- dandı.
İstanbul’da “Emekçi Kadınlar Mücadeleye” sloganıyla Beyazıt’ta bir miting düzenlendi. Miting için gruplar 13.00’de Saraçhane’de toplandı. Buradan başlayan yürüyüş Beyazıt Meydanı ’nda son buldu. Meydanda oluşturulan platformdan kadınlar taleplerini haykırdılar. “Yaşasın 8 Mart, yaşasın kadın dayanışması”, “Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son” sık sık atı
lan sloganlar arasındaydı. Eylem halaylarla sona erdi.
8 Mart dolayısıyla Kadıköy meydanında yapılan mitinge de binlerce kadın katıldı. Renkli görüntülerin yaşandığı mitingde kadınlar, pankart ve sloganlarla eşitlik istedi, kadına yönelik şiddeti protesto etti. Şiddet, savaş, töre nedenli kadın katliamları ve her türlü sömürüye karşı barış, kardeşlik ve her şeyin daha eşit olduğu başka bir dünya için örgütlenme çağrısı yapıldı. Haydarpaşa Numune Hastanesi ö- nünden başlayan yürüyüş boyunca “Biz de yandık Bursa’da, yananlar aramızda, kurtuluşumuz ellerimizde” yazılı pankart taşındı.
25
C|O İ MART-NİSAN 2006
zinin etkisinden kurtarmak yoksul e- mekçi kadınları örgütlemekle mümkündür ve bu konuda en azından bir a- dım atılması bu kaygıya dikkatleri çekerdi.
Her zaman olduğu gibi bu günü kurtarmak, bu gün için en cin politikayı kotarmak yeğleniyor. Duruş bu olunca da müthiş bir düşünce keyfiyeti alıp başını gidiyor. Artık ayrışmanın nedenleri olarak sayılıp dökülmeyen hiçbir “devrimci” söz kalmıyor.
Oysa bu düşünce keyfiyetine en a- zmdan herkesin akima saygı duymanın gereği olarak son verilmelidir. Çünkü inandırıcılık kalmamaktadır.
Sonuç olarak; siyasi konjonktürün
taraflaştırıcı, ayrıştırıcı politikasının devrimci hareketi de etkisine aldığı u- zun bir zamandır gözlenmekteydi. Yaşanan “saflaşma” asıl olarak bunun so-. nucu olarak uygun bir momentinde yakalanmasından hareketle meydana gelmiştir ve bu gruplar kendilerini diğer kesimlerden ayırma, başka bir merkez yaratma, yeniden kendini tanımlama ve çekim gücü olma çabası içine girmektedirler. Konu budur.
Kadınların kadın olmaktan kaynaklı her türlü ezilmişliğini ortadan kaldırmak için bugünden yarma kadın dayanışmasını ve mücadelesini büyütmek bütün kadınlar için olduğu kadar aslında bütün ezilenler için son derece yakıcı bir konudur.
8 Mart 2006’da parçalanan kadıı mitingi bu açıdan olumlu bir ayrışın değil, tam tersine demokrasi güçlen ni parçalayan, zayıflatan bir rol üs lenmiştir. Kadın hareketi için de ly bir sınav olmamıştır. Demokrasi mi cadelesi bu tablodan dolayı zara görmüş, devrimci demokrat güçleri] parçalanmasına ve birbirinden uzak laşmasma neden olmuştur. Önümüı de daha pek çok gündem var. 1 Ma yıs, linç provaları, şovenizm, hayan mızı yağmalayan yasal düzenleme ler, emperyalist savaşlar ve işgal.. Bütün bu gündemlerde ve başka Mart’larda ezilenlerin mücadelesin bölmek, parçalamak değil; birleştir mek, kitleselleştirmek “başarı” ola rak görülmelidir.
BATÍS B u rsa 1 da a landayd ıBağımsız Tekstil İşçileri Sendika
sı (BATİS) çalıştıkları fabrikada çıkan yangm sonucu yaşamım yitiren 5 kadın işçiyi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde andı ve kadın işçileri gündeme taşıdı.
3 Mart Cuma günü çeşitli demek ve kooperatiflerle birlikte Bursa SSK Müdürlüğü önünde protesto gösterisi düzenleyen BATİS ve diğer kitle örgütleri buradan Merinos’a bir yürüyüş gerçekleştirdi. “8 Mart 1857 Nevvyork - 29 Aralık 2005 Bursa - Kapitalizm kadınlan öldürüyor” pankartı taşınırken “Özay Tekstil hesap verecek!”, “Özay Tekstil işçisi yalnız değildir!”, “5 kadın işçinin hesabı sorulacak!”, “Bu bir kaza değil, cinayettir, katil kapitalizm!”, “Bu ateş bir gün Özay
V
Tekstil’i de yakacak!”, “Yaşasın 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü!” sloganları atıldı.
Buradan otobüslerle 5 kadın işçinin yakıldığı yere giden kitle Yaylacık Köyü’nde yaklaşık 1 km’lik bir yürüyüşün ardından 5 kadın işçinin ölümünden sommlu olan fabrikanın ö~ nünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasından sonra 41 gündür direnişte olan Petrol İş’e bağlı direnişçi BEPO işçileri ziyaret edildi.
5 Mart Pazar günü ise BATİS kitlesi önce sendikada toplantı yaparak 8 Mart’ı kutladı. Ardından Setbaşı’ndan
İpekçilik Caddesi’nden yolu kapatarak toplanma yerine kadar bir kilometre pankart ve sloganlarla yürüyüş yapıldı. Yürüyüş sırasında “8 Mart 1857 Newyork - 29 Aralık 2005 Bursa - Kapitalizm kadınlan öldürüyor” pankartı taşındı. Toplanma yerine yürüyüş yaparak giden BATİS kortejine apartman balkonlarından sloganlarla eşlik edildi. İpekçilik’ten Koza Han’a kadar disiplinli ve canlı bir kitle yürüyüşü gerçekleşti.
BATİS üyeleri, karma katılım gerekçe gösterilerek bir grup feminist tarafından alana sokulmak istenmedi. Büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan ve “Emekçi kadınlar el ele örgütlü
mücadeleye - BATİS” imzalı önlükler ve “BATİS” yazılı dövizler taşıyan BATİS’li emekçi kadmlann direnişi sonucu taviz vermeden alana girildi.
Yaklaşık 600 kişinin katıldığı mitingde emekçi kadmlann talepleri BATİS kortejinde dövizler ve pankartlarla BATİSTi işçiler tarafından taşmdı.
BATİS tarihten günümüze devreden emekçi kadınların mücadelesini, emekçi kadmlann içinde yürüttüğü işçi smıfı mücadelesi ve dayanışmasıyla temsil ediyor. Böyle bir bilinçle 8 Mart kutlamasında yerini alıyor olmanın da bilinciyle 5 kadın işçinin yanarak yaşamını yitinnesini 8 Mart’ta başlıca gündem konusu yaptı.
24
İHD İstanbul Şube Başkanı Av. Eren Keskin:
‘CİNSEL İŞKENCE DEVAM EDİYOR*'Bütün bu mağduriyeti yaşayan Kadınlarda benim gördüğüm, ailelerinin erkeklerini üzmekten korkmalarıydı. Bunun erkek egemen kültürle çok ilgisi var diye düşünüyorum. Biz istediğiniz kadar kendimizi solcu, demokrat, Kürt Ulusal Mareke-
ti'nin bir tarafı olarak tanımlayalım, erkek egemen değer yargılarıyla biz de biçimlenmişiz. Biz kendimiz de, kendimizi erkeğin namusu olarak görüyoruz.'
Toplumsal politik muhalefetin her türlüsüne yasal/yasal olmayan her türlü anti demokratik yasalar- la/yasaklarla, uygulamalarla, işkence ile cevap veren sistem, kadınların bu toplumsal muhalefette po- litik/pratik yer alışına ise en katı biçimde cevap veriyor. Sistemin ka- pitalist/militarist yapısı içerisinde tanımlanabilecek bu cezalandırmanın en başında ise cinsel işkence yöntemi var. İşkence aslolarak kişiyi konuşturmaya, teslim almaya, kişiliğini yok etmeye yönelirken, kadına yönelen cinsel işkence boyutu bundan daha da fazlasını içeriyor. Devletin cinsel işkence uygulamasının son örneğini, geçtiğimiz Aralık ayında Ekin Sanat Merkezi çalışanı Sevda Aydın yaşadı. Aksaray ’ın Yu- sufpaşa durağında kaçırılan Sevda Aydın araba içerisinde başına çuval geçirilip, uyuşturularak bilmediği bir yerde tecavüz işkencesine maruz kaldı.
Politik/adli kadınlara, res- mi/resmi olmayan yollarla yapılan cinsel işkenceyi, insan hakları alanındaki mücadelesinin yanı sıra gözaltında cinsel taciz ve tecavüz ile ilgili çalışmalarıyla da Türkiye kamuoyunun yakından tanıdığı Av. E- ren Keskin ile görüştük.
Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projes i ’ne hangi nedenlerle başlamaya karar verdiniz?
1995’e kadar siyasi davalara giren bir avukattım ve işkence ile her zaman yüz yüzeydik. Ama işkence
denilince elektrik, askı, kaba dayak, tırnak çekme vb. ilk aklımıza gelenlerdi. Ağır iz bırakan işkence yöntemleri söz konusuydu ve o dönem çok yoğun uygulanıyordu. 95 yılında ilk kez cezaevine girdim ve altı ay kaldım. Burada kendi müvekkillerimle kaldım. Cezaevinde müvek- kil-avukat ilişkisi yoktu, çok yakın arkadaş ilişkisi içindeydik ve bana karşı rahat davranıyorlardı. Bir gün volta atarken bir kadın müvekkilim yanıma geldi ve ağlamaklı bir sesle, “niye bana eskisi gibi davranmıyorsun? Biliyor musun benim gözaltında yaşadıklarımı?” dedi. Ben birden çok şaşırdım ve daha sonra anlattı. Gözaltında tecavüze uğramıştı. Ondan sonra diğer kadınlarla konuşmaya başladık yavaş yavaş. İstisnasız her kadının gözaltında cinsel tacize uğradığını, ama bir bölümünün de tecavüze maruz kaldığını öğrendim. Ama bunu daha çok tek tek konuşmalarda söylüyorlardı ve bu cezaevinde yine de genel bir tartışma haline gelemedi. Ben daha sonra bunu çok düşündüm. Çünkü genel olarak tüm kadınlar düşünceliydi ve mutlaka bunun bir nedeni olmalı diye düşünüyordum. Zaman içerisinde anladımki cinsel işkenceye uğrayan kadınların özellikle anlatırken- ki yüz ifadeleri ,birbirine çok benziyordu. Hepsinde aynı ifade vardı. Cezaevinden çıktıktan sonra ne yapılabilir bu konuda diye düşünmeye başladım. Uluslararası A f Örgii- tü’nde bir arkadaşım vardı. Almanya’da Alman bir avukat arkadaşla tanıştık ve bu konuları konuşmaya başladık. Af Örgütü’ndeki arkadaş
“eğer böyle bir çalışma yapacak o- lursanız ben de size destek sunarım, kadın örgütlerinden de bu desteği sağlarım. Çünkü böyle bir çalışmaya başlamanız için kaynağa da ihtiyacınız olacak” dedi ve Kilise Kadınları Vakfı isimli bir vakıf bize ilk desteğini sundu.
Herhangi bir nedenle adli ya da siyasi gözaltına alınıp cinsel işkenceye uğramış kadınlara ücretsiz a- vukatlık yapmaya başladık. Biri Almanya’da dört kadın avukat olarak 1997 yılında bu çalışmaya başladık.
Bu çalışmaya başlarken dünyadaki deneyimleri de inceledik. O dönem özellikle Bosna ve Ruan- da’da yaşanan bir çatışma ortpmı vardı ve orada da gündemdeydi cinsel işkence. Kadınların taciz ve tecavüze uğramaları, babası belli olmayan çocuk doğurmaları vb. orada da bir mücadele vardı. 98’de Türki-
25
q o ! MARONI SAN 2006
ye’de tüm bunları tartışabileceğimiz uluslararası bir toplantı düzenledik. Bu toplantıya Almanya’dan, Bosna’dan, Kürdistan’dan kadın hukukçu ve doktorlar geldi. O toplantıda ana ilkelerimizi belirledik ve beyaz kitapçık adını verdiğimiz Almanca-Türkçe bir kitapçık çıkardık. O toplantıdan sonra çalışmalarımız daha da netleşti ve bugüne kadar geldik.
Cinsel işkence Türkiye’de en çok kimlere, hangi nedenle uygulanıyor? Diğer işkencelerden farklılığı nedir?
Bu çalışmayı başlattığımız zaman Kürdistan’da bir savaş yaşanıyordu ve savaşla bağlantılı olarak çok yoğun uygulandı. Başvuran kadınların büyük bir bölümü siyasi nedenle ve Kürt meselesi nedeni ile gözaltına alman, tutuklanan kadınlar. Politik kadınları konuşturmak, davasından vazgeçirmek, kişiliğini yok etmek. Özellikle savaş bağlantısı olarak düşündüklerinde o kadının bedeni üzerinden savaşın karşı bitirmek, onun değer yargılarını bitirmek, bunu sonuçlandırmak amaçlanıyor. Bunun dışında adli nedenlerle gözaltına alman ve güzel buldukları kadınlara da konuşturmak için olmasa bile yapıyorlar.
Gözaltına alındığında çırılçıplak soyma, vücudunun cinsel bölgelerini sıkma, vücutta cinsel organ gezdirme ve tecavüze varan bir işkence uygulanıyor.
Cinsel işkence çok zor a- çıklanan bir durum.Cinsel işkenceye uğrayan kadınlara nasıl ulaşıyorsunuz?
Bu çalışmaya ilk başladığımız zaman kimse tanımıyordu bu projeyi.Medyanın bu konuda çok etkisi oldu diye düşünüyorum. İlk çıktığımız dönem hakkımızda çok ha
ber yapıldı. Özellikle Kürt medyası çok sahip çıktı ve kadınlar şunu gördü “benim dışımda başka kadınlar da var bunu yaşayan” diyerek çok sayıda Kürt kadını açıkladı yaşadığı cinsel işkenceyi.
Projeye kendiliğinden başvuran kadınlar da oluyor. Bunun dışında biz cezaevlerini dolaşıyoruz. Ayrıca basma yansıyan haberler oluyor zaman zaman ve biz o haber üzerinden de kadınlara ulaşmaya çalışıyoruz. İlk başta Kürt kadınları başvuruyordu, sosyalist kadınların başvurusu daha zaman aldı. Bazı örgütsel yapılar daha çok başvuruyordu, bazıları başvurmuyordu. Siyasi nedenle ya da Kürt meselesi nedeni i- le yaşanan savaşta gözaltına alman kadınlar daha çok başvurdular ve a- çıkladılar cinsel işkenceyi.
Adli nedenlerle gözaltına alınan kadınlar hemen hiç başvurmuyor. Aslında onlar başvursa bu sayının çok daha fazla olduğu ortaya çıkacak diye düşünüyorum. Örgütlü değiller ve hak arama bilinci de gelişmemiş olduğu için korkuyorlar.
Gözaltında Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi
Travestiler de hemen her gün cinsel işkenceye uğruyorlar, ama korktukları için başvurmuyorlar. Tüm kesimler tarafından reddedilen bir kesim ve sahip çıkanları çok az. Kimse sahip çıkmaz diye başvurmaya çekiniyorlar. Fuhuş sektöründe olan kadınlar da aynı durumda. Fler an polisle yüz yüze oldukları için çok da karşılarına almak istemiyorlar. Yeni baştan aynı şeyleri yaşarız diye. Dediğim gibi adli nedenlerle gözaltına alman kadınlar da başvursa bu sayı çok artacak. O nedenle sayılar tam olarak gerçeği yansıtmıyor.
Kadınlar projenize başvururken ne tür kaygılar yaşıyor?
Çok korku duyulan bir alan. İşkenceden bahsetmek belki daha kolay, ama cinsel işkenceden, tacizden ve tecavüzden söz etmek çeşitli korkulara neden oluyor.Kadmlar feodal değer yargılarından dolayı kendilerini kirlenmiş hissediyorlar, korkuyorlar, ailesinin başına bir şey gelecek diye açıklama yapmak istemiyor. Diğer işkence türleri gibi da
ha açıklanabilir bir durum değil cinsel işkence. Çünkü kadın suçlanıyor da bu işkenceyi yaşadığı için.
Toplam başvuru sayısı 222
Suç dağılımıTecavüz 66Cinsel taciz 151
Suçu işleyen failler dağılımıPolis 167Jandarma/asker 46Özel tim 11Korucu 11İnfaz koruma memuru 11İtirafçı 2Gazeteci 1
Kadınların statüsüKürt 172Türk 37Diğer (Alman Bulgar, Roman,Avusturya) 8
Kadınların gözaltına alınma nedenleriSiyasi ya da savaş kaynaklı 191Adli nedenlerden 25
Bizim gibi İslamiyet’in egemen olduğu, bir kız arkadaşımızın yanında bile soyunma rahatlığı içinde olmadığımız bir toplumun değer yargılarıyla büyümüşüz ve birçok erkeğin yanında soyunduruluyorlar, cinsel tacize maruz kalıyorlar, tecavüze uğruyorlar. Kadınlar bunun dışında aileleri ile de uğraşıyorlar. Birçoğu ailesine açıklayamıyor. Projemiz boyunca benim çok etkilendiğim bir olay var ki bunu birçok yerde anlattım. 8-9 yıl önce, gerillaya yıllar önce katılan kızını arayan bir baba gelmişti büromuza. 5 yıldır kızından bir haber alamadığı-
26
MARTNİSAN 2006 CJOİ
m, bir telefon geldiğini, kızının çatışmada yakalandığını söylemişler kendisine. Biz aramaya başladık kızını. Diyarbakır Cezaevi’nde olduğunu öğrendik. Ben kızıyla görüşmeye gittim. Görüşmemizde 66 gün Silopi Jandarma Karakolu’nda aralıksız tecavüze uğradığını, ama buna rağmen kendisine imzalatılmak istenen ifadeyi imzalamadığını söyledi. Ben hemen suç duyurusunda bulunalım, açıklama yapalım, rapor alalım dedim. Beklemek istediğini söyledi. Daha sonra ilk celsede tahliye oldu ve beni aradı. Bana “çok kızacaksın biliyorum, ama ben suç duyurusunda bulunmak istemiyorum” dedi. Niçin diye sorduğumda “babamı üzmek istemiyorum” cevabını verdi. Bütün bu mağduriyeti yaşayan kadınlarda benim gördüğüm, ailelerinin erkeklerini üzmekten korkmalarıydı. Bunun erkek e- gemen kültürle çok ilgisi var diye düşünüyorum. Biz istediğiniz kadar kendimizi solcu, demokrat, Kürt U- lusal Hareketi’nin bir tarafı olarak tanımlayalım erkek egemen değer yargılarıyla biz de biçimlenmişiz. Biz kendimiz de, kendimizi erkeğin namusu olarak görüyoruz. Bunun da çok kolay aşılabildiğini düşünmüyorum. Adli ya da siyasi olsun bu kalıntıları gözlemliyorum cinsel işkenceye uğrayan kadınlarda.
mak gerekiyor. Bu hiç kimsenin devrimci olmadığını göstermez. Fiziki kalıntıları belki bir süre sonra geçiyor, ama psikolojik olarak muhakkak iz bırakıyor. Onların avukatlığını yapan, başvurusunu alan bizler için de aynı şey söz konusu. Çünkü biz de travma yaşıyoruz.
Türkiye’de işkence davalarının çok önemli bir bölümü sonuçsuz kalıyor. Cinsel işkencenin tespit edilmesinde ve cezalandırılmasında ne tür sorunlar yaşıyorsunuz? Hukuksal süreçleri cinsel işkence açısından proje çalışmanız boyunca nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cinsel işkence ispatı çok zor o- lan bir işkence biçimi. Kadın eğer bakireyse ilk 7-10 gün içinde fiziksel rapor alınması gerekiyor. Çünkü kızlık zarındaki yırtık, eski yırtık o- larak geçiyor. Kadın bakire değilse eğer ilk 48 saat içinde fiziksel rapor alınması gerekiyor. Ama kadınlar bu süreleri çeşitli nedenlerle kaçırıyorlar. Korkuyorlar, hemen açıkla- yamıyorlar. Geriye bir tek yöntem kalıyor o da psikolojik raporla işkencenin belgelenmesi. Bunda da gerçek anlamda rapor verebilecek tek kurum var; o da Çapa Tıp Fa
Cinsel işkenceye uğrayan kadınlar sonrasında ne tür sorunlar yaşıyorlar?
Bu işkenceyi yaşayan her kadın psikolojik olarak çok büyük bir travma yaşıyor. Kirlenmişlik duygusunu çok yoğun yaşıyorlar. Ben bize başvuran tüm kadınlara mutlaka fiziki ve psikolojik tedavi almalarını öneriyorum. Ama bu bizim topraklarımızda pek yapılmıyor. Örgütlü ya da siyasi olmakla bunun çok fazla ilgisi yok diye düşünüyorum. Çok insani bir durum ve son derecede normal, bundan kaçmrna-
'Türkiye'de iç hukuk yolları açısından sonuç almak neredeyse şu anda imkansız gibi bir şey. Bunun da tabii
tek nedeni cinsel işkencenin bir devlet politikası olması. Ayrıca sadece işkence yapan değil, suçlu olan bence. O-
nun hakkında soruşturma açmayan savcı, bu işkenceyi raporlamayan hekim ya da zaman aşımından dava düşüren hakim bunların hepsinin bu sistematiğin bir parçası,
suçlusu olduğunu düşünüyorum /
kültesi Psiko-Sosyal Travma Merkezi".' Bunun dışında bağımsız işkence rehabilite merkezleri, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Toplumsal Araştırma Vakfı vb. Fakat Türkiye’de çok önemli bir sorun, işkence ve buna bağlı olarak cinsel işkencenin belgelenmesinde tek resmi bilirkişi kurumu Adli Tıp Kurumu. Siz istediğiniz kadar bağımsız merkezlerden rapor alın, mahkemeler
ve savcılar bu raporların Adli Tıp tarafından onaylanmasını istiyorlar. Sonuçta Adli Tıp bir devlet kuruluşu ve bir devlet biriminin yaptığı işkenceyi bir başka devlet kurumu- nun raporlaması gerekiyor. Ve bu da her zaman mümkün olmuyor. Sonuçta Adli Tıp bünyesinde çalışan tüm hekimler için değilse bile, çünkü aralarında dürüst çalışan hekimler de var, ama oradan maaş a- lan, siyasi görüşü doğrultusunda çalışan hekim de var. Bağımsız davranmaları mümkün olmuyor çoğunlukla ya da korkuyorlar. Çünkü rapor veren doktorlar hakkında da davalar açılabiliyor. O nedenle işkencenin belgelenmesinde bağımsız hekimlerin raporlarının önemi son derece büyük. Ama biz aldığımız bu delilleri yine de mahkemeye sunuyoruz. Davalara tecavüzden başvursak bile çoğunlukla sadece kötü muameleden, işkenceden açılıyor. Tecavüzden açılan dava sayısı 4-5 tanedir. Bu davaların büyük bir bölümü de savcıların raflarında bekliyor. O yüzden bence Türkiye’de iç hukuk yolları açısından sonuç almak neredeyse şu anda imkansız gibi bir şey. Bunun da tabii tek nedeni cinsel işkencenin bir devlet politikası olması. Ayrıca sa
dece işkence yapan değil, suçlu o- lan bence. Onun hakkında soruşturma açmayan savcı, bu işkenceyi raporlamayan hekim ya da zaman aşımından dava düşüren hakim bunların hepsinin bu sistematiğin bir parçası, suçlusu olduğu
nu düşünüyorum.
Biz Türkiye’de sonuç alamadığımız zaman Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruyoruz. Aslında AİHM’nin de bu konuda özellikle son dönemlerde çok politik davrandığını, devletleri koruyucu bir yaklaşım içinde olduğunu düşünüyorum. AİHM’e bireysel başvuru çok önemli bir haktır ve
27
CJOİ MART-NİSAN 2006
bunu da sonuna kadar kullanmak gerekiyor. A- ma şunu da unutmamak gerekiyor ki AİHM de devletlerin bir mahkemesidir. Özellikle Türkiye’nin AB sürecinin başlamasıyla birlikte Türkiye’yi koruyucu kararlar aldıklarını düşünüyorum.Örneğin konumuzla ilgili değil, ama ayrımcılığı yasaklayan 14. madde var. Bugüne kadar Kür- distan’daki ölümler, tecavüzler bunların hepsi devlet “ayrımcılık” uyguladığı için yapıldı. Ve yapılan başvurularda ayrımcılık da bir madde o- larak sunuldu. AİHM bugüne kadar bir kez bile Türkiye’yi ayrımcılıktan mahkum etmedi. Oysa bir kere mahkum etse bütün yasasını değiştirmek zorunda kalacak. Mesela tecavüz dosyalarında giderek Türk Devleti’ne yakın düşünmeye başladılar. O nedenle bir imkandır sonuna kadar kullanmak gerektiğini düşünüyorum, ama politikleştiğini düşünüyorum. Bu süreçlerin ancak içeriden mücadelenin yükseltilerek değiştirilebileceğini düşünüyorum.
AB ile ilgili son dönemlerde bazı değişikliklere dikkat çekmek istiyorum. Örneğin gözaltı süreleri kısaldı. İşkence/cin- sel işkence eskiye oranla daha fazla da tartışılmaya başlandı. AB süreci ile gördüğümüz şu; resmi kayıtlı gözaltılarda artık daha az iz bırakan işkenceler yapılıyor. Örneğin tecavüz daha az uygulanan bir yöntem. Ama cinsel taciz iz bırakmamak kaydıyla yine çok uygulanıyor. Kanıtlanması da en zor olan uygulama. Fakat yine AB süreci ile ilgili kayıt dışı, yani resmi olmayan gö- zaltılarda da bir artış başladı. Kaçırmalar yoğunlaştı. Eskiden bu ka
dar değildi. Kaçırma yoluyla yapılan, resmi olmayan gözaltılarda eski ağır işkence uygulamaları taciz ve tecavüz dahil olmak üzere hepsi yapılıyor. Bu noktada şunu da söylemek istiyorum. Türkiye’de işkence bitmedi. Sadece kayıtlı gözaltı- lardaki yöntemler değişti. Kayıtsız gözaltılarda yine aynı eski yöntemler devam ediyor.
Sisteme karşı her türlü mücadele ya da muhalefet birçok baskı i- le karşılaşıyor, siz bu çalışmanız süresince ne tür baskılarla karşılaştınız?
Kolay değil böyle bir çalışmayı bu topraklarda yapmak. Ben sadece bu proje nedeni ile değil İnsan Hakları Derneği’ndeki çalışmalarım nedeni ile de çok fazla olay yaşadım. Örneğin daha bugün (röportajın yapıldığı gün) Dersim’de gözaltına a
lman bir arkadaşımla bile tehdit göndermişler bir müvekkilimle ilgili olarak.
Biz bu projede çalışırken bir komiser üzerime yürüdü ve bana dedi ki: “Eren hanım bize işkenceci deyin, ama tecavüzcü demeyin, bunu diyemezsiniz. Biz tecavüzcü değiliz. Biz Türk polisiyiz.” Hem yapıyorlar hem de değer yargıları nedeni ile gizliyorlar. İşkenceyi gizlemek onların derdi değil, ama tecavüz olayına gelince bunun dillendirilmesini hiç istemiyorlar ve bundan da çok rahatsızlar. Bu yüzden hakkımızda defalarca dava açıldı. Müvekkillerimle haber yolluyorlar “ona da tecavüz edeceğiz” diye. Ben kendim de
cinsel taciz mağduru oldum Fatih Altaylı tarafından. Defalarca ölüm tehdidi aldım ve hala da almaya devam ediyorum.
Yaptığımız çalışma aslında sadece işkenceye karşı bir mücadele değil. Militarizm, erkek egemenliğinin son aşaması ve biz bunu bütün raporlarımızda dile getiriyoruz.
Bu militarist, erkek egemen şiddetin ve kültürün sonucu olan bir şey. Hem erkekliği, hem askerliği her şeyi konuşturarak kadını teslim al
mak, konuşturmak istiyorlar. Onu vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bunu bütünlüklü düşünmek gerekiyor. Çünkü erkek ile kadın arasındaki ezme ezilme ilişkisine karşı çıkarken sadece buna karşı çıkmıyorsunuz. Militarizme, ırkçılığa, kapitalizme bütün yarattıkları tüm olumsuz sonuçlara karşı çıkıyorsunuz. Militarist yerleşik yapının yarattığı bir ihlal alanına ilişkin bir mücadele olduğu için de doğal olarak tepkileri de o kadar büyük oluyor.
Özellikle savaş bağlantısı olarak düşündüklerinde o kadının bedeni üzerinden savaşın karşı bitirmek, onun değer yargılarını bitirmek, bunu sonuçlandırmak amaçlanıyor. Bunun dışında adli nedenlerle gözaltına alınan ve güzel buldukları
kadınlara da konuşturmak için olmasa bile yapıyorlar.
28
Genel Sağlık Sigortası ile ilgili olarak İstanbul Tabip Odası Temsilciler Kurulu Divan Üyesi Dr. Bora İnce ile görüştük...
‘Ka m u sağ liğ i h iz m e t l e r i
TASFİYE EDİLMEK İSTENİYOR’Röportaj: Zeynep Koru
Primini-vergisini yatırmayan birey hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamayacak, sağlık kurumiarının kapısından geri çevrilecektir. Primini eksiksiz yatır
mış olanlar ise sınırlı sağlık hizmetinden yararlanabilecekler.Daha fazla sağlık hizmeti almak isteyenler için ek sigortalar gerekecektir.
Yani herkes parası kadar sağlık hizmeti alabilecek.
Neo-liberal politikaların taşeron örgütü olan AKP hükümeti bir süredir gözünü sağlık alanına dikti. Sağlıkta dönüşüm programı nedir; halkın sağlığını nasıl dönüştürecek?
Sağlıkta dönüşüm programı, sağlık alanında neo-liberal dönüşüm ana başlığı altında değerlendirilebilir. AKP hükümetinin IMF-Dünya Bankası patentli özelleştirme/yoksullaş- tırma programının bir parçasıdır. A- maçlanan, kamu sağlığı hizmetlerinin tasfiyesi, sağlığın piyasa koşullarına uydurulması, sağlık ortamımızın küreselleşmeye entegrasyonudur.
AKP hükümeti bugüne kadar hangi adımları attı?
Öncelikle kamuoyu tepkisini minimize etmeye dönük bir çaba harcadı. Aslında önceki hükümetler kamu sağlık alanını iyice hırpalamıştı. AKP hükümeti de “yatırım yapmayarak, genel bütçeden sağlığa ayrılan payı kısıtlı tutarak, personel gereksinimi ve dağılımını göz ardı ederek vb.” kamu sağlık kurumlar mm çökertilmesi için zemini iyice hazırladı. Yoksul halkın kamu sağlık kurulularından eşit, nitelikli ve ücretsiz hizmet alabilme koşullarını tamamen ortadan kaldırdı.
Yaratılan bu memnuniyetsizlik ortamından yararlanarak SSK sağlık kurumlan tasfiye edildi, SSK’lılarm ve kamu çalışanlarının özel sektörden “hizmet alabilmelerinin” yolu a- çıldı, aile hekimliği pilot uygulaması başlatıldı. Sıra, Genel Sağlık Sigortasının yasalaştırılmasına geldi.
Genel Sağlık Sigortası ile emekçileri bekleyen nedir?
Sağlık hizmetlerinden yararlanma olanaklarının azalması ve daha da yoksullaşmadır. Aslında hükümet aylar öncesinde bu yasa tasarısını meclis gündemine getirdi. Fakat, gerek Türk Tabipler Birliği ve emek örgütlerinin yoğun tepkisi, gerekse yeterli hazırlığı yapmamış olmalarından dolayı tasarı geri çekildi. IMF i- le yapılan son görüşmede varılan zorunlu anlaşmanın gereği olarak, yani hükümetin kulağı çekildiği için yasa tasarısı çaresiz gündeme getirildi.
Genel Sağlık Sigortası aslında bir sağlık vergisidir ve asgari ücretin üçte birinin üzerinde geliri olan her birey tarafından ödenmesi zorunludur. Yani 127 YTL gelir yoksulluk sınırı olarak kabul edilmiş, 127 YTL üzerinde geliri olan herkes tarafından yaklaşık 65 YTL ile 410 YTL a- rasmda sağlık vergisi ödeme zorun
luluğu getirilmiştir. 127 YTL’nin altında geliri olan “yoksulların” vergileri genel bütçeden karşılanacaktır.
GSS ’si olan herkesin sağlık güvencesi tam olacak mı?
Öncelikle primini-vergisini yatırmayan birey hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamayacak, sağlık kuramlarının kapısından geri çevrilecektir. Primini eksiksiz yatırmış o- lanlar ise sınırlı sağlık hizmetinden yararlanabilecekler. Daha fazla sağlık hizmeti almak isteyenler için ek
29
sigortalar gerekecektir. Yani herkes parası kadar sağlık hizmeti alabilecek.
AKP hükümetinin halk sağlığına, koruyucu hekimlik alanına dönük hedefleri nelerdir? Yoksa sağlık ocaklarımız elimizden a- lınacak mı?
Sağlıkta dönüşümle beraber birinci basamak koruyucu sağlık hizmetinin aile hekimliği hizmetine dönüştürülmesi istenmektedir. İlk uygulama Düzce’de başlatılmıştır. Ama bu tam bir fiyaskoya dönüştü. Her türlü merkezi desteğe rağmen Düzce halkı sağlık ocaklarını arar hale geldi. Sağlık çalışanları ekip hizmeti vermekten uzaklaştırılmış ve mesleklerine iyice yabancı yabancılaştırılmıştır. Bütün bunlara rağmen hükümet aile hekimliği uygulamasını süratle diğer illere de yayma çabası içindedir. Yani AKP hükümetinin kirli eli sağlık ocaklarımızın üzerindedir.
Yabancı hekim çalıştırılmasının serbestleştirilmesi sağlığımızı nereye götürecek?
Burada ikili hedef güdülmektedir. Yabancı hekim çalıştırılması aslında sağlığın ticarileştirilmesinin ve serbest pazar ekonomisinin doğal sonucudur.
İkili iıedef şudur; öncelikle büyük kentler yabancı hekim projesi kapsamına girecek ve bu hizmetten başlangıçta burjuvazi yararlanacaktır. Yani bir avuç azınlık, sağlığı için yurtdışma gitme zahmetine katlanmayacak. Ardından, yoksullar için, yoksul ülkelerden hekim getirtilerek düşük ücretlerle hekim çalıştırılacaktır. Yani hekim emeği daha da de- ğersizleştirilecektir. Tabii ki hükümet yabancı hekim projesini de sağlık kentleri vb. isimlerle süslü ambalajlar içinde sunmaktadır. Bu paketin içinden de yoksulluk çıkacaktır.
Sağlıkta dönüşüm gerçekleşirse nelere yol açacakf
Koruyucu hekimlik ortadşn kalkacak, aşılanma oranı düşecek, bulaşıcı hastalıklar artacaktır. Herkes pa
q O İ MART-NİSAN 2006
rası kadar sağlık hizmeti alabilecektir. Sağlık harcamaları kat be kat artacaktır. Sağlık çalışanları örgütsüz- leşecek, çalışma barışını tümüyle kaybedecek, mutsuzlaşacaktır. E- mekçi halk daha da yoksullaşacak.
Sağlıkta dönüşüm programının sağlık emekçilerine yansıması nasıl olacaktır?
“Performansa dayalı ücretlendir- me” hekimler ve diğer sağlık çalışanları ile farklı branşlardaki hekimler arasında eşitsizlik/adaletsizlik yaratacaktır. “Sözleşmeli çalışma”, iş güvencesini yok edecek, mevcut haklan sınırlandıracak, angaryayı yasallaştıracak, kamuda istihdamı sınırlandıracaktır. “Taşeronlaştırma”, sağlık çalışanlarının emeğini daha da değersizleştirecek, çalışma koşullarını olumsuz etkileyecek, insan o- nurunu zedeleyecektir. Hekim-hasta ilişkisi piyasa kuralları tarafından belirlenecektir...
Türk Tabipler Birliği nasıl bir sağlık sistemi istiyor?
Genel vergilerden finansmanın sağlandığı, sağlığa bütçeden yeterli payın ayrıldığı, genel pratisyendik e- saslı birinci basamak sağlık hizmetini önceleyen, herkese eşit-ücretsiz sağlık hizmetinin sunulduğu “kamu- cu-eşitlikçi” bir sağlık sistemi istiyoruz. Ve ayrıca dünyayı yeniden keşfetmiyoruz. Bu sistem sosyalist sistemlerde başarıyla uygulandı, uygulanıyor. Ülkemizde de geçmiş yıllarda kısmen uygulandı.
Çalışanlar için insanca çalışma koşullan, insanca geçinebileceğimiz ücret, iş güvencesi, grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı istiyoruz. Buradan Küba yönetimine ve son dönemde önemli mesafeler kateden Venezüella yönetimine sundukları çok başarılı örneklerden dolayı selam gönderiyoruz...
50
STRATEJİK KAYMALAR VE
YEN İ İ TTİ FAK ARAYIŞLARI
Mehmet Vılmcızer
Amerika'nın mevzi kaybettiği Latin Amerika'da başlıca iki farklı karakter var. Brezilya, Şili ve Arjantin gibi neo-liberal politikalara yumuşak bir direnç gösteren ilk kesim, bir yandan da DTÖ'de Amerika ve Avrupa'nın ikiyüzlü politikalarına karşı
bir zemin yaratmaya çalışıyorlar. Daha radikal zeminde duran Venezüella ve Bolivya, sadece direnmekle kalmayıp, alternatifler yaratma hedefini güdüyorlar.
Dünyadaki güç merkezleri arasındaki ilişkide 2001 ’de ikiz kulelerin yıkılışının hemen arkasından kurulan dengelerde bugün çok önemli kaymalar yaşanmaktadır. Genel olarak ele a- lmdığmda o günden bugüne geçen beş yılda ABD ve AB’nin konumunda bir yıpranma ortaya çıkarken, Çin ve Rusya’nın konumunda bir gelişme yaşanmıştır. İçinde bulunduğumuz günlerde bu tabloyu değiştirmek için ABD’nin yeni bir atak geliştirmekte olduğu görünüyor.
Önce mevcut durumun bir tablosunu çıkartalım.
ABD, 2001 başından itibaren yoğun bir saldırıya kalkışmış, ilk Körfez Savaşı’ndan sonra kendi aleyhine değişen dengelerde köklü bir sıçrama yaratmıştır. Afganistan’ın doğrudan ve buna bağlı olarak Merkez Asya’nın dolaylı işgali gerçekleştirilmiştir. Aradan beş yıl geçtikten sonra ABD hala Afganistan’dadır, ancak Merkez Asya’daki mevzilerini tek tek kaybetmektedir. Bu bölgede yapılan “portakal devrimi” girişimleri bir sonuç yaratmamıştır. ABD Merkez Asya’da 2001’de elde ettiği mevzileri bugün kaybetmektedir.
Afganistan’ın işgalinin ardından esas büyük hedef Irak’m işgali gerçekleştirilmiştir. İşgalin üzerinden yıllar geçtikçe ABD’nin “düzen kurma” umutları azalmaktadır. En kısıtlanmış
işgal koşullarında oynanan demokrasi oyunu bile ABD’nin istemediği sonuçlar yaratmıştır. Irak içinde yaşanan Şii ve Sünni gerilimi aslında bölgedeki güç dengelerinin bir sonucundan başka bir şey değildir. ABD, Şaddandı devirdikten sonra hangi dengeler üzerinde yürüyebileceğini tespit e- debilmiş değildir. İşgalde kurtarıcı gibi karşılanacağını varsaydığı için, işgal sonrası dengeler için hiçbir hazırlık yapmamıştır. Ayrıca böyle hesapların ne ölçüde tutacağı da ayrı bir sorundur. Irak’m bölünmesi, bölgede yepyeni bir dönemi başlatır. Askeriye camiinin bombalanması ile başlayan süreç, aslında Irak içinde çözümsüz
bir noktaya gelen güç ilişkilerinin zorla bir şekle sokulma provasıdır. Ancak hangi sonucu yaratacağını kimse bilmiyor. Irak’taki durum ABD’nin elini kolunu bağlayan sonuçlar yaratmaktadır. Netice olarak, işgal gerçekleşmiş ancak ABD lehinde dengeler henüz inşa edilememiştir. Bu durum Amerika’yı fazlasıyla yormaktadır.
Amerika’ya son darbe Hamas tarafından vurulmuştur. Filistin hareketi içinde Arafat sonrası yaratılmaya çalışılan tam uzlaşmacı çizgi, Hamas’m zafer kazanmasıyla konum kaybetmiştir. Fetih’in yenilgisi sadece politik zayıflıklarından dolayı değil, yıllarca yardımlarla beslenip çürümesin-
51
MARTIM ¡SAN 2006
AB, politik bir güç olarak zayıftır. Bu onun en önemli handikabıdır. Daha önceki dönemde AB'yi sürükleyen Almanya-Fransa ekseni,
Almanya'daki yeni iktidarla ne ölçüde gidecektir?
dendir. Fetih yönetimindeki yozlaşma yenilginin esas nedenlerinden birisidir. Buradan şu sonuç çıkartılmalıdır. Neo-liberalizmin pervasızca bencilli-
, ği körüklemesi, gündelik çıkarlarla bilinçleri körleştirme çabaları Filistin topraklarında tutmamıştır. Hamas’m zaferi aynı zamanda moral değerlerin aşağılanmasına karşı da bir tepkidir. Ortadoğu’da önüne büyük hedefler. koyan ABD, Irak’ta yaşadığı patinajdan dolayı İran ve Suriye hedeflerine yönelirken, önceki hatalarını tekrarlamamaya çalışıyor.
Amerika’nın diğer mevzi kaybettiği alan Latin Amerika’dır. Aslında Arjantin ayaklanması Latin Amerika’da neo-liberalizmin en açık bir şekilde iflasının sembolü oldu. Bu dalga
„ büyüyerek vuyıjıvor^Bu lıca iki farklı karakter vardır. Brezilya, Şili ve Arjantin gibi neo-liberal politikalara yumuşak bir direnç gösteren bu kesim, bir yandan da Dünya Ticaret Örgütü’nde Amerika ve Avrupa’nın ikiyüzlü politikalarına karşı bir zemin yaratmaya çalışıyorlar. Daha radikal zeminde duran Venezüella- ve Bolivya, neo-liberal politikalara sadece direnmekle kalmayıp, alternatifler
yaratma hedefini güdüyorlar. Amerika, Irak Savaşı’ndanberi Ortadoğu’ya yoğunlaştığı için Latin Amerika’ya müdahalede gecikiyor. Elbette Pentagon yola çıkarken böyle hesap yapmamıştı. Irak’ta çiçeklerle zafer kazanıp ve Saddam diktatörlüğüne karşı demokrasiyi inşa ettikten sonra, buradan aldığı güçle bütün dünyada kabadayılığını yükseltecek, adeta karşı konulmaz bir güç haline gelecekti. Bu rüzgar bütün dünyada ve elbette Latin Amerika’da da etkisini gösterecek, bilinç ve davranışlarda büyük bir baskı oluşturacaktı. Bunun yerine direnişle bocalayıp, Irak’.ta patinaj yaptıkça dünya ölçüsünde güç ve itibar kaybediyor.
Sonuç olarak, ABD, 2001’de hedeflediği pozisyonun çok gerisindedir. Şu anda, Merkez Asya ve Latin A- merika’da çok açık mevzi kaybetmektedir; Ortadoğu’da da stratejik olarak yerinde saymakta, yıpranmaktadır.
Avrupa Birliği, diğer yıpranan büyük güçtür. Yapısal sorunlarından dolayı, dış politikada bugüne kadar bir ağırlık oluşturamayan AB, neo-liberal politikalara ayak uydurmanın
bedelini kendi iç gerilimlerinin yükselmesiyle ödemektedir. AB Anayasasının Fransa ve Flollanda’da reddi, “Brüksel politikalarına” sıradan AvrupalInın artan tepkisini göstermiştir. Paris varoşlarının yanması ise, tepkinin başka bir derinliğini ortaya koymuştur. AB, Amerika ve Rusya’nın çekim alanında sallanmaktadır. Yapısından dolayı AB’nin kararlı bir stratejik güç olarak davranabilmesi imkansız görünüyor. Irak Savaşı sırasında aldığı konumu, savaş sonrasında da belli ölçülerde sürdüren Avrupa, karşı bir strateji geliştirme gücünde olmadığı için, sonuçta Amerika’nın ataklarına göre pozisyon almaya devam etmektedir. Savaş sonrası süreçte, ABD, Suriye ve İran hedeflerini belirleyince AB bu gidişin karşısında olamayacağı
için, sınırlı hedeflerle ABD’nin yönelişini etkilemeye çalışmaktadır. Fransa’nın Lübnan ve Suriye üzerine ABD ile anlaşması; İran konusunda da, ABD çok yıprandı
ğı için nükleer silah pazarlıklarında AB’nin öne çıkması, iki gücün zorunlu işbirliği olarak yorumlanmalıdır. “Zorunlu”, çünkü ABD, Irak’m kimyasal silah yalanlarından sonra dünya için inandırıcı olamazdı; öte yandan, AB de İran’ın bir nükleer güç olmasını kesinlikle istememektedir. Buradan zorunlu bir işbirliği ortaya çıkmıştır. Ancak rekabet bütün hızıyla devam e- diyor. Bush’un Hindistan gezisinden bir hafta önce Chirae, kalabalık bir heyetle Hindistan’daydı. Dokuz anlaşma imzaladılar. Bunların arasında nükleer enerji de vardır. ABD ve AB aralarındaki güç dengesini lehlerine çekebilmek için birbirinin gölgesini izliyor.
AB, politik bir güç olarak zayıftır. Bu onun en önemli handikabıdır. Daha önceki dönemde AB’yi sürükleyen Almanya-Fransa ekseni, Almanya’daki yeni iktidarla ne ölçüde gidecektir? Ayrıca AB bütçesi daraldığı için hareket kabiliyeti ve yeni ortaklarını şekillendirme hızı da yavaşlayacaktır. AB, bir yandan ABD’nin yüksek teknik gerektiren, uzay, silah, yeni gelişen gen ve nano sanayi rekabetiyle; öte
Emperyalist paylaşımın en çıplak görüntüsü...
52
MART-NİSAN 2006 C|Oİ
yandan Çin dünyanın ucuz emek atölyesi oldukça oradan gelen tüketim mallarının rekabetiyle karşı karşıyadır. ABD’nin açık stratejik hedefleri vardır, ancak aynı şey AB için söylenemez. AB, ABD’nin adımlarına tepki üretme seviyesindedir. AB’nin bir stratejik hedefinden söz edilecekse, o da, birliğin Doğu Avrupa’ya genişletilmesidir. Bu hedef bile sorunlu yürümekte, ortaya güçlü bir politik irade çıkmadığı gibi, bu yayılma kritik anlarda AB’de politik parçalanmalara yol açmaktadır. Dünyadaki yeniden paylaşım hiçbir v şekilde bütün güç merkezlerinin “ortaklaşa” davranışına dönüşmeyip, tersine daha da şiddetleneceği düşünülürse, AB için gelecek günler çok daha zorlu olacaktır. Anayasa, politik merkezi bir güç yaratmanın en asgari adımı olacaktı. Bugün o asgari seviye bile yakalanamamıştır.
Rusya, Irak Savaşı sonrası hızla kendini toparlamıştır. Dünya ve bölge politikasında daha aktif rol almak için girişimlerini artırıyor. Ancak hala e- konomisi enerji (petrol ve doğal gaz) ve silaha dayanmaktadır. Dünya pazarında başka alanda bir rekabet gücüne sahip değildir. Altyapı ve kurumlar o- larak da fazlasıyla yıpranmıştır. Bu konuda Amerika kadar kötüdür. Batı’dan ve Doğu’dan bütün kırmızı çizgileri zorlanarak sıkıştırıldı. Fakat bu konuda bir sınır çizgisine gelindiği ve Rusya’nın daha geriye gitmeyeceği anlaşılıyor. Ukrayna üzerine bilek güreşi “portakal devrimi”yle bitmemiş yeni başlamıştır. Merkez Asya’da ise Rusya kaybettiği mevzileri yavaş yavaş geri almaktadır. Son dönemde kritik alan Gürcistan’dır. Sık sık “Rusya ile savaşmak”tan söz eden Gürcistan, Amerika’nın tetiklemesiyle ikinci bir Çeçenistan’a dönüştürülebilir. Rusya kendini toparlayıp ileriye doğru adımlar attıkça ABD ve Avrupa tarafından hırpalanacaktır.
Çin, büyük çelişkilerle birlikte nefes nefese bir gelişim göstermektedir. Ekonomi, büyük sosyal hoşnutsuzlukları biriktirmek ve hatta doğanın katliamı pahasına gelişmektedir. Ancak Çin, bu konuda fazla seçeneği olmadığını, er geç “hesaplaşma” zamanının geleceğini biliyor. Bütün A
merikan stratejik düşünce tankları son dönemde Irak ve İran’dan çok Çin ü- zerine araştırma ve yorumlarla doludur. En kırılgan noktası enerji olduğu için bu konuda büyük bir arayış ve a- tak içindedir. Merkez Asya’dan Afrika’ya kadar petrol anlaşmaları yapmaktadır. Elbette en önemli anlaşmayı -“yüzyılın anlaşması” deniyor- İran ile yapmıştır. Son dönemde Rusya ile geniş çaplı askeri tatbikatlar yaparak, ilişkisini daha yüksek seviyeye çekmiştir. Bu arada ABD yayın organlarında “Çin’in gizli askeri üsleri” üzerine bol spekülatif yazıların çıkması, Pentagon’un bir şeylere hazırlandığının işaretidir. ABD’nin Hindistan’ı kendine karşı konumlandırmasını engellemek için, birkaç ay önce ilginç tekliflerle Hindistan’la görüşmeler başlatmıştır.
Çin’in stratejik olarak ilk hedefi, dünyadan çok, Pasifik bölgesinde etkinliğini yükseltmektir. Bu konuda son on yıldır büyük adımlar atmıştır. Şu anda dünyanın en fazla döviz rezervi olan bölgesi Uzak Doğu’dur. Çin, Japonya’dan sonra en fazla rezerve sahiptir.
Japonya, ekonomik olarak bir dev olmaya devam ediyor, ancak politik cüceliği ise derinleşerek sürmektedir. 90’lı yılların başlarında ABD politikalarından bir kopuşma isteği gösteren ve “normal bir ulus” olma yoluna çıkmaya niyetlenen Japonya, böl
gede Çin’in çok hızlı büyümesi nedeniyle, yeniden ABD stratejik hedeflerine angaje hale gelmiştir. Yaşadığı u- zun ekonomik durgunluk (1990-2000) ile “Japon ekonomik mucizesi” diye bir şeyin olmadığını görmesi, buna karşılık “Çin mucizesi”nin doğuşuna tanık olduğu için, 90’ların başlarında yeltendiği “Amerika’ya hayır diyebilmek!” tavrından çark ederek bildik konumuna geri döndü. Hatta Tayvan konusunda, ABD ile birlikte bir anlaşma imzalamış, Tayvan’a yapılacak, saldırıya karşı cevap verme yükümlülüğü altına girmiştir. Bu konuda sık sık Çin’e karşı provokasyonlar denemektedir. Japonya’nın yeniden ABD stratejik eksenine oturması Pasifik’teki bilek güreşinin şiddetinin bir kanıtıdır. Enerji konusunda Çin kadar kırılgan olan Japonya, ‘91 Körfez Savaşı öncesi gibi ABD politikalarını çok zorlayan tavırlara girmemektedir.
Irak savaşı sonrası d ön em in stratejik
öze llik leri
İlk önemli özellik, ABD’nin yeni strateji arayışlarıdır. Bu arayışlar en son “uzun savaş” kavramıyla dile getirildi. “Uluslararası terörle mücadele” gürültülü stratejisi daha kapsamlı başka bir kavrama yerini bırakıyor. “Uzun savaş” açıklandığı kadarıyla i- ki esas eleman içeriyor. Birisi, düzen-
55
q o l MART-NİSAN 2006
li ordu savaş düzeni, küçük hareketli birlikler düzenine dönüştürülecek ve aynı anda pek çok küçük savaşların yürütülmesine göre organizasyon yapılacak. İkincisi, ordu aynı zamanda savaş sonrası süreç için de eğitilecek. “Ulusal inşa” konusunda Irak’ta yaşananların tekrarlanmaması için ordu maddi ve toplumsal altyapının inşasında özel olarak uzmanlaştırılacak. Bu konu Balkan Savaşları sırasında AB tarafından yürütülmüştü, şimdi ABD kendisi bu işe soyunmaya hazırlandığına göre, bu konuda AB’den bir umudu yok demektir. Yeni strateji ü- zerine uzun uzun yorum yapmadan önce ihtiyatlı olmak gerekiyor. ABD’nin son beş yılda yaptığı strateji değişiklikleri, Pentagon’un kafasının oldukça karışık olduğunu gösteriyor. Pentagon’un öngörüleri sürekli o- laylar tarafından yalanlanmaktadır. “İki noktada aynı anda konvansiyonel savaş” stratejisi geri çekildi. Şimdi “uzun savaş”a hazırlanılıyor. Yeni “u- zun savaş” stratejisinde açık olmayan önemli bir nokta vardır. Aynı anda pek çok noktada hareketli müdahale birlikleriyle gerilla tarzı savaşa göre ordunun düzenleneceği söyleniyor. Bunun pek çok noktada yapılabilmesi i- çin, bu topraklardaki hükümetlerin izni ve onlarla sıkı işbirliği gerekir. Şu anda bu statüye yakın tek ABD gücü Kolombiya’dadır. Afganistan ve Irak önce düzenli orduyla işgal edilmiş ül
kelerdir. ABD, anlaşıldığı kadarıyla, Afganistan ve Irak işgali sonrası gelen ve.hala baş edemediği direnişlere karşı hazırlık yapmaya çalışıyor. Bu yeni sözde stratejinin derinliği yakında ortaya çıkar. Ancak şu andan görünen, ABD yine el yordamıyla gitmektedir. Bunun en son örneklerinde birisi de Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Doğmadan ölen bu proje, Türkiye işin içine çekilerek diriltilmeye çalışılıyor, ancak bu proje ölmeye mahkumdu ve di- riltilemez. ABD neden böyle yanılgılara sürükleniyor? Gücünü çok abarttığı için!
Irak Savaşı’nda ABD ordusu büyük ölçüde yıpranmış, şu anda yedek bulamayacak ölçüde açmaza girmiştir. Irak Savaşı bir yanıyla “paralı Ordu’ların bir sınırı olduğunu da gösterdi. “Yeni strateji” bu sorunla da uğraşmak zorundadır. Dev silah gücüyle sadece imhaya odaklı ABD ordusu, hareketli savaşa hazırlanıyorsa, bu çok yaratıcı kurmay ve savaşçı gerektirir. ABD ordusu en çok savaşan ordu olmasına rağmen bu konuda seviyece çok düşüktür. Büyük hava gücü ve u- zay istihbaratıyla “insansız savaşa” hazırlanan ABD, yeni sözde stratejisiyle tam tersi bir noktaya kaymakta, yeniden “insanlı” savaşa hazırlanmak zorunda kalmaktadır.
Bütün bu sözde yeni strateji tartışmaları üzerine daha fazla yorum yapmayı bir kenara bırakalım. Uçuşan
stratejilerden öteye bir nokta çok a- çıktır. Washington, gerilim ve savaş stratejisinden vazgeçmiyor. 2007 “savunma bütçesi” 513 milyar dolar olarak planlanıyor. 2001’de 283 milyar dolar olan bütçe hemen hemen iki katma çıkarılacaktır. Bunlar ABD’nin e- sas stratejik duruşunda bir değişim olmayacağını, yürütümde kaçınılmaz düzenlemeler yapılacağım gösteriyor.
İkinci özellik, yumuşak saflaşmalardır. Günümüz yeniden paylaşımının özelliği, güçler arasında katı ve kesin saflaşmaların şekillenmeyişidir. Tarihe baktığımızda, emperyalist paylaşımın başlamasından sonra, güçler arası saflaşmada başlıca iki neden seçilebiliyor. Emperyalist paylaşıma geç katdan ülkelerle önceki egemenler arasında saflaşmalar yaşanmıştır. 20.yy’m ilk yarısındaki her iki paylaşım savaşında da, geç gelen Almanya ve İtalya safın bir tarafını oluşturmuştur. Ancak olaylar safların birisinin kesin egemenliği sonucundan çok, iki paylaşımda da yıpranmayan “üçüncü” taraf olan Amerika’nın galip hale gelmesi sonucunu doğurmuştur. Bunun dışında, doğrudan ideolojik, sosyalizm ve kapitalizm saflaşması uzun bir döneme damgasını vurmuştur.
Bugün güç merkezleri arasında i- deolojik bir saflaşma yoktur. Geriye paylaşım çıkarları açısından saflaşmalar kalır. YDD’nin kısa tarihinde böyle saflaşmalar oldukça değişken olmuştur. İlk Körfez Savaşı’ndan günümüze merkezler arası ilişki sürekli değişmiştir. 1990’larm başlarında bütün güçlerin içinde olduğu bir “koalisyon”; Balkan Savaşı sırasında, Sırbistan’a, aslında Rusya’ya karşı tüm NATO ittifakı; Afgan Savaşı sonrası, ABD’nin “eski Avrupa’yı” ve tüm diğer güçleri karşısına alması, güç merkezleri arasındaki ilişkilerin nasıl değişken olduğunu gösteriyor.
Irak Savaşı deneyi Washington’a dünyayı ittifaksız tek başına yönete- meyeceğini gösterdi. Bu tatsız gerçek karşısında ABD, İran olayı sırasında AB ile çok sınırlı da olsa işbirliği denemelerine girmiştir. Fakat buradan sürekli bir ittifakın çıkacağını öngörmek imkansızdır. Irak Savaşı’nm or-
MART-N İSAN 2006 CjjOİ
taya koyduğu güçler dengesi ABD’ye sınırlı bir ittifakı dayatıyor; öte yandan ABD kendi gücünü koruyabilmek için dünya enerji kaynakları üzerinde güçlü bir denetime sahip olmak ve bunun kadar önemlisi, dünya sermaye birikiminin yüzde 80’inden fazlasını kendine çekmek zorundadır. Hiçbir merkez bu enerji denetimi ve sermaye transferine gönüllü razı olmayacağına göre, bu denklemden sürekli bir ittifak çıkması mümkün değildir.
Çin, büyük çelişkilerle birlikte nefes nefese bir gelişim göstermektedir. Ekonomi, büyük sosyal hoşnutsuzlukları biriktirmek ve hatta
doğanın katliamı pahasına gelişmektedir.Ancak Çin, er geç "hesaplaşma" zamanının geleceğini biliyor.
Bu gerçekten hareketle dünyaya baktığımızda birbiriyle iç içe geçen i- ki saflaşma görünür. Temel olan, tüm diğer güçlere karşı ABD-İngiltere (zayıf bir bağlantıyla Japonya’da bu kutba dahildir) saflaşmasıdır. Bu saflaşmada esas güç ve aktör ABD’dir. Dolayısıyla ABD ve diğerleri biçiminde yumuşak bir saflaşma, zaman zaman farklı biçimlere de girse kendini ortaya koymaktadır. Bu genel karşı karşıya duruşun içinde, katılaşmamış olan saflaşma ise, ABD-İngiltere ve Çin-Rusya saflaşmasıdır. Burada ABD egemen taraf, gücünü koruyabilmek için dünya zenginliğinin yarısından fazlasını çeşitli yollarla kendine maletmeye devam etmek zorundadır. Çin, geç gelen ve gelişen, ancak hızlı ilerleyen, Rusya ise büyük bir güç iken çöken ve yeniden ayağa kalkmaya çalışan bir konumdadır. ABD’nin egemenliğini korumaya çalışması ancak diğer tarafın engellenmesiyle mümkündür. Çin ve Rusya’nın gelişmesi, hatta Amerikan yaşam tarzının sadece yarısı seviyesinde bir noktaya ulaşmak için, ABD’nin kaynaklarının büyük çoğunluğunun kesilmesi gerekiyor. “Bir a- rada var olabilmek” kapitalizmin esas özellikleriyle çelişmek anlamına geliyor. Tarih bilincimizi yokladığımızda, emperyalist paylaşımın şiddeti ve kaçınılmaz bencilliği, böyle dengelerde bir tarafın, hatta iki tarafm da yıkımını getiren sonuçlar yaratıyor. Bu anlamda dünya 20.yv'm basma geri dönmüş gibidir. Aynı yoldan yürümeyecekse hangi yoldan yürüy ecektir? Bu sorunun cevabı sadece egemen sınıflara kaldığı takdirde onlar eski yol-
lann bir versiyonuna yuvarlanabilirler. Fakat halklar da bir cevap yaratma gücünü gösterebilirse, yürünecek yol kesinlikle değişecektir.
Irak Savaşı sonrası kritik süreci geçmek için ABD’nin sınırlı ittifaklara gereği vardır. Savaş öncesi kabadayılıklarının bedelini yıpranarak ödüyor. Bu nedenle, İran ve Suriye’nin tasfiyesinde AB ile işbirliğini gerekli görüyor. Öte yandan, hızla girdiği Merkez Asya’dan geriye püskürtülmesi ve Çin’in yükselişi karşısında Hindistan’ı devreye sokma adımını a- tıyor. Fakat İran konusunda AB’nin Washington ün amaçlarını tatmin e- decek bir noktaya kadar gelmesi çok zor görünüyor. Böyle bir sürüklenme yaşadığında bizzat kendi çıkarlarını riske atmış olacaktır. Öte yandan, Asya’da Hindistan’ı devreyle sokma çabasının, tümüyle ABD çıkarlarına hizmet eden bir yönde gelişeceğinin de hiçbir teminatı yoktur. Fakat Irak Savaşı sonrası ortaya çıkan güç dengeleri bu adımları zorunlu kılıyor. Bu güç oyunlarından yeni bir aşamaya tırma- nılacaktır.
AB bu saflaşmada ABD’ye yakın
duran, ancak zaman zaman Rusya ile kendini güçlendirmeye çalışan taktikler izlemektedir. Çin ve Rusya yükselen taraf olmayı sürdürebilirlerse güç merkezleri arasında en zor konum AB için ortaya çıkacaktır. Parçalanma dahil, çok kritik süreçlere girebilir. Eğer bugün yumuşak saflaşmalar içinde en belirgin olanı vurgulamak gerekirse, bu ABD-İngiltere ittifakına karşı Çin- Rusya ittifakıdır. AB bu saflaşmada her zaman ABD’ye yakın durmayı tercih etse de, ezildikçe güç kazanmak i- çin özellikle Rusya üzerinden politika yapmayı gündemine geçici süreler getirmiştir.
Günümüzün saflaşma konusunda bir özelliği, yumuşak saflaşmalarda bir karakter değişimi yaşanmasa da, büyük güçlerin yeni ittifaklar yaratarak, mevcut tıkanmayı aşma sürecine girmiş olmalarıdır.
Üçüncü özellik, pazarlık alanlarında bugüne kadar Ortadoğu önde göründü, artık devreye gerçek güç o- dağı Avrasya giriyor. Uzakdoğu ve Güney Asya, pazarlıkların odaklaşa- cağı alanlar olacaktır. Ekonomik güç olarak Uzakdoğu epey zamandır öne
qol MART-NİSAN 2006
çıkmaktadır. Ekonomik gelişimin, dünya rezervlerinin en güçlü olduğu ve aynı zamanda silahlanmanın da en hızlı geliştiği alandır. Bu bölgenin doğrudan aktörlerinin başında Çin geliyor, sonra sırayla Rusya, Japonya ve Hindistan gelmektedir.
ABD, bu alanda istikrarlı bir konum tutturamamıştır. Eğer bir üçüncü dünya savaşı ölçüsünde gerilim yaşanacaksa, bu gerilime aday bölge Avrasya’dır. Bölgede Japonya büyük bir ekonomik güç olsa da, hem II. Dünya Savaşı’mn anılarından dolayı hem de ABD güdümünde “normal olmayan bir ulus” olması nedeniyle etki alanı sınırlıdır. Çin’in etki alanı kesinlikle öne çıkmıştır.
Bu bölgenin özellikleri dünya nüfusunun hemen hemen yarısının bulunduğu bölge olması, buna karşılık enerji kaynakları açısından sınırlı olmasıdır. Enerji kaynakları Merkez Asya ve Sibirya’dadır. Bugünkü maliyeti Ortadoğu’ya göre yüksek olsa da, son fiyatlarla birlikte Sibirya bile işletme açısından “karlı” hale gelebilir. Japonya hariç, bu bölgenin aktörlerinin ABD i- le ilişkileri tarihsel ve güncel olarak sorunludur. Bu gerçekten hareketle ABD, Clinton döneminden beri Hindistan’la ilişkileri geliştirmenin yollarını aradı. Bugün bu konuda bir noktaya gelinmiştir. Nükleer enerji konusunda uluslararası kuralları ve aynı zamanda kendi sözde prensiplerini de zorlayarak ABD, Hindistan ile anlaşmaya varmıştır.
likle Çin’e karşı Hindistan üzerinden oyunlar oynayacaktır. Bu gerçekler Hindistan iç politikasında kaçınılmaz olarak belli gerilimler yaratacak; öte yandan, Ortadoğu gibi kurcalandığında, Güney ve Güneydoğu Asya yüksek gerilimlerin yüklü olduğu bir bölgedir.
ABD rakiplerini kendini ateşe atmadan, onların arasında sürtünmeler yaratarak yıpratmayı amaçlıyor. Ancak bu klasik silahın bugün işlerliği eskisi ölçüsünde değildir. Irak’ta bile kendisi için dövüşecek güç yaratmakta zorlanan ABD, Avrasya denen insan denizinde belli bir noktadan öteye geçmekte zorlanacaktır. Afgan Sava- şı’nın hızıyla Merkez Asya’da acele adımlar atan ABD’nin bu girişimleri aradan beş yıl bile geçmeden geri tepmeye başladı. İkinci büyük atağı, Hindistan’ın ABD bölge stratejisine eklemlenme çabalarının iflas etmesi için bakalım kaç yıl gerekecektir.
Sonuç olarak, yaklaşan günlerde gerilim alanı olarak Avrasya’nın öne çıkması büyük olasılıktır ve ABD açısından hedef Çin ve Rusya’nın yıpra- tılmasıdır.
Dördüncü ve son özellik, yeni emperyalist paylaşıma halklardan üç farklı ana zeminde tepkinin yükselmesidir. Birisi, “21.yüzyıl sosyalizmini” inşa etme iddiasıyla Latin Ameri
Batı kültürü ve demokrasisinin eski ölçüde bir çekim gücü yoktur. Elbette bunu, günümüzün çok yaygın post
modern kültürünü unutmadan söylüyoruz. Bu parıltı artık kesinlikle sönmeye başlamıştır. Hala müthiş bir tüke
tim kültürü egemendir, ancak nereye kadar?
Bu yeni ittifakın nasıl yürüyeceği konusunda bugünden bazı öngörülerde bulunmak mümkündür. Hindistan, Pakistan ve Çin ile sorunları olan bir ülkedir. Rusya ile bağları son yarım yüzyıla dayanır. Silah sistemleri olarak Rus silahlarına sahiptir. An etik son dönemde Amerikan savaş uçakları alma peşindedir. ABD, Hindistan’ı dünyanın yeni büyük güçlerinden birisi haline getirmek gibi hedefe hiçbir zaman sahip değildir. Çin ve Rusya’yı kuşatmak için, Hindistan’ı öne sürecektir. Özel
ka’dan yükselen eğilimdir. Bu eğilim aynı zamanda sosyalizmin yıkılışının yarattığı bilinç ve moral tahribatının giderilmesinde de tarihi bir rol oynayabilir. Diğeri, anti emperyalist yanı tartışmalı anti-Batı zemindeki siyasal İslam’dır. Bu eğilim, bir yanıyla son dört yüzyıldır insanlığı şekillendiren Batı merkezli düşünüş ve yaşam tarzına bir tepki; öteki yanıyla kendi ülke ya da toprak zenginliğine sahip çıkma bilincini taşıyor. Ancak esas olarak kapitalist sistemin ilişkilerinin dışına çıkan bir duruşu yoktur. Bu tepkilerin tarih
sel kaynakları ve ideolojik duruşları çok farklıdır. Ancak ortak yanları emperyalist paylaşıma karşı durmalarıdır. Ancak bundan öteye bir ortak zemin daha vardır. Bu da Batı’nm moral değerleri aşağılayan, sırf bencillik üzerine kurulu çıkarcı maddi zeminine bir tepkidir. Batı kültürü ve demokrasisinin eski ölçüde bir çekim gücü yoktur. Elbette bunu, günümüzün çok yaygın post modern kültürünü unutmadan söylüyoruz. Bu parıltı artık kesinlikle sönmeye başlamıştır. Hala müthiş bir tüketim kültürü egemendir, ancak nereye kadar? Amerikan dış politika dergisi Foreign Affairs’e konu olacak ölçüde bir gelişme Batılı kafaları oldukça sarsmıştır. Rusya’da yapılan bir kamu araştırmasına göre en sevilen lider olarak Stalin ezici bir çoğunlukla öne çıkarken, en nefret edilenler Kruşçef, Gorbaçov ve Yeltsin’dir. Demek ki, küreselleşmenin büyüsü artık kesinlikle dağılıyor. Üçüncü tepki, daha silik ve bir hedefe yönelmekten çok, kaybettiklerini. savunma zemininde kalan, sosyal devletlerin yok olmasına karşı, çalışan kesimlerden yükselen tepkidir. Bu tepki, henüz “21.yüzyıl sosyalizmi ile” buluşmadığı gibi, bu çıkışa karşı oldukça kayıtsızdır. Siyasal İslam’la i- lişkileri ise düşmanlık zeminindedir. Bu ayrı kanallardan akan tepkilerin bugünden nasıl buluşacağı üzerine öngö
rü ve spekülasyonların hiçbir yararı olmadığı gibi zararı vardır. Dünyanın bu koşullarında her tepki kendi kanallarında yürüyecektir. Ö- nemli olan emperya
list paylaşımın yolunu farklı yönlerden kesen etkiler yaratabilmelerindedir. E- sas olan budur. Sonrası emperyalist paylaşımın krizlerle derinleşmesiyle daha açık olarak görülebilecektir.
Sonuç olarak, Irak savaşı öncesi ABD’nin diğer güçlere dayattığı ve “uygun” gördüğü konumlar yürüme- miştir. Yeni ittifak arayışları içine girilmiştir. Yeni arayışlar, umulanın tersine güçler arası sürtünmeleri yükseltici bir rol oynayacak, ayrıca paylaşım gerilimini yeni bölgelere taşıyacaktır.
05 Mart 2006
56
Ayşe Tcmsever
DENGELER
IraK'ta Kan gövdeyi götürüyor, rahlı liderler, hükümeti Kurmakla görevlendirilen Caferi ve Devlet Başkanı Talabani'den Şii lider 5adr Mukteda'ya, Bush'a kadar herkes halkı sakin olmaya çağırdı, hatta İran liderleri bile Şiileri sakin olmaya çağırdılar. Ancak olaylar sürüyor. Irak'ı eskisinden de karışık günler bekliyor.
Irak’ın bu kez kesin bir iç savaşın e- şiğinde olduğu düşünülüyor. Şubat sonlarında Şamara kentindeki Askariya Ca- misi’ne yapılan saldırı, Sünni ve Şiileri birbirine düşürdü. Hükümet yetkililerine göre 200, Irak polisine göre tüm ülkede 1000’in üstünde, kimi Batı basınına göre ise 1300’e yakın kişi öldü. Bunların %99’u Sünni. 100’e yakın Sünni camisi tahrip edildi. Irak’ta hükümet kurma çalışmaları durdu. Sokağa çıkma yasağı i- lan edildi. Iraklı liderler, hükümeti kurmakla görevlendirilen Caferi ve Devlet Başkanı Talabani’den Şii lider Sadr Mukteda’ya, Bush’a kadar herkes halkı sakin olmaya çağırdı. Hatta İran liderleri bile Şiileri sakin olmaya çağırdılar. Ancak olaylar sürüyor. Aslında Irak’ta her gün onlarca insan ölüyordu ama şimdiki rakamlar “normalin” pek çok üstünde. İç savaşın tehlikeleri anlatılıyor. Irak’ı eskisinden de karışık günler bekliyor.
Elbette altta baş gösteren bu karışıklık üstteki karışıklığın bir göstergesi. Karışıklık iki mezhep arasında dini bir özellik gösterse bile altmda başka çıkarlar yatmakta. Bu çıkarları anlamadan olayların kaynak ve hedeflerini kestirmek olası değil.
Seçimlerden Şii ittifakı galip çıktı. Ancak bilindiği gibi bu ittifak pek sağlam değil. İttifakı oluşturan güçlerin farklı yapı ve görüşleri var. İran’da doğup büyümüş olan S CIRI temelde İ- ran’m Irak’taki kolu gibidir. Lideri Abdül Mehdi yeni kurulacak hükümetin başbakan adaylarmdan biriydi. İran'ın çıkarlarına uygun olarak SCIRI Irak'm bölünmesini ve güneyde bir Şii devleti kurulmasını ister. Böyle bir Şii devleti İran'ın güdümünde olacaktır. Irak petrolünün büyük bir kısmının güneyde olduğu dü
şünülürse de bölge petrolü üstünde Şiile- rin ve İran’ın etkisi artacaktır. İran’ın Ortadoğu’daki gücü yükselecektir. ABD buna karşı ve o nedenle Şii ittifakını desteklemiyor ve ona karşı bir güç oluşturmaya çalışıyor.
Caferi’nin başını çektiği Dava Partisi ise Saddam’a karşı hep İran’dan destek almıştır. Ancak Humeyni sonrası İran ile aralan bozulur gibi olmuştur. Özünde belki şöyle demek uygundur. Dava Partililer daha çok kendi petrollerine sahip çıkmak ve kendi çıkarlan doğrultusunda kullanmak isteyen Irak Şii buıjuvalandır. İran’a karşı milliyetçidirler. Irak’m bölünmesine ve güneyde bir Şii devleti kurulmasına SCIRI kadar sıcak bakmazlar. Bütün bir Irak pazan daha işlerine gelir. Elbette İran ile iyi ilişkileri vardır. Hatta Caferi sık sık Tahran’i ziyaret eder ve onların görüşlerini alır. Dava liderliğinde kurulacak bir Irak hükümeti de İran ile i- lişkilerini sıkı tutacaktır. Ancak SCIRI kadar ona bağımlı olmayacak, bağımsızlığa özen gösterecektir.
Şii ittifakı içinde olan 3. Parti Muk- teda al Sadr güçleridir. Bilindiği gibi bunlar Şiilerin kurmayı düşündüğü güney Şii devleti sınırlan dışında, Bağdat çevresinde yaşayan yoksul Şiilerdir. Eğer Irak parçalanacak olursa bunların bir petrol zenginliği kalmayacaktır. Aynlmaya kesinlikle karşıdırlar. Bu anlamda Muk- teda Sünnilerle işbirliği yapmaktadır. Mukteda al Sadr her ne kadar Irak’ta dini bir İslam din devleti kurmak istese bile İran’da kurulu olandan farkları vardır. Humeyni sonrası üst düzey dini görevliler petrol üstünde bir hakimiyet kurmuşlar ve gelirini kendi çıkarlan doğrultusunda kullanmaktadırlar. Bu din adamla- n din bilgileri ile zenginleşmişler ve hal
kın yoksulluğu ile pek ilgilenmemektedirler. Aslında İran’da geçtiğimiz yaz Ahmedinecat’ta bu gerçekliğe halkın tepkisini dile getirerek iktidar oldu. Yani bir anlamda Mukteda ile Ahmedinecat’m üst üste düştüğü noktalar olsa gerektir. Mukteda da üst düzey dini liderlerin ülkeyi yönetişine karşıdır. Bu nedenle İ- ran’dan bağımsız ve bütün bir Irak dile- ğindedir
Irak halkının bir numaralı dini otoritesi olan Sistani de az çok aynı'görüştedir. Ancak Sistani bilindiği gibi İran rejimine başka bir yönden tepki olarak yorumlanabilecek şekilde devlet ve din işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmaktadır. O nedenle devlet kurulmasında herhangi bir görüş bildirmekten kaçmıyor. Kendisi SCIRI gibi İran’da doğup büyümesine karşılık Dava Partisi ile akrabalık ilişkisi içindedir ve sanki İ- ran’dan bağımsız bir çizgiden yanadır.
57
C|Oİ MART-NİSAN 2006
Bu anlamıyla da Mukteda güçleriyle uzlaşır, ancak Sistani daha bir Irak Şii burjuvazisinin görüşlerine yakındır. Bu nedenle olsa gerek Sistani hiçbir zaman Mukteda kadar anti-Amerikancı olmadı. Hatta ABD’nin varlığını destekleyecek kararlar bile aldı. Oysa Mukteda 2 kez ABD askeri güçleriyle çatıştı. Ve de kendini ezdirmedi. Halkın sempatisini kazandı.
Mukteda’mn Sistani’den diğer bir farkı da sıradan bir imam olmasında yatar. Yani Şii imamların İran’da gittiği dini okullarda yetişmemiştir. Zaten Irak i- çinde de “evde yetişmiş imamların” iktidarından söz etmektedir. Bununla ne kastettiği, bu imamlara devlet yönetiminde ne gibi görevler verileceği belli değildir, ama o daha sıradan imamlar yada halk i- çinden çıkmış imamların önderliğini dile getirir. Anlaşıldığı kadarıyla diğer Aye- tullahlar halktan kopuk ulema, din aydını olmuşlardır. Sistani de belki böyle biridir.
Son olarak önemli bir nokta daha vardır. Mukteda’nın her ne kadar bir süre önce silahsızlandırılmış olsa da bir Mehdi Ordusu bulunur. Yoksul halk çocuklarının oluşturduğu ve kendi bölgelerinde din adaleti sağlayan, yoksula bakan, güvenliği ve düzeni kuran bir ordudur bu Son dönemde bu ordu elemanları asıl yerleri olan Bağdat civarındaki bölgeden çıkıp kente yayıldılar. Hatta Basra’da örgütlenmeye çalıştılar. SCIRFmn Bedr Ordusu’na rakip oldular. Bedr Ordusu daha çok bir ülke ordusu gibi kon-
vensiyonal silahlara göre eğitilmişken Mehdi Ordusu daha çok milis niteliklidir. Basra’da eskiden Bedr’in ait olan önemli yerleri ele geçirerek birbirlerine rakip oldular.
Bu ön açıklamaların ardından belki son hükümet kurulması sırasında olanları anlamak daha kolay olacaktır. Bu her bir gurubun başbakanlık için adayları vardı. Yukarıda yazdığımız gibi SCI- Rl’nın adayı Abdül Hemdi, Dava’nm a- dayı İbrahim Caferi, Mukteda’nm adayı ise Nedim al Cabiri idi. Birde Saddam’a karşı çıkmış olan nükleer kimyacı bağımsız Şii aday Hüseyin Şahristan bulunuyordu. Hiçbir aday oylamada gerekli çoğunluğu alamayınca Mukteda taraftarları Da-va Partisi ile anlaştı ve Caferi başbakan adayı olarak bir oy farkla SCIRI a- dayının önüne geçti.
Caferi ve Mukteda’nm aralarında vardıkları anlaşmanm ayrıntıları bilinmiyor. Ancak yukarıda anlattığımız özelliklerden kalkarak bir şeyler çıkarmak mümkündür. Mukteda birçok açıdan yeni anayasaya karşıdır. Onun ayrılıkçı yanlan budanmalıdır. Irak bir bütün olarak kalmalıdır. Petrol gelirlerinin dağıtımı merkezi hükümetin elinde kalmalıdır. ABD’ye hemen çıkış için bir tarih verilmelidir. Bu istekler Sünnilerin de destekleyeceği maddelerdir. Zaten anlaşma o nedenle uygundur. Mukteda’nm arası zaten Sünnilerle iyidir. Böylece Caferi başkanlığında kurulacak bir Irak hükümeti Sünni direnişçilerin eylemlerinden korunacak, bir gelecek, sağlayabilecektir. Sünniler ancak Petrol, İçişleri ve Savunma Bakanlıklannı isteyerek işi biraz yokuşa sürüyor gibiydiler.
Elbette böyle bir Jrak hükümetine SCİRI güçleri, Şii ittifakı içinde olsalar bile sıcak bakmıyor. Hele hele Kürtler bu işten hiç memnun değiller. Kürtler son seçimlerde oy kaybettiler, Şii ittifak ile yapılacak bir koalisyona oylan yetmiyor. Onlann talepleri bellidir. İyice löse, federe bir Irak istiyorlar. Kuzey’deki petrol gelirlerinin kendilerine ait olmasına çalışıyorlar. Hatta Kerkük bölgesinde derhal bir referandum yapılıp bu bölgenin de kendi federe topraklama katılması için zorluyorlar. Aynca eğer Sünni ve Şiiler arasında bir iç savaş çıkarsa bölge ülkelerinin istekleri ne olursa olsun derhal bağımsızlık ilan edeceklerini de açıkladılar. Devlet Başkanlığının geçici hükümette olduğu gibi kendilerinde kalmasının pe
şindeler. Ayrıca orada yaşadıkları gibi bir sorunla karşılaşmamak için bu kurumun yetkilerinin artırılmasında direniyorlar. Caferi’yi de istemiyorlar. Onunla çok kötü şeyler yaşadıklarını söylüyorlar. Son Türkiye ziyareti sırasında Caferi’nin yapacağı anlaşmaları tanımayacaklarını söylemeleri bunun son göstergelerinden biri. Ayrıca Kürtlerin sanki ABD zoruyla ya da ona yaranmak için ileri sürülmüş gibi gelen bir talepleri daha var. Eski başbakanlardan Allavi’nin yeni kurulacak hükümete alınmasını istiyorlar. Bilindiği gibi Allavi, Mukteda güçlerini Necef’te bombalattı. O bir ABD ajanıdır. Şimdi Caferi’yle ittifak yapan Mukteda güçlerinin onu kabineye alması düşünülemez.
Özetlersek; Şiiler bir ittifak içinde olsalar bile farklı görüşlere sahiptirler. Bu farklılıklar bazı noktalarda Kürtlerle işbirliği yapma olanağı yaratsa bile temelde karşı olunan yığınla sorun vardır. Şimdiye kadar asıl güç olan Şiileri Sistani ve dini özellikler bir arada tuttu. Ancak bundan sonra birbirleriyle birlikte davranmaları giderek zorlaşmaktadır.
Seçimler sonrası Caferi böyle karışık, iktidara aday güçlerin farklı uzlaşmaz çıkarlarının olduğu bir ortamda hükümet kurma çalışmalarını sürdürüyordu. SCIRI ve Sünniler önemli bakanlıkları istiyorlardı. Kürtler bağımsızlık ilam için fırsat kolluyorlardı. Askariya Cami- si’nin bombalanması bu ortamda gelişti. Hangi güçlerin bu bombalamanın arkasında olduğu pek karanlıktır.
İlk suçlamalar El Kaide’nin Irak u- zantısı Zerkavi’ye yöneltilse bile diğerlerine göre bomba SCIRI güçleri tarafından konulmuştur. Zerkavi şimdiye ka- darki eylemlerinde hep çok sayıda Şii’nin ölmesini hedefledi. Ancak son mabet bombalanmasında Şii kanı dökülmedi. Öyleyse bu Zerkavi işi olamaz. SCIRI kendi kendisini bombalamıştır. Elbette böyle bir değere yapılacak saldırıda Sünni direnişçiler suçlanacaktır. SCIRI, Sad- dam güçlerinin içinde olduğu Sünnilerle bir ittifak yapılması ve Irak içinde tekrar onların iktidarda olmasına karşıdır. Böylece Sünniler suçlanacaktır. Olaylar da böyle bir olguyu doğruladı. Bombalama sonrası çıkan olaylarda ölenlerin çoğu Sünniler oldu, Şiiler değil. Aynca böyle bir bombalamanm Şiiler de büyük bir öfke yaratacağı ve şimdi görüldüğü gibi iki mezhep arasında çatışmaların olacağı, I- rak’m parçalanma yoluna gideceği açık
58
MART'NİSAN 2006 CjOİ
tır. Parçalanma da tam SCIRI güçlerinin işine yaramaktadır. Caferi ve Mukte- da’nm arasında varılan anlaşmaya duyulan öfke, böylece dile getirilmiş olmaktadır. Ya da Mukteda güçlerinin ülke içinde etkinlik kazanması böylece tepeden engellenme yoluna girilecektir. Sonuçta bombalamanın arkasında İran yanlısı SCIRI güçlerinin olduğu düşünülebilir. Sünnileri öldüren kişilerin kara sivil giyimli Bedr ordusundan olduğu söylenmekte. Bu tür güçler zaten Al Askariya Camisi bombalanmadan da böyle eylemlere girişiyorlardı. Sünniler de Bedr’ci o- lan İçişleri Bakam’nı suçluyorlar, onun istifasını istiyorlardı. O nedenle de yeni kurulacak hükümette bu bakanlığın kesinlikle SCIRI yanlılarına verilmesine karşılar.
Ancak işler bu kadar basit değildir elbette.
Federe bir Irak SCIRI güçlerinin işine yarayabilir, ancak Kuzey’de bu durumda kurulacak bir Kürt devletini İran da istemez. Irak Kürdistan’ı gelecekte İ- ran ve Türkiye içindeki Kürtleri de içine almak isteyecek ve bölge dengeleri açısından istenmeyecek bir durum gelişebilecektir. Onun için SCIRI böyle bir işe kalkışırken daha derin düşünmek zorundadır. Öte yandan hükümet kurma çalışmalarında Kürtler açıkça dileklerini ortaya koydular. Eğer bir iç savaş başlarsa hemen bağımsızlıklarını ilan edeceklerini söylediler. Bu anlamda Al Askariya Camii’n'in bombalanmasının arkasında İ- ran yanlı güçlerin olduğunu söylerken i- yi düşünmek gerekecektir.
Ayrıca şu kesinlikle unutulmamalıdır ki ABD kendisinin hakim olmadığı bir Irak iktidarının güçlü olmasını istemez. İktidar güçleri arasında çatlaklar yaratmaya çalışır. Hatta Irak’ta bir kaos ortamının olması onun işine gelir. Bir iç savaş yaşayan, birbirleriyle dövüşen bir Irak’ta iktidar ABD’nin çıkmasını isteyemez. Irak’ta kalmasını sürdürüp gerektiğinde başvurulan bir güç olarak durmaya çalışır. Kaos ortamı Irak halkını bezdirecektir. İşsizlik, her gün onlarca ölüm, şiddet, günlük yaşamda bir düzelmenin olmaması ABD güçlerinin kalış süresini u- zatmasma hizmet edecektir. Yani Irak ne kadar kanşık, ne kadar parçalanma eğiliminde olursa işgal güçlerinin kalışı da o kadar sağlam olacaktır. İstediği kadar ABD askeri bütçesi açık versin, istediği kadar petrol fiyatları yukarı çıksın, böl
gedeki askeri ve ekonomik şirketleri kar yapacaktır. ABD Irak’ta kalıp Ortadoğu bölgesinde çıkarlarını daha güçlü dayatma yeteneğine sahip olacaktır. Tarafları birbirine düşürerek kendi çıkarlarım koruyacaktır. Bu nedenlerle Askariya Camisi’nin bombalanmasının arkasında ABD güçlerinin olma olasılığı yüksektir. Talabani, Caferi, İran hükümet başkanı Ahmedinecat bombalamanın hemen arkasından bu işi ABD ve İsrail güçlerinin yapmış olabileceğini söyledi. Aynı anda Bush ve Blair de Zerkavi güçlerini gösterdiler. Mukteda olaylar sonrasında Mehdi ordu güçlerini Sünni camilerini korumaya ve Şii ve Sünnileri birbirlerine saldırmamaya çağırarak işgal güçlerinin derhal Irak’tan çıkmalarını istedi.
Şimdilik bombalama olayının arkasındaki gerçek güçlerin kimler olduğunu tespit etmek zordur. Fakat bazı gerçeklikler ortadadır. Irak’ta hükümet kurma çalışmalarında karşılaşılan zorluğun temel nedeni iç güçlerin petrol üzerindeki çıkarlarıdır. Şii ittifakı ABD’nin çıkışma tarih vermeden önce petrol gelirlerini kendi aralarında nasıl paylaşacaklarını belirlemek istiyor. ABD çıktıktan sonra yapılacak bir paylaşım bazı grupların işine gelmemektedir. İktidar ve bakanlık tartışmalarının altında yatan bunlardır.
Bir şey daha söylemek yerindedir. Hükümet kurma çalışması sırasında gelinen bu nokta aslında anayasa hazırlama çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştı. A- nayasa yazılırken federallik, petrol gelirlerinin dağıtılması, eski Baascılann yani Sünnilerin iktidara katılması gibi yığınla sorun gündeme gelmiş, anayasa bir türlü yazılamamış, tarihi hep ertelenmişti. İş
ler o noktada kopma noktasına geldi. Ancak ABD’nin zoru ile bu çıkar ilişkilerinin uzlaşması seçim sonrası kurulacak hükümete bırakıldı. Bu çeşitli açılardan ABD’nin işine yarıyor olsa gerektir. Böylece kendi suçu biraz daha hafifliyor, başka dengelerde oynama ve bunun gel geç değil, daha kesin olması garantileniyordu. Şimdi herkes olaya Irak yöneticilerinin suçu olarak bakıyor. Oysa sorunların hepsi daha o günlerden biriktirilerek bu günlere gelindi. Şimdi bu sorunlarla baş etmek için eğer kurulabilirse çok güçlü bir iktidar olmak zorundadır. Bir anlamda yeni bir Saddam aranmaktadır. Bir grubun çıkarını diğerinin üstünde zorlayacak.
Oysa asıl olan Irak toprakları üstünde yaşayan halkların çıkarları olmalıdır. Petro-dolarların peşinde koşanlarm kendi ceplerini doldurmak için halkın kanını akıtmaktan kaçınmayacakları ortadadır. Bu çıkar gruplarını da, işgal güçlerini de kendi çıkarlarına alet etmeye hazırdırlar. ABD de zaten böyle bir şey peşindedir. Oysa asıl olması gereken bize kalırsa Mukteda’nm da dediği gibi ilk önce işgal sona ennelidir. Sonra yoksul halklar nasıl bir devlet isteyeceklerine kendileri karar verebilirler. Bu Irak’ın parçalanması mı olacaktır, yoksa eskisi gibi bütün bir Irak mı, halkların vereceği bir karar olmalıdır bu. Halklarına güvenmeyenler böyle sandalyeler peşinde koşup arkalarına ABD’yi almak istiyorlar. Bu da halkların aleyhine Batı güçlerinin işine yarayan bir durum yaratıyor.
01 Mart 2006
‘İYİLER HATTININ BİR HALKASI
OLARAK VENEZÜELLA
Mehmet Rkyol
Chavez'in 1998 yılında iktidara gelmesinin hemen ardından Venezüella'da bir şeylerin değişeceğine öncelikle kimseler ihtimal vermiyordu, ancak başkanın ilk adımları sermaye çevreleri için alarm işareti oldu. Onlar Chavez'in sadece retorik
olarak sermayeye karşı olmadığını, pratikte de sermayeye karşı tavır aldığını gördüler, önemsememe yerini yavaş yavaş korkuya bıraktı.
Emperyalist saldırının ideolojik silahlarından biri olan ‘Şer Hattı’ esprisine bugün bizlerin de “ideolojik” bir “İyiler Hattı” oluşturarak cevap vermemiz mümkün, bu hattın başlangıcına Küba’yı koyarsak buna ilk önce Venezüella, kısa bir süre önce Bolivya eklendi, yeni seçilen Bachelet Şili’yi de bu hatta ekler mi, göreceğiz. Şu sıralar bir dizi Güney Amerika ülkesi bu hattın birer halkaları olmaya aday. Emperyalist saldırılara karşı 40 yılı aşkın bir süredir dimdik ayakta durmaya çalışan Castro’nun Küba’sının yanında durma cesareti gösteren Venezüella devlet başkanı Chavez, bu tutumu ile böylesine bir hattın oluş
masının önünü açan isim.
Chavez’in 1998 yılında iktidara gelmesinin hemen ardından Venezüella’da bir şeylerin değişeceğine öncelikle kimseler ihtimal vermiyordu, ancak başkanın ilk adımları sermaye çevreleri için alarm işareti oldu. Onlar Chavez’in sadece retorik olarak sermayeye karşı olmadığını, pratikte de sermayeye karşı tavır aldığını gördüler, önemsememe yerini yavaş yavaş korkuya bıraktı.
Bilindiği gibi Chavez’in iktidara yerleşmeye başlaması üzerine sermaye emperyalizmin her türlü imkanlarım da seferber ederek karşı saldırısını başlattı. Saldırı modelleri ‘kadife
devrimi’ veya’portakal devrimi’ mantıklı oldu, toplum içindeki muhalefet güçlerini ‘maddi ve manevi’ destekle kışkırtarak emperyalizmin istemediği iktidarı alaşağı etmeye çalıştılar. Ancak bugüne kadar 2 somut darbe girişimi ve 5 seçimden hep Chavez galip çıktı.
Bu saldırılar içinde ülkenin ekonomik hayatını felce uğratmak ö- nemli bir yere sahipti, ABD fınans kapitaline göbekten bağlı işverenler bilinçli olarak üretimi asgari ölçüye indirme, hatta yer yer durdurma yoluna da gitmeye başladılar. Bunun sonucu tüm ülkede yüzlerce işyerinde dev boyutlarda atıl kapasite ortaya çıktı. Bugün Venezüella da hemen göze batan gerçeklik pek çok alanda giderek artan ithalat malzemeleri, ö- zellikle gıda maddelerinin %70’inin ülke dışından gelmesi. Kuşkusuz bu durumun Venezüella’nın artan petrol ihracı ile elde ettiği dövizlerle bağlantısı bulunmakta, ama esas olan söz konusu işletmelerin üretimi düşürmesi veya azaltması.
S osya lleş tirm e
Aslında bu davranışı ilé sermaye adeta Chavez’in yolunu açtı, ekonomik program içinde sinirli da olsa stratejik öneme sahip üretim alanları devletleştirildi -veya kendilerine Bolivar Devrimcileri diyen Chavez taraftarlarının deyimi ile sosyalleştirilmesi-. İktidar partisi MVR bu saldırı-
MART'N İ SAN 2006 CjOİ
lara karşı kıvrak bir cevap buldu. İşverenler tarafından işletilmek istenmeyen işyerlerinin devletleştirilmesi. Ve bu düşünce doğrultusunda teorik altyapısı da olan bir program hazırlandı. 2000 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile bunun yasal altyapısı hazırlandı.
Cogestion adı verilen bu program esas olarak bu tür işletmelerin devlet tarafından satın alınarak devlet ve işçiler tarafından işletilmesi prensibine dayanmaktaydı. Bu tür işletmelere öncelikle devlet, sendikaların ve işçilerin hazırladığı bir plan çerçevesinde, satın almak üzere talip olması ve işyeri sahiplerinin satmaya razı olmaları üzerine normal fiyatla devlet tarafından satın alınması öngörülmekteydi. Programın mantığı açısından bu konu ayrı bir öneme sahip. Emperyalizm MVR iktidarını Venezüella’da Sovyet tipi bir komünizmi uygulamaya koymakla suçluyordu, tıpkı Sovyet iktidarı gibi işletmelere el koyma hazırlığı içinde olduğu propagandası ile anti-komünizm körükleniyordu. Sovyet iktidarının devrildiği bir süreçte bu tür propagandanın gücü de oldukça yüksekti.
İşin aslına bakıldığında MVR ve Chavez’in komünist bir programa sahip olmadığı gün gibi açıktı, bir nevi halkçı-devrimci çizgiye sahiptiler. Üstelik Sovyet iktidarının çökmesi ile doğrudan emperyalizmi ve sermayeyi hedef alan bir programın günümüz dünyasında çabucak izole olacağının da bilincindeydiler, tıpkı Zapatistala- rın yaptığı gibi, doğrudan sosyalizme açılmak yerine, sosyalizme hazırlık sayılabilecek ara bir aşamanın gerekli olduğunu el yordamı ile bulmuşlardı. Üstelik içinde yaşadıkları dünyada Sovyet deneyinin. analiz edilip yeni bir sosyalizme varan düşüncelerin henüz gün yüzüne çıkmadığını biliyorlardı.
Bu son derece pragmatik çerçevede kendilerine has bir deneme yoluna çıktılar. Şartlarca buna uygundu, devletin kontrolünde o An petrol çıkarımı sayesinde, devlet kasasında para vardı, dolaylı veya dolaysız zorla işletmelere el koyma yerine, satın alma
fazlaca kurbağa ürkütmeyecekti ve emperyalist propagandayı tersine çevirebilecekti.
Ve ‘C o g e s t io n ’
Aralık 2004 seçimlerine kadar bir iki işletmede denenen bu model, önce Haziran 2005’te Chavez tarafından büyük bir proje olarak lanse edildi, Chavez sadece retorik anlamda ‘21. yüzyılın sosyalizmi’nden bahsetmiyordu, ama aynı zamanda somut bir adım atıyordu, ülke çapında binden fazla işletmenin ‘cogestion’ projesi i- le özel mülkiyetten geri alınmasının amaçlandığını ilan ediyordu.
‘Cogestion’ fikri bir anlamda belli tesadüflerin sonucu ortaya çıkmıştı. İlk olarak büyük bir kağıt fabrikasının sahiplerinin, işletmeyi kapatma kararı alması üzerine işyerinde örgütlü sendika işletmenin kapatılmasına karşı eylemlere girişti. Venezüella kağıt ihtiyacının büyük bir bölümünü üreten Venapal işyerinin sahipleri 2002 yılında Chavez'e karşı yapılan darbe girişiminde y er aldılar. Aynı zamanda ABD kağıt tekeli Smurfıt’in de ortağı olan işveren bu başarısız darbe girişiminin ardından, bir yandan da ulusal ekonomiyi sabote etme amacı ile işyerini kapatıp komşu ülke Kolombiya’daki Smurfif e ait işyerine üretimi kaydırmaya girişti.
Ancak bu plan işy erindeki güçlü
sendikal örgütlenmenin direnci ile karşılaştı ve işçiler işyerinde maki- nalarm sökülüp nakledilmek istenmesine karşı üretimi kontrolleri altına aldılar. Bunun üzerine Temmuz 2003’te işveren resmen işyerini kapattığını ilan etti ve işçilerin buna cevabı işyerini işgal oldu. 80 günlük işgal sonucu işveren sendika ile bir anlaşma yapmaya mecbur kaldı. Devlet işyerinin modernleştirilmesi için 5 milyon dolar yardım edecek, buna karşılık işyerinde çalışan 400 işçinin kuracağı bir kooperatif işyerinin ortağı olacaktı.
Bu sıra dışı anlaşma işyerindeki sendikal örgütlenmenin lideri E. Pena tarafından formüle edilmişti, işçilerin uzun tartışmaları sonucu ortaya çıkan önerilerden kaynaklanıyordu. Chavez iktidarı öncesi silahlı gerilla mücadelesi yürüten bir komutan olan Pena, bu kez kapitalizme karşı sendika silahım kullanmak üzere Venapal’de işbaşı yapmıştı. Öneri bir anlamda işçi -gerilla yaratıcılığı- yapkmlığının a- deta bir sentezi olmuştu.
Ancak bu model hemen hayata geçirilemedi, işveren anlaşmaya uyma yerine Eylül’de yeniden işyerini kapatmaya girişti ve işçiler bir kez daha işyerini işgal ettiler. Son olarak Aralık 2004’te işverenin iflas kararı çıkartması üzerine işçiler sendika aracılığı ile işyerine devletin el koymasını talep ettiler.
41
MART'NİSAN 2006
2 0 0 0 A nayasası v e
5. Cum huriyet
Öneri 2000 yılında yürürlüğe giren Anayasa’nm 104. maddesinde yer alan, ‘üretimi yapmayan veya yeterince üretken olmayan ülke ekonomisi i- çin önemli olan işletmelere devletin el koymasını’ belirlemeye dayanılarak hükümete sunulmuştu. Hükümet başvuruyu inceleyerek Venapal’i O- cak 2005’te ‘sosyalleştirmeye’ karar verdi. Buna göre işyeri işverenden satın alınarak %51 hissesi devlete, %49 hissesi işçilere ait olan yeni kurulan bir ‘firmaya’ Invepal’e devredildi.
2000 Anayasası’nda yer alan bu maddenin nasıl uygulanacağı konusunda başka bir yasal belirleme olmaması bu tür gelişmeler için hem belli imkanları hem de zorlukları beraberinde getirmekteydi. Invepal benzeri şu anda 27 ayrı işyerinde ‘sosyalleştirme’ yapılmış durumda, aşağıda da göreceğimiz gibi bu ‘sosyalleştirmelerin’ her birinin kendine göre özellikleri ve uygulamaları var. Bu duruma son vermek için Venezüella Sendikalar Birliği UNT geçen yıl içinde bir yasa önerisi hazırlayarak bunu meclise sundu, Aralık’ta seçilen meclisin bu yasayı bu yıl içinde görüşerek yürürlüğe koyması bekleniyor.
2000 Anayasası aslında pek çok alanda toplumsal hareketlere önemli
olanaklar sunuyor, esas olarak Anayasa’nm hazırlanmasının da mantığı bu, toplumu bir anda değiştirmek yerine, bu değişikliği sağlayacak kurumlaşmanın, toplumsal altyapının hazırlanması. Adeta Zapatistalarm, sosyalizmi değil, ama ona olanak tanıyacak bir ortamın yaratılması için mücadele ediyoruz demelerine atıfta bulunan bir mantık, toplumsal değişimin önünü açacak bir bakış açısı.
Toplumu Ekim Devrimi gibi bir vuruşta değiştirmek yerine adım adım değişimi öngördüğünden elbette reformcu bir çizgide, ama sorun bu reformların kapitalizme mi yamanacağı yoksa daha üst düzeyde bir toplumsal değişim için bir ortam mı yaratacağı. Günümüzde kapitalizmin her türlü değişimin önünü tıkadığı, toplumsal kireçlenmeye yol açtığı tezlerinden hareket edersek, bu tür değişim projelerinin önemsenmesi sonuçlarına varabiliriz.
Bu nedenle Chavez yeni Anayasa ile 5. Cumhuriyeti kurduklarını söylüyor, zaten partisinin ismi de bu mantığın ürünü MVR, yani 5. Cumhuriyet Hareketi. Yeni Anayasa’nm bu mantığını Chavez’in icraatlarında görmek mümkün, özellikle devletin görevi o- lan alanlarda, halk inisiyatifini öne çıkaran yeni kurumlar yaratılarak, devlet tedrici olarak devre dışına çıkarılmak istenmekte, buna en güzel örnek ‘Mission Robinson’ projesi. Mahalle
-----— — —
42
ve köy gibi yerleşim birimlerinde açılan merkezlerin, buralarda onaranlara eğitim, imkanları sunması biçiminde tanımlanacak olan bu proje, o bölgede oturanların inisiyatifine bırakılmakta, devlet bir anlamda bu hizmetlerin gerçekleşmesi için bir çerçeve getirmekte, çerçevenin içinin doldurulması halka bırakılmakta. Bu merkezleri kullananlar kendilerine göre okuma yazma öğrenmeden tiyatro yapmaya kadar neler yapılacağını kendileri kararlaştırmakta ve kendileri yapmakta.
‘Mission Robinson’ projesinin 2003 yılı başında lanse edilmesinin ardından çeşitli alanlarda 20’ye yakın benzer proje hayata geçirildi. Projeler doğrudan devlet başkanı yardımcısının kontrolü altında, gerekli imkanları yaratmak için bürokrasi dışında alışılmadık yöntemler kullanılması bütün projelerde dikkati çekiyor. Bazen ordunun, bazen PDVSA petrol şirketinin imkanları doğrudan bu projelere sunuluyor. (Ekte bu projelerin belli başlıları ve kısa bir açıklamaları yer alıyor.)
Bu tanımın en ideal durum olduğu, projenin gerçekleştirilmesinde pek çok handikapların ortaya çıktığını belirtmek gerekir, ‘evdeki hesap pazara uymuyor’, ama ‘yukarıda emirle’ veya ‘pazarın kör kuralları’ ile işleyen mekanizmaların yanında inisiyatife yer tanıyan yeni bir mekanizma yaratılmaya çalışılıyor. Bu yeni bir toplumsal yapılanmanın ilk adımları olabilir mi sorusuna bugün bir yanıt vermek mümkün değil, ama deneniyor, bir çıkış yolu bulunmaya çalışılıyor. Bir teorik altyapısı bile olmayan bu gelişme en azından incelenmeyi hak ediyor. Kuşkusuz bu inceleme yapılırken daha önce benzer deneyimleri yaşamış ülkelerin deneyleri gözden u- zak tutulmamalı, hemen belirtmekte yarar var, oralarda bu deneyler başarılı olmadı, burada da başarılı olmaz gibi kestirmeden değerlendirmelerden de kaçınmak gerekli.
M o d e l arayışı
Bu tür bir model arayışım belli zorlamalarla bugüne kadarki toplumsal değişim projelerinde bulmak
MARTINiSAN 2006 CJOİ
mümkün. Gramsci’nin sivil toplum projesinden Alman sendika hareketinin ‘işyeri yönetimine işçilerin katılması’ projesine kadar pek çok deneyin izlerini, ‘Bolivar Devriminde’ görmek mümkün. Ama onların sürekli dikkati çektikleri, evrensel bir deney olmadıkları, tamamen Venezüella şartlarına denk düşen bir toplumsal değişim projesi içinde oldukları.
Bunun belli başlı iki nedeni var; öncelikle dünyada ki konjenktürel durum Chavez iktidarının elini kolunu bağlıyor. Bugünlerde Chavez tüm ‘soğukluklara’ rağmen ABD’ye petrol ve doğalgaz satışına devam edeceklerini vurgulamaya özen gösteriyor, hem de daha önceki iktidarlar döneminde yapılan anlaşmalar çerçevesinde ABD lehine satış şartlarını da değiştirmeden. Chavez’in Bush ve ABD aleyhine söyledikleri sözde kaldığı müddetçe finans kapital ekonomik çıkarlarına doğrudan bir saldırı yapıldığını düşünmüyor ve Venezüella’ya yönelik ciddi bir saldırıyı düşünmüyor, muhalefeti kışkırtıp gözdağı vermekle yetiniyor.
Asıl neden ise daha köklü, toplumsal değişim için elde ne bir somut proje, ne de bunun teorik altyapısı bulunuyor. Toplumsal bir proje için gerekli insan malzemesi ve toplumsal örgütlülük konusunda Venezüella toplumu tam ‘geri kalmış bir ülke’. Pragmatik bir düşünce ile toplumu değiştirmek için gerekli ön şartların yaratılması öne çıkıyor.
Bu nedenle devlet bürokrasisini ‘yıkmak’ için çaba göstermek yerini, onu kendi halinde çürümeye bırakıp, bu mekanizmanın yapabileceklerini yukarıda belirtilen proje ve benzerlerine devretmekte bu pragmatik bir düşüncenin sonucu. Ama bütün bunların belli bir plan içerisinde yapıldığının da düşünülmemesi gerekli, zorunluluk dayandıkça çözüm aranıp bulunuyor.
Venezüella’yı ilginç kılan da, deneye başarı ile sonuçlanma şansı tanıyan da tam bu durum, ‘çözüm bulunması’. Bu çözümü mümkün kılan ise şu durumda ‘petol gelirleri’: Hemen belirtmek gerekir ki şimdiye kadar
UNT Başkam A4. Maspero ile görüşme
UNT’tıin diğer sendikalardan farkı nedir?
UNT bir değişim süreci içinde kuruldu, bu anlamda diğer sendikalardan biraz farklı bir konumda, a- ma UNT diğer sendikalar gibi işçi hakları mücadelesini esas almaktadır. Bizim özel konumumuz esas o- larak Bolivar Hareketi içinden çıkmış olmamız. UNT içinde elbetteki sadece Bolivar Hareketi taraftarları yok, her tür görüşten sendikalar federasyon içinde yer almakta. Politik olarak Bolivar Devrimini savunmaktayız, çünkü işçi hakları bu devrimle genişleyecek ve garanti altına alınacak. Üstelik Bolivar Devrimi taban demokrasisi, katılımcı anlayış çerçevesinde işçilere üretim sürecinde söz ve karar hakkı imkanını gerçekleştirmeyi a- maçlıyor. Bu da her sendikal hareketin temel taleplerinde biri.
UNT bu prensibi nasıl hareketegeçiriyor?
Her şeyden önce sendikal yapının demokratikleştirilmesi önemli, şu an hazırlanmakta olan tüzük bu yıl yapılacak kongrede kabul edildikten sonra, sendika yönetimi eskiden farklı olarak demokratik bir ortamda belirlenecek.
Başkan Chavez’in belirttiği gibi ülkede bir dizi fabrika, işyeri terkedilmiş, bunları tespit edip hükümete bu işyerlerini işçilerin yönetime katılacak şekilde yeniden faaliyete geçmesini öneriyoruz. Bugüne kadarki deneylerde bunun değişik biçimlerde gerçekleştirilebileceğini gördük. Cogestion modeli e- sas olarak işçilerin bir işletmenin yönetimini üstlenmesi prensibine dayanıyor. Bir işyerinin %49 hissesinin işçilere devredilmesi %51 ’nin devlete ait olması, yönetiminin de devlet ile işçilerin olmasıdır. Bazı yerlerde işçiler kendi üretim kooperatiflerini kurarak işletmenin tamamına sahip olmaktadırlar. Öte yandan hükümet üretim
yapmakta zorlanan işyerlerine çağrıda bulunarak bu modeli işve- ren/işçi kapsamında hayata geçirmeyi, buna karşılık işyerine uygun koşullarda devlet tarafından kredi verilmesini önerdi. Bazı işyerleri bu çağrıya olumlu yanıt vermiş bulunuyor.
Bu süreçte sendika nasıl bir roloynuyor?
Gerek işçiler gerekse de sendika çalışmayan işyerlerinin yeniden nasıl çalışılır hale geleceğini birlikte tartışıyorlar. Ortaya çıkan sonuçlar bir rapor halinde sendika tarafından hükümete iletiliyor. Hükümetin bu önerileri kabul etmesi halinde sendika işçilerle birlikte işyerinin yeniden üretime geçmesi için gereken işlemleri hayata geçirmeye başlıyor. Bu süreci takiben işye- rindeki çalışma koşullarının denetimi gene sendika tarafından gerçekleştiriliyor.
UNT’nin diğer ülke sendikaları i-le ilişkisi ne düzeyde?
UNT prensipleri içinde uluslararası dayanışma önemli bir yere sahip, yeni kurulan bir federasyon olarak henüz bu alanda ilişkilerimizi geliştiremedik. İlk elde ILO nezdinde Venezüella’nın bir tek CTV tarafından temsil edilmek istenmesine karşı mücadele verdik, ILO UNT’yi muhatap olarak kabul etti. Uluslararası düzeyde pek çok sendika ile iyi ilişkiler kurdukça UNT’nin Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’na üyelik i- çin başvurusu konusunu bu yıl yapacağımız kongre karara bağlayacak, ama özellikle işkolları düzeyindeki uluslararası sendikal birliklere katılma talebimiz var.
Başlangıçta UNT’nin uluslararası planda tanınmasına karşı gösterilen direnç kırıldı, uluslararası planda UNT ister istemez Venezüella sendikal hareketinin temsilcisi olarak görülmekte.
45
tjol MARTNİSAN 2006
hiç bir toplumsal değişim projesi böy- lesine bir avantaja sahip olmadı, şimdilik bu avantaj diğer tüm dezavantajları nötralize ediyor. Bu durum devam eder mi, bu yolla bir toplumsal değişim projesi başarıya ulaşır mı sorularına cevap aramayı ‘dar kafalılara’ bırakarak gelişimi izlemek, gerekli olduğunda destek sunmak doğru yol olsa gerek.
Yeni send ikal hareket; U N T
2003 yılı Nisan’mda yeni sendikal federasyon UNT kumlana kadar Venezüella’da sendikal hareket tipik Üçüncü Dünya sarı sendikacılığı durumunda idi. Bir yanda uluslararası sermaye, bir yandan da gerici devlet mekanizması ile el ele işçi sınıfının her türlü hak arama mücadelesini sönümlendirmek. Bu tarihe kadar en büyük sendikal federasyon olan GTV tüm sendikalı işçilerin %90’mmı bünyesinde bulundururken diğer 3 sendikal federasyon herhangi bir pratik rol oynamamaktaydı.
Chavez’in seçilmesinin ardından CTV işverenlerle birlikte yeni iktidarın ülkeyi ekonomik bir felakete sürükleyeceğini savunmaya başladı. Sendikal bürokrasi, Chavez ile bir değişimin başlayacağını ve bununda-, e- ninde sonunda kendilerini vuracağını sezmişlerdi. Nitekim Chavez taraftar
larının oluşturmaya başladıkları ‘Bo- livar Çemberleri’ de giderek artan bir biçimde işyerlerinde kendilerini hissettirmeye başladılar. Sendika ile iktidar arasındaki sürtüşme Aralık 2002 ile Ocak 2003’te yapılan 63 günlük ‘genel grev’ ile en üst noktasına vardı.
Aslında grev denilen eylemin bir lokavt olduğu biliniyor, işveren sendikası ile CTV ortaklaşa bu ‘eylemi’ örgütlediler, amaç seçimle gelen devlet başkanım tıpkı Ailende gibi bir ‘a- yaklanma’ ile devirmekti. İşverenler işyerlerini kapatarak üretimi durdurdular ve ülkede tam bir ekonomik karmaşa yarattılar. Eylemin can alıcı noktası devletin petrol şirketi PDVSA’nm muhalefet yanlısı idarecilerinin petrol çıkarımını durdurması oldu.
Bu kritik noktada Chavez yönetimin iki güçlü yani ortaya çıktı, ilki kitlelerin yaratıcı devrimciliğine güven, İkincisi radikal karar alma cesareti. Petrol şirketinde çalışan bir grup işçinin önerisi ile hükümet bir kararla, tüm idarecilerin sözleşmelerini feshetti ve yönetimi üretimi başlatmak için işçilere devretti. Kısa bir sürede ekonominin can damarı olan petrol çıkarımının yeniden başlaması kararın ne kadar doğru olduğunu gösterdi.
Bu radikal çıkış sendikal alandaki gerekli değişiminde önünü açtı, sen
dikalardaki makamlarına yapışmış bürokratlar tabandaki bu değişime karşı tüm yasal ve yasadışı olanakları kullanarak bu süreci engellemek istiyorlardı, bu alanda uğraş zaman kaybı anlamına geliyordu ve aynı zamanda toplumsal değişim sürecinin önü a- çılmıştı, süreç ancak bir radikal kararla sürdürülebilirdi.
60 Tı yıllarda kurulan CTV, sosyal demokrat bir çizgiyi savunan Acción Democrática (AC) partisine yakınlığı ile biliniyor, ancak soğuk savaş döneminin bir devamı olarak AC ‘sol’ bir çizgiden çoktan uzaklaşmıştı, CTV de onun izinden gidiyordu. Türk-İş’in başına gelenler onunda kaderi oldu, uluslararası anti-komünist çizgideki sendikal hareketin uzantısı haline geldiler. Chavez iktidara geldikten sonra, sendika temsilcilerinin doğrudan işçiler tarafından seçilmesini öngören bir yasa çıkarıldı, ancak ‘kırk yıllık kurt’ sendikacılar ‘sandıktan çıkmayı da’ başarma ‘becerisini de’ gösterdiler.
Nisan 2003’te kurulan yeni sendikal federasyon UNT bu sürecin sonucu olarak ortaya çıktı. Kısa zamanda tüm ülke ve işkollarında örgütlenen UNT şu anda sendikalı işçilerin dörtte üçünü bünyesinde toplamayı başardı. Yeni sendikal federasyonun yapısına bu süreç damgasını vurmuş durumda, tüm süreci belirleyen yerel birimler, merkez sadece sendikal politikayı belirlemekle yetiniyor, geçici bir tüzüğe sahip olan federasyon bugünlerde iki konuda karar almak üzere kongre hazırlıkları yapıyor. İlki nasıl bir tüzük ve örgütlenme, İkincisi işçilerin işyeri yönetimine katılması veya işyerini yönetmesini düzenleyen ‘Cogestion’ yasa önerisinin işçiler tarafından tartışılıp son şekline kavuşturulması.
U N T ‘ç iz g is i ’
Bankaların ve dış ticaretin ‘devletleştirilmesinden’ işçilerin üretimde söz ve karar hakkı olmasına kadar geniş bir yelpazede devrimci sendikacılığın tüm programadle taleplerini ilke edinen UNT’nin çizgisi bu anlamda net. Sorun bu çizginin hayata geçirilmesi, başka bir deyişle bunun önün
44
MARTINİSAN 2006 CJjOİ
deki engeller. Chavez iktidarı bu çizginin önünde engel olmaktan çok yol açıcı bir işlev görüyor, engel ise bizzat sendikanın kendisi. Her şeyden önce bu programı hayata geçirecek bir işçi önderliği ve örgütlenmesi henüz ortada yok.
Başka bir sorun ise, UNT içindeki sendikaların ve sendikacıların karakteri. UNT içinde şu anda üç ayrı kesim bulunuyor, ilk bakışta önde görünenler ‘Bolivar Çemberleri’ içindeki Chavez taraftarları. Toplumsal değişimin öncüleri ve emperyalist saldırıla
ra karşı ‘Bolivar Devriminin’ savunucuları olan bu kesim canla başla programı hayata geçirme mücadelesi veriyor. Küçümsenmeyecek bir perspektifleri, tecrübeleri ve taraftarları var. Tek eksikleri ‘kadro’. Ayrıca kendi içlerinde sendikal politika konusunda da tam bir birlik sağlayabilmiş değiller.
Öte yandan CTV’den ayrılarak UNT’ye katılan önemli miktarda sendika ve sendikacı var. Bunlar içinde gerçekten ‘Bolivar Devrimini’ savunanlar var, ama aynı zamanda kendi
durumunu, iktidar olanın yanma geçerek korumak isteyenler de. Bürokrasi içinde pişmiş bu kesim, sendikal örgütlenme deneyi olmayan değişim yanlıları için tam bir ‘fren’ işlevi görmek durumunda. Bu iki kesim arasında yer alan bir dizi ‘komünist’, ‘anarşist’, ‘troçkist’ sendika ve sendikacılar var. Mantık gereği genel olarak Chavez taraftarları ile birlikte hareket eden bu kesim, zaman zaman onlara ters de düşüyor. Örneğin işçilerin yönetime katılması konusunda UNT’nin tutumunun yeterince ‘devrimci’ olmadığını savunuyorlar. Bu tavır bir yere
'M is ió n la r‘Bolivar Devrimi’nin’ en tipik o-
luşumları olan bu kurumlar, belirtildiği gibi ‘paralel bir devlet’ yaratma anlayışının örnekleri. Bunlardan belli başlıları şunlar;
Misión Barrio Adentrohttp.V/www. barrioadentro.gov. ve
Genel sağlık hizmetlerinden yararlanamayacak durumda olan halk kesimlerine bu hizmeti sunmayı a- maçlar. Kendi büroları ve hastanelerinde çalışacak doktorlara toplum i- çinde teşvik amacı ile kolaylıklar sağlar.
Misión Robinsonhttp://www.misionrobinson.gov.ve
Ülkenin her yanında okuma yazma bilmeyen vatandaşlara, özgürlüklerini kullanma imkanı kazanmaları i- çin, ordu kanalı ile bu eğitimi götüren bir kurumdur. Bolivar devriminin ‘çocukları’ devlet ve silahlı kuvvetlerle birlikte halkı aydınlatma misyonunu bu araçla sağlamayı amaç edinmişlerdir.
Misión Sucrehttp://www.misionsucre.gov. ve
Bolívar iktidarının, yüksek eğitim imkanlarım yaygınlaştırmak amacı ile başlattığı bu proje ile, orta eğitimini tamamlayan gençlere, yüksek e- ğitime hazırlık ve yüksek eğitim yerine geçecek bir ara eğitim imkanı sunmayı amaçlamaktadır.
Misión PiarKırsal alanda tarımın desteklen
mesi ve organik tarım için gerekli bilgi ve imkanların bu işletmelere ka-
zandırılmasım amaçlayan bu proje E- nerji Bakanlığı tarafından doğrudan desteklenmektedir.
Misión GuaicaipuroÇevre Bakanlığı tarafından des
teklenen bu proje ile yerli halkın yerleşim bölgelerini korumak ve gelişimini teşvik etme amacım taşımaktadır.
Misión MirandaCoğrafi alanların gelişimini yön
lendirmek, bakımım sağlamak amacı ile ordu ile işbirliği içinde çalışan bir projedir.
Misión Robinson IIhttp://www.misionrobinson.gov. ve
Eğitim amaçlı ilk projenin bir devamı olarak, televizyon, video gibi a- raçlaıı da kullanarak ilk programa kaplanları daha üst bir eğitim seviyesine ulaştırmayı amaçlayan bu proje, matematik, dil, tarih coğrafya gibi a- lanlarda 15 kişilik gruplar halinde öğrenimi gerçekleştirmektedir.
Misión Ribashttp'J/www. misionribas.gov. ve
Eğitim düzeyini artırmak için çeşitli teknik araçları hazırlayıp yaymayı amaçlayan bu proje tüm Venezüella halkının genel kültür düzeyini yükseltmeyi amaçlamaktadır.
Misión Mercalhttp://www. mercal.gov. ve
Halkın temel gıda ihtiyaçlarını uygun koşullarda sağlamayı amaçlayan bu proje, kooperatifleşme esasına dayanmaktadır. Bir yandan mevcut imkanları daha elverişli hale getirme
bir yandan da yeni imkanlar yaratma amaçlı bu proje halk içinde kısa zamanda yaygınlaşıp, Bolivar devriminin teıhel taşlarından biri olmuştur. Venezüella halkının yarısından fazlası bu üretim ve tüketim kooperatiflerinin hizmetlerinden yararlanmaktadır.
Misión IdentidadHer vatandaşın bir kimliği olma
sı gerektiği temel düşüncesinden yola çıkarak, kimlik edinme önündeki bürokratik engelleri ortadan kaldıran bir projedir. Proje öncesi, evlenme, çocukların kaydı gibi konular için aylarca bekleyen halk şimdi bunu bir iki dakika içinde halletmektedir. Özellikle göçmenler için bu hizmet büyük bir kolaylık oluşturmuştur.
Misión Vuelvan CarasEsas olarak yoksullukla mücade
le için yoksullara somut iş ve eğitim imkanları yaratma bu projenin amacıdır, Yoksulluğu bir sosyal felaket olarak kabul eden Venezüella hükümeti, sosyoekonomik modelin, mevcut imkanların devrimci bir yaratıcılıkla değiştirilerek bu felaketin sona erdirileceğini savunmaktadır.
45
q O İ MART'NİSAN 2006
kadar ‘anlayışla’ karşılanabilir, ama en son Aralık seçimlerinde gerici muhalefet partilerinin peşine takılıp ‘seçimleri boykot’ ‘devrimci taktiğini’ a- tanları anlamak pek mümkün olmasa gerek.
Bolivar çem b erle r i
1999 yılında başkan Chavez’in ö- nerisi doğrultusunda parlamento tarafından kabul edilen bir kanunla Venezüella’daki sosyal değişimin önemli bir temel taşı olan Bolivar Çemberleri’nin (BC) yasal altyapısı oluşturuldu. Bunu takiben 2001 yılında bu halk örgütlenmesi hayata geçirildi. E- sas olarak yerleşim bölgelerinde oluşturulan bu komiteler, yerleşim bölgelerine ilişkin her sorunun tartışılıp, bunlara çözüm aranması, çözümlerin hayata geçirilmesi veya ortaya çıkan önerilerin yetkili makamlara ulaştırılmasını amaçlıyor. Kuruluşunu takiben Chavez iktidarına yönelik başlayan bir dizi saldırıları aynı zamanda kendine yönelik olarak da gören BC’ler ilk dönemde adeta birer savunma komiteleri olarak işlediler.
Kısa zamanda yaygınlaşan bu komitelerin sayısı bugüne kadar 200.000’e ulaşmış durumda, BC’lere katılan insanların sayısının da 2.200.000 civarında olduğu belirtiliyor. 25 milyonun yaşadığı bir ülke i- çin küçümsenmeyecek bir sayı. Politik partilerden farklı olarak dikey bir hiyerarşi yerine yatay bir koordinasyon mantığı ile çalışan bu komitelere Venezüella vatandaşı olmayanlar da katılıyor, bu belirleme önemli, çünkü ülkede yaşayan göçmenlerin sayısı 6 milyonu geçmiş durumda.
Yerel komite toplantıları esas olarak haftada bir sefer yapılmakta, katılım sayısı gündemdeki sorunlara göre önemli oranda değişmekte. Toplantıya katılanlar aldıkları kararları sözlü olarak çevrelerine iletmekte, muhatapları ile bire bir görüşmektedirler. 2005 yılında birbiri ardından yapılan Chavez’in görevden alınması referandumu, yerel seçimler ve genel seçimlerde BC’ler birer seçim bürosuna dönüştüler. Emperyalist saldırıların yoğunlaşması üzerine geçen yaz ayla
rında halkı silahlandırma planlarını a- çıklayan Chavez iktidarı öncelikle BC üyelerinin silahlandırılmasını öngörmekteydi.
Açıklamanın ardından bir BC yetkilisi, ‘Nasıl Küba halkı Domuzlar Körfe- zi’nde ABD ordusunu püskürttüyse, biz de ülkeye yapılacak bir saldırıyı aynı şekilde karşılarız’ diyerek bu komitelere verdikleri değeri dile getirmişti.
Kıtasal‘Bolivar
D evr im i’
Güney Amerika’da sömürgeciliğe karşı ilk mücadele bayrağı açanların ba
şında olan Simon Bolivar’dan ismini alan Bolivar devrimciliği kendi içinde pek çok radikal öğeyi barındıran bir kavram, ama sonuç olarak anti-kapi- talist değil anti-sömürgeci karakteri ön planda. Günümüzde bu devrimciliğin öne çıkan iki önemli özelliği ö- nem taşımakta. Her şeyden önce Bolivar devrimcileri kendi kurtuluşlarını bir tek yaşadıkları ülke ile sınırlamıyorlar, Güney Amerika kıtasının tümden kurtuluşu onlar için önemli. Bu nedenle değişik ülkelerdeki mücadeleler arasında önemli bir uluslararası dayanışma söz konusu. Mantığı gereği uluslararası mücadele vermesi gereken ama özellikle bugünlerde bunu çoğu kez sözden hayata geçiremeyen işçi sınıfı için güzel bir örnek Bolivar devrimcilerinin kıtasal dayanışması. Bu dayanışmanın tarihsel boyutu ayrıca incelenmeye değer bir konu.
Bolivar devrimciliğinin diğer dikkate değer noktası ‘taban yönetiminin’ sürekli ön plana çıkarılması. Simon Bolivar’dan Jose Marti’ye tüm Latin Amerika devrimci önderlerinde bu düşüncenin varlığı bir tesadüf olmasa gerek. Sömürgeci işgale karşı yerli halkın sürekli belirleyici rol oynadığı dikkate alındığında, bu toplumun komünal gelenekleri, ‘kolektif aksiyon’ güçleri bu vurgulamanın kaynağı gibi görülüyor. Gerçekten de Chavez’in güç aldığı ‘barrios’larda (gecekondu mahalleleri) esas olarak yerli halkın yaşadığı ve toplumsal değişim noktalarının buralarda başladığı bize bazı ipuçlarını vermekte.
Chavez iktidarının giderek bu iki konuda daha ileri noktalara varmış olması, dünyadaki güçler dengesini emperyalizmim aleyhine çevirmeye a- day. Emperyalizmin yaratmak istediği dikensiz gül bahçesinde tek diken o- larak duran Castro’nun Küba’sı yanında Chavez dikeni yeşerdi, şimdi o- nu Morales takip ediyor. Irak batağına saplanmış ABD emperyalizmi bu dikenlere nefretle bakıyor, ama elini u- zatma gücü kalmamış durumda. Tekrar bu gücü kazanır mı, elini uzattığında bu dikenleri ayıklayabilir mi sorularını bir yana bırakalım, Bolivar devrimcilerini anlayalım ve dayanışmayı yükseltelim.
46
Venezüella Devrimi ve iki farklı fabrika öyküsü
DEVRİMİN YAPICILARI KONUŞUYOR
Haşan Oğuz
hemen belirteyim; bu yazının esas amacı aslında İKİ fabrika öyküsünü anlatmaya ayrılacaktı. Ancak o derece güzel ve öğretici deneylere şahit olduk ki, gerçekten
tanıklık ettiğimiz çok önemli bazı görüşmeleri oldukça özet bir şekilde de olsa vermek gerektiğine İnandım ve bunu tarihi bir görev olarak algıladım.
Haşan Cemal bir yazısında, Bemard Henri Levy’nin ‘tarihin sonu değil, devrimin sonu’ sözünü rehber olarak almış ve sonra da ‘devrimin gelmemesi belki de iyi oldu’ demişti. (Milliyet 26.02.2006) Oysa ben ‘devrimin bittiğini’ ilan eden, kafası da yüreği gibi küçük olan bu aydınlara burada bir devrim hikayesini anlatacağım. Tanıklığını yaptığım, zaman, mekan ve kahramanlan ile gerçek olan bir hikaye’yi... Bunu okuyan herkes doğal olarak devrime ilişkin bir yargıya da varacak. Bu yargı ‘devrimin sonu mu yoksa başlangıcı mı’ sorusuna da yamt üretecek. Ama yine de söylememiz gereken son sözü burada şimdiden ilan etmek hakkımız olsa gerek; ‘yaşananlar tarihin sonu değil, yaşananlar 21. yüzyılda devrimin bizzat kendisi.’
Şimdi artık devrimin tanıklanna/ya- pıcılarma bırakalım sözü.
Görüşler, deneyler ve
örnekler
IBizler; bilim adamı, yazar, politika
cı ve sendikacılara olduğu bir grup arkadaşla birlikte 2-15 Şubat 2006 tarihleri arasında Venezüella’nın bâşkenti Caracas’ı ziyaret ettik. Amacımız, e- mekçi halkm ve işçi sınıfının ayağa kalkmış mücadelesine ve dipten gelen devrim coşkusuna tanıklık etmek ve o coşkuyu birlikte yaşamaktı. Elbette bizler yalnız enternasyonal bir dayanışma için orada bulunmadık, aynı zamanda
devrimin ruhunu, toplumsal dönüşüm sürecini ve kıtasal devrim coşkusunu yerinde görmek, o havayı teneffüs etmek ve sürecin özgül karakterini anla- mak/öğrenmek için de oradaydık.
Bu ziyaretimizde, 5 milyon nüfuslu ve devrimin merkezi olan Caracas’ın Vali ve Belediye Başkanı, aynı zamanda milis örgütlenmesinden ve güvenlik hareketinden sorumlu Fredy Bemal, MVR (Venezüella 5. Cumhuriyet Hareketi, Hugo Chavez’in önderlik ettiği partidir) dış ilişkiler sorumlusu Aurora Moreles, UNT (Venezüella Sendikalar Birliği) Başkanı Marcella Maspero, Öğretmenler Yardım Kurumu (ÎPAS) sorumlusu Prof. Orlande Perez, varoşların özgün bir örneği olan La Vegas semt yetkilileri, Venpa Kooperatif sorumluları, Inve- val fabrikası işçi önderi Jorge Paredes, aynı şekilde sosyolog-felsefeci El Neg- ro Villafana, yazar ve dışişleri bakanlığı eski sorumlusu Roland Tenis Boultan ve daha birçok yetkili kişi, kurum ve hareketin önderleriyle sayısız görüşmelerde bulunduk.
Hemen belirteyim; bu yazının esas amacı aslında iki fabrika öyküsünü anlatmaya ayrılacaktı. Ancak o derece güzel ve öğretici deneylere şahit olduk ki, gerçekten tanıklık ettiğimiz çok önemli bazı görüşmeleri oldukça özet bir şekilde de olsa vermek gerektiğine inandım ve bunu tarihi bir görev olarak algıladım. Doğrusu bu önemli görüşmeleri hiçbir zaman atlamak gelmedi içimden. Kısa da olsa bu tarihi görüşmeleri yansıtmak istiyorum.
II
Venezüella’da hızlı bir devrimci dönüşüm süreci yaşanıyor. Devrim düşüncesi, emekçi halkın önemli bir kısmında ve öncü güçlerde hücrelere kadar işlemiş. Karşı olan da taraf olan da hararetle tartışıyor. Devrimin öncü güçleri ve e- mekçi halk, devrimi, anti-emperyalist bir Bolivar Devrimi olarak tanımlıyor. Simon Bolivar, yalnız Venezüella’nın değil, aynı zamanda Colombiya’nm, Ekvator’un, Bolivya’nın ve Dominik Cumhuriyeti’nin de kurtuluş önderi olarak algılanıyor. Chavez yönetimi, devletin ismini bu nedenle ‘Venezüella Bolivar Cumhuriyeti’ olarak değiştirmiş.
Caracas’ta devrimin simgeleri hemen her yerde göze çarpıyor. Her gün bir yerde toplantılara ya da eylemlere tanıklık etmek mümkün. Özellikle bu etkinlikler daha çok ‘Devrim Meyda- m’nda ya da ‘Bolivar Meydanı’nda gerçekleşiyor.
Devrim hareketi farklı aşamalardan geçerek bugüne gelmiş. Devrim hala çok genç ve canlı bir süreç. Devrimin en karakteristik özelliği politik bir devrim olması. Sol bir darbe girişimi ile başlayan, ancak halk iradesi ile genişleyerek yayılan ve sonra karşı devrim darbesi i- le yeni bir sürece evrilen ve tekrar e- mekçi halkın katılımı ve baskın gücü ile yeniden yönetim erkine egemen olan bir süreç yaşıyor devrim. Venezüella Devrimi, adeta tipik Latin Amerika kültürü i- le örülmüş bir devrimci sürece tanıklık ediyor. Harekete önderlik eden kadro,
47
CJOİ MART-NİSAN 2006
Chavez’in başını çektiği asker kökenli i- lerici küçük burjuva bir gmptan oluşuyor, Ancak devrim derinleştikçe farklı sınıflar ve o sınıfların temsilcileri de artan oranda sürece müdahil oluyor. Kendilerinin de tanımladıkları gibi Venezüella’ya özgü bir süreç bu. Kendilerini sosyalizme açık bir kimlik ile tanımlı- yorlar ve bunu ‘21. yüzyıl sosyalizmi ’ o- larak açıklıyorlar. Devrimin esas karakteri anti-empeıyalist bir kurtuluş hareketi özelliği taşıyor olması. Chavez’de güçlü bir halkçı karakter var ve halk tarafından oldukça seviliyor. Bu nedenle her defasında artan oranda seçimi kazanıyor. Son olarak Aralık 2005 seçimlerinde sağcı muhalif güçler, seçimlerde hezimeti görerek boykot taktiğini uyguluyor. Ama taktik işe yaramıyor ve karşı devrimci güçler büyük oranda halk desteğini yitiriyor. Parlamento tümüyle ilerici ve devrimci güçler tarafından o- luşturuluyor. Parlamentoda sayısı az da olsa Marksist Leninistler de var. Ülke i- çinde iyiden iyiye karşı devrimin beli kırılmış. Ancak hala güçlü alanlar yok değil. Halk daha çok ABD’nin işgalini konuşuyor. Ona göre hazırlık yapılıyor. Silahlanmaya özel bir önem verdikleri anlaşılıyor. İki milyona yakın milis gücünden bahsediliyor. Chavez biz oradayken ‘Dünya Sosyal Forumu’nda, halka bir milyon kalaşnikof dağıtacağını açıkladı. Ancak karşı devrim de boş durmuyor. Ülkeden kaçan generaller ve büyük burjuvazinin bazı temsilcileri başta olmak üzere karşı devrimciler komşu
Colombiya’da üslenmiş dürümdalar.
Ordu, polis ve bürokrasi Chavez’in yönettiği MRV’nin de içinde yer aldığı ortak devrim cephesinin denetimine geçmiş. Hemen hemen devletin siyasal kontrolü tümüyle devrim güçlerinin e- linde. Ancak politik devrim, ekono- mik'toplumsal dönüşüm sürecinde henüz hangi yolu izleyeceği konusunda belirsiz. Kafalar karışık. Anlaşılan o ki, deneme-yanılma yoluyla ilerliyorlar. O- lurnlu işaretler kuşkusuz yok değil. 1999 yılında değiştirilen Anayasa bu yıl içinde yeniden yazılarak daha ileri kararların alınacağından bahsediliyor. Şu anda yeni Anayasa taslağı parlamentoda tartışılıyor.
Ancak kapitalist devletin kurumsal varlığı devam ediyor. Büyük işletmelere, banka ve sigorta şirketlerine henüz dokunulmamış. Dokunulup dokunulmayacağı da belirsiz. Daha çok alternatif kurumlar ile abluka siyaseti izleniyor. İ- kili iktidar ve paralel ekonomi birlikte yürüyor. Hangisinin egemen olacağı, sorusunun karşılığı net olarak verilmiş değil. Belli ki Venezüella Devrimi’nde son sözler söylenmemiş. O nedenle devrim hangi yolda ilerleyecektir, sorusu henüz karanlıkta. Ancak olumlu gelişmelerden bahsedilecek birçok gelişme söz konusu. Bu gelişmeler umut verici. Esas mesele işçi sınıfı ve emekçi güçlerin, devrimci sürece ağırlık koyup koymamasında ortaya çıkacak. Bu konuda ise sorunlar oldukça karmaşık. Zira işçi sınıfı ve emekçi halk istenilen düzeyde
bilinçli ve örgütlü değil. Dahası emekçi halkın gerçek bir öncüsü olması gereken Komünist Partisi yeterli örgütlü bir güç olarak görünmüyor. Devrime öncülük e- decek bir kapasiteden de yoksun olduğu anlatılıyor. Nitekim görüştüğümüz tarafların hemen hemen hepsi partinin bürokratik yapısından yakmıyorlar. Şimdilik olumlu unsurlardan bir tanesi, bütün devrim güçlerinin ortak bir cephede örgütlenmiş olması. Bu cephenin içinde KP’de var. Günlerce uğraşmamıza rağmen bu parti ile görüşme olanağımız olmadı. Hakkında fazla bir bilgi de edinemedik. Yalnız parlamento da sekiz civarında üyesi olduğu söylendi.
Venezüella Devrimi’nin önemli bir ayrıcalığı, devrimi besleyecek büyük bir gelire sahip olması. Petrol ve gaz önemli gelir kaynakları. Yönetim devrimin gereksinmelerini rahatlıkla sübvanse e- decek durumda. Biz oradayken Chavez,' parlamentodan 52 milyon dolar gibi bir bütçeyi ‘misyonlara ’ (halkın ve işçilerin özyönetimi olarak belirtilen organlara) denetimine ve kullanımına verecek yasayı çıkardığı söylendi. Ülke öyle yoksul ki eski faşist yönetim, petrol gelirlerini adeta taş taş üstüne koymadan ABD’ye kaçırmış. Yolsuzluklar dizboyu imiş. Bu zaten ülkenin durumunda bariz bir şekilde görülüyor. Ve insan şaşırıyor adeta. Faşist yönetiminin nasıl kan içici bir sömürü ve talan sistemi olduğunun kanıtını gösteriyor. Bunu Caracas’m bütün sokak ve evlerinde görmek mümkün. Şimdi olumlu birçok değişim sürecini de...
Ancak temel sorun, devrimin organlarının henüz tümüyle kurumsallaşama- mış olması. Değişik örnekler ise hala çok yeni. Doğal olarak bu noktada sorunlar oldukça yaygın.
Görüştüğümüz MVR dış ilişkiler sorumlusu Aurora Morales ile ismini şimdi hatırlayamadığımız bir profesör arkadaş, bize paralel ikili iktidardan ve ikili ekonomiden' bahsetti. ‘Biz’ dedi ‘özgül bir yolu izliyoruz. Bu yol burjuvazinin alanını daraltacak ve sınırlayacak bir yoldur. Onun için Sovyet yolundan gitmiyoruz. Dogmatik bir yaklaşımı reddediyoruz.’ Bu anlatım kuşkusuz Sovyet deneyinden öğrenmek ve ders çıkarmaktan çok, her an burjuvazi ile
48
MART'NİSAN 2006 q O İ
uzlaşma eğilimini ifade eden bir kuşku yarattı bizde. Ama bir şey söylemek için henüz çok erken.
Gerek valinin gerekse dış ilişkiler sorumlusunun mülkiyet biçimlerine ilişkin sorumuza verdikleri yanıtları ise şöyle özetleyebiliriz; bu arkadaşlar üç mülkiyet biçiminden bahsettiler;
1. Devlet mülkiyeti: Devletin doğrudan kontrol ettiği mülkiyet.
2. Özel mülkiyet: Yeni Anayasa tartışmalarında sosyal amaçlara ve hedeflere ters düşmeyecek biçimlerde özel mülkiyete sınırlamalar getirilmek istenmektedir. Mesela enflasyon altında ücret kısıtlamasına ya da sendikal örgütlenmelere karşı keyfi davranışlara gidilemeyecek vb. gibi. Bunlar değiştirilmesi düşünülen Anayasa’nm son taslak metninde tartışılıyor.
3. Sosyal mülkiyet: İşçilerin denetimini amaçlayan bir tarz kooperatif mülkiyeti. Nitekim sosyal mülkiyete örnek iki temel biçim var; bunlardan ilki semtlerde oluşan ve halk katılımını amaçlayan kooperatif mülkiyeti. Bununla ilgili bir kooperatifi gezdik. Kısaca belirtelim; Katya mahallesinde kurulmuş olan Venta adlı bir kooperatif oluşumu. Büyük bir alana inşa edilmiş. Eski bir petrol şirketinin alanı. Bu kooperatif devlet ve petrol şirketi tarafından sübvanse e- diliyor. Yoksul mahallenin bir ucunda kurulmuş. Kendi içinde yaklaşık 40 civarında değişik alanda çalışan alt kooperatif birlikleri var. Mesela sağlık, spor, market, üretim, eğitim, ulaşım, çocuk sağlığı vb. gibi alanlarda çalışma yapıyor. Ayrıca küçük bir fabrikayı andıran iki tane de üretim atölyesi var. Birisi 198 işçinin çalıştığı tekstil atölyesi. Diğeri de 100’e yakın işçinin çalıştığı ayakkabı atölyesi. Biz ordayken Küba’dan on bin ayakkabı siparişi almışlar, onu üretiyorlardı. Venta’yı değişik kooperatiflerden seçilen bir ekip yönetiyor. Şimdilik sübvanse ediliyor. Ancak ileride kendi kendilerine yetmeyi amaçlıyorlar.
İkinci örnek de; zarar eden ya da işveren tarafından işletilmek istenmeyen veya değişik sorunları olan fabrikaların, devlet tarafından satın alınarak devletle birlikte işçilerin denetimine verilmesi. Daha çok orta veya küçük işletmelerde
görülen bu duruma yakmen tanık olduk. Böyle durumlarda devlet, işletmenin %51’ni elinde tutuyor, işçiler de %49’nu. Ortak bir komisyon kumluyor ve fabrikayı bu organ yönetiyor. Bu organda devletin temsilcileri de yer alıyor. İki fabrika öyküsünde bunun ayrıntısını anlatmaya çalışacağım.
Sorunu iyi tanımlayabilmek için bir de misyonlardan bahsetmek gerekiyor. Misyonlar, biraz halk konseylerine benziyor. Amaç halk insiyatifmi öne çıkarmak. Böyle yirmiye yakm misyon var. Mesela Ribas, Sucre, Robinson, Barrio Adentro, Piar, Miranda, Guaicaipro gibi misyonlardan bahsedebiliriz. Gerek Venta Kooperatifı’nde, gerek İnveval fabrikasında, gerekse de La Vegas semt inisiyatifinde Ribas eğitim projesine yakından tanıklık ettik. Devletin resmi e- ğitim sistemine paralel başka bir eğitim projesi bu. Kooperatiflerde, varoşlarda ya da fabrikalarda Ribas eğitimi mutlak bir zorunluluk haline gelmiş. Bu daha da geliştirilirse çok önemli bir rol oynayacak gibi görünüyor.
Kısaca önemli olan bazı görüşmelerden daha bahsetmek gerekiyor. Size şiçıdi sosyolog ve felseci El Negro Vil-
■fafana, Chavez döneminin eski dış ilişkiler sorumlusu ve Kristof Colomb heykelinin yıkılışının öncülerinden yazar Roland Tenis Boultan’m görüşlerini ö- zet olarak aktaracağım. Bunun şöyle bir önemi var; devrim sürecinde nasıl tartışmalar yürütülüyor ve farklı düşünenler neler söylüyor, bunları anlamak için bu
tartışmaları yansıtmak gerekiyor.
Önce El Negro ile başlayalım; 90 Tara kadar solun yer altında olduğunu, 90’larm sonundan itibaren halkla Chavez hareketi arasında köprü rolü oynadığını belirtiyor El Negro. Chavez’in başta sağcılar ve dincilerle hareket ettiğini, popülist bir karaktere sahip olduğunu, ancak halkın baskın gücü ve toplumsal değişim talebi karşısında sol popülist bir çizgiye kaydığını söylüyor. ‘Halktan gelen sosyalizen baskı Cha- vez’e fazla geliyor’ diyen El Negro, devrimin dört temel sorunundan bahsediyor;
1. Devrimde öncülük sorunu,
2. Buıjuva demokrasisinin ■Venezüella’da gelişme süreci,
3. Devletin yasal üstyapı sorunu,
4. Anti-emperyalizm ve sosyalizm süreçlerinin evrimi.
El Negro, devrimin olası evrilme süreçlerini ise üç ana başlıkta topluyor. Bunlardan ilki, halk katılımı derinleşirse ve devrime ağırlığını koyarsa devrimci süreç olumlu yönde gelişebilir. İkincisi, şu anda var olan kurum ve partiler ağırlık koyarsa devrim reformist ve uzlaşmacı sürece doğru evrilebilir. Üçüncüsü de, politik erk başta olmak üzere devlette yozlaşma ve çürüme gibi bir gelişme olursa, karşı devrimci süreçte yeni ataklar olabilir. Elbette El Nero’ya göre bunlar olası birer senaryo. Ancak yine de o- na göre ‘bu senaryolardan hangisinin a
49
CJOİ MART-NİSAN 2006
ğırlık kazanacağı önümüzdeki başkanlık seçiminde belli olacaktır’ diyor. El Neg- ro başka bir noktaya daha parmak basıyor; meselenin ekonomik olmaktan ziyade politik olduğunu, ancak politikanın ise dar çerçevede yapıldığını ve halk i- çin sınırlandığını ifade ediyor. Bu konularda çeviri sorunundan dolayı net olarak nelerin ifade edildiği anlaşılır olmaktan uzak oldu bizim için. Mesela halk katılımının önünün Bolivar Misyonları örneklerinde görülebileceği gibi açıldığı kanaatini edinmiştik. Ancak El Negro’nun içerden olarak neleri kastettiği kuşkusuz önemli ve yabana atılacak değerlendirmeler olmadığını dikkate almak gerekiyor.
Chavez döneminin ilk dış ilişkiler sorumlusu ve yazar Roland Tenis Boul- tan ise anlaşılan önemli bir kimlik. Görüş ayrılıklarından mıdır bilinmez, ama Chavez tarafından görevden alınmış. Kristof Colomb heykelinin yıkılmasının mimarlarından birisi Tenis. Onun görüşleri ise kısaca şöyle; ‘21. yüzyıl sosyalizminden ne anlıyorsunuz’ sorumuza R. Tenis’in cevabında şunlar ifade ediliyor; ‘...bu konuda kimsenin kesin bir bilgisi olduğunu sanmıyorum. Ancak bana göre kesin olan şu; sosyalizm öncülerin değil, halkın yaratacağı bir mesele. Ulusal değil, küresel bir sorun sosyalizm. Kıtasal devrimi öngörmek gerekiyor. Bizim kıta da devrimin ortak birçok temeli var. Mesela Jose Martin sadece Küba’nın değil, Latin Kıtası’mn da bir kurtuluş simgesidir vb.’ Daha sonra Roland Tenis, beş sınıf dinamiğinden bahsediyor Venezüella Devrimi için;
1. Kent yoksulları,
2. Sanayi proletaryası (öncülük rolü),
3. Radikal kır yoksullan,
4. Batıdaki yerli halk,
5. Altın madenlerinde çalışanlar. (Yine çeviri meselesinden dolayı bu sınıf gücünü neden sanayi proletaryasından ayırdığı anlaşılamadı.)
Tenis, devrimde ilk üçünün etkin bir konum, diğer ikisinin de etkin olmayan bir konum kazanacağını belirtiyor.
Projesel önerisi ise şöyle; ‘Bu sınıf dinamiklerini ortak bir platformda bir
leştirmek ve yeni hareketi de bu temelde ele almak gerekir. Anayasayı daha i- leri hedefler doğrultusunda yeniden değiştirebiliriz. Bunu kıta da yaygmlaştı- rabiliriz. Biz dönüşümü sokakta yapacağımıza inanıyoruz. Bunun için iki bin kişilik bir gücü temsil eden ‘Sokakta Demokrasi Hareketi’ni kurduk.’
Tenis’e sorduğumuz bir soru da Komünist Partisi ile ilgili olanaydı; Tenis, ‘Onlar sokaktan ziyade parlamentoya bakıyorlar. 30 yıldır pratik mücadele de yoklar. Onlar parti bizler ise otonom gruplarız. Biz de komünistiz, ama onlardan ayrıyız.’ Bu düşünce El Negro tarafından da paylaşılıyor.
Bizim için VKP’nin görüşlerini almak önem taşıyordu. Başkanı Brezilya’da olduğu için görüşemedik. Diğer bir yetkili ile görüşme talebimize ise bir yanıt alamadık.
Belli ki Venezüella Devrimi’nde oldukça değişik görüşler varlığını sürdürüyor. Kuşkusuz bu doğal ve devrimin zenginliği. Üstelik bu tartışmalar tam bir demokrasi ortamında yapılıyor. Ama sanıyorum en önemli sorun, genişlemiş olan, içine kır ve kent yoksullarını da a- lan işçi sınıfının devrime ağırlığını nasıl koyacağıdır. Bu sorun hala askıda. Bir yerde devrimin kaderi adeta Chavez’in kişiliğinde toplanmış. Bu ise olası bir tehlikeyi ifade ediyor. Bu tehlikeyi kendi aramızda da sık sık vurguluyoruz.
III
Sonra Venezüella Sendikalar Birliği (UNT)’ni ziyaret ediyoruz. UNT yaklaşık bir milyon üyesi olan bir sendika. Başkanı bayan Marcalle Maspore aynı zamanda parlamenter. Maspore sadık bir Chavez taraftan. Cana yakın ve dost bir arkadaş.
Sendika ILO’ya katılmış. Önceki -sağcı sendika STV’nin üye sayısı 60 bine kadar düşmüş. Hızla üye kaybettiğini anlattılar bize. STV daha çok özel sektörde örgütlü. Petrol işçileri ise devrimden sonra hızla UNT’ye katılmış. Ayrıca elektrik, ulaşım, sağlık gibi alanlarda işçiler UNT’ye üye olmuş. 28 Mart 2006’da yeni kongresi var. Birçok tartışmalı ya da açık olmayan sorunlar bu kongrede tartışılacak. Ancak en ilginci
delegelik sisteminin ortadan kaldmlmış olmasıdır. Doğrudan seçim sistemini getirmişler. Seçimi bu durumda nasıl yapacaksınız sorumuza verdikleri yanıt belirsiz. Söyledikleri herhalde elekronik sistemle olur diyorlar. Bu sendika bürokrasisinin önlenmesi için önemli bir karar. Yetkililer işçilerin yönetime katılmasını sağlamak için yasa tasarısı hazırladıklarım söylediler. Ayrıca özel sektörde uygulanmayan Chavez yasalarını, güvence altma alacak yeni yasalar çıkaracaklarını belirttiler. Sendikada şimdilik aidat yok. Bu sorunu tartışıyoruz, buna uygun bir çözüm getireceğiz, diyorlar. İşçi nüfusu ülkede hizmet ve kafa e- mekçileri dahil 9.5 milyon. Sanıyorum buna kırsal alanlarda çalışanlar ve işsizler de dahil olsa gerek. Ülke nüfusunun neredeyse yarısı çünkü. Venezüella’nın nüfusu ise 25 milyon. UNT bir genel sekreterle yönetiliyor. 23 eyalette örgütlü. Her eyalette ise bir sekreter var. Anlaşılan oldukça gevşek bir örgütlenme.
İlginç bir anlatımda Sovyet deneyine getirdikleri eleştirilerdir. Mesela Sovyet sendikacılığı reddediliyor. Hatta daha ileri giderek Bolşevikleşmenin çuvalladığını ve bunun sorumlusunun Le- nin’de aranması gerektiğini dahi belirttiler. Elbette bunu söyleyenler devlet yönetiminde bulunan valinin ve parti dış i- lişkiler sorumlusunun (ki bir prof, ile gelen Aurora Morales partinin teoris- yenleri izlenimini vermişti bizde) ortak düşünceleri. Ama farklı düşünenler de var. Mesela bunlardan birisi ziyaret ettiğimiz sendikaya bağlı Öğretmenler Yardım Kurumu’nun (İPAS) başmda bulunan Prof. Orlande Perez. Perez, kendini Marksist-Leninist olarak tanımlıyor. Zira bize tercümanlık eden oğlunun ismi Lenin, Kızının ise Rosa. İPAS’m üye sayısı 350 bin. UNT’ye bağlı olarak çalışıyor. Biz, Perez ve bir işçi kökenli milletvekili ile işçi sınıfı sorunlarım tartışıyoruz. Sınıf içinde üç ana eğilimden bahsediyorlar. Bunları şöyle özetlemek mümkün:
1. Bolivar İşçi Gücü. Perez, bu grubu daha çok bürokratik ve reformist eğilimli olarak tanımlıyor.
2. Troçkist grup. Bu gmp, işçi sınıfının bütünsel çıkarları ile grup çıkarlarını birbirine karıştırıyor, diye eleştiri-
50
MARTNİSAN 2006 C|Oİ
yorlar. Küçük bir grup olduğunu söylüyorlar.
3. Kendilerinin de içinde yer aldığı, aynı' şekilde UNT Başkam’nm da katıldığı ana gövde. Bu ana gövde de farklı eğilimler var. Anti-emperyalist sınırda kalanlardan (anlaşılan o ki başkan bu sınırda kalanlardan) Marksist-Leninistle- re kadar geniş bir cephe bu. Bize anlatılanlara göre; şimdi esas amaç, emperyalizme karşı işçilerin tümünün birleşik bir merkezini kurmak. Bu konuda ö- nemli ilerlemeler sağlanmış. Onun için partiler üstü bir ulusal cephe zorunluluğundan bahsediyorlar.
Ancak Perez, sınıf içindeki sorunların farkında. Perez’e göre işçi smıfı iki ana gövdeye ayrılmış. İlki daha çok Petrol, Maden, Elektrik ve Gaz gibi sektörlerde çalışan ve artı değer üreten sanayi işçileri. Ancak bunların sayısı sınırlı. İ- kincisi de kafa ve hizmet emekçileridir. Ücrete bağlı olanları daha çok kamu sektöründe çalışanlar olarak tanımlıyor. UNT’nin esas amacı, bu smıf güçlerini eğitmek, birleştirmek ve harekete geçirmek. Özel mülkiyetin toplumsallaşmasını ve bütün işçilerin üretim araçlarının denetimini sağlamasını esas amaç olarak açıklıyor Perez. Olumsuz olarak gördüğü bir nokta, 167 parlamenter i- çinde sadece 3 işçi kökenli, 3 ’te sendika kökenli milletvekilinin bulunmasıdır. Perez iki temel sorunun daha altmı çiziyor; bunlardan ilki, emeğin metalaşma- sını engellemektir. Bunu nasıl yapacağız, tartışıyoruz, diyor. İkincisi de, pazar sorunu. Kapitalist pazardan, ihtiyaçlara yanıt veren pazara nasıl geçilecektir sorunu bizim için önem taşıyor, diyor. Kuşkusuz bir de mülkiyet sorunu var. Bu sorular henüz açıkta. Verilen cevaplar yetersizliğin ötesinde, şimdilik devrimin hangi yoldan ilerleyeceğini de belirsiz ^ılıyor.
Görüşme sürecinde özür dileyerek UNT başkanı Marcalle’nin gelemediğini (biz başkanı bekliyorduk), çünkü bir fabrikanın işçiler tarafından işgal edildiğini ve işçilerin denetimine geçtiğini, başkanın orada olduğunu, isterlerse fabrikaya gelebilecekleri haberini göndermişti. Daha sonra oraya gittik. Bu vesile ile bir fabrikanın mülkiyet biçiminin el değiştirmesine de tanıklık edecektik.
Burada küçük bir espiriyi de aktaralım isterseniz; İngilizce konuşma nedeni ile telefonda arkadaşımız Lenin ile konuşuyor. Herhalde karşı avizeden ‘ben Lenin’ diyor. Bizim arkadaş da hemen espriyi yapıştırıyor; ‘ben de Stalin!’ Gülüşüyoruz.
Şimdi bu iki fabrika öyküsüne geçebiliriz artık...
IVİki fabrika öyküsü:Sel-Fex (Lony) ve
İnveval deneyleri
I. Sel-Fex örneği
SEL-FEX, LONY markası ile mayo ve iç çamaşırı üreten bir fabrika. Burada 240 işçi çalışıyor. Çalışanların %95’i kadın işçi. Daha önce toplu sözleşme yapılmış. Ancak birçok maddesi işveren tarafından uygulanmamış. İşveren sadece çıplak maaş vermeyi kabul etmiş. Bunun üzerine birçok aşamadan sonra 16 Aralık 2005 tarihinden itibaren fabrika işçiler tarafından işgal edilmiş. İşgal faal olarak 35 kadın işçinin denetiminde sürmüş. İşveren bunun üzerine konkordato ilan etmiş. Uzun aralıklardan sonra iş mahkemeye gitmiş. Mahkeme işçiler lehine karar vermiş. Ancak işveren zarar ediyorum gerekçesi ile mahkeme kararlarım uygulamamış. Bunun üzerine fabrika işverenin işçilere ve devlete borçlarını mahsup edip geri kalanını satın alarak fabrikaya el koymuş. 1999’da çıkarılan Anayasa’nm 104. maddesine daya
nılarak (‘sosyal mülkiyet’ olarak tanımlanan) fabrikanın, devlet ile birlikte işçilerin denetimine geçmesi kararı alınmış. Biz fabrikaya gittiğimiz gün mülkiyetin el değiştirme sözleşmesi imzalanıyordu. Hukuk temsilcileri (bu temsilcinin işverenin mi, yoksa devletin mi temsilcisi olduğunu anlayamadık) ile UNT Başkanı ve fabrika işçi temsilciliğinin imzaları ile fabrika el değiştiriyordu.
Kuşkusuz bu süreçlerin tümüne devrimin cevaz verişi etkili olmuştur. Bütün dönüşümler politik otoritenin etkili gücünden ve bu güce uygun olarak Anayasal kararlardan gelmektedir. Bu da iktidar erkinin politik bir devrimle e- le geçirilmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
UNT Başkanı Marcalle Maspo- re’nin bizi fabrikada beklediğini haber alınca Lenin bizi hızla oraya götürdü. Fabrika önü kalabalıktı. Bir kadın işçi, hemen hemen tümü kadın olan işçilere hitap ediyordu. Belli ki işgal ve mülkiyetin el değiştirmesi anlatılıyor. Neler yapılacağı tartışılıyor. Coşkulu bir hava içinde yaklaşık yanm saat onlan dinliyoruz. Lenin içeriye haber vermiş olma- lıki işçilerin arasmdan içeriye almıyoruz. Sözleşme bitmiş ve imzalar atılmış ki biz içeriye girdiğimizde hukuk temsilcisi Maspore’nin elini sıkarak çıkıp gitti. Sonra UNT Başkanı ile tanıştırıldık. Kısaca fabrikadaki durumu anlattı. Sonra işyeri temsilcisi olan ve dışanda konuşan bayan arkadaşla da tanıştırıldık. Küçük kız çocuğu da yanındaydı.
51
t |O İ MART'NİSAN 2006
Ayrıca Maspore işçi bayanlara bizlerin Türkiye’den geldiklerini ve dayanışma içinde bulunduklarım anlattı. Maspore, ikinci gün SEL-FEX ile ilgili olarak büyük bir toplantı yapacaklarını, isterlerse oraya gelip konuşma yaparak mesajlarını da verebileceklerini bize söyledi. Biz- ler ikinci gün döneceğimizden o toplantıya katılamadık, ama mesajımızı ilettik. Fabrikada işçiler destek duygularım ifade etmek için bir defter açmışlardı. O deftere destek anlamına gelen ortak duygularımızı yazdık ve her birimiz imzalayarak başkana verdik. Lenin, yazdıklarımızı işçilere kendi dillerinden tercüme etti. İşçilerin alkışlama biz de alkışla karşılık verdik.Sonra fabrikanın genişçe bir salonuna geçtik. İşçiler de bizimle birlikte salona geçmişlerdi. İşçiler kendi aralarında kaldıkları yerden hararetle tartışmaya devam ettiler. Soma bekledikleri misafir geldi. Meğerse bekledikleri arkadaş başından beri kendilerini destekleyen işçi kökenli bir parlamentermiş. Milletvekili ile de teker teker tanıştırıldık. İşçilere hitaben konuştu. Sonra işçilerin alkışlarını cep telefonu aracılığı ile birisine dinletiyordu. Sorduğumuzda Venezüella Meclis Başkanı ve aynı zamanda Latin Amerika Parlamentolar Birliği Başkanı da olan arkadaşın desteğine karşın işçilerin alkışlarını dinletiyormuş telefon aracılığı ile.
İşçiler önlem için makineleri büyükçe bir odaya toplamış ve kilitlemiş- lerdi. Kaçırılma korkusundan dolayı bu önlemi almışlar. Şimdilik fabrikada üretim yok. Üretimin ne zaman ve nasıl başlayacağını tartışıyorlar. Lenin, şimdi polisler gelecek diyor, bize. Bizde ğayri ihtiyarı bir telaş var. Ne de olsa polis gelecek! Meğerse polisler işverene ve pa- ramiliter güçlere karşı işçilerin güvenliğini sağlamak için geliyorlarmış. Bizim arkadaşlar orada bulunanlara ve işçi milletvekiline bizdeki durumu anlatıyor. ‘Polis, bizde işvereni işçilerden korumak ve işçileri baskı altına almak için gelir sadece’ diyoruz. İşçi kökenli milletvekili arkadaş gülüyor. ‘Devrim bu’ diyor. ‘Devrim nelere kadirdir’ demek
istiyor herhalde. Sonra çok genç bir polis müfettişi ile müdür ya da komiser olduğunu sandığımız iki güvenlik elemanı giriyor içeriye. Tek tek bizimle de el sıkışıyorlar. Milletvekili genç bir arkadaşımıza dönerek, ‘görüyorsunuz polis müfettişimiz de senin gibi çok genç ve işçileri korumaya gelmişler.’ Öyle anlaşılıyor ki genç arkadaşımıza ‘bütün bunları bize devrim sağladı’ demek istiyor. Biz yine de kendi aramızda şakalaşıyoruz; ‘bu polisler gerçekten şimdi bizim dostlarımız mı?
Otelimize döndüğümüzde bu görüşmeye katılamayan arkadaşlara durumu aktarıyoruz. Arkadaşlar oldukça hayıflanıyorlar. Böyle bir tarihi olayı kaçırdıkları için tabii. O zamana kadar daha çok görüşmeler ile geçirmiştik zamanımızı. Devrimci bir eylemin içinde bulunmamıştık. Oysa şimdi hem işçilerin fabrikayı işgaline destek veriyorduk hem de ilk defa bir fabrikanın mülkiyetinin el değiştirmesine tanıklık yapıyorduk. Bu az şey mi...
II. İnveval fabrikası deneyi
İnveval, Caracas’a yaklaşık 40 km.uzaklıkta. San Antonio bölgesinde kurulmuş. Yemyeşil bir dağlık bölgede inşa edilmiş. Çok güzel bir bölge. Ovalık adeta önünüze bir yatak gibi seriliyor. Kendi aramızda ‘bizde olsa buraya hemen turistik bir otel kurulur’ diyoruz.
İnveval, petrol şirketine vana üreten bir fabrika.
Fabrikada üretim son birkaç yıldır durmuş. Fabrika adeta hurdaya çıkar hale gelmiş. Yaklaşık üç yıl öncesinden başlayan direniş devam ediyor. Rehberimiz olan Lenin, işçi direnişinin önderi, şimdi ise fabrika sorumlusu (müdürü) o- lan Jorge Paredes ile tanıştmyor. Jorge bizi fabrika yönetimi olan bölüme çıkarıyor. Ancak fabrika yönetim bölümleri dahil adeta çürümeye terk edilmiş. Daha soma toplantı odasına alıyor Paredes. Son üç yılın direnişini ayrıntısı ile anla
tıyor. Toplantıya arada bir değişik işçi arkadaşlar geliyor, onlarla da tanışıyoruz. Paredes süreci kısaca şöyle özetliyor; ‘fabrikanın eski sahibi Chavez karşıtı muhalefetin başını çekiyordu. Soma Ispanya’ya kaçtı. 2002 yılı grevinde fabrikada 110 işçi çalışıyordu. Şu anda 55 işçiye düştü. İşçiler daha çok erkek ve lise çağındaki gençlerdir.’ Bu grevde 8 işçi dışında tümü işten atılmış. Atılanlara işveren 12 milyon Bolivar civarında tutan tazminatı da vennemiş. İflas gerekçesini göstererek ancak 2 milyon Bo
livar ödeyebileceğini belirtmiş. Böylece 1 Mayıs 2003 günü fabrika işgal edilmiş. İşçilerin talepleri; işyerine dönmek, üretime yeniden başlamak, üretilmiş olan
vanaların güvenliğini sağlamak ve olmazsa tazminatlarının tümünü almak vb... İşçiler işverene tazminatlarımızı vermezsen vanaları satar, haklarımızı a- lınz, demişler. Ancak işçiler yeterli düzeyde örgütlü olmadıkları için mücadele başarıya ulaşmamış. Uyuşmazlık mahkemeye kadar gitmiş. Mahkeme işveren lehine karar vermiş. Ayrıca mahkeme işçilere dönük karar da almış; ‘fabrika işçilere terk edilemez. Çünkü işçiler fabrikayı yönetemezler. Sorunsuz çekip gitmelidirler. Böyle yaparlarsa bazı haklara sahip olacaklardır! ’ Ancak iş müfettişi işçiler lehine karar vermiş. Fakat işveren bunu da kabul etmemiş. İşveren Nepal’daki fabrikayla birlikte davranmaya başlamış.
Bu süreçten somu fabrika yeniden işgal ediliyor. İşçiler bu sefer aileleri ile birlikte kamp kuruyorlar. Direniş uzun sürünce ve işçilere sarı sendikadan yardım da gelmeyince mücadele parçalanmaya başlıyor. Geçim derdi için bazı işçiler direnişi terk ederek iş aramaya başlıyor. Direnen işçiler içinde boşanmalar bile baş gösteriyor. Direniş kuşkusuz bu süreçten olumsuz etkileniyor. Büyük bir moral bozukluğu yaşanıyor. 10’a yakın değişik komiteler kurulsa bile parçalanma durdurulamıyor. Bu dönem, devrimin geleceği açısında da kritik günler. Chavez’i devirmek için referanduma gidiliyor. Karşı darbe gerçekleştiriliyor. Böylece karşı devrimci güçler daha teh-
UNT'nin esas amacı, bu sınıf güçlerini eğitmek, birleştirmek ve harekete geçirmek. Özel mülkiyetin toplum sallaşmasını ve bütün işçilerin üretim araçlarının deneti
mini sağlamasını esas amaç olarak açıklıyorlar.
52
MARTIN i SAN 2006 t |Q İ
ditkar davranıyor. Devrim ise hala sallantıda ve kurumlar ise istenilen düzeyde örgütlü değil.
Bu süreçte 110 işçiden 40’ı direnişi terk ediyor. Uzun sürmeden direniş kınlıyor. Birçok ara süreçlerden sonra 2004 yılma gelindiğinde sadece direnen 4 işçi kalıyor. Aynı yılın Kasım ayında ise sadece Jorge Paredes kalıyor-fabrikada. Burada ilginç olan bir nokta şudur; üretim durduğu, işveren ülkeden kaçtığı ¡herhalde devrimin olası gelişmesinden korkup kaçmış olmalı) ve işçi direnişi de kırıldığı için, halk fabrikayı yağmalıyor. Ne buluyorlarsa evlerine taşıyorlar.
Bu dönemde devrim umutlan yeniden ülkede hız kazanıyor. Chavez atak üstüne atak yapıyor. Devrimde derinleşme giderek artıyor. Devrimci güçler e- gemenliklerini birçok alanda pekiştiriyor. Karşı devrimci güçlerin beli iyiden iyiye kırılıyor. Böylece merkezi otoriteden, fabrika direnişine destek geliyor. U- mutlar artınca 20 işçi tekrar fabrikaya dönüyor. Ancak işveren Ispanya’ya kaçtığı için yerine atadığı bir menajeri aracılığı ile üretilmiş olan vanaları, bilgisayardaki disketleri, değişik dokümanları kaçırıyor. Bu dönemde derhal sürece yeniden müdahale etmek için yeni bir komite kuruluyor ve başına Paredes geçiyor. Paredes parlamentoya çağrılıyor. İşçi kökenli milletvekillerinin de desteği ile sorunu tartışıyorlar. 16 Şubat 2005’te işçi komitesi parlamentoya bir öneri sunuyor; ‘eğer bizi desteklerseniz fabrikayı ele geçirebiliriz.’ Fakat hükümet bu öneriye güvence veremiyor. Çünkü bu devrimin adeta ilk millileştirme örneği olacaktır. Devrim ise hala bu konularda ne yapacağını bilecek durumda görünmüyor. Destek verilmeyince işçiler de fabrikayı ele geçirmede tereddüt ediyor. Bu durum işçilerde yeniden moral bozukluğuna sebep oluyor. Paredes sert bir konuşma yapıyor. Bunun üzerine 12 işçi, 2 güvenlik görevlisini etkisiz hale getirerek fabrikanın kontrolünü ele geçiriyorlar. Sonra bazı işçiler yeniden fabrikaya dönüyor. Artık fabrika denetimi tümüyle işçilere geçmiştir. Bundan sonra gerek iş mahkemesi gerekse ilgili bakanlıktan görevliler gelerek envanter tu- ruyorlar. Böylece bakanlık da millileştirmeye yeşil ışık yakıyor. Ancak bakanlık işçilerden tek bir istek de bulunuyor;
‘fabrikanın millileştirilmesi komuoyu tarafından bilinmeyecek. Gizli tutulacak.’Anlaşılan o ki hala devrimci otorite, mülkiyet sorunu hakkında net bir tutuma sahip değildir. Bakanlığın tavrı, aslında bu anlayışın açık bir göstergesi gibidir.
Oysa Jorge Paredes’in anlattığına göre; ‘bizim hareketimiz yasalara uygundu. Çünkü petrol sanayisi 1976 yılında millileştirilmişti. İnveval fabrikası da (petrol sanayinin yan bir kolu olması nedeniyle) Anayasa’nm ilgili maddesine dayanılarak millileştirilebilirdi. Dolayısıyla hareketimizin böyle bir hukuksal dayanağı vardı.’ Nihayet fabrika, 26 Mart 2005 yılında parlamentoda millileştiriliyor ve başkan Chavez tarafından imzalanıyor. Bu karara göre fabrikanın %51’i devletin, %49’u da işçilerin olacaktır.
Bundan sonra işçiler derhal bir kooperatif kuruyorlar. Böylece fabrikanın mülkiyeti kooperatife geçiyor. Kooperatife 5 YK üyesi seçiliyor. Bunların üçü devletin, ikisi de işçilerin temsilcisi. İşçiler bıma itiraz ediyor. Fabrika temsilcisinin işçilerden olması isteniliyor. İş Chavez’e kadar gidiyor. Chavez işçilerin lehine karar veriyor. Bu sırada 5 kişilik YK 9’a çıkarılıyor. İşçileri temsilen beş işçi seçiliyor, devleti ise dört kişi temsil ediyor. YK Başkanı ise Jorge Paredes oluyor. Paredes aynı zamanda fabrikadan sorumlu müdür. Fabrikada şimdi 7 komisyon var. Bütün haznlıklar ü
retimi Nisan 2006’da başlatabilme çabasına verilmiş. Aralıktan bu yana işçilerin ücretlerini devlet ödüyor. Asgari ücret ortalama 400 bin Bolivar iken, işçiler burada 700 bin Bolivar alıyor. Pa- redes’in ücreti de işçilerle aynı. Bizim gözlemimizden çıkan sonuçlardan birisi de şu; sanki işçiler maaşlarını alıp fazla bir şey yapmamışlar. Çünkü son üç aydır maaşlarını alan işçiler, fabrikaya dönük doğra dürüst bir temizlik dahi yapmamış görünüyorlar. Flatta biz Paredes’e ‘sanki işler burada çok ağır gidiyor’ sorumuza, hayır cevabını veriyor. Oysa fabrikanın yönetim büroları oldukça yıkık ve bakımsız. Duvarlar dökülüyor, odalar perperişan bir görüntü veriyor. Bu durumda bizde kendi aramızda Sovyetler Birliğimdeki çürümeye neden olan gerekçeleri düşünmeden e- demiyoruz elbette.
Jorge Paredes, kısaca bazı düşüncelerini bizlerle de paylaşıyor. Özellikle demokratik katılımcılığın öneminden bahsediyor. ‘Bunu’ diyor ‘biz fabrikada hayata geçirmeye çalışıyoruz. Burada o- luşacak olan artı değer sadece işçilere gitmeyecek, aynı şekilde semt halkına da yansıyacak. Kapılarımızı çevrede yaşayanlara da açtık. Kapitalizmi yok e- dip, sosyalizmi kurmak istiyoruz. Devrimi bütün kıtaya yaymak gerekir. 21. yüzyıl sosyalizmi tabandan başlamak zorundadır. Halk iktidarını inşa etmemiz gerekiyor. Dikkat edeceğimiz hususlardan birisi de, bürokrasiye karşı işçi ini-
55
C |O l MARTIN ¡SAN 2006
siyatiflerinin gerçekleştirilmesidir. ’
Bu arada fabrikada sendikal örgütlenmenin olup olmadığmı soruyoruz. Bu konuda Parades’in düşüncelerini öğrenmeye çalışıyoruz. Aynı soruyu Venta Kooperatifi’ndeki yetkiliye de sormuştuk. Onun yanıtı şöyleydi; ‘ne gerek var sendikaya. Burada işveren yok ki. Altı değer, işçiler tarafından paylaşılıyor. Burada herşey işçilerin çünkü.’ Bu yaklaşım bizde biraz ürküntü yaratmıştı. SSCB’de Lenin’e karşı da benzer argümanlar ileri sürülmüştü. Lenin i- se ‘işçi devletinin hata yapmayacağını kim garanti edebilir. İşçiler kendi haklarını savunabilmek için sendikalar gereklidir’ demişti. Fakat Parades daha mantıki açıklama getiriyor sorumuza; ‘fabrikada şu anda sendika yok. Çünkü geçmişte sendika ile ilgili işçiler kabuslar yaşadı. İşçiler sendikaya karşı tepkili. Kontrol şu anda tümüyle işçilerde. Sendika belki ilerde olabilir.’
Paredes, fabrikada bir de hücre kurmuş. Burada işçilere güncelin ötesinde Marksist eğitim çalışmaları yaptıklarını söylüyor; ‘biz de Marksistiz. Fabrikada gazete çıkarıyoruz. Bununla işçileri e- ğitmeye çalışıyoruz. Ayrıca Ribas eğitimini sürdürüyoruz. Chavez yönetimini destekliyoruz. Ancak bizler Chavez’in partisinden değiliz. Ama devrim cephesinin içinde yer alıyoruz.’ Sonra 1000 Bolivar karşılığında gazatelerini satıyorlar. Sattıkları gazete fabrika gazetesi değil. Daha genel politik ve teorik bir gazete. Gazetede Troçki’nin bir yazısını görüyoruz. Anlıyoruz ki Paredes biraz yan Troçkist eğilimli bir arkadaş. Bunu da şu sözlerinden anlıyonız; ‘ama benim KP’ye de sempatim var. Onlarla da diyalog içindeyim.’ KP ise klasik ML bir parti. En azından ideolojik çizgisinin öyle olduğunu söylüyorlar.
Bitirmeden küçük bir anekdotu daha aktannak istiyorum; yemeğe gidiyoruz. Lenin benim yanıma düşüyor yemekte. Onunla konuşuyorum. Lenin 22 yaşmda üniversiteli bir genç. Herhalde üniversiteden kalan boş zamanında 4ev- rim için çalışıyor. (Ama doğrusu şu olsa gerek; gece gündüz devrim için koşturu
yor. Herhalde boş zamanı oldukça üniversiteye gidiyor. Doğrusu bu olsa gerek.) Hoş bir sohbet yapıyoruz. Sohbetimiz daha çok espiri ve şaka içinde geçiyor. Ona isminin önemini hatırlatıyorum. Sonra bazı liberal tavırları (randevulardaki gecikmeler gibi) nedeniyle bu isme layık olması gerektiğini espiri ile
karışık bir şekilde anlatıyorum. Lenin i- çin, hem bilimsel teorinin büyük bir ustası hem de örgütçü ve pratik hareketin önderi olduğunu söylüyorum. Büyük ustanın neden radikal bir komünist olduğunu anlatıyorum. Bu isme layık olması gerektiğini belirtiyorum. Sonra yemek fişinin bir kenarına Lenin’i Lenin yapan bazı özellikleri maddeler halinde arka arkaya yazıyorum. Bunlar elbette hoş ve espirili bir sohbette oluyor. Sonra T .enin bana babası ile (babasını yukarıda anlatmıştım; Orlande Perez) kendini karşılaştırarak şöyle diyor; ‘ben babamın sağmda duruyorum. Ama ilerde o- nun soluna geçeceğim’ diyor. Sonra bazı radikal çıkışları karşısmda arkadaşları ona ‘sen Usame Bin Ladin mi’ olacaksın diyorlannış. Ben de ona ‘hayır senin için Bin Ladin benzetmesi güzel değil, sen Lenin gibi olmalısın’ diyorum. Birlikte gülüşüyoruz. Sonra devrimin insanlarımızı nasıl eğittiğini gözlerimizle görüyor ve şahit oluyoruz. Oysa Haşan Cemal ne demişti: “Devrim hayalleri bitti!” Oysa bakan göz, duyan bir yürek ve çalışan bir kafa, devrim hayallerinin neden bitmediğini Lenin gibi gençlerin yaşamlarında görebilirler mi bilmiyorum. Ne kadar basit bir kafa ve zavallı bir ruh hali olsa gerek bu.
Sonuç
Gerek her iki fabrika deneyinden, gerek Venta Kooperatifi ile La Vegas semt girişiminden, gerekse değişik görüşmelerden çıkarabildiğimiz bazı sonuçlan şöyle toparlayabiliriz;
1. Venezüella Devrimi; önderliği, sınıf karakteri ve politik/teorik varsa-
yımlan ile esas olarak anti-emperyalist ulusal demokratik bir devrim özelliği göstermektedir.
2. Devletin politik üstyapısını ele geçiren merkezi otorite, politik bir devrim sürecinde derinleşme gösterse bile, ekonomik/toplumsal dönüşüm sürecinde ciddi sancılar ve sorunlarla karşı karşıya
bulunduğu yadsınamaz. Ancak devrimci süreç, yaşamın dayattığı zorunlulukla- nn bir sonucu olarak aynı ölçüde ekonomik/toplumsal dönü
şüm süreçlerinin dinamiklerini de açığa çıkarmaktadır. Başka bir deyişle bu zorunluluk, toplumsal dönüşüme yamt aramakta ve kendi sürecini dayatmaktadır.
3. Devrim sürecinin dinamik güçleri, kendi mecrasında doğal olarak sınıfsal programı da gündeme getirmiştir. Bu sınıfsal dayatmayı anlayanlar da var anlamayanlar da... Her iki fabrika örneğinde görülebildiği gibi, işçi sınıfı devrimci sürece ağırlık koyar ve sınıf politikalarını dayatabilirse, devrim sınıfsal dönüşüm sürecinde etkin bir konum kazanabilir. Chavez yönetiminin açık olmasa da ‘21. yüzyıl sosyalizmi’ olarak tanımladığı söylem, devrimin sosyalizm yolunda derinleşmesi açısından bir kaldıraç rolü oynayabilir. Bu önemli bir açılım ve önemli bir olanak anlamma geliyor. Eğer bu olanak doğru kullanılır ve bu alanda beceri gösterilebilirse, devrim hızla sınıfsal program hedefleri doğrultusunda ilerleyebilir. Bunun gerçekleşebilmesinin tek kriteri, tümüyle sınıfın komünist öncü güçlerinin yetkin eylemlerinde toplanmış olmasına bağlanabilir.
Venezüella Devrimi’nde en temel sorun, devrimde hangi sınıfın önderlik edeceği sorunudur. İşçi smıfı devrime önderlik edebilecek midir? Bu sorunun cevabı şimdilik verilmiş değildir. Ancak burada ciddi sorunlar olduğunu görmek gerekir. Bu anlamda temel iki noktanın altını çizebiliriz;
a. İşçi sınıfının çok parçalı yapısı süreci olumsuz etkileyen nedenlerin başında sayılabilir. Başka bir deyişle sınıf yapısının yatay ve dikey olarak parçalanmış olması, devrime önderlik sorununu paralize eden önemli nedenlerden
'Devrimi bütün lataya yaymak gerekir. 2 1 . yüzyıl sosyalizmi tabandan başlamak zorunda. Halk iktidarını inşa e tmemiz gerekiyor. Dikkat edeceğimiz hususlardan biri de,
bürokrasiye karşı işçi inisiyatiflerinin gerçekleştirilmesidir.7
54
MART-NİSAN 2006 CJOİ
bir tanesidir. Sınıf kimliğinde, sanayi proletaryası aleyhine çok büyük bir genişleme söz konusudur. Ülke adeta küçük enformel sektörlerin ağırlık taşıdığı bir ülke haline gelmiştir. Büyük bir işsizlik, ara sektörlerde geçici çalışma biçimleri, zanaatkar, küçük esnaf ve gezici seyyar satıcılar, kısacası kent yoksullan, sınıfsal konumlanma da temel bir göstergeyi ifade etmektedir. Bu ise sınıf disiplinini, politikasını, ideolojisini ve kültürünü olumsuz etkileyen faktörler olarak düşünülebilir. Bu durum devrimde işçi sınıfının niteliksel anlamda önderlik sorununu olumsuz etkliyen bir faktördür. Doğal olarak bütün bunlar, devrimde' küçük buıjuva önderliğinin beslenmesine, dolayısıyla etkin bir konum kazanmasına neden olmaktadır. Kuşkusuz bunlar yadsmamaz.
b. İşçi sınıfının parçalanmış olan nesnel yapısına paralel olarak, sınıfın öncü güçleri de kendi içinde sayısız gruplara bölünmüştür. Kuşkusuz bu durum somnu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Bu nedenle işçi sınıfım birleştiren, eğiten ve eyleme seferber e- den bir oluşum, Venezüella'da oldukça zayıf ve güçsüzdür. Tenis Boultan’ın bu güçleri birleştirme önerisi doğruya ait ö- nemli bir proje anlamma gelmektedir. VKP ise güçsüz ve kırılgan özellikler taşımaktadır. Anlaşılan o ki KP bu yolda oldukça sorunludur. Ayrıca ML olan çok sayıda grup ve çevreler ise kendi aralarında birleşik bir eylem hattı da örebilmiş değildir. KP ise bu gruplan da kucaklamadan uzaktır. Dolayısıyla değişik Marksist çevre ve gruplar devrimci smıf cephesi anlamma gelen ortak bir smıf partisinde birleşe- bilmiş değillerdir. Şimdilik en olumlu görülen nokta, bu çevrelerin ortak bir anti-emperyalist devrim cephesinde buluşmuş olmalarıdır. Ancak bu cephenin örgütlenmesi ve faaliyetleri hakkında herhangi bir bilgi sahibi olamadığımız i- çin, nesnel yorum yaprha imkanına da sahip değiliz. Zaten bunun sının bellidir.
4. Devrimin yaratmış olduğu muazzam olanaklar özel olarak vurgulamayı hak ediyor; bunlar demokratik hayatm önünün açılması, merkezi politik erkin
tümüyle ele geçirilmesi, emekçi halkın lehine yasal/hukuksal ve pratik bir dizi karann gerçekleştirilmesi, Anayasa’nm devrim lehine değiştirilmesi ve devrimci demokratik bir Anayasa’ya kavuşturulması ve karşı devrimci güçlerin önemli derecede tasfiye edilmesi gibi son derece ilerletici olan devrimci kararların a- lınmış olması, devrimin ikinci adımını hem zorunlu kılmakta, hem de artan o- randa olanaklı hale getirmektedir. Yaşamın nesnel gereksinmeleri sosyalist devrime geçişi mutlak surette gerekli kılmaktadır. Bu ise tümüyle sınıfsal (sosyalist) bir programın pratikte uygulanması demek olacaktır. Ancak bu nasıl olacaktır, açık değil. Daha önemlisi, devrimin bu aşamasına ilişkin devrim güçlerinin teorik bir kafa açıklığına sahip olmaları gerektiğidir. Bu konuda sorunlar yaşandığı açık. Burada olası bir gecikme veya olası bir savsaklama devrimin kaderi ile oynamak demektir çünkü.
5. Devrim yoksul bir ülkede, kırsal ilişkilerin hala güçlü olduğu, ama kent yoksullarının aynı oranda büyümüş de olduğu bir süreçte gerçekleşti. Kendine özgü bir yoldan ilerledi. Ancak bu gerçekler, devrimin ikinci aşamaya geçişini zorlaştıran nedenlere de işaret etmektedir. Yine de burada 1930’lar SSCB’sin- de olmayan daha kolaylaştırıcı çok ö- nemli bir olanaktan bahsedebiliriz. Bu da ülkenin büyük bir petrol gelirine sahip olmasıdır. Zira ülke dünya petrol ü
reticileri sınıflandırmasında beşinci sıradadır. Bu sanayileşme atılımında hem hızlı bir süreci, dolayısıyla hızlı bir smıf birikimini ve proleterleşme eğilimini hem de devrimin organlarını sübvanse etmede önemli bir olanağa sahip olduğunu gösterir. Bu devrimin derinleşmesinde önemli bir olanaktır. Stalin önderliğinde SSCB’nin endüstrileşmesindeki bütün olumsuzluklara karşın ülkenin nasıl bir politika ile dünyanın en önemli sanayi ülkesi olduğunu biliyoruz. Bunun tarihi derslerini Venezüella devrimcileri mutlak surette özümseyebilmeli-
dirler.
6. Her iki fabrika deneyinden genel bir deney çıkarmak gerekirse eğer (aslında bu iki fabrika deneyi, aşağı yukarı ülkenin ortak bir profilini de vermektedir) şu noktaların önemi kendiliğinden anlaşılabilir; işçilerin örgütlülüğünde, e- ğitimleri ve kuramsallaşması süreçlerinde ortaya çıkan tablo, oldukça yetersiz, atıl, gevşek ve liberal yapıların ağırlık taşıdığı olumsuzluklarla örülmüş bir tabloyu göstermektedir. Bunda sıcak bir bölgenin iklimsel etkisini ve aynı şekilde Venezüella kültürünün kendine has özelliklerini (özellikle disiplini bertaraf eden ve kendiliğindenciliği özendiren) hesaba katarak belirtiyorum. Ama ne o- lursa olsun bu durumun, devrimin ilerle- tilmesinde bir frenleme yaptığını ve tutucu bir konuma neden olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten UNT Başka- nı’nm başka bir vesileyle ifade ettiği gibi ‘bu Venezüella’ya özgü liberalizm’ dir. Ancak yine de nedenler ne olursa olsun, devrim nedenlere bağlı olarak değil, tersine nesnel koşullara ve iradi çabalara bağlı olarak gelişir.
Umut artık soyut bir istek olmaktan çıkmış, tersine emekçilerin avuçları i- çinde gerçekleşebilir bir nesnelliğe dönüşmüştür. Şimdi dünyanın bir tarafı kazanılmıştır. Devrim bundan sonra yeni umutlarla birlikte yeni hedeflere doğra koşacakta ‘Devrimin sonu’ diyenlere
tarih yanıtını vermiştir. Venezüella Devrimi, devrimin güncelliği sorununu yeniden insanlığın önüne getirmiştir. Bu nedenle tarih devrimi yazacaktır, devrim
tarihi değil. Ancak devrimler tarihi oluşturmaya devam edecektir. Zira devrimler tarihin aynasıdır.
Bizler, bu hedeflere koşan devrimin yapıcılarının eylemlerine tanıklık ettik sadece. Daha ötesine değil.
Venezüella Devrimi kazanacak ve bu eylem bütün emekçi halkların umutlarına ışık olacaktır.
Özetle Venezüella Devrimi’nden çıkarılacak sonuçlar bunlar olsa gerek.
28 Şubat 2006
Venezüella Devrimi'nde en tem el sorun, devrimde hangi sınıfın önderlik edeceği sorunudur.
İşçi sınıfı devrime önderlik edebilecek midir?Bu sorunun cevabı şimdilik verilmiş değildir.
55
S o syal fo r u m la r n e r e d e n
GELDİ, NEREYE GİDİYOR?
Güler Toprak
T5F'nln yapısal olarak barındırdığı sorunlar D5F'de ve A5F'den O'na geçen sorunlardır. Yeni bir durum, yeni bir mücadele yöntemi olarak ilgi odağı oluyor, ancak gelip bir yere dayanıyor. Elini kolunu bağlayan ilkeler angajmanından da, elitler hegemonyasından da kurtulmak zorunda. 5osyal hareketler bu denizde boğul mayaca ksa eğer, en iyi ihtimalle Sosyal Forumlardaki bu kalıpların Sosyal Forumları daha ileri taşımak üzere kırılması gerekiyor. Yoksa kapitalizme bir tekme atmakla bir şey olmaz, o ne badireler atlattı.
Türkiye Sosyal Forumu (TSF )ge- çen sene haziranda duyuruldu. Kuruluşunun ilan edildiği basın metninde TSF’nin hedefi şöyle ifade ediliyordu; “Türkiye Sosyal Forumu’nun (TSF) çalışmalarında emek ve meslek örgütleri, siyasi partiler, çeşitli demekler ve inisiyatifler aktif rol oynuyor. TSF, Türkiye’deki yüzlerce sosyal hareketi bir araya getiren bir zemin oluşturacak. Türkiye Sosyal Forumu, Türkiye’deki tüm sosyal hareketleri TSF’nin bir parçası olmaya, bir avuç insanı değil, milyonları merkezine a- lan alternatifleri hep birlikte oluşturmaya ve geliştirmeye çağırıyor”
O günden buyana kumcuların yanı sıra başka örgütlerin de katılımıyla TSF süreci başladı.
TSF’ye çağırılan tüm gruplar 28 kumcu yapının tanımladıkları ilkeleri kabul ederek içeri girmek zomndaydı. Çoğu kurulma aşamasında sürece katılmayan veya davet edilmediği için katılamayan gmp ve yapılar buna rağmen pişirilmiş, şekillenmiş olan TSF oluşumuna paraşütle inmiş oldular. İlkelerini tartışamadıkları bir oluşuma katılmak TSF’ye sonradan dahil olanlar açısından çok ta sık yaşanan bir durum değildir. Hatta böyle davetler pek de sıcak karşılanmaz. Buna Nağmen TSF için bu böyle olmadı. Pek çok yapı bu sürece dahil olmak istedi.
TSF’nin normalde fazla yan yana gelemeyen yapıları buluşturma beklentisi önemliydi. Dünyadaki diğer sosyal forumlara katılmaya önayak olması, uluslararası hareketlere daha fazla etkide bulunmak ya da dahil olmak isteyen sol grupları da TSF’ye yönlendirdi. Her geçen gün daha fazla eriyen ve güçsüzleşen sendikal yapıların bir kısmı da Sosyal Forum süreçlerine dahil olmayı önemsiyorlardı. Platform, ittifak, eylem birliği şeklindeki örgütlenmelere alışkın olan siyasi yapılar, başka bir forma sahip olan TSF yi anlamakta ya da kabul etmekte zorlansalar da şimdilik içinde yer almaya dönük bir istek var.
Yeni bir şey olarak hem merak e- dilen hem de ilkelerine direnç geliştirilen TSF’yi anlamak için aslında Dünya Sosyal Forumu’na (DSF) ve Avrupa Sosyal Forumu’na (ASF) bakmak gerekli.
Sosyal forumlar, 2001 yılında Brezilya’nın Porto Allegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumu (DSF) ile başladı. İsviçre Davos’ta; dünyayı yönetenlerin toplandığı Dünya Ekonomik Forumu ile aynı zamanda yapılanI.DSF, Davos’a alternatif olarak örgütlenmişti. O günden bu yana toplam 6 DSF gerçekleşti. Bunlardan 4 tanesi Porto Allegre’de, biri Hindistan Mum- bai ve sonuncusu ise çok merkezli
(poli centrik) yapıldı. Venezüella Caracas’ta, Mali Bamako’da ve de Pakistan Karachi’de.
Dünyanın her yerinden on binlerce aktivistin katıldığı DSF toplantılarının birinci misyonu “sosyal hareketleri buluşturmak” olarak ifade ediliyor. Protestoların yanı sıra sosyal hareketlerin birbirine deney aktarması, birbirinden etkileşmesi, ağlar oluşturması önemseniyor.
Dünya sosyal forumu kıvılcımını yakan, küreselleşme karşıtı eylemlerde bir dönüm noktası olan 1999 Seatt- le eylemidir. Doğrusuyla yanlışıyla yı-
, kılan reel sosyalizmin ardından, emperyalistler zafer ilan etmiş ve bütün dünyaya demokrasi ve zenginlik yaymayı vaat etmişti. 90Tarın sonuna gelmeden yalanlar iyice su yüzüne çıktı. Küreselleşme adı altında yürütülen politikalara benzer ya da farklı farklı nedenlerle karşı olanların öfkesi birikti. İşte Seattle bunun göstergesiydi. Serbest ticaret anlaşmaları, küresel ı- sınma, özelleştirmeler, sosyal hakların kısılması ve daha pek çok nedenle küreselleşme karşıtı hareket büyüyordu. Seattle’da DTÖ’yü protesto etmek i- çin birbirlerine sanal ortamdan ulaşmaya çalışan pek çok aktivist belki de böylesine etkili bir eylemin mimarları olduklarından habersizdiler.
Dünyanın pek çok kentinden
56
MARTIN ¡SAN 2006 q O İ
50.000’i aşkın protestocu oldukça sert geçen eyleme katıldı. ABD polisiyle çatışan göstericiler hem Seattle sokaklarını hem de DTÖ toplantısını felç etmiş, dünya ticaretinin patronları otellerinden çıkamamıştı.
“Seattle, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana seçkinlerin ticaret diplomasisinin uğradığı en büyük hezimet oldu.” 1 Kendi içlerinde de çelişkileri bulunan DTÖ patronları bu koşullarda toplantıyı bir sonuca bağlaya- mayıp, dağıldılar.
Güçlü bir şekilde katılan sendikalardan, anti-kapitalist gruplardan, sosyalist örgütlerden, çevrecilerden, kadın hareketinden ve pek çok sosyal hareketten on binlerce aktivist Seattle’da zafer kazanmıştı. Oldukça temkinli olduğu şüphe götürmez bir eylemci haklı olarak “kapitalizme bir tekme attık” diyecekti.2
Fakat Seattle’m asıl önemi küreselleşme karşıtı hareketin neler yapabileceğini göstermiş olmasıydı.
Küreselleşme karşıtlan için Seatt- le’dan sonra DTÖ, G8 gibi önemli toplantılara müdahale etmek, toplantıları yapılamaz kılmak önemli bir motivasyon kaynağıydı. (Dünya Ekonomik Forumu, Davos, Ocak 2000; IMF-Dünya Bankası Bahar toplantılan, Washington, Nisan 2000; DEF, Melbourne, Eylül 2000; IMF-Dünya Bankası yıllık toplantısı, Prag, Eylül 2000; AB zirvesi, Nice, Aralık 2000; Davos toplantısı, O- cak 2001; Quebec Amerika Ekonomik Zirvesi, Nisan 2001; AB zirvesi, Gothenburg, Haziran 2001; Salzburg Dünya Ekonomik Forumu toplantısı, Temmuz 2001 ve G-8 Dünya Ekonomik Zirvesi, İtalya, Temmuz 2001)
200l ’de İtalya’nın Cenova kentinde düzenlenecek G8 zirvesine karşı 3 gün boyunca süren eylemlere 10 binler katıldı. En son gün eylemci sayısı 300.000’e ulaşmıştı. Berlusconi hükümeti de bu hareketi engellemek için her yolu denedi. Polisle çatışmaya giren kitleden bir genç; Carlo Guilliani İtalya polisi tarafından katledildi.
Dünyada sosyal hareketler yeni bir ivme kazanmış, rüzgar “dışlanmışlardan” yana esmeye başlamıştı.
DSF fikrine kaynaklık eden ve hayata geçirilmesinde etken olan daha pek çok şey var, ama en çarpıcı olarak küreselleşme karşıtı hareketin geldiği bu evreden söz etmeliyiz. Seattle’da olanlar pek çok kişiyi heyecanlı tartışmalara sevk etti. Hareket üstüne kafa yoruldu, sayısız yazı yazıldı. Çok geçmeden “hareketin protestocu karakterini aşmak ve karşı çıkılan düzenin alternatiflerini tartışmak” gibi bir fikirle yola çıkılarak DSF’ye varıldı. Kurucu 8 örgüt Brezilya’da yan yana gelerek ilkeleri ve çalışma şartlarını belirlediler. Kıstaslar, dünya efendilerinin politikalarına karşı olan en geniş kesimi yan yana getirmek üzere belirlendi:
“DSF, neoliberalizme, dünyanın sermaye tarafından htikmedilmesine, emperyalizmin her çeşidine karşı olan ve hem insanlar arası, hem insanlar ile yer küre arasında yapıcı ilişkilerin olduğu küresel bir toplum inşaa etmeyi amaçlayan grupların ve sivil toplum hareketlerinin, eleştirel düşünce, demokratik fikir tartışması, öneriler o- luşturulması, serbest deneyim alışverişi ve ortak etkili faaliyetler kurgulanması amacıyla bağlantılar kurulması için açık bir buluşma yeridir.” 3
DSF; örgütleri, hareketleri, grupları buluşturur. Katılımcılar isterse DSF adına bir şey söylememek koşuluyla eylem önerebilirler. Çünkü “DSF’nin son sözü yoktur.” 3
Bu hassas çizgiler ne kadar katılımın kapsayıcılığmı güvence altına alıyor, ne kadar hareketi reformcu taleplere sıkıştırma rolü oynuyor bu DSF katılımcılarının beklentilerine göre anlam kazanan bir tartışma.
Fakat elimizi çenemize koyup bütüne baktığımızda; DSF’ye olsun, ASF’ye olsun damgasını vuran “daha acımasız bir kapitalizm yerine, daha insancıl bir kapitalizm” betimlemeleridir. “Başka Bir Dünya Mümkün”, “Başka Bir Avrupa Mümkün”den sonra gelen önermeler bizi düzen içi iyileştirmelerin tartışmaları içinde dolandırıp duruyor.
Birkaç dil bilen, seyahat etme koşullarına sahip, ekonomik bakımdan güçlü bir avuç elit temsilci büyük toplantılar, parlak isimler peşinde koşuyor ve Sosyal Forumların bu şekilde kotarılmasında esas rolü oynuyorlar.
Kulisler yapan, köşeleri tutan, forumların akacağı yollara yön veren hep onlar. Onların kurduğu hegemonyadan söz edebiliriz. Geride kalanlar çok, ama dağınıklar ve forumların hazırlık toplantılarında eleştirmekten daha fazla bir şey yapamıyorlar. Bu kadar karmaşık bir süreci takip etmek ve bu karmaşa içerisinde DSF’de etkili olmak, böyle bir güç biriktirmek çok özel bir çabayı gerektiriyor.
Ayrıca DSF ilkeleriyle zaten bütün katılımcılar için sınırlar da çizil-
57
H ° l MARTINİSAN 2006
miş dummda. Bu duvarları aşmaya çalışanlar ağır dille suçlanırlar. Dar görüşlülükle, indirgemecilikle, süreci anlayamamakla eleştirilirler...
Geçen sene Haziran ayında Türkiye’de yapılan ASF hazırlık toplantısında ATTAC mensubu bir temsilci, bir eğitim emekçisine önce saygısını bildirip sonra da “hala DSF ilkelerini anlayamamış ve kavrayamamış olmakla” suçlamıştı. Çünkü kafasızlıkla suçlanan eğitimci; ASF’nin politika yapmaması gerektiğini savunan anlayışın da bir politika olduğunu haykırmıştı kürsüden, zülfıyare dokunmuştu.
DSF’de geçerli olan ASF’de de geçerlidir. Çünkü ASF, DSF’nin Avrupa kıtasındaki versiyonudur. İlkeler hemen hemen aynıdır. Uygulamalar hemen hemen aynıdır. Ve onlarda geçerli olan TSF’de de geçerlidir.
Seattle’dan bugüne pek çok radikal eylem gerçekleşti. Fakat bu sürecin gelip dayandığı yer 100 bini aşkın kitlenin bir şeyler tartışıp sonra evlerine geri dönmesi olunca, DSF’de “forum turizmi” yapmakla eleştirilmekten kurtulamıyor.
Çoğu örgüt, bu sosyal hareketler denizinde kendini göstermek, deneyleri izlemek, tanımak veya anlamak i- çin gidiyor. Sosyal Forumların hala genişleme evresinde olması bu ilginin bir nedeni olabilir. Kıtalarda ve tek tek ülkelerde kurulma aşamasında olan
Sosyal Forumlar her sene yeni yeni unsurları da sürece katarak genişliyor ve bu da çekim merkezi olmasını sağlıyor. Genişleme evresinin devam ediyor olması (ister istemez belli bir zaman alacak) şu anda DSF’yi kurtarıyor bile diyebiliriz. Çünkü sürekli olarak aynı çevrelerin bir araya gelip durmadan konuşması ve bu kadar az iş çıkartması bir yerden sonra sıkmaya başlayacaktır.
Öte yandan bu süreç “başka bir dünya mümkün” demenin ötesine nasıl geçecek çok büyük bir merak konusu. “DSF’nin şiddet kullanmadan başka bir dünya kurma önerisi vardır; bu yüzden silahlı örgütlerin katılımına i- zin verilmez.’” Bu da DSF’nin ilkelerindendir. DSF’nin neye hayır dediği O’nun ne olduğunu da söylüyor. Şiddet kullanmadan bir dünya kurmayı ö- nermek bizim ülkemizde her halde bebekleri bile ikna edemez. Bunlar süslü laflardan öteye bir anlam taşımıyor.
Bütün dünyada Irak Savaşı’na karşı 20 milyon insan ayağa kalktığında, sokaklarda protestolar yaptığında savaş durdurulabilmiş midir? Yoksa savaş karşıtı hareketimiz sayesinde “savaşı bir yıl ertelettik” diye sevinmemiz mi gerekiyor?
DSF kurucuları bunu nasıl kararlaştırmıştır, şiddet kullanmadan başka bir dünya kurmak mümkün müdür, değil midir? Buna nasıl karar vermiştir? Acaba aralarında bir tartışma olmuş mudur? Herhalde gülünç sorular bunlar. Biz istiyoruz diye dünya böyle şiddet içermeyen yöntemlerle değişecek değil. Bu bir politikanın adıdır. Bununla çoğu yerde kötü reformlar bile yapılamaz. Ve DSF bunu kendisine ilke edinmiştir.
İşte duvarın mimarları da hegemonya kuranların siyasi kimlikleri de yine açıkça görülüyor. Çokça yapıldığı gibi bu durumu göstermek için DSF’nin fon kaynaklarını araştırmaya da gerek yoktur. Komplo aramaya da.
Başka bir dünya yaratmak adına böyle peşin hükümlerle yürütülen tartışmalar doğal olarak birbirini anlamaktan çok sesi güçlü çıkanın diğerinin sesinin bastırması anlamına da ge
liyor. Devrimci görüşler küçük seminerleri, atölyeleri aşamamakta, “görünürlük sağlayan” etkinliklere istisnasız olarak en genel ve en tehlikesiz konular yerleşmektedir. Üstelik parlak i- simlerin yer aldığı bu etkinliklerin a- ğırlığı altında diğer etkinlikler çoğu zaman ezilmektedir. Bu sefer durmadan gelip dayanılan şey “başka bir dünya mümkün” olacak. Bu tartışmalar buradan öteye gidemeyecek.
O zaman da sorarlar; eeee, yani?
Yerine ne koyacağını bilemediğin bir dilek...
Latin Amerika da yaşanan gelişmeler artık neo-liberalizmin tartışıldığı, anti-emperyalizmin tartışıldığı bir evre değil. Latin halkı bağrını açmış emperyalizme meydan okuyor. Neo- liberalizme karşı savaşıyor. Alternatif yaratmaya çalışıyor. Devrimci bir süreci zorluyor. Sosyal Forumlar böyle bir artıyla da yelkenlerini doldurması gerekirken bu kazanmalardan daha fazla güç alması gerekirken öyle olmuyor. Bu kazanımların üstüne bir şey koyamıyor. Gelişmelere ayak uyduracak bir tempoyu da yakalayabildiğini söylemek zor. Sosyal Forumlar belki de acilen bunları gündemleştirmelidir.
TSF’nin yapısal olarak barındırdığı sorunlar DSF’de ve ASF’den O’na geçen sorunlardır. Yeni bir durum, yeni bir mücadele yöntemi olarak ilgi o- dağı oluyor, ancak gelip bir yere dayanıyor. Elini kolunu bağlayan ilkeler angajmanından da, elitler hegemonyasından da kurtulmak zorunda. Sosyal hareketler bu denizde boğulmayacak- sa eğer, en iyi ihtimalle Sosyal Forumlardaki bu kalıpların Sosyal Forumları daha ileri taşımak üzere kırılması gerekiyor.
Yoksa kapitalizme bir tekme atmakla bir şey olmaz, o ne badireler atlattı.
Dipnotlar1. Hadi Bunu Küreselleştirin. Hazırlayanlar: Kevin Danaher, Roger Burbach2. DSF Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş, F. Levent Şensever3. DSF ilkeleri, http://www.sosyalfo- rum.org/site/DSF/ilkeler.htm
58
Hayatımız satılık değil!
NED-LİBERAL GÜNDEMİ AŞMAKM. Özgür
İşçi ve emekçilerin farklı alanlardan başlayan dayanışma ve mücadelelerini örmek ve buna karşı birleşik bir sınıf stratejisi içinde bu farklı mücadelelerin
ortak mücadelelerini geliştirm ek gerekiyor.Bu mücadelelerin şimdiden oldukça yetersiz olduğunu ve asıl görevin
önemli mevziler kazanmak olduğunu tesp it etm ek gerekiyor.
Neoliberal söylem sorunların tek çözüm yolunun “piyasayı büyütmekten” geçtiğini vaaz ediyor. Bunun dışında bütünlüklü alternatifleri tamamen çağdışı ilan ediyor. Oysa günümüzde dahi neoliberal politikaların geçerliliği dünya çapında ciddi yaralar almış durumda, neoliberal yazının genel iddiaları pek çok kapitalist ülkede dahi farklılaşarak, yerel özgünlükler kazanarak ve çeşitli git- geller, mücadeleler ve engellerle değişerek ilerliyor .
Neoliberal politikaları genel olarak şu şekilde ifade edebiliriz.
1. Sosyal güvenlik sisteminin ticarileşmesi. Eğitim, sağlık hizmetlerinin paralılaşması.
2. Emeğin esnek üretim koşullarına zorlanması ve uluslararası rekabet adına ücretlerin düşürülmesi, hakların gaspedilmesi.
3. Tarımsal üreticilerin uluslararası piyasa ile karşı karşıya bırakılması, işçileşme (işsizleşme) ve göç.
4. Özelleştirmeler.
5. Tüm bunlarla birlikte artan ve farklılaşan yoksulluk, işsizlik, kentsel dışlanma ve ayrışmalar.
Tüm bunlara karşı, işçi ve emekçilerin farklı alanlardan başlayan dayanışma ve mücadelelerini örmek ve buna karşı birleşik bir sınıf stratejisi içinde bu farklı mücadelelerin ortak mücadelelerini geliştirmek gerekiyor. Bu mücadelelerin şimdiden ol
dukça yetersiz olduğunu ve asıl görevin önemli mevziler kazanmak olduğunu tespit etmek gerekiyor. Ancak tüm bunlar ve bu öncelikler, mücadelelerin hedefleri ve alternatif politikalar hakkında bugünden konuşmanın gerekliliğini de ortadan kaldırmıyor. Bugünden yakıcı sorunlara karşı geliştirilecek talepler ve kazanılacak mevziler kapitalizmin a- çık bir şekilde meşruluğunun sorgulanmasını getireceği gibi genel u- mutsuzluk havasının yıkılmasına yardımcı olacaktır. Özel mülkiyetin ve sermaye birikiminin mantığına karşı katılım ve dayanışmaya dayalı
yeni bir mantık iktidar mücadelesini ve uzun dönemli dönüşümleri hedef- lemelidir. Temel hak gasplarının engellenmesi, özelleştirmelere ve tica- rileştirmelere karşı mücadeleler, parasız eğitim, sağlık, barınma, güvenceli iş, herkese geçimlik ücret mücadeleleri neoliberal kapitalizm içinde çözümlenemeyecek en temel ve en insani talepler oldukları gibi kapitalizmi ciddi sorunlara sürükleyecek taleplerdir. Bu yazıda mücadelenin öznesi ve örgütlenme yollarını değil neoliberalizme alternatif politikaları tartışmaya çalışacağız.
59
cjol MART'NİSAN 2006
Hükümet çok net:Emekçiye “Bütçeyi zorlayamayız, size para
y o k .”, sermayeye “hemen vergileri ind iririz”!
r Hükümetin emekçilerin talepleri karşısında dillendirdiği “% 6.5 faiz dışı fazla vermek zorundayız, bütçeyi zorlayamayız” politikası sermayeden alman vergilerden vazgeçilmesine gelince “piyasayı canlandırmak için” hemen terk ediliyor. Devlet sermayeden alacaklarından vazgeçiyor.
1. Eğitim ve sağlık alanının gittikçe metalaşması için bu a- landaki özel sektöre “destek” a- macıyla KDV %8’e indirildi. Bilindiği gibi KDV indirimi özel sektörün bu alanda devlet kurumlan ile daha rahat rekabet etmesini sağlıyor. Devlet özel sektörün kar etmesi amacıyla kendi gelirlerinden vazgeçmiş oluyor. Eğitim ve sağlık alanının meta- laşması ve ticarileşmesi desteklenmiş, sermayeye yeni bir kar a- lanı, emekçiler açısından yeni bir eşitsizlik alanı oluşturulmuş oluyor.
2. 2005 yılında yapılan iki değişiklikle şirketlerin ödedikleri kurumlar vergisi %33’ten %20 ye indirildi. Zaten Başbakan Tay- yip Erdoğan’ın açıklamalarında dahi ifade ettiği gibi gelirlerinin sadece %16’smı beyan eden ve gerisini gizleyen sermayedarlar iyice vergi ödemeyecek.
3. SSK dışındaki özel hastanelerde de tedavi olma “hakkı” verilerek özel sektöre bir destek daha yapıldı. Özel sektör bizim verdiğimiz vergiler üzerinden kar etmeye başladı. Devletin “kar eklemeden” yapacağı ve topluma maliyeti böylece daha az olacak hizmetler özel hastaneler tarafından verilince vergilerimiz ile özel sektör beslenmiş o- luyor.
4. Tekstil sektöründe KDV %18’den %8’e indirildi. Çin’in
rekabetine dayanamayan işverenler için “piyasanın canlandırılması” gerekçesi ile KDV %8’e düşürüldü. Tabii bu indirim sermayedarların karlarında ciddi bir artışa denk geleceği gibi, uluslararası rekabette de bir avantaj getirmeyecek, Kayıtlı çalışan orta ve büyük işletmelerin işine yarayacak bu gelişme sonrası işverenler “enerji maliyetleri” ve “istihdam maliyetleri”nde indirim i- çin açıklamalar yaptılar. Devletin KDV oranlarını düşürerek bu gelirlerden vazgeçmektense bu gelirler ile kamusal yatırımlar yapması neoliberal politikaların uygulandığı bir ülkede tabii ki imkansız.
5. Sermayedarların emekçilerin gelirleri üzerinden ödedikleri SSK primleri ve gelir vergisinin indirilmesi 2006’nm ilk yarısında gerçekleştirilecek. Maliye Ba- kam’nm açıklamaları TİSK ve TÜSİAD’m açıklamaları sonrasında şöyleydi: “Bizim bundan sonra yapmamız gereken, mikro ekonomik tedbirlere başlamak. Üretim maliyetlerini düşürmek, istihdam vergisini azaltmak. Müteşebbisin vergisini düşürdük, sıra istihdam üzerindeki vergi yükünü azaltmak. Bunu da 2006’da yapacağız.” (Bakan Kemal Una- kıtan, CNN Türk, “Eğrisi Doğrusu Programı”, Aralık 2005) . SSK pirimlerinin azalması ile SSK hizmetleri ve emeklilik paraları kısıtlanabilecek. Devlet gelirleri azalacak. Bu paralar sermayedarların kasasında k.alacak. Hükümet çevreleri “kayıtdışı çalışmanın engellenmesi ve işsizliğin azaltılması” amacında olduklarını açıkladılar.
Düşük ü cret, düşük ta le p , düşük ya tır ım ,
düşük is tih d am
Dünya çapında uygulanan liberal politikalar, kapitalizmde ciddi bir kısır döngü de yaratıyor. Düşük ücretler genel talebi kısarken, finansallaş- ma yatırımlarda artan duraklamayı, artan kırılganlığı ve yüksek işsizlik oranlarını kalıcılaştırıyor.1 Bu çerçevede Türkiye’de uygulanan IMF politikaları çerçevesinde gözlemlenen “yoksullaştım büyüme” sürecinde ilginç bir nokta var. Büyük sermaye ve küresel finans sermayesinin işine gelen düşük enflasyon politikaları çerçevesinde hükümetin borç ödemek dışında asıl olarak yapabildiği vergileri azaltarak sermayedarların kar marjlarını artırmak, özelleştirmeler yaparak kamusal değerleri ve kentiçi arazileri haraç mezat satmak ve eğitim, sağlık gibi yeni kar alanlarının sermayedarların hizmetine sunulması oluyor. Neoliberal politikaların yarattığı serbestleşmenin sonucu olan ve ülkeyi soyan kamu borçları ve gümrük vergisi kayıpları sorgulanmazken, bu borçtan kaynaklanan açık başka neoliberal politikaların ve emeğe saldırıların gerekçesi yapılıyor. Sermayenin üzerindeki vergiler azalınca işsizlik ve kayıt dışı ekonominin azalacağı söylenip duruyor.
A lte rn a tifle r v e so sya lis t y ö n e lim le r
Kaynakları geniş kitlelerin yararına dağıtacak, sömürüyü ve eşitsiz gelişmeyi aşmayı hedefleyen planlı bir kamu yatırım programı alternatif politikaların başında gelir. İstihdam yaratmak ve tam istihdamın mümkün olduğunun ilk ipuçlarını vermek 1. eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmet alanlarında, 2. sanayi planı çerçevesinde geliştirilecek teknoloji programına göre belirlenen çeşitli kilit Sektörlerde, 3. kamulaştırılan veya özelleştirilen şirketlerin geri a- lmmasıyla ele geçirilen şirketlerde yapılacak yatırımlarla olacaktır. Ücretler düşürülmeden yapılacak çalış-
60
MART'NİSAN 2006 C |O İ
■
ma süresi indirimleri işsizlik konusunda, örgütlenme ve boş zaman hakkı konusunda önemli adımlar o- lurken, Venezüella’daki Halk Ekonomisi Bakanlığı’nm girişimleri türünde sosyal dışlanmayı aşmayı hedefleyen, enformel sektöre sızarak kooperatifleşmeyi ve katılımı artıran uygulamalar önemli olacaktır.
B orçların
ö d e n m e m e s i
Yıllarca sermayeden vergi alınmayıp borç alınarak yüksek faizle sermayedarlar beslendiği için iç borçların ödenmemesi ve yine yıllardır sadece “faizi” ödenebilen dış borçların ödenmemesi gerekliliği yukarıdaki yatırımların yapılması i- çin meşru bir şekilde savunulabilir. Geç kapitalistleşmiş Türkiye gibi ülkelerin şimdiye kadar ödedikleri faizin aldıkları borçların 35 katma ulaştığı söylenmektedir. Arjantin’in dü- zeniçi hükümetinin 2004’te böyle bir uygulama yapabilmesi ve 50 milyar dolara yakın bir borç silmesi mümkün olmuştur. Yıllarca desteklenen, rant ve sömürü ile büyüyen büyük sermayeden alınacak servet vergisi de önemli bir gelir kaynağı olacaktır.
S e rm a y e h areketle rin in k ıs ıtlanm ası
Finans hareketlerinin kısıtlanması ve sınırlı konvertibilite uygulamaları bugün dahi kapitalist ülkelerin bazılarınca uygulanabilen politikalardır. Konvertibilite paranın hiçbir izin alınmadan merkez bankasında dövize ya da dövizin yerli paraya çevrilebilme garantisidir. Çin, Hindistan, Tayvan gibi ülkeler diğer fi- nansal kısıtlamalar ve sınırlı konvertibilite uygulamaları ile Asya krizinde ülkedeki çok büyük miktar paranın dolar ve diğer para birimlerine çevrilip çıkmasını ve dolayısıyla devalüasyon krizlerini engellemişlerdir. 1980’lerin ortasında Güney Kore sermaye çıkışlarını kontrol ederek, Malezya 1990’larda yerli paranın dışarı çıkmasını, dışarıdaki paranın dövize çevrilmesini, yabancıların yerli para almasını denetleyerek
benzer örnekler vermişlerdir. Sermaye çıkış vergileri ve yasakları, şirketlerin bilanço dışı faaliyetlerini a- çıkça belirtme zorunlulukları, bu faaliyetlerin ve türev işlemlerinin yasaklanması gibi uygulamalar da mümkün olmuştur. Kolombiya ve Şi- li’de 1990’lar boyunca uygulandığı gibi şirketleri dış borç almadan caydıracak şekilde dış borca endeksli vergiler yanında, dış borca karşılık %30’luk bir şirket para rezervi tutma zorunluluğu gibi önlemler türünden seçenekler mümkündür.2 Yerli finan- sal sistemin kamulaştırılması gündeme gelecektir.
Yatırım v e ş irketlerin
kam usal k o n tro le a lınm ası
Ülke içine dışarıdan yapılan doğrudan yabancı yatırımlarda elde edilen karların ülke dışına çıkarılma-
Tekstil sektörü küreselleşmeye yem oldu, uzun vadede c idd i oranda tasfiye olacak,
işsizlik emekçiyi vuracak!
Sermaye çevrelerinin dillerinden düşürmedikleri Serbest Ticaret .ve Küreselleşme politikaları sonucu, Çin ve Hindistan başta olmak üzere tekstil sektörü dünya ile rekabet edemiyor. E- mekçiler sömürü oranlarının son derece yüksek olduğu bu sektörde “yeterince sömürülmüyorlar- mış” gibi işverenler tarafından Hindistan ve Çin emekçileri ile rekabete zorlanıyorlar. Bu alanda işsizlik yine emekçileri vuracak. Sektörün tek tek alt dallarına bakarsak durum şöyle:
Ö rm e v e hazır g iy im en ç o k e tk ilen en
s ek tö r le r
İplikte hem ithalatçı hem de büyük ölçekli üretim yapıp ya i- çeriye ya da dışarıya mal satan kısım var. Bu sektörde şimdilik
büyük bir küçülme beklenmiyor. Tekstilde ikinci kısım örme ya da dokuma yoluyla kumaş üretme. Örmede dış satım çok azaldı. Çünkü bu alanda düşük düzeyde teknoloji, fakat yoğun emek kullanılıyor. Ve işçiliği daha ucuz ülkelerle rekabet edilemiyor. Dokuma sektöründe bazı alanlarda küçülme beklenirken bazılarında beklenmiyor. Bir de hazır giyim sektörü var. Bu sektör darmadağın durumda. Çünkü emek yoğun bu kesimin dünyada yeni rakipler karşısında ayakta duramadığı görülüyor.
Kısacası, örme ve hazır giyimde sektör gitgide kan kaybediyor. Pazar payları emeğin daha ucuz olduğu ülkelere kayıyor, (bkz. Hurşit Güneş, Milliyet Gazetesi, 10.03.2006)
61
C-JOİ MARTIN i SAN 2006
sı kısıtlanabilir. Bu yatırımlarda yerli girdi zorunluluğu, teknoloji transferine ilişkin denetimler, mülkiyet kısıtlaması, teknolojik yenilik zorunluluğu ve bu yeniliklerde kamusal fikri mülkiyet ve kamusal patent hakkı uygulamaları yapılabilir. Venezüella hükümeti milyonlarca dolar vergi kaçıran IBM, Siemens, Bosch, Microsoft gibi şirketlere bunu engel-' lemek için ciddi denetimler getirmiştir. Yine bankaların kredileri belli sektörlere kanalize etmelerini sağlamak, faiz oranlarını denetlemek ve
planlı bir kalkınma programı uygulayabilmek için banka yönetim kurullarına hükümet temsilcisi atama zorunluluğu getirilmiştir.3 Ekonomik aktörlerin döviz ve yerli kredi piyasalarına ulaşmaları devletin koyduğu çeşitli şartlara bağlıdır, ulusal pazara yönelik üretim, istihdamı artırma, yeni kurallar ile vergilerini ödeme, yerel ekonomik kalkınmaya katkı yapma gibi beklentiler vardır. Ayrıca yoksullara hizmet edecek yeni toptancı marketler ve dağıtım ağları kuran kooperatifler desteklenmektedir.
Arjantin ’den bir dış borç ödememe hikayesi: ‘Alın ya da bırakın!’
Arjantin, 2001’de sürüklendiği kriz ortamında 100 milyar doları aşan dış borçları üzerine moratoryum ilan etmiş ve 9 Eylül 2003’te de IMF’ye vadesi gelmiş olan 2.9 milyar dolarlık borcunu ödemeyi reddetmiş idi. 2004 yılı başında ise Devlet Başkanı Néstor Kirchner, Arjantin’in alacaklılarına 103 milyar tutarındaki borcun yüzde 75’inden vazgeçmelerini içeren bir öneri sundu. Yani, 103 milyar dolarlık dış borç tek taraflı olarak (birikmiş faizleri ile birlikte) 42 milyar,dolar seviyesine indirilmiş oluyordu. Maliye Bakanı Lavagna da
söz konusu öneriyi şimdi kabul etmeyen alacaklıların bundan sonra hiçbir hak iddia edemeyeceklerini ve “alacaklarının süresiz olarak dondurulduğu” fiili bir durumla başbaşa kalacaklarını duyurarak, öne sürülen ödeme programının başka bir seçeneğinin olmadığını belirtti. Uluslara- sı finans çevrelerinde büyük tepkiler çeken bu karar üzerine yapılan görüşmeler sonrası Arjantin birikmiş faizler dışında 50 milyar doları aşan bir borç silme operasyonu yapmış oldu./Mz. E- rinç Yeldan, “Yanlış Teşhis Yanlış Tedavi ”, www. bilkent. edu. tr/~yeldane)
Kimi yaklaşımlarda büyük kapitalist ekonomilerle yarış edecek sektörlerde üretim yaparak gelişme stratejileri önerilmektedir. Bu yönelim zamanla ileri olunan sektöre giren pek çok ülkenin olması ile -dünyada pek çok kez görüldüğü gibi- risklidir. Tüm az gelişmiş ülkeler bu tip sektörlere girmeye çalışınca sınırlı küresel talep karşısında düşen fiyatlar ciddi sorunlar yaratmaktadır.4 En- ternasyonalist politikalar ve uluslararası makroekonomik koordinasyonlar sağlanması kapitalist sisteme karşı gerçekçi politikalar olacaktır.
Emekçilerin, kadınların, yaşlıların örgütlülüklerinin artması ve karar süreçlerine katılımı, üretim merkezlerinde işçi denetimi ve bu denetimi güçlendirecek mülkiyet dönüşümleri, kazançların eşitlikli bölüşümü, iş güvencesinin herkesi kapsaması, sosyal güvenliğin tam sağlanması, eğitim, sağlık, barınma haklarının tam sağlanması a- maçlanmalıdır. Tabi tüm bu yapılacakların politik konjonktür içinde değerlendirilmesi gerekir.
Neoliberalizm’in giderek cilasını yitirdiği bir dönemde bu yazıda bir kısmını tartışabildiğimiz alternatifleri ve hedefleri tartışmak önemli. Ancak bugünün acil görevlerini bu alternatifler ve hedeflerle birleştirmeden yapılacak her mücadele tabi- ki havada kalacaktır. Neoliberal uygulamaların hayatımızı tümden satılığa çıkarmaya yöneldiği bir dönemde yaşam, onur ve iktidar mücadelesini yeni ve yaratıcı bir biçimde birleştirmek gerekiyor.
Dipnotlar1. Özlem Onaran, Neoliberalizme Karşı Güncel Taleplerden Alternatif Sosyalist Stratejiye, İktisat Dergisi, Sayı 461-462, Mayıs 2005.2. H.J. Chang bu yöntemleri kapitalizmi aşmayı hedeflemeyen bir kalkınma stratejisi çerçevesinde dile getirmektedir. H.J.Chang, Kalkınma Yeniden: Alternatif İktisat Politikaları El Kitabı, İmge Yay. 20033. G.Albo, Beklenmedik Devrim, Prak- sis Dergisi, Sayı 14, Kış - Bahar 2006.4. Ö. Onaran, a.g.y.
62
Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü:
Vedat T lirkalİ - IIZeynep Koru
Tek Kişilik Ölüm (1990) romanı için V/edat Türkali şunları söyler: "Salt düşlemeye dayanmayan bu romanda, gerçek kişilerle ilgili olaylar, konuşmalar, aslına bağlı
kalınarak, belge niteliğinde verilmeye çalışılmıştır. Bol belgesel kullanılmış bir film deyin isterseniz." 12 Eylül sonrası dönemden 1951 Tevkifatı diye bilinen davaya
dönüşler yaparak iki dönem devrimcilerinin kimliklerini ve acılarını dile getirir.
“Romancının, çağını doğru yansıtmaktan sorumlu olduğuna inanırım. İnsanı
doğru tanıtmanın da yolu odur. Romanlarımda, çirkine, yanlışa, sömürüye başkaldırıp, bu toplumu değiştirme
kavgasına girmiş özverili kişiler vardırdaha çok. ”
Vedat Türkali hayatının belli bir döneminde şiir yazmayı dener, ama i- yi bir şair olmadığının tez farkına vararak bu alanda yoğunlaşmaz. Onun kaleme aldığı tiyatro oyunları da vardır. 1968 yılında yazdığı “141. Basamak” oyununu Halk Oyuncuları oynar. “Dallar Yeşil Olmalı” adlı oyunu 1970 TRT Oyun Ödülü’nü alır. “Bu Ölü Kalkacak” adlı oyunu ise yasaklanır. Oyun yasaklanmakla kalmaz, oyunu sergileyen yönetmene ve dönemin Şehir Tiyatroları Başkam’na (O zaman başkan Muhsin Ertuğ- rul’dur) dava açılır.
Hayatının belli bir döneminden sonra, neredeyse tek uğraştığı sanat dalı olan roman yazarlığına başlar 1970’lerde. Romanlarım yazarken, e- dindiği sinemacılık deneyiminden yararlanır. Yazdığı tüm romanlarında, sinemada edindiklerinin etkisini görürüz. Roman ve sinemanın olanaklarının birbirine çok benzediğini, birbirini beslediğini söyler Vedat Türkali. İnsanlara çeşitli açılardan ayrıntılı bakabilmek romanda olan olanaklardı ve sinema romanda olan bu şeylerden yararlanmıştı. “Sinema romandan çok şeyi aldı... Ben o aldıklarını sinemadan geri almak istiyorum.”
Romanlarının kurgusu sinemacılık yeteneği ile beslenir. Sinemada kazandığı görsel bakış açısı romanlarında anlatım zenginliği yaratır. “Her yazdığımı önce ben görmeye çalışırım. Bir yeri anlatacaksam yönetmen gibi girip iyice inceler, canlandırırım kafamda.”
Anlatımında, üslubunda, karakterlerin yaratımında var sinema. Görsel öğeleri ağır basan anlatım kazandırır ona. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, sinemanın üç boyutunu da romanlarına yansıtmak istediğini ifade eder. Sadece romandaki kişiler değildir söz söyleyen, romanın yaratıcısının, yani kendisinin bakış açısını da koyar esere, okurları da işin içine katar, yarattığı karakterleri sorgulatır.
Vedat Türkali’nin roman anlayışı, sinemada olduğu gibi yine dünya görüşüyle şekillenir. Hayali kahramanlar yaratmaz, insan karakterleri ve o- laylar gerçekçidir. İnsanı, insan ilişkilerini kendiliğindenmiş gibi yüzeysellik içinde yansıtmaz, üretim ilişkileri içinde, doğa, tarih ve toplumsal koşullar bütünü içinde ele alır ve bunu yaparken de eklektik, zorlama, kaba bir biçimde yapmaz. 1975 yılında “Bir Gün Tek Başına” üzerine yazan Fethi Naci “İlk defa gerçekçi bir romanda ilerici dünya görüşünün romana bir yama gibi eklenmediğini; yazarın dünyaya, insanlara ve olaylara bakışının olağan bir yöntemi olduğunu görüyoruz.” diye ifade eder görüşünü. Sanata ihanet etmez. “Ancak çekilen
acılardan kurtulmanın tek yolunun halkların politik bilinç düzeyinin yükselmesine bağlı olduğuna inanırım. Tüm uğraş alanlarımda, şiirdi, oyundu, sinemaydı, romandı, çabam bu bilince bir şeyler katmaya yönelik oldu, elimden geldiğince; e- mek verip insanlara sunduğum ü- rünün gerçek sanat yapıtı olma niteliğini taşımasının topluma karşı sorumluluğumun vazgeçilmez ilkesi olduğu gerçeğini unutmadan. Romansa roman, şiirse şiir. Oyunsa o- yun, sinemaysa sinema olmalı önce.”
Vedat Türkali Bir Gün Tek Başına (1974) adlı ilk romanında, gerçek yaşanmış bir dönemi, 27 Mayıs T yaratan koşullan edebi dille anlatır. Yarattığı karakterleri, onlara biçim kazandıran toplumsal koşullarıyla ele a- lır. Çelişkili, kararsız küçük burjuva aydın karakteri etrafında dönemi yaratan koşulları gerçekçi biçimde işler, sonraki romanlarında da yaptığı gibi, tarihsel dönemi adeta belgeleştirir. Roman Milliyet yayınları 1974 roman ödülünü ve 1975 Orhan Kemal Roman Armağanı’m alır.
Mavi Karanlık (1983), 1980 darbesi sonrası yazdığı ikinci romanı. Döneme tepki niteliğinde yazılır roman, ama o günkü koşullarla değerlendirdiğimizde çok zorlanır Vedat Türkali. Bir çeşit oto sansür uygulamak zorunda kalır yazdıkları için. Dönemin baskıcı ve yasaklı ortamında yazdığı her sözcüğe dikkat etmek
65
MART-NİSAN 2006
zorundadır. Bir yaz Bodrum’da toplanan her kesimden aydınları anlatır. Onlarla halk arasındaki hesaplaşmayı yansıtır bu romanında.
Yeşilçam Dedikleri Türkiye(1986) ile yakından tanığı olduğu Yeşilçam çevresini ele alır. Romanda sadece sinemanın sorunlarını yansıtmaz, yine bir tarihsel dönemi sorgular. “En sevdiğim romanım” der bu kitabı için.
Tek Kişilik Ölüm (1990) romanı için Vedat Türkali şunları söyler: “Salt düşlemeye dayanmayan bu romanda, gerçek kişilerle ilgili o- laylar, konuşmalar, aslına bağlı kalınarak, belge niteliğinde verilmeye çalışılmıştır. Bol belgesel kullanılmış bir film deyin isterseniz.” 12 Eylül sonrası dönemden 1951 Tevki- fatı diye bilinen davaya dönüşler yaparak iki dönem devrimcilerinin kimliklerini ve acılarını dile getirir. Bu e- serinde, Güven romanının işaretlerini verir.
Güven (2001) romanını yazmayı çok önceleri, 1942 yılında tasarlar.
Tam 50 yıl biriktirir yazacaklarını. 1988 yılında, 10 yıl boyunca romanını yazmak için kalacağı Londra’ya yerleşir. TKP tarihi ile ilgili Komintern belgelerine ulaşmak için defalarca eski Sovyetler Birliği kentlerine gider. “Bu romanı yazmak için romancı oldum diyebilirim. Ötekiler, mesela en bilinen romanım ‘Bir Gün Tek Başına’ ya da ‘Mavi Karanlık’ roman denemelerim gibiydi.” Roman II. Dünya Savaşı yıllarında TKP’nin çalışmalarının durduğu dönemde, TKP’yi bulmak için çabalayan gençleri anlatır. ‘Komünist’ adlı anı kitabından anlıyoruz ki aslında kendi yaşanmışlığıdır anlattıkları. A- ma tarihi anlatırken kendi yaşanmışlığı ile yetinmez Vedat Türkali. Çok yoğun araştırmalar yaparak, roman tadını hiç bozmadan, sıkıcılaştırma- dan pek az bildiğimiz TKP tarihinin o dönemini bizlere büyük bir ustalıkla, belgeleriyle birlikte yansıtır. “Sömürü düzeninin başındakiler, işlerine gelmeyen her tarihsel olayı örtbas etmeye, karartmaya, halkları ters, şoven kültürle eğitip belleklerini
çarpıtmaya bakarlar. Halkları doğrularla eğitip ileri bellek kazandırmak, tarihçiler kadar yazarların, ö- zellikle de romancıların yükümlülük alanındadır bence. Bilimsel yolla sanatsal yöntem çelişmez, birbirini tamamlar burada. Salt zihinsel oyun, yalandan doyum aracı değildir roman, ciddi bir iştir; yoluna ı- şık tutmalıdır insanların. Ancak, gerçek roman yapısındaki tadını yitirmeksizin; yani roman olduğunu unutmadan!” Roman yazıldıktan sonra, yasal sorunlarla karşılaşacağı
endişesiyle, anlaşmalı olduğu yayınevi tarafından basılmak istenmez. Başka bir yayınevi tarafından basılır ve büyük bir ilgiyle karşılanır okurları tarafından.
Kayıp Romanlar (2004), son romanıdır Vedat Türkali’nin. Yetmişli yaşların sonlarında, uzun yıllar yurt- dışmda kalmak zorunda kalan eski TKP üyesi bir doktorun İstanbul’a yerleştikten sonraki yaşamım aktarır. 2000 Ti yıllarda, yani günümüzde geçer romanın konusu. 40 yılını yurtdı- şmda geçirmiş ve sonra yurda dönmüş olan doktor için yaşadıkları ilk önce sarsıcıdır. Kendisinden 60 yaş küçük yeni dönemin kuşağından bir genç kızla yaşadığı aşk çerçevesi i- çinde büyük bir sorgulamaya girer, artık farklı bir dönemde yaşadığını kavrar ve dönemi anlamaya çalışır.
Komünist (2001) Güven romanının hemen arkasından yayınladığı, yaşamından bir kesiti anlattığı (doğumundan 1951 tutuklanmasına kadar) anı kitabıdır. Ailesini, çocukluğunu, çevresini, onu etkileyen, dünya görüşünün şekillenmesini sağlayan koşulları, kimlerden etkilendiğini, örgütlü mücadeleye olan inancını, örgütü bulma çabalarını ve örgütsel ilişkilerini anlatır. Sinemacılığı ve roman yazarlığı ile büyük etki bırakan Vedat Türkali, bu kitabı ile siyasal mücadele i- çindeki yerini de gözlerimizin önüne serer.
“Bu Gemi Nereye”, “Savunmalar”, “Yanıtlar” ve “Ölmedikçe”yapıtlarında; sinema, ülkemiz sinemasının sorunları, edebiyat, politika ve eleştiriler üzerine düşüncelerini o- kuyucuları ile paylaşır.
Özgürlük İçin Kürt Yazıları(1996) ile Kürt sorunu hakkmdaki görüşlerini ifade eder. Server Tanilli’yle birlikte Kürt sorunu ile ilgili, gazetelerde paralı ilan olarak bastırmak üzere bir duyuru yazarlar. Gazeteler (2000’e Doğru dergisi hariç) bu ilanı yayınlamaz. Kitap bu duyuru ile başlar. Bu kitabın tüm gelirini köyleri yakılarak göçe zorlanmış, Kürt köylülerinin hasta çocuklarına bırakır.
(Devam edecek)
64
ANIYORUZ1995 yılında Hatay Samandağ’da
kontrgerillanm kurduğu pusu sonucunda katledilen Mehmet Latifeci yoldaşı saygıyla anıyoruz. Anısını yaşatmaya ve mücadelesini büyütmeye devam edeceğiz.
Sosya l is t D a ya n ışm a P la t fo rm u
(S O D A P )
MEHMET LATİFECİ YOLDAŞI SAYGIYLA
MEHMET AKDAĞ BİZİMLE1996 yılında kaybettiğimiz Mehmet
Akdağ yoldaş 6 Şubat günü mezarı başında ve Okmeydanı’nda yapılan bir etkinlikle anıldı.
Devrim yürüyüşümüzde anısı bize güç vermeye devam edecek.
;....î............
Venezüella umudu büyütüyor»O'NUN TÜRKÜSÜNÜ, GUEVARA'NIN
Körlerin ve yetimlerin / Türküsünü söylemek istiyorum Yavrusu ölmüş ananın Hastaların türküsünü söylemek istiyorum Hapiste yalnız bir adamın.Sevgili bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum Kardeşimin, Guevara'nın.Ah, nasıl da acı / Böyle susup durmakKötüler, cellatlar elinde / Bunalırken güzelim halkFabrikalar yanlış çalışırken / Yanlış ekilirken toprakAyak, olmuşken baş / Baş, olmuşken ayakKavganın ve hürriyetin / Türküsünü söylemek istiyorumGür bir akışla akacak kanınEşitliğin türküsünü söylemek istiyorumHalklar adına yükselen sancağın.Sadeliğin, inceliğin, onurun / Türküsünü söylemek istiyorum Onun türküsünü, Guevara'nın.
Ataol Behramoğlu