Çağdas yol mart 1987 sayı 1

70

Click here to load reader

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

290 views

Category:

Documents


21 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

Page 1: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

YIL: 1 SAYI: 1 Fİ ATI: 500 TL. MART 1987

SENDİKALAR ■ Alınteri Mücadele

Geleneğini Tasfiye ediyor:

TÜRK-İŞ’DE İRLİK PAROLASI

ve BAĞIMSIZ SENDİKALAR

ÇİZERİNE

İNSAN HAKLARI ■Dev-Sol Davası

anıkları iddia ediyor:İŞKENCE

SİSTEMLİDİR

8 MART DÜNYA ■ (ADINLAR GÜNÜ

KADIN“ SOSYAL

SIN IFIM IZ”

aolAYLIKİSİYASİ DERGİ“Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılamaz”

■ TÜRKİYE

EYLÜLİZMİN DÜRÜMU VE DEVRİMCİ DEMOKRATLARIN GÖREVLERİ

DEMİREL DEMOKRATLAŞI YOR M ü?

DİSK OLAYINA GENEL BİR BAKIŞ

■ GENÇLİK

ÖĞRENCİHAREKETİNDEKİTARTIŞMALAR

■SANAT

YENİ İNSAN YENİ AYDIN YENİ EDEBİYAT

Yükselt kurtuluş bayrağını Zulmü rüzgarlara savur! Körükle Mücadele Ocağını Tavı gelen demire vur!

Page 2: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Çağdaş YOLAYLIK SİYASİ DERGİ

Düşünce ve Davranış Birbirinden ayrılamaz

SAHİBİ ve SORUMLU YAZÜŞLERİ MÜDÜRÜ

Cemal Şen

YAZIŞMA ADRESİ Balabanağa Mah.

Ahmet Şuayip Sokak No: 1 4 / 4 Laleli - İSTANBUL

DİZGİ: EKOL Compuğraphic Fotodizgi BASKI:

Yeni Doğuş Web Ofset Film:Delta Grafik

FİATI: 500 TL. YILLIK ABONE BEDELİ 6000 T.L.

YURTDIŞI FİATI: 4 DM GENEL DAĞITIM:

Etkin Dağıtım

Bu dergideki karikatürler, Turgay KARADAĞ’ın “ ÇİZGEÇMİŞİM BUGÜNE ” Karikatür Albümünden alınmıştır.

İçindekilerÇıkarken 3Eylülizmin durumu ve devrimci-demokratlaradüşen görevler/Kenan Yaşar 6EKONOMİEkonomide durum/Mehmet Yılmazer 8POLİTİKA xDemirel Demokratlaşıyor mu?/Mehmet Yılmazer 10Derebey Artıkları ve İrtica/Hasan Çetiner 12Kadın Sosyal ‘ 'Sınıfımız''/Hikmet Kıvılcımlı 13Ekim Devrimi Batı'daki Kadınlara Neler Getirdi/Aleksandra Kollontayl4DÜNYADANFRANSA: Sendikal Mücadelede Yeni Perspektifler/Ayşe Tansever 15 Paris'te Bahar/Ayla Alp-Ali Zeki 16Sosyalist Ülkelerde Gelişimi Hızlandırma/Oieg Bogolomov 18ELEŞTİRİBatak "Zemin"e Birkaç Söz 20SENDİKA" Türk-İş'de Birlik " Parolası ve BağımsızSendikalar Üzerine/Orhan Dinçok 22Çelik-İş'de Neler Oldu? 25DİSK Olayına Genel Bakış 26Otomobil-İş Kongresinden Çıkarılacak Dersler 29Türk-İş 14. Genel Kurulu veDevrimci-Demokratlara Düşen Görevler/Kenan Yaşar 30Politik Pezevenklik Üzerine/B. Brecht 31Philips'te Açlık Grevi 32“ Türk-İş Kongresine Çağrı "/Deri-İş Sendikası 33Netaş'ta 93 Gün 34Sendika Komiteleri Üzerine/Ceren Güler 35Toplu-İş Sözleşmesi Nasıl Yapılmalıdır?/Hüseyin Ateş 37Sendika İçi Demokrasi/Ali Işıkçı 38İNSAN HAKLARI“ İşkence Sistemlidir "/Sinan Kukul-İbrahim Bingöl 40

GENÇLİK

Öğrenci Hareketindeki Tartışmalar/Nevruz Çağlar 44Öğrenci Gençlik Hareketi ve Örgütlenmesi/Orhan Dinçok 46Öğrenci Gazetesi Üzerine Tartışma ve Öneriler 48Öğrenciler ve Siyaset 49SANAT

Yeni İnsan, Yeni Aydın, Yeni edebiyat Kemal Saruhan 50Amatör Tiyatrolarla Söyleşiler/Çağdaş Oyuncular—Hasad 56Konuşma /Kerim Korcan 56Müziğimizde Güncel Yönelimler/Ertuğrul Kayserİlioğlu 58

Devam sayfası 60Basın Açıklaması / Laspetkim-İş Sendikası 61Sancılı Çin / Ayşe Tansever 62Karikatürümüz Kapıkulede / S.Poroy 64Karikatür / Turgay Karadağ 65Şiir / Nazım Hikmet 66

Page 3: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

■■m

ÇIKARKEN...

ergim iz yayına nasıl b ir o rtam da başlıyor? Bu sorunun cevabını ana yönleriyle netleştirebilirsek, amacımızın ne olduğu yönündeki okuyucunun haklı sorusu-

_ na cevabımızın ilk adımını atmış oluruz.86 sonbbharı 6 sene önceki sonbahara nazire edercesine yeni b ir dönemi açmışa ben­

ziyor. A çan la r 6 sene boyunca üstlerinde en çok konuşulanlar. Tabiî sadece konuşul­madı. Başka şeylerde yapıldı. O başka şeylerden b ir kısmını "İnsan H a k la rı" köşemiz­de yayınladık.

İki sosyal kümeden bahsediyoruz - İşçiler ve Ö ğrencile r. Toplu yemek boykotları ve açlık grevle ri her iki kesimce de yapıldı. İş Yasası'nın grev hakkını kuşa çeviren hüküm­lerine rağmen önce Türk-İş'e bağlı sendikalarca küçük işyerlerinde başlatılan grevler, hiç de rastlantı olm ayan b ir şekilde bağımsız ve dem okratik yapılı sendikalarca büyük işyerlerine yayıldı. Pirelli g revi başarıyla biterken, Netaş ve Derby işçileri yüzbinlerce işçinin b iraz kuşkulu, ama umut dolu gözlerin i üzerlerinde hissederek ta rih î b ir görevi yerine getirmeye çalışıyorlar. Açlığa, soğuğa ve her türlü baskıya karşı...

Yemek boykotları ve açlık grevleriyle birlikte öğrencile ri 000 'i bulan kalabalıklarlaYÖK Yasası'nı protesto eden siyah çelengi üniversite kapısına bıraktılar. İzm ir ve İstanbul'da seçilmiş öğrenci grupla rı A nka ra 'ya yürüdü. Ö ğrencile r 12 Eylül öncesi öğrenci hare­ketinden farklı o larak Türkiye çapında b ir p latform yaratıp, yaşatabilmenin çabası içinde.

İşçiler ve öğrenciler yasal sınırlar içinde tepkilerini dile ge tiriyo rla r. Ancak özellikle öğrenciler üstüne önyargılı baskılar uygulanıyor. G özaltına alınma ve işkence seansları sıkça uygulanıyor. Herkesin gözü önünde uygulanan bu fütursuzca baskıları yapan lar neye güveniyor? 6 yıldır işçiler ve öğrencilere karşı yürütülen karalam a kampanyasının sıradan insanlarımızın kafa larında yarattığ ına inandıkları "s u ç lu " damgasına güveni­yo rla r. İnançlarının çok çürük olduğunu hatırlatalım . Sıradan öğrencilerde tepki yükse­liyor. Emekçi yığın lar işçi ve öğrenci hareketlerini dikkatle gözlüyor, hattâ pasif destek sözkonusu. Kimi aydın lar aktif destekte bulundu.

Verdikleri dilekçe yüzünden olmadık baskılara uğrayan, yargılanan aydınlarımız, pek "ak ıllanm am ış" o lacakla r ki, ikinci b ir dilekçenin hazırlığını yapıyorla r. İlkinden çok da ­ha fazla katılımla. 10 bini aşkın yurttaşın imzaladığı belirtilen "Ekmek ve Hak Dilekçesi" isminden anlaşılan şeyleri ta lep ediyor: Ekmek ve Hak! Emekçi halkın sorunlarını kendi sorunu o la rak kabul eden yurtsever aydınlarım ız, Eylül sonrasının karanlık günlerinde gülveren tepkilerin i sistemleştirme eğilim indeler.

"Ç o k a k ıllı" büyüklerim iz sol'un önüne set çekebilmek için İslam iyet'e sarılmıştı. He­sapları b iraz karıştı. Kimi küçük üretmenler ve esas o larak taşralı orta tabakaların tepki­leri İslâmiyet biçim ine bürünebiliyor. Bunda şüphesiz bu tabaka la ra önderlik eden güç­lü b ir sol odağın olamayışının payı büyük. Tepkiler bu zeminde kaldıkça sonuçsuzluğa mahkûm, ancak çürür. Şimdi bu hareketi kontrolünde tutabilen tekellerin uşağı ve Ba- tı/Suudi sermayesine doğrudan bağlı ta rika t şeyhlerinin görevi de zaten bu. Ancak filiz halinde de olsa uç veren ve te feci/bezirgân hacıağaların örümcek ağlarını aşabilen ki-, mi bağımsız İslâmî kıpırdanışlar dikkatle gözlenmesi gereken eğilim ler o larak şekilleniyor.

Ülkenin belli b ir kesiminde ise büsbütün başka o lay la r o luyor. Doğu ve G üneydoğu '- d a r özellikle İkincisinden bahsediyoruz. Partiya Karkeren Kürdistan'a (PKK-Kürdistan İşçi Partisi) bağlı ge rilla la r veya günlük basandaki deyişle, "b ö lü cü çe te "le r T.C. devleti­nin ordusuna karşı gayri nizami b ir harp açmış vaziyetteler. "T.C.'nin belli bölümünde yaşayanlarının ayrı b ir halk olduklarını ve sömürge statüsünde yaşadıkların ı" iddia eden PKK, bağımsız b ir devlet için savaştığını açıkça ilan ediyor. T.C. ve ordusu ise "bö lücü girişim lere karşı b irlik ve beraberliğ i muhafaza etmeye k a ra r lı" . Yakalanan PKK m ili­tanlarının çoğunluğunun topraksız köylü, işçi, işsiz ve öğrenci kökenli o lduğu görü lü ­yo r. Sürekli takip altında olan ve dağ la rda üslenen m ilitanların yaşam ları için gerekli ihtiyaçları nasıl karşıladıkları merak konusu. Ancak sık sık yakalanan ve "b ö lü cü çeteye yard ım cı" oldukları ilan edilen köylüler var. Basında yazıyor. Bunlar "PKK sempatizanı" o larak kabul ed iliyor ve " s a r ı" renkle fişleniyor. "K ö y korucusu" o la rak devletin ve rd i­ği silahla PKK'ya karşı savaşdff köylü ler de va r. Bunlar "b e y a z " fişli olsa gerek. Devlet­le PKK arasında "k a ra rs ız " köylü ler ise "m a v i" renkle fişleniyor.

Sonuç: 12 Eylül'den sonra yaratıldığı iddia edilen "h u z u r ve güven o rta m ı" 87 Şu- bat'ında bu durum da. Ülkenin her yerinde hoşnutsuzluk rüzgârı esiyor. Bazı kesimler hoşnutsuzluklarını pratik eylem lerle dile getireb iliyo rla r. H aya lî senaryolarda kopukluk­la r sıklaşıyor.

Yapılan baskıları, artırılan sömürüyü herkesten önce açığa çıkarmak, teşhir etmek;ı

3

Page 4: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

yığın lardaki hoşnutsuzluğa anında tercüman olm ak; hoşnutsuzluğunu eyleme dökenle­rin sözcüsü olmak gerekiyor. G örev kabul ediyoruz.

* * *

Sadece hareket etmek - tepki göstermek yetmez. En az onun kadar önemlisi: Hangi karakterde - hangi yöndedavranıld ığı. Yığınlar kendi haline bırakıldığında da yoksulluk ve baskılar yükseldikçe kendiliğinden tepki göstereb ilirle r. Sözkonusu olan bu tepkilerin ve yönelişlerin eğitilmesi, sonuç alıcı hedeflöre yöneltilmesi, hedefe varılması.

Bu noktada işin içine siyaset g iriyor. Yığınlar sınıflardan oluşur. Üretim /Tüketimdeki ortak konumda olan insanlardan oluşan sınıflar, toplum içinde kendi m enfaatlerini sa­vunacak siyasetlerini ü re tiyor. Sosyalizm, işçi sınıfının siyaseti. Fazlalığı var. Dar sınıf çı­karlarına hapsolm uyor, toplumu kucaklıyor. İşçi sınıfının çıkarlarını nasıl koruyacağını, hedeflerine nasıl varacağını göstermekle yetinmeyip, d iğer emekçilerin sorunlarına çö­zümler ü re tiyor. İşçi sınıfının üretimdeki konumu siyasetini de öncü durum una sıçratı­yor. Sosyalizm, tüm toplumu idare etme iddiasında.

Ellerinden hakları alınıp, iktisadi ta lana uğratılan başta işçi sınıfı bütün emekçilerin, öğrencilerin, aydınların, özgür olmadığını bilenlerin hoşnutsuzluklarını doğru zemine o tur­tup doğru hedefe yöneltecek şey: Hoşnutsuzluklarını yakınma ve m ızıldanmadan sıçra­tıp siyasi yapıya büründürm ek ve başkası değil, işçi sınıfının siyaseti sosyalizm kanalına akıtmaktır.

Bu akışta cesaretli-enerjik-kararlı-hassas pratik öncü gerekir. Bu akışın teorik hattını çizmek-bilinçlendirmek, esen karşı ideolojik rüzgârlardan etkilenmemesini sağlamak ge­rekir. Her günkü o layların altında yatan derin nehirleri, en basit o layda en geneli gös­terebilm ek gerekir. Pratiğe ışık tutmak istiyoruz.

Pratik, sağlam bilinçle beslenmedikçe kafasız işgüzarlıktan - o tom at memurluktan öte gitmez. Pek b ilin ir. Tekrarlayalım : "Devrimci teori o lm adan, devrimci pratik o lm a z /"

* * *

12 M art sonrasında sosyalist hareket Ecevit balonu ile uğraşmıştı. Şimdi, sosyal- demokrasinin halk içindeki itibarı zayıf. Verilen destek, atılan oylar çaresizliğin ürünü ve isteksizce. Sosyalizmin önü açık. Halk sosyalistlerden açık seçik o larak ve cesaretlice kendi bağımsız a lte rna tifle rin i ortaya koymalarını bekliyor. Sosyalistlerin isteklerinden bağımsız o la rak var olan b ir durum. Yeni b ir durum. Geçmişle bağlantılı ve geçmişin mantıkî sonucu olan b ir durum.

Hem sistemin içinde bulunduğu bunalımın ara çözümlere yer «/erecek bir esnekliği azal­tıcı yönde zorlaması, dolayısıyla sosyal-demokrat politikacıların her zamankinden daha sinik ve kişiliksiz politika uygulamak zorunda oluşları; hem de sosyal-demokrasinin 73- 80 arasında Ecevit'in şahsında yıpranmışlığı solda olan ve sola yönelmiş yığınları boş­lukta bırakıyor ve sosyalizmin belirleyici b ir kitle hareketi oiması için zemin yaratıyor.

Sosyalizmin ülkemizde artık epey yüklü b ir geçmişi var Pratik tecrübe ve bilinç b irik i­mi küçümsenmeyecek boyutta .'O nünde duran ağır ve bir o kadar da şerefli görevi yük­lenebilir.

H ayat durm uyor, akıyor! Sırası gelince tavrını koymayan sadece fırsatı kaçırmış o l­maz. Y ıpranır... Aşınır... Ç ürür... Ve böyle b ir lüksümüz yok!

Şimdi cesaret-enerji-kararlılık-hassaslık gerekiyor. Sosyalizmin Türkiye'de yükseleceği, p ratik o la rak iktidara yürüyeceği yeni b ir dönemin eşiğinde olduğumuzu düşünüyoruz. Ülkenin geçmişi, somut siyasi/iktisadî durumu va oluşan yem filizlerin d ikkatli incelenme si bizi böyle düşündürüyor.

Sosyalist alternatifi sağlam programatik temelinden milim sapmadan hayatın her olanında göstermek, nüve halinde de olsa inşasına yardımcı olmak-öncülük etmek gerekiyor. Ta libiz.

* * *

Cesaret... Enerji-Kararlılık...Hassaslık...Am a, hangi zeminde? Hangi hedeflere yönelik?

Kulağa hoş gelen ve yorgun lara ninni yerine geçecek bayat " b ir l ik " lafazanlığını tiksin­tiyle ve elim izin tersiyle itiyoruz. Açıklıktan yanayız.

badece işçi sınıfı sosyalist o lm uyor. Kapitalizm in çürümüşlüğü, sosyalizmin ideolojik ve pratik üstünlüğü toplum daki bir avuç oligarşinin dışındakileri sosyalizm konusunda düşünmeye itiyor. Küçük burjuva la r ve hatta orta tabaka burjuva la r sosyalizme yönele b iliyor, "sosya lis tim " d iyeb iliyor. Güzel b ir şey. Ama işçi sınıfının sosyalizmini ve ba ğımsız/devrimci taktik hattını titizlik le d iğer sosyalizmlerden ayırmak gerekir Bu ayrış

Page 5: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

ma ülkemizde zaten yaşandı. G örev: Yaşananların bilinçlere iyice yerleşmesini sağla­mak, sınır çizgilerini bulanıklaştırma çabalarına karşı durmak, ayrılıkların altını netçe çiz­mek.

Sadece sosyalizmin içindeki ayrışmayı belirtmek yetmez.İşçi sınıf' sosyalizminin küçük burjuva ve burjuva sosyalizmleri üzerinde egemenliğini

kurmak gerekir. Bunun yo lla rından biri ve önemlisi doğru zeminde doğru hedeflere yö­nelik ittifa k la r politikasını hayata geçirmek.

Ve hem ayrılıkları netleştirmek, hem de güçb irliğ i yapabilm ek için küçük burjuva ve burjuva sosyalizmlerini iyi tanımak gerekiyor.

Evet, simdi "Sosyalistler keşke bölünmese, a h h !" diye hayıflananişçiyeve aydına hiç­b ir haklılık payı veremiyoruz. Böyie diyen kendi moralsizliğini ve sorunları inceleme/araş- tırma konusunda hassas olamayacak derecede düzleştiğini itira f etmiş o lm uyor mu?

Böyle hayıflanm alara cevabımız: 1- Geçmiş mücadele tarih in i, o layları dikkatlice in­celeyin, 2- Bugünkü o lay la ra farklı farklı bakışları iyice araştırın, 3- Bir adım ileri g idin ve şimdiki farklılıkların geçmişteki fark lılık la rla bağlantılarını kurun, 4- Ve b ir adım daha atmalısınız, farklılıkların sınıfsal köklerini tesbit edin!

Yorgunlara zor gelebilir. Tasfiyecilere kâbus olabilir.N inniye ihtiyacı o lan la r yılgınlık yatakiarına! O nlara bol renkli rüya lar. Gerçekler her

zaman kendine b ir sözcü bulur. Bizim sözümüz sınıfının davası doğrultusunda davran ­maya yönelen işçilere, mevcut durumuna gerçek b ir çözüm peşindeki tüm emekçilere, yurtsever ve halkından yana aydın lara, özgürlük uğruna mücadeleyi göze a lan la ra .

G örev: Her somut o layda sosyalist siyasetler arasındaki farklılık ları ve altında yatan temel sebepleri göstermek.

Yardımcı olacağız. M ücadelede kararlı o lan la r, kulak verecektir. İnanıyoruz.Sadece tek tek sosyalist siyasetler arasında ayrışma yok. Farklı siyasetler arasında bir

gruplaşma eğilim i de gözleneb iliyor. Bazıları SHP kuyrukçuğu/reform izm zemininde top lanıyor. Biz farklı b ir yol izleyenlere direniş/m ücadele zemininde o lan la ra sesleni­yoruz. Farklılıklarımızı örtmeyelim ama, ortak olarak üstünde durduğum uz direniş hat­tını ortakça savunalım. G örev: Dayanışma. Sayfalarımızı acıyoruz.

i * *

Üstünüze doğru gelen suyu önüne bent koyarak engellemek isterseniz belki b ir süre sessizliği ve sükûnu sağlayabilirsin iz ama arkasındaki su birikerek bendi aşmaya ve gü­cüyle patla tm aya gebedir. Hele b ir de o suyun arkasında işinin ehli mühendis ve teknis­yenler ekibi o lursa... ^

Baskının koyulaşması daha dayanıklı güçler üretir.G örevlerin ağırlaşması daha geniş çaplı po litika lar üretir, öne çıkarır.Zor günler kendisini asacak güçleri de doğurur.Iscı sınıfı pratik o larak öne çıkma durum unda. Bilineli isçiler tarih in bu noktus.nda be­

lirleyici konum undalar.

Y OL

Page 6: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

EYLÜLİZM İN DURUMUVE DEVRİMCİ DEMOKRATLARINGÖREVLERİ

KENAN YAŞAR

S ınıfsal toplum tıkanıkları, tarihte bilaistisna kılıç darbeleri ile çö­zülmüştür. Kördüğüm olmuş top­

lumsal ilişkiler toplum içinden ya da dışın­dan "zo r" kullanıma her seferinde dave­tiye çıkarmıştır. Kapitalizm öncesinde çü­

rümüş toplumsal sistemi alaşağı edecek sınıf zoru, toplumun içinde olgunlaşama- dığı için, dış bir gücün, sınıfsız toplum in­sanı barbarlığın akınları aynı işlevi yap­mıştır. Kapitalist toplumda ise "zo r"u kullanan güç toplum içinde, bir sınıf ya da sınıflar ittifakı olmuştur. Feodalizmi tasfiyesinde burjuvazi, yumruğunu, gü­neş altında yüzyıllardan beri ve hep ola­cakmışçasına parlayan şatoların tepesi­ne indirivermiş ve o toplumsal enkazın yıkıntıları arasından, kapitalizm çocuğu­nu, dünyanın yeni efendisini, gün ışığı­na çıkarmıştır. Her sınıflı toplumun kaçı­nılmaz alın yazısı çürüme, kapitalist top­lumda da baş gösterince, kendi yaratığı proletarya, insanlığın boynuna takılı la­net halkasını tüm toplumsal kökleri ile birlikte tarihe gömmek için, sahneye çık­mıştır.

Ancak "z o r" her zaman yeni güç­lerin eskiler üzerindeki hakimiyetine yol açmaz. Var olan toplumun üst, egemen güçleri, mevcut durumun korunması için, zor'un her türünü, yenileri bastırmak ve yok etmek uğruna kullanır. Tarihin sıçra­ma anlarında, yenilerin muzaffer "zor- 'u, devrimlere ebelik ederken, hâkim güçlerin başarılı karşı zör'u kanlı katliam­larla ayakta duran, karşı-devrimleri ya­ratır. Öyle yada öyle sınıflı insanlık tari­hi, insan iradesinden bağımsızca, ama insanlar tarafından yönlendirilen devrim­ler ve karşı devrimler zinciri olarak, ama sonuçta hep ileriye doğru işler. Eski güç­lerin yarattığı tüm girdaplar ve ters akın­tılar, tarih ırmağının yönünü değiştere- mez.

Bugünkü Türkiye toprakları, parça­sı olduğu dünyanın diğer noktaları gibi, hem devrimlere, hem karşı-devrimlere sahnelik yapmıştır. Son yüzyılın yeterin­ce köktenci olamasalar da 1908, 1923 ve 1960 sıçrayışları, burjuva-demokratik gelişimin basamakları olmuştur. Toplumu ileriye doğru, tarihin akışı yönünde se­ferber etmiştir. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 ise, statükonun korunması, yeni toplumsal gelişimin yok edilmesi için sah­neye çıkmıştır. 12 Mart bendinin üstün­

den çok sular aktı. Biz 12 Eylül Barajının niteliğine ve biriktirdiklerine daha yakın­dan bakalım.

12 EYLÜL, ESKİ BİÇİMİYLEYÖNETEMEMENİNİLÂNIDIR

11 Eylül'de Finans-Kapital yıllarca uyguladığı ekonomik politikaların sonucu olarak, tam bir çıkmazdadır. Ekonomi çöküşü, politik iktidarsızlık had safhaya ulaşmıştır. İşsizlik-pahalılık ve zulüm al­tında inleyen halk eski biçimiyle ve köle­ce yaşamak istememekte, düzene karşı heryandan ve binbir araçla başkaldır­maktadır. Halkın yükselen tepkisi, Finans- Kapitali panik-şaşkınlık ve çaresizlikle in- melendirmiştir.

12 Eylül generallerinin kaleminde, bu tablonun kusursuz bir anlatımı vardır.

"Yüce Türk Milleti, büyük Atatürk'­ün bize emanet ettiği ülkesi ve milleti ile bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti dev­leti son yıllarda izlediğiniz gibi iç ve dış düşmanların tahrikiyle varlığına, rejimi­ne ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fizi­kî haince saldırılar içindedir.

"Devlet başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasal partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tu­tumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve be­raberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri alamamışlardır."

"...Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür."

Tablodan çıkarılan yorumlar bir ya­na, söylenen hâkim güçlerin eski biçimiy­le ve eski araçlarla iktidar edemeyecek­leridir. Ne yapılacaktır? Böyle anların sapmaz kuralı "Z o r" hükmünü icra ede­cektir. Taraflardan birisinin elinde, diğe­rinin boynuna iniverecek bir kere daha son sözü söyleyecektir. Kılıç, "düzen ve rejimin korunması, devletin kurtarılma- sı"nı sağlamak için, ordu kurmayının elinde " f ik r i ve fizikî, iç ve dış düşmanların" boynuna iniverdi. Hem de ebedî bir düzenleme iddiasıyla." De­mokratik düzen ve rejimin şimdiye kadar sağlıklı bir biçimde işlemesine imkân ver­meyen tüm engelleri, bir daha böyle bir müdahalenin yapılmasına gerek bırakmayacak şekilde kaldırmak..."

üzere.Aynı parola: "Düzen ve istikrarın,

sağlanması", ayrı suçlama, "anarşi iç ve dış düşmanlar" aynı iddia, "ebediyen bozulmayacak yapı" tüm düzen yanlısı kullanımlarının muhtevasını teşkil etmiş-"^ tir. 12 Eylül bütün çizgilerde, evrensel olanla tambir çakışma ve uyum içinde­dir. Ancak henüz insanlık, hiçbir gücün, şiddet ve terör sayesinde, ebedî hakimi­yetine şahit olmamıştır. Biz de 12 Eylül, iddiasını gerçekleştirebilir mi? Yedinci yı­lın sonuçlarına bakalım.

KRİZ YENİDEN DERİNLEŞİYOR

Yerli ve yabancı uzmanların, danış­ma ve koordinatörlüğünde Konsey, her istediğini istediği biçimde yapmasına, ek­sikleri çıktıysa bu gün de tamamlama şansına sahip olmasına rağmen, Türki­ye sahillerini eskisine kıyasla, çok daha derin ve köktenci bir krizin ön dalgaları dövüyor.

İkdisadî ve sosyal gerçekler, apolet ve süngülere aldırmaksızın hükmünü sür­dürür. ‘ Yaşanan bunca yıldan sonra, "ekonomik istikrar tedbirleri" bizzat yü­rütücülerini ve şaşmaz destekçilerini ür­kütecek sonuçlar yaratıyor. "Z o r" esli­ğinde mali ve parasal tedbirlerle sağla­nan sermaye birikimi yeni ve yüksek tek­nolojili sanayi yatırımlara, tarımın mo- derinleştirilmesine yöneltilememiş aksine çok daha yaygın ve geniş bir spekülatif vurgunun zemini yaratılmıştır. Bu spekü­latif zemin, aşırıca şişkin devlet masraf­ları ve hızlanan silahlanma yatırım ve harcamaları ile birleşince, istenmeyen mi­safir kapıya dayanmıştır.

Çığ gibi büyüyen işsizlik, had safha­ya ulaşmış pahalılık, önlenemeyen enf­lasyon,-hayatı cehenneme çevirmiştir. Tüm İktisadî göstergeler, önümüzdeki günlerin çok daha kötü sonuçlara yol açacağına işaret ediyor.

İktisadi gerçekliğimizin, sosyal ve politik etkilerine göz atalım.

12 Eylülü sevinç narası ile ve kendin- j den geçmişçesine karşılayan Finans Ka­pitalistler, TİSK başkanı Halit Narin'in ağzından şu sevinç çığlığını atıvermişti. "Şimdiye kadar biz ağladık, şimdi sıra onlarda." Para babalarının göz yaşları,

6

Page 7: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

yükselen halk hareketinin zaferle sonuç­lanacağı korkusu idi. O korkuya sebep olanlar şimdi ölümlerden ölüm beğene- bilirlerdi. Ölümün metodunu seçme öz­gürlüğü onların elinde idi. İster çaresiz bir başkaldırının sonucunda işte, isterler­se sıcak dükkan, tarla ya da evlerinde.

Halkın geri politik kesimleri yaşayan olayları kavrayamamanın acısı içinde avdet 12 Eylül mesihi'ni biraz şaşkınlık hatta biraz umutla karşılamış canının ve dünyalar kadar sevdiği mülkünün kurtu­lacağı rüyasına inanmak istemişti. Ancak rüyalar alemi ile gerçeklik ne kadar uyu- şabilirdi. Nitekim tahsil edilen borçların kendi kıyametinin alametleri olduğunu his­setmeye başladı. İnanmak istediği onca parlak ve iç parçalayıcı söz demetleri; güvenmek istediği, evine ve işyerinin en güzel köşelerine astığı çok renkli asker şapkalarının arkasında, kendi iflasını okudu.

Korku ve yılgınlık içinde, ekmeğinin elden gidişini seyreden halk, düşünme­mek ve davranmamak için, binlerce yıl­lık doğu toplum acılarının arabesknağ- mesi arasında, çürüyen ve dağılan top­lum mahşerinin üç atlısına kumar-içki ve fuhuşa teslim oldu. Öte yandan, üst kat­ların sistemlice körüklediği “ köşeyi efen, nasıl olursa olsun“ aldatmacasına yarı inanır vaziyette, çılgınca bir “ köşe dönme" ve “ vurgun" labirentinin karan­lık dehlizlerinde son umut kırıntılarını tü­ketti.

Nihayet korku ve yılgınlık zırhı kırıl­maya, kendinden ve sosyal gerçeklerden kaçışın mümkün olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. Yeniden doğuşun ve sosyal uyanışın ilk belirtileri ciddi biçimde gün ışığına çıkmaktadır. Konseyin “ fikri" düş­man ilan ettiği, hak arama ve sosyal kur­tuluş düşüncesi, “ fizikî düşman" olarak nitelediği halkın eylemi, ilk temkinli yok- layışlarla yerin karanlıklarından toprağın üstüne ilk sürgünlerini göndermektedir. İşçi, gençlik ve Aydınların sesleri ve ey­lemleri yükselmeye başlamıştır. Daha ge­ri halk kesimlerinin tepki gösterme biçi­mi, yüksek katlı binaların serinliğinden, yeryüzüne sert ve soğuk inişin acıları ile dolu olsa da, bu uyur gezerce silkinişin kendini bulması çfok sürmeyecektir.

Halk katlarında hoşnutsuzluk, düze­ne olan güvensizlik hızla yayılmaktadır, j Düzenin şimdiye kadar ki savunucuları, dindar yurttaşlarımızın -ki büyük çoğun­luğunu esnaf ve köylüler oluşturur- dü­zene karşı eylemli muhalefete girmesi, yaşanan krizin nerelere ulaştığını ve bo­yutlarını gösterir. Finans-Kapital-tefeci- bezirganlığın çırılçıplak ve tek başına ka­lacağı günler uzakta değildir.

İktisadi ve sosyal çevrelerin temel ka­rakteristikleri bunlardır. Politika hali nice­dir?

Generaller 12 Eylül öncesi durumun, sorumluluğunu “ beceriksiz ve acze düş­müş siyasi partiler", parmentoya ve Ana- yasa'ya yüklemişlerdi. Devletin yeni baş­tan reorganize edilmesine <Je bu kuram­lardan başladılar.

Siyasi partiler kapatıldı, önderleri si­yasetten yasaklandı. Ve “ asil Türk kanı taşıyan namuslu ve Atatürkçü" liderler. Özene bezene seçilerek, yeni partiler kurduruldu. Ancak bu siyasi önderler ve

partiler fazlaca “ asil ve yüce" oldukları için, “ cahil halk“ tarafından anlaşılama­mışlar, yeryüzünün çirkef ve kargaşası­na dayanamamışlardır. Kısa sürede “ ca­hil halk" onları layık oldukları yere, gök­yüzünün mavi enginliğinde diğer asil ruhların yanına yollamıştır.

O partilerin ruhları evrenin uçsuz bucaksızlığına kulaç sallarken, yer yü­zündeki kişileşmiş maddeleri -yöneticiler ve parlamenterleri- değil Türkiye Cum­huriyeti tarihinde, dünyada eşi görülme­miş borsanın malzemeleri oldular. Eski efendilerinin kutsal mabetleri önünde günah çıkartıp, şefaat dilenerek, eşikle­rine yüz sürmek için oraya girdiler.

Şimdi düzen, bir kere daha: sıkıp po­sasını çıkardığı, her yanından dökülmüş ve inandırıcılığını yitirmiş, eski siyasi par­tilerin ve önderlerinin önünde secdeye durmaktadır. 12 Eylül, tüm şatafat ve Azametine" rağmen 11 Eylül'ün yeniden üs­te çıkışına seyirci kalmaktan öte birşey yapamamaktadır. Ve 12 Eylül halk indin­de aldığı cevabın, şaşkınlığı ve şoku için­dedir. Ruhuna fatiha okunan sadece 12 Eylül siyasi partileri ve siyasi önderleri değildir.

12 Eylül parlamentosu ve 12 Eylül Anayasa'sı da törenin yapılma gerekçesi arasındadır. 11 Eylül parlamentosu aşa­ğıdan gelen tepki ile işlemez duruma gel­mişti, halkın güven ve saygısını yitirmişti. 12 Eylül parlamentosu, halka karşı ted­birlerin onay kurumuna dönüştüğü için ve fazlaca işlediği için aynı durumun eşi­ğindedir. 11 Eylül parlamento borsası, o küçücük kalan yapısı ile halkın umudunun kırılmasına neden olduysa, 12 Eylül par­lamento borsasının hangi sonuçlara yol açacağını görmek için kâhin olmaya ge­rek varmı.

Anayasa için söylenebilecek herşe- yi cumhurbaşkanı çok açık şekilde söy­ledi “ Benden başka savunan kalmadı."

DEVRİMCİ-DEMOKRASİYE DÜŞEN GÖREVLER

12 Eylül, çöken parababaları düze­nin, ancak soluk almasını sağlayabilmiş­tir. Çöküntüyü ortadan kaldırmamış, “ çöküntü içinde durgunluk" denebilecek bir ara dönem yaşatmıştır. Şimdi tüm göstergeler, bir üst seviyede, çok daha derin ve köklü yeni bir buhranın eşiğin­de olduğumuzu gösteriyor.

Finans-Kapital zaferini, tüm hatları ile olgunlaşmamış bir kriz ortamında ve henüz yeterinde keskinleşmemiş müca­delenin başlangıç günlerinde; tarihsel ön yargılara, zafere inancın zayıflığına, ka­rarsızlık ve dağınıklığa karşı kazandı. An­cak zafer için ödenen bedel çok ağır ol­du.

Birincisi, çok daha derin ve olgun bir krizin hazırlayıcısı oldu.

İkincisi, ancak bu sayedeki halk, ek­siklerinin zaaflarının yanılgılarının muha­sebesini yapabildi.

Üçüncüsü, en son ve etkili silahları­nı bu zaferde büyük oranda kaybetti.

12 Eylül yürütücü ve savunucuları, eylemlerinin gerekçesi olarak “ Devletin korunup kollanması" ve “ Atatürkçü temellerde" yeniden örgütlenmesini gös­terirlerken, ister istemez, halk hafızasın­daki bu tasarıların gerçek mahiyetlerini

de ortaya çıkardılar. 12 Eylül kılıçları, binlerce yıllık örtüyü, devlet ehramının ayakları altına, halkın gözleri önünde in­dirip, gerçek yüzünü sergiledi. Ve yine 12 Eylül, Cumhuriyet dönemi boyunca özel­likle aydınlar tarafından, binbir yoruma uğratılmış ve MİT'leştirilmiş Kemalizmi, somut bir varlık olarak, ayakları üstüne oturttu.

Tüm bunlar hiç şüphesiz önümüzde­ki mücadelede pahabiçilmez kazançlar hanesine yazılacak ve sonuç üstünde be­lirleyici rol oynayacaktır.

Değerlendirmemizi yaşadığımız günlerdeki halk güçlerinin durumuna kı­saca bakarak sonuçlandıralım.

12 Eylül, 11 Eylülde sahnede yer alan halk güçlerinin başı üstünden geçip git­medi. Onları halaç pamuğu gibi atar­ken, mahiyetilerini de ortaya çıkarıp, yeni bir kalite ayırımının olanaklarını hazırla­dı, yeni bir saflaşmayı olgunlaştırdı. Ey­lül öncesinin toplumsal kargaşası ve ka­osu içinde, olguların ve yer aldıkları ör­gütlerin mücadele taktik ve biçimlerinin hesabını yapamayacak insanlara, yeni­den değerlendirme şansı yarattı.

12 Eylül sonrası saflaşmanın temel karakteristikleri şöyledir.

Sosyal-Demokrasi, Eylül öncesi mü­cadelesinden, devrimci demokratlardan uzak durma, iç ve dış parababalarına güven verecek “ akıllı uslu" bir politika sonucuna ulaştı. Suçlu sandalyesine ey­lül öncesinin direnen toplumsal güçleri­ni oturtarak ilk adımını attı.

Burjuva sosyalizmi de benzer sonuç­lar çıkardı. Ve 12 Eylül öncesinin kutsa­mak anlamına gelen “ ülkenin demokratikleştirilmesi" için, sosyal de­mokrasinin düşünce ve davranış öncülü­ğünde, yeni yoluna koyuldu.

12 Eylül öncesinin direnen devrimci- demokratları ise, büyük bir kargaşa ve kaos yaşayarak, yeniden şekillendiler. Bir kısmı nedamet getirerek sosyal- demokrasi, burjuva sosyalizmi ve sivil toplumculuğun “ Tek Yol" olduğu sonu- cuha ulaştı. Bir kısmı halen kararsızlık­tan ve şaşkınlıktan kurtulabilmiş değil. Üçüncü bölüğü ise yaşananlardan çıkar­dığı derslerle, devrimci demokrasinin önündeki görevlerine talip olmuş durum­da.

Şayet Devrimci Demokrasi, durumu­nun bilincine varıp önündeki görevlere teredütsüzce ve derli toplu sahip çıkabi­lir ve sosyal demokrasi-burjuva sosyalist­leri ittifakının saçtığı zehirleri etkisizleş- tirebilirse, zaferin kazanılmaması için hiç­bir sebep yoktur. Herşey elbirliği etmiş­çesine Devrimci-demokratları mücadele­nin önüne itiyor. Şimdi sorun bu göreve talip olunup olunmayacağında yatıyor. Ve herşey parababalarının ipin sonuna doğru yaklaştığını, devrimci demokrasi­nin ise ipin başında olduğuna işaret edi­yor.

Devrimci-demokrasinin, somutlaştı- rırsak direniş çizgisinin, örgütlenme, program, mücadele biçim ve araçlarının neler olduğu ya da olması gerektiği ko­nusundaki tekliflerimizi dergimizin diğer sayılarında yayınlayacağız. Bu konudaki tüm tekliflere de sayfalarımız açık ola­caktır. Değerlendirmelerinizi bekleyece­ğiz.

"İYİ SIHHATTE OLSUNLAR NE DİYOR?

“Gerçek şudur ki, TKP yeraltı örgütlerinin ipleriyle oynatılan bir çok kuklalar gibi, aşırı solun giriştiği bütün eylemler, hem yöneticiler hem de güvenlik kuvvetleri tarafından yakından izlenmektedir. 12 Eylülden önceki gaflet, vurdumduymazlık ve sorumsuzluk artık sona ermiştir. Türkiyede bir devlet vardır ve onun organları tarafından tesis edilen bir otorite mevcuttur."İşçe asıl sıkıntıları bundan gelmektedir. Kanuna karşı gelmenin, meşru otoriteyi tanımayarak, eşkiya pervasızlığıyla ortalarda eylem düzenlemeye kalkmanın da bir maliyeti hiç şüphesiz olacaktır... herkesin, attığı adımların bir maliyeti olacağını düşünmesi gerekm ekted ir(Yen i Forum Sayı 175 "Dem ekçi öğrenciler ne istiyor?")"Milliyetçi"likleri özellikle Sovyet sınırı içindeki Kazak. Özbek- .Tatar vb. halklarını “kurtarmayı” veya kışkırtmayı “görev" bilecek seviyede pek fazla olan bu sivri dişli keskin tırnaklı "Aydınlarımız 27 Aralık 1986da Ankaranın lüks Dedeman otelinde bir forum düzenlediler. Eh. aç kalacak değiller ya! Yemekler yediler. Bilmiyoruz, çatalları gümüşdenmiydi. keskin bıçaklarıyla az pişmiş bonfilelerini kestiklerinde akan kanlar iştahlarını açtı mı? Merak ettiğimiz ise. basit bir derginin bu çapta yüksek maliyetli bir organizasyonu nasıl finanse ettiğiydi. Çeşmenin suyu nerden geliyordu? Pek aramamıza gerek kalmadı. Ülkede artık saflar öylesine belirginleşiyor ki. kimse kendini gizleme ihtiyacını hissetmiyor. Kendilerinden dinleyelim:“Bu seminerin yapılması için T.C. Merkez Bankası. Ziraat Bankaşı, Töbank ve daha başka mali müesseselerle. bazı sanayi kuruluşlarına, bu arada . Amerikada totalitarizme karşı demokratik müesseselerin ve düşüncelerin gelişmesini destekleyen “National Endowment for Democracy " vakfına gösterdikleri bu destek dolayısıyla samimi şükranlarımızı sunmak istiyorum.” (A.Yalçın. a.y. say.: 19)Tercüme etmek gerekiyor. Ama kanuni engeller engelliyor. Anlayana sivrisinek saz olabilir. Anlaşılan yazarlar sadece ilericilerin yurtseverlerin yaptıkların dan dolayı vatan hainliğiyle suçlanıp cezalandırılacağını sanıyor.

Page 8: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

EKO

NO

Mİ EKONOMİDE DURUM

MEHMET YILMAZER *Ocak kararları yedinci ya-

M sına girerken Türkiye'deekonominin nasıl yeni ve

daha büyük çıkmazlarla yüzyüze geldi­ği bir sır değildir. Bu bunaltıcı kısır dön­günün mekanizmasını bir kere daha göz­ler önüne sermek gerekli görünüyor. Türkiye ekonomisi özellikle 1960'lardan sonra sözde sanayi kurmaya girişti. Bu sanayinin dile-düşmüş adı "Montaj Sa­nayid ir. Ana kapitalist merkezlerin tek­nik ve ara mallarına yüzde yüz bağımlı bir sanayileşmedir. Ekonomi bu yönde, arada bir 12 Mart hendeğini atlasada, 1970'lere kadar geldi. Bu yıllarda Türk­iye Cumhuriyeti, Demirel'in ünlü deyi­miyle "70 sente muhtaç" hale gelmişti. Dövizle batı tekniğini ve malını -üstelik aşırı pahalı- satın alan, buna karşılık dı­şarıya doğru dürüst mal satamayan eko­nomi elbette tıkanacaktı.

Ekonominin son şenlikli yılları 974-977 arasıdır, içerde enflasyonla destek­lenen yatırımlar yapılmış, hatta Sabancı Holding'in bazı büyük yatırımları bu dö­neme denk düşmektedir. Enflasyon yatı­rımları hızla amorti edip kârâ geçmeyi sağlasada, aynı zamanda kendi kendi­ni kışkırtıp aşırı boyutlara varınca para üretim devresinden çıkıp stokçuluğa, ara­zi, altın vb. mallara kaçmaya başlamış, üretim yani ekonomi çökmenin eşiğine dayanmıştır.

EKONOMİDE 24 OCAK DÖNÜŞÜ

Bu gidiş kaçınılmaz bir şekilde önem­li bir dönüm noktasına vardı. Önce 24 Ocak kararları, ardından 12 Eylül uygu­lamaları ekonomiyi yeniden rayına oturt­ma girişimleri oldu. 12 Eylül dönüm nok­tasında, Türkiye finans-kapitali daha güçlü bir sermaye birikimiyle dış pazar­lara açılmaya zorlandı. 12 Eylül ün eko­nomik uygulamalarının iki önemli yönü vardır. İlk önemli adım her türlü yolla sermaye yoğunlaşmasını hızlandırmak; ikinci olarak, her türlü teşvikle döviz el­de edebilmek için ihracatı artırmaktı. 12 Eylül ve ardından gelen Özal hükümet­lerinin ekonomik uygulamalarının iki te­mel özelliği budur. Sermaye biriktirme eylemlerine bir göz attığımızda yaşanan altı yılın Türkiye insanına nelere malol- duğu hemen ortaya çıkacaktır.

a)- İşçi ve memurların sırtından sermaye birikimi: Batı kapitalist ana yurtları özellikle son on yıldır korkunç bir teknik rekabet içindedir. Daha yüksek teknikle nisbi artı-değer sömürüsünü art­tırmak tek çıkar yoldur. Bu yolda olduk­ça geri kalan İngiltere ve Fransa, pek çok hoşnutsuzluğu göze alıp daha hızlı adım­lar atmaktadırlar. Biz ise, özellikle 12 Ey­lül uygulamalarıyla tam tersi bir yol izli­yoruz. Teknik gelişme yerine işçinin do­ğal ve meşru silahı grev hakkı elinden alı­narak, ilkel mutlak artı-değeri artırma hedefi geçilen altı yılın temel hedefi ol­muştur. Sonuç nedir?

SSK - DİESon altı yılın işçiler ve memurlar açı­

sından bedeli çok pahalıdır. İşçi ücretle­ri 12 Eylül'den bugüne °/o 43.4 düşmüş­tür. Neredeyse yarıya yakın bir düşme! Memur maaşları gerçek rakamlarla % 30,8 azalmış, yani maaşlar üçte bir ora­nında gerilemiştir. Kaba bir hesapla ya­sanan altı yıl boyunca yalnızca bir tek iş­çinin ücret kaybı toplamı 6,1 milyon lira­dır. işte 12 Eylül'ün "Kemer Sıkma" po- likasının somut sonucu budur. Her işçi­

ye altı yılda 6 milyon lira zoraki "tasarruf" yaptırılmıştır. Ne için? Sözde "kalkınma" ama gerçekte ihraacatçıla- rımıza "teşvik prim i" için!

b)- Orta Tabakalardan ve tarım kesiminden sermaye birikimi: Bu alanlardaki faciaların boyutlarıyla ilgili çok somut rakamlar yok. Fakat banker iflasları hala hatırlardadır. Bu olayın an­lamı, özellikle büyük şehirlerdeki doktor, Avukat, işçi emeklisi vb.lerinin birikmiş paraları yüksek faiz tuzağıyla bankerle­re aktı. Sonuçta bankerler battı, paralar banka kabalarına aktı. Hatta en ünlü banker Kastelli batmadı bile, yine onun işleri yolunda, fakat parasını kaptıran bir vatandaş mahkemelerde sürünmek zo­rundadır.

Kırlarda yaşanan tablo farklı değil­dir. Küçük köylü zaten iflas etmiş kendi toprağından yılmış durumdadır. Fakat if­las halkaları orta ve hatta zengin köylü­lüğe tırmanmıştır. Ege bölgesinde oto galerileri traktörlerle doldu. Köylü trak­törünü satma noktasına itilmiştir. Son se­çimlerde Karadeniz ve Ege bölgesinde DYP'nin yıldızının parlaması tesadüf de­ğildir. Bütün bu gelişmelerin en silik bir şekilde de olsa rakamlarla ifadesi söyle­din

24 OCAK 1980-1986 ÜCRETLERYıllar Sigortalı gerçek memur gerçek

günlük gerçek ücret gerçek ücretücret endeksi ücreti endeksi

1979 294.31 100.0 _ —1980 219.78 74.7 380.5 1001981 203.43 69.1 356.6 93.71984 196.48 66.8 307.7 80.91986 166.61 56.6 263.2 69.2

Genel olarak Kır kesiminin gelir da- ğıhmı ¡cindeki payı 1977'den 1985'e % 32 ? düşmüştür. Bu hesaplara toprak beylerinin gelirininde dahn olduğunu dü­şünürsek kırda gerçek yoksullaşmanın boyutlarının çok daha yüksek olduğu ay­rıca açıklamayı gerektirmeycek ölçüde ortadadır. Öte yandan Finans kapital ve ona yakın sermaye kesimlerinin gelir da­ğılım içindeki payı % 1977'den 1985'e % 84 artmıştır. Sekiz yılda neredeyse iki ka­tına yakın bir artış.

c)- Sermayenin kendi iç savaşı yoluyla birikimi: Bu konuda en çok kurban veren sermaye kesimi "vahşi sermaye" yada tekel dışı sermayedir. 12 Eylül'den hemen sonra gazetelerde sa­tılık küçük firma ilanlarının yanında, bun­ların alıalarınında ilanları çıkmıştı. Ardın­dan proTestolu senetlerde artışlar ve en son batık kredilerden dolayı haciz ope­rasyonları, sermaye içi savaşın hızının ke­silmediği göstermektedir. Bu iç harpte el­bette bazı finans kapital kesimleride tas- viye olmuş ya da yara almıştır. Fakat fi­nans kapitalin genel çıkarları açısından, bunda bir anormallik yoktur. Rahmi Koç­un dediği gibi "Kalanlar daha sağlam­laşacaktı". Sermaye içindeki savaş açısın­dan en genel anlamda söylenecek şudur. Çe­şitli sermaye kesimlerinin bankalar kub­besi altında sentezlenmesi daha ileri bo­yutlara varmıştır. Banka grubu olmayan sermaye kesimleri son krizde hırpalan­mıştır, ya da belli banka gruplarıyla sağ­lam ilişkiler kurmaya zorlanmıştır. 24 Ocak kararları ve ardından gelen döne­min iki önemli adımından birincisinin bo­yutları özetle böyledir. Şimdi alınan so­nuçlar bakımından "Kemer sıkma" po­litikasından eskisi kadar rahat söz edile­miyor. Finans kapital akıl hocalarından bir profesör şöyle demek zorunda kal­mıştır:

"Bugün izlenen politikanın alterna­tifi açıktır. Boğazı sıkılan, yoksullaşan % 80'ini bir yana bırakıp ulusal gelirin he­men hemen % 60'ını alan °/o 20'lik gru­bun kullanılabilir gelirini, dolayısıyla tü­ketimini kısmaktır. Bunun da yolu yüksek gelirli gruplar lehine olan vergi bağışık­lıklarını kaldırmak, menkul sermaye irat­larında vergi kesinti oranını en az % 25'e yükseltmek, teşvikleri sınırlandır­mak, rantları, havadan inme kazançla­rı ağır biçimde vergilendirmek, gelir ver­gisini gerçekten oranll hale getirmek, ay­rıca kamu harcamalarının yönünü düşük gelirli grupların lehine değiştirmektedir?

"Yüksek gelirli grupların onların sözcülerinin ve bazı ekonomistlerin gör­mek ve anlamak istemedikleri alternatif, yoksul % 80'nîn boğazını sıkmayı bıra­kıp varlıklı % 20'nin gerçekten kemerle­rini sıkıcı politikalar izlemektir." (Öztin Akgüç. Milliyet 6 Aralık 1986).

"Söyleyene değil söyletene bak", sö­zünün yeri tam buraşıdtr. 6 yıllık icraa­tın korkunçluğunu finans kapitalin ken- diside görüyor. Daha doğruyu geçen yıl yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan iş-

8

Page 9: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

GELİR DAĞILIMI %1963 1970 1977 1985

Tarım kesimi 41.2 31.1 29.2 19.8Ücret-Maaşlar 21.5 31.1 36.8 19.5Faiz-Kâr-Kira 37.3 37.8 34.1 62.7

DIŞ TİCARET-DIŞ BORÇLAR (Milyar dolar)

çiler, öğrenciler, Esnaf vb. halk kesimleri kemerlerinde sıkacak delik kalmadığını çoktan ilan ettiler. Yazar bu gerçeklik kar­şısında kemer sıkmanın birazda % 20 azınlığa uygulanmasını istiyor. Fakat ge­niş yoksul halk yığınlarıyla bir avuç azın­lık sermaye kesiminin kemer sıkma kar­şısındaki tavrı çok farklıdır. “ Boğazı sı­kılarak yoksullaşan % 80“ çoğunluk bu du­rum karşısında bu topraklarda örgütle­nip hakkını korumak ve geliştirmek zo­rundadır. Bir yere gidemez. Yada en faz­la tarlasını satıp Kanadaya gitme şansı­nı deneyebilir. Oysa sermaye sıkışınca daha emin bir ülkeye fazla engel görme­den akıverir. Hele bizim tefeci-bezirgan kaynaklı üretim zahmetinden çok spekü­lasyona tutkun sermayemiz kemer sıkma­ya hiç gelemez. Bu söylenenler birtek şe­yin, Finans-kapitalin gelip yeniden önün­de kara kara düşünmeye başladığı çık­mazın itirafıdır. Bu noktada 12 Eylül dö­neminin ikinci önemli uygulamasına “ ih­racata yönelik sanayi" adımına gelip da­yanırız.İHRAÇ SEFERBERLİĞİ VE SONUCU

İçerde yapılan sermaye birikimi “ ih­racat ve seferberliği“ ya da “ İhracata yönelik sanayi" yaratmada nasıl kulla­nıldı? Bunu değerlendirmeden önce “ Se- zarın hakkını Sezar'a vermek" için ihra­cat rakamlarını verelim.

Özal hükümetinin politikasıyla ihra­cat gerçekten artmıştır. Elbette hayali ih­racat rakamları kesin olarak bilinmediği için bu artışın gerçek boyutlarını bilemi­yoruz. İster istemez tablodaki rakamla­ra bağlı kalacağız. İthalat 979'dan beri 2,3 kat artarken, ihracat aynı dönemde 3,6 kat artmıştır. Öte yandan, ihracat malları içinde sanayi ürünlerinin payı 1984'te % 72,1'e varmış, tarım ürünİe- rinin payı % 24,5'e gerilemiştir. Bu ge­lişmenin en son durumu ise şöyledir.

“ Dışsatım bir önceki yıla göre azal­mıştır. 1986 yılının ilk dokuz ayında dış­satımımız bir önceki yılın eş dönemine göre % 8,8 oranında azalarak 5,226 milyon dolar olmuştur. Doların son bir yılda sağlam paralara karşı % 30-35 oranında değer yitirdiği de dikkate alın­dığında dışsatımda reel gerileme çok da­ha büyük boyutlarda olmaktadır."

“ Sanayi ürünleri dışsatımında geri­leme daha belirgindir. Yılın ilk dokuz ayında sanayi ürünleri dışsatımı bir ön­ceki yılın eş dönemine göre yaklaşık ola­rak % 12,5 oranında azalarak 3954 mil­yon dolar olmuştur." (Özkan Akgüç 3 Ocak 1987 Milliyet).

1986 İhracatta bir gerilemenin baş-. langıcı gibi görünüyor. Ayrıca sanayi ürünleri ihracatında da bir gerileme var­

dır. Özal hükümeti iran-lrak savaşının avantajlarından yararlanarak, tabi ki binbir teşvikle, ihracatı arttırmış ama ar­tık sınıra dayanmış görünüyor. İhracatın ihtalatı karşılama oranı 1985'te % 70'e varırken 1986'nın ilk on ayında bu oran % 64,5'e gerilemiştir. Göstergeler bir ge­rilemenin işaretlerini vermektedir.

Şimdi iki sorunun cevabını bulmaya çalışalım. Özal hükümetlerinin ihracatı arttırması ne pahasına yapılmıştır ve Türkiye Finans-Kapitalini “ ihracata dö­nük sanayiye" zorlayan nedenler neler­dir ve böyle bir sanayi geçen 6 yılda ya­ratılabilmiş midir?

ihracat artışı nasıl sağlanmıştır? Baş­lıca iki yolla: İçerde “ vergi iadesi, ton başına dolar pirimi" gibi olağanüstü teş­viklerle, dışarda sürekli develüasyonlar- la paranın değerini yokuş aşağı bıraka­rak.

Vergi iadesi vb. teşviklerin özü bir tek şeye dayanır. İhracat yapıp (bu hayali de olabilir) dolar getiren bu doları merkez bankasına % 20-50 ye varan oranlarda pahalı satabilir. Döviz getiren ihracatçı­ya böyle bir imtiyaz tanınmıştır. Normal bir vatandaş bankaya dolar götürse kar­şılığında şimdi 750 TL. alır. Fakat bir ih­racatçının her dolarına 900 ile 1100 TL. ödenir. Bu teşvik hayali ihracat yaratmış­tır. Özal hükümeti için gelen dolar önemli olduğu için ihracatın hayali olması on­ları pek rahatsız etmemektedir.

“ İhracat seferberliği" teknik üretken­li develüasyondur. 24 Ocak kararların­dan bir gün önce dolar 47,10 TL idi, bu­gün 750 TL.dir. Paramız yedi yılda 16 kat değer yitirmiştir. Develüasyon içeriye gi­ren yabancı malını pahalandırır, bizim sattığımızı ise yok pahasına ucuzlatır ve 24 Ocak ekonomik uygulamalarının ih­racat seferberliğinin özü de bu gerçek­liğe dayanır. Mallarımız modern teknik ve üretkenlik artışı ile ucuzlayıp rekabet gücü kazanmamış, tam tersine paranın değeri ucuzlatılarak dünya piyasasında rekabete çıkılmıştır. 12 Eylülle yapılan sermaye birikimi ve merkez bankası mat­baasından çıkan banknotlar başlıca ih­racat teşvik kredilelerine gitmiştir.

“ TÜSİAD'ın verdiği rakamlara gö­re krizin henüz en derin biçimlerini alma­dığı 1976 yılına göre yatırımların GSMH içindeki payı % 23'den 1985'te % 18'e inmiştir. Sabit fiyatlarla özel kesim yatı­rımları 1980-85 arasında 1976-77 döne- mindekine göre toplam oiaralc % 35, sa­nayi kesiminde % 45 daralmıştır." (ak­taran II. Tez. 3. Kitap S.120)

12 Eylül sürecinde yatırımlar özellik­le sanayi yatırımları, önceki döneme gö­re yarıya yakın (% 45) daralmıştır. Yatı-

rımlar daraltılıp, para oyunuyla ihracat artırılmaya çalışılınca bunun en doğal sonucu içerde fiyatların gökyüzünü fet­he çıkması olmuştur. Mallarımız dışarıya neredeyse yok pahasına satılırken içer­de kendi insanımıza neredeyse ateş pa- pahasına satılmaktadır. En kaba örnek­lemeyle 1980-87 döneminde Fuel-oil 20 kat, ekmek 13 kat, çay 18 kat, et 11 kat pahalanmıştır. (Milliyet, 24 Ocak 1987)

İhracat seferberliği teknik üretken­liği ve üretim gücüne dayanmayıp para oyununa dayandırılınca ortaya korkunç bir tablo çıkmaktadır. Aynı bir dolarlık dövizi elde edebilmek için her yıl daha çok mal satmak zorundayız. Bu gidişe ekonomi dayanamaz. Netice olarak, eğer ihracat artmışsa bu çalışan insan­larımız 12 Eylül öncesine göre en azın­dan 15 kat pahalılık cehennemine itile­rek sağlanmıştır.

Öte yandan bütün bu yapılanlara rağmen bizi ikide bir uluslararası banka­ların operasyon masasına yatıran dış borçlar ne alemdedir? 24 Ocak uygu­lamalarıyla ihracatın ithalatı karşılama oranı % 45'den % 70'e çıkmış fakat dış borçları karşımala oranı ise ancak % 24'den % 31'e çıkabilmiştir, (tablo) Dış borcun büyümesinin yanında esas önem­li olan kısa vadeli dış borçlardaki artış­tır. 1982'de 2,1 milyar olan kısa vadeli borçlar 1985'te 6,1 milyara yükselmiş ya­ni 2,8 kat artmıştır. Aynı dönemde ihra­cat ancak 1,4 kat artmıştır. Yani kısa va­deli dış borçlar ihracattan bir misli hızlı artmıştır.

“ Kısa vadeli borçların toplam dış borç miktarında giderek daha fazla pay sahibi olması toplam dış borç miktarının artmasından çok büyük önem taşır. Ger­çekten toplam dış borç yapısında 1981'de kısavadelilerin oranı % 13 iken 1986'da deli dış borçların giderek artması kötü bir çağrışımıdı maalesef beraberinde getir­mektedir. 1950 yılından beri ortaya çık­mış bulunan bütün önemli bunalımların öncesinde bu eğilim daima kendini gös­termiş bu durum daima kötü haberci rolü üstlenmiştir." (Prof. Yüksel Ülken, 3 Ocak 1987 Milliyet) demekki bütün ihracat se­ferberliği yine hep aynı çengele, dış borçlar çengeline takılıp yırtılmadan edememiştir.

Gelelim ikinci soruya, Türkiye finans kapitalini böyle canhıraş ihracata zorla­yan nedenlere:

İhracata yönelme Özal'ın bir bulu­şu değil, montaj sanayilerinin kaçınılmaz sonucudur. İç pazar şişince Finans kapi­tal dış pazarı yoklamak zorundadır. Fa­kat esas neden dünya para piyasaların­da 1950'lerden sonra biriken para özel­likle 1965'lerden sonra üçüncü dünya ül­kelerine kredi olarak aktı. O yıllarda kre­di akışı canlıydı. Ne zaman üçüncü dün­ya kredilerinin geriye dönüşü tehlikeye girdi, uluslararası finans kapital kredi verme koşullarını sıkılaştırdı. Artık dolar gün daha ucuza uluslararası piyasada satabilmeye bağlıdır. Dolar olmadan ise Türkiye sanayii zınk diye durur. İhracat olayı içerde sanayiinin yapısını değiştir­miş midir? Yani çok sözü edilen “ ihracata yönelik sanayii" oluşmuş mudur? Eğer bundan kasıt teknik ve üretim gücüne da-

Devamı syf: 60

Page 10: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

PO

LITI

KA

\

DEMİRELDEMOKRATLAŞIYOR MU?

® MEHMET YILMAZERYP, geçen araseçim lerde önemli bir atak yapmış, böyle- ce Demirel siyasi hayatın nere­

deyse odak noktası olmuştur. Hala der­giler ikide bir Demirel'in kapısını çalıp görüşme yapıyorlar. Türkiye insanının si­yasi icraatıyla uzun yıllar tanıdığı Demi­rel sanki yeniden kamuoyuna tanıtılıyor, bu kadarına bir diyeceğimiz elbet- teki olamaz. Fakat DYP ve Demirel'in "demokrasi mücadelesi" verdiği söylen­diğinde bu başka bir anlam taşır.

12 Eylül Demirel kafasında ihtilal mi yaratmıştır? Ya da Finans-Kapitalin yıllar­dır sözcülüğünü yapan Demirel'in bu kâ- beden kapı dışarı mı edilmiştir?

Olayların kaba görüntüsü gerçekten yanıltıcı izlenimlere yol açabiliyor. Özel-

' likle Yeni Gündem gibi dergiler sol çev­relere Demirel'i sanki yepyeni bir kişilik­te sundukça, yanılgılar daha da artmak­tadır.

DYP ve 12 Eylül çekişmesine bir ta­rihi gelenekcilı yapımız, bir de özellikle 1950 sonrası pratik politik gidiş açıların­dan değinmeliyiz. Özellikle Yeni Günden ya da benzeri düşüncedeki çevreler De­mirel ve 12 Eylül arasındaki çekişmele­rin ortasına demokrasi sorununu yerleş­tirdiler. Evet bir çekişme ve çelişki vardır, ancak bunun kökünde gerçekten demok­rasi sorunu mu yatmaktadır? Eğer değil­se özü nedir?

12 Eylül olayı özellikle aydınlarımız arasında bizdeki köklü devletçilik gele­neğine yeni, ilginç tepkiler yükseltti. Or­du vebazı devlet kurumlan "e lit" katına yükseltilirken, Demirel'ler (hatta bir dö­

nem için ANAP) "sivil toplum" içine çe­kildiler. Sınıf saflaşması bulandı, hatta or­tadan kalktı, onun yerini "elit ve sivil toplum" çelişkisi aldı. Konumuz bu ya­zıda "sivil toplum" değil, bizdeki ege­men yapının 12 Eylül'le uğradığı bazı de­ğişik görüntülerin değerlendirilmesi.

DYP ve 12 Eylül çekiş- meşine bir tarihi gele- nekcil yapımız, bir de özellikle 1950 sonrası pratik politik gidiş açıla­rından değinmeliyiz. Özellikle Yeni Gündem ya da benzeri düşünce­deki çevreler Demirel ve 12 Eylül arasındaki çe­kişmelerin ortasına de­mokrasi sorununu yer­leştirdiler. Evet bir çe­kişme ve çelişki vardır, ancak bunun kökünde gerçekten demokrasi so­runu mu yatmaktadır?

Bizde devletçi gelenek çok açık ki Osmanlı toplum yapısının günümüze ka­dar gelen bir kalıntısıdır. Osmanlı düze­ni, bezirgan ekonomiydi. Üstte Seyfiye,

İlmiye, Mülkiye, Nişancı gibi "devlet sınıfları" altta "reaya" -güdülen köylü Osmanlı toplum yapısının iki kutbuydu. "Devlet sınıfları" kaba görüntüde tek egemendiler. "Seyfiye" (kılıçlılar-Ordu) ve "İlm iye" (şeyhülislam ve medrese) Osmanlı devlet düzeninde tartışılmaz iki otoriteydi. Ancak bu görünüşün alt de­rinliklerinde, Saray ile Reaya arasına yerleşmiş, üstte sarayın ihtiyaçlarını ve altta küçük köylünün alınterini sömüren tefeci-bezirgan sermaye vardır. Ço­ban ekonomisinden yerleşik toprak eko­nomisine geçtiğinden beri Osmanlı kan şefleri ticareti daima aşağılamış, fakat bezirgan yollarının da açıcısı ve koruyu­cusu olmuşlardır. Kendi elleriyle tefeci- bezirgan sermayeyi korumuş, beslemiş­lerdir.

Sonunda elinde kılıç egemen görü­nen Saray, tefeci-bezirgan sermayeye borçlu bir müflis haline gelmiştir. Tefeci- bezirgan sermaye hiçbir zaman "devlet sınıfları"nın egemen görünüşüne dokun- mamıştır, her kılığa giren bir şiniklikle kendi gerçek egemenliklerini yürütmüş­ler, gerektiğinde Saray'a dayatmışlardır.

Cumhuriyet yolunu açan Ordu şef­leri bütünüyle Osmanlı devlet düzeninin "seyfiyye" geleneğinin kalıntılarıydılar. Kendileri modern batı kapitalizmini öz­lediler. Ve kılıç ellerinde olduğu için ken­dilerini tek egemen sandılar. Oysa da­yanmak zorunda oldukları sınıf antika kökenli tefeci-bezirgan sermayeydi. Nasıl ki kendileri ticareti hor gören Osmanlı ilb'leri bizzat bezirgan yollarının bekçisi ve bezirgan ekonomisinin hamisi oldular­sa, tıpkı öyle Cumhuriyetçi ordu şefleri, devletçilik yoluyla, antika tefeci-bezirgan sermbyenin en irilerinden, batılılaşmak uğruna finans-kapitali yarattılar. Tek par­ti dönemi bu gelişimin yaşandığı dönem olmuştur.

1950 Tere varıldığında yeterince ge­lişen yerli Finans-Kapital devletçiliğin ve­sayetinden kurtulma yoluna çıktı. Bu ge­lişim çizgisi içinde devletçilikle, Finans- Kapital arasında çelişkiler vardır. Fakat bu çekişmenin odak noktasında hiçbir zaman demokrasi olmamıştır. Tam ter­sine devlet imkanlarının Finans-Kapital tarafından yağmalanma yolları çekişme­nin odak noktasıdır.

İlk "hürriyet" bayrağını açan Men­deres'in iktidar olduktan sonra nasıl ken­dilerinin "demokrat" oluşunu yeterli bu­lup, en keyfi diktatörlüğe yöneldiği unu­tulmaması gereken önemli bir deneyim­dir. Sivil Finans-Kapital hürriyeti ne ka­dar sevdiğini bir dört yıllık deneyde he­men açığa vurmuştu.

12 Eylül, her kriz döneminde oldu­ğu gibi devletçi geleneğin Finans- Kapitale hamilik yapma tutumunu can­landırdı. Hatta bu 12 Mart'tan daha ileri boyutlarda oldu. Çünkü krizin boyutları daha derindi.

12 Eylül yöneticileri tarihsel bir gü-

\10

Page 11: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

düyle Finans-Kapitali yeniden vesayet al­tında tutmaya yeltendiler. Turgut Sunalp ve M DP bu girişimin meyvesiydi. MDP, askerdi lideriyle ömrü çoktan dolmuş tek parti döneminin özlemini taşıyan devletçi geleneğimizin orijinal bir örneğiydi. Fa­kat geçen on yıllar boşuna akmamıştı.

Finans-Kapital, MDP'yi tercih etme­yerek devletçi geleneğimize gücünün sı­nırlarını hatırlatmış oldu. MDP kriz gün­lerinde, tek parti döneminin devletçi- vesayetçi anlayışının hortlamasıydı. O r­taya çıktığı hızla kaybolup g itti. 1980'lerde bu anlayış yeniden hayat bu­lamazdı. Finans-Kapitalle, devletçi-Ordu geleneğinin çelişkilerinin tarihsel kökle­ri, MDP, ANAP çekişmesini ve MDP'nin çöküşünü açıklar, fakat ANAP, DYP çe­kişmesini tam anlamıyla açıklayamaz. Çünkü hem ANAP, hemde DYP, Osman­lılıktan kalma devlet anlayışın doğrudan mirasçıları değillerdir. O mirasa doğru­dan sahip çıkmaya çalışan MDP olmuş­tur. O gelenek 1950'lerde ömrünü dol­durduğu için MDP'nin ömrüde kısa ol­muştur.

Fakat ANAP9m zamlarla yaktığı insanla­rımız oradan DYP9ne ka­çarlarsa ortada Finans- Kapital politikası açısın­dan bir zaaf yoktur.

ANAP, DYP çekişmesini daha cok 1950 sonrasının ekonomik siyasi gelişme­leri açıklar. Finans-Kapital yaşadığı her krizden ders çıkartmıştır. 27 Mayıs, 12 Mart Finans-Kapitale çok şeyler öğret­miştir.

Menderes'in son döneminde kriz yo­ğunlaşınca DP'den kopmalar başlamış, 27 Mayıs öncesi CKMP kopuşu olmuştur. 27 May ıs'tan sonra ise DP zemininde AP ve YTP şekillenmiştir. YTP, DP'nin 27 Ma- yıscılarla uzlaşık davranmayı savunan kanadıydı. Fakat AP'de ilk yıllar farklı davranmamıştır. 1961 seçimlerinden son­ra Ordu zoruyla da olsa CHP-AP koalis­yonu yaşanmıştır. Fakat 27 Mayıs yıpran­maya başlar başlamaz AP koalisyonu bozmuş, CHP, YTP, CKMP koalisyonu ku­rulmuştur.

1965 seçimlerinde DP'nin Orduyla uzlaşık kanadı YTP ve CKMP çözülmüş, AP'nin milletvekilleri 158'dan 240'a sıç­ramıştır. 27 May ıs'm yükünü CHP, YTP ve CKMP taşıyınca AP'nin zafer kazanma­sı kaçınılmaz olmuştur

12 Mart ise tam zıddı yönde bir de­neydi. 12 Mart hükümetlerine AP ve CHP destek vermiş, fakat CHP içinda yaşanan altüstlükten sonra Ecevit CHP'si desteğini Çekince 12 Mart'ın yükü AP'ın omuzla­rına kalmıştır. Bunun bedelini AP 1973 5e*c imlerinde kötü bir şekilde ödemiştir.

12 Eylül'de Finans-Kapital aynı yolu izleyemezdi. 12 Eylül'ün siyasi yükü yal­nızca AP'nin sırtında kalırsa, bu Finans- Kapital politikası açısından önemli bir aç­maz olurdu. Ayrıca 12 Eylül ilk dönemin­de parti kurulusunu vetolarla sınırladığı ıcin o dönemde her kurulan ve seçime

girmesine izin verilen parti üstünde ica­zet gölgesi taşıyordu.

Demirel başından beri 12 Eylül'e <karsı durarak, Finans-Kapital politikası­nın, 12 Eylül'ün misyonunun kaçınılmaz zayıflamasıyla birlikte tükenmesini engel­lemektedir. 12 Eylül'ün en sıcak günleri kaçınılmaz şekilde MDP'nin üstünde göl­ge gibi durduğu için, o kısa ama en acı dönem dolaylı olarak MDP'ye fatura edil­diği için MDP daha doğmadan tükenmiş- tir.

ANAP, 12 Eylül'ü daha işbilirce sa­vunacaktı. Fakat ister istemez dönemin siyasi yükü ANAP'a fatura edilecekti. Ve bunun ilk önemli işareti ara seçimlerde ortaya çıkmıştır. Fakat ANAP'm zamlarla yaktığı insanlarımız oradan DYP'ne ka­çarlarsa ortada Finans-Kapital politika­sı açısından bir zaaf yoktur. Yeter ki hoş­nutsuzluklar sosyal-demokrasiye, ya da daha sola yönelmesin. Cindoruk seçim­ler sırasında şöyle demişti: "Tahammü­lün bir sınırı vardır. Devletin otorite ol­maktan başka görevleri de vardır. Bir ik­tidar o görevleri yapmazsa, tahammül taşar, komünistlerin istediği zemin yara­tılmış olur." (Milliyet, 24 Kasım 1986)

12 Eylül "devlet otorite"sini bol bol kullandı. Fakat bu Finans-Kapital politikası­nın bir yüzüdür. Ve yalnızca bu yönde ancak bir noktaya kadar gelinebilir. DYP şimdi politikanın öbür yüzünü gösteriyor. Cindoruk aynı konuşmasında "Holding­lerin iktidarına son vermeye kararlıyız. Kararname zenginlerinin bulunduğu bir ülke istemiyoruz." (Ay.) diyordu. Lafa ba­kılırsa Demirel'de Cindoruk'da mangal- ta kül bırakmıyor. Ama onları böyle dav­ranmaya zorlayan "tahammülün sınır- 'larının aşılması korkusudur. ANAP'tan kopan pişmanlar DYP ağlarına takıla­caktır. Bu Finans-Kapital oyununun de­mokrasiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Demirel ve DYP, 12 Eylül'e karşı çı­kakken tepkilerini hangi noktalarda yo­ğunlaştırmıştır? Bunları irdelemeye çalı­şalım. Böylece, DYP'nin 12 Eylül'le öz olarak çelişmediği ortaya çıkacaktır.

İlk nokta, Demirel'in "askeri müda­halelere karşı" çıkmasıdır. Bunu Demirel şöyle formüle etmektedir. "Eğer bir ül­kede silahlı kuvvetler, sivil idarenin em­rindeyse, demokrasinin birinci şartı yeri­ne gelmiş olur... Meclis'in vermediği bir vazifeyi silahlı kuvvetler yapamaz." (5 Kasım 1986 Milliyet) Bu görüş bir sivil Finans-Kapital politikacısı açısından çok normaldir. Fakat bu isteğin demokratlıkla ve demokrasiyle bir ilgisi yoktur. Hatta Demirel, 12 Eylül icraatçılarını, "benzer isleri benim hükümetimle birlikte de ya­pabilirdiniz, darbeye gerek yoktu" diye eleştirerek, yapılanların özüyle çelişme­diğini itiraf etmiştir. Fakat ne yazık ki biz­de krizler Ordu kılıcıyla çözümleniyor, ve "Sefil siviller" bir müddet politika dışı­na itiliyorlar. Ve bu geleneği yalnızca ge­niş yığınların bilinçli davranışı değiştire­bilir.

İkinci konu "Konuşan Türkiye" pa­rolasıdır. 12 Eylül askerdi bir mantıkla, hottabirazda panik ruh haliyle siyaset alanım o kadar daralttı ki, bu dar alan­da bizzat Finans-Kapital'in ve diğer bur­juva kesimlerin, gerekli siyasal manevra­ları yapmaları imkansız hale gelmiş, ya

da çok zorlaşmıştır. "Konuşan Türkiye" talebi yalnızca bu isteğin demogojik di­le getirilişidir. Ne Demirel ne de DYP Anayasa'da getirilen örgütlenme, pro­panga yapma, siyasete katılma konula­rındaki kısıtlamalara tutarlı hiçbir itiraz getirmemişlerdir. Demirel'in seçimlerde ve sonrasında bozuk plak gibi tekrarla­dığı şey "memleket kötü idare ediliyor" tekerlemesidir. Eleştirileri hiçbir zaman başka bir derinlik kazanmamıştır.

Üçüncü konu, "katli rical"dir. "...si­yasetin ehli var...Ehliyeti inkâr ertiğiniz yerde çıkmaza girersiniz... Türkiye katli ricalden çekiyor. Yani yetiştirdiğiniz kad­roları biçmekten, yok etmekten. Ondan sonra memleket insansız kalıyor." (Ikibi- ne Doğru s.l, Demirel'le Sohbet) Demi­rel'in bu mantığı siyasetin genel mantığı açısından doğaldır. Deneyli bir Finans- Kapital politikacısı olarak ikide bir siyasi kadroların altüst edilmesine katlanamı­yor. Fakat şarkta politika böyle yürüyor.

DYP'nin ve Demirel'in politik müca­delesinin odak noktası "katli r ica li" ge­riye döndürecek olan "geçici 4. madde­n in " kaldırılması içindir. DYP'nin "demokrasi" ufku 4. madde ile sınırlıdır. Böylece geniş yığınların gerçek demok­rasi istekleri gölgelenecektir.

Bir zamanlar eski DP'liler ve Celal Bayar kuyudan çıkarılmıştı. Şimdi de De­mirel ve Ecevit'lerin kuyudan çıkarılma­sı yığınlara demokrasi mücadelesi gibi gösterilmeye çalışılıyor.

Bu öne çıkartılan noktaların, 12 Ey­lül icraatının özüyle hiçbir çelişkisi yok­tur. Finans-Kapital ANAP'a yaşanan dö­nemin yükünü taşıtırken, 12 M art ve 12 Eylül öncesinden cldığı dersle, bütün siyasi yatırımını bir ANAP'la riske soka­mazdı. DYP 'nin misyonu bu noktada be­lirmektedir. Türkiye, koşullarında Finans- Kapital politikasındaki kırılma ve dönüş­ler bir ve aynı partiyle aşılabilecek denli rahat ve yumuşak olamıyor.

Kavranması gereken A N A P ve DYP'nin Finans-Kapital partileri olduğu için, uzlaşarak yada çekişerek, gerçek demokratikleşme yolun­da en önemli engel ola­caklarıdır.

Eğer bugün, Finans-Kapital politika­sındaki dönüşlerde sola dökülmelerin önünde sosyal-demokrasi değil de DYP baraj kuruyorsa, bu DYP'nin demokrat­laştığının değil, sosyal-demokrasinin nasıl zaaflı olduğunun işaretidir.

Geleceğe fal açmak sorunumuz de­ğil, ANAP'tan sonra DYP mi gelir, bu esas sorun değildir. Kavranması gereken ANAP ve DYP'nin Finans-Kapital parti­leri olduğu için, uzlaşarak ya da çekişe­rek, gerçek demokratikleşme yolunda en önemli engel olacaklarıdır.

Page 12: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN DOĞUŞTAN G Ü N A H I:

DEREBEY ARTIKLARI VE İRTİCAB izde görünürdeki “ gerici" de­

magoji, istibdat zamanı Meşru­tiyet için, Meşruiyet zamanı

Hürriyet için, Cumhuriyet zamanı De­mokrasi ve Sosyalizm için; bıkmadan usanmadan yalnız "D in elden gidiyor" temasıyla harmanlayarak işle­miştir. Ve işleyecektir.

"İrtica" dendiği zaman bile, mese­lenin "Turban"a getirilecek denli yüzey­selleştirilmesi o işleyişin ustalığını ve de­rin etkilerini gösterir. Oysa "Turban" ne denli masum kadınımız ("Namus"umuz) ile bağlantılı ise; Türbanın altında gizle­nen hinoğlu hince amaçlar o denli eski bir burjuva günahı gizler.

Gerçekte Türban a sarınan şey: Türk­iye burjuvazisinin doğuştan günahıdır: Cı­lız pısırık ve sinsi olduğu kertede, sırf hal­ka karşı yalnız kalmamak için derebey ar­tıklarıyla etle tırnak olarak (gericiliği el al­tından besleyerek) bugüne dek gelmiştir.

1908 Meşrutiyetinin senesi dolmadan patlatılan Şeyh Vahdeti'nin "31 Mart is­yanı", Kurtuluş Savaşı alevlenir alevlen­mez yükseltilen "Ahmot Anzavur" is­yanları, "Menemen olayları" ve ben­zerleri birtek ana amacı gerçekleştirmek istiyorlardı: Türkiye'de Demokratik Devri­mi, Emperyalizmin ve yerli burjuvazinin istediği ölçülerde politikada tutmak, eko­nomi temellerine indirmeyerek kuşa çevir­mek.

Ve başarıldı. Saltanatın tepesi (hila­fet) gitti. Tabanı Tefeci-Bezirganlık kaldı. "İrtica isyanlan" yüzeyde bastırıldı. İşin ekonomi temeline bir türlü inilemedi. Ge­riciler gidişe uyup kabuklarına çekildikçe bilhassa 1950'de DP iktidarından sonra özellikle ayrıcalıklaştırıldılar.: Tarikatlar- Aşiretler Parlamantarizmin veya partile­rin oy davarları olarak görüldüğü için on­ları güden Tefeci-Bezirganlar ve Ağalar el üstünde tutuldu. "Toprak Reformu" bir türlü uygulanmayan ve sol tarafa söy­lenen bir şarkı olarak kaldı. “ 1960 27 Ma­yıs devrimi“ de tepede kaldığı için parça­lanıp amortize edilmesi kolay oldu. Yarım yamalak gelişen sanayi de ister istemez Türkiye Kapitalizmi'ni (Batı'dan ayrılan yanlarıyla) Doğulu derebey despotizmiyle harmanlayarak kendisine benzetti. Batılı Emperyalist ülkelerde bütün ara tabaka­lar işçi ve işveren sınıflarının (örs ve çe­kiç) arasında eritilmek durumunda kalır­ken; bizde şehirlerimiz Kapitalist olurken, kasabalarımız Ortaçağ artığı Tefeci-

Hasan ÇETİNER

Bezirgan, köylerimiz Tarih öncesi artığı çapalı ekonomi yapılarını bütünüyle yıka­madılar. Toplumumuz düşünce ve davra­nışta da o denli "Babil kulesi"ne çev­rilmiş oldu.

1950 yılı 4700 toprak ağası ve 418 toprak beyi sayılıyordu. Ellerindeki ara­zide 2 milyon hektar idi. Tefeci Hacıağa­larda her kasaba ve küçük şehirlerimiz­de 10'ar-20'şerden 2500 tane idi. 1980 de 2500-5000 dekardan fazla araziye sahip ağa ve bey sayısı 500 e düştü, an­cak topraklan 6 milyon hektara çıktı. Ço- cuklarıda üniversiteleri bitirip Finans- Kapitalin acentalarını açarak tefeci- bezirganlığa atıldılar.

Temeldeki ittifak Cumhuriyet boyun­ca hiç değişmedi. Ama yavaşda olsa ge­lişen kapitalizm, derebey artıklarının za­yıflarını eritti. İşçi sınıfını-yarı işçileri me-. murları, demokratik subayları, Batı an­layışındaki orta sınıfı ve esnafları arttır­dı. Yani demokratik ve laik denge dere­bey artıklarının aleyhine epey genişledi. " H i la fe t" hayalini gören Tefeci- Bezirganlığın ve "irtica "n ın ekonomik temelleri kadar ideolojik düşünce çatısı da sarsıldı.

Sarsıntı bacayı sardıkça dış denge­ye sarılındı. Tefeci-Hacıağalarda 'Dış denge" deyince evvel-ezel yöneldikleri Kabe: Mekke en uygunuydu. İran hem ideolojice hem ekonomice "devrimci"li- ğe kaçıyordu. Görünüşte İran'a da ma­vi boncuk verilirken Suudi sermayesi ile aşna-fişna oluşlar ve “ İrtica", İran mas­kesi altında gizlenerek arttırıldı.

"Din esaslı vakıflar mantar gibi bitiyor, Vakıflar Özal'ın kardeşi Korkut Özal'ın ve Bahariye Mensucat sahihlerinden ay­nı zamanda ANAP İstanbul İl Başkanı Eymen Topbaş'ın öncülükleri ile kurulu­yor.

"Özal ve Topbaşlar ise Suudi serma­yesi ile iş yapıp para kazanıyorlar. Bir bö­lümü ile de Vakıf kuruyorlar. Başbakan Özal'da Suudi sermayesine elinden gel­diği kadar ayrıcalık tanıyor." (Gazeteler17-18 Ocak 1987)

Suudi sermayesi üretici olmayan alanlara 3-4 milyon dolar getirecekmiş. Demek işi garantiye almak için de kendi peçeli derebeyleşmiş ideolojisini yaymak istiyor. Bizimkilere de yalnız "v u r" de­yin, onlar bu konuda çoktan "ö ldü rm e ­ye hazırdırlar. Halkın demokratik denge­sine karşı arayıp da bulamadıkları bu mu yoksa?

Ve işin kokusu çıkıyor: "Türban ta­kana 50 dolar dağıtılacak". İşte biz- deki ve Suudi'deki Tefeci-Bezirganın "Din-Namus" samimiyeti. İşi Mekke çar­şısıyla Mahmut Paşa tezgahtarlığına dü- sürmeden edemediler. Samimi manevi­yatçı devrimci gençlik eibet bunun hesa­bını yapıyor.

Çözüm için ne yapılıyor?Bizde 1908'den beri bir adım daha

ileri ve laik Devletlularımız "Aman ir­tica vaaaar", "Her gün 31 Mart yaşıyoruz" (İsmet Paşa) diye yakarır­ken; burjuvazi veya Finans-Kapital "Yok canım önemli bir şey değil" diye ört­bas ediyorlardı. Bugün de değişen bir şey yok. Hatta sol geliştikçe sağa dayan­mak taktikleriyle kimi devletlularla Finans-Kapital buluşmuş görünüyor. Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirganlığın sözcüsü Nazlı Ilıcak, o buluşmayı; dev- letlular "irtica"ya karşı biraz fazlaca dikiliverince "AÇIK ETMEK" zorunda kaldı:

"12 Eylül döneminde Diyanetten fet- valar alıncak, yeni imam hatip okulları < açılacak, üniversitedeki kızların başörtü­sünü ilişilmeyecek, hatta orta okullarda mecburi din dersleri konulacak... Bütün bunlar laikliğe uygun düşücek, "Ç ağ­daş" sayılacak. Ama milletin seçtiği oy­larla gelen bir sivil iktidar işbaşına ge­çince "laiklik elden gidiyor" telaşı et­rafı kasıp kavuracak..

Uyarılara da, sahte gerekçe arayış­lara da karnımız to k " (Türcüman 15.1.1987)

Ve gene "çözüm" aynı Finans- Kapital taktiğinde kaldı: Mit ve paşala­rın "Polisiye tedbirleri" yumaşatılma- dığı ölçüde, küçük " ir tica " operasyon­ları ile Ordu'dan bazı "şüpheli" subay ve öğrenciler ameliyat edildi; "irtica" bir iki "m eydan" denemesinden sonra ge­ne kabuğuna ricat etmeyi uygun buldu. Olay, o kadar kıyamet koparılmasına rağmen "b ir varmış bir yokmuş"a döndürülüverdi. Çünkü "günah" ortak­tı. Yarın gene "sol aşırılığa" karşı kulla­nabilmek üzere "ir tica " meselesi "ört uyusun besle büyüsüne" bırakıldı.

Ancak kazın ayağının, "İran Dev- rim i"nden beri gözle görülür değişim­lere uğradığı herkes tarafından biliniyor. Türkiye'de de Maneviyatçı Devrimciler, hızla köklü çözümler arayışı ve örgütle­nişi içinde, Tefeci-Bezirgan güdümünden kopuşma savaşına girmiş bulunuyorlar.Yani Türkiye'de İslami orta ve küçükbur- juva ezilen tabakalar kanalından " ir tic a " silahı ters tepmek durumuna geldi. Ama Türkiye İran değildir; Türki­ye'de "İslami Devrim" hayallerini gören Maneviyatçı sosyalistler yaşadıkları top­rakların kendine özgü (orjinal) stratejik dengeleri olan bir Türkiye olduğunu an- 1 ladıkları an; bütün demokratik güçler ^ köklü çözüm uğruna Gerçek Demokrasi mücadelesinde saf bağlayacaklardır.

Page 13: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

r

8 M art dünya kadınlar günü dolayısıyla Dr. Hikmet Kıvılcımlının KADIN SOSYAL "S IN IF IM IZ" yazısının son bölümünü yayınlıyoruz.

8 MART DUNYA KADINLAR GUNUKADIN DÜŞMANLIĞININ EKONO­MİK TEMELİ: O "neden?" üzerinde ne denli basılarak durulsa azdır. Kadın alt­lığının, sömürülüşünün, ezilişinin kökü, toplumumuzun üretim geriliğinden kaynak alır. Onun için durum sanıldığın­dan daha korkunç ve kahredicidir. Eko­nomik temele dayanan sosyal ve psiko­lojik baskı, büsbütün dayanılmaz ölçüle­re varır.

En ka ranlık "ayaktakım ı" her gün, ağasından, efendisinden, beyinden 24 saat çalışmasına karşılık yalnız hak yi­yicilik, hakaret ve işkence görür. O du­rumun yarattığı aşşağılık kompleksi ile patlayacak kertede dolar, sisen Çatla­madan yaşayabilmek için, evindeki ca- riyeye, parayla sat:n aldığı dişi köle­ye ilence yapılabilmenin bosalışlarına sık sık başvurur. En mazlum erkeğimiz, hic değilse eline geçmiş savunçsuz kadına zulüm yapmakla, kendi yürekler acısı sancılarını bastırmaya özenir. Bir dişi in­sana, haklı haksız "saldırı hürriyeti ve hakkı" elinden alınırsa, başka bütün in­sanlık hakları ve hürriyetleri yok olu­vermiş gibi gelir ona.

Gerçi Babi! çağından artakalmıs Tefeci Bezirgan hacıağa, kasaba eşraf ve ayanı, Firavun-Nem rut stilinde "Asilzade" adlı kapalı soyu çürümüşler, elbet kadın düşmanlığının en kör ve on­maz sadizmiyle kaşarlanmışlardır. An­cak, kadının alt görülüp ezilişi ve scyu- luşu yalnız gericilerin, tutaiakların, asa­lakların gelenekcil anlayışlarında çörek­lenip kalmaz. Antika tarihin başımıza be­lâ ettiği "Kara Koncolos'Marın "ölü ruhlars"ndan tutulsun, en erkekliğini yi­tirmiş Modern Kapitalistimize dek; en ka­ra cahil kızıl züğürt köylüden, en yüksek kültürlü aydına dek, herkes, toplumumu­zun o önlenemez eğilim ve ağır baskısı altında yamyassıdır.

Kadına karsı şartsız kayıtsız bütün erkeklerimiz; maddeled yazılmamış, ama herkesçe bilinen ve hergün saksa­ğan gevezeliği ile tekerlenen bir "Ana- yasa 'nın adsız fedaileri olarak sözbırii ği ve işbirliği etmişlerdir. Kadın düşman­lığı, kimi sosyal sınıf ve zümrelerimizde canavarca ağır, kimisinde daha yeğnik- çe ve cilâlıca görünebilir. Toplumumuzun her sosyal sınıf, tabaka, zümre, grup ve kişilerinde kadın: ilk fırsatta gözünden vurulup, uçtuğu göklerden çamurlu er avcı ayaklarının altına yaralı düşürül­mekte ögünülen bir avdır... Niçin?

Çünkü, o azgın erkek sadizminı bes­leyen kök, ekonomi geriliğimizin tabulas- tırılmıs derinliklerinden benliğimize fışkı­rıp dalbudak salmıştır. Bırakalım Tefeci- Bezirgan hacıağanın kadın getho'su dü siz cehennem harem dairesini. Bırakalım kozmopolit burjuva züppeliğinin boynuz tokuşturan salon-flörtlü metres ticaretiy­le kadım süslü bir paçavrası durumuna sokusunu. En assagı kul kölenin, evinde tarlasında tepetepe sömürüp ezdiği, etini

ve ruhunu cımbızla didiklediği bir dişi ku­lu, ev kölesi, cariyesi vardır. Geri üretim toprağında başka türlüsüde olamaz...

Sözde en "m odern" burjuva üre­timinin zina çocuğu olan gece kondu va­roşları nedir? Ekonomi bakımından: res­men kanunlarla emlâk sahipliğine her imtiyazı bağışlayan sermayenin, elaltın- dan, gizli gizli, illegal yollarla toprak ira­dım tırtıklama, çalışanları birde o yoldan hırsızlığa ortak edip haraca bağlama oyunudur. Bu oyunda erkek işçi, sahte belgelerle "mülksahibi" olmak sevda­sından bunalır. Arada, emeğiyle, sağlı­ğıyla, insanlığıyla, haysiyetiyle kurban edilen varlık: "İşçi Kadın"dır. Çalışan şe­hir kedinin kaç türlü soyguna, ezgiye, bu­nalıma uğratıldığını burada saymaya kalkışmayalım. Bitiremeyiz.

Ötede en "komünist"inden, en fa­şistine dek bütün "aydınlarım ız" top­tan "köylücü" geçinirler. Hiç değilse yılda bir öğün iş veya politika tezgâhla­mak üzere İstanbul'dan Ankara'ya, ya­hut felekten gam alıp sefa sürmek için Ankara'dan İstanbul'a gidip gelmeyen­lerimiz pek azdır. Kör değilsek, yollarda hep neyi gördüğümüzü görmezlikten ge­lemeyiz. Kesici ayaz yahut yakıcı güneş günleri, kara toprakta bunaltıcı toz, bo­ğucu batak içinde uğraşanlar kimlerdir? Elde çapa, orak, gebere kıyasıya çalışan insanların inanılmaz büyük çoğunluğu herzaman kadınlardır.

Kadınlar yanında, sözüm yabana ' 'erkek' ' olarak bir tek saksı boynunda çocuk varsa, ona karşılık ağır tarla işini köle katlanışı ile göğüslemiş sekiz-on ka­dın sıralanmıştır. O nazar boncuğu "er­kek tohum u" tarlada çalışmakla değil, dış’ köleleri gözetmekle görevli gibidir... Nütus istatistiklerinde sayıca kadınlara eşil bulunan erkekleri merak edermisiniz?

Bindiğiniz araç bir köy içerisinden geçerse, bütün yiğitleri kahveye kümeleş­miş bulursunuz. "Eksik etek avratlar" (avrat: gözle görülmesi suç sayılan, de­mektir) acık yerlerde toprakla güreşirler. O cennetle müjdelenmiş "üstün cins" yaratıkları: bir yanda ağır aksak söyle­şir, iskemle sefası sürerlerken, "avrata göz açtırmayacak" politika demago­jilerini geviş getirirler.

Köy erkeği hicmi ¿alışmaz ve ezil­mez? Arası ağlar, ne varki, bütün o kır ve kahve kabadayılarının hepsi kafa den- gidirler. Kadın cinsine yukardan, delici zehirli oklarla bakaılar. Soluk aldırma- macasına baskı yaparlar. Avretin insan­lık hakkım sıfır saymakta en doğal işbir­liği ve oybirliği içinde bulunurlar.

Her köy erkeği, üstteki kasaba Tefeci Bezirganının toprak esiri'dir. Ama tarlasında ve evinde boğaz toklu­ğunda Avrat-köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci-Bezirgan politika ufune­tin- bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynu­nun borcu bilir. Kadına hak ve hürriyet mı? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle olarak çalıştıracak?

Türkiye "Köylü memleket"tir. Neşüphe? "Şehir" adım taşıyan bucaklar­da köy üretimi ve köylü psikolojisi "ağırlığ ın ı" bastırmıştır. Nereden ge­lirse gelsin, her ileri adımın karşısına ge­ricilik: "Nam us" meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demogojfyle dahi çatır çatır koparıp alır. Hacağanın emekçi halka bilir bilmez ka­bul ettirdiği "N am us" sözcüğü: Kadı­nın ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.

Onun için, geri üretim şartları tüm­den kalmadıkça kadın kurtuluşundan sö- zetmek gibi, serbest oylarla "H ür seçim- 'den konu açmak ta, kadınlı erkekli bü­tün insanlarla düpedüz alay etmek olur.

KADIN "H İÇ "İN HEP OLUŞU: Türkiye'de kadın cinsinin neredeyse An­tika çağlar artığı bir "A lt sömürülen sosyal sınıf" oluşu gerçekliğinden han­gi ekonomik-sosyal sonuçlar çıkar.

Antika Tarihteki kölelerin durumu ile, modern tarihteki kadınların durumu ara­sında ana çizgisiyle benzerlik vardır.

Antika Tarihin köleleri: bilinçli bir sosyal sınıf olarak herhangi bir sosyal devrimi başaramamışlardır. Marx'm pekgüzel söylediği gibi, bir alt sınıf: "Eğer devrimci değilse, hiç birşey değildir". O bakımdan koca tarih bo­yu, sosyal devrim bilincine ve davranı­şına eremeyn Köle sınıfı büyük bir "H iç " olup gitmiş sayılabilir.

Doğrudan doğruya "K öle" sınıfı­nın kendisi, efendi sınıfı kaldırıp, başka bir düzen kuramamış ve tutundurama- mıstır. Irak latifundiya'larında çalışan kö­le Karmıt'lar devleti bile, sosyal tutarlı bir çözüm getiremediği için çelişkileri azarak çöküp gitmiştir. Efendilere isyan eden köleler, iktidara geçer geçmez ken­dileri efendi kesilmekten kurtulamamış­lardır. O zaman Anadolu ilçelerimize pusmus kötümser felsefesi: "Gelen gi­deni aratır" deyimini hakikat kertesine çıkartmıştır.

Ancak, devrimci olmayan alt sınıfın hiç olusu gerçekliği, belirli bir uygarlık çerçevesi içinde rnutiak hakikattir. Mede­niyetlerin birinden ötekine geçirilirken her atiayışta görüldüğü gibi, diyalektik inkârlar ve inkârların inkârı kaçınılmaz bir başka gerçeklik olur. Belirli medeni­yet içinde Sosyal Devrimci olmayan ola­mayan alt sınıf, yalnız kendisini değil, bü­tünüyle toplumu, medeniyeti de hiçe in­dirir. Bir medeniyetten ötekine sıçrayış basamağında, olayların önüne geçilmez diyalektiği o "hiç'Tiği "hep" yapmaktan geri kalmamıştır.

Antika tarihte köleliğin kendi sosyal sınıfı ile birlikte medeniyetide "Y o lc " edişi sırf olumsuz bir olay değildir. Köle­lik yok olurken, kendi medeniyet biçimi­ni yok etmekle ve yok ettiği için, gelecek yeni bir medeniyetin doğuşunu hazırlar: Barbar akınlarıyla bir Tarihçi! Devrim doğması için tabanı olgunlaştırır.

Köle isyanlarının kör gücü, karanlık Devamı svf. 60

13

Page 14: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

EKİM DEVRİMİ BATI'DAKİ KADINLARA NELER GETİRDİ

Aleksandra KOLLONTAY

Ekim Devrimi'nin Sovyetler Birliği'nde- ki işçi kadınların bağımsızlığı amacı

çerçevesinde gerçekleştirdikleri herkesçe bilinmekte, açık ve tartışılmaz bir nitelik taşımaktadır. Ancak Devrimin diğer yer­lerdeki, burjuva ülkelerindeki kadınların eşitlik-bağımsızlık hareketini nasıl etkile­miş olduğu, üzerinde durulması gereken bir konudur. Devrim, işçi sınıfının sorum­luluk ve amaçlarını taşıyan bir "yeni kadın" tipinin yaratılmasına ne ölçüde katkıda bulundu?

Hiç kuşkusuz, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin yoksul kesimden ve orta sınıftan kadınlarını devlet kademe­lerinde ve sınai üretiminde çeşitli görev­ler almaya yönelten Dünya Savaşı, ka­dınların eşitlik-bağımsızlık savaşı­mının da gelişmesine neden oldu. Kadın işgücünün giderek genişlemesi, aile ya­şamında benzeri görülmedik değişimlere yolaçarken, burjuva ülkelerindeki kadın­ların yaşam biçimini de yakından etkile­di. Ancak Ekim Devrimi'nin oluşturduğu güçlü örnek olmaksızın, kadın hareketi­nin bugünkü düzeyine ulaşmasını sağla­yan gelişmeleri kaydetmesi de pek müm­kün olmayacaktı. Ekim Devrimi, kadın­lara yepyeni bir değer, bir nitelik kazan­dırmıştır. Artık toplumsal bir yarar unsu­ru, bir emek birimidir kadın. Ekim Dev­rimi'nin ilk günlerinden başlayarak, ka­dınların enerjisine binlerce yıl düşünül­düğü gibi yalnızca kocaları ve aileleri ta­rafından değil, tüm bir toplum, tüm bir sosyal bileşke ve devlet tarafından da ge­reksinme duyulduğu anlaşıldı.

Ne var ki,bu görüngünün, önlenme­si olanaksız bir tarihsel gerçeklik biçimin­de ortaya çıkması ve yeni bir kadın tipi­nin oluşumunun yepyeni bir işçi toplu- munun kurulmasıyla sıkı sıkıya ilintili ol­ması, burjuvazinin kabul edemeyeceği ve kabul etmek istemeyeceği bir olguydu. Eğer büyük değişim gerçekleştirilmiş ol­masaydı, bugün hala yaşamını emeğiy­le kazanan kadın, "geçici" bir görüngü olarak değerlendirilecek, kadının yerinin ailesi içinde, eve ekmek getirmekle yü­kümlü kocasının arkasında olduğu savu- nalacaktı. Kadınların sorumluluk ve mes­leklerine ilişkin değerlendirmelerde mey­dana gelen bu köktenci değişim, dünya­nın birçok yerinde yaşayan kadınların davranışlarını da etkiledi. Artık bu "ye ­ni kadın" tipine her yerde, dünyanın her köşesinde rastlamak olasıdır. Yeni kadın, belki üretim güçleri emperyalist devlet­lerin emrindeki sömürge ve yarı-sömürge ülkeler dışta tutulmak kaydıyla, her yer­de göze çarpan bir kitlesel görüngüdür. Emperyalist güçlerce sömürülen bu ülke­lerde bile, ulusal kurtuluş savaşımı ile anti-emperyalizm amaçlarında birleşil- dikçe, yeni kadın tipi bu toplumsal sava­şımın içinde de yoğrulmaktadır. Kadın­ların işbirliği olmadan toplumsal grup­

lar ve sınıflar arası savaşımı kazanmak olanaksızdır.

Yeni kadın, herşeyden önce enerji­sini yalnızca özel bir aile ekonomisinin çı­karları uğruna harcamakla kalmayıp, toplumsal yarar da sağlayan son dere­ce önemli ve bağımsız bir emek birimi­dir. Bu kadınlar, kendi iyilikleri ve çocuk­larının varlığının doğrudan doğruya ken­di tutumlarına, çalışmalarına ve yete­neklerine bağlı olduğunun bilincindeler. Hem eylemsel, hem de tinsel açıdan de­ğişen yaşam koşullarına uyum sağlamak- talar. Tinsel açıdan, o eski sabırlı, ken­disini tümüyle kocasına ve ailesine ada­mış uysal varlık kimliğinden sıyrılıyor ka­dın, artık ne eskisi gibi "duygusal", ne de "başı eğik ve sabırlı" olmak duru­munda. Kendi gücünden emin, eylemle­rinde kararlı ve duygularının bu kararlı­lığı bozmasına izin vermeyecek kadar mantıklı olabilmeli yeni kadın...

Kadınlar etkinliklerinin ve çabaları­nın yanısıra, nitel gelişimlerine de önem vererek, hatta sağlık durumlarını, fiziksel güçlerini birleştirerek, işçi pazarındaki değerlerini artırmaktalar. Yeni kadın işçi ti­pi geçmiştekinden, sınıfsal bağlarına iliş­kin güçlü duyguları ve bilinci ile de ayrı­lıyor. Bu kadın tipi siyasetle içice sürdür­mekte yaşamını. Bir kez daha yinelemek­te yarar var: Savaş çok sayıda kadını siyasal savaşım saflarına çekmiş olsa da, kadınların toplum içinde ve toplum için çalışmaya başlam alarıyla birlikte, "etkin" birer yurttaş olarak tanımlanma­ları gereğini sistemin yasalarıyla ve tüm uygulama alanlarında ortaya koyar, ol­

gu, devrim olmuştur. Sovyetler Birliği'nde kadınların durumundaki büyük yüksel­me, çeşitli toplumsal grupları kadınları kendi saflarına çekme eğilimine sürükle­di. Hemen her ülkede kadınların siyasal katılımı son on yıl içinde eşine rastlanma­dık bir artış gösterdi. Kadınlar artık bi­rer hükümet üyesi olarak görev yapabi­liyorlar. İşte Danimarka Eğitim Bakanı Bayan Bang, işte İngiltere'de Ramsay Mc Donald kabinesinin üyesi Margaret Bondfield... Kadınlar diplomatik görev­ler almakla kalmıyor, büyük devrim ha­reketlerinin arkasında da yeralabiliyor- lar. İşte Sun Yat-sen'in eşi Sun-Tsin-lin... Ve kadınlar dairelere başkanlık etmeyi, ekonomik örgütlerin sorumluluğunu yük­lenmeyi, siyaset belirleyici görevler alma­yı öğreniyorlar....

Bu yeni kadın-yurttaş, toplumsal ya­rarlılık gösteren kadın işçi tipi, tüm dün­yayı etkileyen o büyük kasırga esmese ortaya çıkabilir miydi? Devrim gerçekleş- meseydi, diğer ülkelerdeki işçi kadınlar gerçek bağımsızlıklarının tek yolu olan sı­nıfsal savaşımda böylesine büyük adım­lar atabilirler miydi? Bu soruları kendisi­ne sorarak durup biraz düşünen herkesin yanıtı "hayır" olacaktır. İşte bu neden­le dünyanın her yanındaki kadın işçiler, onuncu yıldönümün tüm dünya işçileri için büyük bir şenlik, büyük bir sevinç kaynağı olduğunu duyumsamaktalar.

Oaonyok deraisi, sayı: 41 9 Ekim 1927(x) "Yarın" yayınları tarafından çıkarı­lan "Kadınların Özgürlüğü" kitabındanalınmıştır.

* :

*

L14

Aleksandra KOLLONTAY

Page 15: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

NY

AD

AN FRANSA

SENDİKAL MÜCADELEDE YENİ PERSPEKTİFLER

r

İL

986 yılı sonunda Fransa'da pat lak veren grevler oldukça renk­siz bir şekilde başladı. Paris'te

bir tren tamir atölyesinde çalışan işçiler, hü­kümetin getirdiği yeni ücret sistemini protesto etmek için işi bırakma eylemine başladı­lar. Ancak bu kıvılcım bir anda bütün Fransa'yı saran bir yangına dönüştü. Başlangıçta sendilardan bağımsız olarak başlayan grev, özellikle CGT sendikası­nın etkin katılımı ile düzenli grevlere dö- şüntü. Tren işçlireninin başlattğı grev da­ha sonra liman işçileri ve genel hizmet işkolundaki işçiler katılmaya başladılar. Tamda yılbaşı tatiline ve üstelik soğukla­rın bastığı bir döneme denk düşen grev­ler bir anda Fransa'da hayatı felce uğ­ratmaya yetti. Ne oluyordu? Anlamsız bir kıvılcım nasıl olmuştuda Fransa'yı yangın yerine dönüştürmüştü?Elbette bütün bunlar belli bir sosyal bi­rikimin bir anda su üstüne çıkmasından başka bir şey değildi. Sosyal demokrat iktidarın son döneminde başlayan işçi haklarına saldırıları, geçen yıl iktidarı ele geçiren muhafazar iktirardaha dc futur suzca sürdürmeye başlamıştı.

İktidardaki iki sağcı parti koalisyonu, Fransa'nın içinde debelendiği krizden çıkmanın yolunu ekonomik ''zincirlerin­den" kurtarılmasından geçtiğini söyle­meye başlamışlardı. Ekonominin "zincir­le ri" işçi haklarıydı. İşçi sınıfının bin bir mücadele ile elde ettiği haklar işveren­lerin karlarını arttırma istekleri karşısın­da birer engel durumundaydıılar. "Bilim­sel Teknolojik Devrim trenini sen vago­nunu ancak yakalayabilen Fransa eko- norr.iv, karınca kararınca teknolojik ge i j f i '. ¡iç sörnürü oranını belli ölçülerde artırabiliyordu. Oysa krizden çıkmanın yok- seımaye birikiminin -siz sömürüyü at *' ana oiarok okuyun- arttırılması ile mümkündü. Teknolojik gelişme iıe bu an­cak kısmen yapılıyordu. O zaman ilkel kapitalizm:: er- Ike! yöntemleri kullanı­larak yanı isçi hakların kısılması ¡'e bu sermaye birikimi gerçeklestirebilifdi.

Zaten sosyal-demokrat iktidarda bunu görmüş ve kolları sıvamaya başlamıştı. Ancak sosyal demokratlar bunu gerçek­leştirecek zaman bulamadılar. Mart 1986 da iktidarı kapan ikili koalisyon bir jet hızı ile bir kac ay içinde birbiri ordından 60 kanun çıkartarak ekonomiyi "z inc ir le rindeku rta rm ak konusunda epeyi yol aldı.

Önce "so l" iktidarın çıkarttığı aşırı ka­zançlar için ağır vergiler bir kalemde si­lindi. Ffemde kanunun çıktığı günden bu güne kadar biriken ve ödenmeyen ver- gileride affedilerek. Yapılan hesaplar bu affedilen vergilerin tutarının 5 Milyar Frank olduğunu ortaya koyuyor. Eh finans-kapitale şirin görünmek için "u fak" bir hediye işte. Sade "büyükleri" memnun etmek yetmez elbette. Başka bir kanunla 2 Milyar Franklık "u fak" bir he­diyede köylülere. Hemde biraz iricene olanlara. Elbet bütün bu girişimler piya­sadaki hisse senetlerinin değerinin kısa bir sürede % 55 artması ile taçlandı. Finans-Kapitale ek bir "yan gelir" daha. Ve bütün bu "u fak" hediyelerin fatura­larını binlerinin ödemesi lazımdı. Kimler mi ödeyecekti bu hesabı? Elbette ki "Fransa halkı" işte hediyelerin faturası: Sosyal sigorta primlerinin arttırılması, eğitimin paralı hale getirilmesi, işçi hak­ların kısıtlanması -çıkış tahditlerinin kal­dırılması, çalışma süresinin esnekleştiril­mesi yani fazla mesai zammının silinme­si, kadınlara endüstride gece çalışma ya­sağının kaldırılması- devletişletmelerinde çalışan işçilerin ücret sisteminin değişti­rilmesi, ücret sisteminde sendikaların söz hakkının kaldırılması. Bütün bunlar ilk bakışta göze çarpanlar. Yoksa liste daha da kabarık.Bunları gerçekleştiren Muhafazak iktida­rın Çalışma bakanının işsizliğe bulduğu çare oldukça ilginç, bir işin iki kişi tara­fından paylaşılması, ev işlerinin yaygın­laştırılması. Ne denir, böyle iktidara böy­le bakan.

VE BEKLENEN KIVILCIMHer şeyin üstüne tuz biber eken olayda Fransa'daki 3 milyon işsiz oldu. Üniver-

“ Gerçektende politik düzeye sıçrayan grevler için işçi sınıfına ekmek su kadar lazım olan tek şey dayanışmadır. 99

Ayşe TANSEVER

site öğrencileri bir yandan yeni öğrenim döneminde bir kaç misli artan harçlar ödemek zorunda kalırken aynı zaman­da mezun olduktan sonra işsiz kalma ile karşı karşıya kalmaları gerçekliği ile so­kaklara döküldüler. Hemen davranan ve istekleri olan yeni"eğitimreformunu" ge­ri aldırtmayı başaran öğrencileri işçi sı­nıfı izledi.Sendikalar kendi içlerinde ne yapabiliriz tartışmasını sürdürürken kendiliğinden gelişen grevler bir anda Fransa'yı sar­dı. İlk bakışta grevler devlet işletmeleri ile sınırlı kaldı. Ve başladığı gibi kendili­ğinden sona erdi. Ama birikimin belli bir seviyeye vardığı patlama noktasına ulaş­tığının da bir göstergesi oldu.İlginç olan başka bir konuda sendikala­rın ve "halkın" grevlere ilişkin düşünce ve davranışları. CGT daha başından grevlere destekleme ve yaygınlaştırma kararı alırken, sosyal demokrat eğilimli sendikalar başlangıçta çekimser kaldılar, neden sonra grevdeki işçileri destekledik­lerini açıkladılar. Ama grevler uzama­ya başlayınca işçilere grevden vaz geç­me şeklinde akıl hocalıkları yapmaya başladılar. Sadece demiryolu işkolunda 7 sendika olduğu ve sendikalı işçi sınıfını arkadan hançerlemek olduğu hemen or­taya çıkar."H alkın" tutumuna gelince, istasyonlar­da tren bekleyenlerin biraz sağa sola ba­kınıp grevci işçilerin yanına giderek laf- lamaya başlamaları belli bir sempatinin sonucu kuşkusuz. Hemde bunun grevci işçi ile "halkın" doğrudan doğruya karşı karşıya kaldığı bir şartta olması söz ko­nusu. Grevin sonlarına doğru bir yandan faşist "Front National" partisini kışkırt­maları bir yandan da gerici esnaf der­neklerinin örgütlenmesi ile ortaya çıkan tepkiler ise hem yerel hemde cılız kaldı.

SONUÇGrevler bir ay sürdükten sonra gene ken­diliğinden "dağıldı". Ancak özellikle CGT Şubat 87'den itibaren grevleri yaygınlaş­tırmayı planlıyor. Sınıfın durumu müca­dele etme doğrultusunda. Grevin ders­lerini ise bir lokomotif sürücüsü şöyle di­le getirdi. "İşçiler arasında ki dostluk ve dayanışmayı iyice kaybetmiştik. Grevler­le bunu yeniden kazandık. Bize de lazım olan zaten buydu." Gerçektende politik düzeye sıçrayan grevler için işçi sınıfına ekmek su kadar lazım olan tek şey da­yanışmadır.

15

Page 16: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

FRAN

SA

PARİS'TEBAHAR

Ayla ALP - A li ZEKİ

1 e garip aydtr şu aralık ayı. Onda bir sona erişin hüznü ve yeni bir yılın umudu var­dır. Hüzünle umudun karış-

I I tıg oğuk bir ayOysa Mayıs. Ne büzü»- n> keder...

ilkbaharın en güzel günleri Mayıs ayın­da yasanıı Kuşların cıvıltısında doğa­nın o taze yeşilliğinde doğayla birlikte doğusunu yasar insan İçindeki ateş ve coşku daha bn dne . urur May-' ta. Ara­lıkla başlayan koca bir kışın yorgunluğu ve hantallığı alılır.

Ama 86 Aralığında Fransa, sıcak Mayısını yaşadı bu kez. Yeniden yasadı; on-,ekiz yıl öncesinden daha sağlıklı da­ha güzei. Örgütlü -bileşik v< . ..narlı yü­ceyle tarihindeki sıcak mayısı bırkez da­ha veriden- yarattı. Hemde soğuk gün lere gebe bir aralık ayında.

Onsekiz yıl aradan sonra gençlik, li ben i Jutques Chirac hükümetine karsı nt rret'ni kusuyordu sokaklarda. Çünkü Chirac, hükümeti kurduğundan buyana, solun zaferiyle sonuçlanan son seçimle­rin Fransada bir kez daha yaşanmasını istemıvor. icraatian hep buna yönelik. Fransız solunun gelişimini ve zaferini en­gelleyecek bütün koşullarVyoratmaya ça­lışıyor İcraatlarından biride gençliğe ve onun eğitim kurumlarına yönelik. Üni­versitelerin özerkliğine el uzatıyor.

Dikkatleri yoğunlaştırmak istediğimiz bir nok*a var. Üniversite özerkliğinin ga- spediimek istendiği bu ülke Fransa'dır. Bui|uva demokarsisinin en gelişmiş oldu­ğu F’cınso. Görülüyorki, böylesi bir de- mok’osı ne kadar gelişkin olursa olsun, burjuva devletin özünde diktatörlük ve faşizan baskılar var. Burıuvazi kendi de­mokratik hak ve özgürlüklerinde (burju­va demokrasisinde) bile varlığını tehlike­ye düşürecek en ufak bir durum karşısın­da kendi demokrasisini feshediyor.

Fransa da son iki seçimler Fransız te­kelci sermayesi için pek iç açıcı değil. Li­beral Chirac'ın hükümeti kurması ile bir­likte, devletin özündeki diktacı karakte­rin uzantıları olan anti demokratik uygu­lamalar gündeme gelmeye başlıyor. Gündeme gelebilmesi için sistemin kapı­ları her zaman açık. Burjuva demokra­sileri ne kadar gelişkin olursa olsun ka­

pıları her zaman diktatörlüğe açık. Taa ki tekellerin egemenliğinin tamamen kı­rılacağı, emekçi kitlelerin demokrasisinin gerçekleşeceği güne kadar açık.

Chirac Hükümetinin icraatları bunu göstc ıiyor. Ama gençliğin ve ısc• sınıfının ö«yutlu birleşik gücü ve yıllardır sürege­len mücadele geleneği, Chirac hükümeti ve gerici faşist ortaklarına geçit vermi yor.

Gençlik, gelecektir. Ge­leceğe yönelik her türlü gelişmeye karşı toplu­mun en duyarlı kesimi­dir. Fransa gençliği bu­nu, bir kez daha doğru­luyor. Sokaklarda “yürü­nüyor, yürünüyor, duru­luyor, sonra tekrar yürü­nüyor”.

Gençlik, gelecektir. Geleceğe yöne­lik her türıü gelişmeye karşı toplumun en duyarlı kesimidir. Fransa gençliği bunu, bir kez daha doğruluyor. Sokaklarda "yürünüyor, yürünüyor, duruluyor, son­ra tekrar yürünüyor."

Gericilik, faşizm saldırıyor. Ve Fran­sız gençliği Malik Oussekin'i yitiriyor. Ma- lik'in katledilmesi gösterilere yeni boyut­lar kazandırıyor. Gösterilerde oğlu ya­ralanan Jerome Duval "Komite kurma ları için gösterici gençlerin ailelerine ses­leniyor" Öğrenci aileleri gösterilere ka­kılıyorlar. Pankartlardan birinde karanfil­lerle "BU GECE ÖLEN ÖĞRENCİNİN RUHUNA" yazılı. İmza "ÖĞRENCİ AİLELERİ". Yine öğrenci aileleri im­zalı bir başka pankartta "Mutsuzum, Utanıyorum, Fransa Artık Demokratik Değil m i? " yazılı. (Franco Soir, 8.12.1986)

Gençlik örgütlerinin pankartları ise politik bir görünüme sahip. "Parqua, Fa­şist katil", "Chirac İstifa". Ve aynı saat­lerde benzer olaylar Fransa'nın bütün

Sf-h" ¡.'imde yaşanmaya başlıyor.Malik'in ölümüyle sonuçlanan faşist

teröre karşı öğrenciler karşılık vermeyi de ihmal etmiyorlar. 7 Aralık gecesi France Soir'in haberine göre 58 polis yaralanı- yc.. 21 dükkan yağma ediliyor, 20 ara­ba vuıuiıyor. 'A* v.ıbah gençlik örgütleri .CGT, CFDT, FEN) bir saat "gençlik grevi" istiyorlar. Bütün sendikalara, Çar­şamba günü yapılacak gösteri yürüyü­şüne katılmalarını öneriyorlar. "CGT ge-v ("’-an alıyor. CGC ve CFDT bugün karar verecek." (Franco Soir, 8.12.1986)

Başiarken Jacques Chirac "dayanış­ma. diyalog ve uygun bir çözüm arama taraftar; olduğuna dair açıklama yap­mak zorunda kalıyor. Gösteriler sürüyor. Saut 19'da binlerce lise ve üniversite öğ­rencisi Sorbonne Üniversitesine geliyor­lar. 'Sayın üniversitenin kapıları kırılmış­tı. Tıpkı 1968'in en güzel günleri gibi. Sa­at 20'de Sorbonne meydanına ve Saint Michel bulvarında dağılan öğrenciler, kulaklar; radyolara yapışık, yüksek öğ­renim kurulu başmanının sesim duyuyor­lar? "Ödün Verilecek."

Saat 20.30'a doğru Sorbonne ken­diliğinden boşalmıştı.

Ve zafer kazanılıyor. Zafer günler sü­rer? mücadele sonunucu kazanılıyor. Fransa'nın sağcı hükümeti gerici ve anti demokratik yasalarını geri çekmek zo­runda kalıyor. Bütün bu mücadelenin ar­dından toplanan öğrenci genel kurulu şu kararları alıyor: Öğrencilerinde söz ve ba- rar sahibi olabilmeleri için lise ve üniver­sitelerde karar organlarına katılımının sağlanması: Buna bağlı olarak oluşan öğrenci birimlerinin sorunları doğrultu­sunda tartışılabileceği ve kamuoyu oluş­turabileceği toplantıların gerçekleştiril­mesi. Üc ayda bir öğrenci genel kurulu­nun toplanması, eğitim kurumlarına yö­nelik sorunların gözden geçirilerek ge­rekli yeniliklerin önerilmesi ve bu anlam­da da öğrenci gençliğin gerek akademik demokratik gerekse de toplumsal sorun­larına yönelik duyarlılığın ve hareketlili­ğin geliştirilmesi.

Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu öğrenci hareketinin başarısının önemli bir nedeni var. Bu önemli neden, bizim gençliğimiz için ise öğretici bir karakter

Page 17: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

'■

\

*

taşıyor. Deneyimin öğretici karakter ta­şıyan bu basarı nedeninin üzerinde dur­mak gerekiyor.

Hareket herşeyden önce öğrenci kit­lesinin somut taleplerinden yola çıkıyor ve onun güncel yaşamının pratiğine ine­biliyor. Yani kitleleri oluşturan bireyi, ken­di güncel yaşamında ve bu yaşamın so­runlarında kavrıyor. Hareketin öncü güç­leri bunu başarabildikleri için kendi ka­buklarının dışına çıkabiliyorlar. Hareke­tin başlangıcında görülen bu özellik, ge­lişiminde de görülebiliyor. Gerek hare­ketin politikleştirilmesinde, gerekse top­lumun diğer kesimleriyle ilişkisini geliştir­mesinde temel etken kitleleri kendi so­mutlarında (somut yaşamlarında) kavra­yabilmiş olmak. Sloganları bile buna yö­nelik: "Mutsuzum, Yoksa Fransa Artık Demokratik Değilmı?" Demokrasinin iğ­diş edilmeye çalışıldığı bir dönemde bu slogan kitleler için çok önemli. Hele bu ülke birde demokrasiyi bütün dünyaya örnek olabilecek uzun bir mücadele ile kazanılmışsa.

Evet, bu bizim için öğretici!... Kitle­leri ve kitlen oluşturan bireyleri somut ya­şamlarında kavrayabilmek.

Bu başarılabildiği oranda mücade­le kitleselleşebiliyor ve yönetimin kontro­lünün dışına çıkabiliyor.

Fransaya bahar aralıkta geldi bu kez ve Fransa uzunca bir süre kışı yaşama­yacak gibi. Oysa Fransa'da iklim son yıl­ların en soğuk kışını yaşıyor. Fransa bem­beyaz karlar altında. Fransa basını sü­rekli olarak en sert ve en soğuk kıştan sö- zediyorlar. Frans z basınının politik yo­rumcuları, iklimin bu sertliğini politik yo­rumlarında da kullanıyorlar "Chirac için en uzun ye soğuk kış", gibi.

Evet kimileri baharını yaşarken kimi- side en soğuk kışını yaşıyor. Kimileri için bahar olan, kimisi için karakış oluyor.

Ve Fransa da bahar sürüyor. Tüm dünyadaki demokrasiden yana güçlerin mücadelelerine yeni deneyimleri taşıması anlamında hemde çok güzel bir bahar sürüyor. Öğrenci hareketinden sonra ka­mu işyerlerinde başlayan grevler, Fran­sa'nın demokratik güçlerini karakışın so- öuğundan uzaklaştırıyor.

Hic "beklenmedik bir zamanda" Fransa da demiryolu işçileri greve gidi- yotlar. Üstelik sendikalı oldukları halde sendikalarından bağımsız bir biçimde. Ve gıev birçok işyerinde oluşturulan koor­dinasyon komiteleri aracılığıyla yaygın­laşıyor. Yine sendikalarından bağımsız bir biçimde.

Saat 19’da binlerce lise ve üniversite öğrencisi Sorbonne Üniversitesine geliyorlar. “Saygın Üni­versitenin kapılan kırıl­mıştı. Tıpkı 1 96 8 ’in en güzel günleri gibi. Saat 2 0 ’de Sorbonne meyda­nına ve Saint Michel bul­varında dağılan öğrenci­ler, kulakları radyolara yapışık, yüksek öğrenim kurulu başkanının sesini duyuyorlar: “Ödün Veri­lecek.“

Bu is kolunda örgülü heriki sendika­da (CGT ve SNCF) olaylara daha son­radan müdahale edebiliyorlar. Hatta ko­münist parti ile sıkı ilişkisiyle tanınan CGT kısa bir süre de olsa tavır alma konusun­da bir bocalama dönemi yaşıyor. Ancak daha sonra her iki sendikada, grevlerin bütün ülkede yaygınlaşabilmesi ıcm ca­ba harcamaya başlıyor.

Chirac hükümeti bu kez grevlere kar­sı daha değişik bir teknikle mücadele edi­yor. Şiddet ve polisi kullanmak yerine grevlere karşı kitleleri kullanmak istiyor. Grevlere karşı bir kamuoyu oluşturma­ya çalışıyor. Ama beceremiyor.

Grevlerin başlaması ile ilgili Fransız basınında genel bir eğilim var. Bu eği­lin, gençlik hareketinin başarısı olmasay­dı işçilerin bu grevleri başlatabilecekle­rin, sanmamaları doğrultusundadır. Bu­na katılmak mümkün değil. Çünkü Fran­

sa da sosyal sınıf ve ara katmanlar ken­diliğinden yapısını aşmış durumda. Yani kendisi için varolabilmesinin koşulları var. Böyle bir ülkede toplumsal sınıfların ör­gütlü birleşik, kitlesel bir güç ile başarı­ya ulaşılacağını henüz öğrenmesi gibi bir sorunu olamaz.

Ama öğrenci hareketinin işçilerin gerçekleştirdikleri grevlere yeni anlayış ve davranış biçimlerini bir deneyim ola­rak kazandırdıklarından söz edebiliriz. Gerçekte grevlerin işyerlerine yayılma­sında kullanılan yöntem öğrenci hareket­lerindeki yöntemle büyük benzerlikler ta­şımaktadır. Her ikisinde de çok hızlı bir biçimde oluşturulan koordinasyon komi­teleri söz konusudur.

Her iki olayda ve sonucunda izledi­ğimiz ilgine bir görüntü var İlginç olduğu kadar da önemli. Olayların başlamasın­dan önce Fransa da basın sürekli olarak öğrenci ve isçilerin toplumsal sorunlara ve politik gelişmelere karşı duyarsızlığın­dan söz ediyor. Hatta komünistlerin L'Humanite gazetesi bile bu görüşleri paylaşıyor ve bu "duyarsızlık"tan yakı­nıyor. Oysa tüm olaylar bu görüşleri alt üs! edercesine gelişiyor ve L'expies bir sayısında, böyİesi bir görüşte olduğu için L'Humanite ile alay ediyor.

Sözü edilen bu görüntüden şunu ya­kalamak mümkün: Fransız solu ve komü­nistler son yıllarda yasanan gerek teo­rik ve gerekse pratik tıkanıklıklarını hala Gsabilmiş değiller. Kafalarında teorik olarak düşündükleri ve pratikte örgütle­meye çalıştıkları direniş türü hala yeter­liliğini kazanamamış durumda. Teorisi yeterli değil çünkü böylesi bir potansiyeli tahlil edebilmekten uzak kalmış. Pratik­te uygulamaya çalıştığı direniş türü ye­terli değil, çünkü böylesi bir potansiyeli örgütleyebilmekten ve yönlendirebilmek­ten uzak kalıyor.

Ama inanıyoruz ki yaşanan her de­neyim öğreticiliğinide beraberinde geti­riyor. Ve Fransa'ya kış daha uzunca bir süre gelmeyecek gibi. Çünkü 16 ay son­ra Fransa'da seçimler var. Demokrasi güçleri seçimlere yeni bir potansiyel ve deneyimle giriyor.

Birara gözümüz pencereye takılıyor. Dışarda kar hala yağıyor.

KISA... KISA...En karlı şirketDünyanın en büyük petrol tekeli EXXON, son yıllarda petrol fiyatlarının düşmesine rağmen,1986 yılında kânnı % 10 arttırarak ABD'nin en kârlı şirketi ünvanını IBM den aldı. 1986 yılında net kârı 5.4 milyar dolar oldu.

“Yıldızlar Savaşı” (SDI)“ Yıldızlar Savaşı" projesinin başarı ile ilerlediği... düşünüldüğü tarihten çok önce kon umlandırılabileceği açıklandı.En başta Savunma bakanı K. Weinberger olmak üzere silah tekelleri sözcüleri top yekûn konumlandırmak yerine 1994 yılından başlayarak taksit taksit uzayı silahlandırmayı kabul ettirmeye çalışıyorlar.

ÜRDÜNE SİLAHABD. Irangate silah skandalinin Arap Finans-Kapitali ile arasının açılmasını yine silah satarak düzeltmeye çalışıyor. Washington Ürdün'e 5 milyon değerinde laserli silah satmaya karar verdiğini açıkladı. İsrail bunu kendisine tehdit olarak yorumladı.

NİKARAGUA KONTRA- GERİLLA LİDERİABD'nin Nikaragua'ya karşı desteklediği kontra-gerillanın 3 liderinden biri istifa etti. Gözlemcilere göre bu Reagan ’ın bölgedeki planına vurulan bir darbe.

17

Page 18: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

SOVY

ETLE

R Bİ

RLİĞ

İ

Sosyalist ülkelerde ekonomik yenilenme

G E L İ Ş İ M İHIZLANDIRMA

OLEG BOGOLOMOV

SSCB Bilimler Akademisi Direktörü

ünya ekonomisi içinde sosyalist ülkelerin konumu, özellikle üretimleri bilimsel ve teknik potansiyelleri, ekonomik büyümedeki

dinamikleri ile belirlenir. 1971 ve 1985 arası, sosyalist ülkelerin toplam ulusal gelirleri yılda orta lama % 5,2, COME - KON'a üye ülkelerin ise % 4,6 artmıştır. Endüstrileşmiş kapitalist ülkeler ve kalkın­makta olan ülkeler için rakamlar % 2,9 ve % 4,9'dur.

Ekstansif BüyümeSon birkaç yılda sosyalist ülkelerin

payı dünya elektrik üretimi içinde % 23'den % 27'e, petrolde % 18'den % 28'e, doğal gazda % 22'den % 39 a, çe­likte % 30'dan % 38'e, mineral gübrede % 33'den % 45'e metal kesim makinala- rında % 39'dan % 53'e traktör de % 47'den % 58'e js yükselmişti. Ancak dün­yanın en gelişmiş maddelerinin ve yüksek teknikli ürünlerin yapımında sosyalist ül­kelerin payı temel endüstrilerinin oranın­dan önemli derecede düşüktür.

Buna rağmen aynı dönemde ekono­mik etkinlik, sosyalist ülkelerin ürün başı­na yakıt, enerji ve hammadde harcama­ları ve dünya ticaretlerindeki oranlan ge­lişim göstermecZ/natta dünya ortalama ve­rileriyle karşılaştırıldığında kötüleşti. Ör­neğin COMEKON'un Avrupa üyelerinde ürün başına enerji ve metal tüketimi or­talama olarak AET ülkelerinden yaklaşık % 40 ve % 60-70 daha yüksek iken, emek üretkenliği kabaca AET ülkelerinin % 60'ı kadardır.

Sosyalist ülkelerin ekonomik gelişim düzeyleri arasında henüz büyükçe fark­lılık vardır. Azgelişmiş (Çin ve Vietnam) ve çok gelişmiş (Çekoslovakya ve Demokra­tik Alman Cumhuriyeti) ülkeleri arasında ulusal gelir oranı yaklaşık Ve 5'dir. Eko­nomik büyüme oranlarında farklılık yal­nızca bu iki grup ülke arasında değil ay­rıca COMEKON'un Avrupa üyeleri için­de geçerlidir.

Demokratik Alman Cumhuriyeti diğer sosyalist ülkelerle karşılaşıldığında ekono­misini intansifleştirmede en iyi sonuçlara ulaşmıştır. 1981-1986 arasında ulusal ge­liri yılda % 4,5 yani diğer Avrupa sosya­list ülkelerinden daha fazla artmıştır. Ta­rımda emek üretkenliği, Macaristan, DAC, Bulgaristan ve Çekoslovakya'da yükselmiştir. Macaristan'ın tarımsal- endüstriyel komplekslerinin geniş ithalat potansiyeli vardır. Çekoslovakya temel yi- yecek maddelerinde aşağı yukarı kendi kendine yeterlidir. Öte yandan DAC ve Polonya gıda ithalatlarını büyük ölçüde azalttılar. Buna rağmen Sovyetler Birliği ve diğer bazı COMEKON ülkelerinde ta­rım halkın giderek artan gıda talebini kar­şılamamaktadır.

Yenilenme PolitikasıÇoğu Avrupa sosyalist ülkelerinde

ekonomik büyüme, 1970'ler ve 1980'lerin

başında, yeniden üretim koşullarındaki objektif değişikliklerin sonucu ayrıca eko­nomi ve politika ve yönetimin bu değişik­liklere zamanında ayak uyduramadığın­dan yavaşlamıştır.

Komünist Partisinin 27. Kongresi ye­ni ekonomik strateji belirlemede radikal bir adımdır. Ülkenin sosyal, ekonomik ge­lişimini arttırma, emek üretkenliğinde ve bilimsel teknik ilerlemede dünya verileri­nin tepelerine tırmanla hedefini önüne koydu.

Yeni bir teknik temelde ekonomiyi ye­nileme sonuçta üretimin etkinleşmesi ve ulusal gelirin artmasına yol açacaktır. Öte yandan Sovyetler Birliği ve diğer sos­yalist ülkelerin deneyleri, yapı politikasın­da işlenen hataların çok pahalıya mal ol­duğunu ve planlamanın kalitesinin büyük bir önem taşıdığını göstermiştir.

Büyük yatırım ya da ek insan emeği gerektirmeyen gelişim faktörleri hare­kete geçirilmektedir. Örneklersek, yatırım­dan daha fazla verim alma, yenisini inşa etmek yerine özellik mevcut üretimi yeni­leyerek yakıt ve hammadde çıkarımını ge­nişletmeden, bu gerekli olsa bile, enerji ve kaynakları tasarruf etmeklede müm­kündür.

Ekonomi mekanizmasının yeniden örgütlenmesi (Sovyetler Birliğinde bu me­kanizma yaygın bir reformdur) ve halkın yaratıcı enerjisinin harekete geçirilmesi ilk evrede ekonomi alanında hızlanmanın belirleyeci araçlarından biri olmalıdır. Da­ha esnek bir idare getirilmesinin üretim çıktısı açısından Sovyet ekonomik büyü­mesini ne derece yükselteceğini tahmin et­mek neredeyse imkansızdı. İnsanların işe karşı tavırlarına sosyal adalet ilkelerinin sürekli uygulanmasının ekonomiyi etkile- yiş biçimini hesaplamak daha da zordur. Bu değişikliklerin kalkınmamızın hızlan­masında yeni makina ve teknolojinin ya­pacağından daha az rol oynamayacağı kabul edilebilir.

Çoğu COMEKON ülkesi 1986-90 içinde ekonomik büyüme oranlarındaki artışı ılımlı olarak planlıyorlar. Bu dönem­de Sovyetler Birliği dışında Avrupa CO­MEKON ülkelerinin toplam ulusal gelir­lerinin % 3-4 artması bekleniyor. Bu ül­keler kalkınmanın nicelikten çok nitelik göstergelerinden hareketle ekonomileri­nin dengeli büyümesini ve dış bağlantı­ları öne çıkarıyorlar. Daha çok sermaye yatırılacak, ulusal gelirde birikimin payı yükseltilecektir, son birkaç yıldır bu oran düşmüştü. COMEKON ülkeleri ekonomi­lerini modernleştirerek, ekonomik yapıla­rını yenileyerek kalkınmalarının hızını gi­derek yükseltecekler.

Geçen yıl ekonomik büyümesi % 4 olan Yugoslavya, ekonomik stabilizas- yon programında ilk olumlu sonuçları al­dı.

Geçen birkaç yıldır dünya ekonomi­si ve sosyalist kesimde Çin ekonomisinin

hızla büyüyen rolüne tanık olduk. Diğer büyük güçlerle karşılaştırıldığında Çin en yüksek ekonomik büyüme hızına sahiptir.1981 ve 1985 arasında ulusal geliri yılda ortalama % 9,9, endüstriye üretimi %10,7 ve tarımsal üretimi % 11,4 büyümüş­tür. Çin dış ekonomik bağlantılarının art­masında da aynı dinamik büyüme izlen­di. Böyle bir hızlı büyüme ülkenin sosyal yaşantısında, kırda ve şimdide endüstri ve ekonominin diğer tüm alanlarında baş­latılan ekonomik reformlarının köklü olumlu değişikliklerinden kaynaklanmak­tadır.

Çin'in yeniden örgütlenişi elbette so­runsuz değildir. Kötü sonuçlar doğuran enflasyon eğilimi belirdi ve sosyal farklı- laşma arttı. Endüstrinin talebi olan ener­ji ve hammadde de yetersizlikler var. Ödemeler dengesi büyük açık verdi. Tüm bunlar Çin'li yöneticileri ekonomik politi­kada ufak değişiklikler yapmaya, ekono­minin aşırı kızışmasından kaçınmak için yatırımların büyüme oranlarını kısmaya zorluyor.

Elbette ekonomik büyüme düzeyi he­nüz daha düşük. Ancak 1 milyarlık nüfu­su ve büyük doğal kaynakları ile Çin de­vasa büyüme potansiyeline sahiptir. O ül­kenin liderleri, geçmişin acı derslerinden çok şey öğrendiler. Edindikleri deneyim gelecekte ciddi ekonomik yanlış hesapla­ma olasılığını azaltmakta ve yüzyılın so­nunda ulusal gelir ikiye katlayabilmeleri- ne yol göstermektedir. Çin ekonomisi gi­derek açılacak ve ülke birçok kalem mal ithalatçısı ve ihracatçısı olacaktır.

Sosyalist ülkelerin kollektif deneyi

Günümüzde birçok sosyalist ülke ekonomik yönetiminin geliştirilmesi için aynı türden sorunlarla karşıkarşıyadırlar.Bu ayrıca modern sosyalizmin, o yolu seç­miş olan ülkelerin hepsinde ortak kalkın­ma eğilimleri ve yasaları olduğunu birkez ^ daha kanıtlar ve bu asla gözardı edilme­melidir. Dahası yeni toplumun ortak ya­salarından sapıtmalar yada ihlaller ayrı ayrı sosyalist ülkelerde, sosyal ekonomik alanlarda zorluklar doğurmuş hatta kriz­ler yaratmıştır.

Lenin çeşitli ülkelerin sosyalizme ge­çişlerinin bir tek kalıp içinde alacağını asla söylememiştir. Tam bir sosyalizm ancak uluslararası işbirliği ve tektek her birimin kaçınılmaz olarak tek yanlı ve yetersiz ol­duğu bir seri girişim ile kurulacaktır, hem- de yeni toplumun optimal modelinin şe­killenmesi bu girişimlerin topunun birleş­mesi ve kollektif deneyin genelleşmesi ile olacaktır diye yazar.

Bu herkesin bildiği gerçektir. Ancak ekonomik deney içinde sosyalist reformun j çeşitli biçim ve yöntemlerinin incelenme- side henüz gereken öneme kavuşamamış­tır. Oysa böyle bir analiz çok önemlidir. Çünkü günümüz sosyalizmimin çok yön­lülüğü tek tek ülkelerin ulusa! devlet çıkar-

18

Page 19: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Sosyalist ülkelerde ulusal gelir ve endüstriyel üretimin büyüme oranları

(bir yıl önceye göre yüzde)Ulusal Gelir Endüstriyel Üretim

larının farklılığını yansıtır ve bu çıkarlar sosyalist dünyanın kurulmasındaki ortak gereksinimlerle birlikte hesaba katılmak zorundadır.

Böyle bir gereknisim bugün için eko­nomik yaşamın enternasyonal hale gel­mesinin sağladığı olanakların ortak kul­lanımıdır. Sözkonusu ülkelerin temel sos­yal hedeflerde birleştiği sosyalist dünya sisteminde bu enternasyonalizm herbiri- ne büyük maddi ve diğer kazançları ge­tirmektedir. Sosyalist ülkelerin COME- KON çerçevesinde kaynaşması bunun bir göstergesidir. ı

Kaynaşma potansiyelleriUlusal ekonomilerin ikili ve çok yanlı

bütünleşişi artık öyle bir dereceye gelmiş- tirki, tek tek herbirindeki başarı k'aynaş- ma işbirliğinde gösterilen başarıya bağ­lıdır. Örneğin: COMEKON ülke pazarla­rında değiş tokuş edilen meta ve hizmet­lerin değeri üye ülkelerimin toplam ulusal gelirinin yaklaşık beşte birini oluşturur.

1984 yılında toplanan COMEKON ekonomik zirve kararları ve i 985 sonun­da kabul edilen COMEKON ülkelerinin 2000 yılına kadar bilimsel ve teknik geli­şim için kapsamlı programı, kaynaşmada işbirliği için dönüm noktasıdır. Bu karar­lar doğrultusunda makina yapımı, elek­tronik, enerji üretimi, kaynakların tasar­rufu alanlarında çok ycftılü işbirliği yürü­tülmekte ya da büyük kapsamlı anlaşma ve programlar çizilmektedir. 1986-90 yıl­ları için planlı koordinasyonu COMEKON ülkelerinin yakıt ve hammadde arzıpa iliş kin büyük sorunları temel olarak çözdü. Bu gereksinimleri karşılamanın bir yolu, çeşitli ülkelerin yakıt ve hammadde üre­tim komplekslerinin inşasındaki çabaları­nı birleştirmeleridir. Bilimsel ve teknik iler­leme için kapsamlı programı hayata ge­çirmeye yaklaşık 400 Sovyet ve 1000'in üstünde diğer COMEKON örgütü katıl­maktadır.

Özellikle birçok ürünün kalitesinin teknik düzeyinin ve rekabet gücünün yükseltilmesi, ayrıca COMEKON paza­rında kıt olan malların arzının attırılma- sına ilişkin yaygın kaynaşmada şimdiye

1984

Tüm sosyalist ülkeler 5,2COMEKON ülkeleri 3,6Bulgaristan 4,6Macaristan 2,7Vietnam 5,8Demok.Alm.Cum 5,5Küba 6,1Moğolistan 4,5Polonya 5,8S S C B 3,2Çekoslovakya 2,9Çin 13,5Yugoslavya 1,7

kadar kazanılan deneyimler yenilerinin ortaya çıkarılmasında yararlı olmaktadır. 1970'ler ve 1980'lerde dünya kalite ve teknik standartlarına uygun ürün hacmi karşılıklı değiş tokuşta artmazken gıda ve üretim malları oranında düştü. Karşılıklı ticaretle büyüme oranları gelecekte yük­selecek ve herzamankinden daha çok il­gili ülkelerin ekonomik büyümesini geçe­cek.

COMEKON ülkelerinin bugün önün­de duran yalnızca ekonomi politikada hü­kümetler düzeyinde daha esnek işbirliği­ni sağlamak değil aynı zamanda yeni malzemelerin çizimcileri ve yöneticilerini uluslararası işbirliğine çekmek, oraların­da direkt, kontrat bağlantısı kurmanın ive­di gerekliliği ile de karşıkarşıyadırlar. Ar­tık teknoloji hızla ilerlediğinden uluslara- rcsı uzmanlaşma, işbirliğinin büyüme di­namiği ve etkinliği giderek daha çok di­rekt bağlantılı mekanizmasına bağlıdır.

Sovyetler Birliği sosyalist kaynaşma­ya y£ni bir ivme kazandırabilmek için dış ekdnomik faaliyetinin yönetimini yeniden örgütleyici adımlar attı. Parti ve hüküme­tin geçen Ağustos'da kabul ettiği karar-

1985 1986(tahmin)

1984 1985 1986 (tahmin)

5,1 4,7 7,1 7,6 5,23,6 4,2 4,4 3,9 4,71,7 5,5 4,2 3,2 4,3

-0,9 1,5 2,8 0,9 1,23,7 — 16,9 13,9 —

4,2 4,3 4,2 4,4 3,84,2 3,0 10,8 4,0 2,05,4 5,6 9,0 7,8 7,33,2 4,0 5,2 4,5 4,43,5 4,2 4,1 3,9 4,93,3 3,3 3,9 3,6 3,1

12,3 6,0 14,0 18,0 8,0

Icırın uygulanması ile endüstri ve dış tica­ret arasındaki kopukluğun giderileceği ayrıca fabrikaların ithalat ve ihracatın et­kinliğini yükseltme isteklerinin artacağı beklenmektedir. COMEKON'un diğer ül- keleride dış ekonomik mekanizmalarını yeniden düzenliyorlar ayrıca uluslarara­sı işbirliği mekanizması ve bizzat COME­KON'un kendi bünyesinin faaliyeti yeni­den şekillendirilmektedir. COMEKON çerçevesinde geliştirilmiş kaynaşma poli­tikası üye ülkelerin diğer sosyalist ülkelerle karşılıklı yararlı işbirliğine girme isteği ile bağlanmaktadır. Bu tür bir işbirliği son yıl­larda özellikle Çin ile geliştirilmektedir.

Sosyalist dünyadaki ekonomik duru­mun incelenmesi doğal olarak bazı somut gerçekleri ve bazı unsurları atlamak zo­runda kalıyor ama temel olan açıkça or­tadadır, yani birçok sorun olmasına kar­şın sosyalist ülkelerde ekonominin, yeni­den örgütlenmesi ve intansifleşmesi gide­rek hızlanmaktadır.

Bu yazı Sovyetler Birliğinin haftalıkyayın organı New Tımes’ın 12 Ocak 1987 sayısı 20-22’den çevrilmiştir.

0,4 4,0 6,0 3,0 4,0

Sosyalist Ülkelerin Dış Ticaret Hacmi(gerçek fiyatlarla bir önceki yıla göre yüzde)

f 1984 19851986(tahmin)

Bulgaristan 8,6 7,4 5,0Macaristan 8,8 0,6 5.0Dem. Alm. Cum. 8,4 3,6 1,0Küba 8,0 9,6 —Moğolistan 7,4 8,0 5.0Polonya 12,5 7,2 3,0Romanya 13,1 2,5 —S S C B 9,6 1,3 -8,0Çekoslovakya 10,2 5,3 3,0Çin 22,8 30,0 10,0Yugoslavya 3,7 2,2 -1,0

KISA....KISA...

BREZİLYA’DA YENİ ANAYASABrezilya 2 yıl önce yürürlüğe giren Anayasasını yeniden değiştirecek. Her örgütün talepleri var. işçi Sendikaları daha az işgünü daha çok

ı ücret’in Anayasada yasalaşması için gösteriler düzenlerken, kilise toprak reformu istiyor. Ordu ise politik çalkantı günlerinde müdahale hakkı Anayasada olsun istiyor.

BREZİLYA KÖYLÜLERİŞubat ortalarında 20.000 kadar köylü, tarım fiyatlarının Tarım Bakanının daha önce fiyatları yükseltmesine karşın, gene düşük olduğunu protesto etmek için başkentte yürüdüler. ı

PESO’DA TÜRK LİRASI GİBİABD'ye göbeğinden bağlı Meksika'nın para birimi peso’da Türk lirası gibi doların düşmesine karşın, dolar karşısında değer yitiriyor. Son olarak 1000 peso 1 dolar barajının altına indi.

ANNELER SOKAĞA DÖKÜLDÜGüney Kore'de 1 öğrencinin işkencede öldüğünün resmen açıklanmasından sonra anneler sokakta gösteriler yaptılar. Demokrasiyi yeniden kurma gösterilerine tüm küçük burjuva ailelerin desteklediği söyleniyor. Anneler faşist başkan Chun’un iktidardan inmesini istiyorlar.

YENİ TİCARET SAVAŞI Mİ?ABD Batılı müttefiklerini suçluyor. İngiltere, Fransa ve Almanya’nın ortak oldukları Airbus Şirketini gereğinden fazla subvanse ettiğini söylüyor. Böylece Airbus uçak fiyatlarını piyasanın % 2 0 ’si kadar ucuza satabiliyor ve A B D ’li Boeing ve McDonnell Douglas darbe yiyor. Bu nedenle devlet sübvansiyonunun azaltılmasını resmen istedi ABD.

İNGİLİZ BASIN İŞÇİLERİNE DARBEİngiltere’de kömür işçileri grevinden sonraki 2. büyük grev olan 13 aylık anlaşmazlık işçilerin bir hak elde edememesi ile şimdilik bitmiş görünüyor.The Times ve The Sunday Times sahibi Murdach işyerini yenileyip 5.500 işçiyi işten atmıştı. Sendika ile de mücadeleye girmiş, bankadaki hesaplarını dondurmayı başarmıştı. Yeni işyerini, elektrikli tellerle örmüş, yüksek duvarlarla çevirmişti.

Page 20: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

ELEŞ

TİRİ

____

____

_f__

____

____

BATAK "ZEM İN "EBİRKAÇ SÖZ

*Yeni Gündem’in bir bakıma 12 Eylül son­rası öncülük yaptığı konularda şimdi bir­den fazla dergi yaratıcı (!) düşüncelerini açıklayıp duruyorlar. Bunların en tipik olanı Zemin’dir.

Eylül'ün düşüncelerde yarattığı alt-üstlük ön­cekilerle kıyaslandığın­da önemli boyutlara

varmıştır. Özellikle sol hareket içinde bu altüstlük çok ilginç örnekleriyle hala ya­şanmaktadır.12 Eylül'ü yapanlar Türkiye'yi kötü gün­lere politika ve politikacıların getirdiği­ne inandığı için, bir süre "her türlü poli­tik faaliyet" yasaklandı, ayrıca eski po­litikacılarda politik faaliyetten alakondu. Şimdi sahnede yeni (!) politika ve politi­kacılar var, böyle olmakla ülke sıkıntıdan kurtulup, politikanın seviyesi yükseldi mi? Kesinlikle hayır! Eskiyi arayanların sayı­sı hergün artıyor.

Aynı mantık sol hareket içine yansı­madan edemezdi. Pek çok insan 12 Ey­lül öncesi sol hareketi bütünüyle inkar ve yok sayma yoluna çıktı. Yeni ütülü elbi­se ve eldivenleriyle eski çamurlara bas­madan yürümeye heveslendiler. Bu bul­varda yürümeye ilk başlıyan Yeni Gün­dem oldu. Ve ilk günlerinde bazı gözleri kamaştırdı ve bazı zihinleri bulandırabil­di.

Kurtulunması gereken hastalık "stra­teji meseleleri"ydi. Yani her siyasetin kendi görüşlerini "bağnazca" savunma­sı gereksiz bölünme ve sürtüşmelere yol açmıştı, en kötüsü beyinleri belli kalıpla­ra hapsetmişti. Bu sınır çizgilerini kaldır­mak yada yumuşatmak gerekliydi. Fakat günler aktıkça Yeni Gündem'in ilk çeki­ciliği kayboldu. Çünkü "iibe ra isağ " ile birlikte demokrasi yolunda yürümenin yararlarını çok sık tekrarlayarak kendini ele vermişti.

Yeni Gündem'in bir bakıma 12 Ey­lül sonrası öncülük yaptığı konularda şimdi birden fazla dergi yaratıcı (!) dü­şüncelerini açıklayıp duruyorlar. Bunla­rın en tipik olanı Zemin'dir.

12 Eylül gerek burjuva siyasetçileri ve gerekse sol ve sosyalist siyasetçileri de­rece derece hırpaladı. Aslında "politika yapmak" en genel anlamda 12 Eylül­le bir kere daha ve belki en şiddetli bi­çimde aşağılandı. Siyaset ile hile, da­lavere aynı kefeye kondu. Ve belli ölçü­lerde bunu başarabildiler. Fakat bu ba­şarı baştan geçici olmaya mahkum oldu­ğu için şimdilerde etkisini yitiriyor.

Siyaset yeniden canlanırken, Zemin dergisinde açıklanan politika anlayışı sanki bu akışa bir tepki gibidir.

"Bence toplumsal iş bölümünün (özel mülkiyetin) sınırlayıcı olanaklarına hapsolmuş insanların dünya ahvali hak­kında söz söylemek, etkili olmak İçin, bu alanların üzerinde bir düzeye ihtiyaçla­rı vardır. Bu düzeyde "politika"dır. An­cak bunun gerçekleşmesi için, politikanın toplumsal işbölümünün olanaklarından biri haline gelmiş olması durumu dönüş­türülmelidir. Bu da profesyonel politi­kacılardan (ya da profesyonel devrimci­lerden) oluşmayan bir örgütün toplum­da politikaya ayrılmış olan özel yerin dı­şında faaliyet göstermesiyle mümkün­dür." (Bülent Somay, Zemin sayı 2)

Yazarın "toplumsal işbölümü'nden kastı nedir, biraz bulanık. Fakat "po liti­kanın toplumsal işbölümünün olanakla­rından biri haline gelmiş olması"na tepki gösterildiğine göre toplumsal işbölümün- den meslekler, iş alanları kastedilmekte­dir. Zaten yazar "profesyonel politikacı­lardan oluşmayan bir ö rgüt" özlemek­tedir.

Politikanın meslek olması, yani pro­fesyonelce yapılması onu mesleklerden bir meslek haline getirmez. Politika mes­leklerden öteye, sınıf ve tabakaların ken­di çıkarları doğrultusunda en genel dav­ranış yoludur. Ve odak noktasında dai­ma iktidar sorunu durur.

Fakat yazar, profesyonel politikacı­lardan hareketle politikanın, "toplumsal iş bölümünün olanaklarından biri hali­ne gelmiş" olduğunu iddia ediyor. Oy­sa politika iş alanları ve mesleklerle sı­nırlı değil, sınıfların çıkarlarının dile ge­tiriliş yoludur. "Toplumda politikaya ay­rılmış olan özel yerin dışında" faaliyet göstermek ne demektir? Politika toplu­mun her alanında vardır, hiç bir zaman özel bir yerle sınırlı kalmamıştır, kala­mazda. Çünkü temelde insan bir "p o li­tik hayvandır". Fakat yazar, politikayı iş alanlarından birisi olarak görmekle, onu sınıfsal temelinden koparmaktadır. Ve tepki en sonunda bir kaba görüntüye "profesyonel politikacıya" yönelmekte­dir. Bu ilkel bakışı 12 Eylül'ün ilk yılların­daki politika ve politikacı düşmanlığı ile karşılaştırın! Acaba bütün kötülükler şu lanet olası "profesyonel politikacılar­

dan"mı kaynaklanıyor?Politikadaki bizantizmler, iki yüzlü­

lükler, demogojiler ya da tam zıddı saf çocukluklar, sınıfların kendi çıkarlarını di­le getirirken uyguladıkları yollardır: Bu yollar hoşumuza gitmiyor diye profesyo­nel politikaya lanet okuyamayız. Tam ter- sine işçi sınıfı ve ezilen yoksul halkın da profesyonel politikacılara ihtiyacı var­dır. Bu ezilen insanlar da kendi araların­da böyle bir iş bölümü yapmak zorun­dadırlar. Hatta yoksul halk kitlelerinin esas sorunu kendi gerçek çıkarlarını dile getirecek yeterince profesyonel politika­cıyı öne çıkartıp besleyememekten gel­mektedir. Ezilen insanların politika için ne nakdi ne vakti vardır. Oysa egemen sı­nıflar kendi sınıf çıkarlarını bütün halkın­mış gibi gösterebilmek için on binlerce profesyonel kadroyu seferber edebilmek­tedir.

Profesyonel politikacılığa (ya da pro­fesyonel devrimciliğe) karşı çıkmak, işçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerini en ilkel po­litikaya mahkum etmek, daha da ötesi onları burjuva politikasının etki ve ege­menliğine terketmek anlamına gelir.

Sözü uzatmayalım, Zemin yazarla­rından B. Somay bu en ilkel gerçekleri ni­ye unutmaktadır? Çünkü onun siyaseti­nin amacı "iktidarı ele geçirmek" değil­dir!

"Sosyalist bir örgütlenmenin iktida­rı ele geçirme hedefine değil, bugün ya- sanan hayatın siyasi olan ve olmayan tüm veçhelerini dönüştürme hedefine yö­nelmesini istiyorum. Mücadeleyi hazır, sı­nırları çizili bir ütopyaya yöneltmemeyi, ütopyayı mücadele içinde oluşturmayı savunuyorum" (ay.)

iktidar hedefine değil, “hayatın... tüm veçhele­rini dünüştürme hedefi­ne yönelmek”, 12 Eylül öncesi bir aydın geveze­liği olarak kabul edilip geçilirdi, ne yazık ki şim­di yaşanan deneylerden * olumsuz yönde etkile­nen insanların öne çı-

20

Page 21: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

karttığı, bir politik tu- tümdür. 12 Eylül öncesi, iktidarı hemen bir kaç adım ötede görenler, şimdi yaşanan acı ders­lerden sonra onu sonsuz bir uzaklığa itmekte bir sakınca görmüyor, ve onlara bu “zemin” hiç de batak görünmüyor.

İktidar hedefine değil, "hayatın... tüm veçhelerini dönüştürme hedefine yö­nelmek", 12 Eylül öncesi bir aydın geve­zeliği olarak kabul edilip geçilirdi, ne ya­zık ki şimdi yaşanan deneylerden olum­suz yönde etkilenen insanların öne çı­karttığı, bir politik tutumdur. 12 Eylül ön­cesi, iktidarı hemen bir kaç adım ötede görenler, şimdi yaşanan acı derslerden sonra onu olumsuz bir uzaklığa itmekte bir sakınca görmüyor, ve onlara bu "zem in" hiç de batak görünmüyor.

"Am aç hiçb ir şey, hareket herşeydir" ünlü parolasını Bernştayn he­men hemen yüzyıl önce ortaya atmıştır. Yazarımız önceden belirlenmiş "sınırla­rı çizili bir ütopya" için mücadele etme­ye katlanamıyor. Varılacak hedefler, mü­cadele içinde belirlenecektir! Şimdilik ya­pılacak iş ise "toplumsal hayatın bir sü­rü alanındaki dönüştürücü faaliyeti po­litika üst-düzeyinde ifade" (ay) etmek- dir.

Batı'da "yeni" yada "alternatif" sol akımların başlıca ufku bu "b ir sürü alan­daki dönüştürücü faaliyet"tir. Kapitaliz­min son 40 yılının ürünüdürler. Neye na­sıl "alternatif" olduklarını bilmeden, mev­cut düzene karşı bir hoşnutsuzluk dile ge- tirler. Sınıf, sınıf mücadelesi, iktidar, parti vb. bütün bu kavramları yerlerinden oy­natan. hepsini sağa sola fırlatan bu akımlar, en son tahlilde düzene karşı kendi kendini zehirleyip çürüten bunalım­lı aydın tepkileri olarak kalırlar. Ünlü "dönüştürücü faaliyetleri" ise çevre so­runları, doğal beslenme, kadın özgrlü- ğü vb. alanlardadır. Hepsinin ortak özel­liği iktidarsızdırlar, yani iktidar hedefini içinde taşıyan bir "a lternatif" yapıya sa­hip değildirler. Modern kapitalizmin in­sanı bayağı bir mekanik parça haline ge­tiren, onun özünü çürüten baş döndürü­cü teknik gelişimine karşı panik içinde bir tepkidirler. Yaşadıkları düzenin ötesini göremediklerinden ya da daha doğru­su görmek istemediklerinden ufukları "dönüştürücü faaliyetler"le sınırlıdır. Batı kapitalizminin güçlü yapısı, bu insanla­ra köklü değişim imkanlarının olmadığı izlenimini verebilir. Onların bu köklü ya­nılgılarına hak mı vereceğiz? Elbette ha­yır. Fakat batı anayurtlarında hiç değil­se "dönüştürücü faaliyetlerin" bir objek­tif zemini vardır. Çok sınırlı alanlar için­de böyle faaliyetler yürütülebilir.

Zemin yazarı, Türkiye'de "dönüşüm­cü faaliyetleri" hangi yönde yürütecek­tir? Sosyalizm yönünde mi? Ama sosya­lizm ipsiz sapsız bir balon değil, "sınır­

ları çizilj" somut bir hedefdir. Fakat kimse endişelenmesin ortada bir sorun yoktur, sihirli "dönüştürücü faaliyet"ler insanla­rımızı adım adım mutlu sona götürecek­tir.

Yaldızlı ve derin anlamlı kelimeleri ayıkladığımızda ortaya bayağı bir refor- mizm çıkar. İktidarı hedeflemeyen, ikti­dar eylemiyle uygulanacak bir amacı fazla sınırlayıcı bulan, bütün bunların ye­rine "dönüştürücü faaliyetler"i geçiren bir politika! Bu basbayağı reformizmdir. Yaldızlı sol terimler, keskin demokrasi is­tekleri, sosyalizmin geleneklerine köklü ve cesaretli saldırılar, bütün bunlar elbet­te "yen i" bir şey yaratmak için yapılıyor. Fakat yaratılıp sunulana baktığımızda, giysileri yenilenmiş en eski ve en bayağı reformizmden başka bir şey göremiyo­ruz.

12 Eylül acı deneyli erken iktidar he­defleyenleri şimdi "dönüştürücü faaliyetler" bataklığında oyalanmaya it­miş olabilir. Onları profesyonel politika­dan soğutup, politikayı yaşamlarında boş zamanlar eğlencesine dönüştürmüş olabilir, ama ezilen yoksullaşan geniş iş­çi köylü yığınları politikayı mızmız sızlan­maya dönüştürenlere ilgi duymadığını, seçimlerde gösterdi. Gerçek politika ala­nına çıkın, "hayatın bir sürü alanından" örneğin sendikalar alanından gerçek bir dönüşümü zorladığınızda, acı acı iktidar sorunuyla yüzyüze geldiğinizi görecek­siniz. Elbette bu Türkiye koşullarında böyledir. Gerçekten halkın çıkarına olan en küçük bir reform girişimi politikayı en sivri noktasına, iktidar mücadelesine yük­seltir. Fakat buna katlanamayanlar, eğer nakitleri yeterliyse Türkiye'de satın aldık­ları bir alancıkta, bu bir dergi çevresi, bir kültür derneği olabilir, dönüştürücü fa­aliyetlerinin labratuar çalışmasına baş­layabilirler. "Öncülük ve temsilcilik iddi­asında olmayan" (ay) politikacılara da böyiesi yaraşır.

Zemin'de önemli bir soruna "Türk Solü'nun bölünmüşlüğü" sorununa da değinilir. Bu arap saçına dönmüş soru­na basit net bir çözüm mü istiyorsunuz, okuyalım:

"Bölünmelerin ana nedeninin örgüt içi demokrasinin yokluğu olduğu herkes tarafından bilindiği halde, bölünmeler durmamakta, tam tersine devam etmek­te. İşte bu gelişim örgüt içi demokrasinin neden uygulanmadığı sorusunu ister is­temez aramaya yönetti.

"Şöyle geçmiş yayınlara bakıldığın­da tüm ayrılanların muhalefetteyken örgüt-içi demokrasiyihararetle savunma­larına karşılık, bir "örgüt" kurdukları an­dan itibaren, merkeziyetçiliği esas kabul edip, demokrasiyi rafa kaldırdıkları gö­rülüyor." (Muzaffer Ba!, Zemin sayı 3)

Sorun son derece açıktır. Muhalefet­teyken demokrasi, iktidar olunca demok­rasi yasakçılığı, bütün bölünmelerin te­melidir. Sorunun böylece tamamen çö­züldüğünü varsaysak bile yine de meka­nizmanın neden böyle işlediğinin ceva­bı bulunmuş olmaz. Ya da şöyle mutlak bir yargıya varmak kaçınılmaz olur: Mu­halefetler demokratik, iktidarlar antide­mokratiktir. Esasında Zemin'cilerin man­tığı böyle işlemektedir. Ve onlar demok­rasi aşkına her türlü iktidara lanet oku­

yup, bin yıllak muhalefet olmaya razıdır­lar.

Zemin dergisinde her kavramın sınıf temeli bulanıktır. Eğer örgüt içi demok­rasi sağlamsa sol bölünmeyecektir. Fakat bu konuda B. Somay daha gerçekçi dü­şünmektedir.

"Onların (TİP TSİP...) kara kaplı (ya­da isterseniz kırmızı kaplı da diyebiliriz) kitapları vardır, onlar için gerçek tektir, farklı görüşler aynı örgüt içinde özgür­ce yer alamazlar. Bunu bilerek onları ya­nımıza çağırmak ya boşuna gayrettir, ya­da örgüt içi demokrasiden taviz ver­mektir..." (Zemin, sayı 2)

Demek ki örgüt içi demokrasi bir te­mel esasa dayanabilir, o örgüt için " ger­çek tek" olmayacaktır. Baştan belirlen­miş "sınırları çizili bir ütopya" olmazsa, örgütün "öncülük ve temsil iddiası" bu­lunmazsa, iktidar sorunuyla değil, "dö­nüştürücü faaliyetlerle" uğraşırsa, örgüt­te her kafadan bir ses çıkabilir, hatta de­mokrasi çığırından çıkıp çıldırabilir, bü­tün bunlar olabilir, fakat o yapı bir parti olamaz.

"Solun bölünmüşlüğü" böyle ilkel ve bayağı bir tesbitle çözümlenemez. Ger­çekten olayları kavramak isteyen bir in­san, solun tarihini, en azından 1965 son­rası gelişimini bilmek ve kavramak zo­rundadır. Zahmetsiz, sihirli bir kaç keli­meyle çözüm olamaz. Ve tarihi inceleme­ye oturan birisi, bölünmeleri dönemin sı­nıf mücadelesi seviyesi güç,dengelerinin durumu ve sınıf kopuşmalarının ışığında ele almak zorundadır. Yoksa örgüt içi de­mokrasi sihirli bir birleştirici kaynak de­ğildir.

Bir siyasi partide elbette farklı görüş­ler bulunabilir. Ama bulunabilmek koşulu görüşlerin farklılık seviyesine bağlıdır. Eğer farklılıklar o partinin programında bir ayrılığa varıyorsa, ne yazık ki bir bö­lünme kaçınılmazdır. Sizler ya siyasi eği­limlerin programatik görüş farklılıkları kavramıyorsunuz, ya da bu farklılıkları ciddiye almıyorsunuz.

Ancak Zemin'e fazla haksızlık ede­meyiz. Onlar zaten herhangi bir prog­rama ("sınırları çizili bir ütopyaya") kar­şıdırlar. Mücadele böyle belkemiksiz bir "zemin"de yürüyecekse, herhangi bir birliğin ya da bölünmenin bir anlamı ol­maz.

Sonuç olarak, Zemin parlak sözler­le gizlenmiş en bayağı reformizmin ze­minidir. Onun siyasi ufku reformizmle, ya da bir entellektüel dişiliğiyle söylenirse, "dönüştürücü faaliyet"lerle sınırlı kalır­ken, örgütlenme ya da "sosyalist parti" anlayışı ise örgütsel anarşizmin en sınır­sız boyutlarına varmıştır.

Mücadelenin yeniden ayağa kalk­maya çalıştığı dönemlerde, şeyler akma­ları gereken kanallara yerleşirken orta­ya çıkan küçük anaforlar, olayların akışı hızlanınca sürüklenip yok olup giderler.

Zemin ya da benzerlerinin kaçınılmaz sonu budur. Ancak şu gerçekliği unutma­malıyız. Zemin, aynı zamanda dün ikti­darı bir kaç adım ötesinde görürken, bu­gün iktidarsızlaşmış, tükenmiş radikal so­lun da zeminidir. Ve 12 Eylül'ün bu yarı felçli çocuğu belki Zemin gibi çevrelerin kısa ömrüne bir küçük katkıda da bulu­nabilir.

Page 22: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

SEN

DİK

A ‘Alınteri” Mücadele Geleneğini Tasfiye Ediyor!

"Türk-İş'te Birlik" Parolası ve ciımsız Sendikalar ÜzerineBağ

D|şçi hareketi içinde bulunduğumuz yıl­larda sendikal alanda yeni bir dönüm noktasını aşmanın sancılarını aşıyor. Ge­lecek uzun yılların belirleyici kopuşma- ları yoğunlaşmış ve filiz halinde be­lirginleşiyor. Şimdiki ufak nüans ayrılık­ları gelecekte bağımsız bir zemin olabi­lir. Ve gelecekte hangi yönelişin hakim olacağı biraz da günümüzdeki tartış- ma/catışmalarla belirlenecek.

Yönelişler esaslıca oluşmamış, kopuş- malar netleşmemiş de olsa dört ana akım rüşeym halinde görülebiliyor..

1 — "Türk-İş'te b irlik" "A lın teri" dergisi bu parola üstünde yükseliyor.

2— "Yaşasın DİSK" A.Baştürk söz­cülüğünü yapıyor.

3— Sendika komitelerini temel almak şartıyla, bağımsız sendikaları destekle­mek, Türk-İş'te çalışmayı küçümseme­mek. YOL dergisi bu tezi savunacak.

4— Yasal sendikal faaliyeti küçümse­yip yok saymak ve illegal sendikalar ku­rulmasını sağlamak(l).

Dört ana akım arasında mevcut ça­tışma noktası "Bütün işçiler Türk-İş'te toplansın" teziyle "Türk-İş'te çalışma reddedilemez. Ancak bağımsız sendika­lar işçi hareketinin geleneğinin devam- cısıdır, desteklenmeli, geliştirilmelidir. Gelecek oradadır. Türk-İş'te birlik işçi hareketinin geçmişini inkar ve mevcut potansiyelini köreltmekdir" tezi arasın­da odaklaşıyor. İnceleyelim, ama önce uyaralım.

Bilinçli işçilerin kendi iradelerini insiya- tiflice ortaya koymaları gerekiyor. Doğ­ru olanı görmek ve savunmak yetmez, hakim hale getirmek için iradi müdaha­lede bulunulmalı. Ama o müdahalenin sağlam temellerde ve hassasça yapıla­bilmesi için önce olayları iyi kavramak ve sürükleyici halkayı yakalamak zo­runludur.

BİR EYLÜL HASTALIĞI: UNUTKANLIK. HATIRLATALIM

1946 da yeni sendikalar yasasının çık­masıyla yurdun dört bir yanında "ye r­den mantar bitercesine" sendikalar ku- ruluveriyordu. Bu neyin göstergesidir? O, bazılarınca pek küçümsenen Türki­ye İşçi sınıfının siyasal geçmişinin sı­nıfta olan bağlantısının somutlaşmasıdır. Ve İkincisi, evet çok güçlü işçi hareketle­ri sonucu yasa çıkmadı, ama kesinlikle sendikalaşma hakkı devletin işçilere du­rup dururken verdiği bir "ihsan" da de­ğildir. Tabandaki kaynaşmayı sezen ta- vandakiler tencerenin patlamaması için kapağı hafifçe aralıyordu. Kaynaşmanın varlığı kapağın aralanmasından sonra herkesçe de görüldü. Güçsüzdü, ama vardı.

Sınıfın bağımsız çıkarları doğrultusun­daki sendikal girişimleri sezen tavanda- kiler (egemen sınıf+ yöneticiler) bu dev- rimci yönelişe karşı iki yönden ve hemen

saldırıya geçti. Bağımsız sendikalar üs­tüne zor yoluyla gidildi. Önce sindirme, sonra kapatılma. Ve sendikalaşma ön- lenemeyirice kontrole alındı. Güdüm­lü sendikacılık için hemen kollar sıvan­dı. Sınıf içinden seçilen bazı satılmış un­surlar gangster/sarı sendikacılığı öğren­mek için Amerika'ya gönderildi. Gerekli eğitimi gördükten sonra döndüler. İşte Türk-İş böyle doğdu.

Türk-İş sadece bir olumsuzluk mudur? Hayır. İşçiler ülke çapında biraraya geldiler. Kendiliğinden sınıf durumundan kendisi için sınıf olma yolunda bir adım atılmış oluyordu. Kendisi için sınıf olma­nın ilk adımı biraraya gelmek, biraraya gelinecek ki sınıfın varlığı bütün olarak mücadele alanına yansıyabilsin. Ama sadece ilk adım. Daha sonra sınıfın rrfü- cadelesi ve mücadelenin karakteri önem kazanıyor.

Bütün ince taktiklere rağmen Türk-İş içinde sınıfın kaynaşması tam bir kontrole alınamadı. Sınıfın çıkarlarına samimi ola­rak yönelenlerle, görevi bu çıkarları kö­reltip işçi sınıfı içinde düzenin bekçiliğini yapmak olanlar arasında giderek bir ay­rışma, kutuplaşma başladı. Kavel direnişi o günün koşullarında bir bakıma DİSK'- in kuruluşunun habercisi olmuyor mu?

Türk-İş arkasını açıkça devlet ve bur­juvaziye dayamıştı. Daha arkada Sam Amca'nın kurnaz gülümseyişi sırıtıyordu. Yıllar süren iç çatışma, sınıfı satma/sını- fın ekonomik demokratik haklarını sa­vunma noktasında uzlaşmaz bir zıtlığa dönüştü. Devlet ve burjuvazinin sendi­kal alandaki politikasıyla işçi sınıfının çı­karları birarada bulunamaz noktaya geldi. Sınıfın bağımsız sendikal girişim­lerini boğmak ve sendikal hareketi dev­let güdümüne almak için kurdurulan Türk-İş, yaşanan süreç içinde yeni ve ileri bir sendikal zeminin analığını yapıyor, DİSK'i doğuruyordu. Başka bir açıdan bakarsak, ülkedeki sınıf mücadelesinin genel yükselişi ve sosyalizmin açılımı sen­dikal hareketi zorluyor, akla karayı bir­birinden ayırıyordu.

1967'de DİSK'in kurulmasıyla başla­yan yeni süreç, 1975'te Genel-İş'in Türk- İş'ten DİSK'e geçmesine dek büyük kop­malarla ve 1980'e dek sürekli yeni ka­tılmalarla yükselen eğilim haline dönüş­tü. Olay dört sendikacının uçkunluğu/ kapris/kariyerizmi vb. değil, tarihi bir kopuşmaydı. Önlenemezdi, başı çeken­ler gerekiyordu, dört sendika bu şerefli göreve cesaretle talip oldu. İşçi hareke­tinin bağımsız gelişiminin önünde bir en­gel, bir bukağı haline dönüşen Türk-İş'in sarı çemberi aşılmıştı.

Amerikan tipi sarı/gangster sendikacı­lıktan tarihi bir kopuşma yaşayan sınıfın sendikal hareketini içinde toplayan DİSK acaba ismindeki "Devrimci" sıfatına la­yık olabildi mi? DİSK işçi sınıfının sendi­kal hareketinde hangi konağı temsil edi­yordu? Ve DİSK konağı aşıldı mı veya DİSK gerçekten kapatıldı mı? Şimdi bu

Orhan DİNÇOKsoruların cevabını araştırmalıyız.

DİSK'te hep sosyalizm konuşuldu. DİSK sosyalizmin işçi içine kitlesel olarak girişinin bir simgesi oldu. Ama hangi sos­yalizmin? İşçi içinde sosyal durumu so­nucu eğitime en açık kesim aristokrat iş­çilerdi. Ve DİSK'in öncülüğünü de, yö­neticiliğini de çoğunlukla hep onlar yap­tı, sosyalizmi de DİSK'e onlar soktu. DİSK'te egemen olan sosyalizm anlayışı aristokrat işçilerin kendi zümre çıkarla­rıyla rezonansa geldikleri burjuva sosya­lizmi ve Avrupa sosyalizmi oldu.

Ama sosyalizm esas olarak işçi sınıfı­nın herhangi bir zümresinin değil,sını­fın bütününün öz siyasetidir. Aristokrat işçiler kendi zümresel çıkarları uğruna sı­nıfın bütününün öz çıkarlarını bastırdılar, geriye düşürdüler. Oportünizm, işçi sı­nıfının bütünü yerine herhangi bir züm­resinin veya bir başka sınıfın çıkarlarının, sosyalizm adına savunulması değil mi­dir? Ama sınıfın çarpıtılmış haliyle bile ol­sa sosyalizmle karşılaşması ateşle baru­tun yanyana gelmesine pek benzer. Var­sın barut biraz ıslak olsun, mücadele için­de o ıslaklığı kurutan güneş çıkacaktır. İşte DİSK'in tarihi olumlu misyonu bu ol­du. Sınıfla sosyalizmi yanyana getirdi. Sı­nıf, sosyalizme yönelişinin ilk evresinde DİSK sosyalizmi konağına takıldı.

DİSK sendikal alanda ise sendikalizm/ reformizm kıskacına girdi. Burjuva sos­yalizminin veya sendikacı sosyalizminin sendikal faaliyet içinde büründüğü biçim sendikalizm/reformizmdi. Sendika her şey olarak görüldü, işçi sınıfının öncü ve örgütlü gücüyle kaynaşma sorunu yok sayıldı. Sendikaya ve sendikal mücade­leye bolca övgüler yağdırıldı, işçinin uf­ku sendikal mücadele ufkuyla sınırlandı­rıldı. Sendikal mücadele içinde hapsolup kalınınca reformlar amaç haline geldi. Mücadele zemini kendi amacını doğura­caktır. Sendikalist zemindemücadele,uf­kunu reform amacıyla sınırlar. Ötesi yok­tur. Ötesini hedeflemeyenin, kendi ba­ğımsız devrimci hedeflerini amaçlama­yan işçi sınıfının mücadele gücü düşer, mevcut mücadele potansiyeli canlan­maz,tersine dumura uğrar, güçsüzleşir. O noktada kuyrukçuluğun sinik ve sinsi yapısı gelir, sınıf içinde hakimiyetini ku­rar. Sınıf kendi gücüne değil, başkaları­nın gücüne güvenir. Sonra bir eylül sa: bahında suratında tokadın acısını hisse­dince çaresiz kıvranır. O acı ve o ça­resizce kıvranışlar tersine dönebilir. Ye­ter ki ders çıkarılsın, hatalar aşılsın.

DİSK içinde birçok tartışmalar yaşan­dı ve sonuçta üç eğilim boy verdi:

1) A.Baştürk: Şimdi yine A.Baştürk ta­rafından temsil ediliyor. Yedinci kongreyi bu grup kazandı. Halen DİSK'e sahip çıkma anlamında bir olumluluk ve fakat oluşan ve DİSK geleneğinin devamcısı ol­duklarını açıkça ilan eden bağımsız sen­dikalara destek olmama ve SHP ile bü­tünleşmek şeklindeki iki önemli olumsuz­luk taşıyorlar. 12 Eylül sonrasında evle-

İ

22

Page 23: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

rinden alınmayı beklediler veya Selimi­ye'ye teslim oldular.

2) K.Türkler: Şimdi "Alınteri" tarafından temsil ediliyor. Kongrede kaybettiler.

^ Şimdi birlik lafını ağızlarından düşürme­yenler, o zaman etkinlikleri kırılınca DİSK'i bölmek için Makyevelist politika­lara yönelmişlerdi, başaramadılar. Şimdi DİSK geleneğini yok sayıp işçi hareketi­nin bütününü Türk-lş içine sokmak gibi boş bir çaba içindeler. SHP kuyrukçulu- ğu yapıyorlar. Eski temsilcilerinden bir­çoğu yurt dışında.

3) K.Budak/Ç.Uygur: YOL bu çizginin sözcülüğüne talip. Kongrede kazanmak gibi bir amaçlan yoktu. O günün koşul­larında "genel direniş" propagandası yapıldı. 12 Eylül'den 7-8 ay sonra Ç.Uy­gur bir operasyonla yakalandı. DİSK davasında en ağır cezayı yedi. K.Bu­dak kahpe bir Temmuz gününde ve so­kak ortasında arkasından vurularak öl­dürüldü.

Konuyu dağıtmamak için öncesini bi­lerek ihmal ettik. 46'yı başlangıç yaptık. Hemen belirtelim. Kurtuluş Savaşı yılla­rında işgalci düşmana karşı direnen ve

i 'j» Anadolu'ya yardımı temel görev bilen güçlü işçi hareketi var. 46'da bağımsız/ devrimci işçi girişkenliğine dayanan ve "yerden mantar bitercesine" kuruluve- ren sendikalar işte bu mücadele/dire- niş geleneğinden güç alıyorlar. Kökler daha derinlerde, 1800'lerde tersane iş­çilerinin grevine dek uzatılabilir.

Mücadele hattı, mücadele geleneği var. İşçi hareketinin her döneminde ba­zen üstte, bazen altta, ama hep yaşıyor, yok edilemiyor. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında, işgal dönemindeki başarılı di­reniş çizgisinin de itmesiyle özellikle İs­tanbul'da sınıfı kucaklayabilen işçi örgüt­leri var. Sınıfın bağımsız çıkarİarı doğ­rultusunda davranıyorlar, önleri kesili­yor, kapatılıyorlar. 1946'da çıkan Sen­dikalar Kanunu ile birlikte aynı gelene­ğin devamcısı girişimler ortalığı kaplayı- veriyor. Genişleyip kökleşemeden yine bastırılıyorlar, ama bu sefer tüm örgüt­lenme yasaklanamıyor, Türk-İş içinde boğulmak/güdülmek isteniyor. Mücade­le Türk-İş içinde uzun yıllar boyu sürü­yor ve ürününü veriyor: DİSK. DİSK'le birlikte sosyalizm yaygınlaşıyor ama, çarpıtılmış haliyle. Mücadele ilk yılların­dan itibaren başlıyor. Pek bilinen 15-16

»o- Haziran olaylarında işçiler "vazgeçin" çağrısı yapan sendikacılara rağmen so­kaklarda. 73-80 arası tüm yurt sathına yayılan ve yükselme eğilimine giren sı­nıf mücadelesi sendikal hareketi de et­kiliyor. DİSK içindeki eğilimler 7. kong­rede billurlaşıyorlar. 12 Eylül geliyor. Ki­mileri yurt dışına kapağı atıyor, ama mü­cadele hattı onlarla birlikte yurt dışına gitmiyor, gidemez. Kalanlar devam et­tiriyor, kanları ve canları pahasına ve laf olsun diye değil, gerçekten alınteri dökerek.

KISA BİR UYARIDenizciler pusula icad edilmeden ku­

tup yıldızına bakarak yönlerini tayin

¡ ederlerdi. Kutup yıldızını göremeyen, yönünü ona göre tayin etmeyen kapta- v nın işi bitikti. Deniz ortasında kaybolur/ erirdi. Sendikal alanda mücadele veren işçiler için kutup yıldızı: Devrimci de­mokrat zeminde sendikal birliktir. Nihai amaç "en acil" gerekçelerle ol­sun gözden biran kaçırılırsa toplum de­

nizi kaçıranları affetmez.Nasıl ki nihai amaçtan gözler biran

ayrılmamalıysa, geçmişle olan bağlar da özenle korunmalı. Her büyük gökdele­nin altında sağlam bir temel vardır. Eğer hafifmeşrep bir tutumla temeli red­dedersen, o gökdelen belki yine yükse­lir ama-kâğıttan olmak şartıyla. İşçiler sendikal alandaki ilerleyişlerinde yıllardır adım adım oluşan mücadele hattı- nı/direniş çizgisini temel almalı. Binbir zenginliğiyle mühendislik ilminin kuralla­rından çok daha karmaşık ve bilinme­yenlerle dolu bir alan olan toplumsal mücadele içinde ilerleyebilmek için ge­reken sağlam temel geçmişten, geçmişin mücadele geleneğinden sağlanabilir. Te­mel orasıdır. Tarihi olmayanın geleceği olmaz. İşte görev: Geleneğe sahip çık­mak, işçi içinde geleneksel mücadele çiz­gisini her türden tasfiyeci ve reformist eğilimlere karşı savunmak, öne çıkart­mak, egemen hale getirmek.

Bir tarih ve bir hedefe sahip olmak yet­mez. İlerlemek lazım. Bu, günlük müca­deledir. Örneğe devam edelim. Büyük gökdelen çok küçük tuğlalardan veya kalıplardan oluşacaktır. Günlük müca­dele içinde hassas/sabırlı/cesaretli adım­lar atılmalı. O türden adımlar doğru taktiklerle atılabilir.

Şimdi, başta belirttiğimiz iki farklı te­zin incelenmesine geçmeliyiz.

NEREYE YAĞMUR,ORAYA ÇADIR+

Eylülizmin sendikal alandaki politika­sı açıkça belli. Türk-İş dışına çıkan işçi in- siyatiflerini bastırmak, DİSK'te somutla­şan ilerici zemini kurutmak ve işçi hare­ketini Türk-İş potası içinde toplayarak yu- muşatmak/eritmek. Alınan çok yönlü ön­lemlerle ve türlü baskılarla bütün işçiler Türk-İş'e yönlendirildi. Eylülizmin sendi­kal alandaki parolası: "Türk-İş'te birlik!"

Ne yazık sosyalizm adına yola çıkan ve "İşçinin A lınteri" olduğu iddiasın­daki bir dergi de aynı parolayı atabili­yor. Eylülizmin o parolayı atmasının se­bepleri anlaşılabilir, haklılar. Ya "Alın- teri"nin? Anlaşılmayabilir ve kafa karış­tırabilir. Sınır çizgilerinin çizilmesi, deşifre edilmesi gerekiyor. İşçi içinde burjuva propagandası yapmaya soyunanlar, so­nuçlarına katlanmalı.

Eylülizmin yağdırdığı "Haydi,Türk- İş'e" sağanak yağmurları "A lınteri" ya­zarlarının DİSK'teki çadırlarını toplayıp Türk-İş'e kurmaları sonucunu doğurdu. Bağımsız sendikal insiyatiflere yönelik yoğun resmî ideolojik propaganda ve fi­ili baskı bazılarını geri düşürüyor, ikna ediyor.

DİSK, sınıfın resmî olarak izin verilen alanın dışına bağımsız insiyatifiyle taş- masıydı. Kesinlikle icazetli değildi. 15- 16 Haziran olayları DİSK'i kapatma gi­rişimine karşı kendiliğinden bir işçi pat­laması değil midir? O günlerde K.Türk­ler radyolardan ne diyorsa, işte şimdi "A lınteri" dergisi de işçilere aynısını tek­rar ediyor: "G eriye !"

Onbinlerce işçinin alınteri dökerek kan ve can pahasına mücadele alanlarında tarihe geçirdiği DİSK geleneği "Alınteri" yazarlarınca yok edilmek isteniyor, hem de "Yaşasın DİSK" maskesi altında. Maskeleri alıp, ellerine vermek görevi­miz. Bırakınız DİSK geleneğinden (ki bu geleneğin özü resmî/icazetli sendika­cılığa alternatif ve işçi insiyatifine da­

yanan sendikacılığın zemininin mücadele içinde inşasına başlanmasıdır) vazgeç­meyi işçiler DİSK'ten ilerde gerçekten devrimci demokrat sendikacılığı hedef­lemek zorunda. Yönelişler görülebiliyor.

"A lın teri" kendi taktiğiyle yeni bir şey mi savunuyor, yeni bir durum yaratma- ya-işçinin ufkuna yeni ufuklar katmaya mı çalışıyor? Bin kez hayır. O sadece za­ten ideolojik propaganda ve fiili zorla Türk-İş'e doğru akıtılmaya çalışılaın işçi hareketine; varolan bu durumu değiş­tirmeme, "emir-komuta zinciri" doğrul­tusunda mücadele tarihini terketme, ba­ğımsız insiyatif koymaktan vazgeçme çağrısında alınıyor. Zorla oluşan geçici yılgınlığı(tam da aşılmaya yönelinmiş- ken) kabalaştırma çabasında. Canla­nan, kıpırdanan harekete uyuşukluk bezginlik iğnesi yapıyor.

"Türk-İş'te birlik" parolasının üstünde yazılan ve "sendikal b irlik" üzerine çe­kilmiş parlak nutukları lütfen soğukkan­lıca sıyırın ve önünüzdeki gerçeğe b >kın! Tasfiyecilik! Neyi tasfiye ediyorlar? "A lın te ri", bir Eylül zorlamasıyla yok edilmeye çalışılan işçi hareketinin ba­ğımsız girişkenliğini, o bağımsız giriş­kenliğin mimarı mücadele/direniş hat­tını tasfiye etmeyi amaçlıyor. Eylül zor­lamasının sonucu zaten varolan (fakat nice patlamalara gebe) geçici yılgınlı­ğı teorileştirileştirmeyi, bilinçlerdeki ileri yönelik kıvılcımları bastırmayı amaçlıyorlar.Ve bu amaçlar, işçi sınıfı adına konuştuğunu iddia edenler için si­yasi intihardan başka nedir?

Olaylara bakalım. Alınteri terketti ama, savunanlar var. DİSK terkedenle- re rağmen yaşıyor. YOL öneriyor. Gö­rev: DİSK'i asmak, sendikalizm/refor- mizm hastalıklarını terkedip gerçek dev­rimci sendikacılığa soyunmak. A.Baştürk ise DİSK'i aynen savunuyor. Demek DİSK'i savunanlar arasında da bir ay­rım sözkonusu. DİSK konağı ile daha ileri konak arasında bir çatışma yaşanıyor. ("Nerede?" diyenlere, DİSK yöneticile­rinin çoğunluğunun mevcut bağımsız sendikaları desteklemediğini belirtmek­le yetiniyoruz.) Falcı değiliz. Olayların dili oluyoruz. Çatışmanın bütünüyle bir ayrışmayla sonuçlanıp sonuçlanmayaca­ğı henüz belli değil. Birarada durulup durulmayacağını bir yönüyle yeni çıka­cak gelişmelere karşı alınacak yeni ta ­vırlar, bir yönüyle de güçler dengesi belirleyecek. Alınteri ise "Türk-İş'te bir­lik " taktiğiyle kendisini işçi hareketinde­ki devrimci kopuşmalardan koparmış oluyor.

Alınteri fırsatçıdır. DİSK'li işçiler zorla Türk-İş'e itildi, "Alınteri"nin gözü dönü­yor, rahatça gelenekten vazgeçiyor, "fırsat bu fırsat" diye ellerini ovuştura­rak Türk-İş'i ele geçirme komikliğine so­yunuyor. Hangi zeminde ele geçirecek­ler? Cevdet Selvi'den Emin Kul'a dek uzanan en geri ve en çürük sosyal-de- mokrasi zemininde. Sosyal demokrasiyi kendisine tâbi kılarak değil, kendisi sos­yal demokrasininen çürük ittifaklarının gerisinde secdeye yatarak. Türk-İş'in bu zeminde ele geçirilmesinin işçi hareketi­ne ne kazandıracağını tartışmasını bir yana koyalım. Acaba Almteri'nin pek us­ta ve pek fırsatçı taktisyenleri son Türk- İş kongresindeki M.Özbek adaylığını na­sıl yorumluyorlar? Türk-İş'in sağ kanadı sol'un zayıf da olsa kıpırdanışı karşısın-

MÜTLÜLCJK TÜRKÜSÜ

Dalgalar arasında koşar gemi, denizci karayı hayal eder. Solgun gökyüzünde, bir

köşede,evler görür pırıl pırıl, altın gibi.

Aman dikkat kazandaki ateşe, iyi hesap edin, koruyun burnu. Fırtınayı, kasırgayı ite ite yarıp geçeceksiniz bu suyu.

Gemici nasıl hayal eder varacağını iyi bir limana; biz de bilir ve deriz ki:Her denizin kıyısı var.

Başlayalım işe bir kez, var gücümüzle çalışalım, Mutluluk fethedilir, kendi kendine gelmez.

İş köle olmamakta, yoksa çalışmak zor değil. Çalışmak rüzgârdır yelkenlerde, çalışmak süt, kitap, dokuma.

Bekler eserler bitmeyi, çağırırlar sizi göreve.Çalışın, yorun kafanızı alın yakında yemişini.

Beşiğinde yatan çocuk başlar öğleyin bağırmaya. Büyüyecek, gelişecek ister süt, ister mama.

Çocuk küçük kalamaz, büyür ister istemez, bekler süt veresiniz, haykırır avaz avaz.

Fidan fidanken ağaç olur,Taş taş üstüne ev olur.Gün gelir bu ağaçtan, bu evden bir bahçe, bir şehir kurulur,

Doğurmadı anamız bizi hep acı çekelim diye.Bir olalım, ant içelim haydi, yeryüzünde mutlu yaşamaya.

BRECHT23

Page 24: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

da tavrını netçe koymuştur. Diyelim ki sosyal demokrasiye yardımcı olduk (Ni­çin onlar sosyalistlere değil de, hep sos­yalistler sosyal demokratlara yardımcı oluyor? Bu çıkmaz sokaktan ne zaman çıkılacak?) Sağ ve sol sosyal demokrat­lar (Emin Kul/Cevdet Selvi) iktidara gel­di, acaba M.Özbek'in bunu uslu uslu ka­bulleneceği mi sanılıyor? M.Özbek tav­rını koyunca Ş.Yılmaz acep ne yapacak­tır? //Alınteri,/nin Türk-lş'i ele geçirme taktiğine yardımcı mı olacaktır? Karga­ları kendimize güldürmeyelim, sesleri pek hoş değil. Türk-İş "ele geçirildiğin­de" Türk-İş olmaktan çıkacaktır ve o "za fe r" tam bi*.Pyrrhuszaferi olacaktır. Böyle komik fırsatçılıklardan vazgeçip gerçek ve devrimci filizleri değerlendir­mek gerekiyor. O zaman fırsatçı değil, öncü sıfatı kazanılabilir.

Alınteri pragmatisttir. Günlük çıkar­larına göre davran.r, burnunun ucunu ancak görebilir, ötesi karanlıklarla do­lu. Bugün "İşçiler Türk-lş'e" demek pek kolaydır. Her türden baskıdan kendini­zi kurtarmış olursunuz ve ayrica çaba sarfetmenize de hiç gerek yok, zaten ideolojik ve fiili zorla sizin dışınızda öy­le bir yöneliş yaratılmış durumda. Ona rahatça uyum sağlarsınız. Üstelik o akış içinde mevkiler de kapabilirsiniz. O akış gerici bir akışmış, ne gam! O akış işçi ha­reketinin bağımsız girişkenliğini, müca- dele/direniş geleneğini emerek eritmeyi amaçlıyormuş, ne gam! Alınteri bugün kazanacağı mevkiler peşindedir. Ama nereye kadar? O mevkiler ne mevkile­ri, nasıl kazanılıyor? Bu soruların cevap­ları hayatın akışı içinde bir çekiç gibi vu­rup o mevkileri de, üstünde oturanları da dağıtabilir. Gözümüzün önünde, uçuru­ma doğru koşarak giden, giderken de pek hoş koştuğunu zanneden zavallı bir miyop canlanıyor. Bilinçli işçiler günlük gelişmelere karşı anında ve doğru tavır geliştirmeyi siyasi canlılığın bir belirtisi ve vazgeçilmez karakter olarak taşırlar ama, o günlük taktiklerin uzun vadeli te- mel/devrimci hedeflere ulaşılacak birer adım olduğunu bir an için olsun unut­mazlar.

Alınteri zayıftır. Eylülizm zorla işçi hareketinin birikimlerini, yaratılan ileri­ci ve resmî/icazetli sendikacılıktan ba­ğımsız zeminini yok etmeye yöneldi. Ye­niden resmî/icazetli sendikacılık tek ze­min olarak zorlanıyor. Alınteri zayıfça ve direnmeden boyun eğiyor. Yüzü kı­zarmadan ve olağanüstü pişkinlikle de bu yenilgi taktiğine sosyalist maskeler takmaya çalışıyor. Pes doğrusu! Alınte- ri taktiğinin temelinde iktidarsızlık ya­tıyor, savaşma/direnme perspektifi dü­şünülmüyor biie. Neye izin verirlerse, hangisi icazetliyse "A lın te ri" pişkince oraya yerleşiverir. Başlık yaptık: "N e ­reye yağmur, oraya çadır!" Eylül rüz­gârlarının önünde ordan oraya savru­lan "A lın te ri" kuru yaprağı cansız ve ölüdür. Peki bu savruluş mecburi midir? Elbet hayır. Nasıl ki o bağımsız zemin mücadele ve direnişle adım adım yara­tıldıysa, yine öyle yaşatılacak ve çok da­ha ilerilere sıçratılacaktır. Mücadele ve mücadele içinde verilen emek, akan alın- teri yeni ,ve devrimci sendikal zeminin sağlamlığının, geri dönülmezliğinin ga­rantisi olacaktır. İşte bilinçli işçiler per­spektiflerini şimdi bu temele oturtma du­rumundalar: Direnmek ve savaşmak. Zayıflar/iktidarsızlar "A lınteri"nin peşi-

sıra teslimiyet bataklığında rahatça gev­şeyip, yavaş yavaş ölmeye talip olabi­lir, varsın olsun! Sözümüz, sınıfının ba­ğımsız çıkarlarına, geçmişine/mücadele geleneğine namusu gibi sahip çıkan onurlu işçilere! Şimdi cesaretli olmak ge­rekiyor.

Alınteri tasfiyecidir.. "Haydi Türk- İş 'e" derken "A lınteri"nin işçilere asıl önerdiği geçmişin mücadele geleneğini, kazanıian bağımsız/devrimci zemini tas­fiye etmektir! "Haydi-diyorlar, yeniden resmî/icazetli sendikacılığa! İşçiler ba­ğımsız insiyatifleriyle kendi devrimci ze­minlerinde sendikal mücadele veremez­ler. Geriye! 46'da bağımsız sendikaları kurmakla hata ettiniz! 67'de DİSK'i kur­makla hata ettiniz! Geriye!"

Bu tutum 46'larda burjuvazinin zorla yaptığının ve şimdi yine yapmaya çalış­tığının sosyalizm maskesiyle yapılması­dır. Şu gerekçelerine bir bakalım. Ney­miş? Bütün işçiler biraraya gelmek zo­rundaymış. Güzel. Ama, hangi zemin* de? 1987 Türkiye'sinde bu biraraya geliş eğer Türk-İş zemininde olacaksa, iş­çi sınıfının gönüllü olarak, kendiliğinden burjuvazinin kontrolüne girmesinden başka anlam taşımaz. İşçi sınıfının bü­tün mücadelesinin Türk-İş'te gizli servis­lerle içli dışlı olmuş sendika ağalarına/ gangsterlerine karşı mücadeleyle sınır­lamak, hareketin bütün devrimci atılım- larının önceden törpülenmesi, sınıfın 3 seneden 3 seneye kongre oyunlarıyla yetinmeye çağrılması demektir. Elbet bu ağaları boş bırakmayacağız. Keyifleri­ni bozmak borcumuz. İşçi parasıyla sal­tanat süren gangsterler yaptıkları işin so- sonuçlarına katlanacaklar.(3) Ama bütün iş­çi hareketini bu mücadeleyle sınırla­mak; sınıfın bağımsız mücadelesinin di­ğer yönlerini ihmal etmek, bağımsız mü­cadeleye talip olamamak; Öncülük et­mek bir yana destek dahi vermemek an­lamına gelir.

Neyi kastediyoruz? Fazla söze gerek yok, en basitinden örnek verelim. Ne- taş, Pirelli, Derby... Bu 3 büyük grevi hangi sendikalar yaptı? Otomobil-lş ve Laspetkim-İş olması rastlantı mıdır? En basit grev dahi yolları ayırıveriyor. Ön­cülük bağımsız sendikalarca yapıldı, hem de bazen boş kasalara rağmen. So­run sınıfın bağımsız insiyatifine, özgücü- ne ve emekçilerle dayanışmasına güven­mek, o yöndeki eğilimlerin önünü aç­maktır.

Sendikal birlik sadece bütün işçilerin biraraya ve ne pahasına olursa olsun bi­raraya gelmesi anlamına gelmez. Birlik eğer işçi hareketinin tarihinden kopma­sı ve yaratılan bağımsız/devrimci sendi­kal zeminin tasfiyesi ile gerçekleşecekse, olmaz olsun. O birlik, gerici bir birlik olacaktır. O birlik işçi sınıfının devrimci demokrat zemindeki sendikal birliğinin önünde bir engel olacaktır. Eğer mut­laka çok sayıda işçi biraraya gelmeli ise, ki bu da ihmal edilmeyecek önemli bir görevdir, bunun çok çeşitli yolları bulu­nabilir. Otomobil-İş sözleşme görüşme­leri sırasında MESS'e karşı Türk-Metal'e birlik önerdi. Olmadı. Türk-Metal'in gargeşterleri işçileri satmayı tercih etti. Vazgeçmemek gerekiyor, gangster kö­şeye sıkışmak Hiç unutmayalım, 15-16 Haziran'da işçiler yürürken DİSK, Türk- İş ayrımı yoktu. Laspetkim-İş ve Petrol- İş KİPLAS'a karsı işbirliği yapabilir. Petrol- İş Derby grevine yardım edebilir... Evet,

çok sayıda işçi, çok çeşitli yollarla bira­raya gelebilir ve sınıf kendi bağım- sız/devrimci sendikal zeminini güçlendir­dikçe bu ittifaklar o zeminin kontrolü­ne girecektir.

"Bütün işçileri biraraya getirme".mas­kesi altında işçi hareketinin nice uğraş­larla yarattığı yerleşmiş gelenekleri tas­fiyeye yönelenler, kendilerini ilerici işçi hareketinden tasfiye edecektir. İleri işçi hareketi kendisini tasfiye etmeye, yok saymaya uğraşanlara rağmen yıllar sü­ren mücadeleler, dökülen alınterleriyle kan ve can pahasına kazanılan değer­lere sahip çıkacak, eteğini tutarak ken­disini bulunduğu yerden gerilere çekme­ye çalışan daha demokrat bir anayasa peşindeki sosyalizm maskeli tasfiyeci li­beralleri bir tekmeyle yalnızlığa itecek­tir. İnamyoruz. Görüyoruz.

"G eriye !" İşte, "A lınteri"nin paro­lası. _

" İle riy e !" İşte, "YOL"un parolası."A lın te ri" ile parolalarımızın tersliği

nereden kaynaklanıyor?1- "A lın te ri" işçi aristokrasisinin züm-

resel çıkarlarını sınıfın bütününün çıkar­larına karşı savunuyor. "Y O L" sınıfın bütününün öz ve bağımsız/devrimci çı­karlarını savunuyor.

2- Temeldeki bu farklılık, farklı siyasi zeminlere denk düşüyor. Alınteri burju­va sosyalizmi zemininde. "YO L" prole­tarya sosyalizmini rehber edindi.

3- Farklı temeller ve farklı siyasi zemin­ler, farklı amaçları belirliyor. "A lınteri" günlük reformlar peşinde ve SHP'nin kuyruğunda. "Y O L" başka şeyler amaç­lıyor. "YO L"un en acilamaci: Halk ik­tidarı. Hiçbir reformu daha acil görmü­yoruz. Ve öyle bir yaşama bazılarının pek beğenmediği işçi sınıfının kendi na­sırlı elleriyle ulaşılabileceğini, ancak böyle ulaşılabileceğini düşünüyoruz, hiçbir burjuva partisinin öncülüğünü ka­bul etmiyoruz.

MEVCUT DURUM VE GÖREVLER

Türk-İş içinde 1 milyondan fazla işçi­nin bulunduğu yer. Gangsterlere teslim mi edilecek? Bilinçli işçiler Türk-İş içinde en ince ayrıntıları hesaplayabilen, esnek politikalarla kendi sendikal anlayışları­nı cesaretlice savunma durumunda­lar.Gerek kendi girişimleri ve gerekse Türk-İş dışındaki bağımsız demokrat sen­dikaların atılımları onların güçlerini ar­tırabilir. Son Türk-İş kongresi bunun so­mutlaşmasıdır. Ancak sadece "Türk-İş içinde sınıfın çıkarlarını savunalım" de­mek yetmez. Nasıl savunulacak? Bu noktada önemli ayrımlar olacaktır. Der­gimizin başka yazılarında inceledik, tek­rarlamayacağız. Kongre oyunlarına,ku­lis pisliklerine değil, ama sınıfın gücüne, sınıfın kendi bağımsız çıkarları doğrultu­sunda tavır koymasının yaratacağı gü­ce güvenmek gerekiyor. O güçle kong­relere gidilirse, o güçle kuliste pazarlı­ğa oturulursa en kazançlı konumlar el­de edilebilir. Tersi, sosyal demokrasinin uysal yardımcılığıdır. Bizden uzak olsun.

Bağımsız sendikalar henüz istenen ya­pılanmadan uzaktır. Evet, bir misyonu, mücadele geleneğini, sınıfın bağım- sız/devrimci girişkenliğini temsil ediyor­lar ve oradan güç alıyorlar. Gelecek on­ların. Ama, kendiliğinden olması bekle­nirse, acı yenilgiler kaçınılmazlaşır. En başta sendikalizm ve reformizm hasta-

Page 25: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Iıklarımn bünyeden tümüyle sökülüp atıl­ması ve her an bu mikroplara karşî te­tikte olunması gerekiyor.

Sendikal mücadelenin Eylül sonrasın­daki mevcut karakteri ve sınıfına bağlı onurlu sendikacılara yüklediği görevler Eylül öncesinden çok farklıdır. Onurlu sendikacıların sınıfın çıkarlarından ödün vermemesi için hayli kahırlı/çileli bir ge­leceğe hazırlanmaları gerekiyor. Yükler öylesine ağır ve karmaşık olunca, sen­dikacı ne kadar yiğit ve fedakâr da olsa yetmez, yetemez. O noktada sınıfa da­yanması, sınıfla kaynaşması, gücünü biz­zat sınıfın gücünden alması gerekiyor. Türk-İş'te de olsa bağımsız sendikada da çalışsa asıl dayanak noktası, belirleyi­ci güç sınıfın kendisi olacaktır. Gücü ar­tırmanın yolu, örgütlemekten geçer. Sendikacıların kongreden kongreye işçi­ye hesap verdiği dönem kapandı. Sen­dika üyesi bütün işçilerin sendikanın her türlü faaliyetinde aktif olarak yer alaca­ğı, yönetimi her an denetleyip destekle­yebileceği sendika içi örgütlenmeler an geçirmeksizin hayata geçirilmek zorun­da. Başarının ve daha ileri noktalara ulaşabilmenin yolu buradan geçiyor. Bi­linçli işçiler, onurlu sendikacıları ve sını­fın kendisini ısrarla ve bıkmadan bu gö­revler doğrultusunda uyarmak göreviyle sorumludurlar. İşyeri komiteleri gele­cek günlerde sendikal alandaki mücade­lede çoğu kere belirleyici konumlara sıçrayacaktır. Gelişmelerin mevcut ka­rakteri, sürecin zenginliği içinde çok de­ğişik eğilimleri canlandırmaya gebedir. İşyeri komiteleri her türden gelişmeye karşı sınıfın bağımsız/devrimci çıkarları­nın teminatı olacaktır. Sendikal faaliye­tin karmaşıklığı içinde yakalanacak ana halka da zaten budur.

Artık kalem dursun! Yazı da bitsin. "Pastanın tadı yenmeden anlaşıl/rıaz." Belirleyici olan yazılar değil, sosyal pra­tiğin sert, engebeli, karmaşık yollarıdır. Bilinçli işçileri zor cma fazlasıyla zevkli ve şerefli bir görev bekliyor. Sendikal alanda sınıfın nihai amacına hizmet ede­cek, destekleyecek eğilimi güçlendirmek, egemen hale getirmek. Onlarca yıldır el­den ele geçen mücadele bayrağını yükseltmek, daha ileri mevzilere dikmek.

Cesaret... Cesaret... ve yine Cesaret!

(1) Bu görüşü savunanlar yasal dergilerde kendilerini savunamayacakları için biz de eleştirmiyoruz. Ancak bu taktiğe katılma­dığımızı belirtmeliyiz.

(2) Sadece işaret etmekle yetiniyoruz. 7. kongre DİSK tarihinde oldukça önemli bir dönüm noktası. Özel olarak incelenmesigerekir.

(3) Şunu belirtmeliyiz. ''A lınteri''n in gangster sendika ağalarına karşı uzlaşmaz bir hır­sı, onları alaşağı etmek derdi pek yok. Tek bir amaçları var ve her şey ona göre be­lirleniyor: Ne pahasına olursa olsun Türk-iş içinde bir dükkân açabilmek, bir koltuk kapabilmek.

CELİK-İS'DE NELER OLDU

etal iş kolunda üye sayısı % 10'u geçmiş (hakikaten

geçmiş) sendikalardan b iride ÇELİK İŞ sendikası. Ö zdem ir İş g ib i naylon üyelerle değilde gerçek üye sayısıy­la % 10 barajını aşmış. Devlet sek­törüne dayalı b ir sendika. Özellikle İskenderun Karabük Demir Çelik fabrika la rında aktif sendika oluşu gücünün yarısı..Ereğli Demir Çelik­te O tom obil İş'e karşı "sarı sendika" görevini sürdürüyor. İstanbul'da b i­le 10 bine yakın (8 bin civarında) üyesi var. Ö zel sektörde genellikle vahşi (tekel dışı) kapita listlerin işyer­lerinde örgütlü . İşçiler için değil ta ­b i.. (İstanbul şubesi g ib i aile şirketi n iteliğinde) Yöneticilerin işverenle ahbaplığı kadar olsun üyelerle bağı yok. İşte bu ihtiyacın ürünü o larak Çelik İş üyesi işçiler -şube ta rih inde ilk kez- gerçekten muhalefet ettiler. Yönetime ta lip o l­dular. Ama yenildiler. Bu onların yok edildiklerini anlatmaz. Tersine bizle- re en geri sendikalarda bile çalışıla­bileceğini an la tarak karamsarlığa kurşun sıkarlar. Neden ve nasıl ye­nildiler? 1986 Şubat ayında M U H A­LEFET fikrin in hemen ardından mu­halefet öncülerinden iki kişi Korçelik- te işten atıldılar. Bu fazla güç kaybı o lm az. Tersine arkadaşların daha aktif çalışmasını sağlar. Ama muha­lefetin doğuştan bir günahı vardır, (o günah işlenmezse o doğum olm aya­caktır türünden) Eski yönetimin suyu­nu sıkıp posasını attığı b ir kişiyi baş­kan adayı yaparlar. Bu fabrika iliş­kilerine geçtikçe daha iyi anlaşılır. İti­raz edilen yerlerde başkan adayı sa­vunulm adan "g e ç i­c i" diye ikna edilir. Am a bazı işyer­leri onaylam az. İstanbul'da merkez tepkisi o lduğu için "m e r­kezci" karalaması başlatılır. Merkez ile taktik için ilişki kurulacaksa da bu korkudan vazgeçilir.

Altı ay içinde tüm işyerleri tem­silciler ve öncüler nezdinde taranmış­tır. Ülkemizde medeniyetlerin fazla batıp çıkması ve 60 yıldır proleterya- nın yenik (fazla yapkın) karakterde biçimlenişi"gelene ağam gidene paşam", "h e r sakala b ir ta ra k " eğilim ini geliştir­miştir. Ö zellik le politik çalkanışların o lm ad ığ ı fa b r ik a la rd a "h a !e t- i ruh iye " de bu durum egemendir. Çelik İş'in örgütlü olduğu çoğu işye­ri de bu durumdadır. Çalışma yapan arkadaşlara her gittiklerinde "sakal­larına b ir ta ra k " çalınmıştır.

Arkadaşların ütopik iyi niyetli değerlendirm eleri (canları öyle iste­d iğ i İçin) bu gerçekliği kavratam a- mıştır. Sınıfa skolastik bağlılık ise bu durumda "ob jektif kö rlük" yaratmış­tır. Bu ise ukala b ir dergin in değer­lendird iğ i g ib i "güç abartm asına" yol açmıştır. Buna rağmen kongre yaklaştıkça işin ciddiyetini şube ve merkez yöneticileri iyice anlamış ve "kutsa l itt ifa k " yapmışlardır. Artık iş tüzük kanun ve insan avlam a yön­tem lerine oyunlarına kalmıştır. M u­halefetin etkin o lduğu 22 işyeri Ka­dıköy şubesine kaydırılmış bu saye­de G AM AK g ib i 30 delegelik b ir iş- yerinide almışlardır. Bu ise muhale­fetin kesin yenilgisini getirmiştir.

Özetle sarı sendikacılar + işve­renler + kanun boşlukları + zayıf ruhlu işçiler ittifakı muhalefeti başa­rısız kılmıştır. Bunun yanında muha­lefet edenlerin tecrübesizlikleri ve b ir tü rlü sendika işlerine tamam en an­gaje olam am aları yani onlarca işten b iri o larak çalışmaları yürütm eleri yenilginin başka nedenleridir. Saldı­rı denilen taktik, onun üstünde mız- raklaşmakta başarılı oluyor. A rka ­daşların sözkonusu çalışmada çıkar­tacakları ders bu olmalıdır.

Muhalefet çalışması yürüten b ir grup i ş e »

HA

BER

Page 26: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

DİSK OLAYINA GENEL BİR BAKIŞ

12 Eylül’le b irlikte fiilen kapatılan DİSK geçenlerde mahkeme kararıyla resmen kapatıldı. Bu gelişme karşısın­da ister istemez yeni bir DİSK'in kurul­ması konusu gündeme geldi. Fakat ay­nı zamanda 12 Eylül’le b irlikte işçi sı­nıfının “b irliğ in i” Türk-!Ş içinde gerçek­leştirme yönünde parolalar atıldı. Es­ki hızlı DİSK’çilerin bir kısmının şimdi neredeyse Türk-İş’çi kesilmesi 12 Ey- lü lün ortaya koyduğu çıkarttığı önemli olgulardan birisidir.

Bir ustanın dediği gibi "b irlik ’’ bü­yük laftır. Fakat b irlik diye diye çok bir­liklerin canına okunmuştur. Şimdi Türk-İş içinde işçi sınıfının birliğinin sa­vunulması geniş işçi kitlelerinin nice­lik olarak bir araya gelmesi açısından belki çekici görünebilir. Oysa böyle bir yaklaşım ister istemez gerçekliğin yal­nızca bir tek yüzü ile yetindiği için ek­sik, işçi sınıfının sendikal mücadele ta­rihinin sessizce üstünü örttüğü için yanlış bir tutumdur.

Evet DİSK’in kurulması ile işçi sı­nıfının sendikal hareketi başlıca iki ana parçaya bölünmüştür. Ve bu süreç bir on beş yıl aynı yönde derinleşmiştir. 12 Eylül’le b irlikte DİSK’in biçim olarak ortadan kaldırılması ve sendikal faali­yetlere çok önemli kısıtlamaların geti­rilmesi sendikal hareketteki bölünme­nin objektif temelini ortadan kaldırmış mıdır?

Olayı, DİSK’i kuranların ve yürü­tenlerin kişi istek ve niyetlerinden öte­ye objektif gelişimi içinde irdelemek ve değerlendirmek özellikle bugün daha da gereklidir.

1960’lara Kadar Sendikal Harekete Kısa Bir Bakış

Tek parti dönem i “ sınıfsız imtiyazsız” bir toplum yaratmak iste­diyse de sonunda tam tersi yaratılmış, tek parti dönemindeki birikimden de hız alan sınıflaşma ve bunun mantık sonuçları özellikle 1950’ lerden sonra açık olarak yaşanmaya başlanmıştır. Böyle>bir gelişim in habercisi 1946 yı­lıdır.

1946’da sendika ve parti kurma imkanı ortaya çıkınca işçi sınıfı her ke­simden hızlı davranmış, çok kısa bir sü­rede 15 i aşkın sendika kurulmuştur. Yine aynı dönemde Şefik Hüsnü ve Esat A d il’ in liderliğinde iki sosyalist parti de kurulmuştur. İşçilerin sınıfsal b ir güdüyle hızla örgütlenm eleri Finans-Kapitali ürkütmüş 6 ay gibi kı­sa bir süre sonra sendika ve partiler ka­patılmıştır.

İşçilerin kendi insiyatifleriyle dav­ranışları bizim Osmanlılıktan beri ge­len devlet anlayışına kökten ters gelen

bir gelişmeydi. İşçiler için sendika ge­rekiyorsa onu da devlet örgütleyip iş­çilerin, önüne koyardı. 1952’lerde kuru­luşu tamamlanan Türk-İş bütünüyle bu mantığın ürünüdür. Türk-İş, 1946 da kendini ortaya koyan işçi insiyatifini öl­dürme ve güdümleme amacıyla şekil­lendi. Esas yönelişi, artık hem nicelik­çe sayısı iyice kabaran, hemde nitelik­çe kendi siyasi çıkarlarını kavramaya başlayan işçi sınıfının bilinç ve davranı­şını kontrol altına almak olan Türk-İş 1946’da patlayan sınıf sendikacılığının tam anlamıyla karşıtıydı.

Bütün bunlara rağmen Türk-İş’in kurulması sırf ve yalnızca olumsuzluk anlamına gelemez. Sendikacılar, ister istemez, sırf aidat toplefrna güdüsü g i­bi kısa çıkar hesaplarıyla da olsa, işçi sınıfını o güne kadar ulaşılamayan yay­gınlıkta örgütlemişlerdir. Örgütlenen sınıf kendi ekonomik çıkarlarını daha iyi kavramaya başlamış, bu yolda her

davranışında ise siyasetle yüzyüze gel­miştir. Fakat Türk-İş’İn Amerikan sen­dikacılık kültürü ile eğitilen yönetici­leri, 30 yılı aşkın hep aynı teme! yönü izlemişler, Türk-İş’i politikadan uzak tutmuşlardır. Dünya deneyleri, po liti­kayla tanışan sınıfın en sonunda do­lambaçlı yolları izleyerekte olsa kendi siyasi çıkarlarını gerçekten savunan

partilere yöneldiğini göstermiştir. Türk- İş’in "partiler üstü” politikası sınıfı po­litikadan uzak tutmak, dolayısıyla ege­men sınıfların politikasına yakın tu t­mak anlamına geliyordu.

Türk-İş doğuşunda hem DP’ni des­tekledi, hemde onun tarafından destek­lendi. Fakat 1960’lara yaklaşıldığında kriz İçinde kıvranan Menderes hükü­meti Türk-İş’e saldırmadan edememiş, bazı sendika ların faaliyetleri sınırlan­dırılmış yada kapatılmıştır.1960 Sonrası - DİSK’in Kuruluşu Türkiye’de kapitalizmin gelişim hızının 1950’lerden sonra artmasının sınıf mü­cadelelerine yansıması bir on yılı aşmış 1960’dan sonra işçi ve köylü hareket­leri gelişmeye başlamıştır.

1961 sonunda yapılan Saraçhane M itingi o güne kadar yapılan en kala­balık işçi m itingidir. M iting 1961 Ana­yasasında yer alan grev vb. hakların ka­nunlarla pratik hayata girmesini hızlan­dırmıştır.

Yine aynı yılda ilginç bir gelişme Türk-İş içinde 12 sendikacı tarafından TİP’in kurulmasıdır. Nasıl Türk-İş 1946’da patlayan işçinin kendi insiya- tifi ile gelişen sendikal harekelin önü­ne bir engel olarak şekillenmişse, TİP: te kendine çıkış yolları arayan işçi sı­nıfının gerçek siyasi eğilim inin önüne

Page 27: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

I *

>

I

y.

bir yol bağı olarak gerilmiş oldu. Fakat bütün bu gelişmeler artık işçi hareke ti içinde yepyeni kıpırdamşların haberçişiydi.

1963’lerde Maden-İş sendikasının Kavel Kablo fabrikasında başarılı bir di­renişi oldu. Aynı yıl Bursa’da«beiediye işçileri ilk yasal grevlerini yaptılar. 1965’de Kozlu Maden işçilerinin grevi oldu. Grev hareketi adım adım gelişi­yordu. Bütün bu gelişmeler karşısında panik içinde olumsuz bir tavır takınılı­yordu. İşçi hareketi ileriye doğru adım* lar attıkça, kendi en meşru*yaşama ko­şullarını iyileştirme mücadelesini her geçen gün daha bilinçli bir şekilde yü­rütmeye çalıştıkça' Türk-İş içiride çat­laklar genişliyordu. En son 1966 Mart ayında Kristal-İş’in Paşabahçe grevi pat­lama noktası oldu. Türk-İş greve müda­hale edip kötü bir pazarlıkla grevi so­nuçlandırmaya kalkınca Maden-İş, Lastik-İş, Petrol-İş, Basın-!ş, Gıda-İş g i­bi sendikalar grevi destekleme ve sür­dürme kararı aldılar. Bunun üzerine Türk-İş yönetim kurulu bu sendikaları bir yıl ihraçla cezalandırdı. Ve bu ihraç DİSK’in doğuş eylemi oldu.

İhraç edilen ve katılan başka sen­dikalarla 12 Şubat 1967 de DİSK kurul­du. DİSK sendikaları*Türk-İş’in “ küçük ve fakir” sendikalarıydı, toplam uye sa­yıları 30 bini zor geçiyordu. DİSK’in ku­ruluşu bir kaç sendikanın Türk-İş için­de “ kuralları çiğnemesi” vb. nedenler­le açıklanmaya kalkıldığında olay aşı­rı derecede dar ve ilkel ele alınmış olur.

Kurucularının niyetinden öteye, DİSK 1960 sonrası gelişen işçi hareke­tinin doğal bir sonucudur. Sınıfın çıkar­ları Türk-İş'jn izlediği yollarla korunup geliştirilemezdi. Bütün Türk-İş yapısı radikal bir şekilde değiştirilemeyince, gelişen hareketin bu köhne yapıdan ko- puşması kaçınılmaz oldu. Kopanların, Türk-İş niceliğine göre azınlık olmala­rı olayın önemini azaltmaz.

Gelişen mücadele işçi sınıfının Sendikal hareketi içinde bir bölünme yaratmıştı. Bölünme sırf ve yalnızca olumsuzluk anlatmaz. O nedenle olay bir tek yönünden bakılarak değerlen­dirilemez. İşçi sınıfı içinde gerçekleşen

bu kopuşmanın özü önemlidir, gerçek özü ise şuydu: yükselen mücadele şart­larına sendikal zeminde ayak uydur maya çalışan işçi kitle leri Türk-İş’in mücadeleyi geriye çekici zemininden kopuşuyordu. Dolayısıyla bu batak ze­minden kopuşdn işçiler gelişen müca­deleyi omuzlamaya adaydılar. Onlar ileriye doğru akışın içinde yer almış oluyorlardı.

Türkiye'deki sendika mücadele ta­rihi bakımından 1967’ler artık Türk- îş’in izlediğiıyolun tarihi olarak ömrü­nü doldurduğunu gösteriyordu. DİSK, sonraki on beş yıllık ömründe önemli sendikal başarılar kazanmış ve Türk-İş’i önemli ölçüde etkilemiş, hırpa­lamıştır. Mücadelenin gerektirdiği se­viyeye ayak uydurmaya çalışan işçi sa­yısı genel sınıf içinde azınlık olmasına rağmen onların eylemleri sınıfın bütü­nünü etkileyip mücadeleye çekerken, Tüçk-İş’in gerici zeminine tabi olmak­tan henüz kurtulamayan geniş yığınla­rın toplam gücü pratik mücadele açı­sından bir anlam taşımıyordu. Kullanıl­mayan yada kullanılamayan güç, çürür,

ancak kendini açığa vurduğunda bir anlam taşır.

Netice olarak, DİSK kopuşması, iş­çi sınıfı içinde genel objektif mücade­

le zemininin yarattığı bir kopuşmaydı ve bu zeminin gerçek nedenleri orta­dan kalkmadıkça da şu yada bu biçim­de de olsa bu kopuşmanın yaşanması ka­çınılmazdı.' I1DİSK’in Gelişimi ve 12 Eylül

DİSK doğuşundan itibaren Türki­ye Finans-Kapitali için önemli bir hoş­nutsuzluk kaynağı olmuştur. Daha ku­ruluşu üzerinden üç yıl geçmeden AP v^ CHP’nin desteği ile yapılan kanun değişikliği ile DİSK gelişmeden yok edilmek istendi. Fakat ileri işçilerin bu­na cevabı 15-16 Haziran eylemleri o l­muştur. Sınlfın ileri kesimi sendikal ör­gütlenmesine sahip çıkmış, kanun ta- safısı boş düşmüştür. r

12 Mart ise, grevleri durdurmakla yetinmiş, DİSK varlığını korumuştur. Ancak on yıl sonra 12 Eylül DİSK’i f i i­len kapabilmişt'ir.

. .I

Page 28: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DİSK işçi hareketinin 1960 sonrası adım adım gelişmesinin sonucu Türk-Iş’in gerici zemininden kopuşmanın ifadesiydi. Ancak bu kopuşma hangi yönde ilerlemiş ­tir? Bu sorunun cevabı, DlSK’in 12 Eylül­de sessizce öldürülebilmesinin nedenlerini açıklar.

DİSK 12 Mart dönemine kadar TİP’i desteklemiştir. TİP ise devrimci hareketin gelişme seyrine kendini uy­duramayıp onun gerisinde kalınca' 1965’lerden sonra hızla çökmüştür. 12 Mart sonrası DİSK'in yönetiminde “ ilerleme” siyaseti egemen görünmüş, hem DİSK hem ilerleme “ umut Ecevit1 ’in peşine düşmüştür. Ecevit hüküme­ti döneminde sosyal demokrat hayal­ler belli ölçülerde yıkılmış bu yıkılma­nın sonucu DİSK içinde yeni kaynama­lar başlamıştır. Gelişen mücadele işçi yığınlarını sosyal demokrat hayaller­den koparıyordu, bunun bir sonucu olarak DİSK içinde henüz küçükte o l­sa işçi sınıfının bağımsız eylemliliğini yükseltmeye çalışan bir grup sendika şekillenmişti. Bu gelişme bir olgunlu­ğa varmadan 12 Eylül le DİSK faaliyet­ten alıkondu.

DİSK deneyinden işçiler ne kazanmıştır? İlk ola­rak, DİSK seviyesinde de olsa burjuva etkiler­den kopuldukça, sınıf kendi çıkarlarını o kadar daha güçlü savunabil­mektedir. Sınıfın bağım­sız eylem gücü, sorunla­rın çözülmesinde ilk ve esas temeldir. İkinci ola­rak, DİSK içindeki işçi, çeşitli partileri tanıyabil­miş tir. Bu, sınıfın siya­setle bağını kuvvetlendi­rirken, ülke sorunlarına bakışı da genişletmiştir.

DİSK deneyinden işçiler ne kazan­mıştır? İlk olarak. DİSK seviyesinde de

olsa burjuva etkilerden kopuldukça, sı­nıf kendi çıkarlarını o kadar daha güç­lü savunabilmektedir. Sınıfın bağımsız eylem gücü, sorunların çözülmesinde ilk ve esas temeldir. İkinci olarak, DlSK içindeki işçi, çeşitli partileri tanıyabil- miştir. Bu, sınıfın siyasetle bağını kuv­vetlendirirken, ülke sorunlarına bakışı da genişletmiştir.

Bütün bunlara rağmen DİSK, 12 Eylül öncesi sosyal-demokrat hayaller­den fazla öteye gidememiştir. DİSK yö­netim leri en son tahlilde geniş işçi yı­ğınlarının öz.eğiliminden kopuk, hali vakti yerinde aristokrat işçi zümresinin eğilim lerini temsil ediyordu. Türk-İş in Amerikan tip i soysuz sendikacılığının yanında, DİSK sendikacılığı ileriye atıl­mış bir kaç adımdı, fakat Finans- Kapitalin işçi haklarına başlattığı sal­dırılara karşı koyabilmek daha yüksek bilinç ve örgütlülük gerektiriyordu.

Şimdi, bütün bu deney­lerin ışığında Türk-İş9ten ayrı bir konfederasyon örgütlenebilir mi, ya da örgütlenmeli midir?

Şimdi, bütün bu deneylerin ışığın­da Türk-İş’ten ayrı yeni bir konfederas­yon örgütlenebilir mi, ya da örgütlen­meli midir?

DİSK'in tekrarlanması yarar sağla­maz. Ya da 12 Eylül öncesi DİSK yöne­tim lerin in seviyesi, bu koşullarda tek­rarlanmaya çalışılırsa işçi sınıfına yeni bir şey kazandıramaz. DİSK bir bakıma “güzel ve özgür günlerin” şekillenme- siydi. Sosyal-demokrasinin belli ölçü­lerdeki desteği ile yolunda biraz da ko­layca yürüyebilmişti.

Şimdi ne 1960 sonrasının ortamı ne de "um ut" bir sosyal-demokrasi var­dır. Kanunlar sendikal hareketi tam bir kıskaç içine almıştır. Sosyal-demok­rasi ise yediği tokattan inmelenmiş yarı felçli bir vücut gibi davranmaktan öte­ye bir yeteneğe sahip değildir.

Dolayrsıyla, şimdiki ortamda işçi sınıfından yana bir davranış çok daha fedakar, usta kararlı ve b ilinçli olmak zorundadır. Devrimci bir sendikal mü­cadele artık, güzel günlerin rahatlığı

içinde değil, b inbir çilenin göze alın­masıyla yaratılabilir. Bunun zemini var mıdır?

Evet, bunun zemini başlıca DİSK ta­banıdır. DİSK deneyini yaşamış işçile- rin en dirençli kesimleri bütün itekle­melere rağmen Türk-İş’e girmemiş, ba­zı bağımsız sendikalarda örgütlenmiş­lerdir. Bu gelişimin güçlenmesi, müca­dele azmi ve kararlılığı bakımından es­ki DİSK’ten ileri bir örgütlenmeye va­rabilir. Varmalıdır. “Türk-İş'te işçi sını­fının b irliğ i” parolası yaşanan altı yılın sınıf içinde yarattığı yılgınlığın dile ge­tirilmesinden başka bir anlam taşımı-

^ ° r' Eğer "bölünme" sınıfın bütününü olumlu yönde etkiliyor, sınıfın çıkarla­rına hizmet ediyorsa bunda sızlanacak bir yan yoktur. Sınıfsal kopuşmalar, saf­laşmalar baskı ve zorla ortadan kaldı­rılamaz. 1967'de gerçekleşen DİSK ko- puşmasının şimdi anlamını yitirdiğini savunmak, işçi sınıfının ileri kesiminin 12 Eylül le birlikte moral ve bilinççe Türk-İş zeminine gerilediğini iddia et­mek demektir. Bu gerçekliğin ifadesi değil, ama yaşanan 6 yılın yalnızca olumsuz yanlarına teslim olanların ruh halidir. İşçi sınıfının, en azından 20 yıl­dır önemli deneyler yaşamış, gücünün pratikte karşılığını belli alanlarda ala­bilm iş kesimi, moral ve bilinççe eriyip, çürümedikçe; bu temelden hareketle Türk-İş'ten bağımsız bir sendikal mü­cadele alanı var olacak ve kaçınılmaz bir şekilde kendini belli eylem lilikler­le ortaya koyacaktır.

Bağımsız sendikalar hareketi, he­nüz cılız da olsa bu yolda bir gelişme­dir.

SONCIÇBugünün koşullarından DİSK de­

neyine bakıldığında, "DİSK kurulma­malıydı". yada sınıfı yeniden bölmek yerine "Türk-İş'te b irlik " gibi düşünce­ler. ancak bir 20 yılın deneyinden hiç bir şey öğrenmemiş kafaların ileriye sü­rebileceği düşüncelerdir. Esas düşünül­mesi gereken yön, nasıl olupta 1967'den beri her önemli işçi eylemi­ne damgasını vuran DİSK, 12 Eylül’de bir darbeyle önemli bir çöküşe uğra­mış, bu gidişe karşı dirençli bir tepki şekillendirilememiştir? Eğer olaylar­dan gerçekten ders çıkartacaksak bu J sorunun cevabını namusluca, kaçama­ğa sapmadan bulabilmeliyiz.

Ve eğer bu soruya doğru bir cevap bulursak, DİSK'in varlığının ve müca delesinin sınıfı zaafa düşüren bir "bölünme" olmadığı, ama sosyal de­mokrasinin yada aristokrat işçi eğilimi olan burjuva sosyalizmlerinin önemli ölçüde etkisi altında olmasının, onun esas zaafı olduğunu teslim etmeliyiz. Sosyal demokrat hayallerle yada buna benzer umutlarla yükselen mücadele­ye ayak uydurulamazdı.

Yaşadığımız günler, işçi sınıfının en meşru haklarını savunmaya kalkan­ları, ister istemez daha usta, bilinçli, ce­saretli. hepsinden önemlisi işçi kitlesiy­le devamlı iç içe olmaya zorlamaktadır.Ya Türk İş tip i sendikacılıkla sınıfa iha­net edilecek, yada samimi, namuslu sendikacılığın ateşten gömleği giyile­cektir.

Page 29: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

OTOMOBIL-IS - KONGRESİNDEN

ÇIKARILACAK DERSLER

1 2-13-14 Aralık 1986 tarih leri arasında yapılan O tom obil-lş

X. genel kurulunun o tokritiğ i­ni yapm ak metal iş kolundaki önü­müzdeki görevlerin "durum değer­lendirilm esi" niteliğini taşır.

1980 öncesi Gebze Kartal bö l­gesi sendikası konumunda olan Otomobil-IŞ 1980 sonrası sınıf bilinçli işçilerin "ehven-i şe r" tercihi sayesin­de Türkiye çapında örgütlenmesini yükseltmiş, kısa zamanda % 10 ba-

J* rajını aşmıştır. O günün koşullarında Türk-İş'e gitmemek gibi b ir olumlu­luk taşıyan potansiyeli X. genel ku­rulda Türk-İş'e akıtmak mümkün o l­mamıştır. Kongresin ilk günü savunu­lan bu tez "Ö n e rg e verm e" cesare­tini bulamamıştır. Bu tezin yanlışlığı ne kadar belirg in ise, karşısına "Y a ­şasın DİSK" parolasını koymak ta o kadar yanlış oldu.

Bugün, metal işkolunda (çoğu işkolunda o lduğu gibi) görevimiz sendikalarda işçi egemenliğinin (bi­linçli yığın gücünün) sağlanmasıdır. Bunun iş program larını buna göre belirlemek dururken "Türk-İş e" g id e lim " ya da "Yaşasın DİSK" pa­rolalarına sarılmak, an'ın görevlerin­den atlam ak oluyor. Şöyle b ir spru soralım: Kaç işkolunda gerçek işçi sendikacılığının prensipleri vücut bul­du? Mevcut sendika yönetim lerinde zümrecil çıkarlarını kazıyan kaç sen­dikacı var?

Doğru b ir değerlendirme ya­parsak, bu kalitenin konfederasyon örgütleyecek düzeyde ve sayıda o l­madığı anlaşılır.

"Türk-İş'e g ide lim " parolası Av-' rupa sendikalarındaki nicel güce benzemenin b ir ifadesi olabilir. Çıkış noktası da oradan olmuştur. Sınıf bi- lin ç li iş ç ile r iç in "T ü rk - İş 'te çalışm ayalım " diye de b ir karşıtlık o lam az. Bizler, nerede inisiyatifim i­zi geliştirecek, sendikalizmi ve ekono mizmi yere çalacak, ülkemizin ger­çek demokrasi mücadelesine basa­mak olabilecek pratik faaliyetler var­sa orada çalışırız... M etal işkolunda bu durum , O tom ob il-İş 'in bağımsız kalması ile daha mümkündür.

Kongrenin en umut verici ta ra ­fı, iki gün süren konuşmalar olmuş­tur. Özellikle delegelerin ve şube yö­neticilerinin konuşmaları öncü ka li­tesinin yükseldiğini gösteriyor. Sen-

Muhalefetten bir grup işçi

dikacılığı meslek olarak benimseyen­leri geriletecek kadar ileri olan bu konuşmalar, sendikalizmi, aydın kuy- rukçuluğunu eleştirmiştir. Bir kısım sı­nıf b ilinçli arkadaşların, kendilerini geliştirecek o lan bu imkanı kullan­m am alarını eleştiriye değer. Tecrü­besizliğini yenmenin yegane şartı tecrübe olsa gerek.

Seçimlere gelince: Son gün an­cak yapılabilen seçim, çalışmaları ve sonuçlarıyla bize dersler vermekte­dir.

İktidarda iktidar boşluğu vardır.M uhalefette de o torite boşluğu

vardır. .O y lam a sonuçlarında, 258 de­

legeden, genelbaşkanın 121, d iğer adayla rın 130-136 civarında oy a l­maları, iktidar boşluğunu gösteriyor. Demek aristokrasi eğilim li işçiler b i­le sendikalizme güvenmiyor.

Köklü çözüm arayışlarının ülke­mizde ne kadar yaygın olduğunun b ir işareti o la rak ta bu durum olum ­ludur. Sendikada iktidar boşluğunun oluşu, işçi egemenliğine b ir çağrı an­lamını taşır.

M uhale fet etmeye çalışan dele­gelerin görevi de bu olsa gerektir. Adayların kararsızlıkları, acı çekerek ibret alacağımız en önemli noktadır.

Demek bilinç ve enerjisine gü­venmeyenlerle "top lum sal çalışm a" yapm ak "deveye hendek a tla tm ak­san zor. En basit "send ika ik t id a r ı­ndan bile ürkenler gerçek demokrasi mücadelesinin ve iktidarımızın par­ke taşı o lam ayacaklardır.

Seçimlerde boş oy atma taktiğ i­ne (!) geiince, iflas etmiş esnaf kız­gınlığından öteye bir anlam taşımaz. Sen kendin ik tida r o lm a, sonra kalk "k im se o lm asın" öfkesine kapıl. "Boş o y " kullanmayı tüm delegeler- re tatb ik ettirsek kim kazanacaktı? İş­çi sınıfının b irliğ in im i sağlıyoruz yok­sa prensiplerim izim i pazarlıyoruz?

Anlaşılıyor ki "en küçük mesele­mizin dünya meselesine bağlı o luşu" g ib i en basit toplumsal görevleri ya­pab ilen le r artık stratejik amacı kav­rayanlar olacaktır. Ki, 1980 önce­sinin olumsuzluğuda (kişi, zümre çı­karlarını işçi sınıfına taşıma) ancak böyle " z o r " şartlarda temizlenebi- li.d i. Temizlensinki pro letarya kendi teorisine kavuşabilsin.

BİR İSÇİNİN HEKİME ÇEKTİĞİ SÖYLEV '

Biliriz nedir bizi hasta eden! Söylenir bizi senin iyileştireceğin hastalandığımız' zaman.

Diyorlar ki, sen, tam on yılda öğrenmişsin hastaları iyi etmesini halkın parasıyla yapılan güzel okullarda.Dünyanın parasını dökmüşsün olmak için bilgi sahibi. Senin elinde öyleyseiyileştirmek bizi.

Ne dersin, elinde mi?Sen gelince görmeye, çıkartıyorlar üstümüzdekileri, zor değil hastalığımızın nedenini anlamak, şöyle b ir bal: üstümüze başımıza,o saat öğrenirsin herşeyi.Çünkü elbiselerimizi yıpratan neyse,odur vücutlarımızı da yıpratan

Ezdi bitirdi biziçok çalışmak, az yemekyemek.Sense öğüt verirsin, dersin, olun kanlı canlı!Suda büyüyen kamışa demeye benzer bu: çık başka yerde yaşa.

Ne kadar vakit ayırırsın bizim için?Baksana, evinde bir halın var, en azından beş bin muayene eder.

Haklı çıkarmak için kendini bunda benim suçum yok diyeceksin ister istemez.Bizim evin duvarındaki ıslak lekeye git sor: o da bundan başkasını demez.

BRECHT

Page 30: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

TURK-IS14.GENEL KURULU VE DEVRİMCİ- DEMOKRATLARADÜSEN GÖREVLER

*

Kenan YAŞAR

de sahiplendiği bu eğilim 14. Genel Kuru lun bizce en önemli yanıydı. Güçlü bir ör­gütlenmeden yoksun olmasına rağmen DEVRİMCİ-DEMOKRATLAR demokrat bir sendikanın ve demokrat bir TÜRK-İŞ'in nasıl bir yapı taşıması gerektiğini ve önün­deki görevlerin neler olduğunu açık seçik ve yazılı bir tarzda dile getirdiler. Ancak kongrenin oy hesapları arasında, teklifler, hakkı olan etkiyi yaratamadı. Hür basında ve kimi ilerici geçinen, sendikalar uzmanı yazar çizerlerin kaleminde bir tek sözcükle olsun yer almadı. Bu kim vurduya götü­rüşün dış sebepleri yanında DEVRİMCİ- DEMOKRATLAR'ların yapılarından kay­naklanan yanlarına da dikkat etmek gere­kir.

Birincisi, potansiyeli kucaklayan güç­te bir örgütlenmenin olmayışıdır.Çok yay' gın bir potansiyel güce rağmen sendika olarak tek başına DERİ-İŞ'in varlğı ile sı­nırlı olması. DERİ-İŞ‘inde hem küçüklü­ğünden hem geçmişinden gelen zaaflar ta­şıması büyük bir dezavantajdı. DERİ-İŞ son genel kurulunda, yapılanmanın temel ka­rakteristiklerini ve sendikanın önündeki gö­revleri görüşmüş, hayata geçirmek üzere program yapmış olmasına rağmen, çokk az yol alabilmiş, başkalarının örnek alabileceği bir yaygınlıkta faaliyeti hayata geçirememiş- tir. Şayet bunu yapabilirse etki gücü hiç şüphesiz çok daha güçlü olacaktır.

İkincisi. Genel Kurul öncesi çalışma hem geç başlamış hem de sınırlı kalmıştır. İstanbul Şubeleri düzeyinde sürdürülen fa­aliyette sonuç alıcı olamamıştır.

Üçüncüsü ki en önemlisi budur. Sosyal-Demokrat muhalefetle sınırları açık seçik çizip, kararlı bir mücadele sürdüreme- mesidir. “Bölücülük" suçlamasından duyu­lan endişe, devrimci-demokratlarm görü­nen en temel zaafları olmuştur.

Herşeye rağmen. TÜRK-İŞ genel ku­rulunun kayda değer biricik yanı, devrim­ci demokrat eğilimin bir sendika tarafından savunulması ve dövüştürülmesidir Daha önceki kongrelerde tek tek bir kaç delege­nin dile getirdiği Devrimci-demokrasiye ilk defa bir sendika tümden sahip çıkıyor. Bu durum, söz konusu eğilimin çok hızla güç­leneceğinin ilk işaretidir.

KİMİ SONUÇLAR VE GÖREVLER '

9

I

4

14. Genel Kurul, uzaktan bakan ve in­celiklere önem vermeyen bir göz için “Garp cephesinde Değişen Birşey Yok” dedirte­cek tarzda geçti. TÜRK-İŞ'in süre gelen iha­net çizgisi iki parçalı hale gelmiş olmasına rağmen, bir kere daha üste çıktı. Sosyal- Demokratların ezeli alın yazısı yenilgi, bir kere daha tekerrür etti. Var olanın görün­tüsü ile yetinmez, tabloyu dikkatli ve titiz j bir incelemeye tabii tutarsak. 1967 sonra­sında görülmeyen bir özellik taşıdığını fark edebiliriz.

Gene' Kurulda başlıca iki eğilim yarıştı. Üçüncü eğilim Sosyal-Demokratların sis perdesi arkasında kim vurduya götürüldü.

Birinci eğilim, yani TÜRK-İŞ'in kuru­luşundan bu yana iktidarı elinde tutanlar, ayrı iki liste olarak kongrede temsil edildi. ŞYılmaz'ın başını çektiği Klasik AP çizgisi ve M.Özbek'in önderlik ettiği MHP-AP or­taklığı. Temelde hiç bir ayrılığı olmayan, bu iki ekibin ayrı düşmesinin nedeni taktik farklılığıydı.

Mustafa Özbek, aşırı derecede yıpran­mış Ş. Yılmaz ve kadrosunun alttan gelen basıncı yatıştıramayacağı iddiası ile ortaya çıktı. Uzun süreli ikna çabası sonuç verme­yince. kongreye çok az bir zaman kala adaylığını açıkladı. Doğrusu beklenmeyen bir de başarı kazandı. Ayrılığın açıkça söy­lenmeyen. ama hissetirilen diğer sebebi, za­man zaman Sosyal demokratlarla Şevket Yılmaz ın işbirliği yapması ve sosyal demok­ratların mız çıkarıcı tavırlarına, gerektiği bi­çimde sert ve kararlı tavrın gösterilmeme- sıdir

İkinci eğilim, müzmin muhalefet Sosyal-Demokratlaıdı. 1960 sonrasının he­men tüm kongrelerinde sosyal-demokratlar esas olarak yöneticilerden zaman zaman da uygulanan politikalardan hep yakınmış, ama hiç bir zaman iktidar olamamışlardır. Sosyal-Demokrat muhalefetin yükseldiği! dönemler işçi sınıfında ve toplumda radi­kal yönelişlerin yükselişine denk düşmüş­tür. İşçi sıfındaki radikalleşme ve yeni arayışların ortaya çıkması. TÜRK-İŞ dışına taşma eğiliminin belirmesi karşısında biri­cik yatıştırıcı güç olma rolünü oynayabile­cekleri inancı yaratmıştır. Sosyal- Demokratların yarı-tehdit yarı-ihbar kokan açıklamalarla iktidara talip olmuşlar, fakat hiç birinde sonuç alamamışlardır. Bu eğili­min bir kısmı, DİSK'in 1974 sonrası yük­selişinin peşinden sürüklenip, ona kalıtmış lardır.

12 Eylül sonrası işçi sınıfındaki radikal­

leşme eğilimi. DİSK’li işçilerin zorunlu TÜRK-İŞ ağlarındaki varlığı, mevcut yöne­timin her yanından dökülmesi ve Sosyal Demokrat Burjuva Sosyalizmi ittifakının tam desteğine sahip olması. 14. Genel Ku­rulda sosyal-demokratlara iktidar hayalle­ri kurdutmaya yetti. Hele TÜRK-İŞ iktida­rındaki bölünmeden sonra yönetimin alı­nacağına hem kendileri inandı.hemde baş­kalarını inandırabildiler. 12 Eylül sonrası­nın kanlı ortamında TÜRK-İŞ'e karşı örgüt­lenmeyi başarmış metalürji işçilerinin sen­dikası OTOMOBİL-İŞ bile. Sosyal Demok­ratların iktidar olacağı hayali içinde TÜRK- İŞ'e katılma hazırlıkları yürüttü.

Sosyal Demokrasi hiçbir zaman ve ha­yatın hiçbir alanında önü sonu belli tutarlı bir politikanın savunucusu olamamıştır. Za­man zaman ileri şeylere sahip çıkar görünse bile gözü hep arkada, düzen yanlılarına yö­nelik olmuştur. Bir yandan sağın aşırılıkla­rına karşı çıkmış, ama solun radikalizmin­den düştüğü korku ile hep sağın etekleri­ne tutunmuştur. Sosyal-Demokrat- sendikacıların kongredeki talepleri genel ta­vırla uyumludur. “Sınıf ve Kitle Sendikacılığı” gibi kimi içi boşaltılmış kav­ramları sahiplenmek ve TÜRK-İŞ’in mer­tek haline gelmiş yanlarına karşı çıkmak­tan öte gidemediler. Sınıfın önündeki gö­revleri üstlenecek bir TÜRK-İŞ'in hangi özelliklere sahip olacağı konusunda kuru laf ve gürültüden öte. tek bir teklif getire­mediler. Zira kendileri, kendi sendikaları bu görevlere talip değillerdi. Ayrıca bunu so­run olarakta ne gündemlere almışlardı ne de almaya niyetleri vardı. Kırk yıllık muha­lefet olmalarına rağmen, sosyal-demokrat sendikaların yapı ve işleyişleri. TÜRK-İŞ'in diğer sendikalarından esasta hiç bir farklı­lık taşımıyordu. 14. Genel Kuruldan çok az bir süre önce yaptıkları Genel Kurulların­da söz konusu sendikalar, parlak sözlerle işçileri yatıştırmaktan öte ne tüzüklerinde, ne çalışma programlarında ne de dönemin öne çıkardığı görevler konusunda, tek bir somut ilerletici karar almadılar. Bol bol kes­kin laf ve işçinin saygı duyduğu geçmişinin diğer bir değişle DİSK'in istismarından ka­zanç umdular.

Üçüncü eğilim Sosyal-Demokratların gösterişçi palyaçolukları arasında kim vur­duya getirilen DEVRİMCİ- DEMOKRAT'lardı. DERİ-İŞ sendikasının kongrede dağıttığı ve konuşmacıları vası­tası ile dile getirdiği, başka bazı delegenin-

14. Genel Kurul tüm eğilimlerin siya­si iktidara saldırıda yarış yaptığı bir arenaydı.

Page 31: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Özbek ve Yılmazın saldırı dozu, SeJvi/er- den geri kalmadı. Bu elbetfeki TÜRK-İŞ anlayışının terk edilmesinin sonucu değil­dir. “Dipten gelen Dalga”yı yatıştırma ça- basıdır.l987yılmın“ Eylem Yılı" olarak ilân edilmesi de. Papaz Gaponluğa soyunan ze­vatın fazlalılığı da'-aynı sebebe dayanır. Sah­nede konuşanlara değil, konuşturanlara bakmalıdır. Önümüzdeki günleride işçi sı­nıfımız daha da radikalleşeceğine göre, kes­kin lafların hatta eylemlerin artacağından şüphe edilemez. Yatıştırmanın bu iki aracı yanında. Sosyal-Demokratların sözde mu­halefetleri de aynı işi yapmaya çalışacak­tır. 14. Genel Kurul hangi görevleri öne çı­karmıştır ve “ nereden başlanmalf’dır?

Yatıştırma politikasının başarısızlığa uğ­ratılması ilk iştir. Bunun için Devrimci- demokratlar yılmadan usanmadan çaiışm- lalı. bir yandan demokrat sendikal yapıla­rın oluşturulması için mücadele ederken, somut eylem programlarıyla da TÜRK-İŞe bağlı kalmaksızın harekete geçmelidir. Ça­lışmanın esasını “ TURK-İŞ'in ele geçirilmesi" amacına oturtmak ve Genel Kurula yönelik bir hareket olarak görmek iflah olmaz bir aymazlıktır. Sorunu TURK- İŞ'in ele geçirilmesi olarak görenler, bile­rek ya da bilmeyerek işçi sınıfını yanıltmakta önündeki görevlerden kaçmaktadırlar. 14. Genel Kuruldan ders çıkarmasını bilenler bu sahte hedefin ne demek olduğun gö- rüyorlaıdır. M.Özbek'in kararlı tavrı açıkça şunu göstermiştir. "Sosyal-Demokrasinin ayrılacak gücü varsa buyursunlar." Bu tav­rın öteki yüzü, herhangi bir Sosyal Demok­rat iktidarında (olmaz ya varsayalım) ken­dilerinin ayrılacağıdır. Böyle bir ihtimalde sosyal demekrotlar ve burjuva sosyalistik- leıi anlı şanlı ve itibarlı(!)TÜRK-İŞ adından başka neye sahip olabileceklerdir?

Devrimci-demokratları bekleyen gö­revler zor ve çetrefildir. İki cephe de birden savaşmak zorundadırlar. Kolay olan cep­he. iplik iplik dökülen TÜRK-İŞ in özeğilinrv leri ile mücadelenin geçeceği cephedir. İşin zorlu yanı Sosyal-Demokratlara ve Burju­va sosyalistlerine karşı savaşmaktır. Ve esas çetin savaş, bu cephe de geçecektir. Bu sa­vaş yüksek bilinç, kararlılık ve satranç us­talığı gerektirmektedir. Geri işçiler üzerin­de Sosyal Demokrasinin etkinliğini kırmak kolay ve kısa zamanda başarılabilecek bir iş değildir Gerçi hayat. Devrimci- demokratlardan yana çalışıyor ama bu baş- lıbaşına işlerin çözülmesine yetmeyecektir.

Sorun devrimci-demokratların. göre- ve talip oluş arzularında, bilinç" ve kararlı­lıklarında düğümleniyor Sahte ve aldatıcı hedefler umutlar yerine, açık seçik ve an­laşılabilir hedefler koymak,gerçek umudun nerede olduğunu göstermek - günün görevi budur. Sendika içi görevlere ve

l-olım.ı hapsolunmadan. fabrika fabrika, şube 'Libe. sendika sendika çalışma Tür­kiye sathına yayılmalıdır ve mümkün oldu­ğu an eksikliklere aldıı maksızın merkezi bir koordinasyon kurulmalıdır. İ>çi ya da seıı dikacı olmalarına bakılmaksızın çalışmak isteyen herkes göreve cağrıiabılmelidir. Merkezi v> ıııahali: yayın organları, merkezi w mahalli işçi temsilcileri toplantıları ve her türden propaganda araç ve biçimi ya ratıcı bir şekilde hayata geçirilmesidir

Başarılı olmamak için sebep vok. Ba sarmai'. vin görev, başına

Politik pezevenklik üzerineFAŞİZM ÜZERİNE YAZILAR'dan

B.BrechtAslına bakarsanız türlü pezevenk-

ler vardır. Birisi fahişeleri kendisi için ça­lıştırıp kazanan adî pezevenktir, bir de politik pezevenk vardır .

Nasıl ki adi pezevenk çalışan fahi- şelerle kiracıları arasında aracılık yapar, alım-satımı denetler ve işleri yoluna ko­yarsa, politik pezevenk de işçilerle alı­cıları arasında aracılık yapar, işgücü de­nilen malın satımını denetler ve işleri yo­luna koyar .

(...) Sömürülen sınıfı sömüren sını­fın kucağına iterek geçimini sağlar. Ser­maye ile emeğin bağdaştırılması de­nilen korkunç ırza geçme olayını meşru kılar ve totoliter devlet olarak yasaların bu ırza geçmeye hizmet et­meyen hiç bir şeyi içermemesini sağ­lar. Mülksüz sınıfın yalın açlığından ve mülk sahibi sınıfın kâr hırsından yararla­narak, büyük parazit sözde her iki sını­fın da üstüne çıkar, ancak, bunu yapar­ken yalnız ve yalnız mülk sahibi sınıfa hiz­met eder.

Adi pezevenk fahişeyi nasıl "ko­rursa", politik pezevenk de proletar­yayı öyle "korur" ve ilki fahişeyi fa­hişelikten değil de, sırf oyun kural­larının çiğnenmesine, izinsiz sarkın­tılıklara karşı "koruyorsa" İkincisi de proletaryayı sömürüye karşı de­ğil, yalnızcü sömürünün sarkıntılığı­na karşı "korur". Adi pezevenk eğer yakındaysa, müşterinin cinsel birleşme sı­rasında alışıla gelmişin,tanrının uygun gördüğünün dışında çıkan uygunsuz ta­leplerine yerine göre karşı çıkar. Normal bir birleşme ister. Bir fahişeye de insan­ca davranılmalıdır. Fahişe de namusu­na -onun da bir namusu vardır- fazla­sıyla dokunulmamasını isteyebilir.

(...) uşakların kendi cepleri­ni doldurmalarına kesinlikle karşı çıkar. Uşaklar yalnızca efendilerinin ceplerinin dolmasına yardımcı olabilirler.

Adi pezevenk, müşteriden ilişki sıra­sında belli bir temizlik ister (bu zor bir- şey değildir) ve bunun yalnızca müşteri­nin yararına olduğunu kanıtlar. Müşte­riye fahişenin temizliği konusunda gü­vence verir. Bununla birlikte arada bir müşteriye karşı çok sert davranır, böyle­likle müvekkilini çok etkiler. Para karşılı­ğı cinsel ilişkide bulunmayı ahlâksal açı- dap çok endişe verici gördüğünü müşte­riden gizlemez. Hatta otel odalarında aşırı derecede sevimsiz oyunlar sahne­leyerek müşteriyi dehşete düşürür, bir­denbire fahişenin nikâhlı kocası olarak ortaya çıkar ve ahlâksız ilişkiye öfkelen­mesi sık sık öyle bir noktaya ulaşır ki, an­cak büyük paraların gönüllü bağışlanmasıyla soğutulabilir.

Her durumda kararlaştırılmış ücre- *tin tamamıyla ödenmesini ister; bunun­la birlikte müvekkilinin gelirinden yine bağış biçiminde büyük paylar alır. Yürek­ten veriliyorsa -yürekten olmasa da

farketmez- en küçük bağışları bile hoş­nutlukla kabullendiğini belli eder. Her tür diklenmeyi zorbalıkla kabullendiğini belli eder. Her tür diklenmeyi zorbalıkla bastırırsa da, müvekkiliyle âşıkdaşlık yap­maya ve neşe yoluyla güç vermeye — bu-güç diğer aşk ilişkileri için gereklidir- hazırdır. Fahişe yeni bir giysi giymişse, kendi parasıyla satın alınmış olduğu hal­de her yerde bunu dostunun hediye et­tiğini söylemek zorundadır.

Fahişeyi tutumluluğa zorlar ve gece gündüz uğraşan eli sıkı, saygıdeğer bir aile babası gibi görünmeğe çalışır. Sık sık fahişenin adına açtırdığı banka hesabın­dan söz eder ve her ne kadar rakkam vermese de (en ufak güvensizlik onu çok dertlendirir ve el kaldırmasına sebep olur), yokluk günlerinde bir güvencesi ol­duğunu bilmesini ister. Mızmızlanırsa, daha genç fahişelerden söz açar. Genç­liği çok tutar, gençlikle işbirliği daha ko­laydır. Ancak sağladığı güvence karşı­lığı fahişeden bazı özveriler ister. Mad­dî olanı horlamayı öğretir. Hiç ekmeğe sürülecek bir parça yağ onun bir bakı­şıyla kıyaslanabilir mi? Fahişe dostunun kendisiyle ilgilendiğini yediği dayaklar­dan anlar. Yalnız tokatlarla değil iltifat­larla da donatılır. Fahişelerin fahişesidir, başkaları eline su bile dökemez. Ve fa­hişeyi zengin edecek birisi varsa, o da kendisidir. Zaten kişisel çıkarlarını dü­şünmeyen bir insandır; ne çiftim çubu­ğum ne de bankada hesabım var diye­rek güvence vermeyi sever.

Bununla birlikte giyinişine çok önem verir, çizme ve boyun bağlarını özenle seçer ve en küçük ayrıntıları bile göz önünde bulundurur. Aslına bakarsanız sanatçı ruhlu bir insandır. İyi günler ge­lince ona nasıl bir evcik inşa ettireceğini saatlerce anlatır. Konuşmak başlıca tut­kusudur. İşinden yorgun dönmüş uykuy­la savaşan fahişeye, yorulmadan bıkma­dan yanlışlarını sayıp döker ve onun için yaptığı hizmetleri anlatır.

Yaptığı ana hizmet ona iş yaratma­sıdır. Kendisi olmasa yatağında yalnız yatmak zorunda kalırdı.

Bununla ilgili olara fahişeye, düşük ücret ve cinsel ilişki sırasındaki eziyetin müşterilere karşı kolayca oluşturacağı belirlibir kini bastırmasını öğretmiştir. Fa- hişeyle müşteri arasındaki kötü bir ilişki­nin, ilki için doğurabileceği çok kötü so­nuçları bıkıp usanmadan kanıtlamağa çalışır. Birleşme sırasında -bazen alayla "işyerinde" der- kendisini güvenle müş­terinin ellerine teslim etmelidir. Neşeyle peşinden gitmelidir.

Müşteriye, ücret için değil zevk için yattığını göstermelidir diye öğretide bu­lunur. Öncelikle müşterinin gayretlerini de beğenip alkışlamalıdır.

Müşteri onunla yatmaktan tümüyle vazgeçse, o zaman ne yapacaktır? Bu fa­hişeliğin sonu olurdu! Bunu elbette aklı­na getirmemişti değil mi? Özel girişimi onun gibi bir fahişeden iyi değerlendi­recek başka kim vardı? Yalnız fahişe bu kanıtlara ister boyun eğsin ister eğmesin, onu ezici bir baskıyla mesleğine bağlar. Fahişelikten uzaklaşma ve sevgisini sat­maya zorlayan bu durumdan kurtulma uğraşındaki tüm çabaları insafsızca bo­şa çıkarır.

Page 32: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

PHİL

İPS'

DE

LIK

GR

EV

İ

*

nsanlık tarihi haksızlıklar ve buna karşı direnme eylemleriyle örülü. Açlık grevide bu direnme türlerin­

den bir tanesi. Fakat insanın kendi ken­disini fiziksel olarak yok etme sürecine sokup, bunun yaratacağı fiili sonuçlara yönelmesi anlamında uç noktada bir di­renme türü.

Geçtiğimiz ocak ayında da Philips- te basına küçük haberler.olarak yansı­yan, üç işçinin on gün süren açlık grevi eylemi vardı. Olayın içeriğini ve gelişi­mini öğrenmek için açlık grevi sonrası bu üç işçi (Mehmet Helvacı, Faruk Saydam, Bahri Şenol) ile görüşmeye gittik. İşçiler­den Faruk Saydam kendisi ve diğer ar­kadaşları adına sorularımızı yanıtladı.

YOL— Yaptığınız açlık grevinin nedenlerini ve amacını anlatımlısı­nız?

F.S.— İşyerimizde ocak ayının doku­zunda yedi arkadaşımız onüçüncü mad­de gerekçe gösterilerek işten atıldı. Gre­vimizin nedeni bu durumu protesto et­mekti.

YOL— Sözkonusu atılmalar top­lu sözleşmeden hemen sonramı ol­du?

F.S.— Evet. İşten çıkarmalar MESS ve Otomobil-İş arasında yapılan toplu sözleşmeden sonra yapıldı. Fakat toplu sözleşmede temsilcilik kurulu yoktu.

Temsilcinin olmaması sosyal hakla­rın talep edilememesi anlamına gelir. Temsilci olmayınca sorunlarımız askıda kalıp çözümlenemiyor.

Temsilci seçimleri ocak ayının onye- disinde yapılacaktı. Zaten işten çıkarıl­maların espriside burada. Yapılacak se­çimde büyük bir olasılıkla atılan aı kodoş­lar temsilci kuruluna seçilecekti. Bu ar­kadaşlarımız adaydı ve hepside bu gö­revi yapabilecek nitelikteler; aralarında ondört yıl, üçbuçuk yıl gibi uzun süredir çalışanlarda vardı. Fakat işveren, işyeri üretiminin istenilen seviyeye gelmesine bu yedi bayan arkadaşın engel teşkil et­tiğini ve diğer çalışanlarada kötü örnek olduğunu gerekçe gösterip onüçüncü maddeyi uyguladı. Böyle bir şey kesin­

Açlık Grevindeki işçiler

likle söz konusu değil. Bu uygulamanın temsilci seçimlerinin öncesine getirilme­sinin tesadüfi olmadığıda kesin. Bu du­ruma seyirci kalamazdık. Kalırsak sonu­nun gelmeyeceği, sıranın birgünde bize geleceği gün gibi ortada, bizce bu uy­gulama haklı değildi, tepki gösterilmesi gerekliydi. Değişik bir tepki türü olaca­ğını düşünerek açlık grevi yapmaya ka­rar verdik.

YOL— İşten çıkartmalar yaygın bir uygulamamı?

F.S.— 12 Eylülden beri bu tip uygu­lamalar oluyor. Nitekim 1987 yılmada iş­ten çıkartmalarla girdik. Daha çok tem­silci kadrolardan başlanarak yapılıyor. 1980 yılından bu yana enaz 20-30 ar­kadaşımız ara ara işten çıkartıldı.

YOL— Greve nasıl başladınız?F.S.— Arkadaşlarımıza işten çıkar­

tıldıkları bildirildiğinde akşam sendika şu­besine gittik. Akşam saati olduğu için yet­kililer yoktu. Ertesi gün tekrar gittik ve yetkililere durumu bildirdik. Bunun keyfi bir uygulama olduğunu yıllardır çalışan arkadaşlarımızın madur durumda bıra­kıldığım söyledik. Yöneticiler işverenle konuyu görüşeceklerini ve uygulamanın durdurulması için çalışacaklarını söyledi­ler. Bizde eğer görüşmeler olumsuz so­nuçlanırsa açlık grevi yapmayı kararlaş­tırdığımızı belirttik. Sendika yetkilileri ka­rarımızı olumlu karşıladılar ve bizi des­teklediklerini söylediler. İşverenle sendi­ka arasındaki görüşmeler olumsuz so­nuçlanınca hemen ertesi gün önce biri­miz, ikişer gün arayla diğer ikimiz katıl­mak suretiyle açlık grevine başladık. Da­ha öncede belirtiğim gibi bu olaya se­yirci kalamazdık, her işçi aynı tehlikeyle karşı karşıya. Yapacağımız grevle Otomobil-lş'te ve diğer sendikalar nez- dinde kamuoyu oluşturmayı, sesimizi du­yurmayı istedik. Talebimiz üzerine sen­dika bizi bu eylemle ilgili olarak temsilci atadı. Temsilci olarak başlamaktan amacımız; temsilciliğin diğer arkadaşlara vereceği güvenle haklı eylemimizi yay­gınlaştırmaktı.

YOL— Nasıl bir yaygınlık?F.S.— Açlık grevine katılanların sa­

yısını çoğaltmak açısından bir yaygınlıktı. Eylemlerimize bütün sendikaların sahip çıkmasını istedik. Çünkü aynı keyfi uygu-

lama ve haksızlıklar onlar içinde söz ko­nusu.

YOL— Amacınıza ne ölçüde ulaştınız?

F.S.— Yaptığımız planlı bir eylem de- ğildi. O günki şortların bir gereği olarak ortaya çıktı. Ve işyenndeki bütün işçiler ilgi gösterdi, çay içmeme kararı aldılar. Bundan iki gün sonrada işyerinde çıkan yemeği yemeyerek bizi desteklediler. Biz­ce eylemimiz Philips çapında başarıya ulaştı.

Görevimize hiçbirşey yemeden de­vam edip, normal çalışmamızı da aksat­mıyor sadece şekerli su içiyorduk. Ak- şamlarıda şubede kalıyorduk. Ümraniye,Kartal, Topkapı şubelerinden arkadaşlar gelerek geceyi bizimle geçirdiler, başka birçok işyerinden ziyarete gelenlerde ol­du.

YOL— Grevi basına yansıtmak için bir girişiminiz oldumu?

F.S.— Sendika bizi deslekleyen bir basın bülteni çıkarttı. Bundan sonrada basın toplantısı tertiplemek istedi. Milli­yet ve Günaydın'dan geldiler. Cumhuri­yet ve Çağdaş gazetelerinde haber ola- * J rak çıktı.

YOL— Mess sözleşmesi işçiler arasında nasıl bir hava yarattı? Otomobil-İs'in imzası nasıl karşılan­dı?

F.S.— Olumlu değil. Mess bizim is­temlerimizin gerisinde. Sözleşme öncesi Topkapı, Mecidiyeköy, şubeleri greve ha­zırlanıyordu. Aslında birçok şube greve hazırdı. Ama bugün olmazsa yarın söz­leşmelerimiz olumlu olacak, bunun için bütün çabamızı sarfedeceğiz.

YOL— Umutlusunuz yani?F.S.— Evet, sonuna kadar.

YOL— Mees'e karşı nasıl başa­rılı bir sözleşme yapılabilir?

F.S.— Otomobil-lş Mess'in ilke ka­rarlarına birlik halinde karşı çıkma, al­ternatif sunma çağrısı yaptı. Fakat diğer sendikalardan olumlu bir yanıt gelnrifcdi. Diğer sendikaların önüne sürülen Mess sözleşmesi Otomobil-İş'ede getirildi. Bir­lik olunmaması yüzünden bu noktaya geldik. Bütün sendikalar belli konularda, belli programlar doğrultusunda birlikte hareket etse daha olumlu sözleşmeler yapılır. Birlik heryerde herzaman, her- şartta yapılabilir. Yeterki ortak bir zemin­de, ortak ilkeler saptansın.

YOL— Otomobil-İş'te Türk-İş yö­netimi sosyal-demokrat kanada ge­çerse Türk-İş'c katılırız eğilimi vardı. Taban bu konuda ne diyor?

F.S.— Bu sadeci bir kaç kişisel gö­rüş olarak geçti, yaygın bir eğilim değil­di. Biz Türk-lş'e katılmaya taraftar deği­liz. Var olan zeminde Otomobil-lş geliş­meli, Türk-İş'e gerek yok. Katılırsak ora­da erir yokoluruz. Otomobil-İş bu sen­dikaya işçilerin hakkını koruyor ve anyor gözüyle bakmıyor. Bu eleştiriden sonra kalkıp Türk-lş'e katılmak anlamsız olmaz- mi? Türk-İş işverenler lehine uzlaşmacı bir sendika, işçi haklarını savunmuyor. Eli­mizde Otomobil-İş gibi iyi yönlendirile­rek işçi haklarını sonuna kadar savuna­bilecek bir sendika varken ne diye Türk- İşe katılıp bütün haklarımızdan vazgeçe­lim.

O

32

Page 33: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

I

BİR BELGE :■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ H M

TÜRK-İS KONGRESİ'NE ÇAĞRI0 0

Türk-İş 14. Genel Kurulu, bütün emekçi halk örgütlerinin dağıtıldığı bir dönemde toplanmaktadır. Bu nedenle, Türk-İş Genel Kurulu sadece işçi sınıfının değil, tüm değer yaratan insanlarımızın davasına sahip çıkacak bir örgüt olma onuruna erişebilir. Ülke çapındaki tüm işçi ve emekçilerin gözleri, Genel Kuru- lu'muzun üstünde olacaktır. 14. Genel Kurul, işçi sınıfı dışındaki emekçilere de örgütlenme bilinci ve mücadele azmi verebilir.

İşçi sınıfı, ülkemizi çağdaş uluslar seviyesine çıkaracak, biricik üretici güçtür. Yani, işçi sınıfına inanç, ilkeler bütünümüzün temelidir. Ancak o ilkeler bütünü, işçilerin sadece belirli bir zümresinin değil, bilhassa işçilerin, en yoksul ve en eğitimsiz kesiminin nabzını sürekli elde tutmakla tazeliğini koruyabilir.

Bunun biricik koşulu; en yoksul ve en cahil işçi kitlesinin içinde, onların koşullarını sürekli soluyarak yaşamaktır. Bu yüzden, profesyonel sendikacı maaşı, orta halli bir işçinin maaşından fazla olmamalıdır. Çünkü, o zaman profesyonel sendikacılık, şan-şöhre ve sınıf değiştirmek için kullanılan bir sıçrama tahtası olmaktan çıkacak, yönetime işçi davasına bağlı, gönüllü idealistler seçilecektir.

14. Genel Kurulu, başta üyelerimiz olmak üzere, işçi sınıfı ve diğer emekçiler nezdinde hiçbir prestiji kalmayan Türk-İş'i, gerçekter işçi sendikaları birliği haline getirmek için, ilk adım olmalıdır.

Türk-lş, kuruluşundan bu güne kadar izlediği politika ile, sınıfına uzak, işverenlere ve siyasi iktidarlara yakın olmuştur. Ekmek ve siyaseti birbirinden ayıran, her vesile ile izlediği partiler üstü politika anlayışı ile övünen Türk-İş, en sonunda üyelerini ekmeğe muhtaç hale getirmiştir. İzlenen politika, tümden iflâs etmiş, siyasi iktidarı elinde tutan işverenler, ekmeğin kırıntısını dahi işçilere çok görür hale gelmişlerdir.

Türk-İş'in demokratik bir yapıya kavuşması ve mücadeleci bir örgüt olabilmesinin asgari şartları, kanaatimizce şunlardır:Türk-İŞ:A. 14. Genel Kurul, bu politikaya mahkum etmeli, işçilerin sendikaları kanalıyla, örgütlü olarak politika yapabilmesini vazgeçilmez hak ve görev olarak

kabul etmelidir.B. İşçilere örgütlü politikayı yasaklayan, 1982 Anayasası, 2821 ve 2822 sayılı Yasaların değiştirilip, demokratik hukuksal çerçeve oluşturulması ve ILO ilke­

lerinin hayata geçirilmesi için, sonuna dek mücadele edileceğini açıklamalıdır.C. Türk-İş'in izlediği partiler üstü politika anlayışının akıl hocalığını yapan A.B.D. güdümlü Afrika, Asya Hür Çalışma Teşkilatı ile olan tüm ilişkilerinin kesile­

ceğini ilan etmelidir.D. Uluslararası diğer işçi örgütleri ile olan ilişkileri örgütlü ve düzenli hale getirmeli, sendikal ilkelerin eksiksiz olarak uygulanması için mücadele etmelidir.E. Türk-İş'e bağlı Sendikaların yapısının demokratikleştirilmesi ve sendikacılığın meslek olmaktan çıkarılması için, asgari ilkeler saptanmalı, bunları yerine

getirmeyen Sendikaları, bünyesinden çıkarmalıdır.Sendikaların yapılanmasında ise, şu hükümler esas alınmalıdır:A. Sendikanın amacı, açık ve anlaşılır hale getirilmelidir.B. Yetki ve sorumlulukları Genel Başkan'dan başlayarak, sıra ile üyeye kadar yaygınlaştırılmalı, yasaların elverişsizliği gerekçesi ile bu görevden kaçınılma­

malıdır. Bnun için en az şu düzenlemeler esas alınmalıdır.S. 1) Sendika temsilcileri her hal ve şartla, seçimle göreve gelmeli ve yöneticiler işçinin onayı olmaksızın görevden alma, yeniden seçime gitme hakkına

sahip olmamalıdır.2) En az iki ayda bir Şube temsilciler Meclisi, kongre gündemi ile (seçim hariç) toplanmalıdır.3) En az 6 ayda bir Genel Temsilciler Meclisi yukardaki gündemde toplanmalıdır.4) Kongreler en geç 2 yılda bir yapılmalıdır.5) Toplu iş sözleşme görüşmelerinde işçi onayı esas alınmalı, sözleşme görüşmelerine işçi temsilcileri ya da oluşturulacak toplu sözleşme komiteleri katıl­

malıdır.Toplu iş sözleşmesinin adına uygun olarak hazırlanmasında da, işçi temsilcilerinin görüşleri alınmalıdır.

& 6 ) Sendika bütçesinin asgari % 15'i eğitim amaçlan için kullanılmalı, eğitim programları işçi temsilcileri ile birlikte hazırlanmalıdır.y 7) Kültür-Eğitim programımız:

Sendika gazeteleri, paneller, konferanslar, seminerler, sanat gösterileri ve benzeri eğitim çalışmaları, bizzat işçilerin öncülerinin kollektif çabalarıyla, ör­gütlenmesiyle düzenlenmelidir.

8) Sendika ve Konfederasyon yöneticilerinin yaşam düzeyi, işçilerin ortalamasına yaklaştırmalı, her türlü ödentide ortalama işçi harcaması esas alınmalı, bunun dışındaki harcamalar ödenmemelidir.

t - 9) Sendika işlerinin bütünü harekettir. Sendika profesyonel kadrolarının, sendikada oturup kalması suç gibi görülmeli, işte bu nedenle profesyonel sendi­kacı, öncü-hareketli ve dinamik işçilerden seçilmeli.-¿ar''10) Grev, işçilerin vazgeçilmez biricik silahıdır; olabildiğince kollektif hale getirilmesi, ülkemizin ve ulusumuzun kalkınmasına engel değildir. Tam tersine, biricik zembereği oluşturur. Ekonomik ve sosyal adaletsizlik, ancak o silahın işçi sınıfının kollektif bilinci ve örgütü ile kullanılmasıyla son bulur.

11) Sendikalar, iş hayatımıza yalnız sözleşmelerle yararlı olamaz. Üretim ve tüketim kooperatiflerinin ve yapı kooperatiflerinin ülke çapında yaygınlaştırıl­ması; yardımlaşma sandıklarının banka kertesinde geliştirilmesi ve işsizlik sigortasının çıkarılması için, gerekli mücadele verilmelidir.

12) 10 bin yıldır her konuda geri bıraktırılmış kadınlar için, "eşit işe eşit ücret" koşullan sağlanmalıdır.Bunun için haftada 5 işgünü veya 40 saat uygulaması, yine aynı işe aynı ücret uygulaması prensip edinilmeli önümüzdeki zorlukların aşılmasında, hükü­

metlerden ve işverenlerden şefaat dilenme politikasından vazgeçilip, işçi sınıfının ve emekçi halkın gücüne güvenmenin esas alınacağı açıklanmalıdır. Yapılacak eylemlerde İstanbul merkez alınarak, bütün Anadolu'ya yayılan bir planlama yapılmalıdır.

13) 14. Genel Kurul, otel lobilerinde yürütülen, pazarlıklara göre sonuçlanmamalıdır. Şu ya da bu insanın pazarlıklar sonucu yürütme kuruluna gelmesinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ve aksine olumsuzlukları arttıracağına inanıyoruz.

Yukarda saydığımız prensipleri, demokratik olmanın asgari şartı olarak kabul ediyoruz. Bu prensipleri, kongre salonunda açıkça dövüştüren kim olursa olsun, onlarla birlikte olacağız. Bunları pazarıkları baltalayıcıolur, savıyla erteleyenler bize yakın olsalar da onlara karşı mücadele edeceğimizi ilân ederiz.

TÜRKİYE DERİ-İS SENDİKASI0

33

Page 34: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

HA

BER

NETAS'TA 93 GÜN 4etaş hisselerinin % 49'unu PTT'nin, % 51 'ini Northern Electronic'in paylaştığı, ko-

^ __ nusunda en büyük şirket. Hatta birçok ürününde piyasa tekeline sahip. PTT aynı zamanda en büyük müş­teri. Şirketin günlük artış toplamı 400 mil­yon. Açıklanan kar oranı % 5'ten gün­lük 20 milyon TL. kar sözkonusu. Ve gre­vin 93. gününde şirketin kazanmamayı göze altığı kar 1.86 milyar TL. (sanıyo­ruz bu, enaztndan.)

ı *

i

18 Şubat ÇarşambaOtomobil İş sendikası Ümraniye şu­

besine konuk olduk, oldukça kalabalık­tılar. Hem sohbet ediyor hem de saat on- bir de Ankara'da başlayan uzlaşma top­lantısının sonucunu bekliyorlardı. Günün enaz bu kadar önemli bir konusu da, toplantının başladığı saatte işveren tara­fından fabrikadan 15 kamyon dolusu mamul kaçırılması Bu işveren ve polisin yasadışı uygulamalarından sadece biri.

Toplantı henüz sürerken grevci işçi­lerle yaptığımız sohbetlerde aynı düşün­celeri dinledik. “ Türk İş'in “ Bu yasalar­la grev yapılamaz" “ Bu yasalarla grev yapmak intihardır" gibi çığlıklarına rağ­men birşeyler yapılabileceğini göster­dik." Hemen belirtelim, bu teslimiyet çığ­lıkları yalnız Türk İş'ten değil, grevle ilg i­li yasa tüzük ve yönetmeliklerin yürür-^ lüğe girdiği günlerde bazı aydınlarımız­dan da geldi. Ama grevciler böyle de­miyor. 11 Yıllık Netaş'lı bir işçi: “ Çok zor. koşullarda, hele hele bu yasalarla bile birşeyler yapmanın ve kazanmanın ola­bilirliğini gösterdik. Bu bir başarıdır." di­yor. Hem de uzlaşma toplantısı bitmeden önce...

Grevcilerle sohbetimizde, özellikle bunun üzerinde duruyoruz: Netaş gre­vi, Türkiye İşçi Sınıfına neler kazandırmış olabilir?

İşçi sınıfının gücü, müttefiklerinin kimler olabileceği gibi genel geçerliliği olan'unsurların yanında ülkemize özgü bazı önemli ayrıntıları günışığına çıkar­dı. Netaş grevi, işçi sınıfının, 12 Eylül son­rası çok önemli deneyimi olmuştur. Ne­lerin yapılabileceğini, nelerin yapılama­yacağını ortaya koymuştur. Yasalar tera­zisinin işverenden yana ağır basmış ol­masının ne kadar zorlanabileceğini gös­termiştir.

İşçiler şunu diyor: “ Polis hak aradı­ğımıza inanmıyor. Scfnki teröristmişiz gi­bi yaklaşıyor. Bu kadarla kalsaydı...... .“Bir başkası: “ Polis hükümetin emrinde­dir, Başbakan ise eski MESS başkanı. Bu kadar basit."

özellikle fabrikadan mamul çıkarıl­ması (kaçırılmasın)'nda polisin etkinliği,

işçilere çok şey öğretmiştir. (13 ve 18 Şu­battaki mamul kaçırma olaylarında top­lam yirmi kamyon dolusu mamul fabrika­dan kaçırıldı. İşveren, grevin hemen baş­langıcında yasâl olarak yapılması ge­reken stok miktarının belirlenmesini ger­çekleştirmeyince kaçırmaların kanıtlan­ması yapılamıyor. Kanıtlandığında da ya­salar buduruma cezai bir yaptırım ön­görmüyor.) Kamyonların fabrika çıkışın­da, işçilerin engellemelerini önlemek için, iki otobüs dolusu ÇEVİK KUVVET işçile­rin heyecanlanmalarını bastırıyor. 13 Şu­bat günü, altı kişi bu amaçla gözaltına alınıyor bir gece GÖZALTINDA kalıyor­lar ve ertesi gün bırakılıyorlar. 18 Şubat günü çevik kuvvet otobüslerininsayısı üç oluyor, ve mal kaçıran kamyon sayısı da 15

Ayrıca ilçe kaymakamı “ polislerin görevlendirilmesini gerçekleştiren" ola­rak rolünü yerine getiriyor.

Yasalar terazisinde işçilerin bir diğer hafifliği, stajyer öğrencilerle üretim ya­pılması. Netaş'ta grevin başlangıcından hemen sonra, işveren, stajyer teknik lise öğrencileriyle üretimi sürdürmeye çaba­lıyor. Sendika yönetimi, durumu bir bi­lirkişi ile saptayıp yargı yoluna başvur­duğu halde bundan bir sonuç alamıyor. Grev esnasında stajyer elemanlarla üre­timi sürdürmenin cezai yaptırımı var: Kı­sacası yasaları; işçi sınıfına yükümlülükler, işverenlerene keyfilikler bahşediyor.

Netaş grevinin, Türkiye İşçi Sınıfına kazandırdıklarım not alırken, edinilen taktik bilgilerini ve toplumsal moral kat­kılarını unutmamak gerekir. Grevi ziya­ret eden birçok üniversiteli: “ Aslında si ze moral vermek, destek olmak amacın­dan çok, moral almak ve güçlü olduğu­muzu görmek için geldik." diyerek, ay­nı zamanda toplumsal tabaka ve sınıf - ların içinde bulundukları durumu yansı­tıyorlardı. Birçok esnaf ve evsahiplerinin durumları da gözönüne alınınca, Netaş grevinin, 12. Eylül sonrası toplumsal mo­rale katkılarını görebiliriz...

Peki, Netaş grevinin bu, etkin uya- ncılığı nereden kaynaklanıyor! 1. Grev­

deki işçi sa/ısı 2650 ve bu rakkam fabri­kadaki işçi sayısının yaklaşık tamamadır.Buna “ tam katılım" diyebiliriz. (Grev sü­resinde yaklaşık 50 işçi işbaşı yaptı fakat bunlar toplam için de küçük bir yer tu­tuyor. Grevi sürdürenler "Bunların bir et­kisi oimadı, ilk günkü gibi kararlıyız de­diler." 2. Grev k a r a r ı n ı n kitle kararı' ol­ması, ¡tamamıyla kitlesel istence dayan- mcsı ve bunun doğal sonucu olan karar­lılık. 3. Netaş şirketinin konusunda tekel olması... Grevin etkin uyarıcılığı, bizce, bu unsurlardan ve bunların değişik gö­rünümlerinden kaynaklanıyor.

TRT VE BASIN oSohbetim izdeki d iğer konu bu idi.

TRT, grevin başlangıç haberini birkaç sa­niyede veriyor. Üstelik haber almak için gelen ekip, grev başlangıcında değil, fabrika boşaldıktan sonra akşam saatle­rinde geliyor. Bu geliş Northern Electro- nic'in hatırına olsa gerek. Çünkü Netaş'a gelene dek birçok grev kararı alındı, uy­gulandı, bazıları da sonuçlandı. TRT; TurkiyeTi işçilere, Fransız /a da Yunan iş­çileri kadar değer vermiyor olmalı. TRT'nin tavrı nedir diye sorduğumüzda yanıt net: “ TRT'nin tavrı, taraf tutmak­tır." "TRT hükümet yanlısıdır." a

İşçilere göre, basın da bazı nokta­ları açık ve tam yazmamak yoluyla ta- A raf tutmuş oluyor. Hatta bazı gazeteler yalan haber bile yazdı.

BİR İLGİNÇ OLAYGrevin başladığı günlerde, Başba­

kan, Netaş fabrikasına komşu olan Te- letaş'ı ziyaret ediyor. Netaş'lı grevcilerin ve sendikacıların tüm çağrılarına rağmen Başbakan, böyle bir ziyareti yapamaya­cağını iletiyor.

DAYANIŞMA VE YARDIMLAR

93. Gün'deki konukluğumuzda sen­dika şube binasının bir odası, yiyecek maddeleriyle dolu idj. Pirinç, şeker, mer­cimek, nohut, makarna, zeytin, marga­rin, ayçiçek yağı ve sabunla birlikte 9 ka­lem temel gıda, hepsinden birer kilog­ram olmak üzere dağıtılıyordu. Paketle­me, torbalama ve dağıtım işini onbir yıllık Netaş'lı Ali Osman üstlenmiş, Marketçi Ali Osman diyorlar ona.

Dayanışma fonuna çeşitli yerlerden katılım oldu. Bazı okullardan yüzbin'li miktarların gelmesi, şaşırtıcı, sevindirici, ve güçverici oldu. Aynı sendikanın Me- cidiyeköy şubesine bağlı Süper Dizel gre- ^ vinden bile yardım geldi. Çünkü Süper Dizel grevcilerinin dayanışma fonu, grev­deki 15 işçinin temel gereksinimlerini kar­şıladıktan sonra bir miktar artmış. Netaş

“Bu yazıya temel olan düşünceler grevdeki iş­çilerle yaptığımız soh­betlerdeki saptamalar­dır. Biz yalnızca yazıya dökme işinigerçekleştiı - d ik r

34

Page 35: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

işçileri de Süper Dizel işçilerine dokuz ki­logramlık dayanışma torbalarından ilet­tiler. Bu yazıyı düzenlediğimiz sıralarda, grevin anlaşmayla sonuçlandığını tele­vizyondan öğrendik. Bundan sonra Ne- taş işçileriyle Süper Dizel işçileri daha bü­yük yardımlaşmalar ve dayanışmalar gerçekleştirecektir...

BAKANIN ARABULUCULUĞU VE SONUÇ

Önce 93. güne dek yaşanan geliş­meleri anımsayalım. 12 Şubat günü, Ça­lışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı M.Taş- çıoğlu, Otomobil İş sendikası Genel Baş­kanı ¡.Dalkılıç ile görüşmüştü. Bakan, İş­veren tarafıyla da görüşeceğini belirti-' yor. 13 Şubat'taki basın açıklamasında (ilk mal kaçırma olayının olduğu gün) "Bu grev bir an önce bitmelidir. Taraf­ları biıaraya getireceğim. Bu konuda da­ha fazla bir açıklama yapcmam yoksa şımarırlar" dedi.

Bakan'ın böyle bir arabuluculuğa gi­rişmesini yorumlamak pek güç olmasa gerek. Bugün işçilerle görüşmemizde "Bu grev daha önce bitebilirdi. Ama (en büyük müşteri olan) PTT şimdi daha zor durumda. Santral arızalan arttı, abone­ler PTT'yi sıkıştırıyorlar. Dolaylı da olsa anlaşmaya yanaşacaklardır." düşünce­sine tanık olduk. Sendikanın Ümraniye şube başkanı da, görüşmelerin başladı­ğını ancak şimdilik taleplerde bir indirim olmadığını bildirdi. Bir başka işçi de an­laşma konusunda şöyle dedi: "Bu bir denge sorunu, pazarlık işi. Karşımızda­kiler de bizim kadar güçlü. Üstelik biz de bazı sorunlarla karşılaşmaya başladık."

Taleplerde indirim konusunda da iş­çilerin görüşü, birkaç puanlık bir indirim yapılabileceği ancak daha fazla olma­ması gerektiği doğrultusunda.

Ancak, sonuçlara baktığımızda, başlangıç istenen ilk yıl için % 75 ikinci yıl için % 55 oranındaki saat ücretlerin­deki artış oranı % 40,5 ve % 30 olarak bağıtlandı. Yardımlar ve harcırahlar ko­nusunda daha iyi sonuçlar alındı. Sen­dika başkanı ¡.Dalkılıç "Taleplerimizi % 70 oranında gerçekleştirdik.Arkadaşla- rımı kutlarım" dedi.

Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğiticiliği, vardır amaf toplumsal olayların çok azı grev kadar güçlü bir eğiticidir. Nice kazanım- lara..........

Konukluğumuz güzel bir raslantı ola­rak grevin son gününe denk geldi. Ayrı­lırken herkese, büyük kazanımlar diledik. Netaş işçileri 93 günle birlikte, işçi sınıfı­nın gücünü herkese tek tek gösterdi.

Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğiticiliği vardır ama, top­lumsal olayların çok acı grev kadar güçlü bir eğiticidir. Nice kazanımlara.........

SENDİKA KOMİTELERİ ÜZERİNE

T oplu iş sözleşmeleri işçilerin ken di ara la rındaki rekabeti bırakıp

patrona karşı b irlikte rekabet etme­leridir. Bu rekabet ve mücadelenin sonucunda işgücünün fiyatı be lirle ­nir. Bu rekabet ortam ında her zam- nan daha elverişli şartlarda olan iş­verenlerdir. Çünkü düzenin bütün ku­rum lan onlarındır, onlara hizmet eder. İşsizler ordusu sürekli a rtm ak­ta, bu ise işgücünün fiyatını aşağıya çekm eğe ya ram aktad ır. Ü retim araçları üzerindeki mülkiyet, işçilerin çalışmaktan başka çarelerinin o lm a­yışı vb rekabet koşullarını işveren le­hine çevirir. İşçi sınıfının silahı ö rgüt­lenmesi, b irlikteliği ve kararlı b ir mü­cadele ile grev silahını doğru ve ye­rinde kullanabilmesidir.

Sendikalar, kapitaliste karşı da ­yanışma zorunluluğunu gören işçile­rin kendi a ra larındaki rekabete son verm eleriyle ortaya çıkmıştır. İşçi yı­ğınlarını birleştiren en geniş örgüt­lenmeler o lan sendikaların temelini b irlik olgusu oluşturur. Kapitalizmin doğuş yıllarındaki mücadele ve de­neyler çok kısa zamanda işçilerin sendikal b irlik le rin i sağlamaya zor­lamıştır. Kaba sömürü işçileri en ge­niş anlam da mücadeleye sevk etmiş, İşçiler tepkilerin i önce m akinalara yöneltmişlerdir. Kısa b ir süre sonra makineye yönelen tepkiler yerini hak aramak amacıyla birlik oluşturmaya ve bu yolla mücadaleye bırakmıştır. İşçiler işverenlere karşı tek tek müca­dele eder ve işgüçlerini daha paha­lıya satmaya çalışırken -ki aynı za­manda kendi aralarında rekabet ya­ratıp işgücünün fiyatını düşürmüştür- bu yolla ileri adım lar atılam ayaca­ğını görmüşler, işgüçlerini toplu pa­zarlamaya başlamışlardır. Toplu söz­leşmeler b inb ir mücadele ve evrim ­den sonra günümüzdeki biçimine ulaşmıştır.

Ülkemizde de işçi sınıfı tek parti dönem inde sendikasız-sözleşmesiz bırakılmış, işverenlere mutlak sömü­rü olanağı yaratılmıştır. Tek parti dö­nemi "H e r şey kapitalist yerleştirme .c in" felsefesinin hakim olduğu, ka­pitalistin yeterli germeye birikimi Sağ­laması için en ilkel şartlarda işçi ça -| lıştırılmasma izin verild iğ i b ir dönem olmuştur. Böylece işçinin modern teknikli m akinalarda üretkenliğini a rttırm aya yönelinmemiş, aksine ¡1-

Ceren GÜLERkel şartlarda ücretler düşürülerek, çalışma şartları uzatılarak en kaba sömürü biçim iyle mutlak artı değer yaratılmıştır. 1946'da sendika kurma hakkının yasallaşması işçiler içinde b ir da lga yaratmışsa da, kısa süre­de tüm sendika ve sosyalist örgütlen­meler kapatılarak bu hareket ezil­miştir.

1950'li yıllarda Türk-İş'in kurulu­şu bu durumu değiştirmemiştir. Grev hakkının varolmaması toplu sözleş­me düzenini anlamsız kılıyordu. Amerikancı ve sınıf uzlaşmacısı b ir politika benimseyen Türk-İş'in bu dö­nemde toplu pazarlık düzenimizin özgürleşmesine işçi sınıfımızın yeni haklar elde etmesine katkıda bulun­duğu söylenemez. 27 Mayıs politik devrimiyle grevli toplu sözleşme hak­kının -ama lokavtla birlikte-‘tanınma- sı ve DİSK'in doğuşu ile değişmeye başladı. DİSK'e bağlı sendikalarca yapılan sözleşmelerde özellikle ücret konusunda ileri haklar sçğlanmış, çalışma koşulları, iş güvenliği gibi ko­nularda eksiklikleriyle b irlikte toplu sözleşme kurumu gerçek anlamına kavuşmaya başlamıştır. Sendikaların başlıca zaafı işçilerin ufkunu ücret­lerle sınırlı tu tm aları, sınıf sendikacı­lığı ile ilgili söylenenleri gerçekte ya­şama geçirememeleri olmuştur. Bu süreç 12 Eylül 1980'de kesintiye uğ-1 ramıştır. YHK'lı dönem de işçilerin b inbir mücadele, direniş ve grevle el­de ettikleri tüm haklar geriye götü ­rülmüş, YHK özellikle ücretlerimi çok yüksek olduğu iddia edilen kimi ka­mu işyerlerinde yüzde 10'lu ücret a r­tışıyla sözleşme bağıtlamıştır. Sözleş­melerdeki işgüvenliği, yönetime kg- tılma gib i idari hükümler YHK ta ra ­fından budanmıştır. İşçi çıkarma ya­sağın ın u y g u la n d ığ ı g ü n le rd e YHK'nın bağıtladığı sözleşmelerde­ki iş ve işyeri değişikliğine ilişkin mad­deler işverenlerin im dadıdan yetiş­miştir. Teksif'in b ir araştırmasına gö ­re tekstil işkolunda bu yolla yılda yüzde 25'e varar; b ir işçi sirkülasyo­nu ve çıkarma gerçekleştirilmiştir.

DİSK ve bağlı sendikaların fa a ­liyetlerinin durduru lduğu, süresi b i­ten toplu sözleşmelerin ta ra fla r ad>.- na eşine az rastlanır b ir uygulama ile YHK tara fından yenilendiği bu dö ­nemde işçi sınıfının uğradığı ve b ir iş­çi sendikası o larak Türk-İş'in sergile­diğ i tavır, daha uzun b ir süre tartışı­lacaktır. Yeni yasaların özgür top lu

35

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

Page 36: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

NETAS'TA 93

i

et aş hisselerinin % 49'unu PTT'nin, % 51'ini Northern Electronic'in paylaştığı, ko- nusunda en büyük şirket.

Hatta birçok ürününde piyasa tekeline sahip. PTT aynı zamanda en büyük müş­teri. Şirketin günlük artış toplamı 400 mil­yon. Açıklanan kar oranı % 5'ten gün­lük 20 milyon TL. kar sözkonusu. Ve gre­vin 93. gününde şirketin kazanmamayı göze altığı kar 1.86 milyar TL. (sanıyo­ruz bu, enazından.)

18 Şubat ÇarşambaOtomobil İş sendikası Ümraniye şu­

besine konuk olduk, oldukça kalabalık­tılar. Hem sohbet ediyor hem de saat on- bir de Ankara'da başlayan uzlaşma top­lantısının sonucunu bekliyorlardı. Günün enaz bu kadar önemli bir konusu da, toplantının başladığı saatte işveren tara­fından fabrikadan 15 kamyon dolusu mamul kaçırılması Bu işveren ve polisin yasadışı uygulamalarından sadece biri.

Toplantı henüz sürerken grevci işçi­lerle yaptığımız sohbetlerde aynı düşün­celeri dinledik. "Türk İş'in "Bu yasalar­la grev yapılamaz" "Bu yasalarla grev yapmak intihardır" gibi çığlıklarına rağ­men birşeyler yapılabileceğini göster­dik." Hemen belirtelim, bu teslimiyet çığ­lıkları yalnız Türk İş'ten değil, grevle ilg i­li yasa tüzük ve yönetmeliklerin yürür-^ lüğe girdiği günlerde bazı aydınlarımız­dan da geldi. Ama grevciler böyle de­miyor. 11 Yıllık Netaş'lı bir işçi: "Çok zor. koşullarda, hele hele bu yasalarla bile birşeyler yapmanın ve Jcazanmanın ola­bilirliğini gösterdik. Bu bir başarıdır." di­yor. Hem de uzlaşma toplantısı bitmeden önce...

Grevcilerle sohbetimizde, özellikle bunun üzerinde duruyoruz: Netaş gre­vi, Türkiye İşçi Sınıfına neler kazandırmış olabilir?

İşçi sınıfının gücü, müttefiklerinin kimler olabileceği gibi genel geçerliliği olan'unsurların yanında ülkemize özgü bazı önemli ayrıntıları günışığına çıkar­dı. Netaş grevi, işçi sınıfının, 12 Eylül son­rası çok önemli deneyimi olmuştur. Ne­lerin yapılabileceğini, nelerin yapılama­yacağını ortaya koymuştur. Yasalar tera­zisinin işverenden yana ağır basmış ol­masının ne kadar zorlanabileceğini gös­termiştir.

İşçiler şunu diyor: "Polis hak aradı­ğımıza inanmıyor. Sdnki teröristmişiz gi­bi yaklaşıyor. Bu kadarla kalsaydı...... ."Bir başkası: "Polis hükümetin emrinde­dir, Başbakan ise eski MESS başkanı. Bu kadar basit."

Özellikle fabrikadan mamul çıkarıl­ması (kaçırılmasın)'nda polisin etkinliği,

işçilere çok şey öğretmiştir. (13 ve 18 Şu­bat'tâki mamul kaçırma olaylarında top­lam yirmi kamyon dolusu mamul fabrika­dan kaçırıldı. İşveren, grevin hemen baş­langıcında yasül olarak yapılması ge­reken stok miktarının belirlenmesi'ni ger­çekleştirmeyince kaçırmaların kanıtlan­ması yapılamıyor. Kanıtlandığında da ya­salar buduruma cezai bir yaptırım ön­görmüyor.) Kamyonların fabrika çıkışın­da, isçilerin engellemelerini önlemek için, iki otobüs dolusu ÇEVİK KUVVET işçile­rin heyecanlanmalarını bastırıyor. 13 Şu­bat günü, altı kişi bu amaçla gözaltına alınıyor bir gece GÖZALTINDA kalıyor­lar ve ertesi gün bırakılıyorlar. 18 Şubat günü çevik kuvvet otobüslerininsayısı üç oluyor, ve mal kaçıran kamyon sayısı da 15

“Bu yazıya temel olan düşünceler grevdeki iş- çilerle yaptığımız soh­betlerdeki saptamalar­dır. Biz yalnızca yazıya dökme işinigerçekleştiı-’ dik."

Ayrıca ilçe kaymakamı "polislerin görevlendirilmesini gerçekleştiren' ola­rak rolünü yerine getiriyor.

Yasalar terazisinde işçilerin bir diğer hafifliği, stajyer öğrencilerle üretim ya­pılması. Netaş'ta grevin başlangıcından hemen sonra, İşveren, stajyer teknik lise öğrencileriyle üretimi sürdürmeye çaba­lıyor. Sendika yönetimi, durumu bir bi­lirkişi ile saptayıp yargı yoluna başvur­duğu halde bundan bir sonuç alamıyor. Grev esnasında stajyer elemanlarla üre­timi sürdürmenin cezai yaptırımı var: Kı­sacası yasaları; işçi sınıfına yükümlülükler, işverenlerene keyfilikler bahşediyor.

Netaş grevinin, Türkiye İşçi Sınıfına kazandırdıklarını not alırken, edinilen taktik bilgilerini ve toplumsal moral kat­kılarını unutmamak gerekir. Grevi ziya­ret eden birçok üniversiteli: "Aslında si­ze moral vermek, destek olmak amacın­dan çok, moral almak ve güçlü olduğu­muzu görmek için geldik." diyerek, ay­nı zamanda toplumsal tabaka ve sınıf - ların içinde bulundukları durumu yansı­tıyorlardı. Birçok esnaf ve evsahiplerinin durumları da gözönüne alınınca, Netaş grevinin, 12. Eylül sonrası toplumsal mo­rale katkılarını görebiliriz...

Peki, Netaş grevinin bu, etkin uya rıcılığı nereden kaynaklanıyor! 1. Grev­

GÜN

deki işçi sa/ısı 2650 ve bu rakkam fabri­kadaki işçi sayısının yaklaşık tamamadır. Buna "tam katılım" diyebiliriz. (Grev sü­resinde yaklaşık 50 işçi işbaşı yaptı fakat bunlar toplam için de küçük bir yer tu­tuyor. Grevi sürdürenler "Bunların bir et­kisi olmadı, ilk günkü gibi kararlıyız de­diler."-2. G r e v kararının kitle kararı ol ması, hamamıyla kitlesel istence dayan- mcsı ve bunun doğal sonucu oian karar­lılık. 3. Netaş şirketinin konusunda tekel olması... Grevin etkin uyarıcılığı, bizce, bu unsurlardan ve bunların değişik gö­rünümlerinden kaynaklanıyor.

TRT VE BASINkSohbetimizdeki diğer konu bu idi.

TRT, grevin başlangıç haberini birkaç sa­niyede veriyor. Üstelik haber almak için gelen ekip, grev başlangıcında değil, fabrika boşaldıktan sonra akşam saatle­rinde geiiyor. Bu geliş Northern Electro­nic'in hatırına olsa gerek. Çünkü Netaş'a gelene dek birçok grev kqrarı alındı, uy­gulandı, bazıları da sonuçlandı. TRT; Türkiye'li işçilere, Branşız /a da Yunan iş­çileri kadar değer vermiyor olmalı. TRT'nin tavrı nedir diye sorduğumuzda yanıt net: "TRT'nin tavrı, taraf tutmak­tır." "TRT hükümet yanlısıdır."

İşçilere göre, basın da bazı nokta­ları açık ve tam yazmamak yoluyla ta­raf tutmuş oluyor. Hatta bazı gazeteler yalan haber bile yazdı.

BİR İLGİNÇ OLAYGrevin başladığı günlerde, Başba­

kan, Netaş fabrikasına komşu olan Te- letaş'ı ziyaret ediyor. Netaş'lı grevcilerin ve sendikacılarm tüm çağrılarına rağmen Başbakan, böyle bir ziyareti yapamaya­cağını iletiyor.

DAYANIŞMA VE YARDIMLAR

93. Gün'deki konukluğumuzda sen­dika şube binasının bir odası, yiyecek maddeleriyle dolu idk Pirinç, şeker, mer­cimek, nohut, makarna, zeytin, marga­rin, ayçiçek yağı ve sabunla birlikte 9 ka­lem temel gıda., hepsinden birer kilog­ram olmak üzere dağıtılıyordu. Paketle­me, torbalama ve dağıtım işini onbir yıllık Netaş'lı Ali Osman üstlenmiş, Marketçi Ali Osman diyorlar ona.

Dayanışma fonuna çeşitli yerlerden katılım oldu. Bazı okullardan yüzbin'li miktarların gelmesi, şaşırtıcı, sevindirici, ve güçverici oldu. Aynı sendikanın Me- cidiyeköy şubesine bağlı Süper Dizel gre­vinden bile yardım geldi. Çünkü Süper Dizel grevcilerinin dayanışma fonu, grev­deki 15 işçinin temel gereksinimlerini kar­şıladıktan sonra bir miktar artmış. Netaş

34

Page 37: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

işçileri de Süper Dizel işçilerine dokuz ki­logramlık dayanışma torbalarından ilet­tiler. Bu yazıyı düzenlediğimiz sıralarda, grevin anlaşmayla sonuçlandığını tele-

H vizyondan öğrendik. Bundan sonra Ne- taş işçileriyle Süper Dizel işçileri daha bü­yük yardımlaşmalar ve dayanışmalar gerçekleştirecektir...

BAKANINARABULUCULUĞUVE SONUÇ*

Önce 93. güne dek yaşanan geliş­meleri anımsayalım. 12 Şubat günü, Ça­lışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı M.Taş- çıoğlu, Otomobil İş sendikası Genel Baş­kanı ¡.Dalkılıç ile görüşmüştü. Bakan, İş­veren tarafıyla da görüşeceğini belirti-' yor. 13 Şubat'taki basın açıklamasında (ilk mal kaçırma olayının olduğu gün) "Bu grev bir an önce bitmelidir. Taraf­ları biraraya getireceğim. Bu konuda da­ha fazla bir açıklama yapcmam yoksa şımarırlar" dedi.

Bakan'ın böyle bir arabuluculuğa gi- r rişmesini yorumlamak pek güç olmasa

gerek. Bugün işçilerle görüşmemizde "Bu grev daha önce bitebilirdi. Ama (en büyük müşteri olan) PTT şimdi daha zor durumda. Santral arızalan arttı, abone­ler PTT'yi sıkıştırıyorlar. Dolaylı da olsa anlaşmaya yanaşacaklardır." düşünce­sine tanık olduk. Sendikanın Ümraniye şube başkanı da, görüşmelerin başladı­ğını ancak şimdilik taleplerde bir indirim olmadığını bildirdi. Bir başka işçi de an­laşma konusunda şöyle dedi: "Bu bir denge sorunu, pazarlık işi. Karşımızda­kiler de bizim kadar güçlü. Üstelik biz de bazı sorunlarla karşılaşmaya başladık."

Taleplerde indirim konusunda da iş­çilerin görüşü, birkaç puanlık bir indirim yapılabileceği ancak daha fazla olma­ması gerektiği doğrultusunda.

Ancak, sonuçlara baktığımızda, başlangıç istenen iİk yıl için % 75 ikinci yıl için % 55 oranındaki saat ücretlerin­deki artış oranı % 40,5 ve % 30 olarak bağıtlandı. Yardımlar ve harcırahlar ko­nusunda daha iyi sonuçlar alındı. Sen­dika başkanı ¡.Dalkılıç "Taleplerimizi % 70 oranında gerçekleştirdik.Arkadaşla­rımı kutlarım" dedi.

Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğ iticiliği, vardır amaf toplumsal olayların çok azı grev kadar güçlü bir eğiticidir: Nice kazanım-

* lara..........

Konukluğumuz güzel bir raslantı ola­rak grevin son gününe denk geldi. Ayrı­lırken herkese, büyük kazanımlar diledik. Netaş işçileri 93 günle birlikte, işçi sınıfı­nın gücünü herkese tek tek gösterdi.

Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğiticiliği vardır ama, top­lumsal olayların çok acı grev kadar güçlü bir eğiticidir. Nice kazanımlara.........

SENDİKA KOMİTELERİ ÜZERİNE

T oplu iş sözleşmeleri işçilerin ken di a ra larındaki rekabeti bırakıp

patrona karşı birlikte rekabet etme­leridir. Bu rekabet ve mücadelenin sonucunda işgücünün fiyatı belirle ­nir. Bu rekabet ortam ında her zam- nan daha elverişli şartlarda olan iş­verenlerdir. Çünkü düzenin bütün ku­rum lan onlarındır, onlara hizmet eder, işsizler ordusu sürekli artm ak­ta, bu ise işgücünün fiyatını aşağıya çekmeğe ya ram aktad ır. Ü retim araçları üzerindeki mülkiyet, işçilerin çalışmaktan başka çarelerinin o lm a­yışı vb rekabet koşullarını işveren le­hine çevirir. İşçi sınıfının silahı ö rgü t­lenmesi, birlikteliği ve kararlı bir mü­cadele ile grev silahını doğru ve ye­rinde kullanabilmesidir.

Sendikalar, kapitaliste karşı da ­yanışma zorunluluğunu gören işçile­rin kendi a ra larındaki rekabete son verm eleriyle ortaya çıkmıştır. İşçi yı­ğınlarını birleştiren en geniş ö rgüt­lenmeler olan sendikaların temelini b irlik olgusu oluşturur. Kapitalizmin doğuş yıllarındaki mücadele ve de­neyler çok kısa zamanda işçilerin sendikal b irlik le rin i sağlamaya zor­lamıştır. Kaba sömürü işçileri en ge­niş anlam da mücadeleye sevk etmiş, İşçiler tepkilerini önce m akinalara yöneltmişlerdir. Kısa b ir süre sonra makineye yönelen tepkiler yerini hak aramak amacıyla birlik oluşturmaya ve bu yolla mücadaleye bırakmıştır. İşçiler işverenlere karşı tek tek müca­dele eder ve işgüçlerini daha paha­lıya satmaya çalışırken -ki aynı za­manda kendi ara larında rekabet ya­ratıp işgücünün fiyatını düşürmüştür- bu yolla ileri adım lar atılam ayaca­ğını görmüşler, işgüçlerini toplu pa­zarlamaya başlamışlardır. Toplu söz­leşmeler b inb ir mücadele ve evrim ­den sonra günümüzdeki biçimine ulaşmıştır.

Ülkemizde de işçi sınıfı tek parti dönem inde sendikasız-sözleşmesiz bırakılmış, işverenlere mutlak sömü­rü olanağı yaratılmıştır. Tek parti dö­nemi "H e r şey kapitalist yerleştirme .cin" felsefesinin hakim olduğu, ka­pitalistin yeterli ¡sermeye birikimi sağ­laması için en ilkel şartlarda işçi ça-( lıştirılmasma izin verild iğ i b ir dönem olmuştur. Böylece işçinin modern teknikli m akinalarda üretkenliğini arttırm aya yönelinmemiş, aksine il-

‘ Ceren GÜLERkel şartlarda ücretler düşürülerek, çalışma şartları uzatılarak en kaba sömürü biçim iyle mutlak artı değer yaratılmıştır. 1946'da sendika kurma hakkının yasallaşması işçiler içinde b ir da lga yaratmışsa da, kısa süre­de tüm sendika ve sosyalist örgütlen­meler kapatılarak bu hareket ezil­miştir.

1950'li yıllarda Türk-İş'in kurulu­şu bu durumu değiştirmemiştir. Grev hakkının varolmaması toplu sözleş-1 me düzenini anlamsız kılıyordu. Amerikancı ve sınıf uzlaşmacısı b ir politika benimseyen Türk-İş'in bu dö­nemde toplu pazarlık düzenimizin özgürleşmesine işçi sınıfımızın yeni haklar elde etmesine katkıda bulun­duğu söylenemez. 27 Mayıs politik devrim iyle grevli toplu sözleşme hak­kının -ama lokavtla birlikte-'tanınma- sı ve DİSK'in doğuşu ile değişmeye başladı. DİSK'e bağlı sendikalarca yapılan sözleşmelerde özellikle ücret konusunda ileri haklar sçğlanmış, çalışma koşulları, iş güvenliği gibi ko­nularda eksiklikleriyle birlikte toplu sözleşme kurumu gerçek anlamına kavuşmaya başlamıştır. Sendikaların başlıca zaafı işçilerin ufkunu ücret­lerle sınırlı tu tm aları, sınıf sendikacı­lığı ile ilgili söylenenleri gerçekte ya­şama geçirememeleri olmuştur. Bu süreç 12 Eylül 1980'de kesintiye uğ-1 ramıştır. YHK'lı dönemde işçilerin binbir mücadele, direniş ve grevle el­de ettikleri tüm haklar geriye gö tü ­rülmüş, YHK özellikle ücretlerini çok yüksek olduğu iddia edilen kimi ka­mu işyerlerinde yüzde 10'lu ücret ar­tışıyla sözleşme bağıtlamıştır. Sözleş­melerdeki işgüvenliği, yönetime kg- tılma gib i idari hükümler YHK ta ra ­fından budanmıştır. İşçi çıkarma ya­sağın ın u y g u la n d ığ ı g ü n le rd e YHK'nın bağıtladığı sözleşmelerde­ki iş ve işyeri değişikliğine ilişkin mad­deler işverenlerin im dadıdan yetiş­miştir. Teksif'in b ir araştırmasına gö ­re tekstil işkolunda bu yolla yılda yüzde 25'e varan b ir işçi sirkülasyo­nu ve çıkarma gerçekleştirilmiştir.

DİSK ve bağlı sendikaların faa ­liyetlerinin durduru lduğu, süresi b i­ten toplu sözleşmelerin ta ra fla r ad',- na eşine az rastlanır b ir uygulama ile YHK tara fından yenilendiği bu dö ­nemde işçi sınıfının uğradığı ve bir iş­çi sendikası o larak Türk-İş'in sergile­diğ i tavır, daha uzun b ir süre tartışı­lacaktır. Yeni yasaların özgür top lu

35

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

Page 38: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

pazarlığı yok edici etkisi ve varolan sarı sendikaların sözleşme masasında bu yasaların arkasına sığınan tutumu ile işçilerin uğradığı kayıp la r sendi­kal faa liyetle rin yeniden başladığı 1984 yılından itibaren de sürmüştür. Yapılan toplu sözleşmelerin sonuçları değerlend irild iğ inde ortaya çıkan tablo acıdır. Gerçek ücretlerdeki dü­şüşün önüne geçilememiş, çalışma koşullarını tümüyle işveren belirle r olmuş, iş güvencesinden söz edile­mezken, sosyal haklar da yasal sınır­lara sıkıştırılmıştır.

İçinde bulunduğumuz günlerde yoğunlaşan grev ve direnişler işçi sı­nıfımızın son altı yılın körleştirici et­kilerini üzerinden atmaya başladığı­nın göstergeleridir. Bu dönemde egemen sınıflar ve koltuk değnekle­ri olan Türk-İş yönetim i, b ir yandan sendikaların faa liyetle rin i toplu söz­leşme ile sınırlı tutmaya çalışmakta, d iğer yandan da toplu sözleşme g ö ­rüşmelerini kapalı kapılar ardında yürütmekte çok daha duyarlı olacak­lardır. Böyle b ir ortam da sınıf bilinçli işçilere düşen görevler nelerdir.

Toplu sözleşme masasında işve­reni asıl korkutan kesesinden biraz daha fazla para çıkması değil, işçi­leri karşısında gerçekten örgütlü b ir güç olarak görmesidir. İşverenler ço­ğu kez sözleşme görüşmelerine tem­silcileri katılmasını istemezler, hü­kümleri sendikacıyla b irlikte belirle ­mekten yanadırlar. Tavırları sarı sen­dikacılarla bu nokta çakışmaktadır, işçilerin sözleşme görüşmelerine et­kin b ir biçimde katılması bir yandan sarı sendikacılığın denetim i, d iğer yandan da koltuklarını sarsacak b i­linçli yeni öncülerin yetişmesi anlamı­na gelecektir.

Sendikal faaliyetlere çok sayıda işçinin katılması sarı sendikacıların gerçek yüzünü geniş kitlelerin tanı­masını ve sınıf bilinçli işçilerin sendi­kal program larını bu kitlelere an la ­tabilmelerini sağlar. İşçiler toplu söz­leşmelerin kurtuluş olmadığını, ger­çek kurtuluş yolunun politik mücade­leden geçtiğini yaşayarak öğrene­ceklerdir. Toplu sözleşme dönem leri işyerlerinde sendika-işçi ilişkisinin en canlı b içim iyle yaşandığı işçilerin sendikal çalışmalara en duyarlı o ldu­ğu dönem lerdir. Bu dönem de işye- rindeki geniş b ir işçi kesimini kapsa­yabilecek b ir örgütlenm e işverenle­rin ve sarı sendikacıların yüreklerine korku salarken, işçilere toplu sözleş­me görüşmelerini izleme ve denetle­me olanağı yaratacaktır. Özellikle sarı sendikalar içinde böylesi ö rgü t­lenmeleri gerçekleştirmenin güçlüğü açıktır. Türk-lş'e bağlı sendikalarda­ki homojen olm ayan yapı ve şube yönetim lerinin genel merkezden g ö ­

reli de olsa bağımsız davranab ilm e yetenekleri sınıf bilinçli işçilerin SÖZ­LEŞME KOMİTELERİ'nin oluşturul­masında zorlayabilecekleri o lanak­lardır. Sözleşmenin imzalanmasın­dan sonra SÖZLEŞME KOMİTELE- Rİ'ni sendika içi demokrasinin uygu­lanması, sendikaların işçi haklarını gerçekten savunan örgütlenm eler durumuna getirilmesi ve en geniş ke­simlerin hak ve özgürlüklerim iz için verilen mücadelede yerini almasını nı sağlayacak İŞYERİ KOMİTELERİ- ne dönüştürülmesi amacımız o lm a­lıdır.

Sö z l e ş m e k o m İt e s în İnGÖREVLERİ NELERDİR?

1. Toplu sözlemelerle elde edilen haklar genelde işçi sınıfının ülke dü­zeyinde özelde de sendikanın işyeri düzeyinde örgütlü lüğüne bağlıdır. Taslak çalışmalarında bu gerçekten hareket edilmeli, ulaşılması o lanak­sız, önerilerden kaçınılmalıdır. G er­çekçi o lm ayan istekler sınıfın kendi­ne güvenini azaltır, işyerinde yılgın­lığa yol açar. Kaçınılması gereken d i­ğer b ir nokta ise toplu sözleşmeler­de sınıf sendikacılığı ilke ve hedefle­rin in gerisinde öneriler ileri sürmek­tir. Oku hedefle ulaştıramayan okçu ile oku hedefin ilerisinde fırlatan ok­çu arasında fark yoktur.

2. Yeni toplu iş sözleşmesi tartış­m alarına gerektiğ i g ib i hazırlıklı o l­mak düzenli b ir ön çalışmayı gerek­tirir. Yeni istemlerimizi gerçekçi biçim­de ileri sürebilmek için geçmiş döne­min muhasebesini iyi yapmalıyız. Es­ki toplu iş sözleşmesi dönem inin so­na ermesinden önce, sendikalı, sen­dikasız, işyerindeki tüm emekçilerle tartışmalı, özel ve genel sorunları tek tek incelemeli, isteklerim izi herkesin ortak istemine uygun a larak ve bü­tünlük içinde saptamalıyız. Yoksa yum urta kapıya gelince, alelacele hazırlanan b ir taslak sorunlar doğu­racaktır.

3. İşverenle masa başında to p ­lu sözleşme görüşmelerine başlama­dan önce sendikayla b irlikte değer­lendirilmesi gereken noktalar şunlar­dır: Üyelerin ve ücretlilerin durumu, işyerinde sendikanın durumu, işyerin­de üyelerin çalışma ve yaşama ko­şulları, eski sözleşme dönem inin uy­gulanmasıyla ilg ili bilgiler. Bundan başka işyerinde üretim, prim ler, kı­dem ler hakkında da ayrıntılı b ilg iye sahip olm ak gerekir.

4. Üretimdeki işbölümünün d o ­ğal sonucu olarak işyeri atölyelere, kısımlara, departm an la ra vb. ayrıl­mıştır. Bir işyerindeki tüm çalışanla­rın hiç kuşkusuz ortak sorunları, o r­tak istemleri vardır. Takat her a tö l­yeye özgü değişik sorunların ortaya

çıktığı açıktır. Taslağın oluşturulması sırasında en a lt b irim lere kadar tüm işçilerle tartışılmalı, sorunları öğrenil­meli ve sözleşme ile giderilmesi sağ­lanmalıdır. Bir işyerinde sendika üye­si işçiler arasında yaş, cinsiyet, kı­dem, vasıf vb. fa rk la rı o labilir. Bu farklılık ları o rtak çıkarların tabanın­da birleştirmek gerekir. Önemli olan ortak çıkarlardır.

5. Toplu sözleşme görüşmeleri başladıktan sonra görüşmelere ka­tılan temsilci ya da sözcülerle komi­te arasında mutlak b ir bağ zorunlu­dur. Temsilci ya da sözcüler komite üyelerine, komite üyeleri de çalıştık­ları b irim lerde d iğer üyelere görüş­meleri hakkında bilg i verirler. O n la ­rın düşüncelerini görüşmelere katı­lan temsilcilere ya da doğrudan sen­dika yöneticilerine aktarırlar. Görüş­meler boyunca komite sık sık top lan­tıla r yaparak sözleşmede gelinen noktayı değerlendirir. Tartışma ve eleştirilerde bağnaz değil, ikna edi­ci, dayanışma sağlayıcı olmak asıl1 dır.

6. Grev hakkımız b ilind iğ i gibi a labild iğ ine kısıtlanmıştır. Bu durum ­da başarılı grevler yapabilmenin yo­lu işyerinde güçlü b ir örgütlülük ve birliktelikten geçmektedir. Toplu söz­leşme komitelerinin b ir görevi de iş­yerinde üyelere üretimden gelen güçlerini kavratm ak, onları başarılı b ir greve hazırlamaktır. İşyerinde uyuşmazlık sürer ve greve çıkılırsa sözleşme komiteleri GREV KOMİTE- LERİ'ne dönüşür.

7. Toplu iş sözleşmesinin imza­lanmasından sonra komite üyeleri sözleşmenin en iyi biçimiyle uygulan­masına çalışır. Sorunların çözü­münde temsilcinin en büyük yardım­cısıdır. Komite üyeleri kendi bölüm ve atölyesindeki üyelerle canlı bağlar kurmalı, sendikal çalışmaya herkesin katılımını sağlamalıdır.

Toplu sözleşme komitelerini işye­ri kom itelerine dönüştürmek, se ndi- kanın işlevinin yalnızca toplu sözleş­me yapmak ile sınırlı olmadığını kav­ram aktan geçer. Ekmek kavgası de­mek olan ekonomik mücadelede ba­şarılı o labilm ek, cebimizdeki ücreti güvenceye alabilm ek için bile, varo­lan dem okratik hak ve ö z g ü rlü k le ­rimizi korumak, geliştirmek zorunda­yız. Sadece gündelik istemler için mücadele ederek, çalışma ve yaşa­ma koşullarımızda kalıcı bir ilerleme elde edemeyeceğimizi kuşkusuz gö­rüyoruz. Sendikal demokrasiyi işle- tebilmenin temsilcilik, sözleşme komi­tesi g ibi işyeri sendikal örgütlenme­lerinde çalışan kişilerin, üyelerle kur­dukları canlı, etkin, saygın, sürekli iliş­kilere bağlı olduğu unutulmamalıdır

Page 39: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

TOPLU ¡S , SÖZLEŞMESİ > NASIL'

YAPILMALIDIR?

m*.

U L /s sözleşmesinin nasıl yapıl­ması gerektiğini anlatmaya geçmeden önce, toplu iş sözleşmesinin ne demek ol­duğunu öğrenmek, daha gerçekçi ola­caktır.

Toplu iş sözleşmesi bir sonuçtur. İşte tam burada bu sonucu doğuran sebebin ne olduğu sorusu aklımıza gelmektedir. Buradan işe başlayarak, sebebi bulma­ya çalışmalıyız.

Enflasyonun-Develüasyon'un-hayat pahalılığının-işsizliğin olduğu her ülkede işçilerin alım güçleri sürekli düşer. Bu du­rumda açlık ve yoksulluk her geçer gün

Biraz daha artar. İşte bu açlık ve yoksul­luğa karşı isçilerin nefis mücadelesi, tek tek işçilerin mücadelesiyle başarılamaz. Neden? Çünkü, işçilerin karşısında ala­bildiğine Örgütlü ve bilinçli bir işveren sı­nıfı vardır. İşverenler bilinçli ve teşkilatlı oldukları için, ekonomiyi ve politikayı el­lerinde tutabilmekte ve kendi lehine de­vamlı yasa değişikliği yaptırabilmektedir­ler. İşçiler, tek tek hak istemekle bu ör­gütlü güce karşı başarılı olamazlar. Sen­dikalarında bir araya gelerek, işgüçlerini dana pchalıya satmak için, ortak nefis mücadelesine katılırlar. Yani bu mücade­leyi kollektif yapmak zorundadırlar. Çün­kü kollektif yapılmadığı sürece, bu ücret ve sosyal hak mücadelesinde başarı şansı yok olacaktır. Ancak, bu kollektiflik tek tek Sendikalarda kollektif davranmakla başarılamaz. Bu ücret ve sosyal hak mü­cadelesinde işçilerin, her sendikada sen­dika içi demokrasinin uygulamasını ba­şarmak (yani sendikalarda işçilerin ege­menliğini kurmak) işçilerin en önemli gö­revi olmalıdır. Ancak, bu mücadele de­mokrasi mücadelesinden ayrılmamalıdır.

Toplu iş sözleşmesinde, işçilerle işve­renler iki zıt kutuptur. Çünkü, işverenler daha çok kar etmek ve sömürmek, işçi­ler ise daha fazla ücret almak ve sömü­rülmemek için karşı karşıya gelirler.

Yukarıda da söylediğim gibi, toplu iş sözleşmesi bir sonuçtur, demiştim. İş­çilerle, işverenler arasındaki bu mücade­leden sonra, sonuç olarak ortaya çıkar. Burada, asıl sorun, toplu iş sözleşmesi döneminde nasıl başarıya ulaşılacağı meselesidir. İşte asıl hedefimiz bu olma­lıdır.

İşverenlerle yapılacak bu ekonomik mücadelede, başarı işçilerin kollektif davranmasına bağlıdır. Çünkü işve­

renler, toplu sözleşme günlerinde işçile­rin birliğini bozmak için, daha fazla uğ­raş verir ve buna göre yeni yeni taktik­ler geliştirirler. İşçileri işten çıkarmayla tehdit edecekler, avanslarını kesmekle tehdit edecekler vs. vs... İşte bütün bu taktikleri boşa çıkarmak, işçilerin bir ara­ya gelerek, bu tür oyunları bozmak için, neler yapılması gerektiğini tarlışmak ve işverenlerin birlik bozucu taktiklerine kar­şı, yeni taktik uygulamaları kollektifçe uy­gulaması sağlanmalıdır. Mümkün oldu­ğu kadar bütün işçileri kaynaştırmak, her işçinin görevi olmalıdır. O zaman toplu iş sözleşmesinin işçilerin lehine sonuçlan­ması kaçınılmaz olacaktır.

Tam burada peki birlik nasıl sağla­nacaktır? sorusu aklımıza gelmektedir. Hiç unutmamalıyız ki, birlik ancak kali­tenin arttırılmasıyla sağlanır. Kalite ise, işçilerin eğitilmesiyle olur. İşyerlerinde bü­tün birimlerde eğitimin verilmesinin ya­nı sıra, ileri işçilerin bulunup, sıkı bir eği­timden geçirilmesi sağlanmalı ve ileri iş­çilerde işyerlerinde her birimde işçilere eğitim vermekle görevlendirilmelidirler.

Ancak meseleyi bu anlatılanlarla sı­nırlarsak, bal gibi Ekonomizm yapmış oluruz. Hiç unutulmamalıdır ki; Ekono­mik mücadele siyası mücadeleden ayrı düşünülemez. Toplu iş sözleşmelerinde alınacak haklar, Enflasyon'un, Develüas- yon'un ve pahalılığın olduğu ülkede, eri­yip yok olmaya mahkumdur. Öyleyse, mesele ekonomik olmaktan çok, siyasi­dir.

İşverenler bu konuda bakın nasıl bi­linçli ve örgütlüdürler. Hatta dünyada ki bütün, işverenlerin nasıl örgütlü olduk­larını isterseniz biraz açmaya çalışalım.

Bugün ülkemizde uygulanan ekono­mik tedbirler,.uluslararası tekellerin ka­rarı ile ortaya çıkmıştır. Türkiye ise bu alı­nan tedbirlere "24 Ocak kararları"ile katıldı. TÜSİAD'ın aldığı kararlar, bunun en somut örneğidir.

Ve bunun sonucu işçilerimize ve hal­kımıza sırf iç tüketimin kısılması uğruna çıkarttıkları yasalarla, nasıl kemer sıktır­dıklarını unutmamalıyız. Toplu iş sözleş­meleri için, ücretlerin ve sosyal hakların artmaması için, nasıl ilke kararları aldık­larını unutmamalıyız. Örgütlü oldukları için, parlemanto'dan istedikleri yasayı geçirtebiliyorlar, işte, işverenlerin ne ka­dar güçlü olduklarının ve teşkilatlı olduk­larının en güzel örnekleridir bunlar. De­mokrasi mücadelemizde bu durumu göz ardı etmemek gerekir. Onun içindir ki, iş­

çilerin ve halkımızın politika yapması ekmek-su kadar acildir. Parlamentoya kendi temsilcilerini sokabilmelidirler.

Hiç unutmamalıdır ki, işçimizin ve halkımızın şartları düzelmedikçe, hiç­bir şeyin düzelmiyeceğini bilmeliyiz.

Demek ki, "toplu iş sözleşmeleri na­sıl yapılmalıdır?" derken bile, tek tek iş­yerleri ve işkolları düzeyinde ekonomik mücadele vererek, haklarımızı almanın artık hayal olduğunu görmemiz gereki­yor. Meseleyi biz işçilerde, işveren sınıfı gibi ülke ve evren çapında siyasi boyut­larıyla almalı; haklarımızın gerçek de­mokrasi mücadelesiyle, ekonomik müca­delemizi bütünleştirmeliyiz.

Bu unutulmaksızın, toplu iş sözleş­mesi çalışmalarına, kollektif bir çaba an­lamında örnek olarak, kazlıçeşme Deri işçilerinin toplu iş sözleşmesi girişimleri­ni ele alabiliriz:

I İlk aşamada: İşyeri temsilcilerinin yanına, işyeri sayısına göre 2 ve 5 kişi­den oluşan (işçilerin seçtiği) "Toplu iş söz­leşmesi taslağı hazırlama ekib i" oluştu­ruldu.

II- İkinci Aşamada: Sözleşme Tasla­ğı, 120 kişiden oluşan bu ekip ile, tek tek maddeler üzerinde durularak, hazırlan­dı. Burada önem kazanan olay; taslak maddeleri işçilerin ve işverenin karşılıklı güç dengesini çok iyi hesap ederek, es­nek olarak hazırlanmasıdır.

III- Üçüncü Aşama: Taslak işçilerin onayına sunuldu. Yeni öneriler alındı ve son bir gözden geçirme yapıldı. Son şekli verildi.

IV- Dördüncü Aşama: Bir düğün sa­lonu tutularak, işçilerin tümüne istediği­miz haklar hazmettirilerek, mücadeleye hazırlandı. Ve sözleşme, işveren sendika­sına öneri olarak teslim edildi.

Artık bundan sonra, kârlı bir uzlaş­ma veya grev sonucu uzlaşma için, bü­tün ilgili işçiler hazırlanmış demektir. An­cak, işverenler ülke ve dünya çapında üc­retlerin dondurulmasını kararlaştırmış ve uygulamaya koymuş iken toplu sözleşme mücadelesini demokrasi mücadelesiyle bütünleştirmeyi başararak daha da güc- lenemezsek on kollektif çaba bile ülke dü- yezinde " y a ln ız " kaldıkça yenilgi veya küçük zaferlerden öteye geçememek ka­çınılmaz olacaktır.

Deri-İşKazlıçeşme Şube

Başkam Hüseyin Ateş

\41

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

Page 40: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

Tartışmalı bir toplantı için hazırlanmış konuşma

SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ:A Lİ IŞIKÇI

Böyle eğitici b ir tartışmalı toplantı düzenledikleri için arkadaşlarımızı huzu­runuzda tebrik eder teşekkürlerimizi su­na r ız.

A- Türkiye'de "Sendika-içı De­mokrasi "den söz edilebilir mi?

Konunun can alıcı temellerine inebil­mek için işe bir soruyla başlamak istiyo­rum.

Konuyu işçi arkadaşlara açtığımda ilginç bir tepkiyle karşılaştım:

"H er işimiz bitmiş de, Sendika içi Demokrasi"mi kalmış" dediler.

İşçi arkadaşlar bu sözleriyle toplan­tıya karşı çıkmıyorlardı. Tersine, kendi sağduyularıyla bize meselenin'özüne ini­ci uyarılar yapıyorlardı. Özetle şöyle de­mek istiyorlardı:

"Türkiye'de Sendika içi Demok­rasi meselesi yok! Sendikalar Mese­lesi de yok. Türkiye'de Sendikalar Faciası var. Sendikalar Faciası durur­ken sendika içi demokrasi'yi tartış­mak bize lüks gelir."

O zaman konunun tüm derinlikleri­ni daha iyi kavradım. Ve onlara Sendi­ka içi Demokrasi'nin Sendikalar Fa­ciasıyla nasıl ayrılmaz bir vahim me­sele olduğunu ve sendika içi demok­rasinin ancak işçilerin Sendikalizme karşı verdiği mücadeleden doğup gelişeceğini anlattım. Anlaştık: İlerle­tici bir tartışma oldu.

Burada konuyu o temellerde işlemek istiyorum. Önce Demokrasinin Sendika­larda genel ve özel olarak ne anlama geldiklerini üzerinde durarak ve ne du­rumda bulunduğumuzun çerçevesini çiz­meğe çalışacağım.

B- "Demokrasi" sözünün Sendi­kalardaki GENEL ANLAM I:

Sözlükleri karıştırdım :"D em o kras i" sözcüğü, Yunanca "Demos" Halk demek, "Krates" ise: Otorite-egemenlik demek. Yani Demok­rasi Halk Otoritesi veya egemenliği demeye geliyor. Ve 150 yıldan fazla bir zamandır Türkiye'de bize de böyle öğ­retildi zaten. Ama şimdi göreceğiz la f başka iş başka.

Şimdi bize öğretilen şekliyle soruyo­rum. İşçi arkadaşlara: "Sendikalarda işçi egemenliği" var mı? Bu soruyu he­men hiç bir işçi arkadaş olumlu cevap ve­remiyor. Demek ki Sendikalarda genel

olarak Demokrasi 'den söz etmek olanaksız.

İş bu kadarla bitmiyor. Soruyu ter­sine çevirelim: "Sendikalarda işçi ege­menliği yoksa Sendika iktidarında neyin ve kimin egemenliği bulun­maktadır?" *

Burada işçilerin on yıllar boyu ver­dikleri mücadeleler sonucu, bir-iki küçük şubeyi veya sendikayı ellerinde bulundu­ran işçi arkadaşlarımızı saymazsak; su­yun başını tutanlar ve Türkiye sendika- lizmi'ne "DAMGA"sini vuranlar bir avuç komisyoncu sendikacı zümredir.

Ve bunu da bilmeyen kalmamıştır. Bun­lar Türkiye düzeninin ve işveren sınıfının avadanlığı, bir parçası olmuşlardır. Ve 40 yıla yakın bir zamandır işçilerin ekmek­leriyle, işleriyle, hürriye tle riy le sıkılmadan-utanmadan oynayacak ama işçi aidatları ve mevkisiyle bir işveren gibi yaşayacak kadar sendikaları kıskıv­rak ele almışlardır.

Bunun sonucu bırakalım Sendika içi Demokrasiden söz etmeyi, işçilerin büyük çoğunluğunu Sendikadan tiksindirmek durumuna getirmişlerdir. Buradaki ve benzer salonlardaki kalabalıklar bizi ya­nıltmasın. Böylece toplantıları genellikle ileri yüzbinler ve milyonlar bizi kara kara dü­şündürecek kertede Sendika 'ya karşı il­gisiz hale gelmişlerdir. Bu tablo işte bu sendikalar faciasının sonucudur. Konu­nun asıl temeli budur. Sendikalizmden demokrasi beklemek-istemek hayaldir.

"Sendika içi Demokrasi" deyin­ce geniş işçi kitlelerinin sağduyularıyla bi­ze yaptıkları uyarı ve alınacak ders işte budur: Sendika içi Demokrasinin genel anlamını Sendikalizmin içinde aramak boşuna olur.

Gelgelelim Demokrasinin Sendika­lardaki ÖZEL anlamına.

B- Demokrasi sözünün Sendilar- daki ÖZEL ANLAMI:

Demokrasi Sendilarda nasıl-neyle uygulanır? Elbette Tüzük ve Yönetmelik­lerle. Demek sendikalarda demokrasi arayacaksak Tüzük uygulamalarına ba­kacağız.

Ancak Tüzüğü gene sendikacı uygu­layacağı için, bu sendikacı zümre elinde, en demokrat Tüzük ve Yönetmelik bile; b ir komisyoncu ağanın egemenlik aracı haline gelecektir. Bu unutulmaz.

Buna rağmen onlar Tüzük ve Yönet­meliklerini de kendi komisyonculuklarına uydurmuşlardır. Onların Tüzüklerini ve uygulayışlarını hepimiz biliyoruz: Onlar­ca yüzlerce örnekler verilebilir. Burada iki temele değineceğiz.

1- Onlar önce kendi çetelerinin işçi aidatı ve haraçlarla sağlanmış yüksek maaş ve refahını garantiye alacak maddi "Profesyonellik" maddelerini Tüzüğe geçirmişlerdir. Ve Sendika'ya bu yüzden "ekmek teknesi" gözüyle bakarlar. Onun için onları oradan belki topla zor sökebiliriz.

Oysa Sendikacı da bir işçidir ve ora­ya zengin olmak için değil işçi davasının yüksek ülküsünü savunmak için gelmeli­dir. O yüzden orta seviyede bir işçi ka­dar geliri olursa işçi sorunlarından ve ül­küsünden kopmaz. Onlara bunu söyler­seniz düşman muamelesi görürsünüz. Bunu her sendika mücadelesi vermiş işçi acıyla görmüş ve tadmıştır. Bu onların an ti demokratik tüzüklerinin maddi teme­lidir.

2- Sendika her şeyden önce Kol- lektif bir örgüttür. Ve Koliektif iş gör­mesi gerekir.

Sendikacılar ise Tüzüklerinde ve iş­lerinde kollektifiiklerden fellek fellek ka­çarlar.

Koliektif sözleşmeler, Koliektif seçimler, Koliektif seminerler, Kollek- tif kooperatifler, gösteriler en vicdanlı- sendikacının bile yukarıdan yanaşıp uy­gulamadığı konulardır. Nerde bir Kol- lektif sendika işi yapılmışsa o da işçi­lerin aşağıdan gelme zoru ile yapılmış­tır. Ve o zaman bile göstermelik olmak­tan çıkarılmamaya özen gösterilmiştir.

Yani onların kollektifçilikten kaçışı da Tüzüklerinin anti demokratik örgüt yapı­sının temelini oluşturur. Tüzüklerinin en olumlu seminer, kooperatif yardımlaşma sandığı maddelerini bile çevrelerine ye- yim alanı olarak kullanma maddesi ha­line getirdiklerini hepimiz biliyoruz.

Demekki Sendikalarda Demokrasi­nin özel anlamını Tüzüklerde de arayıp bulmak beyhudedir.

Yani arayıp-bulunacak ve düzeltile­cek bir Sendika İçi Demokrasi ile karşı karşıya bulunmuyoruz. Tam tersine tüm işçilerin karşısında Anti Demokratik bir sendikacılar zümresi ve sendikalar faci­ası bulunmaktadır. O halde nerede bu sendika içi demokrasi? Demokrasi'nin adresini işçilerin ve halkın mücadelesin­den başka bir yerde aramamalıyız arka­daşlar.

C- Sendika içi Demokrasi'nin Ad­resi:

Türkiye'de Sendikalar alanında de­mokrasiden hiç bahsedilemez mi? Çok önemli bir şey var: O geniş işçi kitleleri­ni yeniden canlandırıp sendikalara, sa­lonlara ve meydanlara dolduracak bir şey var: İşçi Sınıfının Sendikalardaki ve her alandaki "Demokrasi" mücadelesi var.

İşte Sendikalarda sözü edilen Sendika içi demokrasi o mücadele­den doğuyor! Sendika içi Demokra­si bir nebze olsun varsa o mücadele içinde var! Sendika içi demokrasi­den birazcık söz ediliyorsa o müca­delenin kılıcı hakkına söz edilebili­yor. İşçilerin sendika'larda tırnakla­rıyla dişleriyle kazandıkları örgütlen­meler sayesinde sendika içi demok­rasi gelişiyor. Ve bu mücadele geliş­tiği kadar sendika içi demokrasiden söz edebiliriz. Ve mücadelemiz ne kadarsa demokrasi garantimiz de o kadardır!

Demekki sendika içi demokrasi­yi Egemen Sendikalizm'in adresinde de­ğil; işçilerin onlara karşı yıllardır verdiği mücadele içinde aramalıyız. Türkiye'­nin Sendikal mücadelesinde kendisine has orijinal yan buradadır. Bu kesin çe­lişki kavranamazsa yeterli kararlılık bil­gilenme ve enerji gösterilemez. Sosyal Demokrat ve Sosyalist geçinen çoğu ay­dınlarımızın talihsiz konumları bunu an­lamayacak ortamda bulunuşlarındandır. Yukarıdan sendika mevkini ele geçirme­ye fazla güvenmelerinin sonu bu yüzden hüsrandır. Asıl mücadele bu yüzden Sen­dika Faciası içinde kaynayan en kara (yoksul ve cahil) işçiler içinde verilirse her konuda yanılgımız dayanıksız güvenle­rimiz veya hüsranlarımız en aza iner.

38

Page 41: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Bizde sendikalizm o denli batakçıdır ki işçilerden kopmuş nice iyi niyetli insa­nımızı bile kendisine benzetmekte gecik­memiştir ve gecikmeyecektir. Buradan alacağımız en büyük ders budur.

O halde özetleyecek olursak bir işçi olarak Sendika İçi Demokrasi deyince: İçinde bulunduğumuz Sendikalar facia­sına yani sendikalizme karşı verilen ve verilecek olan MÜCADELEYİ anlıyoruz.

D- Demokrasi Mücadelemiz bir bütündür:

Ancak Sendika içi Demokrasi müca­delemiz Ülke içi Demokrasi mücadele­mizden ayrılabilir mi? Şüphesiz ki ayrı­lamaz. Çünkü ' 'içinde bulunduğumuz Sendikalar Faciası veya en batakçı Sendikalizm kimin çocuğudur?" di­ye sorduğumuz zaman; cevabımız "on­larca yıldır hala demokrasiyi arayıp duran bugünkü Türkiye düzeninin çocuğudur" şeklinde olmaktadır.

Bakın daha 24 yıl evvelinden Türki­ye İdeal Mensucat İşçileri Sendikası bülteninde ilerici işçiler durumu nasıl açıklamışlar:

"Batı da Ekonomi kalkınışını da, de­mokrasiyi de getirip gerçekleştiren şu iki dinamo oldu:

1- İşçilerin Mücadelesi2- Serbest RekabetBiz ise işveren devletçiliği ile her iki zenbereği birden kırdır. Devlet eliy­le en müsrif işveren tekelciliğini ve Sendika tekelciliğini kurduk." "Yarım yüzyıldır; değil işçi ha­reketlerini, işçinin varlığını bile kabul etmedik", "İşçiler ile işve­renler arasındaki rekabeti de, iş­verenlerin kendi aralarındaki re­kabeti de kanun dışı saydık", "Onun için ekonomik kalkınışı­mız da demokrasimiz de gerçek­leşmedi."Meselenin özü buradadır arkadaş­

lar. Bunu anlamadık mı neyle karşı kar­şıya bulunuyoruz ve onunla nasıl müca­dele edeceğiz hiç anlayamayız ve ha­vanda su dövmüş oluruz. Konuyu biraz daha elle tutulur gözle görülür hale ge­tirelim. Gene eski işçi arkadaşlar anlatı­yorlar:

"Türkiye'de 1946 yılı Batıdan aktar­ma Demokrasi" denemeleri başla­dığı zaman "Demokrasi" sözcüğü­nü ciddiye alan tek Sosyal kümemiz İşçi Sınıfımız oldu. Ansızın ortalığı İş­

çi sendikaları kapladı. Zamanın ik­tidarı, "N edir bunlar? Yerden m antar bitercesine sendika kuruyorlar" diyerek ürktü. Ve biz­zat işçilerin kurduğu bütün sendika­ları BAKINCA kapattı. Tabii yerine devlet ve partiler eliyle ehlileştirilmiş sendikalar kuruldu. Ve kuruluş o ku­ruluş. Bugünlere kadar geldik. Biz­de Sendikacılık Devlet içinde dev­let haline geldi. Devlet yılda iki ke­re vergi alıyordu. Sendikalar her ay­başı aidat gelirlerini hiç zahmet et­meden kesilmiş olarak ceplerinde buluyorlardı. Tabii kaçınılmaz olarak ceplerinde buluyorlardı. Tabii kaçı­nılmaz olarak devletin, işverenlerin veya düzenin bir parçası haline gel­diler." Bütün güçleri buradan geli­yor ama

güçsüzlükleri de buradan geliyor. Bu ka­dar açık b ir ihaneti hangi işçi olsa çabu­cak kavrıyabiliyor. Gerisi işçilerin Sen­dika içi ve Ülke içi Demokrasi müca­delesine kalıyor. İşte Sendika içi De­mokrasi de Ülke içi Demokrasimiz de bu mücadelenin bilinçlice-programlıca teş­kilatlanmasında yatmaktadır. Bütün ko­nuşmalarımız ve güçlerimiz bu nokdata toplanırsa ilerletici bir sonuç alabiliriz.

E- Sendika İçi Demokrasi İsteyen­ler de Kendilerini Düzenlemelidirler.

Bu konunun lafa pek ihtiyacı yok. Çalışmaya, pratiğe, düşündüğümüz gi­bi davranmaya son derece ihtiyacı var.

O halde Sendika içi Demokrasi'yi bi­linçlerden hayata geçirmek ve geliştir­mek için neler yapılabilir? Asıl bunun üzerinde durulmalıdır. Sadece lafta kal­mak öncelikle kendi vicdanımızda De­mokrasiyi kurmamak demektir. Burada biraz da daha bilinçli geçinenlerimiz ama bir türlü düzenli mücadeleye girme­yenlerimiz de eleştiri çuvaldızını iliklerin­de duymalıdırlar.

Nedense çoğumuz bunları biliriz, eleştiririz de, iş yapmaya pek yanaşma­yız. Ve Sendika içi Demokrasi mücade­lesi de, doğal olarak kitlelerin kendili­ğinden Başıboş mücadelesine bıra­kılmış olmakta ve herşey ağır geliş­mekte, yenilgi de kaçınılmaz olmak­tadır. Bunun sorumlusu biraz da bi­lip de davranmayanlarımızdadır.

Demekki Sendikalizmi eleştir­mek kendi içimizdeki Demokrasi mü­cadelesinin sadece bir yüzüdür ve asla yeterli değildir. Çünkü asıl ihti­yaç lafa değildir. Asıl Demokrasi mü­cadelesini yürütecek çalışkan insan­lara ihtiyacımız vardır.

Önce kendi içimizde Demokrasi­yi kurmak için Sözümüz İşimize uymalı­dır. Sendikalizmi eleştiren insan onun mü­cadelesini de bütün gereklere uyarak ve­rirse kendi içinde demokrasiyi kurmuş demektir. Ve artık o insanın mücadelesi bize sürekli artan ürünler verecek de­mektir.

Onun için:1- Öncelikle Sendika için Demokra­

sinin "MÜCADELE" demek olduğunu bilince çıkarmış Sendikacılar, Şubeler ve­ya Sendikalar seçecekleri temsilcileri ile bir araya gelerek Ortak Merkez oluş­turmalıdırlar. Eksiklerini-hatalarını göz­den geçirmelidirler.

2- Aynı Ortak Merkezleri bütün iş kollarında.

3- Şubelerde ve Fabrakilarda yarat­malı eksik ve hatalarımızı Fabrika düze­yine kadar inerek düzeltmeliyiz.

4- Eksik ve hatalarımızı düzeltmekle kalmamalı Sendika içi Demokrasiyi ken­di Sendikalarımızda sağlam temellere oturturken, bütün sendiklara ve Türkiye sathına doğru yayıp temellendirmek üze­re progrcmlıca çalışmalıyız.

Şimdi bu çalışma programı üzerin­de de durarak konuşmamı bitirmek isti­yorum.

F- Sendika İçi Demokrasi İçin Ge­nel Program:

Sendikalarda demokrasiyi temellen­dirmek ve geliştirmek: İşçi Sınıfına İNANMAKLA baslar, isçilerin MAD­Dİ ve MANEVİ REFAHINI-BİLİNCİNİ arttırmakla gerçekleşir.

Bunu da işçilerin kendisinden baş­ka hiç kimse işçilere veremez ve gerçek­leştiremez. Demokrasinin en olasıda bu değilmidir? O halde işçilere inanmak demek (yani Sendikalarla Demokrasinin BAŞLAMASI demek): İşçilerin Sendika iş­lerini yapmaya başlaması demektir.

Sendikalarda Sendikacı diye İşçiler­den farklı-komisyoncu b ir zümrenin kal­maması, işçilerin kendi işlerini kendileri yapması Sendikalarda Demokrasinin ge­riye döndürülemezce temellenmesi de­mektir.

Onun içinBugüne kadar yerleştirilen; "herşe-

yi sendikacı yapar, işçiler de her işi için onlara dilekçe verir gibi müracat ederek bekler" geleneğini sabırlıca yık­mak için her alanda işçilere köklü bilinç ve iş vermekle işe başlanır.

Bu kollektif örgütlenmeyle başarı­labilir.

1- Sendikalarda hareket eğilimi, her türlü bürokrasiyi öldürür. Oturmak eği­limi ise, bürokrasiyi canlandırır. O yüz­den zaten % 99 işi hareket olması gere­ken sendika profesyonel kadrolarının sendikalarda oturup kalması adeta ya­sak kertesinde suç gibi görülmelidir.

Profesyonel sendikacı öncü ve hare­ketli işçilerden seçilmelidir. İşi Fabrikadaki bölümlere kadar işçileri gerçek-çalışkan öncüleriyle örgütlemek ve iş içinde on­ları eğitmektir. Flerşey bu tür gerçek pro­fesyonel sendikacıyla başlayıp gelişecek­tir.

Sendikalarda işçiler içinden bu tür gerçek profesyonelleri cıkarıncaya ve sendikaların basına getirinceye dek ge­ce gündüz çalışmalıyız.

2- İşçilerin eğitimi iş içinde olduğu gi­bi, sürekli olarak verilecek seminer ve kurslarla; panel veya konferanslarla, filmlerle, kendilerinin yapıp düzenleye­cekleri Tiyatro gibi gösterilerle düzenli­ce beslenmelidir.

Her eğitim işinde prensip: İşçilerin kendilerinin konuşması-düzenlemesi ve bizzat yapmas> şartı önde tutulmalıdır.

3- Sendika gazetelerinin Demokra­si mücadelesinin tüm yurt sathındaki ge­lişmeleri en can alıcı yönleriyle vermesi­ni ve üzerinde tartışılmasını sağlayacak biçimde yeniden örgütlenmesi sağlan­malıdır. Bugünkü ölü veya bilinen dar ha­bercilikten, Sendikalizmin goygoyculu­ğundan kurtulunmalıdır.

4- Bugüne dek yapılan Kooperatif­çiliğin başarısız olması Kooperatifçilikten vazgeçmemizi getirmemelidir. Bugün TÜKEİİM ve YAPI KOOPERATİFLERİ hat­ta zamanla ÜRETİM Kooperatifleri eksik ve hatalar bilinçlere çıkarılarak yeniden örgütlenmeli ve güçlüce yaygınlaştırılma- lıdır. Sermaye yetersizliğinde bir kaç ya­kın şube veya sendika birleştirilerek işe sağlamca başlanmalıdır.

5- Yardımlaşma Sandıkları aşağıdan gelme teşebbüslerle birleştirilerek güçlü­ce yeniden örgütlenmelidir.

6- İşçilerle sürekli Kollektif b ir ilişki kurulması Kollektif sözleşmeleri bizzat kendilerinin yapmasına yaklaşılacaktır.

7- Dolayısıyla Direniş-Grev-Miting- Gösteri gibi Demokrasi eylemleri de Kol­lektif b ir yönetim ve uygulama kazana­caktır. Grupçuluk ve anarşizm gömüle­cektir.

Page 42: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DEV-SOL davası tutuklularındanSinan KUKUL - İbrahim BİNGÖL iddia ediyor:

"İŞKENCESİSTEMLİDİR f f

Fiziki saldırıda da amaç,

psikolojik olarak saldırı

psikolojik çökertme

olmakla birlikte, yöntem; aşama aşama bedenin fiziksel olarak çökertilmesi,

işkenceyle yaratılan şiddetli

acı ve ağrı ile iradenin

zayıflatılması ve bu yolla

psikolojik-moral çöküşe zemin

hazırlanarak

izler, 5 yıla yaklaşan bir süredir Ask. cezaevlerinde »ufukluyuz. Gözaltına

alınmayla başlayan, tukuklanmayla devam eden ve bugüne dek süren cezaevi yaşamımız, çağdaş yasamın, insan onur ve kişiliğinin yerle bir edilmesinin, insani değerlerin ayaklar al­tına alınmasının ibret verici bir örneğidir.

Çağdaş yaşam, hangi nedenle olursa ol­sun, düşünceye ve bedene hiçbir baskı ve iş­kenceyi kabul etmediği gibi, insanın insani özelliklerini hangi koşulda olursa olsun ge­liştirmek için tüm olanakların sunulmasını ge­rektirir.

Yine çağdaş hukyk, savunma hakkını bir bütün olarak; gözaltına alınma anından, öz­gürlüğe kavuşulacak ana kadar bir bütün ola­rak değerlendirir ve savunma hakkının en iyi şekilde kullanılabilmesi için tüm olanakları sağlar. Oysa bırakalım savunma hakkının kul­lanılmasının tüm koşullarının yaratılmasını, as­gari yaşam koşulları bile çoğu zaman yoktur. Sözde kabul edilen haklar, uygulamada tü­müyle yok edilmiştir.

Bunlar 20. yüzyılın son onbeş yılında, ül­kenin en büyük şehrinin en büyük emniyetin­de ve cezaevlerinde; ülkenin dört bir yanın­daki gözaltı, ceza ve tutukevi merkezlerinde yaşanmaktadır. Bu uygulamaları ve yaşam ko­şullarını , bizlerin sağlığına etkilerini tek tek ve ayrıntılarıyla anlatmak; olayları bu durum­dan habersiz olan insanlara aktararak insan­ları insani değerlere duyarlılaşlırmak; insan­ları insanlık dışı kafalara karşı mücadeleye ça­ğırmak ve geleceğin insanlarına, insani de­ğerleri yok etmenin sonuçlarını bildirmek için çalışmak, baskıya, işkenceye, insani değerle­rin kısıtlanmasına ve yok edilmesine, insanın onursuziaştırılmasına, kişiliksizleştirilmesine karşı duran herkesin, özellikle de olayları ya­şayan tanık ve mağdurlar olarak bizlerin önemli görevi, insanlık borcu ve insanlığa say­gımızın zorunlu gereğidir.

A . BİRİNCİ ŞUBEDEKİ KOŞULLAR VE UYGULAM ALAR

“amaca”ulaşmaktır.

Emniyetteki tüm uygulamaların nedeni, örgüt üyelerinden eylem ve/vpya örgütsel iliş­kileri öğrenmek gibi gösterilir. Ancak bu uy­gulama, çok büyük oranda, tesadüfen emni­yete alınan insanlara " fa ils iz eylem bırakmama" anlayışı doğrultusunda, eylem kabul ettirmek doğrultusunda yapılmaktadır. Yani, hiçbir yasadışı eylem ve örgütle ilişkisi olmayan, ama düşünce olarak düzen için "zararlı" görülen devrimcilere, ilericilere ve yurtseverlere yapılan ağır işkenceler buna yö­neliktir. Çoğu zaman, önceden görevlilerce

hazırlanan ifade senaryolaıma imza attırmak amaçlanır.

Uygulama ve koşulları daha ayrıntılı an­latabilmek ıcın üç bölüm halinde yazacağız.

a.PSİKOLOJİK SALDIRI

Her ne kadar tüm saldırıların hem psiko­lojik, hemde fiziki yıpratma, yok etme yanla­rı olsa da kendi kıstaslarımıza göre hangisi ağırlıkta ise o bölümde açacağız.

İrsan onuruna, kişiliğine, düşüncelerine, ruh sağlığına-mcraline ve değer yargılarına yapılan saldırıları şöyle sınıflandırabiliriz:

aa. Günlerce aç susuz bırakma; bu ha­liyle zincire bağlı tutma; uyutmama; tuvalete götürmeme; su yerine tuzlu su, sidik, veya her- türlü pislik katılmış su içirme; yüksek mumlu ampul altında bekletme:

Genellikle ilk günlerde yapılan bu uygu­lama, insanı en temel ihtiyaçlarından mahrum ederek psikolojik olarak çökertme, düşünme ve bilinçli hareket etme yetkisini kaybettirme ve panik havasına sokmaya yöneliktir.

bb. ormana götürme, tetik düşürme, ormanda mezar kazdırma

• Tabanca haznesine sürülen mermi, sanı­ğa gösterildikten sonra, yüz bantla kapatılır ve sanığın kulağının dibinde tetik kaldırılarak sanığa istenilenleri yapıp yapmayacağı soru­lur; yanıt için bir kaç saniye beklenir. Bu ara, tetiği kalkık boş bir tabancayla değiştirilir ve süre sonunda tetik düşürülür. Bu uygulama emniyette yapılabildiği gibi, ıssız bir ormana götürülerek de yapılır. Bazen, aynı kişiye hem emniyette, hem ormanda yapılır. Etkisini güç­lendirmek için çeşitli yollarda denenir; mezar kazdırma, ayaklarının altına ateş etme, tam ateş ederken birinin müdahesiyle "kurtar­ma'^!) gibi...

Çok kısa, saniyelerle ifade edilebilecek sü­rüde insanın önüne getirilen yaşam ve ölüm ikileminin yaratacağı muazzam gerilim ile in­sanda psikolojik ve fiziksel yıkım amaçlanmak­tadır.

cc. küfür ve hakaret

Gözaltına alınan insanların çoğu, ahlakî ve insani değerlere saygısı tam ve bu uğurda pek çok fedakârlıkları göze alacak insanlar­dır. Bu insanların kişiliğine, ahlâk değerleri­ne, yargılarına düşüncelerine, toplumsal ya­şam ve ilişkilerine yönelik yargı ve değerleri­ne, karısına, kızkardeşine, anasına ve tüm ak­rabalarına, arkadaşlarına yönelik küfür ve ha­karet, insani değerleri yıpratmaya, kişiliği çö­keltmeye yöneliktir.

dd. işkence odasında saatlerce bekletme veİşkence sesi dinletme

İnsani duygu ve düşünceleri tam olan sa­nıkların yanında işkence yapmak ve sanığın bu iğrenç, insanlık dışı uygulamaya karşı hiç- birsey yapamaması, insanın toplumsa! dayanış­ma yanına ciddi bir saldırı olmasıyla birlikte;, aynı uygulamanın heran kendisine de yapı­lacağı beklentisi, bir yandan insani değerleri yıpratmaya, diğer yandan psikolojik direnci ok*-tmeye yöneliktir. Bir insanın bizzat ken­

disine uygulanan işkencenin yarattığı psiko­lojik yıkım, yanındaki bir insana uygulanan iş­kencenin yarattığı psikolojik yıkımdan cok da­ha azdır.

Gözaltına alınanların çoğu hücrelerinden çıkarıldıktan sonra, işkenceye, alınmadan bir süre önce, işkence odalarının olduğu bölüm­deki boş bir odada bekletilirler, işkenceden sonra ise, tekrar hücrelerine koyulurlar. An­cak, polis, isteği doğrultusunda hareket etme­yenleri bu bölümde çok uzun süre, haftalar­ca bekletir. Burada gece gündüz işkence ses­leri duyulur. Çünkü, işkence bitişik veya karşı odada, yapılmaktadır. Odada, gözleri kalın bir bantla kapalı, elleri ve ayakları zincirle du­vara veya radyatöre bağlı olan sanık; hafta­larca, bazen aylarca (12 Eylül döneminde gö­zetim süresi 3 aydı, ancak bu, birçok durum­da 4 aya kadar çıkarıldı) burada tutularak, yaratılan gerilimli ortamda, uykusuz, çoğu za­man aç, günün olur olmaz saatinde işkence­ye alınarak, olduğu yeıde tekme tokat dö­vülerek; yani he' türlü saldırıyı bekleme psi­kozuna sokularak, psikolojik olarak çökertil­mek istenmektedir. Ayrıca bu yolla tecrit du­rumunda tutulan sanığın şube literatürüne "za rf atm a" olarak geçen, yalan bilgilerle (Arkadaşlarının yakalandığı, herşeyi anlattık­ları...vb.) bilinci dumura uğratılarak hedefe ulaşılmaya; yani polisçe hazırlanan ifadele­rin altına imza attırılmaya çalışılır.

ee. göz bağlama

Gözetim altında kalınan sürenin, özellik­le "sorgu" denilen, hücreden çıkarılarak iş­kence yapılma ve bekletilme sürelerinde, göz­ler gözbağı ile bağlanır. Bu durumda dışarı­yı ayırdetmenin olanağı yoktur. Heran, her yerde saldırının gelme olasılığının olduğu ko­şullarda gözlerin kapatılması, insanın kuşku ve gerilimini arttırmayı, heran gergin durma­sını ve bu gerg in liğe dayanamayan psikolojinin-moralin çökmesini amaçlamakta­dır. Bir önceki bölümde belirttiğimiz gibi, bu haliyle sanığın günlerce tutulduğu, sıkça rast­lanan olaydır.

<:

40

Page 43: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

ff. Irza geçme tehdidi

Gözaltına alınan insanların hemen tümü, ahlaki yanları ve değerlere verdiği önem ile toplumda en gelişkin insanlardır. Bu yanıyla, bu tip tehditlerle saldırının psikolojik çöküntü yaratma amacı çok açıktır.

gg. psikolojik nabız yoklama

Polis fiziki ve psikolojik işkence sürecince sıksık çok iyi” (!) davranır. Bu yolla bir yan­dan sanığın düşüncelerini inkar ederek ve her- şeyi "anlatarak” veya söyleneni yapmak (düz­mece ifadelere imza atarak) düzenin güçlü ve babacan (!) kollarına kendisini bırakmasını sağlamaya veya bu olmazsa, bu aşırı iyiniyeti "papaz" tavrı ile konuşarak, tartışarak sanı­ğın psikolojisini ölçme ve daha sonraki saldı­rıları buna göre biçimleme amaçlanmaktadır.

hh.aile ve akrabalaraişkence

Tüm işkencelere rağmen polisin işlediği doğrultuda sonuç alınamayan ve polisin sö- lediği doğrultuda hareket ettirilmeyen insan­lara yeni bir zorlama daha getirilir: Akraba­ların ve/veya arkadaşların devreye sokulma­sı. Bu, akraba veya arkadaşlarının işkence gö­ren sanığı, isteneni yapması doğrultusunda ik­na etmeleri veya akraba ve arkadaşlarına teh­dit şeklinde olmaktadır ki, genellikle ikinci yön­tem uygulanır. Ana-babanın, kardeşlerin, eş ve çocukların, yani sanığın akrabası olmak­tan öte bir özelliği olmayan insanların emni­yete alınıp, sanığın önünde kıyasıya dövülme­leri; her türlü hakaret, küfür ve sarkıntılığa ma­ruz bırakılmaları, işkencelerin en iğrenci ve gurura-ahlakî değere saldırının en yoğun ifa­desidir. Yine aranan sanıkların yakalanması­nı kolaylaştırmak için, yakınları gözaltına alın­makta, işkenceye çekilmektedir.

ii. ilaçlı su ¡cirmeSanık günlerce aç ve susuz bırakılarak tek

başına bir hücreye atılır. Hücrede, sadece bir kap içerisinde su vardır. Başka hiçbir yiyecek, içecek verilmeyerek günlerce aç-susuz bırakıl­dığı için, sanık bu suyu içmek zorunda bıra­kılır. Suyun özelliği, içerisinde, kişinin bilinci­ni, iradesini zayıflatıcı, bulanıklaştırıcı bir ila­cın bulunmasıdır. Bu ilaçlı suyu içen kişide bir süre sonra halisinasyon başlar. Bu ilaçlı suyu içen kişi hayal görmeye, kendine telkin edilen şeyleri, sanki oluyormuş gibi görmeye başlar. İlaç kesilince bu etkiler ortadan kalkar. Ancak, kişide o zamana kadar ortaya çıkmamış ruhi hastalıklar varsa, ortaya çıkar ve ilacın kesil­mesiyle ortadan kalkmaz; hastalık devam eder. Cezaevlerinde de ciddi bir tedavi gör­meyen bu kişiler, bugün cezaevlerinde epey­ce çoktur.

jj. yüksek katların penceresinden sarkılma

El veya ayak bileklerinde bağlanarak iş­kence yapılan binanın üst katlarından iple pencereden sarkıtılarak aşşağıya atılma ve ölüm tehdidi savurulur. Bu işkencenin diğer bir yöntemide, iki işkencecinin sanığı bacakların­dan tutarak pencereden kafa üstü sarkıtma­ları ve imzalatılmak istenen ifadenin kabul edilmemesi halinde ayaklarının bırakılacağı­nı ve intahar süsü verilerek kişinin öldürüle- bileceği tehtididir.

Bu işkence yöntemi ile kişinin ölümle teh­dit edilerek moral olarak çökertilmesi ve iste­nilen ifadenin kabul ettirilmesi amaçlanır.

b. FİZİKİ SALDIRIFiziki saldırıda da amaç, psikolojik ola­

rak saldırı ve psikolojik çökerme olmakla bir­likte, yöntem; aşama aşama bedenin fiziksel olarak çökertilmesi, işkenceyle yaratılan şid­detli acı ve ağrı ile iradenin zayıflatılması ve bu yolla psikolojik-moral çöküşe zemin hazır­lanarak "am aca" ulaşmaktır. Sistemli olarak hemen hemen her sanığa gözetim boyunca defalarca tekrarlanan ve her seferinde saat­lerce süren saldırıları şöyle sıralayabiliriz.

aa.elektrik işkencesiManyeto ile sağlanan düz akım sanığa,

vücuduna bağlanan birçok kablo aracılığıy- ,la verilmektedir. Elektrik akımı verilen manyeto aleti kamuoyu tarafından bilinmekte ve tanın­maktadır. SHP Adana Milletvekili Cüneyt Can- ver, (1980 yazında) Demokrat gazetesinde res­mi yayınlanan ve devrin başbakanı Süleyman Demirel'e ne olduğu ve ne amaçla kullandığı sorulan elektrik işkencesi aleti manyetoyu, 1986 yılı İç İşleri Bakanlığı, bütçesi gürüşülür- ken (1985 Aralığında) TBMM'ne getirmiş ve deneme yaparak nasıl kullanıldığını kamuo­yunun gözleri önüne sermiştir. Burada, işin en dikkat ve ilgi çekici yanı, bu manyeto aletinin seri halde özel olarak MKE (Makina Kimye En­düstrisi) kurumu tarafından imal edilmesidir. Bu durum ülkemizde işkencenin devlet politi­kası olarak sistematik bir biçimde uygulandı­ğına dair fazlasıyla fikir vermektedir. MKE- nin T.C. devletinin resmi bir kuruluşu olduğu­nu hatırlatmaya herhalde gerek yok.

Elektrik manyetosunun seri halde imal edilmesinin ülkemizde elektrik işkencesinin bi­lenen merkezler dışında, çok yaygın (semt- mahalle karakollarında bile) uygulandığını, göstermektedir. Zaten bizlerin ve işkence gö­ren bin'erceişkence mağduru insanın anlatım­ları bu gerçeği doğrular niteliktedir.

Akımın yarattığı enerji, vücutta, tüm kas­larda şiddetli ve sürekli kramp gibi kasılma­lara neden olmakta; bu kaslarda da şiddetli ağrı meydana gelmektedir. Yaşam-ölüm sını­rı 50-60 volttur. "Bilgisiz sorgucular" bu ayar­lamayı her zaman yapamadıkları için zaman za­man ölümlere ve ağır yanıklara neden oluyor­lar. Tabii ki, bu tür olaylar basına "kalp sektesinden" veya "iç kanamadan" öldü, diye yansıtılmaktadır. Yine tabidir ki, "sekte"ye, "iç kanamaya" neden olanı belirtmeden...

Akım asıl olarak kafa ışı gerilimi çok art­tırmaktadır. Sonuç; dehşetli bir baş ağrısıdır. Bu etkiyi arttırmak için, kablolar, dile, dişe, du­dağa, kulaklara bağlanmaktadır. Ayrıca cin­sel organa bağlanarak "cinsel organın

9t4*3 t .* tin

tah rib i" korkusu verilen sanık dehşetli ağrı­ya ilave olarak, psikolojik saldırıylada yüzyüze bırakılmaktadır. Bunun dışında elektrik akımı el parmakları, ayak parmakları, makat vb. gi­bi vücudun muhtelif yerlerine bağlanarak da verilmektedir.

Elektrik "tekn iğ i" cok uzun süredir uygu- yanan yöntem olduğundan, "sorgucular" ge­nellikle "d ikkatli" ve "b ile rek" kullanıyorlar. İlginçtir; 1980 Aralığında Ankara siyasi şube­sinde elektrik işkencesinden meydana gelen bir ölüm olayı ile ilgili yapılan soruşturmada, ölen sanığa işkence yapan polislerden biri, elektrik işkencesinin, "bilimselliğini ve sistema­tikliğini şöyle itiraf ediyor."... ben sekiz yıllık polis memuruyum. Bir sanığa ne kadar elek­trik verileceğini iyi bilirim ." (Cumhuriyet ga­zetesi) Demek ki, elektrik işkencesi ' 'eğitimi- 'de yapılmaktadır. Bu nedenledir ki, bu yön­temde ölüm veya yanık ender olmaktadır;, ge­nellikle yaptıkları ve gerçekten bilimsel olan araştırmaları, gözle görünmez tahribatı gös­teriyor. Dünyada, işkence görenleri tedavi eden ilk işkence tedavi merkezi, uluslararası af örgünün aktif çabasıyla 1981 yılında Da­nimarka'nın başkenti Kopenhag'da açılmıştır. Bu merkezin direktörü Dr. Inge, işkence gö­renlerin hangi işkence yöntemlerine tabi tu­tulduklarının nasıl anlaşıldığını şöyle ifade edi­yor: "Örneğin kalp elektrosunun alınması, bu hastalara geçirdikleri elektrik şoku işkencesi­ni (.„,) altında geçirdikleri saatleri hatırlat­maktadır." Bu tepki, elektrik işkencesinin in­san organizmasında kalıcılığını ve tahribatını yüzeysel birbakışla ve ilk anda bile yalın göz­lere gösteriyor; duyan kulaklara duyuruyor. Elektrik işkencesinin uygulamasından yıllar sonra ortaya çıkan birçok sinirsel-psikolojik hastalıkların; beyin, kalp, böbrek pankreas, cinsel organları gibi hayati organların birçok hastalığın kökekinde elektrik işkencesinin yat­tığı ortaya çıkmıştır. Sinir hücrelerinin tahribiy­le başlayan rahatsızlık, giderek bu sinir hüc­relerinin uyandırdığı organ ve dokulara doğru yayılmaktadır.

bb. falaka"Ata yadigarın"dan falaka, ortaçağ de­

spotizmini aratır boyutlardadır. Geçmişte ol­duğu gibi bugünde bırakalım merkezleri, iki gözlü karakolların bile demirbaşıdır.

Ülkemizde falaka öyle yaygın ve yıllardır uygulanmaktadır ki, bu vaiıs' işkence biçimi birçok etkili ve yetkili devlet görevlisi tarafın­dan olağan görülmekte ve savunulmaktadır. Bunun ibret verici örneği, yıllarca siyasî şube­lerde görev yapmış ve İstanbul Emn.Müdür­lüğüne kadar yükselmiş Nihat Kaner'in, 1986 Ocak ayında işkence konusunda basında da çıkan açıklamasıdır. Nihat Kaner bu açıklama­sında bir gerçeğide itiraf etmekte ve şöyle de­mektedir: "Poliste, gelenlere birkaç (tokat bir­kaç cop vurulur, en fazlasından falakaya çe­kilir." Bu da, yıllardır bizlerin "işkence devlet politikasıdır, sistematiktir, çok yaygın bir biçim­de uygulanmaktadır." iddiamızın en yetkili em­niyet görevlisi tarafından teyit edilmesidir. Aynı zamanda, "işkence sistematik değil, münferi­t t ir " diyen Başbakan'dan, Cumhurbaşkanı­na kadar tüm yetkililerin, kamuoyunu aldat­maya çalıştıklarını da gösteriyor.

Falakada eller tutularak veya sopaya bağlanarak ayaklar kaldırılır. (Jandarmada sopa yerine G-3 tüfekleride kullanılmaktadır) Veya çırpınma olanağımda tümüyle ortadan kaldırarak, işkencenin şiddetini ve etkisini art­tırmak amacıyla, kamyon tekerleğinin dış las­tiğine iki büklüm sokulduktan sonra, ayak ta­banı üste gelecek şekilde ters çevrilir. Ayak ta­banına, bileğine, diz kapağına, baldırlara cop veya demir sopayla yüzlerce kez ve "sorgucu­nun" yönettiği şiddette vurulur. Ayak taba­nı önce kızarır, kırk-elli vuruştan sonra, mo-

Ik i görevli sanığın omuzlarından, iki görevli de ayaklarından tutar ve ters yönlere doğru gererek çevirirler. Omirilik ters yönlere doğru döndürmenin şiddetine göre incinmeden kırılmaya kadar tahrip olur. Bugüncezaevlerinde bel ağrısı şikayetinin hemen herkeste olmasının önemlinedenlerinden biri de bu işkencedir. Yine bir çok arkadaş, aradan yıllar geçmesine karşın hala bel kırık ve çatlamasının doğurduğu sonuçları tedavi etmeye çalışmaktadır.

Page 44: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Elektrik manyetosunun seri halde imal

edilmesinin ülkemizde

elektrik işkencesinin

bilinen merkezler

dışında çok yaygın (semt-

' ', mahalle karakollarında

bile)uygulandığını

göstermektedir. Zaten bizlerin ve

işkenceye mağdur insanın

anlatımları bıi gerçeği doğrular

niteliktedir.

“Ata yadigarı99 olan falaka,

ortaçağ despotizmini

< aratır boyutlardadır.

Geçmişte olduğu gibi bugün de

bırakalım merkezleri, iki

gözlükarakolların bile

demirbaşıdır.

t

I

farır, su toplayarak şişer ve bu haliyle on- yirnu vuruş sonra taban patlayarak kanlı ;rin akar. Tabanın patlaması darbelerin etki­sini, yarattığı ağrıyı daha fazlalaştırır. İşken­ce seansları bittikten sonra sanıklar kendi kı­sıtlı olanaklarıyla nasılsa bulmuş oldukları yara merhemleri ile kendilerini Tedavi ederler. Ta­bii dir ki, her tedavi, bir sonraki seansa ka­dar ağrıyı dindirmekten öteye geçemez. Asıl tedavi, cezaevine geldikten sonra aylarca de­vam eder.

Şubede polislerin başta falaka olmak üze­re diğer işkence türlerinin yarattığı izleri j/e tahribatı yok etmek için belli bir süre sanıkla­rı tedavi, ettiğide bilinir. Gözaltı süresinin 3 aya çıkartılmasından sonra, bu hep böyle ol­muştur. Şube sonrası 'dokfor raporlarının 'temiz” çıkmasının hikmeti buradadır itirafçı

polis oedat Caner bu konuyla ilgili şunları söy­lemektedir: ” 45 günlük gözaltı süresi sanığın iyileşme süresidir. O ara içerisinde tedavi gö­rür, süreli olaraktan ilaç verilir. Vücudundaki izler kaybolur, synt'ye götürüldüğünde işkence gören şahısta hiçbir iz kalmamıştır.” (Nokta dergisi Ocak 1986)

cc. kaba dayak ve kum torbası ile dövme

Birkaç ” sorgucu” nun arasına alınan sanık görevli işkencecileTce yumruk, tekme, dirsek, dizle ve sanığın neresine geleceği önceden dü­şünülmeden feci şekilde dövülür. Amaç, vur­mayla yaratılan ağrının etkisiyle kenci sonuç- Icrına varmaktır. Sanığın bayılması işkeceyi önlemez. Ayıldıktan sonra yine devam edilir. Bu, sorgucuların keyfine göre aynı gün birkaç kez yinelenir. İşkencenin etkisini arttırmak için, sanık günlerce aç, susuz, uykusuz bir biçim­de kollarından zincirle duvara, ya da radya­töre bağlanır. Ve bu günlerde bu işkence özel­likle "tercih” edilir.

Dayak atmada daha "teknik" bir yöntem de kum toı basıdır, içine kum ya da sert bir ci­sim konulan eldivenle sanığın can alıcı nok­talarına şiddetle vurulur. Vurulan yerler ge­nellikle sanığın birkaç darbeden sonra bayıl­masına neden olmaktadır.

Kaba dayak ve kum torbalarıyla dövme­de, eli kolu bağlı birinin dayak yemesinin in- scnda yarattığı psikolojik yjcıma ek olarak, sık­lıkla iç kanama gelişmektedir. Basına "ic ka­namadan öldü" diye geçen Şube ölümlerinin önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Ölümie sonuçlanmasa biie, dayak sonucu olu­şan iç kanamadan, cezaevinde cok sık rast­lanan baş ağrısı ve böbıek bozukluklarının önemli nedenlerinden biri olduğunu söylemek, derin araştırmaya gerek olmadan doğrulana­bilecek bir gerçeği ifade etmektedir

1980 Ekim ayında İstanbul Siyasi Şubesin­de gözaltında iken öleın Devrimci Sol militanı

Ahmet Karlangaç'ın ölüm nedeni, kaba da­yak ve kum darbesiyle dövülmesi sonucu olu­şan beyin iç kanamasıdır. Bu, otopsi raporuyla tesbit edilmiştir.

dd, 'askıI

Ortaçağ zindanlarından "ödünç" alıncn bu yöntemle, sanık çırılçıplak soyularak kol­ları yanlara doğru açık olacak şekilde ve ayakları yere değmeyecek yüksekliğe, genel-

' likle tavana asılır. Bu durumda saatlerce bek- letilir. İşkence yöntemleri içinde insan bünye­sinde en fazla tahribat yapan işkence türle­rinden biridir.

Bu askı işkencesinin çeşitli uygulanış biçim-, leri vardır. Geçtiğimiz günlerde itirafçı işken­ceci Sedat Caner in Nokta dergisine yaptığı acıklmalarda işkencenin en etkilisinin biçim­lerini sıralarsak; a-) Filistin Askısı: Elleri arka­dan bağlı ya da kelepçeli olarak bir ip vası­tasıyla tavana asma b-),Çarmıh Askısı: iki el bir demir boruya iple veya kayışla bağlanmak sureti ile yapılan askı,c-) Ters Askı: iki bacağı birbirine bağlayarak, ya da sadece birini doğ­rudan bir kayış veya ip vasıtası ile tavanaas- ma... Bu durumdan kalmak omuz - kol kas­larını aşırı derecede zorlayacaktır. Giderek, kas liflerinin, kirişinin ve kas zarlarının yartıl- masına ve kalış süresine göre artan sinir ve j omuz eklemi deformesyonuna neden olacak­tır.

Süre uzadıkça ağrının şiddeti dehşetli bo­yutlara çıkmakta, dayanılmaz noktalara ulaş­maktadır. Nitekim kalış süresi 20-30 dakikayı aşan samklgr çoğu ağrı şokuna bağlı olarak bayılmaktadır. Bu durumda ayıltma askıdan indirilmeden yapılır genellikle. Yine; elektrik, falaka vs. diğer işkence yöntemleri askıday­ken uygulanır. Yine askıdayken ayakların al­tına sadece parmak uçları değecek şekilde kamyon lastiği yerleştirilir. Bu durumdayken uygulanan diğer işkence yöntemleri ve elek­triğin etkisiyle ayak parmaklarına altındaki lastikten ayaklar gerilerek kurtulur. Bu işlem defalarca tekerrür eder. Bir süre sonra (lasti­ğe sürtünme sonucu) ayak parmaklarının las­tiğe değenkısımları soyulur, et ortaya çıkar ve dayanılmaz acılar verir.

Bu işkence yöntemi 12 Eylül'den hemen sonra İsrail'den alınmıştır. Daha önce da bu işkence yöntemi Amerikan emperyamizmi tara­fından Vietnam halkına uygulanmıştır. Çağı­mızın emperyalizme bağımlı ülkelerin faşist yö­netimlerinin, muhaliflerini yoketmek için, en sık başvurduğu işkence yönlemlerinden biri­dir. Göbeklerinden emperpalistlere bağlı olan sömürücü faşist yönetimlerin, halkların müca­delesini yok etmek için başvurduğu bu işkence

yöntemlerimin aynı olmasının bıı nedeni bu ol-so u t*ttk !!.

Askıya, sanık, bazen ayaklarından asıl­maktadır ve diğer işkence yöntemleri bu ha­liyle uygulanmaktadır. Bu durun.da beyine çok miktarda kan hücum ediyor, kafa içi basıncı cok artıyor, doğan şiddetli baş ağrısı ile uzun sürede yırtılan damarlar beyinde iç kanama­lara yol açabiliyor.

ee. soğuk suyla banyo ve banyo sonraşı "havalandırma"

1Kışın dondurucu soğukların hüküm sürdü­

ğü aylarda sanık ya soğuk su dolu küvete çı­rılçıplak sokulup birkaç dakika bekletilmekte veya yine çırılçıplak vaziyette betona yatırı­larak üstüne hortumlaıbeş-on dakika su sıkıl­maktadır. Daha sonra da uzun süre (bazen bir saati buluyor) açık havada, açık pencere önünde, kapağı açık buzdolabı veya vantila­tör önünde bekletilir. Vücut kuruduysa tekrar tekrar ıslatılıp kısmi donma veya bayılmalar görülene dek bu işkenceler sürdürülür. Bazen de uzun süre çırılçıplak vaziyette burada ya­tırılır veya karın içine gömülür. Palto vb. kat kat' giysi ile ancak dolaşılabilen koşullarda, çırıl-

j çıplak olan sanığa yapilan bu uygulamanın doğuracağı tahribat sır olmasa gerek; don­duran soğuğun' dehşetli acı vermesi, kısmi donmalara bağlı his kayıpları, bronşit ve üst solunum yolu hastalıkları, böbrek hastalıkla­rı, sindirim yolu hastalıkları vb. Donma, hüc­re ve dokularda kan damarı ve şekilli element­lerinde, sinir hücrelerinde yapısal bozukluk­lara yol açar; kısmi donma olan yerlerde ya­şam boyu süren karıncalaşma ve uyuşmalar yıllarca sürebilir. Yine, bugün cezaevinde ak­ciğer ve böbrek hastalıkları bu derece fazlay­sa, bunun temel nedenlerinden biri de, saat­ler boyunca ve bir çok kez uygulanan bu iş­kence yöntemidir.

ff. karda, camda yalınayak yürütme

Falaka, elektrik, dayak, soğuk su banyo­su vb. işkencelerden sonra ve genellikle iki se­ans arasında "dinlenme" olarak yapılan bu işkencede sanık karda veya cam kırıklcrı üze­rinde yarım saat yürütülür. Ağır işkence seans­larından sonra ayakta zor duran sanığa bun-! lor n yaptırılması önceki işkencelerin şiddeti­ni çok attırır. Com kırıkları, ayrıca, ayak ta­banında yara ve iltihaplarmalara da neden olmaktadır. i

t

K

İ [

Page 45: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

gg. ters bükmeİki görevli sanığın omuzlarından, iki gö­

revi' de ayaklarından tutar ve ters, yönlere doğru gererek çevirirler. Omirilik, ters yönle­re doğru döndürmenin şiddetine göre incin­meden, kırılmaya kadar tahrip olur. Bugün ce­zaevlerinde bel ağrısı şikayetinin hemen her­keste olmasının önemli nedenlerinden biri de bu işkencedir. Yine bir çok arkadaş, aradan yıllar geçmesine karşın hala bel kırık ve çat­lamasının doğurduğu sonuçları tedavi etme­ye çalışmaktadır.

hh. cinsel organa kırık cam, vs. sokma ve erbezlermin burulması

Bunun yarattığı ağır psikolojik tahribada ek olarak cinsel organlar yaralanır, kesilir ve bunlara bağlı olarak hemen infekte olurlar. Te­davi olanağının olmadığı o koşullarda bu il­tihabın üst idrar - üreme organlarına doğru yükselmesi hemen hemen kaçınılmazdır. İdrar, üreme organlarında fonksiyon kaybı veya en azından, kronikleşen iltihap, bu işkencenin so­nucudur. Sinir açısından vücudun en zengin noktalarından olan dış üreme organlarında bu işkence, muazzam bir ağrı yapmakta, ke­sik ve yaralarda ağrının uzun sürmesine ne­den olmaktadır.

Ayrıca, erbezlerinin burulması da sıkça uygulanan bir işkencedir, testislerin şişmesi ile meydana gelen şişme ve iltihaplanmalar kı­sırlaşmaya kader varabilir. Testisler üst üste getirerek, iki avuç ayasj arasında belli bir ba­sınçla uzun süre ezilmekte ya da aşağıya doğ­ru çökerek burmak şeklinde iki biçimde uygu­lanmadadır.

Bu işkence biçimi için uzman işkenceciler yetiştirilmiştir. Kamuoyuna yansıyan bir örnek­te olduğu gibi, bölge bölge dolaşıp bu işken­ceyi uygulayan Ankara Siyasi Şubesinde gö­rev yapan ve "Laz Fikri" lakabıyla da anılan işkenceci, buna bir somut örnektir. Bu da iş­kencenin bir merkezden sistemli bir biçimde uygulandığını gösterir somut bir kanıttır.

İL tırnakla et arasında iğne, odun kıymığı sokma

El ve ayak parmaklarında tırnağın altına, tırnak ile et arasına iğne veya ince odun kıy­mığı sokulur.

I

jj. tırnak çekmeEl ve ayak parmaklarının tırnakları, ke­

rpeten veya pense ile tutularak tek tek sökü­lür.

kk. sigara söndürmeVücudun çeşitli yerlerinde (ensede, gö­

ğüste, sırtta, kol ve bacaklarda) sigaranın ateşi değdirtilerek yakılır ve yanan sigara söndü­rülür.

ıı. saçlardan tutarak, sürükleme, bıyık yolma

Saçlardan tutarak yerde sürüklerken, bir yandan da tekme, tokat dövülür. Saçlardan tutulup çekilerek ayağa kaldırılır. Tekrar tek­me tokat dövülür. Bu işlem defelarca tekrar edilir. Bıyıklar ve vücudun muhtelif yerlerin­deki kıllar tek tek ve tutam tutam çekilerek yo­lunur.

mm. muşta türü sert cisimlerle sürekli aynı noktaya vurma

Kollarından askıya alınan sanığa, bir iş­kenceci elindeki muşta türünden sert bir cisimle

sürekli olarak aynı noktaya vurur. Bir süre son­ra dayanılmaz acılar içinde kıvranılır ve iç ka­namalar meydana gelir.

nn. saatlerce ayakta bekletme

Duvarın 1-1,5 metre önüne getirilen sa­nık kolları omuz hitasında, el ayaları yere ba­kacak şekilde durdurulur. Bu şekilde gövde bi­raz öne doğru eğilerek, el parmak uçlarıyla duvara değecek sekile getirilir. Bu durumda saatlerce bekletilir. Bir süre sonra kol ve ba­caklara kramp girer, hissizleşir, eller ve ayak­lar morarır.

oo. foseptik çukuruna sokma

Sanık, ellerden veya koltuk altlarından bağlanarak, iple boğazına kadar foseptik çu­kuruna daldırılarak uzun süre bekletilir. Bu iş­kence türünde, uygulanan kişinin psikolojik ve fiziki olarak yıptarılması amaçlanır. Bağlana­rak foseptik çukuruna daldırılmasıyla kişinin aşağılanması, moral olarak ve direncin dızal- tılması hedeflenir. Fiziki yönü ise uzun süre bekletildiğinde zaten diğer işkence yöntemle­riyle vücutta oluşan yaralar mikrop kaparak azıyor. Bu yaralara ek olarak yeni yaralar açı­lıyor.

Bu yazı Sinan Kukul ve İbrahim Bingöl tarafından mahkemeye verilmiş bir dilekçenin

ilgili bölümünden alınarak aynen yayınlan­mıştır.Dilekçenin bütür.ü mahkeme dosyala­

rında mevcuttur.

Sanık, ellerdenveya koltukaltlarındanbağlanarak, ipleboğazına kadarfoseptikçukurlarınadaldırılarak uzunsüre bekletilinBu işkencetüründe,uygulanankişininpsikolojik vefiziki olarakyıpratılmasıamaçlanır.Bağlanarakfoseptikçukurunadaldırılmasıylakişininaşağılanması, moral olarak ve direncin azaltılması hedeflenir. Fizik yönü ise uzun sürebekletildiğinde zaten diğer işkence yöntemleriyle vücutta oluşan yaralar mikrop kaparak azıyor. Bu yaralara ek olarak yeni yaralar açılıyor.

I1

m dana Cezaevinde toplam 61 / l siyasi tutukluya "İstiklal Marşı söylemedikleri". “yemek duası etmedikleri" ve "spora çıkmadıkları" gerekçesiyle insan sağlığı ve onuru ile bağdaşmayan yaptırımlar uygulanmaktadır. 61 siyasi tutuklu hücrelerde tutulmakta, havalandırılmaya çırakılmamakta. kitap, aylık ve haftalık dergi verilmemekte, aileler', yakınları ve avukatları ile olan yazışmaları engellen m ektedir.Hücreler yerin altında, rutubetli, soğuk ve havasızdır. Isınma sistemi yoktur. Işıklandırma sistemi ise çok zayıftır Tutuklular. açık hava yerine hücre kapılarının açıldığı koridora çıkarılmaktadır. Ailelerine, yakınlarına ve avukatlarına yazdıkları n.ektupların çoğu yerlerine ulaşmamaktadır.Aynı şekilde Amasya Cezaevinde de 6 siyasi hükümlü ve tutuklu açık havaya çıkarılmamaktadır İçlerinde hükümlü A Fazıl Ercüment Özdemir yaklaşık olarak 1.5 senedir güneş yüzü görememiştir. Kitap \e düreli yayın alınmamakta, tutuklu ve hükümlüler cezaevi idaresinin ve Bakanlığın beğenisine göre seçilmiş kitaplardan oluşan kütüphaneden kitap 'okumaya zorlanmaktadırCezaevlerindeki yaşam koşulları üzerine yaklaşık iki şenedir vazıh basında yeralan yazılar, bir çok cezaevinde olduğu gibi Adana ve Amasya Cezaevlerindeki koşullunda düzeltmemiştir Çünkü, iırsan hakları ve işkence konuşumla salt sorunları bilmek, kuramsal çalışmalar yapmak, vasal düzenlemeleri ve mevcut uygulamayı karşılaştıran hukuk yazıları yazmak, haftalık ve aylık yayınlarda röportaj konusu olmak yetmemektedir Baskı ayrını ve işkence politikasının mevcut hukuk düzeninde yasal dayanağının bulunmadığı herkesçe bilinmektedir. Ulusal ve uluslararası normları "mekanlarda” tekrarlayıp durmak, koşulları değiştirmemiştir Adana ve Amasya cezaevlerinde aydınlara, canlının en temel gereksinimi olan hava ve ışık bile çok görülmektedir.Buna karşılık bir avuç siyasi tutuklu ve hükümlü söz konusu insanlık dışı uygulamalara."siyasal suç sanığı belirli yasal hakları ve güvenceleri olan bir insandır düşüncesiyle, siyasal kimliklerini unutmadan onurla ve inatla, direnmektedirler.Onların bu haklı direnişine sessiz ve tepkisiz kalmayalım. Çekingenliğimizi unutalım.Tepkinin yöntemini bulmak kolaydır.Not: Yazının yazılmasından sonra Adana cezaevinde Açlık Grevi başladı.

Page 46: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

GEN

ÇLİ

K ÖĞRENCİHAREKETİNDEKİTARTIŞMALAR VE SON DURUM

984, yenilgi psikozu içinde ve depolitizasyon etkisindeki öğ­renci gençliğin bu havayı kat­

merleştiren örgütsüzlüğünü aşma yönünde ilk adımları attığı yıl oldu. YÖK, atılan adımları olabildiğinece küçültüp yavaşlatan bu­kağıydı. İkinci bukağı ise bizzat dernek­ler yasasının kendisiydi. Sonuçta dernek kurarak örgütlenmeye çalışanlar için der­nek kurma yıllara yayılan bir sürece dö­nüştü. Ve hemen hemen, sonra gelen üç yıl derneklerin tüzel kişilik kazanma mü­cadelesine sahne oldu. (84-87 dönemi) Bu süreç bir çok sorunuda beraberinde getirdi. 86-87 öğretim yılına gelindiğin­de, aşındırılmış ama kınlamamış bu la­net çemberini öğrenci gençlik hala boy­nunda taşıyordu. Örgütsüzlük, depoliti­zasyon, yenilgi psikozundan oluşan bu halkanın yokedilmesi yolunda girilen dernekleşme süreci bu noktada tıkanı-

" Polis ve Öğrenciler " Y O rd ö .

Nevruz Çağlar

86-87 öğretim yılı bu tıkanıklğı çöz­me çabalarının başlangıcı oldu. Kısırlaş­mayı sadece nesnelliğe bağlama yanlı­şına düşmemek için madalyonun öznel­liğe bakan yüzünüde çevirip göze batır­mak gerek. Bu yapıldığında "dernek kurma" doğru politikasını üretip halka­yı yakalayan siyasi perspektifin zincirin diğer halkalarını sürükleyip getirecek po­litikalar üretemediğini ve kısırlığın neden­lerinden birininde bu olduğunu görürüz. Dernek kurarken yalnız başına yola çık­mayı övünç kaynağı yapanlar, diğer güçlerin o günlerde içinde bulundukları koşulları dikkate almamanın yanılgısı içindedirler. Nitekim bu yanılgı başları­nı yedi. Değişik perspektiflerin dernek­leşme zeminine gelmesiyle başlayan ha­reketlilik kısırlık konusunda söyledikleri­mizi destekler nitelikteydi. Ama bizce önemli olan, 86-87 döneminde başlayan hareketliliğin demokratik öğrenci hare­keti açısından ne ifade ettiğidir.

Öğrencilerin ekonomik demokratik taleplerini dile getirmeyi, elde etmeyi amaç edinen örgütlenmenin hak arama mücadelesi yolunda eylemler geliştirmesi kaçınılmazdı. 86-87 döneminde yaşa­nanlar; derneklerin belli bir birikim sağ­landığını, İkincisi varolan kitlenin müca­deleyi yükseltme talebinin yoğunlaştığı­nı gösterdi.

Başlangıçta kangrenleşen ve nerdey- se muhalefetin manivelası olan atılma so­runu gündeme geldi. Kaç yıldır dilekçe vere vere döktükleri yüzsuyunun kendi­lerini boğacağını gören gençlik, bu kez daha üst ve etkili düzeyde bir biçim ge­rektiğini düşünerek, defalarca atılmala­ra ve tekrar tekrar alınlamalara neden olan, yüksek öğrenim kanununun 44. maddesinin değiştirilmesi yönünde bir kampanya başlattı. Gençlik yazgısını YÖK'ün lütfetmek zorunda Kaldığı afla­ra bağlamak istemiyordu. Kimileri birta­kım iyileştirmeler sağlamak düşüncesiy­le, kimileri YÖK'ün tasfiyesi perspektifi­ni yitirmeden atılmalar konusunda yo­ğunlaşan muhalefeti değerlendirmek dü­şüncesiyle şu veya bu biçimde kampan­yaya katıldılar. Kampanyanın yürütüldü­ğü süre içinde M.Ü. öğrencisi İsa Tanrı- verdi'nin okuldan atıldğı için intihar et­mesi bardağı taşıran son damla oldu ve olaya yeni bir boyut kazandırdı. Öğren­ciler "yürümekle aşınmayacak" sokak­lara döküldüler. Sokağa taşmak bir biri­

kimin ifadesinden başka nedir ki? Ayrı­ca gelişen tepki sadece İsa'nın ölümüne karşı değil, arkasında yatan nedenlere YÖK'ün gerici, ayrıcalıklı eğitim sistemi­ne karşıydı. Gelişen ders boykotları, üni­versite ve rektörlüğe bırakılan siyah çe- lenkler bu gerçeği dile getirdi. Peşisıra, 44. maddenin değiştirilmesi için başkent yollarına düşüldü. Sürekli suçlanan, ka­muoyuna bir çıban başı gibi gösterilen gençlik, yürüyor, yürüdükçe kamuoyu­nun desteğini alıyordu. Böylesine haklı ve meşru zeminde yükselen hareket, elbet­te bu kırma eğitim sisteminden medet umanların eteklerini tutuşturacaktı ve tu­tuşturdu da. Eylemlerin meşruluğuna, dış mihraklar teranesiyle gölge düşürülme­ye, kuşku yaratılmaya çalışıldı. Göz aç- tırmamacasına başlatılan soruşturma, tehdit ve gözaltılar aldı başını yürüdü. Evet yine aynı şey söyleniyordu: "Ben­den iste ama, kendin almaya kalkma!"

Öte yandan bizzat atılan öğrencile­rin kendisi, bir dizi aynı nitelikte eyle­mi başlatacak bir açlık grevine başlıyor­lardı. Açlık grevinin seyri defalarca an­latıldı basında. Tekrar etmeye hacet yok. Biçimi hakkında da çok şey söylendi. Biz sadece ilk açlık grevinin diğerlerine ışık yaktığı, yol gösterdiği ve ufkunu yalnız­ca 44. madde değişikliği ile sınırlamada- ğı, böylece yükselen mücadeleye daha geniş bir boyut kazandırdığını söylemek­le yetineceğiz. Mihenk taşı bütün gerici eğitim sisteminin kaldırılması olduğunda, açlık grevine gidenleri hareketi bölmek­le suçlayanların, gerçekte birtakım re­formlar zemininde kalarak hareketi böl­düklerini görmek kaçınılmaz oluyor. Ay­rıca dayatmacı biçimde olayın gelişme­sinin sorumluluğunu platformu kendi da­nışma meclisi gibi görenler taşıyor.

Sonuçta, yürütülen kampanya sona erdiğinde, YÖK'ün yaptığı yasa değişik­liği resmi gazetede yayınlanarak yürür­lüğe girdi. Bunun istenen değişiklikle uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Ayrıca öğrenci gençlik üzerindeki baskılar yo­ğunlaşarak artıyordu, ister istemez etki tepkisini doğurdu, yemek boykotları, aç­lık grevleri, YÖK'ün önüne siyah çelenk bırakmayla yükselen hareket, üniversite­nin sembolü haline gelen İ.Ü. önüne si­yah çelenk bırakılmasıyla doruğa vardı. Yemek boykotu hemen hemen her fakül­teyi sardı ve kitle aktif bir biçimde baskı­ları ve 44. madde değişikliğini protesto etti. Bu sırada başlatılan gözaltılara tepki olarak bir dizi açlık grevi gelişti. Tartış­malı koordinasyonsuz ama haklı bir ze­minde. Siyah çelenk ise bu protestoların daha aktif ve üst biçimi oldu. Eylemler arasında zamanlama olmayışı, sağlam bir zemine oturmuş, bilinçli önderliğin ol­mayışı, eylemlerin birbirini destekler de­ğil, nerdeyse köstekler şekilde gelişme­sine neden oldu. Bütün bu eylemler, de­mirci çırağının örsteki demire indirdiği ilk çekiç darbelerinin acemiliğini yansıtıyor­du. Acemici, kararsız ama coşkulu! Öyle ya, en uzun yolculuk bile küçük bir adım­la başlar.

Eylemlerin anaforu içinde birtakım ayrılıklar su yüzüne çıktı.

Olayların girift örgütlenmesi bu ay­rılıkları değişik biçimlerde açığa vurdu.

l

«

4

44

Page 47: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

ABir direniş türküsü: 16 Mart 1978

Öğrenciler Açlık Grevinde

Elbette bunları 7 yılda yapılmaya çalışıl­dığı gibi gelenekten koparak eğilimlerin dününü bir yana bırakarak değerlendir­mek mümkün değil. Öyle ki, pratik bir sü­recin tartışılması sırasında 60'lı yılların pasifistleri olarak suçlananlar bugün yi­ne aynı ayrılığın gündeme getirildiğini öne sürdüler. Hayır. İllâ ki binlerinin gün­deme sokmaya çalışmasına gerek yok. Ayrımlar nesnel nedenlerden doğdu ve herhangi bir kesitte ortaya çıkmalarını da kimse engelleyemez. Eğilimlerin sos­yal zeminleri yokedilmedikçe de bu böyle olacaktır. Aşmanın yolu ilkelerden taviz vermeden asgari zeminde buluşmaktır. Ama yaşanan pratikte bırakın ilkeleri, dar köprüdeki inatçı keçiler masalı ya- yaşanıyor. Benzetmeyi bir yana bırakır­sak, bu ayrışma tek tek eğilimler arasın­da değil de eğilim grupları arasında kes­kinleşiyor. Bu olgu olumsuzluk barındı­rıyor gibi görünüyorsa da bizce olumlu­luk taşıyor. Geleceğe sadece 61 anayö- sası çerçevesinden bakmayanlar için olumluluk taşıyor ve geleceğin iki farklı yönelişine ışık tututuyor. Bu gerçeğin ken­dini çok dolaylı yoldan ifade edişine baş­ka türlü söylersek pratikte yaşanan so­runlara göz atalım.

Birincisi, bir platformun dağılması­na yol açan böylece ortak davranış ola­nağını yok eden, açlık grevi sırasında ta­kınılmış dayatmacı ve tasfiyeci tutum. Ya­rına baylar! Tekkkeciliği kimin yaptığı bu denli açıkken "tekkeciliğe hayır" diye il­ke ilan etmenin alemi ne Allahaşkına! Bi­nlerinin aynı şeyleri size karşı uygulama­sından mı korkuyorsunuz. Birlik, birlik­te olunmak istenenleri kollamakla olur. Ben yaptım, oldu mantığı birliğin parça­lanmasından başka ne sonuç verdi. Geç­mişin bölünmüş hareketine tepki duya­rak, gelecek kuşağa bütünlüklü bir ha­reket bıracakiarını söyleyip övünenler, bütünlüğü sağlamanın ayrılıkların üstü­nü örterek değil, tam tersine ayrılıklarla beraber olabileceğini öğrenmeli öncelik­

le. Ve ikinci olarak bu eğilim, meclisteki çoğunluğuna güvenerek, istediği tasarı­ları yıldırım çabukluğuyla çıkaran ANAP tavrını bir yana bırakmalı. Dengeler de­ğişse bile, birtakım alışkanlıklar kolay ko­lay yok olmuyor. Ama yoketmek zorunlu.

Örnek oluşturacak bir başka sorun, dernek üyeliği sırasında neyin kriter ola­rak alınması gerektiğiydi. Yeterince açık koyabilmek açısından biraz ilerde ele alın­ması gerekli. Şu aşamada, bugün geîî- nen noktanın tesbiti önemli. Bunu yap­mak gelişen muhalefetin boyutunu sap­tamakla olacaktır. Derneklerin kendi po­tansiyel güçlerini yani nesnel koşulları iti­barıyla muhalefete katılması gereken kit­lenin genelini kapsamaktan uzak oldu­ğu ortadadır. Nitekim gelişen hareketli­lik, öndeki duyarlı kesimin (sadece ön­deki duyarlı diyoruz) hareketliliği oldu. Herne kadar 44. madde değişikliği için hazırlanan dilekçe onbinin üzerinde im­za topladıysa da, diğer eylemler de bin­lere ancak ulaşabildi. Kitleselleşmek der­nek üyelerinin ağzında ekmek gibi gün­lük ve gerekli bir söze dönüştü. İ.Ü. nün önüne siyah çelenk bırakılmasından son­ra muhalefetin istenen yaygınlaşmaya ulaşamayışı, baskılara aktifçe direneme- yişi de bu sorunun ifade edilmesinden başka birşey değildir. İkinci olarak bütün bu eylemlerle birtakım somut kazanım­lar elde edilemedi. Elbette bu her eyle­min birtakım somut kazanımlara varmak için yapılması gerektiği anlamına gel­mez. Ama daha geniş kitleyi seferber et­mek için dişe dokunur olmak gerekir. So­nuçta kısa vadeli pratik süreç açısından şu sorunlar karşımıza çıkıyor: Oturmuş bir birlik sağlamak, kitleselleşmek ve ge­niş kitleye ulaşmak anlamında somut ta­lepler öne sürüp sonuç almak.

Kitleselleşmek sorunu ta başından itibaren gündemi işgal ediyor ve daha uzunca bir süre işgal edeceğe benzer. Ayrıca bu sorunun zorlamasıyla ve geç­

mişin yarı-politik örgütlenmelerine tep­kiden ötürü, Yarın dergisinin sayfaların­da derneklere "doğal üyelik" tartışıldı. Madalyonun diğer yüzünde Gökyüzü bunu açıkça savundu. Sonra Yarın "gö­nüllü üyelik" deyip sıyrılıverdi. Bir zaman sonra bunun yerine YÖK'e karşı olan herkesin üyeliği savunuldu. Nereden ne­reye! Kendi deyimleriyle belki bir zaman sonra anti-faşistlik ve yurtseverlik kriter olarak alınabilirdi. Ama şimdi değil. "Ye­ni Düşünce"nin de YÖK'e karşı olduğu hatırlatıldı, hatırlatılacak. Ayrıca genç­liğin yurtseverlik geleneğinin üzerinden atlanamayacağı açık. Derneklerin taba­nını genişletmek kaygısıyla demokratik öğrenci hareketinin ufkunu daracıkları­nı ve "yeni ufuklara" yönelinilmesini en­gellediklerinin farkına bile varamıyorlar. Sendikalizm batağına öylesine gömüldü- lerki öğrenci derneklerinde "anarko- sendikalizm" yapılamasını yasaklamaya kalktılar. Bu Barış derneğinin veya İnsan Haklan derneğinin iktidarı almaya çalış­tığını söylemek kadar saçma. Sendikaliz- min tarihi köklerini hatırlatmak zorunlu oluyor. Karşıt yüzü (anarko-sendikalizm) üzerinde bu denli tepinilmesini açıklaya­cak olan da bu gerçek zaten.

Yine kitleselleşme sorunundan yola çıkarak geniş kitlenin harekete geçirilime- sinin ilk ve olmazsa olmaz koşulunun öndeki duyarlı kesimin hareketliliği oldu­ğunu söylemekte yanlış. Geniş kitleler her zaman duyarlı bölüğü beklemezler. Ondan geri de, ileri de olabilirler. Tari­hin değişik kesitlerinde kitlelerin çok da­ha önde olduğu da görülmüştür. Sorun yol gösterici olmak, kitleyi eyleme çek­me yolunda birtakım öncü adımlar at­maktır. Kitlenin geriliğine tabii olmamak­ta önemli. Bu gerçeğin kavranamama- sının sonucu kitleyle öncü arasında uçu­rum yaratmak bir uçta uçkunluk, öbür uçta yılgınlıktır. Yaşanan yılgınlığa yılgın­lık katmanın alemi yok.

Kitleselleşmenin pratikte yarattığı

1

Devamı syf: 60

BİZİ UNUTMAYIN!Biz Hukuk ve İktisat'tan 7 devrimci öğrenciydik.O salı hava pusluydu, yağmur çiseliyordu.“Kurt dumanlı havayı sever”, biliyorduk. Ama biz de devrimciydik.Saat 1.35 ’de bombalandık. Parçalandık.Gençler! Unutmayın bizi.Biz Özgürlük savaşçısıydık. Zorbaların tabancası, bombası vardı. Biliyorduk. Bile bile üzerlerine yürüdük.Faşist işgal kırılmalıydı. Kırdık. Boşuna ölmedik. 17 Mart’ta okul koridorlarmda/caddelerde onbinlerce işçi ve öğrenci marşlar söyledi. Duyduk ve saklamıyoruz, kimimiz ağladı.Biz de eşlik ettik marşlara, dinleyenler duymuştur. Marşlarımız gözyaşlarını tüketti. Türküler söyledik. Siz de söyleyin 16 Martlarda. O zaman yüreğinizi dinleyin. İşte biz ordayız.Bizim için üzülmenizi istemiyoruz. Türküler söyleyin. Marşlar söyleyin.Gençler! Bizi unutmayın. Hiçbirimiz ölmeyi istemiyorduk. Cemil’in tiyatro çalışmaları yarım kaldı.1 Hatice'nin filiz sevdası da. Murat iyi bir avukat olacaktı, olamadı. Hamit hemen “memleketine" dönecekti. Memleketinin "sömürge" olduğunu söylüyordu, özgürlük peşindeydi, ulaşamadı. Uzatmayalım. Hepimizin tatlı hayalleri vardı. Olmadı.Ölmeyi istemiyorduk. Ama ölebileceğimizi biliyorduk. Karşımızda kahpeler fırsat kokuyordu. Korkmadık. Yüklendik üzerlerine. Sarsıldılar. Yenildiler. Düşerken kinlerini kustular.Gençler1 Bizi unutmayın.Duyduk ki o zaman bizlerin içinde olan bazıları şimdi küfürler ediyormuş. Kulaklarınıza karanlık “Gece Dersleri" üfleyip, gözlerinizi şizofrenik “Prenses” kâbuslarıyla şaşırtmaya çalışıyorlarmış.Kanmayın zehirli elma şekerlerine.Apışaraları ile rakı kadehleri arasında koşuşturan yenilmiş, zavallı molozların sahte masallarına inanmayın.Verdikleri esrarları içmeyin.Biz coşku doluyduk. Korku nedir bilirdik. Ama onu hep yenerdik.Neşeliydik. Güldüğümüz zaman ağız dolusu gülerdik.Hayatı, insanları, doğayı seviyorduk.Severdik. Sevdiğimizi kucaklar, sonuna dek yaşardık.Gençler! Bizi unutmayın.

Abdullah Şimşek Hamit Akıl Ahmet Turan ören Hatice Özen Baki Ekiz Murat Kurt Cemil Sönmez

45

Page 48: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

ÖĞRENCİGENÇLİK HAREKETİ VE ÖRGÜTLENMESİ

ecen dönem ilk belirtileri görü­len öğrenci hareketleri 86 son­baharı ile yükselme eğilimine

girdi. Bu noktada ortaya çıkan bazı problemleri incelemeliyiz.

Ö n c e k ısa ca g e çm işe b i r g ö z a ta lım . 12 M a r t önces in in ö ğ re n c i h a re k e tle r in d e b e ll i b ir b ir l ik h a v a s ın ı g ö rü y o ru z . A m a b u b ir l ik b iz ­ce y e tk in -m o d e rn b i r ö n d e r l iğ in p o lit ik a s ı so ­n u cu s a ğ la n m ış d e ğ il. H e n ü z s iyas i a y rış m a d ö n e m in d e o la n h a re k e t le r tam b ir k o p u şm a y a ş a m a m ış la rd ı. K o p u ş m a la r d e rin leş tikçe 12 M a r t m u h tıra s ın a y a k ın g ü n le rd e g e n ç lik h a ­re k e tin d e d e d a ğ ı lm a la r o lu ş u y o rd u . A n c a k y in e d e D E V -G E N Ç he n ü z bü tü n g e n ç liğ i te m ­s il e d e n y a r ı-e fs a n e v i b i r ö r g ü t o lm a k a ra k ­te r in i k a y b e tm e m iş ti.

12 M a r t k a ra n lık la r ın d a y a ş a n a n la r ve 14 E kim 1 9 73 s e ç im le r i s o n ra s ın d a k i 1-2 y ı ld a g e n ç lik h a re k e t i, a r t ık ta m b ir n e tlik a rz e d e n p o li t ik k o p u s m a la ra p a ra le l o la ra k d a ğ ı lm a ­y a u ğ ra d ı. İlk a ş a m a d a s a ğ la n a n b ir l ik le r k â ­ğ ıt ta n ş a to la r g ib i d a ğ ılıv e rd i. Sonrası 12 Ey­lü l 'e d e k b i r ka o s g ib i y d i . f i )

Ş im d i ye n id e n c a n la n a n ö ğ re n c i h a re k e ti b ir d a ğ ılm a y a u ğ ra m a d ı. İ l le r d ü ze y in d e ve Türk­iy e ç a p ın d a o r ta k b ir p la t fo rm y a ra tm a ç a ­ba s ı v a r . A m a h e n ü z ç a b a la r so n u ca u la ş a ­m a d a n d a ğ ılm a e m a re le r i d e g ö rü lm e y e ba ş­la d ı. B ir l iğ i s a ğ la m la ş tırm a k g e re k iy o r . İp u ç ­la r ın ı g e ç m iş te n b u lu p ç ık a ra b il ir iz .

G e ç m iş in g e n e l ro ta s ı ne ? En k a b a h a tla - rıy lc r şu: S iyas i a y r ı l ık la r h e n ü z ta m ne tleşm e­m işken v e y a m e v c u t fa rk lı s iya s i g ö rü ş le r z a ­y ıfk e n b ir l ik o lu n a b il iy o r . A y r ı l ık la r n e tle ş in - ce ve fa rk lı g ö rü ş le r n is b î o la ra k g ü ç le n d ik ç e b ir a r a d a d u rm a k im k â n s ız la ş ıy o r ve ö ğ re n c i h a re k e t i a to m la r ın a d e k d a ğ ılıy o r .

Ö ğ r e n c i h a re k e t i b u z e m in d e n b i r üst z e ­m in e s ıç ra m ak z o ru n d a d ır . G eçm işte ya şa nan d e n e y le r y e te r l i k a y n a k o lu ş tu ru y o r . Ö ğ r e n ­c i le r g e ç m iş ö ğ re n c i h a re k e t le r in in y a ra tt ığ ı b ir ik im le r i g ö z b e b e k le r i g ib i k o ru m a k d u ru ­m u n d a . S adece k o ru m a k y e tm e z , b u b ir ik im ­le r i b e c e r iy le ve b ir kuyu m cu hassaslığı i le d e ­ğ e r le n d irm e k - y e n i s e n te z le ri u y g u la m a k g e ­re k ir . G e ç m iş i k u ru a jita s y o n m a lz e m e s i o la ­ra k d e ğ il, g e le c e ğ e p r o je k tö r tu ta rs a k d o ğ ru tu tu m a g irm iş o lu ru z .

R o ta n ın y a n lış lığ ı s iyas i a m a tö r lü k te n i le r i g e liy o r . 6 0 'la r d a b u r ju v a ve kü çü k b u r ju v a s o s y a liz m le r in in şe k illen m es i, p r o le ta ry a sos­y a liz m in in y e n id e n d o ğ m a d u ru m u n a dü ş­m e s i g e n ç k a d ro la r ı s iyas i ö n d e r lik ve ö ğ re n c i h a re k e t i ö n d e r l iğ in i a y n ı a n d a b ir l ik te y ü rü t­m e k z o ru n d a b ıra k tı . Z o ru n lu y d u . O g ü n le r g ü z e ld i ve coşku d o lu y d u . C e s a re t ve e n e r ­j iy le işe b a ş la y a n ö ğ re n c i ö n d e r le r i ip in u cu ­n u çe k m e d e z e r re te re d d ü t e tm e d ile r . İy i e t­t i le r . S o n u ç ta k e n d ile r in i s iya s i ö n d e r o la ra k b u ld u la r . A m a k o n u m u z b u d e ğ il. B ağım sız b i r a la n o la ra k ö ğ re n c i h a re k e t i ö z e llik le s i­y a s i a y r ı lık la r ın ne tle şm e s in in h ız la n d ığ ı 6 9 - 7 0 y ı lın d a g e r iy e dü ş tü .

M o d e rn ve ka lıc ı h a re k e t le r /ö rg ü t le n m e le r p ro g ra m -tü z ü k - ta k U k b ir l iğ in e u laşm ış g ü ç lü siyas i y a p ı la r ta ra fın d a n sa ğ la m b ir m ü cade le z e m in i üstüne o tu r tu la ra k o lu ş tu ru la b ilir . M a r t ö n ces i h e n ü z s iyas i y a p ıla r ın k e n d ile r i o lu şm a sü re c in d e yd i, b a ş a rıla m a d ı. Y ılgınlık n e d ir b il­m e y e n coşku d o lu a n t i-e m p e ry a lis t m ü c a d e ­le g e le n e ğ i b ıra k ıld ı.

K a ra n lık M a r t g ü n le r i ve 14 E kim son ras ı s iy a s i h a re k e t le r in ay rışm ası ne tleş ti. O n y ı l­

la r d ı r b ir p o ta d a fa r k lı n ü a n s la r o la ra k b ir a ­ra d a b u lu n a n so s y a lis t h a re k e t 6 0 'la r ın s o n ­la r ın d a y ığ ınsa llaş ıp s o k a k la ra d ö k ü lü n c e n ü ­a n s la r n e tle ş ti. O lu m lu b i r g e liş im d i. İşç i sını­fı g e n e l o la ra k s o s y a liz m le d e ğ il, k e n d i sos­y a liz m iy le ta n ış m a lı. B unu n iç in ö n c e d iğ e r s o s y a liz m le rd e n a y r ış m a k s o n ra a y rış m a y ı n e tle ş tirm e k g e re k iy o r . Bu sü rec in ö n ü n d e d u rm a k g e r ic ilik ve işç i s ın ıfına "s iz g e n e l o la ­ra k sosya lizm in g e v e z e liğ in i yap ın , ik t id a r g ib i s o ru n la rd a n u z a k d u r u n " d e m e n in u ta n g a ç - cası o lu y o r .

N e tle ş e n s iy a s e t le r b a ş la n g ıç a ş a m a s ın d a ye te rin c e usta lık la d a v ra n a m a d ıla r . Ö rg ü t le n ­m e n in en te m e l p re n s ip le r i g ö s te rm e lik " g ü ç " p e ş in d e k i s iy a s e tle rc e a ltü s t e d ile b ild i. Kaos o r ta m ı b u ra d a n ka yn a k la n d ı. Faşist sa ld ırıla ra ka rş ı y iğ itç e ve d o ğ ru b ir tu tu m ta k ın a b ile n ö ğ re n c ile r b irb ir le r in in yü zü n ü g ö re m e z , g ö r - *•? d e y ü z ç e v ir ir o ld u . G ü ç lü b i r p r o le te r si­y a s i ö n d e r l iğ in o la m a y ış ı m e v c u t kü çü k b u r ­ju v a in a tla ş m a la rın ın s ın ıf m ü cade le s in in y ü k ­se lm e s in e p a r a le l o la ra k a rtm a s ın ı d o ğ u rd u . A r ta n g ö re v le r in baskısı, k im ile r in i d ü z le ş tir ­d i. Yük a ğ ır g e liy o rd u .

E y lü l ö n c e s i d ö n e m in s o n la r ın d a h a re k e t tü m o lu m s u z lu k la r ın a ra ğ m e n m o d e rn ö r g ü t­le n m e b iç im le r in i u c u n d a n y a k a la y a b ild i. A n ­cak son u cu n a u laşa m ad ı. D e n e y le ri d e ğ e rle n ­d irm e k z o ru n lu lu k .

2 7 M a y ıs ö n c e s i o la y la r ı öğrenci gençlik hareketi a ç ıs ın d a n çocukluk o la ra k d e ğ e r ­le n d ir irs e k , 6 0 'la r büluğ ça ğ ın a d e n k d ü şe r. 12 E y lü l ö n c e s i ise gençlik d ö n e m i o lu y o r . Ş im d i coşku , e n e r j i ve m ü c a d e le g e le n e ğ in ­d e n s a n tim g e r ile m e d e n olgunca d a v ra n ı l- m ası g e re k iy o r . ^ ^

Ş im d i ik i fa rk lı k it le s e l g e n ç lik ö rg ü tle n m e s i b iç im in i b e lir tm e k is t iy o ru z . S osya lis t G e n ç jik Ö rg ü t le n m e s i (S G Ö ) ve D e m o k ra tik K itle Ö r ­g ü tle n m e s i (D K Ö ).

S iyase tle r b ir am ac ı ge rçek leş tirm ek iç in o lu ­şur. A m a ç , to p lu m h a y a tın ı de ğ iş tirm e k tü rü n ­d e n b i r a m a çsa , g ü ç le u la ş ı la b ilir . G ü c ü n te ­m e l u n s u r la r ın d a n b ir in i g e n iş k it le d e s te ğ i o lu ş tu ru y o r . H e r s iya s i g ö rü ş şüphes iz g e n ç ­l ik iç in d e ta r a f ta r b u lm a ç a b a s ın a g ire c e k t ir . G e n ç lik to p lu m ü tı e n d in a m ik ve y e n iliğ e aç ık o la n b i r s o s y a l g r u b u o lm a ö z e ll iğ in i iç in d e - b a r ın d ırd ığ ın d a n y e n i ş e y le r s ö y le ye n ve g e ­le c e ğ i te m s il e d e n s o sya lis tle r g e n ç lik iç in d e a k t ifç e ça lış m a k z o ru n d a la r . Bu ç a lış m a la rın s o n u c u n d a o s iy a s i g ö rü ş ü b e n im se ye n b ir g e n ç ne o la c a k tır? T e c rü b e s izd ir ve s ın ıf m ü ­c a d e le s in in a ğ ır y ü k ü n ü k a ld ır ıp k a ld ı ra m a ­y a c a ğ ı b e ll i d e ğ ild ir . Ö rg ü tç ü d il iy le k o n u ş a ­c a k o lu rs a k , b i r p a r t i ü y e s i v e y a s iya s i k a d ro d e ğ ild ir . S adece b ir sem pa tizan d ır. O ve o n un g ib i to p la n a n se m p a tiz a n g e n ç le rin s iyas i g e ­liş im i ve m ü ca d e le e n e rjis in in d e ğ e rle n d ir ilm e ­s i en iy i b i r ö rg ü t le n m e iç in d e yapılabilir. Bu, S osya lis t G e n ç lik Ö rg ü t le n m e s i'd ir .

S. G . Ö . p a r t in in v e y a s iyase tin am a c ın ı b e ­n im se yen g e n ç le rin ö rg ü tü d ü r . S iyasetle y ığ ın a ra s ın d a k i ö n e m li b a ğ la n tı k a y ış la r ın d a n b i­r i o la c a k tır . H e rh a n g i b ir g e n ç lik ke s im in i d e ­ğ il , b ü tü n g e n ç lik k e s im le r in i iç in d e b a r ın d ı- r a b i l i r . Iş ç i-k ö y lü -ö ğ re n c i g e n ç le r in o r ta k s i­y a s i a m a ç la r d o ğ ru ltu s u n d a b ira ra y a g e ld ik ­le r i m e s le k î n ite liğ i o lm a y a n b i r ö rg ü t le n m e ­d ir . D a h a d o ğ ru s u s iyas i n ite liğ i a ğ ır b a s a n , b e lir le y ic i o la n p a r t i-d ış ı b i r ö rg ü tle n m e b iç i­m id ir . K itle se l n ite liğ i ve m e s le k î n ite liğ i ik in c i d e re c e d e ö n e m li. K itle s e l o la b il ir , e ğ e r s iya -

O rhan D İN Ç O Ksi h a ttı d o ğ ru ta k t ik le r k o y a b ilirs e . B a rın d ır­d ığ ı k e s im le r le i lg i l i m e s le k î m ü c a d e le d e ve ­re b il ir , a m a b u a n d a b ile m ü c a d e le n in s iyas i k a ra k te r in i g ö z e b a tırır , s iyasetin in p o lit ik h a t­tın ın ve gene l, a m a c ın ın o m eslekî s o ru n la i l ­g i l i çö z ü m ü n ü n p ro p a g a n d a s ın a a ğ ırlık ve re ­c e k tir .

S .G .Ö . p a r t iz a n b ir ö rg ü tle n m e d ir. Y an i ö r ­g ü ts e l b a ğ ım s ız lığ ı v a rd ır , a m a s iyas i o la ra k b a ğ ım lıd ır ve s o ru m lu d u r. Bu tü r ö rg ü tle n m e ­le r s o s y a l-d e m o k ra t v e y a sağcı p a r t i le r iç in ­d e g e ç e r lid ir . O n la r d a fa rk lı a m a ç la r la fa rk lı n ite lik le rd e g e n ç lik ö rg ü tle n m e le r i y a p a r la r .12 E y lü l'd e n ö n c e b u p a r t i g e n ç lik k o lla r ı b i­ç im in d e id i. Ş im d i o yasa k . Keza s iyas i a m a ç lı ç d e rn e k k u rm a k d a yasa k . G e n ç liğ i so sya lizm a m a c ıy la e ğ ite ce k b i r d e rn e k ya sa l o la ra k k u ­ru la m ıy o r . A m a b u b iz i i lg ile n d irm iy o r . Bu­ra d a m e s e le n in te o r ik iz a h ı i le y e tin m e d u ru ­m u n d a y ız . H a y a t z e n g in d ir . Ç ö z ü m le r ü re te ­b i l ir , ü re te c e k tir .

S .G .Ö ., d o ğ ru ltu s u n d a 12 E y lü l ö n ces inde i lk d a v ra n ış la r g ö s te r ild iğ in d e hem en " b ö lü ­c ü l ü k " s u ç la m a la r ı o r t a y a a t ı lm ış t ı r . S .G .Ö . 'te r in e b ö lü c ü da m g a s ın ı vu rm a k , g e r ­çek h a y a tın ka rşıs ında id e a lis t/ü to p ik b ir lik h a ­y a lle r i k o y a n la r ın b o ş a ça b a s ı o ld u . ,

T o p lu m d a sadece işç i sınıfı de ğ il, d iğ e r ba z ı s ın ı f la rd a (o r ta ve kü çü k b u r ju v a la r ) so sya ­liz m in ü s tü n lü ğ ü n d e n ve ü lk e d e k i g e liş m e le r­d e n e tk ile n e re k ku rtu luş la rın ı sosya lizm de a ra ­y a b il iy o r la r . S o sya lizm iç in d e bu g e liş m e y e b a ğ lı o la ra k b u r ju v a ve küçük b u r ju v a sosya­l iz m le r i ve b u n la r ın n ü a n s la r ı o lu ş a b iliy o r .

B u g ü n k ü y a y ın o r ta m ım ız d a sosya lizm i sa­v u n a n d e r g i le r e b a k a lım . “ A lın teri" ,” G ön", 4'Görüş” d e rg ile r i b u r ju v a sosya ­l iz m in i s a v u n u y o r la r . Bu d e rg ile r o r ta ta b a ­k a d a n a y d ın la r , k ü çü k s a n a y ic ile r, t ra k tö r lü ç iftç ile r . .. vb .d e n ku rtu luş la rın ı sosya lizm de o l­d u ğ u n u g ö re n le r in in sözcü lü ğün ü y a p ıy o r la r .İşç i sınıfı iç in d e s e n d ik a c ıla r züm res i, u s ta b a - şıîa r, p o s ta b a ş ı la r iç in d e y e r tu tu y o r la r . Te­k e l dışı b u r ju v a la r ve o r ta ta b a k a la rd a n b a ­z ı la r ı i le a r is to k ra t iş ç ile r in in sosya lizm e y ö ­n e lm e s i o lu m lu . A m a b ir y e re k a d a r . İşç i sı­n ıfı s o s y a liz m in e g ö lg e d ü şü rm e ye b a ş la d ık ­la r ı a n e n g e l o lu y o r la r . Tem el ta k tik h a t la r ı E k o n o m iz m /R e fo rm iz m o la ra k ş e k ille n iy o r. N o rm a l. T o p lu m d a k i g e liş m e le rd e n h o ş n u t­s u z la r ve k o p u ş m a y o lu n d a la r , a m a s ıra d a n b ir işç iye v e y a to p ra ks ız kö y lü ye n a z a ra n n isb î y e r le ş m iş lik le r i d e v a r . İ le r i g id e r le rs e b a z ı şey le r k a y b e d e b ilir le r . H oşnu tsuz luk la rın ın re ­fo r m la r la d ü z e ltilm e s in i is t iy o r la r . G ü n ü m ü z ­d e b u re fo rm la r ın y a p ılm a s ı iç in SHP k u y ru k - ç u lu ğ u y a p ıy o r la r . E sk iden C H P k u y ru k ç u lu - ğ u y a p a r la r d ı .

Bu g ö rü ş le r g e n ç lik iç in d e de ta r a f ta r b u ­la b i l iy o r . "Y arın ” d e rg is i o g e n ç le r in söz­c ü lü ğ ü n ü üs tlenm iş v a z iy e tte . Bu g e n ç le r in k e n d i g ö rü ş le r in i d ile g e tirm e le r i veya b u d o ğ ­ru ltu d a ba ğ ım sız ö rg ü tle n m e y e g itm e le ri " b ö ­lü c ü lü k " m ü d ü r? B izce h a y ır . G e n ç lik za te n b ö lü n m ü ş tü r . O b ö lü k le rd e n b ir i d e b u r ju v a s o s y a liz m id ir , tu ta r lıy s a ba ğ ım sız z e m in in i o lu ş tu ra c a k tır .

İşçi s ın ıfıy la k a y n a ş m a yan lıs ı o la n g e n ç le r­d e k e n d ile r in e b i r sözcü b u lu r , yo k s a y a ra ­tır . Ve Yarın d e rg is i ile b i r seri p o le m iğ e g i ­re re k işç i sın ıfı s o s y a liz m in in g e n ç lik iç in d e g ü ç le n m e s i iç in u ğ ra ş v e r ir . Bu " b ö lü c ü lü k " m ü d ü r? H a y ır . T o p lu m d a k i s ın ıf m ü ca d e le s i h e r to p lu m s a l kes im iç in d e o ld u ğ u g ib i g e n ç -

46

Page 49: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

l ik iç in d e d e b ö lü n m e y a ra tm ış tır . Bu b ö lü k ­le rd e n k e n d i g e le c e ğ in i iş ç i s ın ıfın ın g e le c e ğ i i le b ü tü n le ş t irm e yan lıs ı o la n la r e lb e tte k e n d i ses le rin i bağımsızca d ile g e tirm e ha kk ına sa­hiptir. Bu bağımsız örgü tlenm e b iç im inde de o la ­b i l i r ve sa d e ce h a k d e ğ il tu ta r lı o lm a n ın g e ­re ğ id ir .

D .K .Ö . ise fa rk lı n ite lik te b ir ö rg ü tle n m e .(2) S G Ö 'd e a m a ç p a r t in in a m a c ıy la a y n ıd ır. D .K .Ö 'n d e kendine özgü b e lir le n m iş h e d e f­le re y ö n e lik b ir l ik le r d ir . Ş üphes iz b u h e d e fle ­r in so sya lizm h e d e f iy le ça tışm am a sına te rs i­n e u y u m h a lin d e o lm a s ın a d ik k a t e tm çk g e ­re k iy o r . R e fo rm izm teh likes i de öze llik le b ö y le hassas n o k ta la rd a fırs a t k o llu y o r .

İşç i sınıfı h e d e fin e y ü rü rk e n d iğ e r s ın ıf ve ta ­b a k a la rd a n d e s tek o lm a k d u ru m u n d a . H a t­ta b e ll i y e r le re k a d a r des tek d e ğ il b ir lik te g i t ­m ek g ir iy o r . D .K .Ö . b ir y ö n ü y le b u b ir lik te g i ­d iş in ö rg ü tle n iş i, b ir l ik te g id e n le r in o r ta k m ü ­c a d e le z e m in le r in d e n b i r i o lu y o r . Fa rk lı s ın ıf ve ta b a k a la rd a n fa rk lı ö z le m le r i o la n in s a n ­la r d e m o k ra tik h e d e fle r d o ğ ru ltu s u n d a m ü ca ­d e le iç in D .K .O . d e b ira ra y a g e liy o r!e r . E ğer m e s le k î n ite lik te b i r D .K .Ö . ise m eslekî s o ru n ­la r ı d o ğ ru ltu s u n d a g e n e l d e m o k ra tik ha reke te b a ğ lı, te m e l h e d e fe y ö n e liş i g ü ç le n d ir ic i m ü ­c a d e le y e g ir iy o r la r . M e s le k î n ite lik te o lm a y a ­b i l i r de . İn sa n H a k la r ı D e rn e ğ i insan ın insan o lm a s ın d a n i le r i g e le n h a k la rın ın bask ıy la yo - k e d ilm e s in e ka rş ı d e m o k ra t k it le n in d ire n iş in i te m s il e d iy o r .

D. K. Ö . a m a c ın d a n ve yap ısın ın k a re k te r in - d e n d o la y ı S. G . Ö . 'd e n ç o k d a h a ge n iş k it le ­y i s e fe rb e r e tm e y i a m a ç la m a lı. B unun ba şa - r ı la b ilm e s i D . K. Ö . 'n ü n işleyiş m ekan izm ası ile y a k ın d a n ilg ili. M e k a n iz m a iy i iş le d iğ i takd ird e g e n iş y ığ ın la r te p k ile r in i o r ta k la ş a d ile g e t i­re b il ir , g ü ç o ra n ın d a d a h a fa z la b a ş a rıla r ka- z a n ı la b il ir ve sö m ü rü /b a s k ıy a karşı y ığ ın la rın , en g e n iş y ığ ın la rın o r ta k m ü c a d e le s i sosya liz­m in g e n e l d a v a s ın a büyüce k a z a n ç la r s a ğ la r.

Bu b ö lü m d e b ir D .K .Ö . o la n D e m o k ra tik Ö ğ r e n c i Ö rg ü t le n m e s i'n in ( D .Ö .Ö .) zemi­niyle i lg i l i g ö rü ş le r im iz i a n la ta c a ğ ız .

T e k ra r e d e lim . 12 E y lü l ö n c e s in d e ö ğ re n c i h a re k e t i 12 M a r t ö n c e s in d e k i D E V -G E N Ç tü ­rü n d e n v e y a ö ğ re tm e n le r in T .Ö .S ./T .Ö .B . - DER tü rü n d e n b i r o r ta k ö rg ü t le n m e y i b a ş a ­ra m a d ı. Bu ö z ü n d e s iya s i a m a tö r lü k tü r . Ö ğ ­re n c ile r in 12 E y lü l ö n c e s in d e k i a k t i f s iyas i b ö ­lü n m ü ş lü ğ ü n b ö y le b ir b ir l iğ i kaçın ılm azca en ­g e lle d iğ i savına ka tılm ıyo ru z . Ç ünkü , Ö ğ re n c i h a re k e t in in b i r l iğ i ke s in lik le s iyas i fa rk lı lık la ­rın s a k la n m a s ı v e y a üs tü n ü n ö r tü lm e s i a n la ­m ın a g e lm iy o r . Peki, ne a n la m a g e liy o r? K ü­çük b u r ju v a sosya lizm in in fa rk lı g ö rüş le re k a r­şı ö fk e li ve sa m a n a le v i tü rü n d e n taşk ın lık la ­rın ın fre n le n m e s i a n la m ın a g e liy o r . B u rju va so sya lizm in in k it le y e te p e d e n b a k a n b ü ro k ra t ha va s ın ın ve g e n ç liğ i a ske r g ib i k u lla n m a e ğ i­l im le r in in y ık ılm ası a n la m ın a g e liy o r . Ve b u n ­la r n a s ih a tle , y a z m a k la o lm a z . D o ğ ru ve k it ­lese lm iş p r a t ik ö n d e r l iğ in c e s a re tli a tılım ı g e ­re k iy o r .

Ş a rk k u rn a z lığ ı i le " g ü ç lü " ö rg ü t le r y a ra t­m a s e v d a s ın d a n , k ö y lü ö fk e s in d e n , b u r ju v a b ü ro k ra t lık v e y a M a k y e v e liz m in d e n vazg e ç il­m es in i is te ye m iyo ru z . B iliyo ruz , h e r y iğ id in b ir y o ğ u r t y iy iş i v a rd ır .T ilk in in k u rn a z lık ta n v a z ­g e ç e c e ğ in i um a ca k k a d a r s a f de ğ iliz . A m a işçi sın ıfıy la kayn a şm a y ı he de flem iş ö ğ re n c ile r i bu tü rd e n s a p k ın lık la ra ka rş ı u y a rm a k ve g e n ç ­lik iç in d e k i b ö y le s i e ğ il im le r in g e le n e kse l h a ­k im iy e t in in k ırı lm a s ın a y a rd ım c ı o lm a k g e re ­k iy o r . Ve a n c a k m o d e rn ö rg ü tle n m e n in h a ­k im iy e tin in k u ru lm a s ıy la g e le n e k s e l sapkın lık­la r ın a s g a r iy e in m e s i s a ğ la n a b ilir .

S .G .Ö . ve D .Ö .Ö . a ra s ın d a k i fa rk ın b ilin ç ­le re y e r le ş m e s i g e re k iy o r . H e r g ö rü ş d o ğ ru ­d a n k e n d i g ö rü ş ü n d e k i g e n ç le r i S .G .Ö . 'n d e t o p la y a b i l i r ve b u ö rg ü tle n m e n in p r a t iğ i ile k e n d i g ö rü ş ü n ü n g e n ç lik iç in d e k i eg em en liğ in i s a ğ la m a y a ç a lış a b il ir . A n c a k D .Ö .Ö . fa rk lı k a re k te rd e b ir ö rg ü tle n m e .

K im sede n D .Ö .Ö . 'n in iç in e g ire rk e n p a lto ­sunu a s k ıy a a s a r g ib i s iya s i g ö rü ş ü n ü kap ı ö n ü n e b ıra km a s ı is tenem ez. Is te ye n te r açık si­y a se tte n ü rke n uz laşm acı re fo rm is t le r o la c a k ­tır . H e rk e s k e n d i g ö rü ş ü n ü n k a z a n d ırd ığ ı

p e rs p e k t if d o ğ ru ltu s u n d a o la y la ra y a k la ş a ­c a k tı r . S o ru n b u n u hayatın zenginliği ile kaynastırabilme esnek liğ inde ya tıy o r. A g ö ­rü ş ü n d e k i şahıs e ğ e r B fa k ü lte s in in y ö n e tic is i ise B fa k ü lte s in d e k i a n ti- fa ş is t a n ti-e m p e ry a lis t tü m k it le y i h a n g i g ö rü ş te n o lu rsa o lsun y ö n e t­m e y i becerebilmelidir. B ö y le s i b a ş a rı lı b i r y ö n e tiş o n u n s iyas i g ö rü ş ü n e z a r a r v e rm e y e ­c e ğ i g ib i te rs in e k it le le r iç in d e sayg ın lığ ın ı a r ­tıra c a k tır .

A n la ş ılm ış o lm a lı. O y ö n e t ic i k e n d i s iyas i g ö rü ş ü n d e n k o p u ş m u y o r, sad ece önceden üzerinde anlaşılan -k i a n la ş ıld ığ ın a g ö re si­y a s i g ö rü ş ü n e u y g u n g e liy o r o lm a lıd ır - b ir platformu c a n lı tu ta b ilm e , y ö n e te b ilm e , g e - n iş le te b ilm e yoluyla s iya s i g ö rü ş ü n ü n o to r i­tes in in k it le le re yayg ın laşm a s ına ya rd ım c ı o lu ­y o r . Bu k im i d a r /d ü z k a fa la ra fa z la k a rı- ş ık /z e n g in g e le b il ir , o ysa y a p ılm a s ı g e re k e n iş te ta m d a b u n o k ta d a n so n ra b a ş lıy o r. B e­r a b e r o lm a k b i r a n ö n ce üstten a tılm as ı g e ­re ke n b ir yük o la ra k d e ğ il, en geniş an ti-faş is t a n t i-e m p e ry a lis t k it le y i s e fe rb e r ed ecek kal­dıraç o la ra k g ö rü lm e li. Y e te r k i b e ra b e r o lu ­n a c a k o r ta k platform y a ra tı la b ils in .

Platform, a n ti- fa ş is t a n ti-e m p e ry a lis t te ­m e ld e , ö ğ re n c ile r in a k a d e m ik -d e m o k ra tik ta ­le p le r in i s a v u n m a k , b a s k ıla rı p ro te s to e tm ek - a ç ığ a ç ık a rm a k tır .

"B ü tü n ö ğ re n c ile r i k a ta b ilm e k " g ib i p ra t ik h iç b ir d e ğ e r i o lm a y a n b a h a n e le r le d a h a g e ­r i ve a p o lit ik z e m in le re y ö n e le n le r a s lın d a 6 y ı ld ı r k u la k la ra fıs ıld a n a n , b e y in le re ş ırın g a e d ile n d e p o lit iz a s y o n ila c ın ın tes ir i a ltın d a d ır. Ve b i r y ö n ü y le d e T ü rk iye g e n ç liğ in in gele­neğini k a v ra y a m a d ık la r ın ı i t i r a f e d iy o r la r . T ü rk iy e , F ra n sa v e y a A lm a n y a d e ğ il.

Tü rk iye g e n ç liğ in in b ir g e le n e ğ i v a rd ır: Jön T ü rk 'lü k ! A n ti-e m p e ry a liz m öze llik le yu rtseve r o lm a k a n la m ıy la b u g e le n e ğ in en ö n e m li ö ğ e ­le r in d e n b ir i. T u ta rlı b i r a n ti-e m p e ry a liz m in a n t i- te k e lc il ik le o la b ile c e ğ in i a n la tm a g ö re v ­ken a n ti-e m p e ry a liz m d e n v a z g e ç m e k , geri­ciliktir Ve T ü rk iye g e n ç liğ i 6 0 'la rd a n b u y a ­n a fa ş iz m e ka rş ı a k t i f m ü c a d e le iç in d e a n ti- fa ş is t o lm a g e le n e ğ in i h a z m e tti.

B öy les i g e le n e k le r k e y fi ka lem ç iz ik tirm e le r­le y o k e d ile m e z le r . E d e c e ğ in i sa n a n , ne d e ­r in a ld a n ış iç in d e o ld u ğ u n u p ra t ik te a n la y a ­c a k tır . E vet, d a h a g e r iy e y ö n e le n le r in y o lu ç ıkm a z . " Tüm k it le y i b u c a k la m a k " sevd as ın ­d a o la n b ö y le le r i son uç ta k e n d ile r i ö ğ re n c i k it­le s in d e n so y u tla n m ış o la c a k tır

Geleneğe sa h ip ç ıkm ak g e re k ir. O ö ğ re n c i h a re k e t in in şe re fid ir, g u ru ru d u r . G e le neğe ne k a d a r sıkı s a h ip C lk iU rs a ö ğ re n c i k it le r iy le o o r a n d a d a h a fa z la k a y n a ş ıla c a ğ ı in a n c ın d a ­y ız . E lb e tte g e n iş y ığ ın la r g ü n d e m e g ir in c e a n t i- fa ş is t ve a n t i-e m p e ry a lis t o lm a k ta n h e r ­kes fa rk lı fa rk lı a n la m la r ç ık a ra c a k tır , a m a b u n la r m ü c a d e le iç in d e çözü lecek so ru n la rd ır.

* * *P la tfo rm nasıl işleyecek? A m e r ik a 'y ı y e ­

n id e n ke ş fe tm e ye ce ğ iz a m a an laş ılan ye n id en ö ğ re n m e k g e re k iy o r . Demokratik Merkezi­yetçilik d e nenm iş v e d ü n y a ç a p ın d a n ice b a ­ş a rılı ö rg ü t le n m e le r in s in ir s is tem i o la b ilm iş c a n lı iş leyiş b iç im i. Y e te r k i ö ğ re n c ile r d e m o k ­ra t ik m e rk e z iy e tç il ik a d ın a a m a tö rc e tu tu m ­la r a g irm e s in . A r t ık b ö y le s i a m a tö r lü k le r in h a k lı lık p a y ı y o k . U s ta lık g e re k iy o r . G eçm iş ­te y a ş a n a n la r ö ğ re n c ile re g e re k e n b ir ik im i s a ğ la m ış tır .

E lb e tte ö ğ re n c i d e rn e k le r i s iyas i p a r t i v e ­y a ö r g ü t d e ğ il. A m a b u d e m o k ra t ik m e rk e z i­y e tç i l iğ in ilk e le r in d e n şu v e y a b u o ra n d a ta ­v iz v e r ilm e s in i g e re k t irm iy o r . S orun uygula­ma esnekliğinde y a tıy o r . E lle tu tu lu p g ö z le g ö rü n e n b i r şey o lm a d ığ ın d a n b e lk i z o r a m a b u b e c e r in in ka z a n ılm a s ı g e re k ir .

" P a r t i d e ğ il, d e r n e ğ iz " g e re k ç e s iy le d e ­m o k ra t ik m e rk e z iy e tç iliğ in ö z ü n d e n ta v iz b ir ­a r a y a g e lm e n in z e m in in i y o k e d e r. N e iç in b ira ra y a g e lin iy o r? O r ta k p la t fo rm d a k i a m a ç ­la r u ğ ru n a m ü c a d e le e tm ek iç in . D e m o k ra tik m e rke z iye tç ilik te n söz g e lim i " is te ye n in a lın an k a r a r la r a u y m a m a s ı" g ib i b i r ta v iz v e r ild iğ i­n i d ü ş ü n e lim . " İ s te y e n " -s o m u t p r a t ik te ç o ­ğ u n lu k la m u h a le fe t- p r a t iğ e k a tı lm a d ık ta n s o n ra n iç in ta r tış tık , n iç in k a r a r a ld ık ? Soh­bet b ir l iğ in d e n d e ğ il mücadele b ir l iğ in d e n

y a n a o la n la r ,p la t fo r m u n o r ta k s a p ta n a n “ Sultan A hm et’te Protesto a m a c ın a sam im ice in a n ıp k a z a n ım la r e ld e e t­m e k te n y a n a o la n la r , b ö y le s i b ir ta v iz e y a ­n a ş m a y a c a k la rd ır . A n c a k 6 y ıllık sü rec in kış­k ırt tığ ı p a s if iz m -m ü c a d e le kaça k lığ ı- ve b ire y ­c ilik -b e n c illik a n la m ın d a - d a lg a la r ın ın baskısı a ltın d a o la n la r b ö y le b ir ta v iz i s a v u n a b ilir le r .

D e m o k ra tik m e rk e z iy e tç ilik o r ta k p la t fo rm ­d a g ö n ü llü c e a n la ş tık ta n sonra , an la ş ılan p la t ­fo rm u n k a ra k te r in e u y g u n şek ilde u y g u la n a ­b i l i r . E snek lik ve b e c e r i g e re k iy o r .

D e m o k ra tik M e rk e z iy e tç il iğ in ö ğ re n c i d e r ­n e k le r in d e u y g u la n m a b iç im i i le i lg i l i o la ra k "Ç özüm " d e rg is in in I . say ıs ında b u lu n a n " A c i l G ö re v : D e rn e k le rd e İlk e li B i r l ik " b a ş ­lık lı ya z ın ın "D .K .Ö . le rd e ö rg ü t a n la y ış ı" ba ş ­lık lı b ö lü m ü n d e kısaca a n la tılm ış .(3 ) B ir d e b iz y a z a lım . F a rk lı g ö rü ş le r in v a r lığ ın ı k a b u l e t ­m e k ve o n la ra esnek y a k la ş m a k g e re k ir . Sa­d e c e b u y e tm e z . K a ra r la r a lın ırk e n fa rk lı g ö ­rü ş le r in se rbestçe g ö rü ş le r in i d ile g e tire b ilm e ö z g ü r lü ğ ü s a ğ la n m a lı. Ve ö n em lis i, ç o ğ u n lu ­ğ u s a ğ la y a n la r k a r a r la r a lın ırke n D .Ö .Ö . 'n in tüm kitlesinin nabzını elinde tutabilme- li. En g e r id e o la n ın h ız ın a u y m a k g e re k ir d e ­m iy o ru z . O , b a ş k a y e rd e g e re k iy o r . A n c a k , b a ğ ım s ız b i r a la n o la ra k ö ğ re n c i h a re k e t in i y ö n e tm e k is teye n , ö ğ re n c ile r in ru h h a lin i h e r a n e lin d e tu ta b ilm e k . En g e r id e k in in b i l in c iy ­le d a v ra n ı la m a z . O z a m a n b ir a d ım i le r i g i t ­m ek im k â n s ız la ş ır. En ile r id e k in in b i l in c i ise, ö ğ re n c i h a re k e t i o b ilin c e g ö re d a v ra n m a y a y ö n e ltilirs e ö n cü ö ğ re n c ile r in ö ğ re n c i k itles iy le b a ğ la r ı k o p a r . O k o p u ş m a g e re k iy o r a m a , b a ş k a v e d a h a üs t p la t fo rm la rd a . D e m o k ra ­tik ö ğ re n c i h a re k e tin in ö ğ re n c i k itles in in en g e ­niş y ığ ın la r ıy la y ü rü tü ld ü ğ ü ta k d ird e b a ş a rılı o la b ile c e ğ in i d ü ş ü n ü y o ru z .

(1) 12 Eylül öncesi hareket hakkında eleştiri yazmak çok zor. Kalem epey zorlanarak g id iyor. Tepki­ci b ir tavır o lduğu belli. N eye karşı? Yılgınlığın ve tasfiyeciliğin bütün eleştiri kusmukları bu yön­de ve tiksinti uyandırıyor. A m a tepkiyle ve tik­sintiyle davranamayız. Yolda yürüyeceksek geç­mişe sımsıkı sahip çıkmalıyız, ama bu zaafları aş­ma cesaretinden yoksun olmak anlamına gel­mez. Aşmak gerekiyor.

(2) Şunu belirtm ek isteriz: SGÖ ve DKÖ arasında aşılmaz sınırlar yok. SGÖ özünde özel amaçlı b ir DKÖ o luyor. Biz meselenin anlaşılabilmesi için ayrım ı netleştirdik.

(3) Sözkonusu yazının "D .K .Ö .'te rde çalışma ta rz ı" başlıklı bölüm üne katılmıyoruz.

Page 50: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

ÖN

ER

İ

ÖĞRENCİ GAZETESİ ÜZERİNE DEĞERLENDİRME VE ÖNERİLER

I^ le m o k ra t ik öğrenci hareketinin, te ■ M İ mel mücadele aracı çerçevesinde, örgütsel hedefi güçlü federatif yapıya ulaşılmasıdır. Kamuoyu baskı aracı konu­munda olan tüm örgütlenmeler için or­tak çıkarları güçlü biçimde savunma' nın

tek yolu sağlam ilkelerle çerçevesi çizil­miş, merkez-federatif bir yapıdan geçer. Ülke düzeyinde Demokratik Öğrenci Fe­derasyonu oluşturmak zorunluluğu, ya­şamın bu açık gerçeği karşısında tartışıl­mayacak kadar net bir biçimde ortada­dır.

Federasyonlaşmaya giden yolda, zincirin bir halkası olarak yakalanılması gereken bugünkü demokratik öğrenci birliği (platform) sorunu böyle bir per­spektifle yoklaşıldığından acil olan çeşitli görevler üstlenmek durumundadır.

Öncelikle gayet açık biçimde şunun altının çizilmesi gerekir: Birliğin kararlı ve ciddi çalışmasının önkoşulu, birim derneklerin sağlıklı bir işlerliğe kavuşturulması ve kitleselleşme sorununu çözmesidir. Bu olmazsa olmaz ön koşul pratikte gerçekleştirilemediği sürece tavanda biçimlenen bir platformunun ömrü uzun olamaz.

Öncelikle gayet açık biçimde şunun altının çizilmesi gerekir: Birliğin kararlı ve ciddi çalışmasının önkoşulu, birim der­neklerin sağlıklı bir işlerliğe kavuşturul­ması ve kitleselleşme sorununu.çözmesi­dir. Bu olmazsa olmaz önkoşul pratikte gerçekleştirilmediği sürece tavanda bi­çimlenen hiçbir platformun ömrü uzun olamaz. Merkezi yapı, birim dernekler­den gelecek canlı, taze kanla sürekli ola­rak beslemediği sürece cılız, güçsüz ol­duğu için işlevini yerine getirmekten çok uzak bir niteliğe bürünecek, sonuç­ta yeni yeni tıkanmalar yaşanacaktır.

Sorunu tespit etmek basit. Zor olan, çözümü üretmekle üretilen çözümü ya­şama geçirebilmektir. Uzun süredir bir kitleselleşme sancısı, daha doğrusu kit- leselleşmeme sancısı çekildiği çok açık. Öyleyse neden sözkonusu sorun bir tür­lü aşılamıyor? işte bizce acil olarak tam da bu noktada şunu saptamak gereki­yor: Amerika'yı yeniden mi keşfedece­

ğiz, yoksa karşımızda çok net biçimde gözüken bazı yöntemleri kullanacak ama herşeyden önce, dönüştürücü insi- yatifimizi elden bırakmadan olaylara müdahale mr edeceğiz?

Sorunun yanıtı elbette belli; yapılma­sı gereken üretken kararlı ve ciddi öğren­cilerin iradî müdahalesi ile birim dernek­lerde, kitle ile canlı bağlar kurulmasınc yol açacak üretkenlikleri yaşama geçir­mektir. Mevcut kitleyi birarada tutan da, yaygınlaşmayı sağlayan da sadece ve sadece üretkenliktir çünkü.

Bunlar belirlendikten sonra başka bir soruna geçmek gerekir. Merkezi- federatif bir birliğe doğru yol alınırken bu süreç içinde, öğrencilerin mevcut te­orik eksikliklerini gidermek, süreç içinde, kültürel gelişimlerini sağlamak, ülke düzeyinde, demokratik öğrenci hareke­tiyle diğer demokratik kitle örgütleri arasında dayanışmayı somutlaştırmak, eylemlerin propagandasını yapmak ve benzeri daha pekçok işleve sahip ola­bilecek bir derginin gerekliliği ortadadır. Ancak bu gerekliliğin yaşamda karşılığını bulması elbette belli ön koşullara bağ­lıdır. Demokratik kitle örgütlerinin hete­rojen yapısı gereği, alt organ pozisyonun­da olan bu tür bir yayın organında çok sesliliğin sağlanma zorunluluğu; işte bu tartışma götürmeyecek önkoşullardan sadece biridir. Şu genel gerçektir ki, po­litik tespitlerle bunların yaşama geçiril­mesinde araç olan örgütlenme biçimi bir bütünlük arzetmek zorundadır. Bu doğ­rultuda direnildiğinde öğrenci kitlesinin ortak sesi ve Türkiye platformunun alt or­ganı olarak lanse edilen Öğrenci Posta- sı'nın durumu birdenbire aydınlanmak- tadır.

Nesnel koşulların dönemsel zorlayı- cılığı kabul edilse bile, derginin mevcut- yayın politikasını baştan sona belirleyen siyasi perspektifin yanlışlığı örgütlenme anlayışında da ortaya çıkmış durumda­dır. Sonuçta tıkanmış, işlevlerinden soyut­lanmış ve amaç olarak algılanmaya baş­lanan 'dergicilik' etkinliği sergilenmiştir. Yaşanan süreçte sözkonusu politika ken­dini teoride, ekonomist ve reformist ol­makla mahkûm etmiş, ajitasyon ve pro­paganda aracı olan Öğrenci Postası'nda bu doğrultuda, eleştirel görüşlere kapalı bir "tekseslilik” hakim olmuştur. Sonuç­ta akademik mücadele ile sınırlı bakış açısı, dar bir anlayış^demokratik öğren­

ci hareketine mal edilmeye çalışılmıştı. Yapılması gereken artık bu kısırlıktan çı­kılması, ülkemizin içinde bulunduğu öz­gül koşullar gözden kaçırılmadan hare­ketin radikal bir çerçeveye oturtulma­sıdır.

Unutulmaması gereken birşey var­dır ki, hiçbir grup veya bireyin böylesi sağlıksız süreçler sözkonusu olduğunda, kendi kendini "doğal lider", "ulusal öndet;,, ilân etmesi kadar ciddiyetsiz bir tavır olamaz. Önderlik vasfı guruplara veya insanlara ancak ve ancak mücadele süreci içinde kitleler tarafından tanınır.

Düzeyli ve nitelikli bir teorik ve pratik mücadele vermek yerine ucuz yöntemlerle “parmak demokrasiciliği” oynanması zayıflık göstergesinden başka birşey değildir.

Düzenli ve nitelikli bir teorik ve pra­tik mücadele vermek yerine ucuz yön­temlerle "parmak demokrasiciliği" oy­nanması zayıflık göstergesinden başka birşey değildir. Öğrenci Postası'nın ya­zılarında o herzaman kalın çizgilerle al­tı çizilen "dar gurupçu" anlayışın ta ken­disi uygulanmış yazıları büyük çoğunlu­ğunun belli bir siyasî perspektifleçakıştı- ğı gün gibi ortaya çıkmışt r.

Tüm bu nedenlerle demokratik öğ­renci hareketinin önündeki acil hedefler­den birinin yayın organına bu doğrultu­da sağlıklı bir politika saptanması oldu­ğu ve bu politikanın yaşama geçmesini sağlayan doğru bir yönetsel mekanizma­nın oturtulması gerektiği açıktır. Bu nok­tada güven oylamasına gidilerek, yazı kurulunun onaylanması veya yeniden oluşturulması bir çözüm olmayacaktır. Bi­rim derneklerinin ve il platformlarının sağlıksızlığı açısından düşünüldüğünde sakatlığı öteden beri açığa çıkmış olan bu mekanizmanın değiştirilmesi gerekti­ği açıktır. Öğrenci Postası'nın varolan dengeleri veya şuan varolan hareketin bütünselliğiniyansıtmasıaçısından aşağı­da önerilen mekanizmalarla yeniden ör­gütlenmesi gerekir.

Page 51: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

r'j

>

*

Öz olarak önerilen alternatif meka­nizmanın biçimi aşağıdaki gibidir:

I- BÖLGE YAYIN KU­RULLARI (BYK)

1) Bölge Yayın Kurullarının Olu­şumu:

a) BYK'nı, il platformları, birim dernekler tarafından önerilen adaylar arasından seçer. Bu seçimlerde sayısal oran, bölgesel düzeyde formal ve infor- mal örgütlenmiş birim dernekler üzerin­den belirli yüzdelere göre saptanır.

b) Birim derneklerin, BYK'nda ye- ralan temsilciye karşı güvensizlik önergesi vermesi ve görevden alma durumunda yeni yayın kurulu üyeleri yine birim der­neklerin göstereceği adaylar arasından il platformu tarafından seçilir.

2) BYK'nın Yetki ve Görevleri:a) Demokratik Öğrenci Platfor­

munun belirlenen ilkeleri doğrultusunda olmak kaydıyla yazı üretimi görevi ön­celikle BYK'da yer alan temsilcilere aittir.

b) Birim Derneklere hazırlık için gereken süre tanınmak koşuluyla yazı göndermeleri için önceden bildirimde bulunulması, B. Derneklerden gelen ya­zıların değerlendirme ve tasnifi BYK'ı tarafından yapılır.

c) Yazıların Genel Yayın Kuruluna aktarımı ve II Platformunda çalışmalar hakkında düzenli raporlar verilmesi yü­kümlülüktür.

II- GENEL YAYIN KURU­LU (GYK)

1) Genel Yayın Kurulunun Oluşumu:

a) BYK'dan, il Platformunca seçilen temsilciler ta rafından oluştu­rulur.

b) GYK, Dem okratik Öğrenci Birliğine karşı sorumludur. Her dö ­nem sonunda geçmiş çalışmalara ilişkin değerlendirme ve gelecek çalışmalara ilişkin öneriler konusun­da b ilg ilend irm e anlam ında düzenli raporlar sunmak zorundadır.

c) GYK'nın görev süresi aza­mi b ir yıldır. Görevden alınmaya iliş­kin kararlar Demokratik Öğrenci Bir­liğine aittir.

2) GYK'nun Görev ve Yetki­leri

a) BYK'dan gelen yazıları ni­hai incelemeden geçirerek gerekli düzenlemeyi yapmak.

b) Demokratik Ö ğrenci Birli­ğinde saptanan ilkeler doğrultusun­da derginin yayın politikasını oturtmak, buna ilişkin değerlendirme yazıları ha­zırlamak.

c) Dergi etkinliğinin teknik o r­ganizasyonunu sağlamak.

d) Demokratik Öğrenci Hare­ketinin genelini ilgilendiren ve önem taşıyan konularda üretilecek yazılar­da Türkiye Platformunun onayını a l­mak.

Ö ğrencile r arasında tartışılan bu yazıyı tartışm alara yardımcı olmak amacıyla yayınlıyoruz.

ÖĞRENCİLER VE SİYASET

sonrasında en yetkili ağızların sık tekrarladıkları bir tekerle­

me vardı: "İç düşman". Ne olduğu be­lirsiz 9 başlı masal canavarı "te rö r" has­talığının bulaştırıcı " mikrobu" iç düş­manlardı. İşçiler, gençler, "bölücü"ler iç düşmanın temel direkleriydi.

İç düşmanların tabanca ve bomba­larının yanısıra başlıca silahı, "siyaset" idi. O halde silahları teslim etmek, siya­setten de uzak durmak gerekiyordu. Memleketin sahibi devlet büyüklerimiz ve yurtsever işverenlerimiz "gereken" siya­seti uygulayabilirdi.

Netaş ve Derby işçileri toplum üstü­ne atılmış karanlık bir perdeyi bir köşe­sinden aşındırıyorlar. Bu basit grevler da­hi yetkili ağızlarca üstü kapalı sefil teh­ditler, artık bayatlayan "iç düşman" edebiyatıyla karşılandı. Netaş ve Derby grevleri basit grev olmanın ötesine sıç­rayıverdi. Ayrıca Metal ve Selüloz işko- lundaki yaygın yemek boykotları işçi için­de hoşnutsuzluğun yükselmeye başladı­ğını gösteriyor.

Nasıl işçilerin başı yeni Sendikalar Yasası ile bağlanmak istendiyse öğren­cilerde YÖK'le pasifize edilmeye, mem­leket sorunlarından uzaklaştırılmaya ça­lışıldı. Gençliğin tükenmez yurt ve halk sevgisi, fedakâr enerjisi ve dünya politi­ka diline armağan ettiği Jön-Türk gele­neği bir yasa ile yok edilebilir mi?

Gençliğin politika ile ilgisi başlangıç­ta yurtseverlikle sınırlıydı. Sivas Kongresin­de öğrenci gençliğin temsilcisi Tıbbıyeden Hikmet "Mandacılığa hayır, tam bağım­sızlık istiyoruz!" diyordu. Sonra 27 M a­yıs öncesinde ülkedeki gelişmelere para­lel olarak "Kahrolsun Diktatörlük"e ge­nişledi. 68'lerde işçi ve emekçilerle kay­naşmaya ulaştı. Gençlik politika ile ilgi­lendiği zaman hep memleketini ve emek­çi halkı gözetti. Bazılarının gençliği ne­den politikadan uzak tutmak istediğini anlamak pek güç değil.

Mevcut eğitim düzenine kısa bir ba­kış bile gençlerin ne derece haklı oldu­ğunu görmemize yetiyor.

YÖK le birlikte paralı hale getirilen eğitim, yoksul ailelerin çocuklarını açlı­ğa mahkum ediyor. En doğal insani ihti­yaçlarını dahi karşılayamayan öğrenci­lerden daha sonra sıkı bir çalışma düze­ni istenebiliyor. Siyasi partilere üye ol­mak, siyasetle uğraşmakda yasak. Gol atacakları kalecinin elini kolunu bağla­mayı ihmal etmiyorlar.

Birincisi; çalışmak, çok çalışmak ge­rekiyor. Herkes biliyor. Tembellik bütün kötülüklerin anası. Ama, NE çalışacak öğrenceiler? Mevcut eğitim sistemi bey­ni açıcı, araştırmaya ve senteze yönelik bir zeminde değil ezberci-uygulamacı karakterde. Emperyalist ülkeler araştıra­cak, keşfedecek biz uygulayacağız. Eği­tim bu işbölümüne uygun ve bağımlılığı daha da pekiştiriyor. Bu, bilerek uygula­nan p o litik bir tercih değil midir? Uygu­layanlar tepkiyi göze almalı. Bu ülkede yurtseverler var.

İkincisi; sinemayı, tiyatroyu bir kena­ra koyalım, yatak ve yemek sorununu da­hi çözememiş, kışlık palto derdindeki bir öğrenci nasıl düzenli çalışacak? Eğer dı- şarda bir işde çalışmazsa masraflarını nasıl karşılayacak? İşde çalışsa nasıl dü­zenli çalışacak, vize imtihanlarına nasıl düzenli girecek? Mevcut gidişin karakteri sonuçta yüksek eğitimi işçi ve emekçi ai­lesi gençlerine kapatıp orta ve yüksek gelire sahip ailelerin çocuklarının teke­line verecek yönde. Bu uygulama po- litik bir tercih değilmidir? İşçi ve emekçi çocuklarının ve halkından yana tüm öğ­rencilerin bu politikaya tepki gösterme­si doğal.

Üçüncüsü; genç öğrencinin bütün bunlara rağmen çok ve düzenli çalışıp mezun olmayı amaçladığını düşünelim. Acaba hangi öğrenci mezuniyet sonrası ile ilgili güzel hayaller kurabilir? Milyon­larca işsizin içindeki onbinlerce üniversi­te mezunu diplomalı işsiz kapkara bulut­lar olarak gencin ufkunu belirliyor.

Sonuçta, onuruna düşkün, yurdunu seven her genç ülkenin durumunu düşün­meye yöneliyor. Tamamıyla p o litik ter­cihler sonucu uygulanan emperyalizme bağımlılığı pekiştirici, gerici, ezberci eği­tim sistemi öğrenciyi vize işkencesiyle bu­naltarak düşünmemeye zorluyor, esir al­maya çalışıyor. Öğrenciler eğer iki omuz­larının üstünde bir kafa taşıyorlarsa tepki göstereceklerdir, gösteriyorlar.

Y.Ö.K. içinde vizeleri düzenleyen 44. madde bile ucunu çekiverince Öğrenci­leri politize ediyor. 44. madde Y.Ö.K.'hu gündeme getiriyor. Arkasından eğitim sis­temi sırıtıyor. Oraya kadar gidenler, baş­ka yerlere neden gitmesin? İşte bazıları­nın düştükleri telaşın asıl sebebi de bu­radan kaynaklanıyor. Kurdukları pembe şatoların duvarlarında çatlaklar oluşma­ya başladı. O çatlaklar sakın temeldeki çatırtıların habercisi olmasın?

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

Page 52: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

SA

NA

T

YENİYENİYENİ

İNSAN,AYDIN,EDEBİYAT

I

H ürk edebiyatının dünyaca tanınmış eserler yaratama­mış olması, sık sık tartışılan konulardan bindir. Bu tar­tışma zaman zaman öyle hassas boyutlara ula­

şır ki. kelli felli aydınlarımız Türkiye'de roman var mı. yok mu gibi anlamsız ve oyalayıcı sorularla uğraşmaktan kendilerini alarhazlar Türk roma­nının gelişim özellikleri, toplumsal yapı ve ede­biyat arasındaki ilişkilerin genel nitelikleri, ede­biyatta türler ve akımlar arasındaki ilişkilerin ka­rakterleri ve bunlara bağlı olarak tek tek eserle­rin taşıdığı estetik ve ideolojik değerlerin araştı­rılması için Türk edebiyatının çok yönlü bir otop­siden geçirilmesi yerine, tartışma akıl almaz öl­çüde kişiselleştirilip bulanıklığa sürüklenerek, artık neredeyse geleneksel bir hal almış müzmin-dü­şünce sığlığı paryasızca sergilenir.

Böyle ciddi bir sorunun teorik çözümünde, tartışma yöntemi kadar sorı nun ortaya konuş tar­zı da büyük önem taşıyor kuşkusuz. Bu açıdan. Türkiye'de roman var mı. yok mu gibisinden aşın genellemeler. tart>şmaya açıklık kazandırmak bir yana, yüz yıllık birikimi tümden yok saymaya ve giderek köksüz arayışlara yol açabilecek tehlikeli bir yönelişe kapı aralıyor. Oysa, ciddi bir otopsi­nin öncelikle çözmesi gereken ana sorun, top­lumsal yapımızdaki değişmelerin edebiyata hangi düzeyde bir gelişme olanağı sağlaya­bildiğidir. Bu noktada, edebî birikimin taşıdığı gerçek potansiyeli ortaya çıkarabilmek için geç­mişten devralınan kültürel mirasın genel özellik­leri ve bu özelliklerin toplumsal yapıdaki geliş­meler bağlamında sanatçı üzerinde hangi türden etkilenmelere yol açtığı incelenmelidir. Kuşku­suz burada, dünyadaki gelişmiş örneklerle ya­pılacak kıyaslamalar, bize nerede bulunduğumuz konusunda bazı genel düşünceler sağlayacaktır. Ancak. Batılı örneklerin mutlak ölçüt olarak alın­ması. tartışmayı daha baştan kısırlığa boğabilir.

O halde, sorun, kendi gerçekliğimizin ta­nınmasını öne çıkarıyor Bu gerçekliğe hangi yoldan giderek evrensel bir değer kazandırabili­riz? Asıl sorun budur.

Yalnız, bu yazı, ele almak istediği temel problem açısından, çerçevesi yukarıda sunulan soruya doğrudan bir cevap aramak amacını ta­şımıyor. Fakat, yazıda ortaya konulacak görüş­lerin bu sorunun çözümü doğrultusunda genel bir perspektif sunabileceğine inanıyoruz

Kemal SARUHANSanatın konusu, doğayla metabolizma iliş­

kisi içindeki toplumdur (Lukacs); bu biliniyor. Doğa ve toplum arasındaki ilişkiler, gerçek an­lamda insan etkinliğiyle dile getirildiğine göre, sanat, son çözümlemedi, tarih içinde gelişen in­san etkinliğini yansıtmış oluyor. İnsanoğlunun her türlü etkinliği ise, toplumsal çatışmalar ve çe­lişkiler bağlamında değişen şekiller kazanmak­tadır. Öyleyse “sanatın yapısı ile belli bir tarihsel gelişme dönemi içinde yer alan toplumsal so­runların. çatışma ve çelişkilerin sanata dönüştü­rülmesi arasında kaçınılmaz bir bağlantı vardır.” (A.Çalışlar) Bu bağlantı, ideoliji aracılığıyla ger­çekleşiyor. Her sanat eseri, bilinçli olarak ya da bilinçsizce yaratılmış bir ideolojik değeri ortaya koyuyor.

Sanatın bu en genel özelliği dikkate alındı­ğında. konumuz açısır.’dan önem taşıyan şöyle bir soru doğmaktadır. Sınıflar arasındaki ilişki­lerin gelişme düzeyi, bir aydın olarak sanatçı üze­rinde hangi türden ideolojik etkilenmelere yol aç­maktadır? Sanatçının ideolojik tutumu, toplum­sal yapıdaki değişme ve gelişmelerin sanat yo­luyla ifade edilmesinde ne ölçüde olumlu bir rol oynamaktadır?

Türk romanı, yeni bir kısırlık dönemini ya­şıyor. Hızı çoktan kesilen “ ftöy romanı” yazma salgını yerini bunalan aydının “ Bodrum boğun­tu la rına bırakmış görünüyor. Dün, kırda kapi­talist gelişmenin yarattığı toplumsal anaforlar ka­ba yaklaşımlarla, daha açık bir deyim kullanır­sak. popülist yargılarla dile getirilirdi. Bugünse gözler şehirde yaşayan aydınlara dikilmiştir. Ko­nular tümden değişti kuşkusuz, ¡ama kısırlık ay­nı güçle, hatta daha yoğun biçimde varlığını sür­dürüyor.

Roman yazmak, öncelikle bir seçim yapma­yı gerektiriyor. Yazar, önünde duran zengin top­lumsal malzeme yığınından romanının konusu­nu seçip ayırıyor. Bu, rastgele bir davranış de­ğildir; tersine, bilinçli bir tutumu ifade ediyor. Olaylar ve olgular arasından kendisi üzerinde en yüksek etkileri yaratmış olanları seçiyor çünkü yazar. Bunu yaparken, bilgi ve gözlem birikimi­ne dayanıyor. O yüzdendir, her seçimde kendi bakış açısını dile getirmiş oluyor.

Toplumsal pratik, bir zincirleme süreçtir. TeK başlarına belirli bir gerçekliğe sahip olabilen olay­lar ve olgulann birbirine geçişmesiyle, birbirini do­ğurmasıyla oluşan karmaşık bir bütünlüğü dile getirir. Yazarın görevi, bu karmaşık sürecin en tipik ve belirleyici olan yanlarını ortaya koymaktır. Bir başka deyişle, zinciri sürükleyen ana halka­yı yakalamak, oiaylann kökenindeki olaycığı bu­lup çıkarmak. Yazarın bakış açısına tarihsel yön­den olumluş ya da olumsuz bir değer biçen mi­henk taşı budur işte. Bakış açısının sağlamlığı, seçimin gerçek gücü bu noktada ortaya çıkar

Türk edebiyatının ikide bir içine düştüğü kı­sırlık da buradan başlamaktadır. Bu gerçeklik, en başta, aydınımızın tarihsel perspektifinde­ki genel darlıktan kaynaklanıyor. Roman yaz­mak, yalnızca yaşanmış olan yada yaşanmak­taki gerçekliği sanatsal yollarla dile getirmek de­ğildir. Gerçekçi sanat yöntemi, toplumsal çeliş­ki ve çatışmaları tarihsel bir bakış açısından yan­

sıtmayı, toplumsal olguları ve ol.tylarıa geçmiş­le gelecek arasındaki konumlarıyla belirtmeyi, bunun gereği olarak da geleceğe ilişkin ipuçları verebilmeyi zorunlu kılıyor. Tersine bir gelişim­se, genellikle sanatta güncel olanın ön plana çık- _ masına neden oluyor ve bu tutum , sanatın pi­yasanın beklentilerine göre biçimlenmesine uy­gun sağlıksız bir temel yaratarak, onun özünün ve işlevlerinin bozulmasına yol açıyor. Ülkemiz­de sanat ve edebiyatın değişik alanları bu geçişi yıllardır çok açık biçimlerde yaşamaktadır.

Açık-seçik ve kararlı konuşmaktan yanayız. Türk edebiyatı, on yıllardır yaşanan toplumsal gerçekliği tarihsel bir perspektifle ele almakta, toplumsal süreçleri geçmişten geleceğe akan en tipik ve çarpıcı yönleriyle dile getirmekte genel-

ı likle başarısız kalmıştır. Romanın, kendisini bir dönem kırdaki gelişmelerle sınırlaması, sonralan burjuva aydınının hastalıklı iç dünyasına hapso- lup kalması, temelde bu müzmindar görüşlülü­ğün sonucu oluyor. Oysa, taşıdığı devrimci di­namizm. sahip olduğu zengin yaşam ve müca­dele deneyleri açısından, işçi sınıfımızın toplumsal pratiği, sanatın ve sanatçının bugüne dek nere­deyse hiç el atmadığı bakîr bir alan olarak önü­müzde durmaktadır.

Edebiyat ve sanatta işçi sınıfını konu almak, onun günlük yaşamda dışa vuran duygu biçim­lerini. düşünce ve davranışlarını yansıtmak, yal­nızca, sınıf olarak işçilerin yaşama tecrübelerin- f deki zenginliğin sanatsal açıdan uygun bir mal­zeme yığını özelliğini taşımasından değil, ama ay­nı zamanda ve hepsinden önce, işçi sınıfının ta­rihte oynadığı devrimci-öncü rolünden dolayı ge­reklidir. Edebiyatta ve sanatta tarihsel perspek­tif darlığı, işçi sınıfının toplumsal mücadele için­deki artan ağırlığını, buna bağlı olarak, tarihsel rolünün somut-pratik anlamını görememekten, ya da en azından yeterince kavrayamamaktan ileri geliyor. Bu durum, genel olarak aydınları­mızı; burjuva-küçük burjuva ideolojilerinin ke­sin etkileri altında bulunmalarının sonucudur.

Kısırlığın ikinci yüzü, toplumsal çözümle­mede sığlıktır. Karşıtı derinlik oluyor. Sanatta derinliğin yalnızca perspektif yasalarının bir öğesi olduğunu söylemeyiz. Ondan da öte derinlik, gerçekçi sanat yönteminin en temel gereklilik lerinden biridir. Sığlık, eğer, dış gerçekliğin gö­rünen yüzeylerini yansıtmakla yetinmek şeklin­de tanımlanırsa, derinlik, görünen yaşamın ge­risinde gizlenen etkin nedenleri, yasaları ortaya çıkarmak, daha doğrusu, olayları ve olguları ne­densel bağlantıları içerisinde ele alarak yansıt­mak demektir. Bu bakımdan, edebiyatta gözlem ve ayrıntı zenginliği, tek başına, güçlü bir sanat eseri yaratmak için yeterli olmuyor. Bunları top­lumsal pratiğin öne çıkan süreçlerine bağımlı kıl­mak, dolayısıyla, ayrıntıyı temel olanla karşılıklı besleyici ilişkileri içinde kavramak ve yansıtmak gerekiyor. O nedenle, sanatta determinist öğe­yi reddetmek, na*uralizme ve subjektivizme yol açıyor.

Temel olanı ya da ayrıntıyı kendi tarihsel oluşumları içinde kavrayabiliriz ancak. Öyleyse, toplumsal çözümlemede derinlik, tarihsel per­spektifin genişliğine bağlı olmaktadır. Tersi yön­de bir gelişimse, sığlık ve darlığın sürekli birbiri­ne dönüşmesiyle sonuçlanır.

Şimdi; "köy romancıları". 1950 1er sonrası gelişen toplumsal süreci derinlikli olarak yansı­maktan uzak kaldılar. Görünen, yüzeydeki ger­çekliği tavsir etmekle yetindiler. Bu. onların be­lirgin bir modern sınıf görüşünden yoksun oluş­ları yüziindendi. Sınıfsal açıdan ayrımlaşmamış bir halk ve halkçılık kavramıyla olaylara yaklaş­maları "köy romancılarını süreci en çarpıcı yön­leriyle dile getirmekten uzaklaştırdı. Onlar, sınıf mücadelesinin aşağıda mayalanan modern şe­killenmelerinin geleceğe değgin önemini kavra­yamadılar. Popülist yaklaşımları, eserlerinde şöy­le bir toplumsal manzara çizimine izin verdi. Bir yanda antika gericilikle (derebeylik ve tefeci- bezirganlık) bütünleşmiş yerel devlet temsilcile­ri; öbür yanda pratik yaşam görüşleri ve kurnaz­lıklarıyla, zaman zaman birincilerin aleti durumu­na düşmelerine yol açan kaba çıkarları ve ön-

50

Page 53: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

yargılarıyla, acıları ve öfkeleriyle topyekün köy­lü halk.

Romancılığımızda popülist yaklaşım, ger­çekliği temel öğeleriyle yansıtmaktan uzak sığ gözlemciliğiyle, sonuçta, ne genel anlamda ger-

* çekçi tip çizimine, ne de özel anlamda modern devrimci tipin yaratımına yol açabilmiştir. Hep aynı temalar, her romanda birbirine benzeyen hep aynı kişiler... “ Köy romanı" bu onmaz kısır­lık içinde boğulup gitti.

Modernist burjuva aydını ise. ters yönde gi­derek aynı sonuca ulaşıyor. Sınıf mücadelesinin çok gerisinde kalan ve mücadelenin sertleşen ko­şullarına karşı tiksintili bir tepkiyle kendi içine kapanan aydının ruhsal boğuntusunu yansıtıyor o. Ancak, bunu sınıf mücadelesinin öne fırlattı­ğı toplumsal güçler açısından değil, tarihsel iş­levlerini yitiren, gericileşen zümreler açısından yapıyor. Gerçekleğin doğru ve tam bir yansıma­sını değil, subjektivize ediimiş, çarpıtılmış halini veriyor bize. Eleştiri görünürken olumluyor. Çün­kü çirkefliği dışarıdan değil, yine kendi içinden anlatıyor. Bir burjuva sanatçısı olarak, burjuva aydınının çapraşık ve çelişkili tutumunu eserle­riyle dışa vurmuş oluyor böylece.

Oysa, toplumsal yaşamda işçi sınıfının gi­derek artan ağırlığı, sanatta sosyalist bakış açısı­nı ön plana çıkarmıştır. Yirminci yüzyılda sanatçı, işçi sınıfının ve sosyalist güçlerin tarihsel rolünü

^ az-çok kavrayabildiği ve bu güçlere yakınlıştığı ölçüde gerçekçi sanat eserleri yaratma şansına sahip olabiliyor. Sosyalist gerçekçilik, bu nokta­dan sonra, sanatçının sosyalist bakış açısını bi­linçli olarak benimseyip, eserlerini bu bakış açı­sından yaratmaya başladığı anda ortaya çıkabi­liyor.

Kısırlığın üçüncü yüzü de estetik kofluk/ya- vanlıktır. Estetik deyince, birçoğumuzun aklına üslûp özellikleri ya da eserin teknik yapısı geli­yor. Oysa, estetik sorunlarının salt biçim sorun­larına indirgenmesi, estetizm gibi yanlış-biçimci anlayışlara yol açıyor. Bu tür anlayışları savunan kişiler tarafından, içerikteki kofluk, biçim zorla­malarıyla gizlenmeye-giderilmeye çalışılıyor.

Günümüzde, burjuva sanatçının estetik gö­rüşü özünde budur. Burjuva aydınımız, çok bü­yük ölçüde. Batılı-çağdaş burjuva sanat anlayış- lanna bağlıdır. Burjuva aydınının çözüşmüş dün­yasından olaylara bakışı, sanatçıyı kaçınılmaz ola­rak. çözüşmüş bir toplumsal yapının ürünü olan modernist anlayışlara doğru itiyor. Bir yandan Batılı modernist yazarların kitapları Türkçeye çev­rilirken. öbür yandan edebiyatımızı değişik mo­dernist tekniklerin kaba taklitleri kaplıyor.

Ancak, estetik bilimi, yalnızca biçime ilişkin kategorileri değil, içeriğe (öze) değgin öğeleri de kapsamına alır. Bir eserin estetik değeri, biçim ile özün uyumlu bütünlüğünden doğar. İçeriğin zayıf kaldığı eserlerde biçimsel denemelerin par­laklığı, önemli bir pratik değer taşımaz. Çünkü

^ burada biçim ustalığı, tek yanlı ve koftur Aynı şe­kilde. eserin içeriği ne denli sağlam ve güçlü olur­sa olsun, biçimin zayıflığı, eserin sanatsal değe­rini büyük ölçüde ortadan kaldırır. Biçimdeki ku­ruluk. içeriğin gücünü gölgeler, etkilerini zayıf­latır.

Bu açıklamaları göz önünde bulundurarak, şöyle bir sonuca varabiliriz: Modernist etkiler al­tındaki burjuva sanatçıların ürünleri, ilk bakışta, biçimsel açıdan ne ölçüde ustaca yaratılmış gö­rünürse görünsün, sanatçı görüşlerini ne ölçü­de parlak bir üslûpla yansıtmış olursa olsun, ese­rin kendisi gerçekliğin doğru ve tam bir yansı­masını değil, çarpıtılmış biçimlerini dile getirdiği ölçüde, biçimdeki ustalık, estetik kofluğun giz­lenmesine yaramaktadır.

Diğer yandan, tnodernist-biçimci deneme­lerin kaynağı, nasıl çarpık burjuva ideolojilerin­de yatıyorsa, onun gibi, örneğin, “ köy roman- cılarf'nm ürünlerinde göze çarpan estetik kuru-

[ luk ve yavanlık da. yazarın sahip olduğu popülist anlayışlarla ilintilidir. Toplumsal gerçekliğin kupkuru ve yavan analizi, biçim yönünden ku­rulukla bütünleşiyor. Sınıflara ayrışmamış, yekpa­re bir halk kavramının ülküleştirilmesi, berabe­rinde. aynı anda hem gerici hem de insancı ve

demokratik öğeler taşıyan geleneksel halk de­ğerlerinin de ülküleştirilmesini getiriyor. Türkü, koşma, destan, masal, hikaye gibi.... gelenek­sel halk edebiyatının çeşitli türlerinin çağdaş ede­biyata katkıları abartılıyor. Üslûba köylü şivesi si­niyor. Gerçekçi olmak adına ard arda küfürler sıralanıyor. Sık sık aşırı ve kaba cinsel tasvirlere yer veriliyor: vb.

Görülüyor ki, en genel hatlarıyia. Türk ro­mancılığında yaşanan kısırlık, üç yönlüdür ve hepsi aynı temelden kaynaklanıyor: Burjuva- küçük burjuva ideolojilerinin sanatçı üzerin­deki kesin etkilerinden. Bu bakımdan, genel anlamda kısırlık, sanatta ideolojik tıkanıklığın bir ürünüdür. Günümüz Türkiye'sinde burjuva- küçükburjuva ideolojileri, toplumsal yapıdaki de­ğişme ve gelişmelerin yaşanan gerçekliğe en uy­gun tarzda sanata aktarılmasına, toplumsal çe­lişki ve çatışmalann sanat yoluyla doğru ve dev­rimci bir yansımasının yaratılmasına gerekli ola- naklan sağlayamamaktadır, sağlayamamıştır da.

Öyleyse, edebiyatta ve sanatta kısırlığın aşıl­ması, bir aydın olarak sanatçının bilinçlice işçi sı­nıfından yana tavır almasına, ideolojik ve pratik olarak işçi sınıfına yönelmesine bağlı bulunuyor. Geleceğin sosyalist insanına gebe olan ve bu in­sanın sağlam karakter özelliklerini bu günün kav­gasında billûrlaştıran toplumsal mücadele, yeni bir aydın tipini ve yeni bir sanat anlayışını gerek­tiriyor Devrimci işçi sınıfı aydınını ve işçi sı­nıfının gerçekçi sanat anlayışını.

İşçi sınıfımızın siyasal geriliklerini aşıp top­lumsal mücadeleye uzun yıllar ağırlığını koyama­mış olması, bütün diğer toplumsal etkinlik alan­larında olduğu gibi, sanat ve kültür alanında da burjuva-küçük burjuva ideolojilerinin pervasız­ca at koşturmalarına yol açmıştır. Aynı neden­le, işçi sınıfı sosyalizmi sürekli olarak cılız ve güç­süz kalmış, olağanüstü siyasal baskılar karşısın­da örgütsel sürekliliğini koruyamamıştır. Bu ne­denle, aydınımız, işçi sınıfının ve onun sosyalist örgütünün yönlendiriciliğinden uzak kalmıştır. Bu gerçeklik de aydını, onun küçükburjuva toplum­sal kararteriyle bütünleşerek, proloterya-dışı sı­nıf ve zümrelerin olağanüstü ideolojik etkilerine açık bırakmıştır.

Bununla birlikte, Türk edebiyatı, şair yönü ve estetik görüşleriyle kendisine onur kazandı­ran bir Nazım Hikmet yaratmayı başarabildiyse, popülist anlayışlardan kopuşamamış ve dolayı­sıyla toplumsal gerçekliğin tam bir yansımasını ve­rememiş olmalarına karşın 1940 kuşağı şairier- ri ve aynı dönemde yetişen bazı roman ve öykü yazarlarımız, devrimci-demokrat ruhlarıyla ede­biyatımıza ve toplumsal mücadele yaşamına in­kar edilemez katkılarda bulunup, edebiyatımız­da kendi çapında bir devrimci-demokrat gele­neğin doğuşuna önayak olabildilerse, bu sözü ge­çen sanatçıların çoğunlukla işçi sınıfı partisi kö­kenli olmalarından ya da en azından onun ide­olojik etkileri altında bulunmalarından kaynak­lanmıştır.

Ancak, sanatta popülist yargılardan tümüyle kurtulmak, çok daha keskin bir sınıf görüşünü gerektiriyor. Bizim aydınımızın en büyük ve en temel eksikliği burada yatmaktadır. Bu eksiklik. Nazım Hikmet’in sanatında bile bazı ideolojik ya­nılgıların derinleşmesine neden olabiliyor. Poli­tik yaşamındaki savruluşlann yer yer şiirine yan­sımış olması. Nazım Hikmet’in tam anlamıyla proleter anlayış zeminine sağlamca ayak basma­sını engelleyebiliyor.

Nazım Hikmet, edebiyatımızda bir istinadır. 1940'lı ve 501i yıllarda parlayan bir güneş gibi duruyor. Etkiliyor, taklit ediliyor, ama onun sa­natımızda açtığı çığır, hakettiğince sürdürülemiyor.

1940 kuşağı şairleri, çoğunlukla kır kökenli kü­çük burjuva aydınlarıdır. Şiirlerinde emeğe sev­gi. halka ve gelecek günlere güven vardır. Ama onlar, işçi sınıfı zemini üzerine basmazlar. Ger­çek anlamda işçi sınıfı aydını değildirler Gelişe­memiş. onun devrimci müttefikleri olarak kal­mışlardır yalnızca. 1940 kuşağı şairlerinin eser­lerinde ön plana çıkan temalar, daha çok ulusal kurtuluş ve yoksul köylü yaşamıdır. İşçi sını­

fına duyulan sevgi, köylü halka duyulan sev­giden daha farklı değildir. İşçi sınıfının sos­yalist anlayışı, ezilen yığınlar içinde işçi sını­fına ayrıcalıklı bir yer tanır. Onlar, bütün ezilen insanlara sempati duyarlar, ama işçi sınıfına karşı besledikleri sevginin içlerinde hepsinden daha özel bir yeri vardır. Bunu bütün toplumsal mü­cadele alanlannda açıkça ilân etmek gerekir. Sos­yalist gerçekçi sanatın temeli, işçi sınıfına duyu­lan ayrıcalıklı sevgi ve bağlılığa dayanır. Sosya­list gerçekçi sanatçı, emeği yüceltir, şiirselleştiri- rir, işçi sınıfını sanat anlayışının merkezi haline getirir. Çoğunun “ toplumcu gerçekçi ’ olarak ni­telendirilmesine karşın, yukarıda sözünü ettiği­miz şair ve yazarlarımızı devrimci-demokrat bir çizgiyle sınırlı tutan önemli eksikleri işte budur.

Sosyalist gerçekçi sanatçı, toplumsal olay­ları ve olguları işçi sınıfının siyasal perspektifin­den ele almakla kalmaz, aynı zamanda, günlük yaşamları ve sınıfsal eylemleri içinde işçileri, duy­gu. düşünce ve davranışlarıyla sanatında yan­sıtmaya çalışır. Eğer, bizim sanatçımız, işçi sını­fını sanata sokma (hem ideolojik, hem de pra­tik anlamda) konusunda yeterince istekli davran­mamışsa, ya da ısrarlı olamamışsa, bu aydınla­rımız arasında proleterya-dışı sınıf-zümre çıkar­larının ağır bastığını gösterir. Bu olumsuzluğu gi­derebilecek toplumsal etki, aynı kökten çıkıp bir­birini tamamlayan iki yönde geliyor. îlk olarak, işçi sınıfın kendiliğinden mücadelesindeki yük­seliş, sanatçıyı etkiliyerek, işçilerin yaşama ko­şullarını da dile getirmeye itiyor. Ancak, böyle bir sanat henüz sosyalist sanat değildir. Sosya­list sanat, işçi sınıfı ideolojisini gerektiriyor. Bu saptama bizi etkinin ikinci yönüne götürüyor, ya­ni sanatçıyla sosyalist parti arasındaki ilişkiye. Sosyalist partinin mücadeleci kültür etkinliği, ka­pitalist baskı ve sömürüye tepki duyan sanatçı üzerinde ideolojik etkiler yaratıyor ve onu olay­ları işçi sınıfı perspektifinden ele almaya zorlu­yor. Sosyalist sanat, her zaman ve her yerde, sos­yalist parti etkinliğiyle el ele yürüyor.

Türkiye’de işçi hareketinin uzun yıllar top­lumsal mücadelenin önüne çıkamaması ve prole­ter anlamda sosyalist parti etkinliğinin güçsüz­lüğü. aydının -işçi sınıfının sanata sokulması eyleminde- yönsüz kalmasına yol açmıştır. Ama. bu. bir başka gerçeği de unutturmuyor: Dar gö­rüşlülüğü. Bizim aydınımızın bazı acayip özellik­leri vardır. Genellikle yumurta kapıya dayandı­ğında aklı başına gelir örneğin. Gerçeklik, ille de “ kör gözüm parmağına’ sözünde ifade edilen bir inatçılıkla karşımıza dikildiğinde kabul görür. Tıp­kı. işçi sınıfının toplumsal varlığının 15-16 Hazi­ran eylemiyle, kapitalizmin. 12 Mart darbesiyle öğrenilmiş olması gibi.

Türkiye’de sanatçı şu perspektifle davran­mıyor: İşçiler on yıllar boyunca sanattan, bilim­den. felsefeden ve diğer bütün zihinsel etkinlikler­den uzak tutulmuşlardır. Sanata yabancı oluş­ları, yeteneksiz oluşlarından değil, sömürü dü­zeninin acımasız koşullarından ileri geliyor. Kül­türel etkinliklerde bulunmak için ne gereken pa­raya. ne de yeterli boş zamana sahiptir onlar. Ba­zı zorunlulukları sezen az-çok bilinçli işçiler ise, yol göstericilerinden uzak tutulmaya çalışılıyor. O halde, eğer ben bir sanatçıysam ve sosyalist­sem, eğer sosyalizm de işçi sınıfının ideolojisiy­se. benim görevim, sanatı îşçi sınıfına götür­mektir.

Page 54: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DÖNÜŞEN

D eğişen dövüşen

D ö n ü ş tü kçe y ite n y ite n d e yen ile nen yaşam

Ve yaşam B ir m e yve ağacının

B a h a rd a k i ç içek li d a lla rı ka d a r gü ze l Ve yaşam

Taze b ir ö m ü rd ü r baharın m uştu lad ığ ı

S a n k i D eğişen dövüşen

dö nüş tü kçe yen iye Y iten herşey

Koca b ir boş luk D ö nü ş tükçe

ye n ile n e n herşey safi yaşam

ö lün es i b ir ilkyaz gecesi Ö lün es i b ir boş luk

Ve sevi d o lu

C em E rgün N isan 1986

YÜRÜYÜŞ

S u sku n lu ğ u n u d in le ye re k den iz in y ü rü y o ru m

ya lan ha yk ırm a la rın üzerine doğru . M o la verm eyen um u tla rım ın

ina tç ı te p iş id ir yo lla rı şiirleşm iş ad ım larım .

D ü şün ce le rim in u yu m suz luğ und an uzak ne de o n la r g ib i şüpheci,

düşm üş b ir kere yü re k te n b ir g ü l lekesi beynim e,

ben y o ru lm a k n e d ir b ilm em n e d ir b ilm e m yılg ın lık.

b ir de u n u ttu k a rtık bağışlam ayı...

N e yap a lım yü re k te n b ir g ü l lekesi

düşm üş b ir kere beynim e. M o la verm ez um u tla rım , yü rü rü m .

Y ü rü rü mya lan h a yk ırm a la rın üzerine.

A l i Z ek i

Ancak, işçiler, aç-sefil, binbir güçlük içinde yaşamaya çalışırken, kendi yaşama tecrübeleri­ni yansıtmayan, kendisine yol gestermeyen, umut ve moral aşılamayan eserlere ilgi duyabi­lir mi hiç? Demek, sanatta ve edebiyatta işçi sı­nıfının günlük yaşamına ve sınıfsal eylemine yer vermek gerekiyor.

Yeter mi? Yetmez. Siyasal baskılar ve kapi­talizmin herşeyi pazara döken mantğı karşısın­da en önemli sorun, sanat eserini alıcısına ulaş­tırmaktır. Aktif politik çabayı gerektiriyor. Ya da Brecht’çe bir tutumu diyelim. Türkiye’de Brecht anlaşılamıyor. Demokrasiyle,, kostümüyle, oyun­culuk sanatına ilişkin görüşleriyle-kabul görüyor, ama onun sanatına güç veren asıl yönü, eylem adamlığı unutuluyor. Sosyalist gerçekçi sanatçı, bir eylem adamı’dır. Sosyalist sanatsa, sosya­list eylemin bir parçası oluyor.

Sanatı işçilere götürmek, aydın olarak sa­natçının işçilerle yanyana. iç-içe olması demek­tir. Yani aydının kitle adamı olması demektir. Bu. aynı zamanda, aydının işçileşmesini bera­berinde getiriyor. Aydının işçileşmesi, onu işçi sı­nıfının kapitalist toplumdaki alt konumuna in­dirmiyor. tersine, entellektüel zekâ ve birikimi iş­çilerin devrimci sınıf karakteriyle bütünleşerek da­ha ileriye doğru itiyor.

Sanatın işçilere götürülmesi, sosyalist sanat eyleminin yalnızca bir yanıdır. Öbür yanı, işçi­lerin sanata getirilmesi oluyor. İşçilere sana­tın toplumun dönüştürülmesindeki devrimci iş­levini kavratmak gerekiyor. Uvruyerizm, sınıf bencilliğidir. Oysa, işçi sınıfı, kendi sınıf varlığını inkâr etme yeteneğine sahip olabildiği için ufku sınıfsız topluma dek uzanabiliyor Tarihin belirli bir dönemde devrimci özellikler göstermiş olan bütün sınıflarından farklı olarak, işçi sınıfı sonu­na dek devrimcidir, insanlığı kurtarma görevini üstlenmiştir. Onun için sosyalizm, her bir insan­lık ülküsüdür. İnsanlık kültürüne sahip çıkmayı, anlamayı ve hazmetmeyi gerektirir. İşçiler Be- ethowen’i. Van Gogh'u. bir Rilke'yi ya da bir Tols­toy'u anlamadan zorlu tarihsel görevlerinin üs­tesinden gelemeyeceklerini bilmelidirler. Bu. yüksek bir sınıf bilinci demektir.

İşçilerde bilinci yükseltmek aydınlara düşü­yor. Ama. sanatın sınıf ülküleri açısından öne­mini kavrayan işçiler, bilfiil sanatla ilgilenmek is­teyecektir. Kendi toplumsal varlığını ve tarihsel misyonunu kavrayan işçi sınıfı, taşıdığı gerçek po­tansiyel yeteneği hissedip, onu yaşama uygula­yarak geliştirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfının top­lumsal yetenekleri açığa vurdukça, işçiler arasın­dan gerçek sanatçılar da ortaya çıkacaktır. Gor- ki. bir işçidir: Rusya'da işçi hareketinin yoğun­laştığı bir dönemde yetişmiş olması, tesadüf sa­yılabilir mi?

Toplumsal mücadelede bu sürece işçinin aydınlaşması süreci diyoruz. Onu aydının iş- çileşmesinden ayrı düşünemiyoruz. İki süreç, birbiriyle yanyana yürüyor ve belirli bir noktada kesişiyor. Bu nokta, proleter anlamda bir sos­yalist partisidir. Aydınlaşmış işçi, işçileşmiş ay­dın... Sosyalist parti budur. İşçi sınıfının aydın­ları teşkilatsız olamıyor. Devrimca aydın olmak için aynı zamanda teşkilat adamı olmak gere­kiyor.

Devrimci aydın, sosyalist aydındır, daha da açık konuşursak, işçi sınıfı aydınıdır Sosyalizm, bir sınıf ülküsüdür, ama aynı zamanda bir insanlık ülküsüdürde. O yüzden, sosyalist kültür, insan­lığın binlerce yıllık kültür birikimin yepyeni bir sentezidir. Devrimci aydın, gözlerini insanlığa ve insanlığın geleceğine dikmiştir. Ulusal birikimi reddetmez, ama ufkunu onunla da sınırlamaz. Uluslararası düzeyde düşünen ve davranabilen adamıdır devrimci aydın: enternasyonel adan* dır.

Özetlersek, devrimci aydın = kitle adamı*teşkilat adamı*enternasyonal adamdemektir. Böyle bir aydın tipinin gelişimi, aydı­nın işçileşmesi ve işçinin aydmlaşmasıyla güçle­nir. Örnekleyelim. Birinci yanda John Reed'ler, Henry Barbüsse'ler. Romain Rolland’lar vardır. Ömür yanda Maksim Gorki ler. Nikola Vaptsa-

ro f lar ve daha birçokları. Ayrı ülkelerdendirler; ayrı sınıflardan, ayrı yaşama biçimlerinden çıkıp galmişler. aynı zeminde birleşmişlerdir. Sözcü­ğün tam anlamıyla bizim sanatçılarımızda hep­si. Onların yarattığı ve güçlendirdiği birikim. Şo- iohov’u ortaya çıkardı sonra. Gittikçe yakınlaşan daha da yeni biı geleceğe, sosyalizmin daha ge­lişmiş üst evrelerine uzanan bir sanatçıyı.

Türkiye toprağı kendi Gorki’lerini çıkarama­dı henüz. Ama biraz sabredelim ve oturup se­rinkanlıca değerlendirelim yaşadığımız geçmişi. Yıl 1969... Sosyasiltler “strateji tartışmaları" ya- pılor. Türkiye’de kapitalizm var mı yok mu? Tür­kiye’de işçi sınıfı var mı yok mu? İşçi sınıfımız 15- 16 Haziranda kılıcını atıyor ortaya. Toplumsal varlığını dostça düşmana duyuruyor. Tartışma, bıçak gibi kesiliyor.

Ancak, yanlış bir anlayışın tortuları ileriki yıl­larda da etkinliğini sürdürebiliyor: Temel güç köy­lülüktür. İşçi sınıfı fiili önder değil, ideolojik ön­derdir gibi... Ama, olayların mantığı bu anlayışı yalanladı. İşçiler, 1977’lerden sonra yükselttik­leri eylemleriyle, kendi gerçek liderlerini bile pra­tikçe aşıp toplumsal mücadelenin öncülüğüne soyunduklarını gösterdiler. 12 Eylül, bu süreci kesintiye uğratmış, ama yok edememiştir. Yeni­den yükseltilmesi gereken sosyalist hareket, işçi sınıfının eylemi üzerine oturtulmalıdır artık. Şimdi görev, sosyalist hareketle işçi hareketinin kaynaş­tırmasıdır.

Bu çerçevede olmak üzere, 1960 sonrasın­da sosyalist harekete damgasını vuran TİP’nin oportünist çizgisi, işçi hareketinin asıl uzun va­deli ihtiyaçlarına cevap veremedi. Burjuva sos­yalizmi denendi ve gerçek kimliği çıktı ortaya. 12 Mart ve sonrasında küçük burjuva devrimci­liğinin parlak yükselişi de çözemedi problemle­ri. Ve şimdi 12 Eylül, sosyalist harekette yeni bir tarihsel dönemi getiriyor: İşçi sınıfının sosyalist anlayışının yükselişini. Tarih, işçi sınıfına ve onun sosyalist anlayışına yol açıyor. Öyleyse, gelişen toplumsal süreç, sosyalist gerçekçi sanatın ve onun zorunlu kıldığı devrimci aydın tipinin geli­şimini kolaylaştırıyor. Onun için bu yazı, yalnız­ca bir yaklaşımı ortaya koymak amacıyla değil, kaşarlanmamış, gelişmeye açık aydına ve sanat­çıya ve de özellikle kendice bir yön arayışı için­de olan genç insanlarımıza gittikçe belirginleşen bir tarihsel hedefi göstermek için yazılıyor.

Plehanov da. Lenin de aydın kişilerdi. Yal­nız. bir fark vardı, aralarında: Plehanov. işçile­rin babası, efendisiydi. Ama. Lenin arkadaşları oldu. İşçi sınıfının dostu olan, olmak isteyen ay­dın ve sanatçı, bu ayrımı iyice tartmalıdır. Çün­kü devrinci aydın tipinin gelişmiş örneği bu ay­rımın kendisinde somutlaşmaktadır.

Türkiye'de geleceğe, sosyalizme yönelik ye­ni bir insanın karakter özellikleri billûrlaşıyor. Hal­kın çıkarlarına ve davaya bağlılık, kendini ada­ma. dayanışma ve kollektif çalışma ruhu vb. gi­bi 12 Eylül öncesindeki mücadele döneminde temellerini bulan bu karakter özellikleri, gittikçe şekillenerek modernm sosyalist toplum insanı­nın yaratacaktır. Sosyalist gerçekçi sanat, bu-ka- rakteristik özellikleri araştırıp geliştirme çabası­na yöneltmeli gücünü; malzeme yığınını önce­likle toplumsal mücadelenin geçmiş dönemler­de ortaya koyduğu deneyler birikiminde aramalı. Ne yapılsa toplumsal pratikten silinemeyen bu zengin tecrübe, politikada olduğu kadar sanat­ta da yerini alacaktır kuşkusuz. Bunun ilk sonuç­ları. bizzat o tecrübenin içinden çıkmış insanlar­dan uzun zamandır gelmeye başladı. Cezaevle­rinde direnen ve düşünen gençler, direnç, ya­şama sevinci ve geleceğe inanç dolu şiirler yazı­yorlar. Öyküler ve karikatürler yayınlıyorlar der­gilerde. Onların çoğunda slogancılık ve kuru aji- tasvon görülüyor. Pek çoğu biçim yönünden iş­lenmemiş. kuru ve yavan geliyor belki bize. Ama bunu doğal karşılıyor ve hoşgörüyle bakıyoruz. Çünkü çoktandır unutturulmaya yok edilmeye çalışılan sağlıklı bir ruh halini buluyoruz onlar­da. Çözülüş döneminin bunalmış, alçalmış “ kah- raman’larına karşı sahip çıkıyoruz onlara ki. onlar içinden bazıları, örneğin Nevzat Çelik’in şiirleri, geleceğe dair umutlar, parıltılar da yansıtabiliyor.

Dimitıov. yazarlara “bize şiirden, öyküden, romandan silahlar verin!" diye seslenmişti. Dev­rimden sonra eski savaşçılar tecrübelerini ede­biyata dökmeye başladılar. O dönemin ürünleri Türkiye’de yayınlandı. Mitka Gribçeva’nın kita­bı çok sevildi örneğin ve daha başkaları. Estetik açıdan pek fazla bir değer taşıdıklan yoktu, ama yaşam görüşleri pırıl pırıl, canlı ve sağlamdı. Son­ra. örneğin, bir Daskalof çıktı içlerinden. Bulgar sosyalist edebivatı için de neden böyle düşün­meyelim?

Ancak, hayalciliğe düşmekten her zaman kaçınmalıyız. Gösterdiğimiz hedefler, uzun bir sü­reci ve kararlı davranışı gerektiriyor. Sanatta iş­çi sınıfı anlayışını etkin kılma, burjuva- küçükburjuva ideolojilerinin, anlamsız kaprisler ve saçma önyargıların ve bütün bu olumsuzları besleyen kapitalist piyasa ilişkilerinin yoğunlaş­tığı bir ortamda, hiç de kolay görünmüyor. Ama. yeni ve genç olan herşeyin içten coşkuyla ses­leniyoruz. Türkiye'de sosyalist gerçekçi bir sanatın gelişmesi için uygun koşullar uygunlaşmaktadır. Evet, sosyalist gerçekçi edebiyatın Rusya'da ve 1924’lerde kurulduğunu biliyoruz. Ve sosyalist gerçekçi yöntemin edebiyata ancak sosyalist ko şullarda damgasını vurabileceğini düşünüyoruz.

52

Page 55: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Çünkü sosyalist gerçekçi sanat, sanatın yığm- sallaşmasıdır ve o yüzden yığınların sana­tıdır. Sanatın ve yığınların özgürleştiği ♦oplum- sal koşullarda yığınlara mal edilebilir ancak.

* * *Sosyalist gerçekçi sanat, işçi sınıfının dam­

gasını taşır. Bu nedenle, diğer sanat akımların­dan ve anlayışlarından köklü biçimde ayrılır. Ama. o. sanatta burjuva eğilimlerinden bağları­nı kesin olarak kopartmış olduğu halde, burju­va gerçekçi sanatın içinde çıkıp gelişti. Bugün te­kelci kapitalizmin reddetiği mirasa işçi sınıfı sa­hip çıkıyor. Sosyalist gerçekçilik, sanatta demok­rat burjuva geleneğinin yarattığı birikimi sahip­lenerek ve her türlü yozlaşmış, dekadans gele­neğe karşı savaşarak güçlenmiştir.

Sosyalist gerçekçi sanatın anayurdu Rusya2 ydı. Ona adını Gorki verdi. O yüzden. Gorki. sosyalist gerçekçiliğin babası sayıldı. Tolstoycu an­layışla modern sosyalist edebiyat arasındaki köp­rüdür Gorki. devrimci ve demokrat bir ruhla ge­lişen klasik Rus edebiyatını çağdaş Sovyet ede­biyatına bağlar. Eğer. Sovyet edebiyatı, Fütürizm, Prolet-Kült gibi anarşizan sanat akımlarının tu­zağına düşüp, bu köprüleri atmış olsaydı, bugün belki Şolohovgibi üstün yetenekli yazarları da yetiştirmeyecekti. Oysa. Gogol'ü veDostoyevski ki'yi atlayıp geçmedi onlar. Çernişevski'yi. Puş- kin'i. İjermontov u unutmadı. Turgenyev’i. Çe- hov'u. Tolstoy'u bir köşeye fırlatıp atmadı. On­ların birikiminden sonuna dek yararlanma yo­lunu tuttu. Edebiyat ve toplumsal mücadele ta­rihindeki gerçek yerlerine oturttu hepsini ve as­maya çalıştı. Sovyet edebiyatı, kendi köklerin­den hiç kopmadı

Bizde hep tersine gitmek maharet sayılıyor. Eskiden sosyalizm ve Türkiye tarihi üzerine bil­giler hep edebiyat eserlerinden öğrenilmeye ça­lışılırdı. Bir olumsuzluktu bu. Ama. dün devrimci- demokrat edebiyat geleneğimiz aşırıca yüceltir­ken. bugün adeta küçümseniyor. Batılı çeviriler, hem de en yozlaşmış örnekleriyle el üstünde tu­tuluyor. Hayır, biz dünya edebiyatının Türk oku- ruııca tanınmasına karşı çıkamayız, tersine, ge­reklidir bu. Ama. kendi edebiyat geleneğimizin gözardı edilmesi karşısında da susup kalamayız.

Uçbin yıllık antika sermaye geleneğinin ço­raklaştırdığı toprağımızda Puşkin’ler. Tolstoy'lar gibi dehalar yetişemedi doğru. Ancak, etine göre budu, kendi çapında bir edebiyat geleneğine sa­hibiz. Bir Nazım Hikmet var edebiyatımızda, is­tisna. Anlamak ve anlatmak gerekiyor. Devrimci- demokrat edebiyat geleneğimizde Enver Gök­çeler. Ahmet Arifler. Sabahattin A li’ler. Kerim Korcan'lar. Yaşar Kemal ler var örneğin. Orhan Veli ler. Sait Faik'ler. Cevat Şakir'leı var. demok­rat bir geleneğin insanları olarak. Reddetmiyo­ruz Yerli yerine oturtmak istiyoruz hepsini. A n­cak. onların sanatçı tutumu. Türkiye toprakla­rında yeşeren gerçekliği ifade etmeye yetmiyor, belli. Yeni bir sanat anlayışı, yeni bir sanatçı tu­tumu gerekiyor o yüzden Sosyalist gerçekçili­ğin hep yanlış anlaşıldığını artiK itiraf etmek ge­rekiyor Edebiyat geleneğimizin abartılmadan ve yok sayılmadan da değerlendirilebileceğini bil­mek gerekiyor. Bu gerçek kavranılmadan, ger­çek sosyalist edebiyatın, devrimci bir sanat gö­rüşünün başarılı olabileceğine inanmıyoruz

Sonuç olarak, aydınımız, sanatçımız, artık >sc" s n ı l ! n » ı •sun' kulak vermelidir. Netaş gre- U ı. kıvanışına ilân etınek. besbelli ki toplum­sal mücadelenin ihtiyaçlarını tek başına karşıla­maya yetmiyor İşçi sınıfına inanan ve güvenen sanatçı onun günlük yaşamını ve sınıfsal eyle­mini sanatına sokmalı, hatta en baş köşeye oturt­malıdır

Denilecek edebiyatımızda hiç mi örneği yok? Olmaz olur mu? Olumsuz örnekleri var: İş­çileri mantıklı düşünme yeteneğinden voksun. gelişmemiş, insiyatifsiz yaratıklar olarak sunan ve "bunun için mi dövüşüyorsunuz, bosveriıı birey olmaya bakın" diyenler Biri Lâtife T e k i n Rer ci Ki stin Çop Ma-aliaruda iıeısev: kııık-ıiiin ze ederek, gülünçleştiriyor Kaypaklığım ve do nekiiğini seviyesiz bir güldürünün arkasına gizli­

yor. Öyle işçiler yok mu? Var ama bunu bir sını­fın genel özelliğiymiş gibi yansıtmak, onun olum­luluklarını göre göre, bile bile gözardı etmek, hiç de sanatçı dürüstlüğüne yakışır bir davranış de­ğildir.

Olumlu ve onurlu örnekler de var. Örne­ğin. bir Orhan Kemal. Büyük kentlerin kenar semtlerinde oturan insanları anlatıyor. Onlan se­viyor, emeği yüceltmeye çalışıyor. Ama. Orhan Kemal’in eserlerinde işçi sınıfının ayncalıklı bir yeri yoktur. Orhan Kemal’in işçilerinde bir sınıfın bi­linçli bir üyesi olarak davranma özelliği yoktur. Bağımsız, tek tek bireylerdir onlar. Esere renk ka­tarlar sadece, odak noktası olamazlar.

Oysa, sosyalist gerçekçi sanatçı, işçi sınıfı­na duyduğu sevgi ve bağlılığı eserinde renkli bir fon olarak kullanmaz. Toplumsal olayları işçi sı­nıfı anlayışının süzgecinden geçirir, onun sınıf du­yarlığını yansıtır. İşçi karharamanları tek tek bi­reyler olarak ele a'maz. Tersine, işçiyi bir sınıfın üyesi olarak yansıtır. Bir sınıfın üyesi olarak işçi­yi kendi sınıfının üyeleriyle olan ilişkileri içinde: yine bir sınıfın üyesi olarak işçiyi başka sınıf ve zümrelerin üyeleriyle olan ilişkeleri içinde değer­lendirir.

Sosyalist gerçekçi sanat, işçiyi ölü bir kah­raman olarak değil, yaşayan-caniı bir varlık ola­rak. olumluluklanyla ve olumsuzluklarıyla birlikte dile getirir. Çalışan ve sömürülen, savaşan ve tes­lim olan işçiyi sendikaya üye olan, partiye giren, grev yapan, hapse düşen, direnen, acı çeken, aşık olan, kumar oynayan, karısını döven işçiyi anlatmaya çalışır. Bunu yaparken, tarihin man­tığına uyar, işçi sınıfının tarihsel rolünü ön pla­na çıkarır hep. Olumsuzlukların, bir insan ola­rak işçilerin yaradılışlarından ya da sınıfsal özel­liklerinden değil, kapitalizmin egemen yapısın­dan kaynaklandığını belirtir. Olumlu ve gelişmeye açık yönleri öne çıkarmayı amaçlar.

Ama. bu söylediklerimizi bir başka uca çe­kip. sanatın konusnu işçi sınıfıyla sınırlamak ar­zusunda olduğumuzu iddia edenler de çıkabilir. Asla. Bu yazıda, işçi sınıfı ve sanat arasındaki öz­lenen ilişki üzerinde ısrarlıca durulması, sanatın bir sınıfın pratik yaşamından çok ötelere bütün

insanlığa uzanan güçlü insancıl yapısını reddet­tiğimizden değil, yalnızca edebiyatımızı bir kısır çember içerisine daraltan temel eksikliklerin göze batırılmasını amaçladığımızdandır.

Sanatı insanlığa mal eden şey, bütün insan­larda ortak olabilen yönleri dile getirmesidir. Ara­dan 2500 yıl geçmesine karşın, Homeros’u se­verek okuruz o yüzden. Köleci bir dünya görü­şüne sahip olan eski Grek sanatçılarının eserle­rini, insanın yüce ve kalıcı olan yanlarını dile ge­tirdikleri için beğeniyoruz. Balzac’ı Balzac yapan insanları bencil ve çıkarcı varlıklar haline getiren toplumsal koşullan, siyasal görüşleri çok farklı olmasına karşın, ustaca dile getirebilmiş olması­dır. İnsanlık Komedyası, baştan aşağı, insanı in­sanlıktan çıkaran toplumsal koşulların eleştirisi­dir. Onlar, bu en temelli özellikleriyle her zaman yaşayacaklar ve biz, her defasında, onlan oku­maktan sonsuz bir tat alacağız.

Sanatın konusu, tek başına işçi sınıfı değil­dir. O yüzden, biz. Selim İleri’yi burjuva aydın­larını anlattığı için eleştiremeyiz. Kimsenin hak­kı yoktur buna. Sanatçı, içinden çıktığı, tanıdı­ğı. bildiği çevreleri anlatır. Ya da Yaşar Kemal’e “neden hep Çukurova’yı anlatıyorsun” veya “hâ­lâ bugüne gelemedin” diye de sormayız. Biliriz ki. sanatın konusu insandır ve sosyalizm bir in­sanlık ülküsüdür. Ve biliriz ki, işçi sınıfı kendi dı­şındaki sınıf ve zümrelerin sorunlarına sahip çıkmadan toplumsal mücadeleye öncülük ede­mez. o yüzden sosyalist sanat, proletaryo dışın­daki sınıf ve zümrelerin yaşamlarını, duyguları m, düşüncelerini ve davranışlarımda yansıt­maya özen gösterir. Ancak, bunu, onların bu luriduğu toplumsal konumdan değil, işçi sınıfı­nın bakış açısından yapar. Ve her durumda, onların ortak insani özelliklerini öne çıkarma­ya çalışır.

Türkiye, yeni bir insana gebedir. Onun için yeni bir aydın tipine ve yenidir sanata ihtiyaçdu yuluyor. Dayanılacak birikim bellidir. Perspektif? Açıkladık. Türk sanat ve edebiyatı bu perspek­tifle yeniden değerlendirilmeli, yaşanan tarih ye­niden sanata dökülmelidir.

Page 56: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

POR

TAJ

A M A TÖ R TİYATROLARLA SÖYLEŞİLER (1)

Çağdaş Oyuncular Mayıs~85’te kurulan bir topluluk. Eleman­ları daha çok üniversite öğrencilerinden oluşuyor, aralarında kon­servatuar öğrencileri de var. Daha önceleri, Aksaray Köşebaşı Ti­yatrosunda çalışan topluluk şimdi Sefaköy’de bir düğün salonun­da çalışmalarını sürdürüyor. 16 kişilik kadroya sahip ekip, Çağdaş Oyuncular olarak Haneler oyununu oynamış. Oyunun yazarı, toplu­luk elemanlarından biri olan Özer Kızıltan. Oyunlarını Çevre Tiyatro Şenliklerinde, İzmir Turnesinde ve değişik salonlarda sergilemişler.

iyatro birçok sanatı bünyesinde ta­şıması, sosyal ve teknik bilimlerle sıkı

bir ilişki içinde bulunması, yaşadığımız dünyayı kavrama ve onu yaşanabilir kıl­mada değiştirci-dönüştürücü karakterde olması esprisiyle derinlemesine ve çok yönlü bir özellik arzetmektedir. Sonuçta “ bütün sanatlar gibi, tiyatro sanatı da sanatların en yücesine: Yaşama sanatına hizmet etmekte"

Bu noktadan hareketle bilimsel- sanatsal öğelerle modern toplumun bü­tün temel sınıfları ve tabakalarının ikti­sadi özelliklerini, sosyal ve politik ilişki­lerinin niteliklerini genel durum içinde özelleştirip, tipikleştirerek sahne üzerin­de analiz konusu yapıp teşhir etmek, ti­yatronun varlığının maddi temelini teş­kil etmekte ve onu geliştirmektedir. So­run seyircinin psikolojik gerçeklerine ta­bi kalmak değil, bilinç düzeyinde sıçra­malara zorlamak sorunudur. Bu haliyle tiyatro olayının kafalarda açılması, ka­faların tiyatro ile açılması oldukça say­gın bir çaba. Bu çabanın kaynağını yü­reklerindeki coşkuyu bilinçleriyle birleştir­mede bulan amatör tiyatro toplulukları bizce önemli bir çalışmanın gönüllü ve ti­tiz işçileridir.

Seyircilerini toplumsal yaşamın ya­salarını ve gerçeğini eğlendirerek öğret­me, yargılatma eylemine yönelten ve bu­nu yaparkende estetik bir haz alınması­nı sağlayan çağdaş tiyatronun işlevselli­ğini kendi yapılanmalarında temel bir il­keye dönüştüren amatör tiyatro topluluk­ları ile bir dizi söyleşi yapmayı amaçla­dık. Tiyatronun işlevselliğinin bizzat ken­dilerince açımlanmasını, bunun yanısıra bu yapılanmaların mali, teknik ve birikim anlamındaki sorunlarına dikkat çekmek i s t e d i k .

Söyleşi dizimizin ilk halkasına "Çağ­daş Oyuncular" ile başlıyoruz.

YOL- Amatör Tiyatro kavramı size neyi ifade ediyor?

Ç.O.- Amatör “ amour" sözcüğün­den yani sevmekten gelir. Bizde bu an-lann ile anlıyoruz. Yani amatör sever, de­mektir. Sevmek sözcüğünü tüm boyutla­rı ile algılıyoruz.

YOL- Yan» yerleşik amatör kav­ramından ayrılıyorsunuz?

Ç.O- Evet ayrılıyoruz. Çünkü yerle­şik anlamında kullananlar amatör kav­ramına deneyimsizliği, bilgisizliği yapış­tırıp salt zevk için, boş vakitlerin dışında sanat yapanlar ya da zevk için değil de, onların devimiyle “ öyle bir amaç uğruna" yapanları kast ediyorlar. Yani

Röportaj: Kenan BAŞAR

nin yapıtla olan karmaşık ve çok katlı iliş­kisini tek boyuta indirgiyorlar. Unutma­dan, bir de sanatçı eğer yapıtını para ile satmazsa ona da amatör diyorlar. Yani paranın kurallarınca bir bölümleme ya­pıyorlar. Aslında yapıt para ilişkisi yapıt meydana geldikten sonra izleyiciye ulaş­ma aşamasında önemlidir. Yapıtın orta­ya çıkışına etki yapmaz. Ya da yapar, on­ların deyimiyle profesyonel sanat yapıt­ları ortaya çıkar. Yapıt ortaya çıkma aşa­masında kiliseler kullanılır "seyirci neyi beğeniyorsa o seyirciye verilir", seyirci oluşmuş beğenisinehaps edilir.

YOL- Yani Olay basit bir ticaret­hane ilişkisine dönüştürülür...

Ç.O- Evet. Seyirci gişelere bıraktığı paralar ile bu "zanaatçıları" doyurur. Kısaca yapıtın satılması sanatçının ama­törlüğünü belirlemez. Nasıl ki bir insa­nın sınıfsal kimliği yaptığı tüketimle de­ğil de üretim araçları karşısındaki özel konumu ile belirleniyorsa sanatçının amatörlüğüde sanata bakışı ve hayata geçiriş biçimi ile doğru orantılıdır.

YOL- Biraz evvel amatörlere bil­gi ve deneyim eksikliğinin yapıştırıl- dığını söylediniz Bir amatör tiyatro olarak bu konuda ne diyeceksiniz. Sanırım tiyatro izleyicisinde de böy­le bir izlenim var.

Ç.O.- Önce şunu hemen belirtelim: Bilgi ve deneyim eksikliğinden dolayı böyle bir nitelemenin yapılmasına karşı çıktık, bilgi ve deneyim eksikliğini reddet­medik. Eğer niteleme böyle yapılacaksa onların deyimi ile onlarca "am atör" yüz­lerce "b ilg is iz" profesyonel sayabiliriz. Gelelim bilgi ve deneyim eksikliğine. Se­yircide böyle bir izlenim olabilir. Bunda haklı da olabilir. Çünkü amatör tiyatro­nun gelişimi her on yılda bir kesintiye uğ­ruyor. Bizden önceki deneyim ve bilgi bi­

rikimini Öğrenemiyoruz. Çünkü kaynak yok ya da var "satılamıyor". O halde es­ki birikimi alıp onu geliştirmek yerine sı- fırdan başlıyoruz. Başladık ve bugünle­re geldik. Bizce amatörler olarak belli bir yerede geldik. Bu gelişmeleri izlemek is- tiyenleri Amatör Tiyatro Şenliklerine ve amatör oyunlara davet ediyoruz.

YOL- Amatör tiyatroların sorun­ları sizce nelerdir bu sorunlar nasıl aşılır.

Ç.O.- Şuna tiyatro diyelim ve ikiye ayıralım. Mevcut ilişkilerin sürmesinden yana olan tiyatro, bu ilişkileri değiştirmek isteyen tiyatro ve buna amatör tiyatro di­yelim. Böylelikle yerleşik anlamda pro­fesyonel tiyatrolardan bazılarıyla aynı saflarda olduğumuzu belirtelim. İlişkile­rin sürmesinden yana olan tiyatronun bir sorunu olduğunu sanmıyoruz. Çünkü TV'sinden bir kısım basınına kadar oluş­turulan beğeninin üzerine oturmuşlar. Bu beğeni hiç kuşkusuz mevcut ilişkilerin de­vamından yana bir beğeni. Finans so- runlarıda yok. Çünkü birinci elden finan­se ediliyorlar. Gelelim bize. Bilgi ve be­cerinin daha hızlı aktarılmasına ihtiyacı­mız var, salon ihtiyacımız var, maddi ge­lire ihtiyacımız var varda var. Bu sorun­lar yine amatörlerce aşılacaktır. Bu da bi­zi tiyatrolar birliğine götürüyor. Kısa­ca bu sorunlar bir araya gelerek ve bir­likte hareket ederek aşılabilir.

YOL- Tiyatrolar birliği için çalış­malar daha önce oldu mu şu an için­de böyle bir girişim var mı?

Ç.O.- Araştırdığımız kadarı ile yet­mişli yılların sonuna doğru bu konuda çabalar olmuş ve AMATÖR TİYATROLAR BİRLİĞİ (ATB) adını alan bir kurum ola­rak faaliyet göstermiştir. ATB adıyla fiili bir çalışmanın somut ürünlerine ne ya­zık ki raslıyamadık. Hedefledikleri şeyde, gerek o günkü dergilerden gerekse canlı tanıklarda öğrenebildiğimiz kadarıyla iletişim eksikliğini teorik-pratik anlamda bilgi ve deneyim eksikliğini gidermekti. Ne derece başarılı olduklarına geline bu konuda somut veriler yok.

YOL- Bu gün içinde bilgi iletişim eksikliği sorunlarının varlığı söz ko­nusu.

Ç.O.- Evet bugün içinde aynı sorun­lar var, işte buradan yola çıkarak ama­tör tiyatrolar birliğini istiyoruz.

YOL- Bu konuda somut adımlar var mı?

Ç.O - Soruyu şöyle yanıtlamak isti­yoruz. Geçmişe oranla fazlası ile var ama koşulların gerektirdiğinin bizce ge­risinde. Şöyleki seksenli yıllardan sonra amatör tiyatro şenlikleri patlaması oldu.

<•

n

hem sanatçının yapıtla hemde izleyici-54

Page 57: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Sanatta ve özellikle tiya t­roda a m atö r ruhun taşıdığı önem e yürekten inanıyoruz. Bu s a y fa la rd a yaln ızca dergi y azarla rın ın görüşlerine yer verm ek n iy e tin d e d e ğ iliz . A m acım ız tiya tro sanatının geniş y ığ ın la r içinde etkinlik kazanm asına yardım cı olmcık ve ayn ı za m an d a çeşitli im ­kânsızlık lar içinde çabaların ı sürdüren am atö r topluluklara çalışm aların ı tan ıtm ak, t iy a t­ro sanatı konusundaki görüş­lerini ve karşılaştık ları sorun­la rı tartışm a yolunda karınca kararınca destek vereb ilm ek­tir. Bu yüzden , özellik le doğ­rudan u laşab ilm e im kânını b u lam ad ığ ım ız A n ad o lu 'n u n çeşitli bö lgelerindeki am atör g ru p lardan ve yurt d ışındaki Türklerin oluşturduğu toplu­luk lardan çalışm aları ve gö­rüşleri hakkında y az ıla r bek­liyoruz.

Hasad tiyatro topluluğu

ŞEYH BEDRETTİN OYUNUNU OYNUYOR

Yaptığımız röportajı aktararak grubun tanıtımını kendilerine bırakıyoruz.

Eskiden sadece ODTÜ ve İLTÖ nün şen­likleri varken bugün sadece İstanbul'da beş amatör tiyatro şenliği var. Bu alan­lar da iletişim kurma olanaklılığı sayesin­de bir tartışma ortaya çıktı. Şenliklerin bi­timine rağmen birkaç topluluk uzun sü­reli çalışmaları birlikte yapabildiler. Bu çalışmalar tiyatro kuramına ve uygula­masına yönelikti. Geçmişe oranla iyi olan durum bu. Ancak sadece İstanbul'da otuzları kırkları bulan tiyatro toplulukları bunun yanısıra bu toplulukların nitelik açısından farklı noktaları var. Bunların değerlendirilmesi ve ileriye götürülebil­mesi için çok şeyin yapılması gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında yukarda anlat­tığımız çalışmalar yetersiz kalıyor.

YOL- Tiyatrolar Birliğinin pers­pektifi ne olmalı? Neyi hedeflemeli?

Ç.O.- Biraz önce mevcut ilişkilerin sürmesinden yana olan "sanat''ın bas­kın olduğunu söyledik, bunun karşısında olan sanat ise öğeler halinde, baskın ola­bilmesi için birliktelik kaçınılmazdır. Bu­nun içinde bilgi ve deneyim aktarımı so­runlarının değerlendirilip tartışıldığı, ak- rernatif kültür ve tiyatro politikasının oluş­turulduğu, üretilen değerlerin seyirciye ulaştırılmasında karşılaşılan güçlüklerin aşılması çabalarının yoğunlaştığı bir per­spektif olmalı. Tiyatrolar birliği ile bun­ların gerçekleşeceğine, sorunların çözü­mü için önemli ve pratik bir adım atıla­cağına inanıyoruz.

YOL- Son alarak bu yıl yaptığı­nız ve yapmayı düşündüğünüz çalış­malar hakkında bilgi verirmisiniz?

Ç.O.- Edward Bond'un "Bohça" oyununu çalışıyoruz. Oyunun çevirisini ekipten arkadaşlarımız yaptı. Bİrde Ya- kov Akim'den oyunlaştırdığımız çocuk oyunu "Gökkuşağı Okulu" var. Bu ikin­ci oyunu koşullarımız elverdiği ölçüde ça­lışacağız. Çünkü "Bohça" önemli ölçü­de zamanımızı alıyor. Yaklaşık olarak N i­san ayında perdelerimizi açacağız.

ısaca Tiyatronuzu, kurulma biçi­minizi ve çalışma potansiyelinizi tanıtırmısınız?

— Biliyorsunuz, Amatör Tiyatroların önünde sağlıklı bir gelişim için tek bi­çim var. O da Dernek kurmak. Bizde kı­sa adı "H A S A D " olan, Halk Amatör Sanatçılar Derneği'ni Nisan 1986'da ku­rarak çalışmalara başladık. Şu anda pek fazla üyemiz yok ama, Sanat anlayışımızı oturttukça üye sayımızın artacağını umu­yoruz. Ayrıca Dernek Tüzüğümüz sade­ce Tiyatroyu değil bütün sanat dallarını kapsıyor. Sadece Tiyatro'ya kazık çakma­yı düşünmüyoruz. Maddi imkanlarımız geliştikçe daha masraflı olan diğer sanat dallarında da faaliyet göstereceğiz. Özellikle "Sinema" dalı çok ilgimizi çe­kiyor. Tiyatro ile Sinema'nın az-çok bir sentez içinde gelişmesi gerektiğine ina­nıyoruz. Fakat maddi imkanlarımız bu­na elvermiyor.

Diğer yandan bildiğiniz gibi Derne­ğimizin adı "H a lk " olarak başlıyor. Bu yalnızca bir adlandırma değil, aynı za­manda pratikten çıkmış, yapılanların ad­landırmaya yansımış şeklidir. Sanat faa­liyetleri halkımızın ileri unsurlarıyla kay­naşmadıkça verimli ve kalıcı olamaz. Şimdiye kadar hep "Aydın"ların tekelin­de gelişen sanatı halkımıza maletmek zo­rundayız. Onun için biz ‘ 'HALK SANATI" parolasını islemeye çalışıyo­ruz.

— Kısaca Tiyatro anlayışınızı, çalışma yöntemlerinizi anlatımlısı­nız?"

— Bunu isterseniz bir kaç maddeyle özetlemeye çalışayım:

1) Türk Tiyatrosu bir çıkmaz içinde­dir. Bu çıkmazın aşılmasında Amatör Ti­yatroların yapacağı aşıların önemli bir rol oynayacağı açıktır. Ancak bu Ama­tör Tiyatroların kendi kişiliklerini bulma­sı ve profesyonel Tiyatroya Alternatif olarak kökleşmesi ile mümkündür.

2) Tiyatrolar korkunç derecede bir oyun sıkıntısı içindedirler. Batı'dan tercü­me ettiğimiz oyunların dışında Türkiye'­yi anlatan, Türkiye'nin sorunlarına derin­lemesine dalan dişe dokunur doğru dü­rüst bir oyun bulamıyoruz. Türkiye'de ya­zılmış oyunların çoğunu taradık, gerçek­ten korkunç bir kısırlık var. Onun için önümüzdeki dönemde Tiyatroya eğilim duyanları bu açıdan göreve çağırmalı- yız. Ayaklarımızı Türkiye toprağına ba­sa, ak YENİ OYUNLAR YARATMA YARIŞI içine girmeliyiz.

3) Oyunların hazırlanması ve sahne­lenmesi bakımından da henüz oturmuş

bir anlayış tutturamıyoruz. Bizim anla­yışımız: Tiyatro'nun sahnelenmesi aşa­masında da onun bir eğitim aracı olarak kullanılmasıdır. Şöyle ki, otorite boşluğu yaratmadan "İnsiyatif" disiplinin te­meli olarak işlenebilmektedir. Yani her ki­şinin bağımsız bir üslubu ve karakteri vardır. Öncelikle bunun ortaya çıkması­na ve kişilerin bu vesile ile kendilerini ta­nımalarına fırsat verilmelidir. Ancak on­dan sonradır ki, bu farklı kişiliklerin ve üslupların tek bir sentez içinde uyumlan- dırılması sağlanabilir. Tabii bunun başa­rılması söylenmesinden çok daha zor bir olaydır. Ama hiç değilse bu yönde çaba ve emek harcanmalıdır.

4) Genel olarak gözlemlediğimiz bir sakatlık da Tiyatro'nun biçim olarak al­gılanmasında düşülen kazıklaşmalardır. "Trajedi" "Kom edi" "Epik"... vs. gibi biçimlenmelerin abartılarak bize yol gös­terici olarak sunulması büyük bir yanıl­gıdır. Tiyatro da bize yol gösterici olan "O LAY"lard ır. Olayların diline uymak­tır. Yapılanlar, söylenenler gerçeğe ve olaylara uymadıkça hangi biçimde olur­sa olsun kitlelere birşeyler kazandırmak hayaldir.

— Şu anda çalıştığınız bir Tiyat­ro oyunu var mı? Varsa onun hakkın­da bilgi verirmisiniz?

— Son olarak çalıştığımız oyun "ŞEYH BEDRETTİN" ismini taşıyor. Oyunu kendimiz hazırladık. Neden böy­le bir oyun seçtiğimizi daha ayrıntılı ola­rak oyunun içinde bulabilirsiniz. Ama kı­saca şunu söyleyebiliriz. Galileo, Sokra- tes gibi oyunlar oynandı yakın zaman­da. Bizler Türkiye'de yaşadığımızı ve Türkiye'nin tarihsel kişiliklerinin halkımı­za sunulmasının daha öğretici olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca Şeyh Bedrettin olayı teorik ve pratik olarak ölümsüz bir eser­dir. Güncelliği hiçbir zaman yitmemiştir. Günümüzde dahi bir çok konuya ışık tu­tacak dinamik bir yapısı vardır. Oyunu 8 Mart'ta Atlas Sinemasında sergileye­ceğiz. Daha fazla bilgiyi oyunu seyret­tikten sonra halkımızın takdirine bırakı­yoruz.

— Amatör Tiyatrolara son olarak söyleyeceğiniz bir şey var mı?

— Amatör Tiyatrolara özetçe şunu söylemek istiyorum. Eğer gerçekten "Amatör"lüğü bir alternatif olarak al­gılıyor ve onu geliştirmeye baş koymak istiyorlarsa herşeyden önce grupçul komplekslerimizi bırakıp dayanışmaya ve daha önemli görevlere soyunmayı be­cermeye çalışmalıyız.

Page 58: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

KO

NU

ŞM

A

KERİMKORCAN

976/1980 yılları arasında, Av­rupa ve İskandinavya'ya yaptığım gezi­lerde - Bulgaristan, F. Almanya, İsveç, Finlandiya - gittiğim ülkelerin radyo ve televizyonlarında da göründüm konuş­malar yapiım. Bunların ilki Sofya Radyo­s u 'ndaydı. Otel/Moskva'daki odamda oturmuş, daktiloda sıralamıştım söyleye­ceklerimi, sonra gidip radyo yetkililerin­den Stefka Pırvanova'ya sunmuştum.

O, bunun konuşma metni olduğunu anlayınca, b ir hoşça gülmüş, ama, alıp şöyle bir göz bile atmamış:

"Arkadaş Kerim Korcan, yanaşın mikrofona, ne isterseniz söyleyin?" de­mişti.

Şaşırmıştım ne yalan söyleyeyim, ha­ni hani, neredeydi kendi ideolojilerinden olanlara bile uyguladıkları sansür? He­men bunu sormuştum kendi kendime, bi­raz da acele mi etmiştim yoksa böyle şey­ler düşünmekle? Makas ellerinde değil miydi eninde sonunda, bunu konuşma­mı yayınlarken yapamazlar mıydı? Ora­sından burasından kesemezler miydi, ku­şa çeviremezler miydi?

O haftanın Cumartesi günü, oteldeki o d a m d a o tu r d u m r a d y o n u n karşısına, saat tam I4.'tü, dikkatle dinledim, hiç ke­sintisiz verilmişti konuşmam Sofya Rad­yosu Türkçe Yayınlar servisinde. Sevin­dim, duygulandım, ne bileyim. Yıllar son­ra bu konuşmayı şimdi de kendi vatan­daşlarıma yazılı olarak sunuyorum çıka­rıp dosyadan. Seneye 70 yaşıma basa­cağım, bir daha nasıl gider görürüm oraları ve o insan canlısı dostları?

Ekim /1976. Kerim Korcan’ın Sofya Radyosu’nda yaptığı konuşma

Dostlar, kardeşler!

Dünyam ız, amansız kavgaların sürüp gittiği,

Yaşı asırlarla sayılan yaman bir geç­mişten, sonsuz mavilikleri ardında bıra­karak, ateşten kocaman bir top gibi, kor­kunç uğultularla döne döne, dünden bu­güne gelmektedir.

Bu bakımdan yaralı insan çığlığı duymamış dağ, umutların yığın yığın gö- mülmediği uçurum, ölüleri sıra sıra taşı­mamış nehir, suyuna kan karışmamış de­niz yoktur. Mehmet Akif bir devrin insan kapışmalarını dile getirirken: "Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta/Dişsiz mi bir ço­cuk onu kardeşleri yerdi" diyor. Şu var ki, bir sanatçı duyarlığı ile üstüne bası­lan vahşet, yırtıcılık, sebep değil sadece bir neticedir. Kanlı kapışmaların zembe­reği daha derinlerde, daha başka yer­lerde.

İnsan oğullarının geçmişlerini hikâ­ye eden bir de kitapları var, onların da­

ima böyle kitapları olacak. Ama neden KIRK YIL o tarihi, o kitabı hep kanla yazıyoruz?Niçin gözyaşları, niçin kıpkızıl kanlar?Niçin bu ardı arkası gelmeyen çığlıklar?Ben derim ki: Bir daha bir daha kafa yor­malıyız bu konuda, derin derin düşün­meliyiz. Çünkü hep biliyoruz, kanlı dü­ğüm henüz çözülmüş değil, yara derin­lerde evet. Umutsuzluğa kapılmak yer­siz ama, çünkü vakit geçmiş değil, her an yeni bir dünya için sıvayabiliriz kol­larımızı. Geçmişten dersler çıkarıp, ge­leceğin namuslu dünyasını kurabiliriz. Şu var ki, asalaklara tekmil kapılar kapana­cak o dünyada. Çalışırken herkesten cö­mertçe akıtacağı tere göre alınacak, ni­metler bölüştürülürken, herkese hüneri­ne göre verilecek. İşte böyle açılacak ye­ni bir çağın kapıları.

Tarihin kanla yıkanmış sayfalarını karıştırıp, şöyle kısaca bir göz attığımız­da: Ezilmiş, acı çekilmiş, ölmüş, öldürül­müş insanların, öyle yüz değil, bin de­ğil, milyonlarla sayıldığını, hesaplandı­ğını görüyoruz. Yanmış köyler, yıkılmış kasabalar, yerle bir edilmiş tarihi şehir­ler! Canavarlar diyorlar ki: Bizler deği­liz onca insan emeğini cayır cayır yakan, bizler değiliz onca ocağı söndüren. Di­yorlar ki: Hayvanlık gururumuzla oyna­mayın! Diyorlar ki kendi suçlarınızı üstü­müze yıkaraktan, bizi yere batırmaya, utandırmaya çalışmayın!

Dünyamızın bir bölümü aydınlıkta, bir bölümü karanlıkta. Bir tabiat olayı değil anlatmak istediğimiz. Geceyle gün­düzün olup geçmesinden sözetmiyoruz.Sosyal yaralarımız, sosyal umutlarımız söz konusu. Bizler güneşin heryeri birden aydınlatmasını, ısırmasını istiyoruz. Ne­dir bu hergün ufkumuzu karartan maz­lumlar kafilesi, nedir bu hastalar, açlar, yaralılar? Nedir bu işsiz, hürriyetsiz bı­rakılmış insanlar? Nedir bu hak davasın­da bulunanların zincire vurulması? Ne­dir bu demir parmaklıklara abanıp kan­lı şafaklarını bekleyen idamlıklar?

BulgarKardeşlerTürk kardeşler!

Işığı alalım dünyanın bir yerinden, karanlıkta olanlarc bir olimpiyat meşa­lesi gibi taşıyalım! Bilgiler kitli sandıklar- da kalmasın, yırtılsın o sırlar saklayan si­yah perde. Kin hiçbir derdin devası de­ğil! Büyükler konuşup anlaşmalı, çocuk­lar kucaklaşmalı artık bir yerde. Kitap­lar gönderin bize, size kitaplar gönde­relim. Büyüklerinizi sayalım, küçüklerinizi sevelim. Yabancılık duymayın, nolur sîz­ler de gelin bize. Sayılacaksınız, sevile­ceksiniz. Halklar, dostluğun, sevginin kaynağıdır, halklar, kin gütmesini bilmez­ler!

Beni dinlemek lûtfunda bulunanla­rın cümlesini saygıyla selâmlarım!

Halâ kan sızıyor ama taptaze yaramızdanEmek onuru ter savaşçıları anısına eğil.K i niceleride öldü ayrıldı be aramızdanDüşün kırk yıl savaşmak pek kolay değil.

Not: Yazarın F.Y GAZİLER a d ıy la y a y m la c a k ş i i r do sya s ın d a n .

C a n ım T o ru n u m

Yelda Ç a k a n a

DİYOR Kİ

İk i e lim iz ka n d a da o lsaŞ ö y le d u ru r bakarız h a y ra n hayran

B ir u fu k ç izg is id irT itre ş ir titre ş ir ta uza k la rd a

O d u r g e ce y le g ü n d ü z üU m u tla u m u tsu z lu ğ u

B irb ir in d e n ayıran .

G ö zü m ü zü çe ke r g ö n lü m ü z ü çeker A m a a m a s o ru y o ru m ce va p verin

K im y e rle ş tirm iş bu y ıld ız la rı E lle r i h iç h iç t itre m e d e n G ö k y ü z ü n e te k e r te ke r B u y ü c e le rd e esrarlı B u g a m lı bu m a sm a v i d a m ?

B ü y ü k B a lk a n O te li'h in G e p ge n iş b ir oda s ın d a B ir ç o cu k re s m in i karşısına alm ış D ü ş ü n ü y o r e b e d î a b id e le r g ib i D ü ş ü n ü y o r d ü ş ü n ü y o r

O aksaçlı a d a m .

Ve d iy o r k i:B e n ha lâ bu acıla rın U ğraşır ü s tes inden g e le b ilir im

H a lk ta n a lırsam G ü c ü m ü savaşkan k u v v e t im i

T ekm il ço c u k la rın ah be G özyaş la rın ı s ile b ilir im .

Kerim KorcanS O F Y A 1 /Mayıs/1980

56

Page 59: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DEVRİMCİ SANATA DOĞRU

Örümcek gül üstüne Dokur yalnızlığını

Gizemsel şakımalar bülbülü

Kaç bin yılla çarpılan yılgınlıklar Eşcinsel uykusunda Şaşkaloz Sultan Aşınır tokmağı Bezirgankapı Dilenir özgürlüğü Sarhoş Tanrıçasından

Baltasını gömdü Keskin Savaşçı Paslanan miğferler, devekuşları Ve kitaplar açılır kitaplar ki Küskün yürek mezarlıkları

Akbabalar, leş kargaları çöreklenir Haramizade sofralarında Çın-çın çın-çın çın-çtn eder Dalkavuk çanakları

Ahir zaman velileri, yüz yıllık uyku Sîzler ki adaklar sundunuz Yılgınlık taşlarına Birbiri üstüne kapanan Kapılardır yürekleriniz Kusmuklu gölgesinde rakı şişelerinin Pop-Art çılgını tavşanlar beslediniz

Sarhoş kemanlar, ey mızmız şarkı Bildik bilmedik demeyin Bu bir kan şenliğidir Bezirgan sırtında ipekli dünyalığı Ağulu şekerler dağıtır çocuklara

ÇocuklarKanmayın şekerlere Ağulaıa kanmayın Yıkılır birgün elbet Zindanlar uygarlığı Bugün değil yarın değil Binbirinci gecede Pir iner kılıcın yıldırımlı öfkesi Bölünür masalları

ÇocuklarHey çocuklar, çocuklar Suskun denizlerden öte birşey var Ölü dalgalardan öteye birşeyler var Bak. gözyaşı karışıyor şimdi türkülere Binlerle saymayı öğreniyor dostlar Bilinen bıçakların sesi geliyor derinden Ve sıyrılıpBin yılların kederinden Bir döğüşken karınca Yürüyor kararınca

Dağ dağ üstüne öfkemiz

Kemal SARUHAN1982

Yüreksizlere Yürek dağıtıyorum

duyurulur

Cem Ergüıı Mart 1986

57

Page 60: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

DE

ĞE

RLE

ND

İRM

E

MÜZİĞİMİZDE GÜNCEL YÖNELİMLERErtuğrul Kayserilioğlu

lazımız, ülkemizde yapılan tüm müzik türlerini kapsayacak olan eleştiri di-

___ zisinin ilk bölümünü oluşturuyor.Halk müziğinden rock’a kadar bütün tür­lerin. ülkemizde ne biçimde ele alındığını, ne düzeyde üretildiğini ve nasıl dinlendiği­ni irdelemeye çalışacak dizimiz. Bu çaba­mızda. her ne kadar nesnel doğruları ya­kalamayı hedeflesek de. yer yer kendi öz­nel doğrularımızı da belirtmeden geçmeye­ceğiz. Bu yüzden çıkarımlarımız başka öz­nel doğrularla çelişebilecek ve sayfalarımız da onlara kapalı > >!mayacak Böylesi bir tartışma platformundan da sanıyoruz mü­zik dünyamız kazançlı çıkacak.

Biliyoruz ki, sanatın diğer yönelimleri gibi müzik de sosyo-ekonomik yapıdan ba­ğımsız değil. Öyle bir yapı ki bu “son tahlilde” kaydıyla. her şeye damgasını vu­rabiliyor. her şeyde ondan izler gözlenebi­liyor. Yazımız, işte bu anlayış üzerinde te- mellendirildiği için, daha derinlikli anlaşı­labilmesi. sosyo-ekonomik yapımızı nasıl değerlendirdiğimizin açıklanmasını gerek­tiriyor: Yedi bin yıllık antika tarihimizden kaynaklanan tüm traji-komik çelişkile­riyle, kapitalizmin en ileri aşaması olan finans-kapital dönemini yaşayan azgeliş­miş bir kapitalizm. Evet, çelişki daha ta­nımın kendisinde var. Hem en ileri aşama, hem azgelişmiş. Kapitalizmin ilkönce ser­best rekabetçi dönemi yaşadığı, daha son­ra tedrici olarak, tekelci kapitalizme ve finans-kapitale geçtiği bilinen bir süreçtir. Fakat bu süreç, dünyanın her karış toprağı için, örneğin Türkiye için de geçerli midir? Hayır. Çünkü Osmanlı Devleti, doğal ge­lişimi içinde bir kapitalizm için geç kal­mıştı. Çünkü Osmanlı Devleti, kapitalist iliş­kilerle 10 yüzyılda zorlanmaya başlarken, ge­nel olarak kapitalizm olgusu, batıda, reka­bete: dönemi atlatmaya ve emperyalizm sü­recinin ilk filizlerine yönelmişti. Bu durum­da bir bağımlılık ilişkisi de söz konusu ol­duğundan Osmanlı kapitalizminin, batı ka­pitalizminin bir şubesi olmaktan başka bir çıkar yolu yoktu. Ve emperyalizmin, ken­disinin geçirdiği evrelerin aynısını şubesinin de geçirmesine izin vermesi içm bir gerek­çesi d< ’ yoktu. Geçirmemesi için gerekçe­len vardı. Öte yandan ülkenin özgül sosyo­ekonomik yapısı da (toprak ekonomisindt ifadesini bulan tefeci bezirganlığın varlığını koruyan küçümsenemez gücü vs.) doğal gelişimi içinde bir kapitalizme pek olanak tanımıyordu.

Konu dışı gibi görünen yönelimlere dönecek olursak; onların da nasıl bir ortam­da gündeme geldiklerinin açıklanması ge­rekiyor: 12 Eylül depreminden sonra top­lum ve kurumlan, olumlu ve olumsuz yön­lerde değişim ve yapılanma sürecine girdi­ler Elbette, yepyeni ve çok farklı bir süreç değildi bu. Fakat yine de atmosfer eski at­mosfer değildi. Ne de olsa şöyle bir otu­rup nefes almak, düşünmek ve bazı şeyle­ri gözden geçirmek fırsatı doğmuştu. İste

’ •'» olumsuzluğu birarada bulundu-

ran sözkonusu süreç, ay.1?.1 ' ' yapısıy

la müzik dünyası üzerinde de yankısını bu­luyordu. Müziğimiz, bir yandan artan bir hızda arabeskleşmeye ve her türlü yozlaş­maya. diğer yandan da yeni arayışlara.g ii-c e l vö ııe lim le ıv -ahııe • »kivim! M ti/ı ğ'.mizi olumlu noktalara ulaştırmaya çalışan bazı genç ve amatör ruhlu insanlar labara- tuarlarma giriyorlar, deneme-yanılma yön­temiyle deneysel müziklerini üretiyorlardı. Sim k bu iw v im le re eleştim ■' > » .ıkİ.ışım la göz atalım.

Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü,Çağdaş TürküMüziklerini anadolu ezgileri ve politik

protest anlayış üzerinde temellendiren bu üç grup, hem olumlu hem de olumsuz düz­lemlerde bir çok ortak özelliklere sahipler. Üçünü de birbirinden kesin çizgilerle ayır­mak pek olası değil. Gerçi, hepsinin kendi özgün soundlarının (Kullandığımız bağlam­da Türkçede tam karşılığı olmayan bu ke lime, sessel karakteri ifade eder) olduğu söylenebilir. Fakat hepsinde de aşağı yu­karı aynı anlayış, aynı yaklaşım egemen. Üç gurubun da ana hedefi, halk müziğini bugünkü biçiminden sıyırarak, onu bugü­nün duyarlıklarına hitap eder duruma ge­tirmek. Ve politik anlamda bir karşı çıkışı da müziklerinde sergilemek. Tabii bu ara- *3a, müzik piyasasanınm ticari kurallarına boyun eğmemek ve sanatçı olmanının be­raberinde getireceği sorumluluklar yönün­de iyi bir şeyler yapabilmek. İşte bu temel özellikleriyle, sahip çıkılması desteklenmesi gerekiyor bu üç gurubun. Ama bu sahip çıkma işi boş bir biçimde değil, eksiklikleri örtbas etmeye çalışmayan, gerektiğinde eleştiren bir yaklaşımla olmalıdır. Biz de bu anlayıştan haraketle. kendilerini eleştirece­ğimiz bazı noktalar saptadık:

Her üç grupta da şiirler yani şarkı sözleri ön plana çıkarılmış, Müziğin formu şiirin formu içine hapsedilmiş. Masanın üs­tüne bir şiir konmuş, “ hadi bunu besteleyelim" denmiş ve bestelenmiş, sanki. Böylesi zorlayıcı bir yaklaşımla özgürce mü­zik üretilebileceğini sanmıyoruz. Bu yüz­den. ilkönce kelimelere, hecelere bağımlı kalmaksızın yapılan bir beste, onun ardın­dan şiir diyoruz. Ve şiir de, şimdiki gibi, ol­ması gereken düzeyi çoktan aşmış bir do­zajda değil, çok daha az. Unutulmamalıki. şiiı şiirdir, müzik de müzik. Müzikli şiir din­letisi değil, müzik!

— Her üç gurup ta kendi çizgilerini bul- »muş durumda. Fakat rahatsız edici nokta bu çizgilerin fazla düz olması. Guruplardan herhangi biri bir kaset çıkardığı zaman biı- tür. kasetin hep aynı havada olduğunu ez gileı in hep birbirine benzediği yani teh­dit edici boyutlarda bir tekdüzeliğin egemenliğini gözlemliyoruz Oysa her parçada farklı bir şeyler olmalı, farklı bir şey­ler söylemeli. F.lbetteki. her albümün be­lirli bir karakteri, olmalıdır. Ama bu kadar da değil.

— Her üç grup özlenen radikallikte al­ternatif müzik sunabilıYıiş değil. Gerek yo­rumladıkları türkülerde, gerekse kendi bes-

telerinde. yepyeni, tanımadık, şaşırtıcı ez­gilerle karşılaşmıyoruz. Tersine, notaların yürüyüşünden nereye gideleceği tahmin edilebiliyor, ezgiler kulağa hiç de yabancı gelmiyor. Onu zorlamıyor. Oysa özellikle bu gurupların, müziklerini anlayabilmek için bizleri zorlamasını isterdik. Önümüzde, biz­den yabancılaştırılmış, her şeyiyle hazırla- '»<■•■ hızım 'u k t’îîMiıuıize sun>ı!m u- '■•• to r­ba istemiyoruz. İstiyoruz ki o çorbada bi­zim de tuzumuz olsun. Bu da ancak ve an­cak düşünmekle yani anlamaya çalışmak­la. yani müziğin dinleyicinin imgeleminde v.ı’ 1' ‘ en v,5i ;t■kna.M. üretilnv■- ’> .çiçekle şebilir. Bir de. “müzikte öz" konusu var. Ez­gi» ıı11 G ön lüğü »ismi Yem Türkü »e Ç a ğ ­daş Türkü olsun, müziklerini tam olarak, ilerici bir öze kavuşturabilmiş değiller, he­nüz. Elbette kayda değer bir yol aldılar. Ama daha hedefe çok var. Çünkü her üç grubun müziğinde de, coşkuyu, heyecanı, hareketi, duygu yoğunluğunu ve bezginlik ten arınmışlığını isteğimiz düzeyde göremi­yoruz. Doğu egzotizmine hayır! Günümü­zün duyarlılıklarına evet!

— Her üç gurup da. çok seslendir­me olayını teknik düzeyden sanatsal düze­ye kaydırabilmiş değiller. Açıklayacak olur­sak: Hiç bir yaratıcılığı olmayan, fakat gör­düğü müzik eğitiminden dolayı armoni, ko­mpozisyon v.s. bilgisi yüksek olan bir insa­nın önüne teksesli herhangi hır melodivı koyduğunuzda, bu insan, biraz da yetenek- liyse size mükemmel bir düzenleme ve or- kestrasyon yapabilir Ve bu düzenleme zen­gin bir orkestra tarafından çalındığında göz doyurabilir. Çünkü müzik de önünde so­nunda matematik gibi kendi içinde kural­ları, ilişkileri olan bir sistemdir. Ama söz konusu düzenleme sanatsal yaratıcılıktan yoksundur. Tamamen teknik seviyededir. Yeniden üretilmemiştir. Oysa sanatsal dü­zenlemede, bu işi yapanın kişisel birikim­leri. yaratıcılığı, sanatsal anlayışı önde ge­lir. Böylesi bir düzenleme ile orjinal müzik yeniden üretilmiş olur. Dolayısıyla, bu ar- kadaşlanmızdan. çokseslendirme olayı üze­rine daha fazla kafa yormalarını istemek, sanıyorum hakkımız. Zira, gitar, keman, flüt, syntyzizer. rhodes piyano, roland ju- no ]On v.s. kullanmakla iş bitmiyor Yalnız ca. ilk adım atılmış oluyor.

— Her üç grupta da ritim olgusu arka plana atılmış, pek önemsenmemiş gibi geldi bize. Oysa melodi ne kadar önemliyse da­vul ve bas da o kadar önemlidir. Davul ve basla kurulan ritim, bir müziğin alt yapısını oluşturur, çünkü. Onun için, daha titiz bir çalışma sonucu üretilmiş, daha karmaşık ve özgün ritimler, diyoruz.

MozaikMozaik, oldukça iddialı bir topluluk.

Soyut ve derinlikli müzik yapmak istiyor. Buıula da. bazen şu veya bu düzeyde başarılı oluyor. Ama bu topluluğun “Ardından" adlı kasedini dinlediğimizde bir açmazla karşı­laştığımızı hissettik. Şöyleki: Müzikde vo­kal kullanılacaksa, müziğin sözlere göre bi­çimlenmemesine dikkat etmek zorunlulu­ğu vardır. Yoksa müzik araç, sözler amaç

*

*

58

Page 61: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

olur. Vokal kullanılmayacak, yani enstrü­mantal müzik yapılacaksa, daha da büyük bir sorun var demektir ki o da.yinelemeler kısır döngüler için e girmeden devingen, akıcı zengin bir melodi ve güçlü bir alt yapı kurulması zorunluluğudur. B'u iki zo­runluluğa gereği gibi uyulmadığı zaman ise yapılan müzik hem üretici hem de tüketici açısından, “yer yer sıkıcı olma” niteliğini ta­şır. Mozaiğin müziğinde söz konusu açma zın bu iki unsurunu da gözlemledik. Fakat bu arada, parçada, iki gitarla yapılan, mistik ve cazsal öğelerle dolu sololarıh ger­çekten şaşırtıcı olduğunu belirtmek gereki­yor. Ülkemizde daha önce atılmadı bu tür sololar. Davul bu topluluğun en rahatsız edici parçası. Oldukça düzeysiz ve çizgisel. Asıl hissedilir nokta ise, bu toplulukta caz anlayışının eksikliği. Çünkü Mozaik’in mü­ziği caza meyleden bir müzik. Onu getiri­yor akıllara. Ama o değil. Sanki yarım kal­mış. Mick Goodrich’in Mevlevia adlı par­çasını başarıyla yorumlamalanda bunu gös­termiyor mu? Kadrolarına güçlü bir davul­cu ve basçı, katıp, kapılannı da caza açma­larıyla kendilerine daha da fazla umut bağ­layabileceğimiz bir grup. Mozaik.

Ferhat LivaneliZülfü Livaneli’nin kardeşi Ferhat Liva­

neli de, “Kökler ve Dallar” isimli bir kaset çıkardı. Şimdiye kadar, daha çok abisinin arkasında çalmasıyla tanıdığımız Ferhat Li­vaneli, bize göre, müzikâl anlayış olarak Zülfü Livaneli’den daha ileride olduğunu kanıtladı.

Ferhat Livaneli, müziğimizi çağdaşlaş­tırma çabalarında önemli bir gelişme ola­rak nitelendirebileceğimiz söz konusu ka- sedinde, Klasik Türk Müziği’nin kimi eser­lerini üretici ve geliştirici bir yorumlamayla çokseslendirmiş. Parçalar, Klasik Türk Mü­ziğinin o bilinen, ezici, iç karartıcı havasın­dan kopartılarak, güzel şeyler söyleyen mo­dern bir düşünce ile beslenmiş. Üst üste ka­yıt yöntemiyle gitar sayısı ikiye çıkarılarak, alt yapı, piyanodaki gücüne eriştirilmiş. Ka- setde ayrıca sanatçının kendi besteleri de yer alıyor.

Adil ArslanAdil Arslan da, “Doğu-Batı Divanı”

isimli kasediyle girdi müzik dünyamıza. Bu kasetteki müziğin teknik olarak yanları, biz­ce; virtiyözite düzeyinde çalman bir bağla­ma ve doğu anadolu semahlarının oda or­kestrası için yapılmış mükemmel düzenle­mesi. Albüm bu özellikleriyle teknik bir gös­teriye dönüşüyor gerçekten. Bizim üzerin­

de en çok durduğumuz noktalardan olan, teknik değil sanatsal çokseslendirme, bukasette gerçekleştirilmiş görünüyor. Fakat yine de bu albümü fazla dinleyemedik. İçi­miz sıkıldı. Nedeni aşağıda da değineceği­miz “öz" olgusu.

Ahmet KayaAhmet Kaya aslında konumuzun dı­

şında. Çünkü yazımız, müziğimizde 80 son­rasında ortaya çıkan olumlu yönlerdeki yeni arayışları irdelemekte. Oysa Kaya nın müzi­ği olumsuz yöndeki arayışları ve yozlaşmayı simgelemektedir. Fakat her şeye rağmen güncel bir yönelim olduğu için ve belirli kit­leler üzerinde küçümsenemeyecek bir et­kisi olduğu için onu da bu yazımıza dahil ettik.

“Türkiye’deki demokratik hak ve öz­gürlüklerin ayaklar altına alındığı bir dö­nemde, ben. müziğimle başkaldırıyorum... Protestçiyim ve mevcut toplumsal sistemin karşısına müziğimle çıkıyorum.”

Ahmet Kaya’nın, 17 Kasım 1986 ta­rihli Çağdaş gazetesinde yeralan bir söyle­şide kullandığı bu cümleleri okuyan bir in­san, onun müziği hakkında umutlanabilir, iyi şeyler düşünebilir, doğal olarak. Ne ki sorun o kadar basit değil. Bir müzisyenin konuşmalarına bakıp da müziğini değerlen­dirmek yüzeyden derinlere inemez. .Miizık_

sanatların en soyut olanı, çünkü. Gerçek karakterini, basitçe gözler önüne sermez. Sizden, sosyolojik ve psikolojik konularda bazı genel bilgüere sahip olmanızı ve ken­disiyle. çok sıcak bağlarla içli dışlı olma­nızı ister. Ondan sonra sizi derinliklerine çe­ker. Uzun bir yolculuktan sonra gerçek ka­rakterle yani “öz” le karşılaşırsınız. Nedir müzikte öz? Ernst Fischer ipucu veriyor bu konuda bize: “Müziğin özü bestecinin du­yurmak istediği yaşantıdır; bestecinin ya­şantısı da yalnızca rrvüziksel bir yaşantı de­ğil, içinde yaşadığı ve kendisini çeşitli yol­lardan etkileyen tarihsel dönemle koşullu kişisel ve toplumsal bir yaşantıdır. Tarihsel ortamın besteci ve yapıtları üzerindeki et­kisini küçümsememeliyiz; tersine bilinçli olarak ve bilgiçliğe düşmeden, bir yapıtın özü ve biçimi arasındaki sayısız bağları bu­lup çıkarmalıyız. Ama müzikte müziğin dı­şında bir şey duymamak, bestecinin mü­zik düzeyine yücelttiği yaşantıyı önemsiz saymak, müziğin niteliği ve biçimini gözet­meksizin bir yapıtı salt toplumbilimsel açı­dan çözümlemekten daha az bir sınırlı gö­rüş değildir."" Buradan da anlaşılıyor ki, bir

müziğin özü, bestecinin konuşmalanyia ve­ya onunla bağıntılı olan şarkı sözleriyle sa­nıldığı kadar paralellik arzetmiyor. Öz, mü­ziğin kendisinde; armonisinde, melodisin­de, ritminde. Bunun için, Ahmet Kaya’nın konuşmaları, şarkılarında kullandığı şiirle­ri, müziğini bağlamıyor. Sözü getirmek is­tediğim nokta şu; Ahmet Kaya’nm müziği gericidir, hatta gericiliğin manifestosudur.Benzer örnekler 80 öncesinde de görüldü. Ve Aşık Mahzunilerin, İhsani’lerin müziği­ni o zaman da kimse sorgulama gereğini duymadı. Herkes, türkülerin sözlerinin pe­şine takıldı. Kimse müziğin kendisini irde­lemedi. Yalnız bir noktayı hemen belirtmek gerek; Söylediklerimizden sakın Mahzuni- lerle Ahmet Kaya’yı aynı kefeye koyduğu­muz anlamı çıkartılmasın. Çünkü onlar, o dönemin devrimci coşkusunun talebine^ce- vap veriyorlardı. Oysa Ahmet Kaya, hapis­haneden çıkmış, gecekondusuna; yalnızlı­ğına dönmüş bir insanın talebine cevap ver­mekte, onun duyarlıklarına hitap etmekte*.

Kayanın müziğinin başka özellikleri de var elbette. Örneğin, son altı yılda yaşanan acı­ları sömürme. Örneğin, gerçekliğin oldu­ğu gibi yani determinist bir yaklaşımla de­ğil de trajikleştirilerek kavranması ve bunun sonucunda insanların gözü yaşlı bir biçim­

de ortaçağın karanlıklarına götürülmesi. Ör­neğin: Alevi duyarlığı. Evet, Kaya’nın mü­ziği Alevi duyarlığı üzerine kuruludur. Oy­sa bugün Türk solunun Alevi duyarlığına değil, modern-devrimci bir duyarlığa ihti­yacı var. Çünkü Alevi duyarlılığının altın­da, yüzlerce yıldır sömürülmüş, ezilmiş, geri bıraktınlmış. yoksul köylülerin, haklı olarak kararmış iç dünyaları yatar. Ama, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, kapitalist Türkiye1 nin gelişmiş şehirlerinden birinde yaşayan Ahmet Kaya’nın böyle bir iç dünyaya sa­hip olmaya hakkı yoktur. Sahipse bile, evi­ne gidip kimseye zarar vermeden ağlama­sı daha uygun olur. Örneğin arabesk. Ka- ya’nın müziği tam bir arabesk olmasa bile kaydadeğer bir düzeyde arabesk öğeler içermektedir. Nitekim kendisi de bunu doğ­rulamaktadır. Arabesk müziğin gerçekten ilerici, duyguya yönelik yanlannı kullanmak istiyorum. Ayrıca hoşuma gidiyor. Ama bu tek başına benim için bir sentez değil, bir ara sentez bile değil. İnsanlar bana ne mü­ziği yapıyorsun diye sorduklarında değişim müziği yaptığımı söylüyorum." Arabeskin şimdiye kadar bir çok savunusunu görmüş­tük ama bu kadannıda beklemiyorduk doğ­rusu; Onun ilerici yanları olduğu, ondan yararlanılarak değişim müziği yapılabilece­ğini...

Tüm bunlar bir yana, Ahmet Kaya, yaratıcı ve özgün bir müzisyen midir? Ha­yır. Bir Orhan Gencebay veya Ferdi Özbe- ğen, Kaya’dan bu konularda çok daha ba- şanlıdır. Kaya, arabesk müziğindeki bazı kli­şeleri doğu motifleriyle kaynaştınr. Bu bağ­lamda, İbrahim Tatlıses’den pek bir farkı yok. Yalnızca üslûp değişik, öz aynı.

(1) Ernst Ficher, Sanatın Grekliliği, çev. Cevat Çapan (Ankara: Kuzey Yayınları, 1985), s.199

Ahmet Kaya'nın, "Metris önünde" adlı şarkısının kendi yazdığı sözlerine dikkat çek­mek isteriz: Yıllar var ki yorgunum ben / Gök­yüzünde vurgunum ben / Mahpuslarda durgu­num ben / Geze geze yoruldum ben / Gökyü­zünde vurgunum ben / Mahpuslarda duruldum ben.

K e n d in d e m ü z ik o lm a yan insan S eslerin ta tlı a rm o n is iy le

heyecan lanm ayan k iş i H e r tü r lü ih a n e t ve ka lleşlik iç in

o lg u n d u rZekâsı d o n u k tu r gece g ib i İs te k le ri ka ran lık E rebos g ib i B ö y le b ir insandan sakın, m üziğ i din le ...

IV S hakespeare

Page 62: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

İhracat İhracatYıllar İthalat İhracat Açık D borç ithalat Dış Borçlar

1979 5,0 2,2 2,8 ?,o % 45 % 241982 8,8 5,7 3,1 7,6 65 321983 9,2 5,7 3,5 3,4 62 311984 10,7 7,1 3,6 1/4 66 331985 11,3 7,9 3,4 5,4 70 31

(Ekonomi...)

yanan uluslararası piyasada rekabet im­kanına sahip bir sanayi ise, Türkiye'de böyle bir şey yoktur. Fakat para spekü­lasyonlarının aracılığı ile uluslararası pi­yasaya çok sınırlı da olsa çıkabilecek bir montaj sanayi dünde vardı bugünde var­dır.Yüksek teknikli ara malı ithalatı ile çalı­şan sanayii, bizzat bunları dövizle satı- nalabilmek için kendi üretimini yok pa­hasına -eğer alınırsa- uluslararası pazara sunmak zorundadır. Bu kısır çember şim­dilerde yeni bir borç krizine doğru da­ralıyor.

SONUÇ12 Eylül'ün ekonomideki bütün gay­

retleri şimdi iki yüzlü demoklesin kılıcının tehdidi altındadır.

Birinci yüzü yeni bir borç krizi ihtima­lidir. Gerçek rekabet gücüyle dış pazar elde edilemeyince ihra çatın sağladığı döviz, özellikle kısa va deli dış borçların artışının çok gerisinde kalmıştır. Döviz ye­tersizliği ise bizim sanayinin üretim dev­resini derhal kesintiye uğratır.

Öte yandan, 24 ocak politikasıyla para hızla değer yitirdikçe paradan ka­çış yeniden başlamıştır.

“ Bu ortam, liranın (geçer akçe) ol­ma durumunu henüz kaybettirmedi ise de bir hesap birimi olma vasfını giderek yitirdiği görülüyor. Nitekim önce otel odaları fiyatları yabancı dövizlerle tes- bit edilmiş, sonra kira anlaşmalarında “ dolar“ ın esas alındığı görülmüş, şim­di artık kitaptan saate kadar birçok ithal malları fiyatlarının yabancı dövizle tak­dim edilmesi gelenek haline gelmiştir." (Haluk Cillov, 9 Ocak 1987 Milliyet)

Aynı zamada bankalardan da para kaçmaya başlamıştır. "O cak ayı içinde Hükümetin dolaylı müdahalesi mevduat faizlerinden sonra hazine bonosu ve devlet tahvili faizlerini de indirdi. Ama bu bankalardan mevduat kaçışıyla bir­likte altın ve döviz fiyatlarının karabor­sada yükselmesine sebep oldu. Tasarru­fun gayri menkule kaymakta olduğu da biliniyordu. 1986 yılı içinde bu alandaki artış % 80 civarında olmuştu. (Haftaya Bakış, 18-24 Ocak .1987) Paranın hızla değer yitirmesi onu elinde tutanı zarara uğratır. Dolayısıyla para süratle gayri menkule ya da yabancı paraya, altına akar, devir hızı artar. Bu ise enflasyon oranını daha da yükseltir. Bütün bu an­latılanlar 1978'deki durumu çağrıştırıyor. Paranın gayrimenkule yani spekülasyo­na akması ister istemez üretim devresini felce uğratır, çürütür. Gidiş kesinlikle bu yöndedir.

24 Ocak uygulamaları sanki başlan­gıç noktasına dönüyor. Yaşanan yıllar birşey değiştirmedi mi? Elbetteki önemli değişiklikler vardır: Finans kapital yaşa­nan dönemde daha sivrilmiş geniş halk yığınları ve orta tabakalar karşısında iyi­ce azınlığın azınlığı haline gelmiştir. Do­layısıyla gelecek krizlere karşı eğilip bü­külme şansı biraz daha azalmıştır.

( Kadın Sosyal....)

davranışı her türlü Sosyal Devrim ola­naklarını yok etmiştir. Ama, Sosyal dev-' rimin yerine geçen Tarihcil Devrimin ola­naklarını var etmiştir. Köleliğin sessiz ve dilsiz direnişi, en sonunda, çürümüş toplumun üzerine gürbüz Barbar akın- larını mıknatıs gibi çekmiştir.

Demek, tarihin en olumsuz güçleri bile, eğer gerçekten güç ve olumsuz ise­ler, yani olumsuzluk bir gerçek olayıse, ergeç ve isteristemez bir olumluluğa sıç­rayabilir. Kadının modern toplumdaki "H iç 'M iğ i, tıpkı Antika toplumdaki Kö­leliğin "H iç'M iğine benzer. Kadın, ma­dem sosyal çelişkinin "H iç ''e indirdiği gerçekliktir, bu "H iç"liğ in diyalektik tep­kisi önüne geçilmez bir güç olmaktan ge­ri kalamaz. Kadını, erkekler tahakkümü ve saltanatı istediği denli "H iç "e say­sın, onun kritik "H epliğe" varan mo­mentleri toplumda var olabilir.

O tepki, bütün yasak edilmiş güçler gibi, yeraltında, gizli, sağır, derinden de­rine işleyen bir güçtür.

ÖĞRENCİLER

sorunlarda var. Sık sık, haftada en az iki kez bir araya gelmek gibi. Ortak sorun­lara karşı ortak tavır geliştirmenin yanı sıra bu denli sıkça biraraya gelinmesinin nedeni, birimlerin kendi kİtleleşme soru­nu üzerinden atlayıp, diğer birimlerin bi­linen, kitlesiyle bir güç oluşturmaya ça­lışmasından başka nedir ki? Bu noktada birimlerin hareketin yarattığı temeller üzerinde kendi özgün sorunlarına yönel­meleri önemli. Unutmamak gerekir ki güçlü ve ilkeli birliklerin yolu, güçlü bi­rimlerden geçer. Ama öte yandan bazı­larının yaptığı gibi bu gerçeği geveleyip birlik oluşturma yolunda yürütülen çalış­malara katılmamak, kitle sözcüğünün ar­dına gizlenmek abesle iştigal etmektir, yılgınlığın, pratiğe soğuk bakışın açığa çıkmasıdır. Pratiğe kendi damgamızı vurmak cesaretindeysek eğer (ki bunun için elde bir damganın bulunması gere­kiyor ve kimsede sizin damganızı arayıp bulmanızı beklemeyecektir) bizzat pra­

tiğin içinde yer almalıyız. Erişemediğimiz üzüme koruk deme kurnazlığını bir ya­na bırakalım, iş yapmak niyetindeysek çaba gösterelim.

Ağızlardaki ikinci sakız birlik veya il­keli birlik sorunudur. Herşeyden önce bir­liğin oturmuş, sağlıklı birimler temelinde gelişebileceğini ama öte yandan şu ve­ya bu düzeyde gerçekleşen birliğin, bi­rimlerin tabana oturmasına katkıda bu­lunacağını bilmek gerekli. Yeter ki ikisi arasındaki ince dengeyi kollayıp, terazi­nin topunu kaçırmamasını bilelim. Birlik ön plana çıkınca ilkeli olmasını açık net perspektiflerle yola çıkılmasını istemek kaçınılmaz oluyor. Amerika'yı yeniden keşfetmek gerekmediği gibi, geçmiş de­neylerden süzülüp gelert ilkelerin yeniden keşfide gerekmez. Ama bu Anrferika bir kez keşfedildi zaten ne olduğunu nasıl ol­duğunu keşfeden bilir, orasını öğrenme­ye gerek yok saçmalığına varıyor. Ame­rika'yı bilmeyen her insan için Amerika'yı öğrenmek yeni bir keşiftir aynı zaman­da. Geçmişten veya ilkelerin neyi ifade ettiğinden ve nasıl bir bakış açısı sundu­ğundan habersiz kitle için ilkelerin yeni­den keşfi önemli. Bunun sağlanması da hiçte azımsanmayacak bu kitlenin kendi siyasi pratiğiyle bilginlenmesi olacak. Ya­pılması gereken bu kitleyi faaliyeti için­de bilinçlendirmektir.

Yazının başında yapılan tesbite dö­nersek daha genel bir bakış açısı yaka­lama olanağına sahip oluruz. Genel ola­rak örgütsüzlük, depolitizasyon ve yenilgi psikozunu vurgulamıştık ve sorunların çözümü yönünde önce bunların aşılma­sı gerektiğini söylemeye çalışmıştık. Ör­güt sorununu yaşanan pratik süreç açı­sından ele aldık. Yeni biçimler bulunabi­leceğini ve ayrıca derneklerin kendi öz­gün sorunları dışında sosyal kültürel fa­aliyetleri varsa bunları kendi bünyeleri­ne alması gerektiğini yoksa yaratmak yönünde çaba göstermesi gerektiğini ek­liyoruz.

Depolitizasyon sorununa gelince, öndeki duyarlı kesimin bile kendi içinde politik anlamda bir tartışma düzeyi tut­turduğunu söylemek zor. Bu olguyu ge­nel depolitizasyondan ayırmak mümkün değil. Sığ sulardaki balığın karaya vur­mak kaygısıyla hareket yeteneğini sınır­laması gibi birşey bu. Ya suyun çoğalma­sını beklemek gerek veya daha derin su­lara varmak gerek. Açıkçası daha geniş kitlelerin politik eyleme çekilmesi gereki­yor. Genel manzara yaşadığımız sürecin güç ve bilinç biriktirme süreci olduğunu, eylemlerin henüz bu birikimi sınamaktan öteye gidemediğini gösteriyor. Bilinç edinme noktasında yapılması gereken geniş kitleye, demokratik-özerk üniversite talebinden daha geniş perspektifler sun­maktır. Bu anlamda verili kültürün sıkı bir eleştirisi, eğitim-öğretimin çarpıklığının kökenlerini açığa vurma ve kitlenin ken­di deneyimiyle bu gerçekleri bilincine çı­karması gereklidir.

Hem saydıklarımız açısından, hem de yılgınlığı yıkmak açısından sürecin ka­rakterini de göz önünde tutarak somut kazanımlara varılmasını sağlayan ve mo­ral yükselten kıvılcımlar tutuşturmalıyız. Örsteki demirş inen elimiz kararlılık ve biline kazanılmak. . .... T- -. • - v-

Page 63: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

■T

BASIN AÇIKLAMASI17 Aralık’ ta başlayan DERBY LASTİK FABRİKASI ve 5 OCAK’ta baş­

layan DORA PLASTİK FABRİKASI’ndaki toplam 1430 işçinin katıldığı grev­ler, ilk günkü coşkusuyla sürmektedir. İşçi hak ve özgürlüklerine getirilen anayasal ve yasal engellemeler düşünüldüğünde her iki grevin de önemi açık­lık kazanır. Yasaları arkalarına a'an işverenler, işçi sendikalarının karşısına çok daha örgütlü biçimde çıkabilmektedirler.

Sendikal faaliyetlerin yeniden başladığı günlerden itibaren başarıyla bi­ten grevler olduğu gibi, yasaların işverenlere tanıdığı haklar sonucunda, iş­yerinde üretimin sürdüğü, başarısız grevler de olmuştur. Yasalara karşın ba­şarılı grevler yapabilmenin tek yolu kalmaktadır: Tek tek işyerlerinde baş­layan hak arama savaşımını güçlü bir sınıf dayanışmasına dönüştürebilmek, Derby, Nora, Netaş, gibi işyerlerinde hak arayan işçilerin kazanımları yasal sınırlamaları zorlayacak ve demokrasi mücadelesine katkı oluşturacaktır.

Sendikamızın ülke düzeyinde örgütlü olduğu işyerindeki 92 temsilci, bugün yaptıkları toplantıda grevcilere destek oluşturmak amacıyla bir ka­mpanya başlatmışlardır. Grevi 1430 işçinin onurlu direnişi olmaktan çıkıp, tüm sınıfın hak arama savaşımına dönüştürebilmek için başlatılan kampan­yada işyerlerindeki her üye 1 yevmiyesini grevcilere bağışlayacaktır. Sen­dikaların mali olanakları üyelerinden aldıkları aidatlarla sınırlıdır. Binlerce işçinin oluşturacağı destek, grevcilere hem dayanma ve mücadele gücü ve­recek, hem de sendikaları güçsüzleştirmeyi, işçileri hak ve özgürlüklerden mahrum etmeyi amaçlayanlara verilen iyi bir cevap olacaktır.

Emekten, demokrasiden, hak ve özgürlüklerden yanaolan tüm güçleri DERBY, DORA işçilerinin onurlu mücadelesine destek oluşturmaya ve grev­cilerle dayanışmaya çağırıyoruz.

LASPETKİM-İŞ SENDİKASI GENEL YÖNETİM KURULU

Hesap No:Cemal ÇELİK T.HALK BANKASI BEYAZIT ŞUBESİ 49258 İSTANBUL

61j

Page 64: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

TAR

TIŞ

MA

A62

SANCILI ÇİN

S on aylarda dünyamızın çeşitli yer­lerinde öğrenci olaylarına tanık ol­duk. Gençliğin ülke olaylarına karşı

çok duyarlı olduğuna ve tavrını cesur­ca ortaya koyduğuna şüphe yok. Çin de üniversite gençliğinin gösterilerini bu ışıkta değerlendirmek gerekir.

Geride bıraktığımız bir buçuk ay Çin gençliği ilk önce bir kentten başlayıp sonra birçok yerde sokaklara döküldü. Kan akmasa da yine yer yer çatışma­lar, tutuklamalar oldu. Öğrenciler üni­versite duvarlarına yapıştırdıkları dilek­çelerde birtakım talepler dile getirdiler. Kendi özlük işlerine ilişkin bazılarının ya­nında çok partili bir düzeni dileyen, dü­zene karşı taleplerde vardı. Komünist Partisi'nin en üstteki başkanı Deng Xıo- aping gençliği sosyalist ilkeleri çiğne­mekle suçladı."Özgürlük", "demokrasi sloganlarının altında yatanın "burjuva demokrasisi" olduğunu söyledi. Sosya­list demokrasi ise diğerinden daha üs­tündü. Bu nedenle öğrencileri dersleri­ne dönmeye çağırdı. Olaylar politik yol­larla çözülecekti.

Gerçekten de öyle oldu. Parti içinde bazı anormallikler yaşandıkça Genel Sekreter Hu Yaobang istifa etti. Olaylar­la ilişkisi görülen bazı profesörler görev­lerinden alındı. Bazı gazeteler kapatıl­dı. Bazı aydınların sesi kesildi. Birkaç par­tili ihraç edildi. Sonra olaylar sakinleşti. Öğrenciler yıl sonu sınavlarına döndü­ler. Söylenildiği gibi olaylar politik yolla sona erdi.

Eğer öğrenciler sokakta yürüyor ve bunun sorumluluğunu bir parti genel sekreteri üstleniyor ve istifa ediyorsa, bu olayların geçtiği ülkeyi biraz daha ya­kından incelemek gerekir.

ISol sapkınlığın inkarı:

Modernleşme

Sosyalizm kendisinin kapitalizmden daha ileri bir üretim biçimi olduğunu sa­vunur. Üretim araçlarının kamu mülkiye­ti, sömürünün olmaması, üretimde anarşinin olmayıp devletin merkezi plan yapması sosyalist üretimin özelli­ğidir. Ülkenin kalkınmasını hızlandırır. Ama Çinsosyalizm yoluna çıkmasına karşın henüz kalkınmış bir ülke değildir. Acaba sosyalizm yolunda bazı yanlış­lıklar mı yapmıştır?

Berjing Sosyal Bilimler Akademisi, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Dü­şüncesi Enstitüsü Başkanı Su Shaozho sosyalizm evrelerini üçe ayırıp, Çin'i ilk evrede tesbit ettikten sonra bir önceki sosyalizme geçiş evresini yani Mao dö­nemini şöyle yorumluyor: "Gelişmemiş ülkelerde devrimden sonra zafer kaza­nılınca, uzun bir geçiş dönemi yaşamak daha iyidir. Bence Çin bu geçiş döne­mini çabuk tamamladı. Daha sonra bü­yük sancılar çekmemizin bir nedeni bu- dur. (Month'y Review, Eylül 1986, s. 19).

Ayşe TANSEVER

Gerçekten de Çin Kültür Devrimi'nde, sosyalizme geçmeye geçmiştir, sosya­list üretim ilişkilerini urmuştur belki ama o bünye içinde kemikleşmiştir. Üretim sosyalizm zenginliğine ulaşamıyor, bir canlılık belirtisi gösteremiyordu. Çin ta ­rım ülkesiydi. Ama kırda üretim artmı­yordu. Endüstri ise kendisini yenileyemi- yordu. Soluğu, kırlara modern tarım aletleri vermeye, kırda verimi arttırma­ya yetmiyordu. Çin bu durgun ilişkiler­de sosyalizmin nimetlerine sahip olma­dığı gibi modern toplumun sürekli ge­risinde kalıyordu. Bu durgunluk bir yer­den bir şekilde yırtılmalıydı. Üretimde verimi arttırmalıydı. Modernleşmeliydi.

Çin Komünist Partisi modernleşme kapsamına 4 alanı aldı. 1. Tarım, 2. En­düstri, 3. Bilim ve tekhik, 4. Savunma. Modernleşmek için sermaye gerekiyor­du. İki yol tutuldu. Biri dış kaynaklar. Ka­pitalizm ve finans kurumlan IMF, Dün­ya Bankası, ikinci yol ise iç kaynakların harekete geçirilmesiydi.

a) Kırlar: ilk önce Çin kırlarından NEP'e benzer şekilde başlanıldı. NEP (Yeni Ekonomik Plan) 1921 yılında Sov- yetler Birliği'nde uygulanmıştı. Amacı iş­çi sınıfının köylülükle kurduğu müttefik­liğini ekonomi tabanında güçlendir- mekti. Sosyalist endüstri ve küçük çaplı tarım arasında meta ve para ilişkileri yoluyla bağlantı sıklaştırıldı. Bu dönem­de kırda kapitalist ilişkiler, ticaret ve kü­çük işletme seviyesinde ve tamamen sosyalist devlet kontrolünde serbest bı­rakıldı. Ancak 1929'da kooperatifleşme­ye geçilirken kırda kapitalist ilişkiler or­tadan kaldırıldı. NEP ¡uygulaması 1930'ların ortalarında sosyalizme geçil­diğinde son buldu.

ÇKP'si kooperatifler içinde örtülü köy­lülere toprakları 5-10 yıllık kontratlarla kiralamaya başladı. Şimdi kooperatif­lerden gübre, mazot ve bazı tüketim malı alınıyor, sonra bu mahsul ile öde­niyor. Kota fazlası serbest pazarda sa­tılabiliyor. Eskiden hangi ürünün ne ka­dar, nerelerde ekileceği kooperatifle­rin verdiği bilgiler çerçevesinde merkezi olarak belirleniyordu. Şimdi bu konuda da esneklikler tanınıyor. Çiftçi bir önceki yıl en çok para getiren ürünü ekmek istiyor. Bu konuda da çiftçiler yavaş ya­vaş serbest bırakılıyor. Bu uygulamala­rı daha uzatmak mümkün. Ancak işa­ret etmek istediğimiz, kırlarda koope­ratifleşmenin çözülmesi ve küçük üre­ticiye izin verilmesidir. Bu politikadan beklenen sonuçta başarılı olundu ve Çin tarımsal ürünleri büyük bir hızla ar­tıyor.

b) Endüstri: Endüstrinin modernleş­tirilmesi için kapitalist sermayeye açı- lındı. Yatırım yapmalarını özendirici bir çok karar çıkarıldı. Kâr transfer hakkı vs. tanındı. Öte yandan mevcut yerli en­düstride birimlere daha fazla özerklik tanındı. Merkezi olarak belirlenen kota­ların dışında üretim kârı fabrikalara bı­

rakıldı. Bununla yatırım yapılabileceği gibi, işçiler arasında dağıtılabilir de.

I!Politik Reform • “lOO Çiçek İOO

Düşünce"

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız modernleşme Çin'de 8 yıldır sürüyor. Üretim biçimindeki bu değişiklik kaçınıl­maz olarak bir sorunu ortaya koyuyor­du. Bu üretim biçimine uygun üretim iliş­kilerini belirlemek gerekiyor.

"Parti yönetiminin yapısını yeniden tanımlayan ve eylemlerini sınırlayan politik ve ideolojik reform hazırlayıp yönlendirmek Hu'nun (Genel Sekreter b.n.) göreviydi. Amaç Çin özelliklerini yaşıyan bir çeşit parti önderliğine ulaş­maktı. Çin'li yetkililere göre bu düzen­leme ile parti fabrika birimlerinde, aka­demik tartışma veya yayınlarda mut­lak bir kontrata sahip olmayacaktı. Ama partinin yönlendiriciliğinde direkt olarak meydan okunamayacaktı." (Far Eastern Economic Review, 29 Ocak 87 s. 12) ÇKP'si üretimdeki yönlendiriciliğin­de bir değişiklik yapıyorsa yeni koşul­larda 4 ilkeden sapılmadan yeni so­rumluluk ve görevleri belirlemeliydi.

Görevin baş sorumlusu Genel Sekre­ter Hu Yaobang bu sorunu çözebilmek için ülkede "İOO Çiçek İOO Düşünce" açsın kampanyasını başlattı. "Kültür Devrimi" deneyini yaşamış bir ülke için bu çok önemli bir konuydu. "Kanımca Komünist Parti iktidaa geldikten sonra eğer parti içi demokrasiden yoksunsa demokratik merkeziyetçiliği doğru uy- gulayamıyor. Sosyalist ülkelerin Çin'in 'Kültür Devrimi' gibi bazı felaketler ya­şamasının nedeni sık sık budur... Çin özellikleri ile sosyalizm kurmak için biz 'yüksek düzeyde demokrasi' ve 'yüksek düzeyde ruhani medeniyet' kurmayı özellikle vurguluyoruz diyebilirim." (Monthly Review a.y.) Bu kez Mao'nun kırmızı kaplı kitabından kurtulup aşırı bir demokrasi tartışmalarına sıçrıyordu.

Kampanya geçtiğimiz yaz başların­da başladı. Akademik konularda ve yayınlarda ideolojik kontrol kalktı. Önemli olan 4 ilke içinde tartışmaktı. Ül­ke sosyalist yolda, halkın demokratik diktatörlüğünde, Komünist Parti yöne­ticiliğinde, Marks-Lenin-Mao düşünce­leri doğrultusunda olacaktı. Yayınlar­dan kontrolün kalkması için gerçekten birçok sorun tüm halk katmanlarında tartışılmaya başlandı. {

Mutlaka açan her şey çiçek olacak diye bir kural yoktu ya. Aradan "zehirli otlar"da çıkabilirdi partili yetkililerin söy- lediğince. İşte öğrenci olaylarının kışkır­tıcılığını yapan bu otların zehiridir. Öğ­renciler gösteriler sırasında kendilerine yeni bir kahraman buldular, Fang Uz- hi. Onun başbakan hatta cumhurbaş­kanı o la b ilece ğ in i ta rtışm aya başladılar.

Sosyalizmde işçi sınıfına hizmet eden aydınlar çıkarlarının işçi sınıf ve köylü­lükten ayrı olmadığını görürler ama Fang Lizhi gibi görünmeyenler de ola­biliyor. Fang ilk gösterilerin başladığı üni­versitede profesördür. İlginç olması açı­sından düşüncelerinden bazılarını verelim.

Üniversiteler konusundaki görüşlerini 15 Aralık'ta Peking Review'a şöyle ak­tardı: "Yeni teorilerin ortaya çıkıp geli- * şebilmesi için üniversitelerde demokrasi ve özgürlük havası, entelektüel ideolo­jinin ekilebileceği ve yükselebileceği bir hava gereklidir. Üniversite bünyesinde her şeyin üstünde tutulan, neden tutu-

Page 65: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

lacağı sorgulanamayan hiçbir şey ol­mamalıdır. Yönlendirici, yol gösterici ko­numda bir doktrin olmamalıdır." (Far Eastern Economik Review 22 Ocak 1987, s. 11) Aydınlar konusundaki görüş­leri de ilginçtir. Aydınlar haklı oldukları statüye bir türlü ulaşamamışlardır. "Gü­nümüz toplumumuzda bilgi ve eğitim en gelişmiş üretim güçleridir. Bu güçler aydınların elinde olduğundan onlar toplumun doğal yönlendirici gücü ol­malıdırlar." (ay) Fang bu görüşleri ile sosyalizm yolundan saptığı gibi kapita­lizme de varamıyor. Çin belki "Kültür Devrimi'nin tek düzeliğinden kurtuldu ama bu kez aydınlar eli ile sosyalizmin yolundan saptırılmaya çalışılıyordu.

IllSağa Şamar

ÇKP içinde “tutucular" denen bir ka­nat vardır. İlk kez seslerini daha doğru­su sıkıntılarını 1983 yılında kırdaki reform­lara karşı duyurdular. Reformların ülke­ye burjuvaya kötülükler sokup insanları ruhani açıdan zehirlediğini savundular, ileri sürdükleri eleştiriler özde reformla­ra karşı değil, onların uygulanış hızıyla ilgilidir, iddialarına göre reformlar bu kez bazı şeyleri devletin kontrolündan çı­karmaktadır. işsizliğin ve enflasyonun boyutları istenmeyen bir hızla almış ba­şını gitmiştir. Sosyal altüstlükler partinin otoritesini bozacak boyutlara doğru tır­manmaktadır. Bu şikâyetlerini ve kay­gılarını çeşitli kereler, çeşitli biçimlerde dile getirmişlerdir. Ama Genel Sekreter Hu aynı kanıda değildir. O, reformların hızla gelişmesine engel duran şeyleri çekip atmakta biraz sınırsız, davran­makta pek bir tehlike görmemiş, bu doğrultuda birçok karar tasarısını Mec- lis'te geçirmiştir bile. İşte öğrenci olay­larının beklenmedik bir şekilde patlak vermesi, hızla yayılması ve 1,5 ay sür­mesi onun bu yargılarının yanlışlığının kanıtlanmasıdır. İlk önce gençlik sosya­lizm yolundan çıkma isteğini dile getir­miştir. Yakın gelecekte proletaryanın ya da kırdaki küçük üreticinin sokağa dö- külmeyeceğinin garantisi yoktur. Hu, is­tifa gerekçesinde yazıldığı gibi, "... te ­mel politik ilkelerde, partinin kollektif li­derliği ilkesinde yanlışlıklar" yapılmıştır. (Far Eastern Economic Review, ay)

Hu'nun görevden ayrılmasından son­ra reformların bu hızlı gidişini önleyici ve devletin kontrolünü arttırıcı bir dizi dü­zenleme getirildi. Bunları kısaca gözden

geçirmek Çin'de olanları daha iyi kav­ramak açısından önemli olabilir.

Enbaşta devletin denetleyici özelliği arttırıldı. "Son yıllarda köylülerin daha çok para kazanması için sübvansiyonu kalkmış olan birçok malın giderek ar­tan fiyatı, ücreti nisbeten düşük kalan kentli işçilerde büyük huzursuzluğa yol açtı." (The Times, Ocak 16.1987, s. 12) Öğ­rencilere bu kesimden katılanlar olabi­leceği korkusu dile getiriliyordu. Şimdi eski uygulamanın, hangi malın ne ola­cağının belirsizliği kaldırıldı. Bu malların listesi yapıldı. 1987 yılı içinde birçok malın fiyatı donduruldu.

Uzun süredir tartışılan diğer bir konu­da, bankacılık ve finans sistemindeyapılacak değişikliklere ilişkindi. Tarım ve endüstri birimlerine tanınan özerk­likler Çin Merkez Bankası'nın belirleye­ceğini birçok konuda zorluyordu.. "Tutucular" bu konuda da savunduk­larını uygulamaya geçirdiler. "Yeni fi- nansal kuruluşların oluşturulması kesin devlet planlaması altında olmalıdır. Bankacılık devlet ekonomisinin önemli bir yaşam kaynağı olduğundan tam a­men devlet elinde tutulmalıdır. (Far Eastern Economic Review, Ocak. 22, S. 12.)

Hu'nun istifasına yol açan olayların başlamasından birkaç gün önce bü­yük tartışmalarla iflas yasası onayla­nıp yürürlüğe girdi. Yeterince verimli ol­mayan, piyasaya ayak uyduramayan fabrikalar iflas edebilecek, devletin üst­lendiği yük hafifleyecekti. Ancak böy- lesi iflas edebilecek şirketlerin % 17,8 ol­duğu söyleniyor ve büyük kaygılar ya­ratıyordu. Şimdi bu yasa da hasır altı edildi, uygulanması ertelendi.

Aydınlar ve öğrencileri yakından ilgi­lendiren çok tartışmalı konulardan biri de fabrika sorumluluk sistemidir. İş­letme birimlerinde verimliliği arttırmak için fabrika yöneticisine büyük sorum­luluklar yüklenmişti ama yetkileri konu­sunda sorunlar doğuyordu. Fabrika so­rumlusu, sendika, birim parti sorumlusu arasında ciddi tartışmalar vardı. Bu so­run şöylece çözüme bağlandı.

"Fabrika yöneticisine sorumluluk ka­dar yetki verilmesi konusunda yapılan yoğun lobiler başarısızlığa uğradı. Ge­tirilen kuralların söylenen amacı dev­let mülkiyetindeki fabrikalarda yöneti­cinin yetkisini arttırmış olsa da, şimdi sendika işlevi yapan İşçi Kongersi'ne bir­çok yetki geçiyor.

"Yeni kurallar, eskisi gibi ÇKP'nin fab­rika sekreterini değil, fabrika yönetici­sini işletmenin tek yöneticisi veyasal temsilcisi kabul ediyor. İşletmede üreti­min, idarenin sorumlusu oluyor. Başka bir yerden tayin edilebilir, seçilebilir ya da ilanla bulunabilir. Normal hizmet sü­resi 3-5yıldır.

"Ancak yetkisi kısıtlanabilir hatta bazı alanlarda şimdi işçi kongrelerine yani bütün Çin Sendikalar Federasyonu'nun böyle primine, tanınan bazı haklarla yoka çevrilebilir, işçiler fabrika yöneti­cisine yardımcı olacaklar denilirken, kongre planlarda, ücretlerde, ödüllen­dirme ve cezalarda düzenlemeler yap­ma yetkisine sahiptir. (Far Eastern Eco. review, as.)

Son günlerde geçirilen bu kararlarla reformların doğurduğu olumsuz sonuç­ların bizzat devlet ve işçilerin kendi ka­rarları ile üstesinden gelinmesine çalı­şıldığı ortadadır. Üretim araçlarının ka­mu mülkiyet ilişkisi böylece verimi artı­rıcı özelliklerle yeniden düzeltilmiş ol­maktadır.

Bafı’nın Tavrı: "Reformlar Ayak Sürçecek”

1979 yılından bu yana Çin reformları Batı yayın organlarında büyük yer tu­tar. Çin'in modernleşme kararı alıp ka­pitalizme kapı açması sermayeye b ü ­yük kâr imkânları tanımanın yanında reklam yapma olanağı da sağlıyordu. Sosyalizm kendi üstünlüğünü savuna- dursun kapitalizm sosyalist bir ülkeyi kendine müttefik yapma yoluna çık­mıştı. Sınırsız bir propaganda kampan­yası başladı. Kırda verimin artması ka­pitalizmin sıkı sözcüsü dergilerde ka­paklardan düşmedi. Deng'ın yaptıkla­rı Gorbaçov'a örnek gösterildi, aynısı­nı yapması salık verildi.

Deng'in olaylarda öğrencileri, burju­va demokrasisi istemekle suçlayıp sos­yal demokrasinin daha üstün olduğu­nu söylemesi Batı'yı çok kızdırdı, "işaret ettikleri gibi sosyalist demokrasi açıkça daha üstündür, çünkü nasıl seçim ya­parsan yap sonunda komünist hükü­mete varıyorsun. Eğer üniversitelerde bunu okutuyorlarsa daha kesin kararlı öğrencilerin Pekin sokaklarında yürü­melerine şaşmamak gerekir... Sayın deng'ler Gorbaçov'lar kendilerine de­m agog deseler iyi olacak." (The Eco­nomist 17-23 Ocak 1987 s. 18). Öğrenci taleplerine destek vermenin yanında reformist güçlerin bu kadar çabuk pes edişine de tepki gösterdiler.

Son olaylar Çin ile Batı ilişkilerindeki sınırları belirleyici olmuştur. "Çin'de son 1,5 aydır alınan temel politik kararlardan bir değerlendirme yapıldığında yakın gelecekte tutucular ekonomik politika­nın birçok alanında ve devlet kontro­lünün azaltılmasında tüfeği ellerinde tu­tacaklar. Birçok gözlemciye göre sonuç geriye dönüş değil ama temel ekono­mik erformlar ayak sürçecektir." (Far Eastern Eco. Review 29 Ocak s. 14).

Sosyalizmi hayata geçirebilmek ülke koşullarını, sosyal olayları, sınıf yapısını çıplak gözle değerlendirebilmekten geçer Mao döneminde Çin kendini bulunduğu noktadan daha solda gö ­rüyordu. "Kültür Devrimi" sonunda va­rılan nokta bu yanlışlığı kanıtladı. Şimdi Çinbu yanlışını sosyalizm yolunda dü­zeltmeye çalışıyor. Öğrenci olayları ya­pılan yanlışlıkların burjuva demokrasisi içinde çözülmesi isteğinin dile gelme­sidir. ÇKP bu isteğe karşı tavrını koyup sağa kayısı engellemeye çalışıyor.

Page 66: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

KA

RIK

ATU

R

1

TARTIŞMA

Semih POROY

ir karikatür ustamız, konuşmaların­dan birinde, “Bizde karika­

türcü çok, karikatür az”demişti.

Sanırım, bizdeki karikatürün nicel ve ni­tel durumunu anlatabilmek için daha iyisi zor bulunur bir söz!

Bu sözün, ayrı yazıların konuları olabi­lecek öteki bağlantılarını bir yana bırakıp uluslararası karikatür yarışmalarındaki yan­sımasına göz atmak istiyorum.

Çizerleri, karikatür yarışmalarına katıl­maya iten nedenlerin başında, bu düzen­lemelerin “doğası gereği" ödüller gelir. Öte yandan, bir etkinlikte bulunmuş olmak da nedenler içinde sayılabilir. Birçok yarışma­nın, katılan yapıtları bir albümde toplamak eğiliminde olması da, çizeri, böyle etkin­liklere katılma yönünde motive etmekte­dir. Hele, son derece kaliteli tekniklerle oluşturulan albümleri, yapıt gönderen her çizere postalayan yarışmalara katılmak... Öylesi, tadından yenmez!

Bunlar, çizerler açısından sayılabilecek nedenlerdir ve kuşkusuz bunlara bazı baş­ka satırbaşları da açılabilir. Ancak, bir de yarışmaların düzenlenme nedenlerine göz atmak yararlı olur. Bazı yarışmalar, bir yer­leşim biriminin uluslararası coğrafyada ta­nıtılmasına, giderek turistik promosyona dayandırılabilir. Ayrıca kendisine, bir özel kuruluşun reklam mediaları arasında da yer bulabilir vs. Ama sanırım, böyle ama­törlüklerin (Olumsuz anlamda değil. S.P.) ötesinde; yarışmaların oluşturulma, sanat­çıların da katılma nedenleri arasında sayı­labileceği gibi, giderek bir işlev haline de gelen, s a n a tla r ın v e s a n a tç ıla n n tan ış ık lığ ım s a ğ la m a s ı, b u n la r a ra s ın d a ile t iş im k u r a b i l ­m e s i y e te n e ğ i, bu etkinliklerin çerçevesini de en çok genişleten unsurdur.

Böyle düşünüldüğünde, yarışmalara ya­pıt gönderen her çizere düşen görev, ül­kesinin karikatürünü yabancı meslektaşla­rına tanıtmak yolunda bir elçi olduğunu bir an için bile unutmamaktır.

Acaba bizim karikatürcümüz böyle bir görevi yerine getiriyor mu? Ya da böyle bir görevi olduğundan haberli mi?

Son yılların karikatür albümlerinin katı- laniar listesine bakıldığında, Türkiye, ulus­lararası karikatür yarışmalarına en çok ya­pıtla katılan ilk birkaç ülkeden biri olarak göze çarpıyor. Merak edip sayfaları çevir­diğimizde ise, bu isimlerle karşılaşmamız bir-ikisi dışında mümkün olmuyor. Çünkü, gönderilen yapıtların büyük bölümü elen­miştir; albümde yer almamaktadır.

Kanımca, ülke karikatürünü dışarıda, özellikle bu sanatla aktif uğraşan insanla­rın da edindiği albümlerde bu anlamda ta­nıtmak hiç tanımamaktan daha kötüdür.

Bir de, gönderilen her yapıtın yayımlan­dığı albümler var... Böyle albümlerde, Türkiye’den gönderilmiş karikatürleri ince­lediğinizde şu sonuca varmak hiç de zor değil: B u k a r ik a tü r le r in ö n e m li b ir b ö lü m ü , g ü n ü m ü z d e y a y ım la n a n m iz a h d e rg ile r in in “ o k u r s a y fa la n 'n d a a n c a k y e r b u la b ile c e k n ite lik te d ir . Tabii, bu sonucun bir bölümü­nü, karikatür çözümünü Türkiye çapında

müthiş yaygınlaştırdığını söyleyen ve şab­lon çizimleri çoğaltmayla, karikatür sanatı arasındaki garip ilişkiyi başarı olarak gös­teren yayın organlarına (Bence, Türkiye’ de çıkartma letrasetlerle ya da hart şablo­nu ve rapido yardımıyla yazı dizen çok sa­yıda insan var.) hediye etmek en doğrusu olurdu.

Şimdi, tüm bunlara bakarak, bir kısım çizer arkadaşların ülke karikatürünü değil, kendi karikatürlerini temsil ettiklerini, kar­şılığında da karikatür kitaplıklarına bir al­büm daha tıkıştırmaktan başka bir şey ka­zanmadıklarını söylemek, herhalde edep dışı bir şey söylemek olmayacaktır.

Hiç kimsenin, bireysel olarak kütüpha­nesini genişletmek için, üzerinde gereğin- . ce düşünülüp taşınılmamış, birçok kez çi­zilip bozula oluşturulmamış yapıtlarla, ül­ke karikatürünün tanıtılmasındaolumsuz bir unsur olmaya hakkı yoktur.

64

Page 67: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

t

Page 68: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Güneşi içenlerin türküsü

Bu bir türkü: —

toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü!Bu bir örgü : —

alev bir saç örgüsü kıvranıyor:

kanlı, kızıl bir m eşale gibi yanıyor esm er alınlarda

bakır ayakları çıplak kah ramanların!

Yüreğimiz- topraktan aldı hızını: altın yeleli aslanların ağzını

yırtarakgerindik!

Sıçradık:şimşekli rüzgâra bindik!Kayalardan

kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını, A lev bilekli süvariler kamçılıyor

şaha kalkan atlarını!

Düşmesin bizimle yola:evinde ağlayanların

gözyaşlarınıboynunda ağır bir

zincirgibi taşıyanlar!

Sen de çıkargöğsünün kafesinden yüreğini: şu güneşten

düşenateşe fırlat;

yüreğini yüreklerimizin yanma at!

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız!N eşem iz sıcak!

kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan

u yyo ankadar sıcak

Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak

yükseliyoruzgü n eşe doğru!

Ölenlerdöğüşerek öldüler;

güneşe gömüldüler.Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

Akın var güneşe akın!

Güneşi zaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!.

Bıraksın peşimizikendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! İşte:

şu güneşten düşen

ateştemilyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Toprak bakırgök bakır

Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır

Haykıralım!

N. Hikmet

Page 69: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Mahir Çayan

Page 70: Çağdas Yol Mart 1987 Sayı 1

Bir tas sıcak süttür barış, ve uyanan bir çocuğungözlerinin önüne tutalan kitaptır.

Başaklar uzanıp, ışık! ışık! diye fısıldarlarken birbirlerine! Işık taşarken ufkun yalağından.Barış budur işteKitaplık yapıldığı zaman hapishanelerGeceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türküve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun

arkasındancumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi gibi; barış budur işte. YANNİS RlTSOS