kıbrıs yazıları - sinan dirlik

278
SİNAN DİRLİK “KIBRIS YAZILARI” © Copy / Paste

Upload: hasan-tayyar-besik

Post on 29-Nov-2014

733 views

Category:

Education


1 download

DESCRIPTION

Bu e-kitap Sinan Dirlik tarafından 2007-2012 yılları arasında Milliyet Blog, Onverita, Taraf Gazetesi ve Yeni Düzen Gazetesi’nde yayınlanmış, yazarın “Kıbrıs’ı anlama çabalarına dair” yazıların bir derlemesidir.

TRANSCRIPT

Page 1: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

SİNANDİRLİK“KIBRIS YAZILARI”

©Copy / Paste

Page 2: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

“Copy/Paste” e-kitap serisi, yazarları tarafından çeşitli zamanlarda, çeşitli mecralarda yayınlanmış yazıların bir araya getirilerek, meraklısına derli toplu bir kaynak oluşturmak adına gerçekleştirilen bir projedir.

Elbette bu yazıların kitaplaştırılma niyetiyle ortaya çıkıldığında zamana göre yeniden ele alınmaları, güncellemelerinin yapılması gibi gerekliliklerin farkındayız. “Copy/Paste”, yazarının kaleminden çıkmış ve hedef kitlesiyle zaten buluşmuş yazıların, yeniden ambalajlanarak ticarileştirilmesi “ahlakına” karşı bir “ahlakın” ürünü. Bu nedenle Copy-paste serisinde yer alan yazılar, yeni okuyucusuna yayınlandığı gün her nasılsa o halleriyle ulaşacaklar.

Daha açık anlatımla, bu “Copy-Paste” için tek bir amaç söz konusu: o da benzer konuda yapılan ve ağ içerisinde dağılmış yazıların bir araya getirilerek kullanıma sunulması.

Bu metinleri istediğiniz gibi kopyalayabilir, çoğaltabilirsiniz. Kaynak göstermek sizin ahlaki değerlerinize kalmış olup, göstermediğiniz takdirde, serinin doğası gereği “ağ” sizi affetmeyecektir.

“Copy-Paste” “üretilmiş her şey, hepimiz içindir” anlayışıyla oluşturduğumuz, tamamen ücretsiz bir yayın ağı. Yazarının iznini almak koşuluyla, çevrenizdeki kişilerin yazılarını veya kendi yazılarınızı “Copy/Paste” logosu altında aynı formatta yayınlamamız için bize gönderebilirsiniz.

İyi okumalar dileriz…

Bu e-kitap Sinan Dirlik tarafından 2007-2012 yılları arasında Milliyet Blog, Onverita, Taraf Gazetesi ve Yeni Düzen Gazetesi’nde yayınlanmış, yazarın “Kıbrıs’ı anlama çabalarına dair” yazıların bir derlemesidir.

Page 3: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

İçindekiler

TÜRKİYE TÜRKLERİ İÇİN KIBRIS’A DAİR BİR FİKİR JİMNASTİĞİ _______10

BAYKAL: KIBRIS’TA ÇÖZÜM VE BARIŞ İÇİN TEK DEVLET, TEK BAYRAK İSTİYORUZ! _____________________________________________18

DENKTAŞ’SIZ ERGENEKON? ________________________________22

ERGENEKON’A BAKMADAN KIBRIS’A BAKILABİLİR Mİ?__________26

GARANTÖRLÜK, HAMASETE KURBAN EDİLEMEYECEK KADAR DEĞERLİDİR ____________________________________________32

KIBRISLILAR NEYİ SEÇECEK?______________________________36

YAŞASIN! STATÜKO GERİ DÖNÜYOR! ________________________40

MEMEDALİ’NİN GÖZ YAŞLARI ______________________________44

NANKÖR ŞU KIBRISLILAR! ________________________________52

KIBRIS’I ANLAMAK _______________________________________58

RUMLAR SÜTTEN ÇIKMIŞ AK KAŞIK MI? _______________________62

KIBRISLI BİR GENÇ KIZDAN MEKTUP_______________________66

MGK EROĞLU’NU UYARDI __________________________________70

MGK, KIBRIS VE TÜRKİYE’NİN MİLLİ SİYASETİ ___________________72

KIBRIS’TA HERKES ÇOK AMA ÇOK MUTLU _______________________78

KIBRIS, SEÇİMLER, TÜRKİYE: PEK DÜŞÜNMEDİKLERİMİZ _________80

DERVİŞ BEY’İN KKTC’Sİ ___________________________________90

RAUF DENKTAŞ EROĞLU’NU DESTEKLER Mİ? ____________________94

KIBRIS’TA BÜYÜK RÖVANŞA DOĞRU ________________________98

PEKİ AĞAM BİZ NEDEN YEDİK BU POHU? ______________________102

DOST ACI SÖYLER ______________________________________106

HALKIN SESİ KISILMADAN _______________________________110

ORTASI YOK _________________________________________114

SON KALE ____________________________________________118

HAYDİ FARK YARATIN __________________________________122

KARŞI DEVRİM KAZANAMAYACAK ________________________126

KIBRIS’TA BUNDAN SONRASI ____________________________132

YAŞASIN AKP, TÜRKİYE VE KIBRIS ÜZERİNE SAÇMALAMA ÖZGÜRLÜĞÜ! _________________________________________136

BİRLEŞİK ÇÖZÜM İNİSİYATİFİ HAYAL Mİ? _____________________142

HANİ TALAT HAİNDİ, HANİ EROĞLU MİLLİYETÇİYDİ? __________148

EROĞLU VE ULUSALCILARIN U DÖNÜŞÜ _______________________154

EROĞLU DESTEKLENMELİDİR ____________________________158

KİMSE SN. EROĞLU’NA HAİN DİYEMEZ _____________________162

BAZI KOLTUKLAR ZİHİN AÇAR_______________________166

EROĞLU-HRİSTOFYAS İLK ROUND_______________________170

YAHUDİ ZEKÂSI KIBRISA GİDECEK GEMİYE SIĞABİLİR Mİ? ____174

GÜNAYDIN KIBRIS! GÖZÜNAYDIN TÜRKİYE! __________________178

ŞÜKRAN GÜNLERİNDE İSYAN ____________________________184

DÜŞÜN O ZAMAN KIBRIS’IN YAKASINDAN! __________________188

KIBRIS’TA TEHLİKELİ GERİLİM ___________________________192

SÖYLEYENE DEĞİL, SÖYLETENE BAK! ______________________196

TUHAFIZ VESSELAM! ___________________________________200

MİLLİYETÇİLİK AYIP BİR ŞEYDİR _________________________206

MİLLİYETÇİLİK, SOL, KIBRIS VE TÜRKİYE _____________________212

ÇÖZÜM İÇİN KIBRIS SOLU İNİSİYATİF ALMALI _________________220

Page 4: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

KKTC- TÜRKİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE _______________________224

KÜRD’E BİRLİK, KIBRISLI TÜRK’E AYRILIK OLMAZ ___________230

İHANET AYIP BİR ŞEYDİR _______________________________234

ANA DİL SORUNU KIBRISLI TÜRKLERİ İLGİLENDİRİR Mİ? _______238

KIBRISLI TÜRKLER VE KÜRTLER _________________________244

CEMİL BEY’DE BU PARA, SİZDE BU ENSE VARKEN… _________248

TIMARHANE NOTLARI ___________________________________252

ORADA KİMSE VAR MI? ___________________________________256

YENİ BİR YIL __________________________________________260

EVET İŞGAL VAR! ______________________________________264

ZAMAN EFELENME ZAMANI _____________________________268

İSTANBUL’A BİR İKİ! ____________________________________272

EYLEMLER GÜZEL DE!... ________________________________276

KIBRIS’TAN MUTKİ’YE ___________________________________280

KÜÇÜK BEY VE VELİNİMETİ _____________________________284

ÇÖZÜM ORTAĞI ________________________________________288

KIBRIS’TAN YÜKSELEN SES ______________________________292

AYNI DİLİ KONUŞMAK ___________________________________296

ANANIZIN ÇENESİNE VURDU ____________________________300

AKP KENDİ AYAĞINA KURŞUN SIKARKEN ____________________306

25 MART’A DOĞRU ______________________________________310

GÜVEN MEKTUBU ______________________________________314

ÜFLEYİN GİTSİN _______________________________________318

DAHA BİTMEDİNİZ DEĞİL Mİ? _______________________322

KABAHAT KİMDE? _____________________________________324

SEÇİM BİLDİRGELERİNDE KIBRIS ________________________328

SAMSUN KIBRIS’IN NERESİNDE? _________________________334

HOŞÇA KAL KARDEŞİM DENİZ ___________________________338

ZİNCİR _______________________________________________342

NEDEN GELMESİN Kİ? __________________________________346

TÜRKİYE, AKP VE KIBRIS’TA SONA DOĞRU _________________350

KARAR VERME ZAMANI _________________________________362

İFRAT HARAMDIR _____________________________________368

KIBRIS SORUNU VE KÜRT SORUNU YA BİRLİKTE ÇÖZÜLECEK YA BİRLİKTE ÇÖZÜLECEK… ________________________________374

EYLÜL’DE LEFKOŞA ____________________________________380

TÜRKİYE ORTADOĞUDA KÜKRERKEN KIBRIS SOLU KEBAP YAPARSA ___________________________________________384

THANK YOU MR. HRİSTO ________________________________388

TUHAF _______________________________________________394

PİŞMİŞ AŞA SU KATMAK _______________________________398

KIBRISLI TÜRKLER NEYE HAYIR DİYOR? _____________________402

PASAPORT ____________________________________________408

KIBRIS TÜRK MEDYASI VE SARRİS VAK’ASI: “UTANMAK” ________412

BU ACININ İLACI KIBRIS’TA ____________________________416

AYIPTIR BE! ___________________________________________420

AKP’NİN AÇMAZI ______________________________________424

DAHA KAÇ ÇİZİK GEREK? _______________________________430

ONLAR ÜMİDİN DÜŞMANIDIR SEVGİLİM _____________________434

Page 5: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

KUZEY KIBRIS? THANK YOU MR. HRİSTO ____________________438

İŞGAL ALTINDA ________________________________________442

YETER Kİ SOKAK KONUŞSUN ARTIK _____________________446

TİYATRO ______________________________________________450

ŞİŞMAN KADINI BEKLERKEN _____________________________454

FARK VAR! ___________________________________________458

BİZİM OĞLAN SENDROMU _______________________________462

GERİ SAYIM ___________________________________________466

AKP’YE RAĞMEN _______________________________________470

İNADINA ÇÖZÜM, İNADINA FEDERASYON! ____________________474

KAFA ________________________________________________478

GİDERAYAK ___________________________________________484

MASAL _______________________________________________488

ÇEMBER ______________________________________________492

BOĞULAN LEFKOŞA ____________________________________496

KURTARICI ____________________________________________498

SEVGİLİ OKUYUCU ______________________________________502

SARSILDIK ____________________________________________506

BENDEN SÖYLEMESİ ___________________________________510

ÇOK BEKLERSİNİZ _____________________________________516

KUSURA BAKMAYIN BUGÜNLÜK… ________________________520

MİLLİYETÇİ AZGINLIĞA İZİN VERİRLER MİYDİ? ________________524

KIBRIS ANA VE ÇOCUKLARI ______________________________528

İLK TAŞI GÜNAHSIZ OLANINIZ ATSIN ________________________532

CTP’Yİ İZLERKEN ______________________________________536

KAHVE BAHANE _______________________________________540

YOK DİYOR ADAM ______________________________________544

YANLIŞ HESAP LEFKOŞA SOKAKLARINDAN DÖNER ___________546

ÖDE ÖDE BİTMEZ GAYRI _________________________________550

Page 6: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

10 11

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

TÜRKİYE TÜRKLERİ İÇİN KIBRIS’A DAİR BİR FİKİR JİMNASTİĞİ

İhanet kriterlerini belirleyen nedir? “Rumcu” (!) Talat’ın Lokmacı Köprüsü’nü kaldırma kararlılığı, “Rum’a karşılıksız kapı açmak, egemenlikten vazgeçmektir” nidalarıyla yorumlanırken, bu eksendeki bütün tartışmalar, Türkiye kamuoyunun Kıbrıs konusundaki bilgi eksikliğini ve hamasetle sığlaştırılmış slogancılığını bir kez daha ortaya koydu. Bazı gerçekleri hatırlamak, algımızdaki ve hafızalarımızdaki bulanıklığı gidermede yararlı olabilir…

Lokmacı Köprüsü mü, Lokmacı Kapısı mı?Lokmacı “vaka’sı”, ileri sürüldüğü gibi Rum’a “Tavizsiz kapı açmak” değildi. Türk tarafındaki duvar zaten 2005 yılında yıkılmış, karşılığında Rum tarafındaki duvarın yıkılması talep edilmişti. Rum tarafı ise “köprüyü” bahane ederek, kendi duvarını yıkmamıştı. Talat’ın adımı, Rum Yönetiminin, Lokmacı ile ilgili bahanesini ortadan kaldırma girişimiydi sadece ve Güneye yönelik bir tasarruf değil, tamamen kendi topraklarında bir üst geçidi kaldırmaktan ibaretti…

Rumlara ilk kapıyı ne zaman, kim açtı? Karşılığında ne aldı?Ama madem ki “Rum’a karşılıksız kapı açmak ihanettir” dendi, o zaman hemen 2003 yılına dönelim…

Kuzey ve Güney arasında geçişi sağlayan ilk kapı 2003 yılında KKTC’nin “tek taraflı kararıyla” açıldı.Yani, Rum Yönetiminden herhangi bir karşılık beklenmeksizin… Ve 2003 Nisan ayında, binlerce Rum, açılan kapıdan Kuzey’e geçiş yaptı…

2003 yılında Cumhurbaşkanlığı görevini Denktaş yürütüyordu ve “Rum’a karşılıksız biçimde kapıyı açma kararının altında” Denktaş’ın imzası yer alıyordu…

Denktaş bu kararı verdiğinde hiç kimse bunu ihanet olarak yorumlamadı. Hiç kimse “güvenlik sorunundan” söz etmedi. Hiç kimse Denktaş’a “Kapıları karşılıksız biçimde Rum’a açtın” demedi… Hiç kimse “karşılıksız adım mı atılmaz, atılırsa bunun adı taviz ve ihanet olur” demedi… Hiç kimse, “eee? Rum’a kapıları açtın da ne oldu? Rum bunun karşılığında bir adım mı attı?” demedi… Dememeliydi de zaten…

27 Nisan 2004 tarihli Milliyet Gazetesinde Fikret Bila’nın Denktaş ile yaptığı röportajdan şu alıntıya dikkat!

FB: Sınırı açma kararınız nasıl karşılandı?

RD: Bir kere Rum tarafının ezberini bozduk. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Şoktalar, şimdi bu şoku atlatmaya çalışıyorlar. Bizi azınlık durumuna sokmak istiyorlardı. Şimdi Rumlar akın akın bu tarafa geçiyor. Bizim tarafta yemek yemek için lokantalarda yer bulamıyorum.

FB: Bunu daha önce planlamış mıydınız?

Page 7: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

12 13

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

RD: Biz her türlü seçeneğe göre hazırlıklarımızı yapmıştık. Biliyorsunuz ben bir süre önce güven artıcı önlemler önerisinde bulundum. Maraş'ı teklif ettim, buna karşılık geçiş kolaylıkları önerdim. Ama tartışmadan reddettiler. Böyle olunca da bu kararı yürürlüğe soktuk. Bu defa hem serbest dolaşımı sağlamış olduk, hem de Maraş'ı vermedik.

FB: Kararı Ankara'yla birlikte mi verdiniz?

RD: Bütün hesapları yaptık. Tabii Ankara'yla, Dışişleri'yle de temas ettik. Onlar da destek oldular. (Milliyet, 27 Nisan 2003)

Hafızası zayıf olanlar veya “algıda seçicilik yapanlar” için özetleyelim…

Denktaş, Nisan 2004’te “Rumları şaşırtan bir kararla” tek taraflı olarak KKTC’nin kapılarını Rumlara açmış… Denktaş’ın Cumhurbaşkanı olduğu o tarihlerde binlerce Rum’un Kuzeye, Türk tarafına akın etmesi (1 günde tam 20 bin Rum serbestçe Kuzey’e geçti) kimse tarafından “ihanet” olarak algılanmamış…

Hatta “bazı endişeler” karşısında Denktaş şu açıklamayı yapmış: "Biraz sabrederlerse iyi olacağını görecekler. İyi olmazsa, Rum aleyhimize geliştirirse, yani karşılık görmezsek, hükümet yine oturur ve karar verir" (Milliyet, 23 Nisan 2003)

Kuzey’e Rum akını o ölçüye ulaşmış ki, kapıların tek taraflı açılmasından sadece 4 gün sonra, KKTC Hükümeti (Hayır, Talat Hükümeti değil, Derviş Eroğlu’nun başbakanı olduğu UBP hükümeti) Rumlara bir “jest” daha yapmış: Rumların 3 gün boyunca Kuzeyde konaklamalarına izin vermiş.

Bu da yetmemiş. Bu karara ek olarak, 2 yeni kapının daha açılmasına, Kermiya ve Bostancı kapılarının açılmasına da karar vermiş. Elbette söylemeye gerek yok, buna karşılık Rum yönetimi Türklere eş değer hakları vermeyi aklından bile geçirmemiş. (Milliyet, 30 Nisan 2003)

“Maraş’ı teklif ettiği için ihanetle suçlanan Talat’tan” çok daha önce, dönemin Cumhurbaşkanı Denktaş “geçiş kolaylıkları” için Maraş’ı Rumlara teklif etmiş ve hiç kimse Denktaş’a “Rumcu” dememiş… Oysa aynı teklif, bu kez izolasyonların kaldırılması ve Ercan’ın uluslar arası uçuşa açılması karşılığında Talat tarafından yapıldığında (Milliyet, 30 Aralık 2005) ortalık ayağa kalktı.

Aynı Maraş’ı aynı Rumlara, aynı koşullarda öneren Denktaş’ın “vatansever”, Talat’ın ise “ver kurtulcu” olarak anılmasında bir tuhaflık yok mu?

Bütün bu kararlar Ankara ile, Dışişleri ile temas halinde olmuş. Hiç kimse, “askere nasıl olur da danışmazsınız” dememiş… Bütün bu “karşılıksız adımları” atan Hükümete kimse “hain”, “AB için

veremeyeceğiniz taviz yok” diye esip yağmamış… O tarihte Hükümet kim miymiş? Eh o kadarını da siz bulun…

Kimin ailesinde Rum pasaportu taşıyanlar var?“Rumcu” (!) Talat’ın ne kendisi, ne eşi, ne de ailesinin herhangi bir ferdi “Rum pasaportu” taşımayı kabul etmedi. Hatta Talat, “Rum Yönetiminin tutumundan utanç duyuyorum, ben olsam Rum Yönetiminin verdiği pasaportları suratlarına fırlatırdım” dedi…

Buna karşılık Türkiye’de hiç kimse, Denktaş soyadını taşıyıp da Rum pasaportu taşıyan birilerinin olup olmadığını sorgulamadı… “Torun” Denktaş’ın “Kıbrıs Cumhuriyeti” (biz ona kısaca Rum Yönetimi diyoruz) pasaportu taşıyor olması, başkalarının yedi sülalesini araştıranların tartışma konusu olmadı. Tartışılmamalıydı da zaten…

Egemen bir ülkede, bir cumhurbaşkanı “egemenliği halk oyuna sunabilir mi?”2004 yılında “egemenliğinden asla taviz verilemeyecek olan” KKTC’nin halkına, yabancı bir güç olan BM bir halk oylaması yaptırdı. “Rumcu Talat’tan” nefret edenlerin deyimiyle, Kıbrıslı Türklere “egemenliğinizden vaz geçiyor musunuz” diye soruldu.

“Egemen” KKTC’de yabancı bir gücün egemenliği sorgulayan bir halk oylaması yapmasına onay veren o tarihteki en yetkili kişi Cumhurbaşkanı Denktaş’tı. Kendi deyimiyle, “dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen” bu uygulamaya boyun eğenin “milliyetçiliğinin” sorgulanmaması ama buna karşılık “Çözüme evet” diyenlerin ihanetle suçlanması da dünyada ilk kez Kıbrıs’ta görüldü…

Denktaş, Annan’ın müzakere daveti doğrultusunda New York’ta Klerides ile el sıkışırken "Ortak çocuk yapmaya karar verdik ama kız mı, oğlan mı olacak belli değil. Ancak gayri meşru olmaması önemli" dedi. Denktaş’ın sözünü ettiği “ortak çocuk” Rumlarla birlikte kurulacak yeni devletti… (Milliyet 6 Ekim 2002)

Eğer Annan Planını halk oyuna sunma kararını Denktaş değil de Talat vermiş olsaydı, Annan Planını halk oyuna sunan Cumhurbaşkanı Talat olsaydı ve Talat, “Rumlarla ortak bir çocuk yapmaya karar verdik” deseydi…Acaba “vatanseverliği kimseye bırakmayanlar” bunu nasıl yorumlarlardı?

Örnekleri çoğaltmak mümkün… Örneğin TC Cumhurbaşkanının bayramlaşma törenini Genel Kurmay Başkanı ile birlikte yapmasını talep etmek ne ölçüde abes ve imkansızsa, KKTC Cumhurbaşkanını Güvenlik Kuvvetleri Komutanıyla birlikte bayramlaşma töreni düzenlemeye “mecbur etmeye kalkışmak” da o ölçüde tuhaf sayılmalı… Her kurumun kendi geleneklerinin olabileceğini, seçilmiş bir sivil Cumhurbaşkanının, kendi törenini kendi kuralları doğrultusunda düzenleme hakkının

Page 8: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

14 15

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

olabileceğini Türkiye’de tartışma konusu etmezken, Kıbrıs’ta bunu ölüm kalım meselesine dönüştürebiliyoruz…

Sn. Sezer’in herhangi bir bayramlaşma törenini neden Genel Kurmay Başkanı ile birlikte yapmadığına dair bir soru soruldu mu şimdiye kadar? Sn. Sezer bunu yapmadığı için asker düşmanı ilan edilebilir mi?

TC Cumhurbaşkanının katıldığı bir Cumhuriyet Bayramı töreninde, Cumhurbaşkanlığınca önceden kesin çizgilerle belirlenmiş programın dışında herhangi bir asker veya sivilin çıkıp konuşma yapması mümkün müdür?

Kendi siyasal tercihini şu veya bu biçimde kullanmış olmak, bir halkı ve onun seçtiklerini yargılama hakkını verir mi bize? Eğer öyleyse, Türkiye’nin 60 yıllık çok partili hayatında soldan sağa, milliyetçilikten İslamcılığa birbirinden farklı karakterdeki iktidarları iş başına getiren halkı da aynı biçimde yargılanabilir mi başka soydaş toplumlar tarafından?

En onurlu, en yüce, en değerli, en yurtsever, en değerlerine bağlı olan Türk, Türkiye Türkleri midir hep? Böyle düşünüyorsak bu, biraz fazla egosantrizm, hatta narsisizm sayılmaz mı?

II. BÖLÜM: “EN TÜRK” TÜRKİYE TÜRKLERİ Mİ? Toplumsal devinimi siyah-beyaz keskinliğinde sunmak ve öyle görmeye çalışmak; diplomasinin kendi dinamiklerini ve kendi işleyişini iç politik argümanlarla algılamaya ve yorumlamaya çalışmak kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildir.

Bütün bunlar bir yana, Türkiye kamuoyu Kıbrıslı Türkler ile olan ilişkilerinde ve Kıbrıs’ı yorumlamada artık bir karar vermelidir. Garantörlükten kaynaklanan doğal bir hakla, 1974’te Kıbrıs’taki soydaşlarının “can ve mal güvenliğini tesis etmek amacıyla Kıbrıs Cumhuriyetinde anayasal düzen yeniden kurulana dek” askeri bir müdahaleyi gerçekleştirmiş olmak ile “Kıbrıs’ı almış olmak” arasındaki çizgi netleştirilmelidir. Bir devletin uluslar arası dili başka, iç kamuoyuna yönelik dili başka telden çalamaz… Hele ki hiçbir “diyet”, bir halkın kendi kaderini belirleme iradesini ipotek altına almaya kalkışamaz…

Beğenelim veya beğenmeyelim, Kıbrıslı Türkler bir irade beyanında bulunmuşlar, kendi yöneticilerini demokratik yollarla değiştirmiş, kendi kaderlerini belirleme haklarına sahip çıkmışlardır. Denktaş ne ölçüde Kıbrıs ise, Talat da o ölçüde Kıbrıs demektir.

Her iki lider de aynı topraklarda, aynı halkın bağrından büyük mücadeleler vererek çıktılar. Her iki lider de, farklı siyaset kanallarından da olsa, kendi toplum tahayyülleri doğrultusunda hareket ettiler.

Kıbrıslı Türklerin 40 yıllık bir yönetim anlayışını değiştirmiş ve hepimizin arzuladığı Kıbrıs’ta kalıcı çözüm ve barış için kendi iradeleri doğrultusunda bir karar vermiş olmalarına Türkiye Türkleri ancak saygı duyabilirler. Daha fazlasına kalkışmak, hiçbir topluma dayatılamayacak ve Türkiye Türklerine yakışmayacak bir üstenciliği ifade eder…

Türkiye Türkleri, dünyanın değişik coğrafyalarındaki Türk kardeşleri ile nasıl eşitlik temelinde bir ilişki kurma çabası gösteriyorsa, Kıbrıslı Türk kardeşleri ile de benzer bir eşit ilişkiyi kurmayı öğrenmek zorundadır artık. Ancak ne yazık ki, Kıbrıs okumamız, bize eşitlik temelinde bir ilişki kurmak yerine, çoğu kez küstahça bir üstenciliği meşru kılıyor…

Türkiye büyük bir devlet, Türkiye Türkleri cömerttir. Ancak bir tas çorbayı paylaşıyor olmak, paylaştığınız kardeşiniz karşısında size ekstra bir üstünlük duygusu veriyorsa bunun adı artık büyüklük veya cömertlik değildir. Kardeşinizi canınız pahasına korumuş olmak, kardeşinizi size ömür boyu esaret düzeyinde bir şükran borcuna mahkum ediyorsa, bu sizin adınıza bir özveri olmaktan çıkar. Ne yazık ki, Türkiye Türkleri, Kıbrıslı Türklerin karşısına hep bu “bana borcun var” rehavetiyle çıktı. Kıbrıslı Türklerden her zaman bize şükran duymalarını, her hareketlerini bu şükran duygusuyla “ayar etmelerini” bekler olduk. Bunu yaparken gerçek haksızlığı acaba kendimize karşı yapmış olmadık mı? “Bizden büyüklerin” yarattığı aşağılık duygusunun hıncını acaba yoksa kendi kardeşlerimizden mi çıkartmaya kalktık?

Kıbrıs savaşında yitirdiğimiz 600 şehit, sanki Balkanlar’da, Kafkaslarda diyetini talep edemediğimiz binlerce şehitten daha fazla hak ve talep oluşturuyor zihinlerimizde… Hiçbir Bulgaristan Türk’ünün karşısına çıkıp, “sizi biz kurtardık, bize borçlusunuz” demedik. Hiç bir Yunanistan Türk’ünün karşısında “bize biat etmeniz gerekir” küstahlığına soyunmadık. Azerbaycan’a “küçük kardeş muamelesi yapmayı” aklımızdan bile geçirmedik.

Bu hiç kuşkusuz, büyük ölçüde Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin Türkiye Türklerine duydukları koşulsuz sevgi ve gönül bağından, yakınlıktan kaynaklanıyor… Ama hiçbir sevgi bu derece suiistimal edilmemeli, hiçbir gönül bağı bu denli karşımızdakileri borçlandırmamalı… Ve hiçbir bağlılık bu ölçüde sınanmamalıdır…

Kıbrıs, resmi ideoloji tarafından “stratejik arka bahçe” olarak kabul ediliyor ve kurulan tahakküm ilişkisi olması gereken buymuş gibi koyuluyor önümüze.

Resmi ideoloji bizden Kıbrıs’ı “yavru vatan” olarak görmemizi ve Kıbrıs ile süregelen tahakküm ilişkimizi vazgeçilmez saymamızı istiyor.

Olaylara “bize sunulduğu” biçimiyle bakmakla yetinmek elbette bir tercih, bir tembellik hakkıdır… Ancak resmi ideolojimiz ve onun

Page 9: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

16

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

verdikleriyle yetinen düşünce tembelliğimiz ne derse desin, Kıbrıs’ta barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren bir Kıbrıs Türk toplumu var.

Ve onlar bizimle “anne-yavru” ilişkisinin tahakkümü yerine eşitlik temelinde bir kardeşlik ilişkisi kurmak istiyorlar.

Tıpkı diğer coğrafyalardaki Türk topluluklar gibi.

21.01.2007

Page 10: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

18 19

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BAYKAL: KIBRIS’TA ÇÖZÜM VE BARIŞ İÇİN TEK DEVLET,TEK BAYRAK İSTİYORUZ!

Tamam, balık hafızalıyız!

Tamam, herhangi bir konuya olan “toplumsal odaklanmamız” birkaç günü geçmiyor. Ama Allah’tan arşiv diye bir şey var…

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 22 Temmuz 2008 tarihli Grup toplantısında, Kıbrıs’ta yaşanan son gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu. 1 Temmuz’da Talat-Hristofyas görüşmesinin ardından BM temsilcisinin görüşmenin özünü “Bu görüşme sonucunda Kıbrıs’ta gelecekte tek egemenlik ve tek vatandaşlık anlayışına dayalı bir siyasi yapılanma konusunda görüş birliği oluşturulmuştur” açıklamasını yaptığına işaret eden Baykal, “Bu çok önemli ve şaşırtıcı, yeni bir tablodur ve bu çok ciddi rahatsızlığa neden olmuştur” dedi.

Baykal konuşmasında, “Maalesef tarihi bir hata yapılmıştır.. Bunu tevil etmek mümkün değildir, taahhüt orada ifade edilmiştir. Bunu üzüntüyle söylüyorum. Tek egemenlik olacak! Tek egemenlik olduğu zaman ne olacak? Kimin egemenliği olacak o? Tek vatandaşlık. Nereye vatandaş olacağız? Bu ne demek? Bu KKTC ortadan kalkacak demek.

Var olan, Avrupa Birliğine üye olan, Birleşmiş Milletlere üye olan, dünyanın tanıdığı egemenliği biz de egemenlik iddiamızdan vazgeçerek kabul etmiş, ona teslim olmuş olacağız demek. Buradaki tek egemenlik Türkiye’nin muhtemel, oradaki Türk toplumunun muhtemel egemenlik iddiasını ortadan kaldırma, ona son verme, var olan egemenliğe onu monte etmeyi, Türklerin içine sindirdiğini tespit etme, oradaki olay bu ve bu olmuştur. Çok üzüntü verici bir tablo.

Tek vatandaşlık. Neyin vatandaşı olacağız? Şu andaki KKTC vatandaşları, o tek vatandaşı nasıl yapacaklar? Rumlar KKTC vatandaşı olarak mı tek vatandaşlık olacak? “İki ayrı toplumun, iki ayrı kesimin, iki ayrı coğrafyanın, iki ayrı tarihin, iki ayrı dinin, iki aydı dilin, iki ayrı tarihin yüzlerce yıldır yaşadığı coğrafyada sen nasıl olacak da “tek devlet, tek egemenlik ve tek vatandaşlık” diyebileceksin? O kadar kolay mı bu iş? “ sorularını yöneltti.

Peki, 2003 yılında ne demişti Baykal? Yani Sn. Denktaş’ın Cumhurbaşkanı olduğu ve Kıbrıs’ın doludizgin Annan Planı sürecine girdiği günlerde?...Tarih 30 Nisan 2003Yer Ege Üniversitesi

Uluslar arası İlişkiler Topluluğu tarafından düzenlenen 2. Uluslar arası İlişkiler Öğrenci Kongresi’nde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal “21. Yüzyılda Dış Politika, Bölgeler ve Güvenlik'' konulu dersi veriyor.

Anadolu Ajansı’nın geçtiği haber aynen şöyle:

Page 11: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

20

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Baykal, Kıbrıs'ta iki toplum olduğunu, bu iki toplumun birlikte bir Kıbrıs ortaya koymaları gerektiğini ve tek bir devlet halinde örgütlenmelerini kabul ettiklerini söyledi.

Baykal, şöyle konuştu:

''Kıbrıs'ı parçalamak, bölmek istemiyoruz. Kıbrıs ile ilgili ikinci bir gündem maddemiz yok kafamızın arkasında. Kıbrıslılar Kıbrıs'ta barış içinde yaşasınlar, tek bir devlet kursunlar, tek bir bayrakları olsun. Kurdukları devlet işleyebilir bir devlet olsun. Bunun bize bir sorumluluk yüklediğini bilerek konuşuyorum. Kıbrıs'ta işleyebilir bir tek devlet kurmak demek, Kıbrıs'taki azınlığı oluşturan Türkler'in Kıbrıs devletinin işlemesini engelleyici bir konumda olmamasını kabul etmek demektir. Evet, bunu kabul ediyoruz. Kıbrıs'ta barışa ulaşmak için bizim belli bir toprak esnekliği göstermemiz gerekiyorsa, nüfusa göre bugün kontrol ettiğimiz toprak daha genişse, biraz daha indirilmesi ihtiyacı varsa, o konuda esneklikgöstermeyi de kabul ediyoruz.''

BAYKAL: TEK DEVLET, İŞLEYEBİLİR DEVLET, TOPRAK ESNEKLİĞİ VE ANLAŞMA İSTİYORUZ!

'Tek devlet, işleyebilir devlet, toprak esnekliği ve anlaşma istiyoruz'' sözleriyle devam ettiği konuşmasında Kıbrıs'ta geçişlerin serbest bırakılmasının memnuniyet verici olduğunu kaydeden Baykal, Kıbrıs konusunun masa başında değil, hayatın akışı içinde çözülmeye başladığını, bunun da memnuniyet verici olduğunu söyledi.

24.07.2008

Page 12: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

22 23

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

DENKTAŞ’SIZ ERGENEKON?

Rauf Denktaş durup dururken, “beni Ergenekon ile alakalandırmaya çalışıyorlar, boşuna uğraşıyorlar” dedi. Ve hemen ekledi: “Anavatan aşığıyım ben. Her ne yaptıysam anavatan için yaptım”…

Bu şaşırtıcı çıkışı Sn. Denktaş neden yapmış olabilir ki?

40 yıl boyunca “milli davamız” olan Kıbrıs davasının savunulması ve gündemde kalması için cansiperane bir mücadele vermiş olan Sn. Denktaş’ı kim neyle suçlayabilir, hangi suç şebekesiyle ilişkilendirebilir ki?

Ergenekon davasında gözaltına alınan veya tutuklanan şahıslarla şu veya bu şekilde var olan yakınlığından dolayı mı? Böyle bir yakınlık mümkün müdür ki?

Örneğin, “Kıbrıs Meselesi” kitabında TSK’yı işgalci olmakla, Kutlu Barış Harekatı’nı “ABD’nin işbirlikçisi büyük burjuvazinin eseri” (sf. 12) olmakla suçlayan, “askeri müdahale ve işgal, her halükarda, kim yaparsa yapsın, emperyalist ve gerici bir karakter taşır” (sf. 24) diyen, “Türk ordusu Rum toplumuna özgürlük götürmedi, tam tersine Rum toplumu içindeki özgürlük düşmanı güçlerle işbirliği yaptı” (sf. 53) diyen, “Türkiye Kıbrıs’ın bir bölümünü silah zoruyla ilhak etmiştir” diyen, “Rauf Denktaş gibi emperyalist işbirlikçisi faşistlerin baskısı altındaki Kıbrıs Türk emekçilerinin sömürüsü devam etmektedir” (sf. 66) diyen, “Rauf Denktaş ve çevresinin istifçilik ve vurgunculuğunu herkes görmektedir” (sf. 66) diyen, “Kıbrıs’taki faşist Denktaş yönetimi, bu talan ve yağmayı kendi tekeline almak için kanun çıkarmak gereğini dahi duymaktadır. Bütün bunlar Türk Ordusu’nun silahlı bekçiliği altında yapılmaktadır.” diyen (Sayfa 65), “Bugün özellikle Türkiye, Kıbrıs toplumlarının birlikte yaşayamayacağını ispat etmek için düşmanlığı körüklemekte ve süper devletlerin aleti olmaktadır. Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili tezleri ve çözüm teklifleri tamamen düşmanlığı devam ettirmek temeli üzerine kurulmuştur.” (sayfa 31) diyen, “Kıbrıs’taki bayraktarlık, Türkiye’deki tertip ve kışkırtmaların ocağı, Özel Harp Dairesinin şubesidir” diyen Doğu Perinçek ile yakınlığı mı kanıt olarak gösterilecektir? Böyle bir yakınlığın imkan ve ihtimali var mıdır?

Sn. Denktaş ile Doğu Perinçek bırakınız yakınlık kurmayı, bunca bühtandan, bunca iftiradan sonra bu iki isim herhangi bir zeminde bir araya gelebilir mi hiç? Sn. Denktaş, Doğu Perinçek’in bütün bu iftiralarına rağmen, Talat Paşa Komitesi’nin 18 Haziran 2008 tarihli toplantısında, “Bizim vicdanımız rahatsızdır, Perinçek serbest bırakılmalıdır” açıklamasını yapacak büyüklüğü de gösterebilmiş bir şahsiyettir.

Sn. Denktaş’ın neden Perinçek ile yan yana getirildiği değil, Perinçek’in niçin Sn. Denktaş’ın yanına geldiği merak edilebilir ancak. Aralarında

Page 13: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

24 25

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

nasıl bir ortak payda olabileceği sorusu, sadece kötü niyetli bir yaklaşımın ürünü olabilir.

Sn. Denktaş, Kıbrıs Türklüğü için kutsal mücadelesini yürütürken, sadece Perinçek’in değil, örneğin Yalçın Küçük’ün ithamlarını da büyük olgunlukla karşılamış bir büyük liderdir. Yalçın Küçük, Tekeliyet kitabında “R. Denktaş, Türk ve Elenlerin ortak ve üniter bir Kıbrıs devletinin işlememesi için hep çalışmıştır. Şüphesiz Kıbrıslı Elen yöneticilerin içinde de benzerleri vardır. Biz burada, Türk kesimi üzerinde duruyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulunca Lefkoşa'ya atanan ilk büyükelçi olan Albay E. Dırvana'nın Denktaş'ın tahriklerini önlemek için çok çaba harcadığı, hem dış ve hem de iç kaynaklarda not edilmiş durumdadır. Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk yıllarında, Kıbrıs'ta görev yapan diplomat K. Girgin, Denktaş'ın tahrikçi olduğunu belirtmekle kalmıyor ve bir de "şahin" sıfatını uygun görüyor; oldukça ilginç ve açıklayıcıdır. Denktaş, sürekli "Elenler'le birlikte yaşamama" politikasının adamıdır ve bu, dünya ölçüsünde "Elenizim ve Judaizim" antagonizması (karşılıklı boğuşması ve asla uyuşmaması) yanında ayrıca önem kazanmaktadır” görüşlerine yer vermiştir. Küçük, bununla da yetinmeyip, R. Denktaş’ın Baf doğumlu olmasından hareketle onun Yahudi olduğunu ve İstanbul Arnavutköy’de bir sabetayist okulunda okumasının da onun “Yahudiliğinin güçlü kanıtı olduğunu” ileri sürmektedir.

Kıbrıs mücadelesinin ortasında, bir de bu saçmalıklara muhatap bırakılmışken, Sn. Denktaş’ın bu ulusalcı kişi ve gruplarla bir yakınlığının olabileceği nasıl düşünülebilir ki?

40 yıl boyunca Kıbrıs Türk’ünün varlık mücadelesinin simgesi olmuş bir abide isimdir Sn. Denktaş. Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurucusudur. Sadece bu özelliği ile bile, onu bir terör çetesi ile ilişkilendirmek, gizli kapaklı işler yaptığını söyleyebilmek, yasalarca suç sayılabilecek herhangi bir girişimin içerisine dahil etmek mümkün olabilir mi?

TMT’nin uzun bir dönem silahlı eylemler yaptığı, çok sayıda Kıbrıslı rum ve türk solcuyu katlettiği yalanları ile gözü perdelenmişlerin iftiraları, Sn. Denktaş’ı suçlu kılamaz. O, her zaman söylediği gibi, “ne yaptıysa anavatan için yapmıştır”…

Her ne kadar Sn. Denktaş bir mülakatında, “Yeraltına girdin mi,kullanılmayı kabul edersin demektir. Hem sen kullanacaksın, hem seni kullanacaklar. Başka yolu yok, bir şey yapamazsın. Oldu bitti. Bunu o günlerde ne ifşa edebilirsin, ne bir şey yapabilirsin. Zaten ne söylesen kim inanacak? Söyleyemezsin. Yani öyle şeyler yapıldı ki anlatmazsın. Bazı olaylar oldu, her yeraltı örgütünde olduğu gibi olaylar oldu. Ama sanki TMT bundan başka iş yapmadı noktasına getirmek isteyenler var. Onun için işin bu taraflarını söyleyemezsin. Hiç bir yeraltı teşkilatının

hikayesi tertemiz yazılmış değildir, yazılamaz" demişse deı, bu saygın ismin herhangi bir suç şebekesiyle ilişkilendirilmesi için yeterli kanıt sayılabilir mi?

1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin sorunsuz biçimde birlikte yaşamaları yönünde çaba gösteren TC Hükümetinin, bu amaçla Kıbrıs’a gönderilen Büyükelçi Emin Dırvana ile çatışma yaşadığı biliniyor. Denktaş’ın taksim siyasetinin tehlikeli bir ayrılıkçılık olduğunu düşünen Türkiye’nin ikna edilmesi, Kıbrıs’ta Rum ve Türklerin bir arada yaşayamayacağının kanıtlanması gerekiyordu. Denktaş bu olayı “İhtilal Hükümeti (27 Mayısçılar) sorun istemiyormuş ve gelirken (Emin Dırvana’ya) Denktaş ekibine dikkat et çünkü taksimden vazgeçmediler, bunları gözaltında tut, liderliğe dikkat et talimatı verdiler” diye anlatıyor.

Denktaş’ın hayatına bakıldığında, Türklerle Rumların birlikte yaşayamayacağını bilen bir büyük liderin, bunu kanıtlamak ve taksimin zorunluluğunu Türkiye’ye kabul ettirmek için Türkiye’yi ikna edecek her türlü yolu deneyeceğini, gerekirse Türkiye Hükümetleri ile de karşı karşıya gelmekten çekinmeyeceğini görüyoruz. Nitekim TMT tarihinde yaşanan örneğin, örgütün “sert tavırlarını” tasvip etmeyen Dr. Fazıl Küçük’ün TMT ile ters düşmesi, Denktaşçılar- Dr. Küçük’cüler olarak ayrışması ve bazı TMT üyelerinin “Denktaş ada dışındayken” casusluk suçlamasıyla öldürülmeleri gibi üzücü olaylar, “mücadelenin” tatsız cilveleridir Denktaş için.

Hal böyle iken, Anavatan için, anavatana rağmen mücadeleyi göze almış bir büyük liderin şimdi Ergenekon’la ilişkilendirilmeye çalışılması nasıl bir akıl dışılıktır?

Denktaş, hayatını adadığı KKTC’nin bekası ve Türkiye’nin bizim anlamaya aklımızın yetmeyeceği yüksek çıkarlarını savunmak için Türkiye’deki zinde güçlerle işbirliği yapmak zorundaydı. Onun da dediği gibi, bu doğrultuda bazen kullanmak, bazen de kullanılmak kaçınılmazdı. Ama bütün bunların Ergenekon davasıyla ilişkili örneğin Sinan Aygün’e, örneğin Akın Birdal’ı vuran TİT’çi Semih Tufan Günaltay’a KKTC vatandaşlığı verilmiş olmasıyla ilişkilendirilerek, “acaba Denktaş, kullanmak ta var kullanılmak ta var derken bunları mı kastediyordu?” sorularının sorulması insafsızlıktır elbette.

Türkiye kamuoyu bugün anlayamayabilir. Ama tarih, Sn. Denktaş’ı hak ettiği yere oturtacaktır hiç kuşkusuz…

25.07.2008

Page 14: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

26 27

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ERGENEKONA BAKMADAN KIBRIS’A BAKILABİLİR Mİ?

Ergenekon iddianamesinin yayınlanmasının ardından, artık başını kimin çektiğinden emin olamadığımız ulusalcı çevrelerin ve CHP’nin Kıbrıs konusunda çözümsüzlükten medet uman tutumlarını her geçen gün daha da iyi anlamamıza yardımcı oluyor.

Artık herkes biliyor olmalı ki, üyesinden avukatlığına talip olanlarına kadar tüm Ergenekon ittifakı, Kıbrıs’ta en iyi çözümün çözümsüzlük olduğuna inanıyor ve çözümsüzlüğün sürmesi ve adanın bölünmüşlüğünün devamı için gerekirse darbe planlayacak kadar, ne yapılması gerekiyorsa yapıyor.

Kıbrıs’ta çözüm istemeyenler ve adanın bölünmüşlüğünün devamı için mücadele edenlerin kimler olduğuna bakalım:

Çözüme en fazla yaklaşıldığı 2004 yılında Ada’da iki aktör bütün güçlerini kullanarak “Çözüme ve birleşmeye HAYIR” demişlerdi. Kimdi bu iki aktör? Denktaş ve Papadopulos!

Papadopulos’un HAYIR demesi son derece anlaşılırdı. 1960 Anayasası’nın bir çok maddesini askıya almış, Kıbrıs Cumhuriyeti tapusunun üzerine tek başına konmuş, bütün dünya nezdinde tanınmışlık sorunu yaşamayan ve cebine de AB biletini koymuş bir Papadopulos, bunca şeyi neden Kıbrıslı Türklerle paylaşmak istesindi ki? Referanduma sayılı zaman kala, TV ekranlarına çıkan Papadopulos, göz yaşları içerisinde “Bir devlet teslim aldım, bir cemaat teslim edemem” diyordu… Yani? “Kıbrıs Cumhuriyetini Türklerle paylaşamam”!

Peki Denktaş neden HAYIR demişti? Bunu anlamak mümkün müydü?

Kıbrıslı Türklerin tezi, “bizi ortağı olduğumuz Kıbrıs Cumhuriyeti’nden kovdular ve devleti ele geçirerek, eşit haklı olduğumuz bir devletin azınlığı haline getirdiler” değil miydi? Faşist Sampson darbesi ile Kıbrıslı Türkler, öz yurtlarında, kurucu ortak oldukları devletlerinde azınlık haline getirildikleri, EOKA-B faşistlerinin saldırıları altında canlarının derdine düştükleri için adanın Kuzeyine çekilmemişler miydi?

Yani “Kuzeye çekilmek” Kıbrıslı Türklerin isteği değil, faşist saldırılar nedeniyle zorlandıkları bir durum değil miydi?

Peki Türkiye, Adaya neden müdahale etmişti?

1960’ta Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin kurucu ortak olarak kabul edildikleri Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunan Cuntası ve onun uzantısı olan Sampson liderliğindeki faşist EOKA-B’nin darbesi sonucu bir iç savaş yaşıyordu. Bu gerçek bir iç savaştı, yüzlerce Kıbrıslı Rum komünist ve

Page 15: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

28 29

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

sosyalisti katleden faşist EOKA-B, Kıbrıslı Türklere de etnik temizlik uyguluyordu. Türk köylerine saldırılıyor, Kıbrıslı Türkler, adanın kuzeyine doğru küçük bir alana sıkıştırılmak isteniyordu…

İşte tam da bu ortamda, Türkiye’nin müdahale amacı, garantörlük hakkına dayanarak, “Adada can ve mal güvenliğinin yeniden tesisi” ve çok daha önemlisi, “garantörü olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nde anayasal düzenin yeniden kurularak, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin mevcudiyetini korumak” değil miydi?

TSK, “kutlu barış harekatını” “Adada can ve mal güvenliği” (sadece Kıbrıslı Türklerin değil, EOKA’cı faşistlerin ağır saldırılarına maruz kalan Rum halkının da) sağlanması, “anayasal düzenin yeniden tesisi ve iki toplumun eşit ve adil, kalıcı bir barış ortamında yaşama olanağının sağlanması” amacıyla müdahale etmemiş miydi?

TSK, Adayı işgal mi etmişti yoksa garantörlük haklarına dayanarak Adada kalıcı güven ve huzur sağlanana, anayasal düzen yeniden tesis olunana, Kıbrıs Cumhuriyeti içerisinde Kıbrıslı Türklerin kurucu ortak sıfatıyla güven içerisinde yaşamaları garanti altına alınıncaya kadar kalmak üzere… mi adaya çıkmıştı?

Kıbrıs’ın Türkiye tarafından işgal edildiğini kim söylüyor?

Rumlar ve Ergenekon ittifakı!

Rumlar, 1974’e nasıl gelindiğini adeta yok sayarak, Adanın birden bire Türkiye’nin işgaline uğradığını söylüyor ve bütün propagandalarını bu zemine oturtuyorlar.

Ergenekon ittifakı ise “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” sloganıyla birlikte “Kanla aldık, kanla veririz” diyorlar…

Ama hiçbir uluslar arası belgede, hiçbir resmi belgede Türkiye hiçbir zaman, ama hiçbir zaman “Kıbrıs’ı aldım” demedi ki?

Kıbrıs’ın Türkiye tarafından “alındığını” söyleyenler sadece Rumlar ve Ergenekon ittifakıdır…

Ergenekon ittifakı ve Rumlar, Türk Silahlı Kuvvetlerini “işgalci” olarak görmekte ısrar etseler de, TSK, adaya sadece ve sadece “barışın sağlanması” ve Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti üzerindeki haklarının yeniden teslim edilmesi için çıkmıştı adaya… Ne acıdır ki, Faşist Sampson’un ve Yunan Cuntasının devrilmesiyle sonuçlanan “barış harekatı”, Türk ve Rum/Yunan ulusalcılarının ağzında bir işgale dönüştürüldü…

Bu küçük hatırlatmadan sonra, tekrar sormak gerekiyor…

Papadopulos’u anladık, peki ya Denktaş neden HAYIR demişti birleşmeye?

Annan Planı, 1974’e kadar Rumlar tarafından gaspedilen en temel hakkı, “kurucu eşit ortaklık” hakkını uluslar arası kamuoyunun gözü önünde tescil etmiyor muydu?

Daha da önemlisi, adanın bölünmüşlüğü, tam da Rumların istediği gibi, Kıbrıslı Türkleri adanın küçük bir bölümüne, Kuzeye sıkıştırmışken, Annan Planı, “kurucu parça devlet” sıfatıyla, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bütünü üzerindeki hakkını teslim etmiyor muydu? Zaten Taksim politikası, adanın tamamının ortağı olan Kıbrıslı Türkleri, adanın sadece yarısıyla yetinmeye zorlamamış mıydı?

2004’te tarihsel bir fırsat kaçırıldı… Eğer Ergenekon ittifakının da istediği doğrultuda, Rumlar Annan Planı’na HAYIR demeselerdi, adanın bölünmüşlüğü sona erecek, Kıbrıslı Türkler, Rumlarla birlikte AB üyeliğini almış olacaklardı. Türkiye AB sürecinde çok önemli bir engelden kurtulmuş olacaktı.

Ama ne olacaktı? Bizden başka kimsenin tanımadığı, Ergenekon ittifakının da 82. vilayet olarak kabul ettiği KKTC, yerini Kıbrıslı Türklerin gerçekten egemen olduğu Çatı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı olacağı, Kıbrıslı Türklerin gerçekten kendi kendilerini yönetebilecekleri bir Kıbrıs Türk Devleti olacaktı…

Ama olmadı… Denktaş’ın, Ergenekoncuların ve Papadapulos’un istediği oldu…

Hem de KKTC’nin bağımsızlık bildirgesine ve Anayasası’na rağmen oldu…

Tesadüfen, Yazar Nazım Beratlı Yeni Düzen Gazetesi’nde ve İlter Türkmen Hürriyet’teki köşelerinde aynı gün (26 Temmuz 2008) atıfta bulunarak hatırlatıyorlar KKTC Bağımsızlık Bildirgesi’ni:

"Kıbrıs Türk halkının özgür iradesini temsil eden, doğuştan hür ve eşit olan bütün insanların hür ve eşit yaşamalarına inanan, bu inanç içinde, Kıbrıs Türk Halkının kendi kaderini tayin etme hakkını 17 Haziran 1983 tarihli kararıyla dünyaya ilan etmiş olan, ırk, milli menşe, dil ve din gibi farklara dayalı olarak insanlar arasında ayırım gözetilmesini, her türlü sömürgeciliği, ırkçılığı, baskı ve tahakkümü reddeden, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz'de, Orta- Doğu'da ve dünyada tam bir barış ve istikrarın, huzur ve güven içinde yaşama ve kendi kendilerini yönetmeye hakları olduğuna inanan, aynı adada yan yana yaşamaya mecbur bulunan bu iki halkın aralarındaki bütün sorunları, eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmanın mümkün ve zorunlu olduğu görüşüne sımsıkı bağlı bulunan, Kuzey

Page 16: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

30 31

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanının iki eşit halk arasında ortaklığının bir federasyon çatısı altında yeniden kurulmasını ve sorunların çözümlenmesini engellemeyip, kolaylaştırabileceğine kani olan, iki halk arasındaki bütün sorunların barışçı ve uzlaşmacı bir politika ile çözümlenebileceğine inanan ve bu amaçla müzakereler yürütülmesini yürekten dileyen ve önerilmiş bulunan zirve toplantısının bu açıdan yarar sağlayacağına inanan Meclisimiz, Kıbrıs Türk Halkı adına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve bağımsızlık bildirisini' onaylar".

Ve KKTC Anayasası ne diyor?

“KIBRIS TÜRK HALKI Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olarak;

15 Kasım 1983 tarihinde, büyük bir coşku ve oybirliği ile kabul edilen Bağımsızlık Bildirisini yaşama geçirmek için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Meclisinin yaptığı bu Anayasayı, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Anayasası olarak kabul ve ilân eder…”

Yani?

Yani, bugün Cumhurbaşkanı Talat’ı “Kıbrıs’ta tek devlet/tek egemenlik” dediği için ihanetle suçlayan Ergenekon ittifakı, bizzat Denktaş’ın da altında imzasının bulunduğu KKTC Bağımsızlık Bildirgesi’ni ve onun “ruhundan beslenen” KKTC Anayasası’nı adeta yok sayıyor… Talat'ı "anayasal yeminine sadık kalmamakla" suçlayanlar, Anayasa'ya ve onun ruhuna kaynak oluşturan Bağımsızlık Bildirgesi'ne hiç değinmiyorlar.

Peki neden?

Bunu da “KKTC’nin kuruluşunda büyük katkıları olan” İlter Türkmen büyük bir üzüntüyle “açıklamak zorunda kalıyor”…

İlter Türkmen, Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde aynen şunları söylüyor:

“… fakat KKTC'nin kuruluşunu sürekli bir çözüm olarak ne ben ve ne de mensup olduğum hükümet gördü. KKTC'yi tanırken yaptığımız açıklamada amacın yine federal bir çözüm olduğunu belirtmiştik. Bağımsızlık beyannamesinde KKTC Meclisi de aynı amacı teyit etti. Unutmamak gerekir ki, KKTC'nin kurulması ile güdülen bir gaye de Denktaş'ın cumhurbaşkanlığının devamını sağlamaktı. Bağımsızlıktan önceki Federe Devlet Anayasası tekrar seçilmesine imkân vermiyordu. KKTC'nin kurulması ile kabul edilen yeni anayasa bu olasılığı açmıştır.” (İlter Türkmen, Hürriyet, 26 Temmuz 2008)

Bu sözler, bizzat kuruluşuna katkı vermiş biri tarafından, KKTC’nin “Sn. Denktaş’ın ikbal ve iktidarının devamı için” kurulduğunu ortaya koyuyor…

Türkiye, Sn. Denktaş’ın “iktidarda kalabilmesi” ve bu sayede “çözümsüzlük siyasetinin sürebilmesi” için bütün dünyanın tepki verdiği, BM Güvenlik Konseyi kararlarına yol açan ve bu kararlar yüzünden on yıllardır Kıbrıslı Türkler’in ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda izolasyonlarla kuşatılmasına neden olan bir süreci göze aldı.

Türkiye’nin “yüksek çıkarlarını” biz fanilerden çok daha fazla düşünen Ergenekon ittifakı da Sn. Denktaş’a ve onun çözümsüzlük siyasetine sımsıkı sarıldı. 2004 Referandum sürecinde “Kıbrıslı Türklerin HAYIR demeleri için” adaya kimlerin akın ettiğine, Türkiye ve Kıbrıs’ta yürütülen kampanyaların başını kimlerin çektiğine baktığınızda, bugünün çok tanıdık isimleri ile karşılaşabilirsiniz… Bu isimlerin çoğunun da, ergenekon davasıyla bir biçimde ilişkili, "KKTC vatandaşlığıyla onurlandırılmış" kişiler olduğunu söylemeye gerek var mı?

Şimdi, Talat-Hristofyas görüşmeleri, Kıbrıs’ta yepyeni bir çözüm umudunu yeşertirken aynı “koro” “ergenekon’u bırak, Kıbrıs’a bak” diyor…

Ergenekon’a bakmadan, Kıbrıs’a bakılabilir mi peki? Ya da Kıbrıs sorunu Ergenekon etkisizleştirilmedikçe çözülebilir mi?

26.07.2008

Page 17: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

32 33

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

GARANTÖRLÜK,HAMASETE KURBAN EDİLEMEYECEK KADAR DEĞERLİDİR

Türkiye'nin garantörlük hakkı, 19 Şubat 1959 tarihli Londra Anlaşması'na dayanır.

Bu anlaşmanın hükümleri hiç bir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır:

1959 Londra Anlaşması'nın Ek-1 B belgesi ile bu anlaşmaya imza koyan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere, "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasal düzenini" tanımayı garanti ederler.

Türkiye, 1974 yılında, bu açık garanti hükümlerinin ihlal edilmesi nedeniyle Adaya müdahale etmiştir.

Anlaşma, "Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin diğer herhangi bir devlet ile gerek birleşmesini. gerekse Ada’nın taksimini doğrudan doğruya, veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler" ifadesini kullandıktan sonra "böyle bir durumun oluşması halinde" garantörlerin önleyici müdahale hakkını teslim eder.

İşte bu nedenledir ki, Türkiye'nin garantörlük hakkını asıl tehlikeye sokan yaklaşım "taksim politikasıdır"...

Türkiye, müdahaleye dayanak oluşturduğu garantörlük anlaşmasının, açık bir hükmünü ihlal ederek, “taksim politikasını güderek” garantörlük hakkını tartışmaya açabilir mi? Kuşkusuz hayır… Aksine Türkiye, kendisine müdahale hakkını tanıyan Londra Anlaşmasının istisnasız tüm hükümlerine sımsıkı sarılarak uluslar arası meşruiyetini korumaktadır.

Türkiye ne müdahalenin yapıldığı 1974'te ne de aradan geçen 34 yılda, hiç bir zaman "Kıbrıs'ı aldığını, işgal ettiğini, ilhak ettiğini veya adayı kalıcı olarak böldüğünü (taksim)" ileri sürmemiştir.

Tam tersine, Türkiye "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, Adada can ve mal güvenliğini, faşist EOKA-B tarafından yıkılan Anayasal düzeni yeniden tesis etmek" amacıyla Barış Harekatı'nı gerçekleştirdiğini vurgulamıştır.

Harekat sırasında Rumca olarak dağıtılan bildirilerde kullanılan ifade aynen şudur:

"Kıbrıs Rumları! Biz kan dökmeyi kesinlikle istemiyoruz. Sizleri dost bildik, yine dost bileceğiz. Biz adayı sizi kandıranlardan ve kana bulayanlardan temizlemeye geldik. Güzel adanda yine asırlarca kardeş bildiğin Kıbrıs Türkü ile huzur içinde yaşayacaksın. Biz bunu

Page 18: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

34 35

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

sağladıktan sonra Türkiye'ye döneceğiz. Biz toprak değil, sulh, adalet ve kardeşlik istiyoruz. KIBRIS TÜRK BARIŞ KUVVETLERİ KOMUTANI"

30 Temmuz 1974 Cenevre Bildirgesi, bu tutumu destekler niteliktedir. I. Kıbrıs Barış Harekatı (20 Temmuz 1974) sonrasında Birleşmiş Milletlerin çağrısı ile Cenevre'de bir araya gelen Türk, Yunan ve İngiliz Dışişleri Bakanlarının imzaladıkları bildiriye göre;

1-Adada 1960 Anayasası ile kurulmuş düzene dönülmesi için gerekli önlemler alınacak

2-Adada taraflar 30 Temmuz 1974 günü denetimleri altında bulundurdukları alanları genişletmeyecekler

3-30 Temmuz ateşkes çizgisinde sadece Birleşmiş Milletler kuvvetleri denetimi altında olacak bir güvenlik bölgesi oluşturulacak

4-Kıbrıs Rum ve Yunan kuvvetlerinin kuşatması altındaki bütün Türk bölgeleri bu kuvvetlerce boşaltılacak ve bu bölgeler Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin koruması altına girecek

5-Adada anayasal düzenin yeniden kurulması için, üç Dışişleri Bakanı, Kıbrıs'daki iki toplumun liderlerinin de katılımıyla 8 Ağustos'ta Cenevre'de yeniden biraraya gelecekti.

13 Şubat 1975'te Rauf Denktaş tarafından okunan Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) kuruluş bildirisine bakalım:

".... Kıbrıs'ın bağımsızlığına karşı olan ve bölünmesi veya herhangi bir başka devletle birleşmesi yolundaki her girişime kesinlikle karşı koymak inanç ve kararını teyit ederek; ve

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağlantısızlık statüsünün gerektiğine inanarak ve adanın yabancı çıkarlara hizmet etmesine izin vermemek kararını beyan ederek; ve Kendi bölgelerinde GELECEKTEKİ BAĞIMSIZ FEDERAL KIBRIS CUMHURİYETİ'NİN KURULMASINA YOL AÇACAK DÜZENİN HUKUKİ ESASINI YARATMAK GEREĞİNİ göz önünde bulundurarak; ve

NİHAİ AMACIN İKİ BÖLGELİ BİR FEDERASYON ÇERÇEVESİNDE KIBRIS RUM TOPLUMUYLA BİRLEŞMEK OLDUĞUNU TEYİD EDEREK;

Temel maddeleri milletlerarası hukuka uygun olarak milletlerarası anlaşmalarla saptanmış olan Cumhuriyet'in 1960 Anayasasının aynı usulle Kıbrıs Federal Cumhuriyeti'nin anayasası olarak değiştirilmesine ve FEDERAL CUMHURİYETİN KURULMASINA KADAR muhtar Kıbrıs Türk Yönetiminin yeniden düzenlenmesi ve teşkilatlanmasının gerekli olduğunu kararlaştırmıştır..."

15 Kasım 1983 tarihli KKTC Bağımsızlık Bildirgesi de bu yaklaşımın devamıdır:

"... aynı adada yan yana yaşamaya mecbur bulunan bu iki halkın aralarındaki bütün sorunları, eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmanın mümkün ve zorunlu olduğu görüşüne sımsıkı bağlı bulunan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanının İKİ EŞİT HALK ARASINDA ORTAKLIĞININ BİR FEDERASYON ÇATISI ALTINDA YENİDEN KURULMASINI VE SORUNLARIN ÇÖZÜMLENMESİNİ ENGELLEMEYİP KOLAYLAŞTIRABİLECEĞİNE KANİ OLAN, iki halk arasındaki bütün sorunların barışçı ve uzlaşmacı bir politika ile çözümlenebileceğine inanan ve bu amaçla müzakereler yürütülmesini yürekten dileyen ve önerilmiş bulunan zirve toplantısının bu açıdan yarar sağlayacağına inanan Meclisimiz, Kıbrıs Türk Halkı adına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve 'bağımsızlık bildirisini' onaylar."

Hal böyleyken, Türkiye ve KKTC'deki "milliyetçi" unsurlar, iç politikaya yönelik hamaset söylemlerinin gerçekte Türkiye'nin çıkarlarına ters düştüğünü dikkate almak zorundadırlar...

Türkiye Kıbrıs'ı "Kanla veya kansız, ALMAMIŞTIR Kİ VERSİN?"

Türkiye'nin Kıbrıs'ı "aldığını" ileri sürmek, Rum propagandası doğrultusunda "Türkiye'yi işgalci konuma" sokmaktır... Bu da 1974'ten bu yana Rumların uluslararası planda savunageldiği tezin ta kendisidir...

04.08.2008

Page 19: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

36 37

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRISLILAR NEYİ SEÇECEK?

Nisan ayında yapılacak seçimlere kilitlenen Kıbrıs’ta çeşitli medya kuruluşları tarafından yaptırılan kamuoyu araştırmaları sağın yükselişe geçtiğini gösteriyor.

Kamuoyu araştırmaları gerek tekniği, gerek sonuçları açısından her zaman herkes tarafından tartışılsa da, herkesin merak ettiği “seçim sonuçları tahminlerini” doğru ya da yanlış verse de, muhatapları açısından uyarıcı nitelikli toplumsal eğilim verileridir. Bir araştırma raporunu elimize aldığımızda, onun nihai olarak hangi partinin yüzde kaç oy alabileceği tahmininin bulunduğu tablolara bakmak ve buna odaklaşmak yerine, o araştırmanın satır aralarında bize ne anlatmaya çalıştığına bakmak daha doğru olur.

Falanca partinin açık ara önde olması, filanca partinin oy kaybetmesi gibi sonuçlar kuşkusuz önemlidir ve araştırmalar da öncelikli olarak bu veriler için yapılır. Ancak özellikle seçim yarışı sürerken siyasi partiler, yapılan araştırmalardan maksimum fayda sağlayabilmek için o araştırmaların “son sözlerine” değil, satır aralarına dikkatle bakabilmeyi başarmalıdırlar.

Kıbrıs’ta seçime yaklaşık 1 ay kala, medyaya yansıyan kamuoyu araştırmaları bize açık ve net bir mesaj veriyor: Toplum çözüm karşıtı güçlere, sağa kayıyor…

Kuşkusuz bu yeni bir durum değil.

2004’te Çözüm güçlerinin, Kıbrıs solunun tüm muhalefeti ortak bir zeminde örgütlemeyi başarmasıyla ortaya çıkan olağanüstü zaferden bugüne, çözüm karşıtları/ sağ kısa bir şaşkınlık ve suskunluk döneminin ardından yükselişe geçmeyi başardı.

Hemen şunu vurgulamakta yarar var belki: Kıbrıs’ta çözüm karşıtları, 2004’ten günümüze ivme kazanan yükselişlerini anlamlı kılacak özel bir çalışma yürütmediler. Nasıl yürütebilirlerdi ki zaten? 40 yıl boyunca Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünü pekiştirmek için uğraşan Kıbrıs sağının tüm argümanlarının iflasının tescillendiği bir referandumla halk, çok açık ve net biçimde ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini son derece demokratik bir üslupla çözüm karşıtlarının yüzüne okumuştu. Bir toplumu dünyadan izole ederek 40 yıl boyunca bölünmüşlüğe doğru formatlamak için bütün imkanları seferber edeceksin ve 40 yılın sonunda o toplum sana hayır, çözüme evet diyecek… Bu, Kıbrıs sağının, çözüm karşıtlarının siyaseten iflası değil de nedir?

2004’ten 2009’a geçen 5 yıllık süreçte, Kıbrıs sağı “çözüme evet” mi demiştir de yükselişe geçmiştir? Kıbrıs sağı geleneksel politikalarını gözden geçirmiş ve toplumun karşısına demokratik bir ilerleme programı mı çıkarmıştır da yükselişe geçmiştir? Bilakis, Kıbrıs sağı eski geleneksel argümanları, eski geleneksel siyasi aktörleri, eski

Page 20: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

38 39

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

geleneksel örgütlenme yapısı ile hareket etmekten vazgeçmemiştir.

2009 Nisan’ına gelindiğinde Kıbrıs sağı, Kıbrıs Türk Toplumuna ne öneriyor? Çözüm mü? İzolasyonların kaldırılması mı? Daha adil, daha özgür, daha yaşanılır bir Kıbrıs mı?

Kıbrıs sağı daha fazla iş, daha fazla aş, daha kaliteli eğitim, daha yaşanılır bir çevre, daha gelişkin bir ekonomi mi öneriyor?

Hiç kuşkusuz hayır!...

Bu, Kıbrıs sağının başarısı değil, olsa olsa Kıbrıs solunun, çözüm güçlerinin zaafı, hatasıdır.

Şimdi kamuoyu araştırma sonuçları ile Kıbrıs Türk Halkının sessiz çoğunluğunun iradesine ipotek konmaya çalışılırken, Kıbrıs solu için, çözüm ve barış güçleri için havlu atma zamanı mıdır? Bayraklar derlenip dürülecek, “sözde” yenik düşmenin, yılgınlığın ağır ve kasvetli havasına mı teslim olunacak Kıbrıs’ta?

“Kamuoyu araştırmaları: 1- Meydanlar: 0” mı denecek ve bu maçın skoru bu şekilde mi ilan edilecek?

Altın değerinde koskoca 1 buçuk ayı var çözüm güçlerinin… Tamı tamına 45 gün!

Kamuoyu araştırmalarının verdiği mesajı doğru okumak, sokağın nabzını tutmak, meydanları yeniden ele geçirmek için tam 45 gün var.

Kıbrıs Türk Halkına “Neyi İstiyorsunuz?” diye sormak için; herkese “Yeniden kapılar üzerinize kilitlensin diye mi?” “Yeniden düşüncelerinizden dolayı itilip kakılmak için mi?”, “Yeniden barış ve çözüm için yollara düşmek için mi?”, “Yeniden yoksulluk için mi?”, “Yeniden dünyadan kopmak için mi?” diye ısrarla ve inatla sormak için tam 45 gün var.

Ve kendisine Çözüm Güçleri diyen, kendisine Kıbrıs Solu diyenler…

Kendi kendinize düşünmek için, “30 yıllık mücadeleyi 5 yıl için mi verdik?”, “Çözüme bu kadar yakınken dönmek için mi mücadele ettik?”, “On yıllardır Çözüme hiç bu kadar yakın olduğumuz bir dönem oldu mu?” “Ekmeğimiz on yıllardır hiç bu kadar büyüdü mü?”, “Hayat standartlarımız hiç bu kadar yükselmiş miydi?”, “Hangi sağ iktidar döneminde kendi topraklarımızda şu andakinden daha fazla efendi olabildik?” sorularına bir yanıt bulmak için tam 45 gününüz var…

Neyi seçeceksiniz? “Mücadele buraya kadar, havlu atıyoruz” mu diyeceksiniz yoksa 30 yılın kan ve göz yaşına sahip çıkacak, yılgınlığa teslim olmayıp direnişe devam mı diyeceksiniz?

Kıbrıslı Nisan ayında işte buna yanıt verecek…

03.03.2009

Page 21: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

40 41

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

YAŞASIN STATÜKO GERİ DÖNÜYOR!

Oldu mu? Milletçe şöyle rahat bir nefes alıp, arkamıza yaslandık mı? “Yavru Vatan”, çok şükür “Rumcu” CTP’den kurtuldu. Artık uykularımızın kaçmasına, Kıbrıs’ın stratejik önemi konusunda endişelenmeye gerek yok. Statüko yeniden sağlandı. Helvalar dağıtılıp, sevinçten göbecikler atıldı. Gülümseyin!

Anasından yavrusuna, alemin tüm tescilli faşistleri 20 Nisan’ı ikinci doğum günleri ilan ede dursunlar, 19 Nisan seçimleri; Kıbrıs konusunda tüm bilgileri üç-beş faşistin dolduruşundan ibaret bizim yüzer gezer “laik-demokrat-kemalist ve beyaz” çoğunluğumuzun gündeminden çıktı bile…

Şaşırmamak gerekir, vaktiyle “ya taksim ya ölüm” sloganıyla ortalığı velveleye veren gözü dönmüşlerin peşine takılanların tarihinde 6-7 Eylül diye bir kepazelik de hiç olmamıştı zaten… Bu açıdan bakıldığında, zavallı bir naifliği vardır Türkiye Türklerinin. “Bütün o kötü şeyleri” yapanların hep “ötekiler” olduğuna dair resmi tarih tarafından zerkedilen olağanüstü müsekkin, balık hafızalı bir toplumun zaten sorgulamamaktan muzdarip az kıvrımlı beynini periyodik olarak formatlar çünkü… Her formatlama sonrasında, Türkiyeli Türkler en saf “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” bakışlarıyla, o kaka şeylerin nasıl olup da böyle necip bir millete mal edilebildiğine hayret ederler…

Kıbrıslı kardeşlerimizin bir kısmı, hayatlarının geçmiş 30 yılını mahvetmiş bir siyasetle, yeniden bir 5 yıl daha yaşamak zorunda kalmanın şaşkınlığını üzerlerinden atamamış olabilirler. Ama şu an ana vatan sokaklarında her hangi bir ortalama Türk vatandaşını çevirip sorsanız, “uğruna canını bile vermekten çekinmeyeceği” Kıbrıs’ta UBP’nin ekonomik, sosyal, siyasal nasıl bir program ve politikaya sahip olduğuna dair tek bir söz söyleyemeyeceğinden emin olabilirsiniz.

Tuhaf biçimde en solcusundan en sağcısına kadar tüm kıt zekalılarımız için temel sorun çözülmüş ve konu yeni bir gazlamaya kadar kapanmıştır: “Rumcu” parti (CTP’yi açık olarak söyleyebilenleri tenzih ederim) gitmiş, yavru vatanın “namusu kurtulmuş”, Türkiye’nin çıkarları korunmuştur”!

14 puntodan küçük ve 2 paragraftan uzun yazılara alerjisi olan necip vatan evlatlarının okumayacağından emin olmakla birlikte belki satır atlayarak “bakarken” bir yerlerine kaydolur umuduyla, seçim sonrası Kıbrıs’ta olup bitenler üzerine “haberdar etme amaçlı” notlar düşmeye devam edelim biz… Ne demişler, “balık bilmezse, hâlik bilir”…

BİR İTİRAF: “KELLE FİYATINA DEMOKRASİ” Efendim Serdar Denktaş demiş ki, “Kelle başı 200 lira kella başı 100 lira kelle başı 300 lira diye sizinle pazarlık eden insanlar var artık. Biz

Page 22: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

42 43

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

de (oy satın) aldık! Çok daha düşük imkanlarımız vardı ama o imkanlar çerçevesinde aldık.”…

Serdar Denktaş “artık” dediğine göre, demek ki Kıbrıs’ta eskiden böyle bir adet yoktu. Acaba bu adet nereden, kimler tarafından sirayet ettirildi yavru vatana?

Tuhaf olan şu ki, Serdar Bey bu konuyu basın yoluyla cümle aleme şikayet edeceğine, doğrudan gidip muhterem Pederine sitem etseydi daha “şık” olurdu. “Aile içi meselelerin” ulu orta konuşulması hoş olmuyor çünkü. Eğer Kıbrıs’ta bugün “Kelle fiyatına demokrasi” sorun haline gelmişse, bu sorun, “bol keseden vatandaşlık dağıtılan” kellelerden başlıyordur herhalde…

Gerçi, Türkiye için böyle bir konunun “haber değeri” yok ama olsun… “Yavru vatan” da “istikrarın nasıl sağlandığına” dair merakı olan varsa, “güvenilir bir ağızdan” tarihe not düşülmüş oluyor en azından… Ancak Kıbrıs’taki seçimleri “yerinde gözlemek” üzere Ada’ya gidip, UBP kazanınca “tüm müdahalelere rağmen” ortaya çıkan sonuçtan “büyük mutluluk duyan” CHP kurmayları, Serdar Denktaş’ın bu açıklamasını herhalde yalanlayacaklardır.

“SOSYAL DEMOKRATLAR” UBP İKTİDARINA NEDEN SEVİNİR? Kemal Anadol başta olmak üzere “sosyal demokrat” CHP’lilerin, tescilli bir sağ parti olan UBP’nin, sol bir parti olan CTP’yi yenilgiye uğratarak iktidara gelmesine neden sevindiklerini bana sormayın… Vardır bir bildikleri…

( “Gözlemciyken” boynundan çıkarmadığı Turuncu kravatı pek sevdiği anlaşılan Sn. Anadol’u Türkiye’de de aynı renk kravatla dolaşırken görmek isteriz.) “Sosyal Demokrat” CHP’lilerin, ne kadar çeteci-mafyacı-hırsız-uğursuz-katil varsa hepsine vatandaşlık bahşeden UBP’nin iktidar oluşuna nasıl olup da bu kadar sevindikleri sorusuna Kıbrıslı kardeşlerimize tatmin edici bir yanıtı olan varsa ve o yanıtı benimle de paylaşırlarsa ayrıca sevinirim tabii ki…

EROĞLU DENKTAŞ’TAN NEDEN BU KADAR RAHATSIZ?Her şey bir yana, iktidara gelen UBP’nin ak saçlı lideri Eroğlu, aynı anda hem “Dayan Denktaş, Anavatan Yanında” diyen ve yine aynı anda “Kıbrıs’ta Denktaş ruhu kazandı” diye sevinen Türkiye’deki şaşkın ulusalcılara öyle bir yanıt veriyor ki akıllara zarar:

“Sn. Denktaş ile Ulusal Birlik Partisi arasında en küçük bir bağlantı dahi söz konusu değildir” diyor Derviş Eroğlu!

Ve sıkı durun, şöyle devam ediyor:

‘KKTC’de seçimleri Denktaş’ın desteğindeki UBP kazandı, Eroğlu’nun

kazanması demek Denktaş politikalarının yeniden gündeme geleceği demektir’ haberler yapılması, ya da yorumlarda bulunulması gerçeklerle örtüşmemektedir.” Demiş Eroğlu…

“yavru Ergenekon” ile öpüş kokuş ilişkileri bizzat Mustafa Özbek’in evinde ele geçirilen belgelerde açıkça saptanan Eroğlu, Denktaş ile arasına açık mesafe koymaya çalışarak bu ilginç manevrayı yaparken acaba bizlere bir şey mi anlatmaya çalışıyor? Yoksa 30 yıl boyunca Denktaş-Eroğlu ikilisinin yönetimindeki Ada’dan pis kokular nihayet İstanbul matbuatının burnuna kadar ulaşınca; Eroğlu, Denktaş’ı öne doğru itelemeye mi çalışıyor?

Oysa ne boşuna bir çaba… İstanbul matbuatı için birkaç günlük keçi boynuzundan öteye gitmedi ki “yavru Ergenekon”… Eveledi, geveledi, atıverdi bir kenara…

SEVİNİN EY KIBRISLILAR, REFAHINIZ KATLANARAK ARTACAK! “Değişimin” en neşeli yanını bir sonraki yazıya bırakalım. UBP’nin “yavru vatanı” Ruma yem olmaktan kurtaracak ve tabii bu arada “kahrolası CTP iktidarında sefillikler içinde inim inim inleyen Kıbrıslı Kardeşlerimizi” tez zamanda refaha kavuşturacak (amin) dahiyane program neymiş ona bakacağız bir sonraki yazıda…

Ve Hükümetin kurulduğu ilk günden itibaren de oturup “müjdeli icraatların” takipçisi olacağız.

CTP’nin Kıbrıslı kardeşlerimizi 4 yıl boyunca inim inim inleten kötülüklerinden UBP’nin dahiyane programıyla kurtuldukça sevineceğiz onlarla.

Örneğin esnaf kredi borçlarından kurtulup her kepenk açtığında, CTP hükümetinin zulmü altında inleyen Kıbrıslı esnaf kardeşlerimize sevineceğiz…

Örneğin “CTP faşizmi” altında inim inim inleyen sendikaların tombul göbekli yöneticilerinin UBP iktidarında elde edeceği her kazanımı coşkuyla karşılayacağız.

UBP’li yeni sağlık bakanı, Kıbrıslı doktorların çalışma koşullarını iyileştirdikçe biz mutlu olacağız…

Değil mi ama?

24.04.2009

Page 23: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

44 45

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

MEMEDALİ’NİN GÖZYAŞLARI

Gazeteci Erdal Güven’in, KKTC Cumhurbaşkanı M. Ali Talat’ın biyografisine dayalı röportaj kitabı yayınlandığı ilk günden büyük bir tartışmaya yol açtı. Radikal Gazetesi’nde, kitaptan alıntı yapılarak, Cumhurbaşkanı Talat’ın, “KKTC ilan edildiği gün üzüntümden ağladım” sözleri manşete çıkartıldı.

Halen Cumhurbaşkanlığı yapan ve emeklilik için henüz çok genç yaşta sayılabilecek bir siyasetçinin tam da ikinci kez Cumhurbaşkanlığı seçim yarışına girme hazırlığındayken, böyle bir açıklama yapmasını şaşırtıcı bulabilirsiniz.

Güven’in kitabını dikkatle okursanız, Talat’ın uzun röportajının ayrıntıları, aslında şaşıracak hiçbir şey olmadığını ortaya koyuyor.

Talat’ı ağlatan süreci anlamak için her şeyden önce “Kıbrıs’ın Memedali’sini” doğru anlamak gerekiyor. Türkiye’de siyasetçilerin zırhına alışkın olan bizler için tuhaf olsa da, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, Girne’den Mağusa’ya, Lefkoşa’dan Güzelyurt’a kadar 50 yaş üstü tüm Kıbrıslı Türkler’in “Memedali’si”dir çünkü…

Biz Türkiye’liler için biraz tuhaf gelse de, Kıbrıslının Memedali’si eğitim bakanı olduğunu, buzdolabı tamir ederken öğrenmiş ve üstündeki yağlı tulumu çıkartıp iğreti bir kravatla makamına oturmuş bir adamdır…

Kıbrıslının “Memedalisi”, öğrenciliğinden itibaren siyasetin solunda yer almış, çeşitli örgütlerde Denktaş rejimine karşı barış, demokrasi ve çözüm mücadelesi vermiştir.

2004’te Annan Planı oylanırken EVET kampanyasını yürütmüş, 2005’te Cumhurbaşkanlığı için oy isterken de “ben bu Kıbrıs sorununu çözemeyeceksem bu makamda bir gün fazla oturmam” diyen bir siyasetçidir Kıbrıslı’nın “Memedali’si”...

Siyasetçinin ağlamasına, hele ki ağladığını itiraf etmesine alışkın olunmayan bir coğrafyada, bir Cumhurbaşkanının “itirafı” şaşkınlık uyandırabilir.

Hamaset erbaplarınca bir “suçun itirafı” gibi gösterilmeye çalışılsa da, bunun aslında cesur bir adamın, 40 yıllık bir yalana itirazından başka bir şey değildir bu sözler.

Türkiye kamuoyundan gizlenen Ada gerçekleri, Talat gibi bir lideri, KKTC’nin Cumhurbaşkanlığı makamına taşıyan süreci ve Kıbrıs’ın 40 yıllık acılı tarihini anlamayı zorlaştırabilir.

Yıllarca azınlıkta yaşadığınız ülkenizin faşist bir darbeyle kan gölüne dönmesi, bir yandan antifaşist mücadelenin içinde yer alıp, bir yandan

Page 24: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

46 47

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

da katliamlara uğratılan halkınızın haklarının peşine düşmek zorunda kalmak ve bir yandan da kendi toplumunuzda uç veren şoven dalgaya karşı dik durmak öyle kolay tahayyül edilebilir bir durum değildir çünkü…İnsan “Memedali’yi” lider Mehmet Ali Talat’a sürükleyen yazgı tam da budur…

Memedali’yi anlamak, Kıbrıs’ı; Kıbrıs’ı anlamak, Memedali’yi anlamayı gerektirir büyük ölçüde.

Osmanlı tarafından İngiltere’ye satılmış bir adaya 400 yıl önce yerleştirilen ve artık yurt belledikleri topraklarda kanlı bir içsavaşın öyküsüyle kesişir Memedali’lerin öyküsü…

Şairin sözleriyle, “hangi yarısını sevmeli insan” sorusuyla şaşkına dönülen bölünmüş bir yurdun hikayesidir bu…

Yüzlerce yıl bir arada barış içerisinde yaşamış iki toplumun şoven unsurlarının çıldırarak birbirlerinin boğazına sarılması, binlerce insanın katledilmesi karşısında duyulan çaresizliği ve acıyı anlamak gerekir. Herşey olup bittiğinde, Ada bir somun gibi ikiye bölündüğünde Kıbrıslı Türk ve Rum yurtseverlerin çaresizliğini ve iki toplumun birbirinden daha fazla uzaklaşmasını önlemek için mücadelelerini anlamayı gerektirir…

6-7 Eylül kepazeliğinde Rum komşusunu serseri kalabalıklardan korumak için saklayabilen, yağmalanan dükkanların önüne siper olanlar anlayabilir bunu. Türk ve Kürt milliyetçiliğinin yükselişi karşısında tedirgin olanlar, 30 yıllık kanı durdurmak için seferber olanlar anlayabilir ancak…

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür derler. Bakmayın siz şimdi ağızlarından köpükler saçarak “kanla ALDIK!” nutukları atanlara.

Açın, 1974 tarihli belgelere bakın.

Türkiye 1974’te “garantörlük haklarının kendisine tanıdığı yetki ile, KIBRIS CUMHURİYETİNDE YENİDEN ANAYASAL DÜZEN TESİS EDİLİNCEYE KADAR adada yaşayan soydaşlarının ve RUM HALKININ can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla” müdahale etmiştir. Türkiye ne ulusal, ne uluslar arası hiçbir zeminde ADAYI ALDIK dememiştir.

Bakınız, müdahale esnasında Kıbrıslı Rumlara, Rumca olarak dağıtılan “KIBRIS TÜRK BARIŞ KOMUTANI” imzasını taşıyan bildiriye:

"Kıbrıs Rumları! Biz kan dökmeyi kesinlikle istemiyoruz. Sizleri dost bildik, yine dost bileceğiz. Biz adayı sizi kandıranlardan ve kana bulayanlardan temizlemeye geldik. Güzel adanda yine asırlarca kardeş bildiğin Kıbrıs Türkü ile huzur içinde yaşayacaksın. Biz bunu

sağladıktan sonra Türkiye'ye döneceğiz. Biz toprak değil, sulh, adalet ve kardeşlik istiyoruz. KIBRIS TÜRK BARIŞ KUVVETLERİ KOMUTANI"

Bakınız 30 Temmuz 1974 Cenevre Bildirgesi’ne:

"I. Kıbrıs Barış Harekatı (20 Temmuz 1974) sonrasında Birleşmiş Milletlerin çağrısı ile Cenevre'de biraraya gelen Türk, Yunan ve İngiliz Dışişleri Bakanlarının imzaladıkları bildiriye göre; “Adada 1960 Anayasası ile kurulmuş düzene dönülmesi için gerekli önlemler alınacak (…) Adada anayasal düzenin yeniden kurulması için, üç Dışişleri Bakanı, Kıbrıs'daki iki toplumun liderlerinin de katılımıyla 8 Ağustos'ta Cenevre'de yeniden biraraya gelecekti.”

KIBRIS’IN ALINDIĞI, KIBRIS’IN “BİZİM” OLDUĞU iddiası, Rum tarafına ait bir argümandır.

Bir yandan “Kıbrıs’ı aldık” naraları atanların, öbür yandan “Kıbrıs’ta bizi işgalci gibi görenler var” demeleri ne tuhaf bir akıl durumudur…

Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür derler. KTFD kurulurken, KKTC kurulurken, bakınız “kurucu meclis” kayıtlarına… Bizzat Denktaş’ın ağzından dökülmüştür ki, gerek KTFD, gerek KKTC “Kıbrısta Federasyona dayalı bir çözümü kolaylaştırmak” iddiasıyla kurulmuştur. Yani her iki oluşum da, “ilelebet yaşatılmak için değil”, demokratik Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit haklı parçası olabilmeyi kolaylaştırmak iddiasıyla kurulmuştur…

13 Şubat 1975'te Rauf Denktaş tarafından okunan Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) kuruluş bildirisine bakınız:

".... Kıbrıs'ın bağımsızlığına karşı olan ve bölünmesi veya herhangi bir başka devletle birleşmesi yolundaki her girişime kesinlikle karşı koymak inanç ve kararını teyit ederek; ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağlantısızlık statüsünün gerektiğine inanarak ve adanın yabancı çıkarlara hizmet etmesine izin vermemek kararını beyan ederek; ve Kendi bölgelerinde GELECEKTEKİ BAĞIMSIZ FEDERAL KIBRIS CUMHURİYETİ'NİN KURULMASINA YOL AÇACAK DÜZENİN HUKUKİ ESASINI YARATMAK GEREĞİNİ göz önünde bulundurarak; ve NİHAİ AMACIN İKİ BÖLGELİ BİR FEDERASYON ÇERÇEVESİNDE KIBRIS RUM TOPLUMUYLA BİRLEŞMEK OLDUĞUNU TEYİD EDEREK; Temel maddeleri milletlerarası hukuka uygun olarak milletlerarası anlaşmalarla saptanmış olan Cumhuriyet'in 1960 Anayasasının aynı usulle Kıbrıs Federal Cumhuriyeti'nin anayasası olarak değiştirilmesine ve FEDERAL CUMHURİYETİN KURULMASINA KADAR muhtar Kıbrıs Türk Yönetiminin yeniden düzenlenmesi ve teşkilatlanmasının gerekli olduğunu kararlaştırmıştır..."

Bakınız 15 Kasım 1983 tarihli KKTC Bağımsızlık Bildirgesi’ne:

Page 25: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

48 49

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

"... aynı adada yan yana yaşamaya mecbur bulunan bu iki halkın aralarındaki bütün sorunları, eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmanın mümkün ve zorunlu olduğu görüşüne sımsıkı bağlı bulunan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanının İKİ EŞİT HALK ARASINDA ORTAKLIĞININ BİR FEDERASYON ÇATISI ALTINDA YENİDEN KURULMASINI VE SORUNLARIN ÇÖZÜMLENMESİNİ ENGELLEMEYİP KOLAYLAŞTIRABİLECEĞİNE KANİ OLAN, iki halk arasındaki bütün sorunların barışçı ve uzlaşmacı bir politika ile çözümlenebileceğine inanan ve bu amaçla müzakereler yürütülmesini yürekten dileyen ve önerilmiş bulunan zirve toplantısının bu açıdan yarar sağlayacağına inanan Meclisimiz, Kıbrıs Türk Halkı adına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve 'bağımsızlık bildirisini' onaylar."

Anlaşılacağı üzere her iki oluşum da, Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin, “Rumları çözüme zorlamak” amacıyla siyaseten attıkları adımlardır… “Siyaseten adımlar” ise adı üzerinde, tartışmaya açıktır. Tartışılmıştır ve tartışılacaktır da… Nitekim, her iki oluşum da gerek Türkiye, gerek Kıbrıs Türk siyasetinde tartışma konusu edilmiştir, edilecektir de…

Yıllar sonra, KKTC’nin kuruluşuna büyük katkıları olan İlter Türkmen’in “itirafına” bakınız:

“… fakat KKTC'nin kuruluşunu sürekli bir çözüm olarak ne ben ve ne de mensup olduğum hükümet gördü. KKTC'yi tanırken yaptığımız açıklamada amacın yine federal bir çözüm olduğunu belirtmiştik. Bağımsızlık beyannamesinde KKTC Meclisi de aynı amacı teyit etti. Unutmamak gerekir ki, KKTC'nin kurulması ile güdülen bir gaye de Denktaş'ın cumhurbaşkanlığının devamını sağlamaktı. Bağımsızlıktan önceki Federe Devlet Anayasası tekrar seçilmesine imkân vermiyordu. KKTC'nin kurulması ile kabul edilen yeni anayasa bu olasılığı açmıştır.” (Hürriyet, 26 Temmuz 2008)

Evet, Memedali, KKTC ilan edildiği gece oturup sabaha kadar gözyaşı dökmüştür. Ve bunlar, ihanetin gözyaşları değil, bölünmüşlüğü bir adım daha perçinlenen bir ülkeye dökülen yurtsever gözyaşlarıdır…

Evet Memedali, KKTC’nin ilan edildiği gün, 1983’ten 93’e 10 yıldır sürmekte olan bir “tek adam rejiminin”, kalıcı bir diktatörlüğe dönüşmekte olduğunu hissettiği için gözyaşı dökmüştür…

Bugün Talat’a veryansın edenlerin, Memedali’yi ağlatan 1983 ortamını unutmuş değillerse eğer bilgisizliklerine bağlamak gerekir bu yaklaşımlarını…

Bakınız, Kıbrıs Halkınsesi gazetesi’nin deneyimli yazarı Hasan Kahvecioğlu nasıl anlatıyor o günleri:

“1983 yılında sahibi olduğum Ortam gazetesi 2 yaşındaydı. 14 Kasım akşamı dönemin Enformasyon Dairesi Müdürü telefon etti: “Gazete baskıya verilmeden önce bir görmek istiyorum” dedi. Bu apaçık sansür anlamına geliyordu. (…) Yetkililer matbaayı da aramışlar, “gazeteyi biz görmeden sakın basmayın” demişler. (…) Sansürlenme talebini reddettik. 15 Kasım gününün gazetesini hazırladık. Akşamın geç saatlerine kadar tedirginlik içinde bekledik. Ancak o akşam gazeteyi basmamız mümkün olmadı. İşte böyle bir gergin ortamda KKTC ilan edildi. 15 Kasım sabahı Kermiya’da “öğretmenler sitesinde” komşularımın valizlerini telaş içerisinde arabalarına yükleyip Girne’ye doğru kaçtıklarını gördüğümde onlara “aman abartmayın, hiçbir şey olmaz, dünyada biraz daha yalnızlaşacağız hepsi bu” demiştim. (…)Nitekim yeni rejim Rauf Bey’in daha da güçlenmesine, o dönemdeki tek adam anlayışının pekişmesine yol açtı.” (Halkınsesi, 13 Kasım 2009)

Kıbrıs Gazetesi yazarı Reşat Akar anlatıyor:

"temsilcisi olduğum Günaydın gazetesine (KKTC ilanı haberini) geçmek üzere ofisime gittiğimde üzücü bir durumla karşılaşıyorum. Kuzey Kıbrıs’ın tüm dünya ile bağlantısı kesilmişti. (…) Tekrardan saraya dönüyorum ve dönemin ulaştırma bakanına neden engellendiğimi soruyorum. Yanıt: izin veremeyiz. Ve o anda cumhurbaşkanı Denktaş yanımıza yaklaşarak şunları söyler: “Sana izin veremeyiz. Bu haberi yayınlarsan Güvenlik Konseyi bizi durdurur.” (Kıbrıs Gazetesi, 13 Kasım 2009)

Denktaş, gerçek bir karartma ortamında, daha uzun yıllar tek adamlığını koruyacak bir rejimi, Kuzey Kıbrıs’taki tüm muhalefetin elini kolunu bağlayarak, toplumunu dünyadan kopartmak pahasına ilan etmekte kararlıydı.

Talat’ın da içinde bulunduğu muhalefet, Kıbrıs Türk toplumunun “devletsizliğini” değil, onu uluslar arası camiadan kopartacak, hukuksuz bir oldu bittiye karşı çıkmışlardı. Yoksa muhalefet partileri mevcut Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni zaten meşru ve yasal görüyor, bu devletin, 1960 anayasasına ve uluslar arası hukuka uygun biçimde varlığının gelecekteki çözümün önünde engel oluşturmayacağını kabul ediyorlardı.

Nitekim, KKTC’nin ilanı ile birlikte o güne kadar Birleşmiş Milletler nezdinde varlığı tartışılmayan Kuzey Kıbrıs’taki “oluşum”, Güvenlik Konseyi kararı ile yasadışı ilan edilmiş ve Kıbrıslı Türkler on yıllar sürecek bir izolasyona mahkum edilmiştir. Birleşmiş Milletler üyesi hiçbir devlet, BM üyesi olarak kalmaya devam ettiği sürece Güvenlik Konseyi kararı uyarınca KKTC’yi resmen tanıyamaz...

Memedali’nin gözyaşları Kıbrıslı Türklerin iradesine dayalı bir

Page 26: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

50

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

devlet oluşumuna değil, hukuksuz bir tek adam rejimine ve toplumu dünyadan kopartacak bir karara karşı dökülmüştü…

Eğer kendi halkınıza ve dünya kamuoyuna “KTFD ve KKTC’yi, kalıcı çözümü kolaylaştırmak için, Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına katkı koymak için kuruyoruz” diyenler eğer bugün “KKTC ilelebet yaşayacaktır” diyorlarsa, Memedali’nin değil ama onların tutarlılıkları üzerinde düşünmek gerekir.

Ya çıkıp “biz kendi halkımıza ve dünya kamuoyuna yalan söyledik. Barış ve çözüm hiçbir zaman bizim önceliğimiz olmadı. Biz bölünmeyi perçinlemek istedik” demelidirler, ya da Memedali’nin göz yaşları karşısında en azından saygıyla susmalıdırlar…

Çünkü Memedali’lerin gözyaşları şarkılardan süzülmektedir:

“güneşin altında donan bir çiçek gibikar altında alev, ateş yanan bir kuş gibidenizler ortasında çöle düşmüş bir ülkesinağla sevgili yurdum ağla..”

13.11.2009

Page 27: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

52 53

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

NANKÖR ŞU KIBRISLILAR!

Türkiye’de öyle pek yüksek sesle dillendirilmese de yaygın bir kanı vardır: “Şu Kıbrıslı Türkler de amma nankördür ha! Bir de hiç mi hiç sevmezler bunlar bizi!”…

Türkiye’den Kıbrıs’a bakanların, dişlerinin arasından böyle homurdanmalarına neden olan düşünce açıktır aslında: “Yahu, askerse asker verdik, kan döktük o kadar… paraysa para verdik yıllarca… yine de sevmezler bizi…”

Sorunun yanlış sorulduğunu pek düşünmez Türkiye’den bakanlar…

Bunca askerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına maliyetini sorgulamazlar örneğin. Ya da, “bunca yıl akıtılan milyorlarca dolara rağmen Kıbrıs’ın kuzeyinde neden tek bir sanayi tesisinin olmadığını, neden ciddi bir yatırımın olmadığını” sorgulamazlar.

Tuhaf bir düşünce sistematiğine sahibiz…

“Kan döktük o kadar” deniyor ya, sorun herhangi bir TC yurttaşına, Kıbrıs’ta kaç askerin şehit olduğunu bilmez…

“O kadar para veriyoruz” deniyor ya, “o paraların bunca yıl nereye, neye, kimlere harcandığına dair” en küçük bir fikri yoktur. Ha, tabii bu kadar zaman Kıbrıs’a kaç milyon dolar yatırıldığını da ne merak eden ne de sorgulayan vardır.

Osmanlı soyundan gelenlerin 400 yıl önce Kıbrıs’a nasıl yerleştirildiğine; sonra II. Abdülhamit’in Kıbrıs’ı bir arsa gibi İngilizlere sattığına, İngiliz gelene kadar Türklerin, Rumların, Ermenilerin, Maronitlerin kardeş kardeş yaşayıp gittiklerine dair hiçbir fikri yoktur Türkiye’den Kıbrıs’a bakanların.

Bir ülke düşünün. Yurdunuz olduğu söylenmiş. Sonra bir sabah uyanmışsınız bakmışsınız ki, yurt bellediğiniz topraklar bir gecekondu gibi başkasına satılıvermiş.

Sizi oraya gönderen kim? Osmanlı!

Sizi toprağınızla birlikte bilmem kaç yüz bin baş koyun gibi İngiliz’e satıveren kim? Osmanlı!

Hadi gelin de sevin Osmanlı’yı! Hadi gelin de güvenin Osmanlı’ya!

Misak-ı Milli demiş, sınırlar belirlemişsiniz. Katmış mısınız Kıbrıs’ı Misak-ı Milli’ye? Hayır!

Misak-ı Milli’yi Lozan Antlaşması ile perçinlemişsiniz. Lozan’da Kıbrıs’ın İngiliz olduğunu kabul edip altına imza atmış mısınız? Evet!

Page 28: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

54 55

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Ta ki 1950’lere kadar dönüp bakmış mısınız Kıbrıs nedir, Kıbrıs’ta ne oluyor, Kıbrıs’lı ne haldedir? Hayır!

Aha da Misak-ı Milli! Gelen gelsin içeriye, dışarıda kalan başının çaresine baksın demiş misiniz? Evet!

Ondan sonra “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak! Diyorsanız…” Siz olsanız sever misiniz o Türkiye’yi? Siz olsanız güvenir misiniz o Türkiye’ye?

1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken, bu Cumhuriyetin toprak bütünlüğünün, bağımsızlığının “garantörlüğünü” üstlenmiş misiniz? Evet!

Yunan Cuntası mızıkçılık yapıp, Rum Faşistler eliyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Anayasal düzeni yıkmış mı? Evet! Ve siz Adaya “Kıbrıs Cumhuriyetinde Anayasal düzen yeniden tesis edilene kadar” olmak kaydıyla garantörlük haklarınıza dayanarak müdahale etmiş misiniz? Evet!

“Aldım” demiş misiniz? Hayır!

“İşgal ettim” demiş misiniz? Hayır!

“İlhak ediyorum” demiş misiniz? Hayır!

“Kıbrıs Cumhuriyeti’nde” demişsiniz, “Anayasal düzen yeniden kurulana kadar” demişsiniz, “Kıbrıslı Türklerin ve Rumların can ve mal güvenliğinin sağlanması için” demişsiniz…

Başka tek kelime fazlanız yok!

Peki ne yapmışsınız ondan sonra?

Adayı bir somun gibi ikiye bölmüşsünüz! Kuzeyinde önce bir Federe Cumhuriyeti kurmuşsunuz. Doğru mu? Doğru!

“Federe Cumhuriyet” demişsiniz, neden? “Çünkü eğer Kuzeyde Bağımsız bir devlet kurmaya kalkışırsak, bu BM hükümlerine göre açıkça bir suçtur! Çünkü BM Güvenlik Konseyi Kararı der ki, “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bölmeye ve Kuzey’de ayrılıkçı bir oluşum kurmaya yeltenmek, hele ki bunu TANIMAK suçtur”…

Dikmişsiniz bu Federe Devletin başına bir jandarma, gelmişsiniz 1983’e… Doğru mu? Doğru!

1983’te bir oldu bittiye getirerek, BM tarafından açıkça suç sayılan bir fiili gerçekleştirip, Kıbrıs’ın Kuzeyinde “bağımsız bir devlet” ilan ettirmiş misiniz? Evet! Başına da aynı jandarmayı dikmiş misiniz yine?

Evet!

Almış mısın tüm uluslar arası platformlarda başına bela olan bir Kıbrıs sorununu? Evet!

1983’ten bu yana tek ama tek bir muz cumhuriyetine bile “tanıtabilmiş misin” KKTC’yi? Hayır!

Peki sen resmen tanıyabilmiş misin? Orası biraz şaibeli! Çünkü bir devletin, bir başka devleti “resmen” tanıyabilmesinin koşulu belli: En üst organ olan Parlamento Kararı!

Var mı elinde TBMM kararı KKTC’yi resmen tanıdığına dair? E yok, tanır gibiyiz ama… Hani gözümüz bir yerden ısırıyor cinsinden!

Sanayicin gidip bir çivi çakmış mı “yavru vatana?” Hayır! Ama gidip kumarhaneler, kerhaneler kurmuş mu “Türkiyeli yatırımcın”? Evet…

Kıbrıslı Türkler girebiliyor mu o kumarhanelere? Hayır! Çalışabiliyor mu oralarda? Hayır!

Neden? Eh, Hatay’dan ucuz işçiyi kaçak olarak sokmak daha hesaplı çünkü!

10 bin, 20 bin, 30 bin, 40 bin, 50 bin… Anadolu’nun yaylalarından kopartıp getirmiş, doldurmuş musun Onbinlerce bağrıyanık garibanı? Evet…

Gönderdiklerine, Rum’dan kalan malları hiçbir uluslar arası geçerliliği olmayan tapularla itelemiş misin? Evet…

Nüfus yapısını değiştirmiş misin Adanın? Eeee… Böyle ifade etmeyelim bunu… Olur!

Şimdi o garibanlar, bir türlü uyum sağlayamadıkları Adada, ellerindeki sahte tapular gitmesin diye oy depona dönüşmüş mü? Evet!

Adada sen kimi işaret edersen ona oy verecek bir kitle oluşmuş mu? Evet! Bizzat Serdar Denktaş demiş mi “kelle başı hesaplanıyor oy fiyatları, biz alabildiğimiz kadarını almaya çalıştık” diye? Evet!

Kıbrıslı gençler sanayisi, özel sektörü olmayan bir ülkede devlet kapısında memur olmaya mecbur edilmiş mi? Evet! Memuriyet bulamayan sokaklarda hayta beygiri gibi dolanmaya mahkum mu? Evet!

Sanayisi, özel sektörü olmayan ülkede, toplumun tamamına yakını memurlaştırılmış mı? Evet!

Page 29: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

56

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Başka şansları var mı bu insanların? Hayır! Her gün 5 bin Kıbrıslı Türk, Güney’e Rum kesimine geçip çalışmak zorunda kalıyor haberin var mı? Hayır!

Hiçbir şey üretmeyen bir ülkeye, dünyayla bütün bağlarını kopartıp, ticaretini de engelledikten sonra bütün ürettiğin malını yığıp itelemiş misin? Evet!

Tüm üretimini engelleyip, sadece Türkiye’nin gönderdiği malları tüketmeye zorlamış mısın? Evet!

Yani adamın elini kolunu bağlayıp, “illa benim verdiğimi, üstelik istediğim fiyattan verdiğimi yiyeceksin” demiş misin? Evet!

Narenciye üretene, “gerek yok seni narenciyeye boğarım”, domates üretene “gerek yok seni domatese boğarım” demiş misin? Evet! Tarımın ve hayvancılığın çanına ot tıkamış mısın? Evet!

Yunanistan Güney Kıbrıs’a tankerle su taşırken, sen İsraile Manavgat suyunu nasıl satarım diye düşünürken, kuş uçumu 5 dakikalık mesafeye iki ton suyu götürebilmiş misin? Hayır!

Sözde “Bağımsız” ülkenin vatandaşları; eğitim, iş bulmak veya gezmek için kendi pasaportları ile gidebiliyorlar mı bir başka ülkeye? Hayır! Ya TC pasaportu veya Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu almaktan başka şansları var mı? Hayır!

Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu alana “Hain” diyor musun? Evet!

En yurtsever Denktaş Bey’in torununun bile Rum pasaportu var mı? Evet!

“Rumcu” Talat ve sülalesinin “Rum” pasaportu var mı? Hayır!

Kıbrıs’ta 50 bin askerin ne yapıyor haberin var mı? Hayır!

Kıbrıslının polisi bile İçişleri Bakanlığı’na değil TSK’ya bağlı haberin var mı? Hayır!

“Barış Kuvvetleri Komutanı” tepesi atarsa Kıbrıslının seçtiği Başbakanı azarlayıp “Türklüğünü ispat et” diyebiliyor, haberin var mı? Hayır!

Haklısın canım kardeşim! Bu Kıbrıslı Türkler de çok nankör!

25.11.2009

Page 30: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

58 59

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS’I ANLAMAK

Kıbrıs yazıyorum ya arasıra, sorular geliyor, “Kıbrıslı mısınız?” diye… Hayır.

Yazdıklarım Kıbrıslılara yönelik değil. Yazdıklarım Kıbrıslılar için yeni ve bilinmeyen konular değil. Hatta onlarla konuşsanız elbette benim söyleyeceklerimden çok daha fazlasını söyleyeceklerdir.

Ben sadece Türkiye’deki dostlarıma bildiğim kadarıyla Kıbrıs’ı anlatmaya çalışıyorum.

Bildiğim kadarıyla… Bir ön tat olsun da, merak etsinler, düşünsünler istiyorum Kıbrıs üzerine, kurcalasınlar biraz Kıbrıs meselesini...

Sağ olsun, Kıbrıslı dostlardan yüreklendiren mesajlar geliyor: “Devam!” diye.

Ama keşke Türkiyeli dostlar daha fazla ilgi duysalar, tartışsalar bu meseleyi. Türkiye’nin “milli mesele” haline getirdiği bir konu hakkında bu kadar az konuşması, bu kadar az düşünmesi, bu kadar az şey bilmesi şaşırtıcı.

Türkiye’de Kıbrıs sorununa ilişkin bir konuyu tartışmaya çalışırsanız, ensenize hemen “hain” bandrolü yapıştırılıverir.

“Kanla aldık” hamaseti, Kıbrıs’ı Türkiye’nin 82. Vilayeti gibi görme tuhaflığı ile öte yandan da “KKTC bağımsız ve egemen bir devlettir” aforizması bir arada, akıllara zarar “Türk algı dünyasının” ürünü olarak dünyayı şaşırtır.

Türkiyelilerin bir karar vermesi gerekir artık: “Kanla aldığımız 82. Vilayetimiz midir Kıbrıs” yoksa “egemenliğinden, bağımsızlığından taviz verilmeyecek bir devlet midir?”…

Eğer KKTC “egemen ve bağımsız bir devlet” ise bunun gereklerine uygun davranmamız beklenir. Çünkü hiçbir devlet, bir başka “egemen devletin” içişlerine bu kadar fütursuzca karışamaz.

Hiçbir devlet, “egemen bir devletin” topraklarında (eğer Irak ya da Afganistan falan değilse) 50 bin asker bulunduramaz…

Hiçbir ülke, “egemen bir devletin” halkına geleceği ile ilgili ne yapması gerektiğini dikte edemez.

Egemen bir devletin kendi bayrağı, kendi ulusal marşı, kendi ordusu, kendi polisi, kendi merkez bankası, kendi para birimi, kendi ekonomisi olur…

Hiçbir “egemen devlete” öyle elinizi kolunuzu sallaya sallaya, kimliğinizi göstererek giremezsiniz. (Elbette AB coğrafyasında dolaşan AB yurttaşı değilseniz).

Page 31: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

60

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Kıbrıslı Türklerin kendi topraklarında gerçekten egemen olmalarını yürekten isteyen biri olarak söylüyorum bunları…

Hiçbir “egemen devletin” nüfus yapısını değiştiremezsiniz.

Ortalama bir Türkiyelinin bunu kavraması zor olabilir. En dolaysız nasıl anlatmak gerekir bunu? Şöyle deneyeyim… KKTC’nin resmi nüfusu 250 bindir… Bunun sadece 80 bini 1974 öncesi doğumlu Kıbrıslı Türk’tür… Yeterince açık mı?..

Artık Türkiye’de yüksek sesle konuşmamız gereken konulardan biridir bu…

Herhangi bir gerekçeyle müdahale ettiğiniz bir coğrafyada nüfus yapısını değiştirmek suçtur… Bir BM suçudur bu!

Ve Türkiye 1974’ten itibaren planlı bir göç uygulamasıyla Kıbrıs’ın Kuzeyinin nüfus yapısını değiştirmiştir. Ve bu nüfus değişimi, hem Kıbrıslı Türklerin hem de Anadolu’nun bağrından kopartıp gönderdiğiniz insanların hayatında derin yaralar açmıştır. Hem Kıbrıs’a, hem Türkiye’ye, hem de bu insanlara yazık edilmiştir.

Resmi rakamlara göre 498 asker, 70 mücahit ve 270 Kıbrıslı Türk’ün şehit olduğu 1974’ün üzerinden 36 yıl geçti…

1977-2006 yılları arasında “resmi rakamlara göre” 912,945,783.33 USD’si doğrudan mali yardım olmak üzere toplam 2,140,242,241.52 USD yardım ve kredi aktarımı yapıldı Kuzey Kıbrıs’a. Aynı dönemde 387,876,470.72 USD “savunma harcamalarına” olmak üzere toplam 1,032,080,292.88 USD “savunma ve yatırım harcaması” yapıldı…

Bu kadar harcamanın ardından Türkiye’ye “bağımlılaştırılmış” bir ekonomik yapı perçinlendi. 2007 rakamlarına göre KKTC toplam ithalatının %64.6’sını Türkiye’den yaparken, toplam ihracatının sadece 36.3’ünü Türkiye’ye yapabilmektedir.KKTC Türkiye’ye sadece narenciye, keçiboynuzu, hellim, kaşar peyniri gibi kalemleri satabilirken, Türkiye motorinden inşaat demirine, konfeksiyondan mobilyaya akla gelebilecek tüm malları satmaktadır.

Yani Türkiye, kendisine bağımlılaştırdığı bir coğrafyayı bir eliyle finanse ederken, öte taraftan o coğrafyanın tüm ihtiyaçları için “tek dükkan” olmayı tercih etmiş görünmektedir.

Kıbrıs gerçeği ve Kıbrıs sorununu artık daha mantıklı bir zeminde tartışmanın zamanı gelmedi mi?

26.11.2009

Page 32: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

62 63

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

RUMLAR SÜTTEN ÇIKMIŞ AK KAŞIK MI?

“Araf”ta olmak korkunç bir duygu… İki farklı dünyanın ortasında, her iki dünyaya da mesafeli biçimde ve her iki dünyayı anlamaya çalışırken, birbirini anlamaya, empatiyi öne çıkartmaya çalışan bir tutum içerisindeyseniz “araf”tasınızdır… Ve Araf’ta olmak ürkütücü, genellikle sevilmeyen ve kuşkuyla bakılan bir “olma halidir” çoğu kez…

Türkiye’de çözüm ve barış istiyorsanız, karşınıza ceberut Türk milliyetçiliği ve mankafa Kürt milliyetçiliği çıkar. İkisinin de yanlış, ikisinin de tehlikeli, ikisinin de bütünleştirici değil ayrıştırıcı olduğunu anlatmaya çalışırsınız diliniz döndüğünce. İki tarafın da öfke oklarına maruz kalırsınız…

Kıbrıs’ta çözüm ve barış istiyorsanız karşınıza hamaset, Türk milliyetçiliği, fanatik Rum milliyetçiliği ve bir kısım Kıbrıslı Türklerde tehlikeli bir eğilim haline gelen Türkiye önyargıları çıkıverir.

Hangi sosa bulanmış olursa olsun fanatizmin her türlüsü, milliyetçiliğin her tonu tehlikelidir.

Şimdi kalkıp Türk milliyetçiliğini yerden yere vurup, Kürt milliyetçiliğini görmezden mi geleceğiz? Bir tarafın milliyetçiliğine bahaneler mi arayacağız?

Kıbrıs’ta mesela? Türkiye ve bir kısım Kıbrıslı Türkleri eleştirirken, Rum milliyetçiliğinin her tondan ceberut yüzünü yok mu sayacağız? Kıbrıslı Türklerin, bölünmüş bir adada yaşamak zorunda kalmalarından doğan haklı öfkelerinin Türkiye ve Türkiyelilere yönelik bir ötekileştirmeye dönüşmesine sempatiyle mi bakacağız? Ya da Türkiyelilerin Kıbrıslı Türklere “tepeden bakan” yaklaşımlarına?

Evet çok sorun var. Ama bu sorunları birbirimize öfkeli bakışlar atarak, dişlerimizin arasından konuşarak tartışamayız ve çözemeyiz ki? Birbirimizi anlamaya çalışmak, içinde bulunduğumuz sorunları neden ve niçinleriyle masaya yatırıp serinkanlılıkla tartışmak ve başka hiç kimsenin değil, sadece ve sadece bu sorunların bileşenleri olan bizler tarafından çözülebileceğini idrak etmek zorundayız…

Evet Türkiye’nin pek çok hatası vardır Kıbrıs’ta… Ama sadece Türkiye’nin mi? Herşeyi Türkiye’nin sırtına yükleyip işin içinden çıkmak, sorunu çözmek mümkün mü?

Hatırlayın bir, neler olmuştu Kıbrıs’ta?

Anti-emperyalist mücadele kılıfı altında Helen-Rum milliyetçiliği tozu dumana katmamış mıydı Adayı? Nasıl bir “antiemperyalizmdi” ki bu, “bağımsız-bağlantısız Kıbrıs” değil de ENOSİS adresine yönelivermişti. Kıbrıslı Rumlar, İngiliz sömürgeciliğine karşı başlattıkları mücadeleyi Kıbrıslı Türkleri de “aradan çıkartma fırsatçılığına” dönüştürmeye kalkmasalardı, 1950’de referandumla “Yunanistan’a bağlanma” kararı

Page 33: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

64 65

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

çıkartmasalardı her şey böylesine karmaşıklaşır mıydı?

Kilise dünyanın heryerinde ırkçılık ve şovenizmin ruhani temelini oluşturmaya ve bekçiliğine soyunmamış mıydı?. Hele ki Ortodoks Kilisesi, Balkanlardan Kıbrıs’a kadar Slav ve Helen milliyetçiliğinin ruhani teorisyenliğini üstlenmiş, tüm milliyetçi hareketlerin başını papazlar çekmemiş miydi?

“Özgürlük ve bağımsızlık” sihirli kelimelerdir ama özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin kaynağını şoven milliyetçilik oluşturuyorsa bu sihir yerini kan ve gözyaşı getiren bir büyük kabusa bırakır. Nitekim Balkanlarda da, Kıbrıs’ta da bu hep böyle oldu… Kilise ve sırtsırta dayandıkları egemenler, Balkanları Slavlaştırma, Kıbrıs’ı Helenleştirme fırsatçılığına yöneldiler. Ünlü Akritas Planı ile Kıbrıslı Türkleri imha politikası güden EOKA-B herhalde yalnız, marjinal bir örgüt değildi Kıbrıs’ta. Böyle bir çılgınlığın şehvetine kapılan çok kişi ve kurum vardı Kıbrıs sağı içerisinde.

Kilisenin kara papazları, her soydan her boydan faşistler neyse de, “Komünist” AKEL’e ne olmuştu da ENOSİS’i destekleyivermişti diye sormak gerekmiyor mu?

“Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasının (ENOSİS) oylandığı” 1950 referandumunda sergilenen “açık destek”, “toplumun hassasiyetlerine saygı gösterme” bahanesi ile açıklanabilir mi “komünist” AKEL tarafından?

1926’dan beri Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP/ 1941’den itibaren AKEL) saflarında, sendikal mücadelede Kıbrıslı Rumlarla omuz omuza duran Kıbrıslı Türklere karşı AKEL’in elleri gerçekten temiz mi?

Komünizmi başından beri “İngiliz emperyalizminden daha büyük bir tehlike” olarak gören Kilise ve Rum sağının açık, saldırgan tavrına ve bu saldırganlığın sonucu ağır kayıplara rağmen AKEL, tarihi boyunca pek çok kez Kilise ve Rum sağı ile kol kola girmedi mi? Ve bunun sonucunda başta AKEL’in yiğit militanları olmak üzere, Kıbrıslı Rum ve Türk ilericilerin kanı akmadı mı?

AKEL’in “resmi” tarihinde Kilisenin ve Rum faşistlerinin Kıbrıs’taki “imha projelerinden” geçiştirici bir dille söz edilirken, sanki 1974’te Türkiye “durup dururken” bir “işgal” eylemine kalkışmış gibi gösterilmesi ağır bir tahrif ve haksızlık değil mi?

Kıbrıs’ın yakın tarihinde AKEL’in sorumlulukları üzerine sayfalarca yazılabilir ama çok uzağa gitmemize gerek yok…

2004 Annan Planı Referandumunun henüz mürekkebi kurumadı!

Kıbrıs’ta çözüm ve barış mücadelesinin sözde bayraktarlığını kimseciklere kaptırmayan, Kıbrıslı Türkleri ayrılıkçılık ve uzlaşmazlıkla suçlayanların

2004 Nisanına şöyle bir göz atmasında yarar var…

Kıbrıs tarihinde ilk kez Rum ve Türk liderler bir konuda anlaştılar 2004 Nisanında: “Kıbrıs’ta çözümü engellemek!”

Papadopulos, gözyaşlarıyla “Bir devlet devraldım, cemaat teslim edemem” diyerek Kıbrıslı Rumları Referandumda HAYIR demeye çağırdı. Referandum sonrasında Denktaş “Allah Rumlardan razı olsun, hayır dediler” diyerek Papadopulos ile ruh ikizliğini açıkça ifade etti…

Peki Papadopulos’un oyları yeter miydi Güneyde HAYIR kararının çıkmasına? DİSİ’nin tüm çabalarına rağmen, Papadopulos kutsal OXI kampanyasını AKEL’in desteği olmadan başarıya ulaştırabilir miydi?

Ne demişti o günlerde AKEL? “Evet’i betonlaştırmak için HAYIR diyeceğiz!” Nasıl geliyor kulağa?

Bir tarafta %65 EVET ile Kıbrıs’ta gerçekten çözümü ve barışı istediklerini kanıtlayan Kıbrıslı Türkler, öte tarafta ise “HAYIR diyerek EVET’i betonlaştıracağız” diyen, papazların ve Papadopulos’un OXI kampanyasına teslim olan AKEL…

Papadopulos’un ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKEL lideri Hristofyas yönetime geldi. İş başına gelir gelmez “olumlu” adımlar atılmadı değil. Müzakere süreci yeniden başladı. Ve fakat sanırsınız ki zamandan bol bir şey yok Kıbrıs sorununda. Oysa Nisan 2010’da Kuzeyde Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Hristofyas, müzakere sürecinin neredeyse her aşamasında, Cumhurbaşkanı Talat’ın söylediklerini tekzip eder nitelikte açıklamalar yapıyor. Talat’ı dinlediğinizde “Çözüm için hala umut var”… Hristofyas’ı dinlediğinizde ise “daha önümüzde çok yol var”. Rum tarafı, “tuzu kuru” bir siyaset izlemeyi tercih ederken, Kıbrıslı Türkler ağır izolasyonlar altında dünyayla bağlarını yeniden kurmaya çabalıyorlar. Sıkıntılı bir süreç bu Kıbrıslı Türkler için. Hristofyas ve AKEL, bir yandan “iki toplumlu, iki bölgeli federasyon” derken, öbür yandan da geçmişin şoven politikalarını ve üslubunu terk etmekte pek te aceleci görünmüyorlar.

Yoksa Hristofyas’ın beklentisi, Nisan 2010’da Kıbrıslı Türklerin liderliğe “çözüm kararlılığı olmayan birini getirmeleri” mi? Hristofyas bu beklentisinin gerçekleşmesiyle birlikte süreci bir kez daha kesintiye uğratmak ve içerideki gücünü artırmayı mı hedefliyor? Böylece 2004 nisanında değişen “uzlaşmaz Türkler” imajını yeniden devreye sokmayı hedefliyor olabilir mi?...

AKEL’in geçmişine bakınca, insan “neden olmasın” diye düşünmeden edemiyor…

03.12.2009

Page 34: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

66 67

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRISLI BİR GENÇ KIZDAN MEKTUP

Kıbrıslı bir genç kızdan, Gülçe Berksel'den bir mektup ulaştı elime. Noktasına virgülüne dokunmadan, ona bırakıyorum sözü... (SD)

Hukuk Fakültesi’nde Sinan DİRLİK’in “NANKÖR ŞU KIBRISLILAR NANKÖR” adlı yazısını okumak;

... Yazının sonuna gelindiğinde ise “haklısın canım kardeşim! bu kıbrıslı türklerde çok nankör!” demeye kalmadı ki, en önde oturan arkadaşlardan biri hışımla üzerime yöneldi ve ses tonuna olabildiğince yükleme yaparak “sen bu makaleye katılıyor musun?” sen türk askerine işgalci mi diyorsun. Kan döktük biz sizin için, kanla aldık burayı” diye bağırırak vücut diliyle paralıyor beni. İnanın elim ayağım kesiliyor o an. Mideme ve başıma ani bir ağrı girmiş, çareyi yere yığılmamak için kendimi koltuğa atmakta buluyorum.

Yanlış anlamayın korkmuyorum ondan.

Burası benim memleketim sindiremez beni bağırınca. Korkutamaz.

Neyse cevap vermek için ağzımı açar gibi oluyorum. Bu kez anfinin ortalarından başka bir ses çınlatıyor salonu “nankörsünüz işte lanet olsun gelipte sizi kurtardığımız güne” diye 2. Darbeyi vuruyor hiç beklemeden. Sonra “keşke gelmeseydikde o bayıldığınız rumlar hepinizi kesseydi bunun içinde” diye hiç çekinmeden döküyor içindeki nefreti yüzüme yüzüme.

Hiç susmaz artık bizim hukuk son sınıf öğrenci arkadaşlarımız. Susturamazsınız onları. Kıbrıs milli davalarıdır onların. Bunu söyler dururlar ancakta. Ama kıbrıs tarihi hakkında hiç bir şey bilmez bizim bu araştırmacı üniversiteli arkadaşlarımız. Bırakın kıbrısla ilgili bir kitap veya makale okumalarını, gazete haberi bile okumazlar kıbrısla ilgili. Sevmezler bizi nankörüz biz çünkü. Çözüm istiyoruz diye dövesi var orta sıralardan bir arkadaşın bizi.

Kalkar ayağa çok mühim bir noktaya değiniyorum edasıyla. Yapıştırır alnıma kanımı donduran soruyu. “sen rumlarla barış mı istiyorsun yani?” diye soru sorarmış gibi kızar aslında bana.

Anlamıyorum. Ben kötü birşey mi diyorum acaba! Savaş demedim. Kavga demedim. Barış dedim, çözüm dedim sadece. Neyse “evet” diyorum (yıkılmadım ayaktayım hala) “adada bir çözüm istiyorum artık. Sen belirsizlik içinde doğup büyümek ne demek biliyor musun?” diyorum. Ses yok. Evet diyorum yine. Evet çözüm istiyorum. Çünkü ben bana miras bırakılan kıbrıs sorununu, bende kendi çocuğuma bırakmak istemiyorum çünkü. Anlamıyor beni... peki dedim ozaman sana çocukluğumu anlatayım da anla ozaman. Anla bizim nesil nasıl büyüdü bu adada.

Page 35: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

68

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Çocukken en sık gördüğüm rüyayı anlatayım önce sana:

Evimin önündeki yaseminin arkasına saklanır, pusu kurardım ben. Bizi öldürmeye gelen rumları avlardım oradan.

Çocukken en korktuğum şeyide anlatayım size:

Rumlar bizi öldürmek için gelirse nereye saklanabilirim acaba? Önce kimleri öldürürler diye çocuk kafamda sınıra yakın oturan akrabalara göre bir sıra oluştururdum.

Hadi sor şimdi kıbrıslı arkadaşlara! Var mı aralarında bu korkuyu hiç taşımamış çocukluğunda?

Sormaz. Soramaz.

Savaş kötü bir seydir. Bize böyle söyledi savaş çocukları diyorum. Boş boş bakıyor bana.

Arkadaşım biz savaş çocuklarının, çocuklarıyız diyorum. Biraz daha açık olması adına. Annelerimiz babalarımız gece olunca tedirgin olurlar hala. Havai fişenkler patladı mı “aman noluyor acaba” olurlar bir an. Helikopterin uçtuğunu duyunca acaip olur içleri.

İşte diyorum. Sanırım beni anladılar ki anfi sessiz beni dinliyor. Sanırım bana hakverdiler diye düşünmeme kalmadı ki. Yine bir bilgeç atıldı. Hadi kes sesini dercesine bana “biz doğuda halen savaşıyoruz.” Dedi.

Sözün bittiği yer burası işte. Sevgili bölüm arkadaşlarım; barış sizin için ne ifade ediyor bilmem ama biz bu adada bir daha savaş görmek is-te-mi-yo-ruz.

Gülçe Berksel

10.12.2009

Page 36: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

70 71

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

MGK EROĞLU’NU UYARDI!

MGK, 4.5 saat süren bir toplantının ardından sonuç bildirgesini yayınladı.

Sonuç bildirgesinin en ilginç bölümü Kıbrıs sorunu ile ilgili. MGK, açıkça KKTC’deki son gelişmeler ışığında Derviş Eroğlu ve UBP Hükümeti ile bunların Türkiye’deki destekçilerine uyarıda bulunuyor.

Bildiride “müzakerelerin seyrine ve hedefine zarar verecek adımlardan kaçınılması gereği” vurgulanırken uluslararası toplum ve ilgili tarafların daha aktif, daha teşvik edici rol üstlenmelerinin önem taşıdığının altı çiziliyor.

MGK Sonuç bildirisinde daha da çarpıcı bir vurgu yapılarak, “ilgili tüm taraflarda siyasi iradenin bulunması durumunda adil ve kalıcı bir çözüme kısa sürede ulaşılmasının mümkün olduğu” değerlendirmesine yer veriliyor. Bu ifade, sonuç bildirisinde sadece Eroğlu Hükümeti uyarılmakla kalmıyor, Nisan 2010’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde üstü kapalı biçimde M. Ali Talat’ın Cumhurbaşkanlığının devamının önemi teyid ediliyor.

Bilindiği gibi, KKTC’de 19 Nisan 2009 da yapılan seçimler sonucu işbaşına gelen Derviş Eroğlu başkanlığındaki UBP Hükümeti, Talat tarafından yürütülen ve Türkiye’nin desteklediği “iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayanan federal Birleşik Kıbrıs” talebiyle sürdürülen müzakereleri zora sokacak tutum ve davranışlara yönelmişti.

Sonuç bildirgesinin Kıbrıs sorunu ile ilgili bölümü şöyle:

"Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümüne ilişkin olarak BM Genel Sekreteri'nin iyiniyet misyonu temelinde, adada iki taraf arasında devam eden müzakere süreci ayrıntılarıyla gözden geçirilmiştir. Esasen MGK'nın Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir kapsamlı çözümün parametrelerine dair görüşleri 30 Haziran 2009'da yapılan toplantısını takiben yayımlanan basın bildirisiyle kamuoyuna açıklanmıştır.

Sayın Başbakan'ın 30 Ekim 32009'da Sayın Yunanistan Başbakanı'na gönderdiği mektupta da belirtildiği üzere çözüm sürecinde uluslararası toplumun ve ilgili tarafların daha aktif ve teşvik edici bir rol üstlenmesi önem taşımaktadır. Bu çerçevede müzakerelerin seyrine ve nihai hedefine zarar verecek adımlardan kaçınılması gerektiği de vurgulanmıştır. İlgili tüm taraflarda gerekli siyasi iradenin bulunması durumunda adil ve kalıcı bir çözüme kısa sürede ulaşılmasının mümkün olduğu değerlendirilmiştir."

29.12.2009

Page 37: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

72 73

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

MGK, KIBRIS VE TÜRKİYE’NİN MİLLİ SİYASETİ

Erdoğan ve AKP Hükümetine Kıbrıs ve AB politikalarını nedeniyle en galiz küfürleri etmekten sakınmayan “ulusalcı” kesimlerin, Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının vatanseverliklerinden kuşkulanmaları beklenebilir mi? Sanmıyorum.

Ergenekon neyse de, daha geçen yılın bandrolünü taşıyan “Kafes” planına yönelik operasyonlar sürerken “Ordumuza saldırılıyor”, “Orduya karşı asimetrik savaş yürütülüyor” diyenler, herhalde ülkedeki en “zinde güç” olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni görüyorlar.

Hal böyleyken, “ulusalcı” kesimler için yegâne “güvence” kabul edilen TSK mensuplarının “milli siyaset” argümanlarıyla, “işbirlikçi” AKP Hükümeti’nin argümanlarının örtüşmesi de elbette tahayyül edilemez.

Bu nedenledir ki, “ulusalcı” kesimde her seferinde “tatlı beklentiler” yaratan “gerilimli ve saatler süren” MGK toplantıları, AKP Hükümetinin “teslimiyetçi” politikalarına asker tarafından “ayar” verilen toplantılar olarak değerlendirilir. Nitekim, her “gerilimli ve uzun” MGK toplantılarının ardından, siyaset uzmanları, bildirileri neredeyse kelimesi kelimesine irdeleyerek, “askerin aslında ne mesaj vermeye çalıştığını” yorumlamakla kafa patlatırlar. MGK bildirilerinin her bir satırı, “ulusalcılar” için adeta bir yol haritası oluşturur, söylemler bu bildirilere göre oluşturulur ve nihayet pozisyonlar bu bildirilere göre yeniden belirlenir.

Ve aslında herkes bilir ki, “demokratik bir hukuk devleti olan” canım Türkiye’m, “seçilmiş hükümetler” tarafından değil, MGK tarafından idare edilir. Hükümetlerle birlikte MGK’nın “sivil” aktörlerinin kılığı, kıyafeti, duruşu, söylemi değişir ama “iktidarın” asil aktörü olan TSK, “iç hizmet kanununun” kendisine yüklediği pozisyonda mıh gibi çakılı duruşundan asla ödün vermez.

Karşı olup olmamanızın bir önemi yoktur. MGK, bir Türkiye gerçekliğidir. Üniformalı “sabitleri” ve onların tartışılmaz güçleri de MGK’nın gerçekliğidir.

28 Aralık 2009 tarihli son MGK toplantısı, “ulusalcı” kesimlerin Kıbrıs ve AB odaklı argümanlarını ters yüz etmekle kalmayıp, “Türkiye milli siyasetinin” oluşturucuları tarafından tekzip de ediyor.

MGK, son bildirisiyle, hiçbir yan üsluba gereksinim duymadan, “Kıbrıs’ta çözüm engellenmemelidir” mesajını veriyor. Son derece açık ve net bir ifadeyle, ulusalcı kesime “mevcut müzakere sürecinin desteklenmesini ve çözümü zora sokacak adımlardan kaçınmayı” tavsiye ediyor.

Şimdi “ulusalcı” kesim ve onların dümen suyunda ilerleyen Eroğlu Hükümetinin mevcut pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeleri

Page 38: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

74

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

veyahut zehirli eleştiri oklarını artık AKP Hükümeti yerine doğrudan MGK ve bu kurumdaki TSK üyelerine çevirmeleri gerekiyor.

Zorlama bir yorumla, “MGK’nın AKP Hükümetine teslim olduğu” ileri sürülse bile, en azından TSK üyelerinin tıpkı Erdoğan’ın YAŞ kararlarındakine benzer biçimde, MGK kararına muhalefet şerhi koymaları beklenir. Ancak görülen o ki, MGK, “mevcut Kıbrıs ve AB politikalarını” bir Hükümet politikası olarak değil, “milli siyaset” olarak belirleyen bir yaklaşım içerisinde. Daha açık ifadeyle, mevcut Kıbrıs ve AB politikamız, tek başına AKP Hükümetinin değil, “milli siyasetin” ürünü olarak, TSK üyeleriyle mutabakat halinde oluşturuluyor.

MGK sonuç bildirisi, Kıbrıs’ta M. Ali Talat tarafından yürütülmekte olan müzakerelerin Hükümet ve TSK kanatlarında, “Türkiye’nin tam desteği ve onayı ile” ilerlemekte olduğunu teyit ederken; Talat’ın tezi olan “iki toplumun siyasi eşitliğine dayanan, iki bölgeli, birleşik federal Kıbrıs” yaklaşımının, “ulusalcı” kesimin iddialarının aksine Türkiye’nin çıkarlarını zedelemediğini, bilakis Türkiye tarafından tam anlamıyla desteklendiğini ortaya koyuyor.

Bildiride yer alan “çözüm çabalarının zora sokulmamasının gerekliliği” tespiti, iktidara geldiği 19 Nisan’dan bu yana Talat’ı sıkıştırmaya çalışan Eroğlu siyasetinin Türkiye’nin politikaları ve çıkarlarıyla ters düştüğünün açıkça ifade edilmesi anlamına geliyor.

Başından beri Türkiye ile uyum konusunda hassasiyetini vurgulayan Talat ve çözüm yanlıları açısından, son MGK bildirisi yeni bir içerik ve anlam taşımıyor.

Ancak var oluşunu, “Türkiye’nin çıkarları” ve “Türkiye ile uyum” üzerine kurguladığını iddia eden Eroğlu ve UBP Hükümetinin, Türkiye milli siyasetini belirleyen en yetkili organ konumundaki MGK’nın son bildirisi doğrultusunda yeniden pozisyon belirlemesi artık bir zorunluluk haline geliyor.

Eroğlu ve UBP Hükümeti şimdi ya açıkça “Türkiye’ye rağmen Türkiye’nin çıkarlarını ben belirlerim” diyerek MGK sonuç bildirisini “tanımayacağını” ifade etmeli ya da Cumhurbaşkanı Talat’ın çözüm siyasetini desteklediğini kamuoyuna açıklamalıdır.

Çünkü aynı anda hem Cumhurbaşkanı Talat ve AKP’yi “teslimiyetle” suçlamak, hem de “Türkiye’nin çıkarlarından yana olunduğunu” söyleyebilmek artık mümkün değildir…

Tabii eğer MGK’daki generallerin vatanseverliklerinden kuşku duymuyorsanız…

30.12.2009

Page 39: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

76 77

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS’TA HERKES ÇOK AMA ÇOOK MUTLU!

Kıbrıs`tan yeni döndüm. Anavatanda endişeyle bekleyenlere hemen müjdeyi vereyim: Kıbrıs’ta herkes mutlu… Hem de çook mutlu!

Ada bütünüyle bir “huzur adası”na dönüşmüş.

Son 5 yıldır CTP iktidarının her icraatına tepki koyan sendikalar, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, gazeteler ve televizyonlar büyük bir mutluluk, huzur ve uyum içerisinde.

Hiç kimse eylem yapmıyor, sokaklara dökülmüyor, grev ya da boykot yapan yok. Zehir zemberek açıklamalar, bildiriler yerini mırıl mırıl bir huzura, tam bir sessizliğe bırakmış.

UBP Hükümeti işbaşına geldiği 19 Nisan’dan bugüne geçen 9 ayda müthiş başarılara imza atmış.

İnsanlar daha mutlu, daha özgür.

Refah düzeyi yükselmiş.

Herkes iş bulmuş mesela.

O yüzden sokaklarda kimsecikler yok.

Herkesin maaşlarına zam yapılmış.

Sendikalar artık ne grev yapabilecek, ne sokaklara dökülecek, ne hükümete yönelik sert açıklamalar yapabilecek en küçük bir sorun bulamıyorlar.

yorgan gitmiş kavga bitmiş…

CTP hükümeti gitmiş, bütün dertler, sorunlar bitmiş…

Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Kıbrıs’ta artık insanların şikayet edebilecekleri hiçbir sorun kalmamış…

Kaldığım 2 gün boyunca elektrikler kesikti. Eyvah dedim, ülkede 2 yıldır elektrikler kesilmezdi hiç. Şimdi insanlar kış günü elektriksiz kıyameti koparacaklar…

Üzüldüm, telaşlandım… Ama ne insanların şikayet ettiğine ne de gazetelerde “karanlıktayız” manşetlerine rastlamadım.

Sevinip rahatladım… Gördüm ki, Kıbrıs’ta herkes mutlu…

DAÜ’nün Arkeoloji, insani bilimler, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kapatılacağını, tüm DAÜ personelinin maaşlarında %10 kesintiye

Page 40: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

78 79

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

gidileceğini ve yaklaşık 50 öğretim üyesinin işine son verileceğini okudum bir iki malum gazetede.

Önce bunun kötü bir şey olduğunu düşündüm, üzülüp telaşlandım…

Ama gördüm ki ne sendikalar ayağa kalkmış, ne insanlar sokağa dökülmüş, ne basın kan damlayan manşetler atmış…

Sevinip rahatladım… Gördüm ki Kıbrıs’ta herkes mutlu…

Başbakan demeç vermiş: “En iyi çözüm, taksimdir” diye.

“Eyvah” dedim! Şimdi kıyametler kopacak.

Sivil toplum kuruluşları, sendikalar, gençler, kadınlar “taksim değil çözüm” diye sokaklara fırlayacaklar, muhalefet Başbakanı bombardıman edecek, Hristo “Cumhurbaşkanı adayı olacak şahsın zihniyetine bakın siz” diye beyanatlar verecek diye telaşlandım, üzüldüm.

Ama ne mutlu ki, hiç biri olmadı. Malum bir iki gazete dışında tepki olmadığını görüp, sevinip rahatladım…

Gördüm ki Kıbrıs’ta herkes mutlu…

Başbakanlık Denetleme Kurulu diye bir Kurul oluşturulmuş.

Güzel bir şey olmalı bu. Zira mecliste birkaç muhalif konuşma dışında ne basın, ne halk, ne sivil toplum kuruluşları, ne sendikalar, ne hukukçular karşı çıkmamış. Süper yetkilerle donatılmış Başbakanlık Denetleme Kurulu’nun diktatörlük yasası olduğunu söyleyen malum bir iki gazete dışında kimseden muhalefet olmadığına göre sorun yok demektir…

Belli ki Kıbrıs’ta herkes mutlu…

Yeni Hükümet, yıllar sonra yine toplu “yurttaşlık” dağıtmaya başlamış.

Bu harika bir haber olmalı çünkü malum bir iki gazete dışında bu memnuniyet verici habere tepki gösteren yok.

Rahatladım ve sevindim. Kıbrıs’ta herkes mutlu…

KTAMS (Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikası) üyelerine sendikadan ayrıl baskısı yapıldığını yazmış bir iki gazete. Ama tabii ki ciddiye almadım. Öyle bir şey olsaydı, sendikalar ortalığı birbirine katar, sokaklara dökülür, zehir zemberek beyanatlar verir, greve giderlerdi. Var mı öyle bir şey? Yok!

O halde Kıbrıs’ta herkes mutlu…

Kıbrıs’tan mutlu döndüm… Çünkü Kıbrıs’ta herkes çok ama çoook mutlu…

13.01.2010

Page 41: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

80 81

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS, SEÇİMLER, TÜRKİYE: PEK DÜŞÜNMEDİKLERİMİZ

Türkiye medyası, gündelik olayların peşinde sürüklenirken, Kıbrıs’ta yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle henüz ilgilenmiyor ama 18 Nisan’a sadece 40 gün kala Kıbrıs’ın seçimi Türkiye açısından çok büyük önem taşıyor.

UBP Genel Başkanı ve Başbakan Derviş Eroğlu’nun adaylığını açıklamasının ardından şu anki Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın da adaylığını açıklamasıyla birlikte Kıbrıs’ta seçim yarışı başladı.

Kıbrıs’ın seçimi Türkiye’yi neden ilgilendirsin sorusunu yöneltenler olabilir. Ancak ister Kıbrıs’ta adil ve kalıcı çözümü savunuyor olun, ister “Kıbrıs’ı kanla aldık ve elbette Kıbrıslı Türklerin neyi seçeceğine dair kararı biz veririz” diyenlerden olun, kesin olan şu ki, Kıbrıs’ın seçimi Türkiye açısından yaşamsal önem taşıyor.

Kıbrıslı Türkler elbette kendi Cumhurbaşkanlarını kendileri seçecekler. Ancak KKTC ve Türkiye’nin girift ilişkisi, bu seçimi sadece Kıbrıslı Türklere özgü bir seçim olmaktan çıkartıyor ve aynı zamanda Türkiye’nin de seçimi haline getiriyor.

Neden “aynı zamanda Türkiye’nin de seçimi?”… Her şeyden önce KKTC de halen yaşamakta olan yaklaşık 150 bin civarında Türkiye kökenli “göçmenin”, mevcut durumu ve yaşam koşulları ile geleceği, Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.

Evet, Türkiye’de bunu hiç konuşmuyoruz ancak bir gerçek var: Kıbrıs’ın kuzeyindeki nüfus yapısını 1974’ten itibaren değiştirdik… Sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte, 150-200 bin civarında olduğu tahmin edilen TC kökenli nüfus karşısında, 1974 öncesi Kıbrıslı Türk nüfusu “azınlık” durumuna düşürüldü.

Uluslar arası hukuka aykırı olarak adaya yerleştirilen ve ciddi bir “nüfus değiştirme” operasyonu olarak değerlendirilebilecek bu durumun gelecekteki “meşruiyeti”, Kıbrıs’ın seçimiyle doğrudan ilişkilendirilebilecek nitelikte temel bir sorun olarak ortaya çıkıyor.

Türkiye-KKTC ve dünya…Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, adına ister “devlet” diyelim ister demeyelim, Adanın kuzeyindeki “oluşum” Mevcut durumda, uluslar arası hukuk açısından bir sıkıntı üretmektedir. Bizim KKTC olarak adını koyduğumuz ve “devlet” olarak “tanıdığımızı” ifade ettiğimiz bu yapı, BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ile “yasadışı bir oluşum” olarak kabul edilmektedir. Hiç kimsenin hem BM üyeliğini sürdürüp hem de “BM kararı beni bağlamaz” deme lüksünün bulunmadığı bir dünyada bu “mevcut durum” uluslar arası hukuka uygun biçimde düzeltilmediği sürece gerek Türkiye’nin, gerek KKTC’nin elini kolunu bağlıyor.

BM Güvenlik Konseyi, “KKTC’yi” ayrılıkçı bir oluşum olarak kabul

Page 42: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

82 83

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ediyor ve bu oluşuma meşruiyet kazandıracak, tanınmasına yol açacak her türlü girişimi üyelerine men ediyor. Doğrudur yanlıştır, adildir adaletsizdir bu ayrı bir konudur. Gerçek şudur ki, BM Güvenlik Konseyi kararı halen yürürlüktedir ve Türkiye, BM GKK üyeliği sıfatını taşıdığı bu dönemde bile bu kararı değiştirememiştir.

Yine hoşumuza gitsin veya gitmesin, uluslar arası hukuk açısından bizim KKTC olarak adlandırdığımız Adanın Kuzeyi, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kontrolü dışındaki bölge” olarak tanımlanmakta ve böyle işlem görmektedir. “Tanınmış ve yasal Kıbrıs Cumhuriyeti” nin (Kıbrıs Rum Yönetimi) uluslar arası alandaki temel argümanına göre ise adanın kuzeyinde Türkiye’nin “işgal yönetimi” tesis edilmiştir.

Garantörlük haklarına dayalı olarak 1974 yılında gerçekleştirdiği müdahale ve sonrasında adanın kuzeyinde oluşturulan yönetim, Türkiye’nin yaklaşık 40 yıldan bu yana bütün çabalarına rağmen “işgalci” görüntüsünün sürdüğü gerçeğini ne yazık ki değiştirmiyor. İşin tuhafı, Rum yönetiminin “anlaşılabilir” işgal tezi, Türkiye’deki milliyetçi-militer kesimler tarafından da destekleniyor. Türk milliyetçiliği, Kıbrıs’ı Türkiye’nin stratejik hükümranlık alanının parçası olarak görüyor ve “kanla alınan” adanın “verilemeyeceği” tezini işliyor…

BM GKK kararına rağmen “açıkça tanınması” mümkün olmayan KKTC, Türkiye tarafından askeri darbe döneminde oluşturulan ve hiçbir hukuki geçerlilik taşımayan Danışma Meclisi’nin çıkardığı bir kararla, en azından iç kamuoyuna karşı “tanınmış” görüntüsü verilmesine yol açıyor. Türkiye’de her nedense hiçbir zaman açıkça tartışılmayan bu konu, Türkiye-KKTC- BM ilişkilerinde tanımsız/gri bir görünüme yol açıyor.

BM GKK kararları ortada duruyorken, BM üyesi Türkiye’nin KKTC’yi “resmen” tanıyıp tanıyamayacağı meselesiyle Türkiye kamuoyu hiçbir zaman ilgilenmedi.

Türkiye kamuoyu, “KKTC’yi resmen tanıyan tek ülke” olmakla övünülürken, Türkiye’de gerçekleştirilen hiçbir uluslar arası organizasyona KKTC’nin “resmi sıfatla” neden katılamadığını, basit bir sportif organizasyonda bile Kıbrıslı Türk sporcuların KKTC bayrağını neden taşıyamadıklarını, herhangi bir Türk takımının neden herhangi bir KKTC takımı ile müsabaka yapamadığını, Kıbrıslı Türklerin herhangi bir ülkeye gidebilmek için neden Türkiye üzerinden uçmak ve mutlaka bir TC havalimanına iniş yapmak zorunda kaldıklarını, “resmen tanınmış” bir devletin üst düzey yöneticilerinin Türkiye’ye gidiş gelişlerinde neden “alt düzey bürokratlar” tarafından karşılandıklarını, “resmen tanınmış” bir ülkeye TC vatandaşlarının nasıl olup da pasaportla değil de kimlikleriyle girip çıkabildiklerini, KKTC’nin uluslar arası posta kodunun ve telefon hatlarının neden

Türkiye koduyla anıldığının ve daha pek çok sorunun yanıtı üzerinde kafa yorma gereği duymuyor.

Bunlar sadece KKTC’nin “resmen tanınmasıyla” ilgili değil, aynı zamanda KKTC-Türkiye ilişkilerinin girift pozisyonuyla da ilgili, üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken soru ve sorunlardır.

“Bütün bu karmaşık ilişkiler yumağı, KKTC’nin geleceğini yakından ilgilendiren bir seçimi, aynı zamanda Türkiye’nin de seçimi haline getiriyor” derken, bu yazının özellikle ele almaya çalışacağı “Türkiyeli nüfus” sorunu hem Türkiye hem KKTC hem de uluslar arası kamuoyu açısından daha da özel bir anlam ve değer kazanıyor.

Tuhaf biçimde, iç kamuoyunda Kıbrıs’ı “kanla alınmış” ve “Türkiye açısından stratejik öneme haiz” bir alan olarak görmemize rağmen, uluslar arası alanda “İşgalci” olarak anılmak hoşumuza gitmiyor. Oysa uluslar arası kamuoyu, Türkiye’yi “işgalci” olarak görüyor. Üstüne üstlük,

”Türkiye’den giden bu nüfus, Türkiye’yi sıradan “işgalciliğin ötesinde” aynı zamanda “demografi değişikliği yapan” bir işgalci statüsüne taşıyor.

Adadaki TC nüfusu da Çözümden yana olmalıdır!Kaderin garip bir cilvesi olarak, Kıbrıs’ta kalıcı ve adil bir Çözüm, Türkiye’nin adaya naklettiği büyük nüfusun “kalıcılaşması” adına da büyük değer taşıyor. Türkiye kamuoyu ve Türkiye’den adaya giderek yerleşenler; eğer bu nüfusun, uluslar arası hukuka uygun biçimde adada “kalıcılaşmasını” istiyorsa da Çözümün gerçekleşmesinden başka bir seçeneği savunamaz durumdadır.

Bu insanların yasal ve meşru bir statü kazanmalarının yolu ancak ve ancak bir anlaşmadan geçiyor. Nitekim Annan Planı, Adaya göç eden TC kökenli nüfusun 50 binlik bölümünü yasal ve meşru statüye kavuşturuyordu. Evlilik ve doğum yoluyla “Kıbrıslı” kimliği kazananlarla birlikte bu sayının 100 bine ulaşacağı kabul ediliyordu.

Kıbrıs sorununu çözecek bir anlaşma, Türkiye’yi hem uluslar arası hukuka göre “suç sayılan” bir durumdan (nüfus değiştirme) kurtaracak, hem de yaklaşık 100 bin TC kökenli yurttaşın yasal ve meşru olarak Kıbrıs’ta kalıcılaşmasını mümkün kılacak. Aksi takdirde bu problem Türkiye açısından katlanarak büyümeye devam edecek. Dolayısıyla, Türkiye’nin şu veya bu sebeple adaya yerleşen yurttaşlarının geleceğini yakından ilgilendiren bir seçime kayıtsız kalması beklenemez.

TC Kökenliler Sağın Oy Deposu Olabilir mi?İlginç biçimde adadaki TC kökenliler yakın zamana kadar KKTC sağının

Page 43: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

84 85

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

dikkat merkezinde yer aldı. KKTC sağı, Türkiye ile kurdukları “derin milliyetçi bağdan” hareketle, adaya yerleştirilen Türkiye kökenlileri bağırlarına basmakta tereddüt etmedi. Adanın hızla değişen demografisi, bir yandan Türkiye açısından “kuzeyi yönetilebilir” kılarken, Kıbrıs sağı açısından da kabul edilebilir, hatta düpedüz arzulanan bir siyasal iklimin hazırlayıcısı sayıldı.

Türkiye’nin “çözümsüzlük en iyi çözümdür” politikasının uzantısı olarak, TC kökenliler “Türkiye’nin işaret ettiği sağ partilerin” oy rezervi olarak değerlendirildi.

Kıbrıs sağı, adanın kuzeyinde kurulan yeni düzende o dönemin Türkiye’sinin askeri ve devlet gücünü arkasına alarak her türlü denetimden uzak bir iktidar alanı yaratmayı başardılar.

Türkiye kamuoyu, 1974’ten itibaren iç içe yaşadığı “Kıbrıs sorununun” adanın kuzeyinde nasıl bir oluşuma yol açtığı boyutuyla hiçbir zaman ilgilenmedi. Oysa adanın kuzeyinde oluşturulan iktidar alanı, Türkiye’nin kasasından finanse edildi ve yine Türkiye’nin askeri gücü kullanılarak ayakta tutuldu.

Bir yandan “işgalci olarak anılmaktan hoşlanmayan” ama bir yandan da Kıbrıs’ı Türkiye’nin “doğal parçası” kabul etmekte beis görmeyen Türkiye kamuoyu, Türkiye-KKTC ilişkilerinin hem Türkiye hem de Kıbrıslı Türkler açısından doğurduğu ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçlarla da ilgilenmedi.

Ne KKTC’nin güvenliğini sağlamak üzere ağır silahlarla konuşlandırılan 50 bin askerin ekonomik maliyetinin Türkiye’nin sırtına bindirdiği ekonomik yük, ne de KKTC’nin alt yapısının güçlendirilmesi gerekçesiyle adaya her yıl gönderilen milyarlarca lira sorun edilmedi. Türkiye’den gönderilen paranın Kıbrıs’ta kimler tarafından, hangi amaçla “değerlendirildiği” meselesine de asla kafa yorulmadı.

Bütün bunların ötesinde, yapılan “yardımlara” Kıbrıslı Türklerin “medyun-u şükran” olması beklendi. Öyle ya, “ata toprağındaki soydaşların” can ve mal güvenliği “anavatanın” koruyuculuğunda sağlanmış, “istedikleri her şey” anavatanın cömert kesesinden sağlanıvermekteydi. Bu “cömertliğin” karşısında, Kıbrıslı Türklerden beklenen “bağlılık ve biat” çok da büyük bir bedel sayılmamalıydı…

Oysa Türkiye’nin “cömertliğini” Kıbrıslı Türklere karşı değil ama adaya yerleştirilen nüfusun giderek artan ihtiyaçlarının karşılanma “zorunluluğuna” bağlamak hiç te haksız bir saptama olmaz…

Gerçekten de KKTC’nin şu an 280 binlerde olan nüfusunun sadece 80 bininin Kıbrıslı Türk, geri kalanın Türkiye’den giden nüfus olduğu göz önüne alınırsa, bu nüfusun artan gereksinimlerini karşılayacak

altyapı yatırımlarının yapılması bir “cömertlik” değil, olsa olsa “nüfus değiştirme operasyonunun bedeli” olarak kabul edilmelidir. Orijinal nüfusun neredeyse 3 katına yakın bir nüfusu “taşımanın” bedeli sayılmalıdır bu… Zira taşıdığınız nüfusun küçücük bir ada parçasında yol açtığı “talebin”, adanın bu küçük parçacığının kısıtlı kaynaklarıyla karşılanamayacağı açıktır. “Taşınan” 150-200 binlik nüfus barınmak isteyecek, okul, yol, hastane isteyecektir… Hadi bu nüfusun önemli bir kısmına “ganimet” malları dağıtarak paliyatif çözümlerle zaman kazandınız diyelim… Ama 74’ten bu yana 3-4 katına çıkan okul, yol, hastane gibi temel altyapı yatırım ihtiyaçlarını karşılamak bu noktada artık gerçekten cömertlik sayılmamalıdır…

TC Kökenli Nüfus da “Kurban”dır!1974 ten itibaren adaya göç eden TC kökenliler, oldukça zayıf sosyo-kültürel/ sosyo-ekonomik profilleri nedeniyle genellikle ya kırsal kesime yerleştirildiler ya da adada muteber sayılmayan işlerin yürütücüsü oldular.

Yasal bir statüye de sahip olmadıklarından, genellikle olumsuz, sağlıksız çalışma koşullarında, her türlü sosyal güvenceden ve gelecek beklentisinden uzak bir yaşam sürdüler. Çoğunluğunu vasıfsız iş gücünün oluşturduğu bu nüfusun çalışma ve yaşam koşulları ne Türkiye’nin ne de KKTC’yi yöneten sağ siyasetin problemi olmadı.

Gerek Türkiye, gerekse de ülkeyi yöneten sağ siyaset, adaya göç eden TC kökenlilerin hayati problemlerine ilişkin çözümler üretmedi. Geldikleri yörenin kültürel geleneğini koruyarak “tutunmaya” çalışan, ama bir yandan da adaya entegre olma mücadelesi veren bu nüfus, kapsamlı bir sosyal adaptasyon kazandırılmadığı için zaman içerisinde yoğun ve trajik bir “ötekileştirme” hissi edindi.

74’ten bu yana, adaya göç edenler ile adanın yerel nüfusu arasındaki kopuşma büyüdü. Bu kopuşmanın siyasi tezahürü, TC kökenlilerin güçlü biçimde “Türkiye’nin adadaki “kalıcı” varlığına dayalı” söylemler üreten sağ siyasetin oy deposuna dönüşmesi olarak keskinleşti… Adanın kuzeyinde, TC kökenliler ile Kıbrıslı Türkler arasında hissedilir bir iletişimsizlik, güvensizlik ve hatta zaman zaman çatışma psikolojisi de kalıcılaşmış oldu.

Geleneksel olarak, “göçmen kültürü” karşısında “yerli kültürün” korunması biçimindeki “milliyetçi” tutum, sağ siyaset kulvarına özgü kabul edilse de, Adanın kuzeyinde sağ, TC kökenlileri “göçmen” olarak kabul etmediği ve dolayısıyla derinlikli bir “göçmen politikasına” sahip olmadığı için durumu “adanın Türkleştirilmesi” sürecinin “olumlu bir yansıması” olarak değerlendirdi.

Bu arada hemen vurgulamak gerekir ki, zaman içerisinde Kıbrıs sağı da evrimleşerek, ayrıştı. Denktaş-Eroğlu siyasetinin ayrışması,

Page 44: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

86 87

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kıbrıs sağında farklı partilerin ortaya çıkmasına ve zaman içerisinde Türkiye ve TC Kökenlilere karşı Kıbrıs sağının duruşunda da nüanslar oluşmasına neden oldu. Bugün Kıbrıs sağı içerisinde “KKTC nin tanınması” ve “Devlet” kavramına yüklenen anlamların aynılığı ileri sürülemez. Kıbrıs sağı, KKTC’nin “devlet vasfını” da farklı okur hale geldi… Bunun ayrıntılı analizini bir başka yazıda ele almaya çalışacağız.

Buna karşılık Kıbrıs solu, “işgalin kalıcılaştırılmasına dönük bir nüfus değiştirme eylemi” karşısında tepkisel bir tutum aldı. Kıbrıs Solu, Avrupa’daki örneklerinin aksine, kapsamlı ve derinlikli bir “göçmen politikası” oluşturmak yerine TC kökenlileri “yok sayan” ve “ötekileştirilmelerine” göz yuman bir tepki geliştirdi.

Oysa Türkiye’nin ve varoluşunu Türkiye’nin askeri ve ekonomik desteğine dayandıran Kıbrıs sağının aksine, Kıbrıs solu açısından TC kökenliler “ötekileştirilmesi” değil, aksine “kucaklanması” ve adanın kuzeyinde yürütülen demokrasi, sosyal adalet ve kalıcı barış mücadelesine mutlaka ve mutlaka eklemlendirilmesi gereken çok büyük bir potansiyeldi.

“Looser” durumundaki TC kökenlilerin kendi kimliklerini koruyarak adaya adaptasyonlarının sağlanması sorununa en sağlıklı çözümü Kıbrıs Solundan başka bir unsurun üretebilmesi mümkün değildi. İki kesim arasında asıl kurulmaması tuhaf olan empati, eğer Kıbrıs Solu tarafından doğru yönetilebilseydi, bugün adanın kuzeyinde sağın esamisinin okunması da söz konusu olmazdı…

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri: İki duruş, İki siyaset…Şimdi 18 Nisan’da KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak.

Adaylığını açıklayan iki lider, Talat ve Eroğlu’nun siyasi duruşları, gerek Kıbrıslı Türklerin, gerek TC kökenlilerin ve gerek Türkiye’nin geleceği açısından büyük önem taşıyor.

Derviş Eroğlu, iddianın aksine Kıbrıs Sağını temsil etmiyor. Eroğlu, KKTC’nin “devlet vasfı” ve Türkiye ile ilişkiler konusunda oldukça gri ve tanımsız bir politik söylem geliştiriyor. “Anavatana bağlılık” konsepti, Eroğlu’nun samimi biçimde KKTC’nin uluslar ailesinin eşit haklı bir üyesi statüsünü kazanmasını değil, Türkiye’nin kontrolünde bir “özerk alan” ve fakat kesinlikle “tam bağımsız, tanınmış ve kendi ayakları üzerinde durabilme yetisine sahip olmayan” bir “oluşum” olarak kalmasını içeriyor. Bu yaklaşım, özellikle de Türkiye kamuoyunda “bağımsız KKTC” argümanına üzerinde pek de düşünmeden sımsıkı sarılanların, Eroğlu’nun KKTC’nin devlet olarak varlığı konusunda samimiyeti üzerinde düşünmelerine yol açmalıdır. Eroğlu’nun “KKTC’si”, Türk dünyasının diğer bağımsız devletleriyle benzeşen bir “devlet” olgusu değil, 74 ten bu yana sürdürülen durumun kalıcılaştırılmasından başka bir olgu değildir…

Türkiye kamuoyu, Eroğlu’nun olası Cumhurbaşkanlığında bir yandan adada 50 bin askeri barındırıp finanse etmek zorunda kalacağını, bir yandan adaya gönderilen 150 bin yurttaşını olumsuz ve belirsiz koşullarda yaşamaya mahkum edeceğini, bir yandan artan ada nüfusunun artan gereksinimlerini her yıl biraz daha yüksek maliyetle finanse edeceğini ve bütün bunların yanında uluslar arası arenada “Kıbrıs sorunu” ile boğuşmak zorunda kalacağını göz önünde tutmak zorundadır.

Bağımsız aday olarak seçimlere katılan Cumhurbaşkanı Talat ise iddianın aksine tek başına Kıbrıs solunu temsil etmiyor. Talat, birinci dönem Cumhurbaşkanlığı süresince, Kıbrıs solunun “dar” siyasetinin ötesine geçerek, şaşırtıcı biçimde sağdan sola toplumun tüm kesimlerinin ortak sıkıntılarını tek bir nihai sonuca; “Çözüm” konseptine bağlamayı başardı. “Şaşırtıcı” olan, farklı toplumsal kesimlerin farklılaştığı varsayılan taleplerinin ortak adresinin “Çözüm” olduğu gerçeğinin Talat tarafından “anlamakla kalınmayan” ve topluma da “kabul ettirilebilen” sağlam, derinlikli ve yaratıcı bir analizle bu denli yumuşak bir evrilmeyle gerçekleştirilmiş olmasıdır.

“KKTC kurulurken ağladığını” söyleyebilen Talat, temsil ettiği toplumun ve onun kurumlarının hak ve hukukunu uluslar arası arenada, ne Denktaş döneminde ne de Eroğlu’nda benzeri görülmemiş bir beceriyle savunmayı başarmıştır.

Talat, KKTC’nin kuruluşunun gerek Türkiye’nin gerek Kıbrıslı Türklerin hayatlarına getireceği zorlukların ve açmazların bilinciyle reaksiyon göstermiş ve “ayrılıkçı ve hukuk dışı” bir Devlet oldu bittisi karşısında, uluslar arası hukukun da kabul ettiği Federe Devletin yanında yer almıştı. Bu, Denktaş tarafından kurulan, kuruluş bildirgesinde “Birleşik Kıbrıs’ın yeniden kurulmasını hızlandıracak bir yöntem olarak benimsendiği” vurgulanan Kıbrıs Türk Federe Devleti’dir.

Türkiye kamuoyu tarafından Talat’ın siyasi duruşu doğru algılanmalı ve değerlendirilmelidir. Uluslar arası arenada Türk tarafının elini zora sokmayacak bir “siyasi söylem” ve bunun yanında Kıbrıs Türk toplumunun oluşturduğu tüm kurumların “uluslar arası hukuk nezdinde kabul görmesine yönelik” stratejiye dayalı kararlı bir mücadeledir Talat’ın izlediği siyaset.

Bu bıçak sırtı yolda, Talat bir yandan “çözümsüzlük çözüm değildir” söylemiyle Rum tarafını masada tutmaya ve müzakere yoluyla “çözüm ya da ayrılık” kararının “tek başına değil, birlikte” verilmesinin zeminini korumaya çalışmaktadır. Açıktır ki, Rum yönetimi “ayrılık kararını tek başına veren bir Kıbrıs Türk Toplumunu” tercih etmekte ve “ayrılığın” tüm sorumluluğunu Türk tarafına ihale etmeye çalışmaktadır. Talat, “çözüm siyasetini” en kritik dönemlerde bile kararlılıkla sürdürürken, “küçücük bir adanın bölünmesinin iki tarafın

Page 45: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

88

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

da çıkarına olmadığını” sabırla anlatmaya ve bir yandan da “eğer ayrılınacaksa bile istemediğimiz bu ayrılığın sonuçlarını tek başına Kıbrıslı Türkler üstlenmemelidir” gerçeğini ısrarla kabul ettirmeye çalışmaktadır.

2004 yılında gerçekleştirilen ve Rum tarafının reddettiği BM çözüm planına başından beri karşı olanlar bile bugün bu plana Kıbrıslı Türklerin EVET demesinin yarattığı olumlu havayı kabul etmektedirler. Benzer biçimde Eroğlu ve partisi tarafından “ihanet” olarak değerlendirilen, kuzeydeki Rum malları için oluşturulan Mal Tazmin Komisyonu’nun bugün AİHM tarafından “iç hukuk yolu” olarak kabul edilmesinin önemi de ortadadır. KKTC’nin kuruluşunda ağlamakla suçlanan Talat, bugüne kadar hiç kimsenin yapamadığını gerçekleştirmiş ve “tanınmayan KKTC’nin” iç hukuk yolunu uluslar arası alanda kabul ettirmeyi başarmıştır.

Türkiye kamuoyu, KKTC’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini okurken, birbirleriyle mücadele eden iki duruş ve iki siyaset arasında bir seçim yaparken tüm bu gerçekleri dikkate almalı, “müdahil” olarak değil fakat kendi duruşunu tesbit ederken bu argümanları da değerlendirmelidir… Daha da önemlisi, Kıbrıs Türk toplumu her kimi seçerse seçsin, bu denli girift ilişkiler içerisinde olduğumuz bir coğrafya ve toplumu Türkiye artık daha ciddi bir duyarlılıkla gündemine almalıdır.

09.03.2010

Page 46: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

90 91

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

DERVİŞ BEY’İN KKTC’Sİ

Derviş Eroğlu KKTC’deki Ulusal Birlik Partisi’nin lideri ve Başbakan. Aynı zamanda 18 Nisan’da yapılacak KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday. Yaşı benim gibi 50’lere merdiven dayamış olanlar, Derviş Bey’i on yıllardır hep aynı ak saçları, pembe beyaz tombiş yüzüyle hatırlarlar. Bir hesap yapıyorum, talihsiz ömrümün son 30 yılında Derviş Bey, tıpkı Denktaş gibi Kıbrıs deyince pırt diye ekranlardan fırlayıveren iki-üç figürden biri olagelmiş… Tamam, tonton adam ama 15 dakika dinleyince, iyi ki Derviş bey bizi yönetmeye kalkmıyor diyerek, bizdekileri bile nimetten sayıyorsunuz… Yani o kadar…

Derviş Bey şimdilerde Kayseri-Hatay hattındaki “yurt dışı gezilerinde” harıl harıl Kıbrıs davasını, bağımsız KKTC’nin sonsuza kadar yaşatılması için canını dişine taktığını, Türkiye’siz bir Kıbrıs düşünülemeyeceğini ve Kıbrıs’ı verdirmeyeceklerini anlatıyor.

Derviş Bey deneyimli politikacı. Türkiye kamuoyunun Kıbrıs hakkındaki bilgi eksikliğinden ve hamasi nutuklara olan şiddetli iştahından etkin biçimde yararlanmaya çalışıyor.

Devlet diyor Eroğlu.

Bağımsızlık diyor.

Türkiye diyor.

Bunlar kulağa hoş gelen şeyler. Osmanlı’dan beri bir türlü tatmin edilemeyen “Ağabeylik” tutkusu, kendisine günde 5 vakit biat bildiren “kardeşler” karşısında gaza geliyor. Bol köpüklü “milliyetçilik” hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta iş görüyor: “Kafa yapıyor!”

Egemenlik ve bağımsızlık, Derviş Bey’e göre vazgeçilemez iki önemli unsur. Derviş Bey, “egemenliğinden ve bağımsızlığından vazgeçmeyenlerin” adayı olduğunu söylüyor Kayseri-Hatay hattında, bol bol da alkış alıyor…

Peki Derviş Bey’in KKTC’si ve “asla vazgeçmeyiz” dediği egemenlik ne menem bir egemenlik?

Derviş Bey, egemenliğe o kadar aşık, Derviş Bey’in KKTC’si o kadar egemen ki, daha geçen ay Kıbrıs’ta memur maaşları ödenemediğinde Derviş Bey’in bakanı “Türkiye para göndermedi o yüzden ödeyemedik” diyor.

Avuç içi adaya 30 yıldır gönderilen milyarlarca dolara rağmen, Derviş Bey’in “egemen KKTC’sinde” doğru dürüst bir altyapının kurulmamış olması Derviş Bey’i rahatsız etmiyor. Yunanistan’ın millerce öteden tankerle su taşıdığı adaya kuş uçumu 5 dakikalık mesafeden içme suyu götürülemeyen “Egemen KKTC’yi” son 1 aydır sular seller

Page 47: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

92 93

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

basıyor. Lefkoşa, Güzelyurt perişan. “Egemen KKTC’nin” mutlu yurttaşları gırtlaklarına kadar çamura belenmiş, Derviş Bey’in “insaflı” zevcesinin ulufe gibi dağıttığı yardımlara bakıyor. “Egemen KKTC’nin” Başbakanı ve eşi, Anavatan’dan gelen milyonlarca liralık yardımı, felaketzedelerin oy pusulasına bakarak dağıtıyor.

Ticareti yok “egemen KKTC’nin”. Ekonomisi Türkiye’den gönderilen yardımlarla dönüyor. Bu yardımlar nereye gidiyor? Daha fazla okul, daha fazla yol, daha fazla hastane, daha fazla altyapı yatırımına mı? Hayır. Derviş Bey’in “egemen KKTC’sinde” nüfus sürekli artıyor, Türkiye yardımları sürekli artıyor ama her nasılsa bu artışlar altyapıya, eğitime, sağlığa yansımıyor. Yansıyan tek bir alan var: Kıbrıslı Türk nüfus! 74 öncesi Kıbrıslı Türk nüfus sürekli azalırken, “egemen KKTC’nin” nüfusu her yıl her nasılsa artıveriyor…

“Egemen KKTC’ye” 10 ayda 1020 vatandaş alınmış. 1974’ten bu yana alına alına şimdi 280 binlerde olan nüfustan sadece 80 bincik Kıbrıslı Türk kalmış. 280 binlik nüfusun 150-200 bini devşirme olunca, “egemenlik aşığı” Derviş Bey’in seçim kampanyasını Kayseri-Hatay hattında yürütmesine şaşırmamak gerekiyor elbette…

Egemen KKTC’nin bir Merkez Bankası var ama para basma yetkisi yok. Çünkü zaten kendi para birimi yok “egemen KKTC’nin”… Polisi var mesela ama egemen bir devlette olması gerektiği gibi İçişleri Bakanlığı’na bağlı değil, “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri”ne bağlı… Barış Kuvvetleri? Tabii ki Türk Silahlı Kuvvetlerinin komutasında…

Egemen KKTC’ye girerken pasaporta, vizeye ihtiyacınız yok. Gösteriyorsunuz kimliğinizi, giriyorsunuz elinizi kolunuzu sallaya sallaya. Ama “Egemen KKTC”nin güney sınırına geldiğinizde, daha ileri gidemiyorsunuz. Çünkü “yasadışı bir havalimanından” giriş yaptınız. Yasadışı hava limanı? Ercan! Bak Rum’un ettiğine!

Durun ama Rum’a kızmayın hemen. Derviş Bey’in “egemen KKTC’sinin” vatandaşları, herhangi bir ülkeye gitmek isterse Türkiye’den geçmek zorunda. Uçak önce illaki bir Türkiye meydanına inecek, 1 saat bekleyecek ki gidebilsin başka ülkelere.

Derviş Bey o kadar egemenlik aşığı ve ki, daha geçen ay adaya gelip “Güneyden” giriş yapan BM Genel Sekreteriyle yan yana oturduğu yemek masasında, “egemenlik aşığı” bir Başbakan olarak “yahu artık tanıyın bizi” demiyor.

Haydi diyelim İngilizcesi yetmedi, “egemenlik aşığı” Derviş Bey 30 yıl boyunca oturduğu hükümet koltuğunda tek bir gün bile dünyanın hiçbir egemen devletine “tanınma başvurusunda” bulunmuş mu diye merak ediyoruz, hayır bulunmamış…

Bırakınız dünyadaki egemen devletleri, Türkiye’ye gelip te, “yahu kimsenin meşru saymadığı Danışma Kurulu kararıyla değil de, şöyle anlı şanlı TBMM kararı ile KKTC’yi tanıdığınızı dünyaya ilan etsenize” demiş mi “egemenlik aşığı” Derviş Bey? Sanmıyorum…

Hadi diyelim dili varmadı “TBMM kararı ile bizi resmen tanıyın artık” demeye. “Egemen KKTC’nin” sporcuları bari uluslar arası organizasyonlarda “egemenliğin nişanesi bayraklarıyla” yer alabilsinler değil mi hiç değilse Türkiye’de? Egemenlik aşığı Derviş Bey, mesela Türkiye’nin Spordan sorumlu bakanına bir mektup yazsın: “FB, GS, BJK gelsin de bizim bir futbol takımımızla maç yapıversin şuracıkta” deyiversin?

Bakın mesela Çetinkaya-GS maçı yapıldığı gün Derviş Bey’in elini öpeceğim, şuracıkta ilan ediyorum… Ya da Türkiye’deki herhangi bir uluslar arası organizasyonda Kıbrıslı Türkler KKTC bayrağı ile resmen temsil edilsinler, derhal KKTC vatandaşlığına başvuracağım, sözüm söz, oyum da UBP’ye!

Derviş Bey’in egemenlik anlayışı, örneğin Azerbaycan’ın egemenlik ve bağımsızlık anlayışına benzemiyor. Derviş Bey ekonomik, askeri, siyasal açıdan Türkiye ile eşit ilişkiler kurmaktan değil, Türkiye’nin “arka bahçesi” olup, bu gri bölgede kendi iktidarını pekiştirmekten söz ediyor.

Kayseri-Hatay hattında, bize bizi övüp duran Derviş Bey’in dilinden bal damlıyor da, Derviş Bey’in egemenliği, bizim anladığımız egemenlik değil… Kıbrıslı Türkler baldan tatlı bir aksanla konuştukları için değil ama… Derviş Bey’in dili başka bir dil…

10.03.2010

Page 48: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

94 95

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

RAUF DENKTAŞ DERVİŞ EROĞLU’NU DESTEKLER Mİ?

Hesapta çok biliyorum ya (!), eş dost Kıbrıs hakkında aklına geleni sorar oldu. Şu ara en popüler sorular, Denktaş Eroğlu’nu mu destekleyecek? Kıbrıs sağı hangi adayı destekleyecek? Kıbrıs’taki TC kökenliler kimi destekleyecek?... Şeklinde uzayıp gidiyor…

KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve oğul Serdar Denktaş Eroğlu’nu destekler mi sorusuna gülümseyerek “hayır tabii ki desteklemez” yanıtım çoğu kişiyi şaşırtıyor.

Kıbrıslı Türkler’in çok iyi bildiği bir gerçek var: Denktaş ve Eroğlu arasında, birbirlerine karşı en ağır ithamları da içeren on yıllara dayalı köklü bir siyasal kan davası var. Arşivlere şöyle bir göz atmak, iki liderin birbirlerine yönelttikleri suçlamaları ve sert siyasi polemikleri hatırlamaya yetecektir. 2000 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde gazetelere yansıyan demeç düellosu iki liderin birbirleri hakkındaki düşüncelerine ilişkin fikir oluşturmaya yeterlidir.

Rauf Bey, ister beğenin ister beğenmeyin, Kıbrıs Türk siyasetinde anıtlaşmış bir isimdir. 60’lardan itibaren Rauf Bey’in çizgisi, duruşu bellidir ve bu uzun siyasi geçmişte eğilip bükülmelere rastlayamazsınız. Denktaş’ı Kıbrıs’taki çoğu siyasetçiden farklı kılan yan, onun siyasi yaşamı boyunca doğru bildiği çizgiden şaşmaması, taviz vermemesidir. Bu duruşunu Türkiye dış politikasıyla karşı karşıya geldiği, taban tabana zıtlaştığı dönemlerde bile değiştirmemiş, yeri geldiğinde “Türkiye’ye rağmen Türkiye” savunusunu bile dillendirmiştir. Nitekim 2003’ten itibaren, Türkiye’nin değişen Kıbrıs politikasına karşı en sert çıkışları Rauf Denktaş yapmış ve siyasi kariyerinde ilk kez bir TC hükümetiyle kamuoyu önünde restleşmeyi bile göze almıştır.

Görüşlerine katılmayabilir, eleştirebilir hatta kızabilirsiniz… Ancak herhalde herkesin üzerinde mutabık olduğu bir nokta vardır ki; Rauf Denktaş, tükürdüğünü yalayan, nabza göre şerbet veren, konjonktüre göre tavır değiştiren liderlerden olmadığını uzun siyasi yaşamında çok kez göstermiştir.

Arşivlere şöyle bir göz atmak ve 10 yıl kadar öncesine gitmek, Denktaş’ın Eroğlu’nu neden desteklemeyeceği sorusunun yanıtını bulmak için yeterli olacaktır. Ben sadece birkaç örnekle yetindim. Gerisini meraklıları zaten arşivlerde bol miktarda örneklendirebilecektir…

“Başkanlık sistemine halk isterse dönülür. Ancak bugün iktidarın başı olan kişinin de başkan olabileceğim düşününce ödüm kopuyor. Parlamenter rejimi diktatörlüğe dönüştürmek kabiliyetinde bir arkadaşımız tek başına iktidar olursa Allah korusun.” Rauf Denktaş, 5 Nisan 2000 (Eroğlu hakkında)

Page 49: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

96

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

"Ülke kapalı devre idare ediliyor. Cumhurbaşkanı olacak kişinin hukukçu veya yabancı dil bilmesi şart değil." Derviş Eroğlu, 5 Nisan 2000

"Yabancı dil bilmediği için toplumlararası görüşmelerde Kıbrıs davasını savunamaz. (İngilizce konuşarak…) Bana CNN'de "KKTC'nin Cumhurbaşkanı" diyorlar. Anlayabildin mi? Anlamadın tabii. Çünkü lisan bilmiyorsun." Rauf Denktaş, 14 Nisan 2000 (Eroğlu hakkında)

“Denktaş demokrasiyi içine sindiremedi. Bizim bütçemiz bellidir. Asıl Denktaş’ın kaynakları nasıl harcadığı sorgulanmalıdır” Derviş Eroğlu, 15 Nisan 2000

“Hükümetin para dağıtmalarına ve bütün imkanlarını kullanmasına karşın, halkın teveccühü sevindiricidir” Rauf Denktaş, 16 Nisan 2000

"Başbakan (Eroğlu) eğer görevine devam edecekse, son 5 yılda olduğu gibi bir taraftan yüzüme karşı dostluk arka taraftan beni yıpratmak için manevra yapacaktır." Rauf Denktaş, 20 Nisan 2000

Siyasi duruşu bu derece net ve düz olan Rauf Denktaş’ın bugün KKTC Cumhurbaşkanlığı için Derviş Eroğlu’nu destekleyip desteklemeyeceğini soranlara, tam da bu nedenlerle “hayır, Rauf Denktaş Derviş Eroğlu’nu desteklemez” diyorum. Sizce destekleyebilir mi?

18.03.2010

Page 50: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

98 99

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS’TA BÜYÜK RÖVANŞA DOĞRU

Lefkoşa’nın sarı sokakları, tatlı mı tatlı bahar güneşine bırakmış kendini. Birkaç miskin kedi, çiçeğe durmuş portakal ağaçlarının dibinde gölgeye uzanmış, güzel havanın tadını çıkartıyor.

Cumartesi gecesi Lefkoşa’da gerçekleştirilen Derviş Eroğlu’nun Cumhurbaşkanlık Adaylığı Şölenini izledim televizyonlardan. Sadece 10 gün önce Talat’ın şöleninin model alındığı organizasyonda Eroğlu Serdar Denktaş’ı cepheye sürdü. Yıllar sonra Eroğlu-Denktaş isimlerinin yeniden yan yana geldiğini gören Kıbrıslılar ne hissetti bilmiyorum. Ama ekranda, el ele duran Eroğlu-Denktaş ikilisini izlerken; kadınların, gençlerin, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin, barış ve çözüm yanlılarının 30 yıllık mücadele tarihi canlandı gözlerimin önünde… 90’lardan itibaren ivme kazanan barış ve çözüm mücadelesinin rövanşını isteyen bu güç birliği, Cumartesi gecesi sadece Kıbrıslı Türklere ve onların sokakları inleten çözüm taleplerine karşı değil, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikasına, Kıbrıs’ta çözüm için bir adım önde olma stratejisine karşı da bir meydan okumaydı…

2004’te Rum tarafının BM planına Hayır demesinden sonra, %65 EVET’e imza atan barış, demokrasi ve çözüm güçleri meydanlardaki birlikteliklerini, diyaloglarını sürdüremediler. En kötüsü, 2004’te ortaya konan büyük halk iradesine karşı çözüm karşıtlarının büyük rövanş için hazırlanmakta olduklarını göremediler. Çözüm karşıtlarının, sendikalarla sivil toplum örgütleriyle siyasi partileriyle 2004 iradesini oluşturan halk iradesini adım adım parçalayacak, birbirine düşürecek uzun soluklu bir stratejiyi devreye soktukları ne yazık ki görülemedi.

2004-2009 arasında yaşananları, hataları ve sevaplarıyla tarih değerlendirecektir. Ancak yarının tarihi bugünden yazılıyor. 2009’a kadar her ne yaşandıysa yaşandı, şimdi 2004’ün nihai hesaplaşması için gün sayılırken saflar da keskinleşiyor…

2004’te Kıbrıslı Türklerin tarihsel şamarıyla devrilen Eroğlu-Denktaş ittifakı, intikam defterinin çok daha geride kalan sayfalarına kadar,1990’lara kadar uzanmışa benziyor. Bu öyle büyük bir rövanş ki, Kıbrıs’ta barış, demokrasi ve çözüm güçlerini bir daha ayağa kalkamayacak biçimde susturmayı, sindirmeyi ve yok etmeyi hedefliyor.

Bu öyle büyük bir kinle beslenen bir rövanş kararlılığı ki, yıllar içerisinde birbirlerine ettikleri tüm küfürleri, en ağır suçlamaları rafa kaldırıp, ortak amaçları olan “Çözüm güçlerini Kıbrıs’ın Kuzeyinde sonsuza kadar susturmak” niyetini hiç te gizlemeksizin kol kola giriyorlar…

Olmayan bir egemenlik, tanınmayan bir devlet hamasetinin arkasına sığınarak 30 yıl boyunca sorgusuz sualsiz, her türlü denetimden uzak biçimde yönettikleri bir halkın geleceğe dair son umut kırıntılarını

Page 51: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

100

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

da ezip geçerek, SOS’in meydan şarkılarında dillendirdiği “Kıbrıs hapishanesinin” ömrüne ömür katmaya çalışıyorlar. Türkiye’ye rağmen üstelik… Türkiye’nin adını kullanıp Türkiye’ye kafa tutarak, Türkiye’nin de geleceğini karartmak pahasına üstelik…

O Denktaş değil miydi ki “Eroğlu’nun başkan olabileceğini düşündükçe ödüm kopuyor, Parlamenter rejimi diktatörlüğe dönüştürme kabiliyeti olan bu arkadaş tek başına iktidar olursa Allah korusun”… diyen?

O Denktaş değil miydi ki, “yabancı dil bile bilmeyen Eroğlu Kıbrıs davasını savunamaz” diyen?

O Denktaş değil miydi ki, “Eroğlu yüzüme güler arkamdan iş çevirir” diyen?

Ne oldu da şimdi eller birleşti, renkler birleşti, sandık birleşti? Olan şey açık… Eroğlu-Denktaş ittifakı, görkemli bir geri dönüş hayaliyle birleştirdiler güçlerini… Hesapları açık… Halktan hesap sormak, halkı cezalandırmak, halktan intikam almak için güç birliği yapıyorlar…

Ergenekon steplerinin siyaset mühendisleri ne plan yaparlarsa yapsınlar, Serdar Denktaş neleri sineye çekerse çeksin, aslolan şu anda sükunetle olup bitenleri izleyen ve 18 Nisan'da sandığa gidecek olan Kıbrıslı Türklerin yanıtıdır... Genel Başkanlarını turuncu zemin önünde 10 yıl öncesiyle hiç bir fark olmadığını herkesin bildiği Eroğlu ile el ele tutuşurken gören DP'lilerin ne hissedeceği ve 18 Nisan'da ne yapacakları önemlidir... Biber gazı sıkılan sendikacıların, göçe mahkum edilen gençlerin, çocuklarının geleceğini çözüme bağlayan kadınların ne söyleyeceği önemlidir.

Eroğlu-Denktaş ikilisi barış ve çözüm isteyen Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye meydan okuyor. Eroğlu-Denktaş ikilisi, 90’ların, 2003 ve 2004’ün rövanşını istediklerini ilan ediyorlar. Şimdi, hangi parti ve örgütten olursa olsun, hangi yaş ve görüşten olursa olsun, Kıbrıs iki siyasi duruşun büyük kapışmasına sahne oluyor: Ya her şeyiyle 2004 öncesine dönülecek, ya da barış ve çözüm güçleri yeni bir mücadele destanı yazacaklar… Ortası yok…

Peki Çözüm güçlerinin yanıtı ne olacak buna? Göreceğiz…

10.04.2010

Page 52: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

102 103

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

PEKİ AĞAM BİZ NEDEN YEDİK BU POHU?

Kıbrıslılar pek şaşkın. Sendikacıların Meclis önünde yaptıkları eyleme polis, Kıbrıs tarihinde ilk kez cop ve biber gazıyla yanıt verdi. 16 kişi gözaltına alındı.

Kıbrıs gazeteleri ve TV’lerini izliyorum dünden beri. Türkiye’de bizim için sıradanlaşan görüntüler, Kıbrıslı Türk kardeşlerimizi dehşet ve şaşkınlığa düşürdü.

E ama alışmaları lazım. Dünyayla bütünleşmek yerine Türkiye ile bütünleşmeyi seçtiler madem… Bizde böyle! Hoşgeldiniz “a la turca” demokrasiye!

2003 Aralık ayından bu yana Kıbrıs’la haşır neşirim. Annan Planının oylandığı referandumu gördüm. Ardından erken genel seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini, yerel seçimleri gördüm… Onbinlerce insanın meydanları doldurduğu, gençlerin sokakları gösterilerle çınlattığı, gerilimin had safhada olduğu günlerde bile kimsenin burnunun kanadığını, hele ki polisin göstericilerle karşı karşıya kaldığını ne gördüm ne işittim…

Ama devran döndü, Kıbrıslı Türkler 24 Nisan iradesini terk edip CTP Hükümetini “cezalandırmayı” seçtiler. O da iradeydi, bu da iradeydi. Haksız da değillerdi doğrusu.

Çok hata yaptı CTP!

Ekonomiyi kayıt altına almaya kalkıştı örneğin.

Sağlık ve sosyal güvenlik reformunu gerçekleştirdi.

Müzakere sürecinin kesintiye uğramaması için mücadele etti.

Türkiye’den gelen yardımların çok büyük bir bölümünü alt yapı ve ekonomiye çeki düzen verme çabalarına harcadı.

İnşaat, turizm, eğitim alanlarında ciddi yatırımlarla ekonomi büyüdü.

İki dudak arası memur alımları yerine sınav sistemi getirildi.

Bu durum canını sıktı bazı CTP’lilerin. “Eh onca yıl hep başkaları alınmıştı, şimdi sıra neden bir türlü onlara gelmiyordu ki?”…

CTP Genel Başkanı ve Başbakan Ferdi Bey çok sıkıntılı günler geçirdi. Bir yandan, bir türlü tatmin edilemeyen “partili istekleri”, öbür yanda ekonomiyi zapt-ü rapt altına almayı zorunlu kılan hayatın gerçekleri…

Bir yanda hem ekmek, hem demokrasi diyen kitleler, öbür yanda demokrasiyle eşit hızda büyüyemeyen ekonomi…

Page 53: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

104 105

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Bir yanda barış ve çözüm iradesi, bir yanda konjonktürel gerçekler!

1983’te kurulmuştu KKTC… Çeyrek asır boyunca da “devleti” UBP yönetmişti. Kıbrıslı Türk kardeşlerimiz, 2004’te zemberek boşalınca, hep daha fazlasını istemeye başladılar. Elbette haklarıydı istemek. Ama çeyrek asırdır basıncı içeride tutulan düdüklü tencere patladığında, adresi de şaşırdılar.

1983’te dünyayla bağları kopartılan, tanınmayan ve tanınma ihtimalinin bulunmadığını bizzat UBP milletvekillerinin itiraf ettiği bir “devlet”in tüm olumsuz faturasını CTP’nin önüne koyuverdiler.

25 yıllık olmazın, 5 yılda oluvermesini istediler…

Herşey hemen olsundu!

Çözüm hemen olsundu!

Ekmek hemen büyüsündü!

Herkes iş bulsun, evler otomobiller yenilensin, hayat bayram olsundu!

İyi de nasıl?

Küresel krizin etkileri tüm dünyayı, Türkiye’yi olduğu gibi Kıbrıs’ı da etkiledi. Kıbrıslı Türk kardeşlerimiz sabırsızdı ama… Yeter ki ekmek küçülmesin di… Demokrasiden, 2004 kazanımlarından kolayca vazgeçebildiler…

Şili’de sosyalist Allende Hükümeti nasıl ki ekonomik ve sosyal reformlara başladığında karşısında en önce sendikaları bulmuştu, CTP Hükümeti de aynı yazgıyı paylaştı.

Ekmek ve demokrasi ilişkisi ilginçtir… Ne yazık ki genellikle ekmek ve demokrasi aynı oranda büyütülemez. CTP Hükümeti 2004’ten itibaren adım adım demokrasiyi büyütürken, Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin gözünde, ekmeği aynı oranda büyütmeyi başaramadı. Sendikalar, meslek örgütleri son birkaç yılda CTP Hükümetinin gitmesi için ellerinden geleni yaptılar. 24 Nisan iradesinin üzerine 19 Nisan iradesini oturtuverdiler.

UBP, hiç ama hiçbir şey yapmasına, söylemesine gerek kalmadan, iktidarı alıverdi… Sadece “küskün” CTP’lilerin, hoşnutsuz sendikacıların, öfkeli çalışanların “cezalandırma” isteği yetiverdi bu sonuca…

Ortada bir ceza var da… Kim çekiyor o cezayı ayrı…

Hayat bazen tuhaf şakalar yapar. 2004’te çözüm ve demokrasi iradesinin en ön saflarında CTP’liler vardı… CTP hükümet olduğunda ise karşısında o güne dek omuz omuza mücadele ettiği sendikalar…

Şimdi CTP Hükümeti yok artık… Daha çok ekmek için “az demokrasiye” razı olanlar şimdi yine sokaklarda…

Ancak bu kez hem ekmek küçüldü, hem demokrasi…

UBP ekmeği mi büyütecekti?

UBP demokrasiyi mi pekiştirecekti?

UBP çözüm mü vaad etmişti?

Şimdi hem ekmek hem demokrasi için CTP’liler sendikacılarla omuz omuza … Madem hem ekmek hem demokrasi küçülecekti…

Madem ekmek mücadelesi için her şeyden önce demokrasiye ihtiyaç duyulacaktı…

Fıkradaki gibi: “peki ağam biz neden yedik bu pohu?”…

11.04.2010

Page 54: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

106 107

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

DOST ACI SÖYLER

Umudun mu tükendi? Yoruldun mu? Gücendin, incindin mi? Öfkelisin, şöyle güzel bir ders mi vermek istiyorsun patada kütede? Ne olacaksa olsun, inceldiği yerden kopsun mu diyorsun? Gelen de giden de hep aynı mı diyorsun?

Sana bir şey diyeyim mi? Laf aramızda, kimsenin de umurunda olmadı çektiğin acılar. Herkes sana yalan söyledi canım kardeşim… Yalnızdın hep, yalnızsın şimdi ve dün geçmişe gömdüğün, seni koyu bir yalnızlığa hapsedenleri bugün ayağa kaldırırsan, yarın daha da yalnız kalacaksın…

Kimsenin umurunda değil yorgunluğun, gücenmen, incinmen, tükenmen canım kardeşim… Yorulduysan, bir adım daha atamayacaksan… Olduğun yerde kalacaksın… Akıp giden hayata, dünyaya olduğun yerden, durduğun yerden, kaldığın yerden bakakalacaksın…

Yoruldum dediğin kendi hayat gailen… Tükendi dediğin kendi umudun.

Öfken kimsenin umurunda olmayacak canım kardeşim. Kimseye ders falan vermeyeceksin. Her ne yapacaksan, bedelini sadece sen ödeyeceksin. İnceldiği yerden kopmayacak öyle… Koparsa, kopan senin zincirlerin olacak… Ya da boynundaki ip, daha bir kalınlaşacak, daha bir boğacak seni…

Bir midye gibi kapanacaksan yeniden kendi içine, kapılarını kapatıp dünyaya, kendi ciğerini kavuracaksın yine.

Lütfettikleriyle yetineceksin canım kardeşim. Dikecekler başına üç beş eli sopalı, “karnın tok, sırtın pek, otur oturduğun yerde” diyecekler yine. “Ekmek” diyecekler, “özgürlükten iyidir” ve “nankörlük etme” diyecekler yine… Ola ki cılız birkaç ses çıkardığında, kaldırıp sopasını gocuklu celep, gürleyecek yine: nankörlük etme!

Üstüne kilitler vurulacak diyorum canım kardeşim… Zorladığın kapılar diyorum… Açtığın kapılar diyorum… Kapanacak birer birer…

Dünün hayaletlerinin gölgesi vuruyor bugününe canım kardeşim.

Öyle büyüyor ki gölgeleri, yarınına uzanıyor sinsice. Evlerinize giriyorlar görüntüleriyle, sesleriyle kulaklarınıza doluyorlar, sokaklarınızı teslim alıyorlar sinsice ve korkularınızla esir alıyorlar sizi ki bir daha, bir daha asla çıkmasın sesiniz diye…

Dünün hayaletleri birleşiyorlar sana karşı canım kardeşim… Seni teslim almak için şimdi, sana karşı birleşiyorlar… Adım adım canım kardeşim… Mevzi mevzi ilerliyorlar… Sen geriledikçe ilerliyorlar ama… Sen sustukça sesleri çoğalıyor… Sen ürktükçe küstahlaşıyorlar,

Page 55: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

108

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

sen korktukça üstüne geliyorlar korkularının…

Onları sen büyütüyorsun canım kardeşim…

Gölgeleri büyüyorsa, senin mücadele ateşlerin söndüğü için birer birer… Sesleri artıyorsa, senin çocukların sustuğu için üçer beşer… Güçleniyorlarsa, sen emzirdiğin için korkularınla…

Hakkın yok canım kardeşim yorulmaya… Hakkın yok umutlarından vazgeçmeye… Yolun yarısında nefesin kesilip öfkelenmeye hakkın yok… Her ne yapacaksan kendin için yapacaksın… Bugünün, yarının, geleceğin için yapacaksın…

Belirsiz bir gelecekten söz etmiyorum canım kardeşim…

Bugünden, yarından söz ediyorum…

Dün ile bugün, bugün ile yarın arasında nasıl bir fark yaratacaklarını gör diyorum canım kardeşim…

Dünden bugüne yaptıkları, bugünden yarına yapacaklarıdır diyorum…

Sana öyle uzun uzun masallar anlatacak değilim canım kardeşim… Zaman yok çünkü.

Lafı evirip çevirmeye gerek yok. Geleceğini oylayacaksın!

Öyle çözümdü mözümdü demiyorum iki gözüm. Geleceğini oylayacaksın!

12.04.2010

Page 56: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

110 111

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

HALKIN SESİ KISILMADAN

Kıbrıs`ta kararsız kalma zamanı değil... Tarafsız kalmanın bertaraf olmak anlamına geldiği günlerdeyiz...

Kıbrıs’tayız. Son 2 gündür Lefkoşa, Girne, Mağusa sokaklarında çok sayıda insanla konuşabilme fırsatı buldum. Kıbrıs gazetelerini, radyo ve televizyonlarını izliyorum. Tanık olduklarım bir yana, anlatılanların yarısı doğruysa durum gerçekten çok vahim.

Tabii 2003 öncesini bilmiyorum ama 2003’ten bu yana Kıbrıslıları ilk kez böyle korku içerisinde görüyorum. İnsanlar Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve UBP hakkında yöneltilen sorularımdan adeta rahatsızlık duyuyorlar. Ya konuyu değiştirmeye ya da sorularımı “henüz karar vermedim” sözleriyle geçiştiriyorlar. Biraz üsteleyince “konuşursam işimden olurum” veya “biz nasıl olsa bittik, ama evladımı incitirler” diyorlar. Bu “işsiz kalma” ve “evladının incinmesi” ihtimali, insanları seçimle ilgili konularda sessiz kalmaya zorluyor.

Bir toplum sadece 1 yılda bu kadar sessizleştirilebilir mi? Daha 1 yıl önce, maaşlarını sadece 1 gün geç aldığı için sokağa dökülen sendikaların, bugün bırakalım zammı, insanların mevcut maaşları budanırken sessiz kalmaları UBP hükümetinin saldığı korkunun boyutunu göstermeye yetiyor. Daha 1 yıl önce sözleşmeleri yenilenmeyen birkaç öğretim üyesi için bir üniversitenin kapısına yığılan sendikaların, bugün ülke genelinde yüzlerce insanı işsiz bırakan UBP hükümetine karşı sessizliği dikkat çekici. KTHY’de, diğer tüm kamu kuruluşlarında durum farklı değil. UBP hangi alana elini atıp Kıbrıslının gırtlağına yapıştıysa orası belirgin biçimde sessizleşiyor.

Eroğlu-Denktaş ikilisinin “bütünlüklü iktidarının” ne menem bir şey olacağını anlamak için öyle çok geriye, 30-40 yıllık tarihe bakmaya gerek yok. İşte 1 yıllık icraat ortada. Eroğlu şimdi “son kaleyi” de ele geçirerek Kıbrıslı Türklerin dünyayla son bağlarını da kopartmak için var gücünü kullanıyor. Bunu yaparken yalnız da değil üstelik. Türkiye’nin “büyük büyük” gazeteleri, pabucumun sosyal demokratları ve tescilli faşistleri bir olmuş tam saha pres yapıyor Kıbrıs’ta. “Tosuncuklar” iş başında, Talat seçim ofisleri basılıyor, “büyük gazeteler yazmasa da” bombalar patlatılıyor, afişler yırtılıyor, insanlar tehdit ediliyor. Kıbrıslı Türkler sadece Cumhurbaşkanı seçmiyorlar. Özgürlük ve demokrasi ile karanlık bir faşizmin ayak sesleri arasında bir varoluş mücadelesi veriyorlar.

Türkiye’deki her boydan ve her soydan Ergenekoncunun, ulusalcı faşistler ile tescilli faşistlerin kol kola girerek arkasında yer aldıkları Eroğlu’nu birkaç dakika dinlemek, Kıbrıslı Türkleri neyin beklediğini anlamaya yetecek.

Siyasi hayatını iç politikayla var etmiş, onu da partizanca bir baskıyla biçimlendirmiş 75’lik Eroğlu, umuda ve dinamik bir gelecek tasarımına

Page 57: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

112

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

ihtiyacı olan Kıbrıslı Türklere ne verebilir? Kimse “canım bu bir ekip işidir, iyi bir ekiple Eroğlu bile bu işin üstesinden gelebilir” demesin… Vantrolog siyaset dönemi biteli çok oldu… Hem Kıbrıslı Türkler, hem Kıbrıslı Rumlar’ın adanın birleştirilmesi sürecinde kukla siyasetçilere değil, karizmatik ve deneyimli liderliklere ihtiyacı var… Bu zorlu süreci ancak ve ancak toplumunu serin kanlı biçimde bilgilendirebilen, masada uzlaşmanın ve çatışmanın dozunu belirlemede inisiyatif alabilecek bir liderlik aşabilir… Soğuk savaş döneminin şahin politikalarının Adadaki temsilcileri, Türkiye’nin yeni dış politikasıyla uyumlu bir çalışmayı hangi inandırıcılıkla sürdürebilir? Türkiye’nin yeni dış politikasıyla uyumlu çalışmayan, “anavatanların” Kıbrıs siyasetine uyumlu ama aynı zamanda bilgilendirici, kararlı ve dik duruş sergilemeyen bir lider adanın birleştirilmesine nasıl katkı sunabilir?

18 Nisan günü sandığa gidecek her Kıbrıslı Türk’ün bu sorulara yanıt vermesi gerekiyor. Tarafsız kalınamayacak, tarafsız kalanın bertaraf edileceği bir ikilemle karşı karşıyasınız. Bu seçimde tarafsız kalınamaz. Ortada kalınamaz. Sandığa gitmeyen herkes, gidip geçersiz oy kullanan herkes, Eroğlu-Denktaş ikilisinin bütünlüklü iktidarına destek vermiş demektir… Bu seçimde “kararsız” kalınamaz. Bu seçime geçmişin tartışmaları, öfkeleri, hesapları damgasını vuramaz. Geçmişin öfkesini ileri sürerek Çözüm ittifakına destek vermeyenler, 19 Nisan sabahı ülkenin üzerine çökecek Eroğlu-Denktaş faşizminin vicdani sorumluluğunu da üstlenmiş sayılacaklardır… 19 Nisan, tartışmak ve dövünmek için çok geç olacak…

Umudun, barışın, demokrasi ve özgürlüklerin mücadele hattı bu hat, samimiyeti göstermek için zaman bu zamandır… Şimdi sokakları doldurmak, olanca gücünüzle haykırmak zamanıdır… Tüm halkın sesi kısılmadan…

13.04.2010

Page 58: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

114 115

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ORTASI YOK!

Bahar Kıbrıs’a çok yakışıyor. Her yerde kesif bir portakal, limon, turunç çiçeği kokusu. Her yaştan Kıbrıslının o şurup kıvamındaki güzelim aksanı. Lefkoşa’nın sarı sokakları baharla birlikte şenleniyor. Buna bir de yavaştan kendini hissettirmeye başlayan seçim havasını eklerseniz, varın gerisini düşünün.

Seçim havası dediysem, artık 1 aydan az zaman kalmış olmasına rağmen Kıbrıs’ın henüz o heyecan dolu seçim atmosferi yok ortada. Taraflar alttan alta hazırlıklarını sürdürüyorlar. Henüz Talat ve Eroğlu’nun adaylık şölenlerinin dışında, ilçelerde yeni yeni oluşturulmaya başlayan seçim bürolarında, o bildik kalabalıklar gözlenmiyor. Ama hummalı bir hazırlık faaliyeti heryerde seziliyor.

UBP cephesinde Başbakan Eroğlu, biraz da geçtiğimiz 19 Nisan seçimlerinin rüzgarını hesaplayarak olsa gerek, ilk bakışta oldukça rahat bir görüntü sergiliyor. Ancak büyük değişim beklentisiyle gerçekleşen iktidar değişimi, daha 1 yılını doldurmadan hemen her kesimden Kıbrıslı’nın hoşnutsuzluğunu elle tutulur hale getirmiş. Artık sayıları binlerle ifade edilen insanın işten çıkartılması, maaş ödemelerinin aksaması, sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin demokratik gösterilerine karşı sergilenen sert tutum, UBP Hükümetinin pırıltısını birkaç ayda alıvermiş. Üstüne gelen sel felaketinde Hükümetin hazırlıksızlığının yanı sıra bir de yardımlardaki şaibeler büyük sıkıntı yaratıyor.

UBP, 30 yıllık deneyimini sorunları çözmekte değil ama toplumu tek seslileştirmede oldukça başarılı biçimde kullanıyor. Devlet televizyonu BRT, tamamıyla UBP ve Eroğlu çiftinin haber kanalına dönüşmüş gibi görünüyor. Cumartesi akşamı BRT ana haber bülteninin ilk 25 dakikası Eroğlu’nun seçim gezilerine ayrılmıştı örneğin. Bayan Eroğlu’nun sosyal faaliyetleri de haber bülteninin geri kalanını oluşturuyor. Görüntüler, bizim TRT’nin eski dönem protokol haberciliğini hatırlatıyor büyük ölçüde. Ama TRT’nin protokol haberleri Cumhurbaşkanıyla başlayıp Başbakanla devam eder, en sonda da muhalefet partilerinden kısa haberlerle biterdi. BRT için Cumhurbaşkanı makamı boş gibi… Muhalefet ise yok gibi… Tek sesli, ruhsuz bir siyasi yayıncılık olanca sıkıcılığıyla BRT’yi birkaç dakika sonra zaplanacak bir kanala dönüştürmüş.

Herhalde başka bir ülkede örneği yoktur. 1 yılını doldurmak üzere olan bir Hükümet, hala daha bir önceki Hükümeti eleştiriyor ve mevcut sorunların tamamı, 1 yıl önce iktidardan giden CTP-ÖRP Hükümetinin icraatlarına bağlanıyor. Oysa büyük vaatlerle, ilk iş olarak ekonomiyi düzenleyeceğini ve ülkeye şeffaflık ve demokrasiyi getireceğini söyleyen UBP, 1 yıldır tek başına iktidar olmasına rağmen her türlü sıkıntının adresi olarak eski hükümeti suçluyor. İşin tuhafı taksicisinden garsonuna, öğretmeninden işsizine kadar kimle konuşursanız aynı havayı hissediyorsunuz. En muhalifler bile

Page 59: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

116

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

“UBP’nin yaptıklarını biliyoruz ama CTP de…” diye başlayan cümleler kuruyorlar.

30 yıllık UBP icraatlarıyla şekillenen KKTC’nin son 5 yılında esen özgürlük havasının mimarlarından biri olan CTP, ifade özgürlüğünün önce kendisini vurmuş olmasından ötürü şaşkınlık duyuyor olmalı… Benim şaşırdığım ise, UBP iktidarının 1. yılına yaklaştığımız şu günlerde, başlarına gelebilecekleri bildiklerinden, haklı olarak muhalif etkinliklerde görünmemeye çalışanların bile geçmiş CTP Hükümetine sövmesi… Yazılarımı okuyanların bir kısmı yine “CTP’yi kayırmakla” suçlayacak beni ama kimse kusura bakmasın… CTP döneminde ifade özgürlüğünü, sokaklarda özgürce protesto eylemi yapma özgürlüğünü tepe tepe kullananlar, şu anda sokağa çıktıklarında biber gazı yiyorlarsa, en küçük bir muhalif etkinlikte görülmekten ödleri kopuyorsa, bunun üzerinde düşünmek zorundadırlar…

Artık çözüme inanmamak gibi tuhaf bir kavram yerleşmiş bazılarının diline. Çözüm sanki bir inanç? Oysa çözüm bir inanç değil, bir hedef… Bir mücadele hedefi… Özgür bir yaşamı, güvenle bakılan bir geleceği, huzur ve istikrarı, malına mal, yarınına yarın demenin ön koşulu olan bir mücadele hedefi… Bazılarının çözüme “inancını yitirdiğini” duyduğumda acı bir gülümseme yerleşiyor dudaklarıma. Çözüm hedefini kaybetmiş bir toplumun geleceğini hayal etmeye çalışıyorum. Türkiye’nin 82. vilayeti olmak mı var bu gelecekte? Yoksa küçücük bir adanın yarısından küçük bir alana sıkışmış adı var kendi yok bir devletçik mi? Ya da dünya insanlık ailesinin eşit haklı bir üyesi olarak dünyadaki yerini almak mı? 400 yıllık köklü bir geçmişi olan Kıbrıslı Türkler, 18 Nisan’da aslında sadece ve sadece gelecekleri için oy kullanacaklarını biliyorlar. Mesele bu geleceği nasıl tahayyül ettikleri…

Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanlığı makamı iç meselelerden çok dış meselelere odaklı bir misyona sahip. Cumhurbaşkanı aynı zamanda müzakereci, Kıbrıslıların dış dünyadaki temsilcileri demek… İç meseleler Hükümetin önceliği. Bu nedenle de Cumhurbaşkanı adaylarının iç meselelerdeki tutumundan çok, dış meselelere ilişkin yaklaşımları ön plana çıkıyor. Dış mesele deyince de elbette Kıbrıs sorununa yaklaşım ve çözüm konusundaki tutum temel tartışma konusunu oluşturuyor.

Herkes kabul ediyor ki, 18 Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı sadece Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayanların sorunu ve seçimi değil… Türkiye’nin, AB’nin, BM’nin, Güney’in de sorunu ve Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin bütün bu unsurların da sözü ve görüşü var… 18 Nisan’da oy kullanacak her seçmen, oyunu ya kendi topraklarının geleceğine, Türkiye’ye ve dünyaya karşı kullanacak, ya da kendi çocuklarının geleceğiyle, Türkiye ve dünya ile uyumlu bir seçim yapacak…

14.04.2010

Page 60: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

118 119

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

SON KALE

Tutuşmuşlar elele, çıkmışlar meydana… Unutmuşlar kavgalarını, yutmuşlar birbirlerine savurdukları küfürleri, çıkarlar ve eller bir oluvermiş “son kaleyi” düşürmek için…

Kendileri söylüyor: “son kale”! Neyin son kalesi bu? Umudun, barışın, geleceğe olan inancın ve iyimserliğin… Biliyorlar ki “son kaleyi” düşürdüklerinde, teslim aldıklarında, sadece tüm bir halkı değil, o halkın geleceğini de teslim alacaklar… Bu kadar açık ve net bir hesap bu… “Son kale” illa ki düşürülmeli! Ki artık kimsenin takati kalmasın, kimsenin mecali kalmasın gelecek için mücadele etmeye...

“Son kaleyi” düşürmek, teslim almak için son güçlerini kullanıyorlar. Teker teker değil, güçlerini birleştire birleştire dikiliyorlar karşısına umudun… Heybelerinde 10 yılın, 20 yılın kini var. Ağızlarında şiddetli bir rövanşın iştahlarına iştah katan kan tadı var. Değil mi ki Lefkoşa’dan, Güzelyurt’a, İskele’den Girne’ye, Mağusa’ya vuran o coşkulu kalabalıkların coşkulu dalgalarını gördüler, şimdi o tsunamiye set çekip, sonsuz bir sütliman yaratmaya kararlılar. Onun için istiyorlar “son kaleyi”…

“Son kale” düştüğünde, ayaklarının altında un ufak edecekler umudun son kırıntılarını. Biliyorlar. Bunun için iştahları kabarıyor, kabardıkça yutkunmakta güçlük çekiyorlar ağızlarındaki kan tadını. Kanın tadını, kokusunu aldıkça kabarıyor iştahları…

Her yol mübah “Son kaleyi” düşürmek için… Yalan, korkutma, yıldırma, sindirme en büyük silah… Korkularıyla, endişeleriyle, zayıflıklarıyla oynuyorlar insanların. Ahlaksızca! Küstahça! Acımasızca!

“Seni gemilere doldurup yollayacaklar” diyorlar Anadolu’nun bağrından kopup gelenlere… “Malını mülkünü alacaklar elinden, öylece koyacaklar kapının önüne” diyorlar, bugünler için getirdiklerine… Evet, bugünler için getirdiler çünkü onları… Yeni bir yurt belledikleri coğrafyada tam 40 yıldır iğreti hissettirdikleri, iğreti kalmaları için uğraştıkları; kökleşmeleri, uyum sağlamaları için en küçük bir çaba göstermedikleri binlerce, onbinlerce insanın korkularıyla, gelecek endişeleriyle oynuyorlar utanmazca! Binlercesini, onbinlercesini getirirken tam da böyle zamanları hesap ediyorlardı çünkü… Gelsinler ama bir türlü “buralı” olamasınlar. Hep öyle kalsınlar, geldikleri gibi… Ellerinde birer sahte kimlik, birer sahte tapuyla ırgat gelsinler, ırgat kalsınlar… “İhtiyaç hasıl olduğunda” karşılarına dikilip, “bak bunlar seni yollayacaklar ha, eğer bana oy vermezsen” diyebilmek için… “bak bunlar o mendil kadar toprağı alacaklar elinden ha, bana oy vermezsen” diyebilmek için…

Oyunu bozmuştu “ırgat gelsin, ırgat kalsın” denenler… 2004’te İskele’den Lefkoşa’ya, Güzelyurt’tan Mağusa’ya, Girne’ye kadar oyunu bozmuş; barışa, umuda, güvenli bir geleceğe Evet demişlerdi… Ama 40

Page 61: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

120

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

yılın egemenleri, daha ilk günden adım adım sinsi bir rövanşa kolları sıvadıydı çoktan. Oyunu bozanlar, yeni oyunları hesap edemediler. Şimdi “son kalesi” kaldı barışın, umudun, güvenli geleceğin… Bunun için “son kale” diyorlar ona… Şimdi oyun “son kale” için…

“İşin de benim, ekmeğin de benim, geleceğin de benim” diyorlar o topraklarla tam 400 yıldır kan ve ter ile hal-i hamur olanlara… Bir somun gibi böldükleri yurdun, can havliyle sığınılmış bir yarısını cehenneme çevirenler, “egemenlik te benim, devlet de benim” diyorlar ki haklılar… Egemenlik kayıtsız ve şartsız halkın değil, onların! Kavgasını verdikleri kendi egemenlikleri… Bunun için önemli “son kale”… İstiyorlar ki “son kale” düşsün, dünyayla son bağ kopsun, kurdukları “korku cumhuriyetinde” halkın korkularıyla beslenip büyüyen “egemenlikleri” ilelebet sürsün…

Bunun için çivisi çıkmış bir iştahla saldırıyorlar… El birliğiyle…

Bunun için var güçleriyle dikiliyorlar kapısına “son kalenin”…

Oyun bu… “Son kale” düştüğünde, bitecek olan oyun bu...

Peki sen ne yapacaksın şimdi? Bozacak mısın bu oyunu?

Teslim edecek misin “son kaleyi”?...

15.04.2010

Page 62: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

122 123

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

HAYDİ FARK YARATIN!

Kıbrıs’ta “kader gününe” artık sayılı günler kaldı. Dramatik tanımlamalardan kaçınmaya çalışırım ama bu kez gerçekten bir “kader gününden” söz ediyorum.

Kıbrıslı Türklerin sadece kendi kaderlerini değil, Türkiye ve Yunanistan’ın, Güney’in, Akdeniz’in, Avrupa’nın hatta dünyanın geleceğinde bir “fark yaratabilecekleri” çok özel bir seçim olacak bu…

Ya siyasal dar görüşlülüğe tıkıştırılmış bir belirsizliği ya da dünya ile uyumlu bir siyasal vizyonun sabır ve kararlılık gerektiren uzun soluklu stratejisi doğrultusunda oluşacak, çözüm ve barışla taçlandırılmış bir gelecek tasarımını seçecek Kıbrıslı Türkler…

Tüm umutların tükendiğine inanılan bir coğrafyada, güçlü bir “fark yaratma” iradesine ihtiyaç var.

Bu öyle bir irade olmalı ki, tüm olumsuzluklara karşın, baskıcı bir diktatörlük eğiliminin dayatmalarına ve tehditlerine karşın dimdik çözüm ve barış kararlılığıyla dünyayı bir kez daha şaşırtabilsin…

Bir kez daha ezberleri bozabilsin, bir kez daha onyıllar boyunca haksızlığa uğratılmış bir halkın acıyla olgunlaşmış duruşunu ortaya koyabilsin…

Şiddetin ve karamsarlığın egemen olduğu, insanlığın umutlarının azaldığı bir dünyada halkların yaratacağı küçük mucizelere ihtiyacımız var çünkü…

O mucizeler ki, gelecek kuşaklara “imkansızı isteyebilme” gücünü versin.

O mucizeler ki, “tarihin bittiğini” söyleyenlere inat yeni miladlar, yeni başlangıçlar inşa edebilsin…

Sözüm öncelikle Kıbrıs Soluna:

Solun hangi rengini temsil ederseniz edin, aranızdaki tartışmalar her ne olursa olsun, eğer “sol” dediğimiz şey bir “değerler manzumesi” ise, eğer “sol” dediğimiz şey baskıya, yılgınlığa, dayatmacılığa, otoriterizme, şovenizme, milliyetçiliğe, ırkçılığa, ayrımcılığa, sömürüye, korku imparatorluklarına karşı dik durmaksa… Bugün solda olmanın sloganlardan ibaret olmadığını, solda olmanın aynı zamanda, sadece kendi halkınıza karşı değil, dünya halklarına karşı vicdani bir duruş sergilemek olduğunu, ortak düşmana karşı ortak değerlerle birlikte mücadele etmek olduğunu kanıtlamak günüdür…

Hangi partiden olursanız olun… Solda olmak, karanlığın topyekün bir saldırıya geçtiği, birlikte yaratılan gelecek tahayyüllerine karşı “birleşik

Page 63: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

124 125

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

bir imha hareketi” oluşturduğu bugün, adanın bölünmüşlüğünü kalıcılaştırma yemini edenler, Kıbrıslı Türkleri sınırlarını kendilerinin çizdiği bir hapishaneye kilitleme yemini edenler karşısında ortak bir mücadele çizgisinde birleşmek ve HAYIR! Demek zorundasınız… “BİR DAHA ASLA” demek zorundasınız… Eğer bunu bugün yapmazsanız, eğer kendi geleceğinize bugün sahip çıkmazsanız… Yarın çok geç olacak çünkü…

Sözüm, 1974’ten bugüne Kıbrıs’ı yurt belleyenlere:

Yaklaşık 40 yıldır emek verdiğiniz, yurt bellediğiniz, ter döktüğünüz toprakların “misafiri” değil evsahibi olduğunuzu gösterme günüdür şimdi… 40 yıldır “iğreti” bir kimlikle yaşamanıza göz yumanlara, oylarınıza ipotek koyanlara, tehditlerle yaşamanıza göz yumanlara “HAYIR, Kıbrıs benim vatanım ve artık iğreti bir kimlikle yaşamayı değil, tüm dünyaya karşı dimdik durabileceğim bir yurttaşlık duruşunu seçiyorum” demenin zamanıdır… Sizi daha fazla kandırmalarına, yurtseverlik duygularınızı daha fazla suistimal etmelerine izin vermeyin artık… Oyunuzu korkusuzca kullanın. Çözümden, barıştan korkmadığınızı, aksine belirsizlikten, malınıza mal diyememekten, yurdunuza yurt diyememekten, geleceğe güvenle bakamamaktan yorulduğunuzu haykırın… Geleceğiniz, hak ve hukukunuz sahtekarların iddialarının tam aksine, ancak ve ancak tüm dünyanın tanıdığı, tescil ettiği bir yapı içerisinde güvence altında olabilir. Devlet, devlet gibi olmalı. Egemenlik, egemenlik gibi olmalı. Ve bu dünyaya kulaklarını tıkayan 40 yıllık zihniyetle değil, dünyayla aynı dili konuşan, dünyaya haklılığını sabır ve kararlılıkla anlatmaktan vazgeçmeyen bir yaklaşımla mümkündür…

Sözüm Kıbrıslı gençlere, kadın ve erkeklere, annelere, babalara:

Hangi siyasal görüşten olursanız olun… Bugünden yarına geleceğiniz için bir kader günündesiniz. Yaşadığınız olumsuzlukların, çektiğiniz acıların, ödediğiniz bedellerin adresini şaşırır, karıştırırsanız kendinizi kapalı kapılar ardında, dünyayla bütün bağları kopmuş bir coğrafyada bulacaksınız… Vereceğiniz karar doğrultusunda 19 Nisan sabahı ya umuda uyanacaksınız ya da “bütün kaleleri ele geçirilmiş” bir hapishaneye uyanacaksınız… Ya “biz çözümü, barışı, dünyayla uyumlu bir dili reddediyoruz” diyeceksiniz ya da dünyaya “herşeye rağmen bu son barış çığlığımdır, duy bunu” diyecek ve umudunu sizin kararınıza bağlayanlara yeni bir enerji ve sorumluluk yükleyeceksiniz…

19 Nisan sabahı ya acı bir yalana uyanacaksınız ya da mücadelenizin yepyeni bir sayfasına…

Sizden Fark yaratmanız isteniyor… Gerçek bir fark yaratın o zaman!

Karanlık ve karamsarlığa teslim olma eğilimindeki dünyamıza yeni bir

umut verin… Dün ve dünya arasında bir “fark” yaratın…

Korku imparatorluğuna teslim olmakla umutlu bir gelecek için mücadele etmek arasındaki “farkı” gösterin dosta düşmana…

Evet… Hepimiz bir “fark” yaratmanızı bekliyoruz 18 Nisanda…

Muhtaç olduğunuz kudret, hafızalarımıza kazıdığınız 24 Nisan meydanlarındadır…

16.04.2010

Page 64: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

126 127

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KARŞI DEVRİM KAZANAMAYACAK!

24 Nisan’dan birkaç gün önceydi. İnönü meydanını dolduran onbinler, üzerlerine gelen ağır baskıya rağmen Lefkoşayı sloganlarıyla sarsıyordu: Kıbrıs’ta barış engellenemez!

30 yıl boyunca “Kıbrıs hapishanesine” kilitlenmiş bir toplum, zincirlerinden boşalmışcasına İnönü meydanına akıyor, tüm dünyaya barışa, demokrasiye, özgürlüğe olan açlığını haykırıyordu. O görkemli mitingin bir noktasında “Saraya Saraya” sloganı patladı. Onbinlerin muhteşem korosu, tek bir yürek, tek bir ses olmuştu… “Saraya Saraya, yürüyoruz saraya!”…

Saray Denktaş’ın sarayıydı. 1974’te bölünen adanın, tam bölünme noktasında, bölünmenin bekçiliğini yapan bir semboldü Silihtar… Denktaş, onlarca yıl boyunca adanın kuzeyini Eroğlu ile birlikte, Türkiye’nin derin güçleriyle kol kola al gülüm ver gülüm idare etti. 1974’ten bu yana Türkiye’de hükümetler, siyasi liderler değişti, darbeler yapıldı, muhtıralar verildi; dünya değişti, soğuk savaş bitti, Sovyetler yıkıldı, savaşlar barışlar yaşandı ama Kıbrıs’ın kuzeyinde Denktaş-Eroğlu ikilisinin yönetimi hiç değişmedi… Ta ki 2003’ün son günlerine kadar…

Yaklaşık 40 yıl boyunca sorgulanmayan, denetlenmeyen bir kapalı devre yönetim anlayışı hakim oldu adanın kuzeyinde…

Kıbrıs Cumhuriyeti Nikos Sampson’un faşist darbesiyle yıkıldı. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temellerinden yok etmeyi hedeflenen bu siyasal cinayetin suç ortağının Denktaş olduğu gerçeğini hiçbir zaman konuşamadık biz. 1950’lerden başlayarak adanın milliyetçi çatışmalara sahne olmasında Rum faşistlerinin ne kadar suçu varsa, bir o kadar da Denktaş ve şürekasının da suçlu olduğu gerçeğinin üzerini örttük… Eşit haklı olunan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Türklerin “ayrılıkçı azınlık” olarak anılmasını sadece Rum faşistlerine bağlamak ve “ya taksim ya ölüm” sloganlarına kulak tıkamak tarihsel gerçekleri yok saymak anlamına gelir.

Evet Rum faşistler ve Yunanistan’daki albaylar cuntası adayı Kıbrıslı Türklerle birlikte yönetmek istemiyorlardı. Ama 1950’lerden itibaren toplumu adanın Kuzeyine doğru çekmeyi ve orada izole etmeyi başaran Denktaş ve şürekasının da Kıbrıs’ı rumlarla birlikte yönetmek istemediği aşikar.

Bütün bunlar Kıbrıslı Türklerin çok iyi bildiği, ama biz Türkiyelilerin “tonton Denktaş” fotoğrafı ve onun “tatlı hamasetinin” ardındakilerle ilgilenmediğimiz için asla farkına varmadığımız gerçekler…

Şimdi “Devletim, Egemenliğim” diyor ya Denktaş ve onun koltuğunun altında büyüyen Eroğlu; yıllar sonra aynı bayat nakaratla çıkıyor ya karşımıza, sorulacak çok soru var… Üstelik bu soruları artık sadece

Page 65: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

128 129

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kıbrıslı Türkler değil, bizlerin de sorması gerekiyor…

Denktaş sadece Rum faşistlerle kol kola Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yok edilmesine ve Kıbrıslı Türklerin tüm haklarının gaspedilmesine seyirci kalmakla yetinmedi… 1983’te “tek adamlığını” onlarca yıl daha sürdürebilmek için Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) yi de 12 Eylül cuntacılarıyla kol kola yok etti. Yıllar sonra dönemin dışişleri bakanı İlter Türkmen söylüyor işte: “KKTC, Denktaşın yeniden devlet başkanı olabilmesi için kuruldu!”

Hepimiz kandırıldık! Acı ama hepimiz aldatıldık! Türkiye’de de, Kıbrıs’ın kuzeyinde de…

Mide bulandırıcı bir sömürü düzeni, “Türkiye’nin ve Kıbrıs’taki soydaşlarımızın yüce çıkarları” maskesiyle yutturuldu hepimize… Oysa savunulan çıkarlar ne Türkiye ne de Kıbrıs halklarının çıkarıydı… Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan “gri alanda” kurulan korku imparatorluğunun efendilerinin çıkarlarıydı savunulan… Nitekim bu korku imparatorluğundan nemalanan herkes, “milli çıkarlar” hamasetini büyütüp güçlendirerek barış isteyenlerin, çözüm isteyenlerin, daha fazla özgürlük ve demokrasi isteyenlerin, güvenli bir gelecek, iş ve aş isteyenlerin karşısına dikildi.

Korku imparatorluğu, varlığını sürdürmek için sınır tanımadı. İnsanlar sindirildi, sürüldü, işsiz bırakıldı, öldürüldü.

Bugün Denktaş ve Eroğlu’nun devletim dedikleri şey bu korku imparatorluğunun ta kendisidir.

Bugün Denktaş ve Eroğlu’nun egemenliğim dedikleri şey, Türkiye’deki derin güçlerle Kıbrıs’ın kuzeyinde kurdukları baskıcı rejimden başka bir şey değildir.

Bize yalan söylediler! Hala gözlerimizin içine baka baka yalan söylemeye devam ediyorlar.

KTFD kuruluş bildirgesine ve anayasasına aykırı olarak kurdular KKTC’yi… 12 Eylül Cuntacılarıyla birlikte kurdular ve 12 Eylül faşizminin sahte Danışma Meclisine onaylattılar. “Ayakta alkışladıkları” şey açık ve çifte kavrulmuş bir Anayasa ihlaliydi. Bunu demokratik bir ortamda yapamadılar, yapamazlardı… Ancak 12 Eylül cuntacılarıyla yapabilirlerdi ve yaptılar…

Kıbrıs’ın kaderine bakın siz… Kıbrıs Cumhuriyeti’nin faşist albay Sampson yıktı… KTFD’yi faşist generallerle birlikte yıktılar!

Bize yalan söylediler! Hepimizi yıllarca kandırdılar!

Dünyanın hiçbir “egemen” ülkesinde, “Büyükelçiliğinizi” Parlamento binasının tam karşısına ve onun iki katı büyüklükte kuramazsınız!

Dünyanın hiçbir “egemen” ülkesinde “Büyükelçilik” canı istediği “devlet kuruluşuna” telefon açıp “Elçilikten arıyoruz” diye talimat yağdıramaz…

Dünyanın hiçbir “egemen” ülkesinde “Büyükelçilik” yardım heyeti adı altında canının istediğine canı istediği kadar “ulufe” dağıtamaz… Tam 40 yıl bu böyle oldu Kıbrıs’ta…

Ve herşey 2004 yılından itibaren yavaş yavaş ta olsa değişmeye başladı… Denktaş ve Eroğlu’nun ve onların şürekasının dehşete kapıldığı, çılgına döndükleri şey budur… Denktaş ve Eroğlu’nu bugün “son kaleyi” ele geçirmek için didinmelerinin, yeniden kolkola girmelerinin nedeni budur…

Kıbrıslı Türkler 2004 yılından bugüne gerçekleştirdikleri olağanüstü değişimi yetersiz görebilir, azla yetinmek istemeyebilir, temiz özgürlük rüzgarlarının estiği dönemin esrikliğiyle aceleci, sabırsız davranabilirler… Ama unutmasın hiç kimse… Tam 40 yıllık taşlaşmış bir rejimi sarsmayı başardılar 2004’te…

Denktaş ve Eroğlu’nun “karşı devrim güçleri” aldıkları ağır darbeye rağmen yeniden toparlanıp, birleşip bu kez topyekün bir saldırıya geçtiler. Bu süreçte Kıbrıs’taki barış ve demokrasi güçleri ne yazık ki “karşı devrim güçleri kadar” organize davranamadılar. Elde ettikleri kazanımların, mevzilerin değerinin farkına varamadılar. Birlikte hareket etmeyi başaramadılar. Adanın kuzeyini sabırla ceberrut bir diktatörlükten demokratik ve katılımcı bir topluma dönüştürmek için yeterli zamanı tanımadılar birbirlerine…

40 yıllık bir diktatörlükten özgür ve katılımcı bir vatandaşlığa geçiş süreci dünyanın her yerinde sancılıdır… Bu süreçte elbette fikir ayrılıkları, tartışmalar, çatışmalar yaşanacaktır. Ancak barış ve demokrasi güçleri, “karşı devrim” saflarındaki her hareketliliği dikkatle izlemek ve “geriye dönüşü” imkansızlaştıracak “ortak adımları” atabilme yeteneğini göstermekle yükümlüdür…

18 Nisan’ı bu ölçüde önemli kılan da budur…

1974’ten 2004’e kadar ağır bedeller ödenerek sürdürülen barış ve demokrasi mücadelesi, 2009’da karşı devrimin atağıyla yara aldı… Şimdi karşı devrim, son darbeyi vurma telaşında… Son kaleyi ele geçirme kararlılığında…

2004 yılının nisan ayında, on binlerin yürüdüğü meydanları hatırlıyorum bugün…

Page 66: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

130

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Kıbrıs’la, Kıbrıslıyla henüz yeni yeni tanışmakta olduğum günlerdi. Güzel günlere, halklara, halkların o direngen, devrimci, tutkulu gücüne olan imanımın sarsıldığı günlerdi. O nisan gününde, kendimi hiç ummadığı bir anda kutsal topraklarda kaybettiği tanrısıyla burun buruna kalmış bir imansız gibi hissetmiştim… İşte, bitti denilen ne varsa o gün, orada yeniden başlıyordu inatla… Meydanın bir köşesinden onbinlere bakıp ağladığımı hatırlıyorum… Sanırım o gün aşık oldum ben.

Geride kalan 6 yılda Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları yakından tanıma fırsatı buldum. İtiraf etmem gerekirse, bu toplum beni her seferinde şaşırtmayı başardı. BM Planının oylandığı gün %65 Evet dediği gün de, 1 yıl sonra Denktaş’ın üzerine kocaman bir çarpı atıp M. Ali Talat’ı Cumhurbaşkanlığı sarayına taşırken de, 2009’da 30 yılın öfkesini bir kalemde çizip, UBP’yi yeniden iktidara getirirken de… Hep şaşkın gözlerle izledim Kıbrıslı Türkleri…

On yıllarca vesayet altında tutulmuş, acizleştirilmeye, “terbiye edilmeye” çalışılmış bir toplumun kendi iradesini oluşturmaya, kendi geleceği hakkında karar verme gücünü eline almaya çalışan bir “halka” dönüşme sürecini gözlemlemek muhteşem bir şey. Henüz hala katedilecek uzun bir yol var kuşkusuz. Ama Kıbrıslı Türkler artık dünün “güdülen”, “itilip kakılan” cemaati değil. Bu toplum 2004 yılında zincirlerini kopardı. Şimdi onu yeniden zaptetmeye, eskisi gibi kafesine kapatmaya ve “terbiye etmeye” uğraşanlar korkunç bir yanılgı içerisindeler.

Kıbrıs’ın kuzeyinde 2004 yılından beri bir “toplum” değil, bir “halk” var…

Ve 18 Nisan’da bu halk, 2004’te olup bitenlerin bir “çocukluk hastalığı” olmadığını, gerçek bir iradenin ürünü olduğunu gösterecek hepimize…

17.04.2010

Page 67: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

132 133

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS’TA BUNDAN SONRASI

Eroğlu-Denktaş ittifakı kazandı. Sokaktaki adamın duygusal reaksiyonlarının olması normaldir ama 19 nisan’dan itibaren gerek Kıbrıs, gerek Türkiye ve gerek dünya için tüm hesapların revize edildiği yeni bir dönem başlıyor.

Türkiye 2003 yılından itibaren AKP’nin proaktif dış politikası doğrultusunda Kıbrıs’ta çözüm rüzgarlarının estiği bir dönem başlatmıştı. Rauf Denktaş’ın büyük tepki verdiği ve engellemek adına vaktiyle kendisine en ağır hakaretleri eden çevrelerle kolkola girmek pahasına mücadele ettiği bu sürecin aslında bir stratejinin değil tamamen taktik bir faaliyetin sonucu olarak başladığı anlaşılıyor… Türkiye, 2003-2010 arasında, BM ve AB’nin sıkıştırmaları karşısında soluklanabileceği taktik bir operasyonu yürütmüş ve risk alarak başlattığı bu operasyonu başarıyla yönetip, başarıyla tamamlamışa benziyor.

2003 yılına kadar “işgalci” ve “uzlaşmaz” görüntü sergileyen, bu görünümü ile de uluslar arası alanda büyük sıkıntılarla boğuşan Türkiye, AKP’nin risk almasıyla birlikte Kıbrıs’ta süreci Rum yönetimi ve Yunanistan aleyhine çevirmeyi başardı. Türkiye’nin “derin” taktik siyasetini kavrama kapasitesine sahip olmayan kaba milliyetçilik ve çıkar çevreleri, Kıbrıs’ta yürütülen operasyonu zaman zaman zora sokacak girişimlerde bulunsalar da, kabul etmek gerekiyor ki AKP son derece iyi bir iş çıkardı.

Gelinen noktada kimsenin Türkiye’ye söyleyebilecek bir sözü kalmamıştır. Türkiye, 2003’ten 2010’a kadar tam 7 yıl BM, AB ve Rum yönetimine “avans” vermiş, hiç biri bu “elverişli ortamı” değerlendirebilme becerisi gösterememiştir. Kıbrıs’ın Kuzeyinde çözümden yana bir hükümetin ve çözümden yana bir liderin iş başında bulunduğu, önü bizzat Türkiye tarafından açılan bir süreç BM, AB ve Rum yönetimi tarafından heba edilmiştir.

Türkiye’yi mutsuz edecek bir sonuç mudur bu? Kuşkusuz hayır. Türkiye 7 yıl boyunca “barışçı” görüntü vermiş ve bugün “barış elimizi havada bıraktınız kardeşim, elimden geleni yaptım, anlamadınız, kusura bakmayın artık” diyebilir duruma gelmiştir. Üstelik görüntü olarak Kıbrıs’ın kuzeyindeki “devlet” artık eni konu “Türkiye’den bağımsız kararlar verebilen” bir imaja sahip kılınmıştır. Öyle ya, “müdahalesiz seçimlerle” Kıbrıslı Türkler önce çözüm yanlısı bir lideri iş başına getirmiş ancak barış eli havada kaldığından yine kendi iradesiyle bu kez “çözüme inanmayan” bir liderle yola devam etme kararı almıştır. Bundan sonra Türkiye, süreç her tıkandığında “eh uyarmıştık sizi, vaktiyle çözüm yanlısı lider varken uzlaşsaydınız, buna söz geçiremiyorum ben” diyebilecek ama aynı zamanda “söz dinlemez Eroğlu” ile al gülüm ver gülüm eski statükoyu bal börek sürdürebilecektir. Sürecin detayları ilerleyen dönemlerde daha iyi anlaşılacaktır ama özellikle AKP'nin ve Türkiye'nin bu sürece ilişkin

Page 68: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

134 135

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kıbrıslı Türklere vermesi gereken bazı yanıtlar olduğu muhakkaktır... Bunlar önümüzdeki sürecin tartışma konusudur...

Sürecin suçlusu ortadadır:

2004’te BM planına Evet denmiş ancak Rum tarafının Hayır’ı karşısında BM bugüne kadar tek bir adım atmamıştır. AB, izolasyonları gevşetecek, Kıbrıs Türk halkına soluk aldıracak tek bir adım atmamıştır. Ve nihayet Rum yönetimi, karşısında büyük bir özveriyle çözüme yönelen Kıbrıs Türk Halkını ve çözüme bütün kalbiyle inanan bir lideri, M. Ali Talat’ı yüreklendirecek en küçük bir adım atmamıştır. Artık kimse ne Türkiye’yi ne de Kıbrıs Türk Halkını bundan sonra olabileceklere ilişkin suçlayacak durumda değildir. Hele ki Hristofias, 70 küsur görüşmenin sonunda kerhen bile olsa “uzlaşmaya doğru gidiyoruz” deme tenezzülünde bulunmadığı bir barış sürecini dinamitlemiş bir lider olarak bundan sonra tek kelime etme hakkına sahip değildir. Çözüm İstasyonunda tam 7 yıl bekleyen tren, bağıra bağıra kaçmıştır…

Hristofias ve Rum yönetimini mutsuz edecek bir sonuç mudur bu? Kuşkusuz hayır. Her fırsatta “Ankara’nın kuklası” olmakla suçladıkları, samimiyetine bir türlü inanmadıkları ve muhatap almak istemedikleri Kıbrıs Türk liderliği değişti işte. Ve Hristofias’ın da, Rum yönetiminin de üzerinden büyük bir yük kalktı. Şimdi bol bol barış ve çözüm isteyebilir, bol bol barış için dostluk eli uzatabilir ve her gün “uzlaşmaz Türk tarafından” yakınabilirler artık… Tıpkı Papadopulos gibi, Hristofias da “bir devlet teslim almış ve bir cemaat teslim etmekten” kurtulmuştur nihayet…

Bütün bunların sonunda olan Kıbrıs Türk halkına oldu her zamanki gibi. 2004’tekine benzer bir düş kırıklığı, ama bu kez çok daha travmatik etkileri olacağı, Kıbrıs siyasetinin haritasında derin değişikliklere yol açacak bir yeni döneme uyanacak Kıbrıslı Türkler.

Çözüm mücadelesi sekteye mi uğrayacak? Elbette hayır!

Belki işe siyasi formülasyonu yenilemekten başlamak gerekiyor. Çözümün motor gücünü bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Kıbrıs solu üstlenecek. Ama bir farkla… Çözüm artık dünkü kadar yakın değil. Dolayısıyla Kıbrıs Türk Solu, bugüne kadar her türlü güncel problemi öteleme gerekçesi oluşturan “çözüm” kavramını yeniden ele alarak, içeriğini yeni argümanlarla doldurmak zorundadır…

Çözüm dünkü kadar yakın değildir evet ama Kıbrıslı Türklerin iş, aş, özgürlük, demokrasi ve barış özlemleri yarın, dünden daha yakıcı biçimde kendisini hissettirecektir.

Yarından başlayarak “çözüm” kavramı Kıbrıs’ın gençleri, kadınları, erkekleri, çalışanları, esnafları, sanayicileri için “yeterince motive

edici” bir kavram olmaktan çıkacaktır. Çözümün yeniden bir motivasyon kavramı haline gelebilmesinin yolu, onu bugünden yarına yakınlaştıracak ve ete kemiğe büründürecek güçlü bir “özgürlükçü, merkeze açık sol” siyasetin üretilerek Kıbrıs Türk halkının mücadele birliğini yeniden örebilme becerisidir.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde CTP, TDP, BKP arasında son derece önemli bir eylem birliği zemini oluşmuş ve 3 parti de bu eylem birliğinde başarılı bir sınav vermiştir. Bu eylem birliğine 19 nisan’dan itibaren yeni bir boyut kazandırmak, güçlü bir birleşik cephenin kurumsallaşmasını sağlamak çok hayalci bir yaklaşım mıdır? Ancak böyle bir yakınlaşma, Kıbrıs Türk halkının barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde “AKP’ye, Türkiye’ye bile bel bağlamak durumunda kalmanın” önüne geçebilir…

Geçen 7 yıllık dönemde sendikaların son derece kötü sınav verdiğini bir kez daha vurgulamaktan kaçınmayacağım. Hoşlarına gitsin ya da gitmesin, sendikaların “Çözümü sağlamaya en yakın” siyasetin odağı olan CTP Hükümetlerine karşı sendikalar son derece sabırsız, insafsız ve saldırgan bir tutum sergiledikleri gün gele daha iyi anlaşılacak ve Eroğlu-Denktaş “bütünlüklü iktidarında” CTP Hükümetleri mumla değil projektörle aranacaktır… Elbette yeni dönemde, o dönemin demokrasisinden, sendikal gücünden eser bırakılırsa… O dönemden bugüne uzanan soğukluklara derhal son verilerek sol partiler ve sendikalar ile sivil toplum kuruluşları arasında yakın işbirliği ve eylembirliğine gidilmezse bunun bedelini Kıbrıs Türk halkı ağır biçimde ödeyecektir… Önce evlatlarını göçe vererek… Ardından da mücadele edebilecek bir çözüm olasılığının tümden ortadan kaldırılmasıyla…

Kıbrıs’ın yeni dönemi gündemimizi işgal etmeye devam edecek…

19.04.2010

Page 69: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

136 137

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

YAŞASIN AKP, TÜRKİYE VE KIBRIS ÜZERİNESAÇMALAMA ÖZGÜRLÜĞÜ!

Birkaç gün içerisinde gecikmiş ve aslen yanlış olan soru sorulmaya başlanacak: “Türkiye’nin Kıbrıs politikası değişiyor mu?”.

Kısa yoldan bir cevap: Hayır! Türkiye’nin Kıbrıs politikası hiçbir zaman değişmedi ki?... AKP’nin Kıbrıs konusundaki “proaktif” dış politikası, Türkiye’nin gerçek anlamda bir politika değişikliğine yöneldiği anlamına gelmedi hiçbir zaman. Herşeyden önce, bakmayın siz ulusalcı-faşist mankafaların çığırtkanlıklarına, AKP devleti dönüştürmeye çalışan değil, devleti “modern zamanların gereksinimine uygun biçimde” revize etmeye çalışan bir siyasi projeden başka bir şey değildir…

Çok mu iddialı? Aklın şu veya bu kampa teslim edilmediği bir duruş, özgürce ve sorumsuzca ufuk turu yapabilir. En fazla ihtiyaç duyduğumuz ve çoktandır yitirdiğimiz haslet değil mi bu? İnanmak istediklerimizi görmeye çalışıyoruz, dışımızda olanı değil… Oysa ak sakallı, bundan yüz küsur yıl önce çözüp koymuştu önümüze aklı özgürleştirecek yöntemi…

Türkiye’nin devlet düzeni içerisinde “eski” ile “yeni” arasında kıyasıya bir mücadele var. “Yeni” nin “islami motiflerle bezeli” olması kafaları karıştırıyor olabilir ama olaylara sınıfsal bakmaz ve sadece görüngüler üzerinden analize kalkışırsanız olacağı şudur: Türkiye’de “demokratik laik hukuk düzeni” ile “İslami kesimler” arasında bir iktidar mücadelesi varmış masalına kendi kendinizi inandırırsınız. Ön kabulünüzün sakatlığı, Türkiye’nin “demokratik, laik bir hukuk devleti” olduğu yanılsamasıyla başlar ve bunun karşısındakilerin “İslam devrimi” yapmak istedikleri safsatasıyla son bulur. Orada kalırsınız. Bundan ileriye gidecek bir argümanınız olmadığı gibi, sonuçta “İslamcı tehlikeye”(!) karşı bir anda ceberrut bir rejimi savunur bulursunuz kendinizi. Elbette saçmalama özgürlüğünüz var ancak bunu başkalarını rahatsız etmeden yapmayı da becermelisiniz!

Muhafazakâr Anadolu eşrafının daha fazla refahı keşfetmesiyle başlayan hikâyenin ilerleyen bölümlerinde sermaye birikimini dünyayla entegre biçimde gerçekleştirmesi ve biti kanlandıkça siyasete de el atması; “İslamcı kalkışma” değil, tepetaklak duran bir Cumhuriyet projesinin ayaklarının yere basma çabasıdır olsa olsa... Mütedeyyin Anadolu, muhafazakâr değerlerini koruyarak ekonomiye ve siyasete ağırlığını koymuştur sadece. Hani “altyapı üstyapıyı değiştirir” demişti ya yüz küsur yıl önce ak sakallı, işte olup biten budur… Türkiye özellikle 80 sonrasında kapitalistleşme sürecinde önemli bir merhale katetmiş (unuttunuz herhalde 12 Eylül’ün neden yapıldığını) , sermaye “tabana” doğru yayıldıkça Anadolu’nun geleneksel eşrafının biti kanlanmaya başlamış ve nihayet belirli bir sermaye birikimi sağlayabilenler dünya ile entegre oldukça bu entegrasyonu ve dolayısı ile “kârı” muhafaza edebilmek amacıyla yönetsel inisiyatifi de almak istemişlerdir kaçınılmaz biçimde… Murphy kanunu: altın kimdeyse kuralı o koyar!

Page 70: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

138 139

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

1923 ten beri ceberrut bir rejimi kurumlaştıran, kurumlaştırdıkça da rejimin nimetlerini al gülüm ver gülüm yağmalayan kendinden menkul “laik” oligarşi, cânım statükonun devamı için kopartmaktadır bunca gürültüyü. 80 küsur yıldır “altın” onlardaydı ve kural koyucu da onlar dı… Ancak altın el değiştirdi ya da en azından altın artık sadece onlarda değil… Ve sıra iktidarı paylaşmaya, paylaşmadıkları takdirde elemine edilmelerine geldi… Uzlaşabilen uzlaşacak, uzlaşamayan kaderine razı olacak…

Biti kanlandıkça iktidardan da pay isteyenlerin partisidir AKP… Rejimi değiştirmek değil, rejimin nimetlerinden yararlanmak gibi “masum” bir ajandası bulunmaktadır netekim. Sinir bozucu olan da budur zaten. “İslamcı kalkışmanın” Fatih Çarşamba fotoğraflarıyla halkı korkutarak bugüne kadar bu ceberrut rejimi sürdürmeyi başarabilenler için AKP had safhada can sıkıcıdır. Zira AKP aracılığıyla iktidardan nemalanmaya ve rejimi, oligarşinin bu yeni bileşenlerinin “adetlerine” uygun biçimde ucundan kıyısından revize etmekten gayrı derdi olmayanlarla kıran kırana yürüyen bir pasta savaşıdır söz konusu olan. Ama bu pasta savaşı, çocukların birbirine pasta fırlattığı o sevimli oyun değil, hayli iştahlı büyük adamların en fazla payı kapma yarışıdır…

Aklını ve ruhunu teslim etmişlerin arasında kaldığımızdan, bir yanda “Cumhuriyet İslamcı tehdit altında” çığlıklarını, öte yanda ise “Rejim AKP eliyle demokratikleştiriliyor” zevzekliklerine maruz kalıyoruz ne acı ki…

Kimse merak buyurmasın. Endişeye mahal yok… Rejiminiz ayniyle vaki yerinde duruyor. AKP’nin rejiminizin temelleriyle bir işi yok… O sadece küçük operasyonlarla rejiminize estetik müdahalelerde bulunuyor. Bu sizi biraz daha genç ve dünya gözünde biraz daha güzel gösterecek sadece… Kabul ediniz ki rejiminiz öyle matah bir şey değildi… Yine matah olmayacak ama modern dünyada daha “insan içine çıkılır” bir imaj sahibi olacak… Bu, AKP’nin estetik deliliğinden kaynaklanmıyor elbette… Sadece çağdaş dünyada temel insan hak ve özgürlükleri biraz daha “var mış gibi” görünüyor ya, işte o “görüngüyü” yaratmak ve 80 küsur yıldır orasından burasından pörtleyen rejiminizi azıcık daha geniş bir korseye kavuşturmak derdinde AKP!

İkiyüzlülük, ahlaki bir durumdur. Şizoid ve paranoyak bir ruh hali ise bildiğiniz üzere tedavi gerektiren bir rahatsızlıktır. ABD ve AB emperyalizmiyle yakın ilişkisinden ötürü AKP’ye öfke kusan ulusalcı faşistlerin ruh hastalığı tam da budur. Ceberrut rejimin vasiliğini yürüten gücün emperyalizm ile sarmaş dolaş ilişkisini görmezden gelerek AKP’ye yüklenmek ancak bir ruh hastalığının tezahürü olsa gerektir. Türkiye emperyalizm ile 2002 de yatağa giren saf bir bakire sanki, ulusalcı faşistleri dinlerseniz… Oysa silah anlaşmaları ile, ortak savunma işbirlikleri ile, üsleri, bankaları ve tekelleriyle emperyalizme

peşkeş çekile çekile Türkiye uluslar “kârhanesine” düşeli çok zaman oldu… Konunun muhabbet tellalığını ise 60’da, 71’de, 80’de “komünizm tehlikesine karşı” anayasal düzeni silah zoruyla yıkanlar üstlendi seve seve… Yalan mı?

Ez cümle sevgili sabırtaşı okurlar, AKP’nin Türkiye’deki rejimi değiştirmek gibi bir ajandası olmadığı kadar, Türkiye’nin dış politikasını da değiştirmek gibi bir endişesi bulunmamaktadır. AKP sadece uluslar arası entegrasyonu taçlandıracak zeminde ayağa takılan taşları temizleme derdindedir sadece… Elbette görüngüsel olarak…

Eski egemenler soğuk savaşa göre pozisyon aldılar ve orada kaldılar. Oysa soğuk savaş bitti. Yeni egemenler ile eskileri arasındaki anlaşmazlık budur ve soğuk savaşın itina ile serpiştirdiği irili ufaklı “sorunlara” ihtiyaç kalmadığı konusundaki mutabakat er ya da geç oluşturulacaktır.

İçeride ve dışarıda “sorun temizleme” operasyonları Türkiye’nin eski ve yeni egemenleri arasında küçük anlaşmazlıklara yol açsa da sonuçta akıl galip gelecek ve Cumhuriyet, eski ve yeni sahiplerinin mutabakatında daha şıklaştırılmış yüzüyle mutad varlığını sürdürecektir…

Ulusalcı faşistler, her ne kadar “ülke bölünüyor” diye ciyaklasa da, Kürt meselesinin “üniter yapı” içerisinde verilecek bazı haklarla “halli” AKP’nin şıklaştırma operasyonlarından biridir örneğin… Etnik gruplarıyla “barışmış” bir Türkiye’de kapitalist “tekamül” misak-ı milli coğrafyasına yayılabilir ancak… Dolayısıyla AKP’nin Kürt meselesinin hallinden anladığı şey “terörü durduracak kimi demokratik-kültürel hakların verilmesinden” ibarettir. Her ne kadar ümmetçilik ile kavmiyetçilik birbiriyle taban tabana zıtsa da, Anadolu eşrafının bayıldığı Türk-İslam sentezi bundan bir adım ötesine izin vermez.

Kıbrıs meselesinde de durum farklı değildir. Türkiye 1974 yılında Yunan cuntacılarının marifetiyle gerçekleşen faşist darbeyi bahane ederek konuşlandığı “stratejik öneme haiz” Kıbrıs’tan hiçbir koşulda vazgeçmeyecektir. Ancak aç gözlülük ve muhterislik, çağımızda “kabalık” sayıldığından, emperyal emellerin daha zarif söylemlerle maskelenmesi ihtiyacı yine AKP’nin rejime armağanı sayılabilecek önemli bir katkısıdır. “Çözüm için daima bir adım ileride bulunmak” cinliği, Kıbrıs’ta son 7 yıldır izlenen “şık” politikanın ifadesidir ve vazifesini de yerine getirmiş, miadını doldurmuştur artık.

Ulusalcı faşistlerin eblehliği ile AKP’nin zerafeti arasındaki fark budur… Türkiye, AKP’nin katkısıyla kaba milliyetçiliğin 40 yıldır yüzüne gözüne bulaştırdığı bir süreci, olabilecek en zarif rötuşlarla dünyanın

Page 71: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

140

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

önüne sunmuş ve başarılı bir süreç yönetiminin ardından “e gördünüz ama biz elimizden geleni yaptık, Rumlar fırsatı değerlendiremedi” deme noktasına gelmiştir.

2003-2010 arasında başarıyla “idare edilen” süreç artık tamamlanmıştır. Ulusalcı faşistler, Kıbrıs’ta elde ettikleri “zaferi” eblehçe ballandıradursunlar, AKP Türkiye’si günün sonunda kâr-zarar hesabıyla hareket etmektedir… Yaşasın pragmatizm!

Tavşana kaç, tazıya tut yöntemiyle çözüm yanlıları ile ulusalcı faşistleri birbirine kırdıran AKP Türkiye’si, bu “sanal oyunun” her koşulda kesin ve tek galibidir. İşte hem “Kıbrıs verilmedi” hem de “Türkiye artık işgalci değil”…

Özgür akıl, ulusalcı faşistler ile AKP arasındaki bu “nema” savaşında serbestçe ve sorumsuzca saçmalamanın keyfini çıkartır… Ama “tarafsızca” değil… Ceberrut rejimin cidarlarını genişletecek her adım, özgür aklı daha da özgürleştirmeye yarar çünkü… İş ki özgür akıl, zarf ile mazrufu birbirinden ayırma melekesini yitirmesin…

AKP ve AKP Türkiyesi üzerine özgürce saçmalamaya devam edeceğiz…

20.04.2010

Page 72: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

142 143

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BİRLEŞİK ÇÖZÜM İNİSİYATİFİ HAYAL Mİ?

Kıbrıs’ın kuzeyinde 2002’de ivme kazanan, 2004’te 24 nisan iradesi ile kreşendo noktasına erişen ve 2009’da UBP’nin tek başına iktidara gelmesinin ardından geçtiğimiz günlerde Sn. Eroğlu’nun Cumhurbaşkanı oluşuyla sonuçlanan süreç ne yazık ki konunun bileşenleri tarafından yeterince analiz edilemedi.

Sürecin tüm faturasının CTP-BG’ye ihale edildiğini, CTP’ye karşı sadece Çözüm yanlısı diğer parti ve gruplardan değil, CTP tabanından bile şiddetli tepkilerin, öfkeli bir birikimin her fırsatta dile getirildiğini görüyorum. Konuya dışarıdan bakan biri olarak, artık her türlü duygusal tepkinin bir yana bırakılarak sürecin bilimsel bir değerlendirilmesinin yapılmasının ve 2002-2010 arasında çözüm güçlerinin elde ettiği son derece değerli deneyimin, bizzat o deneyimi yaratanlar tarafından kapsamlı biçimde analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Eğer aklımızı ve vicdanımızı belirli bir siyasal kampın, parti ya da grubun “ortak aklına” emanet etmemişsek, eğer birey olarak içinde yaşadığımız toplumu ve dünyayı anlamaya, analiz etmeye çalışıyorsak, belki zorlanacağız ama duygusallıkla, yargılarla değil; ölçülebilir, tartışılabilir veriler ve olgularla düşünmek zorundayız. Dar parti-grup çıkarlarının egemen olduğu “akıl” yerine, önümüzdeki problemleri çözüme kavuşturmamıza yardımcı olacak “ortak aklın” biat edeni değil, eleştirel katılımcısı olmak herhalde herkesin benimseyeceği bir tutum olmalıdır.

2002-2004 siyasal iklimini iyi hatırlamak gerekiyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde sol partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları çözüm perspektifiyle çok büyük bir eylemliliğe imza attılar. BM ve AB’nin kayıtsız kalamadığı, Türkiye’nin de kilitlenen Kıbrıs sorununa ilişkin AKP Hükümeti eliyle gerçekleştirdiği “görüntüsel siyaset dönüşümünün” yarattığı konjonktür, çözüm güçlerini bir anda Kıbrıs siyasetinin etkin aktörü konumuna taşıdı.

CTP-BG, çözüm güçlerinin devrimci bir siyasal atmosfer yarattığı ortamda belki de kendisinin dahi beklemediği, hiç hazır olmadığı bir anda iktidara geldi. 2003-2009 arası CTP-BG koalisyonları, genelde Kıbrıslı Türkler ve çözüm güçleri, özelde Kıbrıs Türk Solu açısından bence eşsiz deneyimlerin kazanıldığı bir tarihsel dönemdir. Doğruları ve yanlışları ile, hataları ve sevaplarıyla bu altın değerindeki tarihsel dönemin zaman yitirilmeksizin masaya yatırılarak titizlikle analiz edilmesi gerekir. CTP-BG’nin Kıbrıslı Türklerin tarihinde ilk kez yaşanan “iktidar deneyiminden” çözüm güçlerinin, Kıbrıs Türk solunun alacağı çok sayıda ders bulunmaktadır. Bu dönemin üstünü örtmek veya bu dönemi CTP-BG’ye öfke kusarak analiz etmekten kaçınmak, Kıbrıs’ın kuzeyindeki tüm sol parti ve gruplar açısından çok ciddi bir kayıptır.

Page 73: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

144 145

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Şimdi o dönemin siyasal iklimini de hatırlamaya çalışarak, can alıcı bir soruyu sormamız gerekiyor…

2003-2004 yıllarında, CTP-BG değil de herhangi bir çözüm yanlısı sol parti ya da grup veyahut herhangi bir çözüm yanlısı kişi iktidar fırsatını ele geçirseydi… Bugün itibarıyla ortaya çıkacak tablo ne olurdu?

İsterseniz öncelikle verili duruma bir göz atarak başlayalım bu sorunun yanıtını aramaya…

2004’e kadar, Kıbrıs’ın kuzeyinde 30 yıllık Denktaş rejimi hüküm sürmüştü. Çözüm yanlısı sol partiler, bütün bu süreçte TKP’nin birkaç kısa dönem koalisyon ortaklığı dışında “muhalefet” konumundaydılar ve herkes biliyor ki, bu “muhalefet” son derece çetin koşullarda yürütüldü.

Çözüm yanlısı sol partilerin ciddi ve kayda değer bir iktidar programları mevcut değildi.

Bütün partiler “muhalefeti” ve “muhalefet tekniklerini” gayet iyi bilmelerine rağmen, iktidar olmanın ne anlama geldiği, mevcut sistem içerisinde bir iktidar partisi olmanın ne menem bir şey olduğu hakkında fikir sahibi değillerdi…

Muhalefet, “eli taşın altında olmadığından” ülke sorunları karşısında “hovardaca” bir özgürlük ve sorumsuzluk psikolojisi ile hareket eder genellikle… Örneğin memur maaşlarının gecikmesi, muhalefet partileri için tam bir siyasal bombardıman konusudur. Ancak aynı muhalefet partileri, o maaşları gününde ödeme “sorumluluğu” ile başbaşa kaldığında hayatın gerçekleriyle yüz yüze kalırlar. Çünkü eleştirmek ile “çözüm bulmak” hiçbir zaman aynı şey değildir. Bu, hayatın her alanındaki problemler için geçerlidir.

Çözüm yanlısı sol partiler; CTP, TDP, BKP ve YKP’nin programlarının sistem içerisinde bir “iktidar” programı değil, “sorunların çözümünü Çözümden sonraya ötelemiş” muhalefet programları olduğu görülecektir. Temel problem ve 2003-2010 arası süreçte yaşananların asıl nedeni tam da budur: “sistem içerisinde düşünmemek, sistem içi iktidarın programını yaparak iktidara hazır olmamak…”

Çözüm yanlısı sol partiler, sanayisi, ticareti, tarımıyla ipleri kendi elinde, sürdürülebilir bir “ekonomisi” olmayan KKTC’nin “ekonomi yönetimi” konusunda nasıl bir hazırlık içerisindedirler? Bu sorunun sağlıklı bir yanıtının verilmesi gerekir. Zira herkesin bildiği gibi, verili koşullarda Kıbrıs Türk “ekonomisi” dediğimiz şey tümüyle Türkiye’den aktarılan kaynaklarla yürütülmektedir. Üstelik 40 yıl boyunca bu kaynaklar “sürdürülebilir bir ekonominin yaratılması”

için değil, “tüketen, yalnızca tüketen, üstelik kolay ve lüks tüketen” bir toplum yapısı yaratmıştır.

Sanayisi, ticareti, turizmi, tarımsal üretimi ile örtüşmeyen bir milli gelir, bu üretilmeden elde edilen refahın biçimlendirdiği insan tipi, bugünden yarına “iktidar” gerçeğiyle karşılaşacak çözüm yanlısı sol partilerin önüne nasıl bir problem koyacaktır?

Soruları biraz daha açalım… Çözüm yanlısı sol partiler “Türkiye ile eşit ilişkiler kurmakla” “Türkiye kaynaklarına dayalı bir ekonomiyi” bağdaştırabilirler mi? Peki Türkiye kaynaklarına dayanmadan kurulacak sürdürülebilir bir ekonomi nasıl kurulacak? Ekonomisi iğdiş edilmiş bir küçük ülkede, sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma için Çözüm yanlısı sol partilerin reçetesi ne olmalıdır? Bugünden yarına sürdürülebilir bir ekonomik çark, “bağımlı” olmaksızın nasıl ve hangi şartlarda kurulabilir?

Bütün bunlar dikkat edilirse “çözümün olmadığı şartlara” ilişkin sorulardır ve programlarına bakılırsa, çözüm yanlısı sol partilerin, “çözümün olmadığı şartlarda” bu sorulara ilişkin tatmin edici yanıtları yoktur. Peki “çözümü kim getirecek?”… Elbette “çözüm yanlısı sol partilerin iktidarı”… Yani, çözüm yanlısı sol partilerin iktidar talebi, çözümden sonraya değil, “çözümün henüz gerçekleşmediği” bugünkü koşullara ait bir taleptir… O halde?... O halde ya çözüm yanlısı sol partilerin bugünden yarına iktidar olmak gibi bir hazırlıkları, plan ve programları yoktur, ya da… İşte bugün yerden yere vurulan CTP hükümetlerinin başına gelen, diğer herhangi bir çözüm yanlısı sol parti için de “mukadderat” demektir…

İşte! Acilen, bugün, hemen şimdi değiştirilmesi gereken anlayış budur. Çözümü getirebilmek için iktidar olmak. İktidar olabilmek için de “çözümün henüz gerçekleşmediği koşullarda” halkın gündelik ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal gereksinimlerine tatmin edici, sürdürülebilir reçeteler üretmek…

Bu açıdan, CTP değil de TDP, BKP veya YKP söz konusu dönemde, hatta bugün bir biçimde “iktidar” olma şansını yakalasa, yine benzer hezimetle karşılaşacağını ve yine büyük düş kırıklıklarına ve öfkeye neden olacaklarını düşünüyorum. O nedenle de 2003-2010 sürecinin tüm sonuçlarını, düş kırıklıklarını CTP’ye faturalandırmanın hiç te adil, hiç te vicdani ve lütfen bağışlayın, hiç te ahlaki olmadığını söylemek zorundayım…

Evet CTP hükümetlerinin oturduğumuz yerden baktığımızda pek çok hata yaptığını söyleyebiliriz… Ama bunu söylediğimiz andan itibaren, o koltuklarda biz otursaydık nasıl bir yol izleyeceğimizi, örneğin hem Türkiye’ye bağımlı olmadan hem de maaşları geciktiğinde sokağa dökülen sendikalarla kavga etmeden nasıl bir ekonomi yönetimi

Page 74: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

146

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

gerçekleştirebileceğimizi söylememiz gerekir… Ağır izolasyonlar altındayken Türkiye’den kaynak almamayı oturduğumuz yerden elbette önerebiliriz, ama bunu sanayisi, ticareti, tarımı, turizmi bitirilmiş bir ülkede nasıl yapacağımızı da söylemek zorundayız…

Bütün bunları CTP’yi aklamak ya da “anlayışlı olmak” adına söylemiyorum. Bilakis, çözüm yanlısı sol partilere bir öneride bulunmak istiyorum… CTP-BG’nin hükümet deneyimlerini neden birlikte oluşturulacak bir platformda masaya yatırmıyorsunuz? CTP-BG’nin 2003-2009 arasında bizzat yaşayarak deneyimlediği çok değerli bir birikim var… Benzer birikim, geçmişte dahil olduğu koalisyonlar nedeniyle TKP geleneğinde de var… Bu değerli deneyimlerden somut dersler çıkartmak üzere kapsamlı bir tartışma/analiz tartışmasını çözüm güçleri hak etmiyor mu?

Geçmişteki TKP koalisyonlarında, CTP koalisyonlarında görev ve sorumluluk almış, birikimli siyaset adamlarının deneyimlerini aktaracağı ve bundan sonraki dönemde iktidar şansını yakalayacak “Çözüm yanlısı sol partilerin” başına gelebilecek sorunlar ve bu sorunlara ilişkin görüş ve önerilerin ele alınacağı bir tartışma zemininin oluşturulmasını beklemek çok mu hayalcilik olur?

Çözüm yanlısı sol partiler birbirlerinin rakibi değil, mücadele dostları olduğunu ve Çözüme ancak ve ancak birlikte, akılcı bir strateji ile, halkın güvenini ve onayını alacak plan ve programlarla ulaşılabileceğini ve bunun artık ertelenemez bir sorumluluk olduğunu kabul etmek zorunda değiller mi?

Çözüme inanan tüm sol partilerin birlikte oluşturacağı “Birleşik Çözüm İnisiyatifi”nin “hemen çözüm için bugünün çözüm politikalarını” ele alacakları kapsamlı bir dostça tartışmayı başlatmalarını hayal etmek, çok mu “dışarlıklı ve abes” bir beklenti?

Ekonomiden, sosyal politikalara, nüfus problemlerinden gençlik, kadın ve gelecek politikalarına kadar Birleşik Çözüm İnisiyatifinin önünde duran yakıcı sorunlar üzerinden tartışmaya devam edeceğiz…

22.04.2010

Page 75: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

148 149

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

HANİ TALAT HAİNDİ, HANİ EROĞLU MİLLİYETÇİYDİ?HANİ TALAT HAİNDİ, HANİ EROĞLU MİLLİYETÇİYDİ?HANİ TALAT HAİNDİ, HANİ EROĞLU MİLLİYETÇİYDİ?

Dün bir, bugün iki! Daha Sn. Talat’ın koltuğu soğumadı. Ama 19 nisan sabahına kadar Talat’ı “ihanetle suçlayanlar”, sadece 4 gün sonra, 23 Nisan 2010 tarihinde kaleme aldıkları mektupta çark ettiler...

Hemen konuya girelim:

Talat “ihanetine” karşı, ulusalcı milliyetçi güçlerin ortak mücadelesi sonucu 3. Cumhurbaşkanı olan Sn. Derviş Eroğlu, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a 23 Nisan 2010 tarihli ilk resmi mektubunu gönderdi.

Mektupta BM çözüm müzakereleri sürecine bağlılık defalarca teyid edildikten sonra son derece dikkat çekici iki önemli ifadeye yer veriliyor:

“Bu anlayışla, 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak devam eden BM sürecinin esas çerçevesinin tarafımızdan tam olarak desteklendiğini açıkça ifade etmek istiyorum.”

“Mektubuma son vermeden önce, müzakerelerin siz sayın Ekselanslarının iyi niyet misyonu çerçevesinde ve iki liderin 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak entegre bir bütün şeklinde Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm için taahhüdümüzü yinelemek istiyorum.”

Dikkat edilirse, Sn. Eroğlu, “KKTC’nin 3. Cumhurbaşkanı” sıfatıyla 23 Mayıs 2008 ortak açıklamasına “tam destek” ve “bağlılık taahhüdü” verdiğini resmi olarak bildiriyor.

Şimdi “eee, ne var bunda?” diyenler olabilir… Bence memnuniyet verici bir açıklama… Ama Sn. Eroğlu’nun “Talat ihanetine karşı” ulusalcı milliyetçi güçlerin adayı olarak, “devletim, egemenliğim” dediği ve KKTC’yi Rum’a yama yapmayacağı için Cumhurbaşkanlığı’na seçtirdikleri için günlerdir düğün bayram eden yazarlar bu ifadeleri nasıl karşılayacaklar merak ediyorum…

Bakalım 23 Mayıs 2008 tarihli Talat-Hristofias ortak açıklamasının ardından kim ne söylemiş?:

İSMET KOTAK: “23 MAYIS BELGESİ KIBRIS TÜRK HALKINI BAĞLAMAZ!”“8 Temmuz’da “Yoldaş” Hristofyas ile yapılan başbaşa görüşmede haklarımızın bir kısmını teslim eden KKTC Cumhurbaşkanı M.A.Talat, Cuma gün de (23 Mayıs) “Kıbrıs Türkünün egemenlik hakkını”, “Ortak vizyon saptama ve tek devlet kimliği” uğruna Hristofyas’a teslim etti. KKTC silindi, egemenlik hakkımız yok edildi,yebni bir devlet oluşumu (Virgin birth) Rumların ısrarı üzerine bertaraf edildi ve “Kıbrıs(Rum)Cumhuriyeti’nin” adının “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak değiştirilerek kabul edildi. Annan Plânında yetkileri “eyalet”

Page 76: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

150 151

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

yetkileri kadar sınırlı olan “İki Kurucu Devlet” oluşumuna teslim olundu. KKTC’nin Saray sözcüsü de verilen ödünlerle “Ortak vizyon oluşturulmasının” müjdecisi oldu.” İsmet Kotak, 24 Mayıs 2008, Kıbrıs Postası

“Talat-Hristofyas’ın 23 Mayıs mutabakatı ile KKTC tecavüze uğramış ve Anayasa çiğnenmiştir.” İsmet Kotak, 25 Mayıs 2008, Kıbrıs Postası

“23 Mayıs tarihinde KKTC Cumhurbaşkanı M.A.Talat ile Kıbrıs(Rum)Cumhuriyeti Başkanı Dimitris Hristofyas arasında yapılan görüşmeden sonra BM temsilcisinin resmi belge diye açıkladığı “Mutabakat belgesi”, Kıbrıs Türkünün vermekte olduğu Milli Mücadeleye kesin bir darbe indiren bir geri dönüş belgesidir.” İsmet Kotak, 26 Mayıs 2008, Kıbrıs Postası

“Talat-Hristofyas görüşmesinin sonuç bildirgesinde Kıbrıs Türkü arkadan bıçaklanmıştır.” İsmet Kotak, 28 Mayıs 2008, Halkın Sesi, Kıbrıs Postası

AYDIN AKKURT: SAVAŞTA KAYBETTİKLERİNİ MASADA ALIYORLAR!Önceki gün gerçekleşen Talat-Hristofyas görüşmesinden sonra Rum-Yunan liderliği ile başta AB, ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalist güçler ve işbirlikçileri bayram ediyor... Tümü de "Birleşik Kıbrıs'ın oluşumu onaylandı" diyerek, kutlamalara başladılar...Nasıl kutlamasınlar ki?... Kutlayacaklar, çünkü "Birleşik Kıbrıs" , Türkiye ile Türk askerinin Kıbrıs'tan uzaklaştırılmasını, Türk garantisinin kaldırılmasını , KKTC ile birlikte Doğu Akdeniz'deki Türk egemenliğini yok etmeyi içeriyor... Bundan daha büyük bir bayram ve daha büyük bir kutlama olur mu?... Elbette ki olmaz... Ve kutlama yapmak onları hakkı... Çünkü savaş meydanlarında kaybettiklerini, masa başında geri almaya başladılar... Aydın Akkurt, 25.05.2008, Y.Volkan Gazetesi

FUAT VEZİROĞLU: VATAN ELİMİZDEN KAYIP GİTMEKTE!“…Neyin işareti bütün bunlar: Hiç ses çıkmadığına göre herhalde "tavla teslim hazırlığı". Gidilecek köyün minaresi böyle görünmekte. Çünkü onlar konuşmakta, bizimkiler susmakta. Onlar hücumda, bizimkiler rücuda. Hayra alâmet değil, vatan elimizden kayıp gitmekte. “ Fuat Veziroğlu, Y. Volkan Gazetesi, 1.06.2008

HÜSEYİN LAPTALI: İHANET YOLUNDASINIZ!(…) 23 Mayıs görüşmeleri oluyor, Talat ve adamları memnun. Başka kim memnun? Güney Kıbrıs gazeteleri ve sözcüleri. 23 Mayıs görüşmelerinden sonra Hristofyas ne diyor? Kıbrıs Cumhuriyeti DEVAM EDECEK". Nasıl devam edecek? Adı "Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti" olacak. Federal Kıbrıs ise; Annan Planında öngörülen cinsten "sözde toplumların eşitliği," şeklinde daha doğrusu "Rum toplumunun üstünlüğü," şeklinde olacak. (…) Efendiler bu gidiş, iyi gidiş değildir. Tutulan yol ihanet yoludur. Ben hakkımı teslim etmem.

Hesap sorarım. Bu konuda yalnız da değilim. Kıbrıs Türk halkının ve Anadolu Türk'ünün psikolojisini bozuyorsunuz. Hüseyin Laptalı, Y. Volkan Gazetesi, 27.05.2008

MAKBULE ÖTÜKEN: DÖNÜŞÜ ZOR BU YOL KIBRIS TÜRK HALKININ SONUNU GETİRECEK!Eğer son yapılan görüşmede sürpriz bekleyen ve Sn. Talat'ın kararlı bir duruş sergileyeceği umuduna kapılanlar olduysa bir kez daha yanılmışlardır. Öyle ya Sn. Cumhurbaşkanının zaman zaman yaptığı bazı gerçekci saptamalardan yola çıkan kimi çevreler kendisinin artık gerçekleri gördüğünü ve politik duruşunda olumlu yönde değişim olduğunu iddia edenler vardı ya. İşte o çevrelerin geçen günkü sonuçlardan sonra hala ümitvar olup olmadıklarını doğrusu çok merak ediyorum Makbule Ötüken, Y. Volkan Gazetesi, 26.05.2008

“Sn. Cumhurbaşkanı 8 Temmuz, 21 Mart ve 23 Mayıs mutabakatları ile öylesine tehlikeli ve dönüşü zor bir kanala girmiştir ki; bu kanalın sonu Kıbrıs Türk Halkı'nın sonu da getirebilir.” Makbule Ötüken, Y.Volkan Gazetesi, 19.06.2008

HASAN ÖZERDEM: İŞBİRLİKÇİ ÇIKARCI VE TESLİMİYETÇİLER KOALİSYONU!"... Takiye uzmanı Talat, CTP-AKEL anlaşmalarını adım adım devreye konmak için kollarını sıvadı." Hasan Özerdem, Y. Volkan gazetesi, 27.05.2008

"... Rum ulaşmakta olduğu nokta için düğünler tertiplemekte ve çümbüşler yapmaktadır. Teslimiyetcilerin halkı teskin etme gayretleri, geçmişte yapılan CTP-AKEL anlaşmalarının uygulama safhasına geldiğini gizleme gayretlerinin bir sonucu olsa gerek. Gelinen noktada bir takım çıkar çevrelerinin de bunlarla birlik olduğu anlaşılmaktadır. Federal devlet yutturmacası artık ortadadır. Hatta bu işbirlikçi, çıkarcı ve teslimiyetci koalisyonu sayesinde Rumla birlikte tek seçmen listesinde yer alacakoşlan halkımız, ortak adaylara oy verecek ve "TÜRK'ÜM" diyemeyecek. Helal olsun sizlere." Hasan Özerdem, 3.06.2008

AHMET C. GAZİOĞLU: BÜYÜK TEHLİKE!İKİ LİDERİN GÖRÜŞMESİ SONRASINDA OKUNAN ORTAK BİLDİRİ, RUM LİDERLİĞİNİN AB VE ABD TARAFINDAN DESTEKLENEN ADANIN VE KIBRIS HALKININ BİRLEŞTİRİLMESİNİ VE İKİ EYALETLİ, TEK ULUSLARARASI KİMLİĞE SAHİP BİR FEDERAL HÜKÜMET OLUŞTURULMASINI ÖNGÖRMEKTEDİR. BU TÜR BİR ÇÖZÜM ŞEKLİ, BÜYÜK SAKINCALAR, CİDDİ KUŞKULAR YARATACAK BİR NİTELİK TAŞIR VE TEHLİKELER İÇERMEKTERDİR ÜSTELİK, TÜRKİYE'NİN ULUSLARARASI HUKUKTAN KAYNAKLANAN HAKLARINI ORTADAN KALDIRMAYI HEDEF ALANLARIN BİR OYUNU OLDUĞU KUŞKUSUNU YARATMAKTADIR. …Bu durumda, akla takılan sorular ve çeşitli

Page 77: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

152 153

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

kuşkulardan biri de Talat'ın, son MGK kararına aykırı unsurlar içeren ORTAK BİLDİRİ'ye onay verirken, böyle bir ciddi hatayı nasıl ve hangi güçlere dayanarak göze aldığıdır. Yoksa, içten ve dıştan kendisine akıl hocalığı yapmaya yeltenenler arasında, Türkiye'nin, içine yuvarlandığı KARMAŞA ve iç sorunlar nedeniyle KIBRIS'TA OLUP BİTENİ yeteri kadar değerlendirmek fırsatı bulamayacağı ve bu durumdan yararlanarak ADİL VE KALICI bir çözüm ilkesinin, garantörlük hakkının ve diğer ULUSAL ÇIKARLARIN göz ardı edileceği gibi bir umut ve beklenti içinde olanlar mı vardır? Ahmet C. Gazioğlu, 26.05.2008

GÜNAY YORGANCIOĞLU: BÖYLE BİR SAPIK DÜŞÜNCE OLABİLİR Mİ?"... İşte müzakerelerin geldiği trajikomik nokta budur. Ve Cumhurbaşkanı Talat dün Hristofyas ile buluşmasında bir kez daha bu rezilliğe şahit olmuştur. Bekleyip göreceğiz…" Günay Yorgancıoğlu, 24.05.2008

"... Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, "tek egemenlik, tek vatandaşlık ve tek kimlik" prensiplerini benimseyecek olan "federasyon" tezlerini Sn. Talat'a kabul ettirdikleri için bayram yapıyor. Rum'un bayramına, "bal-kaymak" eklemeyi ihmal etmeyen Başbakan Soyer de "Anavatanların kucağından kurtulmamız gerekir" diyerek bu bayrama katılıyor… Emperyal güçler, çoktan böyle bir gelişmeyi beklediği için Sn. Talat'ın Rum tezini kabul etmesini alkışlıyor, en kısa zamanda ikili müzakerelerin bu prensipler zemininde başlaması gerektiğini açıklıyor, böyle bir çözüm şeklini bayıla bayıla destekliyorlar. … Evet değerli okurlar, Rum tarafı bu gelişmelerden sonra bayram yapıyor ve bayram yapmakta da haklıdır. Zira böyle bir çözüm şekli, Rum'un tam istediği doğrultudadır ve bu "federasyon" 3-5 yıl sonra Rum'un tüm adaya hakim olmasını, Türkiye'nin asla müdahale edememesini, Kıbrıs Türkü'nün Rum'a yamalanmasını, yok olmasını, Rum'a esir olmasını sağlayacak, Kıbrıs Türkü için çok adi, çok aşağılayıcı, bir duruma düşmesine neden olacaktır.

Yazıklar olsun, çok yazıklar olsun!...Ne günlere kaldık Ya Rabbim!..." Günay Yorgancıoğlu, 27.05.2008

"... Kıbrıs Türk Milli Varoluş Konseyi, Talat-Hristofyas görüşmesi sonrasında açıklanan "23 Mayıs Bildirgesi"ni tanımadığını açıklamıştır. Bu bildirgeyi Milli Varoluş Konseyi'nin tanımadığı gibi Kıbrıs Türk halkının ezici çoğunluğu da tanımıyor. Dünyanın hangi ülkesinde Cumhurbaşkanı olan birisi, kendi ülkesinin, kendi devletinin, kendi Cumhuriyetinin egemenliğini reddederek, bu egemenliği başka bir Cumhuriyete teslim etmek ister? Böylesine sapık bir fikir düşünülebilir mi? Ne yazık ki böyle sapık bir düşünce; bizim ülkemizde, bizim egemen olduğumuz bir coğrafyada, bizim Cumhuriyetimizin başında olan Sn. Talat ve ruhani lideri olduğu ve hükümet ettiği CTP- ÖP tarafından arzu edilmekte, uygun görülmektedir..." Günay Yorgancıoğlu, 31.05.2008

RAUF DENKTAŞ: GÖRÜNEN KÖY, TESLİMİYET KÖYÜ!"...Sn. Talat'ın "özellikle Türk hükümeti ile uyum içinde olduğunu" duyurmuş olması anlamlıdır. Kıbrıs Türk HALKININ "eşit egemenliğini" vurgulamış olan Türk hükümeti Sayın Talat'ın TOPLUM seviyesinde görüşmelere başlamasını destekliyor mu, desteklemiyor mu? Destekliyorsa gideceğimiz köyün minareleri değil, köyün kendisi görülmektedir ve bu köyün adı TESLİMİYET KÖYÜDÜR. Talat-Hristofyas bildirisi hakkında Türk hükümetinin destekleyici açıklaması endişelerimizi artırmıştır..." Rauf Denktaş, Y. Volkan Gazetesi, 29.05.2008

ATİLLA ÇİLİNGİR: O MAKAMDA OTURMA HAKKINIZ DA YOK!"...Kıbrıs'ta 23 Mayıs 2008 tarihinde yapılan görüşmelerden sonra varılan mutabakat sonrası iki liderin vurgulamış olduğu " İki toplumlu, iki kesimli federasyon" bugünün gerçeği olan ve 24 yıldır yaşayan KKTC Devletinin olgusu ile asla bağdaşmamaktadır.. Türk Milletinin ve Kıbrıs Türk halkının canları pahasına kurulan KKTC Devleti gerçeğini görmezden gelerek hareket eden ister Devlet Başkanı olsun, isterse Başbakan, izledikleri yol değerlendirildiğin de; Kıbrıs Türk halkının bağımsızlığının, özgürlüğünün ve devlet olma kavramlarının konuşulmadığı çözüm müzakerelerinde devletin yönetim yetkisini ellerinde bulunduranların da temsil ettikleri makamlarda oturmaya hakları da olamaz..." Atilla Çilingir, Y. Volkan Gazetesi, 29.05.2008

24.04.2010

Page 78: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

154 155

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

EROĞLU VE ULUSALCILARIN U DÖNÜŞÜ!

Türkiye ve Kıbrıs’ta ulusalcıların işi çok zor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin üzerinden daha sadece 1 hafta geçmeden, Talat’ın koltuğuna oturan Eroğlu öyle işler yapmaya, öyle sözler söylemeye başladı ki, 5 yıldır “Hain Talat ve AKP Kıbrıs’ı satıyor” diye feryat figan edenlere şimdi Allah kolaylık versin. Çünkü Eroğlu’nun sadece birkaç gündür yaptıkları, söyledikleri bile son 5 yıldır Talat ve AKP’ye yönelik ne kadar ikiyüzlü bir kampanya yürütüldüğünü ortaya koymaktadır.

KKTC’nin 3. Cumhurbaşkanı, koltuğa oturduğu gün BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a bir mektup yazarak, “müzakere sürecine” ve özellikle de 23 Mayıs 2008 anlaşmasına bağlılığını bildirdi.

Hatırlanacağı üzere, ulusalcı-milliyetçi kesim, Talat ve Hristofias’ın 23 Mayıs 2008’de açıkladıkları mutabakat belgesini bir “ihanet belgesi”, “KKTC’den vazgeçişin tescili” ve “Kıbrıs Türk Halkına karşı imha planı” olarak ilan etmişler ve Sn. Eroğlu’nu da “emperyalizmin bu oyununu bozacak lider” olarak sunmuşlardı…

Ne vardı 23 Mayıs 2008 Mutabakatında? Aynen şu ifadeler vardı:

“Liderler; iki kesimli, iki toplumlu ve ilgili Güvenlik Konseyi kararlarında tanımlandığı şekliyle siyasi eşitlik temelinde bir federasyona bağlı olduklarını yeniden teyid etmişlerdir. Bu ortaklığın, tek ulusal kimliğe sahip bir Federal Hükümetin yanısıra, eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve bir Kıbrıs Rum Kurucu Devleti olacaktır.”

İşte bu paragrafta kullanılan “tek ulusal kimliğe sahip bir Federal Hükümet” ifadesi ulusalcı-milliyetçi kesimi ayağa kaldırmış, bunun “egemenlikten vazgeçmek anlamına geldiği” ve “anavatan Türkiye’ye rağmen bu ifadenin kullanıldığı, bu ifadenin anavatan Türkiye’nin çıkarlarıyla ters düştüğü” iddia edilmiştir.

Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun, seçilir seçilmez BM Genel Sekreterine gönderdiği mektupta aynen şu ifadeleri kullanmaktadır:

“… Bu anlayışla, 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak devam eden BM sürecinin esas çerçevesinin tarafımızdan tam olarak desteklendiğini açıkça ifade etmek istiyorum.”

Ve Eroğlu, mektubunun devamında “Mektubuma son vermeden önce, müzakerelerin siz sayın Ekselanslarının iyi niyet misyonu çerçevesinde ve iki liderin 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak entegre bir bütün şeklinde Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm için taahhüdümüzü yinelemek istiyorum. 1 Şubat 2010’da adaya yapmış olduğunuz ziyaret sırasında siz sayın Ekselanslarıyla tanışmaktan onur duydum.”

Page 79: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

156

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Hatırlarsanız, “tanışmaktan onur duyduğu” Ban Ki Moon’un adaya ziyaretini “emperyalizmin Talat’a desteği” olarak tanımlamıştı Eroğlu ve ulusalcı-milliyetçi kesim… Ama hadi ondan vazgeçtik, daha da önemlisi, Eroğlu ve onu destekleyen ulusalcı-milliyetçi kesim için, şimdi Eroğlu’nun “bağlılık taahhüdünde bulunduğu” 23 Nisan 2008 protokolü tam bir ihanet belgesiydi…

Bununla da bitmiyor… “Kıbrıs’ı satışa çıkartan emperyalizm işbirlikçisi AKP’ye” de övgüler düzüyor çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı… Vatan Gazetesine verdiği demeçte, “Şimdiki Ak Parti hükümetiyle de ters düşme diye bir olay kesinlikle olmamıştır. Olamaz da zaten” diyor…

Eh şimdi sormak gerekiyor:

AKP ile ters düşülmemişse, AKP’nin Kıbrıs politikası onaylanıyor demektir? O zaman Eroğlu ve ulusalcı-milliyetçi kesimin 2. Cumhurbaşkanı Talat ve AKP’den özür dilemesini beklemek gerekir…

“AKP ile ters düşülemez de zaten diyor çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı… ”Kıbrıs’ı satışa getirse bile mi olamaz?” diye sormak gerekiyor… Öyle ya, 18 Nisan’a kadar her türlü hakareti ettiğiniz, kuşku bulutlarıyla halkın oyunu manipule ettiğiniz iddialardan bu kadar kolay vazgeçmek, bu kadar kolay U dönüşü yapmak aklı başında her insan için bu soruları gündeme getiriyor…

Çözüm mücadelesi verenler, şimdi Eroğlu ve ulusalcı-milliyetçi yayın organlarında kalem oynatanların burnuna BM Genel Sekreterine gönderilen mektubu sokmak ve “ya özür dileyiniz ya da istifa ediniz” demek durumundadır…

Siyaset ciddi olduğu kadar ahlak, vicdan ve sorumluluk da gerektirir çünkü…

Bir yanıt beklemek hepimizin hakkıdır…

25.04.2010

Page 80: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

158 159

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

EROĞLU DESTEKLENMELİDİREROĞLU DESTEKLENMELİDİREROĞLU DESTEKLENMELİDİR

Kabul ediyorum, değişim çok hızlı.

Sn. Eroğlu’nun görevi devraldığı 23 Nisan’dan bugüne henüz 2 hafta bile dolmadı ama, 18 Nisan’daki o katı milliyetçi lider gitti yerine uzlaşmacı, çözümden yana, BM parametrelerini özümsemiş bir lider geldi

Sn. Eroğlu, göreve başladığı gün BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a yazdığı mektupta “23 Mayıs mutabakatına bağlılık” teminatı verdi ama bir eksiği vardı. O eksiği de Downer ile olan görüşmesinde tamamladı: 1 Temmuz mutabakatına bağlılık… İşte bugün itibarıyla Sn. Eroğlu ile Sn. Talat’ın müzakere masasındaki pozisyonları eşitlenmiştir… Kim ne derse desin, artık arada herhangi bir “fark” yoktur… Bu müthiş, sevindirici, umutlandırıcı bir değişimdir.

Sn. Eroğlu’nun “Talat’laşma hızı” Türkiye’de ve Kıbrıs’ta çözüm isteyenleri ancak ve ancak sevindirmelidir.

Kolay değil, 70’lik bir siyaset adamı, yıllardır reddettiği, eleştirdiği bir müzakere anlayışına (Müzakere sürecine değil, müzakere anlayışına… Zira Sn. Eroğlu defaatle müzakerelere değil, müzakere anlayışına karşı olduğunu belirtmişti) şaşırtıcı ve sevindirici bir hızla uyum sağlamayı başarmıştır.

Sn. Eroğlu, iç politika söylemleri ile dünya gerçeklerinin örtüşmediğini bilecek kadar deneyimli bir devlet ve siyaset adamı olduğunu göstermiş, iç siyaset arenasında her ne söylenirse söylensin, diplomatik platformun işleyiş kurallarına kısa sürede adapte olabilecek ferasete sahip olduğunu kanıtlamıştır. Bu ancak ve ancak saygı duyulması, tebrik edilmesi gereken bir haslettir.

Türkiye’deki ve Kıbrıs’taki çözüm güçleri, Sn. Eroğlu’nun Talat sonrası siyasetinin içe kapanma ve müzakere sürecini tıkama yönünde gerçekleşeceğine inanıyordu.

Ancak Ban mektubu ve Downer görüşmesi, bu endişelerin yersiz olduğunu ve Kıbrıs’ta çözüm sürecinin kesintiye uğramayacağını, Sn. Eroğlu’nun Türkiye ve Sn. Talat’ın çizgisinde, onun bıraktığı yerden ilerleyeceğini ortaya koyuyor.

Sn. Cumhurbaşkanının bu konudaki kararlılığı, Downer görüşmesi ve sonrasında “BM Genel Sekreteri’ne gönderdiğim mektup beni bağlar” sözüyle bir kez daha teyid ediliyor.

“İki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve çözümün yeni bir ortaklık yaratacağı…” gibi bu güne kadar Türkiye ve Sn. Talat tarafından kararlılıkla savunulan BM parametrelerinin Sn. Eroğlu tarafından da savunulacağı son 2 haftadır ısrarla

Page 81: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

160 161

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

vurgulanmaktadır.

Sn. Eroğlu’nun ardından Hristofias ile de görüşen Downer, “Sn. Eroğlu’nun tek egemenliği kabul edip etmediğine” dair bir soruya verdiği yanıtta “BM’nin kullandığı ifade, tek uluslararası kimlik, BM’de tek temsiliyet ve tek Kıbrıs pasaportunun olacağı bir Kıbrıs’tır” karşılığını verdi. Dikkat edilirse, Sn. Eroğlu da ısrarla “BM parametrelerine bağlılıktan” söz etmektedir…

Bu durumda endişeye mahal yoktur… Sn. Eroğlu, Türkiye ve Sn. Talat’ın 2004’ten bu yana sürdürdüğü çözüm siyasetinin takipçisi olacaktır.

“milliyetçi kesimdeki” değişim sinyallerini iyi izlemekte yarar var. Yani değişim sadece Sn. Eroğlu’na özgü değil… Göreceğiz, en keskin milliyetçi kalemler de Sn. Eroğlu kadar hızlı olmasa da gerçek dünyaya uyum sağlayacak… Sn. İsmet Kotak bu değişim sürecini hızla analiz edebilme yeteneğini gösteren ve uyumun ilk işaretlerini veren müthiş bir yazıyı kaleme aldı bile…

Bakınız Sn. İsmet Kotak’ın sözlerine… Sn. Kotak, “Ya Türkiye’nin Ambargosu Ne Olacak?” başlıklı yazısında “Bakanlıkta yaşadım;milletvekili iken Türkiye’de Meclis ve Çeşitli Bakanlıklardaki çalışmalarda tanık oldum.Oralarda bir yerde birilerinin kafası tek yönlü çalışmaktadır. YaniTürkiye’den KKTC’ye mal akışı engelsiz sürecek ama KKTC’den Türkiye’ye ihracat söz konusu olduğunda nerede ise BM,AB ve hatta Rum-Yunan ambargosu kadar engel aşmak durumundayız.Kurallar yetmezse birileri “Gümrüklerde” oyun çekmenin yolunu bulurlar” diyor.

Ve ekliyor Sn. Kotak: Özel Sektör zaman içinde üretimden koptu ve ticarete atladı.Bu sadece Avrupa’nın alımı engellemesi ile ortaya çıkmış durum değildi.Üreten malını Türkiye’ye bile satamayınca kapıya kilit vurdu.Makineleri Türkiye’ye sattı.Tekstil üretim merkezi olan KKTC ithalâtcı oldu.Al-satla da iş açılması hayal oldu.Dışsatım yattı... İşte şimdi Ev-Su firması aynı kaderi yaşıyor.Türkiye kapısına kilit vuruldu.KKTC’nin çalışarak kazanmasının önüne bir set daha çekildi.”Türkiye verir siz yersiniz” diyenler bu gerçekleri unutmasınlar.Kıbrıs Türkü balık tutmasını biliyor;lütfen balık avlayıp satmamıza engel olunmasın...”

18 Nisan’dan önce olsa bu sözleri söyleyen çözüm yanlıları hainlikle suçlanırlardı. Bakınız şimdi Sn. Kotak söylüyor… Bu sözleri desteklememek, altına imza atmamak mümkün müdür?

Şimdi çözümden yana herkese büyük görev düşüyor. Sn. Eroğlu’nun müzakere masasına oturmaya sayılı günler kala sergilediği büyük değişimi eleştirmek yerine desteklemek, yüreklendirmek gerekiyor.

Gençlerin, kadınların, çözüm yanlısı herkesin Sn. Eroğlu’nu gördükleri heryerde sevgiyle, muhabbetle karşılamaları gerekiyor. Sn. Eroğlu’nun göreve gelir gelmez gösterdiği bu büyük değişime ve “sarayın kapılarını halka açarak” yaptığı büyük jeste karşılık verilmelidir. Çözüm yanlılarının çiçeklerle, şarkılarla halka açılan sarayı her fırsatta ziyaret edip, Sn. Eroğlu’nun Türkiye ve Talat çizgisindeki ilerlemesini selamlaması, uygar bir toplumun olgun davranışı olarak değerlendirilecektir.

Artık eski çatışmaları sürüklemek yerine, Sn. Eroğlu’nun “tüm Kıbrıslı Türklerin Cumhurbaşkanı olarak, çözüm yolundaki BM parametrelerini özümseme, özümsetme çabasını” kutlamak, bunun tadını çıkartmak zamanıdır.

04.05.2010

Page 82: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

162 163

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KİMSE SN. EROĞLU’NA HAİN DİYEMEZ!

Şu 2008 yılı Kıbrıs açısından çok ilginç bir yıl… 23 Mayıs ve 1 Temmuz mutabakatlarının imzalandığı yıldır 2008.

Hani şimdi Sn. Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a ve Downer’a bağlılık teyid ettiğini büyük memnuniyetle gördüğümüz mutabakatların imzalandığı yıl…

Seçim heyecanını seçim zamanına bırakalım artık. Ve Sn. Talat ile başlayıp Sn. Eroğlu ile devam eden, Türkiye’nin açıkça desteklediği, BM parametreleri doğrultusundaki bir çözüme yönelik sürece var gücümüzle desteğe devam edelim.

Tamam, 23 Mayıs ve 1 Temmuz mutabakatlarının Sn. Talat’ın “ihanet belgesi” olduğu ileri sürülmüştür vaktiyle. Ancak Sn. Talat’a yönelik tüm o haksız eleştiriler, tüm ihanet suçlamaları, artık herhalde Sn. Eroğlu’nun gerçek bir devlet adamına yakışan bilge tutumuyla tekzip edilmiştir.

Sn. Cumhurbaşkanı, kimin ne dediğine aldırmaksızın, Kıbrıs Türk halkının çıkarı doğrultusunda ve Türkiye’nin de desteğiyle, 2004’te başlayan müzakere anlayışına sahip çıktığını göstermiştir. Buna ancak şapka çıkartılmalı, saygı gösterilmelidir.

23 Mayıs ve 1 Temmuz mutabakatları, Sn. Talat’a yöneltilen haksız eleştirilerin aksine Türkiye’nin de desteklediği ve bu desteğin bizzat MGK kararlarıyla da teyid edildiği bir siyasetin ürünüdür. Sn. Eroğlu’nun bu çizginin dışına çıkarak, Anavatan Türkiye’ye ve Kıbrıs Türk halkına ihanet etmesini hiç kimse boşuna beklememelidir…

Belgeler ortadadır. Kontrolü de çok kolaydır: Girersiniz “www.mgk.gov.tr sitesine, MGK bildirileri arşivini açar, 2008 yılı bildirilerie bakarsınız.

Kaç MGK bildirisi yayınlanmış efendim 2008 yılında? Tam 6 adet…

Hangi tarihlerde? 21 Şubat, 24 Nisan, 26 Haziran, 21 Ağustos, 21 Ekim ve 30 Aralık…

Bu toplantılardan 26 Haziran ve 21 Ekim 2008 tarihli MGK bildirilerinde Kıbrıs konusu yer almamıştır.

21 Şubat, 24 Nisan, 21 Ağustos ve 30 Aralık 2008 tarihli MGK bildirilerinin Kıbrıs paragraflarında ne varmış bakalım…

“… Toplantıda, Kosova ve Kıbrıs’taki gelişmeler başta olmak üzere, Türkiye’nin güvenliğini etkileyen dış gelişmeler de gözden geçirilmiştir.” (21 Şubat 2008)

“Kıbrıs’ta 21 Mart 2008 tarihinde başlayan yeni süreç ayrıntılı olarak

Page 83: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

164 165

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ele alınmıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması çabalarını içtenlikle desteklediği, çözümün adadaki gerçekler temelinde iki ayrı halkın ve iki demokrasinin varlığına dayanacağı, iki kesimliliğin, iki tarafın siyasi eşitliğinin, iki kurucu devletin eşit statüsünün ve yeni ortaklık devleti parametrelerinin korunmasının esas olduğu, garanti ve ittifak anlaşmalarının yürürlükte kalacağı vurgulanmıştır.” (24 Nisan 2008)

“Kıbrıs sorunun çözümüne ilişkin olarak kapsamlı müzakerelerin 3 Eylül 2008 tarihinde başlatılması kararı ışığında, çözümün temel unsurları ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. KKTC ile sürdürülen yakın işbirliği ve dayanışmanın, müzakere sürecinde de büyük bir hassasiyetle devam ettirilmesi kararlaştırılmıştır.”(21 Ağustos 2008)

"Kıbrıs’ta 3 Eylül 2008 tarihinde başlayan müzakere süreci ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir. Bu çerçevede, Türkiye’nin Kıbrıs’ta BM Genel Sekreterinin iyi niyet misyonu çerçevesinde KKTC CUMHURBAŞKANI SAYIN TALAT TARAFINDAN YÜRÜTÜLMEKTE OLAN KAPSAMLI ÇÖZÜM MÜZAKERELERİNİ DESTEKLEDİĞİ, Çözümün yerleşik BM Parametreleri temelinde, 40 yıllık müzakere sonucunda ulaşılan iki kesimlilik, iki tarafın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve yeni bir ortaklık devleti ilkeleri çerçevesinde bulunması gerektiği ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin devam etmesinin esas olacağı vurgulanmıştır. "(30 Aralık 2008)

Şimdi…

Öncelikle şu kavramlarda anlaşmak gerekir:

Türkiye “adil ve kalıcı bir çözüm isteğini teyid etmiş mi?” Evet!

Sn. Talat tüm platformlarda “adil ve kalıcı bir çözüm” istemiş mi? Evet!

Sn. Eroğlu her fırsatta “adil ve kalıcı bir çözüm” diyor mu? Evet…

Türkiye Adada “iki ayrı halk, iki kesimlilik, iki KURUCU DEVLETİN EŞİT STATÜSÜ ve BM parametreleri” konularında net tavır sergilemiş mi? Evet!

Sn. Talat tüm müzakere sürecinde “iki ayrı halk, iki kesimlilik, iki KURUCU DEVLETİN EŞİT STATÜSÜ ve ısrarla BM PARAMETRELERİ” demiş mi? Evet!

Sn. Eroğlu, BM Genel Sekreterine “BM parametrelerine bağlılık” teyidinde bulunmuş, “iki KURUCU DEVLETİN EŞİT STATÜSÜ” vurgusu yapmış mıdır? Evet…

Gelelim 30 Aralık 2008 tarihli MGK Bildirisine…

MGK bütün bir yıl çalışmış, yılın sonunda adeta 2008 yılını özetleyen bir bildiri yayınlamıştır.

MGK, 23 Mayıs mutabakatını izlemiş, 1 Temmuz mutabakatını izlemiş ve bütün bu sürecin sonunda yayınlamıştır bu bildiriyi…

Bildiride daha önce pek rastlanmayan bir ifade kullanılmış: “Kıbrıs’ta 3 Eylül 2008 tarihinde başlayan müzakere süreci ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir. Bu çerçevede, Kıbrıs’ta BM Genel Sekreterinin iyi niyet misyonu çerçevesinde KKTC Cumhurbaşkanı Sn. Talat tarafından yürütülmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerini desteklediği…” vurgulanmıştır…

Şimdi kalkıp 23 Mayıs ve 1 Temmuz mutabakatlarının ihanet çizgisi olduğunu ileri sürmek, hem “Sn. Talat’ın ismini zikrederek destek beyan eden” MGK’ya hem de ömrünü vatan ve millete vakfetmiş Sn. Eroğlu’na karşı ağır bir hakarettir… Nokta!

05.05.2010

Page 84: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

166 167

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BAZI KOLTUKLAR ZİHİN AÇAR!

İşte budur! Sn. Eroğlu’nun 18 Nisan sonrası sergilediği her türlü takdirin ötesindeki çözüm yanlısı duruş, ulusalcı-milliyetçi kesimde de karşılığını bulmaya başladı. Volkan Gazetesi’nin vatanperverliğinden asla kuşku duyulmayacak yazarlarından Sn. Sabahattin İsmail’in yazısına bakalım:

Yazının başlığı “Downer’in Tek Egemenlik Yorumu, Ancak Ortak Egemenliğin İki Egemen Halktan Kaynaklanması Şartıyla Kabul Edilebilir”…

Başlıktan da anlayacağınız üzere, Sn. İsmail, “Tek Egemenlik ihanettir” demiyor… “İki egemen halktan kaynaklanması şartıyla kabul edilebilir” diyor… Yani tıpkı bugüne kadar Sn. Talat’ın “iki halkın siyasi eşitliğine dayalı çözüm” politikasında ısrarla ve ısrarla vurguladığı gibi… Yani Sn. Eroğlu’nun 23 Nisan 2010 tarihli BM Genel Sekreteri’ne yolladığı mektupta yazıldığı gibi…

Okuyalım Sn. Sabahattin İsmail’i…

“… DOWNER’İN AÇILIMI "

BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Danışmanı Downer, önceki gün Rum yönetimi Başkanı Hristofyas’la yaptığı görüşmeden sonra bir gazetecinin sorusu üzerine TEK EGEMENLİK konusunda yukarıda özetlediğim iki zıt duruşu yakınlaştırmak için yeni bir açılım getirmiştir…Downer, “Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun tek egemenliği kabul edip etmediği” sorusuna karşılık şu yanıtı vermiştir:

“- BM’nin kullandığı ifade tek uluslar arası kimlik, BM’de tek temsiliyet ve tek Kıbrıs pasaportunun olacağı Kıbrıs’tır”

Yukarıda da vurguladığım gibi, İKİ HALKIN EGEMEN EŞİTLİĞİ VE SELF-DETERMİNASYON HAKLARI TEMELİNDE YENİ BİR ORTAKLIK DEVLETİ KURULMASI’nın kabul edilmesi halinde, Downer’in bu açılımını kabul ediyoruz…

Bir başka deyişle, Downer’in sözünü ettiği yetkilerin, kurucu egemen Halkların ve eşit statüdeki iki egemen kurucu devletin merkezi devlete devredeceği yetkilerden oluşması kaydıyla bu yaklaşımı benimsiyoruz…

Kritik soru, bu yetkilerin egemen Halk olarak bizden kaynaklanacağını kabul edip etmedikleridir…Yani egemenliğimizi tanıyıp tanımadıklarıdır…

Böyle bir durumda bu yetkiler “Kıbrıs Cumhuriyeti” adlı mevcut Rum devletinin şu an kullandığı egemenlik yetkileri olmayacaktır…Bu durumda BM’deki tek temsiliyet de yeni oluşturulacak devletin temsiliyeti olacaktır…Mevcut Rum devletinin “Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla temsiliyetinin devam etmesi değil…

Page 85: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

168

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Yok eğer Downer, bu vurgulamasıyla sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin BM üyeliğinin aynen devamını, pasaport verme ve dıştaki temsiliyet yetkisinin şimdiki gibi sürmesini kast ediyorsa, bu Rum egemenliğinin bize empoze edilmesi demektir ki asla kabul edilemez, asla kabul etmeyiz…

SONUÇ

Sonuç olarak esas sorun, Kıbrıs Türk Halkının self-determinasyon hakkına sahip ayrı egemen bir Halk ve KKTC’nin de ayrı egemen bir devlet olarak tanınmamasıdır…Adada uzun yıllardır varolan bu gerçek kabul edilmediği ve biz de Talat’ın yapmaya çalıştığı gibi geri adım atıp teslim olmadığımız, yani egemenliğimizden vaz geçmediğimiz sürece, bu sorun çözülemez…Çünkü Rum yönetimi tüm Kıbrıs’ın tek meşru hükümeti olarak tanınmaya devam ettiği ve BM de gıyabımızda alınan Rum yanlısı kararlarını “çözüm parametresi” olarak dayatmaya çalıştığı sürece Rum tarafı bizimle EŞİT EGEMENLİK temelinde YENİ BİR ORTAKLIK DEVLETİ YARATMAYI asla kabul etmeyecektir…

Ya iki eşit egemen Halk-devlet temelinde yeni bir ortaklık, ya da KKTC’nin tanınması ve iki ayrı devletli çözüm…Tercih Rum tarafı ve destekçilerinindir…”

Sn. Sabahattin İsmail’e katılmamak mümkün müdür?

2004’ten bu yana Türkiye’nin, Sn. Talat’ın ve çözüm güçlerinin söylediği tam da budur işte… Parametreler bellidir: İki halkın siyasi eşitliğine dayalı, eşit ortaklık statüsü ile kurulacak yeni Birleşik FEDERAL Kıbrıs Cumhuriyeti…

Zaten eğer aksi savunuluyor olsaydı, Talat-Hristofias arasında 70’in üzerinde müzakere yapılır mıydı? Sn. Talat ve çözüm güçleri en başından beri. Tıpkı şu an Sn. Eroğlu’nun ve şimdi Sn. Sabahattin ismai’in belirttiği gibi bir FEDERASYON diyorlardı zaten… Siyasi eşitliğe, eşit ortaklığa dayalı, iki bölgeli, iki toplumlu, Garantörlük anlaşmalarının tanıdığı hakların devamını içeren BİRLEŞİK FEDERAL KIBRIS!

Bakınız ne güzel anlaşmaya başlıyor herkes…

Neydi o “23 Mayıs, 1 Temmuz mutabakatları ihanettir” demeler, neydi o “Tek Egemenlik vatan satmaktır” demeler…

Bazı koltuklar zihin açar efendim…

06.05.2010

Page 86: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

170 171

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

EROĞLU-HRİSTOFYAS İLK ROUND!

Kıbrıs’ta sevindirici gelişmeler birbirini izliyor. Büyük bir merakla beklenen Eroğlu-Hristofyas görüşmesi nihayet 26 Mayıs’ta gerçekleşti.

Müzakere öncesinde Eroğlu ve Hristofyas, eşleri ile birlikte sıcak bir sosyal buluşma gerçekleştirdiler. Toplantıya iki liderin eşlerinin dramatik hikayesi damgasını vurmuş. Eroğlu’nun da Hristofyas’ın da eşleri, savaşta kardeşlerini yitirmiş kadınlar. Meral Eroğlu’nun kardeşinin naaşı tam 46 yıl sonra bulunabildi. Bayan Hristofyas’ın kardeşi ise hala kayıp. Kadınların ortak acısı, Kıbrıs’ta barış sürecinin hızlanmasına katkıda bulunur mu bilinmez ama her iki kadının objektiflere yansıyan sıcak buluşması umut verici. Kuzeyde sert milliyetçi ifadeleriyle tanınan Meral Eroğlu’nun Hristofyas çifti karşısında sergilediği sıcak yaklaşım, bugüne kadar söylenmiş herşeyin iç siyaset söylemi olduğunu ve iki liderin Birleşik Kıbrıs için yürüttükleri müzakerelere gölge düşürmeyeceğini ortaya koyuyor.

İlk Eroğlu-Hristofyas müzakeresinin ardından yapılan açıklamalar daha sevindirici olmakla birlikte bazı endişelerin de belirmesine yol açtı.

Sn. Eroğlu’nun göreve geldiği 23 Nisan 2010 tarihinde BM Genel Sekreteri Ban’a yazdığı mektuba bağlı olduğu anlaşıldı. Seçimlerde Eroğlu’nu destekleyen bazı ulusalcı yazarların itirazlarına rağmen, ilk buluşma sonrasındaki açıklama son derece açık ve net.

1- Müzakereler “kaldığı yerden” devam ediyor. Yani Talat-Hristofyas müzakere süreci nerede bırakılmışsa, oradan başlıyor. Bu, şu demek: Talat-Hristofyas arasında yürütülen toplam 71 müzakerenin her evresinde, Sn. Talat’ı “taviz vermekle” ve “KKTC’den vazgeçip, ihanet etmekle” suçlayanların bütün iddiaları, 26 Mayıs tarihli Eroğlu-Hristofyas görüşmesiyle çökmüş oluyor.

2- Milliyetçiliğinden hiç kimsenin kuşku duymayacağı, bizzat ulusalcı güçler tarafından iktidara getirildiği vurgulanan Sn. Eroğlu, elbette ortada bir “ihanet kokusu” olsaydı daha müzakerelerin ilk gününde “hayır!” der ve “hayır! Kaldığımız yerden değil, Talat-Hristofyas zemininden değil, yeni bir noktadan başlayacağız” derdi.

3- Neydi bu “yeni nokta”? Elbette 71 görüşmede “verilen” ne varsa hepsinin üstü çizilmeli ve öncelik, Sn. Talat’ın “verdiklerinin” geri alınması, ondan sonra yeni taleplerle müzakerelerin sürmesi olmalıydı.

4- Sn. Eroğlu ve Hristofyas, eğer müzakerelere “kalınan yerden devam ediyorlarsa” kimsenin endişelenmesine gerek yok demektir. Demek ki Talat-Hristofyas tarafından yürütülen 71 görüşmelik koskoca bir müzakere süreci etrafında kopartılan fırtına boşunaymış. Demek ki kimse kimseye herhangi bir taviz vermemiş… Bunu büyük

Page 87: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

172 173

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

bir gönül rahatlığıyla söylüyorum. Eğer aksi olsaydı, milliyetçiliğinden hiç kimsenin kuşku duymadığı Sn. Eroğlu, daha ilk buluşmada bütün bu tavizlerin üstünü kırmızı kalemle çizerdi.

5- “Kalınan noktadan devam” kararı, daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi, 23 Mayıs ve 1 Temmuz anlaşmalarının Sn. Eroğlu ve Türk tarafınca onaylandığı, sahip çıkıldığı anlamına geliyor. Şimdi 23 Mayıs ve 1 Temmuz süreci arşivlerine bakıp üzülmemek elde değil. Madem ki sadece 1 yıl sonra bu mutabakatların altına imza atılacaktı, öyleyse bunca zaman Sn. Talat’a yapıştırılmaya çalışılan “hain” yaftası çok ama çok ağır bir haksızlık olmadı mı?

6- Şimdi 23 Mayıs ve 1 Temmuz anlaşmalarıyla ilgili olarak Sn. Talat’a son derece ağır ithamlarda bulunanların en azından nezaketen bir “pardon” demesi gerekir diye düşünüyorum. Hayır eğer bunu yapmazlarsa, Sn. Talat’ı “hainlikle” suçlarken fazla ileri gittiklerini kabul etmezlerse ortaya daha vahim bir durum çıkacaktır: Sn. Eroğlu’nun Talat çizgisinde ilerlediği, 23 Mayıs ve 1 Temmuz anlaşmalarının altına imza attığı ve müzakerelere “kalınan yerden devam ettiği” düşünülürse… Bu durumda Sn. Talat’a karşı kullanılan ifadelerin Sn. Eroğlu’na karşı da kullanılması gerekir ki, bu her iki lidere de çok büyük bir haksızlık olur.

Şimdi işin endişe verici noktasına bakmak gerekiyor:

Görüşmede her iki liderin huzurunda BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un gönderdiği mesaj da okundu. Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre, “İki liderin görüşmelere BM parametreleri, Güvenlik Konseyi kararları ve 23 Mayıs ile 1 Haziran 2008 anlaşmaları temelinde devam edecek olmalarından da cesaretlendiğini kaydeden BM Genel Sekreteri, barış sürecinin önemli bir noktada bulunduğunu, bir anlaşmaya varmanın vizyon, devlet adamlığı ve cesaret istediğini belirtti.”

BM parametreleri tamam. 23 Mayıs ve 1 Temmuz anlaşmaları da tamam. Ama BM Genel Sekreterinin mesajında yeni bir durum var: Güvenlik Konseyi Kararları.

Bilindiği gibi BM Güvenlik Konseyi kararları herşeyden önce KKTC’yi yasadışı oluşum olarak nitelendiriyor ve bugüne kadar hiç bir müzakere sürecinde “Güvenlik Konseyi kararlarına” bağlılık bildirilmemişti ne Denktaş ne de Talat tarafından.

Elbette böyle bir ifadeye hemen orada bir tepki verilmeliydi, verilmediyse bu doğru olmamıştır ama bunun bir yanlış anlamadan kaynaklandığını ve Sn. Eroğlu tarafından acilen düzeltileceğini tahmin ediyorum.

Kıbrıs Türk Halkı, CHP Genel Başkanı Sn. Kılıçdaroğlu’nun da pek güzel ifade buyurduğu gibi “AKP’nin getirdiği iktidardan kurtularak”, “KKTC’yi yaşatacağının, bağımsızlıktan taviz vermeyeceğinin sözünü vermiş olan” Sn. Eroğlu’nu seçerken; müzakere zemininde “KKTC’yi yasadışı oluşum sayan” Güvenlik Konseyi kararlarını da içeren bir “başlangıç noktası” beklemiyordu elbette. Bu durum düzeltilecektir.

Kıbrıs’ta herşey yoluna girmeye başlıyor. Sn. Eroğlu çözüm yönünde samimi yaklaşımlar sergiledikçe de halkın umutları artıyor.

27.05.2010

Page 88: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

174 175

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

YAHUDİ ZEKASI KIBRISA GİDECEK GEMİYE SIĞABİLİR Mİ?

Önce bir not düşmeli: Netanyahu, Yahudi zekasına bir küfür, bir hakaret edasıyla oturuyor İsrail Hükümetinin başında. Tarih boyunca hiçbir Yahudi, Netanyahu ve avanesi kadar zeka özürlü bir görüntü ve eylemle Yahudi halkına bu kadar ağır bir zarar vermemişti.

İsrail, kurulduğu günden bu yana hiçbir zaman bu kadar ahmakça bir dış politika izlememişti. Türkiye ile tırmandırılan gerilim eğer aklımızın ermediği bir “olimpos senaryosu” değilse, İsrail bu kez gerçekten Yahudi ulusunun tarihinde az rastlanan bir akıldışılıkla yönetiliyor demektir.

“Alçak koltuk” mizanseniyle başlayan, gemi baskınıyla devam eden utanç verici ahmaklık gösterileri duracağa benzemiyor.

Ayalon’un, İsrail Dışişleri Bakanlığı’ndaki acınası “alçak koltuk” müsameresinin yarattığı soğuk duşun etkisi geçmeden, Mavi Marmara Gemisi’nde dünyanın gözleri önünde sergilediği “amatör operasyon” İsrail’in karizmasını fena halde çizdi. Akdeniz’in ortasında 6 gemiyi sessiz sedasız saf dışı bırakmayı beceremeyen ve “indirme taklidi yaptıkları” güvertede sıkı bir sopa yiyerek ağlaşan İsrail askerleri, herhalde Gazze’li çocukların bile diline düşmüştür.

Benjamin Netanyahu, hem İsrail halkı hem de kendi ailesi için gerçek bir yüz karası olduğunu kanıtlamaya devam ediyor. Herhalde Netanyahu ailesi, Benjamin’in ahmaklıklarını izlerken ağabey Jonathan’ı özlemle hatırlıyorlardır. İnsanın Entebbe operasyonunu yöneten Jonathan ile Marmara Gemisi operasyonuna imza atan Benjamin’in öz kardeş olduklarına inanması hayli güç çünkü.

Ağabey Jonathan, Entebbe’de FKÖ tarafından kaçırılan Air France uçağı içerisindeki rehineleri başarılı bir operasyonla kurtarırken canından olmuştu. Dünya çaresizlik içerisinde 7 FKÖ militanı tarafından kaçırılan uçaktaki yolcuların akibetini beklerken, İsrail sessizce bir operasyon gerçekleştirmiş, 58 dakika içerisinde tüm rehineleri kurtarıp, 7 FKÖ militanını öldürmüştü. İşte bu operasyonun başında, küçük Netanyahu’nun ağabeyi Jonathan bulunuyordu. Jonathan Netanyahu, rehineleri kurtardı ama aynı operasyonda ölen tek İsrail askeri oldu. Jonathan’ın gözüpekliği karşısında Benjamin’in oturduğu koltuktan verdiği korkakça emirler Netanyahu ailesini utandırıyor olmalı.

İsrail şimdi daha da sefil bir gösteriye hazırlanıyor. İsrail’den kalkacak bir gemi KKTC karasularına girecek ve oradan da Rum Kesimine geçerek, “Türkiye’nin işgalini” dünyaya teşhir edecek!

Hangi zeka özürlü tarafından üretildiği bilinmeyen ancak korkarım çok yakında gerçekleştirilecek bu sefil gösteri, İsrail için herhalde “ahmaklığın şahikası” olarak tarihe geçecek. Jerusalem Post

Page 89: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

176

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Gazetesi’nde yer alan habere göre, gemide eski İsrailli milletvekili Alex Goldfarb ve Meretz partisi aktivisti Pinhas Har Zahav da yer alacak.

İsrail’in son dönemde artık şuursuzluk sınırlarını aştığının göstergesi olabilecek bu acınası “eylem” eğer planlandığı gibi KKTC karasularına girerek, herhangi bir KKTC limanına çıkmayı da içeriyorsa, eğlencenin tadına doyum olmayacak. Zira, bu sersemce eyleme katılacak olanlar, KKTC veya TC güvenlik güçleri tarafından değil fakat Rum güvenlik güçleri ile dalaşmak zorunda kalacaklar.

Nitekim Türk makamları, İsrail gemisinin herhangi bir KKTC limanına yanaşmasını “izolasyonların kaldırılmasına katkı” olarak sayacaklarını ve çay kahve ikram ederek karşılayacaklarını açıkladılar bile. Hatta “limanda kendi masraflarını karşılamaları kaydıyla” her türlü ihtiyaçlarını temin edebileceklerini de eklediler.

“İşgale dikkat çekmeye yeltenen” İsrail gemisi için asıl tehlike Rum kesimine geçtiklerinde başlıyor. Zira Rumlar, KKTC limanlarını “yasadışı” sayıyor ve bu limana şu veya bu nedenle giren yabancı bandıralı her gemiyi derdest edip, personelini derhal tutuklayıveriyorlar. Hatırlanacağı üzere, 2007’de Mağusa limanına giren Ukraynalı kaptan Nikola Vikosor, Rumlar tarafından “KKTC limanına girdiği gerekçesiyle” tutuklanmış ve 45 gün içeride tutulmuştu.

İşin daha da sefilce yanı, İsrail şirketlerinin Kuzey Kıbrıs’taki ticari faaliyetleri bilinirken, aynı İsrail’in şimdi Kuzeyi işgal bölgesi olarak lanse etmeye çalışmasıdır. Adama sormazlar mı, “madem işgalden rahatsızsın, işgal bölgesinde onca İsrail şirketi ne arıyor?” diye…

Bu kadarını kimse hak etmiyor… Efsanevi Yahudi zekasını Kıbrıs’a gidecek o gemiye sığdırmaya kalkışmak, herşeyden önce Yahudi halkına karşı bir hakarettir!

Birileri Yahudi zekasını madara eden Netanyahu hükümetini durdursun!

11.06.2010

Page 90: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

178 179

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

GÜNAYDIN KIBRIS, GÖZÜN AYDIN TÜRKİYE!GÜNAYDIN KIBRIS, GÖZÜN AYDIN TÜRKİYE!

Kıbrıs sıcak günler yaşıyor. Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın (KTHY) Atlas Jet’e satılmasıyla başlayan ve Süt Kurumundan Kooperatif Bankasına, Elektrik Kurumundan DAÜ’ye kadar uzanması beklenen büyük bir özelleştirme dalgasına karşı sokaklarda çeşitli siyasi partilere, gruplara mensup, kadın-erkek her yaştan öfkeli kalabalıklar yürüyor.

Gazeteler, televizyon ve radyolarda her kesimden insanın tartıştığı tek konu KTHY ve yaklaşan özelleştirme furyası. Sendikacılar Pegasus ve Atlas Jet’in talip olduğu KTHY’nin, bir AKP operasyonuyla Binali Yıldırım’a yakın olduğu ileri sürülen Atlas’a satıldığını ve özelleştirme dalgasının Kıbrıs’taki bütün kamu kuruluşlarını kapsayacak biçimde genişletileceğini iddia ediyorlar. Ki, sendikacılara göre, bütün bunların basit birer iddia olmadığını anlamak için 5 Ocak 2010 tarihli Bakanlar Kurulu kararına bakmak yeterli.

“Dağı taşı bayrak doldurdular, gökteki bayrağı indirdiler!”

KTHY, ülkenin bayrak taşıyıcı hava kuruluşu olarak özel önem taşıyor. CTP döneminde, THY’nin elindeki hisseler uzun bir mücadele sonunda devralınmış, KTHY tamamıyla Kıbrıslı Türklerin yönetimine geçirilmişti. Anlaşılan o ki, Kıbrıslı Türklerin bu “efelenmesi” Türkiye’de birilerinin hayli canını sıktı ve o “birileri” ilk fırsatta KTHY’yi yeniden “Türkiyelileştirmenin” zeminini yaratıverdi.

İlk bakışta 600’ün üzerinde çalışanıyla hantal bir kuruluş görüntüsü veren KTHY’nin her yıl artan zararla ve THY, pegasus ve Atlas Jet’in de yarıştığı pazarda ayakta kalması giderek zorlaşıyordu. Ama izolasyonlarla boğuştuğu yetmiyormuş gibi bir de Türkiye firmalarının ağır baskısıyla boğuşmak zorunda bırakılan KTHY’nin hantallığı ve zararının sorumluluğunu herhalde öncelikle KKTC “devletinde” ve Türkiye’de aramak gerekiyor.

Doğrudan uçuş imkanı olmayan KTHY’nin, tüm güzergahlarda bir Türkiye hava limanına iniş yapma zorunluluğu ve bu nedenle her seferde en az 2 kez alan vergisi ödemek zorunda kalması rekabeti neredeyse imkansızlaştırırken, buna bir de yer hizmetleri, catering gibi servislerin kendi bünyesinde yürütülmesi zorunluluğu eklendiğinde kurumun zararının nedenleri daha iyi anlaşılıyor. Bir başka deyişle, KTHY’nin problemi “özelleştirme” değil. Evet, sadece 5 uçakla sınırlı sayıda noktaya uçuş yapabilen, buna karşılık 600 personel barındıran KTHY “kârlı” bir kuruluş değil. Doğrudan uçuş sorunu çözülmediği ve Ercan, uluslararası uçuşlara açılmadığı sürece de KTHY veya herhangi bir KKTC havayolu şirketinin “kârlı” olması mümkün değil. Bu nedenle de Türkiye’de ucuz biletle pazarda önemli yer edinen Pegasus ve Atlas Jet’in, “pahalı hizmet vermekten başka seçenek bırakılmayan” KTHY’ye talip olmaları ilginç.

Bu denli büyük ve önemli bir satış operasyonunun ihalesiz yapılması,

Page 91: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

180 181

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

satış şartlarının kamuoyundan gizlenmesi, neden Atlas Jet’in seçildiğine dair tatmin edici bir açıklama yapılmaması büyük tepkiye yol açıyor. Daha da ilginci, Atlas Jet imzası, şimdiye kadar görülmemiş biçimde bir Pazar günü, üstelik yerel seçimlerin yapıldığı gün imzalandı ve konuyla ilgili açıklama tam da sandıkların kapandığı saatte yapıldı. Başbakan İrsen Küçük’ün savunması da hayli ilginç: “THY döneminde de “milli” bir kuruluştu, şimdi de “milli” bir kuruluş olmaya devam ediyor” diyor Başbakan. Doğru ya, “gelen de Türk, giden de Türk!”

Ama bu “Türkiyelileştirme” operasyonunun Türk filmlerine taş çıkartırcasına tezgahlandığını da kayıtlara düşmek gerek. Hani kızı kötü yola düşürmek için türlü hile desise planlanır ya, o hesap. KTHY üzerinde öylesine ağır bir satış baskısı oluşturuldu ki, Atlas’a satışın medyada yer aldığı ve kamuoyu tepkilerinin yükseldiği anda, KTHY İstanbul bürolarına haciz konması, uçaklardan birinin haczedilmesi ve nihayet Türkiye Sivil Havacılık Kurumu’nun 3 ay süreyle KTHY uçuş lisansını askıya alması bardağı taşıran son damla oldu. Eli kolu bağlanan, haciz ve lisans iptali baskısıyla iş göremez hale getirilen KTHY’ye teslim olmaktan başka bir seçenek bırakılmadı. Kıbrıslı Türklere kendilerini soyulmuş hissettiren ve bu denli öfkelendiren gerçek te bu zaten.

Bir radyo kanalına bağlanan yaşlı Kıbrıslı Kadın öfkesini “egemenlik egemenlik dediler, dağı taşı bayrakla doldurdular ama gökteki bayrağı indirdiler” sözleriyle dile getiriyor.

Türkiye- KKTC İlişkilerinde yeni dönem!Birinci yılını dolduran UBP hükümetinin, kamu kuruluşlarını teker teker elden çıkartma planını ağırdan alma nedeni Cumhurbaşkanlığı ve yerel yönetim seçimlerinin tamamlanmasını beklemesiydi.

Yerel seçimlerden hemen sonra KTHY ile başlayan özelleştirme dalgası, Türkiye ve AKP’nin isteği doğrultusunda, tüm kamu kuruluşlarını kapsayacak biçimde genişleyecek. Beklenti, Kıbrıslı Türk kamu kuruluşlarının öncelikli olarak Türkiyeli firmalara, özellikle de AKP’ye yakın firmalara satılması yönünde.

Şimdi özellikle Türkiye’li arkadaşlarımız “eee, ne var bunda?” diyebilir. Söyleyelim efendim…

Kadife Devrimin Boğulmasında Son Perde!Söyleyelim ama bu söyleyeceklerimin çoğu arkadaşımızı pek de mutlu etmeyeceğini ve şiddetli itirazlarla karşılaşacağımı biliyorum. Olsun…

Hatırlayalım: Kıbrıslı Türkler 30 yıllık baskı rejimini 2003 yılında başlayıp 2004 yılında tepe noktasına ulaşan kadife bir devrimle yıkmışlardı. Türkiye’de başta “derin güçler” olmak üzere, her boydan ve her soydan ulusalcı kesim, bu devrimci hareketi “Kıbrıs elden

gidiyor” çığlıklarıyla karşılamış, barış ve çözüm mücadelesinin baş aktörü Talat’ı hain ilan edivermişlerdi. Muhalefetin önüne kattığı CTP hükümete gelmiş, Talat bu devrimci dalganın sonunda kendisini Cumhurbaşkanlığı koltuğunda buluvermişti.

Bunun bir AKP operasyonu olduğu düşünülse de, bence gerçek o ki Türkiye ve AKP’nin yeni dış politikası Kıbrıs’ta kontrollü bir görüntü değişikliğinden ibaretti. Bir başka deyişle AKP, Kıbrıslı Türklerin 30 yıllık baskı rejimiyle artık tutulamayacaklarını biliyor, öbür yandan da mevcut Kıbrıs politikasının da artık sürdürülebilir olmadığını görüyordu.

Türkiye ve AKP açısından Kıbrıs’taki devrimci dalganın kontrol altına alınması, “çözümden yana bir görüntü sergilenmesi” ve fakat aynı zamanda statükonun korunması ihtiyacı ağır basıyordu. Bir taşla kuş katliamı: Hem “çözüm için bir adım önde olma” görüntüsü hem de “küstahlaşan Kıbrıslı Türklere”(!) iyi bir ders verme ihtiyacı…

Kıbrıslı Türklerin en köklü sol muhalefet partisi CTP, hazır olmadığı halde kendisini hükümette buldu. CTP’nin “kendini bilmez” icraatları Kıbrıs ve Türkiye’deki statükocu unsurların canını hayli sıkacak cinstendi. Nitekim CTP’nin 5 yıllık dönemde en ciddi girişimleri “ekonomiyi kayıt altına alma girişimi” ve o güne kadar Türkiye’nin kontrolünde olan ekonomik kaynakları Kıbrıslı Türklerin hanesine geçirme girişimleriydi. Nitekim KTHY hisselerinin tamamının alınması bu “densiz” icraatlar arasındaydı.

AKP’nin huyudur, gerekli durumlarda gerekli bağlaşıklıklara hayır demeyen bir pragmatizme sahiptir. (Bkz: Derin devlet hırladığında çark edilen açılım politikaları). Bence CTP’nin en büyük hatalarından biri AKP’nin Kıbrıs politikasında samimi olduğuna inanmak istemesi ve AKP ile (dolayısıyla Türkiye ile) uyum içerisinde yürüyebileceğine kendisini inandırmasıydı.

Oysa gerek AKP, gerek “derin Türkiye” için CTP, bir “siyasal kaza” dır. Yükselen halk hareketiyle birlikte en yüksek oyu almayı başaran CTP ile AKP’nin yürüyebilmesi, üstelik bunu Türkiye’ye kabul ettirebilmesi mümkün değildi.

Nitekim 2004 yılından başlayarak AKP ve “derin Türkiye” giderek daha sinir bozucu hale gelen CTP’nin defterini dürecek girişimleri el altından yürütmeye başlamıştı bile. 1974’ten beri “Ankara emreder, Lefkoşa yapar” ilişkisi 2004’ten itibaren bozulmaya başladı. CTP direnebildiği ölçüde direndi ancak direniş arttıkça sorunlar da artıyordu. Türkiye’de çoktan tamamlanan “özelleştirme operasyonunun” (Eh gelin buna kamu kuruluşlarının Türkiyelileştirilmesi diyelim) Kıbrıs ayağının hayata geçirilebilmesi CTP ile mümkün olamayacağı anlaşılmıştı.

Page 92: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

182 183

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

İşin eğlenceli yanı, varoluşunu AKP karşıtlığında bulan Türkiyeli ulusalcılar, süreci her zamanki sığlıklarıyla okudular ve 2004 sonrası gelişmeleri “Kıbrıs’ın elden çıkartılmasını hedefleyen bir AKP operasyonu” olarak değerlendirdiler. Madem ki bu bir AKP operasyonuydu ve madem ki çözüm demek “Kıbrıs’ı vermek” demekti ve yine madem ki CTP ve Talat çözüm istiyordu, işte bu gerekçelerle CTP ve Talat AKP’nin Kıbrıs’taki “taşeronları” olarak nefret objesine dönüştürüldü.

Günaydın Kıbrıs! Gözünaydın Türkiye!AKP, ağır ekonomik ve siyasi dayatmalarla boğazını sıktığı CTP’nin defterini dürdü ve ulusalcıların alkışları arasında UBP iktidara geliverdi. Ardından da artık çözüm konusundaki ısrarcılığıyla yeterince can sıkan Talat halledilerek yerine yine ulusalcıların yüreklerini yağ bağlatan Eroğlu Cumhurbaşkanı seçtirildi. Eroğlu seçilince müzakereler sonlandı mı? Hayır! Şimdi Türkiye’de hiç kimse “Kıbrıs satılıyor” falan demiyor ama Türkiyeli ulusalcıların alkışları arasında seçilen Eroğlu, müzakereleri “Talat’ın bıraktığı yerden” sürdürüyor.

AKP ve derin Türkiye ile birlikte ulusalcıların da yüreğini ferahlatan iklim artık oluştu. Milliyetçi hamasetse milliyetçi hamaset, müzakereyse müzakere, anavatansa anavatan, yavru vatansa yavru vatan! Artık herkes mutlu! Kıbrıs yerli yerinde duruyor!

Bir farkla ki… Ulusalcıların AKP karşısındaki en ciddi argümanlarından biri olan “özelleştirmeler” şimdi ulusalcıların alkışları arasında iş başına getirilen UBP ve Eroğlu tarafından hem de en kanlı biçimde gerçekleştiriliyor. Meğer UBP ve Eroğlu’nun “egemenlik” anlayışı buraya kadarmış… İlk fırsatta “devletin” bayrak taşıyan havayolu şirketini elden çıkartacaksın. İlk fırsatta “devletin” mallarını haraç mezat Türkiye’li şirketlere iteleyeceksin. Gel de sevme böyle egemenliği!

Kıbrıs’ın Kuzeyinde CTP hükümetinin boğazının sıkılarak devrilmesine katkı koyan, üstüne üstlük bir de Cumhurbaşkanlığının UBP’ye geçmesine zemin hazırlayan sendikalar şimdi “bütünlüklü UBP iktidarının” sonuçlarını görüyorlar. Yerel seçimlere 1 gün kala sendikalar “UBP’ye oy yok” diyorlardı ama atı alan UBP’nin artık sendikaların oylarına da pek ihtiyacı kalmadı zaten… Düğün çoktan bitti, şimdi gerdek zamanı!

Ya Türkiyeli ulusalcılara ne demeli? Buyrun işte, CTP yok. Talat da yok. Ama işte şimdi Kıbrıs gerçekten “satılıyor”!

UBP ve Eroğlu için açıktan açığa çalışan CHP’sinden MHP’sine Türkiye’nin en baba ulusalcılarının ne söyleyeceği ise tam anlamıyla merak konusu. Türkiye’de özelleştirmelere veryansın eden CHP ve MHP, bakalım şimdi gelişine pek sevindikleri UBP ve Eroğlu eliyle

“egemen KKTC” de düğmesine basılan özelleştirme dalgasına ne diyecekler?

Ortaya çıkan yeni tabloda bize düşen söz ise:

Günaydın Kıbrıs! Gözünaydın Türkiye!

28.06.2010

Page 93: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

184 185

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ŞÜKRAN GÜNLERİNDE İSYAN!

Tam da Şükran günleri arifesinde olacak iş değil ama Kıbrıs’ta UBP azınlık hükümeti tarafından birbiri ardınca alınan kararlar, Temmuz sıcağını iki katına çıkardı.

KTHY’nin Türkiyeli Atlas’a satılması yetmiyormuş gibi, bir de çalışanların kapı önüne konması, ardından DAÜ’ de 100 kişinin işten durdurulması, yaz mesaisi uygulamasına son verilmesi, emekli maaşlarına vergi salınması derken, işin çivisi çıktı. Ama dahası da gelecek… Kıbrıs bugünlerini de arayacak…

Türkiye’den kimsenin Kıbrıs’ta ne olup bittiğine baktığı yok. Bakanların da gevelediği şu: “beter olsunlar”. Niye “beter olsunlar?”. Eh malum, “nankör Kıbrıslı, yan gelip yattığı yerden kapıverir paracıklarını ana vatanın, şimdiye kadar aldıklarına saysınlar!”.

“Tatlı hayat bitti” diye yazmış bir okuyucu. Okuyucumun keyiflendiğini gizlemeyen mesajına şaşırmadım doğrusu. Türk’üz ya, acı çekiyorsak hepimiz çekeceğiz illa ki! “Kederde ve tasada birlik” diyeni çok duydum ama “özgürlük ve refahta birlik” diyenine rast gelmedim şimdiye kadar. Boşuna anlatılmaz, cehennemde sadece Türklerin kazanının başına zebani konmaz diye. Nasıl olsa aşağıdakiler çeker kurtulmaya çalışanları.

Türkiyeli şakşakçı sever. En tırışka Hollywood artizinin bile burnuna mikrofon dayayıp iki güzel laf duymaya bayılır memleket hakkında.

Dolayısıyla “anavatanım anavatanım” nidaları atan UBP’nin Türkiye’de bunca tutulmasının kerameti budur. Bizim CHP’li ve MHP’li ulusalcı gazmanlarımız bunun için nefret ederler Kıbrıs’ta çözüm isteyenlerden.

Çözmüyorsan al da doyur Kıbrıs’ı dersin, “yağma yok” der. “E çöz de hem sen kurtul, hem Kıbrıslı kurtulsun?” desen, İstanbul’u Bizans’a geri verelim demişsin gibi dehşetle bakar yüzüne.

“Power-control” diyor gâvur. Türkiyeli bayılır gücün kendisindeymiş gibi olması hissine. Bu da bizim kusurumuz idare edin artık. Başka yerde yediğimiz dayakların hıncını çıkartacak yer bulduk mu dayanamayız. Parasıyla değil mi! “Yedirdiğimize inandırıldığımız” her lokmaya iki şaplak atma hakkını buluruz kendimizde. Besleme kızlara iki lokma karşılığı tecavüzü mübah gören bir anlayışımız var, kusura bakmayın. Benim de başımı belaya sokmayın durduk yerde. Kalkıp da soramam şimdi, Türkiye Kıbrıs’a ne vermiş de günün sonunda ne götürmüş diye. Aldığım küfür mailleri yeter yani!

Ulusalcı gazmanların durumu bu da, Kıbrıslı işbirlikçilerin durumu farklı mı?

Page 94: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

186 187

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Sen kalk koca Temmuzu “Şükran” mersiyelerine ayır, sonra “yandım bittim anam” diye feryat ederken, anan da dönüp “beter ol” desin. İşte marazi ana-yavru ilişkisinin sonu budur. Bırak çocuğu da kendi ayakları üzerinde dursun? Olmaz. Kop ta ananın memesinden artık? Olmaz! Eh, beter ol o zaman!

“Türkiye-Kıbrıs ilişkisi bu berbat görüntüden ne zaman kurtulacak? Ne zaman iki eşit-kardeş halk olacağız da birbirimizin halinden anlayabileceğiz” derseniz, önce Kıbrıs meselesi üzerinde birbirimizin suratına tükürmeye kalkışmadan tartışabildiğimiz gün diyeceğim… Şimdilik bu olacağa benzemediğine göre, gelin biz konumuza dönelim…

AKP Hükümetinin Türkiye’de başlayıp tamamladığı özelleştirme operasyonunun Kıbrıs etabına hızlı bir giriş yapıldı. Türkiye’de ne varsa satıp savılmıştı zaten, çoktandır sıra Kıbrıs’taydı da “körolası” Kıbrıslı Türklerin, çözüm çözüm diye bağırarak işbaşına getirdikleri sol iktidarla bu iş yapılamazdı elbette. Bunun için önce CTP’nin sonra da Talat’ın defteri dürüldü dediğimizde “yok canım daha neler” diyor bazıları. Arşivler ortada duruyor. Bakın CTP’nin 5 yıllık icraatına, bakın ekonomik-sosyal politikalarına, bakın 5 yılda Türkiye-KKTC ekonomik-siyasi ilişkilerinde “değişen dengeye” ondan sonra konuşun.

“30 yılda Türkiye eliyle UBP tarafından kurulan mekanizmanın dişlilerini 5 yılda gevşetmek ve oradan ayakları yere basan bir ekonomik-siyasal denge kurmak mümkün müydü?” üzerine çok düşünmek gerek…

Hep Şili ve Allende’yi hatırlarım Kıbrıs’a baktığımda. Kim ne derse desin, Şili’de sosyalist Allende’yi Amerika yıkmadı. Sendikalar ve marjinal sol yıktı. On yılların derinleşen ekonomik sosyal sorunlarını üç günde bitirsin istendi hükümetler, hem Şili’de hem Kıbrıs’ta.

Ne oldu peki günün sonunda? Şili’de “beğenilmeyen” sosyalist Allende devrildi, faşist Pinochet geldi iktidara. Kıbrıs’ta da o beğenmeyip küçümsenilen, bugün bol keseden küfredilen CTP gitti yerine gelene bakın…

AKP, sabır ve akılla çözüverdi meseleyi. 24 Nisan iradesinin karşısına 19 Nisan “iradesini” dikiverdi. Türkiye, 2003’te gevşeyen kontrolü yeniden ele aldı 5-6 yılda. “Özgürlük! Özgürlük!” diye haykıran meydanlar, önce yapay biçimde “Ekmek! Ekmek!”, şimdiyse can havliyle “Ekmek ve Özgürlük” çığlıkları atıyor. İşte yeşil devrim boğuldu. Yaşasın turuncu faşizm!

Severim Kıbrıslı Türkleri ama, bizim gazmanlardan aşağı kalır yanları yok, onu da söyleyeyim.

Hem ekmek bütün olacak, hem köpek tok olacak diyerek kendi ayaklarına kurşun sıkanlar şimdi yandım anam diyorlarsa, gidip baksınlar 19 Nisan 2009 öncesine. Bir de 2003 öncesine baksınlar sonra. En sonunda da buyursunlar Şükran günlerinin tadını çıkartsınlar hep birlikte.

30 yıl ülkeyi yöneten UBP’nin ekonomik, sosyal, siyasal programlarından pek umutlu, pek mutluydu ki Kıbrıslı Türkler, 5 yılın sonunda Türkiye’nin verdiği gazla CTP’nin köküne kibrit suyu döküverdiler. Madem artık CTP yok, buyursunlar UBP ile uğraşadursunlar…

Lakin her ne kadar dil bunu demek istese de gönül bunu diyemiyor. Kıbrıs’ta dezenformasyonla, ulusalcı- derin Türkiye destekli AKP tezgahıyla cendereye sokulan halkın bir çıkış noktası bulması gerekiyor. En kötüsü başarıldı. Umut dinamitlendi. Şimdi konuştuğum pek çok Kıbrıslı, UBP karşısında bir siyasal seçenek olmadığı inancında… “CTP’yi de gördük” diyorlar…

Peki öyle mi gerçekten? Umut tükendi mi Kıbrıs’ta? Halk, UBP’nin faşizan uygulamalarına mahkum mu? Hiçbir çıkış yolu yok mu? Çözüm artık bir hayal mi? Halkın ekmeğinin küçülmesine, demokratik hakların budanmasına, rant ekonomisinin devamına karşı bir demokratik program, bir proje kalmadı mı?

Bütün bunların yanıtını CTP vermeli öncelikle… Tabii eğer memleket yangın yerine dönmüşken, kelle kopartıp koltuk kapma sevdasından başını kaldırıp, yeniden meydanların yeşil fırtınasına dönüşebilme becerisini gösterebilirse… Yeni yetmeler, yüz fırın ekmek yemeden selam bile veremeyecekleri siyaset emektarlarına küstahlık etmekten vazgeçebilirlerse…

02.07.2010

Page 95: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

188 189

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

DÜŞÜN O ZAMAN KIBRIS’IN YAKASINDAN!

İrsen Bey’in Türkiye gazetelerinde de yayınlanan açıklaması, Türkiye’deki yaygın kanaati daha da pekiştirdi. Belalarını mı arıyor bu Kıbrıslılar kardeşim?! İşte Başbakan söylüyor, bir aile 42 bin TL alıyormuş. Böyle bir parayı Türkiye’de değil telaffuz etmek, hayal bile edemezsiniz. Hal böyle olunca, en sağduyulu köşe yazarları bile “e ama bu Kıbrıslılar da…” diye başlayan cümleler kuruyorlar.

Birileri İrsen Bey’e hatırlatsa iyi olacak. Kendisi Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bürokratı değil, “egemen” KKTC’nin başbakanı.

Türkiye kamuoyunda zaten netameli olan Kıbrıs algısını daha da kötüleştirecek açıklamaların kimseye bir yararı yok. Eğer aldığınız katı önlemler paketini kamuoyuna kabullendirmek istiyorsanız, bunun yeri Türkiye değil Kıbrıs’ın Kuzeyi. Kalkıp da Türkiye gazetelerine “bir ailenin eline 42 bin lira geçiyor” derseniz, ortalama okuyucu Kıbrıs’ta herkesin evine ayda on binlerce lira girdiğini düşünür ve “nedir ama bunların dertleri” diye söylenmeye başlar… Bunun yerine Kıbrıs kamuoyuna bu acı paketin açıklamasını yapmaya çalışmak daha doğru bir iletişim tercihi. Dünyanın hiçbir yerinde “egemen” bir devletin başbakanı, kendi halkını başka bir ülkede “çekiştirmez”. Belki siz kendinizi atanmış hissediyor olabilirsiniz ama aynı anda hem “egemenlikten” dem vurup, hem de başka bir ülkenin medyasına kendi halkınızı şikâyet etmemelisiniz. Hiç şık değil bu…

5 Temmuz’dan itibaren Kıbrıs grevlerle, gösterilerle çalkalanacağa benziyor. UBP yönetimi seçimleri geride bırakmanın rahatlığıyla tam gaz özelleştirme ve sert ekonomik tedbirler paketlerini açmaya başladı. Kıbrıslılar hayli şaşkın görünüyorlar ama asıl şaşırtıcı olan onların şaşkınlığı. 19 Nisan 2009’da geçmiş 30 yıllık deneyimi unutarak UBP’nin yeniden iktidara getirilmesine, bu yetmiyormuş gibi 18 Nisan 2010’da Eroğlu’nun Cumhurbaşkanlığına getirilmesine figüranlık yapan kim?

Başta İrsen Bey olmak üzere pek çok kişi hala daha CTP dönemini eleştiriyor.

Beyler, CTP 1 yıldan fazla süredir hükümette değil farkında mısınız? 5 yıllık CTP hükümetinin ardından enkaz devraldığını söylüyor İrsen Bey… Peki 30 yıllık UBP iktidarının ardından CTP, cennet bahçelerini mi devralmıştı?

Bazıları da CTP’yi hükümetten kaçmak ve halkı UBP’ye mahkum etmekle suçluyor.

Ne yaptı CTP? Türkiye’nin dayatmalarına 5 yıl boyunca direnmeye çalıştı. Bu 5 yıl boyunca olup bitenleri unuttunuz mu? Sadece 1 günlük maaş gecikmesinden dolayı yapılan grevleri, 3-5 kişinin işten durdurulması nedeniyle kopartılan fırtınaları?

Page 96: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

190 191

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

CTP bir yandan ekonomiyi kayıt altına alarak, Türkiye’ye olan ekonomik bağımlılığı azaltmaya çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin dayatmalarına direnmeye çabaladı.

Evet bunu yaparken bir şeyi kötü yönetti CTP Hükümeti: iletişimi… En başından itibaren CTP Hükümeti sendikalarla, sivil toplum kuruluşlarıyla, kamuoyuyla hatta kendi tabanıyla bile sağlıklı ve sürdürülebilir bir iletişim kuramadı. O yüzden bugün CTP tabanı bile kendi yöneticilerine bol keseden esip yağıyor.

Ama bakın UBP’ye? Sanki 30 yıl boyunca Kıbrıs’ın kuzeyinde bir manda yönetimine vekillik etmemişler, sanki Türkiye’den gönderilen paraları altyapıya, ekonominin sağlamlaştırılmasına, sanayi ve ticaretin geliştirilmesine harcamışlar gibi, sanki partizanlığın alasını yapmamışlar, sanki muhalefetin çanına ot tıkamamışlar, sanki hem kendi halklarına hem Türkiye kamuoyuna egemenlik palavralarını bol keseden sıkıp, sonra da KKTC’nin Çorum vilayeti gibi idare edilmesine yol açmamışlar gibi, 5 yıl aradan sonra ak-pak çıkıverdiler ortaya. Bu yetmedi, 2004’te on binlerce insanın çözüm ve barış talebiyle meydanları doldurduğu ülkede, çözümsüzlük siyasetinin üstadlarından biri müzakere masasına oturtuldu. Şaka gibi değil mi?

Peki ne oldu şimdi UBP’nin sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına, halka verdiği sözlere? CTP Hükümeti ile “perişan edilen” halka vaat edilen cennet tüm kamu mallarının satılıp savıldığı, binlerce insanın işsiz bırakıldığı, maaşların ödenemediği, ödense de kesilip biçildiği, hanedan anlayışıyla koltukların babadan kıza geçirilmeye çalışıldığı bir cennet miydi?

Hristo’ya karşı aslanlar gibi kükrenecekti hani? Müzakere masasına oturulurken ilk söz “egemenliğim ve devletim” olacaktı ve “Türkiyeli göçmenler pazarlık konusu dahi edilmeyecek”, mülkiyet mevzusunda asla taviz verilmeyecekti? Bugün Rum basınına “sızan” Eroğlu teklifine bir baksın bakalım Kıbrıslı ve Türkiyeli aslan milliyetçiler!

İnanılır gibi değil ama, CTP’nin 5 yıllık icraatına yöneltilen eleştiriler, CTP’ye edilen hakaretler, UBP’ye karşı dillendirilmiyor bile… Bunun sorumlusu kim derseniz, tabii ki CTP’dir. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir parti, kamuoyuna kendini anlatmak konusunda bu kadar beceriksiz olmamış, kendisine bu kadar yazık etmemiştir herhalde…

Ve sözüm Kıbrıslılara tabii… Bugün yaşanan her neyse olup bitenlere siz de dahil oldunuz. Bugünden sonra her ne değişecekse, bunu yine siz yapacaksınız.

Yarından itibaren grevlerle, gösterilerle yeniden sokağa dökülecek Kıbrıs. Türkiye medyası olup bitenlerle ilgilenecek mi, ilgilenecekse nasıl yansıtacak göreceğiz. Ama eğer “tuzu kuru Kıbrıslılar” diye

başlayan cümleler kurulacaksa, utanması gerekir bunu yazacak olanların.

Eğer Kıbrıs’ta bir soygun düzeni varsa, bunun sorumlusu Türkiye’dir çünkü. 40 yıl boyunca “paranı al, sesini kes” dediğiniz bir düzen kurdunuz çünkü. Türkiye’nin “yüksek stratejik çıkarları” uğruna kurduğunuz ve kendinizin bile açıkça tanıyamadığı bir hapishaneye tıktınız insanları. Ne narenciyesini tarımını bıraktınız adamların ne turizmini ticaretini. Yetmiyormuş gibi, yığdınız Türkiye’nin işsizini güçsüzünü, hırsızını uğursuzunu. Yetmiyormuş gibi diktiniz başlarına ben diyeyim 50 bin, siz deyin 60 bin askerini. Yetmiyormuş gibi “kârlı gördüğünüz” bütün alanlarında ezdiniz geçtiniz. Kumarhaneler kerhaneler cennetine çevirdiniz. 5 üniversitesiyle bir eğitim adası olabilecekken, ikişer üçer kendi üniversitelerinizin “şubelerini” açarak üç beş öğrencinin gelirine bile musallat oldunuz. Şimdi yine aynı terane: nankör Kıbrıslılar, tuzu kuru Kıbrıslılar!

Tamam beyler, nankör bu Kıbrıslılar. Kara kaşlarına, kara gözlerine mi çekiyorsunuz gailesini o zaman. Düşün yakalarından!

04.07.2010

Page 97: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

192 193

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS’TA TEHLİKELİ GERİLİM

Kıbrıs, çok tehlikeli bir gerilim ortamına doğru gidiyor. Hükümetin hızla ve hiçbir sosyal-psikolojik alt yapı hazırlamadan uygulamaya koyduğu sert ekonomik tedbirler, toplumda adeta infial yaratmış durumda. Bunlar olabilir, demokrasilerde halk, hükümetlerin karar ve uygulamalarına tepki verebilir, demokratik eylem biçimleriyle itirazını yükseltebilir. Buraya kadar bir sorun yok.

Ancak öteden beri marjinal gruplara özgü sınırlı bir eğilim olan “Türkiye’ye antipati”, Hükümetin mevcut krizi ve yeni ekonomik politikaları topluma açıklamada sergilediği basiretsiz tutum yüzünden şiddetli bir “Türkiye karşıtlığına” dönüşüyor.

Eylemlerde, çeşitli yayın organlarında, sosyal paylaşım ağlarında giderek artan dozda bir “Türkiye düşmanlığı” sergileniyor.

Kıbrıs’ta yaşanan derin ekonomik ve sosyal kriz, Hükümet ve muhalefet tarafından doğru yönetilmediği takdirde Türkiyeli-Kıbrıslı Türk çatışmasına dayalı, şiddetli bir sosyal patlamaya dönüşme eğilimi taşıyor. Ne yazık ki Hükümet yükselen tepki karşısında toplumu rahatlatacak, tepkileri yatıştıracak, tansiyonu düşürecek ciddi bir kriz yönetimi sergilemiyor.

Muhalefet de adeta “bekle gör” politikası izliyor ve olası bir sosyal patlamanın UBP’nin devrilmesine yol açacak zincirleme reaksiyonu başlatmasını beklermiş gibi görünüyor. Oysa bu kez sinyallerini güçlü biçimde veren kriz, bu kadar basit görünmüyor. Öteden beri zaten sıkıntılı bir dengeye dayanan Türkiyeli-Kıbrıslı Türk ilişkisi, son gelişmelerle ciddi anlamda sarsılabilir, Türkiye’yi de hedef alan Hükümet karşıtı gösteriler, adada bir sıcak çatışmaya dönüşebilir… Bunun sonuçlarını ise elbette hiç kimse göğüsleyemez.

KKTC, ekonomik ve siyasi olarak Türkiye’ye bağımlıdır. Herkes tarafından bilinen bu gerçek, UBP yönetiminin dayatmacı üslubu ve toplumu rahatlatıcı bir iletişim dili kurmaması nedeniyle yükselen eylemlerde marjinal unsurların söylemlerinin ön plana çıkmasına yol açıyor. Elbette söylemeye gerek yok ki, özellikle siyasal boşluk içerisindeki gençler arasında bu tür marjinal söylemler çok daha kolay kabul görmeye başlıyor.

Kıbrıs siyasetinin Türkiye’ye bakışında bugüne kadar üç temel eğilim gözlenmekteydi. Geleneksel Kıbrıs sağı, Türkiye’ye bağımlı bir çizgi izlerken, sol-sosyal demokrat siyaset Türkiye ile ilişkilerde daha eleştirel ve mesafeli bir tutum izlemekteydi. Üçüncü ve marjinal akım ise katı Türkiye karşıtlığına dayalı bir dil kurmaktaydı.

Şimdi meydanlardan yansıyan görüntü, bir takım başka haberlerle birlikte okunduğunda, Kıbrıs’ta Türkiye ve Türkiyeli alerjisinin tehlikeli bir ivme kazandığını düşündürüyor.

Page 98: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

194 195

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Bir hükümetin uygulamalarını, bir devletin yapısını, tarihini ve bugünkü uygulamalarını, bir toplumun geçmişteki hatalarını ya da bugünkü hastalıklarını eleştirmek, o ülkeyi, o toplumu seven okumuş yazmışların görevidir. Bizler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız ve hükümetlerimize, devletimize, toplumumuza yeri geldiğinde en sert eleştirileri yapmaktan geri durmuyoruz. Ama Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin icraatlarını, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin geçmiş ya da bugünkü uygulamalarını eleştiriyor olmamız Türkiye düşmanı olduğumuz anlamına gelmiyor. Hele ki toplumumuzun eleştirdiğimiz hastalıkları, bizi Türk düşmanlığına hiç götürmemelidir. Devletler, hükümetler, toplumlar hata yapar. Okumuş yazmışlar, o toplumun sağduyulu bireyleri, bu hataları eleştirir. Ve toplumlar eleştire tartışa, yanıla düzele evrimleşirler.

Türkiye, geçmişten bugüne Kıbrıs politikalarında birçok hata yapmıştır. Bu doğrudur ve bu hataları en çok dile getirenlerdeniz. Ama geçmişten günümüze gelen hatalar, Türkiye ve Türkiye Türkleri ile Kıbrıslı Türkler arasındaki tarihsel kardeşlik bağının zedelenmesine izin verecek yeni hatalarla beslenmemelidir.

Türkiye’nin belki de en büyük hatası, Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği büyük nüfus değişimidir. On binlerce insan, Anadolu’nun köylerinden Kıbrıs’a taşınmıştır. Doğrudur. Bu insanlar, Türkiye’de son derece kalitesiz yaşam standartlarından gelmiş, çoğu eğitimsiz ve bir bölümü de suç potansiyeli taşıyan insanlardır bu da doğru… Ancak bu insanların da birer kurban olduğu, çaresi ve yitirecek bir şeyleri olan hiçbir insanın kendi köyünü yurdunu bırakıp bir başka coğrafyada tutunma mücadelesi vermeyeceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.

AVRUPA'DA GÖÇMENLERİN EN BÜYÜK DOSTU SOL-SOSYALİSTLERDİR...

Özellikle Kıbrıs Solunun titizlikle yaklaşması gereken ve Avrupa Solunu örnek alması gereken bir konudur bu. Üçüncü dünya ülkelerinden Avrupa’ya doluşan milyonlarca göçmene öfke ve düşmanlık gösterenler Avrupalı solcular, sosyalistler değil, Avrupalı ırkçı ve faşistlerdir. Avrupalı sol-sosyalistler, beraberlerinde sayısız sosyal problemi de getiren göçmenlere karşı kucaklayıcı, empatiye dayalı bir siyaset geliştirdiler. Öfke ve şiddet içeren ırkçı-faşist yaklaşımlara karşı, göçmenlerin biricik sığınağı ve dostları Avrupalı sol-sosyalistler oldu.

Bugün onbinlerce Kıbrıslı Türk’ün İngiltere’de, Avustralya’da, Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde “göçmen” olarak yaşadıkları gerçeğini unutmamak ve dört bir yana dağılmış, büyük acılar çekmiş, göçmenliğin ne demek olduğunu iyi bilen bir halkın kurması gereken empatiyi kurmak gerekiyor…

Kıbrıs’ta Hükümetin, Türkiye’nin dayatmasıyla uygulamaya soktuğu ekonomik-sosyal politikalara direnmek, her Kıbrıslı Türk’ün doğal hakkıdır. Ama bu direniş, bir başka çaresiz ve güçsüz topluluğa karşı nefret ve şiddet diline dönüştürülüyorsa, bunun bırakınız solculukla, sosyalistlikle, insani ahlak ve vicdan anlayışıyla ilgisi olamaz…

CTP ve TDP başta olmak üzere, Kıbrıslı Türklerin sol-sosyalist partileri, toplumda tırmandırılan bu tehlikeli ırkçı gerilime karşı derhal harekete geçmelidirler. Kıbrıs Solu, UBP ve Türkiye dayatmalarıyla mücadeleyi, Türkiyelilere yönelik ırkçı, şiddet ve nefret içeren söylemden arındırabilecek derinlik ve akılcılığa sahiptir. Kıbrıs Solu tarafından geniş bir temsil kapasitesine sahip Ekonomik-Sosyal Forum toplanarak, ortaya çıkan yeni tablo karşısında kapsayıcı bir "sol seçenek" üretilmelidir.

Bu süreçte UBP'ye de büyük görev düşüyor. Krizin, ekonomik önlemlerin sorumlusu olarak tek başına Türkiye'nin gösterilmesinden vazgeçilmeli, "bağımsız" bir ülkenin, "egemen" bir hükümeti gibi davranma becerisi gösterilmelidir.

Olgunluğu ve engin demokrasi kültürüyle tanınan Kıbrıslı Türkler, kendi ülkelerine gönderilmiş yoksul ve çaresiz Türkiyeli kardeşleriyle omuz omuza verme, bütün olarak topluma karşı yapılan dayatmalara birlikte direnme becerisini elbette göstereceklerdir.

07.07.2010

Page 99: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

196 197

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

SÖYLEYENE DEĞİL SÖYLETENE BAK!

Teşaşür yarışı derler bizde. Hani kim daha yukarı teşaşür eyleyecek hesabı. Yeniler bilmez bu terimi belki, azıcık uğraşsınlar sözlük karıştırsınlar çok merak ederlerse.

Bizim zamanımızda mahalle çocukları arasında gırla giderdi teşaşür yarışı. Her anlamda ama. Kimileyin sahiden dizilinirdi duvara karşı, artık kim daha yukarı teşaşür eylerse… Laf ebeliği yapıp, sürekli tartışıp duranlara da mecazen “benimle teşaşür yarışına girme” derdi daha sivri dilli olanlar.

Ama teşaşür yarışının hakkını verenler tabii ki zamanın hanımefendileriydi. Birinin evine falanca marka bir televizyon mu geldi, mahallenin diğer hanımefendileri başlarlardı eşlerinin başının etini yemeye… İşte “Mualla’nın kocası Mahmut Bey, eve Schaub-Lorenz marka televizyon almış, tamı tamına 51 ekran!” Canından bezen evin beyi de homurdanırdı “sen Mualla ile teşaşür yarıştıracaksın diye imanım gevriyor çalışmaktan zaten…”

Devir değişti. Artık Başbakanlar teşaşür yarıştırıyor!

Hani kapalı kapılar ardında ne yaparlar ne ederler bilinmez, artık biri öbürünün saçını mı çeker, öbürü diğerinin elini mi öper ne yaparlarsa yaparlar da, bu uluorta!

Basbayağı gazetecilerin önünde soruyor bizimki: “Eee İrsen Bey, maaşın ne kadar deyiver hele!”

Ne dese beğenirsiniz öteki? Azıcık mahcup, büküyor boynunu:

“Allah Bereket versin, 7-8 işte Sayın Başbakanım”

Bizde anneler bile konu komşu önünde sormuyor çocuklarına maaşlarını. Hadi eskaza sorsa bile baba devreye girer usulca: “hanım hanım, kadının yaşı, erkeğin maaşı sorulmaz”

Baktı İrsen Bey kuzu kuzu rapor veriyor, bizimkinin zaten tarzı malum, daha da iştaha geliyor:

“Eee İrsen Bey, sizde banka müdürleri ne kadar alıyor bakalım?”

İrsen Bey tam anlamıyla “bir dokun bin ah işit” havasında. Dertli dertli sallıyor kafasını, “ah Sayın Başbakanım ah, 14 falan…

”Sanırsınız, müstahdem! Yahu tamam kimse tanımıyor etmiyor olabilir ama… Nihayetinde sen de bir devletin bir başbakanısın. Tamam dostuz, kardeşiz, hatta tamam yavrumuzsun falan da… Ayıp oluyor bu kadarı… Bizimki bizim başbakanımız, sana ne oluyor? Nerede görülmüş “bağımsız” bir devletin başbakanının, bir başka devletin başbakanına

Page 100: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

198 199

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

boyun büküp “Sayın Başbakanım” diye hitap etmesi?

Hayır aklıma takıldı şimdi. Bizimki Obama’nın karşısında el pençe divan mı duruyor, “Sayın Başkanım” falan mı diyor acaba diye şöyle bir araştırdım. Yok… E yani Allahı var, bütün görüntülerde, Obama hangi hareketi yapmışsa bizimki aynen o pozisyona geçiyor. Bacak bacak üstüne atmışsa Obama, pat bizimki de bacak bacak üstüne atıyor. Arkasına yaslanmışsa Obama, şak bizimki de aynı pozisyon. Yani içeride ne oluyorsa oluyor da… Ele güne karşı vaziyeti idare etmek lazım değil mi ama?

Ben Rauf Bey’i oldum olası anlamamıştım. Yani kendisine küfreden Perinçek ile kurduğu Talat Paşa komiteleri falan neyse de, şehir şehir gezip Türkiye siyasetine ayar verme çabası hep tuhaf gelmişti. Neyse duruldu şimdilerde…

Sonra Derviş Bey mesela, onun da seçim propagandalarını Kayseri-Hatay hattında yapması bir tuhaftı, neyse artık o da bitti gitti…

E İrsen Bey’i hiç anlamıyorum ama… Ülkesindeki sendikaları gelir Türkiye medyasına çekiştirir. Banka müdürlerinin maaşlarını gelir basın önünde TC Başbakanına çekiştirir…

Ne ayıp şey ama…

- Maaşın kaç lira İrsen Beeeey?

- 7-8 Sayın Başbakanım!

- Banka müdürleri kaç lira alıyor sizde?

- 14 Sayın Başbakanım!

- E olmuyor ama İrsen Bey! Bir ayar lazım bunlara!

- Yapacağız inşallah sayenizde Sayın Başbakanım!

Vay anam vay!

Vay anam vay!

Sorsa ya bizimki, orada kiralar kaça? Ekmeğin okkası kaça? Çocuğun okulu kaça?

Sorsa ya bizimki, ufacık adanın kalan yarısında bir işçinin maaşı ne, hakkı hukuku ne… Sorsa ya?

Dese ya İrsen Bey, “ah Sayın Başbakanım, bir de Lokmacı’nın 25 metre

ötesindekilerin aldığını bir bilseniz…

Sıcak somun gibi ucundan kopardığımız adanın, öbür yarısındaki yaşam standartlarına bakmaya gelince yok! Ama bir banka müdürünün maaşını sanki tüm toplumun maaş ortalamasıymış gibi çakmaya gelince aslan!

Ama böyledir bu işler…

Söyleyene değil, söyletene bak sen!

17.07.2010

Page 101: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

200 201

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

TUHAFIZ VESSELÂM!

Kendimizi kandırmanın âlemi yok. Türkiyeli ve Kıbrıslı Türkler arasında hastalıklı bir ilişki var. Her fırsatta dillendirilen ve iki halkın birbirleriyle olan güçlü bağlarını vurgulamayı amaçladığı ileri sürülen “Ana-Yavru” söylemi, tam tersine bu ilişkiyi inceden inceye zehirliyor. Ama bu sadece Türkiyeli-Kıbrıslı Türk ilişkilerine özgü bir durum değil. Türkiyeli Türklerin eşine az rastlanır egosantrik “en Türk” olma hastalığı, tüm diğer “kardeş Türk halklarıyla” ilişkilerde sıkıntı yaratıyor. Türkiyeli egosantrizmini anlamak için sokaktaki adama sorun; Kıbrıslı Türk terimini yadırgamaz. Azeri Türkü, Kırgız Türkü, Batı Trakya Türkü ifadelerini yadırgamaz. Yadırgayacağı, “Türkiyeli Türk” kavramıdır.

Milliyetçiliğin sadece ayıp değil aynı zamanda insanı tuhaflaştırıp gülünçleştiren bir şey olduğunu anlamak için fazla uzağa gitmeye gerek yok. Biz Türkler biraz böyleyiz. İslamiyeti örneğin, kılıç zoruyla kabul edip, sonrasında Kur’an-ı Kerim’i kendi dilinde okuyup anlayabilen Arap’tan daha keskin Müslüman olmak da bizim işimiz. Avrupa’nın göbeğinde doğan milliyetçiliği en son keşfedenlerden olup “Milli şuuru” kimselere bırakmayan da biziz…

Osmanlı dağıldığında, zoraki biçimde sıkıştığımız Anadolu’yu Türklüğün merkezi saymakla, tarih labirentinde kendi kimliğimizi ararken Orta Asya steplerine kadar uzanmak bir çelişki değil bizim için. En fazla, “milli şuurunu yitirmiş” gözüyle ve bir miktar küçümsemeyle karışık acımayla bakarız “periferi Türklere”… Sanki “milli şuur” denilen şey, 18. Yüzyıldan önce insanoğlunun bildiği bir şeymiş ve “milli şuur geni” diye bir gen varmış ve bu da en baskın haliyle Türklerde (tabii ki Anadolu Türklerinde) bulunurmuş gibi…

Türklüğün manifestosunu yazan Ziya Gökalp’in Kürt olması; Türk şovenlerini benim kadar gülümsetiyor mu bilmiyorum. Gökalp’in 1876’da Diyarbakır’da doğduğu, 1894’te “Padişahım çok yaşa” yerine, “Milletim çok yaşa” sözünü ettiği için kovuşturmaya uğradığı ve nihayet meşhur “Kızıl Elma”sını ise 1914 te yayınladığı düşünülürse, “Türk milliyetçiliği”nin cemaziyyülevveli hakkında üç aşağı beş yukarı fikir sahibi olunabilir.

Kaldı ki, Osmanlı’nın pek de muteber sayılmayan tebasından olan Türklerin bildiğimiz anlamda “Türk” dolgunluğuna erişmeleri 1923’le başlar, Cumhuriyetin ilanı ve Mustafa Kemal’in işe bizzat el atmasıyla. 1930’lardan itibaren Avrupa’da Nasyonalizmin yükselmesinin Türkiye’deki tezahürü de bilindiği gibi Varlık Vergilerine, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarına doğru uzar gider. Bu açıdan Anadolu’nun “Türkleştirilmesinin” miladı bence 1071 değil, tam olarak 29 Ekim 1923’te başlar…

Türk Milliyetçiliği denilen şey bir reaksiyon olarak doğdu. Osmanlı’nın

Page 102: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

202 203

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

dağılması sürecinde ortaya çıkan bu reaksiyon, “millet-i sadıka” dan başlayıp, kafasını kaldırabilme gücünü bulamayan, organize olamayan veyahut ayrılmayı seçmeyen tüm etnik gruplardan çıkardı hıncını. Endazesi kaçmış milliyetçilikle artık Güneş Dil Teorileri mi oluşturulmadı, Orta Asya hikâyeleri mi uydurulmadı… Velhasıl, “kaynaşmış bütünleşmiş” Türk Vatanında her şeyin merkezi Türklük, herkes Türk oluverdi. Tabii her zaman “beyazın da beyazının” var olduğu unutulmadan…

“Hem Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan her yurttaş Türk’tür” diyecek ve bu ifadeyi, Türklüğün kafatasçılığa dayanmadığının en iyi kanıtı sayacaksınız hem de Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt, Alevi yurttaşlarınıza kuşkuyla yaklaşıp zamanı geldiğinde bunlara ait malları kamulaştırırken, “yabancılar Türkiye’de mülk edinemez” diyeceksiniz ki kendi yurttaşını “yabancı” sayma ayıbı hâla temizlenebilmiş değildir… Askerlik dahil her yükümlülüğe tâbi tuttuğunuz “gayrimüslim” yurttaşlarınıza ayrımcılık yapacak, onları onbaşı rütbesine bile lâyık görmeyeceksiniz. Eh, bunun gülümsenecek bir yanını bulan söyleyiversin bir zahmet… Yunanistan’la, İsrail’le şununla bununla çıkan her krizde Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin duvarlarına “defolun” ile başlayan hakaretleri saymıyorum bile…

80 küsur yıllık “laik” Cumhuriyetin resmi yazışmalarından “gayrimüslim vatandaşlar” ifadesini kaldıranın, dincilikle suçlanan AKP olması başlı başına ironik!

Türkiye Cumhuriyeti tuhaflıklar üzerine kurulmuş bir Cumhuriyet. Laik bir Cumhuriyetin kendi vatandaşlarının bir bölümünü, üstelik resmen, “gayrimüslim” olarak tanımlaması bile 80 küsur yıl boyunca kimseyi ne şaşırtıyor ne de rahatsız ediyor…

Aynı “laik” Cumhuriyetin, tamamen kendilerini ilgilendirdiği halde Rum Patrikhanesinin Fatih Sultan Mehmet tarafından verilen “ekümenik” sıfatını tanımamakta ısrar etmesi, Ruhban Okulunun açılmasına izin vermemesi, buna karşılık ülkeyi mantar gibi İmam Hatip Liseleriyle doldurması da cabası! Bütün inançlara eşit mesafede durması gereken “Laik” Cumhuriyet’te Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurumun olması ve bu kurumun Sünni-İslam propagandası yapması ve cübbeli-sarıklı Başkanı dahil tüm Sünni cami personelinin “devlet memuru” olması sinir bozucu! Bütün bunlarla uğraşmak yerine AKP’nin dinciliğiyle bozmuş bir CHP için ise söyleyecek söz bulamıyorum…

Artık havamızdan mıdır, suyumuzdan mıdır nedir bilinmez, biz Türkiyeli Türkler maalesef, maalesef bu kadar tuhaf bir toplumuz…

Türkiye Türklerinin en netameli ilişkisi Kıbrıslı Türklerle. Bunun bir çok nedeni var ama herhalde en önemlisi, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’yi

ve Türkiye Türklerini çok fazla ciddiye almaları… Azıcık da Kıbrıslı Türklere sataşayım: Sanırım, kültürel gelişmişlikleri nedeniyle kendilerini Türkiye Türklerinin bu fazla “beyazlatılmış” tonuna yakın hissediyorlar ve bunca tartışma tam da bu nedenle yaşanıyor.

Haydi biraz daha açık söyleyeyim: Türkiyeli Türklerin diğer Türk halkları tarafından ciddiye alınmayan küstahlığı, en fazla Kıbrıslı Türklerin canını sıkıyor. Bu sakın biraz da kendini çok yakın bulmaktan kaynaklanıyor olmasın? Bir yandan “kök Türklüğe” atıfta bulunan bir milliyetçilik, öbür yandan da duygusal değilse bile mantıksal biçimde Avrupalılığa yakın duran bir tarif, Türk dünyasında karşılığını en çok Türkiyeli ve Kıbrıslı Türklerde bulduğu için olmasın? Konuyu işin erbabına, Beratlı’ya bırakmak en iyisi…

Ben yine döneyim netameli konuya: Türkiye-Kıbrıs ilişkilerine.

Türkiyeli ve Kıbrıslı Türkler arasında “ana-yavru” kurmacasından iki kardeş halkın eşitliğine dayalı bir ilişki düzlemine geçiş ne sadece Türkiyeli ne de sadece Kıbrıslı Türklerin tek başına üstesinden gelebileceği bir süreç değil kuşkusuz. Her şeyden önce tarafların “resmi” söylemleri üzerinden başlatacağımız bir tartışma belki bizi yavaş ta olsa doğru bir zemine taşıyabilecek…

Ortak söylem şu: Bağımsız ve egemen bir KKTC ve onu dünyada tanıyan ilk ve tek devlet Türkiye.

Hiç kimseyi öfkelendirmek istemiyorum. Mevcut argümanların ötesinde yeni bir tez de ileri sürmüyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin son 30- 40 yıldır söylediği şeyleri söylüyorum:

Lozan Anlaşması ile sınırlarını çizen ve Kıbrıs’ın İngiliz toprağı olduğunu, Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde hiçbir hak iddia etmeyeceğini Lozan hükmüyle kabul ve tescil eden, 1950’lere kadar da “bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur” diyen Türkiye, nasıl oldu da “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak”a geldi doğrusu merak ediyorum.

Haydi onu geçtim, Garantör sıfatıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal varlığını ve bütünlüğünü uluslar arası alanda koruma yükümlülüğünü alan Türkiye’nin, 1974’te Adayı nasıl bir somun gibi bölebildiğini de anlamakta güçlük çekiyorum. Yani eğer bir ülkede, azınlık grubuna yönelik faşist saldırılar o ülkeye müdahaleyi ve daha da ötesi o ülkeyi ortadan ikiye bölmeyi gerektiriyorsa, Cumhuriyet tarihi bu türden katliamlarla dolu… Gitmeyelim 38’e Dersim’e kadar falan… E çok uzak değil, Çorum ve Kahramanmaraş Katliamları? Rum faşistler saldırdı diye Kıbrıslı Türkler “ayrılma hakkını” kullanıyorsa, ayrı devlet kurmanın meşruiyeti ve “bir arada yaşamanın imkansızlığı” bu faşist saldırılara bağlanıyorsa yandık… O zaman sayısız katliama uğrayan Kürtler, Aleviler ayrılmak isterlerse hiç de haksız sayılamazlar

Page 103: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

204

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

demektir? Bunu mu diyeceğiz? Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunu söylüyor olabilir mi?

Gelirken ne söylediydi Türkiye? “Kıbrıslı soydaşlarımızın ve Rumların can güvenliğini sağlamak, ülkede anayasal düzeni yeniden kurmak için, Garantörlüğün verdiği yetki ve tamamen barışçıl amaçlarla geldik! Bu sağlanır sağlanmaz döneceğiz. Adada kalıcı olmak gibi bir amacımız katiyen yok!”… Tuhafız dedim ya, boşuna değil… Adadan çıkmadığımız gibi, bir de üstüne Devlet kurdurduk!

Tamam, olur böyle şeyler. Artık madem kurduk bu Devleti, güzel güzel yaşatalım değil mi? Önce Parlamento kararıyla, şöyle resmen bir güzel tanıyalım. Sonra o devletin egemenliğine saygı gösterelim. Madem ki “ilhak” etmedik, “egemen bir devlet” kurdurduk, o halde bu “egemen devlet” ile eşit ve kardeşçe bir ilişki kuralım değil mi?

Ele güne karşı, müstemleke muamelesi yapmayalım, Meclis binasının tam karşısına heyula gibi bir “Elçilik” Binası kondurmayalım, Elçilerimize “sömürge valisi” yetkileri vermeyelim değil mi?

“TC Yardım Heyeti” diye bir kurum oluşturup “yardım amaçlı paraların” nereye nasıl harcanacağına yine biz karar vermeyelim, Kıbrıslı Türklerin neyi ne kadar üreteceğine, nasıl bir mali politika izleyeceğine, nasıl bir dış politika izleyeceğine biz karışmayalım değil mi? TC Hükümeti, KKTC Hükümetinin mali politikalarını denetlemek üzere bir “müsteşar” atamasın mesela değil mi?

TC vatandaşları “egemen bir ülkeye” elini kolunu sallaya sallaya girip çıkamasın, bu işin en azından bir pasaportu, yabancı bir ülkeye giriş-çıkış prosedürü olsun değil mi?

Yani KKTC gerçekten “egemen” bir devlet olsun, Türkiye bu “egemen” ülke ile yakın dostluk ve işbirliği içerisinde olsun değil mi?...

Bunlar olmazsa, daha çok zaman Türkiyeli Türkler Kıbrıs’ı 82. Vilayet olarak görmeye, Kıbrıslı Türklerin siyasi tercihlerini yargılamaya; ekonomik, sosyal politikalarına müdahale etmeye, uluslar arası ilişkilerini denetlemeye, hoşlarına gitmeyen durumlarda “Türklüklerini sorgulamaya” devam edecekler korkarım… Buna da en çok KKTC’nin egemenliğinden yana olanların tepki göstermesi gerekmez mi?...

Ve bağımsız ve egemen bir KKTC’nin ilk “tanınma” deneyimini yaşadığı Türkiye ile ilişkilerinde göstereceği azami hassasiyet, bundan sonraki deneyimlere ışık tutacağına göre, işe en yakın dostla eşit ilişkiler kurmakla başlamak mevcut tuhaflığımızdan daha mı tuhaf sizce?

24.07.2010

Page 104: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

206 207

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

MİLLİYETÇİLİK AYIP BİR ŞEYDİR…

Bunu herhalde en iyi Kıbrıslı Türkler bilir; azınlıkta olduğu bir ülkenin eşit haklı, onurlu yurttaşı olma mücadelesi verirken aynı zamanda kendi kimliğini koruyabilme derdini… Kendi kimliğini korurken gericileşmeden, milliyetçi rüzgarlara prim vermeden… Yüzlerce yıl bir coğrafyanın parçası olup, ona kanını, terini katıp, anılar biriktirmenin, gelecek hayalleri kurmanın ve günün birinde her şeyin kör milliyetçiliğin kanlı ihtiraslarına kurban gitmesinin ne demek olduğunu…

Ya da belki bir sabah, devletin yeni politik kararları doğrultusunda dili, dini, ismi, kimliği gasp edilmiş olarak uyanmanın ne demek olduğunu Bulgaristan Türkleri bilir…

Belki Batı Trakya Türklerine sormak gerekir, uluslar arası anlaşmalarla garanti altına alınmış olduğu halde, devletin azınlık haklarının kullanımı konusunda ayak sürümesinin neler hissettirdiğini…

Bosna’da sevimli kapı komşusunun eli kanlı bir çetnik’e dönüştüğünü gören Boşnak’a sormalı ya da…

Kıbrıslı Türkler, Bulgaristan Türkleri, Batı Trakya Türkleri, Boşnaklar…

Hadi Kuzey Doğu’ya uzanalım, ama çok da geçmişe gitmeden. Hocalı’da çocuğunu yitirmiş Azeri kadına ve onun da belki kulağına çalınan, Stalin’in emriyle tehcir kararı çıkartılan Kırım Türklerine soralım, nasıl bir duygu, bir sabah ayağının altındaki tüm zeminin kaymasının yarattığı sarsıntı…

Milliyetçilikle beslenen Türkiyeli Türkler çok sever bu hikâyeleri.

“Periferi Türklerin” uğradığı zulümler dilden dile, kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu yüzden “Türkün Türk’ten başka dostu… yoktur”. Bu küçük, sevimli, sihirli kalıp, her ne kadar defansif görünse de aslında saldırgan bir milliyetçiliğin parolasıdır. İçe kapanmaya, kan ve soy esaslı bir ırkçılığa, ötekileştirmeye dayanan bu şahane kalıba Türkiyeli Türklerin çok büyük bir çoğunluğu, son kertede her faninin ölümü tadacağı gibi, yaşamlarının hiç değilse bir döneminde kayıtsız kalamazlar.

Uzaklardaki mazlum Türkler, hem Türkiyeli Türkler için “başlarına gelebilecekler” konusunda her daim hatırlatma işlevi görürler hem de milli şuurun diri tutulup beslenmesi için argüman oluştururlar. Beslenen korku, korkulandan nefret, nefret edilene düşmanlık ve düşmanlarla sarılı bir dünyada tek başınalık… Milliyetçiliğin mümbit ruh iklimini oluşturur bir arada…

Bu noktada “dış Türkler”, zulme uğradıkları ölçüde ve zulme uğradıkları dönem itibarıyla “Türk’türler”…

Page 105: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

208 209

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Örneğin, sırf Türk soyundan oldukları için bin bir zulme uğrayan ve tabii ki “Anavatan” tarafından destansı bir çıkartmayla “kurtarılan” Kıbrıslı Türkler, 1970’lerin sonundan, özellikle de 2004’ten itibaren eskisi kadar Türk değildirler. Çünkü artık “kurtarılacak” bir yanları kalmamış, daha da kötüsü, “kurtarıcılarından kurtulmayı” telaffuz eder hale gelmişlerdir ki bu, dünyada Türklüğe karşı işlenen en büyük günahlardan biri sayılmaktadır. Kan dökülerek kurtarıldıkları yetmiyormuş gibi, “milyonlarca dolara boğulan” Kıbrıslı Türkler, medyun-u şükran olacakları yerde pabuç kadar dil çıkartmaktadırlar günün sonunda…

Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti, Bolşevik Rusya’nın gönderdiği çil çil 100.000 altın rublenin katkısıyla kurulmuş olsa ve çok değil Cumhuriyetin ilanından sadece 15-20 yıl sonra katı Sovyet düşmanı saflara çark etmiş olsa da, “Türkler” nankörlükten hiç hazzetmezler…

Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “Cumhuriyeti birlikte kuracağız” diyerek Kürtleri ikna edip, 1925’e gelindiğinde “Canım efendim hepimiz Türküz, ne mutlu Türk’üm diyene” demişlerse de, Türk ve ihanet sözcükleri yan yana getirilemez…

Nitekim bütün bunlar nedeniyle ortalama Türkiyeli Türklerin kendilerini kötü hissetmelerini engellemek amacıyla, akça pakça bir “resmi tarih” üretilmiş, gerekli durumlarda kullanılsın diye de ilköğretim çağından itibaren herkesin beynine nakşedilmiştir…

Ortalama bir Türkiyeli Türk, başta Batılı ülkeler olmak üzere, tüm dünyanın, hele ki çevremizi “saran” komşuların düşman olduğu, nihai olarak her birinin Türkiye üzerinde emelleri olduğu, “içten ve dıştan sinsi saldırılarla ülkeyi bölüp parçalamak istedikleri” düşünceleriyle büyür.

Bu aynı zamanda, artık genlerimize işleyen “kişilik yarılmamızın” da tetikleyicisidir… Zira bir yandan “Yurtta sulh- Cihanda sulh” deyip, öbür yandan iç ve dış düşman tariflerini zorlamak; bir yandan “Batılılaşma ve muasır medeniyetler seviyesine çıkma” hedefiyle öbür yandan Batı emperyalizmini düşman bellemek dayanılmaz ruh sancılarına yol açar…

Doğuya ve doğunun temsil ettiği değerlere karşı nefret ve aşağılamayla karışık oryantalist hayranlık, Batıya ve batılı değerlere karşı duyulan iştahlı merak ve özenti, Türk ruh topografisinin arabesk kıvrımlarını oluşturur. “Batının teknolojisini, Doğunun manevi değerlerini almak” biçiminde formüle edilen “Türk icadı”, söz konusu karmaşıklığı gidermeye dönük bir çözüm gibi görünse de, Türk-İslam sentezinin bu “bir salkım üzüm” etkisi, Kemalizmin laiklik bariyerine toslar.

Kendinizi zorlayarak okumaya çalışırsanız, Türkiyeli Türkler dindar

ama laik, kafatasçı değil ama milliyetçi, yayılmacı değil ama “Türk Asrı” beklentisini koruyan, Batıya karşı ama Batılılığı hedefleyen, aynı zamanda Doğuya, özellikle de Araplara kuşkuyla bakan naif bir çizgide kümelenirler.

Temelde hiç biri “tek bir şey” değil, her şeyden bir miktardır… Bu terkip, 1923 tarihli dev toplum mühendisliği projesinin ürünüdür. Gerçi 87 yıl sonra ortaya çıkan “çatlak sesler” projenin başarısına ilişkin kuşku uyandırsa da, nihayetinde toplumun çok büyük bir bölümü Kemalizmin rahle-i tedrisinden geçmiştir. O yüzden bugün kentli, eğitimli ve görece yüksek refaha sahip beyaz Türkler, tabii ki asla ve kat’a ayrımcı olmamakla birlikte, Anadolu istilasından, özellikle de “Kürt istilasından” duydukları rahatsızlığı dile getirmekten çekinmezler…

Ülkeyi 1925’te “takrir-i sükûn’a” götüren nedenler, 38’de Dersim’de yaşananlardan günümüze Kürtlerin acılı tarihi, “resmi tarihle” formatlanmış Türkiye Türklerinin ilgi alanına girmez. 80 sonrasında yaşananlar ise “herkesin gayet iyi bildiği gibi” bir avuç eşkiyanın devlete başkaldırmasının hazin sonuçlarından başka bir şey değildir… Yoksa Kürtlerin “bile” başbakan, cumhurbaşkanı “olabildiği” Türkiye’de Devlet hiçbir yurttaşına ayrımcılık yapmamaktadır… Kürtçenin yasaklandığı kuyruklu bir yalandır, Hemen her Türkiyeli Türk, Kürt arkadaşlarının kendi aralarında rahatlıkla Kürtçe konuşabildiğine tanıktır. Yasak olsaydı konuşabilirler miydi hiç? Elbette Türkiye Cumhuriyetinde yaşamanın kuralları vardır. Kürtçenin eğitim dili olması, Anayasada Kürtçenin 2. Resmi dil olarak kabul edilmesi gibi fanteziler bünyemize uymayan, düşünülemez şeylerdir. Nitekim, devlet bir sürü hak vermiş, hatta Kürtçe televizyona bile “izin verilmiştir”… Ve yine elbette, Türklerin olan bu ülkenin yaşam koşullarını, demokrasisini beğenmeyenler, diledikleri ülkeye gidebilirler… Ya seve seve kalmalı ya da terk etmelidirler Türklerin Türkiyesini… Terketmeyenler için de denenmiş uygulamalar mevcut. Kürtlerin her şeyden önce samimi olmaları, samimiyetlerini de ispatlamaları beklenir. Bu samimiyet ispatı arayışı, Türkiyeli Türklerin genetik merakı olmalı, zira, yeri geldiğinde Kıbrıslı Türklerin de Türklüklerini ispat etmeleri gerekmektedir…

Nasıl oluyor, uslamlama zinciri nerede kopuyor bilinmez ama Türkiye Türklerinin, “dış Türklere” yapılan zulümler üzerinden güçlendirdiği milliyetçilik argümanları, Türkiye sınırları içerisinde buharlaşıveriyor…

Yaşadıkları coğrafyalarda büyük acılar yaşayan milliyetçilik mağduru “dış Türklerin” milliyetçileşmeleri bekleniyor. Kıbrıslı Rum Faşistlerin ötekileştirdiği, önce gettolara sürdüğü ve ardından şiddet uyguladığı Kıbrıslı Türklerin milliyetçi olmaları bekleniyor. Keza Bulgaristan Türklerinin. Keza Batı Trakya Türklerinin ve diğerlerinin…

Page 106: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

210

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Şiddet ve milliyetçilik mağdurlarının ilacı barış ve halkların kardeşliği yerine milliyetçilik olabilir mi? Bu, Türkiye Türklerinin düşünce ikliminde, sosyal demokrat bile olsalar, pek rağbet görmüyor… Dişe diş! Kana kan!

“Bir tas çorbamız var, paylaşırız” denilerek kapılar açıldığında Jivkov rejiminin zulmünden kaçan Bulgaristan Türkleri, o tarihe kadar Türklüğün ve Müslümanlığın Balkanlardaki fedaileri olarak göz yaşartmaktaydılar. Dilinin yasaklanmasına, adının değiştirilmesine direnenler ya katlediliyor ya da meşhur Belene kampına yollanıyordu o vakitler ve sadece bu konuyu işleyen bir televizyon draması, onbinlerin Taksim meydanına doluşmasına yetmişti…

Ne acıdır ki, aynı tarihlerde Diyarbakır Cezaevinde sadece Kürt oldukları için insanlar akıl almaz işkencelere uğratılıyor, Kürtçe ve Kürt isimleri yasaklanıyor, köylerin adları değiştiriliyordu.

Bulgaristan’da Jivkov rejimi yıkıldığında, utanç içerisindeki Bulgar aydınları, “olup bitenleri bilmiyorduk” diyorlardı…Tıpkı 6 milyon Yahudi, yüzbinlerce Çingene, eşcinsel, komünist yok edilirken Alman toplumunun “bilmediği” gibi… Söylemeye elbette gerek yok, Türkiye Türkleri, tüm diğer etnik gruplar gibi Kürtlerin acılı tarihine de yabancı…

Faşist bir darbe sonucu kendi ülkesinde ötekileştirilen, şiddete maruz bırakılan Kıbrıslı Türklerin “ayrılıkçı” bir çizgiye geçmesi, “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” topraklarının bir bölümünde “ayrı devlet” kurması makul ve zorunlu görülüyor Türkiye Türkleri tarafından. Bu mantığın, Dersim, Kahraman Maraş, Çorum, Malatya, Sivas katliamlarını yaşamış Türkiye sınırları içerisindeki tehlikeli yansımasını söylemeye gerek var mı?

Türkiye Türkleri öncelikle diğer Türk halklarıyla ilişkilerini zehirleyen egosantrizmden, ardından da kendi sınırları içerisindeki kardeş topluluklarla ilişkilerini zehirleyen tutucu milliyetçilikten arınmalıdır.

Çünkü milliyetçilik körleştiren, sağırlaştıran, vicdansızlaştıran, akılsızlaştıran ayıp bir şeydir…

31.07.2010

Page 107: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

212 213

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

MİLLİYETÇİLİK, SOL, KIBRIS VE TÜRKİYE…

Türk dünyasının sağa teslim edilmesinin sorumlusu Sovyetler Birliği (SSCB) ve milliyetçiliği mahkûm eden, buna karşılık “tartışmalı” bir enternasyonalizm anlayışını yücelten Komüntern’in (3. Enternasyonal) üyesi TKP’dir kuşkusuz.

Enternasyonalizm, bugünün genç kuşaklarına küresel sermaye karşısında emeğin küreselleşmesi olarak tercüme edilebilir mi acaba? Ne ki, Komüntern kayıtsız ve şartsız SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) ve dolayısıyla büyük Rus emperyal geleneğinin ağa babalığında yol aldı.

Tüm duygusal kabullerimizi bir yana bırakarak, geride kalan 20. yy tarihine baktığımızda, biraz da üzücü biçimde; Asya’daki Müslüman halkların uyanışını tetikleyen Doğu Halkları Kurultayı’ndan, Hitler-Stalin ve Churchill’in Avrupa haritasını yeniden biçimlendirmek üzere anlaştıkları Yalta Konferansına, İspanya iç savaşında “enternasyonal ordunun” Stalin tarafından yalnız bırakılmasına, Çek ve Macar ayaklanmalarının kanlı biçimde bastırılmasından Afganistan işgaline, Sovyetlerin dağılmasının ardından BDT girişimine kadar bütün süreçten, aslında fazlasıyla Rus ulusal çıkarlarının kayırıldığı bir “enternasyonalizmi” anlamak gerektiği sonucuna varıyorum… Bu satırları, yazarın gençlik yıllarını bir “Sovyetik” olarak geçirdiğini hesaba katarak okuyun lütfen…

Enternasyonalizm adı altında dünyanın dört bir köşesinde “Büyük Rus Çıkarları” gözetilirken; Türkiye solu, Kıbrıs’tan Balkanlara, Avrasya ve Orta Asya’dan Çin’e kadar yayılı Türk topluluklarına karşı belirgin biçimde kayıtsız kaldı. Enver Paşa’nın Turan macerasından ağzı yanan ve başta SSCB ve diğer komşularıyla “ayrılıkçılığın kaşınması temelinde” sıkıntı yaşamak istemeyen Türkiye’nin de devlet politikası olarak Türk topluluklarına mesafeli davranmayı seçmesi, bu boşluğu daha da derinleştirdi. Meydan ırkçı-turancı- milliyetçilere kaldı.

Milliyetçilerin Türk dünyasına ilgisi, bu alanın tamamıyla sağın arka bahçesine dönüşmesine neden olduğundan ve bu, Türkiye solunu daha da defansif davranmaya, giderek yok saymaya götürdüğünden; “Türk dünyasının” ilerici unsurları, Türkiye’de siyasi karşılıklarını, yol arkadaşlarını bulamadılar… Buna karşılık, başta anti-komünizm, milli duyarlılık ve din faktörleri Türk dünyasında hatırı sayılır bir kesimi Türkiye’deki milliyetçi unsurlar ile yakın bağ arayışlarına yöneltti. Türk dünyasındaki anti-komünist, milliyetçi duyarlılık ile Türkiye’deki Turancı eğilimler birbirlerini güçlendirdiler.

SSCB ve Balkanlardaki “sosyalist” devletler, bünyelerindeki Türk topluluklarının Türkiye Türkleri ile temasından hoşnutluk duymadılar. Malum, “ulusal sorun çözülmüş” ve artık yeni “sosyalist insan” yaratıldığından, “milli” aidiyetler de hoş görülemezdi…

Page 108: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

214 215

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Türkiye solu da “milliyetçilikle birlikte anılmama endişesiyle” (çünkü milliyetçilik o zamanlar ayıp bir şeydi) Türk dünyasına karşı mesafeli, hatta tamamen kayıtsız bir duruş sergiledi. Uzağa gitmeye gerek yok, 1980’lerin ortasında Bulgaristan’da Jivkov’un “Slavlaştırma” operasyonuyla etnik kimliği yok edilmeye çalışılan Türk azınlığın feryatlarına bile “sosyalist Bulgaristan’la dayanışma” adına göz yumuldu…

Türk topluluklarına karşı yürütülen bu eritme çalışmalarının milliyetçilik suçu değil “komünist politika” ürünü olduğunu ileri sürenlere ancak “hadi oradan” denebilir. Bakmayın siz şimdi her soydan her boydan faşistlerin “Sovyet Rusya mezalimi” edebiyatıyla işi sosyalizme yükleme çakallığına. Milliyetçilik etiketi her ne olursa olsun milliyetçiliktir çünkü.

Bütün bunlar bal gibi etnik kimliklerin sistematik imhası operasyonuydu ve tam anlamıyla milliyetçilik suçlarıydı… Mezar taşlarına kadar Müslüman-Türk isimleri Bulgar isimlerine dönüştürülen, Türkçe konuşmaları yasaklanan Bulgaristan Türkleri, Jivkov ve hempalarının yönetimindeki BKP’nin iddialarının aksine “sosyalistleştirilmek” değil, basbayağı “Slavlaştırılmak” istenmiş ve acılı birkaç yılın sonunda bu operasyon utanç ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Milliyetçilik sağa özgü bir kavram olarak okundu hep. Ya da öyle okunması işimize geldi … Solun milliyetçi olabileceği ihtimaline hoş gözle de bakılmadı hiç. Ama bugün kendilerini ulusalcı olarak tarif eden “sol” a bakınca, hele ki bunların hatırı sayılır bir kısmının eski dönemin eylemci solundan evrildiği düşünülünce, milliyetçilik ve solun bir biçimde aynı potada buluşturulabildiğini de görmek gerek…

Söylem olarak milliyetçiliği reddetmekle solda olunmuyor… Solun, kendi iç yolculuğunda derin kazılar yapması ve hangi durumlarda milliyetçilik hastalığının nüksettiğini ve bununla ne ölçüde baş edilebildiğini de analiz etmesi gerekiyor…

Kıbrıslı kardeşlerimi kızdırmak pahasına, özellikle son dönemde gözlemlediğim milliyetçi terminolojiyi de barındıran Kıbrıslı Türklük “bilinci” üzerinde biraz da bu açıdan düşünmek gerektiğini söylemeliyim… “Toptancı” bir değerlendirme yapmak ve işin nedenlerini niçinlerini göz ardı ederek “aman ha” demek istemiyorum.

Sadece birlikte düşünmek ve sol ile milliyetçiliğin hiç de o kadar uzak kavramlar olmayabileceğine, ırkçılığa dönüşme potansiyeli taşıyan milliyetçilik hastalığının sol içerisinde de her an baş gösterebileceğine dair endişemi paylaşmak istiyorum… Solda olmak, aşılı olmamızı gerektirmiyor ne yazık ki…

Türkiyeli ve Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkilere dair düşüncelerim

bilinir. Bu ilişkinin Kıbrıslı Türkler aleyhine dengesizliğinden rahatsız olmamak mümkün değil. Türkiye’nin Kıbrıs’ı arka bahçesi olarak gördüğünü, Türkiye-KKTC ilişkilerinin hiç de öyle duygusal “soydaş dayanışması” falan olmadığını, başından beri her ne yapılıyorsa Türkiye’nin “yüksek stratejik çıkarları” için yapıldığını her fırsatta dile getiriyorum.

Yeri gelmişken tekrar edeyim: Türkiye, soyup soğana çevirdiği, nüfus yapısını değiştirdiği, iti-uğursuzu ile bir suç cehennemine dönüştürdüğü, yüzen bir askeri üs olarak kullanabilmek böldüğü Ada’da Kıbrıslı Türklere duygusal olarak da tecavüz edip, ilelebet kendisine mahkûm bir toplum yaratma suçunu “taammüden” işlemiştir.

Türkiye’de bunları söylediğinizde bırakınız Devlet-i Ali’yi, en yakın dostlarınızın bile yüzlerini ekşitip size tiksintiyle bakmalarını göze almanız gerekir. Hele ki bunları ulu orta yazdığınızda, “kimliği belirsiz” hakaret ve tehdit mesajlarına da hazırlıklı olmanız gerekir… Bütün bunları göze almanız için kahraman falan olmanız da gerekmez. Vicdan sahibi olmanız yeterlidir…

Solda “milliyetçiliğe” evrilen “eksen kayması” büyük ölçüde vicdan erozyonu ile bağlantılıdır. Eğer sınıfsal bakış açısından uzaklaşmaz, “ezilenlerin vatanı olmadığını” unutmazsak, devlet politikaları ile o politikaların kurbanlarını da birbirinden ayıracak izanı elden kaçırmazsak, milliyetçilik ayıbına da bulaşmayız…

Türkiye’nin saygı ve dostluk sınırlarını zorlar biçimde gerçekleştirdiği ekonomik ve sosyal dayatmalar karşısında Kıbrıs’ta yükselen ses, “ezilenlerin haklı baş kaldırışı” ile “Kıbrıs Türk milliyetçiliği” arasındaki ince ayarı kaçırmış gibi görünüyor. Şahlanan “Kıbrıslı Türklük gururu”, Türkiye’den çok Türkiyelilere yönelen öfkeli dil, “buradan bakıldığında” endişe verici görünüyor.

Şunu açıkça ifade edeyim: Türkiye, planlı olarak Kıbrıs Türk toplumuna “sosyal kanser hücreleri” transfer etmiş ve nüfus yapısıyla birlikte, toplumsal dokuyu da harap etmiştir…

Türkiye’nin bu ayıbını tartışmak ve bununla mücadele etmek ayrı şey, onun bu siyasal cinayetine “bilinçsizce” iştirak etmiş olanların “kurban statüsünü” görmezden gelmek ayrı şeydir…

Elbette kabul ediyorum, 1974’ten itibaren Ada’ya gönderilenler, Türkiye’nin eğitimli, “seçkin” unsurları değildir. Kendi coğrafyalarında tutunamamış, kaybedecek bir şeyleri olmayan, çoğunluğu yoksul ve köylülükle bağlarını koparamamış bir nüfus transfer edildi Ada’ya. Tıpkı Türkiye’de 60’lardan itibaren göç dalgalarıyla büyük kentlerin kapısına dayanan kitleler gibi…

Page 109: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

216 217

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Hoşnutsuzluk nerede başlar? Bu kitleler, yeni yurtlarına uyum sağlama, köylülükten kentliliğe geçiş sürecini tamamlama becerisini gösteremediklerinde… Söz konusu kitle; sürecin önemli bir bölümünde artık ne kırsalı ne de kenti temsil eden, kent yoksullarının o karmaşık “araf”ında sıkışıp kaldığında ve kendi eklektik kültürünü egemen kılmaya başladığında.

“Lumpen” ya da “kent yoksulu” olarak tanımlanan, sınıf aidiyetleri olmayan, öfkeli, şiddete ve suça meyilli, vasıfsız fakat sosyal beklentileri yüksek, köklerinden kopup savruklaşmış bir kitleden söz ediyoruz. Bu kitle, sadece Kıbrıs’ta değil, dünyanın her köşesinde “sorun”dur…

Kıbrıslı Türklerin itirazı, haklı olarak “iyi de bu benim nüfusum değil, bu sorunları yaşamak zorunda da değilim” yönündeyse de, artık yok sayılamayacak ve değiştirilmesi pek de kolay olmayan bir vakıa ile karşı karşıya olunduğu ortadadır… Doğrudur, bu kitle Kıbrıslı Türklerin kendi halkı, kendi nüfusu değildir. Ama özellikle 1980’den itibaren Ada’ya pompalanan bu kitle artık Kıbrıslı Türkler açısından yakınılarak değiştirilemeyecek, reaksiyoner tutumların da çözemeyeceği kadar karmaşıklaşmış ve sosyal politikalar gerektiren bir vakaya dönüşmüştür…

“Gelen de Türk, giden de Türk” anlayışını savunan ve 74 sonrası elde ettiği ekonomik-siyasal pozisyonu elden bırakmak istemeyen işbirlikçi sağ açısından ne çözüm ve barış ne de nüfus transferinden kaynaklanan problemler gündem oluşturmuyor.

İşbirlikçi sağın aksine, Kıbrıslı Türk Solu, barış ve çözüm mücadelesi verirken bir yandan da toplumun güncel ekonomik, sosyal sorunlarına yönelik politikalar üretme zorunluluğuyla baş başadır. Birleşik Kıbrıs hedefi her ne kadar politik mücadele önceliğini korusa da, toplum bugünden yarına yakıcı sorunlarına dair pratik ve güncel politikalara ihtiyaç duyuyor.

Adını her ne koyarsanız koyun; ister “nüfus ve göç politikası”, ister “demografik sosyal politikalar”, ister “yerleşikler politikası”, günün sonunda Kıbrıslı Türk Solu, nüfus transferi sonucunda ortaya çıkan sorunları programatize etmek durumundadır.

Kıbrıs Türk Solu’nda özellikle de ateşli genç militanlar arasında Türkiye politikalarına duyulan haklı öfke, kullanılan dil nedeniyle haksızlaşan bir biçimde Türkiyelilere yönelme eğilimini taşıyor.

Genç arkadaşlarımız ilerici-sosyalist kimliklerinden daha güçlü biçimde “Kıbrıslı Türk” kimliklerini vurgulama ihtiyacı hissediyorlar. Bu, özellikle sosyal paylaşım ağlarında kendisini güçlü biçimde hissettiriyor. “Kıbrıslı Türk” olmak özel olarak ve ekstra biçimde

“gurur duyulacak” bir vasıf, bir ayrıcalık olarak ifade ediliyor ki şimdilik naif çıkışlarla kendisini gösteren bu eğilim, kaba milliyetçiliğe doğru gidiyor… İlerici-sosyalist unsurlarda, olağanüstü koşullarda “milliyetçileşme” eğiliminin nedenleri ve sonuçları üzerinde kafa yormamız gerekiyor…

Bu eğilimin, özellikle de hedef alınan kitlede yaratacağı reaksiyonların iyi hesaplanması ve provokasyonlara açık bir iklimin yaratılmasına hizmet edecek davranışlardan kaçınılması gerekir. Türkiye’deki Türk-Kürt gerilimini ya da Avrupa’daki yabancılar sorununu dikkatlice incelemek, belki bu sorunu analiz ederken arkadaşlarımıza yardımcı olabilir…

Milliyetçi eğilimlerin, milliyetçi eğilimleri tetikleyeceği, genel olarak karşıt milliyetçiliklerin birbirlerinden beslenmeye başladıklarını ve kontrolsüz ortamlarda sosyal gerilim ve çatışmalara neden olacağını öngörmek gerekir…

Türkiye’nin “sömürgeci” politikalarına karşı, bizzat Türkiye tarafından o politikaları hayata geçirmek için “kullanılan” kitlelerle birlikte mücadele edebilme becerisini gösterebilmek gerekir… “Sömürgeciliğin” silahını elinden almaktan ve ona doğrultmaktan söz ediyorum… Zor ama vicdan ve feraset gerektiren bir şeyden söz ediyorum…

Kıbrıs Türk solunun çok ciddi olarak derinlikli bir “nüfus politikası” oluşturması ve Kıbrıs’a transfer edilen nüfus üzerinde siyasal, sosyolojik, bilimsel çalışmalar yürütmesi gerekir.

Yok sayma, dışlama, ötekileştirme üzerine kurulu siyaset dili, Kıbrıs’ta mevcut sorunu derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bunun yerine Türkiye’nin stratejik çıkarlarının kurbanı haline getirilen kesimlerin, hem Kıbrıslı Türklerin hem de Türkiyeli göçmenlerin ortak mücadele zemininin oluşturulması gerekir.

Türkiye hem Kıbrıslı Türklere karşı hem de kendi yurttaşı olarak Ada’ya gönderdiği on binlerce insana karşı ağır bir suç işlemiş ve işlemeye devam etmektedir. Bu suçun teşhirinden öte, yol açtığı harabiyetin tedavisi için sorumluluk yine Kıbrıs Türk ve Türkiye soluna düşmektedir.

Türkiye’de artık sol adına her ne kaldıysa, o unsurların Kıbrıs’ta olup bitenlere karşı daha fazla kayıtsız kalma hakkı ve lüksü yoktur. Türkiye ve Kıbrıslı Türk Solu bu konuda ortak akıl yürütmelidir.

CTP, TDP, BKP, YKP başta olmak üzere, Kıbrıs Türk Solunu oluşturan tüm unsurların tek tek veya birlikte, tüm sonuçları ve çözümleri ile birlikte “sol” bir nüfus ve göçmen politikasını oluşturmaları,

Page 110: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

218

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

tanımlamaları ve kamuoyunun önüne koymaları bir zorunluluktur.

1974’ten bugüne şöyle veya böyle Ada’yı yurt bellemiş insanlara sadece “gidin” ya da “uyum sağlayın” demek tek başına bir anlam ifade etmiyor. Aynı zamanda uyum sağlamanın yol ve yöntemlerini geliştirmek, kapsamlı bir politika olarak toplumun önüne koymak Kıbrıs solunun ödevi olsa gerektir…

Bu denli ağır sorumlulukların Kıbrıslı Türk Soluna yüklenmesi haksızlık mıdır? Belki… Üzgünüm ama elimizde bu işin üstesinden gelebilecek sadece sizler kaldınız…

07.08.2010

Page 111: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

220 221

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ÇÖZÜM İÇİN KIBRIS SOLU İNİSİYATİF ALMALI

Yaşanan son gelişmeler Kıbrıs’ta çözüm umudunun artık geri dönülmez biçimde çökmekte olduğunu düşündürüyor. Görünen o ki, Talat dönemini kelimenin tam anlamıyla bir fırsat müsrifliğiyle geçiren Rum tarafı, şimdi masaya oturan yeni partneriyle arzuladığı atmosferi buldu.

Türkiye 2003 ten itibaren büyük bir kumar oynadı. On yıllardır sürmekte olan “çözüm görüşmelerinde” radikal bir görüntü değişikliği gerçekleştirmeyi başaran Türkiye, dünyaya “çözüm için en elverişli fırsatları sundum ama karşı taraf bunu değerlendiremedi” mesajını güçlü biçimde verdi. AB üyeliğini cebine koyan Rumların çözüme ihtiyacı artık sadece ve sadece psikolojik bir ihtiyaç… Yoksa çatışmasızlık ortamında, tüm AB olanaklarıyla kendisini geliştirebilen ve uzun vadede bir çekim merkezi olacağı muhakkak olan Rum kesiminin artık çözüme ihtiyacı yok… Türkiye’nin samimi bir çözüm isteği zaten yoktu. Bütün yaşananlar diplomatik bir manevradan ibaretti ve artık Türkiye’nin de “çözüm için maksimum çabayı sarfetmiş taraf olarak” bundan daha fazlasını “göstermeye” ihtiyacı kalmadı…

Çözümü en fazla ihtiyaç duyan ve bunun için en fazla çabayı göstermesi gereken Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 şokuna takılı kalarak, süreci iyi yönetemediler. Türkiye’den ve statükodan nemalanan Kıbrıs Türk sağının aksine, Kıbrıs Türk Solu 24 Nisan şokuna rağmen mücadele kararlılığını sürdürmek ve yaratıcı eylemlerle Türkiye’yi, Kıbrıslı Rumları, BM ve AB’yi, tüm dünyayı Kıbrıs sorununa yeniden odaklamak zorundaydı. Ancak her nasılsa ve her nedense 2004 ertesinde Sn. Talat’ın Cumhurbaşkanlığı ile birlikte tüm sorumluluk tek bir kişinin, Sn. Talat’ın omuzlarına bırakıldı.

Her türlü siyasi ön yargıdan uzak biçimde arşivlere şöyle bir bakılırsa, Sn. Talat’ın tek başına kaç cephede mücadele vermek zorunda kaldığı daha serinkanlı biçimde görülebilecektir. Cumhurbaşkanı, bir yandan kendisini çoğu kez saygısızca “kukla lider” olarak gören ve tanımlayan Rumlarla, bir yandan kendisine kuşkuyla yaklaşan Türkiye ile, öbür yandan kendisine abartılı bir beklentiyle yaklaşan Kıbrıslı Türklerle ve elbette kendisini ihanetle suçlayan statükocularla boğuşmak zorunda kaldı…

Hemen eklemek gerekiyor ki, Sn. Talat da Cumhurbaşkanlığı süresince “çözüm isteğini güçlü biçimde kitlesel desteğe dönüştürerek”, müzakere masasına daha önce eşi görülmemiş bir lojistik destekle, on binlerin çözüm talebini seslendirdiği siyasi bir taktikle çıkma fırsatını değerlendiremedi. Oysa müzakereler başladığı andan itibaren, her görüşmede hiç değilse Kıbrıs’ın Kuzeyinde binlerce insan işi durdurup, “hemen çözüm” talebini yüksek sesle duyurup, liderlerine destek verseydi, bu Sn. Talat’ın elini büyük ölçüde güçlendirecekti. Sn. Talat, bu tür taktik showlara asla yeltenmedi fakat aslında bu tür bir eylemlilik, siyasi showdan öte bir “diplomasi diline” dönüştürülebilirdi…

Page 112: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

222

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Eroğlu-Hristofyas görüşmelerinin başladığı günden itibaren de yapılabilirdi bu. Ama yapılmadı. Şimdi sona doğru yaklaşılırken Kıbrıslı Türkler hiç değilse bundan sonraki süreçte her görüşme sırasında hayatı durdurabilme, sokağa çıkarak çözüm taleplerini yüksek sesle dile getirme iradesini gösterebilirler mi? Güzel bir hayal bu… Keşke olsa… Keşke her görüşme sırasında binlerce Kıbrıslı Türk Ledra veya Lokmacı kapısına dayanıp “Çözüm Hemen Şimdi” sloganlarını yükseltebilseler ve görüşmeler bu görkemli fonda devam etse… İki lider, sokağın sesini ve baskısını duyarak “çözüme evet” ya da “hayır” demek durumunda kalsalar…

Kıbrıs’ta çözüm konusu, öncelikle Kıbrıslı Türklerin ve Rumların sorunudur… Çözüm meselesi, tek başına Türkiye’nin, Yunanistan’ın, Rum yönetiminin, Sn. Eroğlu’nun, Kıbrıs Türk sağının insafına terk edilemeyecek kadar ciddi bir meseledir.

Kıbrıs Türk Solu asıl şimdi büyük iradeyi ortaya koymalıdır. Çözüm meselesini hiç kimsenin insafına ve iradesine bırakmadan, inisiyatifi ele almak zorundadır Kıbrıs Türk Solu… Sona yaklaşılıyor ve bu son, her nasıl olacaksa olsun, altında Kıbrıs Türk Solunun da imzası olmak zorunda…

Kıbrıs Türk Solu, çözüm iradesini kimsenin eline bırakamayacak kadar köklü bir mücadele geleneğine sahiptir. Şimdi bu birikimi eyleme dönüştürmek ve hem iki lidere, hem iki topluma, hem Türkiye ve Yunanistan’a, hem AB ve BM’e, tüm dünyaya Kıbrıslı Türklerin sesini duyurmalıdır.

CTP, TDP, YKP, BKP ve kendisini solda tanımlayan tüm parti ve örgütler derhal “uluslar arası bir sivil Çözüm Konferansı” toplamalıdır.

Tüm parti ve örgütlerin ortaklaşa oluşturacağı bir organizasyon komitesi, Kıbrıs’ın kuzeyinden, güneyinden, Türkiye’den, Yunanistan’dan, Avrupa ve dünyadan çözümü destekleyen kişi ve kuruluşları acil olarak bir araya getirmelidir. “Kıbrıs İçin Acil Çözüm İnisiyatifi” Kıbrıs’ın Kuzeyinden bütün dünyaya belki de son kez çözüm için güçlü talebini duyurmalıdır. Bu Konferansın toplanmasında ve koordine edilmesinde Sn. Talat’ın birikimi ve deneyiminden yararlanmak yerinde bir karar olacaktır.

Eroğlu-Hristofyas görüşmesinde sona yaklaşılırken, Kıbrıs Türk Solu, mümkünse Çözüm yanlısı Rum parti ve örgütleri de yanına alarak sürece derhal müdahale edebilme becerisini göstermelidir.

Bu, şimdi yapılmazsa, yarın çok geç olacak…

28.08.2010

Page 113: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

224 225

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KKTC-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE…

Türkiye’nin KKTC Büyükelçisi Sn. Kaya Türkmen siyasi partileri, gazete ve televizyonları ziyaret ederek, daha önce örneği görülmemiş bir iletişim çalışması yürütüyor. Yıllarca asık suratlı sömürge valisi görüntüsünden rahatsızlık duymayan Elçiliğin, gerilimli bir ortamda iletişim atağına geçmesi, hele ki bunu iyi niyetli ve sempatik bir izlenim yaratan Sn. Kaya Türkmen’in sergilediği yumuşak üslupla yürütmesi sevindirici.

Gazetelere yansıyan haber ve röportajlar, Sn. Türkmen’in iletişim atağının, Türkiye-KKTC ilişkilerinde ılık rüzgarların esmesine katkı oluşturacağını düşündürüyor. Bu elbette sevindirici. Ancak bu “iyi niyetli” iletişim operasyonları bile yıllardır kendi haline bırakılmış bu mayınlı arazide dikkatli ilerlemeyi gerektiriyor.

Kıbrıslı Türkleri o kadar incitti ki Türkiye ve Türkiyeliler, iyi niyetle söylenmiş sözler bile ters tepmeye çok uygun… Bu nedenle Türkiye ve Türkiyelilerin üzerinde düşünülmüş bir iletişim stratejisiyle hareket etmeleri büyük önem taşıyor.

Sn. Büyükelçi pek çok şey söylemiş ziyaret ve röportajlarında. Mesela “beni vali olarak değil, belki IMF temsilcisi olarak görebilirler” demiş. Mesela “Büyükelçilik önünde eylem yapanları anlamaya çalışıyorum” demiş. “Türkiye KKTC’yi sömürmüyor ki” demiş.

Ne yazık ki Türkiye, hoyrat ve üstenci yaklaşımlarla, özel olarak “kurgulamaya” bile gereksinim duymadığı KKTC ilişkisinde iki kardeş halkın köklü tarihsel ilişkisine ağır hasar verdi.

Hayır, subay hanımlarının veya Cuma akşamları ucuz kumar turlarına giden kokoş hanımefendilerin üç kuruşluk eşyalar için “ayol biz sizi o kadar kurtardık” diye başlayan pazarlıklarından söz etmiyorum bile...

Ya da kapağı Türkiye’ye atınca Kıbrıslılığını bile unutup şık plazalarda “düşün Türkiye’nin yakasından” diye yazan gazeteci tayfasından da, iki lafın biri “nankör şu Kıbrıslılar” diyenlerden de söz etmiyorum.

Türkiye’nin resmi politika olarak, diğer Türk Cumhuriyetleriyle olduğunun aksine, KKTC ile bir türlü “eşitlik ve saygı” temelinde kardeşçe bir ilişki dilini bir türlü oturtamamış, oturtmaya yeltenmemiş oluşundan söz ediyorum.

Her ne kadar bendeniz Türkiye’nin, “bir devletin bir başka devleti resmen tanımasının” tek belgesi olan “TBMM’nin KKTC’yi resmen tanıdığına dair” darbe döneminin hiçbir uluslar arası değer taşımayan “Danışma Kurulu” kararı dışında hiçbir bilgiye yıllardır ulaşamadıysam da, öyle deniyorsa öyledir. Mademki Türkiye KKTC’yi “resmen” tanıyan ilk ve tek ülkedir, büyük bedeller ödenen bu “bağımsızlığı” en fazla pamuklara sarması ve “bağımsızlığa” gölge düşürecek en küçük bir

Page 114: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

226 227

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

davranıştan özenle kaçınılması beklenir.

Ancak öyle şeyler yaşandı ki, seçilmiş Başbakan’ın elini sıkmayı reddedip, resmi bir organizasyonda “Sen önce Türklüğünü ispatla” diyenleri de gördü, barışa hizmet edecek basit bir iyi niyet girişimi olan ve kaldırıldığında “milli çıkarların” yerle bir olmadığı basit bir demir köprünün kaldırılması girişiminde “burası benim hükümranlık alanımdır” diyen generalleri de! Şimdi denebilir ki “canım efendim askerin tavrından sivillere ne?” Ama öyle değil. Çünkü Kıbrıs’ta Türkiye her şeyden önce “asker” demektir!

Bunca yıldır Kıbrıs’a gider gelirim, bir Türkiyeli olarak ne şahsıma ne de herhangi bir Türkiyeliye en küçük bir saygısızlık yapıldığına tanık olmadım. Ama Kıbrıslı Türkleri küçümseyen, onları her fırsatta “Türklüklerini kanıtlamak zorunda bırakma” küstahlığına yeltenen, “bizim paramızla keyif çatıyorsunuz” diyen Türkiyelileri çok gördüm.

Son derece iyi niyetli ve yumuşak bir üslup kullandığını büyük bir sevinçle gördüğümüz Sn. Büyükelçi eğer Kıbrıslı Türkler ile Türkiye ve Türkiyeli Türkler arasında samimi bir köprü oluşturmak istiyorsa, işe buradan başlamalıdır:

Türkiye ve Türkiyeli Türklerin, Kıbrıslı Türklere karşı bu sivri, küstah dilden vazgeçmeye ikna etmekle…

Adını koymamız gereken bir fiili durum var: Türkiye, Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus pompalıyor. Üstelik kalitesiz bir nüfus pompalıyor.

Sn. Büyükelçi, Kıbrıs’taki Türkiyelilerin ayrımcılığa uğradığını düşünüyorsa (ki bu bence ağır bir haksızlıktır) işin sosyolojik alt yapısıyla ilgilenmelidir önce. Her fırsatta yazıyorum, söylüyorum. Türkiye’den gönderilenler “suçlu” değil “kurban”dır. Türkiye’nin strateji yoksunu “nüfus değiştirme politikasının” kurbanlarıdır. Hiçbir formasyonu olmayan, eğitimsiz, kent kültüründen yoksun kalabalıkları Kıbrıs’ın Kuzeyine yönlendirmek, köklü bir dış politika birikimi olan ve bugün güçlü bir küresel aktör rolünü üstlenme yolunda ilerleyen Türkiye’ye yakışmayan bir hatadır. Tam tersine, 1970’li yıllardan itibaren kabul edilebilir sayıda eğitimli, donanımlı, Kıbrıslı Türkler’in kabul etmekte zorlanmayacağı, Adanın ekonomisine, kültür ve siyasetine olumlu katkı sunabilecek kişiler seçilse ve bu insanlar Adaya yönlendirilseydi bugün hem KKTC’nin görüntüsü hem de Kıbrıslı Türkler ile Türkiyeli Türkler arasındaki ilişki böyle bir fotoğraf vermezdi.

Türkiye KKTC’yi sömürüyor mu sorusunun yanıtı kocaman bir EVET’tir! Her şeyden önce duygusal olarak sömürmektedir Türkiye Kıbrıslı Türkleri. Bitmek bilmeyen bir şükran duygusuyla, gün 24, hafta 7, yıl 365 Türkiye’ye biat etmelerini istiyor. Bu Türkiye-KKTC ilişkilerine dönük ağır bir haksızlıktır.

400 yıldır Ada’da dillerini, dinlerini, kültürlerini, kimliklerini yitirmemek için can siperane bir mücadele veren Kıbrıslı Türklerin ne Türkiye’ye ne de bir başka Türk Cumhuriyetine Türklüklerini kanıtlamak gibi bir yükümlülükleri yoktur, bu sorgulanamaz. Bilakis, Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere uğradıkları bunca haksızlığa rağmen kimliklerine sıkı sıkıya sarılmalarından ötürü şükran duymalıdır. Türkiye’den pompalanan, işsiz güçsüz, niteliksiz, binbir sosyal soruna kaynaklık eden bir nüfusu sevecenlikle bağırlarına bastıkları için şükran duymalıdır Türkiye Kıbrıslı Türklere karşı!

Hepi topu 80 bin kalmış, on binlercesi işsizlik ve baskılar nedeniyle ülkesini terk etmiş olan Kıbrıslı Türkler, 400 yıl boyunca gözbebekleri gibi korudukları kültürlerinin, kabaca eritildiğine tanık olmanın acısıyla çok daha fevri, çok daha tepkisel davranabilecekken Ada insanı geleneksel ağır başlılığını koruyor. Bunun için bile teşekkür edilmelidir.

Bakınız adada özellikle 1980 den sonra patlayan nüfus beraberinde sayısız ekonomik, sosyal sorun getirmektedir. Ağızlarda sakız ederek, “yardım” dediğimiz şey, Kıbrıslı Türklerin müthiş inceliği ile yüzümüze vurulmasa da, aslında Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine pompaladığı nüfusun ihtiyaçlarının karşılanması için yapılmak zorunda olunan harcamalardır.

Sn. Büyükelçi 80-100 bin kişilik bir nüfusun ihtiyaçları ile bugün 400 bine ulaşmış bir nüfusun ihtiyaçları arasındaki karşılaştırmaya yapabilecek veriye elbette sahiptir. Bugün Kıbrıs’ta hastane yetmiyorsa, okul yetmiyorsa, yol yetmiyorsa, altyapı yetmiyorsa, bu Kıbrıslı Türkler “tavşan gibi üredikleri için” değil, Türkiye’den her yıl binlerce insanın Adaya göç ettirildiği içindir… Yani Türkiye KKTC’ye yardım falan etmiyor. Nasıl ki Çorum’daki kendi halkının altyapı ihtiyacını karşılamak için bütçe harcıyorsa, KKTC’ye pompaladığı onbinlerce insanın gereksinimleri için yatırım yapmak zorunda kalıyor…

KKTC’ye yapılan “yardım” eğer birilerinin gözüne batıyorsa, işin kolayı var: Çekersiniz pompaladığınız nüfusu, geriye kalan 80-100 bin kişiye yapacağınız “yardım” hem gerçekten “yardım” olur hem de kimsenin gözüne batmaz!

Suç oranlarına ve suçluların demografik yapılarına bakmak bile durumun korkunçluğunu anlamak için yeterlidir. Kapalı bir toplum özelliği gösteren Kıbrıslı Türkler, kendi iç sosyal mekanizmaları içerisinde suçu daha oluşmadan önleyebilme kapasitesine sahipti. Oysa bugün Adanın kuzeyi daha önce alışılmamış taciz, tecavüz, uyuşturucu, cinayet ve akla gelebilecek sayısız suçla “tanışmaktadır”. Sn. Büyükelçi, elçilik önünde haklı olarak gösteri yapan “marjinal” gruplardan önce ilk iş olarak Adadaki Türkiyelilerle görüşmeyi ve neden suça bu denli meyilli oldukları üzerinde düşünmelidir.

Page 115: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

228

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Sn. Büyükelçi, Adadaki askeri komuta heyetiyle bu sorunlar üzerinde konuşurken, Kıbrıslı Türklerin olağanüstü sevgiyle yaklaşmasına karşın, Komuta heyetinin de bugüne kadar pek nazik davranmadığını dikkate almalıdır.

Bütün bunlar aşılamaz sorunlar değil. Yeter ki “eşitlik” ve “kardeşlik” sözde değil, bir iletişim prensibine dönüştürülebilsin. Yeter ki Türkiye ve Türkiyeliler Kıbrıslı Türklerin “kardeş” fakat özgür, bağımsız ve eşit bir halk ve ülke olduğu argümanının altını gerçekten doldurabilsinler.

Yeri geldiğinde “egemenlikten”, “bağımsızlıktan” dem vurup, canı istediğinde ilhak edilmiş bir coğrafya ya da en azından sömürge gibi bir yaklaşım ve dil geliştirmek, Türkiye-KKTC ilişkilerine sadece ve sadece zarar verecektir.

Kıbrıslı Türkler sadece birazcık saygı görmek istiyorlar. Yıllarca Rumların yaptığı gibi, bu kez Türkiye ve Türkiyeliler tarafından incitici biçimde kendi topraklarında misafir sayılmak istemiyorlar. Kendi kültürlerini, kendi değerlerini korumak istiyorlar. İç işlerine müdahale edilmesini istemiyorlar. Rumlara karşı eşitlik mücadelesi verirken, bir de Türkiye ve Türkiyelilere karşı eşitlik mücadelesi vermek zorunda kalmayı anlamıyor ve kabul etmiyorlar.

Anlaşılan odur ki, Sn. Kaya Türkmen gerek Türkiye gerek KKTC açısından büyük bir şanstır. Dileriz ilişkilerde ortaya çıkan gerilimin “gerçek nedenleri” üzerinde ezop diline başvurmadan konuşabiliriz.

04.09.2010

Page 116: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

230 231

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KÜRDE “BİRLİK”, KIBRISLI TÜRK’E “AYRILIK” OLMAZ!

Haber kanallarında tartışma programlarının sayısı artıyor ama neredeyse tüm programlar ortak bir konu başlığı etrafında kümeleniyor: Türkiye’deki olağanüstü değişim.

Önceki gece saygın bir haber kanalında, tartışmacılar “Ana dilde eğitim” konusunu enine boyuna ele aldılar ki bu, Türkiye’yi uzaktan izleyenler için bile sarsıcı. Bu ülke, daha birkaç yıl öncesine kadar “Ne Kürt diye bir halk, ne Kürtçe diye bir dil var” resmi görüşünden artık “ana dilde eğitim mümkün mü” konusunu televizyonlarda tartışır hale geldi…

İnkâr politikası artık çöktü. Türkiye, bundan sonra her ne olursa olsun artık eski Türkiye olmayacak. Ne Kürtler, kendilerini yok sayan bir rejimin baskılarına boyun eğecekler ne de Türkler artık bu ülkenin tek efendisi olduklarını düşünebilecekler.

Orta yaşın üzerindekilerin büyük bir kısmı bu gelişmeleri endişeyle izliyor kuşkusuz. Zira statüko ile birlikte, zihinleri bugüne dek formatlayan koskoca bir resmi ideoloji ve onun resmi tarihi un ufak oluyor.

Değişim ürkütür. 87 yıl boyunca “Sevr paranoyası” ile biçimlendirilmiş kuşaklar için rejimin çözülmesi, cumhuriyetin çözülmesi ve çökmesi olarak algılanıyor. Oysa çözülen cumhuriyet değil, kendi halkını on yıllar boyunca ekonomik, sosyal ve kültürel olarak söğüşleyen cumhuriyet oligarşisi çözülüyor.

Kim ne derse desin, devrimci bir alt üst oluş bu. At izinin it izine karıştığı, safların tarümar olduğu, ezberlerin bozulduğu, tahtların sallandığı, zihinlerin sarsıldığı, algıların bozulduğu, herkesin her şeyden kuşkuda olduğu devrim günlerini yaşıyoruz.

Acı olan şu ki, bu devrimci sürecin tetikleyicisi ve en azından şimdilik motor gücü beklentilerin aksine işçi sınıfı, emek güçleri veya genel ifadesiyle sol değil. Burjuvazinin, Cumhuriyetin son çeyreğinde palazlanan ve bugün artık iktidara açıkça el koyan, yeni ve alışkın olmadığımız aktörlerle Türkiye siyasasını çekip çevirmeye başlayan bir kanadı.

Başta eski “muktedirler” olmak üzere, tuhaf biçimde milliyetçi-şoven kesimlerden, toplumun entelektüel olduğu var sayılan unsurlarına, ilerici-demokrat-solcu olduğu varsayılan unsurlarından emek güçlerinin temsilcisi olduğu var sayılan unsurlarına kadar son derece çeşitlilik arz eden geniş bir kitlenin ortak nefretinin hedefi haline geldi bu devrimci değişim. İşte hem akılları karıştıran, hem de aslında bugüne dek yel değirmenleriyle savaşılmış olduğunu kanıtlayan durum bu…

Page 117: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

232 233

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Cumhuriyetin 87 yıllık muktedirlerinin ve hep onların milisleri rolündeki milliyetçi-şoven güçlerin endişe ve direnişlerini anlamak kolay. Ama iş, bugüne dek sol bandrolle tanıdığımız, solla ilişkilendirdiğimiz unsurların endişe ve direnişini anlamaya gelince zora biniyor…

87 yıllık inkâr politikası terk edilip, 30 yıllık kirli savaş sonlandırılmaya çalışılırken kendisini ilerici-demokrat-sol-sosyalist olarak tanımlayanların milliyetçi-şoven koroya katılmasını izlemek dehşet verici. Kürtlerin Cumhuriyetin eşit haklı yurttaşları olma yolundaki haklı talepleri ve şiddeti siyasi müzakere yoluyla durdurmaya yönelmiş bir yönetim anlayışı karşısında devreye sokulan bölünme paranoyasının sol yedekliğine soyunanların sergiledikleri tutum mide bulandırıcı.

Her şeyin “mış gibi” yapılabildiği, herkesin “mış gibi” davranabildiği bir ülkede, “soldaymış”, “demokratmış” gibi yaparak idare etmeyi başarabilmiş bir kesimin boyaları dökülüyor artık.

On yıllardır sadece slogan malzemesi olarak kullanılan sorunlar, çözüm yoluna girdikçe bu sözüm ona sol, sözüm ona entelektüel oligarşinin “ama” ları çoğalıyor, asıllarına rücu ediyorlar: milliyetçi-şoven- statükocu saflara!

AKP politikaları bir yandan pek çok konuda Türkiye’ye tamiri zor hasarlar verirken, öbür yandan da “mış gibi” yapanların teşhirine olanak veren turnusol kâğıtlarına dönüyor.

Türkiye, dili bir türlü “Kürt” demeye varmayan sözüm ona sosyal demokratların, darbeciler ve darbe girişimcilerin yakasına yapışmayan sözüm ona solcuların, ezilenleri kimliklerine göre ayıran sözüm ona ilericilerin ülkesi artık.O kadar ki, idam sehpasına “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” diye haykırarak yürüyenleri sözüm ona bayrak edinip, artık hiç de gizlemeye gerek duymadan Kürt düşmanlığı yapanların ülkesi çoktandır…

Sadece Kürt sorunu veya demokratikleşme mi? Biliyoruz ki bugün cumhuriyet oligarşisinin yıkılmasına da, demokratik açılıma da, Kürt açılımına da HAYIR diyenler, Kıbrıs sorununun çözümüne de HAYIR diyorlar. Bu sözüm ona sol-entelektüel-sosyalistler, Kıbrıs’ta çözüm ve barış iradesinin karşısına da dikiliyorlar milliyetçi-şoven blokla omuz omuza! Solcu bir hükümetin devrilmesine alkış tutmakla kalmayıp, onu devirenlerle açıktan işbirliği yapmaktan utanmıyorlar.

İşin tuhaf yanı Kürt sorununa yaklaşım farklılığı nedeniyle birbirlerinden nefret edenler, Kıbrıs konusunda ortak tutum sergiliyorlar. AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden sözüm ona sol-sosyalistlere herkes çözümsüzlük konusunda ya hemfikir olarak ya da sessiz kalarak suç ortaklığı yapıyorlar.

Oysa Kürt sorununun çözümüne ilişkin tutum, aynı zamanda Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin tutumu da belirleyecek. Türkiye’de “bir arada yaşamayı”, Kıbrıs ta ise ayrılıkçılığı savunabilmek mümkün mü?

Şimdi birileri kalkıp “Türkler ve Kürtler Cumhuriyeti birlikte kurdular” mı diyecek? Kıbrıs Cumhuriyetini de Türkler ve Rumlar birlikte kurmadılar mı?

Ama “Türkler ve Rumlar arasında dil ve kültür birliği yok” mu denecek? Dilini kopartıp kültürünü yok etmeye çalıştığınız Kürtler’in bu haklarını verdiğinizde acaba dil ve kültür birliği mi kalacak?

“E ama Kıbrıslı Türkler soykırıma uğratılmak istendi” mi denecek? Dersim’den mi, Maraş’tan mı, 30 yıllık kirli kanlı iç savaştan mı söz edelim?

“İki halk birlikte yaşamak istemiyor” mu denecek? Bir referandumu göze alabilir misiniz bu konuda?

Türkiye Kürt meselesini her nasıl çözecekse, Kıbrıs meselesini de aynen o şekilde çözmek zorunda olacağının farkında mı göreceğiz…

Benim merak ettiğim, yok mu şu ülkede AKP’nin karşısına dikilip: “Kürt meselesinde “birlikçilik”, Kıbrıs meselesinde “ayrılıkçılık” olmaz!” diyecek bir babayiğit?

02.10.2010

Page 118: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

234 235

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

IHANET AYIP BİR ŞEYDİR…

Her ne kadar günde 5 vakit biat ve şükran duygularını tekrar etseler de, Türkiye; Kıbrıslı Türk işbirlikçilerin o yere göğe sığdıramadıkları “egemenlik ve bağımsızlığın”, “devletin” aslında tamamen “çakma” bir görüntüden ibaret olduğunu kanıtlayacak “çok güzel” hareketler sergiliyor.

Kıbrıslı Türk işbirlikçiler, biz çözüm yanlılarına kızmasınlar hiç.

Sabahtan akşama, çözüm yanlılarını “KKTC’ye inanmamakla”, “KKTC’nin bağımsızlık ve egemenliğine saygısızlık etmekle” suçlayacaklarına, varsa sözleri, çıkıp Türkiyeli bakan, bürokrat ve siyasetçilere efelensinler. Tabii “yerse!”

Gerek Türkiyeli Türkler, gerek Kıbrıslı Türkler, “bağımsızlık, egemenlik ve devlet” konularında eğer yıllardır kandırılmıyorlarsa, ortada tuhaf bir durum var...

Zira “KKTC vardır, bağımsız ve egemendir ve Türkiye KKTC’yi dünyada tanıyan ilk ve tek ülkedir” kalıbı ne yazık ki bizzat Türkiyeli siyasetçi ve bürokratlar tarafından her fırsatta tekzip edilen bir şehir efsanesine dönüştürülüyor.

Kimse lafı dolandırıp durmasın artık.

KKTC bağımsız ve egemen bir devletse, hiçbir yabancı ülkenin bakanı, bürokratı gelip diplomatik nezaket kurallarını hiçe sayacak davranışlar sergileyemez.

Eğer devletinize gerçekten inanıyorsanız, “her ne kadar dost ve kardeş” bile olsa, yabancı bir devletin bakanının gelip sizinle aklına estiği gibi konuşmasına izin veremezsiniz.

Ha eğer kalkıp da, “Türkiye bizi kurtardı, kurtarmakla kalmayıp bir de bize para yolluyor, her bir eksiğimizi giderip güvenliğimizi sağlıyor, bu nedenle Türkiye ne isterse yapar” diyorsanız, meseleyi doğru tespit edelim: bunun adı işbirlikçiliktir.

“Erimdir, evimin direğidir, madem ekmeğimi veriyor, ele güne karşı namusumu koruyor, isterse döver, isterse sever” zihniyeti, kimse kusura bakmasın ama “egemen ve bağımsız bir devlete” yakıştırılamaz.

Ne diyor Sn. Bakan? “Kaç sizin nüfusunuz? 250 mi? 270 mi? 300 mü?”…

Sn. Bakan’a verilecek yanıt bellidir: “Sizinkileri alın götürün, kalanları sayar söyleriz!”

Page 119: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

236

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Ne diyor Türkiyeli bürokratlar? “Türkiye KKTC’ye yardım etmeye devam edecek”

Bürokratlara verilecek yanıt bellidir: “Taşıdığınız nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak yardım değildir. Kendi vatandaşınızı başka bir ülkeye taşımanın bedelini ödemek yardım etmek değildir”

Kusura bakmayın beyler…

Ya bu halkı kandırıyor ve aslında kendinizin de inanmadığı bir “çakma devleti” savunarak bu topluma ihanet ediyorsunuz veyahut samimi duygularla inandığınız KKTC’nin el üstünde tutulması gereken egemenliğini ayaklar altına alan davranışları sineye çekerek kendinize ihanet ediyorsunuz…

Ya toplumunuza ya da kendinize… Ama sonuçta ihanet ediyorsunuz!

Ve ihanet… Ayıp bir şeydir!

09.10.2010

Page 120: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

238 239

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ANA DİL SORUNU, KIBRISLI TÜRKLERİ İLGİLENDİRİR Mİ?

Biliyorum yine birilerini fena halde kızdıracağım. Olsun… Alıştım sayılır Kıbrıs-Türkiye hattında milliyetçi hamasetin hışmına…

Aslında Beşiktaş-Porto maçında 2000 KKTC bayrağı açan zihniyetle kafa bulmayı planlıyordum bu yazımda. “Milli heyecanla gaza gelip Porto maçında bayrak açacağınıza, gidin BJK yönetimine söyleyin de bir KKTC takımıyla maç yapıversin” diyecektim ama pek kısa bir yazı olurdu o.

Biliyorsunuz artık, uzun yazılarla bilinir oldum. Elimde değil, Kıbrıslı dostlarla sohbete başlayınca kısa kesmeyi beceremiyorum bir türlü. Bu yazılar da haftada bir de olsa, Kıbrıslı dostlarla muhabbet tadı veriyor bana… Kısa kesemiyorum, kusura bakmayın…

Türkiye’den Kıbrıs’a bir bakış oluşturmaya çalışırken aşmanız gereken pek çok sorun var.

Her şeyden önce resmi ideolojinin “yavru vatan” söyleminin zehirlediği algınızı temizleyebilmeniz gerekiyor. Bu, sanıldığı kadar kolay değil. Zira Kıbrıslı Türkler, örneğin bir Azeriler kadar ya da ne bileyim Türkmenler, Kırgızlar kadar “uzak” değiller Türkiye insanına.

Bu “yakınlık duygusunda”; Azeri Türkçesinin Türkiyelilere şenlikli gelen lehçe farkının Kıbrıslı Türklerde şurubi bir “ağız” farkına dönüşmesi ve bir Türkiyeli ile bir Kıbrıslı Türk’ün, bir Azeri’den çok daha kolay anlaşabilmesi önemli bir faktör olmalı.

Belki bunun için Kıbrıs Türkçesi’ni “bozarak” İstanbul Türkçesine yaklaştırmak egemenlerin öncelikli hedefleri arasında yer alıyor. Aynılaşıyorsunuz çünkü.

Asimilasyon her şeyden önce dil ile başlıyor. Şimdi bu satırları yazarken kullandığım hiçbir sözcükte “anlaşılmama endişesi” duymamam beni endişelendiriyor. Kıbrıs’ta beni okuyan herkes, kullandığım her sözcüğü rahatlıkla anlayabiliyorsa eğer, bu “iyi bir şey” değil… Türkiye’ye ne ölçüde dönüştüğünüzün, kendi sözcüklerinizden ne ölçüde uzaklaştığınızın göstergesidir bu… Yani kimliğinizi ne ölçüde yitirdiğinizin göstergesidir…

Dil uzmanı değilim. Dolayısıyla burada oturup derinlikli bir “dil yazısı” yazacak değilim… Her zaman olduğu gibi “yüksek sesle düşünüyor” ve birlikte düşünmeye davet ediyorum okuyanları…

Açıkçası “egemen bir ulusun” çocuğu olarak dil üzerine fazlaca kafa yorma gereği de duymadım yakın zamana kadar… Öyle ya, ana dilim üzerinde hiç baskı görmedim ben. Doğduğum andan itibaren duyduğum ve öğrendiğim dili hayatın her alanında

Page 121: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

240 241

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

özgürce kullanabilme şansım oldu. Aşkımı da ana dilimle ifade edebildim, sıkıcı bir akademik metinle uğraşırken de ana dilimi kullanabildim. Acımı da, sevincimi de, öfkemi de anlatırken ana dilimi kullanabildim… Üstelik Türkçenin en “egemen kabul edilen” İstanbul Türkçesine açtım kulağımı. Büyüme çağımda “düzeltmem gereken” sözcükler olmadı hiç. Hep alışkın olduğum sularda kulaç atmanın rahatlığıyla geldim bugüne…

Bu rahatlık, biz “İstanbul ağzını” kullanan Türkiye Türklerini daha bir küstahlaştırdı.

Farklı lehçe ve ağızları küçümsememize, kendimizi dayatmamıza ve zaman içerisinde kendimiz dışında hiç kimseye hayat hakkı tanımayan bir küstahlığa sevk etti.

Anadolu’nun herhangi bir köşesinde okula başlayan bir çocuk öncelikle evinde kullandığı dilden kopmak zorunda… “iyi bir kariyer” Türkçenizin ne kadar beyazlaştığıyla da doğrudan bağlantılı…

Demem o ki, bugün Türkiye’nin gündemine oturan “ana dilde eğitim” meselesi üzerinde düşünürken, bırakalım Kürtçeyi, Türkçenin farklı lehçe ve ağızlarına karşı bile ne kadar hoyrat ve nobran davrandığımızı fark ederek yüzümüzün kızarması gerekiyor biz Türkiye Türklerinin.

Türkçe içerisindeki farklılıkları bile tahammülsüzlükle karşılayıp eritmeye çalışan bir anlayışın, kendi coğrafyasındaki etnik dillere karşı sevecen yaklaşması düşünülebilir mi?

Kürtlere karşı işlediğimiz sayısız suçun en ağırı, en zor telafi edilecek olanı belki de onların ana diline verdiğimiz tahribattır. 87 yıl boyunca yok sayıp, unutturmaya, öldürmeye çalıştığımız bir kimliğin, Kürt kimliğinin ana enstrümanıdır Kürtçe.

İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler sonuçta ve eğer Kürtçe yaşamın her alanından silinmişse, Kürt kimliğini de un ufak etmeniz, Kürtleri kimliklerinden soyundurmanız da kolaylaşır. Kimliği parçalamaya, dili yok ederek başlarsınız…

Osmanlı’dan “işine geldiği noktalarda” kopuşmayı marifet sayan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın etnik dillere karşı gösterdiği kabulden de nasibini almadı elbette. Kuzey Afrika’da 300 yıldan fazla hüküm süren Osmanlı çekip gittiğinde, yerine gelen Fransız hepi topu 100 yıl içerisinde bütün Mağribilere şakır şakır Fransızca konuşturmakla başladı işe. Fransız, o eski şa’şaalı emperyalizminin yerinde yeller esse de, “Frankofoni” ile kültürel hegemonyasını bir biçimde sürdürebiliyor.

İngiltere ve ABD için konuşmaya gerek duymuyorum bile. Durum ortada. İngilizceyi bilmemek bir “eksiklik” de değil artık, ciddi ciddi utanılması gereken bir “ayıp”! Çocuğu ileride “bu ayıptan muzdarip olmasın diye” doğar doğmaz evde İngilizce konuşma kuralı getiren aileler duyuyorum. Ürpertici değil mi?

Hani orta yaşın üzerindeki kuşağın sinirini bozuyor ya günümüz çocuklarının kullandığı o tuhaf dil… Hani sokağa çıktığınızda neredeyse hiç Türkçe tabela bulamamak birçoğumuzu öfkelendiriyor ya…

Düşünün bir hele… Çocuklarınız İngilizce öğrensin diye yırtınmanızın, daha “batılı” yaşamak için çırpınmanızın sonucudur bu durum. Yani siz, çocuklarınız için tahayyül ettiğiniz o “daha iyi gelecek” için kendi dilinizden “gönüllü olarak” vazgeçiyorsunuz… Tartışılır tabii ama sonuçta bu sizin tercihiniz diyelim… Peki ya tercih etmeyen fakat dayatılanlar?

Çocuklarınızın ve sokaklarınızın her geçen gün “İngilizleşmesinden, Amerikanlaşmasından” rahatsızlık duyuyorsanız, örneğin bir Kürt olarak çocuklarınızın, köylerinizin, dilinizin her geçen gün Türkleşmesinin nasıl bir duygu yaratacağına dair fikriniz var mı?

Ya da Bulgaristan’da Türk isimlerinin, Türk dilinin adım adım Bulgarlaşması huzursuz edici değil mi?

Ya da Kıbrıslı bir Türk’ün o kendine özgü, güzelim Türkçesini sizin “egemen Türkçenize” dönüştürebilmek için ter dökmesi, rahatsız edici değil mi?

Kıbrıs’ı ve Kıbrıslı Türklere, başka hiçbir Türk toplumuna davranmadığımız ölçüde küstahça davranmamızda acaba onları bu kadar “bizden” görmemiz mi yatıyor? Ve bu “bizdenliğin” nedeni, onların “egemen Türkçeye” bu kadar kolaylıkla teslim olmaları mı acaba?

Acaba hiçbir Azeri Türkünden “Türklüğünü ispat” zorunluluğu beklemeyen biz Türkiyeli Türkleri, Kıbrıslı Türklerin yakasına bu kadar kolayca yapışmamızı sağlayan rahatlığın nedeni bu mu?

Aşağı yukarı 1 ayda trafik kazasına verdiğimiz kurban sayısından az “şehitle” hak iddia etmemize yol açan bir coğrafyayı bu kadar “bizim” kılan psikolojik zemin, dilimizin bu denli aynılaşması mı?

Yoksa Kıbrıs’ta 1974 ten sonra azgınca süren asimilasyona dur demenin yolu, Kıbrıslı Türklerin o güzelim “Kıbrıslıcaya” sahip çıkmalarından mı geçiyor? Düşünmek, tartışmak lazım bunun üzerinde.

Page 122: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

242

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Bildiğim o ki, Kıbrıslı Türkler hızla Türkiyelileştirilmeye çalışılıyor… Kimlik olarak, dil olarak, tarih olarak, toplumsal olarak, ekonomik olarak…

Topraklarınızda bir “yabancının” yabancı olduğunu en iyi ne zaman hissedersiniz diye sormak lazım insanlara… Eğer aynı dili üstelik aynı tonlamayla konuşuyorsak, “yabancının” yabancılığı mı kalır?

Denebilir ki, “aynıysa” demek ki “yabancı”, yabancı değil aslında… Öyle mi acaba? Düşünmek lazım…

Kıbrıslı Türk dostlarımla bu kadar rahat anlaşabildiğim için mutluyum…

Ama mutlu olduğum her konuda her zaman sorduğum gibi sormadan da edemiyorum kendime: “acaba bu mutluluk, değişmek zorunda kalmayanların mutluluğu mu?”…

23.10.2010

Page 123: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

244 245

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRISLI TÜRKLER VE KÜRTLER…

Türkiye’nin iki önemli sorunu var:

Kürt sorunu ve Kıbrıs sorunu…

Her iki sorun da Türkiye’nin hem iç hem dış politikasında zehirleyici bir etkiye sahip.

Her iki sorun da statükocu milliyetçiliğin, resmi devlet ideolojisinin yumuşak karnını oluşturuyor.

Her iki sorun da toplumsal zihni meşgul ediyor; üstesinden nasıl gelineceği, nasıl çözüleceğine dair fikir çatışmalarına yol açıyor.

Resmi anlayış doğrultusunda şekillenen “Kırmızı çizgiler” bu iki önemli sorunun kesiştiği yerde başlıyor çünkü…

Türkiyeli Türkler ve Kıbrıslı Rumlar “bölünme” endişesi taşıyorlar…

Kıbrıslı Türkler ve Kürtler ise kendi coğrafyalarında kendilerini yok sayan “ezen ulus” anlayışına karşı kimliklerini korumak, eşit haklı ortaklar olmak için mücadele yürütüyorlar.

Gerek Türkiye’de Türkler ve Kürtlerin, gerek Kıbrıs’ta Rumlar ve Türklerin “bir arada” yaşayabilmelerinin ön koşulunu “eşitlik” ve “yok sayılmamak” oluşturuyor.

Tuhaf bir çelişki bu. Türkiye’de Kürtlere kuşku ile bakanlar, Kıbrıs’ta da Rumların Türklere karşı benzer bir kuşkuyu taşıdığını anlayamıyorlar.

Kimse paralellik kurmuyor ama aslında Kürtler ve Kıbrıslı Türkler aynı yazgıyı paylaşıyor.

Kürtler Türkiye sınırları içerisinde eşit ve özgür olmak istiyorlar. Kıbrıslı Türkler de öyle…

Kürtler ana dillerini, kültürlerini, etnik kimliklerini koruyup geliştirmek istiyorlar. Kıbrıslı Türkler de öyle…

Kimse paralellik kurmaktan hoşlanmayacak ama Türkiye ve Kıbrıs Rum Yönetimi de aynı tutumu sergiliyor.

Türkiye, bölünme fikrini duymak bile istemiyor ve Kürt sorununun ancak ve ancak üniter çerçevede tartışılabileceği konusunda kararlı davranıyor.

Kıbrıs Rum Yönetimi ise federal bir çözüme razı görünmekle birlikte, “egemenliği” paylaşmak konusunda oldukça cimri davranmaktan kendini alamıyor.

Page 124: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

246 247

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kürtler, ancak kimliklerine saygı gösterilmesi, ana dilleri üzerindeki yasak ve engellemelerin kaldırılması, “Cumhuriyetin eşit haklı ortakları” olarak görülmeleri koşullarında “bir arada yaşamayı” istiyorlar… Kıbrıslı Türkler de öyle…

Eşitlik! Her iki halkın ortak talebine dönüşüyor… Kürtler de, Kıbrıslı Türkler de kendi vatanlarında eşit olmak istiyorlar…

Türkiye ve Kıbrıs Rum Yönetimi, “bölünme” fikrini değil tartışma, düşünme konusu dahi yapmamakta ısrarcı ve kesin bir tutum sergiliyorlar.

Türkiye, garantörü olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gerekirse bölünebileceği ve Kıbrıslı Türklerin kendi bölgelerinde, kendi kimliklerini koruyup, kendi devletlerini oluşturarak yaşayabileceklerini savunuyor… Türkiye, 1950’lerin sonundan bugüne Kıbrıs’ta “ayrılıkçılığı” destekliyor.

Kıbrıs’ta iki ayrı halk var… Kıbrıslı Türkler, Rumlardan farklı etnik kimliğe sahip, ayrı dili ve dini olan bir halk… Türkiye, Rumların “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin “kuruluş değerlerine” ihanet ettiklerine inanıyor. “Birlikte” kurulan bir Cumhuriyette Rumların, dengeyi Kıbrıslı Türkler aleyhine bozdukları, saldırgan bir tutumla Kıbrıslı Türkleri önce asimile etmeyi, ardından imha etmeyi denediğini söylüyor. Dayanak olarak da EOKA’cı çetelerin Kıbrıslı Türklere karşı gerçekleştirdiği katliamları gösteriyor.

Bu iki halkın barış içerisinde bir arada yaşayabilmesinin tek koşulu “iki bölgeli, iki devletli” bir oluşumun kurulabilmesi… Türkiye ve statükocu milliyetçilerin “ayrılıkçılığı” destekleme gerekçesini işte bu argümanlar oluşturuyor.

Türkiye’nin çelişkisi tam da burada başlıyor.

Adanın bölünmesi için öncelikle “iki ayrı halkın varlığını” gerekçe gösteriyor Türkiye…

Yanı sıra, ayrı dili ve ayrı dini olan ve üstelik birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığı, bu çabaların “ortak Cumhuriyetin temellerine” dinamit koyduğu ve nihayet geçmişte Rum Çetelerinin Kıbrıslı Türklere karşı katliamlar yaptığı, işte tüm bu nedenlerle Adanın bölünebileceği görüşünü savunuyor.

Rum Yönetiminin tüylerini diken diken eden bu “gerekçeler” iş Türkiye coğrafyasında olup bitenleri tartışmaya gelince Türkiye’nin tüylerini diken diken etmeye başlıyor!

Çünkü herkes biliyor ki, Türkiye Cumhuriyeti Türkler ve Kürtlerin birlikte kurdukları bir “Ortak Cumhuriyet”…

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde 2 büyük etnik grup “birlikte” yaşıyor: Türkler ve Kürtler.

Türklerin büyük bölümü Sünni ve Alevi Müslümanlardan, Kürtler ise Alevi veya Şafi Müslümanlardan oluşuyor.

Türkler Türkçe, Kürtler Kürtçe konuşuyor.

Tıpkı geçmişte Kıbrıslı Türklerin yaşadığı gibi, Kürtler de çeşitli tarihlerde kitlesel kırımlara uğratıldılar. Dersim, Kahraman Maraş katliamları gibi…

Ve Türkiye’de, Cumhuriyetin daha ilk yıllarından başlayarak Türklerin Kürtler üzerinde hâkimiyet kurduğunu, önce ana dillerini kopartıp kültürel kimliklerini yok saydığını, Anadolu’yu “çok kültürlülükten” tek kültürlü bir yapıya dönüştürmeyi denediğini artık herkes biliyor…

Kürtler arasında da “ayrılmanın tek çare” olduğunu söyleyen “şahin ayrılıkçılar” var, Kıbrıslı Türkler arasında da…

Kürtler arasında da her şeye rağmen “bir arada yaşamanın” koşullarını yaratmaya çalışanlar var, Kıbrıslı Türkler arasında da…

Her iki ülkede de, gerek Türkiye’de, gerek Kıbrıs’ta Kürtler ve Türkler, Rumlar ve Türkler arasında “bölünmemek” için “farklılıklarla bir arada yaşamanın” koşullarını oluşturmaya kafa yoran, bedel ödemekten kaçmayanlar var…

Ve her iki ülkede de her fırsatta “bir arada yaşama koşullarını” temelden dinamitlemek, toplumları birbirlerinden koparmak için var güçleriyle çalışanlar var…

Türkler ve Kürtler, Rumlar ve Türkler arasında taban bulan kör milliyetçilik, “birliği korumak adına” aslında nefreti, ayrılığı, bölünmeyi körüklüyor…

Biliyorum, böylesi bir paralellik kurmaktan hiç kimse hoşlanmayacak…

Ama Kıbrıs’ta “ayrılıkçılığı” desteklerken Türkiye ve statükocu milliyetçilerin aslında kendi ayaklarına kurşun sıkmakta olduklarını görmeleri gerekiyor…

Ve milliyetçiliğin biricik panzehiri olan enternasyonalist solun gerek Türkiye’de gerek Kıbrıs’ta daha fazla inisiyatif alması, sürecin peşine takılmak yerine gündemi belirlemesi gerekiyor…

Aksi takdirde, bu iş zor… Çok zor!

27.11.2010

Page 125: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

248 249

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

CEMİL BEY’DE BU PARA, İŞBİRLİKÇİLERDE BU ENSE VARKEN!

Türkiye “her devrin adamı” kimliğiyle kendisini nasıl hatırlayacak ayrı konu ama Kıbrıslı Türkler için Cemil Bey’in her geçen gün daha özel bir yer edindiği muhakkak!

İlginç bir siyasi kariyeri var Cemil Bey’in. Hükümetler değişir, Cemil Bey değişmez. Hükümetlerin politikaları değişir, Cemil Bey’in politikası değişmez. O hep “devlet-i Ali’nin” sözcüsü, gözcüsüdür şaşmaz biçimde…

Cemil Bey müstemleke valisi edasıyla girip çıktığı Kıbrıs’ta bir acayip özgüvenle acayip laflar ediyor.

Ama malum; söyleyene değil, söyletene bak derler!

Cemil Bey, nezaket sınırlarını tuzla buz eden söz ve davranışlarında en büyük cesareti hiç kuşkusuz işbirlikçilerinden alıyor. Yoksa herkes gibi Cemil Bey de biliyor ki, “bağımsız ve egemen bir devleti” ziyarete giden hiçbir “dost ve kardeş ülke” bakanı, Cemil Bey’in nezaketsizliğini aklından bile geçiremez.

Daha geçen gün Avusturya’da bir gazeteye verdiği haklı beyanat nedeniyle krize yol açan Türkiye Büyükelçisinin karşılaştığı tepkiye bir bakın, bir de Cemil Bey’in Kıbrıs’ta yaptıklarına. Büyükelçi hepi topu bir röportajda “Avusturya’da ırkçılık yükseliyor” deyiverdi ki hiç de haksız bir ifade değildi bu. Bütün Avusturya ayağa kalktı “haddini bil Büyükelçi” diye.

Bizdeyse Cemil Bey’in açtığı yolda neredeyse mahalle muhtarları gidip Kıbrıslı Türk Bakan fırçalayacak hale geldi. Büyükelçisinden Bakanına herkes Kıbrıslı Türklere ayar verme yarışında.

Türkiyelilerin yadırgamaması tuhaf tabii ama bizi KKTC adı verilen oluşumun egemen bir devlet olduğuna inandırmaya çalışanların ve ciddi ciddi buna inananların bu davranışları yadırgamaması çok daha tuhaf.

Oysa tuhaf biçimde ben yadırgıyorum örneğin.

Bana göre zaten KKTC, Türkiye ve işbirlikçilerinin yarattığı bir illuzyondan başka bir şey değil ama benim gibi “hainlerin” ne düşündüğünün önemi yok ki?

Mühim olan sabah akşam “egemen KKTC’den” bahsedenlerin kendi tezlerini sabah akşam yalayıp yutmaları…

Olup bitenlere acı bir tebessümle bakan bizlerden çok, varoluşunu “egemenlik” üzerine kurgulayanların kendileriyle bu kadar ağır çelişkiye düşmeleri ve bununla yaşayabiliyor olmaları tuhaf olan!

Page 126: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

250 251

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

“Egemen KKTC’nin” saygın başbakanı ya da Cumhurbaşkanı olduğunu düşünen zat-ı muhteremlerin ruh halini merak ediyorum örneğin. Herkesi “egemen olduğunuza” inandırmaya çalışırken, bir Türkiyeli bürokratın gelip iki fırçayla karizmanızı “çizmesi” hiç hoş olmasa gerek!

“Bağımsızlığım, egemenliğim” diye aslanlık taslayanlar, bağımsızlık ve egemenliği tatsız bir şakaya dönüştüren Türkiye bürokratlarının tavırları karşısında süt dökmüş kediye dönüyorlar. İkbal ve iktidarlarını koruyabilmek adına hem kendi halklarının gözünün içine baka baka yalan söylüyor hem de eşine az rastlanır bir işbirlikçilik sergiliyorlar.

Anlaşılan o ki, yerli işbirlikçileri mide bulandırıcı bir biçimde sinikleşip yaltaklandıkça Cemil Bey’in vukuatları daha da çoğalacak. Kıbrıslı Türkler bundan rahatsızlık duyar ya da duymaz bilemem ama bir Türkiyeli olarak Cemil Bey yüzünden Kıbrıslı Türk dostlarımızın yüzüne bakamaz hale geleceğiz korkarım. Tamam Kürtlere karşı edepsizlik sınırlarını çoktan aştık ama bari soydaşlarımız diye şişindiğimiz Kıbrıslı Türklere yapmayalım bu kadarını.

Gerçi bütün bu olup bitenlerden pek kimsenin rahatsız olduğunu da zannetmiyorum. Türkiye kendisinin bile inandığını zannetmediğim yalanlar silsilesiyle varlığını sürdüren bir devlet anlayışını sürdürmekte ısrar ediyor.

Komşularının “üniter yapısının” korunması konusunda hassasiyet gösteren, örneğin Irak’ın bütünlüğü konusunda cansiperane bir tutum sergileyen Türkiye, her nedense Kıbrıs’ta ayrılıkçı bir siyaseti yıllardır savunuyor. Aklı başında hiç kimse Türkiye’nin neden Irak’ın Kuzeyinde bir Kürdistan’a tahammül edemezken, Kıbrıs’ın Kuzeyinde ayrı bir devlet oluşumu konusunda ısrarcı olduğunu anlayamıyor. Aslında anlıyor tabii anlamasına da… Hiçbir devlet, bazı gerçeklerin yüzüne bu kadar sert biçimde vurulmasını hak etmiyor…. Bunları yazarken ben utanıyorum ama ne acıdır ki benim devletim yaptıklarından hicap duyarmış gibi görünmüyor…

Türkiye Kürtleri konusunda daha da tuhaf bir tutum sergileniyor. Lozan Antlaşmasının 39/5 hükmünü açıkça çiğnemekte beis görmeyen Türkiye’nin Avrupa’daki Türk vatandaşlarına ana dilde eğitim hakkı istemesi kimsenin anlayabileceği bir şey değil. Düşünsenize, Türkiye’nin tapu senedi niteliğindeki Lozan, her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşına, mahkemeler dahil heryerde ana dilini kullanma hakkı tanımışken bunu tartışmaya bile yanaşmayacak ama Avrupa’nın karşısına dikilip Türk vatandaşları için ana dilde eğitim hakkı talep edeceksiniz! Akıl alır gibi değil!

Eh, “akıl tutulması” dediğimiz şey tam da bu… Birileri gözümüzün

içine baka baka bizle kafa bulurken, bizler oturmuş izliyoruz sakince…

Manzara bu olunca, korkarım Cemil Bey’in kabalığına şaşmamak gerekiyor. Çifte standart üzerine kurulmuş bir resmi ideolojinin, resmi söylemini üreten bir siyasetçiden, başka nasıl bir davranış beklenebilir ki?

Dedik ya, söyleyene değil söyletene bak!

Cemil Bey’de para, işbirlikçilerde bu ense, sessiz yığınlarda bu mide olduğu sürece daha çok şamar göreceğiz…

Bir garabete o garabetten beslenenlerin tepki göstermesi bekleyemeyeceğimiz için, Cemil Bey daha çok ezip çiğneyecek Kıbrıs’ın güzelim cemilelerini…

29.11.2010

Page 127: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

252 253

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

TIMARHANE NOTLARI

Baraka’cı gençlerin protesto ziyareti sırasında Yeni Düzen’in 30 polisle kuşatılmasına duyduğu şaşkınlığı Sevgili Cenk’in satırlarından gülümseyerek okudum. Acı bir gülümseme bu. Bir yandan bunca didiklemeye, bunca müdahaleye rağmen Kıbrıslı Türklerin o kalender, demokrat geleneklerini hala yok edememiş olmamızın verdiği keyif; öbür yanda “koskoca” Türkiye’nin “küçücük” Kıbrıs’tan ve Kıbrıslı Türklerden hala öğrenecek çok şeyi olduğunu fark etmenin burukluğu…

Cenk şaşkın. Belli ki üzülmüş. Hayır, gençlerin gazeteyi protesto etmesine değil. Demokratik bir eyleme, 30 polisin gönderilmesine üzülmüş ve şaşırmış.

Eyleme katılan Baraka Kültür Merkezi ve YKP’nin çalışmalarını ilgi ve sempatiyle izleyen biri olarak, onların bu eyleme ilişkin ne dediklerine de baktım. Son derece olgun ve demokratik bir üslupla tepkilerini dile getirmişler. En küçük bir öfke ve şiddet belirtisi yok. Nitekim Yeni Düzen’in Genel Yayın Yönetmeni de “protestocuları” odasına davet etmiş karşılıklı değerlendirmelerini aktarmışlar birbirlerine. Cenk’in sorusu haklı: 30 polisin orada ne işi vardı?

Lefkoşa’dan bakıldığında nasıl görülüyor bilmiyorum ama bizim sevgili tımarhanemizde işler karışık biraz. Toptan delirdik! Yemin ediyorum toptan delirdik ve korkarım artık tedavi şansımız da kalmadı.

Sevgili Cenk “demokratik bir eylemde 30 polisin işi ne?” diye soradursun, bizde demokratik bir gençlik eylemine yüzlerce polis gönderilmekle kalmıyor, polisler eşi benzeri görülmemiş bir şiddet uyguluyorlar. Öyle bir şiddet ki bu, onlarca öğrencinin ağzı burnu kırılıyor, gencecik hamile bir kadın polis tekmeleriyle bebeğini kaybediyor. Durun, işin “delilik” faslına gelmedim henüz. Anlı şanlı köşe yazarları, “şık demokratlar”, siyasetçiler üzüntü duyacaklarına “canım hamile kadının o eylemde işi neydi?” diye başlıyorlar söze! Deliliğin naif ve sevimli bir yanı vardır bazen. Ama delilik, ruhunuzun derinliklerindeki faşizmi açığa çıkartıyorsa… İşte bu ürkütücüdür!

AKP Hükümeti kim ne derse desin, 2002 yılından bu yana Türkiye’de önemli işler yaptı. Kıbrıs sorunundaki (ne yazık ki artık terk edilen) akılcı tutumu, Ermenistan başta olmak üzere “komşularla sıfır problem” siyasetiyle etkin bir dış politika yürüttü. Kürt sorununun tartışılabilir hale gelerek öyle veya böyle belirli bir çözüm seyrine oturtulması, askeri vesayetin belinin kırılması gibi önemli konularda, 1 Mayıs’ın serbestçe kutlanması, Olağanüstü Halin kaldırılması, Kürtçe televizyon gibi doğru ve etkili politikalar izledi. Bu süreçte, toplumun ve aydınların önemli bir bölümünün desteğini de almayı başardı. “Yandaşlık” gibi ağır suçlamalara, karalama kampanyalarına ve AKP’nin kendisine rağmen, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, askeri vesayetin sonlandırılması yolunda sadece akıl ve vicdan gereği verilmiş bir destekti bu.

Page 128: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

254 255

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Türkiye’de kıran kırana bir mücadele yürüyor. Kemalci Cumhuriyetçiler ve toz kondurmadıkları darbeciler, her boydan ve her soydan milliyetçi faşistler ile kendinden menkul solculardan oluşan “statükoyu koruma cephesinin” salvo atışları altında akıl ve vicdan sahibi aydınlar demokratik bir Türkiye için mücadelelerini sürdürüyorlar.

Ağır ve ahlaksızca bir saldırı bu!

Kıbrıs sorununun çözümünü mü destekliyorsunuz? Hain ve işbirlikçisiniz!

Kürt açılımını mı destekliyorsunuz? Bölücüsünüz!

Ermenilere yapılanlardan utanç duyuyor ve Ermenistan ile yakınlaşmayı mı destekliyorsunuz? Hainsiniz!

Darbe girişimcilerinin yargılanmasını, Dağlıca gibi, Aktütün gibi karakol baskınlarında komutanların hataları nedeniyle şehit olan yüzlerce gencin hesabının sorulmasını, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmalarını mı istiyorsunuz? Hainsiniz!

Partilerin kapatılmasına, Anayasa Mahkemesinin aşırı gücüne, yargının siyasi kararlarına karşı mı çıkıyorsunuz? İşbirlikçisiniz!

Tescilli faşistler ve iflah olmaz otoriter devletçiler neyse de; sahip çıkması, öncülüğünü yürütmesi gereken bu mücadelelerde “soldayım” diyenlerin bu koronun başını çekmesi ve demokrat aydınlara karşı statükocuların tetikçiliğini yapması keder verici bir durum.

Öbür yanda da AKP içerisindeki Türk-İslamcıların Türkiye’yi muhafazakârlaştırma, demokratik kazanımları geriye çevirme çabası sürüyor. Burhan Kuzu, “68’liler ülkenin başına gelmiş bir beladır” diyerek “zihniyeti” açık ediyor.

Anayasa referandumunun üzerinden tamı tamına 3 ay geçti. AKP, sözünü tutup darbecilerin yargılanması sorumluluğundan kaçıyor.

“Aileden sorumlu” bir bakanın katılımıyla düzenlenen uluslar arası bir konferansta kadınların kazanılmış hakları; kürtaj, boşanma, bekâr annelik “aileyi tehdit eden unsurlar” arasında sayılıyor. Dini nikâhın “yeterli olabileceği” ima ediliyor. Eşcinsellere karşı nefret ve aşağılayıcı ifadeler kullanılıyor.

Kürt siyasetçilere karşı ağır bir yıldırma ve baskı politikası yürütülüyor. Bir yandan TRT “Şeş” Kürtçe yayın yaparken, öbür yanda Lozan’ın açık hükümleri çiğnenerek Kürtçe savunma hakkı engelleniyor, daha da kötüsü Kürtçe için “bilinmeyen dil” ifadesi kullanılıyor.

Binlerce insan, ifadeleri bile alınmadan cezaya dönüştürülen bir yargılama ve tutukluluk uygulamasına tabi tutuluyorlar.

Öğrenciler demokratik gösteri ve yürüyüş haklarını kullanmaya kalktıklarında akıl almaz bir polis şiddetiyle karşılaşıyorlar.

En kötüsü, AKP bu konulardaki eleştirilere tahammülsüzlükle yaklaşıyor. Başbakan, en küçük bir eleştiriyi bile en galiz ifadelerle “mahkûm ediyor”. AKP “dinlemeyi reddeden” bir parti ve hükümete dönüştükçe, otoriter ve ceberrut bir görüntü sergiliyor.

İki ateş arasında yürütülen bir mücadele bu!

Bizim tımarhanede, AKP’nin doğru politikalarını desteklemeniz “yandaşlık”, yanlış politikalarını eleştirmeniz ise “saldırı” olarak değerlendiriliyor.

Haziran seçimlerine doğru “milliyetçi muhafazakâr seçmenin” gönlünü hoş etme stratejisine yönelen AKP, aydınların kendisine verdiği “ödünç” desteğin önemini ve değerini, ancak onları kaybettiğinde anlayacak.

Bu arada siz daha Kıbrıs Sorunu çözülür mü çözülmez mi diye düşünedurun. Tımarhaneye dönen Türkiye’nin ne Kıbrıs’ı düşünecek hali mecali, ne de bu konuda politika üretecek vizyonu var bugün

11.12.2010

Page 129: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

256 257

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ORADA KİMSE VAR MI?

Karşıyaka-Apoel maçında çıkan olaylar Türkiye medyasında geniş yer buldu. Türkiye gazeteleri, ırkçı-faşist Rumların Karşıyaka takımına saldırısını enine boyuna yazdılar.

Ne oldu bu maçta? Apoel taraftarları Türk takımına saldırdılar.

Milliyetçiler için ne kadar da iştah kabartıcı bir haber bu!

Düşünsenize, birileri barış, barış diye yırtınırken, al sana barış! Bakın barışçıl bir spor karşılaşmasında bile fanatik Rumlar Türklere nefret kusuyor!

Sersem Apoel taraftarlarının Hristofyas’ı bile çileden çıkartacak biçimde Türk takımına saldırmasını Türkiye elbette bir “fırsat” olarak iyi değerlendirdi.

Karşıyaka’nın “mazlum ve mağdur” sporcuları havaalanında Bakan düzeyinde karşılandı.

Milliyetçiler, Rumlarla Türklerin bir arada yaşayamayacağının bu en yeni “kanıtına” iştahla sarıldılar.

Ama niyeyse hiç kimse sormadı: Türkiye, yere göğe sığdıramadığı KKTC’nin herhangi bir takımıyla herhangi bir sportif karşılaşma yapamazken, nasıl oluyor da Rum takımlarıyla, üstelik Rum kesiminde maç yapabiliyor?

Çözüm istemek ihanet ama bir KKTC takımıyla maç yapmaya paça sıkmaması ihanet değil öyle mi?

Bir KKTC takımıyla maç yapmaya yüreğiniz yetmiyor ama gidip Rum’un memleketinde(!) bir Rum takımıyla maç yapmakta sakınca görmüyorsunuz öyle mi?

Pes doğrusu!

Türkiyeli ve Kıbrıslı Türk barışseverler, Rum ve Yunanlı barış yanlılarıyla bir etkinlik yaptığında “ihanet” çığlıkları atanlar neden susuyor?

Bakınız Türkiye, KKTC’yi her fırsatta boğmaya çalıştığını ileri sürdüğü Rumlarla öpüş kokuş ilişkiler içerisinde yıllardır…

Kaç yıl oldu KKTC kurulalı? 27 yıl!

Peki, 27 yıl boyunca Türkiye takımlarından herhangi biri, herhangi bir KKTC takımıyla karşılaşma yapabildi mi? Hayır!

Page 130: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

258 259

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Ama 27 yıldır Türkiye takımları Rum takımlarıyla sayısız karşılaşma yaptı, doğru mu? Evet!

Daha da kötüsü var. Türkiye’deki uluslar arası spor karşılaşmalarında o canımız kanımız, egemenliğini tartışmaya bile yanaşmadığımız, tartışanları taşa tuttuğumuz KKTC temsil edilebiliyor mu? Hayır!

Peki neden sormuyorsunuz bu nasıl iş diye?

Sormuyorsunuz çünkü sormak işinize gelmiyor!

Hadi Türkiye’de kimse sormuyor bunu… Ya “devletim, egemenliğim, anavatanım” hamaseti yapan KKTC yöneticileri?

Rumlar KKTC nin her adımını hafiye gibi izleyip, en küçük bir uluslararası teması bile şikayet konusu ederken, KKTC’nin vatansever yöneticileri “anavatan” Türkiye’nin bu ikiyüzlülüğüne karşı en küçük bir tepki veriyorlar mı? Hayır!

Türkiyeli memurlar gelip eylem yapan sendikalara “tıpkı güneydekiler gibi” deme cüretini gösterirken, bir tanesinin aklına gelmiyor mu, “güneyi asıl en iyi siz bilirsiniz!” demek?

“Bağımsız ve egemen” KKTC’nin bir tane yurtsever hükümet yetkilisi yok mu Türkiye’ye “bağımsızlığımıza ve egemenliğimize önce siz saygı duyun, arkası nasıl olsa gelir” diyebilecek?

Çözüm isteyenleri ihanetle suçlayan anlı şanlı Cumhurbaşkanlarından, Başbakanlardan, Bakanlardan, vatansever gazetecilerden bir tane çıkmıyor mu Türkiye’ye “KKTC’yi boğmak isteyen Rumlarla sportif karşılaşma yaptığınız için sizi protesto ediyoruz” diyebilecek?

Türkiye’nin ve KKTC’nin o kaleminden kan damlayan milliyetçileri soramıyor mu Türkiye’ye, “utanmıyor musunuz da KKTC takımlarıyla maç yapamazken, Rum takımlarıyla maç yapıyorsunuz” diye?

Neden ama?

Gücünüz sadece barış yanlılarına hırlamaya, barışseverleri hainlikle suçlamaya mı yetiyor sizin?

Hep söylerim yine söylüyorum: Milliyetçiliği kazıyın, altından işbirlikçilik ve ihanet çıkar…

Ama artık birileri bu küstahça ikiyüzlülüğe dur demeli… Dur demeli de… Kim?

Kıbrıs Türk spor takımları uyuyor musunuz? Neden sizi hiçe sayan ama

Rum takımlarla karşılaşma yapmakta sakınca görmeyen Türkiye’yi ve Türkiyeli spor takımlarını protesto etmiyorsunuz?

Kıbrıs Türk sendikaları, örgütleri, partileri hele ki Kıbrıs Türk solu, neden tek bir Kıbrıs Türk takımıyla karşılaşma yapmaya yüreği yetmeyen ama sizlere terbiyesizce saldırmakta sakınca görmeyenleri teşhir etmiyorsunuz?

Ciğerinizi kavurup var ettiğiniz malınız mülkünüz peşkeş çekiliyor. Alın teriniz, maaşlarınız budanıyor. Dişinizle tırnağınızla aldığınız haklarınız gasp ediliyor. Kendi yurdunuzda, kendi evinizde azınlığa düşürülüyorsunuz. Bir de üstüne hakaretlere maruz bırakılıyorsunuz…

Yetmiyor mu? Daha ne bekliyorsunuz?

Bir Türkiyeli olarak gerçekten merak ediyorum ve sormadan edemiyorum:

Hey Kıbrıslı Türkler! Orada kimse var mı?

27.12.2010

Page 131: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

260 261

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

YENİ BİR YIL…

Her ne kadar yeni bir yıla başlarken iyimserlik ve umut dolu sözler taşımak adet olsa da, hepimiz biliyoruz ki geride bıraktığımız zor yılın ardından 2011 daha da büyük belirsizlikler, altüst oluşlarla dolu bir yıl olacak.

Yazgıları birbirine bağlı halklarız biz.

Türkiyeli Türkler, Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlar, Yunanlılar ve Kürtler.

Aynı coğrafyada itişe kakışa yaşayan, kendi dolaştırdıkları derin sevgi ve nefret yumağı içerisinde hem kendi boğazlarını hem diğerlerinin boğazlarını sıkan kedi yavruları gibi.

Bize uzaktan bakanlar bu itişip kakışmayı sevimli buluyor mu bilmiyorum ama biz, itişip kakışmaktan fazlasını bilmiyoruz henüz.

Hepimiz için başka türlü bir hayat olabilir diye düşünsek de bazen; genlerimize öylesine işlemiş ki bu didişme ruhu, en aklıselimimiz bile kendini alıkoyamıyor küçük, hararetli saman alevi kavgalarımızın içine bodoslama dalmaktan. Şöyle bir bakın geçen yılın haberlerine… 2-3 haftada bir büyük kavgalar başlatıp kimini bitirmiş, kiminden sıkılıp bir başka kavganın içine dalıvermişiz.

Akdenizli olmak bu herhalde… Biraz da doğulu… Eski Yunan tragedyalarının modern kahramanlarıyız…

Kendi ürettiğimiz yalanlara inanmak konusunda şaşırtıcı iştahımız, bu yalanlar üzerinden birbirimizin hayatını zehretmeye dönüşüyor çoğu kez.

“Egemenliğim, bağımsızlığım” diye yırtınan bir tahta kafalılığa “hayır, egemenlik bu değil, bağımsızlık bu değil, bunun adı berbat bir sömürgecilik ve ondan da berbat bir işbirlikçiliktir” dediğinizde size dehşetle bakıyorlar. Argümanlarınız yetmiyor onları ikna etmeye. Şaşkın kalakalıyorsunuz.

Yıllardır binlerce mil ötesinin “dilini” ikinci dil belleyen Türkiye’de kardeşinin dili üzerinden kopartılan fırtına büyüdükçe büyüyor. İki dilliliği emperyalizmin Türkiye’yi bölme planı olarak görenler, emperyalizmin ana dili olan İngilizcenin hayatın göbeğinde yer almasının saçmalığını soramıyorsunuz. Sorduğunuzda boş boş bakıyorlar suratınıza…

Tam da bu yazıyı yazarken ajanslara düşen “Türkiye bir liman açıyor” haberiyle umutlanırken, alelacele Egemen Bağış’ın “yok böyle bir şey” yanıtını twitter üzerinden okuyarak şaşırıyorsunuz. Teknoloji tüm sınırları kaldırmış çoktan. Biz hükümranlık kavgasının ortasında bilmem kaç kuşağın hayatının heba edilişini izliyoruz öylece…

Page 132: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

262 263

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kendimizi varlama biçimimiz, hep başkalarından kuşku duymak ve bu kuşkuya neden olanları sonsuza dek ortadan kaldırma tahayyülü üzerine kurulu.

Öylesine eminiz ki inandıklarımızdan, aslında gerçeğe susuzluktan kavrulmaktayken, gözümüzün önünde çığlık çığlığa akan gerçekler ırmağına öylesine boş gözlerle bakıyoruz ki… Ölmekte ve öldürmekte olduğumuzun farkına varamıyoruz bir noktadan sonra…

Konu komşunun bilmesini istemediğimiz “aile sırlarımızın” olduğundan şiddetle eminiz. Eşimizin bizi aldattığına, ayrılıp bizi terk etmek istediğine inanıyor ve emin olduğumuz bu ihanet ve ayrılıktan marazi bir acılı nefret hikâyesi üretiyoruz kendi içimizde...

“Ya benimsin ya toprağın” repliği hastalıklı biçimde yer ediyor ruhumuzda. Sorunları anlamak ve çözmek değil, bir biçimde sorunu ortadan kaldırmak istiyoruz! Biz ayrılamayız! O kadar!

Ayrılmayalım tamam… Kim ayrılmak ister ki mutlu ve huzurlu bir yuvada? Ama ayrılmamak için, mutlu ve huzurlu bir yaşam için ne yapıyoruz?

Türkiyeli Türkler Kürtlerin ayrılıkçılığından muzdarip, var güçleriyle, her türlü baskı ve engellemeyle bu süreci durdurmaya çalıştıklarını zannediyorlar.

Kürtler kendi ülkelerinde eşit haklı bir ortak olmak istiyorlar tıpkı Kıbrıslı Türkler gibi…

Aynı Türkiyeli Türkler, Kıbrıs’ın bir somun gibi ortadan ikiye bölünmesi konusunda son derece iştahlı görünüyorlar.

Kıbrıslı Rumlar ise bir yandan Türkiye’den kurtulup, bir yandan da Kıbrıslı Türkleri azla yetinmeye mecbur kılmak istiyorlar…

Sorunlarımız ne kadar aynı farkında mısınız? Ne kadar benziyoruz birbirimize…

Aslında bir kurtulsak “mış gibi” yapmaktan, aslında bir sıyrılsak ortak varoluşumuzu dinamitleyen “aile sırlarından”, bir arada yaşamayı bir çaresizlik, bir mecburiyet olmaktan çıkartıp keyifli bir dost sofrasına dönüştürebilsek… Bir kurtulabilsek geleceğimizi zehirleyen geçmişimizden… Yeni bir çağa, yeni bir yıla, yeni bir sabaha taze bir başlangıç yapabilsek gerçekten…

Dünyanın en bereketli topraklarında hepimize yetecek ekmek ve su, aşk ve kardeşlik, sevinç ve umut varken, yokluğun ve nefretin, hüznün ve umutsuzluğun hasatına koyulmaktan vazgeçebilsek…

Bunun için canımızın biraz daha acıması gerekiyor ne yazık ki…

Biraz daha bedel ödememiz, biraz daha mücadele etmemiz gerekiyor.

Yalana yalan, namussuzluğa namussuzluk demekten korkmamamız gerekiyor.

“Hayır” dememiz gerekiyor bazı şeylere.

Sokakları doldurmamız gerekiyor yeniden.

Tarihimiz, birlikte başarabildiklerimizle dolu. Yeniden el ele, omuz omuza kenetlenmemiz, yeniden sesimizi yükseltmemiz gerekiyor Türkiye’de ve Kıbrıs’ta… Barış için, özgürlükler için, ekmek ve adalet için… İnsan onuru için…

Her şeye rağmen mutlu bir yıl diliyorum buradan, “oradaki” herkese…

01.01.2011

Page 133: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

264 265

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

EVET İŞGAL VAR!

Bir Başbakan’ın “Evet, Dersim’de bir katliam yapılmıştır, devletim adına özür dilemem gerekiyorsa dilerim ve diliyorum” sözünü edebilmesi için 73 yıl bekledik. Bu “alışılmadık” itirafla tüyleri diken diken olan “resmi görüş” savunucuları, çok geçmeden ikinci bir tokatla sarsıldı: 37 yıl sonra TBMM’de bir milletvekili, Ertuğrul Kürkçü çıkıp “Evet Kıbrıs’ta İşgal vardır” dedi.

Tuhaflıklar ülkesiyiz ya? Herhalde Dersim’de katliam için devlet adına özür dileyen Başbakan’ı ayakta alkışlayan Egemen Bağış'a göre “katliam”, “işgalden” daha hafif bir suç olmalı ki, Kıbrıs konusunda “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin işgalci olarak nitelenmesini” infialle karşıladı.

38’de “Cumhuriyet rejimi adına” Dersim’i “dümdüz eden” TSK’nın bu suçu için özür dilenmesinde beis yok ama 74’te “Barış” adına Kıbrıs’ın somun gibi ikiye bölünerek işgal edildiğinin dillendirilmesi “kabul edilemez”! Yani “TSK’ya laf edilecekse, onu ancak biz söyleriz” demeye getiriyor herhalde Egemen Bey…

CHP zaten evlere şenlik. Devlet-i Ali'nin yediği haltlara laf eden herkes hain CHP için, çok şükür ki 30'lu yılarda değiliz! Çoktan kurulmuştu İstiklâl Mahkemeleri! Kürkçü lafını bitirir bitirmez ilk olarak CHP'li Hamzaçebi fırladı kürsüye. Devletin, ordunun suçlarının da avukatlığında ilk sırayı yine CHP kapıverdi! Hamzaçebi "Türk ordusu'na işgalci demek" ağır bir haksızlık-mış!

Oysa evet, kimse yüksek sesle söylemese de herkes biliyor ki Kıbrıs’ta artık yüzleşmemiz, kabul etmemiz ve derhal son vermemiz gereken bir işgal var!

1974 Temmuz’unda “Adada anayasal düzeni yeniden kurmak, Kıbrıslı Türk ve Rumların can ve mal güvenliğini sağlamak” gerekçesiyle yapılan 1. Harekâtın ardından hiçbir mantıklı gerekçe üretilemeyen 2. Harekâtı gerçekleştirdiğimiz andan itibaren adada işgal var.

Yunan Cuntası devrildiği, EOKA-B çeteleri dağıldığı, güvenlik sağlandığı halde yıllar içerisinde sayısı 50 bine ulaşan askeri kalıcı biçimde adada konuşlandırdığımız; asker çekmek bir yana, asker sayısını azaltmaya yanaşmadığımız için işgal var!

Harekât başladığı andan itibaren korku içerisinde Güney’e kaçan Rumların Kuzey’de bıraktıkları mala mülke el koyduğumuz, “Türkleştirdiğimiz”, iade etmeye yanaşmadığımız, tazmin etmemek adına her yolu denediğimiz için işgal var!

Garantörlüğümüzün “garantisi” olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yok saydığımız, 1983’te oldubittiye getirerek Kuzey’de, kendimizin

Page 134: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

266 267

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

bile tanıyamadığı bir “devleti” kurdurup, başına işbirlikçi bir rejimi oturttuğumuz için işgal var!

Bir zamanların zengin ve güzel “Beyrut’u” sayılan Maraş’ın altını üstüne getirdiğimiz, şimdi hesabını nasıl vereceğimizi bilemediğimiz ölçüde soyup soğana çevirdiğimiz için işgal var!

“Kontrolümüz altında tuttuğumuz” bölgeye “ana vatandan” akıl almaz bir nüfus transferini gerçekleştirerek kabul edilemez bir BM suçu işlediğimiz ve “nüfus yapısını değiştirdiğimiz” bir coğrafyada Kıbrıslı Türkleri bile azınlık haline getirdiğimiz için işgal var!

İlköğretimden başlayarak Kıbrıslı Türklerin çocuklarını kendi tarihlerini, kendi coğrafyalarını değil Türkiye Tarihini, Türkiye coğrafyasını ezberlemeye mecbur tuttuğumuz için işgal var!

Adaya elimizi kolumuzu sallayarak, sadece nüfus kâğıdımızı göstererek girip çıkabildiğimiz, Lefkoşa’ya Çorum muamelesi yapabildiğimiz için işgal var!

Kıbrıslı Türkler kendi ulusal marşları yerine Türkiye milli marşını söylemek zorunda bırakıldıkları için işgal var!

Kuzey’in tarımını, turizmini, ticaretini yok edip giydiği donuna kadar kendimize bağımlı hale getirdiğimiz için işgal var!

Her yıl milyonlarca liralık sözde yardıma karşılık, serbest rekabet kurallarının işlemediği bir ortamda insanları Türk mallarını tüketmeye zorladığımız için işgal var!

Atanmış generallerin, seçilmiş Başbakanların yakasına yapışıp “Sen önce Türklüğünü ispatla” diyebildiği bir sömürge düzeneği kurduğumuz için işgal var!

Seçilmiş Cumhurbaşkanı, kıçıkırık bir barikattaki demir köprüyü kaldırmaya yeltendiğinde, generaller kendisine “anayasayı” hatırlatabildiği için işgal var!

Başbakanımız, Başbakanlarına fütursuzca maaşını sorabildiği, halkına “beslemeler” diyebildiği, canı isteyince uçağa atlayıp “teftiş edebildiği”, dilediği meydana kürsü kurup halka “ayar verebildiği” için işgal var!

Kıbrıs deyince aklına önce rulet masaları gelenler, tepesi atınca “kanla aldık kardeşim vermeyiz” diye kükreyebildikleri için işgal var!

Cumhuriyet Meclisi’nin karşısına 2 kat büyüklükte bir Elçilik kurup, o Elçiliği Kuzey’deki her kurumun üstünde bir konuma getirdiğimiz için işgal var!

Kıbrıslı Türkleri, Yardım adı altında işbirlikçi bir rejimin devamı için aktardığımız paraların nasıl ve nerede harcanacağına bile karar verme hakkından yoksun bıraktığımız için işgal var!

Ülke siyasetine müdahale ettiğimiz, hükümetler kurup hükümetler yıkabildiğimiz için işgal var!

50’lere kadar kültürünü, dilini, dinini korumak için Türkiye’ye ihtiyaç duymayan bir halkı “Türkleştirmeye” çalışmak yetmiyormuş gibi bir de İslamlaştırmaya yeltendiğimiz için işgal var!

37 yılda canından bezdirilmiş, üretimden kopartılıp maaşa bağlanmış, gelecekten umudunu kesmiş bir toplum yarattığımız için işgal var!

İşte bunun içindir ki çok sever Kıbrıslı Türkler o şarkıyı…

“Elleri kolları bağlanmış yurdumun! Her yanı işgal altında!”

05.01.2011

Page 135: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

268 269

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ZAMAN EFELENME ZAMANI…

Başbakan Erdoğan Merkel’le söz düellosunda hayli sert.

Merkel’i tarih konusunda cehaletle suçlayan ve Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak bilgilenmek için Schröder ile bir kahve içmesini tavsiye eden Erdoğan, “Kuzey Kıbrıs’tan bir gram vermeyiz” dedi.

Tam da seçimlere doğru MHP seçmenini tavlamak için milliyetçi-muhafazakâr söylemin dozunu giderek artıran AKP lideri için Merkel’in Güney Kıbrıs ziyareti ve sonrasında yaptığı açıklamalar harika bir pas görevi gördü. TC Başbakanı muhafazakâr seçmene duymak ve görmek istediklerini fazlasıyla veriyor bir süredir… “Kıbrıs’ın kuzeyinden bir gram vermeyiz!”

2003’ten bu yana “bir adım önde olma siyasetiyle” övünen ve Kıbrıs’ta “çözüm isteyen taraf” olduğunu her fırsatta vurgulayan Türkiye’nin yeniden ve açıkça “bir gram vermeyiz” söylemine dönmesi neye hizmet eder? Herhalde Kıbrıs sorununun çözümüne değil…

M. Ali Talat ile çözüm fırsatını elinin tersiyle iten Rumlar AB’yi Türkiye’ye karşı doldurdukça ve artık kanıksanan Alman-Fransız eblehliği Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci görüntüsünün sürmesinden yararlanmayı umdukça Kıbrıs sorununun çözümü de imkânsızlaşıyor. Ama ne gam, Kıbrıslı Türkler dışında hiç kimse gerçekten çözülmesini istemiyor ki Kıbrıs sorununun?

Biz Türkiyeli Türkler için ayrı bir anlamı var bu itişmelerin. Ne zaman ki Kıbrıs başta olmak üzere Türkiye’nin uluslar arası sorunlarında keskinleşen, şahinleşen bir söylem kullanılmaya başlanır, o zaman başımıza gelecek bir şeyler var demektir…

Nitekim genel seçimlere 6 aydan az zaman kala Erdoğan’ın her konudaki sertleşmesi hayra alamet değil. Daha önce birkaç kez söylediğim gibi, AKP seçim stratejisini milliyetçi-muhafazakâr seçmen üzerine oturtmuş görünüyor. Başbakanın, dindarlar ve milliyetçiler dışında kalan tüm kesimlere karşı ses tonunu yükseltmesi bunun işareti…

Merkel’in gerçekten cahilce açıklamaları Başbakan’a tam da seçim öncesinde Avrupa’ya zararsız bir diş gösterisinde bulunmak için kaçırılmaz bir fırsat verdi. Elbette bu itişmeden bir şey çıkmayacak fakat, Erdoğan yeni ve kof bir one minute” için elverişli zemin yakalamış oldu.

“Kıbrıs’ın kuzeyinden bir gram vermeyiz” diyen başbakan aynı anda hem bölünmüşlüğü teyid ediyor hem de Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki iddialarını sert biçimde vurgulamış oluyor. Garantörlük hatırlatmasıyla üstelik…

Page 136: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

270

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Elbette Türkiye’de hem garantörlük iddiasının, hem bölünmüşlüğün hem de “vermeyiz” ifadesinin aynı cümle içerisinde nasıl olup da kullanılabildiğini sorgulamıyor. Garantörlük, Kıbrıs’ın kuzeyiyle ilintili bir kavram değil çünkü.

Türkiye “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin garantörüdür… Kıbrıs’ın sadece bir bölümünün, KKTC’nin ya da başka bir oluşumun değil… Ve Kıbrıs’ın Kuzeyi Türkiye’nin “verip vermemeye karar verebileceği” bir tapulu arazi, bir tarla; Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşayanlar ise toprakla birlikte alınıp satılan serfler, ırgatlar değil…

“Egemen” bir halk, kendi kaderini kendisi tayin edebilir ve bu “egemenlik” konusunda mangalda kül bırakmayan Türkiye’ye de bu irade karşısında sadece saygı duymak kalabilir… Ama dedik ya, Türkiye’de bunu sorgulayabilecek bir siyasi anlayış yok ne yazık ki…

Türkiye’nin görevlendirmesiyle “top çeviren” Kıbrıs’ın kuzeyindeki işbirlikçi yönetim her ne kadar Rumlarla görüşüyor-muş gibi yapsa ve birkaç hafta sonra “liderler” Cenevre’de bir araya gelip bir karar verecekler-miş gibi görünse de, AKP Genel Seçimler öncesinde Kıbrıs’ta en küçük bir ilerleme sağlanması riskini göze alamaz… Zira “Kıbrıs’ı veren Türkiye’yi verir” sloganıyla ortalığı velveleye verenlerin sesi her ne kadar kısılmış gibi görünse de, genel seçimlere 6 ay kala “Ergenekon ruhu” ülke semalarında varlığını hissettirecektir kaçınılmaz olarak…

Bunun için öğrenciler bolca dayak yiyecek, Ermeni soykırımına göz kırpan ucube sanatın içine tükürülecek, Kıbrıs Türk kalacak, AB ve İsrail’e had bildirilecektir…

Zira Türkiye’de siyasi tezgahın alıcısı milliyetçi ve muhafazakârdır…

15.02.2011

Page 137: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

272 273

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

İSTANBUL’A BİR İKİ!

Türkiye kamuoyu Kıbrıs’ta olup bitenlerden habersiz! Haberdar olan bir kesim ise olayları sadece Türkiye hükümetlerinin ya da Kıbrıs’taki “işbirlikçi” kesimin argümanlarıyla değerlendirebiliyor.

İşbirlikçiler, Kıbrıs’ta yürütülen iş-ekmek ve özgürlük mücadelesini “anavatan” Türkiye’ye karşı bir ihanet ve nankörlük hareketi olarak lanse ediyorlar.

Bu kuyruklu yalanı bozacak ve gerek Kıbrıs’ta gerek Türkiye’de yurtsever Kıbrıslı Türklerin mücadelesini anlatacak yeni bir politikaya ve bu politikayla biçimlendirilmiş yeni bir iletişim modeline ihtiyaç var.

“Kıbrıslı Türkler ne istiyor?” sorusunun doyurucu yanıtlarını üretmek ve bu yanıtları Kıbrıs ve Türkiye kamuoyuna taşımak gerekiyor.

Bunu özellikle Kıbrıslı Türk muhalefet liderleri için söylüyorum. Eğer mesele Türkiye’nin Kıbrıs’ın Kuzeyinde ekonomik-sosyal ve siyasal yaşamı biçimlendirmesi meselesiyse, bu sorunu sadece Kıbrıs’ın kuzeyine odaklı bir siyaset üretimiyle çözemezsiniz. Bunun yerine ayakları Kıbrıs’ın Kuzeyine basan, elleri kolları İstanbul’a, Ankara’ya hatta Atina’ya uzanan geniş ölçekli ve vizyonel bir siyaset üretmek zorundasınız.

Türk Hükümetleri son 50 yıldır Türkiye ve dünya kamuoyunun gözünden saklamaya çalışarak, Kıbrıs’ta sistematik bir imha operasyonu yürütüyorlar.

Adını koyalım: Kıbrıs Türk nüfusunun, Kıbrıs Türk kültürünün, Kıbrıs Türk ekonomisinin, Kıbrıs Türk siyasetinin imha edilerek yerine Türkiyelileştirilmiş bir işbirlikçi yapının oluşturulması operasyonudur bu.

İşbirlikçiler utanmazca bir yalanı üretip, günün sonunda acınacak biçimde bu yalana kendileri de inanıyorlar. Egemen ve bağımsız KKTC!

Lafı başından söyleyelim: Kıbrıslı Türklerin egemenlik ve bağımsızlığı, işbirlikçilerin insafına bırakılamayacak kadar ciddi ve önemli bir meseledir.

Egemenlik ve bağımsızlığı, 40 yıldır “egemenlik ve bağımsızlık” nutukları atarken bir yandan da Kıbrıslı Türklerin ekonomik, sosyal ve kültürel olarak imhasına taşeronluk eden, Türkiye’nin memesine yapışarak yaşamaya alışmış bir işbirlikçilik savunamaz!

Tam tersine, bu yolda gerekirse “anavatan” Türkiye’ye bile kafa tutmayı göze alacak kadar “bağımsız” ve gururlu Kıbrıslı Türklerin mücadelesidir “egemenlik ve bağımsızlık”…

Page 138: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

274

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

İşbirlikçilerin söylediğinin aksine, Kıbrıslı Türklerin derdi “Türkiye’den kurtulmak”, “Türkiye’yi adadan defetmek” değildir.

Kıbrıslı Türklerin derdi, adanın kuzeyinde bir soygun ve rant düzeni Türkiye’nin sırtından kuranlardan kurtulmak ve Türkiye ile eşit haklı, karşılıklı sevgi, saygı ve kardeşlik bağına dayalı bir ilişkiyi tesis edip güçlendirmektir.

Kendi topraklarında, eşit ve özgür bir toplum olarak yaşamak, kendini geliştirmek, çocuklarına mutlu ve güvenli bir gelecek hazırlama derdinde olan Kıbrıslı Türkleri mal mülk peşinde koşan bir toplum olarak lanse etmek çok ayıp bir şey! Nitekim çözüme en yaklaşılan noktada Sn. Mehmet Ali Talat “mülkiyet konularından” önce “siyasi eşitlik” noktasında bir “kırmızı çizgi” oluşturmuş ve “taviz verilemeyecek en önemli tez” olarak bir duruş sergilemiştir.

Sormak gerekiyor, hangisi yurtseverlik?

“Önce siyasi eşitlik” demek mi yoksa bir yandan vatan millet edebiyatı yapıp, bir yandan da masaya “önce hele bir şu mal mülk işini pazarlık edelim, gerisi gelir” diye oturmak mı?

Türkiye kamuoyunun bunları bilmesi gerekiyor artık…

Bu işbirlikçi düzenin sadece Kıbrıslı Türkler için oluşturulmuş bir cehennem düzeneği değil, aynı zamanda Türkiye insanının da siyaseten suiistimal edildiği, yanı sıra iktisaden de soyulduğu bir düzenek olduğu anlatılmalı artık…

Bu tezgâhın hem Kıbrıslı Türklerin hem Türkiyeli Türklerin, hem Kıbrıslı Rumların hem Yunanistan halkının sokulduğu bir büyük cendere olduğu anlatılmalı artık…

İşbirlikçilerin ürettiği milliyetçi hamasetle desteklenen ve üreticilerine tatlı kazançlar sağladığı için bitirilmesi istenmeyen bu büyük tezgâh artık sadece Lefkoşa’da bağırıp çağırılarak bozulamaz…

Kıbrıs’taki tüm muhalefet liderleri tek tek değil, birleşmiş bir heyet oluşturarak İstanbul ve Ankara’da medyayı, siyasi partileri ve kamuoyunu bilgilendirmek, Kıbrıslı Türklerin sesini güçlü bir biçimde Türkiye’ye ulaştırmak için ne bekliyorlar kuzum?

Kıbrıslı muhalefet liderlerinin tek vücut olarak Lefkoşa’dan İstanbul’a, Ankara’ya bir karşı “barış harekâtı” düzenlemeleri, el ele omuz omuza verip işbirlikçi tezgâhı bozmaları çok mu zor sahi?

22.01.2011

Page 139: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

276 277

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

EYLEMLER GÜZEL DE…

Türkiye medyası Kıbrıs’a bayılır. Elbette Lefkoşa’nın yasemin kokulu sokaklarına, çilekeş fakat bir o kadar kalender ve sıcakkanlı Kıbrıslı Türklerin mangal sohbetlerine değil… Türkiyeli “yatırımcıların” açtığı lüks kumarhane ve otellerindeki renkli paparazzi görüntülerine bayılır Türkiye medyası…

Kıbrıs haberlerine rastlamak istiyorsanız siyaset veya dış haberler manşetlerinde boşuna zaman yitirmeyin. “Falanca artist Kıbrıs’ta bilmem kaç yüz bin lira kaybetti”, “filanca şarkıcı bilmem hangi otelde izleyenleri hayran bıraktı” türünden “haberlerle” renklendirilen magazin sayfalarına yönelin doğruca…

Kıbrıs’ta görevlendirilen Türkiye medyasının çok değerli temsilci ve muhabirlerinin de bu durumdan büyük rahatsızlık duyduklarından eminim.

Türkiye’de Kıbrıslı Türklerin “mutlu mesut yaşadıkları”, “yedikleri önlerinde, yemedikleri artlarında bir tatlı hayat sürdükleri”, “hem Türkiye kasasından beslenip hem de anavatana nankörlük ettikleri” kanısı yaygınsa, bu gerçek dışı izlenim karşısında orada görev yapan gazetecilerin bundan rahatsızlık duymamaları elbette ki beklenemez.

Herhalde oradaki gazeteciler Türkiye’ye sadece popçu-kumarcı-zampara haberleri göndermiyorlar değil mi?

Lefkoşa’da on binlerce insan son derece olgun ve demokratik biçimde “birlik mücadele dayanışma” sloganlarıyla yürürken, Türkiye medyası derin bir sessizlik içerisindeydi.

Bu yazıyı kaleme aldığım saat 15:30 itibarıyla ntvmsnbc ve hürriyet’te yer alan kısa haber dışında Türkiye gazete ve televizyonlarının haber sitelerinde Kıbrıs’la ilgili tek satır yer almıyordu.

Anadolu Ajansı “toplumsal varoluş” mitingini ancak saat 15:02 de geçtiği haberle duyurdu dünyaya. Ajansın geçtiği 7 paragraflık haberdeki en geniş detay ise KTÖS ve bazı küçük grupların açtığı pankart nedeniyle çıkan arbedeydi.

Kıbrıslı Türkler sayıca küçük bir toplum olsa da orada olup bitenler Türkiye’yi ve dünyayı yakından ilgilendiriyor, ilgilendirmeli. Türkiye’nin dış politikasında çok özel bir öneme sahip olan bu coğrafyada yaşayanların sorunları ve tepkilerine Türkiye medyasının kayıtsız kalması, eğer özel bir karartma söz konusu değilse, düşünülemez. Kıbrıslı Türklere dayatılan ekonomik paket ve genel olarak Türkiye’nin Kıbrıs’ta izlediği siyaset Türkiye kamuoyu tarafından bilinmek zorunda. Zira orada olup bitenlerin, Türkiye hükümetlerinin ve Kıbrıs’ın Kuzeyindeki işbirlikçilerin

Page 140: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

278 279

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

yaptıklarının bedelini Kıbrıslı Türkler ve Türkiyeli Türkler birlikte ödüyorlar.

İşbirlikçilerin tüm baskı ve tehditlerine rağmen sokaklara dökülen on binlerin cesur ve onurlu eylemi tek başına ne yazık ki bir şey ifade etmiyor. İletişim çağındayız. Kendi küçücük coğrafyanızda yaşadıklarınız ve buna karşı yükselttiğiniz isyan eğer dünya ile buluşmuyorsa boğulmaya mahkûmdur. Tunus’a, Mısır’a, Yemen’e, geçen yıl İran’da olup bitenlere bir bakın. Muhalefet her adımını dakika dakika internet teknolojisinden yararlanarak dünyaya ulaştırmayı ve yerel olayları birer dünya meselesi haline getirmeyi başardı. Türkiye’nin, Yunanistan’ın, Avrupa’nın, Birleşmiş Milletlerin dikkat merkezindeki Kıbrıs’ın kuzeyinde olup bitenler niçin dünya kamuoyunun gündemine oturamasın ki?

Eğri oturup doğru konuşalım. Kıbrıslı Türklerin dünyayla buluşmasında Türkiyeli yoldaşlarına bugün her zamankinden fazla ihtiyaçları var. Türkiye’de internet teknolojisini etkin biçimde kullanarak dünya ile yakın ilişki halinde çok sayıda insan var. Kıbrıslı Türklerin de artık internet aracılığıyla önce en yakın halkayı, Türkiyeli dostlarını ardından da geniş halkayı, uluslar arası toplumu harekete geçirebilme gücü var. Bu güç elinizin altında! Sadece kullanmanızı bekliyor.

Kıbrıs’ın Kuzeyinde olup bitenleri aktarmayan medyaya kızmak yerine neden internet teknolojisinin eşsiz gücünü harekete geçirmiyorsunuz ki?

Günlerdir Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri twitter ve facebook başta olmak üzere, internet üzerinden müthiş bir bilgi akışıyla izliyoruz. Kahire’deki bir gencin basit bir cep telefonuyla çektiği görüntü twitter aracılığıyla bütün dünyada dolaşıma giriyor.

Artık kabul etmek gerekiyor ki sosyal medya dediğimiz; twitter, facebook gibi mecralar kedi-bebek videolarının, komedi kliplerinin dolaştığı mecralar değil sadece.

Kıbrıslı Türkler de en az Tunus’lu ya da Mısır’lılar kadar bu teknolojileri akılcı biçimde kullanarak dünya kamuoyunu dolaysız biçimde bilgilendirme, harekete geçirme, dayanışmaya çağırma imkânına sahip. Sadece bu imkânın farkına varmanız ve ciddi biçimde kullanmaya başlamanız gerekiyor.

Olaylar olup bittikten sonra değil, sıcağı sıcağına, dakika dakika geçeceğiniz twitter-facebook mesajları, göndereceğiniz anlık fotoğraf ve videolarla çok geniş bir kitlenin gözünün kulağının size odaklanmasını sağlayabilirsiniz.

Son olarak bir not daha düşmek gerekiyor sanırım:

Kıbrıslı Türklerin oradaki yabancı medya kuruluşlarının temsilcileriyle daha yoğun bir iletişim ve bilgilendirme çalışmasına girmelerinin gereği artık iyice açığa çıkmış olmalı.

Muhalefet liderleri öncelikle Kıbrıs’taki yabancı medya kuruluşlarıyla bir araya gelerek gelişmeler hakkında detaylı bilgilendirmeyi düzenli biçimde gerçekleştirmeleri şarttır. Artık iletişim stratejilerine sahip olmayan bir siyasetin, etkili bir iletişimle yürütülmeyen eylemliliğin tek başına yeterli olmadığını görmek gerekiyor.

Düzenli ve etkin bir iletişim… İşin püf noktası budur.

29.01.2011

Page 141: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

280 281

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS’TAN MUTKİ’YE…

Türkiyeli Türkler ve Kürtler, Kıbrıslı araştırmacı-yazar Sevgül Uludağ’ı mutlaka okumalılar. Bu müthiş kadın Kıbrıs’ta 1963’ten 74’e kadar süren iç savaş sırasında “kaybolmuş” Kıbrıslı Türk ve Rumların izini sürüyor inanılmaz bir sabır ve titizlikle. Güney’de ve Kuzey’de tek tek insanlarla konuşuyor, tanıklıklar topluyor ve elde ettiği her bulgu Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’nin çalışmalarına ışık tutuyor.

Birleşmiş Milletler himayesinde çalışmalarını yürüten Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi (KŞK) Kıbrıs’taki iki toplumlu tek kurumsal komitedir. Kuzeyde ve Güneyde kazılar yaparak kayıp şahısların cesetlerine ulaşmaya çalışan KŞK, bugüne kadar 1600 kayıptan 790 tanesinin cesedine ulaşabildi. Kimlik tespiti yapılabilen kayıpların 209’u Kıbrıslı Rum, 54’ü ise Kıbrıslı Türk…

Kayıplar son derece hassas bir konu Kıbrıs’ta. Yaklaşık 50 yıl boyunca babasından, kardeşinden, oğlundan haber alamamış, yasını tutacak bir mezara bile sahip olmadan yaşamış ailelerin acılarını daha da kanatmamak için özen gösteriliyor. Bulunan her insan kemiği Kıbrıs’ta yaşanan iç savaş ve ardından gelen Türkiye müdahalesinin tüyler ürpertici hikâyesininin kayıp parçalarını yerine yerleştiriyor…

İnsanların gece yarıları evlerinden alınıp bilinmeyen bir yerlere götürüldüğü ve bu insanlardan yıllar ve yıllar boyunca tek bir haber alınamadığı, en sonunda da babalardan, kardeşlerden ya da oğullardan “geriye kalanların” bir torba dolusu kemik halinde “eve döndüğü” acılı bir coğrafya Kıbrıs…

Sevgül’ü okurken ya da Kıbrıslı dostlarımın hikâyelerini dinlerken hep merak etmişimdir. Bu insanlara bütün bu acılara rağmen hala ve inatla “barış” dedirten güç nedir? Sevdiklerini yitirmiş insanların nasıl olup da nefret ve kin yerine umudu ve bir arada yaşama çabasını koyabildiklerini, bu müthiş cesaret ve metaneti nasıl gösterebildiklerini anlamaya çalışıyorum…

Her iki tarafın resmi ideolojisi, kendi kayıp ve acılarının istismarı üzerine bir dil kuruyor ve milliyetçilik bu dilin beslediği bir iklimde kuşaktan kuşağa nefret taşıyor.

Kuzey’de 7, Güney’de 2 çalışma grubu kazı çalışmalarını sürdürür, kayıp insanlara ait kemikler birer birer ortaya çıkartılırken, kayıp hikâyelerini okuyup dinlerken; bu Kıbrıs trajedisinin bize, yaşadığımız topraklara hiç de uzak olmadığını biliyoruz artık… Bundan sonrası için Kıbrıslıların tecrübelerinden yararlanmaya ihtiyacımız olacak…

Mutki’de toprağı kazdıkça fışkıran insan kemikleri, hep başka

Page 142: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

282

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

coğrafyalara, başka zamanlara dair sandığımız acılı öyküleri “başka” olmaktan çıkartıyor. 30 yıllık adı konmamış ve bir türlü yüzleşemediğimiz kirli savaşın karanlık tarihini toprak altından fışkıran cesetler anlatıyor artık.

Türk-Kürt on binlerce insanımızı yitirdik bu kirli savaşta. “Temizi” olmaz kuşkusuz, ama bu savaşı daha da kirli hale getiren, evinden, köyünden, ailesinden sökülüp alınmış ve “şimdilik” bilinmeyen bir yerlerde “kaybedilmiş” insanların hikâyeleridir…

Bu ülkede binlerce insan hala yıllardır “kayıp”. Ve bu ülkede devlet kendi yurttaşlarını öldürüp sessizce çukurlara gömdü. Yakınlarından bir haber almak, hiç değilse mezarlarına ulaşmak için yıllardır mücadele veren binlerce insan şimdi Mutki’de ortaya çıkan utanç tablosu karşısında bir kez daha acıyla sarsılmış olmalı. Bu acıları anlamak, kucaklamak ve hafifletmek zorundayız hepimiz.

Hepsinden önce, bu ülkenin topraklarında kayıp insanların cesetlerinin toplu mezarlarda çıkmasından derin bir utanç ve acı duymalıyız. Sessizce bastırılan bir acı ve utanç da olmamalı üstelik bu…

Ölüler ve katiller sessizlikleri için birer gerekçeye sahipler…

Peki ya bizler?

31.01.2011

Page 143: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

284 285

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KÜÇÜK BEY VE VELİNİMETİ!

Sonunda bu da oldu! Türkiye Başbakanı, 28 Ocak’ta iş, ekmek ve özgürlük için varoluş mitinginde İnönü Meydanı’nı dolduran on binlere son derece kaba bir üslupla ayar verdi: Sen kimsin be adam?

“Egemen ve bağımsız KKTC” nin Başbakanı ise kısa bir tereddütten sonra hemen mahcup cevabını yetiştirdi: “28 Ocak’ta söylenenleri ve açılan pankartları kabul etmek mümkün değildir. Türkiye’miz bunu hak etmemiştir. Sayın Erdoğan’ın açıklaması duyduğu derin üzüntüden kaynaklanmaktadır.”

KKTC Başbakanının derin bir mahcubiyet yaşadığı anlaşılıyor. Ama bu, “egemen ve bağımsız bir devletin” Başbakanının, başka bir devletin başbakanı tarafından kendi halkına, kendi devletine karşı yönelttiği kaba üsluptan rahatsız olmasından kaynaklanan bir mahcubiyet değil.

Küçük Bey, hakarete uğrayan kendi halkına karşı mahcup değil. Küçük Bey, “velinimetine” karşı kendi halkının yaptığı densizce nankörlükten (!) dolayı utanıyor!.

Türkiye Başbakanı, 28 Ocak mitinginden kendisine ulaştırılan bilgilere dayanarak “kendince” kendi ülkesine, kendi devletine karşı yapıldığına inandığı hakaretlere “kendi üslubunca” tepki veriyor.

Kırgızistan ziyaretinde “hoş geldin ağabey” diye karşılanmanın coşkusuyla hayli heyecanlandığı anlaşılan Tayyip Bey, etrafındaki kızıl elmacı ve neo Osmanlı’cı takımın tahayyülleri doğrultusunda soyunduğu yeni role yakışır bir dil kullanıyor.

TC Başbakanının “stratejik hesapları olduğunu” açıkça ifade ettiği Kıbrıslı Türkler konusunda bu kadar az bilgiyle donanmış olması mümkün olmayacağına göre, işin içerisinde başka bir şey var. Tayyip Bey, Ortadoğu ve Balkanların, Orta Asya’nın yeni bölgesel gücü olma heyecanının tadını “densizce”(!) ve “nankörce” kaçırmaya yeltenen Kıbrıslı Türklerden hiç mi hiç hoşlanmıyor…

TC Başbakanının sözleri satır arası okumaya gerek duyulmayacak kadar açıktır. Kıbrıslı Türkler Tayyip Bey ve Türkiye için önemli değil. Ne Tayyip Bey ne de Türkiye Kıbrıs’ta bir çözüm falan da istemiyor. Daha da önemlisi, adanın kuzeyindeki nüfusu artık yeterince değiştirmiş olan Türkiye için Kıbrıslı Türkler artık sadece “tatsız bir detay”… Bu nedenle Tayyip Bey, herhangi bir diplomatik dile ihtiyaç duymadan konuşmaktan kaçınmıyor.

Peki ya Küçük Bey? Akıl almaz bir alttan alışla, TC Başbakanını öfkelendirmekten ödü patlayan bir üslupla, adeta kendi halkı adına özür dilercesine bir cevap geliyor KKTC Başbakanı olacak zat-ı muhteremden!

Page 144: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

286 287

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Küçük Bey’in tavrı bize şunu öğretiyor: “Devletim” demekle olmuyor. Devlet olmak, egemen ve bağımsız bir devletin başbakanı olmak her şeyden önce kendi devletinin, kendi halkının saygınlığına hangi gerekçeyle ve her kim tarafından dil uzatılırsa uzatılsın, onun karşısında dik durabilmeyi gerektirir.

Küçük Bey eğer gerçekten KKTC denilen “devletin”, o topraklarda yaşayan halkı tarafından seçilmiş başbakanı olduğuna inanıyorsa, her şeyden önce TC Başbakanına “İki egemen devlet arasında böyle bir üslup, böyle bir tavır olmaz! Bir dakika! Asıl sen kimsin be adam?” diyebilmeliydi…

Eğer “yalancıktan bile olsa” bunu yapabilseydi o zaman KKTC’nin gerçekten egemen ve bağımsız bir “devlet” olduğuna, Küçük Bey’in de “atanmış işbirlikçi bir memur değil” seçilmiş bir başbakan olduğuna inanır ve onu bütün kalbimizle desteklerdik…

“Çağırdım gelsin bakalım, soracağım” denilen kişi, eğer bir müstahdem değil, egemen bir devletin seçilmiş başbakanı ise gerçekten, bakanları ile birlikte yapması gereken, kendi halkını jurnalleyip aman dilemek değil, kendi halkına ve devletine sahip çıkmaktır! Hiçbir koltuk, hiçbir ikbal, hiçbir servet, hiçbir güç, kendi halkınıza bu kadar fütursuzca dil uzatılmasına boyun eğmeye gerekçe olamaz! Olmamalı!

Değil Kıbrıslı Türkler, dünya üzerinde hiçbir halk böylesi bir ezikliği, işbirlikçiliğin bu boyutunu hak etmiyor. Hak etmez… Ben Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan UBP’liler dahil herkesin TC Başbakanının üslubu ve kendi başbakanlarının bu ezikliğinden büyük rahatsızlık duyacaklarından eminim…

Bütün bunlar bir yana, Türkiye-KKTC ilişkileri tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kriz yaşanıyor ki bence asıl dikkat edilmesi gereken ve acilen bir çözüm bulunması gereken sorun budur.

En şiddetli krizlerin yaşanması beklenen CTP-Talat döneminde Türkiye-KKTC ilişkileri karşılıklı çıkar ve eşitlik temelinde yeniden düzenlenmeye çalışılmış ve bunda gözle görülür bir başarı sağlanmıştı.

Gerek Talat, gerek CTP Lefkoşa’da “Türkiye’nin her dediğine boyun eğen” bir mekanizmanın dişlisi olmayacaklarını hissettirmiş ve yaşanan krizler karşısında dik durmayı başarabilmiş, dik duramayacaklarını hissettikleri anda da onurluca erken seçime gitmekten kaçınmamışlardı…

Bayramlaşma ve Lokmacı krizlerini hatırlayınız. Sn. Ferdi Sabit Soyer’in “sen önce Türklüğünü ispat et” diyen general karşısındaki tutumundan, Sn. Talat’ın bayramlaşma törenlerini sivilleştirmesinden, Lokmacı kapısının açılma sürecinde sergilediği dik duruşuna kadar

pek çok örneği hatırlayınız. Ve son olarak CTP Hükümetinin kendisine dayatılan ekonomik paket karşısında “halkıma onaylatmadığım paketi uygulamaya sokmam” diyerek iktidarı kaybetmek pahasına erken seçimlere gitmesini hatırlayınız…

Bütün bunları hatırlarken dikkatten kaçırmamak gereken bir nokta var. Türkiye ile Kıbrıslı Türklerin kadim tarihsel bağlarının geleceği Küçük Bey’in ve hükümetinin sinikliği ile Tayyip Bey’in Kasımpaşalı üslubuna, “karı boşayan bekar” rahatlığındaki marjinallerin fütursuzluğuna kurban edilemeyecek kadar önemlidir.

400 yıllık bir ortak tarihten söz ediyoruz. Tayyip Bey, “benim orada stratejik çıkarlarım var” diyorsa, eğer Kıbrıslı Türkler 400 yıl boyunca o topraklarda varlık mücadelesi vermeseydi, ortada stratejik bir hesabın da kalmayacağının hatırlatılması gerekiyor.

Kıbrıslı Türklerin de “ne paranı ne memurunu” derken kendilerini siyasi eşit olarak bile kabul etmeyen, yutmaktan başka bir stratejisi olmayan Rumlara ve dünyaya karşı küçücük bir nüfus ve küçücük bir ekonomi ile nasıl var olabileceklerini hesap etmeleri gerekiyor.

Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye ihtiyacı var. Ama bu karşılıklı ihtiyaç, kimsenin kimseye hakaret etmesini, kimsenin diğeri karşısında ezikleşmesini haklı çıkartmaz. Bunu kimse aklından çıkartmamalıdır. Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasında eşitliğe, karşılıklı saygıya dayalı bir ilişkinin ortak dilinin kurulması bir zorunluluktur. Bunun dışında bir davranışı geliştirmeye kimsenin hakkı yoktur!

Küçük Bey Kıbrıslı Türkler ile Türkiye ilişkilerini 1 yılda berbat etti. Şimdi sağduyu ve akıl sahipleri acilen devreye girmeli ve Küçük Bey’in pislediği tencereyi temizlemeli…

05.02.2011

Page 145: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

288 289

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ÇÖZÜM ORTAĞI?

Binlerce insanın 28 Ocak’ta “Varoluş Meydanında” yükselttiği ses, Türkiye ile Kıbrıslı Türklerin ilişkilerinde bir milada yol açtı. Bu, Türkiye’nin bugüne dek duymaya alışkın olmadığı bir sesti ve Türkiye, “Varoluş Meydanından” yükselen bu sese alışılmadık biçimde tepki verdi.

İki ülke arasında kriz ve kaos beklentisinden medet umanlar ne derse desin, ben 28 Ocak ve sonrasında ortaya çıkan gelişmelerin son derece sağlıklı ve umut vaat eden yepyeni bir “normalleşme” sürecine işaret ettiğini düşünüyorum. Çok sancılı ve mutlaka iyi yönetilmesi gereken; yönetimi de ne işbirlikçilere ve marjinallere, ne de Haziran seçimlerine doğru agresif bir siyasal kampanyaya yönelen AKP’ye bırakılamayacak kadar önemli bir süreçtir bu…

Türkiye Kıbrıslı Türkler için önemlidir. Sadece geleneksel ekonomik, siyasal ve kültürel bağlar nedeniyle değil, dünyanın yeni güçlü aktörlerinden biri haline gelen Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere yaratacağı avantajlar açısından da önemlidir.

Kıbrıs da Türkiye açısından önemlidir. Yine sadece geleneksel gerekçelerle değil, aynı zamanda yeni Türkiye vizyonunun hayata geçirilmesi ve sürdürülebilir başarısı açısından da önemlidir.

AKP yönetiminin Kıbrıslı Türklerin öfke odağı haline gelmesine yol açan krizin ne Kıbrıslı Türklere, ne Türkiye’ye ne de özel olarak AKP’ye bir yararı bulunmuyor. Aksine 2002’de kucağında bulduğu Kıbrıs sorununa tarih boyunca en akılcı, en kabul edilebilir yaklaşımı üreten AKP’nin bu kriz nedeniyle Kıbrıslı Türklerden çok daha fazla yitirecek şeyi bulunuyor.

Eğer iyi yönetilmezse, bu kriz sadece AKP’nin 8 yıllık Kıbrıs politikasının çöktüğünün, iflas ettiğinin teyidi anlamına gelmiyor, aynı zamanda Kıbrıslı Türkler açısından da Türkiye siyasetinde son umut zerresinin de kaybedilmesi anlamına geliyor… Zira 2003’ten itibaren “ver kurtul” politikası gütmekle suçlanan AKP, şimdi geri adım atıp “geleneksel siyasete” dönerse bugüne kadar izlemiş olduğu “yeni Kıbrıs politikasını” bir hamlede çöpe atmış, sıfırlamış sayılacak ve kuşkusuz bunu izah etmekte de zorlanacaktır.

AKP böyle bir hata yaparsa bunun bedelini sadece kendisi değil, Kıbrıslı Türkler de ödeyecektir. Zira Türkiye AKP ile eşine ancak Cumhuriyetin kuruluş döneminde ve bir de 1950 de rastlanmış, bir daha da ne zaman rastlanacağı bilinmeyen güçte ve hareket kabiliyetinde bir hükümet fırsatı yakalamıştır… Kangrenleşen Kıbrıs sorununu çözebilirse, ancak bu güçte bir hükümetin çözebilir!

Tüm yalpalamalarına ve gerek Türkiye’de, gerek Kıbrıs’ta işbirlikçi milliyetçilerin tüm itirazlarına rağmen AKP’nin 2003’ten bu yana

Page 146: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

290 291

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

izlediği Kıbrıs politikası doğruydu. Kıbrıslı Türkler hakkını vermek ve korumak durumunda oldukları bu doğrunun, tamamen işbirlikçi UBP hükümetinin beceriksizliği ve AKP’nin agresifliği nedeniyle ortaya çıkan bir krize kurban edilmesinin önüne geçecek “kriz yönetimini” üretmek zorundadırlar…

Her fırsatta tekrar etmekte yarar görüyorum. Bu krizi işbirlikçi UBP hükümeti yönetemez.

“Neden yönetemez?” sorusunun yanıtı, 2003-2009 arasında UBP ve yandaşlarının yazıp çizdiklerinde, söylediklerinde ve yaptıklarında gizlidir. “Neden yönetemez?” sorusunun yanıtı, Ergenekon’un Kıbrıs ayağında gizlidir.

Kıbrıslı Türkler ile Türkiye ilişkilerinin normalleşmeye en yakın noktaya geldiği 2003-2009 arası dönemde işbirlikçi milliyetçilerin AKP yönetimine nefretlerini hatırlayın. Bu nefretin kaynağında AKP’nin daha önce hiçbir Türkiye hükümetinde eşine rastlamadığımız cesur kararlar yatıyordu. Gazete arşivleri orada duruyor. Bugün ikbal ve iktidar uğruna Erdoğan ve Çiçek’in önünde düğme ilikleyip kırk takla atanların sadece 2 yıl önce Erdoğan ve AKP’ye kustukları nefret ve küfürleri görmek için gazete arşivlerine bakmak yeterlidir.

Sadece 2 yıl öncesine kadar “Kıbrıs’ı sattırmayacağız” diyerek “AKP zihniyetiyle mücadele yeminleri edenleri”, Türkiye Cumhurbaşkanının ziyareti sırasında “milliyetçilik dersi” vermeye kalkışanları, Kıbrıs’tan bir “Ergenekon destanı” yaratmaya çalışanları hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor…

Krizin nedenlerini iyi görmek gerekiyor. Eğer UBP yönetimi, Adada sorunlara yol açan ekonomik önlemler paketinin tüm sorumluluğunu Türkiye’ye yıkmaya kalkışmasaydı böyle bir kriz ortaya çıkmazdı.

Eğer UBP, CTP Hükümeti gibi onurlu ve dik duruş sergileyebilseydi ve seçime gidip, “Önümde böyle bir ekonomik önlemler paketi var, ey halkım, buna onay veriyor musunuz?” diye sorma cesaretini gösterebilseydi bu kriz yaşanmazdı.

Oysa bakın arşivlere… UBP Hükümeti ikbal ve iktidar uğruna tüm sendikalara, topluma “Türkiye’nin dayattığı ekonomik paketi uygulatmayacağız” diyerek yazılı taahhütte bulunmuştu.

Meğer o günlerde UBP, “derin güçlerin” kulağına üflediği stratejiyi uygularmış… Meğer UBP ve yandaşları, “AKP’yi Kıbrıs’tan kuşatma” siyaseti doğrultusunda “Kıbrıslı Türklerin en fazla sempati duyduğu bir Türkiye Hükümeti ile ilişkileri krize dönüştürme

vizesi” peşindeymiş… Meğer UBP, tarihte kurulmuş en iyi ilişkileri dinamitleyip, Kıbrıslı Türkleri “Tüm bu melanetin sorumlusu AKP’dir” deme noktasına getirme niyetindeymiş…

AKP eğer vizyon değiştirmediyse, iddia ettiği gibi çözüm siyasetini samimi biçimde sürdürme kararlılığındaysa, Kıbrıs’ın kuzeyinde “çözüm ortaklarına” ihtiyacı olduğunu göz önüne almak zorundadır. UBP Hükümeti AKP ve Türkiye’nin çözüm ortağı değil, geride kalan 40 yıl boyunca olduğu gibi, Türkiye’nin Kıbrıs açmazında debelenmesinden yarar umanların işbirlikçiliğini yapabilir sadece…

AKP ve Türkiye, Kıbrıs’ın Kuzeyinde gerçekten kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi, Rumlar karşısında gerçekten siyaseten eşit bir toplum istiyorsa bu projenin çözüm ortağı UBP olamaz… Zira UBP, kurulduğu günden bu yana “beslenme zincirinin ana halkasını” Ankara’ya ve derin güçlere bağlamış bir siyasetin temsilcisidir.

Şimdi gerek Kıbrıslı Türkler, gerek AKP yaşamsal bir karar vermelidir… Kıbrıs’ta çözüm siyasetinin “çözüm ortağı” UBP olabilir mi? Yoksa karşılıklı restleşen, restleştikçe de çözüm siyasetinden uzaklaşılacak bir “kopuş süreci” mi tercih edilecek?

Erdoğan, krizin çözümünde muhatabının kim olduğuna dair mesajını 11 Şubat günü verdi…

11 Şubat günü, görevdeki Cumhurbaşkanından ve Hükümetten önce muhatap alınan kişi, bu krizi Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin lehine bir çözüm fırsatına dönüştürecek siyasi ferasete sahip olan kişidir aynı zamanda…

Derin güçler ne yaparsa yapsın, “çözüm ortağı” O ve O’nun siyasi geleneğidir…

19.02.2011

Page 147: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

292 293

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS’TAN YÜKSELEN SES…

Binlerce insanın 28 Ocak’ta “Varoluş Meydanında” yükselttiği ses, Türkiye ile Kıbrıslı Türklerin ilişkilerinde bir milada yol açtı. Bu, Türkiye’nin bugüne dek duymaya alışkın olmadığı bir sesti ve Türkiye, “Varoluş Meydanından” yükselen bu sese alışılmadık biçimde tepki verdi.

İki ülke arasında kriz ve kaos beklentisinden medet umanlar ne derse desin, ben 28 Ocak ve sonrasında ortaya çıkan gelişmelerin son derece sağlıklı ve umut vaat eden yepyeni bir “normalleşme” sürecine işaret ettiğini düşünüyorum. Çok sancılı ve mutlaka iyi yönetilmesi gereken; yönetimi de ne işbirlikçilere ve marjinallere, ne de Haziran seçimlerine doğru agresif bir siyasal kampanyaya yönelen AKP’ye bırakılamayacak kadar önemli bir süreçtir bu…

Türkiye Kıbrıslı Türkler için önemlidir. Sadece geleneksel ekonomik, siyasal ve kültürel bağlar nedeniyle değil, dünyanın yeni güçlü aktörlerinden biri haline gelen Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere yaratacağı avantajlar açısından da önemlidir.

Kıbrıs da Türkiye açısından önemlidir. Yine sadece geleneksel gerekçelerle değil, aynı zamanda yeni Türkiye vizyonunun hayata geçirilmesi ve sürdürülebilir başarısı açısından da önemlidir.

AKP yönetiminin Kıbrıslı Türklerin öfke odağı haline gelmesine yol açan krizin ne Kıbrıslı Türklere, ne Türkiye’ye ne de özel olarak AKP’ye bir yararı bulunmuyor. Aksine 2002’de kucağında bulduğu Kıbrıs sorununa tarih boyunca en akılcı, en kabul edilebilir yaklaşımı üreten AKP’nin bu kriz nedeniyle Kıbrıslı Türklerden çok daha fazla yitirecek şeyi bulunuyor.

Eğer iyi yönetilmezse, bu kriz sadece AKP’nin 8 yıllık Kıbrıs politikasının çöktüğünün, iflas ettiğinin teyidi anlamına gelmiyor, aynı zamanda Kıbrıslı Türkler açısından da Türkiye siyasetinde son umut zerresinin de kaybedilmesi anlamına geliyor… Zira 2003’ten itibaren “ver kurtul” politikası gütmekle suçlanan AKP, şimdi geri adım atıp “geleneksel siyasete” dönerse bugüne kadar izlemiş olduğu “yeni Kıbrıs politikasını” bir hamlede çöpe atmış, sıfırlamış sayılacak ve kuşkusuz bunu izah etmekte de zorlanacaktır.

AKP böyle bir hata yaparsa bunun bedelini sadece kendisi değil, Kıbrıslı Türkler de ödeyecektir. Zira Türkiye AKP ile eşine ancak Cumhuriyetin kuruluş döneminde ve bir de 1950 de rastlanmış, bir daha da ne zaman rastlanacağı bilinmeyen güçte ve hareket kabiliyetinde bir hükümet fırsatı yakalamıştır… Kangrenleşen Kıbrıs sorununu çözebilirse, ancak bu güçte bir hükümetin çözebilir!

Tüm yalpalamalarına ve gerek Türkiye’de, gerek Kıbrıs’ta işbirlikçi milliyetçilerin tüm itirazlarına rağmen AKP’nin 2003’ten bu yana

Page 148: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

294 295

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

izlediği Kıbrıs politikası doğruydu. Kıbrıslı Türkler hakkını vermek ve korumak durumunda oldukları bu doğrunun, tamamen işbirlikçi UBP hükümetinin beceriksizliği ve AKP’nin agresifliği nedeniyle ortaya çıkan bir krize kurban edilmesinin önüne geçecek “kriz yönetimini” üretmek zorundadırlar…

Her fırsatta tekrar etmekte yarar görüyorum. Bu krizi işbirlikçi UBP hükümeti yönetemez.

“Neden yönetemez?” sorusunun yanıtı, 2003-2009 arasında UBP ve yandaşlarının yazıp çizdiklerinde, söylediklerinde ve yaptıklarında gizlidir. “Neden yönetemez?” sorusunun yanıtı, Ergenekon’un Kıbrıs ayağında gizlidir.

Kıbrıslı Türkler ile Türkiye ilişkilerinin normalleşmeye en yakın noktaya geldiği 2003-2009 arası dönemde işbirlikçi milliyetçilerin AKP yönetimine nefretlerini hatırlayın. Bu nefretin kaynağında AKP’nin daha önce hiçbir Türkiye hükümetinde eşine rastlamadığımız cesur kararlar yatıyordu. Gazete arşivleri orada duruyor. Bugün ikbal ve iktidar uğruna Erdoğan ve Çiçek’in önünde düğme ilikleyip kırk takla atanların sadece 2 yıl önce Erdoğan ve AKP’ye kustukları nefret ve küfürleri görmek için gazete arşivlerine bakmak yeterlidir.

Sadece 2 yıl öncesine kadar “Kıbrıs’ı sattırmayacağız” diyerek “AKP zihniyetiyle mücadele yeminleri edenleri”, Türkiye Cumhurbaşkanının ziyareti sırasında “milliyetçilik dersi” vermeye kalkışanları, Kıbrıs’tan bir “Ergenekon destanı” yaratmaya çalışanları hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor…

Krizin nedenlerini iyi görmek gerekiyor. Eğer UBP yönetimi, Adada sorunlara yol açan ekonomik önlemler paketinin tüm sorumluluğunu Türkiye’ye yıkmaya kalkışmasaydı böyle bir kriz ortaya çıkmazdı.

Eğer UBP, CTP Hükümeti gibi onurlu ve dik duruş sergileyebilseydi ve seçime gidip, “Önümde böyle bir ekonomik önlemler paketi var, ey halkım, buna onay veriyor musunuz?” diye sorma cesaretini gösterebilseydi bu kriz yaşanmazdı.

Oysa bakın arşivlere… UBP Hükümeti ikbal ve iktidar uğruna tüm sendikalara, topluma “Türkiye’nin dayattığı ekonomik paketi uygulatmayacağız” diyerek yazılı taahhütte bulunmuştu.

Meğer o günlerde UBP, “derin güçlerin” kulağına üflediği stratejiyi uygularmış… Meğer UBP ve yandaşları, “AKP’yi Kıbrıs’tan kuşatma” siyaseti doğrultusunda “Kıbrıslı Türklerin en fazla sempati duyduğu bir Türkiye Hükümeti ile ilişkileri krize dönüştürme

vizesi” peşindeymiş… Meğer UBP, tarihte kurulmuş en iyi ilişkileri dinamitleyip, Kıbrıslı Türkleri “Tüm bu melanetin sorumlusu AKP’dir” deme noktasına getirme niyetindeymiş…

AKP eğer vizyon değiştirmediyse, iddia ettiği gibi çözüm siyasetini samimi biçimde sürdürme kararlılığındaysa, Kıbrıs’ın kuzeyinde “çözüm ortaklarına” ihtiyacı olduğunu göz önüne almak zorundadır. UBP Hükümeti AKP ve Türkiye’nin çözüm ortağı değil, geride kalan 40 yıl boyunca olduğu gibi, Türkiye’nin Kıbrıs açmazında debelenmesinden yarar umanların işbirlikçiliğini yapabilir sadece…

AKP ve Türkiye, Kıbrıs’ın Kuzeyinde gerçekten kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi, Rumlar karşısında gerçekten siyaseten eşit bir toplum istiyorsa bu projenin çözüm ortağı UBP olamaz… Zira UBP, kurulduğu günden bu yana “beslenme zincirinin ana halkasını” Ankara’ya ve derin güçlere bağlamış bir siyasetin temsilcisidir.

Şimdi gerek Kıbrıslı Türkler, gerek AKP yaşamsal bir karar vermelidir… Kıbrıs’ta çözüm siyasetinin “çözüm ortağı” UBP olabilir mi? Yoksa karşılıklı restleşen, restleştikçe de çözüm siyasetinden uzaklaşılacak bir “kopuş süreci” mi tercih edilecek?

Erdoğan, krizin çözümünde muhatabının kim olduğuna dair mesajını 11 Şubat günü verdi…

11 Şubat günü, görevdeki Cumhurbaşkanından ve Hükümetten önce muhatap alınan kişi, bu krizi Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin lehine bir çözüm fırsatına dönüştürecek siyasi ferasete sahip olan kişidir aynı zamanda…

Derin güçler ne yaparsa yapsın, “çözüm ortağı” O ve O’nun siyasi geleneğidir…

20.02.2011

Page 149: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

296 297

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ANANIZIN ÇENESİNE VURDU, SİZ İŞİNİZE BAKIN!

Endişeye gerek yok, her şeyde bir hayır vardır…

Herkes eteğindeki taşları döküyor ve yarım yüzyıllık “resmi yalanlar” birer birer çöküyor. Olup bitenler, Türkiyeli Türkler ile Kıbrıslı Türkler arasında yepyeni ve sağlıklı bir iletişimin kapılarını aralayacak.

Türkiyeli Türkler ile Kıbrıslı Türklerin ilişkilerinde yepyeni bir dönem başlıyor. Bu, korkulacak, endişelenilecek bir şey değil…

Artık kandırılma, resmi yalanlar üzerinden hamaset yapma devri bitti.

Bu saatten sonra Adanın Kuzeyinde “egemen ve bağımsız bir devlet” olduğuna, varsa bile bu egemenlik ve bağımsızlığı Türkiye’nin ciddiye aldığına kimse kimseyi inandıramaz.

Türkiye en yetkili ağızlardan ilan etti durumu: “Orada stratejik çıkarlarım var ve kara kaşına kara gözüne değil, o stratejik hesaplarım için para veriyorum size. Kesin sesinizi, ben ne diyorsam onu yapın! O kadar!”

Bu saatten sonra Türkiye’nin Kıbrıslı Türkleri sevdiğine, analık ettiğine, koruyup kollamak için kol kanat gerdiğine kimse kimseyi inandıramaz.

Doğrusu da budur. Devletler arasında “sevgi-nefret” ilişkisi yoktur çünkü… Devletler arasında karşılıklı çıkar ve saygı ilişkisi vardır. Eğer Adanın Kuzeyindeki “oluşum” bir devlet ise ve Türkiye gerçekten bu devleti tanıyorsa, Türkiye ile KKTC arasındaki ilişki ancak karşılıklı çıkar ve saygı temelinde şekillenebilir.

Şimdi Türkiye’de neyin söylenip söylenmediğine, işbirlikçilerin, provokatörlerin sahtekârca sözlerine bakmaksızın, Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşayan halkın kendi kendisine bir yanıt vermesi gerekir. “Ben kimim? Ne istiyorum? Benim gerçekten bir devletim var mı?”…

KKTC Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan şahıs ettiği yemine sadıksa eğer durup düşünmeli ve bir duruş sergilemelidir şimdi. “KKTC egemen ve bağımsız bir devlet ve ben de o devletin seçilmiş cumhurbaşkanı mıyım?” sorusuna bir yanıt vermelidir.

KKTC Başbakanı ve Bakanları sıfatını taşıyan şahıslar samimi bir duruş sergilemelidirler şimdi. “KKTC gerçekten egemen ve bağımsız bir devlet ve biz de bu devleti yönetenler miyiz?” sorusuna bir yanıt vermelidirler.

Page 150: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

298 299

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Egemenlik ve bağımsızlığı şiar edinen, “devletim, bayrağım” diyen ve kendisini milliyetçi olarak tanımlayan namuslu insanlar onurlu bir duruş sergilemelidirler şimdi. “Yıllarca birilerinin egemenliğe ve devlete saygısızlık ettiğini söyledik, şimdi egemenliğimiz ve bağımsızlığımız hiçe sayılırken, devletimiz sıfırlanırken ne yapmalıyız?” sorusuna bir yanıt vermelidirler…

40 yıldır neyin müzakeresini yapıyor, neyin mücadelesini veriyordunuz siz?

Siyasi eşitliğin, egemenliğin, var oluşunuzu garanti altına almanın mücadelesi değil miydi bu? Şimdi korkmayın egemenlikten… Şimdi bağımsızlıktan korkmayın.

Egemenlik ve bağımsızlık, hele ki bir devlet kurmak öyle kolay iş değildir. Altını doldurmanız gerekir bu kavramların. Dosta düşmana karşı dik durmanız, onurunuza sahip çıkmanız, halkınızın ve devletinizin çıkarlarını, karşınızda her kim olursa olsun savunmanız gerekir.

Boş verin Türkiye’de kimin ne söylediğini. Şimdi bir karar verin.

İlkesiz, hedefsiz, stratejisiz, lidersiz, ezik ve sinik bir cemaat misiniz? Yoksa 400 yıldır varoluş mücadelesi veren, en zor zamanlarda bile bu topraklara tutunmayı bilen, onurlu ve gururlu bir halk mısınız?

Ananızın çenesine vurdu üzgünüm!

Gözünü öfke bürüdü ananızın. Çıldırdı ananız, ağzına geleni söylüyor, kırıp döküyor, hırpalıyor.

Şimdi sakinleşip bir karar verme vaktidir. Öpün ananızın elini son kez. Helalleşin. Bugüne kadar yaptıkları için, sizi doğrusuyla yanlışıyla bugüne getirdiği için teşekkür edin. Kızmayın, darılmayın, gönül koymayın. Duygusal davranmayın. Kendi kaderinize, kendi geleceğinize sahip çıkın.

Kıbrıs’ın Kuzeyindeki bütün siyasi partiler, bütün sendikalar, sivil toplum kuruluşları dar parti ve grup çıkarlarını bir yana bırakıp acilen bir “var oluş platformu” oluşturmalı ve toplumun geleceğine dair derinlikli bir tartışma ve düşünce zemini yaratmalıdır. Türkiye’nin sizi sıfırlamasına sahici bir itirazınız varsa o zaman şimdi çözümü tartışma zamanıdır. Toplumun acil çözüm bekleyen ekonomik, sosyal, siyasal sorunlarını masaya yatıracak, bundan sonraki yol haritasında ödenecek bedeller için bir toplumsal mutabakat yaratılmalıdır. Türkiye’nin müdahalelerinden gerçekten bıktıysanız ve “Ankara ne paranı ne memurunu” diyorsanız,

Ankara’nın parasına da memuruna da ihtiyaç duymayacak bir ekonomik-sosyal mutabakatı yaratmak zorundasınız… Türkiye ile eşit ilişkiler kurabilmenin yolu öncelikle sizin kendi kaderinizi elinize aldığınızı göstermenizle mümkündür çünkü…

Türkiye, hangi ilişki biçimiyle olursa olsun Kıbrıslı Türklerin en güvenilir stratejik ortağı olacaktır gelecekte de. Bütün sorun, bu ilişkide tepetaklak olan dengeleri yerine oturtmaktır.

Mesele Türkiye değildir. Mesele Türkiye ile eşit ve dengeli bir stratejik ortaklık anlayışını oluşturup yönetebilecek bir hükümete sahip olup olmamanızdır.

Türkiye’ye öfkelenmeyin. Türkiye ile ilişkilerinizi bu hale getirenlere öfkelenin öfkelenecekseniz…

Söyleyeyim, Türkiye ile karşılıklı saygı ve eşitliğe dayalı bir ilişkiyi işbirlikçi bir hükümet ile, Türkiye’ye biat eden yöneticilerle yapamazsınız.

Kıbrıslı Türkler! Duydunuz ananızın çığlıklarını… Artık yalnızsınız… Bahtınız açık olsun…

25.02.2011

Page 151: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

300 301

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

AYNI DİLİ KONUŞMAK…

Türkiye çok hızlı gündem değiştiren bir ülke… 28 Ocak sonrası birkaç gün hararetle tartışılsa da aslında medyanın “en sıkıcı başlık” olarak gördüğü Kıbrıs konusu; Ortadoğu isyanları, Libya’da gerçekleştirilen dev tahliye operasyonu ve iç siyasi konular nedeniyle kısa sürede sıcaklığını yitirdi. Ancak Kıbrıs’taki havaya bakılırsa 2 Mart’ta Ada’da bütün zamanların en görkemli mitingine tanık olacağız ve bu eylem Kıbrıs’ı yeniden gündeme sokacak ister istemez.

Dikkatli gözler fark etmiştir; TC Başbakan yardımcısı Ali Babacan, UBP Hükümetini açıkça eleştirerek “Orada şu yanlış! Kendi kendilerine yapmaları gereken bir şey varken, bunun faturasını Türkiye'ye kesmeye çalışmak ya da 'biz bunu yapıyoruz, ama aslında istemiyoruz, Türkiye'nin zoruyla mecburen bunları yapıyoruz' demek de doğru bir politika değil” deyiverdi…

Türkiye Kıbrıs’tan yükselen tepkiler karşısında önce Erdoğan’ın kaba çıkışı ve ardından “elçi” restiyle karşılık vererek otorite gösterisi yaptı ama Babacan’ın demeciyle, belli ki artık gerilimi yumuşatma stratejisine yöneldi.

Başka türlüsünü de düşünmek mümkün değil. Zira Türkiye, hele ki bölge ateşler içerisindeyken Kıbrıs’ın kuzeyinde dozu giderek artan bir toplumsal öfke ile “istenmeyen işgalci” pozisyonuna düşmek istemez.

Kıbrıslı Türkler cephesindeyse durum karışık biraz… Marjinaller, radikal söylemlerle toplumu gaza getirmeye çalışıyor. İşbirlikçi Hükümet ise okların kendisine değil AKP’ye yönelmesinden hoşnut görünüyor.

Türkiye’nin kaba ve dayatmacı üslubuna karşı öfke tabii ki büyük! Ama aklı başında herkes; ne marjinallerin “kavga ve kopuşma” dilinin ne de işbirlikçilerin bir yandan “evet efendim” derken, öbür yandan toplumu AKP’ye ve Türkiye’ye karşı kışkırtan söyleminin doğru olmadığının da farkında.

Gerek UBP Hükümeti, gerek Cumhurbaşkanı Eroğlu yaşanan süreçte sorumlulukları yokmuş gibi davranıp aradan sıyrılmayı tercih ediyorlar. Ama bu doğru değil.

2009’da CTP, kendisine dayatılan ekonomik paketi uygulamayı reddetmiş ve bu paket eğer iddia edildiği gibi bir gereklilik ise, mutlaka toplumun onayına sunulmasının lazım geldiğini söylemişti. CTP bu nedenle 2009’da erken seçime gitti: Halka dayatmamak, halka sormak için!

Sn. Eroğlu liderliğinde UBP, sendikalara ve topluma açık ve net biçimde “ekonomik paketin uygulanmayacağına dair” taahhütnameler

Page 152: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

302 303

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

imzalayarak iktidara geldi. Şimdi her şeyin sorumluluğunu Türkiye’ye yıkarak kurtulmaları anlaşılır gibi değil. Eğer iktidara gelmenizi sağlayan taahhütleriniz bugün tamamen geçersizlik kazandıysa istifa etmek ve ülkeyi seçime götürmek zorundasınız. Seçime gitmiyor ve bu paketi uyguluyorsanız ve “başka da bir seçenek olmadığını söylüyorsanız” o halde 2009 da toplumunuza yalan söylediniz. Yalanlara dayanarak iktidara geldiniz…

Kıbrıslı Türkler, tepkilerini AKP ve Türkiye’den önce, kendisine “dayatılan” ekonomik paketi sorgusuz sualsiz uygulayan ve tüm sorumluluğu AKP ve Türkiye’ye yıkmaya kalkışan UBP Hükümetine karşı göstermeliler. Sonuçta ortada bir protokol var ve altında da UBP’nin imzası var!

Ekonomik paketin şu veya bu biçimde “haklı gerekçeleri” olduğunu var saysak bile kendi toplumunu bu ekonomik önlemler konusunda ikna edemeyen, toplumun desteğini alamayan bir Hükümetin meşruiyetinden söz edilebilir mi?

Toplumun tüm kesimlerinin HAYIR dediği bir ekonomik programı ısrarla yürütmeye çalışan bir hükümet meşruiyetini yitirmiştir ve seçimlere gidip bu meşruiyeti yeniden kazanmak zorundadır. 2009’dan bu yana sergilediği performansla, hele ki şu an sergilediği işbirlikçi tavırla bugün seçime gitse, UBP yeniden iktidar olabilir mi?

Sorulması gereken bir diğer soru da herhalde bu ekonomik programın karşısında kimin nasıl bir alternatif ürettiğidir… Kıbrıs’taki partiler, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları sadece bu program uygulanmasın diyerek toplumun karşısına çıkamazlar. Alternatif programı da ortaya koymak durumundadırlar…

Türkiye’nin ve topu Türkiye’ye atarak kurtulmaya çalışan UBP’nin “çare yok, bu program uygulanacak” derken eksik ve yanlış bıraktığı çok şey var. “Türkiye bu yıl 850 milyon TL yardım yapıyor, daha ne yapsın” denirken de çarpıtılan çok şey var.

Her şeyden önce nüfus sorunu masaya yatırılmalıdır. Kıbrıslı Türkler adanın kuzeyinde kaç kişinin yaşadığını, devletin sunduğu imkânlardan kaç kişinin yararlandığını, Türkiye’nin ikide bir kafalara vurduğu şu meşhur “yardımların” aslında kaç kişiyi, kimleri finanse ettiğini öğrenmek istiyorlar haklı olarak… Kıbrıslı Türkler, her şeyden önce “yahu ben nüfusumu bilmiyorum” diyen bir hükümet istemiyorlar!

Sn. Cemil Çiçek “siz nüfusunuzu dahi bilmiyorsunuz” mu demişti? Sn. Çiçek’e bu sorusunun yanıtı verilmelidir acilen. Verildikten sonra da, “gel bakalım Sn. Çiçek, işte sorunun yanıtı, bunun şu kadarı benim nüfusum, kalanı da senin aktardığın nüfus. Ne yapacaksın şimdi?

Aktardığın nüfusu mu geri çekeceksin yoksa artık bana gönderdiğin paranın diyetini istemekten mi vazgeçeceksin?” denebilmelidir…

Türkiye hem “kendi kendinize yetecek bir ekonomi yaratın” deyip hem de oradaki nüfusun kayıt altına alınmasına karşı çıkarak işi yokuşa sürmemelidir artık.

Balık hafızamızdan kimse yararlanmaya kalkmasın. Arşivler orada duruyor. 2005 yılında CTP Hükümeti adanın kuzeyinde kaçak olarak çalışan, yaşayan Türkiyelileri kayıt altına almaya çalıştığında ilk olarak işbirlikçiler ve Türkiye tepki göstermişti.

Ne yapmıştı CTP Hükümeti? Kaçak olarak çalışan ve yaşayanların kayıt altına alınmayı reddettikleri noktada Türkiye’ye gönderilebilmelerini sağlayan bir yasa çıkartmış ve bu yasayı kararlılıkla uygulamaya çalışmıştı. Bu kapsamda 10 bin Türkiyeli kaçak geri gönderilmiş ve kıyamet kopmuştu…

2005 Temmuz ayının gazetelerine şöyle bir bakarsanız, ekonomiyi kayıt altına almanın, öz kaynaklarla ülke çekip çevirmenin adımlarını ve o adımlara karşı verilen tepkileri o arşivlerde bulabilirsiniz.

Kıbrıslı Türklerin Türkiye ile ilişkilerde dik duruşunu gösteren, kendi kendisine yeter bir ekonomik yapının oluşturulması için en gerekli ilk adımları atan bir hükümet, Türkiye’deki malum çevreler ve adadaki işbirlikçileri eliyle derdest edilmişti.

Şimdi “bize yazılı taahhüt vermiştiniz” diye ortalığı yıkanların da bir durup düşünme zamanıdır… 30 yıl işbirlikçiliği tescilli bir parti ve kadronun sözüne güvenerek iktidara gelmesine “yardımcı olduğunuzu bizzat kendinizin ikrar ettiği” hükümet ve icraatları işte budur!

Artık geleceğe bakalım:

Türkiye, adanın kuzeyindeki nüfusun uluslar arası kurallara uygun biçimde sayılmasını ve KKTC’de “kayıt dışı olarak yaşayan, çalışan” onbinlerce Türkiyelinin kayıt altına alınmasını kabul edecek mi?

Türkiye, her yıl milyonlarca liralık yardım yapıyorum diye şişinmekten vazgeçip, aslında bu paraların çok büyük bir bölümünün oradaki askeri varlığına harcandığını, çok büyük bir bölümünün de oradaki Türkiyelilerin ihtiyaçları için kullanıldığını kabul edecek mi?

Türkiye, “kendi kendinize yeten bir ekonomi oluşturun, ben artık sizi beslemek istemiyorum” demek yerine “ada nüfusunu değiştirme politikamdan vazgeçiyor ve KKTC hükümetlerinin her türlü ekonomik-sosyal tedbirine de saygı göstereceğim” diyebilecek mi?

Page 153: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

304

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Artık geleceğe bakalım:

Kıbrıslı Türkler, AKP’ye ve Türkiye’ye homurdanmak yerine ilk iş olarak işbirlikçi hükümeti ve kadrolarını işbaşından uzaklaştıracak bir erken seçimi zorlayacak mı?

Siyasi partiler, her problemi “çözümden sonraya” ötelemek yerine bugünden yarına kapsamlı ve gerçekçi bir ekonomik-sosyal programla Kıbrıslı Türklerin karşısına çıkabilecek mi?

Kıbrıslı Türkler, kavga ve çatışma dili yerine Türkiye kamuoyuna anlaşılır biçimde “bakın ey sevgili Türkiyeliler, sizin devletinizin bize yardım falan ettiği yok, Anadolu’dan Kıbrıs’a akan başıboş, denetimsiz, işsiz güçsüz binlerce insanın ihtiyaçlarını ve resmi rakamlara göre 50 bin civarındaki askerin ihtiyaçlarını karşılamaya ancak yetiyor bu para” diyecek mi?

Bence 2 Mart ve sonrasındaki süreç bütün bu gerçeklerin konuşulması için uygun tartışma iklimini yaratacak. Öfke ve tepkiselliğe, slogancılığa sığınmadan, herkesin eteğindeki taşları dökmesiyle mümkün olacak bu…

2 Mart eğer provokasyonlara, kavgaya, çatışmaya kurban edilmezse böyle bir sürecin ilerlemesine yardımcı olacak.

Israrla söylüyorum. Eylemler iyi, güzel ve gerekli… Ama Kıbrıs’taki siyasi partiler, ekonomik-sosyal ve siyasal çözüm önerilerini öncelikle kendi toplumlarına ve ardından Türkiye kamuoyuna derli toplu biçimde anlatmayı denemelidirler.

İşbirlikçi hükümeti ve Türkiye’nin haksız ve yanlış uygulamalarını “savunma psikolojisiyle ya da öfkeyle değil” güçlü argümanlarla anlatmak gerekiyor. Çünkü Kıbrıslı Türkler haklıdır. Haklı olanların da ne savunma diline ne de öfke diline ihtiyacı yoktur.

Kıbrıslı Türklerin 2 Mart’ı nasıl gördükleri mühim. Bu büyük eylem TC Başbakanının “Beslemeler” çıkışına öfkeli bir yanıta mı “indirgenecek” yoksa Kıbrıs’ın Kuzeyindeki gerçeklerin Türkiye ve dünya kamuoyuna “derli toplu, anlaşılır”, vakur bir “sunumuna” mı “dönüştürülecek?”. Bence 2 Mart’a doğru Kıbrıslı Türklerin enine boyuna düşünmesi gereken konu budur.

26.02.2011

Page 154: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

306 307

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

AKP KENDİ AYAĞINA KURŞUN SIKARKEN…

Kıbrıslı Türklerle tanışıklığım 2003 yılında başladı. İlk günden itibaren hemen her kesimden, her siyasi görüşten Kıbrıslı Türklerin AKP ve Erdoğan’a duydukları sempati beni çok şaşırtmıştı. Kıbrıslı Türkler AKP’yi Kıbrıs sorununu çözecek vizyona ve güce sahip bir parti, Erdoğan’ı ise Kıbrıs gerçeğini kavramış bir Türkiyeli lider olarak görüyorlardı.

Türkiye’de ise durum farklı oldu hep. Bizler AKP’nin Türkiye’de askeri vesayeti geriletmeye, Kıbrıs ve Kürt sorununu çözmeye, Yunanistan ve Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmeye yönelik her adımını heyecanla karşıladık ve destekledik. Ama AKP’nin özünde muhafazakâr-demokrat bir parti olduğu, sermayenin el değiştirme sürecinin bir tezahürü olduğu gerçeğini de bir tarafa koyarak…

Bu “marj” netameli bir pozisyon yarattı hepimiz için.

AKP ve Erdoğan olgusunu değerlendirirken gözden kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm önemli bir nokta var. Cumhuriyet tarihinin tartışmasız en karizmatik liderlerinden biri olan Erdoğan, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en büyük kitle partilerinden birinin liderliğinde Türkiye’nin sınıfsal altüst oluş ve sermayenin el değiştirme sürecini büyük bir başarıyla yürütüyor.

Bu, “karşısında olmamız” ya da “yanında olmamız” gereken bir süreçten çok, öncelikle “anlamaya çalışmamız” gereken bir süreç.

“Yerine ne geleceği” endişelerinin yarattığı akıl tutulması, Cumhuriyet oligarşisinin hızla çözüldüğü gerçeğini ve bizim bu çözülmeyi her türlü ön kabulün dışına çıkarak okumaya çalışmamızın gerekliliğini göz ardı ettirmemeli…

Elbette tartışmaya açıktır ama Türkiye’de muhafazakâr kesim ilk kez AKP sayesinde “demokrasi” ile tanışıyor. Yakın tarihe kadar darbelerden nemalanmayı uman ve bir biçimde sistem içerisinde kendisine yer bulan muhafazakârlar ekonomide, siyasette ve sosyal yaşamda “sıkıştırıldıkları” alanın dışına taşmaya kalkıştıklarında başlarına neler geldiğini gördüler. Bu “aydınlanma” nedeniyledir ki muhafazakârlar kendileri dışında kalan “ötekileri” ve “ötekilerle” birlikte mücadele etmedikleri takdirde kendilerine de hayat hakkı tanınmayacağını fark etmeye başladılar.

Şurası açıktır ki ne AKP’nin ne de muhafazakârların demokratikleşme konusunda bizleri tatmin etmeye yetecek bir ufukları yok. Ama Cumhuriyet oligarşisinin o kimseye hayat hakkı tanımayan ve toplumu kendi biçtiği deli gömleğine hapseden yapısı içerisinde AKP’nin sadece kendisinin değil, herkesin soluk alabileceği bir özgürleşme alanı yarattığını da teslim etmek gerekir.

Page 155: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

308 309

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Bugün ulusalcıların o pek bilmiş halleriyle “AKP’nin demokratlığını” tartışma konusu edecek yüzleri yok. “Tek parti, tek adam” rejiminden dem vuran, hele hele faşizmden söz etmeye kalkışan ulusalcılara sorarlar, “87 yıllık ceberrut rejim pek mi gül bahçesiydi?” diye…

Özgürlükçü, demokratik bir sol program Türkiye’nin ihtiyacıdır. AKP’nin gerçekleştirdiği sistem revizyonu ancak özgürlükçü-demokratik bir sol program ile birlikte bir anlam ve değer kazanabilir. Türkiye için asıl tehlike, güçlü bir özgürlükçü-demokratik sol programın çıkmaması halinde başlayacaktır. Zira AKP’nin vizyonuna ve insafına bırakılmış bir demokratikleşme süreci sağlıklı gelişimini tamamlayamaz.

Hoşunuza gider ya da gitmez ama araştırmalar, Haziran seçimlerine birkaç ay kala AKP’nin %50’leri zorlamaya başladığını ortaya koyuyor. Erdoğan’ın kişisel karizması AKP’nin de ilerisinde. Anlaşılan o ki, AKP Haziran seçimlerinden yine birinci parti olarak çıkacak…

Bu ürkütücü ve baş döndürücü güç Türkiye için demokratikleşme yönünde gerçek bir fırsata da dönüşebilir, AKP açısından beraberinde Türkiye’yi de uçuruma sürükleyecek gerçek bir felakete de… Bu derece bir halk desteğini sağlamayı başarmış bir siyasi partinin şimdi çok daha dikkatli ve ölçülü davranması beklenirken AKP birbiri ardınca tuhaflıklar sergiliyor.

En başta söylediğime döneyim şimdi…

Daha sadece 1 yıl öncesine kadar Kıbrıslı Türklerin gönlünde taht kurmayı başaran Erdoğan durup dururken hakarete ve restleşmeye yönelerek Kıbrıs’ta bir nefret ve öfke odağı haline geldi…

Erdoğan’ın son derece tuhaf ve gereksiz çıkışlarla; en sorunsuz demesek bile, sorunların en kolay yönetilebileceği bir coğrafyada arı kovanına çomak sokmasının anlaşılabilir bir yanı yok.

Türkiye’nin 1974’ten bu yana adadaki fiili varlığının, askeri gücünün, taşıdığı nüfusun uluslar arası alanda yarattığı anomali AKP tarafından doğru teşhis edilmiş ve Kıbrıs sorununa sürdürülebilir bir çözüm için Erdoğan liderliğinde güçlü adımlar atılmıştı. Erdoğan’ı bu yaklaşımın olumlu etkilerini bir anda heba edecek, Kıbrıslı Türkleri karşısına alacak bir söylem ve davranışa yönelten hiçbir haklı gerekçe bulunamaz.

AKP gibi bir parti, Erdoğan gibi bir lider eğer Kıbrıs sorununun artık taşınamayacak bir sorun haline geldiğini düşünüyorsa, sorunun çözümünü de biliyor olmalı…

Çekersin askerini, çekersin kayıt dışı nüfusunu ve sorunu en azından kendi cephende çözersin… Elbette nihai hedef federal çözümdür ama Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi bir federal çözümden önce paliyatif olarak rahatlatacak çözümler ortada duruyor…

Eğer Türkiye Kıbrıs’ı ekonomik bir yük olarak görüyorsa sadece asker sayısını azaltarak ve sadece sayısı bilinmeyen nüfusun kontrol altına alınmasını sağlayarak bu ekonomik yükü hafifletebilir. Üstelik böyle bir manevra ile sadece ekonomik açıdan da rahatlamış olmazsınız… Aynı zamanda diplomatik olarak da eliniz güçlenir, Kıbrıslı Türklerin kalbini de sonsuza kadar kazanmış olursunuz…

Ama arı kovanına çomak sokarsanız sonuçlarına sadece Kıbrıs’ta değil Türkiye’de katlanmak zorunda kalırsınız. Üstelik tek başınıza da değil… Kıbrıs’ta oluşan AKP karşıtı hava, aslında Kıbrıs’ta statükonun değişmesini istemeyen ama AKP karşıtlığından bir biçimde nemalanmak isteyen ulusalcıların iştahını kabartıverir…

Kıbrıs, Ergenekon’un yılan deliğidir. Türkiye’de kuyruğu kıstırılan Ergenekon’un önü sonu hesap edilmeyen çıkışlar nedeniyle Kıbrıs üzerinden başını kaldırmasına izin verecek siyasi hesapsızlıkların bedeli çok ağır olur.

Bir de bunun üzerine Ergenekon’un, darbe girişimlerinin ortaya çıkmasında katkısı olan gazetecilerin gözaltına alınmasına seyirci kalırsanız, en güçlü olduğunuz noktada saçma sapan bir şekilde, asla bir araya gelemeyecek kesimleri ortak bir cephede bir araya getiriverirsiniz!

AKP’nin tuhaf çıkışları sonucu Kıbrıs’ta ve Türkiye’de olup bitenler, Ergenekon cephesinin arayıp da bulamadığı bir ortamın doğmasına neden oldu ki, bunun sonuçları tek başına AKP’yi ilgilendirecek sonuçlar olmayacaktır.

Askeri vesayetin, darbeciliğin geriletilmesi için çok büyük bir mücadele verdik… Şimdi bütün bu kazanımların AKP tarafından heba edilmesine izin verilemez…

04.03.2011

Page 156: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

310 311

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

5 MART’A DOĞRU…

Sendikaların 25 Mart’a kadar süre verdiği UBP Hükümeti Kıbrıs’ta yeni bir sosyal tsunami dalgasının yaklaşmakta olduğunun farkında değilmiş gibi davranıyor. Tepkilerine muhatap bulamayan, hükümetten hiçbir yatıştırıcı yaklaşım görmeyen toplumun öfkeli sabırsızlığının da artmakta olduğu anlaşılıyor. UBP sadece ülkeyi değil, toplumun gündemini de yönetemiyor artık.

Son derece uygar ve barışçıl bir toplum olan Kıbrıslı Türkler tepkilerini kitlesel demokratik gösterilerle ifade etme konusunda oldukça başarılıdır. Bu başarının ardında hiç kuşkusuz kitlesel eylemlere liderlik eden sendikaların ve siyasi partilerin akılcı tutumları yatıyor. Ancak dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir kitlesel demokratik eylem, karşısında ciddi bir muhatap bulamadan aynı serinkanlılıkla sürdürülemez. Toplumun hoşnutsuzluğu ve sabırsızlığı artar, “demokratik ifade yollarına” güven azalır ve marjinal çıkışlara zemin doğar. Hükümetin aymazca tutumu karşısında muhalefeti demokratik zeminde tutmak için olağanüstü çaba sarf eden siyasi partilerin çok fazla zorlandığını görebiliyoruz.

Yakın geçmişte CTP hükümetine karşı sendikaları sorumsuzca kışkırtmak, bol keseden taahhütlerde bulunmak konusunda son derece rahat davranan UBP her şeye rağmen çok şanslı.

Hatırlayın 2-3 yıl öncesini. UBP sendikalarla birlikte neredeyse hayatı felç edecek her türlü eylemi destekliyor, UBP’ye yakın yazarların kaleminden kan damlıyordu. Şimdiyse UBP Hükümeti toplumun giderek artan öfkesini demokratik bir zeminde tutmaya çaba gösteren bir muhalefetle karşı karşıya. UBP aslında hiçte hak etmediği bu fırsatı iyi değerlendirmeli ve bir an önce toplumun taleplerine kulak vermeli.

Geçmişi çok çabuk unutmak gibi genetik bir rahatsızlığımız var. Ama kimse kusura bakmasın, bugün olup bitenleri anlamak ve geleceği doğru şekillendirmek için geçmişi hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız…

Denktaş diktatörlüğünün yıkılmasında önemli bir rol üstlenen sendikalar, özellikle 2003 sonrasında öyle pek de kolay vazgeçilemeyecek, baş döndürücü, adeta hormonlu bir güç kazandılar. Bu güç zaman içerisinde sendikaların kendilerini toplumdaki bütün güçlerin üzerinde bir güçte hissetmelerine yol açtı. Grev etkili bir hak arama aracı olmaktan çıkıp adeta toplumu cezalandırma, güç gösterisi mekanizmasına dönüştürüldü. Sendikacılar, siyasi partilere “ayar verir” konuma geldiler.

Eğer CTP dönemine ilişkin ciddi bir eleştiri gerekiyorsa bence en önemli konu, CTP’nin sendikalarla kurduğu duygusal ilişkidir. Sol geleneğin etkisiyle CTP, sendikaları karşısına almamak,

Page 157: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

312 313

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

sendikacılarla kavga etmemek adına sendikal taleplere aşırı duyarlı bir hükümet anlayışı sergiledi. Zaman içerisinde CTP toplumu yönetemez hale gelirken, her konuda son söz neredeyse sendikacılar tarafından söylenir oldu.

UBP, CTP’nin bu “solcu zaafiyetinden” kurnazca yararlanmayı bildi. Sanki 30 yıl boyunca ülkeyi kesintisiz biçimde yöneten UBP değildi… UBP; bugün şikâyet edilen tüm yapısal bozuklukların sorumlusu kendisinden başka bir siyasal kadroymuş gibi, sadece 5 yıl gibi kısa bir sürede berbat bir sömürge düzeninin tüm sıkıntılarını çözmesi beklenen CTP’nin karşısına bir “sendikal hak meleği” olarak çıkabilecek kadar cüretkâr davrandı…

Siyaset böyle bir şeydir elbette… İlginç olan, o dönemde ne CTP bu siyasi operasyonu analiz edebildi ne de toplum, sendikalara gaz veren UBP’ye dönüp “yahu 30 yıldır bu sömürge düzenini kurup bekçiliğini yapan, başımıza bütün bu dertleri musallat eden sen değil miydin?” diye sorabildi.

İşin daha da tuhafı, bugün sendikacılar sanki CTP hükümetini yıkanlar ve “yazılı taahhütlerine inandıkları” UBP’yi iş başına getirenler kendileri değilmiş gibi davranıyorlar. CTP’ye karşı linç kampanyası 2 yıldır iktidarda UBP olmasına rağmen sürüyor. CTP’li arkadaşlar alınmasın ama bunda CTP’lilerin kompleksinin de büyük payı var. Bırakın artık bu ezikliği. Toplumun hala güçlü bir CTP’ye ihtiyacı var!

“Dışarıdan bakan bir dost” olarak kimseye şirin görünmek gibi bir derdim yok. Amaç Kıbrıslı Türklerin daha mutlu geleceği ise başta “dünyada Türkiye dâhil hiç kimsenin BM nezdinde resmen tanıma cesareti gösteremeyeceği çakma devlet” olmak üzere tüm toplumsal yapının ve organizmanın tartışılabilmesi gerekir. Devleti tartışabildiğimiz noktada, siyasi partileri, sendikaları tartışmaktan kaçınamayız.

Gelinen noktada sendikaların, siyasi partileri küçümseyen, değersizleştiren ve toplumun karşısına tüm siyasi partileri aynı kefeye koyan ve giderek siyasi partilere direktif vermeye yönelen bir anlayış sergilemesinin yan etkileri iyi hesaplanmalı.

UBP Hükümetinin toplumda derin hasarlara yol açan uygulamalarından kurtulmanın yolu mümkün olan en kısa zamanda yapılacak bir erken seçim. Toplum, günün sonunda bu seçimde ülkeyi yönetmeye talip, belirli bir siyasal programı olan herhangi bir partiyi iş başına getirecek.

Kıbrıslı Türkler bugün boğuştukları ekonomik ve sosyal felaketlerin tartışmasız tüm sorumluluğunu taşıyan UBP’nin 30 yıllık berbat

deneyimlere rağmen yeniden nasıl ve hangi koşullarda iş başına getirildiğini çok iyi hatırlamak zorunda.

Ben Kıbrıs’ın son 10 yıllık tarihine baktığımda hep Şili’yi ve sosyalist Allende’yi hatırlarım ister istemez… Şili’de Allende’nin devrilmesinde Pinochet rejimi sadece bir sonuçtur… Allende’yi asıl yıkan ve Pinochet rejiminin önünü açan faktör bitmek bilmeyen grevlerdir. Şili halkı sosyalist Allende yönetiminin değerini ancak Allende devrildikten sonra anlayabildi. Allende başkanlık sarayında faşist Pinochet’ye karşı direnerek ölmeden önce ordu ve ABD tarafından kışkırtılan sendikalarla mücadele etmek zorunda kalmıştı… Bir gün Allende Hükümeti gitti, geriye ne ekonomik ve sosyal haklar kaldı ne de sendikalar…

Kimse gücenmesin ama bunu ben söylemiyorum, arşivler orada duruyor. UBP’nin sendikalara yazılı taahhütler vererek iş başına geldiğini, bitmek bilmez grevleri canla başla desteklediğini, işbirlikçilerin Türkiye’deki malum çevrelerle birlikte karıştırdıkları işleri biliyoruz. Bugün bunların hiçbir önemi kalmadı. UBP iş başında ve şimdi Kıbrıslı Türkler varlık-yokluk mücadelesi veriyorlar…

Sendikalar elbette çok önemli. Ama Kıbrıslı Türkleri ekonomik, sosyal ve siyasal planda düzlüğe çıkartacak olan güç yine siyasal partilerdir. 25 Mart’a doğru toplumsal muhalefetin yönetiminde siyasi partiler işi sendikalara bırakmak yerine artık daha kararlı ve daha etkin bir liderliği üstlenmelidirler. Meclisteki muhalefet partileri, her şeye rağmen Parlamenter sisteme olan saygı ve güveni zedeleyecek eylemler konusunda her zamankinden dikkatli davranmak zorundadırlar.

Sendikacılar bu noktadan sonra siyasi partilerden rol çalma yanlışına düşmek yerine, ülkeyi selametle seçime götürecek ortama katkıda bulunmak ve UBP’nin toplum düşmanı siyasetini bir daha geri gelmemek üzere tarihin çöplüğüne atacak program ve projeleri geliştirecek partilere güçlü siyasal destek vermelidirler.

Yoksa bizde bir laf vardır: Horozu çok olan köyün sabahı geç olur…

12.03.2011

Page 158: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

314 315

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

GÜVEN MEKTUBU…

Sn. Halil İbrahim Akça dün Cumhurbaşkanı Eroğlu’na güven mektubunu sundu ve resmen Türkiye’nin KKTC Büyükelçisi sıfatıyla görevine başladı. Bu zorlu görevde kendisine başarılar dilerim.

Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği alanındaki lisans eğitimine rağmen ABD’de ekonomi master’ının ardından parlak bir ekonomi kariyeri yapan Sn. Akça’nın, diplomasi alanında da aynı başarıya imza atıp atamayacağını zaman gösterecek. Kendisinden önceki Büyükelçi’nin uğurlanış biçimini ve nedenlerini dikkatle incelediği takdirde, her ne kadar diplomasi deneyimi olmasa da Sn. Akça’nın da başarılı olmaması için hiçbir neden yok.

Tüm Büyükelçilerin görevi, bulundukları ülkelerde kendi ülkesinin çıkarlarını temsil etmek olduğu gibi, Sn. Büyükelçi’nin de görevi Kıbrıs’ın Kuzeyinde Türkiye’nin çıkarlarını temsil etmektir.

Kıbrıs’ın kuzeyini bir tür “müstemleke”, Kıbrıslı Türkleri de o müstemlekenin “metazori katlanılan yükleri” gibi gören anlayışın aksine, Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyindeki en yüksek çıkarı “eşitlik temelinde inşa edilmiş güçlü bir dostluk ve kardeşlik ilişkisidir”…

Bir TC yurttaşı olarak “büyükelçimin” ülkemi ve beni nasıl temsil ettiğiyle ilgilenme, gerektiği yerde kendisini eleştirme ve uyarma hakkına sahibim. Herhangi bir ülkeye başım dik, gönlüm ferah olarak ya da başım eğik ve huzursuz olarak gidip gitmeyeceğim, büyük ölçüde ülkemin o ülkede nasıl algılandığıyla ilişkilidir. Bu algıyı yönetme sorumluluğu ise elbette öncelikle o ülkedeki Büyükelçiye aittir.

Eşine az rastlanır tartışmalı bir sürecin sonunda Büyükelçi sıfatıyla güven mektubunu sunan Sn. Akça’nın Türkiye adına KKTC Teknik Heyet Başkanlığı yaptığı dönemde Kıbrıslı Türklerle ciddi bir iletişim problemi yaşadığı muhakkak. Belki bir bürokratın görevi ve konumu gereği öyle çok da sempati toplama ihtiyacı olmadığı ileri sürülebilir. Ama hele ki TC Büyükelçiliği gibi bir pozisyonda, Ada’daki ilişkilerin karşılıklı sevgi ve saygıya dayandırılmasının ne kadar önemli olduğu herhalde ortadadır.

Kıbrıslı Türkler belki de hiçbir toplumda benzeri görülmeyecek bir seçiciliğe sahipler. Bu seçicilik Türkiye’den gelen yetkililer söz konusu olduğunda daha da hassaslaşıyor.

Bir zamanlar eli cebinde, küstah ve tepeden bakan tavırlarıyla ülkemize gelip ahkâm kesen “batılı yetkililer” bizim için ne kadar can sıkıcıydıysa, Kıbrıslı Türkler de kendilerine aynı fütursuzlukla yaklaşan “Türkiyeli yetkililer” karşısında benzer bir duyguya kapılıyorlar.

Page 159: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

316

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Kendi ekonomisine, kendi nüfusuna, kendi geleceğine, kendi polisine hükmedemeyen bir toplumun bir de kabaca azarlanıp aşağılanmasına karşı öfke duymasını anlamak hiç de zor olmasa gerek.

İnsan ilişkilerinde de, devletlerarası ilişkilerde de böyledir… Para ve güç, şık biçimde taşınmadığı, karşınızdakini ezmeye yönelik bir silah gibi kullanıldığı sürece sinir bozucu bir görgüsüzlüğe, görgüsüzlük ise her zaman için tepkiye neden olur.

Ne yazık ki bırakalım diplomatları, Kıbrıs’a kumara giden pek çok hanımefendi ve beyefendilerde bile bu nobranlık, bu görgüsüzce tavra sıklıkla rastlanıyor. Oysa birazcık nezaket, birazcık empati, biraz tevazu bu imajı tersyüz edebilir…

Zor güvenen, zor seven, zor benimseyen bir toplum Kıbrıslı Türkler… Tarihlerine baktığınızda, yaşanan onca travmadan sonra hiç de haksız değiller bu tutumlarında. Biz Türkiyeliler bu travmayı daha da derinleştirecek pek çok şey yaptık, yapmaya devam ediyoruz. En azından kendi ifademizle “Bağımsız ve egemen” bir ülkede, “kardeş bir halkın” topraklarında olduğumuzu unutup, sahipleriymişiz, efendileriymişiz gibi davranmaya kalkıştığımızın sayısız örneği var.

Resmi olarak hiç birimizin tam anlamıyla bilemediğimiz miktarda Türkiyeli, Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşıyor. Bu nüfus beraberinde Kıbrıslı Türklerin daha önce tanımadığı pek çok sosyal problemi Kıbrıs’a taşıdı. Sn. Büyükelçi bu sosyal bataklığın kurutulması, ıslahı için samimi bir çabayla işe başlar ve algı değişikliğine yol açabilirse Kıbrıslı Türklerin buna hemen ve çok sıcak biçimde karşılık vereceğini görecektir.

Bu zor problemler sadece KKTC Hükümetiyle yürütülecek formel ilişkilerle çözülemez. Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıs’ta yaşayan Türkiyelilerin sivil temsilcilerinin sürece katıldığı, çözümün parçası haline getirildiği bir anlayışın geliştirilmesi gerekir. Bu da her şeyden önce etkili bir iletişim yönetimini zorunlu kılıyor. Hem Kıbrıslı Türklerle hem de Kıbrıs’ta yaşayan Türkiyelilerle…

Sn. Büyükelçi’nin koltuğuna oturur oturmaz herhalde ciddiyetle ele alacağı ilk konu Kıbrıslı Türkler’in güvenini ve sevgisini kazanmaya yönelik etkili bir iletişim faaliyetini devreye sokmak olmalıdır.

Zira Cumhurbaşkanına sunulan o resmi ve kuru “güven mektubu” eğer Lefkoşa’nın, Girne’nin, Mağusa’nın, İskele’nin, Güzelyurt’un her sokağına, her evine, her ferdine ulaşacak bir sıcak üsluba dönüşmezse hiçbir anlam taşımayacaktır.

01.04.2011

Page 160: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

318 319

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ÜFLEYİN GİTSİN!

7 Nisan sabahı erken saatlerden itibaren Kıbrıs’ı yakından izlediğimi bilen ve Türkiye medyasının tüm ilgisizliğine rağmen Kıbrıslı Türklere sempatiyle yaklaşan İstanbul’daki gazeteci dostlarım aramaya başladılar.

Herkesin ortak sorusu biraz da espriyle “Lefkoşa Tahrir’i”nin nasıl şekilleneceğiydi. “Kaç bin kişi katılacak?”, “Ocak ve Mart eylemlerinden daha büyük bir kalabalık katılır mı?”, “Eylemlerin bundan sonraki seyri ne olur?” biçimindeydi.

Bunu şunun için söylüyorum, Ocak ve Mart Eylemlerinde ortaya çıkan yığınsallık Türkiye medyasında en azından belirli bir kesimde ilgi uyandırmayı başardı. Ancak eylemlerin “saman alevi” karakteri, Kıbrıs’taki siyasi partilerin ve sendikaların ortak bir “alternatif ekonomik ve sosyal program” önermemeleri ve genel olarak uyandırdıkları “ne değişecek ki?” hissiyatı buradaki cılız ilgiyi de söndürdü.

Bırakalım Tahrir’i, bırakalım Ocak ve Mart eylemlerini, Meclis Binası önündeki eylem hem cılızlığı hem de sergilenen görüntüler nedeniyle Kıbrıs’tan güçlü bir ses bekleyenleri düş kırıklığına uğrattı. Önceki yığınsal eylemlerde Kıbrıs muhalefetinin her renginin, hemen her örgütünün tek vücut biçimde sergilediği “duruş”tan eser yoktu 7 Nisan’da… İnönü Meydanını rengârenk bayraklarıyla, pankartları ve sloganlarıyla dolduran o müthiş gurur fotoğrafından eser yoktu… Bunun yerine, eylem öncesi ve eylem sırasında birbiriyle didişen, birbirine saldıran, hakaret eden insanların görüntüleri yansıdı medyaya…

En rahatsız edici ve anlaşılmaz durum ise kuşkusuz Ada’nın Kuzeyindeki en büyük muhalefet partileri CTP, DP ve TDP ye yönelik incitici sözler ve davranışlar oldu. Bazı gruplar, bu üç partiye ve önde gelen isimlerine anlaşılmaz biçimde saldırdılar.

“Dışarıdan bakınca” insanın aklına hemen Kıbrıs’ın Kuzeyinde üflesen devrilecek işbirlikçi hükümetin işbaşında kalmasını mı istiyor bu arkadaşlar diye sormak geliyor… Öyle ya, eğer bu işbirlikçi hükümetin derhal işbaşından uzaklaşması isteniyorsa bunun yolu bu hükümeti bir erken seçime zorlamaktan geçiyor.

Peki, ülkenin en büyük üç muhalefet partisine öfke kusarak, saldırarak yapılan eylemlerden sonra nasıl bir erken seçim istenecek ki? Ha, eğer bu gruplar birleşip yeni bir parti kurmayı ve seçimlere katılmayı planlıyorlarsa o başka… Ama yok eğer Kıbrıslı Türklerin bu işbirlikçi hükümet ile geçirecek tek bir güne daha dayanacak takatları kalmadıysa ve mümkün olan en kısa sürede bir erken seçim isteniyorsa, o zaman toplumun çok büyük bir kesimini temsil eden bu üç muhalefet partisiyle kavga etmek akla ziyan bir durumdur…

Page 161: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

320 321

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Sendikalar demokratik düzenin olmazsa olmaz bir bileşenidir. Sendikaların vereceği mücadele, ülkenin ekonomik ve sosyal anlamda demokratikleşmesi için çok büyük önem taşıyor kuşkusuz. Ama ortaya sandık kurulduğunda, toplum ekonomik ve siyasi tercihini, geleceğe ilişkin talep ve beklentilerini seçime katılacak siyasi partiler aracılığıyla belirtecektir… Dolayısıyla sendikalar, siyasi partilerle kavga etmek yerine siyasi partileri toplumun ekonomik ve sosyal talepleri doğrultusunda politikalar üretmeye zorlamak, onlara bu anlamda katkı sunmak, önlerini açmak ve daha ileri talepleri programlarına koymak için motive etmek durumundadırlar.

Sendikalarla muhalefet partilerinin toplumun önünü açacak ortak bir ekonomik ve sosyal programı oluşturmak için birlikte hareket etmek yerine itişmeyi tercih etmeleri, sadece ve sadece işbirlikçi hükümetin ömrünü uzatmaya yarar.

Bazıları bana kızabilir ama defalarca söylediğim şeyi bir kez daha söylemekten kaçınmayacağım…

2003’ten itibaren Kıbrıs’ta ortaya çıkan ve bugün değerini herkesin çok daha iyi anladığını umduğum “barış ve demokrasi” iklimi 2009 seçimlerinde karşı devrimin geçici zaferiyle sonuçlandı. İşbirlikçi hükümetin bu zaferi kim ne derse desin “kağıttan bir zaferdir”… Üflesen devrilecek durumdadır işbirlikçi hükümet…

Söz verdikleri hiçbir şeyi yerine getiremedikleri gibi, Ada’nın Kuzeyinde ekmeği her geçen gün daha da küçülten, çözümden her geçen gün daha da uzaklaşan, Kıbrıslı Türkleri kendi topraklarında her geçen gün daha da yalnızlaştırıp azınlığa düşüren ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi toplumun dişinden tırnağından artırarak sahip olduğu, gelecek kuşaklara ait ne varsa satıp savan bir işbirlikçi hükümetten söz ediyoruz…

Bu işbirlikçilerin iktidara nasıl geldiklerini unutmamak gerekiyor… Maaşları sadece bir gün geciktiği için sokaklara dökülen, iş durduran sendikacılara yazılı taahhütler vererek geldi bu işbirlikçiler…

2009 yılının ekonomik göstergeleriyle bugünün ekonomik göstergelerini karşılaştırın. Sözde “batmış” bir ekonomiyi “şıppadanak” ayağa kaldıracaklarına dair sözler vererek geldi bu işbirlikçiler… Bırakınız ayağa kaldırmayı, insanların ay sonunda maaşlarını alıp alamayacaklarından, işten durdurulup durdurulmayacaklarından emin olamadığı bir cehenneme çevirdiler ülkeyi.

“Yeşil Faşizm” diye sokaklarda gösteriler yapanlar ne biber gazının tadını bilirlerdi, ne copun tadını. Ama şimdi işbirlikçiler sayesinde copun da, biber gazının da, polis şiddetinin de tadını bilir oldu toplum…

Hiç ihtimal vermiyorum ama şunu da yüksek sesle dillendirmeye başladı buradan bakanlar: Bu işbirlikçi hükümeti iş başına getirenler sakın ola ki ömrünü uzatmak için kavga ediyor olmasınlar muhalefet partileriyle? Sakın ola ki bu üflesen yıkılacak işbirlikçileri erken seçime zorlayabilecek yegane güç olan muhalefet partilerini değersizleştirmeye çalışarak, karalayarak, onların da çare olmayacağı düşüncesini alttan alta yaygınlaştırarak “Aman be, işbirlikçi hükümet gitse yerine gelen neyi değiştirecek ki?” mi dedirtmeye çalışıyorlar?

İşbirlikçi hükümetten kurtulabilmek için toplumun sendikalara da siyasi partilere de ihtiyacı var… Sendikaların ve siyasi partilerin vakit yitirmeden “alternatif bir ekonomik-sosyal program” için harekete geçmeleri gerekiyor…

İşbirlikçilerin en büyük korkusudur sendikaları ve siyasi partileri el ele, omuz omuza görmek…

24 Nisan bir fırsattır önümüzde… CTP ve TDP 24 Nisan’ı “Kıbrıslı Türklerin çözüm iradesini” yeniden, güçlü bir şekilde duyurmak için harekete geçtiler… İnönü meydanı tıpkı 2003’teki, 2004’teki gibi, tıpkı Ocak ve Mart eylemlerindeki gibi her renkten, her kesimden on binleri buluşturabilmelidir. Bunun tek yolu var. Siyasi partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşlarının yeniden omuz omuza vermesi…

Bu işbirlikçilerin korkulu rüyasıdır… Sevindirmeyin… Üfleyin gitsin…

17.04.2011

Page 162: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

322 323

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

DAHA BİTMEDİNİZ DEĞİL Mİ?

24 Nisan 2004, bugün bazılarınca “söndürülmüş bir devrim” gibi hatırlansa da, on yıllarca baskı altında tutulmuş, sindirilmiş halkların uyanışının inişli çıkışlı bir süreç olduğunu bilenler için, hâlâ çok şey ifade ediyor.

Kıbrıslı Türkler daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi ve insanca bir yaşamı temsil eden “Çözüm” hedefinde adeta tek vücut olarak meydanları doldurmuşlardı.

Son 2 yılında karşı devrimin geçici bir zafer elde ettiği 7 yıl geçti aradan.

Umutsuzluk, bıkkınlık, yorgunluk belirtisi gösterenler için uzun bir zaman sayılabilir. Ne ki mücadele dediğiniz şey böyle bir şey. Halklar kendi yenilgilerinden öğrenerek ilerliyor. Her yenilgi önce geçici bir umutsuzluk ve yılgınlığa, ardından yeni bir silkinmeye ve mücadelenin yeni ve daha güçlü dalgasına bırakıyor yerini…

Karşı devrim işbirlikçileri eliyle 2004 ruhunu bir daha geri getirmemek, direnişin son yeşil dallarını bile kırıp kopartmak için var gücüyle bastırıyor. İstiyorlar ki Kıbrıslı Türkler yolun sonuna geldiklerine, tüm umutların bittiğine inandırılsınlar. İnandırılsınlar ki o rengârenk pankartlarıyla, o coşkulu sloganlarıyla yeniden sokaklara çıkabilme gücünü bulamasın çocuklar. Bunun için başvurmayacakları yöntem, yeltenmeyecekleri zorbalık yok.

Öncelikle umudun kaynaklarına saldırdılar. 24 Nisan’ı hazırlayan kuşağı, o kuşağın inandığı tüm değerleri, ardından o birlik ruhunu, o her gökkuşağını hedef aldılar. “Yenildiniz” fikrini inceden inceye, zehirli bir yılan gibi soktular en girilmez zihinlere…

Ne yalan söyleyeyim, “bu denli başarılı olabileceklerine, bu kadar küstahlaşabileceklerine, bu kadar fütursuzlaşabileceklerine ihtimal vermiyordum…” diyecek kadar umutsuzluğa kapıldığım anlar çok oldu.

Ama Lefkoşa’nın, Girne’nin, Güzelyurt’un, İskele’nin, Mağusa’nın o yanık tenli çocukları her sokağa çıktıklarında, her barış şarkıları söylediklerinde; yeşilli, mavili, kırmızılı bayrakları her dalgalandırdıklarında yeniden, “Kıbrıs’ta barış engellenemez” haykırışlarını duyduğum her seferinde “yok be, bitiremezler bu çocukları” diyorum...

Bitmediniz değil mi? Henüz bitiremediler sizi değil mi?

Meydanları dolduracak, yeniden ayağa kalkacak, haykırışınızı dosta düşmana duyuracak gücü, Kıbrıs’ın o güzelim baharından alıyorsunuz değil mi?

24 Nisan’ı… Unutmadınız, unutturmayacaksınız değil mi?

Çözümden, Kıbrıs’ta barış engellenemez demekten vazgeçmediniz değil mi?...

23.04.2011

Page 163: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

324 325

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KABAHAT KİMDE?

Türkiye’nin KKTC Büyükelçisi Sn. Akça’nın DAÜ’de yaptığı konuşma yine sıkıntı yarattı. Bazı siyasi parti ve sendika liderleri ile gazeteler “Vali misin Elçi misin karar ver” dediler.

Sn. Büyükelçi’nin ilk günden beri bir iletişim probleminin varlığı ve konuşmanın içeriği bir yana, öncelikle bu konuşmanın bir üniversite organizasyonunda yapıldığını ve Büyükelçi’nin kendisine yöneltilen sorulara yanıt verdiğini göz ardı etmemek gerekiyor.

Türkiye’de yakın zamana kadar süren ve çok şükür bir süredir terk edilen tuhaf bir adet vardı. En küçük bir olay olduğunda hemen Genel Kurmay Başkanına mikrofon uzatılır, “asker ne diyor?” diye sorulurdu. Genel Kurmay Başkanları da kendilerine gösterilen ilgiden mutlu mesut, kocaman açıklamalar yapar, ertesi günün manşetlerini oluştururlardı. Sivil siyaseti ilgilendiren konularda “askerin görüşünü sorma alışkanlığı”, askerin sivil meseleler konusunda beyanat vermesinden çok daha tuhaf bir alışkanlıktı bence… Doğru olan, medyanın sivil meseleler konusunda askere mikrofon uzatmamasıydı öncelikle…

Büyükelçi’ye yönelik tepkileri izlerken ister istemez bu tuhaf Türk geleneğini düşünüyorum. Bir üniversite, zaten netameli bir pozisyondaki Büyükelçi’yi konuşma yapmak üzere davet ediyorsa, o toplantıda hazır bulunan konuklar ve gazeteciler Büyükelçi’ye “KKTC Ekonomisi” üzerine sorular yöneltiyorsa, Büyükelçi de o konular üzerine görüş beyan ediyorsa sorması ayıp ama kabahatin büyüğü kimdedir?

Kıbrıslı Türk dostlarım alınmasınlar ama tuhaf bir Türk geleneğini sürdürüp ondan sonra da “vay üstüne vazife olmayan konularda açıklama yapıyor” diye veryansın etmek daha büyük bir tuhaflık değil mi?

Bütün haberleri dikkatle okumaya çalıştım. Kendisine “KKTC Ekonomisi için önerileri” sorulmuş. Bilmiyorum, Sn. Büyükelçi söze nasıl başladı, “Bu, öncelikle Kıbrıs Türk Halkının iç meselesidir, ama madem bana böyle bir soru yöneltildi, yanıtlamaya çalışayım” dedi mi? Demediyse diplomatik nezaket kurallarını aşmıştır kuşkusuz ama… Tanrı aşkına, görevi başka bir devletin temsilcisi olmakla sınırlı bir diplomata böyle bir soruyu sorduran zihniyetin hiç mi kabahati yok?

Türkiye-KKTC ilişkilerine yönelik görüşlerim bilinir. Yeri gelmişken tekrar edeyim. Türkiye-KKTC ilişkileri iki eşit, egemen devlet ilişkisi değildir. Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiyeli Türkler, KKTC’ye bir müstemleke, Kıbrıslı Türkleri de kıymet kadir bilmez bir toplum olarak görüyor. Bu doğru.

Page 164: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

326 327

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Ama başka doğrular da var…

Kıbrıslı Türkler, Türkiye Cumhuriyeti ve onun Ada’daki memurlarının hem kendi iradelerini sıfırladığından yakınıyorlar hem de her fırsatta o memurların ölçüyü aşmalarına yol açacak bir zemini yaratıyorlar.

Daha birkaç hafta önce Türkiye’deki ABD Büyükelçisi “Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda endişelerimiz var” dediğinde TC Başbakanı çıkıp “sen kendi işine bak” dedi. O kadar! Kıbrıslı Türklerin de çoktandır yapması gereken budur.

Eğer bir Büyükelçinin görev sınırlarını aştığını, üzerine vazife olmayan konularda konuştuğunu, bir elçi gibi değil de vali gibi davrandığını düşünüyorsanız, bunu engellemenin yolu var. Hiçbir Kıbrıslı Türk gazeteci “vali gibi davrandığı düşünülen” Büyükelçi’ye mikrofon uzatmaz, hiçbir üniversite “yetkilerini aştığı düşünülen” Büyükelçi’nin görüşlerine başvurmaz, hiçbir sivil toplum kuruluşu ya da meslek örgütü “nezaket sınırlarını aştığı düşünülen” Büyükelçi’yi davet etmez olur biter…

Ta ki Sn. Büyükelçi egemen bir devlette, başka bir devletin temsilcisi olduğunu, eşit ilişki ve eşit bir dil kurması gerektiğini hatırlayana kadar…

Kıbrıslı Türkler, Türkiye Cumhuriyeti ve onun Adadaki memurlarının üslubundan rahatsız olmakta haklıdırlar. Ama sürekli bir yakınma hali, sürekli bir öfke dili bu ilişkilerin dengelenmesine bunca yıl yaramadığı gibi bundan sonra da yaramayacaktır.

Konuşmanın içeriğine girmeyeceğim. Doğrusunu isterseniz Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisinin KKTC ekonomisinin sorunlarına ilişkin çözüm önerilerini hiç mi hiç merak etmiyorum. Tıpkı ABD ya da İngiliz Büyükelçilerinin Türkiye meselelerine ilişkin ahkâm kesmesine tahammül edemeyeceğim gibi… Kıbrıslı Türk dostlarıma da bunu tavsiye ederim… “Herkes kendi işine baksın!” deyip geçmek ve gündemin peşine takılmadan kendi gündemini oluşturmak inanın çok rahatlatıcı bir şeydir…

Büyükelçilik Kıbrıs gazetelerini takip ediyor ve bu yazıyı okuyor mu bilmiyorum. Eğer okuyorlarsa kendilerine bir kez daha aynı nacizane tavsiyemi tekrarlayacağım:

Lütfen profesyonel bir iletişim yönetimi yürütün. Kaş yapayım derken göz çıkartıp Kıbrıslı Türkleri ikide bir incitmeyin. Bir müstemleke valiliği gibi hareket ederek biz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını utandırmayın. Burnunuza uzatılan her mikrofonla iştahlanıp, diplomatik nezaket kurallarını aşar biçimde üzerinize

vazife olmayan konularda beyanat vermeyin. Kıbrıslı Türklerin Türkiye Türkleriyle kadim dostluğunu zedelemeyin. Çok sevdiğim bir söz vardır: Töre bilmezsen yöre bil… Yöre bilmezsen töre bil!

Ve bilmiyorum Kıbrıslı Türk dostlarım beni okuyor mu? Okuyorlarsa onlara da nacizane bir tavsiyem olacak:

Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçilerine önce mikrofon uzatıp sonra da “çemkirmek” bir iç siyaset geleneği haline geldiyse bu kötü bir gelenektir… Artık bu kötü geleneği terk etmenin ve Büyükelçilere Büyükelçi gibi davranmanın zamanı gelmedi mi?

30.04.2011

Page 165: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

328 329

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

SEÇİM BİLDİRGELERİNDE KIBRIS

12 Haziran Genel Seçimleri yaklaşırken Türkiye seçim atmosferine hızlı bir giriş yaptı. Partiler seçim bildirgelerini yayınladılar, liderler Anadolu’nun bütün illerinde seçim gezilerine başladılar.

Başbakan Erdoğan’ın “Kanalistanbul” gibi mega projelerle gündemi belirlemesini saymazsak, yeni ve demokratik bir Anayasa, Kürt sorununun çözümüne ilişkin tartışmalar bu seçim dönemine damgasını vuracağa benziyor.

Aslında 12 Haziran’da iş başına gelecek olan hükümeti bu ateş toplarından daha büyük bir mesele bekliyor: Kıbrıs!

Maya takvimi ve Nostradamus kehanetlerinin 2012’de bir kıyamete işaret ettiğine dair hararetli tartışmalar yürüten meraklılara küçük bir selam çakarak, Türkiye ve Kıbrıs için küçük kıyametin tam da 2012 de kopmak üzere olduğunu hatırlatalım… Resmi adıyla Kıbrıs Cumhuriyeti, bizdeki adıyla “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” 1 Ocak 2012’de AB Dönem Başkanlığına hazırlanıyor…

“Küçük kıyametle” karşılaşmadan önce AB’nin beklediği adımları atmazsa Türkiye-AB ilişkilerini 2011’in ikinci yarısından itibaren çok zorlu ve sıkıntılı bir süreç bekliyor.

Seçime hazırlanan siyasi partiler bu durumun ne kadar farkında? Bunu anlamak için seçim bildirgelerinin Kıbrıs’la ilgili bölümlerine bir göz atmakta yarar var:

AKP: “BESLEMELER İÇİN 2 PARAGRAF ÇOK BİLE”

AKP Seçim Bildirgesinde “Dış politika” başlığına girişte “Küreselleşmeyi bir fırsata çeviren partimiz, milli ve evrensel değerler arasında bir denge kurmuş ve Türkiye’yi 21. Yüzyılın lider ülkelerinden biri haline getirme yolunda bir paradigma değişikliğine gitmiştir” ifadesi dikkat çekiyor.

“AB üyeliğine tam üyeliğin stratejik bir hedef olarak görüldüğü” vurgulanan bildirgede, Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa açısından da stratejik bir önem taşıdığına işaret ediliyor ve “Kıbrıs gibi siyasi sorunlar nedeniyle Türkiye’nin AB müzakere sürecini engellemek veya geciktirmek aynı zamanda tutarsız ve cifte standarda dayalı bir politikaya delalet etmektedir” deniyor.

“Kıbrıs” başlığına 2 paragraflık bir yer ayrılmış AKP Seçim Bildirgesinde. Aynen aktaralım:

“Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefi, Kıbrıs Türk halkının çıkarlarının korunması ve Doğu Akdeniz’de bir istikrar ortamının yaratılmasıdır. Kıbrıs Türk Halkının güvenlik

Page 166: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

330 331

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ve refahının sağlanması için KKTC’nin her alanda uluslar arası saygınlığını ve etkinliğini artırmak için bugüne kadar gösterdiğimiz çabayı bundan sonra da sürdüreceğiz.

AK Parti iktidarı döneminde KKTC’nin uluslar arası tanınması ve saygınlığı önceki yıllarla mukaşese edilmeyecek kadar artmıştır. Yeni dönemde bu çalışmalarımız aynı kararlılıkla devam edecektir. Kıbrıs’ın bir barış ve huzur adası haline gelmesi için yürüttüğümüz ilkeli ve kararlı dış politika, bundan sonra da Kıbrıs politikamızın ana çerçevesini oluşturacaktır”

Bu kadar! Kıbrıs’ta çözüm politikalarını inşa etmiş, 2004 referandumunun önünü açmış bir partinin yeni dönemde Kıbrıs’a dair söyledikleri sadece bu kadar!

Rumların dönem başkanlığında ortaya çıkabilecek olası krizlerin öngörüldüğüne veya Kıbrıslı Türklerin taleplerinin “duyulduğuna”, sorunlarının “algılandığına” dair en küçük bir işaret yok!

Sanki 8 yıl boyunca yeni Kıbrıs politikasını şekillendirmiş, son 2 yılda Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasında büyük krizlere yol açmış bir iktidar partisinin seçim bildirgesi değil bu…

CHP KENDİSİNİ AŞMIŞ!

CHP ise adeta “yenilendiğini” kanıtlamak istercesine, o bildik katı resmi söylemi tekrarlamasına rağmen araya Kıbrıslı Türklere gülücükler serpiştirmiş…

“Barış, demokrasi ve kalkınma temelli dış politika” başlığı altında dış politika yaklaşımlarına geniş yer ayrılan bölümün girişinde “CHP ile Türkiye uluslararası camianın, sorumluluklarını bilen, ortak hedeflere ulaşmak için her alanda işbirliği yapan, diplomatik nezaketi ile örnek olan, güvenilir ve itibarlı bir üyesi olarak öne çıkacaktır. CHP, Türkiye’yi bölgesel barış, kalkınma ve demokrasi merkezi haline getirecektir.” İfadesi göze çarpıyor.

“CHP yönetiminde hayata geçirilecek dış politikanın en önemli ilkelerinden biri de bütünleşmeciliktir.” Denilen bildirgede “Avrupa Birliği (AB) örneğinde de görüldüğü üzere, klasik işbirliğinin ötesine geçmekte ve çok daha kalıcı ve etkin sonuçlar vermektedir. Bu tarz bütünleşmelerle hem refahı artırmak hem barışı sağlamlaştırmak sosyal demokratlar için önemli bir uluslararası hedeftir. Bu anlayışla CHP, başta AB ile olan bütünleşme çabalarını kararlılıkla devam ettirecek, bunun yanı sıra bölgesel çapta da bütünleşme çabalarına hız verecektir.” Görüşlerine yer veriliyor.

CHP, AB üyeliğini oldukça önemser göründüğü bildirgesinde şu çarpıcı ifadelere de yer vermiş:

“Türk dış politikasının tarihinde kökleşmiş olan Avrupa yönelimi CHP iktidarında devam ettirilecektir. CHP, Avrupa’yı temelinde demokrasi, insan hakları ve sosyal devlet bulunan bir değerler bütünü olarak tanımlamaktadır. Bu şekilde tanımlanmış bir Avrupa’nın parçası olmak Türkiye’ye güç katacaktır. Türkiye’nin AB’ye adaylık süreci AKP iktidarının hataları ve Avrupa’daki muhafazakâr partilerin tavırları nedeni ile durma noktasına gelmiştir. Türkiye’nin AB’ye adaylığını CHP başlatmıştır, bu süreci mutlu sona CHP ulaştıracaktır.”

AB üyeliğinin “Mutlu Son” olarak tanımlandığı ve AB konusuna oldukça geniş yer ayrılan CHP Seçim Bildirgesinde AB başlığına özel olarak 8 paragraf ayrılmış.

Kıbrıs başlığı da 8 paragraftan oluşuyor:

“CHP, Kıbrıs sorununun, Kıbrıs Türk ve Rum taraflarınca kabul edilebilecek, adil bir çözüme ulaştırılması için yapılacak tüm görüşmeleri destekleyecektir. CHP, Kıbrıs sorununun kalıcı bir şekilde çözüme kavuşması ve Doğu Akdeniz’in bir barış havzası haline gelmesi için tüm gücü ile çalışacaktır.

Türkiye, Kıbrıs sorununun, KKTC’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk halkının kazanılmış hakları korunarak ve Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların siyasal eşitliği sağlanarak çözülmesini destekleyecektir.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki mevcudiyetinin ve garantörlük hakkının temeli Kıbrıslı Türklerdir. Türkiye’nin KKTC ile ilişkisi, Kıbrıslı Türklerin egemen eşitliği ilkesi uyarınca gelişecek, Kıbrıslı Türklerin demokratik iradesine saygı gösterilmesi, iç işlerine müdahil olunmaması esas olacaktır. Türkiye Kıbrıslı Türkler istediği sürece kendilerini desteğe devam edecektir.

CHP, bu bağlamda, uluslararası ambargolarla boğuşmakta olan Kıbrıs Türk halkına AKP yönetiminin yönelttiği mali ve ekonomik yaptırım tehditlerini ve Kıbrıslı Türklerin haysiyetini incitecek söylemleri şiddetle kınamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınan bağımsız ve demokratik bir devlet olan KKTC’ye, uluslararası diplomasi kurallarının ve devletlerin egemen eşitliğinin gerektirdiği saygı eksiksiz gösterilecektir.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Kıbrıslı Türkleri temsil etmemektedir. Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda temsil hakları ellerinden

Page 167: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

332

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

alınmıştır. Kıbrıslı Türkler eşit temsil olanağı kazanana kadar Türkiye kendilerinin her alanda temsili için tüm gerekli destekleri vermeye devam edecektir.

KKTC’ye karşı uygulanan ambargoların ve Kıbrıs Türklerini dünyadan tecrit etme sonucuna yol açan uygulamaların kaldırılması için siyasi, diplomatik ve hukuki her türlü girişim yapılacaktır.

Kıbrıs’ta makul bir süre içinde, adadaki iki halkın eşitliğine dayalı, adil ve kalıcı bir barışa ulaşılamaması halinde, KKTC’nin uluslararası alanda kabulü ve tanınması için gösterilen çabalar artırılacaktır.”

İşte 12 Haziran seçimleri öncesi iktidar ve ana muhalefet partisinin seçim bildirgelerine yansıyan Kıbrıs politikaları…

CHP, en azından Kıbrıs konusunda sosyal demokrasiye yaklaşan bir dile doğru ısınma turları atıyor gibi görünüyor…

Ya AKP?

AKP, “çantada keklik” gördüğü bir seçimde Kıbrıs ve AB’ye ayırdığı yerle bile Başbakanın o bildik “merak etmeyin, AB ve Kıbrıs’ta çözümün kefili benim, siz kafa yormayın bunlarla” mesajını veriyor.

Anlaşılan biz mecburen yiyeceğiz de… Kıbrıs’ta bir laf vardır: Kıbrıslı gonnora yemez!

07.05.2011

Page 168: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

334 335

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

SAMSUN KIBRIS’IN NERESİNDE?

“19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı tüm yurtta, dış temsilciliklerimizde ve KKTC’de törenlerle kutlandı”…

80’li yıllardan itibaren dilimize yerleş-tiril-en ve artık “kötü bir şaka” olarak hatırlayıp kullandığımız bu “devlet televizyonu kalıbının” hala daha geçerliliğini koruyan bir gerçek olduğunun ve bu gerçeğin hayli tuhaf bir şey olduğunun çoğumuz farkında bile değiliz.

Türkiyeli Türkler bu “tuhaflığın” farkında olmasa da “bağımsız ve egemen” olduğu ileri sürülen bir ülkenin, başka bir “bağımsız ve egemen” devletin milli günlerini kendi milli günü olarak kutlaması dünyanın hiçbir köşesinde görülmüş duyulmuş şey değildir.

Ha, eğer gidip bir ülkeyi işgal etmişseniz, dünya aleme de “burası benim sömürgemdir” demişseniz, o zaman yapabilirsiniz bunu…

Hoş, Kraliçe’nin ülkesi bile yüzyıllarca kan kusturduğu tüm sömürgelerine bu kadarını reva görmemiştir herhalde… Bir aklıevvel çıkıp “ohoo fenasını da yaptı” derse cevabım hazır: İngiliz sömürgeciydi, ya Türkiye?

“Bağımsız ve Egemen” KKTC 23 Nisan’ı, 19 Mayıs’ı, 30 Ağustos’u ve hatta kargaların bile gözlerini yuvalarından fırlatacak bir tuhaflıkla 29 Ekim’i bile “milli gün” olarak kutlar ve resmi tatil günü kabul eder.

“Hain ve nankördür” (!) ya Kıbrıslı Türkler. Sorun Lefkoşa sokaklarındaki adama, 19 Mayıs’ı da, 23 Nisan’ı da, 29 Ekim’i de ve hatta İstanbul sokaklarındakilerin bile bilmediği bilumum Türkiye resmi günlerini şıppadanak sayıverir.

Hatta ve hatta sorun Kıbrıslı Türklere nehirlerimizi, dağlarımızı, ovalarımızı, şehirlerimizi… Hepsini sayıp döküverirler önünüze…

Size ilkokulda sorsalar mesela, “ülkemizdeki dağları sayınız” diye… Kalkıp da Amerikan dağlarını sayıp, geçer not alamazsınız değil mi?

Ama Kıbrıslı Türk bir ilkokul öğrencisi, kendisine okutulan “milli coğrafya” kitabına bağlı kalmak zorunda olduğundan, Ağrı Dağını da, Torosları da paşa paşa saydığı takdirde geçer not alabilir.

“Egemen ve Bağımsız” KKTC’nin “Milli tarih”i de öyledir, “milli coğrafya”sı da… O kadar “milli”dir ki, Kıbrıslı Türk çocuklar Beşparmak Dağlarını, Trodosları öğretmeninden değil ancak anasından babasından öğrenir.

Vaktiyle bir girişim yapıldı ve “Kıbrıs Tarihi”, “Kıbrıs Coğrafyası” öğrensin çocuklar diye el emeği göz nuru kitaplar hazırlandı, kısa süre de okutulmaya kalkışıldı. “Milliyetçiler” hemen ayaklandılar! “Türklüğümüzü unutturmaya çalışıyorlar” diye… Bunlar o kadar “milliyetçi” ki, kendi coğrafyalarını, kendi tarihlerini öğretmeye kalkanlara “hain” derken

Page 169: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

336 337

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

başka bir ülkenin, başka bir devletin tarihini coğrafyasını dayatırlar da yüzleri birazcık olsun kızarmaz!

Bunun içindir işte, “milliyetçiliği kazıyınız, altından işbirlikçilik çıkar!”

Şimdi Kıbrıslı işbirlikçiler ve onların Türkiye’deki goygoycuları “ne var canım bunda? Onlar da Türk değil mi, bilecekler tabii ki” diyebilirler.

O zaman sorarım onlara, Türkiye’de niçin 15 Kasım “milli gün” olarak kutlanmaz ve resmi tatil değildir? Niye Azerbaycan milli günü Türkiye’de resmi bayram olarak kutlanmaz mesela? Eşit ilişkiyse eşit ilişki? Karşılıklılık ise karşılıklılık? Türklükse Türklük?

Vazgeçtim bundan, çıkın sorun İstanbul sokaklarındaki adama “20 Temmuz nedir?” diye, boş boş bakar yüzünüze…

Kıbrıslı Türklerin tarihinde büyük bir kırılmaya yol açan ve iki lafın biri “kanla aldık vermezük” edebiyatı yapılan Harekâtın yıl dönümü Türkiyeli Türkler tarafından ne hatırlanır ne de bilinir…

Merak ediyorum doğrusu, Kıbrıslı Türkler hiç rahatsızlık duymuyor mu bu tuhaflıktan?

M. Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış ve ulusal kurtuluş savaşını başlatmış. İyi güzel de bundan size ne kuzum?

M. Kemal başlattığı ulusal kurtuluş savaşının sonunda ilan ettiği Misak-ı Milli sınırlarına Kıbrıs’ı katmış da bizim mi haberimiz yok?

Türkiye kurtulurken, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kıbrıslı Türkler de kurtulmuş ve Kıbrıs’ta da bir cumhuriyet kurulmuş da bizim mi haberimiz yok?

Samsun Kıbrıs’ın bir vilayeti de bizim mi haberimiz yok?

Azerbaycan’ın, Türkmenistan’ın ve diğer Türki Cumhuriyetlerin yapmadığını yapmak ve sınırları dahilinde olmadığınız, başka bir egemen ve bağımsız devletin resmi günlerini kutlamak size mi kaldı?

Sahi, Samsun Kıbrıs’ın neresinde?

Tuhaflıklar diz boyu ya, TC Dışişleri Bakanı (resmi adı budur, mana aramasın kimse) Sn. Davutoğlu, Yunanistan Dışişleri Bakanı Bayan Bakoyanni’ye cin bir teklifte bulunmuş: “Siz KKTC’yi ziyaret edin, ben Güney’i ziyaret edeyim…”Kulağa hoş gelen bir barış önerisi değil mi? Yunan Bakan bu teklifi reddederse Türkiye “barış için bir adım önde olma

siyasetinde” averaj puan kazanmış olacak herhalde…

İyi de biri Sn. TC Dışişleri Bakanına hatırlatsa iyi olacak:

Efendim “Güney” dediğiniz BM tarafından “resmen” Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla tanınan, uluslar arası topluluğun eşit haklı bir üyesidir… KKTC dediğiniz ise Türkiye’nin bile “resmen” tanıyamadığı ve tanıması da mümkün olmayan bir “oluşum”dur maalesef…

Defalarca söyledik. Bir devletin bir başka devleti resmi olarak tanımasının yolu bellidir. Devletin en üst yasal organı olan Parlamento tarafından alınır tanıma kararı.

Tekrar söyleyelim o halde:

TBMM’nin KKTC’yi “resmen” tanıma kararı bulunmamaktadır. KKTC’nin ilan edildiği tarihte TBMM, faşist Evren Cuntası’nın darbesi nedeniyle kapalı olduğundan…

Ne tuhaftır ki TBMM, 1983 ten bu güne kadar herhangi bir karar da çıkartmamıştır KKTC’nin resmen tanınması yönünde… Varsa böyle bir karar, buyurun koyun ortaya?

Öyle bir resmi karar var da, buna rağmen bir Fenerbahçe’yi Kıbrıslı bir Türk takımıyla oynatamıyorsanız, Türkiye’deki hiçbir uluslar arası organizasyona KKTC’yi resmen kabul ettiremiyorsanız o da sizin ayıbınız demektir…

Hadi “içeride” yutturuyoruz bu masalları da… Bari Bayan Bakoyanni’ye yapmayalım bu kadarını… Değil mi ama?

21.05.2011

Page 170: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

338 339

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

HOŞÇA KAL KARDEŞİM DENİZ…

Deniz Gezmiş’le ilişkilendirilir ama 1963 yazında kaybettiğimiz Nazım, daha Deniz ortalarda yokken yazmıştı şiiri…

Neyi düşünüyordu yazarken? Boğaz’ın yeşil-mavi dalgalarına bakarak yol aldığı Rumen gemisinde mi aklına düşmüştü acaba bu dizeler? Yoksa denizden çok uzakta olduğu günlerde hasret dolu bir “ah” mıydı? Emin değilim…

Teknik olarak Nazım’ın en yalın, en düz şiirlerinden biri olsa da, Piraye’ye yazdıkları ve hele ki son dönemlerinde döktürdüğü “Saman Sarısı” ile kıyas bile kabul etmese de severim ben “Hoşça kal kardeşim deniz”i…

Veda ederken biraz kırıklığı, biraz şükran duygusunu, biraz daha yitirmeden hissedilen acıyı, daha ayrı düşmeden acısı vuran hasreti anlatır…

Dedim ya, öylesine düz, öylesine yalın bir şiir ki; isterseniz son noktayı koyduğunuz bir aşka, isterseniz geride bıraktığınız bir dosta, isterseniz bir yol arkadaşlığına, bir kavgaya, isterseniz bir ülkeye ithaf edebilirsiniz…

“İşte geldik gidiyoruzHoşça kal kardeşim deniz.Biraz çakılından aldıkBiraz da masmavi tuzundanSonsuzluğundan da birazIşığından da birazcıkBirazcık da kederindenBir şeyler anlattın bizeDenizliğin kaderindenBiraz daha umutluyuzBiraz daha adam oldukİşte geldik gidiyoruzHoşça kal kardeşim deniz”

Nazım’ın bu şiirini hatırlatacak bir çok şeyi sığdırdım geçtiğimiz haftaya…

Önce bir sevgiliye veda ettim… Ardından uzun bir dostluğa… Derken yıllanmış bir yoldaşlığa…Son kez baktım sevgilinin gözlerine… Son kez kavga ettim bir dostla…Son kez ruhumda kırmızı bayraklar estirdi iman tazelediğimi düşündüren yoldaşlık…Son kez kulaç attım masmavi sularda… Hep nefret etmişimdir ama bu kez biraz tuzlu suyundan yuttum, tadı damağımda kalsın diye…

Page 171: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

340

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Son kez sarhoş oldum en sevdiğim meyhanede… Sevgisinden kuşku duymadığım gözlere baktım sıcak sıcak… Sarıldım son kez dostlara… Onlar bilmiyorlardı elbette, bunun bir veda sarılışı olduğunu… Son bakışlar tuhaftır biraz… Aşkın, dostluğun ve yoldaşlığın bittiğini hissettiğiniz “an”lar vardır. Ve o son bakışlarda “o an”dan izler ararsınız… Biraz şaşkın, biraz sarsak, biraz kederli… Günün sonunda elde kalan birkaç çakıl taşı, birazcık umut, tuzlu bir tat, çokça keder…Adamlık faslına girmiyorum bile… Kim kaybetmiş ki biz olalım…Ve şimdi yeni bir vedanın son cümleleri…İşte geldik gidiyoruz…Hoşça kal kardeşim deniz…Nerden mi çıktı şimdi bu dizeler?Anladınız siz…

11.06.2011

Page 172: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

342 343

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ZİNCİR

Kristof Kolomb Hindistan’a gitmeyi umuyordu. Amerika kıtasına gitti ama farkında değildi yeni bir ana kara keşfettiğinin. Kolomb ne geldiği toprağı ne de o toprakta yaşayan “yerli halkı” anladı. Ayak bastığı ana karaya Hindistan, karşısına çıkan insanlara “indian” dedi o yüzden, “Hintli” yani… Oysa oradaki insanlar kendilerine “lakota” diyorlardı… “İnsan” yani… Sadece “insan”…

İnsanoğlu Kolomb’dan sonra daha da pervasızca devam etti işgal ve sömürgeciliğe. Yeni toprakları, yeni topraklar bittiğinde eski toprakları yeniden ve yeniden ele geçirdi. Doymak bilmeyen bir fetih tutkusu, bitmek bilmeyen bir ele geçirme, sahip olma, yönetme ve asimile etme arzusu günümüze kadar devam etti.

Bütün işgalciler önce orduları ve silahlarıyla geldiler. Derken arkalarından kaybedecek bir şeyleri olmayan işsiz, eğitimsiz yoksullarını gönderdiler. Koloniler oluşturdular, tıpkı bir kanser hücresi gibi hızla çoğalıp, işgal ettikleri toprakların dokusunu, kimyasını bozdular. Ardından dilleri, kültürleri, sermayeleri, okulları, mabedleri ve diğer her şeyleriyle…

Dünyanın hangi işgal edilmiş köşesine bakarsanız bakın orada iğdiş edilmiş, dönüştürülmüş, köklerinden kopartılıp savrulmuş kültürler, insanlar görürsünüz.

Toplumların doğal akış içerisinde evrilmeleri, insanlığın ortak kültürüyle, değerleriyle buluşmaları sağlıklı ve kaçınılmaz bir süreçtir.

Böyle bir süreç toplumları sadece insanlık ailesinin ortak üretimiyle buluşturmakla kalmaz, aynı zamanda evrensel kültür birikimine o toplumun katkısını da sunma olanağı verir. Beklenen, sadece evrensel kültüre entegre olmakla yetinmek değil, ona kendi rengini de katabilmek, kendi birikimiyle harmanlamak ve köksüz, kimliksiz bir imitasyona dönüşmemektir.

Tarih boyunca sömürgecilerin ortak rüyası “imitasyon toplumlar” yaratmak oldu.

Girdikleri her coğrafyada asla kendilerinden saymadıkları ve kendileriyle eşitlemedikleri, ama bir biçimde kendilerine de benzemesini istedikleri toplumlar yaratmayı hayal ettiler.

Silah ve güç yoluyla biat ettirdikleri toplumları dille, dinle, kültürle, ekonomik-sosyal-siyasal kurumlarıyla kendilerine “benzetmek”, bu benzeşme yoluyla varlıklarını ve hayâsızca sömürülerini meşrulaştırmak istediler.

Bir halkın dilini kopartarak, yok sayarak, olmadı aşağılayarak,

Page 173: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

344

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

dönüştürerek kültürüne yabancılaştırmak ardından din aracılığıyla sömürgeciyle “yeni ortak bağlar” oluşturmak ve dini, sömürge sisteminin bekası açısından bir enstrüman olarak kullanmak en eski yöntemlerden biri olageldi…

Her ne kadar misyonerlik, Hristiyanca bir yöntem gibi görülse de “İslamlaştırma” da bu “yeni ortak bağlar” oluşturma projesinin araçlarından biri sayıldı… Osmanlı bu konuda pek usta saymaktaydı kendini. Ki “devşirmek” gibi sert yöntemlere başvurduğu kadar dergâhlar, tekkeler, medreseler, camiiler aracılığıyla da tatlı tatlı bir sızmadan da eksik kalmadı.

Sömürge teorisyenleri dini kurumların “dönüştürücü etkisine” işaret eden telkinlerde bulunurlar patronlarına. Bunun için din okullarının açılması, mabedlerin çoğalması, dini ritüellerin yaygınlaştırılması önerileriyle görev ifa ederler. Onlarınki işgüzarlık değil, görev icabı patronlarının niyetlerine uygun raporlar üretmektir zira…

Silah zoruyla girdiğiniz bir coğrafyanın bir yandan nüfus yapısını değiştirir, bir yandan diliyle, tarihiyle, kültürüyle, kurumlarıyla oynar, bir yandan da dini pompalarsanız kendinize “benzeyen” bir toplum yaratmış olursunuz. Bir de o toplumun tüm üretimini bitirir maaşa bağlar, kendinize muhtaç ederseniz biat sistemini pekiştirirsiniz…

Daha fenası, bir toplumu tüm kurumları ve kültürüyle imitasyon bir topluma dönüştürmeye yönelik ağır bir saldırıya maruz bırakırken aynı zamanda dünyayla olan bağlarını da kopartmak, onu izole bir yapı içerisinde çaresiz bırakmaktır… Bu, özel bir beceri, beğenseniz de beğenmeseniz de takdire şayan bir operasyondur.

Bu operasyona karşı olası direnişi kırmakta en büyük suç ortağı yerel işbirlikçilerdir…

Sömürgecilerin imitasyon toplumlar yaratma beceri ve başarılarının ardında da her zaman işbirlikçiler yer alır.

Kendilerini “becerenlere” hayranlık besleyen, onlara benzedikçe eşitlendiklerini zanneden, bu “zan” derinleştikçe daha fazla biat eden, biat ettikçe sömürü sisteminden nemalanan, nemalandıkça iştahlanan, iştahlandıkça ceberrutlaşan, ceberrutlaştıkça da kalıcılaşan işbirlikçiler…

Sizi sömürgecinize bağlayan zincirin zayıf halkası işbirlikçilerdir. O zincir kopacaksa işte oradan kopacak…

02.07.2011

Page 174: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

346 347

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

NEDEN GELMESİN Kİ?

Erdoğan’ın 19-20 Temmuz’da yapacağı açıklanan resmi ziyaret öncesinde tuhaf bir söz dalaşı başladı. Bu ziyarete Ada’dan gelen bazı olumsuz tepkilere karşılık Başbakan “ben bir kaç marjinalle, yerel basına kulak vererek hareket etmem” cevabını verirken, KKTC Başbakanı Küçük bir kez daha muhalefeti kışkırtma fırsatını kaçırmadı ve “Erdoğan’ı baş tacı edeceğiz” açıklamasını yaptı.

Her şeyden önce KKTC “bağımsız” bir ülkeyse, bu ülkenin medyası “yerel” değil “ulusal”dır. Birileri KKTC medyasını Çorum yerel basını ile karıştırıyor olabilir. Bu tür şık olmayan ifadeler bir anlamda Türkiye’nin Ada’ya nasıl baktığının bilinçaltını da yansıttığı için önemli ama konumuz bu değil şimdi…

Kıbrıs’ta muhalefetin beceriksizliklerinden yararlanma konusunda ustalık kazandığı anlaşılan Küçük, fırsat siyasetini derinleştirmek için Erdoğan’ın ziyaretini kullanacağının işaretlerini veriyor.

Lafazanlık ve saman alevi farfaracılık dışında dişe dokunur bir muhalefet yapamayan Kıbrıs Türk Solu da muhalefet yapmayı Türkiye ile kör dövüşüne girmek zannettiği için işbirlikçi hükümetin tuzağına bir kez daha düşeceğe benziyor.

Kıbrıs muhalefeti, Ocak ve Mart aylarında gerçekleştirdiği görkemli çıkışlardan sonra aslında ne kadar ilkesiz ve programsız olduğunu geride bıraktığımız aylarda acı bir şekilde gösterdi. Bütün zamanların en işbirlikçi hükümeti, eşi görülmemiş bir talan ve peşkeş sistemini pekiştirirken Kıbrıs Türk Solu sadece birbiriyle didişip arada sırada da Elçilik ve Meclis önünde kuru gürültü yapmayı muhalefet ve siyaset saydı.

Küçük ve başında bulunduğu işbirlikçi hükümet ise muhalefetin çapsızlığından son derece memnun, “it ürür kervan yürür” misali “işini yürütmekle” meşgul. Sağ olsun, Kıbrıs Türk Solu adına konuşanlar da kendisine bolca malzeme sağlıyor.

Erdoğan Kıbrıs’a gelmesin! Pardon ama niye gelmesin?

Sizler kıymetli mabatlarınızı kaldırıp Lefkoşa’dan o her türlü melanetin kaynağı saydığınız Ankara’ya, her türlü çözümün adresi saydığınız Brüksel’e gidip meramınızı anlatıyorsunuz da onun için mi gelmesin?

“Çözüm, çözüm!” diyorsunuz, pardon ama Türkiye’siz, Türkiye’ye rağmen, Türkiye’nin de ikna olmayacağı, Türkiye’nin parçası olmayacağı bir çözüm mümkün müdür?

Türkiye- KKTC ilişkilerinin “karşılıklı saygıya dayalı, eşit ve dengeli” bir ilişki mi olmasını istiyorsunuz, yoksa Türkiye ile KKTC arasındaki ilişkinin tamamen kopmasını mı arzuluyorsunuz?

Page 175: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

348 349

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Türkiye’nin adanın nüfus yapısını değiştirmesinden, Türkiye’nin ekonomik paket dayatmasından, Türkiye’nin ada siyasetine müdahalesinden şikâyet ediyorsanız bu sorunların çözüm mercii TC Başbakanı değil de Zimbabwe Başbakanı mıdır?

Türkiye’nin Kıbrıs politikasına ilişkin görüşlerim bilindiği için herhangi bir endişe duymadan yazıyorum.

Kıbrıs ziyaretini, işbirlikçi hükümet açısından fırsata dönüştürmek yerine Erdoğan’ın KKTC gerçeğiyle yüzleşmesini sağlayacak derinlikli bir siyaset üretimini gerçekleştirmek çok mu zor geliyor Kıbrıs Soluna?

Ne olacağını zannediyorsunuz? Erdoğan gelecek, birkaç bin kişi sokağa dökülüp slogan atacak, bolca biber gazı ve cop yiyecek, üç beş kişi gözaltına alınıp “kahraman” olacak ve?...

Erdoğan ve ekibi de bunları görüp “hakikaten yahu, biz bu Kıbrıslı kardeşlerimizi pek bir üzmüşüz, Beşir Beyciğim bir el atıver şuna da gönüllerini alıverelim, Egemen Beyciğim sen koş kısa yoldan bir çözüm paketi hazırlayıver, eliniz değmişken şu yerleşiklerimizi de geri alıverelim, arayın bana genel kurmay başkanını da hemen 5-10 bin askeri çekiversin acilen” mi diyecek?

Pardon ama derdiniz ne sizin?

2003’te, 2004’te “çözümün kapısını aralayan lider” olarak yere göğe koyamadığınız, “sizi 30 yıllık Denktaş diktatörlüğünden kurtaran” adam ne ara Hitler oluverdi sizin nezdinizde?

Yok mu bunun ortası?

Erdoğan’ın “Kasımpaşalı üslubunu” dünya biliyor. Bu üslubun dümen suyuna girip pusulayı şaşırmayı ve ondan sonra da siyaseten felç olmayı bizim CHP’lilere bırakınız lütfen. Siyaset, gaza gelmişlerin değil aklıselim düşünenlerin, konjonktürü fırsata, fırsatı siyasete dönüştürebilenlerin işidir.

Eğer tam da Küçük’ün arzuladığı ortam doğar ve Erdoğan’ın ziyareti muhalefetin ağzından Kıbrıslı Türklerin meramını anlatma fırsatına dönüştürülemezse, işbirlikçi hükümet tek başına at oynatabilecek, gücüne güç katacaktır. Muhalefet ise ne dediği, ne söylediği anlaşılamadan yine kendi çalıp kendi söyleyecektir.

Oysa Erdoğan’a derli toplu biçimde Kıbrıslı Türklerin tüm rahatsızlıklarının, Kıbrıs’ın Kuzeyinde olup bitenlerin kısa, orta ve uzun vadede yol açacağı sonuçların dile getirilmesi gerekir.

“Gelmesin” dediğiniz adam, Türkiye’de her 2 kişiden birinin oyunu almış (aman ha, o 2 kişiden biri ben değilim, kayıtlara geçsin lütfen) Ortadoğu’nun yeniden şekillendirildiği bir süreçte etkin rol üstlenmeye soyunmuş ve derin ekonomik krizlerle boğuşan Avrupa’ya da “mesafeli” davranmaya başlamış bir liderdir.

“Gelmesin” dediğiniz adam, eğer Kıbrıs’ta bir çözüm olacaksa çözümün kapısını aralayacak ya da sonsuza kadar kapatacak adamdır.

“Gelmesin” dediğiniz adam, çözüm olana kadar hoşunuza gitsin ya da gitmesin muhatap almak zorunda kalacağınız adamdır.

Merak ediyorum: Görevleri gereği Erdoğan’la yıllarca yakın temas çalışmış Mehmet Ali Talat ve Ferdi Sabit Soyer’in tam da bu ziyaret öncesi deneyimlerine başvurulup başvurulmadığını…

Diğerlerinden umudum yok ama CTP’nin Erdoğan’ın ziyareti öncesinde Talat ve Soyer’in öncülüğünde yeni Genel Başkan Özkan Yorgancıoğlu’nu da alarak bir değerlendirme toplantısı yapıp yapmadıklarını ve bu ziyareti Kıbrıslı Türklerin meramını anlatmak için nasıl bir fırsata dönüştürebileceklerini konuşup konuşmadıklarını çok merak ediyorum.

Ben Sn. Yorgancıoğlu’nun yerinde olsam derhal Talat ve Soyer’i toplantıya çağırır, öncelikle CTP tarafından “KKTC-Türkiye İlişkilerinde Sorunlar ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir dosyayı hazırlatır, hemen ziyaret programı içerisinde bir randevu ayarlar ve bu dosyayı Erdoğan’ın önüne koyardım.

Ben CTP’nin yerinde olsam derhal diğer parti ve sivil toplum kuruluşlarının yöneticilerini toplantıya çağırır, ortak bir delegasyon oluşturarak Erdoğan’ın ziyaretini Kıbrıslı Türklerin meşru temsilcilerinin ağzından sağlam bir brifinge dönüştürme fırsatını yaratırdım.

Ben bir Kıbrıslı Türk olsam, Erdoğan’a “Gelme” demezdim… “Gel , Gör ve Dinle” derdim…

Tabii ki niyetimiz üzüm yemekse…

09.07.2011

Page 176: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

350 351

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

TÜRKİYE, AKP VE KIBRIS’TA SONA DOĞRU

12 Haziran 2011'de 3. Hükümet dönemine giren AKP, ilk 8 yıllık süreçte yürüttüğü statükoyu geriletme siyasetinde belirli bir noktaya geldiğini düşünüyor ve artık "muktedir" siyasetine yöneliyor. "Muktedir siyasetinin" Türkiye'nin iki temel problemi, Kıbrıs ve Kürt sorununa yansımaları aynı zamanda Türkiye'nin hem iç dinamiklerinde yeniden yapılanmaya hem de uluslararası alanda yeni bir pozisyon almasına da etki edecek. Çalışmanın bu ilk bölümünde söze Kıbrıs'tan giriyoruz.

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS SİYASETİ, TÜRKİYE VE AKP

I. Türkiye Kamuoyunun Kıbrıs Algısının “Oluşturulmasında” Kısa Tarihsel Arka PlanBaşpiskopos Makarios; 30 Kasım 1974’te Yunan ve Kıbrıslı Rum liderleriyle Türkiye’nin Harekâtının ardından yaptıkları toplantıda “eğer sonuçta Türklerin %40’a mı yoksa %28’e mi sahip olması arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, bizim rızamızla %28’e sahip olmalarındansa irademizi çiğneyerek %40’a sahip olmalarını tercih ederdim”[1] derken, hiç kuşkusuz Rum milliyetçiliğinin özünü oluşturan ruh halini ifade ediyor olmalıydı…

Benzer yaklaşım Türk tarafında Rauf Denktaş tarafından da sarsılmaz bir inançla savunuldu. Denktaş ve Türk milliyetçiliği, Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklığındansa adanın yarısından az bir bölgeye sıkışmış “etnik bölünmeye” razı oldu.

Oysa 1974, hele ki 1963 öncesinde Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar “birlikte” adanın tamamına sahiptiler.

“Kıbrıs sorunu” olarak bildiğimiz ve tarihimizin son 40-50 yılına nüfuz eden problem temelde Kıbrıslı Rum ve Türk milliyetçiliği ile Türkiye-Yunanistan-İngiltere stratejik alan çatışmasının sonucu olarak ortaya çıkmış olsa da bugün etnik milliyetçiliği de aşarak 74 sonrasında ortaya çıkmış mülkiyet ve nüfus problemleriyle iyice karmaşıklaştı.

Aslında 400 yıla uzanan Osmanlı-Türkiye-Kıbrıs ilişkileri tarihi, son 50 yıla kadar oldukça düşük volümlü bir seyir izledi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde (1571-1878) adadaki halkların kayda değer bir etnik sorunla karşılaşmaksızın birlikte yaşadıklarını tarihi belgelerle biliyoruz. “Sorun” olmadığı sürece, Kıbrıs, İmparatorluğun gündeminde sadece vergileri ve adadan gelen ürünlerle yer alıyordu.

Adanın İngiltere’ye kiralanması ve kısa süre sonra İngiltere’nin Adayı sömürgeleştirmesiyle birlikte bu “yabancı” gücün varlığı rahatsızlık kaynağı haline geldi. Osmanlı’nın dağılmasının

Page 177: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

352 353

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ardından Kıbrıslı Rumlar adanın Yunanistan’a bağlanması fikrini benimsediler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu olarak kabul edilen Lozan Antlaşmasıyla Türkiye Adadaki tüm haklarından İngiltere lehine vazgeçti. Antlaşmanın 21. Maddesi ile Kıbrıslı Türklere İngiliz ya da Türkiye tabiyetlerinden birini seçme hakkı verildi. İngiltere, adada Türk-Rum dengesinin korunmasını tercih ederek, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye göç etmesini teşvikten kaçındı. Dönemin Türkiye Konsolosu Asaf Bey’in de çabalarına rağmen, Kıbrıslı Türklerin büyük bölümü Türkiye sınırları (Misak-ı Milli) dışında bırakılan adada kalmayı seçti.[2] Ancak bu göç dalgası yeni Türkiye hükümetinin önlemleriyle durduruldu ve adadaki Kıbrıslı Türk nüfus adeta kendi kaderine terk edildi.

Ta ki 1950’lere kadar Kıbrıslı Türkler Türkiye’nin gündeminde hemen hiç yer tutmadılar. İlginçtir, Yunanistan kökenli Helen Milliyetçiliği ve Kilise Kıbrıs’a olan ilgisini hiç kaybetmezken, Türkiye Kıbrıs’ı uzaktan izlemekle yetindi. Kıbrıslı Türklerin “ana vatan” algısı organik bir siyasal bağdan çok, kültürel bir yakınlıkla sınırlı kalırken, Türkiyeli Türkler için Kıbrıs eski kaybedilmiş topraklarla birlikte anılara gömüldü. Lozan Antlaşmasıyla sınırlarını kesin biçimde perçinlemiş olan genç Türkiye Cumhuriyeti ve onun halkı için İmparatorluk’tan gerçek bir tarihsel kopuşma yaşandığından, yeni kuşaklar eski yitirilmiş topraklarla duygusal bir bağdan da yoksun yetiştirildiler. Ta ki 1950’lere kadar…

İngiltere’nin Ada’daki egemenliğini garantörlük sıfatıyla Türkiye ve Yunanistan’la paylaşma yoluna gitmesi, o güne kadar Kıbrıs’ı uzaktan izlemeyi tercih eden Türkiye’nin gündemine bir anda “sorunu” da yerleştirmiş oldu.

M. Kemal’in modern Türkiye’yi inşa sürecinde “Misak-ı Milli” sınırlarına dâhil etmediği ve 1950’lere kadar Türkiye ile yakınlığı “kültürel” düzeyde kalan Ada, Kıbrıslı Türk ve Türkiyeli milliyetçilerin devlet destekli çabalarıyla “milli dava” haline getirilirken “Taksim” fikri daha 1974 müdahalesinden çok önce telaffuz edilmeye başlandı.

Türkiye Türklerinin Kıbrıs algısının “inşa edilmeye başlandığı” 1950-1974 dönemi, aynı zamanda bizzat Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk TC Büyükelçisi Emin Dirvana’nın ifadesiyle “EOKA’cıların şerri ve Rauf’çuların (Denktaş) kışkırtmalarıyla” alevlenen bir çatışmalar dönemidir.[3]

O zamana kadar milliyetçi unsurların “milli dava” olarak lanse ettiği Kıbrıs davasının perde gerisinde yaşanan çatışmalar, ilk kez

Nisan 1964’te Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan bir yazı dizisiyle su yüzüne çıkar. Ömer Sami Coşar imzalı yazı dizisi kapsamında Rauf Denktaş’ın “İfşa Ediyorum” başlıklı bir mektubuna yer verilir. Denktaş bu mektubunda ilk kez açıktan açığa Türkiye’nin Kıbrıs Büyükelçisi Emin Dirvana’yı ağır bir dille eleştirerek, “Türkiye’nin yüksek çıkarlarına aykırı faaliyet içerisinde olduğu” iddiasını gündeme getirir. Denktaş’ın “pasif” davranmakla ve Türkiye’nin yüksek çıkarlarının gerektirdiği operasyonlara engel olmakla suçladığı Emin Dirvana’nın Dış İşleri Bakanlığı tarafından geri çağırıldığı da iddialar arasındadır.

Dirvana’nın Denktaş’a yanıtı gecikmez. 15 Mayıs 1964 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan mektubunda Türkiye kamuoyunun yanıltılmaya çalışıldığından yakınır ve görev kabul ettiği Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik faaliyetlerle mücadelesinde her iki tarafın aşırılıklarına dikkat çeker.

TC Büyükelçisi Emin Dirvana’nın mektubunda örneklendirdiği olaylar ilginçtir. Örneğin 7 Haziran 1958’de Türk Basın Bürosu’nda patlayan bombanın, etnik milliyetçilerin iddialarının aksine Rumlar tarafından yerleştirilmediğini, İstanbul’daki 6-7 Eylül olaylarına benzeyen bir provokasyonun ürünü olduğunu açıkça ifade eder.

Büyükelçinin bu mektupta yer verdiği ifadelerin iddiadan öte olduğu, Dışişleri Bakanlığı’nın aynı gazeteye gönderdiği tekzip metninden de anlaşılmaktadır.[4] Bakanlık, Tekzip mektubunda Emin Dirvana’dan övgüyle söz eder ve Denktaş’ın iddialarını yalanlar.

Türkiye basınına yansıyan Denktaş-Dirvana tartışması sonrasında yaşanan gelişmeler zaman içerisinde Türkiye’nin yaklaşık 40 yıl sürecek bir zaman diliminde Denktaş çizgisinde konumlanmasına yol açar. Denktaş çizgisi ile “anavatan” ile arasında “sorun oluşturabilecek” tüm unsurlar teker teker bertaraf edilir. 1974’ten itibaren de artık Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler ile bağı tamamen Denktaş kontrolüne geçer.

Buraya kadar çok kısa olarak özetlenen gelişmeler, 1974’ten 2004’e kadar geçen 30 yıllık dönemde Denktaş çizgisinin; Türkiye medyasının, dolayısıyla Türkiye kamuoyunun belirgin enformasyon kaynağını oluşturma sürecine dair fikir verebilir. Denktaş “Kıbrıs davasının kadim savaşçısı, anavatanın yüksek çıkarlarının savunucusu bir milli kahraman” olarak kamuoyunun belleğinde tartışmasız bir yer edinir.

“Milli kahramanın” mücadele arkadaşları tuhaf biçimde silikleştirilir. Örneğin Denktaş’ın aşırılıklarını dizginlemeye

Page 178: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

354 355

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

çalıştığı bilinen Dr. Fazıl Küçük’ün misyonu Türkiye kamuoyunda önemsizleştirilirken Dirvana gibi, İhsan Ali gibi diplomatlar birer Çerkez Ethem’e dönüştürülmeye çalışılır.

Türkiye’nin 1974’te garantörlük haklarına dayalı olarak gerçekleştirdiği müdahalenin amacı, Harekâtı gerçekleştiren Barış Kuvvetli Komutanlığının yayınladığı bildiride de ifade edildiği üzere “Kıbrıs Cumhuriyetindeki anayasal demokratik düzen yeniden tesis edilinceye kadar” ve “sadece Kıbrıslı Türklerin değil, başta Rumlar olmak üzere Adadaki tüm etnik unsurların can ve mal güvenliğini korumak ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek” tir.

Ancak meşruiyetini garantörlük haklarından alan ve haklı gerekçelere dayandırılan Harekâtın zaman içerisinde planlı bir işgal hareketine dönüşmesinde Rum milliyetçiliğinin uzlaşmaz tutumu kadar, Denktaş çizgisinin büyük rolü olmuştur. Zira Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dağılması ve adanın etnik temelde bölünmesi “gerekliliğine” Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye kamuoyunun “ikna edilmesi” misyonunu üstlenen Denktaş çizgisinin bu “gerekliliğin” güçlü argümanlarının oluşmasını sağlayacak bir takım girişimlere ya önayak olarak ya da sessiz kalarak katkıda bulunduğu anlaşılmaktadır.

II. AKP HÜKÜMETLERİ VE TÜRKİYE’NİN “MECBUREN” YENİLENEN KIBRIS POLİTİKASI1950’lerden 2000’lere kadar geçen yaklaşık 50 yıllık süreçte bir “milli dava” haline dönüştürülen. Adanın fiili olarak bölünmesi ve gerek uluslar arası alanda gerek Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs üçgeninde artık yabancılaşılan Kıbrıs sorununun seyri, Türkiye’nin 2004 yılından itibaren devreye soktuğu proaktif dış politikayla yeni bir boyut kazandı.

2002 yılında AKP Hükümetinin iş başına gelmesiyle birlikte Türkiye’nin iç dinamiklerinde ortaya çıkan değişim, dış politikasında da yankı yaratan değişimleri tetikledi.

Temelde muhafazakâr sağ-İslamist bir siyasi gelenekten gelmesine rağmen AKP, kuruluşundan itibaren Türkiye’nin AB perspektifinin güçlü bir savunucusu görünümüyle ortaya çıktı ve AB üyeliğinin önünde en önemli engel olarak görülen Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak, “çözüm konusunda bir adım önde olma” söylemini benimsedi.

Türkiye’nin AB macerası 1959’a dayanmasına rağmen 2002’ye kadar TC Hükümetlerinin AB müktesebatının uygulanması, uyum yasalarının çıkartılması ve kritik dış politik sorunların çözümü konusunda istekli olmadıkları bir gerçektir.

Türkiye-AB ilişkilerinde temel öncelikli sorun olarak görüldüğü daha 26 Haziran 1990 Dublin Zirvesinde açıkça ifade edilmesine ve hemen ardından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 4 Temmuz 1990 tarihinde AB tam üyeliğine resmen başvurusuyla derinleşmesine rağmen Denktaş ve Türkiye, sürece müdahale refleksini göstermekten kaçındı.

Türkiye’nin AB üyeliğini “Kıbrıs Davası” açısından açık bir tehdit olarak gördüğünü her fırsatta dile getiren Denktaş ve AB üyeliğinin koşullarını yerine getirme konusunda isteksizliği bilinen Türkiye Hükümetlerinin bu refleksi göstermeleri de beklenemezdi zaten. Bu açıdan süreci Türkiye ve Denktaş’ın “zaafı” olarak değil, kararlı ve bilinçli tutumu olarak değerlendirmek gerekir.

Kıbrıs Cumhuriyeti AB tam üyelik başvurusunun gereklerini yerine getirirken, Denktaş ve Türkiye bu başvurunun hukuki olmadığı yönündeki cılız itirazlar ve eğer Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği gerçekleşirse bunun Türkiye-KKTC entegrasyonuyla sonuçlanacağı yönündeki tehditler dışında hiçbir ciddi refleks göstermedi.

Bütün bu süreç, önce BM’nin taraflara 1991 yılında sunduğu “Fikirler Dizisi” Planında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliğinin her iki tarafta düzenlenecek referandumlarla onaylanması şartına bağlanması, 30 Haziran 1993’te Komisyon’un “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa kimlik ve karakterine sahip olduğu” açıklamasının, 25 Haziran 1994’te Korfu Zirvesi’nde “Kıbrıs Cumhuriyeti ile müzakerelerin hızlandırılması” kararının, 9 Aralık 1994’te Essen Zirvesi’nde “ilk AB genişlemesinin Kıbrıs Cumhuriyetini kapsayacağı” açıklamasının Denktaş ve Türkiye’yi endişelendirmediğini ortaya koymaktadır. Zira bütün bu süreçte Denktaş ve Türkiye’nin duruşu ve tezleri değişmemiştir.

Kıbrıs Cumhuriyeti’ni AB üyeliğine taşıyan ve bugün Kıbrıs sorununun Türkiye-AB ilişkilerinde kilit noktaya gelmesine neden olan gelişmeler sadece 1995 yılında Gümrük Birliği Antlaşmasının imzalanması öncesinde bir kırılma gösterdi. Türkiye 2 Şubat 1995’te Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği müzakeresinin yürütülmesine muhalefet etmeyeceğini resmen açıkladı. Bunun ardından Haziran 1995’te Lüksemburg’da gerçekleştirilen Kıbrıs-AB Ortaklık Konseyi toplantısında “Kıbrıs’ın AB’ye üyeliği için başlatılacak diyalogda Kıbrıs sorunun çözümü ile üyelik arasında bağlantı kurulmaması ve görüşmelerin yasal Kıbrıs Hükümeti ile yürütülmesi” kararı çıktı.

Türk tarafının bu gelişmeye verdiği tepki Denktaş-Demirel Deklarasyonu gibi sorunun kavrandığını değil, aksine yeni

Page 179: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

356 357

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

sorunlar ekleneceği tavrı oldu.[5] Bunu 20 Ocak 1997 tarihli Türkiye-KKTC Ortaklık Anlaşması ve 21 Ocak 1997 Tarihli TBMM kararları izledi.[6] Türkiye-KKTC “bütünleşmesini” güçlendiren devam niteliğindeki adımlar ise 28 Ocak 1998 tarihli Devlet Yardımları Anlaşması, 26 Şubat 1998 tarihli Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması, 23 Ekim 1998 tarihli TC-KKTC İlişkilerinin Düzenlenmesi Hakkında Uygulama Anlaşmasının yürürlüğe sokulması ve nihayet 29 Mayıs 2001 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararıdır. [7]

Bütün bunlara karşın, AB tarafından 17 Ağustos 1997’de yayınlanan “Gündem 2000” Raporunda “Kıbrıs Cumhuriyeti ile tam üyelik müzakerelerinin Kıbrıs’ta bir anlaşma olsun ya da olmasın 1998’in başlarında başlayacağı” görüşüne yer verildi.

Türkiye’nin “aday ülke” statüsünün ilan edildiği 11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi’nde, bir yandan Türkiye’yi aday ülke statüsüne kavuşturarak “gönül okşanırken”, öbür yandan da Kıbrıs’ın tam üyeliği için sorununun çözümünün beklenmeyeceği açıkça belirtildi. [8]

Görüleceği üzere Türkiye-AB-Kıbrıs tartışmaları 2002 yılına kadar karşılıklı güç gösterileri ve özellikle Türkiye açısından işlevsiz de olsa “mütekabiliyet” tavrı ile devam etti. “İşlevsiz” derken, aslında bütün bu sürecin bugün Türkiye-KKTC ilişkilerini zora sokan entegrasyonun inşa dönemi olduğunu da vurgulamadan geçemeyiz. 2010 yılına kadar “sorunsuz” ilerlediği gözlenen Türkiye-KKTC “yakınlaşması” 2010 yılından itibaren Kıbrıslı Türklerin kitlesel tepkilerine yol açan son derece gerilimli bir sürece dönüştü. Bu konunun detaylarına daha sonra yeniden döneceğiz.

III. MUKTEDİR OLMA MÜCADELESİNDE “MINTIKA TEMİZLİĞİ” VE YENİ YAPILANMATürkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği konusundaki tavrında ilk değişim sinyalleri 3 Kasım 2002 seçimleriyle iş başına gelen AKP Hükümetinin lideri Erdoğan’ın “40 yıllık Kıbrıs politikasının gözden geçirilmesi ve Denktaş ile Kıbrıs sorununda ilerleme sağlanmasının zora girdiği” görüşünü dillendirmesiyle ortaya çıktı. Ancak bu görüş, “milli davanın” terk edildiği argümanını işleyerek Türkiye’deki milliyetçi unsurları harekete geçirme başarısını gösteren Denktaş’ın hamlesiyle bir süreliğine askıya alındı. Denktaş, ustaca bir operasyonla başta askerler, milliyetçi ve ulusalcı grupların “Kıbrıs Davası” konusunda ortak hareket etmelerini sağladı. Bu “başarı” Türk tarafının 10 Mart 2003’te kritik önem taşıyan Lahey’deki toplantıya katılmama kararını getirdi.

Denktaş ve Türkiye “geleneksel dış politikasının” bu son hamlesi, Türkiye’de “muktedir” olma mücadelesi veren AKP Hükümeti açısından da önemli kırılmalardan biri olarak değerlendirilebilir. İktidarını AB perspektifiyle gerçekleştirilebilecek bir yeniden yapılanma ile olanaklı ve sürdürülebilir gören AKP, bu alanda “dünya prömieri” sayılabilecek en önemli çıkışını Kıbrıs’ta gerçekleştirdi.

Tüm beklentilerin aksine, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1 Mayıs 2004’te resmen AB üyesi olması öncesinde Adanın AB’ye “birleşik” biçimde girebilmesi için son şans sayılan BM Planını destekleme kararı alan AKP Hükümeti “Avrupa vizyonu” konusundaki samimiyetini kanıtlama şansı buldu.

24 Nisan 2004’te gerçekleştirilen referandumda Kıbrıslı Türklerin %65 oranında Evet oyu vermesinde, hemen ardından Denktaş’ın tasfiye edilmesinde çok önemli bir misyon üstlenen AKP Hükümeti bu tavrıyla bir yandan içe kapanmacı geleneksel Türk Dış Politikasında devrimsel bir manevra yapmayı başarırken, öbür yandan da ülke içerisindeki statükocu-milliyetçi- Kemalist ittifakın geriletilmesi yönünde önemli bir mevzii kazanmış oldu.

Kıbrıs’ın Kuzeyinde AB yanlısı sol parti CTP Hükümetinin kurulması, Denktaş’ın tasfiye edilerek Çözüm ve Birleşik Kıbrıs konusunda son derece berrak bir tutum izlediği bilinen M. Ali Talat’ın desteklenmesi Türkiye’nin Kıbrıs politikasındaki keskin dönüşümün tezahürleri olarak dikkat çekti.

Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs sorunu sadece BM ve Avrupa açısından kemikleşmiş bir uluslararası sorun değil, aynı zamanda Türkiye’nin kendi iç dönüşümüyle doğrudan ilintili, Avrupa Birliği ile bütünleşmenin hızını ve derecesini belirleyen çok bileşenli ulusal meselelerden biridir.

Türkiye’de evrensel demokratik değerlerin yerleşip güçlenmesi ve AB ile bütünleşmenin sağlanması yolunda en önemli engeli oluşturan statükocu-milliyetçi-Kemalist ittifakın eylem hattını oluşturan iki önemli konu Kıbrıs Sorunu ve Kürt Sorunu. AKP’ye kuşkuyla yaklaşan ve “Türkiye’de evrensel demokratik değerlerin yerleşip güçlenmesi ve AB ile bütünleşme konularında ne kadar samimi?” sorusunun yanıtı biraz da burada. Muktedir olmanın yolu milliyetçi-Kemalist statükonun geriletilmesinden geçiyorsa, bu ancak tam da milliyetçi-Kemalist ittifakın kırmızı çizgilerini oluşturan Kıbrıs gibi, Kürt sorunu gibi temel konularda derinlikli çözümler üretilebilirse başarılabilecek.

Bununla beraber, AKP’nin kendi içerisinde de bir güç savaşı yürüttüğünü gerek Kıbrıs, gerek Kürt sorununda sergilediği

Page 180: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

358 359

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

dalgalanmalardan anlayabiliyoruz. Zira AKP Hükümeti İslamist ve batı karşıtı hassasiyetleri yüksek, milliyetçi-muhafazakâr-sağ tabanını 2002-2011 arasındaki 2 iktidar döneminde mental bir dönüşüme uğratma becerisini gösterdiyse de, bunu yaparken zaman zaman kendisi toplumsal dönüşüm hızının gerisine düştü.

IV. GERİLİMLİ DALGALANMA SÜRECİ: 2009-20112003’ten başlayarak Denktaş’ın etkinliğini adım adım gerileten ve toplumu Annan Planını kabul etmeye ikna edecek kadar “devrimci” bir Kıbrıs politikası oluşturan ve bu tutumuyla Kıbrıslı Türklerin sempatisini kazanan AKP Hükümeti, 2009’dan itibaren tutuculaşan, çatışmacı ve sert bir üsluba yöneldi. “Entegrasyonun” yeniden bir devlet politikasına dönüşmekte olduğunu düşündüren müdahaleler sonucu Türkiye ile ilişkilerde beliren “geri dönüşe” tepki veren Kıbrıslı Türklere karşı diplomatik nezaket sınırlarını aşan AKP Hükümeti bu yeni evrede geleneksel “Türkiye-KKTC ilişkilerinde sorunsuzluk” siyasetini terk etmişe benziyor.

O kadar ki, “devrimci” tutumunu terk ettiğini ilan edercesine 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri öncesinde seçim bildirgesinde Kıbrıs’a sadece 2 paragrafla ve oldukça “rutin” ifadelerle yer vermeyi uygun görüyor.[9] Büyük ölçüde bir “önemsizleştirme” eğilimini düşündüren bu tutum, önceki gelişmelerle birlikte okunduğunda AKP açısından siyaseten bir gerilemeyi işaret ediyor.

Kuşkusuz bu “gerilemede” Türkiye’nin iki temel problemi olan ve kısmi başarısızlıkla ya da en azından “beklenen başarıdan uzak bir performansla” kesintiye uğrayan Kıbrıs ve Kürt sorununu çözme girişimlerinin AKP’de geleneksel muhafazakâr-sağ seçmeni ürkütme ve kaybetme endişesine yol açmasının payı yüksek.

Nihayetinde muhafazakâr-sağ niteliğe sahip bir parti olan AKP’nin gerek Kıbrıs konusunda gerek Kürt sorununda “kontrolü kendisi dışındaki unsurlara, özellikle de radikal unsurlara kaptırmış” bir görüntü vermekten büyük rahatsızlık duyduğu ve “süreci yönettiğini” göstermek istediği anlaşılıyor.

Kıbrıs sorununda genel olarak uyumlu bir çalışma arkadaşlığı göstermiş olsa da M. Ali Talat’ın ve O’nun Cumhurbaşkanlığı döneminde Kıbrıs’ın Kuzeyinde hükümet olan CTP’nin zaman zaman “kontrol dışına çıkan” davranışları AKP’nin bu ekibe olan desteğini gözden geçirmeye zorladı. Talat’ın “Birleşik Kıbrıs” konusunda “aşırı istekli ve coşkulu” tutumu ve bu doğrultuda zaman zaman Türkiye’yi zorlayan çıkış ve girişimleri AKP’nin Talat’ı destekleme konusunda eskisi kadar

hevesli davranmamasına ve sonuçta Talat’ın 2. Kez girdiği Cumhurbaşkanlığı yarışını kaybetmesine neden oldu. Bunun da öncesinde KKTC ekonomisinde köklü yapısal değişimi hedefleyen düzenlemelere direnen CTP Hükümetinden desteğin çekilmesi ve daha az sorun çıkartması beklenen UBP’nin desteklenmesi zaten AKP’nin tutumunu özetliyor.

AKP’nin Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin tutumunda “belirleyici olma isteği” ve “belirleyiciliği yitirdiği hissinden ürkme” duygusunun ağır bastığını söylemek yanlış olmaz.

Üçüncü kez girdiği seçimlerde %50 gibi olağanüstü bir başarı sergileyen AKP’nin bundan sonraki adımlarında çok daha özgüvenle hareket edeceğini söylemek elbette bir kehanet değil. İktidarı önünde en büyük engel olarak gördüğü milliyetçi-Kemalist ittifakı ağır biçimde gerilettiği konusunda eskiye oranla çok daha rahat olan AKP, son 2 yıldaki tutumuyla AB’ye karşı da artık eskisi kadar istekli bir duruş sergilemek zorunda olmadığını düşünüyor izlenimi veriyor. Bunda kuşkusuz şiddetli ekonomik ve siyasal krizlerle çalkalanan AB’nin küresel krize rağmen ekonomisini güçlü tutmayı başaran Türkiye açısından cazibesini yitirmesinin büyük payı var. Ortadoğu’da beliren demokratikleşme dalgasının bölgeyle derin tarihsel ve siyasal yakınlığı bulunan Türkiye’ye yepyeni fırsatlar sunması da Erdoğan’ın ilgisini çekmeye yetiyor.

Bu yeni konjonktürde AKP Kıbrıs’ta inisiyatifi yitirmeyeceği, Türkiye’nin stratejik çıkarlarından vazgeçmeyeceği ama 2004’ün de gerisine düşmeyecek yeni bir pozisyon almaya çalışıyor.

Görünen o ki AKP Türkiye’si 2012’ye doğru Kıbrıs konusunu nihai sonuca bağlayarak “öyle ya da böyle” bir çözümün bileşeni olmayı planlıyor.

7 Temmuz 2011’de BM Genel Sekreterinin gözetiminde yapılan Eroğlu-Hristofyas görüşmesinin ardından ortaya çıkan gelişmeler Türkiye’nin yeniden inisiyatifi ele alacağını gösteriyor.

Rum tarafını şaşırtan bir hamleyle toprak konusunu müzakereye hazır olduğunu açıklayan Türk tarafı, yine Rum tarafının itirazlarına rağmen müzakerelere zaman sınırlaması getirilmesini ve 2012’de yeni bir referanduma hazır olduğunu bildirdi.

Türkiye böylelikle çözüm konusundaki hevesini yitirmediğini, bilakis süreci hızlandırmaktan yana olduğunu göstermeyi hedeflerken, Rum Yönetimini 2012’deki dönem başkanlığı öncesinde bir referanduma zorlamak ve beklentiler

Page 181: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

360 361

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

doğrultusunda yapılacak referandumda “çözüme ikinci kez Hayır demiş” bir AB dönem başkanı görmek istiyor.

Elbette çözüme ikinci kez hayır demesi beklenen Rum tarafının AB dönem başkanlığı, sadece Türkiye açısından en az zararla geçiştirilecek anlamına gelmiyor, bölünmüşlüğü kalıcılaşan bir Kıbrıs’ta Türkiye’nin artık bundan sonrası için sakin kafayla yeni bölgesel stratejilerini oluşturma rahatlığı anlamını taşıyor.

Görünen o ki, Ortadoğu haritası yeniden şekillenirken Türkiye Kıbrıs’ın kuzeyinde sonsuza kadar sorgulanmaktan kurtulacağı yeni pozisyonunu en etkin biçimde değerlendirebilme özgürlüğünün tadını çıkartmaya hazırlanıyor…

11.07.2011NOTLAR

[1] Druşotis, “Kıbrıs, 1970-1974 EOKA-B, Yunan Darbesi ve Türk İstilası”, Galeri Kültür Yayınları, s.549

[2] Sabahattin İsmail, E. Birinci “Kıbrıs Türklerinin Varoluş Savaşında İki Ulusal Kongre- Meclisi Milli (1918)- Milli Kongre (1931) Lefkoşa, 1987, Cyrep, s. 103

[3] Emin Dirvana’nın Mektubu, Milliyet Gazetesi, 15 Mayıs 1964

[4] TC Dışişleri Bakanlığı Tekzibi, 11 Nisan 1964

[5] 28 Aralık 1995 tarihli Denktaş-Demirel Deklarasyonuyla “Türkiye’nin içinde bulunmadığı bir AB’ye Kıbrıs Cumhuriyeti tek başına giremez, AB Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini güçlendirdiği oranda Türkiye KKTC ile bütünleşme yoluna gidecektir, Türkiye KKTC’yi desteklemeyi sürdürecektir” görüşlerine yer verilmiştir.

[6] 21 Ocak 1997 tarihli TBMM Kararları, Denktaş-Demirel Deklarasyonunun devamı niteliğindedir. Bu kararlara göre “Türkiye-KKTC bütünleşme yolunda yeni adımlar atacak, Türkiye-KKTC Ortak Savunma Konsepti oluşturulacak, Türkiye-KKTC Ortaklık Konseyi kurulacaktır”.

[7] 29 Mayıs 2001 tarihli MGK kararında “Rum Kesiminin AB üyeliğinin 2004 yılında tamamlanması halinde KKTC’nin Türkiye’ye entegrasyonuna kadar uzanabilecek bir sürecin başlayacağı” görüşüne yer verildi.

[8] Zirve’de Kıbrıs’ı ilgilendiren 9. Maddenin içeriği şöyledir: “9-a) Avrupa Konseyi 3 Aralık’ta New York’ta başlatılan Kıbrıs sorununun kapsamlı bir şekilde çözümüne yönelik görüşmeleri memnuniyetle karşılamakta ve BM Genel Sekreterinin bu sürecin başarılı bir şekilde sonuçlanmasına yönelik çabalarını desteklemektedir. 9-b) Avrupa Konseyi, siyasi çözümün Kıbrıs’ın AB’ye katılımını kolaylaştıracağını vurgulamaktadır. Katılım müzakerelerinin tamamlanmasına kadar herhangi bir çözüme ulaşılamamış olması durumunda Konsey katılım konusunda bu ön koşula bağlı olmaksızın bir karar verecektir. Konsey bu durumla ilgili bütün faktörleri dikkate alacaktır.”

[9] AKP 2011 Genel Seçim Beyannamesinde Kıbrıs Başlığıyla yer alan bölüm sadece 2 paragraftan ibaret: “Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefi, Kıbrıs Türk halkının çıkarlarının korunması ve Doğu Akdeniz’de bir istikrar ortamının yaratılmasıdır. Kıbrıs Türk Halkının güvenlik ve refahının sağlanması için KKTC’nin her alanda uluslar arası saygınlığını ve etkinliğini artırmak için bugüne kadar gösterdiğimiz çabayı bundan sonra da sürdüreceğiz. AK Parti iktidarı döneminde KKTC’nin uluslar arası tanınması ve saygınlığı önceki yıllarla mukaşese edilmeyecek kadar artmıştır. Yeni dönemde bu çalışmalarımız aynı kararlılıkla devam edecektir. Kıbrıs’ın bir barış ve huzur adası haline gelmesi için yürüttüğümüz ilkeli ve kararlı dış politika, bundan sonra da Kıbrıs politikamızın ana çerçevesini oluşturacaktır”

Page 182: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

362 363

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KARAR VERME ZAMANI

Neresinden bakarsanız bakın tuhaflıklarla dolu Erdoğan ziyareti, Türkiye açısından işlevini tamamlamış görünse de, Ada’da, Avrupa ve dünyada bir süre daha tartışılacak.

TC Başbakanı aynı anda hem Türkiye’ye, hem Kıbrıs’ın Kuzeyine ve Güneyine, hem AB’ye, hem BM’ye, hem İsrail’e, hem Ortadoğu’ya sarsıcı mesajlar vererek adeta “bir taşla kuş katliamı” yaptı.

Tarihinin en ciddi krizlerinden birini yaşayan; Yunanistan, İtalya, İspanya ekonomilerinin çökme noktasına geldiği, yeni ve daha büyük bir ekonomik kriz beklentisi içerisindeki “hasta adam” AB karşısında kendisini önceki dönemlerle kıyaslanmayacak kadar güçlü gören Türkiye’nin Başbakanı, Kıbrıs’ın Kuzeyinden Avrupa’ya meydan okudu.

5-6 gün içerisinde İsrail’den “özür dilemesini” bekleyen, aksi takdirde Gazze’ye gideceğini açıklayan ve çalkantılarla sersemlemiş Orta Doğu’ya Osmanlı kükremesini yeniden duyuran Erdoğan’ın Kıbrıs gösterisi; gerek organizasyonu, gerek şartları açısından “tadından yenmez” bir meydan okumaydı gerçekten…

Üstelik şeytan hiç olmadığı kadar yardımcıydı kendisine. Güneyde yaşanan bir felaketin ardından Rum Yönetimi’nin KKTC’den elektrik almak zorunda kaldığı, binlerce öfkeli insanın Başkanlık Sarayı kapısına yığıldığı bir dönemde Avrupa ve dünyanın gözlerinin içine baka baka, 2012 yılının 2. Yarısında AB Dönem Başkanı olacak olan Kıbrıs Cumhuriyetinden söz ederken, “Kıbrıs Devleti diye bir şey yoktur!” dedi Erdoğan.

Türkiyeli Türkler, Başbakanın Kıbrıs “çıkartmasını” adeta “huşu” içerisinde izlediler. İşte yıllar sonra TC Başbakanı yeniden çıkıp “Kıbrıs Türktür Türk Kalacak” diyor, “tek bir asker dahi çekmeyiz” demenin de ötesinde, her şey olmuş bitmiş gibi helikoptere binip “şuraya şu yapılsın, buraya bu yapılsın” diyerek “patronun kim olduğunu” dosta düşmana gösteriyordu!

Aslan sosyal demokratlar bile kendilerini tutamayıp “hah işte böyle! Oh be!” dediler. CHP “Başbakan nihayet gerçekleri anladı ve bizim yıllardır savunduğumuz çizgiye döndü” açıklamasını yaptı.

Eğer Türkiye açısından bakarsak, TC Başbakanı Türk diplomasisini hayli sıkıntıya sokacak bir gösteri yaptı.

“Kıbrıs diye bir Devlet yoktur” diyen TC Başbakanı herhalde “neyin garantörlüğüne dayanarak” Kıbrıs’ın Kuzeyinde bulunduğunu, neyin garantörlüğüne dayanarak 50 bin asker bulundurduğunu, neyin müzakeresini yaptığını açıklamak zorunda kalacaktır…

Page 183: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

364 365

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BM’de, AB’de yan yana oturduğunuz, uluslar arası toplantılara davet ettiğiniz; uluslararası ekonomik, siyasi, kültürel, sportif organizasyonlarda yan yana olduğunuz, “ek protokol” konusu yaparak altına imza attığınız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin olmadığını söylemek, buna karşılık “vardır” dediğiniz KKTC’yi resmen bu ortamların hiç birinde “var edememeniz kuşkusuz hayli tuhaftır…

TC Başbakanının Kıbrıslı gazetecilere “kaç çocuğunuz var?” sorusunun ardından aldığı yanıttan memnun kalmayarak “ya işte bakın, hem çocuk yapmıyorsunuz hem nüfus aktarmamızdan şikayet ediyorsunuz. Çocuk yapsaydınız nüfus aktarmak zorunda kalmazdık” demesi tuhaflığın da ötesinde şoke edicidir. Bir TC Başbakanı ilk kez resmen “nüfus aktardığını” ve bunun “meşru bir gerekçeye dayandığını” ilan etti. “Ne yapalım yani, Kıbrıslı Türkler istediğimiz kadar üremiyor, biz de nüfus aktarıyoruz!”

Bütün bunlar “zaman içerisinde” daha detaylı biçimde okunabilecek, etkileri zaman içerisinde daha iyi anlaşılabilecek yepyeni bir dönemin tescilinden başka bir şey değil Türkiye açısından.

AMA YA KIBRISLI TÜRKLER?...

Erdoğan’ın 2 günlük ziyaretini izlerken Kıbrıslı Türkler açısından yolun sonuna gelindiğini ve bundan sonra her şeyin herkes açısından çok farklı olacağını görmek hiç de zor değil.

İşbirlikçilikte mide bulandırma sınırlarını çoktan aşan UBP Hükümeti, ancak koloni rejimlerinde görülebilecek bir biat gösterisiyle patronu önünde düğme ilikleyip temennalar etmekle kalmadı. “Başka bir devletin” Başbakanının gelip kendi devletinin ekonomik, siyasi ve sosyal geleceğine ilişkin ültimatomlar vermesine, kendi halkına karşı psikolojik şiddet uygulamasına izin verdi.

Lefkoşa sokaklarında sendikacılara, gençlere uygulanan şiddetin görüntüleri gerçekten tiksinti vericiydi.

TC Başbakanı Mağusa’da konuşurken Türkiye ve KKTC bayrakları sallayanların “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları atması şaşkınlık vericiydi.

Bence daha da şaşırtıcı olan, Kıbrıs muhalefetinin sefaletiydi. TC Başbakanı ve UBP’li işbirlikçileri ne kadar “organize ve profesyonel” bir görüntü verdiyse, Kıbrıs muhalefeti o kadar dağınık, o kadar amatör ve iş bilmez bir müsamere görüntüsü sergiledi.

Hiç değilse 1 günlüğüne ülkede hayatı durduracak bir genel grev çağrısı yapmayı bile akıl edemeyen sendikacılar, ortalarda

görünmekten kaçınıp tabanlarını perspektifsiz ve başıboş bırakan sözde sol partiler, üniversite öğrencilerinin bile daha iyi bir örgütlenme yapabileceği cılız protestoların ardından devrim yapmış edasıyla kabaran “solcular”! Ve günün sonunda “Kıbrıs Kıbrıslılarındır” gibi ilkel, faşizan bir sloganın ötesine geçemeyen bir muhalefet!

Sosyal paylaşım ağlarında benim Türkiye’de görmeye katlanamadığım “ulusalcı” söylemlerin Kıbrıslıcasının giderek artan dozda yükselmesi bir yana, derin bir yılgınlık, umutsuzluk ve öfke dalgasının iyice darmadağın ettiği her yaştan Kıbrıslı!

Herkes herkesi suçluyor!

Sanki sokakta eli yüzü düzgün bir organizasyon gerçekleştirmiş gibi, Erdoğan’la görüşen ve Kıbrıslı Türklerin sıkıntılarını tam da olması gerektiği gibi yüzyüze dile getiren siyasi partilerle “kafa bulan”; siyasal iletişimi ve diplomasiyi küçümseyen, bir tuhaf muhalefet!

Sanki bir siyasi partinin faaliyeti tek boyutlu planlanmalıymış gibi, bir yandan üst düzeyde “konuk başbakan” ile görüşmeyi, öbür yanda tabanını “iyi planlanmış sivil organizasyonlara yönlendirmeyi” beceremeyen, “merdiven çıkarken sakız çiğneyemeyen” CTP, TDP gibi partiler!

Kimse gücenmesin ama Kıbrıslı Türkler bu kadar amatörce bir muhalefeti hak etmiyor!

Şimdi her ne olduysa oldu… Önümüze bakalım…

Herhalde görüldü ki, önümüzdeki dönem daha fazla entegrasyon, daha fazla asimilasyon dönemi olacak… Üstelik öyle artık eskisi gibi üstü örtülmeden, açık açık!

Ben öncelikle CTP ve TDP’nin Erdoğan’a Kıbrıslı Türklerin sorunlarına ilişkin sundukları dosyayı ve yapılan görüşmede neler konuşulduğunu, nasıl bir yaklaşımla karşılaştıklarını merak ediyorum. Herhalde bu iki parti kamuoyuna bu görüşmelerin içeriğini ve bu içerik doğrultusunda analizlerini ve öngördükleri yol haritasını sunacaklardır…

Türkiye ve Erdoğan düşmanlığıyla “süslenmiş” kof Kıbrıs milliyetçiliği lafazanlıklarıyla bir yere varılamayacağı, bunun yerine akılcı, gerçekçi, tatmin edici ve Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşayan herkesi kucaklayan bir muhalefet anlayışı geliştirme zorunluluğu herhalde artık anlaşılmıştır.

Page 184: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

366

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Türkiye ve Erdoğan’la kavga etmenin kimseye bir yararı yok! Açık konuşmak gerekirse, Kıbrıs muhalefetinin mevcut durumuyla edilemez de zaten… O’na böylesine elini kolunu sallayarak toplumunuza ayar verme ortamı sağlayan işbirlikçilerinizle kavga edin asıl!... Bu hem daha kolay, hem daha gerçekçi bir hedef.

Kıbrıslı Türkler tarihinin en güçlü hükümetinin iş başında bulunduğu “anavatanla” kavga edemez belki ama onun Adadaki gücüne zemin oluşturan işbirlikçilerini yerinden ederek tavır geliştirebilir. Şurası açık ki, kimse organize, birleşmiş, kararlı bir muhalefet geliştiren Kıbrıslı Türklere rağmen bir şey yapamaz Adada…

Erdoğan önünüze bir resim koydu 20 Temmuz’da. Bu resmin parçası olmak isteyip istemediğinizi göstermenin yolu, yolunuza işbirlikçilerinizle devam edip etmeyeceğiniz kararını vermenizden geçiyor…

Ve bu kararı vermek için zamanınız sandığınızdan çok daha az…

23.07.2011

Page 185: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

368 369

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

İFRAT HARAMDIR!

Kendilerine “milliyetçi” diyen ve vatan-millet edebiyatını kimselere bırakmayan zevat olup bitenler karşısında ne hissediyor bilmiyorum ama ben üzülüyor ve utanıyorum…

Sözüm hem Türkiye’deki hem Kıbrıs’ın kuzeyindeki hamaset erbaplarına!

O şaşaalı törenleri, o kof efelenmeleri, o herkesi sersem kendini akıllı zannetmeleri, o kaleminden ve ağzından kanlı sözcükler damlamaları bir yere kadar yiyoruz da… Bilirsiniz, “mübarek dininizde” ifrat haramdır!

Kıbrıs’ın kuzeyinde sendikalara sahte taahhütnameler imzalayarak halkın üzerine çöreklenmeyi başaran tarihin en iş birlikçi hükümeti akıllara zarar işler yapıyor.

O iş birlikçilerin acizliğini ve kendi halklarına ihanetiyle coşan Türkiye, artık akıl, mantık ve insaf ölçülerini de bir yana bırakarak Kıbrıs’ın kuzeyinde birbirinden tuhaf işlere imza atıyor.

TC Başbakanı, dünyanın hiçbir “egemen ve bağımsız devletinde” değil kabul edilmesi, tahayyül edilmesi bile mümkün olmayan bir organizasyonla ziyaret ettiği o “devletin” yetkililerine talimatlar veriyor.

Dünyanın hiçbir “egemen ve bağımsız devletinde” değil tanık olunması, tahayyül edilmesi bile mümkün olmayan o organizasyonda, o “devletin” halkı coşkuyla “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları atıyor!

“Velev ki Türkiye kendi başbakanıyla gurur duyuyor, bundan size ne?” demiyor hiç kimse…

Mesela Sarkozy Bey Türkiye’ye geldiğinde kendisini “Fransa seninle gurur duyuyor!” diye coşkuyla karşılayan bir kitle görse şaşırmaz mıydı sizce? Var mı böyle bir abukluk?

“KKTC seninle gurur duyuyor” demeyi akıl edemeyecek kadar zekâ özürlü olduklarına inanmıyorum tabii ki ama daha kötüsünü de düşünmek istemiyorum: Kendi egemenliklerinden vazgeçecek, kendi devletlerini inkâr edecek, kendi sözlerini yalayıp yutacak kadar işbirlikçi bir zevattan söz ediyor olamayız değil mi?

Ha şimdi birileri kalkıp, “canım onlar Kıbrıslı Türkler değildi ki zaten, Türkiye’den aktardığımız insanlardı. Zaten Başbakanımız da söyle, 4 çocuk yapsalardı, biz de nüfus aktarmak zorunda kalmazdık, yapmadıkları için gönderdiklerimiz onlar” demesin. Ben kimseye “Türkiye uluslararası bir suç işleyerek, askeri güç bulundurduğu

Page 186: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

370 371

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

bir coğrafyanın nüfus yapısını değiştiriyor” dedirtmem! Değil mi canım kardeşim? Üstelik en yakışıklı bakan ve bürokratları, tempo tutup kafalarıyla onaylarken gözlerimle gördüm televizyonda…

Dünyanın hiçbir “egemen ve bağımsız devletinde” değil gerçekleştirilmesi, tahayyül edilmesi bile mümkün olmayan o organizasyonda yabancı bir devletin başbakanı atlıyor helikoptere, “Şurayı vermeyeceğiz, buraya şu yatırımı yapacağız, buraya bunu kuracağız” diyor.

Hiç kimse, “one minute Sn. Başbakan” ilginize teşekkür ederiz ama burası “egemen ve bağımsız bir devlettir” ve bu topraklarda nereye ne yatırım yapılacağına “başka bir devletin başbakanı” değil, bu ülkenin seçilmiş hükümeti karar verir” demiyor… “Yardımlarınıza tabii ki teşekkür ederiz ama o yardımların nereye nasıl kullanılacağına müsaade buyurun da biz karar verelim” diyemiyor…

Düşünsenize, Angela Merkel Hanım atlıyor helikoptere, Diyarbakır’a gidip “şuraya baraj kuralım, hah burası güzel, buraya tatil köyü yapalım” diyor? Ya da Hilary Clinton Hanım TC Maliye Bakanı’yla buluşup “Bana bak, ayağınızı yorganınıza göre uzatın, ne bu kamu açıkları böyle?” diyor? Aklınız alıyor mu böyle bir şeyi?

Nasıl bir müsamere bu? Tamam, Kıbrıslı Türkler “taahhütname imzalayarak gelen” bu işbirlikçileri sineye çekiyor olabilirler ama ben kendi ülkemin, Türkiye’nin böyle bir müsamerenin parçası olmasından çok büyük rahatsızlık duyuyorum…

Kıbrıslı iş birlikçilerin alkışları arasında benim Başbakanımın akıllara zarar biçimde “Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur arkadaş” demesini boş gözlerle izliyorum.

Hayır, tabii ki söyleyebilir, gerçek böyle olsa hiçbir itirazım olmayacak… Ama gerçek bu değil… Ve biz yok sayıp inkâr ettiğimiz gerçeklerin ikide bir yüzümüze savurduğu tokatlarla tepe sersemi olduk iyice…

Türkiye zaman zaman çok tuhaf işler yapıyor.

Yıllarca “Kürt diye bir şey yok! Kart kurt seslerinden dolayı Kürt denilen bir Oğuz Boyu var” diyen Türkiye, önce “Kürt realitesi var”, sonra da “Kürt sorununu çözüyoruz” demek zorunda kalmıştı…

“Yok” dediğimiz Kürtler ne zaman “var” oldu ve biz ne zaman “varlığını kabul etmek zorunda kaldığımız” bu Kürtlerin “sorun” olduğu noktasına geldik hatırlıyor musunuz?

“Kürtçe diye bir dil yoktur” diyorduk, ne zaman “Bilinmeyen bir dil”e geçtik ve ne zaman mahkemeler “vatandaşlar eğer gerçekten Türkçe bilmiyorsa mahkemede Kürtçe savunma yapabilir”e geldik hatırlıyor musunuz?

Hayatın katı gerçekliği yıllar içerisinde tepemize vura vura “yüzleşmeyi” öğretti bize…

Tam da “Oh, artık yüzleşmeyi, hayatın gerçeklerini yok saymamayı, gerçeklerle kavga etmemeyi öğrendik” diyorduk ki…

“Pat!” diye karşımıza 20 Temmuz müsameresi ve hemen ardından “Küt!” diye Trabzon tokadı çıktı!

Tıpkı “yok” dediğimiz ama şimdi varlıklarını kabul ettiğimiz Kürtler gibi, Başbakanımız durup dururken 20 Temmuz’da çıkıp “Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur arkadaş” demesin mi?

Bunu dedikten sadece 4 gün sonra bu kez “yok” dediğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bayrağı Trabzon semalarında salına salına dalgalanmasın mı?

“Yok” dediğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sporcuları, Trabzon’da katılımcı ülke sporcularıyla birlikte yürüyüp, bir de müsabakalara katılmasın mı?

“Yok” denilen Kıbrıs Cumhuriyeti üstelik Türkiye sınırları içerisinde düzenlenen uluslar arası bir organizasyonda resmen “var” olurken, “var” denilen KKTC’nin aslında “yok” olduğu, temsil edilemediği bu organizasyon sayesinde sadece 4 gün sonra “Küt!” diye yüzümüze vurulmasın mı?

Üstüne üstlük, “var” denilen KKTC’nin katılamadığı ama “yok” denilen Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağının dalgalandığı o organizasyonda sevgili Başbakanımız açılış konuşmasını yapıp tüm sporcuları selamlamasın mı?

Eh be kardeşim, zaten sıcak havalar yüzünden sersemleştik iyice, bu kadarı da yapılır mı biz garibanlara?

Dilimizde tüy bitti ve artık kabak tadı verdi. Bir kez daha tekrar edelim “hamaset erbaplarına”:

BM Güvenlik Konseyi kararları orada dururken, hem BM üyesi olarak kalıp hem de KKTC’yi resmen tanıyor olabilir misiniz?

Hem 40 yıl boyunca Kıbrıs sorunu BM parametreleri doğrultusunda çözülecektir diyerek müzakere yürütüp, hem BM kararlarını

Page 187: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

372

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

yok sayarak “Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur” diyebilir misiniz?

Ne diyor BM Genel Kurulu’nun 164 sayılı kararı?

“Mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti, Adadaki tek meşru yönetimdir”… Şimdi kalkıp “ben bu kararı tanımıyorum arkadaş” mı diyorsunuz? O zaman bunu söyleyen BM bünyesinde neden kalıyor, hatta Güvenlik Konseyi üyeliği yapıyor ve hatta BM gözetiminde niye müzakere yürütüyorsunuz pardon?

Ne diyor 541 sayılı karar? “KKTC diye bir devlet kabul edilemez!”…

Ne diyor 550 sayılı karar: “BM Türkiye ve Kıbrıs Türk liderliği arasındaki sözde karşılıklı Büyükelçi atanması gibi tüm ayrılıkçı hareketleri kınar, bunları yasadışı ilan eder ve bunların acilen geri alınması çağrısında bulunur.”

Bunlara rağmen BM üyesisiniz, BM Güvenlik Konseyi üyesisiniz, BM gözetiminde müzakere yürütüyorsunuz ve “KKTC vardır ve ben resmen tanıyorum” mu diyorsunuz yani?

Türk’ün Türk’e propagandasına alıştık tamam… Ama bunun da bir sınırı var değil mi?

Yazıktır… Günahtır… Ve dahi ifrat haramdır!

NOT: Sevgili Arif Albayrak geçen haftaki yazıma hoş bir maille karşılık verdi. Yine O’nun “Bu Karar Senin” şiirinden çok hoşuma giden bir dörtlüğüyle selamlıyorum kendisini:

“Bırak seyretmeyi / ateşler içindeki zamanı çaresiz. / ya sus karanlık gecelere doğru / ya da vur yüreğini ateşlere korkusuzca / bu karar senin… Yazar seni tarih / her iki şekilde de / ya kendi dünyanda mutlu bir korkak / ya da sevgi dünyasında yorgun bir kahraman diye… ”

30.07.2011

Page 188: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

374 375

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS SORUNU VE KÜRT SORUNUYA BİRLİKTE ÇÖZÜLECEK YA BİRLİKTE ÇÖZÜLECEK…

Türkiye iki büyük sorunu, Kıbrıs ve Kürt sorununu çözmeden demokratikleşemez. Üstelik eş zamanlı ya da en azından birbirini izleyen bir zaman diliminde çözmek zorunda olduğumuz iki temel sorun bu.

Birbiriyle paralel olduğu kadar, çok fazla benzeşen yanları da var bu iki sorunun. Kıbrıslı Türklerin ve Kürtlerin talepleri de, Türkiyeli Türklerin ve Rumların konuya yaklaşımı ve davranışları da benzerlikler içeriyor.

Türkiyeli Türk “resmi görüşüne göre” Kürtler, Kıbrıslı Rum “resmi görüşüne göre de” Kıbrıslı Türkler “ayrılıkçı”dır.

1980’lerden sonra Öcalan ismi Türkiyeli Türk resmi görüşü için ne ifade ediyorsa, 1960’lardan itibaren Denktaş ismi de Kıbrıs Rum resmi görüşü için aynı şeyi ifade eder.

Kıbrıs’ın güneyinde barış isteyen ve Kıbrıslı Türklerle eşit birlikteliği savunanlar milliyetçilerin öfkesini ne ölçüde çekmişse Türkiye’de de Kürtlerle eşit birlikteliği savunanlar benzer öfkeyi, hatta çok daha fazlasını göze almak zorunda kalmıştır.

Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” içerisinde etnik kimliklerinden kaynaklanan tüm haklarının kendilerine teslim edildiği, “eşit ve özgür” koşullarda bir arada yaşamayı istiyorlar. Bir kesim koşulsuz şartsız Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altına girmekten yana. “Eşitlik” koşuluyla Birleşik Federal Kıbrıs’ı savunanlar olduğu gibi tartışmasız biçimde “ayrılıkçılıktan”, ayrı devletten yana olan unsurlar da var. Gerçi Rum resmi görüşünü savunanlar ve Kıbrıslı Türk radikal milliyetçi ayrılıkçılar için “bir arada yaşama fikri” tüyleri diken diken eden ve kulak tırmalayan bir şey ama en sağcılar bile en azından “resmi ortamlarda” federasyonu savunmak zorunda kalıyorlar.

Kürtlerin büyük çoğunluğu da Türkiye Cumhuriyeti içerisinde kimliklerinden kaynaklanan tüm haklarının garanti altında olduğu “eşit ve özgür” bir birlik istiyorlar. Devlete ve PKK’ya rağmen Kürtler arasında geleceğe ilişkin tahayyüller hala çeşitliliğini koruyor. Bir kesim Federasyonu savunuyor örneğin. Küçük bir kesim net biçimde “ayrılıkçılığı” telaffuz ederken; ayrılıkçı olduğu sanılan PKK, Kürtleri yeni Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na konması konusunda en geniş mutabakat sağlanan “Avrupa Yerel Yönetim Şartı”nın bile gerisinde bir çıkış olan “demokratik özerkliğe” razı etmeye çalışıyor.

Tabii burada belki de en eğlenceli yana dikkat çekmeden edemeyeceğim: Kemal Burkay gibi “ılımlı” sayılan bir Kürt lider Federasyon gibi “ileri” bir çözümü savunurken, PKK gibi “radikal” sanılan bir örgüt ise “demokratik özerklik” denilen “şaşılacak kadar geri” bir çözümü koyuyor toplumun önüne. Çok hoş değil mi?

Page 189: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

376 377

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Ama bundan da eğlenceli olan Türkiye resmi görüşünün tutumu elbette…

Türkiye resmi görüşü Kıbrıs’ta “ayrılıkçılığı”, kendi topraklarında ise “katı üniterizmi” savunuyor.

Türk resmi tezinin katı üniterizminin mantıksal dayanağını devlet kavramını açıklayış biçiminde aramak gerekiyor. Zira Türk resmi tezine göre bir devletin asli unsurlarını “millet-dil-din-tarih-kültür ve ülkü birliği” oluşturuyor. Buradan hareketle, Türk resmi görüşünü savunanlar Kıbrıs’ta ayrı dili, ayrı dini, ayrı tarihsel geçmişi, ayrı kültürü ve nihayetinde ortak yaşama arzusu bulunmayan iki ayrı halk bulunduğunu, bu nedenle de “Birleşik Federal Kıbrıs’ın” olamazlığına ikna etmeye çalışıyorlar bizi. Tabii buna bir de 50’lerden, 60’lardan itibaren yaşanan çatışmalar ve “dökülen Türk kanını” da ekliyorlar… Bu nedenle kat-kravat politikacılar, apoletli paşalar ne zaman Kıbrıs’tan söz etseler gözümüzün içine baka baka ayrılıkçı tezler ileri sürüyor, “iki ayrı halk, iki ayrı devlet” manzumesini tekrarlayıp duruyorlar…

Aynı kat-kravat politikacılar ve apoletli paşalar Türkiye coğrafyası söz konusu olduğunda akıllara seza bir tavır sergilediler yakın zamana kadar.

“Kürt yok, dağlarda yürürken kart-kurt sesi çıkartan eski bir Türk boyu bunlar” diye zırvalamalarının sebebi buydu. Zira Kürt kimliğini kabul etseler “millet birliği” tezleri çökecekti. Çöktü de nitekim! “Kürt yok”tan “Bin yıldır kardeşiz”e geldiler önce, şimdi de “et ve tırnak gibiyiz” diyorlar da fırsat buldukça tırnakları sökmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar maşallah!

“Kürtçe diye bir dil yok” diye tutturmalarının sebebi buydu. Zira kabul etseler “dil birliği” tezleri çökecekti gümbür gümbür! Çöktü mü? Çöktü netekim! TRT Şeş’te herhalde Türkçenin bir lehçesiyle yayın yapmıyorlar değil mi?

Kıbrıs’taki ayrılıkçılıklarına zemin oluşturan “çatışma ve güvenlik endişesi” ise hepten sıkıntılı. Türkiye’deki kirli savaşta 30 yılda 40 bin insan öldü. Kahramanmaraş, Çorum katliamları işte şuracıkta duruyor… Çatışmaysa Kıbrıs’takinden kat be kat fazla çatışma! Güvenlikse güvenlik!

Türkiye nüfusunun artık sadece Türklerden mürekkep bir nüfus olmadığı, Türkiye coğrafyasında sadece Türkçe konuşulmadığı gerçeğine 80 yılda gelebildik. Ayrı bir dil konuşan farklı bir halkın varlığını kabul etme noktasında o halkın kendine ait bir tarihi ve kültürü olduğunu da kabul etmek zorunda kalıyorsunuz ister istemez. Öyle ya, dilini kopardığınız, varlığını yok saydığınız halk herhalde sizden çok farklı bir acılı tarihe sahip ve o tarihten süzülen acılı bir

kültürü üretti? Çöktü mü böylece “ortak tarih, ortak kültür”?

Kala kala ne kaldı? Ortak gelecek ülküsü, bir arada yaşama arzusu…

İşte o en netameli konu…

Kürtlerle “bir arada yaşamayı mümkün kılacak” tek ortak paydayı, “bir arada yaşama arzusu ve ortak gelecek ülküsünü” yok edip etmeme kararı şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ellerinde…

Türkiye İnkâr ve imha politikasından, Kürtleri yok saymaktan vazgeçtiğini açıklayıp bunu kanıtlayacak fırsata tam da bugün sahip:

Anayasal vatandaşlığı esas alan, ülkeyi gerçekten Türklerin, Kürtlerin, Lazların, Çerkezlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Müslümanların, Alevilerin, Sünnilerin, Dinsizlerin, kadın ve erkeklerin, farklı cinsel yönelimlerin, gençlerin, çocukların bir arada yaşamaktan mutlu olacakları, gurur duyacakları bir ortak vatana dönüştürecek sivil-demokratik bir anayasa!

PKK’nın “demokratik özerklik” gibi akıl almaz gerilikteki dayatmasına karşı, Avrupa Yerel Yönetim Şartını da içeren, sivil anayasa tartışmaları kapsamında gerekirse federasyonu da tartışmaya açan (herkes her şeyi tartışmaya açık olduğunu söylüyor hazır) eşit ve onurlu bir toplumsal ortaklık anlaşması!

Artık bir kan davasına dönüşmekte olan bu kirli savaşı “galibi ve mağlubu” olmaksızın onurlu bir mutabakatla sonlandırmanın yolu Türkiye coğrafyasında yaşayan tüm halkların gönül rahatlığıyla evet diyebilecekleri bir sivil-demokratik anayasanın ortaya konmasıdır.

Radikal görünümlü pasifistlerin korkusu da bu zaten! İnisiyatifi elden kaçırma, pozisyonlarını yitirme korkusu! Onun için oturup hızla anayasa tasarısı hazırlamak yerine ne anlama geldiğini kendilerinin bile bilmediği bir demokratik özerklik zırvalığını apar topar ortaya sürdüler. Oysa gerçekten sivil, gerçekten demokratik bir anayasayı yürürlüğe sokabildiğimiz gün Türkiye’de Kürt sorunu diye bir şey kalmayacak…

İşte o gün bildiğimiz Türk resmi görüşünün sonlandığı gün olacak ki, bu aynı zamanda Türkiye’nin Kıbrıs algısını da değiştirebilecek.

Ha, tabii ki Türkiye’nin Kıbrıs ilgisinin kafamıza çakıldığı gibi “hamasi” bir milli ilgiden ibaret olmadığını biliyoruz. “Stratejik çıkarlar” ve “enerji haritasında güçlü pozisyon alma arzusu” gibi artık ağızda saklanamayan baklalar tabii ki bildiğimiz gerçekler. Ancak ne zaman ki ağdalı hamasi milliyetçiliğin arkasından iş çevirme alışkanlığı biter, ne zaman ki Türkiyeli Türkler ile Kıbrıslı Türkler “eşitlik ve karşılıklı

Page 190: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

378

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

çıkarlar temelinde” bir çözüm ortaklığında anlaşır, işte o zaman hayatın önümüze koyduğu yeni gerçekleri tartışabiliriz…

İşte o gün, Kıbrıslı Türkler Türkiye ile oturacakları masada coğrafi konumlarından ve zenginliklerinden kaynaklanan güçle bir “besleme” değil, çözüm ortağı olmanın onuruyla hareket edebilirler.

Kıbrıslı Türkleri de Türkiyeli Kürtleri de, Türkiyeli Türkleri de aynı anda mutlu edecek formülü, sivil-demokratik anayasayı hazırlamak ise herhalde sadece AKP’ye ihale edilemeyecek kadar ciddi ve önemli bir iş olsa gerektir…

Artık homurdanmayı bırakıp herkes elini taşın altına sokacak ve süratle sivil demokratik anayasa tasarısını hazırlayıp kamuoyunun tartışmasına sunacak mı yoksa yine birileri çıkıp “AKP anayasasına hayır” mı diyecek?

“Cânım efendim, Türkiye’de hazırlanacak Anayasa ancak AKP anayasası olur” diyen teslimiyetçiler yine görev ve sorumluluktan kaçma hazırlığında görünüyor! Hayır efendim! Önünde yeterli zaman var! Topla uzmanlarını, hazırla anayasa taslağını. Kur meydanlara standlarını ve çıkıp nasıl bir anayasa istediğini anlat kamuoyuna…

Ya bu ülkeyi AKP anayasasına mahkûm etmeyecek hazırlığı yapıp meydan meydan mücadele ver, ya da sonsuza kadar sus!

27.08.2011

Page 191: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

380 381

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

EYLÜLDE LEFKOŞA

Lefkoşa, eylülle birlikte daha bir güzel. Arabahmet’in kadim sokakları artık gücünü kaybetmiş güneşin son bir gayret kavurma çabasını ciddiye almıyor.

Kuşlar, sokak köpecikleri, miskin kediler, oradan oraya koşturan yumurcaklar, çiçekler ve meraklı turistlerle birlikte Beşir Bey ve maiyetindekilerle sürekli burun buruna gelmeme rağmen Lefkoşa sokaklarında yaz sonunun tadını çıkartıyorum.

Devlet erkânının bir türlü vazgeçemediği “tuhaf Türk geleneklerinin” en önemlisi kalabalık bir maiyetle dolanmaktır.

Devlet büyükleri, arkalarına takılan güruh ne kadar büyükse kendilerini o kadar “devlet büyüğü” hissediyor olmalılar ki, makamın derecesine bağlı olarak büyüyüp küçülen bir kalabalıkla dolaşıp duruyorlar.

Anlamadığım şey, bu güzel yaz sonunda Lefkoşa sokaklarında tek başına değilse bile yanına birkaç dostunu alıp yürümek varken, Büyükhan’da kahve yudumlayıp huzuru içine çekmek varken, Kâfidir’e veya Rayız Usta’ya uğrayıp kebabını yerken “nedir oğlum durumlar?” diye lafa girmek ve Kıbrıs’ın bu iki çelebisinden hali-ahvali öğrenmek varken o kat-kravat kalabalıkla dolaşmaktan ne anlıyor Beşir Bey?

Bir gelişinde bunu denese o ciddi devletlû duruşa yol açan sıkıcı brifinglerden, yalan-dolan esnaf ve vatandaş tokalaşmalarından ve resmi temaslardan sıyrılıp Kıbrıslı Türklerin meramını kendi ağızlarından duyma fırsatını bulacak. Ama biliyorum ki Türk dünyasında “devletlû” sayılmanın raconu, halkla aranıza bolca siyah camlı araba, bolca kat-kravat adam, bolca koruma polisi koymayı gerektirir.

“Devletlûların” bu durumdan hoşnut olup olmadıkları umurum değil ama bari bizim tadımızı kaçırmasalar.

Keyifle Büyükhan’ın dibinde buz gibi bir bira yudumlama hayali kurarken pat diye karşıma çıkan “Beşir Bey’in maiyetiyle” burun buruna gelmek, gideceğim güzergâhta yolların “güvenlik nedeniyle” değiştirilmiş olması ve 5 dakikalık yolu yarım saatte katetmek zorunda kalmak gerçekten can sıkıcı.

Hadi ben avaracıyım, ya işinde gücündeki Lefkoşalılar ne yapsın? İnsancıklar işlerine yetişecek, hastası mı var, bekleyeni mi var, telaşı mı var “devletlû” taifesinin umurunda mı? Yollar kesilmiş, güzergâhlar değiştirilmiş, trafik kilitlenmiş, insanlar canlarından bezdirilmiş, güzelim şehir cehenneme çevrilmiş kimin tasası?

Page 192: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

382 383

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Yani insan Türkiye’nin Kıbrıs’a Kıbrıslı Türklerin mutluluğu ve refahı için geldiğini bilmese, Türkiyeli bürokratların bunca gidiş gelişinin sırf Kıbrıs Türk ekonomisinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması amacına yönelik olduğunu bilmese maazallah bir müstemleke valisinin teftişe geldiğini düşünecek!

Hayır biz Ayşe’nin tatile çıkarken de, tatili bunca yıl uzatırken de ne kadar iyi niyetli olduğunu biliyoruz da turistler yanlış anlayacak.

Düşünsenize iki fotoğraf çekip bir kadeh içkisini yudumlayarak Lefkoşa’nın tadını çıkartmaya çalışırken sokaklarda koruma ordusuyla dolaşan bir bürokratı gören turistin aklına neler gelmez?

“Bu bey kim?”, “Neden bir koruma ordusuyla dolaşıyor, yoksa Kıbrıs’ın kuzeyinde can güvenliği yok mu?” diye sormaz mı adam?

Ben Londra sokaklarında bir Japon Bakan’ın maiyetiyle esnaf ziyareti yapıp sokakları ablukaya aldığını hiç zannetmiyorum örneğin. Ha, gerçi bir Japon Bakanın İngiltere’deki siyasi partileri gezip “Hükümetinizin uyguladığı ekonomik paketi desteklemelisiniz” dediğini de zannetmiyorum, o da başka mesele…

Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun bile “Yasa tekliflerini gazetelerden öğreniyorum” sözleriyle eleştirdiği bir hükümetin, uygulamaya soktuğu ekonomik paketin ikna turlarını başka bir devletin bakanına yaptırması bazılarına şaşırtıcı gelmeyebilir tabii…

Kimse laf soktuğumu falan düşünmesin ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sayın bakanının neden KKTC Hükümeti’nin üstlenmesi gereken “ikna turlarını” üstlendiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Hayır koskoca egemen ve bağımsız KKTC’nin hükümeti kendi halkına açıklayamıyor mu bu cânım ekonomik programın nimetlerini?

Beşir Bey iyi niyetli. Gazetelerden okuduğuma göre örneğin CTP’yi ziyaretinde “Bakınız biz bu ekonomik paketin faidelerini Türkiye’de ziyadesiyle gördük, lütfen sorun çıkartmayınız, bu acı ilacın yutturulmasına destek veriniz de siz de şifa bulunuz” demiş.

CTP yöneticileri kibar adamlar tabii… “Halkın taleplerini dikkate almayan programlara destek vermemiz mümkün değildir” diyerek zarif biçimde ifade etmişler görüşlerini.

Kıbrıslı zerafeti böyle bir şey olsa gerek. Yoksa diplomatik nezaketi bir yana bırakıp “Beyefendi elimizi kolumuzu bıraksanız da üretebilsek, ürettiğimizi satabilsek, kendi malımıza sahip çıkıp

kendimiz işletebilsek, itiniz uğursuzunuz bu memleketi han kapısı etmese, yaptığınız yardımları nasıl değerlendireceğimize kendimiz karar verebilsek gör bak kendi belimizi nasıl doğrulturuz” derlerdi herhalde değil mi?

Her neyse… Beşir Bey’e tavsiyem, bir dahaki gelişlerinden hiç değilse birinde, kurtulup yanındakilerden Lefkoşa sokaklarının tadını çıkartsın tıpkı benim gibi…

Bu harikulade kaçamağı Işık Kitabevi’nin “cesaret ana”sı Nahide Hanım’a, sevgili Cenk ve Tümay’a ve tabii Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliği’ne borçluyum.

Binbir zorluğa göğüs gererek bunca yıldır Işık Kitabevi’ni yaşatan ve üstüne üstlük Kıbrıs’a olağanüstü bir kültür etkinliğini kazandıran Nahide Hanım’la ilk kez tanışma fırsatım oldu. Kıbrıs kültürünün “cesaret ana”sı olduğunun farkında değilmişcesine mütevazı, sempatik ve dost canlısı, müthiş bir kadın. Keşke daha fazla insan onun cesaretine sahip olsa, keşke daha fazla insan çabasına destek verse…

Merak etmeyin, tek bir gün için geldim ama bir şekilde üç güne yayılan konukluğum “Ayşe’nin bitmek bilmez tatiline” benzemeyecek. Aklımı ve kalbimi bir kez daha Lefkoşa sokaklarında bırakarak efendi efendi dönüyorum İstanbul’a.

03.09.2011

Page 193: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

384 385

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

TÜRKİYE ORTADOĞUDA KÜKRERKEN KIBRIS SOLU KEBAP YAPARSA

Bodrum’un Bitez sahilinde son 1 yılın en miskin yazısını yazıp sevgili Cenk’e “gönder” tuşuna basmak üzereyken olan oldu.

Daha birkaç gün önce Bosna ziyaretinde “Reis-ül Ulema” tarafından “Allah onu tarih yazması için yaratmış” sözleriyle övülen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ekrana çıkıp İsrail’e zehir zemberek bir ültimatom verdi.

BM raporunun Amerikan medyasına sızmasının ardından İsrail’in Mavi Marmara olayıyla ilgili hiç de geri adım atmaya niyetinin olmadığının anlaşılması Türkiye’yi hayli öfkelendirmişe benziyor. Öyle ki Türkiye, Davutoğlu’nun ağzından yapılan açıklamada İsrail’e karşı bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş “yaptırım” kararlarını duyurdu. 5 maddede sıralanan yaptırım listesinde diplomatik ilişkilerin 1980’den sonra ilk kez “2. Kâtip düzeyine indirilmesi” elbette çok önemli ama asıl “eşsiz yaptırım” tüm askeri anlaşmaların askıya alınması.

Türkiye-İsrail arasındaki ikili askeri anlaşmaların içerik ve kapsamı, bu anlaşmalarda inisiyatifin sivil hükümetlerden çok TSK uhdesinde olması nedeniyle elbette hiçbir zaman şeffaf olmadı. Ancak 54. Erbakan Hükümeti döneminde F4’lerin modernizasyonu, İsrail askeri eğitim uçaklarına Türk hava sahasının açılması gibi özel ayrıcalıkların verildiği, İsrail’in de Türkiye’ye istihbarat desteği verdiği biliniyor. Şimdi Türkiye’nin yaptırım listesine “askeri anlaşmaları” da eklemiş olması “yeni” TSK yapılanması ile AKP Hükümetinin uyumu konusunda da fikir veriyor. Zira Türkiye gerek ABD ile gerek İsrail ile diplomatik sorunlarının ikili askeri ilişkileri gölgelememesine her zaman özen gösteren bir “ortak” görüntüsü veriyordu. Meşhur çuval olayında bile Türkiye-ABD askeri ilişkilerinin zedelenmemesine gösterilen özen hatırlanacaktır. Sadece birkaç yıl önce askerinin başına çuval geçirilmesinde bile ikili askeri anlaşmaları iptal etmeyi aklına getirmeyen Türkiye’ni n bugün Mavi Marmara yüzünden sadece bölgenin en tehlikeli gücü değil, aynı zamanda ABD’nin bölgedeki en önemli partneri olan İsrail’le gerilimi bu noktaya taşıması son derece manidar.

Türkiye’nin “yaşlı Avrupa’nın” burnunun ucunu göremez hale gelmesi ve hata üstüne hata yapmasının da etkisiyle Ortadoğu’dan Orta Asya’ya, Afrika’dan Avrupa’ya uzanan çok geniş bir ekonomik ve siyasi “ilgi alanına” gözünü diktiğini söyleyip duruyoruz. Yaşlı ve hasta Avrupa giderek derinleşen ekonomik ve sosyal çalkantılarla boğuşurken Türkiye vizyonunu “tarihten alan” bir dış politikayı emin adımlarla inşa etti. Artık geleneksel “tavşan boku” siyasetini terk eden ve riske girmekten kaçınmayan, riske girdikçe de bölgesel etkinliğini artıran bir Türkiye ve onun başında da hırsı Türkiye sınırlarını çoktan aşmış bir liderlik var…

Page 194: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

386 387

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Bu liderlik, sadece 1 ay önce Kıbrıs’ta “eski çamların bardak olduğunu” Avrupa’ya “deklare ederken” sahip olduğu müthiş özgüvene dayanıyordu elbette…

Davutoğlu’nun açıkladığı 5 maddelik yaptırım listesinde “Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya sahip sahildar devlet” vurgusu da oldukça dikkat çekici. Herkes Türkiye’nin “yasal kıyılarının” yanısıra bir de üstelik yasal sınırlardan çok daha yakın Kuzey Kıbrıs kıyılarına “sahip olduğunun” ve bu gri alanda küçümsenmeyecek bir askeri gücü barındırdığının da farkında. İşte bu, “Kıbrıslı beslemelerin” anavatana “kurtarılma ve korunma diyetlerini” ödeme fırsatı(!) anlamına geldiği gibi “Kıbrıs Türktür Türk Kalacak” çığırtkanlığının temelindeki “stratejik çıkarların” kamuoyu açısından bir kez daha anlaşılması açısından da bir fırsat(!) oluşturuyor.

2002’den itibaren 1. AKP Hükümeti döneminde belli belirsiz şekillenmeye başlayan, 2007’den itibaren de 2. AKP Hükümeti ile iyiden iyiye hatları belirginleştirilen “yeni Türk dış politikası” eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde proaktif, yırtıcı bir görüntüye kavuşturuldu. 60’ların sonunda Fransa’nın Cezayir’deki katliamlarına karşı BM’de “çekimser” kalacak kadar sinikleşen Türkiye, bugün İsrail’den Gazze’nin hesabını soracak, Doğu Akdeniz’deki “hükümranlık alanını hatırlatmaktan” kaçınmayacak kudreti kendinde görebiliyor.

Kıbrıs’ta barış yanlıları, özellikle de Kıbrıs solu durumun ne kadar farkında bilmiyorum ama çok yakın gelecekte “bölünmüşlüğü” bile aratacak ciddi sorunlar Kıbrıs halkının gündeminde ilk sıraya oturacağa benziyor. Ne yazık ki Eroğlu-Hristofyas müzakerelerinin son çeyreğine girildiği 1 Eylül’de bile içinde yüzdükleri derin rehavetten çıkıp güçlü bir ses vermeye yeltenmeyecek kadar utanç verici biçimde kendinden geçmiş Kıbrıslı barış yanlıları ve Kıbrıs solu çoktan havlu atmış görünüyor.

İşi iyiden iyiye “iki bildiri yaz yolla dostlar alışverişte görsün” siyasetine dönüştüren, herkesin boş gözlerle izlediği müzakerelerde güçlü bir kamuoyu baskısını oluşturmaya hiç te niyetli görünmeyen CTP ve TDP yönetimleri kendi toplumunu yaklaşan tehlikeye karşı harekete geçirmeme vebalini nasıl taşıyacak gerçekten merak ediyorum.

Herkese kendisini sol parti olarak yutturduğunu zanneden ve eylemiyle, söylemiyle hızla gericileşen AKEL için bir şey söylemeye gerek bile duymuyorum elbette…

Çok yakın gelecekte bölünmenin “tali bir sorun” olarak kanıksanacağı ama buna karşılık Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük planlarında “özel bir rol” üstlenecek olan Kıbrıs’ın bu yeni

“pozisyonu” Kıbrıslı barış yanlılarının, Kıbrıs solunun, özellikle de CTP’nin, TDP’nin ve “çakma solcu” AKEL’in “umuru” değil mi artık?

Sol partilerin görevi sadece “olup bitenler üzerine ahkâm kesen bildiriler yayınlamak mı?” yoksa “kamuoyunu yaklaşan tehlikelere karşı uyarmak, hazırlamak ve var gücüyle tehlikeye karşı en geniş direniş cephesini örmek mi?”…

AKEL iktidarını korumak için artık geleneksel hale getirdiği “şeytanla bile yatağa girme” alışkanlığını sürdüredursun, CTP ve TDP geçkin kadınlar gibi sadece homurdanadursunlar, ben hala “Kıbrıs Solu” ve “Kıbrıslı Barış Yanlıları” diye bir güce olan inancımı koruyorum…

17.09.2011

Page 195: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

388 389

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

“THANK YOU MR. HRİSTO!”

Sonra da kalkıp “yahu bu kadar uzun yazma” diyorlar. Haftada 1 gün yazıyorum kardeşim, memleketin de gailesi bol, dilim şişiyor koca hafta! Ben ne yapayım yani?

Buyurun işte beti bereketi bol bir hafta daha geçti. Yazmak istediğim onca konu var ama hangisini yazayım?

Bir yandan müzakere sürerken durup dururken sondaj krizi yaratan Hristofyas’ın muhterisliğinden yararlanıp kara sularını bir anda genişleten Türkiye’nin cinliğini mi? Yoksa “Egemenliğim bağımsızlığım” diye diye iktidara gelen Eroğlu’nun NY’da Erdoğan’la anlaşma imzalayıp denizlerindeki hükümranlığını kuzu kuzu Türkiye’ye teslim etmesini mi?

3 Eylül tarihli yazıda “… Davutoğlu’nun açıkladığı 5 maddelik yaptırım listesinde “Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya sahip sahildar devlet” vurgusu da oldukça dikkat çekici. Herkes Türkiye’nin “yasal kıyılarının” yanısıra bir de üstelik yasal sınırlardan çok daha yakın Kuzey Kıbrıs kıyılarına “sahip olduğunun” ve bu gri alanda küçümsenmeyecek bir askeri gücü barındırdığının da farkında. İşte bu, “Kıbrıslı beslemelerin” anavatana “kurtarılma ve korunma diyetlerini” ödeme fırsatı(!) anlamına geldiği gibi, “Kıbrıs Türktür Türk Kalacak” çığırtkanlığının temelindeki “stratejik çıkarların” kamuoyu açısından bir kez daha anlaşılması açısından da bir fırsat(!) oluşturuyor...” derken, ne yalan söyleyeyim Türkiye’nin buna bu kadar çabuk yelteneceğine, yeltense bile Kıbrıs’ın Kuzeyindeki işbirlikçilerin işbirliğini bu boyuta taşıyabileceğine inanmak istemiyordum.

Ama bu da oldu! Türkiye fiilen karasularını ve buna bağlı olarak münhasır ekonomik alanını bir oldu-bittiyle genişletti. Dünyada hiç kimsenin tanımadığı bir oluşumla, üstelik o oluşumun kendi hukukunu da hiçe sayarak imzalanan bir anlaşmayla!

Öyle bir komedi ki bu, neresinden tutsanız dökülüyor!

Kıbrıs’ın Kuzeyinde Başkanlık sistemi olmamasına, uluslararası anlaşma yetkisi Hükümete ait olmasına rağmen, KKTC Cumhurbaşkanı TC Başbakanıyla imzaladığı bu anlaşmayla kendi denizlerindeki hükümranlık yetkisini Türkiye’nin kullanımına devretmiş oldu.

“Egemenliğim, bağımsızlığım” diye diye iş başına gelen bir Cumhurbaşkanı denizlerdeki egemenliğini bir başka ülkeye şıpınişi devrederken kimsenin kılı kıpırdamadı! Ne KKTC Hükümeti “Sn. Cumhurbaşkanı yetkinizi aştınız” diyebildi, ne de Kıbrıslı Türkler gıkını çıkartabildi!

Page 196: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

390 391

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Belki de “KKTC Hükümeti” bu oldu-bitti anlaşma için yıldırım yetki vermiştir Cumhurbaşkanına kim bilir?

Belki de “var oluşu” sadece ekonomik pakete indirgeyenler, ancak ceplerindeki paraya dokunulduğunda ses verenler, “yok sayılmalarının” gerçek anlamda tescili olan bir anlaşma imzalanırken akşamki kebabın hayaline dalmışlardı kim bilir?

Komedi bununla da bitmiyor!

“KKTC” ile imzaladığı anlaşmayla karasularını genişleten Türkiye’nin Başbakanı, BM Genel Kurulu’nda “Kosova’nın, Filistin’in bağımsızlığını tanımaları için” dünyaya çağrıda bulunduğu konuşmasında, Kıbrıs’tan söz ederken “KKTC” ifadesini kullanamadı. “Kıbrıs Türk Toplumu” ya da “Kıbrıs’ın Kuzeyi” demeyi tercih etti.

BM Genel Kurulunda Kosova’nın, Filistin’in, Somali’nin hakkını dünyanın burnuna burnuna sokan TC Başbakanı, daha 1 gün önce NY’da anlaşma imzaladığı KKTC’nin bırakınız tanınmasını talep etmeyi, adını dahi telaffuz etmekten kaçındı!

Eh bu işler Türkiye’de tırışkadan “KKTC yılı” ilan etmeye benzemiyor. Efelik de bir yere kadar tabii…

Bazı okuyucular bana “KKTC demek bu kadar ağrınıza mı gidiyor” diye mailler yolluyorlar ya, onlara tavsiyem aynı mailleri TC Başbakanına da gönderiversinler bir zahmet! Bendenizin BM nezdinde hiçbir hükmü yok ama Sn. Erdoğan öyle mi ya?

TC Başbakanı Mağusa mitinginde konuşurcasına rahat davrandığı BM Kürsüsünden İsrail’e, Rum Yönetimine ayar verdi. BM Genel Kurulu, bugüne kadar bir Türkiye Başbakanının sesinin bu kadar gür çıktığına hiç tanık olmamıştı. Hele ki o Başbakan, daha 1 gün önce aynı BM’nin “yasa dışı” saydığı bir “oluşum” ile anlaşma imzalayıp tereyağından kıl çeker gibi karasularını genişletmişken!

Küresel sermaye ile yepyeni bir ittifaka girerek, yeni Ortadoğu’da yepyeni bir rol üstlenen Türkiye için bütün bunlar henüz başlangıç sayılmalıdır. Nitekim Brüksel’de Başbakan yardımcısı Arınç’ın kullandığı ifadeler manidardır: “Bölgesel güç olmak mı? Neden bununla yetinelim ki? Türkiye neden küresel bir güç olmasın ki?”…

Küresel güçler için şu an önemli olan tek şey “Arap Baharı”nın emin ellerde ilerlemesi ve bu sayede dünya enerji haritasındaki kontrol ve güç dengesinin bozulmamasıdır. Kim ne derse desin, bunun anahtarı artık tartışmasız biçimde Türkiye!

Tarihinde hiç olmadığı kadar yalnızlaşan İsrail’in Batı dünyasındaki saygınlık ve önemi ciddi biçimde erozyona uğradı.

Bazıları ısrarla “İsrail demek ABD demektir” dese de, gözden kaçırdıkları şey, tek bir ABD ve tek bir İsrail’in olmadığı, gerek ABD yönetiminde gerek İsrail yönetiminde birbiriyle mücadele eden güç odaklarının bulunduğudur. Nitekim şu anda İsrail, Yahudi sermayesini ve Yahudi diasporasını bile çileden çıkartacak kadar şuursuz bir hükümetin ellerinde, İsrail halkının çıkarları yok sayılarak yönetiliyor. Ve mevcut İsrail hükümeti, Ortadoğu altüst olurken inanılmaz bir öngörüsüzlükle Türkiye’nin yıldızının daha da parlamasına adeta hizmet ediyor.

Türkiye’nin yıldızını parlatmakta İsrail elbette yalnız değil.

Kıbrıs’ın Güneyinde milliyetçilikte Papadopulos’a rahmet okutacağa benzeyen Hristofyas adeta var gücüyle Erdoğan’ın değirmenine su taşıyor. Müzakerelerin kör topal yürüdüğü bir ortamda Türk tarafının eskisi kadar kolay masadan çekilmeyeceğini bilen Hristofyas yeni gerilimler yaratarak sıyrılmaya çalışıyor.

NY’da BM konuşmasının ardından yaptığı basın toplantısında “Talat ile bir çok konuda görüş birliğine varmıştık” derken yüzü hiç kızarmayan Hristofyas, Türkiye’ye “Kıbrıslı Türklerle aramıza girmeyin” deme tuhaflığını göstererek bir kez daha parmak ısırtıyor hepimize!

Yahu sen Talat ile müzakere ederken “bir milim ilerleme sağlamadık” demiyor muydun? Sen Talat’ı itibarsızlaştırmak için yırtınarak “Kukla yönetimle işimiz yok, muhatabımız Türkiye” demiyor muydun? Al işte! Artık muhatabın Türkiye!

“Birleşik Federal Kıbrıs” idealine gelmiş geçmiş en ağır darbeleri indirmekle hatırlanacak Hristofyas! Önce 2004’te kara papazların dümen suyunda OXI demişti… Ardından barış için en büyük şans olan Talat’ın elini güçlendirecek her türlü adımdan kaçınıp onu itibarsızlaştıracak ne varsa yaparak… Şimdi de yapay bir sondaj krizinin ardından Türkiye’nin karasularını genişletmesine ve Kıbrıs’ın denizlerdeki hükümranlığını yitirmesine çanak tutarak… Taksim türküleri söyleyen Türk ve Rum milliyetçiliği elbette kendisine minnettardır ve ölümünden sonra kendisi muhtemelen aziz ilan edilecektir!

Hristofyas da tıpkı İsrail’in gerici-şoven hükümeti gibi umutsuzca Batı’dan yardım umuyor. Doğu Akdeniz’in iki şımarık çocuğu Rum Yönetimi ve İsrail, kendi başlarına işler karıştırıp her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdıktan sonra büyük ağabeylerine dönüp “Türkiye bizi dövüyor” diye sızlandıklarında her zamanki

Page 197: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

392

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

gibi büyük ağabeylerin gelip Türkiye’nin kulağını çekeceğini zannediyorlar.

Ama bu kez büyük ağabeyler bu iki şımarık çocuğa yüz verecek durumda değiller. Batının derdi başından aşkın. Bir yandan ekonomik sorunlarla boğuşurken, öbür yandan çalkantılı Ortadoğu’da ipleri elinden kaçırmayacak en makul yolu bulmanın derdine düşmüşken, kimsenin İsrail ve Rum haşarılıklarına tahammülü yok.

Batı, Ortadoğu’nun kaderini radikal İslam’a ya da Rusya- Çin ittifakına bırakmamak için Türkiye’nin yoluna en azından şimdilik ipek halı döşemeye razı olacak duruma geldi.

Türkiye’nin yaptığı tek şey, konjonktürün kendisine ikram ettiği bu altın fırsatı kullanmaktan ibaret… İsrail ve Rum Yönetiminin görmekte zorlandığı şey bu…

Dedim ya yerim dar. Konuşacak çok şey var daha… Haftaya devam ederiz…

24.09.2011

Page 198: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

394 395

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

TUHAF…

Egemen Bey eğer “Piri Reis nerede?” sorusuna “Ne bileyim, denizci miyim ben?” yanıtını vermeseydi, aynı toplantıda yaptığı “Akdeniz’in suları ısınmıyor aksine serinlemeye başlıyor” açıklaması rahatlatıcı olabilirdi ama tabii ki Türkiye’nin misilleme tadında Akdeniz’e yolladığı Piri Reis’in yerini bilmeyen bir bakanın Akdeniz’deki son duruma ilişkin analizi de haliyle kuşku götürür.

Nitekim Erdoğan, “ilk milli savaş gemisinin” suya indiriliş töreninde (ki Preveze zaferinin yıldönümüne denk gelmektedir bu tören) “Türkiye’nin çıkarları çevre denizlerden Süveyş Kanalı’na, oradan Hint Okyanusuna kadar uzanır” diyerek hem “ufkunu” dile getirdi hem de Egemen Bey’i tekzip etmiş oldu bir anlamda.

Bizler gözüne far tutulmuş tavşanlar gibi öylece donup olup bitenleri izlerken, Türkiye konjonktürün kendisine hediye ettiği yeni rolü kaptırmamak ve olabildiğince iyi değerlendirmek konusundaki kararlılığını açık ve net biçimde ortaya koyuyor.

Ne Kuzeydeki yönetimin ne de Kıbrıslı Türklerin, Rum yönetiminin olası hidrokarbon zenginliğinin Kıbrıslı Türklerle paylaşımı konusundaki plan ve programını merak edip sormaması, Hristofyas’ı bu konudaki yaklaşımını açıklamaya davet etmemesi başlı başına ilginç elbette. (Bay Hristofyas “Birleşik Federal Kıbrıs”a inanıyorsa gerçekten, tam müzakere sürecinin ortasında başlattığı hidrokarbon kaynakları araştırmalarının nihayetinde, bulunacak zenginliğin paylaşımı konusunda da doyurucu bir planı Kıbrıslı Türklerin önüne koyabilmelidir. Ve bu plan, hiç kuşkusuz çözüm sürecini dinamitlemesini anlayışla karşılayabileceğimiz kadar doyurucu, ikna edici bir plan olmalıdır.)

Daha da ilginci, ne Hristofyas’ın tutumu ne de Erdoğan ve Eroğlu’nun NY’da imzaladığı anlaşmanın bölgeyi çatışmaya sürükleyebilecek olası sonuçları yeterince endişelendirmemiş görünüyor Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’deki sözde ilerici güçleri… (Kıbrıslı Türkler Sn. Eroğlu’nun yetkisini aşmak pahasına Kıbrıslı Türklerin “egemenliğini” Türkiye’nin bölgesel ihtirasına kurban etmesini ve bu konuda sergilediği derin tutarsızlığı tartışmalıdır. Elbette sadece bu kadar da değil, yaklaşık 40 yıllık çatışmasızlık ortamını riske atacak bu girişimin olası sonuçları üzerinde de tartışılmalıdır)

Türkiyeli barış güçlerinin de benzer biçimde sessiz kalması, ülkenin yeterince derdi yokmuş gibi bir de Kıbrıs üzerinden yeni bir çatışma ortamına sürüklenmesi karşısındaki derin sessizliği de ilginç…

Anlaşılan o ki, küresel güçlerle işbirliği halinde bölgede geleceğe dair projeksiyonu olan tek aktör Türkiye ve AKP! Gündemi ve

Page 199: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

396 397

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

gelişmeleri büyük küresel oyuncularla ittifak halindeki Türkiye ile onu yöneten AKP Hükümeti belirliyor. Sadece Ortadoğu konusunda değil, Kıbrıs sorununda da, Türkiye iç politikasında da…

Ne ülkeyi maceradan maceraya sürükleyen AKP Hükümetinin, ne iradesini tamamıyla Türkiye’ye teslim etmiş olan Eroğlu ve UBP Hükümetinin, ne de ABD ve İsrail’li firmaları önüne katıp Türkiye ile it dalaşına giren Rum Yönetiminin en küçük bir tepkiyle karşılaşmamaları, barış güçlerinin dağınıklığını ve politikasızlığını iyice gözler önüne seriyor.

Haydi, kaçak güreşmeyelim ve adını koyalım: Barış güçlerinden kastım CTP’den TDP’ye tüm sol partilerden sendika ve sivil inisiyatiflere kadar kuzeydeki ve güneydeki tüm parti ve kuruluşlar! Türkiye’deki parti ve örgütler…

Bırakınız ortak bir tavır koymayı, gelişmeler karşısında tekil olarak bile tepki örgütlemeye yeltenmiyorlar!

Tuhaf! Her şey gerçekten çok tuhaf!

Türkiye’nin dayattığı ekonomik pakete karşı kitlesel bir tepki örgütleyen Kıbrıslı Türkler, tam da müzakerelerin sürdüğü bir noktada çözüm sürecini topyekûn imha etmekle de kalmayıp Adayı büyük bir çatışmanın ortasında bırakacak kriz karşısında derin bir sessizlik içerisindeler. Sadece hidrokarbon meselesi de değil, olası bir Türkiye-Rum Yönetimi çatışmasından çok daha ürkütücü olan Türkiye-İsrail gerilimi de barış güçlerinin inisiyatif üstlenmek için harekete geçirmeye yetmiyor. Tuhaf!

Gerilimin dozu yükseldikçe daha fazla yakınlaştığımız bir çatışma ortamında önce evlatlarını ve eşlerini kurban verecek kadınların suskun kalması tuhaf!

Etrafımızı ateşler sardığında, o ateşi tutuşturacak çıralara dönüşecek gençlerin suskun kalması tuhaf…

İnsanlığın ortak geleceğini barışta, barış içerisinde bir arada yaşamakta gördüğünü söyleyen ilerici-sol-sosyalist parti ve örgütlerin suskun kalması tuhaf!

Herkesin, hepimizin hala daha süreci körlerin fili tarif ettiği gibi orasından burasından tarif etmeye çalışmamız, sürecin bizi sürüklediği sona odaklanamamamız tuhaf!

Kıbrıslı Türkler sadece ekonomik anlamda değil, fiziki olarak da yok oluş tehdidiyle karşı karşıyayken “yüksek ideolojik” polemiklerden kimin ne muradı var bilmiyorum ama hele ki

ortalığın erken seçim koktuğu bir iklimde ilerici kitle partilerinin özel sorumlulukları olduğunu herkesin hatırlamasında yarar var.

Sadece “istemezük” demekle olmuyor. Ne istediğinizi, nasıl bir çıkış yolu öngördüğünüzü, ekonomik-sosyal-siyasal alternatiflerinizi önümüze koymakla yükümlüdür ilerici kitle partileri.

Tabii toplumlarının yazgısını toplumun iradesine sunmak, iktidar olmak istiyorlarsa gerçekten…

30.09.2011

Page 200: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

398 399

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

PİŞMİŞ AŞA SU KATMAK!

CTP Parti Meclisi’nin “Türkiye ile KKTC arasındaki Kıta Sahanlığını Sınırlama Anlaşmasına Hayır” kararı, Kıbrıs’ın Kuzeyinden gelen itirazlara her seferinde aynı şaşkınlıkla yanıt veren Türkiye’de yine soğuk duş etkisi yarattı.

“Türkiye şak diye emreder, Kıbrıslı Türk tak diye uygular” anlayışı o kadar kabul görmüş, elâleme “one minute” deme hakkı o kadar sadece kendimize ait bir hakmış gibi görülmüş ki; “egemen bir ülkenin” ana muhalefet partisinin “bir dakika efendiler olmaz bu iş” demesi pişmiş aşa su katmak olarak algılanıyor.

Son ziyaretinde kendisine yöneltilen “Piri Reis nerede?” sorusuna “Ne bileyim yahu, denizci miyim ben?” dediği için denizci olmadığından artık emin olduğumuz Egemen Bey meğer KKTC İçişleri Bakanıymış.

“Nereden çıkardın bunu?” demeyin! Egemen Bey, “egemen bir ülkenin” ana muhalefet partisine “kararını gözden geçir” buyruğunu veriyorsa herhalde o “egemen ülkenin” İçişleri Bakanı falan olmalı…

Şimdi kimse kalkıp da “canım Egemen Bey dostça bir tavsiyede bulunmuş, ne var bunda alınacak” demesin. Zira “tavsiye” dediğiniz şey eşitler arasında olur.

Keşke Türkiye ile KKTC arasındaki ilişkiler eşit, tavsiyeler de gerçekten tavsiye olabilseydi…

Keşke Türkiye, egemenlik ve bağımsızlığı “Türk’ün Türk’e propagandası” olmaktan çıkartabilse ve KKTC’ye gerçekten egemen ve bağımsız bir ülke gibi davranmayı içine sindirebilseydi…

Ama öncelikle şunda bir anlaşalım: kimse kendisini kandırmasın, Türkiye-KKTC ilişkilerinde Türkiyeli bir Bakanın “kararını gözden geçir” sözü tavsiye değil düpedüz bir “talimattır!”.

Kıbrıslı Türkler bunu aşırı bir iyi niyetlilikle gerçekten tavsiye olarak görseler bile sadece sürecin işleyişi ve o bildik “tonlamalar” nedeniyle bu bir talimattır ne yazık ki…

Ne zaman Kıbrıs’ın Kuzeyinden Türkiye’nin hoşuna gitmeyen bir ses çıksa, Türkiye’den derhal azarlayan, aşağılayan, “küstahlığa ve nankörlüğe(!) şaşıran” koronun kaşlar çatılıp, parmağı kızgınlıkla sallanıverir: Pişmiş aşa su katmayın!

Ekonomik paketi Ankara’da hazırlayıp Lefkoşa’ya dikte ederken de böyle, Kıbrıslı Türklerin egemenliğini hiçe sayıp kıta sahanlığı anlaşmasını “çakarken de” böyle…

Page 201: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

400

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Türkiye’nin ve Kıbrıs’ın Kuzeyindeki “evet efendimcilerinin” kendi tezlerini kendi kendilerine yerle bir eden bu tavırları akıl alır gibi değil.

Hem KKTC’nin “egemen” olduğunu kabul etmeyenlere hain gözüyle bakacaksın, hem de her fırsatta “egemenliği” hiçe sayan ne varsa yapacaksın…

İyi de… Egemenlik canınız istediğinde Bağışlayabileceğiniz bir şey değil ki?...

CTP Parti Meclisi kararı hem Kıbrıs’ın Kuzeyinde siyaset yapanlara hem de Türkiye’ye yönelik titizlikle hazırlandığı anlaşılan kapsamlı bir “karşılıklı saygıya ve eşit işbirliğine dayalı ilişki nasıl kurulur” dersidir.

CTP Parti Meclisi kararı, dikkatle okunursa adeta Kıbrıslı Türklerin “egemenlik” manifestosudur ve bu özelliğiyle de Kıbrıs’ın Kuzeyindeki işbirlikçilere verilmiş gerçek bir ahlâk dersidir.

Sağda solda “egemenliğim, devletim” diye çalım satıp sonra da denizlerdeki egemenliğini bir çırpıda başka bir ülkenin “kullanımına açanlara”, üstelik bunu parlamentoyu hiçe sayarak, halk iradesini sıfırlayarak yapanlara tarihi bir cevaptır.

Bu kararın dikkatle okunmasında, sindirilmesinde ve bundan böyle Kıbrıslı Türklere bir şey dayatmaya kalkışmadan önce iki kez düşünülmesinde ve Egemen Bey’in deyişiyle, Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere olan yaklaşımını gözden geçirmesinde pek büyük yarar vardır…

Sadece Türkiye ve Kıbrıs’ın Kuzeyinde siyaset yapanların değil, Güney’deki yönetimin ve hatta AB ve BM’nin de CTP’nin bu tarihi önem taşıyan kararına kulak vermesi gerekir.

CTP, Kıbrıslı Türklerin yıllardır anlatmaya çalıştığı bir gerçeğin altını çiziyor: Lefkoşa’yı ilgilendiren kararlar, Lefkoşa’da alınmalıdır.

Başka mutfaklarda pişen aşlara beklemediğiniz biçimde su katılmasını istemiyorsanız pişirirken soracaksınız… Değil mi efendim?

08.10.2011

Page 202: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

402 403

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRISLI TÜRKLER NEYE HAYIR DİYOR?

Türkiye ile KKTC arasında geçtiğimiz günlerde NY’da imzalanan “Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması” Kıbrıs’ın kuzeyinde muhalefetin tepkisiyle karşılaştı.

İlk olarak Ana Muhalefetteki Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Parti Meclisi oldukça geniş tutulan gerekçeli kararıyla anlaşmaya karşı çıktığını açıkladı. Ardından diğer bazı sol partiler de henüz bu düzeyde olmasa da tepkilerini dile getirdiler.

CTP Parti Meclisi kararına Türkiye’den tepki gecikmedi. Egemen Bağış, “CTP yönetimi kararını gözden geçirmelidir, Kıbrıs bir Milli Davadır” açıklamasını yaptı.

2003’ten itibaren Denktaş’ın “milli davaya” ihanet etmekle suçladığı, girdiği mücadeleyi kaybederek tasfiye edildiği “çözüm için bir adım önde” olma siyasetini kararlılıkla savunan ve bu tutumuyla ulusalcı-milliyetçi kesimin öfke odağı olan AKP’nin yeniden “milli dava” çizgisine dönmesi, çözüm yönünde kendisine umut bağlayan Kıbrıslı Türkleri hayli kızdırdı.

Hatırlanacağı üzere 2002’de işbaşına gelen AKP Hükümeti, kucağında pek çok dış politik sorunun yanı sıra Kıbrıs sorununu da bulmuştu.

Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 2004 yılında adanın tamamını temsilen AB’ye kabul edileceğinin anlaşıldığı 2003 yılından itibaren AKP, Denktaş’ın tüm itirazlarına rağmen Rumların tek başına AB üyeliğini engellemek üzere Türkiye’nin Kıbrıs politikasında radikal bir değişime yönelmişti.

BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan ve 2004 yılında her iki tarafın onayına sunulan planın desteklenmesi yönünde açık tavır alan AKP, bu tutumuyla Kıbrıslı Türklerin desteğini ve güvenini kazanmıştı.

İşte tam da o dönemde, kuruluşundan bu yana “Birleşik Federal Kıbrıs” için çözüm “stratejisine” sahip demokratik-sosyalist koalisyon ortağı CTP ile Kıbrıs’ta “taktik” olarak çözüm siyasetini savunan AKP’nin yolları kesişmişti.

Kıbrıslı Türklerin önemli bir bölümünün desteğini alarak koalisyonun büyük ortağı olan CTP, 2004’teki Annan Planı Referandumunda Evet kampanyası yapmış, ancak Rumların Hayır demesi nedeniyle birleşme sağlanamamıştı.

2003’ten itibaren Kıbrıs’ın kuzeyinde gelişen muhalefet, Türkiye’nin AB sürecini zora sokan ve artık mevcut Kıbrıs siyasetini sürdürülebilir olmaktan çıkartan Denktaş çizgisinin tasfiyesini

Page 203: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

404 405

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

AKP açısından kaçınılmaz hale getirmişti.

Yaklaşık 40 yıl boyunca Türkiye’nin desteğiyle Kıbrıs’ın Kuzeyinde “tek adam” yönetimini sürdüren Denktaş’ın siyaseten tasfiyesine yeşil ışık yakması, Türkiye ile başta CTP olmak üzere Kıbrıs Türk Solunun ilişkilerinde bahar havasına neden oldu.

2004’te Annan Planı Referandumu ve 2005’te CTP Genel Başkanı M. Ali Talat’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile daha da ısınan ilişkiler, AKP’nin 2008’den itibaren Kıbrıs’ın Kuzeyinde ipleri ele alma sinyalleri vermesiyle birlikte gerilmeye başladı.

2008 sonunda Türkiye tarafından CTP Hükümetinden kapsamlı bir ekonomik düzenleme paketini uygulaması istendi. Kamu harcamalarında büyük kısıntılara gidilmesi ve geniş çaplı özelleştirmeleri kapsayan ekonomik paketi “uygulanamaz” bulan CTP Hükümeti erken seçime gitme kararı aldı ve kaybetti.

Derviş Eroğlu başkanlığındaki Ulusal Birlik Partisi (UBP) nin tek başına iktidara gelmesiyle başlayan süreç, M. Ali Talat’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde koltuğu Eroğlu’na devretmesiyle sonuçlandı. Kıbrıslı Türkler açısından 2003-2009 arasında yeşeren “çözüm umudu” yerini Denktaş dönemini bile aratır bir düş kırıklığına bıraktı.

2003-2009 arasında tarihinin en sıcak ilişkilerini yaşayan Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasındaki gerilimin bu ölçüde artmasında hiç kuşkusuz “ekonomik paketi uygulatmayacağız” sözüyle iş başına gelen UBP ve Eroğlu’nun iktidara gelir gelmez “Türkiye istiyor, paket uygulanacak” diyerek muhalefetin tüm itirazlarına rağmen paketi uygulamaya sokmasının payı büyük.

Bir başka deyişle UBP ve Eroğlu, ülkedeki ekonomik ve sosyal sorunların adresi olarak sürekli Ankara’yı işaret ederek toplumsal muhalefetin öfke odağı olmaktan kurtulmaya çalışıyor. Bu yaklaşım, Kıbrıslı Türklerin ülkenin Türkiye tarafından yönetildiğine ve her türlü sorunun kaynağının Türkiye olduğuna ilişkin inancını güçlendiriyor.

Bu inanç son 2 yılda öylesine güçlendi ki, Kıbrıslı Türkler ekonomik ve sosyal açıdan bir imha operasyonu ile karşı karşıya kaldıkları düşüncesiyle görülmemiş kitlesellikte “varoluş” mitingleri gerçekleştirdiler. Bu mitinglere öfkelenen Erdoğan’ın Başbakan İrsen Küçük’e habercilerin önünde maaşını sorması ve mitinglerde açılan bir pankart nedeniyle eylemciler için “beslemeler” ifadesini kullanması gerilimin dozunu daha da yükseltti. Son olarak, Erdoğan’ın davranışlarıyla Kıbrıslı Türkler tarafından “istenmeyen adam” ilan edilen Halil İbrahim Akça’yı

Büyükelçiliğe ataması bardağı taşıran damla oldu.

Bütün bu gelişmeler sürerken, Rum Yönetiminin Kıbrıs çevresinde bulunduğu ileri sürülen zengin hidrokarbon kaynaklarını işlemek üzere sondaj çalışmalarına başlama kararı soruna yepyeni bir boyut ekledi.

Türkiye Rum Yönetiminin kararına karşılık KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile NY da “Kıta Sahanlığını Sınırlama Anlaşması” imzalayarak bir anlamda münhasır ekonomik bölgesini genişletti ve Piri Reis gemisini Kıbrıs’ın güneyini de kapsayan geniş bir bölgede sismik araştırma yapmak üzere yola çıkardı.

CTP’nin “Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşmasına” karşı çıkmasına kadar gelişen olaylar kabaca böyle özetlenebilir.

Peki, Egemen Bağış’ın “gözden geçirilmesini” talep ettiği CTP Parti Meclisi kararı neyi içeriyor?

CTP’nin gerek biçimsel gerek öz olarak “hayır” dediği anlaşmaya karşı çıkış gerekçelerinin başında; çözüm müzakerelerinin sürdüğü bir noktada süreci baltalamaya yönelik bir tavır alan Rum yönetimine karşı benzer bir yaklaşımla çıkmanın Kıbrıslı Türkler ve Rumların çıkarlarına ters düşmesi geliyor.

CTP, “ada üzerindeki ve etrafındaki tüm zenginlikler Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak malıdır” görüşünü vurguluyor ve gerek Rum yönetiminin, gerek Türkiye ve KKTC Hükümetlerinin tek taraflı girişimlerini kabul edilemez olarak nitelendiriyor.

Kıbrıslı Türkler ve Rumlar için öncelikli meselenin “Kıbrıs sorununun çözümü” olduğunun altını çizen CTP bu hedefi zedeleyecek girişimlerden kaçınılması için tarafları uyarırken, bir yandan da anlaşmanın “Kıbrıslı Türklerin iradesi çiğnenerek” imzalandığını, Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun yetkilerini aştığını, Meclis’i ve Hükümeti devreden çıkartarak bir anlaşma imzalandığını vurguluyor.

Gerçekten de TC Başbakanı Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu arasında NY’da apar topar imzalan anlaşmanın ne KKTC Hükümeti ile ne KKTC Meclisi ile değerlendirilmeden, bir tür acil misilleme olarak işleme sokulduğu biliniyor. Meclisi ve Hükümeti devre dışı bırakan bu oldu-bitti, sadece 2009’dan beri zaten gittikçe gerilen Kıbrıslı Türk muhalefetiyle AKP Hükümeti arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine değil, Cumhurbaşkanı Eroğlu ile UBP Hükümeti arasındaki sıkıntılı ilişkinin daha da bozulmasına da yol açtı.

Page 204: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

406

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

CTP Parti Meclisi kararının yarattığı heyecan dalgası, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Kıbrıslı Türkleri dikkate almayan adımların daha da fazla sorgulanacağını gösteriyor. AKP tıpkı 2003’e kadar olduğu gibi “Kıbrıslı Türklere rağmen” yürütülecek bir Kıbrıs politikasına dönüş mü yapacak yoksa 2004 zemini üzerinden mi ilerleyecek? Önümüzdeki günlerde bunları tartışacağız…

11.10.2011Yeni Tan

Page 205: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

408 409

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

PASAPORT…

KKTC Dışişleri Bakanı Sn. Hüseyin Özgürgün Türkiye ziyaretinde “Gençlerimiz Rum pasaportuyla kandırılıyorlar” diye bir açıklama yapınca Türkiye medyası mal bulmuş mağribi gibi “haberin”(!) üzerine atlayıverdi.

Geçmişten beri Kıbrıs’ın Kuzeyindeki hamaset erbabının bu artık foyası çıkmış olta atışlarına Türkiye medyasından zıplayıveren sazanlar hep olmuştur. Yine oldu. Koskoca bir Bakan “gençlerimiz kandırılıyor” diyorsa, hele ki bu “kandırılma” tam da arayıp bulamadığımız kışkırtıcılığa malzeme sağlayacak biçimde “Rum” kaynaklıysa yeme de yanında yat!

Malum, Kıbrıs etrafında “sismik araştırma” adı altında belamızı aramaktayız şu günlerde. Kendi karasularımıza değil, Kıbrıs’ın Kuzeyindeki sulara da değil, tam da “Rum’un hidrokarbon araştırma platformunun” dibine kadar gönderiyoruz Piri Reis’i. Askeri gemiler eşliğinde üstelik!

Devletimiz nuh nebiden kalma gemiyle belasını ararken, Türkiye medyasının “Kardak deneyimli” unsurları da işin psikolojik alt yapısını oluşturma derdinde nitekim. Yoksa KKTC Dışişleri Bakanının açıklaması ne zaman Türkiye medyasında doğru dürüst yer bulmuş ta şimdi manşete çıkıversin değil mi efendim?

Hatırlarsınız değil mi “Kardak Krizini”… Acar haberciler herkesten önce koşturup Türk Bayrağını dikme derdine düşmüşlerdi Yunan keçilerinin arasına. Üç adımlık kaya parçaları yüzünden Türkiye ile Yunanistan savaşın eşiğine gelmişti. Azıcık milliyetçi gösteri yapalım diye yola çıkan dönemin hükümeti, ucunu gösterdikleri hamasete yeni gelin gibi sarılan acar gazetecileri bayrak dikerken görünce neye uğradığını şaşırmış, bu minik gösteriden büyük bir savaşın çıkmasını engelleyene kadar akla karayı seçmişlerdi.

KKTC Dışişleri Bakanı aslında eski bir hamaset oyununu tekrarlamak istemiş olmalı. Allah ömürler versin, Sn. Denktaş’ın vaktiyle Türkiye’deki desteğini korumak için başvurduğu bir argümanı durup dururken dolaşıma sokuverdi yeniden.

Tabii Sn. Dışişleri Bakanı belki henüz fazla genç ve heyecanlı olduğundan, eline nasıl bir ateş topu aldığını düşünemedi. “Azıcık hamaset yapayım, ben de Türkiye’deki iyi saatte olsunların hoşuna gideyim” derken, işin ucunun nerelere varacağını kestiremedi…

Aynı hamasetin, aynı oyunu defalarca kurup, aynı çukura defalarca düşmesi artık hiç eğlenceli değil… Enikonu hazin bir manzara! Yapmayın, etmeyin böyle kuzum…

Allah ömürler versin tekrar, Sn. Denktaş da aynen böyle “gençlerimiz

Page 206: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

410 411

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Rum pasaportlarıyla kandırılıyor” demişti de torun-torba Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu sahibi oldukları çıkıvermişti ortaya. Türkiye medyasında kan kokusuna duyarlı kimi unsurlarının hafızası da balık hafızası olduğundan, Sn. Denktaş’ın vaktiyle yaşadığı sıkıntıyı akıllarına bile getirmeden yahut da hiç umursamadıklarından atlayıverdiler bu demecin üzerine!

Yoksa herhalde biliyorlardı Rum Pasaportu denilen şeyin uluslar arası geçerliliği olan ve her Kıbrıslı Türk için anasının ak sütü gibi helal olan Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu olduğunu…

Yoksa biliyorlardı herhalde, gençlerin falan kandırılmadığını, bölünme öncesi Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin ve onların çocuklarının dünyayla bağlantısının en kolay yolunun bu pasaport olduğunu…

Yoksa biliyorlardır herhalde, Londra’ya gidebilmenin en kısa yolunun İstanbul üzerinden değil Larnaka üzerinden geçtiğini… Ve kimsenin tanımadığı bir devletin yurttaşı olmanın ne anlama geldiği konusunda fikirleri yoksa o ülkede istihdam ettikleri temsilcileri kendilerini bilgilendiriyorlardır herhalde?

Türkiye medyasının Kıbrıs’ın Kuzeyinde istihdam ettiği gazeteci arkadaşlar, merkez bürolarını nasıl bilgilendiriyorlar merak ediyorum? Bunca yıldır Türkiye medyası bu en basit KKTC gerçeklerini hala nasıl öğrenemedi?

E şimdi ne oldu? Sn. Dışişleri Bakanı kalktı, Ankara’da durup dururken “gençlerimiz Rum pasaportuyla kandırılıyor” deyiverdi…

Deyince ne oldu peki? Başta kendisininki olmak üzere, gıcır gıcır “Rum Pasaportlarına”(!) sahip Hükümet üyelerinin listesi düşüverdi gazete sayfalarına.

Hani iktidarda solcu, Rumcu bir parti olsa neyse… Anlı şanlı, milliyetçi, egemenlikçi, anavatancı UBP Hükümetinin bakanlarından söz ediyoruz!

Olmuyor böyle! Solcuların bile nezaketen burnunuza dayamadığı pasaportları, ta Türkiye medyasının eline verecek hatalar yapmayın. Maazallah, sonra KKTC’nin acemi ellerde olduğunu düşünecek Türkiye’deki ağabeyleriniz…

Kendi ayağınıza kurşun sıkmayınız lütfen! Hadi kendi ayağınıza kurşun sıkmak pahasına hamaseti seviyorsunuz.

Lâkin bizi karıştırmayın lütfen… Tam da Türkiye’nin sismik bela araştırması yaptığı şu günlerde, Türkiye medyasında kan kokusuna

aşırı duyarlı unsurlarına malzeme üretmeyin. Üretmeyin ki, zaten doz aşımına uğradığımız milliyetçilik biraz daha azgınlaşmasın… Olur mu efendim?

“DOĞAYA AYKIRI CİNSEL İLİŞKİ” ÜZERİNE…

Kıbrıs Cumhuriyeti eski Maliye Bakanı Mihalis Sarris’in Lefkoşa’da 2 Türk erkekle birlikte “doğaya aykırı ilişki” gerekçesiyle tutuklandığı haberini okuduğumda ne yalan söyleyeyim, önce şaka zannettim. Ne yazık ki 21. Yüzyılda Kıbrıs’ın Kuzeyinde yetişkin insanlar cinsel yönelimleri nedeniyle suçlanabiliyor, hatta tutuklanarak teşhir edilebiliyorlarmış. Bu utanç verici haberi gazeteler donuk ve tepkisiz bir ifadeyle okuyucularına “doğaya aykırı ilişki suçu” olarak aktarabiliyorlarmış. İnanılır gibi değil!

Utanması ve suçlanması gerekenler cinsel yönelimlerini özgürce yaşayan ve ifade eden yetişkin insanlar değil, ancak kimi Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde “suç” kabul edilerek insanların tutuklanmasını gerektiren çağdışı bir yasanın Kıbrıs’ta yürürlükte olmasına göz yumanlardır. CTP döneminde bu yasanın çoktan kaldırılmış olması gerekirdi. Umuyorum sol partiler derhal bu ayıbın ortadan kaldırılması için harekete geçecek ve gereğini yapacaklardır.

Bu arada buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum. Cinsel yönelimleri nedeniyle bugüne kadar yasal kovuşturmaya uğramış, tutuklanmış olan her kim varsa lütfen benimle bağlantı kursunlar. İnsan haklarını hiçe sayan bu uygulamaları AİHM e taşıyalım.

15.10.2011

Page 207: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

412 413

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS TÜRK MEDYASI VE SARRİS VAK’ASI: “UTANMAK!”

Sömürge döneminden kalma bir yasaya dayanılarak eski Rum Maliye Bakanı Sarris’in tutuklanması, Kıbrıs’ın Kuzeyinde insan hakları açısından hayırlı bir tartışmanın başlamasına yol açtı.Bu hayırlı bir tartışma, çünkü bu güne kadar sıradan ve savunmasız insanların yaşadığı bir trajedi, hiç olmadığı kadar sansasyonel bir tartışmanın kapısını araladı.İnsan hakları örgütleri ve demokratlar bu tartışmanın kolayca kapatılmaması, çok sayıda insana ve aileye büyük acılar yaşatan çağdışı bir sömürge yasasının tarihin çöplüğüne atılması için ısrarcı olmalılar.

Her ne kadar manşetler “Sarris suçüstü yakalandı” dese de, şurası açık ki “suçüstü yakalanan” çifte ahlaklı, erkek egemen- heteroseksist yapının ta kendisi oldu.

KIBRIS TÜRK MEDYASI UTANÇ VERİCİ BİR TUTUM SERGİLEDİ! Eşcinsel bir ilişkiyi “ahlak dışı ve doğaya aykırı” görenlerin attığı manşetler, haberleştirme ve yorumlama sırasında kurdukları dil, başlı başına “gazetecilik mesleğinin yüz karası örnekler” olarak basın tarihine geçecek nitelikteydi.

Muhtemelen Kıbrıs Türk Basın Tarihine “Sarris Vak’ası” olarak geçecek olan bu olayda Kıbrıs Türk medyasının manşet ve haberleri, iletişim öğrencilerine medya etiği konusunda eşsiz materyal sağlayacak. Mesleğe ilgi duyanların bu haberleri arşivlemelerini şiddetle tavsiye ederim.

Olay aynı zamanda KKTC’nin bir hukuk devleti olmadığını, Kıbrıs Türk medyasının da hukuku ve hukukun temel ilkelerini hiçe saydığını da ortaya koydu.

Polis tarafından gözaltına alınan insanlar açık isimleri, fotoğraflarıyla peşinen suçlu ilan edilerek akıl almaz bir ilkellikle teşhir edildiler.

“Suçluluğu mahkemece kanıtlanana kadar herkesin masum sayılacağı” ilkesi açıkça yok sayıldı. Mahkeme “sanıklar” aleyhine karar verse bile, yargılanma sürecinde basının sergilediği akıl almaz tutum, olayda adı geçen kişilere uluslar arası mahkemelere başvurma, tazminat talep etme yolunu da açtı.

Konuya duyarlı kişi ve kuruluşların vakit geçirmeden olayda adı geçen kişileri sorumsuzca teşhir eden medya kuruluşları ve sözde haberciler hakkında suç duyurusunda bulunmaları, hukuk sürecini başlatmaları gerekir. İsnat edilen suç her ne olursa olsun, hiç kimsenin mahkeme kararı olmadan bu şekilde teşhir edilemeyeceğini Kıbrıs Türk Medyası artık öğrenmek, bu en temel hukuk kuralını ihlal edenleri kendi bünyesinden temizlemek zorundadır.

Page 208: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

414 415

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

SUÇ OLAN NEDİR? Kıbrıs Türk medyasının Sarris Vak’asına yaklaşımında eğer kötü niyet yoksa gerçek anlamda bir kafa karışıklığı, sap ve samanı birbirine karıştırma durumu bulunuyor.

Olayın “eşcinsel ilişki boyutu” ön plana çıkartılıp teşhir edilirken, okuyucu açısından “suçu”(!) katmerleyecek, “ama…” itirazlarını ortadan kaldıracak yan unsurlar servis ediliyor. Sarris’in para karşılığı ilişki kurması ve olayda reşit olmayan bir gencin de bulunması vurgulanarak “eşcinsellik”, “fuhuş”, “çocuk ve genç istismarı” kavramlarının ustalıkla yan yana getirilmesini sağlıyor.

Hal böyle olunca Kıbrıs medyası açısından neyin problem olduğunu sormak gerekiyor:

Fuhuş mu? Çocuk ve gençlerin istismarı mı? Yoksa eşcinsellik mi?

Eğer fuhuş problem olarak algılanıyorsa, Sarris’in “fuhuş amaçlı buluşma sırasında gözaltına alındığının” ön plana çıkartılması gerekirdi.

Eğer çocuk ve gençlerin istismarı problem olarak algılanıyorsa, Sarris’in “çocuk denecek yaşta birileriyle cinsel ilişki amaçlı buluşma sırasında gözaltına alındığının” ön plana çıkartılması gerekirdi.

Oysa bütün manşetler Sarris’in “doğaya aykırı cinsel ilişki sırasında gözaltına alındığını” ön plana çıkartıyor.

Kıbrıs medyası bu iki hassas konuyu tuhaf biçimde “yan unsur” olarak tutup, Sarris’in eşcinselliğini okuyucunun gözüne sokmayı “tercih ediyor”. İşte bu, politik bir tercih, politik bir tavır alıştır.

Kıbrıs’ın kuzeyinde eşcinsel ilişkinin “doğaya aykırı cinsel ilişki” adı altında “cezalandırılmayı gerektiren bir suç” olarak kabul edilmesi gerçeği ayrı; bu suçun (!) işlenişi sırasında taraflardan birinin çocuk yaşta olması ayrı bir meseledir.

“Suç” olan eşcinsellik değil, “fuhuş” ve “yetişkin olmayanların istismarı” olabilir ancak. Oysa Kıbrıs Medyası, olayı okuyucularına yansıtırken açıkça “doğaya aykırı cinsel ilişki” olarak tanımlanmasından hoşnutluk duyarak eşcinselliği “suçla” ilişkilendirmiş, teşhir etmiştir.

MADDE 171 VE BU YASAYI SERESERPE KULLANAN MEDYA SUÇLUDUR!Burada aslolan, Kıbrıs’ın kuzeyindeki yasalara göre “doğaya aykırı cinsel ilişki” olarak kavramlaştırılan bir “suçun” bulunması

ve insanların cinsel yönelimleri nedeniyle Ceza Yasasının 171. Maddesi gereğince cezalandırılmalarıdır. Şurası açıktır ki bu yasa maddesi, çağdaş demokratik değerlerle, insan hakları evrensel beyannamesiyle, BM ve AB normlarıyla ters düşmektedir.

Ancak eşcinselliğin cezalandırılmayı gerektirecek bir suç kapsamından çıkardıktan sonra kişinin cinsel yönelimini nerede, kimlerle ve nasıl yaşayacağı meselesini tartışabiliriz.

Kaldı ki eşcinsellere reva görülen zulmü adeta aklamaya çalışırcasına eşcinsellik ile çocuk ve genç istismarı konularını ilişkilendirmeye çalışmak büyük bir ikiyüzlülüktür. Çocuk ve gençlere yönelik cinsel istismar, dünyanın hemen her ülkesinde mücadele edilen bir problemdir ve dünyanın her yerinde vicdan kanatan bu istismarla heteroseksüel geleneklerin “normalleştirmesi” nedeniyle yeterince mücadele edilememektedir.

İslam toplumlarında yaygın biçimde küçük yaşta kız çocuklarının aile onayı ve zoruyla evlendirildikleri, başlık parası karşılığında alınıp satıldıkları herkesin bildiği gerçeklerdir. 14-15 yaşlarındaki kızların ailelerinin rızasıyla da olsa evlendirilmesi, satılması, tecavüze uğraması gibi olaylara, ensest vakalarına fazlasıyla rastlanılan ve geleneklere sığınılarak hafifletilmeye çalışılan suçlardan söz ediyoruz…

Çocuk ve ergenlere yönelik istismarın, cinsel suçlar kapsamında ele alınıp mümkün olan en sert cezalandırmaları öngören yeni bir düzenlemeyi Kıbrıs’ın Kuzeyinde de zorunlu kıldığı muhakkaktır! Fakat eşcinsellikle ilişkilendirilme insafsızlığına ve ucuzluğuna başvurmadan elbette!

İnsan Hakları savunucuları, LGBTT örgütleri, hukukçular ve mesleğine saygı duyan gazeteciler Sarris Vak’asının üzerinin örtülmesine izin vermemeli, bu olayı hem Madde 171’in kaldırılması hem de Kıbrıs’ta gazetecilik mesleğinin sorgulanması için bir milat olarak değerlendirmelidir.

17.10.2011

Page 209: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

416 417

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BU ACININ İLACI KIBRIS’TA…

“(…) Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca “dur!” diyen olmaz artık,Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler.Çekilen acılar dayanılmaz olunca, duyulmaz artık hiçbir çığlık.Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar…” (B. Brecht)

PKK tarafından Hakkâri’de gerçekleştirilen saldırıda resmi rakamlara göre 24 gencecik insan toprağa düştü. Aynı gece Bitlis’te 4’ü sivil 12 kayıbı da hesaba katarsanız Türkiye bir gecede 40 insanını yitirdi. Bu; dünyanın hiçbir coğrafyasında kabul edilebilir, sindirilebilir, tepkisiz kalınabilir bir trajedi değildir.

Bundan birkaç hafta önce Bulgaristan’da 1 gencin, o da trafik kazasında hayatını kaybetmesiyle başlayan olayların nasıl bir etnik öfkeye dönüştüğü hatırlanırsa; son 30 yılda on binlerce insanını çatışmalara kurban vermiş Türkiye’nin hâla, her şeye rağmen sağduyusunu koruyabilmesinin ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek kolaylaşır.

Yaşadığımız onca badireye rağmen Anadolu insanı, Türk’üyle, Kürd’üyle, Çerkezi, Lâz’ı, Ermeni’siyle bir arada yaşayabilmenin zorlu mücadelesini veriyor. Etnik milliyetçiliğin ayrışmayı ve nefreti körükleyen, şiddetle beslenen diline karşı Anadolu insanının bir aradalığını sürdürmek için harcadığı yüzyıllardan süzülen sabır ve metaneti koruması asıl büyük ve inanılmaz mücadeledir.

Yaşadığı sayısız acının eğittiği sessiz bir çoğunluk, evlerinin içine atılan ateş toplarını söndürmeye çalışırken taş olsa çatlar dediğiniz olaylar karşısında öfke ve acılarını kontrol etmek için üstün bir çaba sarf ediyor.

Öfkeye yenilip, nefretin o yürek soğutan, yüreği soğuttukça katılaştırıp hissizleştiren ikliminin etkisine girenler ne yazık ki ne yaptıklarının farkında değiller… “Bıçak kemiğe dayandı, artık ne olacaksa olsun” dediğinizde, keşke olabilecekleri kestirebilme, kontrol edebilme gücünüz de olabilse… Ama yok… Öfke kınından çıktığında bizimki gibi coğrafyalarda öyle bir kan deryasına dalarsınız ki, bedelini kuşaklar boyu ödeyemezsiniz…

Böylesi zor günlerde metanetinizi koruyup, öfkenizi kontrol etmeye çalıştığınızda ve daha büyük yangınları tetikleyecek nefrete teslim olmak yerine barış dilini kullanmayı seçtiğinizde, herkesin nefret öznesine dönüşmeyi de göze almış olursunuz…

Nefretin safları o kadar şaşırtıcı bir hızla berraklaşıp kristalize olmaktadır ki, siz daha bunun şokunu yaşarken sizden “taraf olmanız” beklenir. Ya “onlardansınızdır” ya da “onlardansınızdır”!… Ortası yoktur bunun “onlar” için…

Page 210: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

418 419

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Barışı ve kardeşliği savunmak “ortada” olmaktır “onlar” için.

Ve onlar “ortada” olan ne varsa imha ettikçe keskinleştirdiklerine inanırlar saflarını…

Önce “ortalık” temizlenmelidir ki, son kanlı kavgaya yer açılsın! Bunun için küçümsenir, değersizleştirilir, hümanist ve fazlasıyla liberal barışçıl söylemler tasfiye edilir öncelikle ki, savaş trampetlerinin sesi netleşsin…

Çünkü “onlar” için “savundukları şey mevzubahisse, geri kalan her şey teferruattır”… Ve siz ve sizin içinizi parçalayan ölümler, acılar, çığlıklar da dâhil olmak üzere hepiniz bir teferruat haline gelivermişsinizdir…

Belki de asıl şaşırtıcı olan, sizi artık bir teferruat olarak görmeye başlayanların o kadar da uzağınızda olmadıklarını görmektir… Bir gece komşunuz için, herhangi bir arkadaşınız için teferruata dönüşüverme hızınızdır şaşırtıcı olan… Öfke tehdide, tehdit şiddete, şiddet imhaya ne zaman ve nasıl da kolayca dönüşür şaşarsınız…

Nefret günlerinde taraf olmak belki de en konforlu tutumdur. Kendinizce haklı olana karar verir, haklılığınıza sonsuz bir güvenle, haksız olduğuna inandıklarınıza karşı nefret söyleminin büyütülmesine katkı sunarsınız… Hiç değilse bir taraf nefret eder sadece sizden…

Ortalık yangın yeriyken, her yeni gün daha da gürleşen kan nehrinde sürüklenen genç bedenlerin sayısı artarken barışı ve kardeşliği savunmak zordur. Ama yaşadığınız coğrafyaya kendinizi borçlu ve sorumlu hissediyorsanız, daha fazla genç insanın toprağa düşmesini istemiyorsanız, ülkenizin kanlı bir iç savaşa doğru gittiğini görmenin şiddetli ürpertisiyle uykularınız kaçıyorsa barış ve kardeşlikten başka sarılacağınız değer yoktur artık… Bu, dünya tarihinden, farklı coğrafyaların deneyimlerinden edinmiş olduğunuz bilginin sonucudur… Ve bilmek, sizi cehennem ateşine götüren yolda omuzlarınıza yüklenmiş odun balyasıdır…

Benim talihsizliğim, yarım asra yaklaşan ömrüme halkların kardeşliğini vazeden bir enternasyonalizmin sızması ve daha da fenası, yolumun Kıbrıslı Türkler ile kesişmesi oldu… Bölünmüş, komşuları tarafından babaları, ağabeyleri boğazlanmış, kaybedilmiş insanların yaşadığı bir coğrafyada tutunamamanın, oradan oraya savrulmanın, itilip kakılmanın, günün sonunda da geleceğe güven duygusunu yitirmenin ne demek olduğunu gördüm ben Kıbrıslı Türklerin göz bebeklerinde… Ürktüm bundan… Çoğu dostum bilmez ama ben Kıbrıslı Türklerle iç içe geçirdiğim bunca zamanın sonunda en çok “ürkmeyi” öğrendim onlardan…

Belki de anlaşılması en zor şeydir, köyünü, evini, çocukluğunu, gençliğini terk edip göçmek zorunda kalmış, komşuları tarafından babasının, ağabeyinin öldürüldüğüne tanık olmuş insanların hala daha inat ve kararlılıkla barışı savunmaları…

Ben Kıbrıs’ta en çok bu dehşetli sorunun yanıtını aradım… Ve ne kötü ki çoktandır “biliyor olmanın” acısıyla kavruluyorum…

Çok tuhaf bir rastlantı belki… Tam da ülkemde 40 insanın toprağa düştüğü gece, Kıbrıs’ta dostlarla bir şeyler yiyip, sohbet etmek üzere gittiğimiz mekânda CTP Genel Başkanı Sn. Özkan Yorgancıoğlu ile karşılaşmamız.

Daha önce hiç sohbet etme fırsatını bulamadığım Özkan Bey’in, büyük bir incelikle masasına davet ettiği ve Baf’taki çocukluğundan, 45 gün arayla öldürülen 17 yaşındaki ağabeyinden ve babacığından, 74’te birkaç yüz metre ötede sırtında cephane taşıyan genç Yunanlı askeri vurup vurmamak üzere kendiyle hesaplaştığı o birkaç saniyenin sonunda, askere değil de yakınındaki bir hedefe ateş ettiğinden söz ettiği o gece, o saatlerde ülkemde silahların patladığından habersizdim…

Özkan Bey’i dinlerken, daha önce çok benzer anılarını kendi ağızlarından dinlediğim Sevgili Ferdi S. Soyer’in, Kutlay Erk’in, Eşref Vaiz’in ve daha pek çok Kıbrıslı Türk barış sevdalısının anlattıklarının nasıl da birbirine benzediğini fark ettim…

“Bunca acıya, bunca yakın kayba, çocukluk ve gençlik yıllarındaki bu travmaya rağmen nasıl oluyor da hala barış, hala çözüm diyebiliyorsunuz? Nasıl oldu da nefrete, milliyetçiliğe teslim olmadınız, Rumlara karşı öfke geliştirmediniz?” diye sorduğumda hepsinin yanıtı şaşırtıcı biçimde aynıydı: “Başkalarının aynı şeyleri yaşamasına gönlüm razı olmadığı için… “

İstanbul’a dönüp asker analarının acılı haykırışlarını izlerken taş olsanız çatlayacağınız o görüntüler karşısında iki şey söyleyebilirsiniz:

Ya “kanları yerde kalmayacak, intikamları alınacak” ya da “başka bir insan ölmemeli, başka bir ana ağlamamalı…”

Benim talihsizliğim, yolumun hep “başka insanlar ölmesin, başka analar yanmasın, başka ocaklar sönmesin” diyenlerle kesişmesiydi…

Bedelini ödeyeceğiz çaresiz… Yürüdüğümüz cehennem yolunda bir odun balyasını da biz yüklenerek…

22.10.2011

Page 211: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

420 421

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

AYIPTIR BE!

Türkiye kamuoyu oldum olası Kıbrıs’ta olup bitenleri gerçekten umursamamıştır ya, hele şu son dönemde terördü, depremdi derken iyice koptuk gittik Kıbrıs’tan. Oysa 2 gün sonra New York’ta kritik bir zirve gerçekleşecek. KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas, BM Genel Sekreteri Ban Ki moon ile bir araya gelecekler. Türkiyeli haberciler ve okuyucular için hayli sıkıcı olan bu bilginin haber değeri olmadığını ben biliyorum da, onların göz ardı ettiği şey, bu zirvenin gerek ada halkları, gerek Türkiye, gerek bölge açısından önemi ve değeri…

Ne yazık ki Eroğlu ve Hristofyas, toplumlarının acil çözüm talepleri karşısında tuhaf biçimde zamana oynamayı, top çevirmeyi tercih ettiler bu güne kadar. Oysa gözleri körleşmemiş herkes biliyor ki adadaki tüm sorunların kaynağında 40 yıldan fazladır devam eden çözümsüzlük siyaseti yatıyor. Kaybedilen her fırsatta biraz daha kalıcılaşan bölünme, toplamda bir buçuk milyonu bulmayan nüfusuyla Kıbrıs için ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların temelini oluşturuyor. Birleşik Federal Kıbrıs’ın gerek kendi içinde, gerek bölgede yaratacağı sinerji aslında herkesin çıkarına olmasına rağmen statükocu anlayış nuh diyor peygamber demiyor!

İnsanların hayatları, gelecekleri ve umutları üzerine yapılan şakaları herhalde hiç kimse sevmez. Ama her şey şaka gibi aslında!

2003’ten 2009’a kadar geçen süreçte Kıbrıslı Türklerin sözde kazanımlarının tehdit altında olduğu yönündeki Türkiye’de de karşılığını bulan sahtekâr propaganda kelimenin tam anlamıyla “tuttu”.

UBP başta olmak üzere Kıbrıs sağı, Türkiye’deki işbirlikçilerinin desteğini de alarak Kıbrıslı Türklerin egemenliğinin tehdit altında olduğu argümanını ustalıkla işlediler.

Onların tezine göre KKTC’nin varlığı tehdit altındaydı ve her ne olursa olsun KKTC’nin uluslar arası tanınmışlığını sağlamak öncelikli siyasi hedefti. Nitekim 2. Cumhurbaşkanı Talat’a karşı malum çevrelerce yürütülen saldırıların özünü “egemenlik ve KKTC’nin tanıtılması” oluşturuyordu.

Kıbrıs sağının ve Türkiye’deki hempalarının zekâmızı küçümseme gibi kötü bir alışkanlıkları var. Onlar “çabuk unutma” vasfımızdan yararlanmayı pek seviyorlar. Ve akıllara zarar bir pişkinlikle, kendilerini hayatın gerçeklerine adapte edebilme becerisini gösteriveriyorlar.

21.12.2005 tarihinde “Taşınmaz Malların Tazmini, Takası ve İadesi Yasası” çıkarıldığında Kıbrıs Türk sağı ve onların her dediğine gözü kapalı inanmakla malul Türkiyeli iş birlikçileri kıyameti kopartmışlardı.

Page 212: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

422 423

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Arşivler ortalık yerde duruyor, isteyen açar bakar. AİHM önünde biriken ve Türkiye’nin milyonlarca Euro tazminat ödemesine yol açacak sayısız dava karşısında KKTC’de bir mal tazmin komisyonunun oluşturulması fikri bile Kıbrıs sağını ve Türkiye’deki hempalarını çıldırtmaya yetmişti.

Aslında KKTC “devletinin” ve hukukunun uluslar arası planda meşrulaşmasını da getirecek, aynı zamanda milyonlarca Euro’luk tazminat yükünü hafifletebilecek bu uygulamaya en sert tepki UBP’den gelmişti.

Çok iyi hatırlıyorum, malum güruh “kanla aldığımız!” her şeyi mal tazmin komisyonu aracılığıyla geri vereceğimizi, bunun siyaseten tasfiye olduğunu ve iktidara gelir gelmez ilk iş olarak bu yasayı iptal edeceklerini söylüyorlardı…

UBP işi daha da ileri götürerek, 2006 yılında yasanın iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine kadar taşımıştı. Gerçi yüzlerinin kızaracağını hiç zannetmiyorum ama, Talat ve CTP’yi linç kampanyasının parçası olan bu “show”a Türkiye’den katılan merkez medyanın “büyük” gazeteleri iştahla destek vermişler; Talat ve CTP’ye hiç de nazik olmayan ifadelerle saldırmışlardı.

Taahhüt son derece açık ve netti: UBP iş başına gelir gelmez bu yasayı iptal edecekti.

Şimdi UBP Hükümeti, karşısında onu baskılayan hiçbir güç olmamasına rağmen “Taşınmaz Malların Tazmini, Takası ve İadesi Yasasının” geçerlilik süresini 2 yıl daha uzatmak üzere harekete geçti. Şaka gibi değil mi?

Herhalde UBP Hükümetinin Talat ve CTP’den değilse bile Kıbrıs Türk ve Türkiye kamuoyundan özür dilemek gibi bir yükümlülükleri olmalı. Açıkça çıkıp “Biz sizi aldattık, aslında CTP ve Talat döneminde çıkarılan bu yasaya hiçbir zaman karşı olmadık. İşte şu anda da bizi zorlayan hiçbir muhalif unsur olmamasına rağmen bu yasanın geçerlilik süresini 2 yıl daha uzatıyoruz. Özür dileriz” demeliler.

Bununla da bitmiyor. Daha 3 hafta önce “Gençlerimiz Rum Pasaportuyla(!) kandırılıyor” diye Ankara’da Türkiye kamuoyuyla kafa bulan ve burnuna kendisinin taşıdığı Rum Pasaportu(!) dayandığında sus pus olan “sözde” KKTC’nin Dışişleri Bakanı Özgürgün bu hafta yeni bir bombayı patlatıveriyor.

“Sözde” ifadesi kimseyi kızdırmasın! Zira bu ifadeyi kullanma nedenim, bizzat Sn. Dışişleri Bakanının ifşaatına dayanıyor. “Sözde” KKTC’nin Dışişleri Bakanı habercilerin önüne çıkıp, “New York zirvesinde sonuç ne olursa olsun, çözümden kim kaçarsa kaçsın sonuçta kimsenin

KKTC’yi tanıtacağı falan yok” diyor. KKTC’nin egemenliği ve tanınması taahhüdüyle işbaşına gelen bir hükümetin pek sayın bakanı eğer “Kimse KKTC’yi tanıtacak falan değil” diyorsa, otomatikman Kuzeydeki oluşumun uluslar arası geçersizliğini ikrar etmiş, devleti “sözde” konumuna sokmuş olmuyor mu?

Şaka gibi değil mi? Talat’ın karşısına dikilip arsızca “KKTC’yi tanıtın” diye yakasına yapışmakta sakınca görmeyen zihniyetin bir mensubu şimdi çıkıp gözümüzün içine baka baka “Kimse KKTC nin tanınmasını isteyemez” demeye getiriyor… Hayır, hayır! Demeye getirmiyor! Basbayağı bunu söylüyor!

2005’te mal tazmin yasasına ilişkin sahtekârca iddialara bol bol yer veren Türkiye “merkez medyası” inanılmaz bir pişkinlikle şimdi UBP’nin bu yasayı 2 yıl daha uzatma girişimi karşısında tek kelime etmiyor! KKTC Dışişleri Bakanının açıklaması ise yok hükmünde sayılıyor!

Ayıptır! Vallahi ayıptır!

31 Ekim Pazartesi günü Kıbrıs’ın Kuzeyinde hayat duracak. Sendikalar, Sivil Toplum Kuruluşları ve Siyasi Partilerin katılımıyla Kıbrıslı Türkler bir kez daha “imha planına” karşı seslerini yükseltecekler. Türkiye medyasının acar temsilcilerinin gözü yine “falsolu pankart” arayışında olacak elbette. Keşke “falsolu pankartlara” karşı kartallaşan gözler, Kıbrıslı Türklerin taleplerine karşı da aynı keskinlikte davranabilse… Heyhat!

Kıbrıslı Türk ressam Hüseyin Özinal’ın yeni sergisi “Yaşamın Ucuna Yolculuk” Naci Talat Vakfı’nda açıldı. Hüseyin Özinal, Kıbrıslı Türklerin yüz akı sanatçılarından biri. Hafta boyunca gezilebilecek bu sergiyi kaçırmayın derim. Hem yaşamın kıyılarına sanatsal bir yolculuk yapmak hem de Kıbrıslı Türklerin sanatsal “varoluşunu” güçlü biçimde hissetmek için.

29.10.2011

Page 213: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

424 425

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

AKP’NİN AÇMAZI…

AKP’nin gerek Kıbrıs sorununu, gerek Kürt sorununu çözme konusunda istekli olduğunu düşünüyorum.

Problem, AKP’nin her iki konuda da hareket noktasını tümüyle kendi verileri üzerine oturtmasından ve kendi algısının tüm sorunlarda olduğu gibi, bu iki kritik sorunun çözümüne de yeteceğine inanıyor olmasından kaynaklanıyor…

Oysa Kıbrıslı Türkler de, Kürtler de kendi çözüm fikirlerine sahipler ve AKP’nin “kendilerine rağmen” attığı her adım, sorunun daha da karmaşıklaşmasına, her seferinde daha da derinleşen yeni krizlerin oluşmasına yol açıyor.

“Ben bilirim, ben çözerim” anlayışının ürettiği dayatmalar; başlangıçtaki ürkekliklerin, yerini 9 yılın yarattığı aşırı özgüvenden fışkıran sivri çıkışlarla birleşince, AKP neredeyse bütün cephelerde kendi düşmanlarını yaratıyor.

Bir siyasi partinin stratejisi, ancak kendisini ilgilendirir. AKP’nin “10 yılda 15 milyon düşman” yaratma konusundaki kararlılığı da onun sorunudur elbette. Ancak “muktedir” konumdaki bir partinin Türkiye’nin temel problemlerini içinden çıkılmaz biçimde karmaşıklaştırması ve günün sonunda toplumun acılarına acı katan bir yönetim anlayışına yönelmesi, artık hepimizi ilgilendiren bir “meseleye” dönüşür.

80 yıllık Kemalist statükonun kulelerini yıkarken, kendi tabanından çok daha geniş kesimlerin desteğini alan AKP’nin yeni statükoyu oluştururken bin defa düşünmesi gerekir. Sonuçta hiçbir statüko, toplumsal gelişimin karşısında direnemiyor. İnşa ederken sağlamlığından kuşku duymadığınız kuleler, hayatın her gün yenilenen gerçekleri karşısında er ya da geç yıkılmaktan kurtulamıyor. Bir gerçeği kaç yıl yok sayabilir ya da çarpıtabilirsiniz ki? Aslında tamamen sizin dışınızdaki bir gerçekliği, daha kaç yıl kendi algınız üzerinden yönetebilirsiniz ki?

Kemalist Cumhuriyetin kendi algı dünyasında oluşturduğu ve topluma dayattığı “kaynaşmış bütünleşmiş, sınıfsız ve zümresiz millet” tanımı; 80 yıllık beyin yıkamaya, ürkütücü yasalara, hapis ve sürgün cezalarına, toplu tüfekli imha operasyonlarına rağmen günün sonunda çöküverdi.

Onlarca yıl boyunca “yok” denilen; ama bugün en sıradan yurttaştan, Devlet-i Âli’nin her kademesine kadar “varlığı” en kanlı canlı biçimde hissedilen Kürt meselesinde, Kemalist Cumhuriyet’in geldiği iflas noktasından AKP’nin öğrenmesi gereken çok şey var: Oluşturmaya çalıştığınız yeni statükonun ömrü, üç aşağı-beş yukarı en fazla yıktığınızınki kadar olur… Lâkin bu nafile çabanın

Page 214: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

426 427

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

bedelini de bu coğrafyanın halkları öder. Birbirlerine karşı nefret biriktirerek, birbirlerinin çocuklarını katletme noktasına gelerek, acı çekerek, yoksullaşarak, umutsuzlaşıp mutsuzlaşarak…

Kürt sorununda geldiğimiz noktanın tüm faturasının bir kısım Kürtler ve bir kısım Türkler tarafından AKP üzerine yıkılmaya çalışılması haksızlık olsa da, Saddam rejiminin çökmesinin ardından sadece kimliklerinin değil, “yönetebileceklerinin de” farkına varan Kürtleri onlara “rağmen” yönetme iddiasındaki siyasetin artık sürdürülemeyeceğini AKP’nin de görmesi gerekir. Üstelik Türkiye Kürtlerinin, Kürt coğrafyasının diğer parçalarından çok daha donanımlı, çok daha birikimli kadrolara sahip olduğunun da herkes farkındayken…

Kabul edilsin ya da edilmesin uluslaşma sürecini tıpkı Türkler gibi, kendine özgü bir modellemeyle tamamlama sürecine çoktan girmiş olan Kürtlerin, şiddeti “varoluş” mücadelelerinde bir “yöntem” olarak görmelerinin “sorunlu” bir durum olduğu muhakkak.

Ancak Kürtlerin şiddeti bir mücadele yöntemi olmaktan çıkartma iradesini göstermeleri konusunda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, özel olarak da AKP’nin “kolaylaştırıcı” olduğu söylenebilir mi? Maalesef demokratik siyasetin tüm kanallarını tıkamaya meyilli bir anlayışın, karşısında şiddeti, demokratik hareket alanı kalmamasıyla gerekçelendiren bir yapıyı bulmasında şaşırtıcı bir yan olamaz.

Giderek genişleyen KCK operasyonları; ne yazık ki Kürtler arasında yasallığın hiç de matah bir şey olmadığı, devletin ve AKP’nin şiddet dışındaki bütün yolları tıkadığı yönünde güçlü bir kanaatin oluşmasına yol açıyor.

Bugüne kadar kurdukları bütün yasal partileri ve örgütleri artık miadını çoktan yitirmiş yasalarla sokulduğu cendereden bir türlü kurtulamayan Kürtlere bir çıkış yolu bırakılmaması, “devrimci halk savaşını” tek yol olarak görenlerin sesinin daha gür çıkmasına yol açıyor.

Devletin on yıllardır zaten sürdürmekte olduğunu bildiğimiz bu siyasette, “Kürt sorununu ben çözeceğim” diyen AKP’nin de ısrarcı olması ve Kürtlere aynı anda hem “silahı bırak” hem de “ama siyaset de yapma” demesi, bu çözümün ne menem bir çözüm olduğuna ilişkin yeterince fikir veriyor.

AKP’nin “benim belirlediğim alan içerisinde, benim kabul edebileceğim ölçülerde var olabilirsin” derken, aslında 80 yıllık devlet anlayışını yeniden ürettiğini ve bunun sürdürülebilir olmadığını korkarım AKP dışındaki herkes biliyor ve kabul ediyor artık…

İçine girdikçe şaşırtıcı biçimde benzeştikleri görülen Kıbrıslı Türkler ve Kürtlerin, tam da statükonun kalıplarının kırılmaya başlandığına ilişkin umut yeşerttikleri bir noktada, AKP’nin kibirli tutumu yüzünden kendilerini bir “varoluş” mücadelesinin ortasında bulmaları bence hiç de bir tesadüf değil.

Tarihsel olarak Türkiye ve Türklerle güçlü bağları bulunan Kürtler ve Kıbrıslı Türkleri eş zamanlı olarak “varoluş” endişesine yönelten nedenleri okumaya ve bu endişeleri ortadan kaldırmaya yönelik çözümler üretmeyi tercih etmiyor AKP…

Bunun yerine kendi kurallarını koymak ve herkese bu kurallar çerçevesinde hareket etmeyi dayatmak konusunda şaşırtıcı bir kararlılık gösteriyor. Ve bütün bunları yaparken sadece kendisi adına değil, bu coğrafyadaki halkların ortak kaderi açısından da iyi etmiyor…

Kıbrıslı Türkleri aldatıldıklarını, kullanıldıklarını ve yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarını düşünmeye sevk eden ortamı AKP yarattı.

Benzer biçimde “açılım” söylemiyle Kürtlerde umut yaratan ve fakat ardından gelen askeri ve siyasi operasyonlarla bu umudu yerle bir eden de yine AKP oldu. Bu nedenledir ki, gerek Kıbrıslı Türkler, gerek Kürtler AKP’nin dayatmacı tutumu karşısında birbirlerinden bağımsız biçimde ortak bir kodu kullanıyorlar: “varoluş”…

Üstelik AKP Kıbrıs’ta BM parametreleri doğrultusunda federal bir çözümü kabul eder görünüp, el altından ayrılıkçı milliyetçiliği desteklerken, Türkiye’de ise katı üniterizmin kırmızı çizgilerinden taviz vermez bir görüntü sergiliyor.

Halkların hakları ve bu hakların savunulması zemininde AKP’nin tutarlı bir yaklaşımı varsa eğer; Kıbrıslı Türklerin haklarını savunurken de, Almanya’daki Türklerin haklarını savunurken de ya da Kürt “ayrılıkçılığını” eleştirirken de tutarlı olması beklenir.

En genel çizgileriyle ana dilini, kültürel kimliğini, dinini koruma ve geliştirme hakkının, bir halk olarak saygı ve kabul görme hakkının bir yerde ateşli savunuculuğunu yaparken, aynı hakları kendi evinizde ayrılıkçılık olarak mahkûm etmenizi anlamak mümkün değildir.

Aynı biçimde, şiddeti mahkûm etmek elbette son derece insani ve doğru bir tavırdır. Ama siyaset kanallarını açık tutmak ve geliştirmek, bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapmak kaydıyla… Yasal ve meşru siyasetin tüm kanallarını tıkayıp ondan

Page 215: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

428

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

sonra da şiddetten yakınmak tutarlı bir davranış değildir.

Nereden bakarsanız bakın bir tutarsızlıklar silsilesi olan bu manzara, sadece Kıbrıslı Türkler ve Kürtlere değil artık hiç kimseye güven vermiyor. Zira olup bitenlere biraz ilgili ortalama bir Türk için bile Kıbrıs’ta bir yandan federal çözümü ve bir yandan da etnik ayrılıkçılığı; Türkiye’de ise “tek devlet-tek millet-tek bayrak” doktrinini savunan bir AKP, ancak kafa karışıklığına yol açıyor.

Çoktandır “dinlemeyen”, sadece “buyuran” AKP; Kıbrıslı Türklere ve Kürtlere kulak verip, “onlara rağmen” sorun çözmekten vazgeçtiği gün hepimiz rahatlayacağız… İşte o gün, bu coğrafya her zamankinden daha fazla yaşanılır bir coğrafya olacak…

05.11.2011

Page 216: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

430 431

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

DAHA KAÇ ÇİZİK GEREK?

Hayatım boyunca kendilerine yapılan dayatmalara, kabullenemedikleri yanlışlara, içlerine sindiremedikleri haksızlıklara “Hayır” diyebilen insanlara hayranlık duydum.

Hayır demek zorunda kaldığımız, kalacağımız onca şey varken sus pus oturmak, görmezden gelmek, gözleri kaçırmak, hiçbir şey yokmuş, olmuyormuş gibi davranmak kendimize, yakınlarımıza, yaşadığımız topluma ve insanlığa karşı bir ihanet, bir cinayettir…

Kadınların şiddet gördüğü bir ülkede, kadınların çığlığına kulak tıkamak o şiddete ortak olmaktır.

Çocukların tacize uğradığı bir toplumda, çocukların korkuyla açılan gözlerinden gözlerimizi kaçırmak, o rezalete ortak olmaktır.

İnsanlar sadece ve sadece etnik kökeni nedeniyle ayrımcılığa uğruyor, bizim sahip olduğumuz haklardan kısmen dahi olsa yoksun bırakılıyorsa, korkuya teslim olarak bu insanlık suçuna “Hayır” diyememek, bu suça ortak olmaktır.

Cinsel kimliklerinden dolayı aşağılanan, ayrımcılığa uğrayan, bedel ödemek zorunda bırakılan kadın ve erkeklerin acısı karşısında suskun kalmak, bu zulmü “öncelikler listesine” almamak bu zulme ortak olmaktır.

Yaşadığımız coğrafyada insan aklına, vicdanına sığmayan sayısız olay var. Her gün bir yenisine tanık olduğumuz, her tanıklığımızda insanlığımızdan biraz daha utanıp ürperdiğimiz ve zaman içerisinde giderek kayıtsızlaşmaya başladığımız olaylar bunlar. İnsan olarak dehşete kapılmamız, yerin dibine geçmemiz, soluksuz kalmamızı gerektiren korku hikâyeleri bunlar…

Adeta bizi korkutmak, sindirmek, aklımızı başımızdan almak, kayıtsızlaştırmak, insanlıktan çıkarmak isteyen bir mekanizma işliyor. Farkındayız ya da değiliz, hepimiz bu mekanizmanın dişlilerine dönüşüyoruz, dönüştük hatta… Kimi zaman bir suçun faili olarak, kimi zaman suskun tanığı olarak… Ama her koşulda tepeden tırnağa masumlardan ve mazlumlardan sıçrayan kanlar duruyor üstümüzde başımızda.

Kıbrıslı Türklerin çoğunlukla haklı olduklarını bilmekle beraber, pek de hoşlanmadığım bir huyu var. Her melaneti Türkiye’ye ve Türkiye’den gelenlere bağlamak ve suçu, suçluyu “ötekileştirmek”, sadece “ötekine ait” bir vasıfmışçasına işaret etmek gibi tatsız bir huy!

Doğrudur, Türkiye çerini çöpünü, hırsız-uğursuzunu yığdı adaya.

Page 217: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

432 433

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Doğrudur, Kıbrıslı Türkler alışkın olmadıkları hırsızlıklarla, cinayetlerle, ahlaksızlıklarla, zorbalıklarla tanıştılar yıllar içerisinde…

Bütün bu pislikler içerisinde Kıbrıslı Türkler “temiz kalmayı” başarabildilerse, adaya gönderilmiş hırsız-uğursuza uymayıp kendilerini ve çocuklarını “ak-pak koruyabildilerse” düğme iliklerim önlerinde. Ama… Nedir ki bu “temiz kalmak?”…

Şu veya bu mecburiyetten dolayı adaya gelmiş, getirilmiş insanların hiç de insanca olmayan yaşam koşulları içerisinde debelenirken taşıdıkları, ürettikleri, karıştıkları suçlar karşısında öfkeyle “alın da götürün suçunuzu da suçlunuzu da” demek ve kapıyı pencereyi sıkıca kapatıp oturmak mıdır temiz kalmak?

“Her melanetin kaynağı ve başı Türkiyelilerin” karıştığı her suçu manşetlere taşıyıp, suçu “ötekinin sıradanlığına” dönüştürmek mi? “Şu Türkiyeliler olmasa, nasıl da steril bir toplum olacağız” demek mi?

İnsanın olduğu yerde suç ta var… Hele ki insanlığın oradan oraya savrulduğu, sınırları aştığı; farklı dil, din ve kültürlerle, farklı etnik gruplarla, farklı “ahlak algı ve anlayışlarıyla” yaşar hale geldiği bir dünyada suç daha da karmaşık, daha da belirgin, daha da ürpertici biçimde var…

Bir Avrupalı eşcinselin, adaya gelip kaldığı otelde sevgilisiyle öpüştüğü için tutuklanma ihtimalinin hayli yüksek olduğu ve bunun “olağan ve yasal” sayıldığı bir ülkede “suç kavramı”, “suç algısı” ve “suça karşı tavır” tartışılmaya değmez mi?

Bence değer… Hele ki bir erkeğin bir başka erkekle sevişmesinin “olay” haline getirildiği adada, bir komutanın gencecik bir eri döverek öldürmesi kimsenin gündemini oluşturmuyor, kimsenin canını yakmıyor, kimseyi isyan ettirmiyorsa, bunları tartışmaya değer…

Er Uğur Kantar Kıbrıs’ta askerlik görevini yaparken ağır biçimde dövülerek, işkence edilerek hayatını kaybetti. Uğur’un davası Cuma sabahı, tam da bu satırları yazdığım saatlerde Girne’de görülüyordu. Acılı babacığı, avukatlarla birlikte Adaya geldi.

Türkiye’de 7 sivil toplum kuruluşu ortak bir basın bildirisi hazırladılar. Asker Hakları İnisiyatifi, Çağdaş Hukukçular Derneği, Genç Siviller, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, Mazlum Der ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı.

Bu bildiri Uğur’un davası görülürken Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı önünde bir basın toplantısıyla okundu.

Gönül isterdi ki; acılı, kolu kanadı kırık bir baba, Kıbrıslı Türklerin çok iyi tanıdığı militarist bir vahşet karşısında yalnız bırakılmasın… Gönül isterdi ki 40 yıldır militarizmin feriştahına tanıklık etmiş Kıbrıslı Türkler Er Uğur Kantar’ın babacığını bağırlarına bassınlar, onun yanında etten bir duvar örsünlerdi…

Ama ne yazık ki Er Uğur Kantar yapayalnız işkence görerek katledildiği Kıbrıs’ta bir kez daha yalnız bırakıldı. Ölen de Türkiyeli, öldüren de Türkiyeliydi çünkü… Daha da mühimi… Ölen de, öldüren de askerdi…

Duyduğu ilk andan itibaren harekete geçen sevgili Murat Kanatlı’ya özel olarak teşekkür edip, Kıbrıs’taki tüm anti militarist, solcu, demokrat dostlarıma sormadan edemiyorum şimdi:

Vazgeçtim “anti militarist” olmanın, “hayata soldan bakmanın” doğal reaksiyonuyla zaten olmanız gerekliliğinden… Ama merak ediyorum gerçekten…

Ölenin ve öldürenin “kimliği” insanlık dışı bir vahşete bakarken gözlerinizi perdeliyor, kriterlerinizi ve değerlendirmenizi değiştiriyor mu?

“Türkiyeli Türkiyeliyi öldürmüş” giderek normalleşen bir algıya mı dönüşüyor kafalarınızda?

Ya da şöyle sorayım… Gencecik bir delikanlının dövüle dövüle öldürüldüğünü duymak ruhunuzda, vicdanınızda, tatlı canınızda en küçük bir çizik yaratmıyor mu?

O çizik isyan etmenize yol açmıyorsa… Kaç çiziğe ihtiyacınız var?

19.11.2011

Page 218: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

434 435

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ONLAR ÜMİDİN DÜŞMANIDIR SEVGİLİM

Artık yarım asra yaklaşan ömrümün kritik noktalarından birinde olduğumu biliyorum. İhtiyarlamak veya yaşlanmak arasında gidip geliyorum. Ne kadar kaldıysa, kalan yıllarımda ya hırçınlaşarak ihtiyarlayacağım ya da az insanın başarabildiği gibi her yeni yıl demlenip, demlendikçe çevremdekilere tat vererek yaşlanacağım. Zor, çok zor bir noktada durduğumu hissediyorum.

Dehşet verici bir şey, bazen kendimi hırçın, dünyaya homurdanarak bakan, hiçbir şeyi beğenmeyen, kırıp döken bir “ihtiyar” olarak yakalıyorum. Özellikle gençlerle olan ilişkimde o hırçın ihtiyar yüzümü yakalıyorum sıklaşan biçimde. Onların o sarsak, o hayalci, o sevimli coşkuları sanki hiç genç olmamışım gibi içten içe öfkelendiriyor beni.

İhtiyar yanım o kadar yorgun, o kadar umutsuz, o kadar örselenmiş ki gençlerin ve hep genç kalmayı başarabilenlerin hayata karşı o taptaze, coşkulu, umutlu, hayli naif hayalleri karşısında dişlerini, yumruklarını sıkıyor.

“Hayır!” diyor içimdeki ihtiyar, “boş hayaller bunlar! Barış mı? Adalet mi? Özgürlük mü? Umut etmek mi? Mücadele etmek mi? Değiştirmeye çalışmak mı? Beheey! Neler gördü bu gözler, hala daha koşarsınız boş hayallerin peşinde!”

Böyle bir şeydir “ihtiyarlık!”.

Nerede umut çiçekleri açarsa, nerede iyimserlik kabarırsa, nerede hayaller devreye girer ve aydınlık, güzel ve iyi bir gelecek için bu hayallerin yönlendirdiği insanların ışıldayan yüzlerini görürse ihtiyarlar, köşelerinden homurdanmaya başlarlar hemen parmaklarını sallayarak.

Hemen azarlayan, inciten, alay eden, akıl veren titrek sesini duyarsınız “ihtiyarların”… Belki artık kendi dönemlerinin bittiğinin ve umuda, hayata, gençlerin ve genç kalabilmişlerin hayallerine artık o titreyen elleri ve soğumuş yürekleriyle dokunamayacaklarının farkına vardıkları içindir kimbilir…

Belki yitirdikleri yaşam enerjisini, geleceğe olan inancı başkalarının gözlerinde görmek onları öfkelendirdiği için kimbilir…

Demiş ya koca Nâzım:

“onlar ümidin düşmanıdır sevgilim, akan suyun, meyve çağında ağacın… çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına…”

Çok korkuyorum. Gerçekten çok korkuyorum “serpilip gelişen hayatı” savunanlarla köşemden alay bir “ihtiyar” olmaktan…

Page 219: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

436 437

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Birgün ihtiyarlığa teslim olur ve köşemden gelecek güzel günlere olan inancı ayakta tutmaya çalışanlarla alay etmeye kalkarsam, lütfen uyarın beni…

Çünkü ağzımdan çıkanı kulağım duymuyordur, terbiyesizliğim tavan yapmıştır ve bu terbiyesizliği yaşımın, köşemin zırhına sığınarak yaparken insanların nezaketini “vay be, nasıl da hadlerini bildirdim, tek kelime edemediler” biçiminde yorumluyorumdur…

Hatırlatın bana öyle bir şey yaparsam ve çıkıp karşıma deyin ki:

“Densizliğin karşısında susuyorsak, bil ki nezaketimizdendir!”

Kıbrıs’ta barış ve çözüm umudunun solmaya yüz tuttuğu, “goncolozların” boy gösterip “bu iş bitmiştir” cakaları satmaya başladığı bir ortamda CTP uzun zamandır süren suskunluğunu nihayet bozdu. “Barışı Hayal Et” sloganıyla Türkiye, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Kuzeyden aydınları uluslar arası bir konferansta bir araya getirdi.

Doğrusu bu ya, Lennon’un o çok naif “imagine” şarkısını çağrıştıran ve “barışı hayal etmeye” çağıran bu konferans dizisine önce kuşkuyla yaklaştım.

Ama Panikos Hrisantu’’nun fotoğraflarına bakarken, Rena Choplarou’nun Kıbrıslı Rum ve Türk öğretmenlerin birbirlerinin acılı tarihlerine bakışlarını içeren müthiş araştırma sunumunu izlerken, Orhan Miroğlu’nun Türk ve Kürtlerin, Ermeni ve Süryanilerin onca kıyıma rağmen birbirini anlamaya çalışmaya davet eden o çığlık gibi konuşmasını dinlerken, Cengiz Aktar’ın Hrant’a selamıyla tüylerim ürperirken, dün gece ara bölgede Tufan Erhürman’ın o müthiş konuşmasını dinlerken yapılan işin önem ve değerini güçlü bir biçimde hissettim.

Doğrudur, cılkı çıkarılmış bir kavramdır barış mücadele yorgunu zihinlerimiz için.

Ama insanlık ilk günden beri barış, adalet ve özgürlük mücadelesi veriyor ve bu mücadele ağır yenilgiler ve ışıklı zaferlerle gidip gelen binlerce yıllık bir tarihi kapsıyorsa… Bu binlerce yıllık tarihte ancak denizde damla olan bizim yorgunluğumuz nedir ki?

Bakmayın siz ihtiyarların yorgun homurdanmalarına…

Hayallerinizi hiç terk etmeyin. Hayallerinize sımsıkı sarılın ve hep yeşil tutun onları, soldurmayın…

Barışı hayal etmek iyidir…

Hatta… Hayal kurmak iyidir… Genç tutar insanı…

Ve gün sayan ihtiyarları öfkelendiren, ürküten gençlik; güzel günler hayalini yitirmediyse, hayallerinin peşinden koşmaktan vazgeçmediyse gelecek diye bir şey vardır…

26.11.2011

Meraklısına Not: (Bu arada konferanslara katılamayanlar üzülmesin, hepsini ve her türlü CTP etkinliğini canlı olarak ya da banttan www.ctp-bg.org sitesinden izleyebilirsiniz)

Page 220: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

438 439

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KUZEY KIBRIS?

Egemen Bey iki kamera görünce hızını alamıyor. Katıldığı bir televizyon programında “Türkiye'den sinyal bekleyen birçok ülke var. KKTC'yi tanımak ve diplomatik ilişkiler kurmak için bizden haber bekleyen birçok ülke var. Rumlar ayağını denk alsın” deyiverdi yine durup dururken.

Mübarek sanki köy meydanında kızının “kısmetlerini” sayıp döken baba gibi! “Ne mimarlar, ne mühendisler istiyor bizim kızı, sıraya girdi hepsi!” havasında. Duy da inanma!

E koskoca AB Bakanı! “Sayıver hele kimmiş o sıraya giren ülkeler” diye sorsan bozum olacak.

“Tanımak için sıraya girdiler” dediğin KKTC’nin Dışişleri Bakanı bile “kimsenin tanıyacağı da tanıtacağı da yok” diyorken nereden çıktı şimdi durduk yerde bu temcit pilavı, anlayan beri gelsin.

Velev ki öyle, BM Güvenlik Konseyi kararını iplemeyen gözü kara bilmem kaç tane ülke sıraya girmiş, Türkiye’nin sinyalini bekliyor… E çaksana kardeşim sinyali? Vazgeçtim öyle anlı şanlı tanımadan, açtırsana üç beş temsilcilik “Lefkoşa’nın kuzeyinde”?

Hayır, Türk’ün Türk’e propagandasıyla gaza gelip bunların cidden KKTC’yi tanıtmak gibi bir politikaları olduğuna inanan garibanlara üzülüyorum. Yazıktır, kafa bulmayın şuncağızlarla.

Az önce özellikle “Lefkoşa’nın Kuzeyinde” dedim. Şimdi kalkıp da “vay anam KKTC demeye dili varmıyor” falan demesin kimse! “Koskoca” Turizm Bakanlığınızın diyemediğini şu gariban Sinan nasıl desin?

“Tanıtıyorlar” ya hesapta, bilmem kaç milyon harcayıp İngiltere’ye inip kalkan uçakları giydiriyorlarmış şimdi. Ama nasıl? Ne yazıyorlar uçakların üzerine biliyor musunuz? “KKTC” değil… “Kuzey Kıbrıs”!

Nedir annem o Kuzey Kıbrıs? Yazsana şu uçakların üzerine anlı şanlı KKTC diye yazabiliyorsan?

Allah muhafaza başta CTP Hükümeti olsa ve kalkıp uçakların üstüne “Kuzey Kıbrıs” diye yazmaya kalksa kıyameti koparırlardı: “Bunların dili KKTC demeye bile varmıyor” diye…

E buyurun? İktidarda “KKTC’yi tanıtmaya yeminli” UBP yok mu?

Nedir a oğlum bu kepazelik? Neresidir o “Kuzey Kıbrıs” dediğiniz yer?

Yok mu bunun üzerinde “sonsuza kadar yaşayacak bir devlet” ve “o devletin bir adı?”

Page 221: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

440

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Yıllardır CTP’ye küfürler savuranlar dillerini mi yuttu o “Kuzey Kıbrıs” yazılı uçakları görünce de tek satır yazmaz hiç kimse?

Hayır, 15 Kasımlarda gözlerinizi devire devire yeminler ederken tek ayağınızı havaya mı kaldırıyorsunuz anlamadım gitti? E olmaz ama bu kadar!

Geçen hafta Kıbrıs’taydım, oturdum Girne’deki Simit Dünyası’na laflıyorum sağla solla…

Nerelisin? Hatay’lıyım, Urfa’lıyım diyenler gırla.

Takılıyorum efendilere “Bu Hatay dediğiniz yer Kıbrıs’ın neresine düşüyor” diye. Hani trafik soldan akmasa, etrafta üç-beş şerbetli Kıbrıs aksanı duyulmasa hakikaten Türkiye’de olduğunuzu düşüneceksiniz… İşgal edilemeyen tek yer Kıbrıslı Türklerin ruhu-yüreği artık. O da öylesine yorgun, öylesine örselenmiş ki… Ha pes etti ha edecek…

Yarın nüfus sayımı var adada. 2011 yılında üstelik küçücük bir adanın yarısını eve kapatmadan saymayı beceremeyen maskaralığa bir kez daha tanık olacağız. BM gözetiminde yapılacakmış sayım. BM gözetmenlerinin işi hayli zor! Şaşırıp kalacaklar bir toplumun kendi coğrafyasında nasıl olup da böyle azınlık kalabildiğine...

Bugün CTP Gençlik Örgütü 11. Olağan Kurultayı var. Gençlik Örgütü Başkanı Sevgili Haşim Kiracıoğlu yaşı gereği, görevi kendisinden daha genç bir arkadaşına devredecek. “Meydanlarda yetişmiş” bir genç siyasetçidir Kiracıoğlu. CTP bu değerli gencin birikim ve enerjisinden şimdi yepyeni alanlarda yararlanacaktır eminim. CTP Gençlik Örgütü 11. Olağan Kurultayı’nı selamlıyor, sevgili Haşim’e siyasi hayatının bu yeni evresinde daha büyük başarılar diliyorum.

03.12.2011

Page 222: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

442 443

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

İŞGAL ALTINDA…

Dün açıklandı, Irak işgali ABD’ye 802 milyar Dolara mâl olmuş. Savaş sonrası maliyetler, tazminatlar ve diğer giderlerle birlikte 3 trilyon Dolara yakın bir maliyet hesaplanıyor.

Artık böyle! Adamlar canlarının istediği ülkeye girip işgal ediyor, sonunda da işin “mali dökümünü” koyuyorlar önümüze.

“Bize ne bundan” deme şansınız yok, zira “kendi şeyiyle” girmiyor adam gerdeğe! Bu faturayı ödeyecek olan bizleriz şu ya da bu biçimde…

Iraklılar mı? Onların esamisi okunmuyor, onlar zaten ödeyebilecekleri en ağır bedeli ödüyorlar yıllardır. Tıpkı Afgan halkının ödediği gibi…

Egemenler, en pişkin halleriyle “kurtarılmanın ve kurtarmanın bedeli” olarak bu kadarcık maliyeti çok görmemeniz gerektiğini söyleyeceklerdir haliyle. Düşünsenize, “kurtarılmasaydınız” nice olurdu haliniz? Onun için; Iraklılar Saddam rejiminden, Afganlılar önce Sovyet işgalinden sonra Taliban zulmünden, Libyalılar Kaddafi belasından kurtarıldıkları için ne kadar “şükran” duysalar yeridir!

İşgal denilen şey, önceki yıllarda nasıl olurdu bilmiyorum haliyle. Benim yaşadığım çağda işgalci, işgalin faturasını önce işgal ettiği coğrafyanın insanlarına, sonra kendi halkına ve ardından da olabildiğince “küresel” biçimde tüm insanlığa “yayarak” ödetiyor. Kapitalizmin demokrasi kültürü var ya, işte o hesap! Sermayeyi “tabana yayma” hızları, “faturayı ödetme” hızlarının hayli gerisinde kalıyorsa da beis yok… Eh, her şeyi de onlar çözecek değil ya?

Irak’ta işgalin Iraklılar nezdinde rasyonalizasyonunu çok merak ediyorum. Benim eksikliğim elbette, bu konuda hiçbir şey okumadım bugüne kadar. Ama Iraklıların ruh halini anlamayı çok istiyorum...

Düşünsenize, bir gece birileri “sizi kurtarmak üzere” topraklarınıza giriyor ve şıpınişi “kurtuluveriyorsunuz!”.

Başınıza hemen bir işbirlikçi yönetim dikiveriyorlar. Ne de olsa görüntüyü kurtarmak lazım malum… Ele güne karşı “kendi kendinizi yönettiğiniz” hatta “bağımsız bir devletinizin bile olduğunu” söyleyebilmek için böle bir dekora ihtiyaç var! Eh, işbirlikçileriniz de bol. “Eski rejim daha mı iyiydi?” diye tepenize tepenize vuruverirler, “yeni rejimin nimetlerini” saya döke bitiremezler…

Ama her ne kadar işbirlikçiniz size “eşek” muamelesi yapsa da, eşek değilsiniz ya? Gururunuz, onurunuz devreye girmiyor mu?

Topraklarınızda size ait olmayan askerlerin dolaşması, “güvenliğinizi” yabancı bir ordunun sağlaması sizi incitmiyor mu?

Page 223: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

444

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Her türlü kuralı yabancı bir “elçiliğin” belirlemesi, bütün işlerin “elçilik” üzerinden dönmesi sinirinizi zıplatmıyor mu?

Ülkenizin ekonomik ve siyasi olarak yeniden yapılandırılması kararlarını yabancı bir devletin veriyor olması tüylerinizi diken diken etmiyor mu?

Topraklarınıza doluşan yabancıların kültürünüze, değerlerinize saygısızca kendilerini dayatması canınızı yakmıyor mu?

Binlerce gencinizin göç etmek zorunda kalması umutlarınızı kırmıyor mu?

Dünyanın gözünde başkaları tarafından “kurtarılmış” bir halk ve “kurtarıcılarının” arka bahçesine dönüştürülmüş bir ülke olmanın utancının rahatsızlığı az şey mi?

Kurtarılmanın bedeli ne kadar ağır görüyor musunuz?

Tabii işgalciyle hizmet ettiğiniz, onun işgalini kalıcılaştırmasına, halkınızı köleleştirmesine yardım ettiğiniz ölçüde bu faturadan etkilenmeyebilirsiniz.

Yaşlılığınızı geçirebileceğiniz yüklü bir “dünyalığınız” hanlarınız hamamlarınız, arazileriniz, hatta bir adanız bile olabilir… Yaşam boyu makamınız, çifter beşer “emekli” aylıklarınız, banka hesabında beliriveren trilyonlarınız bu “hizmetlerinizin karşılığı” olarak hanenize yazılabilir.

Tabii sizler bizler işgal altında bir ülkede yaşamanın ne olduğunu bilmediğimiz için daha fazlasını tahayyül etmekte zorlanıyoruz.

Irak, Afganistan, Libya gibi “kurtarılmış halklar” ve ülkeler hakkında biraz daha fazla şey okumalı, biraz daha fazla düşünmeliyim…

Ne de olsa çok uzak bu konular bize… Bu kadarcık bilgiyle bu kadarcığını tahayyül edebiliyorum ancak, idare ediverin artık…

16.12.2011

Page 224: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

446 447

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

YETER Kİ SOKAK KONUŞSUN ARTIK…

Müjdeler olsun, Ercan Havaalanı da özelleştiriliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan Yardımcısı Beşir Bey, Türkiye’nin resmi haber ajansı aracılığıyla veriyor bu müjdeyi. Ercan Havaalanının Muş’ta ya da Adıyaman’da değil de “egemen ve bağımsız” KKTC’de bulunması küçük bir ayrıntı tabii…

Ağzından bal damlayan Sn. Bakanımız KKTC ekonomisinde 2011 yılında elde edilen başarıları sayarken lütfedip, ''Özellikle mevcut hükümetin ve meclisin reformları zamanında yapması, doğrusu bu programın başarısında önemli bir faktör” demeyi de ihmal etmiyor. Mevcut Hükümetten AKP’nin, Meclisten de TBMM’nin kastedilmediği (en azından şimdilik) malum.

Toprağı bol olsun, Rauf Denktaş’ın kurduğu ve “sonsuza dek yaşatılması” konusunda yeminler edilen “egemen ve bağımsız KKTC’den” Türkiyeli Bakanların Türkiye’nin bir vilayetiymişçesine söz etmesi artık sıradan bir durum. Fakat yine de önceki gün Sami Özuslu’nun yazdığı türden haberlerle karşılaşınca “yok artık” demekten kendimi alamadığım oluyor.

Özuslu “KKTC Mersin Beyliğine mi Bağlandı?” başlıklı yazısında aynı zamanda Çukurova Kalkınma Ajansı Yönetim Kurulu Başkanı da olan Mersin Valisi’nin bir konuşmasına yer veriyor ki akıllara zarar!

Sami’nin haberine göre Mersin’in Sn. Valisi, “KKTC’nin ekonomik anlamda güçlenerek uluslararası rekabete hazır hale gelmesi, kurumsal yapısının ve kamunun daha da güçlenmesi görevinin TC Hükümeti tarafından kendilerine tevdi edildiğini” açıklıyor.

Vay anam vay! Artık imitasyon diplomasiye bile ihtiyaç duyulmuyor demek ki!

Türkiye televizyonlarında bol bulamaç reklamlarla Girne’de kelepir daire pazarlayan inşaat firmasının sahibine KKTC Bakanlar Kurulu tarafından şıpınişi vatandaşlık veriliyor. Kıbrıslı Türklere ait toprakların başka bir ülkenin vatandaşlarına pazarlanmasına taşeronluk etmekte sakınca görmeyen sözde egemenlikçi ve bağımsızlıkçıların karagözlüklerine de bakın siz!

Alemi kör ve sersem yerine koyan pabucumun milliyetçileri minareyi kılıfına uydurmakta da hayli fütursuzlar. Sonuçta vatan toprağını pazarladıkları, ana vatanın vatandaşları değil mi?

Ananızın eteğine bu kadar düşkünseniz, yırtındığınız “egemenlik ve bağımsızlık” ta neyin nesi o zaman?

Kıbrıs’ın kuzeyinde ekonomik, sosyal ve siyasal yönetimi fiili olarak ele almış olan Türkiye’nin bu ölçüde pervasızlaşmasına zemin yaratan

Page 225: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

448 449

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

AKP-UBP işbirliği, bu politikayla Kıbrıslı Türkler ile Türkiye arasındaki tarihsel bağlara tamiri imkânsız bir hasar verdiklerinin farkında değilmiş gibi davranıyorlar.

Her ne pahasına olursa olsun hükümette kalmaktan gayrı bir muradı olmayan UBP’nin bu tutumunda anlaşılmayacak bir şey yok.

Ama 2002’den itibaren Kıbrıs sorununun çözümünde “bir adım önde olma” siyaseti güttüğünü ileri süren AKP’nin Kıbrıslı Türklerin iradesini bu ölçüde sıfırlayacak bir hatada ısrarcı olması anlaşılır bir şey mi?

Dünyanın gözünün içine baka baka geliştirilerek sürdürülen kolonizasyon, Kıbrıslı Türkleri yok sayan bir yönetim anlayışıyla birleştiğinde, vazgeçtim eşit ilişkiler kurmayı, tutarlı bir sömürgecilik anlayışıyla bile örtüşmüyor.

Mevcut durumun ne iki egemen ve bağımsız ülke ilişkisiyle ne de akıllı bir sömürgeci mantığıyla bağdaşmadığını göremeyecek kadar miyop olmadığından kuşku duymadığım AKP’nin, UBP’nin ipiyle daha nereye gidebileceğini merak ediyorum doğrusu.

Daha da çok merak ettiğim, 22 Ocak’ta kritik bir dönemece gireceği söylenen müzakerelerde, çözüm istediğini söyleyen Türk tarafının bu sert kolonizasyonla çözümü nasıl bağdaştırabildiğidir.

Rumlara karşı sürekli tehditkâr bir tonda “aklınızı başınıza alın, yoksa bakın bölünmüşlüğü kalıcılaştıracak her türlü operasyona imkânımız var” mesajı verilerek, gönülsüzlüğü zaten bilinen Sn. Eroğlu ve Sn. Hristofias’ın çözüm için yüreklendirilmeleri mümkün olabilir mi?

Sn. Eroğlu’nun durumu malum. Cumhurbaşkanı seçilmeden önce verdiği KKTC’yi tanıtma sözünü tutamayacağını tabii ki biliyor ama en azından Kıbrıslı Türkleri Birleşik Federal Kıbrıs çatısı altına sokma fikrine karşı büyük alerji duyduğu da biliniyor. Kerhen nezaret ettiği müzakerelerin kilitlenmesi ve nihai olarak “el sıkışarak ayrılma” biçiminde bir “çözümden” mutlu olacağını da gizlemiyor.

“Evet’i betonlaştırayım” derken, evdeki bulgurdan da olacağını farkedemeyen Sn. Hristofias’ın durumu da malum.

Denktaş’ın cenaze törenini gövde gösterisine dönüştüren ve 2003’te yollarını kesin biçimde ayırdığı Denktaş siyasetine bir anlamda iade-i itibar yaparak Kıbrıs sorununda geleneksel çizgiye dönüş sinyali veren AKP’nin durumu da ortada…

Böyle bir konjonktürde, bu siyasi aktörlerle Kıbrıs’ta bir çözüm umudu neredeyse imkânsız görünüyor.

22 Kasım ve sonrasında her şeye rağmen rüzgârın yönünü değiştirebilecek yeni bir siyasi aktöre ihtiyaç var. Aslında bu, bizim için yeni ve yabancı bir aktör de değil.

2003-2004 devrimini gerçekleştiren aktör… Kıbrıslı Türklerin ta kendisi!

Bunu söylerken elbette Türkiye’ye ve AKP’ye rağmen bir çözümden söz etmiyorum. Kıbrıslı Türklere rağmen ve onların inisiyatif almadığı bir çözümün mümkün olmadığını söylüyorum.

Adanın üzerine çöken karamsarlık havasını dağıtacak tek güç 2003-2004 devrimini yaratan; kapıları açmayı, iki toplumu referanduma taşımayı başaran Kıbrıslı Türkler olacak…

Yoksa kimsenin umuru değil çözüm mözüm… Ta ki sokak söz alsın yeniden, konuşsun…

21.01.2012

Page 226: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

450 451

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

TİYATRO

Iglesias’ın menajeri, 10 milyon $ tazminat davası açıyormuş. Gerekçe pek mühim: “Kandırıldık! Biz KKTC’yi devlet zannediyorduk oysa yasa dışı bir yapılanmaymış!” Böyle demiş İglesias’ın menajeri.

Şimdi işi geyiğe döküp, “e ne var bunda canım, Türkiye’de 74 milyon insan KKTC’yi devlet zannediyor” diyebilirim ama ne yalan söyleyeyim, Kıbrıs’ın kuzeyinde sergilenen çadır tiyatrosunun artık cin fikirli menajerlerin ağzına kadar düşmesi canımı sıktı.

Canım sıkıldı sıkılmasına ama “söyleyene değil, söyletene bak” derler bizde… Hadi arkadaş cinlik edip, üç beş tazminat koparabilirim demiş olabilir. Peki, Kıbrıslı Türklerin bu kadar aşağılanmasına çanak tutanlara ne demeli? Arkadaş hiç mi vicdanınız sızlamıyor sizin, bu kadar insanı utandırırken? Hiç mi yüzünüz kızarmıyor sadece kendinizin eğlendiği bu tiyatroyla insanları kandırırken?

Hafta sonu uçağa atlayıp kumara koşan teyzeler bile artık Ercan’a indiğinde pasaport kullanmaması gerektiğini öğrendi ama hala KKTC’yi ciddi ciddi devlet zannedenler çoğunlukta. Ne yapsın adam? Koskoca başbakanlar böyle söylüyor. Başbakanları bırakıp bana mı inansın?

Bazen pasaportunu kullanmaya kalkan şaşkınlara denk geliyoruz, hemen uyarıyoruz tabii “aman ha, pasaportuna KKTC damgasını vurdurursan, bir daha herhangi bir Avrupa ülkesinden vize almayı unut!” Tabii hoş bir durum değil, oturup ayaküstü KKTC’nin bir devlet “gibi” olduğunu anlatmaya çalışmak… Kafası karışıyor insanların, sinirleniyorlar enikonu! “Ne yani, bizi kandırıyorlar mı?” demeye getiriyorlar kuşkuyla… Israr etmenin anlamı yok, “eh buyurun kullanın pasaportunuzu” deyip geçiyoruz…

Ama Allah’tan Türk, imanı ile çıkarını karıştırmaz birbirine!

İstanbul’dan “dış hatlardan” uçağa bindiği halde nasıl olup ta “başka bir devlete” TC kimliği ile gidebildiğini de sorgulamaz. İşi görülüyor mu? Gerisinden ona ne? Hem her yerde “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” denmiyor mu? Daha ne?

Tiyatro organize! İlk bakışta devlet zannetmenizi gerektirecek ne varsa dekoruyla kostümüyle tamam. Üstelik oyunu sahneye koyan, her türlü detayı da incelikle düşünmüş. Kendinizi yabancı hissetmeyecek kadar “bizden”, başka bir devletteymiş “gibi” hissedeceğiniz kadar da küçük farklar serpiştirilmiş sahneye.

Mesela bir iniyorsun Ercan’a, “aaa! Bizim bayrak”. Evet, ama hani eskiden fotoğrafların “arabı” vardı ya, öyle… Bizimki kırmızı üstüne beyaz, KKTC’nin ki beyaz üstüne kırmızı! Ha, bir de “su” çekmişler. Altlı üstlü birer bandı var. Neyse ki kafanız fazla karışmasın diye

Page 227: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

452

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

hemen yanına da “bizim bayrağı” koyuveriyorlar. “Başka devlet” dediysek, o kadar da değil hesabı… Kıbrıs’ın Kuzeyinde yanına TC bayrağı iliştirilmeden bir bayrak çek bakalım ne oluyor! Hatırlıyorum, bir kongrede Anadolu Ajansı ciddi ciddi haber geçivermişti “CTP kongresinde Türk Bayrağı asılmadı” diye…

Canın Kıbrıs’a mı gitmek istedi. Aman efendim, hava alanında KTHY falan diye tutturmanın âlemi yok, devrediverdiydik onu zaten bir Türkiye firmasına… O da Türk, bu da Türk, atlayıver işte uçak değil mi?

Dövize mövize ihtiyaç yok! Koy cebine TL’ni git kullan rahat rahat! Bakma, ağız alışkanlığı, Kıbrıs’ın kuzeyinde hemen her şey Kraliçenin para birimiyle telaffuz edilse de, TL ile ödenir.

Görmediniz mi malum inşaat firmasının reklamlarını? 35.000 Sterling diyor adam! Bizimki de böylece “başka bir ülkede mülk sahibi” olma hissini yaşıyor. Ama sadece “his” tabii… O kadar… Yoksa başka bir ülkede mülk sahibi olmanın prosedürünü arayan yok. Gidiyorsun işte malum inşaatçının ofisine, bastırıyorsun parayı, ver kimlik fotokopini, çak imzayı, tamam! Başka ne bir soru var ne bir bürokratik engel.

Ama aslanlar gibi bir büyükelçimiz, kaleler gibi bir büyükelçiliğimiz var Lefkoşa’da. Tam Cumhuriyet Meclisi’nin karşısında niyeyse… Sola bakıyorsun, gecekondu gibi kalıyor KKTC Meclisi. Sağa bakıyorsun, TC Büyükelçiliği! Bir bina ki, breh breh! Memleketin nereden idare edildiğini şıp diye anlayıveriyorsun o an!

Türkiye Başbakanı’nın, canı istediğinde “gel bakayım şuraya, maaşın kaç liraydı senin söyleyiver gazeteci arkadaşlara” diyebildiği bir Başbakanları var Kıbrıslı Türklerin.

Yatırım mı yapmak istiyorsunuz KKTC’ye? Arıyorsunuz Mersin Valisini, hallediveriyor ne sorununuz varsa…

“KKTC ekonomisini önümüzdeki 10 yılda büyütecek önlemleri” merak ediyorsanız açıyorsunuz TC Başbakan yardımcısına bir telefon!

Sonracığıma, memleketin elektrik kurumunu özerkleştirme kararı alan Hükümete “olmuyor ama böyle, dünya özelleştirmeyi bitiriyor, siz hala özerkleştirmedesiniz kardeşim” diye ayar veren bir Büyükelçimiz var.

Canım sıkıldı dedim Iglesias’ın menajerine ama haksızlık etmiş olmayayım? Adam ya bunları görüp te kandırıldım diyorsa?

28.01.2012

Page 228: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

454 455

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ŞİŞMAN KADINI BEKLERKEN…

İşbirlikçi sağ şimdiden “bu iş bitti” gözüyle bakıyor. Tamam, Greentree’den mucize çıkmasını kimse beklemiyordu ama BM Genel Sekreteri her ne kadar sürece dair hoşnutsuzluğunu gizlemese de “bu iş bitti” demek için henüz erken.

Opera severler bilir, “şişman kadın sahneye çıkıp aryasını söylemeden” temsil bitmez… “Şişman kadın” sanıldığının aksine güçlü bir sese ve yüksek oyun kapasitesine sahip Türkiye değil. Gelin, bu meseleyi yazının sonuna saklayalım.

Kıbrıslı Türkler geride kalan 40 yıllık süreçte tek başına bitmek bilmeyen müzakereler ve değişen müzakerecilere bel bağlamanın artık bir işe yaramadığını görmüş olmalılar. Umutsuzluk, karamsarlık ve günün sonunda Kıbrıslı Türklerde “hiçbir şey değişmeyecek” anlayışının derinleşmesinden medet umanların, bence hayli erken biçimde “yolun sonuna gelindiğini” ilan edişleri can sıkıcı elbette. Ama bu, Kıbrıslı Türklerde havlu atmaya mı yol açacak yoksa “madem yolun sonuna geldik, daha fazla kaybedecek neyimiz var?” noktasına mı getirecek göreceğiz.

Bunu söylemek tatsız ama şu edilgen “Kıbrıs’ta barış engellenemez” sloganını artık terk etmenin zamanı gelmiştir belki de… Zira Kıbrıs’ta barış engellenebilir… Engelleniyor da… 40 yıldır engelleniyor üstelik ve engelleyenlere izin veren de Kıbrıslı Türklerin ta kendisi…

Eğer barış Kıbrıslı Türkler için gerçekten hayati bir mesele ise, eğer çözümden başka bir yol, başka bir seçenek yoksa, eğer mevcut durumun devamı ya da daha kötüsü, “yolun sonuna gelindi” diyenlerin muradı gerçekleştiğinde olacaklar Kıbrıslı Türkler açısından bir şey ifade ediyorsa ve hala daha “Kıbrıs’ta barış engellenemez” sloganına sarılınarak top başkalarının kucağına atılıyorsa bu işte bir yanlış var demektir…

Şurası açık ki, Kıbrıslı Türkler yapayalnız… Hani milliyetçilerin malum sloganı var ya: “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!” diye. Kıbrıs sorununun çözümü ve barış mücadelesinde ne yazık ki Kıbrıslı Türklerin, Kıbrıslı Türklerden başka dostu yok.

Türkiye’de hiç kimsenin umuru değil Kıbrıs sorunu. 1950’lerden bu yana değişip duran iktidarların Kıbrıs’ta yediği herzeler, “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” hamasetinin ötesinde Türkiye kamuoyunun derdi olmadı hiçbir zaman.

Kim ne derse desin, Türkiye kamuoyu Kıbrıs sorunu ile yaşamayı, onu dert edinmemeyi öğrendi. Sokaktaki adam için Kıbrıs, hem duygusal olarak, hem coğrafi olarak, hem stratejik ve tarihi olarak Türkiye’nin 82. Vilayetidir. Nokta! Bunun sonuçlarının ne olduğu,

Page 229: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

456 457

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ucunun sokaktaki adama nasıl dokunduğu ile kimsenin ilgilendiği yok.

Birkaç demokrat gazeteci dışında Türkiye medyası açısından da Kıbrıs meselesi can sıkıcı, “sümük gibi uzayıp giden” bir mevzu! Üstelik Türkiye medyasının en iyi bildiğini sandığı bu konuda cahil cühela olduğu bir sır değil. Hâlâ oturmuş Türkiye KKTC’yi resmen tanıyor mu tanımıyor mu tartışmasına eblehçe yanıtlar veren bir medyamız varken, neyi konuşuyoruz biz?

Kıbrıslı Rumlara haksızlık etmeyeyim diyorum ama onların da bir türlü baş edemedikleri 74 travması varken işleri zor. Tarihleriyle yüzleşmeleri konusunda hiç te istekli görünmeyen Kıbrıslı Rumlar, 74’te uğradıkları haksızlığın edebiyatıyla 40 yılı tükettiler. Sanki 74’te Türkiye’nin kafasına taş düştü, durup dururken Ada’ya çıkıverdi. Ne kadar ilerici olursa olsun, hangi Kıbrıslı Rum’la konuşsanız, lafı getirip Türkiye’nin işgaline bağlıyor. Tamam arkadaş; Türkiye geldi işgal etti. Peki, yok muydu 40 yıl boyunca bir çözüm momenti?

Sn. Hristofias Greentree’de “biz ne güzel anlaşmıştık Sn. Talat’la” derken nasıl kötü bir şaka yaptığının farkında mı acaba? Hatırlayın 2008’i, 2009’u? “Bir gram ilerleme yok” diyen kimdi Christos aşkına?

AB deseniz düşmüş kendi derdine. Yunanistan düştüğü ağır ekonomik krizde, mecali kalmamış AB’ye yamanmaya çalıştıkça Kıbrıs sorunu konusunda zaten zayıflamış elini güçlendirecek hiçbir adım atamaz durumda. Bakmayın Fransa’nın Ermeni Soykırımı atraksiyonlarına. Şu anda öyle veya böyle hiç kimsenin bir de Türkiye ile ilgili meselelere, özellikle de Kıbrıs meselesine kafa yoracak enerjisi yok.

Demem o ki, Kıbrıslı Türkler gelinen noktada “Kıbrıs’ta barışı engelleyecek ya da engellenmesine izin vermeyecek” yegâne gücün kendileri olduğu gerçeğiyle baş başa…

Yalnızlardı zaten… Artık tamamen yapayalnızlar!

Eğer birilerinin ellerini ovuşturduğu gibi müzakereler bitecek ve Kıbrıs’ta “iki devletli” bir sonuca ulaşılacaksa bunun sonuçlarıyla yaşayıp yaşayamayacaklarına bir karar vermeli Kıbrıslı Türkler.

Hepi topu 80-100 bin kişilik bir nüfusla azınlık halinde sıkıştırıldıkları Adanın Kuzeyinde tümüyle Türkiye’nin insafına kalmış bir yaşam alanı Kıbrıslı Türkler için kabul edilebilir bir formül ise, süreci başkalarının iradesine bırakmaya devam edebilirler kuşkusuz…

Ekonomik olanakları ve üretim kapasitesi tamamen yok edilmiş, kültürü ağır bir asimilasyonla artık yok olmanın eşiğine gelmiş küçücük bir toplum olarak kaçınılmaz sonu kabul edip etmeyeceğine yönelik bir karardır bu.

“İki devletli çözüm” diye önlerine konulan, Türkiye’den daha fazla nüfus aktarımı, zaten sınırlı sayıdaki ekonomik kaynakların tamamen Türkiye kontrolüne geçmesi ve günün sonunda 40 yıldır sahnelenen tiyatroya bile gerek duyulmayacak fiili ilhaktan başka bir şey değildir. Kıbrıslı Türkler böyle bir “çözümü” isteyip istemediklerine karar vermeliler.

Durum ortada. Sanayi yok. Hizmet sektörü deseniz, yok. Turizm deseniz neredeyse tamamen Türkiye sermayesinin kontrolüne geçmiş durumda. Su yok, elektrik yok, alt yapı Türkiye’nin kontrolünde. Türkiye’den gönderilmiş nüfus olmasa çalışacak iş gücü bile yok.

Yani “hem ekmek bütün olsun, hem köpek tok olsun” diyerek gelinen nokta bu…

Kim ne derse desin; Kıbrıs’ta barışı engelleyen, asıl bu kararın net biçimde verilememesidir.

Ya Türkiye’nin bugüne kadar sağladığı “öldüren konfor” devam ettirilecek ve Kıbrıslı Türkler “maaşı al, çeneni kıs” politikasında devam edip “tatlı tatlı” yok olacaklar. Ya da çok ağır ekonomik sıkıntıları, mevcut standartların çok ama çok gerisine düşmeyi göze alarak “bu topraklar, aç kalmak pahasına benim, geleceğime de ben karar veririm” diyecekler…

İşin ucunda derin tarihsel, kültürel, ekonomik ve sosyal bağlarla bağlı olunan büyük bir bölgesel gücün karşısına dikilip “seninle eşitlik temelinde iyi ilişkiler istiyorum. Ama sen 400 yıldır koruduğum varlığımı tehdit ediyorsun. Ve ben bunu reddediyorum” diyebilme cesaretini gösterebilmek ve bu cesaret gösterisinin sonuçlarına katlanmak var…

Ben o müthiş gösteriyi 2003’te, 2004’te İnönü Meydanında görmüştüm… Sonra geçen yıl bir kış gününde çıktı ortaya…

Uzun süredir ortalıkta yok… Ama ben o şişman kadını bekliyorum hala… Henüz o çıkıp kararını duyurmadı. Hele bir çıksın bakalım… Ne diyecek?

04.02.2012

Page 230: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

458 459

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

FARK VAR!

Kıbrıs’taki çözümsüzlük “iradesi” sadece çözüm yanlısı sol kamuoyu tarafından tedirginlikle izlenmiyor, on yıllardır biat kültürüne entelektüel katkı sağlayan sağ kalemlerde de benzer ruh halini görmek mümkün.

Tabii onların tedirginliği yaygınlaşan “bu iş bitti” havasıyla iyice körüklenen beklentilerinin, artık nihai bir bölünmeyle “taçlandırılacağı” güne duydukları sabırsızlıktan kaynaklanıyor olmalı.

Özellikle Türkiyeli okuyucuya en azından şu sıralar Kıbrıs konusunda yazan milliyetçi kalemleri dikkatle izlemelerini tavsiye ediyorum. Zira bunca zamandır Kıbrıs’ın Kuzeyinde sergilenen tiyatroyu anlatmaya çalışan sol aydınlardan hiç kuşkusuz çok daha güvenilir buldukları sağ kalemler hayli ilginç şeyler anlatıyorlar bu günlerde…

Aslında bayılırım polemiğe. Okudukça içimdeki hınzır şeytan “dürt kendilerini” deyip duruyor ama kimin kim olduğunu keşfetme keyfini okuyucuya bırakmam gerekiyor. En azından şimdilik…

“Türkiye KKTC'nin tanınmasına koyduğu ambargoyu kaldırmadığı sürece Kıbrıs'ta eşitler arası barış/çözüm görüşmesi, dolayısıyla adada çözümü getirecek, barışı getirecek bir anlaşmaya ulaşılması hayal olmaya devam edecektir.” diyerek söze giren ve benim en ciddiye alıp ilgi ve beğeniyle izlediğim yazarlardan biri, bizim yıllardır anlatmaya çalıştığımız bir gerçeği “cuk” diye yazısının içine gömüvermiş:

“1975-77 ve hatta 1983’de olamadı… Hem Türkiye kendi sorunları ile uğraşıyor, başını su üstünde tutmaya gayret ediyordu, hem de Kıbrıs Türkleri zaten “devlet kurar gibi” yapmışlar, KKTC anayasasına bile otonom devlet ilanında, federe devlet anayasasında olduğu gibi “biz esasında şaka yaptık, bu devlet sahici değil, gün ola biz Rumlarla birleşeceğiz, bu devlet de onun ilk adımı” gibi özel bir madde konulmuştu… Şaka mı? Eh, şaka gibi acı bir hakikat! Eğer en baştan “biz zaten ciddi değiliz devlet ilanımızda” derseniz ve de üstelik dayanışma duygularıyla birkaç saat içinde tanıma kararı alan iki ülkeye de “Aman ha, ciddiye almayın. Kıbrıs Türk devletini tanıma zamanı gelirse biz size haber veririz; tanıma kararını lütfen geri alınız” derse Ankara, gerisi hikâye…”

Bizce “malumun ilanı”, Türkiyeli okuyucu için ise şaşırtıcı sayılacak bu satırların saygıdeğer yazarı, Türkiye’nin er ya da geç bu “mış gibi” oyunundan gerçek bir hamleye yönelmek zorunda kalacağını söylüyor haklı olarak. Doğrudur, Türkiye artık “kabak tadı” veren bu 40 yıllık tiyatroyu sürdüremez. Yeni olan şey, milliyetçi kesimin kabağın tadını şimdilerde almaya başlamış olmasıdır… Biz alıştık

Page 231: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

460 461

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

da, onların “seçkin” damakları bu tada ne kadar tahammül eder bilinmez…

Gelelim öbürlerine…

Sabırsızlık gözünü karartır insanın. İçinde bulunduğu durumdan bir an önce kurtulabilmek için tehlikeli sularda kulaç atmaya başlarsa hele, geri dönüşü de pek mümkün olmayabilir.

Yakın zamana kadar AKP’ye verip veriştiren adadaki milliyetçilerin şimdilerde keskin birer AKP muhibbi olmalarındaki hız baş döndürücü. Arşivler orada dururken, adadaki milliyetçilerin AKP’ye sövgülerini dökmek için tek bir “tık” yeterliyken aslında fazla da söze gerek yok. Ya AKP’nin ya da ruhu Ötüken rüzgârlarıyla şişenlerin bir durum değerlendirmesi yapıp yapmayacakları kendi meşrepleriyle ilgili bir meseledir sonuçta. Ama genlerindeki iflah olmaz işbirlikçilik, yeni konjonktürde AKP’nin bile tahayyül edemeyeceği, ifrata kaçmış bir biata dönüştü. Dikkat! Biatta ölçüsüzlük sadece kendilerini ateşe atmaz. Yoksa bırakın, odun taşıyadursunlar kendi cehennemlerine!

AKP, daha düne kadar kendisine sövüp duranların şimdi el pençe divan, methiyeler düzmesini garipsemeyecektir kuşkusuz. Lâkin el insaf! Amerikancılıkla, şeriatçılıkla, KKTC’yi satmakla suçladıklarınız karşısında bu kadar gerdan kırmak ta az buz mide istemez hani! “Türk’tüler, İslam’ı keşfettiler, oldu mu sana Türk-İslam sentezi?” diyerek gülüp geçmek mümkünse de, bunun hası ve kısık ateşte pişmişi Türkiye’de var zaten yahu?

Olur da, arsızlığı ele alıp “siz de AKP’yi destekliyordunuz, ne oldi?” demeye kalkacak olan varsa söyleyeyim: Biz ne kandırıldık ne de çark ettik. Milliyetçi-muhafazakâr bir parti olduğunu bilerek, AKP’nin Kıbrıs’ta ve Türkiye’de olumlu gördüğümüz adımlarını destekledik. Bu öyle ufak tefek bir “nüans” değil, sizinle aramızda oldukça kalın ve bizi farklılaştıran çizgidir.

Sizler ideolojik olarak “Amerikancılıkla, şeriatçılıkla” suçladığınız AKP’nin dümen suyuna girerken bizler; AKP “siyaseten” geriledikçe, Kıbrıs’ta vilayetleştirme, Türkleştirme ve İslamlaştırma operasyonuna kalkıştıkça, Türkiye’de otoriterleştikçe onunla aramızdaki mesafeyi açıyoruz.

Bizler Türkiye’de bir siyasi partinin İslami hassasiyetlerle var olabilmesini, toplumun 87 yıl boyunca ötekileştirilmiş unsurlarına da siyaseten hayat hakkı tanınmasını “ilkesel” bir tutum olarak gördük. Sizler ise geçmişin mazlumları, muktedir olduğu ve zalimleştiği ölçüde “pozisyon” aldınız.

Sizler Kıbrıs’ta ve Türkiye’de bu coğrafyayı kana ve acıya boğan sorunların çözülme ihtimalinden nefret ederek nefret öznesi haline getirdiniz AKP’yi. Bugün kendi nefretinizle şeytanlaştırdığınıza biat etmektesiniz.

Ölçü, bu topraklarda temiz demokrasi ve özgürlük rüzgârlarının estirilmesi, bu topraklarda yaşayanların özgür, mutlu ve başı dik yaşayabilmesidir bizim için. AKP ile bizi yakınlaştıracak ya da uzaklaştıracak başka bir pusulamız yok bizim…

Adadaki ve Türkiye’deki milliyetçilerle meselemiz tam da budur…

OKUYUCUYA NOT: Sevgili okuyucu… 2 yılı geçti, Yeni Düzen sayfalarında buluşuyoruz seninle. Uzayan ilişkiler tatsız evliliklere dönüşmemeli. Belirli aralıklarla sevgili Cenk’e yönelttiğim bir soruyu bu kez sana sormanın zamanı geldi. Tamam mı, devam mı?

11.02.2012

Page 232: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

462 463

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BİZİM OĞLAN SENDROMU

70’lerin sonlarından 80’lerin ortalarına kadar “Amerikan Pazarı” vardı Tophane’de. Bizde üretilmeyen ne varsa bulunurdu üç aşağı beş yukarı.

Türkiye’de o günlerde Jean nerede? Şansı yaver gidenler, bitli turistlerin kıçından eski püsküleri alıp üstüne düz dünya para vermeye hazırdı o günlerde. “Beyazlamışı” makbuldü. Hatırlarım, abilerimiz denize “kotla” girer, plaj kumuyla beyazlatmaya uğraşırdı pantolonları.

“Avrupa’dan gelmiş” çikolata ve şekerlemeler, oyuncaklar, giysiler ve tabii hemen her köşe başına zulalanmış “tombalacılardan” alınan yabancı sigaralar pek makbuldü. Zavallı Maltepe’nin, Samsun’un karşısına afili ambalajları, yaldızlı filtreleriyle çektiniz mi Amerikan sigaralarını, havanızdan geçilmezdi.

Malın yabancısı kadar adamın da yabancısı makbuldü. Yabancı uzmanlar, kendilerinden emin halleriyle elleri ceplerinde “dünyanın tecrübesini” şıp diye önümüze koyuverirlerdi. İnternet yok tabii o zamanlar. Bilgiye ulaşmak, aylarca maden kazıp birkaç gram altın bulmak gibi bir şey! Yurt dışından kitap, gazete bulacaksın, getirteceksin, okuyacaksın da… Gavur dediğin durmuyor ki? Sen daha bir kitabı bitirip, hazmedip cakasını satamadan elin oğlu yeni beş tanesini yazıvermiş! Şimdi dünyanın en akla gelmedik köşesindeki en akla gelmedik fikre bir “tık”la ulaşabiliyor, okuyabiliyor, tartışabiliyorsun ya, bundan sadece 10-15 yıl öncesine kadar böyle miydi ya?

Yabancı olanı koşulsuz beğenmek, yerli olanı koşulsuz küçümsemek, en milliyetçi ailelerde bile gözlenebilen tuhaf bir Türk âdetiydi.

Ben buna “bizim oğlan sendromu” diyorum. Böyledir, “bizden” saydıklarımız, ciğerini bildiğimize inandıklarımız, içimizden çıkanlar, ağızlarıyla kuş tutsalar bir türlü rüştlerini ispatlayıp “adam yerine” konulmazlar. Yabancıya karşı gösterilen hoşgörü ve anlayış, “bizim oğlanlardan” esirgenir. En küçük bir hataları bile “beklenen beceriksizliklerine” kanıt kabul edilip, kazayla verilen şans anında, üstelik hayli kabaca geriye alınır.

Türkiye’de bu adet hanidir terk edildi. Özal döneminin o kanırta kanırta gerçekleştirilen uluslararası sermaye ile bütünleşme operasyonunun acıları içerisinde küresel rekabette kendilerini varlamayı büyük ölçüde öğrendi Türkiyeliler. Sadece ekonomide değil, hayatın her alanında dayak yiye yiye kazanılan bir özgüven oluştu.

70’lerin, 80’lerin Türkiye’sinde bırakılan “bizim oğlan sendromunun” izlerini Kıbrıs’ın Kuzeyinde hâlâ görmek mümkün. Kıbrıslı Türk’ün Kıbrıslı Türk’ü küçümseyişinin, adam yerine koymak demeyelim ama ciddiye almayışının bir çok örneğine tanık oluyorum zaman

Page 233: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

464 465

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

zaman. Küçük toplum, herkes herkesi tanıyor, herkes herkesin hangi koşullardan geldiğini, tabiri caizse “cemaziyellevelini” biliyor. Bu “bilgi”, Kıbrıslı Türkler arasında kişinin kendisini var etmek için didine didine harcadığı emeği sıfırlıyor çoğu kez. Ve ne yazık ki, sırf bu yüzden pek çok değerli beyin başka diyarlarda var olma savaşı veriyor.

Kıbrıslı Türklerin yayınladığı bir gazetede, hasbelkader bir köşe kapmış Türkiyelinin bunları söylemesi tuhaf gelebilir belki ama emin olun, bu satırların yazarı işgal ettiği köşenin aslında bir Kıbrıslı Türk’ün hakkını gasp etmek anlamına geldiğinin fazlasıyla farkında. Neyse ki kendimi bir “konuk yazar” olarak görüyor ve yerimi her an Kıbrıslı Türk bir kaleme terk etmeye hazır bekliyorum…

Hepitopu 80-100 bin kişiye düşmüş bir toplumun elbette bağnaz milliyetçiliğe kapılmadan, kendi değerlerine sahip çıkması hayati bir önem taşıyor. Ülkeyi terk etmek zorunda kalan her genç beyin, Kıbrıslı Türkler açısından doldurulması mümkün olmayan bir boşluk yaratıyor. Bu beyinlerin başka diyarlara göçmesinin engellenmesi lâzım. Ama bu; devlet politikalarından da önce, toplumun içselleştirmesini, kendi değerlerini önemsemesini ve daha da önemlisi onları kullanmasını gerektiriyor.

Birçok Kıbrıslı Türk akademisyenin, sanatçının, entelektüelin, girişimcinin küstürülerek yurt dışına kaçmak zorunda bırakıldığını biliyorum. Ağır, çok ağır bir haksızlık bu! Ve biliyor musunuz ki aslında bu haksızlık, hangi ülkede olursa olsun her koşulda ekmeğini çıkartabilen o genç insanlara karşı değil; bizzat Kıbrıs Türk halkına, Kıbrıs Türk kültürüne, Kıbrıs Türk ekonomisine ve toplumun geleceğine karşı yapılmış bir haksızlık!

Pek çok kültür-sanat, akademik ya da ekonomik organizasyonda, etkinliğin “ciddiyeti” Türkiye’den gelen katılımcılarla ölçülüyor. Ya Kıbrıslı Türk şairler, yazarlar, ekonomistler, bilim insanları? “Ha onlar mı, canım onlar bizim oğlan nasılsa!”

Reklam sektörü örneğin… Tamam, Türkiye reklamcılık alanında dünyada gerçekten önemli bir yere sahip artık. Ama sanıyor musunuz ki eğer Türkiye kendi reklamcılarını, kendi iletişimcilerini, kendi entelektüellerini tepe tepe kullanmasaydı sektör bu kadar gelişebilirdi? Siyasi parti kampanyalarının bile bütünüyle Türkiyeli reklamcılara teslim edildiği, genç Kıbrıslı Türklere şans tanınmadığı bir iklimde bu hegemonya nasıl kırılabilir?

Akademik dünyada örneğin… Zaten Kıbrıslı Türk Üniversitelerin boğazının bizzat Türkiye tarafından sıkıldığı, Türkiye Üniversitelerinin adanın potansiyeline acımasızca hücum ettiği bir ortam yaratılmışken ve bütün üniversiteler Türkiye’den akademisyen ithal etmeyi marifet sayarken, Kıbrıslı Türk akademisyenlerin ne yapması bekleniyor?

Kaçıp gitmekten başka?

Kültür-Sanat alanında da durum farklı değil. 100 binlik bir nüfusta sayıları iki elin parmağını geçmediği halde canından bezdirilen şairlere, yazarlara, tiyatroculara, sinemacılara yazık değil mi?

Sakın ola ki, “Kıbrıslı Türkler içe dönsün, Türkiye’nin ve dünyanın değerlerine kapalı olsun” dediğim sanılmasın. Aksine, olabildiğince dünyaya açık ve fakat kendi potansiyelini de sonuna kadar kullanmayı bilen bir toplumsal algının ve alışkanlığın oluşturulmasından söz ediyorum.

Var oluş nerede biter, yok oluş nerede başlar?

Kıbrıslı Türklerin biraz da bunlar üzerinde düşünmesi, kendi değerlerini pamuklara sarıp onların pırıltılarından daha fazla yararlanması gerekmiyor mu?

18.02.2012

Page 234: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

466 467

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

GERİ SAYIM…

Hastanın durumu artık umutsuz bir hal aldığında, son günlerini huzur içerisinde geçirmesi için evine gönderirler. Çaresizlik ve keder içerisindeki hasta yakını doktora son bir umutla “ne yedirelim, ne içirelim” diye sorduğunda, doktorun cevabı malum: “Ne yerse yesin!”

Kıbrıs sorununda hızla “ne yerse yesin” noktasına doğru gidilmekte olduğunu söyleye söyleye dilinde tüy bitti insanların. Dün sevgili Cenk Mutluyakalı ve Sami Özuslu’nun artık feryada dönüşen yazılarını okurken; çaresizlik duygusuna teslim olunması halinde Kıbrıslı Türklerin ve dolayısıyla da Türkiye’nin başına sardırılacak belanın bizleri sürükleyeceği bilinmezliğin bir kez daha farkına vardım. Cenk ve Sami sadece gazetecilik yapmıyorlar. Aynı zamanda yurtseverliğin sorumluluğuyla Kıbrıs Türk toplumunu var güçleriyle uyarmaya çalışıyorlar.

“Bu sorun ilanihaye sürdürülemez, BM ve AB adanın bölünmesine izin vermez” diyen iyimserlere ve “Bu sorun ilanihaye sürdürülemez, Ada fiilen bölünmüştür artık, iş sadece bu bölünmenin kalıcı ilanına kalmıştır” diyen kötümserlere rağmen üçüncü bir yol var: Bu sürece hala müdahale edilebilir.

40 yıldır süren çözümsüzlük BM’i, Avrupa’yı, Türkiye ve Yunanistan’daki aklıselim insanları bezdirmiş olabilir. Kim ne hisseder ve ne yaparsa yapsın, asla havlu atamayacak olanlar Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlardır. Çünkü bölünecek olan onların yurdudur. Kalıcı biçimde karartılacak olan onların hayatlarıdır.

Kıbrıslı Rumlar, geleceği şimdiden soru işaretleri ile dolu hale gelmiş olan Avrupa Birliği’nin parçası olma rehaveti ile bölünmeyi sineye çekmiş görünseler de, “ikiye bölünmüş bir yurda” razı olmanın hesabını kendi gelecek nesillerine vermekte güçlük çekecekler. Zira yurdun bir parçasından AB rüşvetiyle vaz geçmiş olmak gibi aşağılık bir ihanetin hesabı bugün değilse bile yarın sorulacaktır mutlaka. Kıbrıslı Rumlar açısından durum tam da budur. Karanlık bir dönemde faşist darbeciler kendi halklarına karşı suç işlemişler ve bu suçun bedelini yine kendi halklarına ödetmişlerdir. 1963’ten 1974’e kadar geçen süreçte teslim olunan Rum faşizminin bedeli, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin parçalanması ve ülkenin Kuzeyinin yabancı bir gücün işgaline teslim edilmesidir.

Kıbrıs Rum halkı 1974’ten bugüne “yurdum” diyemedikleri Kuzey Kıbrıs’tan AB rüşveti uğruna vaz geçiyorsa, elbette bunun hesabını kendi gelecek kuşaklarına vermek zorunda kalacaklardır. Sn. Hristofyas başta olmak üzere, Kıbrıslı Rum siyasetine yön verenlerin tam da bu noktada bir kez daha, bir kez daha düşünmeleri gerekir. Ama onlardan daha çok kendisini yurtsever olarak nitelendiren Kıbrıslı Rumlar… Onlar düşünmeli ve Adanın bölünmesine karşı

Page 235: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

468 469

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kıbrıs’ın Kuzeyinde mücadele verenlere katılmalıdırlar. Aldığım maillerden, Kıbrıs’ın güneyinde de okunduğumu biliyor ve oradaki aklıselim insanlara bu hatırlatmayı yapmayı sorumluluk kabul ediyorum.

Kıbrıslı Türkler, sadece kanlı iç savaşın kurbanı olmadılar. Liderliklerinin kendilerini adım adım sürüklediği bir macerada adanın kuzeyine sıkıştırılmakla da kalmayıp, kimliklerini, varlıklarını yitirme noktasına geldiler. Kıbrıslı Rumlar kadar da şanslı değiller üstelik. Çünkü hiç tahmin etmedikleri bir yerden, en güvendikleri, sırtlarını dayadıkları güç tarafından vuruldular sırtlarından. Kurtarıcının tecavüzü kadar yıkıcı bir travma yoktur çünkü yeryüzünde!

Ama mağduriyet üzerine dizayn edilemez hiçbir hayat. Ya mağduriyete yol açan durum kabullenilir ya da mağduriyete yol açan ne varsa yıkılır geçilir.

Eğer mağduriyetten kurtulmak için çok geç deniyorsa, eğer mağduriyet artık bir yaşam biçimi olarak kabul ediliyor ve kimliksiz, kişiliksiz bir topluma dönüşmek, tıpkı Kıbrıslı Rumların AB rüşvetine razı olması gibi içselleştiriliyorsa bundan böyle hiç kimsenin söyleyeceği bir söz de kalmayacaktır. Elbette ta ki çocuklarınız sizden bunun hesabını sorana kadar…

Kıbrıslı Rumlar AB rüşvetine razı gelip ülkenin kuzeyinden vaz geçtiyse, Kıbrıslı Türkler de Türkiye’nin parasına, gücüne dayanıp ülkenin güneyinden vaz geçiyor. Kıbrıslı Rumlar Türkiye korkularına teslim olurken, Kıbrıslı Türkler de Türkiye’ye biat ediyor. Her iki toplumun son 40 yılına damgasını vuran kuşakların bu açıdan birbirlerinden farkı yok ne yazık ki!

Kalıcı bölünmenin ilanı, en kötü çözüm, çözümsüzlükten iyidir düşüncesiyle birilerini hayal dünyasına taşıyor olabilir. “40 yıldır adanın kuzeyinde zaten “uydu” bir oluşum var, bundan daha kötüsü ne olabilir ki?” deniyor ve bu düşünceyle teslim bayrağı çekiliyorsa hemen söyleyeyim: Kalıcı bölünmenin ilanı Kıbrıslı Türkler açısından kesin ve net bir ölüm ilanı anlamına gelecektir. Bugüne kadar BM ve Avrupa endişesiyle yapılamayan, ya da ürkek biçimde yeltenilen ne varsa artık alenen ve tahmin edilemeyecek kadar hızlı bir oldu bittiyle gerçekleşecektir. Ve bu sanıldığı kadar imkânsız, sanıldığı kadar uzak bir ihtimal de değildir. Zira Avrupa ne artık eski Avrupa, Türkiye ne artık eski Türkiye’dir. Kıbrıslı Türklerin ne olup bittiğini anlamaya bile zamanı olmayacaktır.

Her fırsatta söylüyorum. Türkiye kamuoyunun, Türkiye medyasının, Türkiye siyasetinin Kıbrıslı Türkleri umursadığı yok. Hatta daha da acı ve daha sert bir şey söyleyeyim. Kıbrıslı Türkler, Türkiye kamuoyu, Türkiye medyası ve Türkiye siyaseti için can sıkan, sorun

çıkartmaması beklenen ve gerekirse tepesine vurulmakta sakınca görülmeyen sivrisinekler kadar rahatsız edici bir ayrıntıdan başka bir şey değildir.

Devletle, siyasetle iç içe geçmiş ve varlığını bunlara bağlamış Türkiye medyasının Kıbrıslı Türkleri dinlemek ve orada olup bitenlerin Türkiye’nin de geleceğini etkileyecek sonuçlarını değerlendirmek gibi bir feraseti yok. Türkiye kamuoyu ise zaten önüne konulandan gayrısına bakabilme yeteneğine hiçbir zaman sahip olmadı. Ve bütün bu “elverişli iklim” Türkiye siyasetinin işine yarıyor.

40 yıl boyunca Kıbrıslı Türklerin kimyasını değiştirerek oluşturulan hükümranlık alanı, Türkiye siyasetinin tıksırıncaya kadar nemalandığı bir sofradır çünkü. Askeriyle, siyasetçisiyle, derin güçleriyle 40 yılda yaratılan gri alanda kimsenin hesap sormadığı, soramayacağı bir çıkar çarkından kimse kolaylıkla vaz geçeceğe benzemiyor. Bu yüzden Kıbrıslı Türklerin çığlığı İstanbul plazalarında yankı bulamıyor. Türkiye kamuoyu da bu kayıtsızlığının bedelini ödeyecek elbette…

Geri sayım sürerken Kıbrıslı Türkler yapayalnız! Bu yalnızlık ya teslimiyete ya da son bir gayret onurlu bir mücadeleye kapı aralayacak. Hepimizi geri dönülmez bir gafletten uyandırmak, hepimizi sarsmak ve kendimize getirmek için…

Zaman öyle az ki…

25.02.2012

Page 236: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

470 471

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

AKP’YE RAĞMEN…

Kıbrıslı Türkler AKP’ye ve Türkiye’ye rağmen kimliklerini, varlıklarını koruyabilir mi?

Kıbrıs’ta AKP’ye ve Türkiye’ye rağmen siyaset yapılabilir mi?

Kıbrıs solu, AKP’ye ve Türkiye’ye rağmen politika üretebilir ve Kıbrıs Türk halkının geleceğini belirleyecek güç ve yetkiye kavuşabilir mi?

Günün sonunda AKP’ye ve Türkiye’ye biat eden, onunla “uzlaşmayı” zorunlu kılan bir siyasetten gayrı çıkış yolu yok mu?

Kıbrıs’ta gerek gazete sayfalarında gerek siyasi parti kulislerinde bu tartışmaların artık utangaçlığı da bir yana bırakarak yüksek sesle dillendirilmeye başlandığını görüyorum.

Siyaset üretirken elbette her şey tartışılabilir, tartışılmalıdır da. Ama kimse kusura bakmasın, siyasi önermeler üretirken ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması, söylediklerimizin önünü sonunu düşünmemiz ve sorumluluk duygusuyla hareket etmemiz gerekir. Bu sadece siyasi koltukları işgal edenler için değil, gazete köşelerini işgal edenler için de akılda tutulması gereken bir sorumluluk olsa gerektir.

Lozan Antlaşması çok açık ve net biçimde Türkiye’nin Kıbrıs Adası üzerinde hiçbir hak iddia etmeyeceğini ilan etti. Bugün bazı hamaset erbapları Kıbrıs’ı Türkiye’nin “mütemmim cüz’ü” olarak ifade ederken ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor olabilir. Ama siz, Lozan’ı tartışmaya açmadan “Kıbrıs Türk’tür” diyemezsiniz.

Lozan’ı tartışmaya açıyorsanız eğer, iş değişir. O zaman da Misak-ı Milli ile çizilen siyasi sınırlarınızı tartışmaya açmış olursunuz ki, o pirincin taşını ayıklarken hayli başınız ağrır.

Neden söylüyorum bunu? Kıbrıslı Türkler 1923’ten Türkiye’nin Kıbrıs’la yeniden ilgilenmeye başladığı 1950’lere, Adaya müdahale ettiği 1974’e kadar Türkiye olmadan da kimliklerini, dillerini, dinlerini, kültürlerini koruma becerisini gösterdiler.

Türkiyesiz becerilen bir var oluş, eğer mesele buysa, bundan sonra da Türkiye’ye rağmen de becerilir. Üstelik bugün çok daha iyi becerilir.

Mesele “Türkiye’ye rağmen” bir var oluş meselesi değildir. Gerek Türkiye’nin gerek Kıbrıslı Türklerin ortak çıkarları temelinde ilerleyen bir var oluş hattının belirlenmesi meselesidir. Türkiye’nin anlamadığı ve anlamak istemediği bu gerçeğin Kıbrıslı Türkler tarafından doğru tanımlanması ve ifade edilmesi bunun için her zamankinden daha fazla önem kazanıyor.

Page 237: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

472 473

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Kıbrıslı Türkler ile Türkiye karşılıklı saygı ve eşit ilişkiler temelinde bir çözüm ortaklığı geliştirmediği sürece, bu ilişkiden ne Türkiye ne de Kıbrıslı Türkler kazançlı çıkamayacak. Gelinen noktada bunun artık bir “orta yolu” da yoktur.

Madem ki Türkiye 1923’te Kıbrıs’ı Misak-ı Milli sınırları dışında tutmuş, madem ki 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü olmuş, madem ki 1974’te “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü ve anayasal düzenini korumak adına” Adaya müdahale etmiş, madem ki 74’ten bu yana Adadaki askeri varlığını “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti kurulana kadar, Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağlamak” üzere anlamlandırmıştır, iki kere ikinin dört ettiği kadar açık bir gerçek vardır:

Nasıl ki Kıbrıs’ta iki ayrı toplum, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler bulunuyor, Türkiye ile Kıbrıs ta iki ayrı devlet, Kıbrıslı Türkler ile Türkiyeli Türkler de iki ayrı halktır. Ve iki ayrı halkın, iki ayrı ülkenin olduğu yerde çıkarlar zaman zaman örtüşür, zaman zaman çatışır.

Büyük bir bölgesel güç olan Türkiye’nin çıkarları Kıbrıslı Türklerin çıkarlarıyla her zaman örtüşmeyebilir. Tam da bu noktada Kıbrıslı Türkler “yanlarında” büyük bir bölgesel güç olduğunu ve fakat bu gücün çıkarlarının her zaman kendi çıkarlarıyla örtüşmeyebileceği gerçeğini kabul ederek hareket etmek durumundadırlar. Siyaset işte bu noktada devreye girer.

Kıbrıs Türk siyaseti, Türkiye’ye “koşulsuz biat” ile değil, karşılıklı iş birliği ve çıkarların örtüştürülmesi yönünde politika üretebilme yükümlülüğünü taşırken, o büyük güç karşısında kendi toplumsal varlıklarını ezdirmeme, uydulaştırmama, milliyetçilerin sevdiği sözle “yama etmeme” sorumluluğunu da taşıyorlar.

Kıbrıslı Türkler “Rumlara yama olmamalıdır” evet… Ama Türkiye’ye de yama olmamalıdırlar! Milliyetçi hamaset ile “yurtsever bilinç” arasındaki kalın çizgi budur!

Türkiye nasıl büyük bir güç ise, AKP de 2002’den bugüne Türkiye’nin en büyük siyasi gücü olarak ortaya çıktı. Ancak AKP demek Türkiye demek değildir.

Demokratik bir ülkede siyasi partiler iş başına gelir, belirli bir dönem siyaseti belirler ve günü geldiğinde halkın iradesi doğrultusunda iktidarı başka bir siyasi anlayışa teslim ederler. Türkiye’de de bu böyledir.

2002 öncesinde Türkiye’de çok sayıda siyasi iktidar yaşandığında Kıbrıs’taki siyasi partiler, her gelen Türkiye iktidarına göre kendi siyasetlerini şekillendirmediklerine göre, bugün de hiçbir siyasi

partinin AKP ile “uyumlulaşma” adına AKP politikalarına teslim olması beklenemez.

AKP ile iyi ilişkiler kurmak, AKP’nin özellikle 2008’den itibaren yalpalayan, tutuculaşan Kıbrıs siyasetine biat etmek, onun yörüngesine girmek, onunla kavga etmemek adına dayatmalarını kabullenmek anlamına gelmez. Aksine hem Türkiye’ye hem de AKP’ye karşı gösterilecek en iyi dostluk, AKP’nin Kıbrıs siyasetini oluşturmasına “bağımsız, karakter sahibi, bilgilendirici ve yönlendirici” bir duruş sergilemektir.

2002’de iş başına geldiğinde konjonktürü iyi okuyan ve uyum sağlayan AKP, Türkiye’deki pozisyonunu güçlendirdikten ve uluslararası alanda Türkiye’yi önemli bir role taşıdıktan sonra belki sahip olduğu gücün esrikliğiyle, belki bir kısım Kıbrıs Türk siyasetinde beliren “AKP neylerse doğru eyler” anlayışının da etkisiyle Kıbrıs sorununda “tek başına” hareket etme yoluna gitti. Buna “Kıbrıs’ta Türkiye’ye ve AKP’ye rağmen siyaset üretilemez” diyenler de katkı koydu. Oysa Türkiye ve AKP’ye şunun da anlatılması gerekir: Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklere rağmen bir şey yapılamaz!

Türkiye ve AKP Kıbrıslı Türklerin “düşmanı” değil, çözüm ortağı olarak algılanır ve bu algıyı pekiştirecek bir strateji izlenirse, ortak akıl, ortak çıkarlar ve ortak kazanımlar devreye girebilir. Ancak bu strateji ile Türkiye’nin ve AKP’nin Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklere rağmen, dayatmalarla bir sonuca varamayacağı gerçeği kavratılabilir. Sadece Türkiye’ye ve AKP’ye de değil… Her şeyden ve herkesten önce Kıbrıslı Türklere…

Dik duruş, özgür ve özgün siyaset özellikle de Kıbrıs Türk solu için bir varlık yokluk meselesidir.

“Aman kavga etmeyelim, aman uyumlu gidelim” adına Türkiye’nin ve AKP’nin kuyruğuna takılmak yerine, Türkiye ve AKP ile dostça, kendi kimliğinin, özgür ve özgün duruşunun altını çizerek yaklaşmak, bu doğrultuda etkili siyaset üretimine yönelmek Kıbrıs solunun sadece Kıbrıslı Türklere karşı değil, Türkiye’ye ve dünyaya borcudur.

Dostlar her zaman her konuda aynı düşünmek zorunda değildir. Önemli olan dostluğu sürdürüp sürdürmek istemeyeceğinizdir. Dostluk sağlamsa ki sağlamdır, korkmayın kendi sözcüklerinizle konuşmaktan.

02.03.2012

Page 238: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

474 475

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

İNADINA ÇÖZÜM! İNADINA FEDERASYON!

Heceleyerek te, hecelemeden de okuduğumuz demecinde Egemen Bey açık ve net biçimde şu mesajı veriyor: “Türkiye için çözüm önceliklidir! Eğer çözüm olmazsa KKTC’nin Türkiye’ye bağlanması da bir seçenektir”

Henüz müzakere aşamasında, üstelik Sn. Eroğlu gibi daha en baştan gönülsüzlüğünü ortaya koymuş bir liderliğin yürüttüğü müzakere sürecinde Türkiye’nin AB Bakanı’nın böyle bir demeç vermesi talihsizlik olabilir. Ama iyi tarafından bakın olaya: Çözüm olmazsa ne olacağını biliyoruz artık!

Egemen Bey, bilinçli ya da bilinçsiz, Kıbrıslı Türklere ve Rumlara eğer çözüm yönünde kararlı ve ciddi adımlar atılmadığı takdirde günün sonunda ne olacağını söylüyor. Hatta hani her şeyde bir hayır var ya; hayırlı bir uyarıda bulunuyor Egemen Bey, herkesin aklını başına devşirmesi için.

Bu demeç diplomasi koridorlarında ciddiye alınmayabilir ama iç siyasette çözüm karşıtlarını cesaretlendirici sonuçları nedeniyle bizim açımızdan ciddi ve önemlidir. Nitekim milliyetçi hamaset erbapları öylesine heyecanlandılar ki bu demeçten, üç koldan saldırıya geçtiler bile.

Milliyetçi söylemin özünde işbirlikçilik ve ihanet olduğunun sayısız örneğine tanıklık ederek büyüdü bizim kuşak. Yıllar geçti, çağ değişti ama bunların rezillikteki ölçüsüzlüğü değişmedi.

40 yıl boyunca “egemenliğim, bağımsızlığım, devletim” repliğini tekrarlayıp duranlar, başka bir ülkenin bakanının, “gerekirse ilhak ederiz” sözünü sineye nasıl çekebildiklerinin hesabını vermeden, çözüm ve federasyon isteyen yurtseverleri “Rum sempatizanlığı” ile suçlama şuursuzluğuna kadar vardırdılar işi…

Bunlar değil miydi “ya taksim, ya ölüm” sloganını atanlar?

Bunlar değil miydi çözüm ve federasyon isteyenlere 40 yıl boyunca kan kustururken “Egemenliğimiz, bağımsızlığımız, devletimiz için bedel ödedik. Kimseye yama olmayız” diye nutuk atanlar?

Taksimden murat, adayı ikiye bölüp iki ayrı devlet kurmak sanıyorduk. Hani bu bile daha saygın bir davranıştı en azından. Hiç değilse “ayrılıkçı milliyetçilik” üzerinden tartışırdık meseleyi!

Ama durum daha vahim! Ayrılıkçı bile değiller, Türkiye’nin 82. Vilayeti olmaya fit beyzadeler!

Egemen Bey’inki sonuçta siyaseten bir gaf olarak değerlendirilebilir ve Türkiye açısından telafisi de mümkündür.

Page 239: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

476

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Ya ihanet ve işbirlikçiliğin telafisi? İşte o yok maalesef!

Milliyetçilik kisvesi altında ihanet ve işbirlikçilik yapanların, Kıbrıslı Türklerin en ağır koşullarda bile varlıklarını koruma refleksi gösterdiğini, yıllardır “siyasi eşitlik temelinde” çözüm ve Federasyon mücadelesi verdiğini ve bundan vaz geçmenin yok olmakla eşdeğer görüldüğünü kafalarına çakmasının zamanıdır.

Kendisini İngiliz’e kiralayan Osmanlı’ya, Misak-ı Milli sınırları dışında bırakıp üzerindeki tüm haklarından vaz geçtiğini Lozan ile ilan eden Türkiye’ye rağmen Kıbrıs’ta varlığını korumayı bilmiş Kıbrıslı Türklere şimdi kalkıp Türkiye’nin 82. Vilayeti olmayı önermek, yapılabilecek en ağır hakarettir.

Milliyetçilik sosuna bulayarak da yutturamayacağınız bu hakaretin yanıtı iki cümleden ibarettir.

İsterseniz heceleyerek de okuyabilirsiniz:

İNADINA ÇÖZÜM! İNADINA FEDERASYON!

10.03.2012

Page 240: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

478 479

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KAFA…

Türkiye’den Kıbrıs’a, Kıbrıs’tan Türkiye’ye dönük bir okuma yapabildiğimizde belki her şey biraz daha berraklaşabilecek. Sadece şu meş’um Kıbrıs sorunu açısından değil, on yıllardır Türkiye’nin başını dertten çıkartmayan Türk kafasının temel kodlarının deşifre edilmesiyle birlikte pek çok sorunun çözülebilmesi açısından üstelik…

21. yüzyıla taşıdığımız Türk kafası 19. Yüzyılın sonlarına doğru inşa edilmeye başlandı. Çatırdayan Osmanlı’nın enkazı altından Türk “cemaatini” selametle çıkarabilmenin yolu, ulus devletin keşfi ve Türkçeye tercüme edilmesinde bulundu. Mustafa Kemal bu zorlu görevin üstesinden gelme yolunu “Anadolu’nun gerçekten Türkleştirilmesi” ile buldu. Bir anlamda, İttihat Terakki’nin başlattığını tamamladı.

Ne Selçuklu’nun, ne Osmanlı’nın cür’et edebildiği Anadolu coğrafyasının “tek devlet, tek millet, tek dil, tek din” ekseninde tek renge büründürülmesi “modern” Türkiye’nin kurucularının siyaseti haline geldi.

Osmanlı’nın küçümsenen Türk tebaasına güçlü bir ulus bilinci aşılama süreci, diğer tüm kimliklerin reddi ve aşağılanması, günün sonunda da eritilmesi ya da kovulmasıyla tamamlandı.

Bugün ezelden beri böyle olduğuna inandı-rıl-dığımız o kafa, hepitopu 1 yüzyıllık toplum mühendisliğinin ürünü.

Bir zaman makinesine girseniz ve 1922’ye gidip “Türkiye yalnıza Türkçe konuşan Sünni Türklerindir” deseniz herhalde suratınıza tuhaf tuhaf bakar, size deli muamelesi yapıp “peki ya Kürtler? Ermeniler? Rumlar? Çerkesler? Lazlar? Süryaniler? Aleviler? Ortodokslar? Yahudiler? “ diye başlayan uzun bir topluluk listesi çıkartırlardı.

Ne yazık ki geride bıraktığımız yüzyılda o “deliliğin” egemen olduğu bu coğrafyada 1922’nin o dil, din, kültür, kimlik zenginliği; tek dilli, tek dinli, tek kültürlü, tek kimlikli bir yapıya dönüştürüldü.

Problem; “egemenlik ulusundur” denilen noktada, ulusun homojen bir Türklük tanımı üzerinden yapılmasıydı.

Mustafa Kemal’in “ulus” dediği, Anadolu’yu oluşturan çok kimlikli, çok kültürlü yapı değil; “tekleştirilmiş” ve (bazıları için korkutucu olmayabilir fakat bence çok korkutucu biçimde) egemenliği hiç kimseyle paylaşmama andı içmiş bir anlayışın ürünü olarak inşa edildi.

Page 241: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

480 481

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

12 Eylül generallerinin ahlaksızca uydurduğu ve bugün tuhaf biçimde kendisini solda ifade eden bir kısım zevatın bile savunmakta beis görmediği sözde “kafatasçı olmayan Atatürk milliyetçiliği” aslında buz gibi ırksal ve dinsel bir omurga üzerinde kuruldu: Türklük ve Sünni İslam!

O sözde solcuların hesaba katmadıkları şey, yine 12 Eylül sonrasında kafatasçı milliyetçilerin yeni meşruiyet teorisi haline gelen ve adına “Türk-İslam sentezi” denilen garabetin de buz gibi, Kemalist anlayışın Türklüğe ve Sünni İslam’a dayalı zihniyetiyle bire bir örtüştüğüdür.

Hesapta lağvedilen Hilafetin yerine, Osmanlı hilafetinin tahayyül bile edemeyeceği güçlere sahip olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı da işte o kafanın üretimlerinden biridir. 2012 Türkiye’sinin sözde Kemalist laiklik anlayışının temelinde dinin devletleştirilmesi, üstüne üstlük o güne kadar eşine rastlanmamış biçimde bir tek dinin, tek bir mezhebinin devlet eliyle semirtilmesi! Bugün o pek övünülen laiklik bundan ibarettir ve kendisini solda ifade eden zevatın böyle bir kepazeliğin bayraktarlığını yapması hazin olmanın da ötesindedir.

Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca Sünni Türkler dışında kalan hiçbir unsur için hiçbir zaman güven içerisinde ve kimliğiyle gurur duyacağı bir yurt olamadı. Ama daha da kötüsü; bu sözde tekleştirilmiş yurt, egemenliği başkalarıyla paylaşmama andını her Allah’ın günü tekrar etmenin yenmeye yetmediği bir korku nedeniyle hiçbir zaman gerçek anlamda Türk’ün de yurdu olamadı.

Bizler, avucumuza aldığımız egemenliğin aslında bütün bu tarih boyunca “sadece kendimize ait bir hak olmadığının” kadim bilgisiyle derin bir içsel suçluluğu da içimizde barındırdık.

Bir yandan elimizde iştahla tuttuğumuz ve hiç kimseciklerle paylaşmaya yanaşmadığımız egemenliğin hazzı, öbür yanda çoraklaştırarak kendimizi yalnızlığa mahkûm ettiğimiz bir coğrafyada bunun bedelini bir gün ödemek zorunda kalma korkumuz… Başkalarının zenginliğinden mal edinenlerin o düşman başına endişeli ruh hali…

Bu böyle olmasaydı Türk kimliğinin altını bu denli kalın biçimde çizme ihtiyacı hissetmez, varımızı yoğumuzu kendimizi ve Türk kimliğinin kapsama alanı konusunda baskı altında tuttuğumuz kimlikleri ikna etme çabasına harcamazdık…

Anadolu’da egemenliği tekeline alan ve kimseciklerle paylaşmamakta ısrarcı Türk milliyetçiliğinin trajedisi aslında

tam da bu noktada başlıyor. Çünkü milliyetçilik, kendisini meşrulaştırmak ve anlamlandırabilmek için tarihe ihtiyaç duyar.

Eğlenceli ama, Türk milliyetçiliği, 1923’ü milat aldığı andan itibaren İngiliz, Alman ya da Fransız milliyetçiliği kadar bile argümana sahip olma şansını kendi elleriyle yok ediyor. Zira İngiliz, Alman ya da Fransız milliyetçisi, milliyetçiliğini imparatorluk geçmişinin üzerine kurarken, Türk milliyetçiliği ya kendisini ya da koskoca bir Osmanlı’yı reddetmenin açmazında bocalayıp duruyor… Varlığını Kemalist Cumhuriyetin tarihle kopuşmasına borçlu bir ideoloji, Cumhuriyet öncesinin kadim tarihiyle nasıl baş etsin?

Türklerin Anadolu’ya gelişi, resmi tarihe göre 1071’e takvimlendirilir ki bu, tamı tamına 941 yıl eder. Bu 941 yılın 89 yıllık bölümü Türkiye Cumhuriyeti, 600 yıllık bölümü ise Osmanlı İmparatorluğudur.

Büyük bir çabayla kafatasçı olmadığını anlatmaya çalışan Türk milliyetçiliği, meşruiyetini geride kalan 852 yıla dayandırıyorsa, son 89 yıllık dönemde yenen haltların hesabını ne kendisine ne de atalarına verebilir. Tabii hepimizin bildiği gibi, Türk milliyetçiliği 89 yıldan azıcık daha geriye giderse Türk’ün Osmanlı algısındaki pozisyonundan hiç te hoşnut kalmayacaktır, o da ayrı mesele… Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık hesabı…

Ama durun. Bundan daha trajik olan, kendisini Osmanlı tarihsel mirasının üzerine konumlandıran AKP’nin durumudur.

Bir yandan Kemalizm’in günahlarıyla hesaplaştığını söyleyip, öbür yandan Osmanlı’nın kemiklerini sızlatacak bir milliyetçiliğin post-modern bayraktarlığına soyunmak, AKP ideolojisinin mantıksal ve duygusal yarılmasını oluşturuyor.

Referansları arasında müstesna bir yer tutan Said-i Kürdî’yi ya da vasiyetinde “eğer bu kamusluk bütünü tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz "Allah ve Resulü; başka her şey hiç ve batıl" demekten ibarettir” diyen Necip Fazıl’ı AKP’nin bugün sergilediği katı milliyetçilikle bağdaştırmak kolay olmasa gerek…

Ulusal egemenliği “Türk kimliği tekeline”, kültürel egemenliği ise “Sünni İslam tekeline” has bir ayrıcalık olarak görme tavrını Kemalizm’den devşirme konusunda hayli kararlı görünen AKP, ideolojik kaynağını 1923’e mi 1071’e mi dayandıracağı sorusuna da yanıt vermiş görünüyor… Zira 852 yıllık mirası reddetmeyenlerin, Anadolu coğrafyasındaki tüm etnik-kültürel ve dinsel unsurlarla egemenliği paylaşmayı esas alan bir

Page 242: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

482

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

yaklaşım geliştirmesi beklenir…

Ancak görünen o ki, yeni AKP milliyetçiliği, esin kaynağını Kemalist üniterizmde bulmuş görünüyor. Yoksa Kıbrıs ve Kürt sorununda ne bu şiddet celal?

Ha, bu arada “Komünist” Hristofias ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlerinin de bu meselden çıkartması gereken sonuçlar olduğunu hatırlatmakta yarar var…

Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yönetenlerin ortak paydasıdır bu… “Egemenliği paylaşmaya yanaşmamak…”

Kıbrıslı Türkler ile Türkiyeli Kürtlerin mücadelesini birbirlerine yakınlaştıran da bu ortak paydadır aslında: Ortak vatanda eşit haklı birer yurttaş olma mücadelesi…

“Komünist olma iddiasındaki” Sn. Hristofias, ideolojisinin temelinde yatan “enternasyonalizme”, “Müslüman olma iddiasındaki” Sn. Erdoğan ideolojisinin temelinde yatan “İslam kardeşliği ve hoşgörüsüne” azıcık sadık kalsalar, bu coğrafya Kürtler ve Kıbrıslı Türkler başta olmak üzere hepimiz için bir cennete dönüşürdü…

Değil mi ama?

31.03.2012

Page 243: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

484 485

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

GİDERAYAK…

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kendisine yapılan, kampanyasına yoğunlaşması yönündeki tüm telkinlere rağmen son güne kadar çözüm umudunu yitirmemiş ve müzakere masasından kalkmamıştı Talat. Önceliği yeniden seçilip seçilmeyeceği değildi. “Halkıma bir söz verdim, bu söz yeniden seçilip seçilmememden önemlidir” diyen lider, Güney’deki ve Kuzey’deki ve elbette Türkiye’deki malum çevrelerin olağanüstü çabasıyla, girdiği seçimi kaybetti. Bugün hakkında ne düşünürseniz düşünün, Talat’ın Kıbrıs’ta çözüm ve barış için elinden gelen çabayı gösterdiğini reddedemezsiniz. Tarih, Talat’ı değeri bilinmemiş bir lider olarak çoktan kaydetti bile…

Yeniden aday olmayacağına dair çok güçlü emarelerin ortaya çıktığı şu günlerde, Hritofias’ın Cumhurbaşkanlığı süresince değerlendirmediği ve kaçırdığı fırsatlar bir yana, tarih onun da nasıl hatırlanacağını yazmak üzere kara kaplı defterini açmış bekliyor.

Çok günahı var Hristofias’ın. “Evet’i betonlaştırmak için”(!) Papadopulos’un kuyruğuna takılıp yürüttüğü “OXI” kampanyasının mürekkebi kurumadı hâlâ… Şimdi herkesi güldüren “Talat’la kat ettiğimiz mesafenin çok gerisindeyiz” sözlerini zamanında etmemiş olmasının vebali boynunda asılı duruyor.

Kıbrıslı Rumlara ve dünyaya omuzlarını silkerek “Ben ne yapayım, karşımda çözüm istemeyen bir lider var” derken Hristofias, o lideri Kıbrıs’a ve dünyaya “armağan edenler arasındaki” o çok güçlü rolünü saklayamaz. Zira Cumhurbaşkanı Eroğlu, Kıbrıs sorununa dair tek kelime etmeden kazandığı makamını büyük ölçüde Hristofias’ın “nuh deyip peygamber demeyen” tavrına borçludur.

Evet, gerçekten çok günahı var Hristofias’ın… Kuzey’de ve Güney’de çözüm güçleri cephesi bu kadar dağıldıysa, birbirlerine olan güven duygusu erozyona uğradıysa, derin bir düş kırıklığı, “Talat ve Hristofias bile başaramadıysa…” algısı oluştuysa bunda Rum liderin payı çok ama çok büyüktür. Kendisini Kıbrıslı Rum ve Türklerin, dünyanın gözünde “çözüm isteyen bir Komünist, bir barışsever” olmaktan “Rum liderliğine” taşıyan ve oraya mıhlayan yine kendisidir.

2004’ün üstünü örtmeye çalışan ve “o gün ne olduysa oldu, şimdi önümüze bakalım” diyen Hristofias, sadece Talat ve Eroğlu ile müzakere yürüten bir Rum lider olarak değil, bir çözüm yanlısı, bir Komünist olarak Kıbrıslı Türklerin güvenini yeniden kazanmaya dönük hiç bir adım atmayarak da, siyasi hatalarına yenilerini ekledi.

Çözüm güçleri açısından mesele çok açıktı aslında: sadece kâğıt üzerinde değil, asıl psikolojik olarak egemenliği Kıbrıslı Türklerle paylaşmaya yanaşmayan bir anlayışın terk edilip edilmeyeceği ya da sürdürücüsü olunup olunmayacağıydı bütün mesele.

Page 244: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

486 487

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

“Kıbrıslı Rum toplumu hazır değil, biz toplumumuzu hazırlamaya çalışıyoruz” bahanesinin Talat’ın ve Kuzey’deki çözüm güçlerinin ödediği bedeller karşısında ne kadar zayıf, ne kadar zavallı kaldığının görülmesiydi mesele… Türkiye’nin “bir adım önde olma siyaseti” karşısında “iki adım öne geçme” çabasının gösterilip gösterilmeyeceğiydi… Çözüm irade ve inisiyatifinin “Kıbrıslı” kalıp kalmayacağı ya da yabancı güçlerin insafına teslim edilip edilmeyeceği meselesiydi.

Sonuç olarak Hristofias, Güneyiyle Kuzeyiyle çözüm konusunda söz söyleme, karar verme ve sonuç alma yetki ve yeteneğinin Türkiye’ye devredilmesinin önünü açmış oldu…

Bugün artık o günlerle kıyaslanamayacak kadar güçlü bir Türkiye, o günlerle kıyaslanamayacak kadar güçsüz bir Avrupa ve Yunanistan var… Üzerinde Kıbrıs baskısını eskisi gibi hissetmeyen bir Türkiye ve Türkiye’nin ne diyeceğini eskisinden çok daha fazla önemseyen bir dünya var. Daha da önemlisi, Güneyde zaten çok cılız olan, Kuzey’de ise hayli yorgunlaşan çözüm güçleri için Türkiye’nin iki dudağı arasından çıkacak her cümle her zamankinden daha fazla önem kazandı.

Kıbrıs’ta “Türkiye’ye rağmen” bir çözüm olamayacağı gerçeği ayrı, çözüm irade ve inisiyatifinin Türkiye’nin iki dudağı arasına teslim edilemeyeceği “gerekliliği” ayrı konular olarak ele alınamadı bir türlü.

“Türkiye’nin B Planı”, “Türkiye ilhak diyor”, “hayır ilhak demiyor”, “Türkiye’nin Kıbrıs stratejisi değişti”, “yok değişmedi” tartışmaları günden güne kafamızı döndürüyor. Türkiye konuşarak ya da bazen susarak gündem belirlerken, çözüm güçleri Türkiye’nin konuştuklarının ya da konuşmadıklarının peşinde gündem takip ediyor. Tenis oynamıyor, tenis izliyor çözüm güçleri… Kafaları bir o tarafa, bir bu tarafa, topu takip ediyorlar sessizce…

Bir de “1 Temmuz’da bu iş tamam”cılar, fırsatçılar var tabii… Çözüm cephesine karşı psikolojik harekât yürütenler, çözüm için mücadelenin artık abesle iştigal olduğu mesajını, yılgınlık ve kabullenişi yaygınlaştırmaya çalışanlar…

1 Temmuz’da müzakere sürecinin çökeceği, “her şeyin biteceği”, Adanın bölünmüşlüğünün kalıcılaşacağı ve yola ya Kıbrıs Türk Devleti adıyla ya da ilhak seçeneğiyle devam edileceği görüşleri pompalanarak toplum psikolojik olarak yenilgiye hazırlanmaya çalışılıyor.

Psikolojik savaşın bu evresinde sinirler her zamankinden sağlam olmalıyken, çözüm güçlerinin kendi aralarında nafile çatışmalar ve tartışmalarla zaman ve enerji kaybetmesi fırsatçıları sevindiriyor. Oysa çatışmaya en az, birlik içerisinde inisiyatif almaya en çok ihtiyaç duyulan zaman bu…

Türkiye, sayısız senaryoyu tartışmaya sürerek bir anlamda nabız yoklarken Hristofias ve partisi hâlâ daha bildik plağı döndürüyor. Oysa Hristofias’tan beklenen, Türkiye’nin de önüne geçecek bir çözüm paketiyle dünyanın karşısına çıkması ve böylelikle çözüm konusundaki samimiyetini ve kararlılığını teyid etmesidir. Liderliğinin son demlerinde Hristofias Kıbrıslı Rumlara ve Türklere, dünyaya böylesine cesur ve fedakârca bir hediye verebilseydi keşke…

Tıpkı vaktiyle Rumların Denktaş’ın her şeye hayır diyeceğinden emin olması gibi, bugün de Türkiye ve dünya, Rum liderliğinin hiçbir şeye evet demeyeceğinden emin görünüyor. Şimdi müzakere sürecini rehavetinden sarsacak cesur adımlara ihtiyaç var. Mevcut koşullarda bu adımları Türkiye’den beklemek safdillik ama Hristofias giderayak bunu yapabilir…

Kaldı ki, 1 Temmuz sonrası senaryolar arasında sözü edilen “sınırlı sayıda asker çekme” sus payıyla Maraş’ın açılması ve eski sahiplerinin kontrollü biçimde Maraş’a geri dönüşüne imkân tanıyacak bir “kâğıt üzerinde” bir düzenleme bile Türkiye’ye aslında ciddi bir şey yapmadan puan alma olanağı sağlayacak. O zaman ne yapacak Hristofias?

“Benden sonra tufan” diyeceğe benziyor ama… Durun bakalım… Kıbrıslı Rum ve Türk çözüm güçleri bakarsınız birlikte öyle bir hamle yapar ki, Hristofias bile direnemez.

21.04.2012

Page 245: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

488 489

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

MASAL

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok az şeyleri olan namuslu insanların çok olduğu güzel mi güzel bir ülke varmış. Çok az şeyleri varmış o insanların. Otomobilleri, evleri, cep telefonları, markalı giysileri yokmuş ama birbirlerine kol kanat gerip yaralarını sardıkları, bir lokma ekmekle iki zeytini gülümseyerek paylaştıkları, aynı masa etrafında toplanıp şarkılar söyledikleri, birbirlerine çocuklarını, eşlerini emanet edebildikleri, canlarını siper ettikleri, dostluklarıyla gururlandıkları kardeşleri, yoldaşları varmış. Birlikte aç, birlikte tok gezer, birlikte sevinir, birlikte kederlenirlermiş. Ola ki biri tökezlediğinde, kaldırıverirlermiş hemen ayağa, öpüp yarasını basarlarmış bağırlarına, “biz seni sokakta mı bulduk a oğlum” diyerek…

Günlerin bugün getirdiği/ Baskı zulüm ve kandırAncak bu böyle gitmez/ Sömürü devam etmezYepyeni bir hayat doğar/ Bizde ve ülkelerde.

Bir varmış bir yokmuş. Develer tellal, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, o ülkenin namuslu, güzel insanları, kendilerine reva görülen baskılardan, zulümden, acılardan yorgun düşmüşler. O kadar yorgun düşmüşler, o kadar yorgun düşmüşler ki artık eskisi kadar birbirlerinin elini sıkıca tutmaz olmuşlar. Üçer beşer tökezleyenleri ayağa kaldıracak mecalleri de kalmamış yola devam ederken. Şarkılar yerini önce kederli mırıldanmalara, sonra öfkeli homurdanmalara bırakmış. Eskisi kadar sevmez, sakınmaz, önemsemez olmuşlar birbirlerini. Unutmuşlar omuz omuza mücadele verdikleri o zorlu günleri. Önce masalar seyrelmiş. Yan yana gelmez, gelmek istemez olmuşlar eskisi gibi. Birbirlerinin yarasını öpen, saran o güzel insanlar artık kuşku hançerleri taşır olmuşlar ceplerinde. Ayıplının ayıbını örtmez, dertlinin derdine derman olmaz olmuşlar. Geride kalanın yasını tutmaz, telaşına düşmez olmuşlar. En fenası artık birbirlerini duymaz, dinlemez olmuşlar.

Sonra bir çocuk çıkıp gelmiş Kaf dağının ardından. Omuzları küçük, sesi kırık, üstü başı dökük, cılız bir oğlan… Demiş ki “nedir bu yaptığınız?”…

“Sus be çocuk!” demişler ona. “Sen bilmezsin buraları, bizim neler çektiğimizi, yaşadığımızı bilmezsin. Az şey mi gördük biz? Yorulduk. Usandık. Eksildik. Hadi git sen işine!”

Çocuk bakmış, bakmış, bakmış o güzel insanların gözlerine.

Evet yorgunlarmış biraz ama yüreklerinin tam orta yerinde hala bir ateş duruyormuş.

Evet eksilmişler biraz ama hala çoklarmış.

Evet kırmışlar, kırılmışlar, örselenmişler, örselemişler birbirlerini biraz ama insan ancak kime kırılırmış ki zaten? Sadece ve sadece dostları

Page 246: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

490

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

kırmaz mıymış insanı? Birbirlerine kırılabildiklerine, gücenebildiklerine göre hala dost değiller miymiş aslında?

Ülkenin bilgeleri toplanıp bir karar almış ve çağırıp karşılarına “Yürü git işine” demişler çocuğa.

Üzülmüş çocuk. Bakmış bilgelerin gözlerinin içine. “Geldiğim gibi giderim ben, orası dert değil de…” demiş, “daha mı çok, daha mı güzel, daha mı güçlü, daha mı umutlu, daha mı mutlu olacaksınız yarın, eğer şimdi sarılmazsanız, şimdi kucaklamazsanız birbirinizi? Eğer şimdi sarmazsanız birbirinizin yaralarını, eğer şimdi omuz omuza verip, birlikte türküler söylemezseniz yeniden?”…

Dönmüş gitmiş çocuk kendi yoluna…

Giderken söylediği türkü gelip duvarlarına çarpmış kentin. Odalarına dolmuş. Başka çocukların kulağına gelmiş ve onlar mırıldanarak eşlik etmişler çocuğun türküsüne. Türkü çoğalmış. Çoğaldıkça gürleşmiş. Duyanın yüreğini titretmiş. Eski güzel günleri hatırlatmış yeniden. Bir de bakmışlar ki ülkenin tüm güzel insanları, aynı anda söylemeye başlamışlar o türküyü. Mırıltıların aslında güçlü, uyumlu bir sese dönüştüğünü görmüşler. Kendi seslerini yeniden duymuşlar uzun yıllar sonra. Çoğaldıkça gürleşen, gürleştikçe güzelleşen o güçlü, namuslu sesi, birlikteliklerinin sesini duymuşlar yeniden… Birbirlerinin gözlerine bakmışlar, şaşırmış ve üzülmüşler niçin bu kadar zaman birbirlerinin gözlerinin içine bakmaktan vazgeçtiklerine… Dolu dolu, gülümseyerek, sevecenlikle bakmışlar birbirlerinin gözlerine. Ayağa kalkmış, sarılmış, kucaklaşmışlar yeniden. Omuz omuza sokağa fırlamışlar. Meydanları doldurmuşlar. Ve birlikte haykırmışlar:

Vermeyin insana izin/ Kanması ve susması içinHakkını alması için/ Kitleyi bilinçlendirinYurdumun mutlu günleri/ Mutlak gelen gündedir.

O cılız, küçük omuzlu çocuk mu?... Artık her neredeyse, duymuş ve gülümsemiş güzel dostlarının türküsünü… Biliyorsunuz çünkü… Bir olmak, birlik olmak, beraber olmak için yan yana olmak şart değil… Dostlar seslerini duyar, duyurur birbirine bir biçimde… Nerede olurlarsa olsunlar…

KKTC Başbakanının aldığı maaşla pek alakadar olanlar, 2 aydır maaş alamayan Lefkoşa Belediye emekçilerinin feryadıyla alakadar oluyorlar mı diye sormak abes tabii. Ama şeytan dürtüyor işte. Gazetelere bakıyorum tek kelime edilmemiş bu konuda. E hadi bizim Başbakan’ın işi başından aşkın şu sıralar, malum Şam’ın şekeri, harnuptan daha tatlı. Bari Büyükelçi konuşsun değil mi? Yok!

28.04.2012

Page 247: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

492 493

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ÇEMBER

Bizde eskiden kalma bir “marjinal hastalığıdır”; siyaset, partiler, seçmen, seçimler fırsat buldukça küçümsenir, yerden yere vurulur. Her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu, seçimlerin ve seçmen iradesinin göstermelik olduğu, memleketi kimin yöneteceğine “dışarıdan” karar verildiği, “büyük biraderin istemediği hiç kimsenin ağzıyla kuş tutsa yönetime gelemeyeceği” görüşleri işlenir alttan alta. Yönetime geldiğinde de “büyük biradere rağmen” bir şey yapamayacağı ön kabul sayılır.

“Büyük dış güçlerin” ülkeyi kimin yöneteceğine kayıtsız kalamayacağı ve siyasete müdahalesi üzerine elbette çok şey söylenebilir. Mesele, bütün bu olumsuz etmenlere karşın “halk” dediğimiz, tek tek bireylerden oluşan o büyük topluluğun iradesine nasıl yaklaştığımızdır. Ne yapacağız yani? Evet karşımızda büyük güçler var ve ne yapıp edip halkın iradesine ipotek koymayı iş edinmişler. Peki bizim işimiz ne? Peki halkın değiştirebilme, müdahale edebilme gücü nerede? Günün sonunda illaki “büyük birader” kazanıyorsa, bunca mücadele niye?

Bir yandan o bütüne rağmen, bütünün bir parçası olarak kendimizi “aydınlanmış” kabul ediyorsak ve bu “aydınlanma hali” eğer doğaüstü güçler tarafından şahsımıza vahiy yoluyla gelmemişse, “diğerleri” bizden daha az akıllı değilse, sahip olduğumuza inandığımız “aydınlanma halinin” tüm toplum katına yayılmaması için bir neden olmasa gerektir.

Gerçi oylarını bir Ali’ye bir Veli’ye verip durduğunu ve “acenteliğin” bu ikisi arasında gidip gelmesini öylece seyrettiğini iddia ettiğiniz “koyun sürüsü” aslında ne yapması gerektiğine dair sahip olduğunuz o müthiş reçetenizi muhtemelen anlamayacaktır. Malum, hiç kimse sizin kadar akıllı değil!

Kendinizi ve aidiyet hissettiğiniz grubu akıllı, dışınızda kalan ve genellikle de hoşunuza gitmeyen tercihlerde bulunan geniş kitleyi sersem saymak, eğer psikolojik bir probleminiz yoksa, en hafif deyişle küstahlıktır ki, hayatın gerçekliğinden kopanların savrulduğu bu alana bir kez girdiniz mi içinden çıkabilmeniz gerçekten çok zordur.

Bir yandan soyut bir halk kavramını fetişleştirip, öbür yandan bir türlü kendisininkiyle örtüşmeyen siyasi yönelimlerinden dolayı halkı aşağılayıp duranların şizoid ruh hali kendilerini yiyip bitiriyor.

“Halkçılık” denilen ve gerçekte “halk için halka rağmen” biçiminde deşifre edilebilecek bu hastalıklı geni ayıklayamadığınız takdirde bu “seçkinlere özgü marazla” yaşamaya devam edeceksiniz demektir.

Page 248: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

494

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Bu durumda “sizce aslında birbirinden farkı olmayan” Ali ile Veli arasında gidip gelen ve sizin o herkeslerden gizlediğiniz müthiş kurtuluş reçetenizi bir türlü anlayamayan “zavallı sersem halkınıza” bakıp bakıp iç çekecek, o bir zamanlar bir çok marjinalin aslında kendileriyle alay edildiğini anlamadan bayıla bayıla söylediği şarkıyı söyleyeceksiniz mecburen!

“Ya dışındasındır çemberin/ ya da içinde yer alacaksın/ kendin içindeyken kafan dışındaysa/ çaresi yok kardeşim/ her akşam böyle içip kederlenip mutsuz olacaksın/ meyhane masalarında kahrolacaksın/ şiirlerle şarkılarla kendini avutacaksın/ ya dışındasındır çemberin/ ya da içinde yer alacaksın”

Siz isterseniz bu şarkıyı serin ve gölgelik bir yerde söylemeye devam edin. Ülkeyi kasıp kavuran güneşin altında sessiz sedasız çalışan karıncaların işi başından aşkın… Evet, zorlu bir yolda ilerliyorlar, evet bazen iki adım ileri, üç adım geri düşüyorlar. Ama yürüyorlar… Her yeni gün yanlarına yeni birkaç karıncayı ekleyerek…

12.05.2012

Page 249: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

496 497

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BOĞULAN LEFKOŞA

Çöp dağları arasında kaybolan Lefkoşa’yı görmüyor mu Sn. Büyükelçi? Kokusu gelmiyor hadi, Belediye çalışanlarının tepesine tepesine inen copların sesi de mi gelmiyor kulağına?

Memur maaşlarından özelleştirmeye kadar her konuda fikir beyan eden, Kıbrıslı Türklerin “huzuru ve refahı içün” hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan Sn. Büyükelçi, UBP’li Belediyenin Lefkoşa’ya reva gördüğü zulmün farkında mı değil?

Yoksa her konuda olduğu gibi “kendi çözümünü mü üretti” Büyükelçilik?

Kıbrıslı Türkler 3 çocuk yapmadığı için Türkiye’den nüfus aktaran, hakkının peşine düşüp sokağa çıktığı için Türkiye’den emniyet amiri getiren; olur a, Belediye Başkanı ve temizlik işçisi de getiriverir en hasından. Neden olmasın?

Lefkoşa can derdine, çalışan ekmek derdine düşmüşken Belediye Başkanı kayıplarda. Derdini anlatacak bir makam bulamayan Belediye emekçisi karşısında polis güçlerini buluyor. Ekmek mi dedin, al sana cop! Yer misin yemez misin!

Lefkoşalı arasıra açıp bakıyor mu bilmiyorum UBP’nin seçim kandırmacalarına. Yasemin kokacaktı sokaklar, Rum bile çatlayıverecekti hasedinden, o kadar temiz, güzel ve yaşanılır, cennetten bir köşe olacaktı ya Lefkoşa hani? Buyurun size UBP Lefkoşası!

Büyükelçilik susadursun, CTP’li Belediyelerin gönlü razı olmamış Lefkoşa’nın çöp dağları arasında boğulmasına.

CTP Genel Merkezinden yapılan açıklamaya göre Gazimağusa, Girne, Gönyeli, Değirmenlik, Dikmen, Yeniboğaziçi, Alayköy ve Akıncılar Belediyelerine bağlı ekipler BES’in çağrısı üzerine harekete geçmişler.

8 CTP’li Belediye, 19 Mayıs sabahından itibaren BES üyeleriyle işbirliği halinde Lefkoşa'nın temizlenmesi ve insan sağlığını tehdit eden durumun ortadan kaldırılması için çalışma yürütecekmiş.

Solun vicdanıdır bu. Siyaseten Lefkoşa Belediyesinin iyice dibe vurmasını ve UBP’yi pislik içerisindeki sokaklara gömmeyi bekleyecek yerde CTP, elindeki Belediyeleri harekete geçirerek öncelikle Lefkoşalıyı büyük bir beladan kurtarmanın derdine düşmüş. Lefkoşalı bunu takdir eder etmez, ayrı mesele. Sonuçta UBP’nin pisliğini yine CTP temizleyecek!

Lefkoşa Kıbrıs’tır günün sonunda. Lefkoşa’yı batıran, memleketi batırır. Temizleyen, temizlemesini de bilir kirini pisliğini tüm Kuzey Kıbrıs’ın…

19.05.2012

Page 250: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

498 499

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

“KURTARICI”

Bütün kutsal metinlerde, insanoğlunun büyük belalar ve felaketlerle sarsılıp toplumsal çöküşün eşiğine geldiği dönemlerde umut olarak ortaya çıkan “kurtarıcı”lardan söz edilir.

İslam inanışında Mehdi olarak da adlandırılan “Kurtarıcı”nın; tam da toplumun çöküş, yozlaşma ve tükenişin sınırlarında dolaştığı sırada ortaya çıkacağı var sayılır.

“İslam’daki kurtarıcı fikri de, kökeni diğer büyük din ve kültürlerin mirasıyla paylaşılan önemli bir inançtır. Ancak kavramı ifade eden kelimeler din ve dillere göre değişkenlik arz etmektedir. Mesela ilkel din mensuplarından sayılan Yeni Gine yerlileri ahir zamanda geleceğini bekledikleri kurtarıcılarının Mensren olduğunu söylerler. Yahudilik ve Hristiyanlık’ta Mehdi kavramını ifade eden kelime Mesih, Hinduizm’de Kalki, Budizm’de Maitraya, Eski Mısır’da Ameni’dir. (…) Moğollar, mezarına kurbanlar adanan Cengiz Han’ın Moğolları Çin esaretinden kurtarmak üzere 8 veya 9 yüzyıl sonra tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır.

Beklenen kurtarıcı düşüncesi, kendilerine yapılan zulmü engellemeyen düşkünler ideolojisini içerir. Ezilen kitleler, olumsuzlukları değiştirmede başarısız kaldıklarına inanmaları durumunda kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkarıp zalimlerden intikamlarını alacak ve yaşadıkları bozuk toplumsal yapıyı değiştirecek manevi bir güç olarak Mehdi’yi daima beklemişlerdir”

“Kurtarıcı” odur ki, büyük bir felaket, işgal, yozlaşma ortamında “kurtuluşun sırrına vâkıf” olduğunu söyleyerek ortaya çıkar ve kurtuluşa (felaha/selamete) ulaşmak isteyenlere kendi etrafında toparlanması çağrısında bulunur. Mütevazı bir görüntü ile umutsuzların gönlünü cezbedecek sihirli kurtuluş sözcükleri birleştiğinde, kendisine iman edecek müridler bulmakta zorlanmaz.

Tarih boyunca Mesih, Mehdi olduklarına bir grup insanı inandırmayı başarmış çok sayıda sahte “kurtarıcı”nın çıktığı bilinir. Bunlardan bazılarının samimiyetle “Mehdi” olduklarına inanmış olsalar da çoğunun, bir kurtarıcı arayışındaki “umutsuzları” düş kırıklığına uğratan hayal tacirlerinden başka bir şey olmadıkları anlaşılmıştır.

Ve yine tarih boyunca kimileri “kurtarıcı” peşinde oradan oraya savrulurken, kimileri de herşeye rağmen sabır ve kararlılıkla mücadelesine devam etmiş, toplumu maceralar ve maceracıların yıkıcı etkilerinden kurtarmaya çaba göstermiştir.

Sizi bilmem ama ben somut politik programlara inanırım; kurtarıcılar ve onların altı doldurulmamış soyut umutlarına değil…

Page 251: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

500

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Hele ki çağrı, yakınılan felaketin bizzat sorumlusu olan firavunun sarayından çıkmış “kurtarıcılardan” geliyorsa…

İsrail oğullarının hikâyesi malum… Bir 40 yıl daha çöllerde helak olup, bin yıl tespih tanesi gibi dağılmak ta var işin içinde…

Sorarlar adama… Felaketi pişiren de sen, şimdi kurtuluş çağrısı yapan da sen… Bizi kim kurtarsın peki senden?

26.05.2012

Page 252: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

502 503

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

SEVGİLİ OKUYUCU…

Sevgili okuyucu, sen şimdi Türkiye’de hararetle 1 Temmuz sürecinin, “milli dava” olduğu söylenen Kıbrıs sorunundaki büyük tıkanmanın tartışıldığını umuyorsundur ama hemen söyleyeyim, Türkiye’de herhangi birini yoldan çevirip “1 Temmuz’da ne oluyor?” diye sorsanız suratınıza bön bön bakar, “30 Haziran’da ya da 2 Temmuz’da ne oluyorsa o oluyor” deyip geçer.

Gündem sersemi olduk, derdi başından aşkın buradakilerin. Bizde bir Başbakan var, sizinkine rahmet okutur. Çıktı mı kürsüye, aldı mı eline mikrofonu, bir esiyor, bir gürlüyor ki sorma sevgili okuyucu. Hayır, insan ürküyor. Ne de olsa koskoca Başbakan. Almış arkasına %51’i, parmağını sallaya sallaya ayar veriyor %100’ümüze!

“Aman bana ne, siyasetle falan ilgilenmem ben” deyip kurtulma şansı yok ha? Başbakan ya, yatak odamıza kadar uzanıyor sallanan parmağı. “Ne o öyle sezaryen falan?” dedi geçen gün, illa bağıra bağıra doğuracakmış kadınlar. E haksız değil o konuda dedik önce, ticarete döküldü malum bu doğum işi. Ama hemen ardından “her kürtaj bir Uludere’dir” demesin mi? Hayır, neresinden tutacağımızı şaşırdık sevgili okuyucu. Kürtaj cinayettir demeye getiriyor, onu anladık anlamasına da, e Uludere cinayet mi o zaman? Koskoca devletin askeri uçakları kalkmış katırlarının peşindeki gariban 34 genci katletmiş demek istediyse Başbakan, yani bu Uludere düpedüz bir cinayetse, faili kim bu suçun? Başbakan Uludere’yi bir cinayet olarak görüyorsa, Uludere’nin failleri bulunsun diye uğraşanları neden “dış güçlerle işbirliği yapıyorlar” diye suçluyor değil mi? Dedim ya, burada kafamız hayli karışık sevgili okuyucu…

Bir yandan “en az 3 çocuk!” diye tutturan Başbakanımız, cinayet olarak gördüğü sezaryen ve kürtaja savaş açtı. Tıp çevreleri aksini iddia etse de Başbakan iddiasında kararlı: sezaryen Türkiye nüfusunun çoğalmasını ve gençleşmesini istemeyen dış güçlerin bir komplosu. Zira sezaryenle yapılan doğumun ardından en fazla 2 doğum yapılabiliyormuş. Sezaryen aslında bir nüfus planlama tekniğiymiş anlayacağın. İyi de nerede yapılıyor bu sezaryen? Devlet hastanelerinde yapılıyorsa sınırla. Özel hastaneler bu işi ticarete çevirdiyse, e kusura bakma, sağlığı özelleştiren sensin. Malum, “piyasa bu canım!”

Kürtaja fena halde karşı Başbakan! “Cinayettir” diyor ve yasaklamaya hazırlanıyor. Dünya Sağlık Örgütü kürtajın yasaklandığı ülkelerde her yıl 80 bin kadar kadının “merdiven altı kasap doktorların elinde” can verdiğini ortaya koyuyor. Doğmamışın kazınması cinayet, binlerce kadının kasaplar elinde can vermesi cinayet sayılmıyor olmalı. “Kürtajı doğum kontrol yöntemine çevirdiler” diye yakınıyor Sağlık Bakanı. Sen yaygın bir nüfus planlama programı uyguladın, gençlere ve ailelere

Page 253: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

504 505

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

korunma yöntemleri konusunda eğitim verip gerekli teçhizatı sağladın da kadınlar buna rağmen içlerini kazıtmaya mı koştular? Sağlık Bakanı hızını alamayıp, “tecavüz nedeniyle hamile kalan kadın korkmasın doğursun, gerekirse devlet bakar” diyor. Sen sokaklara düşmüş binlerce çocuğa bakabildin de doğmamışlara mı bakacaksın muhterem?

Dur, dur sevgili okuyucu! Daha bitmedi!

Hava yollarına grev yasağı kondu burada. THY çalışanları protesto eylemi yaptılar. Sen misin demokratik hakkının peşine düşen! Kapının önüne konuverdi 300 çalışan. Neyse ki Atatürk Havalimanında yaptılar eylemlerini. Kapalı mekân, her milletten yolcu var tabii, biber gazı sıkmadılar üzerlerine çalışanların. Malum, ele güne karşı ayıp olmasın durumu. Ama Çayan adlı bir genç adam bu kadar şanslı değildi sevgili okuyucu. Arkadaş kavgasını ayırmak için araya girince olan oldu. Polis biber gazını sıkıverdi Çayan’ın yüzüne yüzüne… Çayan öldü. 31 yaşında, gencecik, yakışıklı mı yakışıklı bir adam. Çayan bilmiyordu herhalde İçişleri Bakanımızın “bizim biber gazımız sağlığa zararlı değildir” dediğini. Bilse ölmezdi… Ama öldü Çayan…

Asıl şimdi sıkı dur sevgili okuyucu! Twitter’da Ömer Hayyam’dan rubailer yazan Fazıl Say, “dini değerleri alenen aşağılama suçlamasıyla” 1.5 yıl hapis cezasıyla yargılanmaya başlandı. Daha uyanmadı kimse ama, aslında bu bir Fazıl Say mahkemesi olmayacak. Ananız, ölümünden tam 881 yıl sonra Ömer Hayyam yargılanıyor olacak. Çünkü Fazıl Say, twitter’dan Ömer Hayyam rubaileri paylaştığı için “dini değerleri aşağılamış” sayılıyor…

“Ananız çıldırdı, siz işinize bakın” demiştim aylar önce. Çıldırmanın bütün eşiklerini birer birer aştı ananız. Gerçek bir açık tımarhaneye dönen Türkiye’de kimsenin Kıbrıs’la falan uğraşacak hali mecali yok. Diyeceksin ki “gardaçcığım bizde mecal kaldı mı ki?”. İşte o olmaz. Kendi göbeğini kesecek, kendi derdinin peşine düşeceksin. Üzgünüm sevgili okuyucu, yalnızdın, şimdi daha da yalnızsın…

Müzakere sürecini selametle tamamlamak ve toplumu çözüme kavuşturmaktan gayrı işi gücü olmayan zatın, bu tek işini bile delege ettiği bir başka zat çoktan havlu atıp “aman yahu çözüm mözüm olacağı yok, bari bana bir koltuk ayarlayalım” telaşına düşmüş olabilir sevgili okuyucu. Sen zaten bu muhteremlerin çözüm gibi bir gailesi olmadığını biliyordun. Şimdi hiç bakma bu tarafa doğru. Bu taraftakilerin de öyle bir tasası yok. Çözüm iradesi orta yerde bırakılıp kaçılmış bir sabi gibi duruyor. Sağa sola bakınmak yerine ya bu sabinin elinden tutup sen sahip çıkacaksın ya da kapatıp kapını pencereni, başına geleceği bekleyeceksin.

“Kapıyı pencereyi kapatsak, içerisi daha fena be gardaçcığım” diyeceksin şimdi. Mutfak yangın yeri! Borcunu, taksidini ödeyemez hale gelmişsin, ekmeğin küçüldükçe küçülmüş. E çık o zaman sokağa da az nefeslen diyeceğim, ters ters bakacaksın şimdi. Malum leş götürüyor sokakları…

Demem o ki sevgili okuyucu, sıkıştırıldığın dört bir yanı dertle çevrili kara parçasında her zamankinden daha da yalnızsın…

Ben sana çık ve değiştir derim sevgili okuyucu… Çık ve değiştir! Hemen… Hiç vakit kaybetmeden…

“Nasıl?” diye sorma. “Kiminle?” diye sorma.

Bak ki kim çağırıyor seni sokağa; bak ki kim senin mutfağından, sağlığına, ekmeğinden sokağına, bugününden yarınına bir değişim programı koyuyor önüne… Düş ardına… Hemen… Hiç vakit kaybetmeden…

02.06.2012

Page 254: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

506 507

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

SARSILDIK…

Türkiye’den bir grup gazeteciyi Kıbrıs’a davet eden CTP çok önemli bir iş yaptı. Hep söylüyoruz, Türkiye medyası için Kıbrıs eğer gündemde çok önemli sıçramalar olmazsa tatsız, bayat bir konu. 40 yıldır süren sonuçsuz müzakereleri, artık iç bayan “bu son şans” uyarılarını ne Türkiye medyası yazıyor, ne de yazsa bile Türkiye okuyucusu yazılanlarla ilgileniyor. İlgiyi ayakta tutabilmek, Kıbrıs’ta olup bitenler konusunda Türkiye medyasının ilgisini ayakta tutabilmek için sabırlı ve süreklilik gösteren bir iletişim çalışması yürütülmeli. Ayda yılda bir yapılan tek atımlık çalışmalar sonuçsuz kalmaya mahkûm.

CTP Basın ve Halkla İlişkiler Bürosu’nun daveti geldiğinde “yeni bir şeyle karşılaşmayacağından” emindi herkes. “Kuzey, bildiğimiz Kuzey’di işte…”

Ne ki, Kıbrıs’a ayak bastığımız ve CTP Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu, Genel Sekreter Asım Akansoy, Dış İlişkiler Sekreteri Özdil Nami, Örgütlenme Sekreteri Ahmet Barçın, Basın Bürosu Sekreteri Erkut Şahali ve Armağan Candan tarafından çok iyi hazırlandığı belli olan “Kıbrıs’ta Ekonomik, Sosyal, Siyasal Son Durum” sunumunu izlediğimiz dakikadan itibaren iş değişti… Çıkışta gazeteciler “ne oluyor burada?” demeye başladılar.

Gezinin ilk gününde CTP yöneticilerinin sunumunun ardından Kıbrıs’ın önde gelen gazetecileriyle bir buluşma gerçekleşti. Kıbrıslı gazetecilerin Türkiyeli meslektaşlarını Ada’da olup bitenler konusunda bilgilendirmeleri açısından önemli bir fırsattı. CTP’nin organizasyona davet ettiği gazeteciler arasında siyasi ayrım yapmamış olması ve Kıbrıslı Türk medyasının hemen her görüşten kalemini davet etmeye özen göstermesi dikkat çekiciydi. Zaten gezinin tamamına yansıyan ve Türkiyeli gazetecileri en çok etkileyen de bu oldu: CTP bir propaganda gezisi değil, Türkiyeli gazetecilerde gerçekten farkındalık yaratmaya dönük bir bilgilendirme gezisi planlamıştı. Bu durum, gazetecilerdeki “tatsız propaganda gezisi” beklentisini bir anda mesleki dikkati dürtükleyen ilgi çekici bir deneyime dönüştürdü. 40 derece sıcağa ve yoğun programa rağmen kimsenin ilgisi ve dikkati dağılmadı.

KTAMS’da sendikal platform temsilcileriyle, hemen ardından aralarında Esnaf Odası’ndan müteahhitlere kadar iş çevrelerinden farklı temsilcilerin anlattıklarıyla birlikte ilgi, kelimenin tam anlamıyla “şoka” dönüştü… Herkes bu kadar farklı insandan neredeyse birebir aynı sözcüklerle ifade edilen sıkıntıları ilk kez duymanın şaşkınlığı içerisindeydi.

Neler söyledi sendikacılar, iş adamları, esnaflar, gazeteciler ve sokakta konuştuğumuz insanlar? Bir kaç cümle ile özetlemek mümkün:

Kıbrıslı Türkler ekonomik, sosyal ve kültürel olarak bir imha operasyonu ile karşı karşıya olduklarını hissediyorlar. Birkaç yıl

Page 255: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

508 509

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

öncesine kadar çözüm yönünde umut uyandıran politikalarıyla Kıbrıslı Türklerin sempatisini toplayan AKP, bugün artık UBP işbirliği ile adeta bir imha politikası yürütüyor…

UBP Hükümeti inanılmaz bir teslimiyetle işbirliği yaptığı AKP’nin dayatmalarına en küçük bir itiraz geliştirmiyor. UBP Hükümeti döneminde Türkiye ile ilişkiler hiç olmadığı kadar bozulmuş durumda. Karşısında Kıbrıslı Türklerin duygu ve düşüncelerini dikkate alan, onların hissettiği tehdidi algılamayan bir işbirlikçi hükümet bulan AKP, Ada’da büyük bir sosyal patlamanın eşiğine gelindiğinin de farkında değil.

Kıbrıslı Türkler Türkiye ile kavga etmek istemiyorlar. Ancak son 3 yılda yaşananlar Türkiye ile Kıbrıslı Türkleri son derece keskin biçimde karşı karşıya getirmiş durumda. Ölçüsüz, sosyal politikalarla desteklenmeyen, vahşi bir özelleştirme operasyonu Kıbrıslı Türkleri endişelendiriyor. Hayat standartlarında yaşanan sert düşüş, kontrolsüz bir nüfus aktarımı ve ekonomik kaynakların hızla Kıbrıslı Türklerden Türkiyeli büyük sermaye gruplarının eline geçmesi hemen her kesimden insanı çileden çıkartıyor. Aileler çocuklarının göç etmesini istemiyorlar ama bir yandan da göç etmedikleri takdirde çocuklarını büyük bir işsizliğe ek olarak sosyal tehditlerin beklediğinin de farkındalar.

Ada’ya yılda birkaç kez gelen ve olup bitenleri uzaktan izleyenler neyse de, Kıbrıslı Türklerin çilesini çok yakından bildiğime inanan ben bile duyduklarım karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa düştüğümü itiraf etmeliyim.

Sendikal Platformun üyelerinin profesyonelce hazırlayıp sundukları dosya Kıbrıs’ın Kuzeyinin gerçek bir yangın yerine döndüğünü gösteriyor. Dosyada KTAMS’ın hazırladığı Devrim Barçın imzalı bir rapor özellikle dikkat çekici.

KTAMS raporuna göre 2012 yılında Kıbrıs ölçülerinde 4 kişilik bir aile için açlık sınırı 1.198 TL olarak gerçekleşirken, yoksulluk sınırı 5.439 TL olarak belirlenmiş. Buna karşılık asgari ücret net 1.131 TL! (Türkiyeli okuyucular için bir not: Kıbrıs’ın kuzeyinde toplu ulaşım olanağı bulunmuyor. Pek çok tüketim malı Türkiye’den ithal ediliyor. Temel ihtiyaç maddeleri Türkiye fiyatlarının oldukça üzerindedir)

KTAMS raporu, UBP’nin iş başına geldiği 2009’da açlık sınırının 982 TL, yoksulluk sınırının ise 4.460 TL olduğunu, buna karşılık asgari ücretin net 1.035 TL olduğunu ortaya koyuyor.

Yani UBP’nin iş başında olduğu son 3 yılda açlık sınırı %21.99, yoksulluk sınırı %21.95 artış gösterirken asgari ücrete sadece %9.24 artış sağlanmış.

Enflasyonun %25’lerde gezindiği Ada’da 3 yılda ortalamada sadece % 7.74’lük artış sağlanırken, ücretli çalışanların reel kaybı %17.45 olarak gerçekleşmiş.

CTP döneminde kazanılan ne varsa UBP döneminde kaybedilmiş. Bunu birbirinden çok farklı görüşteki insanlar söylüyorlar…

Ekonomik Örgütler Platformu ile gerçekleşen buluşmada anlatılanlar da farklı değil. Sadece Türkiye’den “gönderilen” inşaat firmalarının faaliyetleri karşısında Kıbrıslı Türk inşaat sektörünün yok olma sınırına geldiğine dair verdikleri örnekler ile Esnaf Odası Başkanı Hürrem Tulga’nın küçük işletmelere ilişkin paylaştığı bilgiler bile durumu anlamaya yetiyor.

Bizler dinledik, dinleyip sarsıldık, sarsıla sarsıla anladık anlamasına da, Türkiye gelinen noktayı nasıl görmüyor, duymuyor ve anlamıyor orası anlaşılır gibi değil. Elini ve kulağını hemen her konuya uzatan TC Büyükelçiliği Kıbrıslı Türklerin patlamanın eşiğine geldiğinden habersiz mi yoksa tıpkı UBP iktidarı gibi Ankara’ya sürekli “sorun yok, her şey yolunda” mesajları mı yolluyor?

Daha da fenası, Ankara Kıbrıs’ın Kuzeyinde olup bitenleri biliyor ve buna rağmen tam gaz bir imha operasyonuna izin mi veriyor? Böyleyse neden?

Bir sabah “kurtarıcılarından kurtulmak için” binlerce Kıbrıslı Türk’ün çantayı bavulu toplayıp Güney’e geçmesini bekliyorlar yoksa?

17.06.2012

Page 256: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

510 511

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

BENDEN SÖYLEMESİ…

TESEV Doç. Dr. Rebecca Bryant ve Dr. Christalla Yakinthou imzalı “Kıbrıs’ta Türkiye Algısı” raporunu sundu önceki gün. İstanbul dışında olduğum için katılamadığım sunumu TESEV’deki arkadaşlar gönderdiler sağolsunlar. Araştırmacılar, Kıbrıs’ın Kuzeyinde ve Güneyindeki Türkiye algısını inceleyen ilginç bir çalışma koymuşlar ortaya.

Bizim Büyükelçilik müstemleke valiliği görüntüsünden sıyrılıp Kıbrıs’ı, Kıbrıslı Türkleri ve hatta Rumları dinlemeye çalışsa, hadi bundan vazgeçtim, hiç değilse bu tür araştırmaları masaya yatırıp üzerinde kafa yorsa belki bir çok sorun kolaylıkla çözümlenebilecek. Ama Lefkoşa’da Kıbrıslı Türklerin iradesiyle kafa bulurcasına Meclis binasının karşısında yükselen Elçilik Binasının duvarları sokağın feryadını içeriye geçirmiyor anlaşılan. TC Büyükelçileri gözlerini Ankara’ya çevirip, kulaklarını Kıbrıslı Türklere tıkayarak neyin “elçiliğini” yapıyorlarsa artık?

Vakti yoktur şimdi bizim Büyükelçi’nin. Özetleyeyim kısaca da belki işe yarar. Kıbrıslı arkadaşlar kusura bakmasın ve zaten bildikleri konular için beni okuyarak vakit kaybetmesinler artık, bu haftaki yazıyı Elçi Bey’e “tercüme” ile harcayacağız ne yapalım.

- Kıbrıs’ta umutsuzluk hakim. Hem Kuzey’de hem Güney’de müzakerelerle ilgili olarak umutsuzluk ve umursamazlık artıyor. (Hoş, müzakereyi yürüten zât bile o kadar umutsuzdu ki basıverdi istifayı, şimdi toparlanmaya uğraşıyor)

- Kimse KKTC denen oluşumun bir devlet olarak tanınacağına inanmıyor. (Yeni bir durum gibi yansıtılsa da “tanıyorum” diyen Türkiye’nin bile tanımadığı bir oluşumun tanınacağına kim niye inansın değil mi ama?)

- Türkiye küreselleşmeye entegre olurken Kıbrıslı Türkler içe kapandı. (Osmanlı’nın huyudur bu. “kendi her haltı yer, eve kapattığı hareminin kapısına kilit üstüne kilit vurur)

- AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Kuzey Kıbrıs ile Türkiye arasındaki ilişkileri değiştirdi. AKP’ye kadar asker üzerinden ve “milli dava” anlayışıyla yürütülen ilişkilerde sivil ve ekonomi ağırlıklı bir görüntüye dönüştü.

- “Milli Dava” anlayışının değişmesiyle birlikte Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere yönelik saygısı da ortadan kalktı. (Hiç katılmıyorum bu görüşe. Türkiye’nin Kıbrıs ve Kıbrıslı Türklere azıcık saygısı olsaydı 74’te 2. Harekâtı yapmaz, “barış harekâtını” işgale dönüştürmez, adayı somun gibi ikiye bölmez, işgal ettiği bölgede kendisinin bile tanımadığı bir oluşumu başlarına tebellaş ettiği Kıbrıslı

Page 257: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

512 513

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Türkleri dünyadan kopartıp adanın kuzeyine hapsetmezdi! “Milli Dava” denilen şey tüm argüman ve uygulamalarıyla başlı başına bir saygısızlıktı zaten.)

- TC ve Türkiyeli yatırımcılar Kıbrıslı Türkleri dikkate alma gereği duymayan bir yatırım ve yaptırım politikası izlemeye başladılar. (Buna da katılmıyorum doğrusu. Türkiye 74’ten beri bu politikayı izliyor zaten. Ne Anadolu’dan nüfus aktarırken ne de bu nüfusun artan ihtiyaçlarının karşılanmasına dönük alt yapı yatırımları yapılırken kimse bir şey sormadı ki Kıbrıslı Türklere?)

- Kıbrıs’ın Kuzeyinde Türkiye ile ilişkiler “eşitsiz, saygıya dayanmayan, vesayet ve biata dayalı, despotik bir ilişki modeli” olarak yorumlanıyor. AKP’ye kadar “anavatan-yavru vatan” ilişkisinin, AKP ile birlikte “baba-oğul” ilişkisine dönüştüğü söyleniyor. Bu ilişkinin “kardeşlik” ilişkisine dönüştürülmesi arzulanıyor Kıbrıslı Türkler tarafından…

- Kıbrıs’ın Kuzeyinde “de jure” nüfus 190 bin olarak ifade ediliyor. Bunun 50 bini Türkiye’den aktarılan nüfus. “de facto” nüfusun ise 35 bininin asker, 35 bininin öğrenci, 70 bininin ise “kayıtlı kayıtsız işçiler ve aileler” olarak belirtiliyor ki bunlar da Türkiye’den gelenler. Dolayısıyla en iyimser tahminle bile “de facto” nüfusun 140 bin kadarı Türkiyeli… (Bizim buralarda buna “kendi memleketinde azınlık haline getirilmek” deniyor)

TESEV araştırmasında Kıbrıslı Türklerin “Türkiye ile ilişkilerin düzeltilmesi için getirdiği öneriler” de yer alıyor. Bence Sn. Büyükelçi’nin yakın gözlüğünü takarak, eline bir de fosforlu kalem alarak okuması lazım buraları:

- Saygı, hukuksal eşitlik, Büyükelçinin elçi gibi davranması,

- Her türlü kararda Kıbrıslı Türklere danışılması, Yardım Heyeti’ne Kıbrıslı Türk Uzman alınması,

- Asker sayısının azaltılması

- Ülkenin demokratikleştirilmesi…

Kıbrıslı Türklerin öncelikli beklentilerini oluşturuyor. Kulağı 1974 marşlarına alışmış Türkiyeli okuyucuyu şaşırtabilir bu talepler ama evet, Kıbrıslı Türkler her şeyden önce azıcık “saygı” bekliyorlar!

Dünyanın hiçbir “egemen” ülkesinde olmayan ve yıllardır söylene

söylene dillerinde tüy bitiren bir talepleri daha var Kıbrıslı Türklerin: “Büyükelçilerin Elçi gibi davranması!”.

Ne yapar bir Büyükelçi? Görev yaptığı ülkenin hukukuna, geleneklerine, toplumuna saygı gösterir öncelikle… Eğer Kıbrıslı Türkler iki lafın birinde “azıcık saygı bekliyoruz” diyorlarsa Ankara’nın da şu Lefkoşa’daki binanın içinde ve dışında olup bitenlere bakması gerekir.

Ben Kıbrıs’ı yakından izlemeye çalışan biri olarak hemen bir “tüyo” vereyim Ankara’ya: Kıbrıslı Türkleri o “Rumcu” dedikleriniz değil, bizzat “sizin gönderdiklerinizin üslup ve davranışları” kışkırtıp çileden çıkartıyor! Haydi bana inanmıyorsunuz, e o zaman bir sorun kendi kendinize kardeşim; “biz bu bürokratlara niye maaş veriyoruz? Kıbrıslı Türkler ile “Anavatan” arasında sıcak ilişkiler kursunlar, sevgi bağını güçlendirsinler diye değil mi?”… Buna rağmen ilişkiler bu hale gelmişse, bürokratlarınız işlerini iyi yapamıyorlar demektir… Benden söylemesi…

E TOPARLANACAKSANIZ TOPARLANIVERİN GAARİ!

“Toparlanıyoruz” hareketini ilgiyle izliyorum bir süredir. Sosyal ağları iyi kullanıyorlar. Diğer partilerin bu dinamik ve çağdaş iletişim tekniğinden yararlanması gerekir.

Kudret Özersay’ı ilk kez Perşembe günü Aysu Basri’ye konuk olduğu Sim FM’de dinledim. Sıcak, sempatik, naif ve heyecanlı bir üslubu var. “Toplum Sözleşmesi” adıyla bir manifesto koymuşlar ortaya. İyi niyetli taleplerden oluşuyor ve herhalde bu taleplerin altına imza atmayacak hiç kimse yoktur Kıbrıs’ta. Fakat “Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğunun zaten yıllardır dile getirdiği bu taleplere mi ihtiyacı var yoksa kapsamlı bir ekonomik, sosyal, siyasal programa mı?” diye sorarsanız, ben programa ihtiyaç var derim. Sadece program da değil, bu programı yaşama geçirecek güçlü bir kadro hareketine…

“Toparlanıyoruz” böyle bir programa ve böyle bir kadro hareketine dönüşür mü? Bunun yanıtını zaman değil bizzat Özersay ve takipçileri verecek. Lafla değil ama eylemle…

Ben kapalı salon buluşmalarına değil sokağa bakar, sokakta gördüğüme duyduğuma inanırım. Doğrudur, sosyal ağlar çok önemli mecralar. Ama aynı zamanda konformist muhalefet alışkanlığını da tetikleyen bir yanı var sosyal ağların. Otur bilgisayar başına, yaz tıkır tıkır, muhalefet yapıyor-muş gibi görün. Peki ya sokak?

Kıbrıs UBP iktidarının pençeleri arasında kıvranırken, özelleştirme adı altında Kıbrıslı Türklerin varı yoğu satılıp savılırken, Lefkoşa

Page 258: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

514

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Belediyesinde akıl almaz bir yüze göze bulaştırma hali sergilenirken Özersay ve arkadaşlarının “e hadi toparlanıyoruz” demeleri yetmez. Sokağa çıkıp, kime hangi konuda ne tepki verdiklerini, hangi soruna ne çare gösterdiklerini anlatmazlarsa bir an önce… toparlansalar kaç yazar?

LTB emekçisi sokakta. Ya biz? Bilgisayar başında… Tıkır da tıkır!

Kıbrıslı Türklerin malı mülkü mezatta! Ya biz? Bilgisayar başında… Tıkır da tıkır!

Lefkoşalının iradesi askıda! Ya biz? Bilgisayar başında… Tıkır da tıkır!

E olmaz ama böyle… Toparlanıyoruz, toparlanıyoruz iyi hoş da… Toparlanıverin de ne yapacaksınız bir görelim gaari!

07.07.2012

Page 259: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

516 517

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ÇOK BEKLERSİNİZ!

20 Temmuz’a doğru hem mevcut bilgilerimi tazelemek hem de her zaman ilginç bir şeyler bulabildiğim arkeolojik yolculuk için gazete arşivlerine daldım.

Gazete sayfalarında yolculuk, kapsadığı zaman diliminde nedenlerini ve sonuçlarını öngöremediğimiz bir çok olayın yıllar sonra bizi nereye taşıdığını anlamamıza rehberlik ediyor.

Haberler arasında dolaşırken rastladığım bir kupüre takılıp kaldım.

27 Temmuz 1974, yani harekâtın 7. gününde Özer Oral imzalı ve “Kıbrıs için işçiler 15 grevi derhal durdurdu” başlıklı haberde İşçi sendikalarının harekât nedeniyle yürürlükte olan grevleri derhal durdurdukları ve 70 sendikanın bir toplantı düzenleyerek Ordu ve Hükümete destek biçimini tartıştıkları bilgisi yer alıyor. Haber aynen şöyle:

“Kıbrıs çıkartma harekâtı sırasında bütün kuruluşlar gibi işçi ve işveren sendikaları da hükümeti desteklediklerini, maddi manevi her türlü fedakârlığa hazır olduklarını açıklamışlardır.

Türkiye’nin en büyük işçi kuruluşu Türk-İş, üye sendikaların sürdürdükleri grevleri derhal durdurarak bütün işçilerin derhal işbaşı yapmasını sağlamıştır.

Türk-İş ayrıca yüzbinlerce üyesinin bir gün ücretsiz çalışarak karşılığının bir fonda toplanmasını kararlaştırmış, bu arada başlangıç olarak 4 milyon liralık bir fon ayırmıştır.

Ankara’da teşkilat başkanlarının Kıbrıs Harekâtına maddi yönden yardımcı olmak amacıyla yaptıkları toplantıdan sonra İstanbul’da da 70 sendika lideri Tek-Gıda İş’te bir toplantı yapmışlardır. Bu toplantılarda yardım şekli tesbit edilmiştir.

Yalnız İstanbul 2 binden fazla işçinin katıldığı 6 grev kaldırılmıştır. Grevleri kaldırılan Çim-İş, Petrol-İş, OLEYİS, Yeni Haber-İş sendikaları olmuştur.

Yetkililerin verdiği bilgiye göre bağımsız sendikalarla birlikte Türkiye’de 15 iş yerinde grev ertelenmiştir.

Türk-İş bu arada üyelerinin kan bağışı yapmaları için bir kampanya açmıştır.

Bu arada Deniz ve Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na bağışlar hızla artmaya başlamıştır. Bazı işyerlerinde işçiler sendika dışında aralarında topladıkları paraları bağışlamışlardır.

Page 260: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

518 519

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Bazı sendikalar ise milyonlara varan fonlarını Silahlı Kuvvetler Vakfı’na verdiklerini açıklamıştır.

DİSK de son olaylar karşısında Türk-İş’i “işbirliğine” çağırmıştır. DİSK üyelerinin birer gündeliklerini devletin savaş fonuna yatırmaları istenmiştir.

DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, “Biz bir savaş fonu kurulması için hükümete başvurduk. Henüz cevap alamadık” demiştir.” (Milliyet, 27.07.1974, sf.9)

Gösterilen bu “refleks” Türkiye işçi sınıfının ve Türkiye solunun, genel olarak da Türkiye kamuoyunun ordu-devlet-savaş konularındaki duruşunun ilginç bir özetidir aslında. 1974’ten bugüne ne Türkiye kamuoyunun Kıbrıs “okuması” ne de ordu-devlet karşısındaki duruşu çok fazla değişmedi.

1974’te Kıbrıs’ta ne olduğu, Harekâtın neden ve hangi gerekçelerle yapıldığı, sonrasında nelerin yaşandığı ve 38 yıl sonra bugün Kıbrıslı Türklerin nasıl olup da Türkiye’ye karşı bu denli kırgın olduğu üzerine kafa yorulmadı.

Türkiye kamuoyuna sadece Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlar ve Yunanlılar tarafından katledildiği “gösterildi”. Türkiye kamuoyu da önüne sonuna bakmadan devletinin ve ordusunun yanında yer aldı…

Kıbrıs’ta Yunan Cuntası desteğiyle faşist bir darbe yapıldığı, bu darbe sonucu Makarios’un devrildiği, Yunan ve Rum faşist ordusunun öncelikle Kıbrıslı Rum Komünistleri, demokratları katledip saf dışı bıraktığı ve hemen ardından da Kıbrıslı Türklere yöneldiği üzerinde durulmadı.

Rum ve Türk etnik milliyetçiliğinin adayı göz göre göre sürüklediği büyük felaket hiçbir zaman analiz edilmedi.

Türkiye kamuoyu, Kıbrıs sorununu bir Türk-Yunan, Türk-Rum çatışması olarak gördü, öyle görmeye devam etti…

Bugün hâlâ Kıbrıs sorununun çözümünde bir milim ilerleyemiyorsak, bugün hâlâ Kıbrıslı Türkler ile Türkiye ilişkisini “kurtaran/kurtarılan” üzerinden okuyorsak, bugün hâlâ Kıbrıslı Türklerin bize neden “kırgın olduklarını” bir türlü kavrayamıyorsak bunun altında sadece ve sadece “reflekslerimizle” hareket etmemiz, 38 yıl sonra bugün bile Kıbrıs sürecini derli toplu değerlendiremeyişimiz yatıyor…

Türkiye’de kendisini sol, sosyalist, komünist olarak nitelendiren

siyasi parti ve oluşumların programlarına bir bakın… Kaçının Kıbrıs sorununa ilişkin politikası, sözü, derdi var?

Solcusunun barut ve kan kokusunu duyar duymaz ekmek mücadelesini erteleyip, savaş fonu kurulması için teyakkuza geçtiği bir toplumun kendilerini anlamasını mı bekliyor Kıbrıslı Türkler?

Çok beklersiniz!

14.07.2012

Page 261: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

520 521

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KUSURA BAKMAYIN BUGÜNLÜK…

Sabahtan beri kıvranıyorum, ne yazsam diye.

20 Temmuz günü ne yazılır ki Kıbrıslı Türk okuyucuya?

Tepenizden uçaklar vızıldamışken; kat-kravat bürokratlar ta Ankara’lardan gelmiş, “ne kadar mutlu, ne kadar gururlu olsanız azdır” diye diye pışpışlamışlarken sırtınızı… Şükran manşetleri atılır, Şafak Nöbetleri tutulur, faşist bir darbe sonrası bir somun gibi ikiye bölünmüş bir ülkenin yasını tutmak yerine sevinç çığlıkları atılırken ne yazılır ki?

Yeni Düzen’in internet sayfalarında dolanıyorum sabahtan beri…

Sevgili Cenk’in 20 Temmuz sonrası olup bitenleri döktüğü nefis yazıyla, Fatma Azgın’ın adeta bir film senaryosu tadında aktardığı, sözde kişisel tarih arasında gidip geliyorum. Kişisel tarih dediğimiz şey bazen işte böyle en mütevazı cümlelerle anlatılmış ülke tarihinden bir kesite dönüşüveriyor.

Sami’nin çocuk gözleriyle hatırladığı 1974’ün o sıcak 20 Temmuz gününü okuduktan sonra ne yazılır?

Ya Ünal Fındık’ın “kalk oğlum bizimkiler geldi” sinin üzerine ne söylenebilir?

En tüyler ürpertici sırları karmaşık bir yün çilesini çözercesine sabırla, incelikle, bilgelikle önümüze koyup sessizce köşesine çekiliveren Sevgül Uludağ’ın sözleri üzerine ne söylenir bu 20 Temmuz’da?

Acının eğittiği, törpüleyip parlattığı hayatlar, kelimelere dökülürken böylesine ışıldıyor işte… Şimdi ben, bir 20 Temmuz günü ne yazabilirim ki Kıbrıslı Türk okuyucuya?

“Ne biçim kurtardık be sizi?” diyecek halim yok ya?

Bir de kalkmış “gel hade” diyor arkadaşlar.

Bakmayın en kurtarıcı gülümsemeleriyle sahibinizmiş, efendinizmiş gibi ortalıklarda dolaşan kat-kravat bürokratlarımızın rahatlığına…

Bakmayın en hissiz ifadeleriyle otel lobilerinde boy gösteren kumarhane düşkünü hanımefendi ve beyefendilerimizin keyfine…

Çok özledim Lefkoşa sokaklarında, Girne limanında dolaşmayı ama… Ben Temmuz ayında gelemem Kıbrıs’a… Yüzüm tutmaz… Utanırım…

Page 262: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

522

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Dün 20 Temmuz’du ya, bilmiyorum baktınız mı Türkiye Gazetelerine?

Ben merak ettim baktım… Hemen söyleyeyim:

Yeni Şafak Gazetesi’nin 36. Sayfasında “Kıbrıs’ın Garantisi Türkiye’dir” başlıklı bir küçük haber yer alıyor. Beşir Bey, KKTC “Büyükelçisi”ni kabul etmiş.

Habertürk, 19. Sayfada “bit kadar” bir haberde DSP Genel Başkanı’nın mesajına yer vermiş: “Kıbrıs Dik Duruşun Simgesidir”

Milli Gazete, 8. Sayfasında “Kıbrıs Sana Minnettar” başlığıyla Erbakan Hoca’yı anmış.

Hepsi bu…

3 gazetenin 3 haberinde de özne Kıbrıslı Türkler değil. Bir tanesinin aklına gelip de bir Kıbrıslı Türk’ü arayıp sormamışlar 38 yıl sonra “Napan, ne eden? İyi misin hoş musun? Ne düşünür, ne hissedersin?” diye!

Büyük tirajlı hiçbir gazetenin hiçbir köşesinde Kıbrıs, Kıbrıslı Türkler, “Kutlu” Barış Harekâtı vs. içerikli tek bir haber yok! Yok! Yok!

Hani bilin diye söylüyorum…

Kusura bakmayın, yazacak bir şey bulamadım bu 20 Temmuz gününde…

21.07.2012

Page 263: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

524 525

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

MİLLİYETÇİ AZGINLIĞA İZİN VERİRLER MİYDİ?

400 yıla yakın bir beraberlikten sonra yolları ayrılan Kıbrıslı Rum ve Türkler, son 40 yılda yaşadıklarını önceden görebilseydiler acaba her iki taraf için de büyük acılara ve ayrılığa neden olan milliyetçi azgınlığa izin verirler miydi?

Sevgül Uludağ’ın büyük bir titizlikle aktardığı anlatılara bakılırsa, o dönemin tanıkları derin bir pişmanlık içerisinde. Sizi bilmem ama ben her satırını dikkatle okuyor ve arşivliyorum Sevgül’ün yazdıklarını. O anlatıların ağzımda bıraktığı acılığı Niyazi Kızılyürek hafifletiyor. Bir yanda geçmişin pişmanlıkları, hemen ardından her şeye rağmen bilimsel temellere oturtulmuş bir umut ve iyimserlik…

Sevgül ve Niyazi Hoca’nın yazdıklarını en çok Türkiyeliler okumalı. Özellikle de sinsi bir milliyetçiliğin azgın salyalarını savurmaya başladığı şu günlerde…

Ben Lefkoşa Büyükelçisi olsaydım bu yazıları dosyalar doğrudan Başbakan’a yollardım. Hatta Beşir Atalay geldiğinde ne yapar eder Sevgül ve Niyazi Hoca’yı hiç değilse 1 saat dinlemesini sağlardım. Hayır hayır, “Kıbrıs’ı anlamaları” için değil… Türkiye’yi nelerin beklediğini anlatmak ve Kıbrıs deneyiminden Türkiye’nin nasiplenmesini sağlamak için…

Türkiye, Irak Kürdistanı’nı hazmetmekte çok zorlandı. “Sınırlarımızda böyle bir oluşuma izin vermeyiz”, “Irak’ın toprak bütünlüğü her şeyden önemli” replikleri herkesin hatırındadır. Buyrun şimdi aynı replikleri Suriye için kullanıyor iktidar. Toplumun bilinçaltı ise artık olup bitenleri kavrıyor ve önceden hazırlanmadığı için şaşkın ve öfkeli tepkiler veriyor.

İşin özü şudur: Türkiye Cumhuriyeti en büyük kötülüğü Türklere yaptı! Onları aldatarak!

90 yıldır Anadolu’nun tek sahibi, efendisi olduğuna inandırılan, Anadolu’da yaşayan herkesin Türk olduğuna, Türkçe konuşmasına, her ortalama Türk gibi “devletin formatladığı biçimde” Sünni Müslümanlığın gereklerini yerine getirmesi gerektiğine ikna edilen Türkler, şimdi aslında hiçbir şeyin kendilerine anlatıldığı gibi olmadığını fark etmeye başlıyorlar. Aldatılmışlık duygusu, bir topluluğa yapılacak en büyük kötülüktür. Ve bu kötülüğün yaratacağı düş kırıklığı ve öfkeden korkmak gerekir!

Türkler kendilerine tabi olması gerektiğine inandırıldıkları Kürtlerin ve tüm diğer etnik toplulukların, Alevilerin ve tüm diğer dinsel grupların gerçekten laik ve demokratik bir ülkede, gerçekten eşit haklı olmaları gerektiğinin ayırdına varıyorlar.

Page 264: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

526 527

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Dehşetli bir farkındalık bu! Kabullenmek, içselleştirmek zaman alacak. İşte bu “zaman” çok tehlikelere gebe. “Yeni gerçekliği” kabullenme sürecinde savrulmalar, sert tecrübeler yaşanacak. Hem 90 yılın egemeni Türkler hem de 90 yıldır sindirilen etnik ve dini gruplar öfkeli çıkışlar yapabilir.

Tam da bu noktada herkesin her zamankinden fazla sorumlu, her zamankinden serin kanlı, her zamankinden akılcı davranma zorunluluğu var. Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere tüm etnik ve dinsel gruplardan 90 yıllık sabır ve metanetin üstünde bir şey beklemek belki haksızlık gibi gelebilir. Ama Türklerin “sersemlemesini” anlayışla karşılama ferasetini gösterebilmeliler. Türklerin de algılayabildikleri ölçüde, hiç değilse işin ayırdına varabilmiş âkil kesimleri Kürt ve Alevilerin 90 yıl boyunca kendilerine yapılan tüm haksızlıklara rağmen bir arada yaşama çabası gösterdiklerini düşünerek hareket edebilmeliler.

Durumun ciddiyeti sokakta belki yeterince hissedilmedi. Ama etrafımızda uçuşan kıvılcımların evimizde büyük bir yangını başlatması hiç de öyle boş bir endişe değil…

Son birkaç günde olup bitenlere bakın:

Malatya’da Alevi bir aileye yönelik saldırının hemen ardından İstanbul Ayazağa’da Kürt işçilere, hemen ardından da benim 5 yılımı geçirdiğim Muğla’nın sakin ve sevimli kasabası Dalyan’da Kürtlerin işlettiği bir restauranta saldırı gerçekleşti. “Şşşşemdinli” de 13 gündür örtülü bir sıkıyönetim, medyanın, siyasetin, sivil toplumun gözleri önünde vücut buluyor. Biz fısıltıyla “Şşşemdinli” diyoruz oraya artık. Zira Başbakan yüksek sesle Şemdinli diyeni fena halde azarlıyor.

Arap coğrafyasındaki hareketlilik geldi Türkiye sınırlarına dayandı. Sağa sola akıl veren Hükümet, o aklın azıcığını kendi kullansa iyi olacak ya, içeriye Türk-İslam hamaseti pompalamaktan, Kürtler yetmiyormuş gibi Alevileri de zıvanadan çıkartacak davranışlar sergilemekten alıkoyamıyor kendisini ne yazık ki. Oysa Kürt coğrafyasına vaktiyle en fazla nüfuz edebilmiş Türkiye partisi olarak AKP’nin Kürt seçmenden aldığı desteği pamuklara sarması gereken zaman bu… Gerçi AKP’nin problemi hep bu olmadı mı? Birkaç adımla “çantada keklik” diye baktığı kesimleri tuhaf bir özgüvenle hiç kaybetmeyeceği vehmini yaşıyor. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil! Kimse çantada keklik değil. Yaşadığımız coğrafyada dengeler öylesine hassas, tüm toplum kesimleri o denli bilenmiş durumda ki aslında “10 yılda ustalaştım” rehaveti yerine bilakis “çırak” heyecanı ve dikkati gerekiyor şimdi…

Başbakan’ın en sevdiği şarkı “Beraber yürüdük biz bu yollarda”

diye başlıyor. Güzel şarkıdır…

Ancak Saadettin Kaynak’ın Vecdi Bingöl’ün güftesi üzerine bestelediği büyük segâh eserini de şiddetle tavsiye ederim şu sıralar herkese… Mümkünse Sevgül’ün yazılarını okurken…

“Ayrılık yaman kelime/ Benzetmek azdır ölüme/ Kim uğrasa bu zulüme/ Gündüzü olurmuş gece

Tatmadan aşkın tadını/ Duydum acı feryadını/ Dilimin zevki adını/ Sayıklarım hece hece

Soldu mu neşe'n hevesin/ Seslerim gelmez sesin/ Dudaklarımda nefesin/ Özlerim seni delice”

04.08.2012

Page 265: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

528 529

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KIBRIS ANA VE ÇOCUKLARI…

2003 yılının Aralık ayıydı. Eğer kumar tutkunu değilseniz Kıbrıs’a gitmek için tuhaf bir aydır Aralık. Malum, her ne kadar yoldan çevirip sorsanız, şıpınişi yerini bilemesek de; biz Türkiyeliler için deniz, kum, güneş ve kumardan ibarettir Kıbrıs dediğin…

Her neyse… Hatırlıyorum, Kıbrıslılar için hayli soğuk, bizim için hayli ılık bir Aralık günüydü.

İlk gördüğüm Kıbrıslı kimdi çıkaramadım şimdi ama trafiğin soldan akması, o şurubî aksan, Lefkoşa’nın sarı taş binaları ve her biri birbirinden güzel kapıları hafızamdaki ilk karelerdir… Ve tabii kıpır kıpır meydanlar, coşkulu kalabalıklar, yemyeşil bir umut… Devrim günleriydi…

Ben mi bir kedi yavrusu kadar yalnız ve umutsuzdum, yoksa Kıbrıs’ın anaçlığı, sevecenliği mi tutmuştu bilmiyorum.

Bildiğim tek şey; dokunuşuyla bütün yaralarımın iyileştiği, öpüşüyle bütün telaşımın dindiği, kokusuyla ruhumun dirildiği, sesiyle kanımın yeniden tutuştuğu bir kucak oldu Kıbrıs.

Meydanları dalgalandıran yeşil devrimin kıpırtısı, bütün değerlerinin üzerine koca bir duvarın yıkıldığı, geleceğe dair bütün iyimserliğini yitirmiş orta yaş sınırındaki bu adamı yeniden hayata bağladı.

Bugün her ne kadar kendi geleceklerine dair iyimserliklerini yitirmiş, o kadim dost sofralarını dağıtmış, birbirlerine olan inançlarını yitirmiş ve en kötüsü birlikte yürümekten, kendi devrimlerinden vazgeçmiş görünseler de artık biliyorum, “Kıbrıs Ana” yeniden dokunacak kendi çocuklarına…

Tıpkı 2003 Aralık ayında bana dokunduğu, beni kucaklayıp bağrına bastığı, tıpkı yaralarımı sarıp o yemyeşil meydana salarken keyifle gülümsediği gibi…

“Kıbrıs Ana” ve onun yetiştirdiği çocuklar kadar bilge, sabırlı ve sevecen olmadığım için umutsuzluğa kapıldığım, hırçınlaştığım anlar hiç de az değil.

Kızıyorum Kıbrıs’ın çocuklarına; sendeledikleri, yavaşladıkları, yorgun düştükleri, midye gibi kendi içlerine kapandıkları, meydanları boşalttıkları, ruhlarının işgaline izin verdikleri için.

Kızıyorum Kıbrıs’ın çocuklarına; hep yakındıkları, hep suçladıkları, hep didiştikleri için.

Kızıyorum Kıbrıs’ın çocuklarına; çabuk unuttukları, çabuk hüküm verdikleri, çabuk vazgeçtikleri için.

Page 266: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

530

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Öfkem tutuştuğunda Kıbrıs Ana gülümseyerek pışpışlıyor sırtımı. “Dur hele” diyor… “Dur hele… Daha son sözünü söylemedi bizim çocuklar…” Göz kırpıp sitem ediyor sonra, “benim çocuklara diyorsun ya, bak sen de çabuk hüküm veriyor, sen de çabucak umutsuzluğa kapılıyorsun. Kendi yenilgilerinin hesabını soruyorsun benim çocuklarıma”…

Kızgınlığım yerini yeniden umuda bırakıyor o an. Bildiği var Kıbrıs Ana’nın elbet. Çocuklarına bunca güveniyorsa, bildiği var…

Aradan geçen 9 yılın sonunda hâlâ daha Kıbrıs’la olan tutkulu ilişkimi anlamlandıramayan ve “bütün bunlardan sana ne?” diyen dostlarıma Murathan Mungan’ın o müthiş dizesi bir yanıt olabilir mi bilmiyorum:

“Ben sende bütün aşklarımı temize çektim…”

18.08.2012

Page 267: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

532 533

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

İLK TAŞI GÜNAHSIZ OLANINIZ ATSIN!

“Komşunun evine tamah etmeyeceksin! Komşunun karısına yahut kölesine yahut cariyesine yahut öküzüne yahut eşeğine yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin!”

Musa’ya indirildiği kabul edilen 10 emirin onuncusu ve sonuncusudur bu…

Hayat çok garip… Lefke’li Safiye ile İrfan’ın oğlunun Kıbrıs-İngiltere-Türkiye üçgenine sığdırdığı asaletini bilmem ama son derece nadir hikâyesi; şimdilik fısıltıyla anlatılıyorsa da hiç kuşkum yok, ölümünden sonra sıkı bir Hollywood filmi olmaya aday…

Asil Nadir’in hikâyesi, sadece Kıbrıs’ın değil, Türkiye’nin de hikâyesinin bir parçası.

Mağusa’da gazete satarak büyüyen çocuğun 1963 olaylarıyla birlikte Londra’ya taşınıp aileyle birlikte yeni bir hayata başlamasının ve burada kurulan şirketin yılda 1 milyon sterlin kazanmasının bir “başarı” olduğunu kimse inkâr edemez. Ancak bence “başarı” tam da bu noktada yerini (hadi İngiliz yargıcın kaba ifadesini kullanmayalım şimdi) bir ihtiras hikâyesine dönüşüyor.

Gerçek tragedya; başkalarının trajedisini kendiniz için bir fırsata dönüştürürken, aslında kendi trajedinizi yazmakta olduğunuzun farkında olmamanızdır belki de…

Herkes bilir ki ihtiras; tragedyanın en önemli unsurlarından biri, ihtirasını dizginleyemeyenler ise tragedyanın en güçlü karakterleridir…

Kendisine ilişkin hazırlanan biyografilere bakılırsa; 1970’ler Kıbrıs için fırtınalarla dolu bir kâbus denizi, Asil Nadir için bir fırsatlar denizi oldu. 74 müdahalesinin hemen ardından sahipsiz kalan Rum işletmelerinin “değerlendirilmesi” işine büyük bir hevesle girdi. 1970-1985 arası 15 yıl gibi kısa bir sürede 500 milyon sterline ulaşan kişisel servetiyle Sunday Times’ın “dünyanın en zenginleri” listesinin 11. Sırasına yerleşti.

İhtiras rüzgârları Asil Nadir’i o sıralar Türkiye’yi bir “fırsatlar cennetine” çevirmeyi iş edinen Turgut Özal’ın yanına sürükledi.

“Zenginleri” çok seven Başbakan, bu zengin ve “başarı için her yolu mübah sayan” adamı da çok sevdi. O’na Türkiye medya dünyasının kapılarını araladı. Asil Nadir Günaydın Gazetesini, ardından Güneş ve Gelişim Yayın Gruplarını satın aldı.

1980’lerin sonunda Asil Nadir; tarımdan gıdaya, tekstilden elektroniğe, turizmden denizciliğe ve tabii medyaya genişleyen

Page 268: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

534 535

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

dev bir imparatorluğun başındadır artık. Ta ki meşhur Polly Peck skandalı patlayana kadar…

Özal’ın “yeni Türkiye’sinin vizyonu” ile Asil Nadir’in sınır tanımayan ihtirasının harikulâde bileşimi, aslında Türkiye medya tarihinin de önemli bir kesitini oluşturur.

Asil Nadir, “işi sadece gazetecilik olan gazete patronları” döneminin kapanıp, Özal’ın yeni vizyonu doğrultusunda başlatılan “uygun olan her yatırım alanına girme kıvraklığına sahip” yeni gazete patronları döneminin prototipidir adeta…

Medyada yozlaşmanın, iktidarlarla ticari öpüş kokuş ilişkilerine girmenin, ihale peşinde koşan gazete yöneticilerinin, promosyon kampanyalarının, sansasyonel haberciliğin artık ayıplanmadığı bir çağın başlangıcıdır bu…

Asil Nadir kendi tragedyasında hem “ihtiraslı bir güç” hem de kurbandır aynı zamanda. Skandal patlayıp Türkiye’den pılısını pırtısını toplayamadan gitmek zorunda kaldığında geride bıraktığı dev işletmeler kelimenin tam anlamıyla “kapanın elinde kalmıştır” ki Türkiye medyasının Asil Nadir konusunda pek “ketum” olmasının asıl sebeplerinden biridir bu…

Türkiye’de bir zamanlar sahibi olduğu işletmelerin kimler vasıtasıyla hangi ellere hokus pokus edildiğine bakılırsa Asil Bey’in “kurban” kimliğini de görür ve kendisine üzülmek mi yoksa “su testisi” muamelesi yapmak mı gerektiği konusunda hayli kararsız kalırsınız…

Ben şimdi “haksızlığa uğradığı için” Asil Bey’e üzülen çoğu insanın Polly Peck’in niçin skandal olduğunu anladığından emin değilim. Öyle ya, adamcağız kendi şirketinin parasını kullandı sonuçta… Oysa Polly Peck halka açık bir şirketti. Asil Bey’in yine İngiliz mahkemelerinin ifadesiyle “kişisel lüksleri için” kullandığı paralar aslında kendisine güvenen yatırımcı hissedarların parasıydı.

Ancak İngiliz mahkemesinin “suç” olarak kabul ettiği ve bazı Kıbrıslı Türkler için “anlaşılması güç” bu davranışın geçmişini de hesaba kattığınızda gerçek resim ortaya çıkıyor: Asil Bey’in ve bazı Kıbrıslı Türklerin “hak” olarak gördüğü “başkasına ait serveti kullanma” suçunun “normalleştirilmesi” aslında 1974’e, dayanıyor: “Sahipsiz kalan Rum mallarının değerlendirilmesine”…

Asil Bey’in davranışlarının normalleştirilmesinde, “değerlendirdiği başkalarına ait servetin” bir bölümünü “başkalarıyla” paylaşmasının payı büyük olsa gerek. Ancak ne kadar “asil bir davranış” olsa da, “sahipsiz kalan Rum mallarından” edinilen servetin küçük bir bölümünün bazı Kıbrıslı Türklere iş ve aş olarak dönmesi Asil Bey’i

İngiliz’in mahkemesinde aklamaya yetmiyor.

Londra’da yargıç elindeki adalet çekicini masaya vurup hükmünü açıkladığında içimin cız ettiğini söylemeliyim. Kararı okurken bir anda 80’lerin sonuna, o dönem Cumhuriyet Gazetesinde çalışmakta olan gazeteci arkadaşlarımın “hayli iyi paralarla” transfer oldukları ve annemlerin bile o çok renkli, “çok sesli”(!) Güneş gazetesinin cazibesine kapıldıkları günlere dönüverdim.

Asil Bey, Türkiye medyasının ve benim evimin, ülkemin insanlarının dönüştürülmesini de bir “fırsat” olarak gördüğü ve “değerlendirdiği” için önemlidir hayatımda…

Asil Nadir şimdi İngiltere’de bir cezaevinde hükmünün dolmasını bekleyen 71 yaşında bir adam…

Suçluysa ki İngiliz Mahkemesi o’nu “başkasına ait malı kendi lüksü için kullanmaktan” suçlu buldu, bana kalırsa O, bu suçu tek başına işlemedi… Kıbrıs’ta, Türkiye’de çok sayıda suç ortağı var!

O’nu bir de siz yargılayabilirsiniz… Ama madem kutsal metinlerle girdik söze, kutsal bir çağrıyla bitirelim:

“aranızda hiç günahsız olanı ilk taşı atsın”

28.08.2012

Page 269: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

536 537

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

CTP’Yİ İZLERKEN…

Mağusa Namık Kemal Meydanı’nın fotoğraflarına bakıyorum. Sim TV canlı olarak verdi ama Türkiye’den izleme şansım olmadığı için izleyemedim görüntüleri. Elimde sadece birkaç fotoğraf var. Sıcacık, coşkulu, umut veren fotoğraflar.

CTP güzel bir iş yaptı. Egemenlerin “derin dondurucuya atıverdik” diye sevindikleri halkın çözüm ve barış taleplerinin yeniden seslendirilmesine ön ayak oldu Mağusa’da. Bunun sürdürülmesi, günlük siyaset ne getirirse getirsin, CTP’nin ana mücadele hattını oluşturan barış ve çözümü dillendirmeye devam edilmesi gerekir.

Kim ne derse desin, Kıbrıslı Türklerin barışa ve çözüme ihtiyacı her zamankinden çok daha yakıcı bir ihtiyaç. Ve yine kim ne derse desin, Kıbrıs’taki barış ve çözüm mücadelesi CTP olmazsa olmaz…

Dikkatli okuyucu bilir ki Yeni Düzen’de yazarken CTP’ye ilişkin mesafeli bir dil kurarım. Tercihen CTP hakkında görüş belirtmekten de kaçınırım. Ama madem yeri geldi, bu kadar zamandan sonra CTP’ye dair birkaç cümle kurmamı yadırgamayacağınızı umut ediyorum:

Öncelikle CTP’den hazzetmeyen okuyucuyu öfkelendirmek pahasına şunu söylemeliyim: Bir Türkiyeli olduğum halde, kimi politikalarını desteklesem de kurulduğu günden beri AKP’ye oy vermedim ve vermem ama eğer bir Kıbrıslı Türk olsaydım CTP’li olur, CTP’ye oy verirdim.

Kıbrıs’ta hemen her siyasi görüşten dostum, arkadaşım var. Okumaktan çok dinlemeye ve gözlemlemeye dayalı Kıbrıs bilgilerimin tamamına yakınını bu arkadaşlıklardan edindim. Yakın temas kurduğum herkes bilir ki zaman zaman en ağır ifadelerle, hatta çoğu kez haddimi aşarak, sabırları zorlayarak eleştiririm CTP’yi. Bununla beraber, Kıbrıslı Türklerin ortak aklı ve vicdanı olarak gördüğüm tüm Kıbrıslı sol partiler gibi CTP’nin özel olarak sakınılması, pamuklara sarılması gerektiğini düşünürüm.

Açayım biraz bunu…

Sola yer biçilmeyen işgal rejiminin kurduğu siyasi düzenekte her şeye rağmen Kıbrıslı Türklerin barış, çözüm, sosyal adalet, demokrasi ve özgürlük taleplerini dillendiren birkaç parti ve örgüt büyük bedeller ödeyerek yaşamayı başardı. (CTP, tabiri caizse henüz “buralar dutlukken” kurulmuş, örgütlenmiş ve Kıbrıslı Türklerin sesi olmuş bir parti olarak, diğerlerinin arasında özel bir öneme sahip.)

Bu parti ve örgütlerin ideolojik duruşunu, söylemini, eylemlerini beğenmeyebilirsiniz. Ancak genel olarak sola, özel olarak solun renklerine ihtiyaç duyulan dünyamızda küçücük Kıbrıs adasının sesi, soluğudur bu parti ve örgütler.

Page 270: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

538 539

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

Hiç birinden vaz geçilemez, bir tanesinin bile yokluğunun, eksikliğinin yeri doldurulamaz. Her birinin tek tek mücadelesi önemli ve saygıya değerdir.

Her biri kendi doğrusu doğrultusunda Kıbrıslı Türklerin daha özgür, daha adil, daha yaşanılası bir ülkede yaşaması için mücadele verir. Dolayısıyla yakınlığınız ve gönül bağınız hangisine olursa olsun, bir diğerini ötekileştirmeden, hemen her konuda eylem ve mücadele birliği yapmak zorunda olduğunuzu unutmadan, daha da önemlisi o olmadığı takdirde ne kadar büyük bir güç kaybına uğrayacağınızı aklınızdan çıkartmadan değerlendirmelisiniz tüm sol sosyalist parti ve örgütleri.

Baraka’nın “deli kanlı” gençlerinin olmadığı, Murat Kanatlı ve YKP’nin “cesur vicdanının” olmadığı, KSP’nin, BKP’nin inadının olmadığı, TDP’nin rengahenginden yoksun, CTP’nin o sokağa çıktığında herkesi harekete geçiren inançlı coşkusunun olmadığı bir Kıbrıs düşünemiyorum ben.

Tek tek isimlerini saymaya kalkarsam yerim yetmeyecek; Feminist solcuların, yeni yeni filizlenen eşcinsel hareketin, çevrecilerin olmadığı bir mücadele hattı düşünemiyorum.

Ortam’ın, Yeni Çağ’ın, Afrika’nın manşetlerini, köşe yazılarını en az Yeni Düzen’i takip ettiğim kadar dikkat ve zevkle takip ediyorum.

Birbirlerini ne kadar kıyasıya eleştirirlerse eleştirsinler bütün bu parti ve örgütlerin, grupların bir bütünün parçası olduğunu düşünüyorum: Daha özgür, daha yaşanılır bir Kıbrıs!

“Peki, ama neden CTP?” derseniz, katılın ya da katılmayın, ben CTP’nin bütün Kıbrıs solunun az önce saydığım renklerinin mükemmel bir bileşimi olduğuna inanıyorum.

İçinde ateşli sosyalistlerden, yeni sola, liberal solculardan sosyal demokratlara, solun hemen tüm renklerini barındıran lezzetli bir bileşim.

Bazıları bu “bileşimi” sol bir parti için tehlikeli ve kabul edilemez bir zaaf olarak görebilir. Ama bence CTP’nin kitlesel gücünü oluşturan şey tam da bu… Solun bütün renklerini barındırmayı bir zaaf değil zenginlik olarak görebilen bir CTP Kıbrıslı Türkler için de bir umut oluşturabilir.

Kıbrıslı Türklerin “ortak akıl ve vicdanı” CTP’yi de diğer sol sosyalist parti ve grupları da büyük savrulmalardan, hatalardan koruyabilme gücüne sahip. CTP ve diğerleri Kıbrıslı Türklerin “ortak akıl ve vicdanını” pusula olarak aldıkları sürece ve “ortak akıl” CTP ve diğer

sol sosyalist partiler üzerindeki denetleyici gücünü koruduğu sürece endişeye mahal yok.

Mağusa Namık Kemal Meydanı fotoğraflarına bakarken sessizliği, yeterince muhalefet yapamaması, UBP’den farksız hale geldiği eleştirileriyle yerden yere vurulan CTP’nin herkesin umudu kestiği bir noktada nasıl umut filizlendirebilme kapasitesine sahip olduğunu dosta düşmana gösterdiğini düşünüyorum.

CTP’yi içeriden ve dışarıdan kim nasıl isterse eleştirsin ama bu “kapasitenin” farkına vararak ve bu “kapasiteyi” kaybetmenin nelere mal olacağını hatırlayarak…

08.09.2012

Page 271: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

540 541

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

KAHVE BAHANE…

Hiçbir yazısını kaçırmadığım Sevgili Fatma Azgın “Kıbrıslı okuyucu ne ister?” diyerek benim de Yeni Düzen’de yazmaya başladığım günden beri kafamı kurcalayan soruya yanıt aramış.

Şaka maka 2 yılı geride bıraktığım şu köşede her Cuma bir “gündem krizi” yaşıyorum. Sizi sıkmamak, kendimi tekrara düşürmemek için her hafta bir “ne yazmalı” krizim var. Ama ne oluyor biliyor musunuz? Parmaklarım klavyede gezinmeye başladığında “yazı krizi” bitiyor.

Kendime bir yol buldum: Önce okkalı bir kahve yapıyorum kendime. Sonra gözlerimi kapatıyorum ve kendimi Lefkoşa’da Büyük Han’a ya da Girne’de Deniz kıyısına, bazen Mağusa’da Namık Kemal meydanına bakan o güzelim cafeye, kimi zaman bizim Kâfidir’in bahçesine atıveriyorum. Bir yandan çevreye bakarken, bir yandan karşıma aldığım hayâli Kıbrıslı arkadaşıma anlatmaya başlıyorum ve yazı bitiveriyor. “Kıbrıslı arkadaşım” tatsız tatsız bakıyorsa “olmamış” diyorum. Yüzü gülüyorsa, “hah tamamdır” diyorum. Her iki koşulda da “gönder” tuşuna basıp gönderiveriyorum gazeteye. Her sohbet illâ “tatlı” olacak değil ya…

Uzun süredir “tepki veren” bir okuyucum var. Her hafta mutlaka okuyucu mailleri alıyorum ve doğrusunu isterseniz bu, haftada bir yazan biri için hayli keyifli. Saklıyorum bu mailleri. İleride bir gün “ben Yeni Düzen’de yazarken” diyerek okuyabilmek için…

İstanbul’dayım ama her gün Kıbrıs’tan en az 4-5 kişiyle sohbetim oluyor. Onlardan da geri dönüş alıyorum. Bazen “ağzına sağlık”, bazen de “öyle yazmışsın ama…” diye başlıyorlar eleştirmeye. Fatma Hanım kendi deneyiminden hareketle Kıbrıslı okuyucunun politik doğrulamalardan hoşlandığını tespit etmiş. Haklılık payı olabilir. Beni okuyanlar en çok Kıbrıslı Türklere kendimce “çemkirdiğimde” tepki veriyorlar ve bu çok hoşuma gidiyor. Dostlarla itişmek gibi biraz… Hani bazen sevdiğinizin damarına damarına basarsınız ya…

Geçen hafta ilk kez CTP’yi yazdım, mailler ve telefonlar ikiye katlandı haliyle. Hadi biraz okuyucunun suyuna gideyim. Madem güzel bir “damar” buldum, devam edeyim bugün de…

“Fark var” diyerek iktidara gelen UBP’nin doğru söylediğini düşünüyorum. Gerçekten de siyaseten “farklı” bir parti UBP. KKTC’nin kuruluşundan beri neredeyse kesintisiz denebilecek bir iktidar geçmişi olan UBP’nin Türkiye ile birlikte kurguladığı ekonomik, siyasal, sosyal düzenin tüm faturasını 5 yıllık CTP-DP koalisyonuna yıkma becerisi gerçekten de dünyada eşi benzeri görülmemiş bir siyasi anlayış farkıdır.

Page 272: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

542 543

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

1983-2004 arasında UBP öyle güzel, öyle şeker-bal bir düzen kurmuştu ki, boyu devrilesi CTP geldi, 5 yılda her şeyi batırdı gitti! Orhan Veli’nin “komünist kedi” şiirindeki gibi! Her şeyin sorumlusu CTP!

Asıl fark nerede biliyor musunuz? UBP’nin bu söylemini neredeyse 30 yıl yönettiği toplumun bir kesimine de kabul ettirebilmesi! Bu gerçekten takdire şâyan bir başarı. Bir kesim hâlâ daha ısrarla her melânetin sorumlusu olarak CTP’yi görüyor.

CTP’liler bu işe ne diyor bilmiyorum ama “dışarıdan” bakınca ortaya çok eğlenceli bir tablo çıkıyor. Be arkadaş, neredeyse 30 yıl boyunca Türkiye’ye bağımlı kıldığın ekonomini, siyasetini, sosyal hayatını, iç ve dış politikanı sadece 1 hükümet döneminde hangi sihirli değnek değiştirebilirdi ki? Üstelik tek başına da değil, koalisyon dengeleriyle?

DAÜ-SEN’in bir çalışması ulaştı önceki gün elime. DAÜ-SEN yönetimi çok samimi bir dille aynı anda hem özeleştiri hem de vizyon içeren bir değerlendirme hazırlamış. UBP’nin “farkını” gayet net biçimde koymuşlar ortaya. Ama bence daha da önemli vurgu nedir biliyor musunuz? DAÜ-SEN, çok dikkate değer bir sendikacılık dersini de sıkıştırıvermiş araya: “Siyasi partilerin, tüm ülkenin sorunlarını çözme konusunda rakibi de değiliz. Tam tersi böylesi amaçlara ancak siyasilerin öncülüğünde gidileceğini düşünüyoruz” diyerek emek örgütlerinin siyasi partilerle ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusunda da net bir çizgi çekmiş. Geçmişte sendikacıların siyasete ayar verme, siyasetin önüne geçme eğilimi hatırlanırsa bunun çok önemli bir vurgu olduğunu düşünüyorum.

DAÜ-SEN’in hazırladığı metnin her Kıbrıslı Türk tarafından okunup saklanmasını gerekli kılan bir başka özelliği de kayıtsızlaşma ve siyasetten uzaklaşma eğilimi karşısında toplumu uyarması, umutsuzluk yerine umut, hedefsizlik yerine hedef telkin etmesi. Hani bazıları “siyasi partiler arasında fark yok, hangisi gelse bir şey değişmez” eğilimini pompalıyorlar ya, DAÜ-SEN buna UBP’yi derli toplu biçimde teşhir ederek itiraz ediyor.

CTP, DAÜ-SEN’in ilk çaldığı kapı ve o kapı ardına kadar açılmakla da kalmıyor, gördüğüm kadarıyla DAÜ-SEN’in bu önemli çıkışından en fazla heyecanlanıp, en sıcak tepkiyi veren de yine CTP. Aksini düşündüğümden değil, altını çizmek istediğimden söylüyorum bunu: Emeğin partisi, gözünü kulağını, kapısını ardına kadar emek örgütlerine açıyor hesapsızca.

Zaten kurultay nedeniyle derin bir iç karışıklık yaşayan UBP’yi panikletecek çok gelişme var şu günlerde Kıbrıs’ta. CTP-DP

ve TDP masaya oturup erken seçimi konuşuyorlar. CTP Genel Sekreteri Asım Akansoy ile konuştum. “Bu toplum artık UBP’ye daha fazla katlanmak zorunda değil” diyor. Takılıyorum “ama siz de biraz yavaş mısınız nedir?” diye. “CTP bütün örgütleriyle, gençleriyle, kadınlarıyla hazır. Bunu herkes görecek” diyor. Genel Sekreter coşkulu…

Aklıma hemen daha geçen yıl yapılan ve gerçek bir şölen havasında geçen CTP kurultayı geliyor. “İlk turda seçilemezsem çekilirim” diyen ve yeterli oyu alamadığı anda Özkan Yorgancıoğlu’nu tebrik eden Ömer Kalyoncu geliyor. Ferdi Bey’in o duygu yüklü Kurultay konuşmasını hatırlıyorum. Kıbrıs’ta böyle bir kurultayı hangi partide görmeniz mümkün? Kurultaylar önemlidir. Siyasi ikbal peşinde koşanlarla inancının peşinde koşanlar arasındaki farkı görürsünüz kurultaylarda. Hatırlayın CTP kurultayını, sonra bakın bir de UBP kurultay sürecine…

Bir CTP dışındaki siyasi partilerin gazetelerine bakın bir de Yeni Düzen’e. “Siyasi propaganda bülteni” alışkanlığındakilerin hayal bile edemeyeceği bir “gazete” çıkarıyor Cenk ve ekibi.

Ferdi Bey, CTP’nin iş başında olduğu dönem yapılanları bir bir sayıp döküyor yazılarında. Açık ve net! Bunu bir de DAÜ-SEN’in metniyle birlikte okuyun. Sonra cüzdanınızı yoklayın. Aldığınız maaşı, ödemelerinizi karşılaştırın. Sonra bir o dönemdeki hakları ve özgürlükleri bir de bugün olup bitenleri koyun yan yana. Ondan sonra eğer aklınız vicdanınız elveriyorsa “UBP ile CTP arasında fark yoktur” deyiverin.

UBP’nin yolculuk hazırlığında olduğunu gösteren çok emare var. Kurultay kapışması, kabinede değişiklikler. Ama ondan da önemlisi “eski defterleri karıştıran”, CTP’nin eksiğinin gediğinin peşine düşen goncolozlar boy gösterdi yine. Hayra alamettir bu… UBP gidiyor, hazırlıklı olun…

Sevdim ben bu konuyu ama bu kadar… Türkiye’den anlatacaklarım var size. Hem kahve de bitti çoktan. İkinciyi içmeyeyim. Oza biraz ağır geliyor biliyor musunuz?

15.09.2012

Page 273: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

544 545

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

“YOK” DİYOR ADAM!

Olmayan ülkenin futbol takımıyla daha geçen hafta maç yapan takımın taraftarı olan Başbakan;

Olmayan ülkenin, olmayan takımının, olmayan kalesine gol attığında; olmayan sınırı, olmayan kimliklerle geçenlerle, olmayan havaalanına olmayan vizeyle inip “goooolll!” naraları atanların görüntüleri henüz hafızalardayken;

Olmayan ülkenin dönem başkanlığını yaptığı AB’nin bir üyesi olan Almanya’nın başbakanının şaşkın bakışları altında, olmayan ülkenin adını da kullanarak “böyle bir ülke yok” dedi!

Basın mensuplarının Türkiye’deki açlık grevlerine ilişkin bir sorusu üzerine; “olmayan açlık grevine ilişkin sorulmaması gereken bu soruya” öfkelenen başbakan;

Olmayan ülkenin dönem başkanlığı yaptığı AB’nin bir üyesi olan Almanya’nın başbakanının şaşkın bakışları altında “açlık grevi falan yok” dedi. Öfkesi yüzünden okunan başbakan, az önce “yok” dediği halde sözüne devamla, “bir yandan kuzu kebabı yiyip, öbür yandan insanları açlık grevine yönelten BDP yöneticilerine” ver yansın etti.

Olmayan ülkenin dönem başkanlığı yaptığı AB üyesi bir ülkenin başkentinde, nasıl olup da olmayan bir açlık grevine bir yandan kuzu kebabı yiyip öbür yandan destek verildiği sorusuyla kafası karışan gazeteciler başka bir soru soramadılar.

Tam o sırada Başbakan’ın “yok” dediği ülkenin dönem başkanlığı yaptığı AB’nin bir üyesi olan Almanya’nın Adalet Bakanı, bizim Adalet Bakanıyla Ankara’da ortak basın açıklaması yapmaktaydı. Bizim Adalet Bakanı, Başbakan’ın “yok” dediği ülkenin dönem başkanlığı yaptığı AB’nin bir üyesi olan Almanya’nın Adalet Bakanı’nın kederli bakışları altında “683 kişi açlık grevinde, sağlık durumlarıyla yakından ilgileniyoruz” dedi.

Başbakan’ın “yok” dediği ülkenin kuzey yarısında, BM üyesi 192 ülkenin 191’inin başbakanının “yok” dediği ülkenin cumhurbaşkanı, yıllardır müzakere yürüttüğü ülkeye bizim başbakanın “yok” demesini memnuniyetle karşıladığını açıkladı.

Başbakan’ın “yok” dediği açlık grevlerini durdurmak için harekete geçen cumhuriyetle yaşıt Yaşar Kemal büyük bir kederle yaptığı açıklamada “Bir insanın açlıktan ölümünü izlemek acıların en büyüğüdür. Bu, insanlığa hiç bir zaman yakışmaz.” Dedi.

Yaşar Kemal’in durdurmak için harekete geçtiği, Adalet Bakanı’nın sayılarını 683 olarak ifade ettiği ve fakat Başbakan’ın “yok” dediği açlık grevi siz bu satırları okuduğunuzda 52 günü geride bırakmış olacak.

Bizim halimiz budur. Varın, gerisini siz düşünün…

03.11.2012

Page 274: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

546 547

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

YANLIŞ HESAP LEFKOŞA SOKAKLARINDAN DÖNER…

Kıbrıs’ın Kuzeyindeki Küçük Başbakan’ın koltuğunun altına Ankara’da sıkıştırıvermişler paketçiği, gönderivermişler Lefkoşa’ya.

Küçük Başbakan, “Kıbrıslı Türklerin refah ve mutluluğu için” Ankara’da imzalanan ve önümüzdeki 3 yıllık hayatı belirleyecek bu ekonomik pakette “KKTC bandrolü” olduğunu iddia ediyor ama durum hiç de öyle değil-miş. İşte sevgili Sami Özuslu’nun dikkatli gözlerine ve Yeni Düzen’e yakalanıverdiler.

Bu paket, basbayağı Ankara’da, bizzat Ankara’nın kurum ve bürokratları tarafından hazırlanmış, Küçük Başbakan’a da Ankara’ya kadar gidip altına imza atmak düşmüş.

Kimse sormamış gittikçe küçülen portakal bahçelerine hüzünle bakan Güzelyurtluya.

Kimse sormamış gittikçe küçülen ekmeğiyle çoluğunu çocuğunu doyurma gailesine düşen Girne’li Mağusa’lı anaya.

Kimse sormamış batmış bir belediyenin çukurunda pisliğinde nefes almaya çalışan Lefkoşalıya.

Kimse sormamış kendi toprağında azınlığa düşen Kıbrıslıya.

Kimse sormamış muhalefet partilerine.

Kimse sormamış malını üretemeyen, satamayan ticaret odasına, esnaf odasına, meslek birliklerine, sendikalara.

Kimse sormamış, Adanın kuzeyine alın terini katmış, çocuğunu torununu Ada’da büyütmüş, geleceğini Kıbrıslı Türklerin geleceğine bağlamış, gençliğini Ada’da tüketip hak vaki olduğunda Ada’ya gömülecek Türkiyeliye…

Kimse sormamış hiç birinize…

Oturmuş efendiler Ankara’da yumuşak deri koltuklara, yazıvermişler güzel güzel Kıbrıs’ın Kuzeyi için bir ekonomik refah ve mutluluk planını.

Çorum’da, Kayseri’de bile yapılamayacak olanı yapmışlar efendiler. Malum, “yerinden yönetim” diye bir şey var artık! Çorum’un kalkınma planını bile Ankara’dan yapamaz kimse. Ayağa kalkar Çorumlu bile,” bana sordunuz mu?” diye.

Mardin’e bir kalkınma modeli gerektiğinde ne yaptı mesela Mardinli? Toplandılar, herkes elini taşın altına koydu, bir plan hazırladılar. Sonra düştüler bunun kaynağının peşine. Bir kısmını Ankara’dan

Page 275: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

548

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

aldılar, büyükçe bir kısmını uluslararası fonlardan… Bir plana ihtiyacı olduğuna da, o planı hazırlamaya da, uygulamaya da Mardinli karar verdi.

Bir de bakın Ankara nezdinde Çorum kadar, Mardin kadar hükmü olmayan Kıbrıs’ın Kuzeyine…

Hadi Ankara nezdinde hükmü yok, anladık. Be arkadaş, senin kendi toprağına, kendi toplumuna da mı saygın hürmetin yok?

Seni Ankara’ya çağırıp eline Ankara’da hazırlanan paketi tutuşturana, iki çift laf edip, “burası Muz Cumhuriyeti bile olsa benim hesap vermem gereken bir Meclisim, demokratik kurum ve kuruluşlarım, meslek örgütlerim, sendikalarım, basınım var” diyemedin?

Toplayamadın bir Ekonomik Sosyal Konsey? Siyasi partilerini, sendikalarını, meslek örgütlerini bir araya getirip, “be arkadaşlar, derdimiz büyük. Ekonomiyi rayına sokmamız gerek. Gelin ihtiyacımız olan ekonomik planı birlikte hazırlayalım. Gelin birlikte hazırlayacağımız bu plan konusunda mutabakat sağlayalım. Sonra gideriz artık Ankara’ya mı, Brüksel’e mi, şuraya mı buraya mı her neyse, kaynağı bulur buluşturur, başımız dik, kendi ciğerimizi kavurarak ekonomiyi düze çıkartırız” diyemedin?

Kıbrıslı Türk’ün içine katılmadığı bir süreci, Kıbrıslı Türk’ün rızasını onayını almayan bir süreci kim yönetebilir? Muhalefete muhtaç olmadan nisap bile toplamaktan aciz bir hükümet mi?

Kıbrıs’ın Kuzeyi hızla erken seçime gidiyor. Türkiye tam da bu konjonktürde Kıbrıs’ta bir seçim olsun ister mi? Bence istemez. Ama hem Türkiye, hem Kıbrıs’ın Kuzeyindeki işbirlikçi hükümet Kıbrıslı Türkleri zıvanadan çıkartacak öyle çok hata yapıyorlar ki, erken seçim sürecini durduramayacaklar.

Kıbrıs’ın Kuzeyindeki Küçük Başbakan zannediyor ki erken seçim kararı onun inisiyatifinde, onun iki dudağı arasında. Yanılıyor, çok yanılıyor…

Ankara’da sağladığı mutabakat da, Parti içi şantaj olarak kullandığı erken seçim kartı da Lefkoşa’nın, Girne’nin, İskele’nin, Mağusa’nın, Güzelyurt’un sokaklarından döner… Haberi olsun!

08.12.2012

Page 276: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

550 551

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları” Copy / Paste

ÖDE ÖDE BİTMEZ GAYRI…

Ankara-Lefkoşa hattında imal edilip, ilelebet yaşayacağına iman edilen düzeneğin kum saati dramatik biçimde boşalırken, kimse rahatlamasın “oh işte 21 Aralık 2012’yi atlattık, kıyamet de kopmadı” diye.

Kıyamet bir “son” ise eğer, Ankara orijinli düzen bütün kurumlarıyla birlikte çökerken; Türkiye’deki pek az kişi farkında ama beraberinde, oynattığı taşlarla Ankara’daki düzenin de çöküşünü hazırlıyor.

Küçük Başbakan, kendi ikbalinin telaşında lâkin asıl endişelenmesi gereken Büyük Başbakan… Zira Kıbrıs’ın kuzeyinde başlayan çöküş, kurulu düzenin temellerini sarsacak kadar büyük sonuçlar doğuracak nitelikte.

Ankara görmek ve kabul etmek istemese de artık kimse kurallarını Ankara’nın koyduğu ve yönettiği oyunun figüranlığını yapmak istemiyor. Ve yine her ne kadar görmek ve kabul etmek istemese de; beliren alametler, Ankara’nın kurduğu düzenek için koptu kopacak bir kıyametin haberciliğini yapıyor.

Erdoğan ve ekibinin; coğrafyanın en barışçıl topluluğu olan Kıbrıslı Türkleri bile zıvanadan çıkartacak kadar berbat bir yönetimin artık sürdürülebilir kılınamayacağını görmemekte direnmesi, yaklaşan kıyameti hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Kıbrıs’ın Kuzeyinde derhal bir erken seçime gidilmeli ve Ankara; işleyişine müdahale etmekten vazgeçip, Kıbrıslı Türklerin iradesine saygı gösterilecek bir seçimin sonuçları doğrultusunda Kıbrıs stratejisini yeniden değerlendirmeli.

“Kıbrıs’ın Kıbrıslı Türklerin iradesine terk edilemeyecek kadar önemli, stratejik bir alan olduğu” zihniyeti çöktü. Artık Ankara bu gerçeği kabul edip, bu gerçekle yaşamayı öğrenmek zorunda…

Kimse kalkıp da “hem Ankara’nın memesine yapışmış bir toplum olup, hem de Ankara’nın dayatmalarına diklenmek olmaz” diyerek Kıbrıslı Türklerden daha fazla biat beklemeye kalkışmasın. Kıbrıs’ın Kuzeyinde 40 yıllık sömürü düzeninin mimarı kimse, Kıbrıslı Türklerin geleceğini yeniden kurmasına yardımcı olma borcu da onundur.

Türkiye, Kıbrıs’ın Kuzeyinde tahrip ettiği her ne varsa onarmak, Kıbrıslı Türklere kaybettirilen 40 yılın tazminatını ödemek, sonra da efendice Kıbrıslı Türklerin sırtından inmek zorundadır artık. Başka yolu yok!

Lefkoşa sokaklarına kayıtsız, boş gözlerle bakıp “tuzunuz kuru işte, yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda, devletse devlet kurduk size, paraysa para verdik, askerse asker verdik, daha ne?” zevzekliğini sürdürmekte kararlı olan Türkiyelileredir sözüm:

Page 277: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

552

Sinan Dirlik “Kıbrıs Yazıları”

Kurtarmak bahanesiyle girip talan ettiğimiz, tüm değerlerini tahrip ettiğimiz Kıbrıslı Türkler alacaklıdır bizden.

40 yıl boyunca bir zindana tıkıp, dünyayla tüm ekonomik, sosyal, kültürel bağlarını koparmamızdan doğan bir borçtur bu.

Tarımının, zaten cılız sanayii ve ticaretinin, turizminin köküne kibrit suyu ekmekle yetinmeyip, “neye ihtiyacın varsa ben vereceğim, sen üretme” diyerek memurlaştırılan bir toplum yaratmaktan doğan bir borçtur bu…

İşbirlikçilerinin eline sopa verip, “kendi sürünü yönet, sıkışırsan ben binerim tepelerine” diyerek pespaye bir düzene mahkûm edilmiş bir topluma karşı ödenmesi gereken bir borçtur bu…

O yüzden ne kimse korksun, ne de kimse korkutmaya kalkışsın Kıbrıslı Türkleri “Türkiye olmazsa bu topraklarda her şey biter” diye… Kusura bakmayın ama yağma yok!

40 yıl boyunca bir pislik çukuruna tıkılan insanlar “hade be yeter!” dediğinde kimsenin ne kızmaya, ne korkutmaya, ne tehdit etmeye ve ne de “sessizce sıvışmaya” hakkı var.

Oturup konuşmak zorundayız. Kayıp yılların envanterini çıkarmak zorundayız karşılıklı olarak. Sadece ekonomik değil, sosyal, kültürel alanda kaybettirdiğimiz her yılın bedelini ödemek zorundayız Kıbrıslı Türklere. Ancak ondan sonra görürüz analığı danalığı…

“İyi de söze Lefkoşa, bütün taşları yerinden oynatır diye girmiştin? Hani dahası?” diyen çıkarsa, şöyle bir Uludere’ye doğru baksın derim…

Ankara’nın borcu çok… Öde öde bitmez gayrı…

Okuyucuya Not: Yeni bir yıl yeşeren yeni umutlar demektir. Umudunuz büyüyen bir çınarın yemyeşil, dipdiri yaprakları kadar çok olsun. Birlikte olsak da olmasak da, yeni yılda büyüttüğünüz umutlar, benim de umudum olsun…

29.10.2012

Page 278: Kıbrıs Yazıları - Sinan Dirlik

Copy / Paste

Gelecek Sayı;

Guy Debord"Sitüastyonist Enternasyonel"

©©

Copy / Paste

www.reportare.com