Çağdas yol mart 1987 sayı 1
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergiTRANSCRIPT
YIL: 1 SAYI: 1 Fİ ATI: 500 TL. MART 1987
SENDİKALAR ■ Alınteri Mücadele
Geleneğini Tasfiye ediyor:
TÜRK-İŞ’DE İRLİK PAROLASI
ve BAĞIMSIZ SENDİKALAR
ÇİZERİNE
İNSAN HAKLARI ■Dev-Sol Davası
anıkları iddia ediyor:İŞKENCE
SİSTEMLİDİR
8 MART DÜNYA ■ (ADINLAR GÜNÜ
KADIN“ SOSYAL
SIN IFIM IZ”
aolAYLIKİSİYASİ DERGİ“Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılamaz”
■ TÜRKİYE
EYLÜLİZMİN DÜRÜMU VE DEVRİMCİ DEMOKRATLARIN GÖREVLERİ
DEMİREL DEMOKRATLAŞI YOR M ü?
DİSK OLAYINA GENEL BİR BAKIŞ
■ GENÇLİK
ÖĞRENCİHAREKETİNDEKİTARTIŞMALAR
■SANAT
YENİ İNSAN YENİ AYDIN YENİ EDEBİYAT
Yükselt kurtuluş bayrağını Zulmü rüzgarlara savur! Körükle Mücadele Ocağını Tavı gelen demire vur!
Çağdaş YOLAYLIK SİYASİ DERGİ
Düşünce ve Davranış Birbirinden ayrılamaz
SAHİBİ ve SORUMLU YAZÜŞLERİ MÜDÜRÜ
Cemal Şen
YAZIŞMA ADRESİ Balabanağa Mah.
Ahmet Şuayip Sokak No: 1 4 / 4 Laleli - İSTANBUL
DİZGİ: EKOL Compuğraphic Fotodizgi BASKI:
Yeni Doğuş Web Ofset Film:Delta Grafik
FİATI: 500 TL. YILLIK ABONE BEDELİ 6000 T.L.
YURTDIŞI FİATI: 4 DM GENEL DAĞITIM:
Etkin Dağıtım
Bu dergideki karikatürler, Turgay KARADAĞ’ın “ ÇİZGEÇMİŞİM BUGÜNE ” Karikatür Albümünden alınmıştır.
İçindekilerÇıkarken 3Eylülizmin durumu ve devrimci-demokratlaradüşen görevler/Kenan Yaşar 6EKONOMİEkonomide durum/Mehmet Yılmazer 8POLİTİKA xDemirel Demokratlaşıyor mu?/Mehmet Yılmazer 10Derebey Artıkları ve İrtica/Hasan Çetiner 12Kadın Sosyal ‘ 'Sınıfımız''/Hikmet Kıvılcımlı 13Ekim Devrimi Batı'daki Kadınlara Neler Getirdi/Aleksandra Kollontayl4DÜNYADANFRANSA: Sendikal Mücadelede Yeni Perspektifler/Ayşe Tansever 15 Paris'te Bahar/Ayla Alp-Ali Zeki 16Sosyalist Ülkelerde Gelişimi Hızlandırma/Oieg Bogolomov 18ELEŞTİRİBatak "Zemin"e Birkaç Söz 20SENDİKA" Türk-İş'de Birlik " Parolası ve BağımsızSendikalar Üzerine/Orhan Dinçok 22Çelik-İş'de Neler Oldu? 25DİSK Olayına Genel Bakış 26Otomobil-İş Kongresinden Çıkarılacak Dersler 29Türk-İş 14. Genel Kurulu veDevrimci-Demokratlara Düşen Görevler/Kenan Yaşar 30Politik Pezevenklik Üzerine/B. Brecht 31Philips'te Açlık Grevi 32“ Türk-İş Kongresine Çağrı "/Deri-İş Sendikası 33Netaş'ta 93 Gün 34Sendika Komiteleri Üzerine/Ceren Güler 35Toplu-İş Sözleşmesi Nasıl Yapılmalıdır?/Hüseyin Ateş 37Sendika İçi Demokrasi/Ali Işıkçı 38İNSAN HAKLARI“ İşkence Sistemlidir "/Sinan Kukul-İbrahim Bingöl 40
GENÇLİK
Öğrenci Hareketindeki Tartışmalar/Nevruz Çağlar 44Öğrenci Gençlik Hareketi ve Örgütlenmesi/Orhan Dinçok 46Öğrenci Gazetesi Üzerine Tartışma ve Öneriler 48Öğrenciler ve Siyaset 49SANAT
Yeni İnsan, Yeni Aydın, Yeni edebiyat Kemal Saruhan 50Amatör Tiyatrolarla Söyleşiler/Çağdaş Oyuncular—Hasad 56Konuşma /Kerim Korcan 56Müziğimizde Güncel Yönelimler/Ertuğrul Kayserİlioğlu 58
Devam sayfası 60Basın Açıklaması / Laspetkim-İş Sendikası 61Sancılı Çin / Ayşe Tansever 62Karikatürümüz Kapıkulede / S.Poroy 64Karikatür / Turgay Karadağ 65Şiir / Nazım Hikmet 66
■■m
ÇIKARKEN...
ergim iz yayına nasıl b ir o rtam da başlıyor? Bu sorunun cevabını ana yönleriyle netleştirebilirsek, amacımızın ne olduğu yönündeki okuyucunun haklı sorusu-
_ na cevabımızın ilk adımını atmış oluruz.86 sonbbharı 6 sene önceki sonbahara nazire edercesine yeni b ir dönemi açmışa ben
ziyor. A çan la r 6 sene boyunca üstlerinde en çok konuşulanlar. Tabiî sadece konuşulmadı. Başka şeylerde yapıldı. O başka şeylerden b ir kısmını "İnsan H a k la rı" köşemizde yayınladık.
İki sosyal kümeden bahsediyoruz - İşçiler ve Ö ğrencile r. Toplu yemek boykotları ve açlık grevle ri her iki kesimce de yapıldı. İş Yasası'nın grev hakkını kuşa çeviren hükümlerine rağmen önce Türk-İş'e bağlı sendikalarca küçük işyerlerinde başlatılan grevler, hiç de rastlantı olm ayan b ir şekilde bağımsız ve dem okratik yapılı sendikalarca büyük işyerlerine yayıldı. Pirelli g revi başarıyla biterken, Netaş ve Derby işçileri yüzbinlerce işçinin b iraz kuşkulu, ama umut dolu gözlerin i üzerlerinde hissederek ta rih î b ir görevi yerine getirmeye çalışıyorlar. Açlığa, soğuğa ve her türlü baskıya karşı...
Yemek boykotları ve açlık grevleriyle birlikte öğrencile ri 000 'i bulan kalabalıklarlaYÖK Yasası'nı protesto eden siyah çelengi üniversite kapısına bıraktılar. İzm ir ve İstanbul'da seçilmiş öğrenci grupla rı A nka ra 'ya yürüdü. Ö ğrencile r 12 Eylül öncesi öğrenci hareketinden farklı o larak Türkiye çapında b ir p latform yaratıp, yaşatabilmenin çabası içinde.
İşçiler ve öğrenciler yasal sınırlar içinde tepkilerini dile ge tiriyo rla r. Ancak özellikle öğrenciler üstüne önyargılı baskılar uygulanıyor. G özaltına alınma ve işkence seansları sıkça uygulanıyor. Herkesin gözü önünde uygulanan bu fütursuzca baskıları yapan lar neye güveniyor? 6 yıldır işçiler ve öğrencilere karşı yürütülen karalam a kampanyasının sıradan insanlarımızın kafa larında yarattığ ına inandıkları "s u ç lu " damgasına güveniyo rla r. İnançlarının çok çürük olduğunu hatırlatalım . Sıradan öğrencilerde tepki yükseliyor. Emekçi yığın lar işçi ve öğrenci hareketlerini dikkatle gözlüyor, hattâ pasif destek sözkonusu. Kimi aydın lar aktif destekte bulundu.
Verdikleri dilekçe yüzünden olmadık baskılara uğrayan, yargılanan aydınlarımız, pek "ak ıllanm am ış" o lacakla r ki, ikinci b ir dilekçenin hazırlığını yapıyorla r. İlkinden çok da ha fazla katılımla. 10 bini aşkın yurttaşın imzaladığı belirtilen "Ekmek ve Hak Dilekçesi" isminden anlaşılan şeyleri ta lep ediyor: Ekmek ve Hak! Emekçi halkın sorunlarını kendi sorunu o la rak kabul eden yurtsever aydınlarım ız, Eylül sonrasının karanlık günlerinde gülveren tepkilerin i sistemleştirme eğilim indeler.
"Ç o k a k ıllı" büyüklerim iz sol'un önüne set çekebilmek için İslam iyet'e sarılmıştı. Hesapları b iraz karıştı. Kimi küçük üretmenler ve esas o larak taşralı orta tabakaların tepkileri İslâmiyet biçim ine bürünebiliyor. Bunda şüphesiz bu tabaka la ra önderlik eden güçlü b ir sol odağın olamayışının payı büyük. Tepkiler bu zeminde kaldıkça sonuçsuzluğa mahkûm, ancak çürür. Şimdi bu hareketi kontrolünde tutabilen tekellerin uşağı ve Ba- tı/Suudi sermayesine doğrudan bağlı ta rika t şeyhlerinin görevi de zaten bu. Ancak filiz halinde de olsa uç veren ve te feci/bezirgân hacıağaların örümcek ağlarını aşabilen ki-, mi bağımsız İslâmî kıpırdanışlar dikkatle gözlenmesi gereken eğilim ler o larak şekilleniyor.
Ülkenin belli b ir kesiminde ise büsbütün başka o lay la r o luyor. Doğu ve G üneydoğu '- d a r özellikle İkincisinden bahsediyoruz. Partiya Karkeren Kürdistan'a (PKK-Kürdistan İşçi Partisi) bağlı ge rilla la r veya günlük basandaki deyişle, "b ö lü cü çe te "le r T.C. devletinin ordusuna karşı gayri nizami b ir harp açmış vaziyetteler. "T.C.'nin belli bölümünde yaşayanlarının ayrı b ir halk olduklarını ve sömürge statüsünde yaşadıkların ı" iddia eden PKK, bağımsız b ir devlet için savaştığını açıkça ilan ediyor. T.C. ve ordusu ise "bö lücü girişim lere karşı b irlik ve beraberliğ i muhafaza etmeye k a ra r lı" . Yakalanan PKK m ilitanlarının çoğunluğunun topraksız köylü, işçi, işsiz ve öğrenci kökenli o lduğu görü lü yo r. Sürekli takip altında olan ve dağ la rda üslenen m ilitanların yaşam ları için gerekli ihtiyaçları nasıl karşıladıkları merak konusu. Ancak sık sık yakalanan ve "b ö lü cü çeteye yard ım cı" oldukları ilan edilen köylüler var. Basında yazıyor. Bunlar "PKK sempatizanı" o larak kabul ed iliyor ve " s a r ı" renkle fişleniyor. "K ö y korucusu" o la rak devletin ve rd iği silahla PKK'ya karşı savaşdff köylü ler de va r. Bunlar "b e y a z " fişli olsa gerek. Devletle PKK arasında "k a ra rs ız " köylü ler ise "m a v i" renkle fişleniyor.
Sonuç: 12 Eylül'den sonra yaratıldığı iddia edilen "h u z u r ve güven o rta m ı" 87 Şu- bat'ında bu durum da. Ülkenin her yerinde hoşnutsuzluk rüzgârı esiyor. Bazı kesimler hoşnutsuzluklarını pratik eylem lerle dile getireb iliyo rla r. H aya lî senaryolarda kopuklukla r sıklaşıyor.
Yapılan baskıları, artırılan sömürüyü herkesten önce açığa çıkarmak, teşhir etmek;ı
3
yığın lardaki hoşnutsuzluğa anında tercüman olm ak; hoşnutsuzluğunu eyleme dökenlerin sözcüsü olmak gerekiyor. G örev kabul ediyoruz.
* * *
Sadece hareket etmek - tepki göstermek yetmez. En az onun kadar önemlisi: Hangi karakterde - hangi yöndedavranıld ığı. Yığınlar kendi haline bırakıldığında da yoksulluk ve baskılar yükseldikçe kendiliğinden tepki göstereb ilirle r. Sözkonusu olan bu tepkilerin ve yönelişlerin eğitilmesi, sonuç alıcı hedeflöre yöneltilmesi, hedefe varılması.
Bu noktada işin içine siyaset g iriyor. Yığınlar sınıflardan oluşur. Üretim /Tüketimdeki ortak konumda olan insanlardan oluşan sınıflar, toplum içinde kendi m enfaatlerini savunacak siyasetlerini ü re tiyor. Sosyalizm, işçi sınıfının siyaseti. Fazlalığı var. Dar sınıf çıkarlarına hapsolm uyor, toplumu kucaklıyor. İşçi sınıfının çıkarlarını nasıl koruyacağını, hedeflerine nasıl varacağını göstermekle yetinmeyip, d iğer emekçilerin sorunlarına çözümler ü re tiyor. İşçi sınıfının üretimdeki konumu siyasetini de öncü durum una sıçratıyor. Sosyalizm, tüm toplumu idare etme iddiasında.
Ellerinden hakları alınıp, iktisadi ta lana uğratılan başta işçi sınıfı bütün emekçilerin, öğrencilerin, aydınların, özgür olmadığını bilenlerin hoşnutsuzluklarını doğru zemine o turtup doğru hedefe yöneltecek şey: Hoşnutsuzluklarını yakınma ve m ızıldanmadan sıçratıp siyasi yapıya büründürm ek ve başkası değil, işçi sınıfının siyaseti sosyalizm kanalına akıtmaktır.
Bu akışta cesaretli-enerjik-kararlı-hassas pratik öncü gerekir. Bu akışın teorik hattını çizmek-bilinçlendirmek, esen karşı ideolojik rüzgârlardan etkilenmemesini sağlamak gerekir. Her günkü o layların altında yatan derin nehirleri, en basit o layda en geneli gösterebilm ek gerekir. Pratiğe ışık tutmak istiyoruz.
Pratik, sağlam bilinçle beslenmedikçe kafasız işgüzarlıktan - o tom at memurluktan öte gitmez. Pek b ilin ir. Tekrarlayalım : "Devrimci teori o lm adan, devrimci pratik o lm a z /"
* * *
12 M art sonrasında sosyalist hareket Ecevit balonu ile uğraşmıştı. Şimdi, sosyal- demokrasinin halk içindeki itibarı zayıf. Verilen destek, atılan oylar çaresizliğin ürünü ve isteksizce. Sosyalizmin önü açık. Halk sosyalistlerden açık seçik o larak ve cesaretlice kendi bağımsız a lte rna tifle rin i ortaya koymalarını bekliyor. Sosyalistlerin isteklerinden bağımsız o la rak var olan b ir durum. Yeni b ir durum. Geçmişle bağlantılı ve geçmişin mantıkî sonucu olan b ir durum.
Hem sistemin içinde bulunduğu bunalımın ara çözümlere yer «/erecek bir esnekliği azaltıcı yönde zorlaması, dolayısıyla sosyal-demokrat politikacıların her zamankinden daha sinik ve kişiliksiz politika uygulamak zorunda oluşları; hem de sosyal-demokrasinin 73- 80 arasında Ecevit'in şahsında yıpranmışlığı solda olan ve sola yönelmiş yığınları boşlukta bırakıyor ve sosyalizmin belirleyici b ir kitle hareketi oiması için zemin yaratıyor.
Sosyalizmin ülkemizde artık epey yüklü b ir geçmişi var Pratik tecrübe ve bilinç b irik imi küçümsenmeyecek boyutta .'O nünde duran ağır ve bir o kadar da şerefli görevi yüklenebilir.
H ayat durm uyor, akıyor! Sırası gelince tavrını koymayan sadece fırsatı kaçırmış o lmaz. Y ıpranır... Aşınır... Ç ürür... Ve böyle b ir lüksümüz yok!
Şimdi cesaret-enerji-kararlılık-hassaslık gerekiyor. Sosyalizmin Türkiye'de yükseleceği, p ratik o la rak iktidara yürüyeceği yeni b ir dönemin eşiğinde olduğumuzu düşünüyoruz. Ülkenin geçmişi, somut siyasi/iktisadî durumu va oluşan yem filizlerin d ikkatli incelenme si bizi böyle düşündürüyor.
Sosyalist alternatifi sağlam programatik temelinden milim sapmadan hayatın her olanında göstermek, nüve halinde de olsa inşasına yardımcı olmak-öncülük etmek gerekiyor. Ta libiz.
* * *
Cesaret... Enerji-Kararlılık...Hassaslık...Am a, hangi zeminde? Hangi hedeflere yönelik?
Kulağa hoş gelen ve yorgun lara ninni yerine geçecek bayat " b ir l ik " lafazanlığını tiksintiyle ve elim izin tersiyle itiyoruz. Açıklıktan yanayız.
badece işçi sınıfı sosyalist o lm uyor. Kapitalizm in çürümüşlüğü, sosyalizmin ideolojik ve pratik üstünlüğü toplum daki bir avuç oligarşinin dışındakileri sosyalizm konusunda düşünmeye itiyor. Küçük burjuva la r ve hatta orta tabaka burjuva la r sosyalizme yönele b iliyor, "sosya lis tim " d iyeb iliyor. Güzel b ir şey. Ama işçi sınıfının sosyalizmini ve ba ğımsız/devrimci taktik hattını titizlik le d iğer sosyalizmlerden ayırmak gerekir Bu ayrış
ma ülkemizde zaten yaşandı. G örev: Yaşananların bilinçlere iyice yerleşmesini sağlamak, sınır çizgilerini bulanıklaştırma çabalarına karşı durmak, ayrılıkların altını netçe çizmek.
Sadece sosyalizmin içindeki ayrışmayı belirtmek yetmez.İşçi sınıf' sosyalizminin küçük burjuva ve burjuva sosyalizmleri üzerinde egemenliğini
kurmak gerekir. Bunun yo lla rından biri ve önemlisi doğru zeminde doğru hedeflere yönelik ittifa k la r politikasını hayata geçirmek.
Ve hem ayrılıkları netleştirmek, hem de güçb irliğ i yapabilm ek için küçük burjuva ve burjuva sosyalizmlerini iyi tanımak gerekiyor.
Evet, simdi "Sosyalistler keşke bölünmese, a h h !" diye hayıflananişçiyeve aydına hiçb ir haklılık payı veremiyoruz. Böyie diyen kendi moralsizliğini ve sorunları inceleme/araş- tırma konusunda hassas olamayacak derecede düzleştiğini itira f etmiş o lm uyor mu?
Böyle hayıflanm alara cevabımız: 1- Geçmiş mücadele tarih in i, o layları dikkatlice inceleyin, 2- Bugünkü o lay la ra farklı farklı bakışları iyice araştırın, 3- Bir adım ileri g idin ve şimdiki farklılıkların geçmişteki fark lılık la rla bağlantılarını kurun, 4- Ve b ir adım daha atmalısınız, farklılıkların sınıfsal köklerini tesbit edin!
Yorgunlara zor gelebilir. Tasfiyecilere kâbus olabilir.N inniye ihtiyacı o lan la r yılgınlık yatakiarına! O nlara bol renkli rüya lar. Gerçekler her
zaman kendine b ir sözcü bulur. Bizim sözümüz sınıfının davası doğrultusunda davran maya yönelen işçilere, mevcut durumuna gerçek b ir çözüm peşindeki tüm emekçilere, yurtsever ve halkından yana aydın lara, özgürlük uğruna mücadeleyi göze a lan la ra .
G örev: Her somut o layda sosyalist siyasetler arasındaki farklılık ları ve altında yatan temel sebepleri göstermek.
Yardımcı olacağız. M ücadelede kararlı o lan la r, kulak verecektir. İnanıyoruz.Sadece tek tek sosyalist siyasetler arasında ayrışma yok. Farklı siyasetler arasında bir
gruplaşma eğilim i de gözleneb iliyor. Bazıları SHP kuyrukçuğu/reform izm zemininde top lanıyor. Biz farklı b ir yol izleyenlere direniş/m ücadele zemininde o lan la ra sesleniyoruz. Farklılıklarımızı örtmeyelim ama, ortak olarak üstünde durduğum uz direniş hattını ortakça savunalım. G örev: Dayanışma. Sayfalarımızı acıyoruz.
i * *
Üstünüze doğru gelen suyu önüne bent koyarak engellemek isterseniz belki b ir süre sessizliği ve sükûnu sağlayabilirsin iz ama arkasındaki su birikerek bendi aşmaya ve gücüyle patla tm aya gebedir. Hele b ir de o suyun arkasında işinin ehli mühendis ve teknisyenler ekibi o lursa... ^
Baskının koyulaşması daha dayanıklı güçler üretir.G örevlerin ağırlaşması daha geniş çaplı po litika lar üretir, öne çıkarır.Zor günler kendisini asacak güçleri de doğurur.Iscı sınıfı pratik o larak öne çıkma durum unda. Bilineli isçiler tarih in bu noktus.nda be
lirleyici konum undalar.
Y OL
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
EYLÜLİZM İN DURUMUVE DEVRİMCİ DEMOKRATLARINGÖREVLERİ
KENAN YAŞAR
S ınıfsal toplum tıkanıkları, tarihte bilaistisna kılıç darbeleri ile çözülmüştür. Kördüğüm olmuş top
lumsal ilişkiler toplum içinden ya da dışından "zo r" kullanıma her seferinde davetiye çıkarmıştır. Kapitalizm öncesinde çü
rümüş toplumsal sistemi alaşağı edecek sınıf zoru, toplumun içinde olgunlaşama- dığı için, dış bir gücün, sınıfsız toplum insanı barbarlığın akınları aynı işlevi yapmıştır. Kapitalist toplumda ise "zo r"u kullanan güç toplum içinde, bir sınıf ya da sınıflar ittifakı olmuştur. Feodalizmi tasfiyesinde burjuvazi, yumruğunu, güneş altında yüzyıllardan beri ve hep olacakmışçasına parlayan şatoların tepesine indirivermiş ve o toplumsal enkazın yıkıntıları arasından, kapitalizm çocuğunu, dünyanın yeni efendisini, gün ışığına çıkarmıştır. Her sınıflı toplumun kaçınılmaz alın yazısı çürüme, kapitalist toplumda da baş gösterince, kendi yaratığı proletarya, insanlığın boynuna takılı lanet halkasını tüm toplumsal kökleri ile birlikte tarihe gömmek için, sahneye çıkmıştır.
Ancak "z o r" her zaman yeni güçlerin eskiler üzerindeki hakimiyetine yol açmaz. Var olan toplumun üst, egemen güçleri, mevcut durumun korunması için, zor'un her türünü, yenileri bastırmak ve yok etmek uğruna kullanır. Tarihin sıçrama anlarında, yenilerin muzaffer "zor- 'u, devrimlere ebelik ederken, hâkim güçlerin başarılı karşı zör'u kanlı katliamlarla ayakta duran, karşı-devrimleri yaratır. Öyle yada öyle sınıflı insanlık tarihi, insan iradesinden bağımsızca, ama insanlar tarafından yönlendirilen devrimler ve karşı devrimler zinciri olarak, ama sonuçta hep ileriye doğru işler. Eski güçlerin yarattığı tüm girdaplar ve ters akıntılar, tarih ırmağının yönünü değiştere- mez.
Bugünkü Türkiye toprakları, parçası olduğu dünyanın diğer noktaları gibi, hem devrimlere, hem karşı-devrimlere sahnelik yapmıştır. Son yüzyılın yeterince köktenci olamasalar da 1908, 1923 ve 1960 sıçrayışları, burjuva-demokratik gelişimin basamakları olmuştur. Toplumu ileriye doğru, tarihin akışı yönünde seferber etmiştir. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 ise, statükonun korunması, yeni toplumsal gelişimin yok edilmesi için sahneye çıkmıştır. 12 Mart bendinin üstün
den çok sular aktı. Biz 12 Eylül Barajının niteliğine ve biriktirdiklerine daha yakından bakalım.
12 EYLÜL, ESKİ BİÇİMİYLEYÖNETEMEMENİNİLÂNIDIR
11 Eylül'de Finans-Kapital yıllarca uyguladığı ekonomik politikaların sonucu olarak, tam bir çıkmazdadır. Ekonomi çöküşü, politik iktidarsızlık had safhaya ulaşmıştır. İşsizlik-pahalılık ve zulüm altında inleyen halk eski biçimiyle ve kölece yaşamak istememekte, düzene karşı heryandan ve binbir araçla başkaldırmaktadır. Halkın yükselen tepkisi, Finans- Kapitali panik-şaşkınlık ve çaresizlikle in- melendirmiştir.
12 Eylül generallerinin kaleminde, bu tablonun kusursuz bir anlatımı vardır.
"Yüce Türk Milleti, büyük Atatürk'ün bize emanet ettiği ülkesi ve milleti ile bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti devleti son yıllarda izlediğiniz gibi iç ve dış düşmanların tahrikiyle varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fizikî haince saldırılar içindedir.
"Devlet başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasal partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri alamamışlardır."
"...Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür."
Tablodan çıkarılan yorumlar bir yana, söylenen hâkim güçlerin eski biçimiyle ve eski araçlarla iktidar edemeyecekleridir. Ne yapılacaktır? Böyle anların sapmaz kuralı "Z o r" hükmünü icra edecektir. Taraflardan birisinin elinde, diğerinin boynuna iniverecek bir kere daha son sözü söyleyecektir. Kılıç, "düzen ve rejimin korunması, devletin kurtarılma- sı"nı sağlamak için, ordu kurmayının elinde " f ik r i ve fizikî, iç ve dış düşmanların" boynuna iniverdi. Hem de ebedî bir düzenleme iddiasıyla." Demokratik düzen ve rejimin şimdiye kadar sağlıklı bir biçimde işlemesine imkân vermeyen tüm engelleri, bir daha böyle bir müdahalenin yapılmasına gerek bırakmayacak şekilde kaldırmak..."
üzere.Aynı parola: "Düzen ve istikrarın,
sağlanması", ayrı suçlama, "anarşi iç ve dış düşmanlar" aynı iddia, "ebediyen bozulmayacak yapı" tüm düzen yanlısı kullanımlarının muhtevasını teşkil etmiş-"^ tir. 12 Eylül bütün çizgilerde, evrensel olanla tambir çakışma ve uyum içindedir. Ancak henüz insanlık, hiçbir gücün, şiddet ve terör sayesinde, ebedî hakimiyetine şahit olmamıştır. Biz de 12 Eylül, iddiasını gerçekleştirebilir mi? Yedinci yılın sonuçlarına bakalım.
KRİZ YENİDEN DERİNLEŞİYOR
Yerli ve yabancı uzmanların, danışma ve koordinatörlüğünde Konsey, her istediğini istediği biçimde yapmasına, eksikleri çıktıysa bu gün de tamamlama şansına sahip olmasına rağmen, Türkiye sahillerini eskisine kıyasla, çok daha derin ve köktenci bir krizin ön dalgaları dövüyor.
İkdisadî ve sosyal gerçekler, apolet ve süngülere aldırmaksızın hükmünü sürdürür. ‘ Yaşanan bunca yıldan sonra, "ekonomik istikrar tedbirleri" bizzat yürütücülerini ve şaşmaz destekçilerini ürkütecek sonuçlar yaratıyor. "Z o r" esliğinde mali ve parasal tedbirlerle sağlanan sermaye birikimi yeni ve yüksek teknolojili sanayi yatırımlara, tarımın mo- derinleştirilmesine yöneltilememiş aksine çok daha yaygın ve geniş bir spekülatif vurgunun zemini yaratılmıştır. Bu spekülatif zemin, aşırıca şişkin devlet masrafları ve hızlanan silahlanma yatırım ve harcamaları ile birleşince, istenmeyen misafir kapıya dayanmıştır.
Çığ gibi büyüyen işsizlik, had safhaya ulaşmış pahalılık, önlenemeyen enflasyon,-hayatı cehenneme çevirmiştir. Tüm İktisadî göstergeler, önümüzdeki günlerin çok daha kötü sonuçlara yol açacağına işaret ediyor.
İktisadi gerçekliğimizin, sosyal ve politik etkilerine göz atalım.
12 Eylülü sevinç narası ile ve kendin- j den geçmişçesine karşılayan Finans Kapitalistler, TİSK başkanı Halit Narin'in ağzından şu sevinç çığlığını atıvermişti. "Şimdiye kadar biz ağladık, şimdi sıra onlarda." Para babalarının göz yaşları,
6
yükselen halk hareketinin zaferle sonuçlanacağı korkusu idi. O korkuya sebep olanlar şimdi ölümlerden ölüm beğene- bilirlerdi. Ölümün metodunu seçme özgürlüğü onların elinde idi. İster çaresiz bir başkaldırının sonucunda işte, isterlerse sıcak dükkan, tarla ya da evlerinde.
Halkın geri politik kesimleri yaşayan olayları kavrayamamanın acısı içinde avdet 12 Eylül mesihi'ni biraz şaşkınlık hatta biraz umutla karşılamış canının ve dünyalar kadar sevdiği mülkünün kurtulacağı rüyasına inanmak istemişti. Ancak rüyalar alemi ile gerçeklik ne kadar uyu- şabilirdi. Nitekim tahsil edilen borçların kendi kıyametinin alametleri olduğunu hissetmeye başladı. İnanmak istediği onca parlak ve iç parçalayıcı söz demetleri; güvenmek istediği, evine ve işyerinin en güzel köşelerine astığı çok renkli asker şapkalarının arkasında, kendi iflasını okudu.
Korku ve yılgınlık içinde, ekmeğinin elden gidişini seyreden halk, düşünmemek ve davranmamak için, binlerce yıllık doğu toplum acılarının arabesknağ- mesi arasında, çürüyen ve dağılan toplum mahşerinin üç atlısına kumar-içki ve fuhuşa teslim oldu. Öte yandan, üst katların sistemlice körüklediği “ köşeyi efen, nasıl olursa olsun“ aldatmacasına yarı inanır vaziyette, çılgınca bir “ köşe dönme" ve “ vurgun" labirentinin karanlık dehlizlerinde son umut kırıntılarını tüketti.
Nihayet korku ve yılgınlık zırhı kırılmaya, kendinden ve sosyal gerçeklerden kaçışın mümkün olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. Yeniden doğuşun ve sosyal uyanışın ilk belirtileri ciddi biçimde gün ışığına çıkmaktadır. Konseyin “ fikri" düşman ilan ettiği, hak arama ve sosyal kurtuluş düşüncesi, “ fizikî düşman" olarak nitelediği halkın eylemi, ilk temkinli yok- layışlarla yerin karanlıklarından toprağın üstüne ilk sürgünlerini göndermektedir. İşçi, gençlik ve Aydınların sesleri ve eylemleri yükselmeye başlamıştır. Daha geri halk kesimlerinin tepki gösterme biçimi, yüksek katlı binaların serinliğinden, yeryüzüne sert ve soğuk inişin acıları ile dolu olsa da, bu uyur gezerce silkinişin kendini bulması çfok sürmeyecektir.
Halk katlarında hoşnutsuzluk, düzene olan güvensizlik hızla yayılmaktadır, j Düzenin şimdiye kadar ki savunucuları, dindar yurttaşlarımızın -ki büyük çoğunluğunu esnaf ve köylüler oluşturur- düzene karşı eylemli muhalefete girmesi, yaşanan krizin nerelere ulaştığını ve boyutlarını gösterir. Finans-Kapital-tefeci- bezirganlığın çırılçıplak ve tek başına kalacağı günler uzakta değildir.
İktisadi ve sosyal çevrelerin temel karakteristikleri bunlardır. Politika hali nicedir?
Generaller 12 Eylül öncesi durumun, sorumluluğunu “ beceriksiz ve acze düşmüş siyasi partiler", parmentoya ve Ana- yasa'ya yüklemişlerdi. Devletin yeni baştan reorganize edilmesine <Je bu kuramlardan başladılar.
Siyasi partiler kapatıldı, önderleri siyasetten yasaklandı. Ve “ asil Türk kanı taşıyan namuslu ve Atatürkçü" liderler. Özene bezene seçilerek, yeni partiler kurduruldu. Ancak bu siyasi önderler ve
partiler fazlaca “ asil ve yüce" oldukları için, “ cahil halk“ tarafından anlaşılamamışlar, yeryüzünün çirkef ve kargaşasına dayanamamışlardır. Kısa sürede “ cahil halk" onları layık oldukları yere, gökyüzünün mavi enginliğinde diğer asil ruhların yanına yollamıştır.
O partilerin ruhları evrenin uçsuz bucaksızlığına kulaç sallarken, yer yüzündeki kişileşmiş maddeleri -yöneticiler ve parlamenterleri- değil Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, dünyada eşi görülmemiş borsanın malzemeleri oldular. Eski efendilerinin kutsal mabetleri önünde günah çıkartıp, şefaat dilenerek, eşiklerine yüz sürmek için oraya girdiler.
Şimdi düzen, bir kere daha: sıkıp posasını çıkardığı, her yanından dökülmüş ve inandırıcılığını yitirmiş, eski siyasi partilerin ve önderlerinin önünde secdeye durmaktadır. 12 Eylül, tüm şatafat ve Azametine" rağmen 11 Eylül'ün yeniden üste çıkışına seyirci kalmaktan öte birşey yapamamaktadır. Ve 12 Eylül halk indinde aldığı cevabın, şaşkınlığı ve şoku içindedir. Ruhuna fatiha okunan sadece 12 Eylül siyasi partileri ve siyasi önderleri değildir.
12 Eylül parlamentosu ve 12 Eylül Anayasa'sı da törenin yapılma gerekçesi arasındadır. 11 Eylül parlamentosu aşağıdan gelen tepki ile işlemez duruma gelmişti, halkın güven ve saygısını yitirmişti. 12 Eylül parlamentosu, halka karşı tedbirlerin onay kurumuna dönüştüğü için ve fazlaca işlediği için aynı durumun eşiğindedir. 11 Eylül parlamento borsası, o küçücük kalan yapısı ile halkın umudunun kırılmasına neden olduysa, 12 Eylül parlamento borsasının hangi sonuçlara yol açacağını görmek için kâhin olmaya gerek varmı.
Anayasa için söylenebilecek herşe- yi cumhurbaşkanı çok açık şekilde söyledi “ Benden başka savunan kalmadı."
DEVRİMCİ-DEMOKRASİYE DÜŞEN GÖREVLER
12 Eylül, çöken parababaları düzenin, ancak soluk almasını sağlayabilmiştir. Çöküntüyü ortadan kaldırmamış, “ çöküntü içinde durgunluk" denebilecek bir ara dönem yaşatmıştır. Şimdi tüm göstergeler, bir üst seviyede, çok daha derin ve köklü yeni bir buhranın eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.
Finans-Kapital zaferini, tüm hatları ile olgunlaşmamış bir kriz ortamında ve henüz yeterinde keskinleşmemiş mücadelenin başlangıç günlerinde; tarihsel ön yargılara, zafere inancın zayıflığına, kararsızlık ve dağınıklığa karşı kazandı. Ancak zafer için ödenen bedel çok ağır oldu.
Birincisi, çok daha derin ve olgun bir krizin hazırlayıcısı oldu.
İkincisi, ancak bu sayedeki halk, eksiklerinin zaaflarının yanılgılarının muhasebesini yapabildi.
Üçüncüsü, en son ve etkili silahlarını bu zaferde büyük oranda kaybetti.
12 Eylül yürütücü ve savunucuları, eylemlerinin gerekçesi olarak “ Devletin korunup kollanması" ve “ Atatürkçü temellerde" yeniden örgütlenmesini gösterirlerken, ister istemez, halk hafızasındaki bu tasarıların gerçek mahiyetlerini
de ortaya çıkardılar. 12 Eylül kılıçları, binlerce yıllık örtüyü, devlet ehramının ayakları altına, halkın gözleri önünde indirip, gerçek yüzünü sergiledi. Ve yine 12 Eylül, Cumhuriyet dönemi boyunca özellikle aydınlar tarafından, binbir yoruma uğratılmış ve MİT'leştirilmiş Kemalizmi, somut bir varlık olarak, ayakları üstüne oturttu.
Tüm bunlar hiç şüphesiz önümüzdeki mücadelede pahabiçilmez kazançlar hanesine yazılacak ve sonuç üstünde belirleyici rol oynayacaktır.
Değerlendirmemizi yaşadığımız günlerdeki halk güçlerinin durumuna kısaca bakarak sonuçlandıralım.
12 Eylül, 11 Eylülde sahnede yer alan halk güçlerinin başı üstünden geçip gitmedi. Onları halaç pamuğu gibi atarken, mahiyetilerini de ortaya çıkarıp, yeni bir kalite ayırımının olanaklarını hazırladı, yeni bir saflaşmayı olgunlaştırdı. Eylül öncesinin toplumsal kargaşası ve kaosu içinde, olguların ve yer aldıkları örgütlerin mücadele taktik ve biçimlerinin hesabını yapamayacak insanlara, yeniden değerlendirme şansı yarattı.
12 Eylül sonrası saflaşmanın temel karakteristikleri şöyledir.
Sosyal-Demokrasi, Eylül öncesi mücadelesinden, devrimci demokratlardan uzak durma, iç ve dış parababalarına güven verecek “ akıllı uslu" bir politika sonucuna ulaştı. Suçlu sandalyesine eylül öncesinin direnen toplumsal güçlerini oturtarak ilk adımını attı.
Burjuva sosyalizmi de benzer sonuçlar çıkardı. Ve 12 Eylül öncesinin kutsamak anlamına gelen “ ülkenin demokratikleştirilmesi" için, sosyal demokrasinin düşünce ve davranış öncülüğünde, yeni yoluna koyuldu.
12 Eylül öncesinin direnen devrimci- demokratları ise, büyük bir kargaşa ve kaos yaşayarak, yeniden şekillendiler. Bir kısmı nedamet getirerek sosyal- demokrasi, burjuva sosyalizmi ve sivil toplumculuğun “ Tek Yol" olduğu sonu- cuha ulaştı. Bir kısmı halen kararsızlıktan ve şaşkınlıktan kurtulabilmiş değil. Üçüncü bölüğü ise yaşananlardan çıkardığı derslerle, devrimci demokrasinin önündeki görevlerine talip olmuş durumda.
Şayet Devrimci Demokrasi, durumunun bilincine varıp önündeki görevlere teredütsüzce ve derli toplu sahip çıkabilir ve sosyal demokrasi-burjuva sosyalistleri ittifakının saçtığı zehirleri etkisizleş- tirebilirse, zaferin kazanılmaması için hiçbir sebep yoktur. Herşey elbirliği etmişçesine Devrimci-demokratları mücadelenin önüne itiyor. Şimdi sorun bu göreve talip olunup olunmayacağında yatıyor. Ve herşey parababalarının ipin sonuna doğru yaklaştığını, devrimci demokrasinin ise ipin başında olduğuna işaret ediyor.
Devrimci-demokrasinin, somutlaştı- rırsak direniş çizgisinin, örgütlenme, program, mücadele biçim ve araçlarının neler olduğu ya da olması gerektiği konusundaki tekliflerimizi dergimizin diğer sayılarında yayınlayacağız. Bu konudaki tüm tekliflere de sayfalarımız açık olacaktır. Değerlendirmelerinizi bekleyeceğiz.
"İYİ SIHHATTE OLSUNLAR NE DİYOR?
“Gerçek şudur ki, TKP yeraltı örgütlerinin ipleriyle oynatılan bir çok kuklalar gibi, aşırı solun giriştiği bütün eylemler, hem yöneticiler hem de güvenlik kuvvetleri tarafından yakından izlenmektedir. 12 Eylülden önceki gaflet, vurdumduymazlık ve sorumsuzluk artık sona ermiştir. Türkiyede bir devlet vardır ve onun organları tarafından tesis edilen bir otorite mevcuttur."İşçe asıl sıkıntıları bundan gelmektedir. Kanuna karşı gelmenin, meşru otoriteyi tanımayarak, eşkiya pervasızlığıyla ortalarda eylem düzenlemeye kalkmanın da bir maliyeti hiç şüphesiz olacaktır... herkesin, attığı adımların bir maliyeti olacağını düşünmesi gerekm ekted ir(Yen i Forum Sayı 175 "Dem ekçi öğrenciler ne istiyor?")"Milliyetçi"likleri özellikle Sovyet sınırı içindeki Kazak. Özbek- .Tatar vb. halklarını “kurtarmayı” veya kışkırtmayı “görev" bilecek seviyede pek fazla olan bu sivri dişli keskin tırnaklı "Aydınlarımız 27 Aralık 1986da Ankaranın lüks Dedeman otelinde bir forum düzenlediler. Eh. aç kalacak değiller ya! Yemekler yediler. Bilmiyoruz, çatalları gümüşdenmiydi. keskin bıçaklarıyla az pişmiş bonfilelerini kestiklerinde akan kanlar iştahlarını açtı mı? Merak ettiğimiz ise. basit bir derginin bu çapta yüksek maliyetli bir organizasyonu nasıl finanse ettiğiydi. Çeşmenin suyu nerden geliyordu? Pek aramamıza gerek kalmadı. Ülkede artık saflar öylesine belirginleşiyor ki. kimse kendini gizleme ihtiyacını hissetmiyor. Kendilerinden dinleyelim:“Bu seminerin yapılması için T.C. Merkez Bankası. Ziraat Bankaşı, Töbank ve daha başka mali müesseselerle. bazı sanayi kuruluşlarına, bu arada . Amerikada totalitarizme karşı demokratik müesseselerin ve düşüncelerin gelişmesini destekleyen “National Endowment for Democracy " vakfına gösterdikleri bu destek dolayısıyla samimi şükranlarımızı sunmak istiyorum.” (A.Yalçın. a.y. say.: 19)Tercüme etmek gerekiyor. Ama kanuni engeller engelliyor. Anlayana sivrisinek saz olabilir. Anlaşılan yazarlar sadece ilericilerin yurtseverlerin yaptıkların dan dolayı vatan hainliğiyle suçlanıp cezalandırılacağını sanıyor.
EKO
NO
Mİ EKONOMİDE DURUM
MEHMET YILMAZER *Ocak kararları yedinci ya-
M sına girerken Türkiye'deekonominin nasıl yeni ve
daha büyük çıkmazlarla yüzyüze geldiği bir sır değildir. Bu bunaltıcı kısır döngünün mekanizmasını bir kere daha gözler önüne sermek gerekli görünüyor. Türkiye ekonomisi özellikle 1960'lardan sonra sözde sanayi kurmaya girişti. Bu sanayinin dile-düşmüş adı "Montaj Sanayid ir. Ana kapitalist merkezlerin teknik ve ara mallarına yüzde yüz bağımlı bir sanayileşmedir. Ekonomi bu yönde, arada bir 12 Mart hendeğini atlasada, 1970'lere kadar geldi. Bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti, Demirel'in ünlü deyimiyle "70 sente muhtaç" hale gelmişti. Dövizle batı tekniğini ve malını -üstelik aşırı pahalı- satın alan, buna karşılık dışarıya doğru dürüst mal satamayan ekonomi elbette tıkanacaktı.
Ekonominin son şenlikli yılları 974-977 arasıdır, içerde enflasyonla desteklenen yatırımlar yapılmış, hatta Sabancı Holding'in bazı büyük yatırımları bu döneme denk düşmektedir. Enflasyon yatırımları hızla amorti edip kârâ geçmeyi sağlasada, aynı zamanda kendi kendini kışkırtıp aşırı boyutlara varınca para üretim devresinden çıkıp stokçuluğa, arazi, altın vb. mallara kaçmaya başlamış, üretim yani ekonomi çökmenin eşiğine dayanmıştır.
EKONOMİDE 24 OCAK DÖNÜŞÜ
Bu gidiş kaçınılmaz bir şekilde önemli bir dönüm noktasına vardı. Önce 24 Ocak kararları, ardından 12 Eylül uygulamaları ekonomiyi yeniden rayına oturtma girişimleri oldu. 12 Eylül dönüm noktasında, Türkiye finans-kapitali daha güçlü bir sermaye birikimiyle dış pazarlara açılmaya zorlandı. 12 Eylül ün ekonomik uygulamalarının iki önemli yönü vardır. İlk önemli adım her türlü yolla sermaye yoğunlaşmasını hızlandırmak; ikinci olarak, her türlü teşvikle döviz elde edebilmek için ihracatı artırmaktı. 12 Eylül ve ardından gelen Özal hükümetlerinin ekonomik uygulamalarının iki temel özelliği budur. Sermaye biriktirme eylemlerine bir göz attığımızda yaşanan altı yılın Türkiye insanına nelere malol- duğu hemen ortaya çıkacaktır.
a)- İşçi ve memurların sırtından sermaye birikimi: Batı kapitalist ana yurtları özellikle son on yıldır korkunç bir teknik rekabet içindedir. Daha yüksek teknikle nisbi artı-değer sömürüsünü arttırmak tek çıkar yoldur. Bu yolda oldukça geri kalan İngiltere ve Fransa, pek çok hoşnutsuzluğu göze alıp daha hızlı adımlar atmaktadırlar. Biz ise, özellikle 12 Eylül uygulamalarıyla tam tersi bir yol izliyoruz. Teknik gelişme yerine işçinin doğal ve meşru silahı grev hakkı elinden alınarak, ilkel mutlak artı-değeri artırma hedefi geçilen altı yılın temel hedefi olmuştur. Sonuç nedir?
SSK - DİESon altı yılın işçiler ve memurlar açı
sından bedeli çok pahalıdır. İşçi ücretleri 12 Eylül'den bugüne °/o 43.4 düşmüştür. Neredeyse yarıya yakın bir düşme! Memur maaşları gerçek rakamlarla % 30,8 azalmış, yani maaşlar üçte bir oranında gerilemiştir. Kaba bir hesapla yasanan altı yıl boyunca yalnızca bir tek işçinin ücret kaybı toplamı 6,1 milyon liradır. işte 12 Eylül'ün "Kemer Sıkma" po- likasının somut sonucu budur. Her işçi
ye altı yılda 6 milyon lira zoraki "tasarruf" yaptırılmıştır. Ne için? Sözde "kalkınma" ama gerçekte ihraacatçıla- rımıza "teşvik prim i" için!
b)- Orta Tabakalardan ve tarım kesiminden sermaye birikimi: Bu alanlardaki faciaların boyutlarıyla ilgili çok somut rakamlar yok. Fakat banker iflasları hala hatırlardadır. Bu olayın anlamı, özellikle büyük şehirlerdeki doktor, Avukat, işçi emeklisi vb.lerinin birikmiş paraları yüksek faiz tuzağıyla bankerlere aktı. Sonuçta bankerler battı, paralar banka kabalarına aktı. Hatta en ünlü banker Kastelli batmadı bile, yine onun işleri yolunda, fakat parasını kaptıran bir vatandaş mahkemelerde sürünmek zorundadır.
Kırlarda yaşanan tablo farklı değildir. Küçük köylü zaten iflas etmiş kendi toprağından yılmış durumdadır. Fakat iflas halkaları orta ve hatta zengin köylülüğe tırmanmıştır. Ege bölgesinde oto galerileri traktörlerle doldu. Köylü traktörünü satma noktasına itilmiştir. Son seçimlerde Karadeniz ve Ege bölgesinde DYP'nin yıldızının parlaması tesadüf değildir. Bütün bu gelişmelerin en silik bir şekilde de olsa rakamlarla ifadesi söyledin
24 OCAK 1980-1986 ÜCRETLERYıllar Sigortalı gerçek memur gerçek
günlük gerçek ücret gerçek ücretücret endeksi ücreti endeksi
1979 294.31 100.0 _ —1980 219.78 74.7 380.5 1001981 203.43 69.1 356.6 93.71984 196.48 66.8 307.7 80.91986 166.61 56.6 263.2 69.2
Genel olarak Kır kesiminin gelir da- ğıhmı ¡cindeki payı 1977'den 1985'e % 32 ? düşmüştür. Bu hesaplara toprak beylerinin gelirininde dahn olduğunu düşünürsek kırda gerçek yoksullaşmanın boyutlarının çok daha yüksek olduğu ayrıca açıklamayı gerektirmeycek ölçüde ortadadır. Öte yandan Finans kapital ve ona yakın sermaye kesimlerinin gelir dağılım içindeki payı % 1977'den 1985'e % 84 artmıştır. Sekiz yılda neredeyse iki katına yakın bir artış.
c)- Sermayenin kendi iç savaşı yoluyla birikimi: Bu konuda en çok kurban veren sermaye kesimi "vahşi sermaye" yada tekel dışı sermayedir. 12 Eylül'den hemen sonra gazetelerde satılık küçük firma ilanlarının yanında, bunların alıalarınında ilanları çıkmıştı. Ardından proTestolu senetlerde artışlar ve en son batık kredilerden dolayı haciz operasyonları, sermaye içi savaşın hızının kesilmediği göstermektedir. Bu iç harpte elbette bazı finans kapital kesimleride tas- viye olmuş ya da yara almıştır. Fakat finans kapitalin genel çıkarları açısından, bunda bir anormallik yoktur. Rahmi Koçun dediği gibi "Kalanlar daha sağlamlaşacaktı". Sermaye içindeki savaş açısından en genel anlamda söylenecek şudur. Çeşitli sermaye kesimlerinin bankalar kubbesi altında sentezlenmesi daha ileri boyutlara varmıştır. Banka grubu olmayan sermaye kesimleri son krizde hırpalanmıştır, ya da belli banka gruplarıyla sağlam ilişkiler kurmaya zorlanmıştır. 24 Ocak kararları ve ardından gelen dönemin iki önemli adımından birincisinin boyutları özetle böyledir. Şimdi alınan sonuçlar bakımından "Kemer sıkma" politikasından eskisi kadar rahat söz edilemiyor. Finans kapital akıl hocalarından bir profesör şöyle demek zorunda kalmıştır:
"Bugün izlenen politikanın alternatifi açıktır. Boğazı sıkılan, yoksullaşan % 80'ini bir yana bırakıp ulusal gelirin hemen hemen % 60'ını alan °/o 20'lik grubun kullanılabilir gelirini, dolayısıyla tüketimini kısmaktır. Bunun da yolu yüksek gelirli gruplar lehine olan vergi bağışıklıklarını kaldırmak, menkul sermaye iratlarında vergi kesinti oranını en az % 25'e yükseltmek, teşvikleri sınırlandırmak, rantları, havadan inme kazançları ağır biçimde vergilendirmek, gelir vergisini gerçekten oranll hale getirmek, ayrıca kamu harcamalarının yönünü düşük gelirli grupların lehine değiştirmektedir?
"Yüksek gelirli grupların onların sözcülerinin ve bazı ekonomistlerin görmek ve anlamak istemedikleri alternatif, yoksul % 80'nîn boğazını sıkmayı bırakıp varlıklı % 20'nin gerçekten kemerlerini sıkıcı politikalar izlemektir." (Öztin Akgüç. Milliyet 6 Aralık 1986).
"Söyleyene değil söyletene bak", sözünün yeri tam buraşıdtr. 6 yıllık icraatın korkunçluğunu finans kapitalin ken- diside görüyor. Daha doğruyu geçen yıl yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan iş-
8
GELİR DAĞILIMI %1963 1970 1977 1985
Tarım kesimi 41.2 31.1 29.2 19.8Ücret-Maaşlar 21.5 31.1 36.8 19.5Faiz-Kâr-Kira 37.3 37.8 34.1 62.7
DIŞ TİCARET-DIŞ BORÇLAR (Milyar dolar)
çiler, öğrenciler, Esnaf vb. halk kesimleri kemerlerinde sıkacak delik kalmadığını çoktan ilan ettiler. Yazar bu gerçeklik karşısında kemer sıkmanın birazda % 20 azınlığa uygulanmasını istiyor. Fakat geniş yoksul halk yığınlarıyla bir avuç azınlık sermaye kesiminin kemer sıkma karşısındaki tavrı çok farklıdır. “ Boğazı sıkılarak yoksullaşan % 80“ çoğunluk bu durum karşısında bu topraklarda örgütlenip hakkını korumak ve geliştirmek zorundadır. Bir yere gidemez. Yada en fazla tarlasını satıp Kanadaya gitme şansını deneyebilir. Oysa sermaye sıkışınca daha emin bir ülkeye fazla engel görmeden akıverir. Hele bizim tefeci-bezirgan kaynaklı üretim zahmetinden çok spekülasyona tutkun sermayemiz kemer sıkmaya hiç gelemez. Bu söylenenler birtek şeyin, Finans-kapitalin gelip yeniden önünde kara kara düşünmeye başladığı çıkmazın itirafıdır. Bu noktada 12 Eylül döneminin ikinci önemli uygulamasına “ ihracata yönelik sanayi" adımına gelip dayanırız.İHRAÇ SEFERBERLİĞİ VE SONUCU
İçerde yapılan sermaye birikimi “ ihracat ve seferberliği“ ya da “ İhracata yönelik sanayi" yaratmada nasıl kullanıldı? Bunu değerlendirmeden önce “ Se- zarın hakkını Sezar'a vermek" için ihracat rakamlarını verelim.
Özal hükümetinin politikasıyla ihracat gerçekten artmıştır. Elbette hayali ihracat rakamları kesin olarak bilinmediği için bu artışın gerçek boyutlarını bilemiyoruz. İster istemez tablodaki rakamlara bağlı kalacağız. İthalat 979'dan beri 2,3 kat artarken, ihracat aynı dönemde 3,6 kat artmıştır. Öte yandan, ihracat malları içinde sanayi ürünlerinin payı 1984'te % 72,1'e varmış, tarım ürünİe- rinin payı % 24,5'e gerilemiştir. Bu gelişmenin en son durumu ise şöyledir.
“ Dışsatım bir önceki yıla göre azalmıştır. 1986 yılının ilk dokuz ayında dışsatımımız bir önceki yılın eş dönemine göre % 8,8 oranında azalarak 5,226 milyon dolar olmuştur. Doların son bir yılda sağlam paralara karşı % 30-35 oranında değer yitirdiği de dikkate alındığında dışsatımda reel gerileme çok daha büyük boyutlarda olmaktadır."
“ Sanayi ürünleri dışsatımında gerileme daha belirgindir. Yılın ilk dokuz ayında sanayi ürünleri dışsatımı bir önceki yılın eş dönemine göre yaklaşık olarak % 12,5 oranında azalarak 3954 milyon dolar olmuştur." (Özkan Akgüç 3 Ocak 1987 Milliyet).
1986 İhracatta bir gerilemenin baş-. langıcı gibi görünüyor. Ayrıca sanayi ürünleri ihracatında da bir gerileme var
dır. Özal hükümeti iran-lrak savaşının avantajlarından yararlanarak, tabi ki binbir teşvikle, ihracatı arttırmış ama artık sınıra dayanmış görünüyor. İhracatın ihtalatı karşılama oranı 1985'te % 70'e varırken 1986'nın ilk on ayında bu oran % 64,5'e gerilemiştir. Göstergeler bir gerilemenin işaretlerini vermektedir.
Şimdi iki sorunun cevabını bulmaya çalışalım. Özal hükümetlerinin ihracatı arttırması ne pahasına yapılmıştır ve Türkiye Finans-Kapitalini “ ihracata dönük sanayiye" zorlayan nedenler nelerdir ve böyle bir sanayi geçen 6 yılda yaratılabilmiş midir?
ihracat artışı nasıl sağlanmıştır? Başlıca iki yolla: İçerde “ vergi iadesi, ton başına dolar pirimi" gibi olağanüstü teşviklerle, dışarda sürekli develüasyonlar- la paranın değerini yokuş aşağı bırakarak.
Vergi iadesi vb. teşviklerin özü bir tek şeye dayanır. İhracat yapıp (bu hayali de olabilir) dolar getiren bu doları merkez bankasına % 20-50 ye varan oranlarda pahalı satabilir. Döviz getiren ihracatçıya böyle bir imtiyaz tanınmıştır. Normal bir vatandaş bankaya dolar götürse karşılığında şimdi 750 TL. alır. Fakat bir ihracatçının her dolarına 900 ile 1100 TL. ödenir. Bu teşvik hayali ihracat yaratmıştır. Özal hükümeti için gelen dolar önemli olduğu için ihracatın hayali olması onları pek rahatsız etmemektedir.
“ İhracat seferberliği" teknik üretkenli develüasyondur. 24 Ocak kararlarından bir gün önce dolar 47,10 TL idi, bugün 750 TL.dir. Paramız yedi yılda 16 kat değer yitirmiştir. Develüasyon içeriye giren yabancı malını pahalandırır, bizim sattığımızı ise yok pahasına ucuzlatır ve 24 Ocak ekonomik uygulamalarının ihracat seferberliğinin özü de bu gerçekliğe dayanır. Mallarımız modern teknik ve üretkenlik artışı ile ucuzlayıp rekabet gücü kazanmamış, tam tersine paranın değeri ucuzlatılarak dünya piyasasında rekabete çıkılmıştır. 12 Eylülle yapılan sermaye birikimi ve merkez bankası matbaasından çıkan banknotlar başlıca ihracat teşvik kredilelerine gitmiştir.
“ TÜSİAD'ın verdiği rakamlara göre krizin henüz en derin biçimlerini almadığı 1976 yılına göre yatırımların GSMH içindeki payı % 23'den 1985'te % 18'e inmiştir. Sabit fiyatlarla özel kesim yatırımları 1980-85 arasında 1976-77 döne- mindekine göre toplam oiaralc % 35, sanayi kesiminde % 45 daralmıştır." (aktaran II. Tez. 3. Kitap S.120)
12 Eylül sürecinde yatırımlar özellikle sanayi yatırımları, önceki döneme göre yarıya yakın (% 45) daralmıştır. Yatı-
rımlar daraltılıp, para oyunuyla ihracat artırılmaya çalışılınca bunun en doğal sonucu içerde fiyatların gökyüzünü fethe çıkması olmuştur. Mallarımız dışarıya neredeyse yok pahasına satılırken içerde kendi insanımıza neredeyse ateş pa- pahasına satılmaktadır. En kaba örneklemeyle 1980-87 döneminde Fuel-oil 20 kat, ekmek 13 kat, çay 18 kat, et 11 kat pahalanmıştır. (Milliyet, 24 Ocak 1987)
İhracat seferberliği teknik üretkenliği ve üretim gücüne dayanmayıp para oyununa dayandırılınca ortaya korkunç bir tablo çıkmaktadır. Aynı bir dolarlık dövizi elde edebilmek için her yıl daha çok mal satmak zorundayız. Bu gidişe ekonomi dayanamaz. Netice olarak, eğer ihracat artmışsa bu çalışan insanlarımız 12 Eylül öncesine göre en azından 15 kat pahalılık cehennemine itilerek sağlanmıştır.
Öte yandan bütün bu yapılanlara rağmen bizi ikide bir uluslararası bankaların operasyon masasına yatıran dış borçlar ne alemdedir? 24 Ocak uygulamalarıyla ihracatın ithalatı karşılama oranı % 45'den % 70'e çıkmış fakat dış borçları karşımala oranı ise ancak % 24'den % 31'e çıkabilmiştir, (tablo) Dış borcun büyümesinin yanında esas önemli olan kısa vadeli dış borçlardaki artıştır. 1982'de 2,1 milyar olan kısa vadeli borçlar 1985'te 6,1 milyara yükselmiş yani 2,8 kat artmıştır. Aynı dönemde ihracat ancak 1,4 kat artmıştır. Yani kısa vadeli dış borçlar ihracattan bir misli hızlı artmıştır.
“ Kısa vadeli borçların toplam dış borç miktarında giderek daha fazla pay sahibi olması toplam dış borç miktarının artmasından çok büyük önem taşır. Gerçekten toplam dış borç yapısında 1981'de kısavadelilerin oranı % 13 iken 1986'da deli dış borçların giderek artması kötü bir çağrışımıdı maalesef beraberinde getirmektedir. 1950 yılından beri ortaya çıkmış bulunan bütün önemli bunalımların öncesinde bu eğilim daima kendini göstermiş bu durum daima kötü haberci rolü üstlenmiştir." (Prof. Yüksel Ülken, 3 Ocak 1987 Milliyet) demekki bütün ihracat seferberliği yine hep aynı çengele, dış borçlar çengeline takılıp yırtılmadan edememiştir.
Gelelim ikinci soruya, Türkiye finans kapitalini böyle canhıraş ihracata zorlayan nedenlere:
İhracata yönelme Özal'ın bir buluşu değil, montaj sanayilerinin kaçınılmaz sonucudur. İç pazar şişince Finans kapital dış pazarı yoklamak zorundadır. Fakat esas neden dünya para piyasalarında 1950'lerden sonra biriken para özellikle 1965'lerden sonra üçüncü dünya ülkelerine kredi olarak aktı. O yıllarda kredi akışı canlıydı. Ne zaman üçüncü dünya kredilerinin geriye dönüşü tehlikeye girdi, uluslararası finans kapital kredi verme koşullarını sıkılaştırdı. Artık dolar gün daha ucuza uluslararası piyasada satabilmeye bağlıdır. Dolar olmadan ise Türkiye sanayii zınk diye durur. İhracat olayı içerde sanayiinin yapısını değiştirmiş midir? Yani çok sözü edilen “ ihracata yönelik sanayii" oluşmuş mudur? Eğer bundan kasıt teknik ve üretim gücüne da-
Devamı syf: 60
PO
LITI
KA
\
DEMİRELDEMOKRATLAŞIYOR MU?
® MEHMET YILMAZERYP, geçen araseçim lerde önemli bir atak yapmış, böyle- ce Demirel siyasi hayatın nere
deyse odak noktası olmuştur. Hala dergiler ikide bir Demirel'in kapısını çalıp görüşme yapıyorlar. Türkiye insanının siyasi icraatıyla uzun yıllar tanıdığı Demirel sanki yeniden kamuoyuna tanıtılıyor, bu kadarına bir diyeceğimiz elbet- teki olamaz. Fakat DYP ve Demirel'in "demokrasi mücadelesi" verdiği söylendiğinde bu başka bir anlam taşır.
12 Eylül Demirel kafasında ihtilal mi yaratmıştır? Ya da Finans-Kapitalin yıllardır sözcülüğünü yapan Demirel'in bu kâ- beden kapı dışarı mı edilmiştir?
Olayların kaba görüntüsü gerçekten yanıltıcı izlenimlere yol açabiliyor. Özel-
' likle Yeni Gündem gibi dergiler sol çevrelere Demirel'i sanki yepyeni bir kişilikte sundukça, yanılgılar daha da artmaktadır.
DYP ve 12 Eylül çekişmesine bir tarihi gelenekcilı yapımız, bir de özellikle 1950 sonrası pratik politik gidiş açılarından değinmeliyiz. Özellikle Yeni Günden ya da benzeri düşüncedeki çevreler Demirel ve 12 Eylül arasındaki çekişmelerin ortasına demokrasi sorununu yerleştirdiler. Evet bir çekişme ve çelişki vardır, ancak bunun kökünde gerçekten demokrasi sorunu mu yatmaktadır? Eğer değilse özü nedir?
12 Eylül olayı özellikle aydınlarımız arasında bizdeki köklü devletçilik geleneğine yeni, ilginç tepkiler yükseltti. Ordu vebazı devlet kurumlan "e lit" katına yükseltilirken, Demirel'ler (hatta bir dö
nem için ANAP) "sivil toplum" içine çekildiler. Sınıf saflaşması bulandı, hatta ortadan kalktı, onun yerini "elit ve sivil toplum" çelişkisi aldı. Konumuz bu yazıda "sivil toplum" değil, bizdeki egemen yapının 12 Eylül'le uğradığı bazı değişik görüntülerin değerlendirilmesi.
DYP ve 12 Eylül çekiş- meşine bir tarihi gele- nekcil yapımız, bir de özellikle 1950 sonrası pratik politik gidiş açılarından değinmeliyiz. Özellikle Yeni Gündem ya da benzeri düşüncedeki çevreler Demirel ve 12 Eylül arasındaki çekişmelerin ortasına demokrasi sorununu yerleştirdiler. Evet bir çekişme ve çelişki vardır, ancak bunun kökünde gerçekten demokrasi sorunu mu yatmaktadır?
Bizde devletçi gelenek çok açık ki Osmanlı toplum yapısının günümüze kadar gelen bir kalıntısıdır. Osmanlı düzeni, bezirgan ekonomiydi. Üstte Seyfiye,
İlmiye, Mülkiye, Nişancı gibi "devlet sınıfları" altta "reaya" -güdülen köylü Osmanlı toplum yapısının iki kutbuydu. "Devlet sınıfları" kaba görüntüde tek egemendiler. "Seyfiye" (kılıçlılar-Ordu) ve "İlm iye" (şeyhülislam ve medrese) Osmanlı devlet düzeninde tartışılmaz iki otoriteydi. Ancak bu görünüşün alt derinliklerinde, Saray ile Reaya arasına yerleşmiş, üstte sarayın ihtiyaçlarını ve altta küçük köylünün alınterini sömüren tefeci-bezirgan sermaye vardır. Çoban ekonomisinden yerleşik toprak ekonomisine geçtiğinden beri Osmanlı kan şefleri ticareti daima aşağılamış, fakat bezirgan yollarının da açıcısı ve koruyucusu olmuşlardır. Kendi elleriyle tefeci- bezirgan sermayeyi korumuş, beslemişlerdir.
Sonunda elinde kılıç egemen görünen Saray, tefeci-bezirgan sermayeye borçlu bir müflis haline gelmiştir. Tefeci- bezirgan sermaye hiçbir zaman "devlet sınıfları"nın egemen görünüşüne dokun- mamıştır, her kılığa giren bir şiniklikle kendi gerçek egemenliklerini yürütmüşler, gerektiğinde Saray'a dayatmışlardır.
Cumhuriyet yolunu açan Ordu şefleri bütünüyle Osmanlı devlet düzeninin "seyfiyye" geleneğinin kalıntılarıydılar. Kendileri modern batı kapitalizmini özlediler. Ve kılıç ellerinde olduğu için kendilerini tek egemen sandılar. Oysa dayanmak zorunda oldukları sınıf antika kökenli tefeci-bezirgan sermayeydi. Nasıl ki kendileri ticareti hor gören Osmanlı ilb'leri bizzat bezirgan yollarının bekçisi ve bezirgan ekonomisinin hamisi oldularsa, tıpkı öyle Cumhuriyetçi ordu şefleri, devletçilik yoluyla, antika tefeci-bezirgan sermbyenin en irilerinden, batılılaşmak uğruna finans-kapitali yarattılar. Tek parti dönemi bu gelişimin yaşandığı dönem olmuştur.
1950 Tere varıldığında yeterince gelişen yerli Finans-Kapital devletçiliğin vesayetinden kurtulma yoluna çıktı. Bu gelişim çizgisi içinde devletçilikle, Finans- Kapital arasında çelişkiler vardır. Fakat bu çekişmenin odak noktasında hiçbir zaman demokrasi olmamıştır. Tam tersine devlet imkanlarının Finans-Kapital tarafından yağmalanma yolları çekişmenin odak noktasıdır.
İlk "hürriyet" bayrağını açan Menderes'in iktidar olduktan sonra nasıl kendilerinin "demokrat" oluşunu yeterli bulup, en keyfi diktatörlüğe yöneldiği unutulmaması gereken önemli bir deneyimdir. Sivil Finans-Kapital hürriyeti ne kadar sevdiğini bir dört yıllık deneyde hemen açığa vurmuştu.
12 Eylül, her kriz döneminde olduğu gibi devletçi geleneğin Finans- Kapitale hamilik yapma tutumunu canlandırdı. Hatta bu 12 Mart'tan daha ileri boyutlarda oldu. Çünkü krizin boyutları daha derindi.
12 Eylül yöneticileri tarihsel bir gü-
\10
düyle Finans-Kapitali yeniden vesayet altında tutmaya yeltendiler. Turgut Sunalp ve M DP bu girişimin meyvesiydi. MDP, askerdi lideriyle ömrü çoktan dolmuş tek parti döneminin özlemini taşıyan devletçi geleneğimizin orijinal bir örneğiydi. Fakat geçen on yıllar boşuna akmamıştı.
Finans-Kapital, MDP'yi tercih etmeyerek devletçi geleneğimize gücünün sınırlarını hatırlatmış oldu. MDP kriz günlerinde, tek parti döneminin devletçi- vesayetçi anlayışının hortlamasıydı. O rtaya çıktığı hızla kaybolup g itti. 1980'lerde bu anlayış yeniden hayat bulamazdı. Finans-Kapitalle, devletçi-Ordu geleneğinin çelişkilerinin tarihsel kökleri, MDP, ANAP çekişmesini ve MDP'nin çöküşünü açıklar, fakat ANAP, DYP çekişmesini tam anlamıyla açıklayamaz. Çünkü hem ANAP, hemde DYP, Osmanlılıktan kalma devlet anlayışın doğrudan mirasçıları değillerdir. O mirasa doğrudan sahip çıkmaya çalışan MDP olmuştur. O gelenek 1950'lerde ömrünü doldurduğu için MDP'nin ömrüde kısa olmuştur.
Fakat ANAP9m zamlarla yaktığı insanlarımız oradan DYP9ne kaçarlarsa ortada Finans- Kapital politikası açısından bir zaaf yoktur.
ANAP, DYP çekişmesini daha cok 1950 sonrasının ekonomik siyasi gelişmeleri açıklar. Finans-Kapital yaşadığı her krizden ders çıkartmıştır. 27 Mayıs, 12 Mart Finans-Kapitale çok şeyler öğretmiştir.
Menderes'in son döneminde kriz yoğunlaşınca DP'den kopmalar başlamış, 27 Mayıs öncesi CKMP kopuşu olmuştur. 27 May ıs'tan sonra ise DP zemininde AP ve YTP şekillenmiştir. YTP, DP'nin 27 Ma- yıscılarla uzlaşık davranmayı savunan kanadıydı. Fakat AP'de ilk yıllar farklı davranmamıştır. 1961 seçimlerinden sonra Ordu zoruyla da olsa CHP-AP koalisyonu yaşanmıştır. Fakat 27 Mayıs yıpranmaya başlar başlamaz AP koalisyonu bozmuş, CHP, YTP, CKMP koalisyonu kurulmuştur.
1965 seçimlerinde DP'nin Orduyla uzlaşık kanadı YTP ve CKMP çözülmüş, AP'nin milletvekilleri 158'dan 240'a sıçramıştır. 27 May ıs'm yükünü CHP, YTP ve CKMP taşıyınca AP'nin zafer kazanması kaçınılmaz olmuştur
12 Mart ise tam zıddı yönde bir deneydi. 12 Mart hükümetlerine AP ve CHP destek vermiş, fakat CHP içinda yaşanan altüstlükten sonra Ecevit CHP'si desteğini Çekince 12 Mart'ın yükü AP'ın omuzlarına kalmıştır. Bunun bedelini AP 1973 5e*c imlerinde kötü bir şekilde ödemiştir.
12 Eylül'de Finans-Kapital aynı yolu izleyemezdi. 12 Eylül'ün siyasi yükü yalnızca AP'nin sırtında kalırsa, bu Finans- Kapital politikası açısından önemli bir açmaz olurdu. Ayrıca 12 Eylül ilk döneminde parti kurulusunu vetolarla sınırladığı ıcin o dönemde her kurulan ve seçime
girmesine izin verilen parti üstünde icazet gölgesi taşıyordu.
Demirel başından beri 12 Eylül'e <karsı durarak, Finans-Kapital politikasının, 12 Eylül'ün misyonunun kaçınılmaz zayıflamasıyla birlikte tükenmesini engellemektedir. 12 Eylül'ün en sıcak günleri kaçınılmaz şekilde MDP'nin üstünde gölge gibi durduğu için, o kısa ama en acı dönem dolaylı olarak MDP'ye fatura edildiği için MDP daha doğmadan tükenmiş- tir.
ANAP, 12 Eylül'ü daha işbilirce savunacaktı. Fakat ister istemez dönemin siyasi yükü ANAP'a fatura edilecekti. Ve bunun ilk önemli işareti ara seçimlerde ortaya çıkmıştır. Fakat ANAP'm zamlarla yaktığı insanlarımız oradan DYP'ne kaçarlarsa ortada Finans-Kapital politikası açısından bir zaaf yoktur. Yeter ki hoşnutsuzluklar sosyal-demokrasiye, ya da daha sola yönelmesin. Cindoruk seçimler sırasında şöyle demişti: "Tahammülün bir sınırı vardır. Devletin otorite olmaktan başka görevleri de vardır. Bir iktidar o görevleri yapmazsa, tahammül taşar, komünistlerin istediği zemin yaratılmış olur." (Milliyet, 24 Kasım 1986)
12 Eylül "devlet otorite"sini bol bol kullandı. Fakat bu Finans-Kapital politikasının bir yüzüdür. Ve yalnızca bu yönde ancak bir noktaya kadar gelinebilir. DYP şimdi politikanın öbür yüzünü gösteriyor. Cindoruk aynı konuşmasında "Holdinglerin iktidarına son vermeye kararlıyız. Kararname zenginlerinin bulunduğu bir ülke istemiyoruz." (Ay.) diyordu. Lafa bakılırsa Demirel'de Cindoruk'da mangal- ta kül bırakmıyor. Ama onları böyle davranmaya zorlayan "tahammülün sınır- 'larının aşılması korkusudur. ANAP'tan kopan pişmanlar DYP ağlarına takılacaktır. Bu Finans-Kapital oyununun demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Demirel ve DYP, 12 Eylül'e karşı çıkakken tepkilerini hangi noktalarda yoğunlaştırmıştır? Bunları irdelemeye çalışalım. Böylece, DYP'nin 12 Eylül'le öz olarak çelişmediği ortaya çıkacaktır.
İlk nokta, Demirel'in "askeri müdahalelere karşı" çıkmasıdır. Bunu Demirel şöyle formüle etmektedir. "Eğer bir ülkede silahlı kuvvetler, sivil idarenin emrindeyse, demokrasinin birinci şartı yerine gelmiş olur... Meclis'in vermediği bir vazifeyi silahlı kuvvetler yapamaz." (5 Kasım 1986 Milliyet) Bu görüş bir sivil Finans-Kapital politikacısı açısından çok normaldir. Fakat bu isteğin demokratlıkla ve demokrasiyle bir ilgisi yoktur. Hatta Demirel, 12 Eylül icraatçılarını, "benzer isleri benim hükümetimle birlikte de yapabilirdiniz, darbeye gerek yoktu" diye eleştirerek, yapılanların özüyle çelişmediğini itiraf etmiştir. Fakat ne yazık ki bizde krizler Ordu kılıcıyla çözümleniyor, ve "Sefil siviller" bir müddet politika dışına itiliyorlar. Ve bu geleneği yalnızca geniş yığınların bilinçli davranışı değiştirebilir.
İkinci konu "Konuşan Türkiye" parolasıdır. 12 Eylül askerdi bir mantıkla, hottabirazda panik ruh haliyle siyaset alanım o kadar daralttı ki, bu dar alanda bizzat Finans-Kapital'in ve diğer burjuva kesimlerin, gerekli siyasal manevraları yapmaları imkansız hale gelmiş, ya
da çok zorlaşmıştır. "Konuşan Türkiye" talebi yalnızca bu isteğin demogojik dile getirilişidir. Ne Demirel ne de DYP Anayasa'da getirilen örgütlenme, propanga yapma, siyasete katılma konularındaki kısıtlamalara tutarlı hiçbir itiraz getirmemişlerdir. Demirel'in seçimlerde ve sonrasında bozuk plak gibi tekrarladığı şey "memleket kötü idare ediliyor" tekerlemesidir. Eleştirileri hiçbir zaman başka bir derinlik kazanmamıştır.
Üçüncü konu, "katli rical"dir. "...siyasetin ehli var...Ehliyeti inkâr ertiğiniz yerde çıkmaza girersiniz... Türkiye katli ricalden çekiyor. Yani yetiştirdiğiniz kadroları biçmekten, yok etmekten. Ondan sonra memleket insansız kalıyor." (Ikibi- ne Doğru s.l, Demirel'le Sohbet) Demirel'in bu mantığı siyasetin genel mantığı açısından doğaldır. Deneyli bir Finans- Kapital politikacısı olarak ikide bir siyasi kadroların altüst edilmesine katlanamıyor. Fakat şarkta politika böyle yürüyor.
DYP'nin ve Demirel'in politik mücadelesinin odak noktası "katli r ica li" geriye döndürecek olan "geçici 4. madden in " kaldırılması içindir. DYP'nin "demokrasi" ufku 4. madde ile sınırlıdır. Böylece geniş yığınların gerçek demokrasi istekleri gölgelenecektir.
Bir zamanlar eski DP'liler ve Celal Bayar kuyudan çıkarılmıştı. Şimdi de Demirel ve Ecevit'lerin kuyudan çıkarılması yığınlara demokrasi mücadelesi gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Bu öne çıkartılan noktaların, 12 Eylül icraatının özüyle hiçbir çelişkisi yoktur. Finans-Kapital ANAP'a yaşanan dönemin yükünü taşıtırken, 12 M art ve 12 Eylül öncesinden cldığı dersle, bütün siyasi yatırımını bir ANAP'la riske sokamazdı. DYP 'nin misyonu bu noktada belirmektedir. Türkiye, koşullarında Finans- Kapital politikasındaki kırılma ve dönüşler bir ve aynı partiyle aşılabilecek denli rahat ve yumuşak olamıyor.
Kavranması gereken A N A P ve DYP'nin Finans-Kapital partileri olduğu için, uzlaşarak yada çekişerek, gerçek demokratikleşme yolunda en önemli engel olacaklarıdır.
Eğer bugün, Finans-Kapital politikasındaki dönüşlerde sola dökülmelerin önünde sosyal-demokrasi değil de DYP baraj kuruyorsa, bu DYP'nin demokratlaştığının değil, sosyal-demokrasinin nasıl zaaflı olduğunun işaretidir.
Geleceğe fal açmak sorunumuz değil, ANAP'tan sonra DYP mi gelir, bu esas sorun değildir. Kavranması gereken ANAP ve DYP'nin Finans-Kapital partileri olduğu için, uzlaşarak ya da çekişerek, gerçek demokratikleşme yolunda en önemli engel olacaklarıdır.
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN DOĞUŞTAN G Ü N A H I:
DEREBEY ARTIKLARI VE İRTİCAB izde görünürdeki “ gerici" de
magoji, istibdat zamanı Meşrutiyet için, Meşruiyet zamanı
Hürriyet için, Cumhuriyet zamanı Demokrasi ve Sosyalizm için; bıkmadan usanmadan yalnız "D in elden gidiyor" temasıyla harmanlayarak işlemiştir. Ve işleyecektir.
"İrtica" dendiği zaman bile, meselenin "Turban"a getirilecek denli yüzeyselleştirilmesi o işleyişin ustalığını ve derin etkilerini gösterir. Oysa "Turban" ne denli masum kadınımız ("Namus"umuz) ile bağlantılı ise; Türbanın altında gizlenen hinoğlu hince amaçlar o denli eski bir burjuva günahı gizler.
Gerçekte Türban a sarınan şey: Türkiye burjuvazisinin doğuştan günahıdır: Cılız pısırık ve sinsi olduğu kertede, sırf halka karşı yalnız kalmamak için derebey artıklarıyla etle tırnak olarak (gericiliği el altından besleyerek) bugüne dek gelmiştir.
1908 Meşrutiyetinin senesi dolmadan patlatılan Şeyh Vahdeti'nin "31 Mart isyanı", Kurtuluş Savaşı alevlenir alevlenmez yükseltilen "Ahmot Anzavur" isyanları, "Menemen olayları" ve benzerleri birtek ana amacı gerçekleştirmek istiyorlardı: Türkiye'de Demokratik Devrimi, Emperyalizmin ve yerli burjuvazinin istediği ölçülerde politikada tutmak, ekonomi temellerine indirmeyerek kuşa çevirmek.
Ve başarıldı. Saltanatın tepesi (hilafet) gitti. Tabanı Tefeci-Bezirganlık kaldı. "İrtica isyanlan" yüzeyde bastırıldı. İşin ekonomi temeline bir türlü inilemedi. Gericiler gidişe uyup kabuklarına çekildikçe bilhassa 1950'de DP iktidarından sonra özellikle ayrıcalıklaştırıldılar.: Tarikatlar- Aşiretler Parlamantarizmin veya partilerin oy davarları olarak görüldüğü için onları güden Tefeci-Bezirganlar ve Ağalar el üstünde tutuldu. "Toprak Reformu" bir türlü uygulanmayan ve sol tarafa söylenen bir şarkı olarak kaldı. “ 1960 27 Mayıs devrimi“ de tepede kaldığı için parçalanıp amortize edilmesi kolay oldu. Yarım yamalak gelişen sanayi de ister istemez Türkiye Kapitalizmi'ni (Batı'dan ayrılan yanlarıyla) Doğulu derebey despotizmiyle harmanlayarak kendisine benzetti. Batılı Emperyalist ülkelerde bütün ara tabakalar işçi ve işveren sınıflarının (örs ve çekiç) arasında eritilmek durumunda kalırken; bizde şehirlerimiz Kapitalist olurken, kasabalarımız Ortaçağ artığı Tefeci-
Hasan ÇETİNER
Bezirgan, köylerimiz Tarih öncesi artığı çapalı ekonomi yapılarını bütünüyle yıkamadılar. Toplumumuz düşünce ve davranışta da o denli "Babil kulesi"ne çevrilmiş oldu.
1950 yılı 4700 toprak ağası ve 418 toprak beyi sayılıyordu. Ellerindeki arazide 2 milyon hektar idi. Tefeci Hacıağalarda her kasaba ve küçük şehirlerimizde 10'ar-20'şerden 2500 tane idi. 1980 de 2500-5000 dekardan fazla araziye sahip ağa ve bey sayısı 500 e düştü, ancak topraklan 6 milyon hektara çıktı. Ço- cuklarıda üniversiteleri bitirip Finans- Kapitalin acentalarını açarak tefeci- bezirganlığa atıldılar.
Temeldeki ittifak Cumhuriyet boyunca hiç değişmedi. Ama yavaşda olsa gelişen kapitalizm, derebey artıklarının zayıflarını eritti. İşçi sınıfını-yarı işçileri me-. murları, demokratik subayları, Batı anlayışındaki orta sınıfı ve esnafları arttırdı. Yani demokratik ve laik denge derebey artıklarının aleyhine epey genişledi. " H i la fe t" hayalini gören Tefeci- Bezirganlığın ve "irtica "n ın ekonomik temelleri kadar ideolojik düşünce çatısı da sarsıldı.
Sarsıntı bacayı sardıkça dış dengeye sarılındı. Tefeci-Hacıağalarda 'Dış denge" deyince evvel-ezel yöneldikleri Kabe: Mekke en uygunuydu. İran hem ideolojice hem ekonomice "devrimci"li- ğe kaçıyordu. Görünüşte İran'a da mavi boncuk verilirken Suudi sermayesi ile aşna-fişna oluşlar ve “ İrtica", İran maskesi altında gizlenerek arttırıldı.
"Din esaslı vakıflar mantar gibi bitiyor, Vakıflar Özal'ın kardeşi Korkut Özal'ın ve Bahariye Mensucat sahihlerinden aynı zamanda ANAP İstanbul İl Başkanı Eymen Topbaş'ın öncülükleri ile kuruluyor.
"Özal ve Topbaşlar ise Suudi sermayesi ile iş yapıp para kazanıyorlar. Bir bölümü ile de Vakıf kuruyorlar. Başbakan Özal'da Suudi sermayesine elinden geldiği kadar ayrıcalık tanıyor." (Gazeteler17-18 Ocak 1987)
Suudi sermayesi üretici olmayan alanlara 3-4 milyon dolar getirecekmiş. Demek işi garantiye almak için de kendi peçeli derebeyleşmiş ideolojisini yaymak istiyor. Bizimkilere de yalnız "v u r" deyin, onlar bu konuda çoktan "ö ldü rm e ye hazırdırlar. Halkın demokratik dengesine karşı arayıp da bulamadıkları bu mu yoksa?
Ve işin kokusu çıkıyor: "Türban takana 50 dolar dağıtılacak". İşte biz- deki ve Suudi'deki Tefeci-Bezirganın "Din-Namus" samimiyeti. İşi Mekke çarşısıyla Mahmut Paşa tezgahtarlığına dü- sürmeden edemediler. Samimi maneviyatçı devrimci gençlik eibet bunun hesabını yapıyor.
Çözüm için ne yapılıyor?Bizde 1908'den beri bir adım daha
ileri ve laik Devletlularımız "Aman irtica vaaaar", "Her gün 31 Mart yaşıyoruz" (İsmet Paşa) diye yakarırken; burjuvazi veya Finans-Kapital "Yok canım önemli bir şey değil" diye örtbas ediyorlardı. Bugün de değişen bir şey yok. Hatta sol geliştikçe sağa dayanmak taktikleriyle kimi devletlularla Finans-Kapital buluşmuş görünüyor. Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirganlığın sözcüsü Nazlı Ilıcak, o buluşmayı; dev- letlular "irtica"ya karşı biraz fazlaca dikiliverince "AÇIK ETMEK" zorunda kaldı:
"12 Eylül döneminde Diyanetten fet- valar alıncak, yeni imam hatip okulları < açılacak, üniversitedeki kızların başörtüsünü ilişilmeyecek, hatta orta okullarda mecburi din dersleri konulacak... Bütün bunlar laikliğe uygun düşücek, "Ç ağdaş" sayılacak. Ama milletin seçtiği oylarla gelen bir sivil iktidar işbaşına geçince "laiklik elden gidiyor" telaşı etrafı kasıp kavuracak..
Uyarılara da, sahte gerekçe arayışlara da karnımız to k " (Türcüman 15.1.1987)
Ve gene "çözüm" aynı Finans- Kapital taktiğinde kaldı: Mit ve paşaların "Polisiye tedbirleri" yumaşatılma- dığı ölçüde, küçük " ir tica " operasyonları ile Ordu'dan bazı "şüpheli" subay ve öğrenciler ameliyat edildi; "irtica" bir iki "m eydan" denemesinden sonra gene kabuğuna ricat etmeyi uygun buldu. Olay, o kadar kıyamet koparılmasına rağmen "b ir varmış bir yokmuş"a döndürülüverdi. Çünkü "günah" ortaktı. Yarın gene "sol aşırılığa" karşı kullanabilmek üzere "ir tica " meselesi "ört uyusun besle büyüsüne" bırakıldı.
Ancak kazın ayağının, "İran Dev- rim i"nden beri gözle görülür değişimlere uğradığı herkes tarafından biliniyor. Türkiye'de de Maneviyatçı Devrimciler, hızla köklü çözümler arayışı ve örgütlenişi içinde, Tefeci-Bezirgan güdümünden kopuşma savaşına girmiş bulunuyorlar.Yani Türkiye'de İslami orta ve küçükbur- juva ezilen tabakalar kanalından " ir tic a " silahı ters tepmek durumuna geldi. Ama Türkiye İran değildir; Türkiye'de "İslami Devrim" hayallerini gören Maneviyatçı sosyalistler yaşadıkları toprakların kendine özgü (orjinal) stratejik dengeleri olan bir Türkiye olduğunu an- 1 ladıkları an; bütün demokratik güçler ^ köklü çözüm uğruna Gerçek Demokrasi mücadelesinde saf bağlayacaklardır.
r
8 M art dünya kadınlar günü dolayısıyla Dr. Hikmet Kıvılcımlının KADIN SOSYAL "S IN IF IM IZ" yazısının son bölümünü yayınlıyoruz.
8 MART DUNYA KADINLAR GUNUKADIN DÜŞMANLIĞININ EKONOMİK TEMELİ: O "neden?" üzerinde ne denli basılarak durulsa azdır. Kadın altlığının, sömürülüşünün, ezilişinin kökü, toplumumuzun üretim geriliğinden kaynak alır. Onun için durum sanıldığından daha korkunç ve kahredicidir. Ekonomik temele dayanan sosyal ve psikolojik baskı, büsbütün dayanılmaz ölçülere varır.
En ka ranlık "ayaktakım ı" her gün, ağasından, efendisinden, beyinden 24 saat çalışmasına karşılık yalnız hak yiyicilik, hakaret ve işkence görür. O durumun yarattığı aşşağılık kompleksi ile patlayacak kertede dolar, sisen Çatlamadan yaşayabilmek için, evindeki ca- riyeye, parayla sat:n aldığı dişi köleye ilence yapılabilmenin bosalışlarına sık sık başvurur. En mazlum erkeğimiz, hic değilse eline geçmiş savunçsuz kadına zulüm yapmakla, kendi yürekler acısı sancılarını bastırmaya özenir. Bir dişi insana, haklı haksız "saldırı hürriyeti ve hakkı" elinden alınırsa, başka bütün insanlık hakları ve hürriyetleri yok oluvermiş gibi gelir ona.
Gerçi Babi! çağından artakalmıs Tefeci Bezirgan hacıağa, kasaba eşraf ve ayanı, Firavun-Nem rut stilinde "Asilzade" adlı kapalı soyu çürümüşler, elbet kadın düşmanlığının en kör ve onmaz sadizmiyle kaşarlanmışlardır. Ancak, kadının alt görülüp ezilişi ve scyu- luşu yalnız gericilerin, tutaiakların, asalakların gelenekcil anlayışlarında çöreklenip kalmaz. Antika tarihin başımıza belâ ettiği "Kara Koncolos'Marın "ölü ruhlars"ndan tutulsun, en erkekliğini yitirmiş Modern Kapitalistimize dek; en kara cahil kızıl züğürt köylüden, en yüksek kültürlü aydına dek, herkes, toplumumuzun o önlenemez eğilim ve ağır baskısı altında yamyassıdır.
Kadına karsı şartsız kayıtsız bütün erkeklerimiz; maddeled yazılmamış, ama herkesçe bilinen ve hergün saksağan gevezeliği ile tekerlenen bir "Ana- yasa 'nın adsız fedaileri olarak sözbırii ği ve işbirliği etmişlerdir. Kadın düşmanlığı, kimi sosyal sınıf ve zümrelerimizde canavarca ağır, kimisinde daha yeğnik- çe ve cilâlıca görünebilir. Toplumumuzun her sosyal sınıf, tabaka, zümre, grup ve kişilerinde kadın: ilk fırsatta gözünden vurulup, uçtuğu göklerden çamurlu er avcı ayaklarının altına yaralı düşürülmekte ögünülen bir avdır... Niçin?
Çünkü, o azgın erkek sadizminı besleyen kök, ekonomi geriliğimizin tabulas- tırılmıs derinliklerinden benliğimize fışkırıp dalbudak salmıştır. Bırakalım Tefeci- Bezirgan hacıağanın kadın getho'su dü siz cehennem harem dairesini. Bırakalım kozmopolit burjuva züppeliğinin boynuz tokuşturan salon-flörtlü metres ticaretiyle kadım süslü bir paçavrası durumuna sokusunu. En assagı kul kölenin, evinde tarlasında tepetepe sömürüp ezdiği, etini
ve ruhunu cımbızla didiklediği bir dişi kulu, ev kölesi, cariyesi vardır. Geri üretim toprağında başka türlüsüde olamaz...
Sözde en "m odern" burjuva üretiminin zina çocuğu olan gece kondu varoşları nedir? Ekonomi bakımından: resmen kanunlarla emlâk sahipliğine her imtiyazı bağışlayan sermayenin, elaltın- dan, gizli gizli, illegal yollarla toprak iradım tırtıklama, çalışanları birde o yoldan hırsızlığa ortak edip haraca bağlama oyunudur. Bu oyunda erkek işçi, sahte belgelerle "mülksahibi" olmak sevdasından bunalır. Arada, emeğiyle, sağlığıyla, insanlığıyla, haysiyetiyle kurban edilen varlık: "İşçi Kadın"dır. Çalışan şehir kedinin kaç türlü soyguna, ezgiye, bunalıma uğratıldığını burada saymaya kalkışmayalım. Bitiremeyiz.
Ötede en "komünist"inden, en faşistine dek bütün "aydınlarım ız" toptan "köylücü" geçinirler. Hiç değilse yılda bir öğün iş veya politika tezgâhlamak üzere İstanbul'dan Ankara'ya, yahut felekten gam alıp sefa sürmek için Ankara'dan İstanbul'a gidip gelmeyenlerimiz pek azdır. Kör değilsek, yollarda hep neyi gördüğümüzü görmezlikten gelemeyiz. Kesici ayaz yahut yakıcı güneş günleri, kara toprakta bunaltıcı toz, boğucu batak içinde uğraşanlar kimlerdir? Elde çapa, orak, gebere kıyasıya çalışan insanların inanılmaz büyük çoğunluğu herzaman kadınlardır.
Kadınlar yanında, sözüm yabana ' 'erkek' ' olarak bir tek saksı boynunda çocuk varsa, ona karşılık ağır tarla işini köle katlanışı ile göğüslemiş sekiz-on kadın sıralanmıştır. O nazar boncuğu "erkek tohum u" tarlada çalışmakla değil, dış’ köleleri gözetmekle görevli gibidir... Nütus istatistiklerinde sayıca kadınlara eşil bulunan erkekleri merak edermisiniz?
Bindiğiniz araç bir köy içerisinden geçerse, bütün yiğitleri kahveye kümeleşmiş bulursunuz. "Eksik etek avratlar" (avrat: gözle görülmesi suç sayılan, demektir) acık yerlerde toprakla güreşirler. O cennetle müjdelenmiş "üstün cins" yaratıkları: bir yanda ağır aksak söyleşir, iskemle sefası sürerlerken, "avrata göz açtırmayacak" politika demagojilerini geviş getirirler.
Köy erkeği hicmi ¿alışmaz ve ezilmez? Arası ağlar, ne varki, bütün o kır ve kahve kabadayılarının hepsi kafa den- gidirler. Kadın cinsine yukardan, delici zehirli oklarla bakaılar. Soluk aldırma- macasına baskı yaparlar. Avretin insanlık hakkım sıfır saymakta en doğal işbirliği ve oybirliği içinde bulunurlar.
Her köy erkeği, üstteki kasaba Tefeci Bezirganının toprak esiri'dir. Ama tarlasında ve evinde boğaz tokluğunda Avrat-köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci-Bezirgan politika ufunetin- bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir. Kadına hak ve hürriyet mı? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle olarak çalıştıracak?
Türkiye "Köylü memleket"tir. Neşüphe? "Şehir" adım taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü psikolojisi "ağırlığ ın ı" bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik: "Nam us" meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demogojfyle dahi çatır çatır koparıp alır. Hacağanın emekçi halka bilir bilmez kabul ettirdiği "N am us" sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.
Onun için, geri üretim şartları tümden kalmadıkça kadın kurtuluşundan sö- zetmek gibi, serbest oylarla "H ür seçim- 'den konu açmak ta, kadınlı erkekli bütün insanlarla düpedüz alay etmek olur.
KADIN "H İÇ "İN HEP OLUŞU: Türkiye'de kadın cinsinin neredeyse Antika çağlar artığı bir "A lt sömürülen sosyal sınıf" oluşu gerçekliğinden hangi ekonomik-sosyal sonuçlar çıkar.
Antika Tarihteki kölelerin durumu ile, modern tarihteki kadınların durumu arasında ana çizgisiyle benzerlik vardır.
Antika Tarihin köleleri: bilinçli bir sosyal sınıf olarak herhangi bir sosyal devrimi başaramamışlardır. Marx'm pekgüzel söylediği gibi, bir alt sınıf: "Eğer devrimci değilse, hiç birşey değildir". O bakımdan koca tarih boyu, sosyal devrim bilincine ve davranışına eremeyn Köle sınıfı büyük bir "H iç " olup gitmiş sayılabilir.
Doğrudan doğruya "K öle" sınıfının kendisi, efendi sınıfı kaldırıp, başka bir düzen kuramamış ve tutundurama- mıstır. Irak latifundiya'larında çalışan köle Karmıt'lar devleti bile, sosyal tutarlı bir çözüm getiremediği için çelişkileri azarak çöküp gitmiştir. Efendilere isyan eden köleler, iktidara geçer geçmez kendileri efendi kesilmekten kurtulamamışlardır. O zaman Anadolu ilçelerimize pusmus kötümser felsefesi: "Gelen gideni aratır" deyimini hakikat kertesine çıkartmıştır.
Ancak, devrimci olmayan alt sınıfın hiç olusu gerçekliği, belirli bir uygarlık çerçevesi içinde rnutiak hakikattir. Medeniyetlerin birinden ötekine geçirilirken her atiayışta görüldüğü gibi, diyalektik inkârlar ve inkârların inkârı kaçınılmaz bir başka gerçeklik olur. Belirli medeniyet içinde Sosyal Devrimci olmayan olamayan alt sınıf, yalnız kendisini değil, bütünüyle toplumu, medeniyeti de hiçe indirir. Bir medeniyetten ötekine sıçrayış basamağında, olayların önüne geçilmez diyalektiği o "hiç'Tiği "hep" yapmaktan geri kalmamıştır.
Antika tarihte köleliğin kendi sosyal sınıfı ile birlikte medeniyetide "Y o lc " edişi sırf olumsuz bir olay değildir. Kölelik yok olurken, kendi medeniyet biçimini yok etmekle ve yok ettiği için, gelecek yeni bir medeniyetin doğuşunu hazırlar: Barbar akınlarıyla bir Tarihçi! Devrim doğması için tabanı olgunlaştırır.
Köle isyanlarının kör gücü, karanlık Devamı svf. 60
13
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
EKİM DEVRİMİ BATI'DAKİ KADINLARA NELER GETİRDİ
Aleksandra KOLLONTAY
Ekim Devrimi'nin Sovyetler Birliği'nde- ki işçi kadınların bağımsızlığı amacı
çerçevesinde gerçekleştirdikleri herkesçe bilinmekte, açık ve tartışılmaz bir nitelik taşımaktadır. Ancak Devrimin diğer yerlerdeki, burjuva ülkelerindeki kadınların eşitlik-bağımsızlık hareketini nasıl etkilemiş olduğu, üzerinde durulması gereken bir konudur. Devrim, işçi sınıfının sorumluluk ve amaçlarını taşıyan bir "yeni kadın" tipinin yaratılmasına ne ölçüde katkıda bulundu?
Hiç kuşkusuz, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin yoksul kesimden ve orta sınıftan kadınlarını devlet kademelerinde ve sınai üretiminde çeşitli görevler almaya yönelten Dünya Savaşı, kadınların eşitlik-bağımsızlık savaşımının da gelişmesine neden oldu. Kadın işgücünün giderek genişlemesi, aile yaşamında benzeri görülmedik değişimlere yolaçarken, burjuva ülkelerindeki kadınların yaşam biçimini de yakından etkiledi. Ancak Ekim Devrimi'nin oluşturduğu güçlü örnek olmaksızın, kadın hareketinin bugünkü düzeyine ulaşmasını sağlayan gelişmeleri kaydetmesi de pek mümkün olmayacaktı. Ekim Devrimi, kadınlara yepyeni bir değer, bir nitelik kazandırmıştır. Artık toplumsal bir yarar unsuru, bir emek birimidir kadın. Ekim Devrimi'nin ilk günlerinden başlayarak, kadınların enerjisine binlerce yıl düşünüldüğü gibi yalnızca kocaları ve aileleri tarafından değil, tüm bir toplum, tüm bir sosyal bileşke ve devlet tarafından da gereksinme duyulduğu anlaşıldı.
Ne var ki,bu görüngünün, önlenmesi olanaksız bir tarihsel gerçeklik biçiminde ortaya çıkması ve yeni bir kadın tipinin oluşumunun yepyeni bir işçi toplu- munun kurulmasıyla sıkı sıkıya ilintili olması, burjuvazinin kabul edemeyeceği ve kabul etmek istemeyeceği bir olguydu. Eğer büyük değişim gerçekleştirilmiş olmasaydı, bugün hala yaşamını emeğiyle kazanan kadın, "geçici" bir görüngü olarak değerlendirilecek, kadının yerinin ailesi içinde, eve ekmek getirmekle yükümlü kocasının arkasında olduğu savu- nalacaktı. Kadınların sorumluluk ve mesleklerine ilişkin değerlendirmelerde meydana gelen bu köktenci değişim, dünyanın birçok yerinde yaşayan kadınların davranışlarını da etkiledi. Artık bu "ye ni kadın" tipine her yerde, dünyanın her köşesinde rastlamak olasıdır. Yeni kadın, belki üretim güçleri emperyalist devletlerin emrindeki sömürge ve yarı-sömürge ülkeler dışta tutulmak kaydıyla, her yerde göze çarpan bir kitlesel görüngüdür. Emperyalist güçlerce sömürülen bu ülkelerde bile, ulusal kurtuluş savaşımı ile anti-emperyalizm amaçlarında birleşil- dikçe, yeni kadın tipi bu toplumsal savaşımın içinde de yoğrulmaktadır. Kadınların işbirliği olmadan toplumsal grup
lar ve sınıflar arası savaşımı kazanmak olanaksızdır.
Yeni kadın, herşeyden önce enerjisini yalnızca özel bir aile ekonomisinin çıkarları uğruna harcamakla kalmayıp, toplumsal yarar da sağlayan son derece önemli ve bağımsız bir emek birimidir. Bu kadınlar, kendi iyilikleri ve çocuklarının varlığının doğrudan doğruya kendi tutumlarına, çalışmalarına ve yeteneklerine bağlı olduğunun bilincindeler. Hem eylemsel, hem de tinsel açıdan değişen yaşam koşullarına uyum sağlamak- talar. Tinsel açıdan, o eski sabırlı, kendisini tümüyle kocasına ve ailesine adamış uysal varlık kimliğinden sıyrılıyor kadın, artık ne eskisi gibi "duygusal", ne de "başı eğik ve sabırlı" olmak durumunda. Kendi gücünden emin, eylemlerinde kararlı ve duygularının bu kararlılığı bozmasına izin vermeyecek kadar mantıklı olabilmeli yeni kadın...
Kadınlar etkinliklerinin ve çabalarının yanısıra, nitel gelişimlerine de önem vererek, hatta sağlık durumlarını, fiziksel güçlerini birleştirerek, işçi pazarındaki değerlerini artırmaktalar. Yeni kadın işçi tipi geçmiştekinden, sınıfsal bağlarına ilişkin güçlü duyguları ve bilinci ile de ayrılıyor. Bu kadın tipi siyasetle içice sürdürmekte yaşamını. Bir kez daha yinelemekte yarar var: Savaş çok sayıda kadını siyasal savaşım saflarına çekmiş olsa da, kadınların toplum içinde ve toplum için çalışmaya başlam alarıyla birlikte, "etkin" birer yurttaş olarak tanımlanmaları gereğini sistemin yasalarıyla ve tüm uygulama alanlarında ortaya koyar, ol
gu, devrim olmuştur. Sovyetler Birliği'nde kadınların durumundaki büyük yükselme, çeşitli toplumsal grupları kadınları kendi saflarına çekme eğilimine sürükledi. Hemen her ülkede kadınların siyasal katılımı son on yıl içinde eşine rastlanmadık bir artış gösterdi. Kadınlar artık birer hükümet üyesi olarak görev yapabiliyorlar. İşte Danimarka Eğitim Bakanı Bayan Bang, işte İngiltere'de Ramsay Mc Donald kabinesinin üyesi Margaret Bondfield... Kadınlar diplomatik görevler almakla kalmıyor, büyük devrim hareketlerinin arkasında da yeralabiliyor- lar. İşte Sun Yat-sen'in eşi Sun-Tsin-lin... Ve kadınlar dairelere başkanlık etmeyi, ekonomik örgütlerin sorumluluğunu yüklenmeyi, siyaset belirleyici görevler almayı öğreniyorlar....
Bu yeni kadın-yurttaş, toplumsal yararlılık gösteren kadın işçi tipi, tüm dünyayı etkileyen o büyük kasırga esmese ortaya çıkabilir miydi? Devrim gerçekleş- meseydi, diğer ülkelerdeki işçi kadınlar gerçek bağımsızlıklarının tek yolu olan sınıfsal savaşımda böylesine büyük adımlar atabilirler miydi? Bu soruları kendisine sorarak durup biraz düşünen herkesin yanıtı "hayır" olacaktır. İşte bu nedenle dünyanın her yanındaki kadın işçiler, onuncu yıldönümün tüm dünya işçileri için büyük bir şenlik, büyük bir sevinç kaynağı olduğunu duyumsamaktalar.
Oaonyok deraisi, sayı: 41 9 Ekim 1927(x) "Yarın" yayınları tarafından çıkarılan "Kadınların Özgürlüğü" kitabındanalınmıştır.
* :
*
L14
Aleksandra KOLLONTAY
DÜ
NY
AD
AN FRANSA
SENDİKAL MÜCADELEDE YENİ PERSPEKTİFLER
r
İL
986 yılı sonunda Fransa'da pat lak veren grevler oldukça renksiz bir şekilde başladı. Paris'te
bir tren tamir atölyesinde çalışan işçiler, hükümetin getirdiği yeni ücret sistemini protesto etmek için işi bırakma eylemine başladılar. Ancak bu kıvılcım bir anda bütün Fransa'yı saran bir yangına dönüştü. Başlangıçta sendilardan bağımsız olarak başlayan grev, özellikle CGT sendikasının etkin katılımı ile düzenli grevlere dö- şüntü. Tren işçlireninin başlattğı grev daha sonra liman işçileri ve genel hizmet işkolundaki işçiler katılmaya başladılar. Tamda yılbaşı tatiline ve üstelik soğukların bastığı bir döneme denk düşen grevler bir anda Fransa'da hayatı felce uğratmaya yetti. Ne oluyordu? Anlamsız bir kıvılcım nasıl olmuştuda Fransa'yı yangın yerine dönüştürmüştü?Elbette bütün bunlar belli bir sosyal birikimin bir anda su üstüne çıkmasından başka bir şey değildi. Sosyal demokrat iktidarın son döneminde başlayan işçi haklarına saldırıları, geçen yıl iktidarı ele geçiren muhafazar iktirardaha dc futur suzca sürdürmeye başlamıştı.
İktidardaki iki sağcı parti koalisyonu, Fransa'nın içinde debelendiği krizden çıkmanın yolunu ekonomik ''zincirlerinden" kurtarılmasından geçtiğini söylemeye başlamışlardı. Ekonominin "zincirle ri" işçi haklarıydı. İşçi sınıfının bin bir mücadele ile elde ettiği haklar işverenlerin karlarını arttırma istekleri karşısında birer engel durumundaydıılar. "Bilimsel Teknolojik Devrim trenini sen vagonunu ancak yakalayabilen Fransa eko- norr.iv, karınca kararınca teknolojik ge i j f i '. ¡iç sörnürü oranını belli ölçülerde artırabiliyordu. Oysa krizden çıkmanın yok- seımaye birikiminin -siz sömürüyü at *' ana oiarok okuyun- arttırılması ile mümkündü. Teknolojik gelişme iıe bu ancak kısmen yapılıyordu. O zaman ilkel kapitalizm:: er- Ike! yöntemleri kullanılarak yanı isçi hakların kısılması ¡'e bu sermaye birikimi gerçeklestirebilifdi.
Zaten sosyal-demokrat iktidarda bunu görmüş ve kolları sıvamaya başlamıştı. Ancak sosyal demokratlar bunu gerçekleştirecek zaman bulamadılar. Mart 1986 da iktidarı kapan ikili koalisyon bir jet hızı ile bir kac ay içinde birbiri ordından 60 kanun çıkartarak ekonomiyi "z inc ir le rindeku rta rm ak konusunda epeyi yol aldı.
Önce "so l" iktidarın çıkarttığı aşırı kazançlar için ağır vergiler bir kalemde silindi. Ffemde kanunun çıktığı günden bu güne kadar biriken ve ödenmeyen ver- gileride affedilerek. Yapılan hesaplar bu affedilen vergilerin tutarının 5 Milyar Frank olduğunu ortaya koyuyor. Eh finans-kapitale şirin görünmek için "u fak" bir hediye işte. Sade "büyükleri" memnun etmek yetmez elbette. Başka bir kanunla 2 Milyar Franklık "u fak" bir hediyede köylülere. Hemde biraz iricene olanlara. Elbet bütün bu girişimler piyasadaki hisse senetlerinin değerinin kısa bir sürede % 55 artması ile taçlandı. Finans-Kapitale ek bir "yan gelir" daha. Ve bütün bu "u fak" hediyelerin faturalarını binlerinin ödemesi lazımdı. Kimler mi ödeyecekti bu hesabı? Elbette ki "Fransa halkı" işte hediyelerin faturası: Sosyal sigorta primlerinin arttırılması, eğitimin paralı hale getirilmesi, işçi hakların kısıtlanması -çıkış tahditlerinin kaldırılması, çalışma süresinin esnekleştirilmesi yani fazla mesai zammının silinmesi, kadınlara endüstride gece çalışma yasağının kaldırılması- devletişletmelerinde çalışan işçilerin ücret sisteminin değiştirilmesi, ücret sisteminde sendikaların söz hakkının kaldırılması. Bütün bunlar ilk bakışta göze çarpanlar. Yoksa liste daha da kabarık.Bunları gerçekleştiren Muhafazak iktidarın Çalışma bakanının işsizliğe bulduğu çare oldukça ilginç, bir işin iki kişi tarafından paylaşılması, ev işlerinin yaygınlaştırılması. Ne denir, böyle iktidara böyle bakan.
VE BEKLENEN KIVILCIMHer şeyin üstüne tuz biber eken olayda Fransa'daki 3 milyon işsiz oldu. Üniver-
“ Gerçektende politik düzeye sıçrayan grevler için işçi sınıfına ekmek su kadar lazım olan tek şey dayanışmadır. 99
Ayşe TANSEVER
site öğrencileri bir yandan yeni öğrenim döneminde bir kaç misli artan harçlar ödemek zorunda kalırken aynı zamanda mezun olduktan sonra işsiz kalma ile karşı karşıya kalmaları gerçekliği ile sokaklara döküldüler. Hemen davranan ve istekleri olan yeni"eğitimreformunu" geri aldırtmayı başaran öğrencileri işçi sınıfı izledi.Sendikalar kendi içlerinde ne yapabiliriz tartışmasını sürdürürken kendiliğinden gelişen grevler bir anda Fransa'yı sardı. İlk bakışta grevler devlet işletmeleri ile sınırlı kaldı. Ve başladığı gibi kendiliğinden sona erdi. Ama birikimin belli bir seviyeye vardığı patlama noktasına ulaştığının da bir göstergesi oldu.İlginç olan başka bir konuda sendikaların ve "halkın" grevlere ilişkin düşünce ve davranışları. CGT daha başından grevlere destekleme ve yaygınlaştırma kararı alırken, sosyal demokrat eğilimli sendikalar başlangıçta çekimser kaldılar, neden sonra grevdeki işçileri desteklediklerini açıkladılar. Ama grevler uzamaya başlayınca işçilere grevden vaz geçme şeklinde akıl hocalıkları yapmaya başladılar. Sadece demiryolu işkolunda 7 sendika olduğu ve sendikalı işçi sınıfını arkadan hançerlemek olduğu hemen ortaya çıkar."H alkın" tutumuna gelince, istasyonlarda tren bekleyenlerin biraz sağa sola bakınıp grevci işçilerin yanına giderek laf- lamaya başlamaları belli bir sempatinin sonucu kuşkusuz. Hemde bunun grevci işçi ile "halkın" doğrudan doğruya karşı karşıya kaldığı bir şartta olması söz konusu. Grevin sonlarına doğru bir yandan faşist "Front National" partisini kışkırtmaları bir yandan da gerici esnaf derneklerinin örgütlenmesi ile ortaya çıkan tepkiler ise hem yerel hemde cılız kaldı.
SONUÇGrevler bir ay sürdükten sonra gene kendiliğinden "dağıldı". Ancak özellikle CGT Şubat 87'den itibaren grevleri yaygınlaştırmayı planlıyor. Sınıfın durumu mücadele etme doğrultusunda. Grevin derslerini ise bir lokomotif sürücüsü şöyle dile getirdi. "İşçiler arasında ki dostluk ve dayanışmayı iyice kaybetmiştik. Grevlerle bunu yeniden kazandık. Bize de lazım olan zaten buydu." Gerçektende politik düzeye sıçrayan grevler için işçi sınıfına ekmek su kadar lazım olan tek şey dayanışmadır.
15
FRAN
SA
PARİS'TEBAHAR
Ayla ALP - A li ZEKİ
1 e garip aydtr şu aralık ayı. Onda bir sona erişin hüznü ve yeni bir yılın umudu vardır. Hüzünle umudun karış-
I I tıg oğuk bir ayOysa Mayıs. Ne büzü»- n> keder...
ilkbaharın en güzel günleri Mayıs ayında yasanıı Kuşların cıvıltısında doğanın o taze yeşilliğinde doğayla birlikte doğusunu yasar insan İçindeki ateş ve coşku daha bn dne . urur May-' ta. Aralıkla başlayan koca bir kışın yorgunluğu ve hantallığı alılır.
Ama 86 Aralığında Fransa, sıcak Mayısını yaşadı bu kez. Yeniden yasadı; on-,ekiz yıl öncesinden daha sağlıklı daha güzei. Örgütlü -bileşik v< . ..narlı yüceyle tarihindeki sıcak mayısı bırkez daha veriden- yarattı. Hemde soğuk gün lere gebe bir aralık ayında.
Onsekiz yıl aradan sonra gençlik, li ben i Jutques Chirac hükümetine karsı nt rret'ni kusuyordu sokaklarda. Çünkü Chirac, hükümeti kurduğundan buyana, solun zaferiyle sonuçlanan son seçimlerin Fransada bir kez daha yaşanmasını istemıvor. icraatian hep buna yönelik. Fransız solunun gelişimini ve zaferini engelleyecek bütün koşullarVyoratmaya çalışıyor İcraatlarından biride gençliğe ve onun eğitim kurumlarına yönelik. Üniversitelerin özerkliğine el uzatıyor.
Dikkatleri yoğunlaştırmak istediğimiz bir nok*a var. Üniversite özerkliğinin ga- spediimek istendiği bu ülke Fransa'dır. Bui|uva demokarsisinin en gelişmiş olduğu F’cınso. Görülüyorki, böylesi bir de- mok’osı ne kadar gelişkin olursa olsun, burjuva devletin özünde diktatörlük ve faşizan baskılar var. Burıuvazi kendi demokratik hak ve özgürlüklerinde (burjuva demokrasisinde) bile varlığını tehlikeye düşürecek en ufak bir durum karşısında kendi demokrasisini feshediyor.
Fransa da son iki seçimler Fransız tekelci sermayesi için pek iç açıcı değil. Liberal Chirac'ın hükümeti kurması ile birlikte, devletin özündeki diktacı karakterin uzantıları olan anti demokratik uygulamalar gündeme gelmeye başlıyor. Gündeme gelebilmesi için sistemin kapıları her zaman açık. Burjuva demokrasileri ne kadar gelişkin olursa olsun ka
pıları her zaman diktatörlüğe açık. Taa ki tekellerin egemenliğinin tamamen kırılacağı, emekçi kitlelerin demokrasisinin gerçekleşeceği güne kadar açık.
Chirac Hükümetinin icraatları bunu göstc ıiyor. Ama gençliğin ve ısc• sınıfının ö«yutlu birleşik gücü ve yıllardır süregelen mücadele geleneği, Chirac hükümeti ve gerici faşist ortaklarına geçit vermi yor.
Gençlik, gelecektir. Geleceğe yönelik her türlü gelişmeye karşı toplumun en duyarlı kesimidir. Fransa gençliği bunu, bir kez daha doğruluyor. Sokaklarda “yürünüyor, yürünüyor, duruluyor, sonra tekrar yürünüyor”.
Gençlik, gelecektir. Geleceğe yönelik her türıü gelişmeye karşı toplumun en duyarlı kesimidir. Fransa gençliği bunu, bir kez daha doğruluyor. Sokaklarda "yürünüyor, yürünüyor, duruluyor, sonra tekrar yürünüyor."
Gericilik, faşizm saldırıyor. Ve Fransız gençliği Malik Oussekin'i yitiriyor. Ma- lik'in katledilmesi gösterilere yeni boyutlar kazandırıyor. Gösterilerde oğlu yaralanan Jerome Duval "Komite kurma ları için gösterici gençlerin ailelerine sesleniyor" Öğrenci aileleri gösterilere kakılıyorlar. Pankartlardan birinde karanfillerle "BU GECE ÖLEN ÖĞRENCİNİN RUHUNA" yazılı. İmza "ÖĞRENCİ AİLELERİ". Yine öğrenci aileleri imzalı bir başka pankartta "Mutsuzum, Utanıyorum, Fransa Artık Demokratik Değil m i? " yazılı. (Franco Soir, 8.12.1986)
Gençlik örgütlerinin pankartları ise politik bir görünüme sahip. "Parqua, Faşist katil", "Chirac İstifa". Ve aynı saatlerde benzer olaylar Fransa'nın bütün
Sf-h" ¡.'imde yaşanmaya başlıyor.Malik'in ölümüyle sonuçlanan faşist
teröre karşı öğrenciler karşılık vermeyi de ihmal etmiyorlar. 7 Aralık gecesi France Soir'in haberine göre 58 polis yaralanı- yc.. 21 dükkan yağma ediliyor, 20 araba vuıuiıyor. 'A* v.ıbah gençlik örgütleri .CGT, CFDT, FEN) bir saat "gençlik grevi" istiyorlar. Bütün sendikalara, Çarşamba günü yapılacak gösteri yürüyüşüne katılmalarını öneriyorlar. "CGT ge-v ("’-an alıyor. CGC ve CFDT bugün karar verecek." (Franco Soir, 8.12.1986)
Başiarken Jacques Chirac "dayanışma. diyalog ve uygun bir çözüm arama taraftar; olduğuna dair açıklama yapmak zorunda kalıyor. Gösteriler sürüyor. Saut 19'da binlerce lise ve üniversite öğrencisi Sorbonne Üniversitesine geliyorlar. 'Sayın üniversitenin kapıları kırılmıştı. Tıpkı 1968'in en güzel günleri gibi. Saat 20'de Sorbonne meydanına ve Saint Michel bulvarında dağılan öğrenciler, kulaklar; radyolara yapışık, yüksek öğrenim kurulu başmanının sesim duyuyorlar? "Ödün Verilecek."
Saat 20.30'a doğru Sorbonne kendiliğinden boşalmıştı.
Ve zafer kazanılıyor. Zafer günler sürer? mücadele sonunucu kazanılıyor. Fransa'nın sağcı hükümeti gerici ve anti demokratik yasalarını geri çekmek zorunda kalıyor. Bütün bu mücadelenin ardından toplanan öğrenci genel kurulu şu kararları alıyor: Öğrencilerinde söz ve ba- rar sahibi olabilmeleri için lise ve üniversitelerde karar organlarına katılımının sağlanması: Buna bağlı olarak oluşan öğrenci birimlerinin sorunları doğrultusunda tartışılabileceği ve kamuoyu oluşturabileceği toplantıların gerçekleştirilmesi. Üc ayda bir öğrenci genel kurulunun toplanması, eğitim kurumlarına yönelik sorunların gözden geçirilerek gerekli yeniliklerin önerilmesi ve bu anlamda da öğrenci gençliğin gerek akademik demokratik gerekse de toplumsal sorunlarına yönelik duyarlılığın ve hareketliliğin geliştirilmesi.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu öğrenci hareketinin başarısının önemli bir nedeni var. Bu önemli neden, bizim gençliğimiz için ise öğretici bir karakter
'■
\
*
taşıyor. Deneyimin öğretici karakter taşıyan bu basarı nedeninin üzerinde durmak gerekiyor.
Hareket herşeyden önce öğrenci kitlesinin somut taleplerinden yola çıkıyor ve onun güncel yaşamının pratiğine inebiliyor. Yani kitleleri oluşturan bireyi, kendi güncel yaşamında ve bu yaşamın sorunlarında kavrıyor. Hareketin öncü güçleri bunu başarabildikleri için kendi kabuklarının dışına çıkabiliyorlar. Hareketin başlangıcında görülen bu özellik, gelişiminde de görülebiliyor. Gerek hareketin politikleştirilmesinde, gerekse toplumun diğer kesimleriyle ilişkisini geliştirmesinde temel etken kitleleri kendi somutlarında (somut yaşamlarında) kavrayabilmiş olmak. Sloganları bile buna yönelik: "Mutsuzum, Yoksa Fransa Artık Demokratik Değilmı?" Demokrasinin iğdiş edilmeye çalışıldığı bir dönemde bu slogan kitleler için çok önemli. Hele bu ülke birde demokrasiyi bütün dünyaya örnek olabilecek uzun bir mücadele ile kazanılmışsa.
Evet, bu bizim için öğretici!... Kitleleri ve kitlen oluşturan bireyleri somut yaşamlarında kavrayabilmek.
Bu başarılabildiği oranda mücadele kitleselleşebiliyor ve yönetimin kontrolünün dışına çıkabiliyor.
Fransaya bahar aralıkta geldi bu kez ve Fransa uzunca bir süre kışı yaşamayacak gibi. Oysa Fransa'da iklim son yılların en soğuk kışını yaşıyor. Fransa bembeyaz karlar altında. Fransa basını sürekli olarak en sert ve en soğuk kıştan sö- zediyorlar. Frans z basınının politik yorumcuları, iklimin bu sertliğini politik yorumlarında da kullanıyorlar "Chirac için en uzun ye soğuk kış", gibi.
Evet kimileri baharını yaşarken kimi- side en soğuk kışını yaşıyor. Kimileri için bahar olan, kimisi için karakış oluyor.
Ve Fransa da bahar sürüyor. Tüm dünyadaki demokrasiden yana güçlerin mücadelelerine yeni deneyimleri taşıması anlamında hemde çok güzel bir bahar sürüyor. Öğrenci hareketinden sonra kamu işyerlerinde başlayan grevler, Fransa'nın demokratik güçlerini karakışın so- öuğundan uzaklaştırıyor.
Hic "beklenmedik bir zamanda" Fransa da demiryolu işçileri greve gidi- yotlar. Üstelik sendikalı oldukları halde sendikalarından bağımsız bir biçimde. Ve gıev birçok işyerinde oluşturulan koordinasyon komiteleri aracılığıyla yaygınlaşıyor. Yine sendikalarından bağımsız bir biçimde.
Saat 19’da binlerce lise ve üniversite öğrencisi Sorbonne Üniversitesine geliyorlar. “Saygın Üniversitenin kapılan kırılmıştı. Tıpkı 1 96 8 ’in en güzel günleri gibi. Saat 2 0 ’de Sorbonne meydanına ve Saint Michel bulvarında dağılan öğrenciler, kulakları radyolara yapışık, yüksek öğrenim kurulu başkanının sesini duyuyorlar: “Ödün Verilecek.“
Bu is kolunda örgülü heriki sendikada (CGT ve SNCF) olaylara daha sonradan müdahale edebiliyorlar. Hatta komünist parti ile sıkı ilişkisiyle tanınan CGT kısa bir süre de olsa tavır alma konusunda bir bocalama dönemi yaşıyor. Ancak daha sonra her iki sendikada, grevlerin bütün ülkede yaygınlaşabilmesi ıcm caba harcamaya başlıyor.
Chirac hükümeti bu kez grevlere karsı daha değişik bir teknikle mücadele ediyor. Şiddet ve polisi kullanmak yerine grevlere karşı kitleleri kullanmak istiyor. Grevlere karşı bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Ama beceremiyor.
Grevlerin başlaması ile ilgili Fransız basınında genel bir eğilim var. Bu eğilin, gençlik hareketinin başarısı olmasaydı işçilerin bu grevleri başlatabileceklerin, sanmamaları doğrultusundadır. Buna katılmak mümkün değil. Çünkü Fran
sa da sosyal sınıf ve ara katmanlar kendiliğinden yapısını aşmış durumda. Yani kendisi için varolabilmesinin koşulları var. Böyle bir ülkede toplumsal sınıfların örgütlü birleşik, kitlesel bir güç ile başarıya ulaşılacağını henüz öğrenmesi gibi bir sorunu olamaz.
Ama öğrenci hareketinin işçilerin gerçekleştirdikleri grevlere yeni anlayış ve davranış biçimlerini bir deneyim olarak kazandırdıklarından söz edebiliriz. Gerçekte grevlerin işyerlerine yayılmasında kullanılan yöntem öğrenci hareketlerindeki yöntemle büyük benzerlikler taşımaktadır. Her ikisinde de çok hızlı bir biçimde oluşturulan koordinasyon komiteleri söz konusudur.
Her iki olayda ve sonucunda izlediğimiz ilgine bir görüntü var İlginç olduğu kadar da önemli. Olayların başlamasından önce Fransa da basın sürekli olarak öğrenci ve isçilerin toplumsal sorunlara ve politik gelişmelere karşı duyarsızlığından söz ediyor. Hatta komünistlerin L'Humanite gazetesi bile bu görüşleri paylaşıyor ve bu "duyarsızlık"tan yakınıyor. Oysa tüm olaylar bu görüşleri alt üs! edercesine gelişiyor ve L'expies bir sayısında, böyİesi bir görüşte olduğu için L'Humanite ile alay ediyor.
Sözü edilen bu görüntüden şunu yakalamak mümkün: Fransız solu ve komünistler son yıllarda yasanan gerek teorik ve gerekse pratik tıkanıklıklarını hala Gsabilmiş değiller. Kafalarında teorik olarak düşündükleri ve pratikte örgütlemeye çalıştıkları direniş türü hala yeterliliğini kazanamamış durumda. Teorisi yeterli değil çünkü böylesi bir potansiyeli tahlil edebilmekten uzak kalmış. Pratikte uygulamaya çalıştığı direniş türü yeterli değil, çünkü böylesi bir potansiyeli örgütleyebilmekten ve yönlendirebilmekten uzak kalıyor.
Ama inanıyoruz ki yaşanan her deneyim öğreticiliğinide beraberinde getiriyor. Ve Fransa'ya kış daha uzunca bir süre gelmeyecek gibi. Çünkü 16 ay sonra Fransa'da seçimler var. Demokrasi güçleri seçimlere yeni bir potansiyel ve deneyimle giriyor.
Birara gözümüz pencereye takılıyor. Dışarda kar hala yağıyor.
KISA... KISA...En karlı şirketDünyanın en büyük petrol tekeli EXXON, son yıllarda petrol fiyatlarının düşmesine rağmen,1986 yılında kânnı % 10 arttırarak ABD'nin en kârlı şirketi ünvanını IBM den aldı. 1986 yılında net kârı 5.4 milyar dolar oldu.
“Yıldızlar Savaşı” (SDI)“ Yıldızlar Savaşı" projesinin başarı ile ilerlediği... düşünüldüğü tarihten çok önce kon umlandırılabileceği açıklandı.En başta Savunma bakanı K. Weinberger olmak üzere silah tekelleri sözcüleri top yekûn konumlandırmak yerine 1994 yılından başlayarak taksit taksit uzayı silahlandırmayı kabul ettirmeye çalışıyorlar.
ÜRDÜNE SİLAHABD. Irangate silah skandalinin Arap Finans-Kapitali ile arasının açılmasını yine silah satarak düzeltmeye çalışıyor. Washington Ürdün'e 5 milyon değerinde laserli silah satmaya karar verdiğini açıkladı. İsrail bunu kendisine tehdit olarak yorumladı.
NİKARAGUA KONTRA- GERİLLA LİDERİABD'nin Nikaragua'ya karşı desteklediği kontra-gerillanın 3 liderinden biri istifa etti. Gözlemcilere göre bu Reagan ’ın bölgedeki planına vurulan bir darbe.
17
SOVY
ETLE
R Bİ
RLİĞ
İ
Sosyalist ülkelerde ekonomik yenilenme
G E L İ Ş İ M İHIZLANDIRMA
OLEG BOGOLOMOV
SSCB Bilimler Akademisi Direktörü
ünya ekonomisi içinde sosyalist ülkelerin konumu, özellikle üretimleri bilimsel ve teknik potansiyelleri, ekonomik büyümedeki
dinamikleri ile belirlenir. 1971 ve 1985 arası, sosyalist ülkelerin toplam ulusal gelirleri yılda orta lama % 5,2, COME - KON'a üye ülkelerin ise % 4,6 artmıştır. Endüstrileşmiş kapitalist ülkeler ve kalkınmakta olan ülkeler için rakamlar % 2,9 ve % 4,9'dur.
Ekstansif BüyümeSon birkaç yılda sosyalist ülkelerin
payı dünya elektrik üretimi içinde % 23'den % 27'e, petrolde % 18'den % 28'e, doğal gazda % 22'den % 39 a, çelikte % 30'dan % 38'e, mineral gübrede % 33'den % 45'e metal kesim makinala- rında % 39'dan % 53'e traktör de % 47'den % 58'e js yükselmişti. Ancak dünyanın en gelişmiş maddelerinin ve yüksek teknikli ürünlerin yapımında sosyalist ülkelerin payı temel endüstrilerinin oranından önemli derecede düşüktür.
Buna rağmen aynı dönemde ekonomik etkinlik, sosyalist ülkelerin ürün başına yakıt, enerji ve hammadde harcamaları ve dünya ticaretlerindeki oranlan gelişim göstermecZ/natta dünya ortalama verileriyle karşılaştırıldığında kötüleşti. Örneğin COMEKON'un Avrupa üyelerinde ürün başına enerji ve metal tüketimi ortalama olarak AET ülkelerinden yaklaşık % 40 ve % 60-70 daha yüksek iken, emek üretkenliği kabaca AET ülkelerinin % 60'ı kadardır.
Sosyalist ülkelerin ekonomik gelişim düzeyleri arasında henüz büyükçe farklılık vardır. Azgelişmiş (Çin ve Vietnam) ve çok gelişmiş (Çekoslovakya ve Demokratik Alman Cumhuriyeti) ülkeleri arasında ulusal gelir oranı yaklaşık Ve 5'dir. Ekonomik büyüme oranlarında farklılık yalnızca bu iki grup ülke arasında değil ayrıca COMEKON'un Avrupa üyeleri içinde geçerlidir.
Demokratik Alman Cumhuriyeti diğer sosyalist ülkelerle karşılaşıldığında ekonomisini intansifleştirmede en iyi sonuçlara ulaşmıştır. 1981-1986 arasında ulusal geliri yılda % 4,5 yani diğer Avrupa sosyalist ülkelerinden daha fazla artmıştır. Tarımda emek üretkenliği, Macaristan, DAC, Bulgaristan ve Çekoslovakya'da yükselmiştir. Macaristan'ın tarımsal- endüstriyel komplekslerinin geniş ithalat potansiyeli vardır. Çekoslovakya temel yi- yecek maddelerinde aşağı yukarı kendi kendine yeterlidir. Öte yandan DAC ve Polonya gıda ithalatlarını büyük ölçüde azalttılar. Buna rağmen Sovyetler Birliği ve diğer bazı COMEKON ülkelerinde tarım halkın giderek artan gıda talebini karşılamamaktadır.
Yenilenme PolitikasıÇoğu Avrupa sosyalist ülkelerinde
ekonomik büyüme, 1970'ler ve 1980'lerin
başında, yeniden üretim koşullarındaki objektif değişikliklerin sonucu ayrıca ekonomi ve politika ve yönetimin bu değişikliklere zamanında ayak uyduramadığından yavaşlamıştır.
Komünist Partisinin 27. Kongresi yeni ekonomik strateji belirlemede radikal bir adımdır. Ülkenin sosyal, ekonomik gelişimini arttırma, emek üretkenliğinde ve bilimsel teknik ilerlemede dünya verilerinin tepelerine tırmanla hedefini önüne koydu.
Yeni bir teknik temelde ekonomiyi yenileme sonuçta üretimin etkinleşmesi ve ulusal gelirin artmasına yol açacaktır. Öte yandan Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin deneyleri, yapı politikasında işlenen hataların çok pahalıya mal olduğunu ve planlamanın kalitesinin büyük bir önem taşıdığını göstermiştir.
Büyük yatırım ya da ek insan emeği gerektirmeyen gelişim faktörleri harekete geçirilmektedir. Örneklersek, yatırımdan daha fazla verim alma, yenisini inşa etmek yerine özellik mevcut üretimi yenileyerek yakıt ve hammadde çıkarımını genişletmeden, bu gerekli olsa bile, enerji ve kaynakları tasarruf etmeklede mümkündür.
Ekonomi mekanizmasının yeniden örgütlenmesi (Sovyetler Birliğinde bu mekanizma yaygın bir reformdur) ve halkın yaratıcı enerjisinin harekete geçirilmesi ilk evrede ekonomi alanında hızlanmanın belirleyeci araçlarından biri olmalıdır. Daha esnek bir idare getirilmesinin üretim çıktısı açısından Sovyet ekonomik büyümesini ne derece yükselteceğini tahmin etmek neredeyse imkansızdı. İnsanların işe karşı tavırlarına sosyal adalet ilkelerinin sürekli uygulanmasının ekonomiyi etkile- yiş biçimini hesaplamak daha da zordur. Bu değişikliklerin kalkınmamızın hızlanmasında yeni makina ve teknolojinin yapacağından daha az rol oynamayacağı kabul edilebilir.
Çoğu COMEKON ülkesi 1986-90 içinde ekonomik büyüme oranlarındaki artışı ılımlı olarak planlıyorlar. Bu dönemde Sovyetler Birliği dışında Avrupa COMEKON ülkelerinin toplam ulusal gelirlerinin % 3-4 artması bekleniyor. Bu ülkeler kalkınmanın nicelikten çok nitelik göstergelerinden hareketle ekonomilerinin dengeli büyümesini ve dış bağlantıları öne çıkarıyorlar. Daha çok sermaye yatırılacak, ulusal gelirde birikimin payı yükseltilecektir, son birkaç yıldır bu oran düşmüştü. COMEKON ülkeleri ekonomilerini modernleştirerek, ekonomik yapılarını yenileyerek kalkınmalarının hızını giderek yükseltecekler.
Geçen yıl ekonomik büyümesi % 4 olan Yugoslavya, ekonomik stabilizas- yon programında ilk olumlu sonuçları aldı.
Geçen birkaç yıldır dünya ekonomisi ve sosyalist kesimde Çin ekonomisinin
hızla büyüyen rolüne tanık olduk. Diğer büyük güçlerle karşılaştırıldığında Çin en yüksek ekonomik büyüme hızına sahiptir.1981 ve 1985 arasında ulusal geliri yılda ortalama % 9,9, endüstriye üretimi %10,7 ve tarımsal üretimi % 11,4 büyümüştür. Çin dış ekonomik bağlantılarının artmasında da aynı dinamik büyüme izlendi. Böyle bir hızlı büyüme ülkenin sosyal yaşantısında, kırda ve şimdide endüstri ve ekonominin diğer tüm alanlarında başlatılan ekonomik reformlarının köklü olumlu değişikliklerinden kaynaklanmaktadır.
Çin'in yeniden örgütlenişi elbette sorunsuz değildir. Kötü sonuçlar doğuran enflasyon eğilimi belirdi ve sosyal farklı- laşma arttı. Endüstrinin talebi olan enerji ve hammadde de yetersizlikler var. Ödemeler dengesi büyük açık verdi. Tüm bunlar Çin'li yöneticileri ekonomik politikada ufak değişiklikler yapmaya, ekonominin aşırı kızışmasından kaçınmak için yatırımların büyüme oranlarını kısmaya zorluyor.
Elbette ekonomik büyüme düzeyi henüz daha düşük. Ancak 1 milyarlık nüfusu ve büyük doğal kaynakları ile Çin devasa büyüme potansiyeline sahiptir. O ülkenin liderleri, geçmişin acı derslerinden çok şey öğrendiler. Edindikleri deneyim gelecekte ciddi ekonomik yanlış hesaplama olasılığını azaltmakta ve yüzyılın sonunda ulusal gelir ikiye katlayabilmeleri- ne yol göstermektedir. Çin ekonomisi giderek açılacak ve ülke birçok kalem mal ithalatçısı ve ihracatçısı olacaktır.
Sosyalist ülkelerin kollektif deneyi
Günümüzde birçok sosyalist ülke ekonomik yönetiminin geliştirilmesi için aynı türden sorunlarla karşıkarşıyadırlar.Bu ayrıca modern sosyalizmin, o yolu seçmiş olan ülkelerin hepsinde ortak kalkınma eğilimleri ve yasaları olduğunu birkez ^ daha kanıtlar ve bu asla gözardı edilmemelidir. Dahası yeni toplumun ortak yasalarından sapıtmalar yada ihlaller ayrı ayrı sosyalist ülkelerde, sosyal ekonomik alanlarda zorluklar doğurmuş hatta krizler yaratmıştır.
Lenin çeşitli ülkelerin sosyalizme geçişlerinin bir tek kalıp içinde alacağını asla söylememiştir. Tam bir sosyalizm ancak uluslararası işbirliği ve tektek her birimin kaçınılmaz olarak tek yanlı ve yetersiz olduğu bir seri girişim ile kurulacaktır, hem- de yeni toplumun optimal modelinin şekillenmesi bu girişimlerin topunun birleşmesi ve kollektif deneyin genelleşmesi ile olacaktır diye yazar.
Bu herkesin bildiği gerçektir. Ancak ekonomik deney içinde sosyalist reformun j çeşitli biçim ve yöntemlerinin incelenme- side henüz gereken öneme kavuşamamıştır. Oysa böyle bir analiz çok önemlidir. Çünkü günümüz sosyalizmimin çok yönlülüğü tek tek ülkelerin ulusa! devlet çıkar-
18
Sosyalist ülkelerde ulusal gelir ve endüstriyel üretimin büyüme oranları
(bir yıl önceye göre yüzde)Ulusal Gelir Endüstriyel Üretim
larının farklılığını yansıtır ve bu çıkarlar sosyalist dünyanın kurulmasındaki ortak gereksinimlerle birlikte hesaba katılmak zorundadır.
Böyle bir gereknisim bugün için ekonomik yaşamın enternasyonal hale gelmesinin sağladığı olanakların ortak kullanımıdır. Sözkonusu ülkelerin temel sosyal hedeflerde birleştiği sosyalist dünya sisteminde bu enternasyonalizm herbiri- ne büyük maddi ve diğer kazançları getirmektedir. Sosyalist ülkelerin COME- KON çerçevesinde kaynaşması bunun bir göstergesidir. ı
Kaynaşma potansiyelleriUlusal ekonomilerin ikili ve çok yanlı
bütünleşişi artık öyle bir dereceye gelmiş- tirki, tek tek herbirindeki başarı k'aynaş- ma işbirliğinde gösterilen başarıya bağlıdır. Örneğin: COMEKON ülke pazarlarında değiş tokuş edilen meta ve hizmetlerin değeri üye ülkelerimin toplam ulusal gelirinin yaklaşık beşte birini oluşturur.
1984 yılında toplanan COMEKON ekonomik zirve kararları ve i 985 sonunda kabul edilen COMEKON ülkelerinin 2000 yılına kadar bilimsel ve teknik gelişim için kapsamlı programı, kaynaşmada işbirliği için dönüm noktasıdır. Bu kararlar doğrultusunda makina yapımı, elektronik, enerji üretimi, kaynakların tasarrufu alanlarında çok ycftılü işbirliği yürütülmekte ya da büyük kapsamlı anlaşma ve programlar çizilmektedir. 1986-90 yılları için planlı koordinasyonu COMEKON ülkelerinin yakıt ve hammadde arzıpa iliş kin büyük sorunları temel olarak çözdü. Bu gereksinimleri karşılamanın bir yolu, çeşitli ülkelerin yakıt ve hammadde üretim komplekslerinin inşasındaki çabalarını birleştirmeleridir. Bilimsel ve teknik ilerleme için kapsamlı programı hayata geçirmeye yaklaşık 400 Sovyet ve 1000'in üstünde diğer COMEKON örgütü katılmaktadır.
Özellikle birçok ürünün kalitesinin teknik düzeyinin ve rekabet gücünün yükseltilmesi, ayrıca COMEKON pazarında kıt olan malların arzının attırılma- sına ilişkin yaygın kaynaşmada şimdiye
1984
Tüm sosyalist ülkeler 5,2COMEKON ülkeleri 3,6Bulgaristan 4,6Macaristan 2,7Vietnam 5,8Demok.Alm.Cum 5,5Küba 6,1Moğolistan 4,5Polonya 5,8S S C B 3,2Çekoslovakya 2,9Çin 13,5Yugoslavya 1,7
kadar kazanılan deneyimler yenilerinin ortaya çıkarılmasında yararlı olmaktadır. 1970'ler ve 1980'lerde dünya kalite ve teknik standartlarına uygun ürün hacmi karşılıklı değiş tokuşta artmazken gıda ve üretim malları oranında düştü. Karşılıklı ticaretle büyüme oranları gelecekte yükselecek ve herzamankinden daha çok ilgili ülkelerin ekonomik büyümesini geçecek.
COMEKON ülkelerinin bugün önünde duran yalnızca ekonomi politikada hükümetler düzeyinde daha esnek işbirliğini sağlamak değil aynı zamanda yeni malzemelerin çizimcileri ve yöneticilerini uluslararası işbirliğine çekmek, oralarında direkt, kontrat bağlantısı kurmanın ivedi gerekliliği ile de karşıkarşıyadırlar. Artık teknoloji hızla ilerlediğinden uluslara- rcsı uzmanlaşma, işbirliğinin büyüme dinamiği ve etkinliği giderek daha çok direkt bağlantılı mekanizmasına bağlıdır.
Sovyetler Birliği sosyalist kaynaşmaya y£ni bir ivme kazandırabilmek için dış ekdnomik faaliyetinin yönetimini yeniden örgütleyici adımlar attı. Parti ve hükümetin geçen Ağustos'da kabul ettiği karar-
1985 1986(tahmin)
1984 1985 1986 (tahmin)
5,1 4,7 7,1 7,6 5,23,6 4,2 4,4 3,9 4,71,7 5,5 4,2 3,2 4,3
-0,9 1,5 2,8 0,9 1,23,7 — 16,9 13,9 —
4,2 4,3 4,2 4,4 3,84,2 3,0 10,8 4,0 2,05,4 5,6 9,0 7,8 7,33,2 4,0 5,2 4,5 4,43,5 4,2 4,1 3,9 4,93,3 3,3 3,9 3,6 3,1
12,3 6,0 14,0 18,0 8,0
Icırın uygulanması ile endüstri ve dış ticaret arasındaki kopukluğun giderileceği ayrıca fabrikaların ithalat ve ihracatın etkinliğini yükseltme isteklerinin artacağı beklenmektedir. COMEKON'un diğer ül- keleride dış ekonomik mekanizmalarını yeniden düzenliyorlar ayrıca uluslararası işbirliği mekanizması ve bizzat COMEKON'un kendi bünyesinin faaliyeti yeniden şekillendirilmektedir. COMEKON çerçevesinde geliştirilmiş kaynaşma politikası üye ülkelerin diğer sosyalist ülkelerle karşılıklı yararlı işbirliğine girme isteği ile bağlanmaktadır. Bu tür bir işbirliği son yıllarda özellikle Çin ile geliştirilmektedir.
Sosyalist dünyadaki ekonomik durumun incelenmesi doğal olarak bazı somut gerçekleri ve bazı unsurları atlamak zorunda kalıyor ama temel olan açıkça ortadadır, yani birçok sorun olmasına karşın sosyalist ülkelerde ekonominin, yeniden örgütlenmesi ve intansifleşmesi giderek hızlanmaktadır.
Bu yazı Sovyetler Birliğinin haftalıkyayın organı New Tımes’ın 12 Ocak 1987 sayısı 20-22’den çevrilmiştir.
0,4 4,0 6,0 3,0 4,0
Sosyalist Ülkelerin Dış Ticaret Hacmi(gerçek fiyatlarla bir önceki yıla göre yüzde)
f 1984 19851986(tahmin)
Bulgaristan 8,6 7,4 5,0Macaristan 8,8 0,6 5.0Dem. Alm. Cum. 8,4 3,6 1,0Küba 8,0 9,6 —Moğolistan 7,4 8,0 5.0Polonya 12,5 7,2 3,0Romanya 13,1 2,5 —S S C B 9,6 1,3 -8,0Çekoslovakya 10,2 5,3 3,0Çin 22,8 30,0 10,0Yugoslavya 3,7 2,2 -1,0
KISA....KISA...
BREZİLYA’DA YENİ ANAYASABrezilya 2 yıl önce yürürlüğe giren Anayasasını yeniden değiştirecek. Her örgütün talepleri var. işçi Sendikaları daha az işgünü daha çok
ı ücret’in Anayasada yasalaşması için gösteriler düzenlerken, kilise toprak reformu istiyor. Ordu ise politik çalkantı günlerinde müdahale hakkı Anayasada olsun istiyor.
BREZİLYA KÖYLÜLERİŞubat ortalarında 20.000 kadar köylü, tarım fiyatlarının Tarım Bakanının daha önce fiyatları yükseltmesine karşın, gene düşük olduğunu protesto etmek için başkentte yürüdüler. ı
PESO’DA TÜRK LİRASI GİBİABD'ye göbeğinden bağlı Meksika'nın para birimi peso’da Türk lirası gibi doların düşmesine karşın, dolar karşısında değer yitiriyor. Son olarak 1000 peso 1 dolar barajının altına indi.
ANNELER SOKAĞA DÖKÜLDÜGüney Kore'de 1 öğrencinin işkencede öldüğünün resmen açıklanmasından sonra anneler sokakta gösteriler yaptılar. Demokrasiyi yeniden kurma gösterilerine tüm küçük burjuva ailelerin desteklediği söyleniyor. Anneler faşist başkan Chun’un iktidardan inmesini istiyorlar.
YENİ TİCARET SAVAŞI Mİ?ABD Batılı müttefiklerini suçluyor. İngiltere, Fransa ve Almanya’nın ortak oldukları Airbus Şirketini gereğinden fazla subvanse ettiğini söylüyor. Böylece Airbus uçak fiyatlarını piyasanın % 2 0 ’si kadar ucuza satabiliyor ve A B D ’li Boeing ve McDonnell Douglas darbe yiyor. Bu nedenle devlet sübvansiyonunun azaltılmasını resmen istedi ABD.
İNGİLİZ BASIN İŞÇİLERİNE DARBEİngiltere’de kömür işçileri grevinden sonraki 2. büyük grev olan 13 aylık anlaşmazlık işçilerin bir hak elde edememesi ile şimdilik bitmiş görünüyor.The Times ve The Sunday Times sahibi Murdach işyerini yenileyip 5.500 işçiyi işten atmıştı. Sendika ile de mücadeleye girmiş, bankadaki hesaplarını dondurmayı başarmıştı. Yeni işyerini, elektrikli tellerle örmüş, yüksek duvarlarla çevirmişti.
ELEŞ
TİRİ
____
____
_f__
____
____
BATAK "ZEM İN "EBİRKAÇ SÖZ
*Yeni Gündem’in bir bakıma 12 Eylül sonrası öncülük yaptığı konularda şimdi birden fazla dergi yaratıcı (!) düşüncelerini açıklayıp duruyorlar. Bunların en tipik olanı Zemin’dir.
Eylül'ün düşüncelerde yarattığı alt-üstlük öncekilerle kıyaslandığında önemli boyutlara
varmıştır. Özellikle sol hareket içinde bu altüstlük çok ilginç örnekleriyle hala yaşanmaktadır.12 Eylül'ü yapanlar Türkiye'yi kötü günlere politika ve politikacıların getirdiğine inandığı için, bir süre "her türlü politik faaliyet" yasaklandı, ayrıca eski politikacılarda politik faaliyetten alakondu. Şimdi sahnede yeni (!) politika ve politikacılar var, böyle olmakla ülke sıkıntıdan kurtulup, politikanın seviyesi yükseldi mi? Kesinlikle hayır! Eskiyi arayanların sayısı hergün artıyor.
Aynı mantık sol hareket içine yansımadan edemezdi. Pek çok insan 12 Eylül öncesi sol hareketi bütünüyle inkar ve yok sayma yoluna çıktı. Yeni ütülü elbise ve eldivenleriyle eski çamurlara basmadan yürümeye heveslendiler. Bu bulvarda yürümeye ilk başlıyan Yeni Gündem oldu. Ve ilk günlerinde bazı gözleri kamaştırdı ve bazı zihinleri bulandırabildi.
Kurtulunması gereken hastalık "strateji meseleleri"ydi. Yani her siyasetin kendi görüşlerini "bağnazca" savunması gereksiz bölünme ve sürtüşmelere yol açmıştı, en kötüsü beyinleri belli kalıplara hapsetmişti. Bu sınır çizgilerini kaldırmak yada yumuşatmak gerekliydi. Fakat günler aktıkça Yeni Gündem'in ilk çekiciliği kayboldu. Çünkü "iibe ra isağ " ile birlikte demokrasi yolunda yürümenin yararlarını çok sık tekrarlayarak kendini ele vermişti.
Yeni Gündem'in bir bakıma 12 Eylül sonrası öncülük yaptığı konularda şimdi birden fazla dergi yaratıcı (!) düşüncelerini açıklayıp duruyorlar. Bunların en tipik olanı Zemin'dir.
12 Eylül gerek burjuva siyasetçileri ve gerekse sol ve sosyalist siyasetçileri derece derece hırpaladı. Aslında "politika yapmak" en genel anlamda 12 Eylülle bir kere daha ve belki en şiddetli biçimde aşağılandı. Siyaset ile hile, dalavere aynı kefeye kondu. Ve belli ölçülerde bunu başarabildiler. Fakat bu başarı baştan geçici olmaya mahkum olduğu için şimdilerde etkisini yitiriyor.
Siyaset yeniden canlanırken, Zemin dergisinde açıklanan politika anlayışı sanki bu akışa bir tepki gibidir.
"Bence toplumsal iş bölümünün (özel mülkiyetin) sınırlayıcı olanaklarına hapsolmuş insanların dünya ahvali hakkında söz söylemek, etkili olmak İçin, bu alanların üzerinde bir düzeye ihtiyaçları vardır. Bu düzeyde "politika"dır. Ancak bunun gerçekleşmesi için, politikanın toplumsal işbölümünün olanaklarından biri haline gelmiş olması durumu dönüştürülmelidir. Bu da profesyonel politikacılardan (ya da profesyonel devrimcilerden) oluşmayan bir örgütün toplumda politikaya ayrılmış olan özel yerin dışında faaliyet göstermesiyle mümkündür." (Bülent Somay, Zemin sayı 2)
Yazarın "toplumsal işbölümü'nden kastı nedir, biraz bulanık. Fakat "po litikanın toplumsal işbölümünün olanaklarından biri haline gelmiş olması"na tepki gösterildiğine göre toplumsal işbölümün- den meslekler, iş alanları kastedilmektedir. Zaten yazar "profesyonel politikacılardan oluşmayan bir ö rgüt" özlemektedir.
Politikanın meslek olması, yani profesyonelce yapılması onu mesleklerden bir meslek haline getirmez. Politika mesleklerden öteye, sınıf ve tabakaların kendi çıkarları doğrultusunda en genel davranış yoludur. Ve odak noktasında daima iktidar sorunu durur.
Fakat yazar, profesyonel politikacılardan hareketle politikanın, "toplumsal iş bölümünün olanaklarından biri haline gelmiş" olduğunu iddia ediyor. Oysa politika iş alanları ve mesleklerle sınırlı değil, sınıfların çıkarlarının dile getiriliş yoludur. "Toplumda politikaya ayrılmış olan özel yerin dışında" faaliyet göstermek ne demektir? Politika toplumun her alanında vardır, hiç bir zaman özel bir yerle sınırlı kalmamıştır, kalamazda. Çünkü temelde insan bir "p o litik hayvandır". Fakat yazar, politikayı iş alanlarından birisi olarak görmekle, onu sınıfsal temelinden koparmaktadır. Ve tepki en sonunda bir kaba görüntüye "profesyonel politikacıya" yönelmektedir. Bu ilkel bakışı 12 Eylül'ün ilk yıllarındaki politika ve politikacı düşmanlığı ile karşılaştırın! Acaba bütün kötülükler şu lanet olası "profesyonel politikacılar
dan"mı kaynaklanıyor?Politikadaki bizantizmler, iki yüzlü
lükler, demogojiler ya da tam zıddı saf çocukluklar, sınıfların kendi çıkarlarını dile getirirken uyguladıkları yollardır: Bu yollar hoşumuza gitmiyor diye profesyonel politikaya lanet okuyamayız. Tam ter- sine işçi sınıfı ve ezilen yoksul halkın da profesyonel politikacılara ihtiyacı vardır. Bu ezilen insanlar da kendi aralarında böyle bir iş bölümü yapmak zorundadırlar. Hatta yoksul halk kitlelerinin esas sorunu kendi gerçek çıkarlarını dile getirecek yeterince profesyonel politikacıyı öne çıkartıp besleyememekten gelmektedir. Ezilen insanların politika için ne nakdi ne vakti vardır. Oysa egemen sınıflar kendi sınıf çıkarlarını bütün halkınmış gibi gösterebilmek için on binlerce profesyonel kadroyu seferber edebilmektedir.
Profesyonel politikacılığa (ya da profesyonel devrimciliğe) karşı çıkmak, işçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerini en ilkel politikaya mahkum etmek, daha da ötesi onları burjuva politikasının etki ve egemenliğine terketmek anlamına gelir.
Sözü uzatmayalım, Zemin yazarlarından B. Somay bu en ilkel gerçekleri niye unutmaktadır? Çünkü onun siyasetinin amacı "iktidarı ele geçirmek" değildir!
"Sosyalist bir örgütlenmenin iktidarı ele geçirme hedefine değil, bugün ya- sanan hayatın siyasi olan ve olmayan tüm veçhelerini dönüştürme hedefine yönelmesini istiyorum. Mücadeleyi hazır, sınırları çizili bir ütopyaya yöneltmemeyi, ütopyayı mücadele içinde oluşturmayı savunuyorum" (ay.)
iktidar hedefine değil, “hayatın... tüm veçhelerini dünüştürme hedefine yönelmek”, 12 Eylül öncesi bir aydın gevezeliği olarak kabul edilip geçilirdi, ne yazık ki şimdi yaşanan deneylerden * olumsuz yönde etkilenen insanların öne çı-
20
karttığı, bir politik tu- tümdür. 12 Eylül öncesi, iktidarı hemen bir kaç adım ötede görenler, şimdi yaşanan acı derslerden sonra onu sonsuz bir uzaklığa itmekte bir sakınca görmüyor, ve onlara bu “zemin” hiç de batak görünmüyor.
İktidar hedefine değil, "hayatın... tüm veçhelerini dönüştürme hedefine yönelmek", 12 Eylül öncesi bir aydın gevezeliği olarak kabul edilip geçilirdi, ne yazık ki şimdi yaşanan deneylerden olumsuz yönde etkilenen insanların öne çıkarttığı, bir politik tutumdur. 12 Eylül öncesi, iktidarı hemen bir kaç adım ötede görenler, şimdi yaşanan acı derslerden sonra onu olumsuz bir uzaklığa itmekte bir sakınca görmüyor, ve onlara bu "zem in" hiç de batak görünmüyor.
"Am aç hiçb ir şey, hareket herşeydir" ünlü parolasını Bernştayn hemen hemen yüzyıl önce ortaya atmıştır. Yazarımız önceden belirlenmiş "sınırları çizili bir ütopya" için mücadele etmeye katlanamıyor. Varılacak hedefler, mücadele içinde belirlenecektir! Şimdilik yapılacak iş ise "toplumsal hayatın bir sürü alanındaki dönüştürücü faaliyeti politika üst-düzeyinde ifade" (ay) etmek- dir.
Batı'da "yeni" yada "alternatif" sol akımların başlıca ufku bu "b ir sürü alandaki dönüştürücü faaliyet"tir. Kapitalizmin son 40 yılının ürünüdürler. Neye nasıl "alternatif" olduklarını bilmeden, mevcut düzene karşı bir hoşnutsuzluk dile ge- tirler. Sınıf, sınıf mücadelesi, iktidar, parti vb. bütün bu kavramları yerlerinden oynatan. hepsini sağa sola fırlatan bu akımlar, en son tahlilde düzene karşı kendi kendini zehirleyip çürüten bunalımlı aydın tepkileri olarak kalırlar. Ünlü "dönüştürücü faaliyetleri" ise çevre sorunları, doğal beslenme, kadın özgrlü- ğü vb. alanlardadır. Hepsinin ortak özelliği iktidarsızdırlar, yani iktidar hedefini içinde taşıyan bir "a lternatif" yapıya sahip değildirler. Modern kapitalizmin insanı bayağı bir mekanik parça haline getiren, onun özünü çürüten baş döndürücü teknik gelişimine karşı panik içinde bir tepkidirler. Yaşadıkları düzenin ötesini göremediklerinden ya da daha doğrusu görmek istemediklerinden ufukları "dönüştürücü faaliyetler"le sınırlıdır. Batı kapitalizminin güçlü yapısı, bu insanlara köklü değişim imkanlarının olmadığı izlenimini verebilir. Onların bu köklü yanılgılarına hak mı vereceğiz? Elbette hayır. Fakat batı anayurtlarında hiç değilse "dönüştürücü faaliyetlerin" bir objektif zemini vardır. Çok sınırlı alanlar içinde böyle faaliyetler yürütülebilir.
Zemin yazarı, Türkiye'de "dönüşümcü faaliyetleri" hangi yönde yürütecektir? Sosyalizm yönünde mi? Ama sosyalizm ipsiz sapsız bir balon değil, "sınır
ları çizilj" somut bir hedefdir. Fakat kimse endişelenmesin ortada bir sorun yoktur, sihirli "dönüştürücü faaliyet"ler insanlarımızı adım adım mutlu sona götürecektir.
Yaldızlı ve derin anlamlı kelimeleri ayıkladığımızda ortaya bayağı bir refor- mizm çıkar. İktidarı hedeflemeyen, iktidar eylemiyle uygulanacak bir amacı fazla sınırlayıcı bulan, bütün bunların yerine "dönüştürücü faaliyetler"i geçiren bir politika! Bu basbayağı reformizmdir. Yaldızlı sol terimler, keskin demokrasi istekleri, sosyalizmin geleneklerine köklü ve cesaretli saldırılar, bütün bunlar elbette "yen i" bir şey yaratmak için yapılıyor. Fakat yaratılıp sunulana baktığımızda, giysileri yenilenmiş en eski ve en bayağı reformizmden başka bir şey göremiyoruz.
12 Eylül acı deneyli erken iktidar hedefleyenleri şimdi "dönüştürücü faaliyetler" bataklığında oyalanmaya itmiş olabilir. Onları profesyonel politikadan soğutup, politikayı yaşamlarında boş zamanlar eğlencesine dönüştürmüş olabilir, ama ezilen yoksullaşan geniş işçi köylü yığınları politikayı mızmız sızlanmaya dönüştürenlere ilgi duymadığını, seçimlerde gösterdi. Gerçek politika alanına çıkın, "hayatın bir sürü alanından" örneğin sendikalar alanından gerçek bir dönüşümü zorladığınızda, acı acı iktidar sorunuyla yüzyüze geldiğinizi göreceksiniz. Elbette bu Türkiye koşullarında böyledir. Gerçekten halkın çıkarına olan en küçük bir reform girişimi politikayı en sivri noktasına, iktidar mücadelesine yükseltir. Fakat buna katlanamayanlar, eğer nakitleri yeterliyse Türkiye'de satın aldıkları bir alancıkta, bu bir dergi çevresi, bir kültür derneği olabilir, dönüştürücü faaliyetlerinin labratuar çalışmasına başlayabilirler. "Öncülük ve temsilcilik iddiasında olmayan" (ay) politikacılara da böyiesi yaraşır.
Zemin'de önemli bir soruna "Türk Solü'nun bölünmüşlüğü" sorununa da değinilir. Bu arap saçına dönmüş soruna basit net bir çözüm mü istiyorsunuz, okuyalım:
"Bölünmelerin ana nedeninin örgüt içi demokrasinin yokluğu olduğu herkes tarafından bilindiği halde, bölünmeler durmamakta, tam tersine devam etmekte. İşte bu gelişim örgüt içi demokrasinin neden uygulanmadığı sorusunu ister istemez aramaya yönetti.
"Şöyle geçmiş yayınlara bakıldığında tüm ayrılanların muhalefetteyken örgüt-içi demokrasiyihararetle savunmalarına karşılık, bir "örgüt" kurdukları andan itibaren, merkeziyetçiliği esas kabul edip, demokrasiyi rafa kaldırdıkları görülüyor." (Muzaffer Ba!, Zemin sayı 3)
Sorun son derece açıktır. Muhalefetteyken demokrasi, iktidar olunca demokrasi yasakçılığı, bütün bölünmelerin temelidir. Sorunun böylece tamamen çözüldüğünü varsaysak bile yine de mekanizmanın neden böyle işlediğinin cevabı bulunmuş olmaz. Ya da şöyle mutlak bir yargıya varmak kaçınılmaz olur: Muhalefetler demokratik, iktidarlar antidemokratiktir. Esasında Zemin'cilerin mantığı böyle işlemektedir. Ve onlar demokrasi aşkına her türlü iktidara lanet oku
yup, bin yıllak muhalefet olmaya razıdırlar.
Zemin dergisinde her kavramın sınıf temeli bulanıktır. Eğer örgüt içi demokrasi sağlamsa sol bölünmeyecektir. Fakat bu konuda B. Somay daha gerçekçi düşünmektedir.
"Onların (TİP TSİP...) kara kaplı (yada isterseniz kırmızı kaplı da diyebiliriz) kitapları vardır, onlar için gerçek tektir, farklı görüşler aynı örgüt içinde özgürce yer alamazlar. Bunu bilerek onları yanımıza çağırmak ya boşuna gayrettir, yada örgüt içi demokrasiden taviz vermektir..." (Zemin, sayı 2)
Demek ki örgüt içi demokrasi bir temel esasa dayanabilir, o örgüt için " gerçek tek" olmayacaktır. Baştan belirlenmiş "sınırları çizili bir ütopya" olmazsa, örgütün "öncülük ve temsil iddiası" bulunmazsa, iktidar sorunuyla değil, "dönüştürücü faaliyetlerle" uğraşırsa, örgütte her kafadan bir ses çıkabilir, hatta demokrasi çığırından çıkıp çıldırabilir, bütün bunlar olabilir, fakat o yapı bir parti olamaz.
"Solun bölünmüşlüğü" böyle ilkel ve bayağı bir tesbitle çözümlenemez. Gerçekten olayları kavramak isteyen bir insan, solun tarihini, en azından 1965 sonrası gelişimini bilmek ve kavramak zorundadır. Zahmetsiz, sihirli bir kaç kelimeyle çözüm olamaz. Ve tarihi incelemeye oturan birisi, bölünmeleri dönemin sınıf mücadelesi seviyesi güç,dengelerinin durumu ve sınıf kopuşmalarının ışığında ele almak zorundadır. Yoksa örgüt içi demokrasi sihirli bir birleştirici kaynak değildir.
Bir siyasi partide elbette farklı görüşler bulunabilir. Ama bulunabilmek koşulu görüşlerin farklılık seviyesine bağlıdır. Eğer farklılıklar o partinin programında bir ayrılığa varıyorsa, ne yazık ki bir bölünme kaçınılmazdır. Sizler ya siyasi eğilimlerin programatik görüş farklılıkları kavramıyorsunuz, ya da bu farklılıkları ciddiye almıyorsunuz.
Ancak Zemin'e fazla haksızlık edemeyiz. Onlar zaten herhangi bir programa ("sınırları çizili bir ütopyaya") karşıdırlar. Mücadele böyle belkemiksiz bir "zemin"de yürüyecekse, herhangi bir birliğin ya da bölünmenin bir anlamı olmaz.
Sonuç olarak, Zemin parlak sözlerle gizlenmiş en bayağı reformizmin zeminidir. Onun siyasi ufku reformizmle, ya da bir entellektüel dişiliğiyle söylenirse, "dönüştürücü faaliyet"lerle sınırlı kalırken, örgütlenme ya da "sosyalist parti" anlayışı ise örgütsel anarşizmin en sınırsız boyutlarına varmıştır.
Mücadelenin yeniden ayağa kalkmaya çalıştığı dönemlerde, şeyler akmaları gereken kanallara yerleşirken ortaya çıkan küçük anaforlar, olayların akışı hızlanınca sürüklenip yok olup giderler.
Zemin ya da benzerlerinin kaçınılmaz sonu budur. Ancak şu gerçekliği unutmamalıyız. Zemin, aynı zamanda dün iktidarı bir kaç adım ötesinde görürken, bugün iktidarsızlaşmış, tükenmiş radikal solun da zeminidir. Ve 12 Eylül'ün bu yarı felçli çocuğu belki Zemin gibi çevrelerin kısa ömrüne bir küçük katkıda da bulunabilir.
SEN
DİK
A ‘Alınteri” Mücadele Geleneğini Tasfiye Ediyor!
"Türk-İş'te Birlik" Parolası ve ciımsız Sendikalar ÜzerineBağ
D|şçi hareketi içinde bulunduğumuz yıllarda sendikal alanda yeni bir dönüm noktasını aşmanın sancılarını aşıyor. Gelecek uzun yılların belirleyici kopuşma- ları yoğunlaşmış ve filiz halinde belirginleşiyor. Şimdiki ufak nüans ayrılıkları gelecekte bağımsız bir zemin olabilir. Ve gelecekte hangi yönelişin hakim olacağı biraz da günümüzdeki tartış- ma/catışmalarla belirlenecek.
Yönelişler esaslıca oluşmamış, kopuş- malar netleşmemiş de olsa dört ana akım rüşeym halinde görülebiliyor..
1 — "Türk-İş'te b irlik" "A lın teri" dergisi bu parola üstünde yükseliyor.
2— "Yaşasın DİSK" A.Baştürk sözcülüğünü yapıyor.
3— Sendika komitelerini temel almak şartıyla, bağımsız sendikaları desteklemek, Türk-İş'te çalışmayı küçümsememek. YOL dergisi bu tezi savunacak.
4— Yasal sendikal faaliyeti küçümseyip yok saymak ve illegal sendikalar kurulmasını sağlamak(l).
Dört ana akım arasında mevcut çatışma noktası "Bütün işçiler Türk-İş'te toplansın" teziyle "Türk-İş'te çalışma reddedilemez. Ancak bağımsız sendikalar işçi hareketinin geleneğinin devam- cısıdır, desteklenmeli, geliştirilmelidir. Gelecek oradadır. Türk-İş'te birlik işçi hareketinin geçmişini inkar ve mevcut potansiyelini köreltmekdir" tezi arasında odaklaşıyor. İnceleyelim, ama önce uyaralım.
Bilinçli işçilerin kendi iradelerini insiya- tiflice ortaya koymaları gerekiyor. Doğru olanı görmek ve savunmak yetmez, hakim hale getirmek için iradi müdahalede bulunulmalı. Ama o müdahalenin sağlam temellerde ve hassasça yapılabilmesi için önce olayları iyi kavramak ve sürükleyici halkayı yakalamak zorunludur.
BİR EYLÜL HASTALIĞI: UNUTKANLIK. HATIRLATALIM
1946 da yeni sendikalar yasasının çıkmasıyla yurdun dört bir yanında "ye rden mantar bitercesine" sendikalar ku- ruluveriyordu. Bu neyin göstergesidir? O, bazılarınca pek küçümsenen Türkiye İşçi sınıfının siyasal geçmişinin sınıfta olan bağlantısının somutlaşmasıdır. Ve İkincisi, evet çok güçlü işçi hareketleri sonucu yasa çıkmadı, ama kesinlikle sendikalaşma hakkı devletin işçilere durup dururken verdiği bir "ihsan" da değildir. Tabandaki kaynaşmayı sezen ta- vandakiler tencerenin patlamaması için kapağı hafifçe aralıyordu. Kaynaşmanın varlığı kapağın aralanmasından sonra herkesçe de görüldü. Güçsüzdü, ama vardı.
Sınıfın bağımsız çıkarları doğrultusundaki sendikal girişimleri sezen tavanda- kiler (egemen sınıf+ yöneticiler) bu dev- rimci yönelişe karşı iki yönden ve hemen
saldırıya geçti. Bağımsız sendikalar üstüne zor yoluyla gidildi. Önce sindirme, sonra kapatılma. Ve sendikalaşma ön- lenemeyirice kontrole alındı. Güdümlü sendikacılık için hemen kollar sıvandı. Sınıf içinden seçilen bazı satılmış unsurlar gangster/sarı sendikacılığı öğrenmek için Amerika'ya gönderildi. Gerekli eğitimi gördükten sonra döndüler. İşte Türk-İş böyle doğdu.
Türk-İş sadece bir olumsuzluk mudur? Hayır. İşçiler ülke çapında biraraya geldiler. Kendiliğinden sınıf durumundan kendisi için sınıf olma yolunda bir adım atılmış oluyordu. Kendisi için sınıf olmanın ilk adımı biraraya gelmek, biraraya gelinecek ki sınıfın varlığı bütün olarak mücadele alanına yansıyabilsin. Ama sadece ilk adım. Daha sonra sınıfın rrfü- cadelesi ve mücadelenin karakteri önem kazanıyor.
Bütün ince taktiklere rağmen Türk-İş içinde sınıfın kaynaşması tam bir kontrole alınamadı. Sınıfın çıkarlarına samimi olarak yönelenlerle, görevi bu çıkarları köreltip işçi sınıfı içinde düzenin bekçiliğini yapmak olanlar arasında giderek bir ayrışma, kutuplaşma başladı. Kavel direnişi o günün koşullarında bir bakıma DİSK'- in kuruluşunun habercisi olmuyor mu?
Türk-İş arkasını açıkça devlet ve burjuvaziye dayamıştı. Daha arkada Sam Amca'nın kurnaz gülümseyişi sırıtıyordu. Yıllar süren iç çatışma, sınıfı satma/sını- fın ekonomik demokratik haklarını savunma noktasında uzlaşmaz bir zıtlığa dönüştü. Devlet ve burjuvazinin sendikal alandaki politikasıyla işçi sınıfının çıkarları birarada bulunamaz noktaya geldi. Sınıfın bağımsız sendikal girişimlerini boğmak ve sendikal hareketi devlet güdümüne almak için kurdurulan Türk-İş, yaşanan süreç içinde yeni ve ileri bir sendikal zeminin analığını yapıyor, DİSK'i doğuruyordu. Başka bir açıdan bakarsak, ülkedeki sınıf mücadelesinin genel yükselişi ve sosyalizmin açılımı sendikal hareketi zorluyor, akla karayı birbirinden ayırıyordu.
1967'de DİSK'in kurulmasıyla başlayan yeni süreç, 1975'te Genel-İş'in Türk- İş'ten DİSK'e geçmesine dek büyük kopmalarla ve 1980'e dek sürekli yeni katılmalarla yükselen eğilim haline dönüştü. Olay dört sendikacının uçkunluğu/ kapris/kariyerizmi vb. değil, tarihi bir kopuşmaydı. Önlenemezdi, başı çekenler gerekiyordu, dört sendika bu şerefli göreve cesaretle talip oldu. İşçi hareketinin bağımsız gelişiminin önünde bir engel, bir bukağı haline dönüşen Türk-İş'in sarı çemberi aşılmıştı.
Amerikan tipi sarı/gangster sendikacılıktan tarihi bir kopuşma yaşayan sınıfın sendikal hareketini içinde toplayan DİSK acaba ismindeki "Devrimci" sıfatına layık olabildi mi? DİSK işçi sınıfının sendikal hareketinde hangi konağı temsil ediyordu? Ve DİSK konağı aşıldı mı veya DİSK gerçekten kapatıldı mı? Şimdi bu
Orhan DİNÇOKsoruların cevabını araştırmalıyız.
DİSK'te hep sosyalizm konuşuldu. DİSK sosyalizmin işçi içine kitlesel olarak girişinin bir simgesi oldu. Ama hangi sosyalizmin? İşçi içinde sosyal durumu sonucu eğitime en açık kesim aristokrat işçilerdi. Ve DİSK'in öncülüğünü de, yöneticiliğini de çoğunlukla hep onlar yaptı, sosyalizmi de DİSK'e onlar soktu. DİSK'te egemen olan sosyalizm anlayışı aristokrat işçilerin kendi zümre çıkarlarıyla rezonansa geldikleri burjuva sosyalizmi ve Avrupa sosyalizmi oldu.
Ama sosyalizm esas olarak işçi sınıfının herhangi bir zümresinin değil,sınıfın bütününün öz siyasetidir. Aristokrat işçiler kendi zümresel çıkarları uğruna sınıfın bütününün öz çıkarlarını bastırdılar, geriye düşürdüler. Oportünizm, işçi sınıfının bütünü yerine herhangi bir zümresinin veya bir başka sınıfın çıkarlarının, sosyalizm adına savunulması değil midir? Ama sınıfın çarpıtılmış haliyle bile olsa sosyalizmle karşılaşması ateşle barutun yanyana gelmesine pek benzer. Varsın barut biraz ıslak olsun, mücadele içinde o ıslaklığı kurutan güneş çıkacaktır. İşte DİSK'in tarihi olumlu misyonu bu oldu. Sınıfla sosyalizmi yanyana getirdi. Sınıf, sosyalizme yönelişinin ilk evresinde DİSK sosyalizmi konağına takıldı.
DİSK sendikal alanda ise sendikalizm/ reformizm kıskacına girdi. Burjuva sosyalizminin veya sendikacı sosyalizminin sendikal faaliyet içinde büründüğü biçim sendikalizm/reformizmdi. Sendika her şey olarak görüldü, işçi sınıfının öncü ve örgütlü gücüyle kaynaşma sorunu yok sayıldı. Sendikaya ve sendikal mücadeleye bolca övgüler yağdırıldı, işçinin ufku sendikal mücadele ufkuyla sınırlandırıldı. Sendikal mücadele içinde hapsolup kalınınca reformlar amaç haline geldi. Mücadele zemini kendi amacını doğuracaktır. Sendikalist zemindemücadele,ufkunu reform amacıyla sınırlar. Ötesi yoktur. Ötesini hedeflemeyenin, kendi bağımsız devrimci hedeflerini amaçlamayan işçi sınıfının mücadele gücü düşer, mevcut mücadele potansiyeli canlanmaz,tersine dumura uğrar, güçsüzleşir. O noktada kuyrukçuluğun sinik ve sinsi yapısı gelir, sınıf içinde hakimiyetini kurar. Sınıf kendi gücüne değil, başkalarının gücüne güvenir. Sonra bir eylül sa: bahında suratında tokadın acısını hissedince çaresiz kıvranır. O acı ve o çaresizce kıvranışlar tersine dönebilir. Yeter ki ders çıkarılsın, hatalar aşılsın.
DİSK içinde birçok tartışmalar yaşandı ve sonuçta üç eğilim boy verdi:
1) A.Baştürk: Şimdi yine A.Baştürk tarafından temsil ediliyor. Yedinci kongreyi bu grup kazandı. Halen DİSK'e sahip çıkma anlamında bir olumluluk ve fakat oluşan ve DİSK geleneğinin devamcısı olduklarını açıkça ilan eden bağımsız sendikalara destek olmama ve SHP ile bütünleşmek şeklindeki iki önemli olumsuzluk taşıyorlar. 12 Eylül sonrasında evle-
İ
22
rinden alınmayı beklediler veya Selimiye'ye teslim oldular.
2) K.Türkler: Şimdi "Alınteri" tarafından temsil ediliyor. Kongrede kaybettiler.
^ Şimdi birlik lafını ağızlarından düşürmeyenler, o zaman etkinlikleri kırılınca DİSK'i bölmek için Makyevelist politikalara yönelmişlerdi, başaramadılar. Şimdi DİSK geleneğini yok sayıp işçi hareketinin bütününü Türk-lş içine sokmak gibi boş bir çaba içindeler. SHP kuyrukçulu- ğu yapıyorlar. Eski temsilcilerinden birçoğu yurt dışında.
3) K.Budak/Ç.Uygur: YOL bu çizginin sözcülüğüne talip. Kongrede kazanmak gibi bir amaçlan yoktu. O günün koşullarında "genel direniş" propagandası yapıldı. 12 Eylül'den 7-8 ay sonra Ç.Uygur bir operasyonla yakalandı. DİSK davasında en ağır cezayı yedi. K.Budak kahpe bir Temmuz gününde ve sokak ortasında arkasından vurularak öldürüldü.
Konuyu dağıtmamak için öncesini bilerek ihmal ettik. 46'yı başlangıç yaptık. Hemen belirtelim. Kurtuluş Savaşı yıllarında işgalci düşmana karşı direnen ve
i 'j» Anadolu'ya yardımı temel görev bilen güçlü işçi hareketi var. 46'da bağımsız/ devrimci işçi girişkenliğine dayanan ve "yerden mantar bitercesine" kuruluve- ren sendikalar işte bu mücadele/dire- niş geleneğinden güç alıyorlar. Kökler daha derinlerde, 1800'lerde tersane işçilerinin grevine dek uzatılabilir.
Mücadele hattı, mücadele geleneği var. İşçi hareketinin her döneminde bazen üstte, bazen altta, ama hep yaşıyor, yok edilemiyor. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında, işgal dönemindeki başarılı direniş çizgisinin de itmesiyle özellikle İstanbul'da sınıfı kucaklayabilen işçi örgütleri var. Sınıfın bağımsız çıkarİarı doğrultusunda davranıyorlar, önleri kesiliyor, kapatılıyorlar. 1946'da çıkan Sendikalar Kanunu ile birlikte aynı geleneğin devamcısı girişimler ortalığı kaplayı- veriyor. Genişleyip kökleşemeden yine bastırılıyorlar, ama bu sefer tüm örgütlenme yasaklanamıyor, Türk-İş içinde boğulmak/güdülmek isteniyor. Mücadele Türk-İş içinde uzun yıllar boyu sürüyor ve ürününü veriyor: DİSK. DİSK'le birlikte sosyalizm yaygınlaşıyor ama, çarpıtılmış haliyle. Mücadele ilk yıllarından itibaren başlıyor. Pek bilinen 15-16
»o- Haziran olaylarında işçiler "vazgeçin" çağrısı yapan sendikacılara rağmen sokaklarda. 73-80 arası tüm yurt sathına yayılan ve yükselme eğilimine giren sınıf mücadelesi sendikal hareketi de etkiliyor. DİSK içindeki eğilimler 7. kongrede billurlaşıyorlar. 12 Eylül geliyor. Kimileri yurt dışına kapağı atıyor, ama mücadele hattı onlarla birlikte yurt dışına gitmiyor, gidemez. Kalanlar devam ettiriyor, kanları ve canları pahasına ve laf olsun diye değil, gerçekten alınteri dökerek.
KISA BİR UYARIDenizciler pusula icad edilmeden ku
tup yıldızına bakarak yönlerini tayin
¡ ederlerdi. Kutup yıldızını göremeyen, yönünü ona göre tayin etmeyen kapta- v nın işi bitikti. Deniz ortasında kaybolur/ erirdi. Sendikal alanda mücadele veren işçiler için kutup yıldızı: Devrimci demokrat zeminde sendikal birliktir. Nihai amaç "en acil" gerekçelerle olsun gözden biran kaçırılırsa toplum de
nizi kaçıranları affetmez.Nasıl ki nihai amaçtan gözler biran
ayrılmamalıysa, geçmişle olan bağlar da özenle korunmalı. Her büyük gökdelenin altında sağlam bir temel vardır. Eğer hafifmeşrep bir tutumla temeli reddedersen, o gökdelen belki yine yükselir ama-kâğıttan olmak şartıyla. İşçiler sendikal alandaki ilerleyişlerinde yıllardır adım adım oluşan mücadele hattı- nı/direniş çizgisini temel almalı. Binbir zenginliğiyle mühendislik ilminin kurallarından çok daha karmaşık ve bilinmeyenlerle dolu bir alan olan toplumsal mücadele içinde ilerleyebilmek için gereken sağlam temel geçmişten, geçmişin mücadele geleneğinden sağlanabilir. Temel orasıdır. Tarihi olmayanın geleceği olmaz. İşte görev: Geleneğe sahip çıkmak, işçi içinde geleneksel mücadele çizgisini her türden tasfiyeci ve reformist eğilimlere karşı savunmak, öne çıkartmak, egemen hale getirmek.
Bir tarih ve bir hedefe sahip olmak yetmez. İlerlemek lazım. Bu, günlük mücadeledir. Örneğe devam edelim. Büyük gökdelen çok küçük tuğlalardan veya kalıplardan oluşacaktır. Günlük mücadele içinde hassas/sabırlı/cesaretli adımlar atılmalı. O türden adımlar doğru taktiklerle atılabilir.
Şimdi, başta belirttiğimiz iki farklı tezin incelenmesine geçmeliyiz.
NEREYE YAĞMUR,ORAYA ÇADIR+
Eylülizmin sendikal alandaki politikası açıkça belli. Türk-İş dışına çıkan işçi in- siyatiflerini bastırmak, DİSK'te somutlaşan ilerici zemini kurutmak ve işçi hareketini Türk-İş potası içinde toplayarak yu- muşatmak/eritmek. Alınan çok yönlü önlemlerle ve türlü baskılarla bütün işçiler Türk-İş'e yönlendirildi. Eylülizmin sendikal alandaki parolası: "Türk-İş'te birlik!"
Ne yazık sosyalizm adına yola çıkan ve "İşçinin A lınteri" olduğu iddiasındaki bir dergi de aynı parolayı atabiliyor. Eylülizmin o parolayı atmasının sebepleri anlaşılabilir, haklılar. Ya "Alın- teri"nin? Anlaşılmayabilir ve kafa karıştırabilir. Sınır çizgilerinin çizilmesi, deşifre edilmesi gerekiyor. İşçi içinde burjuva propagandası yapmaya soyunanlar, sonuçlarına katlanmalı.
Eylülizmin yağdırdığı "Haydi,Türk- İş'e" sağanak yağmurları "A lınteri" yazarlarının DİSK'teki çadırlarını toplayıp Türk-İş'e kurmaları sonucunu doğurdu. Bağımsız sendikal insiyatiflere yönelik yoğun resmî ideolojik propaganda ve fiili baskı bazılarını geri düşürüyor, ikna ediyor.
DİSK, sınıfın resmî olarak izin verilen alanın dışına bağımsız insiyatifiyle taş- masıydı. Kesinlikle icazetli değildi. 15- 16 Haziran olayları DİSK'i kapatma girişimine karşı kendiliğinden bir işçi patlaması değil midir? O günlerde K.Türkler radyolardan ne diyorsa, işte şimdi "A lınteri" dergisi de işçilere aynısını tekrar ediyor: "G eriye !"
Onbinlerce işçinin alınteri dökerek kan ve can pahasına mücadele alanlarında tarihe geçirdiği DİSK geleneği "Alınteri" yazarlarınca yok edilmek isteniyor, hem de "Yaşasın DİSK" maskesi altında. Maskeleri alıp, ellerine vermek görevimiz. Bırakınız DİSK geleneğinden (ki bu geleneğin özü resmî/icazetli sendikacılığa alternatif ve işçi insiyatifine da
yanan sendikacılığın zemininin mücadele içinde inşasına başlanmasıdır) vazgeçmeyi işçiler DİSK'ten ilerde gerçekten devrimci demokrat sendikacılığı hedeflemek zorunda. Yönelişler görülebiliyor.
"A lın teri" kendi taktiğiyle yeni bir şey mi savunuyor, yeni bir durum yaratma- ya-işçinin ufkuna yeni ufuklar katmaya mı çalışıyor? Bin kez hayır. O sadece zaten ideolojik propaganda ve fiili zorla Türk-İş'e doğru akıtılmaya çalışılaın işçi hareketine; varolan bu durumu değiştirmeme, "emir-komuta zinciri" doğrultusunda mücadele tarihini terketme, bağımsız insiyatif koymaktan vazgeçme çağrısında alınıyor. Zorla oluşan geçici yılgınlığı(tam da aşılmaya yönelinmiş- ken) kabalaştırma çabasında. Canlanan, kıpırdanan harekete uyuşukluk bezginlik iğnesi yapıyor.
"Türk-İş'te birlik" parolasının üstünde yazılan ve "sendikal b irlik" üzerine çekilmiş parlak nutukları lütfen soğukkanlıca sıyırın ve önünüzdeki gerçeğe b >kın! Tasfiyecilik! Neyi tasfiye ediyorlar? "A lın te ri", bir Eylül zorlamasıyla yok edilmeye çalışılan işçi hareketinin bağımsız girişkenliğini, o bağımsız girişkenliğin mimarı mücadele/direniş hattını tasfiye etmeyi amaçlıyor. Eylül zorlamasının sonucu zaten varolan (fakat nice patlamalara gebe) geçici yılgınlığı teorileştirileştirmeyi, bilinçlerdeki ileri yönelik kıvılcımları bastırmayı amaçlıyorlar.Ve bu amaçlar, işçi sınıfı adına konuştuğunu iddia edenler için siyasi intihardan başka nedir?
Olaylara bakalım. Alınteri terketti ama, savunanlar var. DİSK terkedenle- re rağmen yaşıyor. YOL öneriyor. Görev: DİSK'i asmak, sendikalizm/refor- mizm hastalıklarını terkedip gerçek devrimci sendikacılığa soyunmak. A.Baştürk ise DİSK'i aynen savunuyor. Demek DİSK'i savunanlar arasında da bir ayrım sözkonusu. DİSK konağı ile daha ileri konak arasında bir çatışma yaşanıyor. ("Nerede?" diyenlere, DİSK yöneticilerinin çoğunluğunun mevcut bağımsız sendikaları desteklemediğini belirtmekle yetiniyoruz.) Falcı değiliz. Olayların dili oluyoruz. Çatışmanın bütünüyle bir ayrışmayla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı henüz belli değil. Birarada durulup durulmayacağını bir yönüyle yeni çıkacak gelişmelere karşı alınacak yeni ta vırlar, bir yönüyle de güçler dengesi belirleyecek. Alınteri ise "Türk-İş'te birlik " taktiğiyle kendisini işçi hareketindeki devrimci kopuşmalardan koparmış oluyor.
Alınteri fırsatçıdır. DİSK'li işçiler zorla Türk-İş'e itildi, "Alınteri"nin gözü dönüyor, rahatça gelenekten vazgeçiyor, "fırsat bu fırsat" diye ellerini ovuşturarak Türk-İş'i ele geçirme komikliğine soyunuyor. Hangi zeminde ele geçirecekler? Cevdet Selvi'den Emin Kul'a dek uzanan en geri ve en çürük sosyal-de- mokrasi zemininde. Sosyal demokrasiyi kendisine tâbi kılarak değil, kendisi sosyal demokrasininen çürük ittifaklarının gerisinde secdeye yatarak. Türk-İş'in bu zeminde ele geçirilmesinin işçi hareketine ne kazandıracağını tartışmasını bir yana koyalım. Acaba Almteri'nin pek usta ve pek fırsatçı taktisyenleri son Türk- İş kongresindeki M.Özbek adaylığını nasıl yorumluyorlar? Türk-İş'in sağ kanadı sol'un zayıf da olsa kıpırdanışı karşısın-
MÜTLÜLCJK TÜRKÜSÜ
Dalgalar arasında koşar gemi, denizci karayı hayal eder. Solgun gökyüzünde, bir
köşede,evler görür pırıl pırıl, altın gibi.
Aman dikkat kazandaki ateşe, iyi hesap edin, koruyun burnu. Fırtınayı, kasırgayı ite ite yarıp geçeceksiniz bu suyu.
Gemici nasıl hayal eder varacağını iyi bir limana; biz de bilir ve deriz ki:Her denizin kıyısı var.
Başlayalım işe bir kez, var gücümüzle çalışalım, Mutluluk fethedilir, kendi kendine gelmez.
İş köle olmamakta, yoksa çalışmak zor değil. Çalışmak rüzgârdır yelkenlerde, çalışmak süt, kitap, dokuma.
Bekler eserler bitmeyi, çağırırlar sizi göreve.Çalışın, yorun kafanızı alın yakında yemişini.
Beşiğinde yatan çocuk başlar öğleyin bağırmaya. Büyüyecek, gelişecek ister süt, ister mama.
Çocuk küçük kalamaz, büyür ister istemez, bekler süt veresiniz, haykırır avaz avaz.
Fidan fidanken ağaç olur,Taş taş üstüne ev olur.Gün gelir bu ağaçtan, bu evden bir bahçe, bir şehir kurulur,
Doğurmadı anamız bizi hep acı çekelim diye.Bir olalım, ant içelim haydi, yeryüzünde mutlu yaşamaya.
BRECHT23
da tavrını netçe koymuştur. Diyelim ki sosyal demokrasiye yardımcı olduk (Niçin onlar sosyalistlere değil de, hep sosyalistler sosyal demokratlara yardımcı oluyor? Bu çıkmaz sokaktan ne zaman çıkılacak?) Sağ ve sol sosyal demokratlar (Emin Kul/Cevdet Selvi) iktidara geldi, acaba M.Özbek'in bunu uslu uslu kabulleneceği mi sanılıyor? M.Özbek tavrını koyunca Ş.Yılmaz acep ne yapacaktır? //Alınteri,/nin Türk-lş'i ele geçirme taktiğine yardımcı mı olacaktır? Kargaları kendimize güldürmeyelim, sesleri pek hoş değil. Türk-İş "ele geçirildiğinde" Türk-İş olmaktan çıkacaktır ve o "za fe r" tam bi*.Pyrrhuszaferi olacaktır. Böyle komik fırsatçılıklardan vazgeçip gerçek ve devrimci filizleri değerlendirmek gerekiyor. O zaman fırsatçı değil, öncü sıfatı kazanılabilir.
Alınteri pragmatisttir. Günlük çıkarlarına göre davran.r, burnunun ucunu ancak görebilir, ötesi karanlıklarla dolu. Bugün "İşçiler Türk-lş'e" demek pek kolaydır. Her türden baskıdan kendinizi kurtarmış olursunuz ve ayrica çaba sarfetmenize de hiç gerek yok, zaten ideolojik ve fiili zorla sizin dışınızda öyle bir yöneliş yaratılmış durumda. Ona rahatça uyum sağlarsınız. Üstelik o akış içinde mevkiler de kapabilirsiniz. O akış gerici bir akışmış, ne gam! O akış işçi hareketinin bağımsız girişkenliğini, müca- dele/direniş geleneğini emerek eritmeyi amaçlıyormuş, ne gam! Alınteri bugün kazanacağı mevkiler peşindedir. Ama nereye kadar? O mevkiler ne mevkileri, nasıl kazanılıyor? Bu soruların cevapları hayatın akışı içinde bir çekiç gibi vurup o mevkileri de, üstünde oturanları da dağıtabilir. Gözümüzün önünde, uçuruma doğru koşarak giden, giderken de pek hoş koştuğunu zanneden zavallı bir miyop canlanıyor. Bilinçli işçiler günlük gelişmelere karşı anında ve doğru tavır geliştirmeyi siyasi canlılığın bir belirtisi ve vazgeçilmez karakter olarak taşırlar ama, o günlük taktiklerin uzun vadeli te- mel/devrimci hedeflere ulaşılacak birer adım olduğunu bir an için olsun unutmazlar.
Alınteri zayıftır. Eylülizm zorla işçi hareketinin birikimlerini, yaratılan ilerici ve resmî/icazetli sendikacılıktan bağımsız zeminini yok etmeye yöneldi. Yeniden resmî/icazetli sendikacılık tek zemin olarak zorlanıyor. Alınteri zayıfça ve direnmeden boyun eğiyor. Yüzü kızarmadan ve olağanüstü pişkinlikle de bu yenilgi taktiğine sosyalist maskeler takmaya çalışıyor. Pes doğrusu! Alınte- ri taktiğinin temelinde iktidarsızlık yatıyor, savaşma/direnme perspektifi düşünülmüyor biie. Neye izin verirlerse, hangisi icazetliyse "A lın te ri" pişkince oraya yerleşiverir. Başlık yaptık: "N e reye yağmur, oraya çadır!" Eylül rüzgârlarının önünde ordan oraya savrulan "A lın te ri" kuru yaprağı cansız ve ölüdür. Peki bu savruluş mecburi midir? Elbet hayır. Nasıl ki o bağımsız zemin mücadele ve direnişle adım adım yaratıldıysa, yine öyle yaşatılacak ve çok daha ilerilere sıçratılacaktır. Mücadele ve mücadele içinde verilen emek, akan alın- teri yeni ,ve devrimci sendikal zeminin sağlamlığının, geri dönülmezliğinin garantisi olacaktır. İşte bilinçli işçiler perspektiflerini şimdi bu temele oturtma durumundalar: Direnmek ve savaşmak. Zayıflar/iktidarsızlar "A lınteri"nin peşi-
sıra teslimiyet bataklığında rahatça gevşeyip, yavaş yavaş ölmeye talip olabilir, varsın olsun! Sözümüz, sınıfının bağımsız çıkarlarına, geçmişine/mücadele geleneğine namusu gibi sahip çıkan onurlu işçilere! Şimdi cesaretli olmak gerekiyor.
Alınteri tasfiyecidir.. "Haydi Türk- İş 'e" derken "A lınteri"nin işçilere asıl önerdiği geçmişin mücadele geleneğini, kazanıian bağımsız/devrimci zemini tasfiye etmektir! "Haydi-diyorlar, yeniden resmî/icazetli sendikacılığa! İşçiler bağımsız insiyatifleriyle kendi devrimci zeminlerinde sendikal mücadele veremezler. Geriye! 46'da bağımsız sendikaları kurmakla hata ettiniz! 67'de DİSK'i kurmakla hata ettiniz! Geriye!"
Bu tutum 46'larda burjuvazinin zorla yaptığının ve şimdi yine yapmaya çalıştığının sosyalizm maskesiyle yapılmasıdır. Şu gerekçelerine bir bakalım. Neymiş? Bütün işçiler biraraya gelmek zorundaymış. Güzel. Ama, hangi zemin* de? 1987 Türkiye'sinde bu biraraya geliş eğer Türk-İş zemininde olacaksa, işçi sınıfının gönüllü olarak, kendiliğinden burjuvazinin kontrolüne girmesinden başka anlam taşımaz. İşçi sınıfının bütün mücadelesinin Türk-İş'te gizli servislerle içli dışlı olmuş sendika ağalarına/ gangsterlerine karşı mücadeleyle sınırlamak, hareketin bütün devrimci atılım- larının önceden törpülenmesi, sınıfın 3 seneden 3 seneye kongre oyunlarıyla yetinmeye çağrılması demektir. Elbet bu ağaları boş bırakmayacağız. Keyiflerini bozmak borcumuz. İşçi parasıyla saltanat süren gangsterler yaptıkları işin so- sonuçlarına katlanacaklar.(3) Ama bütün işçi hareketini bu mücadeleyle sınırlamak; sınıfın bağımsız mücadelesinin diğer yönlerini ihmal etmek, bağımsız mücadeleye talip olamamak; Öncülük etmek bir yana destek dahi vermemek anlamına gelir.
Neyi kastediyoruz? Fazla söze gerek yok, en basitinden örnek verelim. Ne- taş, Pirelli, Derby... Bu 3 büyük grevi hangi sendikalar yaptı? Otomobil-lş ve Laspetkim-İş olması rastlantı mıdır? En basit grev dahi yolları ayırıveriyor. Öncülük bağımsız sendikalarca yapıldı, hem de bazen boş kasalara rağmen. Sorun sınıfın bağımsız insiyatifine, özgücü- ne ve emekçilerle dayanışmasına güvenmek, o yöndeki eğilimlerin önünü açmaktır.
Sendikal birlik sadece bütün işçilerin biraraya ve ne pahasına olursa olsun biraraya gelmesi anlamına gelmez. Birlik eğer işçi hareketinin tarihinden kopması ve yaratılan bağımsız/devrimci sendikal zeminin tasfiyesi ile gerçekleşecekse, olmaz olsun. O birlik, gerici bir birlik olacaktır. O birlik işçi sınıfının devrimci demokrat zemindeki sendikal birliğinin önünde bir engel olacaktır. Eğer mutlaka çok sayıda işçi biraraya gelmeli ise, ki bu da ihmal edilmeyecek önemli bir görevdir, bunun çok çeşitli yolları bulunabilir. Otomobil-İş sözleşme görüşmeleri sırasında MESS'e karşı Türk-Metal'e birlik önerdi. Olmadı. Türk-Metal'in gargeşterleri işçileri satmayı tercih etti. Vazgeçmemek gerekiyor, gangster köşeye sıkışmak Hiç unutmayalım, 15-16 Haziran'da işçiler yürürken DİSK, Türk- İş ayrımı yoktu. Laspetkim-İş ve Petrol- İş KİPLAS'a karsı işbirliği yapabilir. Petrol- İş Derby grevine yardım edebilir... Evet,
çok sayıda işçi, çok çeşitli yollarla biraraya gelebilir ve sınıf kendi bağım- sız/devrimci sendikal zeminini güçlendirdikçe bu ittifaklar o zeminin kontrolüne girecektir.
"Bütün işçileri biraraya getirme".maskesi altında işçi hareketinin nice uğraşlarla yarattığı yerleşmiş gelenekleri tasfiyeye yönelenler, kendilerini ilerici işçi hareketinden tasfiye edecektir. İleri işçi hareketi kendisini tasfiye etmeye, yok saymaya uğraşanlara rağmen yıllar süren mücadeleler, dökülen alınterleriyle kan ve can pahasına kazanılan değerlere sahip çıkacak, eteğini tutarak kendisini bulunduğu yerden gerilere çekmeye çalışan daha demokrat bir anayasa peşindeki sosyalizm maskeli tasfiyeci liberalleri bir tekmeyle yalnızlığa itecektir. İnamyoruz. Görüyoruz.
"G eriye !" İşte, "A lınteri"nin parolası. _
" İle riy e !" İşte, "YOL"un parolası."A lın te ri" ile parolalarımızın tersliği
nereden kaynaklanıyor?1- "A lın te ri" işçi aristokrasisinin züm-
resel çıkarlarını sınıfın bütününün çıkarlarına karşı savunuyor. "Y O L" sınıfın bütününün öz ve bağımsız/devrimci çıkarlarını savunuyor.
2- Temeldeki bu farklılık, farklı siyasi zeminlere denk düşüyor. Alınteri burjuva sosyalizmi zemininde. "YO L" proletarya sosyalizmini rehber edindi.
3- Farklı temeller ve farklı siyasi zeminler, farklı amaçları belirliyor. "A lınteri" günlük reformlar peşinde ve SHP'nin kuyruğunda. "Y O L" başka şeyler amaçlıyor. "YO L"un en acilamaci: Halk iktidarı. Hiçbir reformu daha acil görmüyoruz. Ve öyle bir yaşama bazılarının pek beğenmediği işçi sınıfının kendi nasırlı elleriyle ulaşılabileceğini, ancak böyle ulaşılabileceğini düşünüyoruz, hiçbir burjuva partisinin öncülüğünü kabul etmiyoruz.
MEVCUT DURUM VE GÖREVLER
Türk-İş içinde 1 milyondan fazla işçinin bulunduğu yer. Gangsterlere teslim mi edilecek? Bilinçli işçiler Türk-İş içinde en ince ayrıntıları hesaplayabilen, esnek politikalarla kendi sendikal anlayışlarını cesaretlice savunma durumundalar.Gerek kendi girişimleri ve gerekse Türk-İş dışındaki bağımsız demokrat sendikaların atılımları onların güçlerini artırabilir. Son Türk-İş kongresi bunun somutlaşmasıdır. Ancak sadece "Türk-İş içinde sınıfın çıkarlarını savunalım" demek yetmez. Nasıl savunulacak? Bu noktada önemli ayrımlar olacaktır. Dergimizin başka yazılarında inceledik, tekrarlamayacağız. Kongre oyunlarına,kulis pisliklerine değil, ama sınıfın gücüne, sınıfın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda tavır koymasının yaratacağı güce güvenmek gerekiyor. O güçle kongrelere gidilirse, o güçle kuliste pazarlığa oturulursa en kazançlı konumlar elde edilebilir. Tersi, sosyal demokrasinin uysal yardımcılığıdır. Bizden uzak olsun.
Bağımsız sendikalar henüz istenen yapılanmadan uzaktır. Evet, bir misyonu, mücadele geleneğini, sınıfın bağım- sız/devrimci girişkenliğini temsil ediyorlar ve oradan güç alıyorlar. Gelecek onların. Ama, kendiliğinden olması beklenirse, acı yenilgiler kaçınılmazlaşır. En başta sendikalizm ve reformizm hasta-
Iıklarımn bünyeden tümüyle sökülüp atılması ve her an bu mikroplara karşî tetikte olunması gerekiyor.
Sendikal mücadelenin Eylül sonrasındaki mevcut karakteri ve sınıfına bağlı onurlu sendikacılara yüklediği görevler Eylül öncesinden çok farklıdır. Onurlu sendikacıların sınıfın çıkarlarından ödün vermemesi için hayli kahırlı/çileli bir geleceğe hazırlanmaları gerekiyor. Yükler öylesine ağır ve karmaşık olunca, sendikacı ne kadar yiğit ve fedakâr da olsa yetmez, yetemez. O noktada sınıfa dayanması, sınıfla kaynaşması, gücünü bizzat sınıfın gücünden alması gerekiyor. Türk-İş'te de olsa bağımsız sendikada da çalışsa asıl dayanak noktası, belirleyici güç sınıfın kendisi olacaktır. Gücü artırmanın yolu, örgütlemekten geçer. Sendikacıların kongreden kongreye işçiye hesap verdiği dönem kapandı. Sendika üyesi bütün işçilerin sendikanın her türlü faaliyetinde aktif olarak yer alacağı, yönetimi her an denetleyip destekleyebileceği sendika içi örgütlenmeler an geçirmeksizin hayata geçirilmek zorunda. Başarının ve daha ileri noktalara ulaşabilmenin yolu buradan geçiyor. Bilinçli işçiler, onurlu sendikacıları ve sınıfın kendisini ısrarla ve bıkmadan bu görevler doğrultusunda uyarmak göreviyle sorumludurlar. İşyeri komiteleri gelecek günlerde sendikal alandaki mücadelede çoğu kere belirleyici konumlara sıçrayacaktır. Gelişmelerin mevcut karakteri, sürecin zenginliği içinde çok değişik eğilimleri canlandırmaya gebedir. İşyeri komiteleri her türden gelişmeye karşı sınıfın bağımsız/devrimci çıkarlarının teminatı olacaktır. Sendikal faaliyetin karmaşıklığı içinde yakalanacak ana halka da zaten budur.
Artık kalem dursun! Yazı da bitsin. "Pastanın tadı yenmeden anlaşıl/rıaz." Belirleyici olan yazılar değil, sosyal pratiğin sert, engebeli, karmaşık yollarıdır. Bilinçli işçileri zor cma fazlasıyla zevkli ve şerefli bir görev bekliyor. Sendikal alanda sınıfın nihai amacına hizmet edecek, destekleyecek eğilimi güçlendirmek, egemen hale getirmek. Onlarca yıldır elden ele geçen mücadele bayrağını yükseltmek, daha ileri mevzilere dikmek.
Cesaret... Cesaret... ve yine Cesaret!
(1) Bu görüşü savunanlar yasal dergilerde kendilerini savunamayacakları için biz de eleştirmiyoruz. Ancak bu taktiğe katılmadığımızı belirtmeliyiz.
(2) Sadece işaret etmekle yetiniyoruz. 7. kongre DİSK tarihinde oldukça önemli bir dönüm noktası. Özel olarak incelenmesigerekir.
(3) Şunu belirtmeliyiz. ''A lınteri''n in gangster sendika ağalarına karşı uzlaşmaz bir hırsı, onları alaşağı etmek derdi pek yok. Tek bir amaçları var ve her şey ona göre belirleniyor: Ne pahasına olursa olsun Türk-iş içinde bir dükkân açabilmek, bir koltuk kapabilmek.
CELİK-İS'DE NELER OLDU
etal iş kolunda üye sayısı % 10'u geçmiş (hakikaten
geçmiş) sendikalardan b iride ÇELİK İŞ sendikası. Ö zdem ir İş g ib i naylon üyelerle değilde gerçek üye sayısıyla % 10 barajını aşmış. Devlet sektörüne dayalı b ir sendika. Özellikle İskenderun Karabük Demir Çelik fabrika la rında aktif sendika oluşu gücünün yarısı..Ereğli Demir Çelikte O tom obil İş'e karşı "sarı sendika" görevini sürdürüyor. İstanbul'da b ile 10 bine yakın (8 bin civarında) üyesi var. Ö zel sektörde genellikle vahşi (tekel dışı) kapita listlerin işyerlerinde örgütlü . İşçiler için değil ta b i.. (İstanbul şubesi g ib i aile şirketi n iteliğinde) Yöneticilerin işverenle ahbaplığı kadar olsun üyelerle bağı yok. İşte bu ihtiyacın ürünü o larak Çelik İş üyesi işçiler -şube ta rih inde ilk kez- gerçekten muhalefet ettiler. Yönetime ta lip o ldular. Ama yenildiler. Bu onların yok edildiklerini anlatmaz. Tersine bizle- re en geri sendikalarda bile çalışılabileceğini an la tarak karamsarlığa kurşun sıkarlar. Neden ve nasıl yenildiler? 1986 Şubat ayında M U H ALEFET fikrin in hemen ardından muhalefet öncülerinden iki kişi Korçelik- te işten atıldılar. Bu fazla güç kaybı o lm az. Tersine arkadaşların daha aktif çalışmasını sağlar. Ama muhalefetin doğuştan bir günahı vardır, (o günah işlenmezse o doğum olm ayacaktır türünden) Eski yönetimin suyunu sıkıp posasını attığı b ir kişiyi başkan adayı yaparlar. Bu fabrika ilişkilerine geçtikçe daha iyi anlaşılır. İtiraz edilen yerlerde başkan adayı savunulm adan "g e ç ic i" diye ikna edilir. Am a bazı işyerleri onaylam az. İstanbul'da merkez tepkisi o lduğu için "m e rkezci" karalaması başlatılır. Merkez ile taktik için ilişki kurulacaksa da bu korkudan vazgeçilir.
Altı ay içinde tüm işyerleri temsilciler ve öncüler nezdinde taranmıştır. Ülkemizde medeniyetlerin fazla batıp çıkması ve 60 yıldır proleterya- nın yenik (fazla yapkın) karakterde biçimlenişi"gelene ağam gidene paşam", "h e r sakala b ir ta ra k " eğilim ini geliştirmiştir. Ö zellik le politik çalkanışların o lm ad ığ ı fa b r ik a la rd a "h a !e t- i ruh iye " de bu durum egemendir. Çelik İş'in örgütlü olduğu çoğu işyeri de bu durumdadır. Çalışma yapan arkadaşlara her gittiklerinde "sakallarına b ir ta ra k " çalınmıştır.
Arkadaşların ütopik iyi niyetli değerlendirm eleri (canları öyle isted iğ i İçin) bu gerçekliği kavratam a- mıştır. Sınıfa skolastik bağlılık ise bu durumda "ob jektif kö rlük" yaratmıştır. Bu ise ukala b ir dergin in değerlendird iğ i g ib i "güç abartm asına" yol açmıştır. Buna rağmen kongre yaklaştıkça işin ciddiyetini şube ve merkez yöneticileri iyice anlamış ve "kutsa l itt ifa k " yapmışlardır. Artık iş tüzük kanun ve insan avlam a yöntem lerine oyunlarına kalmıştır. M uhalefetin etkin o lduğu 22 işyeri Kadıköy şubesine kaydırılmış bu sayede G AM AK g ib i 30 delegelik b ir iş- yerinide almışlardır. Bu ise muhalefetin kesin yenilgisini getirmiştir.
Özetle sarı sendikacılar + işverenler + kanun boşlukları + zayıf ruhlu işçiler ittifakı muhalefeti başarısız kılmıştır. Bunun yanında muhalefet edenlerin tecrübesizlikleri ve b ir tü rlü sendika işlerine tamam en angaje olam am aları yani onlarca işten b iri o larak çalışmaları yürütm eleri yenilginin başka nedenleridir. Saldırı denilen taktik, onun üstünde mız- raklaşmakta başarılı oluyor. A rka daşların sözkonusu çalışmada çıkartacakları ders bu olmalıdır.
Muhalefet çalışması yürüten b ir grup i ş e »
HA
BER
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
DİSK OLAYINA GENEL BİR BAKIŞ
12 Eylül’le b irlikte fiilen kapatılan DİSK geçenlerde mahkeme kararıyla resmen kapatıldı. Bu gelişme karşısında ister istemez yeni bir DİSK'in kurulması konusu gündeme geldi. Fakat aynı zamanda 12 Eylül’le b irlikte işçi sınıfının “b irliğ in i” Türk-!Ş içinde gerçekleştirme yönünde parolalar atıldı. Eski hızlı DİSK’çilerin bir kısmının şimdi neredeyse Türk-İş’çi kesilmesi 12 Ey- lü lün ortaya koyduğu çıkarttığı önemli olgulardan birisidir.
Bir ustanın dediği gibi "b irlik ’’ büyük laftır. Fakat b irlik diye diye çok birliklerin canına okunmuştur. Şimdi Türk-İş içinde işçi sınıfının birliğinin savunulması geniş işçi kitlelerinin nicelik olarak bir araya gelmesi açısından belki çekici görünebilir. Oysa böyle bir yaklaşım ister istemez gerçekliğin yalnızca bir tek yüzü ile yetindiği için eksik, işçi sınıfının sendikal mücadele tarihinin sessizce üstünü örttüğü için yanlış bir tutumdur.
Evet DİSK’in kurulması ile işçi sınıfının sendikal hareketi başlıca iki ana parçaya bölünmüştür. Ve bu süreç bir on beş yıl aynı yönde derinleşmiştir. 12 Eylül’le b irlikte DİSK’in biçim olarak ortadan kaldırılması ve sendikal faaliyetlere çok önemli kısıtlamaların getirilmesi sendikal hareketteki bölünmenin objektif temelini ortadan kaldırmış mıdır?
Olayı, DİSK’i kuranların ve yürütenlerin kişi istek ve niyetlerinden öteye objektif gelişimi içinde irdelemek ve değerlendirmek özellikle bugün daha da gereklidir.
1960’lara Kadar Sendikal Harekete Kısa Bir Bakış
Tek parti dönem i “ sınıfsız imtiyazsız” bir toplum yaratmak istediyse de sonunda tam tersi yaratılmış, tek parti dönemindeki birikimden de hız alan sınıflaşma ve bunun mantık sonuçları özellikle 1950’ lerden sonra açık olarak yaşanmaya başlanmıştır. Böyle>bir gelişim in habercisi 1946 yılıdır.
1946’da sendika ve parti kurma imkanı ortaya çıkınca işçi sınıfı her kesimden hızlı davranmış, çok kısa bir sürede 15 i aşkın sendika kurulmuştur. Yine aynı dönemde Şefik Hüsnü ve Esat A d il’ in liderliğinde iki sosyalist parti de kurulmuştur. İşçilerin sınıfsal b ir güdüyle hızla örgütlenm eleri Finans-Kapitali ürkütmüş 6 ay gibi kısa bir süre sonra sendika ve partiler kapatılmıştır.
İşçilerin kendi insiyatifleriyle davranışları bizim Osmanlılıktan beri gelen devlet anlayışına kökten ters gelen
bir gelişmeydi. İşçiler için sendika gerekiyorsa onu da devlet örgütleyip işçilerin, önüne koyardı. 1952’lerde kuruluşu tamamlanan Türk-İş bütünüyle bu mantığın ürünüdür. Türk-İş, 1946 da kendini ortaya koyan işçi insiyatifini öldürme ve güdümleme amacıyla şekillendi. Esas yönelişi, artık hem nicelikçe sayısı iyice kabaran, hemde nitelikçe kendi siyasi çıkarlarını kavramaya başlayan işçi sınıfının bilinç ve davranışını kontrol altına almak olan Türk-İş 1946’da patlayan sınıf sendikacılığının tam anlamıyla karşıtıydı.
Bütün bunlara rağmen Türk-İş’in kurulması sırf ve yalnızca olumsuzluk anlamına gelemez. Sendikacılar, ister istemez, sırf aidat toplefrna güdüsü g ibi kısa çıkar hesaplarıyla da olsa, işçi sınıfını o güne kadar ulaşılamayan yaygınlıkta örgütlemişlerdir. Örgütlenen sınıf kendi ekonomik çıkarlarını daha iyi kavramaya başlamış, bu yolda her
davranışında ise siyasetle yüzyüze gelmiştir. Fakat Türk-İş’İn Amerikan sendikacılık kültürü ile eğitilen yöneticileri, 30 yılı aşkın hep aynı teme! yönü izlemişler, Türk-İş’i politikadan uzak tutmuşlardır. Dünya deneyleri, po litikayla tanışan sınıfın en sonunda dolambaçlı yolları izleyerekte olsa kendi siyasi çıkarlarını gerçekten savunan
partilere yöneldiğini göstermiştir. Türk- İş’in "partiler üstü” politikası sınıfı politikadan uzak tutmak, dolayısıyla egemen sınıfların politikasına yakın tu tmak anlamına geliyordu.
Türk-İş doğuşunda hem DP’ni destekledi, hemde onun tarafından desteklendi. Fakat 1960’lara yaklaşıldığında kriz İçinde kıvranan Menderes hükümeti Türk-İş’e saldırmadan edememiş, bazı sendika ların faaliyetleri sınırlandırılmış yada kapatılmıştır.1960 Sonrası - DİSK’in Kuruluşu Türkiye’de kapitalizmin gelişim hızının 1950’lerden sonra artmasının sınıf mücadelelerine yansıması bir on yılı aşmış 1960’dan sonra işçi ve köylü hareketleri gelişmeye başlamıştır.
1961 sonunda yapılan Saraçhane M itingi o güne kadar yapılan en kalabalık işçi m itingidir. M iting 1961 Anayasasında yer alan grev vb. hakların kanunlarla pratik hayata girmesini hızlandırmıştır.
Yine aynı yılda ilginç bir gelişme Türk-İş içinde 12 sendikacı tarafından TİP’in kurulmasıdır. Nasıl Türk-İş 1946’da patlayan işçinin kendi insiya- tifi ile gelişen sendikal harekelin önüne bir engel olarak şekillenmişse, TİP: te kendine çıkış yolları arayan işçi sınıfının gerçek siyasi eğilim inin önüne
I *
>
I
y.
bir yol bağı olarak gerilmiş oldu. Fakat bütün bu gelişmeler artık işçi hareke ti içinde yepyeni kıpırdamşların haberçişiydi.
1963’lerde Maden-İş sendikasının Kavel Kablo fabrikasında başarılı bir direnişi oldu. Aynı yıl Bursa’da«beiediye işçileri ilk yasal grevlerini yaptılar. 1965’de Kozlu Maden işçilerinin grevi oldu. Grev hareketi adım adım gelişiyordu. Bütün bu gelişmeler karşısında panik içinde olumsuz bir tavır takınılıyordu. İşçi hareketi ileriye doğru adım* lar attıkça, kendi en meşru*yaşama koşullarını iyileştirme mücadelesini her geçen gün daha bilinçli bir şekilde yürütmeye çalıştıkça' Türk-İş içiride çatlaklar genişliyordu. En son 1966 Mart ayında Kristal-İş’in Paşabahçe grevi patlama noktası oldu. Türk-İş greve müdahale edip kötü bir pazarlıkla grevi sonuçlandırmaya kalkınca Maden-İş, Lastik-İş, Petrol-İş, Basın-!ş, Gıda-İş g ibi sendikalar grevi destekleme ve sürdürme kararı aldılar. Bunun üzerine Türk-İş yönetim kurulu bu sendikaları bir yıl ihraçla cezalandırdı. Ve bu ihraç DİSK’in doğuş eylemi oldu.
İhraç edilen ve katılan başka sendikalarla 12 Şubat 1967 de DİSK kuruldu. DİSK sendikaları*Türk-İş’in “ küçük ve fakir” sendikalarıydı, toplam uye sayıları 30 bini zor geçiyordu. DİSK’in kuruluşu bir kaç sendikanın Türk-İş içinde “ kuralları çiğnemesi” vb. nedenlerle açıklanmaya kalkıldığında olay aşırı derecede dar ve ilkel ele alınmış olur.
Kurucularının niyetinden öteye, DİSK 1960 sonrası gelişen işçi hareketinin doğal bir sonucudur. Sınıfın çıkarları Türk-İş'jn izlediği yollarla korunup geliştirilemezdi. Bütün Türk-İş yapısı radikal bir şekilde değiştirilemeyince, gelişen hareketin bu köhne yapıdan ko- puşması kaçınılmaz oldu. Kopanların, Türk-İş niceliğine göre azınlık olmaları olayın önemini azaltmaz.
Gelişen mücadele işçi sınıfının Sendikal hareketi içinde bir bölünme yaratmıştı. Bölünme sırf ve yalnızca olumsuzluk anlatmaz. O nedenle olay bir tek yönünden bakılarak değerlendirilemez. İşçi sınıfı içinde gerçekleşen
bu kopuşmanın özü önemlidir, gerçek özü ise şuydu: yükselen mücadele şartlarına sendikal zeminde ayak uydur maya çalışan işçi kitle leri Türk-İş’in mücadeleyi geriye çekici zemininden kopuşuyordu. Dolayısıyla bu batak zeminden kopuşdn işçiler gelişen mücadeleyi omuzlamaya adaydılar. Onlar ileriye doğru akışın içinde yer almış oluyorlardı.
Türkiye'deki sendika mücadele tarihi bakımından 1967’ler artık Türk- îş’in izlediğiıyolun tarihi olarak ömrünü doldurduğunu gösteriyordu. DİSK, sonraki on beş yıllık ömründe önemli sendikal başarılar kazanmış ve Türk-İş’i önemli ölçüde etkilemiş, hırpalamıştır. Mücadelenin gerektirdiği seviyeye ayak uydurmaya çalışan işçi sayısı genel sınıf içinde azınlık olmasına rağmen onların eylemleri sınıfın bütününü etkileyip mücadeleye çekerken, Tüçk-İş’in gerici zeminine tabi olmaktan henüz kurtulamayan geniş yığınların toplam gücü pratik mücadele açısından bir anlam taşımıyordu. Kullanılmayan yada kullanılamayan güç, çürür,
ancak kendini açığa vurduğunda bir anlam taşır.
Netice olarak, DİSK kopuşması, işçi sınıfı içinde genel objektif mücade
le zemininin yarattığı bir kopuşmaydı ve bu zeminin gerçek nedenleri ortadan kalkmadıkça da şu yada bu biçimde de olsa bu kopuşmanın yaşanması kaçınılmazdı.' I1DİSK’in Gelişimi ve 12 Eylül
DİSK doğuşundan itibaren Türkiye Finans-Kapitali için önemli bir hoşnutsuzluk kaynağı olmuştur. Daha kuruluşu üzerinden üç yıl geçmeden AP v^ CHP’nin desteği ile yapılan kanun değişikliği ile DİSK gelişmeden yok edilmek istendi. Fakat ileri işçilerin buna cevabı 15-16 Haziran eylemleri o lmuştur. Sınlfın ileri kesimi sendikal örgütlenmesine sahip çıkmış, kanun ta- safısı boş düşmüştür. r
12 Mart ise, grevleri durdurmakla yetinmiş, DİSK varlığını korumuştur. Ancak on yıl sonra 12 Eylül DİSK’i f i ilen kapabilmişt'ir.
. .I
DİSK işçi hareketinin 1960 sonrası adım adım gelişmesinin sonucu Türk-Iş’in gerici zemininden kopuşmanın ifadesiydi. Ancak bu kopuşma hangi yönde ilerlemiş tir? Bu sorunun cevabı, DlSK’in 12 Eylülde sessizce öldürülebilmesinin nedenlerini açıklar.
DİSK 12 Mart dönemine kadar TİP’i desteklemiştir. TİP ise devrimci hareketin gelişme seyrine kendini uyduramayıp onun gerisinde kalınca' 1965’lerden sonra hızla çökmüştür. 12 Mart sonrası DİSK'in yönetiminde “ ilerleme” siyaseti egemen görünmüş, hem DİSK hem ilerleme “ umut Ecevit1 ’in peşine düşmüştür. Ecevit hükümeti döneminde sosyal demokrat hayaller belli ölçülerde yıkılmış bu yıkılmanın sonucu DİSK içinde yeni kaynamalar başlamıştır. Gelişen mücadele işçi yığınlarını sosyal demokrat hayallerden koparıyordu, bunun bir sonucu olarak DİSK içinde henüz küçükte o lsa işçi sınıfının bağımsız eylemliliğini yükseltmeye çalışan bir grup sendika şekillenmişti. Bu gelişme bir olgunluğa varmadan 12 Eylül le DİSK faaliyetten alıkondu.
DİSK deneyinden işçiler ne kazanmıştır? İlk olarak, DİSK seviyesinde de olsa burjuva etkilerden kopuldukça, sınıf kendi çıkarlarını o kadar daha güçlü savunabilmektedir. Sınıfın bağımsız eylem gücü, sorunların çözülmesinde ilk ve esas temeldir. İkinci olarak, DİSK içindeki işçi, çeşitli partileri tanıyabilmiş tir. Bu, sınıfın siyasetle bağını kuvvetlendirirken, ülke sorunlarına bakışı da genişletmiştir.
DİSK deneyinden işçiler ne kazanmıştır? İlk olarak. DİSK seviyesinde de
olsa burjuva etkilerden kopuldukça, sınıf kendi çıkarlarını o kadar daha güçlü savunabilmektedir. Sınıfın bağımsız eylem gücü, sorunların çözülmesinde ilk ve esas temeldir. İkinci olarak, DlSK içindeki işçi, çeşitli partileri tanıyabil- miştir. Bu, sınıfın siyasetle bağını kuvvetlendirirken, ülke sorunlarına bakışı da genişletmiştir.
Bütün bunlara rağmen DİSK, 12 Eylül öncesi sosyal-demokrat hayallerden fazla öteye gidememiştir. DİSK yönetim leri en son tahlilde geniş işçi yığınlarının öz.eğiliminden kopuk, hali vakti yerinde aristokrat işçi zümresinin eğilim lerini temsil ediyordu. Türk-İş in Amerikan tip i soysuz sendikacılığının yanında, DİSK sendikacılığı ileriye atılmış bir kaç adımdı, fakat Finans- Kapitalin işçi haklarına başlattığı saldırılara karşı koyabilmek daha yüksek bilinç ve örgütlülük gerektiriyordu.
Şimdi, bütün bu deneylerin ışığında Türk-İş9ten ayrı bir konfederasyon örgütlenebilir mi, ya da örgütlenmeli midir?
Şimdi, bütün bu deneylerin ışığında Türk-İş’ten ayrı yeni bir konfederasyon örgütlenebilir mi, ya da örgütlenmeli midir?
DİSK'in tekrarlanması yarar sağlamaz. Ya da 12 Eylül öncesi DİSK yönetim lerin in seviyesi, bu koşullarda tekrarlanmaya çalışılırsa işçi sınıfına yeni bir şey kazandıramaz. DİSK bir bakıma “güzel ve özgür günlerin” şekillenme- siydi. Sosyal-demokrasinin belli ölçülerdeki desteği ile yolunda biraz da kolayca yürüyebilmişti.
Şimdi ne 1960 sonrasının ortamı ne de "um ut" bir sosyal-demokrasi vardır. Kanunlar sendikal hareketi tam bir kıskaç içine almıştır. Sosyal-demokrasi ise yediği tokattan inmelenmiş yarı felçli bir vücut gibi davranmaktan öteye bir yeteneğe sahip değildir.
Dolayrsıyla, şimdiki ortamda işçi sınıfından yana bir davranış çok daha fedakar, usta kararlı ve b ilinçli olmak zorundadır. Devrimci bir sendikal mücadele artık, güzel günlerin rahatlığı
içinde değil, b inbir çilenin göze alınmasıyla yaratılabilir. Bunun zemini var mıdır?
Evet, bunun zemini başlıca DİSK tabanıdır. DİSK deneyini yaşamış işçile- rin en dirençli kesimleri bütün iteklemelere rağmen Türk-İş’e girmemiş, bazı bağımsız sendikalarda örgütlenmişlerdir. Bu gelişimin güçlenmesi, mücadele azmi ve kararlılığı bakımından eski DİSK’ten ileri bir örgütlenmeye varabilir. Varmalıdır. “Türk-İş'te işçi sınıfının b irliğ i” parolası yaşanan altı yılın sınıf içinde yarattığı yılgınlığın dile getirilmesinden başka bir anlam taşımı-
^ ° r' Eğer "bölünme" sınıfın bütününü olumlu yönde etkiliyor, sınıfın çıkarlarına hizmet ediyorsa bunda sızlanacak bir yan yoktur. Sınıfsal kopuşmalar, saflaşmalar baskı ve zorla ortadan kaldırılamaz. 1967'de gerçekleşen DİSK ko- puşmasının şimdi anlamını yitirdiğini savunmak, işçi sınıfının ileri kesiminin 12 Eylül le birlikte moral ve bilinççe Türk-İş zeminine gerilediğini iddia etmek demektir. Bu gerçekliğin ifadesi değil, ama yaşanan 6 yılın yalnızca olumsuz yanlarına teslim olanların ruh halidir. İşçi sınıfının, en azından 20 yıldır önemli deneyler yaşamış, gücünün pratikte karşılığını belli alanlarda alabilm iş kesimi, moral ve bilinççe eriyip, çürümedikçe; bu temelden hareketle Türk-İş'ten bağımsız bir sendikal mücadele alanı var olacak ve kaçınılmaz bir şekilde kendini belli eylem liliklerle ortaya koyacaktır.
Bağımsız sendikalar hareketi, henüz cılız da olsa bu yolda bir gelişmedir.
SONCIÇBugünün koşullarından DİSK de
neyine bakıldığında, "DİSK kurulmamalıydı". yada sınıfı yeniden bölmek yerine "Türk-İş'te b irlik " gibi düşünceler. ancak bir 20 yılın deneyinden hiç bir şey öğrenmemiş kafaların ileriye sürebileceği düşüncelerdir. Esas düşünülmesi gereken yön, nasıl olupta 1967'den beri her önemli işçi eylemine damgasını vuran DİSK, 12 Eylül’de bir darbeyle önemli bir çöküşe uğramış, bu gidişe karşı dirençli bir tepki şekillendirilememiştir? Eğer olaylardan gerçekten ders çıkartacaksak bu J sorunun cevabını namusluca, kaçamağa sapmadan bulabilmeliyiz.
Ve eğer bu soruya doğru bir cevap bulursak, DİSK'in varlığının ve müca delesinin sınıfı zaafa düşüren bir "bölünme" olmadığı, ama sosyal demokrasinin yada aristokrat işçi eğilimi olan burjuva sosyalizmlerinin önemli ölçüde etkisi altında olmasının, onun esas zaafı olduğunu teslim etmeliyiz. Sosyal demokrat hayallerle yada buna benzer umutlarla yükselen mücadeleye ayak uydurulamazdı.
Yaşadığımız günler, işçi sınıfının en meşru haklarını savunmaya kalkanları, ister istemez daha usta, bilinçli, cesaretli. hepsinden önemlisi işçi kitlesiyle devamlı iç içe olmaya zorlamaktadır.Ya Türk İş tip i sendikacılıkla sınıfa ihanet edilecek, yada samimi, namuslu sendikacılığın ateşten gömleği giyilecektir.
OTOMOBIL-IS - KONGRESİNDEN
ÇIKARILACAK DERSLER
1 2-13-14 Aralık 1986 tarih leri arasında yapılan O tom obil-lş
X. genel kurulunun o tokritiğ ini yapm ak metal iş kolundaki önümüzdeki görevlerin "durum değerlendirilm esi" niteliğini taşır.
1980 öncesi Gebze Kartal bö lgesi sendikası konumunda olan Otomobil-IŞ 1980 sonrası sınıf bilinçli işçilerin "ehven-i şe r" tercihi sayesinde Türkiye çapında örgütlenmesini yükseltmiş, kısa zamanda % 10 ba-
J* rajını aşmıştır. O günün koşullarında Türk-İş'e gitmemek gibi b ir olumluluk taşıyan potansiyeli X. genel kurulda Türk-İş'e akıtmak mümkün o lmamıştır. Kongresin ilk günü savunulan bu tez "Ö n e rg e verm e" cesaretini bulamamıştır. Bu tezin yanlışlığı ne kadar belirg in ise, karşısına "Y a şasın DİSK" parolasını koymak ta o kadar yanlış oldu.
Bugün, metal işkolunda (çoğu işkolunda o lduğu gibi) görevimiz sendikalarda işçi egemenliğinin (bilinçli yığın gücünün) sağlanmasıdır. Bunun iş program larını buna göre belirlemek dururken "Türk-İş e" g id e lim " ya da "Yaşasın DİSK" parolalarına sarılmak, an'ın görevlerinden atlam ak oluyor. Şöyle b ir spru soralım: Kaç işkolunda gerçek işçi sendikacılığının prensipleri vücut buldu? Mevcut sendika yönetim lerinde zümrecil çıkarlarını kazıyan kaç sendikacı var?
Doğru b ir değerlendirme yaparsak, bu kalitenin konfederasyon örgütleyecek düzeyde ve sayıda o lmadığı anlaşılır.
"Türk-İş'e g ide lim " parolası Av-' rupa sendikalarındaki nicel güce benzemenin b ir ifadesi olabilir. Çıkış noktası da oradan olmuştur. Sınıf bi- lin ç li iş ç ile r iç in "T ü rk - İş 'te çalışm ayalım " diye de b ir karşıtlık o lam az. Bizler, nerede inisiyatifim izi geliştirecek, sendikalizmi ve ekono mizmi yere çalacak, ülkemizin gerçek demokrasi mücadelesine basamak olabilecek pratik faaliyetler varsa orada çalışırız... M etal işkolunda bu durum , O tom ob il-İş 'in bağımsız kalması ile daha mümkündür.
Kongrenin en umut verici ta ra fı, iki gün süren konuşmalar olmuştur. Özellikle delegelerin ve şube yöneticilerinin konuşmaları öncü ka litesinin yükseldiğini gösteriyor. Sen-
Muhalefetten bir grup işçi
dikacılığı meslek olarak benimseyenleri geriletecek kadar ileri olan bu konuşmalar, sendikalizmi, aydın kuy- rukçuluğunu eleştirmiştir. Bir kısım sınıf b ilinçli arkadaşların, kendilerini geliştirecek o lan bu imkanı kullanm am alarını eleştiriye değer. Tecrübesizliğini yenmenin yegane şartı tecrübe olsa gerek.
Seçimlere gelince: Son gün ancak yapılabilen seçim, çalışmaları ve sonuçlarıyla bize dersler vermektedir.
İktidarda iktidar boşluğu vardır.M uhalefette de o torite boşluğu
vardır. .O y lam a sonuçlarında, 258 de
legeden, genelbaşkanın 121, d iğer adayla rın 130-136 civarında oy a lmaları, iktidar boşluğunu gösteriyor. Demek aristokrasi eğilim li işçiler b ile sendikalizme güvenmiyor.
Köklü çözüm arayışlarının ülkemizde ne kadar yaygın olduğunun b ir işareti o la rak ta bu durum olum ludur. Sendikada iktidar boşluğunun oluşu, işçi egemenliğine b ir çağrı anlamını taşır.
M uhale fet etmeye çalışan delegelerin görevi de bu olsa gerektir. Adayların kararsızlıkları, acı çekerek ibret alacağımız en önemli noktadır.
Demek bilinç ve enerjisine güvenmeyenlerle "top lum sal çalışm a" yapm ak "deveye hendek a tla tm aksan zor. En basit "send ika ik t id a r ından bile ürkenler gerçek demokrasi mücadelesinin ve iktidarımızın parke taşı o lam ayacaklardır.
Seçimlerde boş oy atma taktiğ ine (!) geiince, iflas etmiş esnaf kızgınlığından öteye bir anlam taşımaz. Sen kendin ik tida r o lm a, sonra kalk "k im se o lm asın" öfkesine kapıl. "Boş o y " kullanmayı tüm delegeler- re tatb ik ettirsek kim kazanacaktı? İşçi sınıfının b irliğ in im i sağlıyoruz yoksa prensiplerim izim i pazarlıyoruz?
Anlaşılıyor ki "en küçük meselemizin dünya meselesine bağlı o luşu" g ib i en basit toplumsal görevleri yapab ilen le r artık stratejik amacı kavrayanlar olacaktır. Ki, 1980 öncesinin olumsuzluğuda (kişi, zümre çıkarlarını işçi sınıfına taşıma) ancak böyle " z o r " şartlarda temizlenebi- li.d i. Temizlensinki pro letarya kendi teorisine kavuşabilsin.
BİR İSÇİNİN HEKİME ÇEKTİĞİ SÖYLEV '
Biliriz nedir bizi hasta eden! Söylenir bizi senin iyileştireceğin hastalandığımız' zaman.
Diyorlar ki, sen, tam on yılda öğrenmişsin hastaları iyi etmesini halkın parasıyla yapılan güzel okullarda.Dünyanın parasını dökmüşsün olmak için bilgi sahibi. Senin elinde öyleyseiyileştirmek bizi.
Ne dersin, elinde mi?Sen gelince görmeye, çıkartıyorlar üstümüzdekileri, zor değil hastalığımızın nedenini anlamak, şöyle b ir bal: üstümüze başımıza,o saat öğrenirsin herşeyi.Çünkü elbiselerimizi yıpratan neyse,odur vücutlarımızı da yıpratan
Ezdi bitirdi biziçok çalışmak, az yemekyemek.Sense öğüt verirsin, dersin, olun kanlı canlı!Suda büyüyen kamışa demeye benzer bu: çık başka yerde yaşa.
Ne kadar vakit ayırırsın bizim için?Baksana, evinde bir halın var, en azından beş bin muayene eder.
Haklı çıkarmak için kendini bunda benim suçum yok diyeceksin ister istemez.Bizim evin duvarındaki ıslak lekeye git sor: o da bundan başkasını demez.
BRECHT
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
TURK-IS14.GENEL KURULU VE DEVRİMCİ- DEMOKRATLARADÜSEN GÖREVLER
*
Kenan YAŞAR
de sahiplendiği bu eğilim 14. Genel Kuru lun bizce en önemli yanıydı. Güçlü bir örgütlenmeden yoksun olmasına rağmen DEVRİMCİ-DEMOKRATLAR demokrat bir sendikanın ve demokrat bir TÜRK-İŞ'in nasıl bir yapı taşıması gerektiğini ve önündeki görevlerin neler olduğunu açık seçik ve yazılı bir tarzda dile getirdiler. Ancak kongrenin oy hesapları arasında, teklifler, hakkı olan etkiyi yaratamadı. Hür basında ve kimi ilerici geçinen, sendikalar uzmanı yazar çizerlerin kaleminde bir tek sözcükle olsun yer almadı. Bu kim vurduya götürüşün dış sebepleri yanında DEVRİMCİ- DEMOKRATLAR'ların yapılarından kaynaklanan yanlarına da dikkat etmek gerekir.
Birincisi, potansiyeli kucaklayan güçte bir örgütlenmenin olmayışıdır.Çok yay' gın bir potansiyel güce rağmen sendika olarak tek başına DERİ-İŞ'in varlğı ile sınırlı olması. DERİ-İŞ‘inde hem küçüklüğünden hem geçmişinden gelen zaaflar taşıması büyük bir dezavantajdı. DERİ-İŞ son genel kurulunda, yapılanmanın temel karakteristiklerini ve sendikanın önündeki görevleri görüşmüş, hayata geçirmek üzere program yapmış olmasına rağmen, çokk az yol alabilmiş, başkalarının örnek alabileceği bir yaygınlıkta faaliyeti hayata geçirememiş- tir. Şayet bunu yapabilirse etki gücü hiç şüphesiz çok daha güçlü olacaktır.
İkincisi. Genel Kurul öncesi çalışma hem geç başlamış hem de sınırlı kalmıştır. İstanbul Şubeleri düzeyinde sürdürülen faaliyette sonuç alıcı olamamıştır.
Üçüncüsü ki en önemlisi budur. Sosyal-Demokrat muhalefetle sınırları açık seçik çizip, kararlı bir mücadele sürdüreme- mesidir. “Bölücülük" suçlamasından duyulan endişe, devrimci-demokratlarm görünen en temel zaafları olmuştur.
Herşeye rağmen. TÜRK-İŞ genel kurulunun kayda değer biricik yanı, devrimci demokrat eğilimin bir sendika tarafından savunulması ve dövüştürülmesidir Daha önceki kongrelerde tek tek bir kaç delegenin dile getirdiği Devrimci-demokrasiye ilk defa bir sendika tümden sahip çıkıyor. Bu durum, söz konusu eğilimin çok hızla güçleneceğinin ilk işaretidir.
KİMİ SONUÇLAR VE GÖREVLER '
9
I
4
14. Genel Kurul, uzaktan bakan ve inceliklere önem vermeyen bir göz için “Garp cephesinde Değişen Birşey Yok” dedirtecek tarzda geçti. TÜRK-İŞ'in süre gelen ihanet çizgisi iki parçalı hale gelmiş olmasına rağmen, bir kere daha üste çıktı. Sosyal- Demokratların ezeli alın yazısı yenilgi, bir kere daha tekerrür etti. Var olanın görüntüsü ile yetinmez, tabloyu dikkatli ve titiz j bir incelemeye tabii tutarsak. 1967 sonrasında görülmeyen bir özellik taşıdığını fark edebiliriz.
Gene' Kurulda başlıca iki eğilim yarıştı. Üçüncü eğilim Sosyal-Demokratların sis perdesi arkasında kim vurduya götürüldü.
Birinci eğilim, yani TÜRK-İŞ'in kuruluşundan bu yana iktidarı elinde tutanlar, ayrı iki liste olarak kongrede temsil edildi. ŞYılmaz'ın başını çektiği Klasik AP çizgisi ve M.Özbek'in önderlik ettiği MHP-AP ortaklığı. Temelde hiç bir ayrılığı olmayan, bu iki ekibin ayrı düşmesinin nedeni taktik farklılığıydı.
Mustafa Özbek, aşırı derecede yıpranmış Ş. Yılmaz ve kadrosunun alttan gelen basıncı yatıştıramayacağı iddiası ile ortaya çıktı. Uzun süreli ikna çabası sonuç vermeyince. kongreye çok az bir zaman kala adaylığını açıkladı. Doğrusu beklenmeyen bir de başarı kazandı. Ayrılığın açıkça söylenmeyen. ama hissetirilen diğer sebebi, zaman zaman Sosyal demokratlarla Şevket Yılmaz ın işbirliği yapması ve sosyal demokratların mız çıkarıcı tavırlarına, gerektiği biçimde sert ve kararlı tavrın gösterilmeme- sıdir
İkinci eğilim, müzmin muhalefet Sosyal-Demokratlaıdı. 1960 sonrasının hemen tüm kongrelerinde sosyal-demokratlar esas olarak yöneticilerden zaman zaman da uygulanan politikalardan hep yakınmış, ama hiç bir zaman iktidar olamamışlardır. Sosyal-Demokrat muhalefetin yükseldiği! dönemler işçi sınıfında ve toplumda radikal yönelişlerin yükselişine denk düşmüştür. İşçi sıfındaki radikalleşme ve yeni arayışların ortaya çıkması. TÜRK-İŞ dışına taşma eğiliminin belirmesi karşısında biricik yatıştırıcı güç olma rolünü oynayabilecekleri inancı yaratmıştır. Sosyal- Demokratların yarı-tehdit yarı-ihbar kokan açıklamalarla iktidara talip olmuşlar, fakat hiç birinde sonuç alamamışlardır. Bu eğilimin bir kısmı, DİSK'in 1974 sonrası yükselişinin peşinden sürüklenip, ona kalıtmış lardır.
12 Eylül sonrası işçi sınıfındaki radikal
leşme eğilimi. DİSK’li işçilerin zorunlu TÜRK-İŞ ağlarındaki varlığı, mevcut yönetimin her yanından dökülmesi ve Sosyal Demokrat Burjuva Sosyalizmi ittifakının tam desteğine sahip olması. 14. Genel Kurulda sosyal-demokratlara iktidar hayalleri kurdutmaya yetti. Hele TÜRK-İŞ iktidarındaki bölünmeden sonra yönetimin alınacağına hem kendileri inandı.hemde başkalarını inandırabildiler. 12 Eylül sonrasının kanlı ortamında TÜRK-İŞ'e karşı örgütlenmeyi başarmış metalürji işçilerinin sendikası OTOMOBİL-İŞ bile. Sosyal Demokratların iktidar olacağı hayali içinde TÜRK- İŞ'e katılma hazırlıkları yürüttü.
Sosyal Demokrasi hiçbir zaman ve hayatın hiçbir alanında önü sonu belli tutarlı bir politikanın savunucusu olamamıştır. Zaman zaman ileri şeylere sahip çıkar görünse bile gözü hep arkada, düzen yanlılarına yönelik olmuştur. Bir yandan sağın aşırılıklarına karşı çıkmış, ama solun radikalizminden düştüğü korku ile hep sağın eteklerine tutunmuştur. Sosyal-Demokrat- sendikacıların kongredeki talepleri genel tavırla uyumludur. “Sınıf ve Kitle Sendikacılığı” gibi kimi içi boşaltılmış kavramları sahiplenmek ve TÜRK-İŞ’in mertek haline gelmiş yanlarına karşı çıkmaktan öte gidemediler. Sınıfın önündeki görevleri üstlenecek bir TÜRK-İŞ'in hangi özelliklere sahip olacağı konusunda kuru laf ve gürültüden öte. tek bir teklif getiremediler. Zira kendileri, kendi sendikaları bu görevlere talip değillerdi. Ayrıca bunu sorun olarakta ne gündemlere almışlardı ne de almaya niyetleri vardı. Kırk yıllık muhalefet olmalarına rağmen, sosyal-demokrat sendikaların yapı ve işleyişleri. TÜRK-İŞ'in diğer sendikalarından esasta hiç bir farklılık taşımıyordu. 14. Genel Kuruldan çok az bir süre önce yaptıkları Genel Kurullarında söz konusu sendikalar, parlak sözlerle işçileri yatıştırmaktan öte ne tüzüklerinde, ne çalışma programlarında ne de dönemin öne çıkardığı görevler konusunda, tek bir somut ilerletici karar almadılar. Bol bol keskin laf ve işçinin saygı duyduğu geçmişinin diğer bir değişle DİSK'in istismarından kazanç umdular.
Üçüncü eğilim Sosyal-Demokratların gösterişçi palyaçolukları arasında kim vurduya getirilen DEVRİMCİ- DEMOKRAT'lardı. DERİ-İŞ sendikasının kongrede dağıttığı ve konuşmacıları vasıtası ile dile getirdiği, başka bazı delegenin-
14. Genel Kurul tüm eğilimlerin siyasi iktidara saldırıda yarış yaptığı bir arenaydı.
Özbek ve Yılmazın saldırı dozu, SeJvi/er- den geri kalmadı. Bu elbetfeki TÜRK-İŞ anlayışının terk edilmesinin sonucu değildir. “Dipten gelen Dalga”yı yatıştırma ça- basıdır.l987yılmın“ Eylem Yılı" olarak ilân edilmesi de. Papaz Gaponluğa soyunan zevatın fazlalılığı da'-aynı sebebe dayanır. Sahnede konuşanlara değil, konuşturanlara bakmalıdır. Önümüzdeki günleride işçi sınıfımız daha da radikalleşeceğine göre, keskin lafların hatta eylemlerin artacağından şüphe edilemez. Yatıştırmanın bu iki aracı yanında. Sosyal-Demokratların sözde muhalefetleri de aynı işi yapmaya çalışacaktır. 14. Genel Kurul hangi görevleri öne çıkarmıştır ve “ nereden başlanmalf’dır?
Yatıştırma politikasının başarısızlığa uğratılması ilk iştir. Bunun için Devrimci- demokratlar yılmadan usanmadan çaiışm- lalı. bir yandan demokrat sendikal yapıların oluşturulması için mücadele ederken, somut eylem programlarıyla da TÜRK-İŞe bağlı kalmaksızın harekete geçmelidir. Çalışmanın esasını “ TURK-İŞ'in ele geçirilmesi" amacına oturtmak ve Genel Kurula yönelik bir hareket olarak görmek iflah olmaz bir aymazlıktır. Sorunu TURK- İŞ'in ele geçirilmesi olarak görenler, bilerek ya da bilmeyerek işçi sınıfını yanıltmakta önündeki görevlerden kaçmaktadırlar. 14. Genel Kuruldan ders çıkarmasını bilenler bu sahte hedefin ne demek olduğun gö- rüyorlaıdır. M.Özbek'in kararlı tavrı açıkça şunu göstermiştir. "Sosyal-Demokrasinin ayrılacak gücü varsa buyursunlar." Bu tavrın öteki yüzü, herhangi bir Sosyal Demokrat iktidarında (olmaz ya varsayalım) kendilerinin ayrılacağıdır. Böyle bir ihtimalde sosyal demekrotlar ve burjuva sosyalistik- leıi anlı şanlı ve itibarlı(!)TÜRK-İŞ adından başka neye sahip olabileceklerdir?
Devrimci-demokratları bekleyen görevler zor ve çetrefildir. İki cephe de birden savaşmak zorundadırlar. Kolay olan cephe. iplik iplik dökülen TÜRK-İŞ in özeğilinrv leri ile mücadelenin geçeceği cephedir. İşin zorlu yanı Sosyal-Demokratlara ve Burjuva sosyalistlerine karşı savaşmaktır. Ve esas çetin savaş, bu cephe de geçecektir. Bu savaş yüksek bilinç, kararlılık ve satranç ustalığı gerektirmektedir. Geri işçiler üzerinde Sosyal Demokrasinin etkinliğini kırmak kolay ve kısa zamanda başarılabilecek bir iş değildir Gerçi hayat. Devrimci- demokratlardan yana çalışıyor ama bu baş- lıbaşına işlerin çözülmesine yetmeyecektir.
Sorun devrimci-demokratların. göre- ve talip oluş arzularında, bilinç" ve kararlılıklarında düğümleniyor Sahte ve aldatıcı hedefler umutlar yerine, açık seçik ve anlaşılabilir hedefler koymak,gerçek umudun nerede olduğunu göstermek - günün görevi budur. Sendika içi görevlere ve
l-olım.ı hapsolunmadan. fabrika fabrika, şube 'Libe. sendika sendika çalışma Türkiye sathına yayılmalıdır ve mümkün olduğu an eksikliklere aldıı maksızın merkezi bir koordinasyon kurulmalıdır. İ>çi ya da seıı dikacı olmalarına bakılmaksızın çalışmak isteyen herkes göreve cağrıiabılmelidir. Merkezi v> ıııahali: yayın organları, merkezi w mahalli işçi temsilcileri toplantıları ve her türden propaganda araç ve biçimi ya ratıcı bir şekilde hayata geçirilmesidir
Başarılı olmamak için sebep vok. Ba sarmai'. vin görev, başına
Politik pezevenklik üzerineFAŞİZM ÜZERİNE YAZILAR'dan
B.BrechtAslına bakarsanız türlü pezevenk-
ler vardır. Birisi fahişeleri kendisi için çalıştırıp kazanan adî pezevenktir, bir de politik pezevenk vardır .
Nasıl ki adi pezevenk çalışan fahi- şelerle kiracıları arasında aracılık yapar, alım-satımı denetler ve işleri yoluna koyarsa, politik pezevenk de işçilerle alıcıları arasında aracılık yapar, işgücü denilen malın satımını denetler ve işleri yoluna koyar .
(...) Sömürülen sınıfı sömüren sınıfın kucağına iterek geçimini sağlar. Sermaye ile emeğin bağdaştırılması denilen korkunç ırza geçme olayını meşru kılar ve totoliter devlet olarak yasaların bu ırza geçmeye hizmet etmeyen hiç bir şeyi içermemesini sağlar. Mülksüz sınıfın yalın açlığından ve mülk sahibi sınıfın kâr hırsından yararlanarak, büyük parazit sözde her iki sınıfın da üstüne çıkar, ancak, bunu yaparken yalnız ve yalnız mülk sahibi sınıfa hizmet eder.
Adi pezevenk fahişeyi nasıl "korursa", politik pezevenk de proletaryayı öyle "korur" ve ilki fahişeyi fahişelikten değil de, sırf oyun kurallarının çiğnenmesine, izinsiz sarkıntılıklara karşı "koruyorsa" İkincisi de proletaryayı sömürüye karşı değil, yalnızcü sömürünün sarkıntılığına karşı "korur". Adi pezevenk eğer yakındaysa, müşterinin cinsel birleşme sırasında alışıla gelmişin,tanrının uygun gördüğünün dışında çıkan uygunsuz taleplerine yerine göre karşı çıkar. Normal bir birleşme ister. Bir fahişeye de insanca davranılmalıdır. Fahişe de namusuna -onun da bir namusu vardır- fazlasıyla dokunulmamasını isteyebilir.
(...) uşakların kendi ceplerini doldurmalarına kesinlikle karşı çıkar. Uşaklar yalnızca efendilerinin ceplerinin dolmasına yardımcı olabilirler.
Adi pezevenk, müşteriden ilişki sırasında belli bir temizlik ister (bu zor bir- şey değildir) ve bunun yalnızca müşterinin yararına olduğunu kanıtlar. Müşteriye fahişenin temizliği konusunda güvence verir. Bununla birlikte arada bir müşteriye karşı çok sert davranır, böylelikle müvekkilini çok etkiler. Para karşılığı cinsel ilişkide bulunmayı ahlâksal açı- dap çok endişe verici gördüğünü müşteriden gizlemez. Hatta otel odalarında aşırı derecede sevimsiz oyunlar sahneleyerek müşteriyi dehşete düşürür, birdenbire fahişenin nikâhlı kocası olarak ortaya çıkar ve ahlâksız ilişkiye öfkelenmesi sık sık öyle bir noktaya ulaşır ki, ancak büyük paraların gönüllü bağışlanmasıyla soğutulabilir.
Her durumda kararlaştırılmış ücre- *tin tamamıyla ödenmesini ister; bununla birlikte müvekkilinin gelirinden yine bağış biçiminde büyük paylar alır. Yürekten veriliyorsa -yürekten olmasa da
farketmez- en küçük bağışları bile hoşnutlukla kabullendiğini belli eder. Her tür diklenmeyi zorbalıkla kabullendiğini belli eder. Her tür diklenmeyi zorbalıkla bastırırsa da, müvekkiliyle âşıkdaşlık yapmaya ve neşe yoluyla güç vermeye — bu-güç diğer aşk ilişkileri için gereklidir- hazırdır. Fahişe yeni bir giysi giymişse, kendi parasıyla satın alınmış olduğu halde her yerde bunu dostunun hediye ettiğini söylemek zorundadır.
Fahişeyi tutumluluğa zorlar ve gece gündüz uğraşan eli sıkı, saygıdeğer bir aile babası gibi görünmeğe çalışır. Sık sık fahişenin adına açtırdığı banka hesabından söz eder ve her ne kadar rakkam vermese de (en ufak güvensizlik onu çok dertlendirir ve el kaldırmasına sebep olur), yokluk günlerinde bir güvencesi olduğunu bilmesini ister. Mızmızlanırsa, daha genç fahişelerden söz açar. Gençliği çok tutar, gençlikle işbirliği daha kolaydır. Ancak sağladığı güvence karşılığı fahişeden bazı özveriler ister. Maddî olanı horlamayı öğretir. Hiç ekmeğe sürülecek bir parça yağ onun bir bakışıyla kıyaslanabilir mi? Fahişe dostunun kendisiyle ilgilendiğini yediği dayaklardan anlar. Yalnız tokatlarla değil iltifatlarla da donatılır. Fahişelerin fahişesidir, başkaları eline su bile dökemez. Ve fahişeyi zengin edecek birisi varsa, o da kendisidir. Zaten kişisel çıkarlarını düşünmeyen bir insandır; ne çiftim çubuğum ne de bankada hesabım var diyerek güvence vermeyi sever.
Bununla birlikte giyinişine çok önem verir, çizme ve boyun bağlarını özenle seçer ve en küçük ayrıntıları bile göz önünde bulundurur. Aslına bakarsanız sanatçı ruhlu bir insandır. İyi günler gelince ona nasıl bir evcik inşa ettireceğini saatlerce anlatır. Konuşmak başlıca tutkusudur. İşinden yorgun dönmüş uykuyla savaşan fahişeye, yorulmadan bıkmadan yanlışlarını sayıp döker ve onun için yaptığı hizmetleri anlatır.
Yaptığı ana hizmet ona iş yaratmasıdır. Kendisi olmasa yatağında yalnız yatmak zorunda kalırdı.
Bununla ilgili olara fahişeye, düşük ücret ve cinsel ilişki sırasındaki eziyetin müşterilere karşı kolayca oluşturacağı belirlibir kini bastırmasını öğretmiştir. Fa- hişeyle müşteri arasındaki kötü bir ilişkinin, ilki için doğurabileceği çok kötü sonuçları bıkıp usanmadan kanıtlamağa çalışır. Birleşme sırasında -bazen alayla "işyerinde" der- kendisini güvenle müşterinin ellerine teslim etmelidir. Neşeyle peşinden gitmelidir.
Müşteriye, ücret için değil zevk için yattığını göstermelidir diye öğretide bulunur. Öncelikle müşterinin gayretlerini de beğenip alkışlamalıdır.
Müşteri onunla yatmaktan tümüyle vazgeçse, o zaman ne yapacaktır? Bu fahişeliğin sonu olurdu! Bunu elbette aklına getirmemişti değil mi? Özel girişimi onun gibi bir fahişeden iyi değerlendirecek başka kim vardı? Yalnız fahişe bu kanıtlara ister boyun eğsin ister eğmesin, onu ezici bir baskıyla mesleğine bağlar. Fahişelikten uzaklaşma ve sevgisini satmaya zorlayan bu durumdan kurtulma uğraşındaki tüm çabaları insafsızca boşa çıkarır.
PHİL
İPS'
DE
AÇ
LIK
GR
EV
İ
*
nsanlık tarihi haksızlıklar ve buna karşı direnme eylemleriyle örülü. Açlık grevide bu direnme türlerin
den bir tanesi. Fakat insanın kendi kendisini fiziksel olarak yok etme sürecine sokup, bunun yaratacağı fiili sonuçlara yönelmesi anlamında uç noktada bir direnme türü.
Geçtiğimiz ocak ayında da Philips- te basına küçük haberler.olarak yansıyan, üç işçinin on gün süren açlık grevi eylemi vardı. Olayın içeriğini ve gelişimini öğrenmek için açlık grevi sonrası bu üç işçi (Mehmet Helvacı, Faruk Saydam, Bahri Şenol) ile görüşmeye gittik. İşçilerden Faruk Saydam kendisi ve diğer arkadaşları adına sorularımızı yanıtladı.
YOL— Yaptığınız açlık grevinin nedenlerini ve amacını anlatımlısınız?
F.S.— İşyerimizde ocak ayının dokuzunda yedi arkadaşımız onüçüncü madde gerekçe gösterilerek işten atıldı. Grevimizin nedeni bu durumu protesto etmekti.
YOL— Sözkonusu atılmalar toplu sözleşmeden hemen sonramı oldu?
F.S.— Evet. İşten çıkarmalar MESS ve Otomobil-İş arasında yapılan toplu sözleşmeden sonra yapıldı. Fakat toplu sözleşmede temsilcilik kurulu yoktu.
Temsilcinin olmaması sosyal hakların talep edilememesi anlamına gelir. Temsilci olmayınca sorunlarımız askıda kalıp çözümlenemiyor.
Temsilci seçimleri ocak ayının onye- disinde yapılacaktı. Zaten işten çıkarılmaların espriside burada. Yapılacak seçimde büyük bir olasılıkla atılan aı kodoşlar temsilci kuruluna seçilecekti. Bu arkadaşlarımız adaydı ve hepside bu görevi yapabilecek nitelikteler; aralarında ondört yıl, üçbuçuk yıl gibi uzun süredir çalışanlarda vardı. Fakat işveren, işyeri üretiminin istenilen seviyeye gelmesine bu yedi bayan arkadaşın engel teşkil ettiğini ve diğer çalışanlarada kötü örnek olduğunu gerekçe gösterip onüçüncü maddeyi uyguladı. Böyle bir şey kesin
Açlık Grevindeki işçiler
likle söz konusu değil. Bu uygulamanın temsilci seçimlerinin öncesine getirilmesinin tesadüfi olmadığıda kesin. Bu duruma seyirci kalamazdık. Kalırsak sonunun gelmeyeceği, sıranın birgünde bize geleceği gün gibi ortada, bizce bu uygulama haklı değildi, tepki gösterilmesi gerekliydi. Değişik bir tepki türü olacağını düşünerek açlık grevi yapmaya karar verdik.
YOL— İşten çıkartmalar yaygın bir uygulamamı?
F.S.— 12 Eylülden beri bu tip uygulamalar oluyor. Nitekim 1987 yılmada işten çıkartmalarla girdik. Daha çok temsilci kadrolardan başlanarak yapılıyor. 1980 yılından bu yana enaz 20-30 arkadaşımız ara ara işten çıkartıldı.
YOL— Greve nasıl başladınız?F.S.— Arkadaşlarımıza işten çıkar
tıldıkları bildirildiğinde akşam sendika şubesine gittik. Akşam saati olduğu için yetkililer yoktu. Ertesi gün tekrar gittik ve yetkililere durumu bildirdik. Bunun keyfi bir uygulama olduğunu yıllardır çalışan arkadaşlarımızın madur durumda bırakıldığım söyledik. Yöneticiler işverenle konuyu görüşeceklerini ve uygulamanın durdurulması için çalışacaklarını söylediler. Bizde eğer görüşmeler olumsuz sonuçlanırsa açlık grevi yapmayı kararlaştırdığımızı belirttik. Sendika yetkilileri kararımızı olumlu karşıladılar ve bizi desteklediklerini söylediler. İşverenle sendika arasındaki görüşmeler olumsuz sonuçlanınca hemen ertesi gün önce birimiz, ikişer gün arayla diğer ikimiz katılmak suretiyle açlık grevine başladık. Daha öncede belirtiğim gibi bu olaya seyirci kalamazdık, her işçi aynı tehlikeyle karşı karşıya. Yapacağımız grevle Otomobil-lş'te ve diğer sendikalar nez- dinde kamuoyu oluşturmayı, sesimizi duyurmayı istedik. Talebimiz üzerine sendika bizi bu eylemle ilgili olarak temsilci atadı. Temsilci olarak başlamaktan amacımız; temsilciliğin diğer arkadaşlara vereceği güvenle haklı eylemimizi yaygınlaştırmaktı.
YOL— Nasıl bir yaygınlık?F.S.— Açlık grevine katılanların sa
yısını çoğaltmak açısından bir yaygınlıktı. Eylemlerimize bütün sendikaların sahip çıkmasını istedik. Çünkü aynı keyfi uygu-
lama ve haksızlıklar onlar içinde söz konusu.
YOL— Amacınıza ne ölçüde ulaştınız?
F.S.— Yaptığımız planlı bir eylem de- ğildi. O günki şortların bir gereği olarak ortaya çıktı. Ve işyenndeki bütün işçiler ilgi gösterdi, çay içmeme kararı aldılar. Bundan iki gün sonrada işyerinde çıkan yemeği yemeyerek bizi desteklediler. Bizce eylemimiz Philips çapında başarıya ulaştı.
Görevimize hiçbirşey yemeden devam edip, normal çalışmamızı da aksatmıyor sadece şekerli su içiyorduk. Ak- şamlarıda şubede kalıyorduk. Ümraniye,Kartal, Topkapı şubelerinden arkadaşlar gelerek geceyi bizimle geçirdiler, başka birçok işyerinden ziyarete gelenlerde oldu.
YOL— Grevi basına yansıtmak için bir girişiminiz oldumu?
F.S.— Sendika bizi deslekleyen bir basın bülteni çıkarttı. Bundan sonrada basın toplantısı tertiplemek istedi. Milliyet ve Günaydın'dan geldiler. Cumhuriyet ve Çağdaş gazetelerinde haber ola- * J rak çıktı.
YOL— Mess sözleşmesi işçiler arasında nasıl bir hava yarattı? Otomobil-İs'in imzası nasıl karşılandı?
F.S.— Olumlu değil. Mess bizim istemlerimizin gerisinde. Sözleşme öncesi Topkapı, Mecidiyeköy, şubeleri greve hazırlanıyordu. Aslında birçok şube greve hazırdı. Ama bugün olmazsa yarın sözleşmelerimiz olumlu olacak, bunun için bütün çabamızı sarfedeceğiz.
YOL— Umutlusunuz yani?F.S.— Evet, sonuna kadar.
YOL— Mees'e karşı nasıl başarılı bir sözleşme yapılabilir?
F.S.— Otomobil-lş Mess'in ilke kararlarına birlik halinde karşı çıkma, alternatif sunma çağrısı yaptı. Fakat diğer sendikalardan olumlu bir yanıt gelnrifcdi. Diğer sendikaların önüne sürülen Mess sözleşmesi Otomobil-İş'ede getirildi. Birlik olunmaması yüzünden bu noktaya geldik. Bütün sendikalar belli konularda, belli programlar doğrultusunda birlikte hareket etse daha olumlu sözleşmeler yapılır. Birlik heryerde herzaman, her- şartta yapılabilir. Yeterki ortak bir zeminde, ortak ilkeler saptansın.
YOL— Otomobil-İş'te Türk-İş yönetimi sosyal-demokrat kanada geçerse Türk-İş'c katılırız eğilimi vardı. Taban bu konuda ne diyor?
F.S.— Bu sadeci bir kaç kişisel görüş olarak geçti, yaygın bir eğilim değildi. Biz Türk-lş'e katılmaya taraftar değiliz. Var olan zeminde Otomobil-lş gelişmeli, Türk-İş'e gerek yok. Katılırsak orada erir yokoluruz. Otomobil-İş bu sendikaya işçilerin hakkını koruyor ve anyor gözüyle bakmıyor. Bu eleştiriden sonra kalkıp Türk-lş'e katılmak anlamsız olmaz- mi? Türk-İş işverenler lehine uzlaşmacı bir sendika, işçi haklarını savunmuyor. Elimizde Otomobil-İş gibi iyi yönlendirilerek işçi haklarını sonuna kadar savunabilecek bir sendika varken ne diye Türk- İşe katılıp bütün haklarımızdan vazgeçelim.
O
32
I
BİR BELGE :■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ H M
TÜRK-İS KONGRESİ'NE ÇAĞRI0 0
Türk-İş 14. Genel Kurulu, bütün emekçi halk örgütlerinin dağıtıldığı bir dönemde toplanmaktadır. Bu nedenle, Türk-İş Genel Kurulu sadece işçi sınıfının değil, tüm değer yaratan insanlarımızın davasına sahip çıkacak bir örgüt olma onuruna erişebilir. Ülke çapındaki tüm işçi ve emekçilerin gözleri, Genel Kuru- lu'muzun üstünde olacaktır. 14. Genel Kurul, işçi sınıfı dışındaki emekçilere de örgütlenme bilinci ve mücadele azmi verebilir.
İşçi sınıfı, ülkemizi çağdaş uluslar seviyesine çıkaracak, biricik üretici güçtür. Yani, işçi sınıfına inanç, ilkeler bütünümüzün temelidir. Ancak o ilkeler bütünü, işçilerin sadece belirli bir zümresinin değil, bilhassa işçilerin, en yoksul ve en eğitimsiz kesiminin nabzını sürekli elde tutmakla tazeliğini koruyabilir.
Bunun biricik koşulu; en yoksul ve en cahil işçi kitlesinin içinde, onların koşullarını sürekli soluyarak yaşamaktır. Bu yüzden, profesyonel sendikacı maaşı, orta halli bir işçinin maaşından fazla olmamalıdır. Çünkü, o zaman profesyonel sendikacılık, şan-şöhre ve sınıf değiştirmek için kullanılan bir sıçrama tahtası olmaktan çıkacak, yönetime işçi davasına bağlı, gönüllü idealistler seçilecektir.
14. Genel Kurulu, başta üyelerimiz olmak üzere, işçi sınıfı ve diğer emekçiler nezdinde hiçbir prestiji kalmayan Türk-İş'i, gerçekter işçi sendikaları birliği haline getirmek için, ilk adım olmalıdır.
Türk-lş, kuruluşundan bu güne kadar izlediği politika ile, sınıfına uzak, işverenlere ve siyasi iktidarlara yakın olmuştur. Ekmek ve siyaseti birbirinden ayıran, her vesile ile izlediği partiler üstü politika anlayışı ile övünen Türk-İş, en sonunda üyelerini ekmeğe muhtaç hale getirmiştir. İzlenen politika, tümden iflâs etmiş, siyasi iktidarı elinde tutan işverenler, ekmeğin kırıntısını dahi işçilere çok görür hale gelmişlerdir.
Türk-İş'in demokratik bir yapıya kavuşması ve mücadeleci bir örgüt olabilmesinin asgari şartları, kanaatimizce şunlardır:Türk-İŞ:A. 14. Genel Kurul, bu politikaya mahkum etmeli, işçilerin sendikaları kanalıyla, örgütlü olarak politika yapabilmesini vazgeçilmez hak ve görev olarak
kabul etmelidir.B. İşçilere örgütlü politikayı yasaklayan, 1982 Anayasası, 2821 ve 2822 sayılı Yasaların değiştirilip, demokratik hukuksal çerçeve oluşturulması ve ILO ilke
lerinin hayata geçirilmesi için, sonuna dek mücadele edileceğini açıklamalıdır.C. Türk-İş'in izlediği partiler üstü politika anlayışının akıl hocalığını yapan A.B.D. güdümlü Afrika, Asya Hür Çalışma Teşkilatı ile olan tüm ilişkilerinin kesile
ceğini ilan etmelidir.D. Uluslararası diğer işçi örgütleri ile olan ilişkileri örgütlü ve düzenli hale getirmeli, sendikal ilkelerin eksiksiz olarak uygulanması için mücadele etmelidir.E. Türk-İş'e bağlı Sendikaların yapısının demokratikleştirilmesi ve sendikacılığın meslek olmaktan çıkarılması için, asgari ilkeler saptanmalı, bunları yerine
getirmeyen Sendikaları, bünyesinden çıkarmalıdır.Sendikaların yapılanmasında ise, şu hükümler esas alınmalıdır:A. Sendikanın amacı, açık ve anlaşılır hale getirilmelidir.B. Yetki ve sorumlulukları Genel Başkan'dan başlayarak, sıra ile üyeye kadar yaygınlaştırılmalı, yasaların elverişsizliği gerekçesi ile bu görevden kaçınılma
malıdır. Bnun için en az şu düzenlemeler esas alınmalıdır.S. 1) Sendika temsilcileri her hal ve şartla, seçimle göreve gelmeli ve yöneticiler işçinin onayı olmaksızın görevden alma, yeniden seçime gitme hakkına
sahip olmamalıdır.2) En az iki ayda bir Şube temsilciler Meclisi, kongre gündemi ile (seçim hariç) toplanmalıdır.3) En az 6 ayda bir Genel Temsilciler Meclisi yukardaki gündemde toplanmalıdır.4) Kongreler en geç 2 yılda bir yapılmalıdır.5) Toplu iş sözleşme görüşmelerinde işçi onayı esas alınmalı, sözleşme görüşmelerine işçi temsilcileri ya da oluşturulacak toplu sözleşme komiteleri katıl
malıdır.Toplu iş sözleşmesinin adına uygun olarak hazırlanmasında da, işçi temsilcilerinin görüşleri alınmalıdır.
& 6 ) Sendika bütçesinin asgari % 15'i eğitim amaçlan için kullanılmalı, eğitim programları işçi temsilcileri ile birlikte hazırlanmalıdır.y 7) Kültür-Eğitim programımız:
Sendika gazeteleri, paneller, konferanslar, seminerler, sanat gösterileri ve benzeri eğitim çalışmaları, bizzat işçilerin öncülerinin kollektif çabalarıyla, örgütlenmesiyle düzenlenmelidir.
8) Sendika ve Konfederasyon yöneticilerinin yaşam düzeyi, işçilerin ortalamasına yaklaştırmalı, her türlü ödentide ortalama işçi harcaması esas alınmalı, bunun dışındaki harcamalar ödenmemelidir.
t - 9) Sendika işlerinin bütünü harekettir. Sendika profesyonel kadrolarının, sendikada oturup kalması suç gibi görülmeli, işte bu nedenle profesyonel sendikacı, öncü-hareketli ve dinamik işçilerden seçilmeli.-¿ar''10) Grev, işçilerin vazgeçilmez biricik silahıdır; olabildiğince kollektif hale getirilmesi, ülkemizin ve ulusumuzun kalkınmasına engel değildir. Tam tersine, biricik zembereği oluşturur. Ekonomik ve sosyal adaletsizlik, ancak o silahın işçi sınıfının kollektif bilinci ve örgütü ile kullanılmasıyla son bulur.
11) Sendikalar, iş hayatımıza yalnız sözleşmelerle yararlı olamaz. Üretim ve tüketim kooperatiflerinin ve yapı kooperatiflerinin ülke çapında yaygınlaştırılması; yardımlaşma sandıklarının banka kertesinde geliştirilmesi ve işsizlik sigortasının çıkarılması için, gerekli mücadele verilmelidir.
12) 10 bin yıldır her konuda geri bıraktırılmış kadınlar için, "eşit işe eşit ücret" koşullan sağlanmalıdır.Bunun için haftada 5 işgünü veya 40 saat uygulaması, yine aynı işe aynı ücret uygulaması prensip edinilmeli önümüzdeki zorlukların aşılmasında, hükü
metlerden ve işverenlerden şefaat dilenme politikasından vazgeçilip, işçi sınıfının ve emekçi halkın gücüne güvenmenin esas alınacağı açıklanmalıdır. Yapılacak eylemlerde İstanbul merkez alınarak, bütün Anadolu'ya yayılan bir planlama yapılmalıdır.
13) 14. Genel Kurul, otel lobilerinde yürütülen, pazarlıklara göre sonuçlanmamalıdır. Şu ya da bu insanın pazarlıklar sonucu yürütme kuruluna gelmesinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ve aksine olumsuzlukları arttıracağına inanıyoruz.
Yukarda saydığımız prensipleri, demokratik olmanın asgari şartı olarak kabul ediyoruz. Bu prensipleri, kongre salonunda açıkça dövüştüren kim olursa olsun, onlarla birlikte olacağız. Bunları pazarıkları baltalayıcıolur, savıyla erteleyenler bize yakın olsalar da onlara karşı mücadele edeceğimizi ilân ederiz.
TÜRKİYE DERİ-İS SENDİKASI0
33
HA
BER
NETAS'TA 93 GÜN 4etaş hisselerinin % 49'unu PTT'nin, % 51 'ini Northern Electronic'in paylaştığı, ko-
^ __ nusunda en büyük şirket. Hatta birçok ürününde piyasa tekeline sahip. PTT aynı zamanda en büyük müşteri. Şirketin günlük artış toplamı 400 milyon. Açıklanan kar oranı % 5'ten günlük 20 milyon TL. kar sözkonusu. Ve grevin 93. gününde şirketin kazanmamayı göze altığı kar 1.86 milyar TL. (sanıyoruz bu, enaztndan.)
ı *
i
18 Şubat ÇarşambaOtomobil İş sendikası Ümraniye şu
besine konuk olduk, oldukça kalabalıktılar. Hem sohbet ediyor hem de saat on- bir de Ankara'da başlayan uzlaşma toplantısının sonucunu bekliyorlardı. Günün enaz bu kadar önemli bir konusu da, toplantının başladığı saatte işveren tarafından fabrikadan 15 kamyon dolusu mamul kaçırılması Bu işveren ve polisin yasadışı uygulamalarından sadece biri.
Toplantı henüz sürerken grevci işçilerle yaptığımız sohbetlerde aynı düşünceleri dinledik. “ Türk İş'in “ Bu yasalarla grev yapılamaz" “ Bu yasalarla grev yapmak intihardır" gibi çığlıklarına rağmen birşeyler yapılabileceğini gösterdik." Hemen belirtelim, bu teslimiyet çığlıkları yalnız Türk İş'ten değil, grevle ilg ili yasa tüzük ve yönetmeliklerin yürür-^ lüğe girdiği günlerde bazı aydınlarımızdan da geldi. Ama grevciler böyle demiyor. 11 Yıllık Netaş'lı bir işçi: “ Çok zor. koşullarda, hele hele bu yasalarla bile birşeyler yapmanın ve kazanmanın olabilirliğini gösterdik. Bu bir başarıdır." diyor. Hem de uzlaşma toplantısı bitmeden önce...
Grevcilerle sohbetimizde, özellikle bunun üzerinde duruyoruz: Netaş grevi, Türkiye İşçi Sınıfına neler kazandırmış olabilir?
İşçi sınıfının gücü, müttefiklerinin kimler olabileceği gibi genel geçerliliği olan'unsurların yanında ülkemize özgü bazı önemli ayrıntıları günışığına çıkardı. Netaş grevi, işçi sınıfının, 12 Eylül sonrası çok önemli deneyimi olmuştur. Nelerin yapılabileceğini, nelerin yapılamayacağını ortaya koymuştur. Yasalar terazisinin işverenden yana ağır basmış olmasının ne kadar zorlanabileceğini göstermiştir.
İşçiler şunu diyor: “ Polis hak aradığımıza inanmıyor. Scfnki teröristmişiz gibi yaklaşıyor. Bu kadarla kalsaydı...... .“Bir başkası: “ Polis hükümetin emrindedir, Başbakan ise eski MESS başkanı. Bu kadar basit."
özellikle fabrikadan mamul çıkarılması (kaçırılmasın)'nda polisin etkinliği,
işçilere çok şey öğretmiştir. (13 ve 18 Şubattaki mamul kaçırma olaylarında toplam yirmi kamyon dolusu mamul fabrikadan kaçırıldı. İşveren, grevin hemen başlangıcında yasâl olarak yapılması gereken stok miktarının belirlenmesini gerçekleştirmeyince kaçırmaların kanıtlanması yapılamıyor. Kanıtlandığında da yasalar buduruma cezai bir yaptırım öngörmüyor.) Kamyonların fabrika çıkışında, işçilerin engellemelerini önlemek için, iki otobüs dolusu ÇEVİK KUVVET işçilerin heyecanlanmalarını bastırıyor. 13 Şubat günü, altı kişi bu amaçla gözaltına alınıyor bir gece GÖZALTINDA kalıyorlar ve ertesi gün bırakılıyorlar. 18 Şubat günü çevik kuvvet otobüslerininsayısı üç oluyor, ve mal kaçıran kamyon sayısı da 15
Ayrıca ilçe kaymakamı “ polislerin görevlendirilmesini gerçekleştiren" olarak rolünü yerine getiriyor.
Yasalar terazisinde işçilerin bir diğer hafifliği, stajyer öğrencilerle üretim yapılması. Netaş'ta grevin başlangıcından hemen sonra, işveren, stajyer teknik lise öğrencileriyle üretimi sürdürmeye çabalıyor. Sendika yönetimi, durumu bir bilirkişi ile saptayıp yargı yoluna başvurduğu halde bundan bir sonuç alamıyor. Grev esnasında stajyer elemanlarla üretimi sürdürmenin cezai yaptırımı var: Kısacası yasaları; işçi sınıfına yükümlülükler, işverenlerene keyfilikler bahşediyor.
Netaş grevinin, Türkiye İşçi Sınıfına kazandırdıklarım not alırken, edinilen taktik bilgilerini ve toplumsal moral katkılarını unutmamak gerekir. Grevi ziyaret eden birçok üniversiteli: “ Aslında si ze moral vermek, destek olmak amacından çok, moral almak ve güçlü olduğumuzu görmek için geldik." diyerek, aynı zamanda toplumsal tabaka ve sınıf - ların içinde bulundukları durumu yansıtıyorlardı. Birçok esnaf ve evsahiplerinin durumları da gözönüne alınınca, Netaş grevinin, 12. Eylül sonrası toplumsal morale katkılarını görebiliriz...
Peki, Netaş grevinin bu, etkin uya- ncılığı nereden kaynaklanıyor! 1. Grev
deki işçi sa/ısı 2650 ve bu rakkam fabrikadaki işçi sayısının yaklaşık tamamadır.Buna “ tam katılım" diyebiliriz. (Grev süresinde yaklaşık 50 işçi işbaşı yaptı fakat bunlar toplam için de küçük bir yer tutuyor. Grevi sürdürenler "Bunların bir etkisi oimadı, ilk günkü gibi kararlıyız dediler." 2. Grev k a r a r ı n ı n kitle kararı' olması, ¡tamamıyla kitlesel istence dayan- mcsı ve bunun doğal sonucu olan kararlılık. 3. Netaş şirketinin konusunda tekel olması... Grevin etkin uyarıcılığı, bizce, bu unsurlardan ve bunların değişik görünümlerinden kaynaklanıyor.
TRT VE BASIN oSohbetim izdeki d iğer konu bu idi.
TRT, grevin başlangıç haberini birkaç saniyede veriyor. Üstelik haber almak için gelen ekip, grev başlangıcında değil, fabrika boşaldıktan sonra akşam saatlerinde geliyor. Bu geliş Northern Electro- nic'in hatırına olsa gerek. Çünkü Netaş'a gelene dek birçok grev kararı alındı, uygulandı, bazıları da sonuçlandı. TRT; TurkiyeTi işçilere, Fransız /a da Yunan işçileri kadar değer vermiyor olmalı. TRT'nin tavrı nedir diye sorduğumüzda yanıt net: “ TRT'nin tavrı, taraf tutmaktır." "TRT hükümet yanlısıdır." a
İşçilere göre, basın da bazı noktaları açık ve tam yazmamak yoluyla ta- A raf tutmuş oluyor. Hatta bazı gazeteler yalan haber bile yazdı.
BİR İLGİNÇ OLAYGrevin başladığı günlerde, Başba
kan, Netaş fabrikasına komşu olan Te- letaş'ı ziyaret ediyor. Netaş'lı grevcilerin ve sendikacıların tüm çağrılarına rağmen Başbakan, böyle bir ziyareti yapamayacağını iletiyor.
DAYANIŞMA VE YARDIMLAR
93. Gün'deki konukluğumuzda sendika şube binasının bir odası, yiyecek maddeleriyle dolu idj. Pirinç, şeker, mercimek, nohut, makarna, zeytin, margarin, ayçiçek yağı ve sabunla birlikte 9 kalem temel gıda, hepsinden birer kilogram olmak üzere dağıtılıyordu. Paketleme, torbalama ve dağıtım işini onbir yıllık Netaş'lı Ali Osman üstlenmiş, Marketçi Ali Osman diyorlar ona.
Dayanışma fonuna çeşitli yerlerden katılım oldu. Bazı okullardan yüzbin'li miktarların gelmesi, şaşırtıcı, sevindirici, ve güçverici oldu. Aynı sendikanın Me- cidiyeköy şubesine bağlı Süper Dizel gre- ^ vinden bile yardım geldi. Çünkü Süper Dizel grevcilerinin dayanışma fonu, grevdeki 15 işçinin temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra bir miktar artmış. Netaş
“Bu yazıya temel olan düşünceler grevdeki işçilerle yaptığımız sohbetlerdeki saptamalardır. Biz yalnızca yazıya dökme işinigerçekleştiı - d ik r
34
işçileri de Süper Dizel işçilerine dokuz kilogramlık dayanışma torbalarından ilettiler. Bu yazıyı düzenlediğimiz sıralarda, grevin anlaşmayla sonuçlandığını televizyondan öğrendik. Bundan sonra Ne- taş işçileriyle Süper Dizel işçileri daha büyük yardımlaşmalar ve dayanışmalar gerçekleştirecektir...
BAKANIN ARABULUCULUĞU VE SONUÇ
Önce 93. güne dek yaşanan gelişmeleri anımsayalım. 12 Şubat günü, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı M.Taş- çıoğlu, Otomobil İş sendikası Genel Başkanı ¡.Dalkılıç ile görüşmüştü. Bakan, İşveren tarafıyla da görüşeceğini belirti-' yor. 13 Şubat'taki basın açıklamasında (ilk mal kaçırma olayının olduğu gün) "Bu grev bir an önce bitmelidir. Tarafları biıaraya getireceğim. Bu konuda daha fazla bir açıklama yapcmam yoksa şımarırlar" dedi.
Bakan'ın böyle bir arabuluculuğa girişmesini yorumlamak pek güç olmasa gerek. Bugün işçilerle görüşmemizde "Bu grev daha önce bitebilirdi. Ama (en büyük müşteri olan) PTT şimdi daha zor durumda. Santral arızalan arttı, aboneler PTT'yi sıkıştırıyorlar. Dolaylı da olsa anlaşmaya yanaşacaklardır." düşüncesine tanık olduk. Sendikanın Ümraniye şube başkanı da, görüşmelerin başladığını ancak şimdilik taleplerde bir indirim olmadığını bildirdi. Bir başka işçi de anlaşma konusunda şöyle dedi: "Bu bir denge sorunu, pazarlık işi. Karşımızdakiler de bizim kadar güçlü. Üstelik biz de bazı sorunlarla karşılaşmaya başladık."
Taleplerde indirim konusunda da işçilerin görüşü, birkaç puanlık bir indirim yapılabileceği ancak daha fazla olmaması gerektiği doğrultusunda.
Ancak, sonuçlara baktığımızda, başlangıç istenen ilk yıl için % 75 ikinci yıl için % 55 oranındaki saat ücretlerindeki artış oranı % 40,5 ve % 30 olarak bağıtlandı. Yardımlar ve harcırahlar konusunda daha iyi sonuçlar alındı. Sendika başkanı ¡.Dalkılıç "Taleplerimizi % 70 oranında gerçekleştirdik.Arkadaşla- rımı kutlarım" dedi.
Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğiticiliği, vardır amaf toplumsal olayların çok azı grev kadar güçlü bir eğiticidir. Nice kazanım- lara..........
Konukluğumuz güzel bir raslantı olarak grevin son gününe denk geldi. Ayrılırken herkese, büyük kazanımlar diledik. Netaş işçileri 93 günle birlikte, işçi sınıfının gücünü herkese tek tek gösterdi.
Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğiticiliği vardır ama, toplumsal olayların çok acı grev kadar güçlü bir eğiticidir. Nice kazanımlara.........
SENDİKA KOMİTELERİ ÜZERİNE
T oplu iş sözleşmeleri işçilerin ken di ara la rındaki rekabeti bırakıp
patrona karşı b irlikte rekabet etmeleridir. Bu rekabet ve mücadelenin sonucunda işgücünün fiyatı be lirle nir. Bu rekabet ortam ında her zam- nan daha elverişli şartlarda olan işverenlerdir. Çünkü düzenin bütün kurum lan onlarındır, onlara hizmet eder. İşsizler ordusu sürekli a rtm akta, bu ise işgücünün fiyatını aşağıya çekm eğe ya ram aktad ır. Ü retim araçları üzerindeki mülkiyet, işçilerin çalışmaktan başka çarelerinin o lm ayışı vb rekabet koşullarını işveren lehine çevirir. İşçi sınıfının silahı ö rgütlenmesi, b irlikteliği ve kararlı b ir mücadele ile grev silahını doğru ve yerinde kullanabilmesidir.
Sendikalar, kapitaliste karşı da yanışma zorunluluğunu gören işçilerin kendi a ra larındaki rekabete son verm eleriyle ortaya çıkmıştır. İşçi yığınlarını birleştiren en geniş örgütlenmeler o lan sendikaların temelini b irlik olgusu oluşturur. Kapitalizmin doğuş yıllarındaki mücadele ve deneyler çok kısa zamanda işçilerin sendikal b irlik le rin i sağlamaya zorlamıştır. Kaba sömürü işçileri en geniş anlam da mücadeleye sevk etmiş, İşçiler tepkilerin i önce m akinalara yöneltmişlerdir. Kısa b ir süre sonra makineye yönelen tepkiler yerini hak aramak amacıyla birlik oluşturmaya ve bu yolla mücadaleye bırakmıştır. İşçiler işverenlere karşı tek tek mücadele eder ve işgüçlerini daha pahalıya satmaya çalışırken -ki aynı zamanda kendi aralarında rekabet yaratıp işgücünün fiyatını düşürmüştür- bu yolla ileri adım lar atılam ayacağını görmüşler, işgüçlerini toplu pazarlamaya başlamışlardır. Toplu sözleşmeler b inb ir mücadele ve evrim den sonra günümüzdeki biçimine ulaşmıştır.
Ülkemizde de işçi sınıfı tek parti dönem inde sendikasız-sözleşmesiz bırakılmış, işverenlere mutlak sömürü olanağı yaratılmıştır. Tek parti dönemi "H e r şey kapitalist yerleştirme .c in" felsefesinin hakim olduğu, kapitalistin yeterli germeye birikimi Sağlaması için en ilkel şartlarda işçi ça -| lıştırılmasma izin verild iğ i b ir dönem olmuştur. Böylece işçinin modern teknikli m akinalarda üretkenliğini a rttırm aya yönelinmemiş, aksine ¡1-
Ceren GÜLERkel şartlarda ücretler düşürülerek, çalışma şartları uzatılarak en kaba sömürü biçim iyle mutlak artı değer yaratılmıştır. 1946'da sendika kurma hakkının yasallaşması işçiler içinde b ir da lga yaratmışsa da, kısa sürede tüm sendika ve sosyalist örgütlenmeler kapatılarak bu hareket ezilmiştir.
1950'li yıllarda Türk-İş'in kuruluşu bu durumu değiştirmemiştir. Grev hakkının varolmaması toplu sözleşme düzenini anlamsız kılıyordu. Amerikancı ve sınıf uzlaşmacısı b ir politika benimseyen Türk-İş'in bu dönemde toplu pazarlık düzenimizin özgürleşmesine işçi sınıfımızın yeni haklar elde etmesine katkıda bulunduğu söylenemez. 27 Mayıs politik devrimiyle grevli toplu sözleşme hakkının -ama lokavtla birlikte-‘tanınma- sı ve DİSK'in doğuşu ile değişmeye başladı. DİSK'e bağlı sendikalarca yapılan sözleşmelerde özellikle ücret konusunda ileri haklar sçğlanmış, çalışma koşulları, iş güvenliği gibi konularda eksiklikleriyle b irlikte toplu sözleşme kurumu gerçek anlamına kavuşmaya başlamıştır. Sendikaların başlıca zaafı işçilerin ufkunu ücretlerle sınırlı tu tm aları, sınıf sendikacılığı ile ilgili söylenenleri gerçekte yaşama geçirememeleri olmuştur. Bu süreç 12 Eylül 1980'de kesintiye uğ-1 ramıştır. YHK'lı dönem de işçilerin b inbir mücadele, direniş ve grevle elde ettikleri tüm haklar geriye götü rülmüş, YHK özellikle ücretlerimi çok yüksek olduğu iddia edilen kimi kamu işyerlerinde yüzde 10'lu ücret a rtışıyla sözleşme bağıtlamıştır. Sözleşmelerdeki işgüvenliği, yönetime kg- tılma gib i idari hükümler YHK ta ra fından budanmıştır. İşçi çıkarma yasağın ın u y g u la n d ığ ı g ü n le rd e YHK'nın bağıtladığı sözleşmelerdeki iş ve işyeri değişikliğine ilişkin maddeler işverenlerin im dadıdan yetişmiştir. Teksif'in b ir araştırmasına gö re tekstil işkolunda bu yolla yılda yüzde 25'e varar; b ir işçi sirkülasyonu ve çıkarma gerçekleştirilmiştir.
DİSK ve bağlı sendikaların fa a liyetlerinin durduru lduğu, süresi b iten toplu sözleşmelerin ta ra fla r ad>.- na eşine az rastlanır b ir uygulama ile YHK tara fından yenilendiği bu dö nemde işçi sınıfının uğradığı ve b ir işçi sendikası o larak Türk-İş'in sergilediğ i tavır, daha uzun b ir süre tartışılacaktır. Yeni yasaların özgür top lu
35
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
NETAS'TA 93
i
et aş hisselerinin % 49'unu PTT'nin, % 51'ini Northern Electronic'in paylaştığı, ko- nusunda en büyük şirket.
Hatta birçok ürününde piyasa tekeline sahip. PTT aynı zamanda en büyük müşteri. Şirketin günlük artış toplamı 400 milyon. Açıklanan kar oranı % 5'ten günlük 20 milyon TL. kar sözkonusu. Ve grevin 93. gününde şirketin kazanmamayı göze altığı kar 1.86 milyar TL. (sanıyoruz bu, enazından.)
18 Şubat ÇarşambaOtomobil İş sendikası Ümraniye şu
besine konuk olduk, oldukça kalabalıktılar. Hem sohbet ediyor hem de saat on- bir de Ankara'da başlayan uzlaşma toplantısının sonucunu bekliyorlardı. Günün enaz bu kadar önemli bir konusu da, toplantının başladığı saatte işveren tarafından fabrikadan 15 kamyon dolusu mamul kaçırılması Bu işveren ve polisin yasadışı uygulamalarından sadece biri.
Toplantı henüz sürerken grevci işçilerle yaptığımız sohbetlerde aynı düşünceleri dinledik. "Türk İş'in "Bu yasalarla grev yapılamaz" "Bu yasalarla grev yapmak intihardır" gibi çığlıklarına rağmen birşeyler yapılabileceğini gösterdik." Hemen belirtelim, bu teslimiyet çığlıkları yalnız Türk İş'ten değil, grevle ilg ili yasa tüzük ve yönetmeliklerin yürür-^ lüğe girdiği günlerde bazı aydınlarımızdan da geldi. Ama grevciler böyle demiyor. 11 Yıllık Netaş'lı bir işçi: "Çok zor. koşullarda, hele hele bu yasalarla bile birşeyler yapmanın ve Jcazanmanın olabilirliğini gösterdik. Bu bir başarıdır." diyor. Hem de uzlaşma toplantısı bitmeden önce...
Grevcilerle sohbetimizde, özellikle bunun üzerinde duruyoruz: Netaş grevi, Türkiye İşçi Sınıfına neler kazandırmış olabilir?
İşçi sınıfının gücü, müttefiklerinin kimler olabileceği gibi genel geçerliliği olan'unsurların yanında ülkemize özgü bazı önemli ayrıntıları günışığına çıkardı. Netaş grevi, işçi sınıfının, 12 Eylül sonrası çok önemli deneyimi olmuştur. Nelerin yapılabileceğini, nelerin yapılamayacağını ortaya koymuştur. Yasalar terazisinin işverenden yana ağır basmış olmasının ne kadar zorlanabileceğini göstermiştir.
İşçiler şunu diyor: "Polis hak aradığımıza inanmıyor. Sdnki teröristmişiz gibi yaklaşıyor. Bu kadarla kalsaydı...... ."Bir başkası: "Polis hükümetin emrindedir, Başbakan ise eski MESS başkanı. Bu kadar basit."
Özellikle fabrikadan mamul çıkarılması (kaçırılmasın)'nda polisin etkinliği,
işçilere çok şey öğretmiştir. (13 ve 18 Şubat'tâki mamul kaçırma olaylarında toplam yirmi kamyon dolusu mamul fabrikadan kaçırıldı. İşveren, grevin hemen başlangıcında yasül olarak yapılması gereken stok miktarının belirlenmesi'ni gerçekleştirmeyince kaçırmaların kanıtlanması yapılamıyor. Kanıtlandığında da yasalar buduruma cezai bir yaptırım öngörmüyor.) Kamyonların fabrika çıkışında, isçilerin engellemelerini önlemek için, iki otobüs dolusu ÇEVİK KUVVET işçilerin heyecanlanmalarını bastırıyor. 13 Şubat günü, altı kişi bu amaçla gözaltına alınıyor bir gece GÖZALTINDA kalıyorlar ve ertesi gün bırakılıyorlar. 18 Şubat günü çevik kuvvet otobüslerininsayısı üç oluyor, ve mal kaçıran kamyon sayısı da 15
“Bu yazıya temel olan düşünceler grevdeki iş- çilerle yaptığımız sohbetlerdeki saptamalardır. Biz yalnızca yazıya dökme işinigerçekleştiı-’ dik."
Ayrıca ilçe kaymakamı "polislerin görevlendirilmesini gerçekleştiren' olarak rolünü yerine getiriyor.
Yasalar terazisinde işçilerin bir diğer hafifliği, stajyer öğrencilerle üretim yapılması. Netaş'ta grevin başlangıcından hemen sonra, İşveren, stajyer teknik lise öğrencileriyle üretimi sürdürmeye çabalıyor. Sendika yönetimi, durumu bir bilirkişi ile saptayıp yargı yoluna başvurduğu halde bundan bir sonuç alamıyor. Grev esnasında stajyer elemanlarla üretimi sürdürmenin cezai yaptırımı var: Kısacası yasaları; işçi sınıfına yükümlülükler, işverenlerene keyfilikler bahşediyor.
Netaş grevinin, Türkiye İşçi Sınıfına kazandırdıklarını not alırken, edinilen taktik bilgilerini ve toplumsal moral katkılarını unutmamak gerekir. Grevi ziyaret eden birçok üniversiteli: "Aslında size moral vermek, destek olmak amacından çok, moral almak ve güçlü olduğumuzu görmek için geldik." diyerek, aynı zamanda toplumsal tabaka ve sınıf - ların içinde bulundukları durumu yansıtıyorlardı. Birçok esnaf ve evsahiplerinin durumları da gözönüne alınınca, Netaş grevinin, 12. Eylül sonrası toplumsal morale katkılarını görebiliriz...
Peki, Netaş grevinin bu, etkin uya rıcılığı nereden kaynaklanıyor! 1. Grev
GÜN
deki işçi sa/ısı 2650 ve bu rakkam fabrikadaki işçi sayısının yaklaşık tamamadır. Buna "tam katılım" diyebiliriz. (Grev süresinde yaklaşık 50 işçi işbaşı yaptı fakat bunlar toplam için de küçük bir yer tutuyor. Grevi sürdürenler "Bunların bir etkisi olmadı, ilk günkü gibi kararlıyız dediler."-2. G r e v kararının kitle kararı ol ması, hamamıyla kitlesel istence dayan- mcsı ve bunun doğal sonucu oian kararlılık. 3. Netaş şirketinin konusunda tekel olması... Grevin etkin uyarıcılığı, bizce, bu unsurlardan ve bunların değişik görünümlerinden kaynaklanıyor.
TRT VE BASINkSohbetimizdeki diğer konu bu idi.
TRT, grevin başlangıç haberini birkaç saniyede veriyor. Üstelik haber almak için gelen ekip, grev başlangıcında değil, fabrika boşaldıktan sonra akşam saatlerinde geiiyor. Bu geliş Northern Electronic'in hatırına olsa gerek. Çünkü Netaş'a gelene dek birçok grev kqrarı alındı, uygulandı, bazıları da sonuçlandı. TRT; Türkiye'li işçilere, Branşız /a da Yunan işçileri kadar değer vermiyor olmalı. TRT'nin tavrı nedir diye sorduğumuzda yanıt net: "TRT'nin tavrı, taraf tutmaktır." "TRT hükümet yanlısıdır."
İşçilere göre, basın da bazı noktaları açık ve tam yazmamak yoluyla taraf tutmuş oluyor. Hatta bazı gazeteler yalan haber bile yazdı.
BİR İLGİNÇ OLAYGrevin başladığı günlerde, Başba
kan, Netaş fabrikasına komşu olan Te- letaş'ı ziyaret ediyor. Netaş'lı grevcilerin ve sendikacılarm tüm çağrılarına rağmen Başbakan, böyle bir ziyareti yapamayacağını iletiyor.
DAYANIŞMA VE YARDIMLAR
93. Gün'deki konukluğumuzda sendika şube binasının bir odası, yiyecek maddeleriyle dolu idk Pirinç, şeker, mercimek, nohut, makarna, zeytin, margarin, ayçiçek yağı ve sabunla birlikte 9 kalem temel gıda., hepsinden birer kilogram olmak üzere dağıtılıyordu. Paketleme, torbalama ve dağıtım işini onbir yıllık Netaş'lı Ali Osman üstlenmiş, Marketçi Ali Osman diyorlar ona.
Dayanışma fonuna çeşitli yerlerden katılım oldu. Bazı okullardan yüzbin'li miktarların gelmesi, şaşırtıcı, sevindirici, ve güçverici oldu. Aynı sendikanın Me- cidiyeköy şubesine bağlı Süper Dizel grevinden bile yardım geldi. Çünkü Süper Dizel grevcilerinin dayanışma fonu, grevdeki 15 işçinin temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra bir miktar artmış. Netaş
34
işçileri de Süper Dizel işçilerine dokuz kilogramlık dayanışma torbalarından ilettiler. Bu yazıyı düzenlediğimiz sıralarda, grevin anlaşmayla sonuçlandığını tele-
H vizyondan öğrendik. Bundan sonra Ne- taş işçileriyle Süper Dizel işçileri daha büyük yardımlaşmalar ve dayanışmalar gerçekleştirecektir...
BAKANINARABULUCULUĞUVE SONUÇ*
Önce 93. güne dek yaşanan gelişmeleri anımsayalım. 12 Şubat günü, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı M.Taş- çıoğlu, Otomobil İş sendikası Genel Başkanı ¡.Dalkılıç ile görüşmüştü. Bakan, İşveren tarafıyla da görüşeceğini belirti-' yor. 13 Şubat'taki basın açıklamasında (ilk mal kaçırma olayının olduğu gün) "Bu grev bir an önce bitmelidir. Tarafları biraraya getireceğim. Bu konuda daha fazla bir açıklama yapcmam yoksa şımarırlar" dedi.
Bakan'ın böyle bir arabuluculuğa gi- r rişmesini yorumlamak pek güç olmasa
gerek. Bugün işçilerle görüşmemizde "Bu grev daha önce bitebilirdi. Ama (en büyük müşteri olan) PTT şimdi daha zor durumda. Santral arızalan arttı, aboneler PTT'yi sıkıştırıyorlar. Dolaylı da olsa anlaşmaya yanaşacaklardır." düşüncesine tanık olduk. Sendikanın Ümraniye şube başkanı da, görüşmelerin başladığını ancak şimdilik taleplerde bir indirim olmadığını bildirdi. Bir başka işçi de anlaşma konusunda şöyle dedi: "Bu bir denge sorunu, pazarlık işi. Karşımızdakiler de bizim kadar güçlü. Üstelik biz de bazı sorunlarla karşılaşmaya başladık."
Taleplerde indirim konusunda da işçilerin görüşü, birkaç puanlık bir indirim yapılabileceği ancak daha fazla olmaması gerektiği doğrultusunda.
Ancak, sonuçlara baktığımızda, başlangıç istenen iİk yıl için % 75 ikinci yıl için % 55 oranındaki saat ücretlerindeki artış oranı % 40,5 ve % 30 olarak bağıtlandı. Yardımlar ve harcırahlar konusunda daha iyi sonuçlar alındı. Sendika başkanı ¡.Dalkılıç "Taleplerimizi % 70 oranında gerçekleştirdik.Arkadaşlarımı kutlarım" dedi.
Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğ iticiliği, vardır amaf toplumsal olayların çok azı grev kadar güçlü bir eğiticidir: Nice kazanım-
* lara..........
Konukluğumuz güzel bir raslantı olarak grevin son gününe denk geldi. Ayrılırken herkese, büyük kazanımlar diledik. Netaş işçileri 93 günle birlikte, işçi sınıfının gücünü herkese tek tek gösterdi.
Yeryüzünde doğal ya da toplumsal her olayın bir eğiticiliği vardır ama, toplumsal olayların çok acı grev kadar güçlü bir eğiticidir. Nice kazanımlara.........
SENDİKA KOMİTELERİ ÜZERİNE
T oplu iş sözleşmeleri işçilerin ken di a ra larındaki rekabeti bırakıp
patrona karşı birlikte rekabet etmeleridir. Bu rekabet ve mücadelenin sonucunda işgücünün fiyatı belirle nir. Bu rekabet ortam ında her zam- nan daha elverişli şartlarda olan işverenlerdir. Çünkü düzenin bütün kurum lan onlarındır, onlara hizmet eder, işsizler ordusu sürekli artm akta, bu ise işgücünün fiyatını aşağıya çekmeğe ya ram aktad ır. Ü retim araçları üzerindeki mülkiyet, işçilerin çalışmaktan başka çarelerinin o lm ayışı vb rekabet koşullarını işveren lehine çevirir. İşçi sınıfının silahı ö rgü tlenmesi, birlikteliği ve kararlı bir mücadele ile grev silahını doğru ve yerinde kullanabilmesidir.
Sendikalar, kapitaliste karşı da yanışma zorunluluğunu gören işçilerin kendi a ra larındaki rekabete son verm eleriyle ortaya çıkmıştır. İşçi yığınlarını birleştiren en geniş ö rgütlenmeler olan sendikaların temelini b irlik olgusu oluşturur. Kapitalizmin doğuş yıllarındaki mücadele ve deneyler çok kısa zamanda işçilerin sendikal b irlik le rin i sağlamaya zorlamıştır. Kaba sömürü işçileri en geniş anlam da mücadeleye sevk etmiş, İşçiler tepkilerini önce m akinalara yöneltmişlerdir. Kısa b ir süre sonra makineye yönelen tepkiler yerini hak aramak amacıyla birlik oluşturmaya ve bu yolla mücadaleye bırakmıştır. İşçiler işverenlere karşı tek tek mücadele eder ve işgüçlerini daha pahalıya satmaya çalışırken -ki aynı zamanda kendi ara larında rekabet yaratıp işgücünün fiyatını düşürmüştür- bu yolla ileri adım lar atılam ayacağını görmüşler, işgüçlerini toplu pazarlamaya başlamışlardır. Toplu sözleşmeler b inb ir mücadele ve evrim den sonra günümüzdeki biçimine ulaşmıştır.
Ülkemizde de işçi sınıfı tek parti dönem inde sendikasız-sözleşmesiz bırakılmış, işverenlere mutlak sömürü olanağı yaratılmıştır. Tek parti dönemi "H e r şey kapitalist yerleştirme .cin" felsefesinin hakim olduğu, kapitalistin yeterli ¡sermeye birikimi sağlaması için en ilkel şartlarda işçi ça-( lıştirılmasma izin verild iğ i b ir dönem olmuştur. Böylece işçinin modern teknikli m akinalarda üretkenliğini arttırm aya yönelinmemiş, aksine il-
‘ Ceren GÜLERkel şartlarda ücretler düşürülerek, çalışma şartları uzatılarak en kaba sömürü biçim iyle mutlak artı değer yaratılmıştır. 1946'da sendika kurma hakkının yasallaşması işçiler içinde b ir da lga yaratmışsa da, kısa sürede tüm sendika ve sosyalist örgütlenmeler kapatılarak bu hareket ezilmiştir.
1950'li yıllarda Türk-İş'in kuruluşu bu durumu değiştirmemiştir. Grev hakkının varolmaması toplu sözleş-1 me düzenini anlamsız kılıyordu. Amerikancı ve sınıf uzlaşmacısı b ir politika benimseyen Türk-İş'in bu dönemde toplu pazarlık düzenimizin özgürleşmesine işçi sınıfımızın yeni haklar elde etmesine katkıda bulunduğu söylenemez. 27 Mayıs politik devrim iyle grevli toplu sözleşme hakkının -ama lokavtla birlikte-'tanınma- sı ve DİSK'in doğuşu ile değişmeye başladı. DİSK'e bağlı sendikalarca yapılan sözleşmelerde özellikle ücret konusunda ileri haklar sçğlanmış, çalışma koşulları, iş güvenliği gibi konularda eksiklikleriyle birlikte toplu sözleşme kurumu gerçek anlamına kavuşmaya başlamıştır. Sendikaların başlıca zaafı işçilerin ufkunu ücretlerle sınırlı tu tm aları, sınıf sendikacılığı ile ilgili söylenenleri gerçekte yaşama geçirememeleri olmuştur. Bu süreç 12 Eylül 1980'de kesintiye uğ-1 ramıştır. YHK'lı dönemde işçilerin binbir mücadele, direniş ve grevle elde ettikleri tüm haklar geriye gö tü rülmüş, YHK özellikle ücretlerini çok yüksek olduğu iddia edilen kimi kamu işyerlerinde yüzde 10'lu ücret artışıyla sözleşme bağıtlamıştır. Sözleşmelerdeki işgüvenliği, yönetime kg- tılma gib i idari hükümler YHK ta ra fından budanmıştır. İşçi çıkarma yasağın ın u y g u la n d ığ ı g ü n le rd e YHK'nın bağıtladığı sözleşmelerdeki iş ve işyeri değişikliğine ilişkin maddeler işverenlerin im dadıdan yetişmiştir. Teksif'in b ir araştırmasına gö re tekstil işkolunda bu yolla yılda yüzde 25'e varan b ir işçi sirkülasyonu ve çıkarma gerçekleştirilmiştir.
DİSK ve bağlı sendikaların faa liyetlerinin durduru lduğu, süresi b iten toplu sözleşmelerin ta ra fla r ad',- na eşine az rastlanır b ir uygulama ile YHK tara fından yenilendiği bu dö nemde işçi sınıfının uğradığı ve bir işçi sendikası o larak Türk-İş'in sergilediğ i tavır, daha uzun b ir süre tartışılacaktır. Yeni yasaların özgür top lu
35
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
pazarlığı yok edici etkisi ve varolan sarı sendikaların sözleşme masasında bu yasaların arkasına sığınan tutumu ile işçilerin uğradığı kayıp la r sendikal faa liyetle rin yeniden başladığı 1984 yılından itibaren de sürmüştür. Yapılan toplu sözleşmelerin sonuçları değerlend irild iğ inde ortaya çıkan tablo acıdır. Gerçek ücretlerdeki düşüşün önüne geçilememiş, çalışma koşullarını tümüyle işveren belirle r olmuş, iş güvencesinden söz edilemezken, sosyal haklar da yasal sınırlara sıkıştırılmıştır.
İçinde bulunduğumuz günlerde yoğunlaşan grev ve direnişler işçi sınıfımızın son altı yılın körleştirici etkilerini üzerinden atmaya başladığının göstergeleridir. Bu dönemde egemen sınıflar ve koltuk değnekleri olan Türk-İş yönetim i, b ir yandan sendikaların faa liyetle rin i toplu sözleşme ile sınırlı tutmaya çalışmakta, d iğer yandan da toplu sözleşme g ö rüşmelerini kapalı kapılar ardında yürütmekte çok daha duyarlı olacaklardır. Böyle b ir ortam da sınıf bilinçli işçilere düşen görevler nelerdir.
Toplu sözleşme masasında işvereni asıl korkutan kesesinden biraz daha fazla para çıkması değil, işçileri karşısında gerçekten örgütlü b ir güç olarak görmesidir. İşverenler çoğu kez sözleşme görüşmelerine temsilcileri katılmasını istemezler, hükümleri sendikacıyla b irlikte belirle mekten yanadırlar. Tavırları sarı sendikacılarla bu nokta çakışmaktadır, işçilerin sözleşme görüşmelerine etkin b ir biçimde katılması bir yandan sarı sendikacılığın denetim i, d iğer yandan da koltuklarını sarsacak b ilinçli yeni öncülerin yetişmesi anlamına gelecektir.
Sendikal faaliyetlere çok sayıda işçinin katılması sarı sendikacıların gerçek yüzünü geniş kitlelerin tanımasını ve sınıf bilinçli işçilerin sendikal program larını bu kitlelere an la tabilmelerini sağlar. İşçiler toplu sözleşmelerin kurtuluş olmadığını, gerçek kurtuluş yolunun politik mücadeleden geçtiğini yaşayarak öğreneceklerdir. Toplu sözleşme dönem leri işyerlerinde sendika-işçi ilişkisinin en canlı b içim iyle yaşandığı işçilerin sendikal çalışmalara en duyarlı o lduğu dönem lerdir. Bu dönem de işye- rindeki geniş b ir işçi kesimini kapsayabilecek b ir örgütlenm e işverenlerin ve sarı sendikacıların yüreklerine korku salarken, işçilere toplu sözleşme görüşmelerini izleme ve denetleme olanağı yaratacaktır. Özellikle sarı sendikalar içinde böylesi ö rgü tlenmeleri gerçekleştirmenin güçlüğü açıktır. Türk-lş'e bağlı sendikalardaki homojen olm ayan yapı ve şube yönetim lerinin genel merkezden g ö
reli de olsa bağımsız davranab ilm e yetenekleri sınıf bilinçli işçilerin SÖZLEŞME KOMİTELERİ'nin oluşturulmasında zorlayabilecekleri o lanaklardır. Sözleşmenin imzalanmasından sonra SÖZLEŞME KOMİTELE- Rİ'ni sendika içi demokrasinin uygulanması, sendikaların işçi haklarını gerçekten savunan örgütlenm eler durumuna getirilmesi ve en geniş kesimlerin hak ve özgürlüklerim iz için verilen mücadelede yerini almasını nı sağlayacak İŞYERİ KOMİTELERİ- ne dönüştürülmesi amacımız o lm alıdır.
Sö z l e ş m e k o m İt e s în İnGÖREVLERİ NELERDİR?
1. Toplu sözlemelerle elde edilen haklar genelde işçi sınıfının ülke düzeyinde özelde de sendikanın işyeri düzeyinde örgütlü lüğüne bağlıdır. Taslak çalışmalarında bu gerçekten hareket edilmeli, ulaşılması o lanaksız, önerilerden kaçınılmalıdır. G erçekçi o lm ayan istekler sınıfın kendine güvenini azaltır, işyerinde yılgınlığa yol açar. Kaçınılması gereken d iğer b ir nokta ise toplu sözleşmelerde sınıf sendikacılığı ilke ve hedeflerin in gerisinde öneriler ileri sürmektir. Oku hedefle ulaştıramayan okçu ile oku hedefin ilerisinde fırlatan okçu arasında fark yoktur.
2. Yeni toplu iş sözleşmesi tartışm alarına gerektiğ i g ib i hazırlıklı o lmak düzenli b ir ön çalışmayı gerektirir. Yeni istemlerimizi gerçekçi biçimde ileri sürebilmek için geçmiş dönemin muhasebesini iyi yapmalıyız. Eski toplu iş sözleşmesi dönem inin sona ermesinden önce, sendikalı, sendikasız, işyerindeki tüm emekçilerle tartışmalı, özel ve genel sorunları tek tek incelemeli, isteklerim izi herkesin ortak istemine uygun a larak ve bütünlük içinde saptamalıyız. Yoksa yum urta kapıya gelince, alelacele hazırlanan b ir taslak sorunlar doğuracaktır.
3. İşverenle masa başında to p lu sözleşme görüşmelerine başlamadan önce sendikayla b irlikte değerlendirilmesi gereken noktalar şunlardır: Üyelerin ve ücretlilerin durumu, işyerinde sendikanın durumu, işyerinde üyelerin çalışma ve yaşama koşulları, eski sözleşme dönem inin uygulanmasıyla ilg ili bilgiler. Bundan başka işyerinde üretim, prim ler, kıdem ler hakkında da ayrıntılı b ilg iye sahip olm ak gerekir.
4. Üretimdeki işbölümünün d o ğal sonucu olarak işyeri atölyelere, kısımlara, departm an la ra vb. ayrılmıştır. Bir işyerindeki tüm çalışanların hiç kuşkusuz ortak sorunları, o rtak istemleri vardır. Takat her a tö lyeye özgü değişik sorunların ortaya
çıktığı açıktır. Taslağın oluşturulması sırasında en a lt b irim lere kadar tüm işçilerle tartışılmalı, sorunları öğrenilmeli ve sözleşme ile giderilmesi sağlanmalıdır. Bir işyerinde sendika üyesi işçiler arasında yaş, cinsiyet, kıdem, vasıf vb. fa rk la rı o labilir. Bu farklılık ları o rtak çıkarların tabanında birleştirmek gerekir. Önemli olan ortak çıkarlardır.
5. Toplu sözleşme görüşmeleri başladıktan sonra görüşmelere katılan temsilci ya da sözcülerle komite arasında mutlak b ir bağ zorunludur. Temsilci ya da sözcüler komite üyelerine, komite üyeleri de çalıştıkları b irim lerde d iğer üyelere görüşmeleri hakkında bilg i verirler. O n la rın düşüncelerini görüşmelere katılan temsilcilere ya da doğrudan sendika yöneticilerine aktarırlar. Görüşmeler boyunca komite sık sık top lantıla r yaparak sözleşmede gelinen noktayı değerlendirir. Tartışma ve eleştirilerde bağnaz değil, ikna edici, dayanışma sağlayıcı olmak asıl1 dır.
6. Grev hakkımız b ilind iğ i gibi a labild iğ ine kısıtlanmıştır. Bu durum da başarılı grevler yapabilmenin yolu işyerinde güçlü b ir örgütlülük ve birliktelikten geçmektedir. Toplu sözleşme komitelerinin b ir görevi de işyerinde üyelere üretimden gelen güçlerini kavratm ak, onları başarılı b ir greve hazırlamaktır. İşyerinde uyuşmazlık sürer ve greve çıkılırsa sözleşme komiteleri GREV KOMİTE- LERİ'ne dönüşür.
7. Toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından sonra komite üyeleri sözleşmenin en iyi biçimiyle uygulanmasına çalışır. Sorunların çözümünde temsilcinin en büyük yardımcısıdır. Komite üyeleri kendi bölüm ve atölyesindeki üyelerle canlı bağlar kurmalı, sendikal çalışmaya herkesin katılımını sağlamalıdır.
Toplu sözleşme komitelerini işyeri kom itelerine dönüştürmek, se ndi- kanın işlevinin yalnızca toplu sözleşme yapmak ile sınırlı olmadığını kavram aktan geçer. Ekmek kavgası demek olan ekonomik mücadelede başarılı o labilm ek, cebimizdeki ücreti güvenceye alabilm ek için bile, varolan dem okratik hak ve ö z g ü rlü k le rimizi korumak, geliştirmek zorundayız. Sadece gündelik istemler için mücadele ederek, çalışma ve yaşama koşullarımızda kalıcı bir ilerleme elde edemeyeceğimizi kuşkusuz görüyoruz. Sendikal demokrasiyi işle- tebilmenin temsilcilik, sözleşme komitesi g ibi işyeri sendikal örgütlenmelerinde çalışan kişilerin, üyelerle kurdukları canlı, etkin, saygın, sürekli ilişkilere bağlı olduğu unutulmamalıdır
TOPLU ¡S , SÖZLEŞMESİ > NASIL'
YAPILMALIDIR?
m*.
U L /s sözleşmesinin nasıl yapılması gerektiğini anlatmaya geçmeden önce, toplu iş sözleşmesinin ne demek olduğunu öğrenmek, daha gerçekçi olacaktır.
Toplu iş sözleşmesi bir sonuçtur. İşte tam burada bu sonucu doğuran sebebin ne olduğu sorusu aklımıza gelmektedir. Buradan işe başlayarak, sebebi bulmaya çalışmalıyız.
Enflasyonun-Develüasyon'un-hayat pahalılığının-işsizliğin olduğu her ülkede işçilerin alım güçleri sürekli düşer. Bu durumda açlık ve yoksulluk her geçer gün
Biraz daha artar. İşte bu açlık ve yoksulluğa karşı isçilerin nefis mücadelesi, tek tek işçilerin mücadelesiyle başarılamaz. Neden? Çünkü, işçilerin karşısında alabildiğine Örgütlü ve bilinçli bir işveren sınıfı vardır. İşverenler bilinçli ve teşkilatlı oldukları için, ekonomiyi ve politikayı ellerinde tutabilmekte ve kendi lehine devamlı yasa değişikliği yaptırabilmektedirler. İşçiler, tek tek hak istemekle bu örgütlü güce karşı başarılı olamazlar. Sendikalarında bir araya gelerek, işgüçlerini dana pchalıya satmak için, ortak nefis mücadelesine katılırlar. Yani bu mücadeleyi kollektif yapmak zorundadırlar. Çünkü kollektif yapılmadığı sürece, bu ücret ve sosyal hak mücadelesinde başarı şansı yok olacaktır. Ancak, bu kollektiflik tek tek Sendikalarda kollektif davranmakla başarılamaz. Bu ücret ve sosyal hak mücadelesinde işçilerin, her sendikada sendika içi demokrasinin uygulamasını başarmak (yani sendikalarda işçilerin egemenliğini kurmak) işçilerin en önemli görevi olmalıdır. Ancak, bu mücadele demokrasi mücadelesinden ayrılmamalıdır.
Toplu iş sözleşmesinde, işçilerle işverenler iki zıt kutuptur. Çünkü, işverenler daha çok kar etmek ve sömürmek, işçiler ise daha fazla ücret almak ve sömürülmemek için karşı karşıya gelirler.
Yukarıda da söylediğim gibi, toplu iş sözleşmesi bir sonuçtur, demiştim. İşçilerle, işverenler arasındaki bu mücadeleden sonra, sonuç olarak ortaya çıkar. Burada, asıl sorun, toplu iş sözleşmesi döneminde nasıl başarıya ulaşılacağı meselesidir. İşte asıl hedefimiz bu olmalıdır.
İşverenlerle yapılacak bu ekonomik mücadelede, başarı işçilerin kollektif davranmasına bağlıdır. Çünkü işve
renler, toplu sözleşme günlerinde işçilerin birliğini bozmak için, daha fazla uğraş verir ve buna göre yeni yeni taktikler geliştirirler. İşçileri işten çıkarmayla tehdit edecekler, avanslarını kesmekle tehdit edecekler vs. vs... İşte bütün bu taktikleri boşa çıkarmak, işçilerin bir araya gelerek, bu tür oyunları bozmak için, neler yapılması gerektiğini tarlışmak ve işverenlerin birlik bozucu taktiklerine karşı, yeni taktik uygulamaları kollektifçe uygulaması sağlanmalıdır. Mümkün olduğu kadar bütün işçileri kaynaştırmak, her işçinin görevi olmalıdır. O zaman toplu iş sözleşmesinin işçilerin lehine sonuçlanması kaçınılmaz olacaktır.
Tam burada peki birlik nasıl sağlanacaktır? sorusu aklımıza gelmektedir. Hiç unutmamalıyız ki, birlik ancak kalitenin arttırılmasıyla sağlanır. Kalite ise, işçilerin eğitilmesiyle olur. İşyerlerinde bütün birimlerde eğitimin verilmesinin yanı sıra, ileri işçilerin bulunup, sıkı bir eğitimden geçirilmesi sağlanmalı ve ileri işçilerde işyerlerinde her birimde işçilere eğitim vermekle görevlendirilmelidirler.
Ancak meseleyi bu anlatılanlarla sınırlarsak, bal gibi Ekonomizm yapmış oluruz. Hiç unutulmamalıdır ki; Ekonomik mücadele siyası mücadeleden ayrı düşünülemez. Toplu iş sözleşmelerinde alınacak haklar, Enflasyon'un, Develüas- yon'un ve pahalılığın olduğu ülkede, eriyip yok olmaya mahkumdur. Öyleyse, mesele ekonomik olmaktan çok, siyasidir.
İşverenler bu konuda bakın nasıl bilinçli ve örgütlüdürler. Hatta dünyada ki bütün, işverenlerin nasıl örgütlü olduklarını isterseniz biraz açmaya çalışalım.
Bugün ülkemizde uygulanan ekonomik tedbirler,.uluslararası tekellerin kararı ile ortaya çıkmıştır. Türkiye ise bu alınan tedbirlere "24 Ocak kararları"ile katıldı. TÜSİAD'ın aldığı kararlar, bunun en somut örneğidir.
Ve bunun sonucu işçilerimize ve halkımıza sırf iç tüketimin kısılması uğruna çıkarttıkları yasalarla, nasıl kemer sıktırdıklarını unutmamalıyız. Toplu iş sözleşmeleri için, ücretlerin ve sosyal hakların artmaması için, nasıl ilke kararları aldıklarını unutmamalıyız. Örgütlü oldukları için, parlemanto'dan istedikleri yasayı geçirtebiliyorlar, işte, işverenlerin ne kadar güçlü olduklarının ve teşkilatlı olduklarının en güzel örnekleridir bunlar. Demokrasi mücadelemizde bu durumu göz ardı etmemek gerekir. Onun içindir ki, iş
çilerin ve halkımızın politika yapması ekmek-su kadar acildir. Parlamentoya kendi temsilcilerini sokabilmelidirler.
Hiç unutmamalıdır ki, işçimizin ve halkımızın şartları düzelmedikçe, hiçbir şeyin düzelmiyeceğini bilmeliyiz.
Demek ki, "toplu iş sözleşmeleri nasıl yapılmalıdır?" derken bile, tek tek işyerleri ve işkolları düzeyinde ekonomik mücadele vererek, haklarımızı almanın artık hayal olduğunu görmemiz gerekiyor. Meseleyi biz işçilerde, işveren sınıfı gibi ülke ve evren çapında siyasi boyutlarıyla almalı; haklarımızın gerçek demokrasi mücadelesiyle, ekonomik mücadelemizi bütünleştirmeliyiz.
Bu unutulmaksızın, toplu iş sözleşmesi çalışmalarına, kollektif bir çaba anlamında örnek olarak, kazlıçeşme Deri işçilerinin toplu iş sözleşmesi girişimlerini ele alabiliriz:
I İlk aşamada: İşyeri temsilcilerinin yanına, işyeri sayısına göre 2 ve 5 kişiden oluşan (işçilerin seçtiği) "Toplu iş sözleşmesi taslağı hazırlama ekib i" oluşturuldu.
II- İkinci Aşamada: Sözleşme Taslağı, 120 kişiden oluşan bu ekip ile, tek tek maddeler üzerinde durularak, hazırlandı. Burada önem kazanan olay; taslak maddeleri işçilerin ve işverenin karşılıklı güç dengesini çok iyi hesap ederek, esnek olarak hazırlanmasıdır.
III- Üçüncü Aşama: Taslak işçilerin onayına sunuldu. Yeni öneriler alındı ve son bir gözden geçirme yapıldı. Son şekli verildi.
IV- Dördüncü Aşama: Bir düğün salonu tutularak, işçilerin tümüne istediğimiz haklar hazmettirilerek, mücadeleye hazırlandı. Ve sözleşme, işveren sendikasına öneri olarak teslim edildi.
Artık bundan sonra, kârlı bir uzlaşma veya grev sonucu uzlaşma için, bütün ilgili işçiler hazırlanmış demektir. Ancak, işverenler ülke ve dünya çapında ücretlerin dondurulmasını kararlaştırmış ve uygulamaya koymuş iken toplu sözleşme mücadelesini demokrasi mücadelesiyle bütünleştirmeyi başararak daha da güc- lenemezsek on kollektif çaba bile ülke dü- yezinde " y a ln ız " kaldıkça yenilgi veya küçük zaferlerden öteye geçememek kaçınılmaz olacaktır.
Deri-İşKazlıçeşme Şube
Başkam Hüseyin Ateş
\41
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
Tartışmalı bir toplantı için hazırlanmış konuşma
SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ:A Lİ IŞIKÇI
Böyle eğitici b ir tartışmalı toplantı düzenledikleri için arkadaşlarımızı huzurunuzda tebrik eder teşekkürlerimizi suna r ız.
A- Türkiye'de "Sendika-içı Demokrasi "den söz edilebilir mi?
Konunun can alıcı temellerine inebilmek için işe bir soruyla başlamak istiyorum.
Konuyu işçi arkadaşlara açtığımda ilginç bir tepkiyle karşılaştım:
"H er işimiz bitmiş de, Sendika içi Demokrasi"mi kalmış" dediler.
İşçi arkadaşlar bu sözleriyle toplantıya karşı çıkmıyorlardı. Tersine, kendi sağduyularıyla bize meselenin'özüne inici uyarılar yapıyorlardı. Özetle şöyle demek istiyorlardı:
"Türkiye'de Sendika içi Demokrasi meselesi yok! Sendikalar Meselesi de yok. Türkiye'de Sendikalar Faciası var. Sendikalar Faciası dururken sendika içi demokrasi'yi tartışmak bize lüks gelir."
O zaman konunun tüm derinliklerini daha iyi kavradım. Ve onlara Sendika içi Demokrasi'nin Sendikalar Faciasıyla nasıl ayrılmaz bir vahim mesele olduğunu ve sendika içi demokrasinin ancak işçilerin Sendikalizme karşı verdiği mücadeleden doğup gelişeceğini anlattım. Anlaştık: İlerletici bir tartışma oldu.
Burada konuyu o temellerde işlemek istiyorum. Önce Demokrasinin Sendikalarda genel ve özel olarak ne anlama geldiklerini üzerinde durarak ve ne durumda bulunduğumuzun çerçevesini çizmeğe çalışacağım.
B- "Demokrasi" sözünün Sendikalardaki GENEL ANLAM I:
Sözlükleri karıştırdım :"D em o kras i" sözcüğü, Yunanca "Demos" Halk demek, "Krates" ise: Otorite-egemenlik demek. Yani Demokrasi Halk Otoritesi veya egemenliği demeye geliyor. Ve 150 yıldan fazla bir zamandır Türkiye'de bize de böyle öğretildi zaten. Ama şimdi göreceğiz la f başka iş başka.
Şimdi bize öğretilen şekliyle soruyorum. İşçi arkadaşlara: "Sendikalarda işçi egemenliği" var mı? Bu soruyu hemen hiç bir işçi arkadaş olumlu cevap veremiyor. Demek ki Sendikalarda genel
olarak Demokrasi 'den söz etmek olanaksız.
İş bu kadarla bitmiyor. Soruyu tersine çevirelim: "Sendikalarda işçi egemenliği yoksa Sendika iktidarında neyin ve kimin egemenliği bulunmaktadır?" *
Burada işçilerin on yıllar boyu verdikleri mücadeleler sonucu, bir-iki küçük şubeyi veya sendikayı ellerinde bulunduran işçi arkadaşlarımızı saymazsak; suyun başını tutanlar ve Türkiye sendika- lizmi'ne "DAMGA"sini vuranlar bir avuç komisyoncu sendikacı zümredir.
Ve bunu da bilmeyen kalmamıştır. Bunlar Türkiye düzeninin ve işveren sınıfının avadanlığı, bir parçası olmuşlardır. Ve 40 yıla yakın bir zamandır işçilerin ekmekleriyle, işleriyle, hürriye tle riy le sıkılmadan-utanmadan oynayacak ama işçi aidatları ve mevkisiyle bir işveren gibi yaşayacak kadar sendikaları kıskıvrak ele almışlardır.
Bunun sonucu bırakalım Sendika içi Demokrasiden söz etmeyi, işçilerin büyük çoğunluğunu Sendikadan tiksindirmek durumuna getirmişlerdir. Buradaki ve benzer salonlardaki kalabalıklar bizi yanıltmasın. Böylece toplantıları genellikle ileri yüzbinler ve milyonlar bizi kara kara düşündürecek kertede Sendika 'ya karşı ilgisiz hale gelmişlerdir. Bu tablo işte bu sendikalar faciasının sonucudur. Konunun asıl temeli budur. Sendikalizmden demokrasi beklemek-istemek hayaldir.
"Sendika içi Demokrasi" deyince geniş işçi kitlelerinin sağduyularıyla bize yaptıkları uyarı ve alınacak ders işte budur: Sendika içi Demokrasinin genel anlamını Sendikalizmin içinde aramak boşuna olur.
Gelgelelim Demokrasinin Sendikalardaki ÖZEL anlamına.
B- Demokrasi sözünün Sendilar- daki ÖZEL ANLAMI:
Demokrasi Sendilarda nasıl-neyle uygulanır? Elbette Tüzük ve Yönetmeliklerle. Demek sendikalarda demokrasi arayacaksak Tüzük uygulamalarına bakacağız.
Ancak Tüzüğü gene sendikacı uygulayacağı için, bu sendikacı zümre elinde, en demokrat Tüzük ve Yönetmelik bile; b ir komisyoncu ağanın egemenlik aracı haline gelecektir. Bu unutulmaz.
Buna rağmen onlar Tüzük ve Yönetmeliklerini de kendi komisyonculuklarına uydurmuşlardır. Onların Tüzüklerini ve uygulayışlarını hepimiz biliyoruz: Onlarca yüzlerce örnekler verilebilir. Burada iki temele değineceğiz.
1- Onlar önce kendi çetelerinin işçi aidatı ve haraçlarla sağlanmış yüksek maaş ve refahını garantiye alacak maddi "Profesyonellik" maddelerini Tüzüğe geçirmişlerdir. Ve Sendika'ya bu yüzden "ekmek teknesi" gözüyle bakarlar. Onun için onları oradan belki topla zor sökebiliriz.
Oysa Sendikacı da bir işçidir ve oraya zengin olmak için değil işçi davasının yüksek ülküsünü savunmak için gelmelidir. O yüzden orta seviyede bir işçi kadar geliri olursa işçi sorunlarından ve ülküsünden kopmaz. Onlara bunu söylerseniz düşman muamelesi görürsünüz. Bunu her sendika mücadelesi vermiş işçi acıyla görmüş ve tadmıştır. Bu onların an ti demokratik tüzüklerinin maddi temelidir.
2- Sendika her şeyden önce Kol- lektif bir örgüttür. Ve Koliektif iş görmesi gerekir.
Sendikacılar ise Tüzüklerinde ve işlerinde kollektifiiklerden fellek fellek kaçarlar.
Koliektif sözleşmeler, Koliektif seçimler, Koliektif seminerler, Kollek- tif kooperatifler, gösteriler en vicdanlı- sendikacının bile yukarıdan yanaşıp uygulamadığı konulardır. Nerde bir Kol- lektif sendika işi yapılmışsa o da işçilerin aşağıdan gelme zoru ile yapılmıştır. Ve o zaman bile göstermelik olmaktan çıkarılmamaya özen gösterilmiştir.
Yani onların kollektifçilikten kaçışı da Tüzüklerinin anti demokratik örgüt yapısının temelini oluşturur. Tüzüklerinin en olumlu seminer, kooperatif yardımlaşma sandığı maddelerini bile çevrelerine ye- yim alanı olarak kullanma maddesi haline getirdiklerini hepimiz biliyoruz.
Demekki Sendikalarda Demokrasinin özel anlamını Tüzüklerde de arayıp bulmak beyhudedir.
Yani arayıp-bulunacak ve düzeltilecek bir Sendika İçi Demokrasi ile karşı karşıya bulunmuyoruz. Tam tersine tüm işçilerin karşısında Anti Demokratik bir sendikacılar zümresi ve sendikalar faciası bulunmaktadır. O halde nerede bu sendika içi demokrasi? Demokrasi'nin adresini işçilerin ve halkın mücadelesinden başka bir yerde aramamalıyız arkadaşlar.
C- Sendika içi Demokrasi'nin Adresi:
Türkiye'de Sendikalar alanında demokrasiden hiç bahsedilemez mi? Çok önemli bir şey var: O geniş işçi kitlelerini yeniden canlandırıp sendikalara, salonlara ve meydanlara dolduracak bir şey var: İşçi Sınıfının Sendikalardaki ve her alandaki "Demokrasi" mücadelesi var.
İşte Sendikalarda sözü edilen Sendika içi demokrasi o mücadeleden doğuyor! Sendika içi Demokrasi bir nebze olsun varsa o mücadele içinde var! Sendika içi demokrasiden birazcık söz ediliyorsa o mücadelenin kılıcı hakkına söz edilebiliyor. İşçilerin sendika'larda tırnaklarıyla dişleriyle kazandıkları örgütlenmeler sayesinde sendika içi demokrasi gelişiyor. Ve bu mücadele geliştiği kadar sendika içi demokrasiden söz edebiliriz. Ve mücadelemiz ne kadarsa demokrasi garantimiz de o kadardır!
Demekki sendika içi demokrasiyi Egemen Sendikalizm'in adresinde değil; işçilerin onlara karşı yıllardır verdiği mücadele içinde aramalıyız. Türkiye'nin Sendikal mücadelesinde kendisine has orijinal yan buradadır. Bu kesin çelişki kavranamazsa yeterli kararlılık bilgilenme ve enerji gösterilemez. Sosyal Demokrat ve Sosyalist geçinen çoğu aydınlarımızın talihsiz konumları bunu anlamayacak ortamda bulunuşlarındandır. Yukarıdan sendika mevkini ele geçirmeye fazla güvenmelerinin sonu bu yüzden hüsrandır. Asıl mücadele bu yüzden Sendika Faciası içinde kaynayan en kara (yoksul ve cahil) işçiler içinde verilirse her konuda yanılgımız dayanıksız güvenlerimiz veya hüsranlarımız en aza iner.
38
Bizde sendikalizm o denli batakçıdır ki işçilerden kopmuş nice iyi niyetli insanımızı bile kendisine benzetmekte gecikmemiştir ve gecikmeyecektir. Buradan alacağımız en büyük ders budur.
O halde özetleyecek olursak bir işçi olarak Sendika İçi Demokrasi deyince: İçinde bulunduğumuz Sendikalar faciasına yani sendikalizme karşı verilen ve verilecek olan MÜCADELEYİ anlıyoruz.
D- Demokrasi Mücadelemiz bir bütündür:
Ancak Sendika içi Demokrasi mücadelemiz Ülke içi Demokrasi mücadelemizden ayrılabilir mi? Şüphesiz ki ayrılamaz. Çünkü ' 'içinde bulunduğumuz Sendikalar Faciası veya en batakçı Sendikalizm kimin çocuğudur?" diye sorduğumuz zaman; cevabımız "onlarca yıldır hala demokrasiyi arayıp duran bugünkü Türkiye düzeninin çocuğudur" şeklinde olmaktadır.
Bakın daha 24 yıl evvelinden Türkiye İdeal Mensucat İşçileri Sendikası bülteninde ilerici işçiler durumu nasıl açıklamışlar:
"Batı da Ekonomi kalkınışını da, demokrasiyi de getirip gerçekleştiren şu iki dinamo oldu:
1- İşçilerin Mücadelesi2- Serbest RekabetBiz ise işveren devletçiliği ile her iki zenbereği birden kırdır. Devlet eliyle en müsrif işveren tekelciliğini ve Sendika tekelciliğini kurduk." "Yarım yüzyıldır; değil işçi hareketlerini, işçinin varlığını bile kabul etmedik", "İşçiler ile işverenler arasındaki rekabeti de, işverenlerin kendi aralarındaki rekabeti de kanun dışı saydık", "Onun için ekonomik kalkınışımız da demokrasimiz de gerçekleşmedi."Meselenin özü buradadır arkadaş
lar. Bunu anlamadık mı neyle karşı karşıya bulunuyoruz ve onunla nasıl mücadele edeceğiz hiç anlayamayız ve havanda su dövmüş oluruz. Konuyu biraz daha elle tutulur gözle görülür hale getirelim. Gene eski işçi arkadaşlar anlatıyorlar:
"Türkiye'de 1946 yılı Batıdan aktarma Demokrasi" denemeleri başladığı zaman "Demokrasi" sözcüğünü ciddiye alan tek Sosyal kümemiz İşçi Sınıfımız oldu. Ansızın ortalığı İş
çi sendikaları kapladı. Zamanın iktidarı, "N edir bunlar? Yerden m antar bitercesine sendika kuruyorlar" diyerek ürktü. Ve bizzat işçilerin kurduğu bütün sendikaları BAKINCA kapattı. Tabii yerine devlet ve partiler eliyle ehlileştirilmiş sendikalar kuruldu. Ve kuruluş o kuruluş. Bugünlere kadar geldik. Bizde Sendikacılık Devlet içinde devlet haline geldi. Devlet yılda iki kere vergi alıyordu. Sendikalar her aybaşı aidat gelirlerini hiç zahmet etmeden kesilmiş olarak ceplerinde buluyorlardı. Tabii kaçınılmaz olarak ceplerinde buluyorlardı. Tabii kaçınılmaz olarak devletin, işverenlerin veya düzenin bir parçası haline geldiler." Bütün güçleri buradan geliyor ama
güçsüzlükleri de buradan geliyor. Bu kadar açık b ir ihaneti hangi işçi olsa çabucak kavrıyabiliyor. Gerisi işçilerin Sendika içi ve Ülke içi Demokrasi mücadelesine kalıyor. İşte Sendika içi Demokrasi de Ülke içi Demokrasimiz de bu mücadelenin bilinçlice-programlıca teşkilatlanmasında yatmaktadır. Bütün konuşmalarımız ve güçlerimiz bu nokdata toplanırsa ilerletici bir sonuç alabiliriz.
E- Sendika İçi Demokrasi İsteyenler de Kendilerini Düzenlemelidirler.
Bu konunun lafa pek ihtiyacı yok. Çalışmaya, pratiğe, düşündüğümüz gibi davranmaya son derece ihtiyacı var.
O halde Sendika içi Demokrasi'yi bilinçlerden hayata geçirmek ve geliştirmek için neler yapılabilir? Asıl bunun üzerinde durulmalıdır. Sadece lafta kalmak öncelikle kendi vicdanımızda Demokrasiyi kurmamak demektir. Burada biraz da daha bilinçli geçinenlerimiz ama bir türlü düzenli mücadeleye girmeyenlerimiz de eleştiri çuvaldızını iliklerinde duymalıdırlar.
Nedense çoğumuz bunları biliriz, eleştiririz de, iş yapmaya pek yanaşmayız. Ve Sendika içi Demokrasi mücadelesi de, doğal olarak kitlelerin kendiliğinden Başıboş mücadelesine bırakılmış olmakta ve herşey ağır gelişmekte, yenilgi de kaçınılmaz olmaktadır. Bunun sorumlusu biraz da bilip de davranmayanlarımızdadır.
Demekki Sendikalizmi eleştirmek kendi içimizdeki Demokrasi mücadelesinin sadece bir yüzüdür ve asla yeterli değildir. Çünkü asıl ihtiyaç lafa değildir. Asıl Demokrasi mücadelesini yürütecek çalışkan insanlara ihtiyacımız vardır.
Önce kendi içimizde Demokrasiyi kurmak için Sözümüz İşimize uymalıdır. Sendikalizmi eleştiren insan onun mücadelesini de bütün gereklere uyarak verirse kendi içinde demokrasiyi kurmuş demektir. Ve artık o insanın mücadelesi bize sürekli artan ürünler verecek demektir.
Onun için:1- Öncelikle Sendika için Demokra
sinin "MÜCADELE" demek olduğunu bilince çıkarmış Sendikacılar, Şubeler veya Sendikalar seçecekleri temsilcileri ile bir araya gelerek Ortak Merkez oluşturmalıdırlar. Eksiklerini-hatalarını gözden geçirmelidirler.
2- Aynı Ortak Merkezleri bütün iş kollarında.
3- Şubelerde ve Fabrakilarda yaratmalı eksik ve hatalarımızı Fabrika düzeyine kadar inerek düzeltmeliyiz.
4- Eksik ve hatalarımızı düzeltmekle kalmamalı Sendika içi Demokrasiyi kendi Sendikalarımızda sağlam temellere oturturken, bütün sendiklara ve Türkiye sathına doğru yayıp temellendirmek üzere progrcmlıca çalışmalıyız.
Şimdi bu çalışma programı üzerinde de durarak konuşmamı bitirmek istiyorum.
F- Sendika İçi Demokrasi İçin Genel Program:
Sendikalarda demokrasiyi temellendirmek ve geliştirmek: İşçi Sınıfına İNANMAKLA baslar, isçilerin MADDİ ve MANEVİ REFAHINI-BİLİNCİNİ arttırmakla gerçekleşir.
Bunu da işçilerin kendisinden başka hiç kimse işçilere veremez ve gerçekleştiremez. Demokrasinin en olasıda bu değilmidir? O halde işçilere inanmak demek (yani Sendikalarla Demokrasinin BAŞLAMASI demek): İşçilerin Sendika işlerini yapmaya başlaması demektir.
Sendikalarda Sendikacı diye İşçilerden farklı-komisyoncu b ir zümrenin kalmaması, işçilerin kendi işlerini kendileri yapması Sendikalarda Demokrasinin geriye döndürülemezce temellenmesi demektir.
Onun içinBugüne kadar yerleştirilen; "herşe-
yi sendikacı yapar, işçiler de her işi için onlara dilekçe verir gibi müracat ederek bekler" geleneğini sabırlıca yıkmak için her alanda işçilere köklü bilinç ve iş vermekle işe başlanır.
Bu kollektif örgütlenmeyle başarılabilir.
1- Sendikalarda hareket eğilimi, her türlü bürokrasiyi öldürür. Oturmak eğilimi ise, bürokrasiyi canlandırır. O yüzden zaten % 99 işi hareket olması gereken sendika profesyonel kadrolarının sendikalarda oturup kalması adeta yasak kertesinde suç gibi görülmelidir.
Profesyonel sendikacı öncü ve hareketli işçilerden seçilmelidir. İşi Fabrikadaki bölümlere kadar işçileri gerçek-çalışkan öncüleriyle örgütlemek ve iş içinde onları eğitmektir. Flerşey bu tür gerçek profesyonel sendikacıyla başlayıp gelişecektir.
Sendikalarda işçiler içinden bu tür gerçek profesyonelleri cıkarıncaya ve sendikaların basına getirinceye dek gece gündüz çalışmalıyız.
2- İşçilerin eğitimi iş içinde olduğu gibi, sürekli olarak verilecek seminer ve kurslarla; panel veya konferanslarla, filmlerle, kendilerinin yapıp düzenleyecekleri Tiyatro gibi gösterilerle düzenlice beslenmelidir.
Her eğitim işinde prensip: İşçilerin kendilerinin konuşması-düzenlemesi ve bizzat yapmas> şartı önde tutulmalıdır.
3- Sendika gazetelerinin Demokrasi mücadelesinin tüm yurt sathındaki gelişmeleri en can alıcı yönleriyle vermesini ve üzerinde tartışılmasını sağlayacak biçimde yeniden örgütlenmesi sağlanmalıdır. Bugünkü ölü veya bilinen dar habercilikten, Sendikalizmin goygoyculuğundan kurtulunmalıdır.
4- Bugüne dek yapılan Kooperatifçiliğin başarısız olması Kooperatifçilikten vazgeçmemizi getirmemelidir. Bugün TÜKEİİM ve YAPI KOOPERATİFLERİ hatta zamanla ÜRETİM Kooperatifleri eksik ve hatalar bilinçlere çıkarılarak yeniden örgütlenmeli ve güçlüce yaygınlaştırılma- lıdır. Sermaye yetersizliğinde bir kaç yakın şube veya sendika birleştirilerek işe sağlamca başlanmalıdır.
5- Yardımlaşma Sandıkları aşağıdan gelme teşebbüslerle birleştirilerek güçlüce yeniden örgütlenmelidir.
6- İşçilerle sürekli Kollektif b ir ilişki kurulması Kollektif sözleşmeleri bizzat kendilerinin yapmasına yaklaşılacaktır.
7- Dolayısıyla Direniş-Grev-Miting- Gösteri gibi Demokrasi eylemleri de Kollektif b ir yönetim ve uygulama kazanacaktır. Grupçuluk ve anarşizm gömülecektir.
DEV-SOL davası tutuklularındanSinan KUKUL - İbrahim BİNGÖL iddia ediyor:
"İŞKENCESİSTEMLİDİR f f
Fiziki saldırıda da amaç,
psikolojik olarak saldırı
psikolojik çökertme
olmakla birlikte, yöntem; aşama aşama bedenin fiziksel olarak çökertilmesi,
işkenceyle yaratılan şiddetli
acı ve ağrı ile iradenin
zayıflatılması ve bu yolla
psikolojik-moral çöküşe zemin
hazırlanarak
izler, 5 yıla yaklaşan bir süredir Ask. cezaevlerinde »ufukluyuz. Gözaltına
alınmayla başlayan, tukuklanmayla devam eden ve bugüne dek süren cezaevi yaşamımız, çağdaş yasamın, insan onur ve kişiliğinin yerle bir edilmesinin, insani değerlerin ayaklar altına alınmasının ibret verici bir örneğidir.
Çağdaş yaşam, hangi nedenle olursa olsun, düşünceye ve bedene hiçbir baskı ve işkenceyi kabul etmediği gibi, insanın insani özelliklerini hangi koşulda olursa olsun geliştirmek için tüm olanakların sunulmasını gerektirir.
Yine çağdaş hukyk, savunma hakkını bir bütün olarak; gözaltına alınma anından, özgürlüğe kavuşulacak ana kadar bir bütün olarak değerlendirir ve savunma hakkının en iyi şekilde kullanılabilmesi için tüm olanakları sağlar. Oysa bırakalım savunma hakkının kullanılmasının tüm koşullarının yaratılmasını, asgari yaşam koşulları bile çoğu zaman yoktur. Sözde kabul edilen haklar, uygulamada tümüyle yok edilmiştir.
Bunlar 20. yüzyılın son onbeş yılında, ülkenin en büyük şehrinin en büyük emniyetinde ve cezaevlerinde; ülkenin dört bir yanındaki gözaltı, ceza ve tutukevi merkezlerinde yaşanmaktadır. Bu uygulamaları ve yaşam koşullarını , bizlerin sağlığına etkilerini tek tek ve ayrıntılarıyla anlatmak; olayları bu durumdan habersiz olan insanlara aktararak insanları insani değerlere duyarlılaşlırmak; insanları insanlık dışı kafalara karşı mücadeleye çağırmak ve geleceğin insanlarına, insani değerleri yok etmenin sonuçlarını bildirmek için çalışmak, baskıya, işkenceye, insani değerlerin kısıtlanmasına ve yok edilmesine, insanın onursuziaştırılmasına, kişiliksizleştirilmesine karşı duran herkesin, özellikle de olayları yaşayan tanık ve mağdurlar olarak bizlerin önemli görevi, insanlık borcu ve insanlığa saygımızın zorunlu gereğidir.
A . BİRİNCİ ŞUBEDEKİ KOŞULLAR VE UYGULAM ALAR
“amaca”ulaşmaktır.
Emniyetteki tüm uygulamaların nedeni, örgüt üyelerinden eylem ve/vpya örgütsel ilişkileri öğrenmek gibi gösterilir. Ancak bu uygulama, çok büyük oranda, tesadüfen emniyete alınan insanlara " fa ils iz eylem bırakmama" anlayışı doğrultusunda, eylem kabul ettirmek doğrultusunda yapılmaktadır. Yani, hiçbir yasadışı eylem ve örgütle ilişkisi olmayan, ama düşünce olarak düzen için "zararlı" görülen devrimcilere, ilericilere ve yurtseverlere yapılan ağır işkenceler buna yöneliktir. Çoğu zaman, önceden görevlilerce
hazırlanan ifade senaryolaıma imza attırmak amaçlanır.
Uygulama ve koşulları daha ayrıntılı anlatabilmek ıcın üç bölüm halinde yazacağız.
a.PSİKOLOJİK SALDIRI
Her ne kadar tüm saldırıların hem psikolojik, hemde fiziki yıpratma, yok etme yanları olsa da kendi kıstaslarımıza göre hangisi ağırlıkta ise o bölümde açacağız.
İrsan onuruna, kişiliğine, düşüncelerine, ruh sağlığına-mcraline ve değer yargılarına yapılan saldırıları şöyle sınıflandırabiliriz:
aa. Günlerce aç susuz bırakma; bu haliyle zincire bağlı tutma; uyutmama; tuvalete götürmeme; su yerine tuzlu su, sidik, veya her- türlü pislik katılmış su içirme; yüksek mumlu ampul altında bekletme:
Genellikle ilk günlerde yapılan bu uygulama, insanı en temel ihtiyaçlarından mahrum ederek psikolojik olarak çökertme, düşünme ve bilinçli hareket etme yetkisini kaybettirme ve panik havasına sokmaya yöneliktir.
bb. ormana götürme, tetik düşürme, ormanda mezar kazdırma
• Tabanca haznesine sürülen mermi, sanığa gösterildikten sonra, yüz bantla kapatılır ve sanığın kulağının dibinde tetik kaldırılarak sanığa istenilenleri yapıp yapmayacağı sorulur; yanıt için bir kaç saniye beklenir. Bu ara, tetiği kalkık boş bir tabancayla değiştirilir ve süre sonunda tetik düşürülür. Bu uygulama emniyette yapılabildiği gibi, ıssız bir ormana götürülerek de yapılır. Bazen, aynı kişiye hem emniyette, hem ormanda yapılır. Etkisini güçlendirmek için çeşitli yollarda denenir; mezar kazdırma, ayaklarının altına ateş etme, tam ateş ederken birinin müdahesiyle "kurtarma'^!) gibi...
Çok kısa, saniyelerle ifade edilebilecek sürüde insanın önüne getirilen yaşam ve ölüm ikileminin yaratacağı muazzam gerilim ile insanda psikolojik ve fiziksel yıkım amaçlanmaktadır.
cc. küfür ve hakaret
Gözaltına alınan insanların çoğu, ahlakî ve insani değerlere saygısı tam ve bu uğurda pek çok fedakârlıkları göze alacak insanlardır. Bu insanların kişiliğine, ahlâk değerlerine, yargılarına düşüncelerine, toplumsal yaşam ve ilişkilerine yönelik yargı ve değerlerine, karısına, kızkardeşine, anasına ve tüm akrabalarına, arkadaşlarına yönelik küfür ve hakaret, insani değerleri yıpratmaya, kişiliği çökeltmeye yöneliktir.
dd. işkence odasında saatlerce bekletme veİşkence sesi dinletme
İnsani duygu ve düşünceleri tam olan sanıkların yanında işkence yapmak ve sanığın bu iğrenç, insanlık dışı uygulamaya karşı hiç- birsey yapamaması, insanın toplumsa! dayanışma yanına ciddi bir saldırı olmasıyla birlikte;, aynı uygulamanın heran kendisine de yapılacağı beklentisi, bir yandan insani değerleri yıpratmaya, diğer yandan psikolojik direnci ok*-tmeye yöneliktir. Bir insanın bizzat ken
disine uygulanan işkencenin yarattığı psikolojik yıkım, yanındaki bir insana uygulanan işkencenin yarattığı psikolojik yıkımdan cok daha azdır.
Gözaltına alınanların çoğu hücrelerinden çıkarıldıktan sonra, işkenceye, alınmadan bir süre önce, işkence odalarının olduğu bölümdeki boş bir odada bekletilirler, işkenceden sonra ise, tekrar hücrelerine koyulurlar. Ancak, polis, isteği doğrultusunda hareket etmeyenleri bu bölümde çok uzun süre, haftalarca bekletir. Burada gece gündüz işkence sesleri duyulur. Çünkü, işkence bitişik veya karşı odada, yapılmaktadır. Odada, gözleri kalın bir bantla kapalı, elleri ve ayakları zincirle duvara veya radyatöre bağlı olan sanık; haftalarca, bazen aylarca (12 Eylül döneminde gözetim süresi 3 aydı, ancak bu, birçok durumda 4 aya kadar çıkarıldı) burada tutularak, yaratılan gerilimli ortamda, uykusuz, çoğu zaman aç, günün olur olmaz saatinde işkenceye alınarak, olduğu yeıde tekme tokat dövülerek; yani he' türlü saldırıyı bekleme psikozuna sokularak, psikolojik olarak çökertilmek istenmektedir. Ayrıca bu yolla tecrit durumunda tutulan sanığın şube literatürüne "za rf atm a" olarak geçen, yalan bilgilerle (Arkadaşlarının yakalandığı, herşeyi anlattıkları...vb.) bilinci dumura uğratılarak hedefe ulaşılmaya; yani polisçe hazırlanan ifadelerin altına imza attırılmaya çalışılır.
ee. göz bağlama
Gözetim altında kalınan sürenin, özellikle "sorgu" denilen, hücreden çıkarılarak işkence yapılma ve bekletilme sürelerinde, gözler gözbağı ile bağlanır. Bu durumda dışarıyı ayırdetmenin olanağı yoktur. Heran, her yerde saldırının gelme olasılığının olduğu koşullarda gözlerin kapatılması, insanın kuşku ve gerilimini arttırmayı, heran gergin durmasını ve bu gerg in liğe dayanamayan psikolojinin-moralin çökmesini amaçlamaktadır. Bir önceki bölümde belirttiğimiz gibi, bu haliyle sanığın günlerce tutulduğu, sıkça rastlanan olaydır.
<:
40
ff. Irza geçme tehdidi
Gözaltına alınan insanların hemen tümü, ahlaki yanları ve değerlere verdiği önem ile toplumda en gelişkin insanlardır. Bu yanıyla, bu tip tehditlerle saldırının psikolojik çöküntü yaratma amacı çok açıktır.
gg. psikolojik nabız yoklama
Polis fiziki ve psikolojik işkence sürecince sıksık çok iyi” (!) davranır. Bu yolla bir yandan sanığın düşüncelerini inkar ederek ve her- şeyi "anlatarak” veya söyleneni yapmak (düzmece ifadelere imza atarak) düzenin güçlü ve babacan (!) kollarına kendisini bırakmasını sağlamaya veya bu olmazsa, bu aşırı iyiniyeti "papaz" tavrı ile konuşarak, tartışarak sanığın psikolojisini ölçme ve daha sonraki saldırıları buna göre biçimleme amaçlanmaktadır.
hh.aile ve akrabalaraişkence
Tüm işkencelere rağmen polisin işlediği doğrultuda sonuç alınamayan ve polisin sö- lediği doğrultuda hareket ettirilmeyen insanlara yeni bir zorlama daha getirilir: Akrabaların ve/veya arkadaşların devreye sokulması. Bu, akraba veya arkadaşlarının işkence gören sanığı, isteneni yapması doğrultusunda ikna etmeleri veya akraba ve arkadaşlarına tehdit şeklinde olmaktadır ki, genellikle ikinci yöntem uygulanır. Ana-babanın, kardeşlerin, eş ve çocukların, yani sanığın akrabası olmaktan öte bir özelliği olmayan insanların emniyete alınıp, sanığın önünde kıyasıya dövülmeleri; her türlü hakaret, küfür ve sarkıntılığa maruz bırakılmaları, işkencelerin en iğrenci ve gurura-ahlakî değere saldırının en yoğun ifadesidir. Yine aranan sanıkların yakalanmasını kolaylaştırmak için, yakınları gözaltına alınmakta, işkenceye çekilmektedir.
ii. ilaçlı su ¡cirmeSanık günlerce aç ve susuz bırakılarak tek
başına bir hücreye atılır. Hücrede, sadece bir kap içerisinde su vardır. Başka hiçbir yiyecek, içecek verilmeyerek günlerce aç-susuz bırakıldığı için, sanık bu suyu içmek zorunda bırakılır. Suyun özelliği, içerisinde, kişinin bilincini, iradesini zayıflatıcı, bulanıklaştırıcı bir ilacın bulunmasıdır. Bu ilaçlı suyu içen kişide bir süre sonra halisinasyon başlar. Bu ilaçlı suyu içen kişi hayal görmeye, kendine telkin edilen şeyleri, sanki oluyormuş gibi görmeye başlar. İlaç kesilince bu etkiler ortadan kalkar. Ancak, kişide o zamana kadar ortaya çıkmamış ruhi hastalıklar varsa, ortaya çıkar ve ilacın kesilmesiyle ortadan kalkmaz; hastalık devam eder. Cezaevlerinde de ciddi bir tedavi görmeyen bu kişiler, bugün cezaevlerinde epeyce çoktur.
jj. yüksek katların penceresinden sarkılma
El veya ayak bileklerinde bağlanarak işkence yapılan binanın üst katlarından iple pencereden sarkıtılarak aşşağıya atılma ve ölüm tehdidi savurulur. Bu işkencenin diğer bir yöntemide, iki işkencecinin sanığı bacaklarından tutarak pencereden kafa üstü sarkıtmaları ve imzalatılmak istenen ifadenin kabul edilmemesi halinde ayaklarının bırakılacağını ve intahar süsü verilerek kişinin öldürüle- bileceği tehtididir.
Bu işkence yöntemi ile kişinin ölümle tehdit edilerek moral olarak çökertilmesi ve istenilen ifadenin kabul ettirilmesi amaçlanır.
b. FİZİKİ SALDIRIFiziki saldırıda da amaç, psikolojik ola
rak saldırı ve psikolojik çökerme olmakla birlikte, yöntem; aşama aşama bedenin fiziksel olarak çökertilmesi, işkenceyle yaratılan şiddetli acı ve ağrı ile iradenin zayıflatılması ve bu yolla psikolojik-moral çöküşe zemin hazırlanarak "am aca" ulaşmaktır. Sistemli olarak hemen hemen her sanığa gözetim boyunca defalarca tekrarlanan ve her seferinde saatlerce süren saldırıları şöyle sıralayabiliriz.
aa.elektrik işkencesiManyeto ile sağlanan düz akım sanığa,
vücuduna bağlanan birçok kablo aracılığıy- ,la verilmektedir. Elektrik akımı verilen manyeto aleti kamuoyu tarafından bilinmekte ve tanınmaktadır. SHP Adana Milletvekili Cüneyt Can- ver, (1980 yazında) Demokrat gazetesinde resmi yayınlanan ve devrin başbakanı Süleyman Demirel'e ne olduğu ve ne amaçla kullandığı sorulan elektrik işkencesi aleti manyetoyu, 1986 yılı İç İşleri Bakanlığı, bütçesi gürüşülür- ken (1985 Aralığında) TBMM'ne getirmiş ve deneme yaparak nasıl kullanıldığını kamuoyunun gözleri önüne sermiştir. Burada, işin en dikkat ve ilgi çekici yanı, bu manyeto aletinin seri halde özel olarak MKE (Makina Kimye Endüstrisi) kurumu tarafından imal edilmesidir. Bu durum ülkemizde işkencenin devlet politikası olarak sistematik bir biçimde uygulandığına dair fazlasıyla fikir vermektedir. MKE- nin T.C. devletinin resmi bir kuruluşu olduğunu hatırlatmaya herhalde gerek yok.
Elektrik manyetosunun seri halde imal edilmesinin ülkemizde elektrik işkencesinin bilenen merkezler dışında, çok yaygın (semt- mahalle karakollarında bile) uygulandığını, göstermektedir. Zaten bizlerin ve işkence gören bin'erceişkence mağduru insanın anlatımları bu gerçeği doğrular niteliktedir.
Akımın yarattığı enerji, vücutta, tüm kaslarda şiddetli ve sürekli kramp gibi kasılmalara neden olmakta; bu kaslarda da şiddetli ağrı meydana gelmektedir. Yaşam-ölüm sınırı 50-60 volttur. "Bilgisiz sorgucular" bu ayarlamayı her zaman yapamadıkları için zaman zaman ölümlere ve ağır yanıklara neden oluyorlar. Tabii ki, bu tür olaylar basına "kalp sektesinden" veya "iç kanamadan" öldü, diye yansıtılmaktadır. Yine tabidir ki, "sekte"ye, "iç kanamaya" neden olanı belirtmeden...
Akım asıl olarak kafa ışı gerilimi çok arttırmaktadır. Sonuç; dehşetli bir baş ağrısıdır. Bu etkiyi arttırmak için, kablolar, dile, dişe, dudağa, kulaklara bağlanmaktadır. Ayrıca cinsel organa bağlanarak "cinsel organın
9t4*3 t .* tin
tah rib i" korkusu verilen sanık dehşetli ağrıya ilave olarak, psikolojik saldırıylada yüzyüze bırakılmaktadır. Bunun dışında elektrik akımı el parmakları, ayak parmakları, makat vb. gibi vücudun muhtelif yerlerine bağlanarak da verilmektedir.
Elektrik "tekn iğ i" cok uzun süredir uygu- yanan yöntem olduğundan, "sorgucular" genellikle "d ikkatli" ve "b ile rek" kullanıyorlar. İlginçtir; 1980 Aralığında Ankara siyasi şubesinde elektrik işkencesinden meydana gelen bir ölüm olayı ile ilgili yapılan soruşturmada, ölen sanığa işkence yapan polislerden biri, elektrik işkencesinin, "bilimselliğini ve sistematikliğini şöyle itiraf ediyor."... ben sekiz yıllık polis memuruyum. Bir sanığa ne kadar elektrik verileceğini iyi bilirim ." (Cumhuriyet gazetesi) Demek ki, elektrik işkencesi ' 'eğitimi- 'de yapılmaktadır. Bu nedenledir ki, bu yöntemde ölüm veya yanık ender olmaktadır;, genellikle yaptıkları ve gerçekten bilimsel olan araştırmaları, gözle görünmez tahribatı gösteriyor. Dünyada, işkence görenleri tedavi eden ilk işkence tedavi merkezi, uluslararası af örgünün aktif çabasıyla 1981 yılında Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da açılmıştır. Bu merkezin direktörü Dr. Inge, işkence görenlerin hangi işkence yöntemlerine tabi tutulduklarının nasıl anlaşıldığını şöyle ifade ediyor: "Örneğin kalp elektrosunun alınması, bu hastalara geçirdikleri elektrik şoku işkencesini (.„,) altında geçirdikleri saatleri hatırlatmaktadır." Bu tepki, elektrik işkencesinin insan organizmasında kalıcılığını ve tahribatını yüzeysel birbakışla ve ilk anda bile yalın gözlere gösteriyor; duyan kulaklara duyuruyor. Elektrik işkencesinin uygulamasından yıllar sonra ortaya çıkan birçok sinirsel-psikolojik hastalıkların; beyin, kalp, böbrek pankreas, cinsel organları gibi hayati organların birçok hastalığın kökekinde elektrik işkencesinin yattığı ortaya çıkmıştır. Sinir hücrelerinin tahribiyle başlayan rahatsızlık, giderek bu sinir hücrelerinin uyandırdığı organ ve dokulara doğru yayılmaktadır.
bb. falaka"Ata yadigarın"dan falaka, ortaçağ de
spotizmini aratır boyutlardadır. Geçmişte olduğu gibi bugünde bırakalım merkezleri, iki gözlü karakolların bile demirbaşıdır.
Ülkemizde falaka öyle yaygın ve yıllardır uygulanmaktadır ki, bu vaiıs' işkence biçimi birçok etkili ve yetkili devlet görevlisi tarafından olağan görülmekte ve savunulmaktadır. Bunun ibret verici örneği, yıllarca siyasî şubelerde görev yapmış ve İstanbul Emn.Müdürlüğüne kadar yükselmiş Nihat Kaner'in, 1986 Ocak ayında işkence konusunda basında da çıkan açıklamasıdır. Nihat Kaner bu açıklamasında bir gerçeğide itiraf etmekte ve şöyle demektedir: "Poliste, gelenlere birkaç (tokat birkaç cop vurulur, en fazlasından falakaya çekilir." Bu da, yıllardır bizlerin "işkence devlet politikasıdır, sistematiktir, çok yaygın bir biçimde uygulanmaktadır." iddiamızın en yetkili emniyet görevlisi tarafından teyit edilmesidir. Aynı zamanda, "işkence sistematik değil, münferit t ir " diyen Başbakan'dan, Cumhurbaşkanına kadar tüm yetkililerin, kamuoyunu aldatmaya çalıştıklarını da gösteriyor.
Falakada eller tutularak veya sopaya bağlanarak ayaklar kaldırılır. (Jandarmada sopa yerine G-3 tüfekleride kullanılmaktadır) Veya çırpınma olanağımda tümüyle ortadan kaldırarak, işkencenin şiddetini ve etkisini arttırmak amacıyla, kamyon tekerleğinin dış lastiğine iki büklüm sokulduktan sonra, ayak tabanı üste gelecek şekilde ters çevrilir. Ayak tabanına, bileğine, diz kapağına, baldırlara cop veya demir sopayla yüzlerce kez ve "sorgucunun" yönettiği şiddette vurulur. Ayak tabanı önce kızarır, kırk-elli vuruştan sonra, mo-
Ik i görevli sanığın omuzlarından, iki görevli de ayaklarından tutar ve ters yönlere doğru gererek çevirirler. Omirilik ters yönlere doğru döndürmenin şiddetine göre incinmeden kırılmaya kadar tahrip olur. Bugüncezaevlerinde bel ağrısı şikayetinin hemen herkeste olmasının önemlinedenlerinden biri de bu işkencedir. Yine bir çok arkadaş, aradan yıllar geçmesine karşın hala bel kırık ve çatlamasının doğurduğu sonuçları tedavi etmeye çalışmaktadır.
Elektrik manyetosunun seri halde imal
edilmesinin ülkemizde
elektrik işkencesinin
bilinen merkezler
dışında çok yaygın (semt-
' ', mahalle karakollarında
bile)uygulandığını
göstermektedir. Zaten bizlerin ve
işkenceye mağdur insanın
anlatımları bıi gerçeği doğrular
niteliktedir.
“Ata yadigarı99 olan falaka,
ortaçağ despotizmini
< aratır boyutlardadır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de
bırakalım merkezleri, iki
gözlükarakolların bile
demirbaşıdır.
t
I
farır, su toplayarak şişer ve bu haliyle on- yirnu vuruş sonra taban patlayarak kanlı ;rin akar. Tabanın patlaması darbelerin etkisini, yarattığı ağrıyı daha fazlalaştırır. İşkence seansları bittikten sonra sanıklar kendi kısıtlı olanaklarıyla nasılsa bulmuş oldukları yara merhemleri ile kendilerini Tedavi ederler. Tabii dir ki, her tedavi, bir sonraki seansa kadar ağrıyı dindirmekten öteye geçemez. Asıl tedavi, cezaevine geldikten sonra aylarca devam eder.
Şubede polislerin başta falaka olmak üzere diğer işkence türlerinin yarattığı izleri j/e tahribatı yok etmek için belli bir süre sanıkları tedavi, ettiğide bilinir. Gözaltı süresinin 3 aya çıkartılmasından sonra, bu hep böyle olmuştur. Şube sonrası 'dokfor raporlarının 'temiz” çıkmasının hikmeti buradadır itirafçı
polis oedat Caner bu konuyla ilgili şunları söylemektedir: ” 45 günlük gözaltı süresi sanığın iyileşme süresidir. O ara içerisinde tedavi görür, süreli olaraktan ilaç verilir. Vücudundaki izler kaybolur, synt'ye götürüldüğünde işkence gören şahısta hiçbir iz kalmamıştır.” (Nokta dergisi Ocak 1986)
cc. kaba dayak ve kum torbası ile dövme
Birkaç ” sorgucu” nun arasına alınan sanık görevli işkencecileTce yumruk, tekme, dirsek, dizle ve sanığın neresine geleceği önceden düşünülmeden feci şekilde dövülür. Amaç, vurmayla yaratılan ağrının etkisiyle kenci sonuç- Icrına varmaktır. Sanığın bayılması işkeceyi önlemez. Ayıldıktan sonra yine devam edilir. Bu, sorgucuların keyfine göre aynı gün birkaç kez yinelenir. İşkencenin etkisini arttırmak için, sanık günlerce aç, susuz, uykusuz bir biçimde kollarından zincirle duvara, ya da radyatöre bağlanır. Ve bu günlerde bu işkence özellikle "tercih” edilir.
Dayak atmada daha "teknik" bir yöntem de kum toı basıdır, içine kum ya da sert bir cisim konulan eldivenle sanığın can alıcı noktalarına şiddetle vurulur. Vurulan yerler genellikle sanığın birkaç darbeden sonra bayılmasına neden olmaktadır.
Kaba dayak ve kum torbalarıyla dövmede, eli kolu bağlı birinin dayak yemesinin in- scnda yarattığı psikolojik yjcıma ek olarak, sıklıkla iç kanama gelişmektedir. Basına "ic kanamadan öldü" diye geçen Şube ölümlerinin önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Ölümie sonuçlanmasa biie, dayak sonucu oluşan iç kanamadan, cezaevinde cok sık rastlanan baş ağrısı ve böbıek bozukluklarının önemli nedenlerinden biri olduğunu söylemek, derin araştırmaya gerek olmadan doğrulanabilecek bir gerçeği ifade etmektedir
1980 Ekim ayında İstanbul Siyasi Şubesinde gözaltında iken öleın Devrimci Sol militanı
Ahmet Karlangaç'ın ölüm nedeni, kaba dayak ve kum darbesiyle dövülmesi sonucu oluşan beyin iç kanamasıdır. Bu, otopsi raporuyla tesbit edilmiştir.
dd, 'askıI
Ortaçağ zindanlarından "ödünç" alıncn bu yöntemle, sanık çırılçıplak soyularak kolları yanlara doğru açık olacak şekilde ve ayakları yere değmeyecek yüksekliğe, genel-
' likle tavana asılır. Bu durumda saatlerce bek- letilir. İşkence yöntemleri içinde insan bünyesinde en fazla tahribat yapan işkence türlerinden biridir.
Bu askı işkencesinin çeşitli uygulanış biçim-, leri vardır. Geçtiğimiz günlerde itirafçı işkenceci Sedat Caner in Nokta dergisine yaptığı acıklmalarda işkencenin en etkilisinin biçimlerini sıralarsak; a-) Filistin Askısı: Elleri arkadan bağlı ya da kelepçeli olarak bir ip vasıtasıyla tavana asma b-),Çarmıh Askısı: iki el bir demir boruya iple veya kayışla bağlanmak sureti ile yapılan askı,c-) Ters Askı: iki bacağı birbirine bağlayarak, ya da sadece birini doğrudan bir kayış veya ip vasıtası ile tavanaas- ma... Bu durumdan kalmak omuz - kol kaslarını aşırı derecede zorlayacaktır. Giderek, kas liflerinin, kirişinin ve kas zarlarının yartıl- masına ve kalış süresine göre artan sinir ve j omuz eklemi deformesyonuna neden olacaktır.
Süre uzadıkça ağrının şiddeti dehşetli boyutlara çıkmakta, dayanılmaz noktalara ulaşmaktadır. Nitekim kalış süresi 20-30 dakikayı aşan samklgr çoğu ağrı şokuna bağlı olarak bayılmaktadır. Bu durumda ayıltma askıdan indirilmeden yapılır genellikle. Yine; elektrik, falaka vs. diğer işkence yöntemleri askıdayken uygulanır. Yine askıdayken ayakların altına sadece parmak uçları değecek şekilde kamyon lastiği yerleştirilir. Bu durumdayken uygulanan diğer işkence yöntemleri ve elektriğin etkisiyle ayak parmaklarına altındaki lastikten ayaklar gerilerek kurtulur. Bu işlem defalarca tekerrür eder. Bir süre sonra (lastiğe sürtünme sonucu) ayak parmaklarının lastiğe değenkısımları soyulur, et ortaya çıkar ve dayanılmaz acılar verir.
Bu işkence yöntemi 12 Eylül'den hemen sonra İsrail'den alınmıştır. Daha önce da bu işkence yöntemi Amerikan emperyamizmi tarafından Vietnam halkına uygulanmıştır. Çağımızın emperyalizme bağımlı ülkelerin faşist yönetimlerinin, muhaliflerini yoketmek için, en sık başvurduğu işkence yönlemlerinden biridir. Göbeklerinden emperpalistlere bağlı olan sömürücü faşist yönetimlerin, halkların mücadelesini yok etmek için başvurduğu bu işkence
yöntemlerimin aynı olmasının bıı nedeni bu ol-so u t*ttk !!.
Askıya, sanık, bazen ayaklarından asılmaktadır ve diğer işkence yöntemleri bu haliyle uygulanmaktadır. Bu durun.da beyine çok miktarda kan hücum ediyor, kafa içi basıncı cok artıyor, doğan şiddetli baş ağrısı ile uzun sürede yırtılan damarlar beyinde iç kanamalara yol açabiliyor.
ee. soğuk suyla banyo ve banyo sonraşı "havalandırma"
1Kışın dondurucu soğukların hüküm sürdü
ğü aylarda sanık ya soğuk su dolu küvete çırılçıplak sokulup birkaç dakika bekletilmekte veya yine çırılçıplak vaziyette betona yatırılarak üstüne hortumlaıbeş-on dakika su sıkılmaktadır. Daha sonra da uzun süre (bazen bir saati buluyor) açık havada, açık pencere önünde, kapağı açık buzdolabı veya vantilatör önünde bekletilir. Vücut kuruduysa tekrar tekrar ıslatılıp kısmi donma veya bayılmalar görülene dek bu işkenceler sürdürülür. Bazen de uzun süre çırılçıplak vaziyette burada yatırılır veya karın içine gömülür. Palto vb. kat kat' giysi ile ancak dolaşılabilen koşullarda, çırıl-
j çıplak olan sanığa yapilan bu uygulamanın doğuracağı tahribat sır olmasa gerek; donduran soğuğun' dehşetli acı vermesi, kısmi donmalara bağlı his kayıpları, bronşit ve üst solunum yolu hastalıkları, böbrek hastalıkları, sindirim yolu hastalıkları vb. Donma, hücre ve dokularda kan damarı ve şekilli elementlerinde, sinir hücrelerinde yapısal bozukluklara yol açar; kısmi donma olan yerlerde yaşam boyu süren karıncalaşma ve uyuşmalar yıllarca sürebilir. Yine, bugün cezaevinde akciğer ve böbrek hastalıkları bu derece fazlaysa, bunun temel nedenlerinden biri de, saatler boyunca ve bir çok kez uygulanan bu işkence yöntemidir.
ff. karda, camda yalınayak yürütme
Falaka, elektrik, dayak, soğuk su banyosu vb. işkencelerden sonra ve genellikle iki seans arasında "dinlenme" olarak yapılan bu işkencede sanık karda veya cam kırıklcrı üzerinde yarım saat yürütülür. Ağır işkence seanslarından sonra ayakta zor duran sanığa bun-! lor n yaptırılması önceki işkencelerin şiddetini çok attırır. Com kırıkları, ayrıca, ayak tabanında yara ve iltihaplarmalara da neden olmaktadır. i
t
K
İ [
gg. ters bükmeİki görevli sanığın omuzlarından, iki gö
revi' de ayaklarından tutar ve ters, yönlere doğru gererek çevirirler. Omirilik, ters yönlere doğru döndürmenin şiddetine göre incinmeden, kırılmaya kadar tahrip olur. Bugün cezaevlerinde bel ağrısı şikayetinin hemen herkeste olmasının önemli nedenlerinden biri de bu işkencedir. Yine bir çok arkadaş, aradan yıllar geçmesine karşın hala bel kırık ve çatlamasının doğurduğu sonuçları tedavi etmeye çalışmaktadır.
hh. cinsel organa kırık cam, vs. sokma ve erbezlermin burulması
Bunun yarattığı ağır psikolojik tahribada ek olarak cinsel organlar yaralanır, kesilir ve bunlara bağlı olarak hemen infekte olurlar. Tedavi olanağının olmadığı o koşullarda bu iltihabın üst idrar - üreme organlarına doğru yükselmesi hemen hemen kaçınılmazdır. İdrar, üreme organlarında fonksiyon kaybı veya en azından, kronikleşen iltihap, bu işkencenin sonucudur. Sinir açısından vücudun en zengin noktalarından olan dış üreme organlarında bu işkence, muazzam bir ağrı yapmakta, kesik ve yaralarda ağrının uzun sürmesine neden olmaktadır.
Ayrıca, erbezlerinin burulması da sıkça uygulanan bir işkencedir, testislerin şişmesi ile meydana gelen şişme ve iltihaplanmalar kısırlaşmaya kader varabilir. Testisler üst üste getirerek, iki avuç ayasj arasında belli bir basınçla uzun süre ezilmekte ya da aşağıya doğru çökerek burmak şeklinde iki biçimde uygulanmadadır.
Bu işkence biçimi için uzman işkenceciler yetiştirilmiştir. Kamuoyuna yansıyan bir örnekte olduğu gibi, bölge bölge dolaşıp bu işkenceyi uygulayan Ankara Siyasi Şubesinde görev yapan ve "Laz Fikri" lakabıyla da anılan işkenceci, buna bir somut örnektir. Bu da işkencenin bir merkezden sistemli bir biçimde uygulandığını gösterir somut bir kanıttır.
İL tırnakla et arasında iğne, odun kıymığı sokma
El ve ayak parmaklarında tırnağın altına, tırnak ile et arasına iğne veya ince odun kıymığı sokulur.
I
jj. tırnak çekmeEl ve ayak parmaklarının tırnakları, ke
rpeten veya pense ile tutularak tek tek sökülür.
kk. sigara söndürmeVücudun çeşitli yerlerinde (ensede, gö
ğüste, sırtta, kol ve bacaklarda) sigaranın ateşi değdirtilerek yakılır ve yanan sigara söndürülür.
ıı. saçlardan tutarak, sürükleme, bıyık yolma
Saçlardan tutarak yerde sürüklerken, bir yandan da tekme, tokat dövülür. Saçlardan tutulup çekilerek ayağa kaldırılır. Tekrar tekme tokat dövülür. Bu işlem defelarca tekrar edilir. Bıyıklar ve vücudun muhtelif yerlerindeki kıllar tek tek ve tutam tutam çekilerek yolunur.
mm. muşta türü sert cisimlerle sürekli aynı noktaya vurma
Kollarından askıya alınan sanığa, bir işkenceci elindeki muşta türünden sert bir cisimle
sürekli olarak aynı noktaya vurur. Bir süre sonra dayanılmaz acılar içinde kıvranılır ve iç kanamalar meydana gelir.
nn. saatlerce ayakta bekletme
Duvarın 1-1,5 metre önüne getirilen sanık kolları omuz hitasında, el ayaları yere bakacak şekilde durdurulur. Bu şekilde gövde biraz öne doğru eğilerek, el parmak uçlarıyla duvara değecek sekile getirilir. Bu durumda saatlerce bekletilir. Bir süre sonra kol ve bacaklara kramp girer, hissizleşir, eller ve ayaklar morarır.
oo. foseptik çukuruna sokma
Sanık, ellerden veya koltuk altlarından bağlanarak, iple boğazına kadar foseptik çukuruna daldırılarak uzun süre bekletilir. Bu işkence türünde, uygulanan kişinin psikolojik ve fiziki olarak yıptarılması amaçlanır. Bağlanarak foseptik çukuruna daldırılmasıyla kişinin aşağılanması, moral olarak ve direncin dızal- tılması hedeflenir. Fiziki yönü ise uzun süre bekletildiğinde zaten diğer işkence yöntemleriyle vücutta oluşan yaralar mikrop kaparak azıyor. Bu yaralara ek olarak yeni yaralar açılıyor.
Bu yazı Sinan Kukul ve İbrahim Bingöl tarafından mahkemeye verilmiş bir dilekçenin
ilgili bölümünden alınarak aynen yayınlanmıştır.Dilekçenin bütür.ü mahkeme dosyala
rında mevcuttur.
Sanık, ellerdenveya koltukaltlarındanbağlanarak, ipleboğazına kadarfoseptikçukurlarınadaldırılarak uzunsüre bekletilinBu işkencetüründe,uygulanankişininpsikolojik vefiziki olarakyıpratılmasıamaçlanır.Bağlanarakfoseptikçukurunadaldırılmasıylakişininaşağılanması, moral olarak ve direncin azaltılması hedeflenir. Fizik yönü ise uzun sürebekletildiğinde zaten diğer işkence yöntemleriyle vücutta oluşan yaralar mikrop kaparak azıyor. Bu yaralara ek olarak yeni yaralar açılıyor.
I1
m dana Cezaevinde toplam 61 / l siyasi tutukluya "İstiklal Marşı söylemedikleri". “yemek duası etmedikleri" ve "spora çıkmadıkları" gerekçesiyle insan sağlığı ve onuru ile bağdaşmayan yaptırımlar uygulanmaktadır. 61 siyasi tutuklu hücrelerde tutulmakta, havalandırılmaya çırakılmamakta. kitap, aylık ve haftalık dergi verilmemekte, aileler', yakınları ve avukatları ile olan yazışmaları engellen m ektedir.Hücreler yerin altında, rutubetli, soğuk ve havasızdır. Isınma sistemi yoktur. Işıklandırma sistemi ise çok zayıftır Tutuklular. açık hava yerine hücre kapılarının açıldığı koridora çıkarılmaktadır. Ailelerine, yakınlarına ve avukatlarına yazdıkları n.ektupların çoğu yerlerine ulaşmamaktadır.Aynı şekilde Amasya Cezaevinde de 6 siyasi hükümlü ve tutuklu açık havaya çıkarılmamaktadır İçlerinde hükümlü A Fazıl Ercüment Özdemir yaklaşık olarak 1.5 senedir güneş yüzü görememiştir. Kitap \e düreli yayın alınmamakta, tutuklu ve hükümlüler cezaevi idaresinin ve Bakanlığın beğenisine göre seçilmiş kitaplardan oluşan kütüphaneden kitap 'okumaya zorlanmaktadırCezaevlerindeki yaşam koşulları üzerine yaklaşık iki şenedir vazıh basında yeralan yazılar, bir çok cezaevinde olduğu gibi Adana ve Amasya Cezaevlerindeki koşullunda düzeltmemiştir Çünkü, iırsan hakları ve işkence konuşumla salt sorunları bilmek, kuramsal çalışmalar yapmak, vasal düzenlemeleri ve mevcut uygulamayı karşılaştıran hukuk yazıları yazmak, haftalık ve aylık yayınlarda röportaj konusu olmak yetmemektedir Baskı ayrını ve işkence politikasının mevcut hukuk düzeninde yasal dayanağının bulunmadığı herkesçe bilinmektedir. Ulusal ve uluslararası normları "mekanlarda” tekrarlayıp durmak, koşulları değiştirmemiştir Adana ve Amasya cezaevlerinde aydınlara, canlının en temel gereksinimi olan hava ve ışık bile çok görülmektedir.Buna karşılık bir avuç siyasi tutuklu ve hükümlü söz konusu insanlık dışı uygulamalara."siyasal suç sanığı belirli yasal hakları ve güvenceleri olan bir insandır düşüncesiyle, siyasal kimliklerini unutmadan onurla ve inatla, direnmektedirler.Onların bu haklı direnişine sessiz ve tepkisiz kalmayalım. Çekingenliğimizi unutalım.Tepkinin yöntemini bulmak kolaydır.Not: Yazının yazılmasından sonra Adana cezaevinde Açlık Grevi başladı.
GEN
ÇLİ
K ÖĞRENCİHAREKETİNDEKİTARTIŞMALAR VE SON DURUM
984, yenilgi psikozu içinde ve depolitizasyon etkisindeki öğrenci gençliğin bu havayı kat
merleştiren örgütsüzlüğünü aşma yönünde ilk adımları attığı yıl oldu. YÖK, atılan adımları olabildiğinece küçültüp yavaşlatan bukağıydı. İkinci bukağı ise bizzat dernekler yasasının kendisiydi. Sonuçta dernek kurarak örgütlenmeye çalışanlar için dernek kurma yıllara yayılan bir sürece dönüştü. Ve hemen hemen, sonra gelen üç yıl derneklerin tüzel kişilik kazanma mücadelesine sahne oldu. (84-87 dönemi) Bu süreç bir çok sorunuda beraberinde getirdi. 86-87 öğretim yılına gelindiğinde, aşındırılmış ama kınlamamış bu lanet çemberini öğrenci gençlik hala boynunda taşıyordu. Örgütsüzlük, depolitizasyon, yenilgi psikozundan oluşan bu halkanın yokedilmesi yolunda girilen dernekleşme süreci bu noktada tıkanı-
" Polis ve Öğrenciler " Y O rd ö .
Nevruz Çağlar
86-87 öğretim yılı bu tıkanıklğı çözme çabalarının başlangıcı oldu. Kısırlaşmayı sadece nesnelliğe bağlama yanlışına düşmemek için madalyonun öznelliğe bakan yüzünüde çevirip göze batırmak gerek. Bu yapıldığında "dernek kurma" doğru politikasını üretip halkayı yakalayan siyasi perspektifin zincirin diğer halkalarını sürükleyip getirecek politikalar üretemediğini ve kısırlığın nedenlerinden birininde bu olduğunu görürüz. Dernek kurarken yalnız başına yola çıkmayı övünç kaynağı yapanlar, diğer güçlerin o günlerde içinde bulundukları koşulları dikkate almamanın yanılgısı içindedirler. Nitekim bu yanılgı başlarını yedi. Değişik perspektiflerin dernekleşme zeminine gelmesiyle başlayan hareketlilik kısırlık konusunda söylediklerimizi destekler nitelikteydi. Ama bizce önemli olan, 86-87 döneminde başlayan hareketliliğin demokratik öğrenci hareketi açısından ne ifade ettiğidir.
Öğrencilerin ekonomik demokratik taleplerini dile getirmeyi, elde etmeyi amaç edinen örgütlenmenin hak arama mücadelesi yolunda eylemler geliştirmesi kaçınılmazdı. 86-87 döneminde yaşananlar; derneklerin belli bir birikim sağlandığını, İkincisi varolan kitlenin mücadeleyi yükseltme talebinin yoğunlaştığını gösterdi.
Başlangıçta kangrenleşen ve nerdey- se muhalefetin manivelası olan atılma sorunu gündeme geldi. Kaç yıldır dilekçe vere vere döktükleri yüzsuyunun kendilerini boğacağını gören gençlik, bu kez daha üst ve etkili düzeyde bir biçim gerektiğini düşünerek, defalarca atılmalara ve tekrar tekrar alınlamalara neden olan, yüksek öğrenim kanununun 44. maddesinin değiştirilmesi yönünde bir kampanya başlattı. Gençlik yazgısını YÖK'ün lütfetmek zorunda Kaldığı aflara bağlamak istemiyordu. Kimileri birtakım iyileştirmeler sağlamak düşüncesiyle, kimileri YÖK'ün tasfiyesi perspektifini yitirmeden atılmalar konusunda yoğunlaşan muhalefeti değerlendirmek düşüncesiyle şu veya bu biçimde kampanyaya katıldılar. Kampanyanın yürütüldüğü süre içinde M.Ü. öğrencisi İsa Tanrı- verdi'nin okuldan atıldğı için intihar etmesi bardağı taşıran son damla oldu ve olaya yeni bir boyut kazandırdı. Öğrenciler "yürümekle aşınmayacak" sokaklara döküldüler. Sokağa taşmak bir biri
kimin ifadesinden başka nedir ki? Ayrıca gelişen tepki sadece İsa'nın ölümüne karşı değil, arkasında yatan nedenlere YÖK'ün gerici, ayrıcalıklı eğitim sistemine karşıydı. Gelişen ders boykotları, üniversite ve rektörlüğe bırakılan siyah çe- lenkler bu gerçeği dile getirdi. Peşisıra, 44. maddenin değiştirilmesi için başkent yollarına düşüldü. Sürekli suçlanan, kamuoyuna bir çıban başı gibi gösterilen gençlik, yürüyor, yürüdükçe kamuoyunun desteğini alıyordu. Böylesine haklı ve meşru zeminde yükselen hareket, elbette bu kırma eğitim sisteminden medet umanların eteklerini tutuşturacaktı ve tutuşturdu da. Eylemlerin meşruluğuna, dış mihraklar teranesiyle gölge düşürülmeye, kuşku yaratılmaya çalışıldı. Göz aç- tırmamacasına başlatılan soruşturma, tehdit ve gözaltılar aldı başını yürüdü. Evet yine aynı şey söyleniyordu: "Benden iste ama, kendin almaya kalkma!"
Öte yandan bizzat atılan öğrencilerin kendisi, bir dizi aynı nitelikte eylemi başlatacak bir açlık grevine başlıyorlardı. Açlık grevinin seyri defalarca anlatıldı basında. Tekrar etmeye hacet yok. Biçimi hakkında da çok şey söylendi. Biz sadece ilk açlık grevinin diğerlerine ışık yaktığı, yol gösterdiği ve ufkunu yalnızca 44. madde değişikliği ile sınırlamada- ğı, böylece yükselen mücadeleye daha geniş bir boyut kazandırdığını söylemekle yetineceğiz. Mihenk taşı bütün gerici eğitim sisteminin kaldırılması olduğunda, açlık grevine gidenleri hareketi bölmekle suçlayanların, gerçekte birtakım reformlar zemininde kalarak hareketi böldüklerini görmek kaçınılmaz oluyor. Ayrıca dayatmacı biçimde olayın gelişmesinin sorumluluğunu platformu kendi danışma meclisi gibi görenler taşıyor.
Sonuçta, yürütülen kampanya sona erdiğinde, YÖK'ün yaptığı yasa değişikliği resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bunun istenen değişiklikle uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Ayrıca öğrenci gençlik üzerindeki baskılar yoğunlaşarak artıyordu, ister istemez etki tepkisini doğurdu, yemek boykotları, açlık grevleri, YÖK'ün önüne siyah çelenk bırakmayla yükselen hareket, üniversitenin sembolü haline gelen İ.Ü. önüne siyah çelenk bırakılmasıyla doruğa vardı. Yemek boykotu hemen hemen her fakülteyi sardı ve kitle aktif bir biçimde baskıları ve 44. madde değişikliğini protesto etti. Bu sırada başlatılan gözaltılara tepki olarak bir dizi açlık grevi gelişti. Tartışmalı koordinasyonsuz ama haklı bir zeminde. Siyah çelenk ise bu protestoların daha aktif ve üst biçimi oldu. Eylemler arasında zamanlama olmayışı, sağlam bir zemine oturmuş, bilinçli önderliğin olmayışı, eylemlerin birbirini destekler değil, nerdeyse köstekler şekilde gelişmesine neden oldu. Bütün bu eylemler, demirci çırağının örsteki demire indirdiği ilk çekiç darbelerinin acemiliğini yansıtıyordu. Acemici, kararsız ama coşkulu! Öyle ya, en uzun yolculuk bile küçük bir adımla başlar.
Eylemlerin anaforu içinde birtakım ayrılıklar su yüzüne çıktı.
Olayların girift örgütlenmesi bu ayrılıkları değişik biçimlerde açığa vurdu.
l
€
«
4
44
ABir direniş türküsü: 16 Mart 1978
Öğrenciler Açlık Grevinde
Elbette bunları 7 yılda yapılmaya çalışıldığı gibi gelenekten koparak eğilimlerin dününü bir yana bırakarak değerlendirmek mümkün değil. Öyle ki, pratik bir sürecin tartışılması sırasında 60'lı yılların pasifistleri olarak suçlananlar bugün yine aynı ayrılığın gündeme getirildiğini öne sürdüler. Hayır. İllâ ki binlerinin gündeme sokmaya çalışmasına gerek yok. Ayrımlar nesnel nedenlerden doğdu ve herhangi bir kesitte ortaya çıkmalarını da kimse engelleyemez. Eğilimlerin sosyal zeminleri yokedilmedikçe de bu böyle olacaktır. Aşmanın yolu ilkelerden taviz vermeden asgari zeminde buluşmaktır. Ama yaşanan pratikte bırakın ilkeleri, dar köprüdeki inatçı keçiler masalı ya- yaşanıyor. Benzetmeyi bir yana bırakırsak, bu ayrışma tek tek eğilimler arasında değil de eğilim grupları arasında keskinleşiyor. Bu olgu olumsuzluk barındırıyor gibi görünüyorsa da bizce olumluluk taşıyor. Geleceğe sadece 61 anayö- sası çerçevesinden bakmayanlar için olumluluk taşıyor ve geleceğin iki farklı yönelişine ışık tututuyor. Bu gerçeğin kendini çok dolaylı yoldan ifade edişine başka türlü söylersek pratikte yaşanan sorunlara göz atalım.
Birincisi, bir platformun dağılmasına yol açan böylece ortak davranış olanağını yok eden, açlık grevi sırasında takınılmış dayatmacı ve tasfiyeci tutum. Yarına baylar! Tekkkeciliği kimin yaptığı bu denli açıkken "tekkeciliğe hayır" diye ilke ilan etmenin alemi ne Allahaşkına! Binlerinin aynı şeyleri size karşı uygulamasından mı korkuyorsunuz. Birlik, birlikte olunmak istenenleri kollamakla olur. Ben yaptım, oldu mantığı birliğin parçalanmasından başka ne sonuç verdi. Geçmişin bölünmüş hareketine tepki duyarak, gelecek kuşağa bütünlüklü bir hareket bıracakiarını söyleyip övünenler, bütünlüğü sağlamanın ayrılıkların üstünü örterek değil, tam tersine ayrılıklarla beraber olabileceğini öğrenmeli öncelik
le. Ve ikinci olarak bu eğilim, meclisteki çoğunluğuna güvenerek, istediği tasarıları yıldırım çabukluğuyla çıkaran ANAP tavrını bir yana bırakmalı. Dengeler değişse bile, birtakım alışkanlıklar kolay kolay yok olmuyor. Ama yoketmek zorunlu.
Örnek oluşturacak bir başka sorun, dernek üyeliği sırasında neyin kriter olarak alınması gerektiğiydi. Yeterince açık koyabilmek açısından biraz ilerde ele alınması gerekli. Şu aşamada, bugün geîî- nen noktanın tesbiti önemli. Bunu yapmak gelişen muhalefetin boyutunu saptamakla olacaktır. Derneklerin kendi potansiyel güçlerini yani nesnel koşulları itibarıyla muhalefete katılması gereken kitlenin genelini kapsamaktan uzak olduğu ortadadır. Nitekim gelişen hareketlilik, öndeki duyarlı kesimin (sadece öndeki duyarlı diyoruz) hareketliliği oldu. Herne kadar 44. madde değişikliği için hazırlanan dilekçe onbinin üzerinde imza topladıysa da, diğer eylemler de binlere ancak ulaşabildi. Kitleselleşmek dernek üyelerinin ağzında ekmek gibi günlük ve gerekli bir söze dönüştü. İ.Ü. nün önüne siyah çelenk bırakılmasından sonra muhalefetin istenen yaygınlaşmaya ulaşamayışı, baskılara aktifçe direneme- yişi de bu sorunun ifade edilmesinden başka birşey değildir. İkinci olarak bütün bu eylemlerle birtakım somut kazanımlar elde edilemedi. Elbette bu her eylemin birtakım somut kazanımlara varmak için yapılması gerektiği anlamına gelmez. Ama daha geniş kitleyi seferber etmek için dişe dokunur olmak gerekir. Sonuçta kısa vadeli pratik süreç açısından şu sorunlar karşımıza çıkıyor: Oturmuş bir birlik sağlamak, kitleselleşmek ve geniş kitleye ulaşmak anlamında somut talepler öne sürüp sonuç almak.
Kitleselleşmek sorunu ta başından itibaren gündemi işgal ediyor ve daha uzunca bir süre işgal edeceğe benzer. Ayrıca bu sorunun zorlamasıyla ve geç
mişin yarı-politik örgütlenmelerine tepkiden ötürü, Yarın dergisinin sayfalarında derneklere "doğal üyelik" tartışıldı. Madalyonun diğer yüzünde Gökyüzü bunu açıkça savundu. Sonra Yarın "gönüllü üyelik" deyip sıyrılıverdi. Bir zaman sonra bunun yerine YÖK'e karşı olan herkesin üyeliği savunuldu. Nereden nereye! Kendi deyimleriyle belki bir zaman sonra anti-faşistlik ve yurtseverlik kriter olarak alınabilirdi. Ama şimdi değil. "Yeni Düşünce"nin de YÖK'e karşı olduğu hatırlatıldı, hatırlatılacak. Ayrıca gençliğin yurtseverlik geleneğinin üzerinden atlanamayacağı açık. Derneklerin tabanını genişletmek kaygısıyla demokratik öğrenci hareketinin ufkunu daracıklarını ve "yeni ufuklara" yönelinilmesini engellediklerinin farkına bile varamıyorlar. Sendikalizm batağına öylesine gömüldü- lerki öğrenci derneklerinde "anarko- sendikalizm" yapılamasını yasaklamaya kalktılar. Bu Barış derneğinin veya İnsan Haklan derneğinin iktidarı almaya çalıştığını söylemek kadar saçma. Sendikaliz- min tarihi köklerini hatırlatmak zorunlu oluyor. Karşıt yüzü (anarko-sendikalizm) üzerinde bu denli tepinilmesini açıklayacak olan da bu gerçek zaten.
Yine kitleselleşme sorunundan yola çıkarak geniş kitlenin harekete geçirilime- sinin ilk ve olmazsa olmaz koşulunun öndeki duyarlı kesimin hareketliliği olduğunu söylemekte yanlış. Geniş kitleler her zaman duyarlı bölüğü beklemezler. Ondan geri de, ileri de olabilirler. Tarihin değişik kesitlerinde kitlelerin çok daha önde olduğu da görülmüştür. Sorun yol gösterici olmak, kitleyi eyleme çekme yolunda birtakım öncü adımlar atmaktır. Kitlenin geriliğine tabii olmamakta önemli. Bu gerçeğin kavranamama- sının sonucu kitleyle öncü arasında uçurum yaratmak bir uçta uçkunluk, öbür uçta yılgınlıktır. Yaşanan yılgınlığa yılgınlık katmanın alemi yok.
Kitleselleşmenin pratikte yarattığı
1
Devamı syf: 60
BİZİ UNUTMAYIN!Biz Hukuk ve İktisat'tan 7 devrimci öğrenciydik.O salı hava pusluydu, yağmur çiseliyordu.“Kurt dumanlı havayı sever”, biliyorduk. Ama biz de devrimciydik.Saat 1.35 ’de bombalandık. Parçalandık.Gençler! Unutmayın bizi.Biz Özgürlük savaşçısıydık. Zorbaların tabancası, bombası vardı. Biliyorduk. Bile bile üzerlerine yürüdük.Faşist işgal kırılmalıydı. Kırdık. Boşuna ölmedik. 17 Mart’ta okul koridorlarmda/caddelerde onbinlerce işçi ve öğrenci marşlar söyledi. Duyduk ve saklamıyoruz, kimimiz ağladı.Biz de eşlik ettik marşlara, dinleyenler duymuştur. Marşlarımız gözyaşlarını tüketti. Türküler söyledik. Siz de söyleyin 16 Martlarda. O zaman yüreğinizi dinleyin. İşte biz ordayız.Bizim için üzülmenizi istemiyoruz. Türküler söyleyin. Marşlar söyleyin.Gençler! Bizi unutmayın. Hiçbirimiz ölmeyi istemiyorduk. Cemil’in tiyatro çalışmaları yarım kaldı.1 Hatice'nin filiz sevdası da. Murat iyi bir avukat olacaktı, olamadı. Hamit hemen “memleketine" dönecekti. Memleketinin "sömürge" olduğunu söylüyordu, özgürlük peşindeydi, ulaşamadı. Uzatmayalım. Hepimizin tatlı hayalleri vardı. Olmadı.Ölmeyi istemiyorduk. Ama ölebileceğimizi biliyorduk. Karşımızda kahpeler fırsat kokuyordu. Korkmadık. Yüklendik üzerlerine. Sarsıldılar. Yenildiler. Düşerken kinlerini kustular.Gençler1 Bizi unutmayın.Duyduk ki o zaman bizlerin içinde olan bazıları şimdi küfürler ediyormuş. Kulaklarınıza karanlık “Gece Dersleri" üfleyip, gözlerinizi şizofrenik “Prenses” kâbuslarıyla şaşırtmaya çalışıyorlarmış.Kanmayın zehirli elma şekerlerine.Apışaraları ile rakı kadehleri arasında koşuşturan yenilmiş, zavallı molozların sahte masallarına inanmayın.Verdikleri esrarları içmeyin.Biz coşku doluyduk. Korku nedir bilirdik. Ama onu hep yenerdik.Neşeliydik. Güldüğümüz zaman ağız dolusu gülerdik.Hayatı, insanları, doğayı seviyorduk.Severdik. Sevdiğimizi kucaklar, sonuna dek yaşardık.Gençler! Bizi unutmayın.
Abdullah Şimşek Hamit Akıl Ahmet Turan ören Hatice Özen Baki Ekiz Murat Kurt Cemil Sönmez
45
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
ÖĞRENCİGENÇLİK HAREKETİ VE ÖRGÜTLENMESİ
ecen dönem ilk belirtileri görülen öğrenci hareketleri 86 sonbaharı ile yükselme eğilimine
girdi. Bu noktada ortaya çıkan bazı problemleri incelemeliyiz.
Ö n c e k ısa ca g e çm işe b i r g ö z a ta lım . 12 M a r t önces in in ö ğ re n c i h a re k e tle r in d e b e ll i b ir b ir l ik h a v a s ın ı g ö rü y o ru z . A m a b u b ir l ik b iz ce y e tk in -m o d e rn b i r ö n d e r l iğ in p o lit ik a s ı so n u cu s a ğ la n m ış d e ğ il. H e n ü z s iyas i a y rış m a d ö n e m in d e o la n h a re k e t le r tam b ir k o p u şm a y a ş a m a m ış la rd ı. K o p u ş m a la r d e rin leş tikçe 12 M a r t m u h tıra s ın a y a k ın g ü n le rd e g e n ç lik h a re k e tin d e d e d a ğ ı lm a la r o lu ş u y o rd u . A n c a k y in e d e D E V -G E N Ç he n ü z bü tü n g e n ç liğ i te m s il e d e n y a r ı-e fs a n e v i b i r ö r g ü t o lm a k a ra k te r in i k a y b e tm e m iş ti.
12 M a r t k a ra n lık la r ın d a y a ş a n a n la r ve 14 E kim 1 9 73 s e ç im le r i s o n ra s ın d a k i 1-2 y ı ld a g e n ç lik h a re k e t i, a r t ık ta m b ir n e tlik a rz e d e n p o li t ik k o p u s m a la ra p a ra le l o la ra k d a ğ ı lm a y a u ğ ra d ı. İlk a ş a m a d a s a ğ la n a n b ir l ik le r k â ğ ıt ta n ş a to la r g ib i d a ğ ılıv e rd i. Sonrası 12 Eylü l 'e d e k b i r ka o s g ib i y d i . f i )
Ş im d i ye n id e n c a n la n a n ö ğ re n c i h a re k e ti b ir d a ğ ılm a y a u ğ ra m a d ı. İ l le r d ü ze y in d e ve Türkiy e ç a p ın d a o r ta k b ir p la t fo rm y a ra tm a ç a ba s ı v a r . A m a h e n ü z ç a b a la r so n u ca u la ş a m a d a n d a ğ ılm a e m a re le r i d e g ö rü lm e y e ba şla d ı. B ir l iğ i s a ğ la m la ş tırm a k g e re k iy o r . İp u ç la r ın ı g e ç m iş te n b u lu p ç ık a ra b il ir iz .
G e ç m iş in g e n e l ro ta s ı ne ? En k a b a h a tla - rıy lc r şu: S iyas i a y r ı l ık la r h e n ü z ta m ne tleşm em işken v e y a m e v c u t fa rk lı s iya s i g ö rü ş le r z a y ıfk e n b ir l ik o lu n a b il iy o r . A y r ı l ık la r n e tle ş in - ce ve fa rk lı g ö rü ş le r n is b î o la ra k g ü ç le n d ik ç e b ir a r a d a d u rm a k im k â n s ız la ş ıy o r ve ö ğ re n c i h a re k e t i a to m la r ın a d e k d a ğ ılıy o r .
Ö ğ r e n c i h a re k e t i b u z e m in d e n b i r üst z e m in e s ıç ra m ak z o ru n d a d ır . G eçm işte ya şa nan d e n e y le r y e te r l i k a y n a k o lu ş tu ru y o r . Ö ğ r e n c i le r g e ç m iş ö ğ re n c i h a re k e t le r in in y a ra tt ığ ı b ir ik im le r i g ö z b e b e k le r i g ib i k o ru m a k d u ru m u n d a . S adece k o ru m a k y e tm e z , b u b ir ik im le r i b e c e r iy le ve b ir kuyu m cu hassaslığı i le d e ğ e r le n d irm e k - y e n i s e n te z le ri u y g u la m a k g e re k ir . G e ç m iş i k u ru a jita s y o n m a lz e m e s i o la ra k d e ğ il, g e le c e ğ e p r o je k tö r tu ta rs a k d o ğ ru tu tu m a g irm iş o lu ru z .
R o ta n ın y a n lış lığ ı s iyas i a m a tö r lü k te n i le r i g e liy o r . 6 0 'la r d a b u r ju v a ve kü çü k b u r ju v a s o s y a liz m le r in in şe k illen m es i, p r o le ta ry a sosy a liz m in in y e n id e n d o ğ m a d u ru m u n a dü şm e s i g e n ç k a d ro la r ı s iyas i ö n d e r lik ve ö ğ re n c i h a re k e t i ö n d e r l iğ in i a y n ı a n d a b ir l ik te y ü rü tm e k z o ru n d a b ıra k tı . Z o ru n lu y d u . O g ü n le r g ü z e ld i ve coşku d o lu y d u . C e s a re t ve e n e r j iy le işe b a ş la y a n ö ğ re n c i ö n d e r le r i ip in u cu n u çe k m e d e z e r re te re d d ü t e tm e d ile r . İy i e tt i le r . S o n u ç ta k e n d ile r in i s iya s i ö n d e r o la ra k b u ld u la r . A m a k o n u m u z b u d e ğ il. B ağım sız b i r a la n o la ra k ö ğ re n c i h a re k e t i ö z e llik le s iy a s i a y r ı lık la r ın ne tle şm e s in in h ız la n d ığ ı 6 9 - 7 0 y ı lın d a g e r iy e dü ş tü .
M o d e rn ve ka lıc ı h a re k e t le r /ö rg ü t le n m e le r p ro g ra m -tü z ü k - ta k U k b ir l iğ in e u laşm ış g ü ç lü siyas i y a p ı la r ta ra fın d a n sa ğ la m b ir m ü cade le z e m in i üstüne o tu r tu la ra k o lu ş tu ru la b ilir . M a r t ö n ces i h e n ü z s iyas i y a p ıla r ın k e n d ile r i o lu şm a sü re c in d e yd i, b a ş a rıla m a d ı. Y ılgınlık n e d ir b ilm e y e n coşku d o lu a n t i-e m p e ry a lis t m ü c a d e le g e le n e ğ i b ıra k ıld ı.
K a ra n lık M a r t g ü n le r i ve 14 E kim son ras ı s iy a s i h a re k e t le r in ay rışm ası ne tleş ti. O n y ı l
la r d ı r b ir p o ta d a fa r k lı n ü a n s la r o la ra k b ir a ra d a b u lu n a n so s y a lis t h a re k e t 6 0 'la r ın s o n la r ın d a y ığ ınsa llaş ıp s o k a k la ra d ö k ü lü n c e n ü a n s la r n e tle ş ti. O lu m lu b i r g e liş im d i. İşç i sınıfı g e n e l o la ra k s o s y a liz m le d e ğ il, k e n d i sosy a liz m iy le ta n ış m a lı. B unu n iç in ö n c e d iğ e r s o s y a liz m le rd e n a y r ış m a k s o n ra a y rış m a y ı n e tle ş tirm e k g e re k iy o r . Bu sü rec in ö n ü n d e d u rm a k g e r ic ilik ve işç i s ın ıfına "s iz g e n e l o la ra k sosya lizm in g e v e z e liğ in i yap ın , ik t id a r g ib i s o ru n la rd a n u z a k d u r u n " d e m e n in u ta n g a ç - cası o lu y o r .
N e tle ş e n s iy a s e t le r b a ş la n g ıç a ş a m a s ın d a ye te rin c e usta lık la d a v ra n a m a d ıla r . Ö rg ü t le n m e n in en te m e l p re n s ip le r i g ö s te rm e lik " g ü ç " p e ş in d e k i s iy a s e tle rc e a ltü s t e d ile b ild i. Kaos o r ta m ı b u ra d a n ka yn a k la n d ı. Faşist sa ld ırıla ra ka rş ı y iğ itç e ve d o ğ ru b ir tu tu m ta k ın a b ile n ö ğ re n c ile r b irb ir le r in in yü zü n ü g ö re m e z , g ö r - *•? d e y ü z ç e v ir ir o ld u . G ü ç lü b i r p r o le te r siy a s i ö n d e r l iğ in o la m a y ış ı m e v c u t kü çü k b u r ju v a in a tla ş m a la rın ın s ın ıf m ü cade le s in in y ü k se lm e s in e p a r a le l o la ra k a rtm a s ın ı d o ğ u rd u . A r ta n g ö re v le r in baskısı, k im ile r in i d ü z le ş tir d i. Yük a ğ ır g e liy o rd u .
E y lü l ö n c e s i d ö n e m in s o n la r ın d a h a re k e t tü m o lu m s u z lu k la r ın a ra ğ m e n m o d e rn ö r g ü tle n m e b iç im le r in i u c u n d a n y a k a la y a b ild i. A n cak son u cu n a u laşa m ad ı. D e n e y le ri d e ğ e rle n d irm e k z o ru n lu lu k .
2 7 M a y ıs ö n c e s i o la y la r ı öğrenci gençlik hareketi a ç ıs ın d a n çocukluk o la ra k d e ğ e r le n d ir irs e k , 6 0 'la r büluğ ça ğ ın a d e n k d ü şe r. 12 E y lü l ö n c e s i ise gençlik d ö n e m i o lu y o r . Ş im d i coşku , e n e r j i ve m ü c a d e le g e le n e ğ in d e n s a n tim g e r ile m e d e n olgunca d a v ra n ı l- m ası g e re k iy o r . ^ ^
Ş im d i ik i fa rk lı k it le s e l g e n ç lik ö rg ü tle n m e s i b iç im in i b e lir tm e k is t iy o ru z . S osya lis t G e n ç jik Ö rg ü t le n m e s i (S G Ö ) ve D e m o k ra tik K itle Ö r g ü tle n m e s i (D K Ö ).
S iyase tle r b ir am ac ı ge rçek leş tirm ek iç in o lu şur. A m a ç , to p lu m h a y a tın ı de ğ iş tirm e k tü rü n d e n b i r a m a çsa , g ü ç le u la ş ı la b ilir . G ü c ü n te m e l u n s u r la r ın d a n b ir in i g e n iş k it le d e s te ğ i o lu ş tu ru y o r . H e r s iya s i g ö rü ş şüphes iz g e n ç l ik iç in d e ta r a f ta r b u lm a ç a b a s ın a g ire c e k t ir . G e n ç lik to p lu m ü tı e n d in a m ik ve y e n iliğ e aç ık o la n b i r s o s y a l g r u b u o lm a ö z e ll iğ in i iç in d e - b a r ın d ırd ığ ın d a n y e n i ş e y le r s ö y le ye n ve g e le c e ğ i te m s il e d e n s o sya lis tle r g e n ç lik iç in d e a k t ifç e ça lış m a k z o ru n d a la r . Bu ç a lış m a la rın s o n u c u n d a o s iy a s i g ö rü ş ü b e n im se ye n b ir g e n ç ne o la c a k tır? T e c rü b e s izd ir ve s ın ıf m ü c a d e le s in in a ğ ır y ü k ü n ü k a ld ır ıp k a ld ı ra m a y a c a ğ ı b e ll i d e ğ ild ir . Ö rg ü tç ü d il iy le k o n u ş a c a k o lu rs a k , b i r p a r t i ü y e s i v e y a s iya s i k a d ro d e ğ ild ir . S adece b ir sem pa tizan d ır. O ve o n un g ib i to p la n a n se m p a tiz a n g e n ç le rin s iyas i g e liş im i ve m ü ca d e le e n e rjis in in d e ğ e rle n d ir ilm e s i en iy i b i r ö rg ü t le n m e iç in d e yapılabilir. Bu, S osya lis t G e n ç lik Ö rg ü t le n m e s i'd ir .
S. G . Ö . p a r t in in v e y a s iyase tin am a c ın ı b e n im se yen g e n ç le rin ö rg ü tü d ü r . S iyasetle y ığ ın a ra s ın d a k i ö n e m li b a ğ la n tı k a y ış la r ın d a n b ir i o la c a k tır . H e rh a n g i b ir g e n ç lik ke s im in i d e ğ il , b ü tü n g e n ç lik k e s im le r in i iç in d e b a r ın d ı- r a b i l i r . Iş ç i-k ö y lü -ö ğ re n c i g e n ç le r in o r ta k s iy a s i a m a ç la r d o ğ ru ltu s u n d a b ira ra y a g e ld ik le r i m e s le k î n ite liğ i o lm a y a n b i r ö rg ü t le n m e d ir . D a h a d o ğ ru s u s iyas i n ite liğ i a ğ ır b a s a n , b e lir le y ic i o la n p a r t i-d ış ı b i r ö rg ü tle n m e b iç im id ir . K itle se l n ite liğ i ve m e s le k î n ite liğ i ik in c i d e re c e d e ö n e m li. K itle s e l o la b il ir , e ğ e r s iya -
O rhan D İN Ç O Ksi h a ttı d o ğ ru ta k t ik le r k o y a b ilirs e . B a rın d ırd ığ ı k e s im le r le i lg i l i m e s le k î m ü c a d e le d e ve re b il ir , a m a b u a n d a b ile m ü c a d e le n in s iyas i k a ra k te r in i g ö z e b a tırır , s iyasetin in p o lit ik h a ttın ın ve gene l, a m a c ın ın o m eslekî s o ru n la i l g i l i çö z ü m ü n ü n p ro p a g a n d a s ın a a ğ ırlık ve re c e k tir .
S .G .Ö . p a r t iz a n b ir ö rg ü tle n m e d ir. Y an i ö r g ü ts e l b a ğ ım s ız lığ ı v a rd ır , a m a s iyas i o la ra k b a ğ ım lıd ır ve s o ru m lu d u r. Bu tü r ö rg ü tle n m e le r s o s y a l-d e m o k ra t v e y a sağcı p a r t i le r iç in d e g e ç e r lid ir . O n la r d a fa rk lı a m a ç la r la fa rk lı n ite lik le rd e g e n ç lik ö rg ü tle n m e le r i y a p a r la r .12 E y lü l'd e n ö n c e b u p a r t i g e n ç lik k o lla r ı b iç im in d e id i. Ş im d i o yasa k . Keza s iyas i a m a ç lı ç d e rn e k k u rm a k d a yasa k . G e n ç liğ i so sya lizm a m a c ıy la e ğ ite ce k b i r d e rn e k ya sa l o la ra k k u ru la m ıy o r . A m a b u b iz i i lg ile n d irm iy o r . Bura d a m e s e le n in te o r ik iz a h ı i le y e tin m e d u ru m u n d a y ız . H a y a t z e n g in d ir . Ç ö z ü m le r ü re te b i l ir , ü re te c e k tir .
S .G .Ö ., d o ğ ru ltu s u n d a 12 E y lü l ö n ces inde i lk d a v ra n ış la r g ö s te r ild iğ in d e hem en " b ö lü c ü l ü k " s u ç la m a la r ı o r t a y a a t ı lm ış t ı r . S .G .Ö . 'te r in e b ö lü c ü da m g a s ın ı vu rm a k , g e r çek h a y a tın ka rşıs ında id e a lis t/ü to p ik b ir lik h a y a lle r i k o y a n la r ın b o ş a ça b a s ı o ld u . ,
T o p lu m d a sadece işç i sınıfı de ğ il, d iğ e r ba z ı s ın ı f la rd a (o r ta ve kü çü k b u r ju v a la r ) so sya liz m in ü s tü n lü ğ ü n d e n ve ü lk e d e k i g e liş m e le rd e n e tk ile n e re k ku rtu luş la rın ı sosya lizm de a ra y a b il iy o r la r . S o sya lizm iç in d e bu g e liş m e y e b a ğ lı o la ra k b u r ju v a ve küçük b u r ju v a sosyal iz m le r i ve b u n la r ın n ü a n s la r ı o lu ş a b iliy o r .
B u g ü n k ü y a y ın o r ta m ım ız d a sosya lizm i sav u n a n d e r g i le r e b a k a lım . “ A lın teri" ,” G ön", 4'Görüş” d e rg ile r i b u r ju v a sosya l iz m in i s a v u n u y o r la r . Bu d e rg ile r o r ta ta b a k a d a n a y d ın la r , k ü çü k s a n a y ic ile r, t ra k tö r lü ç iftç ile r . .. vb .d e n ku rtu luş la rın ı sosya lizm de o ld u ğ u n u g ö re n le r in in sözcü lü ğün ü y a p ıy o r la r .İşç i sınıfı iç in d e s e n d ik a c ıla r züm res i, u s ta b a - şıîa r, p o s ta b a ş ı la r iç in d e y e r tu tu y o r la r . Tek e l dışı b u r ju v a la r ve o r ta ta b a k a la rd a n b a z ı la r ı i le a r is to k ra t iş ç ile r in in sosya lizm e y ö n e lm e s i o lu m lu . A m a b ir y e re k a d a r . İşç i sın ıfı s o s y a liz m in e g ö lg e d ü şü rm e ye b a ş la d ık la r ı a n e n g e l o lu y o r la r . Tem el ta k tik h a t la r ı E k o n o m iz m /R e fo rm iz m o la ra k ş e k ille n iy o r. N o rm a l. T o p lu m d a k i g e liş m e le rd e n h o ş n u ts u z la r ve k o p u ş m a y o lu n d a la r , a m a s ıra d a n b ir işç iye v e y a to p ra ks ız kö y lü ye n a z a ra n n isb î y e r le ş m iş lik le r i d e v a r . İ le r i g id e r le rs e b a z ı şey le r k a y b e d e b ilir le r . H oşnu tsuz luk la rın ın re fo r m la r la d ü z e ltilm e s in i is t iy o r la r . G ü n ü m ü z d e b u re fo rm la r ın y a p ılm a s ı iç in SHP k u y ru k - ç u lu ğ u y a p ıy o r la r . E sk iden C H P k u y ru k ç u lu - ğ u y a p a r la r d ı .
Bu g ö rü ş le r g e n ç lik iç in d e de ta r a f ta r b u la b i l iy o r . "Y arın ” d e rg is i o g e n ç le r in sözc ü lü ğ ü n ü üs tlenm iş v a z iy e tte . Bu g e n ç le r in k e n d i g ö rü ş le r in i d ile g e tirm e le r i veya b u d o ğ ru ltu d a ba ğ ım sız ö rg ü tle n m e y e g itm e le ri " b ö lü c ü lü k " m ü d ü r? B izce h a y ır . G e n ç lik za te n b ö lü n m ü ş tü r . O b ö lü k le rd e n b ir i d e b u r ju v a s o s y a liz m id ir , tu ta r lıy s a ba ğ ım sız z e m in in i o lu ş tu ra c a k tır .
İşçi s ın ıfıy la k a y n a ş m a yan lıs ı o la n g e n ç le rd e k e n d ile r in e b i r sözcü b u lu r , yo k s a y a ra tır . Ve Yarın d e rg is i ile b i r seri p o le m iğ e g i re re k işç i sın ıfı s o s y a liz m in in g e n ç lik iç in d e g ü ç le n m e s i iç in u ğ ra ş v e r ir . Bu " b ö lü c ü lü k " m ü d ü r? H a y ır . T o p lu m d a k i s ın ıf m ü ca d e le s i h e r to p lu m s a l kes im iç in d e o ld u ğ u g ib i g e n ç -
46
l ik iç in d e d e b ö lü n m e y a ra tm ış tır . Bu b ö lü k le rd e n k e n d i g e le c e ğ in i iş ç i s ın ıfın ın g e le c e ğ i i le b ü tü n le ş t irm e yan lıs ı o la n la r e lb e tte k e n d i ses le rin i bağımsızca d ile g e tirm e ha kk ına sahiptir. Bu bağımsız örgü tlenm e b iç im inde de o la b i l i r ve sa d e ce h a k d e ğ il tu ta r lı o lm a n ın g e re ğ id ir .
D .K .Ö . ise fa rk lı n ite lik te b ir ö rg ü tle n m e .(2) S G Ö 'd e a m a ç p a r t in in a m a c ıy la a y n ıd ır. D .K .Ö 'n d e kendine özgü b e lir le n m iş h e d e fle re y ö n e lik b ir l ik le r d ir . Ş üphes iz b u h e d e fle r in so sya lizm h e d e f iy le ça tışm am a sına te rs in e u y u m h a lin d e o lm a s ın a d ik k a t e tm çk g e re k iy o r . R e fo rm izm teh likes i de öze llik le b ö y le hassas n o k ta la rd a fırs a t k o llu y o r .
İşç i sınıfı h e d e fin e y ü rü rk e n d iğ e r s ın ıf ve ta b a k a la rd a n d e s tek o lm a k d u ru m u n d a . H a tta b e ll i y e r le re k a d a r des tek d e ğ il b ir lik te g i t m ek g ir iy o r . D .K .Ö . b ir y ö n ü y le b u b ir lik te g i d iş in ö rg ü tle n iş i, b ir l ik te g id e n le r in o r ta k m ü c a d e le z e m in le r in d e n b i r i o lu y o r . Fa rk lı s ın ıf ve ta b a k a la rd a n fa rk lı ö z le m le r i o la n in s a n la r d e m o k ra tik h e d e fle r d o ğ ru ltu s u n d a m ü ca d e le iç in D .K .O . d e b ira ra y a g e liy o r!e r . E ğer m e s le k î n ite lik te b i r D .K .Ö . ise m eslekî s o ru n la r ı d o ğ ru ltu s u n d a g e n e l d e m o k ra tik ha reke te b a ğ lı, te m e l h e d e fe y ö n e liş i g ü ç le n d ir ic i m ü c a d e le y e g ir iy o r la r . M e s le k î n ite lik te o lm a y a b i l i r de . İn sa n H a k la r ı D e rn e ğ i insan ın insan o lm a s ın d a n i le r i g e le n h a k la rın ın bask ıy la yo - k e d ilm e s in e ka rş ı d e m o k ra t k it le n in d ire n iş in i te m s il e d iy o r .
D. K. Ö . a m a c ın d a n ve yap ısın ın k a re k te r in - d e n d o la y ı S. G . Ö . 'd e n ç o k d a h a ge n iş k it le y i s e fe rb e r e tm e y i a m a ç la m a lı. B unun ba şa - r ı la b ilm e s i D . K. Ö . 'n ü n işleyiş m ekan izm ası ile y a k ın d a n ilg ili. M e k a n iz m a iy i iş le d iğ i takd ird e g e n iş y ığ ın la r te p k ile r in i o r ta k la ş a d ile g e t ire b il ir , g ü ç o ra n ın d a d a h a fa z la b a ş a rıla r ka- z a n ı la b il ir ve sö m ü rü /b a s k ıy a karşı y ığ ın la rın , en g e n iş y ığ ın la rın o r ta k m ü c a d e le s i sosya lizm in g e n e l d a v a s ın a büyüce k a z a n ç la r s a ğ la r.
Bu b ö lü m d e b ir D .K .Ö . o la n D e m o k ra tik Ö ğ r e n c i Ö rg ü t le n m e s i'n in ( D .Ö .Ö .) zeminiyle i lg i l i g ö rü ş le r im iz i a n la ta c a ğ ız .
T e k ra r e d e lim . 12 E y lü l ö n c e s in d e ö ğ re n c i h a re k e t i 12 M a r t ö n c e s in d e k i D E V -G E N Ç tü rü n d e n v e y a ö ğ re tm e n le r in T .Ö .S ./T .Ö .B . - DER tü rü n d e n b i r o r ta k ö rg ü t le n m e y i b a ş a ra m a d ı. Bu ö z ü n d e s iya s i a m a tö r lü k tü r . Ö ğ re n c ile r in 12 E y lü l ö n c e s in d e k i a k t i f s iyas i b ö lü n m ü ş lü ğ ü n b ö y le b ir b ir l iğ i kaçın ılm azca en g e lle d iğ i savına ka tılm ıyo ru z . Ç ünkü , Ö ğ re n c i h a re k e t in in b i r l iğ i ke s in lik le s iyas i fa rk lı lık la rın s a k la n m a s ı v e y a üs tü n ü n ö r tü lm e s i a n la m ın a g e lm iy o r . Peki, ne a n la m a g e liy o r? K üçük b u r ju v a sosya lizm in in fa rk lı g ö rüş le re k a rşı ö fk e li ve sa m a n a le v i tü rü n d e n taşk ın lık la rın ın fre n le n m e s i a n la m ın a g e liy o r . B u rju va so sya lizm in in k it le y e te p e d e n b a k a n b ü ro k ra t ha va s ın ın ve g e n ç liğ i a ske r g ib i k u lla n m a e ğ il im le r in in y ık ılm ası a n la m ın a g e liy o r . Ve b u n la r n a s ih a tle , y a z m a k la o lm a z . D o ğ ru ve k it lese lm iş p r a t ik ö n d e r l iğ in c e s a re tli a tılım ı g e re k iy o r .
Ş a rk k u rn a z lığ ı i le " g ü ç lü " ö rg ü t le r y a ra tm a s e v d a s ın d a n , k ö y lü ö fk e s in d e n , b u r ju v a b ü ro k ra t lık v e y a M a k y e v e liz m in d e n vazg e ç ilm es in i is te ye m iyo ru z . B iliyo ruz , h e r y iğ id in b ir y o ğ u r t y iy iş i v a rd ır .T ilk in in k u rn a z lık ta n v a z g e ç e c e ğ in i um a ca k k a d a r s a f de ğ iliz . A m a işçi sın ıfıy la kayn a şm a y ı he de flem iş ö ğ re n c ile r i bu tü rd e n s a p k ın lık la ra ka rş ı u y a rm a k ve g e n ç lik iç in d e k i b ö y le s i e ğ il im le r in g e le n e kse l h a k im iy e t in in k ırı lm a s ın a y a rd ım c ı o lm a k g e re k iy o r . Ve a n c a k m o d e rn ö rg ü tle n m e n in h a k im iy e tin in k u ru lm a s ıy la g e le n e k s e l sapkın lıkla r ın a s g a r iy e in m e s i s a ğ la n a b ilir .
S .G .Ö . ve D .Ö .Ö . a ra s ın d a k i fa rk ın b ilin ç le re y e r le ş m e s i g e re k iy o r . H e r g ö rü ş d o ğ ru d a n k e n d i g ö rü ş ü n d e k i g e n ç le r i S .G .Ö . 'n d e t o p la y a b i l i r ve b u ö rg ü tle n m e n in p r a t iğ i ile k e n d i g ö rü ş ü n ü n g e n ç lik iç in d e k i eg em en liğ in i s a ğ la m a y a ç a lış a b il ir . A n c a k D .Ö .Ö . fa rk lı k a re k te rd e b ir ö rg ü tle n m e .
K im sede n D .Ö .Ö . 'n in iç in e g ire rk e n p a lto sunu a s k ıy a a s a r g ib i s iya s i g ö rü ş ü n ü kap ı ö n ü n e b ıra km a s ı is tenem ez. Is te ye n te r açık siy a se tte n ü rke n uz laşm acı re fo rm is t le r o la c a k tır . H e rk e s k e n d i g ö rü ş ü n ü n k a z a n d ırd ığ ı
p e rs p e k t if d o ğ ru ltu s u n d a o la y la ra y a k la ş a c a k tı r . S o ru n b u n u hayatın zenginliği ile kaynastırabilme esnek liğ inde ya tıy o r. A g ö rü ş ü n d e k i şahıs e ğ e r B fa k ü lte s in in y ö n e tic is i ise B fa k ü lte s in d e k i a n ti- fa ş is t a n ti-e m p e ry a lis t tü m k it le y i h a n g i g ö rü ş te n o lu rsa o lsun y ö n e tm e y i becerebilmelidir. B ö y le s i b a ş a rı lı b i r y ö n e tiş o n u n s iyas i g ö rü ş ü n e z a r a r v e rm e y e c e ğ i g ib i te rs in e k it le le r iç in d e sayg ın lığ ın ı a r tıra c a k tır .
A n la ş ılm ış o lm a lı. O y ö n e t ic i k e n d i s iyas i g ö rü ş ü n d e n k o p u ş m u y o r, sad ece önceden üzerinde anlaşılan -k i a n la ş ıld ığ ın a g ö re siy a s i g ö rü ş ü n e u y g u n g e liy o r o lm a lıd ır - b ir platformu c a n lı tu ta b ilm e , y ö n e te b ilm e , g e - n iş le te b ilm e yoluyla s iya s i g ö rü ş ü n ü n o to r ites in in k it le le re yayg ın laşm a s ına ya rd ım c ı o lu y o r . Bu k im i d a r /d ü z k a fa la ra fa z la k a rı- ş ık /z e n g in g e le b il ir , o ysa y a p ılm a s ı g e re k e n iş te ta m d a b u n o k ta d a n so n ra b a ş lıy o r. B er a b e r o lm a k b i r a n ö n ce üstten a tılm as ı g e re ke n b ir yük o la ra k d e ğ il, en geniş an ti-faş is t a n t i-e m p e ry a lis t k it le y i s e fe rb e r ed ecek kaldıraç o la ra k g ö rü lm e li. Y e te r k i b e ra b e r o lu n a c a k o r ta k platform y a ra tı la b ils in .
Platform, a n ti- fa ş is t a n ti-e m p e ry a lis t te m e ld e , ö ğ re n c ile r in a k a d e m ik -d e m o k ra tik ta le p le r in i s a v u n m a k , b a s k ıla rı p ro te s to e tm ek - a ç ığ a ç ık a rm a k tır .
"B ü tü n ö ğ re n c ile r i k a ta b ilm e k " g ib i p ra t ik h iç b ir d e ğ e r i o lm a y a n b a h a n e le r le d a h a g e r i ve a p o lit ik z e m in le re y ö n e le n le r a s lın d a 6 y ı ld ı r k u la k la ra fıs ıld a n a n , b e y in le re ş ırın g a e d ile n d e p o lit iz a s y o n ila c ın ın tes ir i a ltın d a d ır. Ve b i r y ö n ü y le d e T ü rk iye g e n ç liğ in in geleneğini k a v ra y a m a d ık la r ın ı i t i r a f e d iy o r la r . T ü rk iy e , F ra n sa v e y a A lm a n y a d e ğ il.
Tü rk iye g e n ç liğ in in b ir g e le n e ğ i v a rd ır: Jön T ü rk 'lü k ! A n ti-e m p e ry a liz m öze llik le yu rtseve r o lm a k a n la m ıy la b u g e le n e ğ in en ö n e m li ö ğ e le r in d e n b ir i. T u ta rlı b i r a n ti-e m p e ry a liz m in a n t i- te k e lc il ik le o la b ile c e ğ in i a n la tm a g ö re v ken a n ti-e m p e ry a liz m d e n v a z g e ç m e k , gericiliktir Ve T ü rk iye g e n ç liğ i 6 0 'la rd a n b u y a n a fa ş iz m e ka rş ı a k t i f m ü c a d e le iç in d e a n ti- fa ş is t o lm a g e le n e ğ in i h a z m e tti.
B öy les i g e le n e k le r k e y fi ka lem ç iz ik tirm e le rle y o k e d ile m e z le r . E d e c e ğ in i sa n a n , ne d e r in a ld a n ış iç in d e o ld u ğ u n u p ra t ik te a n la y a c a k tır . E vet, d a h a g e r iy e y ö n e le n le r in y o lu ç ıkm a z . " Tüm k it le y i b u c a k la m a k " sevd as ın d a o la n b ö y le le r i son uç ta k e n d ile r i ö ğ re n c i k itle s in d e n so y u tla n m ış o la c a k tır
Geleneğe sa h ip ç ıkm ak g e re k ir. O ö ğ re n c i h a re k e t in in şe re fid ir, g u ru ru d u r . G e le neğe ne k a d a r sıkı s a h ip C lk iU rs a ö ğ re n c i k it le r iy le o o r a n d a d a h a fa z la k a y n a ş ıla c a ğ ı in a n c ın d a y ız . E lb e tte g e n iş y ığ ın la r g ü n d e m e g ir in c e a n t i- fa ş is t ve a n t i-e m p e ry a lis t o lm a k ta n h e r kes fa rk lı fa rk lı a n la m la r ç ık a ra c a k tır , a m a b u n la r m ü c a d e le iç in d e çözü lecek so ru n la rd ır.
* * *P la tfo rm nasıl işleyecek? A m e r ik a 'y ı y e
n id e n ke ş fe tm e ye ce ğ iz a m a an laş ılan ye n id en ö ğ re n m e k g e re k iy o r . Demokratik Merkeziyetçilik d e nenm iş v e d ü n y a ç a p ın d a n ice b a ş a rılı ö rg ü t le n m e le r in s in ir s is tem i o la b ilm iş c a n lı iş leyiş b iç im i. Y e te r k i ö ğ re n c ile r d e m o k ra t ik m e rk e z iy e tç il ik a d ın a a m a tö rc e tu tu m la r a g irm e s in . A r t ık b ö y le s i a m a tö r lü k le r in h a k lı lık p a y ı y o k . U s ta lık g e re k iy o r . G eçm iş te y a ş a n a n la r ö ğ re n c ile re g e re k e n b ir ik im i s a ğ la m ış tır .
E lb e tte ö ğ re n c i d e rn e k le r i s iyas i p a r t i v e y a ö r g ü t d e ğ il. A m a b u d e m o k ra t ik m e rk e z iy e tç i l iğ in ilk e le r in d e n şu v e y a b u o ra n d a ta v iz v e r ilm e s in i g e re k t irm iy o r . S orun uygulama esnekliğinde y a tıy o r . E lle tu tu lu p g ö z le g ö rü n e n b i r şey o lm a d ığ ın d a n b e lk i z o r a m a b u b e c e r in in ka z a n ılm a s ı g e re k ir .
" P a r t i d e ğ il, d e r n e ğ iz " g e re k ç e s iy le d e m o k ra t ik m e rk e z iy e tç iliğ in ö z ü n d e n ta v iz b ir a r a y a g e lm e n in z e m in in i y o k e d e r. N e iç in b ira ra y a g e lin iy o r? O r ta k p la t fo rm d a k i a m a ç la r u ğ ru n a m ü c a d e le e tm ek iç in . D e m o k ra tik m e rke z iye tç ilik te n söz g e lim i " is te ye n in a lın an k a r a r la r a u y m a m a s ı" g ib i b i r ta v iz v e r ild iğ in i d ü ş ü n e lim . " İ s te y e n " -s o m u t p r a t ik te ç o ğ u n lu k la m u h a le fe t- p r a t iğ e k a tı lm a d ık ta n s o n ra n iç in ta r tış tık , n iç in k a r a r a ld ık ? Sohbet b ir l iğ in d e n d e ğ il mücadele b ir l iğ in d e n
y a n a o la n la r ,p la t fo r m u n o r ta k s a p ta n a n “ Sultan A hm et’te Protesto a m a c ın a sam im ice in a n ıp k a z a n ım la r e ld e e tm e k te n y a n a o la n la r , b ö y le s i b ir ta v iz e y a n a ş m a y a c a k la rd ır . A n c a k 6 y ıllık sü rec in kışk ırt tığ ı p a s if iz m -m ü c a d e le kaça k lığ ı- ve b ire y c ilik -b e n c illik a n la m ın d a - d a lg a la r ın ın baskısı a ltın d a o la n la r b ö y le b ir ta v iz i s a v u n a b ilir le r .
D e m o k ra tik m e rk e z iy e tç ilik o r ta k p la t fo rm d a g ö n ü llü c e a n la ş tık ta n sonra , an la ş ılan p la t fo rm u n k a ra k te r in e u y g u n şek ilde u y g u la n a b i l i r . E snek lik ve b e c e r i g e re k iy o r .
D e m o k ra tik M e rk e z iy e tç il iğ in ö ğ re n c i d e r n e k le r in d e u y g u la n m a b iç im i i le i lg i l i o la ra k "Ç özüm " d e rg is in in I . say ıs ında b u lu n a n " A c i l G ö re v : D e rn e k le rd e İlk e li B i r l ik " b a ş lık lı ya z ın ın "D .K .Ö . le rd e ö rg ü t a n la y ış ı" ba ş lık lı b ö lü m ü n d e kısaca a n la tılm ış .(3 ) B ir d e b iz y a z a lım . F a rk lı g ö rü ş le r in v a r lığ ın ı k a b u l e t m e k ve o n la ra esnek y a k la ş m a k g e re k ir . Sad e c e b u y e tm e z . K a ra r la r a lın ırk e n fa rk lı g ö rü ş le r in se rbestçe g ö rü ş le r in i d ile g e tire b ilm e ö z g ü r lü ğ ü s a ğ la n m a lı. Ve ö n em lis i, ç o ğ u n lu ğ u s a ğ la y a n la r k a r a r la r a lın ırke n D .Ö .Ö . 'n in tüm kitlesinin nabzını elinde tutabilme- li. En g e r id e o la n ın h ız ın a u y m a k g e re k ir d e m iy o ru z . O , b a ş k a y e rd e g e re k iy o r . A n c a k , b a ğ ım s ız b i r a la n o la ra k ö ğ re n c i h a re k e t in i y ö n e tm e k is teye n , ö ğ re n c ile r in ru h h a lin i h e r a n e lin d e tu ta b ilm e k . En g e r id e k in in b i l in c iy le d a v ra n ı la m a z . O z a m a n b ir a d ım i le r i g i t m ek im k â n s ız la ş ır. En ile r id e k in in b i l in c i ise, ö ğ re n c i h a re k e t i o b ilin c e g ö re d a v ra n m a y a y ö n e ltilirs e ö n cü ö ğ re n c ile r in ö ğ re n c i k itles iy le b a ğ la r ı k o p a r . O k o p u ş m a g e re k iy o r a m a , b a ş k a v e d a h a üs t p la t fo rm la rd a . D e m o k ra tik ö ğ re n c i h a re k e tin in ö ğ re n c i k itles in in en g e niş y ığ ın la r ıy la y ü rü tü ld ü ğ ü ta k d ird e b a ş a rılı o la b ile c e ğ in i d ü ş ü n ü y o ru z .
(1) 12 Eylül öncesi hareket hakkında eleştiri yazmak çok zor. Kalem epey zorlanarak g id iyor. Tepkici b ir tavır o lduğu belli. N eye karşı? Yılgınlığın ve tasfiyeciliğin bütün eleştiri kusmukları bu yönde ve tiksinti uyandırıyor. A m a tepkiyle ve tiksintiyle davranamayız. Yolda yürüyeceksek geçmişe sımsıkı sahip çıkmalıyız, ama bu zaafları aşma cesaretinden yoksun olmak anlamına gelmez. Aşmak gerekiyor.
(2) Şunu belirtm ek isteriz: SGÖ ve DKÖ arasında aşılmaz sınırlar yok. SGÖ özünde özel amaçlı b ir DKÖ o luyor. Biz meselenin anlaşılabilmesi için ayrım ı netleştirdik.
(3) Sözkonusu yazının "D .K .Ö .'te rde çalışma ta rz ı" başlıklı bölüm üne katılmıyoruz.
ÖN
ER
İ
ÖĞRENCİ GAZETESİ ÜZERİNE DEĞERLENDİRME VE ÖNERİLER
I^ le m o k ra t ik öğrenci hareketinin, te ■ M İ mel mücadele aracı çerçevesinde, örgütsel hedefi güçlü federatif yapıya ulaşılmasıdır. Kamuoyu baskı aracı konumunda olan tüm örgütlenmeler için ortak çıkarları güçlü biçimde savunma' nın
tek yolu sağlam ilkelerle çerçevesi çizilmiş, merkez-federatif bir yapıdan geçer. Ülke düzeyinde Demokratik Öğrenci Federasyonu oluşturmak zorunluluğu, yaşamın bu açık gerçeği karşısında tartışılmayacak kadar net bir biçimde ortadadır.
Federasyonlaşmaya giden yolda, zincirin bir halkası olarak yakalanılması gereken bugünkü demokratik öğrenci birliği (platform) sorunu böyle bir perspektifle yoklaşıldığından acil olan çeşitli görevler üstlenmek durumundadır.
Öncelikle gayet açık biçimde şunun altının çizilmesi gerekir: Birliğin kararlı ve ciddi çalışmasının önkoşulu, birim derneklerin sağlıklı bir işlerliğe kavuşturulması ve kitleselleşme sorununu çözmesidir. Bu olmazsa olmaz ön koşul pratikte gerçekleştirilemediği sürece tavanda biçimlenen bir platformunun ömrü uzun olamaz.
Öncelikle gayet açık biçimde şunun altının çizilmesi gerekir: Birliğin kararlı ve ciddi çalışmasının önkoşulu, birim derneklerin sağlıklı bir işlerliğe kavuşturulması ve kitleselleşme sorununu.çözmesidir. Bu olmazsa olmaz önkoşul pratikte gerçekleştirilmediği sürece tavanda biçimlenen hiçbir platformun ömrü uzun olamaz. Merkezi yapı, birim derneklerden gelecek canlı, taze kanla sürekli olarak beslemediği sürece cılız, güçsüz olduğu için işlevini yerine getirmekten çok uzak bir niteliğe bürünecek, sonuçta yeni yeni tıkanmalar yaşanacaktır.
Sorunu tespit etmek basit. Zor olan, çözümü üretmekle üretilen çözümü yaşama geçirebilmektir. Uzun süredir bir kitleselleşme sancısı, daha doğrusu kit- leselleşmeme sancısı çekildiği çok açık. Öyleyse neden sözkonusu sorun bir türlü aşılamıyor? işte bizce acil olarak tam da bu noktada şunu saptamak gerekiyor: Amerika'yı yeniden mi keşfedece
ğiz, yoksa karşımızda çok net biçimde gözüken bazı yöntemleri kullanacak ama herşeyden önce, dönüştürücü insi- yatifimizi elden bırakmadan olaylara müdahale mr edeceğiz?
Sorunun yanıtı elbette belli; yapılması gereken üretken kararlı ve ciddi öğrencilerin iradî müdahalesi ile birim derneklerde, kitle ile canlı bağlar kurulmasınc yol açacak üretkenlikleri yaşama geçirmektir. Mevcut kitleyi birarada tutan da, yaygınlaşmayı sağlayan da sadece ve sadece üretkenliktir çünkü.
Bunlar belirlendikten sonra başka bir soruna geçmek gerekir. Merkezi- federatif bir birliğe doğru yol alınırken bu süreç içinde, öğrencilerin mevcut teorik eksikliklerini gidermek, süreç içinde, kültürel gelişimlerini sağlamak, ülke düzeyinde, demokratik öğrenci hareketiyle diğer demokratik kitle örgütleri arasında dayanışmayı somutlaştırmak, eylemlerin propagandasını yapmak ve benzeri daha pekçok işleve sahip olabilecek bir derginin gerekliliği ortadadır. Ancak bu gerekliliğin yaşamda karşılığını bulması elbette belli ön koşullara bağlıdır. Demokratik kitle örgütlerinin heterojen yapısı gereği, alt organ pozisyonunda olan bu tür bir yayın organında çok sesliliğin sağlanma zorunluluğu; işte bu tartışma götürmeyecek önkoşullardan sadece biridir. Şu genel gerçektir ki, politik tespitlerle bunların yaşama geçirilmesinde araç olan örgütlenme biçimi bir bütünlük arzetmek zorundadır. Bu doğrultuda direnildiğinde öğrenci kitlesinin ortak sesi ve Türkiye platformunun alt organı olarak lanse edilen Öğrenci Posta- sı'nın durumu birdenbire aydınlanmak- tadır.
Nesnel koşulların dönemsel zorlayı- cılığı kabul edilse bile, derginin mevcut- yayın politikasını baştan sona belirleyen siyasi perspektifin yanlışlığı örgütlenme anlayışında da ortaya çıkmış durumdadır. Sonuçta tıkanmış, işlevlerinden soyutlanmış ve amaç olarak algılanmaya başlanan 'dergicilik' etkinliği sergilenmiştir. Yaşanan süreçte sözkonusu politika kendini teoride, ekonomist ve reformist olmakla mahkûm etmiş, ajitasyon ve propaganda aracı olan Öğrenci Postası'nda bu doğrultuda, eleştirel görüşlere kapalı bir "tekseslilik” hakim olmuştur. Sonuçta akademik mücadele ile sınırlı bakış açısı, dar bir anlayış^demokratik öğren
ci hareketine mal edilmeye çalışılmıştı. Yapılması gereken artık bu kısırlıktan çıkılması, ülkemizin içinde bulunduğu özgül koşullar gözden kaçırılmadan hareketin radikal bir çerçeveye oturtulmasıdır.
Unutulmaması gereken birşey vardır ki, hiçbir grup veya bireyin böylesi sağlıksız süreçler sözkonusu olduğunda, kendi kendini "doğal lider", "ulusal öndet;,, ilân etmesi kadar ciddiyetsiz bir tavır olamaz. Önderlik vasfı guruplara veya insanlara ancak ve ancak mücadele süreci içinde kitleler tarafından tanınır.
Düzeyli ve nitelikli bir teorik ve pratik mücadele vermek yerine ucuz yöntemlerle “parmak demokrasiciliği” oynanması zayıflık göstergesinden başka birşey değildir.
Düzenli ve nitelikli bir teorik ve pratik mücadele vermek yerine ucuz yöntemlerle "parmak demokrasiciliği" oynanması zayıflık göstergesinden başka birşey değildir. Öğrenci Postası'nın yazılarında o herzaman kalın çizgilerle altı çizilen "dar gurupçu" anlayışın ta kendisi uygulanmış yazıları büyük çoğunluğunun belli bir siyasî perspektifleçakıştı- ğı gün gibi ortaya çıkmışt r.
Tüm bu nedenlerle demokratik öğrenci hareketinin önündeki acil hedeflerden birinin yayın organına bu doğrultuda sağlıklı bir politika saptanması olduğu ve bu politikanın yaşama geçmesini sağlayan doğru bir yönetsel mekanizmanın oturtulması gerektiği açıktır. Bu noktada güven oylamasına gidilerek, yazı kurulunun onaylanması veya yeniden oluşturulması bir çözüm olmayacaktır. Birim derneklerinin ve il platformlarının sağlıksızlığı açısından düşünüldüğünde sakatlığı öteden beri açığa çıkmış olan bu mekanizmanın değiştirilmesi gerektiği açıktır. Öğrenci Postası'nın varolan dengeleri veya şuan varolan hareketin bütünselliğiniyansıtmasıaçısından aşağıda önerilen mekanizmalarla yeniden örgütlenmesi gerekir.
r'j
>
*
Öz olarak önerilen alternatif mekanizmanın biçimi aşağıdaki gibidir:
I- BÖLGE YAYIN KURULLARI (BYK)
1) Bölge Yayın Kurullarının Oluşumu:
a) BYK'nı, il platformları, birim dernekler tarafından önerilen adaylar arasından seçer. Bu seçimlerde sayısal oran, bölgesel düzeyde formal ve infor- mal örgütlenmiş birim dernekler üzerinden belirli yüzdelere göre saptanır.
b) Birim derneklerin, BYK'nda ye- ralan temsilciye karşı güvensizlik önergesi vermesi ve görevden alma durumunda yeni yayın kurulu üyeleri yine birim derneklerin göstereceği adaylar arasından il platformu tarafından seçilir.
2) BYK'nın Yetki ve Görevleri:a) Demokratik Öğrenci Platfor
munun belirlenen ilkeleri doğrultusunda olmak kaydıyla yazı üretimi görevi öncelikle BYK'da yer alan temsilcilere aittir.
b) Birim Derneklere hazırlık için gereken süre tanınmak koşuluyla yazı göndermeleri için önceden bildirimde bulunulması, B. Derneklerden gelen yazıların değerlendirme ve tasnifi BYK'ı tarafından yapılır.
c) Yazıların Genel Yayın Kuruluna aktarımı ve II Platformunda çalışmalar hakkında düzenli raporlar verilmesi yükümlülüktür.
II- GENEL YAYIN KURULU (GYK)
1) Genel Yayın Kurulunun Oluşumu:
a) BYK'dan, il Platformunca seçilen temsilciler ta rafından oluşturulur.
b) GYK, Dem okratik Öğrenci Birliğine karşı sorumludur. Her dö nem sonunda geçmiş çalışmalara ilişkin değerlendirme ve gelecek çalışmalara ilişkin öneriler konusunda b ilg ilend irm e anlam ında düzenli raporlar sunmak zorundadır.
c) GYK'nın görev süresi azami b ir yıldır. Görevden alınmaya ilişkin kararlar Demokratik Öğrenci Birliğine aittir.
2) GYK'nun Görev ve Yetkileri
a) BYK'dan gelen yazıları nihai incelemeden geçirerek gerekli düzenlemeyi yapmak.
b) Demokratik Ö ğrenci Birliğinde saptanan ilkeler doğrultusunda derginin yayın politikasını oturtmak, buna ilişkin değerlendirme yazıları hazırlamak.
c) Dergi etkinliğinin teknik o rganizasyonunu sağlamak.
d) Demokratik Öğrenci Hareketinin genelini ilgilendiren ve önem taşıyan konularda üretilecek yazılarda Türkiye Platformunun onayını a lmak.
Ö ğrencile r arasında tartışılan bu yazıyı tartışm alara yardımcı olmak amacıyla yayınlıyoruz.
ÖĞRENCİLER VE SİYASET
sonrasında en yetkili ağızların sık tekrarladıkları bir tekerle
me vardı: "İç düşman". Ne olduğu belirsiz 9 başlı masal canavarı "te rö r" hastalığının bulaştırıcı " mikrobu" iç düşmanlardı. İşçiler, gençler, "bölücü"ler iç düşmanın temel direkleriydi.
İç düşmanların tabanca ve bombalarının yanısıra başlıca silahı, "siyaset" idi. O halde silahları teslim etmek, siyasetten de uzak durmak gerekiyordu. Memleketin sahibi devlet büyüklerimiz ve yurtsever işverenlerimiz "gereken" siyaseti uygulayabilirdi.
Netaş ve Derby işçileri toplum üstüne atılmış karanlık bir perdeyi bir köşesinden aşındırıyorlar. Bu basit grevler dahi yetkili ağızlarca üstü kapalı sefil tehditler, artık bayatlayan "iç düşman" edebiyatıyla karşılandı. Netaş ve Derby grevleri basit grev olmanın ötesine sıçrayıverdi. Ayrıca Metal ve Selüloz işko- lundaki yaygın yemek boykotları işçi içinde hoşnutsuzluğun yükselmeye başladığını gösteriyor.
Nasıl işçilerin başı yeni Sendikalar Yasası ile bağlanmak istendiyse öğrencilerde YÖK'le pasifize edilmeye, memleket sorunlarından uzaklaştırılmaya çalışıldı. Gençliğin tükenmez yurt ve halk sevgisi, fedakâr enerjisi ve dünya politika diline armağan ettiği Jön-Türk geleneği bir yasa ile yok edilebilir mi?
Gençliğin politika ile ilgisi başlangıçta yurtseverlikle sınırlıydı. Sivas Kongresinde öğrenci gençliğin temsilcisi Tıbbıyeden Hikmet "Mandacılığa hayır, tam bağımsızlık istiyoruz!" diyordu. Sonra 27 M ayıs öncesinde ülkedeki gelişmelere paralel olarak "Kahrolsun Diktatörlük"e genişledi. 68'lerde işçi ve emekçilerle kaynaşmaya ulaştı. Gençlik politika ile ilgilendiği zaman hep memleketini ve emekçi halkı gözetti. Bazılarının gençliği neden politikadan uzak tutmak istediğini anlamak pek güç değil.
Mevcut eğitim düzenine kısa bir bakış bile gençlerin ne derece haklı olduğunu görmemize yetiyor.
YÖK le birlikte paralı hale getirilen eğitim, yoksul ailelerin çocuklarını açlığa mahkum ediyor. En doğal insani ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan öğrencilerden daha sonra sıkı bir çalışma düzeni istenebiliyor. Siyasi partilere üye olmak, siyasetle uğraşmakda yasak. Gol atacakları kalecinin elini kolunu bağlamayı ihmal etmiyorlar.
Birincisi; çalışmak, çok çalışmak gerekiyor. Herkes biliyor. Tembellik bütün kötülüklerin anası. Ama, NE çalışacak öğrenceiler? Mevcut eğitim sistemi beyni açıcı, araştırmaya ve senteze yönelik bir zeminde değil ezberci-uygulamacı karakterde. Emperyalist ülkeler araştıracak, keşfedecek biz uygulayacağız. Eğitim bu işbölümüne uygun ve bağımlılığı daha da pekiştiriyor. Bu, bilerek uygulanan p o litik bir tercih değil midir? Uygulayanlar tepkiyi göze almalı. Bu ülkede yurtseverler var.
İkincisi; sinemayı, tiyatroyu bir kenara koyalım, yatak ve yemek sorununu dahi çözememiş, kışlık palto derdindeki bir öğrenci nasıl düzenli çalışacak? Eğer dı- şarda bir işde çalışmazsa masraflarını nasıl karşılayacak? İşde çalışsa nasıl düzenli çalışacak, vize imtihanlarına nasıl düzenli girecek? Mevcut gidişin karakteri sonuçta yüksek eğitimi işçi ve emekçi ailesi gençlerine kapatıp orta ve yüksek gelire sahip ailelerin çocuklarının tekeline verecek yönde. Bu uygulama po- litik bir tercih değilmidir? İşçi ve emekçi çocuklarının ve halkından yana tüm öğrencilerin bu politikaya tepki göstermesi doğal.
Üçüncüsü; genç öğrencinin bütün bunlara rağmen çok ve düzenli çalışıp mezun olmayı amaçladığını düşünelim. Acaba hangi öğrenci mezuniyet sonrası ile ilgili güzel hayaller kurabilir? Milyonlarca işsizin içindeki onbinlerce üniversite mezunu diplomalı işsiz kapkara bulutlar olarak gencin ufkunu belirliyor.
Sonuçta, onuruna düşkün, yurdunu seven her genç ülkenin durumunu düşünmeye yöneliyor. Tamamıyla p o litik tercihler sonucu uygulanan emperyalizme bağımlılığı pekiştirici, gerici, ezberci eğitim sistemi öğrenciyi vize işkencesiyle bunaltarak düşünmemeye zorluyor, esir almaya çalışıyor. Öğrenciler eğer iki omuzlarının üstünde bir kafa taşıyorlarsa tepki göstereceklerdir, gösteriyorlar.
Y.Ö.K. içinde vizeleri düzenleyen 44. madde bile ucunu çekiverince Öğrencileri politize ediyor. 44. madde Y.Ö.K.'hu gündeme getiriyor. Arkasından eğitim sistemi sırıtıyor. Oraya kadar gidenler, başka yerlere neden gitmesin? İşte bazılarının düştükleri telaşın asıl sebebi de buradan kaynaklanıyor. Kurdukları pembe şatoların duvarlarında çatlaklar oluşmaya başladı. O çatlaklar sakın temeldeki çatırtıların habercisi olmasın?
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
SA
NA
T
YENİYENİYENİ
İNSAN,AYDIN,EDEBİYAT
I
H ürk edebiyatının dünyaca tanınmış eserler yaratamamış olması, sık sık tartışılan konulardan bindir. Bu tartışma zaman zaman öyle hassas boyutlara ula
şır ki. kelli felli aydınlarımız Türkiye'de roman var mı. yok mu gibi anlamsız ve oyalayıcı sorularla uğraşmaktan kendilerini alarhazlar Türk romanının gelişim özellikleri, toplumsal yapı ve edebiyat arasındaki ilişkilerin genel nitelikleri, edebiyatta türler ve akımlar arasındaki ilişkilerin karakterleri ve bunlara bağlı olarak tek tek eserlerin taşıdığı estetik ve ideolojik değerlerin araştırılması için Türk edebiyatının çok yönlü bir otopsiden geçirilmesi yerine, tartışma akıl almaz ölçüde kişiselleştirilip bulanıklığa sürüklenerek, artık neredeyse geleneksel bir hal almış müzmin-düşünce sığlığı paryasızca sergilenir.
Böyle ciddi bir sorunun teorik çözümünde, tartışma yöntemi kadar sorı nun ortaya konuş tarzı da büyük önem taşıyor kuşkusuz. Bu açıdan. Türkiye'de roman var mı. yok mu gibisinden aşın genellemeler. tart>şmaya açıklık kazandırmak bir yana, yüz yıllık birikimi tümden yok saymaya ve giderek köksüz arayışlara yol açabilecek tehlikeli bir yönelişe kapı aralıyor. Oysa, ciddi bir otopsinin öncelikle çözmesi gereken ana sorun, toplumsal yapımızdaki değişmelerin edebiyata hangi düzeyde bir gelişme olanağı sağlayabildiğidir. Bu noktada, edebî birikimin taşıdığı gerçek potansiyeli ortaya çıkarabilmek için geçmişten devralınan kültürel mirasın genel özellikleri ve bu özelliklerin toplumsal yapıdaki gelişmeler bağlamında sanatçı üzerinde hangi türden etkilenmelere yol açtığı incelenmelidir. Kuşkusuz burada, dünyadaki gelişmiş örneklerle yapılacak kıyaslamalar, bize nerede bulunduğumuz konusunda bazı genel düşünceler sağlayacaktır. Ancak. Batılı örneklerin mutlak ölçüt olarak alınması. tartışmayı daha baştan kısırlığa boğabilir.
O halde, sorun, kendi gerçekliğimizin tanınmasını öne çıkarıyor Bu gerçekliğe hangi yoldan giderek evrensel bir değer kazandırabiliriz? Asıl sorun budur.
Yalnız, bu yazı, ele almak istediği temel problem açısından, çerçevesi yukarıda sunulan soruya doğrudan bir cevap aramak amacını taşımıyor. Fakat, yazıda ortaya konulacak görüşlerin bu sorunun çözümü doğrultusunda genel bir perspektif sunabileceğine inanıyoruz
Kemal SARUHANSanatın konusu, doğayla metabolizma iliş
kisi içindeki toplumdur (Lukacs); bu biliniyor. Doğa ve toplum arasındaki ilişkiler, gerçek anlamda insan etkinliğiyle dile getirildiğine göre, sanat, son çözümlemedi, tarih içinde gelişen insan etkinliğini yansıtmış oluyor. İnsanoğlunun her türlü etkinliği ise, toplumsal çatışmalar ve çelişkiler bağlamında değişen şekiller kazanmaktadır. Öyleyse “sanatın yapısı ile belli bir tarihsel gelişme dönemi içinde yer alan toplumsal sorunların. çatışma ve çelişkilerin sanata dönüştürülmesi arasında kaçınılmaz bir bağlantı vardır.” (A.Çalışlar) Bu bağlantı, ideoliji aracılığıyla gerçekleşiyor. Her sanat eseri, bilinçli olarak ya da bilinçsizce yaratılmış bir ideolojik değeri ortaya koyuyor.
Sanatın bu en genel özelliği dikkate alındığında. konumuz açısır.’dan önem taşıyan şöyle bir soru doğmaktadır. Sınıflar arasındaki ilişkilerin gelişme düzeyi, bir aydın olarak sanatçı üzerinde hangi türden ideolojik etkilenmelere yol açmaktadır? Sanatçının ideolojik tutumu, toplumsal yapıdaki değişme ve gelişmelerin sanat yoluyla ifade edilmesinde ne ölçüde olumlu bir rol oynamaktadır?
Türk romanı, yeni bir kısırlık dönemini yaşıyor. Hızı çoktan kesilen “ ftöy romanı” yazma salgını yerini bunalan aydının “ Bodrum boğuntu la rına bırakmış görünüyor. Dün, kırda kapitalist gelişmenin yarattığı toplumsal anaforlar kaba yaklaşımlarla, daha açık bir deyim kullanırsak. popülist yargılarla dile getirilirdi. Bugünse gözler şehirde yaşayan aydınlara dikilmiştir. Konular tümden değişti kuşkusuz, ¡ama kısırlık aynı güçle, hatta daha yoğun biçimde varlığını sürdürüyor.
Roman yazmak, öncelikle bir seçim yapmayı gerektiriyor. Yazar, önünde duran zengin toplumsal malzeme yığınından romanının konusunu seçip ayırıyor. Bu, rastgele bir davranış değildir; tersine, bilinçli bir tutumu ifade ediyor. Olaylar ve olgular arasından kendisi üzerinde en yüksek etkileri yaratmış olanları seçiyor çünkü yazar. Bunu yaparken, bilgi ve gözlem birikimine dayanıyor. O yüzdendir, her seçimde kendi bakış açısını dile getirmiş oluyor.
Toplumsal pratik, bir zincirleme süreçtir. TeK başlarına belirli bir gerçekliğe sahip olabilen olaylar ve olgulann birbirine geçişmesiyle, birbirini doğurmasıyla oluşan karmaşık bir bütünlüğü dile getirir. Yazarın görevi, bu karmaşık sürecin en tipik ve belirleyici olan yanlarını ortaya koymaktır. Bir başka deyişle, zinciri sürükleyen ana halkayı yakalamak, oiaylann kökenindeki olaycığı bulup çıkarmak. Yazarın bakış açısına tarihsel yönden olumluş ya da olumsuz bir değer biçen mihenk taşı budur işte. Bakış açısının sağlamlığı, seçimin gerçek gücü bu noktada ortaya çıkar
Türk edebiyatının ikide bir içine düştüğü kısırlık da buradan başlamaktadır. Bu gerçeklik, en başta, aydınımızın tarihsel perspektifindeki genel darlıktan kaynaklanıyor. Roman yazmak, yalnızca yaşanmış olan yada yaşanmaktaki gerçekliği sanatsal yollarla dile getirmek değildir. Gerçekçi sanat yöntemi, toplumsal çelişki ve çatışmaları tarihsel bir bakış açısından yan
sıtmayı, toplumsal olguları ve ol.tylarıa geçmişle gelecek arasındaki konumlarıyla belirtmeyi, bunun gereği olarak da geleceğe ilişkin ipuçları verebilmeyi zorunlu kılıyor. Tersine bir gelişimse, genellikle sanatta güncel olanın ön plana çık- _ masına neden oluyor ve bu tutum , sanatın piyasanın beklentilerine göre biçimlenmesine uygun sağlıksız bir temel yaratarak, onun özünün ve işlevlerinin bozulmasına yol açıyor. Ülkemizde sanat ve edebiyatın değişik alanları bu geçişi yıllardır çok açık biçimlerde yaşamaktadır.
Açık-seçik ve kararlı konuşmaktan yanayız. Türk edebiyatı, on yıllardır yaşanan toplumsal gerçekliği tarihsel bir perspektifle ele almakta, toplumsal süreçleri geçmişten geleceğe akan en tipik ve çarpıcı yönleriyle dile getirmekte genel-
ı likle başarısız kalmıştır. Romanın, kendisini bir dönem kırdaki gelişmelerle sınırlaması, sonralan burjuva aydınının hastalıklı iç dünyasına hapso- lup kalması, temelde bu müzmindar görüşlülüğün sonucu oluyor. Oysa, taşıdığı devrimci dinamizm. sahip olduğu zengin yaşam ve mücadele deneyleri açısından, işçi sınıfımızın toplumsal pratiği, sanatın ve sanatçının bugüne dek neredeyse hiç el atmadığı bakîr bir alan olarak önümüzde durmaktadır.
Edebiyat ve sanatta işçi sınıfını konu almak, onun günlük yaşamda dışa vuran duygu biçimlerini. düşünce ve davranışlarını yansıtmak, yalnızca, sınıf olarak işçilerin yaşama tecrübelerin- f deki zenginliğin sanatsal açıdan uygun bir malzeme yığını özelliğini taşımasından değil, ama aynı zamanda ve hepsinden önce, işçi sınıfının tarihte oynadığı devrimci-öncü rolünden dolayı gereklidir. Edebiyatta ve sanatta tarihsel perspektif darlığı, işçi sınıfının toplumsal mücadele içindeki artan ağırlığını, buna bağlı olarak, tarihsel rolünün somut-pratik anlamını görememekten, ya da en azından yeterince kavrayamamaktan ileri geliyor. Bu durum, genel olarak aydınlarımızı; burjuva-küçük burjuva ideolojilerinin kesin etkileri altında bulunmalarının sonucudur.
Kısırlığın ikinci yüzü, toplumsal çözümlemede sığlıktır. Karşıtı derinlik oluyor. Sanatta derinliğin yalnızca perspektif yasalarının bir öğesi olduğunu söylemeyiz. Ondan da öte derinlik, gerçekçi sanat yönteminin en temel gereklilik lerinden biridir. Sığlık, eğer, dış gerçekliğin görünen yüzeylerini yansıtmakla yetinmek şeklinde tanımlanırsa, derinlik, görünen yaşamın gerisinde gizlenen etkin nedenleri, yasaları ortaya çıkarmak, daha doğrusu, olayları ve olguları nedensel bağlantıları içerisinde ele alarak yansıtmak demektir. Bu bakımdan, edebiyatta gözlem ve ayrıntı zenginliği, tek başına, güçlü bir sanat eseri yaratmak için yeterli olmuyor. Bunları toplumsal pratiğin öne çıkan süreçlerine bağımlı kılmak, dolayısıyla, ayrıntıyı temel olanla karşılıklı besleyici ilişkileri içinde kavramak ve yansıtmak gerekiyor. O nedenle, sanatta determinist öğeyi reddetmek, na*uralizme ve subjektivizme yol açıyor.
Temel olanı ya da ayrıntıyı kendi tarihsel oluşumları içinde kavrayabiliriz ancak. Öyleyse, toplumsal çözümlemede derinlik, tarihsel perspektifin genişliğine bağlı olmaktadır. Tersi yönde bir gelişimse, sığlık ve darlığın sürekli birbirine dönüşmesiyle sonuçlanır.
Şimdi; "köy romancıları". 1950 1er sonrası gelişen toplumsal süreci derinlikli olarak yansımaktan uzak kaldılar. Görünen, yüzeydeki gerçekliği tavsir etmekle yetindiler. Bu. onların belirgin bir modern sınıf görüşünden yoksun oluşları yüziindendi. Sınıfsal açıdan ayrımlaşmamış bir halk ve halkçılık kavramıyla olaylara yaklaşmaları "köy romancılarını süreci en çarpıcı yönleriyle dile getirmekten uzaklaştırdı. Onlar, sınıf mücadelesinin aşağıda mayalanan modern şekillenmelerinin geleceğe değgin önemini kavrayamadılar. Popülist yaklaşımları, eserlerinde şöyle bir toplumsal manzara çizimine izin verdi. Bir yanda antika gericilikle (derebeylik ve tefeci- bezirganlık) bütünleşmiş yerel devlet temsilcileri; öbür yanda pratik yaşam görüşleri ve kurnazlıklarıyla, zaman zaman birincilerin aleti durumuna düşmelerine yol açan kaba çıkarları ve ön-
50
yargılarıyla, acıları ve öfkeleriyle topyekün köylü halk.
Romancılığımızda popülist yaklaşım, gerçekliği temel öğeleriyle yansıtmaktan uzak sığ gözlemciliğiyle, sonuçta, ne genel anlamda ger-
* çekçi tip çizimine, ne de özel anlamda modern devrimci tipin yaratımına yol açabilmiştir. Hep aynı temalar, her romanda birbirine benzeyen hep aynı kişiler... “ Köy romanı" bu onmaz kısırlık içinde boğulup gitti.
Modernist burjuva aydını ise. ters yönde giderek aynı sonuca ulaşıyor. Sınıf mücadelesinin çok gerisinde kalan ve mücadelenin sertleşen koşullarına karşı tiksintili bir tepkiyle kendi içine kapanan aydının ruhsal boğuntusunu yansıtıyor o. Ancak, bunu sınıf mücadelesinin öne fırlattığı toplumsal güçler açısından değil, tarihsel işlevlerini yitiren, gericileşen zümreler açısından yapıyor. Gerçekleğin doğru ve tam bir yansımasını değil, subjektivize ediimiş, çarpıtılmış halini veriyor bize. Eleştiri görünürken olumluyor. Çünkü çirkefliği dışarıdan değil, yine kendi içinden anlatıyor. Bir burjuva sanatçısı olarak, burjuva aydınının çapraşık ve çelişkili tutumunu eserleriyle dışa vurmuş oluyor böylece.
Oysa, toplumsal yaşamda işçi sınıfının giderek artan ağırlığı, sanatta sosyalist bakış açısını ön plana çıkarmıştır. Yirminci yüzyılda sanatçı, işçi sınıfının ve sosyalist güçlerin tarihsel rolünü
^ az-çok kavrayabildiği ve bu güçlere yakınlıştığı ölçüde gerçekçi sanat eserleri yaratma şansına sahip olabiliyor. Sosyalist gerçekçilik, bu noktadan sonra, sanatçının sosyalist bakış açısını bilinçli olarak benimseyip, eserlerini bu bakış açısından yaratmaya başladığı anda ortaya çıkabiliyor.
Kısırlığın üçüncü yüzü de estetik kofluk/ya- vanlıktır. Estetik deyince, birçoğumuzun aklına üslûp özellikleri ya da eserin teknik yapısı geliyor. Oysa, estetik sorunlarının salt biçim sorunlarına indirgenmesi, estetizm gibi yanlış-biçimci anlayışlara yol açıyor. Bu tür anlayışları savunan kişiler tarafından, içerikteki kofluk, biçim zorlamalarıyla gizlenmeye-giderilmeye çalışılıyor.
Günümüzde, burjuva sanatçının estetik görüşü özünde budur. Burjuva aydınımız, çok büyük ölçüde. Batılı-çağdaş burjuva sanat anlayış- lanna bağlıdır. Burjuva aydınının çözüşmüş dünyasından olaylara bakışı, sanatçıyı kaçınılmaz olarak. çözüşmüş bir toplumsal yapının ürünü olan modernist anlayışlara doğru itiyor. Bir yandan Batılı modernist yazarların kitapları Türkçeye çevrilirken. öbür yandan edebiyatımızı değişik modernist tekniklerin kaba taklitleri kaplıyor.
Ancak, estetik bilimi, yalnızca biçime ilişkin kategorileri değil, içeriğe (öze) değgin öğeleri de kapsamına alır. Bir eserin estetik değeri, biçim ile özün uyumlu bütünlüğünden doğar. İçeriğin zayıf kaldığı eserlerde biçimsel denemelerin parlaklığı, önemli bir pratik değer taşımaz. Çünkü
^ burada biçim ustalığı, tek yanlı ve koftur Aynı şekilde. eserin içeriği ne denli sağlam ve güçlü olursa olsun, biçimin zayıflığı, eserin sanatsal değerini büyük ölçüde ortadan kaldırır. Biçimdeki kuruluk. içeriğin gücünü gölgeler, etkilerini zayıflatır.
Bu açıklamaları göz önünde bulundurarak, şöyle bir sonuca varabiliriz: Modernist etkiler altındaki burjuva sanatçıların ürünleri, ilk bakışta, biçimsel açıdan ne ölçüde ustaca yaratılmış görünürse görünsün, sanatçı görüşlerini ne ölçüde parlak bir üslûpla yansıtmış olursa olsun, eserin kendisi gerçekliğin doğru ve tam bir yansımasını değil, çarpıtılmış biçimlerini dile getirdiği ölçüde, biçimdeki ustalık, estetik kofluğun gizlenmesine yaramaktadır.
Diğer yandan, tnodernist-biçimci denemelerin kaynağı, nasıl çarpık burjuva ideolojilerinde yatıyorsa, onun gibi, örneğin, “ köy roman- cılarf'nm ürünlerinde göze çarpan estetik kuru-
[ luk ve yavanlık da. yazarın sahip olduğu popülist anlayışlarla ilintilidir. Toplumsal gerçekliğin kupkuru ve yavan analizi, biçim yönünden kurulukla bütünleşiyor. Sınıflara ayrışmamış, yekpare bir halk kavramının ülküleştirilmesi, beraberinde. aynı anda hem gerici hem de insancı ve
demokratik öğeler taşıyan geleneksel halk değerlerinin de ülküleştirilmesini getiriyor. Türkü, koşma, destan, masal, hikaye gibi.... geleneksel halk edebiyatının çeşitli türlerinin çağdaş edebiyata katkıları abartılıyor. Üslûba köylü şivesi siniyor. Gerçekçi olmak adına ard arda küfürler sıralanıyor. Sık sık aşırı ve kaba cinsel tasvirlere yer veriliyor: vb.
Görülüyor ki, en genel hatlarıyia. Türk romancılığında yaşanan kısırlık, üç yönlüdür ve hepsi aynı temelden kaynaklanıyor: Burjuva- küçük burjuva ideolojilerinin sanatçı üzerindeki kesin etkilerinden. Bu bakımdan, genel anlamda kısırlık, sanatta ideolojik tıkanıklığın bir ürünüdür. Günümüz Türkiye'sinde burjuva- küçükburjuva ideolojileri, toplumsal yapıdaki değişme ve gelişmelerin yaşanan gerçekliğe en uygun tarzda sanata aktarılmasına, toplumsal çelişki ve çatışmalann sanat yoluyla doğru ve devrimci bir yansımasının yaratılmasına gerekli ola- naklan sağlayamamaktadır, sağlayamamıştır da.
Öyleyse, edebiyatta ve sanatta kısırlığın aşılması, bir aydın olarak sanatçının bilinçlice işçi sınıfından yana tavır almasına, ideolojik ve pratik olarak işçi sınıfına yönelmesine bağlı bulunuyor. Geleceğin sosyalist insanına gebe olan ve bu insanın sağlam karakter özelliklerini bu günün kavgasında billûrlaştıran toplumsal mücadele, yeni bir aydın tipini ve yeni bir sanat anlayışını gerektiriyor Devrimci işçi sınıfı aydınını ve işçi sınıfının gerçekçi sanat anlayışını.
İşçi sınıfımızın siyasal geriliklerini aşıp toplumsal mücadeleye uzun yıllar ağırlığını koyamamış olması, bütün diğer toplumsal etkinlik alanlarında olduğu gibi, sanat ve kültür alanında da burjuva-küçük burjuva ideolojilerinin pervasızca at koşturmalarına yol açmıştır. Aynı nedenle, işçi sınıfı sosyalizmi sürekli olarak cılız ve güçsüz kalmış, olağanüstü siyasal baskılar karşısında örgütsel sürekliliğini koruyamamıştır. Bu nedenle, aydınımız, işçi sınıfının ve onun sosyalist örgütünün yönlendiriciliğinden uzak kalmıştır. Bu gerçeklik de aydını, onun küçükburjuva toplumsal kararteriyle bütünleşerek, proloterya-dışı sınıf ve zümrelerin olağanüstü ideolojik etkilerine açık bırakmıştır.
Bununla birlikte, Türk edebiyatı, şair yönü ve estetik görüşleriyle kendisine onur kazandıran bir Nazım Hikmet yaratmayı başarabildiyse, popülist anlayışlardan kopuşamamış ve dolayısıyla toplumsal gerçekliğin tam bir yansımasını verememiş olmalarına karşın 1940 kuşağı şairier- ri ve aynı dönemde yetişen bazı roman ve öykü yazarlarımız, devrimci-demokrat ruhlarıyla edebiyatımıza ve toplumsal mücadele yaşamına inkar edilemez katkılarda bulunup, edebiyatımızda kendi çapında bir devrimci-demokrat geleneğin doğuşuna önayak olabildilerse, bu sözü geçen sanatçıların çoğunlukla işçi sınıfı partisi kökenli olmalarından ya da en azından onun ideolojik etkileri altında bulunmalarından kaynaklanmıştır.
Ancak, sanatta popülist yargılardan tümüyle kurtulmak, çok daha keskin bir sınıf görüşünü gerektiriyor. Bizim aydınımızın en büyük ve en temel eksikliği burada yatmaktadır. Bu eksiklik. Nazım Hikmet’in sanatında bile bazı ideolojik yanılgıların derinleşmesine neden olabiliyor. Politik yaşamındaki savruluşlann yer yer şiirine yansımış olması. Nazım Hikmet’in tam anlamıyla proleter anlayış zeminine sağlamca ayak basmasını engelleyebiliyor.
Nazım Hikmet, edebiyatımızda bir istinadır. 1940'lı ve 501i yıllarda parlayan bir güneş gibi duruyor. Etkiliyor, taklit ediliyor, ama onun sanatımızda açtığı çığır, hakettiğince sürdürülemiyor.
1940 kuşağı şairleri, çoğunlukla kır kökenli küçük burjuva aydınlarıdır. Şiirlerinde emeğe sevgi. halka ve gelecek günlere güven vardır. Ama onlar, işçi sınıfı zemini üzerine basmazlar. Gerçek anlamda işçi sınıfı aydını değildirler Gelişememiş. onun devrimci müttefikleri olarak kalmışlardır yalnızca. 1940 kuşağı şairlerinin eserlerinde ön plana çıkan temalar, daha çok ulusal kurtuluş ve yoksul köylü yaşamıdır. İşçi sını
fına duyulan sevgi, köylü halka duyulan sevgiden daha farklı değildir. İşçi sınıfının sosyalist anlayışı, ezilen yığınlar içinde işçi sınıfına ayrıcalıklı bir yer tanır. Onlar, bütün ezilen insanlara sempati duyarlar, ama işçi sınıfına karşı besledikleri sevginin içlerinde hepsinden daha özel bir yeri vardır. Bunu bütün toplumsal mücadele alanlannda açıkça ilân etmek gerekir. Sosyalist gerçekçi sanatın temeli, işçi sınıfına duyulan ayrıcalıklı sevgi ve bağlılığa dayanır. Sosyalist gerçekçi sanatçı, emeği yüceltir, şiirselleştiri- rir, işçi sınıfını sanat anlayışının merkezi haline getirir. Çoğunun “ toplumcu gerçekçi ’ olarak nitelendirilmesine karşın, yukarıda sözünü ettiğimiz şair ve yazarlarımızı devrimci-demokrat bir çizgiyle sınırlı tutan önemli eksikleri işte budur.
Sosyalist gerçekçi sanatçı, toplumsal olayları ve olguları işçi sınıfının siyasal perspektifinden ele almakla kalmaz, aynı zamanda, günlük yaşamları ve sınıfsal eylemleri içinde işçileri, duygu. düşünce ve davranışlarıyla sanatında yansıtmaya çalışır. Eğer, bizim sanatçımız, işçi sınıfını sanata sokma (hem ideolojik, hem de pratik anlamda) konusunda yeterince istekli davranmamışsa, ya da ısrarlı olamamışsa, bu aydınlarımız arasında proleterya-dışı sınıf-zümre çıkarlarının ağır bastığını gösterir. Bu olumsuzluğu giderebilecek toplumsal etki, aynı kökten çıkıp birbirini tamamlayan iki yönde geliyor. îlk olarak, işçi sınıfın kendiliğinden mücadelesindeki yükseliş, sanatçıyı etkiliyerek, işçilerin yaşama koşullarını da dile getirmeye itiyor. Ancak, böyle bir sanat henüz sosyalist sanat değildir. Sosyalist sanat, işçi sınıfı ideolojisini gerektiriyor. Bu saptama bizi etkinin ikinci yönüne götürüyor, yani sanatçıyla sosyalist parti arasındaki ilişkiye. Sosyalist partinin mücadeleci kültür etkinliği, kapitalist baskı ve sömürüye tepki duyan sanatçı üzerinde ideolojik etkiler yaratıyor ve onu olayları işçi sınıfı perspektifinden ele almaya zorluyor. Sosyalist sanat, her zaman ve her yerde, sosyalist parti etkinliğiyle el ele yürüyor.
Türkiye’de işçi hareketinin uzun yıllar toplumsal mücadelenin önüne çıkamaması ve proleter anlamda sosyalist parti etkinliğinin güçsüzlüğü. aydının -işçi sınıfının sanata sokulması eyleminde- yönsüz kalmasına yol açmıştır. Ama. bu. bir başka gerçeği de unutturmuyor: Dar görüşlülüğü. Bizim aydınımızın bazı acayip özellikleri vardır. Genellikle yumurta kapıya dayandığında aklı başına gelir örneğin. Gerçeklik, ille de “ kör gözüm parmağına’ sözünde ifade edilen bir inatçılıkla karşımıza dikildiğinde kabul görür. Tıpkı. işçi sınıfının toplumsal varlığının 15-16 Haziran eylemiyle, kapitalizmin. 12 Mart darbesiyle öğrenilmiş olması gibi.
Türkiye’de sanatçı şu perspektifle davranmıyor: İşçiler on yıllar boyunca sanattan, bilimden. felsefeden ve diğer bütün zihinsel etkinliklerden uzak tutulmuşlardır. Sanata yabancı oluşları, yeteneksiz oluşlarından değil, sömürü düzeninin acımasız koşullarından ileri geliyor. Kültürel etkinliklerde bulunmak için ne gereken paraya. ne de yeterli boş zamana sahiptir onlar. Bazı zorunlulukları sezen az-çok bilinçli işçiler ise, yol göstericilerinden uzak tutulmaya çalışılıyor. O halde, eğer ben bir sanatçıysam ve sosyalistsem, eğer sosyalizm de işçi sınıfının ideolojisiyse. benim görevim, sanatı îşçi sınıfına götürmektir.
DÖNÜŞEN
D eğişen dövüşen
D ö n ü ş tü kçe y ite n y ite n d e yen ile nen yaşam
Ve yaşam B ir m e yve ağacının
B a h a rd a k i ç içek li d a lla rı ka d a r gü ze l Ve yaşam
Taze b ir ö m ü rd ü r baharın m uştu lad ığ ı
S a n k i D eğişen dövüşen
dö nüş tü kçe yen iye Y iten herşey
Koca b ir boş luk D ö nü ş tükçe
ye n ile n e n herşey safi yaşam
ö lün es i b ir ilkyaz gecesi Ö lün es i b ir boş luk
Ve sevi d o lu
C em E rgün N isan 1986
YÜRÜYÜŞ
S u sku n lu ğ u n u d in le ye re k den iz in y ü rü y o ru m
ya lan ha yk ırm a la rın üzerine doğru . M o la verm eyen um u tla rım ın
ina tç ı te p iş id ir yo lla rı şiirleşm iş ad ım larım .
D ü şün ce le rim in u yu m suz luğ und an uzak ne de o n la r g ib i şüpheci,
düşm üş b ir kere yü re k te n b ir g ü l lekesi beynim e,
ben y o ru lm a k n e d ir b ilm em n e d ir b ilm e m yılg ın lık.
b ir de u n u ttu k a rtık bağışlam ayı...
N e yap a lım yü re k te n b ir g ü l lekesi
düşm üş b ir kere beynim e. M o la verm ez um u tla rım , yü rü rü m .
Y ü rü rü mya lan h a yk ırm a la rın üzerine.
A l i Z ek i
Ancak, işçiler, aç-sefil, binbir güçlük içinde yaşamaya çalışırken, kendi yaşama tecrübelerini yansıtmayan, kendisine yol gestermeyen, umut ve moral aşılamayan eserlere ilgi duyabilir mi hiç? Demek, sanatta ve edebiyatta işçi sınıfının günlük yaşamına ve sınıfsal eylemine yer vermek gerekiyor.
Yeter mi? Yetmez. Siyasal baskılar ve kapitalizmin herşeyi pazara döken mantğı karşısında en önemli sorun, sanat eserini alıcısına ulaştırmaktır. Aktif politik çabayı gerektiriyor. Ya da Brecht’çe bir tutumu diyelim. Türkiye’de Brecht anlaşılamıyor. Demokrasiyle,, kostümüyle, oyunculuk sanatına ilişkin görüşleriyle-kabul görüyor, ama onun sanatına güç veren asıl yönü, eylem adamlığı unutuluyor. Sosyalist gerçekçi sanatçı, bir eylem adamı’dır. Sosyalist sanatsa, sosyalist eylemin bir parçası oluyor.
Sanatı işçilere götürmek, aydın olarak sanatçının işçilerle yanyana. iç-içe olması demektir. Yani aydının kitle adamı olması demektir. Bu. aynı zamanda, aydının işçileşmesini beraberinde getiriyor. Aydının işçileşmesi, onu işçi sınıfının kapitalist toplumdaki alt konumuna indirmiyor. tersine, entellektüel zekâ ve birikimi işçilerin devrimci sınıf karakteriyle bütünleşerek daha ileriye doğru itiyor.
Sanatın işçilere götürülmesi, sosyalist sanat eyleminin yalnızca bir yanıdır. Öbür yanı, işçilerin sanata getirilmesi oluyor. İşçilere sanatın toplumun dönüştürülmesindeki devrimci işlevini kavratmak gerekiyor. Uvruyerizm, sınıf bencilliğidir. Oysa, işçi sınıfı, kendi sınıf varlığını inkâr etme yeteneğine sahip olabildiği için ufku sınıfsız topluma dek uzanabiliyor Tarihin belirli bir dönemde devrimci özellikler göstermiş olan bütün sınıflarından farklı olarak, işçi sınıfı sonuna dek devrimcidir, insanlığı kurtarma görevini üstlenmiştir. Onun için sosyalizm, her bir insanlık ülküsüdür. İnsanlık kültürüne sahip çıkmayı, anlamayı ve hazmetmeyi gerektirir. İşçiler Be- ethowen’i. Van Gogh'u. bir Rilke'yi ya da bir Tolstoy'u anlamadan zorlu tarihsel görevlerinin üstesinden gelemeyeceklerini bilmelidirler. Bu. yüksek bir sınıf bilinci demektir.
İşçilerde bilinci yükseltmek aydınlara düşüyor. Ama. sanatın sınıf ülküleri açısından önemini kavrayan işçiler, bilfiil sanatla ilgilenmek isteyecektir. Kendi toplumsal varlığını ve tarihsel misyonunu kavrayan işçi sınıfı, taşıdığı gerçek potansiyel yeteneği hissedip, onu yaşama uygulayarak geliştirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfının toplumsal yetenekleri açığa vurdukça, işçiler arasından gerçek sanatçılar da ortaya çıkacaktır. Gor- ki. bir işçidir: Rusya'da işçi hareketinin yoğunlaştığı bir dönemde yetişmiş olması, tesadüf sayılabilir mi?
Toplumsal mücadelede bu sürece işçinin aydınlaşması süreci diyoruz. Onu aydının iş- çileşmesinden ayrı düşünemiyoruz. İki süreç, birbiriyle yanyana yürüyor ve belirli bir noktada kesişiyor. Bu nokta, proleter anlamda bir sosyalist partisidir. Aydınlaşmış işçi, işçileşmiş aydın... Sosyalist parti budur. İşçi sınıfının aydınları teşkilatsız olamıyor. Devrimca aydın olmak için aynı zamanda teşkilat adamı olmak gerekiyor.
Devrimci aydın, sosyalist aydındır, daha da açık konuşursak, işçi sınıfı aydınıdır Sosyalizm, bir sınıf ülküsüdür, ama aynı zamanda bir insanlık ülküsüdürde. O yüzden, sosyalist kültür, insanlığın binlerce yıllık kültür birikimin yepyeni bir sentezidir. Devrimci aydın, gözlerini insanlığa ve insanlığın geleceğine dikmiştir. Ulusal birikimi reddetmez, ama ufkunu onunla da sınırlamaz. Uluslararası düzeyde düşünen ve davranabilen adamıdır devrimci aydın: enternasyonel adan* dır.
Özetlersek, devrimci aydın = kitle adamı*teşkilat adamı*enternasyonal adamdemektir. Böyle bir aydın tipinin gelişimi, aydının işçileşmesi ve işçinin aydmlaşmasıyla güçlenir. Örnekleyelim. Birinci yanda John Reed'ler, Henry Barbüsse'ler. Romain Rolland’lar vardır. Ömür yanda Maksim Gorki ler. Nikola Vaptsa-
ro f lar ve daha birçokları. Ayrı ülkelerdendirler; ayrı sınıflardan, ayrı yaşama biçimlerinden çıkıp galmişler. aynı zeminde birleşmişlerdir. Sözcüğün tam anlamıyla bizim sanatçılarımızda hepsi. Onların yarattığı ve güçlendirdiği birikim. Şo- iohov’u ortaya çıkardı sonra. Gittikçe yakınlaşan daha da yeni biı geleceğe, sosyalizmin daha gelişmiş üst evrelerine uzanan bir sanatçıyı.
Türkiye toprağı kendi Gorki’lerini çıkaramadı henüz. Ama biraz sabredelim ve oturup serinkanlıca değerlendirelim yaşadığımız geçmişi. Yıl 1969... Sosyasiltler “strateji tartışmaları" ya- pılor. Türkiye’de kapitalizm var mı yok mu? Türkiye’de işçi sınıfı var mı yok mu? İşçi sınıfımız 15- 16 Haziranda kılıcını atıyor ortaya. Toplumsal varlığını dostça düşmana duyuruyor. Tartışma, bıçak gibi kesiliyor.
Ancak, yanlış bir anlayışın tortuları ileriki yıllarda da etkinliğini sürdürebiliyor: Temel güç köylülüktür. İşçi sınıfı fiili önder değil, ideolojik önderdir gibi... Ama, olayların mantığı bu anlayışı yalanladı. İşçiler, 1977’lerden sonra yükselttikleri eylemleriyle, kendi gerçek liderlerini bile pratikçe aşıp toplumsal mücadelenin öncülüğüne soyunduklarını gösterdiler. 12 Eylül, bu süreci kesintiye uğratmış, ama yok edememiştir. Yeniden yükseltilmesi gereken sosyalist hareket, işçi sınıfının eylemi üzerine oturtulmalıdır artık. Şimdi görev, sosyalist hareketle işçi hareketinin kaynaştırmasıdır.
Bu çerçevede olmak üzere, 1960 sonrasında sosyalist harekete damgasını vuran TİP’nin oportünist çizgisi, işçi hareketinin asıl uzun vadeli ihtiyaçlarına cevap veremedi. Burjuva sosyalizmi denendi ve gerçek kimliği çıktı ortaya. 12 Mart ve sonrasında küçük burjuva devrimciliğinin parlak yükselişi de çözemedi problemleri. Ve şimdi 12 Eylül, sosyalist harekette yeni bir tarihsel dönemi getiriyor: İşçi sınıfının sosyalist anlayışının yükselişini. Tarih, işçi sınıfına ve onun sosyalist anlayışına yol açıyor. Öyleyse, gelişen toplumsal süreç, sosyalist gerçekçi sanatın ve onun zorunlu kıldığı devrimci aydın tipinin gelişimini kolaylaştırıyor. Onun için bu yazı, yalnızca bir yaklaşımı ortaya koymak amacıyla değil, kaşarlanmamış, gelişmeye açık aydına ve sanatçıya ve de özellikle kendice bir yön arayışı içinde olan genç insanlarımıza gittikçe belirginleşen bir tarihsel hedefi göstermek için yazılıyor.
Plehanov da. Lenin de aydın kişilerdi. Yalnız. bir fark vardı, aralarında: Plehanov. işçilerin babası, efendisiydi. Ama. Lenin arkadaşları oldu. İşçi sınıfının dostu olan, olmak isteyen aydın ve sanatçı, bu ayrımı iyice tartmalıdır. Çünkü devrinci aydın tipinin gelişmiş örneği bu ayrımın kendisinde somutlaşmaktadır.
Türkiye'de geleceğe, sosyalizme yönelik yeni bir insanın karakter özellikleri billûrlaşıyor. Halkın çıkarlarına ve davaya bağlılık, kendini adama. dayanışma ve kollektif çalışma ruhu vb. gibi 12 Eylül öncesindeki mücadele döneminde temellerini bulan bu karakter özellikleri, gittikçe şekillenerek modernm sosyalist toplum insanının yaratacaktır. Sosyalist gerçekçi sanat, bu-ka- rakteristik özellikleri araştırıp geliştirme çabasına yöneltmeli gücünü; malzeme yığınını öncelikle toplumsal mücadelenin geçmiş dönemlerde ortaya koyduğu deneyler birikiminde aramalı. Ne yapılsa toplumsal pratikten silinemeyen bu zengin tecrübe, politikada olduğu kadar sanatta da yerini alacaktır kuşkusuz. Bunun ilk sonuçları. bizzat o tecrübenin içinden çıkmış insanlardan uzun zamandır gelmeye başladı. Cezaevlerinde direnen ve düşünen gençler, direnç, yaşama sevinci ve geleceğe inanç dolu şiirler yazıyorlar. Öyküler ve karikatürler yayınlıyorlar dergilerde. Onların çoğunda slogancılık ve kuru aji- tasvon görülüyor. Pek çoğu biçim yönünden işlenmemiş. kuru ve yavan geliyor belki bize. Ama bunu doğal karşılıyor ve hoşgörüyle bakıyoruz. Çünkü çoktandır unutturulmaya yok edilmeye çalışılan sağlıklı bir ruh halini buluyoruz onlarda. Çözülüş döneminin bunalmış, alçalmış “ kah- raman’larına karşı sahip çıkıyoruz onlara ki. onlar içinden bazıları, örneğin Nevzat Çelik’in şiirleri, geleceğe dair umutlar, parıltılar da yansıtabiliyor.
Dimitıov. yazarlara “bize şiirden, öyküden, romandan silahlar verin!" diye seslenmişti. Devrimden sonra eski savaşçılar tecrübelerini edebiyata dökmeye başladılar. O dönemin ürünleri Türkiye’de yayınlandı. Mitka Gribçeva’nın kitabı çok sevildi örneğin ve daha başkaları. Estetik açıdan pek fazla bir değer taşıdıklan yoktu, ama yaşam görüşleri pırıl pırıl, canlı ve sağlamdı. Sonra. örneğin, bir Daskalof çıktı içlerinden. Bulgar sosyalist edebivatı için de neden böyle düşünmeyelim?
Ancak, hayalciliğe düşmekten her zaman kaçınmalıyız. Gösterdiğimiz hedefler, uzun bir süreci ve kararlı davranışı gerektiriyor. Sanatta işçi sınıfı anlayışını etkin kılma, burjuva- küçükburjuva ideolojilerinin, anlamsız kaprisler ve saçma önyargıların ve bütün bu olumsuzları besleyen kapitalist piyasa ilişkilerinin yoğunlaştığı bir ortamda, hiç de kolay görünmüyor. Ama. yeni ve genç olan herşeyin içten coşkuyla sesleniyoruz. Türkiye'de sosyalist gerçekçi bir sanatın gelişmesi için uygun koşullar uygunlaşmaktadır. Evet, sosyalist gerçekçi edebiyatın Rusya'da ve 1924’lerde kurulduğunu biliyoruz. Ve sosyalist gerçekçi yöntemin edebiyata ancak sosyalist ko şullarda damgasını vurabileceğini düşünüyoruz.
52
rı
►
►
Çünkü sosyalist gerçekçi sanat, sanatın yığm- sallaşmasıdır ve o yüzden yığınların sanatıdır. Sanatın ve yığınların özgürleştiği ♦oplum- sal koşullarda yığınlara mal edilebilir ancak.
* * *Sosyalist gerçekçi sanat, işçi sınıfının dam
gasını taşır. Bu nedenle, diğer sanat akımlarından ve anlayışlarından köklü biçimde ayrılır. Ama. o. sanatta burjuva eğilimlerinden bağlarını kesin olarak kopartmış olduğu halde, burjuva gerçekçi sanatın içinde çıkıp gelişti. Bugün tekelci kapitalizmin reddetiği mirasa işçi sınıfı sahip çıkıyor. Sosyalist gerçekçilik, sanatta demokrat burjuva geleneğinin yarattığı birikimi sahiplenerek ve her türlü yozlaşmış, dekadans geleneğe karşı savaşarak güçlenmiştir.
Sosyalist gerçekçi sanatın anayurdu Rusya2 ydı. Ona adını Gorki verdi. O yüzden. Gorki. sosyalist gerçekçiliğin babası sayıldı. Tolstoycu anlayışla modern sosyalist edebiyat arasındaki köprüdür Gorki. devrimci ve demokrat bir ruhla gelişen klasik Rus edebiyatını çağdaş Sovyet edebiyatına bağlar. Eğer. Sovyet edebiyatı, Fütürizm, Prolet-Kült gibi anarşizan sanat akımlarının tuzağına düşüp, bu köprüleri atmış olsaydı, bugün belki Şolohovgibi üstün yetenekli yazarları da yetiştirmeyecekti. Oysa. Gogol'ü veDostoyevski ki'yi atlayıp geçmedi onlar. Çernişevski'yi. Puş- kin'i. İjermontov u unutmadı. Turgenyev’i. Çe- hov'u. Tolstoy'u bir köşeye fırlatıp atmadı. Onların birikiminden sonuna dek yararlanma yolunu tuttu. Edebiyat ve toplumsal mücadele tarihindeki gerçek yerlerine oturttu hepsini ve asmaya çalıştı. Sovyet edebiyatı, kendi köklerinden hiç kopmadı
Bizde hep tersine gitmek maharet sayılıyor. Eskiden sosyalizm ve Türkiye tarihi üzerine bilgiler hep edebiyat eserlerinden öğrenilmeye çalışılırdı. Bir olumsuzluktu bu. Ama. dün devrimci- demokrat edebiyat geleneğimiz aşırıca yüceltirken. bugün adeta küçümseniyor. Batılı çeviriler, hem de en yozlaşmış örnekleriyle el üstünde tutuluyor. Hayır, biz dünya edebiyatının Türk oku- ruııca tanınmasına karşı çıkamayız, tersine, gereklidir bu. Ama. kendi edebiyat geleneğimizin gözardı edilmesi karşısında da susup kalamayız.
Uçbin yıllık antika sermaye geleneğinin çoraklaştırdığı toprağımızda Puşkin’ler. Tolstoy'lar gibi dehalar yetişemedi doğru. Ancak, etine göre budu, kendi çapında bir edebiyat geleneğine sahibiz. Bir Nazım Hikmet var edebiyatımızda, istisna. Anlamak ve anlatmak gerekiyor. Devrimci- demokrat edebiyat geleneğimizde Enver Gökçeler. Ahmet Arifler. Sabahattin A li’ler. Kerim Korcan'lar. Yaşar Kemal ler var örneğin. Orhan Veli ler. Sait Faik'ler. Cevat Şakir'leı var. demokrat bir geleneğin insanları olarak. Reddetmiyoruz Yerli yerine oturtmak istiyoruz hepsini. A ncak. onların sanatçı tutumu. Türkiye topraklarında yeşeren gerçekliği ifade etmeye yetmiyor, belli. Yeni bir sanat anlayışı, yeni bir sanatçı tutumu gerekiyor o yüzden Sosyalist gerçekçiliğin hep yanlış anlaşıldığını artiK itiraf etmek gerekiyor Edebiyat geleneğimizin abartılmadan ve yok sayılmadan da değerlendirilebileceğini bilmek gerekiyor. Bu gerçek kavranılmadan, gerçek sosyalist edebiyatın, devrimci bir sanat görüşünün başarılı olabileceğine inanmıyoruz
Sonuç olarak, aydınımız, sanatçımız, artık >sc" s n ı l ! n » ı •sun' kulak vermelidir. Netaş gre- U ı. kıvanışına ilân etınek. besbelli ki toplumsal mücadelenin ihtiyaçlarını tek başına karşılamaya yetmiyor İşçi sınıfına inanan ve güvenen sanatçı onun günlük yaşamını ve sınıfsal eylemini sanatına sokmalı, hatta en baş köşeye oturtmalıdır
Denilecek edebiyatımızda hiç mi örneği yok? Olmaz olur mu? Olumsuz örnekleri var: İşçileri mantıklı düşünme yeteneğinden voksun. gelişmemiş, insiyatifsiz yaratıklar olarak sunan ve "bunun için mi dövüşüyorsunuz, bosveriıı birey olmaya bakın" diyenler Biri Lâtife T e k i n Rer ci Ki stin Çop Ma-aliaruda iıeısev: kııık-ıiiin ze ederek, gülünçleştiriyor Kaypaklığım ve do nekiiğini seviyesiz bir güldürünün arkasına gizli
yor. Öyle işçiler yok mu? Var ama bunu bir sınıfın genel özelliğiymiş gibi yansıtmak, onun olumluluklarını göre göre, bile bile gözardı etmek, hiç de sanatçı dürüstlüğüne yakışır bir davranış değildir.
Olumlu ve onurlu örnekler de var. Örneğin. bir Orhan Kemal. Büyük kentlerin kenar semtlerinde oturan insanları anlatıyor. Onlan seviyor, emeği yüceltmeye çalışıyor. Ama. Orhan Kemal’in eserlerinde işçi sınıfının ayncalıklı bir yeri yoktur. Orhan Kemal’in işçilerinde bir sınıfın bilinçli bir üyesi olarak davranma özelliği yoktur. Bağımsız, tek tek bireylerdir onlar. Esere renk katarlar sadece, odak noktası olamazlar.
Oysa, sosyalist gerçekçi sanatçı, işçi sınıfına duyduğu sevgi ve bağlılığı eserinde renkli bir fon olarak kullanmaz. Toplumsal olayları işçi sınıfı anlayışının süzgecinden geçirir, onun sınıf duyarlığını yansıtır. İşçi karharamanları tek tek bireyler olarak ele a'maz. Tersine, işçiyi bir sınıfın üyesi olarak yansıtır. Bir sınıfın üyesi olarak işçiyi kendi sınıfının üyeleriyle olan ilişkileri içinde: yine bir sınıfın üyesi olarak işçiyi başka sınıf ve zümrelerin üyeleriyle olan ilişkeleri içinde değerlendirir.
Sosyalist gerçekçi sanat, işçiyi ölü bir kahraman olarak değil, yaşayan-caniı bir varlık olarak. olumluluklanyla ve olumsuzluklarıyla birlikte dile getirir. Çalışan ve sömürülen, savaşan ve teslim olan işçiyi sendikaya üye olan, partiye giren, grev yapan, hapse düşen, direnen, acı çeken, aşık olan, kumar oynayan, karısını döven işçiyi anlatmaya çalışır. Bunu yaparken, tarihin mantığına uyar, işçi sınıfının tarihsel rolünü ön plana çıkarır hep. Olumsuzlukların, bir insan olarak işçilerin yaradılışlarından ya da sınıfsal özelliklerinden değil, kapitalizmin egemen yapısından kaynaklandığını belirtir. Olumlu ve gelişmeye açık yönleri öne çıkarmayı amaçlar.
Ama. bu söylediklerimizi bir başka uca çekip. sanatın konusnu işçi sınıfıyla sınırlamak arzusunda olduğumuzu iddia edenler de çıkabilir. Asla. Bu yazıda, işçi sınıfı ve sanat arasındaki özlenen ilişki üzerinde ısrarlıca durulması, sanatın bir sınıfın pratik yaşamından çok ötelere bütün
insanlığa uzanan güçlü insancıl yapısını reddettiğimizden değil, yalnızca edebiyatımızı bir kısır çember içerisine daraltan temel eksikliklerin göze batırılmasını amaçladığımızdandır.
Sanatı insanlığa mal eden şey, bütün insanlarda ortak olabilen yönleri dile getirmesidir. Aradan 2500 yıl geçmesine karşın, Homeros’u severek okuruz o yüzden. Köleci bir dünya görüşüne sahip olan eski Grek sanatçılarının eserlerini, insanın yüce ve kalıcı olan yanlarını dile getirdikleri için beğeniyoruz. Balzac’ı Balzac yapan insanları bencil ve çıkarcı varlıklar haline getiren toplumsal koşullan, siyasal görüşleri çok farklı olmasına karşın, ustaca dile getirebilmiş olmasıdır. İnsanlık Komedyası, baştan aşağı, insanı insanlıktan çıkaran toplumsal koşulların eleştirisidir. Onlar, bu en temelli özellikleriyle her zaman yaşayacaklar ve biz, her defasında, onlan okumaktan sonsuz bir tat alacağız.
Sanatın konusu, tek başına işçi sınıfı değildir. O yüzden, biz. Selim İleri’yi burjuva aydınlarını anlattığı için eleştiremeyiz. Kimsenin hakkı yoktur buna. Sanatçı, içinden çıktığı, tanıdığı. bildiği çevreleri anlatır. Ya da Yaşar Kemal’e “neden hep Çukurova’yı anlatıyorsun” veya “hâlâ bugüne gelemedin” diye de sormayız. Biliriz ki. sanatın konusu insandır ve sosyalizm bir insanlık ülküsüdür. Ve biliriz ki, işçi sınıfı kendi dışındaki sınıf ve zümrelerin sorunlarına sahip çıkmadan toplumsal mücadeleye öncülük edemez. o yüzden sosyalist sanat, proletaryo dışındaki sınıf ve zümrelerin yaşamlarını, duyguları m, düşüncelerini ve davranışlarımda yansıtmaya özen gösterir. Ancak, bunu, onların bu luriduğu toplumsal konumdan değil, işçi sınıfının bakış açısından yapar. Ve her durumda, onların ortak insani özelliklerini öne çıkarmaya çalışır.
Türkiye, yeni bir insana gebedir. Onun için yeni bir aydın tipine ve yenidir sanata ihtiyaçdu yuluyor. Dayanılacak birikim bellidir. Perspektif? Açıkladık. Türk sanat ve edebiyatı bu perspektifle yeniden değerlendirilmeli, yaşanan tarih yeniden sanata dökülmelidir.
RÖ
POR
TAJ
A M A TÖ R TİYATROLARLA SÖYLEŞİLER (1)
Çağdaş Oyuncular Mayıs~85’te kurulan bir topluluk. Elemanları daha çok üniversite öğrencilerinden oluşuyor, aralarında konservatuar öğrencileri de var. Daha önceleri, Aksaray Köşebaşı Tiyatrosunda çalışan topluluk şimdi Sefaköy’de bir düğün salonunda çalışmalarını sürdürüyor. 16 kişilik kadroya sahip ekip, Çağdaş Oyuncular olarak Haneler oyununu oynamış. Oyunun yazarı, topluluk elemanlarından biri olan Özer Kızıltan. Oyunlarını Çevre Tiyatro Şenliklerinde, İzmir Turnesinde ve değişik salonlarda sergilemişler.
iyatro birçok sanatı bünyesinde taşıması, sosyal ve teknik bilimlerle sıkı
bir ilişki içinde bulunması, yaşadığımız dünyayı kavrama ve onu yaşanabilir kılmada değiştirci-dönüştürücü karakterde olması esprisiyle derinlemesine ve çok yönlü bir özellik arzetmektedir. Sonuçta “ bütün sanatlar gibi, tiyatro sanatı da sanatların en yücesine: Yaşama sanatına hizmet etmekte"
Bu noktadan hareketle bilimsel- sanatsal öğelerle modern toplumun bütün temel sınıfları ve tabakalarının iktisadi özelliklerini, sosyal ve politik ilişkilerinin niteliklerini genel durum içinde özelleştirip, tipikleştirerek sahne üzerinde analiz konusu yapıp teşhir etmek, tiyatronun varlığının maddi temelini teşkil etmekte ve onu geliştirmektedir. Sorun seyircinin psikolojik gerçeklerine tabi kalmak değil, bilinç düzeyinde sıçramalara zorlamak sorunudur. Bu haliyle tiyatro olayının kafalarda açılması, kafaların tiyatro ile açılması oldukça saygın bir çaba. Bu çabanın kaynağını yüreklerindeki coşkuyu bilinçleriyle birleştirmede bulan amatör tiyatro toplulukları bizce önemli bir çalışmanın gönüllü ve titiz işçileridir.
Seyircilerini toplumsal yaşamın yasalarını ve gerçeğini eğlendirerek öğretme, yargılatma eylemine yönelten ve bunu yaparkende estetik bir haz alınmasını sağlayan çağdaş tiyatronun işlevselliğini kendi yapılanmalarında temel bir ilkeye dönüştüren amatör tiyatro toplulukları ile bir dizi söyleşi yapmayı amaçladık. Tiyatronun işlevselliğinin bizzat kendilerince açımlanmasını, bunun yanısıra bu yapılanmaların mali, teknik ve birikim anlamındaki sorunlarına dikkat çekmek i s t e d i k .
Söyleşi dizimizin ilk halkasına "Çağdaş Oyuncular" ile başlıyoruz.
YOL- Amatör Tiyatro kavramı size neyi ifade ediyor?
Ç.O.- Amatör “ amour" sözcüğünden yani sevmekten gelir. Bizde bu an-lann ile anlıyoruz. Yani amatör sever, demektir. Sevmek sözcüğünü tüm boyutları ile algılıyoruz.
YOL- Yan» yerleşik amatör kavramından ayrılıyorsunuz?
Ç.O- Evet ayrılıyoruz. Çünkü yerleşik anlamında kullananlar amatör kavramına deneyimsizliği, bilgisizliği yapıştırıp salt zevk için, boş vakitlerin dışında sanat yapanlar ya da zevk için değil de, onların devimiyle “ öyle bir amaç uğruna" yapanları kast ediyorlar. Yani
Röportaj: Kenan BAŞAR
nin yapıtla olan karmaşık ve çok katlı ilişkisini tek boyuta indirgiyorlar. Unutmadan, bir de sanatçı eğer yapıtını para ile satmazsa ona da amatör diyorlar. Yani paranın kurallarınca bir bölümleme yapıyorlar. Aslında yapıt para ilişkisi yapıt meydana geldikten sonra izleyiciye ulaşma aşamasında önemlidir. Yapıtın ortaya çıkışına etki yapmaz. Ya da yapar, onların deyimiyle profesyonel sanat yapıtları ortaya çıkar. Yapıt ortaya çıkma aşamasında kiliseler kullanılır "seyirci neyi beğeniyorsa o seyirciye verilir", seyirci oluşmuş beğenisinehaps edilir.
YOL- Yani Olay basit bir ticarethane ilişkisine dönüştürülür...
Ç.O- Evet. Seyirci gişelere bıraktığı paralar ile bu "zanaatçıları" doyurur. Kısaca yapıtın satılması sanatçının amatörlüğünü belirlemez. Nasıl ki bir insanın sınıfsal kimliği yaptığı tüketimle değil de üretim araçları karşısındaki özel konumu ile belirleniyorsa sanatçının amatörlüğüde sanata bakışı ve hayata geçiriş biçimi ile doğru orantılıdır.
YOL- Biraz evvel amatörlere bilgi ve deneyim eksikliğinin yapıştırıl- dığını söylediniz Bir amatör tiyatro olarak bu konuda ne diyeceksiniz. Sanırım tiyatro izleyicisinde de böyle bir izlenim var.
Ç.O.- Önce şunu hemen belirtelim: Bilgi ve deneyim eksikliğinden dolayı böyle bir nitelemenin yapılmasına karşı çıktık, bilgi ve deneyim eksikliğini reddetmedik. Eğer niteleme böyle yapılacaksa onların deyimi ile onlarca "am atör" yüzlerce "b ilg is iz" profesyonel sayabiliriz. Gelelim bilgi ve deneyim eksikliğine. Seyircide böyle bir izlenim olabilir. Bunda haklı da olabilir. Çünkü amatör tiyatronun gelişimi her on yılda bir kesintiye uğruyor. Bizden önceki deneyim ve bilgi bi
rikimini Öğrenemiyoruz. Çünkü kaynak yok ya da var "satılamıyor". O halde eski birikimi alıp onu geliştirmek yerine sı- fırdan başlıyoruz. Başladık ve bugünlere geldik. Bizce amatörler olarak belli bir yerede geldik. Bu gelişmeleri izlemek is- tiyenleri Amatör Tiyatro Şenliklerine ve amatör oyunlara davet ediyoruz.
YOL- Amatör tiyatroların sorunları sizce nelerdir bu sorunlar nasıl aşılır.
Ç.O.- Şuna tiyatro diyelim ve ikiye ayıralım. Mevcut ilişkilerin sürmesinden yana olan tiyatro, bu ilişkileri değiştirmek isteyen tiyatro ve buna amatör tiyatro diyelim. Böylelikle yerleşik anlamda profesyonel tiyatrolardan bazılarıyla aynı saflarda olduğumuzu belirtelim. İlişkilerin sürmesinden yana olan tiyatronun bir sorunu olduğunu sanmıyoruz. Çünkü TV'sinden bir kısım basınına kadar oluşturulan beğeninin üzerine oturmuşlar. Bu beğeni hiç kuşkusuz mevcut ilişkilerin devamından yana bir beğeni. Finans so- runlarıda yok. Çünkü birinci elden finanse ediliyorlar. Gelelim bize. Bilgi ve becerinin daha hızlı aktarılmasına ihtiyacımız var, salon ihtiyacımız var, maddi gelire ihtiyacımız var varda var. Bu sorunlar yine amatörlerce aşılacaktır. Bu da bizi tiyatrolar birliğine götürüyor. Kısaca bu sorunlar bir araya gelerek ve birlikte hareket ederek aşılabilir.
YOL- Tiyatrolar birliği için çalışmalar daha önce oldu mu şu an içinde böyle bir girişim var mı?
Ç.O.- Araştırdığımız kadarı ile yetmişli yılların sonuna doğru bu konuda çabalar olmuş ve AMATÖR TİYATROLAR BİRLİĞİ (ATB) adını alan bir kurum olarak faaliyet göstermiştir. ATB adıyla fiili bir çalışmanın somut ürünlerine ne yazık ki raslıyamadık. Hedefledikleri şeyde, gerek o günkü dergilerden gerekse canlı tanıklarda öğrenebildiğimiz kadarıyla iletişim eksikliğini teorik-pratik anlamda bilgi ve deneyim eksikliğini gidermekti. Ne derece başarılı olduklarına geline bu konuda somut veriler yok.
YOL- Bu gün içinde bilgi iletişim eksikliği sorunlarının varlığı söz konusu.
Ç.O.- Evet bugün içinde aynı sorunlar var, işte buradan yola çıkarak amatör tiyatrolar birliğini istiyoruz.
YOL- Bu konuda somut adımlar var mı?
Ç.O - Soruyu şöyle yanıtlamak istiyoruz. Geçmişe oranla fazlası ile var ama koşulların gerektirdiğinin bizce gerisinde. Şöyleki seksenli yıllardan sonra amatör tiyatro şenlikleri patlaması oldu.
<•
n
hem sanatçının yapıtla hemde izleyici-54
Sanatta ve özellikle tiya troda a m atö r ruhun taşıdığı önem e yürekten inanıyoruz. Bu s a y fa la rd a yaln ızca dergi y azarla rın ın görüşlerine yer verm ek n iy e tin d e d e ğ iliz . A m acım ız tiya tro sanatının geniş y ığ ın la r içinde etkinlik kazanm asına yardım cı olmcık ve ayn ı za m an d a çeşitli im kânsızlık lar içinde çabaların ı sürdüren am atö r topluluklara çalışm aların ı tan ıtm ak, t iy a tro sanatı konusundaki görüşlerini ve karşılaştık ları sorunla rı tartışm a yolunda karınca kararınca destek vereb ilm ektir. Bu yüzden , özellik le doğrudan u laşab ilm e im kânını b u lam ad ığ ım ız A n ad o lu 'n u n çeşitli bö lgelerindeki am atör g ru p lardan ve yurt d ışındaki Türklerin oluşturduğu topluluk lardan çalışm aları ve görüşleri hakkında y az ıla r bekliyoruz.
Hasad tiyatro topluluğu
ŞEYH BEDRETTİN OYUNUNU OYNUYOR
Yaptığımız röportajı aktararak grubun tanıtımını kendilerine bırakıyoruz.
Eskiden sadece ODTÜ ve İLTÖ nün şenlikleri varken bugün sadece İstanbul'da beş amatör tiyatro şenliği var. Bu alanlar da iletişim kurma olanaklılığı sayesinde bir tartışma ortaya çıktı. Şenliklerin bitimine rağmen birkaç topluluk uzun süreli çalışmaları birlikte yapabildiler. Bu çalışmalar tiyatro kuramına ve uygulamasına yönelikti. Geçmişe oranla iyi olan durum bu. Ancak sadece İstanbul'da otuzları kırkları bulan tiyatro toplulukları bunun yanısıra bu toplulukların nitelik açısından farklı noktaları var. Bunların değerlendirilmesi ve ileriye götürülebilmesi için çok şeyin yapılması gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında yukarda anlattığımız çalışmalar yetersiz kalıyor.
YOL- Tiyatrolar Birliğinin perspektifi ne olmalı? Neyi hedeflemeli?
Ç.O.- Biraz önce mevcut ilişkilerin sürmesinden yana olan "sanat''ın baskın olduğunu söyledik, bunun karşısında olan sanat ise öğeler halinde, baskın olabilmesi için birliktelik kaçınılmazdır. Bunun içinde bilgi ve deneyim aktarımı sorunlarının değerlendirilip tartışıldığı, ak- rernatif kültür ve tiyatro politikasının oluşturulduğu, üretilen değerlerin seyirciye ulaştırılmasında karşılaşılan güçlüklerin aşılması çabalarının yoğunlaştığı bir perspektif olmalı. Tiyatrolar birliği ile bunların gerçekleşeceğine, sorunların çözümü için önemli ve pratik bir adım atılacağına inanıyoruz.
YOL- Son alarak bu yıl yaptığınız ve yapmayı düşündüğünüz çalışmalar hakkında bilgi verirmisiniz?
Ç.O.- Edward Bond'un "Bohça" oyununu çalışıyoruz. Oyunun çevirisini ekipten arkadaşlarımız yaptı. Bİrde Ya- kov Akim'den oyunlaştırdığımız çocuk oyunu "Gökkuşağı Okulu" var. Bu ikinci oyunu koşullarımız elverdiği ölçüde çalışacağız. Çünkü "Bohça" önemli ölçüde zamanımızı alıyor. Yaklaşık olarak N isan ayında perdelerimizi açacağız.
ısaca Tiyatronuzu, kurulma biçiminizi ve çalışma potansiyelinizi tanıtırmısınız?
— Biliyorsunuz, Amatör Tiyatroların önünde sağlıklı bir gelişim için tek biçim var. O da Dernek kurmak. Bizde kısa adı "H A S A D " olan, Halk Amatör Sanatçılar Derneği'ni Nisan 1986'da kurarak çalışmalara başladık. Şu anda pek fazla üyemiz yok ama, Sanat anlayışımızı oturttukça üye sayımızın artacağını umuyoruz. Ayrıca Dernek Tüzüğümüz sadece Tiyatroyu değil bütün sanat dallarını kapsıyor. Sadece Tiyatro'ya kazık çakmayı düşünmüyoruz. Maddi imkanlarımız geliştikçe daha masraflı olan diğer sanat dallarında da faaliyet göstereceğiz. Özellikle "Sinema" dalı çok ilgimizi çekiyor. Tiyatro ile Sinema'nın az-çok bir sentez içinde gelişmesi gerektiğine inanıyoruz. Fakat maddi imkanlarımız buna elvermiyor.
Diğer yandan bildiğiniz gibi Derneğimizin adı "H a lk " olarak başlıyor. Bu yalnızca bir adlandırma değil, aynı zamanda pratikten çıkmış, yapılanların adlandırmaya yansımış şeklidir. Sanat faaliyetleri halkımızın ileri unsurlarıyla kaynaşmadıkça verimli ve kalıcı olamaz. Şimdiye kadar hep "Aydın"ların tekelinde gelişen sanatı halkımıza maletmek zorundayız. Onun için biz ‘ 'HALK SANATI" parolasını islemeye çalışıyoruz.
— Kısaca Tiyatro anlayışınızı, çalışma yöntemlerinizi anlatımlısınız?"
— Bunu isterseniz bir kaç maddeyle özetlemeye çalışayım:
1) Türk Tiyatrosu bir çıkmaz içindedir. Bu çıkmazın aşılmasında Amatör Tiyatroların yapacağı aşıların önemli bir rol oynayacağı açıktır. Ancak bu Amatör Tiyatroların kendi kişiliklerini bulması ve profesyonel Tiyatroya Alternatif olarak kökleşmesi ile mümkündür.
2) Tiyatrolar korkunç derecede bir oyun sıkıntısı içindedirler. Batı'dan tercüme ettiğimiz oyunların dışında Türkiye'yi anlatan, Türkiye'nin sorunlarına derinlemesine dalan dişe dokunur doğru dürüst bir oyun bulamıyoruz. Türkiye'de yazılmış oyunların çoğunu taradık, gerçekten korkunç bir kısırlık var. Onun için önümüzdeki dönemde Tiyatroya eğilim duyanları bu açıdan göreve çağırmalı- yız. Ayaklarımızı Türkiye toprağına basa, ak YENİ OYUNLAR YARATMA YARIŞI içine girmeliyiz.
3) Oyunların hazırlanması ve sahnelenmesi bakımından da henüz oturmuş
bir anlayış tutturamıyoruz. Bizim anlayışımız: Tiyatro'nun sahnelenmesi aşamasında da onun bir eğitim aracı olarak kullanılmasıdır. Şöyle ki, otorite boşluğu yaratmadan "İnsiyatif" disiplinin temeli olarak işlenebilmektedir. Yani her kişinin bağımsız bir üslubu ve karakteri vardır. Öncelikle bunun ortaya çıkmasına ve kişilerin bu vesile ile kendilerini tanımalarına fırsat verilmelidir. Ancak ondan sonradır ki, bu farklı kişiliklerin ve üslupların tek bir sentez içinde uyumlan- dırılması sağlanabilir. Tabii bunun başarılması söylenmesinden çok daha zor bir olaydır. Ama hiç değilse bu yönde çaba ve emek harcanmalıdır.
4) Genel olarak gözlemlediğimiz bir sakatlık da Tiyatro'nun biçim olarak algılanmasında düşülen kazıklaşmalardır. "Trajedi" "Kom edi" "Epik"... vs. gibi biçimlenmelerin abartılarak bize yol gösterici olarak sunulması büyük bir yanılgıdır. Tiyatro da bize yol gösterici olan "O LAY"lard ır. Olayların diline uymaktır. Yapılanlar, söylenenler gerçeğe ve olaylara uymadıkça hangi biçimde olursa olsun kitlelere birşeyler kazandırmak hayaldir.
— Şu anda çalıştığınız bir Tiyatro oyunu var mı? Varsa onun hakkında bilgi verirmisiniz?
— Son olarak çalıştığımız oyun "ŞEYH BEDRETTİN" ismini taşıyor. Oyunu kendimiz hazırladık. Neden böyle bir oyun seçtiğimizi daha ayrıntılı olarak oyunun içinde bulabilirsiniz. Ama kısaca şunu söyleyebiliriz. Galileo, Sokra- tes gibi oyunlar oynandı yakın zamanda. Bizler Türkiye'de yaşadığımızı ve Türkiye'nin tarihsel kişiliklerinin halkımıza sunulmasının daha öğretici olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca Şeyh Bedrettin olayı teorik ve pratik olarak ölümsüz bir eserdir. Güncelliği hiçbir zaman yitmemiştir. Günümüzde dahi bir çok konuya ışık tutacak dinamik bir yapısı vardır. Oyunu 8 Mart'ta Atlas Sinemasında sergileyeceğiz. Daha fazla bilgiyi oyunu seyrettikten sonra halkımızın takdirine bırakıyoruz.
— Amatör Tiyatrolara son olarak söyleyeceğiniz bir şey var mı?
— Amatör Tiyatrolara özetçe şunu söylemek istiyorum. Eğer gerçekten "Amatör"lüğü bir alternatif olarak algılıyor ve onu geliştirmeye baş koymak istiyorlarsa herşeyden önce grupçul komplekslerimizi bırakıp dayanışmaya ve daha önemli görevlere soyunmayı becermeye çalışmalıyız.
KO
NU
ŞM
A
KERİMKORCAN
976/1980 yılları arasında, Avrupa ve İskandinavya'ya yaptığım gezilerde - Bulgaristan, F. Almanya, İsveç, Finlandiya - gittiğim ülkelerin radyo ve televizyonlarında da göründüm konuşmalar yapiım. Bunların ilki Sofya Radyos u 'ndaydı. Otel/Moskva'daki odamda oturmuş, daktiloda sıralamıştım söyleyeceklerimi, sonra gidip radyo yetkililerinden Stefka Pırvanova'ya sunmuştum.
O, bunun konuşma metni olduğunu anlayınca, b ir hoşça gülmüş, ama, alıp şöyle bir göz bile atmamış:
"Arkadaş Kerim Korcan, yanaşın mikrofona, ne isterseniz söyleyin?" demişti.
Şaşırmıştım ne yalan söyleyeyim, hani hani, neredeydi kendi ideolojilerinden olanlara bile uyguladıkları sansür? Hemen bunu sormuştum kendi kendime, biraz da acele mi etmiştim yoksa böyle şeyler düşünmekle? Makas ellerinde değil miydi eninde sonunda, bunu konuşmamı yayınlarken yapamazlar mıydı? Orasından burasından kesemezler miydi, kuşa çeviremezler miydi?
O haftanın Cumartesi günü, oteldeki o d a m d a o tu r d u m r a d y o n u n karşısına, saat tam I4.'tü, dikkatle dinledim, hiç kesintisiz verilmişti konuşmam Sofya Radyosu Türkçe Yayınlar servisinde. Sevindim, duygulandım, ne bileyim. Yıllar sonra bu konuşmayı şimdi de kendi vatandaşlarıma yazılı olarak sunuyorum çıkarıp dosyadan. Seneye 70 yaşıma basacağım, bir daha nasıl gider görürüm oraları ve o insan canlısı dostları?
Ekim /1976. Kerim Korcan’ın Sofya Radyosu’nda yaptığı konuşma
Dostlar, kardeşler!
Dünyam ız, amansız kavgaların sürüp gittiği,
Yaşı asırlarla sayılan yaman bir geçmişten, sonsuz mavilikleri ardında bırakarak, ateşten kocaman bir top gibi, korkunç uğultularla döne döne, dünden bugüne gelmektedir.
Bu bakımdan yaralı insan çığlığı duymamış dağ, umutların yığın yığın gö- mülmediği uçurum, ölüleri sıra sıra taşımamış nehir, suyuna kan karışmamış deniz yoktur. Mehmet Akif bir devrin insan kapışmalarını dile getirirken: "Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta/Dişsiz mi bir çocuk onu kardeşleri yerdi" diyor. Şu var ki, bir sanatçı duyarlığı ile üstüne basılan vahşet, yırtıcılık, sebep değil sadece bir neticedir. Kanlı kapışmaların zembereği daha derinlerde, daha başka yerlerde.
İnsan oğullarının geçmişlerini hikâye eden bir de kitapları var, onların da
ima böyle kitapları olacak. Ama neden KIRK YIL o tarihi, o kitabı hep kanla yazıyoruz?Niçin gözyaşları, niçin kıpkızıl kanlar?Niçin bu ardı arkası gelmeyen çığlıklar?Ben derim ki: Bir daha bir daha kafa yormalıyız bu konuda, derin derin düşünmeliyiz. Çünkü hep biliyoruz, kanlı düğüm henüz çözülmüş değil, yara derinlerde evet. Umutsuzluğa kapılmak yersiz ama, çünkü vakit geçmiş değil, her an yeni bir dünya için sıvayabiliriz kollarımızı. Geçmişten dersler çıkarıp, geleceğin namuslu dünyasını kurabiliriz. Şu var ki, asalaklara tekmil kapılar kapanacak o dünyada. Çalışırken herkesten cömertçe akıtacağı tere göre alınacak, nimetler bölüştürülürken, herkese hünerine göre verilecek. İşte böyle açılacak yeni bir çağın kapıları.
Tarihin kanla yıkanmış sayfalarını karıştırıp, şöyle kısaca bir göz attığımızda: Ezilmiş, acı çekilmiş, ölmüş, öldürülmüş insanların, öyle yüz değil, bin değil, milyonlarla sayıldığını, hesaplandığını görüyoruz. Yanmış köyler, yıkılmış kasabalar, yerle bir edilmiş tarihi şehirler! Canavarlar diyorlar ki: Bizler değiliz onca insan emeğini cayır cayır yakan, bizler değiliz onca ocağı söndüren. Diyorlar ki: Hayvanlık gururumuzla oynamayın! Diyorlar ki kendi suçlarınızı üstümüze yıkaraktan, bizi yere batırmaya, utandırmaya çalışmayın!
Dünyamızın bir bölümü aydınlıkta, bir bölümü karanlıkta. Bir tabiat olayı değil anlatmak istediğimiz. Geceyle gündüzün olup geçmesinden sözetmiyoruz.Sosyal yaralarımız, sosyal umutlarımız söz konusu. Bizler güneşin heryeri birden aydınlatmasını, ısırmasını istiyoruz. Nedir bu hergün ufkumuzu karartan mazlumlar kafilesi, nedir bu hastalar, açlar, yaralılar? Nedir bu işsiz, hürriyetsiz bırakılmış insanlar? Nedir bu hak davasında bulunanların zincire vurulması? Nedir bu demir parmaklıklara abanıp kanlı şafaklarını bekleyen idamlıklar?
BulgarKardeşlerTürk kardeşler!
Işığı alalım dünyanın bir yerinden, karanlıkta olanlarc bir olimpiyat meşalesi gibi taşıyalım! Bilgiler kitli sandıklar- da kalmasın, yırtılsın o sırlar saklayan siyah perde. Kin hiçbir derdin devası değil! Büyükler konuşup anlaşmalı, çocuklar kucaklaşmalı artık bir yerde. Kitaplar gönderin bize, size kitaplar gönderelim. Büyüklerinizi sayalım, küçüklerinizi sevelim. Yabancılık duymayın, nolur sîzler de gelin bize. Sayılacaksınız, sevileceksiniz. Halklar, dostluğun, sevginin kaynağıdır, halklar, kin gütmesini bilmezler!
Beni dinlemek lûtfunda bulunanların cümlesini saygıyla selâmlarım!
Halâ kan sızıyor ama taptaze yaramızdanEmek onuru ter savaşçıları anısına eğil.K i niceleride öldü ayrıldı be aramızdanDüşün kırk yıl savaşmak pek kolay değil.
Not: Yazarın F.Y GAZİLER a d ıy la y a y m la c a k ş i i r do sya s ın d a n .
C a n ım T o ru n u m
Yelda Ç a k a n a
DİYOR Kİ
İk i e lim iz ka n d a da o lsaŞ ö y le d u ru r bakarız h a y ra n hayran
B ir u fu k ç izg is id irT itre ş ir titre ş ir ta uza k la rd a
O d u r g e ce y le g ü n d ü z üU m u tla u m u tsu z lu ğ u
B irb ir in d e n ayıran .
G ö zü m ü zü çe ke r g ö n lü m ü z ü çeker A m a a m a s o ru y o ru m ce va p verin
K im y e rle ş tirm iş bu y ıld ız la rı E lle r i h iç h iç t itre m e d e n G ö k y ü z ü n e te k e r te ke r B u y ü c e le rd e esrarlı B u g a m lı bu m a sm a v i d a m ?
B ü y ü k B a lk a n O te li'h in G e p ge n iş b ir oda s ın d a B ir ç o cu k re s m in i karşısına alm ış D ü ş ü n ü y o r e b e d î a b id e le r g ib i D ü ş ü n ü y o r d ü ş ü n ü y o r
O aksaçlı a d a m .
Ve d iy o r k i:B e n ha lâ bu acıla rın U ğraşır ü s tes inden g e le b ilir im
H a lk ta n a lırsam G ü c ü m ü savaşkan k u v v e t im i
T ekm il ço c u k la rın ah be G özyaş la rın ı s ile b ilir im .
Kerim KorcanS O F Y A 1 /Mayıs/1980
56
DEVRİMCİ SANATA DOĞRU
Örümcek gül üstüne Dokur yalnızlığını
Gizemsel şakımalar bülbülü
Kaç bin yılla çarpılan yılgınlıklar Eşcinsel uykusunda Şaşkaloz Sultan Aşınır tokmağı Bezirgankapı Dilenir özgürlüğü Sarhoş Tanrıçasından
Baltasını gömdü Keskin Savaşçı Paslanan miğferler, devekuşları Ve kitaplar açılır kitaplar ki Küskün yürek mezarlıkları
Akbabalar, leş kargaları çöreklenir Haramizade sofralarında Çın-çın çın-çın çın-çtn eder Dalkavuk çanakları
Ahir zaman velileri, yüz yıllık uyku Sîzler ki adaklar sundunuz Yılgınlık taşlarına Birbiri üstüne kapanan Kapılardır yürekleriniz Kusmuklu gölgesinde rakı şişelerinin Pop-Art çılgını tavşanlar beslediniz
Sarhoş kemanlar, ey mızmız şarkı Bildik bilmedik demeyin Bu bir kan şenliğidir Bezirgan sırtında ipekli dünyalığı Ağulu şekerler dağıtır çocuklara
ÇocuklarKanmayın şekerlere Ağulaıa kanmayın Yıkılır birgün elbet Zindanlar uygarlığı Bugün değil yarın değil Binbirinci gecede Pir iner kılıcın yıldırımlı öfkesi Bölünür masalları
ÇocuklarHey çocuklar, çocuklar Suskun denizlerden öte birşey var Ölü dalgalardan öteye birşeyler var Bak. gözyaşı karışıyor şimdi türkülere Binlerle saymayı öğreniyor dostlar Bilinen bıçakların sesi geliyor derinden Ve sıyrılıpBin yılların kederinden Bir döğüşken karınca Yürüyor kararınca
Dağ dağ üstüne öfkemiz
Kemal SARUHAN1982
Yüreksizlere Yürek dağıtıyorum
duyurulur
Cem Ergüıı Mart 1986
57
DE
ĞE
RLE
ND
İRM
E
MÜZİĞİMİZDE GÜNCEL YÖNELİMLERErtuğrul Kayserilioğlu
lazımız, ülkemizde yapılan tüm müzik türlerini kapsayacak olan eleştiri di-
___ zisinin ilk bölümünü oluşturuyor.Halk müziğinden rock’a kadar bütün türlerin. ülkemizde ne biçimde ele alındığını, ne düzeyde üretildiğini ve nasıl dinlendiğini irdelemeye çalışacak dizimiz. Bu çabamızda. her ne kadar nesnel doğruları yakalamayı hedeflesek de. yer yer kendi öznel doğrularımızı da belirtmeden geçmeyeceğiz. Bu yüzden çıkarımlarımız başka öznel doğrularla çelişebilecek ve sayfalarımız da onlara kapalı > >!mayacak Böylesi bir tartışma platformundan da sanıyoruz müzik dünyamız kazançlı çıkacak.
Biliyoruz ki, sanatın diğer yönelimleri gibi müzik de sosyo-ekonomik yapıdan bağımsız değil. Öyle bir yapı ki bu “son tahlilde” kaydıyla. her şeye damgasını vurabiliyor. her şeyde ondan izler gözlenebiliyor. Yazımız, işte bu anlayış üzerinde te- mellendirildiği için, daha derinlikli anlaşılabilmesi. sosyo-ekonomik yapımızı nasıl değerlendirdiğimizin açıklanmasını gerektiriyor: Yedi bin yıllık antika tarihimizden kaynaklanan tüm traji-komik çelişkileriyle, kapitalizmin en ileri aşaması olan finans-kapital dönemini yaşayan azgelişmiş bir kapitalizm. Evet, çelişki daha tanımın kendisinde var. Hem en ileri aşama, hem azgelişmiş. Kapitalizmin ilkönce serbest rekabetçi dönemi yaşadığı, daha sonra tedrici olarak, tekelci kapitalizme ve finans-kapitale geçtiği bilinen bir süreçtir. Fakat bu süreç, dünyanın her karış toprağı için, örneğin Türkiye için de geçerli midir? Hayır. Çünkü Osmanlı Devleti, doğal gelişimi içinde bir kapitalizm için geç kalmıştı. Çünkü Osmanlı Devleti, kapitalist ilişkilerle 10 yüzyılda zorlanmaya başlarken, genel olarak kapitalizm olgusu, batıda, rekabete: dönemi atlatmaya ve emperyalizm sürecinin ilk filizlerine yönelmişti. Bu durumda bir bağımlılık ilişkisi de söz konusu olduğundan Osmanlı kapitalizminin, batı kapitalizminin bir şubesi olmaktan başka bir çıkar yolu yoktu. Ve emperyalizmin, kendisinin geçirdiği evrelerin aynısını şubesinin de geçirmesine izin vermesi içm bir gerekçesi d< ’ yoktu. Geçirmemesi için gerekçelen vardı. Öte yandan ülkenin özgül sosyoekonomik yapısı da (toprak ekonomisindt ifadesini bulan tefeci bezirganlığın varlığını koruyan küçümsenemez gücü vs.) doğal gelişimi içinde bir kapitalizme pek olanak tanımıyordu.
Konu dışı gibi görünen yönelimlere dönecek olursak; onların da nasıl bir ortamda gündeme geldiklerinin açıklanması gerekiyor: 12 Eylül depreminden sonra toplum ve kurumlan, olumlu ve olumsuz yönlerde değişim ve yapılanma sürecine girdiler Elbette, yepyeni ve çok farklı bir süreç değildi bu. Fakat yine de atmosfer eski atmosfer değildi. Ne de olsa şöyle bir oturup nefes almak, düşünmek ve bazı şeyleri gözden geçirmek fırsatı doğmuştu. İste
’ •'» olumsuzluğu birarada bulundu-
ran sözkonusu süreç, ay.1?.1 ' ' yapısıy
la müzik dünyası üzerinde de yankısını buluyordu. Müziğimiz, bir yandan artan bir hızda arabeskleşmeye ve her türlü yozlaşmaya. diğer yandan da yeni arayışlara.g ii-c e l vö ııe lim le ıv -ahııe • »kivim! M ti/ı ğ'.mizi olumlu noktalara ulaştırmaya çalışan bazı genç ve amatör ruhlu insanlar labara- tuarlarma giriyorlar, deneme-yanılma yöntemiyle deneysel müziklerini üretiyorlardı. Sim k bu iw v im le re eleştim ■' > » .ıkİ.ışım la göz atalım.
Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü,Çağdaş TürküMüziklerini anadolu ezgileri ve politik
protest anlayış üzerinde temellendiren bu üç grup, hem olumlu hem de olumsuz düzlemlerde bir çok ortak özelliklere sahipler. Üçünü de birbirinden kesin çizgilerle ayırmak pek olası değil. Gerçi, hepsinin kendi özgün soundlarının (Kullandığımız bağlamda Türkçede tam karşılığı olmayan bu ke lime, sessel karakteri ifade eder) olduğu söylenebilir. Fakat hepsinde de aşağı yukarı aynı anlayış, aynı yaklaşım egemen. Üç gurubun da ana hedefi, halk müziğini bugünkü biçiminden sıyırarak, onu bugünün duyarlıklarına hitap eder duruma getirmek. Ve politik anlamda bir karşı çıkışı da müziklerinde sergilemek. Tabii bu ara- *3a, müzik piyasasanınm ticari kurallarına boyun eğmemek ve sanatçı olmanının beraberinde getireceği sorumluluklar yönünde iyi bir şeyler yapabilmek. İşte bu temel özellikleriyle, sahip çıkılması desteklenmesi gerekiyor bu üç gurubun. Ama bu sahip çıkma işi boş bir biçimde değil, eksiklikleri örtbas etmeye çalışmayan, gerektiğinde eleştiren bir yaklaşımla olmalıdır. Biz de bu anlayıştan haraketle. kendilerini eleştireceğimiz bazı noktalar saptadık:
Her üç grupta da şiirler yani şarkı sözleri ön plana çıkarılmış, Müziğin formu şiirin formu içine hapsedilmiş. Masanın üstüne bir şiir konmuş, “ hadi bunu besteleyelim" denmiş ve bestelenmiş, sanki. Böylesi zorlayıcı bir yaklaşımla özgürce müzik üretilebileceğini sanmıyoruz. Bu yüzden. ilkönce kelimelere, hecelere bağımlı kalmaksızın yapılan bir beste, onun ardından şiir diyoruz. Ve şiir de, şimdiki gibi, olması gereken düzeyi çoktan aşmış bir dozajda değil, çok daha az. Unutulmamalıki. şiiı şiirdir, müzik de müzik. Müzikli şiir dinletisi değil, müzik!
— Her üç gurup ta kendi çizgilerini bul- »muş durumda. Fakat rahatsız edici nokta bu çizgilerin fazla düz olması. Guruplardan herhangi biri bir kaset çıkardığı zaman biı- tür. kasetin hep aynı havada olduğunu ez gileı in hep birbirine benzediği yani tehdit edici boyutlarda bir tekdüzeliğin egemenliğini gözlemliyoruz Oysa her parçada farklı bir şeyler olmalı, farklı bir şeyler söylemeli. F.lbetteki. her albümün belirli bir karakteri, olmalıdır. Ama bu kadar da değil.
— Her üç grup özlenen radikallikte alternatif müzik sunabilıYıiş değil. Gerek yorumladıkları türkülerde, gerekse kendi bes-
telerinde. yepyeni, tanımadık, şaşırtıcı ezgilerle karşılaşmıyoruz. Tersine, notaların yürüyüşünden nereye gideleceği tahmin edilebiliyor, ezgiler kulağa hiç de yabancı gelmiyor. Onu zorlamıyor. Oysa özellikle bu gurupların, müziklerini anlayabilmek için bizleri zorlamasını isterdik. Önümüzde, bizden yabancılaştırılmış, her şeyiyle hazırla- '»<■•■ hızım 'u k t’îîMiıuıize sun>ı!m u- '■•• to rba istemiyoruz. İstiyoruz ki o çorbada bizim de tuzumuz olsun. Bu da ancak ve ancak düşünmekle yani anlamaya çalışmakla. yani müziğin dinleyicinin imgeleminde v.ı’ 1' ‘ en v,5i ;t■kna.M. üretilnv■- ’> .çiçekle şebilir. Bir de. “müzikte öz" konusu var. Ezgi» ıı11 G ön lüğü »ismi Yem Türkü »e Ç a ğ daş Türkü olsun, müziklerini tam olarak, ilerici bir öze kavuşturabilmiş değiller, henüz. Elbette kayda değer bir yol aldılar. Ama daha hedefe çok var. Çünkü her üç grubun müziğinde de, coşkuyu, heyecanı, hareketi, duygu yoğunluğunu ve bezginlik ten arınmışlığını isteğimiz düzeyde göremiyoruz. Doğu egzotizmine hayır! Günümüzün duyarlılıklarına evet!
— Her üç gurup da. çok seslendirme olayını teknik düzeyden sanatsal düzeye kaydırabilmiş değiller. Açıklayacak olursak: Hiç bir yaratıcılığı olmayan, fakat gördüğü müzik eğitiminden dolayı armoni, kompozisyon v.s. bilgisi yüksek olan bir insanın önüne teksesli herhangi hır melodivı koyduğunuzda, bu insan, biraz da yetenek- liyse size mükemmel bir düzenleme ve or- kestrasyon yapabilir Ve bu düzenleme zengin bir orkestra tarafından çalındığında göz doyurabilir. Çünkü müzik de önünde sonunda matematik gibi kendi içinde kuralları, ilişkileri olan bir sistemdir. Ama söz konusu düzenleme sanatsal yaratıcılıktan yoksundur. Tamamen teknik seviyededir. Yeniden üretilmemiştir. Oysa sanatsal düzenlemede, bu işi yapanın kişisel birikimleri. yaratıcılığı, sanatsal anlayışı önde gelir. Böylesi bir düzenleme ile orjinal müzik yeniden üretilmiş olur. Dolayısıyla, bu ar- kadaşlanmızdan. çokseslendirme olayı üzerine daha fazla kafa yormalarını istemek, sanıyorum hakkımız. Zira, gitar, keman, flüt, syntyzizer. rhodes piyano, roland ju- no ]On v.s. kullanmakla iş bitmiyor Yalnız ca. ilk adım atılmış oluyor.
— Her üç grupta da ritim olgusu arka plana atılmış, pek önemsenmemiş gibi geldi bize. Oysa melodi ne kadar önemliyse davul ve bas da o kadar önemlidir. Davul ve basla kurulan ritim, bir müziğin alt yapısını oluşturur, çünkü. Onun için, daha titiz bir çalışma sonucu üretilmiş, daha karmaşık ve özgün ritimler, diyoruz.
MozaikMozaik, oldukça iddialı bir topluluk.
Soyut ve derinlikli müzik yapmak istiyor. Buıula da. bazen şu veya bu düzeyde başarılı oluyor. Ama bu topluluğun “Ardından" adlı kasedini dinlediğimizde bir açmazla karşılaştığımızı hissettik. Şöyleki: Müzikde vokal kullanılacaksa, müziğin sözlere göre biçimlenmemesine dikkat etmek zorunluluğu vardır. Yoksa müzik araç, sözler amaç
*
*
58
olur. Vokal kullanılmayacak, yani enstrümantal müzik yapılacaksa, daha da büyük bir sorun var demektir ki o da.yinelemeler kısır döngüler için e girmeden devingen, akıcı zengin bir melodi ve güçlü bir alt yapı kurulması zorunluluğudur. B'u iki zorunluluğa gereği gibi uyulmadığı zaman ise yapılan müzik hem üretici hem de tüketici açısından, “yer yer sıkıcı olma” niteliğini taşır. Mozaiğin müziğinde söz konusu açma zın bu iki unsurunu da gözlemledik. Fakat bu arada, parçada, iki gitarla yapılan, mistik ve cazsal öğelerle dolu sololarıh gerçekten şaşırtıcı olduğunu belirtmek gerekiyor. Ülkemizde daha önce atılmadı bu tür sololar. Davul bu topluluğun en rahatsız edici parçası. Oldukça düzeysiz ve çizgisel. Asıl hissedilir nokta ise, bu toplulukta caz anlayışının eksikliği. Çünkü Mozaik’in müziği caza meyleden bir müzik. Onu getiriyor akıllara. Ama o değil. Sanki yarım kalmış. Mick Goodrich’in Mevlevia adlı parçasını başarıyla yorumlamalanda bunu göstermiyor mu? Kadrolarına güçlü bir davulcu ve basçı, katıp, kapılannı da caza açmalarıyla kendilerine daha da fazla umut bağlayabileceğimiz bir grup. Mozaik.
Ferhat LivaneliZülfü Livaneli’nin kardeşi Ferhat Liva
neli de, “Kökler ve Dallar” isimli bir kaset çıkardı. Şimdiye kadar, daha çok abisinin arkasında çalmasıyla tanıdığımız Ferhat Livaneli, bize göre, müzikâl anlayış olarak Zülfü Livaneli’den daha ileride olduğunu kanıtladı.
Ferhat Livaneli, müziğimizi çağdaşlaştırma çabalarında önemli bir gelişme olarak nitelendirebileceğimiz söz konusu ka- sedinde, Klasik Türk Müziği’nin kimi eserlerini üretici ve geliştirici bir yorumlamayla çokseslendirmiş. Parçalar, Klasik Türk Müziğinin o bilinen, ezici, iç karartıcı havasından kopartılarak, güzel şeyler söyleyen modern bir düşünce ile beslenmiş. Üst üste kayıt yöntemiyle gitar sayısı ikiye çıkarılarak, alt yapı, piyanodaki gücüne eriştirilmiş. Ka- setde ayrıca sanatçının kendi besteleri de yer alıyor.
Adil ArslanAdil Arslan da, “Doğu-Batı Divanı”
isimli kasediyle girdi müzik dünyamıza. Bu kasetteki müziğin teknik olarak yanları, bizce; virtiyözite düzeyinde çalman bir bağlama ve doğu anadolu semahlarının oda orkestrası için yapılmış mükemmel düzenlemesi. Albüm bu özellikleriyle teknik bir gösteriye dönüşüyor gerçekten. Bizim üzerin
de en çok durduğumuz noktalardan olan, teknik değil sanatsal çokseslendirme, bukasette gerçekleştirilmiş görünüyor. Fakat yine de bu albümü fazla dinleyemedik. İçimiz sıkıldı. Nedeni aşağıda da değineceğimiz “öz" olgusu.
Ahmet KayaAhmet Kaya aslında konumuzun dı
şında. Çünkü yazımız, müziğimizde 80 sonrasında ortaya çıkan olumlu yönlerdeki yeni arayışları irdelemekte. Oysa Kaya nın müziği olumsuz yöndeki arayışları ve yozlaşmayı simgelemektedir. Fakat her şeye rağmen güncel bir yönelim olduğu için ve belirli kitleler üzerinde küçümsenemeyecek bir etkisi olduğu için onu da bu yazımıza dahil ettik.
“Türkiye’deki demokratik hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alındığı bir dönemde, ben. müziğimle başkaldırıyorum... Protestçiyim ve mevcut toplumsal sistemin karşısına müziğimle çıkıyorum.”
Ahmet Kaya’nın, 17 Kasım 1986 tarihli Çağdaş gazetesinde yeralan bir söyleşide kullandığı bu cümleleri okuyan bir insan, onun müziği hakkında umutlanabilir, iyi şeyler düşünebilir, doğal olarak. Ne ki sorun o kadar basit değil. Bir müzisyenin konuşmalarına bakıp da müziğini değerlendirmek yüzeyden derinlere inemez. .Miizık_
sanatların en soyut olanı, çünkü. Gerçek karakterini, basitçe gözler önüne sermez. Sizden, sosyolojik ve psikolojik konularda bazı genel bilgüere sahip olmanızı ve kendisiyle. çok sıcak bağlarla içli dışlı olmanızı ister. Ondan sonra sizi derinliklerine çeker. Uzun bir yolculuktan sonra gerçek karakterle yani “öz” le karşılaşırsınız. Nedir müzikte öz? Ernst Fischer ipucu veriyor bu konuda bize: “Müziğin özü bestecinin duyurmak istediği yaşantıdır; bestecinin yaşantısı da yalnızca rrvüziksel bir yaşantı değil, içinde yaşadığı ve kendisini çeşitli yollardan etkileyen tarihsel dönemle koşullu kişisel ve toplumsal bir yaşantıdır. Tarihsel ortamın besteci ve yapıtları üzerindeki etkisini küçümsememeliyiz; tersine bilinçli olarak ve bilgiçliğe düşmeden, bir yapıtın özü ve biçimi arasındaki sayısız bağları bulup çıkarmalıyız. Ama müzikte müziğin dışında bir şey duymamak, bestecinin müzik düzeyine yücelttiği yaşantıyı önemsiz saymak, müziğin niteliği ve biçimini gözetmeksizin bir yapıtı salt toplumbilimsel açıdan çözümlemekten daha az bir sınırlı görüş değildir."" Buradan da anlaşılıyor ki, bir
müziğin özü, bestecinin konuşmalanyia veya onunla bağıntılı olan şarkı sözleriyle sanıldığı kadar paralellik arzetmiyor. Öz, müziğin kendisinde; armonisinde, melodisinde, ritminde. Bunun için, Ahmet Kaya’nın konuşmaları, şarkılarında kullandığı şiirleri, müziğini bağlamıyor. Sözü getirmek istediğim nokta şu; Ahmet Kaya’nm müziği gericidir, hatta gericiliğin manifestosudur.Benzer örnekler 80 öncesinde de görüldü. Ve Aşık Mahzunilerin, İhsani’lerin müziğini o zaman da kimse sorgulama gereğini duymadı. Herkes, türkülerin sözlerinin peşine takıldı. Kimse müziğin kendisini irdelemedi. Yalnız bir noktayı hemen belirtmek gerek; Söylediklerimizden sakın Mahzuni- lerle Ahmet Kaya’yı aynı kefeye koyduğumuz anlamı çıkartılmasın. Çünkü onlar, o dönemin devrimci coşkusunun talebine^ce- vap veriyorlardı. Oysa Ahmet Kaya, hapishaneden çıkmış, gecekondusuna; yalnızlığına dönmüş bir insanın talebine cevap vermekte, onun duyarlıklarına hitap etmekte*.
Kayanın müziğinin başka özellikleri de var elbette. Örneğin, son altı yılda yaşanan acıları sömürme. Örneğin, gerçekliğin olduğu gibi yani determinist bir yaklaşımla değil de trajikleştirilerek kavranması ve bunun sonucunda insanların gözü yaşlı bir biçim
de ortaçağın karanlıklarına götürülmesi. Örneğin: Alevi duyarlığı. Evet, Kaya’nın müziği Alevi duyarlığı üzerine kuruludur. Oysa bugün Türk solunun Alevi duyarlığına değil, modern-devrimci bir duyarlığa ihtiyacı var. Çünkü Alevi duyarlılığının altında, yüzlerce yıldır sömürülmüş, ezilmiş, geri bıraktınlmış. yoksul köylülerin, haklı olarak kararmış iç dünyaları yatar. Ama, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, kapitalist Türkiye1 nin gelişmiş şehirlerinden birinde yaşayan Ahmet Kaya’nın böyle bir iç dünyaya sahip olmaya hakkı yoktur. Sahipse bile, evine gidip kimseye zarar vermeden ağlaması daha uygun olur. Örneğin arabesk. Ka- ya’nın müziği tam bir arabesk olmasa bile kaydadeğer bir düzeyde arabesk öğeler içermektedir. Nitekim kendisi de bunu doğrulamaktadır. Arabesk müziğin gerçekten ilerici, duyguya yönelik yanlannı kullanmak istiyorum. Ayrıca hoşuma gidiyor. Ama bu tek başına benim için bir sentez değil, bir ara sentez bile değil. İnsanlar bana ne müziği yapıyorsun diye sorduklarında değişim müziği yaptığımı söylüyorum." Arabeskin şimdiye kadar bir çok savunusunu görmüştük ama bu kadannıda beklemiyorduk doğrusu; Onun ilerici yanları olduğu, ondan yararlanılarak değişim müziği yapılabileceğini...
Tüm bunlar bir yana, Ahmet Kaya, yaratıcı ve özgün bir müzisyen midir? Hayır. Bir Orhan Gencebay veya Ferdi Özbe- ğen, Kaya’dan bu konularda çok daha ba- şanlıdır. Kaya, arabesk müziğindeki bazı klişeleri doğu motifleriyle kaynaştınr. Bu bağlamda, İbrahim Tatlıses’den pek bir farkı yok. Yalnızca üslûp değişik, öz aynı.
(1) Ernst Ficher, Sanatın Grekliliği, çev. Cevat Çapan (Ankara: Kuzey Yayınları, 1985), s.199
Ahmet Kaya'nın, "Metris önünde" adlı şarkısının kendi yazdığı sözlerine dikkat çekmek isteriz: Yıllar var ki yorgunum ben / Gökyüzünde vurgunum ben / Mahpuslarda durgunum ben / Geze geze yoruldum ben / Gökyüzünde vurgunum ben / Mahpuslarda duruldum ben.
K e n d in d e m ü z ik o lm a yan insan S eslerin ta tlı a rm o n is iy le
heyecan lanm ayan k iş i H e r tü r lü ih a n e t ve ka lleşlik iç in
o lg u n d u rZekâsı d o n u k tu r gece g ib i İs te k le ri ka ran lık E rebos g ib i B ö y le b ir insandan sakın, m üziğ i din le ...
IV S hakespeare
İhracat İhracatYıllar İthalat İhracat Açık D borç ithalat Dış Borçlar
1979 5,0 2,2 2,8 ?,o % 45 % 241982 8,8 5,7 3,1 7,6 65 321983 9,2 5,7 3,5 3,4 62 311984 10,7 7,1 3,6 1/4 66 331985 11,3 7,9 3,4 5,4 70 31
(Ekonomi...)
yanan uluslararası piyasada rekabet imkanına sahip bir sanayi ise, Türkiye'de böyle bir şey yoktur. Fakat para spekülasyonlarının aracılığı ile uluslararası piyasaya çok sınırlı da olsa çıkabilecek bir montaj sanayi dünde vardı bugünde vardır.Yüksek teknikli ara malı ithalatı ile çalışan sanayii, bizzat bunları dövizle satı- nalabilmek için kendi üretimini yok pahasına -eğer alınırsa- uluslararası pazara sunmak zorundadır. Bu kısır çember şimdilerde yeni bir borç krizine doğru daralıyor.
SONUÇ12 Eylül'ün ekonomideki bütün gay
retleri şimdi iki yüzlü demoklesin kılıcının tehdidi altındadır.
Birinci yüzü yeni bir borç krizi ihtimalidir. Gerçek rekabet gücüyle dış pazar elde edilemeyince ihra çatın sağladığı döviz, özellikle kısa va deli dış borçların artışının çok gerisinde kalmıştır. Döviz yetersizliği ise bizim sanayinin üretim devresini derhal kesintiye uğratır.
Öte yandan, 24 ocak politikasıyla para hızla değer yitirdikçe paradan kaçış yeniden başlamıştır.
“ Bu ortam, liranın (geçer akçe) olma durumunu henüz kaybettirmedi ise de bir hesap birimi olma vasfını giderek yitirdiği görülüyor. Nitekim önce otel odaları fiyatları yabancı dövizlerle tes- bit edilmiş, sonra kira anlaşmalarında “ dolar“ ın esas alındığı görülmüş, şimdi artık kitaptan saate kadar birçok ithal malları fiyatlarının yabancı dövizle takdim edilmesi gelenek haline gelmiştir." (Haluk Cillov, 9 Ocak 1987 Milliyet)
Aynı zamada bankalardan da para kaçmaya başlamıştır. "O cak ayı içinde Hükümetin dolaylı müdahalesi mevduat faizlerinden sonra hazine bonosu ve devlet tahvili faizlerini de indirdi. Ama bu bankalardan mevduat kaçışıyla birlikte altın ve döviz fiyatlarının karaborsada yükselmesine sebep oldu. Tasarrufun gayri menkule kaymakta olduğu da biliniyordu. 1986 yılı içinde bu alandaki artış % 80 civarında olmuştu. (Haftaya Bakış, 18-24 Ocak .1987) Paranın hızla değer yitirmesi onu elinde tutanı zarara uğratır. Dolayısıyla para süratle gayri menkule ya da yabancı paraya, altına akar, devir hızı artar. Bu ise enflasyon oranını daha da yükseltir. Bütün bu anlatılanlar 1978'deki durumu çağrıştırıyor. Paranın gayrimenkule yani spekülasyona akması ister istemez üretim devresini felce uğratır, çürütür. Gidiş kesinlikle bu yöndedir.
24 Ocak uygulamaları sanki başlangıç noktasına dönüyor. Yaşanan yıllar birşey değiştirmedi mi? Elbetteki önemli değişiklikler vardır: Finans kapital yaşanan dönemde daha sivrilmiş geniş halk yığınları ve orta tabakalar karşısında iyice azınlığın azınlığı haline gelmiştir. Dolayısıyla gelecek krizlere karşı eğilip bükülme şansı biraz daha azalmıştır.
( Kadın Sosyal....)
davranışı her türlü Sosyal Devrim olanaklarını yok etmiştir. Ama, Sosyal dev-' rimin yerine geçen Tarihcil Devrimin olanaklarını var etmiştir. Köleliğin sessiz ve dilsiz direnişi, en sonunda, çürümüş toplumun üzerine gürbüz Barbar akın- larını mıknatıs gibi çekmiştir.
Demek, tarihin en olumsuz güçleri bile, eğer gerçekten güç ve olumsuz iseler, yani olumsuzluk bir gerçek olayıse, ergeç ve isteristemez bir olumluluğa sıçrayabilir. Kadının modern toplumdaki "H iç 'M iğ i, tıpkı Antika toplumdaki Köleliğin "H iç'M iğine benzer. Kadın, madem sosyal çelişkinin "H iç ''e indirdiği gerçekliktir, bu "H iç"liğ in diyalektik tepkisi önüne geçilmez bir güç olmaktan geri kalamaz. Kadını, erkekler tahakkümü ve saltanatı istediği denli "H iç "e saysın, onun kritik "H epliğe" varan momentleri toplumda var olabilir.
O tepki, bütün yasak edilmiş güçler gibi, yeraltında, gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.
ÖĞRENCİLER
sorunlarda var. Sık sık, haftada en az iki kez bir araya gelmek gibi. Ortak sorunlara karşı ortak tavır geliştirmenin yanı sıra bu denli sıkça biraraya gelinmesinin nedeni, birimlerin kendi kİtleleşme sorunu üzerinden atlayıp, diğer birimlerin bilinen, kitlesiyle bir güç oluşturmaya çalışmasından başka nedir ki? Bu noktada birimlerin hareketin yarattığı temeller üzerinde kendi özgün sorunlarına yönelmeleri önemli. Unutmamak gerekir ki güçlü ve ilkeli birliklerin yolu, güçlü birimlerden geçer. Ama öte yandan bazılarının yaptığı gibi bu gerçeği geveleyip birlik oluşturma yolunda yürütülen çalışmalara katılmamak, kitle sözcüğünün ardına gizlenmek abesle iştigal etmektir, yılgınlığın, pratiğe soğuk bakışın açığa çıkmasıdır. Pratiğe kendi damgamızı vurmak cesaretindeysek eğer (ki bunun için elde bir damganın bulunması gerekiyor ve kimsede sizin damganızı arayıp bulmanızı beklemeyecektir) bizzat pra
tiğin içinde yer almalıyız. Erişemediğimiz üzüme koruk deme kurnazlığını bir yana bırakalım, iş yapmak niyetindeysek çaba gösterelim.
Ağızlardaki ikinci sakız birlik veya ilkeli birlik sorunudur. Herşeyden önce birliğin oturmuş, sağlıklı birimler temelinde gelişebileceğini ama öte yandan şu veya bu düzeyde gerçekleşen birliğin, birimlerin tabana oturmasına katkıda bulunacağını bilmek gerekli. Yeter ki ikisi arasındaki ince dengeyi kollayıp, terazinin topunu kaçırmamasını bilelim. Birlik ön plana çıkınca ilkeli olmasını açık net perspektiflerle yola çıkılmasını istemek kaçınılmaz oluyor. Amerika'yı yeniden keşfetmek gerekmediği gibi, geçmiş deneylerden süzülüp gelert ilkelerin yeniden keşfide gerekmez. Ama bu Anrferika bir kez keşfedildi zaten ne olduğunu nasıl olduğunu keşfeden bilir, orasını öğrenmeye gerek yok saçmalığına varıyor. Amerika'yı bilmeyen her insan için Amerika'yı öğrenmek yeni bir keşiftir aynı zamanda. Geçmişten veya ilkelerin neyi ifade ettiğinden ve nasıl bir bakış açısı sunduğundan habersiz kitle için ilkelerin yeniden keşfi önemli. Bunun sağlanması da hiçte azımsanmayacak bu kitlenin kendi siyasi pratiğiyle bilginlenmesi olacak. Yapılması gereken bu kitleyi faaliyeti içinde bilinçlendirmektir.
Yazının başında yapılan tesbite dönersek daha genel bir bakış açısı yakalama olanağına sahip oluruz. Genel olarak örgütsüzlük, depolitizasyon ve yenilgi psikozunu vurgulamıştık ve sorunların çözümü yönünde önce bunların aşılması gerektiğini söylemeye çalışmıştık. Örgüt sorununu yaşanan pratik süreç açısından ele aldık. Yeni biçimler bulunabileceğini ve ayrıca derneklerin kendi özgün sorunları dışında sosyal kültürel faaliyetleri varsa bunları kendi bünyelerine alması gerektiğini yoksa yaratmak yönünde çaba göstermesi gerektiğini ekliyoruz.
Depolitizasyon sorununa gelince, öndeki duyarlı kesimin bile kendi içinde politik anlamda bir tartışma düzeyi tutturduğunu söylemek zor. Bu olguyu genel depolitizasyondan ayırmak mümkün değil. Sığ sulardaki balığın karaya vurmak kaygısıyla hareket yeteneğini sınırlaması gibi birşey bu. Ya suyun çoğalmasını beklemek gerek veya daha derin sulara varmak gerek. Açıkçası daha geniş kitlelerin politik eyleme çekilmesi gerekiyor. Genel manzara yaşadığımız sürecin güç ve bilinç biriktirme süreci olduğunu, eylemlerin henüz bu birikimi sınamaktan öteye gidemediğini gösteriyor. Bilinç edinme noktasında yapılması gereken geniş kitleye, demokratik-özerk üniversite talebinden daha geniş perspektifler sunmaktır. Bu anlamda verili kültürün sıkı bir eleştirisi, eğitim-öğretimin çarpıklığının kökenlerini açığa vurma ve kitlenin kendi deneyimiyle bu gerçekleri bilincine çıkarması gereklidir.
Hem saydıklarımız açısından, hem de yılgınlığı yıkmak açısından sürecin karakterini de göz önünde tutarak somut kazanımlara varılmasını sağlayan ve moral yükselten kıvılcımlar tutuşturmalıyız. Örsteki demirş inen elimiz kararlılık ve biline kazanılmak. . .... T- -. • - v-
■T
BASIN AÇIKLAMASI17 Aralık’ ta başlayan DERBY LASTİK FABRİKASI ve 5 OCAK’ta baş
layan DORA PLASTİK FABRİKASI’ndaki toplam 1430 işçinin katıldığı grevler, ilk günkü coşkusuyla sürmektedir. İşçi hak ve özgürlüklerine getirilen anayasal ve yasal engellemeler düşünüldüğünde her iki grevin de önemi açıklık kazanır. Yasaları arkalarına a'an işverenler, işçi sendikalarının karşısına çok daha örgütlü biçimde çıkabilmektedirler.
Sendikal faaliyetlerin yeniden başladığı günlerden itibaren başarıyla biten grevler olduğu gibi, yasaların işverenlere tanıdığı haklar sonucunda, işyerinde üretimin sürdüğü, başarısız grevler de olmuştur. Yasalara karşın başarılı grevler yapabilmenin tek yolu kalmaktadır: Tek tek işyerlerinde başlayan hak arama savaşımını güçlü bir sınıf dayanışmasına dönüştürebilmek, Derby, Nora, Netaş, gibi işyerlerinde hak arayan işçilerin kazanımları yasal sınırlamaları zorlayacak ve demokrasi mücadelesine katkı oluşturacaktır.
Sendikamızın ülke düzeyinde örgütlü olduğu işyerindeki 92 temsilci, bugün yaptıkları toplantıda grevcilere destek oluşturmak amacıyla bir kampanya başlatmışlardır. Grevi 1430 işçinin onurlu direnişi olmaktan çıkıp, tüm sınıfın hak arama savaşımına dönüştürebilmek için başlatılan kampanyada işyerlerindeki her üye 1 yevmiyesini grevcilere bağışlayacaktır. Sendikaların mali olanakları üyelerinden aldıkları aidatlarla sınırlıdır. Binlerce işçinin oluşturacağı destek, grevcilere hem dayanma ve mücadele gücü verecek, hem de sendikaları güçsüzleştirmeyi, işçileri hak ve özgürlüklerden mahrum etmeyi amaçlayanlara verilen iyi bir cevap olacaktır.
Emekten, demokrasiden, hak ve özgürlüklerden yanaolan tüm güçleri DERBY, DORA işçilerinin onurlu mücadelesine destek oluşturmaya ve grevcilerle dayanışmaya çağırıyoruz.
LASPETKİM-İŞ SENDİKASI GENEL YÖNETİM KURULU
Hesap No:Cemal ÇELİK T.HALK BANKASI BEYAZIT ŞUBESİ 49258 İSTANBUL
61j
TAR
TIŞ
MA
A62
SANCILI ÇİN
S on aylarda dünyamızın çeşitli yerlerinde öğrenci olaylarına tanık olduk. Gençliğin ülke olaylarına karşı
çok duyarlı olduğuna ve tavrını cesurca ortaya koyduğuna şüphe yok. Çin de üniversite gençliğinin gösterilerini bu ışıkta değerlendirmek gerekir.
Geride bıraktığımız bir buçuk ay Çin gençliği ilk önce bir kentten başlayıp sonra birçok yerde sokaklara döküldü. Kan akmasa da yine yer yer çatışmalar, tutuklamalar oldu. Öğrenciler üniversite duvarlarına yapıştırdıkları dilekçelerde birtakım talepler dile getirdiler. Kendi özlük işlerine ilişkin bazılarının yanında çok partili bir düzeni dileyen, düzene karşı taleplerde vardı. Komünist Partisi'nin en üstteki başkanı Deng Xıo- aping gençliği sosyalist ilkeleri çiğnemekle suçladı."Özgürlük", "demokrasi sloganlarının altında yatanın "burjuva demokrasisi" olduğunu söyledi. Sosyalist demokrasi ise diğerinden daha üstündü. Bu nedenle öğrencileri derslerine dönmeye çağırdı. Olaylar politik yollarla çözülecekti.
Gerçekten de öyle oldu. Parti içinde bazı anormallikler yaşandıkça Genel Sekreter Hu Yaobang istifa etti. Olaylarla ilişkisi görülen bazı profesörler görevlerinden alındı. Bazı gazeteler kapatıldı. Bazı aydınların sesi kesildi. Birkaç partili ihraç edildi. Sonra olaylar sakinleşti. Öğrenciler yıl sonu sınavlarına döndüler. Söylenildiği gibi olaylar politik yolla sona erdi.
Eğer öğrenciler sokakta yürüyor ve bunun sorumluluğunu bir parti genel sekreteri üstleniyor ve istifa ediyorsa, bu olayların geçtiği ülkeyi biraz daha yakından incelemek gerekir.
ISol sapkınlığın inkarı:
Modernleşme
Sosyalizm kendisinin kapitalizmden daha ileri bir üretim biçimi olduğunu savunur. Üretim araçlarının kamu mülkiyeti, sömürünün olmaması, üretimde anarşinin olmayıp devletin merkezi plan yapması sosyalist üretimin özelliğidir. Ülkenin kalkınmasını hızlandırır. Ama Çinsosyalizm yoluna çıkmasına karşın henüz kalkınmış bir ülke değildir. Acaba sosyalizm yolunda bazı yanlışlıklar mı yapmıştır?
Berjing Sosyal Bilimler Akademisi, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi Enstitüsü Başkanı Su Shaozho sosyalizm evrelerini üçe ayırıp, Çin'i ilk evrede tesbit ettikten sonra bir önceki sosyalizme geçiş evresini yani Mao dönemini şöyle yorumluyor: "Gelişmemiş ülkelerde devrimden sonra zafer kazanılınca, uzun bir geçiş dönemi yaşamak daha iyidir. Bence Çin bu geçiş dönemini çabuk tamamladı. Daha sonra büyük sancılar çekmemizin bir nedeni bu- dur. (Month'y Review, Eylül 1986, s. 19).
Ayşe TANSEVER
Gerçekten de Çin Kültür Devrimi'nde, sosyalizme geçmeye geçmiştir, sosyalist üretim ilişkilerini urmuştur belki ama o bünye içinde kemikleşmiştir. Üretim sosyalizm zenginliğine ulaşamıyor, bir canlılık belirtisi gösteremiyordu. Çin ta rım ülkesiydi. Ama kırda üretim artmıyordu. Endüstri ise kendisini yenileyemi- yordu. Soluğu, kırlara modern tarım aletleri vermeye, kırda verimi arttırmaya yetmiyordu. Çin bu durgun ilişkilerde sosyalizmin nimetlerine sahip olmadığı gibi modern toplumun sürekli gerisinde kalıyordu. Bu durgunluk bir yerden bir şekilde yırtılmalıydı. Üretimde verimi arttırmalıydı. Modernleşmeliydi.
Çin Komünist Partisi modernleşme kapsamına 4 alanı aldı. 1. Tarım, 2. Endüstri, 3. Bilim ve tekhik, 4. Savunma. Modernleşmek için sermaye gerekiyordu. İki yol tutuldu. Biri dış kaynaklar. Kapitalizm ve finans kurumlan IMF, Dünya Bankası, ikinci yol ise iç kaynakların harekete geçirilmesiydi.
a) Kırlar: ilk önce Çin kırlarından NEP'e benzer şekilde başlanıldı. NEP (Yeni Ekonomik Plan) 1921 yılında Sov- yetler Birliği'nde uygulanmıştı. Amacı işçi sınıfının köylülükle kurduğu müttefikliğini ekonomi tabanında güçlendir- mekti. Sosyalist endüstri ve küçük çaplı tarım arasında meta ve para ilişkileri yoluyla bağlantı sıklaştırıldı. Bu dönemde kırda kapitalist ilişkiler, ticaret ve küçük işletme seviyesinde ve tamamen sosyalist devlet kontrolünde serbest bırakıldı. Ancak 1929'da kooperatifleşmeye geçilirken kırda kapitalist ilişkiler ortadan kaldırıldı. NEP ¡uygulaması 1930'ların ortalarında sosyalizme geçildiğinde son buldu.
ÇKP'si kooperatifler içinde örtülü köylülere toprakları 5-10 yıllık kontratlarla kiralamaya başladı. Şimdi kooperatiflerden gübre, mazot ve bazı tüketim malı alınıyor, sonra bu mahsul ile ödeniyor. Kota fazlası serbest pazarda satılabiliyor. Eskiden hangi ürünün ne kadar, nerelerde ekileceği kooperatiflerin verdiği bilgiler çerçevesinde merkezi olarak belirleniyordu. Şimdi bu konuda da esneklikler tanınıyor. Çiftçi bir önceki yıl en çok para getiren ürünü ekmek istiyor. Bu konuda da çiftçiler yavaş yavaş serbest bırakılıyor. Bu uygulamaları daha uzatmak mümkün. Ancak işaret etmek istediğimiz, kırlarda kooperatifleşmenin çözülmesi ve küçük üreticiye izin verilmesidir. Bu politikadan beklenen sonuçta başarılı olundu ve Çin tarımsal ürünleri büyük bir hızla artıyor.
b) Endüstri: Endüstrinin modernleştirilmesi için kapitalist sermayeye açı- lındı. Yatırım yapmalarını özendirici bir çok karar çıkarıldı. Kâr transfer hakkı vs. tanındı. Öte yandan mevcut yerli endüstride birimlere daha fazla özerklik tanındı. Merkezi olarak belirlenen kotaların dışında üretim kârı fabrikalara bı
rakıldı. Bununla yatırım yapılabileceği gibi, işçiler arasında dağıtılabilir de.
I!Politik Reform • “lOO Çiçek İOO
Düşünce"
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız modernleşme Çin'de 8 yıldır sürüyor. Üretim biçimindeki bu değişiklik kaçınılmaz olarak bir sorunu ortaya koyuyordu. Bu üretim biçimine uygun üretim ilişkilerini belirlemek gerekiyor.
"Parti yönetiminin yapısını yeniden tanımlayan ve eylemlerini sınırlayan politik ve ideolojik reform hazırlayıp yönlendirmek Hu'nun (Genel Sekreter b.n.) göreviydi. Amaç Çin özelliklerini yaşıyan bir çeşit parti önderliğine ulaşmaktı. Çin'li yetkililere göre bu düzenleme ile parti fabrika birimlerinde, akademik tartışma veya yayınlarda mutlak bir kontrata sahip olmayacaktı. Ama partinin yönlendiriciliğinde direkt olarak meydan okunamayacaktı." (Far Eastern Economic Review, 29 Ocak 87 s. 12) ÇKP'si üretimdeki yönlendiriciliğinde bir değişiklik yapıyorsa yeni koşullarda 4 ilkeden sapılmadan yeni sorumluluk ve görevleri belirlemeliydi.
Görevin baş sorumlusu Genel Sekreter Hu Yaobang bu sorunu çözebilmek için ülkede "İOO Çiçek İOO Düşünce" açsın kampanyasını başlattı. "Kültür Devrimi" deneyini yaşamış bir ülke için bu çok önemli bir konuydu. "Kanımca Komünist Parti iktidaa geldikten sonra eğer parti içi demokrasiden yoksunsa demokratik merkeziyetçiliği doğru uy- gulayamıyor. Sosyalist ülkelerin Çin'in 'Kültür Devrimi' gibi bazı felaketler yaşamasının nedeni sık sık budur... Çin özellikleri ile sosyalizm kurmak için biz 'yüksek düzeyde demokrasi' ve 'yüksek düzeyde ruhani medeniyet' kurmayı özellikle vurguluyoruz diyebilirim." (Monthly Review a.y.) Bu kez Mao'nun kırmızı kaplı kitabından kurtulup aşırı bir demokrasi tartışmalarına sıçrıyordu.
Kampanya geçtiğimiz yaz başlarında başladı. Akademik konularda ve yayınlarda ideolojik kontrol kalktı. Önemli olan 4 ilke içinde tartışmaktı. Ülke sosyalist yolda, halkın demokratik diktatörlüğünde, Komünist Parti yöneticiliğinde, Marks-Lenin-Mao düşünceleri doğrultusunda olacaktı. Yayınlardan kontrolün kalkması için gerçekten birçok sorun tüm halk katmanlarında tartışılmaya başlandı. {
Mutlaka açan her şey çiçek olacak diye bir kural yoktu ya. Aradan "zehirli otlar"da çıkabilirdi partili yetkililerin söy- lediğince. İşte öğrenci olaylarının kışkırtıcılığını yapan bu otların zehiridir. Öğrenciler gösteriler sırasında kendilerine yeni bir kahraman buldular, Fang Uz- hi. Onun başbakan hatta cumhurbaşkanı o la b ilece ğ in i ta rtışm aya başladılar.
Sosyalizmde işçi sınıfına hizmet eden aydınlar çıkarlarının işçi sınıf ve köylülükten ayrı olmadığını görürler ama Fang Lizhi gibi görünmeyenler de olabiliyor. Fang ilk gösterilerin başladığı üniversitede profesördür. İlginç olması açısından düşüncelerinden bazılarını verelim.
Üniversiteler konusundaki görüşlerini 15 Aralık'ta Peking Review'a şöyle aktardı: "Yeni teorilerin ortaya çıkıp geli- * şebilmesi için üniversitelerde demokrasi ve özgürlük havası, entelektüel ideolojinin ekilebileceği ve yükselebileceği bir hava gereklidir. Üniversite bünyesinde her şeyin üstünde tutulan, neden tutu-
lacağı sorgulanamayan hiçbir şey olmamalıdır. Yönlendirici, yol gösterici konumda bir doktrin olmamalıdır." (Far Eastern Economik Review 22 Ocak 1987, s. 11) Aydınlar konusundaki görüşleri de ilginçtir. Aydınlar haklı oldukları statüye bir türlü ulaşamamışlardır. "Günümüz toplumumuzda bilgi ve eğitim en gelişmiş üretim güçleridir. Bu güçler aydınların elinde olduğundan onlar toplumun doğal yönlendirici gücü olmalıdırlar." (ay) Fang bu görüşleri ile sosyalizm yolundan saptığı gibi kapitalizme de varamıyor. Çin belki "Kültür Devrimi'nin tek düzeliğinden kurtuldu ama bu kez aydınlar eli ile sosyalizmin yolundan saptırılmaya çalışılıyordu.
IllSağa Şamar
ÇKP içinde “tutucular" denen bir kanat vardır. İlk kez seslerini daha doğrusu sıkıntılarını 1983 yılında kırdaki reformlara karşı duyurdular. Reformların ülkeye burjuvaya kötülükler sokup insanları ruhani açıdan zehirlediğini savundular, ileri sürdükleri eleştiriler özde reformlara karşı değil, onların uygulanış hızıyla ilgilidir, iddialarına göre reformlar bu kez bazı şeyleri devletin kontrolündan çıkarmaktadır. işsizliğin ve enflasyonun boyutları istenmeyen bir hızla almış başını gitmiştir. Sosyal altüstlükler partinin otoritesini bozacak boyutlara doğru tırmanmaktadır. Bu şikâyetlerini ve kaygılarını çeşitli kereler, çeşitli biçimlerde dile getirmişlerdir. Ama Genel Sekreter Hu aynı kanıda değildir. O, reformların hızla gelişmesine engel duran şeyleri çekip atmakta biraz sınırsız, davranmakta pek bir tehlike görmemiş, bu doğrultuda birçok karar tasarısını Mec- lis'te geçirmiştir bile. İşte öğrenci olaylarının beklenmedik bir şekilde patlak vermesi, hızla yayılması ve 1,5 ay sürmesi onun bu yargılarının yanlışlığının kanıtlanmasıdır. İlk önce gençlik sosyalizm yolundan çıkma isteğini dile getirmiştir. Yakın gelecekte proletaryanın ya da kırdaki küçük üreticinin sokağa dö- külmeyeceğinin garantisi yoktur. Hu, istifa gerekçesinde yazıldığı gibi, "... te mel politik ilkelerde, partinin kollektif liderliği ilkesinde yanlışlıklar" yapılmıştır. (Far Eastern Economic Review, ay)
Hu'nun görevden ayrılmasından sonra reformların bu hızlı gidişini önleyici ve devletin kontrolünü arttırıcı bir dizi düzenleme getirildi. Bunları kısaca gözden
geçirmek Çin'de olanları daha iyi kavramak açısından önemli olabilir.
Enbaşta devletin denetleyici özelliği arttırıldı. "Son yıllarda köylülerin daha çok para kazanması için sübvansiyonu kalkmış olan birçok malın giderek artan fiyatı, ücreti nisbeten düşük kalan kentli işçilerde büyük huzursuzluğa yol açtı." (The Times, Ocak 16.1987, s. 12) Öğrencilere bu kesimden katılanlar olabileceği korkusu dile getiriliyordu. Şimdi eski uygulamanın, hangi malın ne olacağının belirsizliği kaldırıldı. Bu malların listesi yapıldı. 1987 yılı içinde birçok malın fiyatı donduruldu.
Uzun süredir tartışılan diğer bir konuda, bankacılık ve finans sistemindeyapılacak değişikliklere ilişkindi. Tarım ve endüstri birimlerine tanınan özerklikler Çin Merkez Bankası'nın belirleyeceğini birçok konuda zorluyordu.. "Tutucular" bu konuda da savunduklarını uygulamaya geçirdiler. "Yeni fi- nansal kuruluşların oluşturulması kesin devlet planlaması altında olmalıdır. Bankacılık devlet ekonomisinin önemli bir yaşam kaynağı olduğundan tam amen devlet elinde tutulmalıdır. (Far Eastern Economic Review, Ocak. 22, S. 12.)
Hu'nun istifasına yol açan olayların başlamasından birkaç gün önce büyük tartışmalarla iflas yasası onaylanıp yürürlüğe girdi. Yeterince verimli olmayan, piyasaya ayak uyduramayan fabrikalar iflas edebilecek, devletin üstlendiği yük hafifleyecekti. Ancak böy- lesi iflas edebilecek şirketlerin % 17,8 olduğu söyleniyor ve büyük kaygılar yaratıyordu. Şimdi bu yasa da hasır altı edildi, uygulanması ertelendi.
Aydınlar ve öğrencileri yakından ilgilendiren çok tartışmalı konulardan biri de fabrika sorumluluk sistemidir. İşletme birimlerinde verimliliği arttırmak için fabrika yöneticisine büyük sorumluluklar yüklenmişti ama yetkileri konusunda sorunlar doğuyordu. Fabrika sorumlusu, sendika, birim parti sorumlusu arasında ciddi tartışmalar vardı. Bu sorun şöylece çözüme bağlandı.
"Fabrika yöneticisine sorumluluk kadar yetki verilmesi konusunda yapılan yoğun lobiler başarısızlığa uğradı. Getirilen kuralların söylenen amacı devlet mülkiyetindeki fabrikalarda yöneticinin yetkisini arttırmış olsa da, şimdi sendika işlevi yapan İşçi Kongersi'ne birçok yetki geçiyor.
"Yeni kurallar, eskisi gibi ÇKP'nin fabrika sekreterini değil, fabrika yöneticisini işletmenin tek yöneticisi veyasal temsilcisi kabul ediyor. İşletmede üretimin, idarenin sorumlusu oluyor. Başka bir yerden tayin edilebilir, seçilebilir ya da ilanla bulunabilir. Normal hizmet süresi 3-5yıldır.
"Ancak yetkisi kısıtlanabilir hatta bazı alanlarda şimdi işçi kongrelerine yani bütün Çin Sendikalar Federasyonu'nun böyle primine, tanınan bazı haklarla yoka çevrilebilir, işçiler fabrika yöneticisine yardımcı olacaklar denilirken, kongre planlarda, ücretlerde, ödüllendirme ve cezalarda düzenlemeler yapma yetkisine sahiptir. (Far Eastern Eco. review, as.)
Son günlerde geçirilen bu kararlarla reformların doğurduğu olumsuz sonuçların bizzat devlet ve işçilerin kendi kararları ile üstesinden gelinmesine çalışıldığı ortadadır. Üretim araçlarının kamu mülkiyet ilişkisi böylece verimi artırıcı özelliklerle yeniden düzeltilmiş olmaktadır.
Bafı’nın Tavrı: "Reformlar Ayak Sürçecek”
1979 yılından bu yana Çin reformları Batı yayın organlarında büyük yer tutar. Çin'in modernleşme kararı alıp kapitalizme kapı açması sermayeye b ü yük kâr imkânları tanımanın yanında reklam yapma olanağı da sağlıyordu. Sosyalizm kendi üstünlüğünü savuna- dursun kapitalizm sosyalist bir ülkeyi kendine müttefik yapma yoluna çıkmıştı. Sınırsız bir propaganda kampanyası başladı. Kırda verimin artması kapitalizmin sıkı sözcüsü dergilerde kapaklardan düşmedi. Deng'ın yaptıkları Gorbaçov'a örnek gösterildi, aynısını yapması salık verildi.
Deng'in olaylarda öğrencileri, burjuva demokrasisi istemekle suçlayıp sosyal demokrasinin daha üstün olduğunu söylemesi Batı'yı çok kızdırdı, "işaret ettikleri gibi sosyalist demokrasi açıkça daha üstündür, çünkü nasıl seçim yaparsan yap sonunda komünist hükümete varıyorsun. Eğer üniversitelerde bunu okutuyorlarsa daha kesin kararlı öğrencilerin Pekin sokaklarında yürümelerine şaşmamak gerekir... Sayın deng'ler Gorbaçov'lar kendilerine dem agog deseler iyi olacak." (The Economist 17-23 Ocak 1987 s. 18). Öğrenci taleplerine destek vermenin yanında reformist güçlerin bu kadar çabuk pes edişine de tepki gösterdiler.
Son olaylar Çin ile Batı ilişkilerindeki sınırları belirleyici olmuştur. "Çin'de son 1,5 aydır alınan temel politik kararlardan bir değerlendirme yapıldığında yakın gelecekte tutucular ekonomik politikanın birçok alanında ve devlet kontrolünün azaltılmasında tüfeği ellerinde tutacaklar. Birçok gözlemciye göre sonuç geriye dönüş değil ama temel ekonomik erformlar ayak sürçecektir." (Far Eastern Eco. Review 29 Ocak s. 14).
Sosyalizmi hayata geçirebilmek ülke koşullarını, sosyal olayları, sınıf yapısını çıplak gözle değerlendirebilmekten geçer Mao döneminde Çin kendini bulunduğu noktadan daha solda gö rüyordu. "Kültür Devrimi" sonunda varılan nokta bu yanlışlığı kanıtladı. Şimdi Çinbu yanlışını sosyalizm yolunda düzeltmeye çalışıyor. Öğrenci olayları yapılan yanlışlıkların burjuva demokrasisi içinde çözülmesi isteğinin dile gelmesidir. ÇKP bu isteğe karşı tavrını koyup sağa kayısı engellemeye çalışıyor.
KA
RIK
ATU
R
1
TARTIŞMA
Semih POROY
ir karikatür ustamız, konuşmalarından birinde, “Bizde karika
türcü çok, karikatür az”demişti.
Sanırım, bizdeki karikatürün nicel ve nitel durumunu anlatabilmek için daha iyisi zor bulunur bir söz!
Bu sözün, ayrı yazıların konuları olabilecek öteki bağlantılarını bir yana bırakıp uluslararası karikatür yarışmalarındaki yansımasına göz atmak istiyorum.
Çizerleri, karikatür yarışmalarına katılmaya iten nedenlerin başında, bu düzenlemelerin “doğası gereği" ödüller gelir. Öte yandan, bir etkinlikte bulunmuş olmak da nedenler içinde sayılabilir. Birçok yarışmanın, katılan yapıtları bir albümde toplamak eğiliminde olması da, çizeri, böyle etkinliklere katılma yönünde motive etmektedir. Hele, son derece kaliteli tekniklerle oluşturulan albümleri, yapıt gönderen her çizere postalayan yarışmalara katılmak... Öylesi, tadından yenmez!
Bunlar, çizerler açısından sayılabilecek nedenlerdir ve kuşkusuz bunlara bazı başka satırbaşları da açılabilir. Ancak, bir de yarışmaların düzenlenme nedenlerine göz atmak yararlı olur. Bazı yarışmalar, bir yerleşim biriminin uluslararası coğrafyada tanıtılmasına, giderek turistik promosyona dayandırılabilir. Ayrıca kendisine, bir özel kuruluşun reklam mediaları arasında da yer bulabilir vs. Ama sanırım, böyle amatörlüklerin (Olumsuz anlamda değil. S.P.) ötesinde; yarışmaların oluşturulma, sanatçıların da katılma nedenleri arasında sayılabileceği gibi, giderek bir işlev haline de gelen, s a n a tla r ın v e s a n a tç ıla n n tan ış ık lığ ım s a ğ la m a s ı, b u n la r a ra s ın d a ile t iş im k u r a b i l m e s i y e te n e ğ i, bu etkinliklerin çerçevesini de en çok genişleten unsurdur.
Böyle düşünüldüğünde, yarışmalara yapıt gönderen her çizere düşen görev, ülkesinin karikatürünü yabancı meslektaşlarına tanıtmak yolunda bir elçi olduğunu bir an için bile unutmamaktır.
Acaba bizim karikatürcümüz böyle bir görevi yerine getiriyor mu? Ya da böyle bir görevi olduğundan haberli mi?
Son yılların karikatür albümlerinin katı- laniar listesine bakıldığında, Türkiye, uluslararası karikatür yarışmalarına en çok yapıtla katılan ilk birkaç ülkeden biri olarak göze çarpıyor. Merak edip sayfaları çevirdiğimizde ise, bu isimlerle karşılaşmamız bir-ikisi dışında mümkün olmuyor. Çünkü, gönderilen yapıtların büyük bölümü elenmiştir; albümde yer almamaktadır.
Kanımca, ülke karikatürünü dışarıda, özellikle bu sanatla aktif uğraşan insanların da edindiği albümlerde bu anlamda tanıtmak hiç tanımamaktan daha kötüdür.
Bir de, gönderilen her yapıtın yayımlandığı albümler var... Böyle albümlerde, Türkiye’den gönderilmiş karikatürleri incelediğinizde şu sonuca varmak hiç de zor değil: B u k a r ik a tü r le r in ö n e m li b ir b ö lü m ü , g ü n ü m ü z d e y a y ım la n a n m iz a h d e rg ile r in in “ o k u r s a y fa la n 'n d a a n c a k y e r b u la b ile c e k n ite lik te d ir . Tabii, bu sonucun bir bölümünü, karikatür çözümünü Türkiye çapında
müthiş yaygınlaştırdığını söyleyen ve şablon çizimleri çoğaltmayla, karikatür sanatı arasındaki garip ilişkiyi başarı olarak gösteren yayın organlarına (Bence, Türkiye’ de çıkartma letrasetlerle ya da hart şablonu ve rapido yardımıyla yazı dizen çok sayıda insan var.) hediye etmek en doğrusu olurdu.
Şimdi, tüm bunlara bakarak, bir kısım çizer arkadaşların ülke karikatürünü değil, kendi karikatürlerini temsil ettiklerini, karşılığında da karikatür kitaplıklarına bir albüm daha tıkıştırmaktan başka bir şey kazanmadıklarını söylemek, herhalde edep dışı bir şey söylemek olmayacaktır.
Hiç kimsenin, bireysel olarak kütüphanesini genişletmek için, üzerinde gereğin- . ce düşünülüp taşınılmamış, birçok kez çizilip bozula oluşturulmamış yapıtlarla, ülke karikatürünün tanıtılmasındaolumsuz bir unsur olmaya hakkı yoktur.
64
t
Güneşi içenlerin türküsü
Bu bir türkü: —
toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü!Bu bir örgü : —
alev bir saç örgüsü kıvranıyor:
kanlı, kızıl bir m eşale gibi yanıyor esm er alınlarda
bakır ayakları çıplak kah ramanların!
Yüreğimiz- topraktan aldı hızını: altın yeleli aslanların ağzını
yırtarakgerindik!
Sıçradık:şimşekli rüzgâra bindik!Kayalardan
kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını, A lev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
Düşmesin bizimle yola:evinde ağlayanların
gözyaşlarınıboynunda ağır bir
zincirgibi taşıyanlar!
Sen de çıkargöğsünün kafesinden yüreğini: şu güneşten
düşenateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanma at!
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız!N eşem iz sıcak!
kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan
u yyo ankadar sıcak
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruzgü n eşe doğru!
Ölenlerdöğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!.
Bıraksın peşimizikendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! İşte:
şu güneşten düşen
ateştemilyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Toprak bakırgök bakır
Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır
Haykıralım!
N. Hikmet
Mahir Çayan
Bir tas sıcak süttür barış, ve uyanan bir çocuğungözlerinin önüne tutalan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! ışık! diye fısıldarlarken birbirlerine! Işık taşarken ufkun yalağından.Barış budur işteKitaplık yapıldığı zaman hapishanelerGeceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türküve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun
arkasındancumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi gibi; barış budur işte. YANNİS RlTSOS