sosyal bİlİmler enstİtÜsÜ sosyolojİ - …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1638/2277.pdfÖnsÖz...
TRANSCRIPT
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ
ANABİLİM DALI
ESKİ VE YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER:
TÜRKİYE’DE DEMOKRATİK AÇILIMLAR
Doktora Tezi
Mustafa Kemal Coşkun
Ankara, 2004
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ
ANABİLİM DALI
ESKİ VE YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER:
TÜRKİYE’DE DEMOKRATİK AÇILIMLAR
Doktora Tezi
Mustafa Kemal Coşkun
Tez Danışmanı: Doç. Dr. Hayriye Erbaş
Ankara, 2004
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ
ANABİLİM DALI
ESKİ VE YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER:
TÜRKİYE’DE DEMOKRATİK AÇILIMLAR
Doktora Tezi
Tez Danışmanı: Doç. Dr. Hayriye Erbaş
Tez Jürisi Üyeleri İmza
Doç. Dr. Hayriye Erbaş .................................
Prof. Dr. Bahattin Akşit ................................
Prof. Dr. İşaya Üşür ................................
Prof. Dr. Nilgün Çelebi ................................
Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu ................................
ÖNSÖZ
Bu tez çalışması, toplum bilimsel bir çalışmanın neredeyse bir çok
aşamasında karşılaşılabilecek olan bütün problemlerin ve zorlukların yarattığı
sıkıntılardan geçilerek, uzun ve zor bir dönemde yazıldı. Elbette ki, bu sıkıntıların
ortaya çıkardığı hatalar, bu çalışmayı yapan kişiye aittir. Bu süreçte bir çok kişiden
destek alındığını da belirtmek gerekir. Öncelikle, tezin her aşamasında yaptığı
tartışmalarla ve önerileriyle önemli açılımlar sağlayan tez danışmanım sayın Doç.
Dr. Hayriye Erbaş’a teşekkür etmek isterim. Aynı zamanda, tez izleme komitesi
üyeleri sayın Prof. Dr. Nilgün Çelebi’ye ve Prof. Dr. İşaya Üşür’e harcadıkları
zaman ve yaptıkları katkılardan dolayı teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca, Prof. Dr.
Aytül Kasapoğlu tezin ilk biçimini okuması ve eleştirileriyle teşekkürü hak
etmektedir. Tez jürisinde yer alma nezaketinde bulunan sayın Prof. Dr. Bahattin
Akşit’in yüksek lisansdan itibaren başladığım akademik çalışmalarımdaki yeri ise
benim için her zaman anılmaya değer olmuştur.
Çalışmanın gerek nicel gerekse nitel veri toplama aşamaları uzun bir
dönemde gerçekleşti. Bu süreç boyunca özellikle nicel verilerin toplanmasında
önemli katkılar sağlayan sosyoloji bölümü öğrencilerinin emekleri göz ardı edilemez.
Hepsine içten teşekkürlerimi sunarım.
Çalışmanın bir çok bölümünü okuyarak eleştirilerde bulunan Bayram Ünal,
gerek arkadaşlığı gerekse görüşleri için özel bir teşekkürü hak etmektedir. Son
olarak, bir tez çalışmasının bütün sıkıntılarını ve gerilimlerini benimle birlikte
yaşayan eşim Canan’ın yüreklendirmeleri olmasaydı, bu çalışmanın bitmesinin de
neredeyse olanaksız olacağını söylemem gerek.
I
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
Önsöz...................................................................................................................... I
İçindekiler............................................................................................................... II
Tablolar Listesi........................................................................................................V
Şekiller Listesi........................................................................................................ VI
BÖLÜM 1
GİRİŞ...................................................................................................................... 1
1.1. Temel Kavramlar ve Analitik Ayrımlar........................................................... 7
1.2. Tezin Konusu.................................................................................................. 11
1.3. Tezin Önemi.................................................................................................... 11
1.4. Tezin Yaklaşımı............................................................................................... 12
1.5. Tezin Amacı..................................................................................................... 15
1.6. Tezin Kapsamı ve Sınırları............................................................................... 17
1.7. Zamanlama....................................................................................................... 18
BÖLÜM 2
KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE:
RADİKAL DEMOKRASİ KURAMLARI............................................................. 20
2.1. Liberal Demokrasinin ve Refah Devletinin Meşruiyet Krizi........................... 20
2.1.1. Temsil Sisteminin Krizi..................................................................... 25
2.1.2. Siyasal katılımdan uzaklaşma............................................................ 28
II
2.2. Liberal Demokrasinin Krizine Yanıtlar............................................................. 31
2.2.1. İletişimsel Eylem, İdeal Konuşma Durumu ve
Müzakereci Demokrasi..................................................................... 31
2.2.2. İletişimsel Eylem Kuramı ve Müzakereci Demokrasi Eleştirileri...... 47
2.2.3. Agonistik Demokrasi ya da Çatışmalı Çoğulculuk............................ 60
2.2.4. Agonistik Demokrasi Eleştirileri........................................................ 68
2.3. Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi Tartışmaları....................................... 73
2.4. İşçi Sınıfı Pratiğinden Yeni Toplumsal Hareketlere………………………….
2.5. Yeni Toplumsal Hareket Teorileri.....................................................................
BÖLÜM 3
ARAŞTIRMANIN YÖNTEM VE TEKNİKLERİ.................................................. 96
3.1. Evren ve Örneklem............................................................................................ 97
3.2. Toplumsal Hareketlerin Tarihçesi, Amaçları ve Faaliyetleri............................ 99
3.3. Verilerin Toplanması........................................................................................ 102
3.4. Örneklemin Genel Nitelikleri........................................................................... 105
BÖLÜM 4
BULGULAR VE YORUM:
DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ AÇISINDAN TÜRKİYE’DE ESKİ VE YENİ
TOPLUMSAL HAREKETLER.............................................................................. 111
4.1. Yeni Toplumsal Hareketlerin Genel Özellikleri:
Yapı, Katılımcılar ve Amaçlar........................................................................ 112
III
4.1.1. Katılımcıların Özellikleri ve Farklı Hareketleri/Talepleri
Destekleme Potansiyelleri Açısından Eski ve Yeni Hareketler............. 114
4.1.2. Örgüt Yapısı Açısından Eski ve Yeni Hareketler................................. 125
4.1.3. Değerlerin Değişimi Açısından Eski ve Yeni Hareketler.................... 130
4.2. Sivil Toplum, Demokrasi ve Devlete Bakış Açısından
Eski ve Yeni Hareketler.................................................................................. 146
4.3. Devlet Kurumlarıyla İlişkiler Açısından Eski ve Yeni Hareketler................... 153
4.4. Toplumsal Hareketler Arası İlişkiler ve İletişim Açısından
Eski ve Yeni Hareketler.................................................................................. 162
4.5. Örgüt İçi Demokrasi ve Katılım Açısından Eski ve Yeni Hareketler............... 173
4.6. Genel Değerlendirme........................................................................................ 183
BÖLÜM 5
SONUÇ.................................................................................................................... 190
5.1. Yeni Toplumsal Hareketlerin Yapısı.................................................... 191
5.2. Müzakereci ve Agonistik Demokrasi Deneyimleri............................... 193
5.3. Türkiye’de Yeni Toplumsal Hareketlerin Geleceği ve Demokrasi...... 197
Özet.......................................................................................................................... 200
Summary.................................................................................................................. 202
Kaynakça.................................................................................................................. 204
EK 1: Yönetici Görüşme Formu.............................................................................. 217
EK 2: Katılımcılar Görüşme Formu........................................................................ 218
IV
Tablolar Listesi
Tablo 1: Habermas’a Göre Alt Sistemler ve Krizler............................................... 24
Tablo 2: Yeni Toplumsal Hareket Teorileri............................................................. 94
Tablo 3: Araştırma İçin Seçilen Toplumsal Hareketler............................................ 99
Tablo 4: Toplumsal Hareketlerin Amaç ve Faaliyetleri.......................................... 100
Tablo 5: Görüşülen Toplumsal Hareketlerin Dağılımı............................................ 105
Tablo 6: Örnekleme İlişkin Genel Özellikler........................................................... 106
Tablo 7: Eski ve Yeni Hareket Katılımcılarının Yaş Dağılımı................................ 115
Tablo 8: Toplumsal Hareket Katılımcılarının Mesleki Statüsü............................... 118
Tablo 9: Toplam Hane Geliri................................................................................... 119
Tablo 10: Katılımcıların Eğitim Durumu................................................................ 120
Tablo 11: Başka Hareketlere Sempati Duyma........................................................ 123
Tablo 12: Başka Hareketlere Katılma Eğilimi......................................................... 124
Tablo 13: Sivil Toplum Örgütlerinin Etkinlik Alanı............................................... 132
Tablo 14: Eşitsizlik Temelli Farklılıkların Önem Derecesi..................................... 133
Tablo 15: Türkiye’nin Temel Problemleri............................................................... 134
Tablo 16: Diğer Hareketlere Katılım....................................................................... 140
Tablo 17: Sivil Toplumda Sivil Toplum Kuruluşlarının Önemi.............................. 149
Tablo 18: Sivil Toplum Kuruluşlarına Önem Verilmemesinin Nedenleri............... 150
Tablo 19: Farklı Kimliklere Bakış........................................................................... 152
Tablo 20: Devlet’in STK’lara Yaklaşımı................................................................. 156
Tablo 21: Devlet ve STK’lar Arası İletişim............................................................. 161
Tablo 22: Hareketin Rakipleri/Muhalifi.................................................................. 168
Tablo 23: Hareketin Diğer Hareketlerle İlişkilerinde Uyum Düzeyi...................... 172
V
Tablo 24: Kararları Benimseme Düzeyi.................................................................. 175
Tablo 25: Hareketin Faaliyetlerine Katılım Düzeyi................................................. 176
Tablo 26: Türkiye’deki Eski ve Yeni Toplumsal Hareketlerin Temel Nitelikleri... 184
Şekiller
Şekil 1: Bir Memur Sendikasının Toplantı Salonunun Düzeni............................... 181
Şekil 2: Bir Alternatif Yaşam Tarzı Hareketinin Toplantı Salonunun Düzeni........ 182
Şekil 3: Türkiye’deki Yeni Toplumsal Hareketlerin Yapısı.................................... 186
Şekil 4: Yeni Toplumsal Hareketlerin Kimliği........................................................ 188
VI
BÖLÜM 1
GİRİŞ
“Bazen işçiler zafer kazanırlar, ama yalnızca bir zaman için. Onların kavgalarının gerçek meyvesi bu dolaysız sonuçta değil, işçilerin giderek genişleyen birliğinde yatar”
Marx-Engels Komünist Manifesto
Dünyamızın köklü bir alt-üst oluş sürecinde olduğu ve özellikle İkinci Dünya
Savaşı sonrasında ortaya çıkan uluslararası ilişkiler sisteminin, ekonomik, politik ve
ideolojik düzeylerdeki yapıların hızla değişmekte olduğu neredeyse herkes tarafından
kabul edilmektedir. Bu çerçevede, özellikle 20. yy.’ın son çeyreğine gelindiğinde,
gerek sol değerlerin gerekse bu sol değerler tarafından savunulan işçi sınıfı
hareketlerinin bir yenilgisiyle yüz yüze olduğumuz yorumları yapılmaktaydı.
Nitekim, şimdilerde herkese, işçi sınıfının bittiği, dolayısıyla işçi hareketinin bittiği,
üstelik işçi sınıfının artık sosyalizmden nesnel bir çıkarının olmadığı, sınıfa
dayanmayan "yeni toplumsal hareketlerin" geliştiği, yeni bir hizmet sınıfının ortaya
çıktığı, bunların da sosyalizm ile değil, Habermas’ın ve post-Marksistlerin deyişiyle
"radikal bir demokrasi" anlayışıyla ilgisinin olduğu telkin edilmektedir. Buna ek
olarak, sivil toplum devletin karşısında yer alan ayrı bir toplum olarak tasavvur
edilerek, dolayısıyla, kendisi genişleyip büyüdükçe devletin küçülüp ufalacağı ve
arkasından bunun da demokrasinin en önemli özelliği olduğu ileri sürülmektedir.
Diğer taraftan, dillendirilen onca tartışma karşısında, Marx'ın yıllarca önce "Alman
İdeolojisi"nde yazdığı cümle daha bir önem kazanıyor: "Basit bir dükkancı bile, bir
kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasındaki ayrımı yapmasını çok
iyi bilirken, bizim tarihimiz, her çağda, o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve
1
beslediği kuruntulara hemen inanır" (Marx-Engels, 1976: 85). Bu durumda, belki de
ideolojik bir projenin yansıması ya da halihazırda oluşum halinde bir proje olabilecek
bir iddia, bir gerçeklikmiş gibi hemen benimsenip içselleştirilebiliyor. Antik Yunan
Sofist filozoflarından Trashymakhos ve Nietzche gibi öncellerinden yola çıkarak,
iktidarın kurumlar ve gündelik yaşam içerisinde üretildiği teziyle iktidarı bir
merkezden uzaklaştırıp yerelleştiren ve böylece post-Marksist yaklaşımlara bir takım
gerekçelendirme olanakları sağlayan Foucault ve diğer post-modernistlerin
yardımıyla post-Marksizm, bir taraftan demokrasinin önemini vurgularken, diğer
taraftan işçi sınıfının yerine bütünüyle 'halk'ı geçirerek, aslında Marx'ı ve Marksizm'i
tamamen dışlıyor. Nitekim, her şeyin göreli, tekil vb. olduğu bir durumda rasyonel
olanla olmayan, insani olanla olmayan, bilim olanla olmayan, özne olanla olmayan,
teori olanla olmayan, pratik olanla olmayan, gerçek olanla olmayan görecelilik ve
tekillik adına birbirine karıştırılıyor. İşte, bütün bu söylemler sonucunda ortaya çıkan
asıl sorun, post-Marksistlerin, “özgürleşim” sağlamak amacıyla “yeni direnme
alanları” oluşturduklarını söyleyip, tersine, insanlığı dönüştürülüp değiştirilmesini
artık olanaksızlaştırdıkları bir düzen içine hapsetmelerinden kaynaklanıyor. Nitekim
Laclau, bir kitabında "...hangi yöne gidersek gidelim, özgürleşim imkansızlaşıyor"
(Laclau, 2000) demektedir. Böylece, Marx’ın, yabancılaşma ve ekonomik
fetişizmden kurtulma süreci olarak betimlediği, özne ile nesne, teori ile pratik,
gerçeklik ile ideal arasındaki birliği kuran ‘praxis’ meselesi de tersine
çevrilmiş/alaşağı edilmiş olmaktadır. Nitekim, bütün bu tartışmaların temelinde
praxis, yani, özne ve nesneyi, teori ile pratiği kimin, neden ve nasıl temsil ettiği
sorunu yatmaktadır. Elbetteki, Troçki’nin de belirttiği gibi, “Marksizm her şeyden
önce bir çözümleme yöntemidir, -yazılı metinleri değil, toplumsal ilişkileri
2
çözümleme yöntemi” (Troçki, 1969: 1). Dolayısıyla, kendilerini Marksist olarak
isimlendiren insanların belli bazı konularda farklı düşünüyor olmaları elbette ki
oldukça normaldir.
Diğer taraftan buradaki temel vurgu, işçi sınıfının tarih içerisinde işgal etmiş
olduğu merkezi konumunun artık ortadan kalktığı, doğrusu, işçi sınıfının artık bir
toplumsal aktör/özne olarak düşünülmemesi gerektiği üzerineydi.
..........siyasal aktivizmin, sınıf mücadelesinin ve devrimci örgütlenmenin kimi biçimlerinin zamanının artık geçtiğini ve işe yaramaz hale geldiğini belirtelim. Bu biçimlerin kimisi taktik ve stratejik hatalar nedeniyle geçersiz kalırken kimisi de isyan bastırma hamleleri sonucunda etkisiz hale geldi; ama bunların ölümünün daha önemli bir nedeni bizzat çokluğun geçirdiği dönüşümdür. Günümüzde toplumsal sınıfların küresel bileşiminin dönüşümü, maddi olmayan emeğin hegemonyası ve ağ yapılarından kaynaklanan yeni karar alma biçimleri, bütün devrimci süreçlerin koşullarını köklü bir biçimde değiştiriyor. .........bugünkü ayaklanma deneyiminin çokluğun bağrında tekrar keşfedilmesi söz konusudur (Hardt ve Negri, 2004: 86).
Daha özel olarak işçi sınıfının yenilgisi, örneğin 1848 ayaklanmalarında ya da
Paris Komünü’nde olduğu gibi doğrudan bir siyasal çatışma sonucu olarak değil,
daha çok, kapitalist sistemin içinde yeni ücretlilik sistemlerinin gelişmesi ve
teknolojik gelişmelere paralel olarak işçi sınıfının dışında farklı ücretli çalışan
kategorilerinin ortaya çıkması olarak sunulmaktadır (örneğin, Gouldner, 1978a ve
1978b; Giddens, 1999; Lash ve Urry, 1987). Ortaya çıkan bu “yeni sınıf” teorileri,
her ne kadar birbirlerinden farklı anlam ve içerik taşıyor olsalar da, genellikle
Marx’ın burjuva ve proleterya arasında gelişen “yeni orta sınıf”ı bütün olarak ihmal
ettiğini (Burris, 1986: 320) ve kapitalizmden sonra sınıfsız bir topluma geçileceğine
ilişkin umutlarının geçersizleştiğini ileri sürmekteydiler (Szelenyi ve Martin, 1988:
647). Gelişen bu yeni orta sınıf, işçi sınıfından sadece aldığı ücret ve yaptığı iş
açısından ayrılmıyor, buna ek olarak materyalist değerlerden post-materyalist amaç
ve değerlere de geçişin simgesi sayılıyor ve sınıf temelli siyasal kutuplaşmadan değer
temelli siyasal kutuplaşmalara doğru bir gidiş olduğu ileri sürülüyordu (Gouldner,
3
1978a; 1978b; Inglehart ve Flanagan, 1987; Rohrschneider, 1990; Pakulski, 1993).1
Hatta buradan yola çıkarak, sağ ve sol arasında herhangi bir anlam farkı kalmadığına
ilişkin düşünceler geliştirildi (Giddens, 1999; 2000). Yeni orta sınıfın benimsediği
değerler en iyi ifadesini işçi hareketlerinde ya da herhangi bir sınıf hareketinde değil,
“Yeni Toplumsal Hareketler” ya da “Kimlik Yönelimli Hareketler” adı verilen
hareketlerde buluyordu.2 Yeni toplumsal hareket kuramcıları, endüstriyel toplumun
araçsal sorunlarından uzaklaşıldığına ve artık post-endüstriyel dönemde yaşam
sorunlarına geçildiğine vurgu yaparlar (Buechler, 1995; Inglehart, 1990; Parkin,
1968). Bu nedenle de bu kuramcılara göre yeni toplumsal hareketler işçi sınıfı
hareketlerinden niteliksel olarak farklıdırlar.
Bu gelişmelere paralel olarak, artık sosyalist sistemler bir daha gelmemek
üzere çöktüğüne göre, liberal demokrasinin geliştirilmesi ihtiyacı doğmuştu. Çünkü,
geç-modern olarak adlandırılan günümüz dünyasında devlet-toplum ilişkilerinin
niteliği değişmiş ve dönüşmüştü (Keyman, 1998: 193). Bu durumda, kamusal alan,
sivil ve siyasal toplum arasındaki ilişkiler ve ayrımlar yeniden tanımlanmayı
gerektiriyordu. Nitekim, Habermas’a göre, modernizm endüstriyel gelişmeyi
sağlayarak bireylerin bir kısım ihtiyaçlarını giderebilmiş, fakat sivil toplum özel alan
olarak, siyasal toplum ise kamusal alan olarak ayrıldığından dolayı yeterince
demokratik olamamış ve bireylerin hak ve özgürlüklerine yönelik demokratik
taleplerin gerçekleştirilmesi eksik kalmıştı (Habermas, 1987). Modernliğin Habermas
tarafından “bitmemiş bir proje” olarak adlandırılması da bu nedenledir. Habermas
gibi başka düşünürler de (Arendt, 1994; Sennett, 1996; Bauman, 2000) günümüzde
1 Değer ve amaçların dönüşümü düşüncesinin yeni hareketleri açıklamada basit ve yetersiz kaldığına ilişkin bir eleştiri için bkz. Cotgrove ve Duff, 1981). 2 “Yeni Sosyal Hareketler” olarak adlandırılan hareketler, toplum bilimciler tarafından farklı biçimlerde adlandırılmakta ve açıklanmaktadır. İleride ayrıntılı olarak bu açıklamalara değinilecektir. Bir fikir vermesi açısından (Mamay, tarihsiz) ve (Cohen, 1999)’a bakılabilir.
4
modern ulus-devlet tanımlamasındaki kamusallık fikrinin yeniden gözden geçirilmek
zorunda olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu durumda, liberal demokrasinin işleyişinde
bir “meşruiyet krizi” oluşmuş, bir tür devlet-toplum ilişkisi olarak düşünülen
demokrasinin de geliştirilmesi ihtiyacı doğmuştu. Dolayısıyla, “radikal demokrasi”
kuramları adı verilen yeni demokrasi kuramlarının; (a) liberal demokratik teori ve
pratiğin yaşamış olduğu meşruiyet krizine bir yanıt olarak ve (b) çağdaş liberal
temsil sistemine bir meydan okumayı amaçlayarak daha iyi bir demokrasinin
geliştirilmesinin normatif kurallarının oluşturulması çabası olarak ortaya çıktığı
söylenebilir (Smith ve Wales, 2000: 52).
Liberal demokrasinin daha fazla geliştirilmesi olarak işleyen radikal
demokrasi kuramları iki başlık altında incelenebilir: Biri, Jürgen Habermas, Seyla
Benhabib ve John Rawls tarafından, diğeri Ernesto Laclau, Chantall Mouffe ve
William Connolly tarafından geliştirilen, sırasıyla “müzakereci demokrasi” ve
“agonistik demokrasi” (çatışmalı çoğulculuk) teorileri. “Müzakereci demokrasi”
teorisi sivil toplum alanını, kamusal alanda siyasi ve ahlaki açılardan özgür ve eşit
bireylerin rasyonel bir diyalog ile konsensüse varabilecekleri bir alan olarak kavrar.
Buna bağlı olarak, ileride daha ayrıntılı olarak açıklanacağı gibi, “müzakereci
demokrasi” teorisi iki nedenle yeni toplumsal hareketler ile ilişkilendirilmektedir: Bu
hareketler (a) müzakere yoluyla ortak bir konsensüse varabilmenin ve kamusal
konuşmanın gerçekleşmesinin koşullarını yaratmaktadırlar, ve (b) yaşam alanına
yönelik taleplerde bulunmaktadırlar (Benhabib, 1999). Diğer taraftan, “agonistik
demokrasi” modeli, kamusal alandaki ilişkileri kimlik ve fark temelinde kurarak,
ortak bir konsensüse varmak yerine bir “kimlik siyaseti” geliştirme gerekliliğine
vurgu yapar. Bunun nedeni ise, II. Dünya Savaşı sonrasında gelişen yeni hegemonik
5
formasyonun, toplumsal ilişkilerin metalaşmasına, bürokratikleşmeye ve
homojenleşmeye neden olmasıdır (Laclau ve Mouffe, 1992). Bu çerçevede
düşünüldüğünde, yeni toplumsal hareketler Laclau ve Mouffe tarafından bu üç
etkene karşı olarak gelişmiş hareketler biçiminde değerlendirilir (1992: 201) ve bu
hareketler kimlik ve fark temeline dayalı agonistik bir demokrasinin geliştirilmesinin
koşullarını yaratırlar.
Bu çalışma, Türkiye’de hem eski tip (işçi ve kamu çalışanları hareketleri)
hem de yeni toplumsal hareketlerin (çevreci hareketler, eşcinsel hareketler, kadın
hareketleri vb. gibi) devlet, hareketlerin katılımcıları ve birbirleri ile ilişkileri
bağlamında radikal demokrasi teorilerinin sınırlılıklarını ve sorunlarını kendine
problem edinmiştir. Bunu yaparken, bir taraftan sınıf temelli ve eski toplumsal
hareketler olarak adlandırılan, diğer taraftan sınıf temelli olmayan ve yeni toplumsal
hareketler olarak kavramsallaştırılan hareketler karşılaştırmalı olarak incelenecektir.
Çünkü, radikal demokrasi teorilerinin uygulanabileceği alanlar olarak yeni toplumsal
hareketler adres olarak gösterilmekte ve bu teorilere göre sınıf temelli hareketler
gerek araçsal akılla hareket ettikleri gerekse sistem alanına yönelik taleplerde
bulundukları için bu demokratik işleyişlerin uygulanabileceği alanlar olamamaktadır.
Bu iki farklı toplumsal hareket biçimi karşılaştırmalı olarak ele alınarak,
Türkiye’deki farklı toplumsal hareketlerin gelişiminin, birbirleriyle, katılımcılarıyla
ve devletle ilişkilerinin bu iki radikal demokrasi teorisinden hangisiyle daha iyi
açıklanabileceği ortaya konmaya çalışılacaktır. Aynı zamanda, sınıf temelli ve sınıf
temelli olmayan hareketlerin karşılaştırmalı olarak ele alınması, bu hareketler
arasındaki benzerlik ve farklılıkları anlamayı sağlayacak, böylece de yeni toplumsal
6
hareket teorilerinin bu hareketlere ilişkin olarak ileri sürdüğü önermelerinin de
sınırlarını anlamayı sağlayacaktır.
1.1. Temel Kavramlar ve Analitik Ayrımlar
Toplum bilimlerinde kullanılan kavramlar arasında her zaman bir uzlaşma
olmaması nedeniyle çalışmaya temel olan bazı kavramların açıklanması gereklidir.
“Müzakereci demokrasi”, “agonistik demokrasi” ve “yeni toplumsal hareketler”
kavramları daha sonra ayrıntısıyla açıklanacağı için burada değinilmeyecektir.
Ancak, belirtilmesi gereken önemli noktalardan biri şudur: “Yeni toplumsal
hareketler” (Habermas, Offe, Laclau ve Mouffe) kavramı yerine zaman zaman
“kimlik yönelimli paradigma” (Touraine, Castells, Cohen), “yurttaşlık sonrası
hareketler” (Jasper) ya da “yeni değerler yaklaşımı” (Inglehart, Cotgrove) gibi
kavramlar da kullanılmaktadır. Bu çalışmada hem daha fazla kabul görmesinden
dolayı hem de analiz kolaylığı sağladığı için aksi belirtilmedikçe ve özellikle farklı
kavramlar kullanan yazarların düşüncelerine atıf yapılmadıkça genel olarak “yeni
toplumsal hareketler” kavramı kullanılacaktır.
Yeni toplumsal hareketlerin gelişimi genellikle ileri kapitalizmin ya da geç
modern dönemin ürünü olarak görülmektedir. Ne var ki, burada da tam bir kavram
netliği yoktur. Kapitalizmin ileri aşaması olarak ya da endüstriyel toplumun gelişmiş
aşaması olarak kimi yazarlar “post-endüstriyel toplum” (Bell, Piore ve Sabel),
kimileri “örgütsüz kapitalizm” (Urry, Offe), kimileri “programlanmış toplum”
(Touraine), kimileri “ağ toplumu” (Castells) ya da daha genel olarak “enformasyon
toplumu”, “postfordist toplum”, “post-modernizasyon” gibi kavramları
kullanmaktadırlar. Bu kavramları kullanan yazarlar, kendi kullanmış oldukları
kavramların bir takım farklılıklarını belirtmiş olsalar da ve her bir kavram endüstri
7
sonrası toplumun farklı niteliklerine vurgu yapsa da, genel özellikleri bakımından
birbirleriyle hemen hemen aynı anlamlara gelmektedir. Bu çalışmada endüstri
sonrası toplumu belirtmek için “post-endüstriyel toplum” kavramı kullanılacaktır.
Bundan önceki toplum biçimi tüm yazarlar tarafından “endüstriyel toplum” olarak
nitelendirildiği için post-endüstriyel toplum kavramı çözümleme kolaylığı
sağlamakta ve anlamayı kolaylaştırmaktadır.
Son yıllarda sürekli artan bir ilgiyle üzerinde sıkça tartışılan ve hala bir görüş
birliğine varılamamış olan kavramlardan birisi de “sivil toplum” kavramıdır. Bu
çalışmanın amacı, sivil toplumun ne olduğu ya da ne olmadığı üzerine değildir
elbette. Ne var ki, gerek radikal demokrasi kuramlarının gerekse de yeni toplumsal
hareketlerin işlediği, uygulama alanı buldukları yerin sivil toplum alanı olduğu ifade
edilmektedir. Sivil toplum kavramının bu çalışma açısından önemi de bu noktada
ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan sivil toplum kavramı, sadece Batılı entelektüeller
ve bilim adamları arasında değil, Türkiye’deki entelektüeller ve bilim adamları
arasında da tartışılır olmuş ve bir çoğu tarafından da benimsenmiştir. Türk
entelektüellerinde gerçekleşen düşünce değişikliğine ilişkin Şerif Mardin’in yaptığı
saptama, sivil toplum kavramının da tıpkı post-endüstriyel toplum, post-modernizm
kavramları gibi hemen benimsenip içselleştirilmesini açıklamak için kullanılabilir
görünmektedir:
“Bence hadise, Türkiye’de dün olduğu gibi bugün de insanların kitle halinde bir düşünce tarzı benimsemeleriyle ilgili. 1930’larda Duguit moda idi ve Türkiye’de üniversitelerde bütün kabiliyetli gençler akranlarına nispetle nasıl Duguit’yi daha iyi bildiklerini ispatlamakla meşguldüler. Bugün Marksizm moda ve herkes mesai arkadaşlarına Lenin’i nasıl ondan daha iyi bildiğini ispatlamakla meşgul......... Kitle halinde fikir değiştirmenin bir yönü sosyal bilimlerin bir anlama vasıtası değil, fakat bir iktidardan bugün veya yarın pay alma aracı sayılmasıyla ilgiliyse, diğer bir yönü de toplum tipinde genel eğilimin dışında kalan düşünceye cevaz verilmemesidir. Bu nitelik yalnız Anadolu’nun ‘gerici’ olarak tanınan muhitlerinde değil, bizzat üniversitelerimizin ortasında da caridir” (Mardin, 1971: 91).
8
Dolayısıyla, post-endüstriyel bir toplumda yaşadığımızın ileri sürüldüğü
günümüzün dünyasında, endüstri toplumunda görülen işçi/emekçi hareketlerinin
artık ortadan kalktığı ve yeni hareketlerin geliştiği söylemi ve bir “burjuva toplumu”
olarak değil de “devletten farklı örgütlenmeler” anlamında sivil toplum söylemi de
Türkiye’de pek fazla taraftar bulmuştur. Görünen o ki, şimdilerde de sivil toplum
söylemi modadır.
Burada üzerinde durulacak olan sivil toplum tanımları, Hegel, Marx,
Gramsci, Lukacs gibi klasik düşünürlerden çok, sivil toplum üzerine günümüzde
yapılan tartışmalar olacaktır.3 Bu yeni tartışmalar arasında, Cohen ve Arato’nun
(1992: 346) tanımı sivil toplumun dört temel özelliğine vurgu yapar: Çoğulculuk
(plurality), açıklık (publicity), mahremlik (privacy) ve meşruluk (legality).
Habermas, günümüzde sivil toplum kavramının ne Marx’ın ne de Hegel’in kullandığı
anlamda “burjuva toplumu” olarak kullanılmadığını, daha çok, hükümet dışı ve
ekonomik ilgileri olmayan gönüllü dernekler anlamında kullanıldığını ifade
etmektedir. Bu anlamda sivil toplum, Marksist yaklaşımda görülmeyen bir normatif
anlama sahip olmuş ve çoğulculuk, hoşgörü, yurttaşlık, yurttaş kimliği, birey değeri
türünden anlamlara sahip olmaya başlamıştır. Habermas (1998: 336-337)’a göre sivil
toplum bir “dernekler ağı”ndan (network of association) oluşur. Young (1999: 145)’a
göre de sivil toplum ekonomi ve devletten bağımsız hareketler ve örgütlenmelerden
meydana gelmiştir. Bu tanımlamalara benzer olarak Gordon White sivil toplumu,
“devlet ile aile arasında, devletten ayrı, devletle ilişkide özerkliğe sahip olan ve
3 Marx söz konusu olduğunda, iktisadi ve siyasal alanlar arasında keskin bir kopukluk ya da ayrım yoktur. Daha çok bu ikisi arasında bir süreklilikten bahsedilebilir. Bu nedenle de Marx’ın sivil toplumu üretim biçimine indirgediği eleştirileri yapılmıştır. İddia edilene göre buradaki tehlike, kapitalist üretim biçimiyle birlikte liberal demokrasiyi de reddetme anlamında, banyo suyuyla beraber bebeği de dışarı atma biçiminde ortaya çıkar (bkz. Keane, 1993). Marx’ın sivil toplum ve kapitalist üretim ilişkisi arasındaki ilişki ile Keane’nin görüşlerinin bir tartışması için bkz. (Wood, 1985).
9
toplumun üyeleri tarafından kendi çıkarlarını ya da değerlerini korumak ya da
yaymak için gönüllü olarak kurulan örgütlenmelerin oluşturduğu bir birliktelik alanı”
(aktaran, Beckman, 1998: 2) olarak tanımlamıştır. Tanımlar izlendiğinde, sivil
toplum kavramı tanımlamalarında bir farklılık ve çeşitlilik olduğu gözlenmektedir.
Nitekim, sivil toplum kavramıyla ilişkili olarak ortaya çıkan bir başka
problem, örneğin, “sivil toplum kuruluşları” (STK) kavramı ile “hükümet dışı
örgütler” (NGOs) kavramının kullanımıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Her iki
kavram da sivil toplumun temel aktörleri olarak kullanılsa da, ikisinin de üzerinde
anlaşılan ortak bir tanımı yapılmamıştır.4 Hükümet dışı örgütler ile ilgili olarak farklı
tanımlar kullanılmaktadır fakat genel olarak gönüllü katılımı gerektirmesi ve
devletten bağımsız kuruluşlar olmasına vurgu yapılarak, ekonomik örgütlenmeleri,
devrimci grupları, dinsel toplulukları ve siyasal partileri dışarıda bıraktığı
belirtilmiştir (Simmons 1998; Clark, 1995). Bu çalışmada, “hükümet dışı
örgütlenmeler” kavramı yerine, Türkiye’nin kendine özgü koşullarına daha uygun
olduğu düşüncesiyle “sivil toplum kuruluşları” kavramı kullanılacaktır ve hem eski
hem de yeni toplumsal hareketler de sivil toplum kuruluşu olarak
değerlendirilecektir. Nitekim, Türkiye’de STK kavramı NGO kavramından farklı
olarak hem sendikaları, dernekleri ve odaları içine almaktadır hem de sivil toplumla
ilgilenen bir çok sosyal bilimci tarafından hükümet dışı kuruluşlar kavramından çok
daha fazla tercih edilmektedir. Bu anlamda NGO kavramı, bütün sivil toplum
kuruluşlarını değil fakat daha çok yeni toplumsal hareketleri ifade etmektedir.
4 “NGO” kavramı yerine “IGOs” (Inter-Governmental Organizations), “INGOs” (International Non-Governmental Organizations) ya da TSMs (Transnational Social Movements) kavramlarının kullanılması ve NGO kavramının tanımı üzerine bir tartışma (Cohen, R. 1998; Sancar, 2000)’de yapılmaktadır. Bu kavram bolluğu, hareketlerin çeşitliliği nedeniyle toplumsal hareketler üzerinde yapılan tartışmalarla ortak bir tanıma varılamamasının sonucu olarak düşünülebileceği gibi, farklı siyasal ya da ideolojik hesapların bir yansıması olarak da düşünülebilir.
10
1.2. Tezin Konusu
Bu tez çalışmasının konusu, son dönemde gerek dünyada gerekse ülkemizde
sıkça tartışılan devlet-toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine ilişkin ortaya
atılan radikal demokrasi teoerilerinin (müzakereci ve agonistik demokrasi teorileri)
Türkiye’de yeni yeni gelişen sosyal hareketler ve eski tip işçi/emekçi hareketlerinin
birbirleriyle ve devletle ilişkilerini açıklamada sınırlarının ve sorunlarının neler
olduğudur. Ayrıca, yeni toplumsal hareketler teorilerinin ileri sürdüğü temel
hipotezlerin bu hareketleri açıklamada kullanmış oldukları ölçütler tartışma konusu
yapılmıştır. Bu konu için düşünülen amprik araştırma, sınıf temelli “eski” hareketler
olarak işçi ve kamu çalışanları hareketleri ile sınıf temelli olmayan “yeni” toplumsal
hareketler olarak kadın, çevre ve eşcinsel hareketler ile gerçekleştirilmiştir.
1.3. Tezin Önemi
Bu çalışmanın hem kuramsal hem de uygulamalı olarak iki öneminden
bahsedilebilir:
a. Sosyal bilimler içerisinde son yılların en önemli tartışmaları küreselleşme,
ulusallık, yerellik, modernizm, postmodernizm, kamusal alan ve demokrasi
kavramları üzerinden yürütülmektedir. Bu nedenle, yapılan bu tartışmaların ve ileri
sürülen teorik yaklaşımların genelde tüm dünyada özelde ise Türkiye’de
uygulanabilirliği konusundaki sorunların neler olduğu konusu incelenmeye değerdir.
Aynı zamanda, böyle bir çalışma Türkiye özelinde demokrasinin kurum ve
kuruluşlarının geliştirilebilmesinin de yollarını açabilme konusunda önemli katkılar
da sağlayabilir.
b. Demokrasinin gelişimine ilişkin olarak ileri sürülen teorilerin sınırlılıkları
belirlendikten sonra, yeni olarak adlandırılan toplumsal hareketlerin gelişmesine
11
karşılık, toplumsal düzenin bütününün dönüştürülmesini hedefleyen işçi sınıfı
hareketinin bu yeni hareketlerle bağlantıları, yani benzerlik ve farklılıkları
gösterilmeye çalışılacaktır. Bu ise, Türkiye’de demokrasinin gelişmesinde işçi sınıfı
hareketi ya da sınıf tabanlı hareketler ile yeni hareketler arasında demokratik bir
ilişkinin gelişebilmesi ve bunlar arasında ittifaklar kurulabilmesi olanaklarını
anlamak açısından önemlidir.
1.4. Tezin Yaklaşımı
Yeni toplumsal hareketler ve bu hareketlerin demokratik süreçleri
deneyimleme potansiyellerine ilişkin çok çeşitli yaklaşımların varlığından bahsetmek
olanaklıdır. Bu yaklaşımların bir kısmı ilerleyen bölümlerde ayrıntılarıyla
tartışılacaktır. Burada bir ilk yaklaşım olarak şu iki farklı bakış açısına vurgu yapmak
yerinde olacaktır: Bu yaklaşımlardan birincisi, eski ve yeni hareketler arasında
önemli bir “kopuş” (break) olduğunu ileri sürerek ve her iki hareket tipi arasına
keskin ayrımlar koyarak bunlar arasındaki çok temel farklılıklara vurgu yapar
(Habermas; 1984; Laclau ve Mouffe, 1992; Inglehart, 1990; Touraine, 1988;
Melucci, 1995; Castells, 1996; ve Cohen ve Arato, 1992). İkincisi ise, bunun tam da
tersi olacak biçimde eski ve yeni hareketler arasında bir “süreklilik” (continuity)
olduğuna vurgu yaparak bu iki hareket tipi arasında önemli bir takım benzerlikler
olduğunu ileri sürer (Offe, 1985; 1988; Wallerstein, 1993; ve Raymond Williams,
1989).5 Bu çalışmada eski ve yeni tip toplumsal hareketler arasında bir takım
farklılıklar olduğu kabul edilmekle birlikte, bu farklılıkların kopuş teorilerinin
bahsettiği “amaçlar”, “katılımcıların özellikleri” ve “örgüt yapısı” gibi noktalarda
5 Aslında bir üçüncü yaklaşımdan bahsetmek de olanaklıdır. Bu yaklaşım ise, yeni toplumsal hareketlerin varlığını ve demokratik potansiyelini tümüyle yadsıyan bir bakış açısını içerir. Bu çalışmada söz konusu yaklaşım tartışılmayacaktır, çünkü Türkiye’de yeni toplumsal hareketlerin gelişmekte olduğu ve belirli bir etkililik derecesine sahip olduğu baştan kabul edilmektedir.
12
değil, fakat başka bir takım ölçütlerde aranması gerektiği kabul edilmektedir. Bu
farklılıkların ise, çoğu kez toplumsal hareketlerin kendilerine içkin özelliklerinden
değil, daha çok Türk toplumsal, siyasal ve ekonomik yapısından kaynaklanan,
dolayısıyla toplumsal hareketlere dışsal olan bir takım etkenlerden kaynaklandığı
benimsenmektedir. Ancak daha da önemlisi, ekonomik, siyasal ve toplumsal yapının
eski ve yeni hareketler arasında bir takım benzerlikler yarattığı söylenebilir. Bu
nedenle, çalışmada Türkiye’deki eski ve yeni toplumsal hareketlerin birbirlerini
tamamladıkları, birbirlerinden oldukça etkilendikleri ve dolayısıyla bu iki hareket
arasında bir sürekliliğin bulunduğu yaklaşımı benimsenmektedir.
Toplumsal hareketlerin bu özelliklerine bağlı olarak, bu iki hareket tipinin
deneyimledikleri demokrasi pratiklerinin de birbirlerine oldukça benzediğini
söylemek olanaklıdır. Bu noktada, müzakereci ve agonistik demokrasi kavramları adı
altında toplanan radikal demokrasi teorilerinin hayata geçirilmesinde yeni toplumsal
hareketlerin ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu söylenemez. Benhabib’in yaklaşımında
yeni toplumsal hareketler, bir taraftan “yaşam alanı”na yönelik taleplerde
bulundukları için, diğer taraftan müzakere yoluyla ortak bir konsensüse varabilmenin
ve kamusal konuşmanın gerçekleşmesinin koşullarını yarattıklarından dolayı
müzakereci bir demokrasinin uygulanması için en uygun örgütlenmeler olarak
değerlendirilmektedir (Benhabib, 1999). Bu yaklaşımdan farklı olarak agonistik
demokrasi teorisi, yeni toplumsal hareketlerin bir “kimlik siyaseti” uyguladığına
vurgu yapar. Bu nedenle de bu hareketler kimlik ve fark temelinde çatışmayı da içine
alan bir demokrasinin geliştirilmesinin koşullarını yaratırlar (Laclau ve Mouffe,
1992). Bu çalışmada, radikal demokrasi teorilerinin her ikisinin de bir takım
sorunlara sahip olduğu yaklaşımı benimsenmektedir. Dolayısıyla, gerek eski gerekse
13
yeni toplumsal hareketler açısından her iki yaklaşımın da uygulanabilir olmadığı
kabul edilmektedir. Çünkü radikal demokrasi yaklaşımları, bu demokratik süreçlerin
uygulanmasının yeni toplumsal hareketlerin kendilerine içkin bir özellikmiş gibi
algılarlar. Oysa bu türden demokrasi süreçlerinin pratiğe aktarılması, yaşanan
ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçlerden bağımsız değildir ve gerek eski gerekse
yeni hareketlerde uygulanamamalarının nedeni sadece onların taleplerinde (sistem
alanına ilişkin ya da yaşam alanına ilişkin taleplerde bulunmak gibi) aranamaz. O
halde, toplumun ekonomik ve siyasal yapısı, devletin örgütlenme biçimi ve sivil
toplum alanına nüfuz etme biçimi gibi etkenler bu türden demokrasi pratiklerinin
yaşama geçirilmesinde önemli etkenler olarak düşünülmelidir. Bu nedenle bu
çalışmada, radikal demokratik yaklaşımların her ikisinin de uygulanamayacak bir
takım ilkeler içerdiğine ilişkin bir yaklaşım benimsenecektir.
Kendi temellerini, 1960’larla birlikte gerek kapitalizmde gerekse Marksizmde
yoğunlaştığı iddia edilen ve yeni arayışların ortaya çıkmasına neden olan bunalımın
1980’lere gelindiğinde bir billurlaşma dönemine girmesine dayandıran radikal
demokrasi kuramları, günümüz dünyasında demokratik hak ve özgürlüklerin
ençoklaştırılması çerçevesinde bir pratik politik platform sunmaktadır. Kuramcıları,
öncelikle bir özneden hareket ederek bu öznenin “kendisinden bekleneni
verememesi” sonucunda ortaya çıkan boşlukların, Luxemburg’tan Gramsci’ye,
Kautsky’den Lenin’e Marksist kuramcılar tarafından doldurulmaya çalışıldığı
iddiasını hegemonya kavramı bağlamında değerlendirmektedir. Ve klasik liberalizme
ve Marksizme bir alternatif olarak sunulan radikal demokrasi kuramları, bir
toplumsal devrim programına başvurmaksızın kapitalizmin dönüşümünü olanaklı
gören eski bir tartışmayı solun yeni paradigması olarak görmektedir.
14
Yeni paradigma, solun sorununu sosyalist bloğun çöküşünün liberalizm lehine
yarattığı hegemonik kırılmada aramak yerine, Aydınlanma projesinden tarihsel bir
kopuşta bulmaktadır. Yani 1989’da yalnızca Sovyetler Birliği değil, dünyanın
dönüşümünde etkili olabilecek eylem stratejileri anlamında hem sosyalizmin hem de
liberalizmin kesin bir çöküş yaşadığını ilan edilmektedir. Dolayısıyla sol için yeniden
diriliş olanağının da bu çöküşün faili ve tamamlanmamış bir süreç olarak görülen ’68
hareketinde aranması gerektiğini savunmaktadır. Fakat solun geldiği son aşamayı
temsil etmesi bakımından radikal demokrasinin gerek yola çıktığı öncüller gerekse
ortaya koyduğu stratejinin mevcut sisteme alternatif oluşturduğu düşüncesi son
derece muğlaktır. Neyin, kimin için, kime karşı istendiği, stratejinin nasıl
gerçekleştireceğine dair bir dizi soru bütün bu tartışmalar içerisinde boşlukta
kalmaktadır. Çünkü kendi öncülünü bulduğu ve sol için bir imkan olarak gördüğü
’68 hareketinin taşıdığı idealler ile sosyalizm arasındaki hegemonik bağı tamamen
reddederek, solun programını mutlak olarak sınıftan arındırma çabasındadır. Bu
çerçevede değerlendirilen yeni toplumsal hareketler, radikal demokrasi ideallerinin
uygulanma alanları olarak görülmektedir. Bu çalışma, Türkiye’deki yeni toplumsal
hareketlerin bu tür bir ideali gerçekleştirme yeterliliğine ulaşmadığına ve yeni bir
toplumsal değişim projesinin gerçekleşebilmesi için sınıftan ve sınıf hareketinden
kaçınmanın olanaksız olduğuna ilişkin bir yaklaşıma sahiptir. Bu anlamda, çalışma
boyunca eleştirel bir yaklaşım benimsenmiştir.
1.5. Tezin Amacı
Bu tez, Türkiye’deki yeni ve eski toplumsal hareketlere yönelik bir sosyolojik
çözümleme girişimidir. Bu çerçevede tezin amacı iki noktada belirtilebilir: (a)
Türkiye’deki gelişmelerin bugüne kadar ileri sürülmüş olan demokrasi ve toplumsal
15
hareketler teorilerine ne derece uygun olduğunu; ve (b) toplumsal hareketlerin ve
demokratik yapılanmanın gelişiminde Türkiye’ye özgü özelliklerin neler olduğunu
anlamak. Bu amaçla, araştırmanın temel bağımsız değişkenleri, sınıf tabanlı eski
hareketler/sınıfsal olmayan yeni hareketler biçiminde oluşturulmuş ve bunların
devlet kurumlarıyla ve birbirleriyle ilişkileri göz önünde bulundurularak
Türkiye’deki toplumsal hareketlerin kendine özgü özellikleri incelenmeye
çalışılmıştır.
Bu amaçlar çerçevesinde, bu tez çalışmasının araştırma çerçevesinin
dayandığı temel sayıltı, Türkiye’de yeni gelişen sosyal hareketlerin belirleyici
dinamiklerinin, içine aldıkları bireylerin sınıfsal konumlarının ve ulaşmak istedikleri
temel amaçlarının değişmekte olduğu ve bir tarafta geleneksel sınıf temelli hareketler
dururken, diğer tarafta sınıflara dayanmayan hareketlerin geliştiğidir. Diğer taraftan,
bu noktada en önemli tartışma konusu, bu değişen toplumsal hareketlerin
demokrasinin gelişimine ne derecede katkı yapabileceğidir. Bu anlamda, bu
çalışmanın başında sorulan ve yanıt verilmeye çalışılan sorular şunlardır:
a. Türkiye’deki yeni ve eski toplumsal hareketler, katılımcılarının temel
özellikleri, benimsedikleri değerler ve örgütlenme yapısı açısından ne tür farklılık ve
benzerlikler göstermektedir?
b. Türkiye’de, gerek devletle gerekse kendi iç ilişkilerinde müzakereci ya da
agonistik demokrasi yaklaşımlarının temel ilkeleriyle ilişkilendirilebilecek olan
toplumsal hareket biçimleri nelerdir?
c. Türkiye’deki yeni toplumsal hareketler bu iki demokrasi teorisinin temel
ilkelerine ne derecede uygunluk göstermektedir? Bu açıdan eski hareketlerle
aralarında ne tür farklılık ve benzerlikler bulunmaktadır?
16
d. Yeni ve eski toplumsal hareketlerin dayandıkları herhangi bir güç ya da
çıkar var mıdır? Eğer varsa, bunlar nelerdir ve bu hareketlerin demokrasi pratiğini
geliştirmelerini engelleyici/kolaylaştırıcı bir etkiye sahip midir?
e. Yeni toplumsal hareketlerin temel hedefleri ve sınıfsal tabanı bir siyasal
güç olarak örgütlenebilecek nitelikte midir?
f. Yeni toplumsal hareketlerin kendilerine özgü örgütlenme yapıları, ideoloji
ve amaçları ile sınıf hareketlerinin örgütlenme yapıları, ideoloji ve amaçları
arasındaki ilişkiler, aralarındaki benzerlikler ve farklılıklar nelerdir?
g. Radikal demokrasi teorilerinin pratikte uygulanabileceği bir alandan
bahsetmek olanaklı mıdır? Bu iki demokrasi teorisinin pratikte karşılaştıkları
sorunlar neler olabilir?
h. Ve son olarak, yeni toplumsal hareketler olarak nitelendirilen bu
örgütlenme tarzlarının ve işçi sınıfı örgütlerinin Türkiye’de demokrasinin kurum ve
kuruluşlarının gelişimine katkıları neler olabilir?
Kısaca belirtmek gerekirse bu çalışmanın temel amacı, yukarıda sorulan
sorular çerçevesinde yeni ve eski toplumsal hareketlerin Türkiye’de demokrasinin
gelişimine yapabilecekleri katkıyı anlamaktır.
1.6. Tezin Kapsamı ve Sınırları
Bu çalışmanın yürütüleceği alan, Ankara’daki dernek ve örgütlenmelerle
sınırlanmıştır. Ne var ki, bu kurumların bütünü üzerinde araştırma yapmak hem
zaman hem de maliyet açısından olanaksız olduğundan, Ankara’daki tüm örgüt ve
derneklerin bir listesi hazırlanmış, bu örgüt ve dernekler içerisinde, “Yeni Toplumsal
Hareketler” tanımına uygun olan örgütlenmeler ve işçi ve kamu çalışanları
sendikaları ile bu çalışma sınırlanmıştır. Diğer taraftan, bu çalışmanın konusu; (a)
17
müzakereci ve agonistik demokrasi teorileri; ve (b) bu demokrasi teorilerinin
uygulanma alanı olarak görülen yeni toplumsal hareket teorileri ile sınırlıdır. Bu tez
çalışmasında Giddens ya da diğer yapısalcı kuramcıların yaptığı gibi bir yapısalcı
analize girişilmemiştir. Bu nedenle de Türkiye’nin toplumsal yapısı konusuna
değinilmemiştir.
1.7. Zamanlama
Araştırmanın tamamlanması değişik aşamalardan geçilerek
gerçekleştirilmiştir. Kaynakların araştırılması ve literatür tartışmaları Eylül 2003-
Ocak 2004 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Şubat 2004’de veri toplanmaya
başlanmıştır. Alanda, önce örgütlerin yöneticileri ile görüşülmüş, sonra üye ve
gönüllü katılımcılarına görüşme formu uygulanmıştır. Veri toplama süreci Şubat
2004 – Ağustos 2004 tarihleri arasında tamamlanmıştır. Verilerin analizleri ve yazma
işlemleri ise Ağustos 2004 – Aralık 2004 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Yazılan
metin tez danışmanı ve tez izleme jürisinin önerileri doğrultusunda tekrar tekrar
gözden geçirilmiştir.
Araştırmanın konusunun ne olduğu, ne tür bir öneme sahip olduğu,
araştırmanın amacı ve sayıltılarının neler olduğu, araştırmanın hangi zaman
diliminde gerçekleştirildiği ve ne kadar bir alanı kapsadığı giriş bölümünde
anlatılmıştır. İkinci bölüm, araştırmanın kavramsal ve kuramsal basamağına aittir. Bu
bölümde, araştırmanın temelini oluşturan müzakereci ve agonistik demokrasi
teorileri tartışılmış ve bu teorilerin uygulama alanı bulduğu yeni toplumsal hareketler
üzerine geliştirilen tezler incelenmiştir.
Üçüncü bölüm araştırmanın yöntem ve araştırma tekniklerine ayrılmıştır.
Nicel ve nitel tekniklerin nasıl uygulandığı, ne tür sorunlarla karşılaşıldığı bu
18
bölümde yer almaktadır. Aynı zamanda, üzerinde çalışılan eski ve yeni toplumsal
hareketlerin neler olduğu, nasıl sınıflandırıldığı ve bu hareketlerin genel
özelliklerinin neler olduğu bu bölümde aktarılmıştır. Ayrıca, araştırma evreninin ve
örneklemin genel özellikleri, örnekleme ilişkin ilk veriler üçüncü bölümde
sunulmaktadır.
Dördüncü bölüm analiz kısmıdır. Bu bölümde doğrudan doğruya sahadan
elde edilmiş olan nicel ve nitel veriler analiz edilmiştir.
Beşinci ve son bölüm, araştırmanın sonuç tartışmasını içermektedir. Sonuç
kısmında, analiz sonucunda elde edilen verilerin değerlendirilmesinden elde edilen
sonuçlar üzerine bir tartışma yapılmış, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin bir
betimlemesi yapılmaya çalışılmıştır.
19
BÖLÜM 2
KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE
RADİKAL DEMOKRASİ KURAMLARI VE
YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER
“....görünüşte bireyler burjuvazinin egemenliği altında daha özgürdürler,....... gerçekte ise kuşkusuz, daha az özgürdürler, çünkü nesnel bir güce daha fazla bağımlı durumundadırlar”
K. Marx Alman İdeolojisi
Bu bölümde ilk önce liberal demokrasinin halihazırda yaşadığı ve özellikle
Habermas tarafından meşruiyet krizi olarak tanımlanan krizlerin temel özelliklerinin
neler olduğundan bahsedilecektir. Liberal demokrasinin yaşadığı krizler, yeni bir
toplum anlayışına ve demokrasi teorisine duyulan ihtiyacın anlaşılması açısından
önemlidir. Nitekim daha sonra, yaşanan bu krizlerin aşılması amacıyla geliştirilen
müzakereci ve agonistik demokrasi teorileri tartışılacaktır. Her iki demokrasi
teorisinin temel görüşleri ve ayrım noktaları aktarıldıktan sonra, her iki teoriye
yapılan eleştirilere yer verilecektir. Bu eleştirilerin her iki demokrasinin sorunlarına
ve uygulanabilme olasılıklarına vurgu yapması açısından oldukça önemli olduğu
söylenebilir. Bu bölümün son kısmı, Türkiye’de sivil toplum ve demokrasi
tartışmalarına ve ileri sürülen demokrasi teorilerinin bir çeşit uygulama alanları
olarak görülen yeni toplumsal hareketlere ilişkin farklı yaklaşımların tartışılmasına
ayrılmıştır.
2.1. Liberal Demokrasinin ve Refah Devletinin Meşruiyet Krizi
Çağdaş dünya, krizlerle beraber anılır olmuştur, zira, yaklaşık son otuz yıldır
sürekli olarak çevremizi sarmalayan krizlerden bahsedilmektedir. “Ulus-devletin
ekonomik, siyasal ve kültürel krizi” yanında, “meşruiyet krizi”, “birikim krizi”,
20
“motivasyon krizi”, “yurttaşlık krizi”, “çelişki olarak kriz” türünden kriz
çözümlemeleri toplum bilimlerinde bir kriz söyleminin yerleşmesine neden
olmuştur.6 Örneğin, Habermas'ın yaptığı kapitalizm çözümlemesi sistemin içine
düştüğü bir takım krizler tespit eder. Aynı zamanda, liberal demokrasinin “bilgi ve
siyaset hakkında gerçekten de liberal; fakat özünde demokratik olmayan öncüllere
dayandığı” ve liberal demokrasinin birey ve bireysel çıkar kavrayışının “bireylerin ve
çıkarlarının dayandığı demokratik pratikleri zayıflattığı” ileri sürülmüştür (Barber,
1995: 32). Nitekim, gerek “müzakereci demokrasi” ve gerekse “agonistik demokrasi”
yaklaşımları, liberal demokrasinin şimdilerde yaşamış olduğu meşruiyet krizine
verilen normatif yanıtlar olarak görülebilir.7 Kapitalist sistemin ekonomik, siyasal,
toplumsal ve kültürel alanlarda yaşadığı krizler birbirleriyle bağlantılı olarak ortaya
çıkmaktaysa da, bu bölümde asıl olarak üzerinde durulacak olan konu liberal
demokrasinin yaşadığı krizi de içine alan siyasal alanda yaşanan krizler olacaktır. Ne
var ki, yaşanan bütün krizler, örneğin Habermas’a göre birbirleriyle bağlantılı olan
alt sistemlerle ilişki içinde ortaya çıktığı için, siyasal alanda yaşanan krize geçmeden
önce, bu krizin ortaya çıkmasına neden olan ve birbirleriyle bağlantılı olan diğer
krizlerden de bahsetmek gereklidir.
Habermas, ileri kapitalist sistem ve bunalımlarını analiz ederken, liberal
toplumsal sistemi, daha doğrusu onun kullandığı terimle “sistem alanı”nı üç temel alt
6 Özellikle yurttaşlık krizi, meşruiyet krizi ve çelişki olarak kriz yaklaşımlarının tartışıldığı bir çalışma için bkz. (Moran, 1988). Kriz söylemlerinin toplum bilimleri için analitik faydası üzerine önemli bir tartışma (Holton, 1987)’de yapılmaktadır. 7 Müzakereci ve agonistik demokrasi yaklaşımları liberal demokrasinin krizine verilen yanıtlardan ikisidir. Bunların dışında, özellikle müzakereci demokrasiyi temel alan ancak müzakereci demokrasinin sorunlarını gidermeye yönelik olarak Barber “güçlü demokrasi”, Mansbridge “birimsel (Unitary) demokrasi”, Dryzek “söylemsel (discursive) demokrasi”, Young “iletişimsel demokrasi”, Cohen “doğrudan müzakereci poliarşi” kavramlarını geliştirmişlerdir. Agonistik demokrasi teorisi dışındaki diğer demokrasi teorileri, Habermas’ın iletişimsel eylem kuramını temel alır.
21
sisteme ayırarak analiz eder.8 Bu alt sistemlerden birincisi ekonomik sistemdir.
Ekonomik sistem, iktisadi gücün dağılımını ve üretim güçlerini içeren ekonomik
kurumları, yani, Habermas’ın deyişiyle üretim ilişkilerini içerir (Habermas, 1976: 6).
Ekonomik sistem bir emek ve sermaye girdisi gerektirir ve sistemin çıktısı toplumsal
tabakalar arasındaki sayı ve tipe göre dağıtılan tüketilebilir değerlerden oluşur.
Liberal kapitalizmdeki ekonomik sıkıntılar daha çok sistemin çıktısı ile ilgilidir.
8 Habermas ileri kapitalist toplumun bunalımlarının analizine geçmeden önce, kendi teorisini birbiriyle bağlantılı üç düzeyde/uğrakta oluşturur: (a) Bilgi ve bilginin kökenleri, (b) Toplumsal sistem, ve (c) İleri kapitalizm ve bunalımları. Bu bölümde bu üçüncü düzey üzerinde durulacaktır, ancak bundan önce diğer iki düzeyden bahsetmek bağlantıları kurmak açısından yararlı olacaktır. (a) Habermas, Marx’dan farklı olarak, insanı hayvandan ayıran iki nokta belirler. Bunlardan birincisi, Marx’ın da kendi teorisini üzerine inşa ettiği “emek”ken, Habermas, Marx ve Marxistlerin ihmal ettiklerini vurguladığı ikinci bir farklılık daha belirler. Bu ise “dil”dir (İnsanı hayvandan ayıran özelliklerin neler olduğuna ilişkin bu tartışma ve Marx’ın tarihsel materyalizm eleştirisi özellikle Habermas, 1975’de yapılmaktadır). Dolayısıyla, birer insan etkinliği/insanı insan yapan birer etkinlik olarak “emek” ve “dil”, farklı bilgi tipleri üretir aynı zamanda. Emek, doğal süreci kontrol etme ve onları yararımıza kullanma anlamında teknik bir istem (interest) geliştirirken, dil ise birbirimizi anladığımız, birbirimizin eylemlerini yorumladığımız biçimler anlamında pratik/iletişimsel bir istem (interest) üretir (Craib, 1984: 204-5). Teknik istem, amprik bilgiye dayalı teknik kurallarla yönetilen “araçsal” ve analitik bilgiye dayalı stratejiler tarafından yönetilen “rasyonel seçme” eylemlerinden oluşan bir “amaç-rasyonel eylem” tarafından yönetilir. İlletişim istemi ise, en az iki eylemci özne tarafından anlaşılabilir ve tanınabilir olan bağlayıcı ortak normların yönlendirmelerine bağlı olan bir “iletişimsel eylem” üretir. “Çalışma veya amaç-rasyonel eylemden ya aletli eylemi ya rasyonel seçimi ya da bu ikisinin bir kombinasyonunu anlıyorum. Aletli eylem emprik bilgiye dayalı teknik kurallara uyar........Rasyonel seçim tavrı analitik bilgiye dayalı stratejilere uyar..........Öte yandan iletişimsel eylemden, sembollerle sağlanan bir etkileşim anlıyorum. Bu eylem, karşılıklı davranış beklentilerini tanımlayan ve en azından iki eyleyici özne tarafından anlaşılmış ve kabul edilmiş olmaları gereken, zorunlu geçerli normlara uyar” (Habermas, 1993: 39). Habermas’a göre bu iki bilgi türü toplumsal sistemlerin varlıklarını sürdürmesini sağlar (Habermas, 1976: 5). İşte asıl sorun bu noktadan sonra başlar: Marx, iletişimsel istemi teknik isteme indirgemekle, yani iletişimsel eylemi emek sürecinin ve üretici güçlerin bir türevi olarak görmekle tam da positivist bir yaklaşım geliştirmiştir. Burada sorun, teknik istem ile iletişim isteminin tek boyuta indirgenmiş olmasıdır. Liberal toplumun temel bunalımları da bu noktada başlar. İletişimsel istemin neden olduğu üçüncü bir istem daha vardır ki, bu da özgürleşim istemidir (emancipatory interest). Bu istem, yine dil ile ilgilidir ve bir taraftan eleştirel bilimlerin ortaya çıkmasına neden olurken (psikoanaliz gibi), diğer taraftan bireylerin kararlar vermelerine, öz bilinçli olarak düşünme ve eyleme yeteneklerinde köklenmiştir (Craib, 1984: 206). Dolayısıyla bu istem, bireylerin karar alma süreçlerine katılımını sağlayan bir “praxis” olarak ortaya çıkar. (b) Yukarıda bahsedilen bilgi türleriyle bağlantılı olarak Habermas, toplumsal sistemi biri dış doğaya karşı “amaç-rasyonel eylem” ile varlığını sürdüren “sistem alanı”, diğeri iç doğaya karşı “iletişimsel eylem”le varlığını sürdüren “yaşam alanı” olmak üzere iki alana böler. Toplum, sistem alanı aracılığıyla, belli amaçlara yönelik olarak kendi varlığını sürdürme ve bu amaçlara ulaşmak için manevra (steering) yapma olanaklarına sahiptir. Ancak toplum, kendi kendini düzenleyen bir organizma olduğu kadar aynı zamanda bir yaşam alanıdır. Bu açıdan bakıldığında toplum, konuşan, eylem yapan ve birbirleriyle etkileşim içinde olan insanlardan oluşur (Habermas, 1976). Buradaki sorun ise şudur: sistemin bütünleşmesi için sürdürülen manevralar, yaşam dünyasını oluşturan insanların güdülerini ters yönde etkileyerek toplumsal bütünleşmeyi tehlikeye sokabilirler (Habermas, 1976). Bu paradoksal durum, ileride tartışılacak olan ileri kapitalist toplumun bunalımlarını ortaya çıkarır ve bu nokta Habermas’ın analiz ettiği üçüncü düzeydir.
22
Ekonomik sistemde amaç, sermaye birikiminin gereklerinin yerine getirilmesidir ve
eğer bu gereklilikler yerine getirilmezse ekonomik kriz ortaya çıkar (Habermas,
1976: 45-46). İkinci alt sistem, girdisi sosyo-kültürel sistemden gelen kitle sadakati
ve çıktısı yönetimin aldığı kararlardan oluşan siyasal sistemdir ki, siyasal sistemin
girdisine ilişkin bunalımlar rasyonalite bunalımlarını, çıktıya ilişkin bunalımlar ise
meşruiyet bunalımlarını ortaya çıkarır. Basitçe söylenirse, ekonomik sorunları
çözmek için yapılan siyasal müdahaleler, yine Habermas’ın tanımıyla, siyasal sistem
içinde istikrarsızlaşmış bir piyasa ekonomisinde daha istikrarlı bir toplumsal düzen
kurmanın olanaksızlığına dayanan bir rasyonalite krizi ortaya çıkarmaktadır.
Buradaki problem, siyasal olarak işlev gören bir kamunun kurumlaştırılması yoluyla
devletin burjuva çıkarlarına uyum sağlama eğilimi içine girmesidir. Ne var ki,
“toplumun devletleştirilmesi” ve “devletin toplumsallaştırılması” olarak işleyen bu
süreç devlet ile toplum ayrışmasını tahrip eder (Habermas, 1997: 256). Modernliğin
krizi de işte budur: Manevra araçları, sadece sistem alanını düzenlemekle kalmaz,
bütün kurumsal alana kendi eylem mantığını empoze ederek yaşam dünyasını
kolonileştirir (Habermas, 1993; ve bkz. Mouzelis, 1992: 272). Devletin varlığı, bu
durumda, sermaye birikiminin gereklerine uygun politikalar geliştirmek ve
uygulamaktan başka bir şey değildir. Diğer taraftan, kamusal yönetimde ortaya çıkan
bir rasyonellik krizi devlet araçlarının ekonomik sistemi uygun biçimde
yönlendiremediği anlamına gelir (Habermas, 1976: 47). Bu da, diğer taraftan,
devletin ekonomik sistemi planlama gerekliliğinin doğurduğu uzlaşmaz talepleri
uzlaştıramamasından dolayı meşruiyetini kaybettiği bir meşruiyet krizine yol
açabilmektedir. Meşruiyet kaybedilmiştir, çünkü refah devleti çelişkili bir takım
zorunluluklara tabidir (Moran, 1988: 404). Meşruiyet krizi de, yönetimsel araçlarla
23
etkili normatif yapıların kurulmasının olanaksızlaşması anlamına gelir (Habermas,
1976: 47). Bununla birlikte, eğer devlet farklı çıkarları uzlaştırmakta başarılı olursa,
bu sefer çalışma etiği ve rekabet dürtüsü zayıflar ve sosyo-kültürel sistem içinde
toplumsal bütünleşmeyi de tehdit eden bir motivasyon krizine yol açar. İleri
kapitalist toplumların meşruiyet krizi, sivil ve ailesel-mesleki yoksunluğun
sendromlarına karşı pratik bir meydan okuma aracılığıyla yaratılan bir motivasyon
krizine dayanır (Rootes, 1980: 484). Üçüncü alt sistem sosyo-kültürel sistemdir.
Sosyo-kültürel sistemin çıktısı toplumsal bütünleşme ve kitlelerin sisteme olan
sadakati iken, ileri kapitalist sistemin yeni insan ihtiyaçlarını karşılayamaması, yani
devlet aygıtlarının insanların genel ihtiyaç ve beklentilerini tamamlayamaması,
sosyo-kültürel sistemin bu çıktısı üzerinde bireysel düzeyde bir motivasyon krizine
neden olur. Dolayısıyla Habermas, modern toplumların yaşamış olduğu krizi, Marx
gibi ekonomi içine yerleştirmez. Kriz, daha çok, yaşam alanında ortaya çıkan
toplumsal bütünleşme sorunlarıyla ilgilidir.9
Tablo 1: Habermas’a Göre Alt Sistemler ve Krizler
İleri Kapitalist Toplumun Alt Sistemleri Normatif Yapılar
Sistem Krizi Kimlik Krizi
Ekonomik Sistem Ekonomik kurumlar (Üretim ilişkileri)
Ekonomik kriz ----
Siyasal Sistem Siyasal kurumlar (Devlet) Rasyonalite krizi Meşruiyet krizi Sosyo-Kültürel Sistem Statü sistemi; alt kültürel
yaşam biçimleri ---- Motivasyon krizi
Kaynak: Habermas’ın (1976: 45) ve (2001)’deki yaptığı açıklamalar birleştirilerek oluşturulmuştur.
Birbiriyle bağlantılı olarak ortaya çıkan bu krizlerden kurtulmanın bir yolu
olarak geliştirilen müzakereci demokrasi kuramı şu temel tez üzerine kuruludur:
9 Bu nedenle de, yeni toplumsal hareketler refah ve ekonomik yeniden dağıtım sorunlarından çok, kültürel yeniden üretim, toplumsal bütünleşme ve sosyalizasyon üzerine odaklanmıştır. Habermas’ın Sosyal ve sistem bütünleşmesi hakkındaki görüşleri Mouzelis (1992)’de eleştirel olarak tartışılmaktadır. Ayrıca bkz. Meadwell, (1994).
24
Liberal demokrasilerde demokratik yönetim “hukukun üstünlüğü” ilkesiyle
denetlenme özelliğine sahipse de, bu yeterli değildir. Daha doğrusu, tek başına
hukukun üstünlüğü ilkesi böylesi bir demokrasinin meşruiyetini sağlamaz.
Demokratik bir yönetim için olması gereken koşullardan biri, “kamusal iletişim
mekanı”nın varlığıdır (Habermas, 1999).10 Böylece meşruiyet, herkesin katıldığı
özgür ve kısıtlamasız bir kamusal müzakereye dayandırılmalıdır (Benhabib, 1999b:
102). Dolayısıyla bir meşruiyet krizi, birbirlerinden farklı ama birbirleriyle ilişkili
olan iki temel üzerine oturur: (a) temsil sistemi modelinin krizi, ve (b) bireylerin
siyasal sürece katılımdan uzaklaşmaları.11
2.1.1. Temsil Sisteminin Krizi
Temsil krizinin asıl nedeni, siyasetin sürekli olarak yinelenen seçimlere
indirgenmiş olması ve meşrulaştırmanın da buna dayandırılmasıdır. Sanayi
toplumlarında gelişen teknokratik yönetim altında demokratik seçimler kamusal
tartışmaya değil, daha çok onaylamaya dayanmaktadır. Bu ise, siyasetin
bilimselleşmesine neden olurken, diğer taraftan da demokratik karar alma sürecini
“iktidarı uygulamak üzere birbirlerinin yerini alarak iş başına getirilen seçkinleri
onaylamak için düzenlenmiş bir usule indirger” (Habermas, 1992: 80). Habermas’a
göre bu, iktidarın meşrulaştırılması yollarından biridir, ancak kesinlikle
rasyonelleştirme anlamına gelmez. Çünkü teknokratik yönetimin varlığı bir
demokratik karar alma sürecini nesnesiz bırakacaktır (1992: 81).
10 Dahl’a göre demokratik sürecin kriterleri beş temel standarta sahiptir: Etkin katılım, oy kullanmada eşitlik, bilinçli anlayış, gündemin kontrolü ve bu dört kritere yetişkinlerin sahip olması (Dahl, 2001: 39). Ne var ki Dahl’a göre, varolan hiçbir demokrasi bu kiriterleri yerine getirememiştir (2001:87) ve demokrasi krizinin de anlamı budur. Dahl’ın öne sürdüğü bu kriterlerin değişik demokrasi biçimlerinde uygulanabilirliğine ilişkin bir tartışma için bkz. (Dalton, vd. 2004). 11 Köker, bu ikisine ek olarak krizin üç boyutundan daha bahsetmektedir: Kolektif kimliklerin tanınması taleplerinin meşruiyet krizini derinleştirmesi, “iyi yaşam” tercihlerinin özel alana atfedilmesi ve siyasetin sadece devletin bekası ile ilgili olan bir teknik faaliyetler biçimine dönüşmesi (Köker, 1996).
25
.... politik iktidarın rasyonel yönetime indirgenmesi, burada ancak demokrasiden vazgeçme pahasına düşünülebilir. Politik olarak görev yapan bir kamusal alan, politikacılar şeysel zorlamaya kesin olarak boyun eğdikleri sürece, olsa olsa yönetim personelini meşrulaştırabilir ve uzmanlık niteliğine göre sipariş edilmiş görevliler bulunabilir; ...............Endüstriyel toplumun teknokratikleştirilmiş yönetimi her türlü demokratik irade oluşumunu anlamsızlaştırmaktadır (Habermas, 1993: 80).
Habermas’a göre kamusallığın teknokratik yönetimle birlikte dönüşüme
uğraması, temsili demokrasinin geniş bir nüfusa yayılmasının ve bireylerin yasama
sürecine katılmasının bir aracı olan parti sisteminin, giderek bu özelliğini yitirerek,
kamusal topluluğun elinde değil fakat parti aygıtını belirleyenlerin ellerinde irade
oluşturan araçlara dönüşmesine neden oldu. Parlamento da, dolayısıyla, partinin
emredici vekaletine sahip milletvekillerinin daha önce verilmiş olan görevleri tescil
etmek üzere bir araya geldikleri bir mekan haline dönüştü (Habermas, 1997: 340-
343).
Müzakerelerin kamusallığı, bir vakitler parlamento-öncesi tartışmayla parlamentodaki tartışma arasındaki sürekliliği, kamusallığın ve onun içinde oluşan kamu oyunun birliğini, kısacası tüm olarak kamusal topluluğun hem merkezi ama hem de parçası olan istişari parlamentoyu güvencelemesi gerekirken ve bir müddet sahiden güvencelemişken, bugün buna benzer her hangi bir işlevi yerine getirmez. Yerine getirmesi mümkün de değildir, çünkü gerek parlamento içinde gerek parlamento dışında kamusallığın kendisi yapısal dönüşüme uğramıştır..............Genişleyen kamusallık önünde müzakereler şov tarzına bürünüyor. Aleniyet, eleştirel işlevini gösteri işlevi lehine12 kaybediyor; bizzat savlar bile simgelere çevriliyor, sonra da bunlara yine savlarla değil ancak özdeşleşmelerle cevap verilebiliyor (1997: 343-344).
Temsili sistemin krizine ilişkin bir diğer sorun, küreselleşmeyle birlikte
uygulamaya sokulan neo-liberal politikalar aracılığıyla devletin hem ekonomik hem
de sosyal işlevlerinin aşınmasıyla ilgilidir. Küreselleşme, bu anlamıyla, modernite
projesinin ulus-devlet-ulusal toplum ekseninde kurduğu ve devlet egemenliği
söylemiyle sınırlandırılmış siyaset anlayışını meşruiyet krizine sokmaktadır
(Keyman, 1995: 62). Sorun basitçe şöyle belirtilebilir: Temsili demokrasi, belli bir
12 Türkçe çeviride burası “aleyhine” biçiminde çevrilmiş. Ne var ki, ingilizce basımında cümle aynen şöyle: “Publicity loses its critical function in favor of a staged display” (bkz. Habermas, 1989: 206). Bu nedenle burada “lehine” olarak değiştirilmiştir.
26
ulus-devlet içerisinde gerçekleşebilir ve bu yüzden de sınırlı bir alana sahiptir. Ne var
ki, küreselleşme süreci boyunca üretim, dağıtım ve bölüşüme ilişkin ekonomik
kararlar ulus-devletin sınırlarını aşmakta, tersine, yeni küresel ağlar tarafından
belirlenmektedir. A. G. Frank (1995: 70), uluslar arası kapitalizmin egemen olduğu
bir dünyada ekonomi ile ilgili en önemli kararlar, ulusal iktidarı ellerinde tutanların
denetiminin ötesindedir diyerek, bu koşullar altında demokrasinin olanaksız
olduğunu belirtir. Dolayısıyla, devletin ekonomik-toplumsal işlevleri neredeyse
sıfırlanmakta, “kır ve kent emekçilerinin ekonomik-toplumsal işlevler üzerinde belli
bir rol oynama gücünü ortadan kaldırmaktadır” (Boratav, 2000: 28). Bu durum,
Castells’in “enformasyon toplumu” çağında sermaye serbestçe dolaşırken siyasetin
yerel kaldığı iddiasına denk düşmektedir (Castells, 1996). Held (1991: 207-208),
ulusal ve uluslar arası politikaların yapısı ve biçimi açısından küreselleşme sürecinin
önemini şematik bir biçimde şöyle özetler: (a) Küresel ilişkiselliğin artışıyla birlikte,
hükümetler için kullanılabilir siyasal araçların sayısı azalır. Sonuç, devletin
sınırlarının içinde ve ötesindeki hareketleri kontrol edebilme yeteneğinin azalmasıdır.
(b) Ulus aşırı güçler ve etkileşimlerin artışından dolayı devletin yetkilerinde
azalmalar ortaya çıkar. (c) Küresel düzen içinde, devletin geleneksel işlev ve
sorumlulukları (savunma, ekonomi yönetimi, idari ve yasal sistemler) uluslar arası
işbirliği biçimlerine başvurmadan yerine getirilemez. (d) Devletler diğer devletlerle
siyasal bütünleşme düzeylerini ve ilişkisellikle yan yana giden denge bozucu etkileri
kontrol etmek için çok taraflı anlaşmaları ve düzenlemeleri artırmak zorundadır
(IMF, GATT anlaşmalarında olduğu gibi). (e) Sonuç, küresel yönetişim temeline
dayanan kurumlar ve örgütlenmelerin büyümesidir. Yeni küresel politikalar, devletin
hakları ve yükümlülüklerinin, gücü ve kapasitesinin yeniden tanımlandığı bir çatı
27
yaratmıştır.13 Bu durumun, parti ve parlamento sistemine bir güvensizlikle,
dolayısıyla bu sistemin meşruluğunu kaybetmesiyle sonuçlanacağı açıktır.14
Dolayısıyla, küreselleşen dünyada hem ekonomik yapının hem de siyasetin
işleyişinde ulus-devletin rolünün azalması, hükümetlerin parlamento aracılığıyla
karar almalarını etkisizleştirmiş, ülke içinde işleyen siyasal süreç anlamsızlaşmıştır.
Temsil sisteminin ve temsili demokrasinin yaşamış olduğu kriz, devletin yeniden
yapılanması tartışmalarını da beraberinde getirmiş, böylece de, adına “yönetişim”
(governance) denilen yeni bir bakış açısı giderek popülerlik kazanmıştır.15
2.1.2. Siyasal Katılımdan Uzaklaşma
Temsili demokrasinin yukarıda bahsedilen kriziyle bağlantılı olarak ortaya
çıkan bir diğer kriz, halk kitlelerinin siyasete olan ilgisinin giderek azalmasıdır.
Vatandaşların temsil sürecine gösterdiği ilginin azalmasının yanı sıra, temsili
demokrasinin kurumlarından biri olan parti sistemine de gösterdiği ilgi azalmış,
örneğin, gelişmiş ülkelerin demokrasilerinde vatandaşların seçimlere ve parti
üyeliğine gösterdiği ilgide bir azalma olmuştur (Dalton, vd., 2004: 124; Dalton, vd.,
2001). Yurttaş ile devlet arasındaki ilişkiyi kurabilecek organlar olan partilerin
hiyerarşik yapısı bireylerin partiler aracılığıyla siyaset yapmalarının önünde engel
oluşturmaya başlamıştır. Weber örneğin, modern rasyonelliğin araçsal bir rasyonellik
13 Küreselleşme sürecinin ulus devletler üzerine etkisi ve özellikle de toplumsal hareketlerin her hangi bir devletin kontrolünden kurtulmasına ve teknolojik gelişmenin bu toplumsal hareketlerin manevra kabiliyetini geliştirerek uluslar arasılaşmasına ilişkin açıklayıcı bir tartışma için (bkz. Tilly, 2001). 14 Şimdilerde tartışılan ve reform olduğu öne sürülen “Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı” da bu çerçevede değerlendirilebilir. Nitekim, ademi-merkezileştirme, küresel kurumların yoksullukla mücadele edilebilmesi için uygulamaya soktukları bir düşüncedir. İlginç olan, bir taraftan devletin işlevleri daraltılıp toplumun bu kararlar üzerine düşünce üretme, söz söyleme hakkı kısıtlanırken ya da anlamsızlaşırken ve bunun, parlamenter sistem üzerine bir güvensizlik yaratacağı ortadayken, bu kararın yine parlamento tarafından alınmasıdır. Bu durum, kararların parlamento üyelerinin akılcı bir müzakere sonucu kendi özgür iradeleriyle alınmadığını, tersine, küresel ölçekte gelişen ekonomik zorunlulukların ve küresel kurumların zorlamaları sonucu alındığını da kısmen doğrular niteliktedir. 15 Yönetişim kavramının, demokratik bir toplum oluşturmaktan çok, gelişmekte olan ülkeleri küresel pazara daha fazla bağımlı kılmanın meşrulaştırılması olarak yapılan değerlendirmeler için bkz. Zabcı, (2002) ve Bayramoğlu, (2002).
28
olduğunu ileri sürerek, bu tür bir rasyonellik altında siyasal partilerin giderek daha
fazla bürokratikleştiğini ve bu nedenle de kamusal fikirlerin (sentiments) harekete
geçirici etkilerinden kendisini izole ettiğini ileri sürer (Kelly, 2004: 40).16 İrade
oluşturan araçlar olarak partiler, bu iradeyi bir kamusal topluluk aracılığıyla değil
fakat parti aygıtını belirleyenler aracılığıyla oluşturmaya başlayınca (Habermas,
1997: 340), partilerin kamusal toplulukla olan ilişkisi de kesintiye uğramıştır.
Şebekeler çağında yurttaşların siyasal birlikle ilişkisi, kendileri dışında kurabilecekleri bağların sınırsızlığıyla rekabet halindedir; öyle ki, siyaset insanların toplum içindeki yaşamının düzenleyici ilkesi olmanın uzağında ikincil bir iş, hatta çağdaş dünyanın sorunlarına bulunacak pratik çözümlere pek uymayan yapay bir kuruluş olarak görünmektedir (Guehenno, 1998: 26).
Aynı zamanda, herhangi bir ulus-devlete ilişkin ekonomik kararların, ulus
üstü kuruluşlar tarafından alınarak uygulanması, parlamentoyu işlevsizleştirdiği gibi,
bireylerin siyasete katılımını da anlamsızlaştırmaktadır. Kararlar bireylerin aktif
katılımıyla alınmasından çok, “modern demokrasinin karar sürecinde meydana gelen
temel sarsıntı” (Guehenno, 1998: 27) olarak karşımıza çıkan lobicilik gibi
faaliyetlerin etkisiyle alınmaktadır. Bu anlamda, seçimler, Duverger’nin deyişiyle,
siyasal oligarşilerin yeniden onanmasından başka bir şey olmamakta (akt. Mısır,
1998: 30), bu ise sistemden memnun olmamayı, güvensizliği ve motivasyon krizini
peşinden getirmekte, dolayısıyla da seçmenler oy kullanmaya daha az eğilimli
olmaktadırlar.
Yukarıda bahsedildiği gibi, modern liberal demokrasinin yaşamış olduğu
kriz, sistem alanında bir rasyonalite krizi, kimlik alanında bir meşruiyet krizidir.
Habermas’a göre küresel ekonomik sistemin yarattığı bu sorun, “ulus aşırı
(transnational) ekonomiyi geriye sarmakla değil, fakat bu ekonomiyi düzenleyici bir
16 Habermas Weber’le aynı fikirde olmasına rağmen, araçsal akılcılığın modern rasyonelliğin temel biçimi olduğu fikrine karşı çıkar (bkz. Kelly, 2004: 41 vd.).
29
çatı içine yerleştirmek”le aşılabilir. Böylesi bir düzenleme, ulus devletin terk
edilmesinden sonra bile meşruluğu emniyet altına alacaktır. Düzenleme ve
dayanışma olmaksızın toplum, toplumsal aktörlerin ihtiyaçlarına vurdumduymaz
kalma eğiliminde olan küresel ekonomik sistemin oburluğuna yenik düşecektir
(Grant, 2000: 135-136). Dolayısıyla, yaşanan bu krizlere ilişkin olarak ortaya çıkan
radikal demokrasi kuramları, bir taraftan sistemin meşruluğunu yeni temellere
oturtmaya çalışırken, diğer taraftan bireylerin karar süreçlerine katılımını artırmayı
amaçlamaktadır. Bu anlamda müzakere politikaları, siyasal meşruiyet krizlerini
durdurmak ve bu sorunun bütünüyle üstesinden gelmek olarak değerlendirilebilir.
Nitekim hem Benhabib hem de Manin, müzakereci bir demokrasinin “siyasal
düzenlemeler ve çıktıları/sonuçları meşrulaştırmak için” merkezi bir öneme sahip
olduğuna vurgu yaparlar (Cunningham, 2002: 165). Ne var ki, burada yapılan, liberal
demokrasinin daha fazla geliştirilmesi çabalarından başka bir şey değildir.
“........yapılması gereken, devlet erkleri arasında değil, toplumsal entegrasyonun
değişik kaynakları arasında yeni bir denge kurulmasıdır. Hedef artık kapitalist
doğrultuda özerkleşmiş egemenlik sisteminin ‘ilgası’ değil, sistemin emredici
kiplerinin yaşam dünyası alanlarına dönük sömürgeleştirici tecavüzlerine set
çekilmesidir” (Habermas, 1997: 41). Yine de, müzakereci bir demokrasi anlayışının,
bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkesine ve olumlu ve olumsuz özgürlük
anlayışlarının dengelenmesine dayalı liberal demokrasi teorisini aşan/aşmaya çalışan
bir demokrasi kavrayışı geliştirdiğini belirtmek gerekir. Böylesi bir demokrasinin
oluşumu ise, hem meşruiyet hem de motivasyon krizlerini ortadan kaldıracak bir
devlet/sivil toplum/ekonomi ayrımıyla mümkün kılınmaktadır. Nitekim, gerek
Habermas ve diğer müzakereci demokrasi kuramcıları gerekse Laclau ve Mouffe ile
30
diğer postMarksistler ve agonistik demokrasi kuramcıları, böylesi bir sivil
toplum/siyasal toplum/ekonomik toplum ayrımıyla işe başlamaktadırlar.17 Bu türden
ayrımların nasıl bir demokrasi anlayışı ortaya çıkardığı ve sistemin meşruiyet krizine
nasıl yanıtlar geliştirdiği ileriki bölümlerde ele alınacaktır.
2.2. Liberal Demokrasinin Krizine Yanıtlar
2.2.1. İletişimsel Eylem, İdeal Konuşma Durumu ve Müzakereci
Demokrasi
Habermas’ın iletişimsel eylem kuramının ve söylem teorisi gibi kavramlar
aracılığıyla anlatılabilecek olan siyasal kuramının, en genel anlamda bir yandan
Kantçı biçimselci/yöntemci18 (prosedürel) özellikleri korurken, diğer yandan Hegelci
anlamda normatif/belirli bir zaman aralığında varlığı süren bir topluma özgü etik19
kuralları da içeren, dikkate alan bir kuram olduğu söylenebilir. İletişimsel eylem
kuramının temelini oluşturan söylem teorisi, Hegel ve Kant’ın soyut evrensel ahlak
anlayışına yönelttiği -yani bu evrensel ahlak anlayışının salt biçimselci, soyut bir
şekilde evrenselci, yapılması gerekeni gösterirken onu zorunlu kılamayan bir anlayış
olduğu yönündeki- eleştirilere, Hegel’in de vurgu yaptığı toplumlara özgü etik
anlayışları, Kantçı bir biçimselcilik (formalism) içerisinde kapsayarak güncel bir
yanıt oluşturur. Söylem teorisinin bunu gerçekleştirebilmesi ise, Kant’ın kategorik
imperatif’inin yerine, bir tartışma yöntemi koyarak, bir yandan etik normların soyut
ve evrensel bir alandan kişiler arası bir alana taşınması ile –çünkü bir karar ya da
kuraldan etkilenen herkesin bu karar veya ilkelerin oluşturulmasında söz sahibi
17 Benzer bir ayrım, Touraine (2000a) tarafından yapılmaktadır. 18 Buradaki prosedürellik, bir yandan ahlak ilkelerine ilişkin tözsel bir içeriğin var olamayacağını anlatırken, dolayısıyla tözselcilik karşısında bir biçimselciliğe işaret ederken, diğer yandan da, bu ilkelerin özneler arası iletişim süreçleri sonucu ortaya çıktığını, dolayısıyla yöntemsel yanını vurgular. 19 Habermas’a göre, ahlak anlayışı, evrensel ahlak kurallarına ilişkin iken, etik, belirli bir zaman ve uzamda yer alan belirli bir topluluğun pratik yaşamına ilişkin kurallara ve kabullere gönderme yapar.
31
olduğu düşünülür-, diğer yandan karşılıklı iletişime giren bireylerin, önceden
varsaydığı koşulların, sözü geçen ilkelere bir de normatif içerik vermesi ile mümkün
olur (Habermas, 1995: 195-198). Benhabib’e göre bu türden bir normatif model, hem
toplumlarımızın genel toplumsal eğilimleriyle hem de kadın hareketi gibi yeni
toplumsal hareketlerin özgürleşimci istekleriyle uyumlu olan tek modeldir (1999a:
161). O halde yeni toplumsal hareketler, Habermas ve takipçileri tarafından gerek
iletişimsel eylemin gerekse müzakereci demokrasinin uygulanabileceği en uygun
mekanlar olarak görülür.
Habermas’ın her iletişim eylemine içkin olduğunu varsaydığı normlar; her
konuşmacının;
a. söylediği şeylerin anlamlı ve akıl yoluyla kavranabilir olması,
b. söylediklerinin, ifadelerin savladıkları anlamında doğru olması,
c. her konuşmacının hakiki niyetini ortaya koyarak konuşması,
d. söylediklerinin akıl yoluyla gerekçelendirilebilir olmasıdır (Habermas,
1973: 16-18).
Habermas’a göre, her türlü ahlak anlayışında varolan karşılıklı saygı,
dayanışma ve ortak değerler gibi temel ilkeler, iletişimsel eyleme içkin olan simetri
ve karşılıklılık ilişkilerine indirgenebilir (Habermas, 1995: 201). Söylem, toplumsal
bağlamlara özgü olan iletişimsel eylemleri genelleştirir ve soyutlar. Söylemde
toplumsal aidiyet bağlarına dokunulmazken, bencil bakış açılarının öne geçmesine de
izin verilmez; söylemin olanak verdiği anlaşma, bireylerin özerkliği ve karşılıklı
paylaşılan bir ilişkiler ağının içinde varolmalarına dayanır (Habermas, 1995: 202).
Ortak çıkarlar ve faydalar, özneler arasında kurulan kamusal söylemin sonucudur ve
dilin evrenselliğine dayanır (Habermas: 1995: 203). Ancak siyaset, ortak bir yaşam
32
biçiminin ya da ortak bir kimliğin yorumsamacı (hermeneutical) bir kendini açıklama
sürecine indirgenemeyeceği gibi, siyasal sorular da, bir topluluğun üyeleri olarak kim
olduğumuza ve kim olmak istediğimize ilişkin sorduğumuz sorulara indirgenemez
(Habermas, 1996: 296-302). Habermas, çeşitli müzakere biçimlerinde daha iyi
tezlerin ortaya çıkmasını ve katılımcıların adil bir biçimde içerilmesini sağlayan
iletişimsel önvarsayımların (communicative presuppositions) önemini vurgular.
Dolayısıyla, bu varsayımlara dayanan evrensel ahlak anlayışı, kimlik siyasetlerini ve
kültürel bağlamları aşar. Ayrıca Habermas’ın söylem teorisi, dünyayı ve yaşamı
sonsuz yorumlara açık bir metin olarak değil, üzerinde düşünülmesi ve rasyonel
olarak örgütlenmesi olanaklı olan bir süreç olarak gördüğü için postmodernist
söylem teorisinden de ayrılır. “.......bir post-metafizik evrenselci konumun
formülleştirilmesi esnasında atılacak ilk adım, tözselci bir rasyonellik kavramından
uzaklaşarak söylemsel, iletişimsel bir rasyonellik kavramına geçmek olacaktır”
(Benhabib, 1999a: 21). Söylem etiği aşağıda anlatılacak olan gerçek yaşam dünyaları
bağlamlarına dayanmalıdır.
Habermas’a göre toplumsal eylem ya iletişimsel ya da stratejiktir.20 Bu ayrım,
bireysel sosyal eylemlerin nasıl etkileşim içine girdikleri temel alınarak yapılır.
Burada, “özgül bir sorunu meram eden tek bir failin amaç yönelimli ya da stratejik
20 Habermas’a gore eylem tipleri, eylem konumu ve eylem yönelimi olarak iki biçimde ele alınabilir. Aşağıdaki tablo eylem tiplerinin bu açıdan sınıflanmasını göstermektedir (bkz. Habermas, 2001: 305, Şekil 14).
Eylem Yönelimi Eylem Konumu
Başarı Yönelimli
Anlaşma Yönelimli Toplumsal olmayan Araçsal eylem - Toplumsal Stratejik eylem İletişimsel eylem
Habermas’a gore, araçsal ve stratejik eylemler, başarılı olmaya yönlenmiş eylemler olarak etkisözel, yani karşısındakini etkilemeye yönelmiş eylemlerdir. Anlaşma yönelimli eylemler ise, edimsözel eylemler olarak, eylem planlarının anlaşma edimleri üzerinden koordine edildiği eylemler, yani iletişimsel eylemdir (Habermas, 2001: 305-313).
33
eylem modelinden, ötekilerle paylaşılacak söz ve eylem olan iletişimsel eylem
modeline geçiş” (Benhabib, 1999a: 52) söz konusudur. Bu anlamda, Habermas’a
göre, Marx’ın “Araçsal Eylem” tanımı üretici güçler alanında geçerliyken,
“İletişimsel Eylem” tanımı üretim ilişkileri alanında geçerlidir (Livesay, 1985: 67).
İletişimsel eylem, birlikte yürütülen bir yorumlama sonucu varılan bir anlamayı
hedeflerken, stratejik ya da amaç yönelimli eylem, bencil fayda hesaplarını temsil
eder (Habermas, 1984: 101). Sözü geçen yorumlama süreci, tabii ki dilin kullanımını
içerir, ancak dilin kullanıldığı her etkileşim iletişimsel değildir. Dolayısıyla
Habermas’ın hangi konuşma edimlerinin (speech acts) iletişimsel eylemin kurucu
öğeleri olduğuna karar vermek ve ulaşılan anlayışın etkileşimi nasıl düzenleyeceğini
açıklamak için başvurduğu “karşılıklı anlayışa ulaşma mekanizmaları”, onun “yaşam
dünyası” kavramı açısından çok önemlidir. İletişimsel eylemi diğerlerinden ayırt
etmemizi sağlayan birinci ölçüt, konuşmacının bütün “niyetleri”nin açıkça
görünebilir olmasıyken, ikinci ölçüt konuşma ediminde dile getirilen iddianın kabul
edilebilirlik koşullarına dayanır. İletişimsel eylemde, konuşma edimi normatif bir
doğruluk/geçerlilik iddiası (validity claim) taşır. Konuşmacı bu iddiasını akılcı
kanıtlar ve argümanlar yoluyla savunmaya hazırdır. Dolayısıyla Habermas, rekabet
halindeki doğruluk iddiaları arasındaki tartışmayı akılcı bir oydaşma yoluyla
çözümleme olanağının iletişimsel eyleme ‘içkin’ olduğunu iddia eder. Akılcı
gerekçelere ve tezlere açık olma olasılığı iletişimsel eylemin “akılcı potansiyeli”ne
işaret eder (Habermas, 1984:301-305).
İletişimsel eylem, Habermas’ın “yaşam dünyası” (life world) diye tanımladığı
bir toplumsal bağlam içerisinde gerçekleşir. Habermas için yaşam dünyası,
“katılımcıların iletişimsel iş birliğini yorumlama süreçlerini içinden devşirdikleri
34
sarsılmaz kesinlikler ve inançlar haznesi” (Gorz, 2001: 178-179)21 olarak,
“durumlarla başa çıkma” (Habermas, 2001: 559) çabasıyla eylemde bulunan insanın
iletişimsel eylemde bulunduğu alandır. “İletişimsel eylemde bulunanlar her zaman,
yaşama evrenlerinin ufku içinde devinirler; bu ufuktan dışarı çıkamazlar......Yaşama
evreni, yaşama evreni olarak anlaşma için kurucudur” (Habermas, 2001: 558). Diğer
taraftan, sistem alanı, bireylerin araçlar olarak kurulduğu, para ve iktidar
mekanizmalarıyla yönetilen bir zorunluluklar alanıyken, yaşam alanı özerklik, anlam
ve ahlaki seçim alanıdır (Meadwell, 1994: 721; Kelly, 2004: 42; Blaug, 1997: 102;
Callinicos, 2001: 155-156). Sistem alanından farklı olarak yaşam dünyası, bireylerin
niyetleriyle ilgili olarak onların ortak bir dünya kavrayışına ulaşmak için
kullandıkları mekanizmaları içerir. Yaşama evreninin toplumsal bileşenleri kültür,
toplum ve kişilik’tir (Mouzelis, 1992; Baxter, 1987).
Kültür deyince, iletişime katılanların dünyada yer alan bir şey hakkında anlaşmaları için, kendilerine gereken yorumları tedarik ettikleri bilgi stokunu anlıyorum. Toplum deyince, iletişim taraflarının, toplumsal gruplara aidiyetlerini düzenledikleri ve böylelikle dayanışmayı güvenceledikleri meşru düzenlemeleri anlıyorum. Kişilik deyince, bir özneye konuşma ve eyleme yetisi veren edinçleri, yani düzeltme, anlaşma süreçlerine katılma ve bu sırada kendi kimliğini kanıtlama edinçlerini anlıyorum (Habermas, 2001: 571).
İletişimsel eylemde, katılımcılar kendi bireysel amaçlarını, eylem planlarını
ortak durum tanımları ile uyumlu hale getirebilmeleri koşuluyla takip eder. Durum,
belirli bir zamanda dünyanın katılımcıların hedefleri ve çıkarları ile ilgili olan
bölümüdür; bu katılımcılar, durumu, mevcut kültürel yorumlama, değer ve ifade
ölçütleri ile yorumlar ve denetim altında tutmaya çalışır (Habermas, 1984: 286). Bu
noktada “bilgi birikimi” katılımcılar için bir kaynak haline gelmiş olur. Aynı
zamanda toplumun kurumsal düzeni de yaşam dünyasının yapısal bir bileşenidir.
21 Gorz, “Yaşadığımız Sefalet” (2001) çalışmasında, Touraine ve Habermas’ın yaşam dünyası anlayışlarını karşılaştırmalı olarak tartışmaktadır.
35
Dolayısıyla, yukarıda aktarıldığı gibi “yaşam dünyası”nın iki yapısal bileşeni, kültür
ve toplum/veya bir toplumun kurumsal düzenidir, bir üçüncü bileşeni de “kişilik
yapıları”, yani bireylerin eyleme, konuşma, dolayısıyla ortak anlayışa ulaşma
süreçlerine katılma ve kimliklerini ortaya koyma yetileridir (Habermas, 1984: 204-
205). Herhangi bir toplumsal eylem bu üç bileşene, yani kültür, toplum ve kişiliğe
dayanır. Yaşam dünyasının simgesel yeniden üretimi de iletişimsel eylem ya da
kültürel yeniden üretim, toplumsal kaynaşma ve toplumsallaşma yoluyla
gerçekleşirken yaşam dünyasının akılcılaşması bu üç yapının birbirinden
farklılaşmasıyla olur (Habermas, 1984: 212-216).
Yaşam dünyasının akılcılaşması, “iletişimsel akılcılaşma” ya da “iletişimsel
eylemin akılcı potansiyelinin özgürleşmesi” olarak anlaşılır. Marx’a göre proleterya,
“kendinde” bir sınıftan “kendisi için” bir sınıfa doğru gelişir ve böylece de tarihsel
misyonunu yerine getirir. Oysa Habermas’a göre, bozuk iletişim (distorted
communication) “kendinde akıl”, tahakkümden bağımsız tartışma (domination-free
argumentation) ise “kendisi için akıl”dır. Bu ikincisi, pratik aklın tarihsel
misyonunun gerçekleştirilmesi demektir (Heller, 1982: 24). Kültürel alanda eleştiri
ve araştırmanın kurumsallaşması, toplumsal alanda demokratik siyasal kurumların
gelişmesi ve kişilik yapılarında da temel eğitimin evrenselleşmesi, bilişsel ve ahlaki
yüksek düzeydeki yetilerin önem kazanması anlamına gelir. Her alanda, yaşam
dünyasının akılcılaşması, eleştiri ve akılcı tartışmanın önemine vurgu yapar
(Habermas, 1984: 220-221). Dolayısıyla, Habermas için ileri kapitalist toplumlardaki
sorunun, tek başına/kendinde araçsalcı/teknokratik akıl olmayışıyla birlikte,
teknokratik akıl karşısında, iletişim alanındaki toplumsal normların da
akılcılaştırılmasının gerçekleşmemesi olduğu söylenebilir. Toplumsal normların
36
akılcılaştırılması ile kastedilen şey, sağlıklı iletişim ve evrensel ve akılcı bir
oydaşıma olanak verebilecek olan katılımcı bir demokrasinin kurulmasıdır. Nitekim,
insan iletişiminin diyaloga dayanan yönünü vurgulayarak Habermas, hem konuşanın
hem de dinleyenin zorunlu olarak karşılıklı anlaşmaya yöneldiklerini, dolayısıyla da
buradan anlaşmaya yönelik normatif önermeler türeyeceğini ileri sürer (Harvey,
1999: 69).
Tam da bu noktada artık, müzakereci bir demokrasiden ne anlaşıldığına ve bu
türden bir demokrasinin yaşam dünyasının teknikleştirilmesini nasıl ortadan
kaldıracağına/engelleyeceğine geçilebilir. Bu tartışmada, sırasıyla önce Habermas,
Benhabib ve takipçilerinin, sonra diğer müzakereci demokrasi savunucularının ileri
sürdükleri düşünceler ele alınacaktır.
Habermas, iktidardan ve hukuktan demokratik meşruiyet unsurunu ortadan
kaldıran indirgemeci bir demokrasi kavramı karşında, demokratik sürece ilişkin
prosedürel bir kavramsallaştırma geliştirir. Bu kavramsallaştırma, devlette
merkezileşen bütüncül toplum anlayışından ayrıldığı gibi, farklı dünya görüşleri ve
yaşam biçimleri karşısında tarafsız olduğunu da iddia eder (Habermas, 1996: 288).
Dolayısıyla, modern toplumun tek taraflı bir ussallık (araçsal ussallık) tarafından
yönetilmesine karşılık Habermas’ın önerdiği, iletişimsel ussallıktır. Çünkü araçsal
ussallık kamusal alanı sömürgeleştiren bir ussallıkken, iletişimsel ussallık kamusal
alanı canlandırarak demokratikleşmenin de yolunu açacaktır.22 Dolayısıyla,
“müzakereci demokrasi açısından kilit nokta, bir yönetim birimindeki yurttaşlar,
gruplar, hareketler ve örgütler arasında görüş oluşturma, tartışma, müzakere ve
22 Dryzek, araçsal ussalcı bir rasyonelliğin özelliklerini şöyle sıralar: Araçsal ussalcılık; (a) insanın daha cana yakın, eşitlikçi ve insana has anlamlı görünümlerini ortadan kaldırır; (b) anti-demokratiktir; (c) bireylere baskı yapar; (d) karmaşık toplumsal sorunlarla karşılaştığında etkisizdir; (e) etkili ve uygun bir siyasal çözümlemeyi olanaksız kılar; (f) verimsiz ve uygun olmayan sosyal bilim araçları ve yöntemleri ortaya koyar (1990:4-6).
37
çekişmeden oluşan bir “kamusal alan”ın bulunduğu fikridir” (Benhabib, 1999b: 121)
ve kamusal bir müzakere alanı demokratik kurumların meşruiyeti açısından
zorunludur. (Benhabib, 1999b: 102). Stratejik ve araçsal eyleme zıt olarak,
demokratik diyaloga temel olan şey ‘müzakeredir’. Böylesi bir müzakereci akıl,
eşitlikçi, zor yoluyla olmayan, aldatma, hile, güç ve stratejiden bağımsız olarak işler
(Smith ve Wales, 2000: 53).
İletişime dayalı demokrasi anlayışı, devlette merkezi bir biçim almış
toplumsal bütün anlayışıyla değil, merkezi olmayan bir toplum modeliyle işler.
Çünkü demokrasi, “özerk yurttaşların kamu yararına akıl kullanımının
kurumsallaştırılması” (Habermas, 1999) olarak algılandığında, devletin ya da
herhangi başka bir kurumun merkezi rolüne gerek kalmaz. Müzakereci demokrasi
modeli; (a) değer çoğulculuğuna rağmen ortak yarara ilişkin kabul edilebilir
formülasyonlara ulaşmayı amaçlar; (b) çıkar çatışmalarının varlığına rağmen, insanı
ortak işbirliği koşullarının varlığına ikna etmelidir; ve (c) mağdur herkesin kendi
bakış açısını dile getirme şansına sahip olacağı bir “birlik oluşturma tarzları
çoğulculuğuna” öncelik tanır23 (Benhabib, 1999b: 110-111). Demokratik prosedürde,
pratik aklın ideal içeriği, pragmatik bir biçim alır, haklar sisteminin
gerçekleştirilmesi, bu içeriğin kurumsallaştığı biçimlere dayanılarak ölçülür.
Demokratik yöntem, söylemde ve pazarlık süreçlerinde, bu yöntemle uyum
içerisinde ulaşılan bütün sonuçların makul olmasını sağlayacak iletişim biçimlerinin
uygulanmasıyla kurumsallaştırılır. Dolayısıyla temel gereksinim, müzakerenin,
tartışmanın ve ikna etmenin yöntemlerini geliştirmektir. Müzakereci siyasetler,
23 Burada özellikle belirtilmesi gereken nokta, müzakereci demokrasi anlayışının, değer çoğulculuğunu, çatışan çıkarların varlığını kabul etmesi ve bunların müzakere edilme yerleri olarak “birlikler”i göstermesidir. Kamusal konuşma, bu birliklerin/örgütlerin/hareketlerin oluşturduğu ağlar aracılığıyla oluşur ki, daha önce değinildiği gibi tam da bu noktada, “yeni toplumsal hareketlerin” müzakereci demokrasi açısından önemi bir kez daha ortaya çıkar.
38
meşrulaştırıcı güçlerini, toplumsal bütünleştiricilik işlevini yalnızca yurttaşlar ortaya
çıkan sonuçların makul bir nitelik taşımasını beklediği için yerine getirebilen bir
düşünce ve irade şekillendirme sürecinin söylemsel yapısından alırlar (Habermas,
1996: 304). Habermas’ın yöntemsel olarak ‘doğru’ kararların meşruiyetlerine temel
oluşturduğunu söylediği prosedür, bütün toplumsal kurumlar için bir model değil,
ayrı, anayasal olarak düzenlenmiş siyasal sistemdeki esas yapıdır (Habermas, 1996:
305).
Liberal teoriden farklı olarak müzakereci/söylemsel bir teori, toplumsal
bilginin kendisinin, bireyin ve kolektif kimliğin oluşturucusu olarak etkileşim
üzerine özel bir vurgu yapmasından kaynaklanır (Blaug, 1996: 50). Dolayısıyla,
liberal görüşte siyasetin temel paradigması piyasa, güç ilişkileri ve kişisel çıkarlar
üzerine kurulmuşken, cumhuriyetçi modelde siyasetin temel paradigması piyasa
değil diyalogdur.24 Bireyler ve kolektif kimlikler kendi tercihlerini etkileşim
sürecinde oluşturdukları için, meşruiyet katılımcıların bilgi alıp verdikleri,
ihtiyaçlarını ve fikirlerini açıkladıkları yüz yüze bir tartışmada üretilebilir sadece.
Habermas’a göre söylem kuramı, hem liberal hem de cumhuriyetçi teorilerde
bulunan özellikleri temel alarak bunları “ideal bir usul” kavramında bütünleştirir.
Burada usul,25 siyasetin iletişimsel biçimlerinin ve koşullarının kurumsallaştırılması,
yani, toplu eylem aracılığıyla değil fakat, müzakere ve diyalog yoluyla siyasete
katılma anlamına gelir ki, Habermas’a göre halk egemenliği ve siyasal kamusal 24 Buna rağmen Habermas cumhuriyetçi modeli de eleştirmektedir. Çünkü ona gore, çağdaş cumhuriyetçi yaklaşım bu kamusal iletişime toplulukçu bir anlam yüklemektedir ve bu durum fazlasıyla idealisttir. Çünkü bu anlamıyla demokratik süreç, kendisini kamu gönencine adamış yurttaşların erdemlerine bağlıdır (Habermas, 1999: 41). 25 “Müzakereci demokrasi modeli, herkesi bağlayıcı meselelerde karar almak için belli kurumsal usulleri ve uygulamaları vurguladığı için usulcüdür” (Benhabib, 1999b: 110). Usulcülük ile ilgili olarak bu çalışma açısından önemli olan ve ileride tartışılacak nokta, müzakere sonucu ortaya konan “çıktı”dan çok prosedürün önem taşıması, çünkü, “usul adilse, çıktının da adil olacağı” yaklaşımıdır. Kamusal müzakere ‘usul’ünün (procedure) adilliği açıklamasının yetersiz ve tamamlanmamış olduğu üzerine bir tartışma için bkz. (Cooke, 2000).
39
alanın çevre alanına bağlanmış böylesi bir siyasal sistem, merkezsizleştirilmiş bir
toplum imgesiyle de uygun düşer (1999: 46). Bu anlamda Habermas, biri siyasal, biri
ekonomik, biri sivil olmak üzere üç toplumu birbirinden ayırarak, kamusal alanı sivil
toplum alanına yerleştirir. Bu, hem liberal (örneğin Rawls’da) hem de cumhuriyetçi
modellerden farklı olarak, demokrasinin bir tür devlet toplum ilişkisi olarak
anlaşılması yerine, ahlaki ve siyasal olarak eşit kabul edilen bireysel ve kolektif
kimliklerin kendi yaşam tarzlarını etkileyen kararlar üzerinde makul ve özgür
sorgulama olanağı buldukları ve bu anlamda karar alma süreçlerine katıldıkları bir
kamusal iktidar pratiği olarak (Benhabib, 1999b: 104-105; Kapoor, 2002: 459:
Charney, 1998: 97) anlaşılması demektir ki, bu durumda politikalar, en güçlü çıkarlar
galip geldiği için değil fakat, vatandaşlar gerçekleri dinleyip eleştirdikten sonra
beraberce onların doğruluğuna karar vermişlerse eğer benimsenmelidir. Bunu
sağlayabilmek; (a) müzakereye katılımda eşitlik ve simetri; (b) herkesin belirlenen
konuları sorgulama hakkı; ve (c) herkesin söylem usulünün kuralları ve bunların
uygulanma tarzı hakkında savlar ortaya atma hakkına sahip olmasıyla olanaklı
olabilir (Benhabib, 1999b: 105). Örneğin Benhabib’e göre, Habermas’ın “ideal
konuşma durumu” dediği şey, şu türden güçlü etik varsayımları içermektedir: (a)
Evrensel ahlaki saygı ilkesi: Ahlaki söylemin katılımcısı olma hakkı. (b) Eşitlikçi
karşılıklılık: Söyleşinin katılımcısı olan her kişinin çeşitli söz edimlerini icra etme
hakkı (1999a: 53-54). Bu iki temel ilke, Benhabib’in müzakereci demokrasi
modelinin temelinde yer alırlar. Bu durumda, müzakere için önemli olan, “neyin”
tartışıldığı ve “ne” karara varıldığından çok, “nasıl” tartışıldığıdır ki, böylesi bir
prosedür meşruluğun temel kaynağıdır (Örneğin, bkz. Cohen, 1999a; Benhabib,
1999a; 1999b; Dryzek, 2001). Bu anlamda, Habermas’cı müzakereci demokrasi
40
süreci için önemli olan noktalar şunlardır; (a) geniş halk katılımının varlığı; (b)
kamusal tartışma ve sorunlardan haberdar olma; (c) bir yargıya ulaşmak için
müzakereler yapma (Weeks, 2000); (d) müzakerede güç ve iktidar ilişkilerinden
bağımsız olarak her birey için eşit koşullar oluşturma; ve (e) müzakere edilen konuda
konsensusa ya da güvenilir bir takım sonuçlara/yargılara ulaşma.26 Nitekim,
müzakereci demokrasiyi, Cohen, eşit yurttaşlar arasında kamusal tartışma ve akıl
yürütme; Benhabib, kolektif karar almaya bağlı olarak rasyonellik ve meşruiyetin
devamı için gerekli bir koşul; ve Habermas, bireylerin söylemsel irade oluşumuna
katılımları süreci olarak değerlendirir (Cunningham, 2002: 163).
Habermas’ın sistem ve yaşam alanı ayrımıyla yola çıkarak yeni toplumsal
hareketlerle ilgili bir siyasal teori geliştiren Cohen ve Arato’nun teorilerinin
merkezinde, Habermas’ın iletişimsel eylem kuramına ve sistem/yaşam alanı ayrımına
uygun olarak sivil toplum kavramı yer alır. Sivil toplum, ekonomi ve devlet arasında
yer alan, kişisel alan (özellikle aile), birlikler/dernekler (associations) alanı,
toplumsal hareketler ve kamusal iletişim biçimlerinden meydan gelen bir toplumsal
etkileşim alanıdır. Modern sivil toplum, kendini oluşturma ve kendini harekete
geçirme (mobilization) süreçleriyle oluşturulur. Yasalar, kişisel haklar yoluyla
kurumsallaştırılır ve genelleştirilir. Sivil toplumu, partilerin, siyasal örgütlerin siyasal
toplumundan ve üretim ve dağıtım kurumlarının ekonomik toplumundan ayırt etmek
gerekli ve anlamlıdır (Cohen ve Arato, 1992: IX). Sivil toplumun siyasal rolü,
26 Ancak bu yeterli değildir. Kozmopolitan bir demokrasi için; (a) bir dünya parlementosu içinde vatandaşlarının siyasal statüsü; (b) uluslar arası bir suç mahkemesi; (c) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin de facto yürütmeye yayılması gereklidir (bkz. Grant, 2000: 146) Habermas yine de kozmopolitan bir demokrasi fikrini çok uygun bulmaz. Ona gore böyle bir demokrasiyi öngörmek oldukça zordur. Çünkü, mzakereci bir meclis ve kozmopolitan bir parti sisteminin nasıl kurulacağı (temsil sorunu), demokratik kararların nasıl yerine getirileceği (yönetim sorunu) ve insanların kozmopolitan kurumlarla nasıl özdeşleşeceği, bu kurumların kararlarını nasıl kabul edeceği, özgür ve eşit vatandaşlar olarak diğer üyelere nasıl güveneceği (meşruiyet sorunu) gibi bir takım sorunlar ortaya çıkarır (Fine ve Smith, 2003: 474-475).
41
doğrudan iktidarın kontrolü ya da ele geçirilmesi ile değil, demokratik birlikler
yoluyla ve kültürel kamusal alanda özgür tartışma yoluyla etkide bulunmaktır
(Cohen ve Arato, 1992: X). Sivil toplum söyleminin yeniden canlandırılması,
yalnızca modernitenin ütopik ideallerinin yeniden canlandırılması anlamına gelmez,
sivil toplumun kendisi de, demokrasiyi tamamlayıcı unsurlar bütünü ve modern
toplumdaki farklılaşmaya uyum sağlayabilecek olan karmaşık medeni, siyasal ve
toplumsal haklar bütününü içeren yeni bir tür ideal olarak ortaya çıkmıştır (Cohen ve
Arato, 1992: XII). Cohen ve Arato’nun sivil toplum anlayışları,
söylemsel/müzakereci demokrasinin uygulanabilirliğinin koşullarıyla ilgilidir, zira,
müzakereci bir demokrasi, sivil toplumun anayasal destekle güvenceye alınması,
hukuk devleti ilkelerinin siyasal sistemin temel yapısı olmasıyla geliştirilebilir.
Habermas ve Benhabib’in çabalarına benzer bir biçimde, John Rawls’ın
Political Liberalism adlı eserinde üzerine odaklandığı temel sorunun, modern
demokratik bir toplumda, her biri makul (reasonable) olsa da, birbirinden farklı,
kapsamlı öğretileri benimseyen yurttaşlar ve sözü geçen farklı görüşler arasında
kurulması istenen bir çoğulculuğun koşullarını –dayanacağı temelleri ve işleyişi için
gerekli araçları-, Kantçı ahlak anlayışı ve toplumsal sözleşme geleneklerine dayanan
bir siyasal liberalizm anlayışı çerçevesinde ortaya koymak olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. En temel anlamda John Rawls’ın siyasal liberalizm anlayışı, toplumlar
için en doğru siyasal sisteme, “iyi yaşam”ın ne olduğu gibi sorulara, tözsel değil
yöntemsel (procedural) yanıtlar vermek gerektiğini savunan Kantçı geleneğe dayanır.
Bu noktadan hareketle, Rawls, aşağıda açıklanacak olan, siyasal adalet anlayışı (a
political conception of justice), “kamusal akıl” (public reason), “örtüşen görüşbirliği”
(overlapping consensus) gibi kavramlar yoluyla, aslında benimsedikleri farklı dinî,
42
felsefi, ahlaki öğretiler nedeniyle kendi içlerinde bölünmüş olsalar da, özgür ve eşit
yurttaşlardan oluşan bir toplumda istikrar ve adaletin nasıl sağlanabileceği sorusuna
yanıt vermeye çalışır (Rawls, 1996: 4). Bu yanıtı oluşturan en temel kavram ise,
bütün farklı, hatta birbiri ile çelişen/çatışan öğretilerin, toplumda eskiden beri var
olan ve artık genel kabul görmüş belirli birtakım değerlere, yargılara dayanarak
içeriğinin kendi benimsedikleri öğretiler ile uyumlu olması koşulunu aramaksızın,
anayasal bir demokrasinin temel ilke ve yöntemlerine ilişkin siyasal bir anlayış
üzerinde oluşturacakları “örtüşen görüşbirliği” kavramıdır (Rawls, 1996: 15). Ancak
burada sözü geçen temel kabuller, özgürlük, eşitlik gibi temel değerlerin ötesine
geçmez ve Rawls’un ‘siyasal olan’dan anladığı şey ile uyum içindedir. Rawls
demokratik ve istikrarlı bir toplumun nasıl sürdürülebileceğini tartıştığı sırada şunları
dile getirmektedir:
Kamusal hayatta, temel siyasal konuları tartışırken kullanmaya alışık olduğumuz kapsamlı felsefi ve ahlaki görüşlerin ikinci plana alınmasını istemek normaldir. İlkelerini ve değerlerini bütün yurttaşların onaylayabileceği bir siyasal anlayış, kamusal akla -yurttaşların temel adalet sorunları ve anayasal esaslar hakkında kamusal toplantılarda (forumlarda) tartışması/muhakeme etmesine en iyi şekilde kılavuzluk eder. Böylesi siyasal anlayış, bu şekilde ifade etmemiz uygunsa, metafizik değil, siyasal olmalıdır (Rawls, 1996: 10).
Siyasal adalet anlayışının merkezinde yer alan ve örtüşen görüş birliğinin
üzerinde uzlaşacağı varsayılan hakkaniyet olarak adalet kavramı, belirli bir siyasal
geleneğin içerisinden başlayıp bir kuşaktan diğerine süren, adil bir işbirliği sistemi
olarak görülen toplum düşüncesini temel düşünce olarak kabul eder. Bu temel
düzenleyici düşünce ona eşlik eden diğer iki temel düşünce ile birlikte gelişmektedir:
İlki özgür ve eşit kişiler olarak (işbirliğine katılan) yurttaşlar düşüncesi, ikincisiyse,
43
siyasal bir adalet anlayışı tarafından gerçek anlamda düzenlenmiş bir toplum olarak
iyi düzenlenmiş toplum düşüncesi 27 (Rawls, 1996: 14).
Rawls’ın temel kavramlarından biri olan hakkaniyet olarak adalet iki ilke
üzerine kuruludur:
a. Her birey, herkes için de kabul edilebilir olan, tam anlamıyla yeterli bir
temel haklar ve özgürlükler sistemi için eşit hakka sahiptir ve bu
sistemde, eşit siyasal özgürlüklerin ve yalnızca onların, eşit değerleri
güvence altına alınmıştır.
b. Sosyal ve ekonomik eşitsizlikler, şu iki koşula uymalıdır: Birincisi, bu
eşitsizlikler fırsat eşitliği koşulları altında herkese açık olan mevki ve
görevlere bağlanmalıdır; ikincisi, bu eşitsizlikler toplumun en kötü
durumdaki üyelerinin yararının gözetilmesi ilkesine dayanmalıdır.
Bu ilkeler, liberal siyasal bir adalet anlayışının içeriğine örnek teşkil eder.
Sözü geçen siyasal anlayış, toplumun temel kurumlarının çerçevesi, ve ona
uygulanan ilkeler, standartlar ve kuralları olduğu kadar, aynı zamanda, bu normların,
topluma ait idealleri gerçekleştirecek olan üyelerin kişilik ve davranışlarında nasıl
yansıdığını da konu edinir. Bu noktada hem bu siyasal anlayışın içeriği, hem de
Rawls’un bu anlayışı benimseyip yaşatacak olan yurttaşları nasıl gördüğü, onun
siyasal liberalizm anlayışını yeni toplumsal hareketler bağlamı ile ilişkilendirmede
bir çerçeve sağlayabilir.28
27 Rawls, iyi düzenlenmiş toplum düşüncesini, anayasal liberal yönetimler ve liberal olmasalar bile hukukun üstünlüğü ilkesini benimseyen toplumları ifade etmek üzere kullanır. 28 Yeni toplumsal hareketler hakkında doğrudan doğruya bu hareketlerden en az söz eden ve tartışmaları soyut kavramlar üzerinden yürüten eser Rawls’ın Political Liberalism’idir. Dolayısıyla, Rawls’ın temel kavramları bu metne göndermede bulunarak tanımlanmakta, ancak yeni toplumsal hareketler ile bağlantısı, incelenen diğer metinlere dayanarak yorumlanmaktadır.
44
İlk bakışta Rawls’un sözünü ettiği, “özgür ve eşit yurttaşlar”, toplumsal
işbirliğine katılan, bir adalet duygusuna ve “iyi anlayışı”na sahip akılcı ve makul
kişiler (reasonable persons) olarak, makul çoğulculuğun temel güvencelerinden birini
oluştururlar (Rawls, 1996: 19-30-48). Örtüşen görüşbirliği de bu yurttaşların teker
teker sahip oldukları dinî, felsefi, ahlaki öğretilerden bağımsız, ancak her birinin
farklı nedenlerle de olsa ortak biçimde benimseyebilecekleri siyasal adalet anlayışına
ilişkindir (Rawls, 1996: 134).
Böyle bir çerçevede görüldüğünde Rawls’un çabası iyi yaşamın, temel ahlaki
değerlerin vb. neler olduğuna dair görüşlerinde farklılaşan bir toplumda istikrarı
sağlamayı amaçlarken, yeni toplumsal hareketlerin hedeflerinden biri olarak
görülebilecek çoğulculuk ilkesi ile yakından ilgilidir. Ancak Rawls’un savunduğu
çoğulculuk ilkesi, daha genel anlamda benimsediği siyasal anlayış nedeniyle yeni
toplumsal hareketler ile liberalizm arasındaki temel tartışma ve ayrımları yeniden
ortaya koyar. Rawls’un siyasal anlayışı, anayasal esaslar ve temel adalet sorunları ile
ilgilidir, kamusal aklın sınırları da bu noktada çizilir (Rawls, 1996: 10-11). Bu
durumda, kişisel/gündelik hayatı, gündelik hayat-özel alan ayrımını, geleneksel
siyasal katılım mekanizmalarının içeriğini ve işlerliğini sorgulayan yeni toplumsal
hareketler ve bu hareketlerin özneleri - Rawls’un siyasal anlayışı onlara da liberal bir
toplumsal projede var olma hakkını garanti ediyor olsa bile - bu tür liberal bir
çerçeve içerisinde sorgulayacak çok şey bulacaklardır. Bunlar arasında en önemlileri
Rawls’un topluma, siyasal kültüre ilişkin temel kabulleri ve önerdiği anlayışın
prosedürcülüğü ya da bir başka deyişle, temel tözsel sorunlara değinmeyi reddediyor
olması olarak belirlenebilir. Rawls’un Habermas’a yazdığı yanıt (Rawls, 1995)
arasında geçen tartışma bize bu sorunlara ilişkin ipuçları vermektedir. Habermas’ın
45
iletişimsel eylem kuramı ile kendi siyasal liberalizm anlayışını karşılaştıran Rawls,
siyasal liberalizmin, dinî, felsefi ya da ahlaki öğretilerden bağımsız olduğunu,
Habermas’ın yaptığı gibi ‘anlam’a, hakikate ya da teorik ve pratik geçerlilik
ölçütlerine değinmediğini vurgular (Rawls, 1996: 376). Habermas’ın “ideal konuşma
durumu” (ideal speech situation) karşısına, kendi “başlangıç durumu” (original
position) kavramını çıkaran Rawls’un (1996: 381) önerdiği düşünsel modelde kişiler,
bilgisizlik peçesi (veil of ignorance) arkasında bulunurlar. Başlangıç durumundaki
kişiler, bilgisizlik peçesinin varlığı nedeniyle kendileri hakkında hiçbir bilgiye sahip
değildirler: Toplumdaki yerlerini, doğal yetiler açısından donanımlarını,
yaşamlarındaki ‘iyi’ anlayışlarını ve yaşam planlarının detaylarını; örneğin ekonomik
ve sosyal durumlarını, etnik kökenlerini, dinlerini, cinslerini, zeki ve sağlıklı olup
olmadıklarını, yaşamda hangi ‘iyi’ anlayışını benimsediklerini bilmemektedirler.
Adalet ilkelerinin saptanacağı bu varsayıma dayalı başlangıç durumunda ve onu
takip eden gerçek kamusal tartışmalarda bütün tözsel kabullerin, metafizik unsurların
dışarıda bırakılması gerekir (Rawls, 1996: 382). Sivil toplum alanında özgür ve eşit
yurttaşlar, anayasal esaslar, siyasal idealler ve değerler hakkında tartışabilirler ve
makul bir siyasal adalet anlayışına ulaşabilirler, ancak bu tartışma siyasal olanın
sınırlarını aşmamalı, Habermas’ın söylem etiğinde olduğu gibi, akılcılık ilkesine
dayandırılan ahlaki doğrularla temellendirilmemelidir (Rawls, 1996: 384-85).
Rawls’a göre bu bilgisizlik peçesi ardındaki insanlar en azından iki temel ilke
üzerinde anlaşabilirler. Bunlardan birincisi, herkesin temel özgürlüklere sahip olma
hakkının varlığı (eşit özgürlük ilkesi), ikincisi toplumsal değerlere sahip olmada
eşitsizliğin varlığının kabulü, ancak bu eşitsizliğin toplumun en dezavantajlı
46
kesimlerine en çok avantaj sağlayacaksa meşru sayılması (ayrı tutma ilkesi) (Dağı,
2001: 212).29
Yukarıda belirtilen noktalar ışığında Rawls’un siyasal liberalizm kuramının,
genel olarak, Batı toplumlarının anayasal liberal sistemlerinin daha iyi, özgürlükleri
daha fazla korurken, eşitlik ilkelerini de gözeten bir anlayış çerçevesine çekmeye
çalıştığı söylenebilir. Rawls bu tartışmayı siyaset felsefesi düzeyinde ve soyut
kavramlar, kendi deyimiyle “temsil araçları” kullanarak yürütmektedir. Metinde,
örneğin yeni toplumsal hareketler gibi somut bir soruna/duruma değini
bulunmamaktadır. Ancak sunduğu çerçevenin özel alanı, toplumsal ilişki ağlarındaki
güç dengelerini, yaşama ilişkin temel anlamları sorgulayan yeni toplumsal hareketler
için kabulü zor bir çerçeve sunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
2.2.2. İletişimsel Eylem Kuramı ve Müzakereci Demokrasi Eleştirileri
Müzakereci demokrasi teorisinin temelinde, her ne kadar bir çok yazar
tarafından değişik açılardan yaklaşılarak geliştirilmiş olsa da, Habermas’ın, içinde
stratejik ve iletişimsel eylemin gerçekleştiği sistem ve yaşam dünyalarını birbirinden
ayırarak oluşturduğu iletişimsel eylem kuramı yatar. Bu nedenle, burada, birincisi,
Habermas’ın iletişimsel eylem kuramına yapılan eleştiriler, ve ikincisi, Habermas’ın
ve takipçilerinin müzakereci demokrasi teorisine yapılan eleştiriler olmak üzere iki
yönlü eleştiriden bahsedilecektir. Arkasından, gerek makro düzeyde gerek mikro
düzeyde gerekse müzakereci bir demokrasinin sınırlılıklarını göstermek amacıyla
“müzakerenin ikilemleri” denebilecek çelişkiler ya da müzakerenin
uygulanması/gerçekleşmesi sırasında ortaya çıkabilecek çelişkisel durumlar
29 Rawls’ın bu iki temel ilkesi ile, Benhabib’in Habermas’ın ideal konuşma durumu anlayışına içkin olduğunu söylediği “evrensel ahlaki saygı” ve “eşitlikçi karşılıklılık” ilkeleri birbirine benzer yönler içerdiği gibi, her biri, müzakereye başlamadan önce kabul edilmiş olması gereken normatif kuralları ifade etmektedir (Karşılaştırınız, Benhabib, 1999a: 53-54; 1999b).
47
tartışılmaya çalışılacaktır. Bu çelişkili durumların ise, müzakerenin/müzakereci
demokrasi anlayışının kendisine içkin olduğunu, dolayısıyla kolayca aşılmasının
olanaklı olmadığını ileri sürmek mümkündür.
a. Habermas’ın iletişimsel eylem teorisi, hem aydınlanma düşüncesinin, hem
de Marksist ekonomi politik ve tarihsel materyalizm anlayışının bir eleştirisini
içermektedir. Yukarıda bahsedildiği gibi, Habermas’a göre modernleşme, yaşam
dünyasının rasyonelleşmesinin yeterli olgunluğa erişmesinden önce, içerisinde para
ve iktidar araçları kurumsallaştırmış, bu da yaşam dünyasının kolonileşmesine neden
olmuştu. Yapılması gereken, modernizmin yaşam dünyasını kolonileştiren bu
özelliklerini ayıklamak ve tamamıyla ortadan kaldırılması yerine “yeniden inşa
edilmesi gereken mirasları”nı30 geliştirmektir. Dolayısıyla, daha fazla demokrasinin
modernizmin bu sorunlarını çözeceği düşünülür. Çünkü modernizmin krizi,
Habermas’a göre, Marx’ın belirttiğinin tersine ekonomi içinde değil, daha çok
toplumsal bütünleşme alanında yatar (Mouzelis, 1992: 272).31 Bu nedenle Habermas,
gerek post-yapısalcı gerekse post-modern ya da modernizm karşıtı teorileri kabul
etmeyerek, modernliği, var olan sorunlarına rağmen, bir özgürleşim hareketi olarak
görür (Gorz, 2001: 174).
Habermas’ın Marx eleştirisi ise, (a) teori ve pratik arasındaki ilişki sorunu; ve
(b) tarihsel materyalizm anlayışı üzerine odaklanır. Habermas, pratik bir niyeti olan
bir teorinin hitap ettiği grup ya da sınıfın proleterya olamayacağını, çünkü zaten
proleteryanın ona atfedilen rolü gerçekleştiremediğini ileri sürer ve proleteryanın
30 Benhabib’e gore, modernliğin bu mirasları şunlardır: “Şimdilerde ‘eski moda’ ve kuşkulu görünen, her kişinin insan türünün mensubu olması sıfatıyla evrensel saygı görmeye layık olduğunu bildiren ideallere bağıtlı ahlaki ve politik evrenselcilik; bireyin ahlaki özerkliği; ekonomik ve toplumsal adalet ve eşitlik; demokratik katılım; adalet ilkeleriyle bağdaştırılabilir en kapsamlı sivil ve politik özgürlükler; ve insanlar arasında dayanışmacı birliklerin oluşturulması” (Benhabib, 1999a: 17). 31 Yeni toplumsal hareketlerin bölüşüm ve dağıtım sorunlarına değil, kültürel yeniden üretim ve sosyalizasyon üzerine odaklanmaları da bundandır.
48
devrimci gücünden şüphe duyar (Heller, 1982: 25; Disco, 1979: 191). Habermas
Marksizmin üretici güçler alanında yer alan araçsal eyleme vurgu yaptığını, oysa,
üretim ilişkileri alanında iletişimsel eylemin de önemli olduğunu, Marksizmin de bu
noktayı gözden kaçırdığını ileri sürer. Ne var ki, tam da bu noktada Habermas’ın
teorisinin sorunları başlamaktadır. Nitekim Habermas, örneğin, müzakereci bir
demokrasinin “nerede” (kamusal alanda) ve “nasıl” (eşit ve adil katılımla)
gerçekleşeceğini gösterir ancak “kim” (katılımcılar) sorusunu yanıtlamada
başarısızdır. Çünkü, Habermas’ın pratik bir niyeti yoktur. Bu nedenle de Marx’ın
yaptığı gibi bir özneye ya da aktöre vurgu yapmaz. Bu durumda, örneğin, yaşam
alanının kolonileşmesine karşı mücadele edecek olanlar, özel bir sınıf/grup değil,
“herkes”dir. Yani, bu teknikleşme sürecine engel olacak aktörler kimlerdir sorusu,
Habermas’ın teorisi içinde yanıtsız/belirsiz kalır. Yaşam alanı içindeki “herkes” bu
teknikleşme/kolonileşme sürecinden aynı biçimde ve düzeyde mi etkilenmektedir?
Eğer herkes farklı biçimde etkileniyorsa, bu kolonizasyonu engellemek için kim,
neden güdülenecektir? Örneğin, iletişimin bozulmaması nasıl sağlanacaktır? Daha da
önemlisi, bu çöküşten kurtulmak için insanları motive edecek şey nedir? Marx için,
proleteryanın kendi nesnel çıkarları onu motive edecek noktaydı. Ne var ki
Habermas’ın teorisi bu anlamda bir praksis teorisi geliştirmede başarısız kalmaktadır.
Örneğin Held’e göre; (a) eleştirel teorinin kime hitap ettiği; (b) somut bir durumda
eleştirel teorinin nasıl uygulanacağı; ve (c) aydınlanmanın motorunun ya da
kışkırtıcısının kim olacağı soruları Habermas’ın teorisinde yanıtlanmaz (akt. Livesay,
1985: 68). Bu önemli bir sorundur. Çünkü çağımızın temel problemi, yaşanan
siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel krizlere karşı ne yapılması gerektiği değildir asıl
olarak. Ne yapılması gerektiği hakkında bir takım fikirler ileri süren bir çok düşünür
49
vardır zaten. Nitekim, bütün demokrasi teorileri de ne yapılması gerektiğine ilişkin
tezler ileri sürmektedir. Ne var ki, asıl olan, yapılması gerekeni yapma gücü ve
kararlılığına kimin sahip olduğudur. Müzakereci demokrasinin temel sorunu (ve
ileride bahsedeceğimiz gibi agonistik demokrasinin de temel sorunu), yapılması
gerekeni kimin yapacağına ilişkin bir adres göstermemesidir.
İkinci bir başka nokta, Marksizmin bütünselliğine karşı Habermas’ın
teorisindeki “süreksizlik”tir. Marx, ekonomi, toplum ve siyaset arasında bir ayrım
yapmamış, tersine, bunlar arasındaki süreklilikleri ve ilişkileri takip ederek teorisini
böylesi bir bütünsel bakışla inşa etmişti.32 Bu nedenle de, değişimin sağlanması, alt
yapı ve üst yapının bütününün alt üst edilmesi koşuluna bağlıydı. Oysa Habermas,
ekonomi, toplum ve siyaseti birbirinden ayırır. Bu durumda Habermas, modernite
projesinin onun kapitalist üretim ilişkisinin egemenliği altında olma özelliğini, yani
ekonomik boyutunu bir tarafa bırakarak araçsal akılcılık temelinde yaklaşarak,
örneğin, global bir modernitenin aslında sermayenin globalleşmesi anlamına
geldiğini göz ardı eder (Keyman, 2001: 237-238). Bu durumda, her önemli toplumsal
sorunun, eninde sonunda ekonomik yapıya dönmemizi gerektireceğini ileri sürerek,
en son noktada/son kertede bile olsa ekonomik yapının belirleyici etkisinin devam
ettiğini, ne var ki Habermas’ın bunu göz ardı ettiğini söylemek olanaklı. Nitekim,
kapitalist bir sistemde her ne kadar ekonomik alan ile siyasal alan ayrı örgütlenmiş
olsa da, sınıf egemenliği ekonomik ve siyasal iktidarın birlikteliğini varsayar (Öngen,
2003: 167). Demokrasi ise, servetin küçük bir elitin elinde aşırı derecede
32 Bu nokta, Marx’ın ekonomik indirgemecilikle suçlanmasına da neden olmuştu. Ekonominin belirleyiciliğiyle ilgili olarak üç tür yaklaşımdan bahsedilebilir. Birincisi, eknominin diğer bütün alanları bütünüyle belirlediği ve en temel noktanın bu nedenle de ekonomi olduğu, ikincisi, ekonomik yapı ile diğer yapılar arasında hiç bir durumda bir öncelik-sonralık ilişkisinin olamayacağı, dolayısıyla ekonomi ve diğer yapılar arasında karşılıklı bir belirleme ilişkisinin olabileceği, üçüncüsü, ekonomik yapının her zaman ve noktada değil, ancak “son kerte”de belirleyici olacağı yaklaşımları.
50
yoğunlaştığı toplumlarla bağdaşmaz. Bu durumda demokrasi, ya kurulu güç yapısına
uşaklık edecektir, ya da sürekli onun tehdidi altında yaşayacaktır (Gills, vd., 1995:
31). Diğer taraftan, çalışmayı/ekonomik yaşamı araçsal akılcılıkla, sivil toplumu/iyi
yaşam tercihlerini iletişimsel akılcılıkla kimliklendirmeyi de reddetmek gerekir.
Çünkü, emek ya da çalışma sadece araçsal bir eylem alanı değildir, aynı zamanda
iletişimsel eylemi de içinde barındırır. Bunun tersini de söylemek doğrudur:
İletişimsel eylemin geçerlilik kazandığı/ortaya çıktığı alanlar, araçsal eylemi de
içerir. Bu anlamda, pazarda alışveriş yaparken “araçsal akılcılık”, bir kadın
derneğinde alınacak bir kararda müzakerede bulunurken “iletişimsel akılcılık” söz
konusudur demek tamamen doğru değildir.
Bu noktadan, müzakereci bir demokrasinin geliştirilebilmesi için merkezi bir
önemi olan, Habermas’ın ideal konuşma durumu ve anlaşmaya ulaşma anlayışının
eleştirisine geçebiliriz. Habermas’a göre, anlama, anlaşmaya dayanır. Nitekim ona
göre “anlamaya erişmeye yönelen bir dil kullanımı, dil kullanmanın özgün bir
biçimidir” (Habermas, 2001: 287). Duyan kişi, konuşma eylemini anlar, çünkü
konuşan kişi, konuşma iddialarının ne olduğu konusunda gerekçeler verecektir ve
dinleyen de bunu fark eder. Habermas’ın konuşma, anlama ve anlaşmaya ilişkin bu
konumu da bir takım sorunlar içermektedir. Örneğin, her hangi bir insanın konuşulan
konu her ne ise onu “anlaması”, konuşanın söylediklerini onaylayabilme, ya da
söylediklerinin geçerlilik iddialarını akıl yürütmeye dayalı olarak değerlendirerek
kabul edebilme olanağını bilmemize dayandırarak Habermas, anlaşmayı etkileyecek
bütün diğer nedenleri (daha fazla bilgiye sahip olmak ya da herhangi bir ekonomik,
siyasi, bireysel vb. çıkar taşımak) dışarıda bırakır. Böylesi bir saf konuşma-anlama-
anlaşma ilişkisinin kurulabileceğinden kuşku duymak gerekir. Çünkü, günlük
51
bireysel ilişkiler dışında, özellikle sivil kurumlar/dernekler ve devlet kurumları
içindeki ilişkilerde ve bunların birbirleriyle ilişkilerinde, ekonomik, siyasal, kişisel
güç ve çıkarlardan arınmış, bunlar tarafından etkilenmemiş ve etkilenmeyen
konuşma olanaklı değildir. Nitekim bireyler, her hangi bir müzakereye katılırken, tek
tek bireyler olarak değil ama, Marx’ın deyişiyle “herkes olarak bireyler” (Marx,
1997)33 anlayışıyla katılır. Kaldı ki, insanlar her zaman anlaşmak için “konuşmaz” ya
da anlaşmak için “anlamaz”. Bu noktada, anlamanın çok ya da az ama her zaman
daha fazla bilgiye (ya da başka herhangi bir etkene) dayalı olduğu ileri sürülebilir.34
Nitekim, ırkçılık ve sonuçları hakkında bir takım bilgilere sahip olan ve ırkçılığı
reddeden birisi, Callinicos’un (2001) verdiği örnekten hareketle söylersek, “Hitler’in
haklı olduğu”na ilişkin tezlerin hepsini de “anlayacak”, ama muhtemelen aynı fikre
ulaşmayacaktır. Bu durumda, anlama ve anlaşma arasındaki Habermascı ilişki de
ortadan kalkmış demektir: duyduklarımızı anlayabiliriz ama onları
onaylamayabiliriz. Diğer taraftan, ırkçılık ve sonuçları hakkında hiç bir bilgisi
olmayan bir insan ise, Hitler’in haklı olduğuna ilişkin savı büyük bir olasılıkla
yeterince anlamayacak, ama onaylamaya gelince başka bir takım nedenlerden dolayı
(“Türk’ler en üstün insanlardır” gibi bir fikre sahipse mesela) belki de
onaylayacaktır. Bu durumda, bir düşünceyi anlamamızı ve onaylamamızı sağlayan
33 Marx’ın bu sözleri, bireylerin kendi çıkarlarını değil, ortak yararı gözeterek müzakereye katıldıkları biçiminde de yorumlanabilir. Ne var ki, insanlar tüm toplumun değil, fakat içinde bulundukları grubun/sınıfın çıkarlarıyla da davranabilirler. Bu durumda, onların müzakere sürecine katılımları, içinde bulundukları grup ya da sınıfın çıkarlarını koruma amacını güdebilir. Bu, diğer grupları dışlama, onların söylemlerini onaylamama anlamına da gelebilir. 34 Benhabib (1999b), müzakere sürecinin aynı zamanda bilgilenme/bilgi verme/bilgi edinme süreci olduğunu iddia eder. Bu durum bir takım araştırmalarla da kanıtlanmıştır (bkz. Buttom ve Mattson, 1999). Ne var ki, ileride de bahsedeceğimiz gibi, Habermas’cı yaklaşımda “doğru” olan yoktur, daha doğrusu “doğru” olan, müzakere sonucu ortaya çıkan şeyle ilintilidir. Önemli olan şey doğrunun ne olduğu değil, doğrunun ne olduğunu insanların akılcı konsensuslar yoluyla saptayabilecekleri bir iletişim ortamının ne olduğudur. Bu durumda, müzakereden once “doğru”dan bahsedilemez, ancak müzakereden sonra doğrudan bahsedilebilir. Bu durumda, madem ki doğru yoktur, müzakereden önce ve sırasında verilecek/edinilecek “doğru” bilgi de yoktur.
52
başka etkenler devreye girer. Bir fabrika sahibini, işçilerin sömürüsünden kar elde
etmeye çalıştığını göstererek, onu bu sömürüden vazgeçirmeye ikna etmeye
çalıştığımızı düşünelim. Bu durumda, söylediklerimizi yeterince anlamış olabilir,
ama ekonomik çıkarları gereği bundan vazgeçmeyecektir (Eğer böyle olsaydı,
sosyalizmi kurmak için işçi hareketinin gelişmesini beklemek yerine, burjuvaları
ikna etmek yeterli olurdu). Dolayısıyla, anlamak ile anlaşmaya ulaşmak arasında
zorunlu ya da olumsal bir bağ yoktur.
b. Anlamaya ulaşma mekanizması, hem yaşam dünyası için hem de
müzakereci bir demokrasinin oluşturulabilmesi için kaçınılmazdır. Nitekim,
müzakerenin temeli, insanların birbirlerinin söylediklerini anlama, yorumlama ve
benimsemeye (ya da benimsememeye) dayanır. Bu noktada, müzakereci demokrasi
eleştirilerine geçebiliriz. Ancak önce, Benhabib’in müzakereci demokrasiye karşı
geliştirilen eleştirileri nasıl sınıfladığına bakmak gereklidir. Benhabib, bu eleştirileri
üç başlık altında toplar. Bunlardan birincisi, müzakereci demokrasinin bireysel
özgürlüklerin aşınmasına ve hukukun üstünlüğünün dengesinin bozulmasına neden
olacağına ilişkin liberal teorisyenlerin eleştirisidir (özellikle Rawls ve Ackerman).35
İkincisi, bu modelin başkalarını susturma pahasına belirli bir konuşma tarzına
öncelik tanıdığına ilişkin feminist eleştiridir (Young ve Fraser). Onlara göre
demokrasi kamusal alan/özel alan ayrımına dayandığı sürece modern toplumun
içinde dışlanmış ve ötekileştirilmiş kimliklerin söz konusu sorgulama sürecinin
dışında bırakılmaları gibi bir tehlike söz konusudur (Keyman, 1998: 203). Sonuncusu
ise, bu modelin halk oylaması ve kurum karşıtı imaları nedeniyle naif ve tehlikeli
olduğunu ileri süren kurumsalcı eleştiridir (Luhmann) (Benhabib, 1999b: 111-112) 35 Ackerman bu türden sorunları gidermek amacıyla “vatandaşların birbirlerinin sorularına meşru bir biçimde verebilecekleri yanıtlara uygulanabilen “konuşma ölçülülüğü” (conversational restraint) yaklaşımı geliştirir (bkz. Ackerman, 1989).
53
ve aynı zamanda bu eleştiri, müzakereci demokrasinin uygulanabilir olmadığını ileri
sürer (s. 126). Benhabib bu eleştirileri kısaca şöyle yanıtlar: İlk olarak, liberallerin
eleştirisi Benhabib’e göre haksız nedenlere dayanmaktadır. Çünkü müzakereci model
en genel ahlak ilkelerini sağlayacak bir etik söylem kuramı geliştirerek, kişilerin
sahip olduğu belirli hakları korur (örneğin, evrensel ahlaksal saygı ilkesi). Ayrıca her
birey aynı haklara sahiptir (eşitlikçi karşılıklılık) (s. 117-118). İkincisi, feministlerin
eleştirisine karşılık olarak Benhabib, kamusal alanın çoğulcu ve çok boyutlu bir
iletişim ve sorgulama sürecini içerdiği sürece farklılıkları baskı altına alan bir nitelik
göstermeyeceğini ileri sürer (s. 126). Son olarak, kurumsalcıların müzakereci
demokrasinin uygulanabilir olmadığına ilişkin eleştirilerine karşılık olarak Benhabib,
sorunun müzakereci demokrasinin uygulanabilirliğiyle ilgili olmadığını, asıl sorunun
karmaşık toplumların böylesi bir demokrasiye elverip vermediği olduğunu ileri sürer
(s. 127).
Bu çalışmada müzakereci demokrasi eleştirileri, (a) müzakereci demokrasinin
uygulanabileceği mekan; (b) uygulama yöntemi; (c) katılımcılar ile onların niteliği;
ve (d) kimlik ve fark üzerine odaklanan eleştirilerle sınırlandırılacaktır.
a. Müzakereci bir demokrasinin uygulama mekanı devlet kurumlarının dışına
yerleştirilmiştir. Böylece, merkezsiz demokrasi anlayışına uygun olarak, demokrasi
devlet merkezli olarak değil fakat resmi olmayan derneklerdeki
konuşma/tartışma/müzakereye dayalı olacaktır. Nitekim bu dernekler, “siyasal
kamusal alanın çevresel ağlarını” (Remer, 1999: 50) oluştururlar. Diğer taraftan,
resmi olmayan merkezler/dernekler/birlikler dışındaki alanlarda müzakereci
demokrasinin uygulanabilirliği meselesi yanıtlanmamaktadır. Örneğin, bir takım
hiyerarşik yapıları içeren herhangi bir devlet kurumuna ait işyerinde adil bir
54
müzakere nasıl söz konusu olabilir sorusuna, müzakereci demokrasi sınırları içinde
kalarak yanıt vermek zordur. Bu anlamda, Habermas ve takipçileri normatif
teorilerini demokrasinin güncel işleyişine yaymamakta, demokrasiyi katılımcılar
tarafından deneyimlenmiş olma anlamında genişletmemektedirler. Bu onların
teorisinin ütopyacı yanıdır (Blaug, 1996: 65-66).
b. Yöntemsel açıdan müzakereci demokrasi usulcüdür, yani, bir takım
kurumsal usulleri vurgulayarak ortak karar alma sürecini içerir. Böylesi bir
usulcülük, Benhabib’e göre (1) temel inançlar düzeyindeki kalıcı değer çatışmalarına
bir yanıttır; (2) çatışan çıkarları dile getirme ve eleme yöntemidir; ve (3) mağdur
herkesin kendi bakış açısını dile getirme hakkına sahip olabileceği bir birlik
oluşturma tarzları çoğulculuğuna öncelik tanır (Benhabib, 1999b: 110-111). Bu
durumda, herhangi bir anlaşmanın geçerli olabilmesi için usul anlamında konsensus
yoluyla anlaşmış olmalarını gerektiren bir durum ortaya çıkar. Nitekim, müzakereci
demokratlara göre “demokratik bir prosedür meşruluğun kaynağıdır” (Cooke, 2000:
950). Ne var ki burada vurgulanması gereken önemli nokta, müzakereci
demokratların “usul”e ilişkin meşruiyeti yeterli görerek, “esas”a ilişkin meşruiyetin
ise bunun aracılığıyla sağlanabileceği yaklaşımıdır. Anlaşma ya da konsensus, esasa
ilişkin/özsel inançlar düzeyinde değil, fakat inançları değiştirme ve ilerletme için
süreçler ve usuller düzeyinde olmalıdır (Cunningham, 2002: 167). Ne var ki,
Gould’un belirttiği gibi, herhangi bir anlaşma, “üzerinde anlaşılan normların
normatif içeriğinin meşruluğunu” da ilgilendirir (Gould, 1999: 249). Buradaki
problem basitçe şudur: Her hangi bir müzakere, belirlenmiş bir takım kurallarla
(özgür ve eşit katılım vb. gibi) işlemelidir ve kararlar böyle alınmalıdır. Alınan
kararın meşruluğu buna bağlıdır. Öte yandan, alınan kararın “demokratikliği” de
55
buna bağlanmaktadır. Bu noktada şu türden eleştiriler yapılabilir: Öncelikle; (a) usule
ilişkin kuralların önceden belirlenmesi, aslında “esas”a ilişkin bir belirlemedir ve
müzakereye katılanların bu konudaki katkılarını/fikirlerini engeller. Örneğin,
“müzakerede eşitlik olmalıdır” dediğimizde, müzakerenin usulüne ilişkin bir şey
söylemiş olmamıza rağmen, bu, esasa ilişkin bir sonuçtur. Çünkü önceden bu konuda
bir konsensus varmış gibi düşünülür, dolayısıyla, başkalarının bu görüşe karşı çıkma
haklarını baştan reddetmiş oluruz. Burada bir “ikilem” ortaya çıktığını söylemek
olanaklıdır. Gutmann ve Thompson, bu ikilemden kurtulmak için, müzakere
ilkelerinin de müzakere edilmesi gerektiğini (Cunningham, 2002: 181) ileri sürerler
ancak, bu öneri ikilemden kurtulmak için yeterli görünmemektedir. Çünkü, böyle
yapılsa bile sonucun “demokratik” olacağı konusunda bir şey söylenemez.
Dolayısıyla, demokrasi sadece bir prosedür değil, ondan öte felsefi bir takım
sonuçları olan bir süreç olarak algılanmalıdır. Çünkü, bu demokratik prosedürün
olanaklı olması için, en azından bir tane felsefi/ahlaki bir önermede de bulunuyoruz
demektir. (b) Diğer taraftan, müzakere sırasında oluşacak grupsal kutuplaşmalar,
insanları anlaşmadan çok, daha fazla aşırı davranışlar sergilemeye ya da çatışmaya
yönlendirebilir. Bu durumda, usul ne kadar demokratik olursa olsun, herhangi bir
sonuca ulaşmak olanaksızlaşabilir. (c) Son olarak, sadece usule dayalı bir demokrasi
anlayışı, genel demokrasi ilkeleriyle uyuşmayan bir takım fikir ve görüşlerin de
meşrulaşmasına yarar. Örneğin, “Türkler diğer halklardan üstündür” önermesi, tek
bir kişinin aldığı bir karar olması ya da müzakere sonucu ulaşılmış bir anlaşma
olması açısından neyi değiştirir? Diyelim, böylesi bir karar herkesin eşit ve adil
katılımıyla müzakereci bir tartışma ile alındıysa, usulün demokratik olması bu
56
noktada ne kadar önemlidir?36 Bazı kolektif kararların, onları ortaya çıkaran usuller
ne kadar çekici ya da demokratik olursa olsun, meşru olamayacak derecede
demokrasi karşıtı fikirler ya da kararlar içerebileceği düşünülebilir. Nitekim, Cohen
bu durumu teslim ederek, demokratik meşruiyetin sınama ölçütünün kısmen esasa
ilişkin olacağını, yani sadece sonuçlara varmayı sağlayan süreçlere değil, aynı
zamanda sonuçların içeriğine bağlı olacağını belirtir (Cohen, 1999a: 141). Usule
dayalı müzakereci bir demokrasi anlayışı, her zaman meşru sonuçlar doğurmasa da,
usulü öne çıkaran böylesi bir sürecin yaratacağı olumlu bir tarafın da olduğunu
söylemek gerekir. Bu da, bireylerin müzakere süreçlerine katılımıyla birlikte, daha
fazla siyasallaşması, yani olaylara/kararlara katılırken daha fazla ve değişik siyasal
bakış açılarına dayanması sonucunu doğurabilir. Aslında böylesi bir sonucun,
Habermas’ın ve diğer müzakereci demokrasi kuramcılarının niyet ettikleri gibi
sadece müzakereye katılma yoluyla siyasal süreci etkileyebilme olanağını değil,
fakat aynı zamanda bireylerin daha fazla siyasal bir yaklaşım geliştirebilme, üzerinde
müzakerede bulundukları konuda genelleme yapabilme ve içinde bulunulan
ekonomik-siyasal sistemle bağlantılar kurma olanağını da sağladığını söylemek
mümkündür. Bu anlamda, sadece siyasete katılma değil, fakat aynı zamanda siyasal
bir bilince de sahip olmak önemlidir ve müzakere süreci bunu geliştirebilir. Diyelim,
çevreci hareket içerisinde bireylerin geliştirdikleri siyasal bir bakış açısı, çevre
36 Aslında, Habermas’da bu sorunun yanıtı vardır. Buna göre; (a) iletişimsel eylemde bulunan insanlar akılcı davranırlar, çıkarlarıyla hareket etmezler ve dolayısıyla bu türden kararlar almazlar, çünkü, “demokratik bir prosedür rasyonel çıktılar sağlayacaktır” (Cohen, 1999b: 409) ve (b) yukarıda da değindiğimiz gibi, konuşma-anlama-anlaşma arasındaki ilişkiden dolayı, bütün söylemler rasyonel bir adillik fikrini bekler ve günlük söylemler rasyonel ve tarafsızdır (Blaug, 1996: 66). Nitekim Habermas’a göre, herkes akılcıdır, akıl çerçevesi içinde iletişim kurar ve demokratik bir yapıda herkesin aklı sonunda uzlaşmayı/oydaşmayı gerektirecek bir biçimde müzakerecidir. Dolayısıyla, anlaşmayla elde edilen sonuç da, akla, akılcı düşünmeye, doğrusu, demokrasiye ve temel insan haklarına aykırı olmayacaktır. Daha önce anlama ve anlaşma ilişkisi ile ilgili olarak bir takım itiraz noktaları belirtilmişti. Usulcülüğe karşılık olarak esasın göz ardı edildiğini belirtirken bu itirazlara dayanılmaktadır.
57
kirlenmesini salt insanların çöplerini sokağa atmasıyla değil, fakat kapitalist
ekonomik sistemle çevre kirliliği arasında bağlantılar kurmasını sağlayabilir. Bu,
kapitalist sisteme muhalif ya da sistemle çelişkileri bulunan diğer toplumsal
hareketlerle ortak bir takım noktalarda bir araya gelme olanağının ortaya çıkması
demektir.37 Benzer özellikler diğer sivil toplum kuruluşları/dernekler/birlikler için de
geçerlidir. Bu anlamda, müzakereci bir demokrasi süreci, insanların siyasallaşmasını
sağladığı ölçüde ve oranda diğer toplumsal hareketlerle bağlantılar/ortaklıklar
kurulmasını sağlayıp başarılı olabilir.
c. Diğer taraftan Young’a göre, müzakereci demokrasi kuramcıları, siyasal ve
ekonomik gücü bir tutmanın, konuşmacıları eşit kıldığını var sayma eğilimi
göstermektedirler ve bu durum ise ekonomik ve siyasal farklılıklar dışında, başka bir
takım bireysel farklılıkların göz ardı edilmesine neden olacaktır. Ona göre sadece
ekonomik ve siyasal gücün değil, insanların kültürel farklılıklarını ve farklı
toplumsal konumlarını da ortadan kaldırmak gereklidir (Young, 1999: 178). Aynı
zamanda, Young’a göre müzakere süreci dışlayıcıdır, yani, herkesin katıldığı/içine
alındığı bir süreç gerçek dünyada olanaklı değildir (Young, 2001: 676-677). Bu
dışlama mekanizmalarının üstesinden gelebilmek için Young, “geniş kültür ve
toplumsal konum farklılıkları içinden iletişimin olanaklılığını ortaya koyan” ve
müzakereci demokrasinin genişletilmesini içeren “iletişimsel demokrasi” ideali
önerir (Young, 2001: 187-194). Buttom ve Mattson’un müzakereci demokrasinin
uygulanabilirliğine ilişkin yaptıkları çalışma, Young’ın eleştirilerini doğrularcasına,
37 Aslında politika yapma/politikaya katılma, kendi farklılıklarımızı fark ettiğimiz anda ortaya çıkar. Tıpkı, Kürt halkının kendilerinin farklı olduklarını kavradıkları anda politika yapmaya başlamaları gibi. Ama bu farklılıklar, diğer farklı gruplarla bir takım ortaklıklar yakalanabildiği sürece politikada etkili olabilir ve demokratik olan da budur. Örneğin, Kürt birinin kendi anadilini konuşmak istemesi talebi, peşinden diğer farklı grupların da (Laz, Çerkez, vs.) kendi anadilini konuşma talebini savunması ve böylece de farklılığın bir ortaklığa dönüştürülmesi, hem politikayı hem de demokrasiyi geliştiren/ortaya çıkaran budur.
58
müzakere sürecinin, siyasal güç sahibi olanlar (seçilmiş bir yönetici, milletvekili
gibi) ve müzakere edilen konu hakkında bilgi sahibi olanlar (uzmanlar, bilim
adamları gibi) ile müzakereye katılan sıradan vatandaşlar arasındaki eşitsizlikleri
gideremediğini, örneğin, çevresel sorunlar gibi teknik konularda vatandaş bilgisizse,
bu onun müzakere sürecinin dışında kalmasına neden olduğunu ortaya koymuştur.
Hatta, onların elde ettiği sonuçlara göre, ders veren bir profesör gibi konuşan bir
panelistin sunumunda, tartışma ve diyalog kendiliğinden sınırlanmaktadır.
Dolayısıyla, onlara göre demokrasiyle müzakere arasında birebir bağlantı olduğunu
söylemek yanıltıcı olmaktadır (Buttom ve Mattson, 1999).
d. Son olarak bahsedilecek müzakereci demokrasi eleştirisi, post-modernist
ve post-Marksistlerin farklılıkların tanınması ve çatışmanın engellenemez olması
temeline dayanır. Bu daha çok, Mouffe (1999; 2002) ve Connolly (1995)’nin
eleştirilerinden oluşur. Bu eleştiri, iletişimsel akılcılığın kimlik sorununu anlamada
başarısız olduğuna vurgu yaparak, kamusal alanın kimlik/fark temelinde anlaşılması
gerektiğini ileri sürer. İkinci eleştiri noktaları, uzlaşmaya dayalı demokrasi
anlayışının çoğulculuk anlayışını öne çıkaracağı, bunun ise karşıtlıkların yok
sayılması anlamına geleceği konusunda ortaya çıkar. Örneğin Mouffe’a göre,
demokrasinin karşısındaki gerçek tehdit, “karşıtlığın silinmesi olanaksız niteliğini
yadsımak ve evrensel rasyonel bir uzlaşmayı hedeflemektir” (Mouffe, 1999: 352).
Mouffe’a göre;
.....demokratik toplum, toplumsal ilişkilerde kusursuz bir uyum düşünü gerçekleştirecek bir toplum olarak anlaşılamaz. Demokratik topluma, demokratik olma niteliği ancak sınırlı bir toplumsal aktörün kendisine bütünü temsil etme yetisini atfedememesiyle verilebilir. O zaman, demokrasi politikasının ana sorunu, iktidarın nasıl ortadan kaldırılacağı değil, demokratik değerlerle bağdaşır iktidar biçimlerinin nasıl oluşturulabileceği olur (s. 351).
59
Bu eleştirilerin peşinden Laclau ve Mouffe, “siyasetin yeni bağlamını” kimlik
siyasetinin oluşturduğunu ileri sürerek, “agonistik demokrasi” (çatışmacı çoğulculuk)
adını verdikleri ve kimlik ve fark ilişkisini dikkate alan bir demokrasi ve bu
demokrasinin işleyeceği bir kamusal alan yaklaşımı geliştirmişlerdir. İzleyen
bölümde agonistik demokrasi yaklaşımı ve ona yapılan eleştiriler tartışılacaktır.
2.2.3. Agonistik Demokrasi ya da Çatışmalı Çoğulculuk
Yaşanan kapitalist gelişmeler (küreselleşme, bürokratikleşme, toplumsal
hayatın metalaşması ve homojenleşme vb.) ile Marksist teori arasında bir kriz olduğu
söyleminden yola çıkan Laclau ve Mouffe,38 bu krizi aşma çabası olarak ortaya çıkan
Bernstein’cı revizyonizm ile Sorel’in demokratik sendikalizm anlayışının
Marksizmden önemli bir kopuş oluşturduğunu ileri sürdüler.39 Bu iki yaklaşımı ve
Gramsci’nin “tarihsel blok” kavrayışını bir arada değerlendirerek Laclau ve Mouffe,
ekonominin belirleyiciliği ve işçi sınıfının devrimci rolü anlayışından
uzaklaşmalarına Marksist literatürden bir takım gerekçelendirme olanakları buldular.
Onlara göre politik özneler artık bir sınıf içinde konumlanmış özneler değil,
karmaşık kolektif özneler olduğu ve bu özneler de söylem aracılığıyla kurulduğu
için, toplumsal ve tarihsel gelişmeler/olaylar arasında bir nedensellik ve zorunluluk
ilişkisi kurmak olanaklı değildir. Zorunluluk, evrensellik ve nedensellik mantığı
yerine “olumsallık” mantığını yerleştirerek, bir kişinin sosyo-ekonomik açıdan işgal
ettiği yer ile siyasal-ideolojik çıkarları arasında zorunlu bir ilişki olduğunu
reddetmek gerektiğini (Eagleton, 1996: 287) ileri sürdüler. Laclau ve Mouffe’a göre
Marksizm tarihin özünü ve anlamını kavramaya yönelik tekçi bir yaklaşım sergiler:
Tarihi sınıf mücadelesi ve onun kaynaklık ettiği antagonizmalar ekseninde kavrar. 38 Post-Marksistlerin Marksizmin krizine ilişkin görüşlerinin Marksist bir eleştirisi Boron, 2000; Wood, 1985; ve 2003’de yapılmaktadır. 39 Gramsci’nin “tarihsel blok” kavramının da aynı yarılmaya neden olduğunu iddia etmektedirler.
60
Böylesi bir yaklaşımın, kapitalizmin yarattığı sarsıcı gelişmelerle karmaşıklaşan
toplum yapısını ve yükselen yeni toplumsal hareketleri anlamaya yeterli olmadığı
ileri sürülür. Marksizm’in, sınıf indirgemeciliğiyle malûl olduğu ilan edilir. Sosyalist
hareket, sınıf indirgemeci bir yaklaşımla, yeni toplumsal hareketlere, farklı baskı
formlarından kaynaklı farklı direniş biçimleri diyerek saygı göstermektense, bu
hareketleri sınıf mücadelesi modeli içine çekmeye çalışmıştır (Pepper, 1998: 48). Bu
anlamda post-Marksizmin temel dayanakları, (a) evrensel olarak kurulmuş sınıf
birliği inancının reddi; (b) toplumun kuruluşunun söylemsel pratiklerle oluştuğunun
kabulü; ve (c) toplumsal karşıtlıkların işçi-burjuva çelişkisi yerine daha geniş
alanlara yayıldığının kabulüdür (Wood, 1985). Bu üç temel özellikle bağlantılı olarak
önerilen siyasal yapı ise, sosyalizm ya da liberalizm ve onların demokrasi anlayışları
yerine, radikal bir demokrasidir. Nitekim Laclau, liberal-demokratik-sosyalist bir
toplumdan birini tercih etmek durumunda kalırsa demokrasiyi seçeceğini ilan
etmektedir (Laclau, 2000: 186). Post-Marksizmin yukarıda belirtilen üç temel
önermesinin ışığında, bu tartışmalar izlenirken, sırasıyla; (1) evrensellik; (2) siyasal
yapı ve özne konumları ile söylemin kurucu niteliği; ve (3) radikal demokrasi
konusuna yaklaşımları takip edilecektir.
Post-Marksistlere göre, tikelci siyasal kimlikler günümüzde giderek artmakta,
dolayısıyla hem modernizmin hem de Marksizmin evrenselci ilkeleri ya da herhangi
bir evrenselci iddia kriz içine girmektedir.40
Modernlik, bir tamlığı, kusursuz bir şekilde kurumlandırılmış bir toplumsal düzeni başarmaya muktedir, sınırsız bir tarihsel eyleyici hayaliyle yola çıktı. Bu tamlığa giden yol nasıl bir şey olursa olsun –dağınık bireysel iradeler çoğulluğunu bir arada tutacak bir ‘görünmez el’ ya da saydam ve akılcı bir toplumsal ilişkiler sistemi kuracak bir evrensel
40 Touraine bu konuda Laclau ile aynı pararelde düşünmektedir. Touraine’e gore, içinde bulunduğumuz dönem her türlü evrenselci ilkeyle, doğalcı toplum görüşleriyle, tarih felsefeleriyle ve tüm toplum merkezcilik biçimleriyle aramızdaki bağı koparmaktadır. Bu anlamda, ister din birliği, ister us birliği, isterse de budun birliği olsun her türlü birlik anlayışının eleştirilmesi ve reddi önemlidir (Touraine, 2000b: 201 ve 223).
61
sınıf- her zaman, bu tarihsel dönüşümün faillerinin her türlü tikelciliğin ve her türlü kısıtlamanın üstesinden gelebileceğini, ve kendisiyle barışık bir toplum dünyaya getirebileceğini ima etti. Modernliğin gözünde gerçek evrensellik bu anlama geliyordu. Oysa çağdaş sosyal ve siyasal mücadelelerin çıkış noktası, güçlü bir şekilde kendi tikelliklerini öne sürmektir, hiçbirinin, kendi başına, toplumun tamlığını gerçekleştirmeye muktedir olmadığı yönünde güçlü bir inançtır (Laclau, 2000: 26-27).
Diğer taraftan, soğuk savaş sonrası dönemde, meşruiyetlerini evrensel bir
tarih anlayışınca belirlenmiş bir görevden almayan birçok siyasal kimliğin ortaya
çıkışına tanık olduğumuzu söyleyen Laclau’ya göre, evrenselliğin yaşadığı kriz, onu
tamamen ortadan kaldırmaz, tam aksine, yokluğunu somut/hissedilebilir bir hâle
getirir. Nihai anlamların, ‘Mutlak Tin’in varolmadığı bir dünya ise, olumsal, tehlikeli
ve sınırlı olanın bilincini açığa çıkarırken, aynı zamanda kimliklerin inşasındaki
karmaşık mekanizmalara ilişkin bir farkındalığa da yol açar (Laclau, 1994: 1). Özcü
evrenselliğin yaşadığı bu kriz, nesnenin kendisinden çok onun ortaya
çıkış/olanaklılık koşullarına, bir başka deyişle varoluşun olumsal (contingent)
koşullarına ve inşasının karmaşık süreçlerine dikkat çeker. Nitekim, evrensel ve
zorunlu olanın tersine “olumsal” demek, değişken ve tikel olan; kesin ve sabit olanın
tersine belirsiz ve değişken olan; kendine yeterli ve nedenle ilgili olanın tersine
herhangi bir şeye bağımlı ve sonuçla ilgili olan; beklenen ve düzenli olanın tersine
beklenmeyen ve düzensiz olan anlamına gelir (Connolly, 1995: 47). Evrensellik ve
zorunluluğun reddi ve olumsal olanın kabulü ayrıca, toplumsal olan içerisinde
geliştirilebilir stratejileri de genişleterek çeşitlendirir. Geçmişteki kuramsal
kategoriler, yapısal biçimlenişlerini oluşturan güç ilişkileri açığa çıkıp bu kategoriler
yapısöküme (deconstruction) uğratıldıkça, bunların içerisinden yeni ve daha
karmaşık hegemonik-siyasal hamleler olanaklı hâle gelir (Laclau, 1994: 2).
Ekonomik ve siyasal alan arasındaki zorunlu ilişkinin koparılması ve
nedenselliğin reddi, toplumsal sınıfların siyasal kimliklerinin nasıl oluştuğu sorusunu
62
ortaya çıkarır. Bu noktada Laclau ve Mouffe, hegemonik öznelerin zorunlu olarak
temel toplumsal sınıflar düzleminde kurulduklarını reddederek (Laclau ve Mouffe,
1985: 172), hegemonyanın alanını artık farklı tikelliklerin bir arada bulunduğu bir
alan olarak değerlendirir. Toplumsal kimliğin belirlenmesi, sonsuz sayıda anlamsal
farklar arasında bir sabitleme oyunu, yani söylemin kuruluşudur (Üşür, 1997: 55).
Öyleyse toplumsal olan her şey ve bunun içerisindeki özneler ancak söylemsel olarak
kurulur ve hegemonya alanı da farklı tikelliklerin birbirine eklemlendikleri alan
olarak ortaya çıkar. Politik özneler bundan dolayı sınıfsal değil, fakat “karmaşık
kolektif iradeler”dir (Laclau ve Mouffe, 1985: 87).
Bu doğrultuda, siyasal kimliklerin nasıl oluştuğunu tartışırken Laclau,
“...öznelerin toplumsal yapıda zaten tanımlanmış bir yerleri olsaydı, yapmamız
gereken şey bu kimlikleri keşfetmek olurdu;” yoksa, “...kurmak/inşa etmek değil”
demektedir (Laclau, 1994: 2-3). Ancak eğer bütün toplumsal çelişkiler, bir gereklilik
olarak, toplumsal kimliklerin bir yapısökümüne neden oluyorsa, ve çelişkilerin
olmadığı bir durum herhangi bir toplum biçimi ile birlikte düşünülemiyorsa, herhangi
bir toplumsal kimlik, bir boyutuyla, salt keşfetmeyi değil, inşa sürecini de
gerektirecektir. Çünkü, bir kimsenin sosyo-ekonomik açıdan bulunduğu yer ile,
siyasi ya da ideolojik çıkarları arasında herhangi bir zorunlu ilişki olamaz. Öyleyse,
keşfedilecek şey, böyle bir zorunlu ilişki değil, bu kimliklerin siyasal alanda nasıl
inşa edildiğidir. Bu inşa sürecini anlamanın temel kavramlarından biri özdeşleşme’dir
(identification) ki, bu kavramın kendisi de herhangi bir kimliğin kökenindeki bir
yokluğa/eksikliğe (lack) işaret eder41 (Laclau, 1994: 2-3). Kimlik ve özdeşleşme
arasındaki ayrımın önemli bir sonucu, bütün toplumsal kimliklerde kurucu bir yarığa 41 ‘Lack’, ‘split’ gibi kavramlar, Lacan’a ve onun psikanalitik yaklaşımına dayanır. Aynı zamanda İngilizce’de identity/identification sözcükleri arasındaki ilişki Türkçe’de kimlik/özdeşleşme arasındaki ilişkiden biraz daha geniş olsa gerek.
63
(split) işaret etmesidir. Eğer, yokluk/eksiklik gerçekten kurucu ise, onu doldurmaya
çalışan özdeşleşme ediminin kendisini haklı gösterecek, kendisine dışsal bir kaynağı
olamaz, çünkü özdeşleştiğimiz düzen, iyilik ya da akılcılık gibi ölçütlerle
değerlendirilerek değil, bir düzen (order), belirli bir düzenlilik (regularity) olasılığı
getirdiği için kabul edilmiştir. Yani, özellikle kökten düzensizliğin hüküm sürdüğü
dönemlerde, gerçek içeriği ikinci derecede önemli olan bir düzen gereksinimi ortaya
çıkar ki, bunun siyasetin mantığı açısından önemli sonuçları vardır.
Eğer toplumsal kimliklerin siyasal yönüne odaklanılırsa aynı sonuca
ulaşılacaktır. Toplumsal dünya, yalnızca tekrar eden, biriken edimlerden
oluşmuyorsa, bu, toplumsal olanın daima ‘toplum’un kurumsallaşmış çerçevelerinin
dışına taşmasından ve toplumsal antagonizmaların bu çerçevelere içsel olan
olumsallığı gözler önüne sermesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, bütün toplumsal
etkinliklerde kurma/inşa etme ve yaratma boyutu içsel olarak mevcuttur (Laclau,
1994: 3).
Bu kurucu momentin toplumsal yenilikler açısından önemi ele alındığında
toplumsal yeniliklerin, toplumsal pratiklerin kendi içlerinde taşıdıkları dönüştürücü
bir dinamiğin sonucu olmadığını, fakat bütün tarihsel yeniliklerin köktenci/radikal
yenilikler olduğunu, dolayısıyla tarihin toplumsal değişimi açıklamak için herhangi
temel bir mantığa ya da aklın kurnazlığına başvuramayacağı sonucuna varılır.
Laclau’ya göre, radikal yenilik, radikal kurum/kuruluş (institution) demektir ve bu –
toplumsal etkinlikleri oluşturan- kurucu boyuta ‘siyasal’ olan (the political) adını
verir (Laclau, 1994: 4). Ancak eğer, siyasal olan radikal kuru(lu)mu içeriyorsa, ve
toplumsal düzende bunun temelini oluşturabilecek herhangi bir şey yoksa, kurma
eylemi kendi temelini kendinde bulacaktır ve bu kendini-kurucu nitelik,
64
özdeşleşmedekiyle aynı şeydir. Yani, bütün siyasal kimlikler özdeşleşme eyleminin
(kurucu eylemlerin) görünürlüğünü (visibility) gerektirir. Bu eylemlerin görünürlüğü
ise, başka kurulum olanaklarının varlığıyla mümkün olacak, bu farklı projelerle olan
antagonistik ilişkilerinde her bir kurulumun olumsallığı ortaya çıkacaktır. Onlara
siyasal niteliklerini veren şey de bu olumsallıktır. Dolayısıyla toplumsal olanın
kuruluşuna ilişkin ne kadar çok şey sorgulanırsa, toplumsal yeniden üretimi
süregelen toplumsal pratikler yerine siyasal müdahaleler ve özdeşleşimler
belirleyecek, bu da toplumsal yaşamın daha fazla boyutunun siyasallaşması ve daha
çok parçalı / hususi (particularistic) siyasal kimliklerin ortaya çıkışı demek olacaktır
(Laclau, 1994: 4). Dolayısıyla, Marksizmin yaptığı gibi, bir özne konumları
çoğulluğunu sınıf sorunlarına indirgemek yerine, toplumsal çoğullukların varlığı ve
bunların birbirine indirgenemezliği kabul edilmelidir.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, toplumsal hareketler ile radikal demokrasi
arasındaki ilişki hakkında bir soruya yanıt verirken Laclau şunları söyler:
“Evrensellik artık, Marksizm’deki işçi sınıfı gibi, ‘sınırlanmamış’ bir toplumsal
aktörün ayrıcalığı değilse, yalnızca daima sınırlı nitelikteki aktörlerin yürüttüğü
mücadelelerin eşitleyici etkileri yoluyla pragmatik bir biçimde kurulabilir. Bu
anlamda, diğer talepler gibi sosyalist talepler de hegemonya mücadelesinde
eklemlenebilir (articulate). Bu taleplerin tutucu bir biçimde eklemlenmeleri de
olasıdır ve ortaya çıkacak sonuç diğer her şey gibi hegemonya mücadelesince
belirlenecektir. Toplumsal mücadelelerin başlangıçta kesin hedefleri yoktur, ancak
mücadele boyunca bu hedefleri kurar ve dönüştürürler. Bu mücadeleler, birçok
toplumsal aktörün ve taleplerin iç içe geçtiği karmaşık alanlarda verildiği için,
eklemlenme bireysel taleplere dışsal bir süreç değildir. Çevreci hareketi düşünecek
65
olursak, ortaya konan talepler baskıcı bir devletin çevreyi koruma adına toplumsal
alana müdahalesini meşrulaştırabileceği gibi, siyasal ve ekonomik sistemlerdeki akıl
dışılığa (irrasyonelliğe) yönelik radikal bir eleştirinin önünü de açabilirler (Laclau,
1990: 229-30). Eklemlenme, en baştan ya da hareketlerin belirli bir siyasal önem
kazandığı andan itibaren önemli bir sorun olacaktır; bu eklemlenme biçimininse bir
siyasal parti formunda olması gerekmemektedir (Laclau, 1990: 231).
Günümüzde kimliklerle stratejiler arasındaki ilişkinin değiştiğini söyleyen
Laclau, yeni toplumsal hareketlerin mücadelelerini yürüttüğü koşulların her zaman
var olan bir şeyi, yani stratejilerin kimlikleri yarattığını ve bunun tersinin geçerli
olmadığını ortaya koyduğunu iddia eder. Kimlik ve strateji arasındaki ilişki
hakkındaki geleneksel varsayımlar, kimliklerin sürecin başından beri verilmiş ve
sabit olduğu; ve toplumsal öznelerin (agents) bu kimlikler temelinde kendilerine
dışsal olan bir çevre ile stratejik hesap ilişkilerine girişebilecekleridir. Bu anlayışın
karşısında Laclau ve Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de geliştirdikleri
hegemonya yaklaşımı, yukarıda da bahsedildiği gibi, kimliklerin hegemonya
mücadelesi içerisinde oluşturulduklarını ve toplumsal öznelere yeni bir kimlik
verilirken onların aynı zamanda ‘kolektif iradeler’ olarak kurulduklarını öne sürer.
Bu anlamda hegemonya, “işçi sınıfının ya da başka herhangi bir özne konumunun
önsel birliği ya da ilerici karakteri anlayışını reddeden bir totalliği bozucu
‘eklemlenme ve olumsallık mantığı’ gerektirir” (Best ve Kellner, 1998: 237). Bu
çerçevede toplumsal özneler ve onların stratejileri arasındaki ilişkiler dışsal ilişkiler
değildir. Bugün artık kimliklerin oluşturulması süreçleri daha fazla görünür hâle
gelmiştir. Dahası bu süreçler kurulmaları, içerisine koyuldukları söylemsel-stratejik
alana dayanan ilişkisel kimliklerle, sanki öznelerin bireyselliklerine ve bu alanla
66
kurulan dışsal bir ilişkiye dayanıyormuş gibi sunulmaktadır. Oysa bu hareket ve
kimliklerin kuruluşunu incelerken, onları oluşturan belirli dil oyunlarına ve
stratejilere yönelmek ve bunları incelemek gerekir (Laclau, 1990: 234).
Tam da bu noktada, siyasal mücadele araçlarının neler olduğuna ve bunların
nasıl kullanılacağına geçilebilir. Laclau ve Mouffe’a göre, radikal demokrasi projesi
evrenselciliği, özcülüğü ve özne mitini terk etmeyi gerektirir (Mouffe, 1994: 196).
Hegemonya mantığı da, işçi sınıfının öncü kılınmasından vazgeçen ve çoğulcu bir
mücadeleyi hayata geçiren bir politika ihtiyacını doğurur. Kapitalizm artık örgütlü
bir güç olarak kavranamaz, dolayısıyla örgütlü mücadele de anlamsızlaşır. Munck’a
göre günümüz kapitalizminin temel özelliği, çalışma dünyasının
merkezsizleşmesidir. Onunla başa çıkmanın çaresi ise, “saati geriye çevirip hayali bir
proleteryayı tekrar merkezileştirmek değildir” (Munck, 2003: 103). Nitekim,
agonistik demokrasi savunucularından birine göre, geç modernliği tanımlayan en
önemli belirti olumsallığın küreselleşmesidir (Connolly, 1995: 43). Bu anlamda post-
Marksistlere göre siyaset, birbirine söylemsel düzeyde eklemlenen ancak birbirini
belirlemeyen ve yan yana duran kimlikler, farklar, konumlar üzerinden üretilebilir.
Onlara göre siyasal bir mücadelenin toplumsal projesi de şu biçimde kurulmaktadır:
Sol-kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu bir tabiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar fakat onlarla sınırlı değildir. Bu aynı zamanda Marksizm’le bir kopuştur, çünkü örgütleyici ilkeleri, her şeyden önce, demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. Öyleyse, biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun bu fikirlerin, onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya sokmaktır (Pepper, 1998: 48).
Bu durumda radikal demokrasi, liberal demokrasiyi “radikal ve çoğulcu bir
demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek”ten (Laclau ve Mouffe,
67
1985: 216; Giddens, 2000b: 89; Keyman, 1998: 205) ibarettir. Bu aynı zamanda
sosyalizme giden yoldur, çünkü sosyalizm ve kapitalizm arasında bir kopuş değil, bir
süreklilik vardır: “Sosyalizm demokratik devrime içsel bir uğrak” (Laclau ve
Mouffe, 1985: 156) olarak anlaşılmalıdır.
Kamusal alan, öteki tanımının yapılmasıyla birlikte kimlik ve fark temelinde
düşünülmeli ve demokrasi de bu farklılıklar temelinde kurulmuş çoğulcu bir biçime
bürünmelidir. Demokrasi, olumsallığa maruz kalmayı diğer toplumsal biçimlerden
daha fazla vurguladığı için, kimlikteki farklılığın olumlanmasının kamusal hayatta
dile getirilmesi olasılığını arttırır (Connolly, 1995: 245). Connolly, agonistik, yani
çatışmacı ve tartışmacı bir demokrasiyi şöyle tanımlar:
Kimliğin hayat açısından gerekliliğini olumlayan, onun dogma haline getirilmesine karşı çıkan ve insan yaşamının çok biçimli çeşitliliğini koruma kaygısını kimlik ve farklılık arasındaki karşılıklı bağımlılık ve mücadeleyle birleştiren bu siyasi hayale ben ‘agonistik demokrasi’ diyorum (1995: 11).
Dolayısıyla agonistik demokrasi biçimi, müzakereci demokrasi
savunucularının yaptığı gibi çatışma ve çelişkileri ortadan kaldırmayı ya da bunlar
arasında rasyonel bir uzlaşma sağlamayı amaçlamaz. Bunun yerine, demokratik bir
projenin gerçekleşmesi için, birbirleriyle çatışan bu unsurları harekete geçirerek
çatışmacı bir konsensus ortamı yaratmayı hedefler.
2.2.4. Agonistik Demokrasi Eleştirileri
Marksizm’e karşı post-Marksist yaklaşımın temel özellikleri ve önerileri
birkaç maddede şöyle özetlenebilir: (a) her türlü evrenselciliğin, nesnel çıkarın ve
zorunluluğun yadsınarak, yerine, tikel ve olumsal olanın kabul edilmesi; (b)
ekonomik belirleme yerine, söylemin kurucu özelliğinin ve siyasetin özerkliğinin
kabulü; (c) işçi sınıfının önderliğinde bir sosyalist devrim yerine, değişik ve birbirine
benzemeyen özne konumları aracılığıyla kurulan radikal bir demokrasi fikri. Bu
68
üçüncü özellik, Laclau ve Mouffe’nin projesini diğer post-Marksistlerden ayıran
noktadır.
Laclau ve Mouffe’a göre, evrenselci söylem terk edilmeden demokrasi
mümkün değildir.42 Ne var ki, Laclau ve Mouffe’un savunduğunun tersine, evrensel
bir takım ilkelere dayanmaksızın demokrasinin savunulamayacağını söylemek de
olanaklıdır. Örneğin, evrensel olarak benimsenmiş bir hukuk ya da temel insan
hakları olmaksızın sadece “tikelliklerin” tanınması evrensel ilkesiyle demokrasinin
savunulması olanaksızlaşır. Nitekim Harvey, bu durumu şöyle dile getirmektedir:
Evrensellik koşulundan hiçbir zaman kaçınılamaz; bunu yapmanın yollarını arayanlar ise (bir çok post-modern ve post-yapısalcı formülasyonlarda olduğu gibi) bu koşuldan kurtulmaktan çok yalnızca onu gizlemek sonucuna ulaşırlar. Buna karşın evrensellik, tikelliklerle diyalektik ilişki içerisinde ele alınmalıdır. Evrensellik ve tikellik birbirlerini, evrensellik ölçütünü, farklılığın tikellikleri içerisinde ve onlar aracılığıyla daima tartışmaya açık hale getirecek bir şekilde tanımlarlar (Harvey, 2001: 199).
Evrenselliğin reddi ile birlikte, aynı zamanda, Laclau ve Mouffe’un tarihi
yorumlarken zorunluluk yerine olumsallık mantığını yerleştirmeleri, doğal olarak, bir
taraftan işçi sınıfı ile onun toplumsal konumu arasındaki ilişkileri ortadan kaldırarak
bunları tesadüfi bir ilişki olarak ortaya çıkmış gibi gösterirken, diğer taraftan işçi
sınıfının sosyalizm mücadelesinde ayrıcalıklı konumunu yadsır. Bu nokta, birçok
Marksist tarafından post-Marksizm’e yapılan eleştirilerin temel noktasını oluşturur.
Nitekim bu bakışı eleştiren Wood’a göre, “bu argümandan çıkarılabilecek nihai
sonuca göre, bir mağara adamının sosyalist olma ihtimali, bir proleterinkiyle aynıdır
– bunun için, o mağara adamının, uygun söylemi işitebileceği uzaklıkta olması
yeterlidir” (1985: 72). Benzer eleştiriler Eagleton (1996), Best ve Kellner (1998),
42 Bir başka çalışmasında ise Laclau, evrensellikle ilgili olarak tam tersi bir konumu savunmaktadır. “Her türlü evrensel ilkeyi bir tarafa bırakmış soy bir tikelcilik mümkün müdür? Evet cevabını kuşkuyla karşılamak için birçok neden var. Bir kere, tümüyle ayrı ve farklı bir kimlik iddiasında bulunmak demek, bu kimliğin kültürel çoğulculuk ve farklılık üzerinden kurulduğunu öne sürmek demektir…….Örneğin, tüm etnik gruplar için kültürel özerklik hakkını savunmak, ancak evrensel gerekçelerle doğrulanabilecek bir iddiayı tartışmaya açmak demektir” (Laclau, 2000: 22-23).
69
Geras (1987), Boron (2000) tarafından da yapılmıştır. Örneğin Eagleton, Wood’un
yaptığı eleştiriye benzer olarak şu eleştiriyi yapar:
.....kadınlarla feminizm ya da işçilerle sosyalizm arasında herhangi bir ‘zorunlu’ ilişki yoksa, bu durumda ulaşılacak sonuç, kendi tasarısına uygun düşen toplumsal grup hangisi olursa olsun onu kendi projesi içine çeken, feci halde eklektik ve fırsatçı bir siyaset olacaktır. Erkeklerin babaerkliğe karşı yürütülen mücadeleye öncülük etmemeleri .............için hiçbir geçerli neden kalmayacaktır (1996: 301).
Nitekim, her şey söyleme indirgendiği için (Wood, 1985; Geras, 1987)
kapitalist sömürü artık, değer yasasının ve artı değere el konulmasının bir sonucu
değil, fakat işçiler bunu söylemsel olarak dile getirir ya da temsil ederse ya da
dışarıdan birisi gelirde sınıf bilincini onların damarına enjekte ederse vardır. Boron
bu yaklaşımı, Marksizm’in yenilenmesi olarak değil, fakat sulandırılması (dilution)
olarak yorumlamaktadır (Boron, 2000: 71). Best ve Kellner’a göre ise, post-
Marksizm’in temel sorunu Wood ve Geras’ın ileri sürdüğü gibi her şeyin söyleme
indirgenmesi değil, fakat, söylemsel olmayanı söylemsele yüklemeleri ve pratikler ve
kurumlar karşısında söylemi imtiyazlı kılmalarıdır (Best ve Kellner, 1998: 247).
Doğal olarak bu yaklaşımda, söylemselliğin, tüm kapitalistleri ya da onlara bağımlı
olanları sosyalizm davasına kazanmanın bir ve aynı şeymiş gibi olumsal kıldığı garip
bir durum ortaya çıkmaktadır. Kadın olmakla feminist olmak, Türk olmakla Türk
milliyetçisi olmak, erkek olmakla ataerkillik savunucusu olmak arasında zorunlu ve
doğal bir ilişki olmadığını söylemek oldukça doğrudur. Nitekim her Türk milliyetçi
olmak zorunda değildir. Ne var ki, bunlar arasındaki ilişkinin sadece olumsal ve
keyfi olduğunu söylemek de doğru değildir. Çünkü bu, bir Türk’ün Türk milliyetçisi
olma olasılığı ile bir Eskimo’nun Türk milliyetçisi olma olasılığı arasında görünürde
hiçbir fark olmadığını söylemek demektir.
70
Laclau ve Mouffe’un bakış açıları, bir taraftan sınıf çatışmasının ortadan
kalktığını, diğer taraftan bu çatışmanın yerine zaman zaman baskıcı olan bir devlet
karşısında sivil toplum, yani halk arasındaki çatışmanın geçtiğini ileri sürer. Ne var
ki, tam da bu noktada sorgulanması gereken şey, sivil toplum ve devlet arasındaki
ilişkinin nasıl algılandığıdır. Bir kere devlet, üretim ilişkilerinden tamamen bağımsız
olarak algılanır ve devletin işlevi sadece siyasal alanda bir takım düzenleme
görevlerine indirgenir, siyaset de bir kimlik kurma aracı olarak tasarlanırsa, sivil
toplum büyüdükçe devlet küçülür ve bunun tam tersi de doğrudur gibi bir anlayış
ortaya çıkar. Bu durumda, diyelim, komprodor burjuvazi ve onun sivil toplumsal
örgütleri nereye yerleştirilecektir? Örneğin TÜSİAD, bir sivil toplum kuruluşu
olarak, devlet ve halk çatışmasında, devletin yanına mı yoksa halkın yanına mı
konulmalıdır? Çünkü, TÜSİAD’ın “iş ahlakı ilkeleri”nde, çağdaş bir medeniyet için,
derneğin “demokrasi ve insan hakları evrensel ilkelerine bağlı ve girişim, inanç ve
düşünce özgürlüklerine saygılı olduğu”43 belirtilmektedir. Ne var ki, bir işçi
sendikasının yöneticisi TÜSİAD’la ilgili şunları söylemektedir: “........son dönemde
işveren örgütleri, yani sivil toplum içinde yer alan işveren örgütleri, genel
demokratikleşme konularında, Türkiye’nin dış dünya ile ilişkileri hakkında bir takım
raporlar yayınlıyorlar. Bunlarda temel demokratikleşme ilkelerine ilişkin öneriler de
ortaya koyuyorlar ama mesela son yirmi yıldır asla ve asla kolektif haklar, sosyal
haklar, sınıfsal haklar söz konusu olduğunda en ufak bir taviz vermeye
yanaşmadıklarını görüyoruz............hala bizim işveren örgütlerimiz işsizlik
sigortasına kesinkes karşı. Sendikal örgütlenmeye giren işçilerin işten atılması
karşısında iş güvencesi, yani sendikal güvenceye topyekün karşılar” (Çoban, 2002:
43 Bkz. Tüsiad Üyelerinin Uyduğu İş Ahlaki İlkeleri, TÜSİAD web sitesi.
71
357-358). Bu sorunu, kimlik/fark kavramlaştırmasıyla açıklamak olanaksızdır.
Nitekim TÜSİAD, kendi konumuna çok uygun bir biçimde elbette, genel haklar
konusuna “sivil toplumcu”, ancak işçi hakları konusuna olabildiğince “sınıfsal”
bakmaktadır. Buradan yola çıkarak post-Marksizm’in en büyük sorununun,
“uzlaşmaz çelişkiler” yerine “kimlik/farklılık” nosyonunu geçirmelerinden
kaynaklandığı söylenebilir. Bir işçi sendikası ile bir işveren kuruluşu arasındaki
antagonizma, sadece bir farklılık ya da “hasım” olma sorunu mudur? Sınıfı
belirleyen şey bir çelişki/çatışma değil de, sırf söylem aracılığıyla kurulmuş bir
farklılıksa eğer, bir işçi sendikası ile bir işveren kuruluşu birbirine eşdeğer görülmek
zorundadır. Demokratik hegemonya süreci farklı gruplar içinde yeni kimlikler
yaratır. Böylece de her grubun talepleri diğerlerininkiyle denk bir biçimde
eklemlenir. Bu “demokratik seferberlik” sürecidir (Brown, 1990: 44). Sömürü
ilişkileri değil de, “tabiyet” ilişkileri dikkate alındığı zaman, türban taktığı için
okuldan atılan bir genç kız ile saçını uzatıp küpe takmak isteyen ancak babasının
baskısından dolayı takamayan bir erkek, eşitlik, özgürlük ve farklılık mücadelesinde
eşit bileşenler olarak görülür. Bu durumda bir işçi sendikası ile diğer sivil toplum
kuruluşları arasında, kadın dernekleri, çevreci dernekler, eşcinsel hareketler arasında
örneğin, hiçbir öncelik/sonralık ilişkisi yoktur, hepsi birbirine eşdeğer demektir.
Kaldı ki, farklılık ön plana çıkarıldığı zaman, bunlara ek olarak bir çok karşıtlık
üretmek de olasıdır. Sadece bir kadın sorununda bile, işçi kadın-memur kadın, Türk
kadın-Kürt kadın, yoksul kadın-zengin kadın, köylü kadın-kentli kadın, çalışan
kadın-çalışmayan kadın gibi bir yığın farklı taleple karşı karşıya kalınır.
Yukarıda açıklandığı gibi, bir takım ayrıcalıklı kopuş noktalarının ortadan
kaldırılması ve toplumsalın çoğul niteliğinin vurgulanması, radikal demokrasi
72
düşüncesinin iki temel dayanağıdır. Liberal demokrasinin evrenselciliği ve
akılcılığını eleştirmekle birlikte Laclau ve Mouffe’a göre, “solun görevi, Liberal
Demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine, onu radikal ve çoğul bir demokrasi
doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir” (1985: 216). Ne var ki bu
konum, Marksizm’i geliştiren ve ileriye götüren post-Marksist bir konum olmaktan
çok, “post-Liberal”44 bir konumdur. Dolayısıyla, radikal demokrasi teorisi, liberal
demokrasinin tam karşısına yerleştirilecek bir konum değil, tersine, eklemleme
pratiğiyle onu tamamlayan bir konumdur.45
2.3. Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi Tartışmaları
Liberal demokrasinin yaşamış olduğu kriz, üçüncü dünya ülkelerini de içine
alarak genişleyen, ve bütün liberal-kapitalist ülkelerde ekonomik, siyasal, toplumsal
ve kültürel boyutları da kapsayan bir kriz olarak ele alınmalıdır. Dünyanın yaşadığı
bu krizin, her ülkenin kendi ekonomik ve toplumsal koşullarına göre biçimlendiği bir
gerçektir. Küreselleşmenin zorunlu kıldığı yeni ekonomik zorunluluklar, her ülkede
demokratikleşme adı altında bir takım düzenlemelerin yapılması gerekliliğini ortaya
çıkarmıştır. Bu anlamda, her ülke kendi özgül koşullarına göre bir kriz yaşasa da,
politikayı saf bir biçimde ulusal sınırlar etrafında düşünmek ve ulusun sınırları ve
aktörleri arasına hapsetmek doğru olmayacaktır (Keyman ve İçduygu, 2003: 220).
Demokratikleşme çabaları ise, sivil toplum tartışmalarını beraberinde getirmiş, ne var
ki Türkiye’de bu tartışma sivil toplumun varlığı ya da yokluğu üzerine inşa edilmeye
44 Kavramı Machperson, tam da buradaki anlamına uygun bir biçimde, “demokratik bilinçde bir devrim”e gereksinim duyduğumuz anlamında kullanır ve post-liberal bir demokrasiye ihtiyaç olduğunu ileri surer (Machperson, 1964). Sonradan Bowles ve Gintis ise, post-Liberal demokrasi adını verdikleri bir demokrasi teorisi geliştirirler. Onlara göre böyle bir demokrasi, Jeffersoncı ve Marxist bakışların bir sentezi olarak mülkiyet hakları yerine demokratik kişi haklarını öne çıkarır (Bowles ve Gintis, 1996: 274-275). 45 Ne var ki Keyman, radikal ve çoğulcu bir demokrasi anlayışını, sanki tam karşıtıymış gibi liberal demokrasi anlayışının karşısına yerleştirmektedir (Keyman, 1993: 150).
73
çalışılmıştır.46 Bu çerçevede de, bağımsız dernek ve kurumların varlığına ilişkin
Hegelci anlamda Türkiye’de asla bir sivil toplumun var olmadığı (Dodd, 1992: 28)
sık sık ileri sürülmüştür. Bu anlamda Türkiye’de sivil toplumun
gelişimi/geliştirilmesi, bir “ideal” olarak algılanmakta, dolayısıyla, bu idealin
“idealite”sini tartışmaya açmayan bir durum ortaya çıkmaktadır (Mutman, 2002:
139). Dolayısıyla Türkiye’de demokrasi tartışmaları, Batı-dışı toplumlarda
demokrasinin ve sivil toplumun gelişebilme olanakları, Batı toplumu-Doğu toplumu
ikilikleri, güçlü devlet-zayıf sivil toplum yapısı, bürokratik ve siyasi seçkinler
arasındaki ilişkilerin etkisi ve Türkiye’de demokratik bir siyasal kültürün
oluşabilmesi çerçevesinde yapılmaktadır.
Batı merkezli tartışmaların ötesinde, Batı-dışı toplumlarda sivil toplumun ve
demokrasinin gelişebilmesinin olanaklılığını arayan tartışmalar, en azından
Türkiye’nin koşulları düşünüldüğünde önem kazanır. Batı-dışı toplumlarda devlet
despotizminden kaynaklanan sivil toplumun etkisizliği/yokluğu söylemlerine karşılık
olarak genellikle İslami çevreler, geleneksel yapıları sivil toplumun varlığının kanıtı
olarak ileri sürerler. Örneğin, Çaha’ya göre, Osmanlı’da şehirlerin yapısı ve merkezi
idare karşısındaki konumları, bağımsız sivil toplum unsurlarının gelişmesi için
yeterli zemini sağlayamamış olmasına rağmen (Çaha, 2000: 162), yine de, “özellikle
ikinci meşrutiyet döneminde yakalanan özgürlük ortamı, 1980’li yıllara kadar bir
daha yakalanamamıştır” (Çaha, 1999: 61). Ona göre, “özellikle Osmanlı son
döneminde medrese, tarikatlar, vakıflar gibi “geleneksel” sivil toplum kurumlarının
yanısıra, özel teşebbüs, ekonomik gruplar, siyasal partiler, dernekler, işçi hareketleri,
medya ve siyasal ideolojiler gibi “modern” sivil toplum unsurlarının da geliştiğini
46 Sivil toplum kavramının ve bununla ilgili tartışmaların dünya düzeyinde yaygınlaşmasına ilişkin açıklamalar, (Galston, 2000)’de yapılmaktadır.
74
görmekteyiz”. Osmanlı İmparatorluğunun özellikle son dönemlerinde hem
geleneksel hem de modern sivil toplum kurumlarının yavaş yavaş gelişmesine
rağmen, “tek parti döneminin homojenleştirme politikaları karşısında bu sivil toplum
kurumlarının işlevi kalmamıştır” çünkü “devletçi elit, çağdaş medeniyetler düzeyine
ulaşma amacıyla 1930’lardan 50’li yıllara kadar sivil toplumu tamamen tasfiye
etmiştir” (77-78). Dursun’a göre, genel olarak İslam toplumlarında, özelde ise
Osmanlı Devletinde, devletten özerk ve karşı bir örgütlü toplumsal alanın varlığı
kabul edilmelidir ve bu toplumlarda kendi yapılarına özgü bir sivil toplumun varlığı
tartışma konusu yapılmamalıdır. Cumhuriyet döneminde ise devlet yükselmiş, buna
karşılık sivil toplum çökmüştür (Dursun, 1997: 240).
Diğer taraftan, Ortadoğu’nun zihniyet yapısının, devlet anlayışının, toplumsal
etkileşimin örüntüsünün sivil toplum oluşumlarının önünde kültürel engeller
oluşturduğunu düşünenler de vardır (Bora ve Çağlar, 2002: 337). Heper’e göre, İslam
ve devlet arasındaki ilişkiler sivil toplumsal niteliklerin gelişmesini engellemişti.
Özgür şehirler, pazarlar, Müslüman deneyimine uzak yapılar olarak kaldı. (Heper,
1991: 45). Bu nedenle de Türkiye’de şimdi var olan yapının bir “koruyucu
demokrasi” (tutelary democracy) olduğu belirtilmiş, bunun ise ne gelişmeyi ne de
demokratikleşmeyi başaramayacağı ileri sürülmüştür (Szyliowicz, 1966: 283; Ergil,
2000). Doğu-Batı tartışmalarına iyi bir örnek, sivil toplum tartışmalarında Doğu-Batı
toplumları ayrımıyla hareket eden İdris Küçükömer’dir. Doğu toplumları ile Batı
toplumları arasında ekonomik, siyasal ve kültürel düzeylerde bir takım temel
farklılıklar bulunduğuna dikkat çeken Küçükömer, Türkiye’nin özgül koşullarına
eğilerek neden sivil toplumun oluşmadığına yanıt aramaya çalışır. Ona göre, Batı
toplumlarında hukuk ve iktidar arasında bir bölünmüşlük vardır ve yurttaş,
75
politikanın oluşturulmasında etkili bir yere sahiptir. Yurttaşlar halk meclislerinde
yerini alır ve bu yolla da iktidarın bir bölümüne sahip olur. Bu anlamda iktidar,
bölünmüş/parçalı bir yapıya sahiptir (Küçükömer, 1994: 124). Doğu toplumlarında
ise iktidarda bir teklik söz konusudur, ve dolayısıyla sivil toplum-politik toplum
ayrımı da söz konusu değildir. Bizim gibi toplumlarda ilginç olan, politik toplumların
darlığına karşılık, sivil toplumun da darlığıdır. Dolayısıyla demokratik yurttaşlık
bilinci ve geleneği hiçbir zaman oluşmamıştır (134). Küçükömer’e göre, Batı’lı
anlamda bir sivil toplumun oluşmayışının nedeni bürokratik yapıdır.
Çağdaş bir toplum oluşturmaya engel nereden kaynaklanıyordu? Bu, toplum yapımızın derin temeli’ndeki ana etken, politik ilişkilerle üretim ilişkilerinin üst üste gelmesi, yani çakışmasından kaynaklanır. Bu çakışmaya dayanan sistemik bütünü bürokrasi diye tanımlamıştım........... Bu çakışma, toplumda her seviyede gerçekçi hesap yapma, hesap sorma, en önemlisi akılcı düşünme mekanizmalarına aykırıdır (155).47
Küçükömer’e göre, Batı’da hem yatay hem de dikey ilişkilerle birlikte bir
bütünlük varken, Doğu’da genel olarak dikey ilişkilerin derin olduğu gözlenir. Doğu
toplumlarında merkezi bürokratik devlet kendisi için aygıt özelliğini alt topluma
ideolojik birliği ile kabul ettirir. Bu, alt toplumun özgürleşme sürecine girmelerini
engeller. Oysa temel sorun, doğrudan üreticilerin özgürleşmesi ve politik topluma
girmesidir. Bu da, sivil toplum öğelerinin kurulması sürecinde var olur (Küçükömer,
1994: 27-56).
Sarıbay’a göre temel sorun, Doğu toplumlarında bireyi devlet gücü karşısında
koruyacak mekanizmaların ve yapıların, kısacası sivil toplumun olmayışıdır. Diğer
taraftan, Sarıbay’a göre Türk kültürü, Türk bireyinin kamucu/devletçi olmasına
neden olmuş, bireyci kültür tipi gelişememiştir. Oysa bireyci kültür tipi, demokratik
47 İdris Küçükömer’in sivil toplum yaklaşımının tartışıldığı bir sempozyumun bildirileri için, (bkz. WALD, 2000). Genel olarak sivil toplum yaklaşımının ve bunun içinde Küçükömer’in görüşlerinin eleştirildiği bir başka tartışma ise (Savran, 1986)’da yapılmaktadır.
76
yönetimi mümkün kılmada daha destekleyici bir özelliğe sahiptir (Sarıbay, 2000: 48
ve 62).48
Diğer taraftan Samir Amin, Doğu-Batı karşılaştırmalarıyla yapılan
değerlendirmeleri genel olarak eleştirmektedir. Amin’e göre, üçüncü dünyada
demokrasi yokluğunun bir açıklaması olarak sunulan geleneksel toplum teorisi,
kıyasıya boş ve yavandır. Bu teoriler modernizasyon paradigmasını döne döne
yeniden formüle ederler: Üçüncü dünya toplumları yarı geleneksel/yarı moderndirler
ve bu nedenle otokratik iktidar kavramı geleneğini sürdürürler; geri ekonomileri
“yetişinceye” kadar, koşulların zoruyla tedrici demokratikleşmeye zorlanıyorlar. Bu
anlamda Amin’e göre, demokratikleşme alanında tasarlanan tek yol kapitalist yoldur
ve üstelik kapitalistleşmeyle birlikte demokratikleşmenin zorunlu sonuç olacağı
varsayılmaktadır (Amin, 1995: 82).
Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki engeller arasında görülen önemli
bir nokta, güçlü bir devlet, buna karşılık zayıf bir sivil toplum yapısının varlığıdır
(Barkey, 2000; Ergil, 2000). Demokratikleşme sorununu devletin sınırları ile
açıklamaya çalışan bu yaklaşımlara göre en önemli problemlerden biri, liberal
demokrasinin gerektirdiği devlet biçimi ve yapısının Türkiye’de yeterince
gelişmemiş olmasıdır. Türkiye’de devlet oldukça güçlü bir konuma sahiptir. Türkiye
Cumhuriyeti kurulurken, Osmanlı’dan aldığı en önemli mirasın devlet ve toplum
arasındaki bu ilişki olduğu belirtilir. Örneğin Heper’e göre, Türkiye’de sivil
toplumun yokluğu, ekonomik, politik ve toplumsal gücün merkezde toplandığı
Osmanlıdan mirastır. Bu nedenle Türk politik kültürünü bir değişimden çok
süreklilik karakterize etmektedir. Osmanlı bürokratik merkezi tarafından oluşturulan
48 Benzer yaklaşımlar için bkz. (Mahcupyan 1996; İnsel, 2003).
77
temel meşrulaştırıcı değerlere çevre tarafından hiçbir biçimde asla meydan
okunmamıştı. Yerel eşraf, kelimenin tam anlamıyla yerel kaldı. Zenginlikleri
merkezi otoritenin zayıflığının sömürülmesine bağlıydı ve hiçbir zaman ekonomik
güçlerini siyasal güce dönüştüremediler, ve bunun için de uğraşmadılar. Bu nedenle
de bürokratik merkeze nüfuz edemediler. Cumhuriyet döneminde de reform talepleri
sivil toplumdan gelmedi (Heper, 2000: 63; ve 1985: 100). Cumhuriyet’in
kurulmasından sonra yerleşik olan devlet geleneğinde bürokratik seçkinler ve siyasal
seçkinler oluşmaya başladı, ve bürokratik seçkinler merkezin temsilcisi haline geldi.
Aynı zamanda, siyasal elit devlet elitine karşı kendi mücadelesiyle meşguldü. Siyaset
(politics), siyasa/uygulama (policy) üzerinde, kişisel sadakat ise liyakat (merit)
üzerinde bir önceliğe sahipti. Devlet elitleri ve siyasal elit farklı kutupsal görüşleri
benimsedi ve toplumun uyum ve bilgilenme ihtiyacına uygun olmayan siyasal bir
dengesizliğe neden oldu (Heper, 2000). Devlet elitlerinin siyasal elit üzerindeki bu
ayrıcalıklı konumu, farklı grupların serbestçe örgütlenmesini sağlayacak koşulların
yaratılmasını engelledi. Güçlü, merkezi bir devlet yapısı, bir taraftan toplumun farklı
gruplarını temel normlar ve değerler etrafında bütünleştirme işlevi görürken (İnsel,
2003), diğer taraftan sivil toplumun gelişimini de olumsuz biçimde etkilemekteydi.
Batı feodal sistemiyle Osmanlı patrimonyal sistemini karşılaştıran Mardin, feodal
Avrupa’da Lord ve Kralların tüccarları desteklediğini, buna karşılık Osmanlı’da
durumun tersine çevrildiğini belirtir. Devlet bir taraftan güçlüyken diğer taraftan
tüccar sermayesinin gelişimini engelledi. Batı Avrupa’da ortaya çıkan öz-yönetimli
yapılar, Osmanlı’da ortaya çıkmadı. Yani, Doğu despotizmiyle Batı feodalizmini
birbirinden ayıran bir özellik olarak görülen “aracı” ya da “ikincil” yapılar
Osmanlı’da gelişemedi ve bu politikalar, kentsel özerkliğin gelişmesine izin vermedi.
78
Mardin’e göre, 20. yy.’da Türkiye’nin yüz yüze kaldığı zorluklar dört başlıkta
toplanabilir: Özerk bir sivil toplumun gelişimine olan engeller, halkçı talepleri yerine
getirme rolünde bürokratik elitin isteksizliği, prebendial sistemin katılığı ve Türk
entelektüellerinin kültürel ideolojisine giren köklerin karmaşık dokusu (Mardin,
1969: 260-279). Benzer olarak Kalaycıoğlu’na göre, Osmanlı İmparatorluğu’ndan
Cumhuriyet’e devrolmuş miras içerisindeki temel öğelerden en başlıcası, siyasal
yapının son derece yalın bir şekilde belirli bir merkez ile, ki bu merkez Osmanlı
İmparatorluğunda Dersaadet bölgesi, yani İstanbul ve civarı, kısacası saray ve etrafı
olarak tanımlanabilir. Cumhuriyet döneminde de aynı yapıyı siyasi olarak Ankara,
kültürel ve ekonomik olarak İstanbul’la paylaşarak, Ankara ve İstanbul olarak ifade
edilebilir (1999: 29). Kalaycıoğlu’na göre, Türkiye’yi merkez ve taşra olarak bölen
bu hat, kültürel ve ekonomik olarak devam etmekte, siyasi olarak ise merkezin
parçalanmasıyla sonuçlanmaktadır (s. 32). Kazancıgil’e göre de Kemalist sistemin
başarısı, siyasal merkez ile toplumsal çevre arasındaki mesafenin daraltılması ve
toplumsal kaynakların devleti destekleyecek biçimde harekete geçirilmesidir. Ne var
ki bu durum, devlet seçkinlerinin sivil topluma egemen olmalarını sağlamıştır
(Kazancıgil, 2000: 147-148). Silier’e göre, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet
arasında bir süreklilik vardır. Bu, merkezi otoritenin çevreyi kontrol altında tutması,
sınırlandırması ve daha da etkisizleşmesi anlamındadır (Silier, 2002: 31).49
1980 sonrası gelişmeler ise, yukarıda açıklanan biçimde bir devlet-toplum
ilişkisinin, yavaş yavaş değişmeye başladığı bir dönemin başlangıcı olarak
yorumlanmıştır. Örneğin Göle’ye göre, Türkiye’de 1920’li yıllardan 1980’li yıllara
kadar “devlet taşımalı” bir modernleşmecilik söz konusudur ve 80’lerden sonra
49 Bu açıklamaların doğrulandığı bir çalışma olarak Akşit, vd., (2002)’ye bakılabilir.
79
yaşanan sorun, bu modernleşmecilik anlayışının değişerek “toplum eksenli”
modernliğe geçişin yarattığı sıkıntılardan ibarettir (Göle, 2000: 434). Kasaba ve
Bozdoğan’a göre, 21. yy.’ın Türkiye’sini 20. yy.’ın Türkiye’sinden ayıran üç temel
gelişmeden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, özellikle etnik temelli Kürt
hareketinin etkisiyle değişen Türk kimliği anlayışıdır. Artık, Cumhuriyet’in
ideolojisini şekillendiren homojen bir Türk kimliğinden bahsetmek olanaksızdır.
İkincisi, İslamcı grupların büyüyen gücüyle ilgilidir. İslamcılar artık rejime tehdit
olarak görülemeyecekleri gibi, Türk politik alanının önemli bir parçasını
oluşturmaktadırlar. Üçüncüsü ise, Türkiye’nin soğuk savaş sonrası diplomasisine ve
yeni uluslar arası ekonomik sisteme katılımı sonucunda ortaya çıkan değişikliklerle
ilgilidir. Bu gelişme, devlet merkezli ekonomik politikaların bir kısmını saf dışı
bırakmıştır (Kasaba ve Bozdoğan, 2000).
Bu çerçevede, şimdilerde Türkiye’de demokrasinin gelişimiyle ilgili olarak
biri “sağ”dan diğeri “sol”dan olmak üzere iki yaklaşım geliştirilmeye başlandığı
söylenebilir. Her ikisi de demokrasinin meşru bir temel oturması için yurttaşların
etkin olduğu bir siyasal yapı önermekle beraber, bu etkinliğin biçimi ve derecesi
konusunda aralarında bir takım temel farklar vardır. Bunlardan birincisine göre,
demokratikleşme, toplumsal ve bireysel yaşamın devletten ayrı olarak sivil toplum
alanında gelişmesiyle açıklanmaktadır. Basitçe söylenirse, bu bakış açısına göre
demokratikleşme, bir taraftan liberal piyasa ekonomisinin gelişimini ve refah
devletinin tasfiyesini gerektirirken, diğer taraftan devletin dışında bir sivil toplum
alanının gelişimini de gerektirir. Bu anlamda, siyasetin demokratik bir yapıya
oturması, devletin kamusal alandan çıkarılmasına ve bu alanın sivil toplum
kuruluşlarıyla doldurulmasına dayandırılmaktadır. Devlet ve toplum arasındaki
80
mesafenin azalmasıyla birlikte farklı etnik, siyasi, kültürel, cinsiyet ve dini alanlarda
hak talebini vurgulayan grupların kamusal alanda sistemle hesaplaşmak yerine
sistemden talepte bulunan söylemleri dillendirdiği belirtilmektedir (Çaha, 1999: 65).
Çaha’ya göre, Türkiye’de demokratikleşme yolundaki çabalarının tümünde merkez
sağ partilerin imzası vardır, çünkü 1980’den sonraki Özal iktidarından beri sağ
partiler sivil toplumu merkeze alan ve onu geliştirmeye çalışan bir politika
izlemişlerdir. Sol partiler ise, Cumhuriyet dönemi boyunca aşırı statükocu ve
muhafazakar bir tutum sergilemiştir. Sol, temel felsefesi itibariyle çatışmacı bir
zihniyete sahip olduğu için uzlaşma gibi demokratik bir mekanizmayı fazla göz
önünde bulundurmaz (80-81). Çaha’ya göre, sivil toplumun gelişmesi için; (1) sosyal
gruplar üzerindeki devlet baskısının kaldırılması; (2) ekonomik yaşamın serbest
pazar ekonomisi normlarına kavuşturulması; (3) merkez sağın güçlenerek solun
etkisiz hale gelmesi; (4) vakıf çalışmalarının yaygınlaştırılması gereklidir (1999: 87-
91). Benzer olarak Bulaç, belli bir cemaat biçimi altında örgütlenen bireylerin şehrin,
mahallenin, sokağın yönetiminde söz sahibi olduğu bir sivil toplum anlayışını
savunmaktadır (Bulaç, 1999: 176, vd.).
Diğer taraftan, ikinci bir yaklaşım olarak sol’dan gelen demokrasi
tartışmaları, devlet-sivil toplum karşıtlığını temel alan ve devlete karşı bireysel
hakları öne çıkaran bir anlayış yerine, daha çok bireylerin siyasal sürece katılımlarını
öne çıkarır. Sivil toplum-devlet ayrımı anlayışını eleştirerek, sivil toplumun
bütünüyle demokratik olmadığı/olmayacağı anlayışından yola çıkan bu bakış açısı,
demokrasi anlayışını daha çok katılım ilkesi temeline oturtmaktadır. Bu yaklaşım,
Kemalist modernleşme projesinin eleştirilerek, katılıma ve demokratik taleplere
81
yeterince yer vermediği üzerine yoğunlaşır (bkz. İnsel, 2003; Keyman, 2002;
Sarıbay, 2000).
......sorun devletin minimize edilmesi değil demokratikleşmesi, toplumun organikleşmesi değil, çoğullaşması, kamu yararının ve toplum için iyi olanın devlet seçkinleri tarafından değil toplumsal talepler arası tartışma sonucunda belirlenmesi, ve vatandaşın siyasal toplumun temsilcisi değil, sivil haklar dilini konuşan kimlik olarak hareket etmesidir (Keyman, 2002: 72).
Özellikle 1990’lı yıllardan sonra gelişen radikal demokrasi projesi, siyasal
kararların bir kamusal diyalog süreci sonucunda oluşacak mutabakat temelinde
oluşturulmasının onun meşruluğunu sağlayacağını ileri sürer. Diğer taraftan, bu
tartışmalarda ortaya çıkan önemli bir fark, demokrasinin ya Habermas’cı kamusal
diyaloga dayanan (örneğin, Tekeli ve Sarıbay) ya da post-Marksist çatışmacı-
çoğulcu yaklaşıma öncelik veren ve kimlik fark ilişkisinden yola çıkan (örneğin,
Keyman ve İnsel) bir yaklaşımla ele alınmasıdır. Örneğin Tekeli’ye göre, varolan
temsili demokrasi, vatandaşa kamusal özne olma yolunu kapatmaktadır. Kamusal
özne olma sadece partilere açık bir olanak olarak ortaya çıkmaktadır. Sivil toplum
kurumlarının ortaya çıkıp gelişmesi böyle bir kamusal özne olma ihtiyacının
ifadesidir. Tekeli, kamusal özne olabilmenin yolunun, kararların kamu alanında
tartışılıp alınmasıyla gerçekleşebileceğini ileri sürerek, müzakereci bir demokrasinin
bunu olanaklı kıldığını savunur (Tekeli, 1999: 215-222 ). Benzer olarak Sarıbay,
Habermascı bir demokrasi anlayışından yola çıkılarak kavramlaştırılmış “diyalojik
demokrasi” anlayışını benimser. Böylesi bir demokrasi ona göre, “diyalog, müzakere
ve tolerans aracılığıyla hem bu doğrultuda kamusal alanın yeniden inşasının mümkün
yolu hem de kamusal alanın o doğrultusunun gerçekleşmesiyle yaklaşılacak bir
idealdir” (Sarıbay, 2000: 14). Müzakereci bir çerçevede kurulacak bu meşruiyetin
önemli bir parçası, sivil itaatsizliğin dönüştürücü rolüdür. Sivil itaatsizlik tarafından
82
oluşturulan alternatif konuşma biçimi, “içtenlikli fakat nazik, yani karşı tarafı kaale
alan,........, dinlemeyi bilen insanlar” aracılığıyla gerçekleştirilecek bir konuşma
adabıyla iletişim odaklı bir kamusal alan anlayışına dayanır.
.........kamusal alanın, karşılıklı konuşma eyleminin hukuk zemininde kurumsallaşmış arenası olarak tanımlanması mümkündür. Şimdi böyle bir alanı Habermas gibi devletten ve ekonomiden uzak bir “political space” (politik uzam) şeklinde görüyorum. Bu şekilde görmemle bağlantılı olarak da yurttaş tartışmalarının istişareye, anlaşmaya ve eyleme yuva teşkil eden, kurumsal olarak sınırlandırılmış bir karşılıklı konuşma formu olduğunu,....., vurguluyorum. .........., sivil itaatsizlik her şeyden önce vicdani bir ses olarak görülemez, alternatif karşılıklı konuşma formu olarak görülmek durumundadır (Sarıbay, 2000: 31).
Keyman ise, Habermas’ın, kamusal alanın taşıyıcı aktörlerinin kimler olduğu
sorusuna yanıt veremediğini ve çoğulculuk anlayışının ise “ulusal çoğulculuk”
anlayışını hatırlattığını ileri sürerek, bunun yerine, Connolly’nin geliştirdiği
“çoğulculuk ethos”unun konulması gerekliliğini belirtir (Keyman, 2002). Bu
anlamda Keyman’a göre, demokrasi uzlaşımcı ya da bütünlükçü değil, fakat
çelişkilerin tanındığı, kimliğin farkla ilişkisinin kabul edildiği bir çerçeve olarak
“agonistik” bir kavrayışla ele alınmalıdır (Keyman, 1999: 203). Çünkü agonistik
demokrasi, müzakereci demokrasiden farklı olarak kamusal alanı kimlik/fark ilişkisi
temelinde düşünür (s. 147). Böylesi bir demokrasi projesi, felsefi boyutta agonistik
çelişkiye dayalı bir demokrasi anlayışının yanında, kimliğin fark ile ilişkili
kurulmuşluğunun ve kamusal alanın diyalojik etkileşimle kurulmasını kabul eder.
Kurumsal boyutta, katılımcı bir demokrasiyi ve siyasal etki eşitliğini öne çıkarırken,
normatif boyutta kimliğinin sınırlarının tanınmasını, ötekine karşı sorumluluk
anlayışına dayalı bir demokrasi etiğini ve diyalojik etkileşimi destekleyen ve
yaygınlaştıran bir siyasal kültürü niteler (Keyman, 1999: 207-208). Benzer olarak
İnsel, sivil toplumun doğuştan demokrat olmadığını belirterek, demokrasinin de
çoğulculukla değil fakat farklılık içinde yan yana durmanın kabul edilmesiyle, ve
83
dolayısıyla, sivil toplum içinde “çoğunlukçu” bir anlayışın yerleşmesiyle ilişkili
olduğunu vurgular (İnsel, 2003).
Tartışmalardan anlaşılacağı gibi, Türkiye’deki demokrasi tartışmaları, biri,
sivil toplumun gelişimini demokrasinin gelişimiyle eşitleyen, dolayısıyla devlet ne
kadar küçülürse sivil toplumun o kadar genişleyeceğini varsayan, diğeri, katılımcı bir
radikal demokrasi anlayışına rağmen kamusal konuşma ile kamusal eylem arasındaki
ilişkiyi kaçıran, dolayısıyla da konuşmayı bizzat eylemin kendisi olarak görmekten
öteye gidemeyen bir takım açmazlar içermektedir. Yapılması gereken, kamusal
konuşma sürecini aynı zamanda kamusal eyleme dönüştürmektir.
2.4. İşçi Sınıfı Pratiğinden Yeni Toplumsal Hareketlere
Yeni toplumsal hareketler kavramı, özellikle feminist hareketi, ekoloji
hareketini, nükleer karşıtı hareketleri, barış hareketlerini ve azınlık hareketlerini ifade
etmek amacıyla kullanılmaktadır. Bu tanımlamadaki ‘yeni’ kavramı ise, kronolojik
bir sıralamaya değil fakat ‘eski’ sınıf temelli ve çıkar gruplarına dayalı hareketlerden
bir farklılığa işaret etmektedir. Bu durumda, yeni toplumsal hareketlerin ortaya
çıkışının nedenlerine ilişkin açıklamaların neler olduğuna bakmak gerekmektedir. Bu
açıklamalar genel olarak şu noktalarda odaklanmaktadır: a. Teknolojik gelişmelerin
ve endüstriyel büyümenin yarattığı yeni sorunlar. Yeni teknolojik paradigmanın
üretim süreci üzerinde etkili olduğu ve bu süreci değiştirdiği (Şaylan, 2003: 170),
dolayısıyla toplumsal yaşamın her alanında önemli etkilere sahip olduğu söylenebilir.
Bu türden gelişmeler kapitalizmin yeniden yapılanması gibi bir problemi de ortaya
çıkarmıştır. b. Üretim yapısında esnek üretime doğru gerçekleşen değişimler. Yeni
teknolojik gelişmeler, teknolojinin özelleşmesinin daha düşük, ürün farklılaşmasının
yüksek ve üretim süresinin daha kısa olduğu “esnek üretimi” doğurmuştur (Belek,
84
1997: 56). c. Sınıf çatışmalarından farklı olarak ortaya çıkan yeni toplumsal
çatışmalar. Bu gelişmeler çerçevesinde sınıf çatışması yerini, çevrecilik, barış, kadın
sorunları etrafında somutlaşan daha toplumsal çatışmalara bırakmıştır. d. Eğitimli bir
yeni orta sınıfın gelişmesi. İşçi sınıfının yenilgisi, kapitalist sistemin içinde yeni
ücretlilik sistemlerinin gelişmesi ve teknolojik gelişmelere paralel olarak işçi
sınıfının dışında farklı ücretli çalışan kategorilerinin ortaya çıkması olarak
görülebilir. Ortaya çıkan bu “yeni sınıf” teorileri, her ne kadar birbirlerinden farklı
anlam ve içerik taşıyor olsalar da, genellikle Marx’ın burjuva ve proleterya arasında
gelişen “yeni orta sınıf”ı bütün olarak ihmal ettiğini (Burris, 1986: 320) ve
kapitalizmden sonra sınıfsız bir topluma geçileceğine ilişkin umutlarının
geçersizleştiğini ileri sürmektedirler (Szelenyi ve Martin, 1988: 647). Gelişen bu
yeni orta sınıf, işçi sınıfından sadece aldığı ücret ve yaptığı iş açısından ayrılmıyor,
buna ek olarak materyalist değerlerden post-materyalist amaç ve değerlere de geçişin
simgesi sayılıyor ve sınıf temelli siyasal kutuplaşmadan değer temelli siyasal
kutuplaşmalara doğru bir gidiş olduğu ileri sürülüyordu (Gouldner, 1978a; 1978b;
Inglehart ve Flanagan, 1987; Rohrschneider, 1990; Pakulski, 1993).
Anlaşılacağı gibi, yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı daha çok
küreselleşme ve onun yarattığı siyasal-toplumsal alanlardaki değişmelerle yakından
bağlantılıdır. Örneğin Urry’e göre özellikle 60’lı yıllardan sonra ulus, sınıf, etnik
grup gibi kolektif toplumsal özneler çoğullaşmaktadır (Urry, 1995: 102). Buna
paralel olarak kültürel kimlik, özerklik ve katılım talepleri yoğunlaşmıştır.
Dolayısıyla, bilim ve teknolojideki ilerlemeler çerçevesinde toplumsal ilişkiler ‘bilgi’
temeli üzerine şekillenmektedir ve bu özellik ileri sanayi toplumlarından farklı bir
yeni toplumsal formasyona işaret eder. Dolayısıyla toplumsal değerler sistemi de
85
değişmekte, ‘maddi’ değerler yerini ‘postmateryalist’ değerlere bırakmaktadır. Bu
anlamda, yeni toplumsal hareket kuramcılarına göre toplumda önemli değişimler
gerçekleşmekte, bu nedenle de klasik Marksist yaklaşım yeni toplumsal hareketleri
anlamada yetersiz kalmaktadır.
Yukarıda açıklandığı gibi yeni toplumsal hareketlerin bir takım toplumsal
değişimlerin sonucunda ortaya çıktığı ve geliştiği söylenebilir. Pratikteki bu
değişimler çok doğal olarak Marksist kuramcıları da etkilemiştir. Bu noktadan sonra,
gerek Habermas ve takipçilerinin, gerekse post-Marksistlerin, Marx’ın toplumsal
değişimi sağlayacak temel aktör/özne olarak gördüğü işçi sınıfından koparak bu
dönüşümü sağlayacak aktörler olarak yeni toplumsal hareketleri ve katılımcılarını
öne çıkarmaları sürecinde, Marksist teoride praxis sorununa yaklaşıma ilişkin temel
değişikliklerin ve bu noktaya gelinmesine ilişkin kırılma/ayrım noktalarının neler
olduğu Marksist teori açısından tartışılacaktır. Bunu yaparken, başta Marx olmak
üzere, bir takım tarihselci Marksistlerin (Lenin, Luxemburg, Gramsci) ve bazı
yapısalcıların (Althusser ve Poulantzas) praksis sorununa yaklaşımları ele alınacaktır.
Burada amaç, Marksist teoride işçi sınıfının yerine, dönüştürücü güç/aktör/özne
olarak yeni toplumsal hareketlerin geçişi sürecindeki temel noktaları ve ayrım
çizgilerini ortaya koymaktır. Aşağıda da ayrıntılı olarak tartışılacağı gibi, özellikle
önceleri Gramsci ve Lukacs’ın tarihselci teorilerinin, daha sonra ise Althusser ve
Poulantzas’ın yapısalcı yaklaşımlarının gerek post-Marksist gerekse de Habermas’cı
sivil toplum ve praksis anlayışlarının gelişini öncellediği ileri sürülecektir.
Marx’ın praxis kavramı çerçevesindeki temel probleminin, sömürünün ve bu
sömürüden kaynaklanan tahakküm ilişkisinin ortadan kalktığı eşit ve özgür bir
topluma nasıl ulaşılacağı yönündeki tartışmalarla şekillendiği söylenebilir. Praxis,
86
teori ile pratiğin birliğini, yani, düşünce ya da kuramın, eylemin/pratiğin bir sonucu
olduğunu, eylem tarafından değiştirilip dönüştürüldüğünü, gerçeklik ile ideal olan
arasındaki birliğin kurulması aşamasını ifade eder. Bu nedenle de, Marx, “nesnenin,
gerçekliğin, duyumluluğun” yalnızca nesnel biçimde kavrandığı felsefi materyalizme
ve “gerçek duyumsal faaliyeti tanımayan” idealizme karşılık, “duyumluluğu pratik
bir faaliyet olarak” ele alıp “eleştirel-pratik” faaliyetin önemini ortaya koyar (Marx-
Engels, 1976:19-21). Bu, pratiği öne çıkarıp teorinin reddedilmesi anlamında amprist
bir anlayış değil, teori ve pratiğin birleşmesi, materyalizm ve idealizm arasındaki
çelişkinin ortadan kalkması, doğrusu, felsefenin sona ermesidir. “Düşünce ve varlık
gerçi birbirinden ayrıdırlar, ama aynı zamanda bir birlik oluştururlar” (Marx,
1993:175). Nitekim, Alman İdeolojisi’nde şöyle yazar:
Toplumsal yaşam özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün giz’ler, ussal çözümlerini, insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar (Marx-Engels, 1976: 26).
Böylesi bir pratiğin kavranması, ancak maddi koşullar uygun olduğu ölçüde
ya da maddi koşulların gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkabilir. İnsan kendi önüne
ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar (Marx, 1979a: 24) ve kapitalist
topluma özgü üretici güçler ve üretim ilişkileri kapitalist topluma içkin olan
çelişkileri ortaya çıkardığı gibi, bu çelişkileri çözüme bağlayacak maddi koşulları da
yaratır. “....devrimler pasif bir ögeye, özdeksel bir temele gereksinim duyuyor. Teori
bir halk içinde ancak onun gereksinmelerinin gerçekleştirilmesi olduğu ölçüde
gerçekleşiyor” (Marx, 1997a: 202) sözündeki anlamda da böylesi bir bakış
yatmaktadır.
87
Maddi koşulların oluştuğu bir yerde bu devrimi yapacak olanlar, elbetteki,
hem hazır buldukları hem de kendi eylemleriyle yarattıkları toplumsal gerçeklikte
“özne” olmuş bireylerdir. Bireyler, uygun maddi koşullar çerçevesinde özne
olduklarının bilincine vardıkları ölçüde bunu yapabilirler ve başka bir sınıfa karşı
ortak bir savaşım yürütmek zorunluluğuyla bir sınıf oluşturabilirler. Bu anlamda,
işçilerin sınıf mücadelesi, bu mücadeleden hareketle yeni bir toplum kurma
praxisleri, kendisi için bir sınıfı, yani, sınıf bilincini yaratır. Proleteryanın devrimci
mücadelesi tüm insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirecek bir pratiktir aynı
zamanda. Bu mücadele politik bir savaştır ve mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi (Marx, 1997c: 206) yoluyla ancak yeni bir topluma ulaşılabilir.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta, devrimin gerçekleşebilmesi için tek
başına maddi koşulların varlığının yeterli olmadığı, bu koşullarla diyalektik bir ilişki
içinde bulunan öznel koşulların da gerekliliğidir. Dolayısıyla, işçi sınıfının “kendisi
için sınıf” haline gelmesi, tek başına nesnel koşulların kendiliğinden geliştireceği bir
özellik değildir. Dolayısıyla bu sürecin, “doğrusal ve deterministik bir süreç değil,
karmaşık, çelişkili ve güçlüklerle dolu bir süreç” (Öngen, 2002: 24) olduğu dikkate
alınmalıdır.
Diğer taraftan, kapitalist sistem bireylere özne olma bilincini vermez, tersine,
kapitalist sistemin kendisi yeni yabancılaşma alanları üretir. “....görünüşte bireyler
burjuvazinin egemenliği altında daha özgürdürler,....... gerçekte ise kuşkusuz, daha
az özgürdürler, çünkü nesnel bir güce daha fazla bağımlı durumundadırlar” (Marx,
1976: 93). Yabancılaşma sonucunda insan, kendi emeğinin ürünlerinin aslında kendi
emeğinden kaynaklandığının farkında değildir (mistifikasyon). Bu durumda da kendi
emeğinin ürünü olan metaları, kendinden bağımsız bir güç, bir değer olarak algılar
88
(fetişleştirme). Bu iki etken, tüm dünyayı değiştirilemez, kendisinden bağımsız bir
toplumsal gerçeklikmiş gibi algılamasına neden olur (reifikasyon-şeyleştirme)
(Geras, 1979: 284-305). Yabancılaşmış emek, “[insanın] dışındaki doğayı olduğu
gibi onun tinsel özünü, insanal özünü olduğu gibi kendi öz bedenini de insana
yabancılaştırır” ve bu işleyiş sonunda “insan insana yabancılaşmıştır” (Marx, 1993:
148). Yabancılaşma, insanın potansiyel güçlerinin reddine, insani bir toplumsal
gerçekliğin imkansızlığına, insanın kendi etkinliğini pasif olarak değerlendirmesine,
insanın tüm insani yeteneklerinden yoksun kılınmasına denk düşer. Dolayısıyla,
mistifikasyon, fetişleştirme ve şeyleştirme süreci, insan doğasını çarpıtmakta, yani,
yabancılaşmış emeğin gerçekleşerek insanın tüm toplumsal özelliklerinin ortadan
kalkmasına hizmet etmektedir. Böylece, kapitalist sistemde metaların mübadelesi ve
bunun şeyleşmesiyle birlikte bireyler arası toplumsal ilişkiler, nesneler arası
toplumsal ilişkilere dönüşür. Hem kişisel bağımlılık hem de şeysel bağımlılık
ilişkisinin ortadan kalktığı, özgür bireyselliğin gerçekleştiği ve bireylerin ortak
sosyal üretkenliklerini kendi sosyal zenginlikleri olarak kendilerine tabi kıldıkları
aşama ulaşılacak son aşamadır (Marx, 1979b: 231). Bu süreç, “emek ürünlerine meta
olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması
olanaksız olan” (Marx, 1997c: 83) metanın fetiş niteliğinin sosyal olarak
çözülmesiyle sonuçlanır. Yabancılaşmış bireyin kurtuluşu süreci, özne ile nesnenin,
teori ile pratiğin birlikteliğinden, eşdeyişle, praxisten kaynaklanacaktır. Nitekim,
ünlü 11. tez, teori ve pratiğin birlikteliğinden hareketle, insanın bireysel yaşamı ile
türsel yaşamının birbirinden ayrı şeyler olmadığını, bu birlikteliği praxisin
gerçekleştirebileceğini ve bunun gerekliliğini vurgular asıl olarak.
89
Değiştirilen toplumsal gerçeklik bireyin ulusal ve yerel sınırlardan
kurtulmasını, her alandaki üretimden yararlanmasını sağlar. İnsanlar, yeni üretici
güçler sayesinde üretim biçimlerini ve üretim biçimlerinin zorunlu ilişkilerini ortadan
kaldırabilir. Böylelikle yaratılan yeni özgürlük alanı sayesinde özgürleşme
gerçekleştirilmiş olur.
Gerçek bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde yeniden soğurup, bireysel insan olarak, günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda türsel varlık olursa, ne zaman insan kendi güçlerini sosyal güçler olarak tanır ve örgütler, ve böylece sosyal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir (Marx, 1997b:41-42).
Diğer taraftan, Marx’ın praksis sorununa yaklaşımı daha ileri ki dönemlerde
farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Bu yorumlar arasında özellikle tarihselci bir
yaklaşım geliştiren Lenin ve Luxemburg arasındaki “örgütlenme sorunu” üzerine
tartışma, hem praxis sorununa verilen bir yanıt hem de devrimci olmayan proleterya
ikilemini çözmeye yönelik olduğu için hala önemini korumaktadır. Nitekim bu
sorun, Marx ve Engels’in direk olarak tartışmadığı bir problem olarak 20. yy.’ın
başında ortaya çıkmıştır ve teori ve pratiğin birliğinin gerçekleştirilebilmesi
açısından önemli bir problemdir.
Luxemburg’a göre, işçiler parti liderlerinden ya da entellektüellerinden
öğrenmezler. İşçi kitlelerini eğiten şey, ona göre, mücadelenin kendisidir. Lenin’in
Bir Adım İleri, İki Adım Geri kitabında sunduğu sınıf ve parti ilişkilerine ilişkin
görüşlerini mekanist ve merkezci bir bakış olması dolayısıyla eleştirir. Ona göre
Lenin’in merkeziyetçi anlayışında şu iki özellik vardır: (1) en küçük ayrıntısına
kadar, bütün parti organlarının herkes için düşünen ve karar veren bir parti merkezine
kör bir bağımlılığı, (2) devrimcilerin örgütlü çekirdeğinin sosyal-devrimci
çevrelerden ayrılması (Luxemburg, 1999, bölüm: I). Bu anlamda Luxemburg, emekçi
90
sınıfın ekonomik süreç içinde gelişecek yaratıcı gücüne daha fazla önem
vermekteydi ve merkezi bir örgütün harekete zarar verebileceğini düşünüyordu.
Bürokratik merkeziyetçilik anlayışının sosyalizmin baş düşmanı olduğunu
savunarak, kitlelerin kendiliğinden hareketleri üzerinde daha önemle duruyordu.
Lenin’in merkezciliğine karşı çıkarak, onun sosyalist harekette proleteryanın yaratıcı
rolünü inkar ettiğini ileri sürdü. Bu sadece Luxemburg’un değil, aynı zamanda
Radek, Kollontay ve Smirnov’un da eleştiri noktasıydı. Partinin önceliğine karşılık
yerel özerkliği ve parti içinde açık tartışmayı savundular (Boggs, 1977:367-68). Ve
Lenin’i öznelcilik ile suçladılar, yani, öznel iradeye çok fazla önem verdiğini, bunun
ise örgütsel bir elit doğuracağını düşünüyorlardı (Elliott, 1965). Bu nedenle de
Luxemburg şu sonuca varmıştı:
Lenin’in yaklaşımı, partiyi kontrol etmeye gelince, parti aktivitesini daha verimli yapmayacaktır, aksine, hareketi geliştirmekten çok daraltacaktır (Luxemburg, 1999, bölüm I). Gerçek devrimci işçi hareketi tarafından yapılan hatalar, en zeki merkez komitesinin yanılmazlığından daha fazla yararlı ve tarihi yönden daha değerlidir (Luxemburg, 1999, bölüm II).
Lenin’in kendiliğinden gelişme/öncü parti anlayışı ile parti örgütü ve sınıf
arasındaki ilişkilere ilişkin düşüncesi ise bütünüyle farklıydı. Lenin’in sorduğu ve
yanıtlamaya çalıştığı soru şuydu: Eğer işçi sınıfı kendi özgürlüğü için harekete
geçmezse, kendisini özgürleştirmede başarısız olursa ne olacak? Böyle bir durumda,
devrimci liderler nasıl bir strateji izlemelidir? “Devrimci bir teori olmadan devrimci
hareket olmaz” (Lenin, 1990) sözü en iyi ifadesini öncü parti anlayışında bulur.
Lenin, sosyalizmin proleteryaya indirilmesi gerektiğini, kitlesel mücadelenin
kendiliğinden oluşumunun bir partinin bilinci ile tamamlanması gerektiğini ileri
sürüyordu. Bu nedenle de Ne Yapmalı adlı çalışmasında ekonomist yaklaşımları
eleştirdi:
91
.....iktisadi savaşımın sınırları içinde kaldığımız sürece, işçilerin siyasal bilincini (sosyal demokrat siyasal bilinç düzeyine kadar) hiç bir zaman geliştiremeyiz, çünkü bu çerçeve çok dardır........ Siyasal sınıf bilinci, işçilere, ancak dışarıdan, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir (Lenin, 1990: 89).
Öncelikle Lenin’e göre, işçi sınıfı kendiliğinden olsa olsa sendikal bir bilinç geliştirebilir,
komünist bilincin ise dışarıdan taşınması gerekirdi. Kendiliğindenlik, sınıfı komünist bilince
taşıyamazdı. Bu durumda, Lenin’e göre, devrimci bir mücadele içinde olmak komünist olmak için
yeterli değildir, fakat, komünist olmak bir bilinç durumudur ve bu da işçilerin ekonomik
mücadeleleriyle kazanılamaz. Dolayısıyla Lenin, tek başına eylemle yetinmez, bu eylemin doğru
biçimde kanalize edilebilmesi için teorik bilinç gereklidir ki, bu da Lenin’in praxis anlayışının
temelini oluşturur. Burada belirtilmesi gereken nokta, Lenin’in ekonomik ve siyasal mücadele arasına
bir ayrım çizgisi çekmemesi, aksine, ekonomistlerin yaptığı böylesi bir ayrıma karşı çıkmış olmasıdır.
Sadece, siyasal ve iktisadi mücadelenin her ikisinin de önemli olduğunu, ancak her iki mücadele için
oluşturulacak örgütün ve örgüt yapısının farklı olması gerektiğini ifade eder.
[aramızdaki ayrım]....ekonomistlerin hem örgüt hem de siyaset sorunlarında, durmadan sosyal demokrasiden sendikacılığa kaymakta olduğu gerçeğindeydi (Lenin, 1990: 122).
Lenin’in önemle vurguladığı nokta, siyasetin, ekonomistlerin savunduğu gibi
ekonomik yapıyı doğrudan izlemediğiydi. Siyasetin ekonomiyle diyalektik bir ilişki
içinde olduğu doğrudur Lenin’e göre, ancak aynı zamanda ekonomiden de bir
özgüllüğünden bahsedilebilir. Bu anlamda, iktisadi mücadele veren işçi örgütleri
sendikal örgütler olmalıdır, ancak, devrimci sosyal demokrat partinin örgütlenmesi
ayrı türde bir örgütlenme olmak zorundadır (Lenin, 1990: 122-123). Diğer taraftan,
eğer kendiliğinden mücadele yeterli değilse ve komünist bilinç dışarıdan verilmek
zorundaysa, nasıl bir parti örgütü yaratılması gerektiği önemli bir sorundur. Lenin,
Ne Yapmalı ve Bir Adım İleri İki Adım Geri (Özellikle I ve Q maddeleri)
çalışmalarında bu sorun üzerinde de durmaktadır.
92
Öncelikle parti, merkezi bir liderliğin emrinde çalışan profesyonel
devrimcilerden oluşturulmalıydı. Böyle bir örgütün içinde demokrasinin yeri yoktu,
bunun yerine “devrimci yoldaşlığa” ihtiyaç vardı (Elliott, 1965: 329). Bu noktada,
1903’de Brüksel’de yapılan parti kongresinde Martov ile parti ve sınıf ilişkisi üzerine
yaptığı tartışma önemlidir. Lenin’e göre, Martov’un savunduğunun aksine işçi
sınıfının öncüsü olarak parti, tüm sınıfla karıştırılmamalıdır ve partiye yakınlık
derecesine göre bir ayrım yapılmalıdır. Her işçi kendisini parti üyesi saymamalıdır.
Tüm sınıfın, kapitalizmde, sosyal demokrat partisinin bilinç ve eylem düzeyine
yükselebileceğini düşünmek Lenin’e göre halk dalkavukluğudur (Lenin, 1976: 77-
78). Lenin, Martov’un “özerklik” fikrine karşılık “merkezilik” fikrini getirmişti
(Elliott, 1965: 331). Parti sınıfın önünde olmalıydı ve ancak böyle bir parti işçi
sınıfına dışarıdan bir bilinç taşıyabilirdi.
Lenin’in kendilindenciliğe ve parti ile sınıf ilişkileri arasındaki ilişkiye ilişkin
bu yaklaşımı, daha ileride, özellikle Gramsci ve Lukacs tarafından siyasete daha
fazla öncelik verme biçimini alacaktır. Hem Gramsci hem de Lukacs kendi praxis
teorilerini daha çok Lenin’in görüşlerine dayandıracaklar ve özellikle de Gramsci
onu bir adım daha “ileri”ye götürecektir. Ne var ki, daha sonra görüleceği gibi,
Gramsci’nin düşünceleri post-Marksistlerin elinde bütünüyle değiştirilmiş ve ona
dayanarak devrimi ve işçi sınıfının devrimci gücünü bütünüyle reddeden bir “sivil
toplum”cu anlayışa büründürülerek yorumlanmıştır. Ve bundan dolayı da,
Gramsci’nin adını sosyalist demokrasiyle değil fakat sosyal demokrasiyle birlikte
anmaktadırlar.
Gramsci, Lenin’in siyasal alana verdiği özgüllüğü daha ileriye, sınıfları
ekonomik birimlerden siyasal alana taşır. Gramsci, ekonomik toplum, siyasal toplum
93
ve sivil toplum ayrımları yaparak, ekonomik toplumu alt yapıya, diğer ikisini ise üst
yapıya özgü özellikler olarak tanımlar.50 Kimilerine göre Gramsci’nin yaptığı bu
ayrım, Hegel’ci sivil toplum anlayışına daha yakın olarak (Portelli, 1982:10)
düşünülmektedir ve bu tam da Marksist gelenekten radikal bir ayrımı göstermektedir:
Hem Marx hem de Gramsci’de, tarihsel gelişmenin aktif ve olumlu uğrağını, Hegel’de olduğu gibi devlet değil de, sivil toplum temsil eder. Buna rağmen bu aktif ve olumlu uğrak, Marx’ta alt yapısal bir fenomenken, Gramsci’de üst yapısal bir fenomendir......Bu konuya işaret ederken yapmak istediğim şey,......., [bu yaklaşımın] onu Marx’a bağlayan değil, aksine, Marx’tan ayıran nokta olduğuna işaret etmektir (Bobbio, 1993: 103).
Gramsci’nin sivil toplum anlayışının bütünüyle yeni bir yaklaşım olduğu ne
kadar doğruysa, onun Marx’tan bütünüyle uzaklaştığını söylemek de o kadar
yanlıştır. Böylesi bir değerlendirmeyi yaparken Bobbio, hala Marx’ta asıl ve
bağlayıcı olanın alt yapı olduğuna, üst yapının ise ikincil ve bağımlı olduğuna vurgu
yapmaktadır. Dolayısıyla ona göre, Gramsci Marksizmin determinist yorumlarının
indirgeyiciliğine karşı çıkmaktadır (1993: 105-106). Oysa, yukarıda da belirtildiği
gibi Marksizm ekonomik indirgemeci bir yaklaşıma sahip değildir, ya da daha
doğrusu ekonomik indirgemeci olmayan yorumları mevcuttur ve Marx’ın ileri
sürdüğü görüşler de buna izin verir. Nitekim Lenin’in Marx değerlendirmesi
ekonomik indirgemeci olarak yorumlanamaz. Aynı yorum Gramsci için de geçerlidir.
Onun yazılarında da alt yapı, yani ekonomi dünyası her zaman vardır ve “son
kertede” tarihin zembereği olmaktadır (Hall, vd. 1985: 6). Bobbio’nun yorumu aynı
zamanda, Gramsci’nin, alt yapı ve üst yapının birlikteliğini ifade eden tarihsel blok
anlayışını es geçmektedir. Kaldı ki, Gramsci’nin sivil toplum ile devlet arasında
50 Anderson, bu konuda Gramsci’nin düşüncelerinde bir takım değişimler olduğunu ileri surer. Ona gore Gramsci’de, devletin kendisi üç tanım etrafında salınmaktadır. (1) sivil toplumun zıddı olan devlet, (2) sivil toplumu saran devlet, ve (3) sivil toplum ile aynı şey olan devlet (Anderson, 1988: 28).
94
yaptığı ayrım, analiz kolaylığı sağlamak amacıyla daha çok bir inceleme birimi
olarak düşünülmelidir, çünkü Gramsci, gerçekte bunların birbirinden tamamen ayrı
olduklarını düşünmez.
Serbest-mübadele akımının tutumları, pratik kaynağı kolaylıkla meydana çıkarılabilecek olan teorik bir yanılmaya dayanmaktadır: Bu da siyasal toplumla “civile” toplum arasındaki ayrımla ilgili bir yanılmadır. Bunun nedeni yöntem bakımından yapılan bir ayrımın organik bir ayrım halini alması ve bu şekilde ileri sürülmüş olmasıdır. Böylece ekonomik faaliyetin “civile” topluma özgü olduğu ve devletin, bunun düzenlenmesine karışmaması gerektiği ileri sürülmüştür. Fakat gerçekte devletle “civile” toplum aynı şeydir (Gramsci, 2003: 247).
Gramsci’ye göre sivil toplum “devletin etik içeriği olarak toplumsal bir
grubun toplumun bütünü üzerindeki kültürel ve siyasal hegemonyası” biçiminde
düşünülmelidir (Portelli, 1982: 11). Dolayısıyla sivil toplum, Marx’da olduğu gibi
maddi ilişkiler bütününü değil, ideolojik ve kültürel ilişkilerin bütünlüğünü ifade
etmektedir. Sivil toplum rızaya dayalıyken, siyasal toplum ise dar anlamda zora
dayalı devlete işaret eder. Siyasal toplum ile sivil toplum arasında ise bu zoru ve
rızayı bir araya getiren bir işbirliği bulunmaktadır. Egemen sınıflar bu iki alanın
etkileşimiyle bir “hegemonya” oluşturur.
Gramsci’ye göre şimdiki görev, egemen sınıfın hegemonyasını yıkarak kendi
hegemonyasını kurmaktır. Gramsci buna tarihsel blok adını verir. Burjuva
hegemonyasına karşı direniş, burjuva hegemonyasını zayıflatmaya yönelik bir
mücadeledir (Öngen, 1996: 244). Nitekim, hegemonya kavramı kendiliğinden oluşan
rızanın örgütlenmesini içerir ve bu rıza boyun eğme konumunu kabul eden bilinçlilik
biçimlerini özendiren diğer önlemlerle birlikte yönetici blokun, kendi “özsel
çıkarlarına” dokunmayan ekonomik ödünler vermesiyle kazanılabilir (Rosengarten,
1984: 12-13). Bu anlamda aynı şey işçi sınıfı için de geçerlidir. Ne var ki, bir tarihsel
bloğun gerçekleşmesi için alt yapı ile üst yapı arasında organik bir bağ zorunludur.
95
Yapılar ve üst yapılar bir “tarihsel blok” oluşturur (Gramsci, 2003: 67). Burada bir
kez daha ortaya çıkar ki, bir takım post-Marksist yorumcular, Gramsci’nin bu ikisi
arasında kurduğu zorunlu ilişkiyi ihmal etmektedir. Tarihsel blok kavramının asıl
önemi, alt yapı ile üst yapı arasında organik bir ilişki varsaymasındadır. Praxis
felsefesinin amacı ise, aydınlarla basit insanlar arasında bir temas kurulmasını
sağlamak, böylece de halk yığınlarının fikir bakımından gelişmesine olanak
sağlayacak bir fikri-manevi blok meydana getirmektir (Gramsci, 2003: 27). Buna
bağlı olarak da teori ile pratik arasında, daha sıkı bir ilişki kurulmasıyla, dünya
görüşü canlılık kazanır, kökten yenileşir ve eski düşünce biçimlerinin karşıtı olarak
ortaya çıkar. Siyasal partiler, gerçek tarihsel süreç olarak teori ile pratiğin içinde
kaynaşıp birleştiği potalardır (Gramsci, 2003: 31-32).
Burada vurgulamak istenilen nokta şudur: Gramsci, Marx’tan tamamıyla
farklı bir sivil toplum anlayışından yola çıkar, ancak onun amacı sadece üst yapısal
bir söylem geliştirmek değildir. Tersine, Gramsci’yi yeni bir toplum kuracak
devrimci bir savaş anlayışına yerleştirmek gerekir (Rosengarten, 1984: 2-3). Nitekim
Gramsci tarihsel materyalizmi bir praxis felsefesi olarak değerlendirir (Hall, vd.
1985: 33). Bu praxis felsefesi ise Gramsci’nin epistemolojisini ifade eder ve
Marksizm’den ayrılmaktan çok ona orjinal bir katkı sayılmalıdır (Haug, 1999).
Ne var ki Gramsci, Mouffe tarafından şöyle değerlendirilir:
Gramsci’nin hegemonya kavramı sadece çoğulculukla uygunluk göstermez, aynı zamanda bu çoğulculuk işçi sınıfının hegemonyası içine yerleşmiştir. .....Gramsci’nin değişim stratejisi demokratik bir sosyalizm için savaşmanın temelini sağlar (akt. Rosengarten, 1984:3).
Oysa Gramsci’nin amacı, sivil toplum alanında işçi sınıfının hegemonyasını
kurması yoluyla sosyalist bir demokrasiye ulaşmaktır. Nitekim Gramsci, sınıfsal özü
96
ağır basan altyapı dinamikleri ile sınıfla organik bir birlik içinde bulunmayan üst
yapı kurumları arasındaki ilişkiyi temel almaktadır (Öngen, 1996: 243). Ne var ki,
post-Marksist yaklaşımların çoğunluğu Gramsci’nin bu yaklaşımını görmezden
gelmektedir.
Tam da bu noktada, yapısalcılara geçmeden önce, Frankfurt okulunun temel
yaklaşımına bakmak gereklidir. Çünkü Frankfurt okulu, Batı Marksizminin,
Marksizm’den giderek uzaklaşma sürecinde önemli bir yol ayrımını temsil
etmektedir.
Frankfurt okulunun temel problemi, Marx tarafından öngörülen sosyalist
devrimin neden gerçekleşmediği üzerine yoğunlaşır. Bu noktada Lukacs’ı takip
ederek ideolojik ve kültürel analizle ekonomik analizi bağdaştırmaya çalıştılar
(Agger, 1991: 107-8). Örneğin, meta fetişizminin derinleşmesine Lukacs şeyleşme
derken, Frankfurt okulu teorisyenleri bu durumu “tahakküm” (domination) olarak
adlandırırlar. Frankfurt okulunun başlangıç noktası etkili bir pozitivizm eleştirisidir.
Onlara göre pozitivizm insana mekanik ve determinist bir çerçevede sanki çıplak
olgular ve nesneler olarak yaklaşır. Böylesi bir pozitivist anlayış, tarihsel
materyalizmde de mevcuttur ve bu durum parti liderleriyle entellektüellerini
eleştiriden korumuştur. Dolayısıyla, Sovyet Marksizmindeki bürokratik
otoriteryanizm böylesi bir pozitivist anlayıştan kaynaklanır (Bottomore, 1989).
Pozitivizm, aynı zamanda, kapitalist ideolojinin en etkili biçimidir ve insanlara
dünyayı olduğu gibi kabul etmesi gerektiğini öğretmektedir (Agger, 1991).
Bu anlamda eleştirel kuramcılar, Marx'ın ekonomi politiğe yaptığı katkının
önemini teslim ederken, bunun günümüz toplumunu anlamada yetersiz bir temel
oluşturduğunu düşünmektedirler. Devletin giderek daha çok alanlara yayılması,
97
"altyapı" ve "üstyapı"nın artan kenetlenmesi, "kültür endüstrisi" adını verdikleri
olgunun yayılması, otoriterliğin gelişmesi; bütün bunlar, ekonomi politiğin diğer ilgi
alanlarıyla bütünleştirilmesi gerektiğine işaret eder. Böylece siyaset sosyolojisi,
kültürel eleştiri, psikanaliz ve diğer disiplinler, eleştirel kuramın çerçevesinde
kendilerine bir yer buldular. Mülkiyet ve kontrole ilişkin temel sorunun yanı sıra,
işbölümü, bürokrasi, kültürel örüntüler ve aile yapısına ilişkin sorunları ortaya atan
Frankfurt okulu, "eleştiri"nin konusu olan alanı kesin bir biçimde genişletmiş ve
"siyasal" nosyonunun dönüşmesine yardımcı olmuştur (Bottomore, 1996).
Frankfurt okulu teorisyenleri, devrim ve devrimci özne sorunsalı karşısında
Marx’tan oldukça uzaklaşmaktadırlar. Marx’ta devrimin öznesi işçi sınıfıyken,
Frankfurt okulu teorisyenlerine göre artık bu durum değişmiştir. Özellikle Marcuse’a
göre işçi sınıfı kapitalist sistemle bütünleşmiş ve kendi olumsuzlanmasını bir şekilde
ortadan kaldırmıştır. Artık işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri
vardır, çünkü tekelci kapitalizm işçi sınıfına bir çok yarar sağlamıştır (Marcuse,
1991: 40). Böylece, Marcuse, yeni bir devrimci özne arayışı içerisine girer. Bu
devrimci özne ise ancak mücadele sırasında şekillenir (Marcuse, 1998: 73).
Frankfurt okulu teorisyenlerine göre kapitalizmin iç dinamiği değişmekte,
dolayısıyla, devrimin yolu da değişmektedir. Devrimci özne, baskıyla karşılaşan
gençler, feministler, etnik gruplar, aydınlar ya da alt tabakadaki insanlardır.
Dolayısıyla, Frankfurt okulu, sosyalist bir devrimin olabileceğine hala inanmakta, ne
var ki, bu amacın gerçekleştirilebilmesi için işçi sınıfını artık yeterli görmemekte,
onun yerine bütün insan gruplarını, eş deyişle “halk”ı geçirmektedir.
Tarihselci yaklaşımlar var olanı nedenleri ve belirlenimleri içerisinde ele
alırken, bunun tersine yapısalcılar, tarihe, dolayısıyla da eş zamanlılığa genellikle
98
uzak durmuşlardır. Yapısalcılık, genel anlamıyla tarihi dışlar ve onu ihtimallere
indirger (Zimmerman, 1976: 73). Bunun en iyi örneği Althusser’in yapısalcı
tezlerinde bulunabilir.51 Althusser’in temel tezleri şunlardır: (1) Bilginin nesneleri ile
gerçek nesneler arasındaki ayrım; (2) üst yapıların göreli özerkliği; (3) ideolojinin
sürekliliği; (4) herhangi bir tarihsel konjonktürde üst belirleme; (5) tarihsel sürecin
öznesiz doğası (Sprinker, 1995: 204). Burada Althusser’in ve takipçilerinin bütün
tezleri üzerinde değil fakat kendilerinden sonra gelen post-yapısalcılara ve post-
Marksistlere yolları açan görüşlerinden bahsedilecektir.
Genel olarak söylendiğinde yapısalcılık, yapının özneye göre öncel olan, yani
özne tarafından belirlenemeyen yanlarını vurgulayan bir yaklaşımdır. Marksizmi
burjuva anlayışlardan uzaklaştırmaya çalışırken Althusser’in yaptığı şey de,
geliştirdiği tezleri böylesi bir yapısalcı anlayışla içiçe geçirerek üretmesidir. Buradan
yola çıkan Althusser, Marksizmin, (1) ekonomist yorumlarına ve (2) humanist ve
tarihselci yorumlarına karşı çıkar. Ama bütün bunların ötesinde, Althusser’in bu tür
yorumlara ulaşmasına neden olan şey, onun bilim felsefesi anlayışıdır. Ona göre
bilim ya da kuram, tarihselci Marksistlerin ileri sürdüğü gibi pratik tarafından
doğrulanan ya da yanlışlanan bir şey değildir. Toplumsal kuramlar, tıpkı matematik
ya da fizik gibi, tamamen kendilerine içsel olan yöntemlerle doğrulanırlar.
Dolayısıyla, doğuran tarihsel koşullardan bağımsız olarak doğru ya da yanlıştırlar
(Eagleton, 1996: 195). Bu nedenle Althusser, kendi bilgisinin nesnesini oluşturan,
daha doğrusu kendi deyişiyle, “kendi bilimsel olgularını hazırlayan” (Althusser,
2002: 225) saf teorik aktivitelerin önemini vurgulamakta, bu arada Poster’a göre
kuram ve pratik arasındaki ilişkiyi de koparmamaktadır (Poster, 1974: 394). Kuram
51 Althuser, kendisinin yapısalcı ya da Spinozacı olmadığını iddia etmesine rağmen, genellikle yapısalcı yaklaşım içinde ele alınmaktadır (bkz. Althusser, 1991).
99
pratikle ilişkilidir elbette, ama kuramın doğruluk ya da yanlışlığı pratik tarafından
belirlenmez. Çünkü Althusser’e göre anlam, keşfedilmekten çok yaratılan bir şeydir
(Smith, 1989: 496). Bir deneyimi, pratiği anlamak için düşünürler tarafından
yaratılan kavramlar ön koşuldur, ama kuramın doğruluğunu test etmek pratikle
ilişkili değildir. Nitekim bilgi, öznesiz bir süreçtir. Bu anlamda düşünüldüğünde hem
emprizm hem de humanizm birer ideolojiden başka bir şey değildir. Nitekim
emprizm gerçek nesnelerle kuramsal nesneleri birleştirmekte, Humanizm ise kuram
ile pratik arasında var olan ayrımı ortadan kaldırmaktadır (Poster, 1974: 395).
Böylesi bir bilim anlayışı, Althusser’in bütünlük anlayışında şu türden bir
yaklaşıma neden olur: Toplum, ekonomik, politik ve ideolojik yapıların bir
çokluğundan oluşur, yani, bunların her birinin yarattığı pratiklerin bir koleksiyonudur
(Swingewood, 1998: 358; James, 1997: 163; Callinicos, 2004: 399) ve bunların
hiçbirisi bir merkez oluşturmaz. Yukarıda belirtildiği gibi bilimsel kuramların
kendileri de başlı başına bir pratiktir ve kuram ile uygulama arasında (teori ve pratik
arasında Marx’ın kurduğu türden bir ilişkinin tersine) belirli bir uzaklık vardır.
Dolayısıyla, kuram da bir pratik olarak bireylerin politik kararlarından bağımsızdır,
ya da göreli olarak bir özerkliğe sahiptir. Rollerimiz ve yaptığımız bütün faaliyetler
bu pratikler aracılığıyla bizlere verilir. Bu aynı zamanda, egemen olan tek bir
çelişkinin olmadığı, doğrusu, toplumda birbirini etkileyen çok sayıda çelişki olduğu
anlamına gelir (Poster, 1974: 401; James, 1997: 165). Bu noktadan sonra Althusser,
toplumsal değişmelerin bu sayısız olan çelişkilerce üstbelirlendiğini ileri sürer.
Çelişki, herhangi bir ekonomik nedene indirgenemez, daha çok üstyapı tarafından
belirlenir.
100
Altyapıya karşılık üstyapıyı vurgulayan Althusser, tarihin nihai olarak
sosyalizme doğru akmadığını iddia eder (Althusser, 1991). Ona göre kapitalizmin
yıkıma doğru gitmemesini sağlayan şey hukuki-siyasal ve ideolojik üstyapı
aracılığıyla sağlanır. Üstyapı kurumları baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar olarak
ikiye ayrılır ve baskı aygıtları zor kullanarak işlerken, ideolojik aygıtlar rızaya dayalı
olarak ideoloji kullanarak işler (Althusser, 2002: 29). Althusser kapitalist ve sosyalist
sistemlerin, insanları ideolojiler, yani bilim dışı olan şeyler aracılığıyla yarattığı
yanılsamalarla sisteme bağladığına inanmaktadır. İnsanlar böylece yaşadıkları
sisteme “ikna edilebilir” hale gelmektedir.
Öznenin emirlerine özgürce boyun eğsin, yani kendi tabiyetinin eylem ve hareketlerini ‘tek başına tanımlasın’ diye birey özgür özne olarak çağrılır. Tabiyet altına alınmaları yoluyla ve tabiyet altına alınmaları için vardır ancak özneler (Althusser, 2002: 60).
Bu anlamda ideoloji, birey-özneler yaratır ve bu birey özneler bir taraftan
özneleşirken aynı zamanda ideolojinin gereklerini de yerine getirir. Böylece sistem
ideoloji aracılığıyla kendi kendisini yeniden üretebilmektedir. Burada Althusser’in
yaptığı, altyapı belirlenimli siyaset olarak ekonomizmi reddederek, yerine, üstyapının
da belirleyici olduğu durumları koymaktır. Ancak bu arada, üstyapı ve altyapı
kurumları arasındaki ilişki de koparılmış, kurumlar göreli olarak özerk konumlara
getirilmiş, ekonomi ise sadece son kertede, o da dolayımlar aracılığıyla belirleyici bir
konuma indirgenmiştir. Böylece Althusser, işi siyaset ve siyasi mücadelenin
üstünlüğü tezine kadar vardırmaktadır (Tünay, 1994: 451).
Bu noktada belirtilmesi gereken en önemli şey, Althusser için ideolojilerin
insanın bilinciyle ya da kavrayışıyla (dolayısıyla Marx’ın dediği gibi yanlış bilinçle)
ilgili olmadığıdır. Bilgi öznesiz bir süreçken, ideoloji daha çok pratikle, dolayısıyla
deneyimle ilişki içindedir ve bu nedenle de özneleri içerir. İdeoloji, deneyimlerden
101
çıkar. Bu anlamda deneyimler doğru bir bilgi üretemezler. (Eagleton, 1996: 215).
Dolayısıyla insanlar, bireyler, toplumsal yapının kendilerine önceden hazırladığı
rolleri yerine getiren eyleyiciler olarak karşımıza çıkar, yoksa “özneler” olarak değil.
Bireylere kendilerini özne olarak düşündüren şey, aslında, ideolojidir. “Eyleyici-
özneler tarih içinde, yalnızca üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin belirlenimleri ve
biçimleri içerisinde hareket eder” (Althusser, 1987: 75).
Dolayısıyla böyle bir yaklaşım, insanın özne olarak bir takım iradi
kararlarında özgür olduğunu yadsımak anlamına gelir. İnsan, kişisel olmaktan çok
yapısal olan bir takım güçlerin taşıyıcısından başka bir şey değildir. Bu anlamda,
tarihin yapıcısı olarak insan öznenin varlığı yadsınmakta, böylece de özne toplumsal
kuram içinde çözülmektedir (Çelik, 1999: 107). Bu kavrayışın, Althusser’in post-
Marksistlere yapmış olduğu yol göstermelerden belki de en önemlisi olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü post-Marksistlerin önünde artık sadece yapıyla
aktör arasındaki var olan bağlantıyı da koparmak kalmıştır.
Althusser’in takipçisi Poulantzas’ın en önemli önermelerinden birincisi,
Althusserci yaklaşımın da temel önermelerinden olan, devletin ekonomik altyapıya
“görece özerkliği”dir. Poulantzas’ın belirttiğine göre, “görece özerklik” ile devlet ve
hakim sınıflar arasındaki ilişki kastedilmektedir. Yani “devlet”, “hakim sınıflar”
karşısında görece özerktir (Poulantzas, 1977: 155). Dolayısıyla ekonomik altyapı ile
bir üstyapı kurumu olan devlet arasındaki ilişki düşünülürken bu özerklik göz önünde
tutulmalıdır. Bu önerme, anlaşılacağı gibi, Althusserci yaklaşıma dayanılarak
üretilmiştir. Poulantzas’ın bu yaklaşımı, biraz daha ileride siyasal olguların başatlığı
görüşünü savunmaya kadar gidecektir (Wood, 1985: 37).
102
Ne var ki, Poulantzas’ın post-yapısalcıların gelişine olanak sağlayan
yaklaşımı, sınıf anlayışında daha fazla belirgin olmaya başlar. Poulantzas’a göre, işçi
sınıfının ve diğer toplumsal sınıfların tanımı, sadece üretim ilişkilerinde bulundukları
konuma göre yapılamaz. “Üretim biçimlerinin düzeylerinin karşılıklı somut
bileşiminin etkileri, ........., sınıf bölünmeleri, sınıf erimeleri, sınıf kaynaşmaları,
kısacası sınıfların bir üstten ve bir alttan belirlenme olguları serisini, özgül
kategorilerin oluşumunu, vb. doğururlar. Bunların bileşimin içindeki konumları, her
zaman saf üretim biçimlerinin incelenimi ile belirlenemez” (Poulantzas, 1992: 65).
Burada Poulantzas’ın vurguladığı nokta, sadece altyapıdan kalkılarak çözümleme
yapılamayacağı, politik-ideolojik belirlenimlerin de önemli olduğudur. Böylece,
bütün sınıflar üretim sürecinin dışında, dolayısıyla da sömürü ilişkilerinin dışında
tanımlanmaktadır. İşçi sınıfının sömürü ilişkilerinin dışında tanımlanması ise, ister
istemez dar bir sınıf tanımına yol açmaktadır. Poulantzas’a göre işçi sınıfı ile yeni
küçük burjuvazi arasındaki ayrımın ana yapısal ölçütü üretken emekle üretken
olmayan emek arasındaki ayrımdır. “Poulantzas, işçi sınıfına giren kişinin üretken
işçiyle eş anlamlı olduğunu savunuyor. Beyaz yakalı işçileri işçi sınıfından ayırmak
için üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki ayrımı kullanır” (Wood, 1985:
47).
Poulantzas’ın politik alana verdiği ayrıcalık ile dar bir sınıf tanımlaması,
Laclau tarafından önemli bir yaklaşım olarak değerlendirilir. “Sınıfın
belirlenmesinde ideoloji ve siyaset de araya girer, dolayısıyla küçük burjuvazinin
sınıfsal birliği, üretim ilişkilerindeki fraksiyonların ideolojik ve politik düzeyde aynı
etkileri göstermesi ile sağlanır” (Laclau, 1998: 122). Dolayısıyla Laclau’ya göre,
sınıf çelişkisi dışında bir çelişkinin varlığı önem kazanır. Orta sınıflar ya da ara
103
katmanlar, egemen üretim ilişkilerinden kopuktur. Bu çelişki, üretim düzeyinde
değil, fakat politik ve ideolojik ilişkiler düzeyinde ortaya çıkar. Bu anlamda bu bir
sınıf çelişkisi değildir. Aynı zamanda bu durum, halk kimliğinin sınıf kimliğinden
daha önemli olduğu anlamına gelmektedir (Laclau, 1998: 124). Anlaşılacağı üzere,
Althusser’le başlayan ve Poulantzas’la devam eden üretim dışındaki alanlara verilen
önem Laclau’da doruğuna ulaşmaktadır. Yani, yapısalcıların üst yapı kurumlarına
vermiş olduğu göreli özerklik, post-Marksistlere ve post-yapısalcılara gelindiğinde
tamamen özerk bir biçime dönüşür; dolayısıyla göreli de olsa alt yapı ile üst yapı
arasındaki ilişki artık tamamen koparılmıştır. Böylece Laclau, işçi sınıfının yerine
“halk”ı geçirerek ve halk-devlet çelişkisinin de ekonomik değil fakat siyasal bir
mücadele olduğunu vurgulayarak, demokrasi mücadelesi için “yeni toplumsal
hareketleri” öne çıkarmaktadır. Laclau’nun geldiği nokta, Anderson’un belirttiği gibi,
Batı Marksizminin tarihinde ortaya çıkan teori ve pratik ilişkisinin ortadan kalkması
anlamında yorumlanabilir (Anderson, 2004).
Gramsci’nin yaptığı Marksizm eleştirisi, bir taraftan Marksizmi geliştirmenin
yolunu açarken, diğer taraftan günümüzün sol kuramcıları için de bulunmaz bir
nimet olmuştur. Gramsci’nin “kültüre” ve “siyasal alan”a ilişkin yaptığı vurgu,
sınıftan koparılarak yorumlanarak nesnel sınıf çıkarları anlayışı bir kenara atılmıştır.
Gramsci’nin sivil toplum kavramı kapitalizmle uyum sağlamak için değil ona karşı
bir silah olarak düşünülmesine rağmen (Wood, 1990), onun yaklaşımı sınıf çatışması
yerine devlet ve halk ya da devlet ve birey çatışması biçimine dönüştürülmüştür.
Örneğin, Cohen ve Arato’ya göre, günümüzde özerk ve demokratik bir sivil toplum
için mücadele veren kolektif aktörler, “devlet karşısında toplum”un savunulmasının
göstergeleridir (Cohen ve Arato, 1992: 492). Ama asıl olarak yapısalcı Marksistlerin
104
geliştirdikleri yaklaşımlar bu süreçte önemli bir ayrım noktasını oluşturur. Nitekim,
Althusser’in ideolojik devlet araçlarının işlevi üzerine yorumları ve bu araçları göreli
olarak özerk hale getirmesi, ekonomi ve diğer toplumsal kurumlar arasındaki
ilişkinin özerkleştirilerek “üstbelirleme” kavramının ortaya atılması işçi sınıfından
uzaklaşma niyetinde olanlar için yeni bir yol açmıştır. Aslında bu yaklaşım, tarihsel
materyalizmin değişik yollarla Althusserci bir biçimde tahrif edilmesinden başka bir
şey değildir. Peşi sıra Laclau ve Mouffe, önce Gramsci’den devraldıkları hegemonya
gibi kavramları, -sanki Gramsci’de sınıf diye bir şey yokmuş gibi- sınıfsızlaştırarak,
sonra ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkiyi büsbütün kopararak sivil toplumcu bir
siyasetin en önemli temsilcileri olmuşlardır. Kapitalist toplumda sınıf çelişkilerini
diğer çelişkilerle eşit düzeyde görenler için “toplum”, bir sömürü düzeni olmaktan
çok, her şeyin olabileceği belirsiz bir toplum olarak ele alınır. Burjuva sınıfının kendi
hegemonyasını kurabilmesinin yolu da böylesi bir belirsizlik ortamından
geçmektedir belki de. Laclau ve Mouffe, sivil toplumu dönüştürecek siyasal
partilerden çok yeni toplumsal hareketlerin gücüne dayanan liberal-demokratik bir
toplum önerirler (Aronowitz, 1987: 2). Yeni toplumsal hareketlere ilişkin olarak
Laclau ve Mouffe’un söyledikleri en iyi biçimde, Hegemonya ve Sosyalist
Strateji’den hareket ederek anlaşılabilir. Bu kitapta Laclau ve Mouffe, söylem teorisi
çerçevesinden Marksizm sonrası bir bakış açısı ile günümüz toplumlarında siyasetin
ve yürütülecek hegemonya mücadelelerinin niteliğine ilişkin tezlerini geliştirirler. En
temelde bu proje, özselciliği reddeden ve siyasal mücadelelerin hedefini ve alanını
söylemsel stratejiler yoluyla eklemlenen (articulate) özne konumlarından yürütülecek
hegemonya mücadeleleri olarak tanımlayan bir projedir.
105
Diğer taraftan, özneyi tarih sahnesinden ve toplumsal analizlerden çıkaran
yapısalcı ve yapısalcılık-sonrası kuramlarla, ideolojilerin sonunu ilan eden kuramlar
karşısında, Touraine’in tarihsel bir bakış açısı ile, toplumun kendine ilişkin edimde
bulunma ve dolayısıyla “toplumsal eylem” dediğimiz şeyi tanımlayan kültürel yapıyı
değiştirebilme yetisini üzerine, ya da bir başka deyişle, tarihsel yasalara ve maddi
gereksinimlere boyun eğmek zorunda olmayan kadınlar ve erkeklerin kültürel
yaratıları ve toplumsal mücadeleleri ile kendi tarihlerini üretmeleri hakkında
Touraine; “özneyi geri döndürür”. Bu anlamda Touraine, programlanmış toplumda
yeni toplumsal hareketleri “özne” konumunda yeni tarihsel edimciler olarak
görmektedir. Çünkü toplumsal sınıf kavramının yerini toplumsal hareket kavramı
almaktadır. Böyle bir toplumda işçi hareketi “devrimci özne” konumunu kaybetmiş,
yerine, kültürel malların üretimine ve bu üretimin amaçlarına odaklanan yeni çatışma
zeminlerinin yarattığı “yeni toplumsal hareketler” geçmiştir (Touraine, 1995: 274-
282).
Anlaşılacağı üzere, Gramsci’den başlayıp Poulantzas’a kadar gelinen süreçte
teori ve pratik ilişkisinin değişik yorumlanış biçimlerinin geldiği nokta bu ilişkinin
koparılmasından başka bir şey değildir. Böyle olunca kimin hangi güdüyle ve neden
toplumsal bir dönüşümü gerçekleştirmeye niyetleneceği sorusu aslında yanıtsız
kalmaktadır. Diğer taraftan, bütün bu teorisyenlerin de vurguladığı gibi, günümüzde
Marksizmin krizinden bahsetmek de olanaklıdır. Dolayısıyla, Marksist teorisyenlerin
dillendirdiği sorunlardan ve tartışmalardan yola çıkarak bütünsel bir Marksizm
geliştirmeye ihtiyaç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
2.5. Yeni Toplumsal Hareket Teorileri
106
Çalışmanın devamında yeni toplumsal hareketlere ilişkin ileri sürülen
yaklaşımlar üzerinde durulacak ve bu yaklaşımlar bir sınıflandırma yapılarak
incelenmeye çalışılacaktır.52 Her ne kadar ortak noktalarda sınıflandırılabilse de bu
hareketlere ilişkin ileri sürülen teoriler birbirlerinden farklı özelliklere de vurgu
yapmaktadırlar. Bu nedenle yer yer tek tek kuramcıların yeni toplumsal hareketler
hakkında neler söylediğine de değinilecektir.
Buechler’in yeni toplumsal hareket teorilerine ilişkin yaptığı sınıflandırma,
bu teorileri “kültürel” ve “siyasal” versiyonlar olarak iki biçime ayırır (Buechler,
2000: 48).
Kültürel versiyon, geçmişteki ve şimdiki toplumsal tipler ve hareket biçimleri
arasında daha radikal bir kopma varsayarak post-Marksist bir belirleme yapar.
Toplumsal bütünlüğü, siyasal versiyonun tersine, semiyotik ya da kültürel koşullarla
özdeşleştirir. İktidar ve direnmenin mekezsizleşmiş doğasını vurgular ve gündelik
yaşama, sivil topluma, devlet ve sivil toplum arasında özgür alanların yaratılmasına
odaklanır. Ve yeni toplumsal hareketlerin toplumsal temelini sınıfla değil, fakat
hareketi tanımlayan farklı değerler ve ideolojilerle özdeşleştirir (Buechler, 2000: 50-
51). Bu anlamda yeni toplumsal hareketler, sınıf mücadelesinin “yerini almakta”,
dolayısıyla da sınıf politikası aşılmaktadır (Savran, 1992: 9). Savran’ı takip ederek
bu versiyonu “kopuş teorileri” biçiminde adlandırmak mümkün. Nitekim bu teoriler
eski ve yeni hareketler arasında bir süreklilikten çok kopuştan bahsetmektedirler. Bu
yaklaşım biçimi, Habermas (1984), Laclau ve Mouffe (1992), Inglehart (1990),
52 Bu çalışmanın ilgisi sadece yeni toplumsal hareketler üzerinedir. Ancak, çağdaş sosyal hareketler konusunda farklı çalışmalarda vardır. Kaynak mobilizasyonu paradigması, kolektif eylem yaklaşımı bunlardan birkaç tanesidir. Bütün sosyal hareket yaklaşımları arasındaki benzerliklerden yola çıkılarak bir sentez yapmak olanaklıdır. Böylesi bir sentez denemesi için Diani, (1992)’ye bakılabilir. Diani’nin bu çalışmasında yaptığı, yeni toplumsal hareketlerle kolektif eylem ve kaynak mobilizasyonu gibi yaklaşımlar arasında bir senteze ulaşmaya çalışmaktır.
107
Touraine (1988), Melucci (1995), Castells (1996) ve Cohen ve Arato (1992)
tarafından temsil edilmektedir. Örneğin, Post-endüstriyel toplum kavramını
karşılamak üzere “programlanmış toplum” kavramını kullanan Touraine, bu toplumu
tarihin yeni aşaması olarak görmektedir. Programlı toplum, kültürel malların kitlesel
olarak üretim ve dağıtımının merkezi bir konuma yerleşmiş olduğu toplumdur
(Touraine, 1995: 272). Bu anlamda maddi malların merkezi konumda bulunduğu
sanayi toplumundan bütünüyle farklıdır. Sanayi toplumunda demir-çelik, tekstil gibi
sektörlerin ifade ettiğini, programlanmış toplumda eğitim, sağlık ve kitle iletişimin
üretimi ve dağıtımı ifade etmektedir (Touraine, 1995: 272). Programlanmış toplum,
bireyleri, malları ve fikirleri, daha önceki toplumların yapmış olduğundan çok daha
fazla yoğun olarak sirkülasyona sokar ve yöneten ve yönetilen arasındaki mesafeyi
artırır (Touraine, 1988: 105-107). Günümüzde, özel yaşamın ve tüm kültürel alanın
siyasetin alanına girdiğini ve “özel yaşam”ın her zamankinden daha fazla kamusal
bir şey olduğunu, ortaya çıkan toplumsal çelişkilerde merkezî bir yer tuttuğunu ve
toplumsal hareketlerin belkemiğini oluşturduğunu söyler (Touraine, 1988: 14).
Toplumsal aktörler artık tarih adına değil, kendi adlarına konuşmakta ve şeylerin
gidişatını yönetmeyi istemekten çok kendi özgürlüklerini; iktidar, şiddet ve
propaganda araçları tarafından ezilmeden kendileri olabilme hakkını istemektedir.
“Aktör”ün dönüşü, bu anlamda, bir fetih değil savunma ruhuyla anlaşılmalıdır;
bireylerin kendilerinin güçlü bir kolektif hamlede erimelerini istemez, aksine
kollektiviteye karşıdır ve ne toplumu ne de ‘Devlet’i tanrıları olarak kabul etmez.
Toplumsal yaşamın doğal ya da tarihsel kanunlar yoluyla düzenlenmediğini ama
kültürel yönelimleri belirlemek için mücadele edenlerin eylemlerine dayandığını
iddia ederek kolektif özgürleşimden çok, bireysel özgürlüklere inanır. Günümüzün
108
toplumsal aktörlerinin karşı çıkışı kendi projelerini gerçekleştirmelerinin, hedeflerini
tanımlamalarının ve istedikleri çatışmalara, tartışmalara ve pazarlıklara girmelerinin
önünde engel oluşturan araçlar ve söylemlere yöneliktir (Touraine, 1988: 18). Bu
anlamda Touraine, programlanmış toplumda yeni toplumsal hareketleri “özne”
konumunda görmekte ve bu hareketleri yeni tarihsel edimciler olarak görmektedir.
Çünkü toplumsal sınıf kavramının yerini toplumsal hareket kavramı almaktadır. Bu
toplumlarda işçi hareketi “devrimci özne” konumunu kaybetmiş, yerine, kültürel
malların üretimine ve bu üretimin amaçlarına odaklanan yeni çatışma zeminlerinin
yarattığı “yeni toplumsal hareketler” geçmiştir (Touraine, 1995: 274-282).
Benzer olarak Melucci’ye göre, günümüzün toplumsal hareketleri, hem dış
dünyamızın –yani bütün yerkürenin- hem de insanlar olarak doğamızın radikal
dönüşümler geçirdiğini gösteren işaretlerdir. İçinde yaşadığımız gerçekliğin
tamamıyla kültürel bir yapı haline geldiği ve bu gerçekliğe dair sahip olduğumuz
temsillerin dünya ile kurduğumuz ilişkide süzgeçler gibi işlediği bir dönemde,
sorunlar ve sosyal aktörlerden söz ederken kullandığımız uluslar ötesi boyut,
herşeyden önce insan eyleminin kültürel olarak kendi uzamını yaratabileceğinin
göstergesidir. Dünyanın kültürel ve simgesel olarak algılandığı bu dönem, aynı
zamanda insan eyleminin kültürel boyutunun üretim ve tüketim süreçlerinin temel
hedefi hâline gelişinin de zirve noktasıdır (Melucci, 1999: 8).
Diğer taraftan Laclau ve Mouffe’a göre yeni toplumsal hareketler, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen “yeni hegemonik formasyon”a karşılık olarak
yükselmiştir. Bu süreç üç gelişim aşaması izler. Bunlardan birincisi, ekonomik
düzeyde “yaygın birikim rejiminden yoğun birikim rejimine geçiş” ile birlikte ortaya
çıkan toplumsal ilişkilerin metalaşması olgusudur (Laclau ve Mouffe, 1992: 197). Bu
109
birikim rejiminin temeli, kapitalist üretim ilişkilerinde işleyen mantığın tüm
toplumsal ilişkilere yayılmasıdır. İkincisi, “Refah devleti”nin müdahaleci
karakterinin bizzat kendisidir. Toplumsal ilişkilerin metalaşmış olması nedeniyle
devlet, olabildiğince genişlemiş ve daha geniş alanlara müdahale etmek zorunda
kalmıştır. Bu artan müdahale, bürokratikleşmenin de sürekli büyümesine neden
olmuş ve bu bürokratik biçime karşı yeni çatışma biçimleri doğurmuştur (Laclau ve
Mouffe, 1992: 198-199). Bu sürecin sonuncu unsuru, kitle iletişim araçlarının
gelişmesidir. Kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte homojenleştirici bir
içeriğe sahip olan kitle kültürü ortaya çıkmış ve bu da yeni tabiyet biçimleri
yaratmıştır. Dolayısıyla yeni toplumsal hareketler, toplumsal hayatın metalaşmasına,
bürokratikleşmesine ve homojenleştirilmesine karşı direnişin ifadesi olarak ortaya
çıkmıştır (Laclau ve Mouffe, 1992: 201; Bertram, 1995: 89). Bu hareketlerin iktidarı
ele geçirmek gibi bir amaçları yoktur. Daha çok, sivil toplumda özerklik ve
eşitsizliklerin giderilmesi türünden kültürel bir takım talepleri dillendirmektedirler.
Bu anlamda yeni toplumsal hareketler, yukarıda bahsettiğimiz yeni tabiyet
biçimlerini sorgulamaktadırlar ve onlara yeni olma özelliğini veren şey de budur
(Laclau ve Mouffe, 1992: 196). Ama asıl önemlisi, bu hareketlerin herhangi bir
ideolojiyle eklemlenme biçimleridir. Çünkü bu eklemlenme sayesinde herhangi bir
hareket, muhafazakar, otoriteryan, özgürlükçü, sosyalist vb. bir kimliğe bürünebilir.
Ne var ki, yeni toplumsal hareketler toplumu bir bütün olarak dönüştürebime
anlamında ayrıcalıklı bir konuma sahip değildir. Daha doğrusu, toplumda böyle bir
konuma sahip olan bir hareketten ya da özneden bahsedilemez (Laclau ve Mouffe,
1992: 206-208).
110
Kopuş teorileri çerçevesinde bahsedilmesi gereken bir diğer kuramcı
Habermas’dır. Aslında Habermas’ın bu versiyon içinde değerlendirilmesi bir
paradoks olarak görülebilir, zira Habermas postmodernizme karşılık modernizme bir
süreklilik atfetmektedir. Ne var ki, daha önceki bölümlerde bahsedildiği gibi,
Habermas’ın “yaşam dünyası” ve “sistem dünyası” arasında yapmış olduğu keskin
ayrımdan dolayı ve yeni toplumsal hareketlerin eski hareketlerin tersine yaşam
dünyasında bir anlam kazandığını ileri sürdüğü için Habermas’ın teorisi kopuş
teorileri içinde değerlendirilebilir. Habermas yeni toplumsal hareketleri insanın
özgürleşmesi/kurtuluşu düşüncesinin tarihsel özneleri olarak değil, ileri kapitalist
toplumlardaki meşruiyet ve motivasyon sorunlarına işaret eden unsurlar olarak görür.
Bu hareketlerin ortaya çıkışı yaşam dünyalarının kolonileştirilmesi eğilimine karşı
tepkinin bir sonucudur (Habermas, 1981: 35). Bu hareketlerin dikkat çektiği
bürokratik ve ekolojik sorunların önemini ve bu hareketlerin simgeleştirdiği kültürel
karşı çıkışın/meydan okumanın sisteme ilişkin düzenleme gereksinimini ifade ettiğini
kabul etse de, Habermas, onların karşı-kurumlar geliştirilmesi ve yaşam dünyalarının
içerisinde “kurtarılmış bölgeler” yaratılması önerilerini gerçekçi bulmaz (Habermas,
1981: 34). Gerekli olan şeyin küresel ölçüde planlanan ve yönetimsel araçlar
sayesinde uygulanacak olan ekonomik ve teknik çözümler olduğunu ileri sürer
(Habermas, 1981: 35-37). Önceleri yeni toplumsal hareketleri yalnızca “savunmacı”
nitelikte gören Habermas, daha sonra Cohen ve Arato’ya göndermede bulunarak,
yeni toplumsal hareketleri, bir yandan programları sayesinde siyasal sistemi
doğrudan etkileyen, diğer yandan kendi kimliklerini ve eylem kapasitelerini olduğu
kadar, sivil toplumu ve kamusal alanı da canlandıran ve genişleten hareketler olarak
görür. Bu hareketler, “saldırgan” anlamda, bütün toplumu ilgilendiren sorunlar otaya
111
koyup, bu sorunlara yaklaşım için bir takım yöntemler ve olanaklı çözümler
önerirler; yeni bilgileri açığa çıkarırken -yani, kamusal düşüncede bir değişikliğe yol
açar ve dolayısıyla kurumlara baskı yapabilirlerken - “savunmacı” anlamda, mevcut
örgütlenme ve kamusal etki yaratma kanallarının yapısını sürdürmeye, alt-kültürel
karşı-kamular ve kurumlar (subcultural counterpublics and counterinstitutions)
oluşturulması, genişletilmiş haklar ve reformdan geçirilmiş kurumlar gibi yeni
alanlar kazanmaya çalışırlar (Habermas, 1996: 370).
Johnston, Larana ve Gusfield’e göre, barış hareketleri, öğrenci hareketleri,
ekolojik hareketler gibi birbirinden çok farklı özellikler taşıyan ve ‘yeni toplumsal
hareketler’ kavram çatısı altında açıklanan toplumsal olgular uzun süre boyunca
ideoloji, örgüt ve rasyonalite kavramlarına dayalı olarak ortaya çıkan toplumsal
hareketlere ve bu hareketleri ortaya çıkaran toplumsal yapıya odaklanarak
açıklanmaya çalışıldıysa da, hareketlerin ‘kendi gerçeklikleri’ geleneksel kavramsal
çerçevelerin yetersizliğini ortaya koymuştur. Bu hareketleri, geçmişin ideolojik
hareketleri ya da akılcı biçimde örgütlenmiş çıkar grupları çerçevelerinden yola
çıkarak anlamak zor görünmektedir (Johnston, vd. 1994: 5-6). Onlara göre yeni
toplumsal hareketlerin başlıca özellikleri şöyle sıralanabilir:
• Yeni toplumsal hareketler katılımcıların yapısal rolleri ile açık bir bağ sergilemez.
Yeni toplumsal hareketlerin toplumsal tabanı sınıf yapısını aşar ve daha çok yaş,
toplumsal cinsiyet gibi toplumsal statü unsurlarına göndermede bulunur.
• Yeni toplumsal hareketlerin ideolojik karakteri işçi sınıfı hareketinin ve ortak
eylem için birleştirici ve bütünleştirici bir unsur olan Marksist ideoloji anlayışının
tam zıddı bir noktada durur.
112
• Yeni toplumsal hareketler, düşünceler ve değerler çoğulluğu sergiler; pragmatik
yönelimler ile birlikte katılımcıların karar alma mekanizmalarına katılımını
genişletecek olan kurumsal reformları hedefler. Gündelik yaşamın
“demokratikleşme dinamiği”ne ve siyasal boyutlar karşısında toplumsal yaşamın
sivil toplum boyutunun genişlemesine işaret eder.
• Yeni toplumsal hareketler, kimliklerin yeni ve daha önce önemli olmayan
boyutlarının ortaya çıkışını gösterir. Çelişkiler ve harekete geçirici faktörler,
ekonomik yakınmalardan ziyade, kimlik ile ilgili olan kültürel ve sembolik
sorunlara ilişkindir. Yeni kimlikler, hem özel hem kamusal kimlikler olarak
şekillenirler.
• Birey ile kolektif arasındaki sınırlar belirsizdir. Birçok hareket, mobilize olmuş
gruplar içinde veya onlar yoluyla değil, bireysel eylemler biçiminde ortaya çıkar.
• Yeni toplumsal hareketler genellikle insan yaşamının kişisel ve mahrem yönlerini
kapsar; gündelik yaşam alanlarına uzanır.
• Sabote etmek ve direniş gibi radikal mobilizasyon taktiklerini kullanırlar, şiddet
içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerine başvururlar.
• Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı ve canlanışı, Batı’nın geleneksel siyasal
katılım kanallarına ilişkin yaşanan güven krizi ile ilgilidir.
• Yeni toplumsal hareketler parçalı, dağınık ve merkezsizdir.
Marksist ve işlevselci analizlerin yeni toplumsal hareketleri incelemede
yetersiz olduğunu iddia eden Larana, yeni toplumsal hareketlerin ‘tarihin öznesi’
olarak düşünülen sınıf ve sınıf bilincinin toplumsal bir hareketin birliği için bir
önkoşul olarak kabul edilmesini sorguladıklarını söyler. Yeni toplumsal hareketler
113
için sınıf, mobilizasyonun temeli değildir ve bu hareketlerin ideolojik
çoğulluğu/çoğulculuğu eylemde örtüşmenin temelini oluşturur (Larana, 1994: 226).
Kültürel versiyonun tersine siyasal versiyon, neo-Marksist bir yaklaşımdan
yola çıkarak ileri kapitalizmi toplumsal bütünlük olarak ele alır ve yeni toplumsal
hareketlerin ortaya çıkışı ile ileri kapitalizm arasında güçlü bağlar olduğunu vurgular.
Bu yaklaşıma göre, sınıf temelli ve sınıf temelli olmayan hareketler arasında uygun
ittifaklar ve koalisyonlar kurulabilirse, yeni toplumsal hareketler ilerici bir değişim
için potansiyel oluşturabilir. Aynı zamanda, çağdaş sınıf yapısını analiz ederek yeni
toplumsal hareketlerin toplumsal temelini sınıf terimleriyle tanımlar (Buechler, 2000:
50). Ortaya çıkan yeni çelişki ve antagonizmaların, emek-sermaye çelişkisinin
karmaşıklaşmış dolayımları olduğunu iddia ederler (Savran, 1992: 9). Bu siyasal
versiyonu Savran’ın yaptığı biçimde “süreklilik teorileri” olarak adlandırmak
mümkün. Bu süreklilik teorileri daha çok Offe (1985; 1988), Wallerstein (1993) ve
Raymond Williams (1989) tarafından savunulmaktadır.
Nitekim Offe’ye göre yeni hareketlerin aktörleri, kendilerini yerleşik siyasal
ve ekonomik kodlarla tanımlayamamaktadırlar. Buna rağmen, yeni toplumsal
hareketlerin tabanı bütünüyle belirsiz değildir. Bu hareketlerin tabanını yeni orta
sınıf, eski orta sınıfın unsurları (çiftçiler, esnaf ve zanaatkarlar) ve doğrudan emek
piyasasında bulunmayanlar, yani öğrenciler, işsizler ve ev kadınları oluşturmaktadır
(Offe, 1985: 831-832). Diğer taraftan, yeni toplumsal hareketler tarafından dile
getirilen bireysel özgürlük, eşitlik, katılım, barış ve dayanışmacı toplumsal
örgütlenme gibi değerler hiç de “yeni” değildir. Bu değerler ve ahlaki normlar,
burjuvazi ve işçi sınıfının ilerlemeci hareketlerinden miras alınmıştır. Dolayısıyla bu
hareketler ne “anti-modernist” ne de “postmateryalist” bir özelliğe sahiptir. Daha çok
114
modernleşmenin modern bir eleştirisi olarak görülmelidir. Bu anlamda yeni
hareketlerin yükselişi, “hakim” ve bazı “yeni” değerlerin bir çatışmasından çok,
modern kültürün değerlerinin kendi içindeki iç çelişki ve tutarsızlıklarının sonucu
gibi görünmektedir (Offe, 1985: 835-836; Bagguley, 1992: 31). Benzer olarak
Wallerstein kapitalizmin içsel mantığı ile ırkçlık ve cinsiyetçilik arasında, yani
üretim ile üretim dışı alanlar arasında bağlantılar kurmaya çabalar (Savran, 1992:
16). Wallerstein, kapitalizmin iki temel özelliğinden bahseder. Bunlardan birincisi,
artı değeri artırmak için ücretli emekle çalışanların çoğalmasıdır. Buna bağlı olarak
ikinci özelliği ise emek gücünün değerini azaltmak için ücretli emek arasında yapısal
bir takım tabakalaşmalar yaratmaktır. Bu anlamda cinsiyetçilik, ırk ayrımcılığı
türünden ayrımlar kapitalizmin lehine olarak tabakalaşmış ve farklılaşmış bir ücretli
emek yaratır. Dolayısıyla kapitalizm bir taraftan bütün insanların ücretli emeğe
katılımını sağlarken diğer taraftan emek gücü arasında ırkçı, cinsiyetçi vb. ayrımlar
üretir (Wallerstein ve Balibar; 1993: 47-49). Ne var ki bu ayrımlar kadınların ya da
etnik azınlıkların ücretli emeğe katılımını engelleyecek kadar ayrımcı olamazlar.
Çünkü ücretli emeğe onların da katılımı önemlidir. Diğer taraftan, kapitalist sistem
ücretli emek içindeki bu katmanlaşmanın ortadan kalkmasını sağlayacak biçimde de
eşitlikçi değildir. Bu nedenle Wallerstein’a göre örneğin cinsiyetçi ve ırkçı ayrımlara
karşı mücadele eden toplumsal hareketler kapitalizmi tehdit edebilecek potansiyel bir
güç taşımaktadırlar. Diğer taraftan Arrighi, Wallerstein ve Hopkins’e göre yeni
toplumsal hareketler henüz kendilerine uygun örgütlenme biçimleri
geliştirememişlerdir ve kitleleri bir anlamda apolitiktir (Arrighi, 1995). Williams’a
göre son yılların en önemli toplumsal hareketleri örgütlü sınıfın çıkarları ve
kurumları dışında gelişmeye başlamıştır. Ne var ki, barış hareketi, ekoloji hareketi,
115
kadın hareketleri, insan hakları savunucuları, üçüncü dünya ile dayanışma, kültürel
yoksulluk ve bozulmaya karşı kampanyalar vb. türden hareketlerin hepsi de yanlış
bir biçimde “sınıf politikasının ötesine geçmek” biçiminde yorumlanmıştır.
Williams, belli başlı çıkar gruplarının sınırlarının dar olduğunu kabul etmekle
birlikte, çevre, barış, insan hakları gibi sorunların hepsinin de bizi tekrar sanayi
üretim tarzının başlıca sistemlerine ve özellikle de sınıflar sistemine götürmektedir.
Bu anlamda yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkması ile ileri kapitalizm arasında
çok güçlü bağlar bulunmaktadır. Kaldı ki Williams’a göre, bazı sendikaların yeni
toplumsal üretim gruplarının, yeni toplumsal üretim biçimlerinin oluşturulmasına
yönelik önerileri, yeni toplumsal hareketlerle bir takım bağlantı biçimlerini olanaklı
kılacak önemli gelişmelerdendir (Williams, 1989: 167). Dolayısıyla yeni toplumsal
hareketler kesinlikle sınıf dışı sayılamazlar.
Yeni toplumsal hareketlere ilişkin bu iki teoriyi aşağıdaki gibi karşılaştırmak
olanaklıdır.
Tablo 2: Yeni Toplumsal Hareket Teorileri
Kopuş Teorileri (Kültürel Versiyon)
Süreklilik Teorileri (Siyasal Versiyon)
- Yeni toplumsal hareketler sosyalist ideolojinin, modernleşme sürecinin ve refah devletinin eleştirisini yaparak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle eski toplumsal hareketlerden keskin bir ayrıma işaret ederler. - Yeni toplumsal hareketler orta sınıf temelli hareketlerdir. - Kimlik yönelimli talepler içerirler. Bu nedenle de üretim ilişkileri gibi kavramlarla açıklanamazlar. - Yeni toplumsal hareketler merkezsiz ve hiyerarşik olmayan örgütlenme biçimleri ortaya koyarlar.
- Yeni toplumsal hareketlerin talepleri kapitalizmin sınıf yapısından kaynaklanan sorunlara karşı bir tepkidir ve ekonomik yapıdan özerk değildir. Yeni toplumsal hareketlerin talepleri, bu nedenle, eski toplumsal hareketlerden miras alınmış görünmektedir. - Yeni toplumsal hareketler eski ve yeni orta sınıflardan, işsizlerden, öğrencilerden, ve emeklilerden oluşur. Dolayısıyla bu hareketler sınıflar arasındaki bir ittifaka dayanır. - Bu hareketlerin talepleri üretim ilişkilerinden ayrılamaz. Bu talepler emek-sermaye çelişkisinin karmaşık dolayımlarıdır. - Yeni toplumsal hareketler örgüt içinde yatay ve dikey olarak daha az bir farklılaşma üretir (özellike Offe’ye göre).
116
Diğer taraftan, hem kopuş hem de süreklilik teorileri eski ve yeni hareketler
arasında önemli bir takım farklılıklar olduğunu savunmaktadırlar. Örneğin Offe,
Yeni toplumsal hareketler ile eski hareketler arasında, temalar, değerler, etkinlik
biçimleri ve aktörler olmak üzere dört düzeyde farklılıklar olduğunu ileri sürer. Buna
göre; üzerinde durdukları temalar açısından yeni hareketler çevrenin korunması,
insan hakları, barış gibi konulara vurgu yaparlar. Eski hareketler ise daha çok
ekonomik büyüme ve paylaşım konuları üzerinde durmaktadır. Değerler açısından
yeni hareketler kişisel özerklik ve kimliği, eski hareketler ise bireysel tüketim
özgürlüğünü ve maddi tüketimi öne çıkarır. Offe’ye göre eski hareketler resmi ve
hiyerarşik örgütlerle etkinlik yaparken, yeni hareketler gayri resmi ve kendiliğinden
gelişen örgütleri içerir. Son olarak aktörler/katılımcılar açısından eski hareketler
çıkar çatışması içeren sosyo ekonomik grupları, yeni hareketler kolektif çıkara
dayanmayan sosyo ekonomik grupları içine almaktadır. Diğer taraftan yukarıda
belirtildiği gibi Offe, bu ayrımları yaparken eski ve yeni arasında bir takım
süreklilikler bulunduğunu, bu iki hareketin birbirinin rakibi ya da zıttı olarak
düşünülemeyeceğini belirtir (Offe, 1987: 73).53
Kopuş teorilerinin en temel sorunlarından biri, bu yaklaşımların daha çok batı
toplumlarına ve ileri kapitalist toplumlara özgü olmasıdır (Pichardo, 1997; Mesazros,
1989). Örneğin, Habermas’ın ve Laclau&Mouffe’un teorileri gelişmeye ve refah
devleti koşullarına, Touraine’in teorisi sembolik malların üretimine dayalı
programlanmış bir topluma vurgu yapar. Diğer taraftan, yapılan bazı araştırmalar
yeni toplumsal hareketlerin etkilerinin ve aktivitelerinin yüksek oranlarda post-
materyalist değerlere sahip ülkelerde bile önemli değişikliklere sahip olduğunu
53 Buna çok benzeyen başka bir ayrım Martell (1994)’te yapılmaktadır.
117
göstermiştir. Örneğin, güçlü hareketlere ve postmateryalist değerlere sahip Hollanda
ve Almanya sivil itaatsizlik eylemlerine katılmada en düşük oranlara sahiptir. Bunun
tersine, daha materyalist değerlere sahip olan Fransa’da sivil itaatsizlik eylemlerine
katılım Avrupa Ülkeleri arasında en yüksek düzeydedir (Koopmans, 1996). Bu
anlamda, Türkiye toplumunun yüksek post materyalist değerlere sahip olduğu
söylenememesine rağmen, feminist, çevreci vb. yeni toplumsal hareketlerin geliştiği
gözlenmektedir. Bu durum, kopuş teorileriyle kolayca açıklanamayacak bir
durumdur. Kaldı ki, Türkiye’deki hareketler incelendiğinde, bunların çoğunluğunun
hiyerarşik ve merkezi bir yapıya sahip olduğu ve toplumun her kesiminden insanları
içerdiği gözlenmektedir (Akşit, vd., 2002).54 Bu anlamda süreklilik teorilerinin
Türkiye’deki yeni toplumsal hareketleri açıklamada daha işlevli ve uygun olduğu
söylenebilir.
54 Ne var ki, bunun aksini savunanlar da vardır. Örneğin, Şimşek (2004)’e gore Türkiye’deki Kürt hareketi, Alevi hareketi, feminist ve İslamcı hareketler post-materyalist değerlere sahiptir, orta sınıflara dayanmaktadır ve merkezsiz örgütlenmeler üretmişlerdir.
118
BÖLÜM 3
ARAŞTIRMANIN YÖNTEM VE TEKNİKLERİ
Türkiye’de demokrasi ve sivil toplumun gelişimine ilişkin amprik ve teorik
olarak konuya yaklaşan oldukça geniş bir literatürden bahsetmek olanaklıdır
(Örneğin, Akşit, vd., 2002; Erdoğan-Tosun, 2000; Göle, 2000 ve 1996; Gülalp, 2001
ve 2003; Keyman ve İçduygu, 2003; Dodd, 1992; Çaha, 2000 ve 1999; Heper, 2000,
1991 ve 1985; Szyliowicz, 1966; Ergil, 2000; Küçükömer, 1994; Sarıbay, 2000;
Barkey, 2000; Mahcupyan 1996; İnsel, 2003; Mardin, 1969; Kasaba ve Bozdoğan,
2000; Keyman, 2002; Tekeli, 1999). Bu alanda yapılan çalışmalara ilişkin örnekleri
çoğaltmak mümkün. Ne var ki, söz konusu olan yeni toplumsal hareketler olduğunda
bu derece geniş bir literatürün varlığından bahsedilemez (bir kaç örnek vermek
gerekirse Türkiye üzerine yapılan şu iki çalışma dikkate değerdir, Şimşek, 2004;
Önder, 2003). Belki de bunun en önemli nedeni, sivil toplum kuruluşları kavramının
kullanımıyla yeni toplumsal hareketler kavramının kullanımının Türkiye’de birbirine
karışmış olmasıdır. Daha doğrusu, bu iki kavramın sürekli olarak birbirinin yerine
kullanılıyor olmasıdır. Nitekim, yeni toplumsal hareketler kavramını tam olarak
karşılayan kavram, Batı’daki kullanımıyla NGO (Non-Governmental Organisations-
Hükümet Dışı Örgütler) kavramıdır. Oysa sivil toplum örgütleri kavramıyla kast
edilen şey ile yeni toplumsal hareketler kavramıyla kast edilen arasında önemli bir
fark olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim, en önemli sivil toplum örgütlerinden
bazıları birer yeni toplumsal hareket olarak değerlendirilemez (Justice, 2003: 6). Bu
kavram karmaşasından olsa gerek, zaman zaman bir çevre hareketi ile bir işveren
sendikası ya da bir eşcinsel hareket ile bir meslek odası aynı çerçevede
değerlendirilip ele alınabilmektedir. Bu nedenle de yeni toplumsal hareketlerin sivil
119
toplum kavramının ifade ettiğinden farklı olarak sınıflanması gerekmektedir. Önceki
bölümde yeni toplumsal hareketlere ilişkin yaklaşımlarını sunduğumuz
araştırmacıların hemen hemen hepsi farklı ölçütler kullanarak yeni toplumsal
hareketleri sınıflamaya çalışmışlardır. Örneğin, kimileri çevre, anti-nükleer ve barış
hareketlerini yeni toplumsal hareket olarak gösterirken, bazıları buna bir de feminist
hareketi eklemektedir. Aynı zamanda, Avrupalı yazarlar karşı kültürel hareketleri,
alternatif ekonomi ve işbirliği hareketlerini, göçmen hareketlerini yeni toplumsal
hareket olarak sınıflarken, Amerikalı yazarlar bunlara ek olarak siyah sivil haklar
hareketini, gey ve lezbiyen hareketlerini yeni toplumsal hareket olarak
nitelendirmektedir.
3.1. Evren ve Örneklem
Bu çalışmada yeni toplumsal hareketler, Türkiye’deki hareketleri anlamada
daha yeterli olacağı düşünülerek üçe ayrılarak sınıflanmış ve çalışma bu üç tür
toplumsal hareket üzerinde yürütülmüştür.55 Bu anlamda Türkiye’deki yeni
toplumsal hareketler; (a) kadın hareketleri; (b) çevre hareketleri; ve (a) alternatif
yaşam tarzı hareketleri olarak sınıflandırılabilir.56 Dikkat edilirse bu sınıflamada göz
önüne alınan ölçüt, bu hareketlerin örgütlenme biçimleri, taktikleri, katılımcıları vb.
değil, sadece vurgu yaptıkları konu ve amaçlardır. Nitekim, görüşülen hareketlerin
kimi dernek kimi vakıf kimisi de platform biçiminde örgütlenmiş, bazıları ise böylesi
bir biçimsel yapı oluşturmamıştır. Dolayısıyla, örgütlenme biçimi eski ve yeni
toplumsal hareketleri birbirinden ayırmak için kullanılabilecek bir ölçüt
olamamaktadır. Böylesi bir durumda örgütlenme biçiminden yola çıkılarak bir
55 Bu sınıflama, Arrighi, Hopkins ve Wallerstein tarafından yapılan sınıflama dikkate alınarak yapılmıştır (bkz. Arrighi, vd.,1995). 56 Bazı çalışmalarda İslamcı hareketler, Alevi dernekleri ve Kürt hareketi de Türkiye’deki yeni toplumsal hareketler olarak değerlendirilmiştir (bkz. Şimşek, 2004).
120
sınıflama yapmak anlamsız olmaktadır. Çünkü Türkiye’de yürürlükte olan yasalar
göz önüne alındığında (dernekler yasası, vakıflara ilişkin düzenlemeler vb.) her
hareket kendisine nasıl uygun olacaksa, ya da nasıl daha kolay faaliyet
yürütebileceğini düşünüyorsa o biçimde örgütlenmeyi seçmektedir. Nitekim, bu
çalışmada incelenen hareketler arasında limited şirket biçiminde örgütlenmiş olanlar
olduğu gibi, sadece platform düzeyinde faaliyet yürüten hareketler de bulunmaktadır.
Ne var ki, bir hareketin örgütsel yapısının formel ya da informel olması, gerek
devletle ilişkilerinde gerekse üyelerle ilişkilerinde önemli bir takım farklılıklara
neden olabilmektedir. Diğer taraftan, ileride ayrıntılı olarak görüleceği gibi, yeni
toplumsal hareketler taktik, katılımcılar, ideoloji ve politika açısından da
birbirlerinden önemli farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle de sınıflama yaparken
özellikle hareketlerin üzerine vurgu yaptıkları temalar/konular göz önüne alınmıştır.
Yukarıda yapılan sınıflama çerçevesinde, Türkiye Çevre Vakfı’nın
yayınlamış olduğu “Türkiye Gönüllü Kuruluşlar Rehberi” kullanılarak öncelikle
Ankara’da bu konular etrafında faaliyet gösteren dernek, vakıf ve hareketlerin bir
listesi çıkarılmıştır. Bu listeden yukarıdaki sınıflamaya uygun olarak kümeler
oluşturuldu, bu kümeler arasından amaçlı tesadüfi örneklem yoluyla örnekler
seçilmiş ve çalışma bunlar üzerinde uygulanmıştır. Seçilen bazı dernekler arasında
faaliyetini durdurmuş olan ya da vakıflar dışında yönetim kurulundan başka üyesi ya
da gönüllü katılımcıları olmayan bir takım örgütlenmelerle karşılaşılmıştır. Bu gibi
durumlarda seçilmiş olan o dernek yerine başka biri seçilerek inceleme o dernek
üzerinde yapılmıştır. Yeni toplumsal hareketler olarak sınıflanan örgütlerden elde
edilen veriler, aynı yöntemle seçilen iki işçi ve iki memur sendikasının üyelerinden
elde edilen verilerle karşılaştırılmıştır. Bu çalışmada eski hareketler “işçi sendikaları”
121
ve “memur sendikaları” olarak ikiye ayrılmıştır. Aynı biçimde yeni toplumsal
hareketler “kadın hareketleri” ve “çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketleri” olarak
sınıflanmıştır. Tablolar oluşturulurken, çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketleri
olarak sınıflanan hareketler bir arada ele alınmıştır.
Araştırma için seçilen hareket, dernek, vakıf ve sendikalar aşağıda
gösterilmiştir.
Tablo 3: Araştırma İçin Seçilen Toplumsal Hareketler
YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER
ESKİ HAREKETLER
Kadın hareketleri Çevre hareketleri Alternatif yaşam tarzı
hareketleri Sendikalar
Başkent Kadın Platformu
ÇEKÜL Vakfı Bilgi, Emek, Sevgi Derneği
Petrol-İş
KADER (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği)
Ekolojik Politika Hareketi
KAOS GL (Kaos Gey ve Lezbiyen Topluluğu)
TÜMTİS (Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası)
KASAİD (Kadının Sosyal Hayatını Araştırma Derneği)
NÜSHED (Nükleer Tehlikeye Karşı Savaş ve Çevre İçin Hekimler Derneği)
LEGATO (Gey ve Lezbiyen topluluğu)
Eğitim-Sen (Eğitim, Bilim ve Kültür Emekçileri Sendikası)
Kadın Dayanışma Vakfı
Türkiye Tabiatını Koruma Derneği
Lambdaİstanbul (Gey ve Lezbiyen Topluluğu)
Türk Eğitim-Sen
Çağdaş Kadın ve Gençlik Vakfı
Doğa İnsan İşbirliği Derneği
Türk Kadınları Kültür Derneği
Türkiye Çevre Vakfı
Uçan Süpürge EKB (Emekçi Kadınlar Birliği)
3.2. Toplumsal Hareketlerin Tarihçesi, Amaçları ve Faaliyetleri
Yukarıda sınıflaması yapılan ve bu çalışma için seçilen toplumsal
hareketlerin genel özellikleri aşağıda verilmiştir. Bu bilgilerin temel kaynağı,
yöneticilerle yapılan görüşmelerdir. Diğer taraftan, bu derneklerin çıkardığı dergi ve
broşürlerden, internet sitelerinde yayınlamış oldukları bilgilerden, üyeler ve
katılımcılara uygulanan görüşme formundan elde edilen bilgilerden de
yararlanılmıştır.
122
Tablo 4: Toplumsal Hareketlerin Amaç ve Faaliyetleri ADI TARİH ÜYE AMAÇLARI FAALİYETLERİ
Başkent Kadın Platformu
1995 100 Kadın sorunlarıyla ilgilenmek ve alternatif kadın politikaları geliştirmek.
Kadınları eğitme ve bilgilendirme, broşür ve dergi yayınlama
Çağdaş Kadın Ve Gençlik Vakfı
1984 1055 Kadınların ve gençlerin yaşam şartlarının yükseltilmesi ve haklarının korunması
Hedef kitleye iş olanağı, barınma, yemek gibi hizmetler vermek
Türk Kadınları Kültür Derneği
1966 150 Kadınların, çocukları ve gençlerin eğitim, kültür açısından yetişmesini sağlamak, yuvasını ve yurdunu koruyabilmesi için Türk kadınını bütün aşırı ve yıkıcı cereyanlara karşı ikaz ve teçhiz etmek, milli varlığımızı meydana getiren değerler ve kıymet hükümlerinin yaşatılmasında, vatan çocuklarına aşılanmasında onlara fikren yardımcı olmaktır
Ulaşmak istenilen kitleye yönelik etkinlikler düzenlemek, kitap ve broşür yayınlamak
Kadın Adayları Destekleme Ve Eğitme Derneği (KADER)
1997 1600 Kadın adayların eğitimi, desteklenmesi ve geliştirilmesi
Kadın adaylara yönelik faaliyetler.
Kadının Sosyal Hayatını Araştırma Ve İnceleme Derneği (Kasaid)
1953 120 Türk kadınının sosyal ve kültürel hayatını araştırmak ve geliştirmektir.
Konferanslar, sempozyumlar, eğitim seminerleri, okuma-yazma ve meslek edindirme kursları; geleneksel "kadın oyunları ve öykü" yarışmaları düzenleyerek kadının sosyal, psikolojik ve ekonomik durumunun anlatılmasını sağlamak
Emekçi Kadınlar Birliği (EKB)
1993 150 kadın sorunlarıyla ilgilenmek ve her alanda kadınların karşılaştığı problemlere yardımcı olmaktır.
Kendi hedef kitlelerine yönelik etkinlikler
Uçan Süpürge 1996 Şirket olduğundan üye bulunmamaktadır
Kadın sorununa ve kadın hareketine duyarlı kadınları buluşturmak, aralarında bağ kurarak bilgi ve deneyim aktarımlarını kolaylaştırmak, onların sorunlarının çözümüne yönelik çeşitli çabalarını desteklemek ve kadınların kendilerini güçlendirmelerine yardımcı olmak
Kadınları bilgilendirme ve eğitmeye yönelik etkinlikler
Kadın Dayanışma Vakfı
1993 67 Başta aile içi şiddet olmak üzere kadınlara yönelik her türlü şiddeti ortadan kaldırmak için mücadele etmek, lobicilik ve savunu faaliyetleri yapmak
Kadın danışma merkezleri ve kadın sığınma evleri açmak, aile içi şiddete ilişkin projeler yapmak, seminer ve eğitim programları düzenlemek
KAOS GL (Kaos Gay ve Lezbiyen Topluluğu)
1994 50 Türkiye'de yaşayan eşcinsellerin zorunlu heteroseksüelleştirilmesinin karşısında kendi kimlikleriyle tanışmaları sürecini hızlandırmak, toplum genelinde varolan eşcinsellere ilişkin önyargıları, yapılan haksızlıkları ve şiddeti ortadan kaldırmak
Eşcinsellere yönelik faaliyetler, Dergi çıkarılması
123
LAMBDA İSTANBUL (Gay ve Lezbiyen Topluluğu)
1993 80 Eşcinsellik konusunda halkı bilinçlendirmek ve eşcinsellere yönelik ayrımcılığın ve insan hakları ihlallerinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar yapmak
Eşcinsellere yönelik faaliyetler, sempozyumlar, konferanslar düzenlemek
LEGATO (Gay ve Lezbiyen Topluluğu)
1996 350 Türk toplumunda eşcinsel bir bilinç oluşturulması, üniversiteli eşcinseller arasında iletişimi sağlamak ve kampüslerde ortak yaşam alanları oluşturmak
Bahar şenliklerinde stand açmak, haftalık toplantılar düzenlemek, film gösterimleri yapmak, afiş asmak
Bilgi, Emek, Sevgi Derneği
1994 26 Sağlıklı bir yaşam çevresi kurmak amacıyla bireysel bilinç düzeyinin gelişimini sağlamak
Dergi çıkarmak ve konferanslar düzenlemek
Çekül Vakfı 1990 Üye yok
Ülkemizin doğal ve kültürel mirasını korumak
kent-havza-bölge-ülke" ölçeğinde projeler geliştirmek,
Nükleer Savaşın Önlenmesi İçin Hekimler Derneği (Nüshed)
1987 200 Nükleer tehlikeye karşı mücadele Dergi çıkarma (artık çıkmıyor), panel, uluslararası kongreler
Türkiye Tabiatını Koruma Derneği
1955 1500 Erozyon, tabi kaynakları koruma, ekosistem, çevre konularında çalışmalar yapmak
Türkiye tabiatını koruma kongreleri yapmak, AB ve UNDP’den projeler almak, toplantı ve sempozyumlar düzenlemek
Doğa-İnsan İşbirliği Derneği
2002 36 Dernek kullanımına verilecek sahalarda, ormanlık alanlar kurmak, çevre düzenlemesi yapmak, ekolojik yaşamı desteklemek, ekolojik yaşam konusunda proje üretmek ve eğitim vermek
2002 Ağrı Dağı Zafer
Tırmanışı, Musa Dağı
Tırmanışı, Çüküren Yaylası
Trekking
Türkiye Çevre Vakfı
1978 Üye yok
Herkesin daha temiz, daha düzenli, daha güzel bir çevrede yaşaması
Araştırmalar, yayınlar, toplantı ve konferanslar
Ekolojik Politika Hareketi
1997 40 Çevre sorununu toplumsal ve sistemsel bir sorun olarak ortaya koyup bu sistemi değiştirmek, üyelerinin bilincini artırmak
Çevre sorunuyla ilişkin eylemler yapmak, toplantı ve sempozyumlar düzenlemek
Petrol-İş 1950 23.000 Özgürlük ve demokrasi içerisinde, Atatürk ilkelerine bağlı, sosyal demokrat düzenin gerçekleşmesi
Senikalara ilişkin bütün faaliyetler
Tümtis 2500 Üye işçilerin her türlü haklarını korumak ve geliştirmek, her türlü sömürüye karşı çıkmak
Sendikal faaliyetler
Türk Eğitim Sen 1992 120.000
Kamu çalışanlarının birlik ve bütünlük içerisinde hareket etmesi, dayanışması, yardımlaşması, ortaklaşa hak aramasını amaçlar
Sendikal faaliyetler
Eğitim Sen 1989 150.000
Ülkenin eğitim politikalarını etkilemek, eğitimi sermayenin ideolojik tahakkümünden kurtarmak, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlemesini sağlamak, işçi sınıfının ve emekçi halkın yanında yer almak
Sendikal faaliyetler
124
3.3. Verilerin Toplanması
Bu çalışma yeni ve eski tip toplumsal hareketlerin demokratik pratikleri ne
derece yerleştirebildiklerini anlamaya çalışan betimsel bir araştırmadır. Bu nedenle
araştırma için nicel veriler toplanmış fakat nitel verilerle de desteklenmiştir. Nitel ve
nicel verilerin toplanması değişik aşamalarda gerçekleşmiştir.
Nitel veriler, özellikle derneklerin yöneticilerine ya da hiyerarşik olmayan
yapılanmalarda hareketlerin liderleri ve katılımcılarına derinlemesine görüşme
tekniği aracılığıyla toplanmıştır. Görüşme yapılabilmesi için önce dernekle telefon ya
da elektronik posta yoluyla haberleşilmiş ve derneğin başkanı ya da herhangi bir
yöneticisinden randevu alınarak görüşmeler gerçekleştirilebilmiştir. Bazı dernek
yöneticileriyle görüşmeye gidilip çalışmanın konusu ve amacı açıklanarak üyelerine
de anket uygulanacağı söylendiğinde, dernek yöneticileri “hiçbir üye derneğe
gelmediği için üyelerine ulaşamayacaklarını”, dolayısıyla anket
uygulayamayacaklarını belirterek görüşme yapmaktan da vaz geçmişlerdir ya da
sadece yöneticilerle görüşme yapılabilmiş ancak anket formu uygulanamamıştır.
Bazılarının ise hiçbir üyesi ve gönüllü katılımcısı olmadığı için sadece ulaşılabilen
yöneticilerle görüşmeler yapılmıştır. Görüşmeler sırasında genellikle ses kayıt cihazı
kullanılmış, bazı görüşmeler sırasında ise görüşülen kişinin isteği doğrultusunda ses
kayıt cihazı kullanılmamış, yalnızca söylenenler not edilmiştir. Bunun dışında,
araştırma kapsamında olan dernek, vakıf ve hareketler sıklıkla ziyaret edilmiş, bir
takım faaliyetlerine, toplantılarına katılınmış ve gözlemler yapılmıştır. Bazı dernek
ve hareketler ise yönetim toplantılarına katılınmasına izin vermemişlerdir. Burada
yapılan gözlemler sonucu elde edilen veriler derinlemesine görüşme sırasında
doğrulanmaya çalışılmıştır.
125
Araştırmada nicel veri toplama aracı olarak dernek, vakıf ve hareketlerin
üyelerine ve gönüllü katılımcılarına bir görüşme formu uygulanmıştır. Görüşme
formu, 212 işçi ve memur sendikası üyesi, 212 yeni toplumsal hareket üye ve gönüllü
katılımcısı olmak üzere toplam 414 kişiye uygulanmıştır. Görüşme formunun
uygulanması sırasında bir takım zorluklar yaşanmıştır. Örneğin, bir kadın derneğinin
yöneticileri, derinlemesine görüşme yapmayı kabul etmelerine rağmen, görüşme
formundaki soruları “çok fazla politik soru olduğu, kendilerinin ise dernek olarak
politika yapmayı istemedikleri” gerekçesiyle üyelerine uygulamayı kabul
etmemişlerdir. Diğer taraftan, bazı dernek ve hareketlerin ya üye sayısı çok azdır ya
da üye ve katılımcı sayısı fazla olsa bile bir çoğu derneğe gelmemekte ve faaliyetlere
katılmamaktadır. Öyle ki, görüşme yapılan bir kadın derneğinin 60 üyesi olmasına
rağmen iki yılda bir yapılan genel kurullar dışında hemen hemen hiçbiri derneğe
gelmemektedir. Bir başka kadın derneğinin yöneticisi, sadece Ankara’da yaklaşık
300 üyeye sahip olduklarını söylemiştir. Ne var ki, yaklaşık üç ay boyunca sürekli
olarak gidip gelinen bu derneğe bu üç ay boyunca sürekli gelen üyelerin toplamı
sadece 20’dir. Buna benzer durumlar üyelere ulaşarak görüşme formu uygulanmasını
zorlaştırmıştır. Bu gibi durumlarda üyelerin adres bilgilerine ulaşılarak görüşme
formu evlerinde uygulanmaya çalışılmıştır. Bunun dışında, özellikle bazı vakıfların
üyesi ya da gönüllü katılımcısı bulunmamakta, sadece beş ya da yedi yöneticiden
oluşmaktadır. Böylesi durumlarda görüşme formu uygulanamamış, ancak
ulaşılabilen bütün yöneticilerle derinlemesine görüşme yapılmıştır.
Toplam 94 sorudan oluşan görüşme formu, esas olarak dört temel bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölüm, örneklem grubunun sosyo-demografik özelliklerine,
yaşına, eğitim durumuna, mesleğine, doğum yerine, cinsiyetine ve gelirine ilişkin
126
bilgileri içermektedir. İkinci bölüm, üyelerin ve gönüllü katılımcıların örgütün diğer
örgütlerle ve devlet kurumlarıyla ilişkisine nasıl baktıklarını, örgütün faaliyetlerine
ve karar alma mekanizmalarına ne derecede katıldıklarını anlamaya yöneliktir.
Üçüncü bölüm, örneklem grubunun sivil toplum ve toplumsal hareket algılarını tespit
etmeye yöneliktir. Dördüncü bölüm ise, sınıf bilinci, sivil toplum, toplumsal
hareketler ve devlet kurumlarıyla ilişkilere ilişkin bir takım yargılara karşı tutumları
ölçmeye yönelik olarak hazırlanmıştır. Görüşme formu, Kriesi (1989), D’Anieri, vd.,
(1990) ve Akşit, vd., (2002) tarafından yapılan araştırmalarda sorulan sorulardan
yararlanılarak hazırlanmıştır.
Elde edilen verilerin değerlenlendirilmesi sırasında çarpraz tablolar
oluşturulmuş, her tablonun “chi-square” değerleri tablonun altında gösterilmiştir.
Bazı veriler değerlendirilirken özet tablolar hazırlanmıştır. Özet tablolarda “chi-
square” değerleri ayrı ayrı verilmiş ve bu değerler P < .000 düzeyinde anlamlı
olduğunda üç yıldızla, P < .01 düzeyinde anlamlıysa iki yıldızla ve P < .05 düzeyinde
anlamlı olduğunda tek yıldızla gösterilmiştir. Bunların dışındaki değerlerde, yani
hiçbir anlamlı ilişkinin ya da farklılığın bulunamadığı durumlarda ise yıldız işareti
kullanılmamıştır.
3.4. Örneklemin Genel Nitelikleri
Araştırmanın sonuçlarına etki edebilecek ara değişkenlerin kontrol altına
alınabilmesi amacıyla gelir durumu, doğum yerleri, cinsiyet, yaş ve eğitim durumu
gibi değişkenler de göz önünde bulundurulmuştur. Örneklemin oluşturulması için ise,
bir derneğin ya da hareketin üyesi olmak, gönüllü çalışanı olmak, faaliyetlerine
katılmak vb. ölçütler yeterli sayılmıştır. Bunun dışında örneklemin oluşturulmasında
127
herhangi bir kota belirlenmemiş, araştırmanın ilerleyişiyle doğru orantılı olarak
örneklem oluşturulmuştur.
Elde edilen sonuçlara göre yapılan çözümlemeler, katılımcıların dernekle
ilişkileri, dernek faaliyetlerine katılım düzeyleri, derneğin diğer derneklerle ve devlet
kurumlarıyla ilişkileri, derneğin amaçları ve taktikleri etrafında yapılmıştır. Ayrıca
elde edilen sonuçlar Kriesi (1989), Klandermans (1990), Akşit, vd. (2002) ve
Erdoğan-Tosun (2000) tarafından yapılan araştırmaların sonuçlarıyla da
karşılaştırılmıştır.
Tablo 5: Görüşülen Toplumsal Hareketlerin Dağılımı
N % Memur Sendikaları 100 23.6 İşçi Sendikaları 112 26.4 Kadın Dernekleri 150 35.4 Çevre ve Alternatif Yaşam Tarzı Hareketleri
62 14.6
TOPLAM 424 100
İşçi ve memur sendikaları üyelerine görüşme formunu uygulamak açısından
herhangi bir sıkıntı yaşanmamıştır. Çünkü üyelerin bir çoğu sendika merkezine
düzenli olarak uğramakta ya da sendikanın faaliyetlerine katılmaktadırlar. Ne var ki
en büyük sorun çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde ortaya çıkmıştır.
Nitekim, ya hiç üyeleri yoktur, ya üye sayıları çok azdır, ya da üye sayısı fazla olsa
da çoğunluğu dernek merkezine hemen hemen hiç gelmemektedir. Bu nedenle bu
hareketlerin katılımcılarına ulaşmakta bir takım sorunlar yaşanmıştır. Aşağıdaki
tablo, örneklemin bir bütün olarak genel özelliklerini göstermektedir.
128
Tablo 6: Örnekleme İlişkin Genel Özellikler N % Örneklemin Cinsiyeti Kadın 228 53.8 Erkek 196 46.2 TOPLAM 424 100 Örneklemin yaşı 18-25 Yaş Arası 58 13.7 26-35 Yaş Arası 129 30.2 36-45 Yaş Arası 182 42.9 46 ve Yukarısı 42 9.9 Cevapsız 13 3.3 TOPLAM 424 100 Doğum Yerinin Türü Köy 109 26 Kasaba 82 19.3 Şehir 233 54.7 TOPLAM 424 100 Eğitim Durumu Okur-Yazar 5 1.4 İlk Okul 55 12.7 Orta Okul 15 3.8 Lise 87 20.5 Üniversite 261 61.6 TOPLAM 424 100 Örneklemin Mesleki Statüsü İşçi 122 28.8 Beyaz Yakalı Ücretli 147 34.6 Yüksek Nitelikli Ücretli 20 4.7 Kendi Hesabına 14 3.3 Öğrenci 38 9 Emekli 10 2.4 Ev Kadını 26 6.1 Çiftçi 1 0.3 İşsiz 46 10.8 TOPLAM 424 100 Toplam Hane Geliri 500 milyondan az 20 4.7 501-1 milyar 157 36.8 1 – 1.5 milyar 105 25 1.5 - 2 milyar 53 12.7 2 – 2.5 milyar 34 8 2.5 – 3 milyar 27 6.1 3 milyardan fazla 20 4.7 Cevapsız 8 1.9 TOPLAM 424 100
129
Kadın ve erkeklerin oranı aşağı yukarı eşit olmakla beraber, kadınların
çoğunluğunu kadın derneklerine üye olanlar oluşturmaktadır. Diğer taraftan, bir
harekete katılımda kadın ve erkek olmak arasında önemli farkların ortaya
çıkabileceği de söylenebilir. Nitekim, kuruluş türüne göre örneklemin cinsiyet
değişkenine bakıldığında şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Eski hareketler
olarak nitelendirilen işçi ve memur sendikalarında görüşülen kadınların oranı %27.4,
erkeklerin oranı ise %72.6’dır. Yeni hareketlerde ise, kadınların oranı %79.2 iken,
erkeklerin oranı %20.8’dir. Anlaşılacağı üzere, işçi sendikalarının üyeleri ağırlıklı
olarak erkeklerden oluşmaktadır. Diğer taraftan, yeni toplumsal hareketler içerisinde
kadın dernekleri de yer aldığı için, burada kadınların oranının erkeklere göre daha
fazla çıkması normaldir. Yine de, kadın dernekleri bir tarafa bırakıldığında, eski ve
yeni hareketler arasında kadın ve erkek katılımı arasında büyük farklar
gözükmemektedir. Asıl önemli nokta, kadın ve erkeklerin beraberce katılabildikleri
hareketlerde erkek nüfusunun kadınlara oranla daha fazla olmasıdır. Örneğin, çevre
ve alternatif yaşam tarzı hareketleri olarak sınıflanmış olan hareketlerde kadınların
oranı %32.3, erkeklerin oranı ise %67.7’dir. Buna oldukça benzer bir biçimde memur
sendikalarında kadınların oranı yaklaşık olarak %42, erkeklerin oranı ise %58’dir.
Bu verilerle bağlantılı olarak, kadınların erkeklere oranla toplumsal hareketlerde
daha az temsil edildiği söylenebilir ve bu açıdan eski ve yeni hareketler arasında
büyük farklar görülmemektedir. Ne var ki bu durum, yeni toplumsal hareketler
dışında kalan Türkiye’deki bir çok sivil toplum örgütünün, örneğin meslek
örgütlerinin ve odaların da temel sorunudur (bu duruma ilişkin veriler için bkz.
Akşit, vd., 2002).
130
Bir derneğe ya da harekete katılımda yaş önemli bir faktördür. Nitekim
ileride ayrıntılı olarak tartışılacağı gibi, bazı araştırmacılar yeni toplumsal hareketlere
katılımda yaşın en belirleyici etken olduğunu ileri sürmüşler, bu hareketlerin
genellikle genç kuşak bireyleri kapsadığına vurgu yapmışlardır. Bu çalışmadaki
örneklemin yaş dağılımına baktığımızda ise özellikle orta yaş ve orta yaşın üstündeki
bireylerin daha fazla katılım gösterdikleri gözlenmektedir.
Örneklemin doğum yeri yoğun olarak Ankara ili olarak ortaya çıkmaktadır
(% 34.1). Ayrıca, İç Anadolu Bölgesi doğumluların oranının yüksek oluşu da dikkat
çekicidir (% 23.6). Bunun dışında en yüksek oranı Karadeniz Bölgesi’nde doğmuş
olanlar oluşturmaktadır (%11.1). Ancak, doğum yeriyle ilgili olarak asıl önemli veri
köy, kasaba ya da şehir merkezinde doğmuş olmayla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır.
Nitekim, kent ya da köy kökenli olmak bir harekete katılımda önemli göstergelerden
birisi olarak düşünülebilir. Örneklem doğum yerlerinin türü bakımından
değerlendirildiğinde, kentli olmanın bir toplumsal harekete katılımda önemli bir
etken olduğu söylenebilir. Doğum yerleri her bir harekete göre karşılaştırıldığında ise
farklı bir durum ortaya çıkmaktadır. Buna göre, memur sendikalarına katılanların
%48’i şehirde doğmuşken, işçi sendikalarına üye olanların sadece %37.5’i kent
kökenlidir. İşçilerin %41.1’i ise köyde doğmuştur. Buna karşılık kadın hareketlerinde
şehirde doğanların oranı %62.7, çevre ve alternatif yaşam hareketlerinde ise
%77.4’dür. Dolayısıyla, eski ve yeni toplumsal hareketlere katılanlar doğum
yerlerine göre karşılaştırıldığında yeni toplumsal hareketlere katılanların daha fazla
kentli özelliği gösterdiği, buna karşılık sendikaların daha heterojen bir yapıya sahip
olduğu söylenebilir. Bu sonuç, yeni hareketlerin kente ve kentliye özgü olduğu
yolundaki önermeyi doğrular niteliktedir.
131
Önemli değişkenlerden birisi de eğitim durumudur. Nitekim, eğitim
düzeyinin yüksek ya da düşük olmasının herhangi bir toplumsal hareketle katılımı
etkileyen önemli belirleyicilerden biri olduğu söylenebilir. Eğitim durumu açısından
örnekleme bakıldığında, araştırma örnekleminin yüksek bir eğitim düzeyine sahip
olduğu görülmektedir (% 61.6). İleride ayrıntılı olarak görüleceği gibi, eğitim
durumunun yüksekliği ya da düşüklüğü özellikle işçi hareketleri ve yeni toplumsal
hareketler arasında önemli bir farklılık olarak ortaya çıkmaktadır.
Medeni durum açısından, memur sendikalarına katılanların %88’i, işçi
sendikaları üyelerinin %89.3’ü, kadın hareketleri katılımcılarının %68’i ve çevre ve
alternatif yaşam tarzı hareketlerinin %38.7’si evlidir. Geri kalanların çoğunluğu
bekardır ve çok az bir kısmı dul ya da boşanmıştır. Bu sonuç, özellikle yeni
toplumsal hareketler göz önüne alındığında evli olma durumunun bu hareketlere
katılımı bir miktar zayıflatan bir engel oluşturduğu düşüncesini doğurmaktadır
(benzer bir sonuç için bkz. Akşit, vd., 2002).
Katılımcıların mesleki statüleri dokuz ayrı kategoriye ayrılmıştır.57 Burada
kullanılan sınıflamaya göre, yüksek nitelikli ücretliler, hekim, avukat, mühendis,
mimar gibi yüksek eğitimi gerektiren işleri ve maaşlı olarak özel ya da devlet
kurumunda çalışanları kapsamaktadır. Bu türden mesleklere sahip olup da kendi
hesabına çalışanlar ya da ücretli emek istihdam edenler burada sınıflanmamıştır.
Bunlar kendi hesabına çalışanlar sınıfında gösterilmiştir. Diğer taraftan, Boratav’ın
niteliksiz hizmet işçisi biçiminde sınıflayarak nitelikli işçilerden ayırdığı şoför, odacı
vb. uğraşların bütünü işçi statüsünde gösterildi. Örneklemde daha çok beyaz yakalı
57 Buradaki sınıflama Boratav (1995) tarafından kullanılmıştır.
132
ücretliler (genellikle memurlar) ve işçiler yer almaktadır. Daha sonra gelen iki
kategori öğrenci ve ev kadınlarından oluşmaktadır.
Bu çalışma açısından anlamlı olabilecek bir diğer değişken örneklemin gelir
dağılımıdır. Gelir dağılımı, örneklemin kendilerinin ifade ettikleri gelir düzeyine
göre tespit edilmiştir. Gelir dağılımına ilişkin soruda aile içerisine giren toplam gelir
baz alınmıştır. Tablo 6’da görülebileceği gibi, genel olarak örneklem orta kesimde
yoğunlaşmıştır. Fakat ileride görüleceği gibi eski ve yeni toplumsal hareketler
arasında bu noktada önemli farklılıklar da gözlenmektedir. Diğer taraftan, özellikle
yeni toplumsal hareketler söz konusu olduğunda yukarı ve aşağıya doğru dağılımlar
da mevcuttur.
133
BÖLÜM IV
BULGULAR VE YORUM
DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ AÇISINDAN TÜRKİYE’DE ESKİ VE
YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER
“....ve ne zaman birtakım insanlar (paylaşılan) ortak deneyimlerin sonucu olarak aralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarları kendilerininkinden başka (ve genellikle karşı) olanlara göre duyumsar ve ifade ederlerse o zaman sınıf oluşur”
E. P. Thompson
İkinci bölümde açıklandığı gibi, yeni toplumsal hareketlerin genel
niteliklerine ilişkin birbirinden oldukça farklı yaklaşımların varlığından
bahsedilebilir. Diğer taraftan bu yaklaşımlar, yeni toplumsal hareketlerin özellikle
katılımcılarına, amaç ve değerlerine, örgütlenme tiplerine, devlet kurumlarıyla,
birbirleriyle ve katılımcılarıyla ilişkilerine yaptıkları vurgular açısından farklılıklar
olduğu kadar bir takım benzerlikler de içermektedir. Kaldı ki bu yaklaşımların, yeni
toplumsal hareketler ile eski tip hareketler arasında kurdukları bağlantı noktaları
açısından da bir takım farklılıkları ve ortak noktaları vurguladıkları söylenebilir.
Buna bağlı olarak, aşağıda ayrıntılarıyla ele alınacak olan yeni ve eski toplumsal
hareketler arasına konulan ayrım noktaları ve benzerlikler göz önünde tutularak, bu
bölümde, Türkiye’deki yeni ve eski toplumsal hareketlerden elde edilen verilerin
yardımıyla sırasıyla aşağıdaki özellikler tartışılacaktır.
a. Yeni ve eski toplumsal hareketlere katılanların nitelikleri;
i. Katılımcıların yaşı, mesleki statüleri, eğitim durumu ve farklı
hareketleri destekleme potansiyelleri;
134
ii. Yeni ve eski toplumsal hareketlerin örgütsel yapısı;
iii. Yeni ve eski toplumsal hareketlerde değer ve amaçların değişimi;
b. Yeni ve eski toplumsal hareket katılımcılarının sivil toplum ve devlet
algısı;
c. Yeni ve eski toplumsal hareketlerin devlet kurumlarıyla ilişkileri
d. Yeni ve eski toplumsal hareketlerin birbirleriyle ve diğer toplumsal
hareketlerle ilişkileri; ve
e. Yeni ve eski toplumsal hareketlerin kendi üyeleriyle ve gönüllü
katılımcılarıyla ilişkileri.
4.1. Yeni Toplumsal Hareketlerin Genel Özellikleri: Yapı, Katılımcılar,
ve Amaçlar
Yeni toplumsal hareketler, genel olarak, “endüstriyel toplumdan”
“postendüstriyel topluma”, “örgütlü kapitalizm”den “örgütsüz kapitalizm”e geçişin
sonucu olarak ortaya çıkmış, geçmişin nesnel sınıf çıkarlarına dayalı olarak hareket
eden işçi sınıfı hareketlerine karşılık, merkezine dağıtım meseleleri yerine kültür,
kimlik, özerklik, nitelikli yaşam meselelerini koyan hareketler olarak ele
alınmaktadır. Bu hareketler protestonun yeni bir biçimini sunar ve ileri endüstriyel
toplumların özelliklerini yansıtır58 (Walsh, 1988; Adam, 1993; Rose, 1997). Yeni
toplumsal hareketler, Marksizmin eksikliklerine yönelik olarak ortaya çıkan bir
reaksiyon olarak da görülmektedir (Epstein, 1990; Laclau ve Mouffe, 1985; Plotke,
1990). Buradaki temel vurgu, devlet, ekonomi ve siyasetin birbirinden ayrıldığı ve
devletten bağımsız bir sivil toplumun varlığı, ya da böyle bir sivil toplumun
geliştirilebileceği iddiasıdır. Postmarksist kuramcılar, siyasetin bizim inşa etmiş
58 Yeni toplumsal hareketlerin ileri endüstriyel topluma özgü olmadığına ilişkin bir tartışma için bkz. D’anieri, vd. 1990 ve Rose, 1997).
135
olduğumuz bir şey olduğunu, bu nedenle de siyasetin iktisadi durum üzerinde bir
önceliği/üstünlüğü olduğu tezini ileri sürmüşlerdir (Eagleton, 1996: 285). Öyleyse,
yeni toplumsal hareketlerin aktörlerinin çıkarları, sınıfsal konumlarından değil,
çıkarlarını kendilerinin belirledikleri siyasal konumlarından gelmektedir. Bu nedenle
de, çağdaş toplumsal hareketlerin, toplumsal değişmenin merkezi olarak işçi sınıfını
gören teoriler tarafından yeterince iyi bir biçimde açıklanamadığı ileri sürülmüştür
(Pichardo, 1997; Eyerman, 1984; Olofsson, 1988). Bu anlamda çağdaş yeni
toplumsal hareketler, “ideoloji ve amaçlar”, “yapı” ve “katılımcılar” açısından eski
toplumsal hareketlerden farklılık göstermektedir. Buna göre, yeni toplumsal
hareketler “ideoloji ve amaçlar” açısından ekonomik yeniden dağıtım meselelerine
odaklanmaktan çok yaşam kalitesi ve yaşam biçimleri üzerine vurgu yapmakta,
“yapısı” açısından lidersiz ya da dönüşümlü bir liderlik anlayışını kabul eden,
“katılımcılar” açısından ise orta sınıf bireyleri, gençleri ve yüksek eğitim almış
bireyleri kapsayan hareketler olarak değerlendirilir (Pichardo, 1997).59 Buna benzer
olarak Robin Cohen (1998), yeni toplumsal hareketleri yeni yapan altı temel özellik
sıralamaktadır. Ona göre yeni toplumsal hareketler; (a) kültürel ve kişisel kimliklere
yönelirler; (b) teknlojik devlete karşı kültür ve sivil toplumu savunurlar; (c) yaşam
niteliğine ilişkin ihtiyaçlara odaklanırlar; (d) karar verme süreçlerini
demokratikleştirmişlerdir; (e) alternatif anlam çatılarının gündelik hayatta üretimiyle
beslenirler; ve (f) demokratik ve katılımcı biçimleri deneyimlemektedirler. İlerleyen
59 Bu konuda farklı görüşler bulunmaktadır ancak, genel olarak kabul edilen yeni toplumsal hareketlerde orta sınıftan bireylerin etkin olduğu yönündedir. Örneğin, bu hareketleri sınıf temelinde açıklamayan yaklaşımlar, yeni toplumsal hareketlerin farklı toplumsal sınıflara dayandığını ileri sürmektedirler (bkz. Steinmetz, 1994:184; Kriesi, 1989). Aynı zamanda, yeni toplumsal hareketlerin, onların sınıfsal konumuyla değil fakat savundukları ortak değerlerle tanımlanabilecekleri ileri sürülmektedir (bu konuda detaylı açıklamalar için bkz. Pichardo, 1997).
136
bölümlerde yeni toplumsal hareketler için ileri sürülen bu özelliklerin Türkiye’deki
hareketlerde ne türden biçimlere dönüştüğü ele alınacaktır.
4.1.1. Katılımcıların Özellikleri ve Farklı Hareketleri/Talepleri
Destekleme Potansiyelleri Açısından Eski ve Yeni Hareketler
Pakulski’ye göre yeni toplumsal hareketler 3 noktada eski hareketlerden
farklılık göstermektedir. Bunlardan birincisi “jenerasyon”dur. Jenerasyon açısından
bugünkü hareketlerin gençleri kapsadığı ve jenerasyon kavramının sınıf kavramına
göre daha açıklayıcı olduğu savunulmaktadır. İkincisi, “statü politikaları”dır. Burada
anlatılmak istenen, eski işçi-burjuva çatışmasının yerini statü grupları arasındaki
çatışmanın almasıdır. Üçüncü belirleyici özellik ise “sivil toplum” kavramıdır. Buna
göre, yeni toplumsal hareketler sosyalist bir devrimi amaçlamayan, devletin değil de
sivil toplumun egemen olduğu, hareketin odağının siyasal değil sosyo-kültürel bir
odağa oturduğu hareketlerdir (Pakulski, 1993: 131). Benzer biçimde, yapılan bazı
araştırmalar bir harekete katılım ya da bir derneğe üye olma ile yaş, eğitim, gelir
düzeyi ve medeni durum arasında, hatta dinsel yönelimler ve dinsel ibadetlere
katılım arasında çok güçlü korelasyonel ilişkiler bulmuştur (örn. Curtis, 1971; Cutler,
1976; Knoke, 1986; Knoke ve Thompson, 1977). Örneğin Cutler’a göre toplumsal
hareketlere katılımda yaş oldukça önemli bir etkenken, yaş ile gelir ve eğitim düzeyi
arasında da önemli bir ilişki vardır. Buna göre, yaşlılar daha düşük gelire sahiptir ve
daha düşük eğitim almışlardır. Gelir ve eğitim düzeyi arttıkça da katılım artmaktadır.
Dolayısıyla da, toplumsal hareketlere katılımda genç olmak önemli bir etkendir,
çünkü gençler aynı zamanda hem yüksek gelire hem de yüksek eğitime sahip olan
gruptur (Cutler, 1976: 44).
137
Türkiye’deki yeni toplumsal hareket katılımcılarının yaşlarına bakıldığında
Pakulski’nin jenerasyona ilişkin ileri sürdüğü görüşlerin kısmen desteklendiğini
söylemek olanaklı. Nitekim, eski toplumsal hareketlerden bütünüyle farklı olarak
yeni toplumsal hareketlerin bir kısmı bünyesinde daha genç bireyleri
bulundurmaktadır.
Tablo 7: Eski ve Yeni Hareket Katılımcılarının Yaş Dağılımı
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Yaş Dağılımı N % N % N % N % N %
18-25 yaş - - 4 3.7 34 23.3 20 33.3 58 14.1 26-35 yaş 47 47.9 24 22.2 40 27.4 18 30 129 31.2 36-45 yaş 42 43.8 66 61.1 62 42.5 12 20 182 44.4 46 ve yukarısı 8 8.3 14 13 10 6.8 10 16.7 42 10.3 TOPLAM 97 100 108 100 146 100 60 100 411 100
2א = 78.383 P < .000
Ne var ki, yeni toplumsal hareketlerin genç bir nüfusa sahip olduğu tezi bütün
yeni toplumsal hareketler için geçerli değildir. Örneğin, çevre ve alternatif yaşam
tarzı hareketlerine katılanların çoğunluğu 18-25 (%33.3) yaş arasındayken, kadın
hareketlerine katılanların çoğunluğu 36-45 (%42.5) yaş arasındadır. Dolayısıyla, yeni
toplumsal hareketler bu noktada sadece eski toplumsal hareketlerden
farklılaşmamakta, aynı zamanda kendi aralarında da önemli farklılıklar
göstermektedir. Bu anlamda, yeni toplumsal hareketlerin gençlerden oluştuğuna
ilişkin Pakulski’nin yukarıda bahsedilen tezinin ancak kısmen desteklenebildiğini,
138
buna karşılık Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin farklı yaş gruplarını içerdiğini
söylemek daha doğru olacaktır.
Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlere ilişkin bir başka sorun, katılımcıların
sınıfsal yapısıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Pichardo’nun katılımcıların orta
sınıflardan geldiği tezine karşılık Kriesi, yeni toplumsal hareketlere katılım ile ilgili
olarak orta sınıfların bu hareketlerin yapısal takipçisi olarak görülmemesi gerektiğini
ileri sürer. Orta sınıflar yeni toplumsal hareketlere destek verir fakat, Kriesi’ye göre
bu hareketlerin başka bir takım özellikleri de dikkate alınmalıdır. Örneğin, bu
hareketlere katılım için eğitim ve yaş (özellikle gençler) önemli bir etkendir ancak
öğrenci ve işsizler bütünüyle yeni toplumsal hareket destekçisi olarak gösterilemez,
ama işçiler yeni toplumsal hareketler için bir potansiyel oluşturmaktadır (Kriesi,
1989). Benzer olarak Offe’ye göre yeni hareketlerin aktörleri, kendilerini yerleşik
siyasal ve ekonomik kodlarla tanımlayamamaktadırlar. Buna rağmen, yeni toplumsal
hareketlerin tabanı bütünüyle belirsiz değildir. Bu hareketlerin tabanını yeni orta
sınıf, eski orta sınıfın unsurları (çiftçiler, esnaf ve zanaatkarlar) ve doğrudan emek
piyasasında bulunmayanlar, yani öğrenciler, işsizler ve ev kadınları oluşturmaktadır
(Offe, 1985: 831-832). Inglehart yeni toplumsal hareketlere katılımın bütünüyle
değerlerin değişmesiyle ilgili olduğunu ileri sürerek, postmateryalist değerlerin
gelişmesiyle birlikte bu hareketlere katılımın arttığını ileri sürer (1990: 52). Dalton
vd. (1990) ise yeni toplumsal hareketlerin bir sınıf temeliyle açıklanamayacağını,
ancak onların temel niteliklerini politik kurumlardan özerkliğin, merkezsiz ve
demokratik bir yapının belirlediğini, kültürel ve yaşam niteliğine ilişkin sorunlarla
ilgilendiklerini ileri sürerler. Onlara göre yeni toplumsal hareketler, birinin kendi
yaşamı ile ilgili kararlara kendisinin katılımını savunmaktadırlar ve bu amaçları
139
onları emek hareketleriyle rekabete sokar (Dalton, vd., 1990: 10-16).60 Aksine
Klandermans, yeni toplumsal hareketlerin geleneksel örgütlenme biçimlerinden ayrı
olarak ele alınmasının aşırı basitleştirme anlamına geldiğini ileri sürerek, bu
hareketlerin eski hareketler tarafından sağlanan fırsat ve kaynakları kullandığını ileri
sürer. Bu anlamda Klandermans (1990: 125-135)’ın vurguladığı gibi eski ve yeni
arasında yapılan ayrım tamamen bulanıktır. Benzer olarak Duyvendak (1995: 17),
orta sınıfların eski emek hareketlerinde, orta sınıf dışındaki diğer sınıfların ise yeni
toplumsal hareketlerde bulunmadığı düşüncesinin bütünüyle doğru olmadığını ileri
sürer. Buraya kadar yapılan tartışmalar kısaca değerlendirildiğinde, yeni toplumsal
hareketlere katılanların sınıfsal konumu hakkında iki farklı yaklaşımın belirgin
olarak birbirinden ayrıldığını söylemek olanaklıdır. Bunlardan birincisi, yeni
toplumsal hareketlerin yeni orta sınıf bireyleri içine aldığını ileri sürerken (kopuş
teorisi), diğeri, yeni toplumsal hareketlerin bir sınıf ittifakından doğduğunu ileri sürer
(süreklilik teorisi).
60 Burada değinilmesi gereken önemli bir nokta, yeni toplumsal hareketlerin emek hareketleriyle rekabete girdiğine ilişkin bu değerlendirmenin bütünüyle doğru kabul edilemeyeceğine ilişkindir. Basitçe söylenirse, eski ve yeni hareketler arasına konulan ayrım, bireyin kendi yaşamına ilişkin kararlara katılma talebine dayanılarak yapılamaz. Nitekim, Türkiye’de demokrasi ve sivil toplum tartışmalarında da benzer bir sorun yaşanmaktadır. Türkiye’de bu sorunu tartışanlar genellikle 1980 sonrasını milat olarak kabul ederler ve ileri sürdükleri müzakereci idealleri 1980 öncesi emek örgütlerinde, yani eski toplumsal hareketlerde aramazlar. Oysa bazı araştırmaların da gösterdiği gibi Türkiye’de 1980 öncesinde fabrikalarda ve maden ocaklarında yaşanan bir takım özyönetim örnekleri vardır. 1968 yılında Alpagut maden ocağında yönetime el koyan maden işçileri tüm işçilerin katıldığı işçi genel kurulları oluşturmuş ve bu uygulama katılımcı karar alma süreçlerini uygulayan bir özyönetim örneği olmuştur. Aynı zamanda 1970’de Günterm Kazan Fabrikası’nda, 1977 yılında ise Aşkale maden ocağında benzer özyönetim deneyimleri yaşanmıştır. Kaldı ki, işyerlerinde işçiler tarafından pratiğe aktarılan özyönetim örnekleri sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda Endonezya ve Cezayir gibi ülkelerde de görülmüştür (Yaraşır, 2002: 39-42, 307-312, 547-558, 607-608). Bu örnekler emek örgütlerinin bireylerin kendisi ile ilgili kararlara kendisinin katılımına hiç de yabancı olmadığını gösterdiği gibi, bu anlamda yeni toplumsal hareketlerle bir rekabet içinde olamayacağını da göstermektedir. Bu nedenle de eski ve yeni toplumsal harketler arasındaki ayrım, bireylerin bu örgütlenme türlerinde kararlara katılım biçimi üzerinden kurulamaz. Kaldı ki ileride görüleceği gibi bu çalışmada elde edilen veriler bu tür bir ayrımı da desteklememektedir.
140
Bu konuyla ilgili olarak bu çalışmada elde edilen verilerin işaret ettiği iki
önemli noktadan bahsetmek olanaklıdır. Bunlardan birincisi, yeni toplumsal
hareketlerin eski hareketlerle karşılaştırıldığında katılımcıların sınıfsal konumu
bakımından daha heterojen bir yapı sergiliyor olmasıdır. Eski hareketler sınıf temelli
hareketler olduğuna göre bu durum elbetteki normaldir. Ancak burada önemli olan,
yeni toplumsal hareket destekçilerinin farklı sınıf konumlarına sahip olmasıdır. Kaldı
ki, her toplumsal hareketin katılımcıları da farklı sınıfsal konumlara sahiptir, yani,
yeni toplumsal hareketler kendi içinde bile önemli farklılıklar taşımaktadır.
Aşağıdaki tablo, eski ve yeni hareket katılımcılarının mesleki statüsünü
göstermektedir.
Tablo 8: Toplumsal Hareket Katılımcılarının Mesleki Statüsü1
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Mesleki Statü N % N % N % N % N %
İşçi - - 112 100 6 4 4 6.5 122 28.8 Beyaz yakalı ücretli 100 100 - - 35 22.7 12 19.4 147 34.6 Yüksek nitelikli ücretli - - - - 8 5.3 12 19.4 20 4.7 Kendi hesabına - - - - 4 2.7 10 16.1 14 3.3 Öğrenci - - - - 24 16 14 22.6 38 9 Emekli - - - - 4 2.7 6 9.7 10 2.4 Ev kadını - - - - 26 17.3 - - 26 6.1 Çiftçi - - - - - - 1 3.2 1 0.3 İşsiz - - - - 44 29.3 2 3.2 46 10.8 TOPLAM 100 100 112 100 150 100 62 100 424 100
א 2= 56.958 P < .000
1 Tablodaki chi-square değeri memur ve işçi sendikalarını içermemektedir.
141
Tablodaki veriler dikkatle incelendiğinde, kadın hareketlerinin
katılımcılarının işsizler (%29.3), beyaz yakalı ücretliler (%22.7) ve ev kadınlarından
(%17.3) oluştuğu görülmektedir. Çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde ise en
yüksek oranların sırasıyla öğrenciler (%22.6), beyaz yakalı ücretliler (%19.4) ve
yüksek nitelikli ücretliler (%19.4) arasında paylaşıldığı söylenebilir. Dolayısıyla,
Kriesi’nin araştırmasının tersine, Türkiye’de öğrenciler ve işsizler yeni toplumsal
hareketler için önemli bir potansiyel oluşturmaktadır. Bu durumun, Offe’nin yeni
toplumsal hareketlerin katılımcılarına ilişkin gözlemlerini desteklediğini söylemek
olanaklı görünmektedir. Bu anlamda Türkiye’deki yeni toplumsal hareketler
doğrudan doğruya katılımcılarının sınıfsal konumuyla açıklanamazlar. Dolayısıyla,
Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin sadece orta sınıflardan değil fakat diğer
sınıflarla bir ittifak içinde oluştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fuentes ve
Frank’ın belirttiği gibi, yeni toplumsal hareketlerin Batı’da orta sınıftan, Güney’de
popüler işçi sınıfından ve Doğu’da ise her ikisinden oluşan sınıf bileşimlerinin ayırt
edilmesi önemlidir (Fuentes ve Frank, 1990: 29). Bu noktanın önemi, yeni toplumsal
hareketlere ilişkin ileri sürülen “kopuş” teorilerinin tersine “süreklilik” teorilerinde
vurgulandığı gibi, sınıflar arası bir ittifak imkanını olası kılmasıdır. Nitekim yeni
toplumsal hareketler, sınıflardan ve sınıf mücadelesinden tamamen ayrı olarak
incelendiğinde yeterince anlaşılamazlar. Yeni toplumsal hareketlerin farklı sınıf
bileşimlerinden oluşan yapısından dolayı, sınıf hareketinin yükselen ya da azalan
ivmesine göre sınıf hareketinin destekçisi olabilirler ya da sınıf hareketinden
uzaklaşabilirler.
Mesleki statü dışında toplam hane geliri açısından eski ve yeni toplumsal
hareketler karşılaştırıldığında aşağıdaki gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.
142
Tablo 9: Toplam Hane Geliri
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Hane Geliri N % N % N % N % N %
500 milyondan az - - 8 7.3 8 5.5 4 6.7 20 4.8 501 - 1 milyar 24 24 64 58.2 45 30.1 24 40 157 37.5 1 - 1.5 milyar 38 38 22 20 39 27.4 6 10 105 25.5 1.5 - 2 milyar 23 23 12 10.9 12 8.2 6 10 53 13 2 – 2.5 milyar 8 8 2 1.8 18 12.3 6 10 34 8.2 2.5 – 3 milyar 7 7 - - 12 8.2 8 13.3 27 6.3 3 milyardan fazla - - 2 1.8 12 8.2 6 10 20 4.8 TOPLAM 100 100 110 100 146 100 60 100 416 100
2א = 87.492 P < .000
Yukarıdaki tablodan yola çıkılarak yeni toplumsal hareket katılımcılarının
hane geliri açısından da daha heterojen bir özelliğe sahip olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Bu, yeni toplumsal hareketlerin tek bir sınıfa dayalı olmaktan çok bir
sınıfsal ittifak sonucu oluştuğunu destekleyen bir durumdur.
Diğer taraftan eski ve yeni hareketler eğitim durumu açısından da
karşılaştırılabilir. Nitekim Kriesi (1989) ve Klandermans (1990)’ın belirttiği gibi,
yeni toplumsal hareketlere katılımda eğitim düzeyi önemli bir ayrım noktasını
oluşturmaktadır.
Tablo 10: Katılımcıların Eğitim Durumu1
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
143
TOPLAM
N % N % N % N % N %
Okur-yazar - - 5 2.7 - - - - 5 1.4 İlk okul - - 47 41.1 6 4 2 3.2 55 12.7 Orta okul - - 14 12.5 1 1.3 - - 15 3.8 Lise - - 42 37.5 30 20 15 25.8 87 20.5 Yüksek okul 100 100 4 3.6 112 74.7 45 71 261 61.6 TOPLAM 100 100 112 100 150 100 62 100 424 100
2א = 172.666 P < .000
1 Tablodaki chi-square değeri memur sendikalarını içermemektedir.
Eğitim durumu açısından işçi sendikaları diğer hareketlerden belirgin bir
farklılık göstermektedir. Yeni toplumsal hareketlere katılanların eğitim durumunun
yüksek oranda üniversite mezunu olduğu göz önüne alınırsa, bu hareketlerin
öncülüğünü aydın kesimin yaptığına ilişkin önermenin haklı olduğu söylenebilir.
Diğer taraftan bu durum, eğitimin yeni toplumsal hareketlere katılımda önemli bir
etken olduğunu da göstermektedir (benzer bir sonuç için bkz. Kriesi, 1989).
Türkiye’deki bütün STK türlerini kapsayan bir araştırmada da buna benzer bir sonuç
ortaya çıkmıştır (Akşit, vd., 2002).61 Aynı zamanda bazı araştırmalar, dernek
üyeliğinin isteğe bağlı olduğu durumlarda, yani, yeni toplumsal hareketler gibi
gönüllülüğe dayalı örgütlenmelerde eğitimin daha önemli olduğunu göstermektedir
(Schofer ve Gourinchas, 2001: 822). Diğer taraftan, araştırma sırasında bir kadın
derneğinin iki yöneticisiyle yapılan bir görüşmede dernek yöneticileri “üniversite
eğitimi almamış kadınları derneklerine üye yapmadıklarını” belirtmişlerdir. Bu
uygulamayı ise “lise ya da daha düşük eğitim almış kadınların kendi hareketlerini
temsil edecek derecede bilgiye ve yeteneğe sahip olmadıklarını” gerekçe göstererek
açıklamışlardır. Böylesi durumlar, yeni toplumsal hareket katılımcılarının eğitim
61 Bu çalışma sadece yeni toplumsal hareketleri değil, yeni toplumsal hareket tanımının dışında kalan STK’ları, örneğin meslek odalarını da kapsamaktadır.
144
düzeyinin eski hareketlere, özellikle işçi hareketlerine oranla daha yüksek çıkmasına
neden olabilmektedir (benzer sonuçlar için bkz. Buttom ve Mattson, 1999). Aynı
zamanda bu durum, ileride tartışılacağı gibi, bir konu hakkında sahip olunan bilgi ve
eğitim düzeyinin, bırakın herhangi bir müzakereye katılmayı, bir örgüte katılımı bile
zorlaştırdığını göstermektedir. Dolayısıyla bir örgütlenme içinde en azından sadece
bilgi ve yeteneğe sahip olup olmamaya bağlı olarak bir takım dışlama mekanizmaları
geliştirilebilmektedir.
Diğer taraftan, yukarıda sunulan verilerin işaret ettiği önemli göstergelerden
ikincisi, yeni toplumsal hareketlerin bütününün aynı biçimde değerlendirilmesinin
olanaksız olmasıdır. Çünkü katılımcıların sınıfsal konumu her harekette farklı bir
takım özellikler göstermektedir. Kaldı ki, yeni toplumsal hareketlerin katılımcılar ve
destekçiler açısından ülkeden ülkeye bile önemli farklılıklar içerdikleri söylenebilir.
Örneğin, daha önce bahsedildiği gibi Kriesi’nin çalışmasından elde edilen sonuçlara
göre orta sınıftan bireyler, yüksek eğitim almış olanlar ve gençler yeni toplumsal
hareketlerin belirgin destekçileridir. Buna karşılık öğrenci ve işsizlerin yeni
toplumsal hareketleri destekledikleri söylenemez. Oysa bu çalışmada Türkiye’deki
yeni toplumsal hareketler hakkında elde edilen veriler, kuşak açısından genç ve orta
yaşlıların; sınıfsal olarak işsizlerin, beyaz yakalı çalışanların, ev kadınlarının, yüksek
nitelikli ücretlilerin ve öğrencilerin; eğitimsel olarak yüksek eğitim almış bireylerin
yeni toplumsal hareketlerin en önemli destekçileri olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla, yeni toplumsal hareketlerin katılımcıları her ülkede farklı özellikler
gösterebilmekte ve bu hareketler farklı toplumsal kesimlerden destek alabilmektedir.
Bu durumun yeni toplumsal hareketlerin kendilerine içkin özelliklerinden değil, fakat
olasılıkla o ülkenin kendine özgü ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarından
145
kaynaklandığı düşünülebilir. Nitekim yapılan bazı araştırmalar, herhangi bir ülkenin
siyasal yönetim anlayışının devletçi ya da korporatist olup olmamasının eski ve yeni
toplumsal hareketlere katılımı etkilediğini göstermiştir (Schofer ve Gourinchas,
2001). Benzer olarak Duyvendak (1995: 53, özellikle tablo 3.1), zayıf ve güçlü
devletlerde toplumsal hareketlerin başarı şanslarının farklılaştığını, güçlü bir devlet
yapısının toplumsal hareketlerin oluşumu ve gelişmesine olumsuz etkileri olduğunu
göstermeye çalışmıştır.
Bu çerçevede düşünüldüğü zaman, yukarıda gösterildiği gibi bu çalışmada
elde edilen verilerin eski ve yeni hareketler arasına keskin ayrımlar konulmamasına
ilişkin gerek Kriesi ve Klandermans’ın gerekse de D’Anieri ve arkadaşlarının
tezlerini desteklediği söylenebilir. Bu durumu destekleyen bir başka veri, gerçekten
de Kriesi’nin belirttiği gibi, eski hareket katılımcılarının yeni toplumsal hareketlere
katılımına/desteğine ilişkin önemli bir potansiyel olarak ortaya çıkmış olmalarıdır
(Kriesi, 1989). Dolayısıyla D’Anieri’nin deyişiyle, “eski hareketlerde yeni, yeni
hareketlerde eski” bir çok özelliği bulmak mümkündür (D’Anieri, vd., 1990). Bu
çalışmada eski ve yeni hareket katılımcılarının farklı hareketleri destekleme
potansiyellerine ilişkin Kriesi tarafından yapılan araştırmada sorulan sorular
Türkiye’de var olan hareketlere uygun olarak dönüştürülmüş ve sendika üyelerine ve
yeni toplumsal hareket katılımcılarına sorulmuştur. Aşağıdaki tablo, eski ve yeni
hareket katılımcılarının başka hareketlere ne derecede sempati duyduklarını
göstermektedir.
Tablo 11: Başka Hareketlere Sempati Duyma1
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
146
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
Sempati duyulan hareketler N
% N % N % N % א2
Çevreci hareketler 71 71 52 49.1 97 66.2 - - 12.91
9*
Kadın hareketleri 28 28 38 35.8 - - 24 41.4 3.168
Küreselleşme karşıtı hareketler
46 46 50 47.2 48 32.9 26 44.8 6.976
Barış hareketleri 76 76 78 73.6 94 63.5 40 69 5.346
Anti-nükleer hareketler 31 32.4 24 23.5 42 28.4 15 27.6 2.074
İşçi hareketleri - - - - 48 32.4 24 41.4 1.467
Eşcinsel hareketler 2 2 8 7.7 20 13.5 - - 10.27
7**
*** P < .000 ** P < .01 * P < .05 1
Tablodaki değerler, birden fazla yanıt verilebilecek bir biçimde
sorulmuştur. Bu nedenle toplamları %100 değildir. Tabloda verilen sayı ve
yüzdeler ile chi-square değerleri, bir hareketin katılımcısının kendisinin içinde
bulunduğu harekete benzer hareketlere ilişkin verdiği yanıtları içermemektedir.
Örneğin, kadın hareketleri katılımcılarının kadın hareketlerine sempati duyma
konusundaki yanıtları tabloya alınmamıştır.
Özellikle küreselleşme karşıtı hareketlerin, anti-nükleer hareketlerin, çevreci
hareketlerin ve barış hareketlerinin hem eski hem de yeni toplumsal hareket
katılımcıları tarafından yüksek bir oranda sempati topladığı görülmektedir. En az
sempati duyulan hareketler ise eşcinsel hareketler olmuştur. Ancak buradaki önemli
nokta, eski ve yeni toplumsal hareket katılımcıları arasında, şu an katıldıkları hareket
147
dışında başka bir hareketi destekleme eğilimleri arasında büyük farklar olmamasıdır.
Kaldı ki, söylendiğinin tersine eski toplumsal hareket katılımcılarının yeni toplumsal
hareketleri destekleme eğiliminin yüksek olduğu görülmektedir. Elde edilen bu
veriler, toplumsal hareket katılımcılarının diğer toplumsal hareket biçimlerine
katılmak isteyip istemediklerine ilişkin soruya verdikleri yanıtlarla da
desteklenmektedir. Tablo 12, herhangi bir harekete hali hazırda katılmakta olanların,
içinde bulunmuş olduğu hareket dışında hangi hareketlere de katılmak istediklerine
ilişkin eğilimlerini göstermektedir.
Tablo 12: Başka Hareketlere Katılma Eğilimi1
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
Katılmak İstenen Hareketler N
% N % N % N % א2
Çevreci hareketler 70 70 64 61.5 90 61.6 - - 2.18
8
Kadın hareketleri 30 30 47 46.2 - - 12 21.4 11.3
61**
Küreselleşme karşıtı hareketler
50 50 44 42.3 42 28.8 22 39.3 12.0
01**
Barış hareketleri 64 64 76 73.1 50 34.2 27 46 43.2
85***
Anti-nükleer hareketler 43 44.5 32 30.8 47 32.5 6 10.7 19.2
14***
148
İşçi hareketleri - - - - 16 11 16 28.6 9.41
8**
Eşcinsel hareketler 4 4 8 7.7 10 6.8 - - 1.31
5
*** P < .000 ** P < .01 * P < .05 1 Tablodaki değerler, birden fazla yanıt verilebilecek bir biçimde sorulmuştur.
Bu nedenle toplamları %100 değildir. Tabloda verilen sayı ve yüzdeler ile chi-
square değerleri, bir hareketin katılımcısının kendisinin içinde bulunduğu
harekete benzer hareketlere ilişkin verdiği yanıtları içermemektedir. Örneğin,
kadın hareketleri katılımcılarının kadın hareketlerine katılmak isteyip
istemedikleri konusundaki yanıtları tabloya alınmamıştır.
Kriesi’nin Hollanda’daki yeni toplumsal hareketler üzerine (barış, çevre,
kadın, anti-nükleer ve göçmen hareketleri) yaptığı çalışmalardan elde ettiği verilere
göre, Hollanda’daki yeni toplumsal hareketler nüfusun geniş bir kesimi tarafından
desteklenmektedir. Aynı zamanda Kriesi’ye göre işçiler de yeni toplumsal hareketler
için önemli bir potansiyel oluşturmaktadır (Kriesi, 1989: 1103-1105). Benzer olarak,
D’anieri ve arkadaşlarına göre bu hareketler hiç de yeni değildir ve eski
hareketlerden çok büyük farklılıklar göstermemektedirler (D’anieri, vd., 1990: 445).
Yukarıdaki iki tablo (11 ve 12) dikkatle incelendiğinde, Türkiye’de herhangi bir
sendikal harekete katılanların yeni toplumsal hareketler için de önemli bir potansiyel
oluşturduğu görülecektir. Hatta, özellikle küreselleşme karşıtı hareketlerin, barış
hareketlerinin, anti-nükleer hareketlerin ve kadın hareketlerinin yeni toplumsal
hareketlere nazaran eski toplumsal hareket katılımcıları tarafından daha fazla
desteklendiği ve bu hareketlere katılma eğilimlerinin daha fazla olduğu bile
söylenebilir. Bu sonuçlar, çalışmanın/işin sadece araçsal akla bağlı olarak
149
açıklanamayacağını (Heller, 1982), nitekim eski hareket katılımcılarının çevre, barış,
küreselleşme karşıtı hareketleri de destekleyecek bir potansiyel oluşturduğunu
kısmen de olsa desteklemektedir. Bu anlamda, işçi/emekçi sınıfının “sınıf
mücadelesi” olarak siyaset anlayışı ile yeni toplumsal hareketlerin “kimlik-kültür
temelli” siyaset anlayışı söylenildiği gibi her durumda birbirini dışlamamaktadır.
Öyleyse, yeni ve eski hareketlerin keskin ayrımlarla değerlendirilemeyeceği ve
evrensel insani çıkarlarla nesnel sınıf çıkarları arasında bütünüyle bir zıtlık
olmadığını söylemek olanaklıdır.
4.1.2. Örgüt Yapısı Açısından Eski ve Yeni Hareketler
Yeni toplumsal hareketlerin örgüt yapısı ve örgütlenme biçimleri konusunda
yeni toplumsal hareket kuramcıları arasında genel bir anlaşma olduğundan söz etmek
yanlış olmayacaktır. Bu benzerlik, gerek kopuş teorisi gerekse süreklilik teorisi
olarak sınıflanan kuramcılar açısından da geçerlidir. Nitekim, her iki kuram
tarafından genel olarak kabul edilen yaklaşıma göre, yeni toplumsal hareketler
merkezsiz, açık, yapılaşmamış ve hiyerarşik olmayan bir özelliğe sahiptirler. Çünkü
toplumun bürokratikleşmesine karşıdırlar ve toplumsal kurumların liberter yollarla
dönüştürülmesi arayışındadırlar (Adam, 1993; Pichardo, 1997; Offe, 1985; Kitschelt,
1993; Zimmerman, 1987; Touraine, 1981; Dalton, vd., 2001; Martell, 1994; Norris,
2001). Nitekim Touraine’e göre yeni toplumsal hareketler, tarihin anlamı yerine
özyönetimden, iktidarı ele geçirmek yerine iç demokrasiden söz etmektedirler (1995:
275-276). Bu nedenle de Touraine, sanayi ötesi programlanmış toplumda yeni
toplumsal hareketleri “özne” konumunda görmekte ve bu hareketleri yeni tarihsel
edimciler olarak göstermektedir (1995: 282). Hatta Melucci’ye göre yeni toplumsal
hareketlerin örgütsel yapısı bir araç değil bir amaçtır. Hareket içindeki çoklu liderlik
150
ve esnek örgüt yapısı sisteme karşı sembolik bir başkaldırıyı gösterir (Melucci,
1999). Benzer biçimde Offe’ye göre geleneksel siyasal örgütlerin aksine yeni
toplumsal hareketler örgütsel farklılaşmaya sahip değildirler. Bu hareketler içerisinde
“liderler” ve “sıradan üyeler” arasında farklılaşmaya izin verilmemektedir. Bu
nedenle de liderlerin rolleri geçicidir ve liderler ile üyelerin örgüt içi rollerine ilişkin
sınırlar oldukça zayıftır (Offe, 1985: 830). Böylece, yeni toplumsal hareketlerin
küçük, merkezsiz ve demokratik yapıları, kurumsallaşmış sistemi ve günlük yaşam
alanı arasında köprü oluşturan geleneksel örgütlere bir alternatif ve bunların bir reddi
olarak yorumlanmıştır. Ayrıca, yeni toplumsal hareketlerin bu pratikleri katılımcı bir
iletişimin gelişmesine yönelik bir katkı sayılmıştır (Huesca, 2001: 421).
Ne var ki, bu çalışmada incelenen hareketlerin bütünü içerisinde sadece
alternatif yaşam tarzı hareketleri ile tek bir çevre hareketi dışında diğer
örgütlenmelerin hemen hemen hepsi de çoğunlukla lider odaklı bir yapıya sahiptirler.
Özellikle kadın örgütlerinde bu durum çok daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
Elbette ki, sendikalar da bu yapıdan muaf değildirler. Nitekim, hem eski hem de yeni
toplumsal hareketler içinde görüşülen üye ve gönüllü katılımcıların ortalama olarak
%50.9’u bir örgüt içerisinde liderin rolünün çok önemli olduğunu düşünmektedir. Bu
oran kadın derneklerinde %43.7, çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde ise
%33.3 olarak ortalamanın altına düşmesine rağmen, bu oranlar hareketlerin lider
odaklı olmadıklarını ve katılımcıların lider odaklı bir örgütü desteklemeyeceklerini
söyleyebilmek için çok yüksek oranlardır. Kaldı ki, hareketin en önemli özelliği
olarak “hiyerarşik bir yapıda olmamayı” gösterenler, kadın derneklerinde %38.7,
çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde %25.8’dir.
151
Diğer taraftan, hiyerarşik bir yapıya sahip olmayan ve biçim olarak merkezsiz
bir yapıya sahip bir takım hareketler de mevcuttur. Bu çalışmada incelenen alternatif
yaşam tarzı hareketlerinden biri, bütünüyle gayri resmi ve yapılaşmamış bir özellik
göstermekte, gönüllülük esası ile çalışmalarını yürütmektedir. Ne var ki, hareketin
çalışmalarını organize eden ve faaliyetlerde sorumluluk üstlenen bireylerin sayısı 10
ile 15 arasında değişmektedir. Dışarıdan bakıldığında hiyerarşik olmadığı
söylenebilse de, bu hareketin faaliyetleri izlendiğinde bir takım sorunlar göze
çarpmaktadır. Örneğin, bu hareket içinde yer alan iki kişi, işsiz olmaları nedeniyle
sosyal hayatlarının hemen hemen bütününü kapsayacak bir biçimde örgüt içerisinde
çalışmaktadırlar. Biri hareketin kurucusu ve başından beri hareketi temsil eden,
diğeri grupla özdeşleşmiş olan bu iki birey, hareket içinde etkin ve baskın
konumdadırlar. Toplantılarda konuşulacak konularda, gündemi belirlemede,
yapılacak faaliyetlerin neler olacağı konusunda ve hareketle ilgili diğer önerilerde de
belirleyicidirler. Kaldı ki, bu hareketin çoklu liderlik gibi bir özelliğe sahip olduğunu
söylemek oldukça zordur. Çünkü, yaklaşık on yıl önce kurulmuş olmasına rağmen
harekete önderlik eden bireyler aynı kişilerdir. Hareketin 25 yaşlarında erkek
katılımcılarından biri bu durumdan rahatsızlığını şöyle ifade etmektedir:
Bu hareket içindeki bireyler herkesin kendisi gibi olması gerektiğini
düşünüyor...... Hepimiz gönüllü çalışıyoruz ama daha çok iş yapanların
daha az iş yapanlara karşı tahammülsüzlükleri var. Nasıl çözüleceğini
bilmiyorum. Hakikaten zaman zaman neden burdayız diye kendimize
sorduğumuz oluyor. [Hareket içinde] farklı politikalara tahammül
olduğunu, gerçekten farklılığını ortaya koyan birisinin çok anlaşılabilir
olduğunu zannetmiyorum. Hareket içinde liderlerle zıtlıklar olduğunu
düşünüyorum. Biraz farklılığını ortaya koymaya başladı mı insanlar
hemen kopuş yaşanıyor, genellikle kaybediyoruz o insanları.
152
Aynı hareketin bir başka üyesi ise, “hareket içinde iktidar olduğunu”
belirtmesine rağmen, bundan rahatsız olmamak gerektiğini söylemektedir. Çünkü
ona göre, “eğer birileri bu işler için uğraşmazsa işler ortada kalmakta ve bir çok iş
yapılamamaktadır”. Bu nedenle de bu katılımcıya göre bütün işlerle bir kaç kişinin
uğraşması normaldir. Bir başkana ve yönetim kuruluna sahip olan bir kadın
derneğinin 45 yaşlarındaki kadın yöneticisi ise, kararları nasıl aldıklarını şu
cümlelerle anlatmaktadır:
Yönetim kurulu toplantıları dışında üye toplantıları filan yapmıyoruz zaten. Ama bu toplantılara gelmek isteyen üyemiz olursa tabi ki gelir katılır. Kararları yönetim kurulu alıyor, üyeler katılmıyor. Her yerde böyledir zaten. Tüzüklere göre yönetim kurulu yetkilidir karar alma için. İtiraz eden olmaz, itiraz etse ne olacak, tekrar incelenir, tekrar ona göre karar verilir.
Bir başka kadın derneğinin yöneticisi ise, üyelerinin çok fazla
katılmamasından duydukları rahatsızlığı şöyle dile getirmektedir:
Kararları genellikle yönetim kuruluyla alıyoruz. Fakat böyle olunca üyeler de giderek uzaklaşıyor. Bizim üyelerimizin bir kısmı zaman zaman toplantılarımıza katılırlar. Ancak bu yeterli olmuyor.
Diğer taraftan, yapılaşmamış ve hiyerarşik olmayan bir örgütlenmeye sahip
bir çevre hareketi karar alma süreçlerinde yukarıda bahsedilen kadın derneğinden
farklı bir takım yöntemler uygulamaktadır. Bu hareketin 30 yaşlarındaki erkek
katılımcılarından birinin ifadeleri şunlardır:
Ankara’da birlikte faaliyet yürüttüğümüz 40-45 arkadaşımız var. Fakat bu çalışmalar genelde esnek çalışmalar olduğu için toplantılara düzenli olarak katılan 20-25 kişiyi hiç bir zaman geçmez. Zaten her hafta toplantı alıyoruz, geçmemesi de normal, yani insanların işi filan......... Karar alırken genel olarak dönemsel yürütmeler oluşturuyoruz. Her kampanyanın sorumlusu var, onlar kendi inisiyatiflerini kullanıyorlar, inisiyatiflerini kullanırken de genel çalışma esaslarına [uygun], acil durumlarda inisiyatiflerini kullandıktan sonra topluluğu bilgilendirme şeklinde bir mekanizma kurduk. Toplantılarda bir divan oluşturuyoruz. Divan toplantıyı yönetiyor. Acil durumlarda yürütme karar alıyor, tüm topluluğu ilgilendirecek, çalışma tarzıyla ilgili süreçlerde de hep birlikte karar alıyoruz. Zaten bir başkan ve yönetim kurulumuz yok.
153
Bu durumda, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin yapısı hakkında iki
özellik önem kazanmaktadır. Birincisi, bir kaç hareket türü dışında Türkiye’deki yeni
toplumsal hareketlerin lider odaklı bir yapıya sahip olduğunu söylemek olanaklıdır.
Bütün işler çoğunlukla bir kaç kişi tarafından yapılmakta, çoğu yönetici uzun
yıllardır yöneticilik yapmakta, hatta dernek kurulduğundan beri başkanlık yapan
yöneticiler bulunmaktadır. Örneğin, 1994 yılında kurulan ve bir başkanı ve yönetim
kurulu olmayan bir alternatif yaşam tarzı hareketinin bile hali hazırda bütün işlerini
yerine getirenler on yıl önce bu hareketin kurucusu olan iki kişidir. On yıldır başka
bireylerin hareketin önderi olması sağlanamamıştır. Kaldı ki, özellikle bazı kadın
hareketlerindeki bir kaç yönetici, dernek kurulduğundan beri yöneticiliğe devam
etmekte, zaman zaman sadece bir kaç yönetici değişmektedir. Bir örgüt içindeki
liderlerin haraketin stratejileri, yapısı, işleyişi, amaçları, katılımcılar, örgütler ve
eylem biçimleri arasındaki ilişkiler vb. üzerinde önemli etkilere sahip olduğuna
ilişkin bir çok çalışmadan bahsedilebilir (Michels, 1962; Eichler, 1977; Barker,
2001). Ne var ki, ileride daha ayrıntılı olarak değinileceği gibi liderlerin bir çok
konuda etkili olduğu bir yapı, örgüt içi demokrasinin gelişmesini de engelleyici bir
etken olabilmektedir.62 İkinci önemli nokta, örgüt yapısı konusunda yeni toplumsal
hareket türleri arasında önemli farklılıklar görülmesidir. Bir kısım hareketler
62 Aslında bu durumu, “sivil toplumun dar boğazı” olarak adlandırmak mümkündür. Nitekim Thomas Friedman’a gore küreselleşme üç denge üzerine oturmaktadır: Süper piyasalar, süper güçler ve süper bireyler (aktaran, Tözüm, 2004: 158). Amerika’daki ikiz kuleleri yıkan Bin Ladin, kara mayınlarını yasaklatan Jody Williams, çevreci Jose Bovi gibi aktivistler süper bireyler olarak yorumlanabilir. Diğer taraftan, daha ileride görülebileceği gibi, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerde de süper bireylerin önemli olmaya başladığını söylemek olanaklıdır. Nitekim Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin katılımcıları oldukça sınırlıyken ve kararlara katılımda önemli sorunlar yaşanırken, bu hareketlere liderlik eden bireyler, neredeyse hareketin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır ve bu liderlik vasfını hala devam ettirmektedir. Dolayısıyla, “süper birey” olma yolunda önemli adımlar katetmişlerdir. Ancak bu durum, geniş halk yığınlarının toplumsal hareketlere katılımı açısından düşünüldüğünde, gerçekten de bir dar boğazdır: Çünkü süper bireyler, peşi sıra demokratik bir yapının oluşumunu getirmemekte, tersine, zaman zaman toplum katılımını engelleyici olabilmektedir. Nitekim demokrasi, sıradan, yanılabilir fanilerin olduğu, katılımcı bireylerin var olduğu bir “toplumsal birey” anlayışı gerektirir ve bireysel kahramanlıkların olmadığı bir birey-toplum ilişkisi öngörür.
154
hiyerarşik olmayan ve yapılaşmamış bir özellik göstermesine rağmen kendi içlerinde
doğal liderler ortaya çıkmaktadır. Bu durum aslında oldukça normal sayılabilir. Ne
var ki, yukarıdaki bir kaç örnek göz önüne alınırsa, ortaya çıkan bu doğal liderlerin
diğer katılımcılar üzerinde bir otorite oluşturmaya başladığı, hatta bir takım dışlama
mekanizmaları geliştirdikleri gözlenmektedir. Diğer taraftan, yeni toplumsal
hareketlerin bir kısmı tamamen hiyerarşik, yapılaşmış ve biçimsel özellikler
göstermektedirler. Dolayısıyla, hiyerarşik olmayan, informel, merkezsiz bir
örgütlenme biçiminin Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin en önemli özellikleri
arasında sayılması en azından şimdilik olanaklı değildir. Doğrusu, Türkiye’de her iki
örgütlenme yapısına sahip yeni toplumsal hareketlerin var olduğudur. Bu anlamda
düşünüldüğünde, yeni toplumsal hareketlerin hiyerarşik ve lider odaklı bir yapıya da
sahip olabildiğini söylemek olanaklıdır.
4.1.3. Değerlerin Değişimi Açısından Eski ve Yeni Hareketler
Yeni toplumsal hareketlerin dillendirdiği değerler konusunda Johnston ve
arkadaşları şu özellikleri sıralamaktadırlar: (a) Yeni toplumsal hareketler, kimliklerin
yeni ve daha önce önemli olmayan boyutlarının ortaya çıkışını gösterir. Çelişkiler ve
harekete geçirici faktörler, ekonomik yakınmalardan ziyade, kimlik ile ilgili olan
kültürel ve sembolik sorunlara ilişkindir. Yeni kimlikler, hem özel hem kamusal
kimlikler olarak şekillenirler; (b) Yeni toplumsal hareketlerin ideolojik karakteri işçi
sınıfı hareketinin ve ortak eylem için birleştirici ve bütünleştirici bir unsur olan
Marksist ideoloji anlayışının tam zıddı bir noktada durur (Johnston, vd. 1994: 5-6).
Benzer olarak Inglehart, yeni toplumsal hareketlere katılımın bütünüyle değerlerin
değişmesiyle ilgili olduğunu ileri sürerek, postmateryalist değerlerin gelişmesiyle
birlikte bu hareketlere katılımın arttığını ileri sürer (Inglehart, 1990: 52). Bu
155
çerçevede toplumsal hareketlerin odağı, sınıf, ırk ya da diğer geleneksel siyasal
sorunlardan çok, kültürel olana doğru yönelmiştir (Melucci, 1999). Aynı zamanda
Laclau ve Mouffe’a göre yeni toplumsal hareketler, toplumsal hayatın
metalaşmasına, bürokratikleşmesine ve homojenleştirilmesine karşı direnişin ifadesi
olarak ortaya çıkmıştır (Laclau ve Mouffe, 1992: 201; Bertram, 1995: 89). Bu
hareketlerin iktidarı ele geçirmek gibi bir amaçları yoktur. Daha çok, sivil toplumda
özerklik ve eşitsizliklerin giderilmesi türünden kültürel bir takım talepleri
dillendirmektedirler. Bu anlamda yeni toplumsal hareketler, yeni tabiyet biçimlerini
sorgulamaktadırlar ve onlara yeni olma özelliğini veren şey de budur (Laclau ve
Mouffe, 1992: 196). Dolayısıyla yeni toplumsal hareketler sosyalist ideolojinin,
modernleşme sürecinin, refah devletinin, geleneksel din ve ahlak anlayışlarının bir
eleştirisini yaparak ortaya çıkmış ve daha çok kültürel ve kimliksel problemleri öne
çıkaran hareketler olarak değerlendirilir.63 Bunun yanında, yeni toplumsal
hareketlerin eylemlerinde sorun temelli davrandıkları ve dolayısıyla ideolojik
toplumsal yaklaşımları benimsemedikleri ileri sürülmektedir (Keyman ve İçduygu,
2003: 228-229). Örneğin Cohen, yeni toplumsal hareketleri incelerken, yalnızca bu
hareketlerde yer alan kolektif öznelerin kimliklerini nasıl ifade ettiklerine ya da hangi
stratejik hedeflerin peşinde koştuklarına bakılmaması gerektiğini vurgular. Önemli
olan, bu hareketlerin kendi kimlik yaratma potansiyellerinin ve bu kimliklerin
toplumsal yaratımında iktidar ilişkilerinin öneminin farkına varmış olan aktörler
içermesidir. Bir başka deyişle, bu aktörlerin kimlik oluşturma sürecinin, normların
63 Yeni toplumsal hareketlerin, onların sınıfsal konumuyla değil fakat asıl
olarak savundukları ortak değerlerle tanımlanabileceklerini ileri süren bir yaklaşım
için bkz. (Pichardo, 1997).
156
yeniden yorumlanması, yeni anlamlar yaratılması, kamusal, özel ve siyasal alanlar
arasındaki sınırların oluşturulmasında gözlemlenebilecek olan toplumsal çelişkiler
içerdiğinin ayırdında olmalarıdır. Bu bağlamda, kolektif aktörlerin, yorumlanışını
tartıştıkları bir genel toplumsal kimlik içerisinde yeni grup kimlikleri yaratmaya
çalıştıkları söylenebilir (Cohen ve Arato, 1992: 511). Ancak, bu kimlik mücadelesi
kendi kendine genel siyasal hedefler yaratamayacağı için, asıl gerekli olan
çelişkilerin siyasal yönlerini inceleyen ve kimliğin bugün neden temel bir odak
noktası haline geldiğini açıklayan bir yaklaşımdır (Cohen ve Arato, 1992: 512).
Dolayısıyla yeni toplumsal hareket kuramcılarına göre bu hareketlerin savunduğu
değerler geçmişin eski hareketlerinden farklı olarak, (1) doğrudan ermek sermaye
çatışması temelinde değil fakat post-materyalist referanslara dayalı “yeni siyaset”in
gelişmesine ve (2) ekonomik yeniden dağıtım ya da siyasal iktidarla ilgili sorunlara
değil, hayatın niteliğine ilişkin sorunlara vurgu yapmaktadır. Bu anlamda, ülkedeki
ya da dünyadaki bütünsel sorunlarla değil, yaşam kalitesine ilişkin daha spesifik
sorunlarla uğraşırlar.
Bu çalışmada eski ve yeni toplumsal hareket katılımcılarının savundukları
değerlere ilişkin bir kaç soru yöneltilmiştir. Bunlardan biri, Türkiye’de var olan sivil
toplum kuruluşlarının ülkedeki sorunların hepsiyle mi ya da sadece kendi
alanlarındaki sorunlarla mı ilgilenmeleri gerektiğine ilişkindir. Tablo 15, bu soruya
verilen yanıtları göstermektedir.
Tablo 13: Sivil Toplum Örgütlerinin Etkinlik Alanı
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
157
TOPLAM
STK’ların Etkinlik Alanı N
% N % N % N % N %
Sadece kendi alanlarıyla ilgili sorunlar
10 10.4 10 9.8 24 16.7 22 36.7 66 16.4
Türkiye’deki bütün sorunlar
87 89.6 91 90.2 121 83.3 38 63.3 337 83.6
TOPLAM 97 100 101 100 145 100 60 100 403 100
א2= 23.705 P < .000
Yukarıda görülebileceği gibi, memur ve işçi sendikaları ile kadın hareketleri
yüksek oranda sivil toplum örgütlerinin Türkiye’deki bütün sorunlarla ilgilenmesi
gerektiğini savunmaktadır. Bu konuda çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketleri
diğer hareketlerden farklılaşmakla beraber, bu hareketlerde de söz konusu oran
oldukça yüksektir. Dolayısıyla, genel olarak bütün hareketlerin katılımcılarının,
içinde bulundukları hareketin sadece spesifik ve kendi alanlarına özgü sorunlarla
değil fakat her önemli sorunla ilgilenmesini talep ettiği söylenebilir. Bu anlamda,
Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin sadece “yaşam niteliği”ne ilişkin sorunlara
vurgu yaptığını söylemek bütünüyle doğru olmayacaktır. Nitekim, “eşitsizlik temelli
farklılıklardan hangisinin daha önemli olduğuna” ilişkin sorulan bir soruya verilen
yanıtlar ilginçtir.
Tablo 14: Eşitsizlik Temelli Farklılıkların Önem Derecesi1
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
158
Eşitsizlikler2
N % N % N % N % א
2
Eğitimsel eşitsizlikler 57 57.1 65 67.3 79 54.8 35 54.8 4.39
8
Sınıfsal eşitsizlikler 65 66.7 53 54.2 54 37 33 53.3 21.4
05***
Cinsiyete dayalı eşitsizlikler 20 20.4 10 10.2 100 68.5 26 41.9 102.
351***
Siyasal görüşten kaynaklanan eşitsizlikler
49 51 32 33.3 59 41.1 14 22.1 14.5
63**
Statü eşitsizlikleri 34 34.7 46 46.9 37 24.7 31 48.4 17.4
11**
Mülkiyete dayalı eşitsizlikler
34 34.7 27 28.6 38 26 24 38.7 4.31
2
Etnik temelli eşitsizlikler 18 18.8 10 10.2 35 23.3 14 22.6 7.21
6
*** P < .000 ** P < .01 * P < .05 1 Tablodaki değerler, her katılımcının eşitsizliğiğe en fazla neden olduğunu
düşündüğü üç yanıtının toplamını göstermektedir. Bu nedenle toplamları %100
değildir. 2 Tablodaki eşitsizlikler frekans yüzdesi en yüksek olandan en düşük olana
doğru sıralanmıştır. Buna göre, eğitimsel eşitsizlikler %55.7, sınıfsal
eşitsizlikler %47.6, cinsiyete dayalı eşitsizlikler %36.8, siyasal görüş
farklılıklarından kaynaklanan eşitsizlikler %36.8, statü eşitsizlikleri %34.4,
mülkiyet temelli eşiztsizlikler %29.2 ve etnik temelli eşitsizlikler %17.9
oranında vurgulanmıştır.
Yukarıda sunulan verilere göre, memur sendikalarında sınıfsal, eğitimsel ve
siyasal görüş farklılığından doğan eşitsizlikler, işçi sendikalarında ise eğitimsel,
159
sınıfsal ve statü farklılıklarından doğan eşitsizlikler ilk üç sırayı alırken, kadın
hareketlerinde cinsiyet, eğitimsel ve sınıfsal, çevre ve alternatif yaşam tarzı
hareketlerinde eğitimsel, sınıfsal ve statü farklılıklarından doğan eşitsizlikler ilk üç
sırayı almaktadır. Dikkat edilirse, işçi hareketleri ile çevre ve alternatif yaşam tarzı
hareketlerinin katılımcılarının öncelikle vurguladıkları eşitsizlikler birbirleriyle
birebir örtüşmektedir. Memur sendikaları siyasal görüş farklılıklarına, kadın
hareketleri ise cinsiyet temelli farklılıklara yaptıkları vurgu açısından
farklılaşmaktadır. Her dört hareket tipi de, sınıfsal ve eğitimsel eşitsizliklere vurgu
yapma açısından birbirlerine oldukça benzemektedir. Bu sonuçlar bir başka soruyla,
Türkiye’de acilen çözülmesi gereken üç temel problemin ne olduğu sorusuyla
karşılaştırılınca daha anlamlı olmaktadır. Aşağıdaki tablo bu sorulara verilen
yanıtların her hareket içindeki oranlarını göstermektedir.
Tablo 15: Türkiye’nin Temel Problemleri1
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
Temel Problem2
N % N % N % N % א
2
Ekonomik sorunlar 63 63 59 53.6 78 52 35 54.8 2.61
4
Eğitim sorunu 52 52 50 44.6 45 29.3 20 32.3 15.6
54**
İşsizlik 32 32 51 46.4 49 32 14 22.6 11.6
52**
160
Demokrasi 24 24 8 7.1 49 32 8 12.9 27.1
14***
Gelir dengesizliği 24 24 21 17.9 22 14.7 11 16.1 3.72
7
Siyasetin işleyişi 15 15 18 16.1 19 13.3 8 12.9 .687
Kültürel ve sosyal haklar 11 11 15 12.5 19 13.3 6 9.7 .557
İnsan hakları 11 11 6 5.4 22 14.7 4 6.5 7.31
3
Yoksulluk 2 2 22 19.6 12 8 6 9.7 19.5
16***
Sağlık hizmetleri 17 17 14 12.5 4 2.7 8 12.9 14.4
38***
*** P < .000 ** P < .01 * P < .05 1
Tablodaki değerler, her görüşmecinin Türkiye’nin temel sorunlarının ne
olduğuna ilişkin verdiği üç yanıtın toplamını göstermektedir. Bu nedenle
toplamları %100 değildir. 2 Tabloda gösterilen temel problemler frekans yüzdesi en yüksek olandan en
düşük olana doğru sıralanmıştır. Buna göre, ekonomik sorunlar %55.2, eğitim
sorunları %39.2, işsizlik %34.4, demokrasi problemi %20.8, gelir dengesizliği
%17.9, siyasetin işleyişine ilişkin sorunlar %14.6, kültürel ve sosyal haklara
ilişkin sorunlar %%12.3, insan haklarına ilişkin sorunlar %10.4, yoksulluk
%9.9 ve sağlık hizmetlerine ilişkin sorunlar %9.9 oranında vurgulanmıştır.
Bütün hareket türleri içinde Türkiye’deki temel problemlerin en önemlisi
olarak ekonomik sorunlar gösterilmiştir. Diğer taraftan memur sendikalarında ve
çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde eğitim ikinci sıradayken, işçi
sendikaları ikinci önemli sorun olarak işsizliğe vurgu yapmış, kadın hareketlerinde
161
ise işsizliğin yanında demokrasi de temel sorun olarak görülmüştür. Siyasetin
işleyişine, insan hakları ihlaline, gelir dengesizliğine ve kültürel ve sosyal hakların
engellenmesine ilişkin sorunlara yapılan vurgu hemen hemen bütün hareketlerde aynı
oranlardadır. Bu noktada belki vurgulanabilecek en önemli sonuç şudur: Bir örgüt ve
hareket olarak ekonomik yeniden dağıtım sorunları yeni toplumsal hareketlerin odak
noktaları değildir, ancak bu hareketlerin katılımcıları yine de bu sorunların
farkındadır ve çözülmesi gereken bir problem olarak görmektedirler. Dolayısıyla,
Duyvendak’ın belirttiği gibi, yeni toplumsal hareketlerin günümüzün yeni
hareketlerinin amaçlarının yeniliği göreli bir durumdur (Duyvendak, 1995: 14). Bu
anlamda Cohen ve Arato’nun yeni toplumsal hareketleri sistem/yaşam dünyaları
ayrımının her iki tarafında da etkili olması gereken, yani bir yandan yaşam
dünyasının iletişimsel altyapısını korumak ve geliştirmek için çaba gösterirken, diğer
yandan siyasal ve ekonomik alanda kurumsal değişiklikleri de hedeflemesi gereken
süreçler olarak görmelerinde önemli bir haklılık payı olduğu söylenebilir (Cohen ve
Arato, 1992: 531). Kaldı ki, yukarıda görüldüğü gibi hem kadın hareketlerinin hem
de çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinin katılımcılarının yarısından fazlası,
bütün sivil toplum örgütlerinin Türkiye’deki her türden problemle ilgilenmelerini
talep etmektedir. Bu nedenle sorunlara yapılan vurgularda eski ve yeni hareketler
arasında çok büyük farkların ortaya çıktığını söylemek zordur. Bu durum, her iki
hareketin birbirine oldukça benzer yanları olduğunu gösterdiği gibi, bu benzerlikten
yola çıkılarak aralarında bir takım ortaklıklar kurulabileceğinin de göstergesi
sayılabilir. Dolayısıyla eski ve yeni hareketler karşılıştırıldığında, savundukları
değerler konusunda bu iki hareket biçimi arasında bütünüyle zıtlık olduğu
söylenemez. Bu yargıyı destekleyen bir başka veri, “günümüzde sınıf çelişkilerinden
162
çok kültürel farklılıkların daha önemli olduğu” yargısına katılanların oranlarında
görülmektedir. Bu yargıya, memur sendikalarında %30.4, işçi sendikalarında %42,
kadın hareketlerinde %36.4, çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde %48.3
düzeyinde bir katılım söz konusudur (P=.002). Bu verilerin, yeni toplumsal
hareketlerin sadece kimlik ve kültür temelli farklılıklara vurgu yaptığını
söyleyebilmek için yeterli olmadığını belirtmek gerekir. Dolayısıyla, Türkiye’deki
yeni toplumsal hareketlerin değerler bakımından eski toplumsal hareketlerle
benzerlik taşıdığı ve yeni hareketlerin bir kısmının ideolojik/politik yaklaşımlara
sahip olduğu, bu nedenle de sadece spesifik değil fakat bütünsel sorunlarla da
ilgilenebilecekleri söylenebilir.
Katılımcılar arasında en azından düşünsel anlamıyla böyle bir ortaklık
kurulabilirken, toplumsal hareketlerin genel amaçları açısından önemli farklılıklar
olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Örneğin bir alternatif yaşam tarzı hareketinin
yöneticisi amaçları hakkında şunları söylemektedir:
[Derneğimiz] sağlıklı bir yaşam çevresinin oluşturulması için bir
felsefe geliştirmek üzere çalışmalar yapıyor. Bizim şimdi amaç ve
faaliyetlerimizi, sağlıklı bir yaşam çevresi derken, hem kişinin bilinç
düzeyinde bireysel anlamda bir sağlık, bilincinin ve mantık değerlerinin
böyle sağlam bir zemine oturması, bireyin yaşam çevresiyle kurduğu
mantık zincirinin doğru bir mantık olarak ortaya çıkması. Ve burada
bireyin gelişimine önem ortaya çıkıyor. Türkiye feodal bir kültürden yeni
sanayi toplumuna geçiyor, kapitalist topluma, büyük şehirde yaşama
başlıyor ve o değerlerde aşınma oluyor, kimlik bunalımı başlıyor. Bu
kimlik bunalımında kişinin kendisi ve yaşam çevresini yeniden
tanımlaması ve bu tanımı doğru bir mantık sisteminin üzerine kurması
gerekiyor. Bu anlamda biz bireysel bilinç düzeyinin önemini ortaya
koyuyoruz. Ve kişiye yatırımın, bireye yatırımın ve bunun öğrenen bir
163
organizasyon olarak, kendi bilinciyle seçtiği bir organizasyonda değerler
geliştirmesi, buna zemin hazırlamak üzere kurulduk dernek olarak.
Derneği biz bir platform olarak görüyoruz. Bu platformdaki kendi
sistemini kurmak isteyen, yeni bir felsefe geliştirmek isteyen insanlar
için zemin olarak düşündük. Herhangi bir öğretiyi kimseye önceden
dayatmıyoruz.
Dernek yöneticisinin ortaya koyduğu amaçların, yeni toplumsal hareket
kuramcılarının vurguladığı gibi post-materyal, daha çok kimliğe, kimliğin gelişimine,
yaşam niteliğine ilişkin sorunlarla ilgili olduğu görülmektedir. Buna benzer bir
biçimde bir eşcinsel hareketin katılımcısı kendi hareketlerinin amaçlarını açıklarken
tamamen kimliğe vurgu yapmaktadır.
Bizim özgürlükçü bir perspektifimiz var. Yani, tamamen merkezi bir
iktidarı hedeflemeyen, tahakküm karşıtı, militarizm karşıtı ve
cinsiyetçilik karşıtı bir kanal açmaya çalışıyoruz bu toplumda. Bunun
getireceği özgürlük alanının da illede bir parti örgütlenmesi üzerinden
olması gerektiğini düşünmüyoruz. Bir toplumsal hareket örgütlenmesiyle
bunun mümkün olabileceğini düşünüyoruz.
Diğer taraftan bir çevre hareketinin katılımcısı, daha evrensel, kimlikten çok
ekonomik sisteme vurgu yapan bir amaçlar çerçevesi çizmektedir:
Çalışmaya başladığımız zaman temel ilkeler belirledik......... Tek bir
temel ilkemiz vardı aslında, anti-kapitalist olacak çalışma demiştik........
Yani bir sistem sorunu, toplumsal bir sorun olarak ortaya koyduk çevre
sorununu. Çevre sorunları, genel olarak 1997 den itibaren şu şekilde daha
yoğun olarak ortaya çıktı. Türkiyede ulusal mevzuat, yapısal uyum
programlarıyla birlikte değiştirilmeye başlandı. Türkiye’nin uluslar arası
pazara entegrasyonunu hızlandıracak, bu süreçte ihracata dayalı
büyümeyi perçinleyecek politikalar içselleştirildikçe, şey tarafından,
oligarşi diyelim ya da egemen sınıfların ittifakı tarafından
164
içselleştirildikçe bunun yaratacağı çevresel kriz açığa çıktı. Neydi
bunlar? Bir yanıyla kırsal alanda ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başladı.
IMF reçeteleri uygulanmaya devam ettikçe Türkiye’de kırsal alan ciddi
bir üretim sorunuyla karşı karşıya kaldı. Türkiyenin taahhütleri gereği
köy nüfusunun indirilmesi, yaptığı üretimin ihracatta rekabet edebilir
ürünler olması gerekiyordu. Geleneksel tarım yöntemleriyle ve
geleneksel ürünler üreterek bu pazarda tutunabilmesinin olanağı yoktu.
Geniş köylü kitleleri geleneksel tarım ürünleri ürettikçe bu çatışma ciddi
olarak açığa çıktı. Bu 4-5 yılda tarım alanında böyle bir sorun oldu.
Kentsel alanda yaşanan sorunlarsa genel olarak aslında Türkiye’nin ya da
periferi ülkelerinin diyebilirim yaşadığı kentleşme karakterine uygun
olarak, ulaşım sorunu, barınma sorunu, yoksulluk sorunu, sosyal
politikalarda yaşanan açmazlar bunların bizatihi ekolojik bir hareketin
gündemine girmesine neden oldu. Ve biz [hareketimizi] inşa ederken, bu
sürecin kendisi aslında bir inşa sürecidir, şunu görmeye başladık: bir,
Türkiye’de bunun düşünsel alt yapısının olması lazım, tek bir ekoloji
hareketinden bahsedemeyiz. Tarihsel ve toplumsal referansları itibariyle
ekoloji hareketi bir yerden beslenmek zorundadır. İkincisi, tarihsel
dinamiklerden beslenmek zorundadır. Üç, bu tarihsel dinamiklerle
bağlantılı olarak ekoloji krizinin muhataplarının belirlenmesi lazımdır.
1980 sonrası ve dünyada genel eğilim artık herkesin her şeyden sorumlu
olduğu ve her şeyin herkesin sorunu olduğu genellemeler üzerinden
sorun muğlaklaştırıldı. Neyin kimin örgütü olduğu, kimin neyi
örgütlediği, neyin neyle ilişkili olduğu “post” süreçle birlikte
belirsizleşti. Bunu netleştirebilmek adına [hareketimiz] bu üç soruya
cevap verme ihtiyacı duydu.
Bu uzun alıntının vurguladığı temel noktanın post-materyal/post-modernist
özellikler, kimliğe dayalı bir siyaset ya da kültürel özellikler olduğunu söylemek pek
fazla olanaklı değildir. Tersine, şimdilerde sürekli dillendirilen “post” süreçlerin
yarattığı belirsizliğe muhalefet etmektedir. Gerçi “çevre” sorunuyla ilgilenmenin
165
kendisinin başlı başına bir post-materyalist değer olduğu ileri sürülebilir. Ancak
burada asıl önemli olan ve bir yeni toplumsal hareketi “yeni” yapan özellik, o
hareketin çevre sorununu nasıl açıkladığı ve nasıl çözmeye çalıştığı ile ilgilidir.
Nitekim, kadın hareketi “kadın sorununa vurgu yapmak” açısından hiç de yeni
değildir. Bu hareketlerde bir yenilik aranacaksa, şimdiki kadın hareketlerinin bu
sorunu nasıl gördüklerine, soruna nasıl yaklaştıklarına ve nasıl çözmeye
çalıştıklarına, buna bağlı olarak da eski kadın hareketlerinden hangi noktalarda
farklılaştıklarına bakılmalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz çevre hareketinin katılımcısı
yapılan görüşmenin daha ileriki bir bölümünde, “çevre sorununun sürekli olarak her
durumda bir sistem sorunu, yani, kapitalist sistemin yarattığı bir sistem sorunu olarak
algılanamayacağına ve bu sorunun kapitalist sistemin yarattığı sınıfsal eşitsizliklerle
açıklanamayacağına” ilişkin yargımıza kızgınlıkla şu yanıtı vermiştir:
Biz sizin gibi düşünmüyoruz, alınmayın ama, burjuva düşünme
biçimi sonuçta kendi hegemonyasını her alanda yaratır. Sorunu kavrama
biçimimiz bu konuda temel kriter. Çevre sorununu nasıl kavrayacağız?
İnsan dediğimiz canlı varlık bir yönüyle doğal bir varlık bir yönüyle
toplumsal bir varlıktır. Toplumsal varlık olması doğanın dışında ayrı bir
gerçeklik olması itibariyle onun kendi evrim süreciyle sürekli çatışması
anlamına gelir. Bu çatışmayı bir birliğe dönüştürmenin olanağı vardır.
Yani iki kategorinin de birlikte yaşayabileceği toplumsal düzen nasıl
yaratılacak? Bugün kapitalizm bizim canlı varlıklar olarak varlığımızı
devam ettirmemizin önünde ciddi bir tehdit. Diğer canlı varlıklarla bir
birlik içinde yaşamamız gerekiyor......... Bunun için toplumsalı üretme
biçimimizin değiştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bugün bu toplumsalı
üretme tarzımız kapitalizmdir........ Peki, insan ve doğa arasındaki birliği
ne sağlayacak? Toplumsal üretim ilişkilerimizdeki dönüşüm sağlayacak.
Bu nasıl olacak? Emek dolayımıyla olacak. Yani insanla doğa arasındaki
birliği sağlayacak yegane güç emektir. Yegane proje bugün [hareketimiz]
166
için insanla doğa birliğini sağlayabilecek toplumsallaşmış bir emeğin
yaratılmasıdır....... yani, üretim tarzının sorgulanması gerekir.
[Hareketimiz], sadece çevre sorunlarıyla [ilgilenen] bir politika değil.
Çevre sorunları dediğimiz şey, en basit anlamıyla, şu başlıkları ekolojik
kriz başlıkları olarak değerlendiriyoruz: kentsel sorun alanları, kırsal
sorun alanları, bunun içinde önemli olarak enerji sorunu, tarım sorunu,
kentleşme sorunu ciddi tartışma başlıkları. Sorunu emek dolayımıyla
kurulacak bir birlik olarak tarif ettikten sonra, doğal olarak tarihsel
özneyi de belirliyorsunuz. Bu da emekçi sınıflardır........ekoloji hareketi
kendi toplumsal projesini, emekçi sınıflardan doğru inşa edecektir........
[Hareketimiz] bunun projesidir.
Bu alıntının da gösterdiği gibi, çevre sorunu yerel ve spesifik bir sorun
olmaktan çok daha evrensel ve üstelik sınıfsal bir açıklamaya dayalı bir sistem
sorunu olarak görülmektedir. Dolayısıyla, yeni toplumsal hareketlerin aktörlerinin
kendilerini yerleşik siyasal kodlarla, yani sağ-sol, liberal, muhafazakar, sosyalist,
komünist gibi tutumlarla tanımlamadıklarına ilişkin yeni toplumsal hareket
kuramcıları tarafından (örn. özellikle Melucci, Touraine, Offe) ileri sürülen tezin
doğrulandığını söylemek güçtür. Daha doğrusu, en azından kendisini bu değerler
açısından tanımlayan yeni toplumsal hareketlerin de varlığından bahsetmek daha
anlamlı olmaktadır. Yukarıdaki örneğe benzer olarak, spesifik sorunlarla değil ama
insanları daha evrensel ve politik sorunlar etrafında örgütlemeyi amaçlayan, fakat
yukarıdaki yaklaşımın tersine daha muhafazakar/sağ bir yaklaşım geliştiren bir kadın
derneği başkanı, kendi hareketlerinin amaçları hakkında şunları söylemektedir:
1966 yılında kurulmuş [bir derneğiz]. Faaliyetlerini 38 senedir yürütüyor. Kamu yararına çalışan bir dernektir. Türk devletinin milli varlık ve bütünlüğünün korunmasında, Türk kadınının büyük sorumluluğu olduğuna inanan derneğin gayesi budur. Türk kadınının yuvasını ve yurdunu koruyabilmesi için aşırı ve yıkıcı cereyanlara, çeşitli ideolojilere karşı bilgilendirilmesi, değerlerinin yaşatılması ve çocuklarımıza öğretilmesinde onlara fikren yardımcı olmaktadır. Anneler ideolojik
167
cereyanlardan haberdar olmazsa, bu ülkenin nelerle karşılaşacağından haberdar olmazsa, çocuklarını ikaz edemezler. Ülkemize yönelik bütün yıkıcı faaliyetler. Derneğimiz kurulduğu zaman 1966’da, öldürmeler, cinayetler başlamıştı. Kurulma amaçlarından biri budur. Aşırı cereyanların Türkiye üzerinde oynadıkları oyunlar. Özellikle de komünizmin. O sırada komünizm geldi geliyor, korkusu, endişesi........ kurulma amacı bunlara karşı mücadeledir. Ve bu amacı şimdi biz devam ettiriyoruz.
Bu kadın derneğinin anti-Marksist olduğu söylenebilir, ancak kesinlikle post-
Marksist değildir. Ayrıca kimliğe, yaşam niteliğine vb. post-materyalist değerlere de
vurgu yapmamaktadır. Politik ve ideolojik bir yaklaşıma sahip bir hareket olduğu
söylenebilmesine rağmen, aynı yönetici sivil toplum kuruluşlarıyla ilgili olarak
şunları söylemektedir:
Biz tam [bir] sivil toplum örgütüyüz. Çünkü hiç kimseyle menfaat
bağlantısı olmayan, memleketini düşünen, memleketinin yükselmesi,
yücelmesi için faaliyet gösteren bir örgüt olduğumuz için. İdeolojik
anlamda bir politika yapmıyoruz. Siyasi partide çalışmak isteyen
arkadaşımıza da diyoruz ki buyurun siz oraya gidin, buradan çıkın.
Bu noktada önemli olabilecek göstergelerden biri, herhangi bir harekete
katılan eski ve yeni toplumsal hareket katılımcılarının, kendi katıldıkları hareket
dışında hali hazırda başka hangi hareketlere “katıldığı”na ilişkindir. Nitekim, daha
önce bahsedildiği gibi Inglehart (1990: 52), yeni toplumsal hareketlerin gelişiminde
değerlerin materyalist/post-materyalist yönünün oldukça önemli olduğunu ileri
sürmektedir. Ona göre yeni hareketlere katılım post-materyalist değerlere sahip olup
olmamayla güçlü bir biçimde ilişkilidir (Dalton, vd., 2001: 44). Ne var ki, bu
çalışmada elde edilen veriler hareketlere katılma eğilimiyle post-materyalist
değerlerin benimsenmesi arasında direk bağlantı kurmayı zorlaştırmaktadır (bkz.
tablo 13 ve 14). Benzer biçimde, katıldığı hareket dışında başka bir harekete de
168
doğrudan doğruya “katılan” eski ve yeni toplumsal hareketlerin üyeleri arasında
önemli benzerlikler kurulabilir.
Tablo 16: Diğer Hareketlere Katılım1
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
Katılınan Hareketler N % N % N % N % א
2
Çevreci hareketler 17 17 12 11.1 14 9.5 - - 4.242
Kadın hareketleri 12 12.2 2 1.9 - - 8 13.3 9.932
**
Küreselleşme karşıtı hareketler
14 14 16 14.8 22 14.9 11 19.5 .756
Barış hareketleri 38 38 21 20.7 42 28.4 11 19.5 9.339
*
Anti-nükleer hareketler 6 6 - - 10 6.8 8 13.3 13.20
2**
İşçi hareketleri - - - - 38 25.7 15 23.8 .125
*** P < .000 ** P < .01 * P < .05 1
Tablodaki değerler, her görüşmecinin halihazırda katılmakta olduğu toplumsal
hareketlere ilişkin verdiği yanıtların toplamını göstermektedir. Bu nedenle
toplamları %100 değildir. Tabloda verilen sayı ve yüzdeler ile chi-square
değerleri, bir hareketin katılımcısının kendisinin içinde bulunduğu harekete
benzer hareketlere ilişkin verdiği yanıtları içermemektedir. Örneğin, kadın
hareketleri katılımcılarının kadın hareketlerine katılıp katılmadığı konusundaki
yanıtları tabloya alınmamıştır.
169
Yukarıdaki tablo dikkatle incelendiğinde, işçi ve memur sendikaları üyeleri
ile kadın dernekleri üyelerinin, örneğin çevreci hareketlere, küreselleşme karşıtı
hareketlere, barış hareketlerine ve anti-nükleer hareketlere katılımları arasında büyük
farklar olmadığı görülebilir. Aynı benzerlik, çevre ve alternatif yaşam tarzı
hareketleriyle de kurulabilir. Öyleyse, eski ve yeni hareket katılımcılarından
hangileri post-materyalist değerlere sahiptir? Ya da, eski hareket katılımcıları da yeni
hareketlere katılanlar gibi bir takım post-materyalist değerler mi taşımaktadır? Ne
var ki, genel olarak değerlendirildiğinde herhangi başka bir harekete katılma oranları
hem eski hem de yeni hareketlerde oldukça düşüktür. En yüksek oran memur
sendikaları üyelerinin barış hareketlerine katılımında ortaya çıkmaktadır (%38).
Kaldı ki, gerek eski gerekse yeni hareketler içerisindeki aktörlerin başka bir derneğe
üye olma oranları da pek yüksek değildir. Başka bir derneğe üye olanların oranı,
memur sendikalarında %14.9, işçi sendikalarında %30.2, çevre ve alternatif yaşam
tarzı hareketlerinde %39.3 ve kadın derneklerinde %32’dir (P = .005). Memur
sendikalarındaki oranların diğerlerinden daha düşük olmasının, materyalist ya da
postmateryalist değerlere sahip olup olmamayla açıklanabileceğini söylemek gerçeği
yansıtmayacaktır. Nitekim, tablo 16’da görüldüğü gibi memur sendikaları
katılımcılarının başka bir harekete katılım eğilimine ilişkin oranları diğer hareketlerle
hemen hemen aynıdır. Ama söz konusu olan üyelik olunca, memur sendikalarının
katılımcılarının başka herhangi bir derneğe üye olabilmesinde ortaya çıkabilecek
yasal sorunlarla karşılaşabileceği düşünülürse, memurların başka tür bir derneğe
üyelik oranlarının düşük olmasının nedenini burada aramak daha gerçekçi olacaktır.
Diğer taraftan, işçi sendikaları ile diğer iki hareketin başka bir derneğe üyelikleri
arasında çok büyük farklar olmadığı söylenebilir. Belki de bu sonuçlar karşısında
170
söylenebilecek en önemli şey, gerek eski gerekse yeni toplumsal hareket
katılımcılarının kendi katıldıkları hareket dışında herhangi bir başka harekete
katılımlarının post-materyalist değerleri benimsemiş olmakla ilintili değil, fakat
başka ölçütlerle ilgili olabileceğidir. Nitekim daha ileride görüleceği gibi, belki
devletin baskıcı yapısı, eşit ve adil koşullarda katılımı sağlayan bir kamusal alanın
yokluğu, ülkenin ekonomik ve siyasal koşulları, örgütlerin anti-demokratik yapısı vb.
türünden özellikler, bir toplumsal harekete katılımı, herhangi bir değeri benimsemiş
olup olmama ölçütünden daha fazla etkileyen bir ölçüt olabilmektedir.
Buraya kadar elde edilen veriler göz önüne alındığında Türkiye’deki yeni
toplumsal hareketlere ilişkin bir kaç nokta önem kazanmaktadır. Bunlardan birincisi,
yeni toplumsal hareketlerin kendi aralarında yapı, katılımcılar ve ideoloji ve amaçlar
açısından önemli farklılıklar taşıyor olmasıdır. Bu nedenle yeni toplumsal hareketleri
“yeni” yapan temel özelliklerin bu ölçütlerden yola çıkılarak anlaşılabileceğini
söylemek tamamen olanaklı değildir (benzer sonuçlar için bkz. Pichardo, 1997;
Kitschelt, 1990; Rochon, 1990). Kaldı ki, yeni toplumsal hareket teorilerinin
genellikle sol/sosyalist eğilimli hareketleri açıklamaya çalıştığı düşünülürse, daha sağ
eğilimli hareketleri bu teorilerden yola çıkarak anlamak olanaksızlaşmaktadır.
Nitekim, örneğin “Türk kimliği”ni öne çıkaran bir milliyetçi/muhafazakar hareketi
yeni toplumsal hareket olarak görmemek için hiçbir neden yoktur. Ne var ki, ulusal
kimliğe vurgu yapan bir hareketin “yeni”liğinden bahsetmek de bütünüyle olanaklı
görünmemektedir. Oysa yeni toplumsal hareket teorileri genellikle sağ kökenli
hareketleri marjinalleştirir ve onları hesaba katmaz. İkincisi, bu “yeni” hareketlerin
bir çoğu, katılımcılar, yapı ve amaçlar açısından eski hareketler olarak adlandırılan
işçi ve emekçi hareketleriyle önemli benzerlikler gösterirken, bir kısmı ise farklı
171
niteliklere sahiptir. Bu iki özelliğe bağlı olarak söylendiğinde üçüncü bir özellik daha
ortaya çıkmaktadır ki, o da, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin farklı
toplumlardaki (özellikle Batı ve Doğu Avrupa’daki) yeni toplumsal hareketlerden
önemli ayrımlar içermesidir. Bu anlamda, yeni toplumsal hareketlerin konjonktürel
olduğundan ve her toplumda kendilerine özgü biçimlerle ortaya çıktığından
bahsetmek olanaklıdır. Ne var ki, bu noktada önemli bir sorun ortaya çıkar ki, o da,
her ülkenin kendi koşullarına bakılarak değerlendirildiğinde yeni toplumsal
hareketlerin her zaman ‘biriciklikler’, yani hep ait olduğu topluma özgü olan
özellikleri taşıyacağı meselesidir. Elbette ki bu sorun sadece Türkiye’deki yeni
toplumsal hareketler için değil, diğer toplumlardaki hareketler için de geçerlidir. Bu
durumda yeni toplumsal hareketlere ilişkin her şeyi bir özgünlük/yenilik/farklılık
olarak sürekli yeniden keşfetmek gibi bir problem ortaya çıkar. Ne var ki aslolan,
yeni toplumsal hareketleri tarihsel ve toplumsal olarak somutlaşmış bir grup/hareket
tarzı/örgütlenme biçimi olarak kavramak/anlamak gerektiğidir. Nitekim Marx, somut
olanı anlatırken “somut, birçok belirlenimin yoğunlaşması, dolayısıyla çeşitliliğin
birliği olduğu için somuttur” (Marx, 1979: 37) demektedir. Türkiye’deki yeni
toplumsal hareketler söz konusu olduğunda bu belirlenimler, azgelişmişlik ve geç
kapitalistleşmiş olmak, sürekli olarak yaşanan ekonomik krizler, yarı feodal nitelikler
taşımak, azgelişmiş bir demokrasi, sivil toplum ve siyasal yapıya sahip olmak,
yukarıdan kurulmuş bir modernizm, bu modernizmin Kemalizm dolayımıyla
kurulmuş olması, nüfusunun Müslüman olması vb. özellikler bağlamında ortaya
çıkar.64 Türkiye’deki yeni toplumsal hareketleri böylesi belirlenimler etrafında
64 Nitekim, Latin Amerika ve Avrupa’daki toplumsal hareketler üzerine yapılan bazı araştırmalar, bu toplumlardaki toplumsal hareketler arasında bu toplumların kendi özgül koşullarından kaynaklanan çok önemli farklılıklar ortaya çıkarmışlardır. Örneğin Slater’a gore, devlet iktidarının merkezileşmesinin derecesi, devletin sosyal güvenliğe ilişkin işlevleri, devletin sivil topluma nüfuz
172
somutlaştırarak anlamaya çalıştığımız zaman, bir taraftan kendisine özgü özellikleri,
diğer taraftan ise bu belirlenimlerin benzerini yaşamış/yaşıyor olan diğer
toplumlardaki yeni toplumsal hareketlerle arasındaki benzerlikleri saptamak olanaklı
olabilir. Bu durumda, yeni toplumsal hareketlerin neden her toplumda farklı bir
takım özelliklere sahip olduğunu anlamak kolaylaşacaktır. İleride görüleceği gibi,
yeni toplumsal hareketler ile emek hareketleri arasındaki bağlantı da bu
somutlaştırmadan yola çıkılarak ortaya konulabilir. Öyleyse, farklılıkların ve
benzerliklerin bir arada kavranması ancak böyle mümkün olabilir. Bu nedenle, bu
çalışmada yeni toplumsal hareketlerin farklılıklarına/çeşitliliklerine vurgu yapılarak
amaçlanan şey onları ‘yerelleştirmek’ değil, aslında tarihsel olarak somutlaşmış bir
hareket ve örgütlenme biçimi olarak kavrayabilmektir. Bu açıdan düşünüldüğünde,
Türkiye’de modernleşmenin yukarıdan, çoğu zaman devlet eliyle gerçekleştirilmiş
olması, geç kapitalistleşmiş olmak ve dolayısıyla post-endüstriyel toplum niteliği
taşımıyor olmak Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin diğer toplumlardan neden
farklılaştığını ve Türkiye’deki eski ve yeni toplumsal hareketler arasındaki
benzerlikleri açıklayabilirken, Türkiye’deki İslamcı, Kemalist, sosyalist, milliyetçi
vb. siyasal yaklaşımların birbirleriyle gerilimli ilişkisi yeni toplumsal hareketlerin
kendi aralarındaki farklılıkları açıklayabilmektedir. Dolayısıyla, her ne kadar bir
takım kuramcılar tarafından bir hareketin örgüt yapısı, katılımcılarının yaş ve sınıf
yapısı, amaçları ve değerleri onları eski sınıf temelli hareketlerden ve partilerden
ayıran temel özellik olarak görülüyor olsa da, bu ayrımlar Türkiye’deki yeni
toplumsal hareketler için düşünüldüğünde onları eski sınıf temelli hareketlerden
ayıran temel ayrım noktaları olarak gösterilemez (benzer sonuçlar için bkz. Hellman, etme derecesi gibi farklılıklar Latin Amerika ve Avrupa’daki yeni toplumsal hareketlerin gelişiminin neden farklı olduğunu açıklar (akt. Hellman, 1992). Yeni toplumsal hareketler, Latin Amerika’da bu belirlenimler etrafında somutlaşmaktadır.
173
1994; Hilgers, 2003). Bu etkenler daha çok ikincil düzeyde belirleyici ve
farklılaştırıcı olabilmektedir. Daha çok, yukarıda belirtilen Türkiye’ye özgü
belirlenimler çerçevesinde düşünüldüğünde, eski ve yeni hareketler arasında örgüt
yapısı, benimsenen değerler, başka hareketleri destekleme potansiyelleri açısından
benzerlikler ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan, ileride de görüleceği gibi, özellikle
hareketlerin savunduğu ideolojik/politik yaklaşımlar, eski hareketleri yeni
hareketlerden ve yeni toplumsal hareketleri birbirlerinden ayıran bir etken olarak
ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda yeni ve eski hareketler arasında önemli benzerlikler olduğuna
değinilmişti. Bu, bir kez daha tekrar etmiş olmak pahasına da olsa söylenmesi
gereken önemli bir noktayı oluşturmaktadır: Türkiye’de eski ve yeni toplumsal
hareketler arasına keskin ayrımlar konulamamaktadır. Bu özellik ise, sadece
Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlere özgü olarak düşünülemez. Nitekim, bazı
Güney ve Latin Amerika ülkelerinde yapılan araştırmalarda benzer sonuçlara
ulaşılmıştır (Hellman, 1994; Hilgers, 2003). Çünkü bazı Latin ve Güney amerika
ülkeleri, özellikle ülkedeki ekonomik sorunlar, devlet iktidarının merkezileşmesi,
devletin sivil toplum alanına nüfuz etme derecesi gibi özellikler söz konusu
olduğunda Türkiye’dekine benzer sorunları deneyimlemiştir.65 Örneğin, Hellman
(1994)’ın Meksika’daki yeni ve eski toplumsal hareketleri karşılaştırmalı olarak
çalıştığı araştırmasında ulaştığı sonuçlar bu çalışmada elde edilen sonuçlarla
uyuşmaktadır.
65 Aslında bu yaklaşıma benzer olarak, yeni ve eski toplumsal hareketlerin birbirleriyle farklılıkları da açıklanmaya çalışılmıştır. Örneğin Cotgrove ve Duff (2003: 77-78)’a gore, her iki hareket türünün sahip olduğu değerler ve inançlar arasındaki farklılıkların nedeni, kısmen de olsa bu hareketlerin toplumdaki temel ekonomik kurumlarla ilişkilerinin farklılığında aranabilir.
174
Meksika hareketlerine ilişkin çalışmamda, geçmişle kopuştan çok bir süreklilikle karşılaştım. Kırsal hareketlerin ne temel amaçlarının ne de taktik ve stratejilerinin çok belirgin olarak değişmediğini farkettim. Bu süreklilik, Meksika politik sistemindeki yavaş değişimi yansıtır. Eski örgütlerin stratejisi, tıpkı yeni olanlar gibi, kendilerini önce yerel sonra ulusal düzeyde güvenilecek bir güç olarak oluşturmak, ve eninde sonunda devletten tavizler koparmaktı. 1968’den önce kullanılan teknikler bugünkü hareketler tarafından kullanılan baskı ve seferberlik taktiklerinden çok farklı değildi. Gösteriler, oturma eylemleri, protesto yürüyüşleri, dilekçe vermeler ve mektup yazma kampanyaları eski hareketlerin kullandığı taktiklerdi (Hellman, 1994: 130).
Buradan yola çıkarak, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin eski sınıf
temelli hareketlerden tam bir “kopuş” yaşamadığı, doğrusu, aralarında bir
“süreklilik” kurulabileceği söylenebilir. Bu anlamda Offe, Wallerstein ve
Williams’ın yeni toplumsal hareketlere ilişkin ileri sürdükleri yaklaşım ve
gözlemlerin Türkiye’deki yeni toplumsal hareketleri daha iyi açıklayabildiğini
söylemek olanaklıdır. Eski ve yeni toplumsal hareketler arasında kurulabilen
benzerlik ve farklılıklar, onların farklı kimliklere yaklaşımlarında, devlet
kurumlarıyla ilişkilerinde ve birbirleriyle ilişkilerinde önemli etkilere de sahip
olabilmektedir.
4.2. Sivil Toplum, Demokrasi ve Devlete Bakış Açısından Eski ve Yeni
Hareketler
Eski ve yeni hareketlerin üye ve yöneticileri sivil toplum kuruluşları
kavramını genel olarak “hak arama, özgürlükleri koruma aracı”, “hükümet dışı
örgütler”, “demokrasinin kendisi”, “toplumun kendisi”, “bir amaç için mücadele
eden insan toplulukları”, “devletin politikalarına muhalefet”, “tüm kitle örgütleri”,
“birey ve devlet arasında aracı örgütler” biçiminde tanımlamaktadırlar. Diğer
taraftan, sivil toplumun ne olduğuna ilişkin önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır.
Bir memur sendikasının yöneticisi bu konuda şunları söylemektedir.
175
Kendimizi sivil toplum örgütü olarak görmüyoruz, demokratik
merkeziyetçiliği esas alıyoruz ama kitle örgütünü de dışlamıyoruz. Biz
demokratik kitle örgütüyüz çünkü çalışan kesimin sendikasıyız. Sivil
toplum kuruluşları sermaye tabanlı örgütlerdir. Bu örgütler neo-liberal
dalganın beraberinde getirdiği örgütlerdir. Sivil toplum örgütleri sert
esen rüzgarı yumuşatmaya dönük, devlet ve toplum arasında köprü
vazifesi kuran örgütlerdir. Mesela, biz TESEV’den farklıyız. Sivil
toplum örgütlerinin varlığını reddediyorum. Bu örgütler toplumun
muhalefetini, biriken öfkesini dindirip çatışmayı engellemektedir.
Ne var ki, bir başka memur sendikasının yöneticisi sivil toplum ve STK’lara
ilişkin tamamen farklı bir yaklaşım geliştirmektedir.
Biz bir sivil toplum örgütüyüz. Çalışanların onurlarıyla
yaşayabileceği bir ücrete sahip olmaları, ülkedeki iç ve dış konularla ilgili
müdahilliğimizi ortaya koyabilmek amaçlarımız arasındadır. Bize göre
sivil toplum bir ülkedeki demokrasinin önünü açan, ülkeyi yönetenlere
yol gösteren, ülkenin geleceğini garantiye almaya çalışan kuruluştur.........
Bir ülkenin demokratikliği sivil toplum örgütleri ile belli olur. Katılımcı
demokrasi ile problemler çözülür; görüş almakla, sormakla sorunlar
halledilir, hedefe böyle ulaşılır.
Sivil topluma ilişkin olarak farklı bakış açıları, yeni toplumsal hareketlerin
katılımcıları ve yöneticileri arasında da görülebilmektedir. Nitekim, bir çevre
hareketinin katılımcısı sivil topluma ilişkin şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
Biz bir sivil toplum örgütü olabiliriz, sivil toplumun örgütüyüz. Ama
sivil toplum dediğimiz şeyin mutlak anlamda sürekliliğini, bunun
genişlemesi, büyümesini savunan, sivil toplum alanının devletin alanını
küçülterek faaliyet yürüten bir STK değiliz. Devletle sivil toplum
176
arasında bir karşıtlık varsa bunu ortadan kaldırmaya yüreğini koymuş bir
sivil toplum örgütüyüz.
Bu çevre hareketinin katılımcısının tersine, bir alternatif yaşam tarzı
hareketinin katılımcısı sivil topluma ilişkin şunları söylemektedir.
Bizim sivil toplumdan anladığımız şu: sivil toplumu bir takım
sorumlulukları bireyin bilincine alması ve sorumluluk alanını, etkinlik
alanını politikadan daha kurtararak genişletmesi olarak anlıyoruz...........
Politikayla sivil toplum daha karşıt yani.......... sivil toplum bilinçli olursa
bence, sivil toplumun bu kadar güçlendiği yerde gerçek demokrasi
olabilir. Tamamen devletleşmediği, sorumluluğun devlete verilmediği,
geniş tabana yayıldığı ve sadece bir açıdan değil de evrensel açıdan da
değerlerin pratik edilebildiği [bir alan]
Bu tanımlamalarda ortaya çıkan önemli ayrım noktalarından biri, yeni
toplumsal hareketlerin “siyasal boyutlar karşısında toplumsal yaşamın sivil toplum
boyutunun genişlemesine işaret ettiğini” (Johnston, vd. 1994: 5-6; Pakulski, 1993:
131) söylemenin bütün yeni toplumsal hareketler için geçerli olmadığıdır. Nitekim,
bir kadın derneğinin üyelerine uyguladığımız görüşme formundaki “sivil toplum
sizce nedir” sorusuna, üyelerin bir kısmı “böyle bir şey yok” yanıtını, bazıları ise
“egemenlerin çıkarlarına hizmet eden kuruluşlar” yanıtını vermiştir.
Bu verilerin göstermiş olduğu asıl önemli nokta, sivil toplum ve STK’lara
ilişkin değerlendirmelerin çoğunlukla “devlet” ve “devlet kurumları”nın temel
alınarak yapılıyor olmasıdır. Yani, bir kısım hareketler sivil toplum kavramını
reddederken ya da devletin politikalarına karşı muhalefet olarak değerlendirirken ve
bazıları sivil toplumu devletin bir takım görevlerini yerine getiren ve devletin
177
müdahale etmediği alan olarak düşünürken, kullanılan ölçüt her zaman “devlet”
olmaktadır (benzer bir sonuç için, bkz. Akşit, vd., 2002). Dolayısıyla sivil topluma
ilişkin yaklaşımlar, bir hareketin katılımcıları ve yöneticilerinin kendi politik ve
ideolojik tercihleri çerçevesinde yapılmaktadır. Bu yaklaşımlar içerisinde gerek eski
hareketler gerekse yeni hareketler arasında sivil toplumu tanımlama biçimleri
hakkında bir takım farklılıklar ya da benzerlikler kurulabilmesi pek olanaklı değildir.
Çünkü aynı hareket türleri içerisinde birbirinden çok farklı tanımlar da
yapılabilmektedir. Ama asıl ortaklık, bütün hareketlerin sivil toplum tanımlarında
devleti temel almasında kurulabilir.
Gerek eski gerekse yeni hareketlerin katılımcılarının sivil topluma ilişkin
tanımlarında en dikkati çeken şeylerden biri, sivil toplum kavramı ile sivil toplum
kuruluşu kavramlarını birbirinin koşulu olarak görmeleridir. Aşağıdaki tablo, sivil
toplum ile sivil toplum kuruluşları kavramları arasındaki ilişkinin nasıl algılandığını
göstermektedir.
Tablo 17: Sivil Toplumda Sivil Toplum Kuruluşlarının Önemi
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
N % N % N % N % N %
STK’lar Sivil toplum için zorunludur
81 82.7 60 57.7 113 75.7 42 72.4 296 72.5
178
STK’lar olmadan da sivil toplumdan bah- sedilebilir
13
13.2
22
21.2
25
17.6
12
20.7
72
17.6
Fikri yok 4 4.1 22 21.2 10 6.7 4 6.9 40 9.8 TOPLAM 98 100 104 100 148 100 58 100 408 100
א 2= 26.526 P < .000
Sivil toplumun oluşumuyla sivil toplum kuruluşlarının varlığının birbirleriyle
özdeşleştirilmesinin, sivil toplum kuruluşlarının sadece varlığının demokrasinin ve
sivil yapıların oluşumunu garanti etmektedir (Akşit, vd., 2002) biçiminde
algılanamayacağını da vurgulamak gerekir. Nitekim, eski ve yeni hareketlerin
katılımcılarının yaklaşık %44’ü (P=.012) Türkiye’de var olan sivil toplum
örgütlerinin yeterince çok ve çeşitli olduğunu düşünmesine rağmen, sadece %20.8’i
(P= .024) bu örgütlerin yeterince demokratik olduğunu söylemektedir. Bu anlamda
düşünüldüğünde, sivil toplum örgütlerinin yeterince çeşitli ve çok olması beraberinde
yeterince demokratik bir yapıyı oluşturamamaktadır. Bu durum demokrasinin
gelişebilmesi için katılımcı ve herkese açık bir diyalog ortamının var olabildiği bir
kamusal alanın da gerekli olduğunu göstermektedir (Akşit, vd., 2002: 407-408).
Nitekim, toplumsal hareket katılımcılarının yaklaşık %79’u baskıcı bir devletin
varlığını Türkiye’de güçlü bir sivil toplumun gelişminin önünde en önemli engel
olarak görmekte, ikinci sırada %52 oranla eğitim düzeyinin düşüklüğü gelmektedir.
Benzer olarak, muhalif fikirlerin Türk devleti tarafından bir tehdit olarak algılandığı
yargısını memur sendikaları üyeleri %95.7, işçi sendikaları üyeleri %79.2, kadın
hareketi katılımcıları %89.7 ve çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinin
katılımcıları %75.9 oranında onaylamaktadırlar. Bu sonuçlar, bazı sosyal bilimcilerin
Türkiye’de güçlü, merkezi ve baskıcı bir devlet yapısının var olduğuna ilişkin
ulaştıkları yargıyı destekler niteliktedir (Dodd, 1992; Dursun, 1997; Heper, 1991 ve
2000; Szyliowicz, 1966; Ergil, 2000; Barkey, 2000; Mardin, 1969; Kazancıgil,
179
2000). Benzer bir biçimde, gerek eski gerekse yeni toplumsal hareket katılımcılarının
çoğunluğu hükümetlerin sivil toplum kuruluşlarına yeterince önem vermediğini
belirtmekte, bunun nedeni olarak da hükümetlerin muhalefet istememesini
göstermektedirler. Hükümetlerin STK’lara önem vermemesinin ikinci nedeni olarak
ise, STK’ların kendi siyasal perspektiflerine yakın olmamaları gösterilmektedir.66
Dolayısıyla, Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının çokluğuna rağmen gerek devletle
ilişkilerde gerekse bu kuruluşların birbirleriyle ilişkilerinde müzakereci bir ortamın
yeterince sağlanamamış olması demokrasinin gelişmesinin önünde engeller
oluşturmaktadır. Aşağıdaki tablo, hükümetlerin sivil toplum kuruluşlarına önem
vermemesinin nedenlerinin ne olduğuna ilişkin soruya verilen yanıtları
göstermektedir.
Tablo 18: Sivil Toplum Kuruluşlarına Önem Verilmemesinin Nedenleri
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
N % N % N % N % N %
Muhalefet istemiyorlar 63 68.4 86 82.7 79 61.5 38 73.1 266 70.4 STK’lar güvenilir değil 2 2.2 4 3.8 4 3.1 - - 10 2.6 Kendi siyasetlerine yakın olmadıklarından
26 28.2 14 13.5 38 29.2 14 26.9 92 24.4
Diğer 1 1.2 - - 9 7.2 - - 10 2.6 TOPLAM 92 100 104 100 130 100 52 100 378 100
א 2= 25.148 P < .05
Yukarıdaki sonuçlar göz önüne alındığında, hem eski hem de yeni toplumsal
hareket katılımcılarının devlet ve hükümetlerin baskıcı ve otoriter yapısından
66 Devletin STK’lara güvenmediği ve onları sürekli denetlemeye çalıştığına ilişkin benzer bir tesbit için (bkz. Akşit, vd., 2002: 414).
180
yakındıklarını söylemek olanaklı. Anlaşılan o ki, buradaki veriler sivil toplum
örgütlerinin çeşitliliğinin devletin küçülmesini ve demokratikleşmesini peşi sıra
getirmediğini, böylesi bir demokratikleşmenin ancak başka gelişmelerle
gerçekleşebileceği yargısını pekiştirmektedir. Bu gelişmelerin ise, toplumsal
hareketlerin gerek devletle gerekse de üyeleri ve birbirleriyle ilişkileriyle ilgili
olduğu söylenebilir.
Bu konuda değinilmesi gereken bir başka nokta, eski ve yeni toplumsal
hareket katılımcılarının nasıl bir demokrasi algısına sahip olduklarına ilişkindir.
Görüşme formunda toplumsal hareket katılımcılarına, “demokrasi eşitlikten çok
çoğulculuk ve farklılıkların tanınması demektir” yargısına katılıp katılmadıkları
sorulmuştur. Memur sendikaları üyelerinin %79.2’si, işçi sendikaları üyelerinin
%67.3’ü, kadın hareketi katılımcılarının %77.9’u, çevre ve alternatif yaşam tarzı
hareketlerine katılanların %75.9’u bu yargıya katıldıklarını belirtmişlerdir (P = .019).
Dolayısıyla, eski ve yeni toplumsal hareket katılımcılarının çoğunluğu demokrasiyi
“eşitlik” olarak değil fakat daha çok “farklılıkların tanınması ve çoğulculuk”
biçiminde algılamaktadır. Ne var ki, Türk toplumundaki farklı kimliklere nasıl
yaklaştıklarına/baktıklarına ilişkin soruya verdikleri yanıt buradaki demokrasi
anlayışlarıyla çelişki içerisindedir. Çünkü bu soruya verdikleri yanıtlar, farklılıkların
tanınması ve çoğulculuğun yerleşmesinden çok, “öteki”ni dışlama biçiminde ortaya
çıkmaktadır ki, dolayısıyla bu durum yukarıdaki demokrasi anlayışlarıyla çelişen bir
sonuç olarak değerlendirilebilir. Aşağıdaki tablo, eski ve yeni toplumsal hareket
katılımcılarının toplumda kendisini ifade etmeye çalışan farklı kimliklere ne
derecede “olumlu” baktığını göstermektedir.
Tablo 19: Farklı Kimliklere Bakış1
181
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
Farklı Kimlikler N % N % N % N % א
2
Türban takanlar 28 29.2 42 42 107 75.7 26 44.8 56.6
59***
Eşcinseller 60 63.8 20 21.3 60 44.8 43 73.3 52.2
99***
Kürtler 76 79.2 76 77.6 124 89.9 46 79.3 8.00
3*
Aleviler 80 83.3 74 78.7 123 88.4 44 75.9 6.14
7
İslamcılar 20 20.8 20 21.3 86 63.2 9 18.5 69.5
48***
Feministler 52 53.1 30 34.1 102 76.1 40 71.4 43.9
54***
Çevreciler 9 97 90 97.8 138 97.2 58 100 2.45
6
*** P < .000 ** P < .01 * P < .05 1
Tablodaki değerler her katılımcının farklı kimliklerin hangisine “olumlu”
baktığını göstermektedir. Bu nedenle toplamları %100 değildir.
Farklı kimlikler olarak düşünülüğünde Aleviler, çevreciler ve Kürt’ler bütün
toplumsal hareketler tarafından yaklaşık olarak aynı oranlarda ve yüksek düzeyde
olumlu karşılanmaktadır. Ne var ki, eşcinseller, türban takanlar, İslamcılar ve
182
feministler söz konusu olduğunda aynı değerlendirmede bulunmak zordur.
Dolayısıyla, bir taraftan farklılıkların tanınması ve öteki’ne saygı yönünde bir
demokrasi talebinin varlığı söz konusuyken, diğer taraftan farklı kimliklerin
bazılarına olumsuz yaklaşımların bulunması ve bunların dışlanması birbiriyle çelişen
bir durum olarak değerlendirilebilir. Bu sonuç, sadece eski hareketler için değil fakat
yeni toplumsal hareketler için de geçerli görünmektedir. Bu anlamda yeni toplumsal
hareketlerin farklı kimliklerin kendisini ifade edebildiği bir kamusal alanın
yaratılmasında eski hareketlerden daha etkili olacağı yönünde bir yargının bütünüyle
desteklenmediği söylenebilir. Her iki toplumsal hareketin katılımcıları da bu konuda
önemli bir takım çelişkiler ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, sadece devletin
politikalarının ve sivil toplum alanına nüfuz etmenin derecesi değil, fakat aynı
zamanda gerek eski gerekse yeni toplumsal hareket katılımcılarının sivil toplum
alanındaki diğer kimliklere, eşdeyişle “öteki”ne bakışı, tartışma ve müzakereye
dayalı bir kamusal alanın yaratılmasını engelleyici bir özellik sergilemektedir.
Dolayısıyla, sorun sadece devletin sivil topluma müdahalesini azaltmakla, devletin
küçülmesini sağlamakla ya da devletin merkeziliğini azaltıp yerelleştirmekle
çözülebilecek gibi görünmemektedir. İleride görüleceği gibi, toplumsal hareketlerin
ve sivil toplum kuruluşlarının birbirleriyle ilişkisi ve birbirlerine yaklaşımı da,
Habermas’ın deyişiyle müzakereci bir kamusal alanın yaratılmasını engelleyici bir
takım sorunlar içermektedir.
4.3. Devlet Kurumlarıyla İlişkiler Açısından Eski ve Yeni Hareketler
Günümüzün belirleyici bir biçimde tartışılan siyasal sorunlarından biri, devlet
iktidarının sivil toplumu yok etmesini önleyecek mekanizmaların kurulmasının
gerekliliği üzerinedir. Devlet ve sivil toplum ilişkisi bu anlamda, çoğulcu ve kendi
183
kendini örgütleyebilen, devletten bağımsız bir sivil toplumun varlığı çerçevesinde
demokrasinin geliştirilmesi biçiminde algılanır. Nitekim, gerek müzakereci gerekse
agonistik demokrasi yaklaşımları, devlet ve sivil toplum ayrılığını demokrasinin ve
çoğulculuğun ön koşulu olarak değerlendirir.
Daha önce değinildiği gibi bu konuda Habermas’ın teorisi üç temel çerçevede
biçimlenir. Bunlardan birincisi, devletin ekonomik yaşama kapsamlı olarak
müdahale etmesinin yarattığı meşruluk krizidir. İkincisi, sitem ile yaşam dünyası
arasındaki ayrıma dayanmaktadır. Son olarak Habermas, dikkatimizi karar alma
süreçlerine bireylerin katılımını sağlayabilen ve böylece de tabandan bir denetimi
sağlayan “kamusal iletişim mekanı”nın varlığına çeker (Habermas, 1999). Böylece
de, demokratik toplumlarda meşruiyetin, herkesin katıldığı özgür ve kısıtlamasız bir
kamusal müzakereye dayandırılması gerektiği ileri sürülür (Benhabib, 1999b: 102).
Bu kavramsallaştırmanın da farklı dünya görüşleri ve yaşam biçimleri karşısında
tarafsız olduğu iddia edilir (Habermas, 1996: 288). Modern toplum tek taraflı bir
ussallık tarafından yönetilmektedir ve buna karşılık Habermas’ın önerdiği iletişimsel
ussallıktır. Demokratik meşruluğun normatif anlamı ve toplum üyelerinin politikaya
katılımları için önemli bir araç sayılan müzakereci demokratik siyaset (Young, 2001:
672; Kohn, 2000; Parkinson, 2003; Kelly, 2004; Smith ve Wales, 2000; Weeks,
2000), Habermas’a göre, liberal ve cumhuriyetçi demokrasi modellerinden farklı
olarak devleti merkeze koymayan, merkezsizleştirilmiş bir toplum imgesi ortaya
koyar. Burada amaç, devlet toplum ilişkilerinin daha fazla demokratikleştirilerek
yeniden kurulmasıdır. Habermas’a göre liberal ya da Locke’çu yaklaşım, siyaseti
devlet yönetimi (kamu idaresi araçları) ve kişisel çıkarlar arasında arabuluculuk
yapma olarak düşünürken, Cumhuriyetçi görüşte siyaset bu arabuluculuk işlevinden
184
çok, tekil toplulukların birbirlerine bağımlılıklarının farkına vardıkları, müzakereye
tam açık yurttaşlar olarak hareket ederek karşılıklı tanımaya dayanan ilişkilere önem
verdikleri ve dayanışma ve ortak karar yönelmenin mümkün olduğu bir araç olarak
algılanır (Habermas, 1999: 37-38). İletişimsel ussallık ise kamusal alanı
canlandırarak demokratikleşmenin yolunu açacak bir araç olarak görülür. Böylece,
müzakereci demokrasi açısından emel önemi olan nokta, bir yönetim birimindeki
yurttaşlar, gruplar, hareketler ve örgütler arasında görüş oluşturma, tartışma,
müzakere ve çekişmeden oluşan bir “kamusal alan”ın bulunduğu düşüncesidir
(Benhabib, 1999b: 121) ve kamusal bir müzakere alanı demokratik kurumların
meşruiyeti açısından zorunludur. (Benhabib, 1999b: 102). Stratejik ve araçsal eyleme
zıt olarak, demokratik diyaloga temel olan şey “müzakeredir”. Böylesi bir
müzakereci akıl, eşitlikçi, zor yoluyla olmayan, aldatma, hile, güç ve stratejiden
bağımsız olarak işler (Smith ve Wales, 2000: 53).
Müzakereci demokrasi savunucularının tersine agonistik demokrasiyi öne
çıkaran kuramcılar, sivil toplum örgütlerinin gerek devlet kurumlarıyla gerekse kendi
aralarındaki ilişkilerde çeşitlilik, çoğulculuk ve çatışmanın bir arada yaşayabileceğini
öngörür. Onlara göre siyasetin temeli çatışmadır. Bu çatışan çıkarlar arasında
demokratik bir eşdeğerliliğin yaratılabilmesi, “farklı grupların kimliklerini
dönüştürecek yeni bir ortakduyunun” geliştirilebilmesiyle olanaklıdır (Mouffe, 1994:
192). Laclau ve Mouffe’a göre, siyasal mücadeleyi tek bir birleşik kanala akıtmak
demek, demokrasiyi heba etmek, farkların zenginliğini tek bir özne konumuna
indirgeyerek yok saymak anlamına gelir.
[Radikal demokrasi projesi]....... modernitenin demokratik projesini
izlemeyi ve derinleştirmeyi bir görev olarak önüne koymuştur. Böyle bir
strateji bizden, Aydınlanma’nın soyut evrenselciliğini, özcü bir toplumsal
185
totalite anlayışını ve üniter bir özne mitini ilga etmemizi ister (Mouffe,
1994: 196).
Dolayısıyla demokratik bir toplum, Habermas’cı değişik müzakereci
yaklaşımların ileri sürdüğünün tersine, birbiriyle uyumlu birey ve gruplardan
oluşmuş bir toplum olarak kavranamaz. Böyle bir kavrayış, asıl olarak
“çoğulculuktan kaçış”tan (Mouffe, 2002: 95) başka bir şey değildir. Bunun yerine,
kamusal alan, öteki tanımının yapılmasıyla birlikte kimlik ve fark temelinde
düşünülmeli ve demokrasi de bu farklılıklar temelinde kurulmuş çoğulcu bir biçime
bürünmelidir. Çünkü politika, “bir farklılık ve çatışma temelinde birliğin
yaratılmasıyla ilgilidir” (Mouffe, 2002: 106) ve çatışma ya da antagonizmaların
ortadan kaldırılması olanaklı olmadığı gibi, böyle bir çaba demokrasiyle uyuşmaz.
Bu çalışmada elde edilen veriler, bir takım devlet kurumları ile eski ve yeni
toplumsal hareketlerin ilişkisinin, müzakereci olmaktan çok çatışmalı ve çekişmeli
bir özelliğe sahip olduğunu göstermektedir. Nitekim, devletin sivil toplum
örgütlerine nasıl yaklaştığına ilişkin sorulan soruya çoğunlukla olumsuz yanıtlar
verilmiştir. Aşağıdaki tablo bu soruya verilen yanıtları göstermektedir.
Tablo 20: Devlet’in STK’lara Yaklaşımı
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Devletin Yaklaşımı N % N % N % N % N %
Olumlu ve işbirliğinde bulunuyor
- - - - 1 0.7 5 7.4 6 1.5
186
Destekliyor ancak işbirliği yapmıyor
12 12.5 14 14.8 16 11 6 10 48 12
Desteklemiyor ve işbirliği yapmıyor
24 25 35 35.2 28 19.2 10 16.7 97 24
Kontrol altına almak istiyor
44 45.8 33 33.2 34 23.3 22 36.7 133 33
STK’ların niteliğine göre değişiyor
14 14.6 16 16.8 61 41.1 15 26.7 106 26.5
Zamandan zamana değişiyor
2 2.1 - - 6 4.1 2 3.3 10 2.5
TOPLAM 96 100 98 100 146 100 60 100 400 100
א 2= 62.133 P < .000
Gerek eski gerek yeni hareketler içinde devletin sivil toplum kuruluşlarına
yaklaşımının olumsuz olduğuna ilişkin ortak bir kavrayışın varlığından söz edilebilir.
Benzer bir değerlendirme, bu hareketlerin devlet kurumları ile ilişkileri sırasında
alınacak kararlara katılma sürecinde de ortaya çıkmaktadır. Nitekim, bir çevre
derneğinin başkanı devlet kurumlarının kendilerine yaklaşımına ilişkin şunları
söylemektedir.
Devlet kurumlarıyla, belediyelerle ve çevre bakanlığıyla ilişkilerimiz
oldu. Sivil toplum örgütlerini bakanlık çağırıyor. O kadar tartışmadan
sonra yine onların dediği oluyor. Bakanlıklarla ilişkilerimizde etkili
olamıyoruz. Bütün işleri devlete bırakmayın, bunlar STK’ların işi
diyorlar ama davulu bize taşıtıp tokmağı onlar vuruyorlar. Dolayısıyla
devletle ilişkilerimiz hep onların lehine oluyor.
Buna benzer olarak bir alternatif yaşam tarzı hareketinin yöneticisi, var olan
mevcut yasaların kendi hareketlerini nasıl sınırlandırdığını anlatırken, bunun bilinçli
biçimde yapıldığına özellikle vurgu yapmaktaydı.
Yasaya uyma anlamında ciddi şekilde engelleniyoruz. Yani şimdi biz potansiyel suçlu olarak kabul ediliyoruz. Ve bu çok bilinçli yapılıyor. Ve bugün dernekler kanunu suçlu olarak kabul edilmeniz üzerine kurulmuş. Gerçek olan derneklerin çalıştırılmayıp menfaat gruplarının rahat çalışabileceği bir hale gelmiş. Dernekler masasının yapısı tamamen ilkel. Her şeyden, her türlü alt yapıdan yoksun. Tamamen suçlu tespitine, ileride devletin her an seni kapatabileceği bir şekle göre düzenlenmiş. En son dernekler kanununda çağdaş anlamda düzenleme yapıldı deniyor........... buradaki cezalara bakın mesela. Bir gönüllü kuruluş için oldukça ağır cezalar var. Yani burada istediği anda sizi
187
kapatabilir, istediği anda hürriyeti bağlayıcı anlamda suçlayabilir. [Hareket olarak devlet kurumlarını etkileme şansı] kesinlikle yok...... Öyle bir çaba da yok, öyle bir ortam da yok, öyle bir niyet de yok.
Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Özellikle sendika yöneticilerinin
neredeyse tamamı devletin kendilerine karşı bir önyargı içerisinde olduğunu
söylemekte ve sendikal mücadeleyi sürekli azaltma çabası içinde olduğuna vurgu
yapmaktadır. Diğer taraftan, devletin sürekli işbirliği içinde bulunduğu bir takım
hareketler de vardır. Bir kadın derneği yöneticisi kendilerinin devlet kurumlarıyla
ilişkilerini aktarırken şunları söylemektedir.
Devlet kurumlarıyle elbette ilişkilerimiz oluyor. Hiçbir sorunumuz olmuyor, gayet güzel. Milli eğitim bakanlığıyla bizim bir temasımız var. Nasıl aşırı cereyanlar derken ülkemizi bölmeye yönelik cereyanlar varsa, şu anda da madde bağımlılığı ile alakalı gençlerimizi mahvetmeye yönelik tehlikeler var. Alkol, özellikle esrar vs. gibi. Biz MEB’le bu konuda böyle bir proje hazırlayalım, sizinle birlikte çalışalım dedik ve son derece iyi şeyler aldık. Hiç bir devlet kurumuyla hiç bir sorun yaşamıyoruz.
Burada belirtilmesi gereken nokta, devlet ile toplumsal hareketler ilişkisinin
üç değişik biçim aldığıdır. İlk olarak, yukarıdaki birkaç örneğin gösterdiği gibi,
devletin bazı sivil toplum kuruluşlarına karşı tavrının tamamen dışlayıcı bir biçim
almış olduğu görülmektedir. Bu anlamda, sivil toplum alanının “çok sayıda çatışma
ve güç odakları –ve dolayısıyla sömürü, baskı ve dışlama odaklarından” (Hall, 1995:
120) oluştuğu söylenebilir. Dolayısıyla sivil toplum alanı, Laclau ve Mouffe’un
söylediği gibi uzlaşmaya değil fakat çatışma ve çelişkilere dayalı bir alan olarak
düşünülebilir. Ne var ki, devlet ile var olan bu çatışmalar agonistik bir demokrasinin
gelişmesini de sağlamamaktadır. Çünkü buradaki dışlama ve çatışma ilişkisi, yine
devlet ve hükümetlerin bu hareketler üzerine baskı kurabilmesi mantığı üzerine
kurulmuştur. Kaldı ki, bu baskı ilişkisi Mouffe’un deyişiyle “hasım” (yani “dost
düşmanlar”) olmaktan öte, bazı STK’lara ve toplumsal hareketlere karşı “düşmanca”
188
olabilmektedir.67 İkincisi, bunun tam da tersi bir biçimde, devlet kurumları ve
hükümetler bazı sivil toplum kuruluşlarını desteklemekte, onlarla sürekli ilişkide
bulunmaktadır. Bu iki farklı tavırdaki ayırıcı nokta, o hareketin ya da sivil toplum
kuruluşunun siyasal ve ideolojik tutumuyla ilgilidir. Nitekim, İslamcı bir siyaset
benimsediklerini açıkça söyleyen ve türbanlı kadınların sorunlarına ilişkin faaliyet
yürüten bir kadın derneğinin yöneticisi, son dönem hükümetle ilişkileri hakkında
şunları söylemektedir.
Devlet kurumlarıyla ilişkilerimiz AKP ile başladı. Benzeri dışlama
mekanizmaları oluyor bazen. Fakat AKP’yle birlikte biraz daha adım
atılabildi. Ancak sivil örgütler yine de çok fazla dinlenmiyor. Suç biraz
da sivil örgütlerde. Çünkü [henüz] sivil örgütler mantığı gelişmemiş.
İdeolojik hareket ediyorlar. Hükümet de bu nedenle onları dinlemiyor.
Bizi neden dinliyor?
Hükümetin kendilerini neden dinlediğine ilişkin sorunun yanıtı aslında
açıktır. Çünkü bu kadın derneğinin yöneticileri politik/ideolojik perspektifleri
açısından var olan hükümetle bir çok ortak noktaya sahiptir. Buna rağmen
kendilerinin ideolojik/politik bir tavıra sahip olmadıklarını iddia etmektedirler.
Böylesi bir yaklaşım sivil toplum alanının apolitik bir alan olarak algılanması
anlamında da önemlidir. Atatürk’çü bir perspektiften yola çıkarak çalışma
yaptıklarını söyleyen bir başka kadın derneğinin yöneticisi ise yeni kurulan
hükümetle ilişkilerine ilişkin daha farklı bir tutum içindedir.
67 Bunun en son örneği, şu anki AKP hükümetiyle Alevi dernekleri arasında çıkan tartışmada yaşanmıştır. Bu tartışmada Cem Vakfı başkanı İzzettin Doğan, bundan önceki hükümetlerin Alevi kuruluşlarıyla sürekli temas halinde olduğunu, AKP hükümeti döneminde ise diyalogun tamamen koptuğunu ifade etmektedir. Ona gore Cem Vakfı gibi kuruluşlar tamamen devre dışı bırakılmıştır (Radikal Gazetesi, 9 Ekim 2004). Bu türden örnekler hükümetlerin toplumsal hareketlere ne denli politik yaklaştığının da göstergesidir.
189
Biz dernek olarak devletle bir sıkıntı çekmedik açıkçası. Çok köklü
bir dernek olmamızdan kaynaklanıyor belki, 51 yıllık bir dernek,
kurucumuzun Afet İnan olması etki yapıyor. Bir de amacımız siyasi
değil. Biz kadının üzerine yoğunlaşmış çalışma yapıyoruz ve daha ziyade
bilimsel çalışmalara yönelik çalışıyoruz. Bir kermes düzenlemeyiz, bir
yemek vermeyiz mesela. KSS [Kadının Statüsü ve Sorunları] genel
müdürlüğüyle ilişki içindeyiz yoğun olarak. Kültür bakanlığıyla
ilişkilerimiz oluyor. Devlet kurumlarıyla ilişkilerimiz iki sene önce daha
iyiydi. Yeni hükümetle [AKP] birlikte biraz daha kötüleşti....... Öte
yandan, son yıllarda IMF nin talimatıyla kamu yararı kararı alınmış
derneklere dahi bütçede pay ayrılmamasına karar verildi, dolayısıyla
devlet desteği bitti. Sonra ekonomik kriz girdi, şirketlerden sponsorluk
yapması için taleplerimiz reddildi. Sadece bizim dernek için
söylemiyorum, genelde dernekler maddi sıkıntı içinde.
Bir çevre derneğinin 60 yaşındaki kadın yöneticisi ise, hükümetle ilişkileri
konusunda hükümetin politikalarını etkileyememekten yakınmaktadır.
Çevre ve Orman Bakanlıkları her şeye bizi çağırıyor. Ancak onların
politikalarını belirleyemiyoruz. Bir yeri satacaklarsa satıyorlar, bize
sormuyorlar. Şimdikiler ise [AKP Hükümeti] hiç danışmıyorlar.
Akıllarına ne koyuyorlarsa onu yapıyorlar. O nedenle etkili olamıyoruz.
Diğer taraftan, devlet kurumlarıyla ilişkilerinde hiçbir sorun olmadığını
söyleyen bir kadın derneğinin yöneticilerinden biri, siyaset yapıp yapmama
konusunda şunları dile getirmektedir.
Siyaset partilerde yapılacak bir şeydir. STKlarda değil. Disiplinli bir
toplumda kurumlar vardır. Bu kurumların belli işlevleri vardır ve üstelik
de bu anayasada belirtilmiştir. Disiplinli toplum budur. Siyaset siyasi
partilerde yapılıyorsa ben oraya gitmek mecburiyetindeyim. Güzel siyasi
190
fikirlerim olabilir. Ben gider orada söylerim bunları. Belki kabul
ettiririm, belki gündeme getiririm vs. Ama ben sivil toplum örgütünde,
bu şehirleşme sürecinde o kadınlar o kadar acı çekiyorlar ki,
kadıncağızların yuvaları dağılıyor, ve bunun sebebi şehirleşme sürecinde
yaşanan çalkantılar. Benim yapacak bu işim varken, ben siyasetle niye
uğraşayım? Benim fikirlerim olabilir, onları dinleyecek yerler siyasi
partilerdir. Ben bunu böyle düşünüyorum yani.
Bu düşünceye oldukça benzer biçimde, bir çevre derneğinin başkanı devletle
herhangi bir sorun yaşamamalarının nedeni olarak şunları söylemektedir.
Biz kuruluşumuzdan beri devletle herhangi bir problem yaşamadık.
Ama hiçbir rejimle sıkıntımız olmadı. Uç/radikal/eylemci olmadığımız
için.
Aynı yönetici, ülkede aslında bir demokrasi sorununun da olmadığını, bu
sorunun bazıları tarafından bilinçli olarak yaratıldığını ileri sürmekte, Türkiye’deki
temsili demokrasi sisteminde de hiç bir sorun görmemektedir. Bütün bunlara örnek
olarak da, kendi faaliyetlerinde her zaman devlet kurumlarından destek
alabildiklerini göstermektedir. Bu durum ise, devlet kurumlarıyla kurulan ilişkilerin
hareketlerin politik yapısıyla ilişkili olduğunu düşündürtmektedir.
Eski hareketler olarak adlandırılan sendikaların bir kısmı politik bir kimliğe
sahip olduklarını açıkça belirtmekte, bazıları ise politik/ideolojik bir tavıra sahip
olmadıklarını ifade etmektedirler. Benzer bir biçimde, yukarıdaki örneklerde de
sergilendiği gibi bazı yeni toplumsal hareket katılımcıları politik bir kimlik
sergilemekten özel olarak kaçınmaktadır. Devlet kurumlarıyla ilişkiler konusunda
belki de oldukça işe yarayan bu tavır, sivil toplum kuruluşlarının katılımcılarını
giderek daha fazla apolitikleştirmeye/depolitize etmeye başladığı oranda önemli bir
191
sorun olarak düşünülebilir. Nitekim, sivil alanın kendi iç yapısı ve işleyişinin asıl
olarak politik olduğunu söylemek olanaklıyken, devletin gözünde olumlu bir imaja
sahip olan bazı toplumsal hareketlerin apolitik kimlik taşıdıklarını söylemeleri
sorunlu bir durum yaratır. Dolayısıyla, bu noktada asıl olarak vurgulanması gereken,
bu türden örgütlerin varlığı ile başka bir şeyin, siyasallığın yokluğu arasında yakın
bir ilişki olduğudur. Diğer taraftan, devletin ve hükümetlerin toplumsal hareketlerle
ilişkisini belirleyen asıl etken, o hareketin sahip olduğu ideolojik ve politik
yaklaşımla belirlenmektedir. Ne var ki, gerek politikaya karışmama gerekse devlete
ve hükümete uygun politik yaklaşımları savunma yoluyla devletle kurulan iyi
ilişkiler, Habermas’cı anlamda bir müzakere sürecine girmiş olmak anlamında da
değerlendirilemez. Çünkü Habermas için, siyasetin paradigması diyalog (Habermas,
1999: 37) olmasına rağmen, buradaki ilişki, devletle iyi bir diyaloga girmiş olmaktan
çok, yeni toplumsal hareketlerin “sistemin kenar süsüne” dönüşmeye başladığını
göstermektedir. Nitekim, bu hareketlerin bütünlüklü bir toplum projesi üretememesi
ve siyaset yapmamaya ilişkin tavırları (Bora, 1997: 32) hem müzakereci bir
demokrasinin hem agonistik bir demokrasinin hem de eleştirel bir yurttaşlık
bilincinin gelişmesine bir takım engeller oluşturmaktadır. Yine de, eski ve yeni
toplumsal hareketlerin katılımcılarının çoğunluğu sivil toplum kuruluşlarıyla devletin
iyi bir iletişime girerek dayanışma ilişkisi kurabileceklerini düşünmektedir. Tablo 21,
toplumsal hareket katılımcılarının devlet ve sivil toplum kuruluşarının birbirleriyle
dayanışma ilişkisine girip giremeyeceği sorusuna verdikleri yanıtları göstermektedir.
Tablodan izlenebileceği gibi, gerek eski gerekse yeni toplumsal hareketlerin
katılımcıları, devlet ile sivil toplum kuruluşlarının birbirleriyle dayanışma ilişkisine
girebileceğini düşünmektedir.
192
Tablo 21: Devlet ve STK’lar Arası İletişim
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Devlet ve STK’lar Dayanışma İçine Girebilir
N % N % N % N % N %
Katılıyorum 53 54.7 56 52.8 85 59.8 32 59.3 226 56.5 Kararsızım 13 14.1 18 17 29 19.4 10 18.5 70 17.5 Katılmıyorum 30 31.2 32 30.2 30 20.8 12 22.2 104 26 TOPLAM 96 100 106 100 144 100 54 100 400 100
א 2= 5.017 P > .542
Devlet ile toplumsal hareketler ilişkisinde devletin bu hareketler ve
örgütlenmeler karşısında takındığı üçüncü tavır, bazı hareketleri bütünüyle
görmezden gelmesi, dolayısıyla hiçbir ilişkide bulunmamasıdır. Nitekim, bir çevre
hareketi katılımcısı devlet kurumlarıyla ilişki kurmanın gerekli olduğunu ancak
bunun olanaklı olmadığını söylemektedir.
Devlet kurumlarıyla ilişki kurmak zorundasınız, ama nasıl kuracaksınız, çok önemli. Türkiye’de Rio konferansından sonra ulusal bir çalışma yapıldı ve bu çalışmaya STK’lar çağrıldı. Fakat genelde bu çalışmada devlet nihayetinde bir zor aygıtı, belirli bir sistemin yürütücüsü, burjuva iktidarının temsilcisi ise elbette kendi politikasına yakın insanlarla bir program çıkarır. Siz istediğiniz kadar önergelerinizi verin, sorunlarınızı iletin sizinle muhatab olmayacaktır. Johannesburg zirvesi sürecinde de aynı sorunlar yaşandı. Fakat devlet kurumlarıyla ilişkiye geçmek çok önemli. Devlet dediğimiz şey de kendi içinde hiçbir çelişkisi olmayan bir kurum değil. Orada da vicdanı sızlayan insanlar var, bu sorunlardan rahatsız olan insanlar var, kimi yasaların, yönetmeliklerin geçmesi için süre uzatan insanlar var. Bunlarla kimi zaman ilişkilerimiz oluyor. Ama bunlar kurumsal ilişkiler değil. Kurumsal olarak ilişki kurabilmenin de bizim açımızdan bir yolu yordamı yok. Kuramazsınız. İlişki kurabilirsiniz de, ortak çalışma yapamazsınız. Çünkü hayata geçirmek istediğiniz toplumsal projenin muhattapları farklı.
Bu çalışmada elde edilen veriler, devlet kurumları ile toplumsal hareketlerin
birbirlerine karşı tavırlarının müzakereci bir demokratik yapının oluşmasını
193
engelleyici bir durum ortaya çıkardığını göstermektedir. Çatışma ve çelişkiler
çoğunlukla devletin toplumsal hareketleri kontrol altına alma politikalarıyla
şekillendiği için, agonistik bir demokrasinin ve kamusal alanın oluşması da mümkün
olamamaktadır. Ne var ki, aşağıda görülebileceği gibi, sadece devletle ve
kurumlarıyla ilişkiler düzeyinde değil fakat toplumsal hareketlerin birbirleriyle
ilişkileri ve birbirleri karşısındaki tutumları da bu türden bir demokrasinin gelişimine
engeller oluşturmaktadır.
4.4. Toplumsal Hareketler Arası İlişkiler ve İletişim Açısından Eski ve
Yeni Hareketler
Klaus Eder, toplumun üç farklı düzeyde insan etkileşimini içerdiğini ileri
sürer: (a) Mikro düzey, arkadaşlar, komşular ve bireyler arası kişisel ilişkileri içerir.
(b) Mezo düzey, sivil dernekler, toplumsal hareketler, etnik ve dinsel gruplar ile sivil
toplum kurumları ilişkilerini içerir. (c) Makro düzey ise, devlet kurumları, ekonomi
ve karar organlarını içermektedir (aktaran, Blaug, 1996: 56-57). Müzakereci
demokrasi kuramcılarına göre ideal olan şey, demokrasinin bu üç düzeyde de yer
almasıdır. Ne var ki, müzakereci demokrasi kuramları özellikle makro düzeyden
bütünüyle uzaklaşıp, mikro düzeye ise çok fazla değinmeden, özellikle mezo düzeye,
yani, sivil toplum kuruluşlarına ve bunların birbirleriyle ilişkileri arasında kurulacak
bir demokrasiye önem verirler. Kısaca, müzakereci bir demokrasinin uygulama
mekanı, mezo düzey, yani toplumsal hareketler, gönüllü kuruluşlar arası ilişkilerdir.
Daha da önemlisi, böylesi bir demokrasiyi hayata geçirebilecek olan birlik ve
örgütlenmeler bütün sivil toplum kuruluşları değildir. Bu noktada yaşam alanına
vurgu yapan yeni toplumsal hareketler ön plana çıkmaktadır. Böylece, devlet
kurumları ve kamusal alan birbirinden ayrıldığı gibi, müzakereci demokrasi de devlet
194
kurumlarının dışına yerleştirilerek, daha önce bahsettiğimiz merkezsiz demokrasi
anlayışına uygun olarak, demokrasi devlet merkezli olarak değil fakat resmi olmayan
derneklerdeki konuşma/tartışma/müzakereye dayalı olacaktır. Nitekim yeni
toplumsal hareketler, “siyasal kamusal alanın çevresel ağlarını” (Remer, 1999: 50)
oluştururlar. Bu anlamda Habermas’ın müzakereci demokrasi anlayışı, “dağınık sivil
toplum örgütleri üzerine kurulmuş informel bir özgür kamusal iletişim hattı” (Cohen,
1999b: 389) olarak işlev görür. Dolayısıyla, çağdaş siyasal teorisyenler arasında
“müzakerenin demokrasiyi zenginleştirdiği ve kararların niteliğini artırdığı” (Stokes,
1998: 123) üzerine hakim bir görüş gelişmiştir ve böylesi bir demokrasi anlayışının,
vatandaşların toplumsal konumuna ve güce bakılmaksızın, taleplerini ortaya koymak
için eşit söz hakkına sahip olmasını gerektirdiği vurgulanmıştır (Young, 1999: 177;
Cohen, 1998: 193). Gould’a göre böylesi bir tanım, devlet ve ekonomiyi
kamusallığın dışında görerek, siyasal düzen alanını devlet olarak idareye, ekonomiyi
ise sırf araç-amaç ilişkisine dayalı özel alana indirgeme eğilimindedir (Gould, 1999:
248).
Bu çalışmada elde edilen veriler, Türkiye’deki hem eski tip emek
hareketlerinin hem de yeni toplumsal hareketlerin birbirleri arasındaki ilişkilerin,
müzakereden çok dışlama temeline dayandığını göstermektedir. Birbirlerine benzer
olan ya da aynı konuda çalışan hareketler bile sadece zaman zaman bir araya
gelmekte, bu durumda bile bir takım sorunlar yaşamaktadırlar. Bu hareketler
arasında bir dayanışmanın, işbirliği ilişkisinin geliştiğinden, birbirlerini düşman
olarak değil fakat “dost” düşmanlar” olarak gördüklerinden bahsetmek pek fazla
olanaklı olmamaktadır. Nitekim, bir sendika yöneticisi, kendi hareketlerinin ve
195
örgütlenmelerinin bir rakibinin/düşmanının olup olmadığına ilişkin bir soruyu
aşağıdaki gibi yanıtlamıştır.
Mevcut hükümet de dahil olmak üzere tüm hükümetler bizim
rakibimizdir düşmanımızdır. [Hareketimizin] en büyük rakibi devlettir,
hükümetlerdir, sermaye, iktidar sahipleridir ve tabii ki aynı alandaki
rakip sendikalardır. İktidarlar kendi sendikalarını kurarak emek
mücadelesini zayıflatmaya çalışırlar. Devlet en büyük ayrımcıdır, kendi
kurduğu sendikaları tutmaya, desteklemeye çalışmakta ve eğitimin çeşitli
alanlarında getirdiği kadrolarla bize karşı rekabetini sürdürmektedir.
Rüşvet dağıtarak, insanları belli mevkilere getirmeyi vaat ederek kendi
tarafına çekmekte ve bizim karşı tarafımızda durmaktadır.
Burada vurgulanması gereken nokta şudur: Sadece devlet hasım olarak
görülmemekte, aynı zamanda kendisiyle aynı alanda faaliyet gösteren diğer
hareketler de devlet destekli ya da devletin çıkarlarını savunan örgütler olarak
görülmekte ve dışlanmaktadır. Diğer taraftan, siyasal ve ideolojik olarak benzer
tutumlara sahip olunduğu anda özellikle farklı alandaki örgütlerle daha yakın ilişkiler
kurulabilmektedir. Bu durumu bir sendikanın yöneticisinin şu sözleri de
doğrulamaktadır.
Emek platformu kapsamında diğer örgütlerle bir dizi ilişkiler süreci
vardır; fakat ilişkilerimiz hep mesafelidir, çünkü onlar zamanında
sendika kurduğumuz için bizi cezalandırmışlardır. Genel anlamda bazı
eylemlere katılmada, aynı alandaki diğer sendikalar kitlelerini katma
konusunda yetersizler, devletin çağrısı üzerine çalışanların talepleriyle
ilgili zaman zaman ortak çalışmalar yürütülmektedir. [Hareket] olarak
biz, eğitimle ilgili sorunlar konusunda zaman zaman çeşitli kurumlarla,
örgütlerle bir araya gelmekteyiz. Biz daha çok Halkevleriyle, Pir Sultan
Abdal Derneğiyle ve bunun gibi kuruluşlarla bir araya geliyoruz.
196
Bir işçi sendikasının yöneticisi de benzer açıklamalarda bulunmaktadır.
Sendikalar arasında görüntüde birliktelik varmış gibi görünüyor.
Zaman zaman bir araya gelen konfederasyonlar, tam tersi olarak
tabandaki birliğin önünü kesen bir kastlaşma görevini görmektedir.
Zaman zaman yerel birliktelik girişimlerimiz oldu, [ama bundan] genel
merkezimiz rahatsız oluyor.
Diğer taraftan, hareketler arası rekabet sadece sendikalara özgü bir durum
değildir. Nitekim, aynı alanda faaliyet gösteren yeni toplumsal hareketler arasında
da bir takım sorunlar yaşandığını söylemek olanaklıdır. Bir alternatif yaşam tarzı
hareketinin katılımcısı toplumsal hareketler arası ilişkilerle ilgili olarak şöyle bir
genel değerlendirme yapmaktadır.
Mevcut Türkiye’deki STK’lar mümkün olduğu kadar işbirliğinden yana değiller. Dernekler belli kişilerin kontrolünde dernekler. Ve o kişilerin menfaatine yönelik, yani onların medyatik olması, ileride milletvekili, bakan olması, kişisel menfaatlere yönelik faaliyet içindeler. Ve her hangi bir dernekle görüşmemizde adamın ilk incelediği şey, acaba siz onun amaçları için ne kadar uygunsunuz? Ona bakılıyor. O şekilde değerlendiriliyor...... biz oldukça fazla dernekle ortak eylem, ortak çalışma, ortak deneyim, değişim üzerine yazışmalar yaptık, hiç birinden sonuç alamadık. Öyle bir niyet de yok yani. Derneklerde öyle bir niyet de yok......... adam sizin ne kadar medyatik olduğunuza bakıyor, gücünüzün ne kadar olduğuna bakıyor. Ona göre değer veriyor. Dinlemiyorlar. Herkes de zaten bir ben bilirimcilik var. Ortam hiç müsait değil yani, ne bilinç düzeyi ne konjonktür.
Benzer biçimde bir kadın derneğinin yöneticisi, diğer kadın dernekleriyle
ilişkilerinde yaşadıkları sorunları şu biçimde aktarmaktadır.
Kişilik sorunları. İsim, benim ismim. Veya ben baş köşeye oturacağım. Fedakarlıktır dernek çalışması. İsimler olmaz. İsim geçmez. Böyle sorunlar yaşanıyor tabi. Ben konuşacağım türünden. Bencillik. Bireyselleşiyorlar............ sonra, siyasi görüş farklılıkları oluyor doğal olarak. Bu çalışmalar yapılırken siyasi görüşler etkin olmaya çalışıyor. Bizim zaten siyasi hiç bir şeyimiz yoktur. Dernekler kanununda zaten siyasete karışılmaz diye bir hüküm vardır. Bir çizginiz vardır. Afet İnan’ın kurduğuna göre çizgimizin ne olduğu belli. Atatürk’ün manevi kızının kurduğu derneğin çizgisi asla değişmez............ bizden sonra gelenler de aynı çizgide olacaktır. Dernek olarak doğrudan tabi ki siyaset yapamayız. Ben buna karşıyım. Dernek çünkü sosyal amaçla
197
kurulmuştur. Ama, politika yapılmaz derken de herkese buyur mevlana gibi, yok onu da yapmıyoruz. Yani bir takım siyasi görüşte olanlarla, köktenciler ile ilgili iş birliğimiz yok. Bu da bir politikadır........... bizim [burada İslamcı bir kadın derneğinin ismini veriyor] gibilerle ilişkimiz olmaz.......... pozitif ayrımcılık gibi onlarla ortaklaştığımız konularda da çalışmam açıkçası. Niçin? Eğer o düşünceyi [pozitif ayrımcılık düşüncesini] taşıyorsa kafasında gönülden, zaten öyle olmaz. Bu o zaman onun bir yerde, aldatmaca, takiye gibi gelir bana........... Aldatmaca olacağına inanırım. O yüzden çalışmam yani. Çünkü gerçekten buna inanan insan zaten kafasını kapatıp, taaa buralarına kadar kıyafetle dolaşmaz.
Böylesi bir söylem, sadece aynı alandaki derneklerle ilişkilerinin sorunlu
yapısını değil, fakat farklı kimliklere de yaklaşımının oldukça çatışmalı olduğunu
göstermektedir. Ama her hareketin de kendi alanında çalışan diğer hareketlerle
çatışma içinde olduğunu söylemek doğru olmaz. Nitekim, bir çevre hareketi
katılımcısı diğer çevreci hareketlerle müzakere ve anlaşmaya dayalı ilişkiler
kurabildiklerini söylemektedir.
Genel olarak biz kampanyalar üzerinden bu insanlarla, çevreci
örgütlerle ilişki kurmaya çalışıyoruz. Bu konuda dıştalamaya
çalışmıyoruz. Yani şunlarla ilişki kurulur, bunlarla ilişki kurulmaz
gibisinden bir tarzımız yok........... Bizimle ortak yol yürümek isteyenler
yürür, yürümek istemeyenler yürümez, ikna edebildiklerimizle, ya da
bizi ikna ederlerle yürürüz, ikna edemediklerimizle yürümeyiz.
.................... [Ankara dışındaki örgütlerle ilişkilerimizde] sorunlar
olmuyor. Kampanya örgütlerken önce ortak bir metin çıkarıyoruz. Ortak
metin çıktıktan sonra artık onun ekseninde politika tartışıyoruz ve ortak
bir ilkeler bütününden oluşan bir çalışma yönergesi hazırlıyoruz. Bir
yürütme kurulu ve çalışma komisyonu oluyor........... ortada kurumsal bir
ilişki olduğu için de bu tür sorunlar olmuyor. Sorunlar olduğunda da
çözebilecek bir mekanizmanız oluyor.
Diğer taraftan, hem eski hem de yeni hareketlerin kendi faaliyet alanlarından
farklı faaliyet alanındaki örgütlerle kurdukları ilişkiler de çoğu zaman savunulan
198
siyasal/ideolojik düşünceler çerçevesinde oluşmaktadır. Dolayısıyla, burada kurulan
ilişki biçimi hareketlerin aynı değerleri savunması, yani, yaşam niteliğine ilişkin, iyi
yaşama ilişkin ya da bir takım spesifik konulara ilişkin vurguların aynı olması
üzerinden değil, fakat daha çok aralarındaki siyasal/ideolojik ayrımlar ya da
benzerlikler aracılığıyla olabilmektedir. Buna rağmen yeni toplumsal hareketlerin
bir çoğu politika yapmadıklarını da söylemektedir. Nitekim, bir kadın derneğinin
yöneticisi kendi hareketlerine karşı diğer örgütlerin tavırlarının nasıl olduğunu şöyle
anlatmaktadır.
Burada köy dernekleri var. Bunun dışında [burada bir kültür
derneğinin adını veriyor] derneği var. İşte Cem Evi var......... şairler
derneği filan var. İşçi kültür evi var. STK’lar açısından oldukça yoğun
bir çevre. Şimdi bunlar ile ilişkimiz şu şekilde olmuştur ki, onlar bizden
yararlanmayı düşünmüştür, ama bize katkı vermeyi düşünmemiştir. Köy
derneklerine gelince, uzun bir süre karşıdan baktılar, anlamadılar yani
biz ne yapıyoruz....... Köy derneklerindekilerin eşlerini buraya toplamaya
gayret ettim......... Köy derneklerinden randevu alıyoruz. Onlar kendi
hanımlarını topluyor. Gidiyoruz orada toplantı düzenliyoruz vs..........
Yine ilişkileri biz düzenliyoruz, olması gereken nedir buna karar
veriyoruz. Ve biz kendimiz gidiyoruz ve ilişkileri biz kendimiz
düzenliyoruz. ...... Köy derneklerinin şimdi buraya bakışı oldukça sıcak,
yani bizimle işbirliği yapmaya hazır hale geldiler. Fakat bir [aynı kültür
derneğinin adını vererek devam ediyor].......... derneği oldukça kibirli bir
tavır takınıyor............ çok uzun süre [bizim projelerimize] kulaklarını
tıkadılar......... onlarla ilişkilerimizde o arkadaşların kibirli
davranmalarının çok büyük önemi var. Yani belki de küçümsüyorlardır,
bizim siyasetle uğraşmamamız, vs. bir takım böyle ağdalı ne bileyim
iddialı laflar etmememiz vs.......... çok kibirli düşünceler içinde
bulunduğunu biliyorum, yani öyle bir tavrı var. Biraz daha mütevazi
olsalar, dışlayıcı olmasalar. En azından bir akıl veriririz. Deriz ki, gelin
199
ve siz de proje alın, üyelerinize şöyle şöyle hizmet edin vs. şeklinde bir
fikir veriririz. Ama böyle bir tavırları yok. Cesaret edemiyorsunuz daha
doğrusu onlarla konuşmaya. Bakın ben burada geçen seneden beri
meslek edindirme kursları açıyorum. Siyasi partilerin kadın kollarına
ulaştım, dedim ki, sizin işsiziniz yok mu, gönderin projeye
katılsınlar............ şimdi bu ilgisizlik olabilir ama bunun en büyük nedeni
kibir, mesela partililer bizi küçümsüyor. Bize bakışları küçümsemeyle
ilgili. Mesela şu işçi-kültür derneği kesinlikle bizi küçümsüyor. Halbuki
işbirliği yapsak, çok daha iyi işler yapabiliriz hep birlikte. Ama
yapılamıyor......... biz de onlarla işbirliği yapmak istememize rağmen,
böyle bir projeyi gerçekleştiremedik açıkçası........ bizimle kurmak
istedikleri ilişki bizi kullanmak yönünde. Bizden yararlanmayı düşünüp,
bize katkı yapmayı düşünmüyorlar. Biz bunu kabul etmeyince onlar da
yüzümüze bakmaz oldular.
Aynı kadın derneğinin yöneticisi, sivil toplum kuruluşlarının birbirleriyle
uyumlu bir biçimde çalışabileceklerini savunmakta, ne var ki bunu bir takım şartlara
bağlamaktadır.
Ben STK’ların bir arada çalışabileceklerini düşünüyorum. Yalnız ideolojik amaçlar taşımamalılar. Yani yeni bir toplum sistemi önermeleri anlamında söylüyorum. STK’ların siyasallaşmaması gerekir. Amacı doğrultusunda hizmet yapması gerekir.
Diğer taraftan, sivil toplum kuruluşlarının bir arada beraberce uyum içinde
çalışabileceğini söyleyen bir çevre hareketinin temsilcisine göre, sivil toplum
kuruluşlarının bir arada çalışabilmeleri “hareketin dinamikleriyle ilgili” bir
sorundur. Ona göre “çevre politikası bir sınıfın problematik ekseni haline
getirilebiliniyorsa çevre hareketinin destekleyicileri bu programatik eksenin bileşeni
olarak çalışabilirler. Böylesi bir sınıfsal perspektifi olmayan çevre hareketiyle
çalışamayız”. Dolayısıyla, kendi hareketlerinin diğer çevre hareketleriyle bir arada
200
çalışabilmesinin koşulu, ortak bir sorun üzerinde sınıfsal bir tavıra sahip olup
olmamayla ilişkilendirilmektedir. Bu, yukarıda kadın derneği yöneticisinin
bahsettiğinden farklı olarak, politik olmayı gerektiren bir durum ortaya çıkarır. Aynı
zamanda işbirliğinin koşulunu politik olarak aynı kulvarda olmaya bağlamakta, yani
“çevreci” olmak değil ama sağcı-solcu, liberal, muhafazakar ya da sosyalist olmak,
daha doğrusu çevre sorunlarına bu çerçeve içerisinden bakıyor olmak önem
kazanmaktadır.
Buna rağmen, yöneticilerden farklı olarak eski ve yeni hareketlerin
katılımcıları farklı sivil toplum kuruluşlarının uyum ve dayanışma içinde
çalışabileceğini düşünmektedir. Bu oran, memur sendikalarında %89.8, işçi
sendikalarında %98, kadın hareketlerinde %93, çevre ve alternatif yaşam tarzı
hareketlerinde %89.7’dir (P=.035). Dolayısıyla yöneticiler ya da toplumsal
hareketlerin liderleri ile üyeler ve gönüllü katılımcılar arasında önemli bir takım
farkların ortaya çıktığını söylefmek mümkündür.
Toplumsal hareketlerin gerek devletle gerekse diğer hareketlerle ilişkisine
ilişkin bir başka veri, görüşme formunda üye ve katılımcılara sorduğumuz
“hareketinizin bir rakibi/düşmanı var mı” sorusuna verilen yanıtlardan oluşmaktadır.
Aşağıdaki tablo bu soruya verilen yanıtların oranını göstermektedir.
Tablo 22: Hareketin Rakipleri/Muhalifi
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
201
Hareketin Rakibi Var mı? N % N % N % N % N %
Evet 61 68.7 93 88.2 54 41.5 23 41.2 229 60.8 Hayır 27 31.3 13 11.8 76 58.5 32 59.3 148 39.2 TOPLAM 88 100 106 100 130 100 55 100 377 100
א 2= 65.961 P < .000
Tablodan görülebileceği gibi, özellikle sendika üyeleri, kendi hareketlerinin
bir rakibi/düşmanı olup olmadığı konusuna yüksek oranda evet yanıtını vermektedir.
Yeni toplumsal hareket katılımcılarında ise hareketin genel olarak bir rakibi ya da
düşmanı olmadığı düşüncesi hakimdir. Diğer taraftan, hareketlerinin bir düşmanı ya
da rakibi olduğunu düşünenler arasında, bu düşmanının devlet, sanayici ve iş
adamları olduğunu söyleyenler memur sendikalarında %51.8, işçi sendikalarında
%65.9’dur. Bu oran çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde %45.5’e, kadın
derneklerinde ise %4.3’e düşmektedir. Bu noktada, kadın hareketleriyle diğer yeni
toplumsal hareketler arasında önemli bir fark olduğu söylenebilir. Kadın
derneklerinin çoğunda kadın hareketinin düşmanı olarak devlet ya da burjuva sınıfı
yerine çoğunlukla “ataerkil sistem” (%47.8) gösterilirken, İslami eğilimli kadın
derneklerinde ise çoğunlukla “solcular ve Kemalistler” (%26) hareketin düşmanı
olarak görülmektedir. Diğer taraftan, düşman ya da rakip olarak aynı alandaki diğer
hareketleri gösterenler memur sendikalarında %48.2, işçi sendikalarında %34.1,
kadın derneklerinde %4.3, çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde %27.3’tür.
Bu durumda memur ve işçi sendikalarının birbirine oldukça benzer tutumlar
içerisinde olduğu söylenebilir: Çoğunlukla devlet kurumlarını ve ikinci olarak aynı
alanda faaliyet gösteren diğer hareketleri kendilerine rakip ya da düşman
görmektedirler. Dolayısıyla, her iki sendikal hareket de gerek devlete gerekse diğer
sendikalara karşı daha dışlayıcı politikalar üretmektedirler. Ne var ki, yeni toplumsal
hareketler için aynı şeyleri söylemek zordur. Özellikle kadın hareketleri devlet
202
kurumlarıyla daha uyumlu bir yapı sergiler görünümündeyken, çevre ve alternatif
yaşam tarzı hareketleri devlet kurumlarıyla daha fazla çatışmaktadır. Bunun bir
nedeni, daha önce bahsedildiği üzere, devlet kurumlarının ve hükümetlerin farklı
toplumsal hareketlere zaman zaman farklı tavırlar takınması olabilir. Neden ne
olursa olsun, devlet kurumlarıyla kurulan böylesi bir ilişki müzakereci süreçlerin
oluşturulmasını zorlaştırmaktadır. Ne var ki bu çatışma, agonistik bir demokrasiye
de olanak vermemektedir. Bilindiği gibi Laclau ve Mouffe tarafından ifade edildiği
biçimiyle öteki, Mouffe’a göre artık bir “düşman” değil, fakat bir “hasım” olarak
anlaşılmalıdır. Nitekim, antagonizmanın alabileceği tek biçim düşman olmak
değildir, antagonizma kendisini başka biçimlerde de gösterebilir. Bu durumda
hasım, “dost düşmanlar” olarak algılanmalıdır. Yani, Mouffe’un deyişiyle hasımlık,
“ortak bir simgesel alanı paylaştıkları için dost, ama aynı zamanda bu ortak simgesel
alanı farklı biçimde organize etmek istediklerinden dolayı düşman olan kişiler
olarak paradoksal” bir biçimde tanımlanır (Mouffe, 2002: 25). Ne var ki,
Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin böylesi bir hasımlığı benimsediklerinden
bahsetmek çok fazla olanaklı görülmemektedir. Nitekim, daha ileride sunulan
örneklerin göstereceği gibi, hareketlerin birbirleriyle ilişkileri buna olanak
vermemektedir.
Daha önce değinildiği gibi, yeni toplumsal hareketlerin kendi alanlarında
faaliyet gösteren hareketlerle ilişkileri önemli sorunlar içermektedir. Nitekim, bir
çevre derneğinin başkanı bir başka çevre hareketi için şunları söylemektedir.
Bizim bir rakibimiz yok. Ama [burada Türkiye’de çok bilinen bir
çevre örgütünün adını veriyor]’nın çevre hareketine zarar verdiğini
düşünüyorum. Her yapılanı kendileri sahiplenmeye çalışıyorlar,
kendilerini öne çıkarıyorlar. Para bendeyse güç bende diye düşünüyorlar.
203
Müzakereye dayalı bir demokrasi için sivil toplumun yapısının “maksimalist,
uzlaşmaz çıkar gruplarından ve anti-demokratik amaç ve yöntemleri kullananlardan”
(Diamond, 1994: 11) oluşmaması gerekmektedir. Diğer taraftan agonistik bir
demokrasi için ise “düşmanlık” ya da “muhaliflik”, farklı kimliklere saygı duyma
çerçevesinde kamusal alanda “hasımlık” olarak algılanmalıdır. Ne var ki, gerek eski
gerekse yeni hareketler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, eldeki veriler Türkiye
toplumunun henüz böylesi bir sivil toplum yapısının gelişmesine uygun olmadığını,
daha özel olarak yeni toplumsal hareketlerin bu demokrasi teorilerinden herhangi
birini yaşatabilecek/uygulayabilecek bir yapıya ve örgütlenmeye ulaşamadığını
göstermektedir. Çünkü, özellikle aynı faaliyetler için kurulmuş eski ve yeni
toplumsal hareketlerin birbirleri arasındaki ilişkiler, farklı alanlarda çalışan eski ve
yeni hareketler arasındaki ilişkilerden daha gerilimlidir. Nitekim, hareketlerin
amaçlarından çok savunulan politik/ideolojik yaklaşımlar belirleyici olabilmekte, bu
nedenle de, örneğin bir memur sendikasının Pir Sultan Abdal derneğiyle ilişkisi
kendi alanlarında faaliyet gösteren diğer memur sendikalarıyla ilişkisinden daha
uyumlu olabilmekte, bir çevre derneği diğer çevre derneklerine değil fakat işçi
sendikalarına daha yakın durabilmektedir. Bu konuda yöneticilerin söylemiyle
üyelerin düşünceleri arasında önemli farklılıkların varlığından da bahsetmek
olanaklı. Nitekim, memur sendikası katılımcılarının %89.4’ü, işçi sendikası
üyelerinin %87.5’i, kadın hareketleri katılımcılarının %72.5’i ve çevre ve alternatif
yaşam tarzı hareketlerine katılanların %82.1’i “işçi sendikaları ile diğer sivil toplum
kuruluşlarının bir arada beraberce davranabileceklerini” düşünmektedir (P=.001).
Dolayısıyla, toplumsal hareketlerin yöneticileri diğer örgütlerle ilişkilerde kendi
204
üyelerine göre daha politik bir tutum takınmakta ve daha çatışmalı bir ilişki
öngörmektedir. Ama söz konusu olan şey sendikalar arası ilişkiler ya da kadın
dernekleri arasındaki ilişkiler olduğunda daha fazla çatışmalı bir durum ortaya
çıkmaktadır. Aynı alanda çalışan hareketler gerek politik gerekse ideolojik
nedenlerle birbirlerine muhalefet etmektedirler. Bu durum üyeler için zaman zaman
bir problem olarak da algılanabilmektedir. Nitekim, eski ve yeni toplumsal hareket
katılımcılarının %85’i sivil toplum kuruluşlarının uyum içinde beraberce
çalışabileceklerini düşünürken, içinde bulundukları hareketi değerlendirirlerken bu
derece olumlu düşünmemektedirler. Tablo 23’de görülebileceği gibi, bireylerin
içinde bulunmuş oldukları hareketin diğer toplumsal hareketlerle ne derece ilişki
kurabildiğine ve bu ilişkilerinde ne derece uyumlu davrandığına ilişkin soruya
aşağıdaki yanıtlar verilmiştir.
Tablo 23: Hareketin Diğer Hareketlerle İlişkilerinde Uyum Düzeyi
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Uyumluluk N % N % N % N % N %
Her zaman 8 8.3 20 22.7 20 13.9 - - 48 12.6 Genellikle 52 54.2 51 59.1 86 59.7 23 40.7 212 55.5 Bazen 28 29.2 8 9.1 26 18.1 18 33.3 80 20.9 Çok uyumlu değil 6 6.2 2 2.3 2 1.4 6 11.1 16 4.2 Bilmiyorum 2 2.1 6 6.8 10 6.9 8 14.9 26 6.8 TOPLAM 96 100 87 100 144 100 55 100 382 100
א 2= 50.795 P < .000
Bu verilerin ışığında Türkiye’deki eski ve yeni toplumsal hareketlerin
birbirleriyle ilişkilerinde bir kaç noktanın belirginlik kazandığı söylenebilir. İlk
205
olarak, eski hareketler daha çok devlet ve iş adamlarıyla çatışma içindedirler.
Dolayısıyla onlar için önemli olan, ekonomik sisteme ve devlete karşı mücadele
etmektir. Ne var ki, bunu yanında kendileriyle aynı alanda faaliyet gösteren
sendikaları da düşman ya da rakip ilan etmektedirler. Yeni toplumsal hareketler
içerisinde ise hareketin bir rakibi ya da düşmanı olduğu düşüncesi sendikalarla
karşılaştırılınca daha az bir taraftar bulmaktadır. Kendi hareketlerinin karşısında
rakip ya da düşmanın olduğunu düşünenler ise bu çatışmayı zaman zaman sisteme,
zaman zaman ise diğer örgütlere yöneltmektedir. Burada önemli olan, rakip ilan
edilenin genellikle aynı alanda faaliyet gösteren hareketler olmasıdır. Bu anlamda
hareketler arası bir hoşgörünün ya da bir müzakerenin varlığından bahsetmek pek
olanaklı görünmemektedir. Daha çok birbirleri arasındaki ilişkilerde bir takım
dışlama mekanizmaları geliştirdiklerinden bahsedilebilir. Bu anlamda, agonistik
demokrasi savunucularının belirttiği türden bir “hasımlık” ilişkisinin kurulamadığı,
bu tür bir ilişkinin Türkiye’deki gerek eski gerekse yeni toplumsal hareketler içinde
geliştirilemediği söylenebilir.
İkinci olarak diğer hareketlerle ilişkiler konusunda üyeler ve yöneticiler
arasında farklılıklar bulunduğunun gözlendiği söylenebilir. Nitekim, ister eski
isterse yeni olsun, bir toplumsal harekete katılanların çoğunluğu uyumlu bir hareket
talep ederken, yöneticiler daha politik ve ideolojik noktalardan hareket etmektedir.
Örneğin, bir memur sendikasının üyelerinin bir kısmı birden fazla memur
sendikasının varlığından yakınmakta, bunların bir arada beraberce çalışması
gerektiğini düşünmekteyken, aynı sendikanın yöneticileri diğer sendikalarla
aralarında ideolojik farklar olduğunu, bu nedenle de bir arada olamayacaklarını
ifade etmektedirler.
206
4.5. Örgüt İçi Demokrasi ve Katılım Açısından Eski ve Yeni Hareketler
Daha önce tartışıldığı gibi, yeni toplumsal hareketler lidersiz ve hiyerarşik
olmayan hareketler olarak tasavvur edilmesine rağmen Türkiye’deki oluşumların
çoğunun böyle bir örgütlenme biçimine sahip olduğunu söylemek zordur. İnceleme
yapılan iki hareket türü dışında (bir çevre hareketi ve eşcinsel hareketler) bütün
diğer yapılar lider odaklı ve merkezi bir yapı oluşturmaktadır. Bu yapının yeni
toplumsal hareketlerde eski hareketlerde olduğu kadar katı olduğu söylenemez,
ancak yine de böylesi bir yapı, örgüt içi katılım ve demokrasinin işleyişinde önemli
bir takım engeller oluşturmaktadır. Örneğin bir çevre hareketinin yönetim kurulu
üyelerinden bir kısmı zaman içinde değişirken, bu derneğin başkanı hareketin
oluşumundan bugüne kadar (yaklaşık 17 yıl) sürekli başkanlık yapmaktadır. Kaldı
ki, yukarıda da bahsedildiği gibi, bazı hareketlerin üyeleriyle değil ama daha çok
yönetim düzeyinde başka hareketlerle etkileşim içinde olduğu söylenebilir (benzer
bir tartışma için, bkz. Duyvendak, 1995: 12).
Diğer taraftan, bir örgüt içinde liderin rolünün çok önemli olduğunu
düşünenlerin oranı memur sendikalarında %55.3, işçi sendikalarında %87.5, kadın
hareketlerinde %43.7, çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinde %33.3’tür. Eski
hareketlerden farklı olarak yeni toplumsal hareketlerin daha demokratik oluşumlar
olarak değerlendirildiği düşünüldüğünde, yukarıdaki oranlar yeni toplumsal
hareketler için oldukça yüksektir. Kaldı ki, memur sendikaları katılımcılarının
%68.8’i, işçi hareketleri katılımcılarının %84.7’si, kadın hareketleri katılımcılarının
%84’ü, çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketlerinin %43.4’ü, örgüt içinde kararların
başkan ve yönetim kurulu tarafından alındığını ifade etmektedir (benzer sonuçlar
için, bkz. Akşit, vd., 2002: 412; Erdoğan-Tosun, 2000: 57). Bir başkan ve yönetim
207
kurulunun olmayıp, bütün kararların üyeler tarafından alındığı hareketler, birkaç
çevre ve alternatif yaşam tarzı hareketidir (%26.7). Diğer taraftan, kararların başkan
ve yönetim kurulu tarafından alınması ve üyelerin bu sürece çok fazla dahil
edilmemeleri, alınan kararların üye ve katılımcılar tarafından kabul edilmesi söz
konusu olduğunda çok büyük sorunlar yaratmamaktadır. Aşağıdaki tablo, eski ve
yeni hareketlerin katılımcılarının alınan kararları ne derecede benimsediklerini
göstermektedir.
Tablo 24: Kararları Benimseme Düzeyi
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Kararları Benimseme Düzeyi N % N % N % N % N %
Her kararını benimserim 2 2.1 60 55.6 42 28.4 10 16.1 114 27.5 Çoğunu benimserim 60 62.5 39 37 73 48.6 28 45.2 200 48.3 Bir kısmını benimserim 25 27.1 8 7.4 34 23 20 32.3 87 21.3 Çok azını benimserim 6 6.3 - - - - 4 6.5 10 2.4 Hiçbirini benimsemem 2 2.1 - - - - - - 2 0.5 TOPLAM 95 100 107 100 149 100 62 100 413 100
א 2= 101.167 P < .000
Karar alma sürecinde çoğunlukla başkan ve yönetim kurulu etkili olmasına
rağmen üyelerin alınan kararların çoğunu benimsiyor olması ilginç bir durum ortaya
çıkarmaktadır. Bu veriler belki de seçilmiş olan yöneticilere duyulan güven ile ya da
onlara verilen destekle açıklanabilir. Ne var ki, daha önce belirtildiği gibi, özellikle
kadın hareketlerinde ve çevre hareketlerinin bir kısmında üyeler sadece iki yılda bir
yapılan genel kurullara katıldığına göre, bu çelişkili durumu “üyelerin sivil toplum
208
kuruluşunun karar alma mekanizmasına katılım güdülerinin zayıf olmasıyla”
açıklamak daha uygun görünmektedir (benzer bir sonuç için, bkz. Erdoğan-Tosun,
2000: 59). Örneğin, bir kadın derneğinin üyeleri hiç bir biçimde derneğe
gelmemekte, bu üyelerin yaklaşık olarak yarısı çoğunlukla derneğin faaliyetlerinden
haberdar olmamakta, iki yılda bir yapılan genel kurullara da üyelerin yaklaşık yarısı
katılmakta, bazıları derneğin adresini dahi bilmemekte (nitekim, bu derneğin bir kaç
üyesi anketin uygulanması sırasında bu dernek yaklaşık dokuz yıldır aynı adreste
bulunmasına rağmen derneğin adresini anketörden öğrenmek istemişlerdir), buna
rağmen alınan kararların çoğunu benimsediklerini belirtmektedirler (%50). Bu
anlamda örgütün üyelerle ilişkisi çoğunlukla “bilgi verme” düzeyinde kalmakta,
üyeler ve gönüllü çalışanlar ise kararlara katılımda çok fazla etkili olamamaktadırlar.
Bunun dışında, bir çevre hareketinin sadece Ankara’da yaklaşık 200 üyesi
bulunmasına rağmen, üyelerinin neredeyse hiçbirinin yapılan faaliyetlerden haberi
yoktur. Bunlardan bir kısmı halen üye olarak görünmesine rağmen hareketle ilişkisini
kestiğini belirtmiş, bir kısmı ise derneğin faaliyetlerini internet sayfalarından “kendi
çabalarıyla” öğrenebildiğini belirtmiştir. Yine de, özellikle memur sendikalarında ve
kadın hareketlerinde üye katılımnın azlığı daha belirgin olmakla beraber, çevre ve
alternatif yaşam tarzı hareketlerinde üyeler kısmen etkili olabilmektedir.68
Diğer taraftan, üyelerin karar alma süreçlerinde yeterince yer alamaması,
hareketin bir takım faaliyetlerine katılım oranını da düşürmektedir. Aşağıdaki tablo,
üyelerin örgütün faaliyetlerine katılma düzeyini göstermektedir.
Tablo 25: Hareketin Faaliyetlerine Katılım Düzeyi 68 Buna rağmen, daha önce belirtildiği gibi özellikle 1980 öncesi yıllarda emek hareketlerinde müzakereci ve diyaloğa dayanan süreçler yaşanmıştır (bkz. bu bölümde, 3 nolu dipnot). Dolayısıyla, emek hareketlerinin müzakereci ve özyönetime dayalı bir demokrasi pratiğine yabancı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Tersine, bu çalışmadaki veriler, aslında yeni toplumsal hareketlerin böylesi bir pratiğe daha yabancı olduğunu göstermektedir.
209
ESKİ HAREKETLER
YENİ HAREKETLER
Memur Sendikaları
İşçi Sendikaları
Kadın Hareketleri
Çevre ve Alternatif
Yaşam Tarzı Hareketleri
TOPLAM
Katılım Düzeyi N % N % N % N % N %
Her zaman 8 8.2 56 51.9 36 24.3 8 13.3 108 26.1 Genellikle 46 46.9 26 24.1 48 32.4 27 43.3 147 35.3 Bazen 28 28.6 8 7.4 48 32.4 22 36.2 106 25.6 Nadiren 12 12.2 18 16.7 14 9.5 4 6.7 48 11.6 Hiçbir zaman 3 4.1 - - 2 1.4 - - 5 1.4 TOPLAM 97 100 108 100 148 100 60 100 414 100
א 2= 83.803 P < .000
İşçi sendikaları dışında diğer hareketlerin katılımcıları örgütün etkinliklerine
“genellikle” katıldıklarını ifade etmektedirler. İşçi sendikalarında ise her faaliyete
her zaman katıldığını ileri sürenler üyelerin yarısını oluşturmaktadır ki, bu diğer
hareketlere göre yüksek bir orandır. İşçi hareketleri dışında diğer hareketlerde
örgütün faaliyetlerine “bazen” katılanların oranının yüksek olduğunu da gözden
kaçırmamak gerekir. Yine de, hem eski hem de yeni hareketlerde aktif ve pasif
üyeler ortaya çıkmakta, bu ise örgütlenme için önemli engeller oluşturmaktadır.
Görüşülen yöneticilerin çoğunluğu da örgüt etkinliklerine katılımın genellikle düşük
düzeyde olduğunu belirtmektedirler. Örneğin, bir memur sendikasının yöneticisi üye
katılımı konusunda şunları söylemektedir.
Katılım maalesef sınırlı sayıda gerçekleşmektedir. Alınan eylem
kararları yukarıdan aşağı bir ilişki içerisinde yürütülüyor, geniş bir üye
tabanının katılımı olduğu söylenemez. Ama gündem konuları çok iyi
anlatılırsa, konular çalışanların doğrudan kendi sorunlarına ilişkin olursa
katılım artıyor. Demokratik bir karar alma sürecimiz olduğu söylenemez.
Karar alma mekanizmamızda en etkili yönetim kuruludur.
210
Benzer biçimde, bir çevre derneğinin yöneticisi üyelerin faaliyetlere katılımı
konusunda sıkıntılar yaşadıklarını dile getirmektedir.
Kararları danışma kurulundan gelen önerilerle birlikte yedi kişilik
yönetim kurulu alıyor. Üyeler katılmıyor. Aidat bile ödemiyorlar.
Üyeleri bir arada tutabilmek için sosyal faaliyet düzenlemek lazım. Gezi,
yemek gibi.
Bazı derneklerin üye sayıları oldukça fazla olmasına rağmen üyelerin
katılımını sağlamakta zorlandıklarını ifade etmektedirler. Hatta bir kadın derneğinin
yöneticisi, çok fazla üyeye sahip olduklarını ancak üyelerin derneğe zaten hiç
gelmediklerini, ancak ihtiyaçları olduğunda kendilerinin çağırdığını, çağırdıkları
kişilerin ise çoğunlukla 20-25 kişiyi geçmediğini ifade etmiştir. Böylesi bir durum,
bu hareketlerin katılımcılarının çok görülmesine rağmen gerçekte daha az olduğunu
göstermektedir. Bireyler üye görünmesine rağmen hemen hemen hiçbir faaliyete
katılmayanların oranının yüksek olması, bu hareketlerin bir parçası haline
gelememenin de göstergesi olarak yorumlanabilir (benzer bir sonuç için bkz.
Erdoğan-Tosun, 2000; Akşit, vd., 2002). Dolayısıyla, aslında her iki hareketin
katılımcılarının çoğunun örgütlü olarak görünmesine rağmen, aslında bunların da
“yeniden örgütlenmeye” ihtiyaçları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Diğer
taraftan, katılıma yönelik bu türden sorunlar, yeni ya da eski hareketlerin
örgütlenme biçimlerine ve amaçlarına içkin değildir. Yani, eski hareketlere oranla
yeni toplumsal hareketlerde ne katılım daha yüksektir ne de daha demokratiktir. Bu
durum belki de hareketlerin kendi özelliklerinden çok ülkenin kurumsallaşmış
yönetim biçimleriyle açıklanabilir. Nitekim yapılan bazı araştırmalar, siyasal
kültürün bir harekete katılım biçimini önemli bir biçimde etkilediğini
211
göstermektedir. Örneğin, Jepperson ve Meyer’e göre devletçi bir siyasal forma sahip
bir ülkede gönüllü eylemler ve bu türden hareketlere katılımları çok daha fazla
zorlaşmaktadır. Bu anlamda örgütlere katılma biçimleri (demokratik/anti-
demokratik) ve örgüt tipleri (formel/informel) ulusal düzeyde tanımlanmış ve
kurumlaşmış siyasal düzenlemelerle yakından ilgilidir. Dolayısıyla siyasal kültür
bireysel eylemi şekillendirmektedir (akt. Schofer ve Gourinchas, 2001: 810-822).
Bu açıklamadan yola çıkarak söylenirse, Türkiye’de gerek eski gerekse yeni
toplumsal hareketlerde katılımın azlığı ve anti-demokratikliği, bu hareketlerin eski
ya da yeni olmasında, bu hareketlerin dillendirdikleri değerler ve amaçlarda değil
ama, bir bütün olarak topluma yerleşmiş siyasal kültürde, azgelişmiş bir
kapitalizmde, vb. aranmalıdır denebilir.
Diğer taraftan, yeni toplumsal hareketler içinde katılıma yönelik ortaya çıkan
sorunlar, bu hareketlerin bir kısmının elitist/seçkinci yaklaşımlarından da
kaynaklanabilmektedir. Örneğin, daha önce belirtildiği gibi, bir kadın derneği
üniversite mezunu olmayan kadınları üye yapmamakta, bir çevre vakfı gönüllü
katılımcılar istememektedir. Daha doğrusu, bu çevre vakfındaki yönetim kurulunu
oluşturan ve hepsi de profesyonel mesleklerle uğraşan beş kişi, başka katılımcıya ya
da gönüllü çalışana ihtiyaç duymadıklarını söylemekte, tek başlarına çalışmayı
tercih ettiklerini ifade etmektedirler. Diğer taraftan, örgütlenme modeli olarak henüz
merkezsiz ve hiyerarşik olmayan bir yapının yerleşmemiş olması ve bürokratik-
merkeziyetçi yapılanma dışında önünde başka bir modelin şimdilik bulunmaması
toplumsal hareketler içindeki örgüt içi demokrasiyi olumsuz etkilemektedir. Bu
veriler, yeni toplumsal hareketlerin kendi iç işleyişlerinde demokratik prosedürleri
benimseyebilmesinin onların kendilerine içkin olmadığını, başka bir takım
212
koşulların da olgunlaşması gerektiğini gösterir. Bu anlamda düşünüldüğünde, bazı
yeni hareketlerin pratiklerine ilişkin yapılan gözlemler, aslında bu hareketlerin
kendilerinin bile içlerinde muhalefeti yaratamayan ya da muhalefete izin vermeyen
birer tahakküm odağı olabileceklerini göstermektedir. Örneğin, bir kaç kez
koordinasyon toplantılarına katılınan bir alternatif yaşam tarzı hareketinde,
toplantılar sırasında özellikle hareket içindeki iki kişinin konuşulacak konular ve
önerilerde baskın olduğu, her katılımcının düşüncesini açıkça ifade edemediği, çok
sesliliğin sağlanamadığı ve sürekli ve uzun süreli olarak aynı kişilerin konuştuğu
gözlenmiştir. Aslında toplantılarda herkesin konuşma hakkı var olmasına rağmen
herkes bu hakkını kullanmamaktadır. Aynı zamanda, kuruluşundan beri hareketin
içinde olup, bu hareketi temsil eden bu iki kişinin toplantılara yeni katılan ya da ilk
kez konuşup düşüncelerini paylaşmak isteyen insanları toplantıda bir öğretmen ya
da gözetmen gibi yüz mimikleri, davranış ve sözleri ile tedirgin ettikleri
görülmüştür. Bunun temel nedeni, toplantıya katılanlar tarafından bu iki kişinin
tartışılan konularda daha deneyimli ve bilgili olduklarının varsayılmasıdır. Bu ise
Habermas’cı bir müzakere anlayışının hareket içinde gelişmesini engelleyen bir
durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan, hareket içindeki her bireye söze
katılma olanağının sağlanmasının, kararlara katılma konusundaki eşitsizliği
çözmediğini söylemek mümkündür. Çünkü toplantılarda müzakereye katılma ve söz
söyleme eşitliğinin olması, her katılımcının kendisini dinletmek konusunda eşit
şansa sahip olduğunu göstermemektedir.
Buna çok benzer bir biçimde, bir sendikanın “iş yeri temsilcileri”
toplantısında yapılan gözlemler, toplantının bir takım çatışmalarla geçtiğini
göstermiştir. İş yeri temsilcilerinin bir kısmı, sendikanın bir takım faaliyetlerini ve
213
politikalarını eleştirmektedir. Bu oldukça normal bir durumdur. Ne var ki, burada
asıl önemli nokta, eleştiride bulunan üyelerin aynı zamanda bu şikayetlerinin hiç bir
biçimde dikkate alınmadığından yakınmalarıdır ki, asıl önemli sorun da budur. Hatta
bu nedenle bir kaç işyeri temsilcisi, “bundan sonra bu tür toplantılara
katılmayacağını, çünkü öneri ve eleştirilerinin hiç bir işe yaramadığını”
vurgulayarak toplantıyı terk etmiştir. Biri hiyerarşik olmayan bir yapıya sahip bir
yeni toplumsal hareket, diğeri bütünüyle hiyerarşik olan ve seçimle gelen bir
başkanı ve yönetim kurulu olan eski tip bir toplumsal hareketle ilgili yukarıda
verilen iki örnek, aslında yapı olarak birbirlerinden farklı olan bu iki hareket
biçiminin, örgüt içi işleyiş açısından çok farklı süreçleri deneyimlemediklerini
göstermektedir. Dolayısıyla, örgüt yapısının hiyerarşik olmaması doğrudan doğruya
demokratik işleyişin gelişmesinin bir garantisi olamamaktadır. Kısaca söylenirse,
herkesin söz hakkının olması, gündemi belirleme hakkının olması vb. “usul”ler,
demokratik bir işleyiş için tek başına yeterli ölçütler değildir (benzer bir sonuç için,
bkz. Doğanay, 2003). Bu anlamda, konuşmanın tek başına demokratik bir yapıyı
oluşturmadığını, böylesi bir demokratik yapının gelişimi için başka bir takım
özelliklerin de var olması gerektiğini söylemek doğru olacaktır.
Diğer taraftan, mekanın kullanımı açısından düşünülürse, yeni toplumsal
hareketlerin eski hareketlere oranla müzakere olasılığını artıracak bir yapıya sahip
olduğunu söylemek gereklidir. Aşağıdaki iki örnek, toplantılarda mekanın nasıl
kullanıldığına ilişkin bir fikir verebilir. Oturma planları incelendiğinde, sendikadaki
oturma planının yaklaşık 40-50 kişiyi alabilecek biçimde düzenlendiği
görülmektedir. Salon, konuşmacıların mikrofon kullanmasını gerektirmeyecek
büyüklüktedir.
214
Katılımcıların oturduğu alan Kapı
TV
Başkan ve Yönetim Kurulu Masası
Balkon
Pencere
Şekil 1: Bir Memur Sendikasının Toplantı Salonunun Düzeni
Bir alternatif yaşam tarzı hareketinde ise toplantı
yapılan salon yaklaşık 15-20 kişiyi alabilecek biçimde
düzenlenmiştir. Buradaki salon, sendika da olduğu
gibimikrofon kullanmayı gerektirecek büyüklükte değildir.
215
ToplantıMasası
TV
Kapı
Şekil 2: Bir Alternatif Yaşam Tarzı Hareketinin Toplantı Salonunun
Düzeni
Mekanın kullanımıyla ilgili bu iki örnek, yeni toplumsal hareketlerin eski
hareketlere oranla müzakere süreçlerinin uygulanması sürecine daha yatkın bir
toplantı düzeni oluşturduğunu göstermektedir. Nitekim, sendika toplantısında
yönetim kurulu üyeleri katılımcıların tam karşısında yer alırken, alternatif yaşam
tarzı hareketinde yöneticiler dahil olmak üzere toplantıya katılan herkes aynı masa
etrafında bir araya gelmektedir. Bu durumun, toplantı sırasında bir iktidar odağı
oluşturmak yerine katılımcıların birbirlerine eşdeğer olduklarını vurgulayan
özelliğinden dolayı demokratik süreçlerin gerçekleştirilmesi açısından daha olumlu
bir görünüme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bunun tersine memur sendikasında
benimsenen toplantı düzeneği, iktidar odaklarını diğer üyelerden tam olarak
ayıracak biçimde düzenlenmiştir. Bu iki farklı düzenleme biçiminin toplantıya
katılan bireylerin söz söyleme ve tartışma süreçlerine katılımını etkileyebileceği
216
düşünülebilir. Ne var ki, yukarıda verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, müzakere
süreçlerine katılımı belirleyen tek etken toplantı salonunun nasıl düzenlendiği
değildir. Toplantı salonu müzakereye ve katılıma uygun olarak düzenlenmiş olsa
bile, hareket içindeki liderlerin tutum ve davranışları katılımcıların müzakere
süreçlerini deneyimlemesinde bir takım engeller oluşturabilmektedir.
4. 6. Genel Değerlendirme
Buraya kadar elde edilen verilerden yola çıkarak bu hareketlerin her birinin
taşıdığı özelliklere ilişkin bir değerlendirme yapılabilir. Aşağıdaki tablo, bu
çalışmada incelenen hareketlerin katılımcılarının temel nitelikleri, örgüt yapısı ve
örgütlenme biçimi, devletle ve diğer toplumsal hareketlerle ilişkilerini
göstermektedir.
217
218
Tablo 32: Türkiye’deki Eski ve Yeni Toplumsal Hareketlerin Temel Nitelikleri
STK’larla İlişkiler NİTELİKLER
STK
Devletle İlişkiler
Üyelerle İlişkiler
Yapı Karar alma İdeoloji ve Politika
Katılımcılar Jenerasyon ÖrgütlenmeTipi
M A M A M A LO LS B,YK
B, YK Ü
SK SU Ü PO Ö G OY OÜ F İ
Başkent Kadın Platformu
+ + + + + + + + + + +
KADER + + + + + + + + + + +KASAİD + + + + + + + + + Kadın Dayanışma Vakfı + + + + + + + + + + +Çağdaş Kadın ve Gençlik Vakfı + + + + + + + + + + + Türk Kadınları Kültür Derneği + + + + + + + + + + +Uçan Süpürge + + + + + + + + + + + EKB + + + + + + + + + + +ÇEKÜL Vakfı + + + + + + + + + Ekolojik Politika Hareketi + + + + + + + + + + + NÜSHED + + + + + + + + + + Türkiye Tabiatını Koruma Derneği
+ + + + + + + + + + +
Doğa İnsan İşbirliği Derneği + + + + + + + + + + Türkiye Çevre Vakfı + + + + + + + + +Bilgi, Emek, Sevgi Derneği + + + + + + + + + + + + KAOS GL + + + + + + + + + + + + LEGATO + + + + + + + + + + +
YE
Nİ T
OPL
UM
SAL
H
AR
EK
ET
LE
R
Lambdaİstanbul + + + + + + + + + + +Petrol-İş
+ + + + + + + + + + +
TÜMTİS
+ + + + + + + + + + +
Eğitim-Sen
+ + + + + + + + + + +
ESK
İ H
AR
EK
ET
LE
R
Türk Eğitim Sen + + + + + + + + + + +
207
M: Müzakereci, A: Agonistik LO: Lider odaklı, LS: Lidersiz B, YK: Başkan ve yönetim kurulu, B, YK, Ü: Başkan, yönetim kurulu ve üyeler SK: Sistem karşıtı, SU: Sistemle uyumlu Ü: Ücretli çalışan, PO: Profesyonel Orta sınıf, Ö: Öğrenci G: Genç, OY: Orta yaş, OÜ: Orta üstü F: Formel, katı, tanımlanmış, dayanıklı, İ: İnformel, gevşek, tanımlanmamış, kendiliğinden doğmuş
134
Yukarıdaki tablo, Türkiye’deki toplumsal hareketlerin iki farklı görünümünü
sunmaktadır. Bunlardan birincisi, gerek eski gerekse yeni hareketler içerisinde
birbirinden çok farklı özelliklere sahip hareketlerin bulunmasıdır. Ancak bu farklılık,
yeni toplumsal hareketlerde çok daha fazla belirgindir. Nitekim, bütün sendikalar
yapı, kararların alınması, katılımcılar, jenerasyon, örgütlenme tipi ve diğer sivil
toplum kuruluşlarıyla ilişkiler açısından benzer özellikler göstermektedir. Ne var ki,
yeni toplumsal hareketlerin arasında böyle bir ortaklık kurmak oldukça zordur. Bu
durum yeni toplumsal hareketler hakkında ileri sürülen değerlendirmelerin sınırlarını
ve sorunlarını göstermektedir.
Diğer taraftan, yukarıdaki tablodan yola çıkarak Türkiye’deki yeni toplumsal
hareketleri iki biçimde sınıflandırarak incelemek olanaklıdır. Nitekim, yeni
toplumsal hareketler örgütlenme tipi bakımından sınıflanırsa, informel ve formel
örgütlenme biçimine sahip toplumsal hareketlerin diğer özellikler bakımından da
birbirine benzediği görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’deki yeni toplumsal
hareketler;
(a) İnformel, gevşek ve tanımlanmamış,
(b) formel, katı ve tanımlanmış olmak üzere ikiye ayrılabilir.
Toplumsal hareketlerin diğer özellikleri, örneğin devletle kurdukları ilişkiler,
diğer hareketlerle ilişkiler, kararların alınma biçimi, jenerasyon, hareketin sahip
olduğu politik yaklaşımlar, o hareketin formel ve informel bir hareket özelliği taşıyıp
taşımamalarına bağlı olarak açıklanabilir.
208
Örgütlenme Tipi
Devletle İlişkiler
STK’larla İlişkiler
Üyelerle İlişkiler
Yapı Karar alma
İdeoloji ve
Politika Katılımcılar
Jenerasyon
1. İnformel A A M LS Ü SK Ü, PO, Ö G, OY 2. Formel M M, A M LO B, YK SU Ü, PO OY, OÜ
Şekil 3: Türkiye’deki Yeni Toplumsal Hareketlerin Yapısı
İnformel ve tanımlanmamış bir örgütlenme tipine sahip yeni toplumsal
hareketler, ya devlet kurumlarıyla daha çatışmalı ilişkilere sahiptir ya da devletle
hiçbir bağları/ilişkileri yoktur. Bunun temel nedeninin, sistem karşıtı bir politikaya
sahip olmalarında ve bu nedenle de devlet kurumlarından herhangi bir beklentilerinin
olmamasında yattığını söylemek olanaklı. Bir kaç tanesi dışında bir çoğu sosyalist ya
da anarşist fikirleri savunmakla birlikte, örgütlenme anlayışı açısından genellikle
sosyalist partilere eleştirel yaklaşmaktadırlar. Lidersiz ve hiyerarşik olmayan
yapıları, diğer örgütlenme biçimlerine göre kararların alınmasında kısmen de olsa
üyelerin etkili olduğu bir sistem oluşturmalarını sağlamıştır. Bu nedenle de bu
hareketler diğerlerine kıyasla üyeleriyle daha uyumlu ve demokratik ilişkiler
geliştirebilmektedirler. Ne var ki, hareketler içerisinde doğal liderlerin ortaya çıkması
örgüt içi demokratik işleyişi sekteye uğratmaktadır. Çoğunlukla öğrencilerden
oluşmakla birlikte, kısmen ücretli çalışanları ve profesyonel orta sınıfları da
kapsamaktadırlar. Bu hareketlerin katılımcılarının çoğunluğu gençlerden ve orta yaşlı
bireylerden oluşmaktadır.
Daha formel bir yapıya sahip yeni toplumsal hareketler ise biraz daha
çeşitlilik gösteren bir yapıya sahiptir ve Türkiye’deki yeni toplumsal hareket
örgütlenmelerinin bir çoğunda aslında bu örgütlenme tipi hakimdir. Devlet
kurumlarıyla ilişkilerinde çoğunlukla daha müzakereci ilişkilere girebilmektedirler.
Nitekim, politik olarak sisteme daha fazla uyum göstermektedirler. Çünkü üzerinde
209
yoğunlaştıkları sorunları devletle uyumlu çalışarak sistem içinde çözmeyi amaçlarlar.
Diğer taraftan, bu noktada informel yapıya sahip hareketlerden önemli bir
farklılıkları ortaya çıkmaktadır. Bu hareketler politik ve ideolojik olarak daha çeşitli
bir yapı sergilerler. İçlerinde sosyalist olanlar olduğu gibi, milliyetçi, muhafazakar,
liberal ve İslamcı olanlar da vardır. Aynı zamanda bu politikalardan hiçbirini
savunmadığını söyleyen, daha doğrusu politik bir yaklaşıma sahip olmadıklarını ileri
süren bazı hareketler de formel bir örgütlenme biçimine sahiptir. Daha hiyerarşik bir
yapıya sahip oldukları için kararlar çoğunlukla başkan ve yönetim kurulu tarafından
alınmakta, üyeler de bu kararlar hakkında bilgilendirilmektedir. Buna rağmen
üyelerle ilişkileri çoğunlukla “müzakereci”dir. Aslında bunun temel nedeni, bu
hareketlerin üye sayılarının diğerlerine oranla göreli olarak fazla sayıda olmasına
rağmen, hareketin faaliyetlerine katılımda çok istekli olmamalarında yatmaktadır.
Öyle ki, bu üyelerden bir kısmı derneğe hemen hemen hiç gelmemekte ya da çok
sınırlı olarak faaliyetlere katılmaktadırlar. Dolayısıyla, ortada üyeler olmayınca,
onlarla ilişkilerde de pek fazla sorun da çıkmamaktadır. Bu nedenle aslında bu tür bir
ilişkiye müzakereci demek çok doğru değildir. Bu ilişki daha çok, hareket içinde
kararların yöneticiler tarafından alındığı ve üyelere onaylatıldığı bir ilişkiyi
yansıtmaktadır ki, Habermas’cı anlamda bu durum iletişimsel akılcılıktan çok araçsal
akılcılığa denk düşer. Dolayısıyla bu görünümün, müzakereci bir demokrasiyi ya da
agonistik bir demokrasiyi geliştireceğini düşünmek olanaksızdır. Nitekim her iki
demokrasi yaklaşımı da bireylerin birbirlerini ifade edebildikleri, tartışabildikleri,
katılımcı bir kamusal alan gerektirirken, burada ortaya çıkan durum üyelerin katılım
konusunda göstermiş oldukları isteksizliktir. Bu hareketlere ilişkin söylenebilecek
son bir özellik katılımcılarına ilişkindir. Bu hareketlerin katılımcıları çoğunlukla
210
ücretli ve profesyonel orta sınıflardan oluşmakla birlikte kısmen öğrencileri de
içermektedir. Jenerasyon açısından ise orta yaş ve orta yaşın üstündeki bireylerden
oluşmaktadır.
Formel ve informel bir yapıya sahip olan Türkiye’deki yeni toplumsal
hareketleri, Castells’den yola çıkarak; (a) hareketlerin kimliği; (b) hareketlerin
rakibi/düşmanı; ve (c) hareketlerin toplumsal hedefi açılarından da değerlendirmek
olanaklı (Castells, 1997: 2). Bu durumda yeni toplumsal hareketler, en temel düzeyde
insan ilişkilerini dönüştürmeyi hedefleyen feminizm ve çevrecilik gibi ilerici/öncü
(proactive) olabilecekleri gibi, tanrı, ulus, etnisite (etnik kimlik), aile gibi şu anda
tehdit altında bulunan varoluş kategorilerini korumaya yönelik savunmacı ve tepkisel
hareketler de olabilirler. Bu durumda Türkiye’deki yeni toplumsal hareketleri
aşağıdaki gibi sınıflamak mümkündür.
Formel
İnformel
İlerici/Öncü (Proactive) + + Savunmacı/Tepkisel + - Hareketin kimliği Tasarı kimlik* Direniş kimliği* Hareketin rakibi/düşmanı Sistem içi çözülebilecek
sorunlar Yeni küresel düzen, kapitalist
sistemin yarattığı evrensel sorunlar
Hareketin hedefi Siyasal kurumları etkileyerek değiştirme, spesifik sorunlar
Doğrudan eylemde bulunma, evrensel sorunlar
* Direniş kimliği (resistance identity), toplumsal baskının mantığı tarafından değersizleştirilen ya da ayıplanan konumlardaki aktörler tarafından oluşturulur ve toplumsal kurumların değerlerinden başka değerler temelinde direniş ve hayatta kalış siperleri oluşturma çabalarını anlatır. Tasarı kimlik, (project identity), ellerinde bulunan kültürel malzemelerle, toplumdaki konumlarını yeniden tanımlayan kimlikler oluşturmaya çalıştıklarını gösterir (Castells, 1997: 8).
Şekil 4: Yeni Toplumsal Hareketlerin Kimliği
Ne var ki Castells’in değerlendirmesinin tersine, bütün çevreci ve feminist
hareketleri ilerici/öncü olarak nitelendirmek olanaklı değildir (bkz. Castells, 1997:
71). Kaldı ki, çevreci ve feminist hareketlerin hedefleri, rakipleri ve kimliği söz
konusu olduğunda birbirlerinden çok farklı özellikler gösterebilmektedirler. Daha
211
önce de tartışıldığı gibi, kadın ve çevre hareketleri gerek yapı ve örgütlenme
açısından gerek ideolojik/politik açıdan gerekse devlet kurumlarıyla ve birbirleriyle
ilişkileri açısından farklılıklar taşımaktadırlar. Bu nedenle de, bu hareketlerin,
söylendiği gibi kapitalizmin yeni biçimleri üzerinde yeni toplumsal kontrol biçimleri
oluşturabilmesi en azından bugün için zor görünmektedir (bkz. Wallerstein ve
Balibar, 1993). Bu noktada söylenebilecek en önemli şey, farklı hedeflere ve yapılara
sahip bu örgütlenme biçimlerinin, Türkiye’de demokratik bir kamusal alanın
yaratılmasında gerek devletle gerek birbirleriyle mücadele/çelişki içinde gelişen
perspektiflerini gelecekte nasıl değiştirip dönüştürecekleridir.
212
BÖLÜM V
SONUÇ Var olan modern demokratik yapının kamusal alana yaygınlaşmış bir
demokrasi anlayışıyla geliştirilmesi gerektiği çerçevesinde değerlendirilen
müzakereci ve agonistik demokrasi yaklaşımları, demokrasinin şimdilerde yaşamış
olduğu meşruiyet krizi karşısında getirilen çözüm önerileri arasında önemli bir yere
sahiptir. Müzakereci ve agonistik demokrasi yaklaşımları, vatandaşların kendilerini
ilgilendiren sorunlar hakkında kendilerinin karar almasına dayalı bir anlayışa
dayanmaktadır. Bu iki demokrasi yaklaşımının uygulanabildiği alanın ise, eski
toplumsal hareketlerden farklı olarak yaşam niteliğine vurgu yapan yeni toplumsal
hareketler olduğu vurgulanmakta, bu hareketlerin gerek savundukları değerlerin
gerekse örgütsel yapılarının bu demokrasi yaklaşımlarını uygulamada daha uygun
olduğu ileri sürülmektedir. Genel olarak yeni toplumsal hareketlerin müzakere
yoluyla ortak bir konsensüse varabilmenin ve kamusal konuşmanın gerçekleşmesinin
koşullarını yarattığı ve yaşam alanına yönelik taleplerde bulunduğu (Benhabib,
1999), bu nedenle de demokrasinin gelişiminde önemli bir misyon yüklendiği ileri
sürülmektedir. Bu çalışma, hem yeni toplumsal hareketlere ilişkin teorilerin hem de
müzakereci ve agonistik demokrasi yaklaşımlarının temelleri ve sınırlılıkları
üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu bölümde, elde edilen sonuçların genel bir
değerlendirmesi yapılacaktır ve en sonunda Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin
gelecekteki konumunun ne olacağına ilişkin kısa bir tartışma yürütülcektir.
213
5.1. Yeni Toplumsal Hareketlerin Yapısı
Bu çalışmada ulaşılan önemli bir sonuç, eski ve yeni toplumsal hareketler
arasına konulan keskin ayrımlara ilişkindir. Nitekim, yeni toplumsal hareket
teorilerinin karşılaştığı en önemli sorunlardan biri, “post-endüstriyel” toplumun
geçirdiği kapsamlı yapısal değişmelerle bu hareketlerin kimlik sorunlarına vurgu
yapmaları arasındaki ilişkinin yeterince açıklayıcı olamamasıdır (Larana, vd. 1994).
Toplumda yapısal bir değişimin gerçekleşmesiyle yeni toplumsal hareketlerin ortaya
çıkması arasında kurulan ilişki, eski ve yeni toplumsal hareketler arasında
kurulabilecek ortaklıkları ya da süreklilikleri görmeyi engellemektedir. Burada elde
edilen veriler, aslında her iki hareket arasında bir takım ortaklıklar kurulabileceğini
göstermektedir. Bu anlamda, bu iki hareket arasında bütünüyle bir “kopuş”
yaşanmadığını, tersine, birinden diğerine doğru bir “süreklilik” bulunduğunu
söylemek olanaklıdır. Nitekim, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin bir kısmı
eylemlerinde sorun temelli davranabildikleri gibi, ideolojik ve bütünsel bir yaklaşım
da geliştirebilmektedirler ve bu özellikleri onları emek hareketlerine
yaklaştırabilmektedir. Bunlara ek olarak, eski ve yeni toplumsal hareketlerin
katılımcılarının sahip olduğu ve savunduğu değerlerin bütünüyle birbiriyle çeliştiği,
yani, birinin materyalist diğerinin ise post-materyalist değerlere sahip olduğu
söylenemez. Kaldı ki, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin katılımcılar
açısından bir sınıfsal ittifakla oluştuklarını söylemek doğru olacaktır. Bu
hareketlerin, katılımcılarının sınıf temeliyle açıklanamaması genellikle Marksist
yaklaşımlarla ters düşüyor gibi görünse de, bunun önemi, bir kısım yeni ve eski
toplumsal hareket arasında önemli ittifaklar kurulabileceğini göstermesinde
yatmaktadır. Kaldı ki, bu hareketler arasına konulan ayrımlardan çok bunlar arasında
214
kurulabilecek ittifaklar, Türkiye’deki demokrasinin gelişimine çok daha fazla katkı
yapabilir. Bu anlamda, eski ve yeni toplumsal hareketler ikiliği ya da karşıtlığının
önemli bir kırılmaya uğradığını vurgulamak gerekir. Önemli olan, bu kırılmanın nasıl
bir kırılma olduğunu anlamaktır.
Türkiye’deki yeni toplumsal hareketler “amaçlar”, “ideoloji ve politika” ve
“yapı” açısından değerlendirildiğinde iki nokta belirginleşmektedir. Bunlardan
birincisi, yeni toplumsal hareketlerin çok çeşitli ve zaman zaman birbirine
benzemeyen/birbirleriyle çelişen yapılara sahip olmasıdır. Bu hareketlerin bir kısmı
sol/sosyalist politikalara sahipken, bazıları sağ/muhafazakar ya da liberal politikalar
geliştirmektedir. Bu nedenle de bu hareketleri sahip oldukları ideoloji ve politikadan
yola çıkarak tanımlamak zorlaşmaktadır. Nitekim, yeni toplumsal hareket teorileri
genellikle sağ/muhafazakar hareketleri göz ardı etmektedir. Benzer bir biçimde,
informel ve hiyerarşik olmayan bir yapıya sahip toplumsal hareketler varken, tersine,
formel ve hiyerarşik toplumsal hareketler de bulunmaktadır, ve hatta bunlar sayıca
daha fazladır. Dolayısıyla Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin, “informel,
yapılaşmamış ve tanımlanmamış” bir özelliğe sahip olduğu söylenemez. Bu
anlamıyla, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlerin kendilerine yüklenen misyonu
yerine getirmeye ehil ve muktedir bir kolektif özne haline geldiğini söylemek de
oldukça zordur. Yani, aşağıda da bahsedileceği gibi, bazı Avrupa toplumlarında yeni
toplumsal hareketler ile demokrasinin gelişimi arasında bir ilişki olduğunu göstermek
daha kolay olabilir, ancak Türkiye’deki yeni toplumsal hareketler için
düşünüldüğünde bu ilişki o kadar kolay kurulamamaktadır (Latin Amerika ülkelerine
ilişkin benzer bir sonuç için, bkz. Hellman, 1994).
215
İkinci önemli nokta, yeni ve eski toplumsal hareketlerin değişik toplumlarda
farklı biçimlere bürünmüş olmasıdır. Gerçekten de Türkiye’deki hareketler Avrupa
kaynaklı teorilerde belirtilen yapı ve özelliklerden çok farklı özellikler
gösterebilmektedir. Yeni toplumsal hareketler her toplumun kendine özgü içsel
sorunlarına bağlı olarak ortaya çıktıkları için, her toplumda çok çeşitli ve birbirinden
oldukça farklı bir biçimde gelişmektedirler.69 Bu iki özelliğin ortaya çıkmasının
temel nedeni ise, yeni ve eski toplumsal hareketlerin birbirlerinden farklı örgüt
yapılarına, değerlere ve amaçlara sahip olmasında değil fakat Türkiye’nin kendine
özgü siyasal ve ekonomik koşullarında aranmalıdır. Nitekim, eski ve yeni hareketler
arasında kurulabilen benzerlik ve ortaklıklar, toplum içinde aynı ekonomik ve siyasal
süreçleri deneyimlemelerinden kaynaklanıyor görünmektedir. Örneğin, gerek eski
gerekse yeni hareketlerin bütünü devletin baskıcılığından ve politik tutumundan
rahatsızlıklarını vurgulamaktadır. Yeni toplumsal hareketlerin bu özellikleri,
müzakereci ya da agonistik bir demokrasinin geliştirilmesi olanaklarını da,
söylendiğinin tersine zorlaştırmaktadır.
5.2. Müzakereci ve Agonistik Demokrasi Deneyimleri
Müzakereci bir demokrasinin uygulanabilmesinin karşılaştığı başlıca
sorunlardan biri, demokratik bir kamusal alanın oluşumu için kamusal tartışma
zeminlerinin varlığını yeterli saymasından kaynaklanmaktadır. Ne var ki, toplumsal
hareketlerin gerek devletle gerekse birbirleri arasındaki ilişkiler, kamusal
müzakereler yapılabiliyor olsa bile bunun doğrudan doğruya demokratik bir kamusal 69 Aslında, hiç şüphesiz sınıf hareketleri de her toplumun kendine özgü sorunlarına bağlı olarak şekillenir. Ancak burada önemli olan nokta, her toplumdaki sınıf hareketlerinin özellikle katılımcılar ve amaçlar açısından hemen hemen aynı özelliklere sahip olmasına rağmen, yeni toplumsal hareketlerin bu açılardan bile her toplumda farklı özellikler taşıyor olmasıdır. Örneğin, her işçi hareketi vurgu yaptıkları konular ve taktikler açısından neredeyse birbirinin aynısıdır. Oysa yeni toplumsal hareketler için bu derece benzerlik kurulamaz. Kimi toplumlarda ekonomik sorunlara da vurgu yapabilirlerken, kimilerinde sadece kimlik ve kültüre vurgu yapan hareketler olarak ortaya çıkmaktadırlar.
216
alan yaratmada yeterli olmadığını göstermektedir. Nitekim devlet, bu kamusal
müzakerelerde belirleyici, hatta zaman zaman dışlayıcı işlevler görebilmektedir.
Baskıcı bir devlet geleneğinin varlığı, devlet ile örgütler arasındaki ilişkiyi de
sekteye uğratmaktadır.70 Benzer olarak, toplumsal hareketlerin birbirleriyle ilişkileri
ve aralarındaki müzakereler, doğrudan doğruya demokratik bir süreç yaratmamakta,
doğrusu, Habermas’cı anlamda “kamusal konuşma” kendiliğinden demokratik bir
işleyişi getirmemektedir. Çünkü hemen hemen bütün eski ve yeni toplumsal
hareketler, gerek devletle ilişkilerinde, gerek diğer toplumsal hareketlerle
ilişkilerinde, gerekse katılımcılarıyla ilişkilerinde bir takım dışlama mekanizmaları
geliştirmektedirler. Kaldı ki, Laclau ve Mouffe tarafından önerilen “ötekinin düşman
olarak değil, ama birlikte yaşanabilecek bir muhalif olarak görülmesi ilkesinin” yeni
ve eski hareketlerde benimsenmiş olduğunu söylemek oldukça zordur. Çünkü,
Mouffe’un iddia ettiği gibi çatışmanın olmadığı bir toplumda demokrasinin
gelişemeyeceği kabul edilebilirse de, Türkiye’deki toplumsal hareketlerin devletle ve
birbirleriyle girdikleri çatışmalı ilişkiler bu türden bir demokrasiyi yaratmamaktadır.
Devletin sivil toplum alanına nüfuz etmiş olması, toplumsal hareketlere karşı ayrımcı
tavrı, toplumsal hareketlerin birbirleri arasında işbirliğinin yerleşmemiş olması,
bireylerin katılımlarının yeterince sağlanamamış olması demokratik bir sürecin
oluşturulamamasının başlıca görünümleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çatışma
ilişkisi genel olarak eşitsiz bir ilişkidir ve çoğunlukla devletin baskıcı yapısının
sürekliliğine hizmet etmektedir. Toplumsal hareketler arası çatışmalar ise muhalif
olarak algılanmamakta, tersine, özellikle siyasal ve ideolojik bakış açılarının
farklılığından dolayı birbirini dışlayıcı ve yok sayıcı politikalara neden 70 Bu anlamda, Alvarez vd.’nin belirttiği gibi, toplumsal hareketler ile ilgili bir çalışmada devletin yapı ve etkisi ile bizzat devlet kurumlarıyla ilişkiler konusunun ihmal edilmemesi gerekir (Alvarez, vd., 1998).
217
olabilmektedir. Bu durum toplum içerisindeki farklı kimliklere neden olumsuz
bakıldığını da anlamayı kolaylaştırmaktadır.
Diğer taraftan, toplumsal hareketlerin kendi katılımcılarıyla ilişkileri de bir
takım sorunlar içermektedir. Genel olarak söylenirse, Habermas’ın tartıştığı gibi yeni
toplumsal hareketleri kamusal alanda özgür bireylerin rasyonel bir diyalog içinde
konsensüse varabilecekleri bir yer olarak değerlendirmek bir kaç hareket dışında
mümkün görünmemektedir (benzer sonuçlar için, bkz. Erdoğan-Tosun, 200; Akşit,
vd., 2002). Nitekim, toplumsal hareketlerin hiyerarşik yapısı, doğal liderlerin ortaya
çıkması, katılımcıların azlığı, toplantılardaki konuşma pratikleri vb. böyle bir diyalog
ortamının yaratılması sürecine ilişkin bir takım engeller oluşturmaktadır. Diğer
taraftan, bireylerin üyesi oldukları toplumsal hareketin karar mekanizmalarına
katılma konusundaki isteksizlikleri örgüt içi demokrasinin gelişimini engelleyici
etkiler yapabilmektedir. Kaldı ki, bazı yeni toplumsal hareketlerin politikadan uzak
yapısı, bireylerin apolitikleşmesini peşinden getirmekte, hareketin bu tutumu devletle
ilişkilerde işe yaramasına rağmen bireylerin örgüt içi kararlara katılımını olumsuz
etkileyebilmektedir. Bu anlamda, örgüt içi demokratik yapıların oluşturulmasında
yeni toplumsal hareketler ile emek eksenli eski toplumsal hareketler arasında büyük
farklar ortaya çıkmamaktadır. Yani, yeni toplumsal hareketlerin eski hareketlere göre
bireylerin örgüt içi katılımını, dolayısıyla da örgüt içi demokrasiyi artırdığını
söylemek çok olanaklı değildir. Hareketlerin bu yapısının Türkiye’de demokratik bir
kamusal alanın gelişimine yapabilecekleri olası katkıların da sınırlı olacağını
söylemek gerekir. Kaldı ki, bir toplumsal hareketin içsel pratiği ne derece demokratik
olursa olsun, bunun bir bütün olarak politik sistemi etkileyeceği söylenemez.
218
Agonistik demokrasi savunucuları tarafından “farklılık” anlayışının, kültürel
ve kimliksel olarak ele alınıp değerlendirilmesi, sınıfsal farklılıkların ise göz ardı
edilmesi önemli bir kaç problemi beraberinde getirmektedir. Birincisi, sınıfsal
çelişkiler ile kültürel ve kimliksel farklılıkları dile getiren hareketler arasında
devletle girilen ilişkiler konusunda önemli ayrımlar ortaya çıkabilmektedir. Nitekim,
sendika hareketlerinin devletle ilişkilerinin daha fazla çatışmalı olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır. Yeni toplumsal hareketler söz konusu olduğunda da sınıf
hareketine, sosyalizme vb. türden konulara vurgu yapan, emek hareketleriyle yakın
ilişkiler geliştirebilen hareketlerin diğer hareketlere göre devletle ilişkilerinin daha
çatışmalı olduğu söylenebilir. İkincisi, agonistik demokrasi savunucularının ileri
sürdüğünün tersine nesnel sınıf çıkarları ile evrensel insani değerler arasında
bütünüyle bir zıtlık, bir antagonizma olduğu söylenemez. Nitekim, bu çalışmanın
verilerinin gösterdiği en önemli bulgulardan biri, sınıf hareketinin katılımcılarının
barış, çevre, küreselleşme karşıtı ve anti-nükleer hareketler gibi yeni toplumsal
hareketlerin dillendirdiği sorunlara karşı da oldukça duyarlı olduğunu ve bu
hareketlere katılma potansiyeli taşıdıklarını göstermesidir. Bu anlamda emek
hareketinin katılımcıları evrensel insani sorunlarla ilgilenen diğer toplumsal
hareketler için potansiyel destekleyiciler olabilirler. Bu noktada yeni toplumsal
hareket katılımcılarıyla ile eski toplumsal hareket katılımcıları arasında çok büyük
farklılıklar olduğunu söylemek zordur. O halde, maddi koşullardan özerk olmama ile
evrensel insani değerleri benimseme arasında kurulan negatif korelasyonun
doğruluğundan şüphe duymak gereklidir.
Son olarak yeni ve eski toplumsal hareketler bütün olarak
değerlendirildiğinde ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır: (a) Müzakereci ve agonistik
219
demokrasinin uygulanabilmesi sürecinde yeni toplumsal hareketlerin eski toplumsal
hareketlere göre daha uygun bir yapı sergilediğini söylemek şimdilik zor
görünmektedir. Kaldı ki, daha önce örnek verildiği gibi, eski toplumsal hareketler bu
türden demokratik pratikleri gerçekleştirmede önemli sayılabilecek deneyimlere de
sahiptir. (b) Yeni ve eski toplumsal hareketler arasında önemli farklılıklardan
bahsedilebileceği gibi, birbirleriyle oldukça benzer özellikleri de paylaşmaktadırlar.
Bundan dolayı da aralarında bir kopuş ya da zıtlıktan çok, bir süreklilikten
bahsedilebilir.
5.3. Türkiye’de Yeni Toplumsal Hareketlerin Geleceği ve Demokrasi
Yukarıda bahsedilen yapının, giderek daha fazla demokratik ve katılımcı,
birbirini dışlamayan bir biçime mi dönüşeceği, yoksa daha fazla çelişki ve
çatışmalara mı yol açacağı iki noktaya bağlıdır. Bunlardan birincisi, eski ve yeni
toplumsal hareketler arasında ittifakların kurulup kurulamayacağıdır. Buradaki
veriler, böylesi bir ittifakın olanaklı olduğunu göstermektedir. Yeni toplumsal
hareketlerin bir bütün olarak demokratik bir sisteme henüz sahip olmamaları, onların
olumlu hiçbir role de sahip olmadıkları/olamayacakları anlamına gelmemektedir.
Habermas ve Benhabib gibi bazı kuramcıların umduğunun tersine, yeni sosyal
hareketler henüz kendi içlerinde demokrasiyi yerleştirememişlerdir ve bütün olarak
da siyasal sistemi demokratikleştirme gücüne de sahip değildirler. Bu durumun
devam etmesi, yeni toplumsal hareketlerin bürokratik bir yapı geliştirmelerine bile
neden olabilir. Fakat bir takım tarihsel ve toplumsal koşullar yeni toplumsal
hareketleri diğer örgütlenmelerle birbirine bağlayabilir. Dolayısıyla, yeni toplumsal
hareketlerin en önemli potansiyeli burada yatmaktadır. Bu ititifak, hem eski hem de
yeni hareketleri güçlendiren ve geliştiren bir işlev görebildiği gibi, bir bütün olarak
220
sistemi etkileme ve değiştirme şanslarını da artırır. Bu anlamda, Türkiye’de
demokratik bir kamusal alanın oluşumunu eski ve yeni toplumsal hareketler arasında
kurulabilecek ittifaklar belirleyecektir. Çünkü böylesi bir ittifak, hem eski tip
hareketlerin hem de yeni hareketlerin birbirlerini etkileyerek yapılarını daha
demokratik bir biçime dönüştürmelerine katkı yapabilir. Her iki harekette de böylesi
bir potansiyel bulunmaktadır.71
İkincisi ise, gerek eski gerekse yeni toplumsal hareketlerin faaliyetlerine
kendi katılımcılarını ve üyelerini ne kadar katabilecekleriyle ilişkilidir. Bu çalışmada
elde edilen veriler, özellikle yeni toplumsal hareketlerin bu konuda yetersiz olduğunu
ve dışarıda kalanları örgütlemek ve hareket içine onları da katmak şöyle dursun,
bizzat kendi katılımcılarını bile bütünüyle faaliyetlerine katamadıklarını
göstermektedir. Bu durumun gelecekte de böyle devam etmesi, gerek örgüt içi
işleyişte gerekse diğer örgütlerle ilişkilerde demokratik yapıların gelişimini olumsuz
etkileyeceğini düşündürtmektedir.
Bununla bağlantılı olarak düşünüldüğünde, yeni toplumsal hareketlerin kendi
içlerinde taşıdığı çelişkiler gelecek için bir takım sorunların olabileceğini akla
getirmektedir. Bunun en önemli göstergesi, yeni toplumsal hareketlerin
popülerleşerek, siyasal anlamda toplumsal muhalefet boyutunun giderek
törpülenmesi ve ortadan kalkmasıdır. Nitekim, bazı toplumsal hareketler siyaseti
sadece siyasal partilere özgü bir faaliyet alanı olarak görmekte, kendilerini bunun
71 Son yıllarda sendikacılık alanında “toplumsal hareket sendikacılığı” adı altında yapılan tartışmalar da böylesi bir olanağın varlığını göstermektedir. Bu anlayışın en önemli özelliği, Waterman’a gore,“güçlü ve çok renkli bir sivil toplum oluşturma mücadelesi veren ama sınıfsal olmayan ya da yarı sınıfsal özellik taşıyan demokratik hareketlerle bağlantı kurmayı, onlarla ilişki içinde olmayı önemsemesi” ve “tüm toplumsal ilişkiler ve yapıların (ekonomik, siyasal, toplumsal, konutsal, cinsel, kültürel gibi) değişimini sürdürmek için çalışması” (aktaran, Akkaya, 2004) gerektiğidir. Yeni toplumsal hareket sendikacılığının “yeni” olup olmaması bir tarafa, eski tip toplumsal hareketlerin diğer toplumsal hareketlerle ilişkiler kurulmasını önerdiği için önemli bir başlangıç olarak görülmelidir.
221
dışında tutmaktadırlar. Bu süreç böyle devam ettiği müddetçe, yeni toplumsal
hareketler tarafından dillendirilen sorunların ve onların duyarlı olduğu konuların
sistem tarafından kuşatılarak dönüştürülmesi gibi bir sorun ortaya çıkmaktadır.
Böylesi bir durumda yeni toplumsal hareketlerin, sadece “sistemin bir kenar süsü”
olarak kalması gibi bir tehlikeden bahsetmek olanaklıdır. Süreç böyle işlediği
müddetçe yeni toplumsal hareketlerin bir bütün olarak sistemi etkileme potansiyelleri
de ortadan kalkacaktır.
222
ÖZET
YENİ VE ESKİ TOPLUMSAL HAREKETLER:
TÜRKİYE’DE DEMOKRATİK AÇILIMLAR
Coşkun, Mustafa Kemal
Doktora, Sosyoloji Bölümü
Tez Yöneticisi: Doç. Dr. Hayriye Erbaş
Bu tez, Türkiye’deki yeni ve eski toplumsal hareketlerin demokratik süreçleri deneyimlemelerine yönelik bir sosyolojik çözümleme girişimidir. Türkiye’de sivil toplum örgütleri ve demokrasinin gelişimi konusunda önemli sayıda bir literatür bulunmasına rağmen, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketlere ilişkin geniş bir literatürden bahsetmek çok kolay görünmemektedir. Bu nedenle özellikle yeni toplumsal hareketlerin toplumsal, siyasal ve ideolojik karakteristikleri, toplumsal sorunları algılayışları, eski tip toplumsal hareketlerle aralarındaki temel ayrım noktaları ve demokratik yöntem ve usulleri deneyimleme olanakları konusundaki bilgiler sınırlıdır. Çalışma, bu konuları Ankara’daki yeni ve eski toplumsal hareketlere yönelik bir alan araştırmasının bulgularından hareketle incelemeyi ve tartışmayı amaçlamaktadır.
Çalışmanın ilk amacı, Türkiye’deki yeni ve eski toplumsal hareketlerin genel bir sosyolojik-demografik portresini ortaya koymaktır. Bu nedenle, her iki toplumsal hareket katılımcılarının eğitim durumu, sınıfsal yapısı, hareketin örgütlenme yapısı, amaçları ve değerleri açısından karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır. Buradaki çözümlemeler, yeni toplumsal hareketlere atfedilen sosyolojik karakteristiklerin ne ölçüde geçerli olduğu sorusunu aydınlatmaya yöneliktir. Burada elde edilen veriler daha önce yapılan bazı araştırmaların bulgularıyla da karşılaştırılmıştır. Çalışmanın bulguları, Türkiye’deki yeni ve eski toplumsal hareketler arasında bir ‘kopuş’tan çok ‘süreklilik’ olduğunu, örgüt yapısı, amaçlar ve değerler konusunda önemli bir takım benzerlikler olduğunu ortaya koymaktadır.
Ek olarak bulgular, yeni toplumsal hareketler arasında katılımcılar, örgütlenme yapısı, değer ve amaçlar konusunda belirgin bir takım farklılıkların varolduguna isaret etmektedir. Bu nedenle de, Türkiye’deki yeni toplumsal hareketler katılımcılarının özellikleri, örgütlenme yapıları, değerleri ve amaçları bağlamında tanımlanamamaktadır. Daha çok, Türkiye’nin kendine özgü ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullarıyla şekillenmektedirler. Bu durum onların hem birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmalarına hem de eski toplumsal hareketlerle benzeşmelerine neden olmaktadır. Bu tür farklılıklar ve benzerlikler, onların siyasal, kültürel ve ideolojik pratiklerinde ve birbirlerini algılama biçimlerinde de yansımaktadır.
Çalışma ikinci olarak, yeni ve eski toplumsal hareketlerin demokratik süreçleri ne derecede deneyimlediklerine yoğunlaşmayı amaçlamaktadır. Bu noktada,
223
liberal demokrasinin krizini çözmeye yönelik olarak geliştirilen müzakereci ve agonistik demokrasi teorileri tartışılmıştır. Genel olarak bu teoriler, yeni toplumsal hareketlerin sistem alanına değil fakat yaşam alanına yönelik taleplere sahip olduğundan, bu hareketlerin eski toplumsal hareketlere oranla müzakereci ya da agonistik demokrasi pratiklerini gerçekleştirmeye daha yatkın olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu amaçla, çalışmada eski ve yeni toplumsal hareketlerin devletle, diğer toplumsal hareketlerle ve katılımcılarıyla ilişkilerine ilişkin elde edilen veriler yorumlanmıştır. Bu konuda elde edilen bulgular, hem eski hem de yeni toplumsal hareketlerin müzakereci ve agonistik demokrasi ilkelerini deneyimlemeden oldukça uzak olduğunu göstermektedir. Yeni toplumsal hareketler zaman zaman daha demokratik müzakere süreçlerini deneyimleyebilmektedir, ancak bu durum sadece bir kaç hareketle sınırlıdır. Bu anlamda, yeni toplumsal hareketlerin bir bütün olarak daha demokratik olduğunu ve müzakereci ya da agonistik demokrasi pratiklerini yaşayabildiklerini söylemek çok olanaklı görünmemektedir. Nitekim, her hangi bir örgütün demokratik pratikleri yaşama geçirmesi, onun yeni ya da eski değerleri savunmasında değil, fakat ülkenin ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullarının uygun olmasında yatmaktadır.
Bu konudaki ikinci bulgu, toplumsal hareketler ile devlet arasındaki ilişkiler hakkındadır. Bu hareketler ile devlet arasındaki ilişkilerde belirleyici olan devlettir ve bu ilişki genellikle toplumsal hareketlerin ideolojik/politik yapısına bağlı olarak şekillenmektedir. Bu nedenle, sahip oldukları politik/ideolojik özelliklere göre toplumsal hareketler devletle müzakereci bir ilişkiye girebilmekte ya da girememektedir. Bu noktada önemli olan, hareketlerin etkililiği değil, devletin bu hareketlere yaklaşımıdır. Bu noktada önemli olan, toplumsal hareketler ile devletin ve toplumsal hareketlerin birbirleriyle ilişkilerinin gelecekte nasıl değişip dönüşeceğidir. Türkiye’de demokratik bir kamusal alanın oluşumu bu dönüşümlere bağlı olarak gerçekleşecektir.
Temel Kavramlar: yeni toplumsal hareketler, eski toplumsal hareketler, müzakereci demokrasi, agonistik demokrasi, kopuş ve süreklilik.
224
SUMMARY
NEW AND OLD SOCIAL MOVEMENTS:
DEMOCRATIC OPENINGS IN TURKEY
Coşkun, Mustafa Kemal
Ph.D., Department of Sociology
Supervisor: Assoc. Prof.. Hayriye Erbaş
This dissertation is a sociological attempt to analyze the new and old social movements’ democratic procedures. Although there are plenty works in literatures of civil society and organizations and development of democracy in Turkey, it is not easy to mention about profusion of works in the literature of new social movements. Therefore, the knowledge about new social movements’ social, political and ideological characteristics, their perception of social problems, their differences from old social movements, and their possibilities of realization the democratic methods and procedures have been very limited. This study aims to examine these issues through the case study of new and old social movements in Ankara.
The study first aims to provide a general sociological-demographical portrait of the new and old social movements in Turkey. Therefore, the organizational structure, goals and values of the movements and education levels, class structure of the participants of both new and old social movements have been examined comparatively. The analyses here are all about the clarification of the relevance of the sociological characteristics attributed to new social movements. This study challenges such taken for granted assumptions. The findings have been compared with the findings of some other studies. Overall, the findings of this research show that there is a ‘continuity’ rather than a ‘break’ between the new and old social movements in Turkey, and there are some important similarities among them with respect to organization structure, goals and values.
Furthermore, the findings point out that there are some certain differences among new social movements with respect to participants, organizational structures, values and goals. Therefore, the new social movements cannot be defined in terms of mentioned characteristics above. Rather, they are mostly formed by the special economic, social and political conditions of Turkey. The reason of differences among them and of similarities between new and old social movements is these conditions. This further causes both the differences of new social movements from the previous social movements and resembling characteristics with the hitherto old social movements. These similarities and differences are reflected in their political, ideological and cultural practices and their perceptions one to another.
The second aim of this study is to focus on to what degree the old and new social movements have been experiencing the democratic processes. At this point, it has been discussed the deliberative and agonistic democracy theories, which were
225
developed as a response to the liberal democracy crisis. These theories in general asserted that the new social movements have been efficient in realizing the deliberative or agonistic democracy practices and procedures because they do have claims over the life areas rather than system areas. At this point, data about the relationships of old and new social movements with the state, with the other social movements and with their own participants have been interpreted. The findings show that both old and new social movements are far from the experiencing the principles of agonistic and deliberative democracy The new social movements are be able to experience more democratic deliberation procedures from time to time. However, this is very limited to one or two social movements. In this manner, it is quite difficult to state that new social movements as a whole are more democratic and might be living a quiet deliberative and agonistic democracy practices. Likewise, any organization’s application of the democratic practices has nothing to do with the organization’s ties with the old or new values. It is, however, hidden in the relevance of these practices to the economic, political, and social conditions of the given country. The second finding in this part is all about the relationships between the state and social movements. . Within the relationships between social movements and the state, the dominant side is the state and the relationships are to be formed according to the ideological/political structures of social movements. . Therefore, the social movements in relation to their ideological/political characteristics could be able to define a deliberative relationship with the state or not. At this point, the state’s approach into these social movements is more important than the effectiveness of the social movements. It is important to know how the relationships between social movements and state and relationships among the all social movements are to be altered in future. The formation of democratic public sphere in Turkey will be materialized based on these transformations
Keywords: New Social Movements, Old Social Movements, Deliberative
Democracy, Agonistic Democracy, Break and Continuity.
226
KAYNAKÇA Ackerman, B. (1989). “Why Dialogue?”, The Journal of Philosophy, 86/1, s. 5-22.
Adam, B. D. (1993). “Post-Marxism and the New Social Movements”, The Canadian Review of Sociology and Anthropology, 30/3, s. 316-337.
Agger, B. (1991). “Critical Theory, Poststructuralism, Postmodernism: Their Sociological Relevance”, Annual Review of Sociology, 17, s. 105-131.
Akkaya, Y. (2004). “Toplumsal Hareket Sendikacılığı Ne Kadar Yeni, Ne Kadar Eski?”, www.sendika.org
Akşit, B – Tabakoğlu, B. – Serdar, A. (2002). “Ulus-Devlet ve Cemaatçi Kültür Arasında Sıkışan/Gelişen Sivil Toplum: Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşları”, A. A. Dikmen, (der.), Cumhuriyet Döneminde Siyasal Düşünce ve Modernleşme içinde, 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, Ankara: İmaj Yayıncılık.
Althusser, L. (1987). John Lewis’e Cevap, (çev.: M. Ökmen), Ankara: V Yayınları.
Althusser, L. (1991). Özeleştiri Ögeleri, (çev.: L. Targu), İstanbul: Belge Yayınları.
Althusser, L. (2002). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, (çev.: Y. Alp-M. Özışık), İstanbul: İletişim Yayınları.
Althusser, L. (2002). Marx İçin, (çev.: I. Ergüden), İstanbul: İthaki.
Alvarez, S. E. – E. Dagnino – A. Escobar. (1998). "Introduction: The Cultural and the Political in Latin American Social Movements", S. E. Alvarez – E. Dagnino – A. Escobar, (der.), Cultures of Politics, Politics of Culture: Re-visioning Latin American Social Movements, Boulder: Westview Press.
Amin, S. (1995). “Bugünkü Üçüncü Dünya’da Demokrasi Sorunu”, S. Amin,-A. G. Frank,-N. Chomsky, (der.), Düşük Yoğunluklu Demokrasi, (çev. A. Fethi), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Anderson, P. (1988). Gramsci: Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji, (çev.: T. Günersel), İsstanbul: Alan Yayıncılık.
Anderson, P. (2004). Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, (çev.: B. Aksoy), İstanbul: Birikim Yayınları.
Arendt, H. (1994). İnsanlık Durumu, (çev.: B. Sina Şener), İstanbul: İletişim Yayınları.
Aronowitz, S. (1987). “Theory and Socialist Strategy”, Social Text, 16.
Arrighi, G. – Hopkins, T. –Wallerstein, I. (1995). Sistem Karşıtı Hareketler, (çev.: C. Kanat-B. Somay-S. Sökmen), İstanbul: Metis Yayınları.
Bagguley, P. (1992). “Social Change, the Middle Class and the Emergence of ‘New Social Movements’: A Critical Analysis”, The Sociological Review, 38, 1-48.
Barber, B. (1995). Güçlü Demokrasi, (çev. M. Beşikçi), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Barker, R. A. (2001). “The Nature of Leadership”, Human Relations, 54/4.
227
Barkey, H. J. (2000). “The Struggles of a ‘Strong’ State”, Journal of International Affairs, 54/1, s. 87-103.
Bauman, Z. (2000). Siyaset Arayışı, (çev.: T. Birkan), İstanbul: Metis Yayınları.
Baxter, H. (1987). “System and Life-World in Habermas’s ‘Theory of Communication Action’”, Theory and Society, 16/1, s. 39-86.
Bayramoğlu, S. (2002). “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”, Praksis, 7, s. 85-116.
Beckman, B. (1998). “Demokratikleşmeyi Açıklamak: Sivil Toplum Kavramı Üzerine Notlar”, E. Özdalga-S. Persson, (der.), Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası , (çev.: A. Fethi), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Belek, İ. (1997). Postkapitalist Paradigmalar; İstanbul: Sorun Yayınları.
Benhabib, S. (1999a). Modernizm, Evrensellik ve Birey, (çev. M. Küçük), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Benhabib, S. (1999b). “Demokratik Moment ve Farklılık Sorunu“, S. Benhabib, (der.), Demokrasi ve Farklılık, (çev. Z. Gürata-C. Gürsel), İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Bertram, B. (1995). “New Reflections on the ‘Revolutionary’ Politics of Ernesto Laclau and Chantal Mouffe”, Boundary 2, 22/3, s. 81-110.
Best, S.-Kellner, D. (1998). Postmodern Teori, (çev. M. Küçük), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Blaug, R. (1996). “New Theories of Discursive Democracy”, Philosphy and Social Criticism, 22/1, s. 49-80.
Blaug, R. (1997). “Between Fear and Disappointment: Critical, Emprical and Political Uses of Habermas”, Political Studies, XLV, s. 100-117.
Bobbio, N. (1993). “Gramsci ve Sivil Toplum Kavramı”, J. Keane, (der.), Sivil Toplum ve Devlet, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Boggs, C. (1977). “Revolutionary Process, Political Strategy, and the Dilemma of Power”, Theory and Society, 4/3, s. 359-393.
Bora, T. (1997). “Sivil Toplum, Sivil İnisiyatifler ve Siyaseti Yeniden Kurmak”, Ağaçkakan, 7/32.
Bora, T.-Çağlar, S. (2002). “Modernleşme ve Batılılaşmanın Bir Taşıyıcısı Olarak Sivil Toplum Kuruluşları”, U. Kocabaşoğlu, (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-3, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul: İletişim Yayınları.
Boratav, K. (1995). İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri, İstanbul: Tarih Vakfı-Yurt Yayınları.
Boratav, K. (2000). Yeni Dünya Düzeni Nereye, Ankara: İmge Kitabevi.
Boron, A. A. (2000). “Embattled Legacy: ‘Post-Marxism’ and the Social and Political Theory of Karl Marx”, Latin American Perspectives, 27/4, s. 49-79.
Bottomore, T. (1989). Frankfurt Okulu, (çev. A. Çiğdem), İstanbul: Ara Yayıncılık.
228
Bowles, S.-Gintis, H. (1996). Demokrasi ve Kapitalizm, (çev. O. Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Brown, D. (1990). “Sandinismo and the Problem of Democratic Hegemony”, Latin American Perspectives, 17/2, s. 39-61.
Buechler, M. (1995). "New Social Movement Theories", Sociological Quarterly, 36, s. 441-464.
Buechler, S. M. (2000). Social Movements in Advanced Capitalism, New York; Oxford: Oxford University Press.
Bulaç, A. (1999). “Yerel Siyaset ve Demokrasi, Çoğulculuk, Sivil Toplum”, WALD (der.), Sivil Toplum İçin Kent, Yerel Siyaset ve Demokrasi Seminerleri, Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, İstanbul: WALD Yayınları.
Burris, V. (1986). “The Discovery of the New Middle Class”, Theory and Society, 15/3, s. 317-349.
Buttom, M.-Mattson, K. (1999). “Deliberative Democracy in Practice: Challenges and Prospects for Civic Deliberation”, Polity, 31/4, s. 609-627.
Callinicos, A. (2001). Postmodernizme Hayır, (çev. Ş. Pala), Ankara: Ayraç Yayınevi.
Callinicos, A. (2004). Toplum Kuramı, (çev.: Y. Tezgiden), İstanbul: İletişim Yayınları.
Castells, M. (1996). The Information Age: Economy, Society and Culture: The Rise of Network Society, Oxford: Blackwell.
Castells, M. (1997). The Power of Identity, Cambridge, MASS: Blackwell
Charney, E. (1998). “Political Liberalism, Deliberative Democracy and the Public Sphere”, The American Political Science Review, 92/1, s. 97-110.
Chilcote, R. H. (1990). “Post-Marxism: The Retreat from Class in Latin America”, Latin American Perspectives, 17/2, s. 3-24.
Cohen J.-Arato, A. (1992). Civil Society and Political Theory, Cambridge: MIT Press.
Cohen, Jean. (1999). “Strateji ya da Kimlik: Yeni Teorik Paradigmalar ve Sosyal Hareketler”, K. Çayır, (der.), Yeni Sosyal Hareketler, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Cohen, Joshua. (1998). “Democracy and Liberty”, Deliberative Democracy içinde, der. J. Elster, Cambridge: Cambridge University Press.
Cohen, Joshua. (1999a). “Müzakereci Demokraside Usul ve Esas”, S. Benhabib, (der.), Demokrasi ve Farklılık, (çev. Z. Gürata-C. Gürsel), İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Cohen, Joshua. (1999b). “Reflections on Habermas on Democracy”, Ratio Juris, 12/4, s. 385-416.
229
Cohen, Robin. (1998). “Transnational Social Movements: An Assessment”, Paper to the Transnational Communities Program Seminar Held at the School of Geography, University of Oxford.
Connolly, W. (1995). Kimlik ve Farklılık, (çev. F. Lekesizalın), İstanbul : Ayrıntı Yayınları.
Cooke, M. (2000). “Five Arguments for Deliberative Democracy”, Political Studies, 48, s. 947-969.
Cotgrove, S. – Duff, A. (2003). “Midle-Class Radicalism and Environmentalism”, J. Goodwin – J. M. Jasper, (der.), The Social Movements Reader, Cornwall: Blackwell Publishing.
Cotgrove, S.-Duff, A. (1981). “Environmentalism, Values and Social Change”, The British Journal of Sociology, 32/1, s. 92-110.
Craib, I. (1984). Modern Social Theory From Parsons to Habermas, Sussex: Harvester Press.
Cunningham, F. (2002). Theories of Democracy: A Critical Introduction, London and New York: Routledge.
Curtis, J. (1971). “Voluntary Association Joining: A Cross-National Comparative Note”, American Sociological Review, 36/5.
Cutler, S. J. (1976). “Age Differences in Voluntary Association Memberships”, Social Forces, 55/1.
Çaha, Ö. (1999). Sivil Toplum, Aydınlar ve Demokrasi, İstanbul: İz Yayıncılık.
Çaha, Ö. (2000). Aşkın Devletten Sivil Topluma, İstanbul: Gendaş Kültür Yayınları.
Çelik, N. B. (1999). “İdeoloji Kuramlarında Özne: Althusser ve Gramsci”, Kültür ve İletişim, 2/2, s. 101-128.
Çoban, T. (2002). “Sivil Toplum ve Sendikal Hareket”, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yayınları.
D’Anieri, P.-Ernst, C.-Kier, E. (1990). “New Social Movements in Historical Perspective“, Comparative Politics, 22/4, s. 445-458.
Dağı, İ. D. (2001). “Normatif Yaklaşımlar: Adalet, Eşitlik ve İnsan Hakları”, A. Eralp, (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik, İstanbul: İletişim Yayınları.
Dahl, R. A. (2001). Demokrasi Üstüne, (çev. B. Kadıoğlu), Ankara: Phoenix Yayınevi.
Dalton, R. J.-Kuechler, M.-Bürklin, W. (1990). “The Challange of New Movements”, R. J. Dalton – M. Kuechler, (der.), Challenging the Political Order: New Social and Political Movements in Western Democracies, New York: Oxford University Press.
Dalton, R. J.-Scarrow, S. E.-Cain, B. E. (2004). “Advanced Democracies and the New Politics”, Journal of Democracy, 15/1, s. 124-138.
Dalton, R.-Bürklin, W.-Drummond, A. (2001). “Public Opinion and Direct Democracy”, Journal of Democracy, 12/4, s. 141-153.
230
Diamond, L. (1994). “Rethinking Civil Society Toward Democratic Consolidation”, Journal of Democracy, 5/3.
Diani, M. (1992). “The Concept of Social Movement”, The Sociological Review, 92.
Disco, C. (1979). “Critical Theory as Ideology of the New Class: Rereading Jürgen Habermas”, Theory and Society, 8/2, s. 159-214.
Dodd, C. H. (1992). “The Development of Turkish Democracy”, British Journal of Middle Eastern Studies, 19/1, s. 16-30.
Doğanay, Ü. (2003). Demokratik Usüller Üzerine Yeniden Düşünmek, Ankara: İmge Kitabevi.
Dryzek, J. (1990). Discursive Democracy: Politics, Policy and Political Science, New York: Cambridge University Press.
Dryzek, J. (2001). “Legitimacy and Economy in Deliberative Democracy”, Political Theory, 29/5, s. 651-669.
Dursun, D. (1997). “Devlet Karşısında Sivil Toplumun Artan Gücü ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme”, Türkiye’yi Yeniden Düşünmek, Sempozyum Bildirileri, Ankara: HAK-İŞ Eğitim Yayınları.
Duyvendak, J. W. (1995). The Power of Politics: New Social Movements in France, San Francisco: Westview Press.
Eagleton, T. (1996). İdeoloji, (çev. M. Özcan), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Eichler, M. (1977). "Leadership in Social Movements", Sociological Inquiry, 47/2.
Elliott, C. F. (1965). “Lenin, Rosa Luxemburg and the Dilemma of the Non-Revolutionary Proleteriat”, Midwest Journal of Political Science, 9/4, s. 327-338.
Epstein B. (1990). “Rethinking Social Movement Theory”, Socialist Review, 21, s. 35-65.
Erdoğan-Tosun, G. (2000). “Sivil Toplum Örgütleri İçinde Katılım ve Demokrasi”, Birikim, 130, s. 52-60.
Ergil, D. (2000). “Identity Crises and Political Instability in Turkey”, Journal of International Affairs, 54/1, s. 43-59.
Eyerman R. (1984). “Social Movements and Social Theory”, Sociology, 18, s. 71-82.
Fine, R.-Smith, W. (2003). “Jürgen Habermas’s Theory of Cosmopolitanism”, Constellations, 10/4, s. 469-487.
Frank, A. G. (1995). “Demokratik Olmayan Bir Piyasada Piyasa Demokrasisi”, S. Amin,-A. G. Frank,-N. Chomsky, (der.), Düşük Yoğunluklu Demokrasi, (çev. A. Fethi), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Fraser, N. (1989). Unruly Practices, Power, Discourse and Gender in Contemporary Social Theory, Minneapolis: University of Minnesota Press.
Fuentes, M. – Frank, A. G. (1990). “Toplumsal Hareketler Üzerine On Tez”, Birikim, 16.
231
Galston, W. A. (2000). “Civil Society and the "Art of Association", Journal of Democracy, 11/1, s. 64-70.
Geras, N. (1979). “Marx and Critique of Political Economy”, Ideology in Social Science içinde, der: R. Blackburn, Glasgow: Fontana/Collins.
Geras, N. (1987). “Post-Marxism?”, New Left Review, 163, s. 40-83.
Giddens, A. (1999). İleri Toplumların sınıf Yapısı, İstanbul: Birey Yayıncılık.
Giddens, A. (2000a). Üçüncü Yol, İstanbul: Birey Yayıncılık.
Giddens, A. (2000b). Elimizden Kaçıp Giden Dünya, (çev. O. Akınhay), İstanbul: Alfa Yayınları.
Gills, B.-Rocamora, J.-Wilson, R. (1995). “Düşük Yoğunluklu Demokrasi”, S. Amin,-A. G. Frank,-N. Chomsky, (der.), Düşük Yoğunluklu Demokrasi, (çev. A. Fethi), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Gorz, A. (2001). Yaşadığımız Sefalet, (çev. N. Tutal), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Gould, C. C. (1999). “Çeşitlilik ve Demokrasi: Farklılıkların Temsili”, S. Benhabib, (der.), Demokrasi ve Farklılık, (çev. Z. Gürata-C. Gürsel), İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Gouldner, A. (1978a). “New Class Project, I.”, Theory and Society, 6/2, s. 153-203.
Gouldner, A. (1978b). “New Class Project, II.”, Theory and Society, 6/3, s. 343-389.
Göle, N. (1996). “Authoritarian Secularism and Islamist Politics: The Case of Turkey”, A. R. Norton, (der.), Civil Society in the Middle East, cilt 2, Leiden: E. J. Brill.
Göle, N. (2000). “80 Sonrası Politik Kültür”, E. Kalaycıoğlu-A. Y. Sarıbay, (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, İstanbul: Alfa Yayınları.
Gramsci, A. (2003). Hapishane Defterleri, (çev.: A. Cemgil), İstanbul: Belge Yayınları.
Grant, C. B. (2000). “Discursive Democracy as the Political Taming of Globalisation”, Debatte, 8/2, s. 134-148.
Guehenno, J. M. (1998). Demokrasinin Sonu, Ankara: Dost Kitabevi.
Gülalp, H. (2001). “Globalization and Political Islam: The Social Bases of Turkey’s Welfare Party”, İnternational Journal of Middle East Studies, 33, s. 433-448.
Gülalp, H. (2003). Kimlikler Siyaseti, Türkiye’de Siyasal İslamın Temelleri, İstanbul: Metis Yayınları.
Habermas J. (1981) "New Social Movements" Telos. 33
Habermas, J. (1973) Theory and Practice, Boston: Beacon Press.
Habermas, J. (1975). “Towards a Reconstruction of Historical Materialism”, Theory and Society, 2/3, s. 287-300.
Habermas, J. (1976). Legitimation Crisis, London: Heineman.
Habermas, J. (1984). Theory of Communicative Action, Boston: Beacon Press.
232
Habermas, J. (1987). The Philosophical Discourses of Modernity, Cambridge: Polity Press.
Habermas, J. (1989) The Structural Transformation of the Public Sphere, Polity Press.
Habermas, J. (1992). Rasyonel Bir Topluma Doğru, (çev. A. Çiğdem-M. Küçük), Ankara: Vadi Yayınları.
Habermas, J. (1993). İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, (çev. M. Tüzel), İstanbul: YKY.
Habermas, J. (1995) “Morality and Ethical Life: Does Hegel’s Critique of Kant Apply to Discourse Ethics?”, Moral Counsciousness and Communicative Action, Cambridge, Mass.: MIT Press.
Habermas, J. (1996). Between Facts and Norms: Contributions to a Discursive
Theory of Law and Democracy, Cambridge, MA.
Habermas, J. (1997). Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (çev. T. Bora-M. Sancar), İstanbul: İletişim Yayınları.
Habermas, J. (1999). “Demokrasinin Üç Normatif Modeli”, S. Benhabib, (der.), Demokrasi ve Farklılık, (çev. Z. Gürata-C. Gürsel), İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Habermas, J. (2001). İletişimsel Eylem Kuramı, I-II, (çev. M. Tüzel), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Hall, S. – Held, D. (1995). “Yurttaşlar ve Yurttaşlık”, S. Hall-M. Jacques, (der.), Yeni Zamanlar içinde, (çev.: A. Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Hall, S.-B. Hubbley,- G. McLennan. (1985). Siyaset ve İdeoloji: Gramsci, (çev. S. Emrealp), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları.
Hardt, M. – Negri, A. (2004). Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, (çev.: B. Yıldırım), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Harvey, D. (1999). Postmodernliğin Durumu, (çev. S. Savran), İstanbul: Metis.
Harvey, D. (2001). “Sınıf İlişkileri, Sosyal Adalet ve Farklılık Politikası”, Praksis, 2, s. 173-203.
Haug, W. F. (1999). “Rethinking Gramsci’s Philosophy of Praxis from One Century to the Next”, Boundary 2, 26/2, s. 101-117.
Held, D. (1991). “Democracy, the Nation-State and the Global System”, Political Theory Today içinde, der. D. Held, Cambridge: Polity Press.
Heller, A. (1982). “Habermas and Marxism”, Habermas: Critical Debates içinde, der. D. Held-J. B. Thompson, Hong Kong. Macmillian Press.
Hellman, J. A. (1992). “The Study of New Social Movements in Latin America and the Question of Autonomy,” A. Escobar ve S. E. Alvarez, (der.), NewSocial Movements in Latin America: Identity, Strategy and Democracy. Boulder, CO: Westview Press.
233
Hellman, J. A. (1994). “Mexican Popular Movements, Clientelism, and the Process of Democratization”, Latin American Perspectives, 21/2.
Heper, M. (1985). “The State and Public Bureaucracies: A Comparative and Historical Perspective”, Comparative Studies in Society and History, 27/1, s. 86-110.
Heper, M. (1991). The State, Religion and Pluralism: The Turkish Case in Comparative Perspective”, British Journal of Middle Eastern Studies, 18/1, s. 38-51.
Heper, M. (2000). “The Ottoman Legacy and Turkish Politics”, Journal of International Affairs, 54/1, s. 63-80.
Hilgers, T. (2003). “Latin American Political Parties, Social Movements, and Democratic Administration – the Case of the Brazilian Workers’ Party”, Critique: A Worldwide Student Journal of Politics.
Holton, R. J. (1987). “The Idea of Crises in Modern Society”, British Journal of Sociology, 38/4, s. 502-520.
Huesca, R. (2001). “Conceptual Contributions of New Social Movements to Development Communication Research”, Communication Theory, 11/4.
Inglehart, R. (1990). “Values, Ideology, and Cognitive Mobilization in New Social Movements”, R. J. Dalton – M. Kuechler, (der.), Challenging the Political Order: New Social and Political Movements in Western Democracies, New York: Oxford University Press.
Inglehart, R.-Flanagan, S. C. (1987). “Value Change in Industrial Societies”, American Political Science Review, 81/4, s. 1289-1319.
İnsel, A. (2003). Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul: Birikim Yayınları.
James, S. (1997). “Louis Althusser”, Q. Skinner, (der.), Çağdaş Temel Kuramlar, (çev.: A. Demirhan), Ankara: Vadi Yayınları.
Justice, D. W. (2003). “Corporate Social Responsibility: Challenges and Opportunities for Trade Unionists”, ILO, (der.), Corporate Social Responsibility: Myth or Reality içinde, ILO yayınları, no: 130.
Kalaycıoğlu, E. (1999). “Türkiye’de Siyaset”, WALD, (der.), Sivil Toplum İçin Kent, Yerel Siyaset ve Demokrasi Seminerleri, Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, İstanbul: WALD Yayınları.
Kapoor, I. (2002). “Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism? The Relevance of the Habermas-Mouffe Debate for Third World Politics”, Alternatives: Global, Local, Political, 27/4, s. 459-488.
Kasaba, R.-Bozdoğan, S. (2000). “Turkey at a Crossroad”, Journal of International Affairs, 54/1, s. 1-17.
Kazancıgil, A. (2000). “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”, E. Kalaycıoğlu-A. Y. Sarıbay, (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, İstanbul: Alfa Yayınları.
234
Keane, J. (1993). “Despotizm ve Demokrasi”, J. Keane, (der.), Sivil Toplum ve Devlet, (çev. Akın, E., vd.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Kelly, T. (2004). “Unlocking to Iron Cage: Public Administration in the Deliberative Democratic Theory of Jürgen Habermas”, Administration and Society, 36/1, s. 38-61.
Keyman, F. (1993). “Postmodernizm ve Radikal Demokrasi”, Toplum ve Bilim, 62, s. 126-155.
Keyman, F. (1995). “Küçülen ve Parçalanan Dünyada Siyaseti Anlamak”, Toplum ve Bilim, 68, s. 41-65.
Keyman, F. (1998). “Radikal Demokrasi Kuramları: Türkiye ve Geç Modern Zamanlarda Demokratik Yönetim”, Defter, 33, s. 191-222.
Keyman, F. (1999). Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul: Bağlam Yayınları.
Keyman, F. (2001). “Eleştirel Düşünce: İletişim, Hegemonya, Kimlik/Fark”, A. Eralp, (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik, İstanbul: İletişim Yayınları.
Keyman, F. (2002). “Kamusal Alan ve ‘Cumhuriyetçi Liberalizm’: Türkiye’de Demokrasi Sorunu”, Doğu-Batı, 5, s. 57-73.
Keyman, F.-İçduygu, A. (2003). “Globalization, Civil Society and Citizenship in Turkey: Actors, Boundaries and Discourses”, Citizenship Studies, 7/2, s. 219-234.
Klandermans, P. B. (1990). “Linking the ‘Old’ and ‘New’: Movement Networks in the Netherlands”, R. J. Dalton – M. Kuechler, (der.), Challenging the Political Order: New Social and Political Movements in Western Democracies, New York: Oxford University Press.
Knoke, D. – Thompson, R. (1977). “”Voluntary Association Membership Trends and the Family Life Cycle”, Social Forces, 56/1.
Knoke, D. (1986). “Associations and Interest Groups”, Annual Review of Sociology, 12.
Kohn, M. (2000). “Language, Power and Persuasion: Towrd s Critique of Deliberative Democracy”, Constellations, 7/3, s. 408-429.
Koopmans, R. (1996). “New Social Movements and Changes in Political Participation in Western Europe”, West European Politics, 19/1.
Köker, L. (1996). “Radikal Demokrasi”, Diyalog, 1, s. 110-119.
Kriesi, H. (1989). “New Social Movements and the New Class in the Netherlands”, The American Journal of Sociology, 94/5, s. 1078-1116.
Küçükömer, İ. (1994). Sivil Toplum Yazıları, Bütün Eserleri-3, İstanbul: Bağlam Yayınları.
Laclau, E. (1990). New Reflections on the revolution of Our Time, London; New York: Verso.
Laclau, E. (1994). The Makind of Political Identities, London: New York: Verso.
Laclau, E. (1998). İdeoloji ve Politika, (çev.: H. Sarıca),.İstanbul: Belge Yayınları
235
Laclau, E. (2000). Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, (çev. E. Başer), İstanbul: Birikim Yayınları.
Laclau, E.-Mouffe, C. (1992). Hegemonya ve Sosyalist Strateji, (çev. A. Kardam-D. Şahiner), İstanbul: Birikim Yayınları.
Larana, E. (1994). “Continuity and Unity in Mew Forms of Collective Action: A Comperatıve Analysis of Student Movements”, Larana, E.-Jonston, H.-Gusfield, G. (der.), New Social Movements: From Ideology To Identity, Philadelphia: Temple University Press.
Larana, E.-Johnston, H.-Gusfield, G. (der.) (1994). ”Introduction”, New Social Movements: From Ideology To Identity, Philadelphia: Temple University Press.
Lash, S.-Urry, J. (1987). The End of Organized Capitalism, Wisconsin: The Unşversity of Wisconsin Press.
Lenin, V. İ. (1976). Bir Adım İleri İki Adım Geri, (Çev. Y. Fincancı), Ankara: Sol Yayınları.
Lenin, V. İ. (1990). Ne Yapmalı, (çev. M. Erdost), Ankara: Sol Yayınları.
Livesay, J. (1985). “Normative Grounding and Praxis: Habermas, Giddens and a Contradiction Within Critical Theory”, Sociological Theory, 3/2, s. 66-76.
Luxemburg, R. (1999). Organizational Questions of the Russian social Democracy, Rosa Luxemburg Internet Archive, (www.Marksists.org).
Mahcupyan, E. (1996). Osmanlı’dan Postmoderniteye, İstanbul: Patika.
Mamay, S. (tarihsiz). “Theories of Social Movements and Their Current Development in Soviet Society”, ucy.ukc.ac.uk/csacpub/russian/contents
Marcuse, H. (1991). Karşı Devrim ve İsyan, (çev. G. Koca-V. Ersoy), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Marcuse, H. (1998). “Yeni Baskı Döneminde Hareket: Bir Değerlendirme”, (çev. M. Keçik), Cogito, Bahar sayısı, İstanbul: YKY.
Mardin, Ş. (1969). “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire”, Comparative Studies in Society and History, 11/3, s. 258-281.
Mardin, Ş. (1971). “Siyasal Bilimlerde Araştırmalar Tebliğleri Eleştirisi”, Türkiye’de Sosyal Araştırmanın Gelişmesi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları.
Martell, L. (1994). Ecology and Society, Oxford: Polity Press.
Marx, K. (1979). Grundrisse, (çev. S. Nişanyan), İstanbul: Birikim Yayınları.
Marx, K. (1979a). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, (çev. S. Belli), Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (1979b). Grundrisse, (çev. S. Nişanyan), İstanbul: Birikim Yayınları.
Marx, K. (1993). 1844 El Yazmaları, (çev. K. Somer), Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (1997a). Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, (çev. K. Somer), Ankara: Sol Yayınları.
236
Marx, K. (1997b). Yahudi Sorunu, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (1997c). Kapital I, (çev. A. Bilgi), Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K.-F. Engels. (1976) Alman İdeolojisi, (çev. S. Belli), Ankara: Sol Yayınları.
Meadwell, H. (1994). “The Foundations of Habermas’s Universal Pragmatics”, Theory and Society, 23/5, s. 711-727.
Melucci, A. (1999). “Çağdaş Hareketlerin Sembolik Meydan Okuması”, K. Çayır, (der.), Yeni Sosyal Hareketler, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Melucci, A. (1999). Challenging Codes: Collective Action in Information Age, Cambridge: Cambridge University Press.
Mesazros, I. (1989). The Power of Ideology, Harvester.
Mısır, M. B. (1998). Demokrasiye Eleştirel Bakışlar, Ankara: Öteki Yayınevi.
Michels, R. (1962). Political Parties, New York: Collier Books.
Moran, M. (1988). “Crisis of the Welfare State”, British Journal of Political Science, 18/3, s. 397-414.
Mouffe, C. (1994). “Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi?”, M. Küçük, (der.), Modernite Versus Postmodernite, Ankara: Vadi Yayınları.
Mouffe, C. (1999). “Demokrasi, İktidar ve ‘Siyasal Düzen’”, S. Benhabib, (der.), Demokrasi ve Farklılık, (çev. Z. Gürata-C. Gürsel), İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Mouffe, C. (2002). Demokratik Paradoks, (çev. A. C. Aşkın), Ankara: Epos Yayınları.
Mouzelis, N. (1992). “Social and System Integration: Habermas’ View”, British Journal of Sociology, 43/2, 267-288.
Munck, R. (2003). Marx@2000, (çev. Y. Yusufoğlu), İstanbul: Kitap Yayınevi.
Mutman, M. (2002). “Sivil Toplum Tartışması”, Doğu-Batı, 5, s. 139-146.
Norris, P. (2001). “Democratic Phoenix: Political Activism Wordwide”, www. web.uct.ac.za/depts/cssr/seminars/norisbio.pdf.
Offe, C. (1985). “New Social Movements: Challenging the Boundaries of Institutional Politics”, Social Research, 52/4.
Offe, C. (1987). “Challenging the Boundaries of Institutional Politics: Social Movements since the 1960’s”, C. S. Marier, (der.), Changing Boundaries of the Political, Cambridge: Cambridge University Press.
Offe, C. (1990). “Reflections on the Institutional Self-tarnsformation of Movement Politics: A Tentative Stage Model”, R. J. Dalton – M. Kuechler, (der.), Challenging the Political Order: New Social and Political Movements in Western Democracies, New York: Oxford University Press.
Olofsson G. (1988). “After the Working-Class Movement? An Essay on What's 'New' and What's 'Social' in the New Social Movements”, Acta, 31, s. 15-34.
237
Önder, T. (2003). Ekoloji, Toplum ve Siyaset, Ankara: Odak Yayınları.
Öngen, T. (1996). Prometheus’un sönmeyen Ateşi, İstanbul: Alan Yayıncılık.
Öngen, T. (2002). “Marx ve Sınıf”, Praksis, 8, s. 9-28.
Öngen, T. (2003). “Yeni Liberal Dönüşüm Projesi ve Türkiye Deneyimi”, A. H. Köse-F. Şenses-E. Yeldan, (der.), İktisat Üzerine Yazılar I, Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Pakulski, J. (1993). “Social Movements and Class: The Decline of the Marxists Paradigm”, Maheu, L. (der.), Social Movements and Social Classes; the Future of Collective Action, London: Sage Publications.
Pakulski, J. (1993). “The Dying of Class or Marxist Class Theory?”, İnternational Sociology, 8/3, s. 279-292.
Parkin, F. (1968). Middle Class Radicalism, New York: Praeger.
Parkinson, J. (2003). “Legitimacy Problems in Deliberative Democracy”, Political Studies, 51, s. 180-196.
Pepper, R. (1998). “Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe ile Söylesi: Kalpler Zihinler ve Radikal Demokrasi”, Birikim Dergisi, (çev: Asena Günal), S.113, s.48.
Pichardo, N. A. (1997). “New Social Movements: A Critical Review”, Annual Review of Sociology, 23, s. 411-431.
Plotke D. (1990). “What's so New About New Social Movements?”, Socialist Review, 20, s. 81-102.
Portelli, H. (1982). Gramsci ve Tarihsel Blok, (çev. K. Somer), Ankara: Savaş Yayınları.
Poster, M. (1974). “Althusser on History Without Man”, Political Theory, 2/4, s. 393-409.
Poulantzas, N. (1977). “Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap”, M. Belge,- A. Aksoy, (der), Kapitalist Devlet Sorunu, (çev.: Y. Berkman), İstanbul: Birikim Yayınları.
Poulantzas, N. (1992). Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, (çev.: Ş. Süer-F. Topaçoğlu,), İstanbul: Belge Yayınları.
Rawls, J. (1995). “Political Liberalism: Reply to Habermas”, The Journal of Philosphy, 92/3, s. 132-180.
Rawls, J. (1996). Political Liberalism, New York: Columbia University Press
Remer, G. (1999). “Political Oratory and Conversation: Cicero Versus Deliberative Democracy”, Political Theory, 27/1, s. 39-64.
Rochon, T. R. (1990). “The West European Peace Movement and the Theory of New Social Movements”, R. J. Dalton – M. Kuechler, (der.), Challenging the Political Order: New Social and Political Movements in Western Democracies, New York: Oxford University Press.
238
Rohrschneider, R. (1990). “The Roots of Public Opinion toward New social Movements: An Emprical Test of Competing Explanations”, American Journal of Political Science, 34/1, s. 1-30.
Rootes, C. A. (1980). “Student Radicalism: Politics of Moral Protest and Legitimation Problems of the Modern Capitalist State”, Theory and Society, 9/3, s. 473-502.
Rose, F. (1997). “Toward a Class-Cultural Theory of Social Movements: Reinterpreting New Social Movements”, Sociological Forum, 12/3, s. 461-494.
Rosengarten, F. (1984). “The Gramsci-Trotsky Question” (1922-1932), Social Text, 11, s. 65-95.
Sarıbay, A. Y. (2000). Kamusal Alan, Diyalojik Demokrasi, Sivil İtiraz, İstanbul: ALFA.
Savran, G. (1992). “Marksizm ve ‘Yeni Toplumsal Hareketler’ Tartışması, Sınıf Bilinci, 11, s. 6-27.
Savran, S. (1986). “Sol Liberalizm: Maddeci Bir Eleştiriye Doğru”, 11. Tez Kitap Dizisi, 2, s. 10-40.
Schofer, E.-Gourinchas, M. F. (2001). “The Sructural Contexts of Civic Engagement: Voluntary Association Membership in Comparative Perspective”, American Sociological Review, 66/6.
Schudson, M. (1997). “Why Conversation is not the Soul of Democracy?”, Critical studies in Mass Communication, 14, s. 297-309.
Sennett, R. (1996). Kamusal İnsanın Çöküşü, (çev. S. Durak-A. Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Silier, O. (2002). “Türkiye’de Halk Katılımcılığı ve Sivil Toplum Örgütleri”, Konrad Adenauer Vakfı, (der.), Devlet ve Sivil toplum Bağlamında Halk Katılımcılığı ve Sivil Toplum Kuruluşları, Ankara: Konrad Adenauer Vakfı Yayınları.
Smith, G.-Wales, C. (2000). “Citizen’s Juries and Deliberative Democracy”, Political Studies, 48, s. 51-65.
Smith, S. B. (1989). “Ideology and Interpretation: The Case of Althusser”, Poetics Today, 10/3, s. 493-510.
Sprinker, M. (1995). “The Legacies of Althusser”, Yale French Studies, 88, s. 201-225.
Steinmetz, G. (1994). “Regulation Theory, Post-Marxism and the New Social Movements”, Comparative Studies in Society and History, 36/1, s. 176-212.
Stokes, S. C. (1998). “Pathologies of Deliberation”, Deliberative Democracy içinde, der. J. Elster, Cambridge: Cambridge University Press.
Swingewood, A. (1998). Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, (çev.: O. Akınhay), Ankara: Bilim ve Sanat.
239
Szelenyi, I.-Martin, B. (1988). “The Three Waves of New Class Theories”, Theory and Society, 17/5, s. 645-667.
Szyliowicz, J. S. (1966). “Political Participation and Modernization in Turkey”, The Western Political Quarterly, 19/2, s. 266-284.
Şaylan, G. (2003). Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara: İmge Yayınları.
Şimşek, S. (2004). “New Social Movements in Turkey Since 1980”, Turkish Studies, 5/2.
Tekeli, İ. (1999). “Yerel Siyaset ve Demokrasi, Çoğulculuk, Sivil Toplum”, WALD, (der.), Sivil Toplum İçin Kent, Yerel Siyaset ve Demokrasi Seminerleri, Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, İstanbul: WALD Yayınları.
Tilly, C. (2001). “Social Movements Enter the Twenty-first Century”, Revised Version of Paper Prepared for the Conference on Contentious Politics and the Economic Opportunity Structure: Mediterranean Perspectives University of Crete, Rethimno.
Touraine A. (1985). “An Introduction to the Study of Social Movements”, Social
Research. 52/4.
Touraine, A. (1988). Return of The Actor, University of Minnesota Press.
Touraine, A. (1995). Modernliğin Eleştirisi, İstanbul: YKY
Touraine, A. (1999). “Toplumdan Toplumsal Harekete”, K. Çayır, (der.), Yeni Sosyal Hareketler, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Touraine, A. (2000a). Demokrasi Nedir?, (çev. O. Kunal), İstanbul: YKY.
Touraine, A. (2000b). Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?, (çev. O. Kunal), İstanbul: YKY.
Tözüm, H. (2004). “Küreselleşme: Gerçek mi, Seçenek mi?”, Doğu-Batı, 18, s. 147-167.
Trotsky, L. (1969). The Permanent Revolution and Results and Prospects, New York.
Tucker, K. H. (1993). “Aesthetics, Play and Cultural Memory: Giddens and Habermas on the Postmodern Challenge”, Sociological Theory, 11/2
Tünay, M. (1994). “Althusser ve Siyaset-Ekonomi İlişkileri”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 21/3.
Türkiye Çevre Vakfı, (1997). Türkiye Gönüllü Kuruluşlar Rehberi, Ankara: Türkiye Çevre Vakfı Yayını.
Urry, J. (1995). “Örgütlü Kapitalizmin Sonu”, S. Hall-M. Jacques, (der.). Yeni Zamanlar: 1990’larda Politikanın Değişen Çehresi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
240
WALD, (2000). İdris Küçükömer Anısına Türkiye’de Sivil Toplum Arayışları, İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Wallerstein, I.-Balibar, E. (1993). Irk, Ulus, Sınıf, İstanbul: Metis Yayınları.
Walsh, E. J. (1988). “New Dimensions of Social Movements: The High-Level Waste-Siting Controversy”, Sociological Forum, 3/4, s. 586-605.
Weeks, E. C. (2000). “The Practice of Deliberative Democracy: Results from Four Large-Scale Trials”, Public Administration Review, 60/4, s. 360-372.
Williams, R. (1989). 2000’e Doğru, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Wood, E. M. (1985). Sınıftan Kaçış, (çev.: Ş. Alpagut), İstanbul: Akış Yayıncılık.
Wood, E. M. (1990). “Sivil Toplumun Yararları ve Zararları”, Socialist Register, www.stgp.org/makaleler
Wood, E. M. (2003). Kapitalizm Demokrasiye Karşı, (çev.: Ş. Artan), İstanbul: İletişim Yayınları.
Yaraşır, V. (2002). Sokakta Politika, İstanbul: Gendaş Yayınları.
Young, I. M. (1999). “İletişim ve Öteki: Müzakereci Demokrasinin Ötesinde”, S. Benhabib, (der.), Demokrasi ve Farklılık, (çev. Z. Gürata-C. Gürsel), İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Young, I. M. (2001). “Activist Challenges to Deliberative Democracy”, Political Theory, 29/5, s. 670-690.
Zabcı, F. Ç. (2002). “Dünya Bankasının Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim”, SBF Dergisi, 57/3, s. 151-179.
Zimmerman, M. (1976). “Polarities and Contradictions: Theoretical Basis of the Marxist-Structuralist Encounter”, New German Critique, 7, s. 69-90.
241
EK 1: Yöneticiler Görüşme Formu
1. Hareketiniz ne zaman kuruldu? Amçaları, faaliyetleri nelerdir? 2. Örgüt olarak Devletle/Devlet kurumlarıyla ilişkileriniz oluyor mu? Bir takım
sorunlar yaşıyor musunuz? Size karşı tavırları nasıl? 3. Sizinle aynı alanda/konuda çalışan diğer örgütlerle işbirliği yapabiliyor
musunuz? Bu işbirliği içinde bir takım sorunlar yaşıyor musunuz? Bu örgütlerle aranızda birbirini dışlama mekanizmaları/tavırları ortaya çıkıyor mu?
4. Sizin alanınızdan farklı alanlarda faaliyet gösteren örgütlerle ilişkileriniz var mı?
Bir takım sorunlar yaşıyor musunuz? 5. Bütün üyeleriniz her faaliyetinize katılır mı? Yoksa katılım sınırlı sayıda mı
gerçekleşiyor? Eğer öyleyse, sizce bunun nedenleri nelerdir? 6. Karar mekanizmasında en çok kim etkili? Başkan, yönetim kurulu, üyeler...? 7. Mali konularda en çok kim etkilidir? 8. Yeni toplumsal hareketler denen hareketler sadece kendi alanlarıyla ilgili
sorunlarla mı ilgilenmelidir? Neden? 9. Sizce, içinde bulunduğunuz örgütün/hareketin bir düşmanı/rakibi var mı? Varsa,
kim ya da kimler? 10. Kendinizi bir sivil toplum örgütü olarak görüyor musunuz? Sizce sivil toplum
nedir ve sivil toplum örgütlerinin amaçları nelerdir? Türkiye’de devlet sivil toplum örgütlerine nasıl yaklaşıyor?
11. İşçi sendikaları ile özellikle yeni toplumsal hareketlerin (çevreci, kadın, eşcinsel
vb. hareketler) bir arada beraberce davranabileceğini düşünüyor musunuz? Nasıl ve neden?
12. Sivil toplum örgütleri ve devletin iyi bir iletişimle birbirleriyle dayanışma
ilişkisine girebileceğini düşünüyor musunuz? Nasıl ve neden?
242
EK 2: Katılımcılar Görüşme Formu
A. KATILIMCININ KENDİSİ VE ÇEVRESİ İLE İLGİLİ SORULAR 1. Yaşınız.......................... 2. Cinsiyetiniz;
1 ( ) Kadın 2 ( ) Erkek 3. Doğduğunuz yer: a. İli............................................... b. Doğduğunuz yer köy, kasaba ya da şehir mi?
1 ( ) Köy 2 ( ) Kasaba 3 ( ) Şehir 4. 10 yaşına kadar daha çok neredeydiniz?
1 ( ) Köy 2 ( ) Kasaba 3 ( ) Şehir 5. 10 yaşından 20 yaşına kadar daha çok neredeydiniz?
1 ( ) Köy 2 ( ) Kasaba 3 ( ) Şehir 6. 20 yaşından sonra daha çok nerede bulundunuz?
1 ( ) Köy 2 ( ) Kasaba 3 ( ) Şehir 7. Eğitim durumu:
1 ( ) Okur yazar değil 2 ( ) İlk okul mezunu 3 ( ) Orta okul mezunu 4 ( ) Lise mezunu 5 ( ) Yüksek okul mezunu 6 ( ) Diğer (Belirtiniz)..................................
8. Medeni durum:
1 ( ) Evli 4 ( ) Bekar 2 ( ) Dul 5 ( ) Boşanmış 3 ( ) Evli, fakat ayrı yaşıyor 6 ( ) Diğer (Belirtiniz).................................. 9. Çalışma durumunuz aşağıdakilerden hangisine uyar? 1 ( ) Ücretli işçi/memur 2 ( ) Kendi hesabına 3 ( ) Ev kadını 4 ( ) İşsiz/iş arıyor 5 ( ) Öğrenci 6 ( ) Emekli/hiçbir işte çalışmıyor 7 ( ) Diğer (belirtiniz)........................... 10. İşinizi ayrıntılı olarak tarif edermisiniz? (memur/işçi/esnaf, gıda sektörü/inşaat sektörü, devlet
sektörü/özel sektör vb. özelliklerden hangilerine uymaktadır?)....................................... ...............................................................................................................................................................
.....................................................................................................................................................
................
243
11. İşteki statünüz aşağıdakilerden hangisine uyar? 1 ( ) Ücretli-maaşlı olarak bir kamu kuruluşunda çalışıyor 2 ( ) Ücretli-maaşlı olarak birisinin yanında, özel bir kuruluşta çalışıyor
3 ( ) Kendi hesabına serbest çalışıyor ama yanında kimseyi çalıştırmıyor 4 ( ) Kendi hesabına serbest çalışıyor, yanında ............ kişiyi çalıştırıyor 5 ( ) Emekli, hiç bir işte çalışmıyor 6 ( ) İşsiz, arasıra iş bulduğu zaman çalışıyor 7 ( ) Öğrenci
8 ( ) Başka (Belirtiniz)............................................................................ 12. Babanızın işteki statüsü aşağıdakilerden hangisine uyar?
1 ( ) Ücretli-maaşlı olarak bir kamu kuruluşunda çalışıyor 2 ( ) Ücretli-maaşlı olarak birisinin yanında, özel bir kuruluşta çalışıyor
3 ( ) Kendi hesabına serbest çalışıyor ama yanında kimseyi çalıştırmıyor 4 ( ) Kendi hesabına serbest çalışıyor, yanında ............ kişiyi çalıştırıyor 5 ( ) Emekli, hiç bir işte çalışmıyor 6 ( ) İşsiz, arasıra iş bulduğu zaman çalışıyor
7 ( ) Diğer (Belirtiniz)............................................................................
13. Annenizin işteki statünüz aşağıdakilerden hangisine uyar?
1 ( ) Ücretli-maaşlı olarak bir kamu kuruluşunda çalışıyor 2 ( ) Ücretli-maaşlı olarak birisinin yanında, özel bir kuruluşta çalışıyor
3 ( ) Kendi hesabına serbest çalışıyor ama yanında kimseyi çalıştırmıyor 4 ( ) Kendi hesabına serbest çalışıyor, yanında ............ kişiyi çalıştırıyor 5 ( ) Emekli, hiç bir işte çalışmıyor 6 ( ) İşsiz, arasıra iş bulduğu zaman çalışıyor 7 ( ) Ev kadını
8 ( ) Diğer (Belirtiniz)............................................................................ 14. Eğer şu an çalışmıyorsanız, en son çalıştığınız iş ne idi?…………………………
.....................................................................................................................…….. 15. Şu anda hanenizde siz dahil kaç kişisiniz?........................................................................ 16. Hanede bulunanların işi ve geliri
YAKINLIĞI İŞİ GELİRİ 1. KİŞİ (KENDİSİ) 2. KİŞİ ...................... 3. KİŞİ ...................... 4. KİŞİ ..................... 5. KİŞİ .....................
17. Hanenizin toplam geliri yaklaşık olarak ne kadardır? (Evdeki tüm çalışanlar
beraber)................................. 18. Oturduğunuz ev kendinizin mi, lojman mı, yoksa kira mı?
1 ( ) Kendilerinin 2 ( ) Kira 3 ( ) Lojman 4 ( ) Başka.................................
244
19. Evinizin tipi; 1 ( ) Apartman dairesi 2 ( ) Müstakil Daire 3 ( ) Müstakil Gecekondu 4 ( ) Başka (belirtiniz)...................................... 20. Hangi semtte oturuyorsunuz?.........................................................
21. Hanenizin toplam geliri ne kadardır? (Evdeki tüm çalışanlar birlikte-Öğrenci olanlar ailelerinin
gelirini belirtmelidir)
1) ( ) 500 milyondan az 2) ( ) 500 milyon-750 milyon arası 3) ( ) 750-1 milyar arası 4) ( ) 1-1.250 milyar arası 5) ( ) 1.250-1.5 milyar arası 6) ( ) 1.5-2 milyar arası 7) ( ) 2-2.5 milyar arası 8) ( ) 2.5-3 milyar arası
9) ( ) 3 milyardan fazla 10) ( ) Başka (belirtiniz)........................................ 22. Sizden kendinizi tanıtmanız istenseydi, aşağıdaki ölçütlerden hangilerini kullanarak kendinizi
tanımlarsınız? (Lütfen sizi en iyi tanımladığını düşündüğünüz sadece 3 tanesini işaretleyiniz).
1 ( ) Dini inancım 5 ( ) Maddi varlığım 9 ( ) Eğitim durumum 2 ( ) Mesleğim 6 ( ) Mezhebim 10 ( ) Cinsel yönelimim 3 ( ) İdeolojim 7 ( ) İçinde bulunduğum sınıfsal konumum
4 ( ) Milliyetim 8 ( ) Siyasi düşüncelerim 11 ( ) Diğer (belirtiniz)……………......
B. SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜ İLE İLGİLİ SORULAR 23. Üyesi olduğu sivil toplum kuruluşunun adı............................................... 24. İçinde bulunduğunuz derneğin kuruluş tarihi........................................................ 1 ( ) Kuruluş tarihini bilmiyorum 25. Ne kadar zamandır bu hareketin üyesisiniz?..........................................................
26. Örgüt içerisindeki konumunuz nedir? 1 ( ) Üye
2 ( ) Üye ve yönetici 3 ( ) Profesyonel yönetici 4 ( ) Üye değil, gönüllü çalışıyor 5 ( ) Diğer (belirtiniz)................................ 27. İçinde bulunduğunuz sivil toplum örgütünün başka örgütlerle ilişkisi var mı? 1 ( ) Bilmiyorum 2 ( ) Hayır, yok. 3 ( ) Evet, var. (Hangi örgütler?...........................................................................
.........................................................................................................................)
245
28. Size göre, içinde bulunduğunuz sivil toplum örgütü başka örgütlerle işbirliğinde
bulunurken ne dereceye kadar uyumlu hareket edebilmektedir?
1 ( ) Her zaman 2 ( ) Genellikle uyumludur 3 ( ) Bazı durumlarda uyumludur 4 ( ) Çok uyumlu değil 5 ( ) Hiçbir zaman 6 ( ) Bilmiyorum/Fikrim yok 7 ( ) Diğer örgütlerle işbirliğinde bulunmaz 8 ( ) Diğer (belirtiniz)........................................ 29. Size göre, içinde bulunduğunuz örgütün karar mekanizmasında aşağıdakilerden hangisi
etkilidir? 1 ( ) Başkan 2 ( ) Başkan ve yönetim kurulu 3 ( ) Üyeler 4 ( ) Bilmiyorum 5 ( ) Bir başkan ve yönetim kurulumuz yok 6 ( ) Diğer (belirtiniz)......................... 30. Örgütün genel kurul toplantılarına hiç katıldınız mı? 1 ( ) Katılmadım 2 ( ) Katıldım, ............ kez. 3 ( ) Diğer (belirtiniz)....................... 31. Örgütün aldığı kararları ne dereceye kadar benimsersiniz? 1 ( ) Bütün kararlarını benimserim 2 ( ) Kararlarının çoğunu benimserim 3 ( ) Kararlarının bir kısmını benimserim 4 ( ) Çok az kararını benimserim 5 ( ) Hiçbir kararını benimsemem 6 ( ) Diğer (belirtiniz)..................................... 32. Örgütün etkinliklerine ne kadar sıklıkla katılıyorsunuz? 1 ( ) Her zaman 2 ( ) Genellikle 3 ( ) Bazen 4 ( ) Nadiren
5 ( ) Hiçbir zaman 6 ( ) Diğer (belirtiniz).....................................
33. Başka bir sivil toplum örgütüne üye misiniz? 1 ( ) Hayır 2 ( ) Evet. Hangileri?............................................................................................ 34. Sizce, sivil toplum ne demektir?
.....................................................................................................................................................
.....................................................................................................................................................
...............................................................................................................................
35. ‘Sosyal hareket’ ifadesinden ne anlıyorsunuz? .........................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................
246
36. Bildiğiniz ‘sosyal hareketler’ nelerdir? ......................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................... 37. Aşağıdaki yargılardan hangisine katılırsınız? 1 ( ) Sivil toplum örgütlerinin varlığı, sivil toplum için zorunlu koşuldur. 2 ( ) Sivil toplum örgütleri olmadan da bir sivil toplumdan bahsetmek mümkündür. 3 ( ) Fikrim yok. 38. Sizce, Türkiye’de güçlü ve etkili bir sivil toplumun oluşumuna katkıda bulunan faktörler
nelerdir? (Birden fazla işaretleyebilirsiniz) 1 ( ) Dünyadaki eğilimlere koşut olarak hükümetlerin sivil toplum örgütlerini
destekleyici tavrı 2 ( ) Eğitim düzeyinin yükselmesi 3 ( ) Medya ve teknolojideki gelişmeler 4 ( ) Liberal politikaların gelişmesi 5 ( ) Ekonomik krizlerin yaşanması 6 ( ) Diğer (belirtiniz)................................................................................
39. Sizce, Türkiye’de güçlü ve etkili bir sivil toplumun oluşumunu engelleyen faktörler nelerdir? (Birden fazla işaretleyebilirsiniz) 1 ( ) Baskıcı bir devletin varlığı 2 ( ) Türkiye’de tarihsel olarak sivil toplum geleneğinin olmaması
3 ( ) Siyasete askeri müdahaleler 4 ( ) Kültürel ve sosyal yapıdan kaynaklanan engeller 5 ( ) Ekonomik problemler 6 ( ) Eğitim düzeyinin düşüklüğü 7 ( ) Diğer (belirtiniz)................................................................................
40. Aşağıdaki yargılardan hangisine katılırsınız?
1 ( ) Türkiye’de sivil toplum tarihsel bir geleneğe sahiptir. 2 ( ) Türkiye’de sivil toplum yeni bir anlayıştır. 3 ( ) Fikrim yok. 41. Asşağıdaki yargılardan hangisine katılırsınız? 1 ( ) Sivil toplum örgütleri aktivitelerinde sadece kendi alanlarına ilişkin sorunlarla
ilgilenmelidir. 2 ( ) Sivil toplum örgütleri tek bir sorunla değil, ülkedeki politik, ekonomik vb.
sorunlarla da ilgilenmelidir.
42. Sizce, sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini devletin faaliyetlerinden ayıran temel faktörler
nelerdir? En önemli gördüğünüz üç tanesini işaretleyiniz.
1 ( ) Özerk olma 2 ( ) Esneklik 3 ( ) Bağımsızlık 4 ( ) Hiyerarşik bir yapının olmaması 5 ( ) Eleştirel olma 6 ( ) Gönüllülük esasına dayanma 7 ( ) Yaratıcılık 8 ( ) Diğer (belirtiniz)..............................
247
43. Sivil toplum örgütleri ile devlet kurumlarının bir arada işbirliği içinde çalışabileceğini düşünüyormusunuz?
1 ( ) Evet 2 ( ) Hayır 3 ( ) Fikrim yok 44. Size göre, hükümetler sivil toplum kurumlarına yeterince önem veriyor mu? 1 ( ) Evet 2 ( ) Hayır (47. soruya geçiniz) 45. Sizce, hükümetlerin sivil toplum kurumlarına önem vermesinin nedeni nedir? (soruyu
yanıtladıktan sonra 47. soruya geçiniz) 1 ( ) Sivil toplum kuruluşlarını devletin yardımcı organı olarak görüyorlar. 2 ( ) Avrupa birliğine üye olmak için zorunlu olarak önem veriyorlar 3 ( ) Sivil toplum örgütlerine katılan insanların muhalefetini azaltmak için 4 ( ) Sürekli kontrol altında tutmak için 5 ( ) Diğer (belirtiniz).............................................. 46. Sizce, hükümetlerin sivil toplum kurumlarına önem vermemesinin nedeni nedir? 1 ( ) Karşılarında muhalefet istemedikleri için. 2 ( ) Yeterince güvenilir örgütler olmadıkları için. 3 ( ) Kendi siyasal perspektiflerine yakın olmadıkları için. 4 ( ) Diğer (belirtiniz)............................................ 47. Türkiye’de var olan sivil toplum örgütleri: EVET HAYIR FİKRİM YOK
1 ( ) İyi muhalefet yapmaktadırlar ( ) ( ) ( ) 2 ( ) Yeterince demokratiktir ( ) ( ) ( ) 3 ( ) Yeterince çeşitlidir ( ) ( ) ( ) 4 ( ) Yeterince bağımsızdır ( ) ( ) ( ) 5 ( ) Yeterince politiktir ( ) ( ) ( ) 48. Hareketin karşılaştığı sorunları çözmede kime başvurulur? 1 ( ) Uzmanlar 2 ( ) Başkan ve yönetim kurulu 3 ( ) Üyeler 4 ( ) Bilmiyorum
49. Sizce, Türkiye’nin en önemli üç problemi nedir? 1 ( ) Ekonomi 6 ( ) Siyaset 11 ( ) Kültürel-sosyal haklar 2 ( ) Eğitim 7 ( ) Demokrasi 12 ( ) İnsan hakları 3 ( ) Sağlık 8 ( ) İşsizlik 13 ( ) Gelir eşitsizliği 4 ( ) Yargı 9 ( ) Yoksulluk 14 ( ) Terör 5 ( ) Laiklik 10 ( ) Yolsuzluk 15 ( ) Bürokrasi 16 ( ) Diğer (belirtiniz)..............................................................................
50. Sizce, Türkiye’de devlet sivil toplum kuruluşlarına nasıl yaklaşmaktadır? 1 ( ) Devlet sivil toplum kuruluşlarına olumlu yaklaşıyor ve onlarla işbirliğinde
bulunmak istiyor. 2 ( ) Devlet sivil toplum örgütlerini destekliyor ancak işbirliğine yanaşmıyor. 3 ( ) Devlet sivil toplum kuruluşlarını ne destekliyor ne de işbirliğinde bulunuyor. 4 ( ) Devlet sivil toplum kuruluşlarını kontrol altına almak istiyor. 5 ( ) Devletin yaklaşımı sivil toplum örgütünün niteliğine göre değişiyor. 6 ( ) Devletin yaklaşımı zamandan zamana değişiyor 7 ( ) Diğer (belirtiniz)............................................
248
51. Sivil toplum örgütlerinin amacı; 1 ( ) Var olan ekonomik-toplumsal sistemi değiştirmektir. 2 ( ) Sistemi değiştirmeden bir takım haklar elde etmeye çalışmaktır. 3 ( ) Devletin yetişemediği görevleri yapmaktır. 4 ( ) Toplumda birlik ve bereberlik sağlamaya çalışmaktır.
5 ( ) Diğer (belirtiniz).......................................
52. Aşağıdaki hareketlerden en çok hangilerine sempati duymaktasınız? (Birden fazla
işaretleyebilirsiniz) 1 ( ) Çevreci hareketler 2 ( ) Kadın hareketleri 3 ( ) Küreselleşme karşıtı hareketler 4 ( ) Barış hareketleri 5 ( ) Anti-nükleer hareketler 6 ( ) İşçi/Emekçi hareketleri 7 ( ) Eşcinsel hareketler 8 ( ) Diğer (belirtiniz)................... 53. Aşağıdaki hareketlerden hangilerine katılmaktasınız ya da katılmak istersiniz? (Birden
fazla işaretleyebilirsiniz)
KATILIYORUM KATILMAK İSTERİM 1 ( ) Çevreci hareketler 1 ( ) Çevreci hareketler 2 ( ) Kadın hareketleri 2 ( ) Kadın hareketleri 3 ( ) Küreselleşme karşıtı hareketler 3 ( ) Küreselleşme karşıtı hareketler 4 ( ) Barış hareketleri 4 ( ) Barış hareketleri 5 ( ) Anti-nükleer hareketler 5 ( ) Anti-nükleer hareketler 6 ( ) İşçi/Emekçi hareketleri 6 ( ) İşçi/Emekçi hareketleri 7 ( ) Eşcinsel hareketler 7 ( ) Eşcinsel hareketler 8 ( ) Diğer (belirtiniz)................... 8 ( ) Diğer (belirtiniz)...................
54. Sizce, aşağıdaki farklılıkların önem derecesi nedir? (Lütfen, başlarına 1, 2, 3,..... koyarak
sıralayınız) 1 ( ) Kadın/erkek ayrımı 2 ( ) Zengin/fakir ayrımı 3 ( ) Türk/Kürt ayrımı 4 ( ) Alevi/Sunni ayrımı 5 ( ) Yöneten/Yönetilen ayrımı 55. Aşağıda belirtilmiş eşitsizlik temelli farklılıklardan sizin hayatınıza dair sorunlara en fazla
sebep olduğunu düşündüğünüz üç tanesini belirtiniz. 1 ( ) Eğitimsel eşitsizlikler 2 ( ) Mülk sahipliğindeki eşitsizlikler 3 ( ) Sosyal statü açısından eşitsizlikler 4 ( ) Cinsiyet temelli eşitsizlikler 5 ( ) Yaşlılar ve gençler arası farklılıklar-eşitsizlikler 6 ( ) Siyasal görüş farklılığındaki eşitsizlikler 7 ( ) Dinsel-mezhepsel farklılıklar 8 ( ) Etnik-kültürel temelli farklılıklar 9 ( ) Sınıflar arası eşitsizlikler 10 ( ) Diğer (belirtiniz)..............................
249
56. Sizce, içinde bulunduğunuz örgütün/derneğin/hareketin, kendi amaçlarını gerçekleştirebilmesi ve propaganda yapabilmesi için en uygun eylem biçimi nedir/nasıl olmalıdır?
Kesinlikle Yapmalı
Zaman Zaman
Yapmalı
Kesinlikle Yapmamalı
1 ( ) Panel, konferans vb. düzenlemeli
( ) ( ) ( )
2 ( ) Bildiri, afiş vb. kullanmalı ( ) ( ) ( ) 3 ( ) Yasal yollara başvurmalı ( ) ( ) ( ) 4 ( ) Gösteri, yürüyüş vb. yapmalı ( ) ( ) ( ) 5 ( ) İşbırakma, grev vb. yapmalı ( ) ( ) ( ) 6 ( ) Gerektiğinde şiddet kullanmalı ( ) ( ) ( )
57. Sizce, içinde bulunduğunuz örgütün/hareketin bir düşmanı/rakibi var mıdır? 1 ( ) Evet, Var. Kim/kimler?................................................................................................................... 2 ( ) Hayır, yok. 58. Sizce, içinde bulunduğunuz örgütün/hareketin toplumsal hedefi/amacı nedir? ...............................................................................................................................................................
.....................................................................................................................................................
.................... 59. Bir toplumda farklı kimliklerini ifade etmek isteyen insanlar olabilir. Siz, aşağıda belirtilmiş
olan farklı kimliklere nasıl bakıyorsunuz? OLUMLU OLUMSUZ
1 ( ) Türban takanlar ( ) ( ) 2 ( ) Eşcinseller ( ) ( ) 3 ( ) Kürtler ( ) ( ) 4 ( ) Aleviler ( ) ( ) 5 ( ) İslamcılar ( ) ( ) 6 ( ) Feministler ( ) ( ) 7 ( ) Çevreciler ( ) ( ) 60. Bir siyasal partiye üyemisiniz?
1 ( ) Evet 2 ( ) Hayır 61. En son yapılan seçimlerde hangi partiye oy verdiniz? 1 ( ) 3 Kasım genel seçimlerinde .......................... partisine Neden?............................................................................................................................ 2 ( ) 18 Nisan 1999 yerel seçimlerinde............................partisine Neden?............................................................................................................................ 3 ( ) Gelecek Yerel seçimlerde....................................partisine
Neden?............................................................................................................................
250
• Aşağıdaki ifadelere katılıp katılmadığınızı belirtiniz.
KATILIYORUM KARARSIZIM KATILMIYORUM62. Yoksulluğun temel nedenlerinden biri,
yoksul insanların bu dünyada rekabet edebilecek yeterli zekaya/yeteneğe sahip olmamasıdır.*
( ) ( ) ( )
63. Yokulluğun en önemli nedeni, fakirler için iş fırsatlarının olmamasıdır.*
( ) ( ) ( )
64. Yoksul insanların çalışmak istememesi ve tembelliği yoksulluğun asıl nedenlerinden birisidir.*
( )
( )
( )
65. Yoksulluğun temel nedeni, özel mülkiyet ve kara dayalı ekonomik-toplumsal düzendir.*
( ) ( ) ( )
66. Hayatta akıllı davranan insan iyi bir yaşam seviyesine yükselebilir.*
( ) ( ) ( )
67. Türkiye’deki çoğu insan arzu ettiğinden daha az bir gelire sahiptir.*
( ) ( ) ( )
68. Bazı insanların kötüye kullanması dışında, Türk politik ve ekonomik sistemi tüm toplumumuzun çıkarına hizmet eder.*
( )
( )
( )
69. İçinde bulunduğum sivil toplum kuruluşuna katılarak kendi kimliğimi ifade etme olanağı buluyorum.
( )
( )
( )
70. Sivil toplum kuruluşları toplumsal sınıflara dayanmayan örgütlerdir.
( ) ( ) ( )
71. Günümüzde işçi sınıfına dayanan hareketler artık başarılı olamaz.
( ) ( ) ( )
72. Var olan kapitalist ekonomik-toplumsal düzenin demokratikleşmesinden yanayım.
( )
( )
( )
73. Sosyalizm kapitalizmden daha adaletli bir düzendir.
( ) ( ) ( )
74. Kapitalizm sosyalizmden daha özgürlükçü bir düzendir.
( ) ( ) ( )
75. Sosyalizm kapitalizmden daha eşitlikçi bir düzendir.
( ) ( ) ( )
76. Var olan kapitalist ekonomik-toplumsal düzenin tamamen yıkılmasından yanayım.
( ) ( ) ( )
77. Toplumdaki sınıfsal/kültürel/siyasal çatış-malar ortadan kaldırılamaz.
( ) ( ) ( )
78. Sivil toplum örgütleri ve devlet iyi bir iletişimle birbirleriyle dayanışma ilişkisine girebilirler.
( )
( )
( )
79. Bireylerin hak ve özgürlükleri devlet po-litikalarının gizliliği ilkesinden daha önemlidir.
( )
( )
( )
80. Farklı sivil toplum örgütleri birbirleriyle uyum ve dayanışma içerisinde çalışabilirler.
( ) ( ) ( )
81. Bir sivil toplum örgütünde liderin rolü çok önemlidir.
( ) ( ) ( )
82. Bence devlet, bireylerin özgürlüğü üzerinde bir baskı mekanizmasıdır.
( ) ( ) ( )
83. Sivil toplum örgütleri eylem ve faali-yetlerinde şiddet kullanmamalıdır.
( ) ( ) ( )
84. Baskıcı bir devletin varlığı Türkiye’de sivil toplumun gelişmesinin önündeki en önemli engeldir.
( )
( )
( )
5. Türkiye’de muhalif fikirler devlet ta-rafından ülkenin birliği için bir tehdit olarak algılanmaktadır.
( )
( )
( )
251
KATILIYORUM KARARSIZIM KATILMIYORUM86. Siyasal partilerin her ne nedenle olursa
olsun kapatılmasına karşıyım. ( ) ( ) ( )
87. Kadın hareketleri, çevreci hareketler gibi hareketlerin ülke sorunlarına çözüm üretebileceğini düşünüyorum.
( )
( )
( )
88. Günümüzde sınıf farklılıklarından çok kültürel farklılıklar daha önemlidir.
( ) ( ) ( )
89. İşçi sendikaları ile diğer sivil toplum örgütleri (çevreci, kadın, eşcinsel vb. hareketler) bir arada beraberce davranabilirler.
( )
( )
( )
90. Demokrasi, eşitlikten çok çoğulculuk ve farklılıkların tanınması demektir.
( ) ( ) ( )
91. Sivil toplum geliştikçe, devlet küçü-lür/zayıflar; ya da sivil toplum küçüldükçe/zayıfladıkça devlet büyür.
( )
( )
( )
92. İçinde bulunduğum örgütün/hareketin siyasal/politik bir yaklaşıma sahip olması gerekli değildir.
( ) ( ) ( )
93. Sivil toplumun etkin olabilmesi için örgüt ve derneklerin devletten ayrışması gerekir.
( ) ( ) ( )
94. Son olarak, sivil toplum, toplumsal hareketler ve içinde bulunduğunuz sivil toplum
örgütü hakkında söylemek istediğiniz şeyler nelerdir? ..................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................
252