osmanlica
DESCRIPTION
12.12.2014TRANSCRIPT
GENÇLERİNİ DOĞRU EĞİTEMEYEN VE ONLARIN ZAMANINI HEBA EDENLER, BULUNDUKLARI TOPLUMU ÇIKMAZA
SÜRÜKLEYENLERDİR
(Osmanlıca tartışması)
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Bir insanın ve bir bilim adamının mütevazı olması gerektiğini
biliyorum. Ancak son zamanlarda ister gündemi değiştirmek için ister
belirli amaçlara ulaşmaya bir adım daha yaklaşmak için, ister sadece bir
devrin düşünce tarzını daha iyi anlamak için olsun, başlatılan ve
uygulamaya sokulan Osmanlıca eğitim tartışmasına ciddi olarak müdahil
olabilmek (karışabilmem) için şu cümleyi utanarak yazmak zorundayım:
Ben, Ali Demirsoy olarak 30 ülkeye 600 yıl egemen olmuş Osmanlıda
biyoloji alanında belki daha geniş anlamda doğa bilimlerinde yazılmış
olan tüm bilimsel kitaplardan daha fazlasını yazmış birisiyim (bakınız:
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~demirsoy/Kitaplar.html). Hem de çok daha
bilimsel, ayrıntılı ve Öztürk’çe bir dille.
Bir kültürün varlığından; ancak o ülkenin ya da coğrafyanın kendine
özgü bir dil yapısı olmasıyla bahsedilebilir. Dil, olmadan ne kendine özgü
bir kültürden ne de başka topluluklardan belirgin olarak ayrıcalığı tarif
edilen özgün bir toplumdan dem vurulabilir.
Son zamanlarda televizyonlarda Osmanlıca tartışmaları ile sahneye
çıkan insanların konuşmalarını dikkatle izliyorum. Bir ülkenin aydın,
eğitimci, bilgin olarak sanılan insanları bu kadar cahil ve bilgisiz nasıl
oluyor?
Konuşmaya her çıkan Osmanlı kültüründen dem vuruyor ve onun
yaşatılmasının önemine değiniyor. İnsanlar nasıl oluyor da bu kadar kör
oluyor; anlamak mümkün değil. Bu insanlara sormak gerekiyor: Ey gafil,
Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaratılmış ya da bulunmuş ya da
keşfedilerek insanlığın emrine sunulmuş herhangi özgün bir alet, edevat,
malzemeyi kullanıyor musunuz? Osmanlıda yazılmış bir öykü kitabını,
romanı, bilimsel bir kitabı, okudunuz mu; çocuklarınıza önerdiniz mi?
Okula giden çocuklarınıza her hangi bir şeyi, bunu da Osmanlılar bularak
insanlığı hediye etti diyebildiniz mi? Birkaç sıra dışı insan hariç,
Osmanlıdan bir heykeli ya da heykeltıraşı, resmi ya da ressamı, yeni bir
yapı tarzını ya da mimarı; her insanın huşu içinde dinleyeceği bir müzik
parçasını ya da müzisyeni, bir aleti ya da bir keşfi ya da kâşifi; insanlığa
yön veren bir felsefeciyi (çıkmış olanları da Osmanlı kafasını kesmiştir);
başka toplumlara yön veren bir düşünürü söyleyebilir misiniz? Bunu
yazdığımda, birçok insanın aynaya bakarak gerçek yüzümüzü
göreceğini, geçmişi yeniden kurgulayamayacağı için, bu hiçlikten
kurtulabilmek için, birkaç uç örneği bilime katkı yapmışız sanısı ile bana
ileteceğini de tahmin ediyorum. Bir İmparatorluk, bugünkü 30 ülkeye 600
yıl boyunca egemen olmuş; ancak dünya mirasına önemli bir katkıda
bulunmamış.
Geçmiş geçmişte kaldığına göre, bu gün bu sürecin sahiplerini
(Osmanlıları) göklere çıkaran, çocuklarımıza en hızlı ve en kapsamlı
temel bilimler eğitimi vermek zorunda olduğumuz bir dünyada,
çocuklarımızın zamanlarını çalarak, onların gelecekleriyle oynayarak,
hiçbir zaman gerçek kültür oluşturmamış, hiçbir zaman gerçek bir dil
yapısı geliştirmemiş, tükenmiş bir devri bir kültürü yaşatacağız safsatası
ile tekrar eğitim tezgâhına koymak aptallık değilse ihanettir.
Bu topraklarda bugün özgün eserleriyle kendilerini hala anımsatan,
Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frikyalılar, Bizanslılar bugün diller tarihinde
kendi özgün dil yapısıyla anılırken, Osmanlıca sadece bir dil grubunun
temsilcisi olarak değil sadece Osmanlıca tanımı ile bilinmektedir. Nedeni
açıktır:
Osmanlıca diye bir dil yoktur. Osmanlıca, Türkmenlerin Anadolu’ya
gelirken yanlarında getirdikleri Türkçe gramer ve kelimeler ile yolda
edindikleri Farsça ve daha sonra dini eğilimleri nedeniyle edindikleri
Arapça kelimelerin, Arapça alfabesi ile yazılmasıdır. Osmanlıda bir
kelime ararken, o kelimenin kökünü ya Türkçe ya Farsça ya da Arapça
bir sözlükte aramaya başlarız. En geri zekâlıların bile anlayacağı bir
biçimde Osmanlıcayı tariflersek, Osmanlıca topluma bir dildir ve dünya
dillerinin bir ögesi değildir.
Osmanlıca Arapça harfler ile yazılmıştır. Türk dili sesli harflerin
baskın olduğu ve kural olarak bir sessiz harfi bir sesli harfin izlediği özel
bir dil yapısına sahiptir. Sesli harflerin yeterli olmadığı bir alfabe ile
Türkçe yazıp okumak çok zordur. Bugün kullandığımız alfabenin bu
açıdan yeterli olduğu bile söylenemez. Arapça harfler en azından benim
bildiğim diller ve alfabeler açısından en kötü seçilmiş bir dildir. Çünkü
kural olarak sesli harfler hem yetersiz hem de tam karşılığı verecek
durumda değildir. Bu nedenle bu dile yeterince aşina olmayan biri bazı
kelimeleri aslıyla hiç ilgisi olmayacak biçimde okuyabilir. Öğrenilmesi ve
dilimiz açısından doğru yazılması en sakıncalı alfabe Arap alfabesidir.
Osmanlıca denen toplama dil, Türk dili ile hiç uyuşmayan Farsça ve
Arapça kelimeleri kullanır. İsterseniz çocuğunuza bugün yüklenici ya da
üstlenici olarak bilinen müteahhit kelimesini ya da savcı anlamına
müddeiumumi kelimesini bir yazdırın; bakalım kaç kişi ya da çocuk doğru
yazabilecek. Türkçe ses uyumu ve ahengine dayalı bir dildir. Bu nedenle
halk geçmişte Osmanlıcayı hiçbir zaman konuşmadı. Türkçede örneğin
kelime ”d” ile bitmez, kelime içinde “b” den önce “n” gelmez (üç istisnası
var: Onbaşı, Safranbolu, İstanbul); iki sesli harf yan yana kelime içinde
bulunmaz ve benzerleri. Hâlbuki Arapça ve Farsçada bu dil yapısı en
yaygındır.
Aslında Osmanlının müzik (saray müziği) başta olmak üzere, devlet
düzeni ve organizasyonunun önemli bir kısmının Bizans’tan alındığı
bilinmektedir. Bizans müziğini sözsüz olarak bir dinleyin bakalım bizim
sanat müziğimizden ayırt edebiliyor musunuz? Mimari diyorsunuz,
arkasında ya bir Ermeni ya bir Rum ya da başka bir kültürün sanatçısı ya
da yapımcısı çıkıyor. Elinizi vicdanınıza koyun, bu ülkede Fars ya da
Arap mimar, sanatkâr tarafından yapılmıştır diye bir sanat eserini
göndünüz mü? Büyük bir huşu ile dinlediğimiz sanat müziğinin bestecileri
ya Ermeni ya Rum ya da onların yanlarında yetişmiş Türk sanatçılardır.
İstanbul’un (ve Anadolu’nun) gözde ve güzide sanat yapılarının,
istasyonlarının, köprülerinin önemli bir kısmının altında Fransız, Alman,
Avusturyalı mimar ve mühendislerin imzası vardır. Duvarlarımız yabancı
ressamların yaptıkları tablolarla süslenmiştir.
Osmanlı aslında Müslümanlığı geriye götüren, bağnazlık çukuruna
sokan El Gazali’nin ve her türlü dalaverenin kaynağını oluşturan
Emevilerin düşüncesinin sürdürülmesinden başka bir şey yapmamıştır.
Sürekli Arap kültürünü Türk Kültürünün üstüne örtmeye çalışanların,
Osmanlıyı gündeme getirmesi de kökleri derinlerde olan bu körü körüne
bağlanmanın sonucudur.
Aslında özgün bir Türk Kültüründen dem vurmak da doğru değildir.
Kökleri Orta Asya’nın çeşitli yerlerine uzanan, Alevi, Bektaşi kültürü ile
şekillenmiş, bugünkü çağdaş gereksinmelere yeterli olmayan bir
kültürden söz ediyoruz. Bunun çağdaş dünyaya uyarlanması
gerekiyordu. Çağdaş Türkiye cumhuriyeti de bunu yapmaya çalıştı.
Burada dikkat edilecek husus, yapılmaya çalışılanlar Orta Asya’nın salt
Türk gelenek ve göreneklerini yeniden kurma değil, Anadolu’nun kültürel
zenginliğini, gramer, dil yapısı ve terimleriyle uygar dünyanın
benimseyeceği bir şekle sokmaktı. Seksen yıldır, yasalarla ve zaman
zaman süngü zoruyla yeşertmeye ya da yerleştirmeye çalıştığımız
Türkçe Kültürünü bir kalemde söküp atmak zor olacaktı. Bunun yavaş
yavaş adım adım kemirilmesi gerekiyordu. Orta eğitimdeki 4+4+4 ve
zorunlu din dersi ile başlayan yapılanma sürdürülmeliydi. Bir adım ötesi
Osmanlıca oldu; daha sonraki adımın Arapça olması beklenir. Önemli
yerlere dini eğitimden geçmiş insanların yerleştirilmesi de bu süreci
kolaylaştıracaktır. Zaten isteseler de istemeseler de biz Osmanlıcayı
gençlerimize öğreteceğiz diyen cumhurbaşkanı, kurgulanan bu planın
önemini ve arka planını ortaya koymuştur.
Bütün bunlardan “Osmanlıca denen derleme dili öğrenmeye gerek
yoktur “sonucunu çıkarmamız da son derece yanlıştır. Bu topraklar üç
imparatorluğa, çok sayıda devlete ve kültüre ev sahipliği yapmıştır.
Bunların araştırılması ve öğrenilmesi önce bizim görevimizdir. Bu
nedenle, ilk akla gelen unutulmuş Hitit’çe, Bizans’ça, Urartu’ca, Akad’ca,
Anadolu Rumcası, yaşamakta olan Süryani’ce, Ermeni’ce, Kürtçe, Lazca
ve burada dile getirilmeyen daha nice dil bu ülkede birilerine
öğretilmelidir. Osmanlıcanın öğretilmesi de milli hedefimiz olmalıdır.
Çünkü neresinden bakarsak bakalım, bizim ve komşularımızın, bir
zaman Osmanlı toprağında yaşamış olan ülkelerin halkının geçmişini
bilmeye ve bazı belgeleri öğrenmeye hakkı vardır ve bunu da öncelikle
bizim insanımız yapmak zorundadır.
Ancak tartışma Milli eğitim Şurasından çıkan kararın arka planı ile
ilgilidir. Halk, bu idarenin iyi niyetinden kuşkuludur. Çünkü yandaşlarını,
dincileri önemli yerlere getirmesi, orta eğitimde dini öğretiyi sinsi bir
şekilde örgütlemesi (ders ve okul seçimi bakımından) ve siyasilerin
ağızlarını her açtığında dini istismar etmesi, çağdaş gelecek umudu
taşıyan insanları ürkütmüştür. Hele birilerinin Osmanlıcayı mezar taşı
okumaya indirgemesi yargısı, aklı başındaki insanları çileden çıkarmıştır.
Diyebilirsiniz ki bugünkü yönetim kültür aşığıdır; bu nedenle en küçük
fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. Ancak bugün uygar dünyada kültürün
ögeleri yazılırken, heykel, resim, opera, dans, tiyatro ve benzeri
aktiviteler en başa yazılıyor. Bu kadar kültüre meraklı olanlar en az 12 yıl
içinde bu aktivitelerin birinde, en az açılışlarda boy göstermeliydiler. Boy
göstermeyi bırakın, baltalamak için ellerinden geleni de yapıyorlar. Bu
durumda bu dünyanın kültüre bakış açısı demek ki farklı; batı ve
Ortadoğu kültürü farklı dünyaların yaşam tarzı. Bu durumda hükümetin
aldığı kararı yadırgamamak gerekiyor. Ortadoğu yaşam ve düşünce
tarzını bu toplumda yaygınlaştırmak için bu kültürün dilini ve yazısını
yaygınlaştırmayı bu açıdan bakınca onların açısından bakınca akıllıca
görmek gerekiyor. Din dersinin okullarda yaygınlaştırılması, diyanete 7-8
bakanlığın bütçesi kadar kaynak ayrılması, her köşe başına bir cami
yapılması, dini eğitim gören kişilerin öncelikle bir yerlere atanması,
türbanın bir çeşit kutsallaştırılması ve siyasi simge yapılması, aslında bu
projenin temel öğelerini oluşturmuştu; buna Osmanlıcanın yaygın
öğretilmesinin eklenmesini niye yadırgıyoruz ki? Özlem duyduğumuz
Arap kültürüne başka nasıl ulaşabiliriz ki? Diyelim ki Osmanlıcayı
öğrettik, bu dili kiminle konuşacaklar? Araplar ve Farslar için yetersiz,
bugünkü öz Türkçe için ise neredeyse yabancı bir dil gibi uzak duracak.
Adı ne olursa olsun kültürlerin korunması ve gelecek kuşaklara
aktarılması insanlık borcudur. Türk devleti de bu görevini yerine
getirmelidir. Bunun için: Üniversite giriş sınavında iyi puan almış
öğrencilere teşvik edici ve özendirici miktarlarda lisan eğitimi, yüksek
lisan, doktora bursu vererek ve onlara akademisyen olabilme yolu
açılarak nitelikli, araştırıcı insanlar olarak yetiştirme ile başlamalıyız.
Bunların sayısı birkaç değil onlarca, gerekirse binlerce de olabilir. Bu
işlerde bin gecekondu yapacağınıza bir tane Süleymaniye yapmanız
önemlidir. Bu ülkede hüküm sürmüş kültürler öncelikli olmak üzere dünya
kültürlerinin öğretilmesi önemli görevimiz olmalıdır. Osmanlı döneminin
tüm belgeleri ve tapu kayıtları günümüz diline çevrilmelidir. Keza bu
ülkede yaşamış olan tüm kültürlerin belgeleri bu özel yetiştirilmiş insanlar
tarafından incelenmeli ve günümüz diline çevrilmelidir. Uygar olmanın
gereklerinden biri budur.
Bu satırları yazan, emekli olduktan sonra (2011-2012 yıllarında),
Hacettepe Üniversitesinde öğrenciler ile birlikte aynı sıralara oturarak
kesintisiz olarak Osmanlıca dersi almış biridir. Yani durumun önemini
kavramıştır denebilir. Bu dilin, tarih, Türkçe bölümlerinde ve belki ilahiyat
fakültelerinde ve tapu ile ilgili bölümlerde zorunlu; imam hatip okullarında,
sosyal bilimlerle ilgili bölümlerde seçmeli olması beklenirdi. Ayrıca açılan
kurslara (özel amaçlı olanlar da olabilir) da destek verilebilirdi.
Ancak, Milli Eğitim Şurasında alınan kararın iyi niyetine, söylenen
sözlerin ve yapılan açıklamaların içeriğine ve samimiyetine aydın kesim
inanmamaktadır. Dini yapılanma ile ilgili yaptıkları ve dini siyasete
bulaştırmadaki girişimleri birçok insanı haklı olarak endişeye
sürüklemiştir. Verdikleri örnekler tutarsızdır. Örneğin bugünkünden farklı
bir dille eserlerini yazanları, İngilizlerin öğündüğü William Shakespeare,
(1564–1616), Almanların öğündüğü Johann Wolfgang Von Goethe (1749-1832),’yi ret mi ediyorlar ki biz de ret edelim diyorlar. Kimse bizim
neden bir Şekpir’imiz ya da Göte’miz olmadığını sorgulamıyor. Meydanı
boş bulunca ağızlarına geleni söyledikleri için, halk da bu şamatacıların
söylediklerini sahi sanıyor. Şekspir’in ve Göte’nin o gün kullandıkları dili
bugün belki dünyada anlasa anlasa birkaç yüz kişi anlar ve hiçbir zaman
da bu ülkelerde o döneme ait yaygın bir eğitim verilmez. Osmanlı, kültür
dünyasında önemli bir iz bırakmadan ortadan kaldırılmıştır. Ancak hüküm
sürdüğü 600 yıl boyunca, çoğu dünya işlerine (tapu, vergi, demografik
hareketler ve belki anlaşmalar) ait çok sayıda belge bırakılmıştır. Kültürel
nedenle değil, geçmişteki dünyevi ilişkilerin öğrenilmesi nedeniyle
Osmanlıca okullarımızın uygun bölümlerinde öğretilmelidir.
Artık anlayalım, Osmanlı öldü; genç Türkiye cumhuriyetini yaşatmaya
ve geliştirmeye çalışalım. Aslında Osmanlı, Türk Kültürü ve halkı için çok
daha önce ölmüştü. Alevi-Türkmen kültürü ile gelişen ve genişleyen
Osmanlı, İstanbul, İmparatorluğun baş şehri olduktan kısa bir süre sonra
kimliğini yitirmiş devlet örgütlenmesi bakımdan Bizans, kültür ve dil
bakımından Arap ve Fars Kültürünün emrine girmiştir. Türkmenlerin
İstanbul’a ve kültür merkezi olan şehirlere girmeleri sayıca sınırlanmış;
hiçbir okulda arı Türkçe dilinin okunmasına izin verilmemiş; hiçbir yayın
desteklenmemiş; uygarlık yetişmişlik, saygınlık Arap-Fars dilini bilmeye
bağlanmıştır. Türkçe konuşanlar aşağılanmış; Türkmenler bi idrak
(idraksiz) olarak nitelendirilmiştir. Türk dilinin geliştirilmesi için tek bir
adım atılmamıştır.
Genç Türkiye Cumhuriyetinin dildeki arılaşma çabaları ve arayışları
yine bu köhne zihniyet tarafından alay konusu yapılmış, aşağılanmış, çok
defa da siyasi bir akımın işareti olarak gösterilmiştir. Osmanlıcada Fars
ve Arapça dillerinden devşirilen, duyguları anlatan kelimelerin, özellikle
yaranmak ve yaltaklanmak için gerekli kelimelerin Yeni Türkçede
karşılığını bulmak zordur. Geniş bir kitlenin 600 yıl devlet olanakları ile
kullandığı ve geliştirdiği günlük dilin zenginliğini kısa bir sürede
geliştirilmeye çalışılan Yeni Türkçede aramak ve bunu kusur olarak
göstermek olsa olsa yobazlık olabilir. Neyse ki bir şansımız var.
Osmanlıca bilim dili olarak bir hiçtir. Hiçbir bilimsel kelimeyi geliştirilmiş
olarak orada bulamayız. Farsça ve Arapça kelimeleri bilim dili olarak
bilmişiz. Yeni Türkçede bilim dili ile yeni bir terminolojiyi yaratma yolunda
önemli adımlar atmıştır. Binlerce sayfa bilimsel kitap yazmış biri olarak
(ilgilenenler sitemdeki kitapların listesine ve içeriğine bakabilir), dilimizin,
Yeni Türkçemizin bilimsel yazım açısından gereksinmelere hemen
hemen cevap verdiğini; bunun için Osmanlıcaya bir kere bile danışma
gereğini duymadığımı söylemek isterim. Öğrencilerimizin bu kitapları
dikkatle bir defada okuyup anladıklarını söyleyebilirim. Rüştiye mezunu
olan ve yeni Türkçeye de bir üniversite mezunu kadar hâkim olan
babamın, Osmanlıca yazılmış metinlerde bazı cümlelerin hangi anlama
geldiğini ya da ne demek istediğini ya da neyi kast ettiğini kendisi gibi iyi
eğitilmiş yakın arkadaşları ile tartıştıklarına defalarca tanık oldum.
Bir dil kendi döneminin gereksinmelerini karşılama için ortaya çıkar ve
yeni gelişmelere göre zenginleşir, yeni kavramlar ve sözcükler eklenerek
yeni gereksinmeleri karşılar. Bugün gelişmiş diller olarak bilinen
İngilizceye yılda 1000-2000, Fransızcaya 600-1000, Almancaya bir o
kadar yeni kelime eklendiğini biliyoruz. Alt yapısını tamamlamada geç
kalan Türkçe dilimize çok daha fazlasının girmesi gerekiyor. Yeni
gelişmeler yeni kelime ve tanım ihtiyaçlarını doğuruyor. Milli Eğitim
Bakanlığı bu işlerle uğraşacağına, anlamadan okunması gereken
Kuran’ın, ciddi bir dil ailesinden bile sayılmayan, devşirme ve toplama,
ömrünü doldurmuş Osmanlıcayı diriltmenin peşine düşmüş durumda.
Bilim dili olmaya aday Türkçenin geliştirilmesi için alınan önlemler,
destekler Şuralarda tartışılması gerekirken eski berbere tıraş olmaya
kalkışmak doğrusu anlaşılabilir değil.
Milli Eğitim Bakanlığının önemi ve yükümlülüğü diğer her bakanlık ve
kuruluştan daha önemlidir. Dünyaya bugün bile şu ya da bu şekilde,
doğrudan ya da dolaylı egemen olan İngiltere’nin bu gücünü hangi
mantıktan aldığını merak edebilirsiniz. İkinci Dünya Savaşında ekonomik
olarak çok zor durumda iken, Nazi Askerleri kapılarına dayandığı bir
zaman diliminde, İngiltere Genel Kurmay Başkanının ve Ordu
Komutanlarının Başbakana şöyle bir talebi oluyor: Bu yıl Kültür ve
Eğitime ayıracağınız paranın bir kısmını bize verin ki topraklarımızı
savunalım. Başbakanlıktan gelen yanıt aslında tüm sorularımıza yanıt
veriyor: Kültür ve eğitim olmaz ise Siz neyi koruyacaksınız?
Milli Eğitim Bakanlığı, artık bir şeyi anlamalı. Bir insanın ve çocuğun
bir günde beslenmeye, spora, öğrenmeye, uyumaya, dinlenmeye ve
oynamaya ayıracağı vakit bellidir ve sınırlıdır. Eğitimden ve öğretimden
sorumlu olan bir kurumun yapacağı en büyük katkı, bir çocuğun
zamanını en verimli biçimde değerlendirme ve onu evrensel değerlerin
egemen olacağı geleceğin koşullarına göre hazırlamalıdır.
2014 tarihinde yapılan meslek merkezi sınavında fizik öğretmeni
olmak için giren fizik öğretmenliği ve fizik bölümü mezunu öğrencilerinin
(lise müfredatı düzeyinde sorulan soruları) doğru yapma oranının neden
50 üzerinden ortalama 14’de kaldığını; aynı şekilde diğer temel bilimler
sorularında sorulan soruları doğru yapma oranının toplam soru sayısının
1/3’nü neden aşamadığını; üniversite sınavına giren öğrencilerin
150.000’nin neden sıfır bile alamadığını, bir Avrupalı lise mezunu iki
yabancı dili rahat konuşurken, bizdekilerin bir dilekçeyi ana dillerinde bile
neden doğru dürüst yazamadıkları tartışılması gerekirken, kız erkek ayrı
ayrı mı yoksa karışık mı okumalı, din dersinin daha da artırılarak
okutulup okutulmaması, Osmanlıcanın nasıl okutulacağının tartışılması
doğrusu cinnet getirmiş bir toplumun haleti ruhiyesi olmalı.
Ben 3 yıl ortaokulda, 3 yıl lisede, 4 yıl da üniversitede Fransızca dersi
aldım, bu dil eğitimimle Paris’te Gare de l’Est’te bir tren bileti alamadım.
Devlet okullarında okuyan kime bir dili doğru dürüst öğrettiniz ki şimdi
kalkmış bir yenisini ekliyorsunuz. Bunun Türkçede karşılığı bir özsöz
vardır: Namaz kıla kıla evimi yıktı, şimdi kalkmış hacca gidiyor.
Dünyamız yakında, yaratıcı, özgür düşünen, dogmadan uzak, temel
bilimlerin kurallarını içine sindirmiş, evrensel bilimi içselleştirmiş
çocukların dünyası olacaktır. Bunun için izlenecek yol da bellidir. Siz bu
çocukların değerli zamanlarından çalıp, din bilgisi altında dogma
öğretirseniz, ölmüş kültür ve dilleri eğitimin bir parçası yapmaya
kalkışırsanız, namaz başı öğrenmeyi, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji
derslerinin önüne koymaya kalkışırsanız, bu coğrafyanın insanını aynen
göklere çıkardığınız, bilimde ve sanatta hiçbir iz bırakmayan Osmanlı gibi
tarihin karanlık sayfalarına gömersiniz.
Bir ülkede yapılan her türlü yanlışın ya da ihanetin önlenme şansı
olabilir. Ancak eğitimde atılan yanlış bir adımın sonuçlarını ortadan
kaldırma yüzyıllar alır. Bu coğrafyanın bu ülkeye çok ihtiyacı var; bu
coğrafyaya kötülük etmeyin derim.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
10.12.2014
Değerli Kardeşim
İster gündemi değiştirmek için ister belirli bir amaca ulaşmak için,
yığınla sorunu olan Eğitim Dünyamıza, herhangi bir dil grubunun üyesi
bile olmayan, sanat ve bilime katkısı olmayan Osmanlıcayı monte
etmeye kalkışmak ve gençlerin saniye saniye değerlendirmek zorunda
olduğu çağımızda, onların zamanının çalınmasına göz yummak bu
topluma haksızlık olacaktır.
Osmanlıcanın belirli bölümlerde okutulması, hatta yüksel lisans ve
doktora yapılması teşvik edilmeli, desteklenmeli; ancak yaygı eğitim ve
öğretimde asla gündeme getirilmemelidir.
Milli Eğitim Bakanlığının, gerek yönetici atamalarında izlediği yol,
gerek eğitimde yapmış olduğu sinsi ekler, bu ülkenin geleceğini çağdaş
ve uygar bir topluma bağlamış olanlarda kuşkular ve endişeler
yaratmıştır.
Osmanlıcayı ve izlenen eğitim politikasını masaya yatıran bu yazıyı
saygılarımla bilgilerinize sunuyorum.