kÜn edebİyat

72
1 KÜN EDEBİYAT Merhaba… Anadolu’dan başlattığımız yürüyüşümüz bir istikamet buluyor. İlk sayımızda “Yola çıktık ama nereye gittiğimizi bilmiyoruz” mealinde sözler sarf ederek, amacımızın bi- zimle gelenlere bir istikamet vadetmek olmadığını ifade etmiştik. Sesimizin yankılanıp yankılanmayacağına bak- madan sözümüzü söyleyeceğimizi de belirtmiştik. İlk sayının akabinde şunu gördük ki, bu memlekette gidilecek ne kadar yön varsa, bir o kadar bekleyen ve “ner- de kaldınız” diyen muhatap var. Çok şükür. Kün Edebiyat’ı ulaştırabildiğimiz hemen her yerden son derece şevk verici, iç ferahlatan mesajlar aldık. İlk sayı olmaktan kaynaklanan teknik bazı kusurlar dışında, bek- lendiğinden daha kaliteli bir çalışma ortaya koyduğumuzu gördük. Bunda sonrası için iştahımız arttı, hevesimiz kat- merlendi. *** Bu sayıda dosya konusu olarak Eylül’ü seçtik. Hüz- nün, hazanın, şiirin ve bir de bize mahsus olmak üzre ihtilalin hatırlatıcısı olan Eylül ayını bütün tedaileriyle ele alan yazılarla zenginleşen dosyamızda birbirinden kıymetli isimler yer alıyor. Meslekî donanımı bir yana, son döne- min ârif zâtlarından olan Hüsrev Hatemi, Eylül’ün temsil ettiği şeyler üzerine enfes bir yazı kaleme aldı. Türk siyasi hayatını olduğu kadar edebiyatını da yakından takip eden usta yazar Ahmet Kekeç, Eylül ve tedailerini kendine has üslubuyla yazdı. Mehmet Ali Çakır, Eylül’e hüzün yakıştı- rılmasına itirazını, Mehmet Güneş meşum Eylül ihtilalinin ’lük kırdığı gülleri, Hüseyin Akbaş, eski Eylüllere duyduğu öz- lemi, İhsan Kurt, kendi özelinde Eylül’ün gurbet tadında yaşanmışlığını, Recep Garip, Eylül’ün sarı tarafını yazdı. Kün Edebiyat’ın cevval kalemi Ercan Köksal iyi bir işe imza attı ve Türk edebiyatının âkıl adamı Hilmi Yavuz ile şiir üzerine altı çizilecek bir söyleşi gerçekleştirdi. Şiirde anlam ve müzikalite, şiir ve gelenek gibi konularda son derece mühim şeyler söyledi Hoca. Yayın kurulumuzun titiz seçimleriyle, bu sayımızı da yüksek kaliteli şiir ve öykülerle zenginleştirdik. Şiirde Şük- rü Erbaş, Nurettin Durman, Muhsin İlyas Subaşı, Meh- met Güneş, Ahmet Yozgat, Ömer Faruk Ünalan, Payidar Zaraman gibi farklı iklimlerin usta şairlerini buluşturduk. Hikayede ise Mustafa Çiftçi, Üzeyir Süğümlü, Halit Emre gibi isimlerin yanı sıra, Azarbeycan edebiyatından İmdat Avşar’ın Türkiye lehçesine çevirdiği Ejder Ol imzalı bir hikayemiz var. *** Kün Edebiyat, görselliğin yanında yazının ve mana- nın estetiği üzerinde de titizlikle durarak yoluna devam edecek. Hazırlanmış, belirlenmiş, tarif edilmiş yollardan değil, kendi yolunu kendi açarak… Yarışmadan, tartışma- dan, savaşmadan… Sadece edebiyata, sadece sözün güzel- liğine dair… Güzel olan her şeyin asıl olarak tek kaynak- tan neşet ettiğine inanmış olarak… Bir sonraki sayıda buluşmak üzere…

Upload: oguzhan-yavuz

Post on 07-Mar-2016

317 views

Category:

Documents


6 download

DESCRIPTION

Eylül/Ekim 2012 Sayı 2

TRANSCRIPT

Page 1: KÜN EDEBİYAT

1

KÜN EDEBİYAT

Merhaba…

Anadolu’dan başlattığımız yürüyüşümüz bir istikamet buluyor. İlk sayımızda “Yola çıktık ama nereye gittiğimizi bilmiyoruz” mealinde sözler sarf ederek, amacımızın bi-zimle gelenlere bir istikamet vadetmek olmadığını ifade etmiştik. Sesimizin yankılanıp yankılanmayacağına bak-madan sözümüzü söyleyeceğimizi de belirtmiştik.

İlk sayının akabinde şunu gördük ki, bu memlekette gidilecek ne kadar yön varsa, bir o kadar bekleyen ve “ner-de kaldınız” diyen muhatap var. Çok şükür.

Kün Edebiyat’ı ulaştırabildiğimiz hemen her yerden son derece şevk verici, iç ferahlatan mesajlar aldık. İlk sayı olmaktan kaynaklanan teknik bazı kusurlar dışında, bek-lendiğinden daha kaliteli bir çalışma ortaya koyduğumuzu gördük. Bunda sonrası için iştahımız arttı, hevesimiz kat-merlendi.

***Bu sayıda dosya konusu olarak Eylül’ü seçtik. Hüz-

nün, hazanın, şiirin ve bir de bize mahsus olmak üzre ihtilalin hatırlatıcısı olan Eylül ayını bütün tedaileriyle ele alan yazılarla zenginleşen dosyamızda birbirinden kıymetli isimler yer alıyor. Meslekî donanımı bir yana, son döne-min ârif zâtlarından olan Hüsrev Hatemi, Eylül’ün temsil ettiği şeyler üzerine enfes bir yazı kaleme aldı. Türk siyasi hayatını olduğu kadar edebiyatını da yakından takip eden usta yazar Ahmet Kekeç, Eylül ve tedailerini kendine has üslubuyla yazdı. Mehmet Ali Çakır, Eylül’e hüzün yakıştı-rılmasına itirazını, Mehmet Güneş meşum Eylül ihtilalinin

’lük

kırdığı gülleri, Hüseyin Akbaş, eski Eylüllere duyduğu öz-lemi, İhsan Kurt, kendi özelinde Eylül’ün gurbet tadında yaşanmışlığını, Recep Garip, Eylül’ün sarı tarafını yazdı.

Kün Edebiyat’ın cevval kalemi Ercan Köksal iyi bir işe imza attı ve Türk edebiyatının âkıl adamı Hilmi Yavuz ile şiir üzerine altı çizilecek bir söyleşi gerçekleştirdi. Şiirde anlam ve müzikalite, şiir ve gelenek gibi konularda son derece mühim şeyler söyledi Hoca.

Yayın kurulumuzun titiz seçimleriyle, bu sayımızı da yüksek kaliteli şiir ve öykülerle zenginleştirdik. Şiirde Şük-rü Erbaş, Nurettin Durman, Muhsin İlyas Subaşı, Meh-met Güneş, Ahmet Yozgat, Ömer Faruk Ünalan, Payidar Zaraman gibi farklı iklimlerin usta şairlerini buluşturduk. Hikayede ise Mustafa Çiftçi, Üzeyir Süğümlü, Halit Emre gibi isimlerin yanı sıra, Azarbeycan edebiyatından İmdat Avşar’ın Türkiye lehçesine çevirdiği Ejder Ol imzalı bir hikayemiz var.

***Kün Edebiyat, görselliğin yanında yazının ve mana-

nın estetiği üzerinde de titizlikle durarak yoluna devam edecek. Hazırlanmış, belirlenmiş, tarif edilmiş yollardan değil, kendi yolunu kendi açarak… Yarışmadan, tartışma-dan, savaşmadan… Sadece edebiyata, sadece sözün güzel-liğine dair… Güzel olan her şeyin asıl olarak tek kaynak-tan neşet ettiğine inanmış olarak…

Bir sonraki sayıda buluşmak üzere…

Page 2: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

2

Dilimde sulardan ve serçelerden bir ince ıslıkYükleyip götürürdüm gökyüzünü kirpiklerimeAy’la sürerdi geceleri güneşle başlayan yolculuğumBir giz gibi alırdı aklımı ufukların ardıKonup kalktıkça her mevsim hareketsiz ülkemeİçimdeki boşluğu biçimlerdi kanatları göçmen kuşların.Uzak kentler, büyük sular, adını bile bilmediğimIrmakların ve yolların haritasını çizerdim toprağa.Bir de masallar... bir de türkülerİnsan yüreğinin dünyaları yıkayanO sevgi sağanakları, duygu güzellikleriEli hiç eksilmezdi alnımdan söz rüzgârlarının...

Sonra kerpiç duvarların ardıLambalardan büyük karanlıkGün boyu kavrulan toprak güneşteUykuların bile alamadığı yorgunluk...Sonra babamın sesiKi korkunun simgesi oldu ömrümceAkşamlara kadar çırpınan annemOdalara dolan gönül üzüncü...Sonra ürperen ağaçlar dışardaGecenin ve yalnızlığın Yataklara sızan hışırtısıSessizce gerçeğe dönüşü düşlerin...

Bunalır... bunalırdım.

IIIYozgat bir kar kentidirSürmeli bir türküdürSerttir soğuktur küçüktür.İki dağın dudağına kısılmışİncecik bir sudurİçinde zamandan başka her şeyin aktığı...Güneşi bir nazlı konuktur yazlar içindeÖmrü çiçeklerin rengi kadardır.Ağaçları çatılardan yüksekAvluları evlerinden genişBir rüzgâr kentidir YozgatÇam kokuları, bıçkın delikanlılarıylaYıllardır kesilmeden esenYoksullukla düşlerin iç içe büyüdüğüDar sokaklar eğri evler boyunca...Kadını bir eski zaman resmidir

Şükrü ERBAŞ

IO zamanlar gökyüzü biçilmiş buğday kokardıÇiğnenmiş üzüm, mısır püskülü, bostan yaprağıToprak kokardı insan emeğiyle yoğrulmuş.Rüzgâr serin sesli konuğuydu evlerinBulutlardan ağaçlardan saçlardan süzülenBir dirim duygusuyla doldururdu odalarıYağmur ikinci adıydı akşamlarınGünün yorgunluğu üzerine dökülenBir düş inceliğinde akardı sular arklardaDilde uzaklık türküleri tutuşturarak.İnsanlar bir soru imi gibi girip çıkarlardıGeçimin dar kapılarındanAlın teri umut ve kaygıdan örülüMutluluk toprağın ve güneşin eline bakardı.

O zamanlar dünya küçüktü ve insanlarKardeşlik kokardı yardım duygularıylaPaylaşmak, bir sevinci ya da güçlüğüBir karşı koyuş biçimiydi hayata.Birbirine benzerdi evler, toprak damBeslenen hayvan, çocuk sayısı, daracık camlar...Bir sır gibi gizlenirdi güzellik büyüdükçe kızlarErkekler şapkalarının siperinde geçerdi sokaklardan.Aynı yalın dili konuşurdu yaşlılarla çocuklarDingin bir gölle bir akarsuyun dostluğunda.Sevgi bir düş gülüydü bitişik avlulardaSessizce serpilen, bunalmış ve utangaçEvlilikle koklanırdı ancak ve solardı daha ilk yaz.

Birbirine benzerdiMevsimlerin bahçelere getirdiği renkEvlere getirdiği telaş, sevinç, keder...Yaşamak ağır bir suydu, zamanınVe toprağın derin ırmağındaSürükleyerek bir nice hayatı ince kıvrımlarındaAkar, akardı...

IIBulutlara çobanlık ederdim ben o zamanlarÖnümde türkü meleyen bir kuzu sürüsüYüreğim duygu öğüten bir düş değirmeniydi

YOLCULUK

Page 3: KÜN EDEBİYAT

3

KÜN EDEBİYAT

VIO zamanlar büyük kentlerin varoşlarındaHayatın dengesini tartan öğrenciler vardıTaşralı yüreklerinin tedirgin terazileriyle.Öfkeye benzerlerdi biraz, aceleci sert tatlıSevgi kadar yumuşak, yoksulluk kadar katıYürüyüşleri önemli, susuşları anlamlıBirer düş damlasıydı duruşları rengini evlerden alanSözleri alışılmış görüntülerin örtülerini aralardı.Bir köprü kurup sorulardan hemen kendilerinceBilinen iki şey arasındaSular gibi akıp altından, üstünden rüzgâr gibi geçerekO masal ülkesinin kapılarını çalarlardıİnançları kadar yalın kılıcıyla yanıtlarınınBoyları ırmak kıyılarında serin söğüt dallarıydı.

O zamanlar uzak taşra kasabalarındaAkşamlar birer kara buluttuÖlümü yedeğine almış ajans haberleriyle.Korkunun ve bekleyişin bunalttığı evlerdeYüreklerinde merakın ağır yüküyle insanlarGünde bin kez gidip gelirlerdiYaşamla ölümün bıçak sırtı sıratında.Ölenler, arananlar, yakalananlar...“Gerçek oğlu, Düş’ten olma, 1950 Dünya doğumlu...”Bir metal ses, yitirmiş insan sıcaklığınıOkuur, okurdu...Rahatlatırken nice insanı acı bir sevinçleSöylenen her isimBitişik evlere düşen yargısız bir kıyametti...

VIIEy gece sokaklarına sabahın resmini çizenEy gülüşün ve ay ışığının gümüş çocuğuYaşlanan yolcusu artık uzun yürüyüşünEy sözleri halkının kalbini içeren...Yağmur çürüttü o afişleri çoktandırBir suçlu gibi susturup renkleriniSürükleyip götürdü o türküleri rüzgâr...Hani o, güneşini eğninde taşıyanBir ulu geleceğin altın kaleminiBatırıp batırıp ömrüne ve geceyeKenti süslediğin...Birinde bir ölümsüz yüz ölüme inatBirinde düğün eden sözcüklerYaşamak ve direnmek kıvamında...Yok artık, gömüldü anıların göğsüneKözünü küllerinde saklayan bir ateş gibiŞimdi her şey duruk örtüsünde zamanın...Duvarlarında boydan boyaBüyük şirketlerin reklam afişleriİnsanı silahsız vuran bir yasal suçŞimdi kent, sana yasakladıklarıylaÖlü, çirkin ve kirli... VIIIVe günü geldi, hayatın yüreğindenDünyaları iyileştiren bir ince sızıylaFışkırdı duyguların ivecen tomurcuğu...Takıp ayağına ilk gençliğin güvercin kanatlarını

İşin ve konuşmanın tutkun aynasındaErkeği odalar dolusu ağırlık...Duruldukça rengini bulan sular gibiÇocukların büyüdükçe büyüklere benzediğiBir taşra kentidir YozgatZor inanıp güç değişen...Durur zamanın alnında donukBir basma entarinin eteğindeSoluk, eski desenler gibi...

Günler içinde bir günDokundu parmakları hayatınUfkumun bunalan perdesine...Fırınları sinemaları minareleriyleHareket ülkesi bir kent simgesi olarakYozgat, girdi ömrüme...

IVBana sorular öğreten dostBir de sen bulmadıkça doğrular yarımdır diyen...Kimi gün bir türkü, kimi gün şiirlerleKitaplarla daha çok, giderek kitaplarlaSabırlı, içten, yalınÖrnekler çıkarıp adım adımKüçücük bir kentin kapalı hayatındanBana dünyaları gösteren dost...Telaşını taşıyorum yıllardırKonuşurken birbirine vurduğun parmaklarınınVe içine yüreğini koyup koyupAk güvercinler gibi ağzından uçurduğunO büyülü, sıcak, doğru sözlerinin...

Sesini çoğaltıyorum sesler içindeBir tutku gibi geciktikçe büyüyenİnancının onurunu taşıyorum yıllardır. VAkşam sızıyor aralık kapıdanAralık kapıdan ayrılık sızıyorBir hançer gibi gölgelerin ucundaBırakıp aynı saatlerde aynı kederleriÜşüyen odalarına yalnızlığınHer gün biraz daha ağırAnılar sızıyor aralık kapıdan

Yıllar... ki içinde binlerce düş ölüsüKoparıp götürdü kimlerden neleri...Sesler, yüzler, yerleriBir yara gibi sızlayan dokunuşlarHer biri bir ömre değenYıllar sızıyor aralık kapıdan...

Dayamış duygularını aklının doğrularınaBir çocuk Drama Köprüsü’nü söylüyorSaat Kulesi’nden dünyaya açılan yolda.Ne kadar uzak sesi şimdi, ne kadar yakın...Işığı gölgeler içinde mahzunBir güneş sızıyor aralık kapıdan.

Page 4: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

4

Söndürüyor etinde hasretin acısınıGömülmüş anıların iç denizlerineOğlunu seyrediyor bir ihtiyarKendi suretinde.

Buğulanıyor yudum yudumAkmış ayrılığın yankısız yollarınaÖmrünü çiziyor bir ihtiyarAlın kırışığında.

Zaman bir ince yalnızlık nicedirHayatın gözeneklerinden süzülenBilenip gümüş hançerinde gecelerinVuruyor hilal hilal bir mezar taşına.

XIBiz o çocukları hiç anlamadıkBiz o çocukları tanımadık hiç...

Mavi bir damar gibi kentin gerilen bedenindenBir çığlık çağlayanı gibi geniş uzun pembeSavrulup gittiler de kaç kez rüzgâr rüzgârDuyurabilmek için bizim türkülerimizi bizeBir gün olsun inip aralarına katılmadıkSesimizi katmadık seslerine...Korktuk, neden korktuğumuzu bilmedenBüyük heyecanlardan korktuk, küçük rahatlardanUzun yolculuklardan, yakın acılardanKurumlaşmış ne varsa güzeli ve geleceği kuşatanKorktuk hepsinden...Çekilip böcekler gibi evlerin kabuğunaSıkı sıkı sürgüledik kapılarımızı,Balkonlara çıktık en fazla, camlardan sarktıkGarip bir merakla bakıp arkalarındanSaygılı, şaşkın, küçümserKarmakarışık duygular içinde bocalayıp kaldık.

Sözleri ulaştı uzaklığımıza perde perdeTanyerinde yükselen buğusu gibi toprağınAma elleri, yürekleri, yüzleriSert miydi sıcak mı, dost muydu düşman mı?Bir gün olsun dokunup kendi ellerimizleAklımızla yüreğimizle duygularımızlaAnlamadık...Uyup yükseklerden gelen bir sesin buyurgan tonunaBizim olmayan bir ağızla konuştuk haklarında...

Şimdi düşünüyorum daKorkmayan yanımızmış o çocuklar bizimAma biz korktuk.Konuşan yanımızmış o çocuklar bizim Ama biz sustuk.Düşleyen yanımızmış o çocuklar bizimAma biz düşünmedik.Direnen yanımızmış o çocuklar bizimAma biz teslim olduk.

Biliyor musun, güzDaha bir dokunaklı geçiyor beş yıldır.Yağmur yağdı bugün, savrulan yapraklar

Akışını alarak çakıl taşlarında çırpınan sularınRengine ve gülüşüneO her şeye dokunmak isteği verenİlkyazların coşkusuylaRüzgâr ürpertisinde gökyüzü genişliğindeSığarak akıl almaz bir biçimdeGözbebeklerine gamzelere kulak memelerineBir ten sıcaklığı olup soluk solukSevgi, doldu ömrümüze...

Ey bu dünyanın görmüş geçirmiş insanlarıBilirseniz siz bilirsiniz, duyarak yaşadıysanızNe vardı dilinin ucunda o kızınNerelerden alırdı ki suyunu dudaklarındaki ırmakAynı ustalıkla akıtarak bir sözle bir öpüşüSarmal köprülerinden düşle gerçeğinEn büyük acılara bile katlanma gücü verirdi. IXSeni öpsem, gülse bir halkSeni öpsem, yoksullukUtansa verdiği acılardanKırılsa her türlü korkunun kanadı.Seni öpsem, silinseAlın çizgilerinden gamYürek kuytularından akşam.Bir sonsuz yağmur yağsaAşkın kardeş bulutlarındanAynı mutlulukla ıslansa dünya.Ayrılığa kapanmasa kapılarOdalar üzgün durmasa.Seni öpsem, buğulanmasa gözlerinGülse yaz günleri gibiİnsanların gölgeli yüzleri.Kar yağmasa dar yolunaKardeşimi koynunda saklamış dağlarınÇıkıp gelse alanlardanAnılardan, duvarlardanO gencecik ermişler.

Işısa yeniden annelerin yüreğiÇocuklar çoğalsa sevinçtenÇözülse babaların kaşlarındaki bulut.Seni öpsem, boğulsaAçtığı acının çukurundaYüzü kışlar kadar soğukO bilinçli kötülükArınsa ömrümüzün kiri, kederi...Donup kalmasa dudaklarımdaBir suç gibi, öpüşünBencilliği andıran o buruk tadMutluluk dokunmasa çoğul yanıma.Seni öpsem ve dünyaKurulsa yenidenSevgi kadar yumuşak, zengin ve ak...

XÖlümün ömrü yok, ölümün yüreği yokÖlüm çocuk büyütmeyi bilmezÖlümün evi yok, ekmeği yok, sevgisi yok...

Page 5: KÜN EDEBİYAT

5

KÜN EDEBİYAT

Yetersiz akıllarının ucuz kurnazlığı ileBinlerce doğrunun üzerine örttüler.Meydan meydan küfrettiler ardındanİnandırmak için herkesi kendi yanlışlarınaYanıtı yasaklanmış sorular sordular.Ses geldikçe öfkelendilerGelmedikçe kuşkulandılarGüçleriyle birlikte büyüdü korkularıEn küçük sessizlikten bile ürker oldular.Kurtuluşu sana saldırmakta buldularSana saldırdıkça rahatladı ruhları.Öyle ucuz ettiler ki her şeyiSözü, saygıyı, erdemiÖlümü bile kirlettilerÖlümü bile kirlettiler...

XVNe mi yapıyoruzBunca kuşatma ortasındaİçki sığınakları kadın bacakları hayal oyunlarıİliştirip yavan bir günü iğdiş bir geceyeÇırpınan istekler çözülen dirençler içindeDuygular düşüncelerDünyalar köreltiyoruz.

Ne mi yapıyoruzYitirmiş mihrabını zamanın mabedindeBütün bir ülkeYanlış secdelerde eğil eğilBunalıyoruz.

XVIResmini çizdiğin gibi duruyor kentOlanca akışına karşı hayatınEvler mevsimler ömürler boyuncaKimseler düşlerinin dışına çıkamadı.

Güzelleştirmek için yürüyüşlerini insanlarınAyakkabı boyuyor o çocuklar yineOmuzlarında evlerin yollara sarkmış zayıflığıİnce bir eziklik sızıyor durdukları yerlereElleriyle seslerinin tedirgin çatlaklarındanMatlaşıyor mavisi tam burada resmin

Dillerinde bir eski bildik rüzgârlaKonuşuyor kendi merkezinde iki gençSaçları sözlerine karışmışGülüşleri gamzelerinde düğümlüBalkıyıp duruyor yüzlerindeYürek çarpıntılarından bir titrek hale.Hayatı kurtarıyor tam bu noktadaResmin arılaşmış mavisi

Kadınlar porselen yün ve ruj satın alıyorlarKadınlar durmadan bir şeyler satın alıyorlarSolgun dudaklarını bırakıp sırnaşık tezgâhlaraKirpik saç boya yedi renkli kokularGün boyu mağazalarda devinen bir telaş Yıpranan yerlerini yeniliyor kadınlarÜstlerinde aldanışın uçuk sarısıBir eksiği taşıyorlar çarşılardan evlere

Sürüklendi bir süre dilsiz sokaklarda.Bilmem ki, bilmem ki nerelerdenÇıkıp geldiler birden o çocuklar ufkumaYedi renkli türküler, bayraklar, pankartlar...Bir yalnızlık duydum ta içimin derinindeBir ses sağanağı, bir özlem...Düşünüyorum da, farkına varmadanSessizce, kendiliğindenSevmişim meğer onları ben, inanmışımKatılmışım hatta türkülerine kendimceUzaktan uzağa...Yoksa niye kanasın değil miBunca yıldan sonra sesimBöyle durup dururken... XIIKardeşler,diyordu, kardeşlerSilerek kirpiklerine süzülen heyecanınıGüneşten bile eşit alamıyoruz payımızıYağmurdan, rüzgârdan, kardan...Bir şehrayin gibi başımızın üzerindenDöne döne geçip gidiyor da mevsimlerKederinden başka bir şey düşmüyor payımıza.Öyle bir garip makine ki buNe bizsiz işliyor, ne bizden yanaBir karşı güce dönüşüyor ürettiğimiz ne varsaElimizden çıktıktan sonraBir sonsuz uzaklığa/ akan bir yıldıza.Mutluluk bir kız gibi sakınıyor kendiniParanın güvenli korunaklarındaMutsuzluk üstümüzde inatçı bir alıcı kuşHiçbir yere gitmiyor.

Kardeşler, diyordu, kardeşlerBir çocuk aklı bile yeterGörmek için bunlarıBir çocuk cesareti, bir çocuk saflığı...Kaldırın başınızı...Kardeşler... bir çocuk... yarın...Unutmayın... susmayın... korkmayın... XIIIİnsan ki anılardan bir bulutturHayatın sonsuzluğa akıp giden göğündeSavruldukça çoğalır çözüldükçe birikir...Düşmeden son damlası toprağın rahmineKim bilir kaç mevsim görürKaç rüzgâr geçirir...

XIVÖlümün de yetmedi kurtarmaya onlarıAdınla tutuldukları korkularındanYıllarca cesedinin üzerinde tepinip durdular.Konuştular konuştular konuştular...İnsan doğasının o en güzelO en yüce yetisini çirkinleştirdiler.Bir yanlışını alıp senin

Page 6: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

6

Ağladı mı ne, gözlerinde bir araGözleri kadar iri göller birikti gizlice

Süzülüp sonra dalgınlığından usulcaİndi bir kent meydanına o göller ince ince

Utandım varlığımdan, sanki gizlisineİzinsiz girmişim gibi gizlice

Döndük duygu bulutlarını bırakıp bir masadaDüşsüz devinimsiz bir uyumsuz gerçeğe

Çok uzun bir suskunluğu, buruksuAnlayıp konuştuk sessizce...

XIXİnsan belleğinin ihanete varan unutuşuEy yanlışı emziren kör memeHayatın kaçınılmaz kusuru...Kapındayız işte koskoca bir geçmişleÖlüler diriler düşenler dövüşenler...Nicedir boşluğunda kimsesiz rüzgârlarınAcı çığlıklar attığı cansız alanlarDoğrular, yanlışlar...Bir gizli dil gibi öfkenin için içinDerininde büyüdüğü dilsiz suskunluklar...Kalanlar, kaybedilenlerNe varsa, kapındayız işteTutuşturmak üzere yenidenZamanın küllenen yüreğini...Sun bize inancın duru pınarlarındanSüzülen o eski tadını düşlerin;Ömrümüzün acemi dallarındaO bir heyecanla telaş telaş açılanDon vurmuş tomurcuğunu geleceğin...

Yaşamak ölümden üstün, acıdan büyükVer bize coşkusunu yenidenSesimizi geri verSahipsiz kalmasın özgürlüğün türküleriKardeşliğin paylaşmanın sevgininİnsanı çoğaltan o gönül zenginlikleri...Zoru seçiyoruz yeniden, inançla, inatlaİyi, doğru ve güzelNe varsa “büyük insanlık” adınaKapındayız işte bir dahaTarihsin senİnsan emeği ve düşüyle yoğrulmuşGöster bize geleceğin yollarını...

Bir Şiir Sonrasında Ne sözcükler göverdi elimi değdiğim yerdenNe dilimden ezgiler döküldü durup dururkenOnları ben bir bir doğurdumİnancın ağır yüküVe bunlu baskınıyla acılarınÇırpınan yüreğimden kıvranan beynimden...

Senin renkler arasına sözcüklerle çektiğinO görünmez ince derin çizgide. Göğüsleri caddeye sarkmış bir sinema afişiTutup bir adamı en zayıf yerinden içeri alıyorİçeri alıyor birahaneler sıkıntı yolcularınıCamiler dünya kaçkını cennet düşçülerini...Yüzünde yalnızlık arması yayvan hüzünlerTerli düş kokuları dinen telaşlar kapanan kapılarıylaAkşamı karşılıyor kent arabesk şarkılarda...Polis raporlarında asayiş berkemal!Bir adam geçiyor günün ufkundanGünün ve umudun o kırılgan çizgisindenBilge bir gülümsemeyle örterek bulanık görüntüleriBir güven duygusu gibi rahat ve güzelAlnında mavi bir serinlik, beyaz bir ıslıkla dilinde...

XVIIÜstümde özlemin hareli giysileriDönüşüm yitik bir cennete olduBunca olaydan, aradan sonra.

Sokaklarında kimliksiz insanlarınCan incitip onur kırdığıAdı kirletilmiş bir kent karşıladı beni.Çarşısı yoksul, günleri tenha, insanı Bir korku bulutu yolların ucunda.Çamlığı gömmüş kirpiklerini göğsüneAğaçları rüzgârından utanan bir mahzun koru.Suyu sisli, karı dalgın, duruşuZamanın seyrine ayak bağıBir kent karşıladı beni kuşkunun kuyularındaEvleri içine çekilmekten küçükEvleri içine çekildikçe yenik...

Ey adım adım ömrümü dokuyan toprakEy onca uzaklardan incele inceleKalbime akan yollarKim bu yabancılar sürmeli teninde seninYürüdükçe hoyrat ayaklarıyla şiddetinBöyle külhan ve düşmanKoynunda yadigâr koyduğum gençliğimi kanatan...Ben kimimCesareti öğrendiğim kapılarda bugünÇocuğu önünde dövülmüş bir baba utancıylaKorkuya rehin, ordusu bozgunYaralı, yalnız ve suskunum...

Ey rüzgârın kenti, kentlerin talihsiziSilerse senin çocukların siler yineAlın çizgilerinden bu siyah derin eğriyi.

XVIIIÇok uzun gözlerinde gölgelendi özgürlüğümUzun bir suskunluğu konuştuk sessizce

Yitik sularında gezdik bendi yıkık bir geçmişinYandı dilimiz düne aklımız güne değdikçeDudak uçlarında boğuk gecelerin çığlık iziSarmaya çalıştık onur yaralarımızı kendimizce

Page 7: KÜN EDEBİYAT

7

KÜN EDEBİYAT

DOSYA: “EYLÜL”

Hüsrev Hatemi, Ahmet Kekeç, Hüseyin Akbaş, Mehmet Ali Ça-kır, İhsan Kurt, Dr. Mehmet Güneş, Nurettin Durman, Hüseyin Akın, Muhsin İlyas Subaşı, Murat Menteş, Recep Garip, Akın Uyar, Mehmet Emin Poyraz, Elif Sönmezışık

Edebiyatla adı konmayan, tarif edi-lemeyen bir ilişkisi olan Eylül, bir dosya konusu olmayı hak edecek

kadar özel midir, yılın on iki ayından bi-ri olmak yanında başkaca bir vasfı var mı-dır bilinmez. Ancak bir vakıa var ki, şiir külliyatımızda adı en çok zikredilen ay Eylül’dür. Bu ayın hüzün, hazan ve ihti-lal gibi yüksek çağrışımları olduğundan hareketle, bu sayımızı Eylül’e tahsis ettik.

Namık Kemal’in tarif ettiği şekliyle “Ta-biatın hazin tebessümünden yaratılmış mahluk” olan şairle ve dolayısıyla şiirle hüznün yakın bir irtibatı olduğu muhak-kak. Özellikle doğu şiiri hüznün şiiridir. Hüzün kelimesi, beraberinde hazanı ve

dolayısıyla Eylül’ü hatırlatır. Biz bundan hareketle Eylül ve edebiyat arasında bir i-lişki olduğunu düşündük.

Bu zorlama çıkarım, Eylül’ün özel bir ay olduğu düşüncesine destek olabilir. Ol-mayabilir de… Eğer böyleyse mesele yok. Ama değilse, edebiyat dediğimiz şeyin hayatın her alanıyla irtibatlandırılacak öl-çüde açılım kudreti bulunduğunu söyle-yebiliriz. Eylül de hayattan bir parça ol-duğuna göre, neden olmasın?

Bu sayıya yazanlar arasında bu tercihe i-tirazı olanlar da var. Olsun. Biz Eylül de-dik, eyvallah da deriz…

Page 8: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

8

yüzyıl Türk şiirinin,Yahya Kemal’den sonra ikinci sonbahar yüzlü şairi gibi gelir. Ceyhun Atuf Kansu ise, insanların sebep olduğu kış mevsimi, yani “Savaş”ın başlangıcı olan bir Eylül başını anlatır. “Ellerimiz daha trende çözüldü / Gazetelerde 1 Eylüldü / Kanlı nar taneleri döküldü / Varşovalı çocukların ağ-zından” derken.

Evet Allah’ın mevsimlerinin bir düzeni var. İnsanlar yazın da savaşsalar o mevsim karakış gibidir. Karakışta barış gelse, Nevruz gelmiş gibi olur. Kırlarda Şehriyar’ın “Nevruz gülleri açar”. “Kan damlar yüreğime / anam anam garibem” demez gönüller. “Bahar oldu beyim evde durulmaz / Bu mevsimde çemenzâre doyulmaz” bestesi, mevsim kış da olsa sulh ve huzur fasıl heyeti tarafından, gönlümüzde icra edilir. Şu halde elimizden geldiği kadar, bu geçici zamandan etkilenmek yerine bize “Rabbin Vechini” sunan ebedi zamandan etkilenmeğe baksak.. “Sen öyle yapıyor musun?” demeyin bana.. Ben de insa-nım, her Eylül beni de çok hüzünlendiriyor. Ama ebedi zamanı hissetmeğe de çok kısa da olsa zaman ayırıyorum. Alp Er Tunga ağı-tında olduğu gibi “İmdi yürek yırtılır”, şim-di Eylüldür. Ama Tanrı’ya dua edelim bize kendi elinde olan “Vakit”ten biraz bahar ve huzur mevsimi göndersin. Yalnız Türkiye’ye değil ama özellikle çok muhtac olan bize. Yahya Kemal, sonbahar için “Hazinesinden eteklerle reng ü bû dökülür”diyor. Fakat asıl hazineler sahibi olan, daha doğrusu kendisi gerçek hazine olan Yaratıcı. Biz dilersek, O da isterse, bunu tabii ki yapar.

Hüsrev HATEMİ

Her dört mevsimin üç ayının her biri, ait olduğu mevsimin temsil-cisi gibi görünüyor bana. Bahar

mevsiminin Nisan, yaz mevsiminin Temmuz, sonbaharın Eylül ve Ekim, kış mevsiminin ise bütün ayları, bana bağlı bulundukları mevsimleri daha belirgin hatırlatan “müm-taz” delegeler gibi geliyor. Eylül, Ekimle be-raber sonbahar hüznünü en çok temsil eden iki aydan biri. Ekim ayına 1940’lı yıllara kadar Teşrinievvel denirdi. “Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere/Anlar ki yolcu yol görünür serviliklere” diyen Yahya Kemal Beyatlı her sonbaharda bana hüzün enjeksiyonu yapar. Türk Romanında ise “Eylül”ayını Mehmet Rauf Bey, kendisine ayırmış gibidir.

Dünyanın dönüşünün cilveleri de çok ilgi çekici. Dünyanın yarısı güneşi görmezken, diğer yarısı gündüzü yaşıyor. Bu her gün devreden bir durum. Bir de kuzey-güney yarımküre farkı var. 2005 yılı Eylül ayında, Güney Afrika bizim Mart ayımızı yaşıyordu. “Günler kısaldı Kanlıca’ nın ihtiyarları / Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları” di-yen Yahya Kemal’i hatırladım orada. Çünkü Johannesburg’un ihtiyarları Eylül ile, bahar mevsimine girmişlerdi. Daha önlerinde bizim kışımız demek olan Aralık, Ocak ve Şubat ay-ları vardı. Yani onlar için yaz ayları. Demek ki mevsimlerde bile her şey değişken, her şey geçicidir. “Külli men aleyha fan”. Orada da Mars’ta veya Jüpiter’de olduğu gibi, yal-nız Yaratıcı’nın “vechi” sürekli ve bakî idi. “Dönüp duran aylar, Eylül, Kânun, Haziran / Dar çemberinden kurtulamadığım zaman” diyen Ziya Osman Saba da bana yirminci

SONBAHAR TEMSİLCİSİ EYLÜL

Page 9: KÜN EDEBİYAT

9

KÜN EDEBİYAT

EYLÜLÜN BİZE ETTİKLERİ

ve mesele kapanmıştır. Fazla mı acımasız davranıyorum? Elbette kimseyi edebiyattan kovma yetkisine ve

yetkesine (otoritesine) sahip değilim. Sadece bir espriydi... Ama bize hüznü anlatacak şair de, bu-nu hüzün sözcüğüne başvurmadan, bu sözcüğün klişe çağrışımlarına yaslanmadan ve “imajcıl şiirin” imkânlarını kullanarak yapsın. Hüznün imgesini bul-sun yani...

İsmet Özel, “hüzün” demeden, çok güzel hüzün şiirleri yazmıştır.

İbrahim Tenekeci, Osman Konuk, Cafer Turaç ha keza... Çoğaltılabilir.

Eylül deyince, galiba en önemli siyasi kırılma nok-talarından biri olan 12 Eylül darbesini hatırlamak la-zım. Benim idrak ettiğim son konvansiyonel darbey-di. Sonradan bunun “post modern” olanıyla karşı-laştık... 27 Mayıs gerçekleştiğinde henüz doğma-mıştım ama 12 Mart ve 12 Eylül’ü neredeyse “cep-heden” yaşadım. Özellikle 12 Eylül, aile fertlerinin siyasal kimliği nedeniyle, ağır faturalar ödetti bize. Polisle, karakolla, dayakla, mahpushane gerçeğiyle tanıştık ve hep bir mücrim gibi yaşadık. Devlet, ai-lemize, ancak bir mücrim gibi yaşayabileceğini öğ-retti.

Hüzünlüydü, evet. Durumumuzu özetleyecek bir sözcük bulunamadı

henüz ama oldukça hüzünlüydü.Darbelerin gadrine uğramış ve çok çekmiş bir ku-

şaktan geldiğim için, klişe bir karşılığa indirgenmiş Eylül sözcüğünden kaçıyorum. Bu sözcüğün tedaisi-ne yaslananları da fazla konformist buluyorum.

Özel sayınızı berbat ettim biliyorum ama bunları yazmak zorundaydım.

Siz yine de bu satırları “edebiyatla ilişkisini don-durmuş eski bir yazarın yazıyla ontolojik hesaplaş-ması” sayın ve cüretimi bağışlayın.

Ahmet KEKEÇ

Eylül’ün bende çağrıştırdığı özel bir anlam yok. 12 aydan biri... Fakat, tedaisi ve mü-zikalitesi, bu sözcüğü ayrıksı bir yere koyu-

yor. Bir mevsimin bitişini, bir başka mevsimin baş-langıcını duyurduğu (hatırlattığı) için de, farklı de-ğerlendiriliyor.

Bu mesafeli ve uzak tavrım, Eylül ayına yüklenmiş özel anlamla ilgili değil. Severim Eylül ayını.

İtirazım ve mesafeli tavrım, bu ayın şablonlaştırıl-masına... “Eylül”, artık ve maalesef klişe bir karşılı-ğa indirgenmiş durumda. Bu nedenle, “Eylül” denin-ce duraksıyorum... İçinde “Eylül” geçen yazı ve şiir-lere kuşkuyla, garipseyerek, çoğu zaman da üzüle-rek bakıyorum. Çünkü bana, yaratıcılığı sınırlayan ve öldüren bir sözcük gibi geliyor.

Mehmet Rauf “Eylül” diye bir roman yazmasay-dı ve edebiyat değeri tartışmalı bu roman (bizde “ilk psikolojik roman” sayılır) “genel geçer kültür soru-su” haline getirilmeseydi, durum yine böyle mi o-lurdu?

Kaldı ki, ilk psikolojik roman Eylül değil, “Aşk-ı Memnu”dur.

Mehmet Rauf’un “benzetme sanatının” suyunu çıkararak giriştiği edebiyat yapma çabalarına karşı-lık, Halid Ziya Uşaklıgil insanın psişik derinlikleriyle il-gilenen, insanın psişik derinliklerinde gezinen “Aşk-ı Memnu”yu yazmıştır ve her açıdan mütekâmil bir romandır. Hatta, doğru dürüst ilk Türk romanıdır.

Mehmet Rauf’un yardımcı olduğu “klişeleştirme-ye”, şarkıcı Alpay’ın da ciddi katkıları vardır. Bütün bir kuşağı etkilemiş “Eylül’de Gel” şarkısını hatırla-yalım.

Bu durum, galiba “hüzün” sözcüğü için de geçerli,Hilmi Yavuz’un “Hüzün ki en çok yakışandır bize”

dizesinden sonra, bu sözcüğü yasaklamalı, “hüzün” diye bağıran şairleri edebiyat âleminden kovmalı. Hilmi Yavuz, çünkü, söylenecek son sözü söylemiş

Page 10: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

10

Hüseyin AKBAŞ

Eylül, miladi takvimin dokuzuncu ayı olmaktan ziyadedir. Payına hazan çağrışımları, hüzün günleri düşmüş

olsa da ziyadedir. Yorgunluk saklıdır, yaprakla-rın gözü topraktadır, güz yağmurları hissettirir, poyraz sertleştirir serinletici yüzünü. Romanlar, hikayeler, şiirler, denemeler yazılır adına, akla getirdiklerine, hatta dergilerin özel sayıları çı-kar. Acılarımız, hüzünlerimiz, efkarımız onda gelir gönlümüzde yerini alır.

Yaz bereketinin yorgunluğu dinlenmeye du-rur. Toprak yorgun ağaç, taş, kuş, insan ne var-sa yorgundur. Tohumlar bahar umuduyla, ümit-ler eylülü bulur.

Uzun yaz günlerinin, dinlenmeye bile yet-meyecek kısa gecelerinin yerini uzun geceleri-nin almaya başladığı günler eylüldedir. Yorulan vücudun dinlenmeye başlaması demek; gece sohbetleri, demli çaylar, derinlemesine muhab-betlerin, okumaların, yazmaların, tartışmaların, tefekkürlerin, teheccüdlerin başladığı mevsim demektir. Zihnin, gönlün, aklın, bilincin, kalbin parlatıldığı mevsim..

En çok kıraç bozkırların ayıdır. Başka iklimle-rin insanları bu kadar fark edemezler, hissede-mezler, poyrazın acıtan esintisini iliklere işleyen gecelerini. Sabahın kırağısının, çiğinin ciğerleri yakan kokusunu, üşüten ıslaklığını…

Ne varsa yaz bereketinden kalan güzün bulu-şur saklanacağı yerde. Turşular sırlanmış küp-lerle bulgurlar, yarmalar, unlar, yağlar, çökelek-ler çanakla, hayaller, ümitler, acılar, kırgınlıklar, yorgunluklar, aşklar, kara sevdalar gönüllerle buluşur.

Her halde buluşurdu demek lazım gelir. Ki-lerlerimiz (hazın damı), tandırlarımız yok hatta yeni nesil evlerimizde esamileri bile okunmu-yor. Derin dondurucularımız derin derin don-

duruyor ne varsa. Evlerimizin saçaklarından, pencere önlerinden biber, patlıcan kuruları sal-lanmıyor. Kurutulmuş domates tadını damak-larımıza nasıl hatırlatırız bilmiyorum. Bu gün-kü domatesler, biberler, fasulyeler, patlıcanlar ve diğerleri kurur mu artık onu da bilmiyoruz. Ağaçlarımızın çatal dallarına kırağıdan son-ra olgunlaşsın diye domates kökleri asılmıyor. Ekmeklerimiz nimet kokmuyor, doyurmuyor, yediklerimiz zehirliyor bizi. Yerken ölüyoruz, yemek için ölüyoruz, yiyoruz ölüyoruz.

Çocuklarımızın eylülü olmayacak. Şarkılarıy-la “Eylülde gel” diye kimseyi çağırmayacaklar. “Baharı kısa kollu gömleklerini giymek için bekleyenler”, eylülü ne için beklerler ki?

Büyük şehirlerimizde yere düşen yaprakları hizmette kusur etmeyen belediyelerimiz ayak-larımızla buluşmadan temizleyecek. Kışlalarda askerler toplayacak tek tek yerden iş olsun diye. Bizler kavak ağaçlarının yapraklarının dökülü-şüne bakıp kış soğukları hakkında muhtemel yorumlar yapmayacağız. Göçmen kuşların ge-lişi de gidişi de kitabi bir bilgi olmaktan kur-tulmayacak. Gördüğümüz ilk leyleğin yerdeki ya da gökteki hali bize bir şey çağrıştırmayacak. Belki de çocuklarımız buğdayın toprakta yetiş-tiğini bilmeyecekler.

Oyalı yazmaların altında mahcup yüzleri, el-lerinde söğüt dalından örülmüş sepetleriyle bağ bozumundan gelen genç kızlarımız ve yollarını bekleyen altlarında demir kır atlarıyla yağız de-likanlılarımız yok artık. Pekmezlerimizi marka-lı firmalar üretip satıyor, raf ömrü uzun gıda maddeleri olarak.

Her eylül bir eylül gider hayatımızdan güz gelir.

Bütün bunlara eylül ne der? Siz ne dersiniz insanlığın eylülleri?..

EYLÜL EYLÜLDEN ZİYADEDİR

Page 11: KÜN EDEBİYAT

11

KÜN EDEBİYAT

İnsanlık tarihi yazı ile başlıyor, ondan ön-ce yaşananları sağlıklı şekilde bilmiyoruz. Bu dönemlere “Karanlık Çağlar” denili-

yor. Bildiğimiz, yer altından çıkan buluntular ü-zerinden akıl yürüttüğümüz, kutsal kitaplardan öğrendiklerimiz… Öyle olunca da tarihin bel-li dönemlerini gün gün, saat saat, dakika dakika bölemiyoruz. Bölmeler uzun dilimler halinde tanımlanıyor. Hem yazının icadı, hem de takvi-min bulunmasıyla birlikte insanlık âleminin ya-şadıklarını kayda geçirmek farklılaşıyor, ayrıntı-lar artıyor.

Takvimi bulanlar bu bölümlere kendi gele-nek, görenek, inanç ve hayat tarzlarına uygun i-simler veriyorlar. Yeni bir buluş yapanların kül-türel hâkimiyetleri neredeyse kaçınılmaz oldu-ğu için, başka milletler de ay isimlerini ya aynen ya da kendi dillerine uygun şekilde telâffuz ede-rek kullanıyorlar.

Zaman zaman kendi hayat tarzlarına, inançla-rına, dillerine göre zaman dilimlerini değişik de-ğişik adlandırdıkları; yıllara, mevsimlere, aylara, günlere farklı farklı isimler verdikleri de görü-lüyor. Meselâ; Türkmenistan’ın eski devlet baş-kanı Saparmurat Türkmenbaşı döneminde ay i-simlerinin tamamının kendi düşüncelerine göre şekillendiğini görüyoruz.

Bizde de ay isimlerinin; ya Romalıların, Sür-yanilerin ve Arapların verdiği isimlerin Türk-çemize uyarlandığı, ya aynı şekilde yazılarak telâffuz edildiği, ya Türkçe’ye tercüme edildiği ya da ecdadımız tarafından verilen millî isimler olarak kullanıldığını görüyoruz. Şöyle ki; Ekim, ekin ekmekten; aralık, iki şeyin arası olmak-tan; ocak, oddan, ocak yakmadan; kasım, Arap-ça kısımlara ayırmaktan; şubat, -şabat/şobat-; mart, Romalıların savaş tanrısı Martius sene-nin ilk ayı; nisan, Babil Süryani (nisana/nisan-nus); mayıs, Roma’da Maius Maia -Merkür’ün annesi ve Roma’da bitkileri büyüten tanrının a-dı-; haziran, Süryanice (hazaran/hazuran) sı-

cak; temmuz, Sümerlerin bereket tanrısının a-dı; ağustos sonradan Roma’da imparator olan Octivivus’un ünvanı olan Augustus; eylül, Sür-yanice (eylül) üzüm, bağ bozumundan geliyor.

Hayatın her alanında olduğu gibi mevsimler ve ay isimleri de hem gerçek anlamında kulla-nılıyor, hem de onlara çeşitli mecazî mânâlar yükleniyor. Biz de aynısını yapıyoruz. Bizim de kendi hayatımıza, geleneklerimize, dilimize gö-re şekillenmiş zaman isimlerimiz var. Mevsim-lere ve aylara anlamlar yüklüyoruz, şiirler yazı-yor, şarkılar besteliyoruz.

Bu anlam yüklemelerinde bahar deyince akla gelen ilkbahar, hep sevincin, neş’enin, ümidin adı oluyor ve bir şarkı

“Bahar geldi gül açıldıRuhuma neş’e saçıldı”

diyor. Bahar gelince derdin, kederin tez geçtiği-ni düşünüyoruz. Bahara hüzün yakışmıyor. Ba-har denince; tabiatın yeniden dirilmesi, can bul-ması ve yeşillenmesi geliyor aklımıza. “Bahar” la “yeşil” birbirinden ayrılamaz ikili sanki… Ahmet Hamdi Tanpınar’ ın dediği gibi “Türk-çe ’de ‘ş’ ve ‘l’ harfleri dâima en güzel terkiple-ri” yapıyor. “Yeşil” deyince yüreklerimiz bahar müjdesiyle doluyor, bahar mevsiminde her ta-raf yemyeşil olup güller açılıyor ve biz de;

“Erişti nevbahâr eyyâmı açıldı gül-i gülşenÇerağan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşenÇemenler döndü rûy-i yâre reng-i lâle vü

güldenÇerağan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen”

diye şarkılar söylüyoruz.Yaz, sanki şairin “Baharla hazan birleşemez

ortada yaz var” dediği gibi bahar ile güzün a-rasında kalmış… Ezilmiş ortanca çocuklar gi-bi, ondan konuşan, onu söyleyen az. Cenap Şe-habettin;

“Yaz, yine geldi yaz,Ne soğuk kaldı ne ayaz.Ağaçlar yeşerdi, papatyalar bembeyaz.

Mehmet Ali ÇAKIR

EYLÜL HEP HÜZÜN MÜDÜR?

Page 12: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

12

Yaz kalemim sen de yaz,Bu yıl erken geldi yaz.”demiş. Belki “Severim her güzeli senden eserdir di-

yerek.”, belki de mevsimlerin içinde onun da gönlü kalmasın diye.

Kış, o azametli soğuklarıyla, tipinin, fırtınanın u-ğuldadığı, camlardan ıslık seslerinin geldiği, yazıda yabanda hayvanların yokluk-kıtlık çektiği, gariplerin üşüdüğü, bir an evvel bahar gelsin diye gözlerin yol-da kaldığı mevsim; sevdalılara;

“Yollar kapandı kardanTurna geçmez diyardanHaber gelmedi yardanBu hasretlik bitmiyor”

şarkısı söyletiyor.Sonbahara gelince sonbahar ve eylül için; “Hüzün

ki en çok yakışandır bize belki de en çok anladığı-mız.” sözleri sanki içimize yer etmiş gibi. Eylül ayı hüzün ayı, Eylülle başlayan sonbahar -güz- da hazan mevsimi oluveriyor. Mehmet Rauf da o meşhur “Ey-lül” romanına “Eylül, mâlum a, hüzün ve mâtem ayı-dır.” diye başlamıyor mu?

Eylül ve sonbahar acaba sadece havaların soğuma-ya başlaması, gökyüzünün bulutlarla karanlığa yak-laşması, “yapraklar/ın rüzgârların peşi sıra gidecek/gitmesi” midir?” Kuşların katar gitmesi, rüzgârın de-li deli esmesi, tüm çiçeklerin solması mıdır bizi hü-zünlendiren yoksa başka şeyler midir? Yazın tanışılan karşı cinsten biriyle kurulan ilişkiyi kolayca ucuzlatıp - başka her şeyi ucuzlattığımız gibi- adına aşk deme-miz ve sonbahar gelip ayrıldığımızda bunun için üzü-lüp, arkasından;

“…Eylül özlemek türküsü, Eylül zamansızlık mefhumu, Eylül aşk, Eylül özlem, …”

diye şiir yazmak mıdır eylülün hüzün ayı olması? Ha-zan mevsiminin ilk göz ağrısı olan Eylül’de semânın artan gözyaşlarıyla birlikte ağaçların gazel dökmesi ve kendi gönül bahçemizin de mihrican vurgunu ye-mesi midir yoksa bizi hüzünlendiren?

Yoksa herkes kendince bir ideâl peşinde gider-ken bütün bunların yanlış olduğunu düşünenler ta-rafından “çeki düzen veriyoruz” diye “oduncu kan-tarında adalet dağıtmak” adına: “Bir sağdan, bir sol-dan astık” diyen ve bir kayıp neslin yüreğine nişan a-lıp “12”den vuran haksız/lık/ların, zulümlerin içimi-ze attığı kor ateş midir eylülü hüzünlü kılan?

“Urganlı şafaklardan nurlu basamaklara yol bu-lan” “Eylül’ün Kırdığı Güller”in hiç unutulmayacak mâtemi midir aylardan bir ay, zamanlardan bir zaman olması gereken eylülü bizim için çekilmez yapan.

Bunlar mutlaka duygu dünyamızı etkiliyor ama sa-nırım hayat çizgimizle mevsimler arasında kurduğu-muz paralellik ve bu çizgi içinde sonbahara atfettiği-miz değer hükümleri de sonuçta etkili oluyor.

Hazan mevsimindeki hüzzam; hicrâna dâir söyle-necek sözlerin, ömrün sararan yaprakları arasından bir eylül mevsiminde: “Böyle mi esecekti son gü-nümde bu rüzgâr” diyen bir şarkının peşine takıla-rak bir başka âleme doğru yelken açmamıza ve gö-nül bağımıza düşen bir gazelin nâif ikliminde ruhu-muzun mihrican vurgunu duygularla hemhâl olma-mıza yol açıyor;

“Ömrümüzün son demi sonbaharıdır artıkMaziye bir bakıver neler neler bıraktık.”

diyen şarkının içli nağmeleriyle yeni baştan yoğrulu-yoruz...

“Beni kötü yakaladın haziran Gamlı, yıkık eylül sonuma Bir ilkyaz tazeliği getirdin …”

diyerek zamansız yakalandığımız aşka üzülüyor, sonra “Ömrü ikindiye merhaba” diyen insanların, yaşadığı hâlin farkında olarak mırıldandıkları;

“Ben gamlı hazan sense bahar, dinle de vazgeç Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç Olmaz meleğim böyle bir aşk, bende vakit

geç Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç”

diyen hicaz şarkının dokunaklı sözlerinde, hem son-baharı yaşamanın hem de ilkbahara duyulan özlemin ikilemini solukluyoruz…

Biz, bu ve benzeri birçok şiir ve şarkı sözünde böy-le yakıştırmalar yaparken, aslında hep yaşadığımız hayatı esas alıyoruz. İlkbahar, çocukluğumuz; yaz, gençliğimiz; sonbahar, orta yaşlarımız ve kış yaşlılığı-mız oluyor. İşte bunun için eylül ve onunla başlayan sonbahar, hüznümüze yol açıyor.

Bütün bunları gerçek olarak kabul etmekle bera-ber; acaba toptancı değerlendirmeleri, genel kabul-leri bir yana bırakıp eylül ayını bir sevinç, neşe, ümit kaynağı olarak görmek mümkün değil midir?

Üç mevsim beraber oldukları okul aşkından ayrı-lınca;

“Tatil geldiği zaman Ağlarım ben inan Gidiyorsun işte … Gitme gitme gel Eylülde gel”

diyenler için, eylül aynı zamanda vuslat değil midir? “Kör kuyularda merdivensiz kalanların” Orhan Baba’nın “Bir tesellî ver” şarkısına tutunmalarının

Page 13: KÜN EDEBİYAT

13

KÜN EDEBİYAT

bir başka adı olamaz mı eylül?Ya da mayıs ayında yapılmış bir çeki düzen(!) sonu-

cu uğranılan haksızlıklar, zulümler, idam edilenlerin darağaçlarındaki görüntüleri eylül rüzgârlarının kır-dığı ağaç dalları gibi gözümüzün önünde ve hafızala-rımızda dururken; mayıs ayı bu çeki düzenin muha-tapları ile mağdurların eşleri, çocukları, ana-babaları, yakınları ve sevenleri için ilkbahar olur mu?

Eylül ayında ağaçların yapraklarının dökülme-den önce aldıkları sarının, turuncunun onlarca tonu gözümüze bayram ettirmiyor mu? Eğer öyle değil-se niçin manzara resimlerinde bunlara da yer veri-yor, sadece bahar ve yaz resimleri yapmıyoruz? Ey-lülün Süryanice karşılığının –üzüm, bağ bozumu- ol-duğundan söz etmiştik. Elde edilen hasat, bağ bo-zumu şenlikleri bizim hüznümüze engel olamaz mı? Tarım toplumlarında düğünler hasattan sonra yapıla-bildiğine göre, eylül niçin hüzün olsun? Bu törenle-rin ve kurulan yuvaların sonucunda doğacak çocuk-lar bizim gelecek umudumuz ve yeniden tazelenme-miz olmayacak mı? Eğer hep ilkbahar ve yazı yaşa-mak istiyorsak niçin;

“Çatlayan dudaklara sararan yapraklaraKuruyan topraklara yağdır mevlâm su”

diye niyazda bulunuyoruz? Kışın yağan karla topla-nan sular ilkbahar ve yazı besleyip azalırken, sonraki ihtiyacımız olan suyu bize sonbahar yağmurları sağ-layıp canımıza yeniden can katmıyor mu?

“Gelen sonbahardır demlenir efkâr, Ömür ikindiye merhaba derken… Saçıma kar yağar, kalbime bahar Ömür ikindiye merhaba derken…

diyen şair, sonbahardan önce ilkbahar ve yazı yaşayıp sonbahar olgunluğuna erişemeseydi oğluna “Türkü-lere Destan”, torununa “Şehzadem” şiiri yazabilir miydi? Şairin sonbaharı torunundan dolayı aynı za-manda ilkbaharı değil midir?

Nesîmî’nin, kâh çıkıp gökyüzüne âlemi seyrettiği, kâh inip yeryüzüne âlemin onu seyrettiği gibi, hayatı-mızın her döneminde; yazlar, kışlar, baharlar, güzler yaşamamız mümkün ol/a/maz mı?

Mevsimler biraz da sevdiklerimizle beraber olma-mıza göre şekil alıp:

“Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idiAltım çamur, üstüm yağmur, yine gönlüm hoş

idi” diye türkü söyleyemez miyiz?

“Seninle kışlar biter baharlar erişirdi … Seninle güller açar mevsimler değişirdi.”

demek, diyebilmek bizim için hayal midir?Bu dünya geçicidir, fânidir, gerçek âlem âhiret

âlemidir diyenler için ömürlerinin sonbaharı ve kı-şı vuslat neş’esi içinde geçecek dönemler değil mi-dir? Yoksa söylediklerimiz samimiyetten uzak, öylesi-

ne söylenmiş boş sözler midir? Hadi bir de iyi niyetle bakalım, bu mevsimlere gelene kadar yol azığı hazır-layamamış ve “Azıksız yıllardan yana gamım var” de-yip şimdi bu gecikmeden dolayı duyulan telaş yüzün-den “meçhul şair ”in yazdığı;

“Bakma Yâ Rab sevad-ı defterime, Ânı yak âteşe benim yerime…”

dizelerinde ifade edilen gizli bir melâl midir?Söyleyin bakalım gerçek hüzün hangisidir?Ve hangi mevsimde, hangi ayda olursak olalım ;

“Hüzün ki bize en çok yakışandır” diyen şair hak-lı mıdır?

Siz ne dersiniz?

İŞTE BÖYLE BİR YAĞMUR Nurettin DURMAN

Yalnız kaldımsa yağmur adı anılmış rüyaIslanmış şu seslerin geçip giden farlarınBıraksalar koşacak peşinden heyecanlaBu bir tarla kuşunun yaptığı şaka değilBöyledir aslı aşkın yağmur beklerken bileGüneşler doğsun diye bir başına çöllerdeKim diyorsa değildir serap gören her failAşkın esiri olur öyle mesafelerde

Bu kadarı yetmezse bu kavgaya nazireBu değil söylediğim söz içinden sessizceBir şarkının geçtiği nice yıllar ardındanÇıkar mı derya deniz bir mavilik içindenHayır, hayır olmasın karanlık olmuş gibiYarası derin olan yaradan anlar ancakKim bir devrimden çıkar bir devrimi kimİnanmış almış olsun yolun yorgun adından

İşte böyle bir yağmur dahası nedir pekiYalnız kalbinin sesi çıkarır bulur belkiBir hasret şarkısıdır uçurumdan aşağıBöyle yazılır tarih yaşanırken her gününAcısıyla bir kardeş dahası olur meydanBaşka ne varsa şehrin şöyle böyle çalımıTutamaz olur artık döner kendi kendine Kendine tabip olur tiryak bulur kendine

Sen sen ol ey uçurum kopar yardan aşağıBaşka söze ne hacet gözlerim kan çanağı.

Page 14: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

14

İhsan KURT

Gençliğimin eylüllerini pek hatırlamak iste-miyorum. Benim yaşımda olanlar da pek hatırlamak istemeyecektir zaten. Bunun

için size, sizlere çocukluğumun eylüllerini anlatayım istedim.

Mehmet Rauf’un “Eylül” romanını lise yıllarında okuduğumu hatırlıyorum. Ayrıca o romana başlama-dan önce çocukluğumdan ve gençliğimden bir şeyler bulacağımı sandığımı da hatırlıyorum. Yani kitaptan kendime göre bir beklentim vardı. Kitabı okuduktan sonra anladım ki bu “Eylül”ün benim Eylüllerimle hiç mi hiç ilgisi yok. Çünkü benim çocukluğumun Eylülleri adının çağrıştırdığı gibi zamanlarla doluydu, harman-larla doluydu. O zamanlar sarı başakların renkleri kap-lardı her yanı. Bağlar, bahçeler, kırlar ve kır çiçekleri-nin hüznü vardı benim eylüllerimde. Bir de köyümden çok uzakta olan okulumun heyecanı sarardı elbet… Belki de anadan babadan ayrılma kaygısının içinde bulurdum kendimi. Sizin anlayacağınız bir gurbet acı-sı başlardı çocukluğumda…

Neredeyse bugünkü gibi iyi hatırlıyorum. O dönem-lerde, en azından köyümüzde ve çevre köylerde he-nüz gelişmiş tarım aletleri yoktu. Tarladan kalıç ya da tırpanla toplanan saplar gıcır gıcır inleyen kağnılarla köyün harman yerine taşınırdı. Sapları kağnılara yük-lemek kadar onu yollara dökmeden, yıkmadan har-man yerine kadar getirmek kolay değildi. Bunun için biz çocuklara burada da bir görev verilirdi. Şahsen ben bundan büyük haz alırdım, sevinirdim. O görev kağnının okunun geriye doğru kalkmaması ile ilgiliydi. Kağnının okunun ucuna yakın tarafına biz çocukları bindirirlerdi. Böylelikle ok yukarıya doğru kalkmaz ve kağnıdaki sap da kayarak düşmemiş olurdu. Bu sorumluluk ve görev bizim gibi küçük bedenlere ne kadar da mutluluk verirdi. Bir “işe yarama”, bir “işi başarma” içinde olduğumu gördükçe bu işten oyna-dığım oyunlar kadar zevk alırdım. Tabii güneşin alnın-da çekilen yolculuğu saymazsanız… Ama çocukluk bu ya buna pek aldırmazdım herhalde… Zaten neye aldırırdık ki?

Aldırmazlıklarımız bazen çok işimize de yarar, ga-liba bunun için hiçbir şeyi kendimize pek dert edin-mezdik.

Ah! Çocukluğumu gurbetine davet eden eylüller!Tarladan harman yerine kağnılarla getirilen ha-

sattan sonra asıl çocukluğumun Eylülleri başlardı… Gündüzleri düven sürer, akşamları harman yerinde yatardık. Sapa samana bir hayvan tebelleş olursa onları kovmak için bekçilik yapardık güya. Hava kara-rınca arkadaşlarımızla gündüzden getirerek sapların içine sakladığımız yeşil nohutları çıkarır, yıldızlara ve aya karşı oturur konuşarak yeşil nohutları ağızlarımızı şapırdatarak yerdik. Ay yüzeyindeki şekillere çeşitli anlamlar yükler, ciddi ciddi tartışırdık. Bazen birbiri-mize darıldığımız bile olurdu. Sonra içimizden birinin kayan bir yıldızı heyecanla işaret etmesiyle yine her şeyi unutur oyunumuza devam ederdik. Ay ışığı sa-dece etrafı değil oyunumuzu da aydınlatır, belki bun-dan belki öyle öğretildiğinden “Ay Dede”ye büyük saygı ve sevgi duyardık.

Gündüzden topladığımız henüz tam kurumamış buğday başaklarını bir ateş yakıp üterdik. Buna firik ütmek derdik. Mis gibi kokular gelmeye başlardı burnumuza. Ateşte üttüğümüz firikleri sıcaklığına aldırmadan, bazen ellerimizi yakma pahasına onları ovalayarak ve samanlarını üfleyerek tanelerini çıkarır afiyetle yerdik. Çünkü onlar bizim en güzel, en lez-zetli çerezimizdi. O lezzeti ancak firiği yiyenler hatır-layabilir. Daha sonra soğusun diye sapların aralarına sakladığımız su dolu testiyi çıkarır soluklanmadan tepemize dikerdik. Bunu pek başaramayıp üzerlerine dökenlere de gülerdik hep birlikte.

Her birimiz yeni oyunlar icat ederdik ama en çok sapların arasında oynadığımız saklambaç oyunu bu eğlencelerimizden biriydi. Saklananları bulmak için nasıl da sapları karıştırır, darmadağın ederdik. Elimize dikenler batmasına, gözümüze toz toprak kaçmasına bile pek aldırış etmezdik. Sapların arasından elimiz yüzümüz tozlara, çöplere bulaşmış olarak çıktığımız-da yine birbirimizin haline gülerdik. Sonra büyükleri-

HEP GURBET OLAN EYLÜLLERİM

Page 15: KÜN EDEBİYAT

15

KÜN EDEBİYAT

için küçük taşlar toplar, gelecek yılları hiç düşünmeden o ağaçları taşa tutardık. Yine bir gün böyle bir ağacı taşlarken bize göre büyük sayılabilecek bir dalının yere düştü-ğünü gördüğümde çok üzüldüğümü hatır-lıyorum. O güzelim ağacın sanki bir kolu, bir kanadı kırılmış gibi gelmişti bana. Bir hüzün doldurmuştu yüreğimi, üzülmüştüm. Hatta topladığım ahlatların (yaban armudu) tamamını arkadaşlarıma vermiştim. Çünkü bir daha o günden sonra hiçbir ağaca taş atmamaya karar almıştım.

Köyümüzün bakımsız kalmasına rağmen hala üzüm veren bağlarına gitmek de Eylül-lerimizin özelliklerinden ve güzelliklerinden-di. Bilirdik fazla bir şey bulamayacağımızı. Ancak yine de dallar ve yapraklar arasına saklanmış birkaç cıngıl üzüm bulabilmek umudunu da hep taşırdık. İşte bu umutla bağlardan da nasibimizi almak isterdik hep. Yollardan, cılgalardan yürümezdik. Güle oy-naya tarlalardan, anızların aralarından ge-çer, adeta uçarak bağlara doğru koşardık. Bacaklarımızı anızların çizmesi, ayaklarımı-za dikenlerin batması pek de umurumuzda olmazdı. Sıradan şeylercesine batan dikeni çıkarıp atar, kanayan yeri parmağımızla ha-fifçe siler koşmaya devam ederdik. Önce yeni sararmaya yüz tutmuş yapraklar ara-sında heyecanla üzüm arardık. Üç beş ta-neyi üzerinde barındıran bir salkım da olsa onu sevinçle ama dikkatle dalından koparır, topladıklarımızı arkadaşlarımızla üleşirdik. Bağların kenarlarında kalmış yabani erik ağaçları, armut ağaçları da araştırmaları-mızdan nasibini alırdı. Bazıları çürümeye başlamış, sararmış tek tük meyveleri de topladığımızı hatırlıyorum. Küçük avuçları-mızda topladığımız birkaç meyveyle tekrar köyün yolunu tutardık. Ama bu defa biraz yorgun, biraz durgun, ağır ağır yürürdük. Yorgunluğumuz hareketlerimizden, konuş-malarımızdan anlaşılırdı. Sanki biraz önceki koşan, şen şakrak türküler söyleyerek co-şan çocuklar gitmiş yerine başkaları gelmiş gibi olurdu.

Sonra elimde üç beş üzüm tanesinin ol-duğu bir cıngıl, büzüşmüş, sararmış, kuru-maya yüz tutmuş bir iki erik ya da armut ile evimize gelir bunları büyük bir coşku ve sevinçle anneme uzatırdım. Annem bun-ları almadan önce hemen sorardı: “Ner-den topladın onları? Bizim bağlardan değil mi?” derdi. Arkasından da hemen eklerdi:

“Başkalarının bağından bahçesinden almak haramdır oğlum. Ben sana haram yedirme-dim hiç, sen de bana haram yedirmezsin değil mi?”

O zaman “haram”ın ne olduğunu pek an-lamamıştım ama annemin ses tonundan, kaygılı ifadelerinden “iyi” bir şey olmadığını da öğrenmiştim. Onun için annemin sorusu karşısında biraz durur, hangi meyveyi nere-den kopardığımın tek tek hesabını yapar ve cevabını verirdim. Daha sonraki yıllara rast-layan Eylüllerde de başka bağ ve bahçelere girmediğimi, giremediğimi çok iyi hatırlıyo-rum. Hatta ne zaman böyle bir şeye niyet-lensem sanki annemin sesi hemen beni uyarırdı. Ben de niyetimden vaz geçerdim.

Eylüller romantik değildi bizler için, özel-likle de benim için. Havalar soğumaya baş-lıyordu çünkü. Özellikle geceleri rüzgârların sert estiğini biz çocuklar da hissederdik. Daha küçücük omuzlarımıza yüklenen so-rumluluk yükünün ağırlığı ile olacak kışlık yakacak temin etme gailesi beni de alırdı. Dağlardan işe yarayacak bitkiler, sığırkuy-ruğu, tezek toplama telaşı ile işe başlardık. Köyümüzün hemen üzerinde bulunan ya-maçtaki seyrek meşe ağaçlarının arasından kurumuş çalı çırpı ne bulursak sevinçle, bir oyun içerisinde toplardık. Onları sarar, sar-malar küçük kızaklarımıza yüklerdik. Hafif bir ağırlık bile olsa zor çeker, köye gelene kadar kan-ter içinde kalırdık.

Eylül ayrılık ayı, hüzün çöreklenirdi yü-reğime. Ne ağaçların yapraklarını dök-mesinden, ne de etrafın tamamen sarıya bürünmesinden değil elbette. Ayrılıktan, ayrılığın gelip çatmasından sızlamaya baş-lardı yüreğimin başı. Çünkü köyümüzde bir okul yoktu. Köyümüzden çok uzakta, annemden babamdan ayrı bir köye okula gitmem gerekiyordu. Bunun için hüzün ve heyecanı hep birlikte yaşardım Eylüller-de… Ayrılığın nasıl bir ıstırap olduğunu ta çocuk yaşlarımda öğrendiğimi hatırlıyorum. Hele de bu anneden ayrılıksa gerisini varın siz düşünün… Eylülleri ayrılıkla aynı kefeye o yıllarda koymuştum. O gün bugün “Eylül” bana hep ayrılığı hatırlatır ya da “ayrılık” de-yince on iki aydan sadece “Eylül” karşıma dikilir, yüreğime oturur. Eylüllerde “gurbet” olur her yer… O gün bugündür ayların adı değiştirilse “Eylül” ayına herhalde en çok “gurbet” adı yakışır diye düşünmüşümdür hep… İçine “hüzün” yakışan bir gurbet…

miz kızmasın diye bunları tekrar toplamaya çalışır, yorulur ve derin derin soluklanırdık. Artık bu tatlı yorgunluktan sonra herkes saplarının bulunduğu harmanlarına dağılır-dı.

Geceleri havaların giderek soğumaya başladığı zamanlarda yer yatağını açar üzerine uzanırdım. Gökyüzünü seyrederdim uçarcasına. Etraftan daha çok çekirge ses-leri gelirdi. Çekirgeler topluca anlaşmışlar gibi öterler, Eylül gecelerinin kucaklayıcılı-ğına büyülü bir hava katarlardı. Belki de ba-na öyle gelirdi. Gökyüzünde yıldızları, bazen geçen küçük bir bulut kümesini seyreder, kendimi de onların arasında hissettiğim olurdu. Öyle ki yıldızlardan yıldızlara geçer, sonra bir bulut kümesinin üzerine inerdim. Gönlümce bir bulut parçasından diğerine geçerdim. Bulutlar pamuk dağları gibi sarıp sarmalayıcı gelirdi. Sonra… Sonra uykuya dalardım galiba.

Sabah erkenden, hatta güneş üzerimi-ze doğmadan kalkardık. Canlıların, bütün mahlûkatın yeni yeni uyanmaya başladığı vakit… Büyüklerimiz “sabah güneş üzerine doğmadan kalkanın nasibi bol olur” derdi. Diğer çocuklar gibi ben de bu “nasibi” ka-çırmak istemezdim. Hafif bir nem yorganın üzerinde… Bu hafif nemin karıştığı harman yeri kokusu tertemiz hava içerisinde bir ra-yiha gibi gelirdi burnuma. Bu kokuyu içime çekerdim. Hatta bu kokuyla kendime gel-diğimi, dirildiğimi hissederdim. Yaşamanın bu olduğuna hükmederdim kendi kendime. Çocukluk işte… İlerideki evlerin punare-lerinden (baca) ince dumanlar da yavaş yavaş görülmeye başlardı. Yükselerek ilk doğan ışıkların arasına karışan dumanların her biri gökyüzüne ayrı bir resim çizerdi sanki. Bir süre de seyrine doyum olmaz bu manzaralara takılır kalırdım. Evlerden taze çorba kokuları, mis gibi tereyağı kokuları ta burnuma kadar geldiğinde iyice acıktığımı fark ederdim.

Benim çocukluğumun Eylülleri sade-ce harman yeri hatıralarıyla sınırlı değildi. Sanki kışa girmeden tabiattan bir şeyler toplama, onun sona yaklaşmakta olan da-vetlerini kaçırmama adına da koşar, koşuş-tururdum. Kırlardaki ahlat ağaçlarının mey-veleri artık olgunlaşmaya başladığından ar-kadaşlarımızla onları dallarından toplamak heyecanımıza heyecan katardı. Ulaşama-dığımız dallarda kalan meyveleri indirmek

Page 16: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

16

Dr. Mehmet GÜNEŞ

Bu yazı;“12”den vuran “Eylül”ün “Onlar”ın rûhunda ve bedeninde açtığı onulmaz yaralara, yüreklere düşürdüğü derin acılarave bugünkü hâl-i pür melâlin tedâi ettirdiği hüzünlü duygulara dâir bir derkenardır.

* * * “Onlar”; ‘mazlûm ve mahzûn bir nesil’di... “Onlar”; ‘mağdur iken mahpus olan’ boynu

bükük birer karanfildi...“Onlar”; başı dik, alnı ak, sevdâsı Hak olan gü-

zel insanlardı... “Onlar”; “Kevser akan, ‘Gül’ kokan” kah-

ramanlardı... “Onlar”; Türk’ün yürek sesiydi...“Onlar”; Türkiye’nin beşik kertmesiydi... “Onlar”; ideâlizmin son efsânesiydi... “Onlar”; Anadolu’nun alın teriydi... “Onlar”; “Bu Ülke”nin “yerli”leriydi... “Onlar”; “Türk Dünyası”na sevdâlı gönüller-

di... “Onlar”; “Eylül’ün Kırdığı Gül”lerdi... “Onlar”; bize “Eylül”den değil, “Ocak”tan

yâdigârdı... “Onlar”; ‘Bizim Çocuklar’dı…

* * * Hüzün dolu bir hazan mevsimi geldi yine...Hayat; umudun, heyecanın, ıstırâbın, hüsrânın,

sabrın ve şükrün iç içe girdiği bir zaman dilimidir... Hayat; hasreti, gurbeti, sevinci, mutluluğu,

hicrânı ve vuslatı çileyle dokur...Hayat; karmakarışık bir rüyâ gibi, farklı duygu-

ları birlikte yaşatır insanlara... Hayattan eksilen yıllar; yüreklerimizdeki bahar

hasretiyle şekillenen bir kardelen olur kimi za-man...

Kimi zaman; mâziye yaslanan hüzzâm nağmele-

riyle, hasretin efkârı yakıp kavurur sîneleri... Kimi zaman; hissiyâtın doruğa çıktığı dönem-

lerde bir türlü aklın elinden tutamaz; duygu ve düşüncelerinizi doğru dürüst ifâde edemezsiniz...

Kimi zaman; gençlik yıllarındaki unutulmayan anların, duygularımızı tutuşturan heyecanların, içimizi ısıtan “Ocak” adlı mekânların, “Eylül”de verilen imtihanların, baharda yaşanan hazanların, Taş Medrese’lerin çilesiyle hemhâl olan ve sabrın doruklarında kemâl bulan insanların ve akıncılar çağından bu güne gelip gönlümüze taht kuran i-simsiz kahramanların hüzünlü hâtıraları bir yangın yerine çevirir yüreğimizi…

Ve kimi zaman; hüzne dâir ne söylense az gelir... Hazan mevsiminde düşen sarı yapraklar, herke-

sin içindeki hüzün duygusunu harekete geçirse de; hayatlarını “dîn ü devlet, mülk ü millet” yoluna adayan, memleket sevdâsıyla için için yanan, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olan ve yetmişli yılların toz-duman ortamını soluklarken baharlarına kan damlayan “kayıp bir nesil” için, “12”den vuran “Eylül”ü hatırlatan her sonbahar mevsimi anlatılmaz bir elemin yaşandığı kahır do-lu günlerdir... İşkencehânelerde her türlü zulme mâruz kalan, gençliklerini yaşamadan yaşlanan, çektikleri acıları en yakınlarından bile saklayan, sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan ve âşinâ oldukları “melâl”in asâletini yaşayan “Eylül’ün Kırdığı Güller” için, her hazan mevsimi târifi imkânsız simsiyah bir hüzündür...

Çünkü “Onlar”; “Mukaddes bir dâvâ”nın etrâfında bir araya gelmiş; 1980 öncesinde tezgâhlanan kirli senaryoların tam ortasında kal-mış; Soğuk Savaş Dönemi’nin hükümrân olduğu yıllarda gençliğini, okulunu, istikbâlini, hayatını ve arkadaşlarını kaybetmişlerdi…

Çünkü “Onlar”; “Tarafsızlık adına denge politikalarına malzeme yapıldıkları oduncu kantarına benzeyen 12 Eylül adâletinin (!)” getirdiği haksızlığın, zulmün ve mahkûmiyetin her çeşidini bizâtihi yaşamışlar; mağdûriyetin, mahzûniyetin ve mazlûmiyetin her türlü hüznünü yüreklerinin bütün hücrelerinde duymuşlardı…

Çünkü “Onlar”; İ’lây-ı Kelimetullah dâvâsına olan sadâkat fermânlarını kanlarıyla yazıp canla-

“EYLÜL’ÜN KIRDIĞI GÜLLER”

Page 17: KÜN EDEBİYAT

17

KÜN EDEBİYAT

infâz edilen îdamlar bir bir resm-i geçit yapar hayâlimizde... Yaşıtları, kendi gele-cekleri için tozpembe hayâller kurup, “o-yunda, oynaşta” günlerini gün ederken; “Bu Ülke” uğruna çile çekenler, en gü-zel yıllarını hapishânelerde geçiren yiğit-leri hatırlarız… Evlatlarıyla birlike “Ey-lül” fırtınasından nasibini alan, cezâevi dışında madden ve mânen perîşân olan âileler, her hafta bin bir sıkıntıya, zorluğa ve tahdide rağmen Mamak’taki yakınları-nı ziyârete gelmekten yorulmayan vefâlı insanlar, bîçâre babalar, gözü yaşlı ana-lar, çilekeş kardeşler ve nişanlısı îdama mahkûm edilen bahtı kara yavuklular hüzünle düşer yâdımıza... Bütün bunlar hâyalimizde canlanırken; kalemin kırıl-dığı, darağacının kurulduğu, sükûtun yorulduğu, konuşmanın beyhûde olduğu zamanlarda duyduğumuz ve kelimelerle aslâ târif edilemeyen bir hâlet-i rûhiyeyi tekrar tekrar yaşarız...

Tilâvet ettiği son hatmin duâsını îdam edilmeden önce bizzat kendisi yapan, celladından bile helâllik isteyecek ka-dar kâmil bir mü’min olan, yüreğinde Hubeybî bir îman taşıyan ve;

“Sevgili’ye giden yolu Darağacında bulan” “Eylül’ün Kırdığı Güller”in;

metânet, fazîlet ve cesâretle Hakk’a yü-rüyüşlerini hatırladığımız zaman hıçkı-rıklara boğuluruz...

“Onlar”ı her yâd ettiğimizde; “urgan-lı şafaklardan nurlu basamaklara” yol bulan “Yusuf Yüzlü Dokuz Yiğit”in acısı kavurur yüreklerimizi... “Bir ek-meği bölüşen; bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümîdi paylaşan; ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşen...” alperenlerin hâtıraları yakar içimizi... Ve koyu bir “hüzn-ü tahattur” yıllar öncesine alıp götürür bizi...

Müşterek bir geçmişin azîz hâtıralarını ihtiramla yâd edenler için “gönüldaş-lık”; aynı ana-babadan sudûr eden kardeşliğin bir önceki hâli, âhiret kar-deşliğinin bir sonraki mertebesidir ve “dâvâ arkadaşlığı” da “kardeşlik hukuku”ndan bir cüzdür... Bu anlayışın müntesipleri; “Onlar”ı, kalplerinin en müstesnâ yerinde misâfir etmişler ve hiç-bir şartta “dünya ve âhiret kardeşlikle-rine” gölge düşürmemişlerdir... Çünkü “Onlar”, “Ahde vefâ îmandandır.” Nebevî ölçüsünü rehber edinen ve “Bir

Güzel Ülkü” için bir ömür hasreden; kalemi, kelâmı ve selâmı Kıble’ye dönük olan serdengeçtilerdir…

“Seksen Öncesi”nin bu ideâlist genç-liğinin gönülleri genç olsa da; “Onlar” saçlarından giymeye başladıkları beyaz kefenleriyle her geçen gün biraz daha gün batımına yaklaşıyor ve “âsûde ba-har ülkesi”ne vâsıl olanlar artarken, “dünya gurbeti”ni mesken tutanların sayısı “Seferberlik Gâzîleri” misâli bir bir azalıyor...

Yahya Kemâl “1918” adlı şiirinde:“Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip

kaldık,Vatanda hor görülen bir cemâatiz

artık” diye duygularını dizelere dökerken, sanki doksan yıl öncesinden “Onlar”ı târif e-diyordu… Zîrâ “Onlar”, dün olduğu gi-bi bugün de yine hor görüldükleri, yalnız kaldıkları ve akıl almaz töhmetler altın-da bırakıldıkları için, yine mazlûm, yine mahzûn ve yine mağdurlar… Ve kendi ülkelerinde hep öksüz, hep yetim ve hep sâhipsiz oldukları için dünkünden çok daha gönlü kırık, daha muğber ve çok daha muzdaripler…

“Onlar”; terörist artığı liberaller, ate-ist kalıntısı eski tüfekler, sentetik sosya-listler, rüzgârgülü ideâlistler, devşirme dâvâ adamları, fason demokratlar ve etnik fitneye çanak tutan, ama “müs-pet milliyetçilik”i bile tekfir eden nev-zuhûr muhafazakârlar gibi “değişim fırtınası”na kapılmadıkları gibi; inançla-rını, ölçülerini ve ideâllerini de berhava etmediler ve ettirmediler…

“Onlar”; vâsıtaları gâye yerine koy-madıkları ve araçları amaç edinmedikleri için; ne şahısları, ne de nefislerini put-laştırdılar... “Onlar”; ‘Allah (c.c.) hatı-rından daha üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat’ tanımadıkları için, “değişim sevdâlıları” gibi ne millî dâvâlarından, ne de Besmeleli sevdâlarından vazgeçti-ler... “Onlar”; “Din, dil, tarih ve mil-let” konularına Türk-İslâm Medeniyet Penceresi’nden baktıkları için, batıcı-pozitivist zihniyetin günümüzdeki tem-silcileri olan “ulusalcılar”la da aslâ kol kola girmediler ve hiçbir zaman müşte-rek hareket etmediler... Çünkü “Onlar”; inançlarından, ideâllerinden, milliyetle-rinden ve şahsiyetlerinden kat’iyen tâviz vermediler…

rıyla mühürleyen, “Bu düzen batmaz ise bu vatan batacaktır.” diyen, “gölge-siz ve lekesiz bir adâlet nizâmı” kur-mak için canını ve kanını sebîl eden, ve-zinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu bir kafiyesi olmak isteyen günümüzün gâzî-dervişleriydi...

“Onlar” ki; bir 12 Eylül’de “Vur-guncu Düzen’in işbirlikçileri” tara-fından yüreklerinden vurulan, “vatanı ve milleti çok sevmenin hesabı” akıl almaz işkencelerle sorulan, Mamak’taki C-5’lerde çarmıha gerilen, yargılanma-dan haklarında îdam kararları verilen, hüzünleri semâvî sevdâların huzûr ikli-minde durulan ve hâlâ gözbebeklerinde “Ay-Yıldızlı bir sevdâ”nın coşkusu ve heyecanı bütün renkleriyle arz-ı endâm eden vefâkâr ve cefâkâr insanlardı… Ve “Onlar”; kimsesizliğin, çâresizliğin ve yapayalnızlığın her çeşidini yaşamışlar; ezânın, cefânın ve çilenin her türlüsünü yudumlamışlar; fakat hepsinden daha çok, “vatandaki gurbet”ten ıstırap duy-muşlardı…

“Onlar”ı yâd ettiğimiz zaman, içimi-zi sızlatan bir hicrânın feryâdını duyarız kalbimizde... Fırtınalı yıllardan geriye ka-lan ve bedeli çok ağır ödenen bir hare-ketin geçmişini ve bugününü çok farklı duygular içinde hatırlarız... Gönlümüzü şâd eden nice hâtıralarla coşarken; yüre-ğimizi yakan hâdiselerin efkârında için için ağlarız...

“Onlar”ı yâd ettiğimiz zaman, çıkarsız dostlukları, karşılıksız sevgileri, çekilen acıları, verilen şehitleri, yüreğimizin en mûtena köşesine oturttuğumuz eskime-yen hâtıraları, bâzen âh ederek, bâzen târifsiz bir heyecan duyarak ve bâzen de gönlümüze çöken koyu bir hüznün göl-gesinde gözlerimiz bulutlanarak anarız... Öğrencilik yıllarımız, “Ocak”larda ge-çen acı-tatlı günlerimiz, uykusuz gecele-rimiz, fikir çilemiz, kutsî ideâllerimiz ve gençlik hayâllerimiz resm-i geçit yapar gözlerimizin önünden...

“Onlar”ı yâd ettiğimiz zaman; 12 Eylül öncesi verilen mücâdeleler, mu-kaddes bir dâvâ için ödenen bedeller, karda-kışta omuzlanan şehitler, delikanlı çağında sırtlanan mesûliyetler, bir “Ka-ra Eylül”le zirve yapan işkenceler, Ma-mak’taki mahkemeler, Taş Medreseler, izbe zindanlar, karanlık ve soğuk hüc-reler, rutûbetli koğuşlar, gergin voltalar, tezgâhlara açık maltalar ve şafak vaktinde

Page 18: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

18

meşakkâtli yollara... Çünkü “Onlar”; “Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaş-

tasın?Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaş-

tasın…” îkâzına uymuşlar ve “Yeni Bir Türk

Asrı”nın inşâsı için gönül seferberliğini başlatmışlardı Tûran denen illere...

“Onlar”; “Gül-i ruhsârına meftûn olanlar

şüphesiz Sensiz;Ne mülk ü mâl u câh ister, ne de

zevk ü safâ ister.”diyerek “Gül” aşkıyla meftûn olmuş-lardı, “Gülzâr-ı Nebî”de açılan katmer güllere…

“Onlar”; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın ve astı-ğı bayrağın hakkını ödemek için; varlık-larıyla bu vatana yıllar yılı kan verdiler, can verdiler, akla-hayâle gelmez insanlık dışı muamelelere uğradılar; fakat buna rağmen mübârek ecdâdımızdan tevârüs ettikleri bir asâletle hareket ettiler, “kan kustular”, fakat dosta-düşmana karşı “kızılcık şerbeti içtik” dediler; belki de “bile bile aldandılar, kaybettikle-rine değil aldatıldıklarına yandılar ve -üstü kalsın diyerek- hesâbı -acı acı- gü-lümseyerek imzâladılar”...

“Onlar”; “devletlü”ler tarafından in-sanlık dışı zulme ve haksızlığa uğrasalar da,

“Ben kırk kere İsmâilBabam İbrahim değil” deseler de, devlete kırgın ve muğber

olsalar da, kendilerine bunca işkenceyi revâ gören cuntacılara ateş püskürseler de, vatandaşlıktan çıkartılıp sürgünde yaşamaya mecbur bırakılsalar da; “Her şeye rağmen bu devlet bizim devle-timizdir” demişler, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, ne de Uluslara-rası Adâlet Dîvanı’na Türkiye’yi şikâyet etmeyi zül kabul etmişler; bırakın bu işe teşebbüsü, bu düşünceyi hatırlarından bile geçirmemişlerdir…

Çünkü “Hilkat, ‘Onlar’ın kuma-şını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah(c.c.)’a adanan kınalı kurbanlık koçların ha-muruyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmiş”ti...

Çünkü “Onlar”; Sarsılmayan îmanları, Bitmeyen heyecanları,

İnanılmaz kahramanlıkları,Dünyayı hiçe sayan yanları, Haram değmemiş kazançları,Değişime uğramayan inançları, İçten dışa doğru kucakladıkları “Mil-

let-ümmet-beşeriyet” eksenli ideâlleri, Hudutlarla aslâ sınırlanmayan ve şim-

diki zamana mahpus kalmayan hayâlleri, Menfaat tornasından ve haramî sofra-

sından geçmeyen tâvizsiz hâlleriyle; “Ay-Yıldızlı bir bayrak”, “İpeğe sa-

rılmış çelik”, “İstikâmet sahibi bir gü-zel insan”... diye vasfedildiler ve gerçek birer “dâvâ adamı” diye tesmiye olun-dular... “Onlar”; hiçbir zaman ve hiç bir şartta ne “adam”lıklarına halel getirdiler, ne de “dâvâ”larına gölge düşürdüler... Bu sebeple siyâsî muârızları tarafından bile “Adam gibi adam” diye nitelendi-rildiler…

Hâsıl-ı kelâm, her türlü toplum mü-hendisliğinin sergilendiği “siyah-beyaz bir cinâyet filmi” olan 12 Eylül 1980’le, ‘akl-ı selîmin şirâzesinden çıktığı bir siyâset filmi’ olan 12 Eylül 2012 arasın-da geçen şu 32 yılda; “temel referans-lar”, “fikrî müşterekler” ve “siyâsî ter-cihler” başta olmak üzere pek çok şey değişse de, “değişim” (?!) modası, herke-si ve her şeyi perde-pûş eylese de, “De-ğişmeyen tek şey değişimin kendisi-dir.” kelâmı herkesin dilinden düşmeyen bir söz hâline gelse de, “Onlar”; ‘deği-şimin, dünyanın değişmez bir kuralı olduğuna, ama bazı değer yargılarının değişmemesinin de hayatın bir başka değişmez kâidesini oluşturduğuna’ yürekten inandılar… “Onlar” ‘Nizâm-ı Âlem Dâvâsı’nı, sıradan bir siyâsî hareket değil; bir medeniyet iddiâsına sâhip olan, kalbi Türkiye için çar-pan, gönlü Türk-İslâm Dünyası’nı ve cümle yaratılmışları kucaklayan ideâlist insanların savunduğu bir dâvâ ve millî-İslâmî-insânî hasletlere sâhip ahlâkî bir duruş’ olarak gördü-ler... “Onlar”; dînî ve millî referanslarını hiç değiştirmediler, aslâ devşirilmediler, şahsî menfaatlerin ve dünyevî sevdâların peşinden gitmediler, kişilik ve kimlik za-afiyeti göstermediler... Ve “Onlar”dan dünya misâfirliğini tamamlamayanla-rın büyük çoğunluğu, zihinlerinde ül-kenin geleceğine ve Türk Dünyası’nın istikbâline dâir büyük projeler bulunma-sına, birikim ve kâbiliyetleriyle çok daha üst seviyede bir hayata ve makâma lâyık

“Onlar”, ne ibâdetlerini ticâret metaı yapan politika tüccarı, ne “sokaklarda ıs-panak fiyatına satılan demokrasi”nin omurgasız elemanı, ne de menfaat dağı-tan iktidarların bozuk parası oldular…

“Onlar”; ilkeleri olmayan köşesiz siyâset adamlığına ya da köşe dönme-ciliğe teşne bir vatanperverliğe veya dünyevî arzulara peşkeş çekilen bir mâneviyatçılığa değil; hükümet menzil-li siyâsî hedeflerin ötesindeki kültür ve medeniyet mihverli bir ideâlizme, inanç ve ahlâk nizâmını kuvveden fiile geçiren ecdât yâdigârı bir fazîlete, şahsî sevdâları hiçe sayan ve gelecek nesilleri kucaklayan millî mefkûrelere tâlip oldular…

“Onlar”; korkunun dağları sardığı “kenan tûfanı”nın en şedit günlerde bi-le ideâllerini yüksek sesle dile getirdiler... “Onlar”; en vahşî işkencelere uğradılar, çok ağır bedeller ödediler; îdam sehpa-larının altından vakarla geçtiler ve hiçbir zaman zâlimlere boyun eğmediler…

“Onlar”; zindan karanlığında kaldılar, fakat gönül mîmarlarının rahlesinden yüreklerine semâvî ışıklar taşıyıp, göz-lerine rahmet bulutları indirerek seyyi-atlarını gözyaşlarıyla yıkadılar ve nefs-i emmâreden nefs-i kâmilîne giden yolda nice mesâfeler kat ettiler...

“Onlar”; “Erdem” şâhikası bir musta-rip olan 20. yüzyılın Şeyh “Gâlip”inden hem feyz aldılar, hem de gönderdiği “Mektup”lar sâyesinde “garip” kalma-nın ıstırabını hafiflettiler... Zâten “On-lar”; bu fânî dünyada “garip” olarak ya-şadılar ve “Emrine şükür” duâsını dille-rinden hiç düşürmediler… “Onlar”; ga-rip geldiler, garip kaldılar ve garip olarak öldüler; ama ne Altı Köşeli Yıldız’ın, ne de İstavroz’un gölgesinde zevkten dört köşe oldular…

“Onlar”; inandıkları yolda dosdoğru yürümeyi ve dimdik olmayı şiâr edindik-leri; dâr-ı dünyada bırakın nâmerde, mer-de bile muhtaç olmayı kabul etmedikleri için kırılmayı göze aldılar, fakat hiç bir zaman eğilmediler ve bükülmediler…

Çünkü “Onlar”;Daha bıyıkları bile terlemeden; “Ül-

kü denen nazlı gelin”e vurulmuşlar ve “Ay-Yıldızlı sevdâları”yla destan ol-muşlardı dillere…

Çünkü “Onlar”;“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşıl-

maz” diyerek gözlerini daldan budaktan sakınmadan bu kutlu mücâdeleye atıl-mışlar ve gönüllü olarak çıkmışlardı bu

Page 19: KÜN EDEBİYAT

19

KÜN EDEBİYAT

olmalarına rağmen; inançlarından ve ül-külerinden hiçbir zaman tâviz vermedik-leri, harama el uzatmadıkları ve dünyevî mevkîler için eğilip bükülmedikleri için, sâde bir hayat sürdüler ve sıradan bir insan olarak aramızda yaşamaya devam ettiler…

Kim bilir;Belki bir caddede yorgun adımlarla yü-

rürken gördüğünüz, Belki bir belediye otobüsünde sırt sırta

verdiğiniz, Belki bir hastane koridorunda yan ya-

na durduğunuz, Belki bir şehirde güven veren duru-

şundan cesâret alıp, adres sorduğunuz,Belki vakur tavırlarına ve babacan

hâllerine kanınız kaynayıp yanına vardı-ğınız,

Belki aynı mahallede komşuluk yaptı-ğınız, samîmiyetiniz çok fazla olmasa da bir haksızlığa uğradığınızda hemen yanı başınızda bulduğunuz ve sıkıntılı günle-rinizde yardım almak için başvurduğu-nuz,

Belki, sert bakışlı, hilâl bıyıklı ve saçları dökülmüş bir devlet memuru diye vasfe-derek odasına girdiğiniz,

Belki; emekli olup, elinden tuttuğu to-rununu parkta gezdirirken bir anda dost-luk kurduğunuz,

Belki, omuzlarına binmiş olan hayatın yükünü taşıma telâşı içinde çırpınırken, bir vesîleyle sohbet etme saâdetine erdi-ğiniz,

Belki televizyondaki bir tartışma prog-ramında ya da bir panelde dinlediğiniz; duruşundaki vakâra, hitâbındaki asâlete, düşüncelerindeki berraklığa ve konuş-malarındaki mantık silsilesine hayran olup, “Sağlığın, vatanın ve devletin kıymeti kaybedilince anlaşılır.” diye biten bir cümlesinden nice hikmet çiçek-leri derdiğiniz,

Belki; dünkü celâdet ve cevvâliyetine taş çıkartan bir sükûnet ve teslîmiyetle bir mürşîdin rahlesine diz çöküp, nefsi-ni dize getirmeye çalışırken bir dergâhta buluştuğunuz ve bir hatmeye birlikte oturduğunuz,

Belki, neden millî-İslâmî ve insânî problemleri bu kadar dert edindiğine, neden Türk-İslâm Dünyası’nın her me-selesine hassâsiyetle sâhip çıktığına, ne-den hâdiselere mübârek ecdâdımız gibi “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” zâviyesinden baktığına ve niçin yıllar yılı “yatağına kırgın” aktığına ya da akıtıldı-

ğına akıl yorduğunuz... Bir kimseye rastlarsanız, bu kişi belki

de “Onlar”dan birisidir…Artık, ömrü ikindiye çoktan merhaba

demiş, yaşı elliyi devirip, altmışına merdi-ven dayamış, tâvırları olgunlaşırken millî hassâsiyetleri hiç azalmamış, haksızlık karşındaki tepkileri sessiz perdelerde kalmamış bir kişiyle karşılaşırsanız, bu kişi de büyük ihtimâlle “Onlar”dan bi-risidir…

“Türkiye” deyince bakışları çakmak çakmak olan, “İstiklâl Marşı” oku/nu/rken gözleri dolan, “Mamak” denilince yürekten bir “âh” çekip derin bir ele-min içine dalan, “Yemen Türküsü”nü dinlerken en koyu hüzünler gözbebekle-rinde dalgalanan ve “Çırpınırdın Kara-deniz” marşını hançeresini yırtarcasına haykıran birisini görürseniz, bu kişi de mutlaka “Onlar”dan birisidir…

Bir gün “Sonsuzluğun Sâhibi”ni te-fekkür ederken aşka gelen, bir gün minârelerden “Şehbâl açan rûh-ı revân-ı Muhammedî”yi dinlerken, dudakların-dan

“Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin te-meli

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” dizeleri dökülen; bir gün elindeki tespi-hini ritmik hareketlerle çekerken Türk Milleti’nin “Gül” aşkını büyük bir coş-kuyla dile getiren; “İ’lây-ı Kelimetul-lah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü”nden bahseden ve külhânî tavırlarına Medrese-i Yusufîye’de dervişhan muhabbetler ek-leyen birisine rastlarsanız, biliniz ki bu kişi de mutlaka “Onlar”dan birisidir…

“Onlar” ki, Seksen Öncesi’nden söz açılınca boğazlarına bir yumruk tıka-nır, şehit olan can gardaşlarını hatırlar ve sükûtun çığlıklarındaki derin düşün-celere dalıp giderler… “Onlar” ki; kan ve barut kokulu can pazarında can gardaşlarıyla omuz omuza verdiği günle-ri, şafaklarına kan damlamış geceleri ve meşakkâtin her çeşidinin paylaşıldığı o çileli zaman dilimindeki kelâma sığma-yan arkadaşlıkları anıp, eski hâtıralarını yaşlı gözlerle yâd ederler…

“Onlar”dan sadece bir kişiyi bile tanı-mışsanız, diğerlerini de çok kolay tanır-sınız… Bakışlarındaki inanç, tavırların-daki vakar, düşüncelerindeki ideâlizm, duruşlarındaki asâlet, karakterlerindeki mertlik, tokalaşıp-kucaklaşmalarındaki sertlik ve bu sert görüntünün arkasında

saklı olan engin merhamet, hudutsuz bir samîmiyet ve vatan sevgisindeki o büyük kesâfet, bu “kayıp neslin” değişmez özellikleridir…

Fazla söze ne hâcet; “Onlar”ı tanımak için sadece gözlerine bakmanız yeter-lidir… Çünkü hangi yaşta olurlarsa ol-sunlar, onların gözlerine “Ay-Yıldızlı bir sevdâ ışığı”nın demir attığını görür ve bakışlarıyla terennüm ettikleri;

“Bayrakları bayrak yapan üstünde-ki kandır,

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa va-tandır…”

anlayışındaki bir inancın tezâhürlerinin, “kâl” değil, “hâl” olduğuna gösterdikle-ri millî reflekslerle tanık olursunuz...

Ve “Onlar”ın düşüncelerinde; “Alperenler; bir aşılmaz dağdılar,Aydınlığa gönül verip, yıldızları

sağdılar…Nurlanıp, nur üstü nurdan,Tekbirlerle doğdular…Tek başına destandılar, Tek başına çağdılar…”anlayışına müdrik bir ideâlizmin kıyam

ettiğine ve sînelerinde, rozetlerinden çok daha büyük bir yürek taşıdıklarına şâhit olursunuz vesselâm…

Bu vesîleyle “Eylül’ün Kırdığı Güller”den âhirete göçenleri hayır duâlarla yâd ediyor; Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diliyor, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’dan şefkât ve şefâat niyâz ederken, “Güzel atlara bi-nip giden o güzel insanlar”a Yahya Kemâl’in Vedâ Gazeli’nden bir beyitle sesleniyorum...

“Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezel-de;

Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler…”

Ve “Onlar” diye tesmiye ettiğimiz “Bu güzel insanlar”dan hayatta olan-lara; hayırlı bir ömür, sağlık, âfiyet ve saâdetler diliyorum...

“12 Eylül”ün 32. yılında kaleme al-dığımız bu yazı vesîlesiyle, kendisini “Onlar”dan birisi olarak gören her-kese en kalbî muhabbetlerimi ve bâki selâmlarımı arz ediyorum:

“Gönülleri birleşenler selâm sizle-re;

Uzaklarda dertleşenler selâm sizle-re...”

Page 20: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

20

“Eylül” üstüneNE DEDİLER?

rinin, deniz kenarlarının, duldaların ayı. Unutulmaz depremlerin ayının ardından geliyor ya Eylül o da bir başkalık katıyor tabii hayatın gidişatına. Önce hafif bir rüzgâr esiyor. Itır kokuları, hanımeli kokuları, en-vai çeşit bitkinin âleme saldığı rayihalarıyla birlikte yol alan, ortalığa düşen ılık, hoş bir rüzgâr...

Eylül bir de kendine has havaların güzel çeşnisini de ortalığa düşürüp, denizin hafif çalımlar atar gibi kıyıya doğru gelişini de yanına alınca başka oluyor haliyle Eylülün serencamı. Acayip güzel; insanın içini harekete geçiren mavi bir tonlama ile huşu içinde sallanıyorken deniz. Küçük kıvrımlarla müthiş bir ahenk, müthiş bir şiir yazılıyor Eylülün yavaşça kendini bırakmaya başladığı ve bazı ağaçların yap-raklarını hafiften sarartmaya başladığı o güzelim ibretlik zamanlarında.

Bakışlarınız nemleniyor Sizi tutuyor nedenseEylül oluyor kalbinizVe daha da sarartarakSaçlarınızıTebessümsüz bir yaprak gibiSolmaya gidiyorsunuz.

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

Hüznün Anası Eylül’dür!

Evet, soruşturmanıza böyle bir başlıkla gireyim istedim. Gerçekten öyle değil midir? Şair, ken-

di ortamının bir parçası ve o ortamın duyarlılığını şiirine yansıtan bir insansa, Eylül’de hüznü duyma-ması mümkün değildir. Çünkü Nisan’da Mayıs’ta büyük bir coşkuyla önümüze açılan tabiatın kırk dilli güzelliği, Eylül’de kendi kabına çekilir, dalını budağı-nı rüzgâra teslim ederek sönüp gider.

Dikkat ederim, yaşlanmış şairlerimiz içinde bu-lundukları duygusal çözülmeyi anlatırken hep güzü kendi yalnızlıklarına arkadaş edinirler: Yaşlı bir halk

NURETTİN DURMAN

Eylül Oluyor Bakışlarınız

Tabii bütün mesele ağustostan çıkınca başlıyor. Ağustos’un o insanı terleten, sıkan, bunaltan,

havası nasıl da aniden çekip gidiyorsa insanın o anlık duygusundan da neşet eden bir başkalık hali gelip insanın hüzün halesine konuveriyor. Yani ey-lül aslında biraz hatta biraz değil daha çok insana musallat olan o meşhur halini getiriyor. Eylül için hüzün ayı veya hüzün zamanı dahası hüzün saatleri de diyebiliriz. Böyle bir şey nerede olursanız olun gelip yakanıza yapışıyor. Bazen Eylül oluyor bakış-ların diye şiirler de söylediğimiz oluyor tabii. Bazen de Eylül de olan olaylara kıyımlara zulümlere bakıp ki geçmişte Sabra ve Şatilla da olmuştu o hali pür melale ise Ah Kara Eylül diye söylenir olmuştuk o hüzünlü günlerde.

Bir de eylül sanki bir hakikati de öğretmiş oluyor biz fanilik hülyası içinde kendimizi kaybetmişken bir hatırlatıcı olarak da bizi uyarıyor adeta. Ey insan bak işte mevsimler gelip geçiyor. Günler aylar birbirini takip ediyor ve geçip gidiyorlar mekânı âleme. Ey insan uyan artık, sen de o terki diyar yoluculuğu-na çıkacaksın bir gün ve hiç de umurunda olmuyor; bakışsız, duruşsuz bir hal içerisinde günlerini ziyan edip duruyorsun. Olsun umurunda olsun, aklında olsun, gönlünde olsun ve hayatında öyle bir hali dikkat ile boy atsın ki senin de dünyan güzelliklere güzellikler katabilsin…

Biraz da hiç bitmeyecek gibi görünenin bir gün mutlaka biteceği. Devamlı bir oluşun ardından devamlı bir yok oluşun ve tekrarından bir dirilişin hâkim olduğu dünya kaidesi.

Ağustos; o bütün ağırlık telkin eden, ağırlık aşıla-yan, kendini aylarca büyüten, kendine özel bir pay ayıran, başıboş, insanı serapa rahat olmaya şartla-yan, hissi galip olarak özgür bırakan, gecesi gün-düzü kendince ayrı bir zaman, bir ay, ağaç gölgele-

Page 21: KÜN EDEBİYAT

21

KÜN EDEBİYAT

şairinin şiirlerini bana verdiler ve bundan bir kitap çıkarmamı is-tediler. Şiirlerin hemen tamamına yakını, yaşlanıp elini eteğini işten güçten çekmiş bir adamın duygularını yansıtıyordu. Kitaba “Güz Gülleri” adını verdim ve öylece yayınlandı. Bu yüzdendir ki, kâinatın gerçeği ile hayatın gerçeği Eylül’le hep örtüşürler. Aslında edebiyatçıya düşen, hayatın kırılma noktasındaki bu zarureti kaosa çevirmeden insanlara kabul ettirmek olmalıdır. Çünkü hayatın ba-harı, yazı varsa, mutlaka sonbaharı ve kışı da olacaktır. Kışa doğru koşuşturmada da Eylül hep güz durağı olarak algılanır.

Tabii burada meseleyi mevsimin fotoğrafı olarak görürken sade-ce görüntüdeki renk flulaşmasını ön plana almamak lazımdır. Eylül, aynı zamanda hasatın toplandığı bereketin de simgesidir. Bunun içindir ki, hayatın Eylül’üne ulaşan şair ve yazar, aynı zamanda öm-rünün mahsulünü de toplama mutluluğuna ulaşan insandır. Bu da az bir mutluluk mudur?

HÜSEYİN AKIN

Ömrün İkindi Vaktidir Eylül

Eylül beni en iyi anlayan aydır dersem aslında konuyu bir çır-pıda özetlemiş olurum. Her şeyden evvel mutedildir eylül;

ifrat ve tefritten uzaktır. Ya kış ve yaz öyle mi? Biri soğuğun diğeri sıcağın tepemize çıkıp hâkimiyet kurmuş halidir. Bir de ilkbaharı severim, yani nisanı ve mayısı. Bu mevsimde de eylüle benzeyen bir taraf vardır. Biri gidişi, yönelişi (ilkbahar) diğeri bitişi (sonbahar) işaret eder. Yazın tam olmayan turfa haline nisan ya da mayıs, kışın kemale ermemiş şekline eylül denir. En güzel yazılarımı bu ayda yazmışımdır. En net bu ayda tabiatın mesajını kavrayıp uzaklara özlem duymuşumdur. İnsanın gerçek fotoğrafıdır eylül. İnsanlık hal-lerini hiç örselemeden insana anlatır. Hazan ve hüzün bu yüzden kol kola girip kafiye düzeni alırlar. Ömrünün eylülünde yaşayan biri olarak bu ayı diğer aylardan hep farklı görmüşümdür. Zira mev-simlerin insana yaptığı fenalıklardan münezzeh bir aydır o. Ölümü abartmaz. Neşeyi hüzne kardeş kılar. Boşuna “Haziranda ölmek zor.” dememiş şair. Haziran dünyanın yalan sıfatını en iyi üzerinde taşıyan aylardandır. Lokmayı ağzınızda, gülümsemeyi dudağınızda bırakır. Eylül kıyamet aşısı olmuşlar için fanilik karşısında bağışıklık kazandırır. Ömrün ikindi vaktidir eylül, akşamla öğlen arasına sıkış-mış gibidir.

MURAT MENTEŞ

Edebiyatımızda Eylül... Elbette Mehmet Rauf’un Eylül diye bir romanı var. Elhak hazan, güz, sonbahar ediplerimize hüzün

yüklü mısralar ilham etmiştir. Hatta adı Eylül olan bir kadın şairimiz vardı. Yoksa dedektif miydi? İlaveten, 12 Eylül darbesinin edebiya-tımıza “Eylül” diye yansıdığı vakidir. Zorlarsak, Eylül ayında doğan-ları, göçenleri de dahil ederek Eylül dosyasını kabartabiliriz. Bütün bunlara rağmen, Eylül’ün edebiyatımızda müstakil bir yeri olduğu fikrini benimseyemiyorum. Belki bir fon olabilir. Asli ve belirleyici etki üretemez kanaatimce. İntikam, yoksulluk, argo veya penguen gibi psikolojik, tarihsel, sosyolojik, iktisadi... meselelerle alışverişi olan, somut bir olgu değil Eylül. Diğer aylardan farkı yok. Var mı?

EYLÜL VEDALARIİhsan KURT

Güneş uzaklara göçürdü sıcaklığını,Güz yaklaştıkça canlıların can evine.Okşayışları terk eden rüzgârların sesi,Islıklarında zalim kamçı şakırtıları,Yüze vuruşlarda çat çat, sanırsın ki tokat,Hüznün elbisesini tutamıyor ağaçlarDallarda da yorulan yaprakların vedası…

Bir çekiliş var benine tabiatın koşuşTavır alışlar içe kapanıyor kapılarYitiren yalnız renkler değil parlaklığınıGüneş, güneşe eş sıcaklarda başlarUfuklardan da çekiliyor konuşan gözlerKi ufka baksa titreyecek, üşüyeceklerDört bir yanda yeniden dirilişin salası

Yaprakların vedalarına parklarda üzgünCapcanlı cıvıltılar hazana el sallamışDağ başında bir serçe bir ağaca yaslanmışYapraksız ağaçta garip korunak arıyorKuşlar birer birer terk etmede bahçeleriRenksizliğe uyum telaşı yuvalarındaOnlar da çok severdi renkleri, çiçekleri

Onlar da sevmiyordu güze vedalarınıTutundular rüzgârlara inat tutundularÖnce özsular çekildi yavaşça dallardanMeyveler hoyratça koparıldı birer birerDallar ayrılmaya başladı evlatlardanİşte o zaman anladı ki bütün ağaçlarEn büyük yorgunluk güle veda ile başlar

Eylül vedalarının belli istasyonları yokHer ağaç istasyon her kuş haberci, her yaprakRüzgârlar düşer savurur, şair duygulanırBilinen köşelerden bilinmez bir köşedeİçine yağar yaprak, rüzgâr içine eserHasretidir barınak, özlemidir baharlarÇok fena vurur onları Eylülde vedalar.

Page 22: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

22

Eylül, yaz yorgunluğudur. Mehmet Rauf ’un “Eylül” romanını hatırlatır her zaman bana. Sonbaharın ayak i-

zi, darbenin karanlık yüzüdür eylül. Yağmursuz geçen günlerin bittiği, yeniden bir başka mevsi-me geçişin kıpırtısı, yeniden kuşların havalan-dığı, karatavukların, sığırcıkların göz boyadığı bir ayın adıdır. Eylülde gelmesi beklenir şehri terk edenlerin. Dönüş ayıdır eylül. Dönüş, kimi zaman içe doğru, kimi zaman dışa doğru geli-şir. Giden kuşların, leyleklerin dönüş merasimi-ni hatırlatır.

Kayboluşun, dağılışın, tırpan yiyişin, kaybe-dişin, harcanmışlığın, bitişin öykülerini tamam-layarak yeni bir toparlanışı, yeni bir buluşma-yı söyler. 12 Eylül darbesi ne kadar kara ise, 11 Eylül de bir o kadar karadır. Oysa eylül bize bu-luşmaları, bilişmeleri çağrıştırır. Yeni aşkları, ye-ni heyecanları ifade eder. Bir bakıma kendisin-den kopan insanın yeniden kendisiyle buluşma-sı bu mevsimde başlar. Bir dönem bitmiş ve ye-ni bir dönem başlamaktadır. Yazın terk edişine tanıklık ederken kavrulan yaprakların turuncu-ya, kahverengiye, sarıya dönüşü bir başka şiiri hatırlatır bize. Bu şiir tabiatın dönüşüm şiiridir. Kışa hazırlanan tabiat, örtüsünde, kılık kıyafe-tin de değişikliğe gittiğini gün gün, saat saat, bi-ze haber vermektedir. Aslında bizi de kendisine uydurarak kışa hazırlamaktadır. Eylül sonbaha-rın kapısını aralar. Haziranda sıkıntı çeken şair, Eylülde yeni bir başlangıca hazırlanır. Eylül şa-iri, sanatkârı yormaz çünkü daha kolaydır, daha katlanılır, daha ilgili ve sevecendir.

Şairlerin ve edebiyatçıların önemli aylarından birisidir bu ay. Aşkın göz kırptığı, yağmur dam-lalarının yeni şeyler söylediği, rüzgârın, fırtına-ya yerini bıraktığı bu ay, yeni bir heyecanı da si-ze ilham eder. Bu nedenle sanatın hareketlendi-ğini, sergilerin mekânları güzelleştirdiğini, tiyat-

ro ve sinemanın gösterime yeni muştular taşıdı-ğını da işaret eder. Yeni hikâyelerin, denemele-rin, romanların başlangıcıdır. Yeni kitaplar, der-giler fuarlarda bu mevsimi süsler. Yeni bir ede-biyat dergisi, yeni bir kitap doğumunu bu aya göre hazırlar. Bunlar da bize gösteriyor ki eylü-lün bize sundukları oldukça zengindir.

Eylül sarısı, teslimiyetin de adıdır. Ramazan, Hicri aylardan neyse eylül de miladi aylardan o-dur bizim için. Böyle geliyor böyle söyletiyor yeğenim Fatih için. Hoşuma gidiyor “ve seni eylül yağmurlarında seveceğim”, bir ikindi yağ-murları vardı bir de eylül. Bir “İkindi Yazıları” vardı, bir de “İkindi Tebessümü”.

Ben bu eylülde yola çıkacağım. Eylül gelsin inşallah yeni bir başlangıç yapalım. Eylülde gö-rüşürüz. Bu iş için eylül ayı birebirdir. Bu gün git eylülde gel gibi cümleler de eylülün yeni bir muştuyu, yeni bir başlangıcı, yeni bir çağrıyı, ye-ni bir müjdeyi bize haber vermektedir.

Hazan mevsiminin, son yaz ikindisinin bırak-tığı topraksı doku yaratılışın da dokusudur. Ya-ratılış elbisesi yenilenmek üzere renkten renge doğru yol alırken bir durağanlığa, bir başka algı-nın varlığına doğru derinleşiyor. Eylül, yaz uy-kusuzluğunu sonbaharda demlenmeye hazırlı-yor.

Edebiyatımızın usta şairlerinden Nazım Hikmet’in 24 - 30 Eylül 1945 tarihli Piraye’ye yazdığı hisleri günceye şöyle yansımış;

24 Eylül “En güzel deniz:Henüz gidilmemiş olandır.En güzel çocuk:Henüz büyümedi.En güzel günlerimiz:Henüz yaşamadıklarımız.Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:

EYLÜL SARISI

Recep GARİP

Page 23: KÜN EDEBİYAT

23

KÜN EDEBİYAT

Henüz söylememiş olduğum sözdür...”30 Eylül “Seni düşünmek güzel şeyÜmitli şeyDünyanın en güzel sesinden en güzelŞarkıyı dinlemek gibi bir şey.Fakat artık ümit yetmiyor bana,Ben artık şarkı dinlemek değilŞarkı söylemek istiyorum...”

Hayat kimi zaman çok garip izler taşıyor. İnsanın i-çinde taşıdığıdünya ile dışarıda var olan dünya arasın-da çoğunlukla bir benzerlik göze çarpıyor. Olayların, hadiselerin, çevrenin, iklim ve doğa şartlarının yüzü-müze, vücudumuza, kılık ve kıyafetimize yansıması gibi bir şey bu. O nedenledir ki her bir ayın, mevsi-min ve anın ruh ve düşünce dünyamızı şekillendir-diğini de söyleyebiliriz. Dolayısıyla yazarın haleti ru-huyesi çevreyle de irtibatlıdır. Hislerinin iniş ve çıkış-larında içerisinde bulunulan şartların sükûnete ya da coşkuya yöneltmesi doğaldır. Ressamın resmine, mü-zisyenin musikisine, şairinşiirine, romancının roma-nına elbette bütün bunlar etki eder. Eylül de öyledir. Yeni bir evre başlamak üzere sükûnete geçmektedir her şey. Az sonra olacakların habercisi gibidir.

Ekin tarlaları, bağlar, bahçeler, bostanlar renk de-ğiştirdi, kaybolup gittiler geldikleri yere. Sanki hiç yokmuş gibiydiler. Yılanlar, börtü böcek, Ağustos cırcırı da kesti sesini. Elbiselerini, atılmış, hırpalan-mış, terk edilmiş bir vaziyette buldu orman gözcü-leri. Geçip gittiğimiz şu patika soldu, çiçeklerin en-vai türünden hiçbir eser de yok. Belki de şu kayanın en ucunda gördüğün, el ayak değmeyen yerde gözü-ne ilişendir zambak. Bir kuru rüzgâr esiyor önce, ar-dından ıslık çıkararak sesini yükseltiyor rüzgâr, ha-valanıyor ağaçların dökülmüş elbiseleri yeryüzünden, savruluyor kahverenginin giderek toprağa dönüşen renklerinde ölüm treni kalkıyor.

Renkler, yeşilin en güzel tonlarından sarıya, sonra kızıla, sonra kahverengiye dönüşüyor. Giderek güneş alevlerini içine çekerken boşalıyor yeryüzü, bomboz dağlara kalıyor alabildiğine. Ne tarafa yönünü dön-sen boz dağların yükselişiyle karşılaşıyorsun. İçin ür-periyor. Elin kolun, kanadın kırılmış gibi hissediyor-sun.

Sevgi ateşini yaz sıcağına bırakırken yeni bir mev-sime kapının gındırığıberrak bir ışıkla günü selamla-ma çabasında. Havadaki değişiklik, her şeye hükmü-nü icra ediyor. Şehir ve şehirli değişiyor bir kez da-ha. Aşkın gizemli duruşu gözlerin arka planında ye-ni bir ruha dönüşürken beden gönül penceresindeki demlenmeyi de sürdürüyor kuşkusuz. Gönül, iç gö-zün mekânı olsa gerektir.

Orhan Pamuk’un “Eylül” mırıltısı, nasıl da gelgit-

lerin, med cezirlerin, aynada yansıyan suretlerin bir benzerine işaretler gönderiyor;

“Şehir her semtiyle yazın peşine düşseYaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,Yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiirEylülün semtine kadar böyle gidilirBir gecede gittimdi hazirandan eylüleEylül yazdan terk edilmişti, şiirse hazirandaKadın tarafından terk edildi o söylenceye:Bütün oğullar anneyi bir şiire terk eder!O kadın beni terk ederse şair olurumOğul olduğum kadın sakın beni terk etme,Şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır giderBütün kadınlar şiiri bir kadına terk eder!”

İşte şiire ironik tat veren yazın türküsü böyle yan-sımaktadır. Hazirandaki hissedişle, havalanışla eylül-de sükûn arayış birbirine inişler yapar. Birisi yeni ha-valanmaktadır zamana, birisi havadaki yorgunluğu kış uykusuna bırakmak için iniş hazırlığındadır. U-zun bir yolcunun hali vardır Eylülde. Eylül yorgun-dur. Sonbahar hazırlık yapacak ve kış mevsimi onu yenileyecektir. Yeni hayat öykülerini, şiirlerini, resim-lerini, romanlarını fısıldayacaktır kulaklarına edebi-yatçının. Trenin uzun gurbet düdüğü yeniden sılaya dönüşünü haber vermektedir artık. Gurbetten dönü-şün de adıdır Eylül.

Ümit Yaşar Oğuzcan, “Ben Eylül Sen Haziran” şii-rinde bakın bize nasıl imgelerle yüklü sesleniyor;

“Bir eylüldü başlayan içimdeAğaçlar dökmüştü yapraklarınıÇimenler sararmıştıRengi solmuştu tüm çiçeklerinGökyüzünü kara bulutlar sarmıştıKatar gidiyordu kuşlar uzaklaraDeli deli esiyordu rüzgârDağılmıştı yazdan kalan ne varsaYaşanmamış bir mevsim gibiydi bahar Beni kötü yakaladın haziranGamlı, yıkık eylül sonumaBir ilkyaz tazeliği getirdinMasmavi göğünleCana can katan güneşinlePırıl pırıl engin denizinle girdin içimeÇiçekler açtı dokunduğunÇimler büyüdü yürüdüğünVe güller katmer oldu güldüğün yerde”.

Ümit Yaşar’ın hissettiği duygular genelde her biri-mizin hissettikleridir. Hemen her gün yaşadıklarımı-zı şair kimliği affetmeden mısralara döker ve anlaşı-lır, kabul edilir lirizmi, son derece yumuşak ve his-

Page 24: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

24

lerimizin de tercümanı olur. Yazın bitişine işaret e-den şairimiz, yaprakların istilasına vurgu yaparak ga-zeller içinde var olan çocuksu coşkuyu uyandırmakla kalmaz insanın gidip sonbaharın muştucu yönlerinde bizi oyuna katar. Sevgili ile baharın açışı, gülüşü ifa-delendirilirken sanki sonbahar yapraklarıyla yaşanan herşey saçların dökülüşü gibi dökülüp gitmektedir ve bir daha dönmeyecek hissi de uyandırır.

Oysa Eylül’e İsyan’da Ahmet Kaya türküsünü ha-fızalara şöyle kazır;

“Güneşte kavruluruz kıraç topraklar gibi Hazanda savruluruz serseri yapraklar gibi Yalnızlığı yaşarız geride kalan gibi Düşer düşer kalkarız her Eylül’e isyan gibi. Sen bir yana, ben bir yana, dostlarımız bir yana, Bölünsek de, çözülsek de, başkaldırdık zamana.”

Şairin, sanatkârın ruh halini sadece olaylar etkile-mez, elbette deveran halinde olan gökyüzü, yeryü-zü, denizler her bir şey etkiler. Bu etkilenmedir ki şi-iri, yazıyı, farklılaştırır. Renklendirir. Cemiyetin, mil-letin içinde yaşanan olayların da, dünyanın bir ucun-da ki isyanın da, sanatkârı etkilemesi beklenir. Elbet-te ki sanatkâr da etkilenerek şiirini, bestesini, resmi-ni yapar. Dünyanın öbür yanında ki çığlık şaire başka türlü dokunur. Filistin’de ki, Suriye’de ki, Arakan’da ki çığlıktan azade değildir şair. Ülkenin içinde var o-lan her şeyin şairin ruh dünyasında depremler oluş-turduğunu söylemeliyiz. Bu nedenle tabiatın olayları da aynı düzlemde etkiler oluşturur ki şiir, sanat, ken-disini yenilemiş ve geliştirmiş olsun. Eylülde gelen misafirin, Haydarpaşa tren garında karşılanılan misa-fir gibi hasretli bir yanımevcuttur. Eylül, hasretin adı, yüreğin tadıdır. Geçmişte olanların geçmişte kaldığı-na işaret eden bu ay, sulu sepkenlere gebedir ve kışın çağrısını ıslıklar durur. Uzakta gözüken tipidir, yağ-murdur, fırtınadır kardır ve yardır.

Mevsimler bize kendisini şöyle sıralattırmakta-dır: Sonbahar, 23 Eylül-22 Aralık, Kış, 22 Aralık-21 Mart, İlkbahar, 21 Mart-22 Haziran; Yaz, 22 Hazi-ran-23 Eylül olarak karşımıza çıkıyor. Güney yarım küresinde ise mevsimlerin sırası bu sıralamanın tam tersine işlemektedir. İlkbahar 23 Eylül de başlıyor. Dünya yazınının da bu anlamda farklı izler, farklı al-gılar beslemesi de elbette ki beklenen bir sonuçtur. Bu vesileyle dile gelen “Eylül” şiirimden bir bölümle yazıyı tamamlamış olayım;

“Yıldızları sayıyorum aklım karışıyorAteş böcekleri de neyin nesiÜşütüyor bu ağustos beniYoksun ya şehir kayboluyorYoksun yıldızlar kayıyor.

Bir alev sarısı boyuyor ağaçlarıAğaçlar Eylül,Eylül kahverengidir mademTek tek kayboluyor börtü böcekBir sis sarıyor, bulut gibi, yağmur gibiBir rüzgâr, bir ayaz, fırtına birazYapraklar savruluyor leylek sürüleriyleUmudum eylül, kızıla kesiyorKıştır pencere gıcırtısı başını uzatıyorBir kedi en kuytu yeri arıyorGözlerimden geçiyor kervanlarDönüyorlar, dönüyorlar evlerine kumrularŞehir sessizce bir uykuya dalıyorAylardan eylül, deniz yalnız kalıyorBir şiir, bir de resim düşüyor yereEllerinde toprak, ellerinde buğdayEylül, bir adım ırmak.”

EYLÜL HÜZNÜMuhsin İlyas SUBAŞI

Eylül’de hüzne sığınmış bir yaprak gibiyim,Budar içimdeki bütün renkleri rüzgârlar.Boyacı fırçasını mı unutmuş ırmak kenarında?Tuval, kaderimi dökülen gülün rengine boyar.

Duygularım bir genç duyarlılığını taşırken,Zamanın örsünde dövüldüm yıllar boyu.Şimdi solan bir çiçeğin titreyişinde kaygılarım,Çekildi hayal denizimi besleyen pınarların suyu.

Topak bu, her mevsimde bürünür kendi kaderine,Kuşlar bile yorgundur yuvasında, yağmurlar sakinleşir.Ah, kâinatı her gün yeniden var eden Rabbim,Neden hayatın girdapları hep Eylül’le birleşir?

Eylül, gelecek baharların anasıdır bilirim, Tohumu toprağa, kuşu göçe, insanı sabra çağırır.Her güz mevsiminde dinlenmeye çekilmezse kâinatKimbilir, baharlar nice çılgınlıklar doğurur?..

Page 25: KÜN EDEBİYAT

25

KÜN EDEBİYAT

Çatırdar Mavi Tavan

1/: Güneş ve ay, Asuman Her an hüsban ile görevdedir… Bense Mekanik bir muazzın peşindeyim geceleri Bir feleksiz rahip ekmiş suretime kilitli kör pencereleri İçimdeki eliptik, gnostik ve ezoterik çorak tarlaya Hüsbanın bitmez tükenmez diş kirasını Ve araya kozmik bir çit çekmiş öğürsek bir dızman Yaman ayrılmışız be kardaşlık sen ve ben Ama Asuman… neden neden?

1/:a.. Bilirsin; ya da bil ki, hüznümdür sunduğum sana Yani burada kalb-i hulusiyle... Bil artık be ya! Asuman inadına severim seni Mademki Hüsbandır döndüren esrik başımızı Yaşımızı dindiren sarı sıcak, kurak ay Tespihimizi doksan dokuz tekerle döndüren güneştir Eştir yıldızlara denizin kızı Mihrican... Şu an bile bizi kör kuyularda bile koruyan Bir saka vardır her aşkın masada. Öyleyse bil ki bu kente olan sevdamız yağlı yavandır Alazlı mavi tavandır iştah ile alnımızı öpen yar, Amma al sana gnostik bir sual daha Asuman… Tavan mıdır bizi görüp gözeten? Ya da bunca şiiri hece hece öğreten...

ASUMAN’A ŞİİRLER

2/: Hünnes ile künnes ki Asuman Bir düşman iken vakti zamanında dilemma Ama dost olur A ile Z mucizesine aşkın Şaşkın ve çaresiziz baldıran vahalarında yalın aşk, Kalakalmışız kıskıvrak masallarda sen ve ben O feleksiz ruhaninin zamansız mekanında ladin sırtlarına Ne yazılmış adımız Yemeni cembelle uçlarıyla Ne de o kozmik divanlarda saf tutan kavakların kabuklarına Ne de sen yazgımın son hecesi Asuman... Bizlengiçlerle bulutlara belemişsin apak hüznümü... Nedendir peki, biteviye dönüp durması değirmenin, Bunca şiiri patavatsız bir deli cesaretiyle söylemenin, Ası nasıl yazılır, vavı nasıl kıvrılır koçbaşlarında? Bir güz günü gülmüştür belki da bana bakıp bakıp da güneş Ay, kış mevsiminde ısıtmış hüznün aysberglerini Durmuş adem Cebel–i rahminde aşkın Şaşkın ve çaresiz... Dönmüş o zamandan beri zavallı hüsban… Deşmiş ezeli sevdasını buğdayın gözüne sivri saban...

2/:a... Eğer ölümse son duruş Asuman Ve ölümün soğuk eliyse dokunan un çuvallarına aralıkta, Bizi kendimize getiren yitik ebabillerin dudağında Ve yeise. Ve hüzne garkeden inadına ve Ezirailleyin, Ana zamandaki kozmik çentikse nikahımız, Nedendir peki bu suskun tavaf? Mademki, güneşle ay Asuman Hüsban ile döne durur Neden kudurur? Bilmeliyim bunu. Bilmem şart... Ciğerimi dişleyen korteksi yayvan kaplan... Ve sen de bil ki ay kız Asuman çökecek bir gün Güveninde sere serpe seviştiğimiz, kuytusunda eğleştiğimiz, Bu direksiz ve kirişsiz mavi tavan... İşte o zaman kız Asuman; Ahmet Yozgatlı dediydi dersin, Şimdi mi, boş ver; geberirse gebersin!

Ahmet YOZGAT

Page 26: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

26

Mehmet Emin POYRAZ

Batılılar aşkı, aşk medeniyetini bilmedikleri, belki her şeyi madde ölçüleri istikametinde görmeye, ona nüfuz etmeye çalıştıkları için

gülün yanağından süzülen damla acısının geride bı-raktığı izin bir dağlanma olduğunu bilmez, o kadar geniş ufukları yoktur.

Her şeye rağmen bilgi, insana dönük olan ve ol-mayan evrenin keşfine yönelik çabanın meyvesidir. Bu çaba, insanla birlikte evrenin hayatı devam ettiği sürece insan aklının merak uyandıran çabasıdır. Do-layısıyla günümüzde gerek sosyal bilimlerdeki geliş-meler ve gerekse teknoloji sahasındaki üstün başa-rılar ve bu başarıların günlük hayatımızdaki tezahür-leri, tarih boyunca elde edilen tecrübelerin kazan-dırdığı sonuçlardır.

Bilgi, pek çok konuda malumat sahibi olmak de-ğil, varlıkla ilgili bağlantılar kurmak ve kurulan bağ-lantılar arasında mukayeseler yapmak suretiyle ye-ni bağlantılar kurabilmektir.

19. yüzyıldan itibaren Batılı modern bilim para-digması hâkimiyetini ilan etmişti. Bu ilan esnasında kendisini paradigmalardan biri ve mutlak doğru pa-radigmanın ilki olarak takdim eden Batılı modern bi-lim paradigması, kendisini gerçeği keşfedecek yön-tem ve evrensel bilgiye giden yegâne yol olarak da ilan etmiştir.

Unutmamak gerekir ki bilgi; iman ve bu imanın ahlak olarak sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik ha-yatta tezahür edilmesi ameliyesinden ibarettir. İ-man ve ahlakın hayattaki tezahürüne katkıda bulun-mayan bilgi veya ilim, sadece teoride var olsa da insan saadetine takaddüm edecek bir kemiyetten ibarettir. Bir başka ifade ile ilahi vahiyden ilhamı-nı almayan, ondan beslenmeyen bilgi, epistemolo-jik metaforlar olarak materyalist bir düşünceyi bes-lemekten başka bir fikre hizmet etmeyecektir.

EYLÜL ÇEŞİTLEMELERİ

“Batılı bilginin veya Batı mahreçli bilginin kaynak-larının, hedefleri itibariyle dini de imanı da yoktur.” dediğimiz zaman kendimizi Batılı bilgi kaynaklarına hasmane bir ötekileştirme önyargısına kaptırdığımız düşünülmemelidir. Böyle bir önyargıya sahip deği-liz. Binaenaleyh böyle bir itham ameliyesi bizim i-çin varid olsa onu da bütün itham kalıplarıyla birlik-te reddettiğimiz bilinmelidir.

Ancak realiteler gösteriyor ki Batı bilimi “aydın-lanma” adına kendisi dışında kalan her şeyi inkâr ve kendini de gerçeğe giden, gerçeği keşfedecek yol ve yöntemin, evrensel bilginin mutlak kaynağı kabul ettiğinden sömürgecidir, işgalcidir. Bu itibarla Batı-lı bilgi kaynakları ve bilim esasları insani değildir di-yoruz. Zira Batılı bilgi, bütün hususiyetleriyle birlikte vahiy kaynağından uzak, aklı mutlak rehber kılarak putlaştırdığı için de şefkat ve merhametten uzak-tır. Bu da onun daha çok işgal etme arzularını kam-çılamış, sömürgeci bir karakter içine girmesini ko-laylaştırmıştır. Ancak burada bir gerçeği inkâr ede-cek değiliz. Zira Batı’nın insanlığa kazandırdığı ya-ratıcı bilgi ve bilginin hayatı kolaylaştırıcı katkılarını inkâr ediyor da değiliz. Ancak bu takdirimiz, bütün doğru değerlerin Batılı bilgi tarafından insanlığa ka-zandırıldığı anlamına gelmez. Eğer tabasbusa düş-meden ifade edilmesi gerekiyorsa diyebiliriz ki, Ba-tılı bilgi faydacı ve rasyonel materyalist bir değerler dizisi temeline dayanır.

İnsanı ve doğayı materyalist bir mantıkla ele alan bilimsel faaliyetlerin Batı’yla hayat bulduğuna itiraz edecek değilim. Ancak Batı zekâsı tarafından müs-bet ve bilimsel buluşların sahneye konulmasıyla Or-tadoğu, ruhi mimari üzerinde saltanat hassasiyeti-ni uzun zaman devam ettirdi ise de madde planın-da zuhuru askıya aldı ve Batı’nın bu gelişmesi kar-şısında panikledi. Ne yazık ki Ortadoğu coğrafyası bu serapa madde planında susuzluğunu giderecek havuzda yüzmeyi öğrenme adına balıklama atladı.

Page 27: KÜN EDEBİYAT

27

KÜN EDEBİYAT

Ortadoğu manada yoğunlaşırken, on al-tıncı yüzyılda sarayının arka bahçesinde def-i hacet eden Batı, maddeyi güzel kul-landı ve rönesansla başlayan bu hareketli değişim insanın kendi doğasında, bir baş-ka ifade ile fıtrat ile olması gereken bağla-rını kopardı. Tekeri atlı arabada kullanan, bir diğer tabirle tekeri atlı arabada kullan-ma yeteneği bahşedilen zekâ, bulduğu at-lı arabasına binerken kendini tanrının yeri-ne koydu; sonra gücün, servetin, tabiata hükmetme hakkını kendinde gördü.

Madde planında yanan gelişme ve is-tihale, tam tersine Batılı insanın semavi kutsallarla irtibatını kesti, ilahi kaynaktan uzaklaştırmak üzere insanı seküler bir var-lık olarak kendi zindanında hapsetmiş ol-du.

Bir zekânın teknolojik buluşları beni ilgi-lendirmiyor. Beni ilgilendiren kısa zaman-da kendi insanına bireysel teşebbüs öz-gürlüğü yanında sosyal, siyasi ve hukuk a-lanında atılması icap eden dâhili ve hari-ci muvazene keyfiyetlerini kendi içinde ya-şaması ve bütün bir dünyaya meydan o-kuyarak kendini standardizasyonun mer-kezine koymasıdır. Binaenaleyh kendisi-ne benzemeyen her oluşumun veya ulus-lararası arenada tasvibinden geçmeyen her teşebbüsün insani olmayacağını kabul ettirmesindeki dirayetidir. Benim mede-niyetim aşağıdan yukarıya doğru birbiriy-le ahenk içinde, bir tarağın dişleri gibi isti-nat noktaları aynıdır. Hukukuyla sosyo-po-litik müesseseleriyle bu ahengi muhafaza edecek şekilde kurulmuş bir toplumu in-şa için derin bir kültür hazinesinin sahibi i-ken kendini bütün sosyal, siyasi ve kültü-rel hayat tezahürleriyle birlikte Batı’ya tes-lim etmesi, taklidi kurtuluş sayması beni hem derinden ilgilendiriyor hem derinden düşündürüyor.

Akıl yer mi değiştirdi? Akıl, bir bütün olarak idrak hassasiyet-

lerini, hususiyetlerini bir iç muvazene un-suru olarak ele almadığı zaman sosyal, si-yasi ve hukuk alanında yürürlüğe konula-cak hiçbir hizmet hedefine ulaşamaz. Se-meresi olmayan ve dolayısıyla yaygara ve

halk yardakçısı sanal kavramlarla hayati-yetini devam ettirmek isteyen siyaset de kendini kısa zamanda ortadan kaldırır. Ba-lon bir müddet sonra tabandan yükselen tazyike mukavemet edemeyecek ve ken-di kendini imha edecektir. İhtimal en bü-yük zaafımız, belki bugünkü entelektüel dediğimiz kesimlerin bir numaralı mesele-si, istikbale müteveccih uzun vadeli prog-ram yapmaya kadir olamama ve bu hu-susta gelişen dünyayı tahlil etmeye muk-tedir olmayışlarıdır. Dertleri tasaları kamu kaynaklarına bir an evvel kavuşup onları e-le geçirmek ve o kaynakların verdiği, daha doğrusu sağladığı bir rehaveti yaşama dü-şüncesi siyasetin ve toplum mühendisliği-nin öncelikleri arasına giriyorsa, doğrusu o toplum geri kalmaya mahkûmdur.

Bu gerek yurt içinde ve gerekse yurt-dışındaki gelişmelerin tarih gündemine a-lınmaması, dünyada cereyan eden akım-lardan tamamen bağımsız bir tarih anla-yışı, aslında bir milli kahraman yaratma-nın gayretidir. Tarihi tek bir kişinin dehası-nın eseri olduğunun iddiası ve bu iddianın semeresi olan tek tip birey yetiştirme ide-olojisi... Dünyada cereyan eden politik ve ekonomik gelişmelerin bir tarafa hapse-dilmesi, Türkiye’deki değişime bir kahra-man bulmak ve her türlü değişimin bu mil-li kahramanın dehasının eseri olduğunun gelecek kuşaklara anlatılmasıdır. Binae-naleyh bu çarpıklık tarih bilincini körelttiği gibi dünyaya kapalı, kendi toplumuna ya-bancı ve hatta kendi toplumsal değerleri-ne yabancı bir aydın tipinin çarpık anlayı-şını beraberinde getirmiştir. Hâlbuki dün-ya siyaseti, dünya kültürel değerleri hızla değişiyor. Modern toplumlar, eski ideolo-jik bağnazlıklardan azade, kendi toplumla-rının refahı ve istikrarı için yeni modelleri aramakla meşgul.

İnsanı hedef ittihaz edinmeyen her türlü çözümler maddi olmaktan başka bir gaye taşımaz. İnsanı sadece maddi bir varlık o-larak değerlendirirsek, onun ruhi ve şahsi-yetini tahfif etmiş oluruz. İnsan, en kâmil varlık olarak mekanik hazlarının baskısın-dan uzak, düşüncesi ve ruhuyla büyük-tür. Bu büyük varlık ulvi ve külli kaynak-

tan gelmiş iken hayvan ve nebatın geçir-diği merhaleleri, onun hayatının nihai ga-yesi ve hedefleriyle aynileştirmek… Her halde böyle bir anlayış bütün keyfiyet de-receleriyle akıllı mazisi ve geleceği olma-yan bir ahmaklık numunesidir diyebiliriz.

Varlığın sukut aynasında sukut uykusu-na, bir ölüm sessizliğine gömüldüğü bir karanlık gecede kara bir karıncanın ayak pıtırtılarının bir mavzer mermisi sesinden daha bir katiyetle duyulduğuna, duyan bir gücün varlığına iman etmiş bir gönül için ölüm, boşluğa düşmüş bir yokluğu değil; varlığa bilenmiş gerçeğin, erdemine, idra-kine ermek değil midir?

Diğer taraftan inanmakla birlikte kendi-lerini zamanın ve mekânın merkezi kabul eden zavallı beyinler de var. Tekerleğin bulunmasıyla atlı arabalara binip kalabalık maiyetlerini, önünde diz çöktürenler ken-dilerini egemenliğin, gücün mutlak sahibi görenler kulağına giren bir zavallı sivrisi-nekle baş edemeyip, önünde secdeye ka-panmalarını emrettiği kullarına, başını tok-maklattıran “güç benim, tanrı benim” di-yenlerin tanrılıkları kendilerine de çevrele-rine de hiçbir fayda vermedi. Tanrıya mey-dan okuyarak tanrılıklarını ilan edenlerden bazılarını, nehir, rüzgâr, taş yağmurları bü-tün savaş debdebeleriyle birlikte yuttu da gören gözlerin teslimiyetten kalpleri eridi. Ama görmek istemeyenlerin yine de akıl-ları başlarına gelmedi. Onlardan geriye ka-lan, tarih müzelerini süsleyen kalıntıların-dan başka bir şey kalmadı. Onlara bir sö-züm yok, diyordu.

Aydın-entelektüel kabiliyet, ne bir gaze-tenin köşe yazarı ne de bürokrasinin her-hangi bir makam ve mevkiinde bulunmak-la ifadelendirilen bir maharettir. Aydın-en-telektüel kabiliyet aslında bir unvan ara-yışı veya bir unvanın alınışı değildir; o bir kimliktir. Bu kimliğin hedefinde kendi tari-hine en derin mana itibariyle sadakat ile kendi insanıyla birlikte tarihine, örfüne, i-nanç değerlerine aynı derecede sadakat ve onları kendi toplumuyla birlikte gelece-ğe taşımak için canlı, hareketli bir iradeye sahip olma keyfiyetidir.

Page 28: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

28

Koltuklarının altında taşımaya veya ma-kam odalarının en güzide köşelerinde as-maya meraklı oldukları yaldızlı mühürlü ve imzalı diplomalarıyla, bu diplomaların göl-gesi altında tercüme eserleriyle bir kim-seyi ne aydın sınıfına koyabilir ne de onla-rı âlim ve arif kılabilir.

Yatak odasında ayrı bir ihtimam göste-rerek beslediği süs köpeğinin bir aylık ba-kım ve beslenme gideri, Anadolu bozkırın-da vasat bir ailenin en az bir yıllık geliri-ne bedel bir harcamaya tekabül eden bu muvazenesizliğin adı konulamıyorsa, bariz bir hata var demektir. Ve bu durumda ik-tidarın gücünü bazı sınıflar kendi araların-da taksim edebiliyor ve onun kavgası veri-liyorsa aslında o toplumun siyaseti de, hu-kuku da ve ekonomik dizeni de şiddetten yakasını kurtarmaz. Dolayısıyla birey o dü-zende düzen için her zaman bir tehlike un-suru olarak görülecektir. Bireyini kendi ha-yatiyeti için birer tehlike objesi gören bir sosyal siyasi düzende, topluma istikamet verecek ehliyette aydın- entelektüel beyin yok demektir. Entelektüel beyinlerin ideo-lojik hüviyet kazandığı toplum veya millet-ler de iflah olmaz.

Bu düşüncesini her zaman yakın çevre-siyle paylaşmakta mani görmüyordu. Kim hangi karine arkasında siyaset veya ideo-lojik hamlelerini hukuki zemine, daha doğ-rusu hukuki zemini kendi ideolojik arzuları-na uydurma gayreti içine giriyorsa, toplu-mu güdülmeye müsait yığınlar olarak de-ğerlendirdiği için toplum hassasiyetlerinin iktidara taşınmasına tahammül edemiyor demektir. Demokrasinin anlam ve ruhu-na aykırıdır. Aslında demokrasinin ruhun-da taşıdığı, hayatta tezahürünü beklediği dünya görüşü istikamet, toplumsal has-sasiyetlerin iktidar olmasıdır. Fakat biz-de müstebit ve muktedir azınlıkların, ka-hir ekseriyet üzerindeki nüfuzlarını devam ettirmek için imaline gayret ettikleri bir takım kavramların süslediği müeyyideler sistematik uyutma politikaları, güç odak-larının yedinde olduğu içindir ki rejim, de-mokrasi ile totaliter zabıtan imtiyazından mürekkep nev’i şahsına münhasır bir hü-

viyet arasında isim bulamamış bir rejim i-majını sergiliyor.

ÖlümRuhu ve ölümü, bedenin biyolojik ve fiz-

yolojik bir takım lezzetlerin terkip ve imti-zacıyla meydana getirdiği bir hareket se-bebi, tabir-i caizse cam kavanoz içine ko-nulan gazyağı ve fitil telakkisinde olanla-ra göre gazın bitmesi ile ölüm benzerliği-ni kuranlar için bu gibi zamanların hiçbir e-hemmiyeti farikası olmaz olmayabilir. A-ma ruhun ve bedenin bir kandil olmayıp başlangıcı ve sonu olmayan bir kudretin eseri olduğuna emin olanlar bu gibi za-manların seyrine başka bir gözle bakarlar. Evrende insanın ruhunu okşamaya, onu mest etmeye ve manevi teslimiyete gark eden o kadar çok alametler vardır ki ba-kan ve görmeye muktedir gözler için bu-lunmaz fırsatlardır.

Ölümü bilmeden yaşamak, yaşarken ö-lüm gerçeğinden habersiz yaşamak ne kadar çirkin bir ölüm ise ölümü bilerek bir mühürlenmiş emanet gibi üzerinde taşı-yarak yaşamak da o kadar güzel bir ölüm olsa gerek.

Kentin bir yerlerinde yaşayıp ölümü bil-memek, başını yastığa koyarken yarına u-yanacağına inanmak ne kadar korkunç bir ölüm ise başını yastığa koyarken ölüm meleğine kendini teslim eden, kendini o-na emanet ederken gelen ölüm o kadar güzel bir ölümdür.

Kentin bir yerlerinde, ölümü bekleyip ö-lememek veya kentin bir yerlerinde fakir fukaranın, uzağından bile geçmeye cesa-ret edemediği bir yerlerinde yorgun göz-lerle ölümü beklemek. Kapalı kapılar ar-dında bankaların gizli hesaplarında istif e-dilen banknotlarının hesabını yaparken a-niden basan ölüm meleğinin elinin ağırlı-ğını göğüs kafesi üzerinde hissetmek, can boğazından bir demet karaçalı çekilircesi-ne acıya boğulmak. Aniden yığılarak boş-luğa baktıran ölüm ne kadar çirkin ise ço-cuklarına, çocuklarının annesinin dudakla-rında mutlu bir tebessümün tomurcuğuna can vermek için bir inşaatın bilmem kaçın-cı katından boşluğa düşerken gelen ölüm

de o kadar güzeldir.Masa başında, bağında bahçesinde,

elinde kazma küreğiyle evinin bereketi-ne hizmet ederken gelen ölüm, bir kömür madeninin yerden kaç yüz metre aşağıda gelen ölüm ile insanlıktan habersiz bank-not hesaplarını yaparken gelen ölüm ay-nı ölüm mü?

Kara ölümle beyaz ölüm.Kara ölümle beyaz ölüm bir olur mu? Bilenle bilmeyen bir olur mu?Görenle görmeyen bir olur mu?Boynuzlu ile boynuzsuz nasıl bir olsun?

Ne buyrulmuştu? “Onlar ki şimşek ne-redeyse gözlerini kapıverecek şekilde ön-lerini aydınlattı mı ışığında hemen yürürler ama karanlık üzerlerine çöktü mü kazık gi-bi dikilip kalırlar”.

Lambadaki gazın tükenişi gibi ruhun be-denden ayrılışını aynı keyfiyette mütalaa edenler ya inatlarından ya da inanmama-ya inat edenin inanmama inadını bir huy edindiklerinden ölümü de gazı biten fene-re benzetirler. Çünkü “varlık, suret, kuv-vet, hareket, zaman, mekân” nedir bilme-dikleri için gaz misali onlar için fazla bir a-zap da vermez. Hayatı maddi hazlardan mürekkep telakki eden nefislerin dünyası, gazı bittikten sonra gömüldüğü karanlıktır. Çünkü kapasiteleri gereği onlar karanlığın yaratıklarıdır, aydınlığı bilmezler.

Ölüm boşluk mudur?Hiçbir şey boşluk olmadığı gibi hiçbir

şey boşlukta başıboş da değildir. Eğer boşluk denilen izafiyet var ise boşluk da kendine bir dayanak noktası aramaktadır diyemez miyiz? Her şey kendisine tayin e-dilen bir yere doğru kayıyor. Her şey tayın edilen bir zamana akıyor.

İnsan, kendini anlamadıkça veya insa-nın kendisi anlaşılıp tanınmadıkça, sos-yal siyasal, kültürel ve iktisadi hayat ile o-lan münasebetlerinin anlaşılması müm-kün değildir.

Page 29: KÜN EDEBİYAT

29

KÜN EDEBİYAT

“Bir kitabın sayfalarını çeviriyor gibiydin. Yeni başladığın bir kitabın. Nerede karşıla-şacağını tahmin etmeye çalışsan da bilmi-yordun tam olarak. Seni kendine çekiyor-du bu yüzden. Sen okudukça var oluyordu bir şeyler, satırlar alt alta dizildikçe, sesi gi-bi yüzü de soğuktan titreyen ırmağa yaklaşı-yor, akıntıya kapılıyordun. Her akıntıya ka-pılanın başına gelenler senin de başına geli-yor, gerçeklik duygusunu yitiriyordun önce, sonra bütün bunlar gerçekmiş gibi geliyor-du birden, yani bir bulup bir kaybediyor-dun, bir yandan da çıkmak istiyordun dışa-rı, hatta akıntıyı kontrol etmek istiyordun; öyle olunca da, sözcüklerin arasındaki boş-luklar büyüyor, sen oralardan geçip bir de diğer yüzünden okumaya çalışıyordun.”

Bir epigraf şeklinde yukarıya aldığımız bu sa-tırlar, kanaatimce romanın tüm gizemini çö-zecek anahtar cümlelerdir. Eğer bu ilk satırla-rı gözden kaçırmışsanız, ya da okurken pek ö-nemsememişseniz, romanın devamını da an-layabilmeniz oldukça zor olacaktır diye dü-şünüyorum. Zira, roman kahramanı Metin Adıgüzel’in tüm hayatı, bunalımları, buhranları ve şizofrenik hallerini bu satırlarla beraber çö-züyoruz. Tek bir kişilikken, okuduğu kitapların ve satırların arasında kaybolan, gerçeklik duy-gusunu yitiren ve çift karaktere dönüşen Metin Adıgüzel’i anlatan satırlardır bunlar.

Yarım, 12 Eylül darbesini anlatıyor. Lakin Et-hem Baran’ın darbeye yaklaşımı, o dönemi an-latan birçok romandan farklıdır. Yazar, roman-da 12 Eylül’ün insanın ruhuna ve psikolojisine indirdiği darbeyi anlatmayı yeğlemiştir.

İlk bakışta roman, içerisinde üç ayrı kahrama-nı barındırıyor gibi dursa da romanın sonuna yaklaşıldıkça üçün teke indiğini görüyoruz.

Üçüncü kahraman çoğu zaman ikinci kah-ramanla birleşiyor ve roman onun ifadeleriy-le ilerliyor. Esas olarak romanın iki temel kah-ramanına bakılacak olursa; bu kişiler ilerleyen sayfalarda daha açık görüldüğü üzere Metin ve Adıgüzel’dir. Bu iki kahramanın birbirleriyle mektuplaşmaları tek başına romanın kurgusu-nu oluşturuyor.

Roman, anlatıcının Metin hakkında söyledik-leriyle başlıyor ve daha ilk sayfada eserin yazıl-ma gerekçesini de ortaya koyuyor; “Geldin, bu-rayı gördün. “Yazmalıyım” dedin kendi kendi-ne. Burada kaybolmamak, belleğindekileri yitir-memek, sahip olduklarını yakalayıp onlara yeni-den sahip olmak için yazmalıydın.”

Bu satırlar romanın başlangıç cümleleri ol-makla beraber ilerleyen sayfada şizofrenik ha-li hissediyoruz. Satırları kaleme alan, şehirden gitmek isteyen, kendisiyle birlikte diğerini de o-radan uzaklaştırmaya çalışan aynı kişiler değil midir? Daha ilk sayfalarda kahramanlarla ilgi-li zihnimizde soru işaretleri oluşmaya başlamış olsa da, kesin bir şekilde kahramanın tek bir ki-şi olduğunu söyleyemiyoruz. Ne zaman kesin bir tespitle gerçeği ortaya koymaya çalışsak, ya-zar büyük bir ustalıkla bizi bu düşüncemizden vazgeçiriyor ve romanda sanki iki farklı kahra-man varmış gibi sayfaları çevirmeye devam e-

Ercan KÖKSAL

YARIM KALMIŞ HAYATLARIN YARIM KALMIŞ ROMANI

YARIM

Page 30: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

30

diyoruz. Karlar Şehri’nde Yazılan Satırlar

Metin, kendi hikâyesini Karlar Şehri’nde soğuk otel odasından kaça-rak sığındığı Yeşim Pastanesi’nde yaz-maya başlıyor. Ancak ilk satırlarla o-kuyucuya Karlar Şehri’nin de aslında bir kurgu ve hayal olduğunu hissetti-riyor. “Gerçi yazmasam da her şey ak-lımdaydı ve her defasında karlar şeh-rine uzundan da uzun yolların sonun-da geliyor burada, geçmeyen haftaları, geçmeyen ayları, geçmeyen yılları ge-çiriyordum. Yaşamadan yaşıyordum yani.” Bu satırlarla da anlıyoruz ki; Metin’in hayatı, yaşanmayan, tamamıy-la kurgulanmış bir hayatın hikâyesidir. “Yaşamadan yaşıyordum” ifadesi de bu durumun bir delilidir.

Metin’in portresini çizdiği Karlar Şehri’ne, yağan yağmur bile hareket kazandıramaz. Öylesine boş ve hare-ketsiz bir şehirdir. Bu şehirde çoğu za-man otel odasına, bazı zamanlar pas-taneye sığınan, Karlar Şehri’nde “geç-meyen günleri”, sonra geçmişi, sev-giliyle geçen zamanları hatırlayan ve kâğıda dökmeye çalışan Metin, Yu-suf Atılgan’ın Zebercet’i ve Albert Camus’un Yabancı’sındaki Meursault kadar topluma, hayata, kendine daha da önemlisi, yaşadığı Karlar Şehri’ne yabancılaşmış, yalnızlığını yağan yağ-murla imgeleştiren bir kahramandır.

Metin, Ankara’daki üniversite eği-timinin ardından bir Doğu Anadolu şehri olduğunu düşündüğümüz Karlar Şehri’ne memur olarak atanır. Ailesini ve sevdiklerini geride bırakarak otobü-se atlar ve uzun ve yalnız bir yolculu-ğa çıkar. Metin’in çevresine yabancılaş-ması daha otobüste başlar. Muavinin teybe koyduğu kaset, Metin için hiçbir şey ifade etmez. Yine muavin ve şo-förün tavırları onun dünyasına olduk-ça uzaktır.

Otobüs, Karlar Şehri’ne gelir, lakin o, etrafına baktığında ortada bir şehir göremez. “Pis, kapalı bir hava ve yağ-mur. Bir iki kulübeden oluşan otogar. Çamur diz boyu.” Bu durum, büyük bir şehirden çıkıp gelen birinin yaşadı-

ğı ikinci şaşkınlık olur. Taksiye atlayıp bir otele gider ve yağmur eşliğinde bir gece geçirir. Yaşadığı bu yeni şehirde sürekli geçmişini, öğrencilik yıllarını, geride bıraktığı sevgilisi Esma’yı düşü-nür. Bütün bu düşünceler Metin’in yal-nızlığına daha bir yalnızlık katar. Ken-dini bir otel odasına kapatır, çevresin-deki tüm olanlardan soyutlar. Ona eş-lik eden şey yalnızca yağmur ve kar-dır. Sonra yazmaya çalıştığı roman… 12 Eylül’ü anlatan bir roman yazma-ya karar verir. Yazmaya çalıştığı roma-nın ana hatlarını da belirler. “Siyasi bir roman yazmak istemiyordum. O kar-maşa dönemi romana doğrudan yan-sımamalıydı, ondan tamamen uzak ol-ması da düşünülemezdi elbette. Zaten o dönemi yazmak şuan için zor görü-nüyordu.”

Sürekli Karlar Şehri’ne dair izlenim-lerine yer veren Metin, şehri en başın-dan beri hiç sevmez. Sabahlara kadar yağan lapa lapa karlar, ona göre şeh-rin sevilebilecek tek yanıdır. “Şehrin meydanı bulanık bir havanın gerisin-de ağır ağır karlara gömülüyor. Bu bu-lanık, boz görüntüyü bacalardan çıkan kara dumanlar lekeliyor. Caddeden at-lı kızaklar geçiyor zil sesleriyle.” Böy-le bir şehir olsa olsa kahramanın yal-nızlık duygusunu arttırır. Yalnız bir o-tel odasında Adıgüzel’le mektuplaşma-lar… Zaman zaman da Esma’ya gön-derilen mektuplar… Tek dost, tek sır-daş… Geçen zaman, onu yalnızca i-çinde bulunduğu şehre yabancılaştır-maz, tüm geçmişini, hayatını da silik-leştirir. Şimdi yalnızca anılarının izini sürmeye, onları kağıda dökmeye ça-lışır. Sonraki aşama daha da korku-tucudur. Kitapların dünyasında yaşa-yan, hayatı kitaplardaki gibi zanneden, sonra gerçekliğin kitaplardan oldukça farklı olduğunu fark eden ve bunalıma düşen bir kahramandır Metin.

“Gerçek olmadığını bildiğiniz bir şey, bir gün, hiç ummadığınız bir an-da gerçeğe dönüşebilir miydi ?”Metin bu soruyla birlikte, o ana kadar haki-kat ve hayal arasında gidip gelen Adı-güzel ile karşılaşıyor. Fakat bu karşılaş-mada da okur, Adıgüzel’i Metin’in on

yıl sonraki hali olarak düşünüyor. İki-si arasındaki diyaloglar parçalanmış ve biri mahkûm diğeri memur olan iki ki-şiliği yansıtıyor. Bu karşılaşma Metin’i kendi kendini sorgulamaya, hakikat ve hayal arasında gidip gelmelere ve şüp-heye sevk ediyor. Metin, roman kahra-manıyla karşılaşan, karşılaştıktan sonra romanını yarıda bırakan biridir artık.

Hapishaneden yazılan satırlar

Romanda okuyucunun, hayat hikâyesine şahit olduğu diğer kahra-man olan Adıgüzel, 12 Eylül döne-minde siyasi bir suçtan dolayı hapis-haneye düşen, bu yüzden tüm hayal-leri yarım kalan bir kahramandır. Ya-zımızın başında da söylediğimiz gibi, eserde iki farklı kahraman varmış gi-bi görünse de biz kahramanın yalnızca bir kişi olduğunu anlıyoruz. Lakin ya-zar romanın başından sonuna varınca-ya dek okuyucuyu eserde farklı iki kah-raman olduğuna inandırıyor.

Hapishaneye düşen Adıgüzel ve Karlar Şehri’nde görev yapan Metin’in ortak yanları olduğu gibi farklı yanları-nın da olduğu gözden kaçmıyor. Ör-neğin her ikisinin de kitaplara düş-kün olması, çok okuması, sonra sü-rekli bir şeyler yazmakla meşgul olma-ları onların ortak yanlarıdır. Öte yan-dan Metin’in hayat karşısındaki tesli-miyetine ve yabancılaşmasına karşın, Adıgüzel’in tüm olumsuzluk ve çare-sizliklere karşın direnmeyi tercih edi-yor oluşu ve en zor zamanlarında inan-cına ve Allah’a sığınması onun farklı bir özelliğidir. Metin’in hayata tutun-masını sağlayacak hiçbir olumlu faktör yokken, Adıgüzel’in hala tükenmeyen idealleri ki, en önemlisi hapishaneden çıkar çıkmaz sırf adalet için Hukuk fa-kültesine devam etme arzusudur. Yi-ne kendisini tanımadığı halde sürekli mektuplaştığı genç kızın telkinleri onu ayakta tutan önemli faktörlerdir. Adı-güzel, ne vakit ümitsizliğe kapılsa, te-selliyi kitapların sayfaları arasında bu-luyor. Bu da onun hayata tutunmasın-da önemli bir etkendir. Metin’in tesli-miyetçi tavrına karşın, sorgulayıcı, ek-

Page 31: KÜN EDEBİYAT

31

KÜN EDEBİYAT

rak hissettiriyor. “Zarfın üzerindeki posta damgaları. Hep aynı yerden a-tılmış gibi”, “Yazılardaki benzerlik”, …. “Kuşku! Kuşku!.. İşin içinden çı-kamıyorum. Bunalıyorum artık.” … “Allah’ım yardım et…”, “Artık daya-nacak gücüm kalmadı.” “Zavallı bir in-sanım.” “Kendini toparla oğlum. Ne-ler oluyor?” “Allah’ım yardım et…” “Neden?!... İşte başlangıcından bugü-ne kadar… Kendi yalanıma kendim i-nanmaya başladım.”

Burada yer verdiğimiz bu alıntılar, kahramanın her geçen gün şizofrenli-ğe doğru nasıl gittiğini, bunalımları ve en son kendi yalanına kendisi inanan bir kahramanın sürecini en iyi ortaya koyan cümlelerdir.

Romanda edebi eleştiri

Kendisini kitapların dünyasına kap-tıran Adıgüzel’in edebi eser ve roman konusundaki düşünceleri de olduk-ça dikkat çekicidir. “Piyasadaki bütün “nitelikli” kitaplar insanın iç dünyasını anlatıyor. Bir yaprağı, bir gülü, doğa-yı tasvir eden kitaplar pek tutulmuyor diye düşünüyorum. Ağza alınmaya-cak sandığımız sözcükler kullanılıyor ve akla hayale gelmedik olaylar anlatı-lıyor. Çok özür dilerim, “ osuruk, bok, vb.” kelimeler kullanılıyor; insanın bu eylemleri yaparkenki durumu, cinsel-liği, bastırılmış duyguların ortaya çıkış biçimleri ortaya dökülüyor. Bazıları da mesela havanın durumunu, göğü, bu-lutları tasvir ediyor, hem de sayfalar-ca. Ne gerek varsa… Ben de yukarıda söylediğim gibi bir öykü yazdım. Uma-rım seni meşgul etmiyorumdur.”

Yine bir başka sayfada yazarın psi-kolojisiyle ilgili tespitler de oldukça dikkate değerdir;

“Bir yazar, romanında havayı tasvir ederken, kahramanı, eğer bulutları gri, beyaz, küme küme görüyorsa iyimser-dir ama gökyüzü mavi ise o adamda dert, keder, melankoli vardır.”

Bütün bu tespitlerden sonra edebi-yatın neyi anlatması gerektiği konusu-

na da değiniyor; “İnsan psikolojisi ko-nusu. İnsanı anlatmak çok önemli. Eş-yayı, doğayı, yani otu böceği tasvir et-mek biraz demode oldu artık. Aslo-lan insanın iç dünyası; hani o karmaşık duygular, psikolojik olaylar var ya. Ö-zellikle çağımız, nevrozlu insanın ço-ğaldığı çağ; teknoloji, artan ekonomik sıkıntılar, değişikliğe duyulan ihtiyaç… Biraz da meseleye bu açıdan yaklaşa-bilmek önemli.”

Bütün bu tespitler için kahraman Adıgüzel’in mi yoksa yazarın mı tes-pitleri demek gerekir? Bana kalırsa meseleye bizzat yazarın tespitleri ola-rak bakmakta fayda var.

Eserin bir yandan yazılma serüveni devam ederken, diğer yandan eserde-ki bazı aksak ve eksik yönlerin yazar tarafından roman kahramanı Adıgüzel vasıtasıyla eleştirilmesi de romana ay-rı bir hava katıyor. Bu eleştiri, roman-da okuyucunun eksik ve yanlış gördü-ğü kısımları okuyucudan önce kahra-man vasıtasıyla yazarın itiraf etmesin-den başka ne olabilir? Böyle bir yön-temle yazar bir bakıma “ben bir eser ortaya koyuyorum, ama şu noktaları-nın da eksik olduğunu biliyorum” de-meye getiriyor.

Sonuç yerine

Yarım’ın, her ne kadar bazı yerle-rinde kahraman Adıgüzel’in bir vaiz gibi konuşturulması ve inanç ve kar-şı ideolojiler hakkındaki genel yargı-ları, roman için çok da kabul edilme-si mümkün olmasa da genel anlamda 12 Eylül’ün insanın ruhuna indirmiş olduğu darbeyi hamasi bir dille anlat-mak yerine psikolojik tahlillere önem vererek, bir bireyin üzerinden anlatı-yor olması romanı cazip kılan yönle-ridir. Okuyucunun belki de romanı o-kuyana kadar pek de düşünmediği 12 Eylül mağdurlarının ruhlarına, zihinle-rine indirilen darbeyi, bir roman vası-tasıyla yeniden hatırlaması kanaatimce romanın amacına ulaşması için yeterli bir nedendir.

sik yanları eleştiren bir kahramandır. Eserde Adıgüzel, bunalıma düştüğü

zamanlarda aynen Metin’de olduğu gi-bi geçmişe dönmeyi tercih ediyor, ya da yazarak, kendine suni bir dünya in-şa ederek gerçeklerden kaçmayı yeğli-yor.

Çoğu zaman aynaya baktığında ken-di içindeki bir diğer kahramanla mü-cadeleye giriyor. İdealler ve umutla-rının var olmasına rağmen, insanlara karşı küskünlüğü ve güvensizliği, hatta kendinden bile şüphe duyma gibi bazı özelliklerini de söylemekte fayda var. Bütün bu özellikleriyle Adıgüzel’in bir benlik parçalanması yaşadığını, şi-zofrenik bir halinin olduğunu hissedi-yor olsak da, onun her defasında “ben hasta değilim” şeklindeki savunmaları ve Allah’a teslimiyeti savunuyor oluşu okuyucunun tespitini geciktiriyor.

Adıgüzel, bütün bu bunalım ve buh-ranlarına rağmen kendisi için bir ta-nı koymaktan da geri durmaz. Erich From’dan okuduğu kitaplar sayesinde kendisinin de Sizofren değil, Parano-yak olduğu sonucuna varır.

Dört duvar arasında geçen yıllar, o-na hapishaneye ne için girdiğini ve yıl-larca uğrunda mücadele verdiği dava-sını da sorgulama imkanı tanır. Bu sor-gulamalar neticesinde savunduğu da-vanın kendince eksik ve yanlış yanla-rı olduğunu fark eder ve kendisine ye-ni bir ideolojik yol belirler. Bu durum da Adıgüzel’in hapishanedeki değişim ve dönüşümünü ifade eder.

Eser ilerledikçe Metin ve Adıgüzel’in hep bir araya gelme arzusu taşıdıkları-nı görüyoruz. Bunu bir aşırı yorumda bulunmamız gerekirse; parçalanmış ki-şiliklerin bir araya gelme, yeniden birli-ği yakalama çabası olarak da değerlen-direbiliriz.

Adıgüzel’in notlarını karıştırırken birkaç ay öncesinde yazmış oldu-ğu notlarını bulması ve kağıda mad-deler halinde yazılmış satırlar Me-tin ve Adıgüzel’in aynı kişiler olduğu-nun işaretlerini vermekle birlikte yi-ne Adıgüzel’in şizofren bir kahraman olduğunu okuyucuya artık kesin ola-

Page 32: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

32

Elif SÖNMEZIŞIK

Bir şehir daima dünyanın ortasındadır. Şehir-lerse dünyanın kalabalıklarını taşır.

Bütün duyuları fazladan mesai ile çalıştı-rırlar, baktıkça derinleşirler, derinleştikçe çoğalırlar. Onlar çoğaldıkça kaybolur ve kendi hikâyelerinden uzaklaşır.

Çoğu şehir, hikâyesinin çok uzağında kalmıştır artık. İstanbul ise hikâyesi ve yazgısı değişmeyen bir şehir. Değişen bütün fizikî unsurları, değişmeyen cazibesine hizmet ediyor.

Eylüllerden birinde, dünyanın bu kadar ortasın-daki şehrin çıkmaz sokağında, yorulmayan çocuk seslerinin yankısında yılın akşam kızıllığına uyanır-ken tam da bunları aklımdan geçirmekteyim. Yaz-dan arta kalan birkaç gün içinde, hazır okul mesaisi başlamamışken gece yarılarına dek doyasıya oyun oynayabilme telaşlarını izliyorum. Çıkışı olmayan bu sokağın sonundaki balkonun üzerinde bu çocukla-rın bin bir çeşit konuşmalarına tanık olmam, onla-rın dünya acılarına olan aldırışsızlıklarını ve hiçbir zarara sebep olmamış halleriyle bunda ne kadar haklı olduklarını anlatıyor bana. Duvarları ıskalayan sesler, açık pencereler veya kapılardan oluk oluk içeriye akarken artık çocuk olamayanlara ve belki de hiç olamayacaklara dair endişelerim gün yüzüne çıkıyor.

Eylül ki; yılın akşamüstüdür.Ve daima değişken kalabalıkların mevsimi… Bir taraftan büyük şehirlerin içinde ama büyük

bunalımlardan epey uzaktaki çocukları serinletirken, dünya keşmekeşinin derininde bir yerde üzerleri toz bulutuyla örtülmüş olan savaş çocuklarına, manası henüz anlaşılmayan semboller fısıldayacak kadar işgüzar olabilir.

Belki de bu yüzden Eylül hiç hüzünlü sesler fısıl-damadı bana. Çünkü hüzün çilekeş bir sükûta sa-hiptir ve aleni olmakla anlamından epey uzaklaşır. Ona uluorta acıları yakıştırırım. Rehaveti keskin bir ayazla yere seren, silkeleyerek uyandıran, her ne varsa berrak yüzeyinde resmeden, miskinlikten

HÜZÜNSÜZ EYLÜL

hayli uzak bir uyarıcı ve bir yaz kandırmacası olarak görürüm. Hiçbir meselenin doğru dürüst muhase-besini yaptıramaz size. Eylül’ün sert ve sarı gölgesi kırlık yamaçları seyre çıkmışken şehirlerde hareketli manzaralar eşliğinde görünür. Yılın aydınlığı artık solmak üzere olduğunda, kalabalıklar da yığılmaya başlar öbek öbek. Sabah ayazları son yeşilleri eski-tir ve taşları diriltir çiğ taneleri.

Eylüller beklemeyi anlamsızlaştırır. Planların ey-lem dönemleri ve “hareket vakti”dir. Ondan belki, zamanı aşan tahriplerin arasında kimliğini yitirmiş bir hâlde kendi mevsiminden bihaber oturmaktadır. Yani hüznün lüksünden oldukça uzaktadır.

Aşırı dinlenmişliklerin üzerine paldır küldür düşen Eylül, hakkında çıkan romantizm yakıştırmalarına gürültülü bir yorumsuzlukla tepkisiz kalırken hiç de sakin olmayan bir yaşamla yoğurur bizi. Yeni haber-lere hazırlar.

Ve yine Eylüllerden birinde çocuklar düşüyor ak-lıma. Çünkü dünyanın “orta” yerinde, savaş çocuk-larından kiminin sabaha, kiminin kıyamete dek sü-recek sessizlikleri yığılıyor üst üste. Sırasız, sınırsız, sayısız ve konuşma gayretiyle dolu bir suskunluk hâli onlarınki. Savaşı yaşayanların esir, aç olanların mülteci olduğu bu dünyada giderek eriyen sözlerin-de birkaç ölüm acısı ve omuzlarına yüklenmiş sa-yısız hasretleri var. Ferah bir sabahtan ve Eylül’ün hüznünü eğrilte dirilte çorbaya çeviren şehirlilerin kayıtsızlığından çok uzakta, akıbeti belirsiz bir deği-şime hazırlanıyorlar. Çok yakınımızda bir yerde kay-natılan savaş kazanı kaç canı yakacak, yakabileceği kaç canın kardeşini kazanın altına sürecek?

Düşüncelerimi darmadağın etme pahasına onla-rın olası Eylül’ünü İstanbul’dan seyrediyorum.

Minarelerde yavaş yavaş şehri terk etmeye ha-zırlanan kuşların son dönüşlerini izlerken savaş yüzünden okula gidemeyecek çocukları düşünüyo-rum. Onlar adına alınan sayfalar dolusu uluslararası karara rağmen bir türlü huzur bulamayışlarını ve anormale tepkisizleşmelerini sağlayacak bir düzen arayışında olan büyüklerinin ne yaptığını anlayacak

Page 33: KÜN EDEBİYAT

33

KÜN EDEBİYAT

durumda olamayışlarını düşünüyo-rum.

Hala yüzümüzü yakan güneşin ve çoğalan nem bulutlarının ardındaki vapurların düdüklerini çığlığa ben-zetecek duygulardan habersizken bomba seslerine aşina Ortadoğu ço-cuklarını düşünüyorum. Dünyadaki dengesiz dengenin devamı için daha kaçının ölmesi gerekir sorusuna bir cevap bulmaktan kaçınıyorum ve va-pur düdüğü çığlığa dönüşüyor.

Mutlulukların bir yükselip bir al-çalan ibresinin havaya temasıyla ortaya çıkan küçük kıvılcımların cızır-tısıyla beslenen şehirdeki çocukların mutluluk seviyesini düşünüyorum. Ve bunun dünyaya oranla seyrini… Masumiyetleri tahminlerimi utandırı-yor ve sadece iyiyi dilemenin acizliği ile cebelleşiyorum.

Ağaçların çok yakın zamanda kaybolup, tüm bitkilerle beraber gi-yineceği “turuncukahveringi” rengi-ne son yeşil demiyle selam duruşu karşısında kuraklık ve kıtlık geliyor aklıma… Ve bir çocuğun çığlıksız ölümü… Ve onlara ne kadar bor-cumuz olabileceğini düşünüyorum; zararlı çıkıyorum.

İstanbul’un Eylül manzaralarından hüzün akmıyor. Asırlık taşlar asıl renklerine kavuşurken hiç olmadığım kadar gerçeğin aşinası oluyorum. Gidecek kuşlar, vapur çığlıkları, mut-luluk kıvılcımları ve son kalan yeşil ağaçlar, dünyadaki acının akıbetini sorgulatıyor bana.

Ilık ılık esintinin dönüp dolaşıp gel-diği yerden çıktığı daracık, benzer saatlerde uyuyan, uyanan, yemek yi-yen, çocukları oyun oynayan, bir kaç kapının ardındaki hanelerin bulundu-ğu bu küçük, eski ve çıkmaz İstanbul sokağının Eylüllerine dönüyorum.

Eylül, karşısında üşümekten utan-mayacağım bir kördüğüm analizi gibi. Ayın muhtelif günlerindeki mü-him yıldönümlerine hiç bulaşmaya-cak kadar sessiz yürüsem de acıdan payımı almış oluyorum. Eylül ki; o gö-revini hiç gizlenmeden yerine getirir. Değişimin hisselerinden istemesek de payımızı alırız.

Bir çocuk bakıyor kapı aralı-ğından. Gözlerindeki o tatlı tebessüm bana söyleyeme-

diklerini anlatıyor. Beni çağırıyor… Gitmek isteyip de gidemediğim yıllarıma doğru bir hüzün penceresi açılıyor yüreğimin kapı aralığından ve anılar belleğimde kıpraşmaya başlı-yor.

Maziden esen o tatlı meltemin büyüsünde bir bahar günü canla-nıyor gözümde. Kırlarda papatya topladığım güneşli bir günün verdiği mutlulukla akşama kadar oynayıp da yorgun düşmüş bedenimi eve sürüklerken hissettiğim o tatlı yor-gunluk… Bir bahar gününde başım-daki papatyalardan yaptığım tacım, ellerimde kınalarım ve yüreğimde o masum duygularla anneme doğru koştuğum anlar… Sonra yağmurlu bir günde tarlalardan topladığım ge-lincikler… Sahi nasıl da kıyabilmiş-tim onlara, şimdi yüreğim sızlıyor. Ama anneme, anneler gününde en değerli hediyeyi vermek istemiştim. Ve biliyordum ki; ‘o kutlu varlık’ ben-den daha güzel bir hediye almadığını söylerdi her zaman. Ben de onun için sevgimi vermek istemiştim an-neme… Oysa ki koparmak için her elimi uzattığımda o meşhur hikâye gelirdi aklıma, ezilmiş zikredemeyen çiğdemin hikâyesi… Yüreğim sızla-makla beraber bir müddet tahayyü-lümde canlandırmaya çalışır, sonra da dayanamaz koparırdım vurdum-duymazlıkla.

En sevdiğim çiçek gelincik çiçeğiy-di. Belki annemin bana hep gelinci-ğim diye seslenmesinden seviyor-dum bu çiçeği bilmiyorum ama şimdi

GELİNCİK

Funda GÖKCEN

daha iyi anlıyorum… O zamanlar kıp-kırmızı gelincikler arasında daha aç-mamış olanları koparırdım hep. Kü-çük küçük, yumurtaya benzeyen oval toplar gibiydiler. Onlara bakmak öyle büyük bir zevk verirdi ki bana. Uzun uzun seyredip kabuklarını soyar, için-deki gelinciği çıkarırdım büyük bir heyecan içinde. Daha dış dünya için hazırlıklarını tamamlayamadığından olsa gerek, o güzelim yaprakları kırış kırış ve açık pembe renkte olurlardı. Galiba annemin bana neden gelinci-ğim diye seslendiğini ve gelincik çi-çeğini neden bu kadar çok sevdiğini anne olunca daha iyi anlamaya baş-ladım. Annemim gözünde bu çiçek beni tasvir ediyordu. Daha kendini hayata hazırlayamadan birinin gelip onu acımasızca koparması, yaprak-larının açık pembe ve kırışık olması, ıslak, titrek yapraklarındaki yağmur taneleri, rüzgârda yapraklarının ko-pacak kadar narin ve kırılgan olması mıydı ki annemin belleğinde gelincik-le aramıza örülen bağ?

Aradan yıllar geçti ve ben de bir gelincik sahibi oldum. Şimdi yağmur yağmakta ve ben annemi hatırladım yine… Buğulu camlardaki yağmur damlaları bana hep annemin göz-yaşlarını hatırlatır nedense. Bir gelin olarak karşısına dikilip de elini öpe-rek ondan ayrılırken, bana gelinciğim diye seslendiği an gelir hep aklı-ma… Ardımdaki yüzlerce yaşlı göz-lere, yaşlı gözlerle bakıp da hoşça kal dediğim anın buruk hüznüyle kanat-lanır hep yüreğim, böyle yağmurlu günlerde. Oysa ki ayrılırken bir bahar günüydü ama hüzün yağmurlarında ıslanmıştık biz canım annemle…

Page 34: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

34

DİL VE KÜLTÜREYLÜLDEN PAYINI ALAN

Yaşamın her bir dönemi ayrı ayrı, kimi zaman gözlemlerle kimi zaman yaşa-makla sabitlenen tecrübeyle, kimi za-

man anlatılanlardan yola çıkarak benzetme yo-luyla ifade edilebiliyor. Bu ifade şekillerinden biri de mevsimler ve aylar oluyor. Deyimlerde, atasözlerinde, türkülerde; baharlar, kışlar ha-yattaki dönemlerin güzel ifadeleri olarak karşı-mıza çıkıveriyor. Yılı, mevsimi ifade noktasın-da mevsimlerden bir kesit olarak ay isimlerinin de ifadelerde önemli bir yere sahip olduğu gö-rülüyor. Milat ve milenyum sayılan yılların, dö-nemleri kapsayan mevsimlerin ve ayların hepsi-nin de ayrı bir süresi ve sınırı oluyor. Ancak sı-nırları genişleten, hatta birçok durumu ifade et-mede kullanılan, geçmişten günümüze ayrı bir sembol olan dönem sanki yıldan daha uzunmuş gibi daha değişik çağrışım ve yaşantıları sırtına yüklenerek karşımıza “Eylül” olarak çıkıyor…

Eylül kimi zaman beyitlerde, mısralarda, ro-manlarda ayrılık olarak karşımıza çıkıyor. Sade-ce bir dönem içerisinde kısa bir gün kümesinin adı olarak kalmıyor ve değişik anlamlarla ifade ve benzetme dünyasında yerini alıyor. Biraz da yakın geçmişe dönünce, acıları işkenceleri sona eren hayatları gözyaşlarını ve ebedî ayrılıkları da çağrıştırıyor. Hem de o dönemin adını “darbe-ye” çıkararak değil kendinden öncekileri de ifa-de alanının içine alacak şekilde yani acıları hep-sini “eylüller” olarak karşımıza çıkarıyor, zihin-lerimize kazınıyor…

Her alanda toplumu etkileyen bu dönemle-rin zehrini damlattığı bu alanlardan birinin kül-tür ve edebiyat olduğunu söyleyebiliriz. Bu za-rardan kasıtlı ya da kasıtsız niyet okuyuculuğu yapmadan, en büyük yaraları kültürün taşıyı-cısı olan dilin sonra da dolaylı olarak kültürü-müzün, edebiyatımızın aldığını söylemek müm-kündür. Kökenini, oluş sebebini, kaynağını dü-şünmeden etki alanına ve sonrasına baktığımız-

da dönemin izlerini görmek adına çıkarım yap-mak ve çıkarımları paylaşmak gerekir. Sözde ta-buları yıkma adına gerçekleştirilen bu girişim-ler, her alanda her ne hikmetse tabuları kurma olarak sonuç veriyor. İnsanların konuşurken seçtikleri kelimelerde dahi dikkatli olmaya, be-yin ve dile zincir vurmaya davetiye çıkaran tür-den örneklerle karşımıza çıkıyor. Ayrışmanın, kutuplaşmanın bir parçası olarak dil üzerinden konuşmaya yansıyan kelimeler bir şablona göre tercih ediliyor ve herkes o kelimelerle saflarına oturuyor. Kimileri yanıt kimileri cevap, kimile-ri yaşam kimleri hayat, kimileri olasılık kimile-ri ihtimal, kimileri olanak kimileri imkân, kimi-leri saptamak kimileri tespit etmek kelimelerini heybesinden çıkararak, safını işaret edercesine, daha doğrusu safı işaret edilircesine toplum i-çerisinde yerini alıyor. Bu kalıplaşmanın, kutup-laşmaya bağlı kalıp ifadelerin kelimelere yansı-ması üzerine bir sayım yapılsa, bu doğrultuda belki onlarca, yüzlerce kelime ortaya çıkabilir.

Kelimelerin beyinlerde yara almış hâline, i-simlerine bakılmaksızın kapatılan nitelikli gaze-te ve yayın evlerini de ekleyince durumun top-lum üzerinde yayılacak etkileri kaçınılmaz olu-yor. Ne yapıda, ne tarafta, ne şekilde, ne ama-ca hizmet edildiğini bir kenara bırakarak ülke ve dünya meselelerine dair okuyan, araştıran, düşünen genç kitleler de bu durumdan nasibi-ni alıyor. Adeta ürün verme noktasında gözle-ri korkutulan yazarlar, sonunun kötü neticele-neceğini bilerek okuyup araştırmadan kendile-rini uzak tutan gençler belli kalıplar içerisinde hayattaki yerlerini bulmuşlar. Hiçbir zaman ko-laycılığa kaçmadan, kendini yollara vurarak sa-mimiyetle ülkemizden manzaralar sunan Tay-fun Talipoğlu’nun yine gönlümüzdeki bamteli-ne dokunduğu bir programında, zirve şahsiyet Yavuz Bülent Bâkiler ile yaptığı söyleşiden bir kesit paylaşmak bu durumu özetleyebilir. Ya-

Akın UYAR

Page 35: KÜN EDEBİYAT

35

KÜN EDEBİYAT

vuz Bülent Bâkiler’in eserleri, düşünceleri, hatırala-rı üzerinden şekillenen programda şairimiz, şiirlerin-den bahsediyor. Tabii o güzel fikirler ve şiirler içeri-sinde “Sivas’ta Yoksul Çocuklar” adlı şiirini de oku-yor. Bu şiirden sonra ilginç bir anısını şöyle anlatıyor:

“Bu şiiri yazdıktan sonra, bir gün arkadaşlarımla paylaştım. Dinledikten sonra:

-Yavuz Bülent, sen neden böyle bir şiir yazdın? Sen solcu değilsin ki dediler …”

Kendisinin de ifade ettiği şekilde demek ki; fakir fukarayı anlatmak, onları hissetmek, kimsenin dik-kat etmediği, belki önemsemediği hayatın içerisinde var olan manzaraları anlatmak sadece solcuların mı görevi oluyor? Bu örneğin açıkladığı şey, kalıplaşma ve yargılardan daha ileri boyuta ulaşarak, eser verme boyutunda tekelleşmeye doğru gidildiğidir. Kelime-ler üzerinden konuşma diline yansıyan kalıpların, dü-şünceye dair vurulan zincirlerin, döneme göre deği-şen, hatta kaldırılan temel eserlerin, kapatılan yayıne-vi ve gazetelerin olduğu toplumda insani ve milli de-ğerler tekelleşmiş bir hâle geliyor demek yanlış olur mu? Beklentilerin de bu tekelleşme üzerinden karşı-landığı ve kutuplaşmış bireylere özgü bir şekilde ya-şadığı söylenemez mi?

Bu ve buna benzer durumların yaşandığı toplum-lara bakıldığında yansımaların bizde daha değişik ol-duğunu söyleyebiliriz. Her millette yaşanabilen bu o-layların edebiyat ve kültür üzerindeki etkileri zarar-dan ziyade yarar niteliğinde olmuş diyebiliriz. İnsa-nın ölünce kendi kıyametinin koptuğu fikrinden yo-la çıkarak, insanın kendi darbesini de hapsedilince yaşadığını söyleyebiliriz. Mutlaka toplumun genelini kapsama şartını aramadan kişiye özel “eylüller” yaşa-tan darbe niteliğindeki olayların, hapishane üzerin-den örneklendirecek olursak, Batı’dakinden farklı ol-duğunu söylemek mümkündür.

Etki alanlarından payını alan edebiyatı evrensel bo-yutta birkaç örnekle izah etmek gerekirse şu örnek-ler verilebilir.

İtalyan düşünür Tommosa Campenella, skolas-tik Aristoculuğa karşı cephe aldığı için kilise nezdin-de hoş karşılanmaz ve tutuklanır. 27 yıl yattığı ha-pishanede efsanevî eseri “Güneşler Ülkesi”ni orta-ya çıkarır. Daniel Defoe de kiliseyi eleştiren bir şii-rinden dolayı hapis yatar. Üç gün tomrukta teşhir e-dilir ve “Tomruğa Övgü” şiirini yazar. Fransa’da ihti-lal, Diderot’u, Rousseau’yu, Voltaire’yi hep bir üret-kenliğe sürüklemiştir. İngiliz Lord Byron sürgün o-larak yine üretkenliğine devam etmiştir. Hem de on dokuzuncu asrın en meşhur İngiliz’i olarak. Rusya’da Dostoyevski ve Mayokovski yine ilerleyerek devam etmiştir. Bir bakıma bu örnekler, kişisel darbelere, ki-şisel direnç gösterme ve gelişme kaydetme olarak gö-rülebilir.

Ancak düşünülmesi gereken bu türden olayları ya-şayan ülkemizde edebiyat açısından “eylüller” sonra-sı zehri panzehir etme, âdeta yıkımı yapım hâline dö-nüştürme biraz düşük seviyede kalmış. Çeşitli bastır-malar sonucunda düşünür ve yazarlarımız kimi za-man ifadelerinden dolayı zarar görme endişesiyle pek sivrilmek istememiş veya sivrilmemiş. Bu da is-ter istemez “artık böyle yazarlar, sanatçılar ülkemizde yetişmiyor mu?” sorusunu akıllara getiriyor. Günü-müzde yazar penceresinden bunun tartışılması, kay-nağının araştırılması noktasında bu durum, darbeler ışığında(!) geçirilen “eylüllerde” yaşananlarla ilişki-lendirilebilir…

Daha sonraları, sosyal ve ekonomik açıdan birey-selleşmeye tekil yaşamaya itilmiş bir toplum modeli-ne dönüşme başlamış diyebiliriz. Piyasa için üretim yapılan, her türlü kolektif düşüncenin zayıfladığı, bi-reyci bir toplumun kültürel ilişkiler açısından da za-rar gördüğü söylenebilir. Taşıyıcısı olan dil ile mey-dana gelen kültür ve etkinlikler, ağırlığı iyice beliren teknolojik gelişmelerle mücadele ederek direnmeye çalışmaktadır. Kabuğuna çekilen, her anlamda her konuya şüpheyle yaklaşan bireyler, kültürel ilişkilerde de bir kopma yaşıyor. Son yıllarda etki alanının epey azaldığı ama özellikle büyükşehirlerde tek yaşama ar-zusu ile düşündüklerini insanlarla paylaşmaktan geri duran bireyler yine de mevcut.

Bütün bunların sonucu olarak, taşrada dahi aynı si-tede oturup birbirini tanımayan hatta selam bile alıp vermeyen bir toplum hâline geldik. Çocuklarımız te-melden bir kreş dili ve sonrasında site diliyle yetişe-rek, manevî telkinler içeren masalardan yoksun, tür-külerden yoksun, gelenek ve göreneklerden yoksun bir şekilde yetişmeye mahkûm oluyor, hem de ha-yatının hiçbir alanında kültürel eserlere yönelik bir dil eğitimi almadan. İnsanların yakın geçmişten kay-naklanan sosyo-ekonomik şartların getirdiği nokta-da düğün gibi, cenaze gibi, gündoğdu gibi gelenek ve göreneklerden uzak yaşadığı gözlemlenebiliyor. Bu türden kültürel faaliyetler geleneklerden uzak te-kil bir halde yaşanıyor. Böyle bir ortam içerisinde ye-tişen bireyler ileride “gözünüz aydın, Allah analı ba-balı büyütsün, Allah adına bağışlasın, ömrü uzun ol-sun, geride kalanlara uzun ömürler olsun, hayırlı ol-sun…” gibi deyimlerden, daha da kötüsü bu deyim-lerin kullanılacağı kültürel etkinliklerden yoksun bir vaziyette yaşıyor. Gelecek kuşaklara aktarım nokta-sında gelişen teknolojiyle beraber bir toprak koku-sunu, bir bayram ziyaretini, bir hasta ziyaretini, se-rin bir ağaç gölgesinin altında tadılan hazzı, bir eylü-lün manasını klavyedeki tuşlar arasında aramayı bıra-kıyoruz farkında olmadan… Ayrılığın, hüznün kop-manın sembolü eylül ve yaşanan eylüller her açıdan toplumu bir bakıma etkiliyor olsa gerek…

Page 36: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

36

Hocam şiirlerinizde anlamdan ziyade ses ve imgelerin bir hâkimiyeti var. “Sevda derinler-

dedir, oysa Ferhat üstünü kazmada dağın” dizeleri sanki sözcüklerin derinindeki sese, imgesel güce dikkatimizi çekiyor gibi. Siz bu konuda ne söylersiniz?

Şimdi; tabii benim yazdığım şiir, modern şiir-dir. Modern şiirin temel koyucu kuralı da anla-mın geriye itilmesi ve şiirde anlamın birincil bir mesele olmadığıdır. Nitekim bir tür modern şiir manifestosu sayılabilecek olan Ahmet Haşim’in “Piyale” önsözü ya da “Şiir Hakkında Bazı Mü-lahazalar” adlı yazısı Türkiye’de bu anlamda modern şiirin, anlam karşısında nasıl bir tavır alması gerektiğini ortaya koyan ilk örneklerden biridir, belki ilk örnektir. Bana göre ilk moder-

Türk şiirinin büyük ustalarından Hilmi Yavuz, hiç kuşkusuz Türk Edebiyatının yaşayan en güçlü şairlerinden biridir...

İyi bir şair olmasının yanında entellektüel kişiliği ile dikkati çeken; Osmanlı kimliği, Türk aydını, oryantalizm gibi konularda ses getiren yazılar yazan bir düşünürdür aynı zamanda.

Kün Edebiyat yayın kurulundan Ercan Köksal’ın yaptığı bu söyleşide Hilmi Yavuz’un poetikasının önemli ip uçlarını bulacağınızdan eminiz.

Söyleşi:Hilmi YAVUZ

Ercan KÖKSAL

Page 37: KÜN EDEBİYAT

37

KÜN EDEBİYAT

bu dizelerden net bir anlam çıkar-mak mümkün görünmüyor. Sizce bu ifadeyi nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?

Şimdi, Oktay Rifat’ın “Perçemli Sokak”ı İkinci Yeni şiiri değildir. Ok-tay Rifat’ın kendisi o yıllarda, özellik-le “Perçemli Sokak” adlı şiir kitabıyla birlikte İkinci Yeni’nin başladığını, bu akımın öncüsü olduğunu iddia etmiş idiyse de bunun doğru olmadığını bi-liyoruz. Çünkü Cemal Süreya 1953 yılından itibaren yazdığı şiirlerde İkin-ci Yeni’nin ilk örneklerini vermiştir. Nitekim İkinci Yeni şairleri de Ok-tay Rifat’a böyle bir öncülük payesi vermezler. Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’ı İkinci Yeni’yle ilgili değil, daha çok sürrealizmle ilişkilidir. İkinci Yeni şiiri ise sürrealist bir şiir değildir. İkinci Yeni şiiri içinde bulunduğunu iddia et-tiği dönemde İlhan Berk’in veya Oktay Rifat’ın bu tür şiirler yazmış olmaları İkinci Yeni şiirinin sürrealist bir esin-lenmeyle yazıldığı anlamına gelmez.

nist manifesto bile sayılabilir. Dolayı-sıyla modern şiirin temel koyucu ilke-si budur, anlam geriye itilir. Anlamın geriye itilmesi, bütünüyle anlamın yok sayılması ya da anlamsız şiir yazmak anlamına gelmez. Anlam kendini giz-ler, şair de anlamın gizlenmesi konu-sunda ne gerekiyorsa onu yapmakla mükelleftir. Yoksa modern şiir, anlam-sız bir şiir değildir.

Hocam İkinci Yeni şiirini bu söy-lediklerimizin neresinde değerlen-dirmemiz gerekir?

İkinci Yeni şiiri modern bir şiirdir. Orada da anlamın öne çıktığı söylene-mez ama bazı İkinci Yeni şairleri işin başındayken, yani 1955-56 yıllarında ilk kez, (İkinci Yeni şiirinden bahse-dilmeye başlandığı dönemlerde, hatta bunlardan biri İlhan Berk’tir.) şiirin an-lamsız olması gerektiğini savunuyor-lardı. Ama acaba bütünüyle anlamdan arındırılmış bir şiir, söylem mümkün müdür sorusunun sorulmadığı bir dö-nemdir. Ne kadar gizlenirse gizlensin, o gizlenme anlamın ortadan kaldırıl-ması demek değildir, anlamı daha de-rine gömmek demektir.

Oktay Rifat “Perçemli Sokak” ta “Ay doğar kuyulara yalınayak / Telgrafın tellerinde gemi leşleri” şeklinde bir ifade kullanıyor. Bana

“İnsanlık Başından Beri Bir Şiir Dili Yakaladı”

“Müzikalite şiirde bi-rinci derecede önemlidir. Yahya Kemal ne diyor; ‘Elhân duyulmadıkça belâgat girân gelür/Lâf ü güzaftan mütehassıl kesel gibi’ Yani, müzik, melodi duyulmadığı zaman söz

Bir yazınızda “Şiir dil değildir, sözdür; Şiirin tarihi dilden söze doğ-rudur” diyorsunuz. Şairler “Dil”in batınında saklı olan sırlı “Söz”leri bir bir ortaya çıkarıp insanlığı da peşlerine takarak ilahi olana doğru bir yolculuğa mı çıkmışlardır?

Hayır, benim burada söylemek is-tediğim zaten özellikle dilbilimcilerin yaptığı ayrımın yani dil ile söz arasın-daki ayrımın edebiyat alanına ya da daha doğrusu poetika alanına taşın-masından ibarettir. Şiirsel söz; birey-sel sözdür. Yani dil deyince gündelik konuşma dilini anlıyoruz. Yani sizin, benim, belli bir konuda yaptığımız görüşmenin dilinden söz ediyorum. Saussure “söz bireysel olanla ilgilidir” diyor. Bunun anlamı şu; o dilin, toplu-mu o dili konuşan bireylerin her biri tarafından farklı bir şekilde kullanılma-sıdır. Ben bu farkı dediğim gibi gün-delik konuşma dilinden şiirsel söze ta-şıdım. Gündelik konuşma dili; iletişim

Page 38: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

38

dilidir. Öyle ki anlam öndedir. Bir şey iletmek istiyorsanız herkesin anladığı bir biçimde söylemek ya da yazmak durumundasınız. Gazetelerin manşet-leri şiirlerdeki dizelerden oluşmaz. Ga-zetenin “Ben gidince hüzünler bırakı-rım / Bu senin yaşadığındır” diye bir manşet attığını görmezsiniz. Dolayı-sıyla şiir dilinin, gündelik konuşma di-linden farklı olduğunun vurgulanması anlamına gelir. Herkesin anladığı bir şeyi yazarsanız ya da bu şekilde ifade ederseniz, modern şiir tanımına uygun bir şey ortaya koymamış olursunuz.

Yine bir önceki soruya bağlı ola-rak şunu da sormak istiyorum. İn-sanlığın şiirsel bir dile ulaşacağı gün mümkün müdür?

İnsanlığın daha başından itibaren şiirsel bir dili yakaladığından eminim. Jean Jacques Rousseau’nun “Dillerin Kökeni Üzerine Deneme” diye bir ki-tabı vardır. Diyor ki; İlk konuşmalar, insanların bundan binlerce on binlerce yıl önceki dili şiir dilidir. Şiir dili başın-dan itibaren vardır.

Hocam, şu an kullanmış olduğu-muz dil sizce iyi bir şiir meydana

getirmek için yeterli midir?

Şiir dili konusunda bir ortaklık söz konusu olmaz. Şiirsel söz konusunda bir ortaklık söz konusu olmaz. Ortak-lık yalnızca iletişim dili olan gündelik konuşma dilinde olur. Şiirsel sözde an-lam geriye itildiğinden böyle bir sorun yoktur. Dolayısıyla şiirsel söylem ya da sözde bir şaire mahsus olma durumu vardır.

Bir şair yıldızı anlatmak için; “Ve bahtı göklerin altın çivileri” diyor. Şi-irsel bir sözdür. Bu dize herkesin an-layabileceği bir şey değildir. Ama bu o şaire özgü şiirsel bir sözdür. Dola-yısıyla şiirsel sözde bir ortaklık olmaz. Şiirsel söz tamamen bireyin kendine mahsustur.

Müzikalitesi olmayan, yavan ve kekeme şiirler yazılıyor. Şiirde li-rizm ve müzikalite sizce ne kadar önemlidir?

Her şairin kendine göre bir tercihi vardır. Ben sadece kendi şiirim adına konuşabilirim, Ataol Behramoğlu ken-di şiiri adına konuşabilir, Sezai Kara-koç da kendi şiiri adına konuşabilir. Ben, benim şiirimin lirik şiir olması gerektiğini savunurum. Bir başka şair lirik değil, retorik olması gerektiğini savunur. Yani gündelik konuşma diliy-le herkesin anlayacağı bir şekilde yazıl-ması gerektiğini düşünür.

Peki, müzikalite ne kadar önem-lidir?

Müzikalite şiirde birinci derecede önemlidir. Yahya Kemal ne diyor; “ Elhân duyulmadıkça belâgat girân ge-lür/Lâf ü güzaftan mütehassıl kesel gibi” Yani, müzik, melodi duyulmadığı zaman söz ağır gelir.

Şiir/ düzyazı ayrımına gelirsek bu konuda mutlaka bize söyleyeceği-niz bir şeyler vardır.

Düzyazının söylemi şiirsel söylem, şiirsel söz değildir. Düzyazıda birinci

derecede anlam öne çıkar. Şiirde böyle bir sorun yoktur. Yani, şiirin düzyazı gibi olmasını isteyenler şiirle dil ara-sında ya da dil ile şiirsel söz arasında herhangi bir ayrım gözetmeyen insan-lardır. Mesela Tanzimat şiiri böyle bir şiirdir. “Görüp ahkâm-ı asrı münha-rif sıdk u selametten / Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten” Bunu anlamamak için (Osmanlıca bilenler için söylüyorum) ahmak olmak gere-kir. Yani Tanzimat şiiri, (Recaizade’yi hariçte tutarak söylüyorum. Kısmen Hâmit’i de ) deyince ilk akla gelen kişiler kim? Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa. Bu üçünün şiiri tamamen retorik bir şiirdir. Yani düzyazı şiirdir. Düzyazı gibi yazılmıştır. Apaçık her-kes anlıyor bunu. Yani modern resim ne mana ifade ediyorsa modern şiir de o anlamı ifade eder.

Sanatın sokağa çıkması ya da in-dirgenmesi midir bu?

Edebiyat, sanat çok elitist bir şeydir. Benim apartmanımın kapıcısı çok sev-diğim, çok değer verdiğim bir insandır. Ama onu alıp bir Picasso sergisine gö-türemem. Eğer referans Kapıcı Niyazi ise o zaman Picasso adam değil. Ama referans Picasso ise Niyazi adam değil-dir demiyorum. Picasso’yu Niyazi’ye sormamak gerekir diyorum.

Şiirde gelenekten yararlanmak sizce şairler için bir çıkmaz mıdır, ya da “gelenek” şiir kuşunun ötele-re uçmasını engelleyen bir bağ mı-dır?

Şiirde geleneğe yaslanmak bana göre birincil koşuldur. Hep söylenir ya ev-rensel olmak için mutlaka yerelden yola çıkmak gerekir diye. Ben gelenekten yola çıkmak gerektiğine inanıyorum. Ama bu gelenekten yola çıkmak yalnız Doğu’nun geleneğine bağlı kalmak de-ğildir, aynı zamanda Batı’nın geleneği-nin de temellük edilmesi gerekir. Bin sekiz yüzlü yıllardan itibaren Osmanlı Türk toplumu modernleşme sürecine girmiştir. İki yüz küsur yıldır da hem

Page 39: KÜN EDEBİYAT

39

KÜN EDEBİYAT

HİLMİ YAVUZ KİMDİR?

1936 İstanbul doğumlu. İstanbul’da Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okudu. 1952-57 yılları ara-sında Vatan gazetesinde, 1962-64 yılları arasında da Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. 1960 yılında Pulliam Bursu ile A.B.D’ye giderek Indianapolis’te, Indianapolis Star ve Indianapolis News gazetelerinde görev yaptı. İngiltere’de BBC Radyosu Türkçe Bölümü’nde çalıştığı yıllarda (1964-1969) Londra Üniversitesi’ne bağlı University College Felsefe Bölümü’nde yüksek öğrenimini tamamladı. Dönüşünde çeşitli gazetelerde kitap eleştirileri, incelemeler, köşe yazıları yazdı. Uzun yıllar Mimar Sinan ve Boğaziçi Üniversiteleri’nde Uygarlık Tarihi ve Felsefe okuttu; Politika gazetesinin sanat sayfasında köşe yazıları yayımlandı. Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğretim görevinden emekli oldu. (2001) Halen Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi (senior lecturer) olarak görev yapmakta ve Zaman gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

Şiire başlayışı, lise yıllarında Dönüm dergisindedir. İlk kitabı, ‘bakış kuşu’ (1969) idi. Onu, ‘bedreddin üzerine şiirler’ (1975), ‘doğu şiirleri’ (1978), ‘yaz şiirleri’ (1981), ‘gizemli şiirler’ (1984), ‘zaman şiirleri’ (1987), ‘söy-len şiirleri’ (1989), ‘ayna şiirleri’ (1992), ‘çöl şiirleri’ (1996), ‘akşam şiir-leri’ (1998), ‘yolculuk şiirleri’ (2001), ‘hurufi şiirler’ (2004) ve ‘kayboluş şiirleri’ (2007) izledi. Son beş kitabı dışında ‘toplu şiirler’ini ‘gülün ustası yoktur’ (toplu şiirler 1) ve ‘erguvan sözler’de (toplu şiirler 2) derledi. ‘kayboluş şiirleri’ dışında tüm ‘toplu şiirler’inin yeni basımı ise 2006 yı-lında ‘büyü’sün yaz!’ adıyla yapıldı.

Deneme ve inelemelerinden bir bölümü ‘Felsefe ve Ulusal Kültür’ (1975), ‘Roman Kavramı ve Türk Romanı’ (1977), ‘Kültür Üzerine’ (1987), ‘Yazın Üzerine’ (1987), ‘Denemeler Karşı Denemeler’ (1988), ‘Dilin Dili’ (1991), ‘İstanbul Yazıları’ (1991), ‘Okuma Notları’ (1992), ‘İstanbul’u Dinliyorum’ (1992), ‘Geçmiş Yaz Defterleri’ (1998), ‘İnsanlar, Mekânlar, Yoculuklar’ (1999), ‘Özel Hayattan Küreselleşmeye’ (2000), ‘Budalalığın Keşfi’ (2002), ‘Kara Güneş’ (2003), ‘Sözün Gücü’ (2003), ‘Bulanık Defterler’ (2005), ‘Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar’ (2005), ‘Biz Bu Dünyada Değil miydik’ (2006) ve ‘Yüzler ve İzler’ (2006) adlı yapıtlarındadır.

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde (ve daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nde) 25 yıl boyunca verdiği ‘Uygarlık Tarihi’ derslerini (Buru Pelvanoğlu ile birlikte) ‘Batı Uygarlığı Tarihine Teorik Bir Giriş’te (2008) topladı.

Üç de anlatı yazdı: ‘Taormina’ (1990), ‘Fehmi K.’nın Acayip Serü-venleri’ (1991) ve ‘Kuyu’ (1994). ‘doğu şiirleri’ ile 1978 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, ‘zaman şiirleri’ ile de 1987 Sedat Simavi Büyük Edebi-yat Ödülü’nü kazandı. ‘Ceviz Sandıktaki Anılar’da (2001), ilk gençlik yıllarına ilişkin anılarını derledi. Nobel Edebiyat Ödüllü Şilili şair Pab-lo Neruda’nın 100. doğum yıldönümü dolayısıyla, Neruda’nın şiirlerini Türkçe’ye çevirdiği için kendisine 2004 yılında Şili Cumhurbaşkanlığı’nın özel Şeref Madalyası verildi.

2006 yılından sonra yayınlanan kitaplarından bazıları ise şunlardır: ‘Alaf-rangalığın Tarihi&Geleneğin Tasfiyesi Ya da Yeniden Üretilmesi’ (2010), ‘Belleğin Kuytularından’ (2010), ‘Felsefe Yazıları’ (2010), ‘İslam’ın Zi-hin Tarihi&Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri’ (2010), ‘Okuma Biçimleri’ (2010), ‘Avrupa’nın Zihin Tarihi’ (2012), ‘Behçet Ne-catigil/Şiirler Bütün Yapıtları’ (2012), ‘Elem Çiçekleri’ (Baudelaire’den Çeviri) (2012)

modern olma çabası veriyor hem de geleneksel kalma çabası veriyor. Dola-yısıyla bizim tarihimiz diyor ki; “Kar-deşim iki yüz elli yıldır hem modernsi-niz, hem de gelenekselsiniz.” Şiir eğer medeniyet tarihimizin son iki yüz yılı ile mutabakat halinde olacaksa o za-man şiiri de hem Avrupa’nın hem de Doğu’nun müktesebatından edinmek, temellük etmek gerekir. Dolayısıyla benim şiirim böyledir. Şeyh Galib’e, Yahya Kemal’e, Karacaoğlan’a, Yunus Emre’ye vs. ne kadar atıfta bulunmak durumundaysam; Eliot’a, Mallarme’ye, Baudelaire’ye, Rilke’ye vs. aynı şekilde atıfta bulunmak durumundayım. Do-layısıyla ben geleneklerden yararlanı-yorum.

O halde Tarih şuuru da şiirle bir-likte geliyor.

Aynen, tabii ki… Benim medeniyet tarihi dediğim şeyi zaten Tarih şuuru diye ifade ettin. Doğru. Biz Avrupa’ya döndük diye geleneklerimizden vaz mı geçtik? Yok. Elhamdülillah gelenekle-rimizi belli ölçüde yaşıyoruz.

Dergimizin bu sayısında dosya konumuz “Edebiyatımızda Eylül.” Bedreddin şiirinizde “Güz, nefti dolaklarını kuşanır da gelir / yap-rağın fetrete düştüğü zaman” diyor-sunuz. Bir de “Eylül” var, içinize “küller”in ve “güller”in dolduğu. Şimdilerde nasıl geliyor “güz” si-zin hayatınıza, “Eylül” ne getiriyor size?

Yahya Kemal ne diyor ; “ Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları / Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharla-rı.” Günler kısaldı evladım. “Bulanık Defterler” kitabını böyle bitirmiştim. “Defterin yapraklarını çevirdim çevir-dim, sona yaklaşıyorum”

Page 40: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

40

Temmuz ayında Hakk’a yürüyen büyük ozan Ab-durrahim Karakoç, dava adamlığı ve şiirini da-vasına adamışlığı ile dikkat çekmişti. Gerçekten

de onun, bütün külliyatı boyunca hakim olan va’z edici, sorgulayıcı, sakındırıcı söylemi, her birimizin zihninde yer-leşen bu algıyı te’yid edecek ölçüde belirgindi. Onun dü-şünce ikliminin uzağında olanlar ise Mihriban ölçeğinde şairliğini tartıya koydular ve bu şiirin sıkleti karşısında hak-kını teslim etmek mecburiyyetinde kaldılar.

Karakoç’un şiiri elbette bunlardan ibaret değildir. Satır aralarında, hassas bir gözle tarama yapıldığında, onda şi-irin bir çok vechesinin hayat bulduğu görülür. Biz bu ya-zıda Karakoç şiirlerinde yer yer dikkat çeken şathiyyeler-den bahsedeceğiz.

Geleneksel şiirimizde, akla mugayir ifadelerle kurulan, gerçek anlamına ulaşmak için tahlile ihtiyaç duyulan söy-leyişlere şathiyye adı veriliyor. Genellikle tekke ve tasav-vuf şiirlerinde sıkça rastlanan şathiyelere nadiren de ol-sa halk şiirinde rastlamak da mümkün. Şathiyye söyleyen-leri bekleyen en ciddi tehlike, manâyı es geçip lafza bakan, daha teknik ifadesiyle bâtını ihmâl edip zâhirle hüküm ve-ren “zâhir ulemâsı”nın gadrine uğramak, akabinde tel’in edilmek, tekfir edilmek ve genellikle de tatlı canından ol-maktır. Tasavvuf tarihimizin, Hallac-ı Mansurları, Seyyid Nesîmîleri, Ümmî Kemalleri şathiyyeleri sebebiyle maktul ve mazlum olarak kaydetmesi bundandır.

Bu tip, i’tikâdî anlamda sıkıntılı olan şathiyelere en güzel örnek belki de Edib Harabî’nin şu meşhur dörtlüğüdür:

Ey zâhid şarâba eyle ihtirâmMüslimân ol terk it bu kîl u kâliEhline helâldir nâ-ehle harâmBiz içerüz bize yokdur vebâliŞüphesiz bütün şathiyyeler i’tikâdî anlamda sıkıntı vere-

cek ifadelerden ibaret değildir. Günlük hadiselerin, tabi-at olaylarının, siyasi meselelerin de şathiyye konusu olma-sı mümkündür. Asl olan söylenen sözün akla, tabiata, alış-kanlıklara mugayir olması ve zâhirde söylenenin maddî o-larak imkansızlığıdır. (Batı terminolojisinde “sürrealist şi-ir” olarak vasfedilen tür, birebir karşılığı olmasa da bu tür şathiyyelerle çok benzeşir.)

Bu tür şathiyyelerin en tipik örneğini de Yunus’da gö-rüyoruz.

Çıkdım erik dalına anda yedim üzümüBostan ıssı kakıyub der ne yersin kozumu Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynatdımNedir diye sorana bandım verdim özünü

Bir serçenin kanadın kırk katıra yükletdimÇifti dahı çekmedi şöyle kaldı yazını

Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yereYalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu

Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğeLeylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü

Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmişDilsiz çağırub söyler dilimdeki sözümü

Yûnus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemezMünâfıklar elinden örter manâ yüzünü

Zâhiren akla ters düşen hareket ve hadiselerin anlatıldığı bu şiir, aslında bir sâlikin hâlde hâle, makâmdan makâma, mertebeden mertebeye geçişinin ve bunların her birin-de gördüğü hakikat formunun değişmesinin bir ifadesi-dir. Son beytinde Yunus’un da söylediği gibi, arka planda-ki manânın perdesini açabilmek için, seyr-i sülûkun müna-fığı olmamak icab eder. Zîrâ “Münâfıklar elinden örter manâ yüzünü”!...

Gelenekle hem yaşam biçimi hem de şiir anlayı-şı bakımından çok sıkı irtibatı bulunduğunu bildiğimiz Karakoç’un, halk şiirinin takipçisi olmakla birlikte, yer yer şathiyye sayılabilecek ifadelere başvurduğu görülür. Tek farkla ki, geleneğin şathiyyeleri tasavvufî ögeler içerirken, onunkiler daha çok dünyevî ve siyasîdir. Karakoç’u yaşadı-ğı gibi yazan bir şair olarak nitelememizin gerisinde bu ay-rıntı da vardır. Onun şathiyyelerinde mutsuzluğun, melan-kolinin ve memnuniyyetsizliğin dile getirilme kaygısı gö-ze çarpar.

Çelik testereyle kestim sularıYıkadım duvara astım sularıDüşümde düşüme girdim dün gecederken, aslında hayattan ciddi bir şikayeti vardır. Haya-

KARAKOÇ’UNŞATHİYELERİ

Halil DERVİŞ

Page 41: KÜN EDEBİYAT

41

KÜN EDEBİYAT

tın kaynağı olan su, böyle bir rûhî durumda kesilesi, asıla-sı bir şeydir. Çünkü hayatın kaynağı olan şey, mantık ica-bı hayatın seyrinin de sebebidir. Şu halde hayattan bir hoş-nutsuzluk varsa, onun kaynağından müştekî olmak anlaşı-lır bir şeydir. Şair “Suları ıslatamadım” derken de, bu hoş-nutsuzluğunun sebebi olarak resmettiği suyun karşısın-da çaresiz kaldığını ifade eder. Aşağıdaki şathiyye özelliği gösteren dörtlükte de yine su imgesiyle, hayatın anlamına kayıtsız kalan, cemiyyet ve fikir endişesi taşımadıkları için hayatı tek vecheli yaşayanlara bir tenkit vardır:

Belemişler kaplara uyutmuşlar sularıVe sermişler iplere kurutmuşlar sularıDalmışlar eğlencenin fikirsiz oyununaYa toprakta ya gökte unutmuşlar sularıOysa fikir, ona göre öyle bir vadidir ki; ortasından ırmak

geçer, ırmak boyu serviler dizilir, ay ışığı onun bağrından yükselir, çiçekler onun bağrından açar:

Fikir vadisinden bir ırmak geçerEğilir serviler suyundan içerBağrında ay doğar zambaklar açarSessiz sessiz akışında sen varsınServinin eğilip ırmaktan su içmesi, divan şiirinin bil-

dik mazmunlarındandır. Karakoç’un şiir atını bu vadide de koşturabilecek mahareti bulunduğunu göstermesi bakı-mından son derece önemli olan bu dörtlük, aynı zamanda aşka yaklaşımının küçük bir ayrıntısını vermesi bakımın-dan da dikkat çekicidir. Zîrâ o aşkı “mukaddes bir hayâl” olarak tarif eder. Ancak aşkı mukaddes kılan şey, ülküsün-den bağımsız olmamasıdır. Aşk ve fikir, biri diğerine feda edilecek şeyler değildir. Bu yüzden şair, fikr ederken ma-şukunu, muaşaka ederken fikrini göz ardı etmez. Ve bu yüzden sevgili, fikir vadisinden akan ırmakta da görülür.

Son olarak, söyleyişteki gücünün zirveye çıktığı Beşin-ci Mevsim şiirinden birkaç kıtayı hatırlatalım. “Haftada üç asır geçmek”, “ruhlara resim çizmek” gibi harikulade im-gelerle kurulan bu şiir, modern şathiyelere en güzel örnek-tir:

Düştü can evime dördüncü cemreDünyayı üçüncü gözümle gördümDört yüz seksen beş gün çekti bir seneOn altıncı aya takvimsiz girdim***Savurdum eledim seçtim zamanıYaprak yaprak tel tel açtım zamanıHaftada üç asır geçtim zamanıNereye gittimse zamansız kaldım***Yırtıldı ruhlara çizdiğim resimYazık kulaklara sığmadı sesim Yaşadığım şimdi beşinci mevsimÇağın çilesini sırtıma sardım

Şakir YÜCESOY

EyleminBiçimsel bir isyana dönüştüğüİki ucuBirbirine karşıt düşüncelerleTutulmuşİhtilalin kopacağı sokaktaMüzisyenlerinGirdabın resmini çizenNotalarının sessizliğindeDaha iyi görünür olmak içinKaranlığı çağıran yıldızlar gibiBir başına

Tanıyorum fırtınayıDokunduğu her şeyiSahip olduğu en yüksek noktaya kadarÇıkarışını

Tanıyorum fırtınayıIssızlığını kavuşmak isteyen bir sevgili gibiDehşetiniVahşetini

Tanıyorum fırtınayıOturuşunuAyın karanlık ve aydınlık yüzünüAyıran ince soyut çizgi üstüne

Tanıyorum fırtınayıBir delinin siyaha beyaz dediği yerdeRuhumun kuzeylikle soluşunu

TanıyorumGünahlarını mübah saydıracak yasaklarınınDünyayı büyük gösteren kibirli küçük gözlerinin içindeHareket eden büyük bir ordu kadar gürültülüYalnızlarının sessizliği içindekiİnsanlarınFırtına mevsimlerini…

EYLÜL

Page 42: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

42

Yaşadığımız yer küçük bir Anadolu şehridir, aslında kü-çük bir köyken kurucularının gayreti ile şehir haline gel-miş. Kendimi bildim bileli de içinde yaşayanlar bir türlü büyüyememiş olmanın şikâyetçisidirler, gelişmeye se-bep engeller konusunda yakıştırılanların ise türlü çeşitli yorumları vardır. Küçük dedim ya şehrin kendisi küçük, i-çinde yaşayanların gönüllerinin büyüklüğü şehrin küçüklü-ğü ile ters orantılıdır. Bunun için rahat ederiz bu şehirde. İnsanlar birbirinin sevincini paylaşıp artırır, hüznünü pay-laşıp azaltır.

Her yerde olduğu gibi bizim şehrimizde yaşayanlar da bir birine benzemez. Kendilerine göre özellikleri vardır. Ki-mileri yüce yaratıcının lütfuna mazhar olmuştur, sorum-suzdur yapıp ettiklerinden, ne yapsa yeridir. Nedense öy-le derler “filanca yerden filancayı, bizim buradan tuttuğu-nu getir.” Bizim burası için fark etmezmiş. Kimileri omuz emeği ile çalışır, yoksuldur ama insanlığı anlatılırken bu servetine yetişmek mümkün değildir. Kimilerinin her de-diği olur, parasından değil duyulan saygıdan. Kimileri ge-nellemesi içine girmeyecek herkesten farklı olan da var-dır. Özeldir; kendisini görünce önünde ceketini ilikleme-yen, yanında yüksek sesle konuşabilen, adı anılınca to-parlanmayan yoktur. Aynı ortamda bulunduğunuzda içini-ze huzur dolar, kendinizi başka bir âlemde hissedersiniz. Bazılarının şerri nam salmıştır, uzağından geçerken bile destur çekersiniz. Öyle değil mi ya? İnsanlar çeşit çeşit yaratılmış. İşte onlardan birini anlatacağım.

Onu ilk hatırladığım şehrimizin tek sinemasında yer göstericilik yaptığı yıllardı. Sinemaya girdiğinizde film başlamaya yakın ışıklar söndürülür, sizin hem gözünüzün alışması uzun sürer hem de bilette verilmiş bir koltuk nu-marası olmadığı için boş yer neresidir bilemezsiniz. Böyle olunca bir rehbere ihtiyaç var, işte o rehber bu arkadaş-tır. El fenerini önce gözünüzün içine tutar, onu görün diye. Işık doğrudan gözünüze gelip otomobil farına maruz kal-mış tavşan gibi kalakalınca da yersiniz fırçayı:

− Hadi oğlum çabuk kör müsün daha bir sürü adam var sırada bekleyen!

Sanki para verip gönüllü fırça yemeye gitmişsiniz, ha-ni velî nîmet o da, siz hizmetkârısınız. Neyse yerinize o-turunca kâbus biter rahatlarsınız. Sinema dedim de bi-

zim şehrin sinemalarını da konuşmak lâzım biraz. Önce-leri bir taneydi, sonra iki tane oldu. Ucuzdur bilet fiyatla-rı, büyük şehirlerde bir seferde ödediğiniz parayla burada beş oturum film seyredebilirsiniz ama onların beş yıl ön-ce seyrettiği film de ancak beş yıl sonra bizim şehrimiz-de olur. O zamanlar yâni kahramanımızın yer gösterici ol-duğu zamanlarda haftada bir gün kadınlar matinesi olur-du. Matinenin olduğu gün de şehrimizde ne kadar Alain Delon, Kirk Douglas, John Wayne, Clark Gable, Ayhan I-şık, Cüneyt Arkın, Orhan Günşiray, Kartal Tibet … varsa sinemanın bulunduğu yerin karşı kaldırımında yerlerini a-lır, hayranları olan genç kızlar onlardan imza almak için sı-raya girerlerdi.

Söylemiştim filmler gösterime girdikten kim bilir kaç yıl sonra geldiği için de ara ara kopar, ortalık birden kara-rırdı, o zaman da; “makinist” sesleri, bağırmalar, çağır-malar, ıslıklar, kızılca kıyamet kopardı. Böyle zamanlarda yer göstericimiz, tespit ettiklerinin hakkından tekme to-kat gelirdi; çünkü bu iş onun hem hakkı hem de göreviydi. Tabii bu arada hem seyirciyi hem de sinemacıyı koruyan, ikisi arasında arabuluculuk yapan tipler çıkardı. Bunlar da-ha önce kim bilir bu filmi kaç defa seyrettikleri, nerede ne oluyor bildikleri için “bura böyle, bura böyle.” der seyirciyi yatıştırırlardı. “Sabredin, makinist biraz sonra yapıştıracak film devam edecek” mânasında. Hele esas oğlan esas kı-zı Erol Taş ya da Ahmet Tarık Tekçe’nin elinden kurtarın-ca sevinçler had safhaya çıkar, sinema alkıştan, tebrik ıs-lığından yıkılırdı.- Erol Taş’ı da alkışlayan az sayıda bazı sapık tiplerde çıkardı tabiî.- Eskiye dalarsak bu iş bitmez.

İşte böyle ortaya yakın boyu, hafif dalgalı saçları, sine-madaki ali kıran, baş kesen görüntülü arkadaşı -arkadaş dediysek o kadar da değil, bizim ağabeyimiz yaşında- i-lerleyen yıllarda daha fazla görmeye başladım. Bu sanırım yaşımızın az daha büyüyüp çarşıya pazara çıkabilme yet-kinliğine gelmemizden olacak. Bir gün babamla saat kule-sinin önünden giderken - söylemiştim, bizim şehrimiz kü-çük bir şehirdir, şehrin merkezini saat kulesi tayin eder ve şehrin hiç olmazsa beşte biri, günde bir defa oradan ge-çer, orada bulunanlar da herkesi görür- onu gösterip:

-Bak bu Cabbar var ya işte ben onu da okuttum, dedi.

OTUZSEKİZDENKIRKDÖRDE

Halit EMRE

Page 43: KÜN EDEBİYAT

43

KÜN EDEBİYAT

Babam öğretmendir ve onu ilkokulda o-kutmuştur. Onun söyleyişine göre şimdi efendi dediğimiz adamcağıza o zaman ha-şarılık namına ne kadar sıfat varsa yükle-yebilirmişsiniz. Adını işte o zaman öğren-dim, şimdilerde çağırırken Cabbar Efen-di diyorlar. Eeee ne demiş bilenler? “De-ğişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”, o da öyle.

Efendi deyince yine iş karıştı. Efendi’nin sözlükteki karşılıklarından biri: kibar, say-gıdeğer, terbiyeli, uslu, nazik, çelebi de-mek amma günümüzde ünvan olarak kul-lanılacağı zaman muhatapları genellikle i-kinci, üçüncü dereceden işler yapan, ge-lir seviyesi ortanın altında kimselere lâyık görülüyor. Bürokraside iyi yerdeyseniz, cebinizdeki paranın hesabını başkaları ya-pacak kadar durumunuz iyiyse oldunuz “bey”. Hele bir de memleket idare ediyor-sanız ‘beyefendi’ likten aşağısı kurtarmaz. Başka karışık bir iş daha var o da şu: as-lında bin dokuz yüz otuz dört yılından be-ri “beylik” de, “paşalık” da, “efendilik” de yasak yani en büyüğümüzden en küçüğü-müze toptan suç işliyoruz. Herhalde bun-ların “Mülgası Hakkındaki Kanun” un “ Mülgası Hakkında Kanun” çıkarsa toptan kurtulacağız.

Bu Cabbar Efendiyi gençliğimde uzak-tan tanırdım. Şimdilerde yakından tanı-ma imkânı buldum. İşte ben de size ta-nıyabildiğim kadarıyla ondan bahsedece-ğim. Cabbar Efendi mevsimine göre deği-şik değişik ve bulabildiği işleri yapar. Mev-simi geldiğinde saat kulesinin yakınlarında postanenin önünde, onu kızarmış kelle sa-tarken görürsünüz. Bilmem her yerde var mıdır? Koyun kelleleri fırında bir güzel ütü-lenip tüylerinden arındıktan sonra yeniden fırında kızartılır. Kızarmış kelleleri küçük iş-portacı camekânına dizerler, dişlerinin a-rasına süslemek için yeşillik, camekâna kellelerle beraber domatesler, kelle so-ğanlar dizilir. Yemek için de lavaş ekmek. Cabbar Efendi tertemiz beyaz önlüğünü çekmiş, başında beyaz aşçı külâhı, elinde eldivenleri hizmet peşindedir.

-Kelle kebaaap, sıcak sıcaaaak, kelle kebaaaaap!

Dedim ya mevsimine göre ve hangi i-şi bulabilirse onu yapar. Bir başka zaman bakmışsınız lâcileri çekmiş, yakasında A-tatürk rozeti, gözünde şişe dibi gözlükler:

-Ankaraaa, İstanbul, İzmiiir!

Diye bağırmakta, bağlı olduğu firmaya yolcu toplamaktadır. Teknolojinin geliş-mesi, gözlük camlarının iyice incelmiş ol-ması onun için fark etmez çünkü onun e-konomisi teknolojiyle aynı hızla gelişme-miştir. Sizin anlayacağınız şimdi de “Yolcu Bulma ve Koltuk Ayırma Hizmetleri Görev-lisi” olmuştur. Bildiğimiz simsar veya çı-ğırtkan ama çağın modasına uygun olsun diye personel müdürüne “İnsan Kaynakla-rı Müdürü” denildiği gibi biz de ona böyle söyleyelim istedim, daha iyi bir teklif olur-sa onu da değerlendiririz. Uzaktan eli va-lizli yolcuyu görünce büyük bir nezaketle “Hoş geldiniz” deyip elinden yükünü alır, güler yüzüyle hizmet eder.

Bir gün, arkadaşlarımızdan Utku Bey’in otobüs yazıhanelerine yakın lokantasın-da oturuyorduk.- Araya girecek ama bu-nu da anlatmam lâzım.- Bu Utku Bey, ne-vi şahsına münhasır bir adamdır. Deği-şik işkollarında faaliyet gösterir. Dış görü-münden mi, başka sebepten mi, bir döne-minde böyle bir görev mi yapmıştır bile-mem dostları ve bilenler onu “komutan” diye çağırmayı tercih ederler, âdeta ikinci adı olmuştur. Utku Bey yaşadığımız şehrin gönüllü misyoneridir. Bir bakmışsınız “üni-versitemizi istiyoruz” diye pankart asmış, bir bakmışsınız aynı yazıyı iş yeri için yap-tırdığı çantalara da-hani tamama yakını-mızın poşet dediği, güzelim fileleri, kapa-lı torbaları, kesekâğıtlarımızı hayatımızdan kısa sürede çıkaran ama yapısı gereği ta-biatın yüzyıldan önce hazmedemediği ve hayatımızdan hiç çıkmayacakmış gibi du-ran naylon nesnelere- yazdırmış. Bu gö-rev onunmuş, başkalarını ilgilendirmezmiş gibi “meşhur şehir bilmem nesi” yaptırıp hediyelik hâle getirir. Şehrin akıllı meczu-bunu giydirip kuşandırıp iş yerine genel müdür yapar. Her neyse bir taraftan çay içip, bir taraftan sohbet ederken baktım Utku Bey’in ayağında güzel ayakkabılar var. İş döndü dolaştı ayak sağlığına, kaç çift ayakkabımızın olacağına, üç günde bir mi, bir gün durup bir gün mü değiştirirsek mantara yakalanmayacağımıza, yazın kö-sele tabanlı, kışın lastik tabanlı giymenin iyi olacağına, çocuklarımızın markasız a-yakkabılar giymediğine, askerlikteki bo-tu bir numara büyük isteme efsanesinin yanlışlığına kadar gitti. Bu arada dışardan Cabbar Efendiyi görünce de Peygamberi-miz bizi affetsin “dedikodu baldan tatlıdır”

deyip onu çekiştirmeye başladık. Utku Bey daha yakından tanırmış; oğlundan, kı-zından, geçiminden, kış yakacağını temin etsin diye buradan dolu gidip karşıdan boş gelen kamyonlarla Akdeniz tarafındaki şe-hirlere gönderdiğinden, onun oralardan söğüt-kavak dalları toplayıp getirdiğinden bahsetti. Tabiî “herkesin tenceresi kapalı kaynadığı” için bizim bunlardan haberimiz yok. Nasıl oldu ne oldu bilinmez Cabbar E-fendi lokantaya geliverdi. Yolda belde kar-şılaştığımız, hal hatır sorduğumuz, komu-tanın da ayrıca hukuku olduğu için masa-ya, çaya davet ettik. Sonunda daha önce derin bir sohbet imkânı bulamadığım Cab-bar Efendi’ye kaç zamandır merak ettiğim şeyleri sorabilecektim. Başka yerlerden duyduğum ve Ehli Beyt sevgisini tahmin ettiğim Cabbar Efendiyi sınamak için on i-ki imamın adını sordum. Güya inancına ne kadar bağlı, bilgi seviyesi nedir onu öğre-necektim. Gözünü yumdu, büyük bir say-gı içinde saymaya başladı, “Hz. Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin, Zeynel Âbidin, …” On iki imamın tekmilini bir çırpıda sayıve-rince yaptığımdan utandım. Camiye en sık gittiğim zamanlar bayramlar, kıldığım da bayram namazları. Oku deseler bir “Süpa-neke” bir de “Elham”ın yarısı, adamı imti-han ediyorum, hani şu Erzurum-Kars fıkra-ları gibi. Erzurumlunun biri Karslıyı çevir-miş “Oku ula Gulhiyi …”, okuyunca arka-daşını çağırıp “Dinle ula uşayım doğri ohir mi?” demiş onun gibi bir şey. Sonra baş-ka şeyler konuştuk nasıl olduysa, Cabbar Efendi’nin gözü de “ben buradayım” diyen Utku Bey’in ayakkabılarına takıldı:

−Hayırlı olsun ayakkabılar da güzelmiş, güle güle kullan.

Komutan da her zamanki âli cenaplığı i-le:

−Sağ ol Cabbar Efendi kaç numara gi-yiyorsan sana da bir çift alayım.

Deyince, Cabbar Efendi, bana hayat dersi veren ve yaşadığı zor hayatı nasıl kolaylaştırdığını gösteren bir cevap verdi:

−Benim için fark etmez, yeter ki ayak-kabı olsun. Otuz sekizden kırk dörde kadar olur, küçük olursa topuğuna basarım, bü-yük olursa ucuna pamuk tıkarım…

Page 44: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

44

Yılların saatte üç yüz altmış beş kilomet-re hızla geçtiği şu günlerde, olası bir ölüm vakıası gerçekten sürpriz bir gelişme olur-

du benim için. Üstelik küre-i arzın çorak arazisine bu kadar kök salmışken. Düşünsenize; ölmüşüz ve bir avuç topluluk, bir avucu asla geçmeyecek mik-tarda gözyaşıyla karşımıza geçmiş ve “İyi bilirdik.” diyor hep bir ağızdan. Bir ömrü birlikte yaşadığımız, bir ömrün hatırı sayılır bir bölümünü birlikte yaşadı-ğımız, bir ömrün küçük bir bölümünü birlikte yaşadı-ğımız ve bir ömür hiç görmediğimiz –görsek de ak-lımızda kalmayan- insanlardan müteşekkil topluluk hep bir ağızdan “İyi bilirdik.” diyor. Arkamızdan yü-zümüze karşı ikinci kez söylenen bu dramatik cümle karşısında duygulanmamak elde değil tabi. Üçüncü öldürücü darbe ise yine “İyi biliriz.” cümlesiyle gelir ki muhtemelen bu işin bir dönüşünün olmadığını an-larız artık. Haklar da helal edildikten sonra “sen sağ, ben selamet” cümlesinin hakkını vermeye gelir sıra.

Bütün organizasyon en ince ayrıntısına kadar dü-şünülmüştür aslında. Müslüman olmamız hasebiy-le cenaze namazını kıldıracak imamdan, mezar ba-şında Kuran okuyacak hocalara; giysilerimin han-gi dünya ferdinin bedenini süsleyeceğinden akşam yemeğinde ne yeneceğine kadar atılacak bütün a-dımlar İslamî geleneklere göre önceden bir bir be-lirlenmiştir. Bu bağlamda borçlarımın türü ve mikta-rı da unutulmamış, çarpma ve toplama ağırlıklı dört işlem çalışmalarından sonra kaç tane fakirin doyu-rulacağına dahi karar verilmiştir. Bu kadar harika bir organizasyona insan, ömründe bir kez tanıklık eder. İmkânı olan mutlaka ikinci kez ölmelidir.

Bu sıralar ölümle dirsek temasında oluşumun benle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü ölüm hissi içsel bir meseledir ve birçok içsel meselenin insan beyniyle bir ilgisinin olmadığını çok iyi bilirim. Buna rağmen ne zaman içselleşmeye başlasam burnumu çekme durumu hasıl oluyor. Burun akıntısı içselliğim karşı-sında hormonlarımın bir refleksi olabilir. Bahar ayla-

rında –hatta yaz mevsiminin ilk aylarını da dâhil e-debiliriz- girdiğim hapşırma krizlerinin sebebi de po-lenlere karşı vücudumun ortaya koyduğu alerjik tep-ki olabilir. Bununla da beynin bir ilgisi olmayabilir. Ya ölüm gerçeği karşısında bedenin ilk tepkisi, ilk refleksi!?

Bir keresinde, ölümü ensemde hissetmiştim as-lında. Hiç unutmam bin dokuz yüz doksan üç yılının eylül ayını çekiyorduk ciğerlerimize. Kendisine Gü-ven diye hitap ettiğimiz arkadaşımıza – o isminin Âdem olduğunu ilkokul sıralarında öğrenmiştir – ta-rafımdan, sevgilinin çantasına ulaştırılması için bir zarf ve zarfın içinde de bir mektup emanet edilmiş-ti. Ülkemizde ilk internet denemelerinin yapıldığı ve cep telefonunun henüz ceplerimizde yerini almadı-ğı bir dünya zamanıydı o zamanlar. Ev telefonu bu-lunanların tamamının, kimseler konuşmasın diye e-vin kapısını kilitler gibi telefonlarını kilitlediği zaman-lardı. Yeni modeller bilmez, işte bu imkân ve şera-it içinde insanoğlu ve kızları mektup denilen iletişim biçimini en etkin biçimde kullanmıştır. Hatta bu işin cılkını da çıkaranlar olmakla birlikte mektup, kara sevdaya tutulmuş genç ve ihtiyarlar tarafından da-ha çok duyguların en güzel şekilde ifade edildiği bir yazın türü olarak edebiyat tarihine geçmiştir. Bizim yazdığımız, edebi bir tür olmaktan ziyade muhata-bımıza karşı duyduğumuz ilginin kalem ve kağıt ne-zaretinde, kelimelere dökülmesinden başka bir şey değildir. “Benzinliği önünde” buluşma önerisi hari-cinde içeriği tam olarak hatırlamamakla birlikte aşk serüvenim açısından ilk mektup olması hasebiyle konunun ne olduğu genel hatlarıyla malumunuzdur.

Güven; mektubun iletildiğine dair harikulade kış-kırtıcı ve baş döndürücü haberi, yazları her gün, hiç es geçmeden uğradığımız hatta kendimize ortak bir yaşam alanı olarak belirlediğimiz göl kenarında ver-mişti bana. Hafif sırıtık, ciddi ve kendine güvenen bir edayla söylenen ve nedense bana hayli melo-dik gelen “Verilen görev itinayla yerine getirilmiş-tir.” şarkısının bitiminden hemen sonra o şarkının

Ömer Faruk ÜNALAN

BİN DOKUZ YÜZ DOKSAN ÜÇ

Page 45: KÜN EDEBİYAT

45

KÜN EDEBİYAT

döküldüğü ağızdan öpmek için bir hamle yaptım ama içimdeki erkek çocuk buna hemen engel oldu. O anda mutluluktan eli ayağı tutuşan bir kurbağa hayvanı ne ya-pardı bilmiyorum ama ben bir yaygarayla “Gölün karşısına yüzerek geçeyim mi la.” deyiverdim, mektubun muhatabının aşkı-ma karşılık verme ihtimaline kesin gözle bakıp. Ayrıca aşka karşılık verme ile gö-lün karşısına yüzerek geçme eylemi ara-sındaki bağlantıyı hâlâ çözebilmiş değilim inanın. “Geçme, sakın ha...” gibi iyi niyet barındıran cümlelerle, “Boğulursun, sakın deneme…” türünden insanı kompleks-le barışık yaşamaya mahkum etmeye yö-nelik cümlelerle birlikte “Haydi geç, geçe-mezsin, geçmezsen adam değilsin…”gibi kışkırtıcı cümleler de kuruldu tabi; çok iyi hatırlıyorum. Böyle bir durumla karşı kar-şıya kalan bir erkek orangutan ne düşü-nürdü bilmiyorum ama biz niyetimizi ön-ceden belli ettiğimiz için bir adet teneke kolaya ömrümüzü bağlayıp ufak ufak ku-laç atmaya başlamıştık bile. “Biz” derken “ben” yani.

Az gittim, uz gittim; dere, tepe düz git-tim. Kıyıdan aziz kardeşim Serdar’ın oto-matiğe bağlanmış “Abiii”si ile kadim dos-tum İsmail’in “Geri döönn”ü kulaklarımı okşayıp suyla bütünleşerek kayboluyordu dünyamda. Başka da kimsenin sesi ulaş-mıyordu kulaklarıma. Erkekliğe kara sür-dürmemek adına yüzdüm ve yüzdüm. Göl, gölet denilebilecek kadar küçüktü aslında ama on altı yaşındaki bir ergen için gayet büyük denilebilirdi. Yolculuğumun umdu-ğumdan daha uzun süreceğini acayip bir şekilde yorulduktan sonra anladım. Kulaç atmaktan kollarım kopmak üzereyken ak-siliğe bakın ki bacaklarımda da sallanacak derman kalmamıştı. İşte böyle zamanlar-da pozisyon değiştirip arka arka yüzmek sorunlara kısmî de olsa çözümler getire-biliyordu. Dinlenmek için sırt üstü döndü-ğümde güneş tam gözüme düşüyor ve çoğu zaman gözümü kapatmak zorunda kalıyordum. Güpegündüz gözümü kapatın-ca da hayli gelişmiş hayal gücümle burun buruna geliyordum. Haydi ahtapotun uzun kollarında can verme sendromunu izah e-deriz bir şekilde de köpek balıklarının sal-dırısına uğramam fikrinin açıklanabilir bir

tarafının olduğunu sanmıyorum. Genellikle gözümü kapatmamı bekle-

yen korkularım, gözümü kapatmadıktan sonra beni rahatsız edemiyordu. Tekrar yüzüstü döndüğümde Uğur Mumcu’nun hurdaya dönmüş arabası geliyordu gö-zümün önüne. Ben ölümle burun buru-na gelmişken, hatta az sonra bu çamur-lu tatlı suda can verecekken nasıl olmuş-tu da Mumcu’nun arabası düşmüştü aklı-ma. Sonra Eşref Bitlis… İkisi arasında ne gibi bir bağlantı vardı, bilmiyorum ama in-sanın galaksimizin en yırtıcı hayvanı oldu-ğunu çok iyi biliyorum. İşte bu fikir hak et-tiğinden daha fazla yer buldu zihnimde. Neden öldürürdü insan başka bir insanı. Ve insan topluluklarının başka insan toplu-luklarından kendilerini korumak için kaleler yaptıklarını, hendekler kazdıklarını, duvar-lar ördüklerini çok iyi biliyorum. Katiller a-caba hiç Dostoyevski okumamışlar mıydı, Raskolnikov’dan haberleri yok muydu? Bir tefecinin canına kasteden, sonra arkada iz bırakmamak için olayın sağır, dilsiz tek şa-hidini de öldüren Raskolnikov’un düştüğü vicdanî durumun yalnızca romanlarda ol-duğunu mu düşünüyorlardı? Vicdan bütün dinlerin en büyük öğretisidir. Biraz daha a-bartılırsa vicdanın tek başına bir din oldu-ğu da savunulabilir aslında. Ve katiller bu dinin hangi yönüne düşerdi, bilmiyorum.

Evet, aylar önce gerçekleşen bu iki olay için çok üzülmüştüm şimdi. Mumcu’yu da tanımıyorum, Bitlisi de aslında ama ölüm şekillerini biliyordum. Ölümün soğuk nefe-si haddinden fazla hassaslaştırıyor insanı. Acaba benim ölümüm de onlarınki gibi ol-sa daha mı onurlu olurdu diye düşünmek-ten de kendimi alamıyorum serin sularda. Boğulan bir insanın verip de alamadığı ne-fes kadar çaresizim. İdealler, hayaller, pa-ra ne kadar geçersiz ve gereksiz kavram-lardı şimdi. Sırtımı döndüğümde korkula-rıma musallat olan köpek balıkları da boş gelmeye başlamıştı bir an. Göğüs kafesi-me baskı yapan bu akışkan sıvı; tökezle-yen bedenimin üstündeki başın hayli so-ğuk terler dökmesinin, ağzımın kuruma-sının, boğazımın tıkanmasının tek sebebi değildi elbette.

Sanırım pes etmek üzereydim. Son bir hamleyle arkamı dönüp evcilleşme-

ye başlayan köpek balıklarımla kedi fa-re oyunu oynuyorduk artık. Bu oyundan sıkılınca serbest sitilde yüzmeye de-vam ediyordum. Madımak’ta otuz üç bi-zim insanımızın hunharca yakılması ve yi-ne Başbağlar’da otuz üç bizim insanımı-zın kurşuna dizilmesi Lamborghini’nin ö-lümünden daha önemsiz olamazdı Tan-rım. Katleden bizden midir, katledilen biz-den… Ve ölüm karşısında insanın ilk tep-kisi…

Pes etmek, ne kadar çaresizlik bildiren bir kelime ve her insan ne kadar çaresiz-dir aslında. Ölürken ne düşünmüştü Abi-din Dino? Ölümü resmetmeyi tasarlamış mıydı acaba veya pes ederken resimler u-çuşmamış mıydı zihninden, kim bilir. Son-ra “Keşke benim dedem de öyle olsaydı” dediğim Hulusi Kentmen cennete girmiş midir şimdi?

Eğer kurtulursam annemi üzmeyece-ğim Allah’ım, babamı üzmeyeceğim. Ma-halledeki tüm arkadaşlarıma çok iyi dav-ranacağım. Onları artık hiç kovalamayaca-ğım. Hayatın kıymetini bileceğim, çok iyi bir insan olacağım. Hatta namaza da baş-layabilirim Allah’ım. Sağ salim kıyıya ula-şırsam iki rekat şükür namazı kılmayı bile düşünüyorum aslında.

Nisan ayıydı. Zeki ağabeyimin düğünü oluyordu bizim evin bahçesinde. Bahçeler ortaktı zaten, aşağı yukarı evler de… Ben o sıralar feci fotoğraflar çekerdim. O dü-ğünün bütün fotoğrafları tarafımdan çekil-miştir. Makinemi birine emanet etmiş ol-malıyım ki Hakan’la halaya durmuşuz. Bü-yük ihtimal “Ağırlama” çekiyoruz. Halay çektiğim müstesna düğünlerden biriydi Zeki ağabeyimin düğünü. Oldu bitti kala-balıktan hoşlanmadığım, hiçbir halk oyu-nunu bilmediğim ve bedenimi müziğin rit-mine kaptıramadığım için çoğu zaman çu-vallardım bu tür merasimlerde. Oysa kü-çük kardeşim Fatih şiir gibi oynayacaktır biraz daha büyüdüğünde. En büyük zevk-lerimdendir düğünlerde Fatihimizi seyret-mek, bir ağabey olarak. Sanırım böyle müstesna bir cumartesi günüydü. Orkest-racı Necdet’in sazı sustu aniden. “Özal öl-müş” dediler. Severdik kendilerini, hat-ta sempatik de bulurduk ailecek. Bir me-mur çocuğu olarak Özal döneminde beş

Page 46: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

46

çift ayakkabımın olduğunu iyi bilirim. E-konomiyi beş çift ayakkabıdan ibaret gör-düğümüz yıllardı tabi o yıllar. Özal ölmüş-tü, Demirel’e köşk görünmüştü. Orkestra-cı ve fena halde sanatçı Necdet, kırk beş dakikalık uzun bir sigara molasından sonra sazını çalmaya, kalabalık halaylarını çek-meye devam etti. Özal ölmüştü, bir sene sonra amcazadem Zeki ağabeyim şehit düştü ve ben ölüyordum.

Ne kollarımda derman ne de ayaklarım-da beni on beş santimetre ileriye taşıya-cak güç kalmıştı. Hemen ters döndüm. Güneşten gözlerimi açamıyordum. Şimdi ne sekiz kollu dev ahtapot vardı zihnim-de ne de Javs filminden kaçmış katil kö-pek balığı. Yavaş yavaş bitirmeliydim bu öyküyü çünkü başaramayacaktım. An-nem ne kadar üzülürdü tabutumun başın-da. “Deli Oğlan, yine yapacağını yaptı” di-ye içinden geçirmez miydi sevgili babam? Ah ben ne bok yedim Allah’ım. Kararımı vermeliydim artık: Şimdi mi bırakmalıydım kendimi yoksa bir metre daha mı sıkmalıy-dım dişimi?

Saç diplerimden doğan ter, kaşlarımın ince uçlarını takip ederek gölün serin su-larıyla kucaklaşıyordu. Ben her seferinde son nefesimi de verip yeni bir son nefes alma derdine düşüyordum. Son aldığım nefes bir sonrakini tetikledi hep, ama artık bu öykünün sonu gelmişti. Döndüm tekrar ve son kez okşadı göğsümü serin sular. Bu ağaçlar bu kadar yakın olamazdı bana. Aman Allah’ım, bu kavak ağaçları ne ka-dar yaklaşmıştı bana. Elimi uzatsam tuta-cağım. Tükürsem öleceğim. Uzattım tut-tum birini, yapraklar elimde kaldı. Sonra bedenimi öyle bir attım ki can havliyle, a-ğacın gövdesinde buldum kendimi. Tutun-dum öylece. Tutunakaldım.

Yıllar önce, henüz çocukken, yani a-mel defterine günah yazılmazken işlediği-miz organize cinayet geldi aklıma birden. Hamile bir kediyi kovalıyorduk. Kedi ağaca çıktı. Sonra kediyi insafsızca taşladık. Ye-re düşmemekte direniyordu. O direndikçe biz taşladık. Biz taşladıkça o düşmedi. İ-leri zekalımızın birinin aklına bir fikir gel-di. Bu fikir doğrultusunda mahallenin azı-lı köpeği Tombul’u kedinin olası düşeceği noktaya getirdik. Kedi ağacın dalına tıpkı

benim sarıldığım gibi sarılıyordu. Bir ham-le yaptım yukarı doğru ve ayağımı da ba-sacak bir dal buldum. Asılı değildim artık ama kedi asılı kalmıştı. Ağaca çıkıp kedi-nin tutunduğu dalı sallamaya başladık var gücümüzle. Kedi diğer dala tutunmak için hamle yaparken maalesef aşağı düştü. İş-te o an kedilerin dokuz canlı olduğu tezi çürümüş oldu gözlerimin önünde. Ben çok kötü bir insanım Allah’ım, bu iyiliği bana neden yaptın?

Bu gölün göl olmadan önceki halini de bilirim ben. Küçük bir dere akardı ağaçla-rın arasından. O küçük dere tek başına bu-raları cennete çevirmişti. Yemyeşil bahçe-ler ve sık ağaçları ağırlayan küçük bir cen-netti bir zamanlar burası. Ne zamanki su-lama amaçlı küçük çaplı baraj yapım ça-lışmaları başladı, cennet sular altında kal-dı. Cennetten geriye, gölün karşı kıyısına yakın yerlerde, büyük bir kısmı sulara gö-mülmüş, uç kısımları görünen kavak ağaç-ları kaldı. İşte o kavak ağaçlarından biri-nin üzerindeydim ve öyle sıkı sarılmıştım ki hiç ölmeyecekmiş gibiydim. Kollarıma derman gelmişti. Yüzümü öyle bir tebes-süm kapladı ki halime gülmeye bile baş-ladım, hem de kahkahalarla. Kahkahalar-la gülmek ne güzeldi. Yaşamak ne güzel-di. Kedi de yaşasaydı keşke. Vicdan aza-bımı kalbimin en derinlerine gömüp ağla-nacak halime gülüyordum.

Kıyıya yirmi/yirmi beş metre kalmıştı ve kendimi yeni bir yüzme macerasına hazır hissetmiyordum. Biraz daha dinlenmeliy-dim kavak ağacının üst dallarında. Epey kaldım orada. Ağaca tutunmuş halim, gö-renlere gülmekten mide krampları geçir-tecek bir hadisedir aslında. Gölün içinde birkaç kavak ağacı… Kavak ağaçlarının son çeyreği görünüyor uzaktan bakınca ve yakına gelince o dallara tutunmuş bir cisim… Gülmekten ölünür bu sahneye.

Uzun bir dinlenmeden sonra ağaçtaki yönümü belirleyip ufak bir hazırlıkla tek-rardan atladım muhterem gülümün pek takva sularına. İşte o anda, hem de ku-laç atarken ahtapot ve köpek balığı figür-leri tekrar nüksetmeye başladı beynim-de. Arkama hiç bakmadan öyle hızlı yüzü-yordum ki kıyıya geldiğimde penguenlerin denizden buz kütlesine bedenlerini fırlattı-

ğı gibi fırlattım anakaraya kendimi. Kıyıda sırt üstü kaç dakika uzandığımı

bilmiyorum. Bilmeme de gerek yok şu du-rumda. Verdiğim sözlerin hiç birini hatırla-mıyorum Allah’ım ama annemi üzmemek-te kararlıyım.

Şimdi de karşı kıyıya geçmem gereki-yordu. Gölün diğer tarafında yapayalnız kalmıştım ama hayattaydım. Ne büyük mutluluk gölün diğer tarafında, yapayal-nız, hayatta kalmak ve hayattayken gö-lün çevresini yürüyerek kat edip hikayenin başladığı noktaya geri dönmek.

Ertesi gün bütün bu olanları unutmak zorundaydım. Çünkü benzinliğin önünde gerçekleşecek bir buluşma için olduğum-dan daha iyi görünmeliydim. Aynanın kar-şısında ömrümde hiç süslenmediğim ka-dar süslendim, briyantinle saçlarımı par-lattım. Biraz da kaşlarıma sürdüm. Ayak-kabı olarak da çok özel günlerde giyinmek için sakladığım topuğundan uç tarafına doğru bir adet siyah çizgisi bulunan mar-kalı, beyaz spor ayakkabımı tercih etmiş-tim. Randevu vakti yaklaşınca özgüvenimi boynuma asıp yola çıktım. Buluşma nok-tasını tepeden görebilecek bir yeri kendi-me mesken olarak belirleyip muhatabımın gelmesini beklemeye koyuldum. Belli ki tarafımdan önerilen buluşma teklifi muha-tabım tarafından önemli bulunmuştu. İsti-şare amacıyla bir grup insanın huzurunda okunan duygularım muhtemelen o toplu-ğu gülmekten öldürmüştür. Yine de şah-sımın ciddiye alınıp muhatabımın erkek arkadaşının -sonradan öğrendim- tem-sil yetkisiyle benzinliğe gönderilmiş olma-sı da büyük incelik doğrusu. Eleman beni görmedi, ben ise buluşma noktasında bir kız değil de bir erkek görünce çok şaşır-dım, şaşırmakla kalmayıp durumdan hayli şüphelendim. Bu beklenmedik durum kar-şısında bir komploya kurban gidebilirim düşüncesiyle çevreyi bir vakit daha süz-dükten sonra “Bizim’çin ayrılık yoktur/ Ya sen ya ben ölmeyince” dizeleri eşliğinde şair olarak eve geri döndüm.

Page 47: KÜN EDEBİYAT

47

KÜN EDEBİYAT

Kalbimin sınırlarına çizilmişDenize hududu olmayan bir ülkedeBaşkenti sen olan bir ülkedeGüçlü haykırışlar derlerdim durmadan

Ve kelimeler gelip geçerdi göğümdenBüyücülerin kırık kadehlerinde dökülürdü za-manYeşil elbiseli kuşlar kanat çırpardıBir hüküm vaktinin elimsağmalarından

Şimdi yağmurda ıpıslak saçların Kundaksız ağıtların çocukluğundaBir küçük kız oluyorsun kuytulardaBir deli baharın patlayan tomurcuklarında

Gemiler bir nehir gibi akardı kalbimdenAdressiz sancılarımın depreştiği o yerdenNice korsan düşleri tabir ederdim Bir hayal ülkesinin denizlerinden

Bir yıldız kayarken gönül burcundanBir deli rüzgâr eserdi hasret dağından Aşk bir bardak su gibi çıkıp gelirdiKavissiz bir yıldızdı sessizce kayan

Kırk ikindi yağmurlarında ıslanmış saçlarım Deniz karıncalanan ellerin duasındaDalgaların zikrine karışıyor karaların sukutu Kıyısız denizlerin ötesinde umutlar

ÖMÜR İKİNDİYE MERHABÂ DERKEN

Dr. Mehmet GÜNEŞ

Gelen sonbahardır, demlenir efkâr,Ömür ikindiye merhabâ derken...Saçıma kar yağar, kalbime bahar,Ömür ikindiye merhabâ derken...

Eylül serinliği çöker bağrıma,Ağrılar eklenir yürek ağrıma,Gençliğim ses vermez artık çağrıma Ömür ikindiye merhabâ derken...

Hazan hükmederken alınyazıma;Hüzün mızrap olur gönül sazıma,Seneler aldırmaz îtirazımaÖmür ikindiye merhabâ derken...

Çizgiler yüzümü örtmeye başlar,Ruhumu bir melâl tartmaya başlar,Yalnızlık gitgide artmaya başlarÖmür ikindiye merhabâ derken...

Hayâller sararır, düşler paslanır,Öfke sükût eder, akıl seslenir,Her bakışa bir yorgunluk yaslanırÖmür ikindiye merhabâ derken...

Mevsim geçer, aylar göçer, gün erir,Hayat güze döner, kışa yol verir,Dostlar gazel döker, GÜNEŞ ürperirÖmür ikindiye merhabâ derken... El eden akşama bir selâmım var,Azıksız yıllardan yana gamım var, Ve artık zamana ihtimâmım varÖmür ikindiye merhabâ derken...

KIYISIZ DENİZLER ATLASI

Mehmet BAŞ

Page 48: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

48

“an gelir Attila İlhan ölür” demişti, her fani gibi o da göçtü bu dünyadan.

Bu yazımda size; 80 yıllık ömrüne şiir, roman, senaryo, deneme, makale, anı, söyleşi ve çeviri dallarında onlarca eser sığdıran; Türk edebiya-tının tartışmasız en büyük ustalarından birini, Attilâ İlhan’ı anlatmak istiyorum.

Neredeyse sadece şair yönü ön plana çıkartıl-sa da; Attila İlhan büyük bir şair olmanın yanın-da, entelektüel çalışmalarıyla Türk edebiyat ve düşünce dünyasına önemli katkıları olmuş bir düşünür, bir aydındır.

Su gibi akar şiirleri. Kendi müziğini, kendi a-hengini, ritmini içinde taşır. Bu yüzden pek çok müzisyen onun şiirlerini bestelemiş, şarkı yap-mıştır.

Bir hatırlayalım: Timur Selçuk, 70’lerde Attilâ İlhan şiirlerini bestelemiş; Ergüder Yoldaş, 80’lerin hemen başında yarattığı “yeni” müzik türünü neredeyse onun şiirinin üzerine kur-muş; Ahmet Kaya sesini Attilâ İlhan şiirleriy-le duyurmuştur.

Çocukluğundan beri süregelen sinema tutku-su Attila İlhanın şiirlerine, romanlarına büyük ölçüde yansmıştır. Onun şiirini doğru değerlen-dirilebilmek için onun sinama ile olan gönül ba-ğını çok iyi bilmek gerekir.

Türk romancılığına yeni bir dil, yeni bir soluk getiren iyi bir romancıdır aynı zamanda.

Attilâ İlhan şiiriyle ne zaman tanıştım bilmi-yorum ama onunla yüz yüze tanıştığımda on se-kiz yaşındaydım. Ankara’da Bilgi Yayınları’nın Kızılay’daki binasında görüşmüştük.

Hilmi Yavuz’un selamıyla gelmiştim. Yıl bin dokuz yüz yetmiş altının sonları mıydı, yetmiş

yedinin başları mı?Başında yine o ünlü şapkası, yüzünde yine

güleç bilge adam sureti, gözlerinde o sisli bakış, sesinde musiki... Velhasıl Attila İlhan’dı karşım-daki işte, kanlı canlı.

Odasında edebiyatçı dostları vardı. O gün o-radakilerden bir tek Selim İleri kalmış aklımda.

Bir köşede sessice oturup sohbetlerini dinle-miş ve bir sarhoş gibi dolaşmıştım dışarı çık-tıktan sonra, yıldızlı Ankara gecesinde. Dilim-de “yağmur kaçağı”ndan, “sisler bulvarı”ndan mısralar... “ben sana mecburum, aysel git ba-şımdan, an gelir” şiirlerini tanıdıkça üstada olan hayranlığım daha bir artacaktı.

Her Ankara’ya gittiğimde ziyaretine gider-dim. Güzel sohbetlerimiz oldu. “Bu çocuk da kim oluyor? Yozgat’tan gelmiş bir köylü çocu-ğu, onun için ayıracak zamanım yok” demezdi. Yazdıklarımı alır, yanındaki misafirlere okurdu beni onore etmek için.

Attila İlhan genç şairlerle ilgilenen, onlara destek olan bir şiir ustasıydı. Has şiirin birbi-rine eklenerek nesilden nesile taşınacağına ina-nırdı. Her on yılda bir, diğer şair arkadaşları gi-bi seçtiği isimlerin şiirde bir yerlere gelmesi için çaba harcardı.

Bir röportajda şunları söylemişti: “Kendi hesabıma 50’li yıllarda ben, genç şa-

irlerden Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay ve Ce-mal Süreyya’yı tutmuştum. 60’lı yıllarda ise Arif Karakoç, Erol Çankaya ve Hüseyin Yurttaş’ı. 70’li yıllara gelince Yusufçuk’ta adını verdiğim üç genç şair, o tarihte henüz ilk şiirlerini yayım-lamamışlardı bile, sonradan ufak ufak dergiler-de görünmeye başladılar: Hürol Taşdelen, Si-yami Yozgat ve Güniz Baykam! İlerde ‘iyi şey-

BİR ATTİLA İLHAN VARDI

Siyami YOZGAT

Page 49: KÜN EDEBİYAT

49

KÜN EDEBİYAT

ler’ yapıp yapamayacakları, elbette bi-reysel sanat bileşimlerini gerçekleştir-melerine bağlı!”diyerek beni ne kadar yüreklendirmişti anlatamam.

O yıllarda şiirle yoğun olarak uğra-şıyordum. Ulusal edebiyat dergilerinde şiirlerim yayınlanıyordu.

Beni kendine yakın bulduğunu, gençliğindeki heyecanlı halini ben-de gördüğünü söylerdi. Çeşitli yerler-de benim hakkımda yazılar yazdı, “bu gencin gönderdiği şiirleri yayınlayın” diye referanslar bıraktı. Fakat ben çe-şitli sebeplerden onun çizdiği çizgide yürümedim, yürüyemedim.

Şiirden yavaş yavaş uzaklaştığım, ka-rikatüre, çocuk edebiyatına yöneldiğim günlerdi. Bir ziyaretim sırasında:

“Neler yapıyorsun çocuğum, görün-müyorsun?” dedi. Ben de; “Karikatür çiziyorum abi” dedim. Hiç memnun olmamıştı bu cevabımdan. “Sen şiire kuma getirdin. Şiir kumayı sevmez.” demişti.

Attila İlhan, Türk Halk şiirine ve kla-sik şiirimize hayrandı. Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu, Bayburtlu Zihni’yi, Dertli’yi, Emrah’ı, Seyrani’yi, Baki’yi Fuzuli’yi, Nedim’i dilinden düşürmez-di.

Attila İlhan, şiirde sese çok önem verirdi. Yazdığı bir şiiri saatlerce dö-ne döne okur, eksik kalmış ya da kula-ğı tırmalayan bir ses arardı. Onun şöy-le dediğini hatırlıyorum: “Dikkat edin Türk halkının sevdiği ve okuduğu şi-irlerde ona sıcak gelen bir ses vardır. Türk halkı ancak bu sesi taşıyan şiirle-ri okur. Mesela Necip Fazıl, Nazım... Bu şairlerin en önemli özellikleri bizim geleneksel Türk şiirinin sesini kullan-malarıdır. Ben de onu kullanıyorum, Ahmet Arif ’in şiirlerinde de aynı sese rastlarsınız. Geleneksel Türk şiirimiz-deki bu ses kesinlikle Türk musikisin-den geliyor.”

O, aruz şiirindeki, hece şiirindeki li-rik dili, musikiyi kendi serbest şiirine

taşıdı. Alaturka makamlarını isimleriy-le yazdığı pek çok serbest şiir yıllarca aruz sanıldı. Geleneksel ve klasik şiiri-mizi öyle özümsemişti ki serbest söy-lediği zaman bile o sesi yakalayabili-yordu. Bu yüzden serbest şiirlerinin birçoğu bestelendi.

Onun şiiri kekeme bir şiir değildir kesinlikle. Gürül gürül akan bir ırmak-tır. Bu memleketin bin yıllık geleneği-nin yeni bir aşamasıdır. O Türkçeye, Türk şiirine has o sesi serbest olarak da söyeleyebilen, çağdaş bir şiir dili o-luşturabilen büyük ustalardan biridir. Bu yüzden seviyor Türk halkı onun şi-irlerini, coşkuyla okuyor

Son olarak ondan kalan ve belleğime kazınan bir şiir tanımı ki eh...

“Serbest şiiri genç nesil vezinsizlik sayar. Serbest vezin, vezinsizlik değil-dir. Her şiir için yeni bir vezindir. Ya-ni şair, her şiir için vezin yaratmak zo-rundadır. Bir veznin getirdiği bütün a-vantajları sen yaratıcılığınla vereceksin. O melodiyi, o ritmi, o havayı...”

Onun kaderini Kemal Tahir’e ben-zetirim ben hep. Attila İlhan’ın da Ke-mal Tahir gibi insanımıza, tarihimize ne kadar sevdalı olduğu sağlığında an-laşılamadı. Muhafazakâr insanlar tara-fından ömrü boyunca “komünist” di-ye, “solcu” diye dışlandı. Solcular her zaman şüpheyle baktı ona, anlayama-dı. Oysa o bizden biriydi. Bizim sesi-mizi, bizim gönlümüzdekileri yazardı “şiir” diye

Nur içinde yatsın. O, usta bir şair ol-duğu kadar; bu ülkenin kültüründen beslenen, bu ülkenin sesiyle seslenen, bu toprağın insanını seven bir gönül a-damı, bir düşünür, gerçek bir Türk ay-dınıydı.

O, bu toprağın solcusuydu.

AN GELİR

an gelirpaldır küldür yıkılır bulutlargökyüzünde anlaşılmaz bir heybeto eski heyecan ölüran gelir biter muhabbetçalgılar susar heves kalmazşatârâbân ölür

şarabın gazabından korkçünkü fena kırmızıdırkan tutar/tutan ölürsokaklar kuşatılmışkarakollar taranıryağmurda bir militan ölür

an gelirömrünün hırsızıdırher ölen pişman ölürhep yanlış anlaşılmıştırhayalleri yasaklanmışan gelir şimşek yalarmasmavi dehşetiyle siyaset meydanı-

nıdirekler çatırdar yalnızlıktansehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştırkaf dağı’nın ardındakine selam artık ne sabahkimseler bilmez nerdelernamlı masal sevdalılarıevvel zaman içindekalbur saman ölürkubbelerde uğuldar bâkîçeşmelerden akar sinanan gelir-lâ ilâhe illallah-kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zamanşairler dolaşır saf saftenhalarında şiir söyleyerekkim duysa / korkudan ölür-tahrip gücü yüksek-saatli bir bombadır patlaran gelirAttila İlhan ölür

Page 50: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

50

payidar zaraman sunar

matadorunu felç eden boğa

ben seni bii severim kolezyumu devirir bir gladyatör matadorunu felç eder bir boğa zulüm bir dünya malıdır balam uykuların şen olsun şen olsun bahçende çilingir sofranda çökelek bezgin çocukların soğukkuyu papuçları şen olsun kesinlikle olsun yoksa kendimden zulmeden bir tanrı yaratacağım

ben seni bii severim iki eli birden kurur ebu leheb;in zenci olduğuna ikna olur muhammed ali dolar değer kaybeder nato dağılır filan sonra bir şeyler olur öcü alınır bütün o otantik duyguların kardeşimiz üzüm hoşafının yenidoğan mahallesinin ve tütün kolonyasının göğsünde güvercin besleyenlerin ve çok şeyin öcü alınır sonra yine bir şeyler olur damarlarımızı sabote eden bu kırmızı ve bu uslanmaz sıvıyla birlikte kafamızı karıştıran ayetleri rehabilite ederiz edebiliriz bu kolay olmalı niçin olmasın ki kırıldığım yerden başlar inkılap bu olmalı yoksa ortadoğu’yu sana bulayacağım

ben seni bii severim fena şarkılar ezberlemeye başlar sorgun’da bir çocuk sen beni altmış altı yerimden kırarsın felç olurum kalbimin nice şükran yerinden telaşlanırım cücüğünü yitirmiş bir bodu gibi de ki insan bir tanrısal israftır yalama olmuştur bizi hayata bağlayan sabır zoru de ki adem’i yaratan neylemiştir neylenmiştir halepçe’de dilan, hiroşima’da sakiko insanlık tarihi daha uzun değildir bir insan ömründen bir kan bir kırmızıya ne kadar yakışır d’ola ne kadar yakışır d’ola bir dünya bir çiçeğe

bunlar sorulmalı sorulmalı ve rahatlatılmalı bunlar yoksa ifrite şeytana şah olacağım

ben seni bii severimdir deme gitsin deme ki zülfikarına tövbe eder ali küfür felç edilir havana’da aşere-i mübeşşere’’ye eklenir ernesto kudret makamına zor değil bu zor değil seni güçlü bir mayıs ortasında öpmek hem ben halhal alırım o kırılası bileklerine sen benim sırtıma oraklanırsın hem elinde güle dönen bir çekiçle bunlar zor değil yani kolay inceliklerdir bunlar kolaylaş sen de lütfen ama yoksa okuduğum herşeyi sana uyarlayacağım

ben seni yine bii severim bir takım kavimler helak olur bir tünel kazılır guantanamo’da new york borsası çöker ve sen ki sen ki tanıdığım bütün saçlarınla bana iletilirsin sadrımda bir rönesans başlar bilsen sana ne çağlar açarım niye ki gözlerin bir yıkımdır ben sehpalarda serenad yaparım niye ki yaşamak nefesi nefesine külfettir balam uykuların şen olsun şen olsun bağrındaki o yasaklanmış elma biz onu ısırmak ve lanetlenmek üzere yaratılmışız madem madem ki kan gövdeyi götürmekte sürüler coğrafyasında bütün bunları öfkene ilavele ve lütfen gül lütfen gül nuh’un tufanından beri misvaklamadığın dişlerinle levh-i mahfuzun şer egemen sayfalarına nispet lütfen gül gül ve bu şevkinle aklımda bulun bu anı sabitle ve bana ve bu topraklara zerk et biraz metanet göster balam göster ve gözlerini terket ol yoksa kendimden zulmeden bir tanrı yaratacağım

MATADORUNUFELÇ EDEN BOĞA

Payidar ZARAMAN

Page 51: KÜN EDEBİYAT

51

KÜN EDEBİYAT

AGüldün ya

Kırmızı mevsimleri yola getiren adımlarlaRahiplerİmamlarHaham başlarınBehram’ı adam ediyor şimdilerdeŞimdilerde şehirler sakıncalı birer tendirİliklerim nakle hazırKemiklerim mütevaziEllerin elbette ettendir.Seksen ikinci vilayetsin ülkemeAltmış altıncı varlığımVarlığına armağan olsun.

Payeler ve rütbelerleNefes almaya başlar ölülerDeliler birer nefes daha çeker tütünlerindenYolum Nepal’a düşer bir zaman sonraKöprüler kurarımHanlar, hamamlar yaparımTibet abat olurBahar olur SahraKalahariNabipBahar olur.

BGüldün ya

Bir ucundan diğerine koşarak arzınHayalinle aklıyorum kuduz köpekleri.Böcekler ve ürkek akreplerinÜzerini örten toprak örtüİçimi harabeden dürtüLazıÇerkezi

Kürdü kadarİnsanca yaşamak bahşediyorsun banaTürk oluyorum birdenRüzgâra kafa atıyor sümüklüböcekBir orangutanın tepesi atıyorMaymuna dönüyor Bay Darvin…Hidayete ermede rekor kırıyoruz şahanem!Bak imanımız dinden çıkıyor.

CGüldün ya

Oynak parmaklarında naif ağıtlarVadilerin alacakaranlıkOvaların doğurganBereketlidir dağların.Yanılgısı olasın Descartes’inFreud’unSokrates’in yanılgısı olasın.Yengeç Dönencesinden tutEkvator çizgisine değinBitki örtünYeryüzü şeklinÖrneğin, modelinÖyle beğenilesi kiBoynundan ayak bileklerine kadarDiktana mahkûm oluyor yeryüzüVe gökyüzüSafran rengiyle selamlıyor yamaçlarınıKaburganda yaşam buluyor ecelKadını kutsuyor Tanrı.

DGüldün ya

Yıldızlar asılır kirpiklerindenSabbah’a mezar olur Alamut.

Hatun kişi niyetineAşkın keşfine çıkarken hurilerCennete ilham olur ağzınCennete sultan olursun.Ve dünya yaşanılası değildir zatenGökdelenler kanamalıydıÇadırlar, obalar kanamalıdır.Fakir fukaranın sobasına uğrar mutlulukYırtık urbalı insanların köylerindenKasabalarından geçer katarlarlaÇırılçıplak kalırım ellerindeErgen olur sümüklü çocuklarBabalar çocuk kalır.

OTOMATİK KASİDE

Ömer Faruk ÜNALAN

Page 52: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

52

Aydoğan YAVAŞLI

Bayramdı, el öpmesiydi, öylesine bir ziyaretti bahane… Amacım belli benim: Su akma-yı sürdürürken testiyi doldurmak! Ne kadar

doldurursam o kadar iyi… Çünkü belki -hiç belli ol-maz gerçekten- ben de içi dolu o testiyi gelecek ku-şaklardan birine, ya da birilerine devredeceğim.

Duymuşsunuzdur, hiç yadsımayın lütfen: “Putla-rı Yıkıyoruz” kampanyası dâhilinde sıra, o zamanın şair-i azamı Abdülhak Hamit’e gelmiştir ve Nazım, Resimli Ay’da her şeyi tuzla buz etmiştir. Şair-i Aza-mın -o ki Divan Edebiyatı kalıplarını parça parça et-miştir ve bu planda gerçekten bir devrimcidir- şi-irlerini deyim yerindeyse silkelemiş, lime lime et-miştir. Peki, A. Hamit’in tepkisi ne olmuştur dersi-niz? Şu: Nazım’ı köşkünde bir akşam yemeğine da-vet etmiştir. Uzun bir masa, üstünde mumlar, hari-ka bir yemek ve birer kadeh iyi cinsten şarap! Ye-mekten sonra yan odaya geçilip kahveler yudumla-nırken A. Hamit söze girer: “Yaptığınız çok doğru, delikanlı. Biz de bizden öncekilere aynını yapmıştık. Hayat böyledir işte: Şimdi sıra sizde”

“Bu olgunluğu bugün gösterecek kaç yazar/şair vardır?” sorusunun yanıtını siz verin. Zaten biz de bayram ziyareti bahanesiyle söyleştiğimiz o birkaç saat içerisinde şimdikilerin hamlığını, çiğliğini, hoş-görüsüzlüğünü hiç konuşmadık. Bu, alışık olduğu-muz bir durumdu artık, yani ne yazık ki hiçbir edebi-yatçıya yakışmayacak o olumsuzlukları artık kanık-samıştık ve acı olan da buydu, evet tam da buydu!

Derkendi: Söz, “yararlı şeyler”e geldi. Geçenlerde bir televizyon programında ikisi kadın beş yazar/şa-ir “eski bayramlar”dan söz ediyordu. İçlerinden bi-risi, hikâyenin esasen şiirin yanında olduğunu, baş-ka bir deyişle hikâye ile şiirin akraba olduğundan fi-lan söz etti. Bu savına dayanak olarak her iki sanat dalının da bir anlamda “sözcük ekonomisi”ne yas-landığını gösterdi.

Doğrudur, yanlıştır… Ne kadar doğru, ne kadar yanlıştır, bilinmez. Fakat hikâye yazma/etme sana-tının tıpkı şiir sanatındaki gibi bir takım eğretileme-

ler yaratmayı gereksindiği, artık çok bilinen bir ger-çek. Ancak, sırf bu yüzden, yani eğretileme yapa-cağım diyerek hikâyeyi tümüyle şiire terk etmek de bütün bütüne bir zayıflık, hatta nafile bir gayrettir bana kalırsa.

Tıpkısının aynısı, şiiri hikâyeye dönüştürmek gi-bi…

Tarık Dursun K. da bunu söyledi zaten: “Ben, hikâye yazarken bazı modern arayışlar yapılmasına tabii ki karşı değilim, neden olayım? Biz de bizden öncekilerden öğrendiklerimizin üstünde yükseldik, ne kadar yükselebildikse!”

Orada anımsadım: Hani şu G.G. Marquez’in Al-baya Kimseden Mektup Yok adlı bir hikâyesi vardır. Hikâyenin girişinde bir yerde Albay, bir cenaze tö-renine katılmak için dışarıya çıkarken özene bezene giyinir, en az altı aydır boya yüzü görmeyen ayakka-bılarını siler, parlatır filan… Neden bu kadar titizlen-diğini soran karısına verdiği yanıt ibretliktir: “Kasa-bada ne zamandır eceliyle ölen ilk insan çünkü…”

Biz zavallı okurlar da anlarız ki o kasabada yıllar-dır işler hiç de iyi gitmiyordur, terör ve savaş başını alıp gitmiştir. Tabii yazar istese bunu böyle de anla-tabilirdi. Yapmıyor. Onun yerine hikâyesindeki ‘tip’e böyle bir cümle kurdurarak aradan çekiliyor. Başka bir deyişle “kör parmağım gözüne” demiyor.

Cânım efendim, lütfen Kırmızı Pazartesi’yi de a-nımsayın bakalım: Ne diyor o başkahraman? “Be-ni öldürdüler.”

“Beni vurdular” demiyor bakın, “öldürdüler” diyor. Bence müthiş bir eğretileme, harika bir buluş…

Bunun gibi onlarca, hatta yüzlerce örneği A. Çehov’da, Cortazar’da, S. Zweig’da, H. Hesse’te, O. Henry’de, Orhan Duru’da, Nezihe Meriç’te, T. Bernhard’ta… görmek, göstermek mümkün. Zaten ustalık dediğimiz de, hikâye etmenin/yazmanın za-bıt kâtipliği olmadığı gerçeği de budur.

Sonra o sözü tekrar etti: “Ben, tembellik etmek istediğim zamanlarda romana kaçtım. Karanfilimin

TARIK DURSUN K.’nın YANINDA BİRKAÇ SAAT

Page 53: KÜN EDEBİYAT

53

KÜN EDEBİYAT

Ali TAVŞANCIOĞLU

müstef ’ilün müstef ’ilün müstef ’ilün müstef ’ilün

Hüsnün niçün mahrem kılup rü’yâlara saldın beniRü’yâlarım mâtem kılup hülyâlara saldın beni

Zülfüm ki turrâdır dedin ebrûlarım râdır dedin Çeşmim dil-ârâdır dedin gayyâlara saldın beni

Gamzen ki pek cellâd imiş kârım meger feryâd imişMecnûn asıl üstâd imiş sahrâlara saldın beni

Der yemm-i gam bâkî benem gussaya tiryâkî benemHem kâse hem sâkî benem sahbâlara saldın beni

Âh ey Zuhûrî kandesin bir şûha illâ bendesinKâfir ne hoş hânendesin sevdâlara saldın beni

yükseldiği zamanlarda ise hikâye, benim için her daim gerçek bir sevgilidir.”

Doğruydu, doğru olduğuna onlarca kez tanık oldum. Geçmiş zamanlarda, yazılan hemen her hikâyenin arka planında bir biçimde olmuştum. Bana “Böyleyken böyle,” demişti. “Şöyle başlayacak ve… Ve hiç bitmeyecek!”

Hiç kuşkum yok: Hikâye bitmez. Hikâyenin hiçbir zaman bitmeyeceğini her hikâyeci bilmez, bilemez. Kim bilir, bel-ki bilmek de istemez. “Fakat bu durumda romancılara bi-raz ayıp etmiş olmuyor muyuz ağbi?”

“Hayır, etmiyoruz!” dedi. “Söz konusu olan, romanın hoşgörüsüdür. Öyledir, hoşgörülüdür roman. Yazarının yaptığı bazı hataları bağışlar, saklar onları. Fakat hikâye… Hikâye fazlasıyla açık sözlüdür. Yanlış bir sözcük, tırmala-yan bir sözdizimi, aksak bir üslup, sakat bir kurgu, bir bilgi yanlışı… rezil eder yazanı, kepaze eder.”

Aydınlık gazetesinde her cumartesi yazmaya başladı. Oradan açtım sözü. “İyi ettin ağbi,” dedim. “Gazeteler-de artık o eski edebiyat tadı yok. Özlemiştik edebiyat ko-kan yazıları.”

“Evet ama uzunca bir süre ara verdikten sonra köşe yazmak, epey zor,” dedi. Burhan Felek’ten bir anıyla süs-ledi sonra: Üstadın işine bir süre ara vermişler. Fakat o, tıpkı gazetecilik günleri gibi yine her sabah erkenden kal-kıp tıraş oluyor ve yazı makinesinin başına geçiyormuş. E-şi bir gün dayanamayıp, yorma artık kendini, dinlen, de-miş. Hayır, demiş Burhan Felek, yazmayı bırakırsam unu-turum, disiplinden koparım.

Nitekim bir ay kadar sonra üstadı gazeteye tekrar ça-ğırmışlar. O, hiçbir zorluk çekmeden günlük yazılarını yaz-mayı sürdürmüş.

Tıpkısının aynısını İlhan Berk için de duymuştum. Şe-hir efsanesi olduğunu sanmıyorum; o sıkıntılı adam mut-laka yapmıştır bunu: Sabah erkenden kalkıp Bodrum so-kaklarında dolaşmış, güzel genç kızları uzun uzadıya süz-müş, sonra çevredeki otlarla konuşup anılan saatte şiir yazmaya başlamıştır. Yoksa nasıl çıkardı Güzel Irmak, na-sıl yazılırdı Kül?

“Cemal Süreya bir yazısında, yolum ne zaman Kadıköy’e düşse ceketimi iliklerim, ansızın bir sokağın köşesinden Fazıl Hüsnü çıkagelir diye, demiş,” dedim. Güldü. “Doğ-rudur,” dedi. “Ben de Orhan Kemal’in, Oktay Akbal’ın kar-şısına çıkacak olsam öyle yapardım. Onlar da benim us-talarım. Şimdikiler, üç beş hikâye karaladıktan sonra us-ta musta kazımıyorlar ama bu işler ustasız olmaz. Kendi-ne bir, beş, on… neyse, usta edineceksin. Edineceksin ki sonra kendin olasın.”

“İşimiz zor ağbi,” dedim. “Öyle…” dedi. “Okumak gerek. Okumadan olmaz.”

Böyleyken böyle işte!

EYLÜLCelal KAPUSUZOĞLU

Eylülün bir yanı yalnızlıktırBir yanı hüzünEylül kiNe yalnızlığımızın farkındadırNe hüznümüzün

Eylülün bir yanı yalnızlıktırBir yanı hüzünBu aydaBu mevsimdeBu günArtıyor derdi gönlümüzün

Eylülün bir yanı yalnızlıktırBir yanı hüzün…

BÂKÎ’Yİ TANZÎR

Page 54: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

54

dostluğu satın almak için uğraşacağımıza bütün ke-derleri, hüzünleri, yarene ulaştıramadığımız selam-ları günün en güzel saatlerinde bir duayla gökyü-züne doğru kanatlandırsak, yaralı yüreklerin sahibi gidecekleri yerlere ulaştırmaz mı? Gün batımında ağaçların yapraklarını raks ettirirken rüzgar, sevgi-liden gelen tatlı bir buse gibi yanaklarımızı okşamaz mı? İçimizi tarif edemediğimiz bir huzurun kıpırtıla-rı sarmaz mı? İnsanlar doğanın ritmine bıraksalar kendilerini; bir kuşun gülümsemesinin bizim yüzü-müzden kaybolduğunu, toprağın nefes alırken ök-sürdüğünü, ırmakların kan ağladığını gördüklerinde, vakti geçen bir namazı son dakikada telafi etmenin vermiş olduğu huzura sahip olabilirler. Şanslı olan-lar bu harikuladeliğin farkında oldukları için, doğanın her ânının tadını çıkarırlarken, sihirli bir elin dokun-masıyla birlikte kalplerinin buğusuna kapılırlar. Yor-gun güneşin kızılında kaybolurken insan, alıp vere-mediklerinin muhasebesini yapar. Mahkum edilmiş kelimeler aralanan kapıdan dışarı çıkarlarken, her gönülde yer bulurlar kendilerine.

Sözcüklerin beraat kararına en çok aşıklar se-vinir. Hayat zincirini sımsıkı saran şiirler, hayallerin perdesini aralayıp düğümlenmiş gerçeklerin çözül-mesine rehberlik ederlerken, aşıkların kaleminde sonsuzlaşarak tüm insanlığa armağan edilir.

Gün batımının beni en çok cezbeden tarafı, söğüt ağaçlarının altında otururken, o ince belli yapraklara düşen loş kırmızılığın; saçlarımın her te-lini hareketlendirerek rüzgarla hayat bulup, mercan mercan parlayarak bana göz kıpması. Gün batımını gün batımı yapan gizem aslında “Aşk”tır. Günü ge-ceye bağlayan karanlığın bir tül gibi gök kubbenin

Güneşin her ânında; seher vaktinde insanın içini gıcıklayan o cilveli bakışından, akşa-mın sımsıcak dinginliğe salan masumi-

yetinde kendine has bir hava vardır, herkesin farklı algıladığı. Kimine göre vakt-i huzurun habercisi, kimine göre karabasanların nöbeti. Seyircilerin ver-mek istediği anlam ne ise öyledir. Her doğumun bir sonu olduğu gibi, güneşin de her yeni günün sonun-da teslim olduğu bir ölüm vardır. Bebeğin dünyaya gözlerini açmasındaki masumiyetin büyüsü nasıl ki annesini baştan çıkarıyor, ömür boyu tutsak edi-yorsa; güneşin de her seher vaktindeki uyanışı bü-tün varlıkları cezbederek kendine hayran bırakıyor. Dağların yamaçlarından, denizin kör noktalarından ve alabildiğine düzlük bir ovadan izlemenin tadına doyum olmayan aynı sancılı uyanış, gün batımının habercisidir. Gün doğumunu izlemenin zevkini de-falarca tatmış biri batışındaki efsunlu havanın tadını mutlaka alır. İnsanların doğayla barışık yaşadıkları küçük yerleşim yerlerinde; güneşin her hareketini izlemenin tadına doyum olmadığı gibi, şehirlerde çoğu zaman gökyüzünün rengini fark edemeden gün geceyi selamlayarak geçip gidiyor. Hayatın yeyip içmekten ibaret yaşandığını bilmek acı ver-mediği gibi, ruhlarımız da yaşadığımız anlamsızlığa mahkum oluyor. Nefes aldığımız süre içerisinde gönderildiğimiz dünyanın cennetten bir parça oldu-ğu inancını yaşamak, yaşatmak gerekli.

Melankoliye esir olan günümüz insanı, en iyi te-rapinin doğayla baş başa kalmak olduğunun farkına varsa, hayal gücünün sınırlarını aşmaz mı? Yoğrul-maktan hamlayan düşünceler doğanın sükunetinde olgunlaşmaz mı? Doktor doktor gezip birkaç saatlik

VAKT-İ HUZUR

Yasemin YILDIZ

Page 55: KÜN EDEBİYAT

55

KÜN EDEBİYAT

semalarına çekilmesine, bin bir çeşit mana yüklenir. Kiminin kirpiklerine bi-riktirdiği hüzün, kiminin boğazına dizilen kelimelerin suskunluğu. Kimine de bir ömrün tükendiği gri bir odanın duvarında asılı, altın yaldızla işlenmiş tablo. Çoğu zaman büyüklerin gökyüzüne bakarken ne düşündüklerini anlamak imkansızdır da, çocukları tahmin etmek zor olmasa gerek. Annelerin eve çekiştirdiği ço-cuklar, yarım kalan oyunlarının suçlusu olarak gün batımını görürler. Dudaklarını büzerek, güneşe, biraz daha kalsan ne olur der gibi bakarlar. Masumiyetlerinin mahkumu olan çocuklar; oynadıkları ev-ciliğin gerçeğini, saklambaçtaki kaçışın tatlı heyecanını, uzun eşekteki üstünlü-ğün şımarıklığını bir ömür, o birkaç saat-lik mutluluğu arayarak geçirirler.

Günün vedası sadece insanlara değil bütün varlıklara armağandır. Siz hiç gün batımını seyreden kuşlar gördünüz mü? Gökyüzünde bin bir çeşit akrobatik hare-ketler yaparken, ritmik bir düzen içinde birliğe ve beraberliğe kanat çırparlar. Ya da tarla farelerinin iki ayak üzerinde uzana bildiği kadar uzanıp güneşe doğ-ru baka kaldığını. Balıkları unutmamak gerek, eminim nefes alabilseler dışarda sahillere doluşup izleyeceklerdir batımı. Ve ben, bu gün seher vaktinde kalkıp dışarı attım kendimi. Güneş ekmeğe sürülmüş reçel gibi bulaşmıştır dağların yamaçlarına, çocuklar sonbahar rüzga-rıyla çiçeklerin döktüğü tohumlar gibi saçılmışlardır tepelerin eteklerine diye görmek istediğim fotoğrafı sokak so-kak aradım, ama yüksek binalardan gün sarısının damladığı lekeli bir gölge dahi göremedim. Güneşin geldiğinde verdiği selamını alamamışken, gidişinde yanın-da olmalıydım. Onu yolcu etmenin en güzel yeri sahildi. Veda edenleri üzmek istememiş olmalıydı ki, bakışlarındaki sıcaklık uzun bir süre kaybolmadı. Bizim mahcup kayısı gibi kızararak terk eder-ken semayı, ay karpuz dilimi gibi gülüm-seyerek yükseliyordu.

HAKİMehtap ALTAN

/Yusuf yüzlü düşlerin avuçlarındansüt içerken kelebekleraksanı hüzün damıtan Eylül’e iltica ederdervişin hu çeken yüreği!/

şahlanır boşluğun damağında kırbacını saklayan şefkatli soluksarı bir fesleğen yeşerirgöğün dudaklarındanöper on üçüncü ayı bekleyen zamanölümle arınan ütopyasından

ağlayabilse Eylül’ün prangalı gelinciğisütünü sağacak bozkırın kıraç yalnızlığınasöyle bana eyy!kim kınında ışık büyütürkenkaranlığın gözlerine âmâ kuşlar doğurdu!oysa iklimsiz kıvranışların elçisiydimuştular getiren kuşların eşkıya uçuşları

/karıncalar üşürken kimsesiz yapraklar intihara dururhâki ağıtların kucaklayan yangınında!/

biliyorumkanaviçesinden vazgeçen gelin hüznü kanatacakEylül’e kaçan deli tayların yelelerini!bak!ruhu kutsayan kıvranışı süpürüyor kehribâr tanelerinde imgeler!

hüznün kuyusuna zemzem birikiyor Züleyha’dan gizli!ihanetin perçemine şiirin Eylül zılgıtını sürüyorsadık gölgeler!kırılıyor toprağın şefkatine sokulan eprimiş inleyişler merdivenikim tırmanıyor göğün yedi kapılı şehrine!k i m …

bez bebeğinin saçlarını örüyor dilsiz çocukavuçlarına biriken nazı sağıyorgöverecek mezarlığının alacaklı bakışına!ateşin kâlbine uçsa topal güvercinlerin gölgesiaksa Asya’nın tenine türkülerle yunan turnalara k s a …

Eylül!toprak damdan yüreği düşenlerinutangaç ırmağı!kâh gölgesine Anadolu’nun duvağını örtenkâh bir insangözleri muğlak sancıları emziren…

Page 56: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

56

Ejder OLÇeviren: İmdat AVŞAR

Kapı çalındı… Ressam Nadir, yarısına kadar içtiği sigara-sını, konserve kutusundan yaptığı kül tab-

lasına bırakıp sessizce kapıya doğru yürüdü. Bu sı-rada ahşap kapı yeniden dövüldü, dışarıdan tanıdık bir ses geldi. Börüsoy’un sesiydi:

– Nadir! Nadir!Nadir, Baksovet’in karşısında, Mirzebeyov’un beş

katlı binasının çayı katında yer alan resim atölye-sine, henüz dürbünlü, çelik bir kapı yaptıramamış-tı. Bu, biçare Nadir’in içindeki yaralardan biriydi. Bir gün gelip resim atölyesinde ne var, ne yok, hepsi-ni silip süpürüp götürecekler, diye sürekli hayıflanır, endişeya kapılırdı. Bu yüzden de havalar sıcak olun-ca, gece gündüz atölyeden ayrılmıyordu.

Nadir, kapıyı çalan kişi ses vermediğinde kapıyı açmazdı.Onu yakından tanıyanlar da bunu iyi bilir-lerdi. Çünkü bazı eliboş dostları, Nadir’in yüzünün yumuşak olduğunu bildiklerinden, ara sıra atölyeye gelip otururlar, Nadir’i saatlece meşgul ederler, za-vallıyı işinden gücünden alıkoyarlardı.

Börüsoy ise boş yere, “Nadir, Nadir” diye çağır-mıyordu.

Nadir, önce kapıyı açmak istemedi. Çünkü, o, Börüsoy’un, eliboş avare takımından biri olduğunu iyi biliyordu. Üstelik de çenesi çoktu. Nadir, onun bitip tükenmeyen konuşmalarından hiç zevk almaz-dı. Börüsoy, böyle aniden kapıda biter, boş boş ko-nuştuktan sonra da, geldiği gibi, aniden sıvışıp gi-derdi…

Farklı görüşteki siyasetçiler, sık sık Börüsoy’un aklını çelip ona kendi sakızlarını veriyorlardı. Börü-

soy da her hafta birinin sakızını çürütüyor, gâh mil-liyetçi, gâh sosyal demokrat, gâh cumhuriyetçi o-luyordu. Bütün bunlara rağmen Börüsoy, çok saf, i-yi niyetli bir adamdı.

Kapı bu defa, daha sert vuruldu. Ardından, Börü-soy, dörd kez çağırdı:

-Nadir, Nadir, Nadir, Nadir!...Nadir, vuruldukça yerinden çıkacak gibi sarsılan

kapıya bakınca korktu:-Tamam, tamam, geliyorum, diye karşılık verip

kapıyı açtı. Börüsoy ile Nadir, her zamanki gibi ku-caklaştılar, sarılıp öpüştüler...

Börüsoy sordu:–Uyuyor muydun.?Nadir gönülsüzce mızırdandı:–Hayır, içeri odadaydım, duymamışım.–Bu gün iki kez geldim, fakat yerinde yoktun. Se-

ni bulamadım.Nadir dil ucuyla cevap verdi:– Olabilir…– Sana bir hayırlı işimiz düştü.– Ne işi?– Ayın on ikisinde bizim partinin mitingi var.Nadir alaycı bir şekilde güldü:– Mitingde ben mi konuşacağım? – Yoook! Gözlüğünü çıkarıp yeniden takan Börü-

soy gülümsedi, yüzü durulaştı: -Sana başka bir işimiz düştü. Nadir içinden: “Köpeoğlu, ne düzenbaz adam-

dır, dalga geçtiğimi de anlayamıyor, diye mırıldan-dı ve ekledi:

BÖRÜSOY

Page 57: KÜN EDEBİYAT

57

KÜN EDEBİYAT

-Nasıl başka bir iş?–Bize büyük bir Bozkurt resmi lazım.

Çok acele, bize, dört metreye beş metre ebadında, Bozkurt resmi yapacaksın. Mi-ting meydanına asacağız...

Börüsoy, eski, siyah çantasını hızlı hız-lı karıştırıp çantadan çıkardığı Bozkurt resmini masanın üzerine bıraktı. Nadir, Börüsoy’un bu teklifini pek ciddiye almadı.

–Börüsoy, boş işleri bırak, gel güzel şeylerden bahsedelim!

Börüsoy, sanki alındı:– Nadir, mesele çok ciddi. Miting Teş-

kilat Komitesi, Bozkurt resmi yaptırma i-şini bana verdi. Bu sorumluluğu ben üst-lendim. Sen işine bak, iyi para verecekler!

Para lafını duyan Nadir, bir an durak-sadı. Demin konserve kutusundan yaptı-ğı kül tablasına bıraktığı ve halen duman-lanan sigarasını alıp derin bir nefes daha çekti:

–Börüsoy, bu kadar büyük bir resmi, a-yın on ikisine kadar tamamlayamam. Sa-dece altı gün var, yetişmez.

Börüsoy çareyi de buldu:– Nazım ile Ağayar’ı da çağır, birlikte

yapın! Nazım, Nadir’in kardeşi, Ağayar da oğ-

luydu ve her ikisi de ressamdı. Börüsoy onları da iyi tanıyordu. Bu iş Nadir’in ak-lına yattı:

– Kaç lira verecekler?– Üç milyon manat. Nadir, derhal üç milyon manatı dolara

çevirdi, yaklaşık 600 dolar ediyordu, faz-lası da vardı…

–Tamam…Nadir, bu sözden başka bir söz bulama-

dı ve çekip filtresine dayandığı sigarının a-teşi ile yeni bir sigara yaktı, ardından sor-du:

–Avans verecekler mi?Börüsoy samimiyetle cevapladı:–Benim sözüm, avanstır.–Hiç olmazsa boyanın, tuvalin parasını

versinler!–Gardaş, sen bu malzemeleri veresiye

alırsın, biliyorum. Yirmi yıllık sanatçısın, boyacılar, tuvalciler seni iyi tanırlar. Para-dan yana hiç endişen olmasın. Parayı ala-mazsan, gel başımı vur!

–Börüsoy, ben ne yapayım senin akıl-sız başını?

-Öyle deme… Bir gün gelecek, parala-rın üstüne benim portremi basacaklar! O zaman kardeşinin kellesinin ne kadar kıy-metli olduğunu anlarsın!

Börüsoy, güya iktidara yürüyen mu-halefetin, etkili adamlarından olduğu-nu söylemeye çalışıyordu. Nadir için bu sözlerin, bir metelik kadar değeri yoktu. Börüsoy’un, o partide, zurnanın son deliği olduğunu iyi biliyordu.

– Tamam, parayı ne zaman verecekler?– Bozkurt resmini aldıktan bir gün son-

ra… Parayı ben getireceğim ve avucuna, kendi ellerimle sayacağım.

–Ya vermezlerse!?–Sen içini serin tut!Börüsoy aslında dürüsttü, kimsenin

hakkına tecavüz edecek adam değildi. Nadir, onun birilerine güvenerek bu sözle-ri söylediğini biliyordu. Masanın üstünden aldığı Bozkurt resmine bakarak:

–Tamam, dedi. Allah izin verirse ayın on ikisine kadar bitiririm. On ikisinde, eve gel, resmi ordan alırsın.

Börüsoy, Nadir’in, kardeşi Nazım ile or-tak yaptırdıkları eve, iki üç defa gitmişti. Evin nerede olduğunu biliyordu.

–Bozkurt resmi, ayın on ikisinde, en geç saat üçe kadar, ‘20 Yanvar’ metrosunun önünde olacak, böyle emrettiler. Bozkurt resni, oradan Galebe Tiyatrosu’na kadar, elde taşınacak.

Börüsoy, çok önemli bir adam gibi va-kit kaybetmek istemiyordu. Nadir ile ve-dalaşıp ayrıldı.

Nadir üçüncü sigarasını da yaktı ve içi-ne yeniden bir şüphe düştü. Börüsoy’un siparişini kabul ettiği için başına iş açtığı-nı düşünüp pişmanlık duydu? Kendi ken-dine söylendi: Börüsoy bu işi bitiremezse kara günlere kalırım. Nazım’ın çenesi dur-maz ki, sabah, öğle, akşam… günde üç kez parayı sorar. Ama bu da var ki, ben de Nazım’da, oğlum da işsiz geziyoruz. Ama-aan! Canı cehenneme! İşsiz kalmaktansa, bedava çalışmak iyidir. Hiç olmazsa, çalı-şırken insanın aklı başında oluyor. Kara ku-ra düşler görüp bu düşleri hayra yormak için başım beynim çatlamaz, üstelik afiş

şeklinde bir Bozkurt resmini yapmak, hiç de zor iş değil…

Nadir hemen bir plan yaptı: Şimdi atöl-yeden çıkarım, tanıdık mağazandan, vere-siye defterine yazdırıp yeteri kadar keten alırım, evdeki boyalar, bu resmi yapmak-ya yeter. Evde çerçeve için tahta ve çıta da var... Altı günde 600 dolar! Deli para!

Nadir, sahibini iyi tanıdığı mağazadan, kaliteli keten yerine, ucuz kaput bezin-den alıp eve döndü. İki kardeş, bir oğul, evlerinin bahçesinde, akşam hava kara-rıncaya kadar, resmin çerçevesini hazırla-dılar ve keteni çerçeveye çektiler. Tablo-ya, Bozkurt’un başını yapmak için merdi-ven gibi yararlanacakları tahta sehpayı da duvarın dibinden yuvarlaya yuvarlaya evin önüne getirdiler. Sabahleyin erkenden işe başlayacaklardı.

Üç ressam, o sabah kahvaltılarını dahi yapmadan işe başladılar. Nadir, siyah fır-çayla, Börüsoy’un verdiği Bozkurt resmi-ne baka baka, ağzını göğe tutup ulayan hayvanın, ana hatlarını tabloya çizdi. Na-dir Bozkurt’un başını, Nazım gövdesini, Ağayar ise kuyruğunu yapacaktı. Resmin ölçüleri çok büyük olduğu için, her üçü de tablonun önünde çalışabiliyorlardı.

Onlar, üç yıldır birlikte çalışıyorlardı. Her zaman, işin zor kısmını Nadir üstlenirdi. Çünkü resimde önemli olan, yüz kısmıydı. Elbette resmin diğer kısımları da önemliy-di, ama yüz kısmı kadar değil… Son za-manlarda moda olmuştu. Zengin adamlar, usta ressamlara, kendi resmini yaptırıyor-du. Bazen de zengin adamların yağcı çalı-şanları, patronlarının resmini yaptırıyorlar-dı. Bu yüzden Nadir, resmini yaptığı ada-mı, azıcık da olsa, güzelleştiriyordu. Me-sela, burnun kemerini biraz düzlüyor, fır-ça gibi kalın kaşları, inceltiyor, adamın si-yah tenini ağartıyor, aşağı düşen kulakla-rı yerine çıkarıyor, çalı dikeni gibi bıyıkları tarayıp tımar ediyordu. Bütün bu işleri ya-pıp bitirdikten sonra, Nazım’a:

– Evet, elbisesini giydirebilirsin! diyor-du.

Nazım sol eliyle uzun, top sakalını sıvaz-laya sıvazlaya, bütün portrelere, takım el-bise giydirip kendi deyimiyle, elbiselerin yakasını gümüş düğmelerle ilikliyordu. El-

Page 58: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

58

Bozkurtun yırtılmış gövdesinden dışarı çık-mıştı. Börüsoy’un gözünden hiç çıkarma-dığı, üç buçuk numara gözlüğü de yoktu. Sesi ağlamaklıydı:

– Bin pişman oldum. Rüzgar, resimi e-limden aldı. Bozkurt demire takılıp yırtıldı, iyi bağlayamamışız. Çabuk olun, yardım e-din, Bozkurt’u rüzgar alıp gidecek, zor be-la tutuyorum...

Ağayar hemen komyonetin üstüne çık-tı. Yardımlaşıp resmi arabadan aşağı indir-diler. Bozkurt, başından beline kadar, yak-laşık iki metre kadar yırtılmıştı. Sanki öl-çüp biçip, keskin bir makasla dümdüz kes-mişlerdi. Bozkurt resmini, bahçeye getirip balkonun önüne, rüzgar almayan bir yere dayadılar.

Börüsoy, başını sallayıp kendi kendine kahretti:

– Soyka gözlüğüm de düşüp kırıldı. Bu fırtına benim için esiyormuş.

Ressamların dili damağı kurumuştu. Bu ümit dolu sözleri demese Börüsoy, Börü-soy olmazdı:

– Geleceğim Nadir, sözüm söz! Ben mi-tinge yetişmeliyim!

Cevap beklemeden kapıdam dışarı çıktı ve hızla kamyonete bindi. Kamyonet bah-çeden biraz uzaklaştıktan sonra, Nazım dişini sıkarak Börüsoy’un arkasından söy-lendi:

–Köpeoğlu, mitinge de kamyonla gidi-yor!

Börüsoy, ertesi gün Nadir’in atölyesine geldi. Cebinden iki adet elli binlik çıkarıp masanın üstüne koydu ve:

– Nadir, dedi, Bozkurt’un parasını tak-sit taksit ödeyeceğim. Ortada olmayan bir resimin parasını, partiden istemeye yü-züm tutmadı...

Nadir bunları bana anlattığında, hadise-nin üstünden üç ay, dokuz gün geçmişti. O, günden beri Börüsoy’dan bir haber yok-tu. Elbette para bulamadığı için utanıyor, Nadir’in gözüne görünmek istemiyordu.

bette, gömlek de kravat da son moda ol-malıydı.

Sonra sıra, Nadir’in oğlu Balayar’a geli-yordu. O, resimin boyası kuruduktan son-ra, portreyi bir güzel cilalayıp güzelleştiri-yordu.

Bozkurt resmini özenle yapıyorlardı. İş i-yi gidiyordu, her üç ressam da işi zama-nında bitireceklerinden emindiler.

İşi sıkı tutan Börüsoy, iki kez Nadir’in e-vine uğradı. İşin nasıl yürütüldüğünü ye-rinde gördü. Onun telaşını sezen Nadir, her defasında kendinden emin bir ses to-nuyla onu rahatlatıyordu:

– Börüsoy, bu Bozkurt mitinge yetişe-cek!

Ayın on ikisinde, Bozkurt mitinge hazır-dı. İki kardeş, bir oğul, Börüsoy’un yolunu beklemeye başladılar.

Öğle vakti yaklaşmıştı, Börüsoy’un çok-tan gelmesi gerekiyordu. Bozkurt resmi çok büyük olduğundan onu, yükleyip yola salmak, bir kişinin yapacağı iş değildi. Üç ressam, özellikle de Nadir, çok tutuk gö-rünüyordu. Dün akşamdan beri sert esen fırtına, hâlâ dinmemişti. Böyle bir havada, bu kadar büyük bir resmi arabaya koyup götürmek, aslında çok riskliydi.

Nadir bir yandan sigara içiyor, bir yan-dan da bahçede sağa sola gidip geliyor, volta atıyordu. Nazım ara sıra resme ba-kıyor, kendi yaptığı bölümü kontrol ediyor-du. Ağayar ise balkonda, gözünü yola dik-miş çay içiyordu.

Nadir’in evine kadar gelen asfalt yol, şehre doğru dümdüz uzuyordu.Yola bir ta-vuk bile çıksa, çok uzaktan görmek müm-kündü. Yoldan, arada bir kamyonlar ge-lip geçiyordu. Ama, Börüsoy’dan, hâlâ bir haber yoktu. Az sonra, bir kamyonet ka-pıya dayanınca, gelenin Börüsoy olduğu-nu anladılar.

Börüsoy arabadan inip kapıdan içeri gi-rer girmez Nadir sordu:

–Gardaş geç kalmadın mı?Börüsoy birden doğruldu, kaşlarını çattı:–Burdan 20 Yanvar metrosuna, en faz-

la 25 dakikalık yolumuz var. Yani, aceleye gerek yok, epey vaktimiz var.

– Bu fırtınada, bu boyda bir resmi, yal-nız başına götüremezsin.

– İp getirdim, resmi sıkı sıkıya bağlarız.Börüsoy işe koyuldu. Bozkurt resmini,

elbirliği ile kaldırıp komyonete yüklediler. Bir çok yerden ip atıp, sıkı sıkı bağladılar. Sürücü de onlara yardım ediyordu.

Sürücü ipi demire dolayıp son düğümü attıktan sonra, Bakü’nün yerlisi olduğu an-laşılan şivesi ile Börüsoy’a sordu

–Emoğlu, ha bu resümdekü it dü?Börüsoy sürücüye çıkıştı:– Ne iti? Bu Bozkurt resmidir, Bozkurt!

Biz Türkler, Bozkurt’tan türedik!Sürücü hayli şaşırdı:–Gardaş, insanın maymundan türediği-

ni söylüyorlardı!?–Onu Avrupalılar söylüyor. Onların atası

maymun, bizimki Bozkurt.–Heri?Börüsoy Bakülü lehçesiyle adamın ağzı-

na öykendive kısa kesti:- Heri!Börüsoy, yolda düşmesin, takılıp yırtıl-

masın diye, resmi tutmak için kamyonetin kasasına bindi ve kamyon hareketlendi. A-raba kapıdan uzklaşınca, bir eliyle resmi tutan Börüsoy, diğer eliyle ressam kar-deşlere ve Ağayar’a el salladı. Bozuk yol-da çukura düşen araba silkeleyince, den-gesini kaybeden Börüsoy, havada olan e-liyle güçlüle ipten asıldı.

Ressam kardeşler bahçe kapısını kapa-tıp birer sigara yaktılar. Ağayar ise yeni-den balkona çıkıp çayını tazeledi.

Fırtınanın şiddetlenmesi, Nadir’i endi-şelendiriyordu. Nazım ile sohbet etseler de, onun aklı fikri rüzgarda idi.

Aradan beş dakika ancak geçmişti ki, Ağayar, balkondan kara haberi verdi:

– Baba!Nadir biraz sinirlendi:– Ne var, ne oldu?–Bozkurt geri geliyor.– Niçin geri geliyor oğlum?– Ben ne bileyim baba?Üçü birden bahçe kapısını açıp sokağa

fırladılar. Kamyonet homurtuyla gelip on-ların az ilerisinde durdu. Börüsoy’un başı,

Page 59: KÜN EDEBİYAT

59

KÜN EDEBİYAT

elleri ise kendi iç tarihinde, arada bir rastladığı köşe başı selamlaşmaları kadınının ne olduğu üzerine şa-kak kaşımalarındaydı.

Manidar Hanımın, yüzüne rapt edilmiş olan: “Bu gün, o gün mü yoksa?” acabası yuvarlağıyla istas-yona girişi eski bir tahta sandalye tanıklığında ya-şanıyordu yine. Zaman 19.15’ten az önceydi. Sekiz ay, on altı gün... Evet, tam bu kadar olmuştu. Eylül ayı, kocaman ayaklarını kaldırımlardaki hazan yap-raklarına basa basa çıkarken, beyaz eldivenli elini sallaya sallaya uğurlamıştı onu. Yanında “arbayter” arkadaşları... Tam bir kompartıman dolusu adam, içleri kan ağlarken, yüzlerinde -belki de sahte- gülü-cüklerle düdük düdüğe uçup gitmişlerdi.

İlk tanık, yukarıda bir görünüp kaybolan eski tah-ta sandalye idi. Evet, bir sandalye... Daha doğrusu bir koltuktu ama Manidar Hanım ona sandalye adı-nı koymuştu; Fehmi Beyde ona yakın bir şey söylü-yordu: Oturak... Alelade ama konuşkan... Zavallı bir tahta parçasıydım neticede ben de. Fakat tanıktım. Olana bitene, gelene geçene... Yani her şeye... O güne de tanık olmuştum. Manidar Hanım, beyaz el-divenli elini mavi tulumlu onca adamın arkasından yalnızca biri için sallarken de ben buradaydım, işte, bu da benim sırrımdı. Yani tek düze yaşantımda a-rada sırada pıtlayan yürek çarpıntımdı bu tanıklığım. Zaten ilk kez o güngörmüştüm. Tepesi tutam saçlı adam da o gün görüyordu. Yüreklerimizin çarpıntısı birbirine karıştı sanmıştım. Tren, kampanasını çala çala uzaklaşırken o yürümüş ve yanıma kadar gel-mişti. Üzüntü içinde ve erir gibi üzerime oturduğu-nu hissetim. Bu sırada, tepesi tutam saçlı adam da az ötemdeydi. Ben nasıl bakıyorsam ona, onun ba-kışı da kopyalanmış gibi aynımdı. Ama o benim üze-rimdeydi. Onun değil... Ondan sonra da hep benim üzerim de oldu. Onun değil. O da çok istiyordu üze-rinde olmasını. Biliyordum bunu, hem de adım gibi. Adımsa oturaktı.

“Düüüt!” diye uzunca bir düdükle girerdi istasyo-na 19.15 treni. “Varsın girsin!” diyesim gelirdi. Çün-kü benim derdim başkaydı nice zamandır, istasyo-nun günebakan tarlalarından yana açılan batı kapısı bin milyonuncu gıcırtısını bir bağlama sol majörün-den çıkartıp bankonun arkasında, yıllar yılı eskimiş bir kahverengin köy fotoğrafı tonunda oturan beni daldığım işten uyandırırdı. Ya... Aslında o ben de-ğildim. Bir Alman mimarının elinden çıkmış, kuzey-li tipi, dik çatılı kesme taşlı yapının gün batımı kö-şesindeki köşe taşıydım... O olmadı. Saçakları kök boyayla boyanmış bir Pakize’ydim, hem de ince be-li henüz yerden kalkmış olan. Bir kışlık, bir kaşıklık yiyeceği için kılı kırk yaran karanlıklar prensi karın-ca... O da olmadı. Her yanı Hitit nakışlarıyla bezeli heybesi dalında bir eski zaman yolcusu Hızır baba... Ya da ben... Yani Şahsuvarzade Zincire Hanım oğlu Zadegân Fehmi Beydim varsayın ki... O zadegânın tepesi her zaman olduğu gibi bir tutam saçaklık ar-palılığıydı. Geçmiş zaman kibarlığından kalan son hatıra... Kalbi nice zamandır gümanlar aynasında;

DELİKLİ DEMİR İSTASYONUNDA MANİDAR HANIM

Ahmet YOZGAT

Page 60: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

60

Sonra nefes nefese buhar soluyarak, al-tıncı yola girerdi 19.15; on sekizinci pe-ronda dururdu. Kanımca yollar eskitiyordu adamı. Treni bile... Nereden başlanabilirdi söz konusu eskiliği anlatmaya ki? Mesela, üzerinde bir zamanlar Münih Haydarpaşa Kurtalan yazan şu levha, sanki beyaz üze-rine kırmızıyla yazılmış boyalı yazısını se-ven bir tırtıl tarafından yıllar yılı kıtır kıtır kesilerek orasından, burasından örselen-miş; neredeyse okunamaz hâle getirilmiş-ti. Vagonların sırtı, yüzlerce yıldır güneş altında dolana dolana kabuğu paslanmış bir tosbağa gibi kahverenginin en paslı to-nuna duçar olmuştu. Lokomotifin tam şa-fağındaki o büyük far, üzerine yapışan toz toprak sayesinde neredeyse kör bir ada-mın tek gözü gibiydi. Gündüzleri hadi ney-se de geceleri, ray yordamıyla gidip geli-yordu.

Manidar Hanım önce rayların sesini din-ledi, sonra gözünü ufka dikip merakla bak-maya başladı. Bir süre sonra 19.15 görün-müştü. Bugünden sonra dediysem de bu-günden sonra değildi. Tam iki yıl sonraya yakın bir zamanda birdenbire çıkagelmiş-ti. Sis gibi mavi ve buğulu... Daha gar ka-pısının kahverengiye çalan korozyonik gı-cırtısıyla başımı döndürdüğümde “Şak!” görür görmez tanımıştım. Tabi o da tanı-dı sanıyorum, ikimiz de fırladık yerlerimiz-den. Ancak ben, oturdum kaldım, çakılı ol-duğum yerimde; o birkaç adım dışına çıktı bankonun. Sonra o da döneledi kaldı.

Doğru kalakalmıştım. Sağa mı gitsem, solan mı; yoksa yukarı mı, aşağı mı? Ben nereye gidersem gideyim, gözüm hep aynı noktadaydı: Manidar Hanımın yeşil mantosunun en üst düğmesinde. Düğ-menin mor ipliğinde... İpliğin eflatun lifin-de... Lifin... Ben bu sırada, gar kayıtlarının son durumun inceliyordum. Gar şefi, her zamanki, kendisini kral sanan hâliyle taht odasının kapısını açmış dışarı çıkmıştı. Şapkasının aynasını parlata parlata üzeri-me doğru geliyordu. Bu arada o bet se-siyle, bir horoz gibi gıdakladığını duyuyor-dum. Her vakit olduğunca etrafına emirler yağdırmakla meşguldü. Bir ara:

“Hey, Şahsuvarzade Zincire Hanım oğ-lu Zadegân Fehmi Bey” diye ünlediğini i-şitecektim. Bu bendim, Zadegân Fehmi Bey... Güya aklı sıra alay ediyordu benim-

le: “Hey, Zadegân Fehmi Bey!” Kızmam i-çin içindi ancak. Doğrusu ya bu adamdan korkuyordum. Hele üzeri, kocaman gri be-neklerle kaplı ellerinin, bana en anlamsız uzantısı gibi gelen olan işaret parmağını üzerime bir mıh gibi dikip; “Sen bana bak-sana Şahsuvarzade!” deyişi yok mu? Çile-den çıkartıyordu beni. Oysa o dediği ben değildim; doğru, adım Fehmi’ydi ama o da bir kral değildi ki, oturduğu küçük oda da taht odası sayılmazdı. Hepi topu iki çarpı üç ebadında bir ofisti. O kadar.

Manidar Hanım bir ona bakardı bir ba-na. Bıyığının altından güler miydi ne? Mut-laka komiğine giderdim ben. Oysa komiği-ne gideyim istemezdim. Çünkü seven is-ter miydi? Yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan bankonun arkasından, bir yayın ü-zerinde oturuyormuşum gibi fırlar; “Gel-dim Şamil Bey!” diyerek koşardım. Elim-de son liste, yolcu listesi...

“Bugün kaç yolcumuz var?” diye sorar-dı gar şefi.

Ben her zaman olduğu gibi ona iki adım kala durur, esas vaziyet alırdım: “Tek e-fendim.” derdim. “Manidar Tonga Ha-nım.”

İkimiz birden, aynı anda kafalarımızı bi-rer Karagöz Hacivat gölge karakteri gibi çevirir o anda çivileri paslı tahta oturağın yanından geçmekte olan Manidar Hanıma bakardık. O ise bana bakmazdı bile. Sonra gelir üstüme otururdu. O rahatladıkça ben de rahatlardım. Yirmi dört saatlik hasre-tim sona ererdi. Ben, eski bir tahta san-dalyeydim ya... Kimse beni anlamazdı, in miydim cin miydim, yoksa bankonun ar-kasında oturan ve kafasında bir tutam sa-çı olan şu adamdan daha mı aşağılıktım? Gar şefi, onunla konuşur ama bana asla meyletmezdi. Manidar Hanım derseniz, sadece otururdu; ne sorularıma cevap ve-rir ne de soru sorardı. Arada bir, kafası tu-tam saçlı adama baktığı olurdu, işte o za-man içim cız ederdi; “neden ona da ba-na değil.” diye geçirirdim içimden. O se-viyorsa ben de seviyordum. Yani bir tah-ta sevemez miydi? Hem o sevmişti de ne olmuştu. Ya da ben sevmiştim de ne ola-caktı, ikimiz de bir milat öncesinde kala-kalmıştık yani üç yıl önce uğurlanan o tre-nin arkasındaki kör noktada.

Ben ona bakardım yürekten, o da bize

bakardı, soran gözlerle. Bilirdim onun ne soracağını: “Trenin gelmesine kaç dakika var?” derdi hep. Hâlbuki bilirdi kaç daki-ka kaldığını. Ama eski tahta oturağa otur-duğu sırada yine de sorardı. Oturak, sanki konuşur gibi gıcır gıcır ederdi; gıcırtı sesi Manidar Hanımın cümlesinin son kelime-sine karışırdı. Tam cevap vermek için ağ-zımı açardım fakat benden önce tren şe-fi araya girer; “Eli kulağında...” deyiverirdi.

Tren garı şefine canım sıkılırdı. Böy-le durumlarda, şefin yanındaki, şu kafası tutam saçlı bodur adama da çok acırdım. Rakibim de olsa acırdım işte. Bugün de a-cımıştım.

“Listede, her gün olduğu gibi bugünde Manidar Hanım gözüküyor.” dedim. “A-ma biliyorsunuz ki asla gitmeyecek.” Bi-liyorum burada bekleyecek. Üç yıl önce gönderdiğini arayacak gözleri, trenden i-nen yolcuların arasında ancak bulamaya-cak. Birkaç yıldan bu yana geçen, sayısı-nı unuttuğumuz günlerin her birinde oldu-ğu gibi son yolcunun inmesini de bekleye-cek, hem de bitmez bir umutla. Sonra bit-mez sanılan umudu birdenbire yerle bir o-lacak, işte, o zaman yine benim üzerime oturacak. O ilk gün oturduğu gibi...

Ben öyle deyince tren şefi, dönüp ona baktı. Kafasını bir o yana bir bu yana sal-ladı. Sonra fısıltılı bir sesle; “Yazık yahu.” dedi. “Birisi buna anlatsın artık onun gel-meyeceğini.” Kim anlatabilirdi ki? “Mese-la sen...” deyiverdi tren şefi.

Tepesi tutam şart saçlı adamın hort-lak görmüş gibi geri geri kaçtığına tanık oldum. “Hayır hayır ben anlatamam!” di-yordu panik hâlinde. “En iyisi siz anlatın.” Tam da burada Manidar Hanım araya gi-rip “Ne anlatmak istiyorsunuz?” diye so-racaktı ki, daha doğrusu sordu fakat sesi trenin sesine karıştı gitti. Bir daha sorma-dı. Çünkü Manidar Hanımın beklediği an gelmişti, yeşil mantolu kalbimin kadını ü-zerine oturduğu tahta oturaktan yay gibi fırladı ve koşa koşa garın dışına çıktı. Her zamanki köşesinde, bufet’in yanı başında durdu. Bu sırada, onun yeşile çalan silue-tini buzlu camın arkasından hayal meyal görebiliyordum. Önümüzdeki on beş da-kika içerisinde yaşayacaklarını da tahmin etmem zor değildi. Yaşasın istiyordum. Ya da yaşamasın be... Ay, ne bileyim ben! Bir

Page 61: KÜN EDEBİYAT

61

KÜN EDEBİYAT

dilemma içerisinde gidip geliyordum işte. Bir rakkas, içimdeki kadranın bir sevdiğim kadın, sevdiğine kavuşsun; bir de sevdi-ğim kadın sevdiğine kavuşmasın yanları arasında salınıp duruyordu. Sonunda ka-vuşmasın noktasında duruverdi. Çünkü o zaman benim sevgimin hiçbir anlamı kal-mazdı. Tepesi tutam saçlı adam, bu arada bana dönüp belki de; “Bizim...” diyecekti fakat diyemedi. Gar şefi, sinirli bir ifadeyle azarlıyordu onu.

Gar şefi, sinirli bir ifadeyle azarladı be-ni. Zaten artık anlatmama da gerek yoktu. Buna yakın şeyler söyledi o sinir arasında. Zaten o anda 19.15, gara girmiş, sesini duyan Manidar Hanım ise koşa koşa dışa-rı çıkmıştı. Aslında anlatmaya gerek var-dı da bugünlük yoktu. “Artık yarın için bi-let almaya geldiğindi anlatırsın.” dedi tren şefi. “Yapmadığı yolculukların parasını her gün her gün almanın bir anlamı yok. Bili-yoruz ki, o nice zamandan beri her gün bir bilet alıyor ama hiçbir yere gitmiyor. Bu durumda, onu buraya çeken ve sayısız bi-let almasını sağlayan şeyin gerçeğini ar-tık bilmesi lâzım. Bunun yolu da, yıllar ön-ce gönderdiği o mavi tulumlu adamın u-zak bir ülkede kalakaldığının haberini al-masından geçiyor. O yok artık. Gelmeye-cek. Çünkü orada bir başka dünya kurmuş kendisine. Bunu çevredeki herkes biliyor. Yalnızca Manidar Hanım farkında değil a-ma o da olmalı artık.”

19.15 tısıl tısıl buhar soluya soluya dur-muştu. Bunun üzerine yolcular, ipi kop-muş teşbih taneleri gibi dağılmaya baş-ladılar. Şimdi açılan her kapıdan peş pe-şe insanlar iniyordu. Bunlardan kim uzun boylu, kimi kısa boyluydu. Kimi kadın, kimi erkek, kimi çocuk, kimi yaşlı... Bazısının e-li boş, bazısının eli doluydu; kiminin vali-zi pahalı, kimininki ucuzdu. Bazısı buralı, bazısı değildi... Fakat hepsi de gülüyordu. Tam karşılarında Manidar Hanım yeşil bir ağaç dalı gibi duruyordu. Her önüne gele-ne, her kapıdan inene kısık gözleriyle ince ince bakıyor; karşısındaki o mu, değil mi diye kafasındaki fotoğrafla karşılaştırıyor-du. Sonra o olmadığını anlayınca bir çizgi daha atıyordu alnının ortasına. Sonra sili-veriyorduk çizgiyi, hiç tükenmeyen umu-dunun silgisiyle. Yeniden kısıp gözlerini, dalıyordu yolcuların yüzlerine...

İşte son yolcu... O da indi. Merdiven basamağında durdu, havayı kokladı; serin memleket havasını ciğerlerine çekti derin derin. Döndü, tren garının taş duvarlarına uzun uzun ve özlemle baktı. Tamı tamına yıl üç önceye gitti düşüncesi. Ancak üze-rinde durmadı o anın ya da anların. Uzun-ca bir zaman yağmur altında kalmış, tüy-lerinin arasında birikmiş ıslaklığı atmak i-çin çırpınan bir kurt gibi silkindi. Geri dön-dü. Bu sırada, trenin kapısında belirmiş o-lan sarışın kadına hitaben; “Kom!” diye seslendi. “Kom Barbara!”

Garın kapısında durmuş, 19.15’ten i-nenlere bakıyordum. Beynim iki adım ö-nümde tren şefi, onun üç adım yanında Manidar Hanım vardı. Üçümüz aynı şey-leri düşünmüyorduk ama aynı noktaya ba-kıyorduk. O... Aman Allah’ım, o! Şimdi de sırtında bir mavi giysi vardı. Ama bu bir tulum değildi; usta bir terzinin elinden çık-mış olduğu hemen belli olan pahalı bir el-biseydi. Adam, tulumuyla gitmiş; paha-lı elbisesiyle dönmüştü, işte o an, be-nim bittiğim andı. Ya Manidar Hanım ne âlemdeydi? Dönüp ona baktım merakla. O da tanımıştı mavi giysili adamı; bıyığı-nı kestirmiş, tulumunu çıkarmış olması-na rağmen tanımıştı ve yıllardan beri ilk kez gülümsüyordu belki de. Tam yerinden yekinmiş, mavi elbiseli adama doğru ko-şacaktı. Belki de kollarını aça aça... Genç kızlığında düşlerine yattığı sonra da bir ge-ce elinden tutup dağa kaçtığı, çok sürme-den uzak diyarlara uğurladığı adamı sar-malamasına ta teren garında başlayacak-tı. Ancak o anda beklenmedik bir şey ol-muştu. Mavi elbiseli adam; “Kom.” diyor-du merdivenin başında durmuş, çevresin-deki garipliklere ürkek ürkek bakan sarışın bir kadına.

Kafası tutam saçlı adamın, tam arkasın-daydım. Dışarıda neler olup bittiğini ancak onun hareketlerine bakarak anlayabiliyor-dum. İlk başlarda sakindi adam, sonra bir-denbire depreşti. Orada bir şeyler oluyor-du. Olağanüstü bir şeyler... Tutam saçlı a-dam, kapının önünden çekilse neler oldu-ğunu görebilecektim ama rakiptik ya iki-miz, yani ikimizde aynı kadını seviyorduk ya; bu yüzden adam benim dışarıda neler olup bittiğini anlamama izin vermiyordu.

Tam bu sırada, bir banliyö tereni daha

kalkıyordu istasyondan; hızı gide gele artı-yordu. Manidar Hanımın koştuğunu gördüm ancak bu koşu mavi tulumlu adama doğ-ru değildi; tam da banliyö bitirenine karşıy-dı. Bu sırada, şaşkınlıkla izliyordum arkasın-dan onun her hareketini. Beynimde bir so-ru şekilleniyordu saniyeler arasında: Aman Allah’ım, ne yapıyordu bu kadın? Ne yapma-ya çalıştığını anladığımda ise geç kalmıştım. Buna rağmen yerimden fırladım ama iki a-dım ancak atabilmiştim. Manidar Hanımın vücudu, hızla çarptı lokomotifin sağ ön kö-şesine. Sonra rayların üzerine yuvarlandığı-nı gördüm. Banliyö makinisti, acı acı klakson çaldı; bu sese fren gıcırtıları karıştı. Ancak artık yapacak bir şey yoktu, fren sesi beş saniye sürdü. Sonra banliyö durdu. Bir uğul-tu bir gürültü; garın her tarafından koşuştur-malar başladı.

Tek koşamayan bendim. Çünkü yere a-yaklarımdan çakılıydım. Allah kahretsin! Ne kötü şeydi yere ayaklarından çakılı olmak! Dışarıda olağanüstü bir şeyler olduğunun farkındaydım. Çakılı olduğum yerde merak-tan kıvranırken ne yazık ki yapacak bir şeyim yoktu. Belki de tutam saçlı adamın dönüşü-nü beklemeliydim. Eğer olanlar Manidar’la ilgiliyse en açık seçik duyguyu onun yüzün-de yakalamam mümkündü. Neyse ki bekle-mem uzun sürmeyecekti. Bir süre sonra gö-ründü kapıda. Tutam saçı bir deve kuşu kuy-ruğu gibi kabarmıştı. Hayatı bitmiş ve soyu tükenmiş gibiydi. Ayaklarını sert zeminde sürükleye sürükleye yanıma kadar geldi. Boş bir çuval gibi üzerime oturdu. Onun; “Sevdi-ğim kadının sonu böyle olmamalıydı.” diye mırıldandığını duydum. Ben de, tutam saç-lı adamı taklit ederek; “Aylardan beri üze-rime oturan, sıcaklığını ta kalbimde duydu-ğum ve belki de tahta tarihinde ilk defa âşık olan benim sevdiğim kadının sonu böyle mi olacaktı?” demiştim. O anda bütün çivileri-min söküldüğüne tanık oldum Sonra darma-dağındım ve hiçbir şey duyamaz hâle gel-dim. Tutam saçlı adam, tahtalarımın arasın-dan doğruldu. Yıllar yılı oturduğu bankosuna doğru sürüklenerek ilerledi. Bir süre sonra eşyalarını topladığına ve onları tıkış tıkış bir umursamazlıkla üzeri yazılı poşetlere doldu-rup gardan ayrıldığına şahit olacaktım. Git-meden önce az ötemde karşılaştığı gar şefi-ne; “Şefim.” diyordu, “istifa dilekçemi daha sonra gönderirim.”

Page 62: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

62

yol açıyordu ve o da bu durumdan kurtulmak için uykuya kaçıyordu. Ve uykudan sonra gelecek olan sabahı arzu-luyordu. İşin sırrı buradaydı biraz da… Sabaha kavuşmak ve son vermek olanlara…

Uykuya kaçış denemesi ve dış gerçeklikten kendini soyutlama çabası da çözüm olmadı sıkıntısını azaltma-ya… Gözleri kapalıydı ve dış dünyayı görmüyordu; fakat iç dünyasındaki yansımalara ne demeliydi? Karmakarışık ve daha önce hiç görmediği şekiller beliriyordu kapalı gözlerinin önünde… Ve kelimelere döküldü şaşkınlığı: “Allah’ım nedir bunlar, neler görüyorum ben!” İnsan, da-ha önce görmediği ve bir şeye benzetmekte zorlandığı silüetler gördüğünde ne kadar tedirgin olursa gecenin bir vakti; o da, bir o kadar tedirgin olmuş ve korkmuştu.

Bir girdabın içinde kaybolmanın verdiği hissiyattan kaynaklı psikolojik kasılmayı yaşıyordu şimdi. Titremeye başladı… Artık vücudunun kontrolü tamamen kendin-den çıkmıştı. Bu şekilde daha fazla dayanamazdı… Aca-ba gözlerini yeniden açtığında dış gerçeklik değişmiş ol-ur muydu? Bilmiyordu… Yine de gözlerini açmayı dene-meliydi. Ve açtı gözlerini tedirgin bir şekilde dış dünya-ya… Yatağında oturur vaziyeti aldı hızlıca ve etrafını dikkatle izlemeye başladı. Vücudunun kontrolü kendine geçmişti tekrardan. “Ohh! Hiçbir şey yok. Şükürler olsun Allah’ım.” derken gözlerini ovuşturmuş ve bu garabeti üzerinden atmanın verdiği rahatlama hissi iliklerine ka-dar işlemişti. Derin bir nefes alarak rahatlamaya çalıştı. Bu durum çok uzun sürmeyecekti. Yine de bu rahatlama hissi için o an neler verilmezdi ki… Ellerini gözlerinden yavaşça indirdi ve tam karşısında bir siluet belirdi.

Yine başlıyordu her şey… Gördüğü, elleri kolları olan bir nesne değildi, yani insa-

na ya da herhangi bir hayvan biçimine benzetememişti ilk başta yaptığı çıkarsamada. Şu an tam karşısındaydı. Tanımlayamadığı, belirsiz bir biçimi bulunan görüntü de neyin nesi idi? Acaba baktığı an mı belirmişti, yok-sa zaten var mıydı odasında öyle bir görüntü? Bildiği sadece gördüğünden ibaretti. Dolap ile yatak arasındaki boşlukta duran, kendisi ile doksan derecelik bir açı oluşturan bir görüntü… Kendi kafası ile belli belirsiz görüntünün en üst noktası arasında yaya benzer bir çizgi

Korkma! Korkma!Bu bir rüya, diye seslendi kendine usulca.

Bunalmış ve korkmuş bir vaziyette, telkin etmeye çalıştı kendini ve bir daha kapadı gözlerini... Vücudu terden sırılsıklam olmuş ve adeta ateşler içinde yanıyor gibi-ydi. Ellerini ve bacaklarını hareket ettiremediğini fark ettiğinde, bütün gücünü kullanarak zorladı kendini; fakat boşunaydı bu çabası. Sanki görüyor, duyuyor, düşünüyor ama bilinmeyen bir güç onu olduğu yerde hareketsiz kılıyordu. Açtı gözlerini ve bir süre seyretti etrafını ümit-sizce. Bu durumun ona verdiği çaresizliği kabullenerek göz kapaklarını dış dünya penceresine bir perde gibi in-dirdi. Görmezden gelecekti her şeyi…

Gözlerini açtığında, sıradan bir gecenin sıradan bir sabahına uyanmış olmalıydı. Karmaşıklaşmış zihnin-den tam olarak böyle geçirse de; gece, gündüz ol-madan rahatlayamayacaktı. Gece, gündüz olmadan hu-zur bulamayacaktı ve gece, gündüz olmadan korkuları sonlanmayacaktı. Sanki her şey, gecenin gündüze çıkmasıyla bitecek gibi geliyor ve bu düşünce ona, şu anki sıkıntısının geçiciliğini telkin ediyordu. Ve ruhuna az da olsa bir ferahlık verdi bu telkinler. Yine de tedirginliği sona ermemiş ve kalp çarpıntıları zaman zaman artmış ve boğazı da kurumuştu. Zor yutkunuyordu. Su içmem lazım, diye mırıldandı. Hiçbir şey yapamayacağını anladı…

Ve kapadı gözlerini tekrar… Bir sağa dönüyor, bir sola dönüyor, sonra yüzükoyun bir

halde yatmaya çabalıyor o da çözüm olmayınca sırtüstü pozisyonunu alıyor ama yine de uyku teslim almıyordu onu… Yalvarıyordu Allah’a bu durumdan kurtarması için kendini. Dudaklardan mırıldanmalar artıyordu her geçen dakika. Yarı ölüm demek olan uykuya bir an önce ken-dini teslim etmesi için, iç dünyasında yakarış fırtınaları kopuyordu.

Bu gece neden böyle olmuştu?Aslında göz kapakları dış dünyaya bir tepki olarak

kapanmıştı. Kontrol edemediği ve onu yoran dış dünyayı görmemek ve görmezlikten gelmek… Korku bir kaçışa

GECEYE SIKIŞIP KALMAK

Üzeyir SÜĞÜMLÜ

Page 63: KÜN EDEBİYAT

63

KÜN EDEBİYAT

oluşmuştu. Geometrik bir durum çıkarsaması yaptı zihninden görüntüyü tanımlamak için ve zihni, daha da allak bullak bir hale geldi. Kom-binasyonlar oluşturmaya başlayan zihni, o ka-dar zorlamasına rağmen bir tanım getiremedi bu görüntüye…

Bu bilinemeyen ve tanımlanamayan şeyin karartıya benzer bir biçimi vardı, biraz da duman birikintisini andırıyordu. Yağmur yağmadan önceki heybetli karanlık bulutlara da benzemiyor değildi… Sonuçta odasında bir şeylerin olduğu kesindi ve öylesine bir zi-hin yanılsaması da değildi.

Yaşlanmış aklının bir oyunu olabilir miydi?Bu ihtimal dâhilindeydi ama bu geceye ka-

dar böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Tekrar-dan, rüya olabilir mi, diye düşündü. “Şu an bir rüyanın içindeyim ve gördüğüm görüntüler de rüyanın birer parçası.” diyerek kendini rahat-latmaya çalıştı.

Yok, bunlar rüya olamazdı. Rüya ile gerçeği ayırt edecek kadar bilinci yerindeydi. Her şey gerçek gibiydi. İşte karşısındaydı, görüyor-du… Net bir şekilde olmasa da görüyor ve bu durumun tedirginliğini hissediyordu… Yine bir titreme aldı vücudunu baştan ayağa kadar… Kontrolü yeniden kaybediyordu…

Rüya ile gerçek, yalan ile hakikat kadar birbirine karışmıştı bu kurguda... Ya gerçek-ti ya da rüya... Her ikisi de değilse şizofrenik sanrılardı gördükleri... bunların hiçbirisinin ol-mama ihtimali de vardı. Şizofren kelime-si kulaklarında usulca çınladı. İşte bu kelime onu oldukça ürküttü. Şizofren… “Ben şizofren miyim yoksa?” Şizofren bir insan hayali be-lirdi zihninde aniden. “Yok yok, ben şizofren değilim. Allah’ım nedir bunlar, bu gece neler oluyor bana?”

Korkmamasını telkin etti kendine yeniden. Bu durumla savaşmalıydı. Güneş, er geç doğacaktı ve bütün saçmalıklar sonlanacaktı. Ve güneş doğduğunda, karanlık aydınlandığında bütün bunların bir yalandan ibaret olduğunu göreceği inancıyla seslendi kendine: Korkma!..

…………………………………………………………………………………………………...

Aslında korkma seslenişi onu öyle çok korkutmuştu ki, tarifi imkânsızdı bunun... Kim korkmazdı ki ya da endişeli olmazdı böyle bir durumda? Hiçbir şey olmuyormuş gibi de davranamazdı. Kendince en doğru olanı yaptı ve tekrar kapadı gözlerini… Sonuç bir zaman değişmedi.

Tedirgin bir şekilde gözlerini açtığında gece son demlerini oynuyordu. Etrafına baktı hızlıca. Her şey yok olmuştu. Evet, hiçbir şey yoktu odada. Her şeyin zihninde gizlendiğini bildiğinden olsa gerek zorladı zi-hnini. Ne gördüğünü hatırlamaya çalıştı daki-kalarca ama hatırlayamadı. Gerçeklikten ko-pan ve gerçekliği yakalamaya çalıştıkça içinde bulunduğu duruma anlam veremeyen, nihay-etinde gerçekliğe döner dönmez geriden bir iz bulamayan bir insanın psikolojik çöküntüsünü yaşıyor gibiydi şimdi. Yorgun düşmüştü ruhu. Bir gecede birkaç yıl yaşlanmış hissini veriyor-du bu durum ona. Uyuyakalmıştı bu yorgun-lukla… Hangi boyuta gider, geri döner mi bil-inmezdi… Sonuçta gece şafağa gebeydi ve gün aydınlandığında netleşecekti çoğu şey…

Gece şafağa gebe iken dünyanın karanlığında olup biten gizemlerde bir telaş vardı. Çok az bir zaman sonra görünür olacaktı her şey ve insanın çıplak gözle görebileceği bir dünya haline gelecekti. Her gün, gece ile gündüz bu tedirginliği yaşıyordu… Sabah, karanlık ruhlara ferahlık hissi verecekti yine… Sabah taze bir oluş, mutlu bir başlangıç olacaktı çoğu insan için. Gün aydınlığında olmaması gerekenler sabah inlerine çekilecek ve görünür olması gerekenler gün yüzüne çıkacaktı. Şafak ise bu geçişin adıydı. Karanlık yerini aydınlığa bırakıyordu sonunda…

Bunun insan üzerindeki etkileri de azımsanmayacak derece çoktu. Gece kara-ran, gündüz aydınlanan dünya; insanı da et-kiliyor ve insan bir dönem kararıyor bir dönem aydınlanıyordu. Bu durumda her gece, gündüz ile sonlanmalıydı ruhun ferahlığı için. Gündüz ise geceye çıkmasa da önemli değildi belki de…

Ve güneş doğdu… Terden sırılsıklam bir şekilde uyandığında

saat 11 olmuştu. Öğleye yakın bir zaman di-liminde olduğunun farkında bile değildi. Hayatında ilk defa bu kadar geç uyanmıştı. Uyanır uyanmaz, müthiş bir rahatlama hissi kapladı ruhunu. Şimdi her şey ortaya çıkmıştı işte. Her şey ortaya çıktığına göre ve her şeyin içinde dün geceki görüntüler olmadığına göre o, şizofren değildi. Bir çocuk gibi sevinerek kalktı yataktan…

Huzur bulmuştu gecenin sona ermesinden ve günün aydınlığından. Gece hiç bitmeyecek, sonlanmayacak gibi gelmişti. Her şeyin bir sonu vardı ve gece de gün ışığında hükmünü yitirmişti. “Sonunda dualarım kabul oldu.” di-yerek kendini sıradan meşgalelere bıraktı

günün ilerleyen saatlerinde. Gece olup biten-ler çok fazla yer kaplamıyordu gün boyu zih-ninde. Onların da bir vakti vardı ve zamanlarını bekliyorlardı. İnlerine çekilmişlerdi.

Gün batımı… Güneş yavaş yavaş çekiliyor-du gökyüzünden.

Evin yolunu tuttuğunda, günün sıradan meşgaleleri sıradan bir şekilde zihninden akıp giderken, aniden, batan güneşe takıldı gözü. Güneşin batması, aydınlığın yerini karanlığa bırakması demekti. Sadece bununla da kalmıyordu. Gecenin hâkimiyeti çökecekti in-san ruhlarının üzerine. Ve dün gece olanlar zi-hninde kıpırdanmaya başlamıştı şimdi ve onu korkutmuştu. Eve gitmek zor gelmişti. Acaba yeniden yaşayacak mıydı, tüm bu olanları bu gece?

Eve girer girmez hemen salona attı kendi-ni. Düşünceli bir vaziyette otururken, oğlu gel-di yanına. Babasının canının sıkkın olduğunu görünce sebebini sordu; fakat tatmin edici bir cevap alamadı babasından. Bu yaşta, her akşam, aynı evde, oğlunun yanında olduğunu görüp mutlu olabiliyorken; bu akşam durum oldukça farklıydı. Oğlunun yanında kalıyor olması bile onu teselli edemiyordu şimdi. Odasına baktı göz ucuyla. Biraz korkuyla… Bir düğüm vardı zihninde. Ve bunu çözmeliydi. Düğümün oluştuğu oda oradaydı ve cesareti-ni toplamaya çalıştı. Hiçbir şey söylemeden odasına gitti. Akşam yemeği bile yememişti.

Aradan saatler geçmişti. Oğlu, babasında bir gariplik olduğunu anlamıştı. Hasta olabileceğini düşündü ve rahatsız etmek is-temedi, uyusun dinlensin biraz, düşüncesiyle. Gece bir hayli ilerlemişti ve babasının odasının ışığı hala yanıyordu. Merak edip odaya girdi ve babasının uyuyup uyumadığını kontrol et-mek istedi. Tam ışığı kapatacaktı ki buna fırsat bulamadan babası seslendi: “Işık açık kalsın oğlum.”

Gece bir hayli ilerlemişti. Ve ışık hala yanıyordu. Yanan ışığın etrafında birkaç ke-lebek dönüyordu. Ve yatakta, geceye sıkışıp kalmış yaşlı ve yalnız bir adam yatıyordu. Saatler daha da ilerleyip, gecenin sonu yaklaştığında; yanan ışığın etrafında sadece bir kelebek kalmıştı.

Gün aydınlanıp da yanan ışık hükmünü kay-bedinceye kadar bir kelebek orada duracak ve sonra kaybolacaktı.

Ve o ışık, bir daha da yanmayacaktı…

Page 64: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

64

Evin tek çocuğu olan ben, annem ve babamla bu meseleleri hiç konuşmadım. Hatta ben herhangi bir meseleyi onlarla hiç tartışmadan, iki öğretmenin benim hakkımda çizdikleri ve benim ağır ağır üzerin-den geçtiğim kariyerime boyun eğdim. Zaten aksi bir fikir ya da alternatifim yoktu. Onlar “okuyacak-sın” diyorlardı ben de okuyordum. Hem zaten oku-duğum yerde Elif de vardı. Çocuk kütüphanesinde hepimizden büyük sobanın yanında ısınarak, Elif’in annesinin yaptığı çöreklerden yiyerek okuyorduk. Annem pek razı olmasa da Elif’in evine de giderdim. İçerden Neşet Ertaş’ın kasetlerinden sızım sızım yayılan “burnu fındık ağzı kayfe fincanı” türküsüy-le ile romanların biri bitiyor öteki başlıyordu.Benim türküye olan bağlılığımı bir uzman araştırsa Elif’in evinde içime damla damla biriken bu türküleri bulur belki de kim bilir? Tabi benim için hangi romanda ne demişler, hangi romanla ilgili benim fikrim nedir hiç önemi yoktu. Elif, çokomel kâğıtlarını tırnaklarıy-la düzeltir sonra o parlak kâğıtları kitapların arasına koyardı. O kâğıtlar kitapların arasında kalırdı. Ben o kâğıtların peşine düştüm. Elif’i arar gibi, o kâğıtları kitapların arasında aradım buldum. Sakladım sak-ladım. Ben o dönem ne çok şey sakladım. Ne Elif’i sevdiğimi. Ne babamın nutuklarının uzun upuzun olduğunu. Ne annemin “bunu da oku” dediklerini sevmediğimi hiç söylemedim. Evet onların dediğini yaptım. Okumaya devam ettim. Ama işte öylesine. Elif’in yanında, Elif derdiyle bir okuma…

Elif’i geride bırakırken, taşra görevi bitmiş ilçe-den ayrılıyorken, babam ve anneme veda yemeği veriliyorken “ben arkadaşımla vedalaşacağım” diye Elif’in evine gittim. Elif’in evine gidince Müstahdem

Annem, Elif’in ödevini beğenince “aferin kızımaaa” demişti. Edebiyat öğretmeni olan annem böylece “kızımaaa” diye uza-

tarak Elif’i “kızı” ilan etmişti. Benim annem edebiyat öğretmeni Mualla Ha-

nım. Babam hem okul müdürü hem matematikçi Mümtaz Hocadır. Ben onların okulunda, ilçenin en iyi okulunda onların gözetiminde okudum. Elif de aynı sınıftaydı. Hayrettin Efendi’nin, Müstahdem Hayrettin Efendi’nin saçları örgülü ve çok okuyan kızı Elif.

Elif’i annem çok severdi. Ben de Elif dedikçe, Elif’e baktıkça ölürdüm.Elif çok okurdu. Hem de ne çok. Beraberce çocuk

kütüphanesine gidebilmek için ben de çok okumaya başladım. Okumalar hem bana hem Elif’e “kocaman aferinler” olarak döndü. Kütüphaneler haftasında Elif’e “en çok okuyan çocuk ödülü” verildi. Törende, annem, ben ve Elif yan yana bir fotoğraf çektirdik. Ben sonradan Elif’e daha da vurulduğum günlerde bu fotoğrafa bakar “şu dünyada iki büyük nimetim var” diyerek ağlardım. Ben Elif’e çok ağladım. Türkü dinleyerek ağladığımı annem ya da babam duysay-dı. Ağlamamın normal bir süreç olduğunu söyler ve ilk gençlik de bu tip duygu dalgalanmalarını normal karşılarlardı. Ama onlara göre “türkü dinleyerek ağ-lamak” ne bileyim biraz “şey”di. O “şeyi” ne annem ne babam hiçbir zaman tam izah edemediler. Taşra-da bir okulda Cumhuriyet neferi olarak “açık alınla” çalışırlarken benim türkü dinlememi ve müstahdem Hayrettin Efendi’nin saçları örgülü, yanakları pembe ve hafif tombul- Allahım şimdi anlatırken bile kötü oluyorum- kızına yanık olmamı pek “şey” bulurlardı. Eğer ben söyleyebilseydim.

ELİF, TİNA, LA PRİMEVERA

Mustafa ÇİFTÇİ

Page 65: KÜN EDEBİYAT

65

KÜN EDEBİYAT

Hayrettin Efendi aynen babama eğilir gibi bana da eğildi. Yapma böyle diyemedim. Elifle konuştum. Ne konuştum hatırlamı-yorum ama Elif’e kendi yaptığım bir resim verdim. Resimde kalp var. Ama kalp orta-dan ikiye ayrılmış. Bir yarısında Elif öbür yarısında Tolga yazıyor. Elif yazan kısım ilçede kalmış oluyor. Kalbin diğer yarısı-nın kanatları var uçuyor. O gece ben Elif’i son kez gördüm. Elif çok az konuşurdu. Ne kütüphanedeyken ne okulda ne başka yerde çok fazla sesi duyulmazdı. O gece de neredeyse hiç konuşmadı. Sadece bana yine parlatılmış bir çokomel kâğıdı verdi. “Bunu da diğerlerinin yanına ko-yarsın” dedi. Demek biliyormuş. Demek benim kitapların arasından Elif’in parlak kâğıtlarını topladığımı biliyormuş. “Bildi-ğini bilseydim Elif…” diyemedim. “sağol” diyebildim. “çok sağol” Sonra Elif’in anne-si Nuriye teyzenin elini öptüm. O da beni öperken dayanamadım, sarıldım. Sonra ağlamaya başladım. Nuriye teyze de bana sıkı sıkı sarıldı. “yavrum üzülme” falan dedi. O ne derse desin benim umrumda değildi. Nuriye teyze Elif gibi kokuyordu. Kokladım kokladım salya sümük karışık ağladım ağladım…

Annem ve babam yeni okula yelken açtılar. Benim okuma yazma ve imtihan maratonum devam etti. Ben yıllarca her gece parlak kâğıtlara bakarak okudum.

Üniversite tercihimde; babam tıp, annem mühendislik deseler de benim romanlar, hikâyeler ve şiirlerle zehirlen-miş tahsilim sınav sorularını hazırlayanlar tarafından makbul görülmediği için ancak kütüphanecilik okuyabilirdim.

Yani romanlar, hikayeler ve türlü ede-biyat mahsulleri ve Elif elele verip benim çizgimi gizli gizli belirlemişlerdi.

Ben Dil Tarih’e kaydoldum. Bilenler bilir Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi küsmüş bir binadır. Kime küstüğüne hiç girmeyelim. Fakültede çoğu zaman kütüp-hanelerde, hem artık profesyonel bir kü-tüphaneci olarak hem de rafların arasında Elif’i arayarak dolaştım. Elif’in rafların ara-sında ne işi var?

Yok biliyorum. Elif artık yok. Bunu yıl-larca, her gece kendime söyledim. Hatta

kızdım. “Bırak artık yakamı Elif” dedim. Yerimden fırlayıp parlak kâğıtları yırtasım geldi. Ama olmadı. Yırtamadım. Kütüp-haneci olunca Osmanlıca öğreniyorsunuz ya. Ben alfabenin elif ile başladığını öğ-rendiğim gün elimde kitaplar Ankara’nın cetvel artığı sokaklarında “elif” dedim dolaştım. “elif ile başladım Elif ile bitecek bu iş” dedim. Benim alfabemin ilk harfi “Elif” dedim. Yurttaki odamın duvarına ko-caman bir elif çizdim. Kimse yadırgamadı kütüphaneci adamız ya…

Karar vermişim. O yaz fakülte bitecek. Ben bir şekilde artık Elif meselesini me-sele olmaktan çıkarak anneme, babama açacağım ne olacaksa olacak.

Oldu ne olacaksa hepsi oldu. Ben “Elif” deyince. “Hangi Elif ?” dediler. Zihinlerinin en karanlık köşesinden Elif’i, annesini, ba-basını daha doğrusu “müstahdem” baba-sını alıp getirip koydular evin orta yerine. Ve mahkeme başladı. “Ne münasebet efendim” diyerek annem kriz geçirirken babam “Müstahdem Hayrettin Efendinin bir kızı vardı evet” diye uzun uzun ve yarı dalgın konuştu. Evde kurulan mahkeme-den Elif’in uzak çook uzak bir yerde, bir zamanlar taşra görevinden kalmış öyle-sine bir hatıra olduğunu. Ama babasının durumu ve diğer bir sürü doku uyuşmaz-lığı sebebiyle Elif’i unutmam gerektiğini söylediler.

Onlar içlerinde ne varsa, benim kırıla-cağımı, üzüleceğimi hiç ama hiç hesap et-meden söylediler. Yaralı uzvumu kestiler. Böylece bedenime yayılma riski bulunan Elif kaynaklı maraz acı da olsa şifa buldu onlara göre. Evet onlar tarihin ve belki ta-lihin onlara biçtiği rolü oynadılar da peki ben ne yaptım? “Hiç.” Ne yapabilirdim ki? Ben zaten bir şey yapabilecek olsam yıllarca parlak kâğıtlara bakarak, kütüpha-nelerin rafları arasında kendi kendime Elif türküsü çağırarak dolaşır mıydım? Ben bir şey yapabilecek olsam sadece odamın duvarına Elif yazarak ve ancak Arap alfa-besindeki haliyle yazacak kadar cesaret gösterebilerek yaşar mıydım?

Yıllar önce bir Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda çekilmiş bir fotoğrafımız var. Annem babam bir de ben. Annem

o fotoğrafın çekildiği gece ufak bir kaza geçirmişti. Kokteylden önce evde hazır-lanırken eline sıcak su dökülmüş ve eli yanmıştı. Bu halde baloya nasıl gidilecek sorusu karşısında annem ve babam en ufak bir telaş göstermeden, işte annemin fotoğrafta görülen kırmızı renkli fuları bi-leğine aksesuarmış gibi takarak baloya gitmişlerdi.

İşte benim mesele de bu kadar basitti. Şimdi ben de Elif yanığı yüreğime kırmızı bir fuları aksesuar edecek, hayat balosu-na katılacak, gülümseyecek, beni gören-lere en ufak bir sezgi imkânı bırakmadan yaşayıp gidecektim. Bu kadar evet bu ka-dar basitti.

Hem zaten benim kendimden hiç umu-dum yoktu ki. Elif uzakta kalacak. Ben onu uzaktan öylece seyredecektim. Nasıl ki onlar bir müstahdem ailesi olarak memur lojmanına giremez, dışarıdan bakarlardı. İşte öylece uzaktan bakışacaktık.

Fakülte bitti. Babamın bağlantıları ve yıllarca çift maaş marifetiyle birikmiş para-lar, bir de devlet bursuyla ben İngiltere’ye gittim. Ya da babam gibi söylersem “Londra’da tahsil için bulunmaktaydım.” Mademki kütüphaneci olmuştum. O vakit taşra kütüphanelerinde ömür çürütmek yerine bakanlığın merkez teşkilatında bir görevim olmalıydı.

Londra’ya gidenler size zaten uzun uzun anlatırlar. Bol yağmur. Kapalı hava. Kötü giyinen İngilizler. Kibirli British ak-sanı. İmparatorluktan kalma çelikleşmiş alışkanlıklarıyla İngiltere işte...

Benim mastır için bulunduğum üniver-site kütüphanesine ilk girdiğimde hayran hayran bakmıştım. Ciltler ciltler dolusu bir mekân. Kütüphane memurlarının adı Tahsin yada Necmettin değil. Buradakiler daha ilgili, daha bilgililer. Evlerinin salon-larında gezer gibi rafların arasında gezinip size rehberlik ediyorlar. Ben mürekkep, kitap tozu, yeşil okuma lambaları arasında kayboldum. Hatta itiraf edeyim “Elif kana-ması” bile biraz durdu. Çantamda sandviç ve termosumda çayla kütüphaneye kapak atıp kayboluyordum.

Epeyce bir zaman kaybolduktan sonra. Artık “çok okuyan Türk öğrenci” olarak mi-

Page 66: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

66

nik bir şöhrete de kavuşmuştum. Şöhretin tadı. Annemle babamdan gelen “seninle gurur duyuyoruz” mektupları sonunda ben artık ilçede Elif’in annesine sarılıp ağlayan Tolga olmaktan az da olsa sıyrılmıştım.-Öyle zannediyordum-

Kütüphane görevlileri ile muhabbeti artırmıştım. Ve artan muhabbetimizin içi-ne bir gün bilardo masalarının çuha yeşili elbisesi, lastik ayakkabısı ve kucak dolusu kitabıyla bir kız düştü.

Tina.Tina’nın bütün yüzünü kaplayan ve ona

acayip bir İskoç havası veren çilleri. Evet derken “yep” diye kafa sallaması ve her konuyu bir güzel anlaması, çok okuması –okuma konusunda ben onun yanında son hafta finallere hazırlanan Türk öğrenciler kadar zavallıydım- ve herhalde “ islamic studies” yani İslami araştırmalar bölü-münde mastır yapması sebebiyle biz o kadar hızlı ve o kadar çok anlaştık ki an-latamam...

Tina benim coğrafyamda dörtnala ilerliyordu. Elifin parlak kâğıtlarının ışıltısı arasından bile Tina’yı görecek kadar çok vakit geçirdik.

Hatta ben anne babama mektup yaz-dım; “Tina’nın babası bir havaalanında teknisyen. Annesi de küçük bir pasta salonu işletiyor” dedim. “Yani ne babası müstahdem ne de annesi ev kadını içiniz rahat olsun…”

Onların içi rahattı. Oğlu bir de İskoç asıllı bir İngiltere vatandaşı ile buraya dö-necek olursa babam artık rakı yerine viski bile içer. Hatta annemin İngiliz edebiyatı bilgileri de hesaba katılırsa biz ne kadar “modern” olurduk anlatamam.

Onların içi rahattı rahat olmasına ama hem Elif’in parlak kağıtları hem Tina’nın bazı halleri beni yavaş yavaş yoruyordu.

Dediğim gibi Tina orta doğu araştırma-ları bölümünde İslami araştırmalar ensti-tüsü diyebileceğimiz yerde mastır öğren-cisiydi. Türkiye ile ilgili çok şey biliyordu. Ama bu bilgiler; nasıl desem biraz kuru, biraz istihbarat raporu gibiydi. Akademik ve kibirli bir merakın mahsulü olan şeyler-di.

Ya da daha anlaşılır söylersem; ben

eski alışkanlığımla Neşet Ertaş dinler-ken o başlıyordu konuşmaya. Bu müziği ülkemdeki İslamcıların dini sebeplerle dinlemediğini, taşralı ya da kırsal kesim-dekilerin çok önceden beri dinlediğini ve son yıllarda ise hem İslamcıların hem de entelektüel bir merakla aydın kesimin Ne-şet Ertaş dinlediğini anlatıyordu. O Neşet diyemiyor “Neset Ertas” diyordu ve uzun uzun konuşurken türkü güme gidiyordu. Tina benim yüz halimden anlıyordu ki türkü boyunca nefes almadan konuşmuş ve türküyü boşa çıkarmıştı. İşte o zaman “fakat Neset çok otantik diyordu” “Otan-tik değil.O Neşet” diyordum. “Bu adam hepsi hepsi altı tel ile çalınan bir çalgıdan yazımı kışa çevirdin leylam dediği zaman bizim oralarda çok kişi kalp sektesinden gider” diyordum. Ben ne dersem Tina’nın kafasında “Neset”; üzerinde uzun uzun konuşulacak bir “şey” di.

Aslında durum gayet anlaşılır bir şey-di. Tina ile kültür farkımız vardı. Evet bunu ben de biliyordum ama ortada olan mese-le sadece kültür farkı değildi ki. Tina her şeyi tanımlamak, sınırlandırmak, bir çer-çeveye oturtmak istiyordu. Elinden gelse kendine bile dipnot düşecek kadar akade-mik bir maraza sahipti. O kadar yani…

Bütün bunlar olurken ben gizli kutum-dan parlak kâğıtları çıkarıyor. “Elifim senin baban neden müstahdem? Benim babam neden bu kadar Ankara ruhlu? Sen şimdi nerdesin? Ben neden buradayım?” diye soruyor soruyordum…

İpler La primevera’ya bakarken koptu.Bu tablo Sandro Botticelli isimli birinin

yaptığı bahar tablosudur. Bizim işimiz bu tabloya bakacağız ve esinlenmelerimizi not alıp sanat tarihi dersinde anlatacağız. Tina tabloya bakıp gözlüğünü hafif bir dar-beyle düzelte düzelte notlar alıyordu. Bir ara bana döndü ve “sen bu tabloya bakın-ca köyünü hatırlıyorsundur eminim” dedi.

Tina yine benim düşüncelerimle ilgili fikir yürütecek kadar bilgiçti. Her zamanki haliydi yani. Ama ben belki de çok doldu-ğum için koptum. “ Bu tablonun köyle ne alakası var? Ne demek köyümü hatırlıyo-rum? Sen nerden biliyorsun benim köyüm olduğunu? Belki köyüm var, belki yok ama

sen bir doğulunun her halini bilir misin? Yani nasıl olur da bilirsin? Hem bırak köy-lüyü bırak doğuluyu sen karşındakinin ak-lından geçeni “eminim” diyerek nasıl tarif edersin? Sen kimsin?”

Tina o kadar şaşırdı ki neredeyse oraya yığılacak. “…ben sadece şey, ben” de-yip duruyor. Ama ben bıraktım çıktım La Primevera’yı ve Tina’yı orada, oracıkta…

Sonraki haftalar yaprak bile kımıldama-dı dışarıda. Ama içimde baraj kapağı açıldı ve benim tüm arazim sular altında kaldı. Kendime kızdım. “Sen adam değilsin” dedim. Sonra kendi pısırık lojman çocu-ğu suratıma bile aynada tükürdüm. Evet tükürdüm. “Sen sevdiğin kızın adını bile yazamadın. Sadece duvara elif harfi yazıp bakıp bakıp ağlayacak kadar zavallısın. Şimdi de burada kafası oryantalistlikten başka yol bilmeyen zavallı bir kitap kur-dunu paylıyorsun. Senden bir bok olmaz” dedim kendime.

Ben böylece bohemin dibine vurmuş-ken bir mektup geldi. Mektup Türkiye’den. Çok şaşırdım. Elim ayağım titredi. Açama-dım bile. Yatağa oturup mektubu karşıma alıp baktım baktım.

“Gön: Elif …...”“Elif bana bunu yapma. Hayatımı filme

çevirdiniz anasını sattığımın İngiltere’sin-de. Yıllar sonra ne mektubu şimdi?” diye kızdım. Ama sonunda açtım mektubu.

Okuya okuya ezberlediğim üç satır.Ben evleniyorum.Sen geç kaldın.Mutluluklar.Elif.Bir de kâğıt çıktı zarftan. Hani benim

ilçeden ayrılırken Elif’e verdiğim resim. Benim kalbim uçuyor uzaklara onun kalbi ilçede kalıyordu ya…

Buraya kadar anlattıklarımla sizi avut-tuğumu sanmayın ne olur.

Ben İngiltere’de mide kanaması geçir-diğimde hastanede bu mektup ve resim yoktu. Onları da parlak kâğıtların arasına sakladım. Hastanede başucumda Tina vardı. Bir hafta hastanede kaldım. Sonra da bir ay kadar yurtta dinlendim. Yanımda Tina. Aklımda Elif. Türkiye’de annem ba-bam. Ve karanlık İngiltere’de ben…

Page 67: KÜN EDEBİYAT

67

KÜN EDEBİYAT

Gün kararırDüşer süngüsü gamzelerininİçinde, o masallara can veren kuşlar susar...Bir daha gelip konmazlar dudağına ne yapsamCümlesi Ölmek üzredir

Sende unutup gider bir çoban, ıslığınıVe ateş, can verirken anlar yalnızlığınıArtık bütün trenler aynı gurbete eserÇölde yavru bir ceylan ve dağ başında akşamÖlmek üzredir

Zaten bütün öyküleri kavuşamamak beslerBir fenâ kuyusunda boğulur tüm heveslerO pencere kıyısından boşluğa bakan kadınVe o salaş kahvede hiç kıpırdamadan oturan adamÖlmek üzredir

Hep böyledir, her aşkı yolcular göz yaşlarıRüzgar anlatıp durur, murat almamışlarıZüleyham, efsanelerden çaldığım sevdam benimGüvercin bakışlarına bir ömür gömdüğüm sevdamÖlmek üzredir

Ah Züleyha...Bütün saraylar zindandır şimdi, biliyorumVe hiç bir kuyudan çıkıp gelmez beklediğinBu biten günle beraber sen de gözlerini yumAyrı düşmek değil midir zaten ölüm dediğin...

AYRI DÜŞMEKDEĞİL MİDİRZATEN ÖLÜM DEDİĞİN

Abdullah Zeki ÖĞÜT

İnci ESKİCUMA

Ey belalı göklerin Mağrur dağların kızı...Bir Söz’dü sadece Çizgilere Müzeyyen sûretini giydiren… Hüsnüne meftûn olduğum sevdam… Ölüm bu tılsımlı zamanın sarhoşluğunda Bir kavuşma mıydı?! Zaman ruhumun gözünü kör eden Bir duvarsa eğerGöğsün kekik kokmasa!.. Yerde esrelerin, havada üstünlerin Kızıl bir nehirde yıka beni! Üzüm büyütür bûselerin… Güneş gülüşünle şarap olur... Çünkü Bahar bir Devrim’dir Sevgilim.

ARAFEmir KARAPAÇA

Beni ararsanBuruşmuş bir kağıdın içindeyimHüzünlü veya sevinçli olmaz şiirimBuruşmuş olabilir örneğinYa da senin gibi bakabilir yüzümeAnla beni der gibiSormayın, öğrenmeyin

Arayacak olursanKalabalığa sor beniKimi arkadakini gösterecektir sanaKimi de öndekiniArasında durduğum o yeriBilmeyinSitem etmeyin

Düşün ki eskiler revaçta bugünDüşün ki kahveler telvesiz örneğinKelimeler kifayet buldu nihayet deElinde buruşmuş bir kağıtlaKalakaldı belleyin

Şimdi yağmur kokuyordur o yerŞimdi, şu andan farklı bir zamanEzel ile ebedArasında bir rivayet gibiPeşindeyim sair zaman

BAHAR

Page 68: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

68

avareleri gibi kalırım. Kainatın kalbini okusan ne çıkar, sen ki önce Bergüzar’a sonra bu oda-ya mahkumsun. Işığın bana sunduğu neyse ben o olmaya mecburum: duvar, halı, raflar, kitap-lar, rahle, sandık, Zahid Efendi, Ferahnâz Ha-tun, Şehriban Hanım, Şükufe Hanım ve Bergü-zar. Ama en çok da Bergüzar. İçimin aydınlığı. Bergüzar. Sonu mu var sanki sessizliğin? Sonu mu var? Zahid’in kitabı tozlu raflar arsında sa-rarmış Semerkandi kağıdı, meşin cildiyle ipek-li halıların harmani yeşiline baka baka tozlanır-ken, kader yazmaya kaf bulamazken muharrir, hasret kalmışken kamış kalem kenevir kağıtla-ra, bir nice kırılıyorum ben. Izdırabımı ancak yazıcı bilir. Yazdıkça yazıcı ben bilirim. Bildik-çe var olurum.

Ben ahir zaman aynasıyım, kumdan ve cam-danım. Ki böyle değildi ceddim. Salkım salkım ışık, hüzme hüzme dökülene dek gönlüme Çin ü Maçın’den ipeklilere bürünürdü sinem. An-larsa ızdırabımı bağrımı parlatan ayinesaz anlar. Hariri ayinedanlar duyar iniltim. Ben bu hal üz-re değildim evvel zaman. Ayinedar elinde geda idim. Şahidim. Züleyha elinde mah idim. Şim-di anlamı yok hiçbir şeyin. Bergüzar. Ah derd-i derunum. Bende olmasa.

Ey İskender’in ayinesi, derununa aydınlık dü-şesi, bahtına düşmüş camdan ve kumdan ol-mak. Geçmez olsun gemiler bakmaz olsun yüzüne.

Ama bana sezadır Tanrım. Suçum: Haddimi bilmemek. Haddimi bilirim demek de haddini bilmezliktir. Bunu böylece söylemek de. Suçu-mu tekrar tekrar işletmekle beni cezalandıran Tanrım; suçum cezama, cezam suçuma sezadır. Keşke. Ben olaydım bir kere. Keşke.

Keşke insanlar da cezamı çekmekte olduğu-

Yavuz GÜNEŞ

Böyle bir ormanda herkes sisli bir havada başlar yolculuğa.

Ormanın derinliklerine giden yolda tek yol gösteri-ci ise ağaçlardır...

uyanıkken düş görmek ayıp değildir.(Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti)

Ben hep böyle yalan yazarım ve siz i-nanırsınız. Yazdığıma inanmazsanız kafir olmazsınız. Yazmak avunmak-

tan başka nedir ki? İşte böyle avutur yazıcı be-ni. Susmakla söylemek arası bir ince çizgi. Ben daha susmak dediğim an aştım o çizgiyi. Bazen avuntu yetmiyor. Biliyorum. Kararım karar söy-leyeceğim, söylenmesi gerekeni; gerektiği kadar. Ama söylemesem siz bilmezsiniz, bilemezsiniz. En ince sancıyı ayineler çeker. En derununda bir sancıdır ayine. Alacakaranlık akşamüstleri derinlere çekilince kör karanlık.

Hariri ayinedanlar sarar beni. Ayinedan ö-lümdür bana. Müjde gibi her ölümü tadışım-da ayinedan kucağında. Ben ölürken bir dam-la ışığa ne Yusuf Züleyha’nın sabahına doğar. Ne Potifar duyar akşamı. Ne Mısır’lı kadınları anlatır Kleopatra, Antonius’u. Ne Nil sularında belirir İskender’in silueti. Bergüzar bana kanlı gömlek kokusu.

Derununa ışıklarla girilen, rengini ve hazzı-nı bilmediğim kendi sesim içimde yankılanır-ken. Ve bir nice ömürler geçmişken İsa’nın mi-ladından. Siz bu ahir zaman hikayesini anla-maya çalışırken, içimden bir eski zaman ikin-disi geçer. Ben insanların kalbini okur, dama-rındaki kanın ılıklığını ve hışırtısını duyar, kai-natın yıldız yıldız haritasını çizer de kendi de-runuma inemem korkarım. Kaybolurum o yol-larda. İçimin karanlık dehlizlerinde akşam üstü

AYNALARDAN KÜF KOKULU ZAMANA

Page 69: KÜN EDEBİYAT

69

KÜN EDEBİYAT

mu bilip bana bakınca kendilerini değil beni görse-lerdi. Ey beni kendim olamamakla cezalandıran Tan-rım... Olsun bana sezadır Tanrım. Keşke bilseydim. Bilseydim kendimi, her şeyin ardındaki en kasif, en ince sırrı. En çözülmez hali. Bilseydim. Ben olama-manın ızdırabını bir aynanın sinesine nakşeden usta eli bilseydim.

Camdan ve kumdan bir ayna olamadan, bu sırrı çözemeden ben kapı açılacak. Birazdan Bergüzar gi-recek içeri. gülgûni şalı, zeberced gözleriyle kapıdan geçerken; kalbinde en ince titremeler gibi pusuya ya-tacak, onun bile duyamadığı suskunluğum. Bunu bil-diğimi de bilmeden derinlere dalacak bir ayinenin de-rununda gözleri.

Bahtına vuslat düşesi, bildiğim bir şeyi daha bilme-den nar çiçeği kokunu önümde savurup, saçını ta-ramadan, kendine bakıp beni görmeden gidiyorsun. Ben biliyorum. Kim bakarsa aynaya ben, o olmaya mecburum. Keşke. Keşke bilseydin. Ben en çok sen olmayı seviyorum. Bu anlamlandırılamazlıklar bütü-nü içinde bana mana yükleyen sevgili. Bergüzar. Bir ayinenin her şeyi olmak ne demektir bilemezsin. Bil-mezsin, bilemezsin, sevgili.

Kapıyı yavaşça örttün mü seni çok seviyorum, san-ki bir sırrı odada bırakıp sessizce çıkmış gibi. Kal-bime yedi renk gibi düşen sessizliğin bir ışık, deru-numa düşen her şeyin sen kesildiği gibi. Yıllarca ba-na bakıp kendini izlediğini bile unutuyorum. Ayna-ya bakan aynayı görecek değil ya. O zaman bencil ve mağrur olmuyorsun ya da kendimi buna inandırıyo-rum. Yalanlara inanmak hep güzel olur, ölgün ikin-di üstleri, küf kokulu odaya nar çiçeği kokunu kat-tığın zaman.

Yazıcı dokununca kağıda çözülür dilim. Ama her sırrı ifşa edemem derunumda kalır bazısı. Bak Ber-güzar. İçimin aydınlığı. Demin içeri girdin. Sarı ibri-şim burmalı, canfes astarlı, vişne çürüğü kadifeden, sedef düğmeli yeleğini arıyordun. Ama hiçbir şey bil-miyordun. Seni sessizce izlediğimi. İçinden söyledi-ğin uşşak şarkıları duyduğumu, sana meftuniyetimi. de bilmiyordun. Ama her şeyi söyleyemem yalvarsa da yazıcı. Hiçbir şeyi bilmemen, beni fark etmemen öylesine sinsice ve öylesine derin bir haz veriyor ki bilemezsin. Bilemezsin bilinip fark edilememenin a-cısı nasıl da haz verir insana. Bir ayna için sır taşımak ne demektir bilemezsin. İhtimal ki bunu da bilmiyor-dun, benim bunu bildiğimi de bilemezsin. Bilmemek senin güzelliğin. Bilinmemek benim sancımdır.

Bilinmesem de bu hikayenin hepsini ben uydur-dum. Züleyha’nın ayinesini de İskender’in ayinesini de aynayı da kendimi de. Düşünerek okuyanlar bilin-

mesem de bildiğim her şeyi anlatmadığımı anlamış-lardır. Zeki olanlar, hiçbir zaman her şeyi anlatmaya-cağımı da anlamışlardır. İşte yazıcı böyle avutur be-ni. Yoksa kapılarda, pencerelerde, bir ışık hüzmesin-de, bir alaca gölgede kalır gözüm.

Küçük pencereden ışık, kapıdan sesler sızarken... Ben Bergüzar kapıyı usulca aralayacak diye bekler-ken çerçevelerimin dahi tahammül edemediği o kor-kunç ses yankılandı en rahatsız edici tonuyla. Yankı-landı... Yankılandı odada. Bir daha. Bir daha bağırı-yor. İnadıma. İşte yaklaşıyor ayak sesleri. Ve Zahid Efendi. Bir adım. Bir adım daha. Şimdi tekmelene-cek kapı. Yok. Hiddetle girdi içeri. Burnundan so-luyor mendebur, kim bilir neye kızdı. Şehriban Ha-nım şimdi Zahid’in nabzını sesinden tutmaya çabalı-yor, kalp atışlarını ensesinde hissediyordur. Allah ko-rusun hışmı da şedittir gazabı gibi. Kimi zaman hid-detlenecek bir şey bulamaz da bir şey bulamayışına hiddetlenir. Hiddetlendi mi zehir zıkkım eder aha-liye bir nefes saadeti. Cehaletin zirvesi Zahid efen-di. Şu adamın kafasında kırılmak ya da şöyle karşım-da fesini bıyığını beğenirken o keyfi içten içe, gururla ve derin bir hazla yaşarken... Suratına bir tokat akş e-der gibi patlayıp parça parça gözbebeklerine dolmak vardı. Ama ayna değil, ayineyim ben. Hem de bir es-ki zaman ayinesi. Şimdi susma ya da “ya sabır” deme vaktidir. Ya sabır!

İşte rahlesini arıyor. Daha dün koydu ahmak, bak şimdi bulamaz, bir de buna köpürür. Dolanıyor orta-da sandığın arkasına baksa bulacak. Küf kokulu ka-ranfil kakmalı emektar sandık bir saklayabilseydi, da-ha bir nice dolanırdı. Sol gözü dumanlı, kızıl sakal-lı Zahid Efendi. Sırtını dönüp gittiğinde bile sureti-ni hatırladıkça siretini resmedersin. Bir elinde rahle, bir elinde cetvel çekilmiş, yorgun semerkandi varak-ları sararmış, altuni tezhipleri silinmiş, laciverdi me-şin ciltli; Zahid’e lal kesilmiş derdini anlatamaz ses-siz sedasız bir kitap: El Kitabü’z – Zekiyya.. Bu ki-tap en çok Zahid efendinin elinde anlamlı. Eğer gün-düzle biliniyorsa gece. El Kitbü’z – Zekiyya ve Za-hid Efendi.

Sakinleşmeye başlamış bir ses, dinmeye matuf bir hiddetle beni mim eden bir kararlılıkla çarpıldı ka-pı. Sükunete boğuldu oda. Yine seninleyim Bergü-zar. Derd-i derunum. Sen ben oldukça, ben kendim olmadıkça.

İnsanın kendisi kim olur? Bergüzar. Sevgili.

Page 70: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

70

RAHATSIZŞİİRLER

hep aynı kabusu görmekle mükellef yanlarım var. söylediklerimi anlamayacak kadar meşgul ya da bambaşka hayallere iştirak eden akıllarınız da cabası. ben şimdi kime dert anlatmaya kalksam abes bir çabanın yanı başına kurulmuş kamplarda tüketiyorum ciğerimi. oysa kramp diyorum ben size, biraz dertlerimden bahsetmek istiyorum belki de. neyse.

mekanik filler oturuyor kursağıma buram buram lacivert kokuyor yokluğunböyle zamanlarda seviyorum suçlanmayı. ben aslında çoğu zaman seviyorumkirpik diplerinden parmak uçlarına kadarbütün dünyayı.

hep apayrı özlemlere teşne yüreğime tatbikatı mümkün olmayan şiirler düğümleniyor yağmursuz, rimbaud kokulu parisyen gecelerin bazılarında. hüzün gibi ödevlerim varken yüzünle aylaklık ediyorum, düşler bir karıncanın karıncalanması gibi belkemiğinin, tarife hacet duymayan yollarda düşürmüşlüğüm de var kimliğimi.

travego bir hüznün tozunu yutmak gibi bazendünyanın bütün polislerine cop ısmarlayayım.çıktığım komalarda bıraktığım anevrizmaburadan bakınca dünya çok kubricko zaman bende israfil’den ‘dönülmez akşamın ufkundayız’ı isteyeyim.

daha önce birkaç denizde boğulmuşluğum ve kardiyoloji servislerinde bulunmuşluğum da var. kimsenin acısını taşımaya yetmiyor şimdi kimsenin yüreği, ne acı. denizler diyorum ben dehlizler de var, sahi sahiller de öyle ve gökyüzüne sıkı sıkıya tutunmuş bir yıldızın azmi. dok-tor rakıyı yasaklamasaydı iyiydi.

şimdi biraz sevk alayım biraz da bisküvi yeterinceyoksa ben böyle düşünüp düşünüp kimsesiz bir kuş gibiaklımı delen matkapla mesud olmayı öğrenmedikçeçok yoruluruz yürürken, çok yoruluruz hüzünle.

şimdi bir bardak çay alayım,yanına da kombili bir huzur mümkünse,yoksa damarlarımı patlatabilecek özlemler yaşanmakta hala yeryüzünde.

Ahmet KESKİNKILIÇ

HEP AYNI AYNA

Page 71: KÜN EDEBİYAT

71

KÜN EDEBİYAT

annem besmeleyle eğirdiğikederli ahlarla örmüş benim ömrümüruhumdaki sancının anlaşılmaz mesajıylaulaştım küf kokan bu hikayeye...hazırım ey cellatlar, sehpalar ve yağlı urganlarçağırın beniey tuz basılmış yaralarıma setrolunmuş kabuklarkünyesine sevda kazılı çocuklar hey!duyun benibüyüyün dayanın ve abanın tarihin şakağınaki zılgıtlar çeksin güneş, ay, yıldızlarve gözbebekleri acıya gebe; sarışın, esmer, zenci beyaz;körebelerde gülüşünden vurulmuş sevimli ve haylazçocuklar…

farkında mısınız dünya bizi suçladıkça bulanıyor tüm sularbu nasıl hezeyan: bankaları ve vitrinleriyle şehirlerdağları ovaları ve nehirleriyle dünya-denizleri saymıyorum bile-ruhlarının kesesinde hastalıklarla büyüyenbüyüdükçe yenilen, mağrur, mahcup adamlar ve kadınlarnasıl da sevişiyorlar yalancıve birbirlerine böylesine yabancı aşklarla…

oysa en iyi biz biliriz secdedeyken içimizin inleyen kederinizulme taş atan çocukların sokak arası sevincinive doğurmaya yakın ıkınan toprağın direncinive bayrağı hep yarıda kalmış ülke yitikleriniher gün yeniden ölerek öpebiliriz elbetteruhumuzdaki bu bukağıylaher sabah yeni işler yaratan tanrının erincini..

bakın! orada taş atıyor gülüşü tarih bilinciyle savrulan neferbütün düşlerinden çalınmış sevinçlerleişte oradaysa kurşun sürüyor namluyayurdum ah inlesin diye kendini zulme nişanlayan askerve saadetinden gülümsüyor zamanınçocukların arasında mesut bir peygamber..

ve ben misk u amber sürüp inandırıcı kılmak için şiirimiöperek ölümü boşluğundan ve asılarak esmer bir özgürlüğünsavrulan yelesinebir isyanı dillendirmek için yenidensize sesleniyorum

sahi sesim yankısını bulmazsa sesinizdebu kirli öykümle neye yararım böyleunutulmuş bir mit, inananı bulunmayan bir din gibidurarak tarihin kıyısındavarın acemi sayın beni ey cellatlaristerseniz ödünç ve siyah urganlar vurun boynumaben sırat-ı müstakimde beyaza bulayacağım gözlerimikalû belâya ait bir talimatla..

intifada! .ki ben çoktan alıştım kurşuna remil atan kanın rengineve bir ağartı gibi uzaklaşan babamınisyanları anımsatan yaslı yüzünün çoğalan ölümünekınını yitirmiş bir kılıç gibikırmızısı çalınmış bir kanbirazdan gülümseyecek bir yetim-gibi-eşikte duranbir yara gibi örtülüyorum yüreğimin üstüne..

insanlar!size seslenince birden ve derin tutuşuyor yüzümiçimde dağlaşan umutlar varuzaklardan geliyorum; tufandan, havva’danelma kokusundan ve şeytandan çok önceyani ruhumda yankılanan binlerce elestu var..

dirilmeye geldim o uzak sanrılı sancılardandirilmeye bir çocuğun avuçlaşan yerlerindeartık dağlardan ve nehirlerden ve vuslatsız sevdalardan koparakyeniden sancılansın diye toprak yepyeni bir yeşillenmeyletohumlar saçıyorum bağrına uçurumlarıngülümseyerek necis vaatlerine tüm ideolojileringeldim işte celladımın bükük boynundan öpmeye..

duyun ve dinleyinsesim yankısını arayan bir şarkıdır ortadoğudaey yenikliğin direngen inadının yargıcıey renklerin kirlenmeyen yasasıey vuslatsız sevdalara gülüşler savuran çocuklarhey!direnmeyi bilen elbette ki ölmeyi de bilirçünkü pejmürde umutlar ve her acıya ayarlı bir gülüşleo uzak ütopyaya ulaşılırve benim ömrü savrulan çocuklarla öldüğüm o hikaye dağlaşırdizginlenemez bir destan olur Mezopotamya’datekbirlerle yunmuş krizantem kokulu bir nehir…

ARMONİ’KALU BELAHasan TAN

Page 72: KÜN EDEBİYAT

KÜN EDEBİYAT

72

BİR KİTAPBİR YAZAR

Ali İSHAK

Sizce hayata ve insana en yakın edebi tür hangi-sidir? Roman mı, şiir mi, deneme mi? Şüphesiz, bu soruya verilebilecek mutlak tek bir cevap yok-

tur. Herkes kendi beğeni düzeyine göre ve kendini en i-yi anlattığı tür olması açısından bu soruya farklı farklı cevaplar verebilir. Ben de meseleye kendi çerçevemden bakıyor, hayata ve insana en yakın türün hikâye oldu-ğunu iddia ediyorum. Zira hikâye, ne roman gibi hacmi arttırılsın diye zorlama kurguların bir arada bulunduğu ne de deneme gibi fazla içe dönük bir türdür. Hikâye, insanı ve hayatı olduğu gibi yansıtan, fazla hayal ve kur-guya mahal bırakmadan okuyucuyu da kendi dünyasına çeken ve olayları derinliğine hissettiren kısa ama yoğun bir türdür. Kiminiz bu satırları okurken, dudağınızın kenarında küçümseyici bir ifadeyle “ne yani, hikâyede kurgu ve hayal yok mu?” diyeceksiniz. Elbette var. Fa-kat ben bütün bunları söylerken elbette bir noktaya da-yanıyorum.Öykülerini Aşkar, Dergah, Mahalle Mektebi, Kurabaz, Şehriyar ve Kün Edebiyat’ta gördüğümüz Mustafa Çift-çi, Haziran ayında Dergah yayınlarının da sahibi olduğu Ülke Yayınevi’nden “Adem’in Kekliği ve Chopin” adlı kitabıyla okuyucunun karşısına çıktı. “Adem’in Kekliği ve Chopin” Mustafa Çiftçi’nin ilk kitabı olmakla birlik-te iddialı bir kitap. Kitabın bu iddiasını, kitabın ismin-den de anlamak mümkün. Yazar, “Adem’in Kekliği ve Chopin”de bir üst dil kullanmak yerine Anadolu insanı-nı yine o insanların günlük diliyle anlatmayı yeğlemiş ve bu da hikayelerine ayrı bir güç kazandırmış.Şive kullanımı her an ayarı kaçabilecek bir tercihken Çiftci kıvamında kullanılmış şivenin damakta kalan lez-zetini hissettiriyor. Onun hikâyelerinde, Edebiyatımızın içine düştüğü taş-ra klişeleri; “Hain Ağa, Sahtekâr İmam, Mazlum-Ma-sum Köylü” yok. Aksine taşra için daha net, daha sahici fikir verebilecek manzaralar, insan ilişkileri, konular var.Ayrıca hikâyelerin derininde taşranın sakin ve fakat güçlü akan nehrini hissediyorsunuz. Siyaseti, bürok-rasiyi şekillendiren. mufazakar, sağcı, mütedeyyin, muhafazakâr, İslamcı artık ne derseniz deyiniz işte bu kesimlerin zihin haritasını okumak için Çiftci’nin hikâyeleri önemli ipuçları içeriyor. Kitabın sayfalarını çevirenler; aynı zamanda kitapta-

ki ilk hikaye olan “Adem’in Kekliği ve Chopin”de, “Müjgan”’da, “Şırıl Şırıl”da Anadolu insanının ter-temiz aşkını, “Ese Dayı”da, “Kasap Kokusu”nda, “Gülizar”da, yardımlaşma duygusunu fazlasıyla göre-cekler ve hikayeleri bazen tebessümle, bazen de hüzün-le iç geçirerek okuyacaklar. Kitaptaki diğer öykülerden ; “Ankara’nın İnşaatları” başındaki ithaf cümlesinden de anlaşılacağı gibi gerçek bir hikayeye dayanıyor.Diğer hikayeler ise “Memur Çocuğu Karpuzdan Ne Anlar?” “Kıpkırmızı”, “Portakal”, “Neşeli Gelin”, Turkuaz Ajans”, Lacivert Adam ve Babası”, ve “Melahat” isim-lerini taşıyor. “Anlatacaklarım bitinceye kadar yazmaya devam ede-ceğim. Emin olunuz hikâyem kalmayınca başınızı ağ-rıtmayacak ve susacağım. Ama o gün gelinceye kadar okuyacak kimsem olmasa bile yorganı başıma çekip kendi kendime bile anlatmaya devam ederim” diyecek kadar anlatmaya tutkulu olan Mustafa Çiftci’yi okuma-ya devam etmekte fayda var.

ADEM’İN KEKLİĞİ VE CHOPİN/Mustafa ÇİFTÇİ