Üniversitelerde bilimsel üretimde ahlaki sorunlar
DESCRIPTION
Değerli Kardeşim Bu yazının, işin arka planını anlamak istemeyenlerce, beni yıpratmak için kullanılacağını biliyorum. Ancak dünyanın en çetrefilli bölgesinde bulunan ülkemizin insanlarının bilim toplumuna ulaşmasının bu coğrafyayı seven herkes için en önemli amaç olduğunu da biliyorum. Bazen insan sevdiklerini korumak ve kurtarmak için her şeyi göze alarak, bir şeyler yapmak gereğini duyuyor. Ülkem çok zaman yitirdi. Çalışma yaşamım sırasında bir yerlerde bilim varsa onu ülkemin insanına taşımanın da görevim olduğunu düşündüm. Çünkü bilimi tabana yaymayan bir ülke bilim üretemezdi. Üniversitelerimizde yapılan çalışmaların bir kısmının “kim ne derse desin” üstü örtülü aşırmacılık olduğunu açık açık söylememiz gerekir. Çıkmazlarımızı da bilmemiz gerekiyor. Bu yazıdaki fikirlere “şu andaki konumunuz ve uygulamanız gereği” katılmazsanız bile, elinizi vicdanınıza koyarak okumanızı dilerim… SevgilerimleTRANSCRIPT
ÜNİVERSİTELERDE BİLİMSEL ÜRETİMDE AHLAKİ SORUNLAR
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Öncelikle evrensel açıdan değil ülkemizin durumu göz önüne
alındığında iki şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor.
Ancak bu ayırımı yapmadan bir tanımı iyi yapmamız gerekir. Bir
insanın bir unvan edinmesi için başka birinin emeğini açık ya da kapalı
bir biçimde alması (aşırması)1; bir ülkenin ya da bir işletmenin üretimini
geliştirmesi ve çeşitlendirebilmesi için kaynak bilgiyi izinsiz olarak
kullanması doğru da değildir ahlaki de değildir.
Ancak, şu anda dünya ekonomisine damgasını vuran önemli ülkelerin
bir kısmı, en azından geçmişinde, bilginin ahlaki yoldan elde edilip
edilmemesine bakmaksızın, dünyanın başka bir yerinde edinilmiş bilgiyi
kullanarak yarışmaya katılmıştır (çoğunlukla da doğu ülkeleri). Hatta
üstüne bir şeyler koyarak bu yarışta öne geçmiştir. Uzak doğuluların
sanayi casuslukları ünlüdür. Kapitalist sistem kendi dinamiğini
sürdürebilmek için bilginin korunması ile ilgili birçok yaptırım geliştirmiş
olsa bile, sistemin kendisi yarışmaya dayalı olduğu için, fazladan bir adım
ileri atabilmek için her yolu yine de mubah görmüştür.
Aslına bakarsanız birilerinin para ve emek harcayarak bulduğu bir
şeye bir başkasının karşılıksız konması ve kullanması ahlaki değildir.
Ancak gelişmekte olan ülkelerin bu yarışa katılabilmesi için başka çaresi
bulunmamaktadır. Ayakaltında kalmamak için bu bilgiyi –yasal olmasa
da- belirli bir süreliğine ödünç almalıdır. Türkiye bu yolu yakın zamana 1 Collins Concise Dictionary’ e göre aşırmacılık; Latince’deki yağmalamak, kaçırmak anlamına gelen plagiarus ve plagium kelimelerinden türemiş olup “çalma eylemi” anlamındadır. “Aşırmak fiili başka bir çalışmadan veya yazardan alarak kendine mal etmek olarak tanımlanmıştır”. Aşırmacılık kendisini sessizce, ince bir şekilde hazırlanmış ve tanınmayacak şekilde belli etmektedir (Stephens, 2009).
1
kadar başarılı olmasa da izledi; ancak Avrupa Birliğine gireceğiz diye telif
ve patent hakları ile ilgili anlaşmaları meclisinden geçirmek zorunda
kaldı. Böylece kural olarak Türkiye ancak kendi geliştirdikleri ile bu yarışa
katılmak durumda kaldı. Ya da bedelini ödeyerek bilgiyi (Know-how = bir
şeyi yapabilme bilgisini) kullanmak zorundadır. Aynı şeyi üretip aynı
yerlerde satmaya kalkarsanız, üretim bilgisini satın alarak yapanların bu
yarışta büyük şansı olmayacaktır. Türkiye bu nedenle bu anlaşmaları
belirli bir süre daha askıya almalıydı. Japonya ve Çin ekonomisinin bu
yarışmaya katılabilmesinde, başlangıçta, bu kurala uymaması büyük rol
oynamıştır. Yıllarca Japon işi, Kore işi, Çin işi diye kalitesini
küçümsediğimiz; ancak ucuz olmasından dolayı aldığımız mallar; bu
ülkelerin üretim lokomotifi oldular ve şimdi de batı sanayisi ile kalite
bakımından yarışır oldular. Bu aceleciliğin Türkiye için başka zararları da
oldu. Bunun için kendimden örnek vermeliyim.
Ben Türkiye’nin en çok bilim kitabı yazmış insanlarından biriyim.
Çoğu kitabımın kapsamı ve içeriği batıdakilerden çok daha ayrıntılı ve
kapsamlıdır. Çünkü ülkemizde telif yasaları henüz yürürlüğe girmediği ya
da özenli bir şekilde izlenmediği bir dönemde dünyanın dört bir tarafında
yazılmış olan telif kitaplardan yararlandım. Aslında üç dilden (İngilizce,
Fransızca ve Almanca) bir istek formu hazırladım, ne yazacağımı, kimler
için yazacağımı, ne konuda yazacağımı belirttikten sonra, özellikle belirli
resimleri, haritaları ya da fotoğrafları sınırlı sayıda da olsa kullanmak için
izni istedim. Bu yazıyı hem basım evine hem de yazarın kendisine
gönderdim. Kural olarak hemen hepsi istediğim izinleri verdiler. Ancak
bazen basım evi kapanmış oluyordu, yazar ölmüş oluyordu ya da
adreslere ulaşama şansı olmuyordu. O zaman izinsiz de olsa bilgiyi
kullanıyordum. Çünkü önemli bir yaptırımı yoktu. Bilgiyi bu ülkeye
kazandırmalıydım. Alıntının miktarına da sıkı sıkıya bağlı kalmama gerek
2
yoktu. Üniversitede hiç yazılı ya da basılmış bir kitabı olmadan-
okumadan mezun olan biri olarak bunun acısını ve özlemini çok
çekmiştim. Bütün özlemim yolu ne olursa olsun benden sonrakilere
çağdaş bilgiyi yazılı olarak ulaştırabilmekti. Çünkü bu dönemde internet
de (sayın Google da) yoktu. Öğrencilerin büyük bir kısmı Türkçe dışında
yazılmış bilimsel bir kaynağı okuyacak durumda değildi. Kolları sıvadım;
30 yıl boyunca geceleri bilim kitaplarını yazmaya başladım. Kitapların bir
kısmı için bugünkü dayatılan koşullara göre uyguladığım yöntem telif
açısından kelimesi kelimesine doğru muydu? Evrensel kurallar açıdan
baktığımızda doğru değildi.
Türkiye’nin elinde 1960-1980 yıllarında bile birikmiş ne bilimsel
fotoğraf ne çizim ne de bunları çizebilecek teknik kadro mevcuttu. Bugün
bile bu konuda büyük sıkıntılarımız bulunmaktadır. Çizdirilebilir mi?
Kuşkusuz bu tip biyolojik resimleri çizebilen sınırlı sayıda teknik ressam
vardır. Ancak senede kitaba sadece 6,5 Tl harcayan bir toplulukta böyle
bir çalışma çok pahalıya mal olacaktır. Çünkü kitabın maliyetini düşüren
satış miktarıdır. Bu nedenle bilim dili olarak kullanılan dillerde (özellikle
İngilizcede) bu tip kitaplar oransal olarak daha ucuzdur. Üçüncü dünya
ülkelerinin (ve bir zamanlar bizim ülkemizde birçok yazarın) kurallarına
uymadan alıntı yapmasının nedeni bu sıkıntıdır. Burada bir şeyi tekrar
tekrar vurgulamamız gerekiyor: Bu tip alıntı yapılan kitaplar kişiye unvan
kazandırmışsa, bunun affedilebilir bir yanı yoktur. Çünkü edindiği
unvanın paydaşı var demektir.
Samanyolu’nun çekilmiş panoramik bir fotoğrafını kaynağını da
arkada belirterek, popüler amaçla yazmış olduğum, içindeki bilgilerin
çoğu batıda yapılmış bilgilerden devşirilmiş bir kitabıma koydum; büyük
ölçüde alıntılar yaptım diye bir Astronomi Profesörü TÜBİTAK başkanına
şikâyete bile kalkıştı (bunun hakkındaki öyküyü, sizlere “CEHENNEMDE 3
İÇİNDE TÜRKLERİN BULUNDUĞU KATRAN KAZANLARINA ZEBANİ KOYMAYA
GEREK YOK” adlı bir yazı ile ileteceğim). Ben de Türkiye’den birinin çektiği
benzer bir fotoğraf varsa onu koyayım dedim.
Türkiye üniversitelerinin ve sanayisinin bu fırsatı yeterince
değerlendiremediğini düşünüyorum. Aslında üniversitelerde araştırma
diye yapılanların çoğunun bir tarafta yapılmış bir çalışmanın farklı bir
kopyası olduğunu söyleyebiliriz. Ancak nüfusunun %60’ı okuma çağında
olan bir ülkenin çocuklarını sadece yabancı dilden yazılmış kitapların
içeriğine mahkûm etmenin de doğru olduğunu söyleyemeyiz.
İyi bir derece ile mezun olduğum üniversiteden Atatürk Üniversitesine
asistan olunca, konuşmalarımdan ya da verdiğim derslerden çok bilgili
olduğum görüntüsü yaratmış olmalıyım ki çevremdekiler benden sitayişle
bahsederlerdi. Ancak Ord. Prof. Curt Kosswig ile karşılaştığımda ne mal
olduğum en az benim tarafımdan ortaya çıktı. Benim için, “bu bilgiyle
seni nasıl asistan almışlar?” gibi bir cümle bile kullandı. O zaman ilk defa
durduğum yeri öğrendim; dolayısıyla gideceğim yeri de daha kolay bulma
şansını yakaladım. Tıp, Dişçilik, Biyoloji, Ziraat öğrencilerine çoğunluk bir
arada Genel Biyoloji dersi veriyordum. Bir soru sorulduğunda cevabını
bilemiyorsam ne yapıyordum biliyor musunuz? Bu cümlenin yanıtı, benim
kitap yazmamı tetikleyen ikinci en önemli etken oldu. Sorunun cevabını
kural olarak çevremde sorarak öğreneceğim kimse yoktu; Doğu
Anadolu’nun tüm insanlarının bu alandaki bilgisini toplasam büyük bir
olasılıkla benimki kadar etmezdi; ben de bir hiçtim. Kütüphane yeni
kurulmuştu; kitap sayısı çok sınırlıydı. Olanı da lisan olmadığı için hemen
hemen okuyamıyorduk. Telefon bağlantısı kural olarak bir işkenceydi;
bazen basit bir bağlantı günler sürüyordu; telgraf en erken 3 günde
gidiyordu. Tek yol vardı, ilgili sorunun kitabını bulup sipariş etme. Ancak
yurtdışına doğrudan kitap sipariş edemiyordunuz. Hiç kimse bir yerlere 4
kafasına göre döviz gönderemiyordu. Önce Merkez Bankasından bir
akreditif açtırıyordunuz (bunun için 18 yerden imza alınması
gerekiyordu). Kitap doğrudan adresinize de gelmiyordu, o zamanlar
HAŞET Kitapevi aracı kurum olarak devreye giriyor, o firma üzerinden
ithalatı yapılabiliyordu. Hiç unutmam Fransa’da 150 Franklık “Biologie
des Orthoptera” adlı kitap bana 650 Frank’a mal olmuştu. Bu süreç 6
ayda tamamlandığı için soruyu soran çocuk (lar) çoktan dönemi bitirmiş
ve ayrılmış oluyordu. Bir karar vermek gerekiyordu. İşte bu nedenle ince
eleyip sık dokuyarak işin kurallara tam uyup uymamasına bakmaksızın,
eğitime hizmet etmeyi en önemli görev bildim ve bu çalışmaların
(kitapların) hiçbirini unvan elde etmek (ve keza gelir elde etmek) için de
kullanmadım.
Bütün bunları yazarken habersiz ve izinsiz bilgi koymayı teşvik ediyormuşum gibi düşünmeyin; her durumda izin yolunu kullanmak gerekiyor. Telif yasaları yürürlüğe girdikten sonra bütün bunları
söylemek bile gereksiz; çünkü zorunluluk haline gelmiş durumdadır.
Benim uyguladığım, bu yasalar yürürlüğe girmeden önceki dönemlere
aittir.
Telif yasaları yürürlüğe girmeden inanılmaz bir biçimde bilimsel kitap
üretiyordum. Kitapları doğa bilimleri ile ilgili (biyoloji, ziraat, tıp,
veterinerlik, su ürünleri, antropoloji, sağlık bilimleri, eğitim fakültelerinin
ilgili) bölümlerinde ana ders kitapları ya da yardımcı ders kitapları olarak
okutuyorlardı. Avrupa’nın dayatması ile katı telif yasaları çıkarılınca,
birçok formalite ile resmi izin zorunlu olunca, bir fotoğraf için bile
inanılmaz paralar istenince, zorunlu olarak, özellikle içinde resim ve
fotoğraf olmayan konularda üretmeye başladım ve gittikçe üretim
potansiyelim azaldı. Biyoloji kitaplarının çoğu, ustaca çizilmiş resimlere
ve şemalara bağlıydı; onlarsız kolay anlaşılabilir bir eser yazılamıyordu.5
Özellikle resim kaynağı tükenince, Türkiye, bir kısmı telif olan yerli
malı bu kitaplardan çeviri kitaplara döndü. Her halde sanayi üretiminde
de benzer zorluklarla karşı karşıya kaldık. Çünkü sanayi-üniversite
işbirliği sloganı ile yola çıkmış birçok firma, sonunda bu işbirliğinin daha
pahalıya geldiğini görünce Know-How satın alma yoluna gidiyor.
Bilim etiği diye mangalda kül bırakılmamasına bakmayınız.
Günümüzde bile bu uygulamalar sırasında ahbap çavuş ilişkisi hiç eksik
olmadı. Örneğin saygın bir üniversitemizdeki birkaç hoca çeviri
kitaplardan izinsiz alıntı yaparak yeni bir kitap yazıyor. Mahkemeye
başvuruluyor; aşırdı denen hocaların üniversitesinden 3 bilirkişi seçiliyor;
bu bilirkişiler de şöyle bir yorum yumurtluyorlar: Bir kitaptan izinsiz olarak,
7 ya da 10’da bir oranında aynen alıntı yapılabilir. Yayın evi, farklı 10
kitaptan parça parça alıp (her birinden 1/10 alarak) birleştirip bir kitap
yaparlarsa ne olacak; bunun cezası olmayacak mı diye derdini
anlatmaya çalışsa da mahkeme berata karar veriyor.
Ancak ikinci tip aşırmacılık var ki “ortada yasa olsun ya da olmasın”
bunun kabul edilebilir tarafı yok. Bu aşırmacılık tipi, özellikle
üniversitelerde belirli unvanları almak için kişinin yapmak zorunda olduğu
bilimsel çalışmalara ait yayınlarda görülen tiptir. Asıl kıyamet bu tipteki
aşırmacılıklarda kopmaktadır. Çünkü denetimi ve geriye dönüşü çok
daha zordur ve sancılıdır. Bizim üniversitelerde görülen aşırmacılığın
çoğu bu tiptir. Eğer aynı kadroya başvurulmamış ise, eğer kimseyle
çekişme yaşanmamışsa, eğer o meslekte dikkatli ve aynı zamanda
duyarlı biri yoksa bu aşırma tipi çok defa kaynar gider. Eldeki görünür
bilgi ve soruşturmalar bu tip aşırmanın çok yaygın olduğu yönündedir.
Çok belirgin aşırmalar –eğer başka bir kişi ile aynı ortamda yarışmaya
girildiğinde kullanılmış ise- yasal yaptırıma uğramakta; eğer bir kapışma
yoksa ya da bu kapışmada taraflar uzlaştırılmış ise şuradan buradan 6
alınmıştır şikâyetleri çoğunluk araya girenlerce kapatılmaktadır ya da
görmezlikten gelinmesi sağlanmaktadır.
Bazen zorunluluk insanı suç işlemeye zorunlu kılabilir. Doğru
değerlendirme için zamandaki koşullara da bakmak gerekir. Birçok
aşırma dosyasına hakem olarak baktım. Çoğunu da suçlu buldum; ancak
ceza önermedim. Suç olur da ceza olmaz mı derseniz, anlatayım:
Bir ara YÖK’ten bir karar çıktı: İki yıl içinde önemli dergilerden 2 ya da
3 yayını çıkmayan yardımcı doçentlerin ve doktoralı elamanların
üniversite ile ilişkisi kesilecektir. Çoğu üniversitenin birkaç hocadan
oluşan bölümleri ek ders almak için, ikinci, neredeyse üçüncü eğitimleri
açmıştı. Gündüz dersleri gençlerin üzerine yıkıldı (geceleri verilen dersler
zamlı olduğu için onları büyük hocalar kaptı), bu gençler geceleri de
laboratuvar ve diğer hizmetlerde kullanıldılar. İşte bu insanlardan iki yıl
içinde 3 uluslararası yayın istenmişti. Atılmamak için aşırdılar. Raporumu
bu insanlar aşırmışlardır, suçludurlar; ancak kafese tıkanmış kedi neyse
bunların da durumu öyledir; bu nedenle bir ceza önermiyorum diye
raporlarımı tamamladım.
Yayın ahlakı özellikle bazı mesleklerde çok daha farklı yürümektedir.
Tıpta çoğunluk anabilim dalı başkanı çıkan yayınların tümüne adını
koydurmaktadır. Bir projeden bir alet almış biri bu aleti daha sonra
kullananların yayınına kendi adını koydurmaktadır. Projesi olmayan
araştırıcılara kimyasal madde yardımı yapan, dili iyi olduğu için
hazırlanan yayını gözden geçiren, bir örneği araziden alıp getiren, özel
bir aleti kullanan, tanıdığı bir yayınevine yayınlanacak makaleyi
gönderen kişiler bu ülkede yayına adlarını koydurmaktadır. Bu yayınlarla
birçok kişi unvan almakta, mahkemelerde bilirkişi niteliği kazanmakta,
7
doçentlik jürilerine konunun uzmanı olarak girmekte, yerine göre ticari
çıkar sağlamaktadır.
Türkiye uzun zaman başka üçkâğıtları yaşadı. Benim yazılı tüm
itirazlarıma karşın kimse beni dinlemedi. Unvan sınavlarında, özellikle,
doçentlikte, “yayına kabul edilmiştir” yazılarının hiçbir zaman dikkatle
alınmamasını önermiştim. Yayına kabul edilmiştir yazısı, bir kişinin bir
şeyi bulmada önceliğinin olduğunu gösteren bir belgedir; yayın yapmıştır
anlamı taşımaz. Nitekim doçentliğe 6 tane yayına kabul edilmiştir
yazısıyla girip doçent olan; doçentlikten sonra yayınları hemen geri çekip
belirli bir zaman sonra gerçek yayına dönüştürerek bu sefer
profesörlüğünde kullanan kişileri tanıdım. Bu ülkede birçok insan bir işle
iki unvan elde etti.
Yayının net bir tanımı vardır. Özel (herhalde basit bir şekilde
silinemeyen) bir mürekkeple basılı olmalıdır, belirli bir sayıda basılmış
olmalıdır, olması gereken yerlerden para ile satın alınır olmalıdır ya da
ulaşılabilir (örneğin kütüphanelerde bulunur) olmalıdır. Bir kitabı sadece
jüri üyelerine yetecek kadar (3-5 adet) basıp unvan alabilirsiniz; eser
kamuya sunulmadığı için bu durumda jüri dışındaki uzmanlar tarafından
tenkide uğramaz. Kusurları da ortaya çıkmaz. Olması gereken yerde
bulunmalıdır: Eseri bastıktan sonra, örneğin kitabın, hepsini satın alıp ya
da piyasaya sokmadan bir yerde depolayabilir ve denetimden
kaçırabilirsiniz. Belirli sayıda basılmış olması ise değişik yerlerin
görüşüne sunulması ile ilgilidir. Örneğin Almanya’da bir doktora tezinin
resmileşebilmesi için en az 100 kopyasının belirli merkezlere ulaştırılma
zorunluluğu vardı.
Aşırmanın olup olmadığı konusunda en zor karar verilenler, aynı
konuda, aynı yöntemi kullanan; ancak başka bir madde ile ya da faktör
8
ile denemeyi kuranlarda görülür. Örneğin bir stres çalışmasında bir
bitkide yabancı bir araştırmacı sodyumu kullanmış, benim ülkemde de bir
araştırıcı, bu makalenin dil olarak da aynısını almış, ancak deneme
maddesi olarak magnezyumu kullanmış ise ikisinin arasındaki tek fark
giren maddede ve çıkan grafiktedir. Şikâyet oldu; yasadakiler sordu:
Özgün mü? Özgün dedik. Özgündü; ancak bu da bir çeşit aşırmanın
özgün biçimiydi.
Belki üniversitelere ilk giren araştırıcılara öncelikle bilim etiği, yazım
kuralları, telif yasasının ilgili kısımları öğretilmeli. Şu anda internetten
alınacak bilginin nereye kadar aşırma olduğunu doğrusu ben bilmiyorum.
Çünkü aynı bilgiyi, onarca yerde kaynak olmadan görebiliyorsunuz.
Başka bir aşırma biçimi, sanki aynı kaynakları kullanmış gibi
davranmadır; benim yazdıklarımdan aşırılanlarla ilgili birkaç örnek
verebilirim. Benim kitaplarımın bazılarında, eski literatüre ait olan çok
pahalı ve zor bulunan bazı kitaplardan ve çalışmalardan çok güzel el
çizimi resimler vardır. Biraz da nostalji olarak bu resimleri yazdığım
kitapların arasına serpiştirdim. Benim kitabımı önlerine koyup özet
çıkarıp, biraz bilgi ekleyerek kitap yazan çok sayıda akademisyen oldu.
Kitaplarının içeriği neredeyse yüzde 60-70 benden aşırılma idi. En ilginci
de, ben, resim ve fotoğrafları nereden almış isem, onlar da aynı yerden
almış gibi yazmışlardı. Hatta İngiltere’de bir sanatkârın el çizmesi ile
yaptığı ve hiçbir yerde yayına sokmadığı biyolojik resimleri kitabıma
koyup adını yazmıştım; bu yeni müellifler de aynen bu adamın adını
yazarak oradan aldıklarını belirtmişlerdi. Bu yayını gösterin ben
üniversiteden istifa edeyim dedim, kös kös odamdan ayrıldılar. Ben
nereden almış isem bu beyler de hep oradan almışlar meğer… En
kötüsü, bu insanlar beni kitaplarının arkasında kaynaklar listesinde bile
9
vermemişler. Büyük bir olasılıkla bir yerlerde şu anda yönetici
olmuşlardır…
En büyük aşırma, sıkı durun, ne yazık ki tüm çabalarıma karşın
kendi üniversitemde bile kabul ettiremediğim, şu anda çok yaygın olarak
uygulanan ve belki de benim aktif meslek hayatımda hemen hemen hiç
yapmadığım; üniversiteler tarihinde benim haricimde herkesin onayladığı
ve yaptığı bir eylemdir. Ne yazık ki yasaları bile çıkarımız için çarpık
yorumluyoruz. Bir kısmınızın (belki tümünüzün) itiraz edeceğini bile bile
yazacağım… Buyurun:
Yüksek Öğretim Yasasında (2547), öğretim üyelerinin görevleri tarif
edilirken:
Madde 22:
a. Yükseköğretim kurumlarında ve bu kanundaki amaç ve ilkelere
uygun biçimde önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim -
öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak ve yaptırmak, proje
hazırlıklarını ve seminerleri yönetmek,
b. Yükseköğretim kurumlarında, bilimsel araştırmalar ve yayımlar
yapmak,
Dikkat ederseniz a bendinde lisansla birlikte lisansüstü eğitim ve
öğretim yaptırma üniversite hocalarına birinci görev olarak verilmiştir.
Bizim birinci en önemli görevimiz bilim adamı yetiştirme olduğuna göre,
bunu angarya olarak göremeyiz. Bir kişi bu eğitimi (lisansüstü ve doktora)
yapıp, sonunda unvan alırken, unvan belirli bir belgeye dayandırılmalıdır.
Bu da çoğunluk geçerli dergilerde yaptığı yayın ya da yayınlardır. Bu
yayınlarda yayının altına lisansüstü ya da doktora çalışmasından
alınmıştır ibaresinin düşülmesi bir zorunluluktur. Özellikle doktora
çalışması çok özel ve önemli bir çalışmadır. Çünkü kişiye bir konuda 10
uzmanlık yetkisi, imza atma yetkisi hatta mahkemelerde bilirkişi olma yetkisi verir. Dolayısıyla kişiye yetki kazandıran bir unvanın
paylaşılması söz konusu olamaz. Açıkça bir unvanın yüzde bilmek kaçı
birisine geri kalan kısmı da başka birine aittir mantığı, bırakın
akademisyen mantığına, en basit bir mantık yürütmesine bile ters düşer.
Bu, ahlaken de yasal olarak da doğru değildir. Hiç kimse bir doktora
çalışmasının ne kadarını aday ne kadarını danışman yaptı diye hesap
yapamaz. Çalışmayı tümüyle aday yapar, danışman da adım adım izler
ve yanlış giden şeyleri düzeltir. Ancak bu sürecin hiçbir aşamasından,
danışman, makalelerde ve tezde danışman hoca olarak verilen referans
ya da teşekkür hariç pay alamaz. Çünkü bu unvanlı çalışmaları
yaptırması yasanın birinci maddesi olarak her akademisyene verilen
birinci görevdir. Bu ibare ile danışman hocaya puan da verilmeli,
yükseltilmesinde de kullanılmalı, gerekirse diğer imkânlar da
sağlanmalıdır; ancak adı konmamalıdır.
Çok sevdiğim birini yanıma alıp çalışmanın %90’nını ben yapıp ona
doktora unvanı verdirdiğimde bunun ahlaki yönü sizce ne olabilirse, bu
tip bir paslaşmada da aynısı görülmektedir.
Dikkat edilirse, maddenin b bendi yayın ve araştırma ile ilgili konuları
ikinci görev olarak vermiştir. Eğer her ikisini bir arada düşünseydi, birinci
maddenin içine sokar paydaş yapardı.
Yüksek lisans ve özellikle doktora çalışmasının haricinde herkesin
verdiği emek oranında yayınlardan ve diğer getirilerden pay olması
doğaldır. Ne yazık ki bu tip çalışmalarda da başka çarpıklıklar karşımıza
çıkarmaktadır. Laboratuvarını, aletini, kimyasal maddesini,
kütüphanesini, hatta çalışma mekânını kullandıran, akrabalık ilişkisini
kullana sayısız kimse kendi alanıyla hiç ilgisi olmayan çalışmalara adını
11
koydurmaktadır. Bu tip yardımların da bu yayınlarda uygun bir şekilde
teşekkürle karşılığının verilmesinden başka bir yol yoktur.
Ne yazı ki Türkiye Üniversiteleri doktora öğrencisinin yaptığı
çalışmalarla doçent ve profesör unvanı alan çok sayıda öğretim üyesiyle
doludur. Bu kişilerin yaptığı savunma hep şöyle olmuştur: Çektiğimiz
bunca emek ne olacak? Kimse size oturun da doktora öğrencinizin
çalışmasını bizzat yapın, yazın demiyor; yasa size sadece yönetin diyor;
kaldı ki bunun için ücret alıyorsunuz. Üniversitelerimiz hakları yenmiş
sayısız, mutsuz gençle doludur ve usta çırak örneği bir zaman sonra
onlar da fırsatını yakalayınca benzerini yapmayı mubah görmeye
başlıyor. Böyle bir uygulama, açıkça söylemeliyim, çoğunluk, profesörleri
aktif çalışmadan alıp, bir çeşit maraba kullanmaya yönetmektedir.
Gençlere son bir öneri: Ben yine de yapacakları yayınlar için
gençlere bir şey söyleyeyim: İzin alamamış iseniz, zorunlu olarak bir bilgiyi ya da özellikle şekli ya da fotoğrafı yayınınıza koyacaksanız,
kesinlikle altına nereden, kimden alındığını açık açık yazın. O zaman
usulsüzlük yapmış olursunuz, telafisi mümkündür. Eğer kaynak
vermekten kaçınmış iseniz, o zaman aşırmacı (daha doğru bir tanımla
hırsız) durumuna düşersiniz. Kaynakta verilmeyen bir eserin içerisindeki
bilginin alınması bir aşırmacılıktır. Kaynakta verilen, izni alınmamış bilgi
ise durumuna göre usulsüzlük olarak tanımlanabilir.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
(09.03.2015)
Değerli Kardeşim
Bu yazının, işin arka planını anlamak istemeyenlerce, beni yıpratmak için
kullanılacağını biliyorum. Ancak dünyanın en çetrefilli bölgesinde
bulunan ülkemizin insanlarının bilim toplumuna ulaşmasının bu 12
coğrafyayı seven herkes için en önemli amaç olduğunu da biliyorum.
Bazen insan sevdiklerini korumak ve kurtarmak için her şeyi göze alarak,
bir şeyler yapmak gereğini duyuyor. Ülkem çok zaman yitirdi. Çalışma
yaşamım sırasında bir yerlerde bilim varsa onu ülkemin insanına
taşımanın da görevim olduğunu düşündüm. Çünkü bilimi tabana
yaymayan bir ülke bilim üretemezdi.
Üniversitelerimizde yapılan çalışmaların bir kısmının “kim ne derse desin”
üstü örtülü aşırmacılık olduğunu açık açık söylememiz gerekir.
Çıkmazlarımızı da bilmemiz gerekiyor. Bu yazıdaki fikirlere “şu andaki
konumunuz ve uygulamanız gereği” katılmazsanız bile, elinizi
vicdanınıza koyarak okumanızı dilerim…
Sevgilerimle
13