Çağdaş yol Şubat 1988 sayı 3

75
Ç.YOL/MAYIS ORTAK AÇIKLAMASI KIVILCIMLI HAKKINDA NE DEDİLER? E. KÜRKÇÜ S. ORMANLAR Y. KÜÇÜK M.BELGE D. PERİNÇEK R.N. İLERİ K. KORCAN S. ÖZTÜRK Z.T. ANADOL Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz Y. KÜÇÜK ELEŞTİRİSİ SÜNGÜR SAVRAN’LA POLEMİK TİRTKP BİRLEŞMESİ ÜZERİNE BORSALARDAKİ BÜNALIM ÜZERİNE EL SALVADOR’DA NELER OLÜYOR?

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

270 views

Category:

Documents


6 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

Page 1: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Ç.YOL/MAYISORTAK

AÇIKLAMASI

KIVILCIMLI HAKKINDA

NE DEDİLER?

E. KÜRKÇÜ

S. ORMANLAR

Y. KÜÇÜK

M.BELGE

D. PERİNÇEK

R.N. İLERİ

K. KORCAN

S. ÖZTÜRK

Z.T. ANADOL

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

Y. KÜÇÜK ELEŞTİRİSİ

SÜNGÜRSAVRAN’LAPOLEMİK

TİRTKPBİRLEŞMESİÜZERİNE

BORSALARDAKİBÜNALIMÜZERİNE

EL SALVADOR’DANELEROLÜYOR?

Page 2: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Çağdaş YOLSİYASİ DERGİ

Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz

SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:

Süleyman Kılıç YAZIŞMA ADRESİ:

Gençtürk Cad. Mahmudiye Çeşme Sok. Şamdancı İşhanı No:

18/26 Şehzadebaşı/İSTANBUL DİZGİ: Özen Dizgi BASKI: Eren Ofset

FİATI: 1200 TL. YURTDIŞI FİATI: 5 DM.

ÖNKAPAK RESMİ: İrfan Ertel

İÇİNDEKİLER

Açıklama/Mayıs-Çağdaş Yol..................................................... 3Türkiye’de Proleterya Hareketi ve Dr. H. Kıvılcımlı/M. Yılmazer..................................................................................6Dr.H.Kıvılcımlı Hakkında Söyleşiler.......................................12Ertuğrul Kürkçü........................................................................ 12Şaban Ormanlar.......................................................................17Yalçın Küçük.............................................................................18Murat Belge..............................................................................20Doğu Perinçek......................................................................... 22Rasih Nuri İleri......................................................................... 24Kerim Korcan........................................................................... 26Sırrı Öztürk............................................................................... 27Zihni T. Anadol......................................................................... 28Kıvılcımlı’nın Kendi kaleminden hayatı.................................29“ Türkiye Üzerine Tezler” Hakkında Birkaç Söz/M.Yılmazer..................................................................................30Türkiye’de Sınıf Mücadelesi ve “Askeri Darbeler”M.Yılmazer..................................................................................39Eylül Dersleri: Bilim ve Sınıflar/ Tamer A d a lı..................4412 Eylül ve Burjuva Sosyalizm i/Tamer A d alı...................46El Salvador/A.Tansever........................................................... 49Dünyada Neler Oluyor........................................................... 56Kapitalist Ekonomide Son Konak/A.Tansever..................... 62Durmanın Mantığı ya da Geciken Polemikler/A.Erkök....65K.N.E. Gençlik Festival i’nden İzlenim................................ 66Bilirkişi Raporu.........................................................................67

Page 3: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

AÇIKLAMAÇıkarılma çalışmaları yürütülen 15 günlük bir gazeteyi desteklemeye karar verdik. Çağdaş Yol ve Mayıs’ın

bu ortaklaşa çabası işçi sınıfının ve diğer emekçilerin "birlik" talebine devrimci bir cevaptır. Şüphesiz bu sa­dece ilk adım. Genişleyerek devam etmesi gerekiyor.

Ülkemizde politik ve kitlesel ağırlığını hissettiren, burjuva sosyalizmine ve küçük burjuva sosyalizmine ken­dini kabul ettirmiş güçlü bir işçi sınıfı hareketi yok. Böyle bir otoritenin olmayışı sosyalist saflara yeni yaklaşan bir işçinin veya aydının devrimci ortamı tam bir kaos/kargaşa içinde görmesi sonucunu doğuruyor. Sosyaliz­me yönelmiş geniş emekçi yığınlar kaos içindeki devrimci ortamımıza şöyle bir bakınca ya moral bozukluğuna kapılıyor, yılgınlaşıyor ya da "devrimciler birleşin!” direktifini acil talep olarak bizim önümüze koyuyor. İşte bu talep bütün devrimcilerin samimice değerlendirmesi gereken somut bir olgudur. Biz değerlendirdik ve şu sonuçlara vardık:

1) Hemen belirtmeliyiz ki, devrimciler "hepbir halli Turhallı” değildir. Aralarındaki görüş ayrılıkları da kişisel kapris, kariyarizm vb. ile açıklanamaz. Biz devrimciler arasındaki görüş ayrılıklarının sınıfsal temelleri olduğu­nu düşünüyoruz. Özellikle 1960 sonrasında yoğunlaşan devrimciler arası strateji-taktik tartışmaları ülke eko­nomisindeki değişmelere bağlı olarak şekillenen sınıfsal kopuşmaların sosyalizm sahnesindeki yansımaları­dır. İstekle ortadan kaldırılamaz. Devrimcilere düşen görev ısrarla ve olayı kendi gelişimi içinde olduğu gibi, sosyalizme yönelen halka anlatmak ve “devrimciler birleşin!" talebinin somutlaşmasını sağlamaktır. Devrim­ciler arasındaki temel kopuşmalar ve bununla farklı karakterdeki nüans ayrılıkları emekçilere anlatılmalı, pra­tikte zaten farklı konumlarda bulunan ve farklı davranan devrimcileri yığınların kavramalarını ve doğru gördü­ğü görüş doğrultusunda saf tutmalarını sağlamalıyız.

O halde “ Devrimciler birleşin!" parolası yazılı bayrağın altına hemen giremeyiz. Ondan önce ve onunla bir­likte yapılması gereken işçilere neden devrimcilerin ayrı ayrı olduklarını kavratmak ve onları doğru gördükleri devrimci görüş içinde yer almaya yöneltmektir. Burjuva, küçük burjuva^proleterya sosyalizmleri birleşemez. Bunlar arasındaki ayrılıkların kökü sınıfsaldır. Görev proleterya sosyalizmini güçlendirmek ve geniş yığınları o bayrak altında toplayarak iktidara yürümektir. O halde herkes kendi bayrağını omuzlamalıdır. İşte devrimci­lerden birlik talep eden herkese bizim ilk önce söyleyeceğimiz budur.

2) Ayrılıklar 'etleşince “devrimci birlik” in yolu da açılacaktır. Ayrılıkların üstünü örten her birlik kısa zaman­da dağılıp gitmeye mahkûmdur.

Şimdi birliğin hangi zeminde gerçekleşmesi gerektiği sorusunun cevabını vermeliyiz.Bu zemin devrimci demokrat zemindir. Başlıca 3 öğesi vardır. Onların üstünde yükselir.A- Hedefi: Demokratik Halk İktidan’dır.B- Gücü: İşçi sınıfı ve emekçi halkın devrimci insiyatifidir.C— Taktiği: Eylülizme karşı halkın birleşik direniş hattını pratikte oluşturmaktır.İşte bu 3 ana noktada birleşen devrimciler, aralarındaki görüş ayrılıklarını korumakla birlikte ortak hedef

doğrultusunda bir cephe birliği kurabilirler. Siyasi farklılıklar devam edecek ve bunlar farklı partiler ve siyaset­ler olarak şekillenecektir. Ama önceden anlaşılan ortak hedef ve taktik hat üzerinde ittifak kurulabilecektir.

Mayıs ve Çağdaş Yol işte böyle bir ittifak için bir adım olması isteğiyle çıkarılması düşünülen gazeteye des­tek olacak.

Yayının ana ekseni ülkede ve dünyada her gün olup biten olayları değerlendirmektir. Tek tek olayları incele­yip onların altındaki gerçekler gösterilecek. Haksızlığa uğrayan yığınların sözcüsü olunacak. Tekelci burjuva­zinin halka karşı attığı her adım teşhir edilecek. İdeolojik polemikler ilk aşamada düşünülmüyor.

Gazetenin gelecekteki karakteri pratiğin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenecektir.

Ülkemizde başka “ Birlik” veya “Cephe” çalışmaları da var. Biz kendi ortak zeminimizi açıklarken, diğerleri ile olan ayrılıklarımızı da belirtmeliyiz.

Bugün Türkiye devrimci hareketinin üzerinde kara bir bulut dolaşıyor. Bu tasfiyeciliktir. Tasfiye edilen ne­dir? .

Uluslararası işçi sınıfı hareketinin hayli uzun ve kahırlı mücadeleler sonucu elde ettiği prensipler ya burjuva­ziden yenilen eylül tokatının acısıyla paniğe kapılıp terk ediliyor ya da düzenle kaynaşarak sözümona “komünist” parti kurabilmek için herkesin gözü önünde yapılan iğrenç pazarlıklarla birer birer masaya konuyor. "Devrim” “ Proleterya diktatörlüğü” , “Devlet” , "Parti” gibi dünya işçi sınıfı biliminin ve pratiğinin temel direkleri baltala­nıyor, ayaklar altına alınıp utanmazca bir gayretkeşlikle çiğneniyor. Biz böyleleri ile “birlik” değil, mücadele etmeyi doğru buluyoruz.

Türkiye işçi sınıfı hareketinin onlarca yıllık mücadelesinin teorik-pratik kazançları, edinilmiş devrimci moral

Page 4: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

değerler birer birer terk ediliyor. Bu küçük burjuva, burjuva sosyalistleri bir zamanlar taptıkları şeyleri (DİSK, terör, disiplin, örgüt, öncülük... vb.) şimdi çamura atıyorlar, pisliğe buluyorlar ya da somutluğundan koparıp içi boş teneke kutusuna dönüştürüyorlar. Bunların “Milâd”ı 12 Eylül’dür. Eylülizmin her nüansını bunların “sosyalizminde” dikkatle bakınca görebilirsiniz. Biz böyleleri ile “birlik” değil, mücadele etmeyi doğru buluyoruz.

Bünyesini saran tasfiyecilik mikrobu burjuva sosyalizmini zaten hiç peşinden ayrıimadığısosyal demokrasi­nin bir nüansı haline dönüştürürken, geçmişte halkın devrimci muhalefetinin içinde yer alıp cesurca döğüşen kimi devrimcileri de, tersi uca itip, geçmişlerinden tiksinerek dar burjuva aydın grupçukları olma sürecine sok­tu. Ne diyelim? “ insan bu kuş misali. Bir oraya konar, bir buraya" mı?

Devrimci saflardan kopuşlarını tasfiyeciler 2 sihirli kelimeye bağlıyorlar.1- Yenilik!Şüphesiz devrimci teori bir değişmez kalıp veya doğmalar toplamı değildir. Tersine devrimci metodumuz

hayatın gürül gürül akan canlılığıyla bizlerin kopmaz bağıdır, teori ancak o canlılığın ürünü olduğu sürece kıy­metlenir, pratik değer kazanabilir. Yenilikler devrimci teorimizi zenginleştirmemiz için güzel fırsatlardır. Biz yeniliklerin tiryakisiyiz. Ama kimileri öyle davranıyor ki, yenilikler onlar için devrimci teoriden vazgeçmek fırsatı oluyor. Maskelerini çıkarıyorlar. Yeni durumlar onların gerçek kimliğini açığa vuruyor.

2- Özeleştiri!Eylül sonrasında belkide kendisine en çok işkence yapılan, işte bu kavramdı - Özeleştiri! Yaptığımız hatalar

bizler için ileri fırlatıcı yaylardır. Yeterki onları titizce ve somutluğu içinde değerlendirelim. Ama sizin sırtınızda yumurta küfesi olmayabilir. Hafifçe kanat çırparak gökyüzüne yükselebilirsiniz. Orada kuracağınız hayali yeni şatolar sizi somutun yükünden kurtarıp, yeni - hatta yepyeni başlangıçlara kavuşturabilir. O zaman geçmişte­ki hatalarınız sizi ezmiş, yenmiş, somut süreçlerden, gerçeklikten koparıp atmıştır. Hayalleriniz ne denli pembe de olsa gerçeğin ışığı üstüne gelince, görünmeyecek denli soluktur. Ama ne gam! Sizin sırtınızda yumurta küfesi yok ki! O zaman yeni başlangıçlara, yeni hayallerinizle koşabilirsiniz. Fakat tarihi olarak çağrılı olduğu noktaya yürüyen ekmek derdindeki işçi sınıfı sizi yalnız bırakacak ve hiçte hoş olmayan “keşif’lerinize tepkisi yüz buruşturmak olacaktır.

Hem “yenilik” hem de "özeleştiri” tasfiyeci burjuva ve bazı küçük burjuva sollarının kendi sağa savruluşla­rına meşruluk kazandırmak için kullandıkları bahanelere verdikleri isimlerdir. Üstlerine sürdükleri yaldızları söküp atın! Bir Eylül günü yukardan gelen “Sağa dön, hizaya gir” emrine uymaktan başka bir şey yaptıkları yok.

Eylül sonrası oluşan yeni gelişmeleri devrimci elbiseleri atmak için bahane bildiler. Biz, yeni durumu geç­mişin yok sayıldığı her şeyin yeniden başladığı bir milâd olarak değil, devrimci teori ve pratiğin zenginleşerek devam edeceği bir somut olgu olarak görüyoruz.

Geçmişteki hataların üzerinde oynayıp, devrimci mirası gözden düşürmeye, yığınları somut süreçlerden ko­puk çıkmaz sokaklara sokmak istiyorlar. Biz geçmişin hatalarını somutça inceliyor ve somut sürecin içinde onları aşıyor ama devrimci mirasa gururla sahip çıkıyoruz. Geçmişimiz onurumuzdur! Geçmişimiz üzerinde yükseleceğimiz deneylerle doludur. Onların hepsini güzel günlere ulaşacağımız merdivenler olarak görüyoruz.

Zor günler yeni yol ayrımlarına gebedir. Eylül zoru devrimci ortamımız içindeki ayrılıkları derinleştirdi. Her­kes kendi doğrultusunda normalden hızlı bir rota takip etti. Bu hızlı gidiş bazılarının üstündeki maskeyi düşür­dü. Şimdi birçok şey daha net. Bilinçli işçiler sosyalizmde kalıcı mücadeleye yöneldikçe saflarını daha az te­reddütle seçebilecekler. Bu da proleterya sosyalistleri için bir kazançtır.

Devrimci birliğimiz burjuva sollarının ve burjuva soluna yönelmiş kimi küçük burjuva sollarının tasfiyeciliği- ne/inkârcılığına/tesiimiyetçiliğine karşı işçi sınıfı ve emekçi halkımızın, devrimci gençliğimizin onlarca yıldır sürüp gelen mücadelesinin, kazançlarının bir teminatı, ileri sıçratıcı manivelası olacaktır.

Tasfiyeciliği hoş görmüyoruz. Açık olarak ilan ediyoruz ki onların yığınlar içinde saçtığı yılgınlık tohumlarına düşmanız. Önümüzdeki kısa süreçte tasfiyecilikle kesin bir hesaplaşmayı görev biliyoruz.

Öyle bazı yayınlar çıkıyor ki sinir sistemi laçkalaşıp tepkisizleşmemiş bir insanın bunları okuması epey sabır istiyor. Üslerine geçmişte devrim uğruna ateşe atılıp yanarak yolumuzu aydınlatan yiğit halk önderlerinin res­mini basıyorlar, “ bol ajitasyonlu” bayağı bir söylevden bir sayfa sonra, o insanların uğrunda ölümü göze al­dıkları devrimin temel prensiplerine, yüz yıldır bilinen kaşarlanmış oportünizmleri yeni keşfetmenin heyeca­nıyla hırsla saldırıyorlar. Pes doğrusu! Aldıkları virajlarla siyasal sarhoş haline dönüşmüş bu çizgileri karşı­mızda görüyoruz. O insanların fedakârca öne atılarak kendilerini yakışları, bilinçli işçilere ve devrimci gençli­ğimize, yoksul köylülere, özgürlük bayrağını kaldıranlara devrim yolunun geri dönülmez noktalarının işaretleri olarak yol gösteriyor. Şimdi görev o ışıkları körelterek/gölgelemek isteyenleri engellemek yola devam etmek.

Biz hâlâ devrimciyiz!

Bugün Türkiye devrimci hareketi her zamankinden daha acil ve önemli olarak iktidar sorununu siyasetinin temeline, ufkunun hedefine açıkça koyma durumunda. Bu durum bizlerin, isteğinin dışında objektif olavlarca da zorlanan bir olgu. •

Devrimciler sadece düzenin teşhiriyle yetinemezler. Kendi alternatif politikamızı da, iktidar propagandası­nın zemininde geliştirmek zorundayız. Bu, program sorunudur. Geniş yığınlar, kendi hoşnutsuzluklarını ve düzene tepkilerini güzelce dile getiren devrimcilerin, iktidara geçince nasıl bir düzen kuracaklarını kafalarında şekillendirebilmeliler. Bu ise, devrimcilerin iktidarının halkın kendi insiyatifinin bir uzantısı olacağının kavran­masından, hayatın her alanına (ekonomiden, dış politikaya, eğitimden, ulaştırmaya...) yönelik alternatif politi­ka önerilerinin propagandasına dek uzayan oldukça geniş bir görevler zincirinin gerçekleşmesiyle mümkün oiacaktır.

Propaganda ve ajitasyon öyle bir zemin üstünde yükselmelidir ki, alternatif politikalar reformcu -yani dü­zen içi değil, devrimci temelde anlaşılabilmelidir. Bu, iktidar sorununun hiçbir ikirciliğe yer vermeksizin pro­paganda ve ajıtasyonun temeline yerleştirilmesiyle gerçekleşebilir. İkinci olarak, halkın kendi özgücüne güve­nim geliştirmeyi, kuyrukçu politikalara savaşı temeline almalıdır ve ilk pratik adımı sosyal demokrasiyle kesin ayrışmanın yaygınlaştırılması olabilir.

Eylül öncesi 1-2 yılda başlayan yığınların sosyal demokrasiden sola doğru kopuşma süreci, kesintiye uğra-

Page 5: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

tıldığı yerden hızlandırılmalıdır. Bugün sosyal demokrasi iflas noktasındadır. Amerikanvari gürültücü, parlak, içi boş laflarla arabesk yozlaşmasının karması reklam kampanyalarına bağlanan umutlar eskisindende çürük­tür. Bu noktada sosyal demokrasiyle aramızdaki kalın sınır çizgisinin açığa çıkarılması, sosyalizm alternatifi­nin gerçekleşebildiğinin yığınlara propagandası acil bir görevdir. Pratikte her alanda bağımsız tavır o propa­gandanın inandırıcılığını kuvvetlendirecektir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkiye’de sosyal demokrasi ile sosyalizmin, devrimciliğin pratik olarak geniş yığınlar içinde kopuşması dönemine girildi, bilinçlice yönetmek gerekiyor. Tersine düşünenler, kendilerine “komünist" sıfatını da verse, sosyal demokrasinin bir nüansı olmaktan öteye gidemeyecektir. Ve devrimciler­le aralarındaki ayrılığın eskisinden epey farklı kalınlıkta çizgiler olduğunu görecekler.

Sosyal demokrasiyle mücadele onun sosyalizm içindeki uzantılarıyla, burjuva sosyalistleriyle, reformistlşr- le mücadelenin önemini artırıyor. İşçi sınıfı içinde de sendikalizm, ekonomizm olarak şekillenen bu güçler, sendikacılar zümresi kanalıyla sınıfı dizginleyip uysallaştırmaya çalışıyorlar. Sınıfından kopmayan onurlu sen­dikacılarla büyük çoğunluğu teşkil eden diğerlerinin çatışması da hızlanma, yoğunlaşma durumunda.

Ağırlaşan, karmaşıklaşan görevler, o görevleri yapmaya samimice talip olanları yan yana getiriyor. Sorun o vanyana gelişi bilince çıkartıp, ortak davranışı bir sisteme sokabilmek. İktidar, güç, ittifak kavramları günü­müzde kaynaşmış durumda. Mevcut sömürü ve baskıya demokratik halk insiyatifini alternatif olarak görenle­rin güçlerini artırmak için ittifak olgusunu pratiğe geçirebilmeleri gerekiyor. İktidar lafla değil, pratikle alına­caktır. Pratikte belirleyici olan ise güçtür.

Egemenler istedikleri kadar huzur ve istikrardan bahsetsinler. O parlak nutuklar cenaze evinde zurna çal­maya pek benziyor. Üç kuruşluk meclis taktikleriyle komik seçim kanunları çıkartıp huzur ve istikrar sağlaya­cağını sananlar aldanıyorlar. Toplumun derin çalkantılarının gümbürtüleri yerin altından duymak istemeyenle­re dahi kendini duyuracak güçte geliyor. 40 milyar dolar sınırını zorlayan dış borçlar, 5 tirilyon liralık iç borçlar, gittikçe keskinleşip iki uca savrulan zengin, yoksul ayrımı % 20-25'lik işsizlik oranı, artık her yerinden dökülen ırkçı, şoven zorlamalar bu çalkantıların maddi zeminidir. Ve her gün yeni yeni hoşnutsuzluk rüzgârlarını üreti­yor, bir yandan ötekisine memlekete yayıyor.

Devrimci ortamımızdaki çözülme ve yozlaşma Eylül darbesinin ürünü ve uzantısıdır. Ülkedeki iktisadi ve politik gelişmeler ise bu yılgınlara inat edercesine hızla yeni devrimci görevleri bir üst seviyede şekillendir­mekte, bu görevler onları sırtlayıp götürecek öncüleri beklemektedir.Bugün Eylül sonrası ortamının doğurdu­ğu yeni durumun görevlerinin layıkiyle yerine getirildiği söylenemez. Bu yönde yönelişler vardır ama bunlar henüz tasfiyecilerden tam bir kopuşma sağlayamamış ve özellikle pratikte davranma konusunda sancılar çek­mektedirler.

Son seçimler devrimciler için tam bir fiyasko niteliğindedir. Seçimlerde istisnai 5-6 yer hariç aday bile gös­terilmemiş, seçim döneminin yükselen politik atmosferindenfaydalanılmamıştır. Devrimci demokrat güçlerin tüm böiç;' Ir ’de gösterdiği bağımsız adayların çevrelerinde güçlü bir propaganda taarruzu ile. mevcut düzen içinde seçimisr ve parlamentonun gerçek niteliği açıklanabilir, bu kampanya devrimci hareketin yeni sıçrama­sı için basamak olarak kullanılabilirdi. Devrimciler ülkede gelişen her yeni sürece aktifçe müdahale edebilme­li, damgasını öasabilmelidir. Çaresizlik veya acizlik bizim işimiz olamaz.

Sendikalar alanında Türk-İş içine hapsedilmeye çalışılan işçi sınıfı bağımsız çıkışlarla bu zinciri parçalama yolundadır. Gerek Türk-İş içindeki sınıf bilinçli işçilerin muhalefeti gereksede bağımsız sendikaların veya o yöndeki oluşumların önündeki sorunlar titizce saptanmalı ve gerekenlerin pratiğe uygulanmasında öncü olun­malıdır. Sendikal alanın ötesinde ve çok daha önemli olarak, yüzbinlerce işçiye hitap edecek siyasi gerçekleri açıklama çalışmaları hedeflenmelidir.

Öğrenci gençliğinin YÖK cenderesine karşı başlattığı mücadele inişli çıkışlı bir rota izleyerekte olsa kendi zeminini geniş öğrenci yığınlarına kabul ettirme sürecine girmiştir. Hareketin ülke çapındaki merkezileşmesi­nin önündeki bünyesel ve yasal engeller ise henüz aşılamamıştır. Tek tek okullarda yürütülen mücadele ise merkezi bir yapıyla desteklenmedikçe yeterince verimli olamamaktadır. Dev-Genç geleneğinin yeni koşullar­da yeniden egemen hale getirilmesi, on binlerce öğrenciyi sarabilmesi acil bir görev olarak devrimcilerin önün­dedir.

Günümüzde canlanan kadın sorunu reformist nitelikteki feminist hareketler tarafından kontrole alınmak is­tenmektedir. Ezilen cins konumunudaki kadınların kurtuluş hareketinin proleterya hareketi ile kuracağı bağla­rın sağlamlığı,ortak kurtuluşunyakınlaşması anlamına geliyor. Kadın kurtuluşu hareketinin önündeki sorunla­rın çözümü ve kadın üzerindeki cinsiyetçi baskıyı hayatın her alanında deşifre ve protesto etmek gerekiyor.

Çevre ve barış hareketinin uluslararası ve ulusal çaptaki gelişmesi, teknolojideki ilerlemelerin, insanlığın yararına kullanılmasındaki zaaflardan, engellemelerden veya o gelişmelerin genel insanlık çıkarlarıyla denge lenmemesinden veya doğrudan insanlığa karşı daha korkunç silahlar yapılmasında kullanılmasından doğu­yor. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüm insanları tehdit eder boyutlara sıçrayan çevre ve barış sorunları geniş yığınları kendi etrafında toplayıp harekete geçirebiliyor. Devrimcilerin öncülük yapması gerekiyor.

Çıkarılması düşünülen yayın proleterya ve müttefiki emekçilerin devrimci hareketini ülkedeki gelişmelerin anahtarı, belirleyici gücü olarak görecek. O açıdan tarafsız değil taraf olacak. Ülkede veya dünyadaki geliş­meleri hassasça takip edecek, sadece haber vermek değil, yorumlu haber vermek, şimdiki aşamada geniş yığınların olayların altında kalmaması, ana halkayı yakalayabilmesi için gerekiyor.

Çağrı yapıyoruz!Ülkede direniş çizgisindeki tüm siyasi eğilimlere ve tek tek insanlara böyle bir gazeteyi ortaklaşa çıkarmayı

teklif ediyoruz. Çağrımız baştan savma değil, samimidir. Böyle olduğu pratik içinde de ortaya çıkacaktır.Yazıların hazırlanmasında, gazetenin dağıtımında ortak olalım. Eğer böyle bir konumda bulunmak istenil-

miyorsa, direnişçi tüm güçleri asgari seviyede yardıma çağırıyoruz. Gelin bu gazeteyi yaşatalım.HEDEF: 15 günlük haber/yorum yayınıdır. Bu, ortaklaşa çabayı gerektiriyor.

BİZİMLE ÇALIŞMAK

İSTEMİYORSUN DEMEK

1 .

Artık bitimle çalışmak istcmivors

Bitkinim, dhwmuşsfin. piicûnı \

Yorgunum çok; diyormuşsun. atfın tükettim.

bir şey beklemeyin artık b,'inlen

Gene de bekliyoruz,

ne olursa olsun.

Yorumsan, uyuyorsan,

seni kimse uyandır mat.

kimse demez: Kalk, yemeğin baz

Hem. neden hazır etsinler veme^

Kalmadıksa yürüyecek giicün. zıbarır kalırsın orda,

aramaz kimse seni,

kimse demez Kalk, devrim oldu.

fabrikalar seni bekler1

Hem. sana ne devrimden'' Sen ö

İster suçlu kendm ol. ister başkası toprakta çürüyecek değil misin na

Çok savaştım, divormıışsun.

döviişemem arlık

öyleyse dinle

Savaşmazsan yok bil kendini,

ister suçlu kendin ol. ister başka*,

kendini vok bil.

2.

Hep umutla yaşadım, diyormuşsuı

ama kalmadı, divormuşsun. bende

umutlanacak güç bile.

Ne umduydun peki?

Ge! keyfim gel bir savaş mt?

Yanıldığın belli:

Durum senin bildiğin gibi de değil,

durum çok daha da kötü.

Harcamazsak gücümüzün üstünde ı hapı yutacağız.

Göremezsek gerekenden daha çok

silinip gideceğiz

Dört gözle bekler düşmanlarımız,

bekler yelkenler indirilsin.

Kavga adamakıllı kızıştı,

savaşçılar iyicene yorgun düştü.

Savaşçılar çok voruldıı mu

savaş yilirildı demektir,

bilirsin.

B Brecht

MAYIS Çağdaş YOL

Page 6: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

TÜRKİYE’DE PROLETERYA HAREKETİ ve DR. H. KIVILCIMLI

GİRİŞGenel olarak 1960 sonrası devrimci ku­

şak için Dr. H. Kıvılcımlı bilinmez kaldı. Ar­kasında güçlü tümenler olmayınca, bütün yaşamını proleterya davasına adamış olsa da. neticede “bir kişi ne olabilirdi? Hızla dev­rimci ortama akan “genç kuşak” için “saygı” duyulan, “eski bir devrimci” olarak kaldı. Bu yanıltıcı görüntüyü yaratan, çok açık ki, sı­nıflar savaşında 1960’la başlayan alt üslük­tür Dalga, eskiye oranla öyle hızlı kabardı ki. önceki uzun yılları kalın bir tabakayla örttü, hareketin tarihi olmamışa döndü. Ancak ardarda gelen her dalga, ilk kaba birikintiyi kazıdıkça, temeldeki taşlara değ­meden edemedi.

Bu noktada en öne çıkan isim şüphesiz ki Dr. H. Kıvılcımlı’dır. H. Kıvılcımlı'nın pro­leterya hareketimizdeki yeri nedir sorusu-

GELECEK

Ormanlar daha gür olacak, daha gür.

Tarlalar daha çok şey serecek. daha çok şey

Şehirler daha canlı olacak, daha canlı.

İnsan ömrü daha urun olacak, daha urun.

B.Brechr (Çeuren: A. Kadir)

na tek bir cümleyle cevap verirsek: O, ha­reketin bütün tarihidir. Ama yalnızca ta­rihi değil, aynı zamanda 1960 sonrası ha­reketle sentezleşen tarihidir. Böylece gü­nümüzle kopmaz bağlarını kurmuştur.

H. Kıvılcımlı’nın yaşamıyla ilgili bilgileri­miz çok eksik. Ancak onun hayatı, işçi sı­nıfı mücadelesiyle “hal hamur” olduğu için çokça karanlıkta değiliz.

H.Kıvılcımlı’nın yaşamı ve mücadelesi en kaba hatlarıyla üç basamağa ayrılabilir. İlk basamak: 1929'lara kadar olan dönemdir. İkinci basamak: 1930’lardan 27 Mayıs ön­cesine gelir. Üçüncü basamak ise, 1960

sonrasından ölümüne kadar aklar.İlk dönem. Parti mücadelesinin ilk ku­

ruluş yıllannda H. Kıvılcımlı’nın şekillenme­sini, ikinci dönem yetkinleşmesini; 1960 sonrası ise parti tarihi ile günümüz müca­delesini sentezleştirme savaşını kapsar.

İLK BASAMAK: MÜCADELEYE GİRİŞ VE

ŞEKİLLENİŞ

Dönemin olaylan üç başlıkta toplanabi­lir. Dünya açısından, Ekim devrimi yeni bir çağ açmıştır. Bunun en doğal sonucu ise, dünya devrimcilerinin gündemine RSDIP deneyinin özümsenmesini getirmiş­tir. Türkiye açısından. Kurtuluş Savaşı yıl­ları, ülkede temelli bir alt üstlüktür. Bu yıl­larda H. Kıvılcımlı, bizzat Köyceğiz Kuvayi Milliyesi’nde hem halkın girişkenliğini ve “yürekliliğini”, hem de Osmanlı artığı sınıf­ların “satılıklığını” canlı hayatta yaşar, ta­nır. Parti açısından ilk kuruluş yıllandır. M. Suphi ve Onbeşler devrimci selinin akıp gedmesinin acı deneyi, Ankara’da Halk İş- tirakiyan Fırkası’nın popülizmi parti tari­hinin ilk açılışı olur. Aynı zamanda İstan­bul’da İşçi Çiftçi Fırkası, Marksizme doğru adım atar. Ve olaylar 1927’de V.Nedim Tör’lerin partiyi polise teslim eden provo­kasyonuyla bir dönüm noktasına gelir.

Birkaç cümleye sığdırdığımız olaylar zinciri, H. Kıvılcımlının ilk şekilleniş yılla­rıdır. Yıllar kısa olsa da, olaylar, insan dü­şüncesinde fırtınalı atlayışlar yaratacak zen­ginliktedir.

1929 yazında, ardında on yıllık partili mücadele deneyiyle Elazığ hapishanesine (kendi deyimiyle “üniversitesine”) yola çı­karken, H. Kıvılcımlı, aynı zamanda her üye gibi önemli bir parti göreviyle de yük­lüydü. 1927 provokasyonu yaşandıktan sonra Parti’nin gündeminde köklü bir otok­ritik görevi vardır.

İKİNCİ BASAMAK: YETKİNLEŞME YA DA ‘YOL’ OTOKRİTİĞİ ve

TARİH TEZİ

"Onun için hayatı partinin yaşayışı ile hal ve hamur olmuş, saçını orada ağartmış, ba­şını ona adamış bulunan her mücahit (mi-

MEHMET YILMAZERlitan) yoldaş, o parti (“günah")ının kefare­tini böyle açık seçik satırlarla vermeye mec­burdur.

“Mecburiyete uydum.“Bu gücü ne dereceye kadar başaraca­

ğım?”“Yalnız, elimden geldiği kadar değil, -son

Merkez Komitesi’nin kararlarına göre - mecbur olduğum dereceye kadar uğraşa­cağım" (Yol, Genel Düşünceler, s. 15)

Bu “otokritik” çabası ve görevi 1930’a kadar geçen Parti tarihinin kesin bir tablo­sunu vermekle kalmaz, gelecek yıllar için aydınlık bir yol açar. Ortaya kapsamlı bir "Yol” etüdü çıkar. Kompleksten uzak, her okuduğunu anlayan kişi bu etütlerin yalnızca önemli birkaç bölümünü okuduğunda, o dönem varılan teorik kapsamlılık ile 1960 sonrasının teorik geriliğini çarpıcı bir şekil­de görebilir. Evet, Yol etütlerinin yalnızca bir bölümü 1970’te Sosyalist Gazetesi'nde yayınlanabildi. Geri kalanlar ancak 1977 sonrasında aydınlığa çıktı. Fakat aynı dü­şüncenin eri H.Kıvılcımlı oradaki teorik tez­leri 1960'lardan sonra defalarca, üstelik da­ha da geliştirerek döğüştürmüştür. 12 Mart a gelindiğinde biriken malzeme az de­ğildi. Ama yine de ’60 sonrası hareketin bü­yük bir kesimi için bu teorik temel bilinmez kaldı, ya da bilinse de algılanmadı.

Yol etüdüne başlarken H. Kıvılcımlı so­runu şöyle koyar:

"Tekrar edelim. Yol açılmıştır. Bize dü­şen iş şunlardır:

“1- Yolun neresinde bulunduğumuzu anlam ak: Bunun için, bizden öncekilerin geçerken bıraktıkları lambaları yakmalıdtr. Yaşanmış denemelerin verdikleri dersleri benimseyerek Parti’nin tarihi mevkiini bel­li etmelidir.

“2- Bundan sonra geçilecek yolları iyi­ce bilince çıkarm ak.

“3- Yolun ve politik yapının özellikle­rini elle tutulur hale getirmek.” (ay. s. 28)

Yalnızca, bu otokritiğe başlayış yordamı bile, 1960 sonrası hareketin genel karak­teri ile çatışmaktadır. On yıldır, “yol açıl mıştır”, “bize düşen... yaş^pmış deneme­lerin verdikleri dersleri benimseyerek Par­ti’nin tarihi mevkiini belli etmektir.” 27 Ma­yıs sonrası durgunluğundan kopan hare­ket ise, hem yolu ilk kendinin açtığına, hem de "benimsenecek dersler" olmadığına ina­narak yürüdü.

Bu nedenle, geçmişin deneylerinden hız alamadığı için, günlük pratikten öğrendi,

6

Page 7: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

zikzaklar aşırı savrulmalar kaçınılmaz oldu Biz geçmişten öğreneceklerimiz olduğuna inanarak, o günlerin derslerini bir film şe­ridi gibi görelim.

“Yol" otokritiği 1930 öncesini başlıca iki konağa ayırır: Başlangıç Konağı: Ütopizm: “Hazırlık Konağı: Marksizıne doğru "

Başlangıç ya da Ütopizm Konağını “Onbeşler’' ve “Halk İştirakiyun Fırkası” temsil eder.

Onbeşler: “Mustafa Suphi ve Yoldaşla­rı. Marks'ın Paris Komiinarları için dediği gibi: 'Göklere sıçrayan kahramanlık' tim­salidirler. Tıpkı gene Paris Komünacılarını kasıp kavuran, haddinden aşırı “saf çocukluk" vasıllarına kurban olup gittiler... Mustafa Suphi hareketi özü itibariyle bir Bakuninizmden ibaretti Burjuva paşasının hilesine kanarak, Bolşevik Devrtminiıı ser­best bıraktığı esir Türk subay ve erlerinden alelacele yaptığı bir alayla Türkiye'de Bol- şcvizıni kurmaya yürüdü." (Yol: Partide Ko­naklar ve Konuklar s. 101-102)

Kıvılcımlı bu eleştirisini şu şaşmaz pren- sipçil temele oturtur:

“Türkiye marksistleri geçmişin bu acı ve kanlı hatıralarını gönüllerine ölmez izlerle yazarlarken, ilk tecrübelerin niçin bozguna uğradığını da izah etmeyi bilirler. Ve bu izahla ne denli başarılı olurlarsa, harekette de o derece başanlı olacaklardır." (ay. s. 100)

Onbeşler’in temelli hatalarını H. Kıvıl­cımlı dört başlıkta toplar:

“ 1- Dünya ölçüsünde devrimde sırf dış yedek güçlere dayanmak:

“Onlar sm c, {«üçlere; proleterya dikta­törlüğüne dayandılar.

“Pekala biliyoruz, Türk burjuvazisi de o dış giice. yani proic terya diktatörlüğüne da­yandı. Bolşeviklerden para, silah, asker ve her şey aldı. Fakat bu aidığı vasıtaları, Ana­dolu'da kurduğu siyasi, idari ve askeri bur­juva teşkilatlarının çerçevesine tabi tuttu. Yani önce iç gücünü teşkilatlandırdı. Her türlü bağımsız halk hareketi ve teşkilatlan­malarını yaşatmamak için ne lazımsa her tedbiri aldı. Ve ancak özel mülkiyeti emni­yet altına almak suretiyle Bolşevizme da­yandı. O iki şeyi aynı zamanda başarama- saydı. Kemalizm'in yerinde çoktan yeller eserdi.

“2- Bir memleket ölçüsünde objektif ve realist olamamak:

"Onbeşter'in harekete geçtikleri zaman dünyadakiisınıf ilişkileri şiddetle devrim le­hinde idi. Fakat bu ilişkilerin Tüıkiye'deki özelliklerini, yani Türkiye halkının devrimci eğilimlerini öldürmek isteyen faktörleri Mustafa Suphi ve yoldaşları dikkate alama­dılar.

“3- Öncü ölçüsünde gizli faaliyeti h i­çe saymak:

“4 - Teşkilat yokluğu” (ay s. 106 1 OK)Sovyet devriminin ülkemize savurduğu

bu ilk devrimci sel dört başlı hatasının kur­banı olur ve akıp geçer Onların örnek alı nacak yanları "İrıkilapçı Kanatlanış "larıvdı. Ancak ardından gelen Halk Iştirakiyun Fır­kası": "1 Onbeşler in olumlu sahalarından çok olumsuz yanlarına mirasçı olmaktan kurtulamayacaktı 2 Onbeşieı den bam­başka bir sahaya: Parti teşkilatı. Meclis fa aliyelleri ve ilh. gibi yeni yeni alanlara dö­küldükçe. Onbeşler de görülmeyen yepyeni ve oldukça feci hatalara düşecekti " (ay. s. 109)

Halk İştirakiyun “işçi, köylü tabirlerini bol bol harcadığı" halde “onun ağır basan ta­rafı. sınıflar üstünde, hatta sınıflardan bam­başka bir halk tasavvur" etmesidir. Boyle- ce “bolşevizmle burjuva insan iyetçiliğini bir­birine karıştırmaktan" kurtulamamıştır.

Halk Iştirakiyun özlediği geniş halk yığın­larından kopuk kaldıkça “var kuvvetiyle Meclis'i fethetmeye” girişti. Kemalizm kar­şısında açık, gizlilikten yoksun, Meclise umut bağlayan. Halk iştirakiyun. Kemaliz- miıı 1921'lerden sonraki dönüşüyle dağıl­dı.

Hareketin başlangıç konağının temsilci­leri Bolşevizm'den etkilenmişlerdi, fakat öz­ce (teori ve pratikleriyle) Bolşevizme de­ğil. tersine Rusya'daki Marksizm öncesi Na­rodnik akımlara denk düştüler. Hiç şüp­hesiz ki. Ekim Devrimi sonrası artık bir ül­kedeki herhangi bir halk muhalefeti Bolşevizme özenmeden edemezdi. Ancak bu hareket­lerin kabuğunun içindeki özü seçmek ge­rekliydi.

Bizde Onbeşler ve Halk İştirakiyun, Marksizm öncesi Ütopizm ve Popülizm ko­nağını temsil ettiler.

Onbeşler Baküde derlenirken aynı yıl­lar da önce Almanya'da “Kurtuluş” dergi­si çıkar, ardından 1919’larda İstanbul'da işçi Çiftçi Fırkası kurulur. Fakat hareketin iki ka­nadı, Onbeşler ve Halk İştirakiyun kanadı ile İşçi Çiftçi Fırkası Kanadı zamandaş ol­malarına rağmen, pratikte birbirinden ko­puk kalmışlardır. Bunu yalnızca Kurtuluş Savaşı’ndaki Anadolu-İstanbul bölünmesi ne bağlamak yeterince açıklayıcı olamazdı.

"Teorik olarak tersine, her iki hareketin birleşmekle kuvvet bulaçağını fark etmek mümkündür. Ancak somut hayatta böyle bir şey olmadı. Demek olmayacaktı. Bu sa­hada, kuru hayıflanmalardan ziyade, ileri için, hareketin bütün Türkiye ölçüsünde sentezleşmesi için tarihi bir ders çıkarmak ve bu dersten Marksistçe yararlanmayı bil­mek daha realistlik olur.

“Bununla birlikte fiili sahada ayrı kalış, bu iki hareket için sırf kötü bir tesadüften veya bir anlayamazlıktan. anlaşamazlıktan ibaret değildir. İki hareket kökten ve ana telakkiler bakımından iki ayrı aşamayı tem­sil ediyorlardı. Teorik temelce iki başka zih­niyeti ifade ediyorlardı." (Yol. Partide Ko­nuklar ve Konaklar, s. 131)

Bu iki ayrı aşama neydi? Onbeşler ve Halk İştirakiyun işçi sınıfı ile bağ kurama­yan Ütopizm ve Popülizm dönemi oldu. Rusya'da Marksizm öncesi Narodnik hare­kete ve onların çeşitli nüanslarına denk düştüler

1919 İşçi Çiftçi Fırkası ise daha çok 1883 Emeğin Kurtuluşu grubunun kurulmasıy­la başlayan Marksizme doğru hazırlık ko­nağına denk düştü. Legal Marksizm ve Ekonomizm konaklarını yaşadı.

Bizde 1922’lerdeki Akaretler Kongresi "İkinci sayılmıştı. Fakat bu hakikatte Rus­ya'nın 1898'deki birinci kongresine pek benzer. Her iki kongrenin de öz hedefi: Dört bir yana dağılmış bulunan devrimci hareketleri, -şimdilik temayülleri ne olursa olsun- şöyle bir derleyip toparlamak idi. Dağınık cereyancıkları Aydınlık grubu çer­çevesinde partileşmeye doğru hazırlamak idi" (ay. s 140). Ancak Akaretler Kong­resi henüz "devrimci hareketleri" derleme adımı olduğu için doğrudan bolşevizm ola­mazdı. Olmadı.

Legal Marksizm'i bizde Sadrettiıı Celal1 in başında bulunduğu Aydınlık dergisi (1922-1927) temsil eder.

Ekonomizm'i (1926-1927) V. Nedim Tör ve S. Süreyya'nın içinde bulunduğu “Seka” temsil eder.

“Mesela Aydınlık denince hatırımıza ge­len onun sahibi 'Sadrettin Celal Bev' olur. Aydınlık çok kere daha devrimci unsurla­rın elindeydi. Fakat yeni hamlelere işaret olan yazıları, -kiler sıçanı gibi gizli gizli.- sis- tematikman kemiren kişi Sadridir. Sadret­tin Celal, İstiklal Mahkemesi'nde, devrim­ciliğin sırf ‘harici havadislerle alakadar olduğunu" iddia etmişti Demek istiyordu ki, ben Türkiye'de Marksist devrimle o ka­dar alâkarlar değilim. Maksadım dünya ha­diselerinde köktenci bir objektiflik göster­mektir... Bu yüzden Aydınlık, gizlemiye ça­lışsa bile, daima “Kanun dairesinde müte- vazi. dürüst ve hayırhay bir reform iddiası olarak kaldı” (ay. s. 142)

Hareketin başlangıç konağının teı Bolşevizm’den etkilenmişlerdi, fal (teori ve pratikleriyle) Bolşevizm

tersine Rusya’daki Marksizm ö Narodnik akımlara denk düştül*

şüphesiz ki, Ekim Devrimi sonrası ülkedeki herhangi halk muhal

Bolşevizm’e özenmeden edemezd bu hareketlerin kabuğunun içind

seçmek gerekliydi.

“ 1926 Viyana Konferansı: Aydınlıkçılığın her sahadaki darmadağınıklığma vurulmuş ilk sınır Parti programının özendirilmesi" ol­du. (ay. s. 140).

“Fakat programda birlik, tatkikte selameti icap ettiremezdi ve ettiremedi. Nitekim da­ha iki yıl. 1926 ve 1927 seneleri, progra­ma rağmen; I eninizmin siyasi açıklamala­rında ve bütün milli hoşnutsuzluklar ölçü­sünde itham ve ajitasyon taktiği; Müterak- kipçi (ekonomist bn.) ve legal Marksizmin iğrenç bazı zaruretlerle devamlı olan mahut ‘Seka'ya kabul ettirilemiyordu.

“ 1927 yılı her türlü tufeyli (asalak) ya­pışkanlığın ve iğrenç geçinme imkânlannın birden bire yok olduğunu gören Müterak- kıpçilik: Belki hiçbir partinin tarihçesinde örneğine rastlanılmamış bir skandal ve pro­vokasyon sarası içinde kıvranıp gömüldü." (ay. s. 141)

Parti deki bu “örneğine rastlanılmamış” provokasyonu hazırlayan koşullar neydi? 1920 1er Kemalist burjuvazinin ilk günleri­dir. Iktidannı sağlamlaştırmak için Türk bur­juvazisi. İstanbul'da patlak veren grevler ve Şeyh Sait Kürt isyanıyla birlikte 1925'te Takrir i Sükun Kanunu’yla İstiklal Mahke­meleri dönerfıini açtı. Aydınlıkçılık ve kuy- rukçuluk bu birkaç yılın aldatıcı ortamının ürünü oldu.

“Mütareke ve ondan sonraki üç beş ay­lık aldatıcı ve 'mürdezad' (ölü doğmuş) piç burjuva demokrasisi onların bütün dünya­sıdır. O piç demokrasinin yarattığı yalancı (légalité + anti-emperyalizm) hamlelerine her nasılsa kapılmışlardır.

“Niçin kapılmışlardır?“1- Légalité: Kuyrukçu küçük burjuva­

nın bir işe girebilmesi için o işte bir tehlike

Page 8: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

BİR GÜN

GELECEK

Bir gün gelecek, zaman bizim olacak, bizim.

Bütün düşünürlerini okuyacağız bütün çağların.

Bütün ustaların bütün tablolannı göreceğiz.

Bütün maskaralara kırılacağız gülmekten.

Arkadaş olacağız bütün kadınlarla.

Ve bütün insanlara

öğreteceğiz gerçeği.

B.Brecht

görmemeye ihtiyacı vardır.“2- An t ¡-emperyalizm: O zaman ki

Türkiye’nin bütçın sınıfları için (birkaç komprador müstesna) biricik prensipti. Kü­çük burjuva ve burjuva aydınları için en cezri (köktenci) lafebeliği ancak anti- emperyalizm sahasında yapılabilirdi. Şu halde kuyrukçuluk, burjuva vatanperver­liğinin ‘Marksist’ frazeolojiyle ifade edilişin­den başka bir şey değildi." (ay. s. 175)

Bu "Marksist lafebeliği” yapan “burjuva vatanperverliği” Partiden kopuştuktan son­ra, Kadro Dergisi çevresinde Kemalizmin ideologluğuna soyundu. Böylece Parti ta­rihinde bir dönem daha kapanmış oluyor­du.

H. Kıvılcımlı, Parti tarihinde Aydınlık dö­nemini (Legal Marksizm): Program sapık­lığı; Viyana Konferansı sonrası “Seka” dö­nemini (Ekonomizm): Taktik sapıklık ola­rak tespit eder... Bu dönemler 1927 pro­vokasyonu sonrası aşılmış olur. Hiç şüphe­siz ki, zengin bir mücadele ortamında de­ğil Şark toplumunun kısırlığı ve Takrir-i Sü­kun zılgıtı altında olaylar akmıştır.

1927 sonrasını, H. Kıvılcımlı, “Konak yakmak ve Bolşevikleşme” olarak görür. Ancak bu döneme daha girilir giril­mez Parti “dar-Amelecilik, Komünizm Sof- • talığı: U!timatomculuk”la yüzyüze gelir.

“Bizde Ultimatomculuk, Kuyrukçuluğun temizlenişinden sonra belirir. Sağa vurmak­ta fırka çizgisine uygun gidenlerden bir kıs­mı, Kuyrukçuluğun birdenbire provokasyo­nu ve intiharı üzerine doğan geçici dağı­nıklık devrinde. Fırka mihverinde dümen tutturamayarak, fırtınaya tutulmuş takalar gibi mukabil kutba, sol uç kayalıklanna çarptılar.” (Yol: Parti ve Fraksiyon, s. 50) Bu fraksiyoncu dar ameleciliğin intihan ise, 1929 İzmir tevkifatıyla olmuştur.

1934’ler sonrası özellikle 1935-38 arası Parti, H. Kıvılcımlı’nın içinde bulunduğu “Parti Triumvirası”; “Kıvılcımlı, Haşan ve Vasıf’ yönetimde Yol Otokritiği doğrultu- sundu adımlar atmıştır. “Legaliteyi İstismar” taktiği doğrultusunda Parti’nin o güne ka­dar içinde olduğu “teori kınntıcılığı” “Mark­sizm Bibliyoteği”, “Emekçi kütüphanesi” ve “Günün meseleleri” propaganda faaliye­tiyle önemli ölçülerde aşılmıştır.

1938’de gelen D o n an ıp Tevkifatı, Par­ti’nin bu olumlu yönelişini yertiden uzun yıl­lar kesintiye uğratmıştır.

“ YOL” OTOKRİTİĞİNDE TÜRKİYE SINIFLAR

YAPISIBurada Yol Otokritiğine başlanırken çi­

zilen iskeletin diğer maddelerine gelinir. “Bundan sonra geçilecek yollan iyice bilin­ce çıkartmak, yolun ve politik yapının özel­liklerini elle tutulur hale getirmek.”

Kısa, ancak binbir altüstlükle yüklü on yılın Parti deneylerini, gelecek Konağı tes­pit eden Kıvılcımlı, buna bağlı olarak Tür­kiye ekonomisi-politikası ve sınıflar yapısını, aynı otoritikte “elle tutulur” hale getirmiştir.

1960 sonrası en çok tartışılan teorik so­runlardan “önümüzdeki devrimci görev”, “strateji bahsi”nde şöyle belirlenir:

“Vanlacak konak, gaye, hedef nedir? Bu soruya cevap vermek için keramet sahibi olmaya lüzum yok. Türkiye’de Türk bur­juvazisi kendi devrimini yaptı. Bu devrimi bitirdi mi, bitirmedi mi? Bitirebilir mi, biti­

remez mi? Bunu bir tarafa bırakalım. Dün­yanın herhangi bir kapitalist sınıfından bek­lenilmeyen ve alınamayan şeyi, Demok­ratik Burjuva Devrimi’ni son haddine var­dırmayı, bizim burjuvaziden ummak boşu­nadır. Türkiye sermayedarlığı ununu ele­miş, eleğini duvara asmıştır. Fazlası: Fazla- kâr, artı-değer çekmekten ileriye geçemez. Şu halde bize, Türk proleteryasına, bütün memleketler işçi sınıfına düşün bir görev kendini dayatıyor: Burjuvazinin bıraktığı yerden başlamak! Türk burjuvazisi, Türki­ye’nin sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı ve zaferden sonra kendi soygun düzenini kurdu. Zaferin ga­nimeti ile yaşıyor. Türk proleteryası, yarım kalan ve yarım bırakılmak istenen işi bü­tünleştirecek: Sömürge kurtuluşunu ya­pan Türkiye halkını sosyal kurtuluşa gö­türecektir.” (Yol, Strateji Bahsi, s. 9)

Tespitte hiçbir yakıştırma yoktur. Bu öz­lü tahlili şöyle şemalaştırabiliriz:

1. Türk burjuvazisi sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı.

2. Zaferden sonra kendi soygun düze­nini kurdu.

3. Bizim burjuvaziden demokratik bur­juva devrimini son haddine vardırmayı um­mak boşunadır.

4. Gerçek sosyal kurtuluş yarım kaldı ve yarım bırakıldı.

5. Proleteryaya düşen sömürge kurtu­luşunu sosyal kurtuluşa vardırmaktır.

196Ö sonrası tartışmalar hatırlansın. Bur­juva devriminin tamamlandığı tezinden, Kemalizmin “anti-emperyalist” yanına ta­kılıp ona aşırı misyonlar yüklemeye, hatta işçi sınıfının rolünü küçümsemeye kadar varan pek çok görüş, bir on yıl kıyasıya “te­orik savaş" yürüttü. Parti tarihinin derinlik­lerinde ise sorun basitçe, “keramete” ge­rek duyulmadan formüle edilmişti.

Stratejik amaç böyle konuşulunca, “düşman" ve “ihtiyat” güçler tespitine ge­çilir.

Yol otokritiğinde Kemalizm, bir cümley­le en çarpıcı şekilde bütün görüntülerinden soyundurulur:

“Bismarkizm, serbest rekabet devrinin Bonapartizmi’dir. Kemalizm mali oligarşi Bismarkizmi'dir.” (Yol, Genel Düşünceler, s. 83)

“Ekonomik yapı özellikleri”miz: “Özel­likle banka sermayesi”, “Tekelci sermaye”, “Devlet sermayesi ve kaynaşması” ve “ya­bancı sermaye" başlıkları altında didik di­dik edilir.

Birkaç kesit verelim.“Üç büyük devlet bankasının (Ziraat, Sa­

nayi ve Maadin, Emlak ve Eytam), halk­tan birer birer aldıklarını, yerli burjuvaziye toptan verdiği ve üç başlı canavarın, yerli milli sermayeye dadılık ederek onun palaz­lanmasından başka bir gaye gütmediği bir sistemdir." (Yol, Düşman. Burjuvazi, s. 66)

“Yerli milli sermaye”nin yapısı, olayı da­ha da aydınlatır.

"Türkiye’de ‘yerli-milli’ dediğimiz banka sermayesine sermayeye 1 /2 oranında ve sermayenin temerküzü itibariyle 16 misli hakim olan sermaye biricik İş Bankası'dır.. 1929’da tekmil yerli-milli bankalar. 5,3 mil­yon küsur lira kâr ediyorlar. Bunun % 78’i 4 büyük bankanın... Fakat % 3 l'i de biri­cik İş Bankası’nın... Yani biricik İş Banka­sı, 34 küçük ‘yerli-milli’ bankanın 1 /2 ser­mayesi ite 34 bankanın 1.5 mislinden faz­la kâr ediyor!” (ay. s. 67)

Öte yandan, "Türkiye’de hemen bütün sınai büyük şirketler, 2 ’si ‘Ecnebi-Milli’ ve 4‘ü büyük, 4 ’ü küçük olmak üzere 8 'yerli- milli', 10 bankanın elinde temerküz ediyor.” (ay. s. 83)

Yol Otokritiğinde detaylıca irdelenen Ke­malist ekonomi-politikanın yalnızca birkaç paragrafını aktardık. Ancak öz belli. Türk burjuvazisinin ununu eleyip, eleğini duva­ra astıktan sonra soygun düzenini nasıl ve hangi yollardan kurduğu, hiçbir yakıştır­

ma yargıya kapılmaksızın teşhis edilir.Hedef böyle tespit edildikten sonra, ih­

tiyat kuvvetlerin irdelenmesine geçilir.İhtiyatların en genel durumu şöyle tespit

edilir:

“ 1. Garpte: Amele + Fakir köylü ittifa­kı, 2- Şarkta: Amele + bütün köylülük" (Yol, Strateji planı, s. 10)

İşçi sınıfı ve köylülüğün ortak hedefi, kır ilişkilerinin derin bir analizinden çıkar: ‘

“1- Ağa (Derebey artığı): Çalışkan köy­lüye her türlü ödünç verdikçe yavaş yavaş bir nev’i ayni-tefecileşir. Kemalizm bu ve-> tireyi körükler.

"2- Tefeci: Çalışkan köylülerin mülkle­rini zapt ettikçe büyük arazi sahibi olur ve büyük arazi sahibi sıfatıyla iş kuvvetini daimi surette borçlu (kendine bent) ettik­çe bir nevi toprak bent sahibi olur. Dere- beğileşir.

“3- Malı-Sermaye: Bankalar doğrudan doğruya köylüye değil, tefeci-sermaye (tüc­car, fabrikatör) vasıtasıyla kredi açarak, te­feciliği yamanlaştırır ve genişletir. Tefecilik, mesela kredi kooperatifleri, yavru banka-

cıklar ve ılh. yollardan bankalarla kaynaşa­rak mali sermayedarlaşır.

“4- Devlet: Görüldüğü gibi en büyük bankerdir. Mesela, tefeciliği kredi koope­ratifleriyle sistemleştiren ve köylüye ancak tefeci sermaye vasıtasıyla ödünç veren Zi­raat Bankası, köylünün emeğiyle biriktiril­miş devlet bankasıdır. Yalnız Ziraat Banka- sı’na bakmak Kemalist devlet cihazının ne berbat bir tefeci ve rnali sermayedar cihazı olduğunu görmek için kâfidir.” (Yol, Müt­tefik: Köylü, s. 170)

Ve bu “dört unsur bir tek vücut (Kema­lizm) "dir.

“Strateji Plam”mn son bölümü "ihtiyat- kuvvet: Milliyet (Şuık)"da bugün artık gün­lük gazete manşetlerinden inmeyen "Kürt Sorunu" irdelenir. Yerli yerine oturtulur.

Yol otokritiği TKP’nın ilk on yılının de-

1960 sonrası tartışmalar hatırlansın. Burjuva devriminin tamamlandığı tezinden, Kemalizmin

“Antiemperyalist” yanına takılıp ona aşırı misyonlar yüklemeğe, hatta işçi sınıfının rolünü

küçümsemeye kadar varan pek çok görüş, bir on yıl kıyasıya “teorik savaş” yürüttü.

Page 9: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

neylerinden çıkartılan dersler ve aynı za­manda partinin gelecek yılları için yürüne­cek yolun terr,«Haşlandır. "Yol" otokritiği H. Kıvılcımlı açısından, parti mücadelesi­ne egemen olan “teori kırıntıcılığı” ve “il­kellik ’ten kopuşma olur. Ancak parti, ay­nı ilkellikten kopuşabilmiş midir? Dönem dönem bunu başarsa da Yol otokritiği par­ti çizgisinde sürekli ve kesin egemen ola­mamıştır. Partinin her tevkifattan sonra uzun dağılışlara uğraması, sapıtmalarla aşın zayıf düşmesinin nedeni, bir tek kelimey­le, teorik özünii, çekirdeğini pekiştireme- mesinde yatar Bu günden baktığımızda, devrimcilerin ancak yüzlerle sayılabildiği günlerde teorik kofluğun, pratik açısından ne denli korkunç sonuçlar doğurabileceğini daha iyi kavrayabiliriz. 1960 sonrası binler­le hatta yüzbiıılerle sayıldığımız günlerde teorik ve taktik boşluklarımızın bedellerini acı acı ödedik. “Dev" gövdelerin, sağlam teorik temellere ve hassas taktik hatta otur­madığında. bir darbeyle düştüğü korkunç kaosu yaşadık. Bu deneylerden sonra ar­tık tek parti dönemi parti hareketinin san­cılarını kavramak zor olmasa gerek.

Belirttik. Yo) otokritiği, H. Kıvılcımlı açı­sından. parti tarihindeki. Popülizm, legal Marksizm, ekonomizm sapıtmalanndan ko­puşma oldu. Bu kopuşmadan sonra kıya­sıya pratik savaş ancak 3-4 yıl sürebilmiş- tir. 1938 Donanma tcvkifatıyla H. Kıvılcım­lı. yemden 16 vıl pratik mücadelenin canlı akışından kopanlır. Kendi cümleleri ile bu çul - lar şöyle özetlenir:

“Bunu ("Yol otokritiğini bn.l o zaman içinde bulunduğum Santral Komite ye bir tartışma pla or nu olur umuduyla verdim... Üst üste tevkifler, mahkemeler ve en so­nunda 1939 Donanma davasında (Askeri isyana tahrikten 15 yıla mahkûm edilişim) ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bı­raktı" (Kim Suçlamış)

Ancak gelişim, dört duvar arasına sıkış­tırıra da. durmaz. Bu uzun yıllar, H. Kıvıl­cımlı için özellikle Tarih Tezi’nin şekillendi­rmiş yılları olur.

GERİ ÜLKELERDE DEVRİM SORUNU

VE TARİH TEZİ

“Yol" otokritiğini partinin on yıllık pratik deneyi yaratmıştır. Tarih Tezi’ni doğuran koşullar nelerdir? Hiç şüphesiz ki. Tarih Te­zi. uzun cezaevi yıllarının, vakit dolduran bir aydın çabası değildir. Pratik içinde piş­miş. kendini parti mücadelesine adamış H. Kıvılcımlı, pratik mücadeleden zorla kopa- rılsa da, aynı mücadelenin pratik ihtiyaç­larından kafaca koparılamazdı.

Tarih Tezi nin genel gerekçelendirilmesi- ni. 1970'de biraz da Marksizm softalarını alaya alarak, şöyle yapar:

“Böylece Antik Tarih üzerine açılan her problem ölü noktada örtbas edildi. Bu nok­ta mezara çevrildi. Bu mezarın kapılan İkin­ci Cihan Savaşı ndan sonra ansızın açıldı. İçinden hiç umulmadık canlılıkta geri kal­mış ülkelerin akıncı eğilimleri fırladı. Bun­lar Çin'den Afrika'ya, Küba'ya dek Antik- lik’ten ve egzotiklikten başka değerlerine metelik verilmeyen yeryüzü ülkeleriydi.

“Geri ülkeler, klasik burjuva mukaddes ve muazzez (kişi mülkiyeti) prensibine me­

telik vermeksizin, doğru sosyalizme akın et­mişlerdi. Avrupa yeni bir ‘Ulusların Göçü1 ne uğramışa döndü. Hayat gibi kültürün de bütün değerleri sarsıldı...

“Markslzme içten inanmış. Batılı sol dü­şünürler vardı. Sömürgeler dünyasındaki gidişin sırrını aramaya koyuldular. Mark­sizm metinlerinde üzerine oturtulmuş bir işaret bulunup bulunmadığına eğildiler. Sa­mimi idiler. Müslüman kişiler, uçağı ve rad­yoyu Kur an ayetlerinde daha önce belir­tilmiş görmüyorlar mıydı? Kimi marksistler de, o saf ve iyimser düşünüş ile, Marks’ın dışında ‘hakikat’ bulunamayacağına inan­mışlardı.

“Hakikati buldular. Marks’ın İkinci Cihan Savaşı ortasında gürültüye gelmiş Grund­risse (Kapitalizm-öncesinde Mülkiyet Bi­çimleri) yazısı ortada idi.” (Toplum Biçim­lerinin Gelişimi, önsöz, s. 14,15).

Tarih Tezi’nin işlenmeye başladığı yıllar 1935’lere kadar gider. Hatırlardadır, dün­yada ve bizde “Asya tipi üretim tarzı" vb. tartışmalar, gerçeklikleri çarpıtmak paha­sına da. ancak 1960’lar sonrası hız.kazan- mıştır. Bir objektif zorunlulukla geri ülke- devrimlerinin her göze batar hale gelme­siyle.

Oysa, geri ülkelerde devrim problemi,1917‘ler sonrası dünya gündemine girmiş, bundan dolayı Komüntern’in özel ilgi alan­larından birisi olmuştur.

işte Tarih Tezi’ni dayatan objektif gerçek­lik. geri ülkelerde sosyal devrim imkânı­nın gündeme gelmesidir. Türkiye'de Os­manlılıktan çıkan, daha doğrusu bir türlü çıkamayan, Antik Tarih’in en son halkala- nndan birinin toprağı üzerinde şekilleniyor­du.

Tarih Tezi'ni yaratan sübjektif gerçeklik ise, 1935’lere gelindiğinde, emperyalist ta­lan güdüsüyle de olsa. Antik Tarih, arkeo­loji kazılanyla mezarlarından, yeryüzüne yeterince çıkarılmıştı. Bu birikim Marks­Engels çağında henüz son derece cılızdı. O nedenle Marks-Engels bu alanda dahi­yane öngörüler yapmış olsalar da. tüm Antik Tarihi kucaklayamamışlardır.

Sorunu en kaba görüntüleriyle koyma­ya çalışalım.

Antik medeniyetin beşiği olan ülkeler, bugün kapitalizm açısından geriliğinde be­şiğidir. Artık medeniyet soysuz gücüyle hangi kara parçalarını yaladı ise, oralar bu­gün çorak geri ülkeler olarak isimlendirili­yor. Buna İtalya, ispanya, Portekiz gibi Av­rupa kıtasındaki antik medeniyet beşikleri de dahildir.

Neden Çin'den Irak'a Roma'ya dek di­zilen ülkeler medeniyete ilk girdikleri hal­de. kapitalizm medeniyete en son giren İn­giltere de patlak vermiştir?

Ve neden 7000 yıllık batış çıkışlarına rağ­men Antik Tarih'te sosyal devrim imkânı olamamış, ilk sosyal devrim “Avrupa Or­ta Çağı ndan kapitalizmle atlayışla müm­kün olmuştur?

Bu sorular Tarih Tezi’nin iskeletidir. Ta­rih Tezi hiç şüphesiz ki “bugünkü Türkiye’yi anlamak" noktasından yola çıkmıştı, soru­ya bulunan cevaplarsa ilk çıkış noktasını çok aşmıştır.

Tarih Tezi’ni bu yazı çerçevesinde irde­lemek mümkün değil. Ancak onun en önemli unsuruna “üretici güçler” teorisine değinmek zorundayız.

“Klasik Tarih, metafizik metodu yüzün­

den; her çağın yalnız en mükemmel ör­nek yanını ele almıştır. Doğuş ve ölüş an­larını yeterince önemsememiştir Diyalek­tik metodlu klasik tarihsel maddecilik; han­gi çağda olursa olsun, insan toplumunun genel olarak ve son duruşmada. “ÜRETİ­Cİ GÜÇLER”le hareket ettiğini göstermiş­tir. Ama. özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o ye­re ve zamana göre »omut olarak hangi “üre­tici güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıkları­nı araştırma ve bulma yetkisini artık felse­fe yerirte yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf bilime ısmarlamıştır.

“Üretici güçleri başlıca dört bölüme ayı­rabiliriz;

“1- TEKNİK: (Toplumun tabiatle güre­şinde kullandığı cansız araçlar ve kullanım­ları. Aygıtlar, avadanlıklar (aletler, cihazlar) ve metodlar (usûller).

2- COĞRAFYA; Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreleyen maddi ortam. İklim, ta­biat vs.

“3- TARİH; Toplumu doğrudan doğru­ya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, göre­nek, kalıntıları, vs.

4- İNSAN: Toplumun gerek dış-maddi ortamını, gerek iç-manevi ortamını teknik araçla işleyen Kollektif Aksiyon (topluca eylem), zor ve şiddet anlamlı “Güç”, vs.

“Sosyoloji bakımından yukarıdaki dört ÜRETİCt GÜÇLER dalından yalnız birisi. TEKNİK üretici gücü ele almak mümkün­dür: soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişine jalon (yol gösteri­ci sırık) rolünü oynayabilir.

“ Yol” otokritiği TKP’nin ilk oı deneylerinden çıkartılan dersle

zamanda partinin gelecek yıll yürünecek yolun temel taşlarıd otokritiği H. Kıvılcımlı açısınd;

mücadelesine egemen olan kırıntıcılığı” ve “ ilkellik”ten kopı Ancak parti, aynı ilkellikten kop

midir? Dönem dönem bunu b< “ Yol” otokritiği parti çizgisinde

kesin egemen olamamış“Tarih bakımından teknikle birlikte (coğ­

rafya - tarih - insan) sözcükleriyle özetle­diğimiz öteki üç üretici güç de ele alınma­dıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çün­kü tarih son derece somut bir konudur. Ro- benson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın ey­lemidir. Gerçek insan: hem TOPLUM YA­RATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICISIdır. Tarih o gerçek insanın; belirli geçmişin­den kalma GELENEK G ÖRENEKLER:le, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve meto­da dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış kolektif ak­siyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şe­ye can veren bu kollektif aksiyondur.

Page 10: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

GÖNÜLLÜ

GARDİYANLAR

Çalıcım çabaladım, sonunda kitaplarımla

kendime gönüllü gardiyanlar yarattım.

Hur ftytn sarıldığı bu şehirde

beni güdüyorlar durmadan.

Zengin evler, ilginç konutlar

sanki yasaklanmış bana

Görmeye hakkım yok bazı kişileri,

larla işim olduğunu ispaılasam bile hakkım yok

Ç.ıgıtaıııaııı onları evime, yasak

Ne zaman ■■.mu almak ıslıyorum desem

hiı ıkı koltuk, bir güzel masa. kırılırlar gülmekten.

Bir pantolon almak istesem

işte, derler, ayağında var ya..

Beni aralıksız kolluyorlar.

Yüzüme şunu söylemek için:

Satılmayan biri var

bu şehirde, biliyoruz

B Bıecht

"Onun için, arttırm am ız SOMUT TA­RİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu ma­nivela gücüyle on kat, yüz kat, ve ılh. bü­yüten üretici tekniği elbet başta tutacak­tır. Ama, hele Antika Tarih toplumunda . yalnız başına teknik insanı umutsuzluğa dü­şürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna kar­şılık: Her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği coğraf­ya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insan­ca kollektif aksiyon teknikten hızlı davran­mıştır, denilebilir. Onun için, özellikle An­tika Tarih’te, dört küme üretici güçlerin dör­dünü birden hesaba katmak gerekir. Yal­nız teknik, olayların tümüyle aydınlanma­sını değil, şemalaştırtmasını bile yapmaya yetmez.

“Modern Toplumda Teknik: Maddi Coğ­rafya ve Manevi Tarih üretici güçlerini öy­lesine kökten ve kolaylıkla havaya uçura­biliyor ki, toplum hareketinde yalnız tek­nikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gel­miş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2- İçinde b u -' lunduğu coğrafya ortamınagöre, 3- Elin­de tuttuğu tekniğe göre bir kollektif aksi­yon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde teknik, en son duruş­mada ağır basmıştır. Ama Antika Tarih’te her belirli medeniyet için, kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üre­tici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, teknik gerilemiştir. Böyle bir medeniyet karşısında, tekniği da­ha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üre­tici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazan­m ıştır” (Tarih-Devrim-Sosyalizm, s. 18-19-20)

Antika Tarihi açıklayabilmek için, Bilim­sel Sosyalizmin üretici güçler teorisi, dakik­leştirilip, sistemleştirilmek zorundaydı. H. Kıvılcımlı Tarih Tezi’nde bunu yapar. Tarih1 in somut gidişi, ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum skolastik kavrayışına sığmı­yordu. Bu, tarihin en kaba didaktik bir an­latımı için cılız bir bilgi verebilirdi. Ancak, “Avrupa Orta Çağf’ndan gerilere 7000 yıl­lık Antika Tarih denizine açılındığındu bu las- nifin hiçbir açıklayıcı yanı kalmaz. Orada medeniyet (kent) ile, orta ya da yukarı bar­barlık konağındaki insan kümelerinin, bir­birine çekilişi, tarihcil devrimlerle medeni­yetlerin yıkılışı ve yeniden dirilişi yaşanmış­tır.

Geri ülke devrimlerinde Tarih Tezi’ııin önemi nedir? Nasıl Antik Tarihi yalnızca teknik üretici gücü ile açıklamak imkânsız­sa, geri ülkelerdeki sosyal devrilişleri, yal­nızca kapitalist üretimin gelişimi ile açıkla­mak imkânsız değilse de olayların zenginliği ni kavrama da yetersiz kalır. Kapitalizm bu­ralarda henüz Batı kapitalist anayurtları öl­çüsünde, tarih (gelenek, görenek kalıntı­ları) ve insan (kollektit aksiyon) üretici güç­lerini kendi yordamınca çiğneyip, sindirip yok edememiştir. Her sosyal devrilişte bu üretici güçler şu ya da bu kılıkta ortaya çı­kar. Türkiye’de, Mısır’da, Irak ve Libya’da genç subayların davranışı ya da İran’da Mollalar olayı, bunlara en güzel örneklerdir.

Öte yandan, Antik Tarih’te Medeniyet: Bezirgan ekonomisidir. Tefeci-bezirgân ser­maye üretimden kopuk kürekleriyle antik

toplumları taşlaştırmış, küçük üretimi ço­raklaştırmışım Bu nedenle geri ülkelerde kapitalizmin gelişimi daima alnında tefeci- bezirgân sermayenin damgasını taşımıştır. Bu, kapitalizmin en sancılı gelişimine denk düşer. Bu ülkelerde kapitalizmin gelişimiyle üretim biçiminden, sosyal yapı şekillerıiş- lerine kadar, pek çok aııtika-nıodern kar­ması melez yapılar şekillenir. Ve kendi çe­lişkilerini sınıflar mücadelesine yansıtırlar. Örneğin Avrupa Ortaçağı’ndaıı kapitalizme sıçramış Batı Avrupa ülkelerinde ve Am e­rika’da burjuvazi kendi devletini şekillendir­miş ve devlet daima burjuva egemenlerin gölgesinde kalmıştır. Oysa Antika Tarih’iıı beşiği ülkelerde kapitalizmi de, hatta gere­kirse "sosyalizmi” de gelenekçil devlet sı­nıflan getirmiş görünürler. Bu ülkelerde pa­lazlanan burjuvazi hep devletin gölgesin­de kalmıştır. Libya ve Suriye gibi ülkeler de ise, getirirse, "sosyalizmi” de “devlet" geti­recektir.

Antika Tarih’ten. modern tarihe giren ül­ke l<ere Batı’nın merceğinden bakıldığında, bu olgular açıklanamaz olarak kalır.

Bütün bunlar soyut formüllerle değil, an­cak Antik Tarihin 7000 yıllık somut gidi­şi, bir zembereğin boşalıp, yeniden gerili­şini andıran kalp atışları kavranmadıkça ay­dınlatılmaz.

Burada, pek tek yanlı ve çarpıtılmış ola­rak ta olsa Dr. H Kıvılcımlıya yönelen sal­dırılar karşısında, kısa bir "savunma” yap­mak durumundayız.

H.Kıvılcımlı’nın orijinal etütlerinden bir teki, Tarih Tezi’ııııı bütünü bile değil, yal­nızca ordunun “vurucu güç" misyonu, hat­ta bu bile değil, 12 Mart Muhtırası sonrası Sosyalist gazetesinin "Ordu Kılıcını Attı” manşeti, eleştirilerin odağına konmuş, de­yim yerindeyse H. Kıvılcırnlı’nın "işi bitiril­miştir”

Ancak 12 Eylül sonrası ne görüyoruz? Bütün aydınlarımız ve kimi sosyalistlerimiz, son altı yıldır harıl harıl bizde "Ordu dar­belerinin tarihi köklerini” aydınlatma yolu­na çıktılar. Sonunda bir keşif yapıldı: Biz­de toplumu sindiren bir "devlet” ya da yu- kandan buyuran bir ’ elit" geleneği bulundu. Ne yapılacaktı? “Sivil toplumu” kurmalıy­dık! Tek yanlı zavallı eleştiriler, yine tek yanlı zavallı sonuçlara varmak zorundaydılar.

Ordunun “vurucu güç” misyonu bir re­alitedir. Neden böyle bir misyon Batı Ana­yurtlarında göze K ılm a z iken, eski O sm an lılık dediğimiz topraklarda ikide bir öne çı­kar? Antik Tarih’ten Kılıçlar (Seyfiye) Dev letin “sahibi”; köylü yığınları ise Reaya (gü­dülenidir. Bin yıllar böyle işlemiştir. Kapi­talizm sancılarının eşiğine gelindiğinde ise, burjuvazi cılız, tefeci-bezırgân kökenli, girişimci değil asalaklığa yatkın; işçi sınıfı za­yıf; köylülük ise bin yılların reaya geleneği

ile inmelidir. Böyle toplum yapılarında sı­nıf ilişkilerinin kilitlendiği, yeni sıçrayışlara gebe olduğu momentlerde, düğümü tek di­ri güç Seyfiye kılıcıyla çözmek için davran­mıştır.

Ancak, kılıçlar istedikleri denli “sınıflar üstü” davranışa tutkun olsunlar, sonunda bir sınıfa dayanmaya itilirler. Realite bu ise, ona sırf “yukarıdan” geldiği için karşı çıkı­lamaz.

Öte yandan, bizde Kılıçların ve İlmiye nin aiılırrıları toplumun akışında dönemi­ne göre “ilerici” rol oynamıştır. Onların bu yolda en son açık eylemleri 27 Mayıs, açı­ğa çıkamayan eylemleri ise 9 Mart oldu. Neden? Tarihten akıp gelen bu gelenekçil davranış en son tahlilde, toplumun akış yö­nü içinde tarihçil bir kalıntı idi. Modern sınıf yapılanması, bu kalıntıyı kendi yeni bün­yesinde sindirmeye çalışacaktı. 27 Mayıs ve ardından T Aydemir olayı, Türkiye finans- kapitali için büyük bir uyarı oldu. 27 Ma-

yıs’ın ilk gününden itibaren onu nötralize etmek için didindi durdu Ve ilk kendine göre olumlu sonucu 12 Mart’ta aldı. 12 Ey­lül artık bu gidişin devamı oldu. Nasıl ki modern sınıflar, kendi davranış yetenekle­rini açıkça ortaya koyamadıkları sürece, bu taıihcil kalıntı, kalıntı olduğuna bakmaksı­zın öne çıktıysa, modern sınıflar, mücade­le alanında göğüs göğüse yer aldıkları yıl­lardan itibaren, ordunun "vurucu güç” mis­yonu da zayıflamış ya da sınıflar savaşı ger­çekliklerine uyuııılanmak zorunda kalmış­tır. 12 Eylül ilk gününden hiç "çağdaş reformlar" lafı etmeden 24 Ocak kararla­rını uygulamaya girişmiştir. Einans-Kapilal, ordunun "devleti kurtaııııe’ sına itiraz etme­yebilirdi, sancak bunu kendinden bağımsız­mışçasına yapmaya kalkışmasına kazana­mazdı.

Öte yandan, Kuvayı Milliye, 27 Mayıs gel eneğine sahip çıkına iddiasında olanlar da, 12 Mart ve 12 Eylülden ders almalı­dır İşçi sınıfı ve halka dayanılmadıkça, her girişim çözülmeye mahkûmdur

Gelenekçil yapımız kavranmadıkça. 27 Mayıs-12 Eylül zıtlığı açıklanamaz.

Dr. H.Kıvılcımlı, bize has orijinallikleri ınizi uzun yılların deneyi ve teorik yetkinli­ği ile bulup çıkartmış ve bunları proleter- yanııı mücadelesinin taktik alanı i^ıne sok­muştur. Gerçeklikler, sığ lepkilerle görmez­likten gelinebilse de. kendilerini eninde so­numla dayatırlar

Ancak, H. Kıvılcımlı, bütün olaylarımı­zı. bir tek odak noktasına, proletaryanın sı­nıf öncülüğü gerçekliğine dayandırmıştır "dön Tüık" geleneğimize, "zinde güçlerle" atılım özleyen ordu gençliğine, daha son­raları Amerikan emperyalizmine karşı kur­tuluş savaşına soyunan Dev-Geııç gelene­ğimize ne oldu? Bıı döneme damgasını vu-

Antika Tarihi açıklayabilmek için, Bilimsel Sosyalizmin üretici güçler teorisi, dakikleştirilip, sistemleştirilmek

zorundaydı. H. Kıvılcımlı Tarih Tezi’nde bunu yapar. Tarihin somut gidişi, ilkel toplum, köleci toplum, fedoai toplum, skolastik kavrayışına sığmıyordu. Bu,

tarihin en kaba didaktik bir anlatımı için cılız bir bilgi verebilirdi.

Page 11: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

ran bu gelenek 12 Mart sonrası, hele 12 Eylül sonrası buharlaşıp yok mu oldu? On­lar. gerçek sınıf mücadelesinin yolunu aç­tılar. Ancak yol bir kez açılınca, saflaşma­lar netleşip. yerli yerine oturunca, o gele­neğin eski canlılığıyla bir kere daha ya­şanmasını beklemek hayal olur. Ancak, bu­günden kalkarak, geçmişe bakılıp, bu ge- leuekçil alilimi toptan mahkûm etme ça­baları. kolay bir yol olsa da. sınıf mücade­lesi açısından olumlu bir inkâr sayılamaz. O geleneğin olumlu yanlarını sınıf müca­delesine uyıımlandırrnak tek çıkar yoldur. Hayal kurmuyoruz. Fakat bir 12 Eylül’le "Kuvay-i Milliye" geleneğinin bütünüyle Finans-Kapital'in vurgun düzenince sindi- rilebileceğine de inanmıyoruz. 9 Mart’ta “ezilen" atılım, gövdenin derinliklerine tep­kilerini yaymıştır.

Proleterya uyanıklığıyla, kendi yolunda her imkânı, mücadelenin potasına akıt- maklan geri duramaz. Taktik zenginliği, güçleri tanımayı, momenti yakalamayı ve cesaretle atılımı şart koşar. Yenilgi alıklığı işimiz değil. Eğer olaylar gerektirirse, da­ha iyi teçhizatlanarak, “yenildiğimiz yere” bir kere daha gitmekten kaçınamayız. “Savunmamızı" bitirelim.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK: 1960 SONRASI

İLE SENTEZLEŞME KONAĞI

1960 son isi . oleterya hareketi ikinci doğuşunu yapmak zorunda kaldı. Gerçek­lik bu olunca, bize yakınmak düşmez. Çe­lişki gibi görünse de. hareket ne kadar ile­riye atılırsa, parti tarihi o kadar karanlıktan kurtulacaktır. Doğru kanallara akan işçi ha­reketi. kendi geçmişiyle sağlam bağlar kur­madan edemez. Bize düşen bu bağlara ye­ni ilmikler atabilmektir.

1960 sonrası hareket öncesiyle bağsız görünür. Oysa gerçeklikler biraz didiklenir- se bu görüntü kaybolur. Topraklanmızda ilk devrimci hareketin doğuşu dünyada Ekim devriminin hemen sonrasına. Türkiye'de ise Kurtuluş Savaşı yıllarına denk düşer. Ve is­ter istemez biri dışarıda diğeri içeride ya­şanan bu büyük alt üstlüklerden etkilenmiş­tir. 1960’lar sonrası hareket yeniden doğar­ken dışarıda Çin, Vietnam, Küba devim ­lerinin, içeride 27 Mayıs politik devriminin izlerini taşıyacaktı. Hareketin birbirini inkân bu temel çerçeveye oturtulamazsa karga­şalık kaçınılmazdır.

1960 sonrasının, öncesini bir objektif bir de sübjektif inkârı yaşanmıştır.

Objektif inkâr, yığın hareketinin önce­siyle kıyaslanmayacak boyutlar kazanma­sıyla olmuştur. Sübjektif planda, eskinin politik görüşleri çoğu zaman irdelenmeden "yok” sayılmıştır. Birkaç eski politik liderin ismi bazen göklere çıkarılmış, bazen yer­lere batırılmıştır. Bilimsel Sosyalizm açısın­dan hiçbir şey "yok" oluvermez. Eski, ye­ninin içinde koşullara göre kendine özgü biçimler alır. Ya da yeni sentezlere ulaşa­rak “yok" olur. Bilimsel Sosyalizmin sırf so­yut mantığı açısından bakılsa bile, eskinin bu topyekün inkârı, “yok" sayılması, olay­ların zoruyla belli sentezlere akmak, atla- namaz gerçeklikler üzerinde durulmak, zik­zaklı salınımını böyle bir odak noktası et­rafında yaklaştırmak zorundaydı, tik inkâr

fırtınasından sonra, özellikle 1970’ler son­rası böyle bir süreç yaşanmıştır.

İnkârın objektif köklerini irdelemeye ça­lışalım.

İlk temel neden Türkiye’nin kapitalist gi­dişinde 1940'lar sonrası yaşanan sıçrama­dır. Bu gidiş, 1960’lar sonrası kendini sı­nıflar mücadelesindeki sıçramayla açığa vurmuştur. 1945’lere kadar devletçiliğin desteği ile palazlanan yerli Finans-Kapital, bu tarihten sonra güneşin altındaki yerini istemiştir. 1950’lerde şehirde ve kırda hız­lanan Finans-Kapital soygunu, kırları ön­ce şehir varoşlanna taşımış, daha sonra Al­manya’ya kadar fırlatmıştır. Hareketin ön­ceki cılızlığını ve sonraki gürbüzlüğünü açık­larken ilk kalkış noktası bu temel gerçekli­ğimiz olmak zorundadır.

İkinci objektif neden birincisinden çıka­gelir. O da 1960 önesi ve sonrasında ya­şanan sınıf kopuşmalarının hız ve yaygın­

lığıdır. 1960 öncesi sınıf kopuşmalan yok mu idi? Hiç şüphesiz ki vardı. Ancak cılız ve pısırık Türk burjuvazisi ilk sermaye bi­rikimini tek parti diktatörlüğü ile yürütmek zorundaydı. Sonraki “demokrasi" deneme­leri ise 12 Mart ve 12 Eylül ile kaçınılmaz mantık sonuçlanna varmıştır. Tek parti dö­neminde sınıf kopuşması başlıca iki kanal­da yürüdü: CHP ve TKP kanallannda. H e­nüz tüm burjuvazi CH P içinde idi ve kü­çük burjuvalar da Kemalizmin “memurin devleti” arabasına zafer şenlikleriyle birlik­te koşulmuştu. Oysa kapitalizmin 1945’ler sonrası hızlı gelişimi, hem tekel dışı burju­vaları, hem de küçük burjuvaziyi Finans- Kapital ağ larından belirli seviyelerde ko­parmıştır. Bu fırtına, işçi sınıfının ilk kopuş- masını bir yandan hızlandırırken, öte yan­dan ise “ortanın solu”, “M DD” ve “sosya­lizm bayrağını parlamentoya dikme" çığlık­tan altında bulandırmış, gelişimin üstü, güç­lü akıntının tortulanyla geçici olarak örtül­müştür. Hareketin 1960 sonrası aşırı dal­lanıp budaklanması hızlanan sınıf kopuş­malan nedeniyledir. Ve ancak işçi sınıfı ha­reketinin güçlenmesiyle, dağınık akımcık- lar bir çekim merkezine doğru meyledebi­lirler.

Bu iki objektif neden hareketin birbirini inkârını açıklar, ancak 1960 öncesi hare­ketin bire dek dağılmasını açıklayamaz. Bu­rada sübjektif nedenlere geliriz. Başka bir deyişle birbirinden bambaşkaymış gibi gö­rünen iki dönemdeki hareketin ideolojik yapılanması bu soruya cevap olabilir.

TKP doğuş ve şekilleniş yıllarında Ekim Devriminin kesin etkisi altındaydı. Bu TKP’de işçi sınıfına tutunma güdüsü yarat­mıştır. Ancak, Ekim devrimi denli güçlü bir etkiyle de olsa işçi sınıfına yönelme, sağ­lam teorik temellere oturmadıkça sınıf için­de tutunamazdı. TKP tarihinde ikide bir baskın çıkan gerçeklik: teoride primitivizm (ilkellik) idi. Tek parti dönemindeki sınıflar savaşının ilkelliğine denk düşse de, bilim­sel sosyalistler açısından avutucu bir ne­den olamaz.

Öte yandan, dönemin egemen ve he­nüz itibarlı ideolojisi Kemalizm, TKP için­de önemli etkiler yaratmıştır. 1927’de ki V. Nedim Tör'lerin provokasyonu, bu etkinin zirveye çıkışı, aynı zamanda partiden ko- puşmasıdır. Ancak Kemalizmin etkileri par­tiden hiçbir zaman kazınamamışttr. Fakat TKP tarihi aynı zamanda Kemalizm kuy-

I tukçuluğu ya da başka kılıklardaki sapıtma­

larla mücadele ile geçmiştir. Ancak her mü­cadele ya da düzelme yeni bir tevkifatla ke­sintiye uğramış, hareketin kısırlığında bo­ğulmuştur.

TKP, bütün tarihinde, doğru bir teorik ve taktik hata hiç mi tutunamamıştır? Bu so­ruya genellikle kestirmeden bir “hiç” cevabı vermek, 1960’lardan beri moda oldu. An­cak parti tarihinin bu sırf olumsuz yönden inkârı, yalnızca onun 1957’ye kadar gelen kendi tarihi ile açıklanamaz.

Burada 1960 sonrası yükselen hareke­tin kendi ideolojik yapısına gelir dayanı­rız. 1960 sonrası hareket, objektif patlama­sıyla. kendi öncesini yok saydı ve aştı, an­cak sübjektif bilinç seviyesiyle eskiyi aynı ölçüde aşabildi mi?

İlk doğan TİP işçi aristokrasisine daya­narak döğdu. Sonradan aydın aşısı aldığın­da popülizmden öteye gidemedi. MDD, ye­niden emperyalizme karşı Milli Kurtuluş yo­luna çıktı. İçeride 27 Mayıs ve YÖN hare­ketlerinin etkisinde kalarak doğdu, dışarı­dan Çin, Vietnam, Küba devrimlerinin et­kisiyle gelişti. Bu bilinç düzeyi, TKP mü­cadelesinde dönem dönem başarılmış, yükseltilmiş teorik seviyenin gerisine dü­şen bir inkâr oldu. Hareket pratik gövde­siyle eskiyi aşarken, teorik yapısıyla onun gerisinde kaldı. Bu gerçeklik, parti tarihi ile kopuşmayı keskinleştirdi.

Eğer 1960 sonrasına “güçlü” bir parti ge­leneği varmış olsaydı... denebilir. Geleme­di. Demek gelemeyecekti. Ancak bu “hiç” miras yoktu anlamına gelmez. Bilimsel sos­yalist bir bakış, bütün bulantılann içinden gerçek olanı, doğru olanı seçebilir. Oysa, Kemalizmin ardında pısınkta olsa, sınıf te­meli olan Anadolu burjuvazisini göreme­yen, daha da öteye Türkiye’de işçi sınıfı­nın rolünü ciddi ciddi tartışanlar, cılız işçi hareketi tarihimizin mirasını nasıl seçebilir­di? Dolayısıyla sorun, TKP’nin 1960 son­rasına neden “güçlü” bir miras bırakmadı­ğı sorunu olmaktan çok, bırakılan mirasın neden ve nasıl atlandığına gelir, dayanır.

Bu nokta da. Dr. H. Kıvılcımlı’nın 1960 sonrası mücadelesine geliriz. H. Kıvılcım­lının 1960 sonrası yükselen hareketle, ön­cesini sentezleştirme çabası, eski hareke­tin varlığını ispat etme gibi basit bir yöne­lişten bambaşka anlamlara sahipti. Gerçek­lerimizin “yeniden keşfi" kaçınılmaz bir şe­kilde güç ve zaman kaybı demekti. Eski ve yeninin sentezleşmesi mücadelesi bu güç ve zaman kaybını asgariye indirme müca- delesiydi.

H.Kıvılcımlı, o zamanlar beklenildiği gi­bi, “eski tüfeklerin” birden parti oluverme- sini hiçbir zaman benimsememiştir. Parti­leşmenin kaçınılmazlığı açıktı, Ancak bu, pratik mücadelenin zenginliğini az çok kap- sayabilen bir ürün olmalıydı. Mücadele bu yönde akmıştır.

Bütün bu çabalann sonucu ne olmuştur? 11 Ekim 1971'de gövdesi sonsuz dinlenişe

geçerken artık “bir kişi" değildi. Ardında onun görüşlerini ve geleneğini, bazen toyca da olsa, savunan bir eğilim bıraktı.

işçi sınıfı hareketi militan karakter kazan­dıkça onun görüşleri yaygınlaşıp, sınıf için­de somut güç oluyor, aynı zamanda sınıf bu görüşleri bünyesine kazanabildiği ölçü­de militanlaşacak, bütün sınıflar mücade­lesi alanını kapsayan taktik ustalığa yükse­lecektir.

Ustalaşmadan yenemeyeceğiz.

“Eğer 1960 sonrasına g parti gelene varmış olsaj denebilir. Gelemedi. A bu “hiç“ mi yoktu anlam gelmez. Bilil sosyalist bir bütün bulan içinden gerç olanı, doğru seçebilir. Oy Kemalizmin ardında pısıı olsa, sınıf te olan Anadoh burjuvazisini göremeyen, da öteye Türkiye’de iş sınıfının rolü tartışanlar, a hareketi tarif mirasını naşı seçebilirdi?

Page 12: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

__ _________ w ___ ■■ ___ ■■

ERTUGRUL KÜRKÇÜ

BİR YAPRAK

GÖNDER

Bir yaprak gönder bana,

bir koruluktan koparılmış olsun,

hiç değilse evinden yarım saat öteden.

Sen oraya dek yürür güçlenirsin,

bense kalkar teşekkür ederim sana

o güzel yaprak için.

BBrecht

Ç.Yol Önce genel bir soruyla başlamak is­tiyorum. 12 Mart öncesi gençlik hareketi­nin tanınmış liderlerinden biriydiniz ve bir dönem DEV-GENÇ başkanlığında bulun­dunuz. O dönemin bir gençlik lideri ve be­lirli bir siyasi çizginin temsilcisi olarak, Dr. Hikmet’le ilişkileriniz nasıl gelişti? Bu iliş­kileri o günün ve bugünün duygularıyla na- sil değerlendiriyorsunuz.

E.K. — Beıı kendim, kişisel olarak sağlı­

ğında Doktorla herhangi bir biçimde yüzyüze gelme imkânı bulamadım. Aslında, bugün bak­tığımda, böyle bir imkânı bulamamış ya da el­den kaçırmış olmak bana epey acı geliyor. Çünkü insanların değerleri, belki aramızda o l­madıkları zaman daha iyi anlaşılabiliyor.. Bu o l­dukça paradoksal bir durum. Ama netice olarak, bugün kendi payıma, Doktor’la zamanında kar­şılaşmış. görüşmüş, tartışmış ya da böyle fırsat­lar doğduğunda daha iyi değerlendirmiş olsaydım, daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum doğrusu. Belki biraz daha ileride bunu neden böyle düşündüğümü de daha iyi anlatabilirim.

Ancak, daha genel olarak baktığımızda, as­lında hepimiz de Doktor’la bir şekilde ilişki için­deydik. Bu, maddi yüzyüze gelmelerden oluşan bir ilişki değil idiyse bile. Doktor, sosyalist hare­kette devrimci ve devrimci olmayan eğilimler bir­b ir inden ayrışmaya başladığı zamaı^, devrimcilerin gıdalarını kendisinden aldıklan en önde gelen insanlardan birisi oldu. Herkes şu ya da bu şekilde Doktor'dan bir şeyler öğrendi.

Biz, daha sonra TİP'ne muhalif olan unsur­ların Aydınlık çevresinde toplandığı ve burada da yeni bir ayrışma başladığı sırada da Doktor’- dan belli bir biçimde etkilenmeye devam ettik ve onunla belli bir temas içinde olmaya çalıştık. Hatta, ayrı bir örgütlenme ilk kez söz konusu ol­duğunda bile, biz bunda Doktorun da bir kat­kısı olsun istemiştik. Ben o sırada, bir gösteride tutuklanmış olmam nedeniyle hapisteydim. Fa­kat, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve Mahir Ça- yan ’ın kendisiyle hastanede görüşmeye gittiklerini, ancak bir görüş birliğine varamadan ayrıldıklarını biliyorum. Yani Doktor, Mihri Belli

ile bir ayrılık başladığı dönemde bile, bizim için çok önemli bir insandı ve kendisiyle birlikte olun­maya çalışılmıştı.

Genel bir bakışla, o dönemde Doktor’dan hangi nedenle etkilendiğimizi söyleyecek olur­sam, bence en önemli etken, Doktor’un Türki­ye’de işçi sınıfının mevcudiyeti ve onun tarihsel devrimci öncü rolü üzerinde özellikle durmuş ol­masıdır. Onun dışındaki çeşitli görüşlerini biz o dönem eleştiriyle karşılamış olsak dahi, hiç ke­sintiye uğratmadan sürdürdüğü mücadelesi ba­kımından Doktor’un kendisi bizim için çok önemli bir insandı.

Öbür taraftan, Doktor, devrimciler kampın­da, işçi sınıfının rolü ve önemini en büyük cid­diyetle vurgulayan insandı. O kampta, bu konuda yazan, görüşler ortaya koyan ve bun­ları oldukça sistematik bir biçimde ifade eden tek insandı belki. Bugünden baktığımda, Doktor as­lında eski Türkiye sosyalist hareketinin tek teo- risyenidir diyebilirim ve bunda da haksız olmam. Bu, sadece bir duygusal övgü değil, bıraktığı ürünler, zaten bunu böyle ortaya koyuyor. 1920’lerden bu yana sosyalist hareketin tarihi­ni incelediğimiz zaman, gördüğümüz şey budur. Doktor, bu anlamda biricik olması bakımından da son derece önemli.

Ancak bunlar işin pozitif yönü, öbür taraftan, Diz devlete ilişkin tahlillerini ve pratik olarak öne­rilerini kendimiz için kabul edilebilir bulmadığı­mızdan, o zaman Doktor’la birlikte olamamıştık. Aslında ben, Doktorcuyum diyen, yani Doktor'- un görüşlerini savunduğunu söyleyen insanla­rın da D oktoru ne kadar anladıklarından şüpheliyim. O zaman onların pratik faaliyetleri­ni de pek olumlayamadığımızdan, böyle bir birlik gerçekleşmedi. Ama, ne denir, sel gider, kum kalır; bütün bunlardan arta kalan Doktorun ken­disi ve eseri oldu. Ki, ben bugün kendi payıma, Türkiye üzerine, Türkiye işçi sınıfı üzerine yapı­lan tartışmalarda Doktor’un eseriyle hesaplaşıl­madan çok fazla bir adım atılamayacağını söyleyebilirim.

Belki bir noktanın daha altı çizilebilir. Burada D r.’un yanı sıra Mihri Belli’nin de adını anmak gerekiyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli olmasaydı, biz uluslararası sosyalist hareketle, dünya çapındaki Marksist tradisyonla bir bağ ku- ramadan kalırdık diye düşünüyorum. Bizi dün­ya sosyalist hareketine yaklaştıran, bu iki insan

lamda ikisinin bir kader birliği de var Pratik po­litika önerileri yönünden her ne kadar birbirleri hakkında farklı düşünseler de (bana göre, ben­zerlikleri nisbeten fazlaydı, bu bakımdan ikisiy­le de pek anlaşamazdık), bir geleneğin sürdü­rülmesi açısından bize çok şeyler aktardıklarını söyleyebilirim. Ama, bence Doktor, bu eşitlik­ler arasında birincilik rolünü daima muhafaza eder.

Bunlar, bugün bulunduğum yerden çok ra­hatlıkla söyleyebileceğim şeyler. Eskiden olsaydı, bundan 15 sene önce pratik mücadeleler dola- yasıyla bunları tam olarak söyleyemeyebilirdim. Nihayet ortada bir siyasi yarışma olduğu için insanların birbirlerinin lehine konuşmaları o ka­dar kolay olmayabilirdi. Ama, Doktor bugün ya­şamıyor ve onun hatırasını göz önüne alırken, çok dikkatli ve saygılı olmak zorundayız. Ayrı­ca, bu ahlaki sebebin dışında, dostdoğru eski sos­yalist hareketin bütün teorik birikimini taşıdığı için Doktor’u böyle değerlendirmek gerekir. Tabii bu, teorik birikimin her noktada ve tamamen doğ­ru olup olmadığı tartışmasının dışında kalıyor.

Ama, şu çok kesin: Bence, gündelik politika tartışmalarının ötesine geçebilen, teoriyi bura­da yeniden üretebilen tek insandı Doktor. O za­manlar daha önde gelen ve teoriyle daha fazla haşır neşir olan arkadaşlarımız da, Doktor'un bu yaklaşım tarzından hayli etkilendiler. Doktor’un görüşlerini benimsemiş olmasalar bile, onun ça­lışma tarzını, teoriyi ele alış ve uygulayış tarzını kendileri için az-çok bir dayanak noktası kılmış­lardı. O sıralar çok genç olmalarına rağmen, Doktor'da insanları hep kendisine doğru çeken bir cazibe bu anlamda vardı.

Ç.Yol — Çözüm dergisinin Haziran sayı­

sında yer alan yazınızda, FKF hareketinin baş­langıcından DEV-GENÇ in kuruluşuna kadar geçen dönemde, gençlik mücadelesinin dayan­dığı spontane halkçı ideolojinin çeşitli toplum­sal etkiler sonucu mahiyet değiştirmeye ve gençliğin sosyalizmin ana teorik sorunlarına ilgi göstermeye başladığını söylüyorsunuz. Bu ma­hiyet değişiminde ve gençliğin sosyalizmin teo­rik sorunlara duyduğu ilgide Dr. Hikmet’in rolü nedir? Sanırım, burada iki eserden söz etmek gerekiyor. Birincisi, gençliğin TİP oportünizmin­den kopuşmasında; İkincisi, daha radikal olan

Genel bir bakışla, o dönemde Doktor’dan hangi nedenle etkilendiğimizi söyleyecek

olursam, bence en önemli etken, Doktor’un Türkiye’de işçi sınıfının

mevcudiyeti ve onun tarihsel devrimci öncü rolü üzerinde özellikle durmuş olmasıdır.

oldu. Onlar, Ekim Devrimi’niıı ve Ekim Devri­mi’nden sonra meydana gelmiş devrimlerin tec­rübesini bize taşımak bakımından da çok ciddi bir kaynaklık görevi yaptılar.

Şüphesiz, Doktor’un yaklaşımı. Mihri Belli’- ye göre çok daha teorik ve yüksek bir soyutla­ma düzeyinde idi. Ama, Mihri Belli de gerçekte aynı görevi büyük ölçüde yerine getirdi. Bu an-

MDD hareketine geçişte ve MDD’ııin gerek tez­leri. gerekse pratik yaklaşımları itibariyle daya­nıksızlığının aşılmasında Dr. Hikmet'in etkisi, özellikle “ TİP’e Teklifler” ve "Devrim Zortlama- sı’’nın etkisi neydi?

E.K. — Şunu söylemek gerek: Böyle bir-

etki var. Fakat bence, bu etkiyi bütün devrimci

Page 13: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

gençlik kitlesi açısından düşünmemeliyiz. Çün­kü. devrimci gençlik kitlesi, aslında pratik mü­cadelenin gerekleri uyarınca belli bir gelişme gösterirken, bunlann içinde teoriyle en çok ha­şır neşir olanlar sosyalizmin sorunları etrafında kafa yoruyorlardı. Doktor un etkisi, daha çok bu ikinci kategoriden insanlar üzerinde oldu.

Bu insanlar, hem FKF, hem de TİP içerisin­deki tartışmalarda, doğru strateji meselesinin önemini kavramışlardı. Burada İki tane öneri vardı: Birincisi. TİP yönetiminin önerisi. Bu par­lamenter mücadeleyi esas alan ve TİP'nin se­çimlerde çoğunluğu kazanmasıyla sosyalizmin gerçekleşeceğini vaaz eden, ya da bunu vaaz et­meyi tek çıkar yol gören eğilimdi. Şöyle bir pay­da bırakalım , belki başka şeyler de düşünüyorlardı da söyleyemiyorlardı. Her ney­se. ama biz onlan hiçbir zaman duymadık. In- sanlann dostdoğru olarak karşılannda gördükleri birinci seçenek buydu.

İkincisi ise, MDD hareketinin temsil ettiği, bu­gün baktığımızda görebileceğimiz bütün zaafla­rına. eksikliklerine, geriliklerine rağmen, politika ya da taktik noktasında doğru yerden yakala­nılan bir mesele vardı. O da, demokratik burju­va devrimlnln tamamlanmadığı, demokratik burjuva devrimlni tamamlamadan sosyalizme geçmenin olanaksız olduğu ve bunu yalnızca ve yalnızca parlamenter yollardan gerçekleştirme­nin imkânsız olduğu yönündeki belirlemeydi.

Doktor, ikinci kutupta yer alıyordu ve dola­yısıyla da bu ikinci kutbu benimseyenlerin teo­rik görüşlerinin aydınlanmasına katkıda bulunan en önemli İnsanlardan birisiydi. Daha sonra bü­tün görüşler birbirinden aynlınca, aslında bu cep­hede çok farklı eğilimler olduğu açığa çıktı. Bir Doğu Perinçek eğilimi, bir Mihrl Belli eğilimi, bir Dr. Hikmet eğilimi, bir de Mahir Çayan’ın eğili­mi diyebileceğimiz belli başlı dört eğilimden söz edilebilir. Bunien 'eorik önderlikleri itibariyle söy­lüyorum. Şüphesiz, başka isimler de sayılabilir.

Bu ilk ayrışmada, yani TİP'nin parlamenter mücadele yolundan oy çokluğu ile sosyalist dev­rim teorisine karşı, Marksist teorinin gerekleri uyannca, hem bir sosyo-ekonomik analiz, po­litik taktik analizi ttibariyie devrimci Marksizmin evrensel olarak doğru önermelerini savunan ke­simin önündeydi Doktor. Bu anlamda, son de­rece etkili ve önemliydi.

Bence, ikinci bir önemli özelliği daha var: Doktor, sadece evrensel olanı ifade etmekle kal­mıyor. Türkiye’de orijinal olanı yakalamaya ça­lışıyordu. Türkiye işçi sınıfını dünyanın öteki işçi sınıflardan başka kılan nedir? Türkiye iktisadını ve toplumunu başka kılan nedir? Bunları bulup çıkartmaya çalışıyordu. Dolayısıyla, Türkiye’de sınıfların şekillenmesinin tarihi nerede yatmak­tadır ve hangi kökten gelmektedir? Buna kafa yoranlardan birisi, en başta geleni bence Dok­tor'du.

Öbür taraftan, bugün Türkiye’de sosyalistle­rin açık olarak yeni yeni tartışmaya başladıklan bir sürü meseleyi gündeme getiriyordu. Örne­ğin, dinin Türk toplumuna etkilerini tartışanlar­dan biriydi Doktor ve biz hepimiz lâik gele­nekten gelen insanlar olarak, Türkiye'de za­ten insanlann lâik olduklannı varsaymak gibi bir yanılsama içindeydik. Oysa Doktor, dinin top­lumu zihniyetini nasıl sarıp sarmaladığını ve di­nin aslında nasıl bir politik aygıt olarak egemen sınıf tarafından kullanıldığını görmüş ve bunu tahlile girişmişti. Bunu çok az kimse yapmıştır. Bu. orijinal bir şeydi. Mesela, ben zannetmiyo­rum ki, herhangi bir Avrupa ülkesinde ya da ka­pitalizm bakımından gelişmiş bir ülkede, dinin siyasette Türkiye'deki kadar asli bir faktör olduğu görülsün. Bu bakımdan Türkiye, evrensel ge­nellemelerden sıynlan çok kendine özgü bir ko­numa sahipti ve Doktor bunu gündeme getiriyordu. ,

Demin de dediğim gibi, bunların doğruluğu yanlışlığı meselesini pek az tartışıyorum. Çün­kü problematiğin kendisinin ortaya konulmuş ol­ması önemliydi. Problemin var olduğunun farkına varılmış olması önemliydi ve Doktor sa­

Idece farkına varmakla kalmamış bunlan günde­me getirmişti.

Tabi ben, çıkarttığı sonuçlara katılmamakla bir­likte. Doktor’un ordu üzerine yaptığı tartışma- lann da önemli olduğunu sanıyorum. Çünkü, çok örtük bir biçimde ilericiliği varsayılan bir ku­rum hakkında Doktor, açık biçimde bir tartışma getiriyordu. Bundan çıkarttığı sonuçlara -belki şimdi yeri değil, hatta şu sıra yeri değil, pek bir şey söylemek doğru olmayabilir- katılmıyordum, ama bence bunu açıkça tartışılıyor olması önem­liydi ve başka insanlan kendi tezlerini üretmeye zorluyordu.

Keza, Doktor’un 27 Mayıs ve Yön Hareketi­nin Sınıfsal Eleştirisi zımnında yazmış olduğu şeyler, bence son derece önemliydi. 27 Mayıs’ı pir-ü pak bir devrimci jakoben hareketi gibi gö­renlere karşı, bu hareketin gerçek köklerinin, ön­derliğinin mahiyetini, bunun egemen sınıflarla ilişkisinin bir açıklanmasını sunabilen gene Dok­tor olmuştu. Doktor, aslında, pratik politikanın en can yakıcı meselelerini teorileştirmek gibi bir yeteneğe sahipti ve teori yapmak yükümlülüğü ile dolu olan insanlar karşısında böylelikle olumlu bir örnek oluşturuyordu.

Ama, Türkiye'de şöyle bir yaygın alışkanlık vardır. İnsanlann söylediklerini tartışmak yerine, onun gündelik politika anlamı üzerinde daha çok konuşulur da, o söylediklerinin tarihsel önemi üzerinde daha az durulur. Doktor’un o zaman bütün bu söyledikleri, gereğince tartışılmadan güme gitti. Bu anlamda eğer, Doktor’un getir­miş bulunduğu düzeyden bir tartışma yürütebil­mek mümkün olabilseydi, sosyalist hareket teorik bakımdan belki bugün bulunduğu nokta­dan daha ileride olabilirdi.

O. bir başlangıç noktasıydı. Bu, şuna benzer: Bilimin ilerlemesini göz önüne aldığımız zaman, Kepler'in güneş sistemi hakkındaki teorisi, dünya merkezli bir teoriye göre çok ileride olmakla bir­likte, daha sonraki paradigmalara göre çok da­ha geri bir konumdadır. Ama bu noktaya sıçranılmış olunması önemlidir. Buraya gelirken, hiç de bizim zannettiğimiz gibi ya da çoğu kere gündelik bakış açısından varsayıldığı gibi. Kep­ler. çok bilimsel hesaplar sonucunda değil de, başka bir tanrıbilimsel açıklamaya kanıt olmak üzere kendi sistemini kurmuştu. Ama bu durum, daha sonraki gelişmeler karşısında geri olmak­la birlikte, o momentte müthiş ileri bir teorik ko­num sağlıyordu gökbilim için. Ben, Doktoru biraz buna benzetiyorum. Doktor, sosyalist te­ori cephesinde böyle bir şey yaptı.

Herkesin el kitaplan üzerinden yazı yazdığı ve en evrensel doğrulan çok vülger bir tarzda dile getirdiği bir dönemde. Doktor, evrensel olanı da­ha sistematik, Türkiye için gereken akıl yoruşu da daha özgün kılmaya çalışarak bence çok önemli bir şey yaptı. Teoriye en yakın olanlan da bu anlamda olumlu olarak etkiledi.

Politika önerileri itibariyle de, demokratik dev­rim görüşünü savunanlara TİP karşısında daha elverişli bir savunma konumu sağlıyordu. Ama, Doktor'un belki pratik faaliyetlerinin yetersizliği dolayısıyla, gerçekte pratik politika alanında ha­kim olan, daha çok, hatta çok büyük ölçüde Mihri Belli’ydi. Bu anlamda, Doktor'un ancak yukandan, teori ile yakından ilgili olanlar katın­dan yaptığı müdahalelerden söz edebiliriz. Yok­sa, pratik faaliyeti daha çok Mihri Belli ye yakın olan insanlar yürüttüler.

Bir şey daha. Doktor’un geçmiş mücadeleler­den elde ettiği sonuçlar, benim anladığım ka­darıyla. onu açık faaliyet yürütürken son derece ihtiyatlı olmaya zorluyordu. Bu yüzden, teorik bakımdan varmış olduğu birçok sonucu açıkla- maksızın kalmıştı. Hatta şöyle bir tartışma ha­tırlıyorum: Yanılmıyorsam, 12 Mart’tan hemen sonraydı. SBF'nde bir toplantı düzenlenmişti. Doktor da konuşmacı olarak çağrılmıştı. Biz, o zaman Doktorcularla olan çekişmelerimizden do­layı, bir talihsizlik olarak, o toplantıya katılmayı reddetmiştik. Ama tabii bugün olsa, böyle bir şey yapmazdık. Toplantıda bulunmamış olsak da. giden arkadaşlar anlattı. Daha sonra onlar ya­

zılı olarak da çıktı. Orada, kendisine bir Aydın­lıkçı tarafından Kürt meselesi hakkında görüşleri sorulduğunda. Doktor, “ Bu konuda bir görüş belirtmiyorum” diyor. “ Niçin?" “Sıkmıyor da on­dan.”

Bu, şüphesiz, Doktor açısından o mesele hak­kında düşünmenin “ sıkmadığı" anlamına gelmi­yor. Vardığı sonuçlan açıklamak, açık bir politikanın yürütüldüğü bir yerde, son derece güç ve imkânsız geliyordu ona. Oysa, Doktor öldükten sonra, her şeyin daha rahat tartışıldığı 1974 sonrası dönemde, biz de Doktor’un bu ko­nuda yazdığı kitaplan ilk defa okuma imkânı bu­labildik. ihtiyat Kuvvet Milliyet ya da Şark adındaki kitabından söz ediyorum. Doktor’un metni, bu konuda Türkiye’de o güne kadar ya­zılmış -hatta ondan sonra da bu kadar kapsam­lı bir eser bence yazılmadı- en ileri, en tutarlı metindi.

Herkesin el kitapları üzerinden yazı ve en evrensel doğruları çok vûlgı

tarzda dile getirdiği bir dönemde, E evrensel olanı daha sistematik, Tü için gereken akıl yoruşu da daha c kılmaya çalışarak bence önemli biı yaptı. Teoriye en yakın olanları dî

anlamda olumlu olarak etkiledi

Yani, Doktor’un bir dc böyle bir talihsizliğin­den söz etmek gerek. Teorik olarak varmış bu­lunduğu sonuçlan, eski pratik deneyiminin getirdiği aşırı ölçüdeki ihtiyatlılığından ötürü ile­riye sürmekten kaçınmak zorunda kalmış olma­sı... Ben, Doktor’un o görüşler üzerine bir çarpı çektiğini düşünmüyorum hiç. Ama, onlan açık­lamak için durumu uygun bulmamıştı. Bu yüz­den, aslında Doktor tablosu, bir bakıma eksikti. Demek ki, Doktor u söyledikleriyle değil, söy­leyemedikleriyle de tartmak gerekiyormuş. Ama biz o zatnan, ne bunu düşünebilecek kadar ve­riye sahiptik, ne de elde ettiğimiz verileri yorum­layıp Doktor hakkında görüş oluşturabilecek kadar esnek ve politik bakımdan olgunduk. O nedenle, bizim kafamızdaki Doktor tablosu, bü­tün bunlardan yoksun olarak kurulmuş bir tab­loydu. Ve bir talihsizlik olarak o zaman Doktorcu olduğunu söyleyen insanlann pratik faaliyetle­rine bakarak Doktor'u değerlendirmek gibi bir güçlükle yüz yüze kalmamızın sonucunda, Dok- tor’a saygısızlık etmiş bulunduğumuz durumlar da olmuş olabilir.

Ama, zaten o zaman Doktor, yapabileceği ka­dar çok pozitif bir etkide bulunmuştu. O zaman bir tek nokta kalıyor geriye. En can yakıcı olan meseleyi en sona sakladım. Doktor’un ordunun ilericiliği hakkındaki görüşleri, benim için o za­man da benimsenecek olmayan görüşlerdi. Bu­gün de o konudaki düşüncemi değiştirmiş değilim. Şuna katılmadığımı söyleyeyim: Mese­la, Doktor’un Tarih Tezi’nin bu politik sonucu ka­n ıtlam ak için yazmış bu lunduğunu düşünmüyorum hiç. Doktor, belli bir sistema­tik sonucunda düşüne düşüne, yani düşünce­nin kendi gelişimi içinde ve bu pratik verileri kendisine dayanak alarak böyle bir sonuca var­mıştı.

Yanılmıyorsam, Murat Belge’nin şöyle bir gö­rüşü vardı, ben ona katılmıyorum. Doktor, ka­fasına ordunun devrim yapacağını koymuş, sonra da buna kanıt ararken, bir şeyler ortaya çıkartmış değil. Bence, Doktor’un kaçırmış ol­duğu bir tek şey vardı. Aslında, kendisinin çok İyi farkında olması gerekiyordu. Türkiye'de ka­pitalizmin ve sınıf ilişkilerinin gelişmesinin, finans- kapitalin teşekkülünün ve dolayısıyla, her şeyin buna göre belirlenmesinin geçerli olduğu bir or­tamda, bütün bu tesbitlerin sahibi kendisi o ldu­ğu halde geleneklerin sürekli ve kalıcı olamaya­cağını gözden kaçırmıştı. O yüzden, Doktor'un

Page 14: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Doktor’un görüşleri daha

çok, bir nevi “ uzlaşma” yanlısı

olanlar arasında kanıt olarak

kullanılmaya başlandı. Bu da

karşıt eğilimi savunanlar

gözünde Doktor’u değerden düşürdü.

Doktor’un kendisi, kendi hayatıyla

bunun tersini kanıtlamışken, hiç layık olmadığı bu

duruma aslında birazda Doktorcu

olduğunu söyleyen insanlar yüzünden düştü.

Tarih Tezi nden ordunun rolüne ilişkin olarak çı­karttığı sonuçlar, diyelim 192Ü’ler Türkiye'si için belki geçerli olabilecekken, 1960'ların, ’70’lerin Türkiye'sinde geçerli değildir.

Ama, ne derler, her güzelin bir kusuru olur­muş; böyle düşünüyorum ve Doktor’u sadece bundan ötürü yargılamak durumunda hissetmi­yorum kendimi. Çünkü insanlar, felsefi ve teo­rik olarak çok mükemmel bir kafaya sahip olmakla birlikte, politikada yanlışlar yapabilirler. Ya da doğru felsefi ve tarihsel önermelerden doğru olmayan politik sonuçlar üretebilirler. Bu apayn bir şey. f

Kaldı ki, demin söylediğim gibi, doktor bir yal­nızlık dünyasında yaşadı hep. Söylediği doğru, insanlar çoğu zaman kendi yetersizliklerinden, yeteneksizliklerinden ötürü, Doktor'un tartışma masasına getirdiği birçok meseleyi tartışmadılar, tartışamadılar. Bu yüzden Doktor, hep kendi kendisiyle tartışan bir insan konumunda kaldı te­orik planda. Böyle bir durumda. Doktor yaşa­saydı, bizde akım olarak yaşasaydık, bugün belki öyle bir tartışma yürütülebilirdi.

Kendim için çok net söyleyeyim, bütün her şey olup bittikten, af çıkıp da herkes gittikten sonra cezaevinde tek başıma kaldığımda, kar­şıma şöyle bir mesele koydum. Doktor’un Ta­rih Tezi'yle bir şekilde hesaplaşmam gerektiğini düşündüm. Ancak, Tarih Tezi'ni önüme aldı­ğımda, onunla hesaplaşabilmek için sadece top­lum bilimleri değil, aynı zamanda doğa bilimleri alanında da, sadece tarih değil, aynı zamanda felsefe alanında da ve nihayet, sadece genel teori alanında değil, Türkiye’nin toplumsal yapısına ilişkin pratik veriler alanında da o kadar çok fı- nn ekmek yemem gerekiyordu ki, ben bu işi çok sonraya bırakmak gibi bir durumla karşı karşıya kaldım. Velev ki, Doktor'un orada söylediği her şey teorik olarak yanlış dahi olsaydı, o teorik dü­zeyden Doktor’la tartışmak, benim için son de­rece güçtü. Doktor için, sanırım bütün muhatapları bakımından bu aynıydı. O yüzden hep tek başına teori yapmak gibi bir durumla kar­şı karşıya kaldı. Belki, böyle bir tartışma düzeyi tutturabilseydik, birbirimizden yeni bir şeyler öğ­renebilirdik. Ama, işler hiç öyle gitmedi, Ç.Yol— ‘65’ten sonrası, devrimci gençlik

eylemlerinin hızla yükseldiği, aynı zamanda, işçi sınıfı ve halk ¿ırasında biriken hoşnutsuzluğun çe­şitli pratik tepkilere dönüştüğü bir dönem oldu. Gençlik hareketinin gerek işçi hareketiyle, ge­rekse köylü eylemleriyle pratik yakınlıklar kur­ması, hatta onlarla kısmen içiçelikler taşıması söz konusuydu. Böyle bir ortamda Doktor, gençli­ğe büyük bir değer verdi ve hatta eserlerini bü­yük ölçüde devrimci gençliğe hitap ederek kaleme aldı ve gençlik üzerinde önemli teorik etkilerde bulundu. Fakat, buna rağmen, Dok­tor’un çizgisiyle gençlik hareketinin yürüdüğü çiz­gi belli anlamda paralel olarak birbirini izlemekle birlikte, çakışamadı. Bu olguyu bugün nasıl de­ğerlendiriyorsunuz? Bu çakışamamanın avantaj- lan ya da dezavantajları var mı? İkincisi, çakışamamanın nedenleri sizce nedir? Kısmen, demin verdiğiniz yanıtlardan bazı ipuçları orta­ya çıkıyor. Fakat, daha derin nedenleri olduğunu düşünüyorum.

E.K. — Yine iki olumlu noktadan başla­

yalım. Doktor'un bu çağrılan tamamen yankt- sız kalmadı. İşçi hareketi ile gençlik hareketini birbirine yaklaştırmak bakımından, Doktor’un gerçekten çok fazla çağrısı oldu. Bunu ciddiye alan insanlar da oldular. Ama bu, gençlik ha­reketinin -DEV-GENÇ’in diyelim- azınlığı bakı­mından böyleydi. Ancak, sadece Doktorcuları etkileyen bir çağn da değildi.

Ben, gayet iyi hatırlıyorum, mesela, bir YİS (Yapı İşçileri Sendikası) deneyi var ki. bu de­neye başından sonuna kadar katılanlar, hep da­ha sonra bizim THKP-C çerçevesinde birlikte olduğumuz arkadaşlardı. Doktor, onlann işçi sı­nıfına doğru gitmesi bakımından bir kanal oldu. Biz, işçi sınıfının iktisadi örgütlenmesi ve müca­delesi ve buradan siyasete geçişi bakımından eğer birtakım deneyler edinebildiysek, bu dolaylı

ya da dolaysız olarak, Doktor'un açtığı kanal­dan olmuştur. Tabii, burada İsmet Demir gibi çok yetenekli, çok pratik öngörülere sahip bir sendikacının varlığı da önemliydi. Ama, bence neticede, İsmet Demir de bir bakıma Dr Hik- met’in ürünüydü.

Böyle bir kanaldan bir grup insan, işçi hare­ketine doğru aktı. Şüphesiz, başka kanallardan da Keza, İsmet Demir’le birlikte, Necmettin Gi- ritlioğlu'nun, Demir Küçükaydın’ın çalışmaların­dan da söz etmek mümkün. Bu, bir grup insanı etkiledi Ben kendim, bunlardan biriyim. O za­man bizimle birlikte hareket eden Hüseyin Ce­vahir, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve daha başka genç arkadaşlar da bu çağrılardan etki­lendiler.

Ancak, böylelikle bir bütün olarak, işçi hare­keti ile devrimci gençlik hareketinin kaynaştığı da söylenemez. Çünkü, Türkiye'de işçi hareketi, mesela Rusya'da 1905 öncesinde olduğu gibi, bakir bir alan oluşturmuyordu. Rusya'da işçi ha­reketi, sosyalistler tarafından örgütlenmeyi bek­leyen, başka burjuva partileri tarafından da örgütlenmemiş bir alandı. Orada işçi sınıfı, ge­rek devrimci sosyalist hareket, gerekse devrim­ci gençlik hareketi kendisine yöneldiğinde, sı­nıf içgüdüleriyle yüklü, cahil ama sosyalistler ta­rafından eğitilmeye açık unsurlarla doluydu. Türkiye'de ise, durum bence bundan farklıydı.

Bizde ilkin sendikalar, sonra sosyalist partiler ör­gütlendi. Rusya’da ise tersine, önce parti, sonra sendikalar Örgütlenmişti. Ama, bu biçim farklılığının ötesinde, bence şu gerçeklik bulunuyor: Türki­ye’de işçi hareketi, iktisadi mücadele düzeyin­de, devrimci ya da sosyalist olmayan akımlar tarafından kapatılmıştı. Dolayısıyla, devrimci gençler, işçi hareketine gitmeye kalktıklarında karşılarında sadece hükümet engelini değil, bir profesyonel sendikacılar engelini de buluyorlar­dı. Profesyonel sendikacıların bir bölümü, sos­yalist düşüncelere de sahip olabilirdi, ama neticede onlar, sendikacılığı meslek olarak be­nimsemiş insanlardı ve işçi sınıfının iktisadi ve siyasi mücadelesi arasında hep bir ayrım oldu­ğu görüşündeydiler. Dolayısıyla, gençlik hare­ketinin içşi hareketine doğru akışı bu bakımdan engellenmiş oluyordu.

İkincisi, gençlik hareketinin kendisi, her ne ka dar genel olarak sosyalizan fikirlerle besleniyor idiyse de, gençliğin bir bütün olarak işçi hare­keti içinde erimesi ya da kendisini ona vakfet­mesi beklenemezdi. Neticede farklı sınıf gerçekliklerinden hareket ediyorlardı ve işçiler arasında çalışmak, aslında güç, zahmetli, yoru­cu ve bütün hayatı adamayı gerektiren bir şey­di. Bütün olarak gençliğin nesnel devrimci faaliyeti bir yana, içlerinde öznel olarak hayatı­nı bu alana vakfetmeye hazır olan insan sayısı­nın çok kabarık olduğunu söylemek mümkün değildi.

Gerçi, her ikisini de aynı nesnel koşullar ha rekete geçirdiği için, gençler de, işçiler de dev­rimci bir tarzda davranıyorlardı. Ama, porblemi

ideolojik, örgütsel ve diğer kademeleri bakımın­dan ele aldığımızda, gençlik henüz bu anlamda yoğrulmuş değildi. Bu nedenle farklı maddi ha­yat koşullarından yola çıkan öğrenci gençlerin, işçilerin davasını kendilerinin davası gibi görmüş olduklarını söylemek güç.

Üçüncü olarak, o dönemde uluslararası plan­dan yükselen bir ideolojik faktör vardı. O sıralar­da, Çin Kültür Devrimi’nin ve genel olarak ÇKP’nin dünya görüşünün gençlik hareketi üze­rinde epeyce nüfuzu vardı. Bu görüşe göre, kır­lar devrimin esas alanı, köylülük devrimin esas gücü, işçi sınıfı ve kentler tâli alanlar, işçiler ise ancak sonunda devrimci olabilecek bir güç gibi ifade ediliyordu. Her ne kadar bir sürü işçi sınıfı övgüsünden sonra bunlar söylense de.

Bu söylenenler, teorik bakımdan çok fazla do­nanmış olmayan insanlann kafasında çok şema­tik olarak indirgendi. Köyler kentlerden, köylülük işçi sınıfından daha önemli bir güç gibi görüldü. Tabii, başka etkiler de vardı. Latin Amerika’dan akarak gelen teorik görüşler çerçevesinde, işçi hareketiyle, gündelik mücadelelerle, sendikal mücadelelerle uğraşmak, bir çeşit oportünizme tekabül ediyor gibi görebiliyordu. Bunun sonu­cunda, dolaysız aktif mücadeleler dışında kalan mücadeleler. İkinci! mücadele olarak görülme­ye başlanmıştı.

Demek ki, hepsini toplarsak, birincisi işçi ha­reketi ile gençlik hareketi arasında profesyonel sendikacılığın kurduğu bir yalıtkan alan bulunu­yordu. Bu yalıtkan alanı delip geçmenin bir sü­rü ekuğraş gerektirmesinden ötürü, nisbeten sabırsız ve tahammülsüz olan gençler, bunu uğ­raşmaya değmez görebiliyorlardı. İkincil olarak, teorik planda işçi sınıfının tarihsel öncü rolünü yadsıyan ya da ikincil konuma indirgeyen gö­rüşlerin. gençlik hareketine bir dereceye kadar egemen olmasından sÖ2 edebiliriz.

Şunu söyliyeyim aslında Maoculuk dediğimiz ideolojinin bir bütün olarak gençlik hareketine egemen olduğu söylenemez Ama, Türkiye’nin bir geri sömürge ülke olarak telakki edilmesi, bu­na ilişkin Sovyet görüşünün o dönemde çok be­lirsiz ve muğlak olması, buna karşılık Çin’in Sovyetlerle yürüttüğü polemiklerin daha dev­rimci karşılanması dolayısıyla, böyle bir etki var­dı. B ir de, V ie tnam 'daki mücadelenin Çin’dekine benziyor olması ve gençliği bu yön­de etkilemesi söz konusuydu. Aslında hayli kon­jonktüre! bir duıuın bu ideolojik nedenler. Daha sonra bu ideolojik gerekçeler kısmen ortadan kalktı, ama gene de bir kaynaşma olmadı. A n ­cak bütün nedenleri sadece buna bağlamasak da bir faktördü.

’71 den sonra mücadeleyi sürdüren unsurla­ra baktığımızda bunlar aslında DEV GENÇ’in en önde gelen kadrolarıydı İşçi smfıyla olan bağ­larını kesiyor olmaları ya da işçi sınıfıyla dolay­sız bağlar kurmaları hiç de mücadele etmek istememelerinden değil, başka bir ideolojik yö­nelim içerisinde buluıımalarındandı. Bu yüzden, Doktor onları etkilemeyi başaramadı. Çünkü, başka bir yönden etkilenmişti insanlar.

Bir-başka nokta da şu: Doktor’un pratik poli­tika bakımından bir askeri darbeyle bu işin çö­zülebileceğine dair bir görüşe sahip olduğu düşüncesi, diğer söylediklerini de aslında törpü- lüyordu; insanların onları görmesini güçleştiri­yordu. Bu anlamda bir dezavantajdan söz edilebilir

Benim, gerekçeler ve nedenler olarak söyle­yebileceğim şeyler, aşağı yukarı bunlar. Ama. '74'ten sonra bazı dönüşümler oklu, insanlar bel­li bir biçimde kendi dünya görüşlerini gözden ge­çirdiler. Daha önce dezavantaj olduğunu söylediğim görüşlerin egemenliği önemli ölçü­de sarsıldı. Ama, buna rağmen, gençlikle, işçi sınıfı arasında gene bire bir bir bağ ya da bunla­rı birbirine bağlayabildi bir öıgütlenme biçimi Türkiye'de ortaya çıkmadı.

Burada başka bir şeyden daha söz etmek ge­rek. Rusya'dan örnek verelim. Bu ülkede, işçi sınıfının kendisi hep önde yürümüş, öğrenciler hep arkadan gelmişler ve işçi hareketinin yan faktörü olmuşlardı. Tarihsel olarak böyle bu. Tek

14

Page 15: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

tek işçiler ne düşünürlerse düşünsünler, kendi­leri zaten pratikte devrimciydiler Sosyalist ör­gütler. işçiler arasında hpmpn çok geniş yandaş kitleleri bulabiliyorlardı. Sadece bolşevikler de­ğil. SR'ler de. sadece menşevikler değil, terör- cüler de pekala işçiler arasından politik muhataplar bulabildiler.

Doğrusu. Türkiye'de işçi sınıfının bu bakım­dan edilgen bir konumda olduğunu düşünüyo­rum. Bu durum Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik özelliklerinden vs. çıkar. Burada işçi sınıfının ken­dinde bir sınıf olduğunu henüz idrak sürecinde bulunması, köylülükle bağlarının nisbeten son 20 yıl içerisinde kopması, bu yüzden işçiler ara­sında köylü mantalitesinin hâlâ yaşıyor olma­sı. işçi sınıfının büyük devrimci atılımlar göster­diği ülkelerden farklı olarak, Türkiye'de işçi sınıfının konsantrasyon düzeyinin nispeten dü­şük olması gibi nedenler de sıralanibilir.

Yani sadece gençlerden gelen bir yetersizlik­ten değil, işçi sınıfının tarihsel olarak nispeten geriliğinden kaynaklanan bir nedenden de söz edebiliriz. Bunların çoğu, Dr. Hikmet’in kendi­sinden bağımsız nedenler. Ama birçok genç in­sanın Doktorun açhğı kanallardan işçi hareketine doğru aktığı da bir gerçek.

Ç .Y o l — Sanınm bu açıklamalardan son­ra doğrudan doğruya partileşme meselesi gün­deme geliyor İşçi hareketi ile devrimci gençlik hareketinin kaynaştırılması, işçi sınıfı ve gençlik hareketindeki eksikliklerin ve teorik yetersizlik­lerin giderilmesi, geçmiş sosyalist mücadelenin deney birikiminin ve teorik mirasın tartışılıp, net­liğe kavuşturulması, işçi sınıfı ve gençliğin bu mi­rası hazmedebilmesi, başlı başına proletarya partisinin organizasyonunu gerektiriyor. Nitekim Doktor. 1970 yılında “devrimci mücadelede va­rolan örgütsel ve teorik kargaşılığa son verelim, proletarya partisini örgütleyelim" parolasıyla belli girişimlere başladı Bu çalışma, Mihri Belli çiz­gisini ve devi: t • gençlik çevrelerini de içine alı­yordu. Siz sözlerinizde bu kesimleri devrimci kamp olarak nitelendirmiştiniz, devrimci kampın partileşme çalışmasına bugün nasıl bakıyorsu­nuz? Partileşme çalışmasının sonuçsuz kalma­sında rol oynayan nedenler. THKP-C çizgisinin gittikçe belirginleşmesi ve Dr. Hikmet'in THKP-C ile ilişkileri konusunda neler söyleyebilirsiniz?

E.K. — Bunu biraz da hafızamı yoklaya­

rak söyleyeyim. Düşündüğüm zaman şu nok­talar gözümün önünde beliriyor. Birincisi. TİP'in içerisindeki devrimci unsurlar belirli bir zaman­dan sonra barınamaz hale geldiler. Bu. "TİP ile birlikte mi gidelim, yoksa TİP’nden ayrı bir par­ti mi olsun" tartışmalarını başlattı.

Ancak barınamaz olmanın tek sorumluluğu­nu yalnızca TİP yöneticilerine yıkmak da bana biraz güç geliyor. Çünkü neticede TİP progra­mı ve tüzüğü belli idi. İnsanlar bunu kabul ede­rek partiye girmişlerdi. TİP’in bizatihi kendi program ve tüzüğüne aykırı düşen bir faaliyet­ler toplamı, TİP içerisinde gerçekleşmeye baş­layınca, onu yöneten ya da düşüncesini ifade eden insanların buna karşı bir politika geliştir­meleri beklenen bir şeydi.

Ben, o dönemde demokratik devrimciler kampının TİP içerisinde yaşar kalmak için ge­rekenlerin hepsini yaptıklarını düşünmüyorum. Şimdi geriye dönerek bakıyoruz Eğer, Türki­ye’deki gidişatın bugün aldığı şekilleri alabilece­ği, belli şeylerin eksikliği halinde durumun böyle olabileceği öngörülmüş olsa idi. belki başka türlü davranılabllirdi. Ama, geçmiş olsun, olan oldu.

Yani, yalnızca şunu söylemek "TİP yönetici­leri oportünistliler, onun için devrimcileri sevmi­yorlardı ve örgütlerinden attılar" şeklindeki bir mülahaza, bence gerçekiği tam olarak ifade et­mekten uzak kalır. Ama neticede devrimci ka­mpa bağlı unsurlar, TİP içerisinde yaşayamaz hale geldiler. Yaşayamamalarının bir nedeni, eğer kendi politik doğrultularını TİP’ne benim- setememeleri idiyse, ikinci nedeni de bunu be­nimsetmek için çok da tutarlı davranmamış olmalarıydı. Ama neyse, sonuçta tartışmalar şu noktaya vardı: “TİP İçerisinde var olmaya devam

edilemez. Ayrı bir politik parti kurmak gerekir.”Bu noktada Doktor ne dedi? Benim bildiğim

kadarıyla Doktor. TİP’in 29-30 Ekim 1970’de yapılan son kongresine katılmak, kongrede TİP yönetimi ele geçirilemese bile, orada mevzileri korumak yönünde bir politika önermişti. Yanıl­mıyorsam eğer, daha sonra bunu Sosyalist ga­zetesinde de yazdı. Fakat biz o zaman Doktor'un böyle önerilerini bilmiyorduk. Gerçi bilseydik de dediğini tutar mıydık, o da ayn mesele. Biz, me­sela şöyle zannediyorduk: 29-30 Ekim kurulta­yına alternatif olarak toplanan proleter devrimci TİP kurultayına Doktor'un da katılacağını, bizim­le beraber meseleyi tartışacağını umuyorduk. Mihri Belli böyle aktarmıştı. Sonradan bunun böyle olmadığı ortaya çıktı ve Doktor'un ne dü­şünmekte olduğunu bu konuda daha sonra çı­kan yazılarından öğrendik.

Doktor. TİP içerisinde kalınmaya çalışılması­nı savunuyordu. Biz ise, a rtık ’onun içerisinde kalmanın yararlı olmadığı, TİP ile birlikte gidi­lemeyeceği, TİP'nin politikasının, programının, taktiğinin, içinde kalınarak bir şey geliştirmeye çok da elverişli olmadığı düşüncesine varmıştık. Bunların bugün yeniden değerlendirilmesi ayrı mesele, ama o günkünden çok farklı düşündü­ğümü de söyleyemem.

Ama, biz o kurultayda şunu gördük: Aslında TİP'in örgütlenme, politika, mücadele konula­rında önerdiği şeyleri; Kurultay’ı birlikte topla­dığımız Mihri Belli tarafının da bir dereceye kadar paylaştığını anladık. Mihri Belli de aşağıdan yu- kanya doğru örgütlenmeyi esas olarak örgütlen­menin legal olması gerektiğini vs. savunuyordu. Biz o zamanlar daha farklı şeyler savunduğunu varsayıyorduk. Bütün bu farklılıklar o kongre­de ortaya çıktı ve farklılıklar kongrede gideri­lemedi.

Doğrusu istenirse, bizim taraf yani daha son­ra THKP-C'ni meydana getiren unsurlar da, Mihri Belli karşısıda çok açık net. anlaşılabilir, çok belirgin ve berrak bir görüşle ortaya çıka­madığından, toplantı şu uzlaşmayla bağlandı: "Evet, TİP artık sosyalist hareketin gereklerini yerine getirememektedir. Bunun yerine yeni bir- devrimci parti kurulması zorunludur. TİP'nin devrimci muhalefeti ve buna ek olarak başka sosyalistler, böyle düşünmektedirler” diye ortak imzalı bir bildiri yayınlandı. DEV-GENÇ başka­nı olarak onun altında benim de imzam var.

Bugün dönüp baktığımda, böyle bir bildiriyi imzalamış olmaktan utanç da duymuyorum. Ne­ticede, bir devrimci işçi partisi kurulması gerek­liliğine dair bir irade beyanından başka bir şey değildi ve bence o , zaten söylenmesi gereken bir sözdü. Ama, bu ne kadar derde devaydı de­nirse, o apayn bir mesele.

Zaten daha sonraki gelişmelerin seyri göster­di ki, biz Mihri Belli ile de çok farklı düşüncele­re sahiptik. Bunun ürünü olarak, daha sonra THKP-C olarak bilinen örgütlenme, akım ve mücadele şekli ortaya çıktı.

Ancak, buna girişmeden önce şöyle bir ev­reden geçtiğimizi baştan söylemiştim. Doktor’- la bir birlik aramak evresinden geçmiştik. Bunda neler rol oynamış olmalı? Bence, şunlar rol oy­namış olmalı:

Birincisi, orduya ilişkin olanları dışında Dok- tor’un sınıf analizleri bize akla yatkın geliyordu. Bugün de benim aklıma yatkın geliyor. Doktor­un Türkiye’de ta 1920’lerden beri hakim olan üretim tarzının kapitalizm olduğu, ama bunun Türkiye’ye özgü bir kapitalizm olduğu, dolayı­sıyla, klasik şemada bulunmayan sınıfların, üre­tim ve mülkiyet ilişkilerinin Türkiye'de yer aldığı şeklindeki belirlemesi bence çok doğruydu. Türkiye'de devletçilik bahsinde söyledikleri de son derece doğruydu. Tüm bunlar, teorik ola­rak hayli sağlam kalkış noktalan veriyordu. Do­layısıyla, bunları ilk ortaya koyan insan olarak ve mücadelede tuttuğu önemli ve olumlu yer nedeniyle, arkadaşlarımız Doktorla görüşmek gerektiğini hissetmişlerdi.

İkincisi, bu insanların -ki yaşça en gençleri bendim, ama benden büyük olanlar da, iki yaş

büyüktü zaten; ortalama 22-25 yaş arasındaki insanlardık- bir yıl önce böyle bir girişimin ön­cülüğünü yapacakları akıllarından geçmezdi. Ondan bir yıl önce de biz kendi içimizde Dok- tor'dan ve Mihri Belli'den bağımsız ilişkilere sa­hiptik. yani bir grup olarak varoluyorduk, ama bir yıl önce bizim aklımızdan geçmezdi ki. bü- tüm bu eski tüfek denilen insanlar bir yanda ka­lacak, biz bir yanda kalacağız ve Türkiye'deki sosyalist hareketin siyasi sorumluluğunu tek ba­şımıza üstlenmeye cüret edeceğiz.

Her şeye rağmen, Doktor’un sayg Cephe hareketi içinde hep varoldu:

hiç kimse, revizyonist, oportünisl yaftalardan birini Doktor’a izafe el hiçbir zaman kendisine yakıştıran

Doktor’la bizim aramızda garip hayranlık sürüp gitti.

Biz böyle düşünmüyorduk. Bu yüzden, onun da verdiği eksiklik duygusuyla arkadaşlar, Dok­to rla görüşmeye gittiler. Fakat burada bir an­laşma hasıl olmadı. Doktor, önerilerimizi hem teorik olarak akla uygun bulmadı, hem de kal­kışmayı düşündüğümüz girişimi kendisine göre safça ve çoçukça buldu. Onun için Doktorla her­hangi bir beraberlik sağlanamadı.

Aslında biz, o zaman Mihri Belli ile karşı kar­şıya olduğumuz için tarihten gelen bir insanın bize destek olmasını da istemiş olmalıyız. Ama, M ihri Belli ile ideolojik mücadele, bundan yok­sun olarak sürdü.

Bir başka neden olarak da, Doktor’un “Anar­şi Yok. Büyük Derleniş broşüründe yazdıkları, bize çok şematik ve sadece legal planı hesaba katan bir görüş olarak gelmişti. Onu benimse­memiş olduğumuzu söylemeliyim.

Hatta o zamanlar espri konusu olmuştu. Dok­tor, “ Madem örgüt kuracaksınız, ben Çelik Pa- las'tayım, buyrun gelin” diyor, adres de veriyordu. Herkes "örgütün yeri de belli oldu" demişti. Belli kİ. orada Doktor'un yapmaya ça­lıştığı başka bir şeydi. Doktor’un tutumunda il- legaliteye zorlanmayı kabul etmemek, legal plan­da yapılabilecek olanların hepsini yapmadan böyle bir yola girmemek gibi başka endişeler rol oynamış olmalı. Ama, onun dışında örgütlenme modeli olarak, üçerli kümeler halinde büyüyen gelişme modeli de bize pek akıl kârı gelme­mişti. Neticede, mülâhazalarımız ne olursa o l­sun, Doktor bizimkini, biz Doktor'unkini akıl kân bulmadık ve birbirimizden ayrı düştük.

Ama bütün bunlara rağmen, Doktor'un say­gınlığı Cephe hareket içinde hep varoldu. Me­sela hiç kimse, revizyonist, oportünist gibi yaftalardan birini Doktor’a izafe etmeyi hiçbir za­man kendisine yakıştıramadı. Doktorla bizim ara­mızda garip bir hayranlık sürdü gitti.

Fakat, sonralan bizim o zamanki yapı dağıl­dı. lnsanlann ortak değerlendirme zeminleri kay- bolu. Herkes kendi yolunda yürüyüp gitti. O zaman, THKP-C'den zuhur eden birçok farklı eğilim, Doktor'u kendine göre farklı biçimlerde yorumladı. Bir kısmı varolan birkaç harekete doğru aktılar. Bir taraftan ilerleme, öbür taraf­tan Aydınlık cephesine gidenler oldu. Devrim­ci Y o l., Kurtuluş ve bunların dışındaki başka eğilimlere bölünenler oldu. Onlar da mensup ol­dukları eğilimin genel değerlendirmelerine şu ya da bu şekilde katıldılar. Fakat, Doktor konu­sunda bir özgün değerlendirme yapma ihtiya­cı, bu hareketlerde pek görülmedi ya da bunu başaramadılar, orasına bir şey diyemeyeceğim.

Biz içerde kalanlar İse Doktor, ondan sonra da bir fenomeı^ olmaya devam etti. THKP-C İçindeki bölünmede Doktor gene ortaya çıkmıştı. O zaman Yusuf ve Münir’in başına çektikleri eği­lim, aslında Doktor'un tezlerinin baştanberi doğ­ru olduğunu iddia ediyordu. Yusufla Münir’in eleştirileri büyük ölçüde Doktor’un tezlerine da-

Page 16: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

i

yanıyordu. Türkiye üzerine tahlilleri bakımından Doktor'un önemliliği, geçerliliği vs. noktalan ye­niden gündeme geldi ve biz bütün yargılamalar dönemi boyunca Doktorla birlikte yaşadık.

Fakat ben, şunu da söyleyebilirim: Bu eleşti­rileri getiren arkadaşların bir bölümü, Doktor'­un kalkış noktalarından onun hiç varmayacağı sonuçlara vardılar. Mesela Münir, Doktor'un var­dığı politik sonuçların tam tersine ve çok uzağı­na gitti. Ancak, onlar bunu yaparlarken, çıkar endişesiyle hareket ettikleri için değil de, ipin ucunu kaçırdıkları için oralara kadar sürük­lendiler.

Yusuf'la Münir'in ilk eleştirilerini ortaya getir­dikleri zaman bizim için çok dar bir zamandı. Sü­rekli takip altındaydık. Bu ayrılıktan iki ay sonra Kızıldere olayı oldu, herkes hapse girdi, ölen öl­dü, kalan kaldı. Bu zaman zarfında konunun pek doğru dürüst tartışılabilmiş olduğunu sanmıyo­rum. Asıl yenilgi koşullarında tartışılmaya baş­lanmış olması, biraz da Doktor'un aleyhine oldu. Çünkü, yenilginin nedenlerini mücadelenin bi­çimine bağlayan arkadaşlar, bunun tam karşıtı­nı savunurken, Doktor’u kendilerine teorik dayanak yaptıklarından, Doktor, gerçekte sahip bulunması gereken itibarın gerisinde bir düzey­den tartışılmaya başlandı. Bu da aslında iyi olmadı.

Doktor’un görüşleri daha çok, bir nevi “ uzlaş­ma” yanlısı olanlar arasında kanıt olarak kulla­nılmaya başlandı. Bu da karşıt eğilimi savunanlar gözünde Doktor'u değerden düşürdü. Dok­tor'un kendisi, kendi hayatıyla bunun tersini ka­

nıtlamışken, hiç layık olmadığı bu duruma aslında biraz da Doktorcu olduklarını söyleyen insanlar yüzünden düştü. Ama, bu geri unsur­lar açısından böyleydi. Aklı başında olan insan­lar, Doktor’u kendi söyledikleri ve yaptıkları dışında, Doktorcu'yum diyenlerin yaptıklarıyla değerlendirmediler. Doktor'un tarihsel kişiliği açı­sından bunlann pek fazla önemi yok belki, ama yığınlann karşısına çıkıldığında önem kazanıyor. Doktor’un hayatı hep talihsizliklerle dolu oldu. Bu da onun için bir talihsizlikti belki.

Ç.Yol — Benim sormak istediğim konu­

lardan birini siz önceden cevaplandırdınız. Si­zin Dr. Hikmet e karşı teorik tavır alışınızda, Yu­suf K üpe li'le rin e leş tirile rin i D o k to r’a dayandırmalarının payı olmuş muydu? Bunu ben de sormayı düşünüyordum.

Marx’ın “teorik vicdan” diye bir deyimi var. Türkiye üzerine teori yapan insanlar

Doktorla hesaplaşmadıkça teorik vicdanlarını rahat hissedemezler doğrusu. Bu anlamda Doktor’un kendisine karşı bir “susuş komplosu”nun olduğu doğrudur.

Çünkü bu düzeyde hesaplaşmaya kimsenin gücü yetmiyor.

E.K. — Bunun bir neden oluşturmadığını

söyleyebilirim. Demin de belirttiğim gibi, bun­lar hep ayrı düzeyler diye düşünüyorum. Yani teori bir düzey, felsefe bir düzey, politika başka bir düzey. Onlann birinde hatalı bulduğum yak­laşımlarından dolayı insanların öteki alanlarda da topyekün hatalı olduklarını düşünme eğili­minde değilim. Bu nedenle, Doktor bence, ken­disiyle bir kez daha hesaplaşılması gereken bir konumdadır. Bu iş bitmemiştir. Doktorculuğun gücünü yitirmiş olması başka bir şey, teoriyi üret­mekle yükümlü olan insanların bu teoriyle işle­rini bitirmiş olmaları başka birşey.

Marx’ın, “ teorik vicdan” diye bir deyimi var. Türkiye üzerine teori yapan insanlar. Doktor’la hesaplaşmadıkça teorik vicdanlarını rahat his-

setemezler doğrusu. Bu işi şöyle ya da böyle bi­tirmelidirler diye düşünüyorum. Sonuçta ya benimserler ya reddederler, ama bu hesaplaş­ma yapılmalıdır. Bu anlamda, Doktor’un ken­disine karşı bir “ susuş komplosu"nun olduğunu söylemesi doğrudur. Çünkü bu düzeyde hesap­laşmaya insanların gücü yetmiyor.

Bu arada, Doktor'un benim için son derece pratik bir yaranndan da söz etmek istiyorum. İçe­ri girmeden önce, -herhalde kaçarken- Tarih Te- zi’ni okumuştum. Oradan şu kafama takılmış: Doktor, birçok Doğu toplumlarının tarihsel gi­dişi hakkındaki kanıtlarını Ibn-i Haldun’dan ge­tiriyordu. “ DoğununM anii” diye adlandırıyordu İbn-i Haldun’u. Yakalandıktan sonra bizi hüc­reye koydular. Hücreye kitap vermiyorlar. A n­cak sudan edebiyat ürünleri gelebiliyor. Benim aklımda Mukaddime’yi okumak vardı. Cezaevi idaresine başvurup kitabı getirttim.

Mukaddime’nin başında da “esirgeyen, bağış­layan Allah'ın adıyla başlarım” diye başlayan bir giriş bölümü var. Kitabı getiren subaylar, bıyık altından gülüyorlardı. “ Ne oluyor buna, din ki­taplarını okumaya başladı" gibisinden. Ibn-i Hal­dun’un kim olduğunu da, kitapta neyin anlatıldığını da bilmiyorlar. Hiç değilse o yoldan, teorik olarak kafamızı yorabileceğimiz bir şeyler elimize geçmişti.

Doktor'u okumuş olmasaydım, İbn-i Haldun’u bilmeyecek, orada da istemeyecektim. Böyle çok pratik bir yararı da olmuştu. Fakat sonra bu­nun olumsuz bir sonucu da oldu. Kitabı okuduk­tan sonra, bizi koğuşlara götürdüler. O zamana kadar kimse de Ibn-i Haldun okumamış. “ Ben” dedim, “ Böyle bir kitap keşfettim. Doktor da bundan çok söz ediyor.” Tabii herkes üzerine atladı. Ondan sonra da bir garip Ibn-i Haldun- culuk başladı. Her şey burada yazıyor falan di­ye. Bu kez, birileri Ibn-i Haldun okuyor diye, başkalan da İbn-i Haldun okumamaya karar ver­diler. Öyle bir Ibn-i Haldun belâsı yaşadık. Ama, o benim işime çok yaramıştı, doğrusu o za­manlar.

Ç.Yol — Şöyle sormak istiyorum: THKP- C siyasetinin netleşmesi, bir örgüt olarak doğu­şu ve ilk eylemlerinin başlamasında, bir: devlet terörünün, iki: 15-16 Haziran olaylarından so­ra işçi eylamleri ve halk hareketindeki inişe ge­çiş ve durgunluk eğiliminin, üç: eski sosyalist kuşaktan beklenenlerin gerçekleşmeyişinin et­kileri var mıydı?

E.K. — Bir kere daha faktörleri sayalım.

İşçi hareketindeki düşüş, eski kuşaktan bekleni­lenlerin gerçekleşememesi ve devlet terörü. Bun­ların hepsinin bir şekilde payı var. Devlet terörünün kendisi, imkânlar yeterince olgunlaş­madan aksiyona geçmeye zorladı. Böyle bir ger­çeklik var.

Eski kuşaktan beklenilenlerin gerçekleşmeme­si ya da bu konudaki hayal kırıklığı, insanları, kendilerinden başka hiç kimsenin böyle bir dav­ranış gösteremeyeceği ve artık bu işin kendile­rine düşmüş olduğu düşüncesine eriştirdi.

İşçi hareketindeki ve genel olarak yığın hare­ketindeki düşüş, daha özel tipten mücadele bi­çimlerinin mücadelenin ağırlık merkezi haline gelmesine doğru insanları sürükledi. Bunların hepsi gerçek.

Ama. bunların dışında bir başka faktör daha var Biz o zaman, yapmakta bulunduğumuz şey­leri ideooljik olarak da savunuyorduk. Böyle bir nokta var. O yüzden, bizim çok fazla sürüklendi­ğimiz, savrulduğumuz da söylenemez. Bir an­lamda, belki bu demin saydığımız nedenler, tek tek insanların zihinlerinde artık davranmak za­manının geldiğine dair düşünceleri olgunlaştır­mış olabilir. Ama ideolojik bir çizgi olarak, o zaman yapmakta bulunduğumuz şeyler, bizim kafamızda bir şekilde sistematikleşmeye baş­lamıştı.

Çizginin olgunlaşması ve netleşmesi denilen şeye gelince, bu hep bir süreç halinde devam etti. Kıyaslanacak olunursa, 1969-70 v e '71'de

yazılan yazılar göz önüne getirildiğinde, bunlarda hep belirli bir dereceye kadar perspektif farklı­lıklarının olduğu ve zaman içinde bir konumdan diğerine geçildiği görülür. Ama, neticede şöyle denilebilir. Biz, Guavera’nın çağnsınm bizim için de geçerli olduğunu düşünüyorduk. Fakat, han­gi biçimde ve nasıl? Bunu da Türkiye’nin özel koşulları belirledi. Bunun içinde pek çok süb­jektif faktör de var, bu da gerçek. Bu nedenler­le, olayı ise’lerle, eğer'lerle açıklamaya kalktığımızda, birçok yanlış şeyler söyleyebiliriz. Ben, burada daha çok şunu demek taraftarıyım. Böyle olmuşsa, böyle olabileceği için oldu. Ama tabii, tarih üzerinde yorum yapmak da pe­kâlâ mümkün.

Ben hâlâ şöyle bir şey düşünüyorum: 1970 sonbaharında bulunduğumuz konumu sürdüre- bilseydik ve bunu geliştirebilseydik. Türkiye sos­yalist hareketinde bir liderlik krizi bugün hiç değilse daha az yaşanıyor olurdu. Bence, dev­rimci hareket, 12 Mart tan, 12 Eylül e göre kendi iç hayatı bakımından daha ağır kayıplarla çık­tı. Eğer bir bitkinin gelişmesi çin onun en uç sür­günleri hayati önem taşıyorda, 12 Mart’ta o çok ciddi biçimde kökten budandı. Ya da, 12 Ey­lül, yığın halinde bir, çöküntüye yol açmakla bir­likte, bu anlamdaki tahribat daha az oldu. 12 Mart'ın yarattığı tahribat, etkilerini zaman için­de gösterdi ve bence devrimci hareket içerisin­de çok ciddi bir kaosa yol açtı.

Sadece THKP-C'ni deği, aynı zamanda THKO’nu ve diğer devrimci eğilimleri de kas­tederek söylüyorum, bunlar en üst düzeyde çok büyük darbelere ve yıkımlara uğradılar. Ki on* lar, devrimci hareketin on yıllık faaliyetinin mey- vesiydi ve heder oldu. Bir kısım insanlar, manen çok büyük çöküntüye uğradılar ve yok oldular. Bu yüzden, '74’ten sonra devrimci hareket, ha­fızasını ve birikimlerini bir ölçüde tüketmiş ola­rak çıktı. Bunun acısı, '80'e kadar gelinen dönemde yaşandı. Tabii, '80'de uğranılan ka- tastrof daha ayrı ve bugün onu değerlendirmek için belki daha az elverişli bir konumdayız. Ama şimdi, geriye bakıp 12 Mart için daha rahat ko­nuşabiliyoruz.

O yüzden, “ '70 sonbaharındaki konum ko- runabilseydf'den kastım, fizik olarak insanlar ya­şar kalabilseydiler, bunu bir şekilde sağlayabilmiş olsaydık - çünkü her şey kaçınılmaz değil aslın­da ve gelişme bazen kişilere bağlı da olabiliyor - daha olumlu bir yerde bulunabilirdik. Ama, hiç­bir şey de boşa gitmedi doğrusu.

Ç.Yol — Salt THKP-C’ni değil, THKO'nu

ve o dönemde mücadele eden diğer arkadaş­ları da birlikte düşünerek konuşuyorum. Siz Türkiye devrimci hareketinde bir misyon yarat­tınız ya da bir misyon başlatmış oldunuz. Her­kesçe ortak konuşulduğunda, devrim ci mücadelede Fransızca konuşmanın önemi or­taya çıktı ve bu. Türkiye devrimci hareketi ba­kımından önemli bir tecrübe oldu. Şimdi, bu noktadan durumu değerlendirirsek, Dr. Hikmet Kıvılcımlı nın temsil eniği mirasla bu misyon ara­sında bir sentezleşmeniıı mümkün olup olma­dığı konusunda bugün ne düşünüyorsunuz? Böyle bir özleminiz söz konusu olabilir mi?

E.K. — D e v rim c i m ü cad e len in bü tün o lu m lu m irasının tek bir hareke t ha linde b irb ir i­n in içinde yoğrulm asını u m uyo rum ve istiyorum . B u a n la m d a , b izim D o k to r 'u n m irasından e d i­n eceğ im iz ço k şey o ld u ğ u g ib i, D o k to r 'u n h a ­y a tın ı v e rd iğ i so s y a liz m d a va s ın ın b iz im

tecrübem iz hesaba katılm aksızın anlaşılıp idrak ed ile m e ye ce ğ in i de d ü ş ü n ü y o ru m .

B u , ben im gerçek is teğ im dır. B iz im geçm işte yapam adığım ız ya da yapm am ız m ü m kün o lm a ­yan şeyle rden birisi buydu . Biz, kend i tem sil e t­tiğ im iz cephesinden de olsa, sosyalist hareketin geçm iş iy le b ir sü rek liliğ in i ku rm ay ı sağlayam a­mıştık. U m arım , bu bug ü n yapılab ilir, yapılm ası da gerekir. D oğrusu, bu süreklilik içerisinde D ok­to r 'u n ço k saygıdeğer b ir yen o ld u ğ u n u d ü ş ü ­

n ü y o ru m .

L

16

Page 17: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

ŞABAN

Ç.Yol — Dr Hikmet Kıvılcımlı'yı nasıl tanır­sınız? Sosyalist mücadele içinde ne gibi ilişkile­riniz oldu? Dr Hikmet’in 1967'de Mihri Belli yö­netiminde çıkan Türk Solu dergisiyle ilişkilerini anlatır mısınız?

Ş.O. — Dr.Hikmet Kıvılcımlı ile 1968'de karşılaşmadan 20 yıl önce kitaplarıyla tanışmış­tım 1930'larda yazdığı Emperyalizm (Geberen Kapitalizm). Türkiye'de İşçi Sınıfının Sosyal Var­lığı. Edebiyatı Cedide'nin Otopsisi. Marksizm Ka­lpazanları gibi kitap ve broşürleri, öğrencilik yıl­larımda elden bulup okuduğumu hatırlıyorum.

Kıvılcımlı vı ilk defa 1968 yılında Türk Solu dergisinin Cağaloğlu'ndaki bürosunda tanıdım. Yazılarından birini dergiye getirmişti. Sonraları dergide güncel siyasal olaylar üzerinde ve yazı­lar hakkında konuşmalarımız olmuştur. Ama o haraketli günlerde, karşılaşma ve kısa görüşme­leri aşan yakın ilişkilerimiz olamadı. Türk Solu çevresinrlen kendisiyle yakın ilişkileri sürdüren Şevki Akşil olmuştur. Akşit. İşsizlik ve Pahalı­lıkla Savaş Derneği'nde Dr.Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte çalışıyordu. Bir de doğal olarak. Anka­ralIm ı İstanbul a neldiğinde Mihri Belli ile dok­torun görüşmeleri oluyordu.

Türk Solu çevresi ile Hikmet Kıvılcımlı arka­daş arasında tam bir saygı ve dostluk ilişkisi vardı. Bunu gölgeleyen herhangi bir olayla karşılaştı­ğımı hatırlamıyorum Öyle ki Dr. Hikmet, 1967'nin başından ortalarına kadar kendi yöne­timinde çıkan Sosyalist Dergisi nin yayınına ara veriyor, ikibuçuk yıl boyunca Aydınlık Sosyalist Dergi de ve Türk Solu’nda yazılarını sürdürüyor. Türk Solu el değiştirinceye kadar.. Tekrar Sos­yalist Dergiyi yayınlaması 1970 yılının son ayın­dadır (1971 Nisan sonuna kadar)

Ç.Yol — Dr.Hikmet’ in TİP içindeki prole­ter devrimci muhalefetle ilişkileri ve bu hareke­te teorik-pratik katkıları nelerdir? Aynı zaman­da Mihri Belli’nin bu muhalefet içindeki konu­munu izah edebilir misiniz?

ş . o . — Bilindiği gibi, proleter devrimci ha­reketin geçmişini temsil eden tüm sağlıklı unsur­lar. TİP’e karşı 1965 yılına kadar tam bir destek tavrı gösterdiler. Yasal engeller nedeniyle ken­dileri TİP'e giremezlerdi ama çevrelerindeki sos­yalistleri bu partiye üye olmaya teşvik ettiler. Her tür destekten geri durmadılar. Fakat TİP yöne­timinde ideolojik, politik ve örgütsel sapmalar başlayınca, önce üyelerden, sonra da dışardan sistemli uyarı ve eleştiriler yükselmeye başladı. H.Kıvılcımlı’nın 1966'da yayınladığı “ Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı-tşçi Par­tisine Teklif" broşürü bu yönde tipik bir girişim­dir, üye-organ ilişkisindeki boşluğu doldurma yö­nünde bir uyarıdır. Kıvılcımlının ayrıca TİP yö­netimini eleştiren çeşitli yazıları yayınlanmıştır.

Mihri Belli'nin çeşitli dergilerde süregelen ya­zılan, başlıca TİP'in benimsediği asgari program hedefleriyle çelişen tutumların eleştirisini hedef alıyordu. TİP'te başlayan haksız tasfiyeler üze­rine. 1967'de TİP yöneticilerine M. Belli'nin yol­ladığı “ lhtamame”de bu tasfiyelerin sosyalist ha­rekette ciddi bölünmelere yol açacağı belirtiliyor, vehimlerden ve antl-komünizm silahından uzak durulması isteniyordu. Böylece kaçınılmaz ola­rak TİP yönetimine içten ve dıştan yapılan eleştiri dozu yükseldi, fakat partiye destek tutumu sür­dürüldü.

ORMANLAR

Sosyalist, Aydınlık Sosyalist Dergi, Türk So­lu gibi yayın organlan yükselen bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin geleneksel çizgisini gü­nün koşullannda yorumlayarak gelişen kitle ha­reketlerine öncülük etmeye çalıştı. Bu, aynı za­manda TİP içinde oluşup gelişen proleter dev­rimci muhalefete de yol gösterdi, öyle ki, hak­sız büyük tasfiyelere rağmen 1967-70 yıllann- da TİP içindeki muhalefet birçok yerde yöneti­me geçmiş durumdaydı. >

Ç.Yol — TİP içinde İstanbul İl Teşkilâtını bile alabilmiş bu güçlü muhalefet hareketi genel kurulu neden lerketti?

s . o . — Genel kurul terkedilmedi, ama ona katılınmadı da. Milli Demokratik Devrim çizgi­sini benimseyen muhalefet, etkinliğini büyük öl­çüde yitiren bu parti içinde kalıp TİP'in 4. Bü­yük Kongresine katılmaktansa. aynı günlerde Ankara'da Proleter Devrimci Kurultayı toplama kararına vardı.

Bu kurultay 29-30 Ekim 1970 tarihinde ya­pıldı. önceden yapılan öneri üzerine Dr.Hikmet Kıvılcımlı kurultayın divan başkanlığına gelme­yi kabul etmişti, fakat ilerleyen hastalığı nede­niyle katılamadı.

Kurultay yeni bir partinin kurulmasına yol aça­madı. Çeşitli nedenler sayılabilir.

Bir değerlendirmeye göre, bu kurultayın bir yıl kadar erken yapılması doğru olurdu. Bazı sos­yalist çevrelerde yapılan görüşmelerde gecikil­miş, bu işe gönülsüz bazı gruplarla fazla zaman kaybedilmiş, henüz TİP'ten umudunu kesme­miş taşradaki tüm devrimci kadroların ikna edil­mesini beklemekle hata edilmişti. Daha 1969 yı­lında. olanaklar ölçüsünde işçi sınıfı ve yoksul köylülüğü temsil edecek bir proleter devrimci partiyi kurmak gerekirdi. Böylece TİP içinde ve dışındaki sosyalistlerin tereddütlerini daha kısa sürede giderecek kararlı bir tutum takınılmış ola­caktı.

Kuşkusuz parti kurmakla, özlenen proleter devrimci bir parti kurulmuş olmayacak, kuruluş süreci başlatılmış olacaktı.

Bu değerlendirme doğal olarak bir varsayıma dayanmaktadır. Dünya Sosyalist hareketinde tüm şiddetiyle süren bölünmenin yanında, Türk­iye'nin özgün nitelikleri bir yana bırakılarak, dı­şardan alınan hazır devrim reçetelerine çeşitli gençlik gruplannın eğilim duyması, işçi tabanı he­nüz güçlü olmayan partinin kuruluş aşamasın­da, çok başlılığı belki de yine önlenemeyecekti.

Ç.Yol — Türkiye Sosyalist hareketinin ön­de gelen liderleri kimlerdir? Onlann ve Kıvılcım- lı'nın hareketteki konumu ve teorik-pratik kat­kıları nelerdir?

Ş.O.- Başta Mustafa Suphi ile Şefik Hüs- nü'yü saymak gerekir. M.Suphi'nin Ekim devri- minde ve ertesinde geniş topraklara yayılmış çeşitli müslüman halklar konusnda önemli görevleri ve katkıları oldu. Sovyetlerde 1918’de Türkiye !ş- tirakiyyun (Sosyalist) Teşkilâtı başkanlığına se­çildi. Yeni Dünya Gazetesi, beş Türk lehçesin­de günlük olarak yayınlanmaya başlandı. Bir parti okulu açıldı. Türk ve diğer milliyetlerden oluşan “ Beynelmilel Şark Alayı” kuruldu. Fakat bilindiği gibi Anadolu’da başlayan Ulusal Kur­tuluş Hareketine aktif destek sağlamak ve yur­duna dönmek için arkadaşlarıyla yaptığı girişim

karadeniz’de katledilmeleriyle sonuçlandı.Şefik Hüsnü çağdaş Marksizmi Türkiye'ye ge­

tiren adamdır. 8 yıl cephede askerlik, 1919-25 yıllannda Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası sek­reterliği, 1925 Takriri Sükûn Kanunu ile başla­yan uzun bir illegâl dönem, Almanya'da Dimit- rof ile tutuklanma. III.Enternasyonalin yürütme komitesi üyeliğinde yıllarca süren çalışma, 1939'da Türkiye’ye dönüş, illegal eylem, 1946’da 6 ay süren Türkiye Emekçi ve Köylü Sosyalist PArtisi, 1946-50 tutuklama ve mah­kûmiyeti. 1950-51 yine illegal eylem ve tutuk­lama, 1957’ye kadar hapislik ve 1958'de sür­günde ölüm. Şefik Hüsnü yazılarında Türkiye’­nin sınıf tahlilini yapmış, arkadaşlanyla hareke­tin programını geliştirmiş. [II.Enternasyonalce bu konuları tartışma fırsatı bulmuş, dış yayın or­ganlarında da çeşitli sorunlarda yazılar yazmıştır.

Eskileri alırsak, Mustafa Suphi'yi. Şefik Hüs- nü’yü. Reşat Fuat’ı, Hikmet Kıvılcımlı'yı, Mihri Belli'yi esas olarak aynı geleneğin önde gelen kişileri olarak kabul ediyorum.

Reşat Fuat, en elverişsiz koşullarda, illegal ör­güt sorumluluğunu yüklenmiş seçkin bir lider­dir. Yazıları daha çok illegal yayına yönelik o l­muştur.

Mihri Belli, 1940 ve 1950'lerde Ş.Hüsnü ve R.Fuat ile aynı örgüt çatısı altında birarada bu­lunmuştur. 1960'tan sonra onlann temsil ettiği siyasal çizgiyi, düşünce ve davranışta geliştirme­ye çalışmıştır. Onun için sağ oportünizmin yıl­larca yaptığı basmakalıp eleştirileri bugün tekrar­lamak. işçi sınıfının belirleyici rolünü görmedi­ğini vurgulamak gerçeklere uygun düşmez. Yu­karıda sözü edilen kurultayda M. Belli'nin yap­tığı konuşma ve kaleme alınan Parti Program Taslağı, işçi sınıfının belirleyici rolüne verilen öne­min sayısız örneklerinden sadece bir İanesidir.

Dr.Hikmet Kıvımcımlı'yı proleter devrimci ha­reket içinde saymayan çevreler bile var. Bu dav­ranış gülünçtür. Diğerleri gibi kendini işçi sınıfı davasına adamış, ömrünün yirmiyi aşkın yılını zindanlarda geçirmiş, yürekliliği, çalışkanlığı, araştırıcı ve yaratıcı tutumuyla, teorik ve pratik katkılarıyla Kıvılcımlı’nm hareket içindeki yeri reddedilemez.

Diğerlerinin değişik zamanlarda aldıkları ağır cezalar yanında, özellikle Kıvımcımlı’nınstrtına bi­nen uzun hapislik yılları nedeniyle. Kıvılcımlı ile diğer arkadaşlarını, yanılmıyorsam 1938’den sonra aynı örgüt çatısı altında bulunmalannı en­gellemiştir. Ortak çalışma disiplini içinde tartış­ma ve eylem olanaklarının bulunamayışı. belli

' ölçülerde değişik terminoloji ve yorum farklılık­larını pekiştirdiğini sanıyorum. Kuşkusuz görüş aynlıklan yok farzedilemez, ama bilimsel sosya­lizmin mirası temelinde, geleneksel program üze­rinde, uzlaşmaz görüş aynlıklan olmadığı kanı­sındayım. Bütünsel bir biçimde tarihsel geçmi­şe sahip çıkılmalıdır. Kuşkusuz eleştirel bir tutum­la.

özellikle son yazılannda, tarihsel geçmişe yap­tığı sert eleştirilere bakarak Kıvılcımlı’yı 70 yıla yaklaşan sosyalist hareketten neredeyse soyut­layarak. ona sahip çıkma eğilimleri bizleri farkın­da olmadan bir başka yanlışa götürür. Yaşarken Kıvılcımlı'nın yapmadığı şeyi, şimdi onun adına yapmaya çalışmak hata olur.

YLE

Şİ

Page 18: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

YLE

Şİ

YALÇIN KÜÇÜK

Yol — Siz çok önemli gördüğünüz bazı dü­şüncelerinizi özellikle açıklamak istediğinize gö­re, isterseniz ben sorularımı toplu olarak yönelteyim. Birbiriyle bağıntılı üç soru sormak istiyorum. Bir, bugünkü mücadele açısından D r. Hikmet Kıvılcımlının sosyalist hareketimizde­ki yeri ve önemi nedir? İki Dr.Hikmet'in düşün­celerinin somut ve sistematik bir dile gelişi olarak Vatan Partisi olayına nasıl bakıyorsunuz? Üç, Doktor'un sınıf tahlillerini ve tabii ki en başta finans-kapital tahlilini bir iktisatçı olarak nasıl de­ğerlendiriyorsunuz? Buyrun.

Y.Küçük — Dr.Hikmet’e bugünden ba­kışımızın en önemli tarafı şu olabilir. Dr. Hik- met'e bugün nasıl bakabiliriz? Bugün neyi an­latıyor bana. Dr. Hikmet'in yaşamı? Eğer ben 1960 yıllarında Dr. Hikmet’e baksaydım baş­ka söyleyeceklerim olurdu. 1970 yıllarında Dr. Hikmet’e baksaydım söyleyeceklerim başka ola­bilirdi. Ben 12 Eylül’den geçen bir Türkiye’de 1987 yılında Dr. Hikmet’e bakıyorum. 1987’de Dr. Hikmet’e baktığımda, bir devrimciye, bir in­kılapçıya, bir ihtilâlciye bakıyorum.

1987 yılı nedir? 1987 yılında bir devrimciye bakarken şunu görüyorum: 1987 yılında dün­yada ve Türkiye’de prestiji en düşük olan mal, öze llik , n ite lik d e v rim c ilik tir . Şu anda devrimcilik-tırnak içinde söylüyorum- “ hiç para etm iyor." Devrimcilere egzantik gözüyle bakı­yorlar, anakronik yaratıklar diye bakıyorlar, bağ­naz aydın diye bakıyorlar. Bunlar da yazılmış, Cumhuriyet gazetesinde çıkmış, her an çıkıyor. 6en Ertuğrul Özkök’ü eleştirdiğim zaman, “ hiç baş kaldırdın mı, başını eğmekten bahsediyorsun” dediğim zaman Cumhuriyet ga­zetesi bir hafta sonra bana hemen cevap verip Ertuğrul’u övüyor. Ertuğrul’un bağnaz, tutucu aydınlar dışında herkes tarafından beğenildiği­ni söylüyor. Şu aşamada devrim düşüncesine bağlı olmak prestiji çok az ve aynı zamanda bağ­naz, tutucu olarak nitelenebilen bir durum.

Bu saptamayı yaptıktan sonra Doktora bakı­yorum . Doktor’a baktığım zaman beni mutlu eden yan şudur: Doktor, devrimciliğin fiyatının çok çok düşük olduğu zamanlarda da devrimci kalmış bir insandır. Hiçbir zaman modaya uy­mamış, bir tek gün eylemden ve düşünmekten

geri kalmamıştır. Bizim ilerici, devrimci, sosya­list mücadele tarihimizde bu tür insanlar vardır. Ne yazık ki sayıları çok değildir, ama vardır. Dr.Hikmet, bunların içinde yer alıyor. Bana öyle geliyor ki, ister hapiste, ister dışarda olsun, Dr Hikmet'in bütün ömrü boyunca Türkiye dev­rimin! düşünmediği bir anı yok. Başına dostla­rından ve düşmanlarından ne geldiyse, bu ne­denle geldi. Dikkat ederseniz dostlanndan da di­yorum. Baskı, dönemlerinde rejim, devrimcilere baskı yapar. Devrimcileri basar, susturur. Bu, karşıdakilerin baskısıdır. Böyle durumlarda dev­rimcilerin büyük kısmı ya geçici olarak, ya da sürekli olarak, çok büyük bir ihtimalle de geçici olduğunu düşünüp gerçekte sürekli olarak su­sarlar. O sırada da susmayan olursa, dostları on­lara düşmanlanndan daha acımasız davranır. Çünkü her türlü baskı karşısında devrimciler du­rup da birkaç devrimci durmadığı takdirde, on­lar duranların hepsinin vicdanıdır. Bu vicdanı görmemek için onlara hücum ederler. Doktor'­un yazgısı bir de budur. Ama bu yazgı, bir tipo- lojiyi çıkarttığımız taktirde, durmak bilmeyen bütün devrimciler için geçerlidir. Doktor kadar Nazım için de geçerlidir.

Kendi adıma ben, Doktor'la hiç tanışmadım Ama bunu ilk defa düşünmüyorum ve kendi­me soruyorum. Soruyorum, bir türlü cevabını bulamıyorum. O da şu: Benim kuşağım üniver­siteye gittiği zaman Türkiye’de TKP 51 tevkifatı denilen darbeyi yemişti. Ben o sırada üniversi­tede değil, lisedeydim. O günlerden kalan ve be­ni çok etkilemiş olan en önemli anılar, o mahkemelerdir. Şu anda da gözümün önünde­dir, sanık sandalyesinde Sevim Tarı'yı hatırla­rım. Sevim Hanım'la da hiç karşılaşmadım. Ama, benim için bir devrimci kadındı o.

Ve biz, üniversiteye girdiğimizde -çok sevdi­ğim bir sözle- elimizde köylülerin idare lâmbası, komünizmi arıyorduk. Birçok insan komünizmi aramıştır, komünist partisini aramıştır. Ve hemen adımız komüniste çıktı. Ama bilmezdik... 1960’dan sonra öğrendik... Sadun Aren Siya­sal Bilgiler Fakültesi'nde bizim profesörümüzdü. Biz onun geçmişinde solculuk olduğunu ancak 1960'tan sonra öğrendik. Bir yandan, elimizde idare lâmbası, komünizmi anyoruz; öğrenci der­neklerinde aktifiz; ben Türkiye'de ne kadar öğ­renci derneği varsa hepsinin başkanıyım, Fikir Kulübü'nün genel başkanıyım; adımız komüniste çıkmış, bizi emniyete götürüyorlar; yanımızda kürsü profesörümüzün komünizmde geçmişi ol­duğunu bilmiyoruz.

işte o sırada -çok ilginçtir- gazetelerde arada sırada doktor’un parti kuruluşuna dair açıklama­ları yayınlanırdı, hatırlıyorum. Bunu bilemezdim ben. Biz bir yandan elimizde idare lâmbası, ko­münizmi arıyorduk, bulamadık Sonradan tari­he bakıyoruz ki, tamamen baskıyla tasfiye olduğu ortaya çıkıyor. O sırada Doktor'un Vatan Parti­si açıklamaları var. Gazetede resmi çıkardı. Ama biz niye komünist partisini ararken, Doktor’un Vatan Partisi’ ııe girmezdik, bilemiyorum. Aca­ba genellikle üniversite gençliğinde olduğu gibi gizlilik, “ Komünist partisi mutlaka gizli olur” fe­tişi miydi bizi etkileyen? Yoksa Doktor’un parti­sinin adının Vatan Partisi olmasından mı -Vatan Partisi adını yakıştıramazdık-? Veya herşeye rağ­men kulağımıza fısıldanan Doktor’un komünist olmadığı, partiyle ilişkisinin bulunmadığı yolun­daki sözler mi? Bunu bilemiyorum. Bilmem de

mümkün değil. Ama, o dönemde de bildiğim birşey var ki, 1950'ii yıllarda, partiyi aradığım sırada da Doktor faaliyetlerine devam ediyordu. Doktor’a böyle bakıyorum ve büyük bir sevgiy­le bakıyorum.

Şimdi, ikinci noktaya geliyorum. Görüşleri hakkındaki düşüncelerimi Aydın üzerine Tezler ­in 5. kitabında ayrıntısıyla ele alacağım. Bura­da tartışmak istemiyorum. Ama, bir şekilde finans-kapital sorunuyla uğraşacağım. Bugün değil.

Finans-kapital kavıamına bir iktisatçı olarak çok yakınlık duyamadım. Banka sermayesinin sanayi sermayesini kontrol etmesinden çok, sa­nayi sermayesinin şu anda banka sermayesini kontrol ettiğini düşünüyorum. Ama, tekelleşme­yi anlattığı ölçüde, hele Doktor'un 1940’lar dö­nemi değil, 1980’ler Türkiyesi'nde bu kavramla hiçbir problemim yok, bu düzeltmeleri yapmak üzere.

İkinci bakışım şu Doktor a. Kim ne der bilemi­yorum. Şu aşamada devrimciliğin fiyatının dü­şük olduğunu görüyorum. Bir de hem Doktoru hem bugünü düşündüğüm için -ilk defa telaf­fuz ediyorum- bir tür sosyalist romantiklere ihti­yaç var gibi geliyor bana. Sosyalist romantizm... Çok ters görünüyor ama, sosyalist gerçekçilik­ten bence çok daha tutarlı bir kavramdır. Eleş­tirel gerçekçiliği anlıyorum, ama sosyalist gerçekçiliğe pek fazla ısınamadım. Çok gelişti­rilememiş, çok geliştirilebilmesi de mümkün değil.

Ancak sosyalist romantizm... Romantizmi hep insanın gücünü abartma olarak anlamışımdır ve öyle anlaşılması gerekir. Romantikler hep insa­nın gücünü abartırlar. Dr. Hikmetle iki ilgisini ku­rabiliyorum. İlk olarak, onun yazılarının hepsinde devrimcilerle ilgili bir yiğitleme vardır. Ben de o yiğitlemeden yanayım. Hele fırıaııs-kapital çö­zümlemesini bugüne getirip bir tekelci çözüm­leme haline getirdiğimiz takdirde, sadece tekellerle mücadele etmek için değil, kuracağı­mız sosyalist dünyadaki insanı yaratmak için de bir sosyalist romantizme, devrimci romantizme ihtiyaç olacağını düşünüyorum. Doktor'u bir sos­yalist romantik olarak görüyorum.

Burada hemen bana 1960-70 yıllarında Dok­tor’un etkisini soracak olursanız. Toplumsal Kur­tu luşla bir yazım çıktı, o dönemle ilgili. Kalemimin, daktilomun ucuna geldi. Ama biraz daha çalıştıktan sonra yazmayı istiyorum. Hiç kimse bilmez. Belki de çok kızacaklar. İlk defa Toplumsal Kurtuluşla söyledim. THKP-C ve THKO, ikisi de beraber, bir yandan YON ve TİP’in, bir yandan da Doğan Avcıoğlu ve Mıhri Belli çizgisinin çocuklarıdır. Bir nokta daha var, onu yazmadım. Aslında, bana öyle geliyor ki, THKP-C çizgisindeki o yiğitleme ve o yiğitleme- nin dayandığı düşünceler hatta çok giderek oli­garşi hatta Toplu Yazılar’da geçen sun'i denge ve benzeri şeyler, Doktor’un düşüncelerinin ora­ya yansımasıdır.

Bunu çok açık olarak gösterebileceğimi zan­nediyorum 1965’ten 19bo’daıı sonra ön pla­na çıkan jakoban çizgi, sonradan da THKO, THKP-C gibi çizgilerle Doktor un çok yakın il­gisi vardır. Doktor'un finans kapital çözümlemesi ve bu çözümlemenin zorunlu olarak ortaya çı­karttığı yiğitleme, DEV-üENÇ’teıı sonraki akım­larda da etkili oluyor.

Bir şey daha. Doktor’un bir de şu yazgısı vardı. Doktor tipolojisinirı bize öğrettiği. TKP çok ilginç

18

Page 19: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

bir örgüt. Hep mücadele edenleri partiden at­mış. O kadar garip bir olgu ki bu. bulmak müm­kün değil dünyada. Ve bana o kadar çok örnek verebilirim kİ Başka Nazım 1930’lu yıllarda da. Dr Hikmet’ln ve Nazım'ın başına gelenleri çok açık olarak bilemiyoruz. Ancak. Türkiye Üzeri­ne Tezler in 2. kitabında sezgilerimle çıkarttığım, sezgilerimle çıkarttığım için de çok korkarak yaz­dığım bir şey vardır. Orada, tarihini bilmemek­le beraber. TKP'nin 1930'larda kendini tasfiye kararı aldığını ve bu kararın sonucunda da CHP’yi desteklemeye, kadrolarını CHP içinde eritmeye yöneldiği sonucunu çıkartmıştım.

Bu olgu. 1943 yılından sonra Türkiye'den Amerikan Komünist Partisine geçti. 1960'lı yıl­larda da Mısır ve benzeri komünist partilerinde de yaşandı. Bu tespitlerime çok büyük tepkiler gelmişti.

Topçuoğlu'nun anıları ve çıkan başka kitap­larında getirdiği açıklıktan sonra TKP'nin 1930 yıllannda kendisini tasfiye ettiğine dair düşüncem güçlendi. Benim fikrime göre, dünyada kendi­ni kendi iradesiyle tasfiye eden ilk komünist par­tisi TKP'dir.

Bana böyle geliyor ki, Doktor ve Nazım bu likidasyon kararının ve pratiğinin dışında. Na­zım, biyografisinde “ beni partimden attılar" d i­yor. Ve tabii o zaman dünyada ve Türkiye’de partinin tutucu politikasına uymaytp mücadeleye devam edenlerin hepsine yakıştırılan Troçkist suçlaması geliyor. Doktor a böyle bir suçlama­nın yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ama Na- zım'a yapıldı. Ama bana öyle geliyor ki, Doktor alınan karara uymamış görünüyor.

TKP'nin tarihi bir bakıma, içerde kalıp müca­deleyi devam ettirenleri tasfiye tarihidir. Nazım, içerde olduğu müddetçe tasfiye edilmiştir Na­zım, ancak yurtdışına çıktıktan sonra TKP'yle tekrar barıştı. Mihri Belli öyledir. (Türkiye Üze­rine 7 ezler’m 3. kitabında 1960 lı yıllan Mihri Bel- li’nin iç TK< 1 >rak gördüğümü yazmıştım.) Doktor öyledir Reşat Fuat öyledir. Ama Dok­tor, bütün bunlardan şöyle bir ayrılık gösteriyor: Vaktini TKP’yi tekrar kazanmak, TKP’de yöne­lime gelmek şeklinde bir mücadeleyle geçirmek istemiyor. Kendi mücadelesini sürdürüyor.

İki noktayı daha ilâve edebilirim. Belki birin­cisi daha kişisel. Bilmem biliyor musunuz; Dr.Hikmet’i çok sevenlerden Vedat Türkali tü­ründen, Dr.Hikmet'i hiç sevmeyen Aziz Nesin türünden insanlar, zaman zaman beni de Dok- tor'a benzetmişlerdir. Aziz Bey, en iyi zamanı­mızda bile bazen beni eleştirmek, beni beğenmediğini söylemek istediğinde beni Dr.Hikmet'e benzetirdi, Vedat Türkali de benim yüzüme, “ bak" dedi, “ ben Doktor’u çok seve­rim, bilirsin. Türkiye’de bir tek sen ona benzi­yorsun". Ben de Vedat Beye “ Vedat Bey"

Dolayısıyla sizin bu benzetmenizi bu açıdan doğ­ru bulmuyorum.”

Ama. bir başka açıdan, ne Aziz Nesin türün­den Dr Hikmet i hiç sevmeyen, ne de Vedat Bey türünden Dr.Hikmet’i çok seven, romanlannda ön plana çıkartan insanlann benimle Doktor ara­sında görmedikleri, ama benim görmek istedi­ğim (çünkü onu çok daha önemli buluyorum) bir benzerlik var. Ben şu aşamada onu görüyo­rum. O da şu: Doktor un yaşamı paylaşımcıy­dı. Bütün anılardan çıkartabileceğimiz gibi. Doktor neredeyse bir komün hayatı yaşıyordu yoldaşlarıyla. Benim Doktorla aramda bir ben­zerlik bulunacaksa eğer, ancak budur. Ben de paylaşmayı çok seviyorum.

Doktor, yaşamı paylaşmayı çok seviyordu. Doktorun bu yanınında ön plana çıkartılması ge­rekli. Bir ahlâk olarak paylaşmayı sevmeyen, ya­şamda paylaşmayı sevmeyen bir insanın sosyalist olabileceğine inanmıyorum. Bu bakımdan biz, önümüzdeki dönemde vulgar Marksist-Leni- nistlerin -bu sözü de ilk defa kullanıyorum- vul­gar Leninistlerin- söylediklerinin aksine, sosya­lizmi kurmadan da sosyalist bir insanı yaratmak için çaba göstermeliyiz. Vulgar Leninistler, Marx’- ın Golha Programı’nı çok fazla önemseyerek, sosyalist insanın ancak sosyalizmin maddî te­melleri kurulduktan sonra yaratılabileceğini söy­lüyorlar. Ben buna katılmıyorum. Sözün başına dönüyorum. Devrimci veya sosyalist romantizm, insanın güçlü olduğunu,'insanın başkaldırmak zorunda olduğunu ve paylaşarak yaşaması ge­rektiğini göstermek durumundadır.

Bence, Dr.Hikmet’i beğenenler, düşüncele­rini doğru bulanlar, önümüzdeki dönemde tıp­kı daha önce yapıldığı gibi Dr.H ikmet’in kitaplannı yeniden yayınlamalıdırlar. Dönem Ya­yıncılık da bir kısmını yapabilir. Neden? Dr.Hik­met’in YO L dizisini yeni çalışmam için yeniden okuyorum, kartlarıma geçiyorum. Şu size özet­lemeye çalıştığım bakış açısı dolayısıyla tekrar okuduğum zaman bambaşka şeyler bulacağımı düşünüyorum. Neden? Bakın, Bir Soran Olur- sa’da yakın tarihin yeniden bir peridizasyonu- na başladım. 1921, 1908 kadar önemli değil diyorum çok açık olarak. Toplumsal Kurtuluş'- un gelecek sayısına yetiştirebilirsem, ilk tekrar, iki nokta üstüste, 14 Mayıs 1950 ve 12 Eylül 1980’de o kadar önemli değil - İkisi de birbi­rine benzer, bir bakıma bir tekrar yaşanmıştır. Eğer bunu iyice koyabilirsem, 1950 hiç önemli olmayacak. Ve bu da benim düşüncelerimi TİP, TKP ve DEV-GENÇ’in belgelerinden çok çok ayıracak.

Çünkü TİP’de, TKP’de, DEV-GENÇ'de 1950’yi bir demokratik hareket olarak görürler. Benim hiçbir yazımda bu yoktur. Nasıl bir de­mokratik harekettir ki, 1951 yılında bütün sol-

Sosyalist romantizm... Çok ters görünüyor ama, sosyalist gerçeklikten bence çok

daha tutarlı bir kavramdır. Eleştirel gerçekliği anlıyorum, ama sosyalist

gerçekliğe pek fazla ısınamadım. Çok geliştirilememiş, çok geliştirilebilmesi de

mümkün değil.

dedim, “ bunu bana iltifat olarak söylüyorsunuz, ama ben bunu iltifak olarak almıyorum. Hatta doğru da bulmuyorum. Siz birşeyi benzetiyor­sunuz. ordan gidiyorsunuz. Doktor'un çok ça­rpıcı teşhisleri vardır. Benim yazdıklarımı da çok çarpıcı teşhisler olarak görüyorsunuz. Ama, iki­mizin arasında çok çok önemli bir (ark var. Dok­tor, gerçekten doktordu; ben meslek olarak iktisatçı ve plancıyım ve bir akademik hayattan geliyorum. Ben. Doktor’daki teşhislere benzer teşhislerle ortaya çıktığım zaman onu biraz da­ha fazla irdeliyorum,dinpotlarıyla gösteriyorum.

culan içeriye atabilmiştir? Bir komünist partisinin, bir işçi partisinin bütün elemanlarını hapse attı­ran bir hareket nasıl demokratik olabilir? Ben bu­nu anlamakta güçlük çekiyorum.

Başka benzetmelerim de var, bunlar değil sa­dece. Böyle baktığım zaman 1960'ın da önemini azaltıyorum, iskonto ediyorum. 56'yla 66 ara­sını demokratik mücadelenin en fazla yoğunlaş­tığı bir dönem olarak görüyorum. Böyle gördüğümüz zaman da çok ilginç bir durum or­taya çıkıyor. Peki nedir, naşı oluyor da biz bü­tün bu yanılgılara kapılmaktan kaçınamıyoruz?

Kendi adıma konuşmuyorum. Benim hiç olmaz­sa. o tarihle o kadar bağlantım yok. Ben 27 Ma- yıs’ ta özgürlüğüm e kavuştum . Öğrenci lideriydim, aranıyordum, dağlardaydım. Onun için, hiç olmazsa 27 Mayıs'ı abartabilirdim. O ka­dar da abartmadım.

Ama. bir lâf var. Yeni kuşaklar. Türkiye'ye Marksizm-Leninizmin 27 Mayıs’tan sonra geldi­ğini düşündü. Şimdi size de çok garip gelebilir, bunun bir yanılma olduğunu göstermek için Dr.Hikmet'in 1930'lardaki kitaplannı yayınlamak lâzım, neden? Eğer, Dr.Hikmet'in 1930’larda yazdıklarına bakacak olursanız, Marx. Lenin gel­miş Türkiye’ye o zaman. Değil mi? Ordalar.

Yeni kuşaklar, Türkiye’ye Mark Leninizmin 27 Mayıs’tan sonra ç

düşündü. Şimdi size de çok garip bunun bir yanılma olduğunu gö; için Dr. Hikmet’in 1930’lardaki ki

yayınlamak lazım.

1930’larda yazdıklanna bakarsan, “ Devlet ve lh- tilal” in Türkçesine atıf yapabiliyor, “ İki Taktik e atıf yapabiliyor, arada sırada Fransızcasına da atıf yapıyor. Başkası olabilir mi? Dünyada Ekim Devrimi olduktan sonra Türkiye’de 1920 kuşa­ğının Lenin’i bilmemesi mümkün mü? Bütün dünyanın devrimcileri biliyor. Aynca Nâzım gibi. Şevket Süreyya gibi, Sadrettin gibi Sovyetler'- de okumuş olanlar var veya Spartaküs hareke­tine katılmış olanlar var. Bana çok farklı bir durum gibi geliyor. Şimdi bu söylediklerim ve Dr.Hikmet orada benim düşüncelerimin kanıtı olarak ortaya çıkıyor. O zaman bizim hangi ku­şağın efendim 1960'tan önce Marx, Lenin bi­linmiyordu, 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye girdi demeye hakkı var?

Peki ne oldu? Bellek silindi 1950’lerde. so­ğuk savaş döneminde. Herkes, yani 1940’larda TKP hareketine katılmış olanlar da bellekleri­nin silinmesine razı oldular. TİP’in başına geç­tikleri zaman bellekleri bir defa silinmişti. Yeni kuçak çocuklarıyla. Mahir Çayan'larla, Deniz Gezmiş’lerle birlikte Devlet İhtilali okudular. Doktor, bunların içinde değildi. Belleği canlı tu­tabiliyordu.

Aydın üzerine 5’in kurgusunu böyle bir dü­şünceye dayandırmayı tasarlıyorum. Özetle söy­lediğim bu nokta, başkalanna ne kadar önemli görünür bilmiyorum, ama benim bundan son­raki düşüncelerime bakmak için bana çok önemli geliyor. Birincisi, demin söylediğim 1950 ve 1980 arasındaki benzetme genel olarak bu im ­kânı veriyor. İkincisi de, bizim yapabileceğimiz en önemli işin bellek silinmesine karşı mücadele- le etmek olduğunu gösteriyor. Doktor türünden insanlan bu çerçevede alıyorum Dr.Hikmet, bel­leğin silinmesine izin vermemek, toplumun tü­münün belleğinin silinmesini ortadan kaldırmak için savaşan insanlardan birisi olarak sayılabilir.

Ç.YOİ — Konuşmanız sırasında TKP’nin kendini 1930'larda tasfiye etliğine dair düşün­cenizi açıkladıktan sonra Dr Hikmet’in bu kara­ra uymadığını ve artık partiyi doğru yola sok­mak için çaba göstermekten çok kendi müca­dele hattını kurmayı tercih ettiğini söylediniz. Bu­rada Dr.Hikmet'in yoluyla TKP'nin yolu arasın­daki ayrım nerde? VP’nin bu ayrımındaki rolü nedir?

Y.Küçük — Benim görebildiğim, devrim­cilerin birçoğu, enerjilerinin çok önemli bir bö­lümünü 1960'lann ikinci yansından itibaren TİP’- ni elde etmek için harcadı. Bana çok garip geli­yor. Mahir Çayan’ların, Doğu Perinçek’lerin TİP’ni elde etmek için harcadıkları çabayı TİP

Devamı 68. sayfada

VERMEK

MUTLULUĞU

F.n büyük mutluluk ne:

Vermek gülen ellerle,

sunmak güzel nrmafanlar

kahrolmuş, ezilmişlere

Dolu ellerini boşaltınca

sevinen insanın yüzünden'daha güzel olamaz

hiç bir gül

Sevindirmez insanı hiç bir

herkese yardım etmek ka<

Verdiyim şev bile

tutamaz \verim sevincimin1

B Brechl

Page 20: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

c / > lLU

O( / )

MURAT BELGEtnı/da ne kadar derin görüş farklılıkları olursa ol­sun, o amaçta birleşmiş insanlar olmamı«: bana daba anlamlı ve önemli geliyor Bunu Mılıri Belli gibi yaşayan hayalı boyunca da bu amaca erııek vermiş başka sosyalistler içinde söylerim.

Kıvılcımlı ya bu bakımdan söylenebilecek hiç­bir şey yok Bir sürü bddıreyi bizler de allattığı­mın halde bir sosyalist olarak çok daha guç ko- şulkııdd onaya çıkmış bir insan. Uzun yıllarını hapislerde geçirmiş, bundan da İnç gocunma­mış, acılaşmamış bir insan Dolayısıyla, bir sos­yalist olarak her 2aman çok saygıdeğer yeri olan bir insan. Bunu sadece Hikmet Kıvılcımlı için de­ğil. bu davayı aynı istikrarla paylaşan herkes için süylcyebilııım.

Tabii Hikmet Kıvılcımlı deyince, bir başka ko­nuya daha dikkat çekmek gerekiyor. Türkiye’­de ilk ciddi teorisyendir demek gerekiyor sam rım Türkiye gibi Batı’nın, Marksizmin de beşiği olan Bdtı’nın belli ölçülerde çevresinde yer alan toplumlarda, Maıksist teorinin yerlileşmesi gibi bir süreç kolay kolay başlamıyor. Teori, büyük ölçüde aktarına düzeyinde kalıyor, temel me-

• tinler çevriliyor, bu görüşlere katılan insanlar bunları okuyor vs.

Ç.YOL— Uzun yıllar önce "Birikim” dergi­sinde yayınlanan uzun bir yazınızda Dr.Hikmet Kıvılcım ııııı tarih görüşlerini eleştirmiştiniz. Bu bakımdan, Dr. Hıkrnet’in bir siyasal muhatabı olarak, onun sosyalist hareketimizdeki yerini na­sıl değerlendiriyorsunuz?

M.Belge — Dr Kıvılcımlının Tarih Tezi, görüşlerinin odak noktası sayılabilir. Dolayısıy­la, beiı o tez üzerine eleştııılerimi yazarken, ge­nel olarak I lıkrnel Kıvılcımlı ııın teorik görüşle­rine oldukça geniş bir alanda yaklaştığımı sanı­yorum. Onları biliyorsunuz Bugün de gene bü­yük ölçüde aynı görüşleri taşıyorum. Aslında o zaman bazı cevaplar da verilmişti. Benim o ve­rilen cevaplara cevap vermem gerekiyordu. Ama bu konu gerçekleşmeden kapandı.

Benim şimdi asıl söylemek istediğim bunlarla çok fazla ilgili değil. Bir başka boyutu vurgula­mayı huyun daha yararlı görüyorum. Sosyalizm içinde insanların farklı yaklaşımları olması doğal yeliyor bana. Bu bir zenginleşme yoludur da.

Doktor, Türkiye’deki insanlara oranla daha karmaşık bir insandı. Düzayak Sovyetler’i

benimsediğin zaman, çevrende daha fazla insan toplanıyor. Yahut, gerillayım dediğin

zaman, bir sürü adam seninle beraber gerillacı oluyor. Doktor’un çevresi hep küçük

kaldı. O çevre ancak zaman zaman genişlemiştir.

Eleştiririz birbirimizi, gereğinde eleştiri sert de ola- bılir. Türkiye’de çok fazla gelenekleşmemiş bır- şey var. İnsanlar teorik düzeylerde birbirlerine karşı tavır aldıklarında, bu bir çeşit topyekün de­ğerlendirme gibi oluyor. Nitekim bunun sonuç­larını da Türkiye sosyalist harekeli çok fazla par­çaya ayrılarak yaşadı Bir bakıma, sosyalistler arasında hoşgörü ortamı yeterince kurulamadı gibi geliyor bana.

Hikmet Kıvılcımlı hakkındaki düşüncelerimi soruyorsunuz. Ben özellikle bu öteki düzeyde ba­zı şeyler söylemek isterim. Sosyalistler olarak ara

Örneğin, İtalya'da bir Labriola, yahut Rusya’­da bir Pleklıanov, bence bundan öte bir işlevi yerine getirmiş insanlar Bunlar teoriye kendi öz­gün katkılarından çok, evrensel olan teoriyi ken­di ülkelerinin toprağında ekip yeşertebilmiş in ­sanlar olarak önemli. Mesela. Labriola'nın du­na Marksist teorisine katkısı nedir diye sorsanız, çok fazla bir katkısı yoktur. Ama Marksi/mi lıal- yaıılaştırmıştır, ya dd İtalya’daki insanların ken­di dilleri içerisinde Marksızmle tanışmalarını sağ­lamıştır. Bu, önemli bir fonksiyon gibi geliyor ba­na.

Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nınki bun lan daha ileri bir durum. Katkısının niteliği bence tartışmalı. Ama. özgün bir düşünürdür Yani, Turkiye sos­yalizmi tarihinde, sadece birtakım metinleri ak­tarmakla, ya da adapte etmekle, ya da birtakım somut durumlara uygulamakla yetinmeyip, al­dığı temel Marksist formasyon çerçevesinde bü­tün bir tarihi ve yalnız Türkiye’nin değil, dün­yanın birçok sorunlarını kendi kafasıyla yeniden düşünmek gibi zorlu bir çabaya girmiş biridir. De­diğim gibi, bunun sonuçlarının benim için do­yurucu olduğu kanısında değilim. Arna, en azın­dan bu çaba, önemli bir çabadır ve Türkiye’de bunu ilk yapan Hikmet Kıvımcımlı’dır. Doğru su, Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra aynı çapta, bu çabaya girişmiş çok fazla insan olmadı. Belki bundan sonra benzer bir şeyi bizim kuşaklardan beklemek mümkün olabilir. Ama, ara dönem içerisinde böyle bir özgün teorik çaba görülme­di.

Demin de söylediğim gibi, Doktor’da Türki- ye'li bir Marksist olma özelliği ağır basıyordu. Sonra Doktorculuk olayı yaygınlaştığında bu ta­rafın bir hayli abartılarak benimsendiğini ben bir­çok insanlarda gözlemledim. Yani, 70’leri alır­sak, Sovyelçılik var, çinçılık başlamış, bunlara karşı adeta yerli bir tepki gibiydi. Doklor’u be­nimseyenler açısından

Marksistler içinde Doğu kültürünü en çok bi­len de Doktor du . Kullandığı deyimler bunu gös­teriyor Osmanlı tarihini bilişi, sonra Arap lanhıni bilişi... Yanı yerli bir Marksizm tarafı ağır basıyor­du. I tıkat bu, kimilerince yedilikten öte milliyetçi bir şekilde alındı.

Buna rağmen, dediğim oTürkiye’li Maıksist- ler gibi, Doklor'un da gözlen hep Sovyetler’dey- di Bu, bütün o kuşakların ortak özelliğidir. Baş­ka luılü olmaları da çok zordu. Bu, sadece Türk­

iye'ye mahsus bir şeyde değildir. Bütün dünya­da 17 Devrimı'nin prestiji, herkesin gözbebeği gibi oraya bakmasına yolaçtı Doğrusu bu, Dok­torda da çok fazla değişmeyen bir olaydır ve en son Brejnev’e yazdığı mektupla noktalandı

Aıniı Doktor, Sovyetler’i hep bir nirengi nok­tası olarak alırken, onu kopya ..-irnedı. Meselâ, Mihri Belli daha fazla kopya etti TKP zaten baş­ka hiçbir şey yapınaJı Doktor, onun paralelin­den ayrılmamaya çalıştı, ama hep kendi kafd- sıyla bu şeyler düşünmeyi tercih elti. O bakım­dan da, hep yalnız adam oldu VP’ni kurarken yalnızdı Ondan önce, TKP deki olaylar da yalnızdı.

Doktor, Türkiye’deki insanlara oranla daha karmaşık bir insandı. Düzayak Sovyeıler'i benim­sediğin zaman, çevrende daha fazla insan top­lanıyor Yahut, gerillacıyım dediğin zaman, bir sürü adam seninle beıaber gerillacı oluyor. Dok­lor'un çevresi hep küçük kaldı O çevre ancak zaman zaman genişlemiştir.

Ama, meselâ MDD . Bu olay ilk başladığın­da ben TİP'liydım. Türk Solu çıkıyor. Aydınlık çıkıyor Duktor'un oralarda yazıları çıkıyor Baş­langıçta işte bir MDD muhalefeti vaı Biliyoruz, ta eski TKP’nden beri Mılıri Belli Doktor'la be­raber. Fakat, sonradan bakmaya başlayınca, A l­lah Allah, Mifırı Belli şunlau söylüyor, Doktor şunları söylüyor. Bunlar, çok dd aynı şeyler de­ğil. Ydni, aynı düşüncenin adamları değil bun­lar, belli koşullarda bir ittifak içindeler Bunu an­layabiliyorsun ve orada bakıyorsun önderliği uzun zaman Mihri Belli götürüyor Doktor, o cephenin içinde, aına yalnız, çevresinde az adamla.Ç.Yol— Doktor un yalnız biı kişi olduğundan

söz ettiniz ve bunu çevresindeki insanlardan da­ha karmaşık bir kaıakteıe sahip olmasına bağ­ladınız. Karmaşıklık sözcüğüyle neyi anlatmak istediğinizi biraz daha açar mısınız?

M.Belge — Sanırım. Türkiye'de. Doktor yaşadığı zaman bu yana, bugün dahi teorik me­seleleri basitleştirme eğilimi burada belki ihtiyacı desem, daha uygun olur sosyalisl kaJrolarda ağır basıyor Bu bakımdan, Doktor, geniş bir dü­şünce dünyası olan bir insan olarak yalnız kal­mıştı.

Bir de, bütün bu teorik meseleleıde bizim kad­rolar otorite ararlar Bit adam hır şey söylüyor­sa. hemen dipnotu koyup klasiklerden bir yer­den kayndk göstermeli ki. sözüne inanılsın Yani. Hikmet Kıvılcımlı ya da herhangi biri genel ola­rak Maıksizmııı orlak inalı olan şeyleri söylüyor­sa, mesele yok. Aıııa, o lıteıulürde olmayan baş­ka birşey söylüyorsa, o zaman insanlar hemen alarma geçerler, ya da böyle demiyeyim de. ih­tiyatlı bu tavır alırlar M arx. f.ngels, Leııin. Sta­lin gibi bir otoritenin onaylaması olmadan, man­tık düzeyinde o düşünceye akılları yatsa bile, be­nimsemekle güçlük çekerler Kıvılcımlı, ayrıca bir düşünce sistemi gelişinmiş ve keııdi düşün­cesine bağlı Düşünce dürüstlüğü de böylesım gerektirir. Yanı, «> da kendisinden ta v iz v e re c e k

hu adam değil. Böyle olum a birçok uısanııı ona karşı belli bir mesafeden lava alınası normal olu­yor,

Bunun dışında, keııdıın de şdhsen tanımadı­ğını için kişiliğimle de böyle bir yalnızlığı kaçı­nılmazlaştıracak özellikler var mıydı, bilemem. Aıııa,Doktor a yakın olmuş ve oııu çok seven insanlar biliyorum Herhalde, bu, Doktor'un ki­şisel özelliklerinden yelmiyordu diyebilirini Bir­likte hapis yatmış birçok insanlar vardı ki. onlar

20

Page 21: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

batta görüşlerini çok fazla paylaşırınsalar da se­verler ve saygı duyarlardı Ama. politik olarak böyle bir yalnızlığı hep yaşadı, hep tek başına oldu.

Ç .Yol — Gerçi şu anda anlattıklarınızı da doğ­rudan drrğruv/a ilgilendiren bir konu oluyor, ama bi'i’ı ilaha özel bir soru haline getirmek ¡«itiyorum. Gerek mücadelen kişiliğiyle ve gerekse eserle­riyle. bir aydm tipolojisi çizdi. Dr Hikmet. Siz de Türkiye'de aydın sorunuyla yakından ilgilenen bîrisiniz Sosyalist bir avdın tipi olarak Dr.H ik­met b ıkkında neler düşünüyorsunuz?

M.BeFge — Doktor, tam bir aydın, yani sol aydın. Sürekli düşünce üretimi süreci içeri­sinde yaşamış. Bu. aydınların genel özelliğidir diyelim. Aynı zamanda da hep bir siyasî prati­ğin içinde v > '-n Kollektivite arayışı içinde o l­muş. Bu da. sol ayılın olmanın bir özelliğidir Ayrıca. belki demin söylediğimi de buna ekle­yebiliriz. Belki bütün bunlar bir araya gelince, yal­nız olmak da biraz kaçınılmazlaşıyor O da bir ye*de toplumun entelektüel gelişmişlik düzeyi­ne bağlı Toplumun kendisi henüz oralarda de­ğilse. erken bir dönemde bu pratiğe girmiş bir insan, büyük ölçüde yalnız kalabiliyor. Doktor'da bunun şikâyeti de vardı. O "susuş kumkuması" diye sözünü ettiği olav vardı. Birşeylor araştıran, birtakım ürünler yaratan, bunıı belli bir iddiayla ortaya kovan bir insan, büyük bir sessizlikle kar­şılaşıyor Sanırım, yakın çevresinde de demin dediğim o ikircikli tavrı görmekten de rahatsızdı

Benim aydın konusunda çıkış noklamı büyük ölçüde Gramsri oluşturur, onun organik aydın kavramı Organik aydının oluşabilmesi, büyük ölçüde ona uygun bir paıti mekanizmasıyla mümkün Dr. Kıvılcımlı, hiçbir zaman o parti me­kanizması içinde olamadı Çünkü Türkiye'de o mekanizma olamadı. Bugün hâlâ yok. Dolayı sıyla, bireysel bir aydının düşüncel ürünlerini or taya kovabildi. Ama. o aydın özelliklerini bir kitle örgütünde, kesintisiz bir siyasî mücadele içinde başkalarıyla payiaşa-ak organikleştiremedi. Bu. tek başına Doktor un kaderi değil. Türkiye'de da­ha hiç kimseye nasıp olmadı. Ama, doğru yanlış her zaman düşündüğünü söylemiş, sonuna ka­dar tavizsiz savunmuş önemli bir aydm tipidir. Birçok Marksist aydında olduğu gibi, hayatın bü­tününe yönelmeye çalışmıtır. Yani, edebiyat ko­nusunda da. ekonomi konusunda da, tarih ko nusunda da bir söyleyeceği vardır. Marksist te­orinin global özellikleri Doktor'da da görülür.

Ç.Yol— Parti konusu açıldı. Vesileyle tarih­sel TKP'ni nasıl değerlendirdiğinizi sorabilir m i­yim7

olduğunu pek iyi anlayamadığımız birtakım gö­rüş ayrılıkları olduğu gözlemleniyor.

Bana Şefik Hüsnü nün bir mahkeme savun­ması ilginç ve anlamlı görünmüştü. Mahkeme­de Sovyetler Birliği ile ilgili bazı somlar sorulu­yor Kendisinin ve partinin Sovyetler Birliği’ne bağlılığı hakkında Şefik Hiisnij. burada çok açık ve nen iyse pervasız bir denilebilecek bir dille bu ilişkinin meşruluğunu savunuyor.

Soruların bir kısmı da Türkiye'ye ilişkin görüş­leri üzerine Orada Şefik Hüsnü bayağı ciddi bir Kemalist olarak ortaya çıkıyor. Yani, adeta mah­kemeden az ceza almaki çin “ ben de Kemalizm'­den çok farklı düşünmeyen biriyim“ diyen bir adam izlenimini veriyor Öbür tarafı olmasa, in­san böyle düşünebilecek. Halbuki, Sovyetler le ilişki konusuna gelince, adeta pervasız.

O zaman anlaşılıyor ki. mesele, yumuşak sa vuruna yapayım, ceza hafiflesin meselesi değil Gerçekten görüşler böyle, işte TKP'nde bu var. O zamanın koşullarında Türkiye'de tarihi bakım­dan ilerici hareket olarak Cumhuriyet Halk Fır- kası’nı benimsemiş olmak. İttihatçı çizgiyle böy­le bir yakınlık kurmuş olmak gibi özellikler.

Meselâ. Şevket Süreyya Partinin başında ver alan. Türkiye'nin de önemli bir düşünce adamı saymamız gereken biri. 20’lerde partiden ayrı­lıyor Ama. daha sonraki yıllarda Şevket Sürey­ya'nın savundukları, aslında TKP’nin savun­duklarından çok daha farklı değil. Yalnız, o bu­nu partiden çıkarak yapıyor TKP'liler TKP'li ola­rak aşağı yukarı aynı pozisyonları savunuyorlar.

Bunu ben, ölümünden az önce Şevket Sü reyya'nın kendisine sormuştum TKP'liyken sa- vunduklannla ondan sonra savundukların ne ka­dar değişti diye. Hiç değişmediğini söyledi. Bu­nu bir çeşit savunma olarak da söylemiş olabi­lir. Ama. aslında çok yanlış bir düşünce değildir.

Dolayısıyla 20’li. 30'1u yılların TKP'ne benim yönelteceğim temel eleştiri. Kemalizm'le arası­na yeterince mesafe koymaması. Kemalist şem­siyeyi tek taraflı bir aşkla kabul etmesi. Aynı aşk. Kemalistlerden onlara pek gösterilmemişti.

Bu. bir bakıma Doktorda da gözlediğim ve onu eleştirmeme yol açan şeylerden birisi.

Bir de. buna eklenecek darlık durumu, yani partiyi dar tuima tutkusu var ki. mesela Dok­tor. VP'ni kurarken en azından bunu kırmaya çalışmıştı. Yani, sızma tehlikesine karşı çok emin, sağlam adımlarla partiyi götürme. Bu çok da­ralttı işi. Daralttığı gibi, korkulan sızma tehlike­sini de önleyemedi. Her tevkifatta bir sürü ajan da çıktı partinin içinden

M.Belge — Bir bakıma ilginç. Türkiye'de TKP birçok Avrupa ülkesinden daha erken bir tarihte kurulmuştur. Buna rağmen, onlara gö­re çok daha az genişleme ve gelişme göstere­bilmiştir Kendi içinde de her zaman bugün ne

Dolayısıyla TKP, Türkiye’nin siyasî gerçekli­ği içinde belirleyici bir olgu olamadı. Ancak, şart­ların çok fazla değiştiği 1970’lerden sonra TKP adı bu kez daha değişik boyutlarda duyulur ha­le geldi. Tekrar etmek gerekirse, benim temel

eleştirim. Kemalizm'le kurulmuş ilişkidir. Türki­ye'nin elitleri dışına çıkıp gerçekten bir kitle te­m elinde yer almamasıdır.Ç.Yol — Doktorun 1935 lerle 40'lar arasın­da yazdığı bir dizi eser var: Yol. Kendisi bunu o zamanın MK'ne sunduğunu ve tezlerinin tar­tışılmadan lıasıraltı edildiğini söylüyor. Burada Dr.Hikmet. Kemalizmin burjuva toplumsal içe­riğini açıklarken, parti içindeki Kemalist etkileri de ortaya koyuyor ve bir dönem partiye ege­men olan “ Kemalizm kuyrukluğu"nu şiddetle eleştiriyor. Bu bakımdan. Yol dizisi. Dr.Hikmet çizgisinin Kemalizm’den tamamen bağımsız ola­rak şekillendiğini göstermektedir Oysa siz. Kı­vılcımlı açısından da bu bağların korunduğunu iddia ediyorsunuz.

Benim Doktor’da olumsuz yan olaral gördüğüm, vurucu güç teorisinden vazgeçmemesiydi. Onunla partiyi

birleştirmeye çalıştı. Temel mücadele pli partinin kendisinde değil, onun dışında h

M.B. — Bahsettiğiniz metm hilmediğim için tam birşey söyleyemeyeceğim. Renim bağların devamı olarak gördüğüm, bir kere 60'lardaki pratik Çünkü MDD, ciddi bir Kemalizm etkisiyle geldi Orada yine eski TKP çizgisinin etkisi gö­rünür. Doğan Avcıoğlıı ile bu kadar yakın dü­şebilmesi de o yüzdendi O cephenin içerisinde Dr.Kıvılcımlı da görünebiliyordu.

Bir de bunun dışında, 27 maviş olayında Dok- tor'un radikal kanat diye bir tarafı tutması, ki bun­lar İd lerdir. Sonra herhalde Doktor’un da bek­lentileri dışında, bunların bir kısmı MHP safları­na gittiler Zaten başından öyle olacak kişilerdi. Bir kısmıyla Solmazer gibi- Doktorun ilişkisi son­ra da devam etti ve orada da bir ortak Kema­lizm motifi vardı.

Bir de işte, ilerici subaylardan oluşan bir vu­rucu güç ve bir yandan da çelik çekirdek prole­ter partisi derken, ikili bir yapı öngörüyordu. MDD'den ayrılan önemli yanlarından biri, en azından o proleter partisini vurgulamasıydı Bu olumlu tarafı bence. Ama. o parti öyle mi olur­du. ayrıca tartışılabilir.

Fakat, bu olumluluğu belirtmek gerekiyor. Çünkü MDD o zaman. Demokratik Devrim o l­madan parti olmaz gibi bir tezle geliyordu. De­mokratik Devrimi de fiilen bir darbe olarak ta­nımlıyordu.

Benim Doktor'da olumsuz yan olarak gördü­ğüm. vurucu güç teorisinden vazgeçmemesiydi. Onunla partiyi birleştirmeye çalıştı. Temel mü- cade planını partinin kendisinde değil, onun dı­şında kurdu.

Ben. bunların Kemalist etkilerin sonucu oldu­ğunu düşünüyorum. Ama, tabii bunun insan­dan insana, teoriden teoriye değişen dereceleri var. Bir de. kuşkusuz bütün o tarihi yaşayan in- sanlann koşullanmalarının farklılığına dikkat et­mek gerekiyor. Kurtuluş Savaşı sonrasında ya­şamış insanlar için herhalde oldukça zordu. Ke­malist etkilerden sıyrılmak.Ç.Yol — Son olarak, söyleşiyi bağlamak an­lamında soruyorum. 12 Eylül'den sonra sosya­list hareket yeni bir yükseliş dönemine giriyor. Sosyalist harekette değişik teorik arayışlar gö­rülüyor. Bu momentle, gerek mücadeleci kişili­ği, gerekse teorik mirasıyla. Dr.Hikmet Kıvılcımlı bir çıkış noktası olamaz mı?

M.B. — Bence olamaz. Teorik bir çıkış nok­tası olamaz Ama, doğru dürüst yaşamış bir dev­rimcidir. O bakamdan her zaman örnektir. A n­cak, bundan sn m 2000'lere doğru Türkiye’de yeniden sosyalis br toparlanma sağlanacak, ye­niden ciddî bir örgütlenme olacaksa, çok daha radikal bir şekilde yeni öncüllerden yola çıkmak gerekiyor. Benim kanım bu

Page 22: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

YLE

Şİ

DOĞU PERINÇEK

Ç .Y O İ — Biliyorsunuz, Kıvılcımlı, ’69’da

yayınlanan “ Devrim Zortlaması” adlı eserinde sosyalist hareketi kuşaklara ayırarak incelemiş, burada sizin adınuı da en yeni sosyalist kuşak” içinde saymıştı. Bununla beraber siz belli bir si­yasi akımın temsilcisi olarak da Kıvılcımlıyla mu­hatap oldunuz. O ’nun özellikle tarih konusun­daki görüşlerini eleştirdiniz. Kıvılcımlı'yı tanımış ve onunla siyasal anlamda muhatap olmuş bir kişi olarak, onun sosyalist mücadeledeki yerini ve kişiliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve ana hatlarıyla Kıvılcımlı’ya yönelik eleştirileriniz ne­lerdir?

D.Perİnçek— Sanıyorum, bu değerlen­dirmeyi Aydınlık dergisi nedeniyle yaptı. 1967 Kasım'ında Aydınlık Sosyalist Dergiyi çıkarmaya başladık. Kurucular arasında benimle birlikte Şa­hin Alpay ve Vahap Erdoğdu da vardı. ASD,

* Türkiye’de önemli bir teorik çıkıştı; ’60’ların so­nuna doğru ciddi bir teorik çaba olarak değer­lendirilebilir ve İ2 de bırakmıştır. Kıvılcımlının ye­ni sosyalist kuşağın temsilcisi olarak benden, Va- hap’tan ve Şahin'den söz etmesi sanınm bu teori çabasına verdiği önemden ileri geliyordu. O sı­ralar eski gelenekten gelen devrimci çevrede ve sosyalist gençlik hareketinde bir yerim vardı.

Kıvılcımlı, bütün hayatı boyunca bir teorik İnşa çabası içinde oldu. Tarihin derinliklerine inerek Türkiye’nin somut gerçeğini analiz etmeye çalıştı.

“Kıvılcımlı ntn bize bıraktığı nedir?” diye bir so­ru ortaya atıldığı zaman, uzun bir dogmatizm dö­nemi boyunca Türkiye solunun çok ağır düşünce yaraları aldığını düşünürsek, onun somut ger­çeği kavrama çabasının altını çizebiliriz Kıvılcımlı, teoriden hiçbir zaman geçmişteki birikimi aktar­mayı anlamadı. Teoriden hayatın ya da gerçe­ğin kendisini sistemli bir şekilde tahlil etmeyi an­ladı. Bunu yaparken, ortaya koyduğu görüşler doğru veya yanlış olabilir, bu ayrı bir sorun. Be­

nim itirazlarım var Bu itirazları 1971 yılında Ta­rih Tezi'ııi eleştirerek ortaya koymuştum. Tür­kiye Solunda Türkiye gerçekliğini tahlil etme ça­baları maalesef son derece güdük kalmıştır. Onun için ben, Kıvılcımlının orijinalliği vurgu­lamasını bir esin kaynağı olarak görmek taraf­tarıyım. Ama bu orijinallik fazla orijinal olmuş, ayrı sorun. Bu tür çabalar olacak, bunlardan ya­rarlanacak ve daha olgun teorilere ulaşacağız. Kaldı ki, Kıvılcımlının kitaplan, insanı düşünme­ye. tartışmaya, kendi görüşlerini ve geçmişten devraldığı mirası eleştirici bir gözle değerlendir­meye tahrik eder.

Özellikle 12 Eylül dönemi yaşandıktan sonra Kıvilcımlı’nın bir başka özelliğini de hiç unutma­malıyız: Baskılar, zulümler, dalgalanmalar, sav­rulmalar ortasında. Kurtuluş Savaşı yıllarından son nefesini verdiği ana kadar yanm asır emekçi davasını eğilmeden, bükülmeden dimdik ayakta kalarak savunabilmiş bir insan. iktidara karşı bir emekçi muhalefetini, sosyalist bir başkaldırıyı pratiği ile de yaşatmış ve bu bakımdan bizlere örnek olmuş bir insan. Bir rüzgârın ya da bir dal­galanmanın emekçi saflarına getirip bıraktığı bir aydın değil, o safların bir insanı olmuş.

Güçlü bir kişiliğ&ardı. insanlarla yüzyüze iliş­kilerinde son derce terbiyeli ve saygılıydı. İnsa­nı severdi. Kendisinden çok genç olanlarla bile eşitçe konuşurdu ve sanıyorum bunu da olduk­ça içine sindirmişti. Ama, yazdıklarına gelince, orada Kıvılcımlı'nın çok hırçınlaştığı, sosyalist­ler arasındaki ilişkilerde olmaması gereken ağır sözlere başvurduğu, kişisel suçlamalara yönel­diği de olurdu. Bunları, onun ölçülerinin de dı­şına taşan, belki kendini tutamayarak yaptığı po­lemikler olarak değerlendirebiliriz. Ama, görüş ayrılıklarının bireysel sürtüşmelere dönüştürül­mesi, eski sosyalistlerde çok görülen bir davra­nıştı.

Kıvılcımlı’nın hayatı haksızlıklara karşı boğuş­makla geçti. Burjuvaziden zulüm görmüş, dev­letten görmüş. Ama, Kıvılcımlı’nın kafasındaki teori bu haksızlıkları açıklıyabilir. Onu hiç kim­se değiştirememiş, yolunu kararlı olarak sürdür­müş.

Sanıyorum, Kıvılcımlıyı sosyalistler arasındaki ilişkilerde karşılaştığı olaylar da son derece et­kilemişti. Kendisini hep haksızlığa uğramış bir in­san olarak hissederdi. Kendi teorik çabalarının hakkının verilmediğini düşünüyor, ürünlerinin kenara itildiğini görmezden gelemiyordu.

Kendisine haksızlıklar yapıldığı düşüncesinin psikolojisinde de sağlıksız gelişmelere yol açmış olduğunu görüyoruz. Dünyadan giderken, son defa geçmişe bakarak değerlendirmeler yapıyor ve kendisinden başka kimseyi ayakta bırakmıyor.

Kıvılcımlı'nın o yazdıklarından son derece ka­ramsar bir manzara çıkar. Ben, o kadar karam sar bir geçmiş olduğunu düşünmüyorum. O yaz­dıkları da daha önce söyledikleriyle çelişir zaten Neden?

Reşat Fuat’ın ölümünden sonra 1968'de Türkiye Solu dergisinde yayınlanan yazısını oku­yalım, bir de üç yıl sonra ölümünden birkaç ay evvel yazdığ anılarını, arada çok zıtlık görürüz Gene Türk Solu’nda kendisini en eski sosyalist

kuşak içinde sayar. Reşat Fuat ve Nazım Hik- met’i de eski sosyalistler arasına koyar. Örne­ğin orada bir değerbilirlik vardır Nazım Hikmet, Kıvılcımlı’nın çok eleştirdiği ve kızdığı bir insan­dır. Birlikte yargılandıkları “ Donanma Dava- sı’ ndan kalan bazı olaylar d a var. Ama Türkiye Marksizmi tarihinde kimler vardı diye soruldu­ğunda. Kıvılcımlı olaya objektif bakar. Nazım H ikmet’e karşı tavrı ne kadar cepheden ve sert olsa bile, o büyük şairi marksist hareketteki ye­rine koyar.

Aslında ben, Kıvılcımlı’nın hayalında büyük bir trajedi görüyorum. Kıvılcımlı, filme alınacak, romanı yazılacak bir insandır. O’nu çok iyi anlı- yabiliyorum. ölümünden sonra da bunu düşün­düm. "Türkiye Solu’ndaki bu trajedinin kökü ne­dir?" diye.

Fikir ayrılıklarının çok kısa bir süre sonra kar­şılıklı suçlamalara dönüşmesine dünya Marksist pratiğinde de rastlıyoruz, örneğin, Stalin- Buharin tartışması. Biri göreli doğru olmakla bir­likte, hiçbir zaman düşmanla emekçiler arasın­daki bir çatışma değil, işçi sınıfının içinde, sos­yalistlerin kendi aralarındaki bir çatışmaydı bu. Ama, 1937 yılının Pravda'larında Buharin, emperyalist ajanı olmakla suçlanır. Yani, Tür­kiye'deki trajedinin dünya marksist pratiğinden gelen kökleri var.

İkinci olarak, Türkiye marksist hareketi işçi sı­nıfı yığınlarıyla esaslı bağlar kuramamış ve 1960’lara kadar sınıfsal bir harekete dönüşeme- miş. Bireysel kayıkçı dövüşlerinin (Kıvılcımlı böy­le derdi) bu ortamda cereyan ettiği görülür. Ama, ne yazık ki, bu deyimi çok sık kullanan Kıvılcımlı da zaman zaman kayıkçı dövüşleri için­

de olmuştur.Ama, ben Kıvılcımlı’yı başka ilişkiler içinde de

gördüm, örneğin, Mihri arkadaş ile konuşur­ken... Kıvılcımlı üçüncü şahıslardan son dere­ce nazik bir dille söz ederdi. Aybar'dan da. An­cak, yazmaya gelince, bazı hırçınlıkları olmuş­tur. Bu hırçınlıkların nedeni, ona yapılan hak­sızlıklar olabilir. Bu, bize dünyadan bulaşan bir hastalık.

Uerçi, o dünyadaki teorik gelişmelere eleştirel bir gözle bakmıştır, hemen dolma gibi yutma- mıştır. Örneğin. Stalin’den hiçbir 2aman bir pey­gamber gibi söz etmezdi Stalin'i teori yapan bir insan ya da bir eylem adamı olarak görür, bir arkadaşından söz edermiş gibi onu rahatça eleş­tirirdi. Bir yandan uluslararası teoriyi böyle ra­hatça eleştiren ve onu dogmatizme düşmeden algılayan bir bakışı vardı. Bir yandan da, dün­ya marksistleri arasındaki çelişmelerden ve olum­suz ilişkilerden etkilendi sanıyorum.

Kıvıkimli, iıem kişisel olaıak haklin sınıflarla kavga içinde, hem de ortaya çıkan bazı legal sos­yalist akımlar tarafından dışlanmaya çalışıldı Bu, büyük bir hatadır ve Türkiye yeniden böyle ha­talarla karşılaşacaktır.

Bugün Türkiye'de mahkum edilmiş binlerce sosyalist var. Bir sosyalist akımın onları dışlaya­bilmesi güç. Ama o zamanlar, parmakla göste­rilecek kadar azdı. Statüko içinde sosyalizm yap­maktan hoşnut olanlar, " sicilli” denen, mahkûm edilmiş devrimcileri dışlıyorlardı. Kıvılcımlı ve

Page 23: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

M.Belli, bunlara çok tepki gösterdiler.Kıvılcımlının da. M.Bellinin de. teoriye ve ha­

yata bakışta başka bir ortak yanları vardı. Dog­matik insanlar değillerdi. Her ikisi de toplum­dan belli kopuklüklar içinde olmuş olabilirler, ama yöneliş İtibariyle o günkü toplumun gerçek­liğini anlamaya önem vermişlerdi. Yani, bu iki insanı Lenin'den Mao'dan alıntı getirerek ikna edemezsin. İkna etmen için Türkiye'nin toplum­sal gerçekliğine ilişkin kanıtlar, muhakemeler ge­tirmen gerek.' Onlar, dünya sosyalizm deneyleri arasından

ömek bir'ınodel kabul etmeyen bir tavır içindey­diler. Evrensel teorik mirasa sarılmakla birlikte, Türkiye'nin özgünlüğünü de vurgular ve bu öz­günlüğüne uyan programlar geliştirilmesinden yana olurlardı.

Bu benzerlikler listesi daha da uzatılabilir bel­ki. Kıvılcımlı isterse M.Belli yi eleştiren 500 say­falık bir yazı daha yazsın, bence bu iki insanın temsil ettiği görüşler, tek bir parti içinde olabile­cek görüşlerdi ve gerçek bir parti de bence böyle olur Ama nedense ikisi de bu konuda pek İş­lekli davranmadılar.

Ç.Yol — Ben burada, ileri sürdüğünüz ge­rekçeye katılmamakla birlikte. Kıvılcımlı'nın de­mokratik devrim görüşünü savunan güçlerin tek bir partide birleştirilmesi doğrultusundaki çalış­malarını hatıriatmak istiyorum. Sosyalist Kurul­tay önerisi ve "Anarşi Yok Büyük Derleniş” bro­şürü bunun ürünü oldu. Yani, Kıvılcımlı’yı böyle bir sorumluluk altında bırakmak ioğru değil.

D.Perinçek — Kıvılcımlı’nın Sosyalist Kurultay önerisi, çok doğru ve güzeldi. Çözüm, sosyalistlerin bir araya gelip program ve teori me­selelerini birlikte tartışmayı denemelerinden ge­çerdi Ama yalnız bunu önermek yetmiyor. Bu­na yatkın ve istekli olmak, karşı tarafın evet demesinden sevinç duymak gerekirdi.

Bu önerinin işin anahtarı olduğunu kabul edi­yorum. M. Belli'nin bu öneriden hoşnut olma­dığını da hatırlıyorum. M. Belli, biz Aydınlık'ta ^Sosyalist Kurultay’ı destekleyince “ Bunu Kıvıl­cımlı söylüyor durun bakalım, biz aramızda ko­nuştuk mu. tartıştık mı" gibi bir itirazı olmuştu.

Burada, M Belli'nin haklı bir yanı da olabilir. Onunla tartışarak bunu yazmak gerekirdi. Ama, önerinin kendisi doğru olduktan sonra ortaya ge­tirilişindeki kusur pek önemli sayılmayabilirdi. Ancak, soğuk bir yaklaşım vardı, gönüllü değil­lerdi

Ç.Yol — Dr. Hikmet, zorluklarla dolu bir mücadele hayatı yaşadı. Gerisinde tarih, eko­nomi. politika vb konularında yazılmış çok Sa­yıda teorik ürün bıraktı. Biraz önce, önümüz­de yeni bir dönemin açıldığından söz ettiniz. Bu dönem içerisinde bu mirasın tartışma gündemine sokulması ve ciddi bir hesaplaşmaya gidilmesi

Türkiye sosyalist hareketinin zenginleşme­sine ne gibi katkıları olacaktır.

D.Perinçek — Kıvılcımlı'nın yazdıkları­nın çoğu, sanıyorum yıllar sonra da basılacak ve okunacak, kalıcı çalışmalardır. Demin de söy­lediğim gibi. Kıvılcımlı'nın kitapları, düşünceyi tahrik eden, fikir zeı.Jnliği getiren ve tartışma­ya renk katan eserlerdir. Ben onlara büyük bir emeğin ürünü ve teorik çaba olarak bakarım.

Türkiye'de 1980 öncesinde toplaşan en az yüz tane fraksiyon dergisi çıktı. Bunlardan geriye kaç sayfa kaldı? Bugün hiç kimse “ Şurada da şöyle bir makale çıkmıştı, gideyim şunu bir daha okuyayım" demez Böyle diyeceği makale çok azdır, en iyimser değerlendirmeyle.

Kıvılcımlı, örneğin, strateji, taktik, devrim ko­nularında birçok şeyler yazdı. Bunların arasın­da işin elifbasını öğretenler de vardır. Eğer, *80 öncesinde sol gruplar, bunları birazcık okumuş olsalardı, yaptıkları hataların birçoğundan kaçı­nabilecekleri. Gerçi, bunların çoğu Lenin'de de. Stalin'de de var. Ama. diyelim onları oku­madılar, Türkiye li bir teorisyen olarak Kıvılcım- lı'nın vazdıklannı okusaydılar. birçok hatalar belki de hiç yaşanmayacaktı.

Ben. bu noktada '“ hesaplaşma" kelimesini doğru bulmuyorum, değerlendirme diyelim. Kı­

vılcımlı'dan öğreneceğimiz ve eleştireceğimiz çok şeyler var.

Kendim de Kıvılcımlı’dan birçok şeyler öğren­dim ve Kıvılcımlı’yı eleştirdim. Kıvılcımlı’nın o r­du ve devlet teorisi üzerine Proleter Devrimci Aydınlık’ta çıkan yazılarıma o da cevaplar ver­di. O eleştirilerimi bugün yeterince olgun gör­müyorum. Bugün yazsaydım, daha derinleşti­rip olgun hale getirirdim. Ama ana hatlarıyla doğru görüyorum. En doğru noktası da şurası:

Kıvılcımlı. 1960’lı yıllarda Türkiye’nin tarih­sel gelişmesinde orduya bir vurucu güç rolü yük­lerken. buna tarihsel kökler, dayanaklar da ge­tirdi. Kıvılcımlı, tamamen devşirme güçlerle oluş­turulan Yeniçeri ordusuna Türk kabile askerili- ğiniıı içinden çıkmış, demokratik bir rol yükler.

Osmanlı Devleti gibi sınıflaşma temelinde ku­rulan feodel devlette (İsterseniz feodal demeyin, o kadar önemli değil, ama devletti, devlet de sınıflara aynlmayla ortaya çıkar ve ezen bir sını­fın devletidir.) orduyu kabile savaşçılığına bağ­ladı. Kabile savaşçılığı ile Osmanlı ordusu ara­sındaki kopukluğu görmedi. Osmanlı ordusu, kabile ilişkileri ezilerek kurulmuştur. Halktan kopmuş, ayn bir ordu. Kabile savaşçılığı ise bam­başka bir şey. eli silah tutan herkesi, yani hal­kın bütününü kucaklıyor.

Kıvılcımlı, kabile savaşçılığını, “ Alpler, llbler” diyerek Osmanlı ordusunda da sürdürüyordu. Dahası kabile savaşçılığını uzatıp Cumhuriyet or­dusu içerisinde de sürdürdü. Oysa ikinci bir ko­puş daha olmuştu. Cumhuriyet devrimi de Os­manlI'dan bir kopuş.

Osmanlı devletini, sınıf mücadelesi ve sınıf çe­lişmeleri temelinde değil, sınıflararası bir uzlaş­ma temelinde açıklıyordu. Dışsal, biçimsel, hu­kuki görünümlere çok büyük bir rol veriyor. Os­manlI devletinde olsun, İslamiyet'te olsun, top­rak mülkiyetinin hukuken Allah’a ve oradan da kamuya ait olduğu şeklindeki biçimsel açıklama- lan, gerçek mülkiye! ilişkileri gibi görüyordu. Oy­sa. bu toplumlardaki gerçek üretim İlişkilerine baktığımız zaman, köylünün el emeği olan artı ürüne el koyan bir hakim sınıf görüyoruz. Kıvıl­cım lının tarih teorisi, bu gerçeği gözardı eden bir sınıf işbirliği teorisiydi.

Bu eleştirilerim ona çok dokundu, çok kızdı. Onca sınıf kavgası vermiş bir insanın tarih teo­risine “ sınıf işbirliği teorisi" denmesi çok gücü­ne gitmişti.

Türkiye'nin belli başlı teorisyenlerinden biri­sidir. ama Kıvılcımlı'nın dünya çapında. Mark, Engels, Lenin gibi ustalardan sonra geldiğini id­dia eden görüşlere katılmıyorum. Ancak, hayat sürekli değişip ilerlediği, insan bilgisinin hamlık­tan olgunluğa doğru geliştiği için büyük teoris- yenlerin bile çok yanlış, gerçekle bağdaşmayan yaklaşımları olabiliyor. Marx da hata yapabili­yor, Lenin de, Mao’da. Kıvılcımlı niye hata yap­masın? Onun için Kıvılcımlının düşüncelerine karşı bir hesaplaşma anlayışı içinde değil de, ger­çeğe bağlı insanlar olarak Marksist bir değerlen­dirme kavrayışı içinde yaklaşılması gerekir.

Kıvılcımlı'nın sınıflara aynlmış köleci toplum- larda ortaya çıkan tıkanıklıklann, toplumun kendi iç dinamizmiyle mevcut üretim ilişkilerini bir dev­rim yoluyla bertaraf edememesi halinde, henüz sınıflı topluma yükselmemiş barbar toplumlann dışlan gelen darbeleriyle bir barbar akını olarak kendilerine çıkış yolu bulmalanna ilişkin görüş­leri. az-çok Engels te ve başka tarihçilerde de var. Ben. bunların çok orijinal görüşler olduğunu dü­şünmüyorum. Ama. Kıvılcımlı, Ortadoğu’nun tarihini analiz etti, buradan canlı, güzel örnek­ler getirdi. Bu anlamda, mutlaka bazı katkılan olmuştur.

Şu da var: Hikmet Kıvılcımlı, kitle insiyatifini ve devrimci mücadeleyi selamlayan bir insan­dı O yüzden, '60 sonrası gençlik eylemlerini çok büyük bir coşkuyla karşıladı Gençliğin ve kitle­lerin harekete geçmesi. Bunlar eski Marksistle- rin susadığı olaylardı. Onlar, çok zor koşullar al­tında işçilere, emekçilere seslenerek ortaya atıl­mışlar, ama o yoksul, emekçi kitleler, çok uzun yıllar onlan duymamış, “ Sizin için dövüşüyoruz"

dedikleri insanlara duyuramamışlar seslerini. Bu da bir trajedidir. Kıvılcımlı'nın üzerinde de bu tra­jedinin izlerini görebiliriz.

Kitle hareketleri. Kıvılcımlı'da bir pınara ka­vuşma isteği gibi bir özlemdi. Ama. bir yandan da Kıvılcımlı'da kitlelere karşı geçmişten kalan tortu halinde bir güvensizlik de vardı. Kitleler, uzun yıllar boyunca harekete geçmemiş, ama o hep kitleleri harekete geçirmeye çalışmış.

Bu izlerin Kıvılcımlı'nın askerlerden gerçekçi olmayan beklentiler içerisine girmesinde etkisi olduğunu görüyorum. Uzun yıllar kendileri için mücadele ettikleri emekçiler onlarla beraber ol­mamışlar. “ Biz ömrümüzde hiçbir değişiklik gör­meyecek miyiz? Ölmeden bir şeyler görelim" psi­kolojisi içine girmişlerdi.

Kıvılcımlı teoriden hiçbir zaman geçmişteki birikimi aktarmayı anlamadı. Teoride hayatın ya da gerçeğin kendisini sistemli bir şekilde tahlil etmeyi anladı. Bunu yaparken, ortaya koyduğu görüşler doğru veya yanlış olabilir,

bu ayrı bir sorun.

'70'lere doğru Türkiye’de sınıf mücadelesi kes­kinleşiyor ve bir hesaplaşmaya gidiyordu. Kıvıl­cımlı, gönlünde yatanı gerçeklerin yerine koy­mak durumunda kaldı. Bu, biraz da hayatının sonuna yaklaşmış bir insanın ruh haliyle ilgili­dir, sanırım.

“ Ordu kılıcını attı" diye bir başlığı vardı Sos­yalist dergisinde. Aslında o, Kıvılcımlı'nın gön­lünde olan bir şey. Ama, Kıvılcımlı şunu görü­yordu. O gün emekçilerle hakim sınıflar arasın­daki bir hesaplaşmada emekçilerin üstte kala­cağı bir kuvvet ilişkisi yoktu. Kıvılcımlı, buralar­da gerçekçi bir adamdır, hayalperest değil. Emekçilerin gücü ne? Burjuvalann .e toprak ağalannın gücü ne? Bun lan gerçeğe yakın gören bir insandı.hayale kapılmazdı Ama, bir 27 Mayıs modeli vardı. Genç subaylar, ordu hiyerarşisi­ne karşın genelkurmay başkanlannı falan içeri tıkarak bir darbe yapmışlardı. O darbe, bir orta burjuva hareketi olarak halk hareketinin önünü açtı ve olumlu bir rol oynadı. Acaba, bu bir kez daha olabilir miydi 1970’de? Kıvılcımlıya bu soru biraz heyecan verdi.

Falanca subaylar kendi aralarında toplanıyor gibi haberler geliyordu. 12 Mart darbesini ya­pan hiyerarşi dışında, bazı askeri cuntalar oldu­ğu, yaşayanlarca daha sonra açıklandı. Onla­rın Kıvılcımlı'yla da bazı dolaylı bağlantıları var­dı. Kıvılcımlı’nın teorisi, darbeciliğe ışık tutan, ta­rihin bu şekilde değiştirilebileceğine prim tanı­yan bir teori olduğu için, '71'e doğru bazı genç subayların sempatisini kazanmıştı. Orada Kıvıl- cımlı’nın özlemi şudur: Acaba bunlar kılıçlannı düğümün üzerine vururlar da toplumun ufku­nu açabilirler mi? Bu darbenin sol kanadına Marksistler de yapışabilirler mi?

Ama bunların yanında Kıvılcımlı, her tarihsel olanağı emekçilerden yana değerlendirmeye ça­lışmıştır. Örneğin 1960 olayı olmuş, oturmuş Milli Birlik Komitesi’ne bir mektup yazmış, bir program sunmuş, öneriler yapmış. Yani, onlar burjuvazidir, burjuva ordusudur, burjuva ordu­su kötüdür, bunlar olsa olsa düşmanlık yapar... gibi kaba ve ham düşüncelere sahip olmayan bir marksistti Kıvılcımlı. Kendisi de bir yerden bir şeylere müdahale edebilir, katkı yapabilir ya da etkileyebilir mi? Böyle düşünmüştür ve bu ka­darı genel bir pozisyon olarak yanlış değildir.

Sonuç olarak. Kıvılcımlı önemli bir insandır. Bir zaman sosyalist harekette çok yanlış anla­yışlar, köksüzlükler yaşandı. Herkes hareketin kendisiyle başladığını zannetti. Ama. geçmişten kuvvet alamadığı ve geçmiş köklere bağlanma­dığı için onların geleceği de olmadı. Geçmişi ol­mayanın geleceği de olmaz. Burada, geçmişi­mizde bulunan bir insan olarak Kıvılcımlı, gele­ceğe bakmamız için bir vesile oluyor.

23

Page 24: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

CO­LLI

OCO

RASİH

i

R.N.İ. — Sondan başlayarak konuşmak is­

tiyorum. Birden cenazesi aklıma geldi Biliyor­sunuz, devlet terörü dönemindeydik. Küçük bir cami. Şimdi hatırlayamayacağım, 20 kişi var idiysek, 40 tane de polis vardı. Dışarda da üç- dört askeri kamyon ve polis aracı duruyordu.

O sırada Reşat Fuat’ın cenazesini hatırladım. Şişli Camii’nin avlusundaydık. “ Haydi Rasih’’ dedi, “ sata girelim." "Safta ne işimiz var” de­dim. “ Bırakın" dedi “ bu küçük burjuva radika­lizmini. Bizim geleneğimiz ölçülerimizin ardın­dan musalla taşı karşısında safta durmaktır. Bu­nun dinle alakası yok, Türk geleneğidir." Bunu söylerken, yanımızdan Mihri Belli geçiyordu. "Bak, Doktor ne söylüyor" dedim. “ Doğru söylüyor" dedi. Safa girdik

Ertesi gün Tercüman gazetesinde bir yazı çıktı. “Komünistler elleri kıçlarında safta duruyorlardı” diye. Altta da bir fotoğraf.

Doktor’un asıl özelliğini unutmamak lazım. Türkiye’de poliste ifade vermeyen az kişi vardır. Doktor, bütün hayatı boyunca ifade

vermemiş kişidir. Sorgu yapılacağını anlayınca, çok defa kendisi hücuma

geçermiş.

Ondan, Doktor’un bu saf hikâyesini biliyorum. Gittik, safa girdik. Hayatımda çok cenaze nama2i gördüm, ama böylesini görmedim. Bekliyoruz, dini merasim yapılacak. İmam “ haydi" dedi, “el- tatiha” , işte bu kadar. Başlangıcıyla sonu bir o l­du. İmam bizi oradan kovalar gibi söylendi: "Haydi, ne bekliyorsunuz, gidin." Gidelim.

Sadece Elfatihalı bir cenaze namazı görme miştirn. Duası gereken merasim yapılır, merhu­mu nasıl biliyorsunuz, hakkınızı helâl edıyormu- sunuz denir...

NURİ İLERİ

Mezarlık çok yakındı. Beş-altı kadın, beş-on erkek, vasıtalara bindik. Cenaze arabası önde, trafi arabası, polis arabaları, askerî kamyonlar arkada, gittik. Burada daha da garibini yaptı imam. “ Kaldırın kapağını" dedi Kapağın üstün­de cam var, Yugoslavya’dan gelirken ustu camlı bir tabuta koymuşlar. Kapağı kaldırdık. “ Herkes gelsin, görsün"; imam söylüyor. Baknk tabii. Ke­fensiz, elbiseli, Yugoslavya’dan getirildiği gibi "Gördünüz, tamam" dedi imam "Haydi kapan­dı, gidin bakalım” dedi.

Şimdi, Doktor hakkında konuşmak zor. Epey kızgınlığım, kırgınlığım da vardı arkadaşlara Öl­dükten sonra iki kitabını çıkardılar Anılan Beni çok rahatsız etmişti. Basanlar iyi yapmadılar. Bu kitaplardan birinde kişiler hakkında aşağı yuka­rı hepsi aynı günde yapılmış yüz sayfalık bir in­celeme var. Bu incelemenin sonunda da çok il­ginç birkaç cümle geçiyor:

“ Hepsi mi polis bunların? Bir ben mi kalmı­şım? Bu soru, hele sonuncusu kanser ağrısı gi­bi canımı yakıyor. Elli yılın bilançosu. Bir ben mi ayaktayım, varım. İnsan kendi kendine pa- ■ anoıd olmasından kuşkulanıyor.”

Bu anıların neden yazdığı belli. Yapılan şey korkunç. İsmail Bilen'in yaptığı Bulgaristan'dan soruyorlar partiye, “ Böyle bir adam geldi, ne dersin" diye. O da cevap veriyor: “ İhraç edil­mişti.” Ağır hasta ve idamdan aranan yaşlı bir lider, sosyalist bir memlekete gidiyor ve oradan, "Sen ihraç edildin” diye hudut dışı ediyorlar. El­bette bunun acısı kolay değil, kanserin acısı ya­nında. Bunları o vakit yazmış Oysa ben bir ih­raç olayına da inanmıyorum, yok öyle şey.

Bir şey daha var, onu da söyleyeyim. Vatan Partisi tevkifatından dolayı hapiste yatıp çıktık­tan sonra gidip gördüm. “Anılarımı yazmayı dü­şünüyorum. Fakat, baktım bu sıralarda Marksist yazılar çıkmaya başladı memlekette. Birçok da saçma sapan şeyler söyleniyor. Anıları yazma­nın zamanı değil, daha önemli şeyler yazmak za­manıdır diye anıları bir tarafa bıraktım. İhtiyarlayınca, yapacak eylemim kalmayınca anı­larımı yazarım diye düşündüm” dedi

Benim bu anılarda üzüldüğüm şu: Önde gelen üç kişiden yani Dr. Şefik Hüsnü. Baytar Cevdet ve Küçük Haşan dediği Haşan Alı Ediz’- den tutun da Reşat, Hüsam, İsmail, daha son­ra Zeki, 146. sayfada söylediği gibi hiç kimseyi ayakta bırakmıyor. Ee bu kadar ağır konuşmak gerekli miydi, bunları basmak gerekli miydi? Emin değilim. Bunları belki o vakit yazmıştır ama, zannederim ki, Doktor bunları basmak ka­rarını alsaydı, bu şekilde basmazdı Oysa Nazım’) eleştirdiği halde çok da severdi. Nakledilen olay da yanlış.)

Doktor'un asıl özelliğini unutmamak lazım. Türkiye’de poliste ifade vermeyen çok az kişi vardır. Doktor, bütün hayatı boyunca ifade ver­memiş bir kişidir. Hiç unutmam, boyu bosu da yerındeydi. öotgu yapılacağını anlayınca, çok defa kendisi hücuma geçermiş. Girişip de yum­ruklaşmaya başlanıldığı vakit bayıltıyorlar insa­nı, başka çarekri yok. Bayıltınca da pek işken­ce yapamıyorlar. O yöntemi kullanmış.

Kendisi de hatıratında, "22 yıl hapisle kaldım” diyor. Bu haki, ilen Türkiye’de bir rekordur Re­şat Fuat’ın top.u hapislik süresi 12 senedir Dok tor'unki 22 s, ııe Bunun olumsuz yanı da ol­du. Çok önemlidir. Doktor o dönemlerde bir­çok faaliyetime katılamadı. Örneğin, Emekçi Partisi nde yo.-rlu. Ondan sonraki birçok örgüt­lenmede yokıu Hele şu Nazım Hikmet’le bir-

lıkte tutuklandıkları '38 olayından sonra çok uzun bir dönem hapiste kaldı, bu süre onun en faal olabileceği dönemdi.

Ama, gerçekten son derece çileli bir hayat. Kendisinin bana anlattığı bir hikâye vardı. D i­yarbakır’a çağırıyorlar anasını, ifade almak için. İhtiyar kadını Diyarbakır'dan İstanbul’a kadar jandarma karakolundan jandarma karakoluna teslim ederek yolluyorlar Yüzlerce kilometre meşale. Bunu haklı çıkartabilecek hiçbir maze­ret olamaz.

Başka bir olay... Türk Solu dergisini çıkarı­yor uz. Bir yazı yazmış, yazı bendedir liâtâ Şevki Akşit “ Bunu nasıl basalım” dedi. Ezbere söyle­yemeyeceğim, ama gerçekten basılamayacak bir yazıydı. İki bacağı arasında bilmem nesi, bilmem nasıl sarkan bir eşekten bahsediyor ve hükümeti de ona benzetiyor. Müthiş bir teşbih yapmış. Basmak olanağı yok. Ne yaparsan yap, basıla­cak gibi değil.

Canım Doktor, hakikaten bu tarz şeyler de ya­zıyordu Yazdıklarında çok garip deyimler de kullanılıyordu. Konuşurken katiyen öyle bir ta­rafı yoktu. Neden öyle yapıyordu, bilmiyorum. Öneri olarak ortaya atacağım: Doktor’un kitap larını yeniden yazmak lazım Ama, ona sadık kalmak şartıyla aykırı kelimeleri, bazı ecnebi de­yimleri Türkçeleştirmek lazım. Nasıl kı, Aıatürk'- ün Nutku Türkçeleştirildi, bence Doktor’un ki­tapları da gözden geçirilebilir. Buna hakkımız var mı, yok mu bilmiyorum.

Doklor’dan bahsederken, Kerim Sadi’yi ha­tırladım Aralarında, biliyorsunuz, bir basın olayı vardı. Doktor bir kitap yazdı. Marksizm Kalpa­zanları No 1 diye. No: 2 ’de Nazım Hikmet ola çaktı. Bu No l ’dc Kerim Sadi bir cevap yazdı: Marx-Engels-Lenin Enstıtüsü’ne Açık Mektup Şimdi olay ne? Doktor, Kerim Sadi’nin fikirleri­ni sapmayla suçluyor Ardından Korun Sadi ce­vap veriyor. Açık Mektubunda, kısa bir broşür­dür. ‘Ey Marx-Engels Enstitüsü yöneticileri! Söy­lediklerimi sizden tercüme eltim Bu adamı yo­la getirin. Bana değil, size sataşıyor" diyor

Gerçekten, Kerim Sadi’nin huyuydu, çok ya­pardı. başkasından alır, imzasıyla çıkarırdı Ens- liıü'nün falan yazısından çevirdim demezdi. Doğ­rudan doğruya basıp, üstüne Kerim Sadi yazar­dı. Tesadüfen Doktor’un hüc um ettiği yerler de o sırada yayınlanan bazı kitaplardan alınmaymış. "Bunlar da sapıklık varsa, bende değil, Enstitü de" diyor Kerim Sadi

Burada bir broşür var. Merıç’in broşürü Bu broşürde Dr. hikmet hakkında çok ilginç bir par­ça geçiyor: “ ! Bilen, yarıda kalmış hantalında ve Atılım sayfalarında Hikmet Kıvılcımlı nın 1932 de yapılan toplantıda partiden çıkarıldığını iddia et inektedir. 1932 den sonra !M ,3 ij,ifü ’larda ya­yınlanan Orak Çekiç lerde, işçi haickelıne ken­dini adamış büyük devrimci I lıkmcı Kıvılcımh'- nın savunusunu yapan makaleler vardır Bun lar arasında I Bilen’in kaleminden çıkmış ma kaleler de var.” Yani, "32 de partiden attık" d i­yor. hapisleyken Ondan sonra 34.33,3b sene­lerinde çıkan Oraç Çekiç dergilerinde Bilen in kendisini öven yazıları var Meriç, bunları parti­nin arşivinde gördüğünü söylüyor

Ç . Y o l Dr Hikmet in parti tarihindeki yeri

ve teorik görüşleri hakkında neler düşünüyor­sunuz?

R.N.J. Gene bir anımdan bahsedeceğim.

T ürkiye Solu dergisini çıkartıyoruz. Kerim Sadi

24

Page 25: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

geldi ve Mihri Belli bir soru sordu. “ Dr. Hikmet, bu safta bu kadar mücadele etti. Nasıl oluyor da. Merkez Komitesi nin önemli bir adamı ola­madı?" Kerim Sadi güldü. “ Olmasına imkân yoklu. Çünkü daima İçerdeydi” dedi

Gerçekten, çok uzun zaman hapiste kaldı. 2Z sene, dile kolay. Biliyorsunuz, hapiste geçen sü­relerde fiilen yöneticilik diye bir şey söz konusu değildir. Fakat, yine kendi anılarından... Reşat Fuat'ın cenazesinde verdiği demeçte. Dr. Şefik 1 lüs'nü ile '29’a kadar çalıştığını ve MK üyesi ol­duğunu gayet açık olarak anlatıyor. Yani. Ve­dat Nedim'ler düşürüldükten sonra. 27-29 dö-' neminde.

Ondan sonra da legal basın hayatına girişiyor. Art arda kitaplar, broşürler çıkartıyor. Şüphe­siz. bu dönemde gizli partide faal bir rol oyna­masının imkânı yok. Hem Türkiye gibi Marksiz- min yasak olduğu bir memlekette Marksist ya­yın yapacaksın, hem de illegal partide çalışacak­sın İkisi birden olmaz. Bu yayınları yaptığı dö­nemde parti içerisinde yönetici olarak görevli olamazdı. Nitekim. ’38 senesinde, kitabı bir-iki bahriyelide bulundu diye hakkında dava açıldı. Kitabının bir yerde bulunması bile kendisini af yasasına kadar 15 sene hapis yatırtacak bir suç sayıldı.

Şimdi n- vakie geliyoruz? Vatan Partisi dö­nemine geliyoruz. Kendisi “ niye vatan Partisi dö­neminden rlaha çok bahsetmiyorsunuz" diye sis­temde bulunmuştu bana. Hem haklı, hem hak­sız Oııce 46’da legal partinin olanağı vardı. Tııtkiye çok partili rejime geçiyordu. Öyle bir ha­va esti ki. altı aylık bir süre içinde 600 tane iş­yeri sendikası kuruldu 1800'deıı fazla işçi örgüt­lendi Anti-komünizm, anti-Sovyetizm diye bir hastalık lıeniiz başlamamıştı. Anti-komünizm de yoktu. Şelik Hiisnü’nün kurduğu TSEKP (Tür­kiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi) altı ay için­de hi'ie’ik bir yayılma gösterdi ve bu yayılma bir dava'.™ durduruldu.

Oysa. VP kuruduğunda. Türkiye’deki durum çok değişmişti DP olayı olmuştu. Büyük bir kitle şehirlere hücum e'rniş ve iş bulmuştu. Yeni bir işçi sınıfı doğmuştu, işçiler arasında anti- Sovyetizınin ve aııti-komünizmin etkileri çok yaygındı Büyük bir baskı vardı. 51 tcvkifatının sonuçları ortadaydı. O şartlarda VP adeta bir ölü parti olarak kuruldu. Çok dar bir kadroya sa­hipti. Bununla beraber seçimlere girdi.

Eskiden Selimiye hapishanesine düştüğüm­de duyduğum bir hikâyeyi anlatacağım. Korkunç bir hikâye aslında. 27 Mayıs döneminin öğren­ci liderlerinden ve o zamanın talebe cemiyetleri başkanlartndan Nuri diye biri vardı, avukat. So­yadı Yazıcı’ydı zannederim. O anlattı.

“ Biz daha sağ-sol diye bir şey bilmiyoruz. Polis bize emretti. Saraçhane başında Dr. Hikmet in mitingi var, mitinği basın, dağıtın dedi. Biz de yürüdük ve gürültü koparmaya başladık. Gittikçe tansiyonumuz arttı, taşladık. “ Taşlayınca yetki­li polisler gelip bunları tutmuşlar, “ kuzum ne yapıyorsunuz” demişler, “ aralarında bizim çok arkadaşlanmız var, arkadaşlanmızı vuracaksınız.”

Gerçekten o zamanki eylemlerde muazzam bir polis kontrolü mevcuttu. Tam bir terör dö­nemiydi. DP dönemi. Hem terör dönemi, hem de işçi sınıfnda henüz bir kıpırdanma yok. Çok şanssız bir dönemdi. Ben bu yüzden o hareke­te. “Türkiye’de solun namusunu kurtarma hareketi" diyorum.

Ondan sonra 27 Mayıs dönemi geldi. Bütün sol istisnasız İşçi Partisi ni destekledi. O sırada VP hakkında af kararı çıkmıştı. Bu kesin af ka­rarından sonra Dr. Hikmet, "benim partiye gir­me hakkım vardır" iddiasında bulundu Aynı dö­nemde, TİP’nin Karadeniz'de çıkan bir ogranın- da. Çaltı dergisinde bir dizi eleştiri yazıları ya­yınlandı. Sonradan o eleştiri yazılarını bir kitap­ta topladı: "Uyanmak için uyarmalı, uyarmak için uyanmalı.”

Bu. çok candan, kardeşçe bir eleştiriydi. Bu eleştiriyi yaptıktan az onra da Dr. Hikmet İstan­bul teşkilâtına kaydoldu. Kaydolunca da kıya­metler koptu. İlçede faal rol oynayan Erim Sü-

ersan. Deniz Gezmiş gibi üyeler vardı. Doktor’- un partiye girmes için onlar rica etmişlerdi İlçe kabul etti ve Aybar kıyameti kopardı, "nasıl yapıyorsunuz” diye. Yıl 1966.

Benim Türkiye İşçi Partisi’nde Oportünist Mer keziyetçilik adlı kitabımda olay gayet açık ola­rak anlatılmıştır. O yüzden 17 kişi Haysiyet Di- vanı’na verildi. 17 kişiden 9’u “ Kıvılcımlı grubu" olarak suçlandı.

Doktor’un partiye kaydı yapıldıktan sonra İs­tanbul İl Kongresi yapılıyor. Kongrede birçok ar­kadaş ortak bir önerge veriyorlar “ Dr. Hikmet Kıvılcımlı partimize kaydolmuştur. Kendisine söz verilmesini rica ederiz.” Başkanlık Divanı, öner­geyi yürürlüğe koymayı reddediyor. Tartışma­lar başlıyor. O sırada, kongrede partiye kaydo­lan Sencer Divitçioğlu'na söz veriliyor. Halbu­ki. üyeliği ilçe kademesinde kabul edilmiş olan Hikmet Kıvılcımlı'ya söz verilmiyor. İkisi arasında çok değişik bir ölçek. Onun üzerine itiraz olu­yor ve az sonra bir taraftan Sevinç grubunun (Dr. Kemal içler ve Sevinç Özgüner) öbür taraftan da Dr. Hikmet grubunun ihracı isteniyor.

Geçmişteki partilerin İşçi Partisi'nde faaliyete geçirilmemesi için doğrudan doğruya suçlayıcı bir iddianame hazırlanıyor. Bu iddianame ki. 17 arkadaşı “ komünistlikle" suçluyor ve Haysiyet Divanı bir günde hepsini aklıyor. Aybar-Boran grubunun ilk yenilgisi. '17'!er olayı" olmuştur.

Ben, Genel Yayın Kurulu üyesiydim ve bu olaya çok karşı çıktım. Hatta şunları söyledim:

“Siz" dedim, “ Her bakımdan yanılıyorsunuz. Bir defa Dr. Hikmet'in yaptığı eleştiri, kardeşçe bir eleştiriydi. İkincisi, partiye girmekle partinin program ve tüzüğünü kabul etmiş oluyor. Üçün- cüsü, kendisi benim mahkûmiyetim yok. diyor. Mahkûmiyeti olsa ne olacak? Siyasi Partiler Ka- nunu'na göre 6 ay içinde partiden çıkartın diye emir verecekler. 6 ay içinde çıkartılmazsa. par­tinin kapatılması istenecek. Hükümet bu talep­le bulunmadıktan sonra bunu yapmamıza hiç gerek yok" diye ısrar ettim. Partide anti- komünizm silahı kullanılmaz arkadaşlar savcılı­ğa çağırılıp size şahitlik ettirirlerse ne yazarsınız dedim.

Ardından Malatya Kongresi’ne gelindi. Kong- re'de Doktor'un kitapları satıldı ve elini sıkanlar adeta kötü kişi addedildi. Genel bir itici hava var­dı. “ Parti kapatılıyor, parti tehlikede, partiyi ba­tırmak istiyorlar” diye propaganda yapıldı. Gerçeklen de Aybar’ın, Boran’ın. Sadu Aren’- in bu suçları, pek affedilebilecek bir suç değil­dir.

Biliyorsunuz, ondan sonra biz TİP'nden ihraç edildik. İşçi Partisi 4. Kongresi yapılacakken. An­kara'da Hanif salonunda yeni bir parti kurma toplantısı düzenlendi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı. Kongre Başkanı olacak, açılış konuşmasını da Mihri Belli yapacaktı. Fakat, DEV-GENÇ’in (ya­ni Ertuğrul Kürkçünün başkanlığını yaptığı DEV- GENÇ in) o zamanki havası içinde bütün eski­lere karşı gayet sert bir çıkışa girişildi. Bütün geç­miş baştan aşağı kötülendi. Mihri Belli toplantı­ya sonradan geldi ama. Dr. Hikmet gelmedi.

Zaten o sıralarda da doktor, Demokratik Zortlama" kitabında Mihri Belli’yi eleştirdi. Eleş­tirisi son derece haklıydı. MDD tezi gayet doğ­ru bir tezdi, fakat Mihri Belli’nin koyuş şeklinde aykınlıklar vardı. O eleştiri yapıldığı halde Mihri Belli kendisini toolantının başkanlığına yapma­sı için davet etti.

Bundan az sonra, biliyorsunuz, 12 Mart gel­di 12 Mart davalannın birisinde. Sarp Kurav ve arkadaşlannın yargılandığı “ ’84 deniz subayı da­vasında. aşağı yukarı baş sanık yine Dr. Hik- met’li.

Sonrası malum, yurtdışına kaçış ve İsmail Bi- len'in yaptığı o çok münasebetsiz hareket...

Toparlayalım. 50 senelik bir militan hayah var diyorsak, bunun aşağı yukarı yansı hapishane­de geçiyor. Üst tarafın bir kısmı da, yani ’33’ten ’38’e kadar olan dönem, legal neşriyat dönemi sayılır. ’50’den VP’nin kurulmasına kadar da sola karsı cok ağır bir taarruz ve dava süreci var. VP

süresince de öyle. Yani doktor, gerek gizli, ge­rekse açık bir partide çalışma olanağı bakımın­dan çok şanssız bir kişiydi. Ondandır yaptığını yaptı, daha fazlasını fiilen yapamazdı. Hele 38 mahkûmiyetinin nedeni hiçbir şeyle izah edile­bilecek gibi değil. Bir insanda bir kitap bulun­masından dolayı, kitabın yazannın mahkûm edil­mesi, çok aykırı bir düşünce tarzı.

Elli senelik bir militan hayatı var diyorsak, bunun aşağı yukarı yarısı hapishanede geçiyor. Üst tarafın bir kısmı da, yani ’33’den ’38’e kadar olan dönem, legal

neşriyat dönemi sayılır.

Nazımla Dr. Hikmel'in çilesi, çok garip bir çile. Fakat, bu çilede yine büyük bir fark var. Bir ta­nesi için adeta çok faydalı bir şey oldu. Nazım, İpekçilerle çalışırken bir gevşeme haline gelmişti, mücadeleden çekilme durumundaydı adeta. Çok acı bir şey, o genç yaşlarında on seneden fazla hapiste kalmak, ama o sayede Türk ede­biyatı için harikalar yarattı. Dr. Hikmet içinse tam tersine. En faal olarak çalışabileceği seneler ha­reketin dışında kaldı. Bir tanesinin edebiyat ada­mı kısmı, ötekininse eylem adamlığı ağır bası­yor. Ve bir eylem adamı için içerde olmak ö l­dürücü bir şey. Edebiyat adamı Nazım sa en gü­zel eserlerini hapiste yazdı.

Ç.Yol Dr. Hikmet'in hayatının en önemli yıllarını cezaevinde ve legal neşriyat faaliyetle­rinde geçirdiğini ve dolayısıyla pratik parti mü­cadelesinde yeterince görev alma imkânından uzak kaldığını söylediniz. Bu da, dr. Hikmet’in parti hareketi içerisinde neşriyatlan ve teorik gö­rüşleriyle ön plana çıkan bir insan olduğu anla­mına geliyor. Böyle mi değerlendiriyorsunuz?

R.N.I. Hayır, öyle değerlendirmek istemi­yorum. Onun neşriyatı da bir politik faaliyet ala­nıdır. ama legal bir politik faaliyet alanıdır. Bu demek değildir ki, illegal dergilerde yazılar yaz­mamıştır. Kızıl İstanbul’da yazı yazmamıştır, Oraç-Çekiç'te yazı yazmamıştır. Fakaf. yazı fa­aliyetinin büyük bir kısmı légal alanda yapılmış­tır ve konspirasyonun gereği, legal alanda o şe­kilde bir faaliyet yürütürken, aynı anda yöneti­ci bir kadroda da fazla önemli bir görevi alamazdı.

Ç.Yol Dr. Hikmet’in 1935’lerde yazdığı,

ancak ölümünden çok sonra 1977-78 dönemin­de yayınlanabilen bir dizi eseri var: Yol serisi. İşçi sınıfı partisi hakkında Genel Düşünceler'le başlayan, Parti Tarihi, Strateji, Taktik, Örgüt­lenme, Milli Mesele ve Köylülük konularını da içeren yedi ciltlik bir eser. Doktor, bu eseri o dö­nemde kendisinin de üyesi bulunduğunu söy­lediği MK’ne öneriler halinde sunduğunu, ama başına türlü akibetler getirildiğini belirtiyor. Kı- vılcımlı'nın, partinin pratik, örgütlenme, taktik ve strateji sorunlarıyla yakından ilgili bir kişi o l­duğunu açıkça ortaya koyan “ Y O L" araştırma­sı hakkında neler düşünüyorsunuz? Orada Kı­vılcımlı, parti içinde yaşamış ve mücadele etmiş emektar bir militan olarak, aynı zamanda bugün TKP'nin eski tarihiyle ilgili araştırma yapan kişi­lerin dikkatle incelemesi gereken bir kaynak or­taya koyuyor. Siz neler diyorsunuz bu konuda?

R.N.I.— Şimdi, bu TKP tarihi sorunu, bir­çok yönden çok sakıncalı bir sorun. Bir defa. Dr. Hikmet için alalım. Biliyorsunuz. Dr. Hikmet bu ko. da son zamanlarında konuşmaya başladı, hayatının sonunda. Reşat Fuat ise kesinlikle ko­nuşmamak yanlısıydı.

Gerçekten de. Türkiye'nin durumu bu konu­nun yazılmasına Dek müsait değil. Bugün de

Devamı 70. sayfada

Page 26: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

____ ' ___ ____ ■ ____ w

DOKTOR YENİDEN DOĞUYORİşte biz de, bu yılın sonunda 70 yaşımızı dol­

duruyor, tükettiğimiz asrın neresine kadar tırma­nacağımızı bilemeden, yolumuza ağır aksak de­vam ediyoruz. Hemen belirtmeliyiz ki, tek dü­ze, durgun bir akış değildir bu? Bazan tüyleri­mizi diken diken eden çığlıklarla, bazan da kavga şarkılarıyla geçer gider kocaman bir nehir gibi yeni zamanlara doğru. Bütün sorun bu kapış­mada canlıların kuru sonbahar yaprakları gibi savrulup gitmemesi, tek amacın günümüz, ge­leceğimiz için bilinçli tavırlar alınması, ezenler­den mi, yoksa ezilenlerden mi yana olduğumu­zun kesinlikle bilinmesi, insanların bilinçle büyük kurtuluşa götürülmesidir.

Şimdi iyice biliyoruz ki, tarih bağrında kendi­liğinden yer açmaz, açamaz, ama insanlar ge­reğinde canlarını ortaya koyaraktan en korkunç güçlere, tiranlara karşı, tarih içinde onurlu yer­lerini alırlar. Bir an bile küçülmeden, kayrılma­ya, ayrılmaya tenezzül etmeden, dosta değil sa­dece, düşmanlarda da saygı yaratarak, onurlu ömürlerini sürüp giderler. Sonunda elbet, ken­dileri de çekilir gider dünyamızdan, namları, isimleri kalır yadigâr, hem ne nam, ne isim? Öğütleriyle, kavgacı örnekleriyle, ufuklanmızı her an aydınlatan fikir miraslarıyla, geleceğe ışık tu­tarlar?

Filozof Rıza Tevfik diyor ki:"Sabahı yok nihayetsiz karanlıklar içinde/Bir

kıvılcım gibi bir an beliririz söneriz/Varlık budur benim için hatta senin için de /B ir hakikat var mı derken bir hayale döneriz?” İçli, Tolstoy sa­kalıyla heybetli bir şairdi Filozof, yukardaki d i­zelerinin de, bizim konumuzla doğrudan bir il­gisi yok. Ama bize kesin bir dille sunduğu bu di­zelerinde de yanılıyordu, o metafizik, biz bir d i­yalektik felsefenin savunucularıyız. Bu bakım­dan kendimize konu aldığımız Doktor Hikmet Kıvılcımlı: “ Sabahı yok nihayetsiz karanlıklar içinde" değil, kahırlı bir ülkenin aydınlığında doğ­duğu gibi “ Bir hakikat var mı?” derken “ bir hayele” de, dönmemiştir.

Onun içindir ki: İstanbul Mehterhane, Sulta­nahmet, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Elâziz, Çan­kırı, Amasya, Kırşehir Cezaevleri’nin zalim, isli tavanlarında, taş duvarlara karşı yirmi üç sene yılmadan yürüyen tabanlarının hürriyet hürriyet diye çağnşımlar yaratan sesi, kendi yaptığı iş­kence şarkısının iç ürperten acı nağmeleri var: “ Yoldaş vuruyorlar yoldaş!/Gel yaramı onar yol­daş!/Yoldaş bağrım alkan oldu!/Hıncım kızıl vol­kan oldu!”

Bir kuru dilim ekmek yiyerek, iki bardak ku­ru üzümle çay içerek, hiçbir kimseye, hiçbir za­man yakınmayarak, sızlanmayarak, hayranı ol­duğu derviş dedelerimiz gibi çile doldurdu, dol­durdu ıh demeden. Evet demirden bir abide gibi çeyrek asra meydan okuyarak, yazarak çizerek, mazlum halkımızın ebedi kurtuluşu için kılıç gi­bi fikirler üretti ki, halen namuslu insanların ki­taplıklarını, beyinlerini süslemektedir. Kaldı ki, bu çile kahramanlarından tek örnek de değildir o, daha bir niceleri de bir heybetli acılar gibi, zin­cirlerini şakırdatarak geçtiler aynı yoldan?

Şu var ki, Doktor Hikmet Kıvılcımlı, mazlum halkımız, özellikle proletarya için kendi bünye­mize uygun fikirler yarattı ki, bu kavga yolunu açanların da başında gelir. Mark, Engels, Lenin ve, onun gerçekleştirdiği, somutlaştırdığı, ülke özelliklerinden yola çıkarak: “ Emperyalizm ve proletarya inkilapları devrinin Marksizm’in i bi­linçle yaşadık. O, bir bilimsel yazısında, istihsal, sözcüğünü geçirmişse, arkasından hemen: "Ta­biattaki şeylerin ve kuvvetlerin, insan oğluna ya­rayacak şekilde işlenmesi" diye açıklama yap­mış, her bilimsel sırrı tabandaki insana da aç­mış, yığınlara öğretmekte çok çok cömert dav­

ranmıştır. Bu bakımdan, Maksim Gorki’den öğ- rendiğimizy bir işçi kızın deyimiyle: "Plekhanof efendimiz, Lenin arkadaşımız?" tanımlamasının yerli ve o derece heybetli bir benzeri olmuştur.

1987 Ekim’inde, onun ölüm yıldönümü için yazılar hazırlanıyor, bunu duyarak mutlu oluyo­rum. Demek ki, kabiliyet de ah da kesinlikle yer­de kalm ıyor, büyük toplum kavgacıları unutulmuyor. Böylece onun bir yanıyla değil, her şeyiyle bize örnek olduğunu, yeniden, onur du­yarak gözler önüne koymalıyız. İnsanın her za­man en nikbinimiz, en umutlumuz olmuş, öldükten sonra da olsa, bunu kendi hayatıyla ispatlamıştır. Kitaplannın hani hani okunuyor ol­ması, fikirlerinin üzerinde canlı verimli tartışmalar yapılması bunu apaçık ortaya koymuyor mu? Gönül isterdi ki sağ olsun da. o aramızda acı­lattı da olsu bu günleri yaşasın!

Ne diyor ama Aşık Veysel: “ Velâkin mevtin elinden, her gelen insan ağladı!" Bunun hep bi­liyoruz anlamı açık: Tabiat Ana, zalim-alim, ara­larında hiçbir ayınm yapmaksızın, çocuklannı yıl­larca, taa ölümüne kadar kucağında taşıyor, sonra zalimi çirkeflerle, halk dostu alimi de bil­lur sularda yıkayarak toprağa bırakıyor. Hak sa- vunuculan anlıyor sonra yıllarca ter adamlan ara­sında, sömürücüler, zalimler, sırtlan gibi lanet­leniyorlardı. Bunu ömrümüzce gözlerimizle gö­rüyor, tiksinerek yaşamıyor muyuz?

Açıkça demek isteriz ki: Doktor Hikmet Kı- vılcımlı’ya işkence yapan emniyet müdürleri, kı­sım şefleri, polisler, savcılar, hakimler, jandar­malar, mahpushane müdürleri, gardiyanlar ne­rede? Ama o, eserleriyle, yaratıcı fikirleriyle, top­lumda bıraktığı derin izlerle, dostlanyla, taraftar­larıyla, Türkiye'nin ve enternasyonal işçi hare­ketinin bir parçası olarak dimdik, onurla aramız­da. Bir daha anlaşılıyor ki böylece, zalimlerin ya­tacağı yer yoktur. Belli bir süre insanların kor­kunç kâbusu olurlar, ama çoğusu kirli isimler­le, nefret yaratarak anılırlar.

Emekli Ağırçeza Mahkemesi Reisi Dostum, Talip Güran diyordu ki:

“ Muhakemesinden ızdırap duyduğum kişiler­den biri de. Dr. Hikmet Kıvılcımladır. Şöyle uzaklan bir bakın, ciddi ve kararlı yüzünden de anlarsınız ki, o bir inancın adamıdır. Ben değil sadece bir cellât da anlar, anlayabilir bunu. Bu gibi kişilerin suçlu diye kovalanmasını hiçbir za­man hazmetmemişimdir, aksine bundan son de­rece rahatsızlık duymuşumdur. Bir kere bilim­sel ağırlığı olan, eşi az bulunur bir adam. Ben onun sorularımı cevaplayan konuşmalarını bile gereğince toparlayıp, yerli yerine dikte etmek­ten bile rahatsız olurdum, özenerek bir yanlış­tan kaçınırdım. Çünkü her alanda kat kat üs­tün bir adam bizden hem onun adına, hem ken­di adıma yanlışlık yapmaktan kaçınırdım?”

Tarih ve teori çalışmalarına şöyle bir kuşba­kışı değinilir, eserlerinin çapı, bilimsel ağırlığı göz­den geçirilirse, öte yandan bir proletarya aydı­nı olarak, gözünü bir an bile kırpmadan, en kanlı olaylarda rol sahibi olduğu göz önüne alınırsa, Dr. Hikmet Kıvılcımlının, yalnız Türkiye'de de­ğil, dünya çapınd abir eylemci olduğunu görür teslim edersiniz.

Bu kanıyı açıklamakla, onu modern bir pey- yamber olarak taktım etmediğimizi, sunmadığı­mızı, elbette olayın derinliğini bilen bu olağanüstü drama öylece yanaşan, hoşgörülü okuyucula- nmız, anlayacak, bileceklerdir. Bir yazısında rast­lamıştım: “ İnsan hata sevap karışımıdır." sözle­ri ona aittir. Gördüğünüz gibi, bu konuda da pek kimseye söyleyecek, diyecek bir şey bırakma­mıştır. Ama, gene de diyoruz ki, ondan sonra söz alacak yetenekli yazarlar onu daha iyi de­ğerlendirecek, geliştireceklerdir.

Zindan koridorlannda volta atarak, ah-vah çe­kerek değil, yazarak, çizerek kahırlı mahpus yıl-

Kerim KORCANlarını geçirmek, dışardaki hayatında da devamlı koşmak, didinmek, onu bir sınıf savaşı öncüsü katına yüceltmekle kalmadı, kinli karşı güçleri geçin, dost bildiklerinin de düşmanlıklarını ka­zandırdı. Bunu kendisi çok iyi bilir, ayrıntılarıyla anlar, acı acı filozofça güler, gene bir karşı sal­dırı bahanesi yapmaz, yoluna, görevine kahra­manca devam ederdi. Ibni Sina şu sözleri onun için söylemişti sanki: “ Bana yan bakıyorlar, çün­kü yücelikler uğrunda çalışarak geçirdim gece­lerimi. Onlar ise, sabaha kadar uyudular?"

Yukardan beri sözlerimi, satırlarımı, getirip bağlamak istediğim nokta şudur: Seçkin sınıf sa­vaşçımız Dr. Hikmet, öldü, ya da öldürüldü, yıl­lardır da hazin bir kavga şarkısı gibi aynldı, uzak­laştı aramızdan? Elbette onun için şu organize anma gününde, helâlından iki damla gözyaşı- mız olacak, akıtacak. Büyük kişiliğini yeniden hatırlamak üzecek, yüceltecektir bizi Bu görev­den şu veya bu küçük hesaplarla kaçınanlar, so­nunda bilelim ki. kendi kişiliklerini zedeleyecek­lerdir. Ben derim ki. böyle kutsal görevleri hiç­bir zaman düşmanlara kaptırmayalım?

Evet Dr. Hikmet, hep biliyoruz ki aramızda yok artık? Ama şu kederli günde de ibretle ko­nuşacağımız şeyler var. Onun eşsiz hatırası, ge­ne bizlere acı şeyler konuşmanın fırsatını ya­ratmışsa kendisine şükranlarımızın en derin say­gılarımızla sunmalıyız. Buradan yola çıkarak, ta­rihi partimizin Baku Kongresi'nden başlayalım, sonra Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, Kara­deniz’in kanlı sularında, feryatlar içinde boğu- luşiannı, gömülüşlerini hatırlayalım. Öte yandan, Halk Iştirakiyyun Hareketi'nin acımasızca bas- tırılışını unutmayalım? Çerkez Ethem ve Kuva- yı Seyyare olayını, kanlı tasfiyelerini, hiç ama hiçbir peşin hükme kapılmadan, tarihi bütünlü­ğü içinde, kesinlikle saptırmadan ele alalım?

İşte, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, üstün kavrayış ye­tenekleriyle, bu olayları ele alan, aydınlığa ka­vuşturan, üzerindeki kin, esrar perdesini yırtan, sıyırıp yere alan adamdı. İşin gerçeğini, nesnel özünü ele alan kişiydi - Yazılmış çizilmiş de bun­lar? — Öyleyse, geçip gitmeyecek geçiştirilme­yecek, unutulmaya, uyutulmaya bırukılma- cak, yeniden ele alınacaklardır. Böylece içinden çıkıp geldiğimiz kahırlı kavga hayatımız, tarihi de­neylerimiz, yerli yerine oturacaktır. Böylece dün­le bugün arasında sağlam bir köprü kurulacak, hareketimiz yeniden bütünlüğe kavuşacaknr. İş­te, buralardan yola çıkan Dr Hikmet, parti ha­yatımıza, hareketimize, geniş, derin, kapsamlı eleştiriler, esaslar geliştirmiştir!

"İyi ama, bütün bu çalışmalar bizim elimizden çıkmadı?" bahenesiyle, bir siyasal kültür biriki­mini. elimizin tersiyle silip atamayız, görmezden gelemeyiz. Tarih önünde hiçbir kimse, hiçbir ba haneyle -Eğer gerçekten dava adamıysa?- gö­revden kaçamaz. Bunun ağır sorumluluğundan kurtulamaz. Demek isteriz ki, birliğe götürme­yen, bütünlük sağlamayan her görüş kesinlikle sahtedir. Teorik birikim eylemde denenmiş, uy­gulama alanında kendini ispatlamış, yığınların özlemlerini cevaplamış, böylece yerine oruı muş­sa vardır.

Sözlerimi büyük ustanın, bir kükreyişiyle bağ­lamak isterim

Doktor Hikmet Kıvılcımlı diyor ki“Türk milleti vasi istemiyor, zalimlere karşı ba­

siretinin bağlanmasını istemiyor. Her meslekten herkes, kendi kuyusuna gömülmesin, yurttaş­lık görevi için yurt siyasetinde açıkça rol alsın. Ancak o zaman iki buçuk teşkilâtlı avantürye, 25 milyon insanı koyun sürüsüne çevirenıez. Ne istediğini bilen yurtdaşlar önünde saygı ile, na­musu ile iş görmeye çabalar. Bu vatan ikide bir namussuzların oyuncağı olursa, bunda biraz da hepimizin siyasetleri yan çizmemiz rol oynamış­tır!" KU VAYI M A LİY E C İLİĞ İM İZ .

Page 27: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

SOSYAL PRATİK VE TARİH HER OLGUYU

YERLİ YERİNE KOYMAKTAGECİKMEYECEKTİR

Sırrı ÖztürkDr Hikmet Kıvılcımlı liderine günümüzde söz

söyleyebilme! için değil devrimci olmak, önce namuslu olmak gerekiyor. Oysa. Dr.H K., sos­yal mücadele tarihimizde, dürüst açık, bilimsel değerlendirmelerden uzak biçimde ele alınmak istenmiştir. Devrimci ve örnek mücadelesi, yi­ğit. tavizsiz ve ilkeli tutumu, bu niteliklerden na­sibini almayanlarca. şarlatanlarca "tanıtıldı". Dr.H.K.'nın ilerici hareketimiz içindeki tartışmasız onurlu kimliği ve yeri birilerince gözlerden kaçı­rılmak istendi. Düşünce ve davranış dünyamı­za yaptığı özverili katkılar yoğa sayıldı. Türkiye üzerine yaptığı orijinal araştırmalar, -ki. bunla­rın tamamı Auk* '■ .->irin malzemeleridir- tezler, program. taKtik-strateji. örgütlenme ilkeleri, kad­ro sorunları, vb- r»<Tyi aşkın kitap, onlarca bro­şür, yüzlerce makale-hakettiği düzeyde, karşı tez­lerle tartışılmadı. Bu çalışmaların yetkili kurul­larda tartışılmasının gerzğı kavranamadı; tezle­rin senteze kavuşturulması bir türlü öğrenileme­di. Çünkü, ülkemiz ilerici hareketi onun çapında donatımlı kadroları henüz oluşturamamıştı.

D r.H .K ağabeyimizin fiziksel varlığı aramız­dan aynlalı 15 yıl oluyor; ama onun hayatını esir­gemeden adadığı davası ve fikirleri yaşıyor. Memleketimizin topraklan çok verimli ve bere­ketlidir; yerden adeta küçük burjuva ve burju­va sosyalizmi yeşeriyor! Dr. hayatı boyunca bu iki akımı karşısına aldı. Memleketimizde, aleyh­teki bütün faktörlere rağmen Dr.H.K. gibi cid­di. üretken, yiğit adamlarda çıkmaktadır. Tıpkı bataklıklarda yetişen, en eşsiz güzellikteki Nilü­fer çiçekleri gibi...

Dr H K. çeşitli zamanlarda toplam 23,5 yıl ha­pis yattı. Bu "rekor" henüz kırılmadı. Bu türden bir hapislik hayatı, bir dervişin azabı, çilesi de­ğildi elbette. O. bu “ cezaları", işçi ve emekçi sı­nıflara duyulan sosyal kin ve düşmanlık duy­gularının karşılığı olarak çekmiştir. Dr böyle bir hayatı yerinde ve olumlu biçimde değerlendir­di Hapisten çürümeden çıkabilmek için hem kendisiyle hem de onu anlayamayanlarla döğüş- tü O hapishaneyi ve fabrikaya, işliğe çevirme­sini bildi. Zamanını iyi planladı: hayatını düze­ne koydu. Tıpkı fabrikava giden bir işçi gibi za­manında. erkenden kalktı, sporunu yaptı, ne bulduysa yedi, yediğini paylaştı ve üretime baş­ladı. Laklak yapmadı: okudu, yazdı, heykel yap­tı. zeki ve yetenekli olanlarla ilgilendi; insanımı­zı tanımaya çalıştı: onun ulusal ve sınıfsal kur­tuluşu için kafa yordu: bunun yol. yöntem ve araçlarını düşündü Alışkanlıklarının esiri olma dı sigara içmedi, içenlerden uzak durdu: yata­ğını bile böylelerinden ayırdı; ranzasının çevre­sini çarşafla hudutlandırdı.

Sosyalizm lâfazanlık değil, bir hayat tarzıdır. Eğer bu böyle ise. Dr.'un hayatı bir bütünlük için­dedir. En umutsuz dönemlerde bile iş yaptı; taş

üstüne taş koymaktan, harç olabilmekten geri durmadı; tarihsel iyimserliğimizi hiç unutmadı. Olumlu ya da olumsuzluklarıyla “ Dr.H.K. sını­fımızın bir eridir. Onun (hepimizin) dramı ve ek­sikliği. Türkiye solunun, geri kalmışlığımızın, il­kelliğimizin. örgütler anarşisi hastalığımızın dra­mı ve eksikliğidir."1

Türkiye solu içindeki hakiki devrimciler, bir dönem için iç ve dış gericiliğin içimizdeki özel ulaklarınca, naylon komünistlerce kuşatılmış ola­bilir. Devrimcilerin işlevlerini yerine getirmesi ön­lenmek istenebilir. Kadrolar arası sevgi ve gü­ven duygusu büyük ölçüde kundaklanabilir. Dr H.K.'nın tatlı deyimiyle "örgütler anarşisi” bir altın çağ yaşayabilir. Bu çok kötü bir durumdur. Her siyasi akımın bildiğini okuduğu bir dönemin yeniden yaşanması tam da emperyalizmin dü­şüne göredir. Bu oyunu gecikmeden kırmak ge­rekiyor.

D r.H .K. sosyal mücadele tarihimize eleştirel bir yol izleyerek yaklaşmıştır. Bunda da haklı­dır. Eserlerini kendine özgü dil ve üslûp anlayı­şıyla yazmıştır. Sürekli üretmiş, adeta an gibi ve titiz çalışmıştır. Türkiye'nin orijinal sınıf ilişki ve çelişkileri üzerine önemli malzemeler bırakmış­tır. Hiç bir dönem örgütlü mücadelenin dışında kalmamış, bir bütün olan ilerici hareketimizin meşruluk ve yasallığını daima hayat ve müca­delenin içinde aramıştır. Vahiy geleneği ile ha­reket adına ahkâm kesenlere biat etmemiş, böy- lelerine karşı hangi dilden anlıyorlarsa o dilde eleştiri ve uyarıda bulunmuştur

Bu ilkeli yaklaşımı, bir çok düşmanlıkları tah­rik etmiştir. Dr.'un tezleri ve eleştirileri çoğu za­man suskunlukla geçiştirilmiş, adeta yok sayıl­mak istenmiştir. Çok efendi, dürüst, nazik ve başı dik bir devrimciye karşı girişilen olumsuzluk ka­mpanyası asla tutmamıştır. Bu türden (nesli tü­kenmiş) bir devrimciye karşı girişilen sağlı “ sol’- 'lu karalamalar, yalnızca hareketimizi yaralamış­tır. Ona yapılan haksızlıklar, kendi payıma, iş­çilik ve devrimcilik onurumuzu kırmış, aynca tik­sindirici olmuştur.

ilerici hareketimiz adına, “ minbere erken çı­kan kendi cemaati dışındakileri hayin" ilan ede­bilmiş ve ne yazık, sosyal mücadele tarihimize vahiy gelenekleriyle, yalan ve uydurmalarla sa­hip çıkılmaya çalışılmış ve aynca böyleleri zaman zaman ödüllendirilmiştir. Hakiki devrimcilerin hakları, içimizdeki eloğullarının marifetiyle ço­ğu kere yenmiştir. Dr.H.K.'nın taşıdığı en içten enlernasyonalist kardeşlik duygusu, işçi sınıfı ha­reketine olan derin bağlılığı, yüksek seviyeli ah­lâkı. ciddi, ilkeli ve güvenilir bir partileşme ça­bası, temiz ve fukara yaşantısı hakkında hiç bir aklı başında insan asla şüpheye düşemez. Bu­na kalkışanlar, ya fiziksel ve ruhsal varlıkları tar­tışmalıdır. ya da hareketin aşındırdığı çürük in

san malzemeleridir.Gene ne yazık, yaşadığı dönemde, işçi sınıfı­

nın bilinçli kadroları Dr H K. ile buluşamadı: o da kucaklanması gerekenleri kucaklayamadı. Kı­sacası. işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareket de­miryolu misali ebediyete kadar birleşip bütün- leşemeden birbirine paralel aktı gitti... Bu mü­cadelede hepimiz derece derece kusurluyuz.

Dr.H.K. yoldaşı günümüzde namusluca ana­caklara şunları söylemek istiyorum: Bugünkü genç kuşaklar Dr.'u tanımıyor; geçmiş iki kuşakta onu tanımıyor; birileri de (her kim iseler) zaten hepten yok sayıyor. Tezleri şu ya da bu ölçüde aşırılarak kullanılıyor; alıntı yapmak gereğini bi­le duymuyorlar: içeriği tartışmalı eserler yavın- lıyorlar. Suskun ve sinik politikalar hâlâ sürdü­rülmek isteniyor. Bazıları hiçbir verimli çalışma yapmadan onun düşüncelerinin ardına saklanı­yor. Bazıları da onu tarikat ehli gibi görüp dev­rimci ilke ve normlan gözardı ediyor. Oysa onun ateşten tecrübesi, kişiliği, işi ve görevlerinden on­larca ders çıkarılmalıydı. Dr. H.K. tartışılmalı, eleştirilmek ve aşılmalıdır. Yaşasaydı, bunu ken­disi yapar, “ harekete yararlı olanları alın, aşın­mış olanları atın" derdi.

Sosyal mücadele tarihimiz, sergilenen sosyal pratikler karşısında: D r.H .K.'yi anlayıp yorum­ladığını iddia eden ve sayıları bir düzineyi geçen “ yuvarlar"la, ilerici hareketimiz adına yalnızca “ mihrak" olan ve kırk paçalı şeye dönüşenler­den. şimdi acı bir intikam alıyor. Oysa iki adet “ ara rejim” yaşayan bir Türkiye solu, bütün bu altüst oluşlardan ileri ve ciddi sonuçlar çıkarma­lıydı. Daha İSP’ni oluşturamamış, spekülasyon ve tevatür dışında işin adını bile koyamamış bir sol. beş para etmeyen kuruntularıyla didişip du­ruyor. Sonuç nedir?

Çok değişik ve karmaşık niyetlerin kol gezdi­ği bir ortamda yapılacak en doğru şey. Dr.'dan bir alıntıyla konuyu noktalamaktır:

“ Parola: Anarşi Yok! Büyük Derleniş! (İttifak) Son kerteye dek k ir it ik durumdayız. Solu so­

la. devrimciyi devrimciye, işçiyi işçiye, köylüyü köylüye kırdırıyorlar. Bu kargaşalıkta Herkesin payı büyük. Suç tek yanlı değil. Bir elin sesi çık­maz. Finans-Kapital önünde sol devrimciliğimiz: İsrail önünde Arap Devletlerine döndüler. Yu- varcık'ların (Mahfillerin) yağdırdıkları suçlama­lar: K in'den, Dağınıklıksan. Bozgun’dan baş­ka bir şey getirmez o ldu.”2

Kim ne dersedesin. sosyal pratik ve tarih her olguyu yerli yerine koymakta gecikmeyecektir.

1. Sim Öztürk, Partileşme Sorunu II. ISP'nin Oluştu­rulması, M Ali Aybar'ın ve U.Mumcu'nun Sosya­lizm Anlayışlannın Eleştirisi. Okur Eleştirileri. So­rular ve Cevaplar, s. 166. Sorun Yayınlan 1987.

2. Dr.Hikmet Kıvılcımlı. Anarşi Yok' Büyük Derleniş! s.25. Tarihsel Maddecilik Yayınları.

Page 28: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

DR.HİKMET KIVILCIMLI İÇİN

Dr.Hikmet kıvılcımlı arkadaşla ilk kez kitap­larıyla tanıştım. Onun Marksizim Bibyiyoteği adı altında çeviriye başladığı ve formalar halinde sunduğu Kapital biz genç kuşaklarda bir hayli etkiyapmış, bilinçlenmelerimizde önemli yardımda bulunmuştur.

Dr.Hikmet Kıvılcımlı 1920 yıllannda Henüz Tıbbiye okulundayken Dr.Şefik Hüsnü ve arka­daşlarının yayınladığı Aydınlık dergisinde yayın yaşamına başlamış, hem kalemi hemde devrimci eylemiyle ölümüne değin bu tutumunu sürdür­müştür. 1919 yılında Dr.Şefik Hüsnü’nün baş­kanlığında kurulan T.İ.Ç.S. fırkası kurulmuş, 1923'de kapatılmıştır. Aydınlık dergisi ise 1925'de Takriri Sukun Kanunu ile yayından men edilmiştir. Yazarlan da ağır cezalara çarp­tırılmış, bilahare af yasasıyla hapisten çıkmışlar­dır. Bu züre içinde Partinin ve Aydınlık dergisi­nin yayınladığı bir çok kitap bulunmaktadır. Söz gelimi Dr Şefik Hüsnü Manifest'i bu zamanda çe­virip yayınlamıştır. Nedir ki harf devrimiyle bir­likte bu kitaplan genç kuşaklar okuyamaz olmuş­lardır. Bundan sonra Gerek Şefik Hüsnü’nün ge­rekse Reşat Fuat Baraner’in çeşitli takma adlar­la yazdıklan yazılar kitap halinde yayınlanmış­tır. Dr. Kıvılcımlı, verimli bir şekilde yazmasını sürdürmüş, birbiri ardına kitaplar yayınlamıştır. O bu yapıtlarıyla toplumun her dalına dokun­muş, onlan usta bir kalemle irdelemiştir. Söz ge­limi Edebiyatı CedideYıin otopsisi adındaki ya­pıtı hâlâ Marksist gözüyle ilktoplumcu eleştirel eser olarak bilinmektedir. Bunlara gerek kendi kuşağına gerekse kendisinden sonraki kuşakla­ra aydınlatıcı, bilinçlendirici etkiler yapmış önemli eserlerdir.

Dr.Kıvılcımlı 1938 uydurma donanma dava­sıyla Nazım Hikmet ve arkadaşlarıyla onbeş yı­la hüküm giymiş, ancak ellibir yıllannda hapis­ten çıkabilmiştir. O içerde boş durmamış, cilt­lerle romanlar, şiirler, teorik eserler yazmıştır. Bunlann bir kısmının hapishaneden hapishaneye gönderilirken kaybolduğunu söyler.

Onunla şahsen tanışmam 1951 yılına rastlar. Ben de 1944 yılında Reşat Fuat ve Zeki Baştı- mar, Suat Derviş. Sebatin Selimoğlu, Haşan İz­zettin Dinamo ve diğer arkadaşlarla T.K.P. yö­neticisi savıyla tutuklanmış, üçbuçuk yıla hüküm

Zihni T.Anadol

giymiştim. Şimdi aramızda olmayan saygı de­ğer arkadaşım Nihat Balyoz bir gün beni Kıvıl­cımlı arkadaşı tanıştırmak üzere evine götürdü Nesini sormalı!...hemen kucaklaşıp sarmaş do­laş oluvermiştik birden... O zamanlar kaç kişiy­dik zaten? birbirimizi mumla arıyorduk nerdey- se.

Dr,Kıvılcımlı, Yerebatan sarayı caddesinde bir muayenehane açmıştı. Tektük gelen hastaları­na bakar, onları sağlığa kavuşturmak için çırpı­nırdı. Ne ki pek gelen giden de olmazdı. Çün­kü korkudan yanına yanaşmaya kimse pek ce­saret edemezdi. O daha da ziyade kendi fikri çalışmalar yapar, yazılar yazardı.

Bir gün Nihat Balyoz ile ziyaretine gittiğimiz­de kendisinin bir parti programı ve tüzüğü ha­zırladığını söyledi ve okudu. Hatta partiye Va­tan Partisi adını bile koyduğunu anlattı. Evvelâ biz duraladık. Bu zamanda hele Menderes hü­kümetinin bu azgın devrinde... Çünkü Demokrat Parti dördüncü yılında ekonomikman çökmüş, ilaç almaya bile döviz bulunamaz olmuştu. Bu yönden iktidar iyice hırçınlaşmış, listeler yapıp aydınlan sürgüne göndermiş, tahkikat komisyon­ları kurdurup CHP hakkında soruşturma açtır­mıştı. Uşak'da, Kayseri’de, Topkapı’da İsmet Pa- şa’yı öldürme tuzaklan hazırlamıştı. İnönü’nün

ünlü deyimiyle havada yem arayan aç kuşlara bile komünist diyerek tüfekle saldırılıyordu. Bu ekonomik bunalımdan kurtulmak için kendini tü­müyle Amerika’ya yaslamıştı. Ona yaranmak için her yerde her vesile ile Halk Cumpuriyetle- rine saldırıyordu. Banduk’da Asya Afrika kon­feransında aynı saldırıda bulununca Çin Halk Cumhuriyetleri Başbakanı Çuanley salonu terk etmiş. Hindistan Başbakanı Nehru’da konuşma­cıya sırtını dönmüştü. Bu yetmezmiş gibi Dışiş­leri Bakanı Fatin Rüştü Belgrad’da Tito'yu halk cumhuriyetleri aleyhine çevirebilmek için gün­lerce kapı aşındırıp durmuştur.

Ayrıca Türk Solu da ard arda büyük yaralar almıştı. 1944 tutuklamaları, 1946 tutuklamala­rı, 1951 tutuklamaları ve 1953 tutuklamalan hâlâ hapishanelerde yığınla arkadaşlanmız yatıyor, sürgünde yaşıyorlardı. Bunlardan Dr.Şefik Hüs­nü onüç yıl hapislik cezasını doldurduktan son­ra şimdi de Manisa'da sürgünde bulunuyordu (1959’da orada sürgünde öldü.) Bu şartlar al­tında parti kurmak... bizi çok düşündürmüştü. Ama Kıvılcımlı arkadaş kararlıydı. Uzun tartış­malardan sonra eskilerden kimse partiye girme­yecek, yalnız dışardan destek verecekti. Bu su­retle parti hedef tahtası olmaktan nisbeten kur­tulmuş olacaktı. Böylece parti 1954 yılında ku­ruldu. Mahdut insanlardan gayn uzun süre kimse partiye girmedi. Yahutta girmeye cesaret ede­medi. Nihayet iş bize kadar gelip dayandı, kay­dolup merkez yönetim kurula getirildim. Sonra da 1957 seçimlerinde İstanbul’dan milletvekili adayı gösterildim. Ufacık mevcudumuzla seçim meydanlarında bir avuç insan etkili konuşma­lar yapıyor, polis gölgesinde, taşlı sopalı saldırı­lar arasında ordan oraya tüm olanaklanmızı kul­lanarak işçimizle halkımızla yüz yüze geliyor se­simizi ne demek istediğimizi anlatabiliyorduk.

Ne ki, 1957 yılının tam yılbaşı gecesinde evi­min kapısı çalındı. Uykudan uyanan çocukları­mın feryatları arasında çekilip alındım. Sansar- yan hanına götürüldüğümde Hikmet Kıvılcımlı başta olmak üzere tüm Vatan Partisi yöneticile­ri ve eskiler oradaydı. Böylece Kıvılcımlı’yla tam 22 ay birlikte hapiste kaldıktan sonra beraat et­tik, çıktık.

Dr. hapishanede kendine son derece iyi ba­kardı. Muntazam jimnastik yapar, muntazam yı­kanırdı. Karyolasına çektiği cibinliğin altında hiç durmadan okur yazardı. O kadar ki, kendi dışındaki tartışmalardan, olaylardan hatta kav­galardan bile haberi olmazdı. Aile içindeki olaylar tabii ki burada da olacaktı ve de oluyordu. Kı­vılcımlı arkadaş bunları engellemeye bile vakit bulamazdı. Bunun dışında muntazam toplantı­lar yapılır, bu toplantılarda teorik bilgileri nok­san olan arkadaşlara usanmadan anlatır onla- nn aydınlanması içinde elinden geleni esirgemez­di. Bir saniye boş vakit geçirmezdi. Roman, şi­ir, yazar teorik konulan yazdıktan sonra tartış­maya açardı. Aynca pek az insanda görülen bü­yük bir sabırla ufak heykeller yapar, bunlarla gü­nün politik insanlarının suratlarını büyük bir us­talıkla yansıtırdı. Teorisini hemen eyleme geçi­recek denli heyecanlıydı. Sayfalarca ne dediği anlaşılmayan eylemsiz aydınlara son derece kı­zardı. O yazdıklarını toprağa basan insanlar için yazar, büyük ustaların kuramlarını adeta adap­te ederdi yurdumuzda... söz gelimi bir bayram sabahı tertemiz giyinip kuşanmış, beyaz gömle­ği gravatıyla koğuşa çıkagelmişti. Sıradan hepi­mizin elini sıkıp bayramımızı kutluyordu. Her­kes birden şaşırmış bu da ne oluyor dercesine Kıvımcımlı’nın yüzüne bakakalmıştı Ona göre bu bir yenilenme bir işkenceden sıkıntıdan yıka­nıp arınmaktı... gerçek binlerce yıldır aranmak­taydı. O ise gerçeği pratiktir diye anlatır uygu­lanmaya geçildiği anhakikatiıı (gerçeğin) ta ken­disi işte budur derdi. Hakikati bulmak için kitaplar dolusu yazanlara kızar, gerçek pratiktir diye sü­rekli pratiğe yönelirdi. Tüm yaşamı bu pratik için­de geçti: Ve ölümü de böyle olmadı mı?

28

Page 29: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

OR. HİKMET KIVILCIMLI’NIN KENDİ KALEMİNDEN HAYATI

“Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’- nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey Posta-Telgraf Müdürü iken, eşi Münire Ha- nım’dan Hikmet doğuyor. Kosova vilâye­tinin iştip kazasında- hastalanıyor. Bir ge­ce. bektaşi tekkesi türbesinde yatan Ali Ba­ba. sandukasından fırlayarak Seher teyze­sinin rüyasına giriyor. Çocuğun iyileşmesi isteniyorsa. Ali adıyla adlandırılmasını, o zaman Hazret-i Ali gibi “kılıcı kuvvetli” ola­cağını, yoksa öleceğini bildiriyor: Hikmet “Ali” oluyor. Henüz konuşmasını becere­mezken. Pakize teyzesinin okuduğu kız mektebine götürüldükçe, kucaktan sıralar üstüne çıkarılıp davul taklitli nutuklar çe­kiyor. İyi alâmet değil...

Hüseyin Bey, Yemen-Hicaz PTT Baş- müdürlüğü'ne aktarılıyor. Gidiş o gidiş. Çocuk babanın adını bile anmıyor. Seher teyze ve subay enişte ile Koçan’a, Cumâi- bâlâ üzerinden Bulgar eşkiyası baskını an­latılarak Drama’ya iniyor. Serez’den dup­duru hatırlayabildiği tek şey, demiryolu üzerinde bayram eden kalabalıklar ortası­na bayraklarla donanmış bir tren gelince, vagonlara sinmiş Abdülhamit Paşalarının kırmızı feslerini didik didik yırtıp havaya fır­latan Hürriyet oluyor.

Bunun üzerine, anıları silik bir İzmir. Ay­dın, Muğla’ya gidiş. Tekrar İzmir İkiçeşme- liğine dönüş. Balkan Harbi patladığı gün, çocuk kendisini yeniden Istip’te buluyor. Ulusların kanlı göçü başlamıştır. Çocuk, bir­kaç güne kadar geri dönmek üzere, göç­menler mahşerine kapılıyor. Bir omuzda taşınamaz manliher tüfeği, öbüründe Kur’an-ı Kerîm kesesi, yollarda kaybola ola, yayan Köprülü’ye, bir buğday vago­nuna ulaşıyor. Trenle, yarı aç inilen Sela­nik'te: çocukların insan ve hayvan ayak­ları altında çiğneyen Panik'in. bezirgan ya­nında bir hafta çıraklığın, kırk para kazan­mak için yarım saat süren tesadüfi ham- mallığın. yatılıpta bir daha kalkılmayan ölü­mün ne olduğunu acı acı öğreniyor.

Bir aile kolunun bulunduğu İstanbul’a geçiş. Zabit Murat dayıyla Erzurum yerine gidilen Kuşadası, “Delice Emin Efendi”nin iptidai ve rüştiye mektebi. Tahta tüfekler­le. asker talimleri. Ateş-Barut-Bomba atan­ları. İlk sinema salonunda banrıyenyız biz sağımızdan solumuzdan.

“Çûşan ederiz yıldırımı her dağımızdan.”“Efes" harabelerinde, diz çökerek hedefi

il den sahici mavzerle vuruş. Birinciliğe Ce­lâl Nuri'nin “Tarih'i İstikbâl” kitâbından ödül; düğmesine basınca göklere uçan kol­tuklar. Saltanatları dinamitle havaya uçu­ran nihilistler, Teravihten sonra namaz kı­la kıla sahura dek camiide uyuya kalış. Ça- tıveren Birinci Cihan Harbi. Her Allah'ın puslu günü Sisam adasından sökün edip kasabacığın üç beş yapısını delik deşik et-

mecesine yıldırımlar yağdıran İngiliz ve Fransız savaş gemileri. Pakize teyzenin 38 ’likle vuruluşu. İnsanlann tavuk gibi öldürülüşü.

İkinci Muğla’ya gidiş. Aydın-Söke yol­larında açlıktan, bitkinlikten can vermiş “Tebdil havalı” Mehmetçikler... Muğla İda­disi, sonra ^ultari’si. Trampetçilik. Fifre Çe­kirge mücadelesi. Nisfiye. Nay. Mezarlığın sakız ağacına bağlı, gözleri camlanmış, kur­şuna dizilen sayısız asker kaçaklan. Her ge­ce bir karakolu basan eşkiya Demirci’nin kestiği başlar. Karakolda çeşit çeşit işken­celer. Murat dayının ölümü. Tatilde âşâr damgacılığı. Ekin harmanlarının güzelliği. Ölümden sonra daha acı gelen Osmanlı İmparatorluğumun bozgunu.

İzmir Yunan işgalinde. Depolardan silâh çekme. Kuvayımilliye gönüllülüğü. Hava­da meteliği tabancayla vuran Yörük Ali Efe. Zeybekler. Aydın Cephesi, Çine Köp­rüsü, “Köyceğiz Kuvayımilliye Askeri Ku­mandanlığına tayin” ediliş. Toprak beyle­rinin vurdumduymazlıktan ve nobranlıktan. Dağ Türkmenlerinin sıcak anayüreklilikle- ri. Litoğrafya’da elle basılan Menteşe ga­zetesi. Bolşevikler! Kızıllar! Bayrağımızın rengi. Elaltından İtalyanları çağıran Muta­sarrıfa karşı gizli gençlik teşkilâtı ve hücum­lar. Muğla ansızın İtalyan işgalinde. Yu- nan’a karşıymış: “Gâvur değil mi?” Yağlı­boya kartal resmiyle yayan Marmaris yol­ları... Sıtmanın mezarlığa çevirdiği tüm köyler, Rodos’tan İstanbul’a aktarma.

Vefa Lisesi Müdürünün Kuvayımilliye kalpağını ve çizmelerini “Talebeliğe yakışıksız” buluşu. Ailenin kökten işçîleş- mesi. Ali Kemal: “Kalpak bir alâmet’i ûriş oldu. Kalpaklıyı nerede görürsen vur!” Sul­tanî 9'dan İmtihan ile İstanbul Tıp Fakül­tesine. Ölüm kalım. “Tıbbiye’i Askeriye’i Şâhâne"ye müsabakayla müstezadlı gazel:

“Ey melce’i ûlvî, ebedî hislere mâkesSail sana bîkesYâ sen de serap, sen de mi mâsumlara

kâbusBir tâlihe pâpûs?”Sınıfta çıkan “ Y ıld ız” dergisinde

mistisizm:“Çiçekten buluttan bir şenme alıpHû! dedik meclis’i rindâne geldikBir lokma, bir hırka, bir külâh kâfiYunus’la biz bir imtihâne geldik.Coştuk ta, yâhû âsûmâne geldik” ...Tıbbiye camiinde askerî imamın arkasın­

da tek sâdık cemâat: Hikmet Hüseyin Efendi! Tıbbiye de İstanbul gibi İngiliz işgâli altında. “Dünyayı sarsan” broşürler, gaze­teler! “Kül yâ eyyühel-kâfirûne...” sûresin­den materyalizme atlayış. Türk Ocakları, Kurtuluş, Aydınlık Mecmuaları. Sosya­lizm... Anadolu’ya bütün sınıflarıyla geç­me hazırlığı. Gelen gizli emir: “Şimdilik derslerinize çalışın! ”

Gece yarısı 101 pâre topla Cumhuriyet ilânı. Cumhuriyetçi Terakkiperver Fırkası. Vazife Gazetesi. Oraç Çekiç Dergisi. Aka­retlerde Parti Kongresi. Aydınlık Dergisi­nin Özel Gençlik Nüshaları. Oraç Çekiçli postalar. Roza Lüksenburg ile Kari Lib- nekt’i flütle anış. ihbar-1925 yılı Tıbbiyeyi bitiriş. İngilizle Musul meselesi. Birinci Şark İsyanı: Şeyh Sâid. Türk Ocağında söylev. Tophane Bekirağa Bölüğüne “Kapital” ile giriş. Ankara İstiklâl Mahkemesi. “Tarikat’ı Selâhiye.” “Silk’i askerî". “Zât’ı şâhânenin atabei ülyasına” suikast maddesi. 10 yıl kürek.

Ne sıraları, ne günleri sezinlemez batıp çıkmalar.] 1928 yılı yeniden “Düyûn’u Umumiye” borçları. “Gitsinler Sultanların­dan alsınlar. Demokraside mebus tayin edilmez." İzmir’de, “Ameleden adamlan ik­tidara getirmek” suçu. 4 yıl, 6 ay 15 gün. Siverek yerine: Afyon- Konya - Adana - Müslimiye - Mardin - Diyarbakır yoluyla: “Elaziz Kürdistan’ın Payitahtıdır” ve “Alfa­besinden cebri âlâsına değin sosyalizm.”

1935 Y IL I MARKSİZM BİBLİYOTEĞİY A Y INLAR IN DAN ÇIKANTERCÜMELERDEN1— Gündelikçi İş ile Sermaye (Marks),

3 — Karl Marks’ın Hayatı Felsefesi Sosyo­lojisi (Lenin), 4 — Karl Marks’ın Ekonomi Politiği Sosyalizmi Taktiği (Lenin), 5 — Ludwing Feuerbach Klasik Alman Felsefe­sinin Sonu (Engels), Kapital (Marks) vs....

ÇIKAN TEKLİFLERDEN2 — Edebiyat Cediyde’nin Otopsisi, 5 —

Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı, 7 — Emperyalizm Geberen Kapitalizm, 8- İn­kılâpçı Münevver Nedir? 9 — Marksizm Ka­lpazanları Kimlerdir?, Marks-Engels’in Ha­yatları, Demokrasi Türkiye Ekonomi Politikası.

1938 Donanma Kor. Askerî Mahkeme­sinin ilânı: “İşbu kitaplar, erbaşlar tarafın­dan okunmuş ve benimsenmiş ve bu hâl ilerde Donanma disiplinini sarsıcı mahiyette görülmüş olmakla kanaati vicdaniyeyi tam- me ile” 15 yıl.

1954 yılı Türkiye Filipin’lerden geri. Ku- vayımilliyeciliğimiz (Gerekçe), Vatan Par- tisi’nin kuruluşu, Tüzüğü, Programı, Siya­setimiz, Soğan Ekmek Kongresi, 1957 Se­çim Kampanyası, Islâm Hümanizması üze­rine Eyüp söylevi. İlkin dini siyasete alet et­mekten, sonra Vatan Partisi’nl kurmaktan Harbiye Kumandanlık hücrelerinde 6 ay aralıksız bir tek gün gün ışığı görmeyiş. 2. yıl Sultanahmet aydınlık cehenneminde tu­tukluluk. Beraet, Münire annenin ölümü.

1960 yılı Millî Birlik Komitesine Açık Mektuplar. Anayasa Projesi. 1965: Tarih Devrim Sosyalizm, İlkel Sosyalizm’den Ka­pitalizme İlk Geçiş: Ingiltere, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi, Birinci ve İkinci Kuvayımilliyeciliğimiz.

Page 30: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

“ TÜRKİYE ÜZERİNE TEZLER” HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Üç riltilk “ Tezler” incelendiğinde,

günümüze, kadar akıp gelen burjuva

I yanılgılar yanında, TİP’in belli bir dönemi hariç

(1978 e kadar olan dönem) diğer

bütün sol eğilimlerin

görüşleri Y.Küçük’ün top atışının menzili

içinde kalmaktadır. Yazar Sosyalist

Devri m’in önüne “aşama” koyan

her siyaseti aynı potada eritmek için

aşırı bir zorlama içindedir.

GİRİŞY.Küçük “Türkiye Üzerine Tezler’ min

önsözünde "İleri sürdüğüm tezler, yeni ça­lışmalarla çürütülmedikçe, Türkiye tarihi üzerine şimdiye kadar söylenmiş ve yazıl­mış olanların çok büyük bir bölümünü unutmak gerekecek” diyor. Önsözün ta­rihi F.kım 1977’dir, üçüncü cildin basım ta­lihi ise 1986...

Eğeı “şimdiye kadar” Türkiye tarihi üze­rine "söylenmiş ve yazılmış olanlar"dan ka­sıt resmi devlet literatürü ya da kimi burju­va aydınlarının etütleri ise, bunlarda ileri sü­rülen görüşlerin “çok büyük bir bölümünün” unutulması gerektiğine fazlaca itiraz edilmeyebilir. Ancak böyle köklü bir düşünce ihtilaline(l) kalkışan bir kişi Marx’in ekonomi politik araştırmalarını yaparken söylediği gibi, “tarihin adeletini yerine ge- tirmek”ten kaçınamazdı. Yani, ilk kez ileri sürüldüğü sanılan düşüncelerin geçmiş bilgi birikiminde ilk filizleri, hatta oldukça geliş­kin örnekleri bulunabilir. "Sınıf mücadele­si", “artı-değer” vb. konularda Marx, bu alanlardaki ilk düşünce sahiplerini bulup çı­kartmış ve böylece "tarihin adaletini yerine” getirmiştir.

Y.Küçük’ün 1875 sayfalık "Türkiye Üze­rine Tezler’’inde böyle bir bilimsel titizliğin izi bile yoktur. Tam tersine kaba genelleme­ler, ne yazık ki, tezlerin egemen özelliğidir. “Tarihin adaletini yerine getirmek" yalnız­ca ahlaki bir sorun değildir ve esasında işin bu yönü bilimsel araştırma açısından pek önemli sayılamaz Ancak gerçek bilim, ken­dinden önceki basamakların üzerinde yük­selir Eski tezler, anti-tezlerle inkâr edilerek senteze varılabilir. Yalnızca inkâr, boşlukta kalan eklemli, her zaman kırılmaya mah­kûm eklektik düşünce üretebilir.

O nedenle bızler, Y.Küçük’ün "Türkiye Üzerine Tezler"ini “yeni çalışmalarla” de­ğil, tam tersine eskiden yapılmış çalışma­lara dayanarak eleştireceğiz.

“Tez!er"i ele aldığımızda karşımıza olduk­ça yoğun bir belge ve düşünce yığını çıkı­yor. O nedenle eleştiriyi önemli gördüğü­mü? noktalarda odaklaştırmak zorundayız. Amacımız Türkiye üzerine yeni etütler yap­mak değil 12 Eylül’le bir kere daha belli ölçülerde bulanıklaşan, sol siyasi eğilimler arasındaki sınır çizgilerini kalınlaştırm ak­tır. "Türkiye Üzerine Tezler". Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nin teorik tabanıdır. Bu dergi çevresindeki insanlar ise aydın olmak­tan öıeye özelliklere sahiptir. "Tezler” bel­ki yeniden şekillenmeye çalışan bir siyasi

eğilimin yol gösterici işaret taşları olacak­tır. O nedenle günümüz sınıflar mücade­lesinde önemli olan teorik sorunların de­ğerlendirmesiyle kendimizi sınırlayacağız.

"Tezler" de konu özellikle Kemalizm'dir. Onun sınıf yapısı, iç ve dış politikası, ayrı­ca sosyalist hareket üzerindeki etkileri de­taylıca işlenmiştir. Kemalizm konusunda söylenenlere genel planda katılmamak mümkün değil. Kemalizmin küçük burju­va ideolojisi olmadığı, Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye burjuvazisinin öncülüğünde yürü­düğü bir gerçektir.

Yine bizdeki "devletçiliğin”, dünyada eşi benzeri bulunmayan bir yol olmayıp, özel likle bizim gibi ülkelerde kapitalizmin geli­şimini hızlandıran bir yol olduğu, o günle­rin devrimcileri tarafından da tespit edilmiş, artık üstünde tartışma gerektirmeyecek denli açık bir olgudur.

Kemalizmin ilk Bolşevik iktidarıyla ilişki­lerinin pragmatik çıkarlara dayandığı, an­cak bunun o günlerin devrimcileri üzerin­de etkiler yarattığı ve aslında daima Batı: yla bütünleşmeyi özlediği de, tarihi gerçek- lerimizdendir.

Ancak, 1987 Türkiye’sinde bu Tezler’in muhatabı kimlerdir? Ve Tezler gerçekten o güne dek söylenenleri "unutturacak" ölçü­de yeni ve bambaşka mıdır? Üç ciltlik Tez­ler incelendiğinde, günümüze kadar akıp gelen burjuva yargılar yanında, T İP ’in bel­li bir dönem hariç (1978’e kadar olan dö­nem) diğer bütün sol eğilimlerin görüşleri Y.Küçük’ün top atışının menzili içinde kal­maktadır. Fakat YÖN çizgisi, MDD Hare­keti ve TKP'nin omuzları üzerinden bü­tün devrimci hareketi eleştirmek gölge dö- ğüşünden öteye fazla bir değer taşıyamaz. Yazar Sosyalist Devrim'in önüne “aşama" koyan her siyaseti aynı potada eritmek için aşırı bir zorlama içindedir.

Bu zorlamaların sınıf tahlillerine ve dev­rimci hareketin genel değerlendirmesinde nasıl yansıdığını irdelemeyeye çalışalım.

EGEMEN SINIFLAR: TÜM BURJUVAZİ Mİ, FİNANS-KAPİTAL Mİ?Uzunca bir alıntıyla konuya girelim

Y.Küçük bugünün Türkiye’sinden iki örnek veriyor:

"Sadece iki örnek yeterli. Bir yabancı sermayeli şirket olan İstanbul Umum Sigor- ta’ııın iştirak yoluyla oıtak olduğu, yerli ve yabancı şirketler şöyle: Türkiye Cumhuri­yet Merkez Bankası. Türkiye Sınai Kalkın-

MEHMET YILMAZERma Bankası, Türkiye İş Bankası, Türkiye Garanti Bankası, Ereğli Demir-Çelik Fab­rikaları, Gübre Fabrikaları, Good Year Las­tikleri, Aslan Çimento, Eskişehir Çimento, Ünye Çimento, Çukurova Elektrik, Us Ro­yal Lastikleri, Assicurazioni Generali, La Cancarde, Allianze Assircurazioni, Rabak, Sim-Em Ticaret, Doğan Sigorta, İnan Si­gorta. Milli Reasürans, Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları,

"Diğer örnek gibi Osmanlı Bankasından. Osmanlı Bankası’nın iştirakler yoluyla or­tak ve söz sahibi olduğu şirketi er ise şöy­le: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, İstanbul Umum Sigorta, Gima, ittihadi Milli Sigorta, Siti-Tur Sigorta Acentası, Tam Ha­yat, Umumi Mağazalar, Türkiye Sınai Kal­kınma Bankası, Sınai Yatırım ve Kredi Ban­kası, İnter Continental Oteli, Rabak, Go­od Year, Uniroyal, Sifaş Kömür İşletmele­ri, Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları, Sunta Tahta Sanayii. Bu iki örnek, yabancı şirket­lerin dal budak salmalarının yanında, Türk­iye’deki yerli ve yabancı özel kuruluşların nasıl birbirinin içine girdikleri gösterme ba­kımından da öğretici... Bu bilgi ve gözlem­ler, Türkiye kapitalizminin bir avuç "oligarşi” olarak görülmesinin ne denli gerçek dışı ol­duğunu göstermemesi bakımından da öğretici" (Tezler. I s. 395)

Evet, Y.Küçük’ün Türkiye sınıflar yapı­sıyla ilgili tezlerinin çürütmek için sadece bu iki örnek yeterli. Yazar muhatabı oldu­ğu görüşleri eleştirmek için önce onları ken­di boyutlarının dışına zoıluyor, sonra eleş­tiri yıldırımlarıyla yok ediyor. "Türkiye ka­pitalizminin bir avuç "oligarşi' olarak gö­rülmesi eleştirisi hiç şüphesiz ki en başta Cephe kökenli siyasetlere yöneliktir. An­cak yazar nüanslara, hatla köklü farklılık­lara pek aldırmadan eleştiri haklarını sos­yalist devrim bakış açısı dışında kalanlara aynı ölçüde fırlalabilmekiedir.

"Parantez açıyorum. Finans Kapital gö­rüşünün, Dr. Hikmet Kıvılcımlı eliyle (ne yazık ki Dr H Kıvılcırııh’rım görüşleri Tez­ler yığını içinde yalnızca iki parantez içine sıkıştırılmıştır bu.) luıkiye’deki uygulaması Türkiye’nin feodal egemenlik altında oldu­ğunu ilen süren milli demokratik cephe çö­zümlemeleri ve Türkiye'nin tekellerin bo­yunduruğundan kurtarılması için önerilen ulusal cephe ile luıkiye’deki kötülüklerin tek kaynağını olıuarşik yapıda arayan ba­kış açılarında hep kerıdiliğindencilık ve kes­tirmecilik eğilimleri var. Buna paralel ola­rak. ulusal cephe projesi bu yana, diğerle-

L30

Page 31: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

rinin tümü bir yiğitleme çağrısı da içeriyor” (Tezler İli, s. 351)

“Yiğitleme çağnsı”na sonra değineceğiz. Konumuza devam edelim. Türkiye devrim­ci hareketi içinde, ikinci doğuş diyebilece­ğimiz 1960 sonrası yıllarda, kapitalizmin varlığı yokluğu değil, daha çok hangi se­viyede olduğu ve gelişiminin ülkemizde na­sıl bir sınıf yapılanması yarattığı tartışıldı. Ve bu tartışmalarda TİP, kapitalizmin ülke­mizdeki gelişim seviyesini olduğundan öte­ye görerek konumunu Sosyalist Devrim parolasınd "omutlaştırdı. MDD hareketi ise, “feodal artıklan” abartarak kapitalizmin durumunu gerçeklikten geriye itekledi ve “miliici sınıflarla" yapılacak Milli Demokra­tik Devrim parolasını öne çıkarttı Vç tar­tışmalar daima sınıflar yapısının tespitinde odaklaştı. Bir devrime soyunanlar ya da bu iddiada olanlar mücadele alanında güçler durumunu bilmek zorundaydı. 1960’lar Türkiye’sinde egemen sınıf olarak “tüm burjuvazinin" ya da "gayri milli” , “işbirlik­çi burjuvazisinin” öne çıkartılması gerçeklik­lerimize şaşı bakmak oluyordu.

“Tekellerin egemenliği” bulanık görüşü ise, genel sol literatüre ancak 12 Mart de­neyinden sonra girebildi. Proletarya sos­yalizmi ise, gerçek sınıflar yapımızı çok ön­celeri belirlemiş fakat onun “bir avuç Finans-Kapital” egemenliği tezi 1960’larda hemen hiç bir rezonans bulmamış, ancak 12 Mart sonrası, “tekelci kapitalizm”, “oli- garşik egemenlik” vb, biçimlerde biraz bo-

1 zularak da olsa gündeme gelmiştir.Y.Küçük “kapitalizmin bir avuç oligarşi”

olarak görülmesinin ne denli gerçek dışı olduğunu” yukardaki alıntılarda ispatladı­ğı kanısındadır. Madem ki, M DD ve Cep­he görüşleriyle bir “yiğitleme çağrısı” için­de aynı potaya konuyoruz, “bir avuç oligarşi" ifadesini “bir avuç Finans-Kapital” olarak değiştirip, kendi tezlerimizi “yiğitçe” savunmak durumundayız.

YKüçük iki farklı kavramı aynı düzeye indirgeyerek kendi eleştirisine zemin hazır­lamaya çalışıyor. Kapitalizm bir üretim bi­çimidir. Ve bu üretim biçimindeki çıkar ko­numlarına göre, kendi sınıflarını şekillen­dirir. Oysa “bir avuç Finans-Kapitalist”, ka­pitalist sistem içinde bir sınıf, hatta bir sınıf

bile değil, genel olarak burjuvazi içinden sivrilmiş bir zümredir.

Ancak Yazar. 1986 Türkiye’sinden (Tez­lerin üçüncü cildinin basım tarihi) 1968’lerin MDD görüşlerini eleştirerek, bu gölge döğüşüyle bütün Demokratik Dev­rim tezini savunanları yere sermek istiyor.

Kolay ve kurnazca bir yol, ama gerçeklik­lerimize uymuyor. Kapitalizmi “bir avuç Finans-Kapital” olarak görmek, yazara göre kapitalizmi Türkiye topraklarında “bir avuca” indirgemektir. Böyle olunca bir te­zi. hele hele 1980’ler Türkiye’sinde, yere serivermek pek kolay olacaktır. Çünkü Türkiye’de kapitalizm “bir avuç” değil, yer­leşik kesin egemen bir üretim biçimidir. Oy­sa Türkiye'de kapitalizmin “50 yıldır” ke­sin egemen üretim biçimi olduğunu; ancak egemen sınıfın tüm burjuvazi, ya da kapi­talist sınıf olmayıp; devletçilik eliyle semir­tilen “bir avuç Finans-Kapitalisfin ülke ekonomisine, sınıf ilişkilerine kesin ve tek egemen olduğunu savunagelmiş bir görüş var.

Yazar, iki ayn kavramı: Kapitalizmle, bir avuç Finans-Kapitalist kavramı aynı sevi­yeye indirgeyerek, bizleri Türkiye’de kapi­talist üretimi feodal ilişkilerin ortasında “bir avuç” adacık olarak görmekle eleştiriyor. Boşa gayret. Kanştmlan konu kapitalist üre­tim yapımız içinde gerçek egemen sınıf ya da zümrenin tespit edilmesindedir. Düz mantıkla, madem ki kapitalizm bizde ege­men üretim biçimidir, ö halde egemen sı­nıf tüm burjuvazidir, demek artık emper­yalizm ya da tekelci kapitalizm çağında bir anlam taşımıyor. Hele daha baştan tekelci yapıda gelişmiş olan Türkiye’de kapitalizm için hiçbir anlam taşımıyor.

Yazar, kendi tezlerini desteklemek için benzer bir başka yol daha izliyor: “Söz ko­nusu ampirik araştırma, iştirak yoluyla, ke­netlenmenin, genellikle beklenenden fazla

i olduğunu gösteriyor. Sadece bu bilgi bile, Türkiye’deki burjuvaziyi tepedeki bir avuç müteşebbisten ibaret sayan eski ve yeni si­yasal görüşün ne denli yanıltıcı olduğunu göstermeye yetiyor." (Tezler I, s. 419).

Burada da “burjuvaziyi tepedeki bir avuç müteşebbisten ibaret sav ’mak suçlamasıyla yüz yüzeyiz. Hiç şüphesiz ki Türkiye’de bur­juvazi “bir avuç müteşebbisten” ibaret de­ğildir. F.ger kategorik anlamda artı-değer sömürüsünü dikkate alırsak, yani küçük es­nafı ve kırda yoksul ve orta köylülüğü dış­larsak. Türkiye’de 1977 rakamlarıyla şehir­lerde sırf imalat sanayimdeki işletme sayı­sı 200 bini aşkın, kırlarda ise 150 bin civa­rındadır. Ticaret ve bankacılığı da dahil et­tiğimiz de bu rakamlar daha şişecektir. Y. Küçük bu rakamlann içine isterse küçük es­nafla, yoksul ve orta köylü “işletmelerini" de dahi! edebilir ve o zaman “burjuva sınıfımız" kanncalar kadar kalabalık hale ge­lebilir. Böylece neyi ispatlamış oluyoruz? Türkiye’de kapitalist üretim biçiminin çok yaygın olduğunu mu? Belki! Ancak sınıf­lar mücadelesi alanında isek ve güçlerimi­zi bu hareket alanında mevzilere yerleştir­me sorunuyla yüz yüze isek, böyle bir ba­kış açısının “ne denli yanıltıcı” olduğunu kavramak hiç de zor olmasa gerek.

Türkiye'de burjuvazi, hele 1950'ler son­rası Türkiye'sinde, “bir avuç müteşebbisten ibaret” değildir. Buna şüphe yok. Ancak Türkiye'de “tüm burjuvazi” kesin egemen konumda mıdır? Tartışma konusu bu. Y.

Küçük Tezlerinden aktardığımız bölümde “yerli ve yabancı özel kuruluşların nasıl bi- ribirinin içine girdiklerfnden, “iştirak yoluy­la kenetlen’’melerden söz ediyor. İşte ko­nunun can alıcı noktası buradadır. “Birbi­rinin içine" giren, “kenetlenen’’ler kimler­dir? Tüm burjuvazi mi? Kesinlikle hayır.

Bunu Y.Küçük, Tezler'inde bizzat kendisi açıklıyor. Cumhuriyetin birinci on yılına geri dönelim: “Bankacılık sistemi içinde Cum­huriyet rejiminin has evladı İş Bankası önemli bir gelişme kaydediyor. İş Banka- sı’nın gelişme çizgisi içinde en önemli yeri iştirakleri oluşturuyor. Sırtım Cumhuriyet rejimine dayamış bu özel banka, özel ban- kaçılık tarihinde harikalar yaratıyor... İş Bankası, ödenmiş sermayesi ve yedekle­rinden daha büyük bir sermayeyi, iştirak şeklinde yatırımlara bağlamış oluyor. Bu durum ise 1930 yıllarının sınayi planlan ile daha da gelişiyor. Çünkü sanayi planları, bazı yatınmlann yapılmasını doğrudan doğ­ruya İş Bankası nın öncülüğüne bırakıyor.” (Tezler i, s.177-178) Cumhuriyet rejiminin “has evladf’nın mükemmel bir tasfıri!

Bankalar bilindiği gibi kapitalizmin kla­sik gelişimi içinde ilk dönemlerde ödeme­lerde “mütevazi aracılardı.” Kapitalizm te­kelci dönemine gelip dayandığında ise mü-- tevazi aracılar olmaktan çıkıp, sanayi, tica­ret. vb. sermayelerinin yoğunlaşıp birbiri­nin içine girdiği Finans-Kapitalin kabeleri oldular.

Bizde İş Bankası ise, daha neredeyse “Cumhuriyetin has evladı” olarak doğar doğmaz “iştirakleri” ile yaygınlaşıyor, hat­ta “sanayi planlan, bazı yatırımların yapıl­masını doğrudan doğruya İş Bankasfnın öncülüğüne bırakıyor” Ve İş Bankası Umum Müdürü Celal Bey, ardından gelen yıllarda Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığı­na tırmanıveriyor.

Günümüzde, dört büyük banka - İş Ban­kası. Ziraat Bankası, Akbank, Yapı ve Kredi Bankası- mevduatların % 70’ini, kredi pi­yasasının ise % 68’ini elinde tutmaktadır. Yine yalnızca 4 bin büyük işletme işgücü­nün % 81,4'ünü kullanmakta, katma de­ğerdeki payı ise % 84 ’ü bulmaktadır. Evet “tüm burjuvazi” bankaların kapısında kre­di beklemekte ya da işletmesine bu ban­kanın iştirakini sağlamak için teklif üstüne teklif yapmakta özgürdür. Ancak bu kabe- lerin kapısından teklifsizce yanlız bir avuç Finans-Kapitalist girebilir. Diğerlerine “yük­sek faizden”, “kredi darlığından” ya da “haksız rekabetten" ağlaşmak düşer.

Finans-Kapital ne yalnızca sanayi serma­yesi ne de ticaret sermayesidir. Finans Ka­pital üretimde tekeli varsayar. Ve sanayi, ticaret ve taamdaki en iyi sermayelerin ban­kalarda sentezleşmesidir. Bu noktalarda Finans-Kapital tezi, “oligarşi” tezinden ay- nlır. “Oligarşik diktatörlük” tezinin savunu- culan açısından “uluslararası tekellerle bü­tünleşmiş işbirlikçi ‘yerli’ tekelci burjuvazi­nin toprak ağalan ve tefeci bezirganlann en irileri ile birlikte oluşturduğu gerici bir haı kim sınıflar iktidan (oligarşik diktatörlük) vardır.” (Bildirge s.17) Bu tez çeşitli sermaye kesimlerinin bankalarda sentezleştiğini kav­ramaz. Bugün büyük toprak sahiplerine, veya bir ithalat-ihracat tekeline ya da bü­yük sanayiciye dokunulduğunda aynı Finans-Kapital zümresinden tepki gelir. 12 Mart’taki toprak reformu dramı hatırlarda­dır. O nedenle Finans-Kapital çeşitli serma-

ırınne

Yazar ilte ka\fr-

Kapitalizmr— avuç Fi

Kapitalist kavı aynı se» indirgem

bizleri Türkiye o* kapitalist üretimi feodal ilişkilerin

ortasında "biı avuç'adacık olarak

görmekle eleştiriyor. Düz

mantıkla, madem ki kapitalizm bizde

egemen üretim biçimidir; o halde egemen sınıf tüm

burjuvazidir; demek artık

emperyalizm çağında bir anlam

taşımıyor.

31

Page 32: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

ye gruplarının geçici, iğreti, ya da koşulla­ra bağlı bir “birliği" değil, daha da öteye do­muz topu olmuşça bir sentezidir.

Finans-kapital zümresi içinde çelişki ol­maz mı? Bazı finans grupları batıp yok ol­maz mı? Bu sorulara bütünüyle olumsuz cevap vermek, kapitalizmin öz çelişkileri­nin inkârı olurdu. Ancak bu çelişki ve ba­tış çıkışlar, o ülkede bir halk devrimi olma­dıkça, Finans-Kapitalin egemenliğini, ya­pısını bozmaz ve ortadan kaldırmaz.

Konumuza dönersek, Türkiye’de mev­cut sınıfsal yapının hatalı kavranışı bir dok­tora tezi için belki yalnızca eksi puandır, an­cak politika sahnesinde tamir edilemez ha­talara kapı açabilir. Y.Küçük tüm burjuva­zi ile bir avuç egemen Finans-Kapital züm­resi arasında bir nitelik farklılığı görmeyin­ce, bu mantık ister istemez politik tespitle­re de yansımıştır.

“1945 yılından sonra burjuvazinin par­tileri çiftleşerek çoğaldığı için 1965 yılından sonra Türkiye'nin sosyalistleri iktidan düşün­meye başladıkları için, 1970 yılına döner­ken ve 1970 yıllarında burjuvazi işçi ve emekçilere, sopa ile umudu farklı farklı ör­gütlerle sundu. CHP ve M HP burjuvazinin iki kolu oldu. Aynı gövdeden ve daha özel olarak aynı kalpten kan olan iki kol oldu.” (Tezler II, s. 613)

Türkiye’de “tüm burjuvazinin” egemen olduğu tezinden hareket edilirse ve yalnız­ca kaba görüntüyle yetinilirse CH P ve M HP’nin “burjuvazinin iki kolu” olduğu, “aynı kalpten kan” aldığı sonucuna kaçı­nılmazca vanlır. Burjuvazinin “sopa ve umut” taktiği olayların klasik ve pek basit bir açıklaması olur. Ancak neden 1945’ler sonrası “burjuvazinin” partilerin “çiftleşti- ği”ni (DP ve CHP kastediliyor b.n.) ve CH P’nin “tek devlet partisi” olma konu­mundan “ortanın soluna” itildiğini yeterince açıklamaz.Hele hele DSP’nin ekonomisti A.S. Akat’ın “Alternatif Büyüme Strateji- si”ni hiç açıklayamaz.

Eğer geniş halk yığınlannı , işçi sınıfının saflarına kazanmak, hatta bizzat geniş işçi yığınlarındaki çeşitli burjuva etkilerini kır­mak istiyorsak mücadele alanındaki parti­lerin dayandıkları sınıf ve zümre temelleri iyice açıklanabilmelidir. Bunun için “sopa ve umut” çeşitliliği yeterince açıklayıcı ola­maz. Tam karşımızda olan, tarafsızlaş- tırılması gereken ve saflara kazanılması gereken güçler iyi tespit edilmelidir.

Eğer, CHP; ortanın solu’na kaydı ise, sosyal-demokrat hayalleri yığınlara yaymak istiyorsa, bunun açıklaması burjuvazinin “umut” çeşitlemesi olarak yapılırsa, siyaset- mizansene dönüştürülmüş olur.

CHP ve devamları, egemen Finans- Kapital zümresine değil, yaygın tekel dışı burjuvalara ve orta tabakalara dayandığı için, onların sözcülüğüne soyunduğu için

sosyal-demokrat hayaller peşindedir. Tekel­ler, hele 12 Eylül ekonomik programıyla, onlann da yaşam alanlannı daraltmıştır. Fa­kat tekel dışı burjuvalar binbir bağla Finans- Kapital'e bağlıdır. Finans-Kapital için ise, te­kel dışı burjuvalar özellikle kriz günlerinde bir amortisör işlevi görür. Yaylanma alanı­dır. Proletaryanın Finans-Kapital partileri­ne karşı tavrı ile, tekel dışı burjuvaların par­tilerine karşı tavrı aynı olmaz. Aynı anda hem Fınans-Kapital’e hem de tekel dışı bur­juvalara cepheden savaş açmak, proletar­ya açısından güç israfı olur. CHP gibi par­tileri bazen söylediklerini yapmaya zorla­yarak, -Bolşeviklerin Şubat günlerinde Ke­renski hükümetine yaptıktan gibi- bazen, de yapamadıklannı bizzat devrimci eylem­lilikle yaparak, siyaset döğüş alanında in- melendirmek, tarafsızlaştırmak, şimdi­ki momentte izlenecek yoldur. M HP için söylenecek fazla bir şey yok. Bu parti, doğ­rudan Finans-Kapital zümresine dayanır, Finans-Kapital’in faşizm özleminin iğreti bir sembolüdür.

Yazar’ın egemen zümre konusundaki ya­nılgısı onu faşizmin tahlilinde de belirsizli­ğe itmiştir. Tez şöyle gerekçelendirilir: “12 Eylül'de Adalet Partisi ve lideri Demirel ile Halk Partisi ve lideri Ecevit’in hiyerarşik dü­zeni koruyarak Silahlı Kuvvetler’in komu­ta düzeyi ile tam bir anlaşm işliği var.” (Tez­ler 111, s.77) Doğrudur, eğer 12 Eylül “anarşi ve terörü” bastırmakla yetinip, daha öte­lere gitmeseydi bu tespit tam bir haklılık ka­zanabilirdi. Ancak özellikle 24 Ocak eko­nomi politikası ve bunun siyasi mantık so- nuçlarıkararlıca uygulanınca, bunun CHP yönünden tam bir kabulü mümkün ola­mazdı.

Demirel, akıp giden siyasi olaylar içinde yıpranan, Finans-Kapital’in eski at’ıdır. An­cak Ecevit’in siyasi yaşamı, yükselen sınıf mücadelesi sürecinde, Finans-Kapital’in fa­şizm tehdidi ile işçi ve halk yığınlannın dev­rimci atılımı arasında, tekel dışı orta taba­kaların nasıl acz ve şaşkınlık içinde Finans- Kapital’e teslim oluşunun örnek, çok öğ­retici bir hikâyesidir. İşçi sınıfının bu trajik hikâyeden çıkartacağı çok önemli dersleri vardır:

Yazar yukarıdaki tespiti yaptıktan sonra tezini şöyle açar: “Tezi yazıyorum; faşizm, yöneten sınıf ya da sınıflar içinde, çelişki­lerin, bir taraf lehine, ortadan kaldırılması ya da ertelenmesini anlatıyor.” (Tezler 111,

s. 77) Bulanık bir tespit. Faşizme “taraf” olan sınıf hangisidir? Tezin içinde bu yok. Tez devam ediyor: ‘Tezin uzantısı var: Fa­şizm, yöneten sermaye grupları içinde, is­ter ülke toprakları içinde ve isterse dışında olsun, yeni alanlar zaptetmek isteyenlerin rejimi oluyor.” Burada da “yeni alanlar zap­tetmek isteyen” sermaye gruplarının faşiz­mi istediğini öğreniyoruz.

Bu tezin Türkiye pratiğine uygulanma­sına geçildiğinde şunlar yazılıyor:

“Türkiye’ye dönüyorum: 12 Eylül’den kendilerini Cumhuriyet rejimi ile yaşıt ve özdeş sayan, Koç sermaye grubu, “temsili” niteliğini kaybetmiş olarak çıkıyor... Şöyle de söylenebilir: 12 Eylül’de sanayi serma­yesinin siyasal yapısı monalitik özelliğini ge­ride bırakıyor. Bayar Menderes Rejimi ile doğan Sabancı Sermaye Grubu, çok da­ha yayılmacı ve aragon bir politika izliyor.” (Tezler II, s. 77)

Bütün bu söylenenlerden 12 Eylül reji­mini özleyen “sermaye grubunun” hangisi olduğunu tespit etmek oldukça zor. Ancak “yayılmacı” Sabancı grubu bu özleme da­ha yakın duruyor. (!) Fakat bu tür tahliller­le gerçeklikler aydınlatılamaz, ancak gerek­siz detaylarla konunun odak noktası göz­den yitirilir. “12 Eylül’de sanayi sermaye­sinin siyasal yapısı monolitik özelliğini ge­ride bırakıyor” diyerek ne anlatılmak iste­niyor?” “Sanayi sermayesinin siyasal yapısı” ne demeğe geliyor, bilmiyoruz. Ser­maye gruplarının -banka, sanayi, tarım - ayrı siyasi yapılarda temsili tekel öncesi dö­nemde bazı kapitalist anayurtlarda yaşan­mıştır. Zamanımızda, bu olgu aşılmıştır. Eğer anlatılmak istenen, 12 Eylül'de sana­yi sermayesinin “monolitik özelliğinin geride” kalması ise, iki temelli yanılgıyla yüz yüzeyiz, önce sözü edilen sermaye grup­ları yalnızca sanayi sermayesini “temsil” et­mezler. Banka, sanayi, ticaret ve hatta ta­rım sermayesi, bu holdinglerde içiçedir. Ve ülkemizde Finans-Kapital’in somut öne çıkmış örnekleridirler, ikinci yanılgı, “mo- nolitik”liğin -yani tek sesliliğin- geride kal­dığı tesbitidir. Sabancı’nın özellikle 1960 sonrası gelişimi, Enka’nın 1978’ler sonrası gelişimi, Finans-Kapital’in “tek sesli” yapı­sını fazlaca bozmaz. 12 Eylül’de Rahmi Koç’un dediği gibi, “sağlıksız yapılar elenerek” daha yüksek ve yoğun serma­ye birikimine varılmıştır. Yani Finans- Kapitalistlerimiz biraz daha semirmiştir.

özetlersek, Tezler’de Türkiye’de kapita­lizmin egemen olduğu büyük bir gayretle ispatlanmaya çalışılıyor. Ve yeni tek parti döneminin burjuvaziyi palazlandırdığı, dev­letçiliğin böyle bir amaca yönelik olduğu açıklanıyor. “Geri kalmış” ülkemizde geri bir tartışma. Bunlar 12 Mart’la birlikte, ge­nel anlamda aşılmıştır. Ancak kapitalizmin bizdeki yapısı, orijinal gelişim özellikleri ve bunlardan çıkan gerçek sınıf yapılanması henüz devrimci kafalarda tam anlamıyla aydınlanmış sayılamaz. Y.Küçük’ün Tezleri inde bu konularda bir yenilik göremedik.

TEORİK BAZI SORUNLAR

Tezler’de açıklanan, bizdeki devrimci “aşama” konusunu irdelemeden bazı ge­nel teorik sorunlara değinmek gerekecek. Bunlar “demokrasi”, “cephe” ve “Demok­ratik Devri m-Sosyalist Devrim” ilişki ve çe­lişkileri konularını kapsıyor. 12 Eylül’le bu konulardaki tartışmalar yeniden canlanmış­

tır. Özellikle Sosyalist Devrim-Demokratik Devrim tartışmasının yeniden belli canlılık kazanmasının nedenlerini de irdelemek zo­rundayız. Nedenleri, bu bölümün sonuna bırakarak önce konu ile ilgili söylenenleri' değerlendirmeye çalışalım.

Tezler’in üçüncü cildinde “cephe” soru-

Finans-Kapital zümresi içinde çelişki olmaz mı? Bazı finans grupları batıp yok olmaz

mı? Bu sorulara bütünüyle olumsuz cevap vermek, kapitalizmin öz çelişkilerinin inkârı olurdu. Ancak bu çelişki ve batış çıkışlar,

o ülkede bir halk devrimi olmadıkça, Finans-Kapitalizm egemenliğini, yapısını

bozmaz ve ortadan kaldırmaz.

Page 33: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

nunun irdelendiği bölümde söze şöyle gi­rilir:

“Demokrasi, burjuvazinin, gayrı meşru çocuğudur, reddediyor" (Tezler III, s. 270) Güzel söz dizisi, ancak gerçekliği tam an­latmıyor. Demokrasi, burjuvazinin öz ev­ladıdır. Ve demokrasi kelimesi daima bir sı­nıfla birlikte anılmak zorundadır. Ve tarih­sel olarak burjuva demokrasisi, feodalizmin bir sosyal devrimle alt edilmesidir. Bu ka­dar. Demokrasi ilüzyonları bu sınırdan çok ötelere yayılırsa, onun tarihi misyonu ve sı­nıf temelleri belirsizleşir.

Ancak demokrasi, tekelci kapitalizm ça­ğında Finans-Kapital’in “gayri meşru çocu­ğudur.” Özü boşaltılmış, Finans-Kapital egemenliğinin asma yaprağına dönüşmüş­tür. Faşizm, dönem dönem bu asma yap­rağının atılıvermesi oluyor.

Bizde burjuvazinin demokrasiyle arası­nın hiçbir zaman iyi olamamasının esas ne­deni. daha egemenliğini kurarken tekelci­liğe soyunmasından geliyor. Yine de, bir avuç tekelci Finans-Kapital dışında kalan­lar, demokrasi hayalinden bütünüyle vaz­geçmiş değiller. Başarabilirler mi? Hayir. “Düdük sesini" bekleyerek yaşamak onla­rın alın yazısıdır. Ancak düdüğü hiçbir za­man ellerine alamazlar

Devam edelim.“Cephe, sosyalistlerin, üvey çocuğudur,

eşitsiz gelişme yasası'ndan doğuyor.” (Tez­ler III, s. 270). Doğrudur, cephe, sosyalist­lerin “üvey" çocuğudur! Ancak “eşitsiz ge­lişme yasası"ndan doğmaz.

Yazar, Marx'ta “cephe” kavramını bu­lamıyor. “Komünist Manifesto anlayışında ve 1851 yılından itibaren düzelten eğilim­leri saptamış olmasına karşın yazılarını te­mel eğilimi alındığında tümüyle Marx'ta, cephe kavramı yok; son derece yabancı düşüyor.” (Tezler III, s. 270). Marx'da “cephe” kavramının olmaması “son derece” doğal. Bu ne Marx açısından bir zaaf, ne de Cephe olgusunun Marksizme uygun düşmediğini gösteren bir delildir. Yazarın, tekelci kapitalizm çağının özelliklerini kav­rayışındaki sıradanlıktan geliyor.

Öte yandan Cephe kavramı Lenin’e ve “eşitsiz gelişme yasası”na bağlanır. “Lenin Rusya despotizminde ve daha önemlisi eşitsiz gelişme yasasının despotluğunda, or­taya çıkıyor ve düşünmeye başlıyor. Dü­şünmesinde, eşitsiz gelişme yasasının, bi­lincinde olduğundan çok daha fazla etki yaptığını düşünüyorum. Kapitalizmin eşit adımlarla ilerlemediğini ve işçilerin iktidar bilincine yaklaştıktan bir zamanda, burju­vazinin programının çok geri bir biçimde uygulanmış olduğunu duyuyor ve görü­yor.” (Tezler, III, S. 271) "İki Taktik’, genç­liğe, ‘cephe’ programını veriyor.” (ay. s. 2 7 2 ) ......................

Lenin’de “işçilerin iktidar bilincine yak­laştıkları bir zamanda, burjuvazinin prog­ramının çok geri" kaldığı anlamında bir "eşitsiz gelişim yasası” yoktur. Bu yakıştır­madır. Ancak benzeri bir görüş Troçki ta­rafından sunulmuştur. Ve bütün Yeni Sol akımlar bu anlamdaki “eşitsiz gelişim ya­sası”™ Troçki’ye bağlarlar. Haklıdırlar.

Lenin, “eşitsiz gelişim”den ilk kez “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine" maka­lesinde (Ağustos 1915) söz etmiştir.

“Eşitsiz ekonomik ve politik gelişim ka­pitalizmin mutlak bir kanunudur. Bu ne­denle, ilk olarak birkaç ve hatta bir tek ka­pitalist ülkede sosyalizmin zaferi mümkün­dür." (Cilt. 21, s. 342) Konular apayrı. Le-

nin’in adıyla anılan “kapitalizmin eşitsiz ge­lişim yasası" “tek ülkede sosyalizm” soru­nuyla doğrudan bağlantılıdır. Oysa Troçki: ye bağlanan sözde “eşitsiz gelişim yasası” 1905'lerde proletaryayı müttefiklerinden koparan “işçi hükümeti” parolasına varmış, fakat 1917 sonrası ise “Rus Proletaryası­nın iktidarı erken aldığı” görüşlerine sıçra­mıştır. Tek ülkede sosyalizmin imkânsızlı- lığı ispatlanmaya çalışılmıştır.

Eğer kavramlarla oynanmıyor ise. Cephe olgusu olayca ikinci büyük buhranın he­men öncesinde filizlenmiş ve özellikle fa­şizmin bazı kapitalist anayurtlarda yüksel­mesine karşı şekillenmiştir. Bu pratik geli­şimden bir teorik soyutlama yaparsak, cep­he olgusu Finans-Kapital egemenliğinin, kapitalist anayurtlarda pekişmesiyle doğru­dan bağlantılıdır. İtalya ve Almanya’daki devrimci durumların tasfiyesi, ancak bur­juva demokrasisinde tasfiye edilmesiyle mümkün hale gelmiştir. “Halk Cephe­leri” bu koşulların olgusudur. Bu özellikle­riyle Lenin’in İki Taktik’indeki işçi-köylü it­tifakından ayrılır.

Öte yandan, emperyalizmin doğrudan işgali altındaki Çin, Vietnam gibi ülkeler­de halk savaşlan sürecinde çeşitli cephe­leşmeler yaşanmıştır.

Bizler, Türkiye topraklarına basan dev­rimciler olarak ne birisini, ne de ötekini ba­yağı bir analojiyle aynen benimsemek du­rumunda değiliz. Ancak bu deneylerden öğrenmeyi bilmeliyiz.

“Burjuva demokratik ve sosyalist prog­ramlar arasında Çin Duvarı indirilirken, “Cephe” yükselmeye başlıyor.” (Tezler III s. 271)

:>» Yazar M DD tezlerinden hareketle Cep­he olgusunu çürütmeye çalışıyor. Ancak bu çok sık tekrarlanan bir aydın hatasıdır. M DD tezlerinin yanlışlığı. Cephe kavramı reddedilmeden de belgelenebilirdi. Ya da TKP’nin ünlü UDC Deneyi’nin maskaralı­ğı. Cephe tezlerine gölge düşürmez. Sos­yalizm lafzı eden oportünist eğilimlerin her hatasından dolayı o güne kadar dünya de­neylerinden süzülüp çıkmış yol gösterici te­orik kavramlardan vazgeçseydik, geriye sağlam ne kalırdı!

Bulgaristan’daki Vatan Cephesi deneyi demokratik ve sosyalist programlar arası­na Çin Şeddi indirmemiştir. İspanya ve Fransa Halk Cephelerinde komünistlerin konumu ise hiç şüphesizki bütünüyle be­nimsenemez. Ancak, İspanya ve Fransa komünistlerin orijinal yapılan kavranırsa, bu hatalar doğrudan Cepheleşme olgusunun inkârını getirmez.

“Yaşanan tarihte, Türkiye’de cephe bir pratik sorunudur. Cephe girişimlerini bir te­orik gereklilik düzeyine çıkarmak, anlaşıl­maz yapmakla özdeş oluyor.” (Tezler III, s. 274) Doğrudur. Cephe sorununu MDD ya da UDC tarzında “teorileştirmek” onu an­laşılmaz hale getirir. Ancak proletarya, pra­tik mücadelesinde pragmatik olamaz. Ve sosyalizmi hedeflediğini günde beş vakit tekrarlaması da onu hedefine vardırmaya yetmez. Yazann mantığı, proletarya sosya­lizm hedefine yürür, bu süreçte çıkarsa belli güçlerle pratikte işbirliği yapar, demeğe ge­liyor. Keşke sınıflar mücadelesi bu kadar yalınkat ve sade olabilse. İşimiz ne kadar zahmetsiz olurdu.

Her devrimin odağında iktidar sorunu

durur. Ancak iktidar yolunda en önemli so­run ittifaklar meselesidir. Proletarya bu ko­nuda, kendi ülke sınıf tahlillerinden çıkan bir teorik yaklaşıma mutlaka sahip olmalı­dır. Aksi günlük politikanın iniş çıkışlann- da aşırı dalgalanmalara kapı açar. Cephe problemi de, ittifaklar genel sorunu içinde koşullara göre yer alır ve önem kazanır.

Yazarımız, Rus devriminde ilk önemli ör­neği yaşanan işçi-köylü ittifakı ile koşulla­rına pek bakmaksızın Cephe problemini aynılaştırıyor. Karmaşık problemleri basit elemanlara indirgeyerek çözmek bir yoldur. Ancak konunun özü bozulmadan yapılır­sa bir anlam taşır.

Cephe sorunu MDD ya da UDC tarzında “ teorileştirmek” onu anlaşılmaz hale

getirir. Ancak proleterya, pratik mücadelesinde pragmatik olamaz. Yazarın mantığı, proleterya sosyalizmin hedefine yürür, bu süreçte çıkarsa belli güçlerle pratikte işbirliği yapar, demeye geliyor.

Aynı mantık kaçınılmaz şekilde demok­ratik devrim-sosyalist devrim problemine de yansımaktadır.

“Yirminci yüzyılın başında Rusya’da çö­zümleme, demokratik ve sosyalist prog­ramların uygulanmasında çözülmez bir bağ, ancak teorik platformda ise bir ayrılık noktasında kalıyor. Eşitsiz gelişme yasası­nın kazanmış olduğu belirginlik içinde te­orik ayrılığın da ileri sürülmesinin zorlaştı­ğını düşünüyorum.” (Tezler III, s.274)

"Yirminci yüzyılın başında artık burjuva demokratik programla sosyalist program arasındaki teorik ve pratik ayrılık çürümüş görünüyor...” (Tezler III, s. 271)

“Rusya’daki çözümleme” neler göster­miştir?

Proletarya açısından demokratik dev­rim ve sosyalist devrim arasında skolastik bir karşıtlık yoktur. Ancak bu yalnızca pro­letarya açısından böyledir. Bir demokratik devrimin nasıl gelişeceği ve hangi basa­maklara sıçrayacağı tamamiyie devrimi gü­den sınıflann durumuna bağlıdır.

Rus deneyinin öğrettikleri nelerdir?Burjuva devrimi sürecinde ilk önemli atı-

.lım 1905’tir. Devrim henüz burjuva karak­terde olmasına rağmen, “proleter araçlarla” yürümüş ve gelişmiştir: Politik grevler, işçi ve köylü ayaklanmaları, ilk Sovyet şekillen­meleri. Ancak geniş yığnlardaki “anayasal hayaller” devrimi inmelendirmiş ve resto­rasyon başlamıştır.

1917 Şubat’ın da otokrasinin yıkılması ve burjuvazinin iktidara geçmesiyle burju­va devrimi “bu bakımdan tam am lanm ış­tır.” (Lenin, Nisan Tezleri)

Lenin bu tezine itiraz edenlere şöyle ce­vap verir:

“Yanıt veriyorum: Bolşeviklerin fikirleri ve sloganları, bütünü içinde, tarih tarafın­dan tamamiyie doğrulanmışlardır; ama so­mut gerçek olaylar, bizim önceden göre­bildiğimizden başka şekilde oldu... Yaşa­mın gerçekleştirdiği ‘işçi ve asker vekilleri Sovyetleri’, işte ‘proletaryanın ve köylüle­rin devrimci demokratik iktidarı’.”

“Oysa, gerçek yaşam da, şimdiden bambaşka bir şey görüyoruz: Bu ikisinin, birinin ve ötekinin, son derece özgür, ye-

33

Page 34: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

1

Köylü yığınlarının devrimci

mücadelede hangi mücadele biçimleri ve talepleri ile yer alacakları sorunu

şüphesiz ki y gelecek günlerin

sorunudur. Ancak bu böyledir diye,

kırlardaki durumun tahininden

hareketle proleteryanın köylülük için

bugünden ileri süreceği talepleri bir kenara atmak,

işçi sınıfına aydınca ve platonik

bir hayranlık duyanlar için

eksiklik sayılmayabilir,

ancak proleteryanın

iktidar mücadelesinde

onulmaz yaralar açar.

ni, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçim­de, birbirine geçişini. Önümüzde, yan- yana, bir arada, aynı zamanda, hem bur­juvazinin egemenliği (Lvov-Guckov Hükü­meti), hem de kendi isteğiyle iktidarı bur­juvaziye bırakan, isteyerek burjuvazinin kuyruğuna takılan proletaryanın ve köylü­lüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü görüyoruz.” (Lenin, Nisan Tezleri)

Demokratik devrimle sosyalist devrimin içiçe girmesi, Rus demokratik devriminin tamamlandığı anda, hem burjuvazinin ege­menliğinin hem de proletarya ve köylülü­ğün devrimci demokratik diktatörlüğünün, “şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçim­de, birbirine” geçişindendir. Bu gerçeklik, özgün “ikili iktidar” unutulunca, “yirminci yüzyıl” için kaba bir genelleme yapmak ya­zar için kolay oluyor. Böylece “burjuva de­mokratik programla, sosyalist program ara­sındaki teorik ve pratik ayrılık” çürüyüve- riyor.

Oysa Lenin, aynı Nisan Tezleri nde “doğ­rudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması' değildir” vurgulamasını yapmayı unutma­mış, “yalnızca üretimin ve ürünlerin dağı­tımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir” belirleme­sini yapmıştır.

Olayların akışı biliniyor. Burjuva iktida­rının, özellikle savaşla hızla yıpranması, Korlinov karşı devrimci ayaklanması ve ikili iktidarın proletarya lehine son bulması ve Ekim Devrimi.

Bütün bu olaylar, demokratik ve sosya­list programların teorik ve pratik ayrılığını çürütmez.

Teorik aynlıklartnı çürütmez, çünkü 1900-1917 yılları arasında Rusya'daki sınıf mücadelesi henüz demokratik devrim uf-

.kunda gelişmiştir. Bolşeviklerin teorik tes- bitleri olaylarca doğrulanmıştır. Bolşevikle­rin politik tespitleri, Kadetlerin sefilliğine karşı demokratik devrimde işçi sınıfı ve köy­lülüğün rolü üzerinde odaklaşmıştır.

Pratik ayrılıklannı çürütmez, çünkü Rus devriminde iki devrimin birbirine sıçrama­sını sağlayan özgün ikili iktidar, hem 1905’ten beri gelen mücadele birikiminin bir sonucudur, hem de mutlak bir geçiş modeli değildir. İstekle ya da dilekle yara­tılacak bir durum değil, tamamen sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinden çıka gelen bir olgudur. Aksi takdirde 1905’te Bolşeviklerin neden devrimi “sonuna dek” götüremediği ya da sosyalist devrime sıç- ratamadığı açıklanamaz. Ya da Troçki'nin yaptığı gibi Bolşeviklerin “kendi kendine burjuva demokratik sınırlamalar koy"ma- sına bağlanır.

“Bolşevikler aynı derece soyut bir nos­yondan Sosyalist diktatörlük değil, demok­ratik diktatörlük1 yola çıkarak devlet iktida­rına sahip, kendi kendine burjuva demok­ratik sınırlamalar koyan bir proletarya dü­şüncesine varıyorlar. Şurası doğru ki, bu konuya ilişkin aralarındaki ayrılık hayli önemli: Menşevizmin anti-devrimci yönleri halı hazırda tümüyle ortada iken, Bolşeviz- minkiler, ancak zafere ulaşılmasıyla birlik­te muhtemelen ciddi bir tehlike haline ge­lecektir.” (Troçki, Ayrılıklanmız, 1905)

Bu kehanet gerçekleşmedi. Yeni Sol vb. çevrelerde bu konuda Lenin'in 1917’de kendini “düzelttiği” kanısı yaygındır. Bu ger­çeklik değil, kendi kafalannı düzeltemeyen- lerin, zavallı yakıştırmasıdır.

Burjuvazinin gericileşmesiyle, demokra­tik devrimlerin sınıf yapısında farklılıklar ol­muştur, hele sosyalizm dünyada somut bir olgu olduktan sonra kurtuluş savaşlarının ve demokratik devrimlerin sosyalizme var­ma şansı güçlenmiştir. Ancak devrimin ge­lişim sürecini yine de her ülkenin kendi öz­gül koşulları belirler. Rus devrimiyle, işçi sı­nıfının demokratik devrimlerdeki rolünün belirleyici hale gelmesi tarihsel gerçekliğin­den hareketle, demokratik ve sosyalist programların arasındaki teorik ve pratik ay­rılıkları çürütüvermek, eğer varsa(?) prole­taryayı iktidar yolunda müttefiklerinden ko­parmak sonucunu doğurur.

Y.Küçük bizde ittifaklar sorununa nasıl bakıyor?

Yazar “halk savaşı” tezini eleştirirken şöy­le diyor;

“Burjuvazinin demokratik platformdan kaçması bir gerçeklik sayılabilir, burjuvazi­nin boşalttığı platformu köylülerin alacağı ve bunun için şiddetli bir istek göstereceği düşüncesi bir ham varsayımdır. Politika sa­natında gerçeklerin yerine varsayımları koymak geçerli bir yol olmuyor.

“Bütün bu varsayımlar, en çok Lenin’in 1905 Rus Demokratik Devriminin iyimser günlerinde yazdığı tki Taktik çalışmasına re­ferans yapılarak güçlendirilmek isteniyor.” (Tezler III, s. 632)

“Köylü ordusu” ve “kırlardan şehirlerin kuşatılması” tezleri Lenin'in “İki Taktik” in­den kaynaklanmaz. Mao’nun “halk savaşı” teorilerinden beslenir. Ancak konumuz bu değil. Konumuz devrim mücadelesinde köylülüğün konumu, ittifaklar içindeki ye­ridir.

Lenin, köylülük konusunu 1905 devri­minin “iyimser günlerin”den önce de sonra de defalarca irdele miştir. Hatta devrimin inişe geçtiği 1906’da devrimin dersleri­ni kritik ederken, Lenin, “.... köylülük ara­sındaki burjuva demokratik, yani demok­ratik hareketin derinliğini ve yaygınlığını ye­terince değerlendirememiş olmaktan do­layı hatalıyız” der. (Tarım Programının Ye­niden Gözden Geçirilmesi)

Yazar, “köylü kütleler”in “aktif devrimci rollerle ortaya çık”maları sorununa şöyle yaklaşıyor.

“Çıkabilirler veya çıkmayabilirler: Ülke­lerin tarihleri ve somut gelişmeleri belirli­yorlar. Ancak Lenin'in burjuvazinin demok­ratik programdan kaçkınlığını saptayarak, köylülerin bu tür rolünden söz etmesinin ar­kasından her ülkede köylülere devrimci rol kesmek... ciddiyetle bağdaşmıyor.” (Tezler III, s. 633) ’

Bırakalım "her ülkeyi!” Ülkemizde du­rum nedir? Cümle aralarında soruna veri­len, cevaplar ya “ham hayal" ya da “çı­kabilirler veya çıkmayabilirler” oluyor. Türk­iye’nin somut tahlilinden bu sorunla ilgili bugünden bir esas belirleme yapmak yeri­ne, ihtimal hesaplan ya da “ham hayal” al­dırmazlığı ile karşı karşıyayız.

Gelenek Dergisi, köylülüğü gericiliğin ağ­larına birkaç istatistik rakamla terk ediver­di. Y.Küçük çok farklı şeyler söylemiyor.

Köylülüğün devrimci süreçteki konumu, mücadelede nasıl yer alacağı sorunu, bir “ham varsayım" tesbitiyle basitçe çözüm­lenebilirse, böylece köylü sorunundan kur­tulabilmiş olsak, sosyalist devrim çığlıkları fazla haksız sayılamaz. Köylü yığınlarının devrimci mücadelede hangi mücadele bi­

çimleri ve talepleri ile yer alacakları so­runu hiç şüphesiz ki gelecek günlerin so­runudur. Ancak bu böyledir diye, kırlardaki durumun tahlilinden hareketle proletarya­nın köylülük için bugünden ileri süreceği talepleri bir kenara atmak, işçi sınıfına ay­dınca ve platonik bir hayranlık duyanlar için eksiklik sayılmayabilir, ancak proletaryanın iktidar mücadelesinde onulmaz yaralar açar.

Devam edelim. Yazar 27 Mayıs deneyin­den hareketle şöyle bir genellemeye, va­rıyor: “Tezi yazıyorum: Sosyalizm çağında demokratik devrimler, en büyük düşman­lığı, sola karşı gösteriyorlar. Uzantısını da eklemek mümkün oluyor; demokratik dev­rim, zaman içinde ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlama gelmek üzere sosyalizm ne kadar genişlemişse, düşmanlık o ölçüde şiddetli oluyor.” (Tezler III, s. 81) Bu tezle bir önceki yani, yirminci yüzyılda demok­ratik ve sosyalist programlann teorik ve pra­tik ayrılıklarının kalmadığı tezi çelişmiyor mu? Ancak doğaldır. Yazar'in tezleri eklek­tik düşünceler yığınıdır. Rus Devrimi’nden kalkarak bir tez kuruluyor, 27 Mayıs’dan kalkarak çıkarılan başka bir tezle bu çürü­tülüyor. Önemli değildir. Çünkü yazar, de­mokratik devrimleri “aşama” olarak orta­dan kaldırmaya soyunmuştur. Bunu ya de­mokratik devrimleri sosyalist devrimlerin içinde eriterek yapıyor, eğer somut olay­lar henüz sosyalist devrimle tamamlanma­mış demokratik devrimleri ortaya çıkartı­yorsa, bu sefer bunların "sosyalizme düşmanlığı” üzerine tez yazıp yine demok­ratik devrim “aşaması"nı yıldırımlamış olu­yor. Yazar kendi mantık kurgusuna göre tu­tarlıdır. Ancak onu çelişkilere boğan somut olaylardır.

Yazarın gözden kaçırdığı temel gerçek­lik demokratik devrimlerin sınıf yapısı ya da devrimleri güden sınıflar ittifakını göreme- yişidir. “Sosyalizm çağından” birkaç örnekle konuyu açıklamaya çalışalım. Libya devri­mi, demokratik bir devrimdir. Ülke koşul­ları ve dünya güçler dengesi onu en azın­dan sosyalizme düşman olmaktan alıkoy­muştur. Angola Devrimi, hem bir ulusal Kurtuluş Savaşı, aynı zamanda da demok­ratik bir devrimdir. Sosyalizm yolunda hızlı adımlar atıyor. Ancak aynı zamanda ger­çekleşen Portekiz Devrimi, faşizmi geri püs- kürtse de, devrim sonuna kadar gideme­miş, 1905 benzeri biı restorasyon yaşan­mıştır. İran devrimi, mollaların (Iran orta burjuvazisi- “pazar”) liderliğinde yapılmış demokratik bir devrimdir. Ülkesinde sos­yalizme düşman hale gelmiştir. Nikaragua Devrimi, henüz demokratik devrimdir. Ve sosyalizme düşman değildir.

Yazarımızın tezi “sosyalizm çağındaki” olaylara uymuyor. Ve “olaya uymayan her yazı bilim dışıdır” (H.Kıvılcımlı)

Demokratik devrimleri bir tek kalıba oturtamadık. Neden? Çünkü her ülkenin özgün koşulları, demokratik devrimlerin sı­nıf yapısını belirliyor. Sosyalist devrimlerin güdücü sınıfı bir teklir ve proletaryadır. Bu açık. Ancak demokratik devrimlerde sınıf güdümü proletarya, köylülük ve orta bur­juvaziye kadar çeşitli bileşimler gösterebi­lir. Hatta özgün koşullarda bir avuç genç subay bu yola atılabilir. Ancak onların bu atılımı eninde sonunda bir sınıfa dayanmakzorunda kalır. m

Tezin “uzantısına" da değinmek zorun­dayız: “Demokratik devrim, zaman içinde

34

Page 35: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlama gel­mek üzere sosyalizm ne kadar genişlemiş­se. düşmanlık o ölçüde şiddetli oluyor.”

Bunun tam tersi de olabilir. Demokratik devrimin ‘ geç’' gelmesi genel olarak bur­juvaziyi demokratik devrim alanından dı­şarıya fırlatır. Ama onun yerine köylü yı­ğınları ve diğer küçük burjuva tabakaları akabilir. Üstelik geciken demokralik dev­rimden burjuvazi kaçtıkça, bu kopuşmanın o ülke tarihinde gündeme girme olasılığı ar­tar. Ve “sosyalizm çağında" bu daha bü­yük bir olasılıktır.

Gelelim Türkiye'ye.". .. 27 Mayıs, Türkiye’de demokratik

devrimin en son halkası olmuştur " (Tezler. III. s. .’6) Tam tersine. 27 Mayıs bizde bur­juva devriminin olağanüstü kısırlığına, bir türlü genlikli olamayışına karşı bir tepkidir. Ama yalnızca bir tepki. 27 Mayıs hızla Finans Kapital tarafından “nötralize" edil­miştir. Aydemirler bu “nötralize" edilişe karşı bir çığlıktır. “Statüko'nun duvarlannda parçalandılar. 12 Eylül. 27 Mayıs’ın tam bir rövanşıdır. Fazlasıyla geri alınışıdır.

Kurtuluş Savaşıyla Türk burjuvazisi ege­menliğini kurmuştur. Lenin’in Nisan Tezle- ri'ni de yanma alıp birisi bize “bu anlamda burjuva devrimi tamamlanmıştır", şimdi sosyalizme, derse, ona, burjuva egemen­liğinin hemen yanında duran "işçi-köylü Sovyetlerimiz" nerede, sorusunu sormak zorundayız. “Bizde Tanzimatla başlayan burjuva devrimleri. Kurtuluş Savaşı'yla son durağına varmıştır. Ne anlamda? Burjuva­zinin ilerici misyonunu çarçabuk yitirmesi anlamında. Ancak “demokratik" görevler o günden beri ortada duruyor.

Bizde burjuva rlcvriminin olağanüstü kı­sırlığını ve neleri yapamadığını önceki sa­yımızda yazdık (Rkz. “Devrimci Demok­rasiden program ' Ç.Yol Sayı 2) Tekrarla- mıyalım. Proletaryanın, özellikle geniş köy­lü yığınlanna dayanarak ilk elden ve en az (daha asgarisi reformizm olur) yapacakla- nnı belirledik. “Demokratik Devrim’in bizde tamamlandığını ileri sürenler, önümüze so­mut bir program getirsinler. Açıkçası ne di yeceklerini çok merak ediyoruz. Ancak böyle programlann fazla da yabancısı de­ğiliz. TİP sosyalist devrimi savunmuştur. Ancak aynı TİP’in gündeminde daima “güncel istemler” de bulunmuştur. TİP, kendini sosyalist devrime saklarken “gün­cel istemleri” ise burjuvaziye -daha somu­tu CHP'ne ısmarlıyordu. Yanılgı nerede­dir?

Günümüzde. TİP, TSİP, TKP tarzında öne sürülen, işçi sınıfının asgari programı­nın bozulmuş, dejenere edilmiş bir şekli olan “güncel istemler" bile bizde burjuva­zinin hiçbir kanadı tarafından geçrekleşti-

rilemez. En basitinden "toprak reformu” tüm Türkiye burjuvazisi için erişilmez bir se­rap. Finans-Kapital için ise “komünist oyu­nudur. 141-142 mi? O bile burjuvazimize ağır gelir. Sendikal haklar, yayın, örgütlen­me özgürlüğü mü? İkide bir tırpanlanır. Haydi en kabul edilebilir olan “nisbl de­mokratik seçim" istensin, imkânsız. Seçim kanunu belki en çok değişen ülkeyiz. TİP'i 1965'de umutlandıran, ancak 1969’da çö­kerten seçim kanunu oyunu hatırlansın. Bugünkünden ise söz etmeye bile gerek yok.

TİP'in sosyalist devrim yaldızının altında, daima reformizmin paslı anahtarı “güncel

istemler” bulunmuştur. 27 Mayıs deneyi neyi gösterdi? 27 Mayıs ölçüsünde olsun demokratik talepleri bizde burjuvazinin hiç­bir kanadı savunmaya, hele geliştirmeye yeterli değildir.

Bizler, bu nedenlerle ilk elden bir avuç Finans-Kapital'in (ancak bir avuç olması­na rağmen, Türkiye ekonomi politikasına tümüyle egemen) bankalar ve şirketler yu­mağının ve kırdaki en büyük desteği -yedek gücü tefeci-bezirgân ağının tümüyle tasfi­yesini savunuyoruz. Bu henüz sosyalizm değildir. Ancak işçi sınıfı ve köylülük iktidarı eliyle yapılacak bu tasfiye kesinlikle sosya­lizmin yolunu açacaktır.

Eğer bize “devrimci demokratik” iktida­rın demokratik ve sosyalist uygulamaları­nın sınırın nasıl belirleneceği, ya da böyle bir sınırlamanın “yapma” olacağı sorusu yöneltilirse şöyle deriz.

Önce, politika sanatı tüm zinciri sürük­leyecek halkayı yakalayabilmektedir. Tüm zinciri sürükleyebilmek için, Türkiye koşulla­rında yakalanacak halka, Finans-Kapital’in tasfiyesidir. Ve elbette güçler saflaşmasını bu halkanın gereklerine göre yapmaktır. Şehirde ve kırda irili ufaklı tüm burjuvazi­nin ilk elden tasfiyesi yakalanacak halka olamaz. Böyle bir tasfiyeyi Finans- Kapital'de çok genlikli gelişirse -ki mümkün değil- zaman içinde -ne zaman?- yapabi­lir? Sosyalist devrime varmak için o gün­leri mi bekleyeceğiz?

[kinci olarak, işçi sınıfı ve köylülüğün ik­tidarında, devrimci demokrasinin progra­mının uygulanması ile sosyalizme geçişi skolastik bir şekilde birbirinin karşısına koy­mak işimiz değil. Ancak birinden başlana­cak, fakat bu ikisinin nasıl ve hangi hızla birbirine geçeceği o günlerin sorunudur. Politik çeşitlilikler ya da ihtimaller üzerine bu günden bir şey söylemek yalnızca spe­külasyon olur. Ancak bugünden şu söyle­nebilir ki. iki programın birbirine geçme hızı, iktidar sorunu çözüldükten sonra, modem ağır sanayiinin inşa edilme hızına bağlı­dır. Nikaragua devrimi buna en son ve gü­zel bir örnektir.

Üçüncü olarak, devrimci demokratik ik- tidann, özel mülkiyetin tasfiyesine karşı tav­rını ise, her şeyden çok geniş köylü yığınlarının konumu belirleyecektir. Rusya1 da büyük derebeyi latifundalannda yan-serf konumundaki köylülüğün, Lenin'in dedi­ği gibi “özel mülkiyetin korunmasına" kar­şı ilgisi azdı. Toprağın millileştirilmesi henüz sosyalist bir tedbir olmasa da, kapitalist özel mülkiyete indirilen en önemli ve en yay­gın darbe olur. Bizde köylünün tapusu ya tefecinin elinde ya da bankanın kasasında ipoteklenmiştir. Ancak bugünden bu so­runla ilgili fazla bir şey söylemenin imkânı yoktur. Öyleyse sosyalist programa geçiş hızını belirleyen diğer önemli sorun köylü­lüğün demokratik devrimdeki tavrı ve ko­numudur. Köylülük büyük toprak sahiple­rine topraksızlıktan ya da toprak azlığından; şehirdeki tekellere ve onlann kırlardaki bayi ağı tefeci-bezirgânlara, tanm girdilerinde­ki soygundan, fiyat makaslarından ve faiz vurgunundan dolayı karşıdır. Bu nedenle demokratik devrimde geniş ittifak unsuru­dur. Ancak bizzat bu süreç içindeki müca­dele de, köylülüğün devrimci atılımı, kendini nasıl ve hangi araçlarla ortaya ko­

yacaktır? Bu teorinin değil, gelecek gün­lerin pratiğinin sorunudur.

Şimdi de sol ortamda demokratik dev­rim, sosyalist devrim tartışmalarının yeni­den belli bir canlılık kazanmasının nedenlerini irdelemeye çalışalım.

Bu, 1960’ların en canlı tartışma konu­suydu. Dolayısıyla o günlere bir anlık ol­sun dönmeliyiz. TİP, sosyalist devrim tezin­de. MDD, adı üstünde Milli Demokratik Devrim tezindeydi. Tezlerde TİP’in üstün­lüğü, Türkiye’de kapitalizmi egemen üre­tim biçimi olarak görmesinde ve işçi sınıfı­nın öncülüğünü savunmasındaydı. Ancak buradan sosyalist devrim tezine sıçraması onun zayıf yanıydı. Böylece teorik olarak bizde kapitalizmin gelişim seviyesini oldu­ğundan öteye boyutlara vardırmış oluyor­du. MDD tezinin üstünlüğü ortada duran demokratik devrim görevlerini, bulanık da olsa görmesiydi. Ancak devrimin sınıf te­melini aydın-sivil-asker zümrelere kaydır­makla sınıf körlüğüne saplanıyor, feodal ar­tıkları abartarak, kapitalizmi neredeyse arizi bir olguya indirgeyip, sosyalizm yasakçılı- ğına varan bir konuma sürükleniyordu. Te­orik planda, topraklarımızdaki kapitalizmi olduğundan çok gerilere itiyordu.

Taktik planda ise, TİP sendikalizm, par- lamentarizm ikileminde pasifizme batarken M DD kaynaklı hareketler yükselen hareke­tin mücedele biçimlerine ayak uydurma­ya çalışıyorlardı. Hatta o kadar ki, özellik­le M.Çayan'ın ismi ile anılan hareket de­mokratik devrim, sosyalist devrim strate­jik tartışmasını neredeyse mücadele biçim­lerine indirgemiş, başka türlü söylenirse mücadele biçimlerini strateji seviyesine çı­kartmıştır. “Kırlardan şehirlerin kuşatılma­sı", “gerilla aşamaları", “silahlı propagan­da”, "öncü savaşı" hep mücadele biçimle­ridir. Strateji seviyesine yükseltilmişlerdir. Bu, teori softalığına karşı, pratiğe tutkun oluşun, aşırılaştırılmış bir tepkisiydi.

T lP ’in sosyalist devrim tezi, demokratik devrimin görevlerini atlayınca kaçınılmaz bir çelişkiye, teorik tutarsızlığa saplanıyor­du. O zaman, tartışmalann yoğun momen­tinde şöyle deniyordu:

“Sosyalist devrimin gerçekleşmesinden sonra, sosyalist düzeni kurma süresinin ilk evresi, anti-emperyalist mücadele ve feo­dal kalıntıların yok edilmesi olacaktır.” (Emek Dergisi) Bu. ortada duran demok­ratik devrim görevlerinden kaçamayışın iti­rafı oluyordu. Ancak bu haliyle başı üze­rinde duran bir strateji planıydı.

Daha da öteye S.Aren'in "Mademki anti- emperyalist küçük burjuvalar varmış, gelir bize katılırlar. Çünkü sosyalist mücadele anti-emperyalizmi de içermektedir” sözü, TİP'in ittifak sorunundaki tavrının tam bir izahıdır. Sosyalizm bayrağı kaldınlınca, ken­diliğinden arkasında saf tutulmalıdır. Sos­yalist devrim tezi, kendi mantığı gereği de­mokratik devrimdeki ittifak güçlerini dışlar, ya da “gelirler, katılırlar" buyuruculuğuna varır.

Ancak objektif gerçeklikler, TİP’in sos­yalist devrim tezini kaçınılmaz bir şekilde deforme etti, bozdu. “Güncel istemler”, ya da “demokratik istemler" TİP bildirgeleri­nin. sık rastlanan başlıklarıydı. Bunlar ay­nı zamanda, atlanan demokratik devrim görevlerinin dolaylı kabulüydü. Ancak sos­yalist devrim tezini savunmak, objektif ola­rak, demokratik devrim görevlerini burju-

Köylülük büyük toprak sahiplerine topraksızlıktan ya da toprak azlığından; şehirdeki tekellere ve onların kırlardaki bayi ağı tefec'hbezirgâniara, tarım girdilerindeki soygundan, fiyat makaslarından ve faiz vurgunundan dolayı karşıdır. Bu nedenle demokratik devrimde geniş ittifak unsurudur.

35

Page 36: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Ancak Y.Küçük’e hakkını teslim

etmeliyiz. Eski sosyalist devrim tezi, TİP’i bütün

devrimci demokratlardan

■ tecrit etmişti. Bunca deneyden

sonra, “tezler”, artık böyle bir

tecride iyi gözle bakmıyor. Ancak Gelenek Dergisi, sosyalist devrim

tezini eski mantığına daha

yakın bir şekilde uygulama

eğilimindedir. TİP’in “goşizm”

korkusu Gelenek’de

ağabeyce nasihatlere

dönüşmüştür.

vaziye havai«; etmek oluyordu. Ya da bel­ki de S.Aren’in dediği gibi “anti-emperyalist küçük burjuvalara!”

TİP, bu stratejisiyle 1966'lardan sonra hızla çöktü. Ve böylece sosyalist devrim tar­tışmaları bir bakıma tarih oldu.

Şimdi 12 Eylül'le birlikte görüyoruz ki, üstüne yıllar yığılan bu tez yeniden canla­nıyor. Neden?

Önce, niçin 12 Mart sonrasında canla- namadığını açıklayalım.

Devrimci radikalizm, 12 Mart’ta yenilgi ye uğradı. Ancak bu yenilgi ona itibar ka­zandırdı. TİP ise, 12 Mart gelmeden seçim­le yenilmişti. 12 Mart'tan hemen sonra, “halk savaşı” savunucuları hızla yaygınlaştı. Bu ne tesadüftür, ne de tarihin bir yanılgı­sı. Bunun objektif anlamı, demokratik dev­rim güçlerinin gelişmesi demekti.

Yine 12 Mart sonrası hareket hızla yük­selen faşizme karşı mücadeleye dönüştü. Yanlışı, eksiği konumuz değil. Objektif ola­rak mücadele bu zeminde aktı.

Böyle bir ortamda Sosyalist devrim tezi yeniden canlanamazdı. Üstelik proletarya ve devrimci demokratlar Tariş, Çorum, Fat­sa deneylerini yaşarken, TİP bunlara hep soğuk durdu.

Netice olarak, TİP ’te çatlama yaşandı. Olayların zoru ile sosyalist devrim tezi iyi­ce deforme edildi, “güncel istemler” prog- ramlaştı.

12 Eylüle gelirsek.Sosyalist devrim tezini canlandıran olgu­

ları seçebiliriz. TİP, TKP yakınlaşması, as­lında TİP’in sosyalist devrim tezini terk et­mesi oldu. Daha doğrusu “güncel istemler” her iki eğilimin programı olma yolunda. Böylece gerçekte TİP, “aslına rücu” etmiş oluyor. Bugüne kadar sosyalist devrim pa­ravanasıyla burjuvaziye ısmarlanan demok­ratik devrim görevleri, şimdi “demokrasi güçlerinin en geniş birliği” uğruna resmen yapılıyor. Ortada şaşırtıcı hiçbir şey yok. Ancak sosyalist devrim tezine samimi ola­rak inananları bu evrim şaşırtmış olabilir. Böylece 12 Eylül'le bir kanat sol hareket (TİP, TKP) “ulusal demokrasi" uğruna sos­yal demokrasinin bir nüansı halinde evrim- leşince, TIP'ten kopuşan "sosyalist devrim­ciler”, bu olayda, demokratik devrim “aşa- ma"sını yeniden mahkûm

edecek kanıtlar buldular.

Öte yandan, 12 Eylül’de en kötü yenil­giyi Cephe kökenli siyasetler aldı. Ve kor­kunç ideolojik çöküşler yaşandı. Hatta bu eğilimler içinde bayağı liberalizm türedi. Tıp­kı, TİP, TKP gibi bunlarda, demokrasi için Demirel’in ardına düştüler. “Sosyalist devrimciler” bu olayda ve devrimci radika­lizmin bir kere daha yenilmesinde demok­ratik devrim “aşama”sını mahkûm edecek kanıtlar buldular.

Esas sorun, 12 Eylül zorunun düşünce­lerdeki baskısı ve yarattığı mantık düzleş­meleridir. 12 Eylül, solun hüyük bir kesi­minden devrim ve sosyalizm ufkunu silmiş, bu yeni düz satıha bayağı reformculuğu yerleştirmiştir. Bunun tam karşısındaysa, zıttı yönde sosyalist devrim tezi yeniden canlanmıştır. 12 Eylül sonrasının ilk bir iki yılında Yeni Gündem’le bayağı liberalizm ve reformizm üstte göründü, öne çıkan bu ve buna benzer görüşlere, karşı sosyalist devrim tezi tepki olarak yeniden yükseldi.

ikisi de, 12 Eylül yenilgisinin hatalı uçlar­dan yorumlanmasıyla ortaya çıkan, birbi­rine zıt duran komplikasyonlardır. "Demokrasi” mücadelesinin ikide bir yenil­mesi ya da bayağılaştırılması, “sosyalist devrimcileri” yeniden tezlerine sanlmaya it­ti.

Ancak Y.Küçük'e hakkını teslim etmeli­yiz. Eski sosyalist devrim tezi, TİP ’i bütün devrimci demokratlardan tecrit etmişti. Bunca deneyden sonra, Tezler, artık böy­le bir tecrite iyi gözle bakınıyor. Ancak Ge­lenek Dergisi, sosyalist devrim tezini eski mantığına daha yakın bir şekilde uygula­ma eğilimindedir. TİP'in “goşizm" korku­su, Gelenekle ağabeyce nasihatlara dö­nüşmüştür. Bir gelişme mi? Akacak gün­ler gösterecek. Dolayısıyla, demokratik devrim tezleri gibi sosyalist devrim tezi de yeniden canlanırken içinde nüansları ba­rındırmadan edemiyor. Çünkü, devrimci demokratik hareketin, bütün baskılara rağ­men suslurulamayan sesi, ya da daha doğ­rusu objektif varlığı, "gelirler, katılırlar” bur­juva mantığına hayat hakkı tanımıyor.

Bağlarsak, 12 Eylül “demokrasi" müca­delesinin (demokratik devrim mücadelesi anlamında) alanını iyice daralttı. Buradan hareketle, solun bir kesimi hemen ufukla­rını daraltıp, Demirci'lerle de demokrasi mücadelesi verebilmek için programlarını iyice bayağılaştırdılar. Sosyalist devrim te­zi ise, bu daraltmayı fırsat bilerek ya da bu mücadelenin bayağılaştırılmasını gerekçe göstererek, demokratik devrim görevinin üstünden atlamayı bir kere daha deniyor.

DEVRİMCİ HAREKETE GENEL BAKIŞ

Yazar genel anlamda sol hareketin de­ğerlendirilmesini T İP ’in konumundan ha reketle yapıyor. Hatta 1971 sonrasına ba­kışta “1975-78 yılları arasındaki "üç yıllık” Yürüyüş dergisi yayınını odak noktası se­çiyor. Doğaldır. “Herkes dünyaya kendi gözleriyle bakar.” Ancak Yazar’ın bakışı olaylarımızın doğru bir tahlilini getiriyor mu? Konumuz bu!'

12 Mart öncesi ve sonrası şöyle değer­lendirilir:

“Türk sosyalizmi’ seçimle iktidara gelme heyecanından doğdu. 1961-71 dönemin­de iktidar perspektifi Türkiye sosyalist ha­reketini hazırlıksız yakaladı. Belki de içgü­düsel bir tepki ile 1971 sonrası sosyalist ha­rekette iktidar perspektifi tümden yok ol­du. Bu yokluk da, 1971 sonrasında sos­yalist hareketi kısırlığa, etkisizliğe, kendi içi­ne kapanışa, Türkiye’den kopmaya götür­dü. İktidar perspektifi olmayan her hareke­tin yoksullaşacağını, 1971 sonrası sosyalist hareket yaşadı.” (Tezler TT s.567) Bu söy­lenenler yalnızca TİP’i kapsıyorsa itiraz edil­meyebilir. 1968’lere kadar yaşadığı günle­ri, TİP, ardından gelen yıllarda bir kere daha yaşayamamıştır. Ancak bu gerçeklik açıkla­nırken, çözümlemenin odak noktasına “ik­tidar perspektifi” yerleştirilirse bu TIP'e olmadık misyonlar yüklemek olur. İktidar uf­ku söz konusu olunca, 1971 öncesi dev­rimci hareket nasıl değerlendirilmelidir? 1971 öncesi gerek TİP, gerekse MDD, ik­tidarı kendilerine çok yakın hissettiler 1971, öncesi için bu anlamda bir iktidar perspektifinin varlığından söz edilebilir. An­cak TİP bu yolda seçimle yürüyecekti. M DD ise asker-sivil-aydın zümrelerin yu­

kardan bir atağı ile. Köklü ve temelli farklı­lık buradaydı. Bu nedenle TİP 1969 genel seçimleriyle birlikte çökmüştür. 0 neden­le T İP ’e bir "iktidar perspektifi” misyonu yüklemek aşırı subjektivizm olur, iktidara ulaşmak için gerekli ve zorunlu zengin mü­cadele yollarını atlamak ya da TİP konu ise, seçim hayaline yatmak, bir tek şeyi, ger­çek iktidar ufkundan yoksunluğu ispatlar. 1968 sonrası yaşanan olaylar bu gerçekli­ği TİP’in yüzüne vurmuştur. Böylece TİP’in iktidar olma yaldızı hemen dökülmüş, ger­çek iktidarsızlığı ortaya çıkmıştır.

“Bugün için inanılmaz görülebilir ama, Türkiye’de ilericiler birbiriyle mücadeleye iktidar perspektifi yüzünden başladılar. Ve bu mücadele TİP ile YÖN arasında başla­dı.(TEZ II s.570) Y.Küçük, 1971 sonra­sı, hareketin iktidar perspektifini yitirdiğini söyleyerek yakınıyor.

Tartışmalar ne idi? Ne anlama geliyor­du? 1960’lar sonrası tartışmaların birinci odak noktası, Türkiye sınıflar yapısının tes­hili idi. Yani ülkenin içinde bulunduğu dev­rimci konak en çok ve en yaygın tartışılan konu oldu. Buradan iki konu daha çıka­geldi. Önümüzdeki devrimci adımda sınıf öncülüğü sorunu ve partileşme problemi. Bu sorunlarla hep ve her gün içiçe yaşa­nan sorun ise, günlük mücadele taktikle­riydi. İktidar perspektifi sözü bütün bu ko­nuları kapsasa da, bütün bu sorunları kendi iç zenginliği ile açıklayamaz.

1971 öncesi, dar anlamda, “iktidar perspektifi” iki temele oturtulmuştu, seçim ya da karşıtı yukardan müdahale. Evet, 1971 sonrası bu hayaller "yok” oldu. Böy­lece iktidar perspektifi de ortadan kalkmış mı oluyordu? Tam tersine, gerçek temel­leri üzerine oturma sancısı içindedir. 12 Mart deneyinden sonra aynı hayaller, ay­nı güçte yaşayamazdı.

Marksist düşünce yığınlar içinde cisim- leşirken, daha özel deyimi ile işçi sınıfı ha­reketi ile sentezleşirken, bazı konakları ya­şamak neredeyse kaçınılmazdır. Bu “tartışma” hiyerarşisinde ister istemez, ül­kenin sınıf yapısı ve devrimci konak soru­nu en önde gelir. Sınıf öncülüğü ve prog­ram sorunu bundan çıkar. Ve mantık so­nucuna, Parti problemine ve dönemin tak­tik sorunlarına vanr. TİP’in daha 1961’de “parti” olarak kuruluvermesi kimseyi yanılt­masın. Zaten olaylar, TİP’in parti olarak va­roluşuna aldırmaksızın aktılar.

1971 öncesi ile sonrasını kıyaslarsak, 1971 sonrası öncesinden hem teorik sevi­ye -gerçekliklerimize yaklaşma- bakımın­dan, hem de pratik yaygınlık açısından da­ha zengindir. Eğer eski özleniyorsa, gele­cekle ilgili karamsarlık var demektir. Ya da tam zıddı, eski topyekürı inkâr ediliyorsa, geleceğin görevlerinden kaçış kaçınılmaz­dır.

T İP ’in ne dün ne de bugün “iktidar perspektifi” olmadı, olamazdı. Dün seçim hayaline dayanan iktidar ufku, bugün ka­çınılmaz bir şekilde sosyal demokrasiyle birlikte iktidar olma hayaline evrirnleşmiş tir. Bu evrim, TİP’in özüne uygun bir ge­lişmedir. Devrimci radikalizm açısından so­run bambaşkadır. Onlar “uzun” halk sava­şını savunsalar da, özellikle hareketin yük­seliş günlerinde yakın bir devrim özlediler. Devrim özlemek güzel şey, ancak bu öz­lem sağlam bir sınıf tahliline ve gerçeğine uygun bir «güçler dengesine oturtulamazsa

36

Page 37: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

yıkımlar, inkârlar kaçınılmaz oluyor.İktidar ufku konu olunca, YKüçük'ün

söyledikleri gerçekliklerimizi anlatmıyor. İk­tidar ufku, ne seçim aldatmacasına ne de devrim özlemlerine dayandırılamaz. İktidar ufkuna gerçekten sahip olmak, doğru sı­nıf tahliline, yapılacak işler planı olan bir programa, çelik bir partileşme ve mücade­lenin nabız atışlarını elde tutma yeteneği­ne sahip olmak demektir. Gerisi yaldızlı laf ya da boş kuruntudur.

Bütünüyle devrimci hareket dikkate alın­dığında 1970 öncesinde değil, ama 1979 başlarında iktidar ufku bakımından esaslı bir sınav verildi. Ve o kısacık moment dev­rimci hareket için gerçek ve çok önemli bir deney oldu. Pratik bakımından, yarın ik­tidarı alma anlamında bir iktidar sorunuy­la yüz yüze değildik. Bu bir gerçeklik. An­cak ekonomik ve siyasi krizin tepe nokta­sında. burjuvazinin parlamento ve siyasi partiler seviyesinde bütün alternatiflerini tü­ketmesi anlamında, iktidar sorunuyla yüz yüze gelindi. MC'Ier ve CHP iktidarı yük­selen hareket tarafından hızla yıpratılmış- tı. 1979 başları yaygın sosyal-demokral ha­yallerin yığınlar içinde yıkıldığı ve geniş yı-

_ ğınlann yeni devrimci yönelişler aradığı bir dönem oldu Geniş yığınlar içinde, devrim­ci hareket, bu momentte ya maya rolünü ovnayıp. çok daha radikal ve kitlesel bir şe­kilde hareketi yoğunlaştırıp yükseltecekti ya da yenilecektik. Yenildik. Ancak bu kap­samda bir atılıma bile talip otamadan ye­nilgiyi yaşadık. Sınıflar mücadelesinin dış halkalarındaki yığınlarda var olan karar­sızlık, sosval-demokrat hayallerin yıkılışı­nın yarattığı geçici karamsarlıklar büyük bir hız ve ı-ıi"rjıyla giderilemediği için. 12 Eylül le karşı halk kesimleri başta nötr kaldı.

12 Mart daha çok devrimci hareketin stratejik görüşlerinin sınanması oldu. An­cak 12 Eylül yaygın bir şekilde genel tak­tiklerimizin sınanmasıydı. CMP’nı “faşiz­me karşı mücadeleye" ikna etmek gayret­keşliği ile faşizmi MHP'den ibaret gören taktik davranışlar sınandı. Belirtmeden geçmeyelim. İki laktik tutumu hiçbir zaman aynı kefeye koyamayız. Birinci taktik tutum, ölü ve cansızdır. En köklü deneylerden bi­le fazla öğrenme yeteneği yoktur. İkinci tak­tik tutum canlı ve değişkendir. Deneyler­den öğrenebilir. Bu anlamda birbirinden bambaşkadırlar.

Eğer iktidar ufku açısından genel olarak devrimci hareket sınanacaksa, en önemli mo­ment 1979 başlarında ortaya çıkan politik durumdur. O anacık babacık günleri dev­rimci hareketin iktidar ufkunun son dere­ce kısır olduğunu en açık şekilde belgele­miştir. Ancak yazarın belirttiği gibi. 1971 öncesi varolan “perspektif'in 1971 sonra­sı kaybolması gibi bir durum yoktur. Böyle bir “perspektif" 1960 sonrası devrimci ha­rekette her iki dönemde de olgunlaşama­dı. Sınıfsal gerçekliklerimiz yeterince kav­ranmadan olgunlaşamazda. Ancak 1971 sonrası hareket, öncesinden kesinlikle da­ha ileri ve daha zengindir. Fakat yazarımız devrimci hareketi eleştirirken 1968’lerdeki görüşleri hedef almayı tercih ediyor. Bu en azından 1971 sonrasının zenginliğine bir kayıtsızlık, mücadelenin 1980’lerde gelip dayandığı aşamanın yeterince kavranma­ydı olur.

Bir adım daha ileri giderek bunu belge­leyelim.

“Türkiye Komünist Partisi’ ‘Kemalizmin sol kanadı' olarak hep M DD taraftarı oldu. Ancak Türkiye'deki MDD taraftarları, baş­larında TKP eski yöneticilerinden Mihri

Belli olmak üzere. Türkiye İşçi Partisi'nin karşısında ve YÖN hareketi yanında yer al­dılar. Yurt dışındaki Türkiye Komünist Par­tisi Genel Sekreteri Zeki Baştımar, Mihri Belli ile 1951 Tevkifatı kalıntısı hesaplarını temizleyememiş olduğu için, Mihri Belli ve YÖN hareketinin karşısında yer aldı. Türk­iye İşçi Partisi'nin yanında yer aldı. Ve yurt dışında Milli Demokratik Devrim hareketi­nin “iç yüzü” ile ilgili bir broşür çıkarttı. Bu broşürde M DD tezini yurt içinde savunan Milli Behri'yi sert bir biçimde eleştirip MDD tezini savundu. Böylece 1965 Ekim son­rasında başlayan tartışmayı anlaşılmaz bir hale soktu " (Tezler II, s. 571)

Yazar TKP’nin TİP’i desteklemesini hem çözemiyor, hem de içine sindiremi­yor. O kadar ki bu konuda sıkıyönetim mahkemelerinin “gerekçeli karardan kanıt olarak gösterilmektedir. “Kuşkusuz Gerek­çeli Karar Türkiye İşçi Partisi'ni destekler görünmüşler" ifadesini kullanırken, hem daha temkinli davranmış oluyor ve hem de gerçeklere yakın düşüyor. TKP hiçbir za­man TİP'ni desteklemiyor." (Tezler III, s.373). Yazar gerekçeli kararın “destekler görünmüşler" ifadesine içgüdüyle sahip çıkmaktadır. Böylece TtP aklanacak mı? Ya da “M DD’ci TKP'nin nasıl olupta “sosya­list devrimci TİP’i desteklediği aydınlana­cak mı? Elbetteki hayır. Bu çözümsüzlük. Yazarı, olayın açıklamasını ya “gerekçeli karar' larla yapmaya ya da kişicil hesapla­ra (“ 1951 tevkifatı kalıntısı hesaplara") bağ­lamaya itmiştir.

Yazar, TİP, TKP buluşmasını açıklayama- makla, bütün bir 1960-80 dönemindeki te­orik farklılıkların gerçek köklerini, daha da önemlisi bu teorik farklıltklann günlük canlı mücadele içinde hangi taktik saflaşmalara denk düştüğünü kavrayamadığını kanıtla­mış olmaktadır.

Yazann hareket noktası düşünceler va da “tezler"dir. Devrimci hareket sosyalist dev­rim ya da Demokratik devrim tezlerine göre saflaştırılınca, bazı zorlamalara düşmek ka­çınılmaz oluyor. Düşünceler ya da tezler, boşluktan ya da soyut bilgi birikiminden doğmaz. Tezler, yüzlerce yılın beyinlere sanki görünmezce yerleştirdiği sınıf ya da zümre çıkartan süzgecinden geçerek şekil­lenirler. Ancak, sınıf ve zümreler, sınıflar mücadelesi alanında o kadar içiçedirler ki. kendilerini düşünce planında ortaya koyar­ken, bu koyuş kendiliğinden ve basitçe, apaçık sınıf çıkarlarını aydınlatmaz. Marx1 in dediği gibi her görüntü, gerçekliği bire­bir yansıtsaydı bütün bilim gereksiz hale ge­lirdi. O nedenle, karşımızda -konu siyasi mücadele olduğuna göre -bir politik tahlil varsa onu görüntülerinden soymak ve sı­nıf temellerine indirgemek bilimsel sosya­list bir gerekliliktir.

TİP. TSİP, TKP, teorisi ve pratiği ile gö­rüntülerinden soyulursa işçi sınıfının tümü­nün değil, bir zümresinin, sendikacı aris­tokrat işçi zümresinin, hatta orta tabakala­rın sosyalist eğilimidir. Buluşmalar tesadüf değil, yapıları gereğidir. “MDD'cı TKP”, de­mokratik, devrimin görevlerine “ulusal burjuvaziyi” ikna etmek için didinip durdu. TİP ise. tekrardan yılmayalım, sosyalist devrim derken, demokratik devrimi “gün­

cel istemler" kılığında yine aynı burjuvazi­ye havale etti. Bu temel mantık, taktik plan­da bu iki siyaseti kaçınılmaz bir şekilde sosyal-demokrasi kuvrukçusu yaptı. Ve bu taktik saflaşma 1980'e gelindiğinde netçe ortaya çıktı. Hele 12 Eylül sonrası en kör göze batar hale geldi. Sonunda birleşiyor- lar. Bu sınıfsal alın yazısıdır.

Öte yandan yazar, hareketin 1960'lar da TİP'ten MDD tezine akışını şöyle açıklıyor'

“Bunda. iç-TKP’nin (Mihri Belli ismi al­tındaki MDD hareketi kastediliyor b.n.) hızla güçlenmesinde, o güne dek Kemalizmin hâlâ en güçlü ideoloji olmasının. Türk ay­dınının bir türlü kurtulamadığı sürü komp­leksinin ve ayrıca. İç TKP'ni iktidara yakın görerek kariyer hesapları yapanların kayı­şının etkileri var." (Tezler III, s. 332)

1965 sonrası M DD hareketinin güçlen­mesi "kemalizme". “sürü psikolojisine" ve “kariyer hesaplarına" bağlanıyor. Y.Küçük. yirmi yıl sonra MDD'den intikam almaya niyetli. Geç kalınmış. Olsun. Hiç değilse doğrular da söylense itiraz edilmeyebilir. MDD'nin teorik çürüklüklerini daha önce açıkladık. Ancak onun iki üstün yanı var­dı. Demokratik devrimi, pek çarpıtılmış ola­rak da olsa atlamıyordu. Daha önemlisi mücadelenin pratik akışının dayattığı yeni döğüş biçimlerine ayak uydurmaya ça­lışıyordu. Özellikle genç insanları o yöne çeken budur. Y.Küçük yukandaki tahliliy­le TİP'in sendikalizm ve parlemantarizm iki­leminde pasifizme batışını aklamaya çalı­şıyor.

Daha öteye giderek, TİP ile TKP'nin üs- tüste düşmesini bir türlü hazmedemeyen yazar tam bir keyfi zorlamayla MDD ile TKP'yi birbirinin evrimi gibi gösterme gay­retindedir.

“Hemen ve birkaç yıl sonra, milli demok­ratik cephe, ulusal demokratik cephe ola­rak ortaya çıkıyor. Çok ilginçtir; bir ülke in­sanlarının düşünsel sıçraması açısından üzerinde durulmaya değiyor. Aradan on yıl bile geçmeden, milli demokratik devrim sa­vının temel dayanağı olan Türkiye'nin fe­odal yapısı bırakılıyor... Türkiye sanayile- şiveriyor ve üstelik bu sanayileşme süreci içinde rekabetçi kapitalizm aşamasında da kalmayarak birdenbire bir tekeller ülkesi oluveriyor. İşte feodallere karşı milli de­mokratik cephe on yıldan kısa bir zaman içinde kayboluyor ve bu kez. Türkiye’de te­kellerin egemenliğini kırarak bir demokra­tik ülke yaratmak için ulusal demokratik cephe öneriliyor." (Tezler III. s.349)

Neresinden başlayalım? UDC (TKP'nin Eccvit C H P ’sine yaptığı ilanı aşk, ama ne yazık ki tek taraflı bir kara sevda) MDD'nin evrimleşmesi değildir. Bu tarihimizi baya­ğıca çarpıtmak olur. MDD'nin evrimi “Cephe” siyasetleridir. Ve o dönemde U D C maskaralığına karşılık “direniş komiteleri" içindedirler. Bunlar açık.

Fakat bir on yılda, düşünceler de "feo­dal yapımızın" “tekelci kapitalizme” dönüş­mesi bir gerçekliktir. Ancak tekellerin var­lığını gören Cephe kökenli siyasetler, işçi sınıfına yönelmek gibi bir evrim yaşarken, UDC ile işçi sınıfı TİP, TSİP. TKP'nin eliyle teneke tepside burjuvaziye sunulmak isten­di.

“Aydın katında görebiliyorum: Türkiye1 nin feodallerin boyunduruğunda inleyen bir ülke olduğu için üzülen aydınların çok bü­yük bir bölümü, bu kez. Türkiye'nin tekel-

UDC (TKP’nin Ecevit CHP’sine yaptığı ilan-ı aşk, ama ne yazık ki tek taraflı bir kara sevda) MDD’nin evrimleşmesi değildir. Bu tarihimizi bayağıca çarpıtmak olur. MDD’nin evrimi “Cephe”siyasetleridir. Ve o dönemde UDC maskaralığına karşılık “direniş komiteleri” içindedirler. Bunlaraçık.

>

Page 38: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

“ Tezler”, burjuva sosyalizminden

kısmen bir kopuşun

belgesidir. Ama nereye?

Spekülâsyon işimiz değil. Sosyalist

devrim tezi, teorik planda tüm

burjuvaziyle bir kopuşmayı içinde

taşıdığı için, burjuva

sosyalizmine göre bir olumluluk

sayılabilir.

lerin egemenliğinde ezildiğini görerek da­ha çok üzülmeye başlıyorlar. Cephe’ye gi­diyorlar.” (ay)

"Yazar, “bir ülke insanlarının düşünsel sıçraması açısından üzerinde durulmaya” değer dediği konunun “üzerinde” böylece durmuş oluyor! “Üzülen ya da “daha çok üzülen" aydınlarla yüz yüzeyiz.

“Feodallerden “tekellere” düşünce evri­mini yaşayan esas olarak M DD kökenli si­yasetlerdir. “TKP dış bürosu” 1968’ler de evrim yapacak bir düşünceye bile sahip de­ğildi. Ve “Atılımcı TKP”, 12 Mart deneyi­nin üzerine eklektik düşüncelerle doğdu. Oysa MDD tezi, bu düşünce evrimini bir 12 Mart yenilgisi pahasına yapabildi. De­ney öğretti. Bu acı gerçekliğimiz “aydın ka­tında”, “üzüntü"lerle hafife alınamaz. TİP’in teori softalığıyla oturganlaşması karşısında, pratik içinde kan teri döken insanların bir düşünce “sıçraması” bir değer taşır. Müca­dele için bir kazançtır.

Bir adım daha atalım.“Kır kesimlerinin siyasal ataletini açıkla­

mak için ortaya sürülen ‘suni denge’ dü­şüncesi, Dr. Hikmet Kıvılcımlının uzun yıl­lar savunduğu düşünce demetinden kay­naklanıyor. Özgün bir yanı yok; Dr. Kıvıl­cımlı uzun yıllar, Türkiye’de yüz kadar pa- rozitik egemenden kurtulmak için, oligarşik kadro ya da aileler de denebilir, yüz kadar yürekli aradı durdu. Bu arayışın arkasında yapay bir denge anlayışı yatıyor.” (Tezler 111, 633) Bcylece “yiğitleme çağrısı”nın ne an­lama geldiğini öğrenmiş olduk. Yazar, H.Kı- vılcımlı’nın görüşlerini bir yerden duymuş. Hiç değilse birkaç kitapçığın dahi okundu­ğuna inanamıyoruz. “Yüz Finans- Kapita­liste karşı yüz yiğit!” Böylece, Kıvıl- cımlı’nın bütün tezleri özetlenmiş oluyor. Üstelik Yazar, Cephe eğilimlerinin fikir ba­balığını da Kıvılcımlı’ya bağışlıyor. Neresi­ni düzeltelim?

“Suni denge”, “öncü savaşı” halk yığın­larından kopuk, erken devrim özleyen kü- çükburjuva devrimciliğinin parolalarıdır. Ve yığınlarla az çok bağlantı kurulduğunda - 1971 sonrası- bu tezler dergi sayfalarında bir türlü pratik eyleme akamamıştır. 12 Mart’ın hemen öncesi ve 12 Mart içindeki eylemler bir kere daha aynı boyutlarda tek­rarlanamazdı. Tekrarlanmaya kalkıldığında bizzat Cephe eğilimleri içinde aynlıkiara ne­den olmuştur. Ancak H.Kıvılcımlı’nın 1971 öncesi TİP, M DD saflaşmasında genel an­lamda MDD mevzilerinde yer alması, Ay­dınlık Dergisi’nde teorik ve pratik döğüş yü­rütmesi bir gerçekliktir. Oysa yazanmız, sos­yalist devrim gözüyle olaylarımıza bakınca aradaki pek önemli farkları seçemiyor.

TİP oportünizminin bataklığı tercih edi­lemezdi. Canlılık, gelecek vaadeden alan genel olarak M DD saflarıydı. Ve hayat bu­nu doğrulamıştır.

H.Kıvılcımlı, Aydınlık dergilerinde ege­men olan “Amerikan işgali” gibi dışarlak bir düşmana karşılık, yerli Finans-Kapital ger­çekliğimizi daima göze batırmıştır. Ancak Finans-Kapital’in “bir avuç” olmasından onun “suni denge” üzerinde duran, cılız bir yapı olduğu çıkmaz. Yine Kıvılcımlı, Finans-Kapital’in özellikle 1950 sonrası kır­larda tefeci-bezirgân sermaye ile kenetle­nip, bayiler ağı ile kendi egemenliğini na­sıl en ücra köye kadar yaydığını tespit eder. Yazarımız, bir avuç Finans-Kapitalistin gü­cünü ve imtiyazlı konumunu göremiyor.

Onu tüm burjuva içinde eritme çabası ya­zarın görüşlerinde hep ağır basıyor.

Aynı zamanda yazar, Finans-Kapital te­zinden, H. Kıvılcımlı’yı da “yiğitleme çağ- nsı”yla, MDD ya da Cephe eğilimleri içinde eritme çabasındadır. Bırakalım temelli te­orik farklılıkları, H. Kıvılcımlı'nın Sosyalist Gazetesi’ni çıkartması, 15-16 Haziran olay­larına denk düşer. Bu rastlantı değildir. İş­çi sınıfı bütün gövdesiyle kendini mücadele alanında gösterince Kıvılcımlının görüşle­ri devrimciler içinde daha hızlı yol almıştır. Oysa aynı momentte “suni denge” savu­nucuları, yakın bir devrim umarak “öncü savaşı"na girişmişlerdir.

“Suni denge” anlayışı 1970’lerdeki de­yimiyle “açık ya da gizli Amerikan işgali1 ’nin varlığı ve “sürekli kriz” tesbitlerinden kaynak alır. 12 Mart deneyi ile tekelci kapitalizm” biraz olsun kavranınca, “suni denge” tezleri geri adım atmıştır. O neden­le, “Finans-Kapital egemenliği tesbiti”, “suni denge” görüşüne kaynaklık etmek şöyle dursun, bu görüşleri çürütmüştür.

SONUÇSonuç olarak, Y.Küçük devrimci hare­

ketin kritiğini yaparken elinde sınıf pusu­lası yerine soyut bir sosyalist devrim- demokratik devrim ayırımı vardır. O ne­denle bütün Tezler boyunca siyasi eğilim­lerin farklılıkları aşırı zorlamalarla birbirinin içine sokulmuştur. Bir tezin ya da politik tahlilin, hangi sınıf, tabaka ya da zümre eği­limlerinin dile gelişi olduğuyla yazar ilgilen­mez. Böyle olunca TKP’nin T İP ’i destek­lemesi açıklanamadığı gibi, M DD ve UDC mantıkları birbirinin devamı sayılır, hatta “suni denge” tezleri Kıvılcımlı’nın Finans- Kapital tesbitine bağlanır.

1960 sonrasını dikkate alırsak, sol hare­ket başlıca üç kanaldan akmıştır. Burjuva sosyalizmi, küçük burjuva sosyalizmi ve proletarya sosyalizmi. Ancak bunların netçe ayrışması zaman almıştır. 12 Mart öncesi ilk kaba şekillenmeler yaşanmış, 12 Mart sonrası ise farklılıklar daha da netleşmiştir. “Sosyalistler” arasında da sınıf farklılaşması mı arayacağız? Elbette. Aksi durumda pek çok sol eğilimin varlığı ve saflaşmalar açık­lanamaz. Siyasetler arası sınır çizgilerinin netçe kavranmasıyladır ki, “birlik” ya da “ittifaklar” sorunu sağlam bir çözüme ka­vuşabilir. Soyut birlik özlemleri ya da Prag­matik işbirlikleri harekete fazla bir şey ka- zandırmamıştır.

Hareket ilerlerken içinde geriye dönüş­leri de yaşıyor. 12 Mart böyledir. Her ye­nilgi dönemi kendine özgü anaforlar yara­tıyor. TSİP, 12 Mart yaratığıdır. TİP'in, H.Kıvılcımlı’nın, hatta M DD’nin kendileri­ne göre “doğru” yanlarından eklektik bir te­orik yapr kurmaya çalıştılar. Bir yıl gibi kı­sa bir zamanda, burjuva sosyalist özleri açı­ğa çıkıverdi.

12 Eylül, 12 Mart’a kıyasla daha derin bir tersine gidişti. Bu nedenle aşılmış pek çok konu tartışma gündemine çıktı. Siyasi sınır çizgileri hırpalandı, ancak ortadan kalkmadı. Y.Küçük Tezlerinde pek çok aşıl­mış konuyu tartışıyor. 1968’lerin görüşle­rinden kalkarak siyasetlerin bugünkü sınır çizgilerini bulanıklaştırıyor.

Ayrıca siyasetler içinde “ tekelci kapitalizm “gerçekliğinin her gün daha fazla kavranışını, aydın üzüntülerine bağlayarak, gelişmenin karakterini kavramadığını bel­

gelemiş oluyor. Sorun bu noktadan, en azından son on yıldır çıkmıştır. Konu “te­kelci kapitalizmin" hangi program hedef­leri ve özellikle hangi taktik tutumla tasfi­ye edileceği noktasına varmıştır. Bu yolun "ulusal burjuvazinin” (CHP ve devamları) ardısıra mı; yoksa proletarya ve devrimci- demokratların ittifakı ile mi yürüneceği, si­yasetler arası genel saflaşmanın mihenk ta­şı olmuştur. Neden? Türkiye’deki Finans- Kapital gerçekliği kavrandıkça, sol siyasi eğilimler içinden bir bölüğü, tekeller tara­fından hırpalanan orta tabakalara (ya da tekel dışı burjuvalara) olmadık misyonlar yükleme tutumunu koyulaştırırken; bir di­ğer bölüğü de, mücadele içinde işçi sınıfı­nın rolünü inkardan vazgeçip, sınıfa yönel­me anlamında olumlu bir dönüş yapmış­tır. Elbetteki tutarsızlıkları, ikide bir yalpa­lamaları saklı kalarak. İlki burjuva sosya­lizmine. İkincisi küçük burjuva radikalizmine denk düşer.

Tezler, burjuva sosyalizminden kısmen bir kopuşun belgesi. Ama nereye? Spekü­lasyon işimiz değil. Sosyalist devrim tezi, teorik planda tüm burjuvazi ile bir kopuş- mayı içinde taşıdığı için, burjuva sosyaliz­mine göre bir olumluluk sayılabilir. Öte yandan, bizde “burjuva demokratik devrimini” "tamamlanmış” olarak gördü­ğü için kır ve kent küçük burjuva devrim­ciliğine güvensiz bakar, gelgeç bir olgu ola­rak düşünür. Onların kırlardan halk savaşı teorilerini, “hayal” olarak görmekle yetinir, bu eğilimlerin köylülükteki devrimci de­mokrat enerjilerin ilk filizleri olduğunu görmez.

Öte yandan, sosyalist devrim tezi, pra­tik mücadele planında kaçınılmaz açmaz­larla yüz yüzedir. Çünkü pratik mücadele demokratik halk devrimi yönünde aktı, akı­yor, akacak. Bu pratik gidiş, sosyalist dev­rimcileri, kendi tezleri ile sürekli hesaplaş­mak zorunda bırakacaktır. Bu hesaplaşma nasıl sonuçlanır? Gelecek günler göstere­cek.

Ancak 12 Mart çıkışında TSİP’in dene­diği gibi eklektik birlik özlemi yeniden denenemez. Oysa, Toplumsal Kurtuluşun Parti adımı içinde, böyle özlemler yatıyor. Artık sol siyasi ortamda yepyeni siyasetle­rin doğma şansı yoktur. Geçici gerileme dönemleri böyle bulantılar yaratsa da, olay­lar aktıkça “yepyeni" olduğu sanılan siyasi şekillenmeler, hızla, varolan eski siyasi ay­rışmalardan birinin nüansına dönüşür, ya da doğrudan onlar tarafından emilir, sin­dirilir. Üstelik 12 Eylül deneyi sol içi saf­laşmaları göründüğünün tam tersine, da­ha da yerli yerine oturtmuştur. Y.Gündem ya da Zemin gibi eğilimler geriye fırlatılış anaforunun geçici köpükleriydiler. Onları abartmak, onlara güç verir. Y.Küçük 1985 sonrası biraz da bunu yaptı. Ve bu liberal soysuzlaşmaya karşı tepki içinde öne çıktı. Ancak onların, bu dönemin, 12 Eylül ün ilk yılgın yıllarının yıldızları olduğu unutul­mamalıdır. Onları büyüterek, hatta artık onları doğrudan muhatap alıp, mücadele etmek, o zavallıların ömrünü belki biraz da­ha uzatır. Elbetteki sol içindeki liberalleş­meyi küçümsemiyoruz Ancak biz işimize bakalım. Artık bunca deneyden, hele 12 Eylül deneyinden sonra, % 99 pratik esas­tır. Ancak bu devrimci pratik, onları iyice tüketip, çürümüş gövdelerini yolumuzun üstünden itecektir.

Page 39: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Sungur Savran’la polemik:

TÜRKİYE’DE SINIFMÜCADELESİ ve

“ASKERİ DARBELER”MEHMET YILMAZER

12 Eylül deneyinden hareketle, yalnız­ca yaşanan son on yıl değil, daha çok bü­tünüyle 196U sonrası otopsi masasına ya­tırılıyor. Neden?

12 Mart, zayıf bir iz bırakarak geçmişti. Devrimci gidişte ve düşüncede köklü etki­ler yaratamadı. Oysa 27 Mayıs ve 12 Ey­lül birbirine zıt yönde, düşünce ve davra­nış altüstlüklerine kaynak oldu. Bu gerçek­lik. kaçınılmaz bir şekilde, eleştiri menzili­ni 12 Mart tan öteye 27 Mayıs günlerine kadar uzattı. Ancak bu konuda öncülük, bizde, devrimcilerde değil... 12 Eylül yü­rütücüleri iktidara el koydukları gün, 27 Mayıs la başlayan dönemi kapattıklannı ilan ettiler. Onlar başlatmıştı, onlar sona erdir­diler. Bizlere “yeni" tahliller yapmak düştü.

27 Mayıs’ın kaçınılmaz etkilerini üzerin­de taşıyarak doğan hareket, bugünden geçmişine baktığında, orada “ilk g ü n ah ı­nı gördü. “Demokrasi" verilmişti, sokak­lara aktık: geri alındığında evlere çekilip ağ­laştık. Yol açanlar, yok kesici olarak sah­neye çıkınca, düşüncelerde fırtına başladı. Bu fırtınanın zavallı çocuğu “ sivil toplumculuk" oldu. Önce ortalığa bir sis gi­bi yayıldı, mücadelenin ilk canlı ışıkları üze­rine vurunca dağıldı, eridi. Ancak iz bırak­madan gitmedi. “Sınıflar" kavramını eğip, bükerek yerine “elit" ve “sivil toplum” zıt­lığını geçirdi. “Elit" bıraksa, ikide bir “darbelerle” devreye girmese, “sivil toplum" kendi içinde kozlannı paylaşacaktı. O nedenle, önce “toplum" olarak “e life karşı davranmalıydık, sonrası nasıl olsa ge­lirdi.

Aynı mantık, “yukarıdan" her türlü mü­dahaleye karşı çıkarak, 27 Mayıs’ın daha o zamanlar “mahkûm” edilmeyişinde, ha­reketin ilk büyük günahım buldu. Sırf aşa­ğıdan ve en meşru yollarla davranılmalıy- dı. Önce sınıflar gerçekliğini bulandıran “si­vil toplumculuk" ardından mücadele biçim­lerini yalnızca toplumun kendiliğindenci tepkilerine indirgeyerek, bayağı kuyrukçulu- ğunu en açık biçimde gözler önüne serdi.

Bütün bunlar, geçmiş yıllara 12 Eylül yıl­gınlığı içinden bakmak anlamına geliyordu. 12 Eylül deneyinden gerçekten ders çıkar­tılmak isteniyorsa, olaylarımız, yakıştırma­larla değil, oldukları gibi ele alınmalıdır. 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün önemli dönüm nok­taları olduğu açık. Bunları sırf askeri dar­be olduklarından dolayı aynılaştırarak, ger­

çeklikleri açıklayamayız.Sorun. 27 Mayıs ve 12 Eylül dönüm

noktalarının, sınıflar mücadelesi açısından ne anlama geldiğindedir. Sınıflar mücade­lesinin hangi konaklarına denk düştükleri kavranırsa, onların zıtlıkları aydınlanabi­lir.

S. Savran yazısında “Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran askeri müda­halelerin ancak toplumsal mücadelelerle, özellikle de sınıf mücadeleleriyle birlikte ele alındığında, sınıf mücadelelerinin bir ürü­nü olarak kavrandığında doğru biçimde ■ulaşılabileceğini" ileri sürüyor. Bu görü­şe itiraz etmek mümkün değil. Ancak bu genel doğruyu, ülke orijinalliğimize nasıl uygulayacağız? Bu noktada yazarın görüş­lerini irdelemeye çalışalım.

DP KOPUŞMASI” ... Demokrat Parti, büyük toprak sa­

hiplerinin ve tarım burjuvazisinin ticaret burjuvazisiyle ittifak halinde Kemalist ön­derlikten kopuşunun siyasal ifadesiydi." (S. Savran, Türkiye’de Darbeler, 11 Tez. Ha­ziran 1987).

Evet. DP “Kemalist önderlikten" bir ko- puşmadır. Ancak, “Kemalist önderlik" ne idi. dolayısıyla bu kopuşma ne anlama ge­liyordu? “Kemalist devrim hiçbir şekilde bir burjuva devriminden öte bir şey" (ay) ol­madığına göre bu kopuşma “burjuvazinin” hangi kanatlan arasında bir kopuşmay- dı? Büyük toprak sahibi, tarım ve ticaret burjuvazisi DP ile davrandığına göre, ge­riye sanayi burjuvazisi ve banka sermaye­darları mı kalıyor? Yazar bu ilk önemli ko- puşmada taraflardan birisini sınıf temeline oturturken, diğeri boşta kalıyor. “Kemalist önderlik” deyimi yeterince aydınlık ve açık­layıcı değil.

Bu noktada, Türkiye’de kapitalizmin ge­lişiminin kendi orijinallikleri tespit edilemez­se, en genel doğruların kaba ışığında el yordamıyla yürümek .kaçınılmazdır.

Önce DP, Kemalizmin özce bir inkârı değil, yordamca bir inkârıdır. DP’sini Ke­malist ekonomi-politika yaratmıştır. An­cak DP, o güne kadar gelinen tarzı inkâr ederek varlığını sürdürebilirdi. Bu ne de­mektir?

Türkiye’de burjuva devriminin sınıf te­meli bütün “Anadolu burjuvazisi”dir. An-

Sorun, 27 Mayıs ve 12 Eylül dönüm noktalarının, sınıflar mücadelesi açısından

ne anlama geldiğindedir. Sınıflar mücadelesinin hangi konaklarına denk düştükleri kavranırsa, onların zıtlıkları

aydınlanabilir.

cak burjuva devrimini yürüten, köklü bir geleneğe sahip “devlet sınıflandır.” Eğer bu devlet sınıflarını genel bir “bürokrasi” keli­mesiyle deyimlendirmekle yetinirsek, he­le bürokrasinin egemen sınıflardan “bağımsızlığının" ancak belirli bir sınır için­de söz konusu olabileceği genel doğru suyla da tespitimizi desteklersek, olayları­mızı açıklamakta fazla yol alamayız.

“Anadolu burjuvazisi" deyimi neyi kap­sar? Osmanlılıktan yeni çıkmış Türkiye’de Anadolu'da egemen sermaye kapitalizmin öncesinden gelen tefeci-bezirgân serma­yedir. Bunlarla sıkı bağlı toprak bey ve ağa­lan da Kurtuluş Savaşı’nın sınıf güdümü içi­ne girer. Modem kapitalist sermaye ise yok denecek kadar cılızdır. Bizdeki burjut/a devriminin sınıf temelini bunlar oluşturur.

Ancak burjuva devrimini yürütenler, Os­manlılıktan kalma devlet sınıflarıdır. Dev­let sınıfları, toplumda ilişkiler kilitlendikçe vurucu güç olarak davranmış, “devleti kurtarmak” için öne atılmıştır. 600 yıllık bu gelenek, burjuva devriminde bir kere da­ha öne çıktı. Tefeci-bezirgân sermaye ve toprak ağalığı burjuva devrimini güdecek ne itibara ne de yapıya sahipti. Özellikle köylü yığınları içinde yüzyıllardır sinik bir nefret uyandırmış bu asalak antika serma­ye öncü olarak davranamazdı.

Dolayısıyla tek parti dönemini şu üç özel­likle karakterize edebiliriz.

Sınıf egemenliği bakımından: Üstte egemen görünen gelenekcil devlet sınıfla­n; bunların ardında yaygın irili ufaklı tefeci- bezirgân sermaye ve toprak ağalığı; son de­rece cılız modern burjuvazi.

Ekonomi-politika bakımından: Tek parti dönemi vahşi ilk sermaye biriktirme dönemidir. Emperyalizm çağında, başka

39

Page 40: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

f

Yazarın DP’nin sanayi * sermayesine karşı “inatla” direndiği varsayımı doğru olmadığı gibi, bizzat “sanayi sermayesi” kavramının neyi kapsadığı da, net değildir. Çünkü DP, ikinci iktidar döneminde, hem ithale dayalı “tekstil ve gıda sanayiinin” gelişimini teşvik etmiştir, hem de sanayie ucuz girdi için kamu yatırımlarına hız vermiştir. Ancak bütün bunlar yüksek enflasyon şırıngası ile yapıldığı için 1958’ierden tıkanma kaçınılmaz olmuştur.

ülkeleri talan edemeyen Türk burjuvazisi bir yandan Osmanlı artığı en iri sermaye­leri bankalarda sentezleştirirken; işçi sınıfı ve köylülükten mutlak zor ile artı-değer ak­tarmıştır. İş Bankası’nın temelinde memur­lardan yıllarca zorunlu olarak kesilen 10 li­ralar, Ziraat Bankası’nın temelinde muh­tarlıklardan toplanan paylar da yatar.

Siyaset bakımından: Kemalizm dayan­dığı antika kökenli sermayeye “çağdaşlaşma” yolunda güvcnememiş, la­iklik kılıcını onların hep üstünde tutmuş, halk yığınlarına da güvenemediği için Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahke- meleri’yle doğrudan baskı uygulamıştır. Devlet eliyle sermaye birikimi yapılırken, kaçınılmaz bir şekilde baskıcı pahalı bir devlet mekanizması yaratılmış, Tek Parti dönemindeki devlet “memurin devleti” olarak anılmıştır.

DP patlamasının eşiğine gelindiğinde, son savaş vurgununda da iyice palazlanan, devlet sınıflarının vesayetindeki Finans- Kapital egemen zümresi iyice şekillenmiş­tir. DP kopuşması, bizde palazlanan yerli Finans-Kapital’in gelenekçil devlet sınıfla­rının vesayetinden ilk köklü kurtulma ça­basıdır. Tıpkı Osmanlılıktaki gibi 1950’lere kadar devlet sınıfları üstte egemen görün­müştür. Oysa ekonomide gerçek egemen Osmanlılıkta tefeci-bezirgân sermaye, Cumhuriyet döneminde ise bunların en iri­lerinin bankalarda sentezleşmesiyle şekil­lenen Finans-Kapital olmuştur. Modern Finans-Kapital güçlendikçe gelenekçil ege­men zümreleri geri plana itme savaşı ver­meden edemezdi.

Dolayısıyla DP kopuşması burjuvazi için­deki çeşitli “sermaye kesimlerinin" kopuş- ması değildir. DP ile birlikte “büyük top­rak sahipleri”, “tanm burjuvazisi” ve “ticaret burjuvazisi” kopuşunca, “Kemalist önderliğe" ya da CHP’sine ne kalıyor? Y a­zar bir başka yazısında sanayi burjuvazisi­nin “DP’ye karşı önemli bir mesafe koya­rak, hiç olmazsa belirli kanatlanyla CHP’ye yaklaştığını ileri sürmektedir. (11. Tez, EKim 1986, CHP ve Sosyal Demokrasi) Bu tespit, tek parti döneminde bizzat “Ke­malist önderliğin” ekonomi-politikasıyla şe­killenen egemen zümrenin yapısını kav­ramaz. Buyapıda en iri sermaye ve mülk sahipleri, Finans-Kapital olarak şekillenmiş­tir. Bizde Batının serbest rekabetçi döne­minde yaşanan çeşitli sermaye gruplan ara­sındaki -toprak, sanayi, ticaret, banka- ça­tışmaları aramak boşuna olur.

Bu yanıltıcı görüntüyü yaratan nedir? Devlet sınıflarının “çağdaş” kapitalizmi öz­lemesi, buna karşılık sınıf temeli olarak top­rak ağalığı ve tefeci -bezirgan sermayeye dayanmalandır. Tek parti döneminin laiklik kılıcı, hep bu sermaye kesimlerinin geriyi özlemlerine karşı bir bent oldu. Ancak devlet­çiliğimiz, kapitalizmi geliştirme çabalannda, tekelci Finans-Kapital yaratmaktan öteye gidemedi, gidemezdi.

Nitekim, bilindiği gibi 1946’larda CHP’nin aldığı kararlar, DP’nin 1950’den itibaren yürüttüğü ekonomik-politikanın te­melini oluşturur. Kopuşma, ekonomi- politikadaki zıtlıklardan kaynak almaz.

“7 Eylül kararları... 1946 yılındaki de­valüasyon ve beraberindeki dış ticarette li- beralizasyona ilişkin önlemlerdir... Bu yol­da CHP iktldan tarafından başlatılan süreç, 1950’de iktidara gelen DP tarafından sür­

dürülmüştür.” (Haldun Gülalp, Gelişim Stratejileri)

Ekonomik gidiş, Finans-Kapital’i böyle bir yönelişe zorluyordu. Ancak bu yöneli­şi, Finans-Kapital artık devletçiliğin ağır ekonomik yükünü taşımadan ve C H P ’nin yıpranmış siyasi misyonundan kurtularak yürütmek istiyordu.

27 MAYIS’A DOĞRUPalazlanan Finans-Kapital DP kopuşma-

sıyla soygunu iki yoldan hızlandırdı. Bir yandan uluslararası Finans-Kapitalle doğ­rudan bağ kurdu. Öte yandan özellikle tek parti döneminde durgun kalan kırların ta­lanına girişti.

1950-58 dönemi için yazar DP’nin "sa­nayiye karşı tarıma ve ticarete önderlik ve­ren eski çizgisini inatla sürdürdüğünü öne sürmektedir, (ay.) Hatta. “1957-58 buna­lımıyla ve Ağustos 1958 istikrar tedbirle­riyle birleştiğinde bu politika yeni gelişmek­te olan sanayi sermayesine büyük bir dar­be vuracaktır.” (ay)

Yazar bu tesbitiyle Türkiye Finans- Kapitali'nin sermaye biriktirme yollarını, sermaye gruplan arasındaki çelişki gibi gör­mektedir. Nasıl CHP’nin son ekonomi po­litikaları, DP'nin yolunu çizdi ise, DP’nin ekonomi politikaları da AP’nin yolunu çiz­miştir. AP’de ANAP’ın.

DP, iktidarının ilk yıllarında, tarıma ve ticarete ağırlık verdiği bir gerçektir. Ancak bu Finans-Kapital’in hem yapısı gereğidir, hem de sermaye birikimini hızlandırmak için en kısa yoldur. Batı mallarının ithali ve traktör akını ile kırlardaki soygunun art­tırılması sermaye birikimini yoğunlaştırmak için Finans-Kapital açısından en kestirme bir yoldu. Ancak sermaye, krizini çözüm­lerken, önüne yeni engeller dikmeden ede­mez. Bu dizginsiz gidiş, döviz darboğazı ile 1950'lerin ortalarında tıkanmıştır.

“ 1950'lerin ortalarından başlayarak, içe dönük sınaileşmeye elverişli politikalara ye­niden başvurulduğunda, özel sermaye bi­rikimi öncelikle dokuma ve gıda gibi hafif sanayi dallarında yoğunlaşmıştır. Özellik­le dokuma sanayinde ithal ikamesinin en büyük hızla yer aldığı dönemin 1953-1957 arası olduğu görülmektedir. 1950 lerin sonlanna doğur başlayan dayanıklı tüke­tim mallarında ithal ikamesi ise özellikle 1960'lı yıllardan itibaren gelişme göstermiş­tir.” (Haldun Gülalp, ay)

Öte yandan, DP iktidarının ikinci yarı­sında “iç pazar önem kazandıkça özel ser­maye sanayiye kayarken, devlet kesimi de özel kesime girdi sağlayan ara mallan üre­timinde yoğunlaşmaya başlamıştır." (ay.)

Ancak, 1953’lerden sonra başlayan bu gelişim yüksek enflasyonla “teşvik" edil­miştir. Tıpkı 1974-79 dönemi gibi. Yatırı­ma yönelen tekelci Finans-Kapital hızla kâ­ra geçmeyi ummadıkça davranmazdı. Bu gidiş, 1958’de tıkanmıştır. Tıpkı 1979’da tıkandığı gibi.

Demek DP iktidarı süresinde “sanayie” karşı sonuna dek "inatla" direnmemiştir. Böyle bir bakış, süreçleri basitleştirmek, olayların gerçek akışını düzleştirmek olur. Öte yandan. 1958 tedbirlerinin “gelişmekte olan sanayi sermayesine büyük bir darbe” vurduğu gerçeklik değildir. İlk olarak, 27 Mayıs hükümetleri 1958 ekonomik tedbir­lerini (IMF kaynaklı) sürdürmüşlerdir. 12 Eylül hükümetleri, 24 Ocak kararlarında

ne kadar “değişiklik” yaptı ise, 27 Mayıs hükümetleri 1958 kararlarında daha faz­lasını yapmamıştır. İkinci olarak, “ 1958 is­tikrar tedbirleri" bugüne dek tekrarlana ge­lenlerden farklı değildir. Enflasyonun kontrolü için: Fiyatlar serbest bırakılacak, Merkez Bankası kredilerine tavan konacak, KİT ürünlerine zam yapılacaktı. Devalü­asyonla; ihracata yönelinecek, büyüme hı­zı geriye çekilecekti. (Gülten Kazgan, Dı­şa Açık Büyüme)

Evet bu tedbirlerden zarar görenler ol­muştur Pek çok küçük firma iflas etmiş, hatta yedi küçük banka 27 Mayıs hükü­metleri döneminde tasfiye edilmiştir. An­cak Finans-Kapital’in 1960 sonrası sıçra­masının temelinde bu kararlar ya da yö­nelişler yatar.

Yazann DP’nin sanayi sermayesine karşı "inatla” direndiği varsayımı doğru olmadığı gibi, bizzat “sanayi sermayesi" kavramının neyi kapsadığı da net değildir. Çünkü DP, ikinci iktidar döneminde, hem ithale da­yalı “tekstil ve gıda sanayiinin" gelişimini teşvik etmiştir, hem de sanayie ucuz girdi için kamu yatırımlarına hız vermiştir. An­cak bütün bunlar yüksek enflasyon şırın­gası ile yapıldığı için 1958'lerde tıkanma kaçınılmaz olm uştur. "Sanayi sermayesine” gelince, bu deyim neyi kap­samaktadır? Türkiye'de 1930'lardan beri bir avuç tekelci Finans-Kapital egemendir. Eğer sözü geçen "sanayi burjuvazisi bir avuç Finans-Kapital zümresi içindeyse, o. zaman söz konusu olan Finans-Kapital in sermaye biriktirme yollarıdır. I ek Parti dö­nemi yıllarında egemen olan bir biçim ta­rım üıünlerinin ve devlet sanayi ürünlerinin ticareti olmuştur. DP'nin ilk yıllarında bu­na yabancı malların doğrudan pazarlan- ması ilave olmuştur. DP iktidarının son dört yılında ise yabancı malların dolaylı ("ithal ikamesine" dayalı) pa^m laması başlamış­tır. Bu süreç iç pazar tıkanmalarıyla 1979 a kadar gelebilmiştir.

Finans-Kapital’in sermaye biriktirme bi­çimleri, yazara "burjuvazinin" çeşitli kesim­leri arasında bir çatışma gibi görünüyor.

27 MAYIS

Yazarın mantığı, onu "sanayi burjuva­zisinin 27 Mayıs askeri müdahalesini güt­tüğü sonucuna vardırır. 1960 sonrası pa­lazlanan montaj sanayii irilerinin görüntü­sü yazarı yanıltıyor. Nasıl 12 Eylül’den ha­reketle bütün “askeri müdahaleleri” aynı- laştırrna mantığı yaygmlaşlıysa, yazar da 27 Mayıs öncesinden kalkarak değil, sonra­ki gelişmelerin kaba görüntülerinden ha­reketle değerlendiriyor.

"Bütün bunların ışığında 27 Mayıs için şunlar söylenebilir: Her şeyden önce, dar­be sanayi burjuvazisinin, iktidar blokunun o güne kadar yönetici konumunda olan öteki unsurlarıyla çelişkisinin, başka araç­larla çözülemediği bir durumda, zora da­yanan bir çözümüdür.” (ay) “İktidar blo­kunun o güne katlar yönetici olan” kesimi “büyük toprak sahipleri, tarım burjuvazisi ve ticaret sermayesi" olduğuna göre, 27 Mayıs “sanayi burjuvazisinin bunlara karşı bir davranışı olmaktadır. Yazarın 27 Ma­yıs çözümlemesi budur.

27 Mayıs’ınn bir öncesi, bir kendisi bir de sonrası vardır. Yazar çözümlemesini 27 Mayıs sonrasının kaba görüntülerinden

Page 41: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

hareketle yapıyor. Ve bu mantığını 27 Ma­yıs ve öncesinin gerçekliklerini bozma pa­hasına bütün bir sürece yayıyor.

Önce Yazara “sanayi burjuvazisi” gibi görünen şey Türkiye Finans-Kapital'idir. Evet, 27 Mayıs atılımı en son tahlilde Finans-Kapital'in rotasına oturtulmuştur. Milli Birlik Komitesi'nin bölünmesi, 14’lerin sürgünü, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kurul­ması, T. Aydemir'in isyanı hep bu operas­yonun komplikasyonlarıdır. 12 Eylül yü­rütücüleri arasında böyle olaylar yaşanma­dı. 27 Mayıs’ın çıkışı ve vardığı nokta ara­sındaki farklılıklar pek çok tepkileri, sancı­ları içinde taşımıştır. 12 Martla bunun da­ha küçük boyutlusu yaşanmıştır. Bunlar neyi anlatmaktadır?

27 Mayıs öncesinin temel karakteri ne­dir? Tek Parti döneminde devletçiliğimiz üstte göründü. “İkinci Cihan Savaşfndan beri bu gösterişe lüzum kalmadı. Finans- Kapital, ‘Bu ülkede efendi, benim’ dedi." (Dr. H. Kıvılcımlı, 27 Mayıs) Yılların gele­neği ile üstte egemen rolüne alışmış dev­letçiliğimiz, birdenbire Finans-Kapital ege­menliğinde basit Kapıkulukonumuna itil­diler.

İkinci olarak. Tek Parti dönemi, hem tefeci-bezirgSn sermayeye yeterince güve- nemediği hem de halka dayanmadığı için pahalı-kalabalık bir “memurin devleti" ya­ratmıştı .

Üçüncü olarak, DP. siyasette devletçili­ğimize saldınrken, ekonomide sermaye bi­rikimine, tek parti dönemine oranla dizgin­siz bir hız verince, “Efendi pozuyla yukarı­dan konuşmaya alışkın Devletlular şeref­lerinin zedelendiği ölçüde, enflasyon ve pa­halılıkla keselerinin de dibine darı ekildiği­ni fark etliler.” (H.Kıvılcımlı, ay.)

27 Mayıs öncesinin temel karakteristik­leri bunlardır. Konuyu “bürokrasinin tepkisi" ya da “sanayi burjuvazisinin” “zo­ra dayanan bir çözümü” olarak ele almak, canlı olaylan soyut formülasyonlara uydur­ma gibi bir sonuç doğurur.

“Bürokrasi" kavramı, bizde devlet sınıf­larının geleneksel özelliklerini ve tek parti döneminde kapitalizmin gelişim özellikle­rini kapsamaz. Devlet sınıflan, basit bürok­ratlar olmaktan öteye, Kurtuluş Savaşı’yla, burjuva devriminin yürütücüsü, tek parti döneminde devletçilik yoluyla, kapitalizmin geliştiricisi oldular.

“Sanayi burjuvazisine" misyon yükle­mek ise, egemen sınıf yapılanmasını kav­ramamak olur. Bizde kapitalizmin gelişim yolları ve özellikleri temel yönleriyle kav­ranırsa egemen sınıf yapısı basitçe ortaya konabilir. Devlet sıntflannın güdümünde, tekelci Finans-Kapital’in yaratılması tek par­ti döneminin en özlü özeti olur. Böylece, devletçi zümreler ve özel Finans-Kapital bizde iki egemen zümre olmuştur. Özel Finans-Kapital geliştiği ölçüde, devletçi zümrelerinin etkisini ve yükünü azaltmak için davranmıştır. Bu yolda en hızlı çıkış 1950 DP kopuşması olmuştu, bunun ge­riye tepişi 27 Mayıs oldu.

27 Mayisin kendisi ne idi? “Devlet ka­pıkulları net yarım milyon kişiyi çok aşar: Ortalama 4 kişilik aileleri ile sayılırsa, dev­let kapısında geçinen nüfus 2 milyon in­san ederdi. 27 Mayıs günü bu 2 milyon Ka­pıkulu nüfusu ile 2 bin civan Finans-Kapital zümresinin 8-10 bin kişilik nüfusu göz göze gelmişlerdi. Baskın basanın olduğu için.

kuvvet dengesi bir gecede Finans-Kapital aleyhine, devletçiliğimizin lehine dönüşü- vermişti." (Dr. H.Kıvılcımlı, ay.)

27 Mayısçılar, devletçi zümreleri ekonomi-politik gidişle hırpalayan, siyasi planda “meclis çoğunluğu” ile “her yolu mübah" gören, yıpranmış DP siyasi üst ka­demelerinde başka bir hedef göremediler. Onlar ne sermaye gruplarının birinin tep­

. kişinden kaynak aldılar, ne de bir serma­ye kesimine karşı yöneldiler. “Devleti kurtarma” güdüsü her kaygının önündey­di. O nedenle 27 Mayısçılann “idareye el"

kovduklarının ertesi günü uygulayacakla­rı bir “programlan" yoktu. Hızla bölündü­ler. 1961 seçimleri yapılmasına rağmen 1963’lere kadar ordu gençliği bir türlü du­rulmadı. 27 Mayısçıların kendi iç çekişme­lerinin detaylı analizi konumuz değil. An­cak o iç çelişkilerin kaynağında 27 Mayıs- çıların sınıf pusuiasızlığı ile varolan sınıf­lar gerçekliğinin çatışması yatar. 12 Mart bu varolan sınıf gerçekliğini kavramış gö­ründü. 12 Eylül ise doğrudan sınıf gerçek­likleri doğrultusunda davrandı. Demek devletçi zümreler sınıf mücadelesi gözler önünde aktıkça öğreniyorlar.

27 Mayıs, Finans-Kapital’in binbir engel­lemesiyle bunaldıkça geriye yalnızca bir anayasa bıraktı. Anayasa’nın hazırlanma­sında tek güdü, “bir partinin meclis çoğun­luğu bahanesiyle keyfi davranışını engellemek” oldu. Anayasa Mahkemesi, Danıştay, çift meclis vb. tedbirler hep bu kaygıudan ürediler. 20 yıllık deneyden sonra, 12 Eylül tam tersine bir partinin ke­sin egemenliğini zaafa uğratacak her türlü boşluğu dışlayan bir anayasa hazırladı.

Ancak 27 Mayisin Finans-Kapital ve halk kitleleri açısından anlamı neydi? 27 Mayısçıların sınıf pusulasız davranışı Türk­iye'yi bir anda sınıfsız toplum haline geti­remezdi. Tam tersine onlar göremedikleri sınıflar mücadelesinin hem önünü açtılar, hem de bu mücadelenin kurbanı oldular.

27 Mayisin Finans-Kapital açısından anlamı ne oldu?

“Geri kalmış Türkiye’de, en “ileri” sö­mürü sistemini sağlamak isleyen Finans- Kapital, çok ağır ve kalabalık devletçiliği­mizi yaratmış ve geliştirmiş idi. Bu devlet­çiliğimizin bir gün başına dertler açabilece­ğini, başına topladığı cinleri dağıtamavan sihirbaz durumuna düşeceğini 27 Mayıs gösterdi. Alt sınıf ve tabakalann hesabı yok­tu." (H. Kıvılcımlı, ay) Finans-Kapital, 27 Mayts'da devlet sınıflarını DP ölçüsünde hafife alamayacağını kavradı. “25 milyon köylü karşısında 1500 Harp Okulu öğren­cisi nedir?" diyen Menderes, ordu gençli­

ğinin vuruşuyla bir gecede 25 milyon “oy"- dan tecrit edilivermişti. Finans-Kapital. 27 Mayıs sonrası ORKO. OYAK ve lojman­larla işe girişti. Bunun sonuçlarını 12 Mart ve 12 Eylül'de aldı.

27 Mayisin halk açısından anlamı ney­di?

“Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getiril­diğini haber aldım. Bizim kararımız, kabi­ne üyeleri ile mahut takrire imza koymuş olan 4 mebus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat halk... bu hareketi o ka­dar candan bekliyormuş ki. penceresini

açan, eline telefon rehberini almış.*— Bu adamda onlardandır, milyonlar

vurmuştur... şeklinde hemen bütün me­busları ve yakınlarını toplatmışlar" (Mada- noğlu, aktaran, H . Kıvılcımlı, ay.) 27 Ma­yıs topu topu 15-20 bakanı hedef almış, ancak halkın vurgunculara tepkisi ile ordu gençliğinin idealizmi birleşince. Harp Oku­lu’na bütün DP erkanı, fazlasıyla toplan­mıştır. Bu ne demekti?

27 Mayıs vuruşu, vurgununu tek parti döneminde sinikçe, DP döneminde ise açık ve amansızca yürüten Finans-Kapital zümresinden, küçük burjuva tabakaların kopuşmasının açığa çıkması, kendini or­taya koyusu oldu. Elbetteki bu kopuşma, düzen sınırlarını aşan bir nitelik taşımıyor­du. Ancak bu kopuşma bir kez gerçekle­şince kendi kanallarında akmadan ede­mezdi. 1968'lere gelindiğinde, gençliğin, meslek odalarının, öğretmenlerin, hatta adli mekanizmanın AP hükümetlerine karşı tepkisi hep bu kopuşmadan kaynak almış­tır. Ve içinden düzen sınırlannı aşan kopuş- maları da çıkartmıştır.

Bu noktada 27 Mayıs ın sonrasına ge­liriz.

İstediği denli idealistçe olsun, sınıf pu­sulasız bir atılım, en son tahlilde atıldığı or­tamdaki sınıflar dengesine göre şekillenir. Egemen Finans-Kapital, Milli Birlikçileri bö­lüp, bunaltarak, onları bir anayasayla ye­tinmeye mecbur bırakmıştır. 27 Mayıs hü­kümetleri ekonomide DP'nin 1958 karar­larını devam ettirmekten öteye bir şey ya­pamadılar. Hatta tasarruf bonoları ve ara­zi vergisi ile sermaye birikim alanını geniş­lettiler.

12 MART ve 12 EYLÜL E DOĞRU

S. Savran 27 Mayıs ta “sanayi serma- yesi’ ne ayrı bir misyon yüklediği için. DP'nin devamı olan AP'sini de evrimleş- tirmek zorunda kalmıştır.

“ Bürokrasi” kavramı, bizde devlet sınıflarının geleneksel özelliklerini ve tek

parti döneminde kapitalizmin gelişim özelliklerini kapsamaz. Devlet sınıfları,

basit bürokratlar olmaktan öte, Kurtuluş Savaşı’yla, burjuva devriminin yürütücüsü,

tek parti döneminde devletçilik yoluyla, kapitalizmin geliştiricisi oldular.

Page 42: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

“ 1960’lı yılların AP’siııin DP'nin mirasçısı olduğu kuşkusuz doğrudur Ama önemli bir kayıtla: DP içinde sanayi burjuvazisi tabi bir unsurken, AP bünyesinde yönetici güç bu sınıf dilimidir.” (ay.) Daha önce belirt­tiğimiz gibi, yazar Türkiye Finans- Kapitali'nin sermaye biriktirme yollarını - ki bu yollar ona daha çok uluslararası Finans-Kapital tarafından dönem dönem dikte ettirilmiştir- Sermayenin çeşitli kesim­leri arasındaki egemenlik mücadelesi ola­rak görmektedir.

Aynı mantığın devamı olarak “ 1960­1980 arası dönemde Türkiye burjuvazisi­nin karşılaştığı ve ortadan kaldırmak için mücadele verdiği engeller" arasında ilk sı­rada “kırsal ittifaklar sorunu” sayılır ve şöyle denir:

"Burjuvazinin bu 'ilk günahı’, daha sonra kendisine karşı çevrilmiş bir silah haline gel­miş, tarım sorunu Kemalist devrimin ger­çek mirasçısı olan sanayi burjuvazisinin bir karabasanı olarak günümüze kadar varlı­ğını sürdürmüştür.” (ay.)

“Kemalist devrimin gerçek mirasçısı olan sanayi burjuvazisi” değerlendirmesi, bizde burjuva devrimine hem aşırı modern bir misyon yüklemek olur, hem de gerçekle­rimizi anlatmaz. "Kemalist devrim” antika kökenli sermaye ile inmeli asalak bir Finans-Kapital zümresi yaratmıştır. Kema­list devrimin gerçek mirasçısı bu zümredir. M. Kemal'in kendi eliyle kurduğu İş Ban- kası’nda yuvalanmış, devletçilik ile palaz- landınlmıştır. Antik sermaye kökeninden geldiği ve baştan tekelci doğduğu için, hiç­bir yaratıcı girişimciliğe sahip olmamış­tır. Yaşadığımız yıllar bunu yeterince ispat­lamadı mı?

Öte yandan, AP’sinde 1960 sonrası “yö­netici güç”, "sanayi burjuvazisi” olmasına ve “C H P’nin sanayi sermayesini öteki ser­maye dilimleri karşısında hiçbir ikirciliğe yer bırakm ayan biçimde savunması” na (S.Savran, 11 Tez Ekim 1986) rağmen burjuvazinin neden bir türlü bu “ilk güna- hı”ndan kurtulmak için “toprak reformu’- ’nu yapamadığı sorusunun cevabını bul­

mak zordur. "Toprak reformu” komedisi­nin en son perdesi 12 Mart’ta oynandı. AP, toprak reformuna doğrudan karşı çıktı. CHP'si ise fazla direngen olmadı. 12 Ey- lül’de toprak reformunun sözü bile edilme­di. Yazarın tezleri bu sorulara aydınlık ce­vaplar veremez.

Yazarın tezleri açısından, "ilk günahın” tek parti döneminde işlenmesinin nedeni

sanayi burjuvazisinin cılızlığıdır. Bunu böyle kabul etsek, 1960 sonrası gelişmelerde sa­nayi burjuvazisinin öne çıkmasına rağmen neden toprak reformuna el atılmadığı so­rusu yine cevapsız kalır.

Bu noktada, 1960 Sonrası mücadelesi­ne yazarın nasıl baktığını en iyi biçimde açıklayan uzun bir alıntıya ihtiyacımız var.

"Büyük sanayi ve banka sermayesinin 12 Mart arifesinde yüz yüze kalmış oldu­ğu cifte sorun, 12 Martin her alanda ba­şarısız oluşu ve yanm önlemlerle yetinmek zorunda kalması nedeniyle 1970'li yıllara olduğu gibi miras kalmıştı. Burjuvazi hâlâ bir yanda işçi sınıfının ve öteki toplumsa1

güçlerin muhalefetini bastırma sorunuy­la karşı karşıyaydı, ama aynı zamanda bü­yük toprak sahipleri ile ticaret sermayesi­nin sanayi kapitalizminin gerisinde kalan ya da az gelişmişliğin hücrelerinde hayat bu­lan dilimleri ile de mücadele etmek zorun­daydı. Sorun aynı idi ama ’70’li yıllarda al­dığı siyasal biçimi 60 ’lı yıllara göre fark­lı olacaktı. ’70’li yıllarda, AP bir kez daha bütün mülk sahibi sınıfların küçük köylü­ler çoğunluğu üzerindeki hegemonyasını sağ güçlerin birliğinde ararken (MC hükü­metleri bu ittifakın billurlaşması biçimiydi), CHP sanayi burjuvazisine işçi sınıfı ve öteki emekçilerin desteğinde, çıkartan sanayi ka­pitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sa­hibi sınıflan geriletme alternatifini sunuyor­du.” (ay)

Yazar 12 Mart arifesinde “büyük sana­yi ve banka sermayesinin yüz yüze kalmış olduğu “çifte sorun”dan bahseder. Bu çif­te soruna gelmeden bir noktaya değinmek zorundayız. Yazı boyunca tek parti ve DP dönemi, hatta 1960 sonrası irdelenirken, hep çeşitli sermaye kesimlerinden söz edil­miş, ama, “12 Mart arifesinde” “büyük sa­nayi ve banka sermayesi”de yazann kale­minin ucuna takılmadan edememiştir. Bu sıçrayışı teşhis zaafının altında Türkiye’de Finans-Kapital egemenliğini görememek yatar. Bizde banka sermayesi, daha 1930'lardan beri bünyesinde en büyük ser­

maye kesimlerini ve mülk sahiplerini sen- tezleştirmiştir. O yıllardan beri kartopu gi­bi irileşen sermaye yumağı bu aynı Finans- Kapital’dir. Yazara 1950’lerde "ticaret sermayesi" 1960'larda “sanayi sermayesi”, 1970'lerde "büyük sanayi ve banka sermayesi” gibi görünen şey, Türkiye’de üre­tim ve dağıtımında tekel kurmuş Finans- Kapital ve tefecı-bezirgân sermaye ittifakıdır.

Gelelim “çifte soruna.”“Burjuvazinin” -alıntıdan bunun “büyük

sanayi ve banka sermayesini" kapsadığı anlaşılıyor- 1970’li yıllarda işçi ve halk ha­reketiyle mücadele etmek zorunda oldu­ğu anlaşılır bir şey. Ancak “büyük toprak sahipleri ve ticaret sermayesi” ile mücadele etmek zorunda olduğu epey şüphe götü­rür!

"Büyük sanayi ve banka sermayesi” bi­raz derinden incelenirse, bünyesinde en büyük ticaret şirketlerini, hatta tanm komp­lekslerini de barındırdığı kolayca görülür. Büyük toprak sahipleri ise hisse payları ile aynı banka ve şirketler ağının kaynaşık üyeleridir. Eğer hâlâ giyiyorlarsa, poturla­rı kimseyi yanıltmasın.

Ancak yazar, böyle bir mücadeleyi var­sayar. Yazara göre 1960’lı ve 1970’ii yıl­lar “egemen sınıflar içi” mücadele de aynı öze sahiptir. Yalnız 1960 öncesi “sanayi burjuvazisi” egemenlik için mücadele eder­ken, 1960, 27 Mayıs ile bunu başarmıştır. Artık ’70 ’lere gelindiğinde sorun sanayi burjuvazisinin çıkarlarının iki farklı yoldan savunulması haline dönüşmüştür. Bu farklı yolların siyasi güdücüleri ise AP ve C H P ’dir. Yazarın tezleri böyle. Gerçeklik­lerimiz böyle mi, görelim.

Uzun alıntıda AP’nin halk muhalefetine karşı nasıl mücadele ettiği açık, ancak “bü­yük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisine" karşı nasıl mücadele ettiği karanlıkta kalıyor. AP, “bütün mülk sahi­bi sınıfların küçük köylülüler çoğunluğu üzerindeki hegemonyasını sağ güçlerin bir­liğinde ara”mış... “bütün mülk sahibi sınıflar” deyimi, sorunun tam da bu can alı­cı noktasında çözümlemeyi iyice bulanık­laştırıyor. Proletarya dışında az çok her sı­nıf1 ve tabaka "mülk sahibidir." Yazar “kü­çük köylülüğü” de dışlamış görünüyor. De­mek AP, proletarya ve küçük köylülük dı­şındaki “mülk sahiplerinin birliği” parola­sından hareketle, sanayi burjuvazisine yol göstermeyi tercih etmiştir. Öyleyse AP, “sanayi burjuvazisinin” güdümünde olma­sına rağmen, burjuvazinin “ilk günahı”nı sürdürmekte bir sakınca görmüyor. Daha açık »öylersek AP bu “ilk günah’la sıkı sı­kıya kenetlidir. Yazar ya sanayi burjuva­zisinin AP'de "yönetici güç” olduğu tezin­den vazgeçmek zorundadır; ya da -bu bi­raz da ne olduğu pek belli olmayan- “sa­nayi burjuvazisinin” eline 1960 ve 1970, hatta 1980 fırsatları geçmesine rağmen ne­den “ilk günahın”dan birazcık olsun ko- puşamadığını, toprak reformundan ölümü­nü görmüşçesine korktuğunu açıklamak zorundadır.

C H P ’nin önerdiği yola gelelim. “CHP sanayi burjuvazisine işçi sınıfı ve öteki emekçilerin desteğinde, çıkarlan sanayi ka­pitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sa­hibi sınıflan geriletme alternatifini sunuyor­du.”

Yazar, CHPnin sanayi sermayesini “hiç­bir ikircikliğe yer bırakmayan biçimde sa­vunduğu iddiasındadır. Demek AP bu yolda epeyce “ikirciklidir. Yazar bunun nedenini açıklamıyor. Geçelim.

CHP, "çıkarlan sanayi kapitalizminin ge­lişmesiyle çelişen mülk sahibi sınıfları geriletmeyi” amaçladığına göre, bunların içinde birinci sırayı büyük toprak sahipleri almalıdır. Buna bağlı olarak tefeci-bezirgân sermaye hemen arkadan gelir. CH P’nin

Türkiye Finans-Kapitali, kapitalizmin “ Prusya tipi” gelişimini seçmek zorunda

olduğunu daha ilk yıllarda sezmiştir. Derebey artıkları» uzun sancılı yollardan

burjuvalaşacaktır. Bu anlamda ilk önemli “tarım devrimini” DP yapmıştır. AP ve ANAP’ta bu yolu şaşmaz bir şekilde

izliyorlar. Kapitalizmin “Amerikan tipi” gelişimini çok sınırlı bir şekilde 1945’te

CHP istemiş ama kendi kanun teklifinden kendi ürkmüştür.

42

Page 43: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

toprak reformu istediği bir gerçeklik, bu re­formun hayali ve gerici yanlarını başka bir yerde daha o günlerde eleştirmiştik. Bu­rada bizzat toprak reformu talebine gelen tepkileri, CHP’nin nasıl değerlendirdiğine bakmakla yetinelim. Bu CHP'nin hangi sı­nıf güdüsünü taşıdığını gösterecektir.

1970’lerde Ecevit’in “tarım sorunu uzmanı” Z.G. Mülayim, Toprak Reformu ve Kooperatifçilik kitabında şöyle diyor:

“Türkiye'de genel olarak, bugünkü bo­zuk toprak düzenini aynen korumak iste­yenler (aracı, tefeci ve muhtelif menfaat grupları) özel olarak da büyük toprak sa­hipleri... toprak reformuna karşıdırlar.

“Sanayi kesiminin toprak reformuna karşı olmaması, hatta reformu destekleme­si gerekir. Zira toprak reformu yapılması sınai gelişmeyi hızlandırır, sanayi mallan- nın iç pazarını genişletir. Fakat ülkemizde sanayi örgütlerinin ve sanayicilerin de top­rak reformuna karşı oldukları görülmekte­dir. Sebebi: Sanayicilerin büyük toprak sa­hipleriyle olan ekonomik ve siyasal ilişki­leri: ve sanayicilerin, toprak reformu ya­pılırsa, ilerde fabrikalarla ilgili kamulaştır­ma yapılabileceğinden endişe etmelidir.”

Demek CHP, “sanayi kesimine” rağ­men, sanayicilerin çıkarlarını savunmak gi­bi garip bir konumdadır. Burada sınıfların, siyasi partileriyle tıpatıp denk düşmedikleri genel doğrusu ileri sürülebilir. Ve bu bir gerçekliktir de. CHP. “sanayi kesimine” akıl hocalığı yapma konumundadır, sana­yiciler bu akla pek iltifat etmeseler de...

Olayın soyut bir açıklamasını yapmaya çalışırsak: CHP, sanayi burjuvazisinin “ikirciksiz" akıl hocası, AP ise “ikircikli” gü- dücüsüdür! Bu deyimleri kullanmak zorun­dayız. amacımız herhangi bir küçültme de­ğil, kavramlar yazarın mantığından kaçınıl­maz bir şekilde türemektedir.

İstediğimiz kadar evirip çevirelim, olay- lan soyut bir “sanayi burjuvazisi” kavramıy­la açıklamak mümkün olmuyor. CH P’nin açıkça itiraf ettiği gibi “sanayi kesimi” man­tık olarak toprak reformundan yana olması gerekirken, realitede reforma karşıdır. Bu açmazı çözmek için soyut sanayi bur­juvazisi kavramını, somut hayatta yerli ye­rine oturtmak gerekiyor. En somut örnekle başlayalım: Türkiye'de Sanayi, Ticaret ve Ziraat Odaları’nda kayıtlı üye sayısı birkaç yüzbini çok aşar. Ancak bir de 12 Mart için­de şekillenen -daha doğru söyleniş ile şekillenmemezlik edemeyen TÜSİAD var­dır. Üye sayısı yalnızca, 300'dür. TÜSİAD, sanayi, ticaret, ziraat odalanndan sivrilip çı­kagelen Finans-Kapital’in 12 Eylül kanun­larına göre, “politika yapmaktan yasaklı bir derneğidir.!”

Öyleyse burjuvazi "bölünmüş” durum­dadır. Bir azınlık zümresi tüm ekonomi- politikaya egemen iken, bu Finans-Kapital dışında kalan geniş tekel dışı burjuva ke­simler tekellerin eteğinde sızlanmaya mah­kûm edilmişlerdir. Genel olarak sanayi burjuvazisi ya da ticaret burjuvazisi gibi kav­ramlarla sınıf gerçeklerimizi açıklayamayız. CHP, Z.G. Mülayım’ın acı acı yakındığı gibi “sanayi kesimine” rağmen toprak reformu talep ederken, aslında Finans-Kapital dı­şında kalan burjuvazinin taleplerini dile ge­tirmiş oluyor.

Yazar, CHP’ne “anti-tekelci” bir misyon yüklenmesine itiraz eder. (11. Tez, Ekim- 1986) CHP’nin objektif konumu ile süb­

jektif yetenekleri birbirine karıştırılmasın. C H P ’nin 1950’lerden beri geçirdiği bir ev­rimle, tekel dışı burjuva kesimlerin sözcü­lüğüne itildiği bir gerçekliktir. Ancak bu, CHP'den tekellerin tasfiyesini beklemek anlamına gelmez. Bekleyenler var hiç şüp­hesiz. Onlar şimdi konumuz değil. Tekel dışı burjuvalann zavallı ideali devlet imkân- lannın kendilerine de sunulmasıyla, tekel­ler katına erişebilmekdir. Ancak bu yol 1950lerden beri kapanmıştır. İşte CHP’nin (ve şimdi devamları SHP ve DSP'nin) bü­tün talep ve tepkileri bu tıkanan yolu biraz olsun açma özleminden kaynak alır.

Yazar AP ve CH P’nin farklı yollarını bir ve aynı “sanayi burjuvazisine” atfetmekle, egemen sınıf yapılanmasını kavramadığı­nı açığa vuruyor. AP Finans-Kapital'in, CHP ise tekel dışı burjuva kesiminin talep­lerinin dile gelişiydi.

Aynı mantıktan hareketle yazar şu ge­nel yargıya varır:

“Bir tarım devriminin yokluğu, çağdaş sanayi burjuvazisini aşılması çok güç sorun­larla karşı karşıya bırakmıştır. Geri ilişkiler içinde yaşayan kırsal sınıflarla işçi sınıfı ara­sında sıkışan sanayi burjuvazisi, tekrar tek­rar askeri yönetimlerden medet umacak duruma düşmüştür.” (ay) Böylece askeri müdahaleler bir ve aynı mantığa oturmuş oluyor. Olay böyle konulunca, sanayi bur­juvazisinin 27 Mayıs’la verdiği özgürlükle­ri, 12 Eylül’de bütünüyle geriye almasının tek açıklaması, gelişen sınıf mücadelesi kar­şısında, 1960 Anayasası'na “sırt çevirmesi” olarak açıklanır. Ancak nedense “çağdaş sanayi burjuvazisi" üç müdahalede de “ta­rım devrimine" el atamamıştır. 12 Eylül denli “güçlü" iktidarı belki de “çağdaş sa­nayi burjuvazimiz” tarihinde hiç yaşama­mıştır. Buna rağmen “tarım devrimi” ne­den gündemde yok?

Bu noktada, bizde kapitalizmin gelişimi­nin iki yoluna geliriz. Türkiye Finans- Kapital’i kapitalizmin “Prusya tipi" gelişimi­ni seçmek zorunda olduğunu daha ilk yıl­larda sezmiştir. Derebey artıklan, uzun san­cılı yollardan, burjuvalaşacaktır. Bu anlam­da ilk önemli “tarım devrimini” DP yap­mıştır. AP ve ANAP’ta bu yolu şaşmaz bir şekilde izliyorlar. Kapitalizmin “Amerikan tipi" gelişimini çok sınırlı bir şekilde 1945’te CHP istemiş, ama kendi kanun teklifinden kendi ürkmüştür. Daha sonraları radikal toprak reformunu 27 Mayısçıların bir ka­nadından, 21 Mayısçılara ve 9 Martçıların bir kesimine kadar uzanan ordu gençliği özlemiştir. Her seferinde Finans-Kapital egemenliği bu yolu tıkamıştır. Sonuçta top­rak devriminin gerçek sahiplerinin prole­tarya ve küçük burjuva sosyalistleri oldu­ğu aydınlık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

“Askeri müdahaleleri" değerlendirirken kaçınılmaz olarak Türkiye'deki sınıf yapı­lanmasını ve bizde kapitalizmin kuruluş ve gelişim özelliklerini tartışmak zorunda kal­dık.

12 Eylül sonrası, bu konuda hiç şüphe­siz ki en tipik görüş sivil toplumculardan geldi. Onlar bizde Osmanlılıktan gelen bir “devlet-elit" geleneği buldular, bunun kar­şısına “toplumu” koydular. Aslında sivil toplumcular, kabaca da olsa bir gerçekli­ğe dokunmuşlardı. Bizde gerçekten dev­let ve devle* sınıfları geleneği köklü bir ol­guydu. Ancak onların hatası, 1980 Türki­

ye'sinde bu geleneğin gücü ile bu ölçüde yüz yüze gelince, yıllardır şekillenmiş sınıf yapılanmasını “unutmak" oldu. Onlar, söz­lerine bakılırsa. 12 Eylülle bir kere daha ortaya çıkan “elit" geleneğine öfkeyle karşı çıktılar, ancak sınıf gerçekliğini geri plana iterek, “e lifin yarattığı yanılgılı görüntüye teslim oldular.

Öte yandan, askeri müdahaleleri “bü­rokrasinin egemenliğini yeniden kurma çabası" olarak yorumlayanlar, farklı bir ko­numda değildi. Tam tersine bizde günü­müze doğru geldikçe her askeri müdaha­le, Finans-Kapital’in devlet sınıflarının söz­de “sınıflar üstü" davranış ve tepkilerini kendi egemen çizgisinde oturtan bir rol oy­namıştır.

Son olarak. Yazar bizde askeri müda­haleleri “tanm devriminin yokluğu”ndan çı­kan sorunlarla, işçi ve halk hareketi ara­sında “sıkışan", “çağdaş sanayi burjuvazi- si"ne bağlar. Daha somut söylenirse, “bü­yük toprak sahipleri” ve “ticaret sermaye­sinin", “geri ilişkileri” ile halk hareketi ara­sında sanayi sermayesinin sıkışması, askeri darbeleri getirmiştir.

Yazarın bu bakış açısı. Türkiye'de kapi­talizmin gelişimine, serbest rekabetçi dö­nem kapitalizminin “ilericiliklerini" yükle­mek olur. Böyle bir şey gerçeklik olsa yük­leyelim. Kapitalizme karşı kininden kudu­ran küçükburjuvalar değiliz. Kapitalizme karşı ancak somut gerçekliklerimiz kavran­dıkça sağlamca karşı durulabileceğini kav­rıyoruz. O nedenle bizde sınıflar egemen­liğinde ap ayrı bir "çağdaş sanayi burjuvazisi" görmek ister istemez ona bazı “çağdaş" misyonlar yükleme hatasını pe­şinden getirir. Örneğin yazar. 1960 Ana- yasası’nı bu “çağdaş sanayi burjuvazisf'ne yükler. Ve bütün yazı boyunca, yine aynı burjuvazinin “tanm devrimi" özlemi dile ge­tirilir.

1960 Anayasası'na. daha baştan Türki­ye Finans-Kapital (o dönem AP eliyle) kar­şı çıktı. “Tarım devrimi"ni ise hiç özleme­di. Ama Prusya tipi “tarım devrimi"ni ise şaşmazca yürüttü. Yanıltıcı bir görünüm veren 1960 sonrasının montaj sanayii iri­lerini “çağdaş sanayi burjuvazisi” olarak görmek, insanı politikada köklü yanılgıla­ra sürükler. Hele CHP'ne sanayi burjuva­zisinin “ikirciksiz” temsilcisi misyonunu yük­lemek daha köklü bir yanılgı olur. Çünkü yazarın tezlerine göre Türkiye’de biraz “sı- kışık”da olsa “sanayi burjuvazisi” egme- mendir. Bu objektif tespit ile CH P’nin “sı­nıf yapısı” yan yana getirilince bu zemin­den çok yanıltıcı beklentiler sürer.

SONUÇBizde askeri müdahaleleri, Finans-

Kapital egemenliğinde yarattığı sonuçlar açısından değerlendirirsek hepsini aynılaş- tırmak zor değildir. Çünkü netice de hep­si. Finans-Kapital’in sermaye biriktirme kri­zine az çok yeni bir biçim vererek “aşılması" sonucunu doğurmuştur.

Fakat aynı askeri müdahalelere doğuş ortamı ve kendi özellikleri açısından bak­tığımızda aynılaştırmak mümkün değildir. Her üç müdahalede de ordunun devleti kurtarma gelenekcil tutumu kesin ve ortak bir özelliktir. İster benimsensin ister görmez­likten gelinsin, ordunun “devleti kurtarma” Devamı 69. sayfada

Page 44: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Y.Öncü eleştirisi■ ■ ■

EYLÜL DERSLERİ: BİLİM ve SINIFLAR

Tamer Adalı12 Eylül yalnızca devrimci örgütlen­

melerin yapısını bozmadı, daha da öte­ye kafalarda o güne kadar şekillenmiş kavramları da bozdu, değişime uğrat­tı. Sosyalizmin pek çok “tabu” konu ve kavramı artık “özgürce” tartışılabiliyor ve en akla gelmedik yorumlara uğra- tılabiliyor.

1965’lerden beri sınıf mücadelesinin öne çıkarttığı pek çok konuda bitmez tükenmez tartışmalar yapıldı. Bu süre­cin doğal sonucu olarak, düşünceler­de yeni kavramlar şekillendi. Bunlarla mücadeleye yön verilmeye çalışıldı.

O günlerden bu yana Sovyetler, Çin “ayaklanma” ya da “uzun halk sava­şı”, “örgütlenme-parti” konularında pek çok teori kurulup yıkıldı. Deney öğretiyor. Ancak bu gerçeklik yalnız­ca tek yönlü işlemiyor. Deney, aynı za­manda bazı gerçekleri unutturuyor da. Ya da deney, öğrettiği, öğrenme yete­neğini bilediği gibi, bu yeteneği körel­tip yok da edebiliyor. Her sınıf ve ta­baka kendi yordammca öğreniyor.

Bunun en güzel örnekleri 12 Eylül’le verildi. 1980 öncesinin topyekün inkâ­rına varan değerlendirmeler yapıldı. Bu inkâr fırtınasının yadırganacak bir yanı yoktu. Ancak onun girdiği yeni kı­lıklar, yarattığı politik sonuçlar elbetteki önemlidir.

Bilim insanlığın adım adım gelişiminin kazancıdır, yetkinleştiği ölçüde toplum ve doğayı kavrar ve değiştirir. Bilim, gelişme

demektir. Y.Öncü yazarlarının düşünce çeşitliliğine tutkunlukları belki skolastik

düşünme tarzına bir tepkiden kaynak olmaktadır. Ancak 1 ‘tepki” hedefini bulmazsa doğru zeminde kalamaz.

Burada biz en tipik ve en masum görünenine değineceğiz: “Bilim yön­temi açısından geçmişin aşılması.” Y.Öncü’nün 12 Eylül’den çıkarttığı bel­ki de en önemli derstir. Bilimsel sos­yalistler açısından “bilim”den daha kut­sal (!) bir kavram olabilir mi? “Bilim” ve “bilim yöntemi” denince akan sular durmalıdır.

HER ŞEY DEĞİŞİYOR

Değişmeyen şey yok. Başla istersen yeniden,

istersen son nefesinde. Bir kez olan oldu.

Elinde değil ayırmak şaraba katılan suyu.

Bir kez olan oldu. Elinde değil ayırmak şaraba katılan suyu.

Ama değişmeyen şey yok. Başla istersen yeniden, istersen son nefesinde.

B.Brecht

Y.Öncü “bilim” sözcüğüne neden bu denli sarılmıştır? Ya da bilim kelimesi hangi amaçla vurgulanmaktadır?

“İlk olarak, doğanın diyalektiğini kavrayan bir düşünce sistemini benim­semiş sosyalistlerin, bilimi ve bilinci temsil ettiklerini bu açıdan bilimsel dü­şüncenin “tanrının tekliği” fikrini anım­satır ve homejenlik düşüncesine sahip olamayacağını kavramaları anlamına gelir.” (Yeni Öncü, Mart 1987, s. 1)

Burada, bilimsel düşüncenin “zen­gin ve çeşitliliği” öne çıkartılıyor.

Öte yandan “bilim hiçbir bireyin, grubun ya da yapının tekelinde ola­maz. Bilimin araçlarını ele geçirmiş olan bilimsel üretimde bulunabilir.” (Y.Öncü, Tem-Ağüstos 1987, s. 36) denerek, burada da bilimde “tekel” olamayacağı vurgulanıyor.

Bu basit ve itiraz edilemez görünen konuların öne çıkartılmasının temelin­de, 12 Eylül’den ders çıkartma yor­damlarından birisi yatmaktadır.

“ Bilimsel düşüncenin”“homojenliği” yerine “çeşitliliği”nin kavranması ne demektir?

Bilim insanlığın adım adım gelişimi nin kazancıdır, yetkinleştiği ölçüde top­lum ve doğayı kavrar ve değiştirir. Bi­lim, gelişme demektir. Y. Öncü yazar­larının düşünce çeşitliliğine tutkunluk lan belki skolastik düşünme tarzına bir tepkiden kaynak almaktadır. Ancak “tepki” hedefini bulamazsa doğru ze­minde kalamaz.

Gelişme, düşünce “çeşitliliğinden” mi kaynak alır ya da her düşünce çe­şitliliği bir gelişmenin işareti midir? Y.Öncü yazarlarına göre böyle. Onlar için gelişmenin önünü tıkayan düşün­ce “homojenliği” ya da “tek tanrılığı- ’dır.

Diyalektik materyalizme göre, doğa­da ve toplumda ilerleme ya da geliş­me evrimcil birikimin, devrimci sıçra­yışa varışıyla olur. Varolan tez, anti­tezini yaratır, oradan çıkan sentez ge­lişmedir. Ve sentez varoluşuyla birlik­te, yeniden tez’e dönüşür. Gelişim böy­le sürer.

Örneğin Ricardo ve A. Smith’e gö­re Marks’ın ekonomi politik yaklaşımı bir gelişmedir. Onların ileri bir sentezi­dir. Ancak Dühring’in görüşleri ya da tezleri, “düşünce çeşitliliği” olsa da ge­

lişme değil, gerilemedir. Düşünce zen­ginliği değildir.

Ya da Einstein’in rölativite teorisiyle zaman ve uzayın göreli olduğu düşün­cesinden sonra ve bu teoriden kalkarak, Max Born’un maddeyi değil onun gö­rüntülerini birincil alan, yani idealizmin temel önermesini yeniden canlandır­maya çalışan görüşleri belki düşünce çeşitliliğidir, ama hem düşünce zengin­liği değildir, hem de bilim dışıdır.

Gerçek diyalektik düşünür gelişme­ye tutkundur, tutkun olmalıdır. O ne­denle bir düşüncenin çeşitliliğinden çok onun ileri doğru bir adım olup ol­madığı, önemlidir. Düşüncenin tekliği ya da çokluğu değil, doğruluğu ya da yanlışlığı önemlidir. Düşünce “çeşitli­liği”, kendiliğinden doğruyu yaratmaz ve doğruya varmanın teminatı değil­dir. Bir düşüncenin doğru olup olma­dığı tartışmalarla değil, ancak pratikte kestirilebilir. Olaylara uyan düşünce bi­limseldir, uymayan her düşünce bilim dışıdır.

Y.Öncü yazarları “bilim” kelimesi ile “düşünce çeşitliliğini” neredeyse eş an­lamlı ele alıyorlar. Oysa bilim, soyut bir düşünce çeşitliliği ya da düşünceler arası bitmez tükenmez tartışmalardan çok, doğru olduğuna inanılan düşün cenin pratiğe geçirilmesi, sınanması ile gelişir.

12 Eylül öncesi -konu sınıflar müca­delesi olduğuna göre- düşünce çeşit­liliği yok mu idi? Belki istenenden faz­la farklı düşünceler vardı. O zaman Y.Öncü’yü rahatsız eden nedir? Farklı düşüncelerin kendilerini pratikte sına­ma savaşı, yani doğruyu somutta kav­rama, elle tutabilme mücadelesi... Y.Öncü bu mücedelenin yerine, dü­şünce çeşitliliğini ve tartışmayı geçir­mek istiyor. Onun için bilimsellik, farklı düşüncelerin varlığını kabul etmekten ibarettir. Ancak farklı düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu tespit et­meye gelince, bu nokta da Y.Öncü, “homojenlik”, “tek tanrılık” gibi itiraz­lar yükseltiyor. Doğru düşünceye ise hiç kimse pratik cehenneminden geç­meden varamaz. Ve ne yazık ki, dü­şünceler çeşitli olsa da, doğru tektir.

Y.Öncü, 12 Eylül yenilgisinden olumsuz yönde ders çıkartmıştır. Doğ­ruluğuna inanılan bir düşünceyi pra­

Page 45: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

tikte sınama ve düzeltme cesareti ye­rine. farklı düşüncelerle bitmez tüken­mez sözde “bilimsel'' tartışmalar yapa­rak pratikten kaçınmak, teori softalığı ile soysuzlaşmak, Y.Öncü’ye 12 Eylül batırası olsa gerek. Aslında... Y.Öncü1 ye bu mantık 12 Mart yenilgisinden be­ri yapışmıştır. Hastalık tepe noktasına 12 Eylül’le çıkıyor.

Gelelim “bilim" ve “tekel” konusu­na. Bilimin hiçbir kişi ya da grubun te­kelinde olamayacağı, böyle bir tekelin bilimsel gelişmeyi engelleyeceği tespit edilirken, şu önemli tez ileri sürülür:

“Çünkü tekelci düşünüş aynı za­manda sınıf indirgemecidir de. Bu gö­rüş biçimi kendi konumundan asla kuşku duymaksızın, farklı olan görü­şünü. sırf kendisinden farklı olmak do­layısıyla bir başka sınıfın ideolojik ve si­yasal konumuna denk düştüğünü, ‘son tahlilde' tespit eder; ‘ilk tahlilde1 de sınıf düşmanına karşı alınması ge­reken tavrı alır.” (Y.Öncü, Tem-Ağustos 1987. s. 37)

Bilim , bilimsel düşünce “sınıf indirgemeci” olmamalıdır! Y.Öncü’nün bütün mantığı bu temel taş üzerinde yükselir. “Sınıf indirgemeci” mantık kaçınılmaz bir şekilde ve belki de yerli yersiz “sınıf düşmanlığı” silahına sarı­lıp. sosyal mücadele alanını alt üst edi­yor. O nedenle bilim “sınıf indirgemeci” mantıktan kurtarılmalıdır.

Aynı düşünce, şu cümle ile daha ge­nel bir prensip seviyesinde ilan edilir.

“Nasıl bilimsel faaliyeti sınıf ilişkile­rinin dışına atan, ondan etkilenmeyen bir mertebeye koyan anlayış yanlışsa aynı şekilde bilimi burjuva ve proleter olmak üzere ayıran, her şey gibi bilimi de bir sınıicıl indirgemeye (altı yazar tarafından çizilmiş) maruz bırakılan an­layış da yanlıştır.” (Y.Öncü Tem- Ağustos. .1987, s. 40)

Sorun “bilim” ve “sınıf” ilişkisine ge­lip dayandı. Konunun böyle konuluşu bile mantığın çarpıklığını hemen göze batırıyor. Bilimsel olmak için sınıf ba­kışı açısından bağımsızlaşmak ya da sı­nıf bakış açısına sarıldığımızda bilim dışı olmakla yüz yüzeyiz. YÖncü’nün önü­müzde sürdüğü ikilem budur. Gerçek- Jik böyle midir?

Bilim hiç şüphesiz ki insanlığın top- yekün gelişiminin bir ürünüdür. İlkel sosyalist toplumda henüz bilim yoktur. Bilim, yazı ile gerçek birikimine başla­dı. Dolayısıyla sınıflı toplumla birlikte doğdu ve gelişti. İnsanlığın gelişiminin zembereği sınıflar mücadelesidir. Bili­min gelişmesi de bu gidişten apayrı bir süreç olamazdı. O nedenle bilimin ge­lişimi sınıflar mücadelesinin eseridir ve dönemine göre egemen sınıfın dam­gasını üzerinde taşımıştır. Bu anlamda bilim, genellikle egemen sınıfın “tekel1 ’inde kalmıştır. Oysa Y.Öncü “bilimin araçlarını ele geçirmiş olan bilimsel üretimde bulunabilir” diyerek, bilimde “tekel’ e şiddetle itiraz etmektedir.

“Bilimin araçları” nelerdir? Doğa bi­limleri için laboratuarlar, sosyal bilim­ler için zengin arşivler vb. Bunları eli­ne geçirme şansına burjuva toplumun- da herkes sahip değildir. Burası açık. Eğer bu basit gerçeklik kabul edilirse, bunun anlamı en azından şudur: Bi­lim üretiminin maddi araç ve ortamı egemen sınıfın tekelindedir.

Buradan şu kaba sonuç çıkarılabi­lir mi? Öyleyse bilim egemen sınıfların ismi ile anılmalıdır: “Feodal bilim”, “burjuva bilimi”, ve nihayet “proleter bilimi!” Bu gelişmenin ya da ilerleme­nin skolastik bir tarzda kavranmasının sonucudur. Bilimsel gelişim ancak kendinden önceki birikimin üzerinden ileriye atlayabilir. Bu anlamda bilimsel gelişmeyi sırf egemen sınıflarla birlikte anmak hatalı olur. Öte yandan bilimin güdümü egemen sınıfça yönlendirildi­ği içinde, o sınıfın damgasını taşır.

Örneğin, bırakalım sosyal bilimleri, doğal bilimlerdeki her yeni adımı, emperyalizm en başta silah sanayine aktarıyor. Hatta, A B D ’de de doğal bi­limlerin gelişimi doğrudan NASA ta­rafından güdülür.

Y.Öncü, bu noktada bizi bilimle, bi­limin uygulanışını birbirine karıştırmak^ la suçlayacaktır. Çünkü, bu dergiye göre “bilimsel faaliyet masa başında, deney evlerinde, arşivlerde vb. gerçek­leştirilir.” (Y.Öncü, Tem-Ağustos 1987, s. 40) Evet, bilimsel gelişmenin burju­va çağına denk düşen mantığı böyle iş­ler. Marx’m dediği gibi filozoflar o gü­ne dek dünyayı yorum lam akla yetin­mişlerdir, oysa mesele onu değiştir­m ektir. Bilimsel kavrayış, diyalek­tik materyalist düşünceye varıncaya dek düşünce maddeden kopuk algı­lanmıştır.

Oysa bilimde bir sorunun kavranışı, tespiti ile uygulanışı, değiştirme bir bü­tündür. Y.Öncü’nün bilimi sınıflar üs­tü yapması, onun bilimi yalnızca “kav­rayış ve tespit” olarak algılamasında yatar.

Bir bilimci (sosyal ya da doğal alan­da) önündeki sorunu, olguyu kavrar­ken, objektif ve tarafsız olmalıdır. Ol­guya yaklaşırken ön yargılardan, süb­jektif yakıştırmalardan olabildiğince uzak durabilmelidir. Olgu ancak o za­man kendisi gibi, objektif olarak kav­ranabilir.

Ancak bilimse: gelişme burada dur­maz. Sorün kavranınca, onun değiş­tirilmesi adımına gelinir. Değiştirme hangi am açla yapılacaktır? En genel ifadesiyle: “İnsanlığın çıkarları” için. Ancak insanlar sınıflı toplum varoldu­ğundan beri, toplum içinde olmakla kalmaz, aynı zamanda bir sınıf içinde de yer alırlar. İşte bilimin değiştirme adımı ister istemez sınıfların damgası­nı taşır. Taşımak zorundadır. Bu adım­da tarafsızlık ve objektiflik olmaz. Ta­raflı ve sübjektif olmak zorundadır.

Sosyal bilimler alanında bunun böyle olduğu çok açıktır, ancak aynı olgu do­ğal bilimler alanında da geçerlidir. Çünkü her bilimsel bulgu, uygulama alanına geçince, yani değiştirme adı­mını atınca ister istemez sosyalleşir.

Sosyal bilimler alanında durum son derece açıktır. Örneğin Türkiye’nin sı­nıflar yapısını tespit etmede, iyice örümcekleşmiş kafalar bir yana, pek çok “aydın” birbirine çok yakın tespit­ler yapabilir. Ancak değiştirmeye ge­lince, yollar hemen aynlır. Her kişi ken­di sınıf ya da zümre güdüsüyle davra­nır. Başka yolu da yoktur.

Y.Öncü tam da bu noktada bilimin “sınıf indirgemeci”likten kurtarmaya soyunm uştur. B ilim sellik, “sınıf indirgemeciliğin” yarattığı, “tekelci düşünce” yapısını ortadan kaldıracak­tır!

Görüş farklılıklarını, sınıf temeline indirgemek yerine “düşünce çeşitliliği” içinde ele almak tek “bilimsel” yakla­şım olacaktır. Çünkü bilim, her şeyden önce düşünce çeşitliliği demektir!

Bu zavallı bilimselliğin temelinde sı­nıf mücadelesinin yarattığı derin yor­gunluk ve yılgınlık yatmaktadır. Bilim adına sınıfcıl düşünüş ve davranışın in- kân bilimsel sosyalist bir yol değil, ama tipik bir burjuva objektivizmidir.

Y.Öncü bu mantığıyla kendine her sosyalist diyen kişi ve eğilimi, işçi sınıfı sosyalizmi içinde görmek zorundadır. Onların görüşlerini “sınıf indirgemeci” bir yaklaşımla değil de, düşünce fark­lılıklarının doğallığı içinde ele alınca söyleyecek fazla bir şeyi kalmayacak­tır. Yeter ki o eğilimlerde Y. Öncü’yü sosyalizm içinde görsünler.

Y.Öncü 12 Eylül deneyinden olduk­ça köklü bir ders çıkartmıştır: Bugüne kadar amansız çekişmeler yaratan “sı­nıf indirgemeci” yaklaşım bir kenara bı­rakılmalı onun yerine “bilim"in bayra­ğı dikilmelidir.

Böylece Y.Öncü zaten pek iyi kav­rayamadığı sınıf gerçekliğine veda et­miş oluyor. 12 Eylül bütün gücüyle sı­nıf kopuşmalarını örtmek için uğraş­madı mı, demek onu bu eyleminde çok da başarısız sayamayız.

Y.Öncü’nün her sayısında bol bol “işçi smıff’ndan söz edilmesi kimseyi ya­nıltmasın. Türkiye’nin sosyal gerçekleri­ni az çok kavrayan birisi için sınıf ger­çekliğini doğrudan inkâr etmek artık mümkün değildir. Ancak bir liberal de sınıfları ve sınıf mücadelesini kabul eder, yeter ki bu mücadele siyasi ikti­dar hedefine yönelmesin.

Y.Öncü’de, sınıfları, farklı görüşleri kabul ediyor. Ancak bir görüşün ken­dini “işçi sınıfı sosyalisti” ilan edip, di­ğerlerini “sınıf indirgemeci” bir yakla­şımla, işçi sınıfı dışında sayması, daha da öteye, bu yolda pratikte davran­ması, kabul edilemez bir “tekelcilik”tir.

Devamı 68. sayfada

Sorun kavranınca, onun değiştirilmesi

adımına gelinir. Değiştirme hangi

amaçla yapılacaktır? En genel ifadesiyle:

“İnsanlığın çıkarları” için.

Ancak insanlar sınıflı toplum

varolduğundan beri, toplum içinde

olmakla kalmaz, aynı zamanda bir

sın ıf içinde de yer alırlar. İşte bilimin

değiştirme adımı ister istemez

sınıfların damgasını taşır.

Taşımak zorundadır. Bu

adımda tarafsızlık olmaz.

Page 46: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

TİP-TKP Birleşmesi Üzerine:

12 EYLÜL ve BURJUVA SOSYALİZMİ

\

'2 Eylül’ün gölgesi işçi sınıfı ve halk

yığınlarından öteye, orta

tabakaların ve hatta “kimi” eski

Finans-Kapital sözcülerinin

üstüne düşmeden, TKP rejime

ayamadı. Gölgenin son uzandığı

noktada, demek ki, TKP’nin hayat

kaynağı yatıyor.

GİRİŞElimize bir program taslağı geçti. TKP ve

T İP ’in “birleşik” ürünü olan program tas- lâğı sol hareketin bir bölüğünün 12 Eylül’- le birlikte geçirdiği evrimi göstermesi ba­kımından incelenmeye değer. Elbette ki, henüz resmen gerçekleşmemiş bir birlik için bugünden spekülasyon yapmak işimiz de­ğil. Ancak yolun büyük bir kısmı katedil- miştir. Mücadele açısından önemli olan, 12 Eylül’ün burjuva sosyalizmi üzerindeki et­kilerini irdelemektir. Daha eleştiriye baş­larken TKP ve TİP’ten burjuva sosyalizmi olarak söz etmek, son söylenmesi gereke­ni baştan söylemek olmuyor mu?

12 Eylül pek çok şeyi unutturmaya ça­lıştı. Unutkanlara bir şey diyemeyiz. Fakat bizler açısından, hiçbir temel özelliği atlamadan (unutmadan) geçmişi geleceğe bağlamak, kaçınılmaz bir görev olarak görünüyor. O nedenle karşımıza çıkan yeni program tas­lağı TKP ve TİP’in geçmişinin temel özel­liklerini içinde banndırmakla kalmıyor, on­ları daha derinleştirip, yetkinleştiriyor. Bur­juva sosyalizminin karakterini daha çıplak, göze batar hale getiriyor.

Program taslağına gelmeden, burjuvasosyalizminin 12 Eylül sonrası

taktik tutumlarını irdelemek, varılan prog­ramın yapısını kavranmasına ışık tutacaktır.

BURJUVA SOSYALİZMİ ve “ DEMOKRASİ” MÜ­CADELESİ

12 Eylül, hiçbir tereddüte yer vermeye­cek açıklıkta ilk birkaç aylık icraatıyla ken­di karakterini ortaya koymuştu. Bilinir bu­na rağmen TKP 12 Eylül olgusunu “asker­sel devirme” olarak nitelendirmeyi yeğle­di. Derdimiz şemalar, isimlendirmeler üze­rinde çakı. Iıp, gerçek olayları soyut formül­lere sığdırmak değildir. Önemli olan kav­ramlara kazandırılan anlamlardır. Eğer TKP, böyle bir isimlendirmeye doğru bir anlam kazandırmış olsaydı, sözü edilme­ye değmez bir deyim farklılığı olurdu. Ge­çer giderdik. Ancak bu tespiti o zamanlar i. Bilen şöyle temellendirmiştir:

“Bizim çözümlememiz, bugünkü rejime karşı kurulacak cephenin olası bileşimini de gösteriyor. Örneğin, faşist bir rejimde bi­zimle geçici, taktik bir iş birliğine yanaşması olası olan kimi büyük burjuva, dahası ki­mi tekelci çevrelerin bugünkü durumda cephede yeri yoktur.” Demek “askersel devirme” kavramı, “taktik iş birliği” alanın­da “kimi büyük, dahası kimi tekelci çevreleri” içermiyor! Daha sonra olaylar ak­tı ve 1983 seçimleri öncesine gelindi. MGK, o günkü yetkilerine dayanarak BTP'yi kapattı. Ardından kurulan DYP'nin ve SODEP’i seçimlere katılmaktan alakoy- du. Bu gelişmeler sonucunda TKP’nin re­

jimle ilgili tahlilleri de hemen değişime uğ­radı.

12 Eylül’ün " ... yalnız sol politik güçle­re değil, geleneksel burjuva politik güçle­re de hiçbir olanak tanımaktan yana olma­dığı bugün kamuoyunda tartışmasız kabul edilmektedir.” (H.Kutlu’nun konuşması) tesbitinden hareketle “son gelişmeleri” de­ğerlendiren TKP, rejimin kazandığı “niteliği” yeniden belirledi.

Sorun, TKP’nin 12 Eylül’ü değerlendi­rişinde yaptığı zikzaklar değildir. Eğer bir siyaset ziksak çizerek de olsa doğru bir ko­numa gelmişse, söylenecek fazla bir şey ol­mamalı. Geçmiş hatalar üzerinde abartıl­mış gürültüler kopartmak proletarya sos­yalizmi için boşuna enerji tüketimi olur.

Oysa, “askersel devirme” kavramından üç yıl sonra vazgeçilip 12 Eylül’ün daha “gerçekçi” değerlendirmesine varışta, çizi­len zikzak, basit bir hata olmaktan öteye anlamlara sahiptir. 12 Eylül ne zaman DYP ve SODEP’in yolunu tıkamış, TKP ancak0 zaman kavram değiştirmiştir. Bu değişik­lik, doğruya bir yaklaşım değil, ilk tespit­lerde saklı olan liberal hayallerin kırılıp dökülmesinin çıkarttığı zavallı gürültülerdir.

12 Eylül demokrasi oyununu bozar boz­maz, daha ilk günden “uygun zamanda demokrasiye geçileceğini” de ilan etti. Belki 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerinden kalkı­larak, erken bir “demokrasiye geçiş” umul du. Bu yol tıkanınca, acı acı çığlıklar atmak kaçınılmaz oldu. O dönemki Çanakkale- Zincirbozan sürgünleriyle, TKP’nin çığlık­larının üst üste düşmesi, basit bir tesa­düf değil, aynı hayallere kapılmanın ya­rattığı, ortak düş kınklığının eş zamanlı tep­kisidir. 12 Mart'tan çıkışta belli ölçülerde de olsa Ecevit C H P ’si yol açmıştı. 12 Ey­lül, böyle yol açıcılann önünü kesince, TKP paniğe kapılıp tepki göstermeden edeme­di. Yollar birileri tarafından açılmadan na­sıl yürünecek? Bu zorlu ve kahırlı bir iş. Bu zorlukla yüz yüze gelenler, kendi acz’leri- ni dışa vurmadan edemediler.

12 Eylül’ün gölgesi işçi sınıfı ve halk yı- ğımlanndan öteye, orta tabakaların ve hatta “kimi” eski Finans-Kapital sözcülerinin üs­tüne düşmeden, TKP rejime kıyamadı. Gölgenin son uzandığı noktada, demek ki, TKP’nin hayat kaynağı yatıyor.

12 Eylül’de biı iki taktik yalpalama, TKP’nin liberal hayallerle yüklü özünü açı­ğa vururken, aynı zamanda ardından ge­lecek süreçteki davranışlarının belkemiğini oluşturmuştur.

Görelim.1985 ikinci yarısında şu tesbitler yapılır:

“Parlamento dışı burjuva muhalefet parti­leri dikkate alınması gerekli bir güç olarak

1 ortaya çıktılar ” 12 Eylül"... karşıtı çizgi bu-

Tamer Adalıgun demokrasiden, yana olanlar çizgisine yükseldi.” (H.Kutlu) Burjuva muhalefet ol­gusunu tespit etmek ayn şeydir, onlan “de­mokrasiden yana” güçler seviyesine “yükseltmek” başka bir şeydir. Ancak, TKP'nin mantığı açısından ortada garip olan bir şey yoktur. "Askersel devirme” he­nüz burjuvazinin “bir kesimine" vurmazken "kimi büyük burjuva daha kimi tekel çevre­leri” taktik işbirliği dışında tutan TKP, ar­dından gelen süreçte, bunları da "demok­rasi cephesine” katmadan edemezdi. DYP için şöyle denir: “Biz nesnel ortam nede­niyle onu... demokrasi güçleri içinde yer alamaz olarak ilan etmedik. Yerini demok­rasi konusundaki tutumu belirleyecekti. Geliş melerin ışığında bugün bu partile­rin içinde demokrasi isteyen önemli çev­reler olduğunu söyleyebiliriz.” (ay.) D Y P ’ne utangaç bir demokratlıkiıhafı.

TKP gerçekleri değil, görmek isledikleri­ni görüyor. DYP ile ilgili söylenen bu bula­nık sözlere aldanıp, TKP'nırı ihtiyatlı oldu­ğuna hükmedilsin. Şu tespitiyle bütün ihti­yat paylannı kaldırıp burjuva muhalefeti ile kaynaşmayı kendine hedef koymaktadır

“Günümüzde iki ayrı demokrasi platfor­mu oluşmuştur. Bircnisi burjuva muhale­fet partilerinin birleştiği demokrasi asgari müştereğidir. Şöyle özeflenebilir: 1- (12 Eylüle)... Karşıtlık ve erken seçim isteme: 2- Batılı anlayışta demokratik bak ve özgür­lüklerin tanınması; 3- 1982 Anayasasının değişmesi; 4. Militarizme karşı olma; 5- Komşulanmıza karşı ve bölgemizde gerçek­çi, banşçı yumuşama yanlısı bir dış politika­nın izlenmesi; 6- IMF’nin dayatmalarına boyun eğitmemesi.

“Diğeri, Sol Birliğin öne sürdüğü daha kapsamlı ve tutarlı demokrasi platformu­dur...

“Şimdi görev bu iki platformu, ortak noktalan genişleterek, artırarak yaklaştır­mak, solun demokrasi hareketindeki etkin­liğini arttırmaktır.” (ay.)

TKP, kendi hayallerini burjuva muhale­fetine malediyor. Şimdiden belirtelim, son birleşik program tamamiyle burjuva muha­lefetine, “yaklaşmanın”, kaynaşmanın öz­lemleriyle doludur. 1985'te taktik planda­ki hayaller, günümüzde program seviye­sine çıkmıştır.

Burjuva muhalefetine bu misyonlar ne­den hangi amaçla yüklenmektedir? TKP, 12 Eylül’ün halk muhalefetiyle çözülmesi­ni amaçlıyormuş ve buna hazırlanıyormuş. Ancak “başka olasılıkları da dışlamıyoruz. Biz... “12 Eylül’ün “ .. geriçekilmesini çok uzun ve sancılı bir sona eriş yolunu tıka­maya çalışıyoruz.

“Eğer burjuva muhalefet partilerini, özel­likle DYP’yi uysullaşlırnıayı rejimle bütün-

ı 46

Page 47: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

leştirmeyi başarırlarsa bu tehlike artacak­tır." (ay)

Rejimin "uzun ve sancılı" bir yoldan ge­ri çekilişinin “yolunu tıkamak” için DYP’ne böyle misyonlar yüklemek! Oysa. DYP’tıin yolu tam da bu yoldur. H. Cindoruk, iki­de bir Özal'ı köyde ve şehirde artan hoş­nutsuzlukla tehdit etmiyor mu? Geçmiş sı­nıflar mücadelesinin yeterince yıprattığı burjuva lider ve partilerine itibar iadesi için bu ne gayret! Ne yazık ki, en son referan­dum. bu itibar iadesi oyununu epeyce boz­du. Yığınlar başka şeyler söylüyor. Yeni yollara akmanın sancı ve tedirginliğini ya­şıyorlar. TKP bütün bu potansiyeli çürüt mek, burjuva muhalefeti kanallarına akıt­mak için demagoji sanatını “yükseltmek” ten başka bir şey yapmıyor.

Siyasi partilerin kurulmasına izin verilme­siyle başlayan ve akıp gelen süreç, 12 Ey­lül kurumlaşmalarının kaçınılmaz yeni ko­şullara “uzun ve sancılı yoldan" uyumlan- dırılması dönemi midir, yoksa “burjuva muhalefetinin" bu gidişi “tıkama” yolunda mücadele dönemi midir? Güçler dengesi açısından döneme damgasını vuran han­gisidir? Elbette ki birincisi. Burjuva muha­lefetinin bu yolu “tıkamak" gibi bir sorunu yoktur. Siyaset arenasındaki toz duman kimseyi yanıltmasın. Halk yığınlarına mü­cadelelerinde cesaret vermek ve öncü ol­mak yerine, DYP’ne cesaret şırınga edip artçı olmak. 12 Eylül sonrası TKP’nin tak­tiklerinin pratik özü budur.

İşçi sınıfı burjuva partileri arasındaki çe­kişmelerden yararlanmıyacak mı? Bunu bütünüyle reddetmek çocukluk olur. An­cak bu çekişmelerin özü, sınıfa hiçbir ya­kıştırmaya uğratılmadan aktarılırsa bir an­lam taşır. “Burjuva muhalefetini" demok­rasi güçleri seviyesine "yükseltmek”, ona geri çekilişin “yolunu tıkama" misyonu ver­mek. çelişkilerin çatlaklarında boğulmak anlamına gelir. Eğer Finans-Kapital yıpra­nan ANAP’a ya da kurumlaşmalara kısmî alternatifler üretmeye çalışıyorsa, bu pazar­lığın ortasında işçi sınıfının işi ne?

“ DEMOKRATİK YENİLENME” PROGRAMININ

DAYANDIĞI SINIF TAHLİLLERİ

TKP'nin taktiklerini, yazımızda öne al­dık Olayın anlatımını kolaylaştırmak açı­sından bu gerekliydi. Elbetteki bu taktik sa­pıklığın temelinde, onun sınıf bakışı açısı yatar. Ve aynı sınıf bakışı birleşik program taslağının da temelidir.

“TKP'nin programında belirttiği gibi, Türkiye kapitalizminde tekelci ilişkiler ge­lişiyor ve devlet tekelci kapitalizminin bi­çimleri de görülmektedir. Ancak ekonomi­de gelişen şey. egemen olan şey anlamı­na gelmez. Eğer başka şeylerce engellen­mezlerse egemen olacak şev anlamına ge­lir." (H.Kullu. Nisan 1986)

Ekonomide “tekelci ilişkiler" henüz “egemen" değildir, ancak “eğer başka şey­lerce engellenmezse egemen" olabilir. 1986 Türkiye’sinde hâlâ böyle şeyler söy­lenebiliyor. H. Kutlu Parti’de yeni genç ne­sildir. Ancak beyninde eski nesilin bütün köhnemiş düşüncelerini taşımaktadır. Es­kiden kastımız, daha 1930’larda Türkiye toprağından ayağını kesmiş, sonra “TKP

dış bürosu" olmuş ve 1974’te “atılım” yap­mış olan Parti tarihinin kılıç artıklarıdır. 1975’te A.Soydan bir yazısında şöyle di­yordu:

“Türkiye'de üretim ilişkilerinde çok yön­lü bir değişiklik var. Bu değişiklik yapısal­dır... Türkiye’de kendine özgü bir tekelleş­me süreci vardır.

“Bu gelişme, burjuvazinin bölünmesine yol açmıştır. Burjuvazinin en gerici, en ta­lana, işbirlikçi koluyla ulusal, reformist kolu arasında derin bir uçurum açılmıştır. Bur­juvazinin bu iki kolu arasında, hegemon­ya savaşı sürüp gidiyor.”

“Tekelleşme süreci” gören mantık, “bur­juvazinin iki kolu arasında hegemonya savaşı” da görme kzorundadır. Evet, elli yıldır egemen olan tekelciler dışında da burjuvazi vardır. Ancak tekel dışı burjuva­lar. Türkiye sınıflar dengesinde “hegemonya” şansını yine en az elli yıldır yitirmişlerdir. Böyle bir bakış açısı kişiyi Türkiye politikasında en olmadık hayalle­re sürükler. A. Soydan’dan bu yana on iki yılda, TKP ideolojisinde gelişme olmuş mudur? H. Kutlu’nun “yeni ifadeleri bir de­ğişim olmadığını gösteriyor. Hatta aynı mantık iyice koyulaşmaktadır. H. Kutlu Türkiye sınıflar yapılanmasına yaklaşırken bilimsel gerçeklikleri çarpıtmakta da bir sa­kınca görmüyor.

"Orta katmanları dikkat dışı bırakmak kapsamını daraltarak da yapılabilir. Orta katmanları köylülük ve kentin küçük “emekçileri” ile sınırlamak daraltmaktır. Aydınlar, devlet memurları, birçok küçük işletme sahipleri de bu kapsamın içine gi­rer." (H. Kutluay) H. Kutlu proletaryanın müttefiklerini genişletmek çabasında. Sa- ğolsun. Ancak bu genişletme sınıf tahlille­rinin özünü bozmadan yapılamazdı. Sınıf tahlilinin alfabesinde küçük burjuvazi ve or­ta tabakaları ayrı tutulur. Şehir ve kır kü­çük burjuvazisi esas olarak artı-değer sö­mürmez. Yanında en fazla bir çırak ya da mevsimlik işçi bulunur. Fakat “küçük işlet­me sahibi" deyimi oldukça bulanık. Küçük burjuvazi dışında kalan yaban burjuvalar ya da gerçek orta tabakalar kapitalist işletme sahibidirler ve düzenli artı-değer sömürür­ler. Bu iki tabakanın işçi sınıfı mücadelesi ne karşı tavırları laiklilik gösterir. TKP tah­liliyle bu farklılığı belirsizleştiriyor.

“Öte yandan orta katmanlara verilen rol ile de bir daraltma yapılabilir. Bu güçlere ‘tarafsızlaştırma’ politikası uygulamak, on­ların kendine özgü çıkarlarını ‘küçük bur­juva demokrasi anlayışlarını’ hesap dışı bı­rakmak bu anlama gelir,” (ay)

TKP bütün “orta katmanları” kazanma yoluna çıkmıştır. Oysa proletarya açısından kazanılması mümkün olan güç küçük bur­juva tabakalardır. Orta tabakalar ise taraf- sızlaştırılmalıdır. Onları kazanma şansı za­yıftır. Özellikle 1974-1980 arası mücade­le bunu pratik gidişiyle ispatladı. Bu mü­cadele sürecinde TKP, “goşizm" çığlıkları atarak kendini küçük burjuvadevrimciliğin- den koparırken CHP ile ittifakı başarabil­mek için binbir yol izlemiştir. Şimdi bu yolu­nu daha “teorik' temellere oturtabilmek için en açık bilimsel kavramları tahrif etmek­ten çekinmiyor

BİRLEŞİK PROGRAM TASLAĞI

Program taslağı hiç şüphesiz ki TKP ve TİP’in ortak ürünüdür. Buna rağmen, ilk

bakışta herkesin görebileceği ölçüde TKP'nin damgasını taşımaktadır. TİP ter­minolojisinden yalnızca birkaç iz vardır.TKP, birkaç yıl önce yaptığı kongresinde “ulusal demokrasi” için bir program kabul etmişti. Birleşik program taslağı bu prog­ramda bazı detay değişikliklerle yetinmiş,“ulusal demokrasi programı" böylece ye­ni bir muhteva değil ama yeni bir isim ka­zanmış: “Barış ve demokratik yenilenme” programı olmuştur.

TKP bütün “orta katmanları” kazanma yoluna çıkmıştır. Oysa proleterya açısından

kazanılması mümkün olan güç küçük burjuva tabakalardır. Orta tabakalar ise

tarafsızlaştırılmalıdır. Onları kazanma şansı zayıftır. Özellikle 1974-80 arası mücadele

bunu pratik gidişiyle ispatladı. Bu mücadele sürecinde TKP, “goşizm”

çığlıkları atarak kendini küçük burjuva devrimciliğinden koparırken CHP ile ittifakı

başarabilmeki çin binbir yol izlemiştir.Mevcut programın temel mantığını ve ta­

leplerini değerlendirerek eleştirimizi ta­mamlayalım.

“Dem okratik yenilenme stratejisi” hangi aşamayı temsil etmektedir?

“Ülkedeki politik güçler oranı, bağımlı tekelci-militarist oligarşiyi kesin yenilgiye uğratma, ekonomide ve iktidar yapısında devrimci dönüşümlere yönelme hedefleri için mücadeleyi gerçekçi kıldığında, Barış ve Demokratik yenilenme strateiik aşaması tamamlanmış olacak ve ... Parti bu durum­da stratejik amaç ve görevler ¡yeniden be­lirleyecektir.

“ ... Parti ülkemizin temel sorunlarının kalıcı çözüme kavuşmasının ancak anti- emperyalist, anti-tekel devrimci dönüşüm­lerin gerçekleştirilmesi ve sosyalizme geçil­mesiyle olanaklı olduğu görüşündedir.”(Taslak s.74)

Böylece mücadelenin ufkuna üç aşama yerleştirilmektedir: “Demokratik Yenilen­me”, “anti-emperyalist, anti-tekel devrimci dönüşümler" ve “sosyalizm". “Birleşik Par­ti". bugünden “anti-emperyalist, anti-tekel” mücadeleyi “gerçekçi" bulmuyor. 12 Ey­lülle topraklarımızda ne olmuştur? Sınıf­lar yapısında bir alt üstlük yaşanmış mı­dır? Eğer böyle bir değişim olsaydı, her si­yaset programatik hedeflerini yeniden kritik etmek zorunda kalabilirdi. Yine 12 Eylül’- le birlikle arafattaki orta tabakaların siyasi eğilimleri devrimci güçlere bir yöneliş gös­termekte midir? Bu sorunun cevabı da ha­yırdır. SHP ve DSP ortada!

TKP, daha önceleri 12 Eylül’e geliş ne­denleri içinde şöyle bir tespit yapmıştır:“Dördüncüsü, CHP'nin yarattığı düş kırık­lığının ve terörizmin etkisiyle orta katman­lardaki sağa kayıştı Böylece gericiliğin önü açılmıştır." Kısacık cümlede birkaç hata iç içe. Önce, CHP'nin dayandığı gerçek sı­nıf temeli tekel dışı burjuvalar açısından or­tada bir “düş kırıklığı" yoktur. Onlar,Finans-Kapital’in yukarıdan tehdidi ve yük­selen sınıf mücadelesinin aşağıdan baskısı arasında yalpalayıp, şinikleştiler Finans- Kapital'in tehdidinden çok, işçi sınıfı ve halk yığınlarının yükselen mücadelesinden korktular. Neticede Finans-Kapital'le uz-

47

Page 48: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

“Demokratik yenileşme”

programı tekel dışı burjuvaların azami programıdır. Özce

SHP ya da DSP programlarından

bir adım ilerde değildir. 12 Eylül

TIP ve TKP’nin zaten dar olan

mücadele ufkunu iyice daraltmıştır. Böylece, Birleşik

Parti Programı, sosyal-demokrasi

kuyrukçuluğundan, sosyal-

demokratlaşmaya doğru önemli bir

adım atmıştır.

laşma yollarını aradılar. Bu gelişim tekel dışı burjuvaların sınıf yapısı açısından hiç de şa­şırtıcı değildir. Neticede de tekel dışı bur­juva eğilimler 12 Eylül öncesi, 12 Mart çı­kışına kıyasla sağa kaydılar.

Öte yandan, CHP'ne umut bağlamış işçi sınıfı ve halk kesimleri içindeki yaygın bir kitle için "düş kınklığı” söz konusudur. An­cak bu güçler sağa kaymamıştır. Tam ter­sine CHP’den kopuşup, daha radikal dav­ranış yolları arayışı içine girmişlerdir. Hiç şüphesiz ki bu kopuş ve yöneliş, mücade­lenin akışında ani bir sıçramayla olmamış, sancılı bir süreci başlatmıştır. 12 Eylül böy­le bir momentte gelip çatmıştır.

“Gericiliğin önünün açılmasına” gelince. Sınıflar mücadelesi tarihinde TKP’nin de­yimiyle “orta katmanlar” ya da daha doğ­ru ifadeyle tekel dışı burjuvazi ve hali vak­ti yerinde diğer orta tabakalar, gericiliğin önünde hiçbir zaman tayin edici güç ola­mamışlardır. İşçi sınıfı ve halk örgütlenme­lerinin gücü tayin edici rol oynar. Ancak TKP, CHP'ye böyle bir misyon yüklediği için kendisi de aynı “düş kırıklığını” yaşa­maktadır.

12 Eylül sonrasına gelelim. Tekel dışı burjuva eğilimlerinin “sağa kayışı” ortadan kalkmış mıdır? Kesinlikle hayır. Eğer ola­ya bu partilerin 12 Eylül’e karşı laftan öte­ye bir türlü geçemeyen tepkileri yönünden bakılırsa, yanılgı kaçınılmazdır. Olayın bir de öbür yüzü vardır. CHP ve devamları, 12 Eylül öncesi sınıflar mücadelesinin kor- kulannı, hafızalarına bir daha silinmeyecek şekilde yazdılar. Sosyal-demokrasinin za­vallılığının nedenleri bu gerçeklikte yatar. Halk hareketindeki muhtemel bir yükseliş onların da korkulu rüyasıdır. Demek sınıf­lar dizilişinde köklü bir değişim yok. Zaten “birleşik programda”ki üçlü aşamada bu “gerçekçi” tespite dayanır. Madem ki “or­ta katmanlar” bugünden yarına “anti- emperyalist, anti-tekel” bir mücadeleyi göze alamıyorlar, öyleyse şimdilik “demok­ratik yenilenme” ile yetinilmelidir.

“Birleşik programın” mücadele ufku, sosyal-demokrasinin mücadele ufkuyla sı­nırlıdır. Onunla birlikte “bir adım ileri iki adım geri!”

TKP bu yeni aşamayı kendisi açısından şöyle değerlendirir.

“Sorun devrime geçiş, devrime yaklaş­mayı oluşturacak bir ara aşama sorunudur. TKP programının ulusal demokrasi basa­mağı bunu amaçlıyor.” (H. Kutlu, Nisan 1986) “Ulusal demokrasi basamağı” birle­şik programda “demokratik yenilenme” ol­du. 12 Eylül, birleşik partinin ufkundan de­mokratik devrimi itmiş, yeni bir aşama tü­remiştir. Buna gerekçe ise devrime “yak- laşma”dır. TKP için devrim öyle uzak bir hayaldir ki, önce ona “yaklaşıp” bakacaktır!

“Demokratik Yenilenme” programı hangi sınıflara karşıdır ve hangi güçler­den kaynak alır?

“Çalışkan ve yetenekli emekçi halkımı­zın insanca, onurlu ve mutlu bir yaşam sür­mesinin, tüm temel istem ve umutlarının gerçekleşmesinin önünde duran ilk engel, egemen güçlerin bugünkü politikası ve anti-demokratik otoriter rejimidir.” (Taslak, 22)

Ortada hedeflenen bir sınıf ya da züm­re yoktur. Tüm kötülüklerin kaynağı “ege­men güçlerin bugünkü (dünkü değil bn.) politikası”dır. Demek ki, “demokratik

yenilenme” programı mücadele edilecek ilk engel olarak, Finans-Kapital’in bizzat ken­disini değil, yalnızca “bugünkü politikası’- 'nı görüyor. Dolaylı olarak dünkü politika­sını aklamış oluyor. DYP’ne rejimin “yo­lunu tıkama” misyonu verildikten sonra, böyle bir tesbite varmak artık hiç de zor ol­mazdı.

Burjuva sosyalizminin “demokratik” he­deflerinde sıkça “tekelerin etkinliğinin sınır- landınlması”ndan söz edilirdi. Şimdi 12 Ey­lül şokuyla bir adım daha geri çark edilip, egemenlerin “bugünkü politikası” hedef alı­nıyor. TKP, yığınları ihanet ölçüsünde al­datma gayretindedir. (TİP’de bu koroya katılmış oldu, onun nüans farklarını ne çare artık dikkate alamayız.) Egemenlerin “bugünkü” politikası, dünkü AP iktidarı­nın politikasıdır. Ancak 12 Eylül’le aşırıca miyoplaşan gözler artık yalnızca burnunun ucunu görmeye yetenekli. Gerisi uzak, bu­lanık, ulaşılamaz karartılardır.

Birleşik program hangi güçlere dayan­maktadır?

"Ülkemizde Barış ve Demokratik Yeni­lenme stratejisinin geniş toplumsal güçleri vardır. İşçi sınıfı, kent yoksulları, köylülük, aydınlar ve geleneksel orta katmanlar” sa­yıldıktan sonra bir de “ulusal ekonomiye katkıda bulunan iş adamları” ilave edilmiş­tir. (Taslak, s.36) Program taslağının bir başka yerinde ise bu deyim biraz daha açı­larak, “ulusal ekonomiye katkısı olan kü­çük ya da büyük sanayici ve iş adamları” (Taslak, s. 70) denmektedir. Birleşik prog­ram bu toplumsal güçlerden meydana ge­len bir “hükümet”in demokratik yenilen­meyi gerçekleştireceğine inanmaktadır.

“Ulusal ekonomiye katkıda bulunmak” deyimi son derece belirsizdir. Bugün “ulu­sal ekonomiye” en büyük katkıyı, katma değerdeki pay açısından, birkaç büyük hol­ding yapmaktadır. Evet bu holdingler, aynı zamanda uluslararası tekellerle doğrudan bağlantılıdır. Ancak bu onların “ulusal eko­nomiye katkılarına” engel değildir. Zaten TKP'nin mantığı da "kimi büyük burjuva­larla, dahası kimi tekelci çevrelerle” taktik işbirliği yapmaya engel değildir.

“ D e m o k ra tik Y en ilenm ehükümetinin” programı neleri içermek­tedir?

“Ülkemizde demokratik bir rejimin ku­rulması, demokratik gelişmenin sürekli kı­lınması, askeri, darbelerle kesintiye uğra­mamasının güvence altına alınması, için­de bulunduğumuz dönemin başlıca soru­nudur. Demokratik rejim, parlamentonun özgür iradeye dayanması ve en üst organ olması, temel hak ve özgürlüklerin eksik­siz sağlanması, özgür politik yaşamın ve demokratik katılımın gerçekleşmesi de­mektir." (Taslak, s.47) DYP'nin programı­nı okumuyorsunuz, birleşik partinin de­mokratik yenilenme programının girişidir, aktardırdığımız.

“Demokratik yenilenme hükümetinin” “güvencesi altında” ikide bir yere kapak­lanmadan sınıf mücadelesi yürüterek “dev­rime yaklaşmayı” başarabilmek, birleşik programın en büyük hayalidir.

12 Eylül sonrası, ordu müdahalelerinin tarihi kökleri yeniden araştırılır oldu. Ve bü­tün müdahaleler aynı kefeye konarak top ateşine tutuldu. Sivil toplum gevezelikleri öne çıktı. Aslında birleşik partinin “demok­ratik yenilenme programı” sivil toplum öz­

lemlerinin başka ifadelerle dile getirilişidir. Hepsinin özü, sınıflar mücadelesi alanının kahredişi zor-luklardan kurtulma özlemi­ne dayanır. 12 Eylül’ün gücü, daha güçlü direnişlerin ebesidir. Bunda şüphe yok. Fa­kat aynı zamanda güçsüzlüğün teorik ma­zeretlerini de yaratıyor.

Mücadele kaçınılmaz “kesintilere” uğra­yacaktır. Bu gerçeklikten yakınmak, soru­na çözüm getirmez. Mücadelenin güçlen­mesinin tek güvencesi başta işçi sınıfının burjuva etkilerden kesin bir kopuşu ba­şarabilmesinde yatar. Oysa, “birleşik parti” sınıf içinde burjuva etkileri canlı tutabilmek için didinip duruyor, “ulusal ekonomiye katkısı olan iş adamlarımızla" birlikte “de­mokratik yenilenme hükümeti" hayalini işçi sınıfına sindirmeye çalışıyor.

Programın “politik” bölümünden birkaç talep aktaralım:

Gerçekten çok partili bir sistem ku­rulmalı...

Milli Güvenlik Konseyi kaldırılmalı“— ... Sıkıyönetim ve olağanüstü hal ya­

saları demokratikleştirilmeliYürütmenin parlamentonun dene­

timi dışında kalan hiçbir faaliyeti olmama­lıdır...

Türkiye NATO içinde kendi meşru güvenlik çıkarlarına ve dünya banştnın çı­karlarına uygun bir politika izlemeli... bu doğrultuda bir ilerleme sağlanmazsa, Türk­iye NATO’nun askeri kanadından çekilme­lidir..."

Bu kadar yeter!Programın ekonomi bölümünden iki

önemli talep:“Uluslar ötesi tekellerin ve yerli tekelle­

rin, mali spekülatörlerin, asalak, vurgun­cu faaliyetlerine son verilmelidir.

Toprak reformu... yapılmalıdır" (Taslak s. 57, 58)

Çok açık ki: “birleşik program”, DSP’nin ekonomisti A.S. Akat'ın “alternatif büyü­me stratejisi”nden bile gerilerdedir: A.Sa­vaş hiç değilse, bir kanunla da olsa, tekel­ciliği yasaklamayı göze alabilmiştir. Birle­şik program, nasıl egemen güçlerin "bu­günkü politikasını” hedef seçtiyse, mantık sonucu olarak tekellerin yalnızca "vurgun­cu faaliyetlerine son ver”mekle yetinecek­tir.

“Demokratik yenileşme" programı tekel dışı burjuvalann azami programıdır. Öz­ce SHP ya da DSP programlarından bir adım ileride değildir. 12 Eylül TİP ve TKP’nin zaten dar olan mücadele ufkunu iyice daraltmıştır. Böylece, Birleşik Parti Programı, sosyal-demokrasi kuyrukçulu­ğundan, sosyal-demokratlaşmaya doğru önemli bir adım atmıştır.

Bitirmeden bir noktaya değinmek gerek­li. Birleşik Parti Programının “sosyal de­mokratlaşmaya doğru önemli bir adım” ol­duğunu söylediğimizde “öznelcilikle” suç­lanabiliriz. “TİP'i burjuva sosyalist, diğer ha­reketleri “küçük” burjuva sosyalisti, ken­dini de devrimci proletarya sosyalistti sa­yan bir çevreyle nasıl tartışabilirsiniz?” (Gün Dergisi, Ağustos 1987) Böyle eleştirildik. Bu eleştiriye en güzel cevabı "demokratik yenilenme” programı veriyor. O program taslağının altında TİP’in de imzası var. De­mek her satırına katılıyor. Şunu teslim ede­riz. TKP, daima T İP ’den daha pragmatik

Devamı 69. sayfada

48

Page 49: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

EL SALVADOR

GİRİŞKüba. Nikaragua, El Salvador, Guate­

mala, Honduras, Belize, Kosta Rika, hepsi birer Orta Amerika ülkesidirler. Küba dı­şında hepsi birbiriyle iç içe mevzilenmişler- dir. Çok az farklılıkla aynı kültürü payla­şan, aynı dili konuşan küçük küçük ülke­lerdir. Biraz hayal gücümüzü zorlarsak, El Salvador Ege bölgemiz olsa, Orta Anado­lu Nikaragua. Trakya bölgesi Guatemala, Karadeniz Honduras, Güney Doğu Anadolu ise Kosta Rika olarak gözümüz­de canlanabilir. Aralarındaki kilometreleri ve bazı doğa koşullarının engellemesine karşın halklar birbiri ile sürekli iletişim için­dedir. El Salvador’un muzu yok, hasat za­manı Honduras’a kır proleterliği yapmaya gidilir. Kahve, pamuk toplama zamanı Ni­karagua’da ücretler yüksekse oraya el ver­meye koşulur. Somoza Sandinista devrim­cilerine saldın mı yaptı, soluk El Salvador’­da. Honduras’ta, Kosta Rika'da alınır ya da zıttı. Halk ve öncüleri sürekli birbirleriyle iletişim ve alış veriş içindedirler.

Bu gerçekler ışığında akla hemen gelen soru şudur. Nasıl olurda Nikaragua’da Sandinista iktidara geliyorsa, aynı şekilde El Salvador'da Farabunda Martı Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMNLF) bu işi bece­remiyor Ya da Honduras Finans-Kapital’i ABD kuklası kontraları ülkesinde barındı­racak kadar gericileşebiliyor? Leninizme göre devrimler dışarıdan ithal edilemezler ve ülkelerin kendi özel koşullanna göre bi­çimlenirler. Bu tez öylesine doğrudur ki bir- birinle bu denli iç içe Orta Amerika ülke­leri için bile geçerlidir. Burjuvazinin ve işçi sınıfının mevzilenişi bazı farklılıklar göste­rebilmekte ve bu farkta sınıflar savaşının seyrini ve sonucunu etkilemektedir. FMNLF’nin devrimciliğinden, Sandinista Cephesi’nden dersler hem de çok dersler aldığına hiç şüphe yoktur. Bu dersler ışı­ğında 1980 yılında — 1979 Nikaragua Devrimi’nden sonra— çeşitli fraksiyonlar ve örgütlenmeler birleşmiş 1981 yılında hep birlikte hem kırdan, hem de kentten saldırıya geçmişlerdir, ama yenilmişlerdir. Bu her şeyden önce ülke koşullarının ince detaylarından kaynaklanır. Burjuvazinin farklılığı ve örgütleniş biçimi önem kazanır. Nedir bu farklılık ki, onu şimdilik zafere gö­türmüştür. Aynca köylülük ve işçi sınıfı ör­gütlenmelerinin birbirinden dersler aldığı kadar burjuvazi de öğrenmekte, yeni yeni as­ker. politik dövüş biçimleri geliştir­mektedir. Küba ve Nikaragua Devrim- lerinden sadece devrimci ateş almak yet­mez onların ülke özgül koşullarına bir ku­yumcu hassaslığı ile yaklaşmak ve sınıflar mevzilenişini berrak görmek gerekir. Yoksa Sandinista devrimcileri gözümüzde ilahla- ştr, FMNLF devrimcileri ise yerilir. Böyle

bir kestirmecilik dünya devrimci hareketi­nin tekrar tekrar yenilmesine yol açabilir.

BÖLÜM I “ EMPERYALİZM

GELİŞİGÜZEL İSTİLACILIK DEĞİLDİR”

El Salvador burjuvazisinin gelişimini be­lirleyen en önemli özellik ülkenin coğrafi konumu ve yeraltı, yerüstü zenginliklerinin özelliğinde ortaya çıkar. El Salvador’un At­lantik Okyanusu’nda, Avrupa kapitalizmi­nin yolu üstünde, kıyısı yoktur. Bu onun Ingiliz ve Ispanyol kapitalist sömürgecilik döneminden az etkilenmesine yol açmış­tır. Feodal beyler kıtanın doğusundakiler kadar kapitalizm ile alışverişe girememiş­lerdir. Karaip Adalan, Güney Amerika'daki gibi altın ve gümüş madenlerinin çok ol­maması, gözden nisbeten ırak kalmaları­na yol açmıştır. Ancak ne zaman ki kahve Avrupa halkları arasında yayılmış, serbest rekabetçi kapital bu işin ticaretinden ser­maye devşirmeye başlamış, o zaman tüm Orta Amerika ülkeleri yavaş yavaş kapita­lizmin pençesine yakalanmışlardır. Yıl 1850’lerdir.

Aynı yıllarda ABD ilk üretim fazlalığı kriz­lerinden birine girer. İç savaştan galip çı­kan endüstri burjuvazisi meta ihracı için yer aramaktadır. İç savaştan galip çıkma, ülke­sinden İngiiizleri atmanın verdiği zafer duy­gusu ile kıtada İngiliz, Portekiz tüccarlan ve yerli kıta burjuvazisi arasında arabuluculuk yapmaktan yavaş yavaş vazgeçer ve bizzat kendisi kıtaya açılır. 1870-1930 arası ABD kendi topraklannın uzantısı saydığı Güney Amerika ve Karaipler Adalan’nı hakimiyeti altına alır. Önce ülkesinde iki okyanusu bir­birine bağlayan Pasifik Demiryolu'nu inşa edecek, meta dolaşımı için gerekli alt yapı tesisini kuracak sonra deniz kuvvetlerini ge­liştirip" kıtayı “fethe” çıkacaktır.

Bilindiği gibi 1900 başlarına kadar ka­pitalizm serbest rekabetçi dönemini sürdü­rür ve sonra emperyalizm çağma girer.

“Emperyalizm gerek sebep, gerek amaç ve gerekse şekilce gelmiş geçmiş bütün imparatorluklardan bambaşkadır. Şöyle ki:

“1- Eski istilacılıklar, bezirgân ekonomi­nin adeta kervan yollarından ilerliye iler­leye açılıp yayılması ve geçtiği yerleri bir­birine katmasıydı. Demek eski istilacılığın sebebi sırf ticaret çıkarları etrafında döner dolaşırdı. Emperyalizmde ise sebep Finans-Kapital (mali sermaye) çıkarları yani dünyayı paylaşma ve ilk madde kay­naklarını ele geçirme vs. zorunluluğundan olur.

“2 — Eski istilacılıklann maksattan sadece ilhak, yani yeni yeni ülkeler feth etmek

AYŞE TANSEVER

“cihangirlik" idi. Emperyalizm de bir yere Finans-Kapital uğruna iki amaçla saldınr: a) Dünyayı paylaşmak, b) Düşmanını za­yıflatmak amaçlanyla...

“3- Eskiden istilacılığa kalkan Bezirgân imparatorluktan ‘C ihangir’ olurlardı. Y a­ni belli bir çağ içinde parlayan ve yukarıda tek kalan birer yıldız kesilirlerdi...

“Halbuki Emperyalizm gökünde yıldız çok. Birbirlerine karşı zıt kamplar kurmuş salgıncı emperyalist devletler boğaz boğa­za bulunur. Bu emperyalistlerden birinin yıldızı sönüyor, ötekinin yanıyor değil; tü­mü de ufak tefek tempo ve ara farktan gös­termelerine rağmen birbirlerinden aşağı kal­maz parlak istilacılardır.” (Emperyalizm, Geberen Kapitalizm Dr. H. Kıvılcımlı, s. 19-21)

ABD Emperyalizmi Amerika Kıtası’nı is­tila ettiği 60 yıl süresince bu amaçlarını ye­rine getirmenin zengin deneylerini yaşar. Finans-Kapital çıkarlarını kurar, geliştirir, sağlama alır, yeni-sömürgeciliği hem öğ­renir hem de kurar. Avrupa emperya­listlerini kıtadan kovmayı başanr, kovama- dığı yerde anlaşır. Ülkelerdeki şirketleri, topraklan; gümrükleri, mâliyeyi, hükümet­leri ele geçirir. ABD’nin bu işleri başarma­sında komutan olan Smedley D. Butler emekliye ayrıldıktan sonra 1935'te. yap- tıklannı övüne övüne şöyle anlatıyor;

“Bu ülkenin en başarılı kuvvetlerinde, deniz piyade sınıfında asker olarak otuz üç yıl, dört ay geçirdim. Asteğmenlikten tüm generalliğe, hiyerarşinin bütün basamak- lannda bulundum. Bütün bu süre boyun­ca, çoğu zaman büyük iş adamları. Wall Street ve bankerler hesabına, kısacası ka­pitalizmin hizmetinde, kiralık katillik yap­tım. Örneğin 1914’te Meksika, daha doğ­rusu Tampico’nun Amerikan petrolcüleri­nin çıkarlarına kurban edilmesine yardım ettim. Haiti ve Küba’nın, National City Bank’ın faizini kolayca toplayabileceği yer­ler olmasına yardım ettim. 1909'la 1912 arasında Nikaragua’nın tasfiyesinde ulus­lararası Brown Brothers Bankası na yardım ettim. 1903’te Kuzey Amerikalı meyva üre­ticileri yaranna Honduras’ın sindirilmesine yardım ettim.” (The Story of The Wealth of Nations kitabından aktaran Latin Ame­rika'nın Kesik Damarları. Eduardo Gale- ano. Alan Yayıncılık 1983. s. 115)

Hangi “babayiğidin” haddine düşmüş o zamandan sonra emperyalizmin yaptıkla- nnı bu kadar açık anlatmak. Bunun neden­lerine geçmeden önce ABD Finans- Kapital’inin amaçlarına hizmet için bu ül­kelerde gerçekleştirdiği yatınmlara değine­lim.

“Kahveyi limanlara taşımak amacıyla ulusal sermayeyle bazı demiryolları yapıl-

Page 50: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

mıştır. Kuzey Amerikan girişimcileri, bun­lara da el koyup yalnızca kendi ürünlerini taşımak üzere yeni demiryolları kurdular. Aynı zamanda elektrik, posta, telgraf, te­lefon ve en az bunlar kadar önemli olan politika tekellerini de oluşturdular. Hondu­ras’ta 'bir eşek bir milletvekilinden daha pa­halıya gelir.’ Tüm Orta Amerika ülkelerin­de, Birleşik Devletler elçileri, başkanlardan daha fazla söz sahibidirler. United Fruit Co. muz üretimi ve ihracatında rakiplerini eze­rek Orta Amerika’nın en önemli üreticisi olmuştur. Şubeleri, demir ve deniz yolları nakliyatını ele geçirmiş, limanları da teke­line alarak özel gümrüğünü ve özel güven­lik güçlerini kurmuştur. Dolar, bu ülkele­rin resmi parası haline gelmiştir." (ay. s. 114)'

1920’lerden itibaren kıtada köylü isyanları orada burada patlamaya başlar. Meksika’da

Zopata tüm kıtaya adını duyurur. Nikaragua’da, öğrencisi Sandinista, ABD

askerlerine karşı en ilkel araç, gereçle ama en cesur biçimde dövüşe girişir. El Salvador’da Farabunda Marti tüm

köylülüğü peşinden sürükler. Bunlar ABD’nin artık Orta Amerika’yı eskisi gibi

sömüremeyeceğinin işaretleridir.Sonuç olarak 1850’lerden başlayarak

kapitalist üretim biçimi Orta Amerika’ya gir­meye başlamıştır. Ancak başta serbest re­kabetçi ABD burjuvazisi sonra da emper­yalizmin tekelci burjuvazisi hiç te burada kendi ülkelerindeki gibi, bir önceki feodal ilişkileri tasfiye etmemişlerdir. Hatta latifun- da ağaları ve tefeci-bezirgânı yedeklerine alarak yeni sömürgecilik koşullarını kur­muşlardır. Başka bir değişle feodalizmin kölecilik yapısı ile burjuvazinin ücretli kö­leciliğinin en zalim yanlan üst üste rezonan­sa gelmiş, kırda sınıflaşma görülmedik bo­yutlara sıçramış, kırlar kır proleterleri ile dolmuştur. Kırlara giden yollar üzerinde de pamuk ve kahvenin dış dünyaya ulaşma­sında aracı olan burjuva sınıfı cılız da olsa oluşmaktadır.

"Ekilmemiş, sahipsiz ya da Kilise'ye ve Devlet’e ait geniş topraklar özel mülkiye­tin eline geçti. Yerlilerin yerleşimleri çılgınca yağmalanmaya başlandı. Toprağını satma­yı reddeden köylüler zorla orduya alındı, (kentte sanayi kurulmayınca, bn.) plantas­yonlar birer Kızıldereli mezan oldu. Sömür­ge yönetimi, zorla çalıştırma ve serseriliği önleme yasaları ile birlikte dirildi. Kaçak iş­çiler kovalanıyor, üzerlerine ateş açılıyor­du. Liberal hükümetler, ücret sistemini ge­tirerek çalışma koşullarını yenileştirdiler. Ama ücretliler kahve üreticilerinin mülki­yetine giriyordu. Yüzyıl boyunca, fiyatla­rın yüksek olduğu hiçbir dönemde, ücret düzeyinde bir iyileşme görülmedi. İşçiler yoksulluk içinde sürünmeye devam ettiler. Ülkede tüketimi bir iç pazarın doğmasını engelleyen etkenlerden biri buydu. Kah­ve üretiminin ölçüsüz genişlemesi, her yer­de olduğu gibi, iç pazara yönelik besin maddeleri üretimini köstekledi. Bu ülkeler, sürekli olarak, pirinç, kurufasulye, mısır, buğday, tütün ve et kıtlığına katlanmak zo­runda kaldılar. Büyük toprak sahiplerinin verimli toprakları ele geçirip yerlileri attık­

ları yüksek, engebeli arazilerde çok küçük ölçekte bir tarım yapılabildi ancak, ekim ve hasat zamanlarında oralara inip ücretli olarak çalışan yerliler yılın geri kalan zama­nında da dağlarda yaşarlar. Minik bir top­rak parçası üzerinde yaşamalarına ancak yeten mısır ve kuru fasulye üretirler. Dün­ya piyasasının işgücü rezervini oluşturur­lar.” (ay. s. 113-114)

1920-30 yıllarına gelindiğinde ABD’nin eski sömürgecilik koşullarında ülke halk­larının vardığı nokta budur.

II. BÖLÜM DİKTATÖRLÜKLER

1920’lerden itibaren kıtada köylü isyan­ları orada burada patlamaya başlar. Mek­sika'da Zapata tüm kıtaya adını duyurur. Nikaragua’da, öğrencisi Sandinista, ABD askerlerine karşı en ilkel araç, gereçle ama en cesur biçimde dövüşe girişir. El Salva­dor'da Farabundo Marti tüm köylülüğü pe­şinde sürükler. Bunlar ABD’nin artık Orta Amerika’yı eskisi gibi sömüremeyeceğinin işaretleridir. Köylü isyancıların pek ilgisi ol­masa da Marksizmi ilke etmiş, bir ülke Le­nin öncülüğünde 1917’de iktidarı almıştır. Tüm bu dış etkenler ABD’yi yeni bir dış po­litikaya zorlamaktadır. Ayrıca 1929 yılı emperyalizmin en büyük ilk krizinin başla­dığı yıldır. Borsalar alt üst olmuş, kara Ey­lül yaşanmıştır. Emperyalizm feodal türün­den bir "fetih” ruhunun kendisi için ne ka­dar riziko olduğunu anlamıştır. Gerisinde Finans-Kapital ağları ile bağladığı dikta­törlükler bırakarak ülkeleri terk eder. ABD Finans-Kapital’i ile latifunda sahibi feodal

Şimdi bu ittifakı yeni sermaye ihracı için de basamak olarak kullanır. Orta ve LatinAmerika’ya ABD sanayi i hızla akmaya baş­lar.

El Salvador'da mod.ern anlamda sana­yileşme bu tarihlerde başlar. Sanayi bur­juvazisi gelişmeye bu tarihlerde başlar. İk­tidar 14 aile arasında paylaşılır. Bu nedenle tüm Latin Amerika’da El Salvador sözcü­ğü 14 anlamına gelen “Las Catorce” söz­cüğü ile bir anlamda eştir. Eski latifunda ağaları tefeci-bezirgânlık aynı feodalizmde

olduğu gibi kendi kolluk kuvvetleri olan Ulusal Muhafızlara sahiptir. Her bir ağa kendi muhafız gurubunu oluşturur ve bes­ler. Halka kan kusturan bunlardır. Ama bi­lindiği gibi burjuvazinin can ve malının ko­ruyucusu kurum Ordu'dur. Burjuvazi bu görevi devlet kurumu haline getirecektir, Çünkü devleti ele geçirecektir. El Salva­dor'da 1980’e kadar ABD’nin desteğindeki Ordu hep ikinci planda kalmış kıtanın di­ğer ülkelerindeki gibi iktidarda ve halk mu­halefetinin bastırılmasında baş rolü oyna­mamıştır. Bir anlamda bu feodalizm kalın­tılarının nasıl etkin olduğunun göstergesi­dir. Sanayi burjuvazisi dizginsiz gelişeme­miş hep latifunda ağalarının, tefeci bezir­gânlığın baskısı ve güdümünde kalmak zorunda kalmıştır.

1959 Küba Devrimi sonunda ABD kı­taya rüşvet olarak yeni sermaye akıtmak zorunda kalır. Sanayileşmenin artması bi­lindiği gibi sınıflaşmayı da arttınr. Şimdi bu sanayileşmenin 1970’lere gelindiğinde kır­da yarattığı sınıflaşma şemasına bir göz ata­lım . (Tablo 1)

Toplam nüfus içinde Toplam üretimden_________________ _ l _________ payı ( % ) ____________ aldığı p a y j% )___

Topraksız-4 hektarToprak sahipliği 86 244-35 hektar toprak sahipliği 11 2935 hektar ve üstü 3 4 7

(Kaynak: El Salvador. Freiheitskâmpte in Mittelamerika, Rodrigo Jokisch 1981 s. 169)

beyler arasında emperyalizmin ördüğü ağı göremeyen köylü isyanları birer birer bas­tırılır.

Guatemala’da Jorge Ubico, Honduras’­ta T .Carias, El Salvador’da Maximiliano H. Martínez yaklaşık yirmişer yıl tam bir feo­dalizm despotluğu ve kendilerinin ve ABD Finaııs-Kapitalı’nin çıkarlarını korurlar. Mar­tínez insanlıktan hiç nasibini almamış, yarı büyücüdür. “Bir kanncayı öldürmek bir in­sanı öldürmekten daha ciddi bir suçtur, çünkü insan öldükten sonra yeniden diri­lir, karınca ise bir kez yaşar ve ölür” ilkesi­ni bayrak eder. (Time muhabirinden ak­taran ay. s. 118). Elli yıl önce esirliği ya­kalamış “özgürlükçü” “ insan hakları savunucusu” ABD Finans-Kapital’i işte böyle diktatörlüklerle ancak, çıkarını koru­yabilir.

1950 yıllarında II. Dünya Savaşı bitmiş, dünyamızda ulusal kurtuluş savaşları ateşi cayır cayır yanmaktadır. ABD savaştan ga­lip çıkmış sermaye ihraç etmek için yeni yöntemler ¿ıramaktadır. Ama sermaye kor­kaktır. Ancak devlet güvencesi onu yürek­lendirir. ABD 11. Dünya Savaşı öncesi tüm Latin Amerika’yı Hitler Faşizmine karşı bir askeri dayanışma altında birleştirebilmiştir.

TABLO ITOPRAK DAĞILIMI

Günümüze kadar tekelleşmenin arttığı­nı rahat rahat varsayabiliriz. 4 Hektarlık toprağın verimli Orta Amerika toprakların­da bile bir aileye yeteceğini varsaymak iyimserliktir. Yani kır nüfusunun % 86’sı kır proleteridir. Ve bunlar toplam üretimin ancak bir çeyreğine sahiptir. Olaya birde başka acıdan bakalım. Tarımda çalışan nü­fus 636.617 kişi olarak verilmektedir. Bu rakamın % 86’sı 547.491 kişi eder. Top­lam çalışan nüfus ise 1.6 milyon olduğu­na göre demektir ki bunun 1 /3 ’ü kır pro­leteridir.

4- 35 hektar toprak mülkiyetinin ise top­lam üretimden aldığı pay % 29’dur. Bu­na da rahatça orta köylülük diyebiliriz. Tab­lonun 35 Hektarlık toprak mülkiyeti raka­mı ise biraz bizce kaba bir tasniftir İçinde latifunda ağalığı ve büyükçe toprak mül­kiyetini gizlemektedir. Genelde El Salva­dor’un ekilebilir topraklarının % 55’inin % 2'den az bir nüfusun elinde olduğu bilinir. Ancak ileride değineceğimiz toprak re­formunda ele alınan rakam daha açıklayı­cıdır. Bu projede "1250 hektardan lazla

Page 51: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

376 çiftlik"in topraksız köylüye damıtılma­sı öngörülmektedir. Yani El Salvador'un kırlarının asıl sahihi işte bu 376 ailedir. Çev­resindeki tefeci-bezirgânlık ve modern top­rak sahipliği ile rakam olsa olsa % 2'lik ora­na ulaşabilir.

1968'lerde El Salvador tuvalet kâğıdı ve kibritin % 100'unu ABD’den dövizle ithal eder. (Kaynak: El Salvador: Freiheits- kâmpte jn Mittelamerika 1981 s. 175). Çünkü El Salvador'da Nikaragua gibi bun­ların hammaddesi kereste, yani büyük or­manlar'yoktur. Onun yerine tekstil, gıda vc kimya sanayi ağırlık kazanır. Sanayinin yarıdan fazlası da ABD tekellerinin, özel­likle United Fruit Co. elindedir. Şimdi GSMH içinde sektörlerin ve işgücünün ya­

pısına bakalım. (Tablo II)

rlka ülkeleri gibi El Salvador ekonomisi de krize girer. Tanm fiyatları tüm dünyada dü­şer. Kahve, pamuk gibi bir iki kalem tanm ürününe dayalı ekonomiler için bu döviz gelirlerinin düşmesi demektir. Sanayi ye­nilenmek istemektedir. İşsizlik ve devalü­asyonlar baştan dar olan iç piyasayı daha da daraltmaktadır, iktidar ülkeyi eskisi gi­bi yönetememektedir. Bunun politika sah­nesindeki yansıması burjuvazinin bile çığ­lık atmasına yol açar. Sanayi burjuvazisi­nin partisi Hıristiyan Demokratlar, sosyal demokratlar ve Komünist Parti ile “Ulusal Muhalefet Birliği” ittifakını kurarlar. Hıris­tiyan Demokrat Parti lideri Jose Napole­on Duarte -şimdiki başbakan- 1972 seçim­lerine toprak reformu talebi ile girer ve bü­yük bir çoğunlukla iktidara gelir. Ama bü-

TABLO II

GSMH içinde sektör İşgücü payı Barındırdığı nüfusSektörler Payı (%) 1984 yılı (%) (1980)Tarım 20.6 40 636.617Madencilik 0.2 0.3 4.394Manifaktür 15.5 15.5 247.621İnşaat 3.2 5.0 80.089Kamu hizmetleri 2.5 0 .6 9 681Taşıma habercilik 4.2 4.1 65.593Ticaret 25.6 16.1 256.086Finans 8.8 1.0 15.863Kamu idare, savunma 11.1 15.7 250.158Hizmetler 8.3Diğer — 1.7* 27.251*

Kaynak Britannica World Data, 1987, s. 638 ’ işsiz içinde .

El Salvador manifaktür endüstri üstün­de duran orta gelişkinlikte ama Orta Ame­rika'nın en gelişmiş sanayi ülkesidir. Ülke topraklarının bizim Trakya bölgemiz kadar olduğu, üzerinde 5 milyon nüfusun barın­dığı yani nüfus yoğunluğunun Orta Am e­rika için en yüksek ülke olduğu düşünü­lürse bu biraz da kaçınılmazdır.

Sektöre! açıdan yukarıdaki tabloyu in­celersek nüfusun % 40'ını barındıran ta­rım GSMH'nın ancak % 20'sını oluşturur. Yani El Salvador bu açıdan bir tarım ülke­si değildir. Ama ihracatının % 100’ü bu sektördendir. Sanayi sektörünün payı ma­dencilik ve manifaktürü toplarsak % 15.7'llk payı oluşturur. Bu iki sektörün ve el sanatlarının üstünde durduğu ticaret % 25 .6 ‘lık payı ile en gelişkin alandır.

Ülkeye işgücü açısından bakarsak şu tab­loyu çizebiliriz. % 40 kır nüfusu, % 15.7 asker, % 16.1 tüccar ve % 25.5 işçi ve meynur. Bu son grubun içine madencilik, manifaktür inşaat, kamu hizmetleri ve ta­şıma. haberleşme sektörlerini koyduk. Bu yüzdeleri rakamlaştırırsak, kentte işçi ve memur olarak çalışan nüfus 407 .378 ’dir. Bu rakama yukarıda çıkarttığımız kır pro­leteri sayısı 547.491’ı eklersek 954.869 el­de ederiz. Yani kabaca sınıflar mevzileııişi ortaya şöyle çıkmaktadır. 1 milyon işçi me­mur ve köylülük ile 250 bin el sanatları ve tüccar ve 250 bin asker ve bürokrat. El Sal­vador devrimi açısından önemli olan da bu 1 milyonluk kent ve kır proleterinin örgüt­lenmesidir

1970’lerden başlayarak tüm Orta Ame-

yük latifunda sahipleri tefeci-bezirgânlık ve ona bağımlı Finans-Kapital hemen bir dar­be ile kendisini indirirler, Duarte soluğu Meksika'da alır. Aynı şey 1976 seçimlerin­de bu kez Albay Molina tarafından savu­nulur ama sonuç farklı değildir.

BURJUVAZİNİN NİKARAGUA’DAN ALDIĞI DERSLER

1979 Temmuzunda Sandinista Cephesi Somoza faşist diktatörünü devirince ABD’- nin önemli bir kalesi düşer. 20 yıl sonra ABD ikinci darbeyi yemiştir. Tüm Orta Amerika kaynamaktadır. Nikaragua ateşi her yere kıvılcım saçmıştır. Nikaragua mut­lak geri kazanmalıdır. Ama o günkü güç­ler dengesi ABD’nin direkt bir müdahale­sine imkân vermez. Öyleyse ne yapmalı­dır? FMNLF liderlerinden biri o dönemde ABD'nin taktiğini şöyle çiziyor:

“Bu durumda (devrimci bn.) süreci dur­durmak için tüm Orta Amerika devrimini yok etme girişimleri vardır ve bunların en duyarlı noktası El Salvador’da yoğunlaş­maktadır. Birleşik Devletler inanmaktadır ki. El Salvador'a müdahale daha kolay uy­gulanır ve bu ülkede karşı devrim daha ko­lay zafere ulaşır. El Salvador’a bir müda­haleden yola çıkarak sorun genelleştirilir, yaygınlaştırılır ve savaş bölgesel hale dö­nüştürülebilir. Böylece Kuzey Amerika hal­kı ve dünya kamuoyunda ABD'nin Nika­ragua ve bütün Orta Amerika'ya müdaha­lesi haklı gösterilebilir." (El Salvador'da Devrim. Yarın Yayınları s. 18-19).

Peki ABD El Salvador'a nasıl müdaha­

le edecektir? Nasıl bir halka yakalayacak­tır? ABD Nikaragua’dan çok şeyler öğren­miştir. Somoza’nın devrimci kabarışı önle­yememesi, tekelci burjuvaziyi de anti- Somozacı yapıyordu. ABD’nin bir darbe yapmasından her gün söz ediliyordu ama sonu gelmiyordu. Vahşi burjuvazi tüm ikir­cikliğini gösteriyor, bir lekelci-burjuvaziye bir devrimci güçlere doğru yalpalıyordu. So­nuç neydi? ABD ve tekelci burjuvazi So- moza’ya tabi oluyorlardı. İdaresizlik, ikti­darsızlık sürüp gidiyordu. Sonuç burjuva­zinin yenilmesi olmuştu. ABD emperyaliz­mi ve yerli iktidarların aldığı bu dersler ışı­ğında El Salvador’da yürüttükleri politik ve pratik adımlan irdeleyelim.

a) Politik alandaABD, Nikaragua’da beceremediğini El

Salvador'da başânr ve 3 ay sonra bir dar­beyle iktidarı devirir, yerine ordunun ağır­lıkta olduğu bir Cunta kurulur. Cunta'nın ömrü uzun olmaz ama açıklanan hükümet programı, burjuvazinin iktidarda bir süre daha kalmasını garanti eder. Cunta 3 te­mel reform yapacaktır. 1 Toprak reformu, 2. Bankalann % 55’inln millileştirilmesi. 3. Dış ticaretin devletleştirilmesi. Evet yanlış yazmadık, tam da Sandinista’nın reformu­na benziyor değil mi? Bu elbette iktidardaki 14 aileyi çok korkutur ve hemen karşı­devrim yaparlar ve 2 yıl boyunca reform­ları uygulamamanın binbir taklasını atarlar. Ama ABD açısından bu pek de önemli de­ğildir. iktidar istediği kadar kaynasın, bur­juvazinin elindedir.

ABD'yi böyle bir reform açıklatmaya zor­layan nedir? En başta halk muhalefetinin gücüdür, diğer yandan ABD’nin çaresizli­ğinin işaretidir. Sandinista’nın halklarda yaktığı kıvılcımı söndürmek için başvurdu­ğu bir aldatmacadır. Halkı şaşırtmadır. Bu­nu ilk defa denememektedir. 1960'larda Kennedy Küba devrimi sonrasında kıtada yükselen halk muhalefetini bahane ederek daha çok sermaye isteyen kıta iktidarları­na toprak ve mali reform yapma koşulu ile sermaye vaat etmiştir ve sonuçta hazırla­nan reformlar hiçbir işlev görmeden rafa kalkmıştır. Ayni şekilde Vietnam'da toprak reformu yapılmış daha doğrusu yapılama­mıştır. ABD baştan bu reformun nerelere gideceğini çok iyi bilmektedir. Bakın bir Sovyet yazan Kennedy’nin amaçlannı nasıl açıklıyor.

“İlerici İttifak (kıta ülkelerinin o zaman­ki ittifakı, bn.) çerçevesinin politik alanın­da ABD ittifakı bazı sınırlı sosyal reformlar yapmak ve böylece halkın anti-emperyalist ve antl-feodal duygulanna karşı bir sibop sağlamaya çalışıyordu. Geleneksel mütte­fikleri -daha gerici burjuvazi (tekelci burju­vazi bn.) ve toprak sahibi çevreler (latifun­da ağaları ve tefeci bezirgânlar bn.) ile bağ­larını koparmadan. ABD, yanına ulusal burjuvazinin daha liberal kanadını -(aydın ve vahşi burjuvalar bn.) orta tabakaları ve köy aydınlarını almaya çalışıyordu. Kır bur­juvazisi ile yeni bir şekilde işbirliği sağlana­bilirdi.“ . ..“Latin Amerika iktidar sınıfları­na Küba'ya yapacağı saldırıda destek sağ­lamak için verilen bir çeşit rüşvettir." (Pan Americanism: Its Essence and Evolution, Moskova. 1982, s. 92)

Kısaca ABD Küba Devrimi sonrası kıta­da yürüttüğü politikanın aynısını, ama bu kez bizzat devrim yapan ülkeye müdahale ederek değil- çünkü ağzının payını almıştır-

Page 52: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

İlk fokoculuk deneyimi

1959-60’iarda başlayıp'iki yıl

içinde, önde gelen siyasi liderlerin

sürülmesi ile son bulur. Sandinista devrimcileri gibi

kırdan kente sonra tekrar kıra gibi

uzun boylu gerilla pratiğine izin veren

boş alanlar, engin ormanlar

bulunmayışı, ülkenin bir

ucundan diğerine ulaşan karayolları

ağının sıklığı El Salvador

devrimcilerini kısa zamanda yığınların

içine itmiştir.

komşu ülkeye müdahale ederek uygula­maktadır. Şimdi olmayacak bu reformlar­la Nikaragua’da saflarına çekemediği ya­ban burjuvaziyi, küçük burjuva tabakaları, burjuva aydınlarını yanına destek alacak­tır. Zaten burjuvazinin canının yongası olan malına dokunacak herhangi talepte yok­tur. Banka ve dış ticaret bu kesimin elinde olmadığı gibi, elinde olanlardan bizzat sa­nayi burjuvazisi yaka silkmektedir. Gerçek­ten de ABD’ııin taktiği tutar. Komünistlerle işbirliğinde olan Duarte'nin partisi ittifaktan kopar ve iktidarın eski üyeleri ile işbirliği ne girer. 1972'lerin reformcusu Duarte sür­günden geri döner. Ordu mensupları ile ilişkileri pekiştirir. ABD hep Duarte’ye oy­nar ama kazın ayağı başkadır. Duarte’nin arkasındaki halk desteği kalkmıştır, Eskiden yüz binleri sokağa dökerken Cunta sonra­sı düzenlediği gösteriye sadece yakın çev resi gelir. Halk burjuvazinin reformlarına kanmaz. Ama emperyalizm çoktan yenil­diği El Salvador’da iktidar günlerini 7 yıl­dır böylece uzatmaktadır.

Latifunda ağalan, tefeci bezirgânların ve tekelci sermayenin "kapitalizm elden gidi­yor”, Ordu'nun ise "Bunlar (reformlar bn.) sizin hayat sigortanızdır” dediği reformlar ise kooperatiflerin fiııans zorluğu, kredisizlik ile iflasına, yoksul köylünün ise tefeci be- zirgâna biraz daha borçlanmasına, büyük bir kısmının da Ulusal Muhafızlarca tehdit edilip, sürülüp öldürülmesinden başka bir sonuç doğurmamıştır.

b) Askeri alandaABD’nin Ordu’yu iktidara getirmesinin

önemli iki nedeni vardır. Başta da söyle­diğimiz gibi Ordu’nun içinde nüfuzu fazla­dır. İkincisi Ordu şimdiye kadar Ulusal Mu­hafızlar kadar halk gözünde deşifre olma­mış, yıpranmamıştır. El Salvador’a hemen askeri yardım hızla artar. Araç gereç, V i­etnam’da deneyim kazanmış danışmanlar yollanır. Askerler hemen ABD’nin üslerin­de eğitime alınır, sayıları arttırılır.

Fakat önemli olan yürütülen taktiktir. Bi­lindiği gibi Saııtinista'yı zafere götüren kent­lerdeki ayaklanmalardır. Kırlardan gelen devrimci ordular, kentlerdeki yeraltı örgüt­lenmelerinin desteği ile halkı ayaklandırıp iktidarı almışlardır. İşte ABD şimdi bu iki gücün birbirinle olan bağını kopartmayı planlar. Kentleri, devrimciler kuşatmadan El Salvador Ordusu denetimina alacaktır. Ancak sonra devrimcilerin hakim olduğu üslerine girilecektir. Ama bu taktiği de yok- laya yoklaya yürütür çünkü işçilerin örgüt­lenme gücünü somut olarak görmek zo­rundadır.

1980 Mart’ında latifunda ağalan, başpis­kopos Romero’yu öldürtürler. Romero as­kerleri halkın yanına almak için açıktan açı­ğa mücadele etmektedir. "Kilise adına si­ze sesleniyorum! Askerler, öldürme emri­ne uymayın." "Reformlara kan bulaştı, ha­yır gelmez” diye seslenmektedir. Cenaze törenine 80.000 kişi katılır ama Nikaragu­a’da benzer bir olaydaki gibi grevler başla­maz. Altı ay sonra iktidar temsilcileri ve devrimci örgütlerin 6 lideri ABD elçiliği ara­cılığı ile toplanmaya karar verirler. Devrim­ci liderlerin hepsi katledilir. Bu da grevle­re yol açmaz. Bütün bunlar burjuvazi açı­sından kentlerdeki devrimci örgütlenişin eksikliğinin birer işaretleridir.

Sonuç da ABD kent ve kır bağlantısını koparma taktiğinde başarı kazanır. El Sal­

vador Komünist Partisi Genel Sekreteri Schafik Jorge Handal o günleri şöyle de­ğerlendiriyor: "FMLNF, önemli bir gelişme gösterdi. Ancak FM LN’nın başkent ve di­ğer kentlerdeki politik eylemleri azaldı. Bu­nun nedeni, düşmanın halk üzerindeki zor­baca baskılarında aranabilir. Ancak yalnız­ca bu değil. Aynı zamanda politik müca­dele biçimindeki değişiklikler ve kentlerdeki koşullara uyma çabası da var." (El Salva­dor'da Devrim, s. 29) ABD desteğindeki Ordu kentlerdeki baskısını artırdı ve kitle terörü uygulamaya başladı. Ama yenilgi­nin nedenini Devrimci Halk Ordusu (ERP)’nin lideri Joaquín Villalobos şöyle değerlendiriyor.

"Başpiskopos Romero'nun öldürülme­si. kitlelerdeki tepkiyi en üst düzeye getir­di. O zaman herkes bir ayaklanma bekle­di. Devrimci hareket, askeri eylemlere ge­rek olmadan kırsal kesimi paralize edebi­lirdi. Disiplin yetecekti, çünkü işçi ve me­mur örgütlerinin yüzde 90'ı devrimci ha­reketin talimatlarını izliyordu Orta tabaka­lar, işçi hareketi ve öğretmenler ile kırsal kesimdeki güçlü kitle hareketleri için dev­rimci bir yönetim vardı. Bunun kanıtı Mart ve Haziran'daki grevlerdir. Bunlar kırsal ke- simede yayılmıştı..

“Eksikliğin kitlelerin desteğinde olduğu söylenemez. Düşman sistematik kitlesel te­röre başlamıştı ve devrimci hareketin elin­de, kitlelerin ayaklanmasını sağlayacak ye­terli askeri güç bulunmuyordu.

“Aynı zamanda, devrimci hareket için­deki birliği politik çizgide bir birliğe döııüş- türenıedik. Bu, bir ayaklanma stratejisinin ve bir politik-askeri stratejinin yanlışlarını açıklıyor. Kitleler kendilerini koruyacak olanlardan daha etkin askeri varlık ve ni­telik istiyor. Bunu mücadelenin daha üst bir aşamasına erişebilmek için istiyorlar.” (ay. s. 102-3)

Görüldüğü gibi ABD desteğindeki geri­ci iktidar güçleri El Salvador’da atak dav­ranmış, Sandinista’yı zafere götüren kırlar­dan kentlere saldırı ve kent halkının ayak­lanması ile ordunun lojistiğinin önünün tı­kanıp parçalanması ve iktidarın devrilme­si safhasına geçmeden saldırmıştır. Ve dev­rimci hareket kitle desteğine sahip olduğu halde devrimciler arası birleşmenin olma­yışı askeri-politik stratejisizlik yenilgiyi ge­tirmiştir. O günden sonra iktidar, arkasın­da ABD'nin tam desteği ile silahlanması­nı, teknik bilgisini, asker sayısını görülme­dik derecede arttırmış ve arttırmaktadır. Bu terörün sonucu nedir? 1980-85 yılları ara­sında 50 .000 kişi ölmüş, 1 milyonun üze­rinde insan ise mülteci olarak başka ülke­lere göç etmiştir. (International Aflairs. 11 /198 5 s. 47). Yoksa, “Onlar (FMNLF) ülkelerindeki zorlu mücadele koşullarına mükemmel adapte oldular, ABD öğret­menliği altındaki Salvador Ordusu’nun tüm taktik ve stratejilerine karşılık verebiliyor­lar, dahası hiçbir dış yardım almadan son­suza kadar verecekler.” (Fidel Castro ile bir konuşma, Editora Politica, La Havana, 1985 , s. 39)

BÖLÜM IIIFARABUNDO MARTI ULUSAL KURTULUŞ

CEPHESİ (FMNLF-RDF)1980 Nisan’ın da işçi sendikaları, sol-

kanat Hıristiyan partileri, öğrenci memur, esnaf derneklerinin katıldığı Devrimci De­mokratik Cephe (RDF) kurulur. Sonra 10 Ekim'de 5 örgüt ve partiler aralarında bir­leşirler ve Farabundo Martı Ulusal Kurtu­luş Cephesi (FMNLE)’yı kurar ve RDF’e katılırlar. Bu örgüt ve partiler şunlardır: 1. Halk Kurtuluş Güçleri (FPL) (en geniş ta­bana sahip) 2. Devrimci Halk Ordusu (ERP) 3. Ulusal direniş Ordusu (FARN) 4 Salvador Komünist Partisi (PSC) 5. Orta Amerika Devrimci İşçi Partisi (PRİC). Li­derleri yürütme komisyonunu oluşturur, RDF ise 7 üyesi ile tüm FMNLF’nın politik sözcülüğünü yapar. 20 ülkede temsilcilik­leri vardır. Fransa, Meksika ve Sosyalist Enternasyonal kendilerini taraf olarak res­men tanımıştır.

Devlim in Yolu - Silahlı Mücadele

Devrimin nasıl yapılacağı, barışçıl yoldan devrim, silaha sarılına, gibi tartışmalar El S alvador’un devrimci literatüründe 1970’lere kadar uzun boylu yer kaplar. 1930 yılında kurulan Salvador Komünist Partisi (PSC), Küba Devrimi'nin öğrenci gençlik içinde yaktığı aleş ile bir bunalıma girer. İlk fokoculuk deneyimi 1959- 6 0 ’larda başlayıp iki yıl içinde, önde gelen siyasi liderlerin sürülmesi ile son bulur. Sandinista devrimcileri gibi kırdan kente sonra tekrar kıra gibi uzun boylu gerilla pra­tiğine izin veren boş alanlar, engin orman­lar bulunmayışı, ülkenin bir ucundan diğe­rine ulaşan karayolları ağının sıklığı El Sal­vador devrimcilerini kısa zamanda yığın­ların içine itmiştir.

“Gerilla birliklerinin oluşturulmasının ilk aşamasında ne orman alanı ne de gerekli tenha yerler vardı. El Salvador’da devrimci hareket tabanını kırsal alana yönelttiği za­man oralarda da kentlerdeki gibi gizlene­rek çalışmak zorundaydı. Çiftliklerde çift­çilerle kenetlenmek ve onlara askeri eği­tim vermek zorundaydık. İkincisi, sabahın saat 3’ünde kentlerdeki gibi güvenlik ön­lemleri vardı. Bunlar kesinlikle dezavantaj değil ama avantaj da değil Çünkü biz çift­çilerle birlikte ortaya çıktık ve onlarla bir­likte geliştik. Hiçbir zaman kitlelerden soyutlanmadık. Elbette düşmanın terörü yüzünden kentlerdeki kitlelerin katılımında azalma oldu. Bu durum, ayaklanma için koşulları kötüleştirse de yeni bir biçimde, halkın katılımı olmadan kurulamayacak bir halk ordusunun oluşmasını engelleyemedi.

“El Salvador devrimci hareketi, topoğ- rafik dezavantajların ve yüksek halk yoğun­luğundan kaynaklanan zayıflıkların çözü­münü bulmuştur. Bu çözüm, halk hareke­tinin örgütlenme derecesindeki yükseklik­te, halkın devrimci görevlere yoğun ola­rak katılımında, yeni katılım biçimlerinde bulunmuştur.” (ay.s. 106)

Salvador'da gerilla hareketi baştan Kü­ba’daki gibi silaha sarıldığında kitlelerle ke­netlenmek zorunluluğunu hemen anlamış­tır. O zamana kadar kitlelerle şöyle ya da böyle ilgilenen Komünist Parti içinde ça­lışmak zorunda kalınmıştır. Ama Komünist Parli tüm ülkelerde görülen legalizm, bü- rokratizm, ekonomizm batağındadır. Bu­gün FMLNF içinde en yaygın tabanı olan Halk Kurtuluş Güçleri (FPL) lideri, 1983’te ölen Cayenato Carpio eski bir fırın işçisi­dir. Küba devrimindeıı önce Küba’da ça-

52

Page 53: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Iışmıştır. Gelip ülkesinde fakoculuk yapar, çıkmazını görünce KP içinde sendika ör­gütleme görevini üstlenir. Bağımsız sendi­kalar kurar ve “Fedarasyon bir yıl içinde çoğunluğu ele geçirdi ve 14 sendikadan 147 sendikaya yükseldi." (ay. s.66) Ama koşullar legal grev yapmayı o kadar zor­laştırır ki hemen kitlelerin silahlı mücade­leye itilmesi gerekir. “Gençliğin bir bölü­münün silahlı mücadeleye eğilim duyma­sına karşı Parti'nin bu konumları mahkûm edip uygulayanları düşman olarak nitele­mesini. bunlara düşman gibi bakmasını en­dişeyle izliyordum.” (ay. s.69-70) “ 1968 Mart’ında yayınlanan bir Parti belgesinde, genel bir ayaklanmayla kazanılan devrim­ci iktidarın korunması dışında, bu ülkede bir gerilla savaşının mümkün olmadığı be­lirtilmişti." (ay.s.94) 1970 yılında Parti'den kopuş başlar. Kopanların amacı mücade­leye kent gerillacılığı ile başlanmasıdır. Sonra kırlara, daha sonra dağlara yayılı- nılacaktır.

Politik-Askeri Örgütlenme

Halk Kurtuluş Güçlerinin çekirdeği olan 7 kişi politik-askeri bir örgüt kurarlar ve bu­nun stratejisini çizerler. Mücadelenin tüm biçimlerinin kombinasyonudur.

“(Bu) Politik değişimin silahlı eylem­lerle bağlantılı olması ve başlangıçta ilk ola­rak kalan tüm mücadele biçimlerinin kombinasyonu(dur). Silahlı mücadele, başladığında, henüz ülke düzeyinde uygu- lanmasa ve henüz belirleyici olmasa da, bütün sürecin belirleyici (aktörüdür. Yani, temeldir, diğer mücadele biçimleri silahlı mücadeleyi rayına oturtmak içindir."

“Bu kavram (politik-askeri örgüt) parti çizgisinin inkârı anlamında ele alınamaz, tersine bu çizgi içinde halka doğru çizgiyi ve katılımının iki yanını açıklamak zorun­daydık. Kitlelerin mücadelesi ve silahlı mü­cadele. Bunların ikisinin de bu örgüt tara­fından yönlendirilmek zorunda oluşu.

“Politik-askeri örgüt kavramı ile. milita­rizm içinde ya da yalnızca politik yönleri dikkate alan sağ sapma içinde zayıflamak­tan kaçınmaya çalıştık. Ancak bu kapsamlı bir çizgi olarak anlaşılmazsa, militarizmin ağır yanlışları içine düşünebilir. Başlangıç­tan beri askerliliği, bilinçli olarak politikli- ğin başka araçlarla, askeri araçlarla tamam­lanması biçiminde gördük.

“Aynı biçimde, başından beri halkın bu davayı kendi ellerine alması ve silahlı mü­cadelenin gerçek yürütücüsü olması gerek­liliğinin de bilincindeydik. O zaman kitle­lerin mücadele içine çekilmesi konusunda geniş deneyimlerden yararlandığımızdan, özellikle bürokratizme karşı deneyimimiz olduğundan, önümüze fazla güçlük çıkma­dı. Halkın savaşı yürütmesi zorunluluğu­na ve silahlı grupların halktan soyutlanmış, devrim işin halkın elinden almış kahraman­lar olarak düşünülmemesi gerektiğine ina­nıyorduk.”

"... Politikanın savaşın amacı konusun­da temel olduğunu ve askerliğin politika­nın alt düzenlemesi ve sınıf mücadelesinin politik yönünün bir parçası olduğunu bili­yorduk. (ay. s.70-71)

Devrimin barışçıl olmayacağı, olamaya­cağı Latin Amerika Ülkeleri gibi emperya­lizmin baş güdücüsü, ABD’nin burnunun dibindeki ülkeler için o kadar apaçıktır ki,

bugün bu ülkelerin komünist partileri ken­dilerine çekidüzen verme, reformizmin, sosyal-demokrasinin peşinden ayrılma sa­vaşı içinde bulurlar kendilerini. Belki de bunların başını El Salvador Komünist Par­tisi çekecektir. Liderleri J.Handal'ın bu ko­nuya ilişkin yazısı ilginçtir:

“İktidar için mücadele sorunu birçok baş­ka sorunla özellikle devrimin yolu ve biçi­mi sorunuyla bağlantılıdır. Eğer. Latin Amerika’da sosyalist devrimin olgunlaştı­ğı görüşünden yola çıkılırsa, burjuvazinin iktidarını elinden alm ak ve onun bürokratik-askeri aparatını parçalamak ge­rekmektedir. Bugünkü koşullarda -bu ko şullar uzun erimde değişmez kalacaktır - buna barışçı yoldan ulaşılamaz. Bu Latin Amerika’da zafere ulaşmış iki silahlı dev­rim ile Şili ile Uruguay gibi gelişmiş demok­rasilere sahip iki ülkede barışçıl yol dene­melerinin yenilgisindeki deneyimlerle ka­nıtlanmıştır...

“ ...Bana göre, Latin Amerika'daki ö p v - rim için barışçıl yol, reformizm ile sıkı sıkı­ya balantılıdır.

“El Selvador Komünist Partisi'nin dene­yimlerine göre, birçok faktör saflarımıza re­formist görüş ve düşünceler getirmiştir.

“Belli temel sorunlarda yanlış değerlen­dirmeler, doğrudan yanlış olmasa da. ik­tidar sorunuyla ve devrimin biçimi ve yo lu ile ilgili teorik ideolojik zayıflıklar; buna ek olarak bizim de içinde olduğumuz birli­ğin 11 yıllık zaman akışı içinde demokra­tik birlik partilerinin görüş etkileri var. Bizi başlan atmak için cesur ve güç önlemler uygulanmasıyla bağlantılı olarak, derin bir özeleştiri isteniyordu, (ay. s.85-87)

S J. İlanda! 1964'ten sonra seçimlere katılma nedenlerini, bunun işçi sınıfına ge­tirdiği yararları Leniıı’den alıntılarla ispat­lamaya çalıştıktan sonra devam ediyor:

“Seçim kampanyalarımızda seçim san­dıklarından iktidar beklememek gerektiği­ni, seçimlerin iktidar yolunda bir ad'm ola­rak görülmesi gerektiğini ve iktidarın baş­ka mücadele biçimleriyle ele geçirileceğini söylüyorduk. Bu, gittikçe daha geniş halk yığınlarının silahlı mücadeleyi destekleme­ye yönelmesine ve artan sayıda insanın si­lahlı örgütlerin üye ve savaşçıları olarak katılımına yarar sağlıyordu.

“Ancak. 1977 Şubat'ında bu noktaya ulaşıldığı zaman Merkez Komitesi politik komisyonu silahlı mücadeleyi, halkın po­litik mücadelesini güvenceye almak için be­nimsemesine karşın, bu kararı pratiğe ge­çirmek için iki yıl geçmesi gerekti. Bu ge­cikmem nedenlerini ortaya çıkarmak için, çözümlemeci ve özeleştirel büyük çabala­ra gerek duyuldu. Silahlı mücadele konu­sunda alınan kararın uygulanmasını zorlaş­tıran engeller bulunuyordu..

“İdeolojik engellerden de söz etmiştim. En önemli örgütsel engel, burada yatıyor­du. Parti yetkilileri, partinin beyni, çatısı ve sinir sistemi olan ve merkezi bütün karar­ların hazırlayıcı ve uygulayıcısı durumun­daki ulusal yönetim kadroları ve orta dü­zeydeki kadrolar ne silahlı mücadeleye ge­çiş için nasıl örgütlenmesi gerektiğini ne de bunun politik mücadeleyle bağlantısının na­sıl kurulacağını bilmiyorlardı. Yetenekleri, tümüyle tek yönlü olarak gelişmişti. Yet­

kililerimiz. silahsız kitle mücadelelerinin yönlendirilmesi konusunda çok yoğun ve hatta çok yaratıcıydılar. Propaganda, aji- tasyon. demokratik birlik partileriyle ortak faaliyetler, üniversiteler ile faaliyetler... ama mücadelenin daha yüksek biçimleri­ne geçiş konusunda hazırlıklı değildik..

Devrimin barışçıl olmayacağı, olamayacağı Latin Amerika ülkeleri gibi emperyalizmin

baş güdücüsü, ABD’nin burnunun dibindeki ülkeler için okadar açıktır ki, bugün bu ülkelerin komünist partileri

kendilerine çekidüzen verme, reformizmin, sosyal-demokrasinin peşinden ayrılma

savaşı içinde bulurlar kendilerini. Belki de bunların başını El Salvador Komünist

Partisi çekecektir.“Bir askeri komisyon kurmuştuk ama.

parti yöneticilerinin hiçbiri -ki bu belirleyiciydi silahlı mücadele biçimlerinin nasıl uygulamaca konulacağını bilmiyordu.Parti yönetimi bu engeli aşmak için. Nisan 1979’da illegal olarak yapılan VII. Parti Kongresi’ndeki kararlar ışığında cesur adımlar attı.

“Askeri komisyonu parti üyelerinden ay­rı bir askeri örgüt halinde oluşturmak, o za­man mücadele için sır dolu bir örgüt biçi­minde kurmak düşüncesinden vazgeçildi.Yaşam göstermişti ki. bu biçimde bir örgüt kurulamazdı. Askeri komisyondaki yoldaş­larımız bu konuda sorumlu değildiler, çün­kü bu durum, kesinlikle tamamen aşılama­yan reformist görüşlerle bağlantılı olarak, parti kadrolarının zayıflığının belli bir sonu­cuydu.

“Ancak, eğer askeri komisyon bu aske­ri örgütü kurabilseydi, o zaman çok büyük bir sorunla karşı karşıya kalırdık. Kardeş partilerin - özellikle Orta Amerika’dakile- rin deneyimlerine göre, böyle bir askeri ör­gütün oluşturulması askeri komisyon ile partinin diğer yönetim unsurları arasında çatışmalar yaratacaktı. Burada kimin hak­lı kimin haksız olduğu konusundan bağım­sız olarak, partinin zamanı gelse de silahlı mücadeleyi örgütleyip yönetecek yetene­ği parti bütünlüğü açısından bir sorun or­taya çıkacaktı.

“Bu sorun şöyle çözülebildi: Parti, tüm mücadele biçimlerini birbiriyle bağlantılı ele alarak yalnızca politik mücadeleyi değil, as­keri mücadeleyi de uygulayacak, yönete­cekti. Bu amaca ulaşmak için cesur adım­lar atmak zorundaydık.” (ay. s.89-91)

Bildiğimiz kadanyla bugün yeryüziindeki çoğu ülke komünist partileri reformizm ba- tağındndır. Bu onları, iddia ettikleri gibi iş­çi sınıfının öncü partisi olmaktan alıkoy­makta burjuvazi partilerinin kuyrukçusu ha­line getirmektedir Ancak halk hareketinin iyice yükseldiği, bunu yönlendirecek, onu gerçekten yönetebilecek devrimci örgütlen­melerin çıkmasından sonra ister istemez.El Salvador örneğinde gördüğümüz gibi, yeni yönelişlere, kendini revize etmeye itil­mektedirler. SKP'nin devrimin yolu konu­sunda vardığı silahlı mücadele konağının,FM LNF’nın en güçlü örgütü Halk Kurtu­luş Ordusu’nıın politik-askeri örgütlenme biçiminden görünüşte pek bir farkı yoktur.Ve ne yazık ki ancak olayların bunca zor-

53

Page 54: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

lamasından sonra, 1980 sonunda bir cep­heleşme sağlanabilmiştir, ancak ondan sonra solun birliği sorunu çözebilmiştir.

Küba Devrimi devrimcilere sosyalist devrim için öncülük etmiştir ama ne yazık ki, devrimin Leninizmin söylediği ülkenin

özgül koşullarına göre farklılık göstereceği tezi sadece içi bos bir dogma olarak

alınmıştır. Öte yandan iktidarda kalmanın iktidarı almaktan daha zor olduğu tezi de

fazla âbartılmıştır. ,Sosyalizm, politikanın bir sınıflar savaşı

olduğunu kabul eder, elbette bu savaşta devrimciler ya olgunlaşırlar ya da erir gi­derler ama bu onların kişisel gelişmeleri dı­şında bulundukları sınıf ve tabakalaşma ile de ilgilidir. Hiç şüphe yok ki yukarıda an­latmaya çalıştığımız SKP’nin devrimci saf­laşa doğru adım atışının sınıfsal değerlen­dirmesi, 1980 yılı sonrası güçler dengesin­de, küçük-burjuva kuyrukçuluğunun çık­mazının iyice ortaya çıkmasında yattığı ger- çeğirıdedir. Aydını ile, işçi aristokrasisi ile küçük burjuvazi gerçekten proletarya ve köylülüğün arkasına geçmekten başka yol bulamamıştır. Ancak ondan sonra devri­min yolu gibi, devrimci güçlerin birliği gi­bi, iktidar sorunu konusunda da doğru bir çizgiye oturtulabilmiştir.

İktidar Sorunu

Latin Amerika’da yaşanan iki devrim bu konuda komünist partilere de çok şey öğ­retmiştir. İkisinde de komünist partiler ön­cülük görevini yerine getirememiştir. Kü­ba'daki devrim bir sosyalist devrimdir. Ay­

* nca “Küba devriminin deneyimleri, yankeeemperyalizminin gittikçe artan karşı dev­rimci eylemlerine karşı kendini savunmak için, ekonomik-sosyal değişimlerde hızlı bir radikalleşmenin gerekli olduğunu göster­di.” (ay. s.82) Oysa Nikaragua Devrimi bir anti-emperyalist demokratik devrimdir. “Nikaragua’nın sosyo-ekonomik değişim­lerin gidiş ve derinliğini frenlemek zorun­da kaldığı güncel deneyimleri ise bizim ta­rafımızdan temsil edilen tezin yeni bir ka­nıtını oluşturdu.” (ay. s.82) SKP lider ibu iki devrimin, yani sosyalist devrim ile anti- emperyalist devrimin arasında ayrılmaz bağlantılar olduğunu ve bunların iki ayrı devrim değil, devrimin iki yolu olduğunu söyledikten sonra “Bugün bulunduğumuz noktadan geleceğe bakacak olursak dev­rimin demokratik anti-emperyalist niteliğini görürüz” diyor.

Küba Devrimi devrimcilere sosyalist dev­rim için öncülük etmiştir ama ne yazık ki devrimin Leninizmin söylediği ülkenin öz­gül koşullanna göre farklılık göstereceği tezi sadece içi boş bir dogma olarak alınmıştır. Ûte yandan iktidarda kalmanın iktidarı al­maktan daha zor olduğu tezi de fazla abar­tılmıştır. Bu dogmaları yıkan Nikaragua Devrimi’dir. Nasıl? Nikaragua'da devrim gerçekleştiğinde sanayisi en az gelişmiş ül­kelerden biriydi. "Devrim zafer kazandığı zaman Nikaragua Küba’dan çok daha az kalkınma düzeyindeydi. Küba o zamanlar bir endüstriyel kalkınma düzeyine ulaşmış­tı. Daha geniş bir işçi sınıfı, daha çok ta- tarımsal işçisi vardı. Devrim zafer kazandı­

ğında Nikaragua Küba’da endüstriyel ve ekonomik açıdan çok daha geri bir ülkey­di. Nikaragua'da hâlâ daha çok el sanat­ları var ve çok insan küçük ticaretten hayatını kazanıyor. Devrimimiz Küba'da zafere ulaştığındaki gibi kalkınma düzeyi yok; koşullar farklı.” (Fidel Castro. EFE ba­sın ajansıyla yaptığı mülakat, s. 32-33) İş­te Nikaragua Devrimi ta baştan bir ülkenin ekonomik kalkınma düzeyinin devrimde tutulacak yolu nasıl değiştirdiği örneğini so­mutlaştırırken öte yandan tüm küçük bur­juvazinin kurtuluşunun da işçi sınıfının ve köylülüğün peşinde olduğu mesajını da La­tin Amerika ülkelerine iletiyordu. Şimdiye kadar Küba örneği sosyalist devrim yolu yerine yeni bir örnek ortaya çıkıyordu.

Solun Birliği Sorunu

“FMLNF için birlik sorunu da önemlidir. Biz bir parti değiliz. Her biri silahlı güçlere sahip beş partiden oluşuyor FMLNM,dev­rimci güçleri bir araya getirmek için yürü­tülen büyük çabaların sonucudur. Sonun da devrimci güçlerin birliğine ulaşılabildi.

Ülkemizde FMLNM'nın dışında kalan hiçbiı gerçekten hiçbir devrimci güç yoktur. Bu şimdiye kadar başka hiçbir yerde görülme­miş, çok önemli bir sonuçtur. Nikaragua’­daki durum da sorun farklıydı. Orada, belli bir dönemde üçe ayrılan ve daha sonra (1979 Mayıs-Haziran’daki zafere ulaşılan nihai saldırıda kısa süre önce) birleşen tek örgüt, Nikaragua Sandinist Ulusal Kurtu­luş Cephesi (FSLN) vardı.” (ay. s.30-31)

Elbetteki solun böyle birlik içine girebil­mesi kendi başına bir zaferdir. Nasıl sağ­lanmıştır? En başta önemli olan solun bö­lünmüşlüğünü bir keyfilik ya da kişilerin özel çıkar ve istekleri dışında nedenlerde aramalıdır. “Çünkü özgül nedenler nesnel nedenlerden doğmaktadır. Bunların kök­leri, sınıfsal yapıda ve orta derecede geliş­miş kapitalizmin kendine özgü toplumsal görüntülerinde ve özellikle bağımlı kapita­lizmde aranmalıdır.

“Bu gelişim aşamasında, üretim biçimi ve devlet üst yapısı, kapitalizm öncesi top­lum biçimlenmesi ya da ön kapitalizmi içer­mektedir. El Salvador’da ’5()'li ve özellikle '601ı yıllarda bağımlı kapitalizm hızlı bir ge­lişme süreci göstermiştir. Bu süreçler yeni toplumsal tabakalar yaratmıştır. Bunlar göze alınmadan, bugün El Salvador da fa aliyet gösteren güçlerin durumu anlaşıla­maz. (ay. s. 94-5)

Bu sınıf ve tabakalaşmaların da elbette sosyo ekonomik nedenlerle birbirinden farklı talep ve özlemleri vardır. Bu farklı ke­sim ve tabakalardan gelen devrimcilerin de ayrı ayrı örgütler kurmaları, sınıf analizle­rini bu açıdan yapmaları kaçınılmaz olmak­tadır. Ancak bu gerçeklik kavrandığında bir birleşme söz konusu olabilirdi.

En az bunun kadar doğru olan da parti veya örgütlenmelerin kendi hatalarını gö­rebilecek düzeye sıçramalarıdır. SKP lide­ri bu konuda ileri bir adım attıklarını şöyle dile getiriyor: “Sağımızdaki bütün unsur­ları bunların ortaya çıkışlarını ve önemle­rini bilmemize karşın, solumuzdaki güçle­rin varlığını ve niteliklerini anlamak konu­sunda yeteneksiziz Aynı biçimde, bunların somut tarihsel önemi ve onlara karşı gö­

revlerimizi de bilmiyoruz.

"Bu görüntü birçok faktörle ortaya çık­tı. Ancak en önemli faktör, -her durumda olmasa bile- genel de solcularımızın, ger­çekten devrimci bir mücadeleyi yürütmek için silaha sarılmalarıydı. Bu arada, politik görüşlerinde birçok tipik sol radikal yanlışlar yaptılar. Komünistler bunlara karşı sert tavır aldılar; ancak belli bir noktada haklıydılar. Latin Amerika ve üçüncü dünyanın birçok bölgesinde devrimci yol olan silahlı müca­delenin örgütlenmesi ve yürütülmesi için çalışıyorlardı. Yanlışları onları yok olmaya götürmediyse de, mücadelelerinde yavaş yavaş yenilgiyi öğrendiler. Politik yanlışla­rını düzeltiyorlar ve sol çocukluk hastalık­larından kurtuluyorlar. Bazı başka örgüt­ler kendilerini düzeltmeseler bile, bunu sap­tıyoruz. ” ..."Komünistler tarafından İste­nen solcuların birliği için mücadele de, an­cak somut bir çizgi, yanlışların aşılmasına yardımcı olabilir ya da en azından bu sü­reci hızlandırır. Ancak komünistler, kendi yanlışları olan reformizmi aşmadıkça, bu görevi yerine getiremezler.

"Refornnzm aşılaııa dek. komünistler ve silahlı solcular arasındaki ilişkiler -pratikte reform ile devrim arasındaki durumu yan­sıtır. Açıktır ki reformistler en iyi başka re­formistlerle anlaşırlar. Bu, benim görüşü­me göre, biz Latin Amerikalı komünistle­rin sağımızdaki güçlerle niçin sol güçlerden daha iyi anlaşabildikleri sorusunun açıkla­masıdır.” (ay. s.92-4) Görüldüğü gibi SKP kendi reformizm hatasını kabul ederken, bu gidişin kendilerinin solundaki güçlerin sol çocuklarının payını da gözardı etmeye­rek birlik sağlamasının önüne doğru bir temelde değerlendirmektedir.

"El Salvador Komünist Partisi bu biçim­de devrimci bir yönelim gösteren Latin Amerika’nın tek komünist hareketi değil­dir. Orta ve Güney Amerika’da çok sayı­da parti silahlı mücadele ve devrimci güç­lerin birliğinin gerekliliğini kabul etmiştir. Bu hareketimizi derin bir bunalımdan çıkarmak için bir taarruzdur. Bizler önce bu hasta­lıktan kurtularak, devrim için mücadeleye dikkate değer bir katkı sağlayacağız.” (ay. s.lüü)

BÖLÜM IVMÜCADELENİN SEYRİ

Yukarıda değindiğimiz gibi Nikaragua Devrimi, özünde tüm Orta Amerika’nın devrim kabarışının yüksek olduğu bir ıno- meıılle patlak vermiştir ve bölge iktidarları ABD emperyalizminin korumacılığı ve gü- dücülüğü altında hemen atağa geçmişler­dir. El Salvador’da 1979 Ekim Cuntası'- nın kuruluşu bunun ilk somut adımıdır. He­nüz devrimci güçler Nikaragua Devrimi’- nin derslerini özümsemeden karşı güçlerin saldırısı ile yüz yüze kalırlar.

El Salvador devrimci güçleri birliği FMLNF ancak 1981 yılında nihai zafer pa­rolası atar ama başarılı olamaz. FMLNF için 1981 yılı El Salvador'da devrimci savaşın başladığı yıl olarak kabul edilir. O günden beri de hareket giderek yükselmekte, ye­ni bölgeler ve zeminlere tırmanmakta, çe­şitli biçimler ve laktiklerle devam etmek­tedir. En başta şunu ortaya koymak gere­kir ki bugün F.l Salvador’da diğer Orta Amerika ülkelerindeki gibi Afganistan'da­ki gibi "ilan edilmemiş“ bir savaş sürmek-

54

Page 55: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

ledir. Bu savaşın iki tane karşı karşıya gel­miş ordusu vardır, iki tarafın hakim oldu­ğu bölgeleri vardır.

“Politik eylemler için koşullar ve fırsat­lar açısından bakılırsa, bugün ülkemizde üç bölge bulunuyor.

“Bir yandan FMNLFnın denetiminde olan bölgeler var. Buralarda kitle hareketi güç­lü ve yalnızca genç gerilla savaşçılarında değil, halkın büyük bölümünde kabul gö-

ı rüyor. Kitleler bizi destekliyor: denetimimiz­deki bölgelerin, bizim deyişimizle destek üslerinin savunması için mücadele veriyor. Eğer bu destek olmasaydı. FMLNF şimdi­ye dek çoktan yok edilirdi."

“Bir de düşmanın mutlak egemenliğinin olmadığı, ama bizim de yeterli denetim sağlayamadığımız henüz üzerinde mücade­le edilen ara bölgeler var. (Kurtarılmış böl­gelerden söz etmiyoruz. Çünkü bütün ül­ke kurtanlamadan tam kurtanlmış bölge ol­maz ve olmayacaktır.) Bu bölgede, destek üslerimiz bulunuyor ve yiyecek depoları­mız vs. var. Eğer düşman buralara girer­se, beklemediği bir direnişle karşılaşabilir. Bunlar ne bizim ne de düşmanın kapsam­lı denetim kurabildiği bölgelerdir.

“Sonra başkent, diğer kentler ve ülke­nin doğusunun bir bölümünü kapsayan, düşman denetimindeki bölgeler var. Bu­ralarda düşmanın denetimi güçlüdür."...

“Politik mücadele olanakları, bu bölge­lerin her birinde farklıdır.” (ay. s. 29-30)

Çizilen bu harita 1981’den beri devrim­ciler lehine sürekli olarak değişmektedir. 1980'de iktidann saldınsı ile kentlerdeki ha­reket zayıflamış, devrimcilerin denetimin­deki yerlerde çekilme yaşanmıştır. Ama bu

' savunmaya daha elverişli bölgelere çekil­me anlamındadır. Yazımızın başından be­ri vurguladığımız gibi devrimcilerin kaçış alanlarının olmaması kitlelerle birlikte ha­reket etmeyi zorunlu kılmaktadır. “Devrim­ci hareket kendi hinterlandını (geri cephe­sini bn.) kurmak zorundaydı." (ay. s. 117) Savaş düşmanın eylem ve saldınlanna göre şekil alıyordu.

1981 Ocak ayında devrimci güçler saldı- nya başlarlar belki nihai zafer parolası gerçek­leşemez ama Temmuz ve Ağustos eylem­leri devrimci hareketin savaş inisiyatifini eli­ne almasının başlangıcıdır. Yavaş yavaş ele geçirilmiş bölgelerde sosyo-ekonomik dü­zen kurulmaya başlar. Devrimciler buralar­da kendi halk iktidarlannın kurulmasına yö­nelirler. Birimlerin kendilerini beslemeleri, ekonomik faaliyetlerini yürütmeleri doğrul­tusunda çeşitli önlemler alınır. Ayrıca dev­rimciler orada yiyip içecek ve eylemlerini devam ettireceklerdir. Halk arasında milis güçleri kurulur Yönetimden eğitime sağ­lık hizmetlerine hepsine çeki düzen veril­meye çalışılır.

Devrimci hareketin gerilla saldırıları bi­çiminde yükselmesi karşısında Ordu’da çe­şitli taktik değişikliklere gitmek zorunda ka­lır. 1983’ten başlayarak ABD’nin Viet­nam'da uyguladığı CONARA planı kırsal • pasifikasyon taktiği kullanılır. “CONARA ‘cazadores (avcılar bn.) becerisi üzerine oturur, büyük, atik davranabilen birlikler gerillaların hakim olduğu alanlara arayıp- tahrip etme operasyonları ile girerler ve kli­nik. okul. su. toprak dağıtımı gibi temel hiz­metlerin uzanabilmesini (halkın kontrol al­tına alınması okuyun bn.) ve ordu geri çe­kildikten sonra bölgeyi kontrol edecek si­

vil savunma güçlerinin eğitilmesini öngö­rür.” . . .“Başta başarı haberleri geldi ama 1984’un başında gerillalar tekrar eyalete girmişti ve yılın sonunda sanki CONARA hiç olmamış gibiydi. (Latin Amerika and Caribbean Contemporary Record. 1984­85 s. 486) Emperyalizminin kendi ağzın­dan durum böyledir. C O NA RA’nın başka bölgelerdeki uygulamalan başarısızlıkla so­nuçlanır.

“En az son iki yıldır FAES (El Salvador Silahlı Kuvvetleri bn.) subayları arasında 1500-6000 kişilik büyük birliklerle sadece gün ışığında (9-17.00) arası savaşmak is­teyenlerle ABD stratejisini benimseyenler arasında kesin bir ayrılık vardı. Seçimler­den sonra (1985 Mart) COIN stratejisini benimseyen subaylar Savunma Bakanlığı ve yüksek komutanlık gibi anahtar görev­lere getirildikten sonra bu ayrılık ortadan kalktı.

“COIN stratejisi 3 bölümden oluşuyor­du. (1) sivil-askeri eylem, CONARA tara­fından yürütülüyor ve giderek daha çok psikolojik operasyon içeriyordu. (2) sivil halkın izolasyonu. (3) FMLNF üslerinin tah­ribi ve yok edilmesi. Bunları başarabilmek için ABD askeri danışman, malzeme, eği­tim yardımlarını belirli bir şekilde arttırdı. Honduras’dan Panama’ya kadar gece gün­düz keşif uçuşlannı yoğunlaştırdı.” ... “CO ­NARA programı başarı kazanamadı, tüm stratejide yeni bir uygulama yapıldı. FA- ES’ler gene bu kez daha yoğun hava des­teği'ile büyük operasyonlara girişip, asileri (siz devrimci okuyun bn.) barınaklanndan çıkarmaya çalıştı."

“ABD Savunma Departmanı rakamla- nna göre UH-IH helikopterleri ve A-37 sal­dırı uçaklannın -El Salvador’un saldırı ye­teneğinin çekirdeği - ortalama uçuş saati 1983 Temmuzu — 1984 Şubat’ı arasında ayda 220 saatin üstüne çıkmıştır. Jane’s Defense Weekly 1983 yılında ayda 19 ha­va saldırısına karşı yalnız 1984 Temmuz’- unda 74 hava saldınsı olduğunu bildiriyor." (ay. s.486-7) ABD desteğindeki El Salva­dor Ordusu artık yoğun biçimde hava sal­dırıları kullanmaktadır. Sivil halkı gerillalar­dan arındırma taktifi iflas etmiş ve tüm yer­leşim bölgelerini havadan bombalamaktan başka yapacak şeyleri kalmamıştır. Bu ik­tidarın bu bölgeleri kaybettiğinin ve dev­rimci güçlerin zafer yolunda olduklarının kendi ağızlarından ifadesidir. 1985 yılında El Salvador’dan dönen Ingiltere İşçi Sen­dikası lideri Tom Sawyer ülkenin 2 /3 ’unun FM LNF elinde olduğunu söylüyordu. Bu gerçeklik ve FMLNF’nin sürekli barış çağ- nları, karşı tarafı oyalamak ve bölgedeki sa­vaşa karşı dışarıda yükselen demokratik- devrimci baskılan susturmak için iki taraf arasında sonuçsuz bazı görüşmeler olmuş­tur. Geçtiğimiz Eylül ayı içinde 5 bölge ül­ke liderlerinin imzaladığı Guatemala anlaş­masını, bölgede dış müdahalenin kaldırıl­ması kararını da bu gerçeklik içinde değer­lendirmek gerekir.

Şu anda El Salvador iktidarı genelde kentlerdeki zoru ile durmaktadır ve her ge­çen gün bunun da altı kazılmaktadır. Bu- ralann kan daman sanayi her geçen gün geri­lemekte, ülke ekonomisi, felç durumunda­dır. Sanayi yenilenmek, yeni yatırımlar ta­lep etmektedir ama FMLNF güçlerinin “ül­keyi kurtarmak için tahrip edin” parolası ile köprüler, yollar, elektrik, su kanalları

fabrikalar sabote edilmekte bu da burjuva­zinin hem yeni yatınmlar yapma keyfini ka­çırmakta hem de var olanları yitirmekte­dir. Çoğu yerli parababaları savaş ekono­misinin çarklarından kazanç elde etme yö­rüngesine oturmuştur. Özünde iktidar, kentlerde çoktan savaşı kaybetmiş silah gü­cü ile durmaktadır.

Nikaragua Devrimi Orta ve Güney Amerika’da yeni ve Küba örneğinden farklı bir devrimci ateşi yakmıştır. Küba Devrimi bir sosyalist devrimin ABD’nin burnunun dibinde dimdik durabileceğini kanıtlarken,

Nikaragua Devrimi devrim yolunun ülke koşullarında somutlandığını gözler önüne

_______________ sermiştir.______________Peki nihai zafere nasıl ulaşılacaktır? Kent­

lerdeki bu ur nasıl atılacaktır? Şurası kesin­dir ki Nikaragua gibi olmayacaktır, olama­yacaktır. “Yani Sandinista’lar bir kentin bir semtini bugünden yarına almayı kararlaş­tırdılar ve bu süre içinde bu semtin kitlesi­ni kazandılar. Sonra onların güvenliği için askeri birlikler geldi. Bu değişik bir güçler dengesi, değişik bir durumdur. Bu bizde böyle yürümez. Biz', kendi özgiiçlerimiz- den, silahlı güçlerimizin gereksinimlerin­den. bölgelerin özelliklerinden, cephane artışından yola çıkmak zorundayız. Böylece hareketimiz somut olarak planlanmış olur.Bütün bu faktörler bir eylem sırasında bir araya gelirler. Kitleler, bir ayaklanmadakin- den değişik biçimde katılım gösterirler, bu­nun için ordumuz zaman zaman düzenli adımlar atabiliyor..."

“Kitleler savaşın son aşamasında hangi biçimde yer alacaklar? Bunu önceden gör­mek güç. Öncelikle yinelemek istiyorum.Kitleler devrimci süreçten hiçbir zaman kopmadılar. Onlar olmadan, bugün sahip olduğumuz güçlü bir halk ordusunu yara­tacak duruma gelemezdik. Ama kitleler bir ayaklanma biçiminde mi, yoksa bir genel grevle mi ya da devrimci orduya yoğun bi­çimde katılarak mı mücadelemizde yer ala­caklar. bu henüz bilinmiyor." El Salvador’­da Devrim. S. 120-122).

SONUÇNikaragua Devrimi Orta ve Güney

Amerika’da yeni ve Küba örneğinden farklı bir devrimci ateş yakmıştır. Küba Devrimi bir sosyalist devrimin ABD'nin burnunun dibinde dimdik durabileceğini kanıtlarken,Nikaragua Devrimi devrim yolunun ülke koşullarında somutlandığını gözler önüne sermiştir. Şimdi genel olarak tüm devrim­ci güçler bu dersler ışığında saflarını sağ­lamlaştırıyorlar.

Öte yandan ABD ve bölgedeki temsilcisi iktidar güçleri de kendi derslerini çıkarmış­lar ve El Salvador’da yeni bir taktikle, kent­leri ne pahasına olursa savunma, böylece iktidarda kalabilme mücadelesini vermek­tedirler. FMLNF güçlerinin önünde duran işte bu katmerli emperyalizm direnişini kır­maktır. Onların bu direnişi kıracaklarına ve Orta Amerika’da özgür ve barıştan ya­na yeni bir ülke olacaklarına hiç şüphe yok­tur. Ve gelecek bu devrim yalnızca Ame­rika kıtasına değil tüm dünya devrimci güç­lerine yepyeni şevler öğretecektir.

VENCEREMOS!

55

Page 56: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

NY

AD

AN

DÜNYADAOUUYOR?

NELER

GÜNEY KORE GREVLERİ

20 yıldır grevlerin yasak olduğu G ü­ney Kore’de son ayların en yaygın grevleri yaşandı. Her grevde olduğu gibi işçiler ücret zammı, sosyal yardım­ların arttırılması ve çalışma koşullarının düzeltilmesini istiyorlardı ama olaylar bunları elde edebilmeleri için bile ön­lerine başka görevler koyuyordu. Ger­çekten kendilerini temsil eden, satılma­mış demokratik, bağımsız sendikalar kurmak.

Güney Kore faşist iktidarı yıllardır iş­çi haklarını “ilk önce ekonomik büyü­me” stratejisi altında kuşa çevirmiştir. İş yasaları grev yapmayı engellemek­tedir. Tek bir işkolunun ülke çapında sendikalaşması yasaktır. Sendika lider­leri tüm üyeler tarafından değil bir avuç delege tarafından seçilirler. Seçimler genel olarak fabrika yöneticileri kont- rolundadır. Japonya’da ki gibi işçiler ve işverenin bir “fabrika ailesi” oldu­ğu feodal inancının bu ülkede de yay­gın olduğu düşünülürse böyle bir kont­rol hiç yadırganmaz. Sonuçta sendika­ların çoğu satılık sarı sendikadır ve iş­verenle araları çok iyidir.

Elbette sınıf bilinçli işçiler bunun far­kındaydılar ve kendi işçi haklarını sa­vunacak bağımsız sendikaların kurul­ması için mücadele ediyorlardı. Güney Kore işçi sınıfı endüstrileşmiş ülkeler içinde en uzun çalışan işçilerdir. H af­talık iş saati ortalama 5 4 .4 ’dir. En az ücreti alırlar. Ülke kalkınma hızı son yıllara kadar hep çift rakamlı olması­na karşın işçilerin ücret artışlar yıllık % 6 ’dır. Bu koşulların düzeltilmesinin yo­lunun bağımsız sendikalar olduğunu

bilinçli işçiler bilirler. Ancak bu yola çık­tıklarında iktidar ve işveren tarafından sürekli olarak engellenirler. Ancak son aylarda artık işçiler taşma noktasına gelmiş ve ortak saldırı için bir kıvılcım bekleniyordu.

Sonunda kıvılcımı Ulsan tersane iş­çileri yaktılar. Bağımsız sendika kur­mak için belediyeye dilekçe vermeye giden 6 işçinin kâğıtları para babaları­nın uşakları tarafından zorla ellerinden alında. Bunun üzerine birden fabrika­daki 3000 işçi işlerini bıraktılar. Bu top­lu davranış parababalarmı kâğıtları “bulmaya” zorladı. Ama işçiler bir kez patlamışlardı. Kıvılcım bir kere çakmış­tı. Tüm ülkede grev ateşleri yanmaya başladı.

700 işyeri greve girdi. Kuzeydeki kömür madenlerinden güneydeki ter­sane ve araba, ayakkabı fabrikalarına, hizmet işkoluna her yere yayıldı. Gre­ve gitmeyen işyerlerinde de iş durdu çünkü işledikleri hammaddeyi aldıkları yerler grevdeydi.

İşçiler sokak gösterileri düzenlediler. Polis göz yaşartıcı bombalar kullanın­ca işçiler taşlarla kendilerini korumak zorunda kaldı. Bir çok işçi yaralandı ve öldü. Yüzlerce kişi tutuklandı. Paraba- balarının korktuğu bir olayda grev dal­gasının uzun sürmesi durumunda, okulların açılması ile öğrenci gençliğin işçileri desteklemeleriydi.

Oysa devrimci öğrenciler çoktan iş­çilerin yanındaydı. Hükümetin sol ra­dikal dediği ve şüpheliler listesine ge­çirdiği 1600 kişinin çoğunun öğrenci olduğu biliniyordu. Öğrenciler hükü­mete karşı gösterileri yönlendirecek U lu sal Konsey oluşturdular ve bu yeni örgüt işçilerin mücadelesine tam des­tek verdiğini açıkladı.

Eylül ortalarına gelindiğinde durum nasıldı? İki ay içinde 3200 ’ün üstün­de grev yapılmıştı. Hükümet artık da­ha sertleşmişti. Polis fabrikalara girip grevci işçilere saldırıyordu. Bunun üze­rine 15.000 işçi de 2 günlük saldırı ka­rarı aldı. Arabalar yakıldı. Devlet bina­ları taşlandı. Bazı işçiler sokak gösteri­lerine vinçler, buldozerlerle, motosik­letlerle katıldılar. Barikatlar kuruldu. Artık polisle açık açık çatışılıyordu. Olaylar durmak bilmiyordu. Parababa- ları tatlı kârlarından oluyorlardı. Açık­landığına göre 1 aylık grevler 2 .5 mil­

yar dolarlık ihracat geliri kaybına yol açmıştı.

Eylül sonuna gelindiğinde grevler- ler hemen hemen durdu. İşçi sınıfı ne­ler kazanmıştı?

En başta ücretlerine zam aldılar. Y ıl­lardır ortalama % 6 artan ücretler bu kez ortalama % 20 arttı. Bunun yanın­da bir çok yardım hakkı elde edildi.

Fakat en önemlisi Güney Kore’de tam anlamıyla şekillenmiş bir işçi ha­reketi ortaya çıktı. İşçi sınıfı bütün göv­desi ile kendisini ortaya koydu. En kü­çük iş yerindeki sıradan bir işçiden bü­yük fabrikadaki teknisyenler hep bir­likte davrandılar. İşçi sınıfı büyük bir eylem birliğine girdi ve gücünü gördü.

Bu olaylardan önce işçilerin çoğu sendikasızdı ya da işverenlerin güdü­mündeki sendikalara kayıtlıydı. Şim­di manifaktür üretiminde çalışan 4 .6 milyon işçinin % 3 l ’i yeni bağımsız sendikalara girdiler. İşçilerin örgütlü gücü görülmedik derecede arttı.

En önemlisi Güney Kore’li işçiler üstlerindeki güdümlü sendikaları attı­lar. Olayların en kızgın anlarında bir­den kendini ortaya atan çoğu genç iş­çi öncülüğünde bağım sız send ika lar kuru ldu . Eski sendika liderlerinin hep­si kapı dışarı edildi. Bu tür olaylar ül­kenin her bir yanına yayıldı.

Güney Kore yasaları grevleri yasak­lar demiştik şimdi de yasak. Ama işçi­ler öylesine güçlü ortaya çıktı, öylesi­ne çabuk bağımsız sendikaları kurdu­lar, yöneticilerini seçtiler ki iktidarın bunlara illegal demeye artık gücü yet­miyor. Önümüzdeki ay çıkacak yeni yasa ile toplu pazarlık ve grevler ya­sallaşacak.

Sonuç olarak Güney Kore işçi sınıfı ne kadar güçlü olduğunu gördü. Bu gücün somut belgesi bağımsız sendi­kalarını kurdu ve ücret zammını bile­ğinin hakkına aldı. Ve bütün bunlar ne kadar zaman sürdü? Toplu davranın­ca topu topu iki ay.

Ancak önlerinde yığınla sorun du­ruyor. Hemen belirtelim sendikalar he­nüz çekirdek halinde, yapacağı yığınla iş var. İlk günden itibaren yeni liderler kuşatma altına alındı. İşverenler şim­di onları da kontrollarına almak için büyük bir çaba harcıyorlar. Bol bol propaganda yapıyorlar. İşçi liderlerinin bu konuda çok uyanık davranmaları

5fi

Page 57: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

işçilerin ise liderlerini iyi kollnmalan ge­rekiyor. Yeni çıkacak yasa ile burjuvazi hiç şüphe yok ki bağımsız sendikala­rın davranışlarını kısıtlayıcı binlerce in­ce ağlar örmeye çalışacaktır.

Güney Kore faşist iktidarı şimdiye kadar çoğu burjuva partilerini de siya­setten yasaklamıştı. Şimdi bir takım “demokratik reformlar" getiriliyor. İk­tidarın bunlardan amacı belli. İşçi sını­fının gövde gösterisinden çok korktu ve şimdi onu sosyal demokrasinin pe şiirde oyalamayı düşünüyor. Ayrıca hiç şüphesiz sosyal demokrasi kendisi de korktu. Çünkü o işçi sınıfının tem­silcisi değildir. Onun partisi değildir. O nedenle son günlerde iktidar ve bur­juva muhalefet reformlar konusunda pazarlık yapıyorlar Karşılıklı ödünler vererek anlaşıyorlar. Bakalım işçi sını­fını oyalamayı becerebilecekler mi? Aralık ayında seçimler var. Baharda yeni toplu sözleşmeler yaşanacak. Olayları hep birlikte izleyeceğiz.

GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİNDE

GREVLER

Geçtiğimiz ayların ikinci önemli grevi Güney Afrika’da yaşandı. 300 .000 al­tın ve kömür madeni işçisi sendikaları NUM'un talepleri karşılanmayınca üç hafta süren mücadeleye girdiler M a­den işçileri % 30'luk ücret zammı, ölüm tazminatlarının arttırılması ve tatil ücreti istiyorlardı. Oysa işverenler %

17-23’lük artıştan fazla vermiyorlardı. Sonuçta görüşmeler kesildi. Çoktan beri beklendiği gibi iki taraf çetin bir dö- ğiişe girdi.

İşçilerin mücadelesine geçmeden önce bir iki noktayı açıklayalım. G ü ­ney Afrika'da ırkçı bir rejim vardır, yani zenciler renkleri yüzünden insan sayıl­mazlar, hiç bir hakları yoktur. Bu ne­denle zenci işçiler yasal olarak işçi bile değillerdir. O nedenle sendikal hakla­rı yoktur. Yalnız beyaz işçiler sendika kurabilirler. Böylece işçi sınıfı bölün­müş. gücü parçalanmıştır. Ancak bu akan gerçekliğe o kadar terstir ki, do­ğal olarak zenci işçiler illegal sendika­lar kurmuşlardır. Bu gerçeklik karşısın­da ırkçı hükümet “kayıtlı sendika" - legal-, “kayıtsız sendika" -illegal- gibi ayırımlar yapmıştır. Kayıtsız sendika­ların varlığı kabul edilmekle birlikte res­mi statüleri yoktur. Devlet tanımadığı gibi işvereni de tanımamaya zorlar. Bu nedenle sendikaların grev fonu, check­off sistemi gibi paraları yoktur. Ayrı­ca böyle bir örgütlenmenin başı satıl­mıştır. İşverenle işbirliği içindedir. Yok­sa zaten orada duramazlar. İşveren böylece en azından işçileri güdümün­de tutmaktadır. Böyle bir sendikal or­tamda 300 .000 zenci işçinin greve git­

mesi, kendi başına büyük bir zaferden öteye artık işçilerin ne kadar dayanıl­maz koşullarda olduklarının kendi güç­lerini giderek nasıl farkettiklerinin ve örgütltiklerinin göstergesidir.

Çoğu kapitalist ülkelerde en zor. en güvencesiz, sağlığa zararlı koşullarda maden işçileri yaşarlar. G.Afrika için bu koşullar rezilliktir. Kâr üstüne kâr devşirmek isteyen çok uluslu tekeller en az güvenlik harcaması yaparak işi idare ederler. I ler yıl ortalama 700 iş­çi madenlerde iş kazasından ölür. Bin- lercesi meslek hastalığına yakalanır. Ayrıca G .Afrika’da çoğu maden işçisi iş bitince evine gitmez. Aylarca m a­denlerin yanındaki barakalarda yer, içer barınırlar. Greve giden maden iş­çilerinin sosyal koşulları bu gerçeklik­ler ışığında bakıldığında rezilliktir.

Bu ön bilgilerden sonra olaylara ge­çelim.

İşveren grevi kırmak için çeşitli tak­tikler yürüttü.

En başta greve giden madenlerin % 86'sına sahip Anglo-Amerika işveren­leri sözde sendikayı taraf olarak kabul etti. Yukarıda anlattığımız “kayıtsız sendika" aldatmacasına gitmeyeceği­ni açıkladı. Zencilerin sevdiğinden mi? Elbette hayır. Böyle sözde bir jest ya­parak bilinçsiz işçileri hem tavlamayı düşündü hem de zencilerin onurunu okşuyordu. Onları zenci olsalar bile in­sanlık payasi vererek onöre ediyordu Altında yatan politik nedeni anlamak için işverene kulak verelim:

“Zencilere iktidarda söz hakkı tanın­ma korkusu gerçekten çok fazla. Ama yine de bu yapılması gereken bir şey. Uzun dönemde buna karşı durulabilece- ğine inanmıyorum Güçlü bir sendikal hareket maıksist bir çizgi benimseye­bilir." . . .“Ama zencilerin iktidarı pay­laşmalarına izin verilmezse, açıktır ki onlar ellerindeki bu endüstriyel gücü politik amaçları için kullanacaklar."

Ne demek istiyor işveren başkanı? Uygulanan ırkçı politika zenci işçilerin her geçen gün sınıf bilinçlerini biliyor. Gelin onlara burjuva hukuku içinde haklar verelim. ırkçılığı kaldıralım. Böylece onları burjuva yasaları içine hapsedelim. Yoksa onlar bizi aşacak­lar. hatta aştılar. Ellerindeki endüstri gücünü marksizm doğrultusunda kul­lanacaklar. Bizim için asıl tehlikeli olan budur, ırkçılığı kaldırmak değil.

Güney Afrika işçi sınıfının durumu­nu değerlendirmek açısından bu bizim için önemli bir kriterdir. Şimdiye kadar ırkçı rejime karşı protestolara pek işçi sınıfı katılmıyordu. Demekki bundan sonra onun sesini daha çok duyaca­ğız. Gerçektende ırkçı rejimi yıkabile­cek tek büyük güç işçi sınıfının gücü­dür.

Diğer maden işverenleri ise “taraf olarak tanıma" dışında bir taktik izle­diler. Sendika liderlerine barakalarda

konforlu telefonlu oda ayırdılar. Böy­lece onlarla işbirliğinde kendilerine ko­laylık tamdılar. Hangi zenci işçi sendi­kasına telefon ederek, bir şey konuşa­cak?

İşverenin grevde uyguladığı ik inc i ana taktik sık sık rastlanan işten atma tehdidi idi. G. Afrika’da yüzbinlerce iş­siz zenci olduğu düşünülürse onlar açı­sından boşalan yeri doldurmak iş bile değildir. Oysa işçiler açısından bu so­kakta kalmak demektir. İşveren böyle bir gözdağı vererek grevi kırmak iste­di. Başta 7000 işçiyi attı. Arkasından 4 0 .0 0 0 daha atacağını açıkladı. Ama atılan işçilerin “grevi kırmaktansa ba­vullarını hazırladıkları” sendika liderin­ce açıklandı. Demek ki işçiler sokakta kalmaya hazırdı Grevden yılmadılar. Grev ücret almamak demektir. Söy­ledik sendikanın grev fonu yoktur. Ama greve devam edildi.

Madencilik G Afrika’nın en gelişkin sektörüdür. Açıklandığına göre işve­renler grevden günde 8 .3 milyon do­larlık kârlarından oluyorlardı. İşçilerin günlük kaybı ise 2 .2 milyon dolardı.

Grevin sonuna doğru polis daha sertleşti. Çatışmalar çıktı. 6 kişi öldü. Çok kişi yaralandı.

Grevlerin üçüncü haftası bittiğinde hiç beklenmedik bir anda ve de şekil­de grevin bittiği açıklanıverdi. İki taraf anlaşmıştı. Sendika temsilcileri işvere­nin önerdiği % 17-23'lük ücret artışı­nı birden kabul ediverdiler. Sadece ölüm tazminat ve tatil ücretinde biraz artış kabul ettirmişlerdi. Burjuva bası­nı bile olaya şaşırdığını söylemekten kendini alamadı. Baştan reddettiği şeyi sendika neden bunca süreden sonra birden bire kabul ediverdi diye sordu.

Sınıf bilinçli işçiler bunun nedenini elbette bilirler. Sarı sendika yönetici­leri işçilerin alttan baskısı sonucunda, işçileri zaptedemeyeceklerini anlayın­ca zorunlu olarak greve giderler. Ama sonra işçiler yorulunca işverenlerin ko­şullarını kabul eder greve son verirler. İşte olan budur. Aynı şeyleri bizler de kendi ülkemizde sık sık yaşamıyor mu­yuz?

Ama bu hep böyle son bulmayacak­tır. Bu bir kader değildir. Ne zaman iş­çiler Güney Kore'de ki, gibi, yer yer bizde de rastlandığı gibi kendi bağım­sız sendikalarını kurdular, o zaman sözlerini daha bir dinletecekler, çıkar­larını daha iyi savunacaklardır. Güney Afrikalı maden işçilerinin gönlünde ya­tanın en azından bu olduğuna ve bu doğrultuda alttan altan örgütlendikle­rine şüphe yok. İşverenlerin de bunu sezdiklerine şüphe yok. Bakın andlaş- madan sonra bir işveren ne demiş. “İş­çiler sendikalarının gücü olduğunu öğ­rendiler.” Sendikanın itibannı korumak işte bu durumda biraz da işverenlere düşüyor. Ama işçileri bu sarı sendika­

Page 58: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

nın arkasında tutmak uzun dönemde boşuna uğraş olsa gerek.

Son olarak bir şey ekleyelim. İşçiler ne kadar şimdilik görünürde sarı sen­dikacılığın peşinde olsalar da burjuva­zinin bu güçten çok korktuğuna şüp­he yok. Grevlerin hemen arkasından “zencilere yeni haklar vermek”, “ırk­çılık yasalarında reformlar yapmak” için çalışmalara başlandı. Özünde pek umut bağlanacak şey olmasada grev­ci maden işçilerinin örgüt gücünün Güney Afrika ezilen halklarına sundu­ğu bir kazanımdır. Değil mi?

54 SAATLİK GENEL GREV

Bangladeş’te, aralarında Komünist Partisi’nin de olduğu muhalefet parti­leri iktidardaki Erşad hükümetine karşı 54 saatlik genel grev yaptılar. Ülke ekonomisi tamamen durdu. Çoğu fab­rika, işyeri, büro, dükkân kaldı. Sokak­larda polis ile muhalefet yanlıları ça­tıştılar. 10 kişi öldü. 500 kişi yaralandı.

Bu siyasî grevlere Erşad’ın parlamen­todan geçirdiği yasa yol açtı. Sıkı yö­netimin “kalkmasına” karşın bu yasa ile askerlerin ülke eyalet meclislerinde söz hakkına sahip olması kabul edili­yordu. Yani ülke daha da askerileşiyor, daha da faşistleşiyordu.

Sonraki günlerde muhalefet ölüler için törenler düzenledi. Sokak göste­rileri arttı. Şimdi muhalefet liderleri po­litik mücadelelerini yükseltiyorlar.

MISIR’DA MUHALEFET YÜKSELİYOR

Bizdeki “evet-hayır” referandumun­dan bir gün önce Mısır halkıda sandık başına giderek Hüsnü Mübarek’i 6 yıl daha başkan isteyip istemediklerini be­lirlediler. Mübarek 1981 yılında öldü­rülen Enver Sedat gibi ülkesini ABD Çıkarlarına sunmuş bir liderdi, Bu “iyiliğinin” karşılığında Mısır A B D ’den yılda 2 .3 milyar dolarlık yardım alır.

IM F’ye borcu 40 milyar dolan bulmuş­tur.

Bu “iyilikten” halklara düşen yoksul­luk, açlık, cahillik, hastalıktır. Şimdi Mısır IM F’ye borçlannı ödeyemiyor ve taksitleri ertelemeye çalışıyor. IM F’nin şartı, hepimiz biliyoruz. Mısır para bi­riminin devalüe edilmesi. Bu yerine getirildi. Halkın temel gıda maddele­rinden devletin sübvansiyonunu kal­dırması. îşte bunu Mübarek yapamı­yor. Çünkü önceki yıllarda bunu de­nedi ve halk ayaklanmıştı. Şimdilik IMF'nin bu isteği yerine getirilemiyor. Am a bizim Özal’ımızın yaptığı gibi pa­ra, konvertibilite yoluna çıktı.

Ekonominin kötüye gitmesi, halkla­rın yoksullaşması demektir. Fatura on­lara çıkartılır, Bu da muhalefeti güçlen­dirir. Mısır’da da böyle oluyor. “îsla- mi Kardeşler” dini örgütü Mısır’da epey güçlüdür. Sedat’ı öldüren de böyle bir dinci gruptur. Bunlar genel­de tefeci-bezirgan tabakalardır. Halkın öfkesini dini kanallara akıtmaya çalı­şırlar. Ülkede faiz yerine kârdan hisse veren İslam Bankası’nda 1 milyonun üstünde hesap olduğuna bakılırsa, bun­ların ekonomik güçleri konusunda ka­ba da olsa bir fikir edinilebilir. Son se­çimlerde de 100 muhalefet sandalye­sinin 60 ’ını bunlar kazandılar. İran’daki gibi şeriata dayalı bir devlet ile ülke so- runlannın çözülebileceğini savunurlar. Bu grupların baskısı ile ülkede içki ya­saklanmış, Dallas filmi gösterimi dur­durulmuştur.

Son günlerde devrimci hareket te doğal olarak hızlanmaya başladı. Amerikan diplomatlarına ve İsraillile­re saldırılar düzenlendi. Bunların kıvıl- cımvgörevi görmesinden korkan M ü­barek bu olaylara sansür koydu. So­nuçta yığınla dedikodu ortalığa yayıl­dı. Kimisine göre Libya lideri Kaddafi yanlısı gruplar sorumluluğu üstlendiler, olayların altındakiler kesinlikle bilinmi­yor. Ancak bir çok kentte yüksek dü­zeyde görevlinin tutuklandığına bakı­lırsa iş öyle küçük bir şey değil. Tüm bunların öğrenci olaylarına yol açma­sından korkularak üniversite tatili 2 hafta daha uzatıldı.

Belki Mübarek 6 yıl daha ülkesini yönetmeye yasal olarak hak kazandı ama altında kaynayan halk muhalefeti kazanının buna ne kadar izin verece­ğini önümüzdeki günlerde hep birlik­te göreceğiz.

İLK NÜKLEER SİLAH İNDİRİM ANDLAŞMASI

18 Eylül’de ABD ve SSCB arasın­da orta ve kısa menzilli füzelerin kal­dırılması için bir ilke andlaşması imza­landı. Tarihte imzalanan ilk nükleer si­lah indirim andlaşmasıydı.

Andlaşmaya göre ABD, Federal A l­

manya, İngiltere, İtalya ve Belçika’da konumlandırdığı 108 Pershing-2 ve 224 adet cruise füzelerini kaldıracak. Karşılığında SSCB’de Batı Avrupa, Çin ve Japonya’ya hedeflenmiş 441 adet SS-20’lerini ve kısa menzilli füme­lerini çekecek. Sonuçta süper güçle­rin nükleer silahlarının ancak % 6’sı et­kilenecek.

İktidara geldiği günden beri Detant’ı bozarak dünyamızı soğuk savaşın içi­ne iten, dünya çapında silahlanmayı hızlandıran, Sovyetler Birliğini “kötü­lükler imparatorluğu” ilan eden, ABD tekellerinin temsilcisi Reagan ve iktidan neden böyle değişti? Neden şimdi yü­züne barış maskesi takıyor?

Sovyet basınına göre bunun bir çok nedeni var. En başta İran-Gate skan­dali dünya çapında itibarını zedeledi. İç politikada halkın güvenini kaybetti. Şimdi hem dışarıda bu itibarı geri ka­zanabilecek hem de içeride yaklaş­makta olan seçimler için kendisine ol­masa bile partisine sempati toplaya­cak.

Ayrıca halkın barıştan yana sesi bu yıpranan iktidar ile bastırılamayacak kadar yükselmiştir. Öte yandan Sov­yetler yürürlüğe soktukları reformlar ile dünya halklarının sempatisini kazan­mışlar ve silahlanmanın zaten boş olan temeli iyice çökmüştür. Sovyet basını­na göre tüm bunlar Reagan’ı böyle bir andlaşma imzalamaya zorlamıştır.

Biz de şunu ekleyelim. ABD emper­yalizmi politikada pek ustadır. Her yu­muşama görüntüsünün arkasından saldırmayı iyi becerir. Şimdi de bir yer­lere saldırmanın politik hazırlıklannı ya­pıyor olmasın?

“ PEYNİR-YAĞ DAĞLARI, SÜT

GÖLLERİ”Bizim gibi kalkınmakta olan ülkele­

re bir zamanlar, tahıl ambarlığı, inek­çilik, tavukçuluk öneren kapitalist ana­yurtlar şimdi kendileri bu mallardan o kadar fazla üretiyorlar ki, Avrupa’da peynir ve yağdan Alp dağları, sütten göller oldu. ABD tahıllarını satacak yer arıyor. Avustralya ve Yeni Zelanda ile kapışıyor. Sonuçta bütün kalkınmış ile­ri ülkeler birbirlerine giriyorlar. Birbir­lerine karşı gümrük duvarları yüksel­tiyorlar. Dünya serbest ticareti umur­larında mı! Ekonomik savaşlar günlük gazetelerde sütunlar kaplıyor.

Öte yandan uluslararası tekeller dünya kapitalist ülkelerin tarım ürün­lerini de kontrol altında tutabildiklerin­den bu malların dünya piyasalarında ki fiyatları son 10 yıldır görülmedik de­recede düştü. Bir yanda düşük fiyat di­ğer yanda üretim fazlalığı, kapitalist anayurtları kara kara düşündürüyor. Afrika’da açlık, Asya’da kuraklıktan in-

Page 59: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

sanlar kınlıyor, umurundamı. Evet sa­dece propaganda amacı olarak. Ney­se konu bu değil.

Son açıklandığına göre bu ülkelerin çiftçilerini kurtarmak için yılda devlet bütçelerinden çeşitli yollarla ayrılan kaynaklar, 100 milyar doları buldu. Avrupa’da böyle olmasına karşın çift­lerin gelirleri, toprak fiyatlan sürekli dü­şüyor. İflaslar artıyor. Ürünlerin çoğu maliyetlerinin çok altında satılıyor. Ö r­neğin yağ, maliyetinin ancak 1 /5 ’ine satılıyor.

Avrupa Ekonomik Topluluğuna üye ülkeler bu konuda birbirlerine giriyor­lar. Topluluk Avrupa’da gümrüksüz- lüğü savunduğundan, tanm ürünlerin­deki bu dalgalanmalar topluluk bütçe­sinin büyük bir kısmını alıp götürüyor. Fransa, Almanya ve şimdi Ispanya ve Portekiz bu paranın büyük bir kısmını paylaşıyor. Doğal olarak İngiltere bu­na karşı çıkıyor. Bırakın çiftçilerinizi desteklemeyi, yanı onları subvanse et­meyi. Batan batsın, diyor. Gerici hü­kümetlerde bundan yana ama ülkele­rindeki güçler dengesi, halk muhale­feti bunu engelliyor. Sonuçta topluluk yıllardır bu konuda bir uzlaşmaya va­ramadı. Hatta sürtüşmeler her yıl artı­yor. Bu konuda gerilim çok yüksek. Hasat zamanının bitimine, yeni yıla yaklaştığımız bu günlerde yine Avru­pa bu tür çalkantılara, savaşlara gebe.

BİRLİKTENYOKSUNLUK

İngiliz işçi Sendikaları 119, Kongre­sini yaptı ve işçilerin ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu ortaya çıktı.

En önemli sorun İngiliz Elektrik Sen- dikası’nın grev yapmama konusunda işverenlerle andlaşma imzalayarak iş­çilerin ellerini kollarını bağlama eğili­minin diğer sendikalara yayılma yolun­da olduğuydu. Maden işçileri sendika lideri Arthur Scargill bu utanç verici im­tiyazı lanetleyip son bulmasını istedi. Am a çoğunluk imtiyazın verilip veril­memesi konusundaki tartışmalan bir yıl erteleme kararı aldı.

Bilindiği gibi üçüncü dönem iktida­ra gelen Thatcher gerici hükümeti ilk günlerinden beri işçi haklarına büyük saldırıya geçti. Çok "hünerli” bir şekil­de sendikal hareketi parçalama taktiği yürüttü.

En başta kısa çalışma süresini geti­rerek işgücünün üçte birini bu tempo içine soktu. Butür çalışanların elirîden de sendikalaşma hakkını aldı. Bir çok hakları gibi grev haklarıda yoktur.

Sekizinci yılını dolduran tutucu ikti­dar sendikalann üyeliklerini azalttı. 1979’da 12 milyon sendikalı işçi var­ken şimdi bu rakam 9 .5 milyona düş­tü. Fransız gazetesi Le Monde’un ha­berine göre İngilizlerin ancak % l ’i İn­

giliz sendikalanna inanıyor. Oysa 1979 yılında 2 /3 ’ü inanıyordu. Yani Ingiliz işçileri her geçen gün sendikalarının rengini daha iyi görüyorlar. Buradan yola çıkarak haklannı savunan gerçek, bağımsız sendikaları bir gün kuracak­larına inanıyoruz.

DAHA ÇOK İŞ DAHA ÇOK İŞSİZ

Buda nasıl mı olur? O EC D raporuna göre kapitalist merkezlerde iş imkânı önümüzdeki yıllarda artacak. Yani da­ha çok fabrika kurulacak. Ama bu ar­tış işgücü artışının gerisinde kalacak. Sonuç, 31 .5 milyon kişi en doğal hak­kı olan işten yoksun kalacak, Bu top­lam işgücünün % 8 1 /4 ’u demek. O y­sa rakam Avrupa için daha yüksek, 11 1 /4 . Kapitalist anayurtlar için rekoru yine Avrupa kıracak. Sonuçta Avru­pa bizim işçilerimize daha çok kapıla- nnı kapatacak hatta bir çok işçimiz geri sürülecek.

Eğitimde, bilimsel tekniğe biraz ayak uydurabildiği için gençliğin işsizlik oranı biraz düşecek. 1982 yılında 15-24 yaş­ları arasındaki İngiliz gençlerin işsizlik oranı % 23 idi, şimdi bu rakam % * 15’e düşecek. Aynı şekilde Almanya'­da % 10’dan % 7 ’e düşmesi bekleni­yor. Ama İtalya ve İspanya gençliği­nin % 4 0 ’ı işsiz,

“ MOSKOVA ÖNCÜ OLUYOR”

Gorbaçov’un glasnost -açıklık- po­litikası çerçevesinde geçtiğimiz ay SSCB’de Gelecekte Uzay, konulu bir forum düzenlendi. Dünyanın çeşitli ül­kelerinden 500 kadar uzman katıldı. Forum çerçevesinde konuşup tartıştı­lar, sonra SSCB uzay merkezini gez­diler ve fotoğraflar çektiler. Sovyetler ilk kez bu merkezlerini dünyaya açmış oldular. A B D ’nin ünlü T İM E dergisi son sayılarından birinde SSCB’nin uzay çalışmaları üstüne uzun bir araş­tırma yayınladı ve yukarıdaki başlığı kapak yaptı.

Bilindiği gibi batı SSCB’ini sürekli olarak teknik açıdan kendisinden çok geri bulur ve teknolojisini çalmakla suçlar. Ama uzay merkezini gezdikten sonrabiraz farklı düşünmek zorunda kaldılar. ‘‘Bu ülkede Sovyetlerin aptal olduğunu ve tüm teklonojilerini çaldık­larını düşünme alışkanlığı vardır. Bu hiçte böyle değil.” diyor eski N ASA - A B D ’nin uzay araştırma merkesi- yö­neticisi.

Dergiye göre SSCB’ı elektronik araç gereçte biraz geri olsa da uzay araştır­malarının her alanında A B D ’yi geçti.

Dergi bu yarışı şöyle rakamlandırı- yor, Yalnız uzaya araç fırlatmada,

1967 yılında, A B D ’nin 58 ’ine Karşılık 66 tane fırlatarak öne geçtiler. O za­mandan beride öncülüğü kaptırmadı­lar. 1982 yılında Sovyetler uzaya 101 araç yolladılar oysa ABD yalnızca 18 tane, insanlı uçuşta da Sovyetler öne geçti. Sovyet doktor ve araştıncılannın, uzay da uzun süre kalmanın tıbbi, psi­kolojik sorunlan üzerine bilgileri A BD ’li meslektaşlarını çoktan geride bıraktı. 1986 yılında Haley kuyruklu yıldızının fotoğraflannı çeken Vega ile de uzay­dan çarpıcı bilgi toplama ünlerini per­çinlediler.

Dergi Sovyetlerin uzay başarılarının tarihçesini veriyor. 1959’da Sputnik ile A y’ın karanlık yüzünün fotoğraflannı çekmişlerdi. 1961’de Yuri Gagarin uzaya çıkan ilk insan ünvanını almıştı. Uzaya ilk kadını yollayanlarda Sovyet­ler.

Sovyetler 1973 yılında Sagdeyev’ı uzay merkezi başkanı yaptıktan sonra çalışmalar hızlandı. Yine dergi devam ediyor. Venera 9 ve 10 projeleri ile 1975’de Venüs gezegeninin ilk fotoğ­rafları çekildi. Onu izleyen projeler renkli fotoğraflar ve atmosfer, uzay kimyası hakkında bilgiler getirdi. Son­raki projeler Venüs’ün yörüngesine oturup gezegenin radar haritalannı yol­ladı. Begg’e göre haritalar “Sovyetle­rin radar teknolojisinde sanmadığımız­dan da çak üst düzeyde olduğunu gös­terdi. Birinci sınıf iş yaptılar.” diyor.

Vega, Sagdeyev’in ikinci projesiy- di. Haley kuyruklu yıldızını inceleye­cekti. İlk önce 9 milyon mil uzaklıktan yüksek kalite fotoğraflar yolladı. Son­ra 5 .5 mil yakınlaştı, eriğik toz zerre­lerine karşın Halley’in 10 millik çekir­değinin boyutlannı ve dinamiğini iletti.

Pholobos Sovyetler’in önümüzde­ki yıl Mars’a atacaktan yeni proje. 200 günde 118 milyon mil yol aldıktan sonra Mars’ın yörüngesine oturacak ve fizik dataları toplayacak. Mars’ın A y’ı­nın bir kaç mil ötesinde durup, araş­tırma malzemesi alacak, dünyamıza getirecek. Uzay bilim adamı Cari Sa­ğan “Sadece dünyada tek değil” diyor.

Page 60: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

“Aynı zamanda şimdiye kadar görül­medik bir şey, çok değişik ve yerinde.” Alman Aerouzay Araştırma kurumun- dan Gerhard Nevkum şöyle diyor: “Mars projesi harika, beraberinde bir­çok araç gereç götürüyor. Venüs pro­jesinde de aynı şeyi yaptılar. Şimdi sı­ra Mars’ta, aynı derecede başarılı ola­cakları beklenebilir.”

Dergi iki ülkeyi karşılaştırmayı sür­dürerek 1986 yılında A B D ’nin Chal- langer’i fırlatıldıktan birkaç saniye sonra parçalanmasına karşın Sovyetlerin ay­nı yıl Energía ile yeni bir rekor kırdı­ğını yazıyor. 170 milyon at gücünde­ki bu roket uzaya 100 ton taşıyabiliyor. Oysa A BD uzaya ancak 20 ton fırla­tabiliyor. Böylece Sovyetler uzayda bir kaç yüz tonluk istasyonlar kurabilecek­ler. Bunlar çok işlevli kilometrelerce uzunluğunda platformlar olacak. Kos- monotlar sürekli olarak orada kalabi­lecekler. Oradan diğer gezegenlere gi­debilecekler.

Dergi elbette kendi mantığına uygun olarak Sovyetler’in uzayda koloniler aradığını ve öğrendiklerini yeryüzün­de askeri amaçlarla kullanacağını ka­nıtlamaya çalışarak A B D ’nin “Uzay Savaşı” projesine taraftar kazanmayı amaçlıyor.

Gerçekten Sovyetler neden uzay araştırmalaranma bu denli ağırlık ve­riyorlar? Neden bu kadar yatırım ya­pıyorlar?

En başta şunu söylemek gerekir. Uzay araştırmalan bilimsel teknik alan­larda insanlığa çok şeyler buldurmuş- tur, saymakla bitmez. Binlerce dere­celik soğuk ve sıcağa dayanıklı mad­deler bulmak, yerçekiminin olmadığı mekânlardaki farklılıklar, tüm bunları ölçen aletleri geliştirmek, bugün evle­rimizde bile kullandığımız bir çok ale­te ilham kaynağı olmuştur. Üretim ala­nındaki yenilikler bir yana. Bu bulgu­ların 30 yıldır önü arkası kesilmediği gi­bi önüde görülmemektedir. İşte uzay araştırmaları üretim güçlerinin gelişi­minde insanlık için bir itici güçtür. Sov­yetler onun için bu işe dört elle sarılı­yorlar.

Aynca gerçekten uzayın fethi demek yeryüzündeki insanlara yığınla besin kaynağı, yığınla hammadde, sömürü­lecek malzeme demektir. Sovyetler’in uzay çalışmalarındaki temel itici güç, uzayı insanlığın hizmetine sunabilmek­tir.

GORBAÇOV’UNGEZİLERİ

Haftalık Sovyet Gazetesi Moscova News’a göre Gorbaçov kendinden ön­ceki liderlere göre daha çok halkla ilişki kurmak, Parti’nin halkla ilişkilerini sı­klaştırmak amacını güdüyor. Onun için sık sık fabrikaları, köyleri, kentleri

geziyor. Bu onun yeni politikasının ay­rılmaz bir parçası.

Ekim ayı içinde Leningrat’taki bir kompleksi gefdi. işçilerle, ekonomi yö­neticileriyle, entelektüellerle saatler süren toplantılar yaptı, onlarla tek tek konuştu.

Gazetenin haberine göre Merkez Komitesi Genel Sekreterinin ana ama­cı bilim ve teknik gelişmeyi yükselt­mek, yeniden insanın felsefesi ve sos­yal yaşam ve devlet işlevinin demok- ratikleşmesiydi. M.Gorbaçov kendisi­ni yalnızca parti politikasının propa­gandası ve açıklaması ile sınırlandırmı­yor. Her gittiği yerde genel olarak bu politikasına karşı başkalarının tavrını öğrenirken, aynı zamanda onun gün­lük uygulanışını öğrenmeye çalışıyor­du. Her konuşmadan sonra yeni for­müller geliştiriliyor ve sorulara kollek- tif çözümler bulunmaya çalışılıyor.

Bütün bunlar bir şeyin kanıtı sayılı­yor. Perestroika -yeniden inşa- öyle bir politikadır ki milyonlarca işçinin katılı­mı ve desteği olmaksızın yürüyemez. Onun için Gorbaçov’un son gezilerin­de halkın desteği kararlılığı ve davran­maya ne kadar hazır olduğu üzerinde duruldu. _

Gorbaçov ülkenin durumunu iyi bil­mektedir. Ama bir politik lider için bil­gi, en kapsamlısı bile, kitlelerle yüzyüze gelmenin yerini tutamaz diye yazısını bitiriyor gazete.

MACARİSTAN’DAREFORMLAR

(Bu yazı Sovyetler Birliği’nde yayın­lanan haftalık New Times dergisinde, bir Macar gazeteci imzalı yazıdan ya­rarlanılarak yazılmıştır.)

16-19 Eylül tarihlerinde Macaristan Ulusal Meclisi toplanarak merkez ko­mitesinin direktifleri doğrultusunda ge­liştirilen ekonomik stabilizasyon prog­ramını kabul etti.

Macaristan Sosyalist İşçi Partisi lideri ve devlet başkanı Janos Kadar yaptığı konuşmada reformların gerekçesini şöyle açıkladı. “Sonuçta çeşitli neden­lerle gerçekten kazandığımızdan daha çok harcıyor ve tüketiyoruz. Bu yıllar­dır sürdü ve bunun sistemimizin zayıf yanı olduğu ortada. Bu uygulama de­vam edemez.”

Macaristan bütçesi yıllardır açık ver­mektedir. Dış borcu 16 milyar doları bulmuştur. Bu rakam onun yıllık ihra­catının çok üstündedir. Kapitalist ülke­lere yapılan ihracatta son yıllarda ge­rilemiştir. Macar tanm ürünlerine talep azalmıştır. Çünkü eskiden batıya ucuz gelen mallar şimdi onlann modern tek­nikli makinaları ile daha ucuza mal üretmeleri ile Macar ürünleri rekabet gücünü yitirmiştir. Oysa ithalat artmış-

tır. Ne yazık ki ithalat tekniğin modern­leşmesine yol açmamıştır.

Şimdiye kadar yapılan yanlışlıklar kabul edildikten sonra ekonomik re­form tüketimi kısmayı ve üç-ört yıl için yaşam koşullarını geriletmeyi planla­maktadır. 1990 yılına kadar sürecek­tir. Tüketim % 6 kısalacak, fiyatlar 1988’de % 14-15, 1989-90 yılların­da % 7-9 artacaktır.

Ücretlere gelince: Yukarıdaki artışın epey gerisinde kalacaktır. 1988’de an­cak % 3, o da dinamik ve önemli dal­larda bu düzeye çıkacak, diğerlerinde daha az olacaktır.

Peki böyle bir “kemer sıkma” poli­tikası 1990’dan sonra neler düzelmiş olacakta, bitecektir?

Macar gazeteci reformun getirdikle­rini 3 ana grupta inceliyor.

1. Endüstrinin yapısı değiştirilecek­tir. Daha modern teknik getirilecek, es­kileri atılacaktır. Ulusal bilim ve teknik­le, hammadde ve enerji tasarruf eden teknoloji kullanılacaktır.

2. Iş disiplini artırılacak, eşit işe eşit ücret ilkesi daha iyi uygulanmaya ça­lışılacaktır. Yeni çıkanlacak ücret refor­mu ile iyi çalışan kooperatif, işletme, yönetici ve büro işçileri korunurken di­ğerleri daha sıkı çalışmaya teşvik edi­lecektir.

Sosyalizm eşit ise eşit ücret ilkesinin pratiğe geçirilmesinde sıkıntılar çek­mektedir. Çoğu kez dile getirildiği gibi bunun teorisi eksiktir. Şimdi Macaris­tan bunu kapitalizmden aldığı iki ilke ile düzeltmeye çalışacaktır. Birincisi ge­lir vergisi. İkincisi katm a değer ver­gisi -K D V . Batı basınının ağzının su­yunu akıtan da işte bunlardır. Şimdi­ye kadar kendisine sosyalist sistem içinde en yakın bulduğu iki ülkeden biri gene kendi ilkelerini uygulamaya çık­mıştır.

Gelir vergisi uygulaması ile ne amaçlanmaktadır? Bilindiği gibi 1968 yılında küçük üreticiye izin verilmiştir. Gerçekten de ülke üretimi böylece art­mıştır. Macaristan’da küçük lokanta­dan taksiciliğe kadar bir çok özel kü­çük üretici ya da hizmet vardır. Kırlar­da da küçük köylülük barınmaktadır. Şimdi bunlar gelir vergisi ödeyecekler­dir. Daha adil bir vergilendirme ile dev­let geliri arttırılacaktır. Ama yeni ücret reformu ile de iyi çalışan işçi ödüllen­dirilmiş olacaktır.

K D V ile de sosyal adalet sağlanma­ya çalışırken işletmelerin üretim kapa­siteleri tam olarak belirlenebilecektir. Böylece iyi çalışan işletmeler kötü ça­lışanlardan ayırdedilecektir.

3. Modern, verimli çalışmayan işlet­meler kapatılacaktır. Bunların devlet bütçesinden kötü üretim karşılığında para almalan önlenecektir. Devlete ya­ni halk bütçesine yük olmaları ortadan kaldırılacaktır. Hemen belirtelim bu ko-

Page 61: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

nu üzerinde Macar kamuoyu çok tar­tışmıştır.

Devlet yöneticileri ve sendikalar iş­gücünün yeniden yerleştirilmesi için çalışmalar yapmaktadır. Yeni iş ara­yanlara yardım edilecek, bunlara fon ayrılacaktır. Sosyal güvenlik politikası yenilenecektir.

Gazeteciye göre son amadaha az Önemli olmayan bir yenilikte yönetim sisteminin modernizasyonudur. Sos­yalist planlı yönetimi, mantıklı düzenli bir pazarın yasaları göz önünde tutu­larak ekonomik reformlar ve sosyalist mülkiyet geliştirilecektir. Bu konuda SSCB’deki reformlar büyük bir ilgiyle izlenmektedir.

MACARİSTAN: “ BİR KOMÜNİST ÇİFTLİKTE

SABAH“

(TÎME dergisinin 5 Ekim sayısında bir macar çiftliğini anlatan yazı yayın­landı. Batıya benzeyen reformlar uy­gulaması nedeniyle Macaristan burju­vazinin dikkatlerini üstüne çekti. Ko­münist çiftliğin batı tarafından gözlemi­ni ilginç bulduğumuzdan özellikle yok­sul köylülüğümüz için bu yazıyı özet­leyerek yayınlamayı uygun bulduk.)

Budapeşte’nin 120 mil güney doğu­sunda 10.000 nüfuslu Nâdudar kasa­bası eskiden otlarla kaplı, serserilerin cirit attığı bir yerdi. Şimdi üstünde ka­sabanın % 90 ’ına yani 4200 kişiye iş

alanı sağlayan Vöras Csillag - Kızıl Yıldız- tarım kooperatifi bulunuyor. Kooperatif 52 .000 hektarlık bir topra­ğa sahip. Ayrıca mermer kaplı bir ka­saba merkezi,-güzel bir lokantası ve iş­çilerine indirimli konutlar var. Koope­ratif spor tesislerinden ünlü batı film­lerini gösteren sinemaya kadar her şey Kızıl Yıldıza ait.

Kızıl Yıldız Macaristan’ın değişik Marksizm yorumunun çekirdiğini oluş­turuyor ve çoğu Doğu Bloku ülkesi hayranlıkla izliyor. Disiplinli çalışma ve sulama bu tür kooperatifleri halkın ek­mek teknesi yaptı.

Kooperatif tavukçuluktan, hayvan yemine, ülke çapında gıda sanayine kadar yedi tür iş kolunda üretim yapı­yor.

37 yıl önce 19 öncü aile tarafından kurulan Kızıl Yıldız 20 yıldır Macar çift­lik kooperatiflerinin yüz akı. Kooperatif hem tüm işçilerin hem de merkezi planlama dışında çalışıyor. Kızıl Yıldızd­ın 3000 tam üyesinin kendi özel mül­kiyetleri için kullandıkları 1.5 dönüm­lük arazileri var. Kollektifin kârının ye­niden yatırıma ayrılmayan kısmı her­kesin yaptığı katkıya göre bölüşülüyor. 1986 yılındaki kârı bir önceki yıla gö­re % 20 artarak 15.8 milyon dolara ulaştı. Aynca kooperatif üyeleri, yöne­ticilerini 4 yılda bir kendileri seçiyorlar. Uzun dönemli stratejilerini, yatırım po­litikalarını kendileri belirliyorlar.

Önlüklü işçiler, fayans kaplı domuz paketleme fabrikasında özel yemlerle şişmanlamış domuzları kesiyorlar. İs­

veç ve Alman yapımı makinalarla do­muzların otomatik olarak derisi yüzü­lüyor, temizleniyor, tüketime hazırla­nıyor. Günde ortalama 700 hayvan İş­liyorlar. Paketlemeciler 265 dolar dı­şında verimliliğe göre kârdan pay alı­yorlar. Bu iki gelirin toplamı, ulusal or­talamanın kabaca iki katı.

Çocuklarda her ailenin özel topra­ğında aile bütçesini 2 hatta 3 katına çı­karmaya uğraşıyorlar. Her ailenin dü­zinelerle domuz, tavuk ve ineği var. Sonra bunları piyasa fiyatı ile Kızıl Yıl- dız’a satıyorlar.

Kızıl Yıldız ın başarısının arkasında duran, dinamik başkan Szabo’dur. 30 yıldır bu görevde durup dinlenmeden çalışıyor. Kooperatife bir çok kârlı iş­letme kazandırdı. Bunlardan biri don­durma fabrikası. Yılda 1000 ton tatlı üretiyor. Diğeri tanm makinalan ve ye­dek parça hizmetleridir. Batı ülkelerin­den ünlü traktör ve araç gereç ithal eder, ülke içinde pazarlar. Kompüter- lerle çok modern olarak çalışır. Szabo Komünist Parti Merkez Komitesinin yıllardır üyesi. 1985’den beri de 10 ki­şilik politbüroda görev yapıyor.

Kızıl Yıldız’m elbette sorunları var. Kooperatife girmek için uzun bir mü­racaat listesi olmasına karşın çok sayı­da genç Budapeşte’nin ışıl ışıl canlılı­ğına gönül vermiş. Burada büro işi yapmak için kasabalarını terk ediyor­lar. Onları çekmek için diskolar, spor alanları, video odaları yapılmış. Hatta striptizciler getiriyorlar. Ama koopera­tifin teknik direktörü, “onlara sadece acıyabiliriz” diyor.

61

Page 62: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

\Borsa Buhranı Üzerine:

KAPİTALİST EKONOMİDE SON KONAK

19 Ekim 1987 günü kapitalist eko­nomilerde kara gün olarak tarihe ge­çecektir. Bu kez 1929’lardaki gibi yüz­lerce para babası kendini pencereler­den atmadı ama yine de bu tarih ka­pitalizm için bir dönüm noktasıdır. New York borsasında başlayan düşü­şü Uzak Doğu, Londra, Paris ve Frank­furt borsaları izledi. Krizin yan etkileri­ni ortadan kaldırmak için aşağı yukarı her gelişkin ülke merkez bankaları pi­yasaya milyonlarca nakit sürmek zo­runda kaldı. Yetkili ağızlarca ortalık ya- tıştırılmaya, panik önlenmeye çalışıldı. İzleyen günlerde hisse senetleri vs. fi­yatları kendisini biraz topladı ama her­kes ağız birliği ile şunu söylüyordu, eski güven ortamı gitmişti. Eski günler geç­mişti. Yaşananlann etkisi önümüzde­ki günlerde kendisini çok iyi hissettire­cekti.

Daha toz duman kalkmadan bu kez dolar dünya piyasalarında düşmeye başladı. Bazı para birimleri karşısında 11.Dünya Savaşı’ndakidüşüş düzeyle­rine indi-Hisse senetleri ile dolann dü­şüşü birlikte duyulmaya başlandı. Her­kes kapitalist ekonomilerin yeni bir kri­ze doğru gittiğine işaret ediyor. Yeni­den bir durgunluk, hatta gerileme gün­leri geliyordu. Bu düşüşler durdurul­malıydı. Japonya ve A ET ülkeleri baş-

1980-82 krizinden sonra kapitalist ekonomiler abartmamak kaydı ile ikinci bir

“sanayi devrimine” girdiler. Tüm kaynaklarını, bilimsel teknik yenilikleri,

üretime aktarmaya harcadılar. ABD 1970’lerden beri liderliğini diğer iki

merkeze, özellikle de Japonya’ya kaptırmak üzereydi. Reagan ABD’yi kapitalizmin

“ lokomotifi” yapmaya soyundu.ta olmak üzere herkes bir suçlu bul­muştu. ABD bütçe açığı, dolara olan güveni sarstı deniyordu. Herkes ABD ve lideri Reagan’a saldırdı. Hatta en kuzu sarması dostu Thatcher bile büt­çe açığının kapatılması için çağrı yaptı.

Peki neden birden borsalarda bu kriz yaşandı, neden dolar düşüyor? Birbiri ile bağı ne? Kapitalist ekonomilerde yeni bir dönemece mi gelindi? Ortalık nasıl birden yangın alanına döndü? Hiç şüphe yok ki son olaylar bir şeyin ne başlangıcı, ne de sonu. Sadece mevcut yaraya neşter vuruldu. Ama bu noktaya nasıl gelindiğini kısaca göz­den geçirelim.

“ YENİLENME”1980-82 krizinden sonra kapitalist

ekonomiler abartmamak kaydı ile ikin­ci bir “sanayi devrimine” girdiler. Tüm kaynaklarını, bilimsel teknik yenilikle­ri, üretime aktarmaya harcadılar. ABD 1970’lerden beri liderliğini diğer iki merkeze, özellikle de Japonya’ya kap­tırmak üzereydi. Reagan A B D ’yi kapi­talizmin “lokomotifi” yapmaya soyun­du. Diğer merkezleri de peşine katma­ya söz verdi.

Yenilenme demek sermaye demek­tir, para demektir. Hem en hemen bü­tün kapitalist ülkelerde sermayeden yana vergi indirimleri yapıldı. Tasarrufu arttırmak, paraları bankalara çekmek için faiz oranlan yükseltildi. Özellikle A B D devlet bütçesinden sermayeye büyük kolaylıklar tanıdı. Bunun için büyük bütçe açıklan yaşandı. Sosyal harcamalar kısıldı. Devletin sağlık, eği­tim, bayındırlık görevleri sıfıra kadar in­dirildi. Şimdiye kadar sermaye ile emek arasında tarafsızmış gibi görün­meye çalışan tekelci devlet kapitalizmi

• maskesini korkusuzca attı ve sermaye­den yana tavrını açıkça ortaya koy­du. İşçi ücretleri düşürüldü, pazarlık gücü yasalarla kısıtlandı, örgütleri par­çalandı. Böylece sermayeye birçok pa­ra bulma ve yatırım yapma kolaylıkla­rı getirildi. Enflasyon korkusu dağıtıl­dı. İşte bütün bunlara Freidmancı eko­nomik model, Reaganomizin vs. den­di. Ekonomiler şimdiye kadar uygulan­dığı gibi talebe göre değil, arza göre şe­killendi.

Faiz oranlannm yükseltilmesi, yeni­lenmeden herkesin bir parsa kapma is-

AYŞE TANSEVER

teği dolara akını başlattı. Meta ile para ve diğer ülke para birimleri arasındaki dengeler dolar lehine bozuldu. Para bi­rimi, onunla satın alınan metanın için­deki emek ve hammadde girdisi ile de­ğerini bulur. Dolar bu dengeden kopa­rıldı. Yapay olarak değer kazandırıldı. Doların böyle bir değer kazanması Ja­ponya ve Avrupa ülkelerinden ABD- ye sermaye akmasına yol açtı. Yalnız A B D bankalarına yatırılan mevduat miktan 400 milyar doları buldu. Tekel­lere yatırılan ve gayrı resmi olarak ge­lenler de hesaplarsak bu rakam iki misline rahatça çıkar. Diğer merkezler bu durumdan rahatsız olduklarını her yedi büyükler toplantısında dile getir­diler. Am a bir çözümü sağlayacak or­tak politika belirleyemediler. Bunun en temel nedeni A B D ’nin sunduğu rüş­vetti. Neydi bu rüşvet?

Doların yükselmesi, dünya ticareti­nin onunla yapıldığı düşünülürse be­raberinde hammadde fiyatlarının yük­selmesini getiriyordu. Reagan 3. Dün­ya ülkelerinden gelen hammadde fi­yatlarını indirmeya kararlıydı. Bunun pratik sonucu ABD dünya jandarma­lığına soyundu. Detant bozuldu. Gre­nada işgal edildi. Libya’ya bombalar yağdırıldı. Böylece tüm ülkelerin üs­tünde bir terör havası estirildi. H am ­madde fiyatları doların yükselmesine karşı görülmedik derecede düştü. Üre­tim maliyetinin hammadde girdisi ucuzladı. Sonunda kapitalizmin tek aş­kı kâr oranlarının yüksekliği garanti al­tına alındı. Diğer merkezler ABD lider­liğine boyun eğdiler. Tüm ekonomik hesaplar yüksek dolara göre ayarlandı.

Günümüzde blimsel teknik bulgular ve bunların üretime geçirilmesi büyük, çok büyük sermayeler gerektirmekte­dir. İşte borsalar bu ihtiyacın sonun­da giderek geliştiler. Hisse senetleri, kâr ortaklıkları vb. vb. bir yığın kâğıt parçalan ile bankalardan daha ucuz nakit para bulunabilecek yerlerdir. Son 5 yıl içinde bütün merkezler borsaları- nı bölgesellikten globalliğe yükselttiler. Bilgisayarlarla dünyanın herhangi bir

62

Page 63: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

borsasından hisse senedi alınıp satıla­bilir duruma getirildi. Meksika, Porte­kiz, İspanya ve Türkiye’deki borsalar kurulup geliştirilmeye başlandı. Birçok ülkede şirketler daha kurulmadan his­se senetlerini satıp sermaye sağladılar. İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya, Türk­iye, Japonya, Meksika vb. ülkelerde KİT'lerini burada satmaya başladılar. Böylece vergilerin indirilmesinden bo­şalan devlet kasaları dolduruldu. Özel sektöre tatlı kârlar bağışlandı. Yalnız İn­giltere özelleştirme projeleri ile 44 mil­yar dolarlık gelir elde etmiştir.

Elinde birkaç kuruş parası olan bor- salara koştu. Kapitalizmin tek resmi ku­marhanesinde para ile para kazanma dövüşü başladı. Borsa simsarları en popüler meslek oldu. Her dört Ame- rikalı'dan biri, her dokuz İngiliz’den bi­ri, her on iki Almandan birinin hisse senedi sahibi olduğu söyleniyor. Yani borsalarda büyük paralara sahip finaııs-kapitallerin yanında beş on ku­ruş parası olan küçük burjuvalar katıl­dı. Yani kapitalizm bütün bu unsurları piyasaya çekecek kadar büyük bir gü­ven ortamı yaratabildi. Aynı ülkemiz­de sık sık duyduğumuz gibi herkes adeta kapitalist dünya köşeyi dönerken kendine bir yer kapma sevdasına ka­pıldı. Borsalar geliştikçe gelişti. Finans- kapital de böylece orada burada kalmış paraları değerlendirdi. Bankalardan daha ucuza gelen bu paraları bünye­sinde eritti.

1985 Eylül ayına gelindiğinde dolar iki yıl içinde % 35 lik bir değer kazan­mıştı. Artık bu yapay yükselişe son ve­rilmeliydi. ABD, ekonomisine getirdi­ği yüklerden kurtulunmalıydı. Yapılan hesaplara göre ABD artık “yenilenmiş" ekonomisinin meyvalarını toplayacak­tı. Verimlilikteki başanya göre dolar ya­vaş yavaş düşecek ve normal, yani gerçek değerine oturacaktı. Amerikan malları daha yüksek teknikle daha ucuza üretilmeye başlanmıştı, dolarda şimdi buna göre yüksek bir düzeyde yerini alacaktı. Yapılan tüm hesaplar bunun üstüne kuruldu.

İniş başladı. Reagan ve uzmanları­na göre sonuç ancak iki yıl içinde alı-, nabilecekti. Dolar ancak 1987 yılında piyasada belirli bir dengeye oturabile­cek, yüksek dolar nedeni ile kaybedi­len pazarlar bu süre içinde yeniden el­de edilecekti. Sonuçta tüm ülke ihra­cat gelirleri yükselecek, bütçe açığı böylece kapatılacaktı. Tabii ABD pazarı kime kaybetmişti? Diğer merkezlere. Şimdi Batı Almanya, Japonya birkaç yıldır sağladıkları büyük ihracat gelir­lerinden olacaklardı. Bu kez yedi bü­yükler içinde doların daha fazla düş­memesi üstünde tartışmalar başladı. Sonunda yine A B D ’nin peşinden git­mekten başka bir şey yapılamadı.

HASAT ZAMANI1987 yılına gelindi. Dolar hâlâ düş­

me eğilimi gösteriyordu. Bütçe açığı 5 yıl içinde kapanacak denmişti, oysa kapanmak bir yana daha arttıyordu. Görüldüğü kadarı ile Reaganomizm ve ekonomiyi vadettiği kadar yenileyeme- mişti. Dolar bu kadar düştüğü düzey­de bile henüz gerçek değerine ulaşa­mamıştı, düşmesi gerekiyordu. Ama düşmesini hiçbir merkez istemiyordu. Şubat ayında oturup anlaştılar. Dolar bu düzeyde tutulacaktı. Bu kararı ha­yata geçirmek için her merkez kendi­ne düşen görevi yapacaktı. Neden do­ların daha fazla düşmesi istenmiyordu?

ABD istemiyordu çünkü bu en baş­ta Amerikan halkının refah düzeyinin düşmesi demekti. Alım gücü düşecek­ti. ABD'nin soyunduğu dünya liderli­ğinden vazgeçmek demekti. Daha önemlisi şimdiye kadar gelen serma­ye kaçmaya başlayacaktı. O zaman bütçe açığı büyüyecekti. Sermayenin kaçması ile yatınmlar duracak, ekono­mi bir durgunluğa girecekti. Düşük do­ların doğurduğu kâr düşüklüğü enflas­yonu doğuracaktı. Enflasyon berabe­rinde 1980’lere kadar yaşanan Keynes modelinin kötülüklerini, işsizliği, dur­gunluğu yeniden getirecekti. Ayrıca bütçe açığının kapatılması demek, as­keri harcamaların kısılması demektir ki bu Reagan’ın arkasındaki silah tekel­lerinin hiçbirinin işine gelmiyordu. Yani doların diğer para birimleri karşısındaki 1987 Şubat dengesi ne pahasına olur­sa tutulmalıydı. ABD doların daha faz­la düşmesini istemiyordu.

Doların düşmesini diğer iki merkez­de istemiyordu. En başta dolann bu se­viyenin altına düşmesi dünya çapında uygulanan sıkı para politikasından vaz­geçmek demektir. Tüm kapitalist eko­nomi birden tüketim furyasına girebi­lir ve buda demin değindiğimiz Keynes kötülüklerini beraberinde her yere bu­laştırması demektir. Ayrıca, bilindiği gi­bi A BD diğer merkezler için vazgeçil­mesi çok zor bir pazardır. Dolann düş­mesi, diğer para birimlerinin değer ka­zanması, bunların değerlenmesi o ül­ke mallarının pahalılanması demektir. Yani ABD halkının daha ucuza gele­cek yerli mallarını tüketmeleri demek­tir. Diğer merkezlerin tatlı ihracat ge­lirlerinin azalması demektir. Birde her ülke finans-kapitalinin A B D ’de büyük sermayesi vardır. Doların düşmesi bu paranın reel olarak değer yitirmesi de­mektir. Olaya 3. Dünya ülkeleri açısın­dan baktığımızda, doların düşmesi ih­racatının çoğunu bu birimle yapan ül­kelerin gelirlerinin düşmesi anlamına gelecektir. Zaten yeterince daralan bu pazar daha da daralacak, sonuçta dünya ticaretini bir kez daha düşüre­cektir. Siyasi olarakta sonuçlarını kes­tirmek çok güç değildir.

Sonuç o larak dünya finans- kapitalinin şimdiki ortak özlemi dola­rın şubat ayındaki düzeyinin altına düş­memesi temeline oturur. Peki ama do­larla üretilen meta bu para değerinde değilse ne olacak? Dolar para oyun­ları ile yüksek tutulacak. Feki ne ka­dar süre? Bu yapaylığın elbette bir be­deli vardır. Yapay değer ile gerçek de­ğer arasındaki fark kimin sırlına yük­lenecek? “Dünya sadece para oyunu ile desteklenen yapay ekonomik zen­ginliği kaldıracak güçte değil.” (Japon uzmanın Herald Tribune’de çıkan ya­zısından 5 Kasım 1987) Şimdiye ka­dar bu yapaylıktan ABD dünya lideri olarak çıkmak için yararlandı. Becere­medi. Artık bu yükü taşımak istemiyor. Bedelini diğer merkezlere atmak isti­yor. Yüksek dolardan onlarmda kâr et­tiklerini iddia ederek bedeli de birlikte ödemenin yollannı dayatmaya çalışı­yor. İşte borsalarda fırtınalar esmeden ve dolar son günlerde yaşadığımız dü­şüşünden önce böyle bir fırtına öncesi durgunluk yaşanıyordu. Herkes gele­ceklerin bilincinde ama önleyici bir şey­ler yapmaktan ölümünü görmüşçesi- ne kaçıyordu. Hele bir fırtına kopsun bakalım o zaman neler olacak beklen­tisi içindeydi. Üretim güçlerinin zarar görmesi kapitalizmin umurunda mı

İPLER KOPUYOREkim ayı ABD mali yılı sonudur ve

bu nedenle çeşitli ekonomik gösterge­ler açıklanır. Bütçe hiçte umulduğu gibi çıkmadı ve 148 milyar dolar açık ver­di. Aynı gün Federal Almanya faiz oranlannı yarım derece yükseltti. ABD Hazine Bakanı Baker buna tepki ola­rak gerekirse doları daha fazla düşü­recekleri tehdidinde bulundu. Ayrıca bütçe açığının askeri harcamalar dışın­dan kapatılmasına çalışılacağının işa­reti olarak Basra Körfezindeki İran’a ait rafineri bombalandı. Bölgede gerilim tırmandırıldı. İşte bir gün içinde yaşa­nan bu üç kesin tavır dolar ve dünya ekonomisi üstündeki fırtınayı patlattı. A B D bütçeden kesintiyi düşünmüyor­du ve Almanya para birimini düşürme­yecekti. Hisse senetleri hemen düştü. Tüm borsalarda ortalama % 3 0 ’luk bir iniş yaşandı. Bir çırpıda 1 trilyon do­larlık değer yok oldu. Tekel dışında kal­mış yaban burjuvaların umutları, kü­çük biriktirici soyuldu. Aynı bizdeki banker olayları gibi. Böylece şişkin do­ların faturası birazda bu kesime ödet­tirildi.

Öte yandan tüm devletleştirme pro­jeleri durduruldu. Fransa, Metro Elek­tronik ve Savunma firmasının, Fede­ral Almanya Volsvvagen’in % 16’sının, İngiltere British PetTOİ’ün, Japonya Nip- pon’un vb. satımı askıya alındı. ABD nakit sıkıntısını gidermek için merkez bankası ile piyasaya para pompaladı.

1985 Eylül ayma gelindiğinde dolar iki yıl içinde %35 lik bir değer kazanmıştı. Artık bu yapay yükseliş son verilmeliydi. ABD ekonomisine getirdiği yüklerdet kurtulunmalıydı. Yapılan hesaplara göre ABD artık “yenilenmiş” ekonomisinin meyvalarını toplayacaktı. Verimlilikteki başarıya göre dok yavaş yavaş düşecek ve normal, yani gerçek değerine oturacaktı.

63

Page 64: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Özel olarak borsalardaki, genel

olarak doların değerindeki

düşüşler ile, para kontroluna dayalı,

sıkı para politikasının,

Freidmancı uygulamaların

kapitalist ekonomiler için bir reçete olduğu savı

iflas etti. Kapitalizm son krizden beri bu

politikaya yılana sarılır gibi

sarılmıştı. Şimdi 5 yıllık

uygulamalardan sonra yine aynı

noktaya gelindi. Bir an önce kâra

geçmek. Tüketimi nisbeten

canlandırmak, varılan konak bu.

Daha sonra Japonya ve İngiltere his­se senetlerini satışa çıkarttı ise de yeni birtakım garantiler vermek zorunda kaldılar. Borsalardaki düşüşün hızı ke­sildikten sonra büyük tekellerden IBM, Citicorp, Alleges, Merril ve Lynch vb. ucuz senetlerini kapatma karan aldılar. Ancak bu kez dolar düşmeye başladı. Borsalardaki iniş çıkışlar da buna bağ­lı olarak eğriler çizmeye başladı. Kapi­talist ekonomi daha büyük bir bunalı­ma doğru gidiyordu.

Hiç şüphe yok borsa ve dolar iniş çı­kışları kapitalist ülkelerin bir durgunlu­ğa doğru gittiği beklentisinden kaynak­lanıyor. Ancak bizzat bu beklentiler du­rumu daha da kötüleştiriyor, tuzu bi­beri oluyor. Buna rağmen hiçbir mer­kez kesin bir tavır belirleyemiyor. Ya­kar top gibi sorun başkalarına atılıyor. Süre uzadıkça da çözümün bedeli yük­seliyor.

Şimdiye kadar herkesin anlaştığı nokta ABD bütçe açığının kapatılma­sı. Önümüzdeki yıl açığın 170 milyar dolar olacağı belirlendi ama Reagan gelen tepkilere karşı bunu indirmeye, karar verdi. Ancak bu bir ilke kararı. Nereden ve nasıl bir kesinti yapılabile­cek bu yazının kaleme alındığı sırada belli olmadı. Reagan ilk kez Demok­rat Parti kongre üyelerinden bir komis­yon kurdu. Birkaç haftadır toplanıyor­lar. Reagan ne silah sanayiye ayrılan fonlardan ne de inik vergilerden taviz vermek niyetinde değil. Ancak asıl ke­sintinin yıllardır çifçiye yapılan sübvan­siyonlardan, zat#n kuşa çevrilmiş sos­yal yardımlardan ve bazı bayındırlık projelerinden ve dolaylı vergilerin art­tırılması ile yapılacağı bekleniyor. Ya­ni kesin olan bedelin yoksul halk ke­simlerine ödettirileceğidir.

ABD'nin ünlü ekonomistlerinden R.J. Samuelson’a kulak verelim: “Glo­bal ekonomiler ve bölgesel politikalar çağı yaşıyoruz... Yabancılar (diğer mer­kezler bn.) ABD bütçe açığına dikkat­lerini konsantre ederek dünya ekono­mik sorunlarına karşı sorumluluklann- dan kendilerini soyutluyorlar... Birle­şik Devletler tek başına dünya ekono­mik sorunlarını çözemez. (Herald Tri­büne, 5 Kasım 1987) Samuelson te­kellerin globalliğine değinerek tek tek ülke politikalarının tekel çıkarlarını ze­delediğini öne sürüyor. Sırf bütçe açı­ğının kapatılması ile bu işin çözüleme­yeceğini söylüyor. Haksızda değil.

Diğer ülkelerden, merkezlerden beklenen ne? Hedef iki ülkede somut­laşıyor. Japonya ve Federal Almanya top ateşine tutuluyor. Almanya AET ülkeleri için en sivrilmişi, getireceği de­ğişiklikler ister istemez diğer AET üye­lerini de peşinden çekecek. A B D ’nin iddiasına göre nasıl doların düşüşü otomatik olarak bu para birimlerini yükseltiyorsa, Mark ve Yen’in faiz oran­larına bağlı olarak düşüşü de doların

otomatik olarak yükselmesine yol aça­caktır. O nedenle A BD Mark ve Yen1 in düşürülmesini istiyor. Yeni bir dü­zeyde para değerleri değer bulsun. Bu ülkelerin faiz oranlan düşecek, so­nuçta bu paralar düşecek, sonra da bu ülke ekonomileri canlanacak. Sıkı pa­ra politikasından vazgeçilecek piyasa­da para bollaşacak. Halkın alım gücü yükselecek. ABD bu piyasalara daha kolay girebilecek. Sonunda enflasyon, işsizlik vb. gelecek. “Amerika, Japon­ya ve Federal Almanya’dan kendi ül­kesinde işi kolaylaştırma için ekonomi­lerini canlandırmalannı istememeli. Ja­ponya ve Amerika’nın birbirleriyle ma­rnlamayacak derecede içiçe girmiş fi- nans ve ticari ilişkileri vardır.” (Herald Tribüne, 5 Kasım 1987. Yazan Japon ekonomist Kenichi Ohmae) Söz konu­su iki ülke A B D ’nin isteklerini haksız bularak kendi ekonomilerinin bunu kaldıramayacağını iddia ediyorlar. Ne­den olarak da görüldüğü gibi A B D ’nin alacağı kararlann zaten ülkeler arasın­daki bağlantılardan kendilerini yeterin­ce etkileyeceğini, etkilediğini ileri sü­rüyorlar.

Sonuçta ne olacak? Ne zaman ve nasıl bir ortak tavır alınacak? Daha önemlisi alınabilecek mi? Göreceğiz. Önümüzdeki günler bu türden tartış­malarla geçeceğe benzer. Ama bunla- nn altında pratik, ekonomik çark dö­nüyor. Üretim sürüyor. Borsalar ve do­lar inip çıkıyor. Şimdilik dolar genel olarak şubat ayındaki düzeyinden % 5 düştü. Daha % 10’a kadar düşebi­leceği söyleniyor. Ancak şimdiye ka­dar yaşananlar kapitalist ekonominin içinde bulunduğu son konakla ilgili ba­zı ipuçları verdi. Bunları görelim.

SONUÇÖzel olarak borsalardaki, genel ola­

rak doların değerindeki düşüşler ile, para kontroluna dayalı, sıkı para poli­tikasının, Freidmancı uygulamaların kapitalist ekonomiler için bir reçete ol­duğu savı iflas etti. Kapitalizm son kriz­den beri bu politikaya yılana sarılır gi­bi sarılmıştı. Şimdi 5 yıllık uygulama­lardan sonra yine aynı eski noktaya ge­lindi. Bir an önce kârâ geçmek. Tüke­timi nisbeten canlandırmak, vanlan ko­nak bu. Kopan fırtınanın altında yatan bunlar.

ikinci olarak Reagan vaddettiği gibi A B D ’yi daha güçlü yapamadı. Kapi­talist ekonominin güçlü bir lokomotifi olacaktı, diğer merkezleri peşinden çe­kecekti. Bu gerçekleşmedi. Bu kez hep birlikte daha bir batacağa benzerler. Di­ğer merkezlerle aralarındaki farkın dü­zeyini kestirmek şimdiden zor. Ama dünya finansının sözcülerinden birinin ilginç tahminini aktaralım, “unutmaya­lım, Japon borsaları dünya kapitalist pazarının % 4 0 ’ını temsil eder. A m e­rika’nın ise % 34 ’tür... Eğer pazarları-

nt kontrol altına alabilirlerse, ekonomik güç A B D ’den Japonya’ya geçecektir.” (Sir James Goldsmith, Time, 16 Ka­sım 1987, s. 43) Gerçekten Japonya önümüzdeki günlerde A B D ’nin üstün­de bir süper güç olabilecek mi? Göre­ceğiz. Ancak hiç şüphe yok ki bu dün­ya güçler dengesindeki büyük altüst- lüklerin hem nedeni hem de bir sonu­cu olacaktır. Hong-Kong, Singapur, Güney Kore, Tayvan’ın vb. para birim­leri tamamen dolara bağımlıdır. Bu ba­ğımlılık derece derece, Filipinler’den, Güney Amerika ülkelerine ve tüm dünyaya yayılır. Dünya liderliğindeki bir zayıflama bu ülkelerde paralel bir­çok olayı, çalkantıyı getirecektir. So­nuçta dünya güçler dengesini derin­den etkileyecek olayları peşinden sü­rükleyecektir.

Üçüncü olarak 5 yıldır yaşanan “ekonomik yenilenme, gelişim döne­mi genel olarak kapanmıştır. Artık ye­ni tüp üretimin tüketilmesi dönemine girilmek zorunda. Tekeller yatırımları­nı hızla kârâ dönüştürme yarışına ha­zırlanıyorlar. Bitiş çizgisindeki durgun­luk biline biline kapitalizm kendi yasa­ları gereği bu koşuya çıkmak zorunda. Görünen yaşanılmış bu durgunluk te­kelleri daha da vahşi olmaya zorluyor. Ayrıca teknik düzeyin daha da yüksel­diği, kâr ve sermaye isteğinin daha da kabardığı düşünülürse yaşanacak gün­lerin büyük fırtınalara gebe olduğunu savunmak yanlış olmaz. Ticaret savaş­ları, gümrük duvarları vb. olaylar çok çok adını duyabileceğimiz şeyler ola­caktır. Dünya proleteryasmın temsilcisi SSCB ile detant için yeniden zirveye oturma isteği kapitalizmin hazırlandığı bu tür iç sürtüşmelere, hatta savaşla­ra bir hazırlık mıdır? Göreceğiz., .

Bilindiği gibi kapitalist ekonomiler çok uluslu tekeller güdümündedir. Oy­sa kapitalist sistem birbirinden farklı farklı ülke ve bölgeleri kapsar. Her ne kadar bu tekeller kendilerini bu çok ulusluluğa adapte etmiş olsalar da yi­ne birçok sorunla yüz yüze gelmekte­dirler. Tekeller üretimin globalleştiği gi­bi ekonomilerin ve politikalarında glo­balliğini özlemektedirler. Reagan işte 1980 yılından beri böyle global bir li­der görevi görebilmiştir. Tüm merkez­leri kapitalizmin ortak ekonomi politi­kasında bağlamıştır. Ancak Rejkavik zirvesinden sonra yine aynı güçler Re- agan’ın ayağını kaydırmaya başladılar. Şimdi olaylar çorap söküğü gibi devam ediyor, bir günah tekkesi haline geti­rildi. Sonuçta bugün tekeller yeni glo­bal bir lider arayışı içindedirler. Bunun bir çırpıda bulunamayacağı ortadadır. Ancak böylesine global bir lider bulun­madığı taktirde, tekellerin şimdiye ka­dar üstünü örttüğü bölgesel ve ülke­sel zıtlıkların daha kolay baş vereceği açıktır. Hem de etkisinden daha büyük çelişkileri beraberinde sürükleyerek.

64

Page 65: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

ELEŞTİRİ GÜNLÜĞÜNDEN: 2

DURMANIN MANTIĞIYADA

GECİKEN POLEMİKLER1976 yılında H .İN A N ’ın (Türkiye

Devriminin Yolu) TDY rsimli yapıtını yayına çıkarırken düşündüğüm, o gü­nün koşullarında geçmişin doğru ta­nınması ve kendisini geçmişin devamı olarak görenlerle bir polemiğe girebil­mekti. Koşullarım nedeniyle basımıy­la bizzat ilgilenemeyince kitapçıkta bir yığın tashih ve basım hatası meydana gelmiş, kitabın anında toplatılmasıyla da bu hatalar düzeltilememişti.

K itapçığın yayım ından sonra TDY'ciler adıyla ortaya birçok gruplar çıkmış, ancak doğru düzgün ne geç­mişi devam ettirebilmişler ne de ken­dilerini geliştirebilmişlerdir.

Kitapçığın içeriği üzerindeki tartış­mayı başka bir zamana bırakarak, top­lumsal muhalefetin yeni boyutlar ka­zanmaya başladığı bu günlerde TD Y’ci- lerle(!) “D UR M AN IN M A N T IĞ I” üze­rine sohbet geliştirme gereksinimi duy­dum. Duydum çünkü kendilerini T D Y ’ci gösteren bu baylar “Durma” konusunda zaten polemik başlatmışlar. Bense geç de olsa bu polemiğe “YOL” zemininin de girerek netleşmeyi sağ­layacağıma inanıyorum.

T D Y ’ciler(l) açısından, günümüz Türkiye’sinde devrimci demokrasi mü­cadelesinde ileri noktalara gelinmesi ve bunun ne biçimde olacağının belirlen­mesinde hedeflerin saptanmadığı ger­çeği kadroları rahatlığa götürmüş, uzun bir hazırlık(l) dönemine girilerek top­lumsal mücadelenin herhangi bir ala­nında yer alınamamıştır.

Gerek ’80 Eylül’ü, gerekse günü­müz koşullarında sosyalistlerin önün­deki görev, genel durum değerlendir­mesinin acilen yapılması ve kitlelere somut-net öneriler götürülmesi olacak­tı. Bana göre kitlelerin örgütlenmesi için kitlelerin örgütlenmesinin önündeki yolu açmak gerekmekteydi. Bununsa politik önderliğin ulaştığı siyasi boyut­lar ne noktada olursa olsun, günlük davranışda sosyalistlerin ve kitlelerin ekonomik demokratik siyasi gereksin­melerine çözüm getirilmesi yoluyla mümkün olacağıdır.

Yapılanmaların bulunduğu noktada

genel bir durum değerlendirmesi yap­tıktan sonra önündeki sorunları aça­rak. kimlerle nerede birleştiğini, kim­lerle nerede ayrıldığını saptaması böy- lece kendi programlarını ortaya dök­mesi geç kalınmış olsa bile zorunludur.

’80 Eylül’ünden geride bırakılan ilk üç senede kitlelerin ve sosyalistlerin so­runları artarken, aktif politika ve radi­kal muhalefet yapamayan TD Y birçok hareketle birlikte hayat içinden uzak­laşarak kitleleri öndersiz ve organize­siz bırakmakta mücadele adına uzun bir hazırlık(l) devresini gündemine ge­tirmektedir. Gerçekte TD Y ve benzer yapılanmalar kitlelere önderlik edecek politika yaratamamış, mücadele için koşulların kendiliğinden iyileşmesini beklemiştir. Böylece de yeniden örgüt­lenmelerinde kendilerine sorun yarat­makta olduklannın farkında değildiler. Hareketin zaaflarından biri olan müca­delede yöntem azlığı - onları demok­ratik olmayan koşullarda hareketsiz ve siyasi anlamda öndersiz bıraktı.

Siyasi yasakların getirilişinde, ana­yasanın değiştirilişinde, işçi haklarının geriye götürülüşünde, DİSK’in faaliyet­lerinin durduruluşunda, kısaca Finans Kapital’in demokrasiye karşı savaş(!) açtığı ortamda net politika üretileme- yişinin ötesinde, devrimci demokrasi savaşımı verenlerle bile iletişim kuru­lamayışı en büyük açmazları oldu.

İlk üç yıldan sonra gözle görülür bir biçimde ortaya çıkan devrimci demok­rat çalışmanın yanma bile uğramaya­cak kadar hazırlık(l) içindeydiler.

Neydi bu h az ırlık? Otoriteyle de­mokrasi arasında tercih yapmak tek tek demokratların bile başvurduğu yol olmasına rağmen onlar niye otoriteye karşı davranış gösteremediler? Aslın­da içine düştükleri bu açmaz, eklektik yapı kazanmış olmalarının bir ürünüy­dü. Uzun süren bir durağanlık döne­minde farkında olmadan T D Y ’den uzaklaşmışlardı. Taşıdıkları görüş D S ’den H K ’ya uzanan bir karmaşay­dı. Pratikte ise bu durumları tarihle olan randevularını geciktirmekteydi.

Bütün bunlarda ve şimdiki sıralama-

AHMET ERKÖKya gerek duymadığımız diğer hususlar­da gerçek sıkıntı siyasi yapılanmaların içine düştüğü politik açmaz ve bunun ortaya çıkarttığı önderlik, sürekli ön­derlik olmalıydı.

ÖNDERLİK SORUNU

T D Y ’de önderlik sorununun anali­zini geriye dönük olarak yapmak, m ü­cadelenin yükseliş aşamalarının mad­di zemininin (1971’ler için) sübjektif ve objektif koşullarını araştırmak; tüm bunları yaparken 67 yıllık geçmişin kendi yapılanmalarından geçen yolu­nu yakalamak geleceğe değin çalışma­larında yapı taşı olacaktı kuşkusuz. D i­ğer yapılanmaları bağımsız ele alarak, ayrıcalığını öne sürüp illada öne çık­ma gereksinmesi duyunca da politika­dan yoksunluğunu ortaya çıkaracaktı.

Gerçekte, bütün yapılanmalar için Türkiye’deki sınıfsal mevzilenmesinin netleşmesinin süreç içinde belirginleş­mesine bağlı kalarak, sınıf mücadele­sinin yenileşmesiydi sorun. Bu anlam­da kendi politikalarını pratiğe döktük­lerinde çatışmaya en keskin biçimiyle girecekleri akımlar dışında, tarihin ana

Pratik davranış düşüncenin netliğinden geçer. Uzun soluklu mücadelede geçmişe

sıkı sıkı bağlılık, gelişen hayat koşulları içinde TDY’yi muhtevasına aykırı olarak

tembelliğe itmekte yeni politikalar üretilememekte, giderek “tarihle olan

randevusu” gecikmektedir.

akımıyla ve bu yapılanmaların savaşı­mıyla bir yerde buluşacakları gerçekti. Ama bütün bu gerçeklere rağmen bu buluşmayı geciktirdikleri halk kitleleri­nin ve işçi sınıfının gözünden kaçma­dığından önderlik iddiaları kendiliğin­den açmaza düşmüştür.

İçinde en reformistinden en radika­line kadar birçok farklılaşmayı taşıyan

Devamı 69. sayfada

65

Page 66: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Bir mektup var:

KNE GENÇLİKFESTİVALİNDENİZLENİM

SÜRGÜN

SÜRESİNCE

DÜŞÜNCELER

Çivi çakma duvara, çekelini iskemlenin üstüne at gitsin.

yarın geri döneceksin nasıl olsa,

değer mı uğranmaya dört gun için.

Bırak, sulama artık fidanı.

Ne diye başka ağaç dikeceksin?

Buradan gideceksin uç-a uça

o daha bir karış büyümeden

İndir yüzüne kasketini geçerken insanlar!

Ne diye öğrenesin bir yabancı dili?

Sem buradan çağıracak haber

yazılı gelecek kendi dilinde.\

Tavandan kireç dökülür gibi

{engel olma, ko dökülsün!)

yıkılacak zulmuıı duvan, adalete karşı sınırda

dikilen o duvar yıkılacak.

Bak duvara çaktığın çiviye.

Dönüş var mı. ne zaman?

Bilmek ister misin,

her gün neler geçer içinden?

Günlerdir çabalarsın, dersin kurtulacağım.

Durmadan odanda yazarsın:

Bilmek ister mısın,

sonu nedir bu çabanın?

Şu kestane ağacına bak.

şu avlunun köşesinde duran.

Bak $u fidana. güğümle su taşıdığın!

B Brecht

, Yunanistan’da her yıl yapılan anti- faşist gençlik festivali bu yılda, büyük bir kitle katılımıyla kutlandı. 1974’de Albaylar Cuntası’nın yıkılmasında bü­yük bir payı olan Yunanistan gençliği­nin 17 Kasım politeknik direnişini baş­latması ve ardından Yunanistan’ın ge­nelinde yayılmasıyla, cuntacıların ala­şağı edilmesinde gençliğin büyük bir etkisi vardır. 12 Kasım politeknik dire­nişi yalnızca gençlik seviyesinde kal­mamış, işçi sınıfı ve emekçiler tarafın­dan desteklenmiştir. Politeknik Okulu­nda başlatılan direniş, dalga, dalga Yu­nanistan’ın geneline yayılması, güçlü bir anti-faşist kitle oluşturmuştur.

KKE’nin gençlik örgütü KNE genç­liğinin anti-faşist birikimini festival dü­zeyinde örgütlü biçime sokulmasında çok önemli bir görevi yerine getirme içerisine girmiş ve 1975’ten bu yana her yıl peryodikli olarak gençlik festi­valini düzenliyor.

Festival yalnızca Yunanistan anti- faşist gençliğiyle sınırlı kalmıyor. Dün­yanın dört bir tarafından gelen anti- faşist gençlik örgütlerinin iştiraki ile zengin bir katılım oluşturuyor. Kısacası uluslararası anti-faşist gençlik festivali olarak düzenleniyor. Atiklik, enerjik, yiğitlik ve coşkunluk gençliğin kendi­ne has özelliğidir. Gençliğin bu özel­likleri işçi sınıfı ve emekçiler ve en önemlisi proletarya sosyalizmiyle bü­tünleştiği ölçüde başarılı olur. Aksi tak­tirde soysuzlaşır. KNE kitle ile bütün­leşmesini anlamak gereklidir. Onun için kısada olsa festivalin siyasi atmos­ferini vermeye çalışalım.

Festivalin yapıldığı yer Atina’nın KE- SERYANİ ilçesi. KKE’nin çoğunlukta olduğu bölge. Belediye Başkanı KKE Lı, halkın büyük desteğini alıyor. Fes­tival alanı çok geniş. Önce kitlenin ka­tılımına değinmek gerekir kanısında­yız. Alabildiğine kalabalık, girişler çok yavaş akıyor, sokak ikiye bölünmüş, giriş ve çıkışlar düzenli olsun diye. Gö­revliler, girişi ve çıkışı düzenlemek için

yoğun çaba sarf ediyor. Bir kısım gö­revli ise festivalin günlük programları­nı ve KNE’nin bildirilerini dağıtıyor.

Diğer ülkelerden gelen haik ozanlan ve müzik grupları, geniş bir alanda konser ve kendi halk oyunlarının gös­terisini veriyorlar. İspanya halk dans­ları büyük ilgi ile izleniyor. Aynı alan içerisinde Afrika Ulusal Kongresi’nin temsilcisi kamuoyuna son günlerde Afrika'da gelişen olaylarla ilgili bilgi ve­riyor. Oturaklarda yer olmadığı için ayakta ve yere oturarak açıklamalar dinleniyor. Bazı kişiler not alıyor. H e ­men hemen her yerde kitap sergisi, serginin başında 3 veya 4 KNE görev­lisi var.

Diğer tarafta yine konser veriliyor. Burada özellikle gençler toplanmış, pop müziğine siyasi içerik verilerek gençliğe bir şeyler verilmeye çalışılıyor. Diğer ülkelerden gelen gençlik örgüt­leri iki ayrı alana yerleştirilmiş. Biz ön­ce sosyalist ülkelerin gençlik örgütle­rini tanıtma reyonlarına giriyoruz. 11 ülke katılmış. Tek tek reyonları geziyo­ruz. Küba reyonunun önüne geldiği­mizde gözlerimiz Che’nin resmini arı­yor. Kastro ve Che’nin resimlerini yan yana ilgi ile seyrediyoruz. Konuşmak istiyoruz, ama dil bilmediğimizden ko­nuşamıyoruz.

Sovyet gençlik örgütünün reyonu­nun önü alabildiğine kalabalık ve 5-6 tane Sovyet genci KNE’li dostları ile bir­likte kitle ilgileniyorlar. Ülkeleriyle ilgi­li tanıtıcı broşürler dağıtıyorlar ve kitap satıyorlar. Yalnız içimden gelen bir his- le yumruğumu kaldırıp sıkıyorum. Sovyet arkadaş aynı şekilde bana kar­şılık veriyor ve elini uzatıp tokalaşıyo­ruz, bir şeyler söylüyor ama ben anla­madığım için fazla konuşamıyoruz. Yan tarafta Bulgaristan gençlik örgü­tü. Dimitrov’un büyük bir resmi asıl­mış. Bulgaristan’ı tanıtıcı broşürler ve bildirileri bitmişti. Sosyalist ülkelere kit­lelerde alabildiğine ilgi olduğundan re­yonlarının önü hiç boşalmıyor. Aynı

alan içerisinde konser veriliyor. Kon­serin pisti geniş, büyükçe LEN İN ’in portresi işçilerle yürüyerek kızıl bayra­ğı gösteriyor eliyle. KKE ve KNE’nin ozanları halk türkülerini söylüyor. H e­men belirteyim ozanlar çok güzel oku­yorlar. Birazcık dinliyoruz bizde. Sos­yalist ülkelerin reyonlarını gezerken, dikkatimi küçük boylu, biraz tıknaz yaş­lıca bir Yunanlı çekti. Durmadan re­yonlarda bir şeyler almaya çalışıyor, is­tinasız hepsinden birer veya ikişer ki­tap veya broşür satın alıyor. Bedava dağıtılan broşürlere dahi para teklif edi­yor. Kitap olmayan reyonlara neden' kitap olmadığını soruyor, bitti diye ken­disine yanıt verilince üzülüyor. Kendi­si alamadığı için.

Diğer tarafta kapitalist ülkelerden gelen anti-faşist gençlik örgütlerinin re­yonları iki taraflı olarak yan yana dizil­miş ülkelerindeki gerici ve faşist uygu­lamaları, teşir ve tecrit için yoğun bir ajitasyon ve propaganda yapıyorlardı. Alanın uç tarafında gençlik örgütleri­nin temsilcileri kendi ülkelerindeki anti- faşist mücadelelerini anlatıyorlardı. Ay­rıca silahların kaldırılması ve dünya ba­rışı için imza kampanyası açılmış, her yaştaki insanlar dünya barışı için imza kampanyasına katılıyorlardı.

Kısa anlatımımdan görüleceği gibi Yunan gençliğinin festivale büyük bir ilgi gösterdiğini söylemiştik. Hatta yal­nız gençliğin değil, işçi sınıfı ve emek­çilerinde festivale güç verdiğini yazmış­tık.

Festivalin önemini iki ana başlıkla toplayabiliriz.

a) Tüm Yunanistan anti-faşist genç­liğini toplaması.

B) Uluslararası anti faşist gençlik fes­tivali olarak düzenlenmesi.

Bu çalışma gençlik düzeyinde de ol­sa büyük başarı sağlamıştır. Çalışma­larından dolayı Yunanistan gençliğini içten ve saygıyla selamlıyorum

KKE (Yunanistan Komünist Partisi) KNE (Yunanistan Genç Koministleri)

66

Page 67: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

BİLİRKİŞİ RAPORU

İstanbul'da yayınlanan Çağdaş Yol isimli derginin Mart 1987 tarihli 1 No.lu sayısın­da bulunan “Çıkarken..." başlıklı yazının TCK. 142. maddesine aykırı olup olmadı­ğının tespiti için bilirkişi olarak tayin edildi­ğimden gerekli incelemeleri yaptım.

İnceleme konusu "Çıkarken..." başlıklı yazı başyazı niteliğinde olup, bu yazıda '86 sonbaharının altı sene önceki sonbahara nazire edercesine yeni bir dönemi açmışa benzediği ve açanların altı sene boyunca üstlerinde en çok konuşulanlar olduğu be­lirtildikten sonra, iki sosyal kümeden bah­sedildiği. bunların işçiler ve öğrenciler ol­duğu. yemek boykotları ve açlık grevleri ile birlikte öğrencilerin bini bulan kalabalıklarl"

YOK yasasını protesto eden siyah çelengi üniversite kapısına bıraktıkları, işçilerin ve öğrencilerin yasal sınırlar içinde tepkilerini dile getirdikleri, ileri sürülmekte ve devamla ülkenin belli bir kesiminde ise büsbütün başka olaylann cereyan ettiği. Doğu ve Gü- neydoğu’da PKK Kürdistan işçi Partisi’ne bağlı gerillaların veya günlük basındaki de­yişle bölücü çetelerin TC. Devleti’nin or­dusuna karşı gayri nizamı bir harp açmış oldukları PKK’nın TC’nin belli bölümlerin­de yaşayanların ayrı bir halk olduklarını ve sömürge statüsünde yaşadıklarını iddia et­tiği, bağımsız bir devlet için savaştığını açık­ça ilan ettiği, T.C. ve ordusu ise bölücü gi­rişimlere karşı birlik ve beraberliği muha­faza etmeğe kararlı olduğu, yakalanan PKK militanlarının çoğunluğunu topraksız köy­lü, işçi, işsiz ve öğrenci kökenli olduğunun görüldüğü, sık sık yakalartan ve bölücü çe­teye yardımcı oldukları ilan edilen köylü­lerin olduğunun var olduğu basında yazıl­dığı. bunların PKK sempatizanı olarak ka­bul edilip sarı renkli fişlendiği, köy korucusu olarak devletin verdiği silahla PKK'ya kar­şı savaşan köylülerin ise beyaz fişli olmala­rı gerektiği, devletle PKK arasında kararsız köylülerin de mavi renkle fişlendiği ileri sü­

rülmektedir. Yazar bu açıklamalarından sonra, 12 Eylülden sonra yaratıldığı iddia edilen huzur ve güven oıtamının '87 Şu­batındaki durumunun bu olduğunu, ülke­nin her yerinde hoşnutsuzluk rüzgârlarının estiğini beyan ederek, hoşnutsuzluğunu ey­leme dökenlerin sözcüsü olmayı görev ka­bul ettiklerini söylemektedir. Yazar bundan sonra sadece tepki göstermenin yeterli ol­madığını. söz konusu olan bu tepkilerin ve yönelişlerin eğitilmesi ve böylece hedefe varılması gerektiğini, bu noktada işin içine siyaset girdiğini, sosyalizmin işçi sınıfının si­yaseti olduğunu, toplumu kucakladığını, iş­çi sınıfının çıkarlannı nasıl koruyacağını, he­deflerine nasıl varacağını göstermekle ye­tinmeyip, diğer emekçilerin sorunlarına da çözümler ürettiğini, ellerinden hakları alı­nıp iktisadi talana uğratılan bütün emekçi­lerin, öğrencilerin, aydınların, özgür olma­dığını bilenlerin sosyalizm hedefine yönel­tilmesi gerektiğini, bunun için cesaretli, enerjik, kararlı, hassas, pratik öncünün ge­rektiğini iddia ederek, “devrimci teori ol­madan, devrimci pratiğin olamayacağını" beyan etmektedir.

Yazıda daha sonra işçi sınıfı sosyalizmi­nin titizlikle diğer sosyalizmlerden ayırmak gerektiği, işçi sınıfı sosyalizminin küçük bur­juva ve burjuva sosyalizmleri önünde ege­menliğinin kurulması icap ettiğini, bunun için ittifaklar politikasının hayata geçirmek zorunluluğunun bulunduğunu beyan ve ifade edilmektedir.

Yukarıda özetini arzettiğimiz yazıda bazı öğrenci ve işçi hareketleri ile Güneydoğu Anadolu’da bölücüler tarafından girişilen hareketler üzerinde durularak, 12 Eylül 1980'den sonra var olduğu söylenen barış ve huzur ortamının ortadan kalktığı iddia edilerek, gittikçe çoğalan hoşnutsuzlukla­rın örgütlenmesi ve böylece işçi sosyaliz­minin kurulması için mücadele verilmesi amacına yönelik propaganda yapılmış ol­maktadır. Gerçekten yazar hedefin işçi sos­

yalizmi olduğunu açıkça beyan etmekte ve buna yönelik örgütlenmenin gerçekleştiril­mesini, mücadelenin verilmesini söyleye­rek öğrenciler ve işçiler arasındaki bazı ha­reketler ile Güneydoğu Anadolu'daki PKK hareketlerinin bu konuda iyi bir vesile teş­kil ettiğini vurgulamaktadır. Bilindiği üze­re TCK. 142/1. madde proleterya sınıfının toplumun diğer sınıfları üzerindeki tahak­kümü tesis etmek için propagandayı kap­samına alan bir hükümdür. Yazar, sosya­lizmin diğer türleri ile işçi sosyalizminin bir­birine karıştırılmaması gerektiğini, hedefin işçi sosyalizmi olduğunu vurgulayarak marksizmin propagandasını yapmış olmak­tadır.

Bu nedenle yazı TCK. 142/1. madde hükmüne aykırı mütalaa edilmiştir.

Yazıda ayrıca PKK'ya bağlı bölücü çete­lerce girişilen hareket üzerinde durulurken, görünüşte “T .C n in belli bölümünde yaşa­yanların ayrı bir halk olduklarını ve sömür­ge statüsünde yaşadıklarını" iddia edenin PKK olduğu belirtilmekle birlikte olayın or­taya konuluş biçimi bu düşüncenin aslın­da yazar tarafından da kabul edildiğini ve bunun propagandasının yapıldığını göster­mektedir. Yani yazar bu kişilerin günlük ba­sındaki deyişle "bölücü çete“ olduğunu, as­lında Kürdistan işçi Partisi’nin gerillaları du­rumunda bulunduklarını, T.C. tarafından fişlenme olayının gerçekleştirildiğini beyan edilerek sözü geçen bölgede yaşanan va­tandaşlarımızın ayrı bir halk olduğu izleni­mini vermek istemekte, o bölgede bir ba­ğımsızlık savaşının gerçekleştirildiği izleni­mini yaratmak arzusunu gütmektedir. Bu itibarla inceleme konusu yazı sözü geçen yönden TCK. 142/3. maddesine de aykı­rı görülmüştür.

Keyfiyet saygı ile arzolunur.

19 Kasım 1987 Bilirkişi

Prof. Dr. Kayıhan İÇEL

Page 68: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Yalçın Küçük...B af tarafı IS. sayfada

içerisindeki biri uldrak bir türlü anlamazdım ben. Ama Doktor un kendi içinden çıktığı bir hare­keti elde etmek için bir çabasını görmüyorum. Ben TKP'yim de demiyor. Başka bir şeyim ar­lık diyor. Bugün bu örnek bilinmiyor. TKP'nin adı üzerinde bir mücadele yapılması yanında Doktor'un tutumu, özgün bir tutum.

F.ğer, bundan şunu söylemek istiyorsanız, Doktor’da aııti-Sovyet bir tutum görmüyorum. Şimdi adı TBKP olan partinin taslak programı­nı okudum. Şöyle yeni bir slogan var: Herkes çalışan insan, herşey çalışan insan için falan. Bu­na benzer birşey. Şaşırdım. Gülüyorum, niye böyle yapıyor benim TBKP’li arkadaşlarım!? Bu kullandıkları söz, SBKP'nin yayın organı Komü- nist'te bir sayfanın başlığıdır. Sovyetler B irliğ i­ndeki dostlarımız böyle bir şeyi bulmuşlar, on­dan çok daha iyisi de bulunabilir.

Şimdi, eğer Doktor la benim aramızda bir ben­zetme yapacak olursam, ben Sovyetler B irliğ i­nde yaratılmış düşünce ürünlerinin bir kısmını beğenirim, ama hepsini almam. Nitekim, Top­lumsal Kurtuluş’un 1. sayısında Gorbaçov re- formlanyla ilgili söylediklerim, bu yaklaşımın ürü­nüdür. SBKP’de VVashington’da Gorbaçov re­formlarının çok önemli olduğunu söylüyor. Türkiye’de de öyle düşünenler çok. TKP’ye göre çok önemli. Benim değerlendirmem hiç de öy­le değil. Şu ana kadar yapılanların yolunu, yö­nünü, el atılan sorunlun önemli bulmakla birlikte, henüz önemli bir düzenleme olmadığını düşü­nüyorum. Sovyetler Birliğindeki düşüncenin dı­şında düşünmeyi anti-Sovyetikı olarak gören­ler olabilir. Ben öyle görmek istemiyorum. Bun­ları do kendimi anlatmak için değil, Doktor'u an­latmak için söylüyorum.

Benim bilebildiği kadanyla, Doktor 1930'larda Komintern’e son derece bağlı, Sovyetler Birli­ğ ine dost bir insandır. Ama, bir yerde TKP'nin dışında kalmıştır, ölümüne yakın yazdığı, yer yer çok sert, katılmadığım o meşhur Mektup’una rağmen, Doktor'un acı çekerken tedavisinin bir sosyalist ülkede yapılamamış olmasından büyük acı duymuşumdur.

Bazı arkadaşlanmızın Doktor'un bağımsız ka­fasını bir anti-Sovyetizm olarak değerlendirdiğini gördüm. Bunları doğru bulmam. Doktor, ben bu işe devam ediyorum demiştir. VP, bu deva­mın işaretidir ve tarih yazımında yerini almalıdır.

Ç.Yol — Dr. Hikmet ve Nazım arasında bir paralellik kurarak, ikisi arasında bir tür kader bir­liğinden söz ettiniz. Üzerinde çok spekülasyon yürütülen bir konu olmasına rağmen, Doktor'- la Nazım arasında bir kutuplaşma söz konusu. Doktor aralarında bugün yeterince bilemediği­miz bazı görüş ayrılıkları bulunduğu halde Şefik Hüsnü ile kendi adını yanyana koymayı tercih ederdi. Bu noktada ne diyeceksiniz? Şefik Hüs- nü’yü mücadele tarihinde nereye koyuyorsunuz?

Y.Küçük — Benim yaptığım çözümleme açısından, Doktor'un Nazım'la kendisini ayn yer­lerde görmesini önemli bulmam. İkisi de yer yer beraber bulunmuşlardır. En büyük cezayı da aynı davadan aldılar. Buna göre, 30'!u yıllarda Dok- tor'la Nazım'ın beraber çalışmaları lâzım. Kemal Tahir'e mektuplanndan çıkartıyorum, Nazım so­nuna kadar Doktor’a çok sıcak bakar. "Deli Doktor" der, büyük bir sevgiyle, birbirlerine para yollarlar.

Dr Hikmet, Şefik Hüsnü'yü niye kendisine ya­kın gösterir, bilemiyoruz. Belki de parti içinde o zamanlarda çıkan grup ayrılıklan olabilir; Dok­tor başka bir tarafta olabilir. Çok karanlık bir dö­nem, bilemiyeceğim. Şefik Hüsnü hakkında yal­nız benim bilgilerim değil, herkesin bilgisi o ka­dar az ki.

44-45 kısmı biraz daha açık. Oradaki tutuma doğrusu Doktor'la beraberliği gerektirecek ka­dar sıcak bakmıyor. Bana öyle geliyor ki, Şefik ! 'üsnü 1943-44‘ten sonra Türkiye'de sosyaliz­min kurulacağına inanmış görünüyor. Ne yazık

ki, 1940 kuşağında, 2.Dünya Savaşının sonun­da kendi çabalarının dışında Türkiye'de sosya­lizmin kurulacağına dair bir ham umut görmü- şümdür. O umudu hiçdoğru bulmam. O umuttur 1945’ten sonraki kı­raçlığı yaratan. O umut, 1951 tevkifatından son­ra Doktor'un bir anlamda tek başına çıkışını ya­ratan koşullardan birisidir.

1940'tan 43’ten sonra, Stalingrad'tan sonra TKP üyelerinde veya TKP sempatizanı genç en- telijensi ya da. Arif Damar’da. Enver Gökçe'- de, tabii çok ciddiye almadığım Abidin Dino'da ve benzerlerinde bir h yal, kendi güçlerinin dı­şında sosyalizmin gerçekleşeceğine dair bir umut var. Bu umudun doğmasında ben, Şefik Hüs- nü'nün rolü olduğunu düşünüyorum. O sıralar­da Dr. Hikmet hapistedir.

Ha, onun ötesinde şunu soruyorsanız bana, belki de Dr.Hikmet bunu söylüyordum, ona ke­sin katılırım. İsmail Bilen zamanında TKP mus-

Durmanın Mantığı...Buşturafı 65. sayfadaTD Y politikasızlık içinde bulunan TDY bu günden başlayarak geçmişle hesap­laşmasını yapmak zorundadır.

Bir yandan bu hesaplaşmayı yapar­ken, diğer yandan kimsenin tarihi tek başına yaratamayacağı gerçeğinden devamla ana akımlarla alan randevu­suna gelmek zorundadır. Hayat pratik­tir, hayatın şu veya bu alanından giri­lir bu pratiğe, pratiği olmayanınsa ha­zırlığı cenaze törenine hazırlıktan fark­lı mıdır? Kaldı ki cenaze töreninde bile bir hareket vardır. Önderlik, kitlelerle onların somut taleplerine somut çö­zümler getiren bir programla doğrudan ilişki kurma sorunudur. Yani ülke ger­çeklerine iktidar mücadelesi bazında çözüm bulma ve bunları kitlelerin be­nimseyeceği net sloganlara dönüştür­me, farklı kesimlerin ortak çıkarlarının sınıf bazında temsil edilmesi sorunu­dur. Nihai olarak da, mücadeleyi en etkili ve çoğulcu katılımı sağlayan yön­temlere dönüştürerek iktidar alterna­tifi olma sorunudur. İktidara alternatif olmayan yapılanmalar ne kadar radi-

Eylül Dersleri...Başıarafı 44. sayfadaBu mantık, sınıf savaşının bir egemen­lik mücadelesi olduğu bilimsel ger­çekliğini inkâr eder. Hiçbir düşünce çeşitliliği, hatta çeşitliliğin en aşırısı ve özgürü, işçi sınıfını iktidara getiremez. Sınıf iktidarının yolu, bu yolu tıkayan görüşler, maddi temelleri ile birlikte tasfiye edilmedikçe açılamaz. Dolayı­sıyla, sınıflar mücadelesinin doğasın­da var olan egemenlik savaşı iktidar arifesinde gerçekleşen bir anlık bir so­run değil, bütün mücadele sürecinde varolan bir gerçekliktir. Y.Öncü sınıf mücadelesinin bu yönüne katlanamı­yor.

Sonuç olarak, Y.Öncü’nün bütün iti­razlarına rağmen konuyu “sınıf indirgemeci” bir bakış açısıyla nokta­layalım. 12 Eylül, 1960’lardan beri yükselen sınıf mücadelesine önemli bir

tafa Suphi ile başlatılır. I. Bilen'le bitirilirdi. Bu­nu kabul etmeni.

1951'e kadar, net şekilde, Türkiye'deki ileri­ci hareket TKP içindedir. O zaman da o bizim hepimizin geçmişidir. O geçmiş bizimdir. Şu an­da TKP üyesi olanlar kadar bizimdir. Bir tek yeni belgeyi okudum, iki isim geçiyor. Bir Mustafa Suphi, bir de Nazım. Bu çok kısırlaşırır, böyle şeyi düşünmek mümkün değil.

Bakın, Sovyet kitabının önsözünde -ki 80 yıl­larında yazılmıştır- çok açık olarak Troçki'yi 1917'den silmenin mümkün olmadığını yazmış­tım. Bugün Sovyetler de öyle yapıyor. Doğru­su da budur. Biz de tarihimize böyle bakmalı­yız. Bu tarihi Şefik Hüsnü'süz, Dr.Hikmet'siz yaz­mak mümkün değildir. (Burada da izin verin, Dr.Hikmet'in 1930’larda yazdığı Yol dizisinde Mustafa Suphi değerlendirmesi, benim kitapla­rımdaki değerlendirmeye çok çok paraleldir.

kal olursa olsunlar kendi içlerinde du­rağandırlar ve diğer yapılanmalar se- viyesindedirler. Bütün yapılanmayı sa­yısal üstünlükten çok politik etkinlik ve nitel üstünlüğe dönüştürmedikçe kit­lelerle yalnızca onların kendiliğinden ha­reketinin yükseldiği direnme noktala­rında buluşur, sonra da kendi halinde grup olunur.

Pratik davranış düşüncenin netliğin­den geçer. Uzun soluklu mücadelede geçmişe sıkı sıkı bağlılık, gelişen hayat koşulları içinde TD Y ’yi muhtevasına aykırı olarak tembelliğe itmekte yeni politikalar üretilememekte, giderek "ta­rihle olan randevusu” gecikmektedir. Elbetteki bu süreç içinde tarihin ana akımı Türkiye koşullarında ileri adım- iar-atmakta, iktidara soyunan bir ça­lışma tarzım gündemine koyacak ko­nağa kadar gelmekte. Süreç öylesine acımasızdır ki, davranış özelliği göste­remeyen kim olursa olsun tarihin vi­zesini alamamaktadır. Bu nedenle ge­leceğe yönelik adım atmada gecikme ve hata affedilmez.

darbe vurdu. Olayların kaba görüntü­süyle yetinen birisi için, neredeyse ön­ceki yılların canlı mücadelesi bir anda olmamışa döndü.

Bu büyük altüstlük düşüncelerde derin izler bırakmadan edemezdi. 1960’larda sınıf mücadelesine coşkuy­la sarılanların önemli bir bölüğü şimdi “bilim” bayrağını sallayarak sınıflar mü­cadelesinin insafsız gerçeklerini ört­mek, “çeşitlilikler” içinde bulanıklaştır­mak istiyor. Bundan bir tek sonuç çı­karılabilir: 1960 sonrası mücadelesin­de yorgun düşen işçi sınıfı ile sağlam bağlar kuramayan küçük burjuvazinin bir kesimi, şimdi burjuva liberalizm i­ne giden yolun taşlarını döşüyor. “Bi­lim”, lanetli “tekelci düşünce", çok par- tililik, “çoğulcu demokrasi” çığlıkları, hep bu yol inşaatındaki kazma kürek sesleridir.

Page 69: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Türkiye’de Sınıf...Raşlarafı 39. sayfada

geleneği, modern kapitalizmin ona sonra­dan yüklediği bir misyon değil, Osmanlı toplum yapısından çıkagelen eski bir gele­nektir. 60 yıllık kapitalist yapımız bu gele­neği neden yoka indirgeyemedi? Bir tek

. nedenle. Pısırık, antika tefeci-bezirgân özel­liklerinden dolayı, yaratıcılığa değil, asjılak vurgunculuğa her zaman yatkın olmuş' Türk burjuvazisi tüm toplum ölçüsünde bi­leğinin hakkına hiçbir zaman öncü olama­dığı için. Batı'da burjuvazi kendi adıyla çağ­rılır. Bizde hâlâ “burjuva" lafı biraz da kü­für anlamına gelir. Batı’da modern girişim­ciliği ile burjuvazi, toplumu devrimlere sü­rükledi. Bizde, geniş halk kitlelerinin sinik bilincinde, tefeci-bezirgân sermayenin asa­lak yapısı derin izler bırakmıştır. Bu asalak yapısını, bir avuç Finans-Kapital egemen­liğine evrimleştiren Türk burjuvazisi geniş halk ölçüsünde gerçekten “meşru öncü” olamadı. O nedenle kalıntı-gelenek de ol­sa. Kılıçlılar bu yarım egemenliğin diğer bütünü olma rollerini kaybetmediler.

Ancak hiçbir şey değişmedi mi? Tersi­ne çok şey değişti. Kılıçlıların “devleti kurtarma" gelenekcil tutumuna egemen zümrelerin bir itirazı olamazdı. Neticede egemen düzen kurtanlacaktı. Ancak bu yol­daki atılımlar sınıflar üstü" bir güdü ile ya­pılırsa. Finans-Kapital düzeni açısından ge­çici de olsa sancılar yaşamak istenen bir şey olamazdı. 27 Mayıs ve 9 Mart biraz da bu çıkışlar oldu. 27 Mayıs öncesi orduda “ge­neral enflasyonu" vardı. Dolayısıyla dar­be sırasında hiyerarşi çatladı. 27 Mayıs'ın ilk tedbirlerinden birisi bu çarpık hiyerarşi­yi düzeltmek oldu. Finans-Kapital askeri hi­yerarşisinin sivri ucuyla sıkıca kenetlenme­dikçe rahat edemeyeceğini kavradı. Öte yandan modern sınıflar mücadelesi geliş­tikçe, sınıflardan bağımsızmışçasına devleti kurtarmaya talip olan Kılıçlılar, bu şaşmaz gerçekliği tanıdılar. 9 Martçılar, 12 Mart mahkemelerinde devrimcilerle birlikte yar­gılanırken. 12 Mart’çılar Finans-Kapital'in “balyoz harekâtını” yürüttüler. Bu kopuş- ma, sınıf saflaşmasının kaçınılmaz sonucuy­du.

Demek Tek Parti döneminde Kılıçlıların vesayetinde palazlanan Finans-Kapital, şimdi onlara acı acı sınıf gerçekliğini öğre­tiyor. Bu anlamda en iyi örnek 12 Eylül oldu. 12 Eylül ne açık iç çekişmeler yaşa­dı, ne de hükümetler bir kurulup bir istifa etti. 12 Eylül, 27 Mayıs ve 12 Mart’tan ders çıkartarak davrandı. İlk gününden hiç ikir- ciksiz, 24 Ocak kararlannı yürütmeye de­vam ederek Finans-Kapital ile ordunun üst katlarının kesin kenetlenmiş olduğunu ispat etti.

Buna rağmen MDP olayı ilginçtir. Bü­tün deneylere rağmen 12 Eylül, Finans- Kapital üzerinde tek parti dönemine ben

' zer bir vesayet kurmak istedi. MDP, bu 1950’de kalmış geleneğin yeniden hortla­masıdır. Bu partinin, zavallı akıbeti onun patavatsız başkanı, T . Sunalp’ten gelmez. Finans-Kapital ordunun işleri yoluna koy­masına bir şey demedi. Ama MDP ölçü­sünde yeniden siyaset vesayet altına alın­ma g rişimine kendi yordamınca itiraz etti. Ve 12 Eylül generallerine güçlerinin sını­rını göstermekten geri durmadı. 1

Netice olarak. 27 Mayıs, sınıflar müca­delesinin konakları açısından, Tek Parti döneminde yaratılan devletçiliğin hem ekonomik, hem de siyasi planda, Finans- Kapital tarafından yeni koşullara uydurul­ma, belli ölçülerde eritilme davranışına kar­şı tepki olarak patlak verdi. Tek parti dö­

nem inde kendini topyekün egemen gören “memurin devletf’nin alt katlan ordu genç­liğinin vuruşu ile Finans-Kapital'in dizgin­siz sermaye biriktirme hırsına tepkilerini yükselttiler. Bu, en azından şehirlerdeki kü­çük burjuva tabakalann Finans-Kapital’den ilk köklü kopuşması anlamına geldi. Evet, bu kopuşma, geniş yığmlann aşağıdan coşkun kalkışması ile olmadı -27 Mayıs ön­cesi gençlik olaylarını atlamıyoruz- tersine yukarıdan bir vuruşla yaygınlaştı. Bundan yakınacak değiliz. Hareketin bu “ilk günahı” bilinçlice yorumlanırsa, sızlanma ve pişmanlıklar anlamını yitirir. Ancak ko­puşma bir kez yukandan düşen kıvılcım­la, alt sınıfları sarıp kucaklayınca, kendinin aynen tekrarını imkânsız hale getirdi. 9 Mart bunun ispatı oldu.

12 Eylül, sınıf mücadelesi açısından 27 Mayıs’ın objektif olarak yüklendiği misyon­ların tam ztddınıyüklendi. 27 Mayısla 1980 arası 20 yılda, bütün burjuva parti­leri, sınıflar mücadelesinin darbeleri altın­da iyice yıprandılar. 1979’da parlamento içindeki hiçbir hükümet alternatifi yığınlar için bir anlama sahip değildi. 20 yılda sınıf kopuşmalan epey yol katetmişti. 12 Eylül bu sınıf kopuşmalannt “sıkı” bir anayasa ile asgariye indirme amacını taşıdı. Tüm bur­juva partileri aşırıca yıprandığı için, onla- nn hepsi adına ve yerine kendi gücünü son haddine kadar ortaya koymadan edeme­di. 12 Eylül, periyodik müdahaleler alın yazımızı değiştirmeyi amaçladı. Bu ise, 10 yılda bir siyasete atılmak yerine her gün siyasetin içinde olmakla mümkün olabilir­di. Yaşanan gerçeklik budur. Bu, sınıflar mücadelesi açısından önemli bir kazançtır. Geniş yığınlar açısından, bizdeki egemen­lik sisteminin bugüne dek, birbirine karşı davranıyormuş görünen iki yansı bütün ya­nılgılara son verecek şekilde, kitle gözün­de bir tekleşti.

Sonuç olarak, 12 Eylülle birlikte müda­haleler konusunda “bir daha olmasın” ya­kınma ve tepkileri ortalığı kapladı. Bunun için soyut ve ütopik formüller yapıldı. Bi­linçli işçiler açısından böyle soyut bir yakın­ma söz konusu olamaz. Sınıf mücadelesi­nin olduğu yerde zorluklar da olur, olacak­tır. Sınıf mücadelesini bunlardan arındır­m ak fikri ancak bir liberale yakışır. Prole­tarya olaylann gidiş nabzını elinden tutmak, her taktik imkândan yararlanmakla yü­kümlüdür. İşin can alıcı noktası proletar­yanın gücünü örgütlemek ve açığa çıkart­makta yatıyor.

27 Mayısla hızlanan sınıf kopuşmaları- nı son haddine vardırmaya yetenekli tek sınıfın proletarya olduğu yeterince aydın­landı. 12 Eylülle, Finans-Kapital gücünün önemli bir bölümünü harcadı. Artık geniş halk yığınlannın içinde yayılan tepkileri bir tek odak noktasında toplama görevi her­kesten çok işçi sınıfı devrimcilerine d ü ş ü y o r .

12 Eylül...Başlarafı 46. sayfada

olmuştur. Ancak özce köklü farklılıklar ol­mayınca, paralel gidiş ve sonunda birleş­me gündeme gelmiştir.

Birleşik Parti’nin en büyük yanılgısı, ANAP dışındaki burjuva partilerine, abar­tılmış bir misyon yükle meşindedir. Eğer Türkiye gerçekliği, özel olarak biz de bur­juvazinin gelişim tarihi iyi kavranmışsa, “demokratik yenilenme” programı seviye­sinde olsun, bir programı burjuvazinin hiç­bir kanadı yürütmeye yetenekli değildir. İşçi sınıfından başlayıp, “ulusal ekonomi­ye katkısı olan iş adamlanmıza" kadar uza­nan bir cephe hayal etmek, bundan bir “hükümet” üretmek ve önüne de bir prog­ram koymak basit bir taktik sapkınlık de­ğil, köklü bir sapıklıktır. Bunu nasıl nitelen­direceğiz? Eğer bunlar basit bir taktik hata olarak görülürse, bizzat böyle görenler de aynı dertten inmelidir.

Her siyaset, bir diğeriyle sınır çizgilerini çizmelidir. Aksi durumda varlık koşulu kal­maz. Zaten olaylar şaşmaz inatçılığıyla, öz­de farklı olmayan siyasi yapıları birbiri üze­rine düşürüyor. Kendi dışımızdaki siyaset­leri eğer bir teorik temelde birleşme im­kânı dışında görüyorsak, onları neyseler öylece nitelendirmek zorundayız. Ve bu ni­telendirme ilk planda kaçınılmaz görünü­şüyle sübjektif olacaktır. Ancak olalar akı­yor. Ve tek şaşmaz kriter olaylardır.

En son referandumda “evet” kampan­yası neyi göstermiştir? “Yasaklar keyfidir ve anti-demokratiktir. Eğer hukukun üs­tünlüğü demokrasinin vazgeçilmez bir ko­şulu ise böyle bir yasaklamanın olmaması gerekir.” (Gün, Ağustos 1987) Finans- Kapital düzeninde hangi “hukukun üstün- lüğü”nden bahsediliyor? Eğer Baro bina­larından sınıflar mücadelesi alanına çıkılır­sa sınıfça üstün olanın hukukça da üstün olduğu hemen görülür. Bu ya da başka gerçeklerle “evet” çağnsını temellendirmek bizlere düşmemeli.

Olaya sınıfların döğüşO açısından ba­karsak, o zaman ortaya şu gerçeklik çıkar. En azından son on yılın kahırlı sınıf müca­delesini yıpratıp, bir köşeye ittiği burjuva siyasetçileri ve partilerinin siyasi itibarları­nı iade etmek bize düşmezdi. Zaten oyla­manın sonucu yığınlardaki bu isteksizliği yeterince göstermiştir. Onlar, 12 Eylül’le demokrasi oyunu son bulurken, parlamen­to fesh edilirken de fazla göz yaşı dökme­diler. Hukukça bakarsak, ağlayıp tepki gös­termeleri gerekirdi. Ancak 1980 parlamen­tosu ve partilerinden umut kesilmişti. Evet, 12 Eylül belki ANAP’ı eli kolu bağlanmış yığınlara umut olarak sundu. Hızla yıpra­nıyor. Bu yıpranışın altına, “hukuk" adı­na Demirel ve Ecevit’leri mi payanda ede­ceğiz? Elbette hayır!

Burjuva normlarından, sınıflar mücade­lesi alanına geçebilmek gerekli. Oradan olaylar bambaşka görülebilir. Geçilemiyor- sa, ne denirse densin, binbir bağla toplu­mu örmüş olan burjuva etkilerin altında, ancak o ufuktan sosyalizm yapılıyor de­mektir.

O zaman bu gerçekliğe “burjuva sosyalizmi” dediğimizde kimse alınmasın.

Page 70: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

S I Y R I L I P G E L E N YORUM

MÜZİK TOPLULUĞU

DEĞERLİ BASIN MENSUPLARI

Türkülerimiz acılarımızı, hasret ve sev­gilerimizi yansıtır. Onlar insanca yaşamımı­zın birer parçasıdırlar. Biz türkülerimizi söy­leyen, yaratan sanatçılar olarak özelde ya­şadığımız topraklar, genelde tüm dünya topraklar) üzerinde yaşayan insanların acı­larını, sevgilerini, sorunlarını yansıtmak du­yarlılığını ilke olarak almalıyız diyoruz.

Türkiye ve dünya, bu duyarlılık içerisin­de cezaevlerine girmiş, yaşamlarını vermiş, her türlü zorluk ve zulme karşın onurlu tav­rından ödün vermeyen sanatçılarla dolu­dur. Örnekler vermek gerekirse: Tedavi olanakları kısıtlanan Ruhi Su, ülkesinden uzakta yaşamını yitiren Nâzım Hikmet, Y ıl­maz Güney, cezaevlerinde fiziksel olarak çürütülmüş. Enver Gökçe ve daha birçok sanatçı...

Bunların dışında aynı onurlu tavrı gös­teren, bu nedenle zulme uğrayan isimsiz birçok sanatçı vardır. Bu sanatçıların kamu­oyuna ulaşabilme zorluklarından dolayı, acıları ve sıkıntıları tek başlarına göğüsle­dikleri görülmektedir.

Tüm dünya baskıcı sistemlerinde görül­düğü gibi, "Bugün bana, yarın sana” ku­ralı hep işlemekte, baskının ulaşamadığı hiçbir onurlu insan kalmamaktadır. Top­lumun en duyarlı insanlarından başlayarak, en sessiz insanına kadar ulaşabilen bu hak­sız uygulama ve baskılara karşı alınacak ta­vır, hem insanın kendisine, hem de toplu- muna karşı onurlu yapımının göstergesidir.

Ruhi Su, Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney ve daha birçok sanatçıya karşı uygulanan baskılara, toplumumuzun ve özellikle top­lumun göstergesi sanatçıların ilgisi, olayla­rın yaşandığı dönemde sonuç alıcı olabil­miş midir? Yoksa iş işten geçtikten sonra mı tavırlar gündeme gelmiştir?

Tiim bunların ışığında yansıtmak istedi ğimiz soruna gelelim:

1 Ağustos 1987 günü, Sağmalcılar Ce­zaevi önünde, tutuklularm tek tip elbise başta olmak üzere, insanca yaşam koşul­larının sağlanması için başlattıkları açlık gre­vine bir sanatçı ve duyarlı bir insan olarak destek veren grubumuz solisti ERKAN EF- KAN ŞEŞEN, aynı gün onurlu tavrı onunla paylaşan 19 kişi ile birlikte tartaklanarak gözaltına alınmış, daha sonra da tutuklan­mıştır.

İnsan haklarına yönelik saldırılara ve zul­me karşı çıkmak ülkemizin de imza attığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 3. maddesinde de belirtildiği gibi meşru bir haktır. Bu hakkını kullanan arkadaşımıza ve onunla aynı onurlu tavrı paylaşan insan­lara yönelik bu saldırıların cezaevinde ve daha da ileri gidilerek yargıçların ve kamu­oyunun gözü önünde pervasızca sürmesi­ni ve idari bir sorun olan tek tip elbiseyi giy­memeleri gerekçe gösterilerek her türlü haktan yoksun bırakılmalarını (en başta avukat ve yakınlanyla görüştürülme) ve gi­derek cezai bir nitelik kazanan tutukluluk hallerinin devam ettirilmelerini kınıyor; ar­kadaşımızın özgürlüğünün gaspedilmesi ve düşünsel-fiziksel yapısına yönelik zulmün sona erdirilmesi için başlattığımız bu ka­mpanyaya ülkemiz tüm aydın, sanatçı ve yurtseverlerini omuz vermeye çağırıyoruz.

Bu amaçla İÜ günlük bir imza kampan­yasını da başlatmış bulunuyoruz.

10 Aralık 1987

GRUP YORUM

Gülbahar Uluer Metin Kahram an Kem al Gürel Tuncay Akdoğan Taci Uslu Serdar Keskin

Sıyrılıp gelen"c A \

j?- e t ^7? h a #55

^ ~v, \ v ^ ̂£ -V/A* ■ T

>,|J .1 .... Ö V

‘ 'Belli ki dağların, denizlerinve göllerin üzerindensıyrılıp gelmektedir seherbelli ki yakındırdoğayı ve hayatı sarsacak saat ”

ABÜYÜGÜLEBİLMEZKUŞATMAĞÜLEYÇANHÜZ NÜN İSYAN OLURENTEL KARŞILAMASI

i ^BSIYRILIP GELENHAYATMÜNZUR DAĞISEN ÖZGÜRLÜKSÜNMAPUSHANE ÇEŞMESİ

Rasih Nuri...Baştarufı 24. sayfada

doğru dürüst bir kitap yazılabileceği kanısında değilim. Şunu biliyoruz ki, bazı kimselerde bir­çok belge olmasına rağmen, o belgeleri birçok bakımdan anlayamıyorlar. Anlamamaları nere­den geliyor? Sırf bir dergi, bir belge, meseleyi anlamak için yeterli değil. Hele iddianameler, mahkeme kararları hiç değil. Ne kalıyor? Hatı­ralar kalıyor. Hatıralar da bence fazla sıhhatli bir yol değil.

Şimdi, ben, sizin sorduğunuz bu konudan ka­çacağım. şöyle bir netice vereceğim: Doktor için

çok faydalı bir şey yapıldı. Aşağı yukarı kitapla­rının tamamı yayınlandı. Fakat, bence daha önemli bir şey var. Doğru bir yöntemle Doktor hakkında doğru dürüst kitaplar yazılması lazım. Doktor’un yazılarını bilimsel sosyalizm yöntemiy­le ele alıp, onlardan ciddi bir tez çıkartmak ge­rekir.

Şüphesiz, parti tarihi yazılacak gibi değil şim­

di. Ama yazıldığı vakit, parti tarihinde Doktor ­un yazılarının hem yeri, hem de büyük önem­leri vardır. Bu, inkâr edilebilecek bir şey değil

Zaten, demin yaptığım eleştiri, herkesin par­tiye hücum ettiği bir sırada bu yüklenişi yayın­lamak doğru değildi şeklindeydi. Doktor’un ken­disinin bu şekilde yayınlamak istemeyeceğini sa­nıyorum. Ölüm döşeğinde yazılmış şeylerdir ço­ğunluğu, yayınlasaydı da süzgeçten geçirirdi, bunlar özel notlardan ibarettir.

Ne yazık ki, bir bakıma yazılmış olmasının fay­dası var. Çünkü birçok şeyi açığa çıkartıyor. Fa­kat, bir burukluk, bir rahatsızlık yaratıyor Ben de birçok şeyi biliyorum Birçok şeyi de yazma­ya gayret ediyorum belki. Ama, ben onları not olarak alıyorum. Doktorun parti tarihine katkısı değil onlar, o niyetle yazılmış değil, insan not alırken başka türlü yazar, onu bir eser haline ge­tirirken başka türlü ifade eder.

Ve şüphesiz, aynı konuda olmamakla bera- I ber, söylediklerinin yüzde doksam doğru. Ne ya­

zık ki doğru Ben, sadece Doktor’un anılarının değil, asıl diğer konularda yazdıklarının da, ta­rih üzerine ortaya attığı tezlerin de bilimsel bir yöntemle ele alınarak, birkaç doktora tezi çıkart­mak gerekliği kanısındayım.

Bakın, başkası için bunu söyleyemeyiz. Re­şat Fuat'tan, hatta Dr Şefik Hüsnü’den yazılı az belge kaldı, diyebiliriz. Dr. Şefik Hüsnü’den ne kalıyor? Aydınlık dönemindeki makaleleri kalı­yor O makalelerden çıkan bir broşür kalıyor. Maoculann çıkarttığı. Enternasyonaldeki konuş­maları kalıyor, kı onlar da tamamı değil, hiçbir tanesi tamam değil. Oysa çok yazdığına şüphe yok, ancak o arşivler bizde yok. Kerim Sadi’de hiç yok. Daha çok çeviri ve eleştiri. Reşat Fu­at'tan Kendi imzası ile iki iane makale var. Ye­ni Edebiyat’ta Ali f^za Çelik diye imzaladığı ya­zılar var. Ayrıca çıkarttığı illegal yayınlar var. mahkeme savunmaları var. Onlar da ne yazık ki el altında değil Doktuı Hikmet in avantajı bu­radadır.

Page 71: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

BASIN AÇIKLAMASIKadın cinsinin ezilmişliğini or­

tadan kaldırmaya yönelik ve ka­dının gün lük yaşamda karşılaş­tığı ayrımcı baskıcı uygulamalar­la mücadele edebilecek dem ok­ratik bir kadın hareketi yaratabil­m ek amacıyla Demokratik Ka­dın Derneği “ D K D ” kurulm uş­tur.

Kadın sorununa farklı yakla­şımların farklı örgütlenmeler gündem e getirmesi doğaldır. Dünyadaki kadın hareketinde de böylesi gelişmeler yaşanmış­tır. Son yıllarda ülkemizde kadın örgütlenmesi konusunda yaşa­nan çeşitliliği bu bağlamda de­ğerlendirm ek gerekir. Kadın so­rununa bakıştaki farklılıkların netleşmesi, farklı anlayışların bir­

likte mücadele edilebilmesinin koşullarını hazırlayacağı gibi ü l­kemizde bu sorunun derinliğine tartışılabilmesini de sağlayacak-, tır.

Demokratik Kadın Derneği bu tartışmaların neresinde kala­caktır.

Kadının cins olarak ezilmişli­ğ in i yok sayan, toplumsal m ü­cadele için eritmeye çalışan an­layışla toplum daki tüm ezilen kesimlerin bu ezilmişliklerinin te­melinde yatan gerçeği gözardı eden anlayış bizce ikiz kardeştir. Birisi sorunun özüne inmez ya l­nızca görünürdeki biçimine karşı çıkarken, diğeri de tüm kadınla­ra yönelik bir program oluştur­ma görevinden kaçmaktadır.

Kadınların özgül ezilmişlikleri temelinde ayrı örgütlenmesi d i­ğer tüm ezilenlerle ortak hare­ket etmeyi engellemez. Bizler kadın olarak yaşadığımız baskı­lara ve ayrımcı uygulamalara karşı mücadeleyi toplumdaki tüm baskılara ve haksızlıklara karşı mücadelenin bir parçası olarak algılıyoruz.

Ezilmişliklerini farklı biçimde yaşasalarda her kesimden kadını Demokratik Kadın Derneği ça­tısı altında toplanmaya çağırıyo­ruz DKDGenel Merkezi,Küçüklanga Cad. Koçibey Sok. Yüksel Apt. No: 29 Aksaray/İSTANBUL

Page 72: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Bir mektup var:

YAŞIYORLAR,YAŞATACAĞIZ!

“Beni hayat devrimci yaptı. Her zaman devrimci öğretiler doğrultusunda, kendi fel­sefe anlayışım olan bilimsel sosyalizmden ayrılmadan, arkadaş ve halkıma ihanet et­meden, halkımın mutluluğu için savaştım. Bu savaş sürecinde, devrimci onurumdan asla taviz vermeden, yılmadan, usanma­dan bu görevi en iyi şekilde yerine getir­meye çalıştım. Sanıyorum bunu da yap­tım.”

“Halkımın bana vermiş olduğu son gö­revi de, korkusuzca en iyi bir şekilde yeri­ne getireceğim. Bundan hiç kuşkunuz ol­masın. İdam sehpasına giderken, arkaya bakmadan, korkusuzca, halkımın mutluluk sloganlannı haykırarak, köhne düzenin cel­ladına fırsat vermeden, sehpaya tekmeyi kendim vuracağıma söz veriyorum.

Bu korkusuzluğu, devrimci öğreti, dev­rimci bilinç ve kavga koşullarına borçlu­yum.”

“Bizi ne işkenceler, ne zindanlar, ne de idam sehpaları asla yıldırmayacaktır. Bu­gün bizi mahkûm edenlerden tarih mutla­ka ama mutlaka hesap soracaktır.”

Yukarıdaki cümleler, kamuoyunda, “TH K P /C Üçüncü Yol” davası olarak bili­nen davadan yargılanıp, 28 Ocak 1983 gü­nü İzmit hapishanesinde, üç yoldaşıyla bir­likte idam sehpasına çıkan Mehmet Kam­bur’un karısına yazdığı bir mektuptan ak­tarılmıştır.

17 Ocak 1981 günü Sakarya’nın Akya­zı ilçesinde, polis ve jandarmayla çıkan ça­tışmada, Ali Aktürk ve Metin Adil Toraman isimli devrimciler yaşamlarını yitirirlerken, Mehmet Kambur (yaralı), Ömer Yazgan (yaralı), Erdoğan Yazgan, Ramazan Yuka- rıgöz (yaralı) ve İsmail Gökalp ele geçmiş­lerdi.

İşkence ve sorgulamada her sosyaliste ve devrimciye örnek olacak bir tavır sergi­ledikten sonra, Gölcük hapishanesine hap­sedildiler. Çok kısa bir süre içinde “yargılanıp" idama mahkûm edildiler. İdam dosyalarının geri döndüğü, kararın bozul­ma durumunun ortaya çıktığı bir karışıklık, anında da (x) apar topar idam edildiler. Ai­lelerine bile haber verilmeden................

12 Eylül’den sonra, jandarma ve polise karşı koymak kolay affedilir bir suç değildi. Hele hele, bir

ordu mensubunun, bir subayın (Ömer Yaz­gan), emperyalist silah tekellerinin, NATO; nun, işlerini yapmak ve holdinglerin birin­de iyi bir köşe kapmaya uğraşmak yerine, işçi sınıfının ve halkın saflarında yer alma­sının hesabı mutlaka sorulmalıydı.

İşte bunlar için, dört eğilmez baş, yaşam­larının bahannda dört yiğit, soğuk bir kış günü sabahı, Gölcük hapishanesindeki hücrelerinden, son görevlerini yerine ge­tirmek üzere cellatları tarafından çağrılıyor­lardı. O sabah güneşin doğuşunu, gökyü­zünün maviliğini, hücrelerinin demir par­maklıklarından içeri süzülen bir sızıntı ola­rak bile göremeyeceklerdi. Bir daha görüş­me gününe çıkmakta yoktu, yoldaşlarına, sevdiklerine mektup yazmak ta. Kaçma planları yapmak ve dışarıdaki mücadele içinde tekrar yer almanın hayalini kurmak ta artık gereksizdi. Ama bu güzel insanlar, “o güzel gün geldiğinde” gökyüzünün ma­viliğinin ve güneşin altında tüm sevdikle­riyle birlikte ve özgür, ve mutlu olacaklan- nı biliyorlardı. Biraz sonra öleceklerinden ne kadar eminseler, bundan da en az o ka­dar emindiler, işte bu güvenle, sloganlar atarak ve marşlar söyleyerek, açılan demir parmaklıklardan boşanırcasına dışarıya, ölümsüzlüğe fırladılar. Hapishane arkadaş­larının hiçbiri onlan bu sonsuzluk yolculu­ğunda yalnız bırakmadı. Sanki gidenler kendileriymiş gibi, yürekleri ağızlannda, on­larla birlikte haykırdılar. İstanbul-Ankara as­faltı, İzmit-Bursa yolu trafiğe kapatıldı. Göl­cük’ten İzmit hapishanesine gelindi. Dara­ğacı çoktan kurulmuştu...

Ömer Yazgan 1957’de Ankara’nın Po­latlı ilçesinde doğdu. Memur bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Kuleli Askeri Lisesi’nde ve Kara Harp OKulu’nda okudu. 1978’de piyade teğmen olarak mezun oldu. 1979’da devrimci mücadelede daha aktif yer alabilmek için, kendi iradesiyle ordu­dan ayrıldı. İzmit ve Gölcük çevresinde devrimci faaliyetlerde bulundu. İçeri düş­tüğü andan idam edildiği ana kadar ken­dine yapılan “pişmanlık getir, seni affedelim” tekliflerini, yani hainliği kabul et­medi.

Ömer, sosyalist olduğu, devrim uğruna savaştığı için ölen ikinci subay (ilki Kızılde- re'de ölen Saffet Alp), tüm bu yaptıkların­dan dolayı pişmanlık getirmediği için idam

A.SELMAN

edilen ilk Türk subayıdır. Bu, sosyalist ha­reket açısından önemli bir tarihi olgudur.

Mehmet Kambur yaşamını mahalle bek­çisi olarak kazanıyordu. İstanbul Sarıyer bölgesinde devrimci çalışmalara katılmış ve kendini devrime adamış coşkulu bir halk kahramanıydı.

Erdoğan Yazgan genç bir işçiydi. Sanyer bölgesinde devrimci çalışmalar yaptı. Ha­pishanede iken, rapor alıp idam edilmek­ten kurtulabilme imkânı vardı. 0 böyle bir şeyi kabul etmedi. Arkadaşları ile birlikte ölmeyi tercih etti.

Ramazan Yukangöz, genç yaşta devrim­ci harekete katılmış, özellikle İstanbul Gül- tepe’de bölgenin faşistlerden temizlenme­sinde yararlı işler yapmıştır. 12 Eylül ön­cesinde kapatıldığı Sağmalcılar hapishane­sinden, yanındaki devrimcilerle birlikte, ce­zaevi arabasını ele geçirerek firar etti. Kısa ömrü inandığı davaya adanmıştı.

Ömer, Mehmet, Erdoğan ve Ramazan devrim uğrunda şehit düşen ilk devrimci­ler değillerdi. Sonuncuları da olmayacak­lar. Onlar M.Suphilerin, Şefik Hüsnülerin, Hikmet Kıvılcımlıların, Denizlerin, Mahir­lerin, İ.Kaypakkayalann yaşattıkları devrim­ci direniş geleneğinin sürdürücüleri oldu­lar. Gözünü kırpmadan idam sehpasına çı­kanlarla, işkencede, açlık grevlerinde, ça­tışmalarda şehit düşenlerle birlikte, 12 Ey- lül’e karşı direnişe damgalannı vurdular. Onlar bugün, fabrikalarda, mahallelerde, okullarda, hapishanelerde, direnenlerin mücadelesinde yaşıyorlar. Bizlere yol gös­teriyor, güç veriyorlar.

Bağımsız demokrasi sosyalizm mücade­lesini zafere götürerek, onların değerli anı­larını yaşatacağız.

(x) O sıralar dosya Yargıtay'da görüşülmek üzere bek­liyordu. Ayrıca özgül bir durum da ortaya çıkmıştı. M Kambur idamlarından iki halta önce, İd Ocak 1983'te yazdığı bir mektupta bunu şöyle anlatıyor­du: " ... bizi yargılamak için oluşturulan heyet içeri­sinde yardımcı hakimler, başka bir davada rüşvet alırken, yakalanıp, yargılanıp ve ceza aldılar. (Dört kişilik Kurtuluş davasında | Aslında, bu adam- lann sonuçlandırdığı bütün davalar iptal edilip, o in- sanlann yeniden yargılanması gerekiyor. Tümü iptal edilmese bile en azından hayati önem taşıyan so­nuçlanmış davaiar iptal edilip yeniden yargılanması gerekir." (Parantez M.Kambur, abç.) Verilen idam kararlarının sırf politik nedenlerden dolayı verildi­ğini anlatmak için daha fazla söze gerek yok

Page 73: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Ayaktakiler (soldan sağa): ÖmerYazgan, Ramazan Yukarıgöz Çökenler (soldan sağa): Erdoğan Yazgan, Mehmet Kambur

Page 74: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

karikatür

HAŞAN SEÇKİN.IV. Uluslararası Vercelli (İtalya) Karikatür Yarışması, Jüri Özel Öd»İL

Page 75: Çağdaş Yol Şubat 1988 Sayı 3

Carmelo Gonzales, “ Nella Pagina a desira” (Plantasyon işçisi ve ailesi), Tahta baskısı.