yol mart nisan 2006 sayı 10

68
SOL UN SİYASETİ ✓ Sol ve kitle ilişkisini tekrar düşünmek ✓ Devrimcilerin anti-emperyalizmi ✓ Rosa Luxemburg ve sosyalist demokrasi ✓ Önderlik, kadro ve örgütlenme sorunları ✓ Sendikal mücadelede yeni açılımlar ✓ 8 Mart'ta kadınlar neden birleşemedi? Dr. Bora İnce: 'GSS ile kamu sağlığı hizmetleri tasfiye edilmek isteniyor1 Av. Eren Keskin: 'Cinsel işkence devam ediyor' Neo-liberal gündemi aşmak Sosyal forumlar nereden geldi, nereye gidiyor?

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

251 views

Category:

Documents


11 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

Page 1: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

SOL UN SİYASETİ✓ Sol ve kitle ilişkisini tekrar düşünmek

✓ Devrimcilerin anti-emperyalizmi

✓ Rosa Luxemburg ve sosyalist demokrasi

✓ Önderlik, kadro ve örgütlenme sorunları

✓ Sendikal mücadelede yeni açılımlar

✓ 8 Mart'ta kadınlar neden birleşemedi?

Dr. Bora İnce: 'GSS ile kamu sağlığı hizmetleri

tasfiye edilmek isteniyor1

Av. Eren Keskin: 'Cinsel işkence devam ediyor'

Neo-liberal gündemi aşmak

Sosyal forumlar nereden geldi,

nereye gidiyor?

Page 2: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

iç indeki ler

Sol ve kitle ilişkisini tekrar düşünmek / Umut Aydın...4 Devrimcilerin anti-empeıyalizmi / Fikret Kızıltan.,.9 Rosa Luxemburg ve Sosyalist Demokrasi / M. Sinan...12 Önderlik, kadro ve örgütlenme sorunları / Melih Ateşer...i4 Sendikal mücadeledeyeni açılımlar / Mert I3üyükkarabacak...l8 8 Mart’ta kadınlar neden birleşemedi? / Güler Toprak...21

‘İyiler Hattı’nın

Av. Eren Keskin:‘Cinsel işkence devam ediyor’...25

Dr. Bora İnce:‘Kamu sağlığı hizmetleri tasfiye edilmek isteniyor’...29

Vedat Türkali - II Zeynep Koru...63

bir halkası olarak Venezüella / Mehmet Akyol...40 Devrimin yapıcıları konuşuyor / Haşan Oğuz...47

Sosyal forumlar nereden geldi, nereye gidiyor? / Güler Toprak...56

Neo-liberal gündemi aşmak / M. Özgür...59

Page 3: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Merhaba;Yol’un bu sayısı “sol’un siyaseti”ne odaklanıyor. Kitle ba­

ğından demokrasi sorununa, emperyalizmden sendikal müca­deleye, örgütlenme sorunlarından 8 Mart tartışmalarına ka­dar sol hareketin gündemleri üzerine yapılan değerlendirme­lere yer veriyoruz. Tarihsel örnekler ve güncel tartışmalardan hareketle ve özeleştirel bir yaklaşımla sosyalist hareketin so­runlarını ele almaya çalıştık.

içinde bulunduğumuz dönemin önemli gündemlerinden birisi Genel Sağlık Sigortası (GSS) yasa tasarısıdır. Emekçile­rin kazanılmış sosyal haklarının gasp edilmesi ve milyonlarca insanın yaşam koşullarının daha da zorlaştırılması anlamına gelen bu tasarı ile ilgili olarak İstanbul Tabip Odası’ndan Bo­ra İnce’yle görüştük.

Son ayların diğer bir sıcak gündemi ise devlet güçleri tara­fından sistematik bir şekilde yapıldığı anlaşılan tecavüz vaka­larıdır. Devletin kadına yönelik şiddeti üzerine Av. Eren Kes- kin’in görüşlerine başvurduk.

Dünya sayfalarımızda emperyalist odaklar arasındaki geri­limler üzerine geniş ve ayrıntılı bir değerlendirme yazısına yer veriyoruz. Ayrıca iç savaşın eşiğindeki Irak’ta yaşanan son ge­lişmeleri ele alıyoruz.

Bu yıl Venezüella’da düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nu katılımcı arkadaşlarımızın izlenimleriyle aktarıyoruz. Yakın­dan ve dikkatle izlenmeyi hak eden Venezüella halkının mü­cadelesini Sosyal Forum vesilesiyle geniş bir şekilde okurları­mıza sunuyoruz.

Mayıs’ta görüşmek üzere...

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http: //www.yoldergisi.com E-posta: [email protected]

Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Page 4: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Gü n d e m d e n eler d l u y d r ?

Büyükanıt sıradan bir paşa değildir, Genelkurmay Başkanlığına gelecek olmasından başka, epey zamandır "üçüncü stratejik seçeneği" savunan

bir duruşu vardır. "AB'ye veya ABD'ye mahkum değiliz, bir üçüncü stratejik tercih yaratılabilir" görüşünü savunan Büyükanıt'ın orduda tek olduğunu düşünm ek saflık olur. Eğer son olaylar bu görüşün tasfiyesini hedefleyen

bir derinliğe sahipse, o zaman bu gerilim AKP'yi aşar.

bu” kırmak olarak yaratacağı etki, şimdiden seçimlerde AKP’ye puan olmuştur. Fakat Van’daki son pat­lama, işin nasıl gelişeceğine dair ipuçlarını veriyor. Derin devletin geri çekilmeye hiç niyeti yoktur.

Bu çekişme gerçekten cumhu­riyet tarihinde bugüne kadar olma­mış bir şeyin, sivil hükümetin as­keri hükümete üstünlüğünün sağ­lanması yolunda bir adım rolü oy­nayabilecek midir? Bu konuda he­men hiçbir şans görünmüyor. Di­ğer sözde sivil partiler tümüyle as­kerin saflarından AKP hükümetine salvo ateşi yapıyor. Bu konuda sa­dece bir partinin “tabu kırması” yetmez, sivil siyasilerin asgari bir zeminde uzlaşmaları gerekir. Bu, AB yoluna çıkmış da olsa bugü­nün Türkiye’sinde mümkün değil­dir. Bir yanda, Irak’tan esen Kürt Devleti rüzgarı, öte yanda Ortado­ğu’dan esen güçlü Siyasal İslam rüzgarı derin devlete “cumhuriye­tin geleceğiyle” ilgili korkuları a- yağa kaldırmak için şans yaratı­yor.

Derin devletin çıkmazı, kendi­ni sahiplenen göz dolduran bir si­yasal partinin var olmamasıdır. Bu garip durum çatışmanın daha sert­leşmesi yönünde sonuçlar doğura­caktır.

İddianame olayının bir diğer yönü daha vardır. Büyükanıt sıra­dan bir paşa değildir. Genelkur­may Başkanlığı’na gelecek olma-

Ordu kar­şısında sürekli geri çekilen AKP bu dolay­lı yolla ve ABsürecine güve­nerek bir rö ­vanşa girişmiş görünüyor. So­nucun ne ola-

iş yapam aya­caktır. Ancak bu çıkışın “ta-

İddianame olayıyla siyasal or­tam hızla gerildi. Bir savcı “haddi­ni aşıp” Kara Kuvvetleri Komuta­n ı’m zan altında bırakınca ortalık birden karıştı. Seçimlere kadar o- lan sürecin oldukça gerilimli geçe­ceğine dair belirtiler zaten vardı. Ancak Van Savcısı’nm çıkışı bir yanıyla beklenmedik bir gelişme oldu. Olay, bir savcının işgüzarlığı mıdır? Bunu şimdilik bilemeyiz. Ancak olayın iki yanı olduğu anla-

cağı çok ö- nemli değildir. Büyük bir ola­sılıkla bu iddi-aname politik gürültüsü ka­dar hukuki bir

siliyor.

AKP, “Kürt sorunu vardır” çı­kışını yaptıktan sonra olayın arka­sını getiremedi. Bu çıkışa ordudan bilinen tepki geldi, sorunun “terör sorunu” olduğu hükümete hatırla­tıldı. Ardından Şemdinli’de pro­vokasyonlar yaşanmaya başladı. Fakat bunlardan birisine halk tara­fından suçüstü yapılınca süreçte bir kesinti ortaya çıktı. Başbakan

bu olayın üstü diğerleri gibi ö rtü lm eyecek demişti. Savcı, B a ş b a k a n ’m verdiği sözü mü tutuyor?

2

Page 5: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006 CJOİ

smdan başka, epey zamandır “ü- çüncü stratejik seçeneği” savunan bir duruşu vardır. “AB’ye veya ABD’ye mahkum değiliz, bir ü- çüncü stratejik tercih yaratılabilir” görüşünü savunan Büyükanıt’m orduda tek olduğunu düşünmek saflık olur. Eğer son olaylar bu gö­rüşün tasfiyesini hedefleyen bir derinliğe sahipse, o zaman bu ge­rilim AKP’yi aşar. O bu kapışma­da basit bir figürana dönüşebilir. Ordu’da bu görüşün güçlenmesini hiç şüphesiz ne AB ne de ABD is­ter. Böyle bir stratejik seçeneğin bugün somut ve pratik bir karşılı­ğının olmaması çok önemli değil­dir. Bu düşünce derin bir kopma­nın başlangıcı olabileceği için Pentagon açısından tehlikelidir. Hesaplaşmanın bu yönde olma o- lasılığı da güçlüdür. Büyükanıt’m ABD ziyaretinden hangi sonuçlar çıktı? ABD generalleri ve CIA başkanmm Türkiye’yi ziyaretin­den çıkan sonuçları bilmiyoruz; ancak her şeyin yolunda gitmediği tahmin edilebilir.

Son günlerdeki bir diğer ilginç gelişme eski 1. Ordu Komuta- n ı’nm bir panelde “Türkiye’nin meydana çıkması zamanıdır” de­mesi, devletin derinliklerinde kri­tik tartışmaların yapıldığını göste­riyor. Türkiye, kendi yolunu izle­yerek mi meydana çıkacaktır? Yoksa ABD’nin çektiği zeminde mi rol oynayacaktır? Bunların her biri büyük gerilimlerin ortaya çık­masına neden olacak tercihlerdir.

İddianame olayı, bölgeden Türkiye’ye bakarak değerlendiri­lirse, bölgede tırmanan gerilimin iç politikaya kaçınılmaz yansıma­larından birisi olarak da görülebi­lir. İran konusunda gerilim son tır­manma noktalarına geldi, Irak’ta bir iç savaşın provaları yaşanıyor. Bu koşullarda ordunun öne çıkma­sı kaçınılm az görünüyor. AKP. kaybedeceği bir bilek güreşine tu­tuştuğunu iş işten geçtikten sonra kavrayacağa benziyor.

Vaşar Büyü kanı t ve RBD Savunma Bakanı Dona İd Rumsfeld CIR Başkanı Rnkara 'da iken Büyükomt'to RBD'ye uçarak

liyakat madalyası almıştı

IİİİS h ^

Büyü kanıt yargılansın!

“Halkların Kardeşlik İnisiyatifi” tarafından, JİTEM elemanlarının Şemdinli’de yaşanan olaylarda “su­çüstü” yakalanmasının ardından bir süredir cumartesi akşamlan düzenle­nen eylemlerin sonuncusu 11 Mart akşamı Taksim tramvay durağında gerçekleştirildi. Meşaleleriyle eyle­me katılanlar bu karanlık oyunun ar­tık son bulmasını ve Şemdinli olayla- rrnın aydınlatılmasını istediler. Yapı­lan açıklamada; “Kürt halkının Şem­dinli ’de suçüstü yakaladığı kontrge- rilla ve bağlantıları egemenlerin tiim çabalarına rağmen gizlenemiyor. Kontrgerilla, JÎTEM gibi örgütler anti-komünist amaçlarla yıllardır katliamlar düzenlemektedir. Son 20 yıldır da Kürt halkına karsı sürdürü­

len kirli savaşın organizasyon mer­kezi olmuşlardır. Halkların Kardeşlik inisiyatifi olarak sîzlere sesleniyo­ruz: Şemdinli’nin açığa çıkartılması için JÎTEM, MGK ve Kontrgerilla dağıtılmalı, bu kurumlar içinde bu­güne kadar halka yönelik saldırıları gerçekleştirenler, planlayan, onayla­yan tüm askeri ve sivil şahıslar yar­gılanmalıdır. Kara Kuvvetleri Komu­tanı Yaşar Büyükanıt derhal görev­den alınmalı ve yargılanmalıdır. Bu yargılamayı da egemenlerin şu ya da bu kanadının temsilcileri değil, Tür­kiye ’nin ezilen ve emekçi halkları ya­pacaktır" denildi. “Kahrolsun MGK, MİT, JİTEM, KONTRGERİLLA”; “Yaşasın Halkların Kardeşliği” slo­ganlarıyla eylem bitirildi.

5

Page 6: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Latin Amerika, Hamas vb* örnekler üzerinden

SOL VE KİTLE İLİŞKİSİNİ

TEKRAR DÜŞÜNMEK...

Umut fiydin

Aslında iddia sahib i o lm ak ve o iddiayı d ö vü ş tü re ce k ey lem kılavuzuna, yani M arks izm 'e sahip o lm ak bir ışık yakm aktır. O ışığı kendi gözlerine tu ta n la r "h e r yanı o lağanüstü parlaklıkta görürler, bir anlam da ışıktan

kör o lu rla r." Ö nem li olan ışığı yü rü ne ce k yola tu tm aktır.

“Yüz yüze olduğumuz önemli problem­ler, onları ortaya koyduğumuz zaman­daki aynı düşünce seviyesinde kalına­

rak çözümlenemezler. ”

Albert Einstein

Toplumsal hareketler; 70Terin ortalarından başlayarak bir gerileme dönemine girdi. 80Terle birlikte tır­manan süreç, 90’larm başında sosya­list bloğun çözülmesiyle kriz nokta­sına yükseldi.

Bu yılların en gözde ideolojisi Fu- kuyama’da kaynağını bulan “tarihin sonu” idi. Peşi sıraT'eîveda proletarya” çığlıkları atıldı. Madem sosyalizmi ku- ramıyorduk, hiç olmazsa reformlar yo­luyla adam gibi bir kapitalizme ulaşa­bilirdik. Bu dönemin sonu postmoder- nizme bağlandı. Yaşadığımız coğrafya­da hala “gerçek” anlamıyla kavrana­mayan postmodemizm, yeni bir yol ayrımına işaret ediyordu. Bir başka de­yişle “ ‘sınıftan kaçış’ sendromu bu kez ‘egemenlik ve iktidar’ kavramları­nın reddine dayalı bir ‘siyasetten kaçış’ teorisiyle yeniden üretildi.” 1

“D evrimleri ayaklanmalardan a- yıran en temel özellik onun iktidar ufku ve yaşattığı sınıflar alt-üstlüğü- dür. Bugün iktidar ufku olmayan mü­cadeleler ve hatta ayaklanmalar yaşa­nıyor... günümüz düşüncesinde ö- nemli bir yer tutan postmodemizm,

geleceği kurmanın boşuna olduğunu vurgulayıp duruyor.”2 Düşüncenin bile çürüdüğü bu süreç, insan düşün­cesinin pratikten kopmasıyla nerele­re evrilebileceğini gösteriyor. Gele­ceği kavramaya yönelen bir düşünce yaratıcılığından uzaklaşılmıştır.

Özet bir şekilde geçtiğimiz süreç, yaklaşık son otuz yılı ifade ediyor. Söz konusu dönem; aynı zamanda kapitalist sistemin kendi çürümüşlü­ğünü, vahşetini de net olarak ortaya koydu. Paylaşım kavgası, bölgesel savaşlar, darbeler, katliamlar bir yan­dan dünyanın mazlum halklarında öfke biriktirirken, diğer yandan “kö­peksiz köyde değneksiz gezintiye çıkmış” gibi davranan kapitalizm, a- nayurtlarda dahi sınıfsal çelişkileri belirgin kıldı..

Ancak bu dönemde, geleceğin düşüncesi yeterince net olarak kendi­ni ortaya koyamadı. Bir başka ifa­deyle yeni bir devrimci dönem için “objektif’ şartlar fazlasıyla hazırdı, ancak “sübjektif’ şartlar bir türlü ol­gunlaşamadı.

Bu noktada ülkemize gelirsek; 70’lerin sonunda kaçan dönüşüm şansı 12 Eylül’de tasfiye döneminin kapısını açtı. Aynı zamanda Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) açısından yeni bir döneme de işaret ediyordu.

Bugüne kadar gelen süreçte zaman zaman kayan yıldızlara tanık olmak­la beraber, bir türlü şafağa ulaşama­dık. (Kürt hareketinin çıkışını dışın­da tutmak kaydıyla...)

Bu dönemin bütünlüklü bir de­ğerlendirmesi çeşitli kereler dile ge­tirildi.3 Bu dönemin öne çıkan sonuç­larından biri, TDH’nin kitlelerden kopması oldu. Bu sonuç, hem pratik hem de düşünsel anlamda kireçlen­meler yarattı.

Öncelikle, eskinin tartışmasız de­ğerleri, büyük bir erozyona uğradı. Sosyalizmin krizinin irdelenmesi a- dma sosyalizmin “gerçekliği” tartış­ma konusu oldu. İşçi sınıfının önder­liğinin tartışılmasından üçüncü alan teorilerine kadar geniş bir yelpaze söz konusu burada. Elbetteki geçmi­şin mercek altına yatırılmasında bir sorun yoktur. Ama geleceği kucakla­yacak bir düşünceyi filizlendirmek a- dma değil de, geçmişi mahkum et­mek için bu yola girerseniz sonunda o'geçmiş, sizi de kendi girdabına çe­ker.

Değerler erozyonu, beraberinde ufuk kopmasını da getirdi. Ufuk kop­ması, iki biçimde kendini somutladı. Birincisi; siyaset yapmayı günlük davranışa indirgeyerek, takvim yap­rakları arasında kaybolup uzun erim-

4

Page 7: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTINiSAN 2006 t | O Î

li düşünceler üretememek şeklinde yaşandı. İkincisi ise keskin bir şekil­de “devrim ve sosyalizm” vurgusu i- le salt devrimci gündemler üzerinden siyaset yapmayı kaba ajitasyona in­dirgemek şeklinde oldu. Sonuçta iki biçimde kitlelerden kopuktu. Bu dö­nemin en çok tekrarlanan sözü “kitle- selleşmek”tir belki de. Ne var ki bu duruş, kitleleri örgütlemeye yönelik bir hedef varmış gibi bir düşünce bi­le uyandırmıyor. Kaldı ki bunun üze­rine çok fazla düşünen de yok gibi... Siyaset tarzını yenilemekten söz aç­mak, kendini baştan kurgulamak ne­redeyse yasak.

Bu dönemde, devrimci hareketin kendine has bir “jargonu” oluştu. Be­lirli bir kesimin anlayabildiği, algıla­yabildiği, kullanabildiği bu dil, ezi­lenler açısından çok fazla bir anlam i- fade etmiyor. Kendi kendimize konu­şur bir hale geldik. Keza bunun tersi de geçerli; devrimci hareketin de kit­leleri anlayabildiği pek söylenemez. Ortaklaşabildiğimiz bir dilden bahset­mek şu an için pek mümkün değil. Bir başka şekilde söylersek; bugün için e- zilenlere “sen eziliyorsun” ya da “ö- zelleştirmelere hayır” demek tek başı­na yeterli değildir.

Kitlelerle aradaki bağın kopması, küçük kastlara dönüşmeyi beraberin­de getirdiği gibi emekçilerle temas noktalarını da çok azalttı. Bu durum; emekçilerle birlikte emekçiler için siyaset üretme imkanını elimizden aldı. Kitle hareketi ile sosyalist hare­ket arasındaki açı farkı giderek bü­yürken iki tarafa da zarar veriyor.

Söz konusu kastlaşma; sosyalist hareketin kendi gerçekliğinden kop­masını, kendini “dev aynasında” gör­mesini de beraberinde getirdi. İddia sahibi olmakla kendini o iddiaya gö­re konumlandırmak farklı şeylerdir. Kitle hareketini yukarıdan aşağıya' örgütlemeye çalışmak, sosyalist ha­reketi kitle hareketinin yerine ikame etmek, sürekli “makro” siyaset üret­meye çalışmak, ama bir yandan da bunun altını dolduramamak ve aslın­da sürekli “kazanamama” durumu i- nandıncılık sorunu ile birlikte güven kırılmasını da getirdi.

Hamas, yoksulluğu?! içinden çil

Aslında iddia sahibi olmak ve o iddiayı dövüştürecek eylem kılavu­zuna, yani Marksizm’e sahip olmak bir ışık yakmaktır. O ışığı kendi göz­lerine tutanlar “her yanı olağanüstü parlaklıkta görürler, bir anlamda ı- şıktan kör olurlar.” 4 Önemli olan ışı­ğı yürünecek yola tutmaktır.

Devrimci hareketin bugün yap­ması gereken -kimi örnekleri dışında tutarsak- bir paradigma değişikliğine gitmektir. Eski alışkanlıkları, formül­leri bir kenara bırakarak, bilinmeyen­leri bilinir kılmak adına yola çıkmak gerekiyor. Hedef belli: Örgütlenme!

H a m a s v e Latin A m e r ik a ’dan ders ler

Son dönemde Latin Amerika’da­ki gelişmeler ve başka bir boyutta ol­makla birlikte Ortadoğu’da Siyasal İslam’ın elde ettiği “seçim zaferleri” çokça konuşuluyor. Gözleri kamaştı­ran ışığı öteleyerek karanlıkta kalan kör noktalara bakmak gerekir.

Hamas’ın seçimi

Ortadoğu’da bulunduğu nokta i- tibariyle de daha fazla öne çıkan el­bette Filistin’de Hamas’m iktidara gelmesi. Ancak Lübnan Hizbullah’ı- nın onyıllara varan örgütlenmesini ve Mısır’da son seçimlerde partileri ya­saklı olmakla birlikte bağımsız aday­larla meclise girerek tekrar öne çıkan

Müslüman Kardeşleri unutmamak gerekir. Sonuçta Hamas’m kurucu kadroları da Müslüman Kardeşlerden geliyor zaten.

Filistin seçimlerinin ardından ya­pılan değerlendirmelerde ağırlıklı o- larak El Fetih yönetiminin yolsuzluk­ları, İsrail’le fazla haşır neşir olması, Hamas’m yürüttüğü silahlı mücade­le, II. İntifada’ya önderlik etmesi vb. konuşuldu. Bunların hepsinin de haklılık payı var. Ancak bir şey göz­den kaçırılırsa, Hamas’m Filistin halkını nasıl örgütlediği anlaşılamaz.

Hamas, doğrudan doğruya halkın yaşamının içine girdi ve o yaşamı ko­laylaştırmayı kendine amaç edindi. Filistin’deki hükümete alternatif ola­rak oluşturduğu örgüt ağıyla sağlık hizmetlerinden cenazelerin kaldırıl­masına, yoksul çocuklara eğitim des­teği sunmaktan konut sorununun çö­zümüne yardımcı olmaya kadar her anlamda “yaşam alanları”nı örgütle­di. İsrail’le sürdürülen mücadelede ö- lerilerin ailelerine sahip çıktı, bomba­lanan evler onarıldı. Hamas tabii ki tüm bunları İslam dünyasından gelen maddi yardımlarla yaptı. Ancak bun­ları adil olarak bölüştürdüklerini söy­lemek gerekir. Kısacası Hamas, bu­gününü dünden kurmaya başlamıştı.

Hamas’m kendinden önce gelen İslami hareketlerden ve elbette I. İn-

Page 8: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C |O İ MART-NİSAN 2006

tifada’da oluşan halk direniş komite­lerinden öğrendiği ve geliştirdiği “id­dialı toplantılar yaparak ‘durumu’ tartışmaya, ‘gösteri toplumunda’ pro­fil yükseltmeye başlamadan, siyasi programları halkın gözüne sokmaya, sandıkta buna destek istemeye kalk­madan önce, yaşam alanlarında sorun çözücü, işlevsel, vazgeçilemez top­lumsal bir yer edinmeye çalış­maksan 5 başka bir şey değildi.

Latin Amerika ’da yeni dalga

Latin Amerika’da geçmiş döne­min aksine bugünlerde “sol” hükü­metler arka arkaya iktidara geliyor. Venezüella’da Chavez’le “yukarıdan aşağı” bir görüntü çizen bu dalga, Bolivya’da koka üreticilerinden baş­layan bir halk hareketini işaret edi­yor. Keza Brezilya’da MST, bugün­lerde geriye çekilmiş olsa da Arjan­tin’de işsiz işçiler hareketi ya da Meksika’da iktidar talebini rafa kal­dıran Zapatistalar doğrudan ezilenle­rin içinden geliyor.

Bu hareketlenmelere ilişkin ola­rak; ortak dilin yaratılması, saldırı pozisyonu alınması, doğrudan eylem taktiği, temsil siyasetinden kopuşma, yaratıcı düşünce vb. gibi çeşitli özel­likler atfedilebilir. Ama Latin Ameri­ka’da da bu hareketlenmenin ârka- smda ciddi bir kitle desteği var. Bu örgütlenmenin arka planında ezilen­

lerin hayatında işlevsel bir rol üstlen­mek yatıyor.

Brezilya Topraksızlar Hareketi, kendi iç örgütlenmesi olan, eğitimi, sağlığı kendi içinde çözümleyebilen bir hareket. MST’nin bugün için 1200 temel eğitim veren okulu, 3800 ilkokul öğretmeni, 150 bin civarında öğrencisi, 1200 genç ve yetişkin eğit­meni, 250 kreş eğitmeni var. Bunun dışında üniversitesi, sanat okulları mevcut. Küba’da 45 MST militanı tıp eğitimi alıyor. Daha da önemlisi kendini besleyebilen bir sistemi var. MST okullarının çalışma ilkeleri; da­yanışma, yoldaşlık, kolektif çalışma vb.’nin üzerine oturuyor. MST’nin son 18 yılda 300 bin aileyi toprak sa­hibi yapabilmesinin ardındaki sırlar­dan biri, kolektif halk örgütlenmesini yaratabilmiş olmasıdır.

Bolivya’da; koka sendikaları, iş­çi sendikaları konfederasyonu COB, bölgesel işçi konseyleri, kadın örgütü Bartolina Sisa, Morales’i iktidara ta­şıdı. Ülkenin en önemli kentlerinden El Alto’da yaklaşık 600 tane mahalle meclisi var. Bu meclisler, FEJUVE (Mahalle Meclisleri Federasyonu) çatısı altında bir araya geliyor. Ma­halle meclisleri, “mikro hükümetler” gibi işliyor. Halkın su, kanalizasyon, yol gibi kamusal işlerini örgütlerken bir yandan da ulusal ölçekteki sorun­lara müdahale ediyorlar. Bu müdaha­

leler, gücünü hayatın gerekliliklerin­den alarak şekilleniyor. Bu noktada; müdahalenin küçük ya da büyük ol­masına aldırmadan hareket ediyorlar. Güçlerini ise yoksulların çeşitli ke­simleri arasında gerçekleştirdikleri dayanışmadan alıyorlar.

Venezüella’da ise süreç daha faz­la yukarıdan aşağı bir görüntü çizi­yor. Ancak Chavismo hareketi yerel- leştikçe ayaklarını yere daha sağlam basmaya başladı. Her mahallede adı­na “misyon” dedikleri çeşitli birimler mevcut. Misyonlar, halkın hem gün­delik ihtiyaçlarını karşılıyor, hem ilk sağlık müdahalelerini yapmak üzere kurgulanmış, hem de bir düzeyde ü- retime yönelmiş durumda. Mahalle sakinleri buralarda yönetime katılı­yorlar. Kimi fabrikaların işçilere devredilmesi ise yeni başlamış bir süreç.

. Chavez bugüne kadar 150 bin ai­leye toprak dağıttı. Küba’dan gelen binlerce doktor, Venezüella’nın yok­sullarına ücretsiz sağlık hizmeti su­nuyor. Chavez, şimdilerde tüm kıtayı göz taramasından geçirmeye hazırla­nıyor. Yine Venezüella’da askerler, halkın gündelik işlerine yardım et­mekle, eğitim vermekle görevlendi­rildiler. Şimdilerde Bolivaryan halk komitelerinden yaklaşık 2 milyon ki­şilik bir milis gücü oluşturuluyor.

Latin Amerika’ya dair benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün. So­nuçta yaşam alanlarına doğrudan müdahil olan, kendini halkın içinde yeniden üreten, ortak bir dili payla­şan, hayatta işlevsel bir rol üstlenen bir kitle hareketi söz konusu. Hayatı sokakta kuranlar, siyaseti ele geçir­miş dürümdalar.

D ayan ışm a v e

kitle ça lışm ası

Gerek Latin Amerika’daki geliş­meler gerekse de Hamas vb. örnek­ler, yoksulların içinde olmanın ve on­larla birlikte siyaset yapabilmenin yollarını işaret ediyor. Elbette bunla­rı bir model olarak değil, örnek ola­rak görmek gerekir. Geleneksel araç­larımızla yanıt üretemediğimiz bir

6

Page 9: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTNİSAN 2006 CJOİ

sorunla karşı karşıya olduğumuz a- çılctır. Ancak bu bize, taklit etme ko­laycılığına düşme hakkını vermez.

Ezilenlerle ortak bir dil tuttura­bilmek, onların taleplerini siyasete tercüme edebilmek, aradaki güven kırılmasını giderebilmek gerekiyor. Peki, ama nasıl? Eskiden sosyalizm ajitasyonu belki bu işlevi bir ölçüde yerine getiriyordu. Ancak bugün gel­diğimiz noktada sosyalist hareketin halk nezdinde kendini ispatlamak gi­bi bir problemi var. Elem emekçilerin içinde olacaksınız, onlarla birlikte soluk alıp vereceksiniz hem de e- mekçilerle aradaki güven ilişkisini yeniden oluşturacak ağlar öreceksi­niz. Peki, ama nasıl?

Öncelikle, “toplumsal kesimleri tanımlamak kadar, onların motivas­yonlarım bilmek de önemlidir... Bu, motivasyonların salt ekonomik sorun­lara indirgenebileceği anlamına gel­mez. Siyasi sorunların çıkarlarıyla ya­kından bağlantılı olduğu kitleler, hele uzun bir mücadele deneyimleri varsa, anlarlar. En geniş hareketler politik motivasyonları olan hareketlerdir ve örgütsüz halk kesimlerine bile uzanır­lar. Toprak reformu, demokrasi soru­nu, bağımsızlık sorunu, işte kitleler i- çin yaşamsal motivasyonlar bunlardır: bunlar yaşam düzeyleriyle, harekete geçebilme kapasiteleriyle, özgürlük­leriyle ilintilidir. Devrimci hareket, bu motivasyonlardan yola çıkarak, kitle hareketini hızlandırabilir ve onun dü­şüncelerini radikalleştirebilir.” ' Kitle­lerin bilinci yalnızca egemen ideoloji­nin etkisinin bir ürünü değildir. Bu bi­linç, aynı zamanda mücadele deneyle­rinden, yaşamsal kavgalardan geçerek oluşur ve bu anlamda bir birikim nite­liği de gösterir.

Öte yandan kapitalizm kendini hayatın her alanına nasıl sokuşturu- yorsa, kitle örgütü de benzeri bir içe­riğe sahip olmalıdır. Tek yönlü işle­yen değil, hayatın neredeyse tüm a- lanlarma yönelik çözümler geliştire- bilen bir nitelikte olmalıdır. Örgüt­lenme, örgütlenenin hayatında bir değişikliğe yol açmalıdır. “Eziliyor­sunuz. yoksulsunuz, bu yüzden ör­gütlenmelisiniz” demek tek başına

bir anlam içermez. Salt ahlaki bir düzlemden hareket edilmemeli, e- mekçiler, kendini var edebildiğini görmeli, onun açısından bir değer ta­şımalıdır. Neo-liberalizmin yalnız­laştırıcı etkisine karşılık ortaklaşma­yı sağlarken “zafer adacıkları” yara- tabilmelidir. Başaramayan bir örgüt, emekçiler açısından çoğu zaman bir lükstür. Buradaki başarının son ker­tede büyük ya da küçük olması ö- nemli değildir.

Yine bugün yoksulların bir güç olarak kendilerini ifade edemedikleri bir ortamda, ilk etapta bir şey yaptırt­mak üzerine değil de yapmak üzerine kurulu örgütler toplumdan daha o- lumlu yanıtlar alacak gibi görünmek­tedir. Bunun sebebi çok açıktır. İhti­yaçların son derece yakıcılaştığı, ha­yat mücadelesinin çok zorlaştığı ve siyasetin kendisine olan güvenin a- zaldığı bir ortamda emekçilere yürüt­tükleri faaliyetin kendi hayatlarında birebir düzeltmeler sağlayacağı ör­gütlenmelerin yaratılması zorunluluk olarak öne çıkıyor. “Eğitim, sağlık kolektifleri, üretim ve tüketim koo­peratifleri, boş zamanı olumlu biçim­de değerlendirmeyi sağlayarak ser­mayenin kültürel hegemonyasından uzaklaşmayı sağlayacak kültürel bi­rimler, çetelere, uyuşturucu tacirleri­ne karşı koruma birimleri, afetlere a- cil müdahale ekipleri vs. Bu kapsam

her geçen gün daha da genişleyecek­tir. Syııfın hayatını bütünüyle nitelik- sizleştirmeye yönelik düzenlemelere karşı sınıfın kendi hayatına sahip çıkmasını sağlayan kendi öz-örgütle- ri bu genişlemeyi yaratabilir ancak.” 7 Yine bu örgütler aracılığıyla, sol, sa­ğın kendinden çaldığı “dayanışma” kavramını geri kazanabilir.

Söz konusu örgütlenme kapsaya­bildiği en geniş kesime temas edebil­melidir. İşyeri, sektör, fabrika işçisi, ev işçisi, işsiz vb. ayrımlar ortak paydada buluşmanın önünde engeldir. Emekçi­leri bölen, rekabet yaratan ayrımlar mahalle örgütlenmeleri üzerinden kal­dırılmalıdır. Hayatların yağmalanması­na karşı ortak hayatımızı ortaklaşa sa­vunan bir örgütlenme olmalıdır bu. Kaldı ki işyerinde eyleme geçildiğinde işini kaybetme korkusunun hareketlen­meyi engelleyen çok önemli bir etken olduğu unutulmamalıdır; emekçi kendi mahallesinde çalıştığı zaman daha ra­hat olacaktır. Ezilenlerin, günübirlik meselelerini tartışabildikleri, yoksun­luklarını elbirliğiyle giderebildikleri, dayanışmayı ve paylaşmayı somut ola­rak yaşayabildikleri faaliyet merkezle­ri, birer okul işlevi görmelidir. Aksi halde herhangi bir örgütle ilişkisi bu­lunmayan emekçiler açısından yaptığı­mız çağrıların hiçbir anlamı yoktur.

O halde sözü edilen örgütlenme, acil sorunlara salt propaganda dışm-

7

Page 10: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C|Oİ MARTIN i SAN 2006

da da çözümler üretebilmeli, çalışan­ları, somut hedeflerde birleştirebil- melidir. Söz konusu yapılanma, ken­dini emekçilerin ihtiyaçları üzerin­den şekillendirmeli, yukarıdan aşağı­ya doğru değil, öznelerinin iradesini açığa çıkartabilecek bir şekilde ör­gütlenmelidir. Kitleyi, sosyalist hare­ketin yönlendirdiği bir araç olarak görmek, sosyalistleri bilinç ve bilge­likle donatırken kitleyi geri kalmış­lıkla suçlamak aradaki güven ilişkisi­ni hepten yok eder. Bu yüzden ma­hallelerde yaşayan herkesin söz hak­kı gerçeklenmelidir. Bu sadece karar alış süreçlerine çok daha demokratik bir nitelik kazandırmakla kalmaya­cak, aynı zamanda sıkça gözlenen “memur zihniyeti”nin aşılmasını da sağlayacaktır.

Yaşam koşullarında acil düzelt­meler gerçekleştirebilirken, geleceğe dair yaşamsal ve kültürel ipuçlarını da ortaya koyabilmelidir. İdeolojik yetkinliğe ulaşmış olmanın gerekme­diği örgütlenme kanalları üzerinden “sınıfı örgütünün içinde oluşturma­yı” hedeflemelidir. Keza bu yapının, hakkını almak isteyen herkesin, ya­şadığı sıkıntılara çare bulmak isteyen herkesin dahil olabileceği örgütlen­meler olması esas kabul edilmelidir. Sınıfı bölen tüm kültürel, ideolojik, etnik, mezhepsel ayrımların üstünde konumlanmalıdır.

Bu örgütlenmenin sınıfla daha fazla bütünleşebilmesi, bulunduğu a- lanlarda kendisini hayatın merkezi haline getirebilmesi ile mümkün ola­bilir ancak. Bu tarz yapılar öyle bir koza örebilmelidir ki bu kozanın için­de olabilmenin avantajları dışında kalmaktan çok daha fazla olmalıdır. Bunlar, fiili dayanışma odakları ola­rak semtlerdeki hayatın tüm kriz nok­talarına müdahale edebilecek seviye­de kendisini geliştirebilmek, araçları­nı zenginleştirebilmek durumundadır.

(Burada uzunca bir parantez açıp, mahalle çalışmalarında kadınların ö- nemli bir rol oynadıklarını ortaya koy­mak gerekir. Cinsiyetler arasındaki “geleneksel işbölümü” kadınları aile­nin yeniden üretimiyle ilişkilendir- mekte, bu nokta ise mahallelerdeki mücadelelerin çıkış noktasını oluştur­maktadır. “Kadınlar birbirlerini tanı­makta ve semtte erkeklerden daha çok yaşamaktadırlar. Acil bir durumu en doğrudan ve hızlı duyumsayanlar ka­dınlardır; birçok örnekte bu durumu tek başlarına göğüslemek zorunda kal­maktadırlar. Yaşam savaşı, özellikle ücret kesintileri, artan işsizlik ve baskı koşullarında, kahramanca çabalar gös­termelerini zorunlu kılmaktadır. O za­man çocuklarının yaşamı için verdikle­ri mücadele bir direniş nüvesi görünü­mü almakta ve bu direniş ancak ortak­laşa eylemlerle sağlanabilmektedir.”8)

Son bir noktayı vurgulamadan geçmeyelim. Böylesi bir örgütlenme­ye, kısa vadeli, salt belli sayıda kad­ro çıkartabilmek için yaklaşmamak gerekir. Aksine gerçek anlamıyla bir kitle örgütü yaratabilmek, adalet, e- konomi vb. ayaklarını oluşturarak geleceğe yönelmek hedef olmalıdır. Son kertede; devrimciler, kitlelerin tarihsel ve toplumsal birikimlerinden yola çıkmalıdır. Ama bu, bir siyasi önderlik gereğini reddetmek anlamı­na gelmez.

Dayanışmaevleri, on yıllık prati­ğiyle birlikte açığa çıkan bu göreve adaydır.

08.03.2006

Dipnotlar1. Çiğdem Çidamlı, 2006. “ Ezilenler ve Siyaset: Yeni Bir Tarihin Başlangıcın­da” , Praksis Dergisi, s. 14, sayfa 18.2. Mehmet Yılmazer, 2003. “ Günümüz­de Devrim Sorunu” , Yol Dergisi, s.4, sayfa 3.3. Yol Dergisi’nin Nisan 1987’de yayın­lanan altıncı sayısındaki Mehmet Yılma- zer imzalı “ Türkiye Devrimci Hareke- t i ’nde Kriz ve Üçüncü Dönem” yazısı. Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi’nin Temmuz 2003’te yayınlanan dördüncü sayısında yer alan Mehmet Yılmazer’in “ Günümüzde Devrim Sorunu” başlıklı yazısı ve yine Mehmet Yılmazer’in N i­san 2004’te Alaz Yayıncılık’tan çıkan “ Devrimci Harekette Kriz” isimli kita­bı ve Melih Ateşer’in Yol Dergisi’nin bir önceki sayısında yer alan “ Siyasetin Öznesi ve Öznenin Siyaseti Üzerine” başlıklı yazısı bu konudaki kapsamlı de­ğerlendirmelere örnek olarak gösteri­lebilir.4. Mehmet Yılmazer, 1987. “ Türkiye Devrimci Hareketi’nde Kriz ve Üçüncü Dönem” , Yol Dergisi, s.6, sayfa 12.5. Ergin Yıldızoğlu, 2006. “ Hamas Dersleri” , 01 Şubat 2006 tarihli Cum­huriyet Gazetesi, sayfa 6.6. Marta Harnecker, 1997. Latin Ame­rika Solu Kendini Sorguluyor, Ceylan Yayıncılık, sayfa 81.7. M. Sinan, 2005. “ Dayanışma Sınıfı Yeniden Yaratabilir mi?” , Yol Dergisi, s.6, sayfa 4 1.8. Marta Harnecker, age, sayfa 100.

8

Page 11: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

D e v r im c il e r in

ANTİ -EMPERYALÎ ZMİFikret Kızıltcm

Emperyalizmin günümüzdeki yeni saldırısıyla birlikte ulusal ölçekte elde edilen bu kazanımlar tırpanlanmaktadır. Sol harekette ulusalcılığın gelişmesinin nesnel ko­şulunu bu gerçeklik oluşturmaktadır. Ancak ulusalcıların üzerinden atladığı nokta

devletin sosyal yönünün geriletllmeslnden nemalanan kesimin aynı zamanda"yeril" flnans kapital olduğudur.

ABD’nin Irak’a saldırısının ve işgalin ardından emperyalizm ve emperyalizmle mücadele konusu ge­nel olarak sol siyasette yeniden gün­cellik kazanmaya başladı. Türkiye sol hareketi açısından “AB’ye üyelik süreci” emperyalizm tartışmasını da­ha da yakıcı hale getirdi. Aslında emperyalizm tartışmalarını tetikle- yen bu iki sıcak gündem, 1980‘ler- den bu yana dünya ölçeğinde emper­yalist merkezlerin ve büyük sermaye gruplarının öznesi olduğu “küresel­leşme” sürecinin sosyal ve ekono­mik sonuçlarının yanı sıra siyasi so­nuçlarının da kristalize olması ola­rak okunabilir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1990’h yıllarda zincirlerinden boşa­lan “küreselleşme” ve yeni liberal politikalar emperyalizmin yeni bir tezahüründen başka bir şey değildi. Ama yaşanan somut sürece “emper­yalizm” adının konulması için 20 yı­lı aşkın bir sürenin geçmesi gerekti.

Günümüz emperyalizmi elbette kapitalizmin yeni uluslararası örgüt­lenmesine bağlı olarak yeni bir ka­rakter kazanmıştır. Ancak günümüz emperyalizminin özgünlüklerini in­celemek bu yazının konusu değildir. Burada asıl olarak emperyalist poli­tikaların Üçüncü Dünya Ülkelerinde yarattığı gerilimler ve anti-enıperya- list mücadeleden ne anlamak gerek­tiği üzerinde durulacaktır.

S ö z d e

a n t i- e m p e ry a l izm

Emperyalist merkezler ve finans kapitalin dayattığı yeni liberal eko­nomik düzenlemelere (özelleştirme, esnek çalışma, ticarileştirme, ulusal pazarların eklemlenmesi vs.) karşı toplumun çeşitli kesimlerinde di­rençler gelişmektedir. Sadece “küre­selleşme” sürecinin asıl mağduru alt sınıflardan değil, yeni uluslararası düzenlemelerden zarar gören ya da yeni ekonominin ağları içinde henüz gerekli bağlantıları kuramamış olan

sermaye kesimlerinden de tepkiler gelmektedir. Bu kesimler, yeni libe­ralizmle temel bir karşıtlığı olmama­sına rağmen güncel çelişkileri (dev­let sektörüyle ilişkileri, ulusal paza­ra hitap etmeleri, uluslararası reka­bete hazır olmaları vs.) dolayısıyla yeni liberal düzenlemelere tepki gösterebilmektedir. Milliyetçi ve ba­ğımsızlıkçı bir söylemle öne çıkan bu gruplar zaman zaman AB, IMF ya da ABD karşıtlığı biçiminde tepkile­rini ortaya koymaktadır. Ankara Ti­caret Odası (ATO) gibi kuramların öncülüğünü yaptığı bu kesime devlet

Page 12: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C|Oİ MART'NİSAN 2006

kaynaklarından yararlanan bürokrasi içindeki odakları da eklemek gere­kir.

Ekonomik alandaki bu gelişme­ye siyasi alanda ABD ya da AB em­peryalizminin Türk Devleti’nin ala­nını sınırlayan, stratejik hedefleriyle çelişen politikalarına karşı devletin çekirdeğinde biriken tepkiler eşlik etmektedir. Devletin çekirdeğini o- luşturan ordu ve bürokrasi bir yan­dan büyük güçlerin emperyalist poli­tikalarına uyum sağlarken bir yan­dan da kendi iktidar pozisyonunu korumak için karşı hamleler yap­maktadır. AB’nin Türkiye siyasetin­de ordunun rolünü sınırlama çabala­rına karşı anti-AB’cilik ya da ABD’nin Ortadoğu ve Kürt politika­sına karşı anti-Amerikancılık dönem dönem geliştirilebilmektedir. Öyle ki devletin TV kanallarında “işgal”, “I- raklı direnişçiler” vb. kavramlar ra­hatça kullanılabilmekte ya da Avru­

pa’nın emperyalist geçmişi duruma göre hatırlanabilmektedir.

Gerek uluslararası ekonomik dü­zenlemelerden zarar gören sermaye kesimlerinin gerekse emperyalist devletlerin politikalarıyla dönemsel olarak çelişen Türk Devleti’nin söz­de anti-emperyalist söylemi temelde bir pazarlık unsuru olmaktan ibaret­tir. Geniş halk kesimlerinde milliyet­çiliğin güçlendirilmesi yoluyla, ordu ve bazı sermaye grupları kendi po­zisyonlarını korumak için yürüttük­leri pazarlıklarda ellerini güçlendir­meye çalışmaktadır. Milliyetçiliğin pompalanması aynı zamanda düzen karşıtı ideolojilerin gelişiminin önü­nü tıkayan bir set olarak da işlev görmektedir. Kapitalizmin ve emper­yalizmin yarattığı toplumsal gerilim- lerin mevcut düzenin bekçiliğini ya­pan ulus devletleri hedef alması ge­rekirken milliyetçiliğin geliştirilme­si ulus devletin yıpranan meşruiyeti­

ni pekiştirmeye hizmet etmektedir.

Ordunun ya da ATO gibi sermaye kuruluşlarının bağımsızlıkçı söylemle­re başvurmasının anti-emperyalizmîe en ufak bir ilgisi yoktur. Kendi iktida­rını pekiştirmek için geliştirdiği milli­yetçi, bağımsızlıkçı söylemin altı ka­zındığında Türkiye’deki en Amerikan­cı kurumun Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) olduğu görülür. TSK’nm silah sistemi bütünüyle ABD’ye bağımlıdır, üst düzey subayların tamamı ABD’de eğitimden geçirilmiştir, NATO içinde ABD’nin en yakın destekçisi konu­mundadır vs. Emperyalizmin halka yansıyan yönüyle (işsizlik, çalışma ko­şullarının ağırlaşması, sosyal hakların tasfiyesi) yukarıdaki sermaye grupları­nın ya da ordunun herhangi bir sorunu yoktur. Bu anlamda devletin ya da bur­juvazinin bir kesiminden anti-emper- yalizm beklemenin ya da buralarda it­tifak gücü aramanın sol adına savunu­lacak bir yönü yoktur.

Tarih ve a n ti-e m p e ry a liz m

Türkiye’de son yıllarda bir eğilim olarak belir­ginleşen ulusal solculuk sol hareketin tarihini ulusal bir perspektiften sahiplenmeye çalışmaktadır. Özel­likle 1960’larm sonlarında öğrenci hareketinde ve çeperinde gelişen anti-emperyalist mücadele salt u- lusal bağımsızlıkçı ve “sol Kemalist” bir içerikle ha­tırlanmaktadır. Oysa 1965-75 dönemine damgasını vuran anti-emperyalizm ulusal bağımsızlıkçı söyle­mine karşın gerçekte sımfsal/toplumsal talepler üze­rinden gelişen bir mücadeleydi.

6. Filo askerlerini denize döken öğrenciler aynı yıllarda üniversitelerde akademik mücadeleyi büyü­tüyor, işçi direnişleri ve köylü hareketleri özellikle 1968-71 döneminde hızla yaygınlaşıyordu. Hareke­tin retoriği ulusal bağımsızlıkçı olmasına karşın fiili var oluşu sınıfsaldı. Hikmet Kıvılcımlı’nm o yıllarda söylediği gibi “Türkiye’de sınıflar savaşı bu kertede bir Amerikan emperyalizmine karşı mücadele biçi­mine girmiştir.”1 Topraksızlıktan tefeciliğe, işsizlik­ten zamlara, polis baskısından akademik sorunlara kapitalist sistemin yarattığı onlarca çelişki anti-em-

'peryalist bir söylem içinde ifade edilmiştir.

Mücadelenin öncülüğünü yapan öğrenci gençlik, kitleleri anti-emperyalizme kazanmak için onların gündelik hayatlarındaki çelişkiler üzerinden hareket etmek gereğini hissediyorlardı. Harun Karadeniz’in

anlatımıyla:

“ ... kitle karşısında ‘biz sosyalistiz, onun için böyle istiyoruz’ yerine doğrudan doğruya somut so­runların tartışmasını yapıyor ve o sorunlarda kitle desteğini sağlıyorduk. Sanırım bu tavrın büyük ya­rarlarını gördük.”2

6 filoya karşı İstanbul’da yapılan en kitlesel yü­rüyüş olan ve tarihe Kanlı Pazar olarak geçen eylem­de taşman sloganlardan bazılar şunlardır: “6. Filo Defol”, “Köylüye Toprak Yok, Amerikan Üslerine Toprak Çok”, “Amerika Seni Vietnam’da Duyduk, Singer’de3 Bildik”, “6. Filo; Zammı Sen mi Getir­din?”, “Geldikleri Gibi Gidecekler”.4 Özellikle ABD sermayeli işyerlerinde ve ABD üslerinde çalışan iş­çiler sınıfsal mücadelelerine daha geniş bir meşrui­yet sağlamak amacıyla ulusalcı retoriği kullanmış­lardır.

Ulusalcıların görmezden geldiği toplumsal ve sı­nıfsal boyut, 1960’lı yıllardaki anti-emperyalizmin bugün en çok hatırlanması gereken yönüdür. Dipnotlar1. Hikmet Kıvılcımlı, Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?2. Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, Belge, s. 1883. O dönemde işçi direnişinin yaşandığı ABD sermaye­li bir fabrika4. Harun Karadeniz, a.g.e., s. 146-153

10

Page 13: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

E m p ery a l izm e karşı ulusal b ağ ım s ız l ık m ı?

20. yüzyıl boyunca emperyalizmin egemen olduğu topraklarda bir biri ar­dında ulusal kurtuluş mücadeleleri ger­çekleşmiştir. Farklı sosyal kesimlerin koalisyonu biçiminde yürütülen bu mücadeleler bağımsızlığın kazanılma­sından sonra yerli burjuvazilerin ege­menliğini pekiştirmesiyle sonuçlan­mıştır. Aynı sürecin bir başka yönü ise ulus devlet ölçeğinde alt sınıfların mü­cadelelerinin Sosyalist Blok’un varlı­ğının sağladığı avantajlarla birlikte el­de ettiği sosyal kazanmalardır.

Emperyalizmin günümüzdeki yeni saldırısıyla birlikte ulusal ölçekte elde edilen bu kazanımlar tırpanlanmakta­dır. Sol harekette ulusalcılığın gelişme­sinin nesnel koşulunu bu gerçeklik o- luşturmaktadır. Ancak ulusalcıların ü- zerinden atladığı nokta devletin sosyal yönünün geriletilmesinden nemalanan kesimin aynı zamanda “yerli” fınans kapital olduğudur. Yeni liberal politi­kalar sonucunda sosyal hakların gasp edilmesine karşı mücadele etmek el­bette gereklidir. Ancak bu mücadelenin ulusalcılığa payanda yapılması hedef şaşırtmaktan başka bir anlama gelmez. Yeni liberal politikalara karşı halklara düşen ulusalcılığa sarılıp bir kez daha “bağımsızlık” savaşı yürütmek değil­dir. Ulusalcı siyaset yukarıda belirttiği­miz güçlerin politikalarına yedeklen- meyi getirecektir.

Ulus devlet ölçeğinde kazanılmış olan sosyal hakların geriletilmesine karşı yürütülen mücadeleler “toplum­sal kaynakların paylaşımında söz sahi­bi olma” perspektifiyle sürdürülmeli­dir. Milyonlarca emekçinin ürettiği toplumsal değerlere el koyan gücün “yerli” ya da “yabancı” olmasının halk açısından bir önemi yoktur. Önemli o- lan üretilen değerlerin nereye aktarıla­cağına onu üretenlerin karar verebil­mesidir. Bu ise “ulusal bağımsızlık”la değil, “halk iktidarı” ile ilgilidir. Sos­yalistler açısından “bağımsızlık”, ege­menlerin politikalarından “bağımsız olmak” dışında bir anlam taşımaz, eğer ülke emperyalizmin doğrudan işgali al­tında olan bir sömürge değilse.

Emperyalizm bir ulusun başka bir ulusu ezmesi değildir. Bir ulus için­deki egemen sınıfın ve onun devleti­nin başka halkları boyunduruk altına alması demektir. Emperyalizm temel­de sınıf egemenliğine dayanır. Ona karşı yürütülecek mücadelelerde sı­nıfsal olmak durumundadır. Emper­yalizm salt dışsal bir olgu olarak da görülemez. Emperyalist merkezler yerli egemenlerle birlikte halklar üze­rinde tahakküm kurmaktadırlar. Gü­nümüz emperyalizmi ve onun popüler ifadesi olan “küreselleşme”, ulus devletler aracılığıyla işlemektedir. U- lus devletle küreselleşme arasında bir karşıtlık değil, tersine tamamlayıcı bir ilişki söz konusudur.

Günümüz koşullarında emperya­lizme karşı “bağımsızlıkçılık” ya da “ulusalcılık” halklar açısından çıkış- sızlığa saplanmak anlamına gelir. Emperyalizmi dışsal bir olgu gibi sunan ulusalcılar kendi ülkelerindeki egemen sınıfı ve ulus devleti ıskala­yan bir emperyalizm karşıtlığını öne çıkarmaktadır. Türkiye’de devleti ve “yerli” finans kapitali hedef almayan bir anti-emperyalizm sıradan milli­yetçiliğin ötesine gidemez. Devrimci güçler açısından emperyalizmle mü­cadele, öncelikle kendi devletinle ve egemen sınıfınla mücadele anlamına gelir. Yani denklem önce ABD, son­ra TC biçiminde kurulamaz. Dev­rimciler için tam tersi geçerlidir.

Ulus devletlerin ve yerli egemen sınıfların emperyalizmle ilişkisi de ba­sit bir işbirlikçiliğe indirgenmemelidir. Sermaye ve meta akışının serbestleşti- ği, sermayenin uluslararasılaştığı bir dünyada emperyalizm her zamankin­den daha fazla içsel bir nitelik taşımak­tadır.

N asıl bir

a n t i-em p ery a l is t

m ü c a d e le ?

Sosyalistler açısından anti-em­peryalist mücadele bir devrim müca­delesidir. Bu yüzden mücadelenin yakın hedefi emperyalist zincirin bir parçası olan ulus devlet ve “yerli” fi­nans kapitaldir. Anti-emperyalist

mücadelenin asli öznesi, işçiler, kır yoksulları, küçük esnaf, öğrenciler ve aydınları içerecek anlamda, geniş halk yığınlarıdır.

Anti-emperyalizmin geniş halk yığınlarına mal olması onun sınıf- sal/toplumsal mücadelelerle iç içe geçmesi ile mümkün olabilir. Soyut bir anti-emperyalist mücadele çağrı­sının halkta karşılığı olmayacaktır. Emperyalizmin Irak’ta, Filistin’de ve diğer ülkelerde yarattığı vahşet elbette onun tüm dünya halklarının vicdanında yargılanmasına yol aç­maktadır. Ancak geniş halk kesimle­rinin anti-emperyalist mücadeleye katılması emperyalizmle yaşadığı somut sorunlar arasında bağ kurma­sına bağlıdır. ABD ve AB emperya­lizmine karşı mücadele halkın gün­delik mücadeleleriyle örtüşecek tarzda yürütüldüğü oranda kitlesel­leşme şansı bulabilir. Bugün emekçi­lerin yaşamında emperyalizmin kar­şılığı IMF politikalarıdır, özelleştir­melerdir, esnek çalışmadır vs. E- mekçiler açısından anti-emperyalist mücadele sınıfsal ve toplumsal ta­leplerden ayrıştırılamaz.

Emperyalizme karşı mücadele­nin öne çıkan bir özelliği de çok farklı toplumsal ve ideolojik grupla­rı eylem birliğine yöneltmesidir. Emperyalizme karşı egemen sınıflar­la ve devletle bağı olmayan demok­ratik nitelikteki gruplarla eylem bir­likleri geliştirilebilir. Bu gruplar çevreci, sosyal demokrat, feminist ya da İslamcı olabilir. Mücadelenin ihtiyaçlarına göre esnek birliktelik­ler oluşturmak zorunludur. Katı ve dogmatik tutumlar mücadeleyi sek­teye uğratmaktan başka bir işe yara­mayacaktır.

Başka bir boyut, anti-emperya­list mücadelenin mekanıdır. Dev­rimci örgütler genel olarak ulusal ölçekte örgütlenmiş olsalar da anti- emperyalist mücadelede bölgesel hatta küresel ittifakların oluşturul­ması zorunluluktur. Irak’m işgali sürecinde bu konuda atılan adımlar (15 Şubat ve 20 Mart eylemleri) al­tı çizilmesi gereken yüzü geleceğe dönük deneyimlerdir.

MART-NİSAN 2006 c p l

Page 14: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Ro s a Lu x e m b u r g v e

SOSYALİST DEMOKRASİ

M. Sinan

Burjuvazinin sınıfsal iKtidarının geniş halk yığınlarının en geniş politik eğitimine, çok dar sınırlar dışında ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü için bu gerek koşuldur, yani kitlelerin politik eğitimini, deneyim kazanmasını sağlayacak araçlar

geliştirilemezse proletarya diktatörlüğü nefes alamaz, yaşayamaz.

Sosyalist demokrasi sorununa geç­mişteki hataları gören, bunlarla doğru bir biçimde hesaplaşabilen ve yeni bir anlayış geliştirebilen bir duruşun dev­rimi örebilmek için kilit önemde oldu­ğu açıktır. Özgürlüğü bayrağının en üst noktalarına yazmış bir hareketin tarih­sel deneyimi bu açıdan sıkıntılarla do­ludur. Özellikle Sovyetler Birliği’nde yaşanan siyasal yabancılaşmanın tarih­te eşi benzerini bulmak zordur. Siste­min bu kadar kavgasız gürültüsüz orta­dan kalkması da bu yabancılaşmanın seviyesini ortaya koymaktadır. Sistemi yürütüyor görünenlerin bile sistemi sa­vunacak durumu kalmamıştı, hatta yı­kımın öznesi ve sonraki sürecin başak- törleri birçok yerde onlar olmuşlardır.

Ekim Devrimi gibi tarihin kitlelerin se­ferberliği açısından en özel anlarından biri ile başlayan bir süreç bu son nok­taya nasıl gelmiştir? Bu durumu dos­doğru bir biçimde çözümleyemeden, kendimizde bu anlayışın yansımalarını fark edemeden ve kitlelere güven vere­cek yeni bir anlayışı yayamadan sınıf hareketi ile bütünleşebilme imkanı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla bahse­dilen mesele tarihsel değil, tam tersine olabildiğince güncel bir meseledir ve acil bir çözüm gerektirmektedir. Çün­kü varolan siyaset tarzı da hem siyasal yapılarda hem de kitle örgütlerinde benzer yabancılaşmaları yaratmaya de­vam etmektedir. Siyasi özneler arası i- lişkide yaşanan sorunlarda aslında bü­yük oranda sosyalist demokrasi anlayı­şındaki sorunlardan kaynaklanmakta­dır. Herkesin kendisini “tek doğru yo­lun temsilcisi, proletaryanın gerçek ön­cüsü” olarak kabul ettiği bir bilinç du­rumuyla eşitler arası bir ilişki, dolayı­sıyla bir devrimci dayanışma cephesi yaratabilmek de mümkün değildir. Varolan ilişkiler bilindik hükmetme, hakim olma dayatmaları içerisinde eriyip gitmektedir. Devrimden sonra tasfiye etmeyi planladğımız “sapma- lar”la pragmatik bir araya gelişler dışında kalıcı ilişkiler yaratmak mümkün değildir.

Bürokratikleşmenin felç ettiği, kit­lelerin her türlü siyasi faaliyetin dışına itildiği, sendikaların grev yapamadığı

bir renksiz, tatsız tuzsuz sosyalizme nasıl varıldığı sorusunun hala belki de tam olarak cevaplanamamasmm en ö- nemli sebebi de özellikle Lenin’in bu konudaki öngörüsüdür. Son dönemki yazı ve konuşmalarında kitlelerin siya­sette devre dışı kalmasının yaratabile­ceği sorunlara dair birçok uyarı bulun­maktadır. Partinin her açıdan herşeyi o- lan bir kişinin bunca açık uyarısına rağ­men buraya nasıl gelindi? Bunu sadece devrim sonrasının zorlayıcı koşulları i- le açıklayabilmek ya da Rus, dolayısıy­la Doğu toplumunun doğasıyla izah et­meye kalkmak bizleri yeterince aydın­latıcı sonuçlara ulaştırabilir mi? Ma­lum, gelecekteki hiçbir devrim de çok kolay koşullarda, bütün şartlar olgun­laştığında gerçekleşmeyecektir. Böyle olsa zaten devrim adlandırmasını kul­lanmanın bir anlamı olmayacaktır. Devrim büyük bir kırılma ve sıçrama­dır. Bu kırılma ve sıçrama da en azın­dan bir dönem için olağanüstü koşullar göğüslenmeden gerçekleşemez. Çeşitli darboğazlar, kitlelerin günlük kimi maddi taleplerinin karşılanamaması, düşmanın saldırıları, provokasyonlar, sabotajlar, enerji tedariki ile ilgili sıkın­tılar vs. Bunları devrimi başaran tüm işçi smıfı iktidarları göğüslemek zo­runda kalacaktır. Sorun bunları göğüs­lerken, neleri temel ilke olarak sonuna kadar büyük bir kararlılık ve inançla koruyacağımız, neleri de ilk zorlanışta rafa kaldırabileceğimizdir. Eğer bir prensip, kurulacak sosyalizm için ha­

12

Page 15: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006 C|Oİ

yati önemde ya da acil bir ihtiyaç ola­rak düşünülmüyorsa, kurucu bir ilke olduğuna inanılmıyorsa bununla ilgili kimi tavizlere, esnemelere, geri adım­lara açık olunabileceği kabul edilebilir.

Ekim Devrimi sonrasında bir bi­çimde kitlelerin işin içinde olması nok­tasında yüzde yüz bir kararlılık ortaya konmuş mudur? Bunu tartışabilmek gerekiyor. Partiye yapılan olağanüstü vurgu ve ona yüklenen temel işlev, kit­lelerin geri planda kalmasına göz yu­mulmasına yol açmış olabilir mi? A- çıkçası böylesi devasa sorulara kestir­me cevaplar üretmek hepimizi yanlış yönlere sevkedebilir. Ama soruları so­rabilmekten de çekinmemek gerekiyor. Yaşanan sıkıntıların temel sebeplerin­den birinin buralarda bir yerlerde gizli olduğu açıktır.

Bu soruları Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde soran ve sormakla da kal- r^yıp esaslı cevaplar da üreten büyük devrimci önderlerden biri Rosa Lu- xemburg’dur. Rosa’nm değerlendirme­leri bugünden bakıldığında çok daha anlamlı gözükmektedir. Bilindiği gibi Rosa devrim stratejisi içinde kitlesel müdahalelere, özellikle genel greve gereğinden fazla bir misyon biçmekle, partinin işlevini yeterince farketme- mekle eleştirilir. “Rosa sınıfın kitlesel dinamiklerine ve gücüne gereğinden büyük bir anlam yüklemektedir”. Hat­ta Spartakist Devrimi’nin yenilgisi bü­yük oranda onun bu iyi niyetliliğiyle a- çıklanır. Dolayısıyla sermaye birikimi yaklaşımındaki naillik ile de birleşince Lüksemburg’un teorik birikimi dev­rimci hareketin ana dalgası içinde sa­yılmaz. Devrimci kişiliği ile herkes ta­rafından kabul edilen Rosa’nm görüş­leri çok değerli bulunmaz. Doktor H. Kıvılcımlı ile Rosa’nm benzer kaderle­ri paylaştığı görünmektedir.

Oysa Rosa’nm özellikle “Rus Devrimi”makalesinde geliştirdiği tez­ler bugün yapılacak bir “sosyalist de­mokrasi ne demektir, nasıl uygulanabi- lir?”tartışmasma temel oluşturabilecek durumdadır. Rosa, büyük bir hayranlık beslediği Ekim Devrimi’nin geleceği üzerine çok önemli değerlendirmeler yapmış, biraz da “dost acı söyler” sö­zünü doğrulamasına sert eleştiriler ge­

liştirmiştir.

“Diktatörlük Problemi” başlıklı bölüme Lenin’i eleştirerek başlar. Le­nin “Devlet ve Devrim”de burjuva devletinin burjuvazinin işçi sınıfı üze­rindeki baskısının aracıyken, sosyalist devletin de işçi sınıfının burjuvazi üze­rindeki baskı aygıtı olduğunu söyle­mektedir. Oysa Rosa bunu “gereğinden fazla basite indirgenmiş” bir yorum o- larak algılar ve “en temel meseleyi gözden kaçırmakla” itham eder. Burju­vazinin sınıfsal iktidarının geniş halk yığınlarının en geniş politik eğitimine, çok dar sınırlar dışında ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü için bu gerek koşuldur, yani kitlelerin politik eğitimini, deneyim kazanmasını sağla­yacak araçlar geliştirilemezse proletar­ya diktatörlüğü nefes alamaz, yaşaya­maz. Sonrasında da Troçki’den bir a- lıntı yapar. Troçki bu alıntıda, hükümet için yapılan açık ve doğrudan siyasetin sınıf için çok kısa zamanda çok önem­li bir deneyim edinme olanağı sağladı­ğını, bu sayede de mücadelede bir üst aşamaya rahatça sıçrandığmı belirt­mektedir. Rosa bu alıntıyı şöyle değer­lendiriyor: “Burada Troçki kendisini ve arkadaşlarını yalanlamış oluyor. Bu böyledir, çünkü onlar kamusal yaşamı baskılandırarak en önemli politik dene­yim kaynağım bloke etmiş oldular. Ya da biz bu deneyimin ve ilerlemenin sa­dece Bolşevikler iktidara gelene kadar lazım olduğunu, bunun ardından doruk noktasına ulaştıktan sonra gereksiz ha­le geldiğini varsaymaktadırlar.

Halbuki tam tersi doğrudur. Bolşe- viklerin büyük bir cesaret ve kararlılık ile omuzladıkları görevlerinden altın­dan kalkabilmeleri kitlelerin en yoğun politik eğitimine ve deneyim biriktir­mesine bağlıdır.”

Rosa Luxemburg için sınıfın kitle­sel katkısı olmadan sosyalizm yaşaya­maz. Sınıf adına hareket edenlerin par­tisinin tüm yükü taşıyabilmesi müm­kün değildir. Sınıfın bu yükü omuzla­yabilmesi ve kuruluşa sürekli artan yo­ğunlukta bir katkı sunabilmesi ancak siyasi özgürlük ile mümkündür. Bu a- landa sınırların gereğinden dar bir şe­kilde çizilmesi geri dönüşümü olma­yan kireçlenmeler yaratabilir. En azm-

dan Sovyet deneyiminde böyle olmuş­tur.,, Sovyetler’i kendiliğinden kuran Rus işçileri, devrim sonrasında adım a- dım siyaset sahnesinden çekilmişlerdir. Devrimin sonunu bundan daha iyi a- çıklayan bir gerekçe olabilir mi? Sını­fın doğrudan, kendi öz örgütleri aracı­lığı ile siyaset içine giremeyişi, hangi olumsuz koşul ile gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin ölümcül sonuçlar yaratacağı için kabul edilmemelidir. Oysa Sovyet Devrimi başka bir yol iz­lemiştir. Bunu devrimin öncülerinin bi­rikimlerinden bütünüyle bağımsız, salt koşulların dayattığı bir gelişme olarak değerlendiremeyiz diye düşünüyorum.

“Sadece hükümeti destekleyenlere ya da bir partinin -hatta belki birkaç da olabilir- partinin üyelerine özgürlük gerçek özgürlük değildir. Özgürlük, farklı düşünenler için olursa ancak ger­çek bir özgürlük haline gelebilir. Fana­tik bir adaletten dolayı değil, ama poli­tik özgürlüğün öğretici, iyileştirici ve ayıklayıcı özellikleri bu esas ilkeye da­yandığı ve özgürlük bir ayrıcalık hali­ne geldiği zaman bir işe yaramayacağı için.”

Burada çok önemli iki vurgu mev­cut. Bir, özgürlük meselesi tek parti, çok parti meselesi değildir. İki; özgür­lük aydınca bir ilke meselesi değil, tam tersine sosyalizmin vazgeçilemez ge­rek koşuludur.

Rosa, sosyalizmin hazır bir reçete­si olmadığını, her an ne yapması ge­rektiğini bilecek olan bir öncü fikrinin gerçeklikle örtüşmediğini vurgular. Sorunlara çözüm bulabilmenin, devri­min yürümesi gereken yolun yürürken belirlenmek durumunda olduğunu vur­gular. Bu belirleme işinin ise sınıfın ve sosyalizmin ihtiyaçlarına uygun olabil­mesinin yegane garantisinin sınıfın kendi öz örgütleri aracılığı ile aktif si­yasete katılımı olduğu belirtilir.

Başaramamak ve onurluca yenil­mek, yanlış olunduğunun kuşku götür­mez ispatı olarak görülebilir mi? Ro­sa’nm bu değerlendirmeleri aslında gün gibi açık olanı ortaya koymuyor mu?

Gerçek sorunlarımıza ortak ak­lımızla müdahale edebildikçe ilerle­yeceğiz.

D

Page 16: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

ÖNDERLİK, KADRO VE

ÖRGÜTLENME SORUNLARI

Melih flteşer

işçilerin, em ekçilerin genel mücadele çağrılarına kulak asmadıkları, yukarıdan ajitasyonla halka bir şey anlatılamadığı, dahası sözün hükmünün kalmadığı artık herkesin m alumu. Ancak buradan sistem in halkı apolitikleş- tirdiği gibi yüzeysel yargılara varılamaz, tersine Siyasal İslamcılık, ulusal sol-

cu luk/m illiyetç ilik ve AB'cilik (liberalizm) gibi güçlü siyasal eğilim ler o luş­muştur. Örgütlenm e sorunları yaşayan devrim ci, sosyalist hareketlerdir.

Ne yapmalı?.. Bu soru Le- nin’inl895’lerde “dünyanın en bü­yük küçük burjuvalar ülkesi” diye nitelediği Rusya’da 1912’lerde sı­nıflar mücadelesi tarihinin bir dö­nüm noktasına geldiğini işaret edi­yor ve bu ülkede işçi sınıfı iktidarı­na giden yolu açıyordu. Leninist ör­güt (parti) teorisi, işçi sınıfını ikti­dara taşıyacak hareket noktasını (ör­gütlü devrimci iradeyi yükselt- mek/savaş örgütünü inşa etmek) be­lirlemekle kalmıyor, iktidar müca­delesinin yöntemi ve araçları üzeri­ne ‘teorik bir devrim’ anlamına geli­yordu. Bolşevikler kendinde devrim yaparak, Rusya proletaryasını öncü partisiyle buluşturuyor ve Ekim Devrimi’ni örgütlüyorlardı. Ekim Devrimi ile birlikte bütün dünya proletaryası için adeta bir eylem kı­lavuzu haline gelen bu devrim ve ik­tidar teorisi, Sovyet iktidarı ile bir­likte çökmediyse de oldukça yara al­dı, tartışılır hale geldi. Ne yazık ki tartışılması henüz onun devrimci bir tarzda aşılmasına yol açmadı, fakat liberal-reformist eğilimlerin ‘güç kazanmasına’ yol açtı diyebiliriz. Devrimci hareketimiz bu soruya ye­niden yanıt üretmek zorundadır. Bu­günkü somut koşullarda devrimci bir iktidar örgütü nasıl yenidemyapı- landırılmalıdır? Öncüsü olduğu kit­lelerle ideolojik, politik ve organik

bağları nasıl biçimlendirilmelidir? Devrimci ve demokratik mücadele birbirini çelmeden, nasıl örgütlen­melidir? Büyük sorular soralım, fa­kat biz her şeyi biliriz edasıyla bü- yük/aceleci sözler söylemeyelim. Biraz sesli düşünerek işe başlaya­lım. Bu yazıda örgüt ve örgütlenme sorunlarını genel teorik düzeyde de­ğil, tarihsel deneyimlerimiz doğrul­tusunda tartışmayı, pratiğin teorisi­ne katkı yapmayı deneyeceğim. Ör­güt kavramı ile parti kavramı eşan­lamlı kullanılacaktır. Örgütlenme kavramı ise partinin ideolojik, poli­tik hegemonyası ile pratik olarak yönsemeye çalışacağı, fakat organik olarak partiden bağımsız kitle örgüt­lenmelerini ifade edecektir.

Bugüne kadar devrimci hareke­tin strateji-program-taktik-örgüt bü­tünlüğünü oluşturmasının, gerçek bir iktidar örgütü olarak yeniden ya­pılanmasının da koşulu olduğunu vurguladık. Hareketimiz strateji ve program sorunlarının çözümünde ö- nemli adımlar attı. Örgüt ve taktik sorunları ile daha fazla dövüşerek bütünlüğümüzü sağlamalıyız. Bir konuda yeniden tartışmak, o konu­daki ezberi bozmak demektir. Peki bu konudaki ezberimiz neydi? Parti yukarıdan aşağıya örgütlenir, kitle­lere bilinç dışarıdan taşınır, ajitas- yon+propaganda=örgütlenmedir, iş­

çi sınıfı partisinde işçiler çoğunluk olmalıdır, her şey parti için ve dola­yısıyla devrim içindir, devrim için objektif koşullar hazırdır, fakat süb­jektif koşullar yaratılamamaktadır, önderlik sorunu yoktur, kadro soru­nu vardır, devrimci demokrasiyi tar­tışmak liberalizmden etkilenmektir, devrimcilik fedakarlıktır, halk için mücadeleye adanmaktır v.b. Eleştir­diğimiz kavramların kendisi değil, devrimcilik adına o kavramlarla ku­rulan ilişkidir özünde. Ezberi boz­mak, statükoyu sorgulamak; oportü­nist, revizyonist, liberal vb. yakıştır­malara hedef haline getirir çoğu za­man. Ancak neden bir arpa boyu yol alınamıyor, neden hep tasfiye süre­cinden söz ediliyor deseniz, onun da sorumlusu zaten sizsinizdir. Yani devrimci hareketin iç hesaplaşma, kendisiyle yüzleşme gücü de kalma­mıştır. Bu bir çürüme işaretidir. Ger­çekten köklü bir kopuşmaya ve de- ğer/ilişki sistemlerimizi, yöntemle­rimizi, araçlarımızı geliştirmeye ih­tiyacımız var. Burada kopuşma kav­ramının anlamının, devrimci hareke­tin pratiğinde en çok görülen örgüt­sel bölünmeler olmadığı, bir bütün olarak hareketin düşünce ve davra­nış zemininde zaaflarından kopuş- ınası olduğu unutulmamalıdır.

Devrimci bir örgütte yaşanan so­runlara toplu bir bakışla konumuzun

14

Page 17: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006 q O İ

biraz daha içine girmeye çalışalım. Fili kuyruğundan değil, başından tu­tarak kavramak için önderlik soru­nuna önceliği verelim.

Devrimci hareket gerek ideolo­jik düzeyde gerekse politik ve örgüt­sel düzeylerde önderlik sorunu yaşa­maktadır. İdeolojik sorunların kap­sam ve derinliği ile dövüşebilecek kolektif aklı yaratamamıştır devrim­ci örgütlerin hemen tamamı. Her ör­gütte bir-iki ideolog ya vardır ya da hiç yoktur. Fakat ideologların sayıca yetersizliğinden daha önemli olan, yapacakları yeniden üretimde yedek güçlerden yoksun olması, tümüyle kişisel yeteneklerine bağlı kalması ve bu kişilerin aynı zamanda her şeyden sorumlu görülmeleridir. Oy­sa ideolojik sorunların boyutları, bu alanda yürütülecek dövüş için, örgüt içinde ayrı bir örgütün varlığını ge­rektirecek düzeydedir. Bu seviyeye ulaşılamadığı sürece ‘pratiğin öğre­ticiliğine’ güvenmekten, başka yol kalmıyor. Elbette devrimci pratikten kopuk bir devrimci teori de olamaz, ama bu ilişkiyi herkesin her işi yap­tığı kaba kolektivizmden kurtarmak zorunluluğu da açıktır. Bu noktada örgütün ayrıca bir politik/taktik ön­derliğe ihtiyacı olduğu görülecektir ki, bu anlamda önderlik, tümüyle sa­haya ayakları basan, güçlerin tama­mının nitelik ve niceliğine (özellikle de kendi örgütsel gücünün durumu­na) vakıf olmayı gerektirir. Ancak sağlam bir ideolo­jik duruş noktasın­dan güç almayan politik/taktik ön­derlik pragmatiz­me (burjuva ideo­lojisine) yenik dü­şer. Ayrı kurumsal varlıklar olarak örgütlenmeleri ve a- ralarmda sıkı bir düşünce bağı oluş­turulması daha kazandırıcı bir ko­lektivizm anlayışını ifade eder. Ör­gütsel süreçlerin yönetimi de ayrı bir işbölümü/uzmanlaşma konusu olmalıdır. Örgütsel süreç yönetimi i- se genellikle politik/taktik yöneliş­lere göre şekillenir, bazen (uzun va­deli stratejik aygıtların inşası gibi)

görece özerk yönleri de vardır.

Örgütsel sorunlar bekletilemez, zamanında çözülmeyen örgütsel so­runlar bir yerden sonra siyasal ve i- deolojik sorunlara dönüşür. Bu alan­da yetki ile, tüzükle sorunların çözü­leceği düşüncesi gerçekçi değildir; örgütün tüm kılcal damarlarına ka­dar girebilen, nabzı tutabilen bir yö­netici önderlik kalitesi gerektirir. Dolayısıyla ayrı bir uzmanlaşma, yoğunlaşma gerektirir. Örgüt olmak, çözüm gücüne sahip olmaktır, örgü­te önderlik etmekse bu gücü doğru yerde, doğru zamanda kazandırıcı bir yöntemle kullanabilmektir. Ön­derliğin kendisini misyonuna uygun biçimde örgütlemesi, iş bölümünün ve uzmanlaşma konusunda kendisini sürekli yenilemesi gereklidir. Aksi takdirde ‘kolektif şeflik’ dediğimiz ve kişi kültünü egemen kılan; ‘o- nunla olmaz, onsuz da olmaz’ ikile­mine sokan ya da herkesin bildiğini yaptığı, kendiliğindenci bir ilişkiyi kural haline getiren kastlaşmalar ka­çınılmaz oluyor.

Bir başka önemli sorun da kadro sorunudur. Devrimci hareket hemen her alanda kurucu kadro sorunu ya­şamaktadır. Mevcut kadro yapısı da­ha çok, işi kendisine uydurmaya ça­lışan; ‘görev adamlığı’ diyerek du­rumunu akılcılaştıran (memurlaş- mış); düşük yoğunluklu siyaset daha çok ‘sosyalleşme’ (arka bahçe oluş­

turma) eğilimi gösteren; varoluşçu; dar pratikçi-indirgemeci; statükocu vb. olumsuz özellikler taşır. Ancak bu söylediklerimizden kadrolardan yakındığım şeklinde bir sonuç çıka­rılmamalıdır. Çünkü bu bir sonuçtur ve ben nedenlerini ortaya koymak i- çin değinmek zorunda kalıyorum. Nedenlerine gelince; yukarıda kısa­ca değindiğimiz önderlik sorununu

aşamayan bir devrimci hareketin, bu anlamda bir kadro sorunu yaşama­sından daha doğal ne olabilir ki... diyerek basite indirgeyemeyeceği- mizi söylemeliyim önce. Kadro so­rununun çözümünü görev öncelikle­ri içerisinde üst sıralara almış örgüt­lerde dahi aynı sorun yaşandığına göre, aynı zamanda bir yöntem soru­nu da yaşanıyor olmalı. Yani tek ba­şına eğitim (okul) vb çalışmalarla sonuç alınamıyor. Nasıl bir kadro e- ğitimi politikasının uygulandığı ka­dar; kadroların günlük olarak kendi­lerini yeniden üretecekleri ve oradan güç alacakları kolektifin, yani içinde yer aldıkları parti örgütlerinin (or­ganların) iç yapısı, süreçlerdeki du­rumu da belirleyici etkenlerdir. Yön­tem sorunlarını buralarda aramak gerekir. Kadrolaşma çalışmalarında önemli bir yeri olan eğitimin, her şeyden önce yeterli ideolojik dona­nımı sağlaması için, teorik birikimin yanı sıra kadroya olaylara bakışta bütünlüklü bir perspektif kazandır­ması ve olaylar karşısında /içinde kendi tutumunu belirlemesini sağla­yacak bir yöntem kazandırması ge­rekir. İdeoloji, bilimsel ve nesnel gerçekliğin, sınıf bilincinin süzge­cinden geçirilerek okunması, değiş­tirilmesi ve dönüştürülmesi konu­sunda yöntem kazandırırsa devrimci bir niteliğe kavuşur, aksi halde prag­matizme sürükler. Diyalektik ve ta­rihsel materyalizmin yöntemi budur.

Örneğin; devrimci bir eylemin dev­rimci bir ideolojiye bağlı olmasından anlamamız gere­ken şey o eylemin öznesinin strateji, program ve taktik­leri ile bağını kura­bilmektir. Tersin­

den söylersek somut koşullarda dev­rimci bir eylemde karar kılmak için de, stratejimiz, programımız ve tak­tik yönelişlerimiz hareket noktamız olmak durumundadır. Eğitimin aynı zamanda kadroya politik/taktik bi­linç kazandırması gerekir. Yani nasıl durumdan görev çıkartılabileceğini, mevcut güçle başarılabilecek hedef-

Kadroiaşma çalışmalarında önemli bir yeri olan eğitimin, her şeyden önce yeterli ideolojik donanımı sağlaması

için, teorik birikimin yanı sıra kadroya olaylara bakışta bütünlüklü bir perspektif kazandırması ve olaylar karşısında /içinde kendi tutumunu belirlemesini

sağlayacak bir yöntem kazandırması gerekir.

15

Page 18: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C |O İ MART-NİSAN 2006

lere yönelmeyi, bağımsız bir hat o- luşturmayı, ayrım koymayı ve bu te­melde bir yandan ittifak politikaları oluşturmayı, diğer yandan siyasi or­tamı saflaştırmayı, tarafsızlığa karşı sürekli dövüş yürütmeyi öğretmeli­dir. Eğitim kadroda örgüt bilincini pekiştirmelidir. Politik bir taktiği uygularken, taktik içinde taktiklerle (örgütsel taktikler) örgüte kazandır­mayı; örgütsel dokuları sıkılaştırma- yı; parti kültürünü yeniden üretmeyi (ölçülülük, değer bilinci, eleştiri/ö- zeleştiri, yoldaşlık gibi); “fteoride uzlaşmazlık pratikte teklik” prensi­biyle kolektif akim emrinde olmayı, bu anlamda hiyerarşi bilincini geliş­tirmeyi öğretmelidir. Eğitim moral değer üretmeyi/taşımayı öğretmeli­dir. Bunun için düşünce ve davranış­ta bütünlüğün, devrimci emek yo­ğun ilişki kurmanın, açıklığın vaz­geçilmezliğini aşılamak; her ilişki­nin mücadeleye en sıkı bağlandığı noktadan kavranması ve zayıf yön­lerinin güçlendirilmesi sorumlulu­ğunu kazandırmalıdır. O halde eğiti­min bu sonuçları verebilmesi için, söz konusu olan birebir eğitim bile olsa, alanında yetkinleşmiş bir ko­lektifin işi olmalıdır. Devrimci kad­ronun yetişmesi ve kendisini yeni­den üretebilmesi yukarıda değindi­ğimiz bir dizi ilke ile eğitilip, biçim- l e n d i r i l m e s i n e bağlı olduğu kadar, içinde yer aldığı kolektifin (orga­nın) bu ilkelerle yoğrulmuş dina­mik bir yapı olabil­mesi de gerekir.Hatta aslolan bu- dur. Kolektifin iç işleyiş, yönetim tarzına bu ilkelerin egemen olması onu devrimci bir yapı yapar, ondan soyutlandığında salt bir biçimdir. Bir yönetim saf bir biçim değildir, onun içindeki insanların somut ilişki biçimidir. Belirli bir yönetim biçi­mine tabi insanların bu yönetime tam ve sürekli bağlı kalabilmeleri i- çin belirli bir siyasal biçimin kabul ettirilmesi yeterli değildir; insanla­rın da bu biçime bir yatkınlığının ol­

ması gerekir. Özel bir tutku da deni­lebilir buna. İşte her yönetim biçi­minin kendine özgü bir tutkusu var­dır. Devrimci bir yönetim biçiminin tutkusu nedir, ne olmalıdır? Bir yan­dan her insan tekinin, toplumsal-si- yasal yaşamda özneleşmesini sağla­mak, diğer yandan toplumsal bir ge­lecek bilinci yaratarak kolektifin ka­rarlarına uyum yeteneğini geliştir­mektir. Yani özneleştiren, ancak ‘kendini yaşamasını’, bireyselleş­mesini kolektif bilinci aşılayarak önleyen bir tarzdır. Kadronun ve ko­lektifin varlığını, geleceğini belirle­yen şey yönetimin siyasal biçimi ile onun içeriğini oluşturan ilkeler ara­sındaki ilişkidir diyebiliriz. Özellik­le daha ‘modern’, kentli bir yaşam­dan gelen ve kişisel alt yapısı, özgü­veni daha gelişkin kadroların, yöne­timin (siyasal biçimin) özneleştiren bir özellik taşımaması halinde, böy- lesi bir kolektife bağlı kalamayacak­ları öngörülebilir.

Buraya kadar devrimci bir ikti­dar örgütünü yeniden yapılandıra- bilmek için olmazsa olmaz denilebi­lecek bazı koşullara satırbaşları ola­rak değindik, her biri ayrıca tartışıl­maya değer. Ve daha el değmediği­miz başka yönleri de var sorunun; örneğin böyle bir iktidar/savaş örgü­

tünün maddi, teknik vb. alt yapı so­runlarının neler olduğu, nasıl çözü­lebileceği gibi. Ancak gelinen aşa­mada yapısal sorunların siyasallaştı- ğı, ondan kolaylıkla ayırt edileme­yeceği bir noktadadır devrimci hare­ket. Hareketimiz 95’lerden itibaren 3. Dönem Örgütünü yaratma konu­sunda bir dizi siyaset mühendisliği ve yapı işçiliği deneyimlerine sahip­tir. Bunların yerli yerinde değerlen­

dirilmesi bu yazının sınırlarını ol­dukça aşar. Fakat şunu söyleyebili­riz ki gerçekleştiremediğimiz hedef­lerin bir ufuk kaybına yol açmaması için, sürecin derslerini çıkartmak kadar (bir kısmı dolaylı olarak bu yazıda da içerilmiştir sanıyorum) dönem özelliklerine göre yeni yön­temler geliştirmeyi de zorunlu kılı­yor. Hedeflerin büyüklüğü, kadro politikamızın da büyümesini gerek­tiriyor. Profesyonel devrimcilik tut­ku gerektirir, tutku ise devrimci il­kelere bağlı bir yaşam ve bu yaşa­mın yeniden üretileceği kolektif bir siyasal biçim içinde süreklileştirile- bilir. Devrimci bir iktidar örgütü ol­mak, her şeyden önce profesyonel devrimciler örgütü olmaktır. Mes­lekten devrimciler örgütü ile dev- rimci/demokratik halk örgütleri en azından devrimci duruma kadar bir ve aynı şeyler olamayacağına göre, bu süreçte aralarındaki bağın diya­lektiği ne olmalıdır? Bu soruyla par­tinin siyasetini halklaştırmak, halkı siyasallaştırmak için ne yapması ge­rektiğine, örgütlenme sorunlarına geliyoruz.

İşçilerin, emekçilerin genel mü­cadele çağrılarına kulak asmadıkla­rı, yukarıdan ajitasyonla halka bir şey anlatılamadığı, dahası sözün

hükmünün kalma­dığı artık herkesin malumu. Ancak buradan sistemin halkı apolitikleştir- diği gibi yüzeysel yargılara varıla­maz, tersine Siya­sal İslamcılık, ulu­sal solculuk/milli- yetçilik ve AB’ci- lik (liberalizm) gi­

bi güçlü siyasal eğilimler oluşmuş­tur. Örgütlenme sorunları yaşayan devrimci, sosyalist hareketlerdir. Bu durumu akılcılaştırmak ve kendi a- politikleşmelerinin üstünü örtmek isteyenler, yine sosyalizmin çöküşü, 12 Eylül yenilgisi, devlet terörü, dinsel gericiliğin etkisi gibi klişele­re varsın sarılsınlar. Geleceğini ken­diliğinden hareketlerin yükselmesi umuduna bağlayanların gerçekte ik-

Bir yönetim saf bir biçim değildir, onun içindeki insanların somut ilişki biçimidir. Belirli bir yönetim biçimine tabi

insanların bu yönetime tam ve sürekli bağlı kalabilmeleri için belirli bir siyasal biçimin kabul ettirilmesi yeterli değildir; insanların da bu biçime bir yatkınlığının olması gerekir.

Özel bir tutku da denilebilir buna. İşte her yönetim biçiminin kendine özgü bir tutkusu vardır. Devrimci bir

yönetim biçiminin tutkusu nedir, ne olmalıdır?

16'

Page 19: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART'NİSAN 2006 C |O l

tidar hedeflerinin oluşundan da söz edilemez. Hareketimiz kendi sınıf­sal, sosyal dinamiklerini nasıl yeni­den örgütleyebilir? Kazandırıcı bir siyaset yapış tarzı nasıl olmalıdır, bunun somut örgütlenme biçimleri neler olabilir? Pra­tik deneyimlerimiz en çok halkın so­mut ve yaşamsal taleplerine yanıt ü- retebild iğ imizde örgütlenebildiği- mizi gösteriyor za­ten. Ancak bunu il­le de pratikten öğrenmek durumun­da değiliz, programımız temsil etti­ğimiz kitlelerle bağlarımızın hangi taleplerde nasıl somutlandığını gös­teriyor. Programımızdaki tarihsel ve güncel taleplerin dönem özellikleri­ne göre politik ve örgütlenme taktik­leri olarak somutlanması bağımsız hattımızm yaratılmasının yoludur.

Hareketimiz halkın yaşamına nüfuz edebilecek, sınıflı toplum ger­çeğinin açığa çıkardığı sorunlar kar­şısında sistemin eleştirisinden öteye geçen ve kendisini çözüm gücü ola­rak ortaya koyan siyaset yapış tarzı­nın önemini bilince çıkarmıştır. Be­lirli düzeyde güç biriktirebilmemiz bu anlayışın ürünüdür. Ancak sorun­lar karşısında çözüm gücü olarak geliştirebildiğimiz örgütlenme tak­tiklerimiz bugünkü örgütlenme bi­çimlerinin sınırlarını zorlamakta, mevcut örgütlenme biçimlerimiz de­rinleşmemizin önünü kapamaktadır. Sorunun kaynağında iş bölümü ve uzmanlaşma düzeyi çok sınırlı, her­kesin her işi yapmak durumunda ol­duğu kaba kolektivizmi aşamayışı- mız ve bu biçimimizle kitle örgüt­lenmesine yönelmemiz bulunuyor. Doğal olarak taşıyamayacağımız bir yükün altına girmiş oluyoruz. Daha pratik konuşalım: Bir alanda çalış­maya başladığımızda önce birebir örgütlenme ve kitle bağlan kurmaya yöneliyoruz. Birebir örgütlenme ile kazandığımız kadrolarla komiteleşi- yoruz ve bütün yükü ona yıkıyoruz. Kitle bağlarını nicelik ve nitelik ola­rak geliştirmek, çalışmanın mad- di/teknik altyapı sonullarını çöz­

mek, gerektiğinde zor uygulamaları­nı yürütmek, kişilerin birbirleriyle ve kendi içlerinde yaşanan sorunlara çözüm üretmek vb. saymakla bitme­yecek bir iş yükü. Kolektifin kendi­si de eşitsiz gelişmenin sorunlarını

yaşadığı için çözüm gücümüz bir iki dirayetli kadronun yeteneğine indir­genmiş oluyor. Ve bu seviyeye sıçra- tılamayan kadroların dar pratikçi, statik bir konuma çekilmeleri kaçı­nılmaz oluyor, kitlemiz ise bir an­lamda örgüt içinde örgütstizleşebili- yor. Bu haldeyken ele aldığımız ta­lebin tüm yakıcılığına rağmen yü­rüttüğümüz siyasal kampanyalar teşhir düzeyinde kalabiliyor ve bir anlamda kendi elimizi yakmış olu­yoruz. Talepler üzerinden örgütlen­menin sonuç alıcı olabilmesi için ne yapmamız gerekiyor? Son olarak “işsizlik ve iş güvencesi” sorunları üzerine yaptığımız kampanyadan hareketle tartışalım. Bu çalışmada somut hedef kitlemiz özellikle va­roşlardaki işsiz ve güvencesiz insan­lardır. Taleplerini dövüştürebilme- miz bir düzeyde işsizlik ve iş güven­cesi sorunlarına çözüm üretmemiz anlamına gelir, daha doğrusu ancak o zaman örgütlenme koşulunu ger­çekleştirmiş oluruz. O halde bizim i- kili iktidar alanları olarak değer biç­tiğimiz alanlarda bu tarz bir çalışma yaparken somut, uygulanabilir bir çözüm planına sahip olmamız gere­kiyor. Örneğin bu alanlarda iş ve is­tihdam imkanı yaratabilecek küçük ve orta ölçekli iş yerleri üzerinde i- deolojik ve toplumsal, ekonomik ve fiili zor uygulamalarıyla çalışma ya­şamının ilkelerini, kurallarını belir­leme hedefimiz/planımız olmak zo­rundadır. Böylece çalışanların o ma­hallede yaşayan işsizlerden oluştu­rulması, çalışma süre ve ücretlerinin belirlenmesi, iş güvencesinin sağ­

lanması başarılmalıdır ki hedef kit­lemizle örgütlü bağlar kurabilelim. Sorun böyle bir hedef/plan doğrultu­sunda çalışma mantığından uzak ol­mamız değilse de, bunun örgütsel a- raçlarmdan yoksun olmamız, kendi­

mizi bu temelde yeniden örgütle- meyişimizdir.

Başka örnekle­meler de yapabili­riz; sağlık, eğitim, adalet gibi pek çok talep üzerinden ya­

pılacak örgütlenmeler için de ayın şeyi söyleyebiliriz. Bütün bunlardan sosyal tabanımızla bütünleşmemizi sağlayacak hangi siyasal ilişki biçi­mini çıkarabiliriz? Anlaşılacağı üze­re her bir talep için ayrı örgütlenme­lere ihtiyaç vardır. Fakat gücümüz ve alanın öncelikleri başlangıç a- dımlarımn her alanda bir iki talep ü- zerinden örgütlenmemizi gerektire­bilir. Bu orta ve uzun vadede aşıla­bilecek pratik bir sorundur. Dikkati çekmek istediğim nokta, talepler ü- zerinden örgütlenmenin, ‘mış gibi’ yapmadan yürütülmesi gereğidir. Bu tarz örgütlenme devrimci/demokra- tik örgütlenmelerimizin kuruluş mantığını ve şemasını değiştirecek niteliktedir. Dayanışma/halk meclis­leri bu çalışma tarzlarının üst siyasal biçimleri, genel siyasi taktikleri ola­rak düşünülmelidir. Meclislerin bünyesinde somut yaşamsal taleple­re göre şekillenecek; örneğin halk i- çin adalet örgütü, halk için sağlık örgütü, halk için eğitim örgütü, iş­sizlikle mücadele örgütü gibi hayatı kavrayıp yönetebilecek toplumsal ve siyasal katılım biçimleri geliştiri­lebilecektir.

Kadrolarımız bu tarz bir örgüt­lenmede gerçek yetenek ve enerjile­rini ortaya koyabilecek, gerçek bir temsil gücüne kavuşmuş olacaktır. Dar pratikçilik, statükoculuk bu yol­da adımlar atıldıkça aşılacak, halk yaratıcılığına akacağı kanallar açıl­mış olacaktır. Devrimci ilkeler ya­şamda karşılık buldukça, halk için halka rağmen siyaset yapma durumu ortadan kaldırılacak ve halkla birlik­te iktidara yürünecektir.

Sorunun kaynağında iş bölümü ve uzmanlaşma düzeyi çok sınırlı, herkesin her işi yapmak durumunda olduğu kaba kolektivizmi aşamayışımız ve bu biçimimizle kitle

örgütlenmesine yönelmemiz bulunuyor. Doğal olarak ta­şıyamayacağımız bir yükün altına girmiş oluyoruz.

17

Page 20: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Sendikal mücadelede yeni açılımlar

BU YASALAR IMF VE TLISİ AD’lNDIRÎMert BüYÜkkcırabaccık

Sendikal kesimden bir çok militan, yasaya karşı yürütü lecek mücadelenin sadece sendikalar ile sınırlı olursa kaybetm eye mahkum olduğunu sürekli

vurguluyorlar. Toplumun geniş kesim leriyle, örgütsüz işçilerle biraraya gelm enin yollarının bulunması gerektiğ inde ısrar ediyorlar.

Bunun için birçok yerel platform girişim i yapılıyor.

Mart ayında meclis gündemine gelen Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı, sos­yal devletin kırıntılarının da piyasa devletinin yeni yapılanması içinde ortadan kaldırılacağı bir içeriğe sa­hip. Emeğin sermaye karşısındaki tarihsel kazanımlarmm geriye kalan boyutlarının önemli bir kısmı da bu yasa ile ortadan kaldırılıyor. Genel Hizmet Ticareti Anlaşması (GATS) çerçevesinde gelişen süreç, sosyal güvenlik ve sağlık haklarımız ile il­gili ticarileştirme ve piyasalaştırma alanının genişletilmesi ile yeni bir boyuta sıçrıyor.

Sosyal Güvenlik ile ilgili olarak prim ödeme gün sayısının 9000 güne çıkarılması, maaş bağlanma oranla­rının kademeli olarak %2’lere çekil­mesi ve dolayısıyla 25 yıl çalışan ki­şinin emekli olduğu zaman ortalama maaşının (emekli olmadan önce aldı­ğı son maaşın değil!) %50’sini alabi­lecek olması, neyin hedeflendiğini aslında çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Yasa kısa vadede yaşla ilgi­li önemli bir değişim getirmiyor ya da bu yönünü öne çıkararak sanki şu anda çalışanları hiç etkilemiyor gibi bir ideolojik manevrayı içeriyor, a- ma emekli maaşlarını çok kısa süre içinde ciddi bir biçimde düşürmeyi hedefliyor. 60 yaşma kadar çalışan insanlar önümüzdeki yıllarda çok daha düşük emekli maaşları ile ha­yatlarını sürdürmeye uğraşacakjar. 10 yıl içinde emekli maaşlarının as­gari ücretin oldukça altına düşmesini

beklemeliyiz. Böylece şimdikine kı­yasla çok daha fazla sayıda insan, kendisini özel emeklilik sigortaları­na prim ödemek mecburiyetinde his­sedecek. Emekliliğinde açlık tehdidi ile karşı karşıya kalmak istemeyen­ler ikinci bir emekliliğe mecbur edil­miş olacaklar. Böylece fonlarını bü­yük oranda borsada, devlet borç tah­villerinde değerlendiren özel emek­lilik sigortası fonları yeni rezervleri kapsar hale gelecek. Ne tesadüf ki TÜSİAD’m bundan yaklaşık on yıl önce yayınlamış olduğu “Emekli ve Mutlu: Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunları ve Çözüm önerileri” rapo­runda resmedilen büyük oranda buy­du. Fakat o raporda ikinci basamak emekliliğin zorunlu olması öngörül­müş, ancak üçüncü basamak emekli­liğin gönüllülük esasına bağlı olması önerilmişti. Tabii bekleneceği gibi kamusal sosyal güvenlik ödemeleri­nin asgari seviyede tutulması gereği­nin altı çizilmişti. Yani “sosyal gü­venlik” hakkı yerine açlığa karşı, öl­dürmeyecek ama süründürecek bir “sosyal koruma” ilkesinin yeni dü­zenlemelere hakim olması istenmiş­ti. Bu yasa sürekli olarak kendisini meşrulaştırmak için sosyal güvenlik sistemlerinin aslında yoksulluğa kar­şı bir koruma sağlayamadığını vur­guluyor, sosyal korumayı öne çıkarı­yor. İşçi sınıfının “ayrıcalıklı” ke­simlerine karşı “dışlanmış” kesimle­rinin kapsam altına alınması gerekti­ğini vurguluyor. Ama bu gerekçelen­dirmeden bir anda büyük bir maha­

retle emekli maaşlarının düşürülme­si ve özel sosyal güvenlik kumulları­nın önünün açılmasına sıçrıyor.

Sağlığ ın ticari m al g ib i

g ö rü lm e s i kabul e d i lm e m e l i !

Yine yasanın ikinci bölümünü o- luşturan Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı ise kamusal sağlık üretimini tasfiye edecek gibi görünüyor. Yasa­da hastaneler için “hizmet üreticile­ri” terimi kullanılmış. Kamusal has­taneler ile özel olanlar arasında hiç­bir fark yok yeni yasaya göre. Sağlık Bakanlığı ile sözleşme yapmış olan tüm hastaneler, sahipleri kim olursa olsun aynı statüye sahip. Genel Sağ­lık Sigortası, topladığı primlerle prim ödeyenler adına sağlık hizmeti satın alacak. Böylece özel sağlık ku- rumlarının önündeki tüm engeller ortadan kaldırılıyor, devlet hastane­lerinin yarattığı “haksız rekabete” son veriliyor, toplumun sağlıığı bü­tünüyle kar esasına dayalı olarak ça­lışan kurumlara emanet ediliyor. Maliye Bakanı yumurtacı Unakı- tan’m 2006 bütçesine eklediği bir yasa ile devlet hastanelerinin sosyal güvenlik kuruluşlarından alması ge­reken 3.5 katrilyon lira silindi. Bir­çok ddvlet ve üniversite hastanesi bu karar sonrasında en temel faaliyetle­rini bile yürütememenin eşiğine gel­miş durumda. Oysa aynı sosyal gü­venlik kuruluşları özel hastanelere karşı tüm yükümlülüklerini yerine

18

Page 21: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006 C JO İ

getirmiş dürümdalar. Ne seviyede bir kaosun ortaya çıkabileceği görü­lünce hükümet aldığı bu kararı yu­muşatmak durumunda kaldı, fakat neyin amaçlandığı ortadadır. Kamu­sal sağlık kurumlan bir biçimiyle tasfiye edilmek istenecektir. Genel Sağlık Sigortası, bu tasfiye için çok teşvik edici ve kolaylaştırıcı bir arka plan hazırlamaktadır. Kayıtdışma müdahale edemeyen, bordrolular dı­şında kimseden prim toplayamayan devlet, tüm toplumu sigorta altına a- lıyormuş gibi bir görüntü vererek yi­ne yapmak istediklerini gizleyecek bir araç yaratmaya çalışıyor.

Yasanın bir diğer ölümcül yanı i- se sigorta karşılığında alınacak hiz­metlerin bir “temel teminat paketi” i- le sınırlanmasıdır. Bu paketin çerçe­vesinin belirlenmesi yetkisi iktidarın elindedir. Sosyal güvenlik ve kamu­sal sağlık giderlerini neredeyse bir kara delik gibi göstermeyi başaranlar, yarın açıklar ortaya çıktığında rahat­lıkla temel teminat paketinin kapsa­mını daraltabileceklerdir. Artık herşe- ye ticari mantık ile yaklaşmak en “a- kıllıca” yol olarak görüldüğünden ör­neğin kanser hastalarını ölüme terket- mek “bütçenin yüce çıkarları” için bir zorunluluk olarak önümüze konabile­cektir. Yine katılım payı da yasalaştı­rılmaktadır. Yani alacağımız tüm sağ­lık hizmetleri için katkı payı ödemek zorunda kalacağız. Gerekçe “gereksiz kullanımın önüne geçmek”. İnsanlar, sabahın altısında hastane kapılarının önünde kuyruklara hobileri hastane ziyareti yapmak olduğu için giriyor­lar. Katkı payı miktarı şu anda 2 ytl o- larak tespit edilmiş, ama alman hiz­metin maliyetinin % 50’sine kadar ar­tırılabileceği de söyleniyor. Toplana­mayan primler, artan katkı payları an­lamına gelecek. Ezilenlerin farklı ke­simleri de bu sayede karşı karşıya ge­tirilmeye çalışılacak.

Aylık geliri 127 milyonun üze­rinde olan herkes en az 65 milyon Genel Sağlık Sigortası Primi öde­mek zorunda kalacak

Bu yasaların birşeyleri düzelt­mek için değil de tamamen sosyal güvenlik ve sağlık hizmetini ticari­

leştirmek ve piyasaya daha fazla aç­mak amacı taşıdığı açıktır. Dolayı­sıyla emekçiler tarihsel kazanımları- na sahip çıkmak, çocuklarının yüzle­rine utanarak bakmamak için bu ya­salarla ciddi biçimde mücadele et­mek zorundadırlar.

“ M ü c a d e le e t m e k ”

a m a nasıl?

“Mücadele etmek” tespiti artık çok genel bir laf olmanın ötesine geçmek zorunda. Çoğumuz konuş­malarımızı “bunlarla mücadele et­meliyiz” diye bitiriyoruz, ama karşı­mızdaki kişi bundan hiçbirşey anla­mıyor. Neyle, nasıl ve kimlerle bir­likte mücadele edeceğiz, neyi hedef­leyeceğiz sorularına cevap vereme­yen bir “mücadele edelim” söylemi oldukça soyut kalmakta. Bu da biz- lere olan inancı sarsıyor.

Özellikle İstanbul merkezli bir hareketliliğin „.yaşandığını sendikal çevrelerdeki tüm arkadaşlar biliyor­dur. Geniş toplantılar örgütlendi, su­numlar yapıldı. Özellikle İstanbul Tabip Odası burada gerçekten önem­li bir rol oynadı. Hem yasaların içe­riği konusunda bilgilendirmede hem de sendikal çevreleri toparlamaya çalışmada aktif oldular. Broşürler, a- fişler, bildiriler basıldı. Eylemler ya­pıldı. Mart ayı içinde de bir eylem

takvimi tespit edildi. Merkezi Emek Platformu’nun bu konudaki ataleti İstanbul’u, da kısmen felç etse de o- lumlu bir deneyim yaşandı.

Bilinç s ıçram asın ın

ufku n e re y e kadar

u laşacak?

Gelinen son nokta her ne kadar pek iç açıcı olmasa da bizim'açımız­dan işin çok dikkat çeken bir yönü var. Özellikle sendikalı kesimden bir çok militan, yasaya karşı yürütülecek mücadelenin sadece sendikalar ile sı­nırlı olursa kaybetmeye mahkum ol­duğunu sürekli vurguluyorlar. Toplu­mun geniş kesimleriyle, örgütsüz iş­çilerle biraraya gelmenin yollarının bulunması gerektiğinde ısrar ediyor­lar. Bunun için birçok yerel platform girişimi yapılıyor. Bunların birçoğu başarısız olup hızla dağılıyor, ama bu aynı vurgunun güçlenerek yaygınlaş­masını engellemiyor. Bu bilincin söz- konusu sendikaların yönetim kade­melerine hakim olduğunu söylemek mümkün değil tabii ki. Ama mücade­leyi hangi seviyede olursa olsun çe­kip çeviren, sırtlamaya çalışan unsur­ların böylesi bir bilinç sıçraması ya­şaması önemli ve umut verici bir ge­lişmedir. Çok açık bir doğru gibi gö­zükse de yine de bunun yeni farkedıl- diğinin altını çizmek durumunda;. :z

Page 22: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

CJOİ MART-NİSAN 2006

Sınıfın neo-liberalizmle yaşadığı yapısal dönüşüm ve parçalanmanın yarattığı zaafları farkedişin ürettiği bir taleptir bu aslında. Burada artık bir gerçeklik tespit ediliyor. Sendi­kalar sınıfın tümünü kucaklayabile­cek araçlar olmaktan uzaklaşmışlar­dır. Örgütsüz kesimin yaygınlığının, sendikaların yürüttüğü mücadeleyi de zayıflattığı görülmekte ve bu ke­simlerle yeni bağlar kurmanın yolla­rı aranmaktadır. Bu işin aracı olarak da yerel derneklerle, partilerle, tüm örgütlü çevrelerle birlikte platform­lar örgütleme düşünülmektedir.

Fakat burada da önemli bir aç­mazla karşı karşıya kalıyoruz. Çün­kü yasal dönüşümlerin genelde sını­fın ayrıcalıklı kesimleri için hak ka­yıpları anlamına geldiği gibi bir bi­linç geniş kesimlere hakim durum­dadır. Toplumun geniş bir kesimi da­ha şimdiden özel hastanelere mecbur hale getirilmiştir. Yine kayıtdışılık oranı neredeyse %50’dir. Birçok in­san emekli olabilmeyi umut etmek­ten vazgeçmiş durumdadır. Böylesi bir durumda sendikalı ve sendikasız işçilerin bir araya gelme koşulları ortadan kalkmaktadır.

Ayrıca yasalarla sınırlı kalan bir biraraya geliş insanlara güven ver­memektedir. Yasalar gündeme geldi­ğinde apar topar oluşturulan bu bir­liktelikler, yasalar bir biçimde gün­

demden çekilince dağılmaktadır. Harcanan onca emek, örgütsel bir bi­rikime dönüşememektedir. Ardından benzer bir kapsamlı başka bir yasa i- çin yeniden toparlanma yaratmak i- çin büyük gayret sarfedilmekte, işe sıfırdan başlanmaktadır. Oysa sosyal devletin tasfiyesi süreci, kamusal hizmetlerin tasfiyesi süreci biz bitir­medikçe devam edecektir. Genel Sağlık Sigortası Yasası ile İETT’nin özelleştirilmesi aynı mantığın ürü­nüdür ve ikisine de aynı araçla mü­dahale edilebilir.

“ Sosya l H aklan

Korum a v e G e liş t irm e

P la t fo rm u ” öner is i

ü ze r in e .. .

Bu zaafların aşılabilmesi ve ör- gütlü/örgütsüz işçilerin ortak müca­dele kanallarının yaratılabilmesi için “Sosyal Hakları Koruma ve Geliştir­me Platformu”nun süreklileştirilme- si yerinde olacaktır. Ezilenlerin tüm kesimlerinin, buraya köylülülüğü bi­le dahil edebiliriz, hak gasplarına karşı mücadele etmeyi önüne koyan ve hak gasplarının sorumlusu neo-li- beral paketlere karşı yeni bir prog­ram ortaya koyan, kendi taleplerini de şekillendiren, sadece itiraz etme­yen yeni bir hayat isteyen sürekli bir platform. Şu andaki sendikal seviye­

de böylesi bir işi örgütleyecek ener­jinin bulunduğunu düşünmüyoruz. Fakat varolan tartışmalar bizleri eğer bir yerlere evriltecekse, sendikal ze­minde kalan protestocu ve baştan savmacı çıkışların yenilgiye mah­kum olduğuna eminsek o zaman ye­ni bir hat yaratmak zorundayız. Pa­rasız eğitim-parasız sağlık, borçların iptali, özelleştirmelerin durdurulma­sı, tarımsal destek almalarının yeni­den başlatılması, sigortasız çalıştır­manın cezasının hapis olması, mut­lak iş güvencesi için 30 kişi sınırının kaldırılması, grev-toplu sözleşme hakkının kullanılmasının önündeki engelerin kaldırılması, işsizlik sigor­tasının tüm işsizlere verilmesi gibi taleplerimiz için mücadele etmezsek ne işçilerin tüm kesimlerini biraraya getirme şansına sahip olabiliriz ne de dolayısıyla sözkonusu saldırıları püskürtebilecek bir zemin elde ede­biliriz.

“Bize yoksa kimseye yok!” di­yen Arjantinli işsizler gibi olabilmek imkansız mı?

Sendikaların bu çizgiye getirile­bilmesi, KESK için dahi çok zordur. Çünkü inançsızlık, umutsuzluk ve e- nerjisizlik kadroların büyük kısmına sirayet etmiş durumdadır. Statükoyu kıracak bir cüretli çıkış enerjisini or­talıkta gözükmüyor. Her ne kadar sı­nıfın ortak örgütlenmelerinin bir ih­tiyaç olduğunu bilinçlere çıkartılma­sı ve kısa süre önce burun kıvrılarak bakılanlara bugün el uzatılmaya ça­lışılması büyük bir gelişmeyse de bu bütünleşmenin işe yarar ve sonuç ve­rici araçlarını geliştirmek gibi bir büyük ihtiyaca sahibiz.

Umarız bu yasalarla ilgili müca­delemiz yensek de yenilsek de gele­cek günler için bize umut verecek bir akıl, cüret ve kararlılığın sergilendi­ği direnişlere sahne olur. O zaman biz de “galiptir bu yolda mağlup bi­le” diyerek yeni kâvgalara hazırlan­mak üzere emekçilerin içine daha büyük bir coşkuyla dönebiliriz! Ye­ter ki eylem alanlarını ağlama duva­rına çeviren görev savmacı işgüzar seyirciler durumuna düşmeyelim!

Page 23: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

S Makt’ta kadinlar

NEDEN BİRLEŞEMEDİ?Güler Toprak

Artık herkes sadece kendi söyleyip kendi dinleyebilecekleri miting ve eylemleri yapıyor. Kurt kadınlarının talepleri işçi kadınlardan uzakken, yoksul ev kadınlarının- ki de bir başka yerde gözden ırakta kalmaktadır. Bir grup politik kadın, erkek yol­daşlarıyla beraber olurken, ölüm orucu anneleri sadece devrimci militanlara sesini

duyurabilecektir, İstenen tablo buysa çok başarılı olunmuştur.

8 Mart Dünya Emekçi Kadmiar günü bu sefer sadece İstanbul’da değil pek çok ilde bölündü.

İstanbul, Bursa, Ankara, İzmir... illerinin her birinde miting veya ey­lemler iki veya daha fazla parçaya bö­lündü.

Bu bölünmeyi nasıl sınıflandırmak gerekir. 8 Mart’ı “devrimci özüne uy­gun kutlamak” ya da “8 Mart’ı erkek­siz kutlamak” geçen sene başlayan ve bu sene de devam eden parçalanmaya konacak doğru tanımlar mıdır?

Nihayetinde kendini çeşitli ayrım noktalarıyla anlatmaya çabalayan bu politikaların ne kadarı gerçekten kadın politikasl üzerindeki ayrışmalara daya­nıyor, ne kadarı başka etkenler sürece damgasını vurduğu için gerçekleşiyor? Değerlendirmeye muhtaçtır. Buna geç­meden önce son yıllarda 8 Mart’tan 8 Mart’a olsa da kadın gündemine etkide bulunmaya çalışan aktörlere kısaca göz atmakta fayda var.

Kürt kadınlar

Kürt hareketinden kadmiar Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle yapı­lacak mitinglerde yıllardır önemli bir rol oynamışlardır. Kitlesellikleri ve de­mokrasi mücadelesindeki yerleri itiba­riyle böyle bir konuma sahiptirler. Bu nedenle öncelikle Kürt hareketinden

.kadınların siyasi konumlanışınm ne ol­duğuna bakmak gerekir.

2000 ’li yıllarda Kürt hareketine İmralı merkezli politikalar damgasını vurdu. Kürt kitlesinin bir bütün olarak stratejik dönüşe göre yeniden örgütlen­mesini merkezine alan politikalar öne çıkmaktaydı. Öcalan’m sahiplenilmesi ve gündemde tutulması önemsenmek- teydi

Kürt hareketi içinde zaten politize olmuş Kürt kadınların yeni strateji te­melli olarak politika sahnesine daha aktif girmesine özel bir önem veril­mekteydi.

Kadınların; ’’Öcalan’a özgürlük”, “kültürel haklar”, “barış” politikaları çerçevesinde kitlesel bir mücadele içi­ne çekilmesi için, Kürt kadın hareketi­nin yaratılması gerekiyordu.

Bunun için Kürt kadınlarının ör­gütlenmesinden çok, zaten ulusal so­run temelinde örgütlü olan Kürt kadın­larının kadın örgütlenmesi çatısı altın­da toplanmasına ve kadın hareketine öncülük edecek kadın kadroların yetiş­tirilmesine ihtiyaç duyuluyordu.

Bilinçli bir yönelimle bu tür ku­rumsallaşmaların önü açıldı ve buralar­da feminist kadınlarla ittifak içerisinde faaliyet yürütüldü. (Bu konuda ayrıntı­lı bir değerlendirme için; Direniş Ga­zetesi, Mart 2004)

Demokratik Özgür Kadın Hareketi üzerinde ideolojik olarak etkin olan bu kuramlardır.

Devrimci hareket

Ekonomik ve sosyal yapı devrimci harekete mücadele zemini güçlendire­cek pek çok veri sunmasına rağmen devrimci hareketle kitleler arasında bu bağ bir türlü kurulamıyor. Devrimci hareket kendini tekrar etmeye devam ediyor.

Bir olumluluk olarak; çeşitli yapı­lar içinde yeni dönemin özellikleri tar­tışılmakta ve dünya mücadele deneyle­rine artan bir ilgi gözlenmektedir. An­cak bu yapıların kendilerini devrimci bir kritikten geçirebildiği söylenemez.

Bu durum kadın politikasında da kendini göstermektedir.

Devrimci hareketin çok büyük bir kesimi hala kadın sorununu özgül bir alan olarak görmemekte ya da böyle bir örgütlenmeye gitme kaygısı duy­mamaktadır. 8 Mart’tan 8 Mart’a ka­dınlar gündeme alınmaktadır.

Kadın örgütlerinin yaratılması noktasında bu durumdan farklı olarak 2004 yılı içerisinde Demokratik Kadın Hareketi ve Emekçi Kadınlar Demeği iki kurultay yaparak kadın alanında ba­zı adımlar atmaya niyetli olduklarını göstermişlerdir. (Ayrıntılı değerlendir­me için; Direniş Gazetesi, Mart 2004)

Öte yandan 2001 yılından bu yana yoksul mahallelerde emekçi kadmiar i- çinde öz örgütlenme çalışmaları yürü­terek, kadın özgül soranlarından hare­

21

Page 24: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C |O İ MART-NİSAN 2006

ketle kadın politikasını sistematik ola­rak yürütmekte olan Özgür Kadm’ı bu tabloda başka bir yere koymak gereki­yor.

Feminist gruplar

FKÇ, Mor Çatı, Pazartesi Dergi çevresi, Amargi gibi feminist kadın gruplarının çoğunun kitlesel bir kadın mücadelesi örmek gibi bir bakışı bu­lunmamaktadır. Kadın yığınlarına yu­karıdan seslenmeye devam etmektedir­ler. Yasalarla ilgili çalışmalar yürüt­mek, medyaya tesir etmek vb. taktikle­ri önemsemektedirler. Bunlardan bazı­larının 2000 Dünya Kadın Yürüyü- şü’nde yer alması, İKP’ye ve bu yıl Halkların Kardeşliği için Kadın İnisi­yatifine katılmalarıyla sokakta politika

yapma çabası olumlu bir adımdır. Bir kişi bile katılsa bu dayanışmanın yaka­lanması demokrasi mücadelesi açısın­dan oldukça anlamlıydı. Ancak aynı ortaklaşmayı 8 Mart’ta göstermek bu­yana ayrışmayı örgütlemek için sorum­suzca davranılmıştır.

Hem Kürt hareketi, hem devrimci hareket hem de feministler geçen 2005 8 Mart’ına kadarki 8 Markların önem­li bir kısmında Dünya Emekçi Kadın­lar Günü’nü birlikte kutladılar.

“Dünya kadınlar günü mü”, yoksa “Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü?” Mitinge ne ad verileceği tartışması her defasında gündem olmuş, fakat sonun­da “8 Mart Mitingi” ismi verilerek, mi­tingi ortaklaştırmanın yollan bir şekil­

de bulunmuştu. Erkeklerin mitinglere katılımı konusu da bir gerilim kaynağı olarak her zaman vardı, ama bölünme­ye neden olmaz, kadın mitingi olması­na özen göstermek yeteri bir ortaklaş­ma noktası olarak kabul görürdü..

Ancak bu tablonun bariz bir şekil­de zedelenmesi 2004 8 Mart’ında ken­dini iyice açığa vurdu. Birkaç feminist kadın grubu, hatta feministin “erkek­siz” miting tartışmaları yapmalarının ve kendilerini dayatmalarının sonu gel­mez oldu. Kürt Hareketi’nden kadınlar da aynı tartışmanın içine her defasında daha fazla çekilmeye başladılar. 2004 8 Mart’ında Özgür Kadın temsilcileri­nin Dehap’lı kadınlarla görüşmeler yapmasının ardından zorluklarla ortak miting yapılabilmişti. Her sene bir son-

Kadın ların fe rm an ı T aks im ’de okundu

rİmeceli kadınlar, bez pankart­ların üstüne tek tek yazdıkları ta­leplerinden oluşan Kadın Ferma- m’nı Taksim’e taşıdılar

İstanbul Esenyurt’ta çalışmala­rını sürdüren İmeceli Kadınlar, İs­tanbul’un yoksul semtlerinden ge­len pek çok kadının da katılımıyla Taksim’de “8 Marfi’ı kutladı.

5 Mart Pazar günü saat 11.00’de Taksim Tramvay dura­ğından başlayan yürüyüşte “Kadın Fermanı”yla yürüyen kadınlar “Görünmeyen Emek Sesini Yük­selt”, “İki Yüzlü Namusunu Al, Başına Çal!”, “Başka, Başka, Baş­ka Bir Dünya Eşit Özgür Kardeş­çe” sloganlarını attılar.

V

Haftalardır mahallelerden top­lanan bezler üstüne yazdıkları ta­leplerle Galatasaray Lisesi’nin ö- nüne gelen kadın kitlesi, “başka bir sokak, başka bir kent, başka bir ülke, başka bir dünya” özlemini haykırdı. “Evler değil artık dünya­mız” ’’İmece’de birleşsin elleri­miz” “iş, kreş istiyoruz “ yazılı dö­vizleri taşıyan kadınlar şiirler, ti­yatro gösterimi ve yaptıkları ko­nuşmalarla hem yaşadıkları şorun- larmMrem de taleplerini dillendir­

di. Yapılan konuşmalarda “Bu gün buradayız, çünkü sesimiz duyul­sun istiyoruz” dediler. İmeceli Ka­dınlar, cins ayrımcılığına, ezilme­ye, cinsel sömürüye, şiddete ve yoksulluğa karşı seslerini yüksel­terek, kadınların gücünü birleştir­mesinin önemine vurgu yaptı.

Kadınların fermana yazdıkları taleplerden bazıları şunlardı:

“Kadınlar olarak iş ve kreş is­tiyoruz”, “Zorunlu ev kadını ol­mak istemiyoruz”, “Emeklerimiz görünsün istiyoruz”, “Erkeklere

bağımlı olmak değil, kendi ayakla­rımızın üstünde durmak istiyo­ruz”, “Töre cinayetlerine kurban gitmek istemiyoruz”, “Haklarımızı kullanabilmek istiyoruz”, “Kadın­lar olarak eğitim ve sağlık hakkı; güvenli bir gelecek istiyoruz.”

Taleplerini haykıran kadınlar “Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Kadın Dayanışması” sloganlarıyla ey­lemlerini bitirdiler.

İmeceli Kadınlar 8 Mart günü de Esenyurt’ta bir kadın şenliği düzenlediler.

22

Page 25: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006 C |O İ

rakini aratır şekilde birleştirici misyon oynamaktan uzaklaşan Kürt kadınların son derece yanlış politikaları bölünme­de belirleyici oldu. Demokratik Özgür Kadın Hareketi ortak miting örgütleme yönünde bir irade koyabilseydi bölün­me bu kadar kolay olmayacaktı. Birle­şik kitlesel 8 Mart’lar geride kalmış ol­du.

Yıllardır, 1 Mayıs mitingleri sendi­kaların tahakkümü altında yapılırken, 1 Mayıs’lardan farklı olarak 8 Mart mitingleri; mitinge katılan bütün bile­şenlerin katılımıyla planlanmaktaydı. Kadın örgütlenmesi bulunsun, hatta bulunmasın her grup miting örgütleme platformuna katılabiliyordu.Ve bu ge­lenek iki yıldır çok sorumsuzca bozul­muş oldu.

Artık herkes sadece kendi söyleyip kendi dinleyebilecekleri miting ve ey­lemleri yapıyor. Kürt kadınlarının ta­lepleri işçi kadınlardan uzakken, yok­sul ev kadmlarınmki de bir başka yer­de gözden ırakta kalmaktadır. Bir grup politik kadın, erkek yoldaşlarıyla bera­ber olurken, ölüm orucu anneleri sade­ce devrimci militanlara sesini duyura­bilecektir.

İstenen tablo buysa çok başarılı o- lunmuştur.

Herkes “saf’laşmış kimsenin sesi kimseye karışmamış, kimsenin gözü ö- tekinin derdine ilişmemiştir.

Peki, bu parçalanmanın tek nedeni 8 Mart platformuna, erkekleri temel kadın sorunu gören feminist ideoloji­nin kendini dayatması ve buna karşılık Kürt kadın hareketinin de feministlere koltuk değneği olmaya soyunması mı­dır? Bu mu kadın mitingini parçala­mıştır? Evet, böyle bir gerçeklik vardır. Ama burada bitmemektedir. Eğer bu kadarla kalsaydı çok da feveran etme­ye gerek olmayabilirdi. Kadın hareketi bir şekilde girdiği bu yanlış yoldan döndürülebilirdi.

Fakat daha önemlisi içinde bulundu­ğumuz politik atmosfer kadın günde­minden bağımsız olarak ayrışmalara ve gruplaşmalara zemin hazırlamaktadır. Bu ayrışmaların altında yatan ana neden içinde bulunduğumuz politik süreç iyi o- kunduğunda ortaya çıkabilecektir.

8 Mart’ta yaşanan süreci bundan bağımsız değerlendirmek hata olur.

Bu nedenle 8 Mart’taki ayrışmanın müsebbibi sadece feminist-DÖKH itti­fakı değildir. Bu ittifak ayrışmaya dün­den hazırlanan pek çok gruba gerekçe olmaktan daha öteye bir anlama sahip değildir. DÖKH’nin burada ne kazan­dığı çok kuşkuludur, hatta kendilerini tecrit etmeye, yalnızlaştırmaya çalışan politikaların üretildiği değirmenlere kendi elleriyle su taşımış oldular.

İçinde bulunduğumuz politik süreç Mart’taki parçalılığı anlamak için mevcut politik havayı çok iyi hesaba katmak gerekiyor. Evet, ne askeri bir darbe olmuştur ne de 28 Şubat’ta oldu­ğu gibi tanklar yürütülerek balans aya­rı yapılmıştır.

Ancak bu kez farklı bir şekilde; bir düğmeye basılarak politika sahnesinde şoven fırtınalar estirilmeye başlanmış­tır. Düğmeye kah bu akışı daha hızlan­dırmak kah yavaşlatmak için basılıyor. Ve toplumun her kesimi bir düğmenin ucunda bütün hissiyatıyla refleks veri­yor. Sağından soluna kadar hizaya ge­çiliyor.

Geçen yıl Newroz’da linç girişim­

leriyle başlatılan milliyetçi, şovenist dalga Şemdinli’de devletin suçüstü ya­kalanmasının ardından Savcı kriziyle sürdürülmektedir. Öte yandan PKK ey­lemlerinde bir tırmanış göze çarpmak­tadır.

Bölen ve gruplaştıran bu atmosfe­rin boğucu havası altında 8Mart’a gel­diğimizde; birleşik, kitlesel bir kadın mitingi örgütlemenin önünde zaten gö­rünmez duvarlar çoktan örülmüştü.Bir tek adını koymak kalmıştı. Bu siyasi saflaşmada ideolojik, politik yakınlık­lar ve yatkınlıklar birbirini çekiyor ve itiyor. 8 Mart bunun dövüş meydanı ol­maktan kurtulamadı.

Böyle bakıldığında görülecektir ki “Devrimci 8 Mart Platformu” için ko­nu kadın sorunu, gün kadın günü ve o- lay kadınlarla ilgili bir olay değildir.

Sorun içi boşaltılan 8 Mart’a yıl­lardır göz yuman “Devrimci 8 Marf’çı- ların artık sabrının taşması hiç değildir. Böyle olsaydı, geçen seneden bu güne söz konusu platforma imza atanlar ka­dın sorununu gündemine alan kadın ör­gütlenmelerine giderler, biz de yeni ye­ni kadın örgütlerinin boy vermesine ta­nık olurduk. Çünkü 8 Martları burjuva-

İstanbul'da iki ayrı m iting

Emekçi kadınlar 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü i- çin 5 Mart Pazar günü ülkenin birçok yerinde sokaklara, mey­danlara çıktılar. Yapılan tüm ey­lemler Bursa’da fabrikada yana­rak can veren işçi kadınlara a- dandı.

İstanbul’da “Emekçi Kadın­lar Mücadeleye” sloganıyla Be­yazıt’ta bir miting düzenlendi. Miting için gruplar 13.00’de Sa­raçhane’de toplandı. Buradan başlayan yürüyüş Beyazıt Mey­danı ’nda son buldu. Meydanda oluşturulan platformdan kadın­lar taleplerini haykırdılar. “Ya­şasın 8 Mart, yaşasın kadın da­yanışması”, “Cinsel, ulusal, sı­nıfsal sömürüye son” sık sık atı­

lan sloganlar arasındaydı. Ey­lem halaylarla sona erdi.

8 Mart dolayısıyla Kadıköy meydanında yapılan mitinge de binlerce kadın katıldı. Renkli görüntülerin yaşandığı mitingde kadınlar, pankart ve sloganlarla eşitlik istedi, kadına yönelik şid­deti protesto etti. Şiddet, savaş, töre nedenli kadın katliamları ve her türlü sömürüye karşı barış, kardeşlik ve her şeyin daha eşit olduğu başka bir dünya için ör­gütlenme çağrısı yapıldı. Hay­darpaşa Numune Hastanesi ö- nünden başlayan yürüyüş bo­yunca “Biz de yandık Bursa’da, yananlar aramızda, kurtuluşu­muz ellerimizde” yazılı pankart taşındı.

25

Page 26: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C|O İ MART-NİSAN 2006

zinin etkisinden kurtarmak yoksul e- mekçi kadınları örgütlemekle müm­kündür ve bu konuda en azından bir a- dım atılması bu kaygıya dikkatleri çe­kerdi.

Her zaman olduğu gibi bu günü kurtarmak, bu gün için en cin politi­kayı kotarmak yeğleniyor. Duruş bu olunca da müthiş bir düşünce keyfi­yeti alıp başını gidiyor. Artık ayrış­manın nedenleri olarak sayılıp dö­külmeyen hiçbir “devrimci” söz kal­mıyor.

Oysa bu düşünce keyfiyetine en a- zmdan herkesin akima saygı duymanın gereği olarak son verilmelidir. Çünkü inandırıcılık kalmamaktadır.

Sonuç olarak; siyasi konjonktürün

taraflaştırıcı, ayrıştırıcı politikasının devrimci hareketi de etkisine aldığı u- zun bir zamandır gözlenmekteydi. Ya­şanan “saflaşma” asıl olarak bunun so-. nucu olarak uygun bir momentinde ya­kalanmasından hareketle meydana gel­miştir ve bu gruplar kendilerini diğer kesimlerden ayırma, başka bir merkez yaratma, yeniden kendini tanımlama ve çekim gücü olma çabası içine gir­mektedirler. Konu budur.

Kadınların kadın olmaktan kay­naklı her türlü ezilmişliğini ortadan kaldırmak için bugünden yarma kadın dayanışmasını ve mücadelesini büyüt­mek bütün kadınlar için olduğu kadar aslında bütün ezilenler için son derece yakıcı bir konudur.

8 Mart 2006’da parçalanan kadıı mitingi bu açıdan olumlu bir ayrışın değil, tam tersine demokrasi güçlen ni parçalayan, zayıflatan bir rol üs lenmiştir. Kadın hareketi için de ly bir sınav olmamıştır. Demokrasi mi cadelesi bu tablodan dolayı zara görmüş, devrimci demokrat güçleri] parçalanmasına ve birbirinden uzak laşmasma neden olmuştur. Önümüı de daha pek çok gündem var. 1 Ma yıs, linç provaları, şovenizm, hayan mızı yağmalayan yasal düzenleme ler, emperyalist savaşlar ve işgal.. Bütün bu gündemlerde ve başka Mart’larda ezilenlerin mücadelesin bölmek, parçalamak değil; birleştir mek, kitleselleştirmek “başarı” ola rak görülmelidir.

BATÍS B u rsa 1 da a landayd ıBağımsız Tekstil İşçileri Sendika­

sı (BATİS) çalıştıkları fabrikada çıkan yangm sonucu yaşamım yitiren 5 ka­dın işçiyi 8 Mart Dünya Emekçi Ka­dınlar Günü’nde andı ve kadın işçileri gündeme taşıdı.

3 Mart Cuma günü çeşitli demek ve kooperatiflerle birlikte Bursa SSK Müdürlüğü önünde protesto gösterisi düzenleyen BATİS ve diğer kitle ör­gütleri buradan Merinos’a bir yürüyüş gerçekleştirdi. “8 Mart 1857 Nevvyork - 29 Aralık 2005 Bursa - Kapitalizm kadınlan öldürüyor” pankartı taşınır­ken “Özay Tekstil hesap verecek!”, “Özay Tekstil işçisi yalnız değildir!”, “5 kadın işçinin hesabı sorulacak!”, “Bu bir kaza değil, cinayettir, katil ka­pitalizm!”, “Bu ateş bir gün Özay

V

Tekstil’i de yakacak!”, “Yaşasın 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü!” slo­ganları atıldı.

Buradan otobüslerle 5 kadın işçi­nin yakıldığı yere giden kitle Yaylacık Köyü’nde yaklaşık 1 km’lik bir yürü­yüşün ardından 5 kadın işçinin ölü­münden sommlu olan fabrikanın ö~ nünde bir basın açıklaması yaptı. Ba­sın açıklamasından sonra 41 gündür direnişte olan Petrol İş’e bağlı direniş­çi BEPO işçileri ziyaret edildi.

5 Mart Pazar günü ise BATİS kit­lesi önce sendikada toplantı yaparak 8 Mart’ı kutladı. Ardından Setbaşı’ndan

İpekçilik Caddesi’nden yolu kapata­rak toplanma yerine kadar bir kilomet­re pankart ve sloganlarla yürüyüş ya­pıldı. Yürüyüş sırasında “8 Mart 1857 Newyork - 29 Aralık 2005 Bursa - Ka­pitalizm kadınlan öldürüyor” pankartı taşındı. Toplanma yerine yürüyüş ya­parak giden BATİS kortejine apart­man balkonlarından sloganlarla eşlik edildi. İpekçilik’ten Koza Han’a kadar disiplinli ve canlı bir kitle yürüyüşü gerçekleşti.

BATİS üyeleri, karma katılım ge­rekçe gösterilerek bir grup feminist ta­rafından alana sokulmak istenmedi. Büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan ve “Emekçi kadınlar el ele örgütlü

mücadeleye - BATİS” imzalı önlükler ve “BATİS” yazılı dövizler taşıyan BATİS’li emekçi kadmlann direnişi sonucu taviz vermeden alana girildi.

Yaklaşık 600 kişinin katıldığı mi­tingde emekçi kadmlann talepleri BA­TİS kortejinde dövizler ve pankartlar­la BATİSTi işçiler tarafından taşmdı.

BATİS tarihten günümüze devre­den emekçi kadınların mücadelesini, emekçi kadmlann içinde yürüttüğü iş­çi smıfı mücadelesi ve dayanışmasıyla temsil ediyor. Böyle bir bilinçle 8 Mart kutlamasında yerini alıyor olma­nın da bilinciyle 5 kadın işçinin yana­rak yaşamını yitinnesini 8 Mart’ta başlıca gündem konusu yaptı.

24

Page 27: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

İHD İstanbul Şube Başkanı Av. Eren Keskin:

‘CİNSEL İŞKENCE DEVAM EDİYOR*'Bütün bu mağduriyeti yaşayan Kadınlarda benim gördüğüm, ailelerinin erkekleri­ni üzmekten korkmalarıydı. Bunun erkek egemen kültürle çok ilgisi var diye dü­şünüyorum. Biz istediğiniz kadar kendimizi solcu, demokrat, Kürt Ulusal Mareke-

ti'nin bir tarafı olarak tanımlayalım, erkek egemen değer yargılarıyla biz de biçim­lenmişiz. Biz kendimiz de, kendimizi erkeğin namusu olarak görüyoruz.'

Toplumsal politik muhalefetin her türlüsüne yasal/yasal olmayan her türlü anti demokratik yasalar- la/yasaklarla, uygulamalarla, iş­kence ile cevap veren sistem, kadın­ların bu toplumsal muhalefette po- litik/pratik yer alışına ise en katı biçimde cevap veriyor. Sistemin ka- pitalist/militarist yapısı içerisinde tanımlanabilecek bu cezalandırma­nın en başında ise cinsel işkence yöntemi var. İşkence aslolarak kişi­yi konuşturmaya, teslim almaya, ki­şiliğini yok etmeye yönelirken, ka­dına yönelen cinsel işkence boyutu bundan daha da fazlasını içeriyor. Devletin cinsel işkence uygulaması­nın son örneğini, geçtiğimiz Aralık ayında Ekin Sanat Merkezi çalışanı Sevda Aydın yaşadı. Aksaray ’ın Yu- sufpaşa durağında kaçırılan Sevda Aydın araba içerisinde başına çu­val geçirilip, uyuşturularak bilme­diği bir yerde tecavüz işkencesine maruz kaldı.

Politik/adli kadınlara, res- mi/resmi olmayan yollarla yapılan cinsel işkenceyi, insan hakları ala­nındaki mücadelesinin yanı sıra gö­zaltında cinsel taciz ve tecavüz ile ilgili çalışmalarıyla da Türkiye ka­muoyunun yakından tanıdığı Av. E- ren Keskin ile görüştük.

Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavü­ze Karşı Hukuki Yardım Proje­s i ’ne hangi nedenlerle başla­maya karar verdiniz?

1995’e kadar siyasi davalara gi­ren bir avukattım ve işkence ile her zaman yüz yüzeydik. Ama işkence

denilince elektrik, askı, kaba dayak, tırnak çekme vb. ilk aklımıza gelen­lerdi. Ağır iz bırakan işkence yön­temleri söz konusuydu ve o dönem çok yoğun uygulanıyordu. 95 yılın­da ilk kez cezaevine girdim ve altı ay kaldım. Burada kendi müvekkil­lerimle kaldım. Cezaevinde müvek- kil-avukat ilişkisi yoktu, çok yakın arkadaş ilişkisi içindeydik ve bana karşı rahat davranıyorlardı. Bir gün volta atarken bir kadın müvekkilim yanıma geldi ve ağlamaklı bir sesle, “niye bana eskisi gibi davranmıyor­sun? Biliyor musun benim gözaltın­da yaşadıklarımı?” dedi. Ben birden çok şaşırdım ve daha sonra anlattı. Gözaltında tecavüze uğramıştı. On­dan sonra diğer kadınlarla konuş­maya başladık yavaş yavaş. İstisna­sız her kadının gözaltında cinsel ta­cize uğradığını, ama bir bölümünün de tecavüze maruz kaldığını öğren­dim. Ama bunu daha çok tek tek ko­nuşmalarda söylüyorlardı ve bu ce­zaevinde yine de genel bir tartışma haline gelemedi. Ben daha sonra bunu çok düşündüm. Çünkü genel olarak tüm kadınlar düşünceliydi ve mutlaka bunun bir nedeni olmalı di­ye düşünüyordum. Zaman içerisin­de anladımki cinsel işkenceye uğra­yan kadınların özellikle anlatırken- ki yüz ifadeleri ,birbirine çok benzi­yordu. Hepsinde aynı ifade vardı. Cezaevinden çıktıktan sonra ne ya­pılabilir bu konuda diye düşünmeye başladım. Uluslararası A f Örgii- tü’nde bir arkadaşım vardı. Alman­ya’da Alman bir avukat arkadaşla tanıştık ve bu konuları konuşmaya başladık. Af Örgütü’ndeki arkadaş

“eğer böyle bir çalışma yapacak o- lursanız ben de size destek sunarım, kadın örgütlerinden de bu desteği sağlarım. Çünkü böyle bir çalışma­ya başlamanız için kaynağa da ihti­yacınız olacak” dedi ve Kilise Ka­dınları Vakfı isimli bir vakıf bize ilk desteğini sundu.

Herhangi bir nedenle adli ya da siyasi gözaltına alınıp cinsel işken­ceye uğramış kadınlara ücretsiz a- vukatlık yapmaya başladık. Biri Al­manya’da dört kadın avukat olarak 1997 yılında bu çalışmaya başladık.

Bu çalışmaya başlarken dünya­daki deneyimleri de inceledik. O dönem özellikle Bosna ve Ruan- da’da yaşanan bir çatışma ortpmı vardı ve orada da gündemdeydi cin­sel işkence. Kadınların taciz ve te­cavüze uğramaları, babası belli ol­mayan çocuk doğurmaları vb. orada da bir mücadele vardı. 98’de Türki-

25

Page 28: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

q o ! MARONI SAN 2006

ye’de tüm bunları tartışabileceği­miz uluslararası bir toplantı düzen­ledik. Bu toplantıya Almanya’dan, Bosna’dan, Kürdistan’dan kadın hukukçu ve doktorlar geldi. O top­lantıda ana ilkelerimizi belirledik ve beyaz kitapçık adını verdiğimiz Almanca-Türkçe bir kitapçık çıkar­dık. O toplantıdan sonra çalışmala­rımız daha da netleşti ve bugüne kadar geldik.

Cinsel işkence Türkiye’de en çok kimlere, hangi nedenle uygula­nıyor? Diğer işkencelerden farklılığı nedir?

Bu çalışmayı başlattığımız za­man Kürdistan’da bir savaş yaşanı­yordu ve savaşla bağlantılı olarak çok yoğun uygulandı. Başvuran ka­dınların büyük bir bölümü siyasi nedenle ve Kürt meselesi nedeni ile gözaltına alman, tutuklanan kadın­lar. Politik kadınları konuşturmak, davasından vazgeçirmek, kişiliğini yok etmek. Özellikle savaş bağlan­tısı olarak düşündüklerinde o kadı­nın bedeni üzerinden savaşın karşı bitirmek, onun değer yargılarını bi­tirmek, bunu sonuçlandır­mak amaçlanıyor. Bunun dışında adli nedenlerle gözaltına alman ve güzel buldukları kadınlara da konuşturmak için olmasa bile yapıyorlar.

Gözaltına alındığında çırılçıplak soyma, vücu­dunun cinsel bölgelerini sıkma, vücutta cinsel or­gan gezdirme ve tecavüze varan bir işkence uygula­nıyor.

Cinsel işkence çok zor a- çıklanan bir durum.Cinsel işkenceye uğ­rayan kadınlara na­sıl ulaşıyorsunuz?

Bu çalışmaya ilk baş­ladığımız zaman kimse tanımıyordu bu projeyi.Medyanın bu konuda çok etkisi oldu diye düşünü­yorum. İlk çıktığımız dö­nem hakkımızda çok ha­

ber yapıldı. Özellikle Kürt medyası çok sahip çıktı ve kadınlar şunu gördü “benim dışımda başka kadın­lar da var bunu yaşayan” diyerek çok sayıda Kürt kadını açıkladı ya­şadığı cinsel işkenceyi.

Projeye kendiliğinden başvuran kadınlar da oluyor. Bunun dışında biz cezaevlerini dolaşıyoruz. Ayrıca basma yansıyan haberler oluyor za­man zaman ve biz o haber üzerin­den de kadınlara ulaşmaya çalışıyo­ruz. İlk başta Kürt kadınları başvu­ruyordu, sosyalist kadınların başvu­rusu daha zaman aldı. Bazı örgütsel yapılar daha çok başvuruyordu, ba­zıları başvurmuyordu. Siyasi ne­denle ya da Kürt meselesi nedeni i- le yaşanan savaşta gözaltına alman kadınlar daha çok başvurdular ve a- çıkladılar cinsel işkenceyi.

Adli nedenlerle gözaltına alı­nan kadınlar hemen hiç başvurmu­yor. Aslında onlar başvursa bu sayı­nın çok daha fazla olduğu ortaya çı­kacak diye düşünüyorum. Örgütlü değiller ve hak arama bilinci de ge­lişmemiş olduğu için korkuyorlar.

Gözaltında Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi

Travestiler de hemen her gün cinsel işkenceye uğruyorlar, ama korktuk­ları için başvurmuyorlar. Tüm ke­simler tarafından reddedilen bir ke­sim ve sahip çıkanları çok az. Kim­se sahip çıkmaz diye başvurmaya çekiniyorlar. Fuhuş sektöründe olan kadınlar da aynı durumda. Fler an polisle yüz yüze oldukları için çok da karşılarına almak istemiyorlar. Yeni baştan aynı şeyleri yaşarız di­ye. Dediğim gibi adli nedenlerle gözaltına alman kadınlar da başvur­sa bu sayı çok artacak. O nedenle sayılar tam olarak gerçeği yansıtmı­yor.

Kadınlar projenize başvururken ne tür kaygılar yaşıyor?

Çok korku duyulan bir alan. İş­kenceden bahsetmek belki daha ko­lay, ama cinsel işkenceden, taciz­den ve tecavüzden söz etmek çeşit­li korkulara neden oluyor.Kadmlar feodal değer yargılarından dolayı kendilerini kirlenmiş hissediyorlar, korkuyorlar, ailesinin başına bir şey gelecek diye açıklama yapmak iste­miyor. Diğer işkence türleri gibi da­

ha açıklanabilir bir durum değil cinsel işkence. Çün­kü kadın suçlanıyor da bu işkenceyi yaşadığı için.

Toplam başvuru sayısı 222

Suç dağılımıTecavüz 66Cinsel taciz 151

Suçu işleyen failler dağılımıPolis 167Jandarma/asker 46Özel tim 11Korucu 11İnfaz koruma memuru 11İtirafçı 2Gazeteci 1

Kadınların statüsüKürt 172Türk 37Diğer (Alman Bulgar, Roman,Avusturya) 8

Kadınların gözaltına alınma nedenleriSiyasi ya da savaş kaynaklı 191Adli nedenlerden 25

Bizim gibi İslami­yet’in egemen olduğu, bir kız arkadaşımızın yanın­da bile soyunma rahatlığı içinde olmadığımız bir toplumun değer yargıla­rıyla büyümüşüz ve bir­çok erkeğin yanında so­yunduruluyorlar, cinsel tacize maruz kalıyorlar, tecavüze uğruyorlar. Ka­dınlar bunun dışında aile­leri ile de uğraşıyorlar. Birçoğu ailesine açıkla­yamıyor. Projemiz bo­yunca benim çok etkilen­diğim bir olay var ki bu­nu birçok yerde anlattım. 8-9 yıl önce, gerillaya yıllar önce katılan kızını arayan bir baba gelmişti büromuza. 5 yıldır kızın­dan bir haber alamadığı-

26

Page 29: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTNİSAN 2006 CJOİ

m, bir telefon geldiğini, kızının ça­tışmada yakalandığını söylemişler kendisine. Biz aramaya başladık kı­zını. Diyarbakır Cezaevi’nde oldu­ğunu öğrendik. Ben kızıyla görüş­meye gittim. Görüşmemizde 66 gün Silopi Jandarma Karakolu’nda ara­lıksız tecavüze uğradığını, ama bu­na rağmen kendisine imzalatılmak istenen ifadeyi imzalamadığını söy­ledi. Ben hemen suç duyurusunda bulunalım, açıklama yapalım, rapor alalım dedim. Beklemek istediğini söyledi. Daha sonra ilk celsede tah­liye oldu ve beni aradı. Bana “çok kızacaksın biliyorum, ama ben suç duyurusunda bulunmak istemiyo­rum” dedi. Niçin diye sorduğumda “babamı üzmek istemiyorum” ceva­bını verdi. Bütün bu mağduriyeti yaşayan kadınlarda benim gördü­ğüm, ailelerinin erkeklerini üzmek­ten korkmalarıydı. Bunun erkek e- gemen kültürle çok ilgisi var diye düşünüyorum. Biz istediğiniz kadar kendimizi solcu, demokrat, Kürt U- lusal Hareketi’nin bir tarafı olarak tanımlayalım erkek egemen değer yargılarıyla biz de biçimlenmişiz. Biz kendimiz de, kendimizi erkeğin namusu olarak görüyoruz. Bunun da çok kolay aşılabildiğini düşün­müyorum. Adli ya da siyasi olsun bu kalıntıları göz­lemliyorum cinsel işkenceye uğrayan kadınlarda.

mak gerekiyor. Bu hiç kimsenin devrimci olmadığını göstermez. Fi­ziki kalıntıları belki bir süre sonra geçiyor, ama psikolojik olarak mu­hakkak iz bırakıyor. Onların avu­katlığını yapan, başvurusunu alan bizler için de aynı şey söz konusu. Çünkü biz de travma yaşıyoruz.

Türkiye’de işkence davalarının çok önemli bir bölümü sonuç­suz kalıyor. Cinsel işkencenin tespit edilmesinde ve cezalan­dırılmasında ne tür sorunlar yaşıyorsunuz? Hukuksal sü­reçleri cinsel işkence açısından proje çalışmanız boyunca nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cinsel işkence ispatı çok zor o- lan bir işkence biçimi. Kadın eğer bakireyse ilk 7-10 gün içinde fizik­sel rapor alınması gerekiyor. Çünkü kızlık zarındaki yırtık, eski yırtık o- larak geçiyor. Kadın bakire değilse eğer ilk 48 saat içinde fiziksel rapor alınması gerekiyor. Ama kadınlar bu süreleri çeşitli nedenlerle kaçırı­yorlar. Korkuyorlar, hemen açıkla- yamıyorlar. Geriye bir tek yöntem kalıyor o da psikolojik raporla iş­kencenin belgelenmesi. Bunda da gerçek anlamda rapor verebilecek tek kurum var; o da Çapa Tıp Fa­

Cinsel işkenceye uğrayan ka­dınlar sonra­sında ne tür sorunlar yaşı­yorlar?

Bu işkenceyi yaşayan her kadın psikolojik olarak çok büyük bir travma yaşıyor. Kirlenmişlik duy­gusunu çok yoğun yaşıyorlar. Ben bize başvuran tüm kadınlara mutla­ka fiziki ve psikolojik tedavi alma­larını öneriyorum. Ama bu bizim topraklarımızda pek yapılmıyor. Örgütlü ya da siyasi olmakla bunun çok fazla ilgisi yok diye düşünüyo­rum. Çok insani bir durum ve son derecede normal, bundan kaçmrna-

'Türkiye'de iç hukuk yolları açısından sonuç almak ne­redeyse şu anda imkansız gibi bir şey. Bunun da tabii

tek nedeni cinsel işkencenin bir devlet politikası olması. Ayrıca sadece işkence yapan değil, suçlu olan bence. O-

nun hakkında soruşturma açmayan savcı, bu işkenceyi raporlamayan hekim ya da zaman aşımından dava düşü­ren hakim bunların hepsinin bu sistematiğin bir parçası,

suçlusu olduğunu düşünüyorum /

kültesi Psiko-Sosyal Travma Mer­kezi".' Bunun dışında bağımsız iş­kence rehabilite merkezleri, Türki­ye İnsan Hakları Vakfı, Toplumsal Araştırma Vakfı vb. Fakat Türki­ye’de çok önemli bir sorun, işkence ve buna bağlı olarak cinsel işkence­nin belgelenmesinde tek resmi bi­lirkişi kurumu Adli Tıp Kurumu. Siz istediğiniz kadar bağımsız mer­kezlerden rapor alın, mahkemeler

ve savcılar bu raporların Adli Tıp tarafından onaylanmasını istiyorlar. Sonuçta Adli Tıp bir devlet kurulu­şu ve bir devlet biriminin yaptığı iş­kenceyi bir başka devlet kurumu- nun raporlaması gerekiyor. Ve bu da her zaman mümkün olmuyor. Sonuçta Adli Tıp bünyesinde çalı­şan tüm hekimler için değilse bile, çünkü aralarında dürüst çalışan he­kimler de var, ama oradan maaş a- lan, siyasi görüşü doğrultusunda çalışan hekim de var. Bağımsız davranmaları mümkün olmuyor ço­ğunlukla ya da korkuyorlar. Çünkü rapor veren doktorlar hakkında da davalar açılabiliyor. O nedenle iş­kencenin belgelenmesinde bağım­sız hekimlerin raporlarının önemi son derece büyük. Ama biz aldığı­mız bu delilleri yine de mahkemeye sunuyoruz. Davalara tecavüzden başvursak bile çoğunlukla sadece kötü muameleden, işkenceden açılı­yor. Tecavüzden açılan dava sayısı 4-5 tanedir. Bu davaların büyük bir bölümü de savcıların raflarında bekliyor. O yüzden bence Türki­ye’de iç hukuk yolları açısından so­nuç almak neredeyse şu anda im­kansız gibi bir şey. Bunun da tabii tek nedeni cinsel işkencenin bir devlet politikası olması. Ayrıca sa­

dece işkence ya­pan değil, suçlu o- lan bence. Onun hakkında soruştur­ma açmayan savcı, bu işkenceyi ra­porlamayan hekim ya da zaman aşı­mından dava düşü­ren hakim bunların hepsinin bu siste­matiğin bir parça­sı, suçlusu olduğu­

nu düşünüyorum.

Biz Türkiye’de sonuç alamadı­ğımız zaman Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruyo­ruz. Aslında AİHM’nin de bu konu­da özellikle son dönemlerde çok politik davrandığını, devletleri ko­ruyucu bir yaklaşım içinde olduğu­nu düşünüyorum. AİHM’e bireysel başvuru çok önemli bir haktır ve

27

Page 30: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

CJOİ MART-NİSAN 2006

bunu da sonuna kadar kullanmak gerekiyor. A- ma şunu da unutmamak gerekiyor ki AİHM de devletlerin bir mahkeme­sidir. Özellikle Türki­ye’nin AB sürecinin baş­lamasıyla birlikte Türki­ye’yi koruyucu kararlar aldıklarını düşünüyorum.Örneğin konumuzla ilgili değil, ama ayrımcılığı yasaklayan 14. madde var. Bugüne kadar Kür- distan’daki ölümler, te­cavüzler bunların hepsi devlet “ayrımcılık” uy­guladığı için yapıldı. Ve yapılan başvurularda ay­rımcılık da bir madde o- larak sunuldu. AİHM bu­güne kadar bir kez bile Türkiye’yi ayrımcılıktan mahkum etmedi. Oysa bir kere mahkum etse bü­tün yasasını değiştirmek zorunda kalacak. Mesela tecavüz dosyalarında giderek Türk Devle­ti’ne yakın düşünmeye başladılar. O nedenle bir imkandır sonuna kadar kullanmak gerektiğini düşünüyo­rum, ama politikleştiğini düşünüyo­rum. Bu süreçlerin ancak içeriden mücadelenin yükseltilerek değişti­rilebileceğini düşünüyorum.

AB ile ilgili son dönemlerde bazı değişikliklere dikkat çekmek is­tiyorum. Örneğin gözaltı süreleri kı­saldı. İşkence/cin- sel işkence eskiye oranla daha fazla da tartışılmaya başlandı. AB süreci ile gördüğümüz şu; resmi kayıtlı gözaltılarda artık daha az iz bırakan işkenceler yapılıyor. Örneğin teca­vüz daha az uygulanan bir yöntem. Ama cinsel taciz iz bırakmamak kaydıyla yine çok uygulanıyor. Ka­nıtlanması da en zor olan uygula­ma. Fakat yine AB süreci ile ilgili kayıt dışı, yani resmi olmayan gö- zaltılarda da bir artış başladı. Ka­çırmalar yoğunlaştı. Eskiden bu ka­

dar değildi. Kaçırma yoluyla yapı­lan, resmi olmayan gözaltılarda es­ki ağır işkence uygulamaları taciz ve tecavüz dahil olmak üzere hepsi yapılıyor. Bu noktada şunu da söy­lemek istiyorum. Türkiye’de işken­ce bitmedi. Sadece kayıtlı gözaltı- lardaki yöntemler değişti. Kayıtsız gözaltılarda yine aynı eski yöntem­ler devam ediyor.

Sisteme karşı her türlü mücadele ya da muhalefet birçok baskı i- le karşılaşıyor, siz bu çalışma­nız süresince ne tür baskılarla karşılaştınız?

Kolay değil böyle bir çalışmayı bu topraklarda yapmak. Ben sadece bu proje nedeni ile değil İnsan Hak­ları Derneği’ndeki çalışmalarım ne­deni ile de çok fazla olay yaşadım. Örneğin daha bugün (röportajın ya­pıldığı gün) Dersim’de gözaltına a­

lman bir arkadaşımla bile tehdit göndermişler bir müvekkilimle ilgili ola­rak.

Biz bu projede çalı­şırken bir komiser üzeri­me yürüdü ve bana dedi ki: “Eren hanım bize iş­kenceci deyin, ama teca­vüzcü demeyin, bunu di­yemezsiniz. Biz tecavüz­cü değiliz. Biz Türk poli­siyiz.” Hem yapıyorlar hem de değer yargıları nedeni ile gizliyorlar. İş­kenceyi gizlemek onların derdi değil, ama tecavüz olayına gelince bunun dillendirilmesini hiç iste­miyorlar ve bundan da çok rahatsızlar. Bu yüz­den hakkımızda defalar­ca dava açıldı. Müvekkil­lerimle haber yolluyorlar “ona da tecavüz edece­ğiz” diye. Ben kendim de

cinsel taciz mağduru oldum Fatih Altaylı tarafından. Defalarca ölüm tehdidi aldım ve hala da almaya de­vam ediyorum.

Yaptığımız çalışma aslında sa­dece işkenceye karşı bir mücadele değil. Militarizm, erkek egemenli­ğinin son aşaması ve biz bunu bü­tün raporlarımızda dile getiriyoruz.

Bu militarist, er­kek egemen şidde­tin ve kültürün so­nucu olan bir şey. Hem erkekliği, hem askerliği her şeyi konuşturarak kadını teslim al­

mak, konuşturmak istiyorlar. Onu vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bunu bütünlüklü düşünmek gerekiyor. Çünkü erkek ile kadın arasındaki ezme ezilme ilişkisine karşı çıkar­ken sadece buna karşı çıkmıyorsu­nuz. Militarizme, ırkçılığa, kapita­lizme bütün yarattıkları tüm olum­suz sonuçlara karşı çıkıyorsunuz. Militarist yerleşik yapının yarattığı bir ihlal alanına ilişkin bir mücade­le olduğu için de doğal olarak tep­kileri de o kadar büyük oluyor.

Özellikle savaş bağlantısı olarak düşündüklerinde o kadının bedeni üzerinden savaşın karşı bitirmek, onun değer yargı­larını bitirmek, bunu sonuçlandırmak amaçlanıyor. Bunun dışında adli nedenlerle gözaltına alınan ve güzel buldukları

kadınlara da konuşturmak için olmasa bile yapıyorlar.

28

Page 31: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Genel Sağlık Sigortası ile ilgili olarak İstanbul Tabip Odası Temsilciler Kurulu Divan Üyesi Dr. Bora İnce ile görüştük...

‘Ka m u sağ liğ i h iz m e t l e r i

TASFİYE EDİLMEK İSTENİYOR’Röportaj: Zeynep Koru

Primini-vergisini yatırmayan birey hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamaya­cak, sağlık kurumiarının kapısından geri çevrilecektir. Primini eksiksiz yatır­

mış olanlar ise sınırlı sağlık hizmetinden yararlanabilecekler.Daha fazla sağlık hizmeti almak isteyenler için ek sigortalar gerekecektir.

Yani herkes parası kadar sağlık hizmeti alabilecek.

Neo-liberal politikaların taşeron örgütü olan AKP hükümeti bir süredir gözünü sağlık alanına dikti. Sağlıkta dönüşüm progra­mı nedir; halkın sağlığını nasıl dönüştürecek?

Sağlıkta dönüşüm programı, sağ­lık alanında neo-liberal dönüşüm ana başlığı altında değerlendirilebilir. AKP hükümetinin IMF-Dünya Ban­kası patentli özelleştirme/yoksullaş- tırma programının bir parçasıdır. A- maçlanan, kamu sağlığı hizmetleri­nin tasfiyesi, sağlığın piyasa koşul­larına uydurulması, sağlık ortamımı­zın küreselleşmeye entegrasyonudur.

AKP hükümeti bugüne kadar hangi adımları attı?

Öncelikle kamuoyu tepkisini mi­nimize etmeye dönük bir çaba harca­dı. Aslında önceki hükümetler kamu sağlık alanını iyice hırpalamıştı. AKP hükümeti de “yatırım yapma­yarak, genel bütçeden sağlığa ayrı­lan payı kısıtlı tutarak, personel ge­reksinimi ve dağılımını göz ardı ede­rek vb.” kamu sağlık kurumlar mm çökertilmesi için zemini iyice hazır­ladı. Yoksul halkın kamu sağlık ku­rulularından eşit, nitelikli ve ücretsiz hizmet alabilme koşullarını tama­men ortadan kaldırdı.

Yaratılan bu memnuniyetsizlik ortamından yararlanarak SSK sağlık kurumlan tasfiye edildi, SSK’lılarm ve kamu çalışanlarının özel sektör­den “hizmet alabilmelerinin” yolu a- çıldı, aile hekimliği pilot uygulama­sı başlatıldı. Sıra, Genel Sağlık Si­gortasının yasalaştırılmasına geldi.

Genel Sağlık Sigortası ile emekçile­ri bekleyen nedir?

Sağlık hizmetlerinden yararlan­ma olanaklarının azalması ve daha da yoksullaşmadır. Aslında hükümet aylar öncesinde bu yasa tasarısını meclis gündemine getirdi. Fakat, ge­rek Türk Tabipler Birliği ve emek ör­gütlerinin yoğun tepkisi, gerekse ye­terli hazırlığı yapmamış olmaların­dan dolayı tasarı geri çekildi. IMF i- le yapılan son görüşmede varılan zo­runlu anlaşmanın gereği olarak, yani hükümetin kulağı çekildiği için yasa tasarısı çaresiz gündeme getirildi.

Genel Sağlık Sigortası aslında bir sağlık vergisidir ve asgari ücretin üçte birinin üzerinde geliri olan her birey tarafından ödenmesi zorunlu­dur. Yani 127 YTL gelir yoksulluk sınırı olarak kabul edilmiş, 127 YTL üzerinde geliri olan herkes tarafın­dan yaklaşık 65 YTL ile 410 YTL a- rasmda sağlık vergisi ödeme zorun­

luluğu getirilmiştir. 127 YTL’nin al­tında geliri olan “yoksulların” vergi­leri genel bütçeden karşılanacaktır.

GSS ’si olan herkesin sağlık güven­cesi tam olacak mı?

Öncelikle primini-vergisini ya­tırmayan birey hiçbir sağlık hizme­tinden yararlanamayacak, sağlık ku­ramlarının kapısından geri çevrile­cektir. Primini eksiksiz yatırmış o- lanlar ise sınırlı sağlık hizmetinden yararlanabilecekler. Daha fazla sağ­lık hizmeti almak isteyenler için ek

29

Page 32: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

sigortalar gerekecektir. Yani herkes parası kadar sağlık hizmeti alabile­cek.

AKP hükümetinin halk sağlığına, koruyucu hekimlik alanına dö­nük hedefleri nelerdir? Yoksa sağlık ocaklarımız elimizden a- lınacak mı?

Sağlıkta dönüşümle beraber bi­rinci basamak koruyucu sağlık hiz­metinin aile hekimliği hizmetine dö­nüştürülmesi istenmektedir. İlk uy­gulama Düzce’de başlatılmıştır. Ama bu tam bir fiyaskoya dönüştü. Her türlü merkezi desteğe rağmen Düzce halkı sağlık ocaklarını arar hale gel­di. Sağlık çalışanları ekip hizmeti vermekten uzaklaştırılmış ve mes­leklerine iyice yabancı yabancılaştı­rılmıştır. Bütün bunlara rağmen hü­kümet aile hekimliği uygulamasını süratle diğer illere de yayma çabası içindedir. Yani AKP hükümetinin kirli eli sağlık ocaklarımızın üzerin­dedir.

Yabancı hekim çalıştırılmasının serbestleştirilmesi sağlığımızı nereye götürecek?

Burada ikili hedef güdülmekte­dir. Yabancı hekim çalıştırılması as­lında sağlığın ticarileştirilmesinin ve serbest pazar ekonomisinin doğal so­nucudur.

İkili iıedef şudur; öncelikle bü­yük kentler yabancı hekim projesi kapsamına girecek ve bu hizmetten başlangıçta burjuvazi yararlanacak­tır. Yani bir avuç azınlık, sağlığı için yurtdışma gitme zahmetine katlan­mayacak. Ardından, yoksullar için, yoksul ülkelerden hekim getirtilerek düşük ücretlerle hekim çalıştırıla­caktır. Yani hekim emeği daha da de- ğersizleştirilecektir. Tabii ki hükü­met yabancı hekim projesini de sağ­lık kentleri vb. isimlerle süslü amba­lajlar içinde sunmaktadır. Bu paketin içinden de yoksulluk çıkacaktır.

Sağlıkta dönüşüm gerçekleşirse ne­lere yol açacakf

Koruyucu hekimlik ortadşn kal­kacak, aşılanma oranı düşecek, bula­şıcı hastalıklar artacaktır. Herkes pa­

q O İ MART-NİSAN 2006

rası kadar sağlık hizmeti alabilecek­tir. Sağlık harcamaları kat be kat ar­tacaktır. Sağlık çalışanları örgütsüz- leşecek, çalışma barışını tümüyle kaybedecek, mutsuzlaşacaktır. E- mekçi halk daha da yoksullaşacak.

Sağlıkta dönüşüm programının sağlık emekçilerine yansıması nasıl olacaktır?

“Performansa dayalı ücretlendir- me” hekimler ve diğer sağlık çalı­şanları ile farklı branşlardaki hekim­ler arasında eşitsizlik/adaletsizlik yaratacaktır. “Sözleşmeli çalışma”, iş güvencesini yok edecek, mevcut haklan sınırlandıracak, angaryayı yasallaştıracak, kamuda istihdamı sı­nırlandıracaktır. “Taşeronlaştırma”, sağlık çalışanlarının emeğini daha da değersizleştirecek, çalışma koşul­larını olumsuz etkileyecek, insan o- nurunu zedeleyecektir. Hekim-hasta ilişkisi piyasa kuralları tarafından belirlenecektir...

Türk Tabipler Birliği nasıl bir sağ­lık sistemi istiyor?

Genel vergilerden finansmanın sağlandığı, sağlığa bütçeden yeterli payın ayrıldığı, genel pratisyendik e- saslı birinci basamak sağlık hizmeti­ni önceleyen, herkese eşit-ücretsiz sağlık hizmetinin sunulduğu “kamu- cu-eşitlikçi” bir sağlık sistemi isti­yoruz. Ve ayrıca dünyayı yeniden keşfetmiyoruz. Bu sistem sosyalist sistemlerde başarıyla uygulandı, uy­gulanıyor. Ülkemizde de geçmiş yıl­larda kısmen uygulandı.

Çalışanlar için insanca çalışma koşullan, insanca geçinebileceğimiz ücret, iş güvencesi, grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı istiyoruz. Buradan Küba yönetimine ve son dönemde önemli mesafeler kateden Venezüella yönetimine sundukları çok başarılı örneklerden dolayı se­lam gönderiyoruz...

50

Page 33: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

STRATEJİK KAYMALAR VE

YEN İ İ TTİ FAK ARAYIŞLARI

Mehmet Vılmcızer

Amerika'nın mevzi kaybettiği Latin Amerika'da başlıca iki farklı karakter var. Bre­zilya, Şili ve Arjantin gibi neo-liberal politikalara yumuşak bir direnç gösteren ilk kesim, bir yandan da DTÖ'de Amerika ve Avrupa'nın ikiyüzlü politikalarına karşı

bir zemin yaratmaya çalışıyorlar. Daha radikal zeminde duran Venezüella ve Bolivya, sadece direnmekle kalmayıp, alternatifler yaratma hedefini güdüyorlar.

Dünyadaki güç merkezleri arasın­daki ilişkide 2001 ’de ikiz kulelerin yı­kılışının hemen arkasından kurulan dengelerde bugün çok önemli kayma­lar yaşanmaktadır. Genel olarak ele a- lmdığmda o günden bugüne geçen beş yılda ABD ve AB’nin konumunda bir yıpranma ortaya çıkarken, Çin ve Rusya’nın konumunda bir gelişme ya­şanmıştır. İçinde bulunduğumuz gün­lerde bu tabloyu değiştirmek için ABD’nin yeni bir atak geliştirmekte olduğu görünüyor.

Önce mevcut durumun bir tablo­sunu çıkartalım.

ABD, 2001 başından itibaren yo­ğun bir saldırıya kalkışmış, ilk Körfez Savaşı’ndan sonra kendi aleyhine de­ğişen dengelerde köklü bir sıçrama yaratmıştır. Afganistan’ın doğrudan ve buna bağlı olarak Merkez Asya’nın dolaylı işgali gerçekleştirilmiştir. Ara­dan beş yıl geçtikten sonra ABD hala Afganistan’dadır, ancak Merkez As­ya’daki mevzilerini tek tek kaybet­mektedir. Bu bölgede yapılan “porta­kal devrimi” girişimleri bir sonuç ya­ratmamıştır. ABD Merkez Asya’da 2001’de elde ettiği mevzileri bugün kaybetmektedir.

Afganistan’ın işgalinin ardından esas büyük hedef Irak’m işgali ger­çekleştirilmiştir. İşgalin üzerinden yıl­lar geçtikçe ABD’nin “düzen kurma” umutları azalmaktadır. En kısıtlanmış

işgal koşullarında oynanan demokrasi oyunu bile ABD’nin istemediği so­nuçlar yaratmıştır. Irak içinde yaşanan Şii ve Sünni gerilimi aslında bölgede­ki güç dengelerinin bir sonucundan başka bir şey değildir. ABD, Şad­dandı devirdikten sonra hangi denge­ler üzerinde yürüyebileceğini tespit e- debilmiş değildir. İşgalde kurtarıcı gi­bi karşılanacağını varsaydığı için, iş­gal sonrası dengeler için hiçbir hazır­lık yapmamıştır. Ayrıca böyle hesap­ların ne ölçüde tutacağı da ayrı bir so­rundur. Irak’m bölünmesi, bölgede yepyeni bir dönemi başlatır. Askeriye camiinin bombalanması ile başlayan süreç, aslında Irak içinde çözümsüz

bir noktaya gelen güç ilişkilerinin zor­la bir şekle sokulma provasıdır. Ancak hangi sonucu yaratacağını kimse bil­miyor. Irak’taki durum ABD’nin elini kolunu bağlayan sonuçlar yaratmakta­dır. Netice olarak, işgal gerçekleşmiş ancak ABD lehinde dengeler henüz inşa edilememiştir. Bu durum Ameri­ka’yı fazlasıyla yormaktadır.

Amerika’ya son darbe Hamas ta­rafından vurulmuştur. Filistin hareketi içinde Arafat sonrası yaratılmaya çalı­şılan tam uzlaşmacı çizgi, Hamas’m zafer kazanmasıyla konum kaybet­miştir. Fetih’in yenilgisi sadece poli­tik zayıflıklarından dolayı değil, yıl­larca yardımlarla beslenip çürümesin-

51

Page 34: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTIM ¡SAN 2006

AB, politik bir güç olarak zayıftır. Bu onun en önemli handikabıdır. Daha önceki dönemde AB'yi sürükleyen Almanya-Fransa ekseni,

Almanya'daki yeni iktidarla ne ölçüde gidecektir?

dendir. Fetih yönetimindeki yozlaşma yenilginin esas nedenlerinden birisi­dir. Buradan şu sonuç çıkartılmalıdır. Neo-liberalizmin pervasızca bencilli-

, ği körüklemesi, gündelik çıkarlarla bilinçleri körleştirme çabaları Filistin topraklarında tutmamıştır. Hamas’m zaferi aynı zamanda moral değerlerin aşağılanmasına karşı da bir tepkidir. Ortadoğu’da önüne büyük hedefler. koyan ABD, Irak’ta yaşadığı patinaj­dan dolayı İran ve Suriye hedeflerine yönelirken, önceki hatalarını tekrarla­mamaya çalışıyor.

Amerika’nın diğer mevzi kaybet­tiği alan Latin Amerika’dır. Aslında Arjantin ayaklanması Latin Ameri­ka’da neo-liberalizmin en açık bir şe­kilde iflasının sembolü oldu. Bu dalga

„ büyüyerek vuyıjıvor^Bu lıca iki farklı karakter vardır. Brezil­ya, Şili ve Arjantin gibi neo-liberal politikalara yumuşak bir direnç göste­ren bu kesim, bir yandan da Dünya Ti­caret Örgütü’nde Amerika ve Avru­pa’nın ikiyüzlü politikalarına karşı bir zemin yaratmaya çalışıyorlar. Daha radikal zeminde duran Venezüella- ve Bolivya, neo-liberal politikalara sade­ce direnmekle kalmayıp, alternatifler

yaratma hedefini güdüyorlar. Ameri­ka, Irak Savaşı’ndanberi Ortadoğu’ya yoğunlaştığı için Latin Amerika’ya müdahalede gecikiyor. Elbette Penta­gon yola çıkarken böyle hesap yap­mamıştı. Irak’ta çiçeklerle zafer kaza­nıp ve Saddam diktatörlüğüne karşı demokrasiyi inşa ettikten sonra, bura­dan aldığı güçle bütün dünyada kaba­dayılığını yükseltecek, adeta karşı ko­nulmaz bir güç haline gelecekti. Bu rüzgar bütün dünyada ve elbette Latin Amerika’da da etkisini gösterecek, bi­linç ve davranışlarda büyük bir baskı oluşturacaktı. Bunun yerine direnişle bocalayıp, Irak’.ta patinaj yaptıkça dünya ölçüsünde güç ve itibar kaybe­diyor.

Sonuç olarak, ABD, 2001’de he­deflediği pozisyonun çok gerisinde­dir. Şu anda, Merkez Asya ve Latin A- merika’da çok açık mevzi kaybetmek­tedir; Ortadoğu’da da stratejik olarak yerinde saymakta, yıpranmaktadır.

Avrupa Birliği, diğer yıpranan büyük güçtür. Yapısal sorunlarından dolayı, dış politikada bugüne kadar bir ağırlık oluşturamayan AB, neo-li­beral politikalara ayak uydurmanın

bedelini kendi iç gerilimlerinin yük­selmesiyle ödemektedir. AB Anayasa­sının Fransa ve Flollanda’da reddi, “Brüksel politikalarına” sıradan Avru­palInın artan tepkisini göstermiştir. Paris varoşlarının yanması ise, tepki­nin başka bir derinliğini ortaya koy­muştur. AB, Amerika ve Rusya’nın çekim alanında sallanmaktadır. Yapı­sından dolayı AB’nin kararlı bir stra­tejik güç olarak davranabilmesi im­kansız görünüyor. Irak Savaşı sırasın­da aldığı konumu, savaş sonrasında da belli ölçülerde sürdüren Avrupa, karşı bir strateji geliştirme gücünde olmadı­ğı için, sonuçta Amerika’nın atakları­na göre pozisyon almaya devam et­mektedir. Savaş sonrası süreçte, ABD, Suriye ve İran hedeflerini belirleyince AB bu gidişin karşısında olamayacağı

için, sınırlı hedeflerle ABD’nin yönelişini etki­lemeye çalışmaktadır. Fransa’nın Lübnan ve Suriye üzerine ABD ile anlaşması; İran konusun­da da, ABD çok yıprandı­

ğı için nükleer silah pazarlıklarında AB’nin öne çıkması, iki gücün zorun­lu işbirliği olarak yorumlanmalıdır. “Zorunlu”, çünkü ABD, Irak’m kim­yasal silah yalanlarından sonra dünya için inandırıcı olamazdı; öte yandan, AB de İran’ın bir nükleer güç olması­nı kesinlikle istememektedir. Buradan zorunlu bir işbirliği ortaya çıkmıştır. Ancak rekabet bütün hızıyla devam e- diyor. Bush’un Hindistan gezisinden bir hafta önce Chirae, kalabalık bir heyetle Hindistan’daydı. Dokuz an­laşma imzaladılar. Bunların arasında nükleer enerji de vardır. ABD ve AB aralarındaki güç dengesini lehlerine çekebilmek için birbirinin gölgesini izliyor.

AB, politik bir güç olarak zayıftır. Bu onun en önemli handikabıdır. Da­ha önceki dönemde AB’yi sürükleyen Almanya-Fransa ekseni, Almanya’da­ki yeni iktidarla ne ölçüde gidecektir? Ayrıca AB bütçesi daraldığı için hare­ket kabiliyeti ve yeni ortaklarını şekil­lendirme hızı da yavaşlayacaktır. AB, bir yandan ABD’nin yüksek teknik gerektiren, uzay, silah, yeni gelişen gen ve nano sanayi rekabetiyle; öte

Emperyalist paylaşımın en çıplak görüntüsü...

52

Page 35: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006 C|Oİ

yandan Çin dünyanın ucuz emek atöl­yesi oldukça oradan gelen tüketim mallarının rekabetiyle karşı karşıya­dır. ABD’nin açık stratejik hedefleri vardır, ancak aynı şey AB için söyle­nemez. AB, ABD’nin adımlarına tep­ki üretme seviyesindedir. AB’nin bir stratejik hedefinden söz edilecekse, o da, birliğin Doğu Avrupa’ya genişle­tilmesidir. Bu hedef bile sorunlu yürü­mekte, ortaya güçlü bir politik irade çıkmadığı gibi, bu yayılma kritik an­larda AB’de politik parçalanmalara yol açmaktadır. Dünyadaki yeniden paylaşım hiçbir v şekilde bütün güç merkezlerinin “ortaklaşa” davranışına dönüşmeyip, tersine daha da şiddetle­neceği düşünülürse, AB için gelecek günler çok daha zorlu olacaktır. Ana­yasa, politik merkezi bir güç yaratma­nın en asgari adımı olacaktı. Bugün o asgari seviye bile yakalanamamıştır.

Rusya, Irak Savaşı sonrası hızla kendini toparlamıştır. Dünya ve bölge politikasında daha aktif rol almak için girişimlerini artırıyor. Ancak hala e- konomisi enerji (petrol ve doğal gaz) ve silaha dayanmaktadır. Dünya paza­rında başka alanda bir rekabet gücüne sahip değildir. Altyapı ve kurumlar o- larak da fazlasıyla yıpranmıştır. Bu konuda Amerika kadar kötüdür. Ba­tı’dan ve Doğu’dan bütün kırmızı çiz­gileri zorlanarak sıkıştırıldı. Fakat bu konuda bir sınır çizgisine gelindiği ve Rusya’nın daha geriye gitmeyeceği anlaşılıyor. Ukrayna üzerine bilek gü­reşi “portakal devrimi”yle bitmemiş yeni başlamıştır. Merkez Asya’da ise Rusya kaybettiği mevzileri yavaş ya­vaş geri almaktadır. Son dönemde kri­tik alan Gürcistan’dır. Sık sık “Rusya ile savaşmak”tan söz eden Gürcistan, Amerika’nın tetiklemesiyle ikinci bir Çeçenistan’a dönüştürülebilir. Rusya kendini toparlayıp ileriye doğru adım­lar attıkça ABD ve Avrupa tarafından hırpalanacaktır.

Çin, büyük çelişkilerle birlikte nefes nefese bir gelişim göstermekte­dir. Ekonomi, büyük sosyal hoşnut­suzlukları biriktirmek ve hatta doğa­nın katliamı pahasına gelişmektedir. Ancak Çin, bu konuda fazla seçeneği olmadığını, er geç “hesaplaşma” za­manının geleceğini biliyor. Bütün A­

merikan stratejik düşünce tankları son dönemde Irak ve İran’dan çok Çin ü- zerine araştırma ve yorumlarla dolu­dur. En kırılgan noktası enerji olduğu için bu konuda büyük bir arayış ve a- tak içindedir. Merkez Asya’dan Afri­ka’ya kadar petrol anlaşmaları yap­maktadır. Elbette en önemli anlaşma­yı -“yüzyılın anlaşması” deniyor- İran ile yapmıştır. Son dönemde Rusya ile geniş çaplı askeri tatbikatlar yaparak, ilişkisini daha yüksek seviyeye çek­miştir. Bu arada ABD yayın organla­rında “Çin’in gizli askeri üsleri” üze­rine bol spekülatif yazıların çıkması, Pentagon’un bir şeylere hazırlandığı­nın işaretidir. ABD’nin Hindistan’ı kendine karşı konumlandırmasını en­gellemek için, birkaç ay önce ilginç tekliflerle Hindistan’la görüşmeler başlatmıştır.

Çin’in stratejik olarak ilk hedefi, dünyadan çok, Pasifik bölgesinde et­kinliğini yükseltmektir. Bu konuda son on yıldır büyük adımlar atmıştır. Şu anda dünyanın en fazla döviz re­zervi olan bölgesi Uzak Doğu’dur. Çin, Japonya’dan sonra en fazla rezer­ve sahiptir.

Japonya, ekonomik olarak bir dev olmaya devam ediyor, ancak poli­tik cüceliği ise derinleşerek sürmekte­dir. 90’lı yılların başlarında ABD po­litikalarından bir kopuşma isteği gös­teren ve “normal bir ulus” olma yolu­na çıkmaya niyetlenen Japonya, böl­

gede Çin’in çok hızlı büyümesi nede­niyle, yeniden ABD stratejik hedefleri­ne angaje hale gelmiştir. Yaşadığı u- zun ekonomik durgunluk (1990-2000) ile “Japon ekonomik mucizesi” diye bir şeyin olmadığını görmesi, buna karşılık “Çin mucizesi”nin doğuşuna tanık olduğu için, 90’ların başlarında yeltendiği “Amerika’ya hayır diyebil­mek!” tavrından çark ederek bildik konumuna geri döndü. Hatta Tayvan konusunda, ABD ile birlikte bir anlaş­ma imzalamış, Tayvan’a yapılacak, saldırıya karşı cevap verme yükümlü­lüğü altına girmiştir. Bu konuda sık sık Çin’e karşı provokasyonlar dene­mektedir. Japonya’nın yeniden ABD stratejik eksenine oturması Pasifik’te­ki bilek güreşinin şiddetinin bir kanı­tıdır. Enerji konusunda Çin kadar kı­rılgan olan Japonya, ‘91 Körfez Sava­şı öncesi gibi ABD politikalarını çok zorlayan tavırlara girmemektedir.

Irak savaşı sonrası d ön em in stratejik

öze llik leri

İlk önemli özellik, ABD’nin yeni strateji arayışlarıdır. Bu arayışlar en son “uzun savaş” kavramıyla dile ge­tirildi. “Uluslararası terörle mücade­le” gürültülü stratejisi daha kapsamlı başka bir kavrama yerini bırakıyor. “Uzun savaş” açıklandığı kadarıyla i- ki esas eleman içeriyor. Birisi, düzen-

55

Page 36: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

q o l MART-NİSAN 2006

li ordu savaş düzeni, küçük hareketli birlikler düzenine dönüştürülecek ve aynı anda pek çok küçük savaşların yürütülmesine göre organizasyon ya­pılacak. İkincisi, ordu aynı zamanda savaş sonrası süreç için de eğitilecek. “Ulusal inşa” konusunda Irak’ta yaşa­nanların tekrarlanmaması için ordu maddi ve toplumsal altyapının inşa­sında özel olarak uzmanlaştırılacak. Bu konu Balkan Savaşları sırasında AB tarafından yürütülmüştü, şimdi ABD kendisi bu işe soyunmaya hazır­landığına göre, bu konuda AB’den bir umudu yok demektir. Yeni strateji ü- zerine uzun uzun yorum yapmadan önce ihtiyatlı olmak gerekiyor. ABD’nin son beş yılda yaptığı strate­ji değişiklikleri, Pentagon’un kafası­nın oldukça karışık olduğunu gösteri­yor. Pentagon’un öngörüleri sürekli o- laylar tarafından yalanlanmaktadır. “İki noktada aynı anda konvansiyonel savaş” stratejisi geri çekildi. Şimdi “uzun savaş”a hazırlanılıyor. Yeni “u- zun savaş” stratejisinde açık olmayan önemli bir nokta vardır. Aynı anda pek çok noktada hareketli müdahale bir­likleriyle gerilla tarzı savaşa göre or­dunun düzenleneceği söyleniyor. Bu­nun pek çok noktada yapılabilmesi i- çin, bu topraklardaki hükümetlerin iz­ni ve onlarla sıkı işbirliği gerekir. Şu anda bu statüye yakın tek ABD gücü Kolombiya’dadır. Afganistan ve Irak önce düzenli orduyla işgal edilmiş ül­

kelerdir. ABD, anlaşıldığı kadarıyla, Afganistan ve Irak işgali sonrası gelen ve.hala baş edemediği direnişlere kar­şı hazırlık yapmaya çalışıyor. Bu yeni sözde stratejinin derinliği yakında or­taya çıkar. Ancak şu andan görünen, ABD yine el yordamıyla gitmektedir. Bunun en son örneklerinde birisi de Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Doğma­dan ölen bu proje, Türkiye işin içine çekilerek diriltilmeye çalışılıyor, an­cak bu proje ölmeye mahkumdu ve di- riltilemez. ABD neden böyle yanılgı­lara sürükleniyor? Gücünü çok abart­tığı için!

Irak Savaşı’nda ABD ordusu bü­yük ölçüde yıpranmış, şu anda yedek bulamayacak ölçüde açmaza girmiştir. Irak Savaşı bir yanıyla “paralı Or­du’ların bir sınırı olduğunu da göster­di. “Yeni strateji” bu sorunla da uğraş­mak zorundadır. Dev silah gücüyle sa­dece imhaya odaklı ABD ordusu, ha­reketli savaşa hazırlanıyorsa, bu çok yaratıcı kurmay ve savaşçı gerektirir. ABD ordusu en çok savaşan ordu ol­masına rağmen bu konuda seviyece çok düşüktür. Büyük hava gücü ve u- zay istihbaratıyla “insansız savaşa” hazırlanan ABD, yeni sözde strateji­siyle tam tersi bir noktaya kaymakta, yeniden “insanlı” savaşa hazırlanmak zorunda kalmaktadır.

Bütün bu sözde yeni strateji tartış­maları üzerine daha fazla yorum yap­mayı bir kenara bırakalım. Uçuşan

stratejilerden öteye bir nokta çok a- çıktır. Washington, gerilim ve savaş stratejisinden vazgeçmiyor. 2007 “sa­vunma bütçesi” 513 milyar dolar ola­rak planlanıyor. 2001’de 283 milyar dolar olan bütçe hemen hemen iki ka­tma çıkarılacaktır. Bunlar ABD’nin e- sas stratejik duruşunda bir değişim ol­mayacağını, yürütümde kaçınılmaz düzenlemeler yapılacağım gösteriyor.

İkinci özellik, yumuşak saflaşma­lardır. Günümüz yeniden paylaşımı­nın özelliği, güçler arasında katı ve kesin saflaşmaların şekillenmeyişidir. Tarihe baktığımızda, emperyalist pay­laşımın başlamasından sonra, güçler arası saflaşmada başlıca iki neden se­çilebiliyor. Emperyalist paylaşıma geç katdan ülkelerle önceki egemen­ler arasında saflaşmalar yaşanmıştır. 20.yy’m ilk yarısındaki her iki payla­şım savaşında da, geç gelen Almanya ve İtalya safın bir tarafını oluşturmuş­tur. Ancak olaylar safların birisinin kesin egemenliği sonucundan çok, iki paylaşımda da yıpranmayan “üçüncü” taraf olan Amerika’nın galip hale gel­mesi sonucunu doğurmuştur. Bunun dışında, doğrudan ideolojik, sosya­lizm ve kapitalizm saflaşması uzun bir döneme damgasını vurmuştur.

Bugün güç merkezleri arasında i- deolojik bir saflaşma yoktur. Geriye paylaşım çıkarları açısından saflaşma­lar kalır. YDD’nin kısa tarihinde böy­le saflaşmalar oldukça değişken ol­muştur. İlk Körfez Savaşı’ndan günü­müze merkezler arası ilişki sürekli de­ğişmiştir. 1990’larm başlarında bütün güçlerin içinde olduğu bir “koalis­yon”; Balkan Savaşı sırasında, Sırbis­tan’a, aslında Rusya’ya karşı tüm NA­TO ittifakı; Afgan Savaşı sonrası, ABD’nin “eski Avrupa’yı” ve tüm di­ğer güçleri karşısına alması, güç mer­kezleri arasındaki ilişkilerin nasıl de­ğişken olduğunu gösteriyor.

Irak Savaşı deneyi Washington’a dünyayı ittifaksız tek başına yönete- meyeceğini gösterdi. Bu tatsız gerçek karşısında ABD, İran olayı sırasında AB ile çok sınırlı da olsa işbirliği de­nemelerine girmiştir. Fakat buradan sürekli bir ittifakın çıkacağını öngör­mek imkansızdır. Irak Savaşı’nm or-

Page 37: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-N İSAN 2006 CjjOİ

taya koyduğu güçler dengesi ABD’ye sınırlı bir ittifakı dayatıyor; öte yan­dan ABD kendi gücünü koruyabilmek için dünya enerji kaynakları üzerinde güçlü bir denetime sahip olmak ve bu­nun kadar önemlisi, dünya sermaye birikiminin yüzde 80’inden fazlasını kendine çekmek zorundadır. Hiçbir merkez bu enerji denetimi ve sermaye transferine gönüllü razı olmayacağına göre, bu denklemden sürekli bir itti­fak çıkması mümkün değildir.

Çin, büyük çelişkilerle birlikte nefes nefese bir gelişim göstermekte­dir. Ekonomi, büyük sosyal hoşnutsuzlukları biriktirmek ve hatta

doğanın katliamı pahasına gelişmektedir.Ancak Çin, er geç "hesaplaşma" zamanının geleceğini biliyor.

Bu gerçekten hareketle dünyaya baktığımızda birbiriyle iç içe geçen i- ki saflaşma görünür. Temel olan, tüm diğer güçlere karşı ABD-İngiltere (za­yıf bir bağlantıyla Japonya’da bu kut­ba dahildir) saflaşmasıdır. Bu saflaş­mada esas güç ve aktör ABD’dir. Do­layısıyla ABD ve diğerle­ri biçiminde yumuşak bir saflaşma, zaman zaman farklı biçimlere de girse kendini ortaya koymakta­dır. Bu genel karşı karşı­ya duruşun içinde, katı­laşmamış olan saflaşma ise, ABD-İngiltere ve Çin-Rusya saf­laşmasıdır. Burada ABD egemen ta­raf, gücünü koruyabilmek için dünya zenginliğinin yarısından fazlasını çe­şitli yollarla kendine maletmeye de­vam etmek zorundadır. Çin, geç gelen ve gelişen, ancak hızlı ilerleyen, Rus­ya ise büyük bir güç iken çöken ve ye­niden ayağa kalkmaya çalışan bir ko­numdadır. ABD’nin egemenliğini ko­rumaya çalışması ancak diğer tarafın engellenmesiyle mümkündür. Çin ve Rusya’nın gelişmesi, hatta Amerikan yaşam tarzının sadece yarısı seviye­sinde bir noktaya ulaşmak için, ABD’nin kaynaklarının büyük çoğun­luğunun kesilmesi gerekiyor. “Bir a- rada var olabilmek” kapitalizmin esas özellikleriyle çelişmek anlamına geli­yor. Tarih bilincimizi yokladığımızda, emperyalist paylaşımın şiddeti ve ka­çınılmaz bencilliği, böyle dengelerde bir tarafın, hatta iki tarafm da yıkımı­nı getiren sonuçlar yaratıyor. Bu an­lamda dünya 20.yv'm basma geri dönmüş gibidir. Aynı yoldan yürüme­yecekse hangi yoldan yürüy ecektir? Bu sorunun cevabı sadece egemen sı­nıflara kaldığı takdirde onlar eski yol-

lann bir versiyonuna yuvarlanabilir­ler. Fakat halklar da bir cevap yaratma gücünü gösterebilirse, yürünecek yol kesinlikle değişecektir.

Irak Savaşı sonrası kritik süreci geçmek için ABD’nin sınırlı ittifakla­ra gereği vardır. Savaş öncesi kabada­yılıklarının bedelini yıpranarak ödü­yor. Bu nedenle, İran ve Suriye’nin tasfiyesinde AB ile işbirliğini gerekli görüyor. Öte yandan, hızla girdiği Merkez Asya’dan geriye püskürtül­mesi ve Çin’in yükselişi karşısında Hindistan’ı devreye sokma adımını a- tıyor. Fakat İran konusunda AB’nin Washington ün amaçlarını tatmin e- decek bir noktaya kadar gelmesi çok zor görünüyor. Böyle bir sürüklenme yaşadığında bizzat kendi çıkarlarını riske atmış olacaktır. Öte yandan, As­ya’da Hindistan’ı devreyle sokma ça­basının, tümüyle ABD çıkarlarına hiz­met eden bir yönde gelişeceğinin de hiçbir teminatı yoktur. Fakat Irak Sa­vaşı sonrası ortaya çıkan güç dengele­ri bu adımları zorunlu kılıyor. Bu güç oyunlarından yeni bir aşamaya tırma- nılacaktır.

AB bu saflaşmada ABD’ye yakın

duran, ancak zaman zaman Rusya ile kendini güçlendirmeye çalışan taktik­ler izlemektedir. Çin ve Rusya yükse­len taraf olmayı sürdürebilirlerse güç merkezleri arasında en zor konum AB için ortaya çıkacaktır. Parçalanma da­hil, çok kritik süreçlere girebilir. Eğer bugün yumuşak saflaşmalar içinde en belirgin olanı vurgulamak gerekirse, bu ABD-İngiltere ittifakına karşı Çin- Rusya ittifakıdır. AB bu saflaşmada her zaman ABD’ye yakın durmayı ter­cih etse de, ezildikçe güç kazanmak i- çin özellikle Rusya üzerinden politika yapmayı gündemine geçici süreler ge­tirmiştir.

Günümüzün saflaşma konusunda bir özelliği, yumuşak saflaşmalarda bir karakter değişimi yaşanmasa da, büyük güçlerin yeni ittifaklar yarata­rak, mevcut tıkanmayı aşma sürecine girmiş olmalarıdır.

Üçüncü özellik, pazarlık alanla­rında bugüne kadar Ortadoğu önde göründü, artık devreye gerçek güç o- dağı Avrasya giriyor. Uzakdoğu ve Güney Asya, pazarlıkların odaklaşa- cağı alanlar olacaktır. Ekonomik güç olarak Uzakdoğu epey zamandır öne

Page 38: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

qol MART-NİSAN 2006

çıkmaktadır. Ekonomik gelişimin, dünya rezervlerinin en güçlü olduğu ve aynı zamanda silahlanmanın da en hızlı geliştiği alandır. Bu bölgenin doğrudan aktörlerinin başında Çin ge­liyor, sonra sırayla Rusya, Japonya ve Hindistan gelmektedir.

ABD, bu alanda istikrarlı bir ko­num tutturamamıştır. Eğer bir üçüncü dünya savaşı ölçüsünde gerilim yaşa­nacaksa, bu gerilime aday bölge Av­rasya’dır. Bölgede Japonya büyük bir ekonomik güç olsa da, hem II. Dünya Savaşı’mn anılarından dolayı hem de ABD güdümünde “normal olmayan bir ulus” olması nedeniyle etki alanı sınırlıdır. Çin’in etki alanı kesinlikle öne çıkmıştır.

Bu bölgenin özellikleri dünya nü­fusunun hemen hemen yarısının bulun­duğu bölge olması, buna karşılık ener­ji kaynakları açısından sınırlı olması­dır. Enerji kaynakları Merkez Asya ve Sibirya’dadır. Bugünkü maliyeti Orta­doğu’ya göre yüksek olsa da, son fiyat­larla birlikte Sibirya bile işletme açı­sından “karlı” hale gelebilir. Japonya hariç, bu bölgenin aktörlerinin ABD i- le ilişkileri tarihsel ve güncel olarak sorunludur. Bu gerçekten hareketle ABD, Clinton döneminden beri Hin­distan’la ilişkileri geliştirmenin yolla­rını aradı. Bugün bu konuda bir nokta­ya gelinmiştir. Nük­leer enerji konusun­da uluslararası ku­ralları ve aynı za­manda kendi sözde prensiplerini de zor­layarak ABD, Hin­distan ile anlaşmaya varmıştır.

likle Çin’e karşı Hindistan üzerinden oyunlar oynayacaktır. Bu gerçekler Hindistan iç politikasında kaçınılmaz olarak belli gerilimler yaratacak; öte yandan, Ortadoğu gibi kurcalandığın­da, Güney ve Güneydoğu Asya yüksek gerilimlerin yüklü olduğu bir bölgedir.

ABD rakiplerini kendini ateşe at­madan, onların arasında sürtünmeler yaratarak yıpratmayı amaçlıyor. An­cak bu klasik silahın bugün işlerliği eskisi ölçüsünde değildir. Irak’ta bile kendisi için dövüşecek güç yaratmak­ta zorlanan ABD, Avrasya denen in­san denizinde belli bir noktadan öteye geçmekte zorlanacaktır. Afgan Sava- şı’nın hızıyla Merkez Asya’da acele adımlar atan ABD’nin bu girişimleri aradan beş yıl bile geçmeden geri tep­meye başladı. İkinci büyük atağı, Hin­distan’ın ABD bölge stratejisine ek­lemlenme çabalarının iflas etmesi için bakalım kaç yıl gerekecektir.

Sonuç olarak, yaklaşan günlerde gerilim alanı olarak Avrasya’nın öne çıkması büyük olasılıktır ve ABD açı­sından hedef Çin ve Rusya’nın yıpra- tılmasıdır.

Dördüncü ve son özellik, yeni emperyalist paylaşıma halklardan üç farklı ana zeminde tepkinin yükselme­sidir. Birisi, “21.yüzyıl sosyalizmini” inşa etme iddiasıyla Latin Ameri­

Batı kültürü ve demokrasisinin eski ölçüde bir çekim gü­cü yoktur. Elbette bunu, günümüzün çok yaygın post

modern kültürünü unutmadan söylüyoruz. Bu parıltı ar­tık kesinlikle sönmeye başlamıştır. Hala müthiş bir tüke­

tim kültürü egemendir, ancak nereye kadar?

Bu yeni ittifakın nasıl yürüyeceği konusunda bugünden bazı öngörülerde bulunmak mümkündür. Hindistan, Pa­kistan ve Çin ile sorunları olan bir ül­kedir. Rusya ile bağları son yarım yüz­yıla dayanır. Silah sistemleri olarak Rus silahlarına sahiptir. An etik son dö­nemde Amerikan savaş uçakları alma peşindedir. ABD, Hindistan’ı dünyanın yeni büyük güçlerinden birisi haline getirmek gibi hedefe hiçbir zaman sa­hip değildir. Çin ve Rusya’yı kuşatmak için, Hindistan’ı öne sürecektir. Özel­

ka’dan yükselen eğilimdir. Bu eğilim aynı zamanda sosyalizmin yıkılışının yarattığı bilinç ve moral tahribatının giderilmesinde de tarihi bir rol oynaya­bilir. Diğeri, anti emperyalist yanı tar­tışmalı anti-Batı zemindeki siyasal İs­lam’dır. Bu eğilim, bir yanıyla son dört yüzyıldır insanlığı şekillendiren Batı merkezli düşünüş ve yaşam tarzına bir tepki; öteki yanıyla kendi ülke ya da toprak zenginliğine sahip çıkma bilin­cini taşıyor. Ancak esas olarak kapita­list sistemin ilişkilerinin dışına çıkan bir duruşu yoktur. Bu tepkilerin tarih­

sel kaynakları ve ideolojik duruşları çok farklıdır. Ancak ortak yanları em­peryalist paylaşıma karşı durmalarıdır. Ancak bundan öteye bir ortak zemin daha vardır. Bu da Batı’nm moral de­ğerleri aşağılayan, sırf bencillik üzeri­ne kurulu çıkarcı maddi zeminine bir tepkidir. Batı kültürü ve demokrasisi­nin eski ölçüde bir çekim gücü yoktur. Elbette bunu, günümüzün çok yaygın post modern kültürünü unutmadan söylüyoruz. Bu parıltı artık kesinlikle sönmeye başlamıştır. Hala müthiş bir tüketim kültürü egemendir, ancak ne­reye kadar? Amerikan dış politika der­gisi Foreign Affairs’e konu olacak öl­çüde bir gelişme Batılı kafaları olduk­ça sarsmıştır. Rusya’da yapılan bir ka­mu araştırmasına göre en sevilen lider olarak Stalin ezici bir çoğunlukla öne çıkarken, en nefret edilenler Kruşçef, Gorbaçov ve Yeltsin’dir. Demek ki, küreselleşmenin büyüsü artık kesinlik­le dağılıyor. Üçüncü tepki, daha silik ve bir hedefe yönelmekten çok, kay­bettiklerini. savunma zemininde kalan, sosyal devletlerin yok olmasına karşı, çalışan kesimlerden yükselen tepkidir. Bu tepki, henüz “21.yüzyıl sosyalizmi ile” buluşmadığı gibi, bu çıkışa karşı oldukça kayıtsızdır. Siyasal İslam’la i- lişkileri ise düşmanlık zeminindedir. Bu ayrı kanallardan akan tepkilerin bu­günden nasıl buluşacağı üzerine öngö­

rü ve spekülasyonla­rın hiçbir yararı ol­madığı gibi zararı vardır. Dünyanın bu koşullarında her tep­ki kendi kanalların­da yürüyecektir. Ö- nemli olan emperya­

list paylaşımın yolunu farklı yönlerden kesen etkiler yaratabilmelerindedir. E- sas olan budur. Sonrası emperyalist paylaşımın krizlerle derinleşmesiyle daha açık olarak görülebilecektir.

Sonuç olarak, Irak savaşı öncesi ABD’nin diğer güçlere dayattığı ve “uygun” gördüğü konumlar yürüme- miştir. Yeni ittifak arayışları içine gi­rilmiştir. Yeni arayışlar, umulanın ter­sine güçler arası sürtünmeleri yüksel­tici bir rol oynayacak, ayrıca paylaşım gerilimini yeni bölgelere taşıyacaktır.

05 Mart 2006

56

Page 39: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Ayşe Tcmsever

DENGELER

IraK'ta Kan gövdeyi götürüyor, rahlı liderler, hükümeti Kurmakla görevlendirilen Caferi ve Devlet Başkanı Talabani'den Şii lider 5adr Mukteda'ya, Bush'a kadar herkes halkı sakin olmaya çağırdı, hatta İran liderleri bile Şiileri sakin olmaya çağırdılar. Ancak olaylar sürüyor. Irak'ı eskisinden de karışık günler bekliyor.

Irak’ın bu kez kesin bir iç savaşın e- şiğinde olduğu düşünülüyor. Şubat son­larında Şamara kentindeki Askariya Ca- misi’ne yapılan saldırı, Sünni ve Şiileri birbirine düşürdü. Hükümet yetkililerine göre 200, Irak polisine göre tüm ülkede 1000’in üstünde, kimi Batı basınına göre ise 1300’e yakın kişi öldü. Bunların %99’u Sünni. 100’e yakın Sünni camisi tahrip edildi. Irak’ta hükümet kurma ça­lışmaları durdu. Sokağa çıkma yasağı i- lan edildi. Iraklı liderler, hükümeti kur­makla görevlendirilen Caferi ve Devlet Başkanı Talabani’den Şii lider Sadr Mukteda’ya, Bush’a kadar herkes halkı sakin olmaya çağırdı. Hatta İran liderleri bile Şiileri sakin olmaya çağırdılar. An­cak olaylar sürüyor. Aslında Irak’ta her gün onlarca insan ölüyordu ama şimdiki rakamlar “normalin” pek çok üstünde. İç savaşın tehlikeleri anlatılıyor. Irak’ı eski­sinden de karışık günler bekliyor.

Elbette altta baş gösteren bu karışık­lık üstteki karışıklığın bir göstergesi. Ka­rışıklık iki mezhep arasında dini bir özel­lik gösterse bile altmda başka çıkarlar yatmakta. Bu çıkarları anlamadan olayla­rın kaynak ve hedeflerini kestirmek olası değil.

Seçimlerden Şii ittifakı galip çıktı. Ancak bilindiği gibi bu ittifak pek sağ­lam değil. İttifakı oluşturan güçlerin farklı yapı ve görüşleri var. İran’da do­ğup büyümüş olan S CIRI temelde İ- ran’m Irak’taki kolu gibidir. Lideri Abdül Mehdi yeni kurulacak hükümetin başba­kan adaylarmdan biriydi. İran'ın çıkarla­rına uygun olarak SCIRI Irak'm bölün­mesini ve güneyde bir Şii devleti kurul­masını ister. Böyle bir Şii devleti İran'ın güdümünde olacaktır. Irak petrolünün büyük bir kısmının güneyde olduğu dü­

şünülürse de bölge petrolü üstünde Şiile- rin ve İran’ın etkisi artacaktır. İran’ın Or­tadoğu’daki gücü yükselecektir. ABD buna karşı ve o nedenle Şii ittifakını des­teklemiyor ve ona karşı bir güç oluştur­maya çalışıyor.

Caferi’nin başını çektiği Dava Parti­si ise Saddam’a karşı hep İran’dan destek almıştır. Ancak Humeyni sonrası İran ile aralan bozulur gibi olmuştur. Özünde belki şöyle demek uygundur. Dava Parti­liler daha çok kendi petrollerine sahip çıkmak ve kendi çıkarlan doğrultusunda kullanmak isteyen Irak Şii buıjuvalandır. İran’a karşı milliyetçidirler. Irak’m bö­lünmesine ve güneyde bir Şii devleti ku­rulmasına SCIRI kadar sıcak bakmazlar. Bütün bir Irak pazan daha işlerine gelir. Elbette İran ile iyi ilişkileri vardır. Hatta Caferi sık sık Tahran’i ziyaret eder ve on­ların görüşlerini alır. Dava liderliğinde kurulacak bir Irak hükümeti de İran ile i- lişkilerini sıkı tutacaktır. Ancak SCIRI kadar ona bağımlı olmayacak, bağımsız­lığa özen gösterecektir.

Şii ittifakı içinde olan 3. Parti Muk- teda al Sadr güçleridir. Bilindiği gibi bunlar Şiilerin kurmayı düşündüğü gü­ney Şii devleti sınırlan dışında, Bağdat çevresinde yaşayan yoksul Şiilerdir. Eğer Irak parçalanacak olursa bunların bir pet­rol zenginliği kalmayacaktır. Aynlmaya kesinlikle karşıdırlar. Bu anlamda Muk- teda Sünnilerle işbirliği yapmaktadır. Mukteda al Sadr her ne kadar Irak’ta di­ni bir İslam din devleti kurmak istese bi­le İran’da kurulu olandan farkları vardır. Humeyni sonrası üst düzey dini görevli­ler petrol üstünde bir hakimiyet kurmuş­lar ve gelirini kendi çıkarlan doğrultu­sunda kullanmaktadırlar. Bu din adamla- n din bilgileri ile zenginleşmişler ve hal­

kın yoksulluğu ile pek ilgilenmemekte­dirler. Aslında İran’da geçtiğimiz yaz Ahmedinecat’ta bu gerçekliğe halkın tepkisini dile getirerek iktidar oldu. Yani bir anlamda Mukteda ile Ahmedinecat’m üst üste düştüğü noktalar olsa gerektir. Mukteda da üst düzey dini liderlerin ül­keyi yönetişine karşıdır. Bu nedenle İ- ran’dan bağımsız ve bütün bir Irak dile- ğindedir

Irak halkının bir numaralı dini otori­tesi olan Sistani de az çok aynı'görüşte­dir. Ancak Sistani bilindiği gibi İran reji­mine başka bir yönden tepki olarak yo­rumlanabilecek şekilde devlet ve din iş­lerinin birbirinden ayrılmasını savun­maktadır. O nedenle devlet kurulmasında herhangi bir görüş bildirmekten kaçmı­yor. Kendisi SCIRI gibi İran’da doğup büyümesine karşılık Dava Partisi ile ak­rabalık ilişkisi içindedir ve sanki İ- ran’dan bağımsız bir çizgiden yanadır.

57

Page 40: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C|Oİ MART-NİSAN 2006

Bu anlamıyla da Mukteda güçleriyle uz­laşır, ancak Sistani daha bir Irak Şii bur­juvazisinin görüşlerine yakındır. Bu ne­denle olsa gerek Sistani hiçbir zaman Mukteda kadar anti-Amerikancı olmadı. Hatta ABD’nin varlığını destekleyecek kararlar bile aldı. Oysa Mukteda 2 kez ABD askeri güçleriyle çatıştı. Ve de ken­dini ezdirmedi. Halkın sempatisini ka­zandı.

Mukteda’mn Sistani’den diğer bir farkı da sıradan bir imam olmasında ya­tar. Yani Şii imamların İran’da gittiği di­ni okullarda yetişmemiştir. Zaten Irak i- çinde de “evde yetişmiş imamların” ikti­darından söz etmektedir. Bununla ne kas­tettiği, bu imamlara devlet yönetiminde ne gibi görevler verileceği belli değildir, ama o daha sıradan imamlar yada halk i- çinden çıkmış imamların önderliğini dile getirir. Anlaşıldığı kadarıyla diğer Aye- tullahlar halktan kopuk ulema, din aydı­nı olmuşlardır. Sistani de belki böyle bi­ridir.

Son olarak önemli bir nokta daha vardır. Mukteda’nın her ne kadar bir sü­re önce silahsızlandırılmış olsa da bir Mehdi Ordusu bulunur. Yoksul halk ço­cuklarının oluşturduğu ve kendi bölgele­rinde din adaleti sağlayan, yoksula ba­kan, güvenliği ve düzeni kuran bir ordu­dur bu Son dönemde bu ordu elemanları asıl yerleri olan Bağdat civarındaki böl­geden çıkıp kente yayıldılar. Hatta Bas­ra’da örgütlenmeye çalıştılar. SCIRFmn Bedr Ordusu’na rakip oldular. Bedr Or­dusu daha çok bir ülke ordusu gibi kon-

vensiyonal silahlara göre eğitilmişken Mehdi Ordusu daha çok milis niteliklidir. Basra’da eskiden Bedr’in ait olan önem­li yerleri ele geçirerek birbirlerine rakip oldular.

Bu ön açıklamaların ardından belki son hükümet kurulması sırasında olanla­rı anlamak daha kolay olacaktır. Bu her bir gurubun başbakanlık için adayları vardı. Yukarıda yazdığımız gibi SCI- Rl’nın adayı Abdül Hemdi, Dava’nm a- dayı İbrahim Caferi, Mukteda’nm adayı ise Nedim al Cabiri idi. Birde Saddam’a karşı çıkmış olan nükleer kimyacı ba­ğımsız Şii aday Hüseyin Şahristan bulu­nuyordu. Hiçbir aday oylamada gerekli çoğunluğu alamayınca Mukteda taraftar­ları Da-va Partisi ile anlaştı ve Caferi baş­bakan adayı olarak bir oy farkla SCIRI a- dayının önüne geçti.

Caferi ve Mukteda’nm aralarında vardıkları anlaşmanm ayrıntıları bilinmi­yor. Ancak yukarıda anlattığımız özellik­lerden kalkarak bir şeyler çıkarmak mümkündür. Mukteda birçok açıdan ye­ni anayasaya karşıdır. Onun ayrılıkçı yanlan budanmalıdır. Irak bir bütün ola­rak kalmalıdır. Petrol gelirlerinin dağıtı­mı merkezi hükümetin elinde kalmalıdır. ABD’ye hemen çıkış için bir tarih veril­melidir. Bu istekler Sünnilerin de destek­leyeceği maddelerdir. Zaten anlaşma o nedenle uygundur. Mukteda’nm arası za­ten Sünnilerle iyidir. Böylece Caferi baş­kanlığında kurulacak bir Irak hükümeti Sünni direnişçilerin eylemlerinden koru­nacak, bir gelecek, sağlayabilecektir. Sünniler ancak Petrol, İçişleri ve Savun­ma Bakanlıklannı isteyerek işi biraz yo­kuşa sürüyor gibiydiler.

Elbette böyle bir Jrak hükümetine SCİRI güçleri, Şii ittifakı içinde olsalar bile sıcak bakmıyor. Hele hele Kürtler bu işten hiç memnun değiller. Kürtler son seçimlerde oy kaybettiler, Şii ittifak ile yapılacak bir koalisyona oylan yetmiyor. Onlann talepleri bellidir. İyice löse, fede­re bir Irak istiyorlar. Kuzey’deki petrol gelirlerinin kendilerine ait olmasına çalı­şıyorlar. Hatta Kerkük bölgesinde derhal bir referandum yapılıp bu bölgenin de kendi federe topraklama katılması için zorluyorlar. Aynca eğer Sünni ve Şiiler arasında bir iç savaş çıkarsa bölge ülke­lerinin istekleri ne olursa olsun derhal ba­ğımsızlık ilan edeceklerini de açıkladılar. Devlet Başkanlığının geçici hükümette olduğu gibi kendilerinde kalmasının pe­

şindeler. Ayrıca orada yaşadıkları gibi bir sorunla karşılaşmamak için bu kurumun yetkilerinin artırılmasında direniyorlar. Caferi’yi de istemiyorlar. Onunla çok kö­tü şeyler yaşadıklarını söylüyorlar. Son Türkiye ziyareti sırasında Caferi’nin ya­pacağı anlaşmaları tanımayacaklarını söylemeleri bunun son göstergelerinden biri. Ayrıca Kürtlerin sanki ABD zoruyla ya da ona yaranmak için ileri sürülmüş gibi gelen bir talepleri daha var. Eski baş­bakanlardan Allavi’nin yeni kurulacak hükümete alınmasını istiyorlar. Bilindiği gibi Allavi, Mukteda güçlerini Necef’te bombalattı. O bir ABD ajanıdır. Şimdi Caferi’yle ittifak yapan Mukteda güçleri­nin onu kabineye alması düşünülemez.

Özetlersek; Şiiler bir ittifak içinde olsalar bile farklı görüşlere sahiptirler. Bu farklılıklar bazı noktalarda Kürtlerle işbirliği yapma olanağı yaratsa bile te­melde karşı olunan yığınla sorun vardır. Şimdiye kadar asıl güç olan Şiileri Sista­ni ve dini özellikler bir arada tuttu. An­cak bundan sonra birbirleriyle birlikte davranmaları giderek zorlaşmaktadır.

Seçimler sonrası Caferi böyle karı­şık, iktidara aday güçlerin farklı uzlaş­maz çıkarlarının olduğu bir ortamda hü­kümet kurma çalışmalarını sürdürüyor­du. SCIRI ve Sünniler önemli bakanlık­ları istiyorlardı. Kürtler bağımsızlık ilam için fırsat kolluyorlardı. Askariya Cami- si’nin bombalanması bu ortamda gelişti. Hangi güçlerin bu bombalamanın arka­sında olduğu pek karanlıktır.

İlk suçlamalar El Kaide’nin Irak u- zantısı Zerkavi’ye yöneltilse bile diğerle­rine göre bomba SCIRI güçleri tarafın­dan konulmuştur. Zerkavi şimdiye ka- darki eylemlerinde hep çok sayıda Şi­i’nin ölmesini hedefledi. Ancak son ma­bet bombalanmasında Şii kanı dökülme­di. Öyleyse bu Zerkavi işi olamaz. SCIRI kendi kendisini bombalamıştır. Elbette böyle bir değere yapılacak saldırıda Sün­ni direnişçiler suçlanacaktır. SCIRI, Sad- dam güçlerinin içinde olduğu Sünnilerle bir ittifak yapılması ve Irak içinde tekrar onların iktidarda olmasına karşıdır. Böy­lece Sünniler suçlanacaktır. Olaylar da böyle bir olguyu doğruladı. Bombalama sonrası çıkan olaylarda ölenlerin çoğu Sünniler oldu, Şiiler değil. Aynca böyle bir bombalamanm Şiiler de büyük bir öf­ke yaratacağı ve şimdi görüldüğü gibi iki mezhep arasında çatışmaların olacağı, I- rak’m parçalanma yoluna gideceği açık­

58

Page 41: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART'NİSAN 2006 CjOİ

tır. Parçalanma da tam SCIRI güçlerinin işine yaramaktadır. Caferi ve Mukte- da’nm arasında varılan anlaşmaya duyu­lan öfke, böylece dile getirilmiş olmakta­dır. Ya da Mukteda güçlerinin ülke için­de etkinlik kazanması böylece tepeden engellenme yoluna girilecektir. Sonuçta bombalamanın arkasında İran yanlısı SCIRI güçlerinin olduğu düşünülebilir. Sünnileri öldüren kişilerin kara sivil gi­yimli Bedr ordusundan olduğu söylen­mekte. Bu tür güçler zaten Al Askariya Camisi bombalanmadan da böyle eylem­lere girişiyorlardı. Sünniler de Bedr’ci o- lan İçişleri Bakam’nı suçluyorlar, onun istifasını istiyorlardı. O nedenle de yeni kurulacak hükümette bu bakanlığın ke­sinlikle SCIRI yanlılarına verilmesine karşılar.

Ancak işler bu kadar basit değildir elbette.

Federe bir Irak SCIRI güçlerinin işi­ne yarayabilir, ancak Kuzey’de bu du­rumda kurulacak bir Kürt devletini İran da istemez. Irak Kürdistan’ı gelecekte İ- ran ve Türkiye içindeki Kürtleri de içine almak isteyecek ve bölge dengeleri açı­sından istenmeyecek bir durum gelişebi­lecektir. Onun için SCIRI böyle bir işe kalkışırken daha derin düşünmek zorun­dadır. Öte yandan hükümet kurma çalış­malarında Kürtler açıkça dileklerini orta­ya koydular. Eğer bir iç savaş başlarsa hemen bağımsızlıklarını ilan edecekleri­ni söylediler. Bu anlamda Al Askariya Camii’n'in bombalanmasının arkasında İ- ran yanlı güçlerin olduğunu söylerken i- yi düşünmek gerekecektir.

Ayrıca şu kesinlikle unutulmamalı­dır ki ABD kendisinin hakim olmadığı bir Irak iktidarının güçlü olmasını iste­mez. İktidar güçleri arasında çatlaklar yaratmaya çalışır. Hatta Irak’ta bir kaos ortamının olması onun işine gelir. Bir iç savaş yaşayan, birbirleriyle dövüşen bir Irak’ta iktidar ABD’nin çıkmasını isteye­mez. Irak’ta kalmasını sürdürüp gerekti­ğinde başvurulan bir güç olarak durmaya çalışır. Kaos ortamı Irak halkını bezdire­cektir. İşsizlik, her gün onlarca ölüm, şid­det, günlük yaşamda bir düzelmenin ol­maması ABD güçlerinin kalış süresini u- zatmasma hizmet edecektir. Yani Irak ne kadar kanşık, ne kadar parçalanma eğili­minde olursa işgal güçlerinin kalışı da o kadar sağlam olacaktır. İstediği kadar ABD askeri bütçesi açık versin, istediği kadar petrol fiyatları yukarı çıksın, böl­

gedeki askeri ve ekonomik şirketleri kar yapacaktır. ABD Irak’ta kalıp Ortadoğu bölgesinde çıkarlarını daha güçlü dayat­ma yeteneğine sahip olacaktır. Tarafları birbirine düşürerek kendi çıkarlarım ko­ruyacaktır. Bu nedenlerle Askariya Ca­misi’nin bombalanmasının arkasında ABD güçlerinin olma olasılığı yüksektir. Talabani, Caferi, İran hükümet başkanı Ahmedinecat bombalamanın hemen ar­kasından bu işi ABD ve İsrail güçlerinin yapmış olabileceğini söyledi. Aynı anda Bush ve Blair de Zerkavi güçlerini gös­terdiler. Mukteda olaylar sonrasında Mehdi ordu güçlerini Sünni camilerini korumaya ve Şii ve Sünnileri birbirlerine saldırmamaya çağırarak işgal güçlerinin derhal Irak’tan çıkmalarını istedi.

Şimdilik bombalama olayının arka­sındaki gerçek güçlerin kimler olduğunu tespit etmek zordur. Fakat bazı gerçek­likler ortadadır. Irak’ta hükümet kurma çalışmalarında karşılaşılan zorluğun te­mel nedeni iç güçlerin petrol üzerindeki çıkarlarıdır. Şii ittifakı ABD’nin çıkışma tarih vermeden önce petrol gelirlerini kendi aralarında nasıl paylaşacaklarını belirlemek istiyor. ABD çıktıktan sonra yapılacak bir paylaşım bazı grupların işi­ne gelmemektedir. İktidar ve bakanlık tartışmalarının altında yatan bunlardır.

Bir şey daha söylemek yerindedir. Hükümet kurma çalışması sırasında geli­nen bu nokta aslında anayasa hazırlama çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştı. A- nayasa yazılırken federallik, petrol gelir­lerinin dağıtılması, eski Baascılann yani Sünnilerin iktidara katılması gibi yığınla sorun gündeme gelmiş, anayasa bir türlü yazılamamış, tarihi hep ertelenmişti. İş­

ler o noktada kopma noktasına geldi. An­cak ABD’nin zoru ile bu çıkar ilişkileri­nin uzlaşması seçim sonrası kurulacak hükümete bırakıldı. Bu çeşitli açılardan ABD’nin işine yarıyor olsa gerektir. Böylece kendi suçu biraz daha hafifliyor, başka dengelerde oynama ve bunun gel geç değil, daha kesin olması garantileni­yordu. Şimdi herkes olaya Irak yönetici­lerinin suçu olarak bakıyor. Oysa sorun­ların hepsi daha o günlerden biriktirile­rek bu günlere gelindi. Şimdi bu sorun­larla baş etmek için eğer kurulabilirse çok güçlü bir iktidar olmak zorundadır. Bir anlamda yeni bir Saddam aranmakta­dır. Bir grubun çıkarını diğerinin üstünde zorlayacak.

Oysa asıl olan Irak toprakları üstün­de yaşayan halkların çıkarları olmalıdır. Petro-dolarların peşinde koşanlarm ken­di ceplerini doldurmak için halkın kanını akıtmaktan kaçınmayacakları ortadadır. Bu çıkar gruplarını da, işgal güçlerini de kendi çıkarlarına alet etmeye hazırdırlar. ABD de zaten böyle bir şey peşindedir. Oysa asıl olması gereken bize kalırsa Mukteda’nm da dediği gibi ilk önce işgal sona ennelidir. Sonra yoksul halklar na­sıl bir devlet isteyeceklerine kendileri ka­rar verebilirler. Bu Irak’ın parçalanması mı olacaktır, yoksa eskisi gibi bütün bir Irak mı, halkların vereceği bir karar ol­malıdır bu. Halklarına güvenmeyenler böyle sandalyeler peşinde koşup arkala­rına ABD’yi almak istiyorlar. Bu da halkların aleyhine Batı güçlerinin işine yarayan bir durum yaratıyor.

01 Mart 2006

Page 42: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

‘İYİLER HATTININ BİR HALKASI

OLARAK VENEZÜELLA

Mehmet Rkyol

Chavez'in 1998 yılında iktidara gelmesinin hemen ardından Venezüella'da bir şeylerin değişeceğine öncelikle kimseler ihtimal vermiyordu, ancak başkanın ilk adımları sermaye çevreleri için alarm işareti oldu. Onlar Chavez'in sadece retorik

olarak sermayeye karşı olmadığını, pratikte de sermayeye karşı tavır aldığını gördüler, önemsememe yerini yavaş yavaş korkuya bıraktı.

Emperyalist saldırının ideolojik silahlarından biri olan ‘Şer Hattı’ esp­risine bugün bizlerin de “ideolojik” bir “İyiler Hattı” oluşturarak cevap vermemiz mümkün, bu hattın başlan­gıcına Küba’yı koyarsak buna ilk ön­ce Venezüella, kısa bir süre önce Bo­livya eklendi, yeni seçilen Bachelet Şili’yi de bu hatta ekler mi, görece­ğiz. Şu sıralar bir dizi Güney Amerika ülkesi bu hattın birer halkaları olmaya aday. Emperyalist saldırılara karşı 40 yılı aşkın bir süredir dimdik ayakta durmaya çalışan Castro’nun Küba’sı­nın yanında durma cesareti gösteren Venezüella devlet başkanı Chavez, bu tutumu ile böylesine bir hattın oluş­

masının önünü açan isim.

Chavez’in 1998 yılında iktidara gelmesinin hemen ardından Venezü­ella’da bir şeylerin değişeceğine ön­celikle kimseler ihtimal vermiyordu, ancak başkanın ilk adımları sermaye çevreleri için alarm işareti oldu. On­lar Chavez’in sadece retorik olarak sermayeye karşı olmadığını, pratikte de sermayeye karşı tavır aldığını gör­düler, önemsememe yerini yavaş ya­vaş korkuya bıraktı.

Bilindiği gibi Chavez’in iktidara yerleşmeye başlaması üzerine serma­ye emperyalizmin her türlü imkanla­rım da seferber ederek karşı saldırısı­nı başlattı. Saldırı modelleri ‘kadife

devrimi’ veya’portakal devrimi’ man­tıklı oldu, toplum içindeki muhalefet güçlerini ‘maddi ve manevi’ destekle kışkırtarak emperyalizmin istemediği iktidarı alaşağı etmeye çalıştılar. An­cak bugüne kadar 2 somut darbe giri­şimi ve 5 seçimden hep Chavez galip çıktı.

Bu saldırılar içinde ülkenin eko­nomik hayatını felce uğratmak ö- nemli bir yere sahipti, ABD fınans kapitaline göbekten bağlı işverenler bilinçli olarak üretimi asgari ölçüye indirme, hatta yer yer durdurma yo­luna da gitmeye başladılar. Bunun sonucu tüm ülkede yüzlerce işyerin­de dev boyutlarda atıl kapasite orta­ya çıktı. Bugün Venezüella da hemen göze batan gerçeklik pek çok alanda giderek artan ithalat malzemeleri, ö- zellikle gıda maddelerinin %70’inin ülke dışından gelmesi. Kuşkusuz bu durumun Venezüella’nın artan petrol ihracı ile elde ettiği dövizlerle bağ­lantısı bulunmakta, ama esas olan söz konusu işletmelerin üretimi dü­şürmesi veya azaltması.

S osya lleş tirm e

Aslında bu davranışı ilé sermaye adeta Chavez’in yolunu açtı, ekono­mik program içinde sinirli da olsa stratejik öneme sahip üretim alanları devletleştirildi -veya kendilerine Bo­livar Devrimcileri diyen Chavez ta­raftarlarının deyimi ile sosyalleştiril­mesi-. İktidar partisi MVR bu saldırı-

Page 43: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART'N İ SAN 2006 CjOİ

lara karşı kıvrak bir cevap buldu. İş­verenler tarafından işletilmek isten­meyen işyerlerinin devletleştirilmesi. Ve bu düşünce doğrultusunda teorik altyapısı da olan bir program hazır­landı. 2000 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile bunun yasal altyapısı hazırlandı.

Cogestion adı verilen bu program esas olarak bu tür işletmelerin devlet tarafından satın alınarak devlet ve iş­çiler tarafından işletilmesi prensibine dayanmaktaydı. Bu tür işletmelere öncelikle devlet, sendikaların ve işçi­lerin hazırladığı bir plan çerçevesin­de, satın almak üzere talip olması ve işyeri sahiplerinin satmaya razı olma­ları üzerine normal fiyatla devlet tara­fından satın alınması öngörülmektey­di. Programın mantığı açısından bu konu ayrı bir öneme sahip. Emperya­lizm MVR iktidarını Venezüella’da Sovyet tipi bir komünizmi uygulama­ya koymakla suçluyordu, tıpkı Sovyet iktidarı gibi işletmelere el koyma ha­zırlığı içinde olduğu propagandası ile anti-komünizm körükleniyordu. Sov­yet iktidarının devrildiği bir süreçte bu tür propagandanın gücü de olduk­ça yüksekti.

İşin aslına bakıldığında MVR ve Chavez’in komünist bir programa sa­hip olmadığı gün gibi açıktı, bir nevi halkçı-devrimci çizgiye sahiptiler. Üstelik Sovyet iktidarının çökmesi ile doğrudan emperyalizmi ve sermayeyi hedef alan bir programın günümüz dünyasında çabucak izole olacağının da bilincindeydiler, tıpkı Zapatistala- rın yaptığı gibi, doğrudan sosyalizme açılmak yerine, sosyalizme hazırlık sayılabilecek ara bir aşamanın gerekli olduğunu el yordamı ile bulmuşlardı. Üstelik içinde yaşadıkları dünyada Sovyet deneyinin. analiz edilip yeni bir sosyalizme varan düşüncelerin he­nüz gün yüzüne çıkmadığını biliyor­lardı.

Bu son derece pragmatik çerçeve­de kendilerine has bir deneme yoluna çıktılar. Şartlarca buna uygundu, dev­letin kontrolünde o An petrol çıkarımı sayesinde, devlet kasasında para var­dı, dolaylı veya dolaysız zorla işlet­melere el koyma yerine, satın alma

fazlaca kurbağa ürkütmeyecekti ve emperyalist propagandayı tersine çe­virebilecekti.

Ve ‘C o g e s t io n ’

Aralık 2004 seçimlerine kadar bir iki işletmede denenen bu model, önce Haziran 2005’te Chavez tarafından büyük bir proje olarak lanse edildi, Chavez sadece retorik anlamda ‘21. yüzyılın sosyalizmi’nden bahsetmi­yordu, ama aynı zamanda somut bir adım atıyordu, ülke çapında binden fazla işletmenin ‘cogestion’ projesi i- le özel mülkiyetten geri alınmasının amaçlandığını ilan ediyordu.

‘Cogestion’ fikri bir anlamda bel­li tesadüflerin sonucu ortaya çıkmıştı. İlk olarak büyük bir kağıt fabrikasının sahiplerinin, işletmeyi kapatma kararı alması üzerine işyerinde örgütlü sen­dika işletmenin kapatılmasına karşı eylemlere girişti. Venezüella kağıt ih­tiyacının büyük bir bölümünü üreten Venapal işyerinin sahipleri 2002 yı­lında Chavez'e karşı yapılan darbe gi­rişiminde y er aldılar. Aynı zamanda ABD kağıt tekeli Smurfıt’in de ortağı olan işveren bu başarısız darbe girişi­minin ardından, bir yandan da ulusal ekonomiyi sabote etme amacı ile iş­yerini kapatıp komşu ülke Kolombi­ya’daki Smurfif e ait işyerine üretimi kaydırmaya girişti.

Ancak bu plan işy erindeki güçlü

sendikal örgütlenmenin direnci ile karşılaştı ve işçiler işyerinde maki- nalarm sökülüp nakledilmek isten­mesine karşı üretimi kontrolleri altı­na aldılar. Bunun üzerine Temmuz 2003’te işveren resmen işyerini ka­pattığını ilan etti ve işçilerin buna cevabı işyerini işgal oldu. 80 günlük işgal sonucu işveren sendika ile bir anlaşma yapmaya mecbur kaldı. Devlet işyerinin modernleştirilmesi için 5 milyon dolar yardım edecek, buna karşılık işyerinde çalışan 400 işçinin kuracağı bir kooperatif işye­rinin ortağı olacaktı.

Bu sıra dışı anlaşma işyerindeki sendikal örgütlenmenin lideri E. Pena tarafından formüle edilmişti, işçilerin uzun tartışmaları sonucu ortaya çıkan önerilerden kaynaklanıyordu. Chavez iktidarı öncesi silahlı gerilla mücade­lesi yürüten bir komutan olan Pena, bu kez kapitalizme karşı sendika sila­hım kullanmak üzere Venapal’de iş­başı yapmıştı. Öneri bir anlamda işçi -gerilla yaratıcılığı- yapkmlığının a- deta bir sentezi olmuştu.

Ancak bu model hemen hayata geçirilemedi, işveren anlaşmaya uy­ma yerine Eylül’de yeniden işyerini kapatmaya girişti ve işçiler bir kez daha işyerini işgal ettiler. Son olarak Aralık 2004’te işverenin iflas kararı çıkartması üzerine işçiler sendika ara­cılığı ile işyerine devletin el koyması­nı talep ettiler.

41

Page 44: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART'NİSAN 2006

2 0 0 0 A nayasası v e

5. Cum huriyet

Öneri 2000 yılında yürürlüğe gi­ren Anayasa’nm 104. maddesinde yer alan, ‘üretimi yapmayan veya yeterin­ce üretken olmayan ülke ekonomisi i- çin önemli olan işletmelere devletin el koymasını’ belirlemeye dayanıla­rak hükümete sunulmuştu. Hükümet başvuruyu inceleyerek Venapal’i O- cak 2005’te ‘sosyalleştirmeye’ karar verdi. Buna göre işyeri işverenden sa­tın alınarak %51 hissesi devlete, %49 hissesi işçilere ait olan yeni kurulan bir ‘firmaya’ Invepal’e devredildi.

2000 Anayasası’nda yer alan bu maddenin nasıl uygulanacağı konu­sunda başka bir yasal belirleme olma­ması bu tür gelişmeler için hem belli imkanları hem de zorlukları berabe­rinde getirmekteydi. Invepal benzeri şu anda 27 ayrı işyerinde ‘sosyalleş­tirme’ yapılmış durumda, aşağıda da göreceğimiz gibi bu ‘sosyalleştirme­lerin’ her birinin kendine göre özel­likleri ve uygulamaları var. Bu duru­ma son vermek için Venezüella Sen­dikalar Birliği UNT geçen yıl içinde bir yasa önerisi hazırlayarak bunu meclise sundu, Aralık’ta seçilen mec­lisin bu yasayı bu yıl içinde görüşerek yürürlüğe koyması bekleniyor.

2000 Anayasası aslında pek çok alanda toplumsal hareketlere önemli

olanaklar sunuyor, esas olarak Anaya­sa’nm hazırlanmasının da mantığı bu, toplumu bir anda değiştirmek yerine, bu değişikliği sağlayacak kurumlaş­manın, toplumsal altyapının hazırlan­ması. Adeta Zapatistalarm, sosyaliz­mi değil, ama ona olanak tanıyacak bir ortamın yaratılması için mücadele ediyoruz demelerine atıfta bulunan bir mantık, toplumsal değişimin önü­nü açacak bir bakış açısı.

Toplumu Ekim Devrimi gibi bir vuruşta değiştirmek yerine adım adım değişimi öngördüğünden elbette re­formcu bir çizgide, ama sorun bu re­formların kapitalizme mi yamanacağı yoksa daha üst düzeyde bir toplumsal değişim için bir ortam mı yaratacağı. Günümüzde kapitalizmin her türlü değişimin önünü tıkadığı, toplumsal kireçlenmeye yol açtığı tezlerinden hareket edersek, bu tür değişim proje­lerinin önemsenmesi sonuçlarına va­rabiliriz.

Bu nedenle Chavez yeni Anayasa ile 5. Cumhuriyeti kurduklarını söylü­yor, zaten partisinin ismi de bu mantı­ğın ürünü MVR, yani 5. Cumhuriyet Hareketi. Yeni Anayasa’nm bu mantı­ğını Chavez’in icraatlarında görmek mümkün, özellikle devletin görevi o- lan alanlarda, halk inisiyatifini öne çı­karan yeni kurumlar yaratılarak, dev­let tedrici olarak devre dışına çıkarıl­mak istenmekte, buna en güzel örnek ‘Mission Robinson’ projesi. Mahalle

-----— — —

42

ve köy gibi yerleşim birimlerinde açı­lan merkezlerin, buralarda onaranlara eğitim, imkanları sunması biçiminde tanımlanacak olan bu proje, o bölgede oturanların inisiyatifine bırakılmakta, devlet bir anlamda bu hizmetlerin gerçekleşmesi için bir çerçeve getir­mekte, çerçevenin içinin doldurulma­sı halka bırakılmakta. Bu merkezleri kullananlar kendilerine göre okuma yazma öğrenmeden tiyatro yapmaya kadar neler yapılacağını kendileri ka­rarlaştırmakta ve kendileri yapmakta.

‘Mission Robinson’ projesinin 2003 yılı başında lanse edilmesinin ardından çeşitli alanlarda 20’ye yakın benzer proje hayata geçirildi. Projeler doğrudan devlet başkanı yardımcısı­nın kontrolü altında, gerekli imkanla­rı yaratmak için bürokrasi dışında alı­şılmadık yöntemler kullanılması bü­tün projelerde dikkati çekiyor. Bazen ordunun, bazen PDVSA petrol şirke­tinin imkanları doğrudan bu projelere sunuluyor. (Ekte bu projelerin belli başlıları ve kısa bir açıklamaları yer alıyor.)

Bu tanımın en ideal durum oldu­ğu, projenin gerçekleştirilmesinde pek çok handikapların ortaya çıktığını belirtmek gerekir, ‘evdeki hesap pa­zara uymuyor’, ama ‘yukarıda emirle’ veya ‘pazarın kör kuralları’ ile işleyen mekanizmaların yanında inisiyatife yer tanıyan yeni bir mekanizma yara­tılmaya çalışılıyor. Bu yeni bir top­lumsal yapılanmanın ilk adımları ola­bilir mi sorusuna bugün bir yanıt ver­mek mümkün değil, ama deneniyor, bir çıkış yolu bulunmaya çalışılıyor. Bir teorik altyapısı bile olmayan bu gelişme en azından incelenmeyi hak ediyor. Kuşkusuz bu inceleme yapılır­ken daha önce benzer deneyimleri ya­şamış ülkelerin deneyleri gözden u- zak tutulmamalı, hemen belirtmekte yarar var, oralarda bu deneyler başarı­lı olmadı, burada da başarılı olmaz gi­bi kestirmeden değerlendirmelerden de kaçınmak gerekli.

M o d e l arayışı

Bu tür bir model arayışım belli zorlamalarla bugüne kadarki toplum­sal değişim projelerinde bulmak

Page 45: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTINiSAN 2006 CJOİ

mümkün. Gramsci’nin sivil toplum projesinden Alman sendika hareketi­nin ‘işyeri yönetimine işçilerin katıl­ması’ projesine kadar pek çok dene­yin izlerini, ‘Bolivar Devriminde’ görmek mümkün. Ama onların sürek­li dikkati çektikleri, evrensel bir de­ney olmadıkları, tamamen Venezüella şartlarına denk düşen bir toplumsal değişim projesi içinde oldukları.

Bunun belli başlı iki nedeni var; öncelikle dünyada ki konjenktürel du­rum Chavez iktidarının elini kolunu bağlıyor. Bugünlerde Chavez tüm ‘soğukluklara’ rağmen ABD’ye petrol ve doğalgaz satışına devam edecekle­rini vurgulamaya özen gösteriyor, hem de daha önceki iktidarlar döne­minde yapılan anlaşmalar çerçevesin­de ABD lehine satış şartlarını da de­ğiştirmeden. Chavez’in Bush ve ABD aleyhine söyledikleri sözde kaldığı müddetçe finans kapital ekonomik çı­karlarına doğrudan bir saldırı yapıldı­ğını düşünmüyor ve Venezüella’ya yönelik ciddi bir saldırıyı düşünmü­yor, muhalefeti kışkırtıp gözdağı ver­mekle yetiniyor.

Asıl neden ise daha köklü, top­lumsal değişim için elde ne bir somut proje, ne de bunun teorik altyapısı bu­lunuyor. Toplumsal bir proje için ge­rekli insan malzemesi ve toplumsal örgütlülük konusunda Venezüella top­lumu tam ‘geri kalmış bir ülke’. Prag­matik bir düşünce ile toplumu değiş­tirmek için gerekli ön şartların yara­tılması öne çıkıyor.

Bu nedenle devlet bürokrasisini ‘yıkmak’ için çaba göstermek yerini, onu kendi halinde çürümeye bırakıp, bu mekanizmanın yapabileceklerini yukarıda belirtilen proje ve benzerle­rine devretmekte bu pragmatik bir dü­şüncenin sonucu. Ama bütün bunların belli bir plan içerisinde yapıldığının da düşünülmemesi gerekli, zorunlu­luk dayandıkça çözüm aranıp bulunu­yor.

Venezüella’yı ilginç kılan da, de­neye başarı ile sonuçlanma şansı tanı­yan da tam bu durum, ‘çözüm bulun­ması’. Bu çözümü mümkün kılan ise şu durumda ‘petol gelirleri’: Hemen belirtmek gerekir ki şimdiye kadar

UNT Başkam A4. Maspero ile görüşme

UNT’tıin diğer sendikalardan far­kı nedir?

UNT bir değişim süreci içinde kuruldu, bu anlamda diğer sendika­lardan biraz farklı bir konumda, a- ma UNT diğer sendikalar gibi işçi hakları mücadelesini esas almakta­dır. Bizim özel konumumuz esas o- larak Bolivar Hareketi içinden çık­mış olmamız. UNT içinde elbetteki sadece Bolivar Hareketi taraftarları yok, her tür görüşten sendikalar fe­derasyon içinde yer almakta. Poli­tik olarak Bolivar Devrimini sa­vunmaktayız, çünkü işçi hakları bu devrimle genişleyecek ve garanti altına alınacak. Üstelik Bolivar Devrimi taban demokrasisi, katı­lımcı anlayış çerçevesinde işçilere üretim sürecinde söz ve karar hak­kı imkanını gerçekleştirmeyi a- maçlıyor. Bu da her sendikal hare­ketin temel taleplerinde biri.

UNT bu prensibi nasıl hareketegeçiriyor?

Her şeyden önce sendikal yapı­nın demokratikleştirilmesi önemli, şu an hazırlanmakta olan tüzük bu yıl yapılacak kongrede kabul edil­dikten sonra, sendika yönetimi es­kiden farklı olarak demokratik bir ortamda belirlenecek.

Başkan Chavez’in belirttiği gi­bi ülkede bir dizi fabrika, işyeri ter­kedilmiş, bunları tespit edip hükü­mete bu işyerlerini işçilerin yöneti­me katılacak şekilde yeniden faali­yete geçmesini öneriyoruz. Bugü­ne kadarki deneylerde bunun deği­şik biçimlerde gerçekleştirilebile­ceğini gördük. Cogestion modeli e- sas olarak işçilerin bir işletmenin yönetimini üstlenmesi prensibine dayanıyor. Bir işyerinin %49 hisse­sinin işçilere devredilmesi %51 ’nin devlete ait olması, yöneti­minin de devlet ile işçilerin olması­dır. Bazı yerlerde işçiler kendi üre­tim kooperatiflerini kurarak işlet­menin tamamına sahip olmaktadır­lar. Öte yandan hükümet üretim

yapmakta zorlanan işyerlerine çağ­rıda bulunarak bu modeli işve- ren/işçi kapsamında hayata geçir­meyi, buna karşılık işyerine uygun koşullarda devlet tarafından kredi verilmesini önerdi. Bazı işyerleri bu çağrıya olumlu yanıt vermiş bu­lunuyor.

Bu süreçte sendika nasıl bir roloynuyor?

Gerek işçiler gerekse de sendi­ka çalışmayan işyerlerinin yeniden nasıl çalışılır hale geleceğini birlik­te tartışıyorlar. Ortaya çıkan sonuç­lar bir rapor halinde sendika tara­fından hükümete iletiliyor. Hükü­metin bu önerileri kabul etmesi ha­linde sendika işçilerle birlikte işye­rinin yeniden üretime geçmesi için gereken işlemleri hayata geçirme­ye başlıyor. Bu süreci takiben işye- rindeki çalışma koşullarının dene­timi gene sendika tarafından ger­çekleştiriliyor.

UNT’nin diğer ülke sendikaları i-le ilişkisi ne düzeyde?

UNT prensipleri içinde ulusla­rarası dayanışma önemli bir yere sahip, yeni kurulan bir federasyon olarak henüz bu alanda ilişkileri­mizi geliştiremedik. İlk elde ILO nezdinde Venezüella’nın bir tek CTV tarafından temsil edilmek is­tenmesine karşı mücadele verdik, ILO UNT’yi muhatap olarak kabul etti. Uluslararası düzeyde pek çok sendika ile iyi ilişkiler kurdukça UNT’nin Uluslararası Hür Sendi­kalar Konfederasyonu’na üyelik i- çin başvurusu konusunu bu yıl ya­pacağımız kongre karara bağlaya­cak, ama özellikle işkolları düze­yindeki uluslararası sendikal bir­liklere katılma talebimiz var.

Başlangıçta UNT’nin uluslara­rası planda tanınmasına karşı gös­terilen direnç kırıldı, uluslararası planda UNT ister istemez Venezü­ella sendikal hareketinin temsilcisi olarak görülmekte.

45

Page 46: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

tjol MARTNİSAN 2006

hiç bir toplumsal değişim projesi böy- lesine bir avantaja sahip olmadı, şim­dilik bu avantaj diğer tüm dezavantaj­ları nötralize ediyor. Bu durum devam eder mi, bu yolla bir toplumsal deği­şim projesi başarıya ulaşır mı sorula­rına cevap aramayı ‘dar kafalılara’ bı­rakarak gelişimi izlemek, gerekli ol­duğunda destek sunmak doğru yol ol­sa gerek.

Yeni send ikal hareket; U N T

2003 yılı Nisan’mda yeni sendi­kal federasyon UNT kumlana kadar Venezüella’da sendikal hareket tipik Üçüncü Dünya sarı sendikacılığı du­rumunda idi. Bir yanda uluslararası sermaye, bir yandan da gerici devlet mekanizması ile el ele işçi sınıfının her türlü hak arama mücadelesini sö­nümlendirmek. Bu tarihe kadar en bü­yük sendikal federasyon olan GTV tüm sendikalı işçilerin %90’mmı bün­yesinde bulundururken diğer 3 sendi­kal federasyon herhangi bir pratik rol oynamamaktaydı.

Chavez’in seçilmesinin ardından CTV işverenlerle birlikte yeni iktida­rın ülkeyi ekonomik bir felakete sü­rükleyeceğini savunmaya başladı. Sendikal bürokrasi, Chavez ile bir de­ğişimin başlayacağını ve bununda-, e- ninde sonunda kendilerini vuracağını sezmişlerdi. Nitekim Chavez taraftar­

larının oluşturmaya başladıkları ‘Bo- livar Çemberleri’ de giderek artan bir biçimde işyerlerinde kendilerini his­settirmeye başladılar. Sendika ile ikti­dar arasındaki sürtüşme Aralık 2002 ile Ocak 2003’te yapılan 63 günlük ‘genel grev’ ile en üst noktasına vardı.

Aslında grev denilen eylemin bir lokavt olduğu biliniyor, işveren sen­dikası ile CTV ortaklaşa bu ‘eylemi’ örgütlediler, amaç seçimle gelen dev­let başkanım tıpkı Ailende gibi bir ‘a- yaklanma’ ile devirmekti. İşverenler işyerlerini kapatarak üretimi durdur­dular ve ülkede tam bir ekonomik karmaşa yarattılar. Eylemin can alıcı noktası devletin petrol şirketi PDVSA’nm muhalefet yanlısı idare­cilerinin petrol çıkarımını durdurması oldu.

Bu kritik noktada Chavez yöne­timin iki güçlü yani ortaya çıktı, ilki kitlelerin yaratıcı devrimciliğine gü­ven, İkincisi radikal karar alma cesa­reti. Petrol şirketinde çalışan bir grup işçinin önerisi ile hükümet bir kararla, tüm idarecilerin sözleşmele­rini feshetti ve yönetimi üretimi baş­latmak için işçilere devretti. Kısa bir sürede ekonominin can damarı olan petrol çıkarımının yeniden başlama­sı kararın ne kadar doğru olduğunu gösterdi.

Bu radikal çıkış sendikal alandaki gerekli değişiminde önünü açtı, sen­

dikalardaki makamlarına yapışmış bürokratlar tabandaki bu değişime karşı tüm yasal ve yasadışı olanakları kullanarak bu süreci engellemek isti­yorlardı, bu alanda uğraş zaman kay­bı anlamına geliyordu ve aynı zaman­da toplumsal değişim sürecinin önü a- çılmıştı, süreç ancak bir radikal karar­la sürdürülebilirdi.

60 Tı yıllarda kurulan CTV, sosyal demokrat bir çizgiyi savunan Acción Democrática (AC) partisine yakınlığı ile biliniyor, ancak soğuk savaş döne­minin bir devamı olarak AC ‘sol’ bir çizgiden çoktan uzaklaşmıştı, CTV de onun izinden gidiyordu. Türk-İş’in başına gelenler onunda kaderi oldu, uluslararası anti-komünist çizgideki sendikal hareketin uzantısı haline gel­diler. Chavez iktidara geldikten sonra, sendika temsilcilerinin doğrudan işçi­ler tarafından seçilmesini öngören bir yasa çıkarıldı, ancak ‘kırk yıllık kurt’ sendikacılar ‘sandıktan çıkmayı da’ başarma ‘becerisini de’ gösterdiler.

Nisan 2003’te kurulan yeni sendi­kal federasyon UNT bu sürecin sonu­cu olarak ortaya çıktı. Kısa zamanda tüm ülke ve işkollarında örgütlenen UNT şu anda sendikalı işçilerin dört­te üçünü bünyesinde toplamayı başar­dı. Yeni sendikal federasyonun yapı­sına bu süreç damgasını vurmuş du­rumda, tüm süreci belirleyen yerel bi­rimler, merkez sadece sendikal politi­kayı belirlemekle yetiniyor, geçici bir tüzüğe sahip olan federasyon bugün­lerde iki konuda karar almak üzere kongre hazırlıkları yapıyor. İlki nasıl bir tüzük ve örgütlenme, İkincisi işçi­lerin işyeri yönetimine katılması veya işyerini yönetmesini düzenleyen ‘Co­gestion’ yasa önerisinin işçiler tara­fından tartışılıp son şekline kavuştu­rulması.

U N T ‘ç iz g is i ’

Bankaların ve dış ticaretin ‘dev­letleştirilmesinden’ işçilerin üretimde söz ve karar hakkı olmasına kadar ge­niş bir yelpazede devrimci sendikacı­lığın tüm programadle taleplerini ilke edinen UNT’nin çizgisi bu anlamda net. Sorun bu çizginin hayata geçiril­mesi, başka bir deyişle bunun önün­

44

Page 47: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTINİSAN 2006 CJjOİ

deki engeller. Chavez iktidarı bu çiz­ginin önünde engel olmaktan çok yol açıcı bir işlev görüyor, engel ise biz­zat sendikanın kendisi. Her şeyden önce bu programı hayata geçirecek bir işçi önderliği ve örgütlenmesi he­nüz ortada yok.

Başka bir sorun ise, UNT içindeki sendikaların ve sendikacıların karak­teri. UNT içinde şu anda üç ayrı ke­sim bulunuyor, ilk bakışta önde görü­nenler ‘Bolivar Çemberleri’ içindeki Chavez taraftarları. Toplumsal değişi­min öncüleri ve emperyalist saldırıla­

ra karşı ‘Bolivar Devriminin’ savunu­cuları olan bu kesim canla başla prog­ramı hayata geçirme mücadelesi veri­yor. Küçümsenmeyecek bir perspek­tifleri, tecrübeleri ve taraftarları var. Tek eksikleri ‘kadro’. Ayrıca kendi iç­lerinde sendikal politika konusunda da tam bir birlik sağlayabilmiş değil­ler.

Öte yandan CTV’den ayrılarak UNT’ye katılan önemli miktarda sen­dika ve sendikacı var. Bunlar içinde gerçekten ‘Bolivar Devrimini’ savu­nanlar var, ama aynı zamanda kendi

durumunu, iktidar olanın yanma ge­çerek korumak isteyenler de. Bürok­rasi içinde pişmiş bu kesim, sendikal örgütlenme deneyi olmayan değişim yanlıları için tam bir ‘fren’ işlevi gör­mek durumunda. Bu iki kesim arasın­da yer alan bir dizi ‘komünist’, ‘anar­şist’, ‘troçkist’ sendika ve sendikacı­lar var. Mantık gereği genel olarak Chavez taraftarları ile birlikte hareket eden bu kesim, zaman zaman onlara ters de düşüyor. Örneğin işçilerin yö­netime katılması konusunda UNT’nin tutumunun yeterince ‘devrimci’ olma­dığını savunuyorlar. Bu tavır bir yere

'M is ió n la r‘Bolivar Devrimi’nin’ en tipik o-

luşumları olan bu kurumlar, belirtildi­ği gibi ‘paralel bir devlet’ yaratma an­layışının örnekleri. Bunlardan belli başlıları şunlar;

Misión Barrio Adentrohttp.V/www. barrioadentro.gov. ve

Genel sağlık hizmetlerinden ya­rarlanamayacak durumda olan halk kesimlerine bu hizmeti sunmayı a- maçlar. Kendi büroları ve hastanele­rinde çalışacak doktorlara toplum i- çinde teşvik amacı ile kolaylıklar sağ­lar.

Misión Robinsonhttp://www.misionrobinson.gov.ve

Ülkenin her yanında okuma yaz­ma bilmeyen vatandaşlara, özgürlük­lerini kullanma imkanı kazanmaları i- çin, ordu kanalı ile bu eğitimi götüren bir kurumdur. Bolivar devriminin ‘çocukları’ devlet ve silahlı kuvvet­lerle birlikte halkı aydınlatma misyo­nunu bu araçla sağlamayı amaç edin­mişlerdir.

Misión Sucrehttp://www.misionsucre.gov. ve

Bolívar iktidarının, yüksek eği­tim imkanlarım yaygınlaştırmak ama­cı ile başlattığı bu proje ile, orta eğiti­mini tamamlayan gençlere, yüksek e- ğitime hazırlık ve yüksek eğitim yeri­ne geçecek bir ara eğitim imkanı sun­mayı amaçlamaktadır.

Misión PiarKırsal alanda tarımın desteklen­

mesi ve organik tarım için gerekli bil­gi ve imkanların bu işletmelere ka-

zandırılmasım amaçlayan bu proje E- nerji Bakanlığı tarafından doğrudan desteklenmektedir.

Misión GuaicaipuroÇevre Bakanlığı tarafından des­

teklenen bu proje ile yerli halkın yerle­şim bölgelerini korumak ve gelişimini teşvik etme amacım taşımaktadır.

Misión MirandaCoğrafi alanların gelişimini yön­

lendirmek, bakımım sağlamak amacı ile ordu ile işbirliği içinde çalışan bir projedir.

Misión Robinson IIhttp://www.misionrobinson.gov. ve

Eğitim amaçlı ilk projenin bir de­vamı olarak, televizyon, video gibi a- raçlaıı da kullanarak ilk programa ka­planları daha üst bir eğitim seviyesi­ne ulaştırmayı amaçlayan bu proje, matematik, dil, tarih coğrafya gibi a- lanlarda 15 kişilik gruplar halinde öğ­renimi gerçekleştirmektedir.

Misión Ribashttp'J/www. misionribas.gov. ve

Eğitim düzeyini artırmak için çe­şitli teknik araçları hazırlayıp yayma­yı amaçlayan bu proje tüm Venezüel­la halkının genel kültür düzeyini yük­seltmeyi amaçlamaktadır.

Misión Mercalhttp://www. mercal.gov. ve

Halkın temel gıda ihtiyaçlarını uygun koşullarda sağlamayı amaçla­yan bu proje, kooperatifleşme esasına dayanmaktadır. Bir yandan mevcut imkanları daha elverişli hale getirme

bir yandan da yeni imkanlar yaratma amaçlı bu proje halk içinde kısa za­manda yaygınlaşıp, Bolivar devrimi­nin teıhel taşlarından biri olmuştur. Venezüella halkının yarısından fazlası bu üretim ve tüketim kooperatiflerinin hizmetlerinden yararlanmaktadır.

Misión IdentidadHer vatandaşın bir kimliği olma­

sı gerektiği temel düşüncesinden yola çıkarak, kimlik edinme önündeki bü­rokratik engelleri ortadan kaldıran bir projedir. Proje öncesi, evlenme, ço­cukların kaydı gibi konular için aylar­ca bekleyen halk şimdi bunu bir iki dakika içinde halletmektedir. Özellik­le göçmenler için bu hizmet büyük bir kolaylık oluşturmuştur.

Misión Vuelvan CarasEsas olarak yoksullukla mücade­

le için yoksullara somut iş ve eğitim imkanları yaratma bu projenin amacı­dır, Yoksulluğu bir sosyal felaket ola­rak kabul eden Venezüella hükümeti, sosyoekonomik modelin, mevcut im­kanların devrimci bir yaratıcılıkla de­ğiştirilerek bu felaketin sona erdirile­ceğini savunmaktadır.

45

Page 48: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

q O İ MART'NİSAN 2006

kadar ‘anlayışla’ karşılanabilir, ama en son Aralık seçimlerinde gerici mu­halefet partilerinin peşine takılıp ‘se­çimleri boykot’ ‘devrimci taktiğini’ a- tanları anlamak pek mümkün olmasa gerek.

Bolivar çem b erle r i

1999 yılında başkan Chavez’in ö- nerisi doğrultusunda parlamento tara­fından kabul edilen bir kanunla Vene­züella’daki sosyal değişimin önemli bir temel taşı olan Bolivar Çemberle­ri’nin (BC) yasal altyapısı oluşturul­du. Bunu takiben 2001 yılında bu halk örgütlenmesi hayata geçirildi. E- sas olarak yerleşim bölgelerinde oluş­turulan bu komiteler, yerleşim bölge­lerine ilişkin her sorunun tartışılıp, bunlara çözüm aranması, çözümlerin hayata geçirilmesi veya ortaya çıkan önerilerin yetkili makamlara ulaştırıl­masını amaçlıyor. Kuruluşunu taki­ben Chavez iktidarına yönelik başla­yan bir dizi saldırıları aynı zamanda kendine yönelik olarak da gören BC’ler ilk dönemde adeta birer sa­vunma komiteleri olarak işlediler.

Kısa zamanda yaygınlaşan bu ko­mitelerin sayısı bugüne kadar 200.000’e ulaşmış durumda, BC’lere katılan insanların sayısının da 2.200.000 civarında olduğu belirtili­yor. 25 milyonun yaşadığı bir ülke i- çin küçümsenmeyecek bir sayı. Poli­tik partilerden farklı olarak dikey bir hiyerarşi yerine yatay bir koordinas­yon mantığı ile çalışan bu komitelere Venezüella vatandaşı olmayanlar da katılıyor, bu belirleme önemli, çünkü ülkede yaşayan göçmenlerin sayısı 6 milyonu geçmiş durumda.

Yerel komite toplantıları esas ola­rak haftada bir sefer yapılmakta, katı­lım sayısı gündemdeki sorunlara göre önemli oranda değişmekte. Toplantı­ya katılanlar aldıkları kararları sözlü olarak çevrelerine iletmekte, muha­tapları ile bire bir görüşmektedirler. 2005 yılında birbiri ardından yapılan Chavez’in görevden alınması referan­dumu, yerel seçimler ve genel seçim­lerde BC’ler birer seçim bürosuna dö­nüştüler. Emperyalist saldırıların yo­ğunlaşması üzerine geçen yaz ayla­

rında halkı silahlan­dırma planlarını a- çıklayan Chavez ikti­darı öncelikle BC ü­yelerinin silahlandı­rılmasını öngörmek­teydi.

Açıklamanın ar­dından bir BC yetki­lisi, ‘Nasıl Küba hal­kı Domuzlar Körfe- zi’nde ABD ordusu­nu püskürttüyse, biz de ülkeye yapılacak bir saldırıyı aynı şe­kilde karşılarız’ diye­rek bu komitelere verdikleri değeri dile getirmişti.

Kıtasal‘Bolivar

D evr im i’

Güney Ameri­ka’da sömürgeciliğe karşı ilk mücadele bayrağı açanların ba­

şında olan Simon Bolivar’dan ismini alan Bolivar devrimciliği kendi içinde pek çok radikal öğeyi barındıran bir kavram, ama sonuç olarak anti-kapi- talist değil anti-sömürgeci karakteri ön planda. Günümüzde bu devrimcili­ğin öne çıkan iki önemli özelliği ö- nem taşımakta. Her şeyden önce Boli­var devrimcileri kendi kurtuluşlarını bir tek yaşadıkları ülke ile sınırlamı­yorlar, Güney Amerika kıtasının tüm­den kurtuluşu onlar için önemli. Bu nedenle değişik ülkelerdeki mücade­leler arasında önemli bir uluslararası dayanışma söz konusu. Mantığı gere­ği uluslararası mücadele vermesi ge­reken ama özellikle bugünlerde bunu çoğu kez sözden hayata geçiremeyen işçi sınıfı için güzel bir örnek Bolivar devrimcilerinin kıtasal dayanışması. Bu dayanışmanın tarihsel boyutu ay­rıca incelenmeye değer bir konu.

Bolivar devrimciliğinin diğer dik­kate değer noktası ‘taban yönetimi­nin’ sürekli ön plana çıkarılması. Si­mon Bolivar’dan Jose Marti’ye tüm Latin Amerika devrimci önderlerinde bu düşüncenin varlığı bir tesadüf ol­masa gerek. Sömürgeci işgale karşı yerli halkın sürekli belirleyici rol oy­nadığı dikkate alındığında, bu toplu­mun komünal gelenekleri, ‘kolektif aksiyon’ güçleri bu vurgulamanın kaynağı gibi görülüyor. Gerçekten de Chavez’in güç aldığı ‘barrios’larda (gecekondu mahalleleri) esas olarak yerli halkın yaşadığı ve toplumsal de­ğişim noktalarının buralarda başladığı bize bazı ipuçlarını vermekte.

Chavez iktidarının giderek bu iki konuda daha ileri noktalara varmış ol­ması, dünyadaki güçler dengesini em­peryalizmim aleyhine çevirmeye a- day. Emperyalizmin yaratmak istediği dikensiz gül bahçesinde tek diken o- larak duran Castro’nun Küba’sı ya­nında Chavez dikeni yeşerdi, şimdi o- nu Morales takip ediyor. Irak batağına saplanmış ABD emperyalizmi bu di­kenlere nefretle bakıyor, ama elini u- zatma gücü kalmamış durumda. Tek­rar bu gücü kazanır mı, elini uzattı­ğında bu dikenleri ayıklayabilir mi sorularını bir yana bırakalım, Bolivar devrimcilerini anlayalım ve dayanış­mayı yükseltelim.

46

Page 49: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Venezüella Devrimi ve iki farklı fabrika öyküsü

DEVRİMİN YAPICILARI KONUŞUYOR

Haşan Oğuz

hemen belirteyim; bu yazının esas amacı aslında İKİ fabrika öyküsünü anlatmaya ayrılacaktı. Ancak o derece güzel ve öğretici deneylere şahit olduk ki, gerçekten

tanıklık ettiğimiz çok önemli bazı görüşmeleri oldukça özet bir şekilde de olsa vermek gerektiğine İnandım ve bunu tarihi bir görev olarak algıladım.

Haşan Cemal bir yazısında, Bemard Henri Levy’nin ‘tarihin sonu değil, dev­rimin sonu’ sözünü rehber olarak almış ve sonra da ‘devrimin gelmemesi belki de iyi oldu’ demişti. (Milliyet 26.02.2006) Oysa ben ‘devrimin bittiği­ni’ ilan eden, kafası da yüreği gibi küçük olan bu aydınlara burada bir devrim hi­kayesini anlatacağım. Tanıklığını yaptı­ğım, zaman, mekan ve kahramanlan ile gerçek olan bir hikaye’yi... Bunu oku­yan herkes doğal olarak devrime ilişkin bir yargıya da varacak. Bu yargı ‘devri­min sonu mu yoksa başlangıcı mı’ soru­suna da yamt üretecek. Ama yine de söylememiz gereken son sözü burada şimdiden ilan etmek hakkımız olsa ge­rek; ‘yaşananlar tarihin sonu değil, ya­şananlar 21. yüzyılda devrimin bizzat kendisi.’

Şimdi artık devrimin tanıklanna/ya- pıcılarma bırakalım sözü.

Görüşler, deneyler ve

örnekler

IBizler; bilim adamı, yazar, politika­

cı ve sendikacılara olduğu bir grup ar­kadaşla birlikte 2-15 Şubat 2006 tarih­leri arasında Venezüella’nın bâşkenti Caracas’ı ziyaret ettik. Amacımız, e- mekçi halkm ve işçi sınıfının ayağa kalkmış mücadelesine ve dipten gelen devrim coşkusuna tanıklık etmek ve o coşkuyu birlikte yaşamaktı. Elbette biz­ler yalnız enternasyonal bir dayanışma için orada bulunmadık, aynı zamanda

devrimin ruhunu, toplumsal dönüşüm sürecini ve kıtasal devrim coşkusunu yerinde görmek, o havayı teneffüs et­mek ve sürecin özgül karakterini anla- mak/öğrenmek için de oradaydık.

Bu ziyaretimizde, 5 milyon nüfuslu ve devrimin merkezi olan Caracas’ın Vali ve Belediye Başkanı, aynı zamanda milis örgütlenmesinden ve güvenlik ha­reketinden sorumlu Fredy Bemal, MVR (Venezüella 5. Cumhuriyet Hareketi, Hugo Chavez’in önderlik ettiği partidir) dış ilişkiler sorumlusu Aurora Moreles, UNT (Venezüella Sendikalar Birliği) Başkanı Marcella Maspero, Öğretmen­ler Yardım Kurumu (ÎPAS) sorumlusu Prof. Orlande Perez, varoşların özgün bir örneği olan La Vegas semt yetkilile­ri, Venpa Kooperatif sorumluları, Inve- val fabrikası işçi önderi Jorge Paredes, aynı şekilde sosyolog-felsefeci El Neg- ro Villafana, yazar ve dışişleri bakanlığı eski sorumlusu Roland Tenis Boultan ve daha birçok yetkili kişi, kurum ve hare­ketin önderleriyle sayısız görüşmelerde bulunduk.

Hemen belirteyim; bu yazının esas amacı aslında iki fabrika öyküsünü an­latmaya ayrılacaktı. Ancak o derece gü­zel ve öğretici deneylere şahit olduk ki, gerçekten tanıklık ettiğimiz çok önemli bazı görüşmeleri oldukça özet bir şekil­de de olsa vermek gerektiğine inandım ve bunu tarihi bir görev olarak algıla­dım. Doğrusu bu önemli görüşmeleri hiçbir zaman atlamak gelmedi içimden. Kısa da olsa bu tarihi görüşmeleri yan­sıtmak istiyorum.

II

Venezüella’da hızlı bir devrimci dö­nüşüm süreci yaşanıyor. Devrim düşün­cesi, emekçi halkın önemli bir kısmında ve öncü güçlerde hücrelere kadar işle­miş. Karşı olan da taraf olan da hararet­le tartışıyor. Devrimin öncü güçleri ve e- mekçi halk, devrimi, anti-emperyalist bir Bolivar Devrimi olarak tanımlıyor. Simon Bolivar, yalnız Venezüella’nın değil, aynı zamanda Colombiya’nm, Ekvator’un, Bolivya’nın ve Dominik Cumhuriyeti’nin de kurtuluş önderi ola­rak algılanıyor. Chavez yönetimi, devle­tin ismini bu nedenle ‘Venezüella Boli­var Cumhuriyeti’ olarak değiştirmiş.

Caracas’ta devrimin simgeleri he­men her yerde göze çarpıyor. Her gün bir yerde toplantılara ya da eylemlere ta­nıklık etmek mümkün. Özellikle bu et­kinlikler daha çok ‘Devrim Meyda- m’nda ya da ‘Bolivar Meydanı’nda ger­çekleşiyor.

Devrim hareketi farklı aşamalardan geçerek bugüne gelmiş. Devrim hala çok genç ve canlı bir süreç. Devrimin en karakteristik özelliği politik bir devrim olması. Sol bir darbe girişimi ile başla­yan, ancak halk iradesi ile genişleyerek yayılan ve sonra karşı devrim darbesi i- le yeni bir sürece evrilen ve tekrar e- mekçi halkın katılımı ve baskın gücü ile yeniden yönetim erkine egemen olan bir süreç yaşıyor devrim. Venezüella Devri­mi, adeta tipik Latin Amerika kültürü i- le örülmüş bir devrimci sürece tanıklık ediyor. Harekete önderlik eden kadro,

47

Page 50: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

CJOİ MART-NİSAN 2006

Chavez’in başını çektiği asker kökenli i- lerici küçük burjuva bir gmptan oluşu­yor, Ancak devrim derinleştikçe farklı sınıflar ve o sınıfların temsilcileri de ar­tan oranda sürece müdahil oluyor. Ken­dilerinin de tanımladıkları gibi Venezü­ella’ya özgü bir süreç bu. Kendilerini sosyalizme açık bir kimlik ile tanımlı- yorlar ve bunu ‘21. yüzyıl sosyalizmi ’ o- larak açıklıyorlar. Devrimin esas karak­teri anti-empeıyalist bir kurtuluş hareke­ti özelliği taşıyor olması. Chavez’de güçlü bir halkçı karakter var ve halk ta­rafından oldukça seviliyor. Bu nedenle her defasında artan oranda seçimi kaza­nıyor. Son olarak Aralık 2005 seçimle­rinde sağcı muhalif güçler, seçimlerde hezimeti görerek boykot taktiğini uygu­luyor. Ama taktik işe yaramıyor ve kar­şı devrimci güçler büyük oranda halk desteğini yitiriyor. Parlamento tümüyle ilerici ve devrimci güçler tarafından o- luşturuluyor. Parlamentoda sayısı az da olsa Marksist Leninistler de var. Ülke i- çinde iyiden iyiye karşı devrimin beli kırılmış. Ancak hala güçlü alanlar yok değil. Halk daha çok ABD’nin işgalini konuşuyor. Ona göre hazırlık yapılıyor. Silahlanmaya özel bir önem verdikleri anlaşılıyor. İki milyona yakın milis gü­cünden bahsediliyor. Chavez biz ora­dayken ‘Dünya Sosyal Forumu’nda, halka bir milyon kalaşnikof dağıtacağını açıkladı. Ancak karşı devrim de boş dur­muyor. Ülkeden kaçan generaller ve bü­yük burjuvazinin bazı temsilcileri başta olmak üzere karşı devrimciler komşu

Colombiya’da üslenmiş dürümdalar.

Ordu, polis ve bürokrasi Chavez’in yönettiği MRV’nin de içinde yer aldığı ortak devrim cephesinin denetimine geçmiş. Hemen hemen devletin siyasal kontrolü tümüyle devrim güçlerinin e- linde. Ancak politik devrim, ekono- mik'toplumsal dönüşüm sürecinde he­nüz hangi yolu izleyeceği konusunda belirsiz. Kafalar karışık. Anlaşılan o ki, deneme-yanılma yoluyla ilerliyorlar. O- lurnlu işaretler kuşkusuz yok değil. 1999 yılında değiştirilen Anayasa bu yıl içinde yeniden yazılarak daha ileri ka­rarların alınacağından bahsediliyor. Şu anda yeni Anayasa taslağı parlamentoda tartışılıyor.

Ancak kapitalist devletin kurumsal varlığı devam ediyor. Büyük işletmele­re, banka ve sigorta şirketlerine henüz dokunulmamış. Dokunulup dokunulma­yacağı da belirsiz. Daha çok alternatif kurumlar ile abluka siyaseti izleniyor. İ- kili iktidar ve paralel ekonomi birlikte yürüyor. Hangisinin egemen olacağı, sorusunun karşılığı net olarak verilmiş değil. Belli ki Venezüella Devrimi’nde son sözler söylenmemiş. O nedenle dev­rim hangi yolda ilerleyecektir, sorusu henüz karanlıkta. Ancak olumlu geliş­melerden bahsedilecek birçok gelişme söz konusu. Bu gelişmeler umut verici. Esas mesele işçi sınıfı ve emekçi güçle­rin, devrimci sürece ağırlık koyup koy­mamasında ortaya çıkacak. Bu konuda ise sorunlar oldukça karmaşık. Zira işçi sınıfı ve emekçi halk istenilen düzeyde

bilinçli ve örgütlü değil. Dahası emekçi halkın gerçek bir öncüsü olması gereken Komünist Partisi yeterli örgütlü bir güç olarak görünmüyor. Devrime öncülük e- decek bir kapasiteden de yoksun olduğu anlatılıyor. Nitekim görüştüğümüz ta­rafların hemen hemen hepsi partinin bü­rokratik yapısından yakmıyorlar. Şimdi­lik olumlu unsurlardan bir tanesi, bütün devrim güçlerinin ortak bir cephede ör­gütlenmiş olması. Bu cephenin içinde KP’de var. Günlerce uğraşmamıza rağ­men bu parti ile görüşme olanağımız ol­madı. Hakkında fazla bir bilgi de edine­medik. Yalnız parlamento da sekiz civa­rında üyesi olduğu söylendi.

Venezüella Devrimi’nin önemli bir ayrıcalığı, devrimi besleyecek büyük bir gelire sahip olması. Petrol ve gaz önem­li gelir kaynakları. Yönetim devrimin gereksinmelerini rahatlıkla sübvanse e- decek durumda. Biz oradayken Chavez,' parlamentodan 52 milyon dolar gibi bir bütçeyi ‘misyonlara ’ (halkın ve işçile­rin özyönetimi olarak belirtilen organla­ra) denetimine ve kullanımına verecek yasayı çıkardığı söylendi. Ülke öyle yoksul ki eski faşist yönetim, petrol ge­lirlerini adeta taş taş üstüne koymadan ABD’ye kaçırmış. Yolsuzluklar dizboyu imiş. Bu zaten ülkenin durumunda bariz bir şekilde görülüyor. Ve insan şaşırıyor adeta. Faşist yönetiminin nasıl kan içici bir sömürü ve talan sistemi olduğunun kanıtını gösteriyor. Bunu Caracas’m bü­tün sokak ve evlerinde görmek müm­kün. Şimdi olumlu birçok değişim süre­cini de...

Ancak temel sorun, devrimin organ­larının henüz tümüyle kurumsallaşama- mış olması. Değişik örnekler ise hala çok yeni. Doğal olarak bu noktada so­runlar oldukça yaygın.

Görüştüğümüz MVR dış ilişkiler sorumlusu Aurora Morales ile ismini şimdi hatırlayamadığımız bir profesör arkadaş, bize paralel ikili iktidardan ve ikili ekonomiden' bahsetti. ‘Biz’ dedi ‘özgül bir yolu izliyoruz. Bu yol burju­vazinin alanını daraltacak ve sınırlaya­cak bir yoldur. Onun için Sovyet yolun­dan gitmiyoruz. Dogmatik bir yaklaşımı reddediyoruz.’ Bu anlatım kuşkusuz Sovyet deneyinden öğrenmek ve ders çıkarmaktan çok, her an burjuvazi ile

48

Page 51: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART'NİSAN 2006 q O İ

uzlaşma eğilimini ifade eden bir kuşku yarattı bizde. Ama bir şey söylemek için henüz çok erken.

Gerek valinin gerekse dış ilişkiler sorumlusunun mülkiyet biçimlerine iliş­kin sorumuza verdikleri yanıtları ise şöyle özetleyebiliriz; bu arkadaşlar üç mülkiyet biçiminden bahsettiler;

1. Devlet mülkiyeti: Devletin doğ­rudan kontrol ettiği mülkiyet.

2. Özel mülkiyet: Yeni Anayasa tar­tışmalarında sosyal amaçlara ve hedef­lere ters düşmeyecek biçimlerde özel mülkiyete sınırlamalar getirilmek isten­mektedir. Mesela enflasyon altında üc­ret kısıtlamasına ya da sendikal örgüt­lenmelere karşı keyfi davranışlara gidi­lemeyecek vb. gibi. Bunlar değiştirilme­si düşünülen Anayasa’nm son taslak metninde tartışılıyor.

3. Sosyal mülkiyet: İşçilerin deneti­mini amaçlayan bir tarz kooperatif mül­kiyeti. Nitekim sosyal mülkiyete örnek iki temel biçim var; bunlardan ilki semt­lerde oluşan ve halk katılımını amaçla­yan kooperatif mülkiyeti. Bununla ilgili bir kooperatifi gezdik. Kısaca belirte­lim; Katya mahallesinde kurulmuş olan Venta adlı bir kooperatif oluşumu. Bü­yük bir alana inşa edilmiş. Eski bir pet­rol şirketinin alanı. Bu kooperatif devlet ve petrol şirketi tarafından sübvanse e- diliyor. Yoksul mahallenin bir ucunda kurulmuş. Kendi içinde yaklaşık 40 ci­varında değişik alanda çalışan alt koo­peratif birlikleri var. Mesela sağlık, spor, market, üretim, eğitim, ulaşım, çocuk sağlığı vb. gibi alanlarda çalışma yapı­yor. Ayrıca küçük bir fabrikayı andıran iki tane de üretim atölyesi var. Birisi 198 işçinin çalıştığı tekstil atölyesi. Diğeri de 100’e yakın işçinin çalıştığı ayakkabı atölyesi. Biz ordayken Küba’dan on bin ayakkabı siparişi almışlar, onu üretiyor­lardı. Venta’yı değişik kooperatiflerden seçilen bir ekip yönetiyor. Şimdilik süb­vanse ediliyor. Ancak ileride kendi ken­dilerine yetmeyi amaçlıyorlar.

İkinci örnek de; zarar eden ya da iş­veren tarafından işletilmek istenmeyen veya değişik sorunları olan fabrikaların, devlet tarafından satın alınarak devletle birlikte işçilerin denetimine verilmesi. Daha çok orta veya küçük işletmelerde

görülen bu duruma yakmen tanık olduk. Böyle durumlarda devlet, işletmenin %51’ni elinde tutuyor, işçiler de %49’nu. Ortak bir komisyon kumluyor ve fabrikayı bu organ yönetiyor. Bu or­ganda devletin temsilcileri de yer alıyor. İki fabrika öyküsünde bunun ayrıntısını anlatmaya çalışacağım.

Sorunu iyi tanımlayabilmek için bir de misyonlardan bahsetmek gerekiyor. Misyonlar, biraz halk konseylerine ben­ziyor. Amaç halk insiyatifmi öne çıkar­mak. Böyle yirmiye yakm misyon var. Mesela Ribas, Sucre, Robinson, Barrio Adentro, Piar, Miranda, Guaicaipro gibi misyonlardan bahsedebiliriz. Gerek Venta Kooperatifı’nde, gerek İnveval fabrikasında, gerekse de La Vegas semt inisiyatifinde Ribas eğitim projesine ya­kından tanıklık ettik. Devletin resmi e- ğitim sistemine paralel başka bir eğitim projesi bu. Kooperatiflerde, varoşlarda ya da fabrikalarda Ribas eğitimi mutlak bir zorunluluk haline gelmiş. Bu daha da geliştirilirse çok önemli bir rol oyna­yacak gibi görünüyor.

Kısaca önemli olan bazı görüşme­lerden daha bahsetmek gerekiyor. Size şiçıdi sosyolog ve felseci El Negro Vil-

■fafana, Chavez döneminin eski dış iliş­kiler sorumlusu ve Kristof Colomb hey­kelinin yıkılışının öncülerinden yazar Roland Tenis Boultan’m görüşlerini ö- zet olarak aktaracağım. Bunun şöyle bir önemi var; devrim sürecinde nasıl tartış­malar yürütülüyor ve farklı düşünenler neler söylüyor, bunları anlamak için bu

tartışmaları yansıtmak gerekiyor.

Önce El Negro ile başlayalım; 90 Tara kadar solun yer altında olduğu­nu, 90’larm sonundan itibaren halkla Chavez hareketi arasında köprü rolü oy­nadığını belirtiyor El Negro. Chavez’in başta sağcılar ve dincilerle hareket etti­ğini, popülist bir karaktere sahip oldu­ğunu, ancak halkın baskın gücü ve top­lumsal değişim talebi karşısında sol po­pülist bir çizgiye kaydığını söylüyor. ‘Halktan gelen sosyalizen baskı Cha- vez’e fazla geliyor’ diyen El Negro, devrimin dört temel sorunundan bahse­diyor;

1. Devrimde öncülük sorunu,

2. Buıjuva demokrasisinin ■Venezü­ella’da gelişme süreci,

3. Devletin yasal üstyapı sorunu,

4. Anti-emperyalizm ve sosyalizm süreçlerinin evrimi.

El Negro, devrimin olası evrilme süreçlerini ise üç ana başlıkta topluyor. Bunlardan ilki, halk katılımı derinleşirse ve devrime ağırlığını koyarsa devrimci süreç olumlu yönde gelişebilir. İkincisi, şu anda var olan kurum ve partiler ağır­lık koyarsa devrim reformist ve uzlaş­macı sürece doğru evrilebilir. Üçüncüsü de, politik erk başta olmak üzere devlet­te yozlaşma ve çürüme gibi bir gelişme olursa, karşı devrimci süreçte yeni atak­lar olabilir. Elbette El Nero’ya göre bun­lar olası birer senaryo. Ancak yine de o- na göre ‘bu senaryolardan hangisinin a­

49

Page 52: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

CJOİ MART-NİSAN 2006

ğırlık kazanacağı önümüzdeki başkanlık seçiminde belli olacaktır’ diyor. El Neg- ro başka bir noktaya daha parmak bası­yor; meselenin ekonomik olmaktan zi­yade politik olduğunu, ancak politikanın ise dar çerçevede yapıldığını ve halk i- çin sınırlandığını ifade ediyor. Bu konu­larda çeviri sorunundan dolayı net ola­rak nelerin ifade edildiği anlaşılır ol­maktan uzak oldu bizim için. Mesela halk katılımının önünün Bolivar Mis­yonları örneklerinde görülebileceği gibi açıldığı kanaatini edinmiştik. Ancak El Negro’nun içerden olarak neleri kastet­tiği kuşkusuz önemli ve yabana atılacak değerlendirmeler olmadığını dikkate al­mak gerekiyor.

Chavez döneminin ilk dış ilişkiler sorumlusu ve yazar Roland Tenis Boul- tan ise anlaşılan önemli bir kimlik. Gö­rüş ayrılıklarından mıdır bilinmez, ama Chavez tarafından görevden alınmış. Kristof Colomb heykelinin yıkılmasının mimarlarından birisi Tenis. Onun görüş­leri ise kısaca şöyle; ‘21. yüzyıl sosya­lizminden ne anlıyorsunuz’ sorumuza R. Tenis’in cevabında şunlar ifade ediliyor; ‘...bu konuda kimsenin kesin bir bilgisi olduğunu sanmıyorum. Ancak bana gö­re kesin olan şu; sosyalizm öncülerin değil, halkın yaratacağı bir mesele. Ulu­sal değil, küresel bir sorun sosyalizm. Kıtasal devrimi öngörmek gerekiyor. Bizim kıta da devrimin ortak birçok te­meli var. Mesela Jose Martin sadece Küba’nın değil, Latin Kıtası’mn da bir kurtuluş simgesidir vb.’ Daha sonra Ro­land Tenis, beş sınıf dinamiğinden bah­sediyor Venezüella Devrimi için;

1. Kent yoksulları,

2. Sanayi proletaryası (öncülük ro­lü),

3. Radikal kır yoksullan,

4. Batıdaki yerli halk,

5. Altın madenlerinde çalışanlar. (Yine çeviri meselesinden dolayı bu sı­nıf gücünü neden sanayi proletaryasın­dan ayırdığı anlaşılamadı.)

Tenis, devrimde ilk üçünün etkin bir konum, diğer ikisinin de etkin olmayan bir konum kazanacağını belirtiyor.

Projesel önerisi ise şöyle; ‘Bu sınıf dinamiklerini ortak bir platformda bir­

leştirmek ve yeni hareketi de bu temel­de ele almak gerekir. Anayasayı daha i- leri hedefler doğrultusunda yeniden de­ğiştirebiliriz. Bunu kıta da yaygmlaştı- rabiliriz. Biz dönüşümü sokakta yapaca­ğımıza inanıyoruz. Bunun için iki bin kişilik bir gücü temsil eden ‘Sokakta Demokrasi Hareketi’ni kurduk.’

Tenis’e sorduğumuz bir soru da Ko­münist Partisi ile ilgili olanaydı; Tenis, ‘Onlar sokaktan ziyade parlamentoya bakıyorlar. 30 yıldır pratik mücadele de yoklar. Onlar parti bizler ise otonom gruplarız. Biz de komünistiz, ama onlar­dan ayrıyız.’ Bu düşünce El Negro tara­fından da paylaşılıyor.

Bizim için VKP’nin görüşlerini al­mak önem taşıyordu. Başkanı Brezil­ya’da olduğu için görüşemedik. Diğer bir yetkili ile görüşme talebimize ise bir yanıt alamadık.

Belli ki Venezüella Devrimi’nde ol­dukça değişik görüşler varlığını sürdü­rüyor. Kuşkusuz bu doğal ve devrimin zenginliği. Üstelik bu tartışmalar tam bir demokrasi ortamında yapılıyor. Ama sanıyorum en önemli sorun, genişlemiş olan, içine kır ve kent yoksullarını da a- lan işçi sınıfının devrime ağırlığını nasıl koyacağıdır. Bu sorun hala askıda. Bir yerde devrimin kaderi adeta Chavez’in kişiliğinde toplanmış. Bu ise olası bir tehlikeyi ifade ediyor. Bu tehlikeyi ken­di aramızda da sık sık vurguluyoruz.

III

Sonra Venezüella Sendikalar Birliği (UNT)’ni ziyaret ediyoruz. UNT yakla­şık bir milyon üyesi olan bir sendika. Başkanı bayan Marcalle Maspore aynı zamanda parlamenter. Maspore sadık bir Chavez taraftan. Cana yakın ve dost bir arkadaş.

Sendika ILO’ya katılmış. Önceki -sağcı sendika STV’nin üye sayısı 60 bi­ne kadar düşmüş. Hızla üye kaybettiğini anlattılar bize. STV daha çok özel sek­törde örgütlü. Petrol işçileri ise devrim­den sonra hızla UNT’ye katılmış. Ayrıca elektrik, ulaşım, sağlık gibi alanlarda iş­çiler UNT’ye üye olmuş. 28 Mart 2006’da yeni kongresi var. Birçok tartış­malı ya da açık olmayan sorunlar bu kongrede tartışılacak. Ancak en ilginci

delegelik sisteminin ortadan kaldmlmış olmasıdır. Doğrudan seçim sistemini ge­tirmişler. Seçimi bu durumda nasıl ya­pacaksınız sorumuza verdikleri yanıt belirsiz. Söyledikleri herhalde elekronik sistemle olur diyorlar. Bu sendika bü­rokrasisinin önlenmesi için önemli bir karar. Yetkililer işçilerin yönetime katıl­masını sağlamak için yasa tasarısı hazır­ladıklarım söylediler. Ayrıca özel sek­törde uygulanmayan Chavez yasalarını, güvence altma alacak yeni yasalar çıka­racaklarını belirttiler. Sendikada şimdi­lik aidat yok. Bu sorunu tartışıyoruz, bu­na uygun bir çözüm getireceğiz, diyor­lar. İşçi nüfusu ülkede hizmet ve kafa e- mekçileri dahil 9.5 milyon. Sanıyorum buna kırsal alanlarda çalışanlar ve işsiz­ler de dahil olsa gerek. Ülke nüfusunun neredeyse yarısı çünkü. Venezüella’nın nüfusu ise 25 milyon. UNT bir genel sekreterle yönetiliyor. 23 eyalette örgüt­lü. Her eyalette ise bir sekreter var. An­laşılan oldukça gevşek bir örgütlenme.

İlginç bir anlatımda Sovyet deneyi­ne getirdikleri eleştirilerdir. Mesela Sovyet sendikacılığı reddediliyor. Hatta daha ileri giderek Bolşevikleşmenin çu­valladığını ve bunun sorumlusunun Le- nin’de aranması gerektiğini dahi belirtti­ler. Elbette bunu söyleyenler devlet yö­netiminde bulunan valinin ve parti dış i- lişkiler sorumlusunun (ki bir prof, ile gelen Aurora Morales partinin teoris- yenleri izlenimini vermişti bizde) ortak düşünceleri. Ama farklı düşünenler de var. Mesela bunlardan birisi ziyaret etti­ğimiz sendikaya bağlı Öğretmenler Yar­dım Kurumu’nun (İPAS) başmda bulu­nan Prof. Orlande Perez. Perez, kendini Marksist-Leninist olarak tanımlıyor. Zi­ra bize tercümanlık eden oğlunun ismi Lenin, Kızının ise Rosa. İPAS’m üye sa­yısı 350 bin. UNT’ye bağlı olarak çalı­şıyor. Biz, Perez ve bir işçi kökenli mil­letvekili ile işçi sınıfı sorunlarım tartışı­yoruz. Sınıf içinde üç ana eğilimden bahsediyorlar. Bunları şöyle özetlemek mümkün:

1. Bolivar İşçi Gücü. Perez, bu gru­bu daha çok bürokratik ve reformist eği­limli olarak tanımlıyor.

2. Troçkist grup. Bu gmp, işçi sını­fının bütünsel çıkarları ile grup çıkarla­rını birbirine karıştırıyor, diye eleştiri-

50

Page 53: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTNİSAN 2006 C|Oİ

yorlar. Küçük bir grup olduğunu söylü­yorlar.

3. Kendilerinin de içinde yer aldığı, aynı' şekilde UNT Başkam’nm da katıl­dığı ana gövde. Bu ana gövde de farklı eğilimler var. Anti-emperyalist sınırda kalanlardan (anlaşılan o ki başkan bu sı­nırda kalanlardan) Marksist-Leninistle- re kadar geniş bir cephe bu. Bize anlatı­lanlara göre; şimdi esas amaç, emperya­lizme karşı işçilerin tümünün birleşik bir merkezini kurmak. Bu konuda ö- nemli ilerlemeler sağlanmış. Onun için partiler üstü bir ulusal cephe zorunlulu­ğundan bahsediyorlar.

Ancak Perez, sınıf içindeki sorunla­rın farkında. Perez’e göre işçi smıfı iki ana gövdeye ayrılmış. İlki daha çok Pet­rol, Maden, Elektrik ve Gaz gibi sektör­lerde çalışan ve artı değer üreten sanayi işçileri. Ancak bunların sayısı sınırlı. İ- kincisi de kafa ve hizmet emekçileridir. Ücrete bağlı olanları daha çok kamu sektöründe çalışanlar olarak tanımlıyor. UNT’nin esas amacı, bu smıf güçlerini eğitmek, birleştirmek ve harekete geçir­mek. Özel mülkiyetin toplumsallaşma­sını ve bütün işçilerin üretim araçlarının denetimini sağlamasını esas amaç ola­rak açıklıyor Perez. Olumsuz olarak gördüğü bir nokta, 167 parlamenter i- çinde sadece 3 işçi kökenli, 3 ’te sendika kökenli milletvekilinin bulunmasıdır. Perez iki temel sorunun daha altmı çizi­yor; bunlardan ilki, emeğin metalaşma- sını engellemektir. Bunu nasıl yapaca­ğız, tartışıyoruz, diyor. İkincisi de, pazar sorunu. Kapitalist pazardan, ihtiyaçlara yanıt veren pazara nasıl geçilecektir so­runu bizim için önem taşıyor, diyor. Kuşkusuz bir de mülkiyet sorunu var. Bu sorular henüz açıkta. Verilen cevap­lar yetersizliğin ötesinde, şimdilik dev­rimin hangi yoldan ilerleyeceğini de be­lirsiz ^ılıyor.

Görüşme sürecinde özür dileyerek UNT başkanı Marcalle’nin gelemediği­ni (biz başkanı bekliyorduk), çünkü bir fabrikanın işçiler tarafından işgal edildi­ğini ve işçilerin denetimine geçtiğini, başkanın orada olduğunu, isterlerse fab­rikaya gelebilecekleri haberini gönder­mişti. Daha sonra oraya gittik. Bu vesi­le ile bir fabrikanın mülkiyet biçiminin el değiştirmesine de tanıklık edecektik.

Burada küçük bir espiriyi de aktara­lım isterseniz; İngilizce konuşma nedeni ile telefonda arkadaşımız Lenin ile ko­nuşuyor. Herhalde karşı avizeden ‘ben Lenin’ diyor. Bizim arkadaş da hemen espriyi yapıştırıyor; ‘ben de Stalin!’ Gü­lüşüyoruz.

Şimdi bu iki fabrika öyküsüne geçe­biliriz artık...

IVİki fabrika öyküsü:Sel-Fex (Lony) ve

İnveval deneyleri

I. Sel-Fex örneği

SEL-FEX, LONY markası ile mayo ve iç çamaşırı üreten bir fabrika. Burada 240 işçi çalışıyor. Çalışanların %95’i kadın işçi. Daha önce toplu sözleşme yapılmış. Ancak birçok maddesi işveren tarafından uygulanmamış. İşveren sade­ce çıplak maaş vermeyi kabul etmiş. Bunun üzerine birçok aşamadan sonra 16 Aralık 2005 tarihinden itibaren fabri­ka işçiler tarafından işgal edilmiş. İşgal faal olarak 35 kadın işçinin denetiminde sürmüş. İşveren bunun üzerine konkor­dato ilan etmiş. Uzun aralıklardan sonra iş mahkemeye gitmiş. Mahkeme işçiler lehine karar vermiş. Ancak işveren zarar ediyorum gerekçesi ile mahkeme karar­larım uygulamamış. Bunun üzerine fab­rika işverenin işçilere ve devlete borçla­rını mahsup edip geri kalanını satın ala­rak fabrikaya el koymuş. 1999’da çıka­rılan Anayasa’nm 104. maddesine daya­

nılarak (‘sosyal mülkiyet’ olarak tanım­lanan) fabrikanın, devlet ile birlikte işçi­lerin denetimine geçmesi kararı alınmış. Biz fabrikaya gittiğimiz gün mülkiyetin el değiştirme sözleşmesi imzalanıyordu. Hukuk temsilcileri (bu temsilcinin işve­renin mi, yoksa devletin mi temsilcisi olduğunu anlayamadık) ile UNT Başka­nı ve fabrika işçi temsilciliğinin imzala­rı ile fabrika el değiştiriyordu.

Kuşkusuz bu süreçlerin tümüne devrimin cevaz verişi etkili olmuştur. Bütün dönüşümler politik otoritenin et­kili gücünden ve bu güce uygun olarak Anayasal kararlardan gelmektedir. Bu da iktidar erkinin politik bir devrimle e- le geçirilmesinin ne kadar önemli oldu­ğunu gösteriyor.

UNT Başkanı Marcalle Maspo- re’nin bizi fabrikada beklediğini haber alınca Lenin bizi hızla oraya götürdü. Fabrika önü kalabalıktı. Bir kadın işçi, hemen hemen tümü kadın olan işçilere hitap ediyordu. Belli ki işgal ve mülki­yetin el değiştirmesi anlatılıyor. Neler yapılacağı tartışılıyor. Coşkulu bir hava içinde yaklaşık yanm saat onlan dinli­yoruz. Lenin içeriye haber vermiş olma- lıki işçilerin arasmdan içeriye almıyo­ruz. Sözleşme bitmiş ve imzalar atılmış ki biz içeriye girdiğimizde hukuk tem­silcisi Maspore’nin elini sıkarak çıkıp gitti. Sonra UNT Başkanı ile tanıştırıl­dık. Kısaca fabrikadaki durumu anlattı. Sonra işyeri temsilcisi olan ve dışanda konuşan bayan arkadaşla da tanıştırıl­dık. Küçük kız çocuğu da yanındaydı.

51

Page 54: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

t |O İ MART'NİSAN 2006

Ayrıca Maspore işçi bayanlara bizlerin Türkiye’den geldiklerini ve dayanışma içinde bulunduklarım anlattı. Maspore, ikinci gün SEL-FEX ile ilgili olarak bü­yük bir toplantı yapacaklarını, isterlerse oraya gelip konuşma yaparak mesajları­nı da verebileceklerini bize söyledi. Biz- ler ikinci gün döneceğimizden o toplan­tıya katılamadık, ama mesajımızı ilettik. Fabrikada işçiler destek duygularım ifa­de etmek için bir defter açmışlardı. O deftere destek anlamına gelen ortak duygularımızı yazdık ve her birimiz im­zalayarak başkana verdik. Lenin, yaz­dıklarımızı işçilere kendi dillerinden ter­cüme etti. İşçilerin alkışlama biz de al­kışla karşılık verdik.Sonra fabrikanın ge­nişçe bir salonuna geçtik. İşçiler de bi­zimle birlikte salona geçmişlerdi. İşçiler kendi aralarında kaldıkları yerden hara­retle tartışmaya devam ettiler. Soma bekledikleri misafir geldi. Meğerse bek­ledikleri arkadaş başından beri kendile­rini destekleyen işçi kökenli bir parla­mentermiş. Milletvekili ile de teker te­ker tanıştırıldık. İşçilere hitaben konuş­tu. Sonra işçilerin alkışlarını cep telefo­nu aracılığı ile birisine dinletiyordu. Sorduğumuzda Venezüella Meclis Baş­kanı ve aynı zamanda Latin Amerika Parlamentolar Birliği Başkanı da olan arkadaşın desteğine karşın işçilerin al­kışlarını dinletiyormuş telefon aracılığı ile.

İşçiler önlem için makineleri bü­yükçe bir odaya toplamış ve kilitlemiş- lerdi. Kaçırılma korkusundan dolayı bu önlemi almışlar. Şimdilik fabrikada üre­tim yok. Üretimin ne zaman ve nasıl başlayacağını tartışıyorlar. Lenin, şimdi polisler gelecek diyor, bize. Bizde ğayri ihtiyarı bir telaş var. Ne de olsa polis ge­lecek! Meğerse polisler işverene ve pa- ramiliter güçlere karşı işçilerin güvenli­ğini sağlamak için geliyorlarmış. Bizim arkadaşlar orada bulunanlara ve işçi milletvekiline bizdeki durumu anlatıyor. ‘Polis, bizde işvereni işçilerden koru­mak ve işçileri baskı altına almak için gelir sadece’ diyoruz. İşçi kökenli mil­letvekili arkadaş gülüyor. ‘Devrim bu’ diyor. ‘Devrim nelere kadirdir’ demek

istiyor herhalde. Sonra çok genç bir po­lis müfettişi ile müdür ya da komiser ol­duğunu sandığımız iki güvenlik elemanı giriyor içeriye. Tek tek bizimle de el sı­kışıyorlar. Milletvekili genç bir arkada­şımıza dönerek, ‘görüyorsunuz polis müfettişimiz de senin gibi çok genç ve işçileri korumaya gelmişler.’ Öyle anla­şılıyor ki genç arkadaşımıza ‘bütün bun­ları bize devrim sağladı’ demek istiyor. Biz yine de kendi aramızda şakalaşıyo­ruz; ‘bu polisler gerçekten şimdi bizim dostlarımız mı?

Otelimize döndüğümüzde bu görüş­meye katılamayan arkadaşlara durumu aktarıyoruz. Arkadaşlar oldukça hayıfla­nıyorlar. Böyle bir tarihi olayı kaçırdık­ları için tabii. O zamana kadar daha çok görüşmeler ile geçirmiştik zamanımızı. Devrimci bir eylemin içinde bulunma­mıştık. Oysa şimdi hem işçilerin fabri­kayı işgaline destek veriyorduk hem de ilk defa bir fabrikanın mülkiyetinin el değiştirmesine tanıklık yapıyorduk. Bu az şey mi...

II. İnveval fabrikası deneyi

İnveval, Caracas’a yaklaşık 40 km.uzaklıkta. San Antonio bölgesinde kurulmuş. Yemyeşil bir dağlık bölgede inşa edilmiş. Çok güzel bir bölge. Ova­lık adeta önünüze bir yatak gibi serili­yor. Kendi aramızda ‘bizde olsa buraya hemen turistik bir otel kurulur’ diyoruz.

İnveval, petrol şirketine vana üreten bir fabrika.

Fabrikada üretim son birkaç yıldır durmuş. Fabrika adeta hurdaya çıkar ha­le gelmiş. Yaklaşık üç yıl öncesinden başlayan direniş devam ediyor. Rehberi­miz olan Lenin, işçi direnişinin önderi, şimdi ise fabrika sorumlusu (müdürü) o- lan Jorge Paredes ile tanıştmyor. Jorge bizi fabrika yönetimi olan bölüme çıka­rıyor. Ancak fabrika yönetim bölümleri dahil adeta çürümeye terk edilmiş. Daha soma toplantı odasına alıyor Paredes. Son üç yılın direnişini ayrıntısı ile anla­

tıyor. Toplantıya arada bir değişik işçi arkadaşlar geliyor, onlarla da tanışıyo­ruz. Paredes süreci kısaca şöyle özetli­yor; ‘fabrikanın eski sahibi Chavez kar­şıtı muhalefetin başını çekiyordu. Soma Ispanya’ya kaçtı. 2002 yılı grevinde fabrikada 110 işçi çalışıyordu. Şu anda 55 işçiye düştü. İşçiler daha çok erkek ve lise çağındaki gençlerdir.’ Bu grevde 8 işçi dışında tümü işten atılmış. Atılan­lara işveren 12 milyon Bolivar civarında tutan tazminatı da vennemiş. İflas ge­rekçesini göstererek ancak 2 milyon Bo­

livar ödeyebileceğini belirtmiş. Böylece 1 Mayıs 2003 günü fabrika işgal edilmiş. İşçilerin talepleri; iş­yerine dönmek, üre­time yeniden başla­mak, üretilmiş olan

vanaların güvenliğini sağlamak ve ol­mazsa tazminatlarının tümünü almak vb... İşçiler işverene tazminatlarımızı vermezsen vanaları satar, haklarımızı a- lınz, demişler. Ancak işçiler yeterli dü­zeyde örgütlü olmadıkları için mücade­le başarıya ulaşmamış. Uyuşmazlık mahkemeye kadar gitmiş. Mahkeme iş­veren lehine karar vermiş. Ayrıca mah­keme işçilere dönük karar da almış; ‘fabrika işçilere terk edilemez. Çünkü işçiler fabrikayı yönetemezler. Sorunsuz çekip gitmelidirler. Böyle yaparlarsa ba­zı haklara sahip olacaklardır! ’ Ancak iş müfettişi işçiler lehine karar vermiş. Fa­kat işveren bunu da kabul etmemiş. İş­veren Nepal’daki fabrikayla birlikte davranmaya başlamış.

Bu süreçten somu fabrika yeniden işgal ediliyor. İşçiler bu sefer aileleri ile birlikte kamp kuruyorlar. Direniş uzun sürünce ve işçilere sarı sendikadan yar­dım da gelmeyince mücadele parçalan­maya başlıyor. Geçim derdi için bazı iş­çiler direnişi terk ederek iş aramaya baş­lıyor. Direnen işçiler içinde boşanmalar bile baş gösteriyor. Direniş kuşkusuz bu süreçten olumsuz etkileniyor. Büyük bir moral bozukluğu yaşanıyor. 10’a yakın değişik komiteler kurulsa bile parçalan­ma durdurulamıyor. Bu dönem, devri­min geleceği açısında da kritik günler. Chavez’i devirmek için referanduma gi­diliyor. Karşı darbe gerçekleştiriliyor. Böylece karşı devrimci güçler daha teh-

UNT'nin esas amacı, bu sınıf güçlerini eğitmek, birleş­tirmek ve harekete geçirmek. Özel mülkiyetin toplum ­sallaşmasını ve bütün işçilerin üretim araçlarının deneti­

mini sağlamasını esas amaç olarak açıklıyorlar.

52

Page 55: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTIN i SAN 2006 t |Q İ

ditkar davranıyor. Devrim ise hala sal­lantıda ve kurumlar ise istenilen düzey­de örgütlü değil.

Bu süreçte 110 işçiden 40’ı direnişi terk ediyor. Uzun sürmeden direniş kın­lıyor. Birçok ara süreçlerden sonra 2004 yılma gelindiğinde sadece direnen 4 işçi kalıyor. Aynı yılın Kasım ayında ise sa­dece Jorge Paredes kalıyor-fabrikada. Burada ilginç olan bir nokta şudur; üre­tim durduğu, işveren ülkeden kaçtığı ¡herhalde devrimin olası gelişmesinden korkup kaçmış olmalı) ve işçi direnişi de kırıldığı için, halk fabrikayı yağmalı­yor. Ne buluyorlarsa evlerine taşıyorlar.

Bu dönemde devrim umutlan yeni­den ülkede hız kazanıyor. Chavez atak üstüne atak yapıyor. Devrimde derinleş­me giderek artıyor. Devrimci güçler e- gemenliklerini birçok alanda pekiştiri­yor. Karşı devrimci güçlerin beli iyiden iyiye kırılıyor. Böylece merkezi otorite­den, fabrika direnişine destek geliyor. U- mutlar artınca 20 işçi tekrar fabrikaya dönüyor. Ancak işveren Ispanya’ya kaç­tığı için yerine atadığı bir menajeri ara­cılığı ile üretilmiş olan vanaları, bilgisa­yardaki disketleri, değişik dokümanları kaçırıyor. Bu dönemde derhal sürece ye­niden müdahale etmek için yeni bir ko­mite kuruluyor ve başına Paredes geçi­yor. Paredes parlamentoya çağrılıyor. İş­çi kökenli milletvekillerinin de desteği ile sorunu tartışıyorlar. 16 Şubat 2005’te işçi komitesi parlamentoya bir öneri su­nuyor; ‘eğer bizi desteklerseniz fabrika­yı ele geçirebiliriz.’ Fakat hükümet bu öneriye güvence veremiyor. Çünkü bu devrimin adeta ilk millileştirme örneği olacaktır. Devrim ise hala bu konularda ne yapacağını bilecek durumda görün­müyor. Destek verilmeyince işçiler de fabrikayı ele geçirmede tereddüt ediyor. Bu durum işçilerde yeniden moral bo­zukluğuna sebep oluyor. Paredes sert bir konuşma yapıyor. Bunun üzerine 12 iş­çi, 2 güvenlik görevlisini etkisiz hale ge­tirerek fabrikanın kontrolünü ele geçiri­yorlar. Sonra bazı işçiler yeniden fabri­kaya dönüyor. Artık fabrika denetimi tü­müyle işçilere geçmiştir. Bundan sonra gerek iş mahkemesi gerekse ilgili ba­kanlıktan görevliler gelerek envanter tu- ruyorlar. Böylece bakanlık da millileş­tirmeye yeşil ışık yakıyor. Ancak bakan­lık işçilerden tek bir istek de bulunuyor;

‘fabrikanın millileştirilmesi komuoyu tarafından bilinmeyecek. Gizli tutula­cak.’Anlaşılan o ki hala devrimci otori­te, mülkiyet sorunu hakkında net bir tu­tuma sahip değildir. Bakanlığın tavrı, aslında bu anlayışın açık bir göstergesi gibidir.

Oysa Jorge Paredes’in anlattığına göre; ‘bizim hareketimiz yasalara uy­gundu. Çünkü petrol sanayisi 1976 yı­lında millileştirilmişti. İnveval fabrikası da (petrol sanayinin yan bir kolu olması nedeniyle) Anayasa’nm ilgili maddesine dayanılarak millileştirilebilirdi. Dolayı­sıyla hareketimizin böyle bir hukuksal dayanağı vardı.’ Nihayet fabrika, 26 Mart 2005 yılında parlamentoda milli­leştiriliyor ve başkan Chavez tarafından imzalanıyor. Bu karara göre fabrikanın %51’i devletin, %49’u da işçilerin ola­caktır.

Bundan sonra işçiler derhal bir koo­peratif kuruyorlar. Böylece fabrikanın mülkiyeti kooperatife geçiyor. Koopera­tife 5 YK üyesi seçiliyor. Bunların üçü devletin, ikisi de işçilerin temsilcisi. İş­çiler bıma itiraz ediyor. Fabrika temsil­cisinin işçilerden olması isteniliyor. İş Chavez’e kadar gidiyor. Chavez işçile­rin lehine karar veriyor. Bu sırada 5 ki­şilik YK 9’a çıkarılıyor. İşçileri temsilen beş işçi seçiliyor, devleti ise dört kişi temsil ediyor. YK Başkanı ise Jorge Pa­redes oluyor. Paredes aynı zamanda fab­rikadan sorumlu müdür. Fabrikada şim­di 7 komisyon var. Bütün haznlıklar ü­

retimi Nisan 2006’da başlatabilme ça­basına verilmiş. Aralıktan bu yana işçi­lerin ücretlerini devlet ödüyor. Asgari ücret ortalama 400 bin Bolivar iken, iş­çiler burada 700 bin Bolivar alıyor. Pa- redes’in ücreti de işçilerle aynı. Bizim gözlemimizden çıkan sonuçlardan birisi de şu; sanki işçiler maaşlarını alıp fazla bir şey yapmamışlar. Çünkü son üç ay­dır maaşlarını alan işçiler, fabrikaya dö­nük doğra dürüst bir temizlik dahi yap­mamış görünüyorlar. Flatta biz Pare­des’e ‘sanki işler burada çok ağır gidi­yor’ sorumuza, hayır cevabını veriyor. Oysa fabrikanın yönetim büroları ol­dukça yıkık ve bakımsız. Duvarlar dö­külüyor, odalar perperişan bir görüntü veriyor. Bu durumda bizde kendi ara­mızda Sovyetler Birliğimdeki çürümeye neden olan gerekçeleri düşünmeden e- demiyoruz elbette.

Jorge Paredes, kısaca bazı düşünce­lerini bizlerle de paylaşıyor. Özellikle demokratik katılımcılığın öneminden bahsediyor. ‘Bunu’ diyor ‘biz fabrikada hayata geçirmeye çalışıyoruz. Burada o- luşacak olan artı değer sadece işçilere gitmeyecek, aynı şekilde semt halkına da yansıyacak. Kapılarımızı çevrede ya­şayanlara da açtık. Kapitalizmi yok e- dip, sosyalizmi kurmak istiyoruz. Dev­rimi bütün kıtaya yaymak gerekir. 21. yüzyıl sosyalizmi tabandan başlamak zorundadır. Halk iktidarını inşa etmemiz gerekiyor. Dikkat edeceğimiz hususlar­dan birisi de, bürokrasiye karşı işçi ini-

55

Page 56: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C |O l MARTIN ¡SAN 2006

siyatiflerinin gerçekleştirilmesidir. ’

Bu arada fabrikada sendikal örgüt­lenmenin olup olmadığmı soruyoruz. Bu konuda Parades’in düşüncelerini öğ­renmeye çalışıyoruz. Aynı soruyu Venta Kooperatifi’ndeki yetkiliye de sormuş­tuk. Onun yanıtı şöyleydi; ‘ne gerek var sendikaya. Burada işveren yok ki. Altı değer, işçiler tarafın­dan paylaşılıyor. Bu­rada herşey işçilerin çünkü.’ Bu yaklaşım bizde biraz ürküntü yaratmıştı. SSCB’de Lenin’e karşı da ben­zer argümanlar ileri sürülmüştü. Lenin i- se ‘işçi devletinin hata yapmayacağını kim garanti edebilir. İşçiler kendi hakla­rını savunabilmek için sendikalar gerek­lidir’ demişti. Fakat Parades daha man­tıki açıklama getiriyor sorumuza; ‘fabri­kada şu anda sendika yok. Çünkü geç­mişte sendika ile ilgili işçiler kabuslar yaşadı. İşçiler sendikaya karşı tepkili. Kontrol şu anda tümüyle işçilerde. Sen­dika belki ilerde olabilir.’

Paredes, fabrikada bir de hücre kur­muş. Burada işçilere güncelin ötesinde Marksist eğitim çalışmaları yaptıklarını söylüyor; ‘biz de Marksistiz. Fabrikada gazete çıkarıyoruz. Bununla işçileri e- ğitmeye çalışıyoruz. Ayrıca Ribas eğiti­mini sürdürüyoruz. Chavez yönetimini destekliyoruz. Ancak bizler Chavez’in partisinden değiliz. Ama devrim cephe­sinin içinde yer alıyoruz.’ Sonra 1000 Bolivar karşılığında gazatelerini satıyor­lar. Sattıkları gazete fabrika gazetesi de­ğil. Daha genel politik ve teorik bir ga­zete. Gazetede Troçki’nin bir yazısını görüyoruz. Anlıyoruz ki Paredes biraz yan Troçkist eğilimli bir arkadaş. Bunu da şu sözlerinden anlıyonız; ‘ama be­nim KP’ye de sempatim var. Onlarla da diyalog içindeyim.’ KP ise klasik ML bir parti. En azından ideolojik çizgisinin öyle olduğunu söylüyorlar.

Bitirmeden küçük bir anekdotu da­ha aktannak istiyorum; yemeğe gidiyo­ruz. Lenin benim yanıma düşüyor ye­mekte. Onunla konuşuyorum. Lenin 22 yaşmda üniversiteli bir genç. Herhalde üniversiteden kalan boş zamanında 4ev- rim için çalışıyor. (Ama doğrusu şu olsa gerek; gece gündüz devrim için koşturu­

yor. Herhalde boş zamanı oldukça üni­versiteye gidiyor. Doğrusu bu olsa ge­rek.) Hoş bir sohbet yapıyoruz. Sohbeti­miz daha çok espiri ve şaka içinde geçi­yor. Ona isminin önemini hatırlatıyo­rum. Sonra bazı liberal tavırları (rande­vulardaki gecikmeler gibi) nedeniyle bu isme layık olması gerektiğini espiri ile

karışık bir şekilde anlatıyorum. Lenin i- çin, hem bilimsel teorinin büyük bir us­tası hem de örgütçü ve pratik hareketin önderi olduğunu söylüyorum. Büyük ustanın neden radikal bir komünist ol­duğunu anlatıyorum. Bu isme layık ol­ması gerektiğini belirtiyorum. Sonra ye­mek fişinin bir kenarına Lenin’i Lenin yapan bazı özellikleri maddeler halinde arka arkaya yazıyorum. Bunlar elbette hoş ve espirili bir sohbette oluyor. Son­ra T .enin bana babası ile (babasını yuka­rıda anlatmıştım; Orlande Perez) kendi­ni karşılaştırarak şöyle diyor; ‘ben baba­mın sağmda duruyorum. Ama ilerde o- nun soluna geçeceğim’ diyor. Sonra ba­zı radikal çıkışları karşısmda arkadaşla­rı ona ‘sen Usame Bin Ladin mi’ olacak­sın diyorlannış. Ben de ona ‘hayır senin için Bin Ladin benzetmesi güzel değil, sen Lenin gibi olmalısın’ diyorum. Bir­likte gülüşüyoruz. Sonra devrimin in­sanlarımızı nasıl eğittiğini gözlerimizle görüyor ve şahit oluyoruz. Oysa Haşan Cemal ne demişti: “Devrim hayalleri bitti!” Oysa bakan göz, duyan bir yürek ve çalışan bir kafa, devrim hayallerinin neden bitmediğini Lenin gibi gençlerin yaşamlarında görebilirler mi bilmiyo­rum. Ne kadar basit bir kafa ve zavallı bir ruh hali olsa gerek bu.

Sonuç

Gerek her iki fabrika deneyinden, gerek Venta Kooperatifi ile La Vegas semt girişiminden, gerekse değişik gö­rüşmelerden çıkarabildiğimiz bazı so­nuçlan şöyle toparlayabiliriz;

1. Venezüella Devrimi; önderliği, sınıf karakteri ve politik/teorik varsa-

yımlan ile esas olarak anti-emperyalist ulusal demokratik bir devrim özelliği göstermektedir.

2. Devletin politik üstyapısını ele geçiren merkezi otorite, politik bir dev­rim sürecinde derinleşme gösterse bile, ekonomik/toplumsal dönüşüm sürecinde ciddi sancılar ve sorunlarla karşı karşıya

bulunduğu yadsına­maz. Ancak devrimci süreç, yaşamın da­yattığı zorunlulukla- nn bir sonucu olarak aynı ölçüde ekono­mik/toplumsal dönü­

şüm süreçlerinin dinamiklerini de açığa çıkarmaktadır. Başka bir deyişle bu zo­runluluk, toplumsal dönüşüme yamt ara­makta ve kendi sürecini dayatmaktadır.

3. Devrim sürecinin dinamik güçle­ri, kendi mecrasında doğal olarak sınıf­sal programı da gündeme getirmiştir. Bu sınıfsal dayatmayı anlayanlar da var an­lamayanlar da... Her iki fabrika örneğin­de görülebildiği gibi, işçi sınıfı devrim­ci sürece ağırlık koyar ve sınıf politika­larını dayatabilirse, devrim sınıfsal dö­nüşüm sürecinde etkin bir konum kaza­nabilir. Chavez yönetiminin açık olmasa da ‘21. yüzyıl sosyalizmi’ olarak tanım­ladığı söylem, devrimin sosyalizm yo­lunda derinleşmesi açısından bir kaldı­raç rolü oynayabilir. Bu önemli bir açı­lım ve önemli bir olanak anlamma geli­yor. Eğer bu olanak doğru kullanılır ve bu alanda beceri gösterilebilirse, devrim hızla sınıfsal program hedefleri doğrul­tusunda ilerleyebilir. Bunun gerçekleşe­bilmesinin tek kriteri, tümüyle sınıfın komünist öncü güçlerinin yetkin eylem­lerinde toplanmış olmasına bağlanabilir.

Venezüella Devrimi’nde en temel sorun, devrimde hangi sınıfın önderlik edeceği sorunudur. İşçi smıfı devrime önderlik edebilecek midir? Bu sorunun cevabı şimdilik verilmiş değildir. Ancak burada ciddi sorunlar olduğunu görmek gerekir. Bu anlamda temel iki noktanın altını çizebiliriz;

a. İşçi sınıfının çok parçalı yapısı süreci olumsuz etkileyen nedenlerin ba­şında sayılabilir. Başka bir deyişle sınıf yapısının yatay ve dikey olarak parça­lanmış olması, devrime önderlik soru­nunu paralize eden önemli nedenlerden

'Devrimi bütün lataya yaymak gerekir. 2 1 . yüzyıl sosya­lizmi tabandan başlamak zorunda. Halk iktidarını inşa e t­memiz gerekiyor. Dikkat edeceğimiz hususlardan biri de,

bürokrasiye karşı işçi inisiyatiflerinin gerçekleştirilmesidir.7

54

Page 57: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006 CJOİ

bir tanesidir. Sınıf kimliğinde, sanayi proletaryası aleyhine çok büyük bir ge­nişleme söz konusudur. Ülke adeta kü­çük enformel sektörlerin ağırlık taşıdığı bir ülke haline gelmiştir. Büyük bir iş­sizlik, ara sektörlerde geçici çalışma bi­çimleri, zanaatkar, küçük esnaf ve gezi­ci seyyar satıcılar, kısacası kent yoksul­lan, sınıfsal konumlanma da temel bir göstergeyi ifade etmektedir. Bu ise sınıf disiplinini, politikasını, ideolojisini ve kültürünü olumsuz etkileyen faktörler olarak düşünülebilir. Bu durum devrim­de işçi sınıfının niteliksel anlamda ön­derlik sorununu olumsuz etkliyen bir faktördür. Doğal olarak bütün bunlar, devrimde' küçük buıjuva önderliğinin beslenmesine, dolayısıyla etkin bir ko­num kazanmasına neden olmaktadır. Kuşkusuz bunlar yadsmamaz.

b. İşçi sınıfının parçalanmış olan nesnel yapısına paralel olarak, sınıfın öncü güçleri de kendi içinde sayısız gruplara bölünmüştür. Kuşkusuz bu du­rum somnu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Bu nedenle işçi sınıfım birleştiren, eğiten ve eyleme seferber e- den bir oluşum, Venezüella'da oldukça zayıf ve güçsüzdür. Tenis Boultan’ın bu güçleri birleştirme önerisi doğruya ait ö- nemli bir proje anlamma gelmektedir. VKP ise güçsüz ve kırılgan özellikler ta­şımaktadır. Anlaşılan o ki KP bu yolda oldukça sorunludur. Ayrıca ML olan çok sayıda grup ve çevreler ise kendi arala­rında birleşik bir ey­lem hattı da örebil­miş değildir. KP ise bu gruplan da kucak­lamadan uzaktır. Do­layısıyla değişik Marksist çevre ve gruplar devrimci smıf cephesi anlamma gelen ortak bir smıf partisinde birleşe- bilmiş değillerdir. Şimdilik en olumlu görülen nokta, bu çevrelerin ortak bir anti-emperyalist devrim cephesinde bu­luşmuş olmalarıdır. Ancak bu cephenin örgütlenmesi ve faaliyetleri hakkında herhangi bir bilgi sahibi olamadığımız i- çin, nesnel yorum yaprha imkanına da sahip değiliz. Zaten bunun sının bellidir.

4. Devrimin yaratmış olduğu muaz­zam olanaklar özel olarak vurgulamayı hak ediyor; bunlar demokratik hayatm önünün açılması, merkezi politik erkin

tümüyle ele geçirilmesi, emekçi halkın lehine yasal/hukuksal ve pratik bir dizi karann gerçekleştirilmesi, Anayasa’nm devrim lehine değiştirilmesi ve devrimci demokratik bir Anayasa’ya kavuşturul­ması ve karşı devrimci güçlerin önemli derecede tasfiye edilmesi gibi son dere­ce ilerletici olan devrimci kararların a- lınmış olması, devrimin ikinci adımını hem zorunlu kılmakta, hem de artan o- randa olanaklı hale getirmektedir. Yaşa­mın nesnel gereksinmeleri sosyalist dev­rime geçişi mutlak surette gerekli kıl­maktadır. Bu ise tümüyle sınıfsal (sosya­list) bir programın pratikte uygulanması demek olacaktır. Ancak bu nasıl olacak­tır, açık değil. Daha önemlisi, devrimin bu aşamasına ilişkin devrim güçlerinin teorik bir kafa açıklığına sahip olmaları gerektiğidir. Bu konuda sorunlar yaşan­dığı açık. Burada olası bir gecikme veya olası bir savsaklama devrimin kaderi ile oynamak demektir çünkü.

5. Devrim yoksul bir ülkede, kırsal ilişkilerin hala güçlü olduğu, ama kent yoksullarının aynı oranda büyümüş de olduğu bir süreçte gerçekleşti. Kendine özgü bir yoldan ilerledi. Ancak bu ger­çekler, devrimin ikinci aşamaya geçişini zorlaştıran nedenlere de işaret etmekte­dir. Yine de burada 1930’lar SSCB’sin- de olmayan daha kolaylaştırıcı çok ö- nemli bir olanaktan bahsedebiliriz. Bu da ülkenin büyük bir petrol gelirine sa­hip olmasıdır. Zira ülke dünya petrol ü­

reticileri sınıflandırmasında beşinci sıra­dadır. Bu sanayileşme atılımında hem hızlı bir süreci, dolayısıyla hızlı bir smıf birikimini ve proleterleşme eğilimini hem de devrimin organlarını sübvanse etmede önemli bir olanağa sahip oldu­ğunu gösterir. Bu devrimin derinleşme­sinde önemli bir olanaktır. Stalin önder­liğinde SSCB’nin endüstrileşmesindeki bütün olumsuzluklara karşın ülkenin na­sıl bir politika ile dünyanın en önemli sanayi ülkesi olduğunu biliyoruz. Bu­nun tarihi derslerini Venezüella devrim­cileri mutlak surette özümseyebilmeli-

dirler.

6. Her iki fabrika deneyinden genel bir deney çıkarmak gerekirse eğer (as­lında bu iki fabrika deneyi, aşağı yukarı ülkenin ortak bir profilini de vermekte­dir) şu noktaların önemi kendiliğinden anlaşılabilir; işçilerin örgütlülüğünde, e- ğitimleri ve kuramsallaşması süreçlerin­de ortaya çıkan tablo, oldukça yetersiz, atıl, gevşek ve liberal yapıların ağırlık taşıdığı olumsuzluklarla örülmüş bir tabloyu göstermektedir. Bunda sıcak bir bölgenin iklimsel etkisini ve aynı şekil­de Venezüella kültürünün kendine has özelliklerini (özellikle disiplini bertaraf eden ve kendiliğindenciliği özendiren) hesaba katarak belirtiyorum. Ama ne o- lursa olsun bu durumun, devrimin ilerle- tilmesinde bir frenleme yaptığını ve tu­tucu bir konuma neden olduğunu rahat­lıkla söyleyebiliriz. Zaten UNT Başka- nı’nm başka bir vesileyle ifade ettiği gi­bi ‘bu Venezüella’ya özgü liberalizm’ dir. Ancak yine de nedenler ne olursa ol­sun, devrim nedenlere bağlı olarak de­ğil, tersine nesnel koşullara ve iradi ça­balara bağlı olarak gelişir.

Umut artık soyut bir istek olmaktan çıkmış, tersine emekçilerin avuçları i- çinde gerçekleşebilir bir nesnelliğe dö­nüşmüştür. Şimdi dünyanın bir tarafı ka­zanılmıştır. Devrim bundan sonra yeni umutlarla birlikte yeni hedeflere doğra koşacakta ‘Devrimin sonu’ diyenlere

tarih yanıtını vermiş­tir. Venezüella Devri­mi, devrimin güncel­liği sorununu yeni­den insanlığın önüne getirmiştir. Bu ne­denle tarih devrimi yazacaktır, devrim

tarihi değil. Ancak devrimler tarihi oluş­turmaya devam edecektir. Zira devrim­ler tarihin aynasıdır.

Bizler, bu hedeflere koşan devrimin yapıcılarının eylemlerine tanıklık ettik sadece. Daha ötesine değil.

Venezüella Devrimi kazanacak ve bu eylem bütün emekçi halkların umut­larına ışık olacaktır.

Özetle Venezüella Devrimi’nden çı­karılacak sonuçlar bunlar olsa gerek.

28 Şubat 2006

Venezüella Devrimi'nde en tem el sorun, devrimde hangi sınıfın önderlik edeceği sorunudur.

İşçi sınıfı devrime önderlik edebilecek midir?Bu sorunun cevabı şimdilik verilmiş değildir.

55

Page 58: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

S o syal fo r u m la r n e r e d e n

GELDİ, NEREYE GİDİYOR?

Güler Toprak

T5F'nln yapısal olarak barındırdığı sorunlar D5F'de ve A5F'den O'na geçen sorunlardır. Yeni bir durum, yeni bir mücadele yöntemi olarak ilgi odağı oluyor, ancak gelip bir yere dayanıyor. Elini kolunu bağlayan ilkeler angajmanından da, elitler hegemonyasından da kurtulmak zorunda. 5osyal hareketler bu denizde boğul mayaca ksa eğer, en iyi ihtimal­le Sosyal Forumlardaki bu kalıpların Sosyal Forumları daha ileri taşımak üzere kırılması gerekiyor. Yoksa kapitalizme bir tekme atmakla bir şey olmaz, o ne badireler atlattı.

Türkiye Sosyal Forumu (TSF )ge- çen sene haziranda duyuruldu. Kuru­luşunun ilan edildiği basın metninde TSF’nin hedefi şöyle ifade ediliyordu; “Türkiye Sosyal Forumu’nun (TSF) çalışmalarında emek ve meslek örgüt­leri, siyasi partiler, çeşitli demekler ve inisiyatifler aktif rol oynuyor. TSF, Türkiye’deki yüzlerce sosyal hareketi bir araya getiren bir zemin oluştura­cak. Türkiye Sosyal Forumu, Türki­ye’deki tüm sosyal hareketleri TSF’nin bir parçası olmaya, bir avuç insanı değil, milyonları merkezine a- lan alternatifleri hep birlikte oluştur­maya ve geliştirmeye çağırıyor”

O günden buyana kumcuların ya­nı sıra başka örgütlerin de katılımıyla TSF süreci başladı.

TSF’ye çağırılan tüm gruplar 28 kumcu yapının tanımladıkları ilkeleri kabul ederek içeri girmek zomndaydı. Çoğu kurulma aşamasında sürece ka­tılmayan veya davet edilmediği için katılamayan gmp ve yapılar buna rağ­men pişirilmiş, şekillenmiş olan TSF oluşumuna paraşütle inmiş oldular. İl­kelerini tartışamadıkları bir oluşuma katılmak TSF’ye sonradan dahil olan­lar açısından çok ta sık yaşanan bir durum değildir. Hatta böyle davetler pek de sıcak karşılanmaz. Buna Nağ­men TSF için bu böyle olmadı. Pek çok yapı bu sürece dahil olmak istedi.

TSF’nin normalde fazla yan yana gelemeyen yapıları buluşturma bek­lentisi önemliydi. Dünyadaki diğer sosyal forumlara katılmaya önayak ol­ması, uluslararası hareketlere daha fazla etkide bulunmak ya da dahil ol­mak isteyen sol grupları da TSF’ye yönlendirdi. Her geçen gün daha fazla eriyen ve güçsüzleşen sendikal yapıla­rın bir kısmı da Sosyal Forum süreçle­rine dahil olmayı önemsiyorlardı. Platform, ittifak, eylem birliği şeklin­deki örgütlenmelere alışkın olan siya­si yapılar, başka bir forma sahip olan TSF yi anlamakta ya da kabul etmekte zorlansalar da şimdilik içinde yer al­maya dönük bir istek var.

Yeni bir şey olarak hem merak e- dilen hem de ilkelerine direnç gelişti­rilen TSF’yi anlamak için aslında Dünya Sosyal Forumu’na (DSF) ve Avrupa Sosyal Forumu’na (ASF) bak­mak gerekli.

Sosyal forumlar, 2001 yılında Brezilya’nın Porto Allegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumu (DSF) ile başladı. İsviçre Davos’ta; dünyayı yönetenlerin toplandığı Dünya Ekono­mik Forumu ile aynı zamanda yapılanI.DSF, Davos’a alternatif olarak örgüt­lenmişti. O günden bu yana toplam 6 DSF gerçekleşti. Bunlardan 4 tanesi Porto Allegre’de, biri Hindistan Mum- bai ve sonuncusu ise çok merkezli

(poli centrik) yapıldı. Venezüella Ca­racas’ta, Mali Bamako’da ve de Pakis­tan Karachi’de.

Dünyanın her yerinden on binler­ce aktivistin katıldığı DSF toplantıla­rının birinci misyonu “sosyal hareket­leri buluşturmak” olarak ifade edili­yor. Protestoların yanı sıra sosyal ha­reketlerin birbirine deney aktarması, birbirinden etkileşmesi, ağlar oluştur­ması önemseniyor.

Dünya sosyal forumu kıvılcımını yakan, küreselleşme karşıtı eylemler­de bir dönüm noktası olan 1999 Seatt- le eylemidir. Doğrusuyla yanlışıyla yı-

, kılan reel sosyalizmin ardından, em­peryalistler zafer ilan etmiş ve bütün dünyaya demokrasi ve zenginlik yay­mayı vaat etmişti. 90Tarın sonuna gel­meden yalanlar iyice su yüzüne çıktı. Küreselleşme adı altında yürütülen politikalara benzer ya da farklı farklı nedenlerle karşı olanların öfkesi birik­ti. İşte Seattle bunun göstergesiydi. Serbest ticaret anlaşmaları, küresel ı- sınma, özelleştirmeler, sosyal hakların kısılması ve daha pek çok nedenle kü­reselleşme karşıtı hareket büyüyordu. Seattle’da DTÖ’yü protesto etmek i- çin birbirlerine sanal ortamdan ulaş­maya çalışan pek çok aktivist belki de böylesine etkili bir eylemin mimarları olduklarından habersizdiler.

Dünyanın pek çok kentinden

56

Page 59: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MARTIN ¡SAN 2006 q O İ

50.000’i aşkın protestocu oldukça sert geçen eyleme katıldı. ABD polisiyle çatışan göstericiler hem Seattle sokak­larını hem de DTÖ toplantısını felç et­miş, dünya ticaretinin patronları otel­lerinden çıkamamıştı.

“Seattle, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana seçkinlerin ticaret diplomasisinin uğradığı en büyük he­zimet oldu.” 1 Kendi içlerinde de çeliş­kileri bulunan DTÖ patronları bu ko­şullarda toplantıyı bir sonuca bağlaya- mayıp, dağıldılar.

Güçlü bir şekilde katılan sendika­lardan, anti-kapitalist gruplardan, sos­yalist örgütlerden, çevrecilerden, ka­dın hareketinden ve pek çok sosyal ha­reketten on binlerce aktivist Seattle’da zafer kazanmıştı. Oldukça temkinli ol­duğu şüphe götürmez bir eylemci hak­lı olarak “kapitalizme bir tekme attık” diyecekti.2

Fakat Seattle’m asıl önemi küre­selleşme karşıtı hareketin neler yapa­bileceğini göstermiş olmasıydı.

Küreselleşme karşıtlan için Seatt- le’dan sonra DTÖ, G8 gibi önemli top­lantılara müdahale etmek, toplantıları yapılamaz kılmak önemli bir motivas­yon kaynağıydı. (Dünya Ekonomik Fo­rumu, Davos, Ocak 2000; IMF-Dünya Bankası Bahar toplantılan, Washington, Nisan 2000; DEF, Melbourne, Eylül 2000; IMF-Dünya Bankası yıllık top­lantısı, Prag, Eylül 2000; AB zirvesi, Nice, Aralık 2000; Davos toplantısı, O- cak 2001; Quebec Amerika Ekonomik Zirvesi, Nisan 2001; AB zirvesi, Got­henburg, Haziran 2001; Salzburg Dün­ya Ekonomik Forumu toplantısı, Tem­muz 2001 ve G-8 Dünya Ekonomik Zir­vesi, İtalya, Temmuz 2001)

200l ’de İtalya’nın Cenova kentin­de düzenlenecek G8 zirvesine karşı 3 gün boyunca süren eylemlere 10 bin­ler katıldı. En son gün eylemci sayısı 300.000’e ulaşmıştı. Berlusconi hükü­meti de bu hareketi engellemek için her yolu denedi. Polisle çatışmaya gi­ren kitleden bir genç; Carlo Guilliani İtalya polisi tarafından katledildi.

Dünyada sosyal hareketler yeni bir ivme kazanmış, rüzgar “dışlanmış­lardan” yana esmeye başlamıştı.

DSF fikrine kaynaklık eden ve ha­yata geçirilmesinde etken olan daha pek çok şey var, ama en çarpıcı olarak küreselleşme karşıtı hareketin geldiği bu evreden söz etmeliyiz. Seattle’da olanlar pek çok kişiyi heyecanlı tartış­malara sevk etti. Hareket üstüne kafa yoruldu, sayısız yazı yazıldı. Çok geç­meden “hareketin protestocu karakte­rini aşmak ve karşı çıkılan düzenin al­ternatiflerini tartışmak” gibi bir fikirle yola çıkılarak DSF’ye varıldı. Kurucu 8 örgüt Brezilya’da yan yana gelerek ilkeleri ve çalışma şartlarını belirledi­ler. Kıstaslar, dünya efendilerinin poli­tikalarına karşı olan en geniş kesimi yan yana getirmek üzere belirlendi:

“DSF, neoliberalizme, dünyanın sermaye tarafından htikmedilmesine, emperyalizmin her çeşidine karşı olan ve hem insanlar arası, hem insanlar ile yer küre arasında yapıcı ilişkilerin ol­duğu küresel bir toplum inşaa etmeyi amaçlayan grupların ve sivil toplum hareketlerinin, eleştirel düşünce, de­mokratik fikir tartışması, öneriler o- luşturulması, serbest deneyim alışve­rişi ve ortak etkili faaliyetler kurgu­lanması amacıyla bağlantılar kurulma­sı için açık bir buluşma yeridir.” 3

DSF; örgütleri, hareketleri, grup­ları buluşturur. Katılımcılar isterse DSF adına bir şey söylememek koşu­luyla eylem önerebilirler. Çünkü “DSF’nin son sözü yoktur.” 3

Bu hassas çizgiler ne kadar katılı­mın kapsayıcılığmı güvence altına alı­yor, ne kadar hareketi reformcu talep­lere sıkıştırma rolü oynuyor bu DSF katılımcılarının beklentilerine göre anlam kazanan bir tartışma.

Fakat elimizi çenemize koyup bü­tüne baktığımızda; DSF’ye olsun, ASF’ye olsun damgasını vuran “daha acımasız bir kapitalizm yerine, daha insancıl bir kapitalizm” betimlemele­ridir. “Başka Bir Dünya Mümkün”, “Başka Bir Avrupa Mümkün”den son­ra gelen önermeler bizi düzen içi iyi­leştirmelerin tartışmaları içinde dolan­dırıp duruyor.

Birkaç dil bilen, seyahat etme ko­şullarına sahip, ekonomik bakımdan güçlü bir avuç elit temsilci büyük top­lantılar, parlak isimler peşinde koşu­yor ve Sosyal Forumların bu şekilde kotarılmasında esas rolü oynuyorlar.

Kulisler yapan, köşeleri tutan, fo­rumların akacağı yollara yön veren hep onlar. Onların kurduğu hegemon­yadan söz edebiliriz. Geride kalanlar çok, ama dağınıklar ve forumların ha­zırlık toplantılarında eleştirmekten da­ha fazla bir şey yapamıyorlar. Bu ka­dar karmaşık bir süreci takip etmek ve bu karmaşa içerisinde DSF’de etkili olmak, böyle bir güç biriktirmek çok özel bir çabayı gerektiriyor.

Ayrıca DSF ilkeleriyle zaten bü­tün katılımcılar için sınırlar da çizil-

57

Page 60: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

H ° l MARTINİSAN 2006

miş dummda. Bu duvarları aşmaya ça­lışanlar ağır dille suçlanırlar. Dar gö­rüşlülükle, indirgemecilikle, süreci anlayamamakla eleştirilirler...

Geçen sene Haziran ayında Türki­ye’de yapılan ASF hazırlık toplantı­sında ATTAC mensubu bir temsilci, bir eğitim emekçisine önce saygısını bildirip sonra da “hala DSF ilkelerini anlayamamış ve kavrayamamış ol­makla” suçlamıştı. Çünkü kafasızlıkla suçlanan eğitimci; ASF’nin politika yapmaması gerektiğini savunan anla­yışın da bir politika olduğunu haykır­mıştı kürsüden, zülfıyare dokunmuştu.

DSF’de geçerli olan ASF’de de geçerlidir. Çünkü ASF, DSF’nin Avru­pa kıtasındaki versiyonudur. İlkeler hemen hemen aynıdır. Uygulamalar hemen hemen aynıdır. Ve onlarda ge­çerli olan TSF’de de geçerlidir.

Seattle’dan bugüne pek çok radi­kal eylem gerçekleşti. Fakat bu süre­cin gelip dayandığı yer 100 bini aşkın kitlenin bir şeyler tartışıp sonra evleri­ne geri dönmesi olunca, DSF’de “fo­rum turizmi” yapmakla eleştirilmek­ten kurtulamıyor.

Çoğu örgüt, bu sosyal hareketler denizinde kendini göstermek, deney­leri izlemek, tanımak veya anlamak i- çin gidiyor. Sosyal Forumların hala genişleme evresinde olması bu ilginin bir nedeni olabilir. Kıtalarda ve tek tek ülkelerde kurulma aşamasında olan

Sosyal Forumlar her sene yeni yeni unsurları da sürece katarak genişliyor ve bu da çekim merkezi olmasını sağ­lıyor. Genişleme evresinin devam edi­yor olması (ister istemez belli bir za­man alacak) şu anda DSF’yi kurtarı­yor bile diyebiliriz. Çünkü sürekli ola­rak aynı çevrelerin bir araya gelip dur­madan konuşması ve bu kadar az iş çı­kartması bir yerden sonra sıkmaya başlayacaktır.

Öte yandan bu süreç “başka bir dünya mümkün” demenin ötesine na­sıl geçecek çok büyük bir merak konu­su. “DSF’nin şiddet kullanmadan baş­ka bir dünya kurma önerisi vardır; bu yüzden silahlı örgütlerin katılımına i- zin verilmez.’” Bu da DSF’nin ilkele­rindendir. DSF’nin neye hayır dediği O’nun ne olduğunu da söylüyor. Şid­det kullanmadan bir dünya kurmayı ö- nermek bizim ülkemizde her halde be­bekleri bile ikna edemez. Bunlar süslü laflardan öteye bir anlam taşımıyor.

Bütün dünyada Irak Savaşı’na karşı 20 milyon insan ayağa kalktığın­da, sokaklarda protestolar yaptığında savaş durdurulabilmiş midir? Yoksa savaş karşıtı hareketimiz sayesinde “savaşı bir yıl ertelettik” diye sevin­memiz mi gerekiyor?

DSF kurucuları bunu nasıl karar­laştırmıştır, şiddet kullanmadan başka bir dünya kurmak mümkün müdür, de­ğil midir? Buna nasıl karar vermiştir? Acaba aralarında bir tartışma olmuş mudur? Herhalde gülünç sorular bun­lar. Biz istiyoruz diye dünya böyle şid­det içermeyen yöntemlerle değişecek değil. Bu bir politikanın adıdır. Bu­nunla çoğu yerde kötü reformlar bile yapılamaz. Ve DSF bunu kendisine il­ke edinmiştir.

İşte duvarın mimarları da hege­monya kuranların siyasi kimlikleri de yine açıkça görülüyor. Çokça yapıldı­ğı gibi bu durumu göstermek için DSF’nin fon kaynaklarını araştırmaya da gerek yoktur. Komplo aramaya da.

Başka bir dünya yaratmak adına böyle peşin hükümlerle yürütülen tar­tışmalar doğal olarak birbirini anla­maktan çok sesi güçlü çıkanın diğeri­nin sesinin bastırması anlamına da ge­

liyor. Devrimci görüşler küçük semi­nerleri, atölyeleri aşamamakta, “görü­nürlük sağlayan” etkinliklere istisna­sız olarak en genel ve en tehlikesiz ko­nular yerleşmektedir. Üstelik parlak i- simlerin yer aldığı bu etkinliklerin a- ğırlığı altında diğer etkinlikler çoğu zaman ezilmektedir. Bu sefer durma­dan gelip dayanılan şey “başka bir dünya mümkün” olacak. Bu tartışma­lar buradan öteye gidemeyecek.

O zaman da sorarlar; eeee, yani?

Yerine ne koyacağını bilemediğin bir dilek...

Latin Amerika da yaşanan geliş­meler artık neo-liberalizmin tartışıldı­ğı, anti-emperyalizmin tartışıldığı bir evre değil. Latin halkı bağrını açmış emperyalizme meydan okuyor. Neo- liberalizme karşı savaşıyor. Alternatif yaratmaya çalışıyor. Devrimci bir sü­reci zorluyor. Sosyal Forumlar böyle bir artıyla da yelkenlerini doldurması gerekirken bu kazanmalardan daha fazla güç alması gerekirken öyle ol­muyor. Bu kazanımların üstüne bir şey koyamıyor. Gelişmelere ayak uydura­cak bir tempoyu da yakalayabildiğini söylemek zor. Sosyal Forumlar belki de acilen bunları gündemleştirmelidir.

TSF’nin yapısal olarak barındırdı­ğı sorunlar DSF’de ve ASF’den O’na geçen sorunlardır. Yeni bir durum, ye­ni bir mücadele yöntemi olarak ilgi o- dağı oluyor, ancak gelip bir yere daya­nıyor. Elini kolunu bağlayan ilkeler angajmanından da, elitler hegemonya­sından da kurtulmak zorunda. Sosyal hareketler bu denizde boğulmayacak- sa eğer, en iyi ihtimalle Sosyal Forum­lardaki bu kalıpların Sosyal Forumları daha ileri taşımak üzere kırılması ge­rekiyor.

Yoksa kapitalizme bir tekme at­makla bir şey olmaz, o ne badireler at­lattı.

Dipnotlar1. Hadi Bunu Küreselleştirin. Hazırla­yanlar: Kevin Danaher, Roger Burbach2. DSF Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş, F. Levent Şensever3. DSF ilkeleri, http://www.sosyalfo- rum.org/site/DSF/ilkeler.htm

58

Page 61: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Hayatımız satılık değil!

NED-LİBERAL GÜNDEMİ AŞMAKM. Özgür

İşçi ve emekçilerin farklı alanlardan başlayan dayanışma ve mücadelelerini örmek ve buna karşı birleşik bir sınıf stratejisi içinde bu farklı mücadelelerin

ortak mücadelelerini geliştirm ek gerekiyor.Bu mücadelelerin şimdiden oldukça yetersiz olduğunu ve asıl görevin

önemli mevziler kazanmak olduğunu tesp it etm ek gerekiyor.

Neoliberal söylem sorunların tek çözüm yolunun “piyasayı büyütmek­ten” geçtiğini vaaz ediyor. Bunun dı­şında bütünlüklü alternatifleri tama­men çağdışı ilan ediyor. Oysa günü­müzde dahi neoliberal politikaların geçerliliği dünya çapında ciddi yara­lar almış durumda, neoliberal yazı­nın genel iddiaları pek çok kapitalist ülkede dahi farklılaşarak, yerel öz­günlükler kazanarak ve çeşitli git- geller, mücadeleler ve engellerle de­ğişerek ilerliyor .

Neoliberal politikaları genel ola­rak şu şekilde ifade edebiliriz.

1. Sosyal güvenlik sisteminin ti­carileşmesi. Eğitim, sağlık hizmetle­rinin paralılaşması.

2. Emeğin esnek üretim koşulla­rına zorlanması ve uluslararası reka­bet adına ücretlerin düşürülmesi, hakların gaspedilmesi.

3. Tarımsal üreticilerin uluslara­rası piyasa ile karşı karşıya bırakıl­ması, işçileşme (işsizleşme) ve göç.

4. Özelleştirmeler.

5. Tüm bunlarla birlikte artan ve farklılaşan yoksulluk, işsizlik, kent­sel dışlanma ve ayrışmalar.

Tüm bunlara karşı, işçi ve emek­çilerin farklı alanlardan başlayan da­yanışma ve mücadelelerini örmek ve buna karşı birleşik bir sınıf stratejisi içinde bu farklı mücadelelerin ortak mücadelelerini geliştirmek gereki­yor. Bu mücadelelerin şimdiden ol­

dukça yetersiz olduğunu ve asıl gö­revin önemli mevziler kazanmak ol­duğunu tespit etmek gerekiyor. An­cak tüm bunlar ve bu öncelikler, mü­cadelelerin hedefleri ve alternatif politikalar hakkında bugünden ko­nuşmanın gerekliliğini de ortadan kaldırmıyor. Bugünden yakıcı sorun­lara karşı geliştirilecek talepler ve kazanılacak mevziler kapitalizmin a- çık bir şekilde meşruluğunun sorgu­lanmasını getireceği gibi genel u- mutsuzluk havasının yıkılmasına yardımcı olacaktır. Özel mülkiyetin ve sermaye birikiminin mantığına karşı katılım ve dayanışmaya dayalı

yeni bir mantık iktidar mücadelesini ve uzun dönemli dönüşümleri hedef- lemelidir. Temel hak gasplarının en­gellenmesi, özelleştirmelere ve tica- rileştirmelere karşı mücadeleler, pa­rasız eğitim, sağlık, barınma, güven­celi iş, herkese geçimlik ücret müca­deleleri neoliberal kapitalizm içinde çözümlenemeyecek en temel ve en insani talepler oldukları gibi kapita­lizmi ciddi sorunlara sürükleyecek taleplerdir. Bu yazıda mücadelenin öznesi ve örgütlenme yollarını değil neoliberalizme alternatif politikaları tartışmaya çalışacağız.

59

Page 62: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

cjol MART'NİSAN 2006

Hükümet çok net:Emekçiye “Bütçeyi zorlayamayız, size para

y o k .”, sermayeye “hemen vergileri ind iririz”!

r Hükümetin emekçilerin ta­lepleri karşısında dillendirdiği “% 6.5 faiz dışı fazla vermek zo­rundayız, bütçeyi zorlayamayız” politikası sermayeden alman ver­gilerden vazgeçilmesine gelince “piyasayı canlandırmak için” he­men terk ediliyor. Devlet serma­yeden alacaklarından vazgeçiyor.

1. Eğitim ve sağlık alanının gittikçe metalaşması için bu a- landaki özel sektöre “destek” a- macıyla KDV %8’e indirildi. Bi­lindiği gibi KDV indirimi özel sektörün bu alanda devlet ku­rumlan ile daha rahat rekabet et­mesini sağlıyor. Devlet özel sek­törün kar etmesi amacıyla kendi gelirlerinden vazgeçmiş oluyor. Eğitim ve sağlık alanının meta- laşması ve ticarileşmesi destek­lenmiş, sermayeye yeni bir kar a- lanı, emekçiler açısından yeni bir eşitsizlik alanı oluşturulmuş olu­yor.

2. 2005 yılında yapılan iki değişiklikle şirketlerin ödedikle­ri kurumlar vergisi %33’ten %20 ye indirildi. Zaten Başbakan Tay- yip Erdoğan’ın açıklamalarında dahi ifade ettiği gibi gelirlerinin sadece %16’smı beyan eden ve gerisini gizleyen sermayedarlar iyice vergi ödemeyecek.

3. SSK dışındaki özel hasta­nelerde de tedavi olma “hakkı” verilerek özel sektöre bir destek daha yapıldı. Özel sektör bizim verdiğimiz vergiler üzerinden kar etmeye başladı. Devletin “kar eklemeden” yapacağı ve topluma maliyeti böylece daha az olacak hizmetler özel hastane­ler tarafından verilince vergileri­miz ile özel sektör beslenmiş o- luyor.

4. Tekstil sektöründe KDV %18’den %8’e indirildi. Çin’in

rekabetine dayanamayan işve­renler için “piyasanın canlandı­rılması” gerekçesi ile KDV %8’e düşürüldü. Tabii bu indirim ser­mayedarların karlarında ciddi bir artışa denk geleceği gibi, ulusla­rarası rekabette de bir avantaj ge­tirmeyecek, Kayıtlı çalışan orta ve büyük işletmelerin işine yara­yacak bu gelişme sonrası işve­renler “enerji maliyetleri” ve “is­tihdam maliyetleri”nde indirim i- çin açıklamalar yaptılar. Devletin KDV oranlarını düşürerek bu ge­lirlerden vazgeçmektense bu ge­lirler ile kamusal yatırımlar yap­ması neoliberal politikaların uy­gulandığı bir ülkede tabii ki im­kansız.

5. Sermayedarların emekçile­rin gelirleri üzerinden ödedikleri SSK primleri ve gelir vergisinin indirilmesi 2006’nm ilk yarısın­da gerçekleştirilecek. Maliye Ba- kam’nm açıklamaları TİSK ve TÜSİAD’m açıklamaları sonra­sında şöyleydi: “Bizim bundan sonra yapmamız gereken, mikro ekonomik tedbirlere başlamak. Üretim maliyetlerini düşürmek, istihdam vergisini azaltmak. Mü­teşebbisin vergisini düşürdük, sı­ra istihdam üzerindeki vergi yü­künü azaltmak. Bunu da 2006’da yapacağız.” (Bakan Kemal Una- kıtan, CNN Türk, “Eğrisi Doğru­su Programı”, Aralık 2005) . SSK pirimlerinin azalması ile SSK hizmetleri ve emeklilik pa­raları kısıtlanabilecek. Devlet gelirleri azalacak. Bu paralar ser­mayedarların kasasında k.alacak. Hükümet çevreleri “kayıtdışı ça­lışmanın engellenmesi ve işsizli­ğin azaltılması” amacında olduk­larını açıkladılar.

Düşük ü cret, düşük ta le p , düşük ya tır ım ,

düşük is tih d am

Dünya çapında uygulanan liberal politikalar, kapitalizmde ciddi bir kı­sır döngü de yaratıyor. Düşük ücret­ler genel talebi kısarken, finansallaş- ma yatırımlarda artan duraklamayı, artan kırılganlığı ve yüksek işsizlik oranlarını kalıcılaştırıyor.1 Bu çerçe­vede Türkiye’de uygulanan IMF po­litikaları çerçevesinde gözlemlenen “yoksullaştım büyüme” sürecinde il­ginç bir nokta var. Büyük sermaye ve küresel finans sermayesinin işine gelen düşük enflasyon politikaları çerçevesinde hükümetin borç öde­mek dışında asıl olarak yapabildiği vergileri azaltarak sermayedarların kar marjlarını artırmak, özelleştir­meler yaparak kamusal değerleri ve kentiçi arazileri haraç mezat satmak ve eğitim, sağlık gibi yeni kar alan­larının sermayedarların hizmetine sunulması oluyor. Neoliberal politi­kaların yarattığı serbestleşmenin so­nucu olan ve ülkeyi soyan kamu borçları ve gümrük vergisi kayıpları sorgulanmazken, bu borçtan kaynak­lanan açık başka neoliberal politika­ların ve emeğe saldırıların gerekçesi yapılıyor. Sermayenin üzerindeki vergiler azalınca işsizlik ve kayıt dı­şı ekonominin azalacağı söylenip duruyor.

A lte rn a tifle r v e so sya lis t y ö n e lim le r

Kaynakları geniş kitlelerin yara­rına dağıtacak, sömürüyü ve eşitsiz gelişmeyi aşmayı hedefleyen planlı bir kamu yatırım programı alternatif politikaların başında gelir. İstihdam yaratmak ve tam istihdamın müm­kün olduğunun ilk ipuçlarını vermek 1. eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gi­bi hizmet alanlarında, 2. sanayi planı çerçevesinde geliştirilecek teknoloji programına göre belirlenen çeşitli kilit Sektörlerde, 3. kamulaştırılan veya özelleştirilen şirketlerin geri a- lmmasıyla ele geçirilen şirketlerde yapılacak yatırımlarla olacaktır. Üc­retler düşürülmeden yapılacak çalış-

60

Page 63: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART'NİSAN 2006 C |O İ

ma süresi indirimleri işsizlik konu­sunda, örgütlenme ve boş zaman hakkı konusunda önemli adımlar o- lurken, Venezüella’daki Halk Eko­nomisi Bakanlığı’nm girişimleri tü­ründe sosyal dışlanmayı aşmayı he­defleyen, enformel sektöre sızarak kooperatifleşmeyi ve katılımı artıran uygulamalar önemli olacaktır.

B orçların

ö d e n m e m e s i

Yıllarca sermayeden vergi alın­mayıp borç alınarak yüksek faizle sermayedarlar beslendiği için iç borçların ödenmemesi ve yine yıllar­dır sadece “faizi” ödenebilen dış borçların ödenmemesi gerekliliği yukarıdaki yatırımların yapılması i- çin meşru bir şekilde savunulabilir. Geç kapitalistleşmiş Türkiye gibi ül­kelerin şimdiye kadar ödedikleri fai­zin aldıkları borçların 35 katma ulaş­tığı söylenmektedir. Arjantin’in dü- zeniçi hükümetinin 2004’te böyle bir uygulama yapabilmesi ve 50 milyar dolara yakın bir borç silmesi müm­kün olmuştur. Yıllarca desteklenen, rant ve sömürü ile büyüyen büyük sermayeden alınacak servet vergisi de önemli bir gelir kaynağı olacaktır.

S e rm a y e h areketle rin in k ıs ıtlanm ası

Finans hareketlerinin kısıtlanma­sı ve sınırlı konvertibilite uygulama­ları bugün dahi kapitalist ülkelerin bazılarınca uygulanabilen politika­lardır. Konvertibilite paranın hiçbir izin alınmadan merkez bankasında dövize ya da dövizin yerli paraya çevrilebilme garantisidir. Çin, Hin­distan, Tayvan gibi ülkeler diğer fi- nansal kısıtlamalar ve sınırlı konver­tibilite uygulamaları ile Asya krizin­de ülkedeki çok büyük miktar para­nın dolar ve diğer para birimlerine çevrilip çıkmasını ve dolayısıyla de­valüasyon krizlerini engellemişler­dir. 1980’lerin ortasında Güney Kore sermaye çıkışlarını kontrol ederek, Malezya 1990’larda yerli paranın dı­şarı çıkmasını, dışarıdaki paranın dövize çevrilmesini, yabancıların yerli para almasını denetleyerek

benzer örnekler vermişlerdir. Serma­ye çıkış vergileri ve yasakları, şir­ketlerin bilanço dışı faaliyetlerini a- çıkça belirtme zorunlulukları, bu fa­aliyetlerin ve türev işlemlerinin ya­saklanması gibi uygulamalar da mümkün olmuştur. Kolombiya ve Şi- li’de 1990’lar boyunca uygulandığı gibi şirketleri dış borç almadan cay­dıracak şekilde dış borca endeksli vergiler yanında, dış borca karşılık %30’luk bir şirket para rezervi tutma zorunluluğu gibi önlemler türünden seçenekler mümkündür.2 Yerli finan- sal sistemin kamulaştırılması günde­me gelecektir.

Yatırım v e ş irketlerin

kam usal k o n tro le a lınm ası

Ülke içine dışarıdan yapılan doğrudan yabancı yatırımlarda elde edilen karların ülke dışına çıkarılma-

Tekstil sektörü küreselleşmeye yem oldu, uzun vadede c idd i oranda tasfiye olacak,

işsizlik emekçiyi vuracak!

Sermaye çevrelerinin dille­rinden düşürmedikleri Serbest Ticaret .ve Küreselleşme politi­kaları sonucu, Çin ve Hindistan başta olmak üzere tekstil sektörü dünya ile rekabet edemiyor. E- mekçiler sömürü oranlarının son derece yüksek olduğu bu sektör­de “yeterince sömürülmüyorlar- mış” gibi işverenler tarafından Hindistan ve Çin emekçileri ile rekabete zorlanıyorlar. Bu alanda işsizlik yine emekçileri vuracak. Sektörün tek tek alt dallarına ba­karsak durum şöyle:

Ö rm e v e hazır g iy im en ç o k e tk ilen en

s ek tö r le r

İplikte hem ithalatçı hem de büyük ölçekli üretim yapıp ya i- çeriye ya da dışarıya mal satan kısım var. Bu sektörde şimdilik

büyük bir küçülme beklenmiyor. Tekstilde ikinci kısım örme ya da dokuma yoluyla kumaş üretme. Örmede dış satım çok azaldı. Çünkü bu alanda düşük düzeyde teknoloji, fakat yoğun emek kul­lanılıyor. Ve işçiliği daha ucuz ülkelerle rekabet edilemiyor. Do­kuma sektöründe bazı alanlarda küçülme beklenirken bazılarında beklenmiyor. Bir de hazır giyim sektörü var. Bu sektör darmada­ğın durumda. Çünkü emek yoğun bu kesimin dünyada yeni rakip­ler karşısında ayakta duramadığı görülüyor.

Kısacası, örme ve hazır gi­yimde sektör gitgide kan kaybe­diyor. Pazar payları emeğin daha ucuz olduğu ülkelere kayıyor, (bkz. Hurşit Güneş, Milliyet Ga­zetesi, 10.03.2006)

61

Page 64: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

C-JOİ MARTIN i SAN 2006

sı kısıtlanabilir. Bu yatırımlarda yer­li girdi zorunluluğu, teknoloji trans­ferine ilişkin denetimler, mülkiyet kısıtlaması, teknolojik yenilik zo­runluluğu ve bu yeniliklerde kamu­sal fikri mülkiyet ve kamusal patent hakkı uygulamaları yapılabilir. Ve­nezüella hükümeti milyonlarca dolar vergi kaçıran IBM, Siemens, Bosch, Microsoft gibi şirketlere bunu engel-' lemek için ciddi denetimler getir­miştir. Yine bankaların kredileri bel­li sektörlere kanalize etmelerini sağ­lamak, faiz oranlarını denetlemek ve

planlı bir kalkınma programı uygula­yabilmek için banka yönetim kurul­larına hükümet temsilcisi atama zo­runluluğu getirilmiştir.3 Ekonomik aktörlerin döviz ve yerli kredi piya­salarına ulaşmaları devletin koyduğu çeşitli şartlara bağlıdır, ulusal pazara yönelik üretim, istihdamı artırma, yeni kurallar ile vergilerini ödeme, yerel ekonomik kalkınmaya katkı yapma gibi beklentiler vardır. Ayrıca yoksullara hizmet edecek yeni top­tancı marketler ve dağıtım ağları ku­ran kooperatifler desteklenmektedir.

Arjantin ’den bir dış borç ödememe hikayesi: ‘Alın ya da bırakın!’

Arjantin, 2001’de sürüklen­diği kriz ortamında 100 milyar doları aşan dış borçları üzerine moratoryum ilan etmiş ve 9 Ey­lül 2003’te de IMF’ye vadesi gelmiş olan 2.9 milyar dolarlık borcunu ödemeyi reddetmiş idi. 2004 yılı başında ise Devlet Baş­kanı Néstor Kirchner, Arjantin’in alacaklılarına 103 milyar tutarın­daki borcun yüzde 75’inden vaz­geçmelerini içeren bir öneri sun­du. Yani, 103 milyar dolarlık dış borç tek taraflı olarak (birikmiş faizleri ile birlikte) 42 milyar,do­lar seviyesine indirilmiş oluyor­du. Maliye Bakanı Lavagna da

söz konusu öneriyi şimdi kabul etmeyen alacaklıların bundan sonra hiçbir hak iddia edemeye­ceklerini ve “alacaklarının süre­siz olarak dondurulduğu” fiili bir durumla başbaşa kalacaklarını duyurarak, öne sürülen ödeme programının başka bir seçeneği­nin olmadığını belirtti. Uluslara- sı finans çevrelerinde büyük tep­kiler çeken bu karar üzerine ya­pılan görüşmeler sonrası Arjan­tin birikmiş faizler dışında 50 milyar doları aşan bir borç silme operasyonu yapmış oldu./Mz. E- rinç Yeldan, “Yanlış Teşhis Yanlış Te­davi ”, www. bilkent. edu. tr/~yeldane)

Kimi yaklaşımlarda büyük kapi­talist ekonomilerle yarış edecek sek­törlerde üretim yaparak gelişme stra­tejileri önerilmektedir. Bu yönelim zamanla ileri olunan sektöre giren pek çok ülkenin olması ile -dünyada pek çok kez görüldüğü gibi- riskli­dir. Tüm az gelişmiş ülkeler bu tip sektörlere girmeye çalışınca sınırlı küresel talep karşısında düşen fiyat­lar ciddi sorunlar yaratmaktadır.4 En- ternasyonalist politikalar ve ulusla­rarası makroekonomik koordinas­yonlar sağlanması kapitalist sisteme karşı gerçekçi politikalar olacaktır.

Emekçilerin, kadınların, yaşlıların örgütlülüklerinin artması ve karar sü­reçlerine katılımı, üretim merkezlerin­de işçi denetimi ve bu denetimi güçlen­direcek mülkiyet dönüşümleri, kazanç­ların eşitlikli bölüşümü, iş güvencesi­nin herkesi kapsaması, sosyal güvenli­ğin tam sağlanması, eğitim, sağlık, ba­rınma haklarının tam sağlanması a- maçlanmalıdır. Tabi tüm bu yapılacak­ların politik konjonktür içinde değer­lendirilmesi gerekir.

Neoliberalizm’in giderek cilasını yitirdiği bir dönemde bu yazıda bir kısmını tartışabildiğimiz alternatif­leri ve hedefleri tartışmak önemli. Ancak bugünün acil görevlerini bu alternatifler ve hedeflerle birleştir­meden yapılacak her mücadele tabi- ki havada kalacaktır. Neoliberal uy­gulamaların hayatımızı tümden satı­lığa çıkarmaya yöneldiği bir dönem­de yaşam, onur ve iktidar mücadele­sini yeni ve yaratıcı bir biçimde bir­leştirmek gerekiyor.

Dipnotlar1. Özlem Onaran, Neoliberalizme Karşı Güncel Taleplerden Alternatif Sosyalist Stratejiye, İktisat Dergisi, Sa­yı 461-462, Mayıs 2005.2. H.J. Chang bu yöntemleri kapitaliz­mi aşmayı hedeflemeyen bir kalkınma stratejisi çerçevesinde dile getirmek­tedir. H.J.Chang, Kalkınma Yeniden: Alternatif İktisat Politikaları El Kitabı, İmge Yay. 20033. G.Albo, Beklenmedik Devrim, Prak- sis Dergisi, Sayı 14, Kış - Bahar 2006.4. Ö. Onaran, a.g.y.

62

Page 65: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü:

Vedat T lirkalİ - IIZeynep Koru

Tek Kişilik Ölüm (1990) romanı için V/edat Türkali şunları söyler: "Salt düşlemeye dayanmayan bu romanda, gerçek kişilerle ilgili olaylar, konuşmalar, aslına bağlı

kalınarak, belge niteliğinde verilmeye çalışılmıştır. Bol belgesel kullanılmış bir film deyin isterseniz." 12 Eylül sonrası dönemden 1951 Tevkifatı diye bilinen davaya

dönüşler yaparak iki dönem devrimcilerinin kimliklerini ve acılarını dile getirir.

“Romancının, çağını doğru yansıtmak­tan sorumlu olduğuna inanırım. İnsanı

doğru tanıtmanın da yolu odur. Ro­manlarımda, çirkine, yanlışa, sömürü­ye başkaldırıp, bu toplumu değiştirme

kavgasına girmiş özverili kişiler vardırdaha çok. ”

Vedat Türkali hayatının belli bir döneminde şiir yazmayı dener, ama i- yi bir şair olmadığının tez farkına va­rarak bu alanda yoğunlaşmaz. Onun kaleme aldığı tiyatro oyunları da var­dır. 1968 yılında yazdığı “141. Basa­mak” oyununu Halk Oyuncuları oy­nar. “Dallar Yeşil Olmalı” adlı oyu­nu 1970 TRT Oyun Ödülü’nü alır. “Bu Ölü Kalkacak” adlı oyunu ise yasaklanır. Oyun yasaklanmakla kal­maz, oyunu sergileyen yönetmene ve dönemin Şehir Tiyatroları Başkam’na (O zaman başkan Muhsin Ertuğ- rul’dur) dava açılır.

Hayatının belli bir döneminden sonra, neredeyse tek uğraştığı sanat dalı olan roman yazarlığına başlar 1970’lerde. Romanlarım yazarken, e- dindiği sinemacılık deneyiminden ya­rarlanır. Yazdığı tüm romanlarında, sinemada edindiklerinin etkisini gö­rürüz. Roman ve sinemanın olanakla­rının birbirine çok benzediğini, birbi­rini beslediğini söyler Vedat Türkali. İnsanlara çeşitli açılardan ayrıntılı ba­kabilmek romanda olan olanaklardı ve sinema romanda olan bu şeylerden yararlanmıştı. “Sinema romandan çok şeyi aldı... Ben o aldıklarını si­nemadan geri almak istiyorum.”

Romanlarının kurgusu sinemacılık yeteneği ile beslenir. Sinemada ka­zandığı görsel bakış açısı romanların­da anlatım zenginliği yaratır. “Her yazdığımı önce ben görmeye çalışı­rım. Bir yeri anlatacaksam yönet­men gibi girip iyice inceler, canlan­dırırım kafamda.”

Anlatımında, üslubunda, karak­terlerin yaratımında var sinema. Gör­sel öğeleri ağır basan anlatım kazan­dırır ona. Kendisiyle yapılan bir söy­leşide, sinemanın üç boyutunu da ro­manlarına yansıtmak istediğini ifade eder. Sadece romandaki kişiler değil­dir söz söyleyen, romanın yaratıcısı­nın, yani kendisinin bakış açısını da koyar esere, okurları da işin içine ka­tar, yarattığı karakterleri sorgulatır.

Vedat Türkali’nin roman anlayışı, sinemada olduğu gibi yine dünya gö­rüşüyle şekillenir. Hayali kahraman­lar yaratmaz, insan karakterleri ve o- laylar gerçekçidir. İnsanı, insan ilişki­lerini kendiliğindenmiş gibi yüzeysel­lik içinde yansıtmaz, üretim ilişkileri içinde, doğa, tarih ve toplumsal ko­şullar bütünü içinde ele alır ve bunu yaparken de eklektik, zorlama, kaba bir biçimde yapmaz. 1975 yılında “Bir Gün Tek Başına” üzerine yazan Fethi Naci “İlk defa gerçekçi bir ro­manda ilerici dünya görüşünün roma­na bir yama gibi eklenmediğini; yaza­rın dünyaya, insanlara ve olaylara ba­kışının olağan bir yöntemi olduğunu görüyoruz.” diye ifade eder görüşünü. Sanata ihanet etmez. “Ancak çekilen

acılardan kurtulmanın tek yolunun halkların politik bilinç düzeyinin yükselmesine bağlı olduğuna inanı­rım. Tüm uğraş alanlarımda, şiirdi, oyundu, sinemaydı, romandı, ça­bam bu bilince bir şeyler katmaya yönelik oldu, elimden geldiğince; e- mek verip insanlara sunduğum ü- rünün gerçek sanat yapıtı olma ni­teliğini taşımasının topluma karşı sorumluluğumun vazgeçilmez ilkesi olduğu gerçeğini unutmadan. Ro­mansa roman, şiirse şiir. Oyunsa o- yun, sinemaysa sinema olmalı ön­ce.”

Vedat Türkali Bir Gün Tek Başı­na (1974) adlı ilk romanında, gerçek yaşanmış bir dönemi, 27 Mayıs T ya­ratan koşullan edebi dille anlatır. Ya­rattığı karakterleri, onlara biçim ka­zandıran toplumsal koşullarıyla ele a- lır. Çelişkili, kararsız küçük burjuva aydın karakteri etrafında dönemi ya­ratan koşulları gerçekçi biçimde işler, sonraki romanlarında da yaptığı gibi, tarihsel dönemi adeta belgeleştirir. Roman Milliyet yayınları 1974 roman ödülünü ve 1975 Orhan Kemal Ro­man Armağanı’m alır.

Mavi Karanlık (1983), 1980 dar­besi sonrası yazdığı ikinci romanı. Döneme tepki niteliğinde yazılır ro­man, ama o günkü koşullarla değer­lendirdiğimizde çok zorlanır Vedat Türkali. Bir çeşit oto sansür uygula­mak zorunda kalır yazdıkları için. Dönemin baskıcı ve yasaklı ortamın­da yazdığı her sözcüğe dikkat etmek

65

Page 66: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

MART-NİSAN 2006

zorundadır. Bir yaz Bodrum’da topla­nan her kesimden aydınları anlatır. Onlarla halk arasındaki hesaplaşmayı yansıtır bu romanında.

Yeşilçam Dedikleri Türkiye(1986) ile yakından tanığı olduğu Ye­şilçam çevresini ele alır. Romanda sa­dece sinemanın sorunlarını yansıt­maz, yine bir tarihsel dönemi sorgu­lar. “En sevdiğim romanım” der bu kitabı için.

Tek Kişilik Ölüm (1990) romanı için Vedat Türkali şunları söyler: “Salt düşlemeye dayanmayan bu romanda, gerçek kişilerle ilgili o- laylar, konuşmalar, aslına bağlı ka­lınarak, belge niteliğinde verilmeye çalışılmıştır. Bol belgesel kullanıl­mış bir film deyin isterseniz.” 12 Eylül sonrası dönemden 1951 Tevki- fatı diye bilinen davaya dönüşler ya­parak iki dönem devrimcilerinin kim­liklerini ve acılarını dile getirir. Bu e- serinde, Güven romanının işaretlerini verir.

Güven (2001) romanını yazmayı çok önceleri, 1942 yılında tasarlar.

Tam 50 yıl biriktirir yazacaklarını. 1988 yılında, 10 yıl boyunca romanı­nı yazmak için kalacağı Londra’ya yerleşir. TKP tarihi ile ilgili Komin­tern belgelerine ulaşmak için defalar­ca eski Sovyetler Birliği kentlerine gider. “Bu romanı yazmak için ro­mancı oldum diyebilirim. Ötekiler, mesela en bilinen romanım ‘Bir Gün Tek Başına’ ya da ‘Mavi Ka­ranlık’ roman denemelerim gibiy­di.” Roman II. Dünya Savaşı yılların­da TKP’nin çalışmalarının durduğu dönemde, TKP’yi bulmak için çabala­yan gençleri anlatır. ‘Komünist’ adlı anı kitabından anlıyoruz ki aslında kendi yaşanmışlığıdır anlattıkları. A- ma tarihi anlatırken kendi yaşanmışlı­ğı ile yetinmez Vedat Türkali. Çok yoğun araştırmalar yaparak, roman tadını hiç bozmadan, sıkıcılaştırma- dan pek az bildiğimiz TKP tarihinin o dönemini bizlere büyük bir ustalıkla, belgeleriyle birlikte yansıtır. “Sömü­rü düzeninin başındakiler, işlerine gelmeyen her tarihsel olayı örtbas etmeye, karartmaya, halkları ters, şoven kültürle eğitip belleklerini

çarpıtmaya bakar­lar. Halkları doğ­rularla eğitip ileri bellek kazandır­mak, tarihçiler ka­dar yazarların, ö- zellikle de roman­cıların yükümlü­lük alanındadır bence. Bilimsel yolla sanatsal yön­tem çelişmez, bir­birini tamamlar burada. Salt zihin­sel oyun, yalandan doyum aracı değil­dir roman, ciddi bir iştir; yoluna ı- şık tutmalıdır in­sanların. Ancak, gerçek roman ya­pısındaki tadını yi­tirmeksizin; yani roman olduğunu unutmadan!” Ro­man yazıldıktan sonra, yasal sorun­larla karşılaşacağı

endişesiyle, anlaşmalı olduğu yayıne­vi tarafından basılmak istenmez. Baş­ka bir yayınevi tarafından basılır ve büyük bir ilgiyle karşılanır okurları tarafından.

Kayıp Romanlar (2004), son ro­manıdır Vedat Türkali’nin. Yetmişli yaşların sonlarında, uzun yıllar yurt- dışmda kalmak zorunda kalan eski TKP üyesi bir doktorun İstanbul’a yerleştikten sonraki yaşamım aktarır. 2000 Ti yıllarda, yani günümüzde ge­çer romanın konusu. 40 yılını yurtdı- şmda geçirmiş ve sonra yurda dön­müş olan doktor için yaşadıkları ilk önce sarsıcıdır. Kendisinden 60 yaş küçük yeni dönemin kuşağından bir genç kızla yaşadığı aşk çerçevesi i- çinde büyük bir sorgulamaya girer, artık farklı bir dönemde yaşadığını kavrar ve dönemi anlamaya çalışır.

Komünist (2001) Güven romanı­nın hemen arkasından yayınladığı, yaşamından bir kesiti anlattığı (doğu­mundan 1951 tutuklanmasına kadar) anı kitabıdır. Ailesini, çocukluğunu, çevresini, onu etkileyen, dünya görü­şünün şekillenmesini sağlayan koşul­ları, kimlerden etkilendiğini, örgütlü mücadeleye olan inancını, örgütü bul­ma çabalarını ve örgütsel ilişkilerini anlatır. Sinemacılığı ve roman yazar­lığı ile büyük etki bırakan Vedat Tür­kali, bu kitabı ile siyasal mücadele i- çindeki yerini de gözlerimizin önüne serer.

“Bu Gemi Nereye”, “Savunma­lar”, “Yanıtlar” ve “Ölmedikçe”yapıtlarında; sinema, ülkemiz sine­masının sorunları, edebiyat, politika ve eleştiriler üzerine düşüncelerini o- kuyucuları ile paylaşır.

Özgürlük İçin Kürt Yazıları(1996) ile Kürt sorunu hakkmdaki gö­rüşlerini ifade eder. Server Tanilli’yle birlikte Kürt sorunu ile ilgili, gazete­lerde paralı ilan olarak bastırmak üze­re bir duyuru yazarlar. Gazeteler (2000’e Doğru dergisi hariç) bu ilanı yayınlamaz. Kitap bu duyuru ile baş­lar. Bu kitabın tüm gelirini köyleri ya­kılarak göçe zorlanmış, Kürt köylüle­rinin hasta çocuklarına bırakır.

(Devam edecek)

64

Page 67: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

ANIYORUZ1995 yılında Hatay Samandağ’da

kontrgerillanm kurduğu pusu sonu­cunda katledilen Mehmet Latifeci yol­daşı saygıyla anıyoruz. Anısını yaşat­maya ve mücadelesini büyütmeye de­vam edeceğiz.

Sosya l is t D a ya n ışm a P la t fo rm u

(S O D A P )

MEHMET LATİFECİ YOLDAŞI SAYGIYLA

MEHMET AKDAĞ BİZİMLE1996 yılında kaybettiğimiz Mehmet

Akdağ yoldaş 6 Şubat günü mezarı başın­da ve Okmeydanı’nda yapılan bir etkinlik­le anıldı.

Devrim yürüyüşümüzde anısı bize güç vermeye devam edecek.

;....î............

Page 68: Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Venezüella umudu büyütüyor»O'NUN TÜRKÜSÜNÜ, GUEVARA'NIN

Körlerin ve yetimlerin / Türküsünü söylemek istiyorum Yavrusu ölmüş ananın Hastaların türküsünü söylemek istiyorum Hapiste yalnız bir adamın.Sevgili bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum Kardeşimin, Guevara'nın.Ah, nasıl da acı / Böyle susup durmakKötüler, cellatlar elinde / Bunalırken güzelim halkFabrikalar yanlış çalışırken / Yanlış ekilirken toprakAyak, olmuşken baş / Baş, olmuşken ayakKavganın ve hürriyetin / Türküsünü söylemek istiyorumGür bir akışla akacak kanınEşitliğin türküsünü söylemek istiyorumHalklar adına yükselen sancağın.Sadeliğin, inceliğin, onurun / Türküsünü söylemek istiyorum Onun türküsünü, Guevara'nın.

Ataol Behramoğlu