karıncasıeravsar.net/kutlu yolun bir karincasi.pdf · paşa'nın hayatını anlatan bir...
TRANSCRIPT
Kutlu Yolun Bir
Karıncası -HATIRA-
Hamza ERAVŞAR
2016
2
Kutlu Yolun Bir Karıncası -Hatıra-
Hamza ERAVŞAR
ISBN: 978-605-9965-47-7 I. Baskı Mart 2016
Yayına Hazırlayan Mehmet ÇELEBİ
İstasyon Cad. Fazlıoğlu İş Merkezi Kat: 3 Nu: 8/315 Kocasinan/KAYSERİ
Tel: 0537 770 73 78 E-posta: [email protected]
Yazarla İletişim: 0530 907 01 31
Baskı BizimBüro
Ankara
Eserin her hakkı yazarına aittir. Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz.
3
Kadim Dostlarım
Mustafa ÖZTÜRK
ve
Ali BATMAN'a
Takrizleri İçin Şükranlarımı
Arz Ederim.
4
Dost bîvefâ, felek bîrahm, devran
bîsükûn,
Dert çok, hemdert yok, düşman
kâvî, tali'zebûn..
Fuzûlî
5
KISA HAYAT HİKÂYEM Bir kış günü, Kayseri / Tomarza /
Güzelce Köyü'nde doğmuşum. İlkokulun
yarısını doğduğum köyde, kalan yarısını,
Kayseri / Hisarcık’ta okudum. Arkasından,
Pazarören Öğretmen Okulu (Mimar Sinan
İlköğretmen Okulu)'na girdim, altı sene
okuyarak öğretmen çıktım. Mardin, Erzincan ve Kayseri’nin çeşitli
yerlerinde vazife yaptıktan sonra, Türk çocuklarının eğitimi için
Almanya’ya gönderildim.
68’den beri “Ülkücü Hareket” içerisinde bulunduğumdan
olsa gerek, “12 Eylül Darbesi” ile yurt dışı görevime son verildi.
(Bu mübarek dâvâda benim payıma düşen şeref de budur.)
Dönmediğim için müstafi sayıldım ve hizmeti büyüklere
kaydırarak, kültür derneklerinde “eğitimci” oldum. Bu arada,
işletme dalında yüksek tahsilimi tamamladım. 1998’de yeniden
öğretmenliğe dönüp, emekli oldum. Daha sonra Almanya'dan da
emekli oldum.
İş olarak, öğretmenlikten sonra, pek dişe dokunur bir şey
yapamadım: 1981 Kasımı'nda verilen, sınır dışı kararını
durdurmak için, altı yıl Almanlarla uğraştım. Üç yıl bir finans
kurumunda pazarlama müdürlüğü yaptım. İki ayrı mobilya
mağazasında 15 ay çalıştım. Birkaç da ticarî denemem oldu;
Kayserilinin okuyanı olduğumdan olmalı, başarılı olamadım.
3 Kasım 2002 seçimlerinde Kayseri’den milletvekili aday
adayı olarak MHP saflarında siyasî çalışmalara katıldım.
Hizmet olarak, derneklerdeki eğitim çalışmalarımın
yanında, “AVRUPA TÜRKLERİNİN MUKADDERATI” adını
verdiğim kitabı bastırdım. (Bu kitabın, "Avrupa Türklerinin
Geleceği" adı ile ikinci baskısı yapıldı.) Aylık Yumak Dergisi’ni
çıkarttım. Almanya’da basılan Vatana Hasret, Anadolu, Birlik,
Aktüel ve Tercüman gazetelerine yazılar yazdım.
2005 yılından başlayarak kültür derneklerinde
"TARİHİMİZ, DİLİMİZ, DAVRANIŞLARIMIZ" adı altında, 10
yaşından 30 yaşına kadarki çocuklarımıza dersler verdim. Bu
6
derslerde okutulmak üzere, "TÜRK TARİHİ, TÜRKÇEMİZ ve
TEŞKİLATÇILIK DERSLERİ" adı altında kitaplar hazırladım.
Öğretmen oluşum, eğitimci; geçmişimizi en doğru şekilde
öğrenme iştiyakı, tarihçi; kitap, dergi ve gazete çalışmalarım
sebebiyle yazar kabul edildim ve bu sıfatlarla tanındım. Bense,
umumî bir ismi hususileştirerek, kendimi bildim bileli, iyi bir
Müslüman Türk olma gayretindeyim.
Birazı da mecburiyetten, 37 yıldır yaşamakta olduğum
Almanya’dan Şubat 2014'te kesin dönüş yaparak Kayseri'ye
yerleştim.
7
TAKDİM Dr. Ali BATMAN
İğneyle Kuyu Kazan Dâvâ Adamı
Yıllar önce İttihat ve Terakki liderlerinden Enver
Paşa'nın hayatını anlatan bir kitabı okurken; O'nun cephede
bile günlük tutup, olanı biteni yazdığını gördüğümde,
hayret etmiş, kendimce eleştirmiştim. Öyle ya, koskoca
komutan işi gücü bırakmış, savaş meydanında hatıra
yazıyor diye…
Aradan yıllar geçti eleştiride ne kadar haksız
olduğumu anladım. Çünkü hayatın, tarihin bazı anları,
kahramanı olan kişilerce yazılıp, birebir millete ve insanlığa
aktarılmazsa o olayları tam anlayamıyorsunuz. Not tutmak,
hadiselerin içinde bulunanların ağzından olmazsa bol bol
spekülasyon yapıldığına şahit oluyorsunuz. Bu da gerçekleri
tam yansıtmayabiliyor. Onun için hatıraları günlük olarak
yazmak ve kitaplaştırmak çok önemli…
İşte bu yüzden muhterem hocam Hamza Eravşar
Bey'in hatıralarını kitap halinde yayınlamak istediğini
duyunca çok sevindim. Çünkü ülkücü camia Türkiye'nin en
iyi okumuş guruplarından biri olduğu halde maalesef
dâvâlarını ve mücadelelerini sonraki nesillere aktarmada en
zayıf guruptur desek yeri var.
Oysaki bir dâvâ, kahramanlarının ve mücadelelerinin
sonraki nesillere aktarılmasıyla doğru orantılı olarak
devamlılık kazanır. Bunu vaktinde yapmazsanız dâvânız
sönmeye yüz tutar. Bugün sinemada yoksanız, tiyatroda
yoksanız, basında, medyada yoksanız, şiirde, romanda,
biyografide v.s. yoksanız, siz de yarın unutulursunuz.
Dâvânız da söner.
8
Çok az örneklerinin yanında (Lütfi Şehsuvaroğlu,
Prof. Dr. Turan Güven, Haşim Aktan gibi) bir de Hamza
Eravşar imzasıyla bir hatıra görmek sevindirici bir
husustur. Darısı benim gibi birçok olayın ve ülkücülük
tarihindeki birçok zamanın birebir şahidi olan kimselerin
başına…
Hamza Hoca'nın çalışması her birimizi kıpırdatır da
kendi çapında hareketimize, milletimize ve küçük çapta da
olsa insanlığa ışık tutarak hatıralarımızı kaleme almak nasip
olur inşallah.
Hamza Hoca'nın şahsına gelince! Ben O'na "İğneyle
Kuyu Kazan Dâvâ Adamı" demek istiyorum. Kendisini
yurt dışında, Almanya'da tanıdım. Hemşeriyiz. O
Tomarza'dan, ben Develi'den… Yıllarca yurt dışında yaptığı
çalışmaları; duyduğum, bildiğim - bazen de beraberce
planladığımız için - şahidi olduğum çalışmalarından dolayı
öyle diyorum O'na… Hayatını hiçbir zamanı boş
geçirmemiş, sürekli dâvâsına hizmet için didinmiş,
çırpınmış… Gerektiğinde nice kapıları aşındırmış. Gün
olmuş, birebir vatandaşla; gün olmuş çevresindeki ülkücü
derneklerle ve bu derneklerin genel merkezleriyle sürekli
irtibat halinde olmuş. İyi şartlarında, zor ve kötü şartlarında
hiç geri kalmamış ve daima hizmet aşkı taşımıştır. Bunun
böyle olduğunu bilen, O'nun çalışmalarından faydalanan
yüzlerce, hatta binlerce insan vardır. Buna dernek
yöneticileri ve bizzat kendim de şahidiz...
Üniversite yıllarımda Başbuğumuz merhum Alparslan
Türkeş'in özel seminerlerine katıldık. Birinde demişti ki:
"Evladım, siz zaten ailelerinizde ülkücü
yetişiyorsunuz; biz, farklı ve fazla bir şey
yapmıyoruz ki… Ailelerinizin verdiği bilgi, eğitim,
millî ve manevî şuur işin temeli… Biz bunları
işlemeye devam ediyoruz." İşte Hamza Hoca gurbette,
9
yabancı milletlerin hâkim kültürlerinin asimile etme riski
altında çil yavrusu gibi dağılmış Türk insanının kimliğini
kazanıp, koruması dâvâsında iğneyle kuyu kazarcasına
çalıştı. Eline çocuk verildiyse çocuğu, genç verildiyse genci
sıfırdan başlayarak yetiştirdi de… Ana-babalara,
Avrupa'daki Türk toplumuna çok yardımcı oldu. Eve gelen
misafirin Türk ailelerinde nasıl karşılanacağından; Orta
Asya'dan Viyana'ya Türk tarihini, olaylar ve kahramanlarına
kadar akla ne gelirse her konuyu işledi. Türkiye'de yaşayan-
lar, beni şu satırları yazarken bile coşturan, heyecanlan-
dıran bu hizmetlerin önemini, oynadığı rolü yeteri kadar
kavrayamazlar. Çünkü 300 milyonluk hâkim Avrupalının
arasında üç milyonluk tüm Avrupa ya dağılmış çoğu gariban
Anadolu insanının karşı karşıya bulunduğu kimlik
tehlikesini yurt dışında yaşayanlar kadar idrak edemezler.
Bu iş, tabiatı gereği böyledir ve böyle bir "kültür açlığı"
ortamında Hamza Hoca ve O'nun gibi sayıları bir elin
parmaklarını geçmeyen eğitimci ve önderlerin kıymetini biz
iyi biliriz.
Hocam! Sohbetlerin, seminerlerin, konferansların,
derslerin - bazen beraberce düzenlediğimiz - dernekler arası
"bilgi yarışmaların" ile on yıllar boyu hizmetlerde bulundun.
İğne ile kuyu kazdın. Nakış işler gibi Türk Kültürü'nü
işledin. Gurbetteki Türklük âlemi sana minnettardır.
(Okuyucu bu sözleri hissiyatla abarttığımı sanmasın lütfen...
Bu değerlendirmelerle, yurt dışı şartlarının kültür ve kimlik
açısından ne kadar acımasız işleyen bir çark olduğunu
bildiğim için, yapılan hizmetlerin önemini kendimce idrak
ediyor ve vurguluyorum.) Keşke, artık bolca tecrübesi olan
az sayıda yetişmiş insanlar olarak yine el ele verip, çalışabil-
me ortamı bulsaydık da, sizin olgunlaşmış fikirlerinizden
Avrupa Türklüğü daha fazla faydalanabilseydi. Bunu,
yaşadığımız sürece diler ve temenni ederim.
10
Hocam! Gözün arkada kalmasın. Avrupa'da binlerce
Türk sana şükran borçludur, minnettardır, duacındır.
Bıraktığın hatıralar ve yetiştirdiğin insanlar sayesinde on
yıllar boyu hayırla anılacağınıza inanıyorum. Allah
emeklerinizi zayi etmesin. Verdiğiniz hizmetler, yaptığınız
çalışmalar karşısında bir ülkücü dâvâ arkadaşınız olarak
saygı ile eğiliyor, sizi hayırla anıyorum.
11
ÖNSÖZ Mustafa ÖZTÜRK
Bu kitapta hatıralarını okuyacağınız Hamza Eravşar
ile 1971’de tanıştık. Demek ki ülküdaşlık ve dostluğumuz 45
yıldır devam ediyor. Bu zaman zarfında küçük gönül
kırgınlıklarımız olmamış değildir ama birbirimizi daima
dinledik ve anlamaya çalıştık.
Hamza Bey, tanıştığımız günden itibaren bana enerji
veren bir ülküdaşımdır. Azim ve gayreti beni her zaman
etkilemiştir. Engeller ve zorluklar karşısında pes ettiğini
hatırlamıyorum. Okumanın ve öğrenmenin devamlı
peşindedir. Son günlerde Kur’an-ı Kerim tefsiri üzerinde
çalışmaktadır. Kütüphanesini Türk tarih ve kültürüne ait en
seçme kitaplarla süslemiştir.
Kitap okumayı da, okutmayı da çok sever. Akin’de
görev yaparken “oturma” düzenlemiş köyün gençlerine
kitap okumuş, onlara kitabı sevdirmeye gayret etmiştir.
Bana “Dede Korkut Kitabı’nı baştan sona okuduk.” demişti.
Bu, ne harika bir çalışmadır.
Almanya'ya gidene kadar Ülkücü Öğretim Üyeleri ve
Öğretmenler Derneği (Ülkü-Bir)’nde beraber çalıştık.
Başkanlık yaptığım yıllarda yardımcımdı. Ben genel merkez
tarafından bölge başkanlığına atanınca Hamza Bey şube
başkanlığına geçti, yani halef selef olduk.
1971-1980 arası, Kayseri'de Ülkü-Bir’in altın yıllarıdır.
Hem genel merkezle, hem diğer derneklerimizle, hem de
Kayseri İl Milli Eğitim Müdürlüğü'yle uyumlu çalışırdık. Bu
sayede birçok üyemizin etkili makamlara atanmalarını ve
yurt dışında görevlendirmelerini sağladık. Üye sayımızı
arttırdık. İlçelerde de şubeler açılmasına önayak olduk.
Bu başarıda; Ülkü-Bir genel merkezinde görev yapmış
olan, Prof. Dr. Recep Doksat, Prof. Dr. Haluk Karamağralı,
12
Prof. Dr. Orhan Düzgüneş, Şevket Barutçu, İsmail Korkmaz
Açıkgöz ve öğretmen okulları genel müdürü Ayvaz
Gökdemir’in yardımları önemli rol oynamıştır.
Kayseri'de ise İl Milli Eğitim Müdürü Cemal Şeker
Bey ile müdür yardımcısı Zeynep Timur Bey'in büyük
hizmetlerini kadir şinaslık adına belirtmemiz gerekir.
Ülkü-Bir’in Kayseri'de kurulması ve gelişmesinde
emeği geçenleri unutmamalı ve unutturmamalıyız “Hatıra
yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmak” ise
hizmet ehlinin hakkını teslim, hatıra yazanın
sorumluluğudur. Bu sebeple Ülkü-Bir’e ve dolayısıyla Türk
milliyetçilik hareketine güç katmış isimleri yad etmek gibi
bir görevimiz vardır. İşte o öğretmenlerimiz:
Ülkü-Bir Kayseri Şubesi’nde: Asım Sancak (Bşk),
rahmetli Memduh Özarslan (Bşk), Mustafa Öztürk (Bşk),
Hamza Eravşar (Bşk), Bekir Bulut (Bşk), Rauf Göncü (Bşk),
Zeki Ceran, Rıdvan Uysal, Nafız Ağaca, rahmetli Nafiz
Bozoklu, rahmetli Ahmet Şenberber, rahmetli Mustafa
Özçelik, rahmetli Süleyman Ömür, Mustafa Özyurt, Mustafa
Boz, Şahsenem Boz, Mustafa İlhan, rahmetli Ahmet Vehbi
Ecer, rahmetli Mustafa Oğuzhan, rahmetli Şaban Kuzgun,
Emir Ali Susam, Kadir Yıldız, Ahmet Tanrıseven, İsmail
Bozkurt, rahmetli Halit Özdemir, Kadir Özdamarlar, Kadir
Keçebeş, Ahmet Gürek, Ali Güney, rahmetli Ali Tekeli,
Necati Gülin, rahmetli Ahmet Demirtaş, Ömer Hayvalıdağ,
Mehmet Turgut, Mehmet Peker, Kahraman Taştan, Mustafa
Dağlı, Yusuf Akbudak, Mustafa Şimşek, Mehmet Eroğlu
(ilköğretim müfettişi), Turan Berkok (ilköğretim müfettişi),
Osman Özdemir, İsmail Özdemir, Ercan Özet, Halil İbrahim
Açmaz, rahmetli Mehmet Düzgün, Bekir Söğütlü, İsmail
Çevgel, Mustafa Küçükoğlu, Hasan Avni Yüksel, Kemal
Göde, Hasan Hüseyin Uçar, Sezai Gençaslan, Ertuğrul
Seyhan…
13
Bünyan’da: Ahmet Uğur, Veli Kılıç, Celal Duman,
rahmetli Şaban Hacıpaşaoğlu, rahmetli Osman Büyükkapı,
Salih Yörük, rahmetli Faik Özbey, rahmetli Süleyman
Yıldırım, Abdullah Karabulut, Atilla Dağaşan, Lütfü
Turasan, Arif Kılıç, Fazlı Topal, rahmetli Bekir Önder,
Memduh Gül, İsmail Özal.
Develi’de: Bekir Kılıçkaya, Salim Çeliker, Beşir
Büyükkılıç, Salim Gülbaz, rahmetli Cemal Mavi, rahmetli
Mahir Akdağ, Musa Ökmen, Yusuf Erbaş, Yaşar Kındıra,
Şahset Ceran, Mahmut Sakızlı.
Tomarza’da: Necati Eravşar, Erol Çetinkaya, rahmetli
Ömer Kara, Ruhi Güney, rahmetli Saim Sarıkaya. Fahrettin
Demirezen, Mahir Güngör, Sadık Tekkuş, Fikri Gençaslan,.
Yeşilhisar’da: Metin Cihan, Türkan Cihan, Hazım
Tanju, rahmetli Mehmet Yüksel, rahmetli Hüsnü Keskin,
Mehmet Manav, Mustafa Erdoğan, Ali Harmancı, Mehmet
Sarez, İbrahim İlter, Mehmet Gündüz (Taşköprülü).
Yahyalı’da: Ahmet Benli, Yücel Sandık, Erdal Sandık,
Osman Köşker,
Pınarbaşı’da: Dursun Berkok, Yılmaz Işık, Hacı Ali
Doğan, Mustafa Aydoğan.
Sarıoģlan’da: Rahmetli Seyit Ulutaş.
Felahiye’de: Hanifi Ünal, Yusuf Düzenli, rahmetli
Edip Ergöz, Güngör Tepeli
Ülkü-Bir’in milliyetçi-ülkücü kuruluşlar arasında çok
önemli ve ayrı bir yeri vardı: Dernek başkanlarının
katıldıkları bir toplantıda rahmetli Başbuğ: “Ülkü-Bir’in
sözüne kulak verin.” demişlerdi.
Ülkücü öğretmenler milliyetçi bir neslin yetişmesini
sağladı, Türk milliyetçiliğinin köylere kadar uzamasında
birinci sırada etkili oldu. Öyle ki bir köyde bir ülkücü
öğretmen varsa o köyde MHP birinci parti haline geldi.
14
Öğretmenlerimiz millî bir görev yapmanın bilinci ve
sevinciyle çalışıyorlardı.
Biz 50 yıldır ülkücü olan ve ülkücü kalanlardanız.
Sevinçlerimizi ve eylemlerimizi paylaşa paylaşa bugünlere
geldik. Biz yolu da sevdik, yolun kahrını da… Bunları seven
ülküdaşını, yoldaşını sevmez mi?
“Ülkücünün hayatı çileden ibarettir.” desek yanlış bir
cümle kurmuş olmayız. Hepimiz de az veya çok bir sıkıntı ve
eziyet girdabında yaşadık. 1980 öncesinde sürgün, çok
sıradan bir olaydı. Hastane ve hapishane görevlerimiz de
hiç az değildi. Hamza Bey ülkü çilesini en çok tadan
arkadaşlarımız arasındadır. Vatandan uzakta Almanya'da
öğretmenlikten alınmasıyla başlayan zor yıllarını en iyi
bilenlerdenim. Bu zor yıllar kitapta sade bir Türkçe ile
anlatılmıştır.
Hatırat tarih değildir, ancak tarihçiye malzeme
olurlar. Bu kitap da Ülkücü Hareket’in tarihini yazacaklar
için esaslı ve önemli bir kaynak değerindedir.
Her hatırat bir savunmadır. Bunu da normal ve
doğal karşılamak gerekir. Elbette kişi kendisini
savunacaktır ama hataların itiraf edilmesi de hakikatin
ortaya konulması bakımından elzemdir. Jean-Jacques
Rousseau’nun İtiraflar'ı ve Babürnâme bu özelliği taşıdıkları
için çok okunmuşlardır.
Emek mahsulü her çalışma takdiri ve övgüyü hak
eder. Bu eser de hak ediyor ama Hamza Bey'in fırtınalı ve
mücadele dolu hayatını yeterince aksettirmekten uzaktır.
Bu, yazarın yazarlık kudretiyle ilgili bir husus olabilir.
Çünkü hiçbir kalem, bizim neslin içindeki fırtınaları tam
olarak kâğıda dökmek yeteneğine sahip değildir.
15
KUTLU YOLUN BİR KARINCASI
- Fikrî-Siyasî Mücadelem -
Necip Fazıl'ın kaleminden bir Hadis-i Şerif meali:
"Zaman vurmadan silgiyi, yazıya dökün bilgiyi"
GİRİŞ
“Hayatı inceleyerek ve düşünerek yaşayanlar onu
yazmalıdır.” diye düşünmüşümdür hep…
İki sene önce, arşiv uzmanı bir dostum, “Yaşadıklarını
yaz! Onlar, bizden sonrakilerin çok işine yarayacaktır.” dedi.
“Gittiğin Antep, yediğin pekmez misali, benim yaşadığım ne
ki?” itirazıma da, “Böyle düşünme! Her insanın hayatında,
başka insanlar için ibretler bulunur. Arşivlerde öyle sade
insanların hatıralarına rastladım ki, bugün onlarla bir
köyün, bir bölgenin, bir şehrin kültürünü aydınlatıyoruz.
Onlar paha biçilmez hatıralardır. Sen de yaz! Dostluklarını,
düşmanlıklarını, sıkıntılarını, gördüklerini, bildiklerini,
sevgilerini, nefretlerini yaz!” demişti.
Bu sözler teşvik edici oldu; fikrî-siyasî mücadelemin
Türkiye'de başlayıp, Almanya'da devam eden tarafını;
inançsız, kaygısız, endişesiz, miras yedilerin türediği şu
yıllarda, ülküdaşlarım için yazıyorum. Bugünlere
nerelerden nasıl gelindiğinin bilinmesi lâzım... Ülkücülük;
duygu, düşünce, şuur ve bilgi işidir. Bunlardan mahrum her
insan, kim olursa olsun bulunduğu yere zarardır. Ömrünün
yarım asrını bu işe hasretmiş bir ülkücü olarak bu hâlden
ziyadesi ile üzüntü duyuyorum. Hareket emin ellerde değil...
Ne hizmete, ne hizmet edene, ne bilgiye, ne geçmişe saygı
var!..
Bu yolda kimler ne çileler çekti! Yeri geldikçe
onlardan, şahidi olduğum bazılarını da yazacağım. Benim
16
yaşadıklarım aslında onlar yanında devede kulak kalır.
Ülkücü Hareket'in Türkiye tarafı hakkında çok şeyler
yazıldı; söylendi. Filimler çekildi. Ama Avrupa tarafı
hakkında derli toplu bir çalışma yapılmadı. Hâlbuki orada
da, bilhassa 12 Eylül'den sonraki beş yıl içinde, pek şanlı ve
netice alıcı bir mücadeleler yapıldı. "Bulgar Terörünü
Tel'in", "Ermeni Terörünü Tel'in" yürüyüş ve mitingleri,
başta olmak üzere, öyle toplu hareketler oldu ki, tam
destanlık bir iş… Bütün kuruluşlar Türk Federasyonu'nun
arkasında idi… Mitingleri el altından destekleyen büyük
elçilik mensupları Ozan Arif'in çıkartılmamasını istiyordu.
Buna rağmen Ozan çıktı ve mitingi hareketlendirdi. Herkes
onu çılgınca alkışlıyordu. Elçilik mensupları, "İyi ki
ülkücüler bizi dinlememiş." demek zorunda kaldı.
Ülkücüler arasında, ideal birliğinin yanında, duygu ve
düşünce birliği de oluşmuştu. Kitap okunuyordu. Hatta bilgi
yarışmaları sırasında Yılmaz Öztuna'nın 14 ciltlik "Büyük
Türkiye Tarihi"ni baştan sona okuyan gençlerimiz vardı.
Hafta sonlarında birbirleri ile buluşur, kaynaşırlardı. "Sen-
ben" ortadan kalkmış, "biz" olmuştuk. Ülküdaşlık,
kardeşlikten ileri idi. Fedakârlık ve feragat had safhadaydı.
Türkiye'den ayrılmak zorunda kalıp, Avrupa'ya gelen
ülküdaşlarımıza, okumak için gelen kardeşlerimize Türk
Federasyonu kucak açtı. Bazı zorlukları olsa da onları
mağdur etmemek için elinden geleni fazlası ile yaptı.
Alman Anayasa'yı Koruma Teşkilatı (Deutscher
Verfassungsschutz) yayınladığı yıllık raporlarında Türk
Federasyonu'nu "en büyük yabancı kuruluş" olarak
belirtirdi. Türklerle ilgili meselelerde görüşüne başvurulan
bir güç olmuştuk. Daha sonra gelen kifayetsiz yöneticiler
marifeti ile bu gücümüzü kaybettik. İç çekişmelerle ve dedi-
kodularla gün geçiren; ruhsuz, heyecansız, dâvânın özünden
uzak bir topluluk olduk. Ülkücülüğün sadece adı var; gerisi
17
tiyatrodan ibaret…
Şimdi, Almanlar nezdinde esamesi okunmayan bir
kuruluş durumundayız. Türklerle ilgili bir mesele
görüşülürken Türk Federasyonu gözlemci olarak bile
toplantılara çağrılmıyor. Onlardan ayrılan küçük hacimli
ATİB bile bu hususta daha faal…
Konuşunca mangalda kül bırakmayan, büyüklerinin
gözüne girmekten başka bir gayeleri olmayan beyler, bir de
yaptıkları işin sonucuna baksalar; Federasyon'un kuruluş
gayesini okusalar, en azından isminin manası üzerinde
düşünseler, belki yıllardır havanda su dövdüklerini
anlayabilirlerdi. Yardımcı olayım: Son iki seçim… Rakip
partiler yurtdışında bizden daha fazla oy topladıkları için
kazandığımız milletvekillikleri onlara gitti. Peki, sen niçin
varsın? Yurt dışından gelen oyların oranlarına bakın:
AKP % 56, HDP %18, CHP %16, MHP %7
Utanılacak bir tablo… Bir zamanların en güçlü
kuruluşunu kimler bu hale düşürdü? Gecelerde,
kurultaylarda salonların dolmasının bir anlamı yok. Onu işe
yönlendirebiliyor musunuz? Ona bakın!
Hz. Ali derki: "Hak ve hakikati söyleyenlerin-
den öğrenme! Hak ve hakikati öğren, söyleyen-
lerini de öğrenirsin."
Ben, 1987'ye kadar, on yıl boyunca fiilî olarak
yönetimle iç içe bulunduğumdan, pek çok meseleye de
yakinen vâkıf oldum. Mücadelemiz unutulup gitmesin diye;
yaşadıklarımı, gördüklerimi, duyduklarımı hissettiklerimi
kalemimin gücü nispetinde yazmak istedim.
Belirttiğim tarihten sonra da iyi bir gözlemci olarak
hareketin seyrini takip ettim. 2002-2014 yılları arasında da
yirmiye yakın dernekte millî kültür ağırlıklı dersler ve
konferanslar verdim; anma günleri tertip ettim. Bu sebeple,
"Hareketimizin Avrupa tarafını yazacak kişi ben olmalıyım."
18
diye düşünüp, kendi mücadelemin Türkiye tarafını da içine
katarak, kaleme sarıldım. Bu hususta şimdiye kadar bir şey
yazıldığını duymadım. Kimse yazmazsa o şanlı mücadele
unutulup gidecek…
Yazarken insan ve yer isimlerinin hepsini yazmadım;
yazdıklarım da gerçek isimlerdir. Özellikle Avrupa tarafı
için belki her şeyi yazamadım ama yazdıklarım tamamen
doğrudur. İsteyen herkesle yüzleşmeye hazırım.
19
MÜCADELEMİN TÜRKİYE TARAFI
Kendim Olacağım Köye Gelişim
1967 yılında, çiçeği burnunda bir öğretmen iken,
askerliğimin son sekiz ayını geçirmek üzere, Uzun Yayla'nın
“kuş uçmaz, kervan geçmez” bir köyüne tayin edildim.
Burası orta büyüklükte bir yerleşim yeri idi. Böyle olmasına
rağmen öğrenci sayısı düşüktü. Hele kız öğrenciler yok
denecek kadar azdı. Kayıtlı öğrencilerin ancak yarısı okula
geliyordu. Yıllar önce okulda tatsız bir hadise olmuş, köylü
okuldan soğumuş. Çocuklarını bunun için
göndermiyorlarmış. Bir hayli uğraşarak, yaşı 14’ün altında
olanların tamamını okula aldım. Diğerlerinin de kaydını
sildim; defteri hafiflettim. Elde 57 öğrenci kaldı. Bunun da
10 kadarı kızdı.
Okulda tek öğretmendim. Sonra, aynı köyden, sanat
okulu mezunu birisini vekil öğretmen olarak gönderdiler. 2.
ve 3. sınıfları ona verdim; 1. 4. ve 5. sınıfları da ben aldım.
Okul, iki derslikli, yıkılacak gibi duran eski bir bina idi. İyice
eğilen tavan tahtalarına, ortadan boydan boya destek
verilmişti. Sık olan bu direkler derslikleri ikiye bölmekteydi.
Kapılar, çerçeveler, sadece adı ile kapı ve çerçeveydi. Vazife
yapacak halleri kalmamıştı. Tavan dersen bir kevgir… Tek
yaptığı iş, yağmuru, karı, yağar yağmaz içeri almamak; biraz
sonra süzerek vermek…
Bir de, aynı çatı altında öğretmen evi vardı. Girişi
dışarıdan olmakla beraber, içeriden de dersliklere
geçilebiliyordu. Kapısı, penceresi Allahlık… Girişin hemen
sağındaki kapısız oda(!) tezeklik olarak kullanılıyor.
Odunluk, kömürlük değil de tezeklik… Çünkü sobalarda
tezek, yapma, kerme veya kerpiç yakılıyor. Bunlar, garip
Anadolu köylüsünün yakacakları… Odun ve kömürün yolu
henüz bu köye düşmemiş…
20
Okulun yakacak ihtiyacını köylüler karşılıyordu. Bu,
çocuk başına bir at arabası tezek veya kerpiç… Getirip,
tezekliğe boşaltır ve bana adını yazdırırlardı. Biz de onları
sac sobalarda yakarak, derslikleri ısıtmaya çalışırdık. Ben
kendi evimde, koyunu bol olanlardan satın aldığım
kermeleri yakardım. Koyun kermesi o yörenin taşkömürü;
hem iyi ısıtıyor, hem de iyi dayanıyordu.
İkinci senemde eski okul yıkılmış, yerine yenisi
yapılmıştı. Yeni okula da, şanına uygun yakacak lâzımdı.
Köy bütçesinden okula ayrılan pay ile kazadan odun
getirttim. Sobalar da, biz de tezekten ve onun o güzelim
kokusundan mahrum kaldık ama olsun…
Yeni okulun eksikleri bir türlü bitmiyordu. O hâli ile
müteahhide para nasıl ödendi, bilemiyorum. Adam,
tamamlamadan çekip gitti, belâsı bize, daha doğrusu bana
kaldı. Ne kazadaki ilköğretim müdürüne, ne de köyün
muhtarına lâf anlatabiliyordum. Kapı, pencere, çatı, baca
hatalarına ilaveten, eski okulun enkazı da dağ gibi
pencerelerin önünde dikiliyor, dersliklerin ışığını kesiyordu.
Okulun hem müdürü, hem öğretmeni, hem kâtibi,
hem de hademesiydim. Bir gün, enkazdan benim kadar
rahatsız olan yeni öğretmen Nermin Hanım’a dedim ki:
“Muhtardan ve köylülerden bize hayır yok! Gel bu yıkıntıyı
ikimiz, çocukların da yardımıyla, ilerideki kuru dereye
taşıyalım. Her gün dersten önce bir saat çalışsak, birkaç ay
sonra burası temizlenir.”
Kazmalarla, küreklerle, el arabaları ile işe koyulduk…
Yukarıdan da köylüler bize bakıyordu. Sonunda
dayanamayıp, at arabaları ile geldiler, kısa zamanda okulun
önü temizlendi. Orasını oyun alanı yaptık. Yağış olmadığı
zamanlarda işimize yarıyordu. Yağmurdan sonra ve
baharda ise, bataklık gibi oluyordu.
Kayseri’ye 180, kazaya 70 kilometre uzaklıktaki bu
21
köye, öğretmenliğimin dördüncü yılında, askerlik görevimi
tamamlamak için, sekiz aylığına gelmiştim; dört sene
kaldım.
Köyün bir külüstür otobüsü vardı. Ulaşım, yazın
onunla, kışın kızaklarla yapılıyordu. Kızak işi bir macera…
Her gün olmaz. Olduğu zaman da, bir kızağın alacağı kadar
insan, yamçılara, battaniyelere, yorganlara sarılmış olarak,
sabahın köründe yola koyulur… At fışkıları, kar tozları,
bazen da çamurlar yüzüne gözüne sıçrayarak, sekiz saatte
Malatya yoluna çıkılır. Oradan geçen uzun yol otobüslerine
– şayet orada dururlarsa ve boş yerleri de varsa – binilip,
kazaya gelinecek… Dönüş gidişten daha zor: Yol üstündeki
köylerden birinin otobüsü ile oraya kadar, ondan sonra
birkaç aktarma ile yine kızak… Kar gevşemişse, sabahı
beklemek gerek. Bu durumda da meslektaşlardan birinin
evinde gecelemek var… Velhasıl mecbur kalmadıkça
katlanılacak bir işkence değil… Bu sebeple ben, kışın maaş
almaya gitmezdim. Ya, giden birine aldırır, ya da mutemette
bırakırdım.
Her şeye rağmen bu köyü de, köylüleri de sevdim.
Orada çok sağlam dostlarım oldu. Gece, “löküs” dediğimiz
aydınlanma aracı ile balığa çıkar, ertesi günü onları benim
evde pişirip, yerdik. Bazen de, herkes evinden bir şeyler
getirir, onlarla kendimize ziyafet çekerdik. Hepsini
minnetle, şükranla yadediyorum. Hele bir Hoca Efendi
vardı. Tam manası ile âlimdi. Ondan çok şey öğrendim.
Hocanın, benden on yaş büyük oğlu güngörmüş, çok değerli
bir insandı. Adam gibi adamdı. Sağlam muhakemesi ve
geniş tecrübesi ile bana rehberlik ederdi. Mükemmel bir
dosttu… Şimdi bile ona ihtiyaç duyuyorum. Ne çare ki,
ölmüş. Nur içinde yatsın; makamı cennet olsun!
22
Şaşkınlık ve Bocalama
Bu köye geldiğimde 21 yaşımda idim; 25 yaşımda
ayrıldım. Hayat görüşüm de, dünya görüşüm de bu dört
sene içinde şekillendi. Öğretmen okulunda, Reşat Nuri,
Hüseyin Rahmi, Halide Edip, Refik Halit, Halit Ziya, Ömer
Seyfettin, Nihal Atsız, Peyami Safa, Abdullah Ziya
Kozanoğlu; hatta Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin,
Mahmut Makal, Fakir Baykurt gibi yazarların hikâye ve
romanlarını okumuştum. Ancak, fikir kitapları ile
tanışmamıştım. Yani Hanya’yı, Konya’yı bilmiyordum.
Okulun bizi, ileride “solcu” olacak şekilde hazırlamış
olduğunu sonradan fark ettim.
Bir hadise beni, farkına bile varamadan, “solcu”
yapıvermişti: Öğretmen okulunu bitirdiğim 1964 yılının
Temmuz'unda, çok sevdiğim bir arkadaşımla köylerine
gittik. Burası Çiçekdağı’na bağlı bir Kürt köyü idi. Orada bir
hafta kaldım. Çevrede daha başka arkadaşların köyleri de
vardı; oralara da gittim. Evlerinde kaldığım
arkadaşlarımdan birinin, İstanbul Hukuk’ta okuyan ağabeyi
ile tanıştım. Onun ağabeyi benim de ağabeyimdi. Öğrenmek
ve ona göre bir istikamet tutturmak için ona sordum:
“Kemal Abi, sağcılık-solculuk nedir?” Ağabey olarak
kabullendiğim bu bey bana şöyle dedi: “Demirel hükümetini
görüyor musun? İşte sağ budur. Solun ne olduğunu da şu
kitabı okuduktan sonra sen anlarsın.” Ve bana Fakir
Baykurt’un “Onuncu Köy” isimli romanını verdi. Orada
kaldığım üç gün içinde bu kitabı bitirdim. Köy öğretmeni
olacaktım. Burada da bir köy öğretmeni anlatılıyordu.
Ağabeye, “solculuk nedir?” diye tekrar sormama lüzum
kalmadı. Yerimi bulmuş, 18 yaşında tam bilgi sahibi
olmadan görüş sahibi oluvermiştim: Sol, halkının iyiliğini
istemek, haksızlıklara karşı direnmek, amirlere kafa
tutmak; kendini emsallerinden farklı görmekti. Sağı,
23
Demirel hükümetini ve zihniyetini tasvip etmiyordum. Ben
iyi bir solcu olmalıydım.
Bu aşkla Mardin’in bir köyünde öğretmenliğe
başladım. “Sağ-sol” orada geçmiyordu. Radyo çekmiyor,
gazete yok; hatta Türkçe yok… İki yıl dünyadan uzak
yaşadım. Oradan askere gittim. Sivas’ta temel eğitimi
tamamladıktan sonra “er öğretmen” olarak Erzincan
Okuma-Yazma Okulu’na gönderildim. 57 öğretmendik.
Herkes “solcu” idi. Solculuğumu ilerletmek için bu da iyi bir
fırsattı. Ne var ki, bizim yoldaşlar oruç tutmuyor, cumaya
gitmiyor, içki içiyor, kumar oynuyor; karı-kız lâfı
ağızlarından düşmüyordu. Onlar bana benzemiyorlardı
yahut da ben onlara benzemiyordum.
Yoldaşlar “Cumhuriyet” ve “Akşam” okurlardı.
Birinde İlhan Selçuk, ötekinde Çetin Altan ahkâm
kesiyordu. Bizimkiler de, orada okuduklarını hemen
sahiplenir, onun ışığında paha biçilmez(!) yorumlar
yaparlar, Türkiye’yi kurtarırlardı. Çetin Altan’a “geleceğin
cumhurbaşkanı” diyorlardı. Hatırlayanlar olacağı gibi, bu
adam, 70’lerin başında “aman ölüyor” diye hapisten
kurtarılmıştı. Yazdıklarımı tekrar okuyup düzeltmeler
yaparken, nihayet 41 sene sonra öldü. Adam cumhuriyetin
başına geçemedi ama milletin başına “prof” etiketli iki belâ
sardı: Ahmet ve Mehmet Altan… Hani şu, Marks kılıklı biri
var ya, iki de bir de hükümet yanlısı kanallara çıkıp, bilgiçlik
taslayan… (İçtikleri ayrı gitmezken bozuşan Cemaat-
hükümet ayrışmasında “Cemaat” yanında saf tuttu.)
Mehmet olanı o işte… Öteki de, "vatanı bir kadın memesine
değişirim" diyen, başına getirildiği bir paçavrada, hempaları
ile Amerika hesabına ordu düşmanlığı yapmış olan Ahmet…
Adam hem solcu, hem çok uluslu şirketlerin, yani para
babalarının sözcülüğünü yapıyor.
Sadede gelelim. Askerdeki solcu arkadaşların inadına
24
ben “Yeni İstanbul” okurdum. 1960’tan beri siyah başlıkla
çıkarmış. Orada, Osman Turan, Osman Yüksel Serdengeçti
ve daha başka yazarlar var. Türkeş’in de hatıraları
yayınlanıyor. Ama ben onu okumuyorum. Fikrine itibar
ettiğim yazarlar zamanında onu, “maceracı” diye zihnime
kazıdılar ya…
Okuduklarım hoşuma gidiyor ama bir terkibe
varamıyorum. Zihin selameti yok; taşlar yerine oturmamış.
İnadına okunan bir gazeteden de fazla bir şey alınmaz ki…
Bu tezatlar içinde, askerliğimin okuma-yazma
okulundaki kısmı Eylül 1967’de bitti. Geriye sekiz aylık bir
askerlik kaldı. Onu tamamlamak için millî eğitime
devredildim ve o ücra köye düştüm. Orada da bu toyun
karşısına yine İstanbul Hukuk’tan Metin diye birisi çıktı.
Dayısı bu köylü imiş, onu ziyarete gelmiş…
Metin’in dayısı, o köyde çok takdir ettiğim bir insan…
Yeğenine de saygıda kusur etmedim. Ama o bana çok etti!
Yerimi Bulduğumu Zannedişim
Metin’in köyde canı sıkılıyordu. Benden başka
konuşacağı kimse de yoktu. Bir gün, namaz kılarken üstüme
geldi; bir kenara ilişip, namazı bitirmemi bekledi. Elimi
yüzüme çalınca aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Çok hayret ettim; öğretmensin ve namaz kılıyorsun.
Hayret etme sırası bana gelmişti:
- Olamaz mı yani? Öğretmen olmak ibadet etmeye
mâni mi? dedim.
- Hayır da… Ben seni aydın, ilerici, ufku açık birisi
olarak düşüyordum. Namaz kıldığını görünce şaşırdım.
Demek ki, Adalet Partili’sin.
- Asla! dedim. Hiçbir zaman Adalet Partili olmadım,
olmam da...
25
- Peki, nesin sen? dedi.
Metin’in konuşmasından bir şey anlamamıştım. Saf
saf yüzüne baktım. Ne demek istiyordu? “Aydın olmak”,
“ilerici olmak” ne idi? Ben mutlaka bunlardan birisi mi
olmalıydım? Değilse, yerim Adalet Partisi miydi? “Aydın ve
ilerici” olursam namaz kılmamalı mıydım? Namaz
kılıyorsam Adalet Partili olmam mı gerekiyordu? Namazla o
partinin alâkası neydi? Aklım karıştı.
Bu Metin benden epeyce büyüktü, çok bilgisi vardı.
Bir hayli kitap okumuştu. Hem İstanbul Hukuk
Fakültesi’nin üçüncü sınıfında idi. Böyle yüksek okullarda
okuyanlar boş konuşmazdı. İşin doğrusunu onlar bilirdi.
Ben ne idim ki? Aşk romanları okuyarak, “Tommiks ve
Teksas” ile heyecanlanarak 21 yaşıma gelmiştim. Daha,
ciddi bir kitabı eline almış kul değildim. Metin bendeki bu
eksikliği tamamlayabilirdi. Görüşmelerimiz sıklaştı. Ben
onun telkinlerinden ziyade kaynaklara ulaşmak istiyordum.
Benim iki vazgeçilmezim vardı: Dinim ve
Türklüğüm… Konu bunlara gelince Metin bana acıyan
gözlerle bakıyor, “Bu gerici düşünceleri kafandan at! Bir
kere dini bu işlere karıştırma! O vicdan işidir. Millet ise
toplumları birbirine düşürmek, onlar birbirleri ile
uğraşırken ceplerini doldurmak isteyenlerin uydurmasıdır.
Dünyadaki insanlar iki sınıftır: Sömürülenler, sömürenler,
yani işçiler ve patronlar… Sen yerini seç! Ezenden yana
mısın, ezilenden yana mı?” diyordu.
Ezenden yana olmak mümkün mü? Bu basit tasnife
göre benim yerim belliydi. Ezilenlerden yana idim. Ancak
hemen teslim olmadım. İbadetlerim hayatımın esası idi. 11
yaşımdan beri orucumu tutuyor, öğretmen olalı beri de
namazımı kılıyordum. Onlardan ayrılamazdım. Metin’in,
beni davet ettiği Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin ve onun
uzantısı olan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)’nın din
26
görüşünü bilmek istiyordum.
Bu iki kuruluşu ziyaret edecek, tüzüklerine,
pırogramlarına bakacaktım. Metin, “Olur, Kayseri’ye
geldiğinde seni oralara götüreyim.” dedi. Kendisi, tahsiline
ara vermişti; SSK’da çalışıyordu. Okuluna da dışarıdan
devam etmekteydi. Daha doğrusu bana öyle söylemişti.
Ancak Metin’in bu “Hukuk Üçüncü Sınıf Talebesi” unvanı
hiç değişmedi; oradan emekli(!) oldu. Yani, ismini bir etiket
olarak kullandığı, bununla da karşıya ağırlık yansıttığı
okulu bitiremedi. İlk tanıştığımız günlerde bile meğer
okulla alakası kalmamışmış. Neyse… Metin macerasına
devam edelim.
O, dayısının yanındaki misafirliğini tamamlayıp,
şehre dönünce, birkaç defa yanına uğradım. “Haydi, partiye
gidelim.” teklifimi hep savsakladı. “Bana tüzük veya
pırogramlarını getir.” dediğimde de, “Canım onlar ne işine
yarayacak? Tüzük, partiye kayıt ve seçimlerini yazar;
pırogram da iktidara gelince, neyi nasıl yapacaklarını
anlatır. Sen işin temel felsefesine bak!” derdi. Velhasıl
onları temin edemedim. Partiye de götürmedi; götürmek
istemedi. Anlaşılan benim, göreceklerimle huylanmamı
istemiyordu.
Baktım Metin'de hayır yok. Kendim 1968 yılının karne
tatilinde TÖS’ün, Kayseri-Sahabiye’deki yerine gittim.
Oradakilerle tanıştım. Üye oldum. Altı aylık aidatı da peşin
ödedim. Bana bir kimlik düzenlediler. Kimlik kartının
köşesindeki turuncu güneş sanki içime doğuyordu. Birden,
aradığımı buldum gibi oldu. Kartı bir muska gibi okşayıp,
göğüs cebime yerleştirdim. Halkımın kurtuluşu için (neden
kurtulacaksa) ben de bir savaşçı olmuştum. Ne kadar eski
TÖS gazetesi varsa tomar yapıp, yanıma aldım. Onları
okuyup, devrimciliğimi bileyecektim. O aşkla öğretmenlik
yaptığım köye geldim ve “Kızıl Güneşli” gazetelere
yumuldum.
27
Kayıt sırasında, benim gibi Avşar olup, oranın
büyükleri(!) durumundaki meslektaşım, bekâr olduğumu
öğrenince şaka yollu, "Sana bir de Alevî kız alırız." dedi.
Şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım orta yaşlı birini de
göstererek, "Bu ağabeyin sana yardımcı olur." demişti. O
zaman bunun ne manaya geldiğini bilmem mümkün
değildi. Solcu, Alevici, Kürtçü Türkiyelilerin, Ermeni ve her
türlü gayri millî unsurlarla birleşip, Türk Devleti karşısında
cephe oluşturduğunu öğrenmem için daha birkaç fırın
ekmek yiyecektim.
Gazeteleri okudukça aydınlanacak yerde içim
kararıyordu. Vietnam’dan, Kamboçya’dan, Kızıl Kore’den,
Angola’dan, Şili’den, Küba’dan; oradaki gerici güçlerin
Amerika ile el ele verip, halkı ezdiğinden bahsediyordu.
Sonra, aynı konuları işleyen bir yığın kitap ismi… İçlerinde
birinin - ki ayıkmama vesile olandır - tanıtım yazısı aynen
şöyle idi: “Ya İstiklal Ya Ölüm! Girit kahraman-
larının Osmanlı emperyalistlerine karşı kazandık-
ları zaferin destanı...” Kitabı, Kazançakis adlı bir Yunan
komünisti yazmış; Kafkas kökenli Behice Boran’ın, yine
Kafkas kökenli kocası Nevzat Hatko Türkçeye çevirmiş.
O kış Metin köye bir daha geldi. Hemen gazeteyi
gösterdim. “Bu benim millî gururumu rencide ediyor.”
dedim. “Amma da gururun varmış ha! Bırak artık bu gerici
düşünceleri. Sen ilerici bir öğretmen olmak
mecburiyetindesin. Halkın ezilirken, bu basit duygulara
bağlanıp kalma!” diyerek zavallılığımı ortaya koydu.
Sustum. Cevaplayacak güçte değildim. Kendi kendime,
“Acaba öyle mi olmam lazım?” diye düşündüm. İstiklal
hevesine kapılmış, kendimi tanzim edemediğimden ve
silahlarım da yetersiz olduğundan, yine teslim olmuştum.
Kurt başlı sancağı dikmek başka bahara kaldı.
28
Oldum! Başkaları da Olmalıydı
Bir fikir sahibi olmak güzeldi. Artık tescilli solcu
olmuştum. Kendimi emsallerimden farklı görmeye
başladım. Son tartışmamızdan sonra Metin beni, ustalıklı
manevralarla yumuşatmıştı. Metin’e karşı zayıf oluşumun
bir de hissî tarafı vardır: Onun akrabalarından bir kıza
gönül vermiştim. Metin’le beraber onun hayali de evime
geliyordu. Ben, değil onun akrabasını; ineklerini,
davarlarını, kedilerini, tavuklarını bile sevimli bulurdum.
TÖS'e şubat ayında üye olmuştum. Mayıs ortalarında
okullar yaz tatiline girdi. Ben, bu defa köyüme bir dâvâ
adamı(!) olarak geliyordum. Geçen üç aylık sürede biraz
okumuş, orta halli bir solcu olmuştum. Solculuğun bu ilk
basamağı bana kâfi gelmiyordu. Ben sıradan bir solcu
olamazdım. Olunca en iyisi, olmalıydım. O günlerde Akşam
gazetesi, “Akşam Kitap Kulübü” diye bir şey kurmuş, yarı
fiyatına kitap satıyordu. Onlardan epeycesini getirttim.
“Marks kimdir Marksizm nedir? Lenin Kimdir Leninizm
nedir? Hitler kimdir Nazizm nedir? Mussolini kimdir
Faşizm nedir?” cinsinden kitaplar…
Bunları okuyarak solculuğumu ilerlettim. Sıra,
kurtuluşa eremeyen zavallıları solcu yapmaya gelmişti. Bir
pikaplı radyo aldım. Mahzunî’nin, İhsanî’nin ne kadar pilağı
varsa topladım. Elime geçene onları dinletiyordum.
Mahzunî’nin anasını muhtar kaçırmış, en fazla da o türküyü
çalıyordum. Eğlenceli bir şeydi… Tatilde maaş almak için
Pınarbaşı'ya gelirken bile pikabımı yanıma alır,
otobüstekilere dinletirdim. İtiraz edenler olurdu. Onlara
acıyan gözlerle bakardım. Zavallılar! Gerçekleri kavrayamı-
yordu. Ama solcu olmaya pırogramlanmış meslektaşlarım
bayılmaktaydı. Onlardan bir haylisini solcu yaptım.
Üniversitede okuyan çocukluk arkadaşlarımla da iyi
anlaşıyordum. Fakat kendi kendime kalınca, vicdanım beni
29
rahat bırakmıyordu. Huzurlu değildim. İki vazgeçilmezim,
dinim ve Türklüğüm, okuduğum ve dinlediğim yerlerde
yoktu. Hatta Mahzunî, “Mezarıma işaretler koymayın; ben
toprak olunca dua dinlemem” diyordu.
Peki ama sağcılık ve solculuk diye iki dünya görüşü
yok muydu? Ezilenlerin hakkını korumak demek olan
solculuğu bırakıp da, ezenlerin, yani kapitalistlerin yanında
mı yer almalıydım? O hiç olmazdı. Ya o, ya öteki… Çare yok,
solda kalacaktım.
Askerlik Şubesinde Gerçekler Önüme Seriliyor
23 Mayıs 1968’de terhis teskeremi almak için askerlik
şubesine gitmiştim. Orada o güne kadar hiç rastlamadığım
bir uygulama gördüm: Gelenler, küçük kartonlara yazılmış
sıra numaraları alıyor ve içeriye o sıra ile giriyordu. Bu usûl
çok hoşuma gitti. İçerideki yetkiliyi takdir ettim. Sıram
gelince girdim. Bir yüzbaşının karşısındaydım. Bana dedi
ki: “Hocam, bu günlerde 68/2. tertibin sevki ile meşgulüz;
işimiz çok. Sizin üç ay vaktiniz var. Mümkünse Ağustos
ayında gelin de teskerenizi o zaman verelim; korkmayın
cezalı duruma düşürmem." Ben de, “Peki yüzbaşım, ağustos
başında maaş almaya geleceğim, o zaman uğrarım.” deyip
ayrıldım.
1968 Ağustosu’nun ilk günü… Maaşımı almak ve
askerlik işlerini tamamlamak için Pınarbaşı‘ya geldim.
Maaşımı aldıktan sonra şubeye gittim. Yüzbaşı beni iyi
karşıladı ama kötü bir haber verdi: Askerliğim sekiz gün
eksik çıkmış...
Erzincan Okuma-Yazma Okulu’ndan 16 Eylül 1967’de
ayrılmış; memurluktaki 15 günlük “mehil müddeti”ni
düşünerek, 28 Eylül’de göreve başlamıştım. Askerlikte bu
süre altı günmüş. İşte o sekiz gün eksiklik buradan
geliyormuş.
30
Yüzbaşı bir de soğuk şaka yaptı: “Seni tekrar kışlana
göndereceğim. Sekiz gün daha askerlik yapacaksın.” Bir an
bunun ne kadar zor olacağını düşündüm. Ceza almak da
varmış… Sonra, yumuşak bir ifadeyle, “Bunda senin suçun
yok, meseleyi başka türlü halledelim” dedi. Ve şu yolu
gösterdi: “Şimdi sen git, ilköğretim müdürlüğünden yeni bir
vazifeye başlama yazısı al! Onun tarihi 20 Eylül 1967 olsun.
Onu dosyana koyup, eskisini yırtayım."
Bu babacan tavırdan ziyadesi ile memnun olup,
ilköğretim müdürlüğünün yolunu tuttum. Ancak müdürü
ikna etmek mümkün olmadı. Dayanamayıp haykırdım:
"Ben sizin memurunuzum. Beni korumak size düşer. Başka
bir bakanlığın yetkilisi beni mağdur etmemeye çalışırken,
sizin bu tavrınızı anlayamıyorum.” Fayda etmedi. Tekrar
yüzbaşının yanına gittim. “Yüzbaşım! Ne gerekiyorsa yapın!
Ben kimseye minnet etmem!” dedim. Yüzbaşı, “Sen oraya
bir daha git ve bana telefon ettir. Gerisini ben hallederim.”
dedi.
Tekrar ilköğretim müdürlüğünün yolunu tuttum.
Şube ile arası da epeyce uzaktı. Bu defa müdür bey telefon
etmeye razı oldu. “Tamam efendim, peki efendim, olur
efendim; hemen yazayım efendim” gibi sözlerden ikna
olduğunu anladım.
20 Eylül 1967’de göreve başladığımı belirten yazı ile
askerlik şubesine geldim. Yüzbaşı’ya yazıyı verip, yardımları
ve anlayışı için teşekkür ettim. Bana, “Mesele halloldu;
şimdi sana bu meselenin dışında bir şey soracağım: Mini
etek hakkında ne düşünüyorsun? Yakınlarına giydirir
misin?” dedi. O gün de, bu gün de asla değişmeyecek olan
cevabımı verdim: “Mini etek büyük bir ahlaksızlıktır.
Yakınlarım asla giyemez!”
Bu cevabın, yüzbaşının hoşuna gittiğini gördüm. Bir
taraftan işini yaparken bir taraftan da bana Çerkezler ve
31
Avşarlar hakkında bilgi veriyordu. Saat on iki olmuştu.
Yüzbaşı bana, öğleden sonra, mesai bitince gelmemi,
benimle başka hususları konuşmak istediğini söyledi. “Peki”
deyip, ayrıldım.
Saat, öğleden sonra beşte şubeye geldim. Tahir
yüzbaşının çıkmasını bekledim. Bahçedeki bir vişne
ağacının altında, hem vişne yiyip, hem de konuşarak, bir
saat geçirdik. Şimdi aklımda kaldığı kadarı ile söze o başladı
ve muhaveremiz şöyle cereyan etti:
- Avşarların yetiştirdiği bir büyük insan var. Sen Avşar
olduğuna göre, bilirsin. Kimdir bu insan?
- Tarihte Nadir Şah var. Günümüzde de Pınarbaşı
belediye başkanı var.
- Geç belediye başkanını. Türkeş ismini duydun mu?
- Duydum; maceracının biri…
- Nasıl vardın bu kanaate?
- Türkiye’nin güvenilir yazarları, Çetin Altan, İlhan
Selçuk, İlhami Soysal, Akşam Gazetesi, Cumhuriyet
Gazetesi hep öyle diyor.
- Senin kendi görüşün yok mu? Sen nesin?
- Ben milliyetçi solcuyum.
- Nasıl oluyor bu? Milliyetçilik ve solculuk birbirinin
tersi görüşler. Sen bunları nasıl birleştirdin?
- Neden olmasın? Millî değerlerimi seviyorum; onun
için milliyetçiyim. Halkın kurtuluşunu istiyorum; onun için
de solcuyum.
- Halk neden kurtulacak? Kastedilen, halkın
sıkıntılarından kurtulması ise, onun başka yolları da var.
Fakat solcuların “kurtuluş” dediği bu değil. Onlar, manevî
değerlerden ve devletten halkı kopartmaya “kurtuluş”
diyorlar. Bu yaldızlı laflara kanma! Kendi fikriyatını
oluşturmak için okuman lâzım. Kaç kitap okudun?
32
- Her halde, roman ve hikâye dışında, 8-10 kitap…
- Benim kütüphanemde binlerce kitap var. Ben
onların ışığında konuşuyorum. Sen ise, okuduğun üç-beş
kitap ve hayranı olduğun birkaç solcu yazarın tesiri ile
konuşuyorsun. Sen anlattığın gibi değilsin. "Milliyetçi
Solculuk" diye de bir dünya görüşü yoktur. Ya milliyetçi
olursun, ya solcu…
Yüzbaşı ile konuşmamız bitince, onun sözlerini
zihnimde şekillendirdim. Bana demek istiyordu ki: "Sen
solcu değilsin, olamazsın da... Görüşüne itibar ettiğin
insanlar, okuduğun gazeteler, kitaplar seni iki dünya görüşü
olduğuna inandırmış. Sosyalizmin ve kapitalizmin dışında,
kendi milletimizin gerçekleri üzerine kurulu bir üçüncü yol
olamaz mı? Beni dinlersen Alparslan Türkeş’i araştır;
kendini onda bulursun. Onu ve fikirlerini öğrendikten sonra
hoşuna gitmezse, yine yoluna devam et."
Kulakların çınlasın yüzbaşım. Sen "solculukla
milliyetçilik bir arada olmaz" diyordun; iki binli yılların
başında bir kısım solcular kapitalist olurken önemli bir
kısmı da milliyetçi oldu, hem de solculuklarını bırakmadan.
Yalnız bir fark var; kendilerine “milliyetçi” yerine “ulusalcı”
diyorlar. Millet kelimesinin içinde din olduğundan, bizim
solculukta da din bulunmadığından, milletin alt birimi olan
ulus kelimesini kullanıyorlar. Dediğin gibi, solculukla
milliyetçilik olmuyor ama ulusalcılık pek âlâ oluyor. Eh,
buna da şükür.
Yüzbaşı ile konuşmamız devam ederken içimden,
“Bunun karşısına Metin’i çıkartsam, ne güzel bir tartışma
olurdu.” diye geçiriyordum. O, beni destekler; ben de bunun
karşısında yenik duruma düşmezdim. Yüzbaşı ağır basarsa,
Metin'den millî duygularımın intikamı alınmış olurdu. Ben,
boş olduğum için, Metin’in karşısında da zayıf kalıyordum;
yüzbaşının karşısında da…
33
Gururum incinmiş, kendime güvenimi yitirmiştim.
Dört yıllık öğretmen olduğum halde neden, sağlam, tutarlı,
kimsenin karşı duramayacağı bir fikrim yoktu. Her
karşılaştığım böyle beni yere mi serecekti? Eksikliğimi
anladım: Okumam, çok okumam lâzımdı.
Bu ilk görüşmemizi, Ekim’de tekrar buluşmak üzere
bağladık. Ben o zamana kadar Türkeş’i araştıracaktım.
Askerlik şubesinden otobüs garajına sanki uçarak
geldim. Kendimi kuş gibi hafif hissediyordum. Üzerimden
dağlar kalkmış gibiydi. Galiba aradığımı bulmuş, kerhen
kabul ettiğim solculuktan kurtulmuştum. Demek bir üçüncü
yol olurmuş… Ben solculuğu, kapitalizmin yanında
olmamak için seçmiştim. Yoksa ondaki din ve milliyet
eksikliğinin, hatta düşmanlığının farkındaydım.
Farkındaydım da, ot gibi de olamazdım; bir görüşü
benimsemeliydim. Onun için solcu idim.
Daha Türkeş’i araştırmadan, anlayacağımı
anlamıştım. Buna rağmen, hemen aynı gün eve gelir gelmez
Türkeş’e bir mektup yazdım. Üçüncü yolun ne olduğunu,
fikirlerini hangi yayın organında, hangi kitaplarda
bulabileceğimi sordum; partisinin pırogramını istedim. Çok
çabuk cevap geldi; beraberinde de bir paket kitap… Bu
kitaplar kıymetli ve ebedî birer hatıra olarak hâlâ
kütüphanemi; mektup ise, ondan yirmi sene sonra, bizzat
kendi eli ile yazdığı, başka bir mektubu ve hatıra fotoğrafları
ile çalışma odamın duvarını süslemektedir. Burada bir şeye
de esef ediyorum: Türkeş’in bende, ileride yazacak
olduğum, çok önemli bir mektubu daha vardı; şimdi yok.
Neler vardı bu kitap paketinde?
Dokuz Işık'ın ilk baskısı (Sonradan genişletildi.)
Atsız’ın, Türk Tarihinde Meseleler kitabı
Atsız’ın, Türk Ülküsü kitabı
34
CKMP Pırogramı (MHP’nin önceki adı bu idi.)
Türk Gençliği İçin kitapçığı
Temel İlkelerimiz, Ana Dâvâlarımız, İcraatımız
Türkeş’in, Dış Politika ve Kıbrıs kitapçığı
Türkeş’in, seçim konuşmalarını havi kitap…
Türkeş'in gönderdiği, beni kendime getiren mektup:
35
Asla Değişmeyecek Olan Yerimi Buluşum
Türkeş’in mektubu ve gönderdiği kitaplar gözümü
açtı. Kendisine bir teşekkür mektubu yolladım. Hemen,
mektupta belirtilen “Millî Hareket” dergisine abone oldum.
Ellerindeki eski sayıları da istedim. Bu dergiler hâlâ
kütüphanemdedir.
Kitapları ve dergileri yutarcasına okudum. Bazı yerleri
birkaç defa okudum. Okudukça, ferahlıyordum. Dergide
yazısı bulunan insanları birer millî kahraman olarak
görüyordum. Türkeş’in arkadaşlarının adını bile
ezberlemiştim. Bunları, Ziya Gökalp’ın,
Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır.
Töremizde yazılı: Harpten kaçan alçaktır.
beyitindeki ordunun serdarları olarak görüyordum. Ne
mübarek insanlardı. O gün bu gündür bu isimlere saygım
eksilmedi; ancak daha sonra şahsen birçoğunu tanıdığım bu
insanların şahsına aynı saygıyı duyamadım. Bazı insanların
adı kendinden büyük oluyor.
Yerimi bulmuştum. Artık ülkücü, iyi bir ülkücü idim.
Sıra dâvâyı çevreme tanıtmaya gelmişti. Ertesi sene seçim
vardı. Kolları sıvadım. İşe babamdan başladım. Babamı
inandırmak pek kolay olmadı. “Bırak be oğlum o katili. O
Menderes’i astırdı.” diyordu. Eniştem de o görüşteydi. Daha
başkalarından da aynı sözleri duyunca, o hadisenin aslını
öğrenmem şart oldu. Türkeş’in Hindistan’dan, Cemal
Gürsel’e yazdığı mektubu temin ettim. O, havayı biraz
yumuşattı. Halkımızdaki Menderes sevgisi pek yüksekti. Bu
konu sürekli karşıma çıkıyordu. Aradan bunca zaman
geçmiş olmasına rağmen bugün bile Türkeş aleyhtarlığı için
kullanılan "Menderes'in asılması" meselesine ışık tutan bu
mektubu, o günleri yaşamayan genç kardeşlerimin bilgi
sahibi olması için kısaltarak buraya alıyorum.
36
Yeni Delhi, 7 Eylül 1961
Orgeneralim,
Size asla yazmak niyetinde değildim. Fakat bugün
memleketin yüksek menfaatleri bakımından bazı
hususların dikkatinize sunulması zarurî oldu. Şöyle ki:
Yüksek Adalet Divanı birkaç güne kadar eski iktidar
mensupları hakkında hüküm verecektir. Adaletin hükmüne
müdahale etmemek ve daima hürmetkâr bulunmak şarttır.
Ancak hükümlerin infazı, yurtta mevcut durumun göz
önüne getirilince ayrıca incelenmeye değer görülmüştür.
Yüksek Adalet Divanı'nın vereceği cezalar içinde
idam hükümleri bulunduğu takdirde, bunların tâdil
edilerek hafifletilmesi cihetine gidilmesi çok faydalı
olacaktır. Çünkü:
a) İdam cezalarının infazı, 13 Kasım'dan beri atılan
çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş
olan huzursuzluğu daha çok arttıracaktır.
b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında ve milletimiz
ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır.
c) Ölüm cezalarının infazı hâlinde, milletimizi bölen
kin ve garez duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayıs'ın amacı
olan millî birlik ruhunun geliştirilmesi güçleşecektir.
ç) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık,
cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiç bir fayda
yoktur. Esasen siyasî suçlardan dolayı ölüm cezaları
verilmesi, bugünün insanlık duygularına uymamaktadır.
Aksi hâlde, millet ve tarih önünde sorumlu
olacağınızı hatırlatırım. Saygılarımla.
Alparslan Türkeş
Tanıtım konuşmalarım, tartışmalarım neticesinde,
henüz yeterince olmadığımı anladım. Eksiklerim çoktu.
37
Okumalıydım. Yaşlılarla daha fazla uğraşmanın pek de
faydalı olmayacağını düşünerek, çalışmalarımı emsallerime,
daha çok da meslektaşlarıma kaydırmak istiyordum. Orası
münbit bir arazi idi.
Yine Metin ama Bu Defa Başka
En çok istediğim de, tahmin edileceği gibi, Metin’le
karşılaşmaktı. Artık onunla baş edebilir, rencide olan millî
duygumun, kırılan gururumun intikamını bizzat
alabilirdim. Onun silahlarını iyi biliyordum. Önümde
duramazdı. Ve Rabbim, onu hiç beklemediğim bir anda
karşıma çıkarttı:
1968’in 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlama
törenlerini, göğsümü kabartarak, şuurla ve millî bir zevkle
seyretmek için Kayseri’ye gelmiştim. Tören alanına
giderken Metin karşımda bitiverdi. Merhabalaştık. Artık
ondan üstündüm. Çünkü inanıyordum. Görüşmeyeli epey
olmuştu. Sordu:
– Nereye gidiyordun?
– Milletimin en büyük bayramının kutlamalarını
seyrederek Türklüğümün zevkini çıkartmaya...
– Ne yaptın o günden sonra?
– Ülkücü oldum.
– Nasıl?
– Türkeş’e mektup yazdım. Ondan kitaplar geldi.
Onları okudum. Gördüm ki, dünyada sadece iki görüş
yokmuş. Sen bana ölümü gösterip, sıtmaya razı ediyordun.
Bunu şimdi çok iyi anladım.
– Şu son “Çekoslovakya Hadisesi” beni de şaşırttı. Her
şeyi yeni baştan düşünmeye başladım. (20/21 Ağustos 1968
tarihinde Rusya, kendi tarafında olduğu halde, nefes almak
için biraz kıvışlayan Çekoslovakya’yı tankları ile çiğnemişti.)
38
– Bu hadisenin, senin düşüncenle alakası ne ki? Sen
Rus hesabına mı çalışıyordun? O, ilericilik, aydınlık, hür
düşünce, sömürü, işçi hakları gibi cafcaflı lafların arkasında
Rusya mı vardı? Yani sen komünist idin de mihrabın mı
yıkıldı? Benim gibi saf, temiz bir Anadolu çocuğunu o kızıl
cehenneme mi davet ediyordun?
– Her şeyi tekrar düşünmem lazım. Bana yardım et!
– Sen şimdi, dine mi dönmek istiyorsun?
– Evet, namaz da kılmak istiyorum ama abdestli
olduğumu aklımda tutamıyorum. Bu iş abdestsiz olmaz mı?
– Abdestsiz namaz olmaz. Madem aklında
tutamıyorsun; her namaz için yeni abdest alırsın. Beni
dinlersen önce imandan başla, arkasına ibadeti ekle.
İmansız ibadet beyhude gayrettir.
– Seninle daha uzun görüşmek istiyorum. Bayramı
seyretmekten vazgeç! Şehir dışına çıkıp, dolaşalım.
Metin’in zavallılığı dokunmuştu. İntikamı falan
unuttum. Yeterince yüklenmiştim zaten. Çevre Yolu’na
çıktık. Şeker’e doğru yürüdük. Hep o konuşuyordu. Elinde
de, Sezai Karakoç’un şimdi adını hatırlayamadığım bir
kitabı vardı. Benden, Türkeş’in gönderdiği kitap ve dergileri
istedi. Kabul etmedim. Onlar benim her şeyimdi. “Sen de
yaz, sana da gelsin!” dedim.
Konuşa konuşa şehri terk ettik. Ben, İslam’ın,
insanlığı geçmişte mutlu ettiğini, hem şahıs olarak hem de
toplum olarak yine ona dönersek huzuru bulacağımızı
anlattım. Atalarımızın, “Ayıdan post, Moskof’tan dost
olmaz” dediklerini; her şeyin “Türk’e göre, Türk tarafından”
yapılmasının doğru olacağını; bizim, kendimize göre bir
kalkınma modeli geliştirmemiz gerektiğini söyledim. Hak
verdi. Köyde, bana hava atan, çokbilmiş Metin, uysal kediye
dönmüştü. “Keşke biraz dirense de sağını solunu
budasaydım” diye düşünmekten de kendimi alamıyordum.
39
Duruma hâkimdim. Kendimi beğendim.
Geri döndüğümüzde tören çoktan bitmişti. Vedalaştık.
O evine gitti. Ben köyüme döndüm. Metin’le iki kere daha
karşılaştım. Bir de onu, bir arkadaşımla, bizim derneğin
avlusunda konuşurken gördüm. Bunları, yeri gelince
anlatacağım; onun hazin sonunu da…
Yüzbaşının Karşısına Ülkücü Olarak Çıkıyorum
Metin karşısındaki başarım cesaretimi artırmıştı. Bir
an önce Pınarbaşı'ya gidip yüzbaşı ile görüşmek istiyordum.
Ekimi bekleyemezdim. Eksiklerim için yüzbaşı bana
yardımcı olabilirdi. Eylül maaşımı almak için geldiğimde,
hemen ona uğradım. Artık o benim, daha doğrusu ben onun
ülküdaşı idim.
Yüzbaşıyı ziyaretim ona sürpriz oldu. Daha, kararlaş-
tırdığımız zamana bir ay vardı. Ama ben duramamıştım.
Müjdeyi vermem gerekiyordu. Sabah mesaisinin bitimine
doğru askerlik şubesine gittim. Yüzbaşı beni karşısında
görünce şaşırdı ve heyecanlandı. Olan biteni kısaca
özetledim. “Türkeş’in sana bu kadar kısa zamanda cevap
yazması, kitap göndermesi çok önemli; demek ki, sende bir
şeyler görmüş… Bu kadar iş arasında sana mektup
yazmasına ben de hayret ettim.” dedi.
Bu sözler gururumu okşadı. Önemli bir insan olmak,
Türkeş tarafından takdir edilmek hoştu. Kayseri’nin en uç
köyünde görev yaptığım için, kendimi bir uç beyi gibi
görüyordum.
Yüzbaşı geçmişteki halimden hiç bahsetmedi.
Türkiye’nin meselelerinden konuştuk. Artık her hususta
mutabıktık. O bana, Pınarbaşı’daki esnafın ve memurların
durumunu, kendinin şubedeki ağır işini anlattı. Şube albayı,
fikrinden dolayı her işi ona yaptırıyormuş. Sevk zamanında,
dosyaları evine götürüp, tamamlarmış. Bunun için de,
40
hanımını memlekete gönderirmiş. Giresunlu idi.
Ayrılırken, yüzbaşı bana, kazaya her gelişte uğramamı
tembih etti. Ben de öyle yaptım, her gelişte ona uğrardım.
Bazen çevrede dolaşırdık, bazen de evine götürürdü. Aynı
dâvâya inanan birkaç esnafla da beni tanıştırdı. Onlarla çok
iyi dost olduk; özellikle de Ahmet Kayhan ve oğlu Ali ile…
Orada kaldığım üç yıl boyunca yüzbaşı ile çok
görüştük. Çalışmalarımdan ona bahsederdim. Memnun
kalırdı. Beni ilçe başkanının evine götürdü. Bu tanışma
biraz eğlencelidir, anlatayım:
Türkeş’in başında bulunduğu Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partisi, 1969 başlarında Adana’da yaptığı büyük
kurultayda adını, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak
değiştirmiş, üç hilali de kendisine arma yapmıştı. Gençlik
de, Bozkurt’u kullanacaktı. Bu değişiklik büyük heyecan
uyandırmıştı. Yeni simalar ülkücü kafileye katılıyor, parti
büyüyordu. Pınarbaşı MHP ilçe başkanlığına da, yüzbaşının
delaletiyle, emekli bir başçavuş getirilmişti.
Yüzbaşı ile buluştuğumuz bir günün akşamında bu
yeni başkanı ziyarete gittik. Başkan bizi kapıda karşıladı. İlk
sözü şu oldu:
— Yüzbaşım size bir genç öğretmenden bahsedeceğim.
Bugün, o imansız kaymakamı rezil etmiş. İlk karşılaştı-
ğımda onu alnından öpeceğim.
— Kimmiş bu kahraman öğretmen?
— Hamza Eravşar
— O zaman hiç durma bu genci alnından öp. Çünkü
Hamza Eravşar budur.
Başçavuş şaşırıp kaldı. “Doğru mu söylüyorsun?” der
gibi yüzbaşıya bakıyordu. Onun başıyla ile evet işareti
yapması ayıktırdı ve bana sarıldı. Ben de elini öptüm.
Oturduk. İki de bir de, “demek o yiğit sendin” diyerek
omzuma vuruyordu.
41
Kaymakam Meselesini de Anlatmalıyım:
Pınarbaşı'ya imansız bir kaymakam gelmişti.
Ramazanda pideyi alır, çarşıdan geçerken, ucundan
koparttığı parçayı inadına, herkesin gözü önünde ağzına
atardı; İslam’la, Müslüman’la alay eder gibi… O devir, bu
cins idarecilerle doluydu.
İşte, adını hatırlayamadığım bu kaymakam,
öğretmenleri, muhtarları, imamları birlikte toplantıya
çağırmıştı. Ramazan’ın ilk cuması kiliseden bozma sinema
salonunda toplandık. Konuşan konuşana… Ne cevherler
varmış meğer meslektaşlar arasında… Ne başarılı hizmetleri
olmuş meğer… Hele bunlardan Cemil adlı biri (haydi soyadı
kalsın) kükrüyor: “Ben köy öğretmeniyim! Köy çocuğuyum!
Köyde doğdum! Köyde yaşayacak, köyde öleceğim!” Daha
buna benzer bir sürü zırva... Kaymakam dâhil, herkes bu içi
boş lafları alkışlıyordu. Bu kadar ateşli savunucusu, fedaisi
olan köylerimizin perişanlığı ben garibin hâlâ anlayamadığı
hususlardandır.
Bu Cemil’i yıllar sonra Kayseri’de gördüm. Nakil
yaptırmış… “O gün kaymakamın ve senin gibi solcu
öğretmenlerin huzurunda kükrüyordun. Köy kalkındırma
işine ara mı verdin de şehre geldin?” diye sormadan
edemedim.
Mevzua geleyim: Bu, samimiyetsiz, ideolojik toplantı
hay huy içerisinde devam ederken, salâ verilmeye başladı.
El kaldırdım. Kaymakam, “buyurun hocam” diye söz verdi.
Şunları söyledim: “Kaymakam bey! Salâ veriliyor. Bugün üç
güzellik bir araya geldi; ramazan, cuma ve şehir… Bu
cumanın sevabı pek fazladır. Toplantıya biraz ara verip,
namazımızı kılalım, sonra devam ederiz.”
Bu sözleri duyan kaymakam öfkeden kıpkırmızı oldu.
Öğretmenler, muhtarlar (imamlardan katılan yoktu) hep
bana bakıyordu. Herkes şaşkındı. Bazılarının bakışı yiyecek
42
gibiydi. Olur iş miydi? Bir öğretmen, solculuk gösterileri
için tertip edilmiş bir toplantıda, aşırı solcu bir idareciden
cuma izni istiyordu. Kaymakam, öfke sarası içinde,
sahneden atlayarak yanıma geldi. “Sen öğretmen misin,
muhtar mısın be adam?” dedi. Hâlbuki söz verirken,
"buyurun hocam" demişti. “Öğretmenim!” dedim. “Senin
bir meselen yok mu? Bu bizim yaptığımız çalışma da ibadet
değil mi? Daha konuşacak bir sürü meselemiz var.” diye
kükredi. "Elbette benim de dertlerim vardır. Çalışmak da
nafile ibadettir. Cuma farzdır. Ben, 'toplantıyı bitirelim,
demiyorum ki… Cumamızı kılıp, devam edelim' diyorum.”
dedim. Hızını alamayan kaymakam bir meslekî suç bulmaya
yeltendi: “Kaç öğrencin var senin ve ne kadarı kız, ne kadarı
erkek?"
“Siz”likten “sen”liğe inmiştim. Kaymakam, öğrenci
sayısından, kız mevcudunun azlığından bir meslekî suç
bulmaya çalışıyordu. Açık vermedim; gidip sayacak değildi
ya, "57 öğrencim var; 33’ü erkek, 24’ü kız!” dedim. Buradan
bir şey çıkartamadı. “Senin keyfin için toplantıya ara
veremem!" diye bağırarak sahneye çıktı. "Hepinize
soruyorum: Bu beyefendinin görüşüne katılan var mı?”
dedi.
Kimin ne haddine, “var!” demek? Bir tek el kalkmadı.
Bu gürültü patırtı sırasında salon boşalmaya başladı.
Muhtarlar el kaldıramadı ama fırsattan istifade cuma
kılmaya koştular. Ben de çıktım. Köyleri kalkındıramadan
toplantı sona erdi. Koşarak Karslı Camii’ne vardımsa da
namaza yetişemedim. Rabbimin rızasına uygun bir iş
yaptığımı düşünerek öğle namazını kıldım. Öyle
huzurluydum ki…
MHP ilçe başkanı başçavuşun takdir ettiği hadise
budur. El kaldıramamış olsa da, sonradan ilköğretim
müdürü olan bir meslektaşım, "Hayret ediyorum, bizler de
43
cuma kılmak istiyorduk ama sendeki cesaret bizde olmadığı
için sesimizi çıkartamadık. Sen bu duygularında samimi
isen tebrik ediyorum" dedi. Çıkışıma aklı yatmamıştı.
Altında başka şey arıyor gibiydi. Ülkücülüğün aynı zamanda
bir delilik olduğunu nereden bilecekti? Benim böyle
deliliklerim çoktur.
Bu hikâyeye eklenecek bir husus daha var: Beni ve
fikirlerimi beğenmeyen Kafkas kökenli bir meslektaşım
vardı. Viranşehir nahiyesinde görev yapmaktaydı. O
toplantıya katılmamıştı. Bir vesile ile ziyaretine vardığımda
bana şöyle dedi: “Müslümanlığı, milliyetçiliği kimseye
bırakmazdın. Bu mu senin milliyetçiliğin? Neden toplantıda
cuma için izin isteyen Sermet Bey'e arka çıkmadın?” Beni
ona benzetmiş olmalılar. "Öyle mi olmuş?" demekle
yetindim.
İkinci karşılaşmamızda o meslektaşım özür dileme
nezaketini gösterdi. İyi ahbap olduk.
İlk İmtihanım
Milletlerin hayatında olduğu gibi, insanların
hayatında da dönüm noktaları vardır. Buna bazı hadiseler
sebep olur. Bunlar öyle hadiselerdir ki, o insanın, o andan
sonraki hayatına yepyeni bir şekil verir. İşte bu 1968’in
Ağustos’u, yani Türkeş’in, 8.8.1968 tarihli mektubu, benim
hayatımın dönüm noktası oldu.
İş, yeni yolumda derinleşmeye gelmişti. Bu hususta
Millî Hareket dergisi çok işime yarıyordu. Orada
okuduklarımı sahipleniyor, etrafımdakilere, daha çok da
meslektaşlarıma anlatıyordum. Dâvâyı tanıtmak için “9
Işık” en uygun kitaptı. Onu ve Türkeş’in seçim
konuşmalarını defalarca okudum. Türkiye ve dünya
meselelerini çevremdekilerden daha iyi biliyordum. Artık
yaşayışımla bütünleşen bir görüşüm vardı.
44
1969 seçim yılıydı. Bu yaz tatilinde çok çalışmam
gerekti. İşe köyüm Güzelce ve çevresindeki köylerin
öğretmenlerinden başladım. Onlar henüz uyanmamışlardı.
Öğretmen okulunda ne öğrenmişlerse onunla amel
ediyorlardı. Bölge bakirdi. İşlenmeye muhtaçtı. “Bu işi ben
yapmalıyım” diye düşündüm ve gittim.
O yörede vazife yapan öğretmenler ya akrabam ya da
okuldan arkadaşlarımdı. Toplanınca 10-12 kişiyi
buluyorduk. Ama konuşmalar hep havadan sudan şeyler
oluyordu. Millî meselelerle ilgilenmiyorlardı. Onlar açılınca
da basit, tutarsız değerlendirmeler yapıyorlardı. Vakıa,
mesleklerinde başarılıydılar. Daha sonra, bunlardan biri
Türkiye birincisi, bir başkası Kayseri birincisi oldu. Ne var
ki, meslek çemberinin dışına çıkamıyorlardı. Halkı tenvir
etmekle vazifeli öğretmenlerin ışıkları yoktu; kendi yollarını
seçememişlerdi. Yolun başında “havlu atmış” gibiydiler.
Yeni bir şeyler öğrenmeye istekli değillerdi. Daha doğrusu,
bendeki farkı kabullenemiyor, bunun için de anlattıklarımı
dinlemek istemiyorlardı. Aynı kendileri gibi bir
öğretmenden bir şeyler öğrenmek zorlarına gidiyor
olmalıydı.
“Ev danası öküz olmaz” derler ya, galiba öyle oluyor.
Ne zaman ülkücülükten, Türkeş’ten bahsetsem, karşı
çıkıyorlar, “Senin konuşacak başka lafın yok mu?”
diyorlardı. Benim bunlardan başka lafım yoktu;
memleketim bu haldeyken de olamazdı. Bu derdi anlatmaya
çalışıyordum.
Okulu yeni bitirmiş bir meslektaşım, kendisine telkin
edilen materyalist görüşlerin tesiri ile bana dedi ki:
— Ağabey, sen bu Kur’an denilen kitaba inanıyor
musun?
— Bu ne biçim soru? Ona inanmayan kâfir olur.
Elbette inanıyorum.
45
— Peki, onu kim yazmış? Bazı yerinde “Ben”, bazı
yerinde “Biz” diyor. Yazan bir kişi mi, çok mu?
— Önce, bir hususu düzeltelim. Kur’an kimse
tarafından yazılmadı. O hep var idi. Allah tarafından,
insanlara duyurulsun diye Peygamberimize gönderildi.
“Ben” ve “Biz” meselesine gelince, bu, Kur’an’ın bir
üslubudur. O sözlerin geçtiği yerleri daha dikkatli okursan,
ne zaman “Ben”, ne zaman “Biz” dendiğini ve neden öyle
söylendiğini anlarsın. Bizler de konuşurken kendimiz için
bazen çoğul ifadeler kullanmaz mıyız? Kısaca söylemem
gerekirse, “yaratmak” ile ilgili hususlarda “BEN”, yapmakla
ilgili hususlarda “BİZ” ifadesi kullanılmaktadır. Yapma
işinde melekler de görevlidir.
Bu öğretmen, yıllar sonra Almanya’da, bir ülkücü
olarak ziyaretime geldi. Epey bir müddet de ülkücülerin
içinde kaldı. 12 Eylül ile ülkücülük rüzgârı durunca,
“Türkiye’yi kâfir memleket sayan” Müslümanların safına
katıldı. Nereden nereye? Değil mi? Başta da Kitap’a inancı
sakattı, şimdi de sakat… Aramıza almış ama pek çokları gibi
onu da yetiştirememişiz. Açık yüreklilikle kabul edelim ki,
suç hep de gidenlerde değil…
Diğer öğretmenleri nasıl ikna ettiğimi de anlatayım.
Bunlardan, Ülkü-Bir başkanlığı, MHP il başkanlığı, MHP
belediye başkanlığı yapanlar var.
“Sabırla koruk helva olur.” Ben de sabırla anlatmaya
devam ediyordum. Yöre, Avşar olduğu için, oradan girdim.
Türkeş’in Avşarlığını kastederek, “İçimizden bir önder
çıkmış, peşinden gitmiyorsunuz; bu Avşarlığa yakışır mı?”
dedim. Bu söz tesirli oldu. Dediler ki:
- Türkeş, eğer Avşar olmayan bir muhitte Avşarlığını
söylerse, hepimiz ülkücü olacağız.
- Söz mü? dedim.
- Söz dediler.
46
O günlerde Türkeş Develi’ye geliyordu. Onları oraya
götürecek ve Avşar'ın sevilmediği o yerde, Türkeş’e
Avşarları anlattıracaktım. Motorsikletlere ikişer, üçer
atlayıp, Develi’ye vardık. Türkeş’in konuşması bitmek
üzereydi. Dinledik. Bitince belediye bahçesine geçildi.
Kalabalıktan yanına varmamız zordu. O sırada, MHP
Kayseri adayı rahmetli Lütfi Önsoy’u gördüm. Ona, geliş
gayemizi anlattım. Onun yardımı ile Türkeş’in karşısına
dizildik. Dokuz Işık'a nazire, tam dokuz öğretmendik. Lütfi
Ağabey, “Efendim Hamza Bey'in bir talebi var” diye sözü
açtı. Dedim ki:
-Efendim öğretmen arkadaşlarımı sizinle tanıştırmak
için getirdim. Ve teker teker onları tanıttım. Dokuz kişiden
aklımda kalan isimler: Necati Eravşar, Ruhi Günay, İrfan
Atik…
- Memnun oldum, dedi Türkeş ve kısaca
öğretmenliğin önemini anlattı.
- Arkadaşlarımın bir de istekleri var Efendim, dedim.
- Buyurun, dedi.
- Öğretmen arkadaşlarımın çoğu Avşar… Sizin de
Avşar olduğunuzu bildikleri için, boyları hakkında sizden
bilgi almak istiyorlar, dedim nezaketle…
- Bir Avşar olarak bunu sen anlatabilirsin, dedi.
- Onlar sizden dinlemek istiyorlar Efendim, deyince
de anlatmaya başladı. Bir kâğıda da damgalarını çizdi.
Başarmıştım. Öğretmen arkadaşlarım Türkeş’in
yanından “ülkücü” olarak ayrıldılar. Onların önderi
durumundaki Necati, bindiği JAWA marka motorsikletinin
ön çamurluğunun sağına ve soluna Avşar damgasını işledi.
Meslektaşlarım Ülkücü Hareket'e katılmışlardı. Sıra,
onların vazife yaptığı köylerde MHP’nin tanıtımındaydı. Bu
öğretmenlerden dört tanesi, kazamız Tomarza’nın en büyük
47
köylerinden birinde vazife yapıyordu. İşe oradan başladım.
Köyün ileri gelenlerini caminin üstündeki imam evine
topladık. Durmadan anlatıyordum. MHP’nin pırogramında
olup, olmadığına bakmadan İslâmî konulardan
bahsediyordum.
Kanunlarımızın Batı’dan alındığını, bu sebeple
bünyemize uymadığını, halkı da memnun etmediğini
söylüyordum. “Her şey gibi kanunlar da millî olmalı, örf,
âdet ve inançlarımıza uygun kanunlar yapılmalı” gibi şeyler
söylüyor; Cumhuriyet kurulurken bunların ihmal edildiği
belirtiyordum. Yanımdaki arkadaşım bunlardan memnun
kalmadı. Etimi çimdiklemeye başladı.
Sohbeti bitirip eve dönerken, o hep sokranıyordu:
“Ülkücülük bu ise, Türkeş de böyle düşünüyorsa ben
yoğum” diyordu. Konuşmalarımı beğenmemişti. Eve geldik.
Hâlâ öfkeli idi. Yatıştırmak için yanına vardım. Zayıf
tarafından yakalamak, dinin toplumdaki yerine ve önemine
dikkat çekmek için, “sen Müslüman değil misin?” dedim.
Oradan, “evet” cevabını aldıktan sonra, “Bak Rabbimiz ne
buyuruyor?” deyip, Kur’an’dan misaller verecektim. Ta
öğretmen okulundan beri tanıdığım, sevdiğim, okurken
bizim kafamızda kavak yelleri eserken öğretmenlerle millî
konularda tartışabilen sınıf arkadaşım, hiç beklemediğim
bir karşılık verdi. Avazı çıktığı kadar bağırarak, “Diyalim
lan!” dedi. Öfkeden sesi çatallaşmıştı. Ne kadar uğraştıysam
yumuşamadı. Saatler sonra kendine gelebildi.
Kulakları çınlasın. Bir dönem kasabasında MHP'den
belediye başkanlığı da yapan bu aziz dostumun, MHP aday
adayı olarak katıldığım 2002 seçimlerinde çok yardımını
gördüm. Sağ olsun!
48
Görücüye Çıkıyorum
Seçim yılı olması sebebiyle, vazife yaptığım köyün ileri
gelenlerine de ülkücülüğü anlatıyordum. İlgi ile
dinliyorlardı. Ancak, o köyde ülkücülük mayası tutmazdı.
Halk kendini Türk kabul etmiyor; Türk’ü ayrı, kendini ayrı
bir millet olarak görüyordu. 1700’lerin sonunda Müslüman
olmalarını temin etmiş; yüz elli sene sonraki felaketlerinde
onlara kucak açmış mübarek Türk milletini, asırlarca
dünyaya hükmetmiş bir milleti, kendileri ile mukayeseye
kalkışır, seçtikleri kötü örneklerle onlardan üstünüz demeye
getirirlerdi. Bu hususta bir yığın da fıkra uydurmuşlardı. Bu
zihniyeti, sığınmanın getirdiği bir savunma olarak
görüyorum. Başka türlü demeye de dilim varmıyor, çünkü
aralarında – bir kısmı Hakk’ın rahmetine kavuşmuş – çok
değer verdiğim insanlar, gönlümden silemediğim dostlarım
var.
Bütün olumsuzluklara rağmen o köyde bir MHP
sevgisi uyandırmıştım. 1969 seçim yılı olduğu kadar benim
de imtihan yılım idi. Kendimi deneyecektim. Kapı kapı
dolaşıyor; erkek, kadın, genç demeden anlatıyordum. En iyi
kullandığım unsur da Üç Hilal idi. Onu Osmanlı bayrağı
olarak tanıtıyordum. Köye parti temsilcisi yaptırdığım,
dostum Emir Kardan, üç hilali üç ay olarak ele alıyor,
“Recep, Şaban, Ramazan” diyordu.
Türkeş’in yakınlarından Ahmet Er, “Muhammedî
düzen kuracağız” demişti de, hakkında dâvâ açılmıştı. Bu
söz de çok işime yaradı. En büyük ve vurucu malzemem ise
Türkeş’in şu sözleriydi:
“Ben sizi sokaklarda ıspanak fiyatına satılan
demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk
düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe,
karaborsaya yer veren bir iktisadî yapıya çağırmıyorum.
Yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe,
49
kısacası hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum.”
Vazife yaptığım köyün halkı dindar görünürdü. Bu
sebeple dâvâmızın İslamî yönünü öne çıkartıyordum. Şahsî
yaşayışım da söylediklerimi tamamlıyordu. Ancak iki
talihsizliğim vardı: Biri, o çevrenin insanı Şevket Doğan’ın
AP’den adaylığı, diğeri benim toyluğum…
AP adayı için yapacak bir şeyim yoktu. Aleyhinde
konuşmak ters tepebilirdi. Onun için o konuya fazla
girmedim. “Şevket Bey yanlış parti seçmiş, keşke MHP’den
aday olsaydı.” derdim.
Toyluğa gelince… İşte o benimdi. Mücadele hayatımın
başında onun cezasını çektim ama ilerideki yıllarımı
kurtardım. Anlatayım:
23 yaşımdaydım. Harekete dâhil olalı bir yıl olmuştu.
Eksiklerim çoktu. Yeterince donanmadan mücadeleye
atılmıştım. Tecrübem kıttı. Duygularımı ve heyecanlarımı
zapt edemiyor, itiraz edenlere sinirlendiğim oluyordu.
Seçime bir gün kala köyün ileri gelenlerini evime
davet ettim. Gündüz herkesi ziyaret ederek daveti bizzat
yapmıştım. Sayısını tam hatırlayamıyorum ama tek odalı
bekâr evim hınca hınç doluydu. Anlatmaya başladım. Birisi,
“Yahu hoca bırak şu Ermeni’yi de başka şeyler anlat!” dedi.
Bu, Türkeş hakkında hiç duymadığım bir yakıştırma idi.
“Sözlerine dikkat et! Dediklerin doğru değil” dedim ve
devam ettim. Biraz sonra bu boşboğaz adam, aynı sözleri
tekrar etti. “Bana bak!” dedim. “Türkeş’e söylediğin sözleri
kendim için söylenmiş kabul ediyorum. Bir daha
tekrarlayacak olursan, karşılığını alırsın.” Sanki bu sözleri
söylememişim gibi, adam gayet rahat, üçüncü defa aynı
sözleri sarf edince, dayanamadım; kalkıp, yakasından
tuttum; yerinden kaldırıp, kapıya kadar getirdim. “Ben sana
demedim mi, ‘Türkeş’e yapılan hakareti kendime yapılmış
kabul ederim’ diye?” dedim ve kapıyı açtığım gibi, “defol!”
50
diyerek adamı dışarı fırlattım. Kapıyı kapatıp, cemaate
döndüğümde, odanın havasının değiştiğini gördüm. Herkes
başını öne indirmiş yere bakıyordu. Sinek uçsa, kanadının
sesi duyulacak gibiydi. Ne diyeceğimi, söze nereden
gireceğimi bilemedim. Güya haklılığımı anlatmak için bir
şeyler dedim ama faydası olmadı. Adamlar birer ikişer
evimi terk etti. Yanımda yalnız Hafız Efendi’nin oğlu
Hayreddin kaldı.
Burada Hafız Efendi’yi de biraz anlatmam lâzım. O,
köyün imamı, daha doğrusu “imam vekili” idi. İslam’ı
yutmuş bir şahsa, “diploması olmadığı için” asıl imamlık
verilmemişti. İslam’ı ondan öğrenen bir kişi de o sırada
Pınarbaşı müftüsüydü. Hocasına, bu muhterem âlime, bir
ilkokul diploması temin etmemiş olması, o gün bugündür
hazmedemediğim bir vefasızlıktır. Kafkas kökenli bu müftü
daha sonra, Erbakan tarafından Almanya’ya baş imam tayin
edildi. İslam’a yaslanarak, Türk milleti aleyhinde epey beyin
yıkadı.
Uzun Yayla’nın her yerinde “Hafız Efendi” olarak
tanınan ve büyük saygı gören muhterem Ali Albayrak Hoca
Efendi'nin hikâyesini tamamlayayım: O, Osmanlı’nın son
zamanlarında, genç bir delikanlı olarak Mısır’a gitmiş,
Ezher Üniversitesi’nde okumuş, sayısız konferanslara ve
kurslara katılmış; 18 sene sonra, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında Türkiye’ye dönmüş bir âlimdi. Ben, ondan çok şey
öğrendim. Mısır’da tanıdığı bazı Türklerden bahsederken,
“o sizlerdendi; Turanî idi” diyerek, tebessümle dizime
vururdu. Dünya meselelerinde ortak yanlarımız da vardı:
İkimiz de Necip Fazıl hayranı idik. İmansızlığa ve Moskof
uşaklığına karşı, sağın en güçlü kalemi Necip Fazıl’ı ona ben
tanıtmıştım. Üstad’ı şahsen tanıma ve elini öpme
bahtiyarlığına erdiğim için, kendimi o sahada yetkili
sayardım. Kitaplarının bir kısmını da temin etmiştim. Hafız
51
Efendi’ye onlardan, Büyük Doğu mecmuasından ve Şevket
Eygi’nin çıkarttığı “Bugün” gazetesindeki yazılarından
bölümler okurdum. Üstad, o gazetede, “Çerçeve” üst başlığı
altında yazardı. “Son Devrin Din Mazlumları” kitabı da o
sırada tefrika edilmekteydi.
İşte, evimden adam kovduğumda yanımda kalan
Hayreddin, bu Hafız Efendi’nin büyük oğluydu. Benden on
yaş büyüktü. Tahsili yoktu ama hayat mektebini iyi
okumuştu. O köyde edindiğim birkaç dosttan biri, hatta
birincisiydi. Ondan da çok şeyler öğrendim. Şimdi bile onun
dostluğuna ihtiyaç duyuyorum. Ne çare Hakk’ın rahmetine
kavuşmuş. Onun da, mübarek babasının da makamları
Cennet olsun.
Hayreddin’le iki ikiye kalınca şunları konuştuk:
— Hoca, gel seninle şu hareketini bir değerlendirelim.
— Buyur! Seni dinliyorum.
— Ne kazandın o adamı dışarı atmakla?
— Görmedin mi neler diyordu? Buna ben katlanabilir
miyim? Defalarca ikaz ettim. İnadına söyledi onları.
— Adamın söylediği yakışıksız şeylerdi. Ancak, sen bir
dâvâ adamısın. Dâvâna yeni insanlar kazanmak için hep
alttan almalısın. Sen herkesin gönlünü kazanmak
mecburiyetindesin. Dâvânla insanlar arasına kendini
sokma! O adamı evinden atmakla belki nefsin tatmin oldu,
fakat dâvân kaybetti. Hâlbuki odadaki adamların tamamı
fikirlerini kabul etmişti. Bu davranışınla o kadar insanı
kendinden soğuttun. Yeniden gönüllerini alman içinse vakit
yok. Seçim yarın…
— Haklısın Hayreddin, dedim. İkazların için teşekkür
ederim. Ne mutlu bana ki, yanlışlarımı ortaya koyacak senin
gibi bir dostum var.
Bu hadise ve Hayreddin’in ikazları bende yer etti. O
52
gün bugündür sinirlenmeden, sakin sakin anlatıyorum.
Çünkü şuna inanıyorum: Her Türk ülkücüdür. Mesele ona
ülkücü olduğunu fark ettirmektir. Bunun için de
öfkelenmeden, kalp kırmadan konuşmak ama bilgi ile
konuşmak gerek. Öfke, bir dâvâ adamının asla düşmemesi
gereken bir şeytan tuzağıdır.
TÖS Nabız Yokluyor
Türkiye solculuğunun lokomotifi TÖS (Türkiye
Öğretmenler Sendikası), muhafazakâr muhitlerin
mukavemetini kırmak için kongrelerini öylesi yerlerde
yapıyordu. 1969 kongresi için de Kayseri seçilmişti… Sivas
Caddesi üzerinde Alemdar Sineması vardı. Kongre orada
yapılmaktaydı. Kim tahrik etti, nasıl hazırlandı, neden
yapıldı; bilemiyorum. Halk sinemayı bastı. “Kolay lokma
değiliz” demek istiyorlardı galiba.
Önceki kısımlarda belirttiğim gibi, TÖS ve benzeri
solcu kuruluşlar, Moskof ideolojisinin Türkiye ayağı idiler.
Şimdilerde “bağımsızlık kahramanı(!)” olarak yutturulmaya
çalışılan o “68 Kuşağı” denilen devlet düşmanları dini ve
milliyeti hedef almışlardı. 1990’larda Kâbeleri yıkılınca,
dine ve baş düşman(!) Amerika’ya dönenler olduysa da,
milliyete ve milliyetçiliğe düşmanlıkları hız kesmedi.
Benim vardığımda, içerdekiler kaçmış; kapılar,
pencereler kırılmış, koltuklar sökülmüş, yırtılmış durum-
daydı; içeriye son taşlar fırlatılıyordu.
Burada işini bitiren güruh, solcu yayınlar satan Tok
Kitabevi’ne saldırdı. İçeride sağlam bir nesne kalmadı.
Kazancılar Çarşısı’nın köşe başında Maarif Kitabevi vardı.
Onun sahibi de solcu idi; dükkânını harap olmaktan
kurtarmak için eline bir Kur’an-ı Kerim alıp, açarak kapının
önüne çıkmış…
53
Yanımda, şimdi hatırlayamadığım bir arkadaşım
vardı. Ona dedim ki “Bu kalabalığın bundan sonra nereye
gideceğini biliyorum. Gel benimle...” Sahabiye’deki TÖS
binasına geldik. Yanılmamışım. Orası da öfkeden nasibini
aldı.
Tesadüfe bakın! Giderken yolda Metin’e rastladık.
Kızgın bir haldeydi: “Beğendin mi yaptığınızı?” dedi. “Biz
mi yapmışız?” demeye kalmadan, rüzgâr gibi geçip gitti.
Geçen senenin 30 Ağustos’undaki Metin yine eski Metin
olmuştu.
Birkaç gün sonra Metin’i Hisarcık’ta gördüm.
Arkadaşlarla geziyorduk. Birden karşıma çıktı. “Hayrola
Metin! Ne işin var senin burada?” dedim. “Nasıl?
Arkadaşlarına dövdürür müsün beni?” diye mantıksız bir
karşılık verdi.
Mezarlığın yakınında şehirlilerin bir konağı vardı.
Burası Metin’in ablasına aitmiş; zaman zaman oraya
gelirmiş.
Bu, Metin ile son konuşmamız oldu. 2004’te, eczacı
ablasından öğrendim, 16 Kasım 1992’de intihar etmiş…
Bunalımda imiş… Kimsenin bulunmadığı bir sırada,
sekizinci kattaki evlerinin balkonundan kendini atmış veya
düşmüş. Allah taksiratını affetsin. İnsan için en iyi sığınak
ve en iyi koruyucu olan Allah ve Ahiret inancını zamanında
alamayanların sonu böyle hüsran oluyor işte…
Fikrî-siyasî mücadelemle pek alâkası yok ama inancın
insan hayatındaki yerini anlatan bir hatıramı buraya
alayım:
Seksenli yılların sonunda bana bir saçkıran musallat
olmuştu. Bazen saçıma, bazen sakalıma vuruyordu.
Saçımdakini kıllar kapatıyor, sakalımdakini de tıraş olarak
gözlerden gizleyebiliyordum. Sonunda, üzerine titrediğim
bıyıklarıma vurdu. Gür oldukları için başlangıçta üzerini
54
kapatmak mümkün oluyordu. Durmadan ilerlediğini ve
sarımsağın, sirkenin de kâr etmediğini görünce, cilt
doktoruna gittim. Doktor yaşlı bir Alman kadındı. Bana:
“Müslüman değil misin?” diye sordu. Şaşırdım. Saçkıranla
Müslümanlığın ne alâkası olabilirdi? “Müslüman’ım”
dedim, gururla… İnanmamış gibi başını salladı. “Öyle ise iyi
Müslüman değilsin.” dedi ve ilave etti: “Müslüman’da bu
hastalık olmaz. Onlar kadere ve takdire inanırlar.” Yine
alâkasını kuramamıştım. Meğer saçkıran sıkıntıdan
olurmuş. Müslüman da, başına gelenleri Allah’ın takdiri
olarak kabul ettiği için kendisine mesele yapıp, içine
atmazmış.
Türkiye’de bir doktor da, aynı dertten muzdarip bir
arkadaşıma, “Sıkıntıları içine atma; öyle durumlarda çık
yazılara, bağıra çağıra küfret!” demiş. İnsan böyle de
boşalırmış. Ne tuhaf bir durum: Hıristiyan, “dine sığın!”
diyor; Müslüman, “küfret!” diyor.
1960’lardan beri zaman zaman beni ziyaret eden
saçkıran 2010'larda bir daha ziyaret etti; bıyıklarım yine
gitti. Onu da bir özel hastanede ilaç ve iğne ile tedavi
ettirdim. Saçkıranın hangi hallerde ortaya çıktığını da
anladım. Sıkıntılar karşısında çaresiz kaldığım anlarda
oluyor. Üzüntüden değil, çaresizlikten…
Yükselmek İstiyorum
Benim bir hayalim var idi; yüksek tahsil… Öğretmen
okulunda okurken kafama müfettiş olmayı koymuştum.
Bunun için üç sene öğretmen olarak çalışmak lazımdı. İki
kere imtihana girdim. Birincisinde puanım tutmadı.
İkincisinde de mülakata çağıran yazı elime günü geçince
ulaştı. İlk bölümlerde, çalıştığım o kuş uçmaz, kervan
geçmez köyden bahsetmiştim. O köye posta da uğramazdı.
Kısmet değilmiş…
55
1968’de yüksek tahsil hedefim değişti. Avukatlığı ister
oldum. Dâvâ adamlarının, polisle, mahkemeyle işleri çok
oluyordu. Onları savunacaktım. Müfettişlik için eğitim
enstitüsüne gitmem mümkündü ama avukat olmak için
hukuk fakültesini okumak gerekiyordu. Onun için de lise
diploması lazımdı. 1970 yılında lise bitirme imtihanlarına
girdim ve başardım. Ertesi yıl üniversite imtihanlarına
katıldım. Puanım hukuku tutmadı. Ankara İktisadî Ticarî
İlimler Akademisine kayıt oldum. Dışarıdan devam
edilebilecek okullardandı. Bir yıl orada okuduktan sonra
tekrar girdiğim imtihanda yüksek bir puan aldım ve Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım.
İdealime kavuşmuştum. Ancak dışarıdan devam edenlere
şans tanınmıyordu. Ara imtihanlara katılmayanların bazı
hocalardan geçerli not alması çok zordu. Buna rağmen
birinci sınıfın, Roma Hukuku dışındaki derslerini verdim.
İkinci yıl denediğim bu dersi yine geçemedim. Öğretmenliği
bırakıp, Ankara’ya yerleşmem de mümkün değildi; şimdi
çalışma odamın duvarını süsleyen lise diplomamı geri
alarak okulu bıraktım.
1973 yılı, hayatımdaki önemli yıllardandır: Yaz
dönemi imtihanları bitmişti. Kayseri’ye dönüyordum.
Terminalde kimle karşılaşsam beğenirsiniz? Benim,
ülkücülüğüme vesile olan Tahir yüzbaşı ile… Binbaşı olmuş;
Gülhane’de vazifeli imiş. “Maşallah yüzbaşım! Omuzun
şekli değişmiş” diye takıldım. “Omuz değişse ne fark eder?
Türkiye’de bir şey değişmedi ki!” diye hüzünlü bir karşılık
verdi. Sonra da "Bahçelievler’e uğradın mı?" diye sordu.
MHP Genel Merkezi orada idi. Türkeş’i ziyaret edip
etmediğimi öğrenmek istiyordu. Uğramadığımı öğrenince,
“Buraya kadar gelip de Başbuğ’un elini öpmeden nasıl
gidersin?” diye çıkıştı. Sonra da biletimi tehir ettirip beni
partiye uğurladı.
56
Başbuğumla gıyaben tanışırdık. Mektuplar yazmıştım.
Cevap vermiş, kitaplar yollamıştı. Dört sene önce
Develi'deki toplu görüşmemizden sonra da görüşmemiştik.
Genel Muhasip Mehmet Doğan ile bilişirdik. O, beni huzura
çıkarttı. Dakikalarca konuştuk. Yüzbaşının selamını
söyleyince heyecanlandı. “Nerden tanıyorsun onu?” dedi.
Ülkücü harekete onun delaleti ile girdiğimi ve çok samimi
görüştüğümüzü anlattım. Daha da sevindi. Benim ne
yaptığımı sordu. Okumaya çalıştığımı söyledim. Her
geldiğimde kendisine uğramamı tembih etti. Elini öperek
ayrıldım. Güz imtihanlarına geldiğimde de görüştük; daha
sonraki yıllarda da… Mehmet Ağabey haber verir, O da hiç
bekletmeden kabul ederdi. Çok iltifatlarına mazhar oldum.
Mademki Dâvâ Adamısın Katlanacaksın
Okumak nasip olmayınca, ağırlığı dernek çalışmala-
rına verdim. Ülkücü Öğretmenler Derneği Kayseri
Şubesi’nin yönetim kurulunda görev aldım. Başkan
yardımcısı oldum, başkan oldum. Heyetimiz beş kişi idi.
Ben, Mustafa İlhan, Emir Ali Susam, Süleyman Ömür ve
Ahmet Tanrıseven... Ahenkli bir çalışmamız vardı.
80 üyemiz varken MC hükümeti kurulunca 240'a
ulaştı. Neden böyle olduğu anlaşılmıştır. Üye arttı ama
külfet de arttı. Üyeye ihtiyacımız vardı. Biz bile bile lades
dedik. Ama bu sonradan gelenler bizi çok yordu. Tayin
istiyorlardı. İlk inhada 42 ismi Cemal Şeker'e verdim.
Liste asıldı. Aman Allah'ım! Karı-koca tayin istemiş,
birinin tayini yapılmış, öteki yerinde kalmış. Bazıları da ayrı
ayrı yerlere tayin edilmiş. İstemediği yere yollananlar da
var. Çık bu işin içinden şimdi. Telefonlar susmak bilmiyor;
arayan arayana… "Tayin istedi isek, eşimizden ayrılmamız
mı gerekiyordu?" gibi incitici, seviyesiz serzenişlere
muhatap oldum.
57
Derhal müdürden randevu istedim. "Hemen gelin!"
dedi. "Konuşmamız biraz uzun sürebilir; mesai bitince
varalım." dedim; kabul etti. Yönetimden Rahmetli
Süleyman Ömür'ü ve Emir Ali Susam'ı yanıma aldım. Tam
17.30'da kapısını çaldık. Dairede kimse kalmamıştı. Özel
şoförüne de biz izin verdik. Niyetimiz bozuktu; oynanan
oyunun hesabını soracaktık. Ülkü-Bir'e bu yapılamazdı.
Girişimizden, yüz hatlarımızdan, kapıyı sırtımızla kapatıp
önünde dikilişimizden niyetimizi anladı. Hemen yerinden
kalkıp, kollarını açarak yanımıza kadar geldi. Bizim bir şey
dememize fırsat vermeden, "Yahu kardeşim, kendinizi bu
kadar özletmeseniz olmaz mı? Bunaldım. Bir tayin yaptık,
elimize yüzümüze bulaştırdık. Çok hata var mı? Hep o
Nuri'yi görüyor musunuz? Sizinle aramı açmak için böyle
yaptı. Ben, liste asılınca farkına vardım. İkinci inhada
hatamızı tamir edelim." dedi. Belki de doğru idi. Ben hemen
taktik değiştirdim. Mesele üzüm yemekti. "Müdür bey, biz
aslında size teşekkür etmeye geldik. Zor şartlar altında
çalışıyorsunuz. Bunun farkındayız. Tayinlerde ufak tefek
hatalar olmuş, ama bunu düzelteceğinizden emin
olduğumuz için yeni bir liste hazırladık." diyerek, cebimdeki
listeyi verdim. Dediği gibi, ikinci inhada hepsini düzeltti.
Önem verdiğimiz altı kişilik bir yeni listemiz daha
vardı. Onu da o sırada teftişte bulunan bakanlık müfettişi
İsmail Korkmaz Açıkgöz ağabeye verdim. "Benim
isteğimdir." diyerek müdürün önüne koymuş; onlar da
yapıldı.
Bu İsmail Abi, bazen "Korkmaz" bazen "Açıkgöz"
oluyor. Şimdi "Korkmaz" idi; daha sonra öğretmen olarak
Almanya'ya geldiğinde "Açıkgöz" oldu. Uzun yıllardır
tanıdığım, çok işimizde bize yardımcı olan bu abinin bir
tavsiyesini nasıl uyguladığımı anlatayım:
Bana sordu: "Dernekte kaç kadın üye var?" "5-6 kişi"
58
dedim. "Olmaz; Kayseri için bu sayı yetersiz; daha fazla
olmalıydı." dedi ve sayıyı artırmak için de şu aklı verdi:
"Okulundaki kadın öğretmenlerin; ayakkabısını,
entarisini veya kazağını beğendiğini, güzel yakıştığını
söyleyecek, onunla ilgi kuracaksın. Sonra da derneğe davet
edeceksin."
Büyük lafı… Uymazsan olmaz. Hemen ertesi günü bu
taktiği uygulamaya koydum. Kocası ile tanıştığımız bir
hanım öğretmene, "Hocanım, entariniz size ne kadar güzel
yakışmış." deyince, "Sana ne benim entarimden. Ben bunu
bir haftadır giyiyorum. Yeni mi gördün?" diye bir azarladı
ki, feleğim şaştı. Anlayacağınız, İsmail Abi'nin taktiği
tutmadı. Bunu kendisine anlattığımda kahkaha ile güldü.
Ben okulda öğretmen, köy odalarında ve mahalle
kahvelerinde partici, sanayide sendikacı, rakip kuruluşlara
karşı tartışmacı, gençlik derneklerinde eğitimci idim. Gazi
Osman ve Yenişehir gençlerinin eğitimi bana verilmişti.
Böyle çalışan daha pek çok arkadaşım vardı. İdareciliğini
benim üstlendiğim “Ülkücü Öğretmen” adı ile bir de aylık
gazete çıkarttık.
Zaman zaman karşı guruplarla tartışmalarımız da
olurdu. Daha çok da sağ cenahtakiler karşımıza dikilirdi. O
zamanki solcuların bizimle tartışacak gücü yoktu.
"Yavuzlar" semtinde, "Nakşî" arkadaşlar bir kahve-
hane tutmuş; "İslam'da Cihat ve Günümüzdeki Tatbikatı"
konulu sohbetim için beni davet etmişlerdi. Bu sohbeti Türk
Kültür Derneği'nde dinlemiş ve pek beğenmişlerdi. Salona
girince, arka maslarda oturan üç kişi dikkatimi çekti. Sohbet
boyunca durmadan not aldılar. Sözümü tamamlayınca
"Soru var mı?" diye sorunca bunlardan ortada oturan el
kaldırdı. "Soru sormayacağım; açıklama yapacağım." dedi.
"Ben gerekli açıklamaları yaptım. Siz önce kendiniz tanıtın,
sonra sorunuz varsa sorun. Bu pırogram benimdir.
59
Konuşmak istiyorsanız, bir gün de siz gelir konuşursunuz.
Ben de dinlemeye gelirim." dedim. Buna rağmen birkaç
cümle sarf ettiler ama ben dinlemeyip, cemaate teşekkür
edip, beni davet edenlerle birlikte salonu terk ettik; onların
evinde sohbete devam ettik.
Sonradan öğrendim. Konuşan Ali adında Develili bir
öğretmenmiş. "Millî Görüş" diye ortaya çıkanlar "Mefkûreci
Öğretmenler" adı ile bir dernek kurmuşlardı. Ali onun
başkanı imiş; yanındakiler de üye…
Biz çıkınca, "Müslümanları bırakıp bir kurtçunun
peşine takıldılar." diye Nakşî arkadaşlara çok kızmışlar.
70'li yıllarda, şimdilerde pek adı duyulmayan
"Mücadele Birliği" diye bir gurup türemişti. Dergileri de
vardı. Nereye gitsek karşımıza çıkıyorlardı.
Hâlâ devam ediyor mu, bilemiyorum; Kayseri
eşrafının akşam oturma toplulukları vardı. Biz, zaman
zaman bunlara katılır, yolumuzu anlatırdık. Mücadeleciler
de aynı şekilde yapıyordu. Rahmetli Süleyman Kıranartlı,
"İkiniz de aynı şeyleri söylüyorsunuz. Neden birlikte
değilsiniz?" diye bizi karşılaştırmak istedi. Kabul ettik.
Onlarda, sadece bir kişi konuşur. Çeşitli meseleleri ele
aldık. Tatmin edici cevapları olmadı. Sonunda şunu anlattı
başkanları: "Adana'da imamlık yaptığım camide, cemaat
arasında Türkeş de varmış. Namaz bitince benimle
tanışmak istemiş. Yanına vardım. 'Ah bizim gençler de sizin
gibi olsa' diyerek beni tebrik etti."
Binlerce gence önderlik eden Türkeş'in böyle bir söz
söylemesinin mümkün olup olmayacağını cemaate sorduk.
Kimse bu palavraya itibar etmedi ve onlara kapıyı
gösterdiler.
***
O yıllarda öğretmenlik yaptığım, köyden de biraz
bahsetmek yerinde olacaktır.
60
Şimdi Kayseri’nin Mahallesi durumuna getirilen bu
köyde 1971 güzünden 1975 yazına kadar dört yıl okul
müdürü olarak görev yaptım. Mardin, Erzincan, Uzun
Yayla’dan sonra dördüncü yerimdi.
1950’lerde köyde imamlık yapan iki hoca(!) insanların
itikadını bozmuş… Köyün yarısı (Aşağı Mahalle) Aleviliğe
benzer bir inanç taşıyordu. Durumu Kayseri müftüsüne arz
ettim. O da bu iki hocadan hayatta olanını Adana'da
buldurdu ve görevine son verildi.
Ben bir gün Aşağı Mahalle’nin, bir gün Yukarı
Mahalle’nin oturmasına katılırdım. Aşağı Mahalle dinî
konulardan hoşlanmazdı; onlarla İslam öncesi Türk
tarihinden konuşurdum. Yukarı Mahalle’de ise
peygamberler tarihi okurdum; günde yüz sayfayı zevkle
dinlerlerdi. Her iki cemaatten de MHP’ye birer temsilci
seçtim. Onları il başkanı rahmetli İbrahim Özbekâr ile
tanıştırdım. Yetki belgeleri tanzim ettirdim. Bütün bu
işlerde başyardımcım, köyün otobüsünün sahibi Ahmet
Aydoğdu idi. Otobüsünü satınca, onu YSE Bölge
Müdürlüğü'ne aldırdım. Müdür dostum Metin Soylu, bu
dürüst insanı makam şoförü yaptı. O da yüzümü kara
çıkartmadı. Ahmet'le dostluğumuz, Fetullahçılık yaygın hale
gelinceye kadar da devam etti. Kendisi o cemaate
kapılanmış, üzüldüm. Ülkücülükten iyice soğumuş. Son
karşılaşmamızda onları övmeye başladı. Bana da orayı
tavsiye etti.
Hayat görüşünün şekillenmesinde büyük yardımlarım
olan, çok genç yaşta güzel bir işe yerleşmesine vesile
olduğum Ahmet bana akıl veriyor, yol gösteriyor. Eh, ne
diyeyim?
Şimdi mahalle olan bu merkez köyünde ve çevre
köylerde MHP için çok çalıştım. Bir misal vereyim:
1973 seçimleri arifesinde, dostum Mustafa Öztürk'ün
61
köyüne gittim. Oradaki ülkücü arkadaşların gayretleri ile
köyün ileri gelenlerini büyük bir odada topladık. Gelenlerin
arasında, Demokratik Parti merkez ilçe başkanı Ali
Pehlivanoğlu'nu görünce şaşırdım. Kendisi ile bir hukukum
vardı; o köydendi. Partisinin pıropagandası için oradaydı.
Ona dedim ki: "Ağabey, sen buralısın; ne zaman olsa partini
anlatabilirsin. Şimdi müsaade edersen ben konuşmak
istiyorum." "Sen dur, Türkeş'i ben anlatayım." dedi.
Endişelendim. Sözü ona bırakınca ya aleyhte bir şeyler
söylerse diye, latife yollu "ama benim söz hakkım baki"
dedim; kabul etti ve Türkeş'i öyle güzel anlattı ki, benim
konuşmama gerek kalmadı. Buna rağmen, kendisine
teşekkür ederek, ben de onu takviye eden şeyler söyledim.
Tekrar bu itikadı bozulan köye döneyim. Yaşlılarla
işim tamamdı. Okuyor, anlatıyordum; itiraz yoktu. Her şey
kendi mecrasında ilerliyordu. Siyasî konuşmalar yadırgan-
maz olmuştu. Gençlerle de ilgilenmem gerekiyordu. Sayıları
18’i bulan bu gençlerle gündüz top oynuyor, gece ders
yapıyordum. Nihal Atsız’ın romanları çok etkili oluyordu.
Aynı romanları okuldaki öğrencilerime de okurdum. Ders
15.10’da biterdi. Ben onları bir saat daha okulda tutar, o
kitapları ve diğer tarihî romanları okurdum. Çalışma
kümelerinin isimleri hep bu roman kahramanlarının adı
olurdu: Bozkurt Kümesi, Deli Kurt Kümesi, Kürşat Kümesi,
Işpara Alp Kümesi, Almıla Kümesi, Bögü Alp Kümesi,
Ergenekon Kümesi, Oğuzhan Kümesi, Manas Kümesi,
Almambet Kümesi vb.
Çocuklar bu kahramanları öyle benimsemişler,
onlarla öyle bütünleşmişlerdi ki, gururlanmamak elde
değildi. Her çocuk aynı zamanda namazlıkları öğrenmişti.
Köyün kadrolu imamı olmadığı için camide ders
yapılmıyordu. Böyle olunca, namaz ve namazlık öğretme işi
de bana kalıyordu. Ayetelkürsi dâhil, Elemtere’den aşağı
62
namazlıkları ve namaz dualarını öğrenmeyen sınıfını
geçemeyeceği için herkes onları ezberliyordu. Bu işte öyle
kararlı idim ki, yanımda okuyan kendi yeğenim son sınıfta
Ayetelkürsi’yi ezberleyemediği için yaz döneminde diploma
alamayacaktı. Evrakları paketleyip şehre indim. Teslim
edilmek için bir haftalık süre kalmıştı. Bu bir hafta
içerisinde ezberleyemezse, eylüle kalacaktı. Evlerinde
kaldığım halde bacımın ve eniştemin ısrarları da beni
yumuşatamıyordu. İlkokullarda ikmale kalmak pek olmaz
ama ben onu öyle korkutmuş, ezberlemesini temin
etmiştim.
Dinî ve millî duygularla donattığım öğrencilerim ve
köyün gençleri bana dua ediyorlardı. Hep namaza
başlamışlardı. Toplantılarımız akşam yapıldığı için yatsı
namazını beraber kılardık. Gençler bu namazı camide
kılmayı teklif ettiler. Gittik. Hocanın beş kişilik cemaati
birden bire artmıştı. Sesi iyi olan bir genç ezan okumak için
izin istedi. Hoca, "caiz değildir" diyerek mikrofonu çocuğun
elinden aldı. Namaz bitince hocaya yaptığı davranışın doğru
olmadığını söyledim. Cemaat de bana hak verdi. Buna
rağmen Eğimli Ali Hoca ezanı kimseye bırakmadı.
Bu işleri yaparken, zaman zaman vücudumuza gaza
oklarının isabet ettiği de oluyordu.
İki kere şikâyet edildim. Birincisini, Murat 124’üne
yazık olacağını müfettişe, makamında hatırlatarak
kapattırdım. Suçum(!), köyün gençleri ile camide topluca
namaz kılmak; talebelere millî marş söyletmek; cuma günü
onları camiye götürmek… Böyle suç mu olur? İkincisinden,
yakın köylüm olan müfettişin, Türkiye’deki fikrî-siyasî
mücadeleyi kavrayamaması sebebiyle üç gün maaş kesim
cezası aldım. Bunu anlatmalıyım:
25 Aralık 1973'te İsmet İnönü ölmüştü. Hükümet,
radyo aracılığıyla, resmî dairelerde bayrakların yarıya
63
çekilmesini duyuruyordu. Tarihî şahsiyeti bir yana, bu insan
benim dâvâmın menfi kutbu idi. Günlük siyasetin tam
ortasındaydı. "Ortanın solu" ucubesi ile solculuğu
meşrulaştırmaya çalışıyordu. Deniz Gezmiş gibi devlet
düşmanlarının affı için çırpınıyordu. Hep millî ve dinî
değerlerin karşısında yer alırdı. Halkın vermediği iktidarı,
1960'ta askerleri kullanarak gasp etmişti. Saymakla
bitmez... O günleri yaşamayan bilemez. Çok çektik ondan,
avenesinden ve döküntülerinden...
Böyle birisi için şanlı Türk bayrağı yarıya indirile-
mezdi. Haberi kulak ardı ettim. Ama yanımdaki arkadaş,
kapmış bayrağı göndere gidiyor. "Hayrola Hoca, bu ne
telaş?" dedim. Heyecanlı heyecanlı: "Duymadın mı, İnönü
ölmüş! Bayraklar yarıya çekilecekmiş…" diye karşılık verdi.
"Duydum; toprağı bol olsun!" diyerek, varıp bayrağı elinden
aldım.
İşte, ikinci soruşturma bunun içindi. Yakın köylüm,
biraz da akrabam olan müfettiş: "Yahu sen deli misin?
Neden İnönü için bayrağın yarıya çekilmesine mâni oldun?"
diye sitemli ve biraz da koruyucu bir tavırla çıkıştı. Sonra
karşılıklı konuştuk:
- İnönü ölmüş mü?
- Duymadın mı?
- Nereden duyacağım? Günlerdir şehre indiğim yok.
- Radyo da mı dinlemedin?
- Radyom olduğunu nereden biliyorsunuz?
- Yok mu?
- Olsa bile radyo dinlemek mecburiyetinde miyim?
- Doğru söyle! Bu haberi duydun mu, duymadın mı?
- Şahsınız için mi, vazifeniz için mi soruyorsunuz?
- Şahsım için soruyorum. Ona göre, seni kurtaracak
bir soruşturma tutanağı hazırlayacağım.
- Teşekkür ederim. Ben kendimi suçlu görmüyorum
64
- Çok dik başlısın. Mustafa da aynı senin gibi... Sizi
seviyor, takdir ediyorum. Ancak aşırı gidiyorsunuz. Her şeyi
abartıyorsunuz. Ayağınız biraz yere bassın! (Mustafa,
Ülkücü Öğretmenler Derneği'nde beraber çalıştığımız,
müfettişin ilkokuldan talebesi olan arkadaşım…)
Sonra oturup tutanağı hazırladık. Müfettişin, İnönü
için kullandığı "eşsiz insan, büyük devlet adamı" gibi övücü
ifadelerini kabul etmedim. "Atatürk'ün yakın silah arkadaşı,
İstiklâl Harbi kumandanlarından, ikinci cumhurbaşkanı
İsmet İnönü" şeklinde yazdık. Altına da, haberi
duymadığımı, duysam bayrağı yarıya çekeceğimi, üzüldüğü-
mü falan belirttik. Ayrılırken müfettiş, koruyucu bir eda ile
son ikazlarını yaptı:
- Bir daha böyle cahillik yapma!
- Bu cahillik değil, ülkücü tavırdır.
- Neyse yeniden başlamayalım; haydi hoşça kal!
- Güle güle müfettiş bey! Ben de size bir şey
söyleyeyim: Türkiye'deki mücadeleyi anlamıyorsunuz. Size
göre ben bu soruşturmadan cezasız kurtulurum. Böyle
dediniz.
- Evet, raporumu ben de öyle yazacağım.
- Yanılıyorsunuz müfettiş bey! Ben buradan ağır ceza
alırım. Ecevit'in başbakan, Mustafa Üstündağ'ın millî eğitim
bakanı, onun en güvendiği Fikri Bender'in millî eğitim
müdürü olduğu bir yerde, ellerine bir ülkücü geçer de, onu
cezasız bırakırlar mı?
- Bak yine abartıyorsun. Kendinize hayali bir cephe
oluşturmuşsunuz. Yel değirmenlerine hücum ediyorsunuz.
Korkma! Bir şey olmaz.
Ben, olacağını bildiğim için korkmuyordum. Bilmeyen
müfettişin kendisi idi. Üç günlük maaş kesim ceza aldığımı
söylediğimde şaşkınlıktan dilini yutacaktı. Yahut da öyle
göründü.
65
Aldığım ceza, iki yıl sonra Almaya işi çıkınca tekrar
karşıma dikildi. İmtihanları kazandığım halde puanım
tutmadığı için geri kalıyordum. Allah'tan, millî eğitim
müdürü üzerinde ağırlığımız vardı da halloldu.
Bu güce nasıl ulaştığımızı da anlatayım:
Birinci Milliyetçi Cephe hükümeti kurulmuş, pek çok
daireye ülkücüler getirilmişti. Özellikle milli eğitimde çok
etkili idik… Öğretmen derneği olduğumuzdan, Kayseri
okullarına çeki düzen vermek için harekete geçtik.
Milli eğitim müdürlüğüne AP eliyle Cemal Şeker'in
getirileceğini öğrenmiştik. Kendisi hâlihazırda bakanlıkta
Personel İşleri Genel Müdürü idi. Gelmeden etrafını
doldurmalıydık. Mustafa Öztürk, Zeynel Timur ve ben
ziyaretine vardık. Zeynel Bey'in müdür yardımcılığı işini
orada hallettik.
Öğretmen okulları genel müdürü rahmetli Ayvaz
Gökdemir, eğitim enstitülerini ve öğretmen okullarını ehil
ellere teslim etti. Bu cümleden olarak, Merkez Eğitim
Enstitüsü'ne rahmetli Mustafa Oğuzhan'ı, Pazarören
Öğretmen Okulu'na İsmail Bozkurt'u tayin etti. Bunun
dışında Halk Eğitimi Başkanlığı'na Rıdvan Uysal, Fevzi
Çakmak Lisesi Müdürlüğü'ne Zeki Ceran getirildi.
Kazalarda da bazı idarî değişiklikler oldu. En önemlisi de,
Malatya millî eğitim müdür vekili iken, Ecevit zamanında,
Yeşilhisar ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak sürülen
Latif Oğuz ağabeyin Sivas Millî Eğitim Müdürlüğü'ne
getirilmesidir. Biz onun için, memleketi Elazığ'ı
düşünüyorduk. AP milletvekilleri ağır bastı; yaptıramadık.
Latif Ağabey'i Sivas'a götürüşümüzü de anlatayım:
Abimizin eşyalarını Yeşilhisar'dan kamyona yükledik.
Sivas'a doğru yola koyulduk. 5-6 arkadaş idik. Aklımda
kalan isimler, Metin Cihan, Zeynel Timur, Mustafa Öztürk
66
ve ben.. Gelişi güzel giyinmiştik. Çünkü tutulan eve
eşyaların indirilmesini de biz yapacaktık.
Sivas eğitim camiası, yeni müdürlerini karşılamak için
kalabalık bir heyetle "Beş Tepeler" mevkiine gelmişler.
Bizim durumumuz merasime çıkmaya müsait değil. Latif
Abi'ye dedim ki: "Abi, biz arabada kalalım. Sen git
merasime katıl. Bizi soracak olurlarsa, eşyaları indirecek
işçiler olduğumuzu söylersin." "Olur mu öyle şey? Sizler
benim dostlarımsınız. İnin! Birlikte gideceğiz. Sizi de
karşılasınlar." dedi. Orada da bizi dostları olarak takdim
etti. Rahmetli böyle bir insandı; tam bir gönül eriydi.
Makamı cennet olsun.
Sivaslılar eşyaların indirilmesini bize bırakmadılar.
Doğruca lokantaya götürdüler. Önceden sipariş verdikleri
nefis yemekler geldi. Fazla yaptırmışlar; kalanını yanımıza
azık olarak aldık.
Millî eğitim müdürlüğünde çalışanların hepsi
ülkücü(!) imiş… Bunu da, yemekte yapılan konuşmalardan
anladık.
Dövülmekten Zor Kurtuldum
1975 yılı idi. Merkez köylerinde çalışan öğretmenlerin
toplantısı vardı. Herhalde 500 kişi gelmişti. Böyle
toplantılar tanıtım için çok elverişlidir. Müfettişlerden biri
toplantıyı açtı. Onlar konuşmalarını tamamlayınca bize söz
verdiler. Ben ortalarda bir direğin dibinde idim. El
kaldırdım. Başka bir yerden daha el kaldırılmış, onu
gördüler. Solcu bir öğretmendi. İdarecilere hakaret edici bir
şeyler söylerken sözü, azarlanarak kesildi ve bana söz
verildi. “Karşıya çıkayım” dedim; “orada söyle” dediler.
Toplantıyı idare eden o bizim tanıdık müfettiş idi.
Öğretmenlerin kendi aralarında iyi geçinemedikleri için
köylülerin gözünden düştüğünden falan bahsetmişti. Ben
67
hazırlıklı gelmiştim. Bu kadar öğretmen bir araya gelmişken
dâvâmı anlatmadan olmazdı. Şunları söyledim:
"1973'te yürürlüğe giren Millî Eğitim Temel
Kanunu'nun 2. maddesinde şu hüküm var: 'Türk millî
eğitiminin temel amacı, Türk milletinin bütün fertlerini,
Türk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin millî, ahlâkî,
insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan
ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima
yüceltmeye çalışan yurttaşlar olarak yetiştirmek...' Aynı
kanunun 17. maddesinde, 'Millî eğitimin amaçları yalnız
resmî ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda
evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve fırsatta
gerçekleştirilmeye çalışılır.' denmektedir."
Bu maddeleri okuduktan sonra, öğretmenlerin
sevilmeyiş sebebinin kendi aralarındaki geçimsizlikten
değil, halkın inançlarına ters düşüşlerinden olduğunu; her
öğretmenin milliyetçi olması lazım geldiğini; bunun için
Ülkücü Öğretmenler Derneği çatısı altında toplanmaları
icap ettiğini söyledim.
Ortalık karıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Hiç
destekçim yoktu. Yakınımdaki kadın öğretmenler hakaret
edici sözler sarf ediyordu. Küfür edenler bile vardı. Ben de
sert idim. Karşılık veriyordum. Müfettişler, ara vermek
zorunda kaldı. Bu da benim için iyi olmadı. Bahçede etrafım
sarıldı. Halka giderek daralıyordu. Yapayalnızdım.
Kimvurduya giderdi. Linç bile edilebilirdim. Hemen
Hisarcıklı (kendi kasabam) öğretmenlerin arasına katıldım.
Orası da kalabalıktı. Denge sağlanınca halka gevşedi.
O Vakitler Öğretmen Demek Solcu Demekti
O güne kadar, öğretmen demek solcu demekti. Temel
vasıfları da din ve milliyet aleyhtarlığı idi. Bir de, ne
olduğunu bilmedikleri kapitalizm düşmanlığı… Kapitalizmi
68
de büyükleri ABD ideolojisi olarak öğretmişti. Ne garip
tezat, o zamanın sol fikir babaları, yukarıda da belirttiğim
gibi, şimdi Amerikancı oldu.
Bunlar hep kulaktan dolmadırlar. Bir takvim
yaprağını bile okumaya üşenirler ama konuşmaya gelince
bilmedikleri yoktur maşallah… Çeyrek sayfa malumatla,
bırakın Türkiye’yi, dünyayı kurtarırlar. Bilgi sahibi
olmadıkları halde görüş(!) sahibidirler. Bir de modaları
vardır: Cumhuriyet Gazetesi’ni alır, başlığı dışarı gelecek
şekilde büküp, ceketlerinin dış cebine sokarlar. Bu onların
ilerici ve aydın olduğunun göstergesidir. Bu aydınlardan üç
misal vereceğim:
Kardeşim Boğazlıyan belediyesinde fen memuru idi.
Yaz tatillerinde yanına giderdim. Yılını tam hatırlamıyorum,
solcu öğretmenlerin derneğine gitmiştim. Başkanları imiş,
bahçede otururken sordu: “Kayseri’nin duvarlarında, ‘Ne
Amerika, ne Rusya’ diye bir sılogan okudum. Altında
ülkücülerin adı yazılı idi. Dünyada bu iki görüş var. Siz her
ikisinden de değilseniz nesiniz?” Bu, başkanları… Gerisini
siz düşünün. Kölelik ruhlarına öyle sinmiş ki, bir yere
yaslanmadan edemiyorlar.
Diğer misal beraber çalıştığım, öğretmen okulundan
arkadaşım Mehmet'le ilgili...
1975'de Ülkü-Bir başkanlığına getirilince, şehre
taşınmak mecburiyetinde kaldım. Mehmet de, taksi olarak
kullandığı özel arabası ile her gün sabah gelip, akşam
dönüyordu. Birlikte gidip gelmeye başladık. Arkadaşımın
bana ilk sözü şu olmuştu: "Hoca, sen ülkücüsün, ben
solcuyum; birbirimize fikir telkin etmeye çalışmayalım.
Huzur içinde vazifemizi yapalım."
Teklifi kabul ettim; "Sen istemedikçe hiçbir
tartışmaya girmem" dedim. Gelip giderken yaptığımız
konuşmalardan onun, "solcuyum" demiş olmasına rağmen
69
solu bilmediğini, hatta hiçbir ciddi fikre ve bilgiye sahip
olmadığını anladım.
Samimiyet ilerleyince bir gün bana dedi ki: "Hoca, biz
aydın kişiler olarak fikirlerimizi tartışabilmeliyiz." "Sen
bilirsin; ben hazırım." dedim. Bir de teklifte bulundum:
"Tartışmayalım da, fikirlerimizi anlatan kitapları
birbirimize verelim; onları okuduktan sonra konuşalım."
"Tamam" dedi ve bana bir gazetecinin Ecevit'i anlatan
küçük bir kitabını getirdi. Zamanında o kişi Ulus
Gazetesi'nde Ecevit'le birlikte çalışmış; Ecevit'i en iyi bilen
birisi imiş... Ben de ona "Allah Vardır" isimli bir kitap
verdim. Önce kâinatın Mutlak Hâkimi'ni tanımalı idi.
Bir hafta süre koymuştuk. Gün geldi. Hocada ses yok.
Okumamış. Biliyordum okumayacağını... "Ben okudum
Hoca, onun üzerine konuşalım" dedim. Kabul etti. İşi
sağlama almak istedim:
- Kitabı beğendim. Bana verdiğine göre sen de
beğeniyorsundur.
- Tabii, Ecevit benim liderimdir. Onun fikri benim
fikrimdir. Onu da en iyi bu gazeteci bilir.
- Ben burada yazılanları olduğu gibi kabul ediyorum.
Sen de ettiğine göre, aynı görüşte birleştik demektir.
- Memnun oldum, Artık aramızda ayrılık kalmamış
oldu.
- Tamam. Fikrimiz birleştiğine göre, yarın gel seni
Ülkü-Bir'e kayıt edeyim.
Şaşırdı. Hayretle yüzüme baktı. Meraktan kurtarmak
için kitabı açtım; işaretlediğim yerlerini okudum. Kitap
baştan sona Ecevit'in tutarsızlığını, kindarlığını,
vefasızlığını anlatıyordu. Yazarını unuttum ama galiba
Haluk Şahin idi.
Zavallı arkadaşım, "fikrimi anlatıyor" diye okumadığı
kitabı getirmiş. Sözü ile bağlandı, yine de dönmedi. Ülkücü
70
olmaya şahsiyeti de müsait değildi. Bunu kendisine
söylerdim.
1975'te kısmî Senato seçimi yapılıyordu. O zaman,
450 kişilik Millet Meclisi'nin yanında 150 kişilik bir üst
meclis daha vardı ve her iki senede bir onların üçte biri
yenilenirdi. Senato adı verilen bu mecliste yirminin
üzerinde de - kaydıhayat şartıyla - oraya çöreklenmiş "Tabiî
Senatör" bulunuyordu. Bunlar Menderes'i indirip, iktidarı
milletin vermediği, İnönü'ye veren askerlerdi.
Bu seçimde bize de sık sık araba lazım oluyordu. Ben
de hep Mehmet'i çağırıyordum. Daha başka hadiselerin de
sebebi ile bize ilgisi artmış, Töb-Der'dekilerden nefret eder
olmuştu. Bir gün Ülkü-Bir'e üye olmak istediğini söyledi.
İnandırıcı olması, şahsiyetinin yaralanmaması için bir
şartım vardı; dedim ki:
- Hoca, seni doğrudan kayıt edemem. Önce Töb-Der
lokalinde, yollarının yanlış olduğunu, bunun için üyelikten
ayrıldığını söyleyeceksin. Ben onu oradaki adamlarım
vasıtası ile öğrenirim ve kaydını yaparım.
- Bunu yapamam, döverler beni.
- Ben de seni Ülkü-Bir'e alamam. Bizimkiler sana
inanmaz, şüphe ile bakar; onlar da seni döneklikle suçlar.
Her iki hal de senin için iyi değildir. Dostluğumuz devam
eder ama seni üye yapamam.
Almanya'ya gidinceye kadar Mehmet'le arkadaşlığımız
devam etti. Benim teşvikimle girdiği imtihan sonunda
hızlandırılmış eğitimden geçerek ortaokul öğretmeni
olduğunu duydum. Eğitimi sırasında adımızı kullanarak
Eskişehir'de yurda yerleşmiş. Dili ile ülkücü olduğunu
söylediği halde, hâli ile solcu olduğu fark edilince güzel de
bir dayak yemiş... Dövenler bana anlattı.
Bu arkadaşla ilgili ibretlik bir hatıram daha var, onu
da anlatmalıyım:
71
Vazife yaptığımız köyden şehre geliyorduk. Yanımızda
ağabeyi de vardı. Piyasa taksisi olduğu için Yeşil Mahalle'de
bir vatandaş el kaldırdı. Hoca bana baktı; "al" dedim. El
kaldıran, bıyıkları ağzının içine giren kaba-saba bir adamdı.
Tipinden zihniyetini tahmin etmiştim. Seçim arifesiydi.
Hoca'ya ve onun gibi solcu olan ağabeyine bir şey ispat
etmek istiyordum. Adama sordum:
- Nerelisin?
- Sarız'lı (Köyünü de söylemişti.)
- Oyunu kime vereceksin?
- O da sorulur mu efendi? Tabii ki Ecevit'e vereceğim.
- Neden?
- O, Kürtlere ve Alevilere hakkını verecek.
- Verilmeyen bir hakkınız mı var? Nasıl hak bu?
- Siz bizleri adam yerine koymuyorsunuz.
- Sen, nereden Alevi ve Kürt olduğun için geri
çevrildin? Bu memlekette en yüksek makam olan
cumhurbaşkanlığına, başbakanlığa, bakanlığa çıkan Kürtler
ve Aleviler var. Kimseye kimlik sorulmadığı için, herkes
kabiliyetine ve imkânına göre yükselebiliyor. Sen hangi
haktan bahsediyorsun? Ecevit size özel bir kimlik kartı mı
verecek, "Bu Alevi ve Kürt'tür her istediği yapılsın" diye?
Eğer bir yerde insanlar sana iyi davranmamışsa senin
tavrından hoşlanmadıkları, tipinden korktukları içindir,
demem üzerine adam:
- Durun, ben burada ineceğim, dedi ve ücretini
ödeyip, indi.
Hocaya ve ağabeyine sordum: "Sizler oyunuzu kime
vereceksiniz?" Ses çıkmadı. Ben devam ettim: "Bu adamla
hangi ortak yanınız var? Ya o bilmiyor Ecevit'i, ya siz... Bana
kalırsa bilmeyen sizlersiniz. Ecevit ve adamları Tunceli'de
Kerbela'nın hesabını sormaktan bahsediyorlar. Hâlbuki o
72
hadisenin olduğunda Türkler daha Müslüman bile
olmamıştı. Bu apaçık tahrik ve halkı birbirine düşürmektir.
Bölücülüktür.
Gariptir, 2009'un başbakanı da seçim arifesinde,
Doğulu vatandaşlara şirin görünmek için, "Muhalefet
liderleri Sivas'tan öteye gidemez" diyordu. Türkiye, idare
edenleri eliyle bölünüyor. "Memleketin dâhilinde iktidara
sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde
olabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini
müstevlilerin siyasî emelleri ile birleştirebilirler..." diyen
Gazi ne kadar haklı...
Üçüncü misal öğretmenlerin genel kültürleri ile
alâkalı…
Mehmet öğretmenle gelip giderken, yol üstündeki
köylerin öğretmenleri de bize katıldı. Bunlar üç hanımdı.
Üçü de "biz devrimciyiz" diyordu. Devrimci öğrenci,
devrimci işçi, devrimci sendika gibi lafları duyunca bunları
Atatürk'ün devrimlerinin savunucusu zannederlermiş.
Hani, iyileştirme demek olan inkılâp, devirmekten gelen
devrim ile yer değişirdi ya... Bir türlü anlatamadım genç
hanımlara, devrimin sol ağızlardaki karşılığının dinî-millî
değerleri devirmek olduğunu... "Ay, onlar Atatürk devrimle-
rinin savunucuları" diye bir çıkışırlardı ki...
Atatürk büyük bir milliyetçi idi, komünizmin her
görüldüğü yerde ezilmesini söylemişti. Tabii o zamanlar
TCK'nin 141 ve142. maddeleri vardı; sol, sosyalizm vesaire
lakırdıları gevelenirdi de komünizm (Moskofluk) denmezdi.
Bu da, böyle safları aldatıp uyutmaya yetiyordu. O günlerin
sol fikir babalarından olan Çetin Altan denen adamın şimdi,
"Vatan sevmekte ne demek? Vatanı seveceğine git karını
sev!" dediğini ve bu hızlı solcunun oğlu Ahmet Altan'ın
"Vatanı bir kadın memesine satarım." dediğini bilseler ne
73
yaparlar acaba? Hele, o günlerin hızlı solcularının
Amerikancı olduğunu görseler...
Sevgili meslektaşlarım! Hâlâ devrimcilik Atatürkçülük
müdür? Ne dersiniz?
Çetin Altan denen adamın durumunu yukarıda
anlatmıştım. Şimdi, yeri gelmişken işin bir başka yönüne
temas etmek istiyorum:
"Türkiye Devleti'nin temeli kültürdür" diyor bu
devleti kuran. Bu temeli oyana da 85 sene sonra, bu devleti
idare eden "2008 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü" veriyor. Bir
ibret vesikası olarak Başbakan Erdoğan'ın bu törende
yaptığı konuşmadan birkaç cümle:
"Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki; Türkiye artık
ne Çetin Altan'ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve
düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye'dir, ne de Nazım
Hikmet'i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye'dir. O
alıngan, o vehimler üreten Türkiye, artık yerini öz güvene
bırakmıştır."
Peki, sayısız vatanseverin, yüzlerce kahraman
askerimizin, yazarların, yıllarca sorgusuz sualsiz içeride
tutuluşunu nasıl izah edeceğiz? Düşünce özgürlüğü sadece
Çetin Altan türü insanlara mı has?
Şu iki binli yıllarda, vehimlerinden kurtulan(!),
özgüvene kavuşan(!) Türkiye'nin, - Allah korusun -
parçalanmanın eşiğine getirildiğini de görüyoruz. Ne siyaset
amma!.. Uyu sen sevgili halkım uyu!...
Türkeş'ten Ders Alıyoruz
Fikrî-siyasî hareketimiz bir bütündü. Ancak içerisinde
meşreplere göre oluşmuş arkadaş toplulukları vardı. Ben
1971’de Kayseri’ye gelince, öğretmen ağırlıklı arkadaş
topluluğuna katıldım. Her hafta birimizin evinde,
74
eşlerimizle birlikte toplanırdık; hanımlar bir odada, biz bir
odada… Topluluğumuzun başkanı Mustafa Öztürk idi.
Ülkücülükte en kıdemlimiz oydu. Bilgisi, tecrübesi ve
mücadelesi de hepimizden fazlaydı. Bu arkadaşlardan pek
dökülen olmadı. Bazıları ile irtibatı kaybettik. Hakk’ın
rahmetine kavuşanlar da oldu. Nur içinde yatsınlar.
Çalışmalarımızı Türkeş’e rapor ederdik. Memnun
olur, tavsiyelerde bulunurdu. Bize ders vermek lütfunda da
bulundu. Her ayın ilk pazarında saat 10.00 - 17.00 arasında
onun Ankara Gazi Osman Paşa’daki evinde hazır olurduk.
Dersler sohbet şeklinde geçerdi. Türk tarihi, Türkiye ve
dünya meseleleri, Türk siyaseti, teşkilatçılık belli başlı
konulardı. Selçuklunun yıkılışı, Osmanlı’nın kuruluşu
üzerinde çok dururdu. Bize de bu hususta çalışma
yapmamızı tavsiye ederdi. Önemli bir tavsiyesi de, “Arkadaş
seçerken soyuna-sopuna ve geçmişine dikkat edin!” derdi.
Bu hususta bir de hatıra anlatmıştı:
14’ler konuşuluyordu. “Neden gafil avlandınız?”
sorumuz üzerine “İçimizden birisi yamuk çıktı” dedi. İsim
vermedi ama biz tahmin ettik. “O adam gençliğinde
arkadaşının nişanlısını kaçırmış; bunu bilseydim onu
aramıza almazdım.” dedi. Bundan şu ders çıkıyor: Tıyneti
bozuk bir insan geçmişte yaptığı bir ahlaksızlığı, menfaati
için gelecekte de yapmaktan çekinmez.
“Milliyetçi Cephe” hükümetleri dönemi idi. Türkeş
başbakan yardımcısıydı. Ancak hükümetin işleyişinden
memnun değildi. Demirel’e güvenmiyordu. “Akşam
anlatıyorum, kabul ediyor. Sabah tam tersini yapıyor. Bu
şartlar altında hükümette kalıp kalmamayı düşünüyorum.
Bana bu hususta bir rapor hazırlayın.” demişti de, kalmanın
ve ayrılmanın fayda ve zararlarının neler olabileceğine dair
bir rapor takdim etmiştik.
Her ay yaptığımız bu Ankara yolculuğu ile ilgili bir de
75
garip hatıram var. Daha doğrusu hatıramız var:
Derse zamanında yetişmek için iki araba ile geceden
yola çıkardık. Kaman, Keskin arasında bir kaza olmuş.
Şarampolden aşağıda ikiye ayrılmış bir tıraktör ve hasarlı
bir Murat 124 gördük. İlk fark eden arkadaş, “Bakın murat
tıraktörü ikiye bölmüş” dedi. Durduk. Arabalardan indik.
Bir müddet aşağıdaki manzaraya baktık. Birbirlerimizden
epeyce ayrı mesafelerden bakıyorduk. Karanlıktı. Ben ve
yanımdaki Emmoğlum en geride idik. Arabadan da biraz
geç inmiştik. Birden iki arabanın yürüyüp gittiğini gördük.
Karanlıkta kala kalmıştık. Önceleri şaka zannettik. Hayli
zaman geçip de dönen olmayınca, bize bir oyun oynandığı
zehabına kapıldık. Fakat nasıl olurdu? Bir mana
veremiyorduk. Hadise çok çirkindi. Yavaş yavaş yürümeye
başladık. Nasıl olsa geri döneceklerdi.
Keskin'de çorba içmek için durmuşlar. Herkes inip de
biz inmeyince, uyuduğumuzu zannedip, gelerek
uyandırmak istemişler. Arabada olmadığımızı da ancak o
zaman fark edebilmişler; gelip bizi aldılar.
Ben buna çok öfkelenmiştim. Kahvaltıda ağzıma
geleni söyledim. Bu dikkatsizlik ülkücüye yakışmazdı.
Ankara'ya kadar da hiçbiri ile konuşmadım.
76
MÜCADELEMİN AVRUPA TARAFI
Türkeş Almanya'ya Gitmemi İstiyor
Aylık derslerin dışında da Türkeş’le görüşmelerimiz
olurdu. Daha ziyade Mustafa Öztürk, Zeynel Timur ve ben
giderdik. Bu görüşmelerin birinde arkadaşlarım, benim
Almanya’ya gitmemin hareketimiz için faydalı olacağını dile
getirdiler. Daha önceleri bana teklif ediyorlardı ama ben
kabul etmiyordum. Türkeş, “Git, orada sana önemli görevler
düşecek” dedi. Rahat çalışmam için bir de yetki belgesi
vereceğini söyledi. Ben, belgeye ihtiyaç olmadığını,
gayretimle kendimi kabul ettirebileceğimi söyledim.
Demirel, Erbakan, Türkeş ve Feyzioğlu’nun birlikte
kurdukları “Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti” zamanıydı.
1975 Eylülü’nde, daha rahat çalışmak için tayinimi merkez
Argıncık kasabasına aldırmıştım. Bir yıldır orada, yeni
açılan bir okulda öğretmen idim. Ertesi yıl yurt dışı
müracaatları açıldı. Başvurdum. Ancak, aldığım maaş kesim
cezası sebebiyle puanım tutmadı. Onu da, yukarıda
belirttiğim gibi arkadaşım Zeynel Bey halletti.
Türkiye'de Son Okuttuğum Erkek öğrenciler, Argıncık - 1976
77
Teftiş için okula bir müfettiş gönderdiler. Almanya’ya
gideceğim için sınıf almamıştım. Bir arkadaşın sınıfında
ders verdim. Başarılı bulunarak puan meselesini aşmış
oldum. Yazılı ve sözlü imtihanlardan sonra yurt dışına
gidecek öğretmenler arasına katıldım.
Türkiye'de Son Okuttuğum Kız Öğrenciler, Argıncık - 1976
İlk postada Kayseri’den altı kişi seçilmiştik. Ben, Celal
Duman, Mahmut Sakızlı, Ahmet Benli, Mehmet Sarez ve
Sarız'dan bir arkadaş… Bizi Ankara’da kursa aldılar. On beş
gün süren kursta, “ja” ve “nein” demesini, yol sormayı,
adımızı ve nereden geldiğimizi söylemeyi öğrendik.
Pasaport için tekrar Ankara’ya çağrıldık. Ev halkına,
tanıdıklara veda ederek terminale geldim. Yüze yakın
ülküdaşım uğurlamaya gelmişti, gözlerim yaşardı. İşte biz
böyle tutkun bir topluluk idik...
İlk elde iki yüzün üzerinde öğretmen gönderiliyordu.
Biz Baden-Württemberg eyaletine verilmiştik. 2 Şubat
1977’de Almanya’ya gitmek üzere hava alanına geldim.
78
O sırada gırev varmış… Uçaklar kalkmıyor. İki gün
hava alanında kaldık. Sonra, Stuttgart’ta çalışan bir
köylümün yardımı ile Köln’e giden uçakta yer bulduk. Köln-
Stuttgart dört yüz kilometre… O yolu da otobüsle aldık. O
köylümün yanında birkaç gün kaldım. Sonra konsolosluğa
giderek geldiğimi bildirdik. Vazife yapacağım şehirden
gelenlere beni teslim ettiler.
Kalacağım yer belli değil. Bir İtalyan kahvesine
oturttular. Akşam olmak üzere… Nerede yatacağımı
bilmiyorum. Saatler sonra Tırabzonlu bir arkadaş, Sezgin
Öztürk beni evine götürdü. Yerim yurdum belli olup eşyalar
dizilinceye kadar sekiz gün onda kaldım. Kulakları çınlasın.
Almanya'da İlk Günler
Ben, bulunduğum şehrin ikinci Türk öğretmeni idim.
Benden evvel Sivaslı bir meslektaşım çalışmış.
Cemiyet başkanı beni ders vereceğim okullara
götürdü. Bu okulların biri bulunduğum yerde, diğeri de dört
kilometre mesafede idi. Daha sonra ben yedi kilometre
mesafedeki bir okulda daha dershane aldım. Her iş günü
buralarda 14.00-17.00 arasında Türk çocuklarına, Türkçe,
sosyal bilgiler ve din dersi veriyordum. Bunlar kurs
mahiyetinde idi. Katılımın bir mecburiyeti yoktu. Öğrenciye
kendini sevdirememişsen gelmeyebiliyordu; buna karşı
yapılacak resmî bir işlem de yoktu. Çocuk gelmediği zaman
ona ailesinin de yapacağı bir şey yoktu. "Gelmek istemiyor
hoca! Ben ne yapabilirim?" diyen veliler oldu.
Bu üç yerde yüzün üzerinde çocuk okutuyordum.
Okulda muhatabım sadece "hausmeister" denilen ayniyat
görevlisiydi. Bana dershanelerin anahtarlarını vermişlerdi.
Gelip açıyor, giderken de kilitliyordum.
Derneğin başkanı beni ev bürosuna götürdü. Daha
79
önceden öğretmen için onlardan bir ev sözü almışlar. O evi
gösterdiler ve kiraladık. Ben yalnız gelmiştim. Ailem de
gelmiş olsa burası bizi idare ederdi. Zaten bir çocuk ve bir eş
olarak üç kişilik bir aile idik. Onları Ağustos ayında
getirdim. Kira düşüktü; bize ödenen maaş da 1666 marktı.
Bir müddet sonra 2000 mark yapıldı. Almanya'nın o günkü
şartlarında bu para bir aileyi rahatça geçindirirdi.
***
Burada bir hataya da dikkat çekmek istiyorum.
Okullar Ağustos ayında açılıyor, öğretmen Şubat ayında
geliyor. Almanlar nezdinde utanılacak bir durum. Vazifesi
biten öğretmenin gideceği belli… Neden zamanında
hazırlanmaz yerine gelecek öğretmen de, sene ortasına
sarkıtılır? Anlaşılır gibi değil… Anahtarları teslim alırken
onların manalı bakışlarından utandım.
Dershane tamam, öğrenci tamam ama elde müfredat
yok. Kitap yok. Günler sonra Türkiye'de okutulan kitaplar
geldi. Seviye farkı sebebiyle onlarla ders yapmanın da
imkânı yok. Karşında yedi yaşından on dört yaşına kadar
öğrenci var. Tam bir birleştirilmiş sınıf… Türkçe
bilmeyenler bir hayli…
O zamanlar cami ve cemiyet işleri pek yaygın değildi.
Çocukların din eğitimi alacakları bir yer de yoktu. Ben
ağırlığı dine verdim. Kendi dinini yeterince bilmeyenlerin
kolayca avlanabileceklerini biliyordum. Din, dil, tarih
beraber götürülmeliydi. Ama öncelik orası için din idi.
Aileler bu hususta yetersizdi. Ben de, nazarî bilgiler yanında
Subhaneke'den Elemtere'ye kadar öğretme kararı aldım ve
uyguladım. Bu kararımı, sebepleri ile birlikte, velileri o
İtalyan kahvesinde toplayarak anlattım. Bu toplantıda Millî
Eğitim Temel Kanunu ve Türk millî eğitiminin amaçlarını
da okudum. "Benim ölçüm budur, yolum budur! Ben bu
istikamette çalışırken kim karşıma çıkarsa ezerim!" dedim.
80
Bir iki sokranma oldu ama açıktan kimse itiraz edemedi.
Yukarıda da kısaca bahsettiğim o kanunun ilgili
maddeleri: (Bu kanun Kenan Evren cuntasınca kuşa
çevrildi, aslını kaybetti; AKP ise içini tamamen boşalttı.)
2. madde: "Türk millî eğitiminin temel amacı, Türk
milletinin bütün fertlerini, Türk milliyetçiliğine bağlı; Türk
milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel
değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini,
vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan
yurttaşlar olarak yetiştirmek..." Aynı kanunun 17.
maddesinde, "millî eğitimin amaçları yalnız resmî ve özel
eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede,
işyerlerinde, her yerde ve fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır'
denmektedir."
Millî eğitimin amaçlarını da okudum. İlgili husus şu
şekildedir: (AKP bunun da cılkını çıkarttı.)
"Milli Eğitim ülkümüz, Türk Milleti'nin bütün
fertlerini kaderde, kıvançta ve tasada ortak bölünmez bir
bütün halinde millî şuur etrafında toplamak; millî, ahlakî,
insanî değerlerini geliştirmektir."
Bu resmî belgelere kimse açıktan itiraz edemezdi;
edilemezdi de… Edenler çıksa çok ağır karşılık alırlardı.
Hitabet tarzımdan bunu anlamış olmalılar. Zira devlet beni
bu "bu amaçları gerçekleştirsin" diye yollamıştı.
Tabii bütün bunların bedelleri de oldu. Türkiye'de
olduğu gibi burada da pek çok defa şikâyet edildim;
soruşturma geçirdim.
CHP'nin utanç verici oyunları ile AP'den, başta
bakanlık olmak üzere, çeşitli vaatlerle 11 milletvekili istifa
ettirilerek Demirel başkanlığındaki 2. Milliyetçi Cephe
hükümeti düşürülmüş, yerine Ecevit hükümeti kurulmuş ve
memlekette milliyetçi avına çıkılmıştı. Binlerce ülkücü
maddî-manevî işkencelerden geçti. Sürülenler, tenzil-i rütbe
81
cezası alanlar, meslekten atılanlar, uydurma suçlarla hapis
yatanlar oldu.
Yurt dışına gönderilenler de unutulmadı. İki posta
halinde o yıl 450 öğretmen gönderilmişti. Bunların da
çoğunluğu ülkücü idi. Benim bulunduğum bölgede 23
kişiydik. Birinden diğerini sorarak bütün Almanya'da 87
öğretmenle temas kurmuştum; her ay bir büyük merkezde
toplanır, durum değerlendirmesi yapardık. Toplantılarımıza
bir doktor ve bir mühendis arkadaş da katılırdı.
Öğretmenleri aidata da bağlamıştım. Toplanan paraları
Ülkü-Bir'e gönderirdim. Bazen de, Türkiye'deki
kampanyalara nazire olarak bir defalık yardımlar alır, onu
da MHP genel merkezine ulaştırırdım. Kayseri'deki
ülkücülere de epey yardımlarımız oldu.
Avrupa'da ülkücü dernekler bulunmakla beraber, bir
üst kuruluşları yoktu. Üst kuruluş, çok hatalı bir şekilde
Avrupa Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu
(Türk Federasyonu) adıyla, biz vardıktan bir buçuk sene
sonra kuruldu.
Almanya'da İlk Tespitlerim
Almanya'da iki çeşit Türk gördüm: Teşkilatlı olanlar,
kendi dünyasında yaşayanlar… Teşkilatlı olanlar,
Türkiye'deki dinî-siyasî cemaatlerin uzantısı gibiydiler.
Sağda Süleymancılar, Türkeşçiler, Erbakancılar, Nurcular
olarak adlandırılanlar… (Tarikatçılık, Fetullahcılık ve
DİTİB/Diyanet İşleri Türk İslam Birliği 12 Eylül'den sonra
ortaya çıkartıldı.) Ve ortanın solundan Maocusuna kadar
her renkte solcu… Kabul etmek gerekir ki, sol daha teşkilatlı
ve daha faaldi. Hepsinin de üst kuruluşları vardı; bir çatı
altında toplanmış durumdaydılar. Ortak yanları da Türkiye
düşmanlığı idi. Almanlar ve Yunanlılar da onlara yardım
ediyordu; özellikle de Alman işçi sendikaları…
82
Kendi dünyasında yaşayanlara gelince, onlar bu fikrî-
siyasî çalışmalara uzak duran, hemşerilik ve iş arkadaşlığı
etrafında kümelenen, işçi yurtlarını ve işçi cemiyetlerini
mekân tutan, Türkiye ve dünya meselelerinden uzak,
rızıklarının peşinde koşan "sessiz çoğunluk" diyebileceğimiz
insanlardı.
***
Türkeş beni gönderirken, hareketimizin Almanya
tarafı hakkında bazı bilgiler vermişti. Bir çatı kuruluşumuz
olmadığı için gayri resmi olarak işi Enver Altaylı
götürmekte imiş. Necati Uygur ve diğer bazı kişiler de ona
destek oluyormuş.
İlk işim Enver Altaylı'yı bulmak oldu. Buldum,
görüştük, konuştuk. Bana güney Almanya'daki derneklerle
ilgilenmemi, üyelerine eğitim yaptırmamı söyledi. Ben de
zaten o iş için buradaydım. Meslekî çalışmaların dışındaki
bütün vaktimi buna ayırdım. Yakınımdaki öğretmen
arkadaşlar da bana yardımcı oluyordu. Gece gündüz
çalışıyordum. İdarecilere teşkilatçılık dersi veriyor, üyelere
ve derneğe gelen diğer insanlarla dinî-tarihî konularda
sohbet ediyordum. Bölgeye bir canlılık geldi. Türkeş,
ziyaretine gelen bir dostuma, "Çok hızlı girdi, kendini fazla
yıpratmasın" demiş. Durulacak zaman değildi. Dernek
mensupları dâvâyı yeterince bilmiyordu. Aynı zamanda o yıl
genel seçimler vardı. Partiye maddî ve fiilî yardım
zamanıydı.
Seminer, sohbet, konferans, anma günleri, bilgi
yarışmaları ile bölgede bir eğitim seferberliği başlattım.
Herkes memnun görünüyordu. Tam bir kardeşlik havası
hâkimdi. Ta ki Enver Altaylı Türkiye'ye dönünceye kadar…
O, Hergün Gazetesi'nin başına getirilerek Almanya'dan
ayrılmıştı. Ancak elini buradan çekmiyordu. Her izinden
dönen "Enver Abi şöyle dedi, Enver Abi şöyle yapılmasını
83
istedi." gibi haberlerle geliyordu. Onlara dedim ki: "Enver
Beyi rahat bırakın. O çok önemli bir vazife yüklenmiş
durumdadır. Bana haber ve talimat getirecekseniz onun
kaynağı Başbuğumuz olsun."
Enver Bey'e bu bağlılığın sebebini öğrendim: Meğer
beyefendi onlara milletvekilliği vaat etmiş. Birine Kars,
birine Yozgat, birine Kırşehir milletvekilliği vermiş. Aynı
taktiği başka bölgelerde de yapmış olacağını düşündüm.
Enver Bey Avrupa'yı arka bahçesi olarak görüyor,
Türkiye'dekilere "çok önemli bir kişi" imiş havası
yansıtıyordu. Gazetenin başına da bu ağırlığını(!)
kullanarak oturmuştu.
Rahmetli Necdet Sevinç, Ahmet Kabaklı'nın Milliyetçi
Cephe hükümeti döneminde "Demirel Doktrini" diye bir
yazı yazması üzerine, "ismini sebze halinden hatırladığım
kişi" gibi bir ifade kullanmış, Türkeş de bundan rahatsızlık
duymuş, hükümet ortağı hakkında böyle ifadeler
kullanılmamasını tembih etmişti.
İdealist dâvâ adamı olan Necdet Bey, Türkeş
başkanlığında gazete ile ilgili yapılan toplantıda, "Ben bu
şartlar altında çalışamam" deyince Enver Bey hemen, "Ben
çalışırım" diye atılmış, Türkeş de genel yayın
yönetmenliğini ona vermiş. Benim bilgim böyle… Tam
Enver'ce bir atak…
Bu Enver Altaylı Türkiye'ye dönerken telefonda bana,
"Hamzacığım ben buradan ayrılıyorum. Güney bölgesinin
emaneti sana…" dedi. Birkaç da isim saydı: "Aman bunlara
dikkat et! İstihbarata çalışıyorlar." dedi. İşin garibi,
Almanya hakkında bilgi verirken Türkeş de o kişilere karşı
dikkatli olmamı istemişti. Bu bilginin de kaynağı Enver'di
tabii… Yıllar sonra yine Türkeş'ten öğrendim ki, asıl
istihbarata çalışan Enver'in kendisi imiş. Bunun yeri gelecek
ve yazacağım.
84
"Enver Bey, sen gidiyorsun, yerine kim bakacak?" diye
sorduğumda o isimlerden birini söyledi. Şaşırdım. "Dâvâ bir
Mitçiye mi emanet ediliyor" demem üzerine, "Korkma
Hamzacığım! Hareket öyle büyüdü, öyle güçlendi ki artık
ona kimse zarar veremez." dedi.
Kendine pay çıkartarak, "Ben buraya öyle sağlam bir
yapı oluşturdum ki kimse onu yıkamaz!" demeye
getiriyordu.
Hâlbuki ortada yapı diye bir şey yoktu. Cuma ve
bayram namazı kıldırmak için yer kiralanıyor,
Süleymancılardan hoca getirtiliyordu.
Stuttgart derneğimiz yeni bir yere taşındığında ben ilk
olarak hoca ve mescit işine el attım. Derneğin en büyük
odasını mescit yaptırdım. Kendi içimizden de namaz
kıldıracak insanlar ayarladım. Bu da Enver'e ulaştırılmış;
bir görüşmemizde ortaya çıktı. Enver bana sordu; hani
Avrupa ondan sual edilir ya: "İşler nasıl gidiyor, neler
yapıyorsun?" Onun hiç de memnun olmayacağı şu gerçeği
haykırdım: "Sayende fitne fesat ocağı olan dernekleri ülkü
ocağı yapmaya çalışıyorum. Enver Bey, senin yükün çok
ağır, buralardan elini çek! Enerjini gazete için kullan!"
İşim zorlaşmıştı. Bir yandan dışa karşı mücadele
ederken, bir yandan da içe karşı mücadele ediyordum. Dışa
karşı mücadele ne kadar zevkli ise içe karşı mücadele de o
kadar huzur bozucu idi ve enerji israfıydı.
Belki fitneyi yatıştırır diye, Türkeş'in ilk gelişimde
vermek istediği, benim de "ihtiyacım olmaz" diye almadığım
yetki belgesini istedim. Partinin resmi kâğıdına yazıldı,
imzalandı. Metnin özü şu idi: "Hamza Eravşar,
Avrupa'daki işçi, öğrenci ve öğretmenler nezdinde
benim tam yetkili temsilcimdir."
Bu belgeyi, inandırıcı olsun diye Stuttgart, Münih ve
Nürnberg toplantılarında arkadaşlara gösterdim. Durum
85
anında Enver'e bildirilmiş. Onun da kıskançlık damarları
kabarmış olmalı; bu belgenin Almanların eline geçmesi
halinde partinin zarar göreceğini Türkeş'e söylemiş.
Şöyle birkaç ay geriye, Enver'in Türkiye'ye döneceği
zamanlara gidelim. Burada şahidi olduğum bir kavga ve bir
sahtekârlık var. Aradan 40 seneye yakın bir zaman geçtiği
için yazılmasında bir mahzur görmüyorum. Tarihe not
düşeyim; zaten hatıralarımı da onun için yazıyorum.
Bir akşam Enver beni aradı ve Ulm'e gitmemi, Hasan
Oraltay'ın orasını karıştırmak istediğini söyledi. Bu Hasan
Oraltay, Münih'te, 1950'lerde CIA tarafından kurulan ve
komünizm karşıtı yayın yapan "Radyo Liberty"nin Türkçe
bölümü idarecilerinden, kaba saba bir adam… Babası Doğu
Türkistan'da Rus ve Çin işgaline karşı mücadele edenlerden
Ali Beg Hâkim'dir. Göç romanında ondan bahsedilir.
Enver'in gitmemi istediği Ulm, Güney Almanya'daki
en büyük derneğimizin bulunduğu, Tuna kıyısında bir
şehir… Gittim. Bahsedilen şahıs henüz gelmemişti. Öğle
namazı için dernek mescidine geçtim. Çıktığımda bir
gürültü, bağırma, çağırma, küfürler duydum. Enver ile
Hasan ağız dalaşındalar. Türkiye'ye gideceğini söyleyen
Enver, yanında birkaç kişi ile gelmiş ve cümbüş başlamış.
Cemaat de kulak kabartmış, onları dinliyor. Durum çok
vahim… Kavgayı yatıştıramıyorum. Enver, kemerinden
küçük bir silah çıkartmış, "vuracağım onu" diye bağırıyor.
Hasan durmadan küfür ediyor. Bereket versin, Enver ufak
tefek bir şey de, kolayca kucaklayıp dışarı çıkarttım. Bu hay
huy arasında kavganın sebebini bir türlü anlayamadım.
Hasan, "Sen nasıl milliyetçisin? Bir milliyetçi bacısını
Alman'a verir mi?" diye bağırıyordu. Durum sakinleşince
başkan İbrahim Kara'nın evine gittik. On kişi kadardık.
Enver'e kavganın sebebini sordum. Çantasından bir
mektup çıkarttı ve okumamı istedi. Dedim ki: "Enver Bey
86
siz Başbuğumuzun buradaki vekilisiniz; ne diyorsanız biz
onu kabul ederiz. O mektubun okunmasına gerek yok."
Buna rağmen, ısrarla okunmasını istediği katlanmış
mektubu önüme bıraktı. Aldım. Açınca, "Bu size yazılmış
özel bir mektup, okuyamam" dedim. "Lütfen okuyun
Hamza Bey! Herkes gerçekleri öğrensin." dedi.
Mektubun altında, Türkeş'in, çok iyi tanıdığım imzası
vardı ve Enver'in kendisine yazılmıştı. Yüksek sesle
okudum. Ne yalan söyleyeyim, orada kullanılan ifadelerden
Enver'i kıskandım. Hepimiz Türkeş'in evlatları durumunda
idik ama hiçbirimiz öyle iltifatlara mazhar olmamıştık. En
azından ben olmamıştım.
Mektup, MHP'nin resmî yazışmalarda kullandığı A4
kâğıdına daktilo ile yazılmıştı. Ve özetle şöyle diyordu:
"Enver'im, yavrum, selam ve sevgi ile gözlerinden
öperim. Ülkücülük bir milliyetçi mücadele olduğu kadar,
aynı zamanda şeref ve haysiyeti koruma mücadelesidir de…
Sana iftira edenlere karşı yaptığın mücadelede haklısın. Ben
damadımızı araştırdım; ikinci dünya savaşından sonra
Almanya'ya yerleşmiş Türkistanlı özbeöz bir Türk
çocuğudur."
Mesele anlaşıldı. Hasan Oraltay'ın iddiasını Türkeş
yalanlamış oluyordu. O'nun şahadeti ile öğrendik ki,
Enver'in eniştesi Alman değil Türk'müş.
İyi de, sahtekârlık bunun neresinde, diye sorulabilir.
Aradan ne kadar zaman geçti, hatırlamıyorum. 1978
sonları olmalı… Türkeş, rahmetli Gün Sazak ile Almanya'ya
gelmişti. Beni çağırttı. Huzuruna girdim. Hal-hatır
sorduktan sonra dedi ki: "O sana verdiğimiz belgeyi Alman
istihbaratı öğrenmiş; başına bir hâl gelmesin. Hem o
Almanların eline geçerse partimiz için de iyi olmaz."
Yukarıda, yanımda bir kopyasının bulanmayışına esef
87
ettiğim belge budur. Türkeş'e saygımdan, bu belgenin
kopyasını almayı aklımdan bile geçirmemiştim.
Böyle bir mesuliyeti yüklenemezdim. "O halde onu
iade edeyim efendim." diyerek şifreli çantamdan çıkardığım
belgeyi önüne bıraktım. (Çantanın şifreli oluşu Türkeş'in
takdirine mazhar olmuştu.) Bunun, Enver'in bir oyunu
olduğunu anlamam zor değildi. Ben de karşı atağa geçip,
Ulm'deki kavgayı anlattım.
Gün Sazak, Türkeş'e sordu: "Nedir bunların
arasındaki mesele?" Türkeş'in anlattıklarını dinleyince
şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım sanki…
Hasan ile Enver ortak deri ticareti yapmış. Pek çok
ortak gibi sonra birbirlerine düşmüşler; araları açılmış ve
birbirlerinin açığını aramaya başlamışlar. Hasan Kazak,
Enver Özbek… Bir de böyle bir çekişme varmış… "Bu
didişmelerle Türkistan'ı batırdılar, kavgaya burada da
devam ediyorlar." dedi Türkeş. Konuşmalarından, Enver'i
haklı bulur gibi bir hava çıkarttım. Onu, Hasan karşısında
şöyle savundu: "Enver'in kız kardeşi bir Alman'la evlenmiş;
bununla o suçlanamaz ki…"
Hemen aklıma Ulm'de okuduğum mektup geldi.
Anlattım. Türkeş, "terbiyesizlik etmiş" demekle yetindi.
Sonraları bazı arkadaşların elinde de Türkeş imzalı,
parti başlıklı mektuplar görünce meseleyi anladım. Partiye
yardım yapanlara yollanan mektuplardı bunlar. Hesap
Enver adına açılmış olduğu için, teşekkür de, onun
tarafından, kendisine Türkeş'in, önceden verdiği imzalı
kâğıtlara yazılıyor. İmza Türkeş'e ait olunca, teşekkürü
yapan da o olmuş oluyor. İşte Enver o kâğıtları, kendisini
temize çıkartmak için kullanmış; sahtekârlık buradadır.
Türkeş'in yanından çıkınca Enver'i kapıda bekler
buldum. "Hamzacığım, şunları bir tümler misin, cebimde
ağırlık yapıyor." diyerek bana bir avuç bozuk para uzattı.
88
Parayla ilgilenmedim. Şunları söylemeden de edemedim:
"Ben burada dâvâma hizmet için varım. Şu kullandığın
zavallıları ayağımın altından çek de rahat çalışayım.
Avrupa'dan da uzak dur! Biz buraya yeteriz."
Bu Enver'in bir sahtekârlığını da Ali Batman'dan
dinledim. Kısaca onları da anlatayım:
Ali Bey, Frankfurt'ta büyük bir marketin devren satlık
olduğunu görüp, Türk Federasyonu adına oraya talip olması
için Enver'i görevlendirmiş. O da gidip işi kendi adına
bitirmiş. Bir arkadaşı ile alıp "1001 Çeşit" adı ile işletiyordu.
Ali Bey'le konuşuncaya kadar ben de oranın Federasyon
adına işletildiğini zannediyordum.
Bir büyük sahtekârlığı da arsa meselesi… Şöyle ki: Ben
1977'de Almanya'ya gelirken Türkeş, "Hayır sahibinin biri
bize Hadimköy'de büyük bir arsa bağışladı; onu parsellettik
ve yurt dışında satmaya çalışıyoruz. Bu işle Enver
görevlidir; ona yardımcı ol!" diye talimat vermişti. İşin
mahiyetini tam bilemediğim için bu ticarete uzak durdum.
Derneklerde bu arsanın kırokilerini de gördüm; ucuzdu,
alanlar oluyordu. Bana sorulduğunda, "Başbuğumuzun
bilgisi dâhilindedir." demekle yetiniyordum. Ancak, bu arsa
satışı hiç bitmiyordu. İkinci, üçüncü, dördüncü arsaların da
kırokileri asılır oldu. Meğer açıkgöz Enver, o ilk arsanın
yanındaki arsaları da kapatmış, özel parsel yaptırarak onları
satıyormuş. Arsasını görüp, tapusunu almak için
Hadimköy'e gidenler anlattı. Bu işten Türkeş'in haberdar
olmadığını da bir başka hadise ortaya çıkarttı. Mesele Ali
Batman'la ilgili olduğu için benim yazmam uygun olmaz.
Dâvâmızın temeli, "Türklük gurur ve şuuru, İslam
ahlâk ve fazileti" değil miydi? Ahlâk bunun neresinde,
fazilet neresinde? Bu menfaat yoluyla basitleşme Türklük
gururuna uyar mı? Biraz zor ama bir gün bu yazdıklarımdan
Enver haberdar olursa, yüzleşmeye hazırım. Ali Batman'ın
89
görevden alınmasının sebepleri arasına giren, bu arsa ile
ilgili başka bir sahtekârlığını da anlatırım.
Ülkücülerin saf ve iyi niyetlerini kullanarak mübarek
dâvâmızın sırtından kese dolduran birkaç sahtekâr daha
tanıdım. Onları şimdilik yazmayacağım. Şunu söylemeden
de geçemiyorum: Allah'ın lâneti, aramıza karışan, aramızda
iken şeytana ve nefsine uyan ahlâksızların üzerine olsun!
Bu meyanda Galip Erdem'i de rahmetle anıyorum. 50
yıllık bir hareketin neden daha emekleme safhasında
olduğuna ışık tutan şu sözler ne kadar acı:
"Bizler dâvâyı Ağrı Dağı’nın zirvesine
çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin zahmet ve
emekle, acılar çekerek dağa tırmandık.
Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu ama
küçük (!) bir noksanımız olduğunu fark ettik:
Dâvâyı dağın eteklerinde unutmuştuk! Meğer biz
dâvâyı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız."
Necip Fazıl'ı da analım; diyordu ki: "Dilber güzel
kadın demektir, ancak Dilber adını taşıyan her
kadın güzel demek değildir."
Seyit Ahmet Arvasî de bu hâli şöyle özetlemişti:
"Ülkücü var, ülkücü geçinen var, ülkücüden
geçinen var." Bu özlü söze şimdi şu ifade katıldı. Sahte
ülkücü var; ülkücülük tiyatrosu oynayan hokkabazlar var;
hem de sayıları azımsanmayacak kadar çok…
Yıllar önce bu ıstırabımı "ÜLKÜCÜLÜĞÜN
ÇÜRÜMEYE TERKİ" başlığı ile yazıya döküp özel sitemde
yayımlamıştım; onu buraya almakta fayda görüyorum:
Ülkücülük, “Lider-Teşkilât-Doktrin” uyutmacasına
demir attı. “Vira Bismillah!” diyerek buradan demir
almadıkça başarı mümkün değildir.
90
Ülküdaş, ülkücülük tepende dondu kaldı; ne
kaldırabiliyorsun ne de içine girebiliyorsun. Ezildikçe
ezilmektesin. Sen buzun altında yassılaşırken birileri
tepende fırıldak çeviriyor.
Bakın! Nereden nereye geldik? (ülkücülük devirlerini
tasnif denemesi)
Zor ülkücülük / 1968–1971
Çok zor ülkücülük / 1971–1980
En zor ülkücülük / 1980–1984
Kolay ülkücülük / 1984–1997
En kolay ülkücülük / 1997–2002
Zahmetsiz, çilesiz, kaygısız ülkücülük / 2002–2016
Böyle giderse, bundan sonrası havadan ülkücülük...
Türk milletinin, millî kültür istikametinde yeniden
şekillenmesi için var olan ülkücülük, onun millî değerlerini
çiğniyor. Değiştirmek için uğrunda binlerce şehit
verdiğimiz düzene uyduk. Diliyle başka söyleyen, fiiliyle
başka eyleyen ülkücüler türedi. Maalesef inandığımız
dâvânın ölçülerine uygun insan yetiştiremedik.
“Yüz bin yıldız sönmeden şafak sökmez” denmiş.
Şafağımız söktü ama onun ışığı altında şahsî hedefler için
birbirimizi tepeliyoruz. Işık bizi çarptı.
Bu milletin dile getirilmemiş o kadar çok derdi
varken,
Türkiye’miz haraç-mezat satılırken,
Yeraltı ve yerüstü kaynaklarımıza, sanki işgale
uğramışız gibi, yabancılar el koyarken,
Halkımız “öz yurduna garip, öz vatanında parya”
haline getirilirken,
Türk halkının yarısı bu zillete “evet” deme gafletine
düşmüşken,
91
Türk adı levhalardan ve zihinlerden silinmeye
çalışılırken,
Türk'ün kaderine, halkın gafletinden faydalanarak,
Türk olmayanlar hükmederken,
Tarih boyunca millet olamayan topluluklar, devlet
eliyle millet yapılırken,
Kan bedeli aziz vatanımızda, devlet içinde devlet
kurulurken,
İhtiyaç olduğu halde fikir üretilemediği, hazırlar da
imha edildiği için fikir borçlanması başlamışken,
Ve bu boşluk sebebiyle bir yığın bize ait olmayan fikir
ve usulün istilasına uğramışken,
“Lider” diye başımıza dikilenler tabanı “sürü” yerine
koyarken,
Yüce Kur’an'ın ifadesiyle: “Hâl böyle iken siz nereye
gidiyorsunuz?”
Ulu atamız Yusuf Has Hacip buyuruyor ki:
“Beyler işi, işin ehli, becerikli, doğru ve dürüst olan
kimseye vermelidir. Eğer işi, ehil olmayan birisine
verirlerse, kendisinin ehliyetsiz olduğu meydana çıkar.”
“Allah, bir yöneticiyi başarılı kılmak isterse, ona, ehil
ve dürüst yardımcılar verir. Eğer, başarısızlığa uğratmak
isterse ona, bilgisiz ve kötü yardımcılar verir.”
“Aslan köpeklere baş olursa, köpekler aslan kesilir.
Köpek aslanlara baş olursa, aslanlar köpek gibi yaltak
olurlar.”
Bunları yazarken Üstad’ın, “Bahset tarih, balığın
tırmandığı kavaktan!” deyişini de duyar gibiyim.
Dışa karşı mücadele ne kadar zevkli ve huzur verici
ise, içe karşı mücadele de o kadar can sıkıcı, huzur bozucu
ve başarıyı engelleyici bir durumdur. Bana göre, Ülkücü
92
Hareket'in büyük meselesi iç çekişmelerdir. Dışa karşı
tavuklaşan insanlar içeride horozlaşıyorlar.
Şikâyetler-Soruşturmalar
Verdiğim dersler ve derneklerde yaptığım sohbetler
sebebiyle, gelişimin üzerinden daha birkaç ay geçmişken
soruşturma geçirdim. Ecevit dönemi idi...
Bakanlık başmüfettişi, yanında bir başka bakanlık
müfettişi ile çıkageldi. İsimleri kalsın. Sorulardan ikisi
aklımda:
"Türkiye'den beri bir siyasî partinin pıropagandasını
yapmak." Buna cevabım şu oldu: Önce bu hangi parti imiş,
onu yazın! İkinci olarak da Türkiye'de bu işi yaptığıma dair
elinizde bir belge var ise görmek isterim." Partinin adını
zikredince kendimi şöyle savundum:
"Siz Milliyetçi Hareket Partisi ile milliyetçiliği
karıştırıyorsunuz. Ben, Millî Eğitim Temel Kanunu ve Millî
Eğitim'in Amaçları istikametinde milliyetçilik yapıyorum.
Ve iftiharla söylüyorum ki, Türk milliyetçisiyim. Sonra,
burada yapılacak particiliğin ne buraya, ne de Türkiye'ye
faydası olur. Böyle lüzumsuz bir işle neden uğraşayım ki…"
İlgili maddeleri de hatırlatınca bu soru iflas etti.
Çünkü kanunlarımıza göre milliyetçilik suç değildi, aksine
teşvik ediliyordu.
İkici soru birincisinden de mantıksızdı: Sınıfta
çocukları, "sağcının çocuğu, solcunun çocuğu" diye ikiye
ayırıp, sağcıların çocuklarına ders verip, solcuların
çocuklarını dövermişim. İnanılır gibi değil ama soru aynıyla
bu… Soran adama dedim ki: "Siz öğretmenlik yaptınız mı?"
Yapmış. Devam ettim: "Peki bu dediğiniz şeyin bir mantığı
var mı? 10-12 yaşındaki çocukların sınıfta böyle ayrımı
mümkün mü? Bana, "bir dâvânın adamı" diyorsunuz. Öyle
93
ise dâvâma adam kazanmak yerine neden insanları
kendimden soğutayım? Sonra, babalarının günahını
küçücük çocuktan sormak akılsızlık değil mi?"
Bu soru da iflas etti. Sıra yazılanları imzalamaya
gelmişti. Tek tek satırları saydım. 23 satırmış. Adam sordu:
- Ne yapıyorsun?
- Satırları saydım; altına şerh düşeceğim, dedim. Ve
yazdım: "İşbu ifadem 23 satırdan ibarettir."
- Buna neden gerek duydun?
-Size güvenmiyorum. Türkiye'de çok arkadaşım,
ifadelerinin arasına cümleler sokuşturularak cezalandırıldı.
- Hep böyle uyanık olmanı öneririm, dedi.
Teklif mi, tavsiye mi, temenni mi, talep mi, istek mi
olduğunu bir türlü anlayamadığım bu "öneri" ucubesini de
ilk defa ondan duydum. Alnıma silah dayasalar
kullanmayacağım lakırdılardandır.
Almanya'nın daha başka yerlerinde buna benzer
soruşturma geçiren arkadaşlarım da vardı. Bir şey çıkmadı.
Müfettişler de harcırahlı bir turistik gezi yapmış oldu.
***
Seçim yılı idi. Bir vesileyle ben ve birlikte hareket
ettiğimiz Celal Duman ve Mahmut Sakızlı ile eğitim
ataşesini ziyarete gelmiştik. Kendisi ülkücü görünürdü.
Kayınbiraderi MHP milletvekili idi; MC hükümetleri
zamanında bakanlık yapmıştı.
Ataşe bizi azarlarcasına, "Siz ne biçim ülkücüsünüz?
Seçimde partilerine destek için solcular akın akın Türkiye'ye
gidiyor. Sizde bir hareket yok." dedi. "Amirimiz sensin. İzin
ver gidelim." dedim. "Hepiniz birden dikkat çeker, içinizden
biriniz gidin." dedi. Arkadaşlar benim gitmemi uygun
buldu. İzin dilekçesini yazıp, teslim ettim. Hazırlıklarımı
yapıp, bilet için Stuttgart'a geleceğim gün ataşe beni aradı;
94
görüşmemiz lazımmış. Gittim. Başkonsolosun bana izin
vermediğini, eğer bir başka arkadaş olursa izin alabileceğini
söyledi. Diğerleri benim kadar faydalı olamazdı. Velhasıl
gidemedim.
Seçim yapıldı, bitti. Ecevit'in CHP'si %41 oy oranı ile
450 milletvekilinden 213'ünü aldı. Hükümet kurmak için 13
eksiği vardı. DP'nin bir milletvekilini, CGP'nin üç
milletvekilinden ikisini alarak ve "Güneş Motel"
görüşmeleri ile AP'den koparttığı 11 milletvekilinden yeterli
sayıdakilere bakanlık vererek hükümeti kurmayı başardı.
Bu kısa siyasî bilginin buraya girmesinin sebebi şu:
Ecevit başbakan, Necdet Uğur millî eğitim bakanı,
Mısır büyük elçiliğini basan teröristleri, elçiliğin kapısında
kucaklayıp öpen ve "her suça bir ülkücü suçlu" sıloganının
mucidi Hasan Fehmi Güneş içişleri bakanı olunca,
kaçınılmaz olarak ülkücü avı başladı. Eh biz de ülkücüyüz
ya… İki müfettiş Stuttgart'a damladı. Eğitim ataşesi
telefonla beni davet etti. Malum olan suçumu(!) ve şikâyet
edeni de söyledi. Hiç tanımadığım, başka bir şehirde
oturan, Milliyet Gazetesi'nin bölge temsilcisi, Yozgatlı
Mehmet adında biri… Bizden korktuğu için ataşeliğe
gelemiyormuş, telefon numarası vermiş, ifadesini o yolla
almalarını rica etmiş…
İçeri girdim. Neler sorulduğunu pek hatırlamıyorum.
Onlara şunu söyledim: Beni şikâyet eden adamı çağırın.
Yanıma iki kişi koyun ve adama sorun: "Hamza Eravşar
bunların hangisi?" diye… "Eğer beni tespit edebilirse, bütün
iddialarını kabul ederim. Sonra bu ne biçim şikâyet? Adam
ortada yok. Bana 30 km uzaklıkta bir şehirde oturuyor, veli
değil, şahsen o beni tanımaz, ben onu…"
Böyle temelsiz bir soruşturma olamazdı; bıraktılar.
Çıktım. Salonda bir adam oturuyor. Ataşeye sordum.
Öğretmen olmadığını söyledi. Neden davet edilmiş
olduğunu da bilmiyormuş.
95
Adam içeri girdi. Ben bekliyorum. Çıkınca peşine
düştüm. Ataşeliğin yüz metre kadar ilerisinde yakaladım.
Sordum:
- Arkadaş, bunlar beni de çağırmışlar. Ne soruyorlar?
- Hiç yahu! Bizim orda Tahir diye bir öğretmen var.
Arkadaşın biri onu şikâyet etmiş; beni de şahit göstermiş.
Onun için geldim.
Tahir, çok iyi tanıdığım, sevdiğim, samimi bir ülkücü
idi. Bodensee kıyısında bir şehirde öğretmendi. Beraber
gelmiştik. Aramız epey uzaktı ama ailece de görüşürdük.
Adama sordum:
- Bu Tahir'in suçu neymiş?
- Türkeşçi yahu!
- Ulan teres! Türkeşçi olmak ne zamandan beri suç
sayılıyor? Şimdi senin şurada pestilini çıkartırım. Öyle
vatansever bir öğretmen buldunuz da daha ne istiyorsunuz?
Tam o sırada dernekten iki genç geldi. Benim, biri ile
tartıştığımı görünce, "Hayrola Hocam, bir durum mu var?"
dediler ve adamda şafak attı. Ataşeliğe doğru koşmaya
başladı. Ben de arkasından vardım. Ataşe beni içeri çağırdı.
- Yahu sen deli misin? Adamı tehdit etmişsin. "İlle
ben müfettişleri görüp durumu anlatacağım" diye tutturdu.
Ben anlatırım, onlar şimdi meşgul. Seni yanlarına alamam,
dedim ve yolladım.
- Tahir Bey mesleğimizin ve dâvâmızın yüz akıdır.
Böyle edepsizlerin onunla uğraşmasına göz yumamam,
dedim.
Şu güzelliğe bakın! Yaz tatilinde bu adamı Kayseri'de
bir emlakçinin yazıhanesine girerken gördüm. Dernek
yakındı. Hemen oradan iki genç çağırdım. Adamı takip
edip, gözünü korkutmalarını söyledim.
Gençler peşinden giderek bindiği dolmuşa dalmışlar.
İkisi iki yanına oturmuş. Adam Fevzi Çakmak semtine
96
gelince inmiş, bizimkiler de, "Sen Tahir öğretmenimizi
yalnız mı sandın?" diyerek peşinden inip üzerine
yürüyünce, zavallı bir fotoğrafçı dükkânına kendini zor
atmış. Aslında boşuna telaşlanmış. İş sadece korkutmaktı; o
da iyice korkarak bizi hedefimize ulaştırmış oldu.
İzinden dönünce Tahir'e sordum: "Nasıl senin adam
şimdi?" Gittiği yerde diyormuş ki: "Aman bunlara uymayın!
Onların her yerde kolları var. Ellerinden canımı zor
kurtardım."
***
Bu ikinci soruşturmadan da bir şey çıkmadı. Bu arada
birkaç da şikâyete muttali oldum. Onları da kısaca yazayım.
Bulunduğum şehirdeki işçi derneğinin, sol zihniyetli
eski ve yeni başkanı, yine kendileri gibi solcu olan okul-aile
birliği başkanını da alarak, topladıkları 42 imzalı dilekçe ile
Stuttgart Başkonsolosluğu'na gelmişler ve konsolosla bizzat
görüşerek, dilekçeyi elden teslim etmek istemişler. Kapıda
görevli polis, Türkiye'ye dönünce Turgut Özal'ın özel
koruması, daha sonra ANAP'tan milletvekili olan Musa
Öztürk, "Ne için geldiğinizi bilmeden sizi içeri alamam."
deyince, dilekçeyi göstermişler.
Gıyaben tanıdığım Musa Öztürk, "Bakın!
Başkonsolosumuz o öğretmeni çok sever. Siz şimdi onu
şikâyet etmek istiyorsunuz. Bundan bir şey çıkmaz, ancak
siz mimlenirsiniz; konsolosluğa her gelişinizde işiniz
aksar." diyerek heyeti geri çevirmiş.
Mahkemelik olduğum diğer bir şikâyetin belgesi de
arşivimdedir. "Nasıl olur?" diyeceksiniz. Anlatayım:
Ankara'dan, daha çok resmî yazışmalarda kullanılan
açık kahverengi bir zarf içinde el yazısı ile kaleme alınmış
bir mektup geldi. Mektubun kenarına daktilo ile şu ikaz
eklenmiş: "Bu mektup yanında çalışan bir vatan haini
arkadaşından MEB'na geliyor. Dikkatli ol, açık verme.
Selamlar."
97
Okuyunca şaşkınlıktan donakaldım. Mektup, Millî
Eğitim Bakanı'na yazılmış, oradan da vicdanlı, vatansever
bir memurun eline geçmiş olmalı ki, mektup beni buldu.
Arkalı önlü iki tam sayfa olan mektupta şikâyet edilen
benim ama orada anlatılan şahıs ben değilim. Onun
zırvalarının burada yeri yok. Mektubu tercüme ettirip
avukatım aracılığı ile iftira dâvâsı açtım. Mahkemede,
sıkışınca Ağca'yı misafir ettiğimi zırvaladı. Üniversiteli
gençlerle evimde ders yapardık; onlardan birini benzetmiş
olmalı…
Bu iddiayı tutturamayınca, okuttuğum sırada
çocuğunu dövdüğümü iddia etti. Ondan da bir şey
çıkartamadı. Dâvâ ertelendi, sonra da kapandı.
Develi'nin Şıklı kasabasından adı değmez bu kişi ile
işim bitmedi. Görevden alınınca iş aramaya başlamıştım.
Dostların da yardımı ile bölgedeki bir metal fabrikasına
kontrolör olarak kabul edildim. 1 Eylül 1981'de işbaşı
edecekken, metal sendikasındaki beni tanıyan solcuları
durumdan haberdar etmiş; engellediler.
Çamur gibi bir adamdı. Solcu geçinirdi; onu da
bilmezdi. Ecevit iktidardan düşürülünce, "İki ay daha
kalsaydı Türkiye'yi tam Müslüman yapacaktı." demişti.
Böyle bir cahildi ama burnu iyi koku alırdı. Menfaati için
kulağını deldirecek cinstendi. "Bu size üçüncü mektubum"
diye beni şikâyet ettiği zırva-namesinde, yakalanmam
halinde mükâfatını istediğini yazmış.
Bir gece iş çıkışı onu bir güzel dövmüşler. Polise bunu
benim yaptırdığımı söylemiş. Karakola çağrıldım. Hadise ile
alakam yoktu. Polis bana inandı.
Bir seferinde de iki genç onu döve döve hastanelik
etmiş. Adi bir kavgaya ideolojik süs vererek, yine metal
sendikasını devreye sokmuş. Sendikanın bölge temsilcisi ve
eyaletin Yeşiller milletvekili gazetecilerle hastaneye gelmiş.
Onlara, kendisinin solcu, benim de faşist(!) olduğumu
98
söyleyerek işi üstüme yıkmış. Bunu haber yapan o günün
mahallî gazetesi ve bizim tekzibimizi havi gazete
arşivimdedir.
Meğer, ahlak ve haysiyet yoksulu bu adam, yine kendi
gibi solcu bir kişinin, hamile karısına laf attığı için onun
çocukları tarafından dövülmüş. Kavganın ideolojik bir
yanının bulunmadığı çocukların babasının, "Ben hoca ile
180 derece zıt görüşteyim. Değil onun dediğini yapmak,
karşılaşınca bile yolumu değiştiririm." demesi üzerine polis
işi kapatmış.
Bu böyle gidemezdi. İşi kendi usulümle halletme-
liydim. Takip ettim. Çarşıdan evine gelirken, uygun bir
yerde araba ile yolunu kestim. "Bin şu arabaya!" dedim.
"Niçin?" dedi korkarak… "Seni ormana götüreceğim,
mademki bende hıncın var; kozumuzu orada paylaşalım."
dedim. "Sizinle dövüşülmez." diyerek uzaklaştı.
Soruşturmalar ve muttali olduğum şikâyetler
bunlardır. Kim bilir, daha ne kadar var bunlardan…
Istıraplar, Çaresizlikler, Karanlık Günler Bu şikâyetlerden mi, Türkeş'e yakınlığımdan mıdır,
bilemiyorum; 30 Mart 1981 tarihinde Ortak Kültür
Komisyonu yurtdışı görevime son vermiş. Hâlbuki sekiz
yıllığına gelmiştik.
Almanya'daki ve Türkiye'deki arkadaşlarımla
yaptığım istişare sonunda kalmamın faydalı olacağı
kanaatine vardık. Keşke varmasaydık. Durumu görüştüğüm
bir genel merkez yetkilisi, "Bir ekmeğimiz varsa yarısı
senindir Hocam." diyerek teselli etti ama bırakın yarısını bir
lokma bile gelmedi. O kalma kararının benim hayatımda
çok kötü sonuçları oldu.
Her insanın ömründe birçok keşkeler vardır.
Çağrıldığımda geri dönmemek başta olmak üzere benim de,
hayatımı derinden etkileyen üç büyük keşkem vardır. Diğeri
99
Almanya'ya gitmek… (Üçüncüsü ailevîdir, yazmayayım.)
1977'de teslim edilmiş, borcu bitmiş, yeni, dayalı
döşeli bir evim vardı. Şimdi yok… İçki, sigara, kumar gibi
hiçbir kötü alışkanlığı olmayan ben, şimdi Vakıflar Bölge
Müdürlüğü'nden kiraladığım 60 metrekarelik eski bir evde
oturuyorum. Maaşımdan başka bir varlığım da yok.
Çocuklar da anaları ile beraber Almanya'da kaldı.
"Kalmam bir işe yaradı mı?" diye bazen kendime
sorarım. Dâvâm adına derneklerde yaptığım hizmetler,
seminerler, konferanslar, dergi ve gazetelere yazdığım
yazılar, bastırdığım kitaplar, çıkarttığım dergiler,
okuttuğum talebeler, edindiğim dostlar gözümün önüne
gelir ve bunlarla avunurum.
Hareketimizin bugünkü durumuna bakınca da, "Ben
ve bizler bunun için mi bu kadar sıkıntılara katlandık?" diye
hayıflanmaktan kendimi alamıyorum.
***
Türkiyeli komünistler adamlarını bilemek için sık sık
bize saldırırlardı. Stuttgart'ta Ozan Arif'in bir konseri
olacaktı. Hazırlık için gündüzden salona gelen
arkadaşlarımıza, kalabalık bir Maocu gurup saldırmış,
salona büyük hasar vermişlerdi. Polis marifeti ile
komünistler salondan çıkartıldı. Koku bombası patlattıkları
için konser boyunca bayağı rahatsız olduk. Baskın, bizim
arkadaşların da gözünü açtı ve saflarımızı sıklaştırdı.
Bu hadise üzerine, Karakoç'un bir şiirinden ilham
alarak, "Türkiyeli Dümbükler" başlığı ile bildiri yazdım ve
hafta sonunda Stuttgart'ın en büyük caddesi "König Strasse"
de dağıttırdım.
Dernek yöneticileri aynı bildirinin, iyi ses getirdiğini
belirterek, tekrar dağıtılmasını istediler. Pek razı olmadım
ama çok ısrar ettiler. Bunun üzerine, "Caddenin iki başına
iki bayrak dikseniz bile bunun dâvâmıza bir faydası olmaz."
dedim. Heyecanını yenemeyen arkadaşlarımız dağıtmışlar
100
ama bedeli ağır oldu.
İlk dağıtıldığında Maocular gafil avlanmışlardı.
İkincisinde hazarlıklı gelmişler. Büyük kavga çıktı. Bir kaç
arkadaşımız bıçaklandı. Birinin durumu ağırdı; hastaneye
kaldırıldı ve beş gün yattı. Dernek başkanımız, kavgaya
sebep olmaktan tevkif edilerek hapishaneye kondu. Onu 14
bin mark kefaletle serbest bıraktırdık. Mahkemesi dışarıdan
devam etti. Yatırdığımız paranın sekiz binine el koyarak,
dâvâyı kapattılar.
***
Ben 12 Eylül’ü takip eden sekiz sene içerisinde
Türkiye’ye gelememiştim. Bu süre zarfında, Prof. Dr. Orhan
Türkdoğan, Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Prof. Dr.
Necmettin Hacıeminoğlu, Galip Erdem, Şerafettin Yılmaz
ve Abdurrahim Karakoç gibi çok değerli insanları evimde
misafir etme bahtiyarlığına ulaştım. Şimdi onlarla ilgili
hatıralarımı yazmaya çalışacağım.
Dostlarımın sitemi üzerine zaruri bir
açıklama: Benim kaygım yurt, o yurt üzerindeki millet ve o
milletin kültür değerleridir. Uğrunda mücadele ettiğimiz,
canlar verdiğimiz, mağduriyetlere uğradığımız dâvâ budur.
Şahıslar ve makamlar bunun üstünde olamaz; onlar
vasıtalardır. Vasıtayı dâvânın önüne almak, Erol Güngör'ün
deyimi ile "arabayı atın önüne koşmak" olur.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan
12 Eylül 1980 günü Orhan Türkdoğan ailece misafirim
olmuştu. Sohbet halkası oluşturduğumuz Stuttgart
Üniversitesinde okuyan gençleri de davet ettim. Hoca’dan
istifade etmelerini istiyordum. Tedirginlik içindeydik.
Orhan Hoca - sonunda tam tersi çıkan - şu sözlerle
yüreğimize su serpti: “Çocuklar işin içinde Haydar Saltık
101
var. Korkmayın! O paşanın bir konuşmasını dinledim; tam
bir vatanperverdir.” O günleri yaşayanlar bilir, darbecilerin
akıl hocası bu adam idi ve vatanperverlerin anasını ağlatan
da bu vatanperver(!) paşa oldu.
Orhan Hoca Almanya’ya “ikinci nesil Türk çocukları”
üzerinde incelemeler yapmak için gelmişti. Onun
çalışmalarında, anketlerinde ve ziyaretlerinde yardımcı
oldum. Kendisinden faydalanmak için yolculuklarımızda
sorular sorardım. “Ziya Gökalp’i fazla sevemedim.” demem
üzerine, “Efendim, kimi ıspanak sever, kimi pırasa;
kimsenin zevkine karışamayız.” dedikten sonra “Siz,
Demirel veya Erbakan hakkında hiç ciddi, ilmî bir çalışma
duydunuz mu? Gökalp hakkında sayısız makale ve doktora
çalışması var” diye ilave etti. Bir gün de ben sormadığım
halde dedi ki: “Efendim, ben anlamıyorum; bizim buradaki
ülkücü arkadaşlar Atatürk’ü sevmiyorlar. Ülkücülük Türk
milliyetçiliği değil mi? Atatürk de en büyük Türk milliyetçisi
değil mi?”
Ne yalan söyleyeyim, o güne kadar okuduğum
kişilerin ve yazıların tesiri ile Gökalp ve Atatürk’e biraz
soğuktum. Bu konuşmalar düşündürdü. Hoca belki de
bendeki bu tavrı fark ettiği için bunları söylemişti.
Evde yer sofrası kurdurdum. Yemekteyiz. Hanım
hizmet için oturmadı. “Gelin hanım sen de gel” dedi. “Biri
yer biri bakar, kıyamet ondan kopar, değil mi hocam?”
demem üzerine “O sözün eksiği var. Biri yer biri bakar,
kıyamet ondan kopar. Yiyen bir değil bin, kıyamet ondan
kopar.” dedi.
Ord. Prof. Dr. Raha Oğuz Türkkan
Kendisi ile Almanya’da tanışığım bir değerli kişi de,
1944’te görülen “Irkçılık-Turancılık Dâvâsı”nın önemli ismi,
merhum Reha Oğuz Türkkan’dır. O, Almanya’ya çok sık
102
gelirdi. Her gelişinde de uzun uzun sohbet ederdik. Ondan
bir hayli istifade ettim.
Türkkan Hoca “44 Olayları”ndan sonra, biraz da
kaderine küsüp, Amerika’ya gitmiş. 25 sene orada yaşamış.
Orta Amerika’da kurulan medeniyetleri incelemiş.
Kızılderililer üzerinde araştırmalar yapmış… Orada, bizim
Ötüken Kitabeleri’ne benzer kaya yazıları ve resimler
görmüş… Onlarda, tepe, su, hava gibi yirmi beş kadar
kelimenin bugün kullandığımız Türkçede var olduğunu
tespit etmiş. Kayalara çizilen bir resmi de şöyle anlatmıştı:
“Ortada sakallı bir adam, etrafında onu dinleyen sakalsız
insanlar var. Altındaki yazıda da o sakallının Uzak Asya’dan
geldiği, kendilerine çok şey öğrettiği yazılıdır.” Hoca, bu
öğretici kişilerin Türk olduğunu, o medeniyetlerin
kurulmasında payları bulunduğunu söylerdi.
Almanya maceramı dinleyince de aramızda şöyle bir
konuşma geçti:
- Peki, şimdi ne yapıyorsun?
- Ülkücü gençlere dersler veriyorum.
- Nasıl bir ders?
- Tarihî şahsiyetleri inceliyoruz. Bazen gençleri o
zamana götürüyorum; bazen de o şahsiyetleri bugüne
getiriyorum. Ve soruyorum: “Siz o çağda, o kahramanın
yerinde olsanız veya onun askeri olsanız, hadiseler
karşısında tavrınız ne olurdu? Yapılan işin hangisi şahsı
için, hangisi milleti için olmuştur?” O kahramanı günümüze
getirdiğimde de diyorum ki: “Acaba o kişi, meselâ Bilge
Kağan, bugünün meselelerini nasıl çözerdi?” Tabii bu
değerlendirmeler için kuvvetli tarih şuuru ve bilgisi gerekir;
gücüm ölçüsünde gençlere onları da öğretiyorum.
Hoca beni dikkatlice dinledikten sonra tavsiyelerde
bulundu. “Buna şunları da kat: Biz hangi medeniyetlerle
karşılaştık? Onlardan neler aldık, neler verdik? Din ve
103
alfabe değişiklikleri ne getirdi ne götürdü?"
Benim bu çalışmalarımı, takdirkâr ifadelerle,
“Almanya’da Bir Öğretmen Tanıdım” başlığı altında Bayrak
dergisine yazmış; bir kopyasını da bana yollamıştı.
Arşivimde muhafaza ediyorum. (Bu takdirkâr yazının bir
bölümünü ilerde aktaracağım.)
Türk tarihinin sınıflandırılması hususunda da
hocanın tavsiyesi oldu. Ben Türk tarihini Atsız’ın tasnifine
göre, Doğu Türklüğü, Batı Türklüğü ve “Anayurt dışında
kurulan Türk devletleri” olarak okutuyordum. Reha Hoca
dedi ki: “Sınıflandırmaya Kuzey Türklüğünü de kat! O
topraklar da anayurdun bir parçasıdır.”
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu
1982 sonları… Yıllardır kitaplarını, yazılarını zevkle
okuduğum Necmettin Hacıeminoğlu'nu heyecanla
bekliyorum; akşam yemeğinde bizde olacaklar. Bir
arkadaşımla geldiler. "Önemli meseleler yemekten sonra
konuşulur." düşüncesiyle, havadan sudan konuşmalardan
sonra, kurduğumuz yer sofrasına oturduk. Evvela meşhur
Kayseri mantısı geldi sofraya… Hocamız zevkle yedi mantıyı
ve "elhamdülillah" diyerek sofradan çekildi. "Hayrola
Hocam, asıl yemek daha geride, lütfen çekilmeyin!" ısrarım
üzerine, "Mantı tek başına takım yemektir; onun getirildiği
sofraya başka yemek konmaz. Ben doydum. Teşekkür
ederim." dedi. Biz diğer arkadaşla yemeğe devam ettik; o
inmedi.
Çaylarımızı yudumlarken soru sağanağını başlattım.
Yaşayan en büyük Türkçe profesörü olduğu için sorularım
dil üzerine idi. Türk Federasyonu tarafından aylık olarak
yayınlanan Vatana Hasret dergisine tarihî yazılar
yazıyordum. İçinden çıkamadığım imla meseleleri vardı:
Dilimize giren Firenkçe kelimelerin yazılışı, yazıldığı gibi
104
okunmayan Türkçe kelimeler ve tırnak içine alınan
cümlelerin durumu gibi…
Firenkçe kelimelerin imlası ile ilgili sorumu sitemkâr
bir eda ile sordum: "Hocam" dedim. "İmlasında takıldığım
kelimelerin yazılışı için sizin kitaplarınıza ve yazılarınıza
bakıyorum. Aradığımı bulamıyorum. Siz de tiren yerine
tren, pilan yerine plan, pırogram yerine program
yazıyorsunuz. Bunlar dil hanemize istenmeden giren
misafirlerdir. Misafir ev sahibine uymak zorunda değil mi?"
"Uzatma!" dedi merhum. "Ben de aynen öyle düşünüyorum.
Başta ona dikkat de ediyordum; ancak kâtip kız yazımı
temize çekerken onları düzeltiyor (!) Baş edemedim;
yakasını bıraktım." Benim yazımı da Türk Federasyonu
genel merkezinde bu işle ilgili arkadaş düzeltirdi (!)
Dil hanemizin bu acziyetine kendimce şöyle bir
mazeret buldum: Ev sahibinin dayandığı medeniyet,
istenmeden gelen misafirin dayandığı medeniyet karşısında
çaresiz kaldığı için dediğini yaptıramıyor. Yani gelenin
arkası kuvvetli olduğu için ev sahibinin dişi geçmiyor; ona
tâbi oluyor. Bu hırpalanmış, pörsümüş haliyle zaten
yaptırması da mümkün değil. Bugün durum daha da feci; ev
sahibi gelene uymuyor, yerini onlara bırakıp evi terk ediyor.
İkinci husus için de merhum şöyle dedi: "Türkçede
yüzde beş nispetinde yazıldığı gibi okunmayan kelimeler
vardır. Anbar yazılır, ambar okunur; canbaz yazılır, cambaz
okunur; kanbur yazılır, kambur okunur; künbet yazılır,
kümbet okunur; tenbih yazılır, tembih okunur. Fiillerin
şimdiki zaman ve gelecek zaman çekimlerinde de benzer
durumlar var. Dil farklı söylese de, kaidenin muhafazası için
bu kelimeler aslı ile yazılmalıdır.
Üçüncü meseleyi de şöyle bağladı: Tırnak içine alınan
cümle büyük harfle başlar, sonuna nokta konur. Tırnaktan
sonra, tırnak içine alınan cümle yokmuş gibi, asıl cümleye
devam edilir.
105
Hocamızı bana getiren arkadaşım, aile içi ilişkiler
konuşulurken, "Hamza Bey çadıra tek girenlerdendir." dedi.
Bunun ne demek olduğunu sorduğumda merhum şu fıkrayı
anlattı: Memleketin birinde padişah ülkesindeki kazak ve
kılıbıkların sayısını merak etmiş. Biri beyaz, diğeri siyah iki
çadır kurdurmuş. "Kazaklar ak çadıra, kılıbıklar kara çadıra
girsin!" diye de emir vermiş. Kara çadır ağzına kadar
dolduğu halde, ak çadırda sadece bir kişi varmış. Padişah bu
ak çadır yiğidine merakla sormuş: "Bu memleketin bütün
erkekleri kılıbık iken sen nasıl kazak oldun?" Adam gayet
soğukkanlı şu karşılığı vermiş: "Padişahım ben, kazak nedir,
kılıbık nedir, bilmem. Evden çıkarken karım bana 'sakın
kalabalığa karışma' diye tenbih etti; onun için bu tenha yere
geldim."
1981 yılında dernekler arası bilgi yarışmasını
başlatmıştım. Hocamızın geldiği sırada ikincisini
yapacaktık. Rahmetliden genel kültür dalında birkaç soru
rica ettim. "Dur bakalım, önce ben seni bir imtihan edeyim
de millî kültürümüzün neresindesin, anlayalım." dedi ve
sordu: "Bulgur nasıl yapılır?" İmtihan heyecanı ile buğdayın
haşlanmasını unutmuşum. "Önce sen millî kültürümüzü
öğren, sonra başkalarını imtihan et!" diye takıldı.
Bu arada kapı çalındı; açtım; alt kattaki komşu…
Arkadaşım mersedesini yolun ortasına koymuş; arabalar
geçemiyormuş. Dostum anahtarı bana uzatarak, "Hamza
Bey, şunu uygun bir yere çek" dedi. "Benim mersedes
kültürüm de yok, in ve arabanı çek" dedim. Gülüştük.
Galip Erdem
Ülkücü hareketin büyüklerinden Rahmetli Galip
Erdem'i de evimde misafir etme şerefine nail oldum.
Dâvâmızla ilgili konuşmadık hiçbir husus bırakmadık.
Onun ana meselesi Mamak'ta yatan ülkücüler ve onların
106
yakınları idi. Yeterince maddî destek bulamamaktan
yakınıyordu.
Çok temkinli konuşuyor olmasına rağmen Türkeş'e
kırgın olduğunu anladım.
Galip Ağabey çay ve kahve tiryakisi idi. Yemekten
sonra kahve istedi. Hanım yapmak için odadan çıktı. Biraz
sonra kapı aralığından beni çağırdı; evde Türk kahvesi
yokmuş. İçeri girip durumu anlattım. Merhum bana tatlı
sert bir azar çekti. "Bir ülkücünün evinde nasıl olur da
kahve bulunmaz? Seni ülkücülükten tart ediyorum." dedi.
Kahve alışkanlığım olmadığı için bulundurma ihtiyacı
duymadığımı söylemem de beni kurtaramadı. O günden
sonra, içmesem de evimde hep kahve bulundururum.
Şerafettin Yılmaz
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı'nın gayretli,
fedakâr, cefakâr, efsanevî avukatı Şerafettin Yılmaz da evimi
şereflendirenlerdendir. Onunla da uzun uzun dâvânın
seyrini ve neticesini konuştuk. Her anlattığı beni hayretten
hayrete düşürüyordu. Onların tamamını yazmayacağım.
Yalnız şu kadarını anlatayım: O meşhur iddianamede Türk
milliyetçiliği suçlanıyordu. Şerafettin Bey ve yanındaki
birkaç avukat, son safhada iddiaların teker teker
çürütülmesi ve Türk milliyetçiliğinin suç olmadığının ispatı
için esaslı bir savunma hazırlamışlar. Türkeş, "Mesele
anlaşıldı; onun okunmasına gerek yok." demiş. Şerafettin
Bey'i de avukatlıktan azledip, yerine genç bir avukatı
görevlendirmiş, dâvânın adını da, "Türkeş ve Arkadaşları"
olarak değiştirtmiş.
Bir de arşiv meselesi var: Şerafettin Bey, yıllarca süren
dâvânın, yüz binlerce sayfa ve binlerce kılasörden oluşan
muazzam bir arşivi olduğunu, bunların muhafazası için,
kirasını cebinden karşılayarak bir daire tuttuğunu söyledi.
107
Bir gece dairenin kapıları kırılarak evraklar kamyona
yükletilip götürülmüş. Bu hadisenin faillerini de söyledi
ama ben yazmayacağım. İsim vermek onun hakkıdır.
Hatıralarını yazarsa okuruz.
Abdurrahim Karakoç…
Abdurrahim Ağabey'i 1988 yılının Haziran ayında
evimde bir hafta misafir ettim. Türkeş, Avrupa'daki muhalif
sesleri susturması için yollamış. Stuttgart derneğimize
geldiğini öğrenince hemen onu oradan aldım, eve getirdim.
Geliş sebebini öğrendikten sonra dedim ki: "Bak Ağabey!
Sen buradaki hadiselerin iç yüzünü bilemezsin. Durum sana
anlatıldığı gibi değildir. Ülkücüler senin şiirlerinle yetişti.
Dâvâlarına bağlılıkları da senin şiirlerin sayesinde oldu. Sen
bir tarafın değil, Ülkücü Hareket'in tamamının şairisin.
Şimdi taraf gibi olacaksın. Beni dinlersen sen bu iç
meselelere girme!" Beni çok dikkatli dinliyordu; sonunda
hak verdi.
Avrupa kaynıyordu. İkiye bölünmüştük. Vatan, millet,
din, devlet düşmanlarını bir tarafa koymuş, birbirimizle
uğraşıyorduk. Avrupa'daki yabancı kuruluşların en güçlüsü
Türk Federasyonu iken gücümüzü kendimize karşı kullanır
olduk. Yangına, su yerine benzin taşıyanlar da epeyce vardı.
Medar-ı iftiharımız Abdurrahim Karakoç'un bu curcunanın
içine düşmesine gönlüm ve ülkücülüğüm el vermiyordu.
Kendisi için yapılan pırogramı almıştım. Oralara bizzat
götürüyordum. Kimsenin soru sormasına meydan
vermeden, şairin, hangi şiirinde ne demek istediğini, şiirin
yazılış sebebini falan soruyordum. "Karakoç bütün
Türkiye'nin şairidir. Onun sahasını daraltmayalım. Şairler
gönül erleridir, onları günlük siyasetin içine çekmek doğru
olmaz." diyordum.
108
Merhum tabiat âşığı idi. Pırogramının olmadığı
zamanlarda ormanları, tepeleri, dereleri, parkları
dolaşırdık. Akşamları da çevre derneklerden gelen gençlerle
ev sohbeti yapardık. Velhasıl verimli oldu Karakoç'un
ziyareti. Ben Türkiye'ye geldikçe, o Almanya'ya geldikçe
daha çok konuştuk, halleştik, dertleştik.
Ve Prof. Dr. Cemal Sofuoğlu
Çok yıllar sonra bir önemli şahsı daha misafir ettim:
Saygıdeğer dostum Prof. Dr. Cemal Sofuoğlu Merhum…
Kendisini bir televizyon pırogramında tanıdım.
Konuştukça kafamdaki sorular bir bir cevap buluyordu.
Derhal sohbette bahsettikleri, iki arkadaşı ile birlikte
hazırladıkları meali temin ettim. O an elimde buluna sekiz
mealle karşılaştırarak iki kere okudum. Mükemmel bir
çalışma idi. Sekiz sene uğraşarak tamamlamışlar. Hemen
bir teşekkür mektubu yazıp yolladım. Dostluğumuz böyle
başladı; sonra, Kayseri'ye gelmişti, saatlerce görüştük.
Almanya'ya dönünce de irtibatımız kopmadı. "Kur'an'a
Göre Yaşamak" adı altında dersler yapıyorduk. Merhumu
defalarca telefonla misafir ettik. Bazen de görüntülü olarak
katılır, talebelerin sorularını cevaplardı. Takıldığımız
hususları da e-posta ile ona sorar, cevabını derste okurduk.
Hiçbir sorumuz cevapsız kalmadı.
Hocamızı 2013 yılında Almanya/Plochingen'e davet
ettim. Bir hafta evimde beraber kaldık. Her hususta
mutabıktık. Kütüphaneme bakınca, "Hep aynı kitapları
okumuşuz." diye iltifat etti.
109
Merhum Sofuoğlu dernekte sohbet ediyor. Yıl 2013
Onu talebelerimle tanıştırdım. Dernekte defalarca
sohbet etti. Çevre derneklere de gittik ve konuştuk.
İsteğimiz üzerine beraber getirdiği küçük boy meallerin
tanıtımını yaptık. Kanal Avrupa'da, Oğuzhan Erkmen'in
sunduğu pırograma katıldık. Bir buçuk saat
sürdü.
Oğuzhan'ın pırogramındayız
Merhum hocamız da benim gibi, Türk halk müziği
aşığı idi. "Halkının musikisini sevmeyen hocalardan uzak
dur." demişti. Halkımızın dünyevî duygularının adı "türkü",
dinî duygularının adı "ilahi" idi. Bu hususta da mutabıktık.
Hocalarda bir yetersizlik görürse, "Bir of çeksem karşıki
110
dağlar yıkılır." diye dert yanar; benim halimi görünce de
"Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana; bilmem
söylesem mi, söylemesem mi?" derdi. "Nerelisiniz?"
diye sorulan bir soruya, "Sürmeli'yi dinlerken Yozgatlıyım;
Gesi Bağları'nı dinlerken Kayseriliyim; Hüdayda'yı
dinlerken Ankaralıyım; Çarşamba'yı Sel Aldı'yı dinlerken
Samsunluyum. Kütahya'nın Pınarları türküsünü dinlerken
Kütahyalıyım." demişti. Aslen de oralı idi.
Telefon ettiğimde, "Hamza Bey bir şeyler yazmış olsa
da okusam, diyordum; aradın. Teşekkür ederim." derdi.
Cemal hocamızın son yazıştığı kişi benim. 30 Ağustos,
2013 gece, saat on iki… Telefonuma baktığımda, "Kendimi
iyi hissetmiyorum; bana bir şeyler söyle!" diye yazmış
olduğunu gördüm. O saatte telefon etmeyi uygun
bulmadım. "Şimdi rahatsız etmeyeyim. Yarın uzun uzun
konuşuruz muhterem hocam." diye kısa bir mesaj yazdım.
Sabah on sıralarında aradığımda, telefonun öbür
ucunda bir hanımefendi, "Bir saat önce babamı kaybettik."
deyince yıkıldım. Sırtımı dayadığım dağ devrilmişti.
Muhterem hocamızın, Prof. Dr. Abdulkadir Şener,
Prof. Dr. Mustafa Yıldırım ile birlikte hazırladıkları o
emsalsiz meal için bir yazı yazıp, sitemde yayımlamıştım.
Onu kısaltıp, hocamı da rahmetle anarak buraya alıyorum.
BİR MÜKEMMEL MEAL
Bu güzel meali kendi sitemde tanıtmak bana dinî ve
millî bir vazife olarak göründü. Meslekten ilahiyatçı
olmadığım için adımımı boyuma göre atarak, sözü meali
yazanlara bırakıyorum. Eseri en iyi sahipleri tanıtır. Türk
Yurdu dergisindeki mülakatlarını epeyce kısaltarak buraya
alıyorum.
111
"Telif hakları kanununun sonucunda bir Elmalılı
furyası başlamış ve ona dayanarak amatör ilahiyatçılarımız
onlarca meal meydana getirmişlerdir. Bununla birlikte nice
unvanlı hocamızın da amatörler gibi mealler yazdıkları da
bir gerçektir. Bazı mealler o kadar çok ciddiyetten uzak
hazırlanmıştır ki, Elmalılı Hamdi Yazır’ın bazı yanlışları
hemen bütün meallerde tekrar edilegelmiştir. Bu mealler
incelendiğinde çok kere Kur’an’ın anlamlarını doğru
yansıtmadıkları görülmektedir. Manzara gerçekten ibret
vericidir, buna manzara gülünçtür de diyebilirsiniz. Bunun
birçok sebebi vardır. Kur’an-ı Kerim’in kendine özgü bir
üslûbu vardır. Kur’an sadece bugün Temel İslam Bilimleri
dediğimiz ilimleri bilmekle de tercüme edilemez. Kur’an’ı
anlamak için tarih, arkeoloji, antropoloji, sosyoloji, dinler
tarihi gibi birtakım ilim dallarıyla da meşgul olmak gerekir.
Biz bu konularda gücümüz nispetinde bazı kaynak eserleri
incelemeye çalıştık. Gücümüzü aşan yerlerde bu alanlardaki
ilim adamları ile sürekli görüştük.
Edebi bir metinde, bilhassa da Kur’an’da dil ve üslûp
son derecede önem arz etmektedir. Bu üslubu kavramadan
ayetleri doğru anlamak ve tercüme etmek mümkün değildir.
Türkçede meallerin çoğu Kur’an-ı Kerim’in anlamını
büyük ölçüde doğru yansıtmamaktadır. Bunu bildiğimiz için
Kur’an’ın ciddi bir tercümesinin yapılmasının şart olduğu
kanaatine vardık. Allah’a hamdolsun ki belli ölçülerde bunu
başardık. Zaten Kur’an-ı Kerim’i taşıdığı özellikler
dolayısıyla mükemmel bir şekilde tercüme etmek de
imkânsızdır.
Bu arada, şunu ifade etmeliyiz ki, müfessirlerin adları
ve şöhretleri ne kadar büyük olursa olsun, Kur’an-ı Kerim’in
tamamına aynı derinlikte nüfuz edemediklerini gördük.
Büyük bir müfessirin eserinde bulunmayan çok değerli bir
bilgi, başka bir müfessirin eserinde yer alabilmektedir. Bu
112
bakımdan, geniş bir kaynaklar hazinesine sahip olmamız ve
onları iyi değerlendirmemiz meale birtakım farklı özellikler
kazandırmıştır diyebiliriz.
Birkaç örnek verelim: Bakara Suresi 189. ayette Hz.
Peygambere ayın evreleri hakkında soru soranlara cevap
verildikten sonra “Evlere arkalarından girmek iyilik,
güzellik değildir…” buyrulmakta ve asıl iyiliğin takva sahibi
olmak gerektiği belirtildikten sonra “Öyleyse evlere
kapılarından girin.” buyrulmaktadır. Genellikle mütercim-
lerimiz evlere arkadan girmenin Arapçada bir deyim
olduğunu dikkate almamakta ve lâfzî bir tercüme ile işi
geçiştirmektedir. Okuyucu da Kur’an’ın tuhaf ve anlamsız
ayetler içerdiğini sanmaktadır. Oysa ayette belirtilen Hz.
Peygambere onu ilgilendirmeyen sorular sorulmasının
anlamsızlığı vurgulanmaktadır. İşin gülünç yanı, bir deyim
olduğu bilinmediği için açıklama mahiyetinde tuhaf
yorumların yapılmasıdır. Bir başka örnek, Saffat Suresi’nin
88 ve 89. ayetlerinde görülmektedir. Burada Hz. İbrahim’in
putlara karşı duruşu anlatılmaktadır. Lütfen bu satırları
okuduktan sonra elinizdeki herhangi bir mealden
okuyunuz, ibretlik bir tercüme göreceksiniz. “İbrahim
yıldızlara baktı ve ben hastayım dedi”. Hemen bütün
meallerde buna benzer çeviriler göreceksiniz. Meal yazan
büyük âlimlerimiz de dâhil olmak üzere böyle çevirmek-
tedirler. Yıldızlara bakıp da ben hastayım demek ne
demektir Allah aşkına! Evet, bu da bir deyimdir, yıldızlara
bakmak kafasında bir plan yapmak, bir şeyler tasarlamaktır.
İbrahim (as) da kafasında putları nasıl kıracağı konusunda
bir şey tasarlamış ve ben hastayım diyerek ayrılmıştır.
Kıssanın devamı malumdur.
Başka bir örnek verelim: 73. Müzemmil ve 74.
Müddessir surelerinin başındaki kelimeler hemen bütün
mütercimlerce “Ey örtünüp bürünen peygamber!” şeklinde
113
çevrilmiştir. Evet, kelimenin kökünde örtünmek, bürünmek
anlamları vardır. Ancak bu lâfzî (literal) anlamıdır. Asıl
kastedilen anlam şöyle olmalıdır: “Ey büyük bir iş yüklenen
kişi!” Ve “Ey peygamberlik gömleğini giyen kişi!” neden
böyle bir anlam verildiği dipnotlarda açıklanmıştır.
Burada önemli gördüğümüz bir meseleye temas
ederek konuyu bitirelim. Biz Türkler amelde Ebu
Hanife’nin, inançta ise İmam Maturidi’nin mezhebine
mensup olduğumuzu tereddütsüz söyleriz. Ancak çok
gariptir ki, Maturidi hakkında biz hocalar da dâhil olmak
üzere ciddi bir bilgiye sahip değiliz. Onun eserleri henüz
tam olarak ne basılabilmiş ne de dilimize çevrilebilmiştir.
Biz Maturidi’nin tefsirinin yazma nüshasından büyük
ölçüde yararlandık. Aslında Maturidi’nin fikirleri ve
düşünceleri onun yolundan gittiğini iddia eden Türkler
arasında bile gerçek manada yayılabilmiş değildir. Biz her
ne kadar inançta Maturidiyiz desek de gerçekte
düşüncelerimizin Eş’ari kökenli olduğu gözlenebilir.
Dolayısıyla Maturidi’nin görüşlerini yansıtan tercümemizle
hakiki anlamda onun görüşlerinin yaygınlaşacağını ve söz
konusu tezadın ortadan kalkacağını söyleyebiliriz.
Bütün bu açıklamalardan sonra şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bu meali okumadan, Kur’an’ın bazı ayetleri
yanlış anlaşılabilir. Bu meal, ezber bozan bir mealdir ve
taşıdığı özellikler itibariyle Türk mealcilik tarihinde bir ilk
ve bir inkılâptır. Dolayısıyla dini konularda yazan ve
konuşanların bu meali gözden geçirmelerinde büyük
faydalar vardır. Aksi takdirde yanlışlar sürüp gidecektir."
***
Şeref misafirlerimi uğurladım. Şimdi derdimle
dertleşeyim:
Sene ortasında okulun kapanması Almanlara karşı
bizi küçük düşürürdü. Dört yıl Almanya'da kalan bir ailenin
114
hemen toparlanmasının zor olacağını da belirterek, Millî
Eğitim Bakanlığı'na, Stuttgart Başkonsolosluğu'na, Bonn
Büyükelçiliği'ne mektuplar yazıp sürenin ders yılı sonuna
kadar uzatılmasını istedim. Cevap bile verilmedi. Bu arada
bana tanınan 15 günlük süre de dolduğu için müstafi
addedildim. Buna rağmen durumdan kimseyi haberdar
etmeden sene sonuna kadar, ücretsiz olarak görevime
devam ettim.
Öğretmenlik vazifemin sona erdiğini, siyasî sebeplerle
Türkiye'ye gitmemin mümkün olmadığını, burada kalıp
kalamayacağımı Alman yetkililerine sordum, "İş
bulabilirsen kalabilirsin." demişlerdi. Yukarıda anlattığım
kontrolörlük işini bulmuştum. Onu da solcular engelleyince
sap gibi ortada kaldım. "Kalabilirsin" diyen Alman
makamları da yan çizdi ve beklenen akıbet geldi çattı. Dört
kişilik aile sınır dışı kararına muhatap olduk. En geç 31
Aralık 1981'de Almanya'yı terk etmemiz isteniyordu.
Dünyam karardı. Bu halde nasıl dönebilirdim?
Meslekten çıkartılmıştım. Askerî yönetimin beni tekrar
göreve getirmesi mümkün değildi. Türkiye'de ne
yapabilirdim? İşin içinde, en az 90 gün, belki daha fazla
hapis yatmak da vardı. Yakınlarım 12 Eylül günü belediye
hoparlöründen arandığımı, en yakın polis karakoluna teslim
olmamın istendiğini söylemişlerdi. Naçar, Almanya'da
kalmanın yollarını arayacaktım.
Avukatımla görüşerek, sınır dışı kararının iptali için
dâvâ açtım. Arka arkaya iki dâvâ da aleyhimde neticelenince
avukatım, sınır dışı veren makamdan, anayasa mahkemesi
nezdinde dâvâ açacağımızı, biraz süre tanınmasını istedi. O
dâvâ yürütmeyi durdurmazmış; "Gitsin; dâvâyı kazanırsa
geri gelsin." dediler. Önce asmak, sonra yargılamak gibi bir
durum…
115
İlticadan Başka Yol Kalmamıştı Tam bir çaresizlik içindeydim. Epeyce düşündüm.
Madem anayasa mahkemesinin kararı beklenecek, iltica
dilekçesi vererek bu zamanı kazanabilirdik. Avukata bu
düşüncemi bildirince sordu: "Hangi sebeple?" Ülkücü
olduğumu, başta Türkeş olmak üzere, dâvâ arkadaşlarımın
siyasî sebeplerle içeride olduklarını anlattım. "Yani sen
Grauwolflerden (Bozkurtlardan) misin?" dedi. "Evet" der
demez ayağa kalkarak, "Senin o katillerden olduğunu
bilsem öteki dâvâlarını da almazdım. Lütfen burayı terk et!"
diye hiddetlendi.
Bu avukat CDU'lu idi ve onun için onu tutmuştum.
Bizi yanlış tanıdığını, Türkeş'in her gelişinde Bavyera'nın
CSU'lu başbakanı Straus'la görüştüğünü, gazete haberlerini
göstererek ispat ettim. İkna oldu ve beni, iltica işinde
uzmanlaşan Stuttgart'taki bir meslektaşına gönderdi.
Elimizdeki mevcut belgelerle dilekçemizi iltica
dairesine gönderdik. Bu defa da karşıma "kamp" meselesi
çıktı. İltica talebinde bulunanları dâvâ sonuçlanıncaya
kadar kampa alıyorlar. Kamp, başlı başına bir manevî
işkence… Bir dairenin her bir odasını bir aileye veriyorlar.
Banyo, tuvalet müşterek… Yemekler onlardan… Sabah, öğle,
akşam düzenli çıkıyor ama yiyebilirsen tabii…
Kampa götürülüşümüz de başlı başına bir işkence…
İltica talebinde bulunduktan sonra, dâvâ sonuçlanıncaya
kadar Almanya'da kalmak için mahkemeye çıktık.
"Kalabilirsiniz" dendi. Dâvâ süresince evimizde kalmamızı
talebettik; o da kabul edildi. Alman makamları bu karara
itiraz etmiş ve mahkeme onların isteğine uymuş. Avukatım
izinde idi; benim bu karardan haberim olmadı. Bir gün
sekiz polis birden evi bastı. Makineleşmiş Alman polisleri
pis ayakları ile içeri daldı. "Hazırlanın, sizi iltica kampına
götüreceğiz." dediler. Şaşırdık. Yer demir, gök bakır. İltica
işlerinde bana yardımcı olan bir arkadaşı aradım. Polislerle
116
konuşturdum. Kâr etmedi. Makinede çamaşır yıkanıyor.
Onları ıslak ıslak torbalara doldurduk. Giyeceklerimizi
bavula koyduk. Evden çıktık. Polisler kapıyı mühürledi.
Aşağı indik. Çocuklarla arabamıza doğru giderken komiser,
"Çocuklar bizim arabada gidecek." dedi. Ricam kâr etmedi.
Biri üç, diğeri yedi yaşında iki çocuk… Polis arabasına
binmek istemiyor, ağlıyorlar. Bizim durumumuz da
çocuklardan farklı değil… Ben tekrar rica ediyorum; kabul
edilmiyor. Gözümden sakındığım, üzerlerine titrediğim
yavruları makineleşmiş polislere rehin verdim. Çok acı…
Elimden de bir şey gelmiyor. Karşıdaki insan değil,
söylediğim gibi makine, robot… Çocukları kendimden zorla
ayırarak, öfke ile polis aracının arka koltuğuna atıp, kapıyı
kapattım. Bir araç önde bir araç arkamızda 160 km.
mesafedeki iltica dağıtım merkezi Karlsruhe şehrine geldik.
Çocuklar hiç oturmadılar, hep bize baktılar. Biz de elimizle,
başımızla işaretler yaparak onları sakinleştirdik.
Akşamüstü varacağımız yere vardık. Bizi oranın
idarecilerine teslim ettiler. O gece, verdikleri geçici odada
kaldık. Ertesi sabah kalacağımız odaya taşındık.
Bu merkezde bir ay kaldık. Talebimizin hemen kabul
edileceğini ve evimize döneceğimizi ümidediyorduk.
Talebimiz reddedilince Horb şehrindeki kampa naklettik.
Orasını ben istemiştim. Yakınındaki Herrenberg şehrinde,
başta Cengiz Taşer ve ailesi olmak üzere, çok samimi
dostlarım vardı.
Kampta, aklıma geldikçe beni hüzünlendiren,
çaresizliğin ne yaman bir ıstırap olduğunu gösteren bir
hadiseyi daha yazayım:
Çocuklar fazla etkilenmesin, olup bitenleri normal
görsünler diye, kampta kaldığımız tek odalı yere "küçük
evimiz", yaşadığımız şehirdeki yere "büyük evimiz" derdik.
Bir gece, dört yaşındaki kızımız yatağında hıçkırarak,
117
"N'olur Allah'ım bizi büyük evimize götür." diye dua
ediyordu. Bir baba olarak nasıl katlanılır buna?
1985 ortalarına kadar ailece orada kaldık. Sonra onlar
kamptan çıkartıldı. Yaşadığımız şehirde kiraladığımız bir
eve taşındı. Benim kamp hayatım, farklı farklı yerlerde iki
sene daha devam etti.
Kamp Hayatı
İltica dairesi bir ay içerisinde talebimizi reddedince
mahkemeye müracaat ettik. Biraz daha belge toplamıştım.
'84 yılında dâvâyı kazandım. Devlet savcısı itiraz etti. '85
yılında da bir üst mahkemeyi kazandım; idare yine itirazda
bulununca, durum Berlin Yüksek İdare Mahkemesi'ne
intikal etti. Orada uzlaşmaya gittik. Almanlar verdikleri
sınır dışı kararını kaldıracak, ben de iltica talebimi geri
çekecektim. İki taraf da bu karara uyduk. 81'in Mayısı'nda
başlayan kalma mücadelesi 87'nin Mayısı'nda lehime
sonuçlandı.
Kamptaki hayatımdan da biraz bahsedeyim: Kamp,
çoğunluğu Türk olan insanlarla dolu… Solun her çeşidi
orada… Ülkücü olarak ben tekim. Hepsi de bana ters
bakıyor.
Bir gün yakın derneklerimizden birine sohbete
gideceğim. Yanımda bölge başkanı arkadaşım var. Evden
çantamı aldım. Kapıyı açınca koridora bir yığın kadının
toplanmış olduğunu gördüm.
Bağırıyorlar: "Faşistler buraya giremez!" "Hanımlar!
Eğer kast ettiğiniz ben isem, zaten gönlümle buraya
gelmedim. İdareye söyleyin beni bıraksınlar. Siz de rahat
edin." dedim. İşim olduğunu, yolu açmalarını söyledim.
Çekilmediler. Koridor dar ve uzun… Aralarından geçmek
zor… Dedim ki: "Hanımlar sizin kocalarınız yok mu?
Onlarla konuşalım." "Buradayız" diyerek merdiven altından
5-6 kişi çıktı.
118
Biz iki kişiyiz, onlar kadın erkek bir dizine insan…
Kavgayı kazanmanın imkânı yok. Başkanları durumundaki
adamın yanına yaklaştım. "Beri bak!" dedim. "Kavga bir
celselik değildir. Siz şimdi kalabalıksınız; bizi dövebilirsiniz
ama akşama hepinizin postu buraya serilir. Bizi iyi
tanırsınız."
Bu tehdit sonuç verdi ve dağıldılar. Buna rağmen,
haber vermem üzerine akşam, yakındaki derneğimizden
birkaç kişi gelip, kabadayıları dışarı çağırdı fakat kimse
çıkamadı. Orada kaldığım süre boyunca da bir şey diyen
olmadı.
***
1980 ortalarında bir arkadaşımla görüşmek için
arabamla 300 km mesafedeki Giesen şehrine gitmiştim.
İstasyonda, arkadaşımın evini bilen birisi ile buluşacaktık.
Bir anlaşmazlık oldu, buluşamadık. Telefon da şimdiki gibi
yaygın değil… Vakit gece… Şehirde dolanıp duruyorum.
Buluşacağımız arkadaş doktor. Hastane arıyorum. Yardım
almak için, ışığı yanan bir Alman'ın kapısını çaldım. Yaşlı
bir kadın… Hastaneleri arayarak, adamı buldu. Telefon
masrafları için para vermek istedim. Kabul etmedi ve bir
milliyetçi olarak, hayran kaldığım şu karşılıkta bulundu:
"Sen de bir Alman'a yardım edersin."
***
Almanya'da farklı iltica kamplarında kaldım. Bunların
birinde TİKKO'cuların arasına düştüm. Kim olduğum
bilinmediği için ilk gün beni çaya davet ettiler. Baktım,
masada farklı farklı bardaklar. Kendimi kabul ettirmek için,
bu farklılığı bahane ederek onlara çıkıştım: "Siz eşitlikten
yana olan bir hareketin mensuplarısınız. Kendi hayatınızda
bunu yaşamazsanız halkı nasıl yaşatacaksınız? Ne bu
bardakların hâli? Neden bir takım bardak alıp, herkese eşit
çay vermiyorsunuz? Örgüt sizin bu halinizi görse ne der?"
Özür dileyen dileyene… Bu çıkışla kendimi kabul ettirdim.
119
Sabah çay hazırlamak için mutfakta çalışan Mardinli
birinin yanına vardım. "Sen ötekilere benzemiyorsun.
Onların arasında ne işin var?" diye sordum. Şunları anlattı:
"Hoca, ben onların gittiği yol hakkında hiçbir şey bilmem.
Benim bir tıraktörüm vardı. Köyün tarlalarını ücretle
sürerdim. Başka biri de tıraktör aldı ve rekabet başladı. Bir
gece benim tıraktörün deposuna kum doldurmuşlar. Bunu
haber alan TİKKO'cular geldi. Tıraktörümü bir mersedesin
arkasına bağlayıp, 'faşistler yoldaşımızın tıraktörünü
işlemez hâle getirdi; kahrolsunlar.' diye, ellerinde dövizlerle
Mardin'in ana caddesinde gezdirdiler. Sonra da bana: 'Sen
artık mimlendin; burada kalamazsın. Seni Almanya'ya
yollayalım.' dediler. Öyle geldim buraya."
"Peki, onların ne menfaati var, seni buraya
getirmekle?" demem üzerine, "Olmaz olur mu? Almanların
bize ödediği paranın yarısını her ay alırlar." dedi.
Ayda ödenen 160 marktı. Bu paranın alındığı gün
toplantı yapar, aralarında dolaşarak parayı toplarlarmış.
Katılmak da mecburmuş. Ellerinde liste var ya…
Yahovacılarla Tartışma
Kamp hayatı beni Yahovacılarla yüz yüze getirdi. Kapı
komşum onlardandı. Her salı evinde toplantı yapılıyordu.
Bazı günler dinleyici olarak ben de katılırdım. Saf saf
sorular sorarak onların açılmasına zemin hazırlıyordum.
"Alte Testament (Eski Ahit)" okutuluyor, açıklamalar
yapılıyordu. Beni kazanmak için iddialarına Kur'an'dan
deliller getiriyorlardı. "Kur'an'ın bu söylediklerini kabul
ediyorsunuz, demek." dedim. "Evet" demeleri üzerine,
"İşinize gelen kısmını kabul edip, gelmeyenleri
reddedemezsiniz. Kur'an'da Allah indinde dinin İslam
olduğunu ve Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu
anlatan ayetler var. Onları da kabul etmek zorundasınız."
dedim. "Bizler de sizin gibi Müslüman idik; hamdolsun
120
şimdi hidayete erdik." diyerek konuyu değiştirdiler.
Başkanları durumundaki Hataylı Mustafa'ya sordum:
"Müslüman iken hangi mezhebe göre ibadet ederdiniz?"
"Yanlış anlama Kürt değilim." diye karşılık verdi. Bu cevap
üzerine onunla İslam ve Kur'an hakkında konuşmanın
faydasız olduğunu anladım. Kaldığı şehre yolum
düştüğünde sordum, soruşturdum; tanıyan çıkmadı. İsmi
gibi yeri de Yusuf adında birisi katılmaya başladı. Onunla da
"Yahova" adı üzerinde görüştük. Sordum: "Yahova'nın,
inandığınız ilahın has ismi olduğunu ve Hz. İbrahim'den
beri bilindiğini söylüyorsunuz. Doğru mu?" "Evet!" deyince,
kendilerinden aldığım "Eski Ahit" kitabının, Çıkış (Huruç)
kısmının 6. bölümünün 3. cümlesini gösterdim. Orada
deniyor ki: "İbrahim'e, İshak'a ve Yakub'a Kadir olan Allah
olarak göründüm; fakat onlara Yahova ismimle malum
olmadım." Sordum: "Buna ne dersiniz? Tutunduğunuz
bütün dallar çürüktür; Kitabınızda daha öyle tutarsızlıklar,
öyle ahlaksızlıklar var ki, saymakla bitmez." diyerek,
bazılarını gösterdim. Lut'un kızlarının babaları ile yatması;
Yakub'un Tanrı ile güreş tutup, onu yenmesi gibi…
Bu görüşme son oldu. Bir daha beni toplantılarına
almadılar.
Yeni Havaricilerle Tartışma
Bu meseleyi, haftalık yazı yazdığım Tercüman
gazetesinde ve kendi dergim Yumak'da yayımlamıştım.
Avrupa'da yaşayan gençlerimize faydalı olacağını
düşünüp, kısaltarak buraya da alıyorum.
Kader, bizi, bize benzemeyen, bizim de onlara
benzemeyeceğimiz bir toplum içerisinde yaşamaya mahkûm
etti. Birlikte yaşadığımız insanların adet, gelenek, inanç ve
kanunlarına saygılı olmak mecburiyetindeyiz ve elimizden
geldiği kadar da oluyoruz. Aslında, bu toplumun büyük
121
ekseriyeti de aynı bizim gibi düşünüp; bizim adet, gelenek
ve inançlarımıza saygılı oluyorlar. Ama bir kısmı da var ki,
insanı canından bezdiriyor. Evden kovmaya, kapıyı
suratlarına çarpmaya, azarlamaya bizi mecbur ediyorlar.
Tartışarak görüş değiştirmek mümkün değildir; hele
inanç değiştirmek hiç mümkün değildir. Böyle olmasına
rağmen, bu yolu denediğimiz çok oluyor. Bazen mecbur
kalıyoruz. En azından, yanımızda bulunan ve bizim gibi
düşünen insanların faydasına olacağını düşünerek böylesi
tartışmalara gönüllü girdiğimiz de oluyor. İşte bu yazımla
ben, şahsen katıldığım ve yüze yakın Müslüman'ın da hazır
bulunduğu, ciddî, seviyeli, biraz da ilmi sayılabilecek bir
tartışmayı arz etmek istiyorum.
Muhataplarımız, Yeni Havaricilerin eyalet yetkilileri
idi. Hepsi de teoloji tahsili yapmış, doktor kimselerdi.
Başlarındaki de profesördü.
Dernek yöneticisinin "hoşgeldin" konuşmasından
sonra söz aldım ve dedim ki: "Bizi, dinler karsısında nötr
kabul ederek, dininizi anlatın. Anlattıklarınız bizi tatmin
ederse, sizden oluruz. Bu arada aklımıza takılan bir şey
olursa sorup, cevap isteyeceğiz. Sizi dinliyoruz; buyurun."
Özetle dediler ki:
"İsa'dan 4000 yıl önce Adem yaratıldı. O, Tanrı'nın
yasak ettiği bir işi yaparak SUÇ isledi. İNSANLAR o suç ile
İsa'ya kadar yaşadılar. Tanrı onlara acıdı ve OĞLU'nu
insanların kurtuluşu için kurban verdi. O, bizim için öldü ve
tekrar da bizim için GELECEK ve kendisine inananları
cennete götürecek. O gelinceye kadar, KUTSAL RUH
insanlara yol gösterecek; o, her an insana inmektedir."
Bu ifadeler, kalıptır; Hıristiyan olmanın
gerekçeleridir. Her pıropagandist işe buradan başlar.
Görüldüğü gibi altı husustur.
122
Kendi kitaplarını kaynak göstererek işin öyle
olmadığını izah ettim:
1. İnsanlık 4000+2000=6000 yıllık mıdır?
Kitapları (Eski ve Yeni Ahit) insanlık tarihini 6000 yıl
olarak hesap ediyor. Gerçi, bu hususta birbirini tutmayan
tarihler veriliyor, ama ben, işin o yönüne temas etmeden
şöyle sordum: "Sizler üniversite bitirmiş insanlarsınız. Bu
seviyeye gelinceye kadar pek çok ilim öğrenmiş olmalısınız.
Yeryüzünde ne kadar zamandan beri insan yaşamaktadır?
Tarih, sosyoloji, coğrafya vb. ilimler ne diyor? Kitabınızın
verdiği sayı ilmi midir?" ilimle dinin aynı olması şart
değildir, gibi bir şeyler söylediler. Dedik ki: "Bu iş inançla
ilgili bir husus değildir, müspet ilimlerdendir, ilim; iki, iki
daha dört eder, derken, kitabınız, beş eder diyorsa, herhalde
buna inanmamızı isteyemezsiniz."
Bu birinci mesele, aslında pek önemli bir şey değildi.
Ancak, ilmi arkamıza alarak kitaplarındaki hatayı gösterip,
tartışmada pisikolojik üstünlük sağlamak istedim ve iyi de
oldu, diyecek bir şey bulamadılar.
2. "Âdem'in sucu (Aslî Suç meselesi) bağışlanmamış
mı idi ki, İsa, ta bize kadar uzanan bu suçu bağışlatmak için
canını verdi?"
Kitaplarının Almanca baskısından okudum:
- Tekvin 3/21: "Ve Rab Allah, Âdem için ve karısı için
deriden kaftan yaptı ve onlara giydirdi. Bu ifade aflarına
delil değil mi acaba?"
- Tekvin 3/17: "Toprak senin yüzünden lânetli oldu,
denmişken,"
- Tekvin 3/21: "Âdem'in yüzünden artık toprağı
lanetlemeyeceğim" diyor. "Lanetlenmiş, doğru; ama
affolmuş."
- Tekvin 9/3-17 Dikkatlice okunduğu zaman Allah'ın,
123
insanları ve sair mahlûkatı affetmiş olduğu anlaşılmaktadır.
- Hazkıyal 18/4: "Suç işleyen can, cezasını kendi
çeker."
Hz. Âdem de bir candır; suç işlemişse cezası da
kendisine aittir. Ayrıca, İsa'nın gelerek başka insanların
suçunun cezasını çekmesi bu ifadelerin ruhuna aykırı
düşmektedir. En mühimi, "İsa'nın, dünyaya bu iş için
gönderildiğini nerden anlayacağız? Kitabınızda yerini
gösterin." dediğimde, "Biz hafız değiliz, ezbere bilemeyiz."
dediler.
3. İsa (Onların dilinde Yesus) bütün insanlığa mı
gönderilmiş idi? Yoksa bir kavim peygamberi miydi?
Bu soruyu soruş sebebini de şöyle izah ettim: "Bizi
İsa'nın sancağı altına davet ediyorsunuz ya, O acaba bizi
kabul eder mi? Sonra orada peygambersiz kalmayalım..."
Yine kitaplarına müracaat ettim:
-Matta 7/6: "Mukaddes olanı köpeklere vermeyin ve
incilerinizi domuzların önüne atmayın ki, onları ayakları
altında çiğnemesinler ve dönüp sizi parçalamasınlar. "
-Matta 15/22-28: "Ve, iste, Kenanlı bir kadın o
sınırlardan geldi; ve 'Ya Rab, bana merhamet eyle, sen, ey
Davud oğlu! Kızımı kötü bir halde cin tutmuştur.' diye
bağırdı. Fakat İsa ona bir söz cevap vermedi. Ve şakirtleri
gelip 'Onu uzaklaştır, çünkü arkamızdan bağırıyor.' diyerek
İsa'ya yalvardılar. Fakat İsa cevap verip dedi: 'BEN İSRAİL
EVİNİN KAYBOLMUŞ KOYUNLARINDAN BAŞKASINA
GÖNDERİLMEDİM;' Fakat kadın geldi ve: Ya Rab, bana
yardım et, diye ona tapındı ve İsa cevap verip dedi: Ço-
cukların ekmeğini alıp onu köpeklere atmak iyi değildir.
Fakat kadın dedi: 'Evet, ya Rab, zira köpekler de
efendilerinin sofrasından düşen kırıntılardan yerler.' O
zaman İsa cevap verip kadına dedi: 'Ey kadın imanın
büyüktür; istediğin gibi olsun.' Onun kızı o saatte iyi oldu."
124
-Markos 7/25-30: "Fakat küçük kızında murdar ruh
olan bir kadın, İsa hakkında haber aldı ve hemen gelip
ayaklarına düştü. O kadın Yunanlı olup Suriyeli Fenike
ırkındandı. Kızından çini çıkarması için ona yalvardı. İsa
ona dedi: 'Bırak, önce çocuklar doysunlar; çünkü çocukların
ekmeğini alıp onu köpeklere atmak iyi değildir.' Kadın da
cevap verip ona dedi: 'Evet, ya Rab, köpekler de sofra
altında çocukların kırıntılarından yerler.' O da ona dedi: 'Bu
sözden dolayı git, cin senin kızından çıkmıştır.' Kadın evine
gidip cini çıkmış ve kızı yatakta yatar buldu."
Görüldüğü gibi, sizin İsa'nız indinde biz köpeğiz; o
halimizle Yahudi artıklarına razı olursak bizi lütfen kabul
edecek... Bu zillete siz ve atalarınız katlanmışsınız ama
Türkler'den Yahudi'ye kölelik bekleyemezsiniz. Bütün
bunlardan, İsa'nın, Yahudi kavmi için geldiği apaçık
anlaşılıyor." dedim.
Vakit hayli ilerlemişti. Muhataplarımız, biraz da alışık
olmadıkları bir biçimde yerde oturduklarından dolayı
sıkılmaya başladılar. Zaten köşeye de sıkışmış durumday-
dılar; bıraksak hemen gideceklerdi. Buna rağmen kısaca su
hususları da sorup, yine kendim izah ettim:
4. "İsa (Yesus) Tanrı'nın oğlu mu idi?
O halde Matta incilinin birinci ve Luka incilinin
üçüncü babında anlatılan şecere niçin? Bunların, birbirle-
rini tutmadığı bir yana, ikisi de Meryem'in kocası Yusuf'a
ait. Niye? İsa'nın şeceresidir, diye başlayıp, babası kabul
edilen Yusuf'a bağlanması, üzerinde düşünülmesi gereken
bir husus değil mi? Demek ki, başlangıçta 'Allah Oğlu' diye
bir husus yokmuş ve normal ataları sıralanmaya çalışılmış."
Bu meselenin İznik toplantısında, Bizans kıralının kılıç zoru
ile papazlara kabul ettirdiğini ve kaynağı hakkında da bilgi
vermek istedim, ama dinlemeye pek istekli görünmediler.
5. "İsa göğe çıktı mı ki, geri gelsin?
125
Bu çok mühim mesele Matta ve Yohanna İncillerinde
yok!.. Luka İncili; "Dirildiği gün çıktı." derken, Markos
İncili tarih belirtmemiş. Sadece, Luka'ya ait olduğu kabul
edilen "Resullerin İşleri" kısmında, 40. günde deniliyor ki,
bu günkü uygulama da ona göredir. Hıristiyan inancının en
önemli rüknü olan "geri dönüş", kitabınıza kıl ipi ile bağlı...
Onun için, gittiği bile pek belli olmayan bir İsa'nın geri
geleceği ümidi bizi cezbetmiyor. Öyle olsa İncillerinizin
hepsi ve diğer bölümler bununla dolu olurdu." dedim,
itirazları olamadı. Yalnız, birisi, ellerine verdiğimiz Almanca
Kitabı Mukaddes'i evirip çevirdikten sonra: "Bu, bizim
kullandığımız kitap değil." dedi. "Her mezhebin ayrı bir
incili varsa, biz hangisine itibar edeceğiz?" demem, onları
iyice perişan etti ve son mesele olan "Kutsal Ruh" işini ele
alamadık. Kiliselerinde konuşma talebim de reddedildi.
"Dinlemeye gelebilirsiniz, ancak konuşamazsınız." dediler.
Toplantımızda bulunan Harun isimli Alman Müslüman'a, bunları İslam'a davet etmesi için sözü bıraktım. O, "Bunlar misafirdi; üzerlerine bu kadar sert gitmen yanlış oldu." diye önce beni azarladı. Sonra da papazlara, "Tutar dalınız kalmadı; mat oldunuz! Elinizdeki din kitabının asıl kitap olmadığını, bu tartışmadan sonra siz de anlamış olmalısınız. Israr ve inat din adamına yakışmaz. Birbirlerini tamamlayarak gelen dinlerin sonuncusu İslam'dır. Onun gelmesi ile diğer dinlerin hükümleri kaldırılmıştır. Sizi İslam'a davet ediyorum. Gelin ve benim gibi siz de kurtulun."
Muhataplarımız, ırkdaşlarının bu samimi davetini de
kabul etmediler.
Derneklerin Bir Çatı Altında Toplanması
Her gelişimde olduğu gibi 1978 yaz tatilinde de
Türkeş'i ziyaret edip, sözlü raporumu verdim. Bana sordu:
"Avrupa'dan gelen arkadaşlar derneklerin bir çatı altında
126
toplanmasını, yani federasyona gidilmesini istiyorlar. Ne
dersin?"
Ben, henüz o seviyeye gelemediğimizi, kadrolarımızın
yetersizliğini, federasyona gidilirse, bizden daha güçlü olan
sol kuruluşlara boy hedefi olacağımızı söyledim. "Ben de
öyle düşünüyorum; federasyon bizim için erken." dedi.
Benim Türkiye'ye geleceğim sırada Necati Uygur
dernek yöneticilerini Köln'e davet etmişti. Benim de
katılmamı istedi. Ben, yerime arkadaşım Celal Duman'ın
katılmasını, beni aratmayacağını söyledim. Celâl'le de
oturup bir sıtrateji tespit ettik; beni tanıtacaktı. O, bu işi
hakkıyla yaptı. Ama özel hesabı olan birkaç kişi de benden
rahatsız olmaya başladı.
Bu çalışma, ileride mutlaka kurulması gereken
federasyonun ön hazırlığı olacaktı. Dernek yöneticileri
birbirlerini daha yakından tanımaya yönelik bir toplantı idi
bu…
Bu arada, ismi değmez bir fındık tüccarı derneklerde
ağabeyliğe soyunmuştu. Federasyon kurma zamanının
geldiğini söylüyor, bunun için toplantılar yapıyordu.
Türkeş'le görüşmemizde bunu anlattım. "Ben ona öyle bir
vazife vermedim. Onun derneklerde sohbet etmesi için izin
istendi, sadece ona müsaade ettim. Keşke kalıp, onun
çalışmalarına mâni olsaydın." dedi. Bu hadisenin altından
da Enver çıktı. İleride hainliği ortaya çıkacak olan o tüccar
sayesinde Avrupa'yı elinde tutmak istiyordu.
Aradan bir ay ya geçti ya geçmedi, Frankfurt'ta bir
toplantıya çağrıldım. Avrupa'nın her tarafından 600 kadar
ülküdaşımız gelmişti. Ahmet Er, Enver Altaylı, Necati Uygur
ve o malum fındıkçı, federasyon kurmak için gelmişler.
Toplantıyı idare eden Ahmet Er uzun bir nutuk çektikten
sonra, "Şimdi sıra federasyonumuzu kurmaya geldi."
deyince beynimden vurulmuşa döndüm ve "Bunu bir
127
müzakere etsek" diyerek söz istedim. Federasyonun
faydalarını anlattığı konuşması bitince bana söz verdi.
Daha bir ay önce bana federasyon kurmanın
zamanının gelmediğini söyleyen Lider'e karşı bir oyun
oynandığı zehabına kapıldım. İşin içinde Enver olunca
mutlaka bir dalavere çevriliyordur diye düşündüm.
Ön sırada oturuyordum. Ayağa kalktım. Yüzümü
salona dönerek konuşmaya başladım. Aklımda kaldığı
kadarı ile konuşmamda, federasyon kurmanın dernekçiliğin
olmazsa olmazlarından olduğunu, ancak bu safhada buna
durumumuzun müsait olmadığını, bir müddet daha
beklemenin yerinde olacağını, "Başkalarının var, bizim de
olsun" anlayışının yanlışlığını anlattım. Konuşmam sık sık
alkışlarla kesiliyordu. Son cümle olarak da daha yüksek
sesle şöyle dedim: "Bu hususu bir de büyüğümüze
danışsak!"
Ahmet Er sahneden gürleyiverdi: "Otur! Sözünü
kesiyorum." Sahneye döndüm; başımla selam vererek
"emredersiniz" deyip yerime oturdum.
Bu şahsı gıyaben tanır; radyo konuşmalarından,
yazılarından, hele "Muhammedî düzen kuracağız" dediği
için yargılanmış olduğundan dolayı severdim. Ayrıca
"14'lerden" idi.
Yerime oturunca bana, başta bu Ahmet Er olmak
üzere, sahneden hücumlar başladı. Sırayla oradaki dört kişi
de öfkesini üzerime boşalttı. Sonunda Ahmet Bey şöyle
dedi: "Biz büyüğümüzden habersiz buraya gelmiş değiliz.
Federasyon kurulması için onun yazılı emri de var." Sonra
Enver'e dönerek Türkeş'in yazılı emrini okumasını istedi.
Enver bir çırpındı, ceplerini yokladı; çantasına baktı.
"Ağabey mektup otelde kalmış, toplantıdan sonra bazı
arkadaşlar bizimle otele gelsin, onlara gösterelim." dedi.
Toplantıdan sonra hayli kalabalık bir halde otele giden
128
arkadaşlar o olmayan mektubu görememişler. Enver, onlara
bu defa da mektubun Türkiye'de kaldığını söylemiş.
Anlaşılmış olacağı gibi, bu izin işini de Enver
uydurmuş.
Mektup meselesi kafaları karıştırınca toplantıya ara
verildi. Ben, Ahmet Bey ile görüşmek için sahneye çıktım.
"Bu işte bir iş var; daha bir ay önce Türkeş, federasyonun
zamanı gelmediğini söylemişti. Her şey bu bir ayda mı
olgunlaştı?" deyince, adamın da kafası karıştı. "Stuttgart'a
geldiğimde sizinle bu hususu ve derneklerimizin durumunu
görüşeceğim." dedi ama gelmek kısmet olmadı; Enver,
oynadığı oyunun farkına varılmaması için, onu doğrudan
Münih'e uçurmuş, oradan da Türkiye'ye…
Federasyon kuruldu, başına da o fındıkçı getirildi.
Zavallı Necati Uygur kendisinin başkan olacağını
zannediyordu.
Aradan ne kadar zaman geçti, bilemiyorum. MHP
genel merkezinde, yanımda Mustafa Öztürk olduğu halde
bu Ahmet Er ile karşılaştık. Akşam Namık Kemal Zeybek
bizi yemeğe davet etmişti. Mustafa Bey'e, "Beni şimdi
tanıtma, eve varınca tanışalım." dedim.
Oturunca arkadaşım beni Ahmet Bey'e takdim etti.
Adam adımı duyar duymaz, "Seni iyi hatırladım. Bizim
federasyon kurmamıza karşı çıkmıştın." dedi.
Cevabım biraz sert oldu: "Yaptığınız hatanın tamiri,
Namık Kemal Bey'in delaleti ile Federasyon başına
gönderilen arkadaşın ve onun yardımcılığını yapan Ali
Batman Bey'in ve karınca kadarınca, bizlerin de desteği ile
aylarımızı aldı. Federasyonu kurunca başına getirdiğiniz
adamın, genel merkeze kadın getirdiğini, kahvehanelerde
içki içtiğini görenler bana anlattı. Bütün bu ahlaksızlığının,
ayyaşlığını yanında hain idi de…" dedim, söyleyecek söz
bulamadı. Arkadaşlar da lafı değişirdi.
129
Fındıkçının hainliğinin belgesini de sunup, bu bahsi
kapatalım.
Bu belge, 30 Mart - 10 Nisan 1979 tarihlerinde
zamanın içişleri bakanı Hasan Fehmi Güneş ile bu adı
değmez kişi arasında geçen 3 saat 20 dakikalık bir
konuşmanın çözümüdür. Bir dâvâya ışık tutacağı düşüncesi
ile 12 Mayıs 1997'de "Cinayetlerden Türkeş'in Haberi
Var" üst başlığı altında, tam bir sayfa olarak, Hürriyet
gazetesinde yayımlandı. Konuşmanın habersizce kayıt
altına alındığı da belirtiliyor.
Tarihe dikkat edilecek olursa, o hak etmediği genel
başkanlıktan alındıktan sonra, kuyruk acısı ile zırvaladığı
neticesine varılmaktadır.
Rahmetli Türkeş aleyhine çok şeyler yazıldı, söylendi
ama hiç birisi bunun kadar seviyesiz değildi.
Sadece Türkeş değil, başta rahmetli Yazıcıoğlu olmak
üzere, hareketimizin önde gelenleri hakkında da bir yığın
iftiranın sıralandığı bu hezeyan-name için daha fazla
yazmak istemiyorum. İlgi duyan kardeşlerime gazetenin
kopyasını çıkartıp yollayabilirim.
Yalnız konu ile alakalı bir üzüntümü belirtmeden de
geçemeyeceğim. Bu artiste Türkeş tarafından böyle bir
vazife verilmiş olamayacağına kimseyi inandıramadım. Hoş,
inanmış olsalar ne yapabilirlerdi ki? "Gökten ne yağsa yer
kabul eder." misali, merkezden ne gönderilse "ülkücü
disiplin(!)" adına, ona döş düğmeleniyor. Avrupa
Ülkücülüğü"nde 40 yaşının altındaki insanlarda sorgulama
yok, muhakeme yok, körü körüne itaat var. Sığınakları da:
"Lider-Teşkilat-Doktrin tartışılmaz(!)." yutturmacası..
Görevli iken kıraldan fazla kıralcı oluyorlar; herhangi
bir sebeple görevleri sona erince de, suçlamalar, ahkâm
kesmeler, kırılmalar, kopmalar başlıyor. Seksen beşlerde
Avrupa'nın en güçlü teşkilatının seçimlerdeki halini gördük.
PKK'nın bile gerisinde kaldılar. Nereye gitti bunca ülkücü?
130
Bir de yenilgiyi zafer gibi göstermezler mi, kahroluyor
insan…
Avrupa ülkücülüğü hakkında söyleyeceklerim
bunlarla sınırlı değil, yeri geldikçe başka değerlendirmeler
de yapacağım.
O güne kadar hareketin gayrı resmî başkanlığını
götüren Rahmetli Necati Uygur'a, "Ağabey, bu işte bir bit
yeniği var; atla Türkiye'ye git; büyüğümüzle konuş." demem
de bir işe yaramadı. "Ya gerçekten bu adamı Türkeş
görevlendirdi ise, o zaman büyüğümüze saygısızlık yapmış
olmaz mıyız?" diye çekindi.
Necati Bey gitmeye yanaşmadı. Yaz tatili dolayısı ile
ben Türkiye'ye gelmiştim. Arkadaşım Mustafa Bey'e
durumu anlattım. Birlikte Avrupa'daki vaziyetimizi anlatan
kısa bir rapor hazırladık. Genel merkezi ziyaret ederek,
raporu Türkeş'e takdim ettim. Şifahi bilgiler de verdim.
15. 06. 1978 tarihli dört maddelik raporun ilk iki
maddesi konumuzla alakalıdır. Arz edeyim:
Avrupa'daki hareketimizin başarıya ulaşması için;
1) Liderimizin yükünü hafifletmek ve işlerin daha
süratli yürütülmesi için Ankara'da "Yurtdışı Koordinasyon
Kurulu" teşkil edilmesi… Hizipleşmelere sebep olmaması
için bu kurula Enver Altaylı'nın alınmaması…
2) Federasyon çalışmalarını yürüten kişiler yetersiz
ve hizipleşmeleri körükleyici bir tutum içerisindedirler. Bu
durum ülkücü camiayı rahatsız etmekte ve karşı
guruplaşmalara yol açmaktadır. Federasyon'un başına
çekirdekten yetişme bir ülkücünün gönderilmesi…
***
Bu fındıkçı belasını, "Efsanevî(!) İstihbaratçı" Enver
başımıza sarmıştı; yedi sene sonra, parçalanmamıza sebep
olan daha büyük bir belayı da Muharrem Bey sardı. Yeri
gelince anlatacağım.
131
Enver'in efsaneliği nereden çıktı? demeyin; öyle
imiş… Ben bu hatıraları yazarken bir televizyon kanalında
sürekli alt yazı geçiyordu: "Biraz sonra Efsanevî İstihbaratçı
Enver Altaylı açıklayacak." diye… Hangi hizmetinden dolayı
bu sıfatı kazandığı benim meçhulümdür. Bana kalsa ona,
yaptığı işle mütenasip daha uygun sıfatlar bulurdum.
Önüne geleni Mitçilikle suçlayan Enver'in kendisinin
MİT'e çalıştığını ta 1977'nin sonlarında rahmetli Türkeş'ten
duymuştum. Rahmetli Gün Sazak ile Almanya'ya gelmişti.
Yukarıda bahsettiğim belgenin teslimi sırasında Gün Bey,
Enver hakkında bilgi isteyince şöyle demişti: "Doğu Paşa
(Fuat Doğu, 1966-1971 MİT Müsteşarı) benden Rusça bilen
bir isim istedi. Yetiştirip, Türk illerinde vazife
vereceklermiş… Bu Enver'in babası Şakir Efendi Adana'da
komşumuzdu. Kendi halinde iyi bir adamdı. Rusça bildiği
için onun oğlunu tavsiye ettim."
Türk Federasyonu'nda Serdar Çelebi Dönemi
Ölü doğan Federasyon, Serdar Çelebi'nin gelmesi ile
canlandı. Onun ilk iki yılı, kiminle nasıl çalışacağını
bilemediği için bir bocalama, sınama-yanılma yolu ile geçti.
Kendinden önceki genel merkez kadrosunu ve bölge
yöneticilerini değiştiremedi.
Buradan kendime bir pay çıkartayım. İlk
karşılaşmamızda ona dedim ki: "Serdar Bey sana devredilen
insanlar milletvekilliği vaadi ile kandırılmış, çevrede
sevilmeyen insanlardır. Hele genel muhasipliğe getirdiğin
adam şaibelidir. Ben sana yardımcı olayım. Yeni ve temiz
insanlardan bir kadro kuralım."
Ben dedim, ben dinledim. Adam oralı olmadı. "Bir şey
yapamazlar." demekle yetindi. İstişareye kapalı, bildiğinden
şaşmaz bir adamdı. Kendine çok güveniyordu. Tek adam
olmak hevesindeydi. Her şeye hükmetmek istiyordu.
Ülkücülük onun tekelindeydi. İnsanlar ancak onun verdiği
132
müsaade nispetinde "Türkeşçi" olabilirdi. Bu nefsanî güven
başına çok işler açtı. Seksen sonlarında Ali Batman ikinci
başkanlığa gelmemiş olsa, düzeni tutturamayacaktı. İkisi
ahenkli bir çalışma ile Türk Federasyonu'nu "Avrupa'nın en
büyük yabancı kuruluşu" yaptılar.
Ben, resmî görevli olduğumdan, ancak hafta
sonlarında çevre dernekleri ziyaret edip, sohbetler
yapıyordum. Serdar Çelebi ile mizacımız uyuşmadığı, onun
da benden rahatsız olduğunu hissettiğim için öğretmenlerle
ilgili görevimi, yine onun seçtiği üç kişiye devrettim.
Bu kanaate varmama sebep olan hadiseleri anlatayım:
1980 Mayısı'nda Türkeş Almanya'ya gelmişti.
Büyüğümüzü eli boş göndermeyelim diye "1000 mark
Kampanyası" açmıştık. Daha doğrusu Serdar Çelebi açmış,
bana da tebliğ etmişti. Ben de durumu öğretmenlere
mektupla duyurmuştum. 3 Mayıs dolayısı ile Münih'te
yürüyüş ve miting vardı. Öğretmenleri, hazırlık olarak
Münih Ülkü Ocağı'na gelmeleri için davet ettim. Dernek
salonunda elliye yakın öğretmenle toplandık. Ben,
hepimizin gelmesinin Ülkü-Bir sayesinde olduğunu, bizim
de vefa gösterip bir fedakârlıkta bulunmamız gerektiğini
anlattım. Daha sözümü tamamlamadan Serdar Çelebi içeri
girdi. Arkadaşlara onu tanıttım ve kürsüye davet ettim. Kısa
bir merhabalaşmasının faydalı olacağını düşündüm. O da,
hava atarcasına uzun bir konuşma yaptı. Sözü bitince de
"Haydin arkadaşlar! Büyüğümüzü karşılamak için toplantı
yerine gidelim! diye o kadar öğretmeni peşine taktı, gitti.
Öğretmenlerin de canına minnet, para vermemek için
hemen salonu boşalttılar.
İşte Serdar Çelebi bu… Biz niçin toplanmıştık?
Konuşmalar tamamlanmış mıydı? Paralar alınmış mıydı?
Efendi bunları düşünmeden, toplantıyı idare eden benden
müsaade alma gereği bile duymadan adamları aldı götürdü.
Onun nezaketi(!) bu işte… Ben oradan en az 25 bin mark
133
toplardım. Herkes hazırlıklı gelmişti. Bin veremeyen beş
yüzü seve seve verirdi. Buna rağmen yine de 29 bin mark
tedarik ettim ve Serdar Çelebi'ye verdim. Doğrudan
Türkeş'e vermek ne haddimize… Yukarıda da belirttiğim
gibi Türkeş'e giden yol ondan geçiyordu. İşin başında
zıtlaşmamak için böyle yaptım.
Bu hadiseden sonra, öğretmenlerin yeni yöneticileri
Nürnberg'de bir toplantı tertip etmişler; ben de katıldım.
Toplantıyı Çelebi idare ediyordu. Konuşmasının bir yerinde
öğretmenlere "Kesin İnançlılar" kitabını ısrarla tavsiye etti.
Orada müdahale etmek olmazdı; akşam eve gelince onu
telefonla aradım. O kitabı okuyup okumadığını sordum.
"Okumadım, Kemal Abi tavsiye etmişti." dedi. "Okusaydın,
daha hareketin birinci basamağındaki o insanlara tavsiye
etmezdin. Onlar o kitabı okursa bizden kopar." dedim.
Çelebi'nin hiç de çelebice olmayan, bir davranışından
daha bahsedeyim:
Benim özel bir hesabım olmadığını ve çevreyi de iyi
bildiğimi anlamış olmalı ki, Güney Almanya bölge
başkanlığı için bir isim vermemi istedi. Mansur Yıldırım
isimli Kozaklılı bir ülküdaşımızı tavsiye ettim. Ağzı laf
yapan dürüstü bir insandı. Kendisi ile sık görüşürdüm.
Çalışmak arzusunda olduğunu da biliyordum.
Serdar Çelebi onu telefonla aramış, benim evde
buluşmak için sözleşmişler. Mansur Bey geldi. Arkasından
Serdar Çelebi geldi.
Evimin durumunu da anlatayım ki, çirkinlik iyice
anlaşılsın: İç içe iki odadan ibaret küçücük bir ev… İçerideki
odada hanım ve çocuk yatıyor. Biz ağızdaki odadayız. Onun
bir köşesi de mutfak… Durum bu iken Serdar Çelebi'nin
bana teklifi: "Hamza Bey, bizi biraz yalnız bırakır mısın?"
Neye uğradığımı, ne diyeceğimi şaşırdım. Adam beni
evimden kovuyor. Bu, anlaşılabilir bir densizlik değil…
Mansur Bey'i, yanında yer alacağımı söyleyerek ikna eden
134
ve ona tavsiye eden benim. Benden habersiz onunla ne
konuşacaksın? İşin benden gizlenmesi gereken bir tarafı mı
var? O, sonra bana anlatmayacak mı konuşulanları? Benden
neyi gizliyorsun?
Çaresiz gecenin bir yarısında dışarı çıktım. Toplantıya
Konyalı bir arkadaş da davetli idi. Heyetimizde o da yer
alacaktı. Geldi. Beni yolda görünce şaşırdı. "Abi gelmediler
mi?" diye sordu. Durumu anlatınca, "Bu adamla çalışmak
çok zor." diyerek ağır biz söz söyledi.
Buna rağmen biz, Mansur Bey'in başkanlığında heyeti
oluşturduk. Beş kişi idik… İyi de çalıştık. O zaman daha
öğretmenliğim devam ediyordu.
Çelebi'nin karakterini aydınlatacak çok önemli bir
hadise daha: 1979 sonları… Arkadaşım Mahmut Sakızlı ile
onu görmeye gidiyoruz. Randevumuz var. Biz tam vaktinde
merkeze vardık. "Az önce çıktı." dediler. Epey bir müddet
bekledik; geldi. Yanımızdan geçerek odasına yöneldi.
"Gelin!" demedi. Kapı kapanırsa dışarıdan açılmazdı;
arkasından yürüdük. Onunla beraber odasına girdik.
Randevu saatine kadar durup da tam o saatte oradan
ayrılmak ve geleni bekletmek insanî bir davranış değildir.
Randevuyu veren sensin; çekip giden de sen… Bu ne demek
oluyor? Herhalde, "senin istediğin zaman değil, benim
istediğim zaman" demek istiyordur.
***
Gelişinden bir müddet sonra Serdar Çelebi, yanında
Atilla isimli birisi ile dernekleri dolaşmaya başladı. Onu
Başbuğumuzun özel ticarî müşaviri diye takdim ediyordu.
Türkiye'de "Tümpaş" adı ile bir anonim şirket kurulmuş…
Kurucuları arasında Serdar Çelebi, Abdullah Kılıç ve bu
Atilla var. Bu Atilla'nın başkanlığında "Donautal" adı ile bir
limitet şirket (GmbH) de Almanya'da kurmuşlar. Bu iki
şirket karşılıklı ticaret yapacaklar. Hamburg-Beyrut
arasında gemilerle mal taşıyacaklar. Almanya'da
135
süpermarketler açacaklar. Türkiye'deki şirket buraya mal
gönderecek, bunlar da satacaklar. Vakıa Dortmund'da bir
market açıldı. Hepimiz sevindik. Ancak, Atilla Efendi'nin
lüks merakı ve keyfî harcamaları şirketi iflasa götürdü.
Yüzlerce insandan toplanan milyon marklar da yandı.
Benim bu bilgileri nasıl aldığıma gelince: Yukarıda
bahsettiğim Konyalı arkadaş benim ders verdiğim
üniversiteli gençlerdendi. Ona, Serdar Çelebi, marketin
müdürlüğünü teklif etmiş, o da benim müsaademle bu
vazifeyi kabul edip, Dortmund'a gitmişti. Orada beş ay
kaldı. Aynı şehirde yaşıyorduk. Hafta sonları evine gelir ve
bana şirketin gidişi hakkında bilgi verirdi. İlk haftalarda,
"Abi bu şirket bu adamla yürümez." derken, son haftalarda,
"Abi şirket batıyor." dedi. Durumu Serdar Çelebi'ye
bildirmesini söyledim, ondan aldığı cevap, "Aliciğim
korkma, Atilla bize yamukluk yapamaz." olmuş. İlk
karşılaşmamızda ben de üstü kapalı, "Serdar Bey, bu şirket
epey başınızı ağrıtıyordur herhalde…" dediğimde, "Asla!
Gönlüm de kafam da çok rahat…" dedi. Şirketin gerçek
durumunu öğrenince mide kanamasından hastaneye
kaldırıldı. Yukarıda dedim ya, o hırsının esiri bir adamdı.
Bize inanmadı, milyonları batırdı. Kimseden hesap da
sorulamadı. 12 Eylül onları kurtardı. "Eh ne yapalım? Her
şeyimize el kondu." mazeretine sığındılar.
Seksen Ağustosu'nda rahmetli Türkeş'i ziyarete
varmıştım. Bu mesele açıldığında çok kızdı. Belli ki, daha
önce bilgi almış. "Ben Federasyon'u, şirket kurtarsınlar diye
kurdurmadım; kendi başlarına iş yapmışlar. Sonra, kimmiş
bu Atilla? Ben ticaret mi yapıyorum ki, ticarî müşavirim
olsun?" demişti. Bu işlerin iç yüzünü daha iyi bilen bir
dostum da şöyle dedi: "Bu işten Türkeş'in haberi vardı.
Şirketin tüzüğü onun kasasında bulundu."
Aslında bu şirket işi yerinde ve zamanında düşünülüp
uygulamaya konmuştu. Seksen öncesi Türkler arasında
136
marketleşme yoktu. Eğer başına, Atilla gibi beceriksiz,
menfaat ve gösteriş düşkünü biri değil de bu işten anlayan
samimi bir ülkücü getirilmiş olsa durum çok farklı olurdu.
Ali Batman Bey'in Abdullah Kılıç'a yazdığı uzun bir
mektuptan öğrendiğimize ve kendisinin de bizzat teyidine
göre şirketin hareketimize maliyeti 1 700 000 DM olmuş.
Federasyon'dan giden bu paradan hariç, üyelerden toplanan
milyonlar da var. Yazık değil mi? Bu ne istismar böyle...
12 Eylül 1980 Sonrası
Hareketimizin Türkiye tarafı işlemez duruma
gelmişti. Dişe dokunur bir faaliyet yapılamıyordu. Avrupa
tarafı sağlam kalmalı idi. Öyle de oldu. Serdar Çelebi ve Ali
Batman güzel bir kadro kurmuş, ahenk içinde çalışıyorlardı.
Avrupa için aylık "Vatana Hasret" dergisini, Türkiye için
"Yeni Hedef" gazetesini çıkartıyorlardı. Yazılarının bir kısmı
Türkiye'den gelen bu gazete çok önemli ve netice alıcı işler
yaptı. Türkiye'de her şey açıkça yazılıp söylenemiyordu.
Yeni Hedef ise pervasızca yazıyordu. Her sayı, başta darbeci
Millî Güvenlik Kurulu olmak üzere, pek çok makama ve
şahsa yollanıyor, ses getiriyordu.
Bunun yanında bir güzel iş daha yapılmıştı: Her
derneğe Türkiye'de ihtiyaç sahibi kişilerin isimleri
verilmişti; güçleri nispetinde her ay para yolluyorlardı.
Hangi derneğin, kime ne kadar para yollayacağını belirten
listenin bir kopyası arşivimdedir.
Benim resmî görevim sona erdirilmişti; öğretmenlik
yapmıyordum. Bu sebeple de Avrupa'nın, derneğimiz
bulunan her şehrine rahatlıkla gidebiliyor; dergimizdeki
tarihî yazılarıma devam ediyordum.
Fahrî olarak götürdüğüm eğitim çalışmalarını 1984
yılındaki Wiesbaden Kurultayı'nda resmîleştirdik. Serdar'ın
bir çiğliği de burada görüldü: Bana, ne ücret istediğimi
sordu. "Bunun pazarlığı olmaz. Bir evin asgarî geçim sınırı
137
ne ise o yeter. Ama bir gün hanımımın kollarında bilezikler
görürseniz ücreti yeniden ayarlarsınız." dedim. Konuşmada
hazır bulunan Ramiz Bey de beni destekledi. "Serdar Bey,
bu teklif uygunsuz oldu. Burası bir ticarethane değil ki ücret
pazarlığı yapılsın. Almanya'nın şartlarını biliyorsunuz. Ona
göre bir ayarlama yaparsınız." dedi.
Bu ücret işini boşuna konuşmuşuz. Bana bir ödeme
yapılmadı. Kira bedeli olarak sadece bir defa 500 mark
verildi. Üstelik Sigmaringen derneğindeki Ülküdaşlar
durumumu öğrenince aralarında 2000 mark toplayıp, bana
ulaştırılması için Serdar Bey'e vermişler. O da "Hocamızın
şahsiyeti ile oynamayın! Onun ihtiyaçlarını biz
karşılıyoruz." diye paraları sahiplerine geri verdirmiş.
Ali Batman, bu '84 kurultayında bir dua hazırlamamı
istemişti. Hazırladım ve sundum. Dosyalar arasında sıkışıp
kalan bu duanın gün yüzüne çıkmasını istedim. Bir emek
mahsulüdür. Kısmen özetleyerek takdim ediyorum:
"Duaları kabul eden, dilekleri veren, vermeyi murat
edince el açtıran, ancak sevdiği kuluna dua ettiren,
sevmediklerinin elini, dilini bağlayan ve kendisine
yönelmekten alıkoyan Allah'ım! Yüzümüzü sana çevirdik,
işimizi sana bıraktık, sırtımızı sana dayadık."
Vatanından binlerce kilometre uzakta, onun hasreti,
çoluk-çocuğunun hasreti ile yanarak, dilini, dinini, kendini
bilmediği bir toplum içerisinde, her türlü sıkıntıya göğüs
gererek ve büyük fedakârlıklar yaparak çalışanların
emeklerini zayi etme Allah'ım!
Yüce Tanrı'm! Bin yıl önce "Türk burçlarından
yükselttiğin güneş" karardı. Bunu bizim elimizle yeniden
yükselt! Ve cihanı yeniden onunla aydınlat!
Yarabbi! Sen'in mukaddes emanetini koruyamaz
hâle gelenlerden alıp, milletimize verdiğin gibi, şu anda
yine korunamayan bu emaneti bizden de alma! Çünkü biz,
138
"Emrolunduğumuz cihada elbirlik çıktık." Çünkü biz,
Müslüman milletler içerisinde vazifesini en iyi yapanların
torunları olduğumuzun şuurundayız. Çünkü biz:
"Bu topraklar ecdadımın ocağı;
Evim, köyüm hep bu yerin bucağı.
İşte vatan, işte Tanrı kucağı;
Ata yurdun evlat bozmaz, giderim!"
diyenlerdeniz.
Ey şanlı atalarımızla âleme yön vermiş olan
Allah'ım! Ey ceddimizi kendisine asker seçmiş olan
Allah'ım! Bu şerefli hizmete, bu şerefli makama, onların
torunları olarak, şimdi de bizler talibiz. Yine sevgili
Peygamber'inin övdüğü kumandan ve onun askeri
olmanın zevkini tatmak istiyoruz. Yine "bin atlı ile dev gibi
orduları yenerek, çocuklar gibi şenlenmek" istiyoruz, yine
"ardına çil çil kubbeler serpen ordu" olmak istiyoruz. Ve:
"Her kapını eşiğine,
Her sofranın kaşığına,
Bebeklerin beşiğine,
Hak yol İslâm yazmak"
istiyoruz. Fakat:
"Yüceler yücesi yaradan,
Azlığız, el uzat oradan,
Adına yükselen sancağı,
Yüz üstü döndürme buradan!"
Boyuna dileklerimize sığınak olan Allah'ım. Bir kere
daha yolu şaşırdık biz. Yolumuza nurundan saç; önümüz
aydınlansın! İki yüz senedir düşülen bir yol, boşluğa çıktı;
bir imkân daha ver! Ve bu imkânla, geçmişin
tecrübelerinden de bizi faydalandır ki ayağımız sürçmesin!
139
İlâhi! Gaflete düşüp, Peygamber buyruğuna
uymakta ihmal gösterdiğinden dolayı, "iki gününün bile
denk olması ziyan" iken, her gelen günü bir öncekinden
kötü olan Müslümanlara, "yitik malı olup, her gördüğü
yerde alması" icap ederken, ilim ve hikmete yüz çeviren
Müslümanlara, "beşikten mezara kadar" okuması,
incelemesi, araştırma yapması gerekirken, uyuşup kalan
Müslümanlara basiret ver; ta ki, Yüce Peygamber'ine lâyık
ümmet olabilsin Allah'ım.
Yarab! İmansızlar, ahlâksızlar, cahiller, gafiller,
hainler güruhuna karşı yardımını esirgeme bizlerden.
Çünkü:
"Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yârabbî!
Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbî!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın,
Gaalip et, çünkü son ordusudur İslâm'ın."
Âmin, âmin, âmin Allah'ım âmin. Vesselâmün
alelmürselin, Velhamdülillahi rabbilalemin, EL FATİHA!..
***
Sadede gelelim. Benim durumumu, yani perişanlığımı
dostum Zeynel Timur, Türkeş'e intikal ettirmiş. O da, bana
ayda 2000 mark verilmesi için Serdar Çelebi'ye talimat
vermiş. Bu haberi öğrenince ilk karşılaştığımızda ona,
"Büyüğümüz bana ayda iki bin mark verilmesini size
söylemiş…" dediğimde, oldukça mantıksız bir karşılık verdi:
"Evet, öyle dedi ama bu hususta bir emir almadım."
Beyefendi'nin Türkeş sevgisi ve bağlılığı da bu işte…
"Emrediyorum, vereceksin!" mi diyecekti?
Yıllar sonra öğrendim ki, ben sosyal yardım
kurumunun verdikleriyle kıt kanaat geçinir, bir taraftan da
borçlanırken; arkadaşlar, yol giderleri hariç - çünkü
Federasyon'un arabası ile giderlerdi - ayda 2300 mark
140
alırmış. Merkezde çalışanların en az alanının aylığı da 1600
mark imiş…
Bütün günlerini dâvâya hizmetle geçirenlerin
geçinebilecekleri kadar bir ücret almaları gayet normal…
Merkezde olmamakla beraber ben de bütün günlerimi,
hatta gecelerimi bile, seminer, sohbet, konferans ve eğitim
çalışmaları yaparak derneklerde geçirmekte idim. Ziyaret
ettiğim yerlere tirenle gidersem bilet parasını, arabamla
gidersem benzin parasını cebimden karşılardım. Hiç
unutmam, Hamburg ve çevresindeki dernekleri ziyaret için
gittiğimde, gidiş-dönüş tiren biletine 240 mark vermiştim.
Beni istasyona getiren arkadaşlar, "Hocam dönüş biletiniz
var mı?" dediler. Biletimin gidiş-dönüş olduğunu söyledim.
"Güle güle Hocam" deyip uğurladılar. Buna benzer
uğurlamalar çoktur.
Ali Batman, dernek yöneticilerine yol masrafımın
karşılanmasını söylemesine rağmen, buna uyulmadı.
Burada bir minnet duygumu belirtmeden de
geçemeyeceğim. O dar günlerimde tek tük yardımcı olanlar
vardı; bunlardan bazılarını ismen zikretmek boynumun
borcudur.
Birisi dostum, yakın köylüm Emir Doğan, diğeri
rahmetli Dursun Balcı, oğulları ve yeğenleri… Bir diğeri de
emmimin oğlu Emin… Allah onlardan razı olsun.
Maddî durumum iyi değildi, geçim sıkıntısı
çekiyordum; ama bahaneler arkasına saklanarak dâvâma
hizmetten geri duramazdım. Bu yolda mesleğimi ve
istikbalimi feda etmiştim. Şartlar ne olursa olsun
çalışacaktım ve çalıştım. Yaptıklarımı ve niyetimi balık
bilmedi ama inşallah Hâlık bilmiştir. Yıllar sonra bununla
teselli buluyorum.
***
1982 sonlarında Serdar Çelebi, Papa dâvâsına adı
karıştırıldığı için tutuklanıp İtalya'ya götürüldü. İki buçuk
141
yıl orada kaldı. Sonra delil yetersizliğinden bırakıldı. Bu
dâvâ Federasyon'a büyük malî külfet getirdi. Her
duruşmada Serdar Çelebi'ye destek için Avrupa'nın çeşitli
yerlerinden otobüslerle ülküdaşlarımız Roma'ya taşındı.
Burada iki fedakâr insanın adını zikretmek insanî bir
görevdir. Birisi, gidişleri organize eden Ali Batman, diğeri
mahkemeleri takip etmek, avukatlarla, savcılarla görüşmek
için çok gününü Roma'da geçiren, Serdar Çelebi zamanında
Türk Federasyonu'nun genel sekreterliğini yapmış bulunan
İhsan Öner…
Serdar Çelebi'nin gitmesi ile Federasyon başkanlığına,
önce vekâleten, sonra asaleten Ali Batman getirildi. Onun
zamanında da ben eğitim çalışmalarına ve dergi yazılarına
devam ettim. Güzel bir ahenk kurmuştuk. Hafta sonu ben
tirenle Frankfurt'a gelirdim. Nürnberg'den de rahmetli
Ahmet Söylemez gelirdi. Merkezden Ali Bey'i, Ramiz Bey'i
ve Türkmen Onur'u alır kuzeye yönelirdik. İçlerinde
ehliyetli olan yalnız ben olduğum için arabayı kullanmak
bana kalıyordu. Sırasıyla her bir arkadaşı bir derneğe
bırakır, ertesi gün akşama doğru hangi dernekten
alınacaklarını da kararlaştırarak yola devam ederdim.
Her hafta sonu bu beş kişi en az on beş dernek ziyaret
etmiş olurduk. Çok zevkli ve verimli bir çalışmaydı; ta '85
ortalarına kadar…
Ali Batman Görevden Alınıyor
1985 kurultayı yaklaşırken Ali Bey, Büyüğümüzden,
artık yorulduğunu, kendisini affetmesini, yerine de
Türkiye'den bir ilahiyatçının gönderilmesini istemiş; bu
olmazsa Almanya'dan, benim de adımın bulunduğu isimler
vermiş… Başbuğumuz bu teklifi kabul etmemiş… "Devam
et!" demiş.
Kurultay yapıldı. Yeni yönetim Ali Bey'in
başkanlığında teşkil edildi. Bölge başkanları belirtildi.
142
Aradan iki ay geçmeden Feridun Süheyl Tuncay diye bir zat
çıkageldi. "Başbuğumuzun emri ile görevi senden
devralmaya geldim." diye Ali Bey'in karşısına dikilmiş.
Alışılmış bir usul değildi. Ali Bey, Türkeş'e ulaşmaya
çalışmış. Sonra şoförü Ali Bey'i arayarak, "Başbuğumuzun
emrini tebliğ ediyorum: Görevi, varan arkadaşa teslim
edeceksin!" demiş.
Bu bilgileri ben Ali Batman'dan aldım.
Adamın gönderilmesinde Muharrem Şemsek Bey'in
etkili olduğunu zannediyorum.
Ali Bey'in o anki ruh halini ve düştüğü durumu ben
anlatamam. Ama metanetini, vakarını ve soğukkanlılığını
kaybetmediğini tahmin ediyorum.
Ali Bey, tecrübeli bir teşkilatçı… Bir kopukluk
olmaması için, dernekleri birlikte gezmeyi ve kendisini
yöneticilere bizzat tanıtmasının yerinde olacağını
söyleyince, "Ben masal dinlemeye gelmedim. Derhal görevi
teslim edeceksin!" demiş.
Aklımda yanlış kalmadı ise, Ağustos ayında devir-
teslim kongresi yapıldı. İzin mevsimi olduğu için küçük bir
salon tutulmuş. Ben içeri girdiğimde ön sıranın ortasında
Ali Bey ve gelen adam yan yana oturuyordu. Ali Bey'in yanı
boydan boya tutulmuş, gelen adamdan sonraki bütün
sandalyeler boş… Ben hemen onun yanına oturdum.
Benden sonra, yine arada iki sandalye boş kalarak,
arkadaşlar oturdular.
Divanda Türkmen Onur vardı. İlk sözü Ali Bey'e verdi.
Konuşmalarını daima irticalen yapan Ali Batman,
yazdıklarını okuyordu. Arada bir de "Şunu iyi bilsinler ki!"
diye, görünmez muhataplarına parmağını uzatıyordu.
İnince sordum: "Sen hep irticalen konuşurdun. Bu defa
yazılı konuştun. Elini de kullanıyordun. Bir yerlere mesaj
mı vermekteydin? Belge olsun, diye mi konuşmanı yazıya
143
döktün?" "Aynen düşündüğün gibi Hocam…" dedi. Kimin
Ali Bey'le ne meselesi vardı, bilemiyorum.
Böyle çalışkan, bilgili ve tecrübeli bir insanın neden
görevden, biraz da usulsüz olarak, alındığını o gün bu
gündür tam anlayabilmiş değilim. Tahminlerimi de yazmak
istemiyorum.
Ali Bey'den sonra Feridun geldi kürsüye… Benim de
ödüm ağzıma geldi. Şimdi dedim, bu adam Ali Bey'e cevap
vermeye kalkışırsa çok kötü durumlar çıkar ortaya…
Allah'tan o konulara hiç girmeden ve suya sabuna
dokunmadan sözünü bitirdi. Sıra dilek-temenni maddesine
geldi ve kıyamet koptu.
Her konuşan bu değişikliği kendi üslubunca pırotesto
ediyordu. "Başkanımızı ezdirmeyeceğiz, onun arkasındayız.
Bu yeni geleni kabul etmiyoruz." gibi sözler sarf ediliyordu.
Toplantı bu havada biterse, tamiri imkânsız yaralar açılırdı.
Divandan söz istedim. Akşemseddin'den, Osmanlının
cenaze merasimi değil, cülus merasimi yaptığından ve hep
ileriye baktığından bahsettim. Önceki arkadaşlarımızı
gönderen yer ile yeni arkadaşımızı gönderen yerin aynı
olduğundan, onlar nasıl çalışarak kendilerini kabul ettirip
gönüllere girmişse, yeni arkadaşımız da onları aratmayacak
hizmetler yapacağından emin olduğumu söyledim.
Bu zatın kısa bir süre de Ülkü-Bir genel başkanlığı
yapmış olduğuna işaret ederek "Siz, benim Türkiye'de de
başkanımdınız, burada da başkanımsınız; ele bir
söylerseniz, bana iki söyleyin; çalışmalarda yanınızdayım."
dedim. Salona dönerek, "Aklımızı başımıza alalım; asl'olan
şahıslar değil dâvâmızdır." diyerek sözümü tamamladım.
İndiğimde halef-selef başkanlar beni tebrik etti.
Bu hadiseden birkaç gün sonra yeni gelen beni aradı
ve beraber çalışabileceği isimler istedi. Ben ise "Gel beraber
çalışalım." demesini bekledim. Kongrede yanında olacağımı
144
söylemiştim. O zaman sadece "Eğitim çalışmalarınıza
devam edin." demişti.
Merkezdeki arkadaşların insanları benden iyi
tanıdığını, onlara danışmasının daha faydalı olacağını
söyledim. "Ben senin isim vermeni istiyorum." dedi.
Bölgedeki bazı arkadaşların isimlerini verdim. Bana neden
teklif etmediğini de Enver Altaylı'ya bağladım. Akıl hocası o
ve Ozan Arif idi.
Sıkıntılarım Bitmiyor
Almanya'da kalmayı başarmıştım ama geçim işi ne
olacaktı? Bu altı yıl; avukat ücreti, mahkeme parası,
çocukların okul masrafları, arabanın vergi, sigorta ve yakıt
giderleri derken oldukça pahalıya mal olmuştu. Hemen
döneceğimizi zannettiğim için oturduğumuz evi de
boşaltmamıştık; aylarca onun kirasını da ödedik. Yukarıda
da bahsettiğim gibi Allah'tan, '85 yılında eşim ve çocuklarım
kamptan çıkartılmış ve avukatım aracılığı ile belediyeden
eski bir ev kiralamıştık. Kirası da oldukça ucuzdu. Orayı
biraz adam ettik. İkinci el mobilyalar satan bir yerden lazım
olanları aldık. İyi kötü ev eşyalarımız, mutfak malzemele-
rimiz de vardı zaten. Sosyal Yardım Kurumu (Sosyalamt)
da, kira başta olmak üzere, bir miktar yardım yapıyordu.
Bu arada biri kız, diğeri erkek iki evladımız daha oldu.
Türkiye'den üç kişi gelmiştik, altı olduk. Yüküm de epeyce
ağırlaştı. İş bulmam gerekiyordu ama nasıl? Kırk yaşını
aşmış bir insanın iş bulması kolay değildi. Sonra ben her işi
de yapamazdım. Eyaletlere öğretmenlik için müracaat
ettim, hepsinden de ret geldi.
Bir arkadaşım, "Sana göre değil ama hiç yoktan iyi bir
büro işi var; sabah açıp, akşam kapatacaksın" dedi. Gittim.
Görüştüm ve kabul ettim. Ayda 800 mark alacaktım.
Burası, halkın İslam Bankası dediği bir İslamî finans
kurumu idi… Müdürlük yapan arkadaşın başka işleri de
145
vardı. Merkezden, ikaz edildi. Ya burada tam gün çalışacak,
ya da ayrılacaktı. O ayrılmayı tercih etti. Görev bana verildi.
Maaşım da 2000 mark oldu. Yol masraflarını da karşıla-
yacaklardı. Güney Almanya bana bağlıydı. Pazarlamacılık
yapıp, insanlarımızın tasarruflarını kurumumuza
yatırmalarını temin ediyordum. Kâr-zarar ortaklığı esasına
göre çalışılıyordu. Yani bana öyle denmişti, ben de
müşterilere öyle anlatıyordum ama esasını bir türlü
kavrayamadım. "Bu iş nasıl oluyor?" diye sordukça,
"anlatılması uzun" deyip kestiriyorlardı. Bu finans
kurumunun merkezi Cenevre'de, bizim genel müdürlük de
Lüksemburg'da idi. Her ay orada toplanırdık. Stuttgart,
Köln, Berlin ve Hollanda müdürleri olarak dört kişi idik...
Çok sayıda da temsilcilerimiz vardı.
Bu kurumda, Güney Almanya Bölge Müdürü olarak
1989, 90, 91 yıllarında çalıştım. Her toplantıda fazlaca soru
sorduğumdan, kurulurken yapılan, "faizsiz borç verme" gibi
taahhütleri kurcaladığımdan işime son verildi.
Bir yıl işsiz kaldım. Sonra, okuldan tanıdığım bir
öğretmen arkadaşın yardımıyla, Türklerin çalıştırdığı bir
mobilya mağazasına satış elemanı olarak girdim. İşyeri
sahibinin babası her işe burnunu sokuyor, çalışanları
azarlıyor, hakaretler ediyordu. Dayanamadım ve yaptığının
yanlış olduğunu söyleyince oradan da çıkartıldım.
Dernek faaliyetlerinden tanıdığım bir arkadaş, "Hoca,
senin gibi bir insan böyle yerlerde çalışır mı? Sermaye
vereyim de bir iş kur kendine" diyordu. Orada çalışan
arkadaşlar da, yüzer bin markla benim kuracağım işe
katılabileceklerini söylediler. Beni oraya aldıran arkadaş da
bana yüz bin mark borç verebileceğini söyleyince ortaya beş
yüz bin mark çıktı. Ve bu iş yerine 40 km mesafedeki bir
şehirde, benim müdürlüğümde, kendimiz mobilya dükkânı
açtık.
146
İş tutmuştu. İlk ayın cirosu 240 bin mark oldu.
Ortalama 200 bin mark ile işi götürüyorduk. Bize yardım
etmesi ve muhasebemizi yapması için yanımıza aldığım
adamın çıkarttığı fitne sebebiyle, önce müdürlükten, sonra
da ortaklıktan ayrılmak mecburiyetinde kaldım.
Bu arada bir ticarî beceriksizliğimi daha anlatayım:
Genç arkadaşlar benim, önderlik ederek Türkiye'de
bir iş kurmamızı istediler. 30 arkadaş bir araya gelip, 870
bin mark tedarik ettik. Benden ders alan Malatyalı bir genç
Türkiye'ye dönmüştü; ona yetki verdik. "İslamî tatil köyü"
kurmak istiyorduk. Mersin-Aydıncık'ta, denize sıfır, 25
dönümlük bir yer aldık. Burada da o arkadaşın oyununa
geldik. 450 bin marka aldığı yeri, satıcı ile anlaşıp, ondan
imza alarak bize 650 bin marka aldığını söyledi. Durum
ortaya çıkınca yetkilerini aldık ama parayı alamadık.
Bu işin yöneticiliğini de ortaklardan üçüne devrederek
ayrıldım. Onlar da bir müteahhide, daire karşılığı verdiler.
Adam galiba bir oyun etmiş. Herkese iki katlı villa düşmüş
ama kimse memnun değildi. Ben hakkımdan feragat ettim.
Şimdi ne durumdadır, bilmiyorum.
Hani derler ya: "Kayserili ticaretten anlamayanı
okutur." diye… İşte ben okuyan Kayseriliyim.
Türkiye'ye Gelişim
1988 yılı hayatımın en hüzünlü yılıdır.
Benden üç yaş büyük kardeşim, dostum, ülküdaşım
Asım Eravşar'ı 25 Temmuz'da, henüz 45 yaşında iken
kaybettik. Sekiz yıldır gidemediğim Türkiye'ye gitmem şart
oldu. Artık pasaportum da oturma müsaadem de vardı.
Arandığım söylenmişti. Dikkatli olmalıydım.
Dostum Mustafa Öztürk'ü aradım. O da, rahmetli Muhsin
Yazıcıoğlu'nu durumdan haberdar etmiş; yanlarına küçük
kardeşimi de alarak Ankara hava alanına gelmişler.
147
Uçağımız hava alanına inip, yolcular boşalırken
merdivenin iki başında iki polis dikilmiş, inenleri teker
teker süzmekteydiler. İki sivil daha geldi. Komiser imişler.
Ben yere basarken, "Hamza Eravşar siz misiniz?" diye
sordular. "Evet" demem üzerine, "Siz bizimle geleceksiniz."
diyerek beni alıp götürdüler. Dolanbaçlı yerlerden geçirip,
dışarıya çıkarttılar. Muhsin ve Mustafa beylerin karşısında
idim. Komiserler, "Başkanım, emanetinizi buyurun!"
diyerek beni teslim ettiler. Sevincim sonsuzdu.
Birbirlerimize sarıldık. İki dostuma da teşekkür ettim.
Sonra, komiserler gösterdiğim bavulumu getirdiler.
Bizim ülküdaşlığımız böyle idi işte!..
Muhsin Bey'e, arananlar listesinde adımın olup
olmadığını öğrenmek istediğimi söyledim. Komiserler o işi
de halletti. Aranmıyormuşum.
İşi sağlama almak için Kayseri'de karakola kendimi
ihbar ettim. Dosyalara baktılar. Adımı bulamadılar.
Anladım ki, hakkımda sadece idarî soruşturma açılmış, adlî
takibat yokmuş. Çıkışımda bir sıkıntı olmadı.
Benim gözümde kardeşim ülkü şehididir. Şöyle ki:
Kendisi, kasabamız Hisarcık Belediyesi'nde fen memuru
iken, fikrimizi sevmeyen birisi, biraz da hile ile, oraya reis
oldu ve bir bahane ile kardeşimi açığa aldırdı. Danıştay'da
açılan dâvâyı kazanmasına rağmen onu eski görevine iade
etmedi. Han Camii'nin yanındaki otobüs durağında, sac
barakada bilet satıcılığında görevlendirdi. Birader, ileri
derecede astım hastası idi. Yoğun eksoz dumanı, gaz
kokusu, soğuk hastalığı iyice azdırdı. Ve ülkücü kardeşim bu
havaya daha fazla dayanamadı. Nur içinde yatsın. Makamı
Cennet olsun.
Kardeşimin ölümüne bizim kadar üzülen Mustafa
Öztürk onun için bir ağıt yazmıştı. Onun da unutulmasını
istemedim.
148
ASIM BEĞ’E AĞIT Bu yıl bayramımız karalı geçti, Kurban diye Mevla’m Asım’ı seçti. Yalan dünyamızdan bir yiğit göçtü. Asım gibi dostu nerde bulayım? Bulur isem ona kurban olayım. Gözleri yollarda; gelmez ki kardeş. Sabreder, dayanır; doğmaz ki güneş. Saat iki... Saat üç-dört... Saat beş... Ve sonra tahammül, ömür tükenir, Allah’ın emridir, buna ne denir. Artık HİSARCIK’a nasıl varayım? Asım Beğ yok, kimle sohbet edeyim? Beş yetim çocuğa neler diyeyim? Zalim “astım” sana çare yok mudur? Devirdiğin civanmertler çok mudur? Gençti, henüz daha, kırkbeşti yaşı; Erciyes Dağı’na gömüldü naşı. Nasıl gelsin Almanya’dan kardaşı? Karabulut ufukları sardı mı? Acı haber Hamza Beğ’e vardı mı? Acı haber, dağ-taş demez ulaşır, Ülke, şehir, köşe-bucak dolaşır, Hamza Beğ’e hemen gelmek yaraşır. Onun gibi kardeş bulunur mu hiç? Ecelin gelişi bilinir mi hiç? Yok sayıp içinde gizlenen derdi, Dört gözle Hamza’nın yolun beklerdi. “Bitsin bu ayrılık, hasretlik” derdi. Nasip değil imiş meğer buluşmak, Cennet-i Alâ’ya kaldı kavuşmak. Fatih, Hakan, Osman: üç yiğit oğlu. Oğuz Han soyundan ve Avşar boylu. Özü, sözü doğru, bulunmaz huylu. Dostum, ülküdaşım ASIM ERAVŞAR, Adın unutulmaz, kalplerde yaşar.
149
Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn
Federasyon tarihinde son otuz yılda idarecilik
yapanlar için bu söz öyle uygun düştü ki, sormayın!
Manasını yazayım da, mesele iyice anlaşılsın: Bir makamın
şerefi, orada oturandan gelir, yani bir makamı dolduran
kişi; bilgi, kabiliyet ve dirayetiyle o makama şeref verir,
demektir.
Bizimkiler hep makamla şeref bulmaya çalıştı. Böyle
kifayetsiz adamlar göreve gelince beklenen son
parçalanmaktı.
Mevzu Feridun… Oradan devam edeyim.
Adamın tuhaflıkları karşısında ben kabıma
çekilmiştim. Göreve gelişinin üstünden bir buçuk ay
geçmişti. Ev telefonum çaldı. Federasyon'un genel sekreteri
arıyordu. Başkan benimle konuşmak istiyormuş; bağladı;
konuştuk. Dediği şu: "Çok bunaldım, gel de bir görüşelim."
"Hocam, hafta sonu buralara geleceğinizi duydum; o zaman
görüşürüz." dedim. "Orada olmaz, lütfen buraya kadar gel
de rahatça görüşelim." Peşinen emrinde olduğumu
söylememin üzerinden altı koca hafta geçmiş, yeni
çağırıyor. Frankfurt bana 250 kilometre… Atladım tirene
vardım. Dört saat görüştük. Yanında kimse kalmamış. Bana
beraber çalışma teklifinde bulundu. Bu mümkün değildi.
Zira durmadan eskileri suçluyor ve küfrediyordu. Bu
mizaçtaki bir insanla çalışmak benim için mümkün değildi.
Gerek Serdar Çelebi ile gerekse Ali Batman'la her
hususta mutabık değildik ama bu hâl beraber çalışmamızda
bir engel teşkil etmiyordu. Meseleyi açık açık konuşurduk,
ağır tenkitlerim olduğu zamanlarda bile sabırla dinlerlerdi.
Öfkelenme, kızma, gücenme, darılma olmazdı. Bu adamın
ise tenkide tahammülü yoktu. Enver Altaylı'ya karşı dikkatli
olmasını, yanlış yönlendirmeler yapabileceğini söylediğim
zaman hemen itiraz etti. "O, Taha Akyol'u yetiştiren (!)
150
adamdır. Kendisinden nasıl şüphe ederim?" Ozan Arif'in de
Ali Batman'a karşı hissî olabileceğini söylediğimde de
kabule yanaşmadı. Bu iki kişiye çok güveniyordu. Belli ki,
eskilere karşı iyi doldurulmuştu; peşin hükümlüydü.
Beyefendi, kendisini dev aynasında görüyordu. Bu
görev için çağrıldığında hayal kırıklığına uğramış… Onu da
anlattı. Türkeş, kendisine bir görev vereceğini söylediğinde,
"MÇP'nin başına geç!" demesini bekliyormuş. "Avrupa'ya
göndereceğim." deyince bayağı bozulmuş.
Kendisini övmeyi de pek seviyordu. Çok dindar
olduğunu, evinde her hafta dinî sohbetler yapıldığını, birkaç
sefer polis baskınına uğradığını söyleyen adam; daha
gelmeden, tanışmak için kendisini evinde ziyaret eden bir
dostumun anlattığına göre, namaz kılmak istediğinde
seccade bulamamışlar da, sandığın dibinden karısının
çeyizine konan, katlı yerlerinden kopacak hale gelmiş olan
seccadeyi çıkartmışlar. Seccade bulunmuş; bu defa da evin
kıblesini aramaya başlamışlar.
Türk Federasyonu'nda bir değişiklik gerekiyordu ama
böyle bir adam olmamalıydı.
1985'in Kasımı'nda arkadaşların, "Bir görüşün
Hocam!" diye ısrar etmeleri üzerine, bu defa da ben
ziyaretine vardım. İyice bunalmıştı. Yeniden bir dört saat
konuştuk. Şunları söyledim:
"Siz geldikten sonra dernekler karıştı, birliğimiz
bozuldu. Buna siz sebep oldunuz demek istemiyorum. Belki
Türkiye'den veya buradan güvendiğiniz birileri sizi yanlış
bilgilendirdi; siz de o yanlış bilgilerle yanlış işler yaptınız.
Ama iş işten geçmiş değil, yakında genel idare heyetini
toplayacaksınız. Onlar eteğinde taşlarla gelecekler. Zor
durumda kalacaksınız. Hiç kimse icraatınızdan memnun
değil. Şöyle deyin: 'Arkadaşlar, burayı yeterince
tanımadığımdan, bana verilen bilgilerin de pek sıhhatli
olmadığından geçen şu birkaç ay içerisinde ciddi
151
yanlışlarım oldu. Sizlerin de yardımı ile bu hataları tamir
edeceğim. El birliği ile dâvâmızı daha ilerilere taşıyacağız.'
Böyle demeniz halinde kimse size bir söz söyleyemez. "
"İşte doğru söz bu; dostluk bu; tavsiye bu!" diyerek
kalktı, boynuma sarıldı.
Kendisine şu Hadis-i Şerifleri de, incinmesin ve itham
kabul etmesin diye birer cümlelik açıklamalarla okudum:
"Fesat ve fitnenin sebebi kötü kimselerin idareci
yapılmalarıdır." Siz kötü insan olmamalısınız.
"Halkın hoşnutluğunu çekecek daha üstün vasıfta
olanlar dururken, bir ehliyetsizi salâhiyet mevkiine getiren,
Allah'a, Peygamberi'ne ve bütün mü'minlere hıyanet
etmiştir." Başarı için ülküdaşlarımızın hoşnutluğunu
kazanmalısınız.
"Millet büyüğü halktan şüphe eder, suçlu görmek
isterse, onu fesada sürüklemiş olur." Elinizde kesin bilgiler
olmadıkça kimseyi suçlamamalısınız.
Kendisine pek güvenmediğim için 27 Kasım 1985'te
Başbuğumuza da durumu anlatan bir mektup yazıp, kurye
ile gönderdim. Adam, yapılan toplantıda tavsiyelere uyarsa
mektup verilmeyecekti. Uymadı ve mektup sahibini buldu.
Götüren gence, hemen çıkmamasını, Türkeş mektubu
okurken yüzüne dikkatlice bakmasını tenbih etmiştim. İki
kere okumuş, gencin, "Hocamıza ne diyeyim efendim."
demesine de, "Ben haber yollarım." demiş.
Haber, arkadaşım Zeynel Timur aracılığı ile geldi.
Büyüğümüz, Feridun'un yanında yer almamı istiyormuş.
Cevaben dedim ki: "Başbuğumuz bana, 'Sırtına 50 kiloluk
bir taş al, en yakın tepeye günde beş defa çıkart ve indir.'
desin seve seve yaparım ama bu adamın yanında yer
alamam, bu vebale ortak olamam. Büyüğümüz o şahsın
nasıl bir adam olduğunu bilmiyor. Onun lüzumsuz sözleri
ve hareketleri ile darmadağın olduk."
152
Her şey yolunda iken, bu yükün altına niye
girdiğimizi, bunun dâvâmıza kazancının ne olduğunu hiç
anlayamadım. Ben zaten, oldubitti ağzında süt kokan
ülkücülerdenim.
Türkeş mektubuma itibar etmeyince çok üzüldüm.
Hâlbuki beni gönderirken, "Orada benim gözüm, kulağım
olacaksın." demişti. Durumu anlatan mektubu da onun için
yazdım. Ramiz Bey'e, "İşler düzelecek, Büyüğümüze
durumu anlatan uzunca bir mektup gönderdim."
dediğimde, "Hoca, Memet Ağa gibi konuşma! İki gün sonra
o mektup Feridun'un eline gelir." demişti.
Gerçekten de öyle oldu. Feridun gecelerde elindeki,
kâğıtları sallayarak, "Hakkımda mektup yazanlar, bundan
benim haberim olmayacağını mı zannettiniz?" diye
köpürüyor. Hâlâ onun yanında kalan Cevat Saraç, "Hoca, o
mektup senin. Ben senin yazını tanıyorum. Toplantıda
uzaktan bize gösterdi. El yazısı ile dört sayfa…" İnanmam
mümkün değil… Bu nasıl olur? Sonra şöyle yorumladım:
Başbuğumuzun bir bildiği vardır; şayet o benim mektubum
ise… Benimmiş…
'88 yılının yaz tatilinde Zeynel Bey ile ziyaretine
varmıştık. Konu Feridun'dan açılınca, "Ahlaksız çıktı, o
saygısız ve terbiyesiz adam…" dedi. Meğer görevden
alınınca, "Sen ne dedinse onu yaptım. Benim suçum ne?"
diyerek Türkeş'e dikleşmiş ve huzurdan kovulmuş. Taşı
gediğine koyma sırası gelmişti: "Efendim" dedim. "Ben
onun ahlaksız olduğunu, gelişinin üzerinden üç ay geçmiş
iken size yazmıştım. İşin garibi o mektup adamın eline
geçmiş." Türkeş'in kanımı donduran sözü: "İsmini
kapatmıştık; nasıl bilmiş senin olduğunu?" O gün bu
gündür aklımdan çıkmıyor bu söz. Ama buna bir izahat
getirdim. "Bak, hakkında şikâyetler var; ayağını denk al! Bu
hataları tamir et!" diyerek mektubun verilmiş olacağını
153
düşündüm. İsmimin kapatılmış olması da bu düşüncemi
kuvvetlendirdi.
Başka şeyler de konuştuk bu ziyarette… Benim merak
ettiğim bir husus vardı. İçerde iken 24 defa tahliye talebinde
bulunmuştu. Neden bırakmadıklarını sordum. "Bizden
korkmadılar." dedi. "Korkutmak için ne yapılmalı idi?" diye
sorduğumda şunları söyledi: "Duruşma 19 Ağustos 1981'de
başladı. O gün Türkiye'nin çeşitli bölgelerinden otobüslerle
mahkeme önüne gelip, 'Biz mahkemeyi takip etmek
istiyoruz.' diyeceklerdi. Kabul edilmezdi. İkinci ve daha
sonraki birkaç duruşmada bu tekrarlansa, 'Bunların arkada
daha güçleri var.' diye düşünür, üstümüze fazla
gelemezlerdi."
Buradan Türkeş'in, camiaya kırgın olduğunu anladım.
Hapisten çıktıktan sonraki günlerde manasını anlayama-
dığımız konuşmalarının ve hareketlerinin hikmetini buraya
bağladım.
***
Feridun Tuncay'ın marifetlerinin ve benim
değerlendirmemin bilinmesi için adı geçen mektubu biraz
kısaltıp buraya alıyorum. Bu mektuba itibar edilecek olsa
işler bozulmazdı.
B. Almanya, 27. 11. 1985
Muhterem Büyüğüm,
Önce selam ve hürmetle ellerinizden öperim.
Size, buradaki son değişiklik ve neticeleri hakkında
bir mektup yazmak zarureti hâsıl oldu; affınızı istirham
ederim. Bu durum, aziz dâvâmız ve buradaki vaziyetimiz
açısından bana çok mühim göründü.
Ben, şimdiye kadar olduğu gibi yine derneklerimizi
dolaşarak seminerler veriyor, sohbetler ediyor,
görüşmeler yapıyorum. Gördüklerim şunlardır:
154
Her yerde ve herkeste büyük rahatsızlıklar var.
Kırılan, darılan, gücenen ve küsen kimseleri ikna ve tatmin
etmek mümkün olamıyor. Sorulara cevap bulmakta zorluk
çekiyoruz. Bunlara hep yeni gelen arkadaşımızın
konuşmaları, tavrı ve ilişkileri sebep oluyor. Bu
tedirginlikler her geçen gün de artıyor. Bundan, büyük
endişe duyuyorum. "Bizde bunlar olmaz." imajı yıkılıyor.
Yeni başkanın bu uygun olmayan tavırlarından
azılarını, müsamahanıza sığınarak ve yine affımı
dileyerek arz etmek istiyorum:
1) Bu arkadaşımız; parçalanma, dağılma, güçsüz
kalma gibi bir endişe taşımıyor. Herkesi kucaklaması,
dâvâyı bütünüyle ele alması icap ederken, bir gurup
sözcüsü gibi konuşuyor; hizip şuuru ile hareket ediyor.
Daha geleli birkaç ay olmasına rağmen, sevdiği ve
sevmediği insanlar var; birini diğerinin karşısına dikiyor.
Bunu da toplantıda, "Falanın karşısına falanı dikeyim de
görsün." diye ilan ediyor.
2) Konuşmalarında ana mesaj, içimizde hainler,
ajanlar olduğudur. "Efendim, bu sözler, bu tavır bizi
dağıtır." diyenlere, "Az olalım, temiz olalım." diyor ama o
tutmaya ısrarla kararlı göründüğü "azlar" da çoğunluk
tarafından temiz bulunmayanlardır.
3) Her türlü insanın geldiği, herkes açık eğlence
gecelerinde, "Benden öncekiler uzun konuşurmuş." diyerek,
8-10 dakika konuşuyor. Bu konuşmalarının bile temel
mesajı "ajanlar"dır. Herkes birbirinden, bazıları da yeni
başkanın ajanlığından şüphelenir oldu.
4) Bazı hadiseleri, her defasında farklı, bazen taban
tabana zıt ve her şahsa göre ayrı ayrı anlatıyor. Yüzleşme
halinde de inkâr ediyor. Bu hâl, "Başkanımız yalan
söylüyor." dedirtiyor.
5) Tarafından açıklık getirilmesi, zihinlerin
aydınlatılması, birliğin kuvvetlendirilmesi gereken husus-
155
larda, meselenin içinden çıkamayınca, "Liderimiz'in
emri…" deyip, kestiriyor. Bazen, "Lider adına emrediyo-
rum." diyor. Bazı toplantılarda da, insanları hayrete
düşüren bir tuhaflıkla, adına "Lider'e bağlılık yemini"
diyerek, sağ yumrukları, üç kere "Başbuğ Türkeş!" narası
ile havaya kaldırttığı oluyor.
6) Buradaki ve Türkiye'deki bazı arkadaşlarımız için,
nezaket ve terbiye sınırlarını aşan ifadeler kullanıyor.
Hatta küfrediyor.
7) Buraya, sanki eskilerin açığını bulup, camiaya
ilan etmek; onları gözden düşürmek; onları sevmeyenleri
desteklemek ve vazife vermek, söz sahibi yapmak için
gelmişçesine hareket ediyor. Büyümek, tesir gücümüzü
artırmak, dışa açılmak gibi bir düşüncesi yok. Bir genel
başkandan ziyade, bir genel müdür havası taşıyor.
8) Camiamız, eski-yeni kucaklaşmasını görmek ve
yeninin etrafında kenetlenmek istiyor. Ama bu
arkadaşımız yanaşmıyor. Benim köprü olma gayretim de
adamın kollarını açmayışı karşısında tesirsiz kalıyor.
9) Bu arkadaşımızın tuttuğu, işe yaramadıkları için
kenara alınan az insanla, karşı olduğu çoğunluk
arasındaki zıtlaşma had safhadadır. Süratle bölünmeye
gidiyoruz. Bu tehlikeyi arkadaşımıza anlatamıyoruz.
Şu geçen dört ay içerisinde bende oluşan vicdanî
kanaat şudur:
Feridun Bey; gerek bilgi, gerek tecrübe ve gerekse
şahsiyet yapısı itibarı ile Avrupa'daki bu çok mühim
vazifeyi başarabilecek güç de değildir. Bu şahıs bir dönem
daha devam edecek olursa teşkilat bünyesinde tamiri
imkânsız yaralar açılır.
Durumu arz ediyor, emirlerinizi bekliyorum.
Tekrar selam ve saygılarla ellerinizden öperim.
Evladınız Hamza Eravşar
156
Mektubu okuyunca "ağzımda süt kokuyor" dememe
hak vermişsinizdir. Adam iki koca yıl başkanlık yaptı,
insanları birbirine düşürdü ve biz dağıldık. Bir Türkeşçiler,
bir de karşı olanlar varmış… Hep bu işlendi. Ben,
Federasyon genel merkezinde, özellikle Ali Batman'da ve
camiada bir Türkeş aleyhtarlığı görmemiştim. Hepimiz
Türkeşçi idik. Bu nereden çıktı anlayamadım.
Adam bu mektubu alınca bana düşman oldu. Hâlbuki
genel başkandı; beni çağırıp hesap sormalı, yanlışlarım
varsa göstermeliydi. Bu yola gitmedi. Zaten böyle bir
kapasitesi de yoktu.
Ben bu fitne karşısında eli bağlı duramazdım.
Gençleri bu işin dışında tutmak ve dâvâmız için yetiştirmek
üzere her dernekten dokuzar veya on yedişer kişilik
guruplar halinde eğitim çalışmalarını başlattım. Derneği
olmayan ülkücülerle de evimde ders yapıyorduk. Oldukça
disiplinli bir çalışma idi. Ben de, ders alanlar da mutlu idik.
Bir gün telefonum çaldı. Feridun konuşmak
istiyormuş. Ümide kapıldım. Herhalde gerçekleri gördü;
benimle onu görüşmek istiyordur diye düşündüm. Öyle
değilmiş. O gün tuttuğum notu aynen buraya alacağım:
Vah Bize Vah!
27. 4. 86 Pazartesi günü 15.00 sularında Feridun
Tuncay telefonla bütün seminer çalışmalarını
durdurmamı Başbuğ adına(!) emretti. Bir Hamza Eravşar
sevgisi beliriyor; kendi ve Başbuğumuz aleyhine gelişmeler
oluyormuş. İleride bu yüzden başarısız olursa, sebep ben
olurmuşum… Türkeş'e de durumu böyle anlatırmış.
"Başarısız olduğunu anladın ya, bu da bir kazanç"
demekten kendimi alamadım.
157
Yaptığım çalışmaların faydasını anlatmaya çalıştım.
Dinlemedi. İki yıldır Stuttgart derneğimizde her ayın ilk
Pazar'ında yatsı namazından sonra halka açık dinî-millî
konularda sohbet etmekte idim. Büyük ilgi görüyordu,
sabit cemaati oluşmuştu. Onun bari devam etmesini
istedim. Kabul etmedi.
Bir çekişmeye meydan vermemek için, sebep olarak
da kendisini göstererek, çalışmalarımı durdurup, evime
çekildim.
Feridun'un hiçbir inceleme, araştırma, soruşturma
yapmadan kestirdiği derslerde ben ne yapıyordum?
Verdiğim dersler, alışılagelmiş bir çalışma değildi. Bu
dersler hakkında rahmetli Reha Oğuz Türkkan ile bir
sohbetimiz olmuştu. Beni çok dikkatli dinlemiş, bazı
tavsiyelerde de bulunmuştu. Sonra bu hususta kaleme aldığı
bir yazıyı Bayrak dergisinde yayımlamış; bana da onun bir
kopyasını yollamıştı. Adı geçen yazıdan bazı iktibaslar
yapacağım, ta ki karşıma çıkanların dâvâmıza ne büyük
zararlar verdiği iyice anlaşılsın:
"Almanya'da gayretli - gayretli olduğu kadar da
bilgili ve millî hisleri kuvvetli - bir öğretmen tanıdım:
Hamza Eravşar
Orada beş ayrı yerde haftalık seminerler tertipliyor
ve Türk çocuklarına millî kültürlerini öğretiyor. Türk
tarihini verişine baktım ve hayran kaldım. Kuru olaylar
dizisi ve tarihler yerine, manalar üzerinde duruyordu. En
önemlisi, fikir ve ideolojiyi bile aşıp, davranışlar açısından
bakmayı öğretiyordu. Yalnız tarih kitaplarından değil,
edebî eserlerden de yararlanıyordu.
Ben oradayken, Atsız'ın 'Bozkurtların Ölümü' romanı
üzerinde duruyordu. Kahramanları tek tek alıyor,
davranışlarını sıralıyor, her bir davranışı bir münakaşa
konusu yapıyordu. Hangi davranış o gün gün için de,
158
bugün için de geçerlidir? Hangi davranış o gün de, bugün
de zararlıdır ve tehlikelidir? Hangisi o gün için iyi ise de,
bugün faydasızdır? Davranışların hangisi vatan için en
iyisidir, hangisi fert için faydalıdır? v.b.
Çok kere fikirde milliyetçi, vatansever ve dinine bağlı
olan kişilerin, davranışlarında bunları uygulamadıklarını
hep bilir, görürüz. İnançlarla davranışlar arasındaki bu
kopukluğu gidermenin bir çaresi, en körpe yaşta 'davranış
eğitimi' vermekle olur. İşte gurbetteki bu öğretmen bunu
yapıyordu. Keşke yurt içindeki eğitimcilerimiz de bundan
örnek alsalar…
Hamza Eravşar'la seminerler konusunda uzun uzun
konuştuk. Tarihimizi olaylar ve rakamlar dizisi olarak
anlatmaya karşı olan görüşümü paylaşmanın sevinci ile
konuyu biraz daha açtım."
Reha hoca bundan sonra, din ve alfabe değişikliğinin
ne getirip, ne götürdüğünün; karşılaştığımız milletlerden
neler alıp, neler verdiğimizin de ele alınması gibi hususlarda
tavsiyelerde bulundu ki, önüm kesilmese onları da
işleyecektim.
Feridun'la bir de kavga denememiz var; onu da biraz
sonra anlatacağım.
Bu adamın gelmesi ile içine düştüğümüz durumu
tasvir eden bir hikâye denemem vardı. 1996'da yayınlamaya
başladığım, iki yılda 17 sayı ancak çıkabilen ve Türkiye'deki
evimi yiyen, Yumak dergimde "Güvendiğim Dağlara Kar
Yağınca" başlığı ile yayımladım. Hikâye biraz uzun Onun
giriş kısmını buraya alıyorum. "Efradını cami, ağyarını
mâni" olsun diye teşkilatı şirket gibi düşündüm.
159
GÜVENDİĞİM DAĞLARA KAR YAĞINCA
Her şey güllük gülistanlıktı. Birden sam yeli esti ve
insanların yüzünü soğuk vurdu. Bazı çehreler değişmeye
başladı. Daha dün sırt-sırta, omuz-omuza, güle-oynaya
çalıştığımız, beraber ağlayıp, beraber güldüğümüz
insanlar gitti; yerlerine, vefasız, kararsız, dönek, hırslı,
öfkeli, bencil, menfaatperest bir güruh geldi. Selâmlar
kesildi. Suratlar asıldı. Sinirler gerildi. Yardımlaşma
durdu. Dostum dediğimiz insanlar can düşmanımız oldu.
Birbirlerimizi görmeye tahammül edemez hale geldik.
Alnımızın teri ile çoluk-çocuğumuzun rızkını kazandığımız,
düşüncelerimizde mübarekleşen iş yerimiz bir işkence hane
oldu. Çalışmaya sürüklenerek geliyorduk Yıkılası
hanede evlad-ı iyal vardı, bırakamıyorduk da...
Başımıza tayin edilen müdür hayatımızı zindana
çevirdi. Adam bir tuhaf; tavrı, konuşması, davranışı bize
benzemiyor; bir muhayyel düşmanı ve kimsenin
anlamadığı korkuları var; asıyor, kesiyor, ihraç ediyor...
İşten de, işçiden de anladığı yok; idarecilik dersen hak
getire... Herkese tepeden bakıyor. Yapılıp-
yapılamayacağını hesap etmeden emirler veriyor. İşine ve
patronuna bağlı kimselerin tasvip etmediği; haylaz,
kaytarıcı, ahlâk zafiyeti içerisinde olanları kendisine
müşavir yapıyor, kısım şefi yapıyor.
Bu adamın gelmesi ile işyerinde usul, kaide, teamül
bozuldu; arkadakiler, beceriksizler, dalavereciler,
üçkâğıtçılar, terlemeden kazanma meraklıları öne geçti;
liyakatli, dürüst, çalışkan, işin erbabı olanlar gerilere
atıldı; huzur, ahenk, dirlik, düzen diye bir şey kalmadı.
Kısacası, “sürü ters çevrildi ve topal koyun sürü başı oldu.”
Artık, katlan bu zillete katlanabilirsen.
160
Ve 1987 Hamm Kurultayı
Bu kurultay hakkında söylenecek çok söz var. Onun,
yukarıda bahsettiğim hikâyemde birazını yazdım. Şimdi
sadece benimle alakalı kısmını yazacağım.
Türkeş'in de bizzat katıldığı bu kurultaya, bir
arkadaşımla geldim. Dış kapıdan girmeye hazırlanırken,
güzel giyinmiş iki delikanlı karşıma dikildi. "Efendim genel
başkanımızın emri var, siz kurultaya alınmayacaksınız."
dediler. Hırgür çıkartmadan yanımdaki arkadaşı başkanlığa
gelmesi beklenen Türkmen Onur'la görüşmesi ve durumu
anlatması için gönderdim. Ben neticeyi beklerken bir gurup
geldi, "Beyefendi burada duramazsınız." dedi. Kapının
önünden biraz daha geriye çekildim. Az sonra yakası bağrı
açık bir fedai topluluğu geldi. "Bizi zor kullanmaya mecbur
etme! Çek git buradan." diye tehdit etti. Hemen arkasından,
içlerinde tanıdıklarım olan bir heyet daha geldi. Biraz
yumuşak idiler. Başlarında Osman adında Develili biri
vardı. Tehdidi duymuştu. "Hocam, burada kimsenin eli size
kalkmaz ama genel başkan sıkıştırıyor; bizi müşkül
durumda bırakmayın; lütfen gidin buradan." dedi. "Bak
senin söylediklerin bir adam sözüne benziyor. Sınırınız nere
ise oraya kadar çekilip, Türkeş'in gelmesini bekleyeceğim."
dedim ve epey geriye çekildim.
Düşünüyordum ki, Türkeş buradan geçerken beni
görür ve yanına alır. Bunu hesap etmiş olacaklar ki, onu
arka kapıdan içeri almışlar. Ben boşuna beklemiş oldum.
Bu arada Türkmen Onur'a giden arkadaş geldi.
Buyurmuş ki: "İçeri alınmayacağını bilmiyor mu idi? Neden
gelmiş?"
Bazı insanlar isimleri kadar büyük olmuyor. Bu hadise
sebebiyle onu bir kere daha gördüm. Ne demek içeri
alınmamak? Neyi kimden koruyorsun. Biz, nerede faydalı
olacağını düşündüğümüz bir adam duysak, onu kazanmak
161
için ayağına kadar giderdik. Ben 20 yıldır bu hareket için
çalışan, bu uğurda mağduriyetlere uğrayan bir ülkücüyüm.
Dâvâmın, herkese açık bir toplantısına katılmak en tabii
hakkım... İçeriye yığdığınız insanlardan kaçı dâvâmıza
benim kadar hizmet etti? Bu, hayatımda bana yapılan en
ağır hakaretti. Gözyaşlarımı tutamadım. Toplantıya gelenler
etrafımda toplanmış, meseleyi anlamaya çalışıyordu.
Kalabalık arttıkça da içeride rahatsızlık artıyordu. İki de bir
de gelip, uzaklaşmam bunun için isteniyordu.
Baktım girmenin mümkünü yok; gözlerim yaşlı
arabaya kadar gidip, oturdum. Arkamdan birkaç kişi gelip,
"Hocam, Türkmen Bey sizi bekliyor." dediler. Geri salonun
önüne dış kapıdan girince bir alay genç yolumu kesip,
"Giremezsin!" dediler. Türkmen Onur'un davet ettiğini
söylemem de kâr etmedi. Kendi bölgemin gençleri yolumu
kesenlere müdahale edecekti, müsaade etmedim.
Bu gürültüye, salonun yan kapısından Ozan Arif çıktı.
Göz göze geldik. "Hocam buyurun!" demesi lazımken, "Ne
bağrışıyorsunuz? İçeride Başbuğumuz konuşuyor; gidin
başka yerde çekişin!" dedi. Bu sırada iki genç gelerek,
"Hocam Türkmen Başkan sizi bekliyor." deyince yolumu
kesen Yeniçeriler çekildi. Bu sırada içeriden alkışlar
yükseldi. Türkeş konuşmasını tamamlamıştı; girmemin de
manası kalmadı.
Bu münasebetsiz ile, çok kötü bir kapı açıldı
teşkilatta: Tepeye çöreklenmek, derneklere; ismine,
cismine, hizmetine bakmadan, adam sokmamak;
konuşmasına müsaade etmemek…
Maalesef 30 yıldır bu keyfî uygulama değişmedi.
Türkiye'deki keyfîlik değişmeden de değişeceğe benzemiyor.
162
Resimlerin hikâyesi: Hamm Kurultayı'ndan sonra Türkeş, konferans için
Stuttgart'a davet edilmişti. Çoğu talebem olan gençler beni Başbuğumuzun
masasına aldılar. Diğerleri: Necati Özen, Hasan Yıldızhan, rahmetli Ali Kızıltepe,
rahmetli Dursun Balcı Hoca…
Akşam yemeği bir yakın köylümün evinde idi. Biraz gecikerek geldim. Ev hınca
hınç dolu… Zorlukla içeri girdim. Oturacak yer yok. Feridun insanları aleyhimde
iyice doldurmuştu. Kimse yer vermedi. Durumu fark eden rahmetli Türkeş, tek
oturduğu ikili koltukta kenara çekilerek beni yanına davet etti. Yanımızda görülen
üçüncü kişi, emekli kurmay Albay Hasan Yıldızhan; Feridun'dan sonraki genel
başkan… Yıl: 1987
Feridun'un akıbetini de yazayım; Millî Görüş'e gitti.
"Türk Federasyonu Eski Genel Başkanı" diye gazetelerinde
ilan ederek bütün derneklerini gezdirdiler. Şöyle diyormuş:
"Türkeş'in 9 Işık kitabını dokuz kere okudum; bir şey
anlamadım. Hocamın 'Adil Düzen' kitabını bir okuyuşta
ufkum aydınlandı."
'91 seçimlerinde ittifak kurulmasa da MSP tek başına
seçime girse, adam o partiden İzmir adayı idi. Bereket MHP
ile ittifak yapınca engellenmiş oldu.
Benim saf ülküdaşım bu adama da döş düğmeledi.
Eksik kalmasın onun hakkında bir diyeceğim daha
var: Adam Millî Görüş saflarında dâvâmız aleyhine
çalışırken, tanıdığım bir genç ona beni sormuş. Eski ülkücü
ya… Ben de ülkücü olunca bu soru kendiliğinden geliyor.
Tanıdığını söyleyerek selam göndermiş ve bana haksızlık
ettiğini söyleyerek helallik istemiş…
163
"O hataları yaparken çocuk değildi. Yaşı 50'ye
dayanmış bir insan bilerek ve inanarak işledi o cürümleri."
dedim ve görüşmeyi kabul etmedim. Şimdi diyorum ki,
keşke kabul etseydim. Ondan epey bilgi alabilirdim.
Federasyon Aracının Yedek Lastiği
Feridun'dan sonra başkanlık Hasan Yıldızhan adında
bir emekli albaya verildi. Ben onun yanında ikinci başkan
olarak vazife yaptım. Bunu ayrıca yazacağım. Adamın erken
dönmesi üzerine vekil olarak Türkmen Onur geri geldi.
Ondan sonra Yozgatlı birine verildi başkanlık. Ondan sonra
birkaç başkan daha değişti. '94 ortalarında tekrar Türkmen
Onur'a geçti genel başkanlık… İki binlere kadar kimler
geldi, kimler geçti hatırlamıyorum ama o tarihten sonra,
Cemal Çetin diye birinin arkasında Türkmen Onur'u gizli
başkan olarak görüyoruz.
Türkeş'in Almanya'da, sebebi bence meçhul,
vazgeçemediği iki kişiden biri Türkmen, diğeri Enver'dir.
Türkmen Onur, bilmem kaçıncı defa genel başkan
olduğu '94 yılında kendisine "beraber çalışalım" diye bir
mektup yazdım onu kısaltarak buraya alıyorum:
Sayın Türkmen Onur
Türk Federasyonu Başkanı
Allah'ın selamı üzerinize olsun.
Bundan iki yıl önce -şu anda ifa ettiğiniz - vazifeye
bir kerre daha tayin edildiğinizde- sizi telefonla aramış ve
"Avrupa pek geniş bir çalışma alanıdır; tek başınıza her
tarafa yetişemezsiniz; işin bir ucundan da ben tutmak
istiyorum; el ele verirsek 1979-85 arasındaki çok verimli
çalışmalara benzer bir çalışma da biz yapabiliriz." diyerek
164
şahsen vazife talep etmiştim. Bana, "Buna ben bir şey
diyemem; Türkiye'ye sorayım." demiştiniz. Konuşma
üslubunuzdan buna sizin de pek taraftar olmadığınızı
anlamış olmama rağmen, "Peki sorun ve neticeyi bildirin."
demiştim. O iş orada öylece kaldı.
Şimdi, Muhterem Türkmen Bey, beraber çalışalım
diye bir daha teklif ediyorum. Çünkü:
1. Ayyıldızlı, üç hilalli, bozkurtlu rozet ve kolye takan
ve derneklerimizi dolduran yığınlar dâvâdan habersizdir;
yazık.
2. Seçmen yaşının 18'e inmesi ve yurtdışına oy hakkı
tanınması gündemde. Daha çok, daha etkili bir çalışmaya
ihtiyaç var.
3. Bir zamanlar milletin ümidi durumuna yükselen
hareketimiz, endişesiz ve mesuliyetsiz fertlerin hırs, kin ve
öfkesi yüzünden irtifa kaybediyor
Millî kültür ve İslâm düşmanı zümreler başını aldı
gidiyor. Etrafımız ateş çemberi...
Ve daha nice bunlara benzer mesele ve işler
halledilmeyi bekliyor. Sizin bütün bunlara yetişmeniz
mümkün değil, yetişemiyorsunuz. Zira kadronuz kâfi
gelmiyor. Bir de küsenler ve küstürülenler hesaba
katılınca, meseleleri bilen yeni yardımcılara ihtiyacınız
olduğu kesindir.
…….
Aslında bu hususları şahsen görüşerek azami
müşterekliğe ulaşabileceğimizi ümit ediyorum.
Saygılarımla.
Stuttgart derneğimizde bölge temsilcilerinin de
katıldığı bir toplantıda, Türkmen'le bu mektup üzerine
konuşurken Beyefendi şöyle bir ifade kullandı: "Hamza Bey,
her şeyi ben yaparım, diyorsunuz. Sizden başka işi bilen,
yapan olmaz mı?"
165
Derhal mektubu çıkartıp, önüne uzattım. "Bu
dediklerini mektupta bana bir göstersen! Ben 'bir ucundan
tutayım, gövde sende kalsın' diyorum."
"Peki" dedi, nihayet. Bir kucaklaşma toplantısı
yapılacak işe başlayacaktım. Bir de yıllık pırogram istendi,
hazırlayıp hem kendine hem bölge başkanlarına yolladım.
Ancak o pırogram uygulanmadı. Ben de işe başlayamadım.
Zira toplantı fiyasko ile neticelendi. Kucaklaşmak için değil,
iyice kopmak için toplanılmış olduğu yapılan
konuşmalardan anlaşılıyordu. Yani müzmin genel
başkandan izin çıkmadı. Bana da, Fuzulî'nin
"Şikâyetname"sinde söylediği gibi bir kere daha köşeme
çekilmekten gayri yol kalmamıştı.
Evimde, okuyup yazarak ve bazı şahıslara, makamlara
mektuplar göndererek gün geçirdim. O mektuplar
dosyamdadır ama buraya alma gereği duymadım. Zira bir
ikisi dışında kimseden cevap gelmedi. '98 yılında çıkan
"Avrupa Türklerinin Mukadderatı" kitabımdan da
milletvekillerimize 50 tanesini verdirmiştim. Bir Allah kulu
ilgilenmedi.
Yıllar sonra bu yalnızlığım üzerine bir şiir denemem
oldu. Onu da buraya alayım; o da yazarı gibi garip kalmasın:
GARİPÇE BİR DERTLENME
Ne rüyalar gördüm ümit ile dolduran
Ne hayaller kurdum sonunda hep yok olan
Ne mektuplar yazdım okunmadan atılan
Ne dostlar edindim dar günümde kaybolan
Paylaşalım artık ortaklığın kârını
İyi görmüyorum zira senle yarını:
166
Dâvâ benim makam senin
Kavga benim bucak senin
Külfet benim nimet senin
Düşmek benim çıkmak senin
Alçak benim yüksek senin
Ak kaz benim yolmak senin
Ölmek benim kalmak senin
Millet benim ezmek senin
Vatan benim mal-mülk senin
Devlet benim yemek senin
Böylece,
“Aslan payını aslan olmayan aldı” ( A. N. Asya)
Sonunda,
“Dostlarla da yollar bir bir ayrıldı” (C. S. Tarancı)
Çok önemli ve pek duyulmamış bir hususa daha temas
etmek istiyorum. Türkmen'den önce genel başkanlık bana
teklif edilmişti. "Nasıl?" diyeceksiniz. Anlatayım:
1994 baharında MHP'nin kongresi için uçak dolusu
bir heyetle Ankara'ya geldim. Hem de illegal olarak. Çünkü
elimdeki pasaporta göre girişim yasaktı. Kontrol eden
polisler, "Bununla Türkiye'ye gidersen ilgili kurumlara
bildiririz." dediler. Dönünce bildirmiş olduklarını gördüm.
Burası ayrı bir husus…
Kongreyi takip ettik. Sonra Türkeş'le konuşmak için
genel merkeze uğradık. Bizi sıraya dizdiler. Türkeş
önümüzden geçerek merhabalaşıyordu. Bana gelince durdu,
hâl hatır sordu. "Efendim" dedim. "Ben sizinle görüşmek
için burada kaldım. Yarın uğrasam görüşmemiz mümkün
olur mu?" Uygun buldu. Ve ertesi günü huzuruna çıktım.
Hal-hatır faslından sonra talebimi şöyle dile getirdim:
167
"Efendim, özel durumum sebebiyle şimdiye kadar
hareketimizde ciddî bir vazife alamadım. Necati Uygur'dan
beri hep birilerine yardımcı oldum, seminerler verdim.
Şimdi işlerim yoluna girdi. Salâhiyeti de, mes'uliyeti de
bana ait bir vazife istiyorum." "Olur." dedi. "Avrupa'nın
idaresini sana verelim. Sen bundan kimseye bahsetme!
Kongreden önce ben varırım, kadroyu birlikte oluştururuz."
Huzurdan, elini öperek ve memnuniyetimi ifade
ederek ayrıldım. Çok sevinçli ve heyecanlı idim… Kimlerle
çalışabileceğimi düşünerek otele geldim. MHP Kayseri
milletvekili, köylüm Mustafa Dağcı aradı. Türkeş'le görüşüp
görüşmediğimi sordu. Görüştüğümü ve faydalı geçtiğini
söyledim.
Kongre zamanı Türkeş de Almanya'ya geldi. Kaldığı
yeri bir türlü öğrenemiyorum. O da aramıyor. Nihayet,
kongrenin yapılacağı gün Stuttgart'taki bir lokantada, Dağcı
vasıtası ile görüştüm. Bir emri olup olmadığını sordum. Hiç
o dallara basmadı. Salona da vardım. Seçimler yapılacağı
zaman heyecanla bekledim. Torbadan yine Türkmen çıktı.
Birkaç gün sonra MHP genel merkezinden Türkeş'i
aradım. Bana özel bir numara verdiler. Çevirdim. Konuştuk.
"Efendim, görevi bana verecektiniz; bir yanlışlığımı mı
gördünüz de vazgeçtiniz?" dedim. "O meselenin
üstündeyim, onu çözeceğim." diye karşılık verdi. Meselenin
ne olduğunu sordum. Cevabı aynı oldu. Hakkımda bir şeyler
duymuşsa, bir müfettiş göndererek soruşturmasını talep
ettim. Yukarıdaki sözü bir daha tekrar edince yapacak,
söyleyecek söz kalmadı.
Aylar sonra, Türkeş'i benden daha iyi tanıyan bir
dostuma bu hadiseyi anlatınca dedi ki: "Sana bu teklif
yapılınca sen ne yaptın?" "Hiç" dedim. "Teşekkür edip elini
öptüm ve çıktım." "Bu kadar mı?" dedi. Benim "evet"
cevabım üzerine, "Sen daha kapıdan çıkmadan
168
kaybetmişsin." dedi ve bir şeyler daha anlattı. Ama "ağzında
süt kokan" benim aklım yatmadı.
Türkmen'den sonra, Kadir Baran, ondan sonra da
isimlerin hatırlamadığım birileri başkan oldu. Sonra da
Mehmet Erdoğan diye birisi genel başkan yapıldı. Hep
şaşırdık. Biz, Albay zamanında o tek başına bölge başkanı
olamaz, diye bölgeyi dörde bölmüştük. Bu adam şimdi genel
başkan… Bizim göremediğimiz bir vasfını rahmetli Türkeş
görmüş olmalı… Başkanlığının epeyce şaibeli geçtiğini işin
içinde olanlar anlattı.
Sıra tekrar Türkmen'e geldi ama o, perde arkasında
kalarak, nöbetini Cemal Çetin diye birine bıraktı. Bu kişi de
tıpkı Devlet Bahçeli gibi hareketimizin vazgeçilmezlerinden,
bulunmaz Bursa kumaşlarından oldu. Hareketin yolunu
tıkayan bu adamla alakalı söyleyeceklerimi biraz sonraya
bırakıyorum.
Federasyon 2. Başkanlığına Davet Edilişim
Türkmen Onur başkan olunca biraz ümitlenmiştim.
Ne de olsa Türkiye'den beri bir hukukumuz vardı.
Almanya'da da beraber dernek ziyaretlerine çıkmıştık.
Bunlar bir işe yaramadı. Türkmen Efendi, birlikte çalışmaya
yanaşmadı.
Yapacak bir şey kalmamıştı; evime çekildim. Evli ve
en büyüğü 12 yaşında üç çocuk babası idim… Vatanı
kurtarayım derken, ailemle fazla alakadar olamamıştım.
Bu düşüncemi uygulamaya fırsat verilmedi. Bölge
başkanı hemşerim aradı: "Hocam, genel başkanımızla seni
ziyarete geliyoruz; çayı hazırla!.." dedi. Geldiler. Albay 70
yaşlarında bir kişi…
Önce, Türkeş'in bu yaşta birisine, çok koşturulması
gereken bir işte neden vazife verdiğini düşündüm. Cevabını
169
bulamadım. Karar onundu; kime dilerse vazife verirdi.
Hal-hatır sorma faslı bitince Albay geliş sebebini
anlattı:
"Seni Frankfurt'a götürmeye geldik. Yalnız kaldım.
Arkadaşlar ısrarla seni tavsiye ediyorlar. Beni kırma!" dedi.
Kongrede yönetim kuruluna seçilen Türkmen Onur
yönetim usulünü beğenmediğinden, Enver Altaylı kendisine
"oğlum" dediğinden, çekip gitmişler. Türkmen'in yerine 2.
başkan olarak beni istiyordu. Ben iç çekişmelerden
yılmıştım. Albay'da da bunların üstesinden gelecek bir yapı
göremedim. Bu sebeple teklifi kabul etmedim. Israrları
karşısında şunu sordum:
"Burada bir ihtilaf çıksa, Türkeş seni mi dinler,
Enver'i mi?" "Elbette beni dinler." dedi. Türkeş'le hukuku-
nun ne olduğunu sordum. Asker olduğu için resmî bir vazife
almadığını ancak Türkeş'i sevdiğini söyledi. Bu kadarı
benim için kâfi değildi.
"Mademki bu kadar ısrar ediyorsun. Benim
istemezlerim çoğaldı; onlara karşı durabilecek misin?" "Seni
kimseye ezdirmem." diye cevap verince dedim ki: "O halde
telefonla mı olur, yazılı mı olur, bu vazifeyi bana Türkeş
versin. Git, meseleyi Türkiye'de hallet."
O sene genel seçimler vardı. Albay sık sık Türkiye'ye
gidiyordu. Yine gitti ve birkaç gün sonra beni aradı ve
müjdeyi verdi, yazılı emri almış. O bunu görevlendirme
emri olarak değerlendiriyordu ama Türkeş'in el yazısı ile
yazılan mektup öyle demiyordu. Şimdi, 20 sene önce yazdığı
diğer mektupla beraber çalışma odamın duvarını süsleyen
bu kısa mektupta söyle yazıyordu:
170
Sayın Hamza Eravşar
İslam Türk Ülküsünü ve 9 Işığın öğretim ve anlatımı
için seminerci olarak görevlendiniz.
Başarılar diler, gözlerinizden öperim.
1. 10. 1987
(imza)
Alparslan Türkeş
Albay'a, "Bu 2. başkanlık vazifesi değil ki" dediğimde,
Türkeş'in, "Şimdi buradan başlasın, bir müddet sonra 2.
başkan olarak ilan edersin." dediğini anlattı. İkna oldum.
Vazifeden kaçamazdım. Sonra bu, Feridun'un hakkımda
yaydığı fitnenin yatıştırılması için bir fırsat olurdu.
Stuttgart'taki gençlerden Ahmet Doğan, Cevat Şanlı,
Harun Yavuz ve bir de gazeteci beni Frankfurt'a götürdü. Ne
fedakâr gençlerdi; kulakları çınlasın. Merkezde bana küçük
bir oda verdiler. Açılır kapanır bir karyola ve bir de dolap
bulundu. Orada çalışacak, orada yatacaktım. İkinci
başkanlık odasını, Feridun'dan kalan ve kendini hâlâ 2.
başkan olarak gören adama boşalttıramadık. Bizler sıcak
yatağımızda yatarken o gece gündüz Başbuğumuz için
çalışmış(!) Başbuğ'a hizmet ediyorum, diye fitneye hizmet
ettiğini anlayacak kapasitede değildi. "Mademki bu kadar
hizmet(!) ettin, kal!" dedim.
Federasyon'da durum içler acısı… Aylık gider 30 000
mark. Seçim var; bir o kadar da Türkiye'ye çıkartılması
gereken para var. Gelir ise, sadece geceler, kitap satışları ve
dernek aidatları… Genel merkeze doğrudan üye olanlar da
var.
Krefeld diye bir şehirde gece yapılmış; merkeze
getirilen para 235 mark…
Albay köpürüyor: "Biz o kadar masraf ediyoruz. Her
171
geceye iki araba gidiyor. Yolda lokantaya gitmişlerse onun
faturası da bize geliyor. Bu geceleri iptal edeceğim. Kimseye
de para vermeyeceğim. Âşıkların ne halleri varsa
görsünler." dedi.
Benim riyasetimde beş kişilik yönetim kurulunu
topladık. Hâl çaresi arayacağız. Son gecenin hâsılatının 235
mark olduğunu söyledikten sonra, konuşmama şöyle devam
ettim:
"Arkadaşlar gemi karaya oturdu. Yürütmenin iki yolu
var: Ya dışarıdan destek almak, ya içerisinin yükünü
hafifletmek… Destek imkânı şimdilik yok; bize yükü
hafifletmek düşüyor. Aldığınız ücretleri yeniden düşündüm.
Albayım sana ayda 800 mark vereceğiz. Kiranı zaten
Federasyon karşılıyor. Bir yere giderken de buranın
arabaları kullanılıyor. Günlük harcamalar için bu para size
yeter." Albay bunu kabul etti.
Biz sıcak yatağımızda yatarken Başbuğumuz için
çalışan ve bunun karşılığında ayda 2300 mark alan
arkadaşımıza da ayda 1200 mark vereceğimizi söyledim.
"Ben o para ile geçinemem." deyince, "Ayrıl o zaman, zaten
bir işe yaradığın yok." dedim, kabul etmedi. Merkeze saat
ikide gelirdi. Çalışma müsaadesi vardı. Öğleye kadar
kendisine bir iş bulmasını; olmadı, işsizlik yardımı, sosyal
yardım gibi yollara başvurmasını söyledim; ona da
yanaşmadı. Çocuk parası alıp almadığını sordum;
alıyormuş.
Bu bahsi şöyle kapattım: "Beyefendi, ister kabul et,
istersen etme! Sana verilecek para 1200 marktır."
Diğer iki kişi işsizlik parası almayı hak eden
insanlardı. Ona müracaat etmelerini, o zaman kadar onlara
da bir miktar ödeme yapılacağını söyledim. Kabul ettiler.
"Bana gelince, ben para falan istemiyorum. Gece
gündüz burada kaldığım için (Evimle buranın arası 250 km
172
idi.) dernek mutfağından bir sabah kahvaltısı, bir de akşam
yemeği getirsinler yeter." dedim.
Mesele kapandı. Sıra âşıklara gelmişti. Ozan Arif'ten
başladım. Gece başına açıktan 450 mark alırdı. Sigortası da
Federasyon'a aitti. Şimdilik 50 eksik almasını rica ettim.
Kabul etmedi. O etmese de, diğerlerine bunu uygulaya-
caktım.
Geceye çıkanlardan birisi 350, diğerleri 250'şer mark
alıyorlardı. Hapsinden 50 mark kessek, gece başı 200 mark
ederdi. Ayda sekiz gece yapılacak olsa, 1600 mark
tasarrufumuz olur ki, hiç de fena değil…
Bu iki ayarlama bize ayda 4000 mark kazandırırdı.
Ancak bu kararları uygulamak nasip olmadı. Zira buna
ömrüm kâfi gelmedi. Sebebini biraz sonra yazacağım.
36 kişilik genel idare heyetinin toplantısı yapılıyor.
Toplantıyı ben idare ediyorum. Heyetin içinde Türkmen
dâhil, Feridun'un yönetiminin tamamı var. Herkes bana
öfkeyle bakıyor. Hele Türkmen'in terbiyesizce bir oturuşu
var ki, bütün hıncını aksettiriyor. Sandalyeye uzanmış,
yatmış demek daha doğru, bacak bacak üstüne atmış; kıçı
görünüyor.
Toplantıda adı değmez bir münafık konuşuyor:
"Şunları, şunları yapacaksınız. Arkadaşlar, yapmazlarsa
yakalarına yapışmaya var mısınız?" Şimdilerde suret-i
haktan görünen bu adamdan, tipinin numunesi olarak biraz
bahsetmek istedim.
Ben eğitim çalışmaları için onun bulunduğu Duisburg
şehrine vardığımda ülkücü falan değildi. Feridun vasıfsız
insanları toplarken bunu da almış. Hızlı Türkeşçi oldu.
Eskiler aleyhine bir yığın yalan uydurdu. Muhsin ayrılınca
onun tarafına geçti. Onun sayesinde genel müdür olacağını
hanımı bir toplantıda ağzından kaçırmış… Bir zaman sonra,
Serdar Çelebi'nin kurucu başkan olduğu ATİB (Avrupa Türk
173
İslam Birliği) kampında gördüm ve şaşırdım. "Geçmişte
Türkeşçilik oynuyordun ve bunlara iftira ediyor,
söylenmedik söz bırakmıyordun. Sonra Muhsin Bey'in
safında yer aldın. Şimdi, haklarında etmediğin küfür
kalmayan bu adamların yanındasın. Ne işin var burada?
İnsanda biraz utanma olur." dediğimde pişkin pişkin
yılımsadı.
İşte bu adam bizim yakamızdan tutacak. Toplantıdan
sonra, kendi gibi münafık iki arkadaşını konuşmak için
odama davet ettim. "Sen istişareye açık değilsin dostum.
Hz. Ömer halife olunca, zayıf, çelimsiz bir sahabe, 'yanlış
yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz.' dediğinde Koca
Ömer bundan memnun olmuştu."
"Verdiğin şu misale bak! Sen kim o sahabe kim? Sen
onların samimiyetinde ol da ben senin ayağına türap
olayım." diye karşılık verdim. Çekip gitti.
Toplantıya döneyim. Orada konuşulan laflardan birisi
çok önemli… Feridun'un genel sekreterliğini yapan bir genç
dedi ki: "Bir de para almadan çalışmak çıktı." İşte her şeyi
anlatan bir söz…
Konuşmaların ağırlığını eskilerin yolsuzluğu teşkil
ediyordu. Bunu kabul edemezdim; günahtı. "Onlar para
yedi ise, Feridun para ile birlikte kasayı da yemiştir." dedim
ve Albay'a, Feridun'un iki yıllık görevi sırasında Türkiye'ye
ne kadar para göndermiş olduğunu sordum. 12.500 mark
gitmiş. Aya 500 mark düşüyor. Sorulduğunda da eskilerin
borcunu ödediğini söylüyormuş. Külliyen yalandır. Ödediği
bir borç falan yok.
Feridun zamanında kimin ne kadar aldığını genel
muhasiplik yapan gence sordum. Söylemedi. Yemin
ettirmiş. İkinci başkan olan kişinin 2300 demesi bir
kıyaslama imkânı veriyor. Kendisinin ne kadar aldığı ise
herkesin meçhulü…
174
Vazifede kaldığım iki ay içerisinde dışa karşı bir
mücadeleye fırsat bulamadık. İstenilen ve beklenen olmuş,
ikiye bölünmüştük. Suçlanan ve hakaretlere maruz kalan
eskiler, başlarında Serdar Çelebi ve Ali Batman olduğu
halde Avrupa Türk İslam Birliği (ATİB) adı altında yeni bir
federasyon oluşturmuş; tabir caizse, hareketin kaymak
tabakasını da yanlarına almayı başarmışlardı. Kalanlar ise,
daha önce, işe yaramadıkları için kenara alınanlardı.
Kıymetlerini(!) takdir edemedikleri için eskilere öfke duyan
bu kişiler dâvânın gerçek temsilcisi olarak kendilerini
görüyor, karşı tarafı ihanetle suçluyordu.
Bu taşkın güruh, merkeze danışmadan toplantılar
yapıyor; önünü ardını hesap etmeden açıklamalarda
bulunuyorlardı. Şahıslara hücum edeyim derken,
Federasyon'u yıprattıklarını göremeyecek kadar sığ
düşünceli idiler. Hele bunlardan biri - daha sonra Türk
Federasyonu genel başkanlığına getirilen şahıs - bir salon
tutmuş, basını da davet ederek, Federasyon'da para
yendiğini anlatacakmış. Durumdan haberdar olunca,
yanımda Albay da olduğu halde, doğru o şehre vardım ve
açıklamaya müsaade etmedim.
Burada bir hususa daha temas etme gereği
duyuyorum: 1985'e kadar fevkalade başarılı hizmetler
yapan; başlarında tecrübeli, gayretli, teşkilatçılığı işi iyi
bilen insanların bulunduğu Türk Federasyonu'nda bir
değişikliğe neden gidildiğini ve bu curcunaya neden
müsaade edildiğini anlayabilmiş değilim. Sıradan insanlar
Türkeş'in avukatlığına soyundu. Yukarıda da söylediğim
gibi; başlar ayak, ayaklar baş kesildi. Yani sürü ters çevrildi;
topal koyun sürü başı oldu.
175
Dernek Kapma Yarışları
Her iki taraf da birbirlerine hakaret etme
yarışındaydılar. Hınçlar, hırslar körüklenerek öfkeli bir
topluluk haline gelindi. Başta Türkeş'in oğlu ve damadı
olmak üzere, Türkiye'den de gelip, bu yarışa katılanlar
vardı. Federasyon'un MHP'liliğine karşı ATİB de ANAP'a
yaslanma gayretinde idi.
Ben ortada kaldım. Gidenler, kendilerine yapılanlar
karşısında "Başka çaremiz kalmadı." anlayışında idiler. Ama
haklı olmak ayrılmanın mazereti olamazdı. Bu sebeple
yanlarında yer almadım. Kalanlar, kendilerine anlatılanlara
inanıp, gidenleri ihanetle suçluyor, onların geçmişteki
hizmetlerini görmezlikten geliyordu. Feridun ve avenesinin
aleyhimde estirdiği hava sebebiyle bana da hoş
bakmıyorlardı. Merkeze gelmem havayı biraz yumuşattı,
lâkin o da uzun sürmedi.
Bu arada taraflar dernek kapma yarışına çıktılar.
Federasyon'un ağır topları Ozan Arif ve Türkmen Onur;
karşı tarafınkiler Ramiz Ongun, Serdar Çelebi ve Ali
Batman idi.
Şahidi olduğum bir-iki hadise aktarayım: Ozan Arif,
Würzburg derneğimize gidiyor. Daha kimsenin bir şey
bildiği yok… Salonda bağırıyor: "İçinizde hiç Türkeşçi yok
mu? Ayrı bir dernek kursunlar." İnsanlar şaşkın şaşkın
birbirlerine bakıyor. Zira onların hepsi Türkeşçi… Zihinler
bulandırılıyor.
Güney Almanya'nın güçlü derneklerinden,
kuruluşunda bir hayli emeğim olan Herrenberg'e Ramiz,
Serdar ve İhsan Öner gelmişler, orasını yanlarına çekmek
istiyorlar. Bunu haber alan Stuttgart derneğimizin hızlı
gençlerinden Ahmet Abaylı, Cevat Şanlı, Harun Yavuz,
Ahmet Doğan, Hasan Soylu geldi. Ben de oradayım ama
tartışmaya müdahil olmadım. Gelen gençlerin kararlı tavrı
176
sebebiyle Serdargil netice alamadan gittiler.
Bu dernekte daha sonra seçim yapılmış, netice 32'ye
32 olmuş. Türkmen Onur beni aradı; yardım istedi. "Ben bu
çekişmelere katılmak istemiyorum. İşi kim bu hale getirdi
ise o çözsün." dedim. Bu çekişme orada ikinci bir derneğin
kurulmasına yol açtı.
Kuzey Almanya'dan da bir misal vereyim: Oberhausen
derneğimiz karışmış. Federasyon'dan ayrılmak isteyenler
çoğunlukta. Seçimleri var. Albay oraya gitmemi istedi.
Vardım. Seçim bitmiş, ayrılma ve ATİB'e geçme kararı
verilmiş. Başkanları Kazım, "Hocam biraz görüşelim.
Anlattıklarım sizi tatmin etmezse kongreyi yeniler,
Federasyon'da kalırız." dedi. Alt kattaki başkanlık odasına
çekildik. Duisburg'daki, bana da muhalif olan üç kişilik çete,
hani bir toplantıda yakamıza yapışmaktan bahseden, daha
sonra onu ATİB'in kış kampında görüp azarladığım adam
var ya işte onun çetesi, onlara yapmadığını bırakmamış.
Yapılan terbiyesizliği ve edilen küfürleri buraya yazamam.
Yukarı çıktık. "Arkadaşlar, kongreniz hayırlı olsun!"
diyerek oradan ayrıldım.
Sonuç olarak ATİB, yetmişe yakın derneği almayı
başardı. Ama elinde tutamadı. Şu anda ellerinde dernek
sayısı bütün Avrupa'da yirmi kadardır. Türk
Federasyonu'nun dernek sayısı ise iki yüzün üzerindedir.
Şu kavga denemesini de yazayım ve Feridun bahsi
kapansın.
Ben bazı hafta sonları evime giderdim. Orada iken
Feridun Federasyon'a gelip, hesap sormak için beni aramış.
Toplantıda yaptığım konuşma çok zoruna gitmiş de…
Bu haberi alınca hemen onu aradım. Enver'in yanında
imiş… Dedim ki: "Buraya gelip beni sormuşsun. Geldim.
Şimdi, sen mi gelirsin, yoksa ben mi oraya varayım?" Ne
geldi; ne çağırdı.
177
Kendimi 2. başkan olarak tanıtmam bazılarını
rahatsız etmekteydi. Hani, onlar Başbuğumuz için
çalışırken ben sıcak yatağımda yatıyordum ya… İşte bu
çalışkan(!) arkadaşlar, sularının ısındığını fark edince fitne
kazanını kaynatmaya başladılar.
Bir gün Albay, Türkeş'in benden telefon beklediğini
söyledi. Mannheim derneğimizden aradım. Bana
söyledikleri şu: "Duisburg çevresinde senin, kendini 2.
başkan olarak takdim etmenden rahatsız olanlar var.
(Yukarıda bahsettiğim çete… Türkeş'in bunları neden
ciddiye aldığını yazmayayım.) Fitnenin yatışması için bir
müddet 2. başkanlık unvanını kullanma. Kendini kabul
ettirinceye kadar bir eğitimci olarak çalış." Cevabım:
"Efendim, ben bugüne kadarki çalışmalarımla kendimi
yeterince tanıttığımı zannediyorum. Bundan ileri bir gücüm
yok. Sizden öğrendiğimiz teşkilatçılığa bu hâl uygun
düşmüyor. Burada mes'uliyetim pek büyük. Salahiyetsiz
mes'uliyet insanı yıpratır. O halde beni affedin; evime
döneyim."
Telefonda kısa bir duraklama oldu. Belli ki
söylediklerimden Türkeş memnun kalmadı ve şöyle sitem
etti: "Sana verdiğim değeri anla! Ben, hiçbir kimseye el
yazımla mektup yollamadım. İlk sana yazdım o kısa
mektubu…" (Albay'ın getirdiği ve yukarıda bahsettiğim
mektup) Türkeş daha bir şeyler söylemiş ve beni ikna
etmişti. Ancak aradan uzun zaman geçtiği için nasıl ikna
olduğumu hatırlayamadım. O anda not da almamıştım.
"Peki efendim, emriniz istikametinde çalışacağım." dedim.
Ancak çalışmak nasip olmadı.
Albay Görevi Bırakıyor
Bazı zamanlar yaptığım gibi, yine evimdeyim. Albay
aradı. "Hamzam acele gel, ben gidiyorum." dedi. Şaşırdım
kaldım. Bu da nereden çıkmıştı… Daha yeni düzenimizi
178
oturtmaya başlamıştık. Atladım, vardım. Albay dertli ve
öfkeli anlatmaya başladı:
"Ben bunca yıllık kurmay subayım. Bir tek gün karıma
hakaret ettirmedim. Burada iki küstah polis evime gelip
karımı karakola götürmüş ve sorguya çekmiş. Türkeş,
burada iken herkes 'tamam efendim' diyor, o gidince
unutuluyor. Benim oturum meselemi aylardır halletmediler.
Kaçak durumuna düştüm. Ben Feridun'un bıraktığı evde
oturuyorum. Bir araba meselesi için onu arayan polis evde
benim hanımı görünce kimlik sormuş. Sonra da alıp
karakola götürmüş. Ben buna dayanamam. Gidiyorum."
Adama hak verdim. Yerine kimin geleceğini sordum.
"Türkmen Bey" deyince içimde bir isyan dalgalanması oldu.
O merkezi terk ettiği için onun yerine ben getirilmiştim.
Şimdi vekâleten o çağrılıyordu. İkinci başkan ben olduğum
için hak benimdi. "Nasıl oldu bu iş?" diye sordum.
Türkeş, "yerine kimi bırakıyorsun? diye sormuş, o
mübarek de, "siz bilirsiniz efendim" demiş. Beni söylemeye
cesaret edememiş. Türkeş'in de her zaman olduğu gibi yine
Türkmen'i görevlendirmesi bana hakaretti. Benim
makamda mevkide gözüm yok; hizmet etmek istiyorum.
Ama bu hakarete katlanmam mümkün değildi. Sabah
toparlanıp evime dönme kararı verdim. Bu görevlendirme
hatalı idi, buna rağmen acaba birlikte çalışma imkânı olur
mu, diye düşünmekten de kendimi alamadım.
Akşama doğru Türkmen geldi. Tek tek yönetim kurulu
üyelerini odalarında ziyaret etti, konuştu. Benim yanıma
gelmedi. "Belki açıktan gelmeye çekinmiştir, gece gelebilir."
diye de boşuna bekledim. Aynı gece dönmüş.
Bu arada Ozan Arif'le karşılaştık. Bana, bundan
sonraki hayatım için başarılar diledi. Demek ki gözden
çıkartılmışım.
Ertesi günü Hasan Albay'ın karşısına dikildim.
179
"Şimdi söyle! Ben ne olacağım? Evimden alırken ne
taahhüt etmiştin? Hani beni ezdirmeyecektin. Beni ne
duruma düşürdüğünün farkında mısın? Sana inanmış,
güvenmiştim. Yerine kimi bırakacağın sorulduğu zaman
neden benim adımı vermedin? Hayal kırıklığına uğrattın
beni. Askersin, disiplinli olursun dedim; disiplinin "D"sini
göremedim sende... İstihbaratta görev yapmışsın, teşkilatçı
olursun dedim; teşkilatın "T"sini göremedim. Tarikat
ehlisin, gönül adamı olursun dedim, onu da göremedim.
Şimdi beni ortada bırakmış gidiyorsun. Olmadı Albayım. Bu
kadar önemli bir vazifeyi bırakıp kaçmayacaktın."
Albay Hasan Yıldızhan, "Kusura bakma! Bunlar senin
kıymetini bilemedi. Bir gün mutlaka anlayacaklardır."
demekle yetindi. Ancak onun dediği o "bir gün" hiç gelmedi;
Namık Kemal'in beyti geldi:
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten
diyerek evime çekildim.
İnziva Yıllarım
Biraz kendimi ve ailemi düşünmek zorundaydım.
Yukarıda bahsettiğim o banka işini buldum. Sonra bir
mobilya mağazasında çalıştım. Kendim mobilya mağazası
açtım. 1994'de yine işsiz kaldım. İşsizlik yardımı, sosyal
yardım derken, 1998'e geldim. O tarihte temel eğitim sekiz
yıla çıktı. Türkiye'de sınıf öğretmenliğine müracaat ettim.
Dostlarımın da yardımı ile kendi kazamın bir köyüne
tayinim yapıldı. 17 yıl hizmetim vardı; sekiz yılını da
borçlanarak Ekim '98'de emekli oldum. Süresiz oturumum
vardı; tekrar Almanya'ya döndüm. Altmış yaşımı
doldurduğum 2006 yılında da düşük bir ücretle oradan
emekli oldum.
180
Bu arada "Avrupa Türklerinin Mukadderatı" (İkinci
baskı: "Avrupa Türklerinin Geleceği") adı ile bir kitap
yazdım. İki yılda 17 sayı yayımlayabildiğim, Kayseri'deki
evimi yiyen Yumak dergisini çıkarttım.
2002 yılında MHP saflarında aday adayı olarak
Kayseri'den seçimlere katıldım. Aday arkadaşlarla Tomarza,
Pınarbaşı, Sarız, Bünyan köylerini dolaştım. Bir iddia
taşımıyordum ama safım belli olsun istedim.
Tam burada, "Bilge Lider Doktor Devlet Bahçeli" ile
yaptığım bir görüşmeyi anlatmak istiyorum. Kendisi ile ta
asistanlığı zamanından beri tanışırız. Zaman zaman da
görüşürdük.
Seçim bitti. Sebahattin Çakmakoğlu aracılığı ile
randevu aldım. Beraberimde o da olduğu halde huzura
girdik. Yurt dışı için, partiye faydalı olacak bazı tekliflerde
bulundum. "Ben yurt dışından bir şey beklemiyorum." dedi.
"Başbuğumuz böyle tekliflere sıcak bakardı." demem
üzerine hiddetlendi, boş bulundu ve öfke ile parmağını bana
doğrultarak aynen şöyle dedi: "Hamza Bey! Karşında
1997'den beri Yeni MHP var." Yorumu içi yananlara
kalsın. "Sanki birileri partinin büyümesini istemiyor."
diyerek, ilk yorumu, çıkınca merdiven başında Çakmakoğlu
yaptı. "Buradaki 'sanki' sözü fazla sayın bakanım."
demekten kendimi alamadım. Onunla da kendi odasında
biraz sohbet ettik. Çakmakoğlu ülkücü değildi ama dürüst
bir adamdı.
Yeni MHP'ye Uygun Yeni Federasyon
Dostlarımın yönetimde olduğu Türk Federasyonu
derneklerinden davet alıyordum. Reutlingen ve Waiblingen
derneklerinde ders ve sohbete başladım. Merkezde de
rahatsızlık başladı. Ben zannediyordum ki, MHP adaylığım
bazılarını yumuşatır. Olmadı. Kapılar yine açılmadı.
181
Waiblingen derneğinde başkanlık yapan arkadaşların
ricası üzerine genel merkeze gittik. Şahsen görüşerek
meseleyi çözmek niyetinde idik… Benim ümidim yoktu ama
arkadaşları kıramadım. Gittik. Üç saatlik bir beklemeden
sonra huzura kabul edildik. Bu bekletmeyi kasten yapmış…
Daha sonra yakınlarına, "Üç saat kapımda beklettim ya…"
diye övündüğünü duydum. Bu derece kaygısız, endişesiz
basit bir adamın karşısında idik… Durmadan bıyık
kemiriyor, oturduğu koltuğu o yana bu yana çeviriyordu. Bu
genel başkan… Adı da Cemal Çetin… Gerisini siz hesap edin.
Beni, pastadan pay kapmaya gelen birisi zannederek, çok
soğuk karşıladı. Ben ise makamının hatırı için oldukça kibar
davrandım. Dedim ki:
"Biz, Waiblingen derneğimizde bir eğitim çalışması
başlattık. Durumdan sizin de haberiniz olsun diye bilgi
vermeye geldik."
Buyurdu ki: "Bu böyle olmaaaaaaaz!"
Nasıl olurmuş? Bakın!
Yapacağım çalışmayı bir yazı ile dernek başkanına
verecekmişim. O, bölge başkanına verecekmiş. Bölge
başkanı Federasyon genel başkanlığına gönderecekmiş O,
eğitim işleri masasına havale edecekmiş. Orada incelenip
uygun bulunursa, başkanlığa verilecek, o bölge başkanına,
bölge başkanı dernek başkanına, o da bana bildirecek ve
çalışmaya başlayacakmışız.
"Ne okuyorsun sen? Göle su gelinceye kadar
kurbağanın gözü patlayacak. İşte pırogram burada. Kime
göstereceksen göster." diyerek çantamdan çıkartıp önüne
attım. "Kurbağanın gözü çıksa da, patlasa da, çatlasa da
bunun yolu budur." buyurdu.
Beraberimdeki dört başkana, "İşte gördünüz!
Bunların eğitim diye, ülkücülük diye bir kaygıları yok."
dedim.
182
Dönüp geldik. Başkanlar şaşkındı. Teşkilatçılığı körü
körüne itaat zannettikleri için, yapacakları bir şey de yoktu.
Aynı şehirde bir arkadaşın yazıhanesini kullanarak
eğitim çalışmalarına başladık. 20 genç katıldı.
Federasyon'un, ders yapabildiğim tek derneği kaldı
elimde; Reutlingen Türk Ocağı… Evime 70 km mesafede idi.
Oraya merkezin ve bölgenin dişi geçmedi. Çünkü orada,
eğitimsizliğin acısını duyan ve içi yanan, Samet Erdoğmuş
ve Mehmet Ali Karakaya gibi dişli dostlarım vardı. Dernek
yönetimi, özellikle Bahaeddin Cibo da yardımcı oldu ve
derslerimiz, haftada iki tam gün olmak üzere üç yıl devam
etti. Yine merkezin baskısına dayanamayan başkanın, bir
eğlence gecesinde şahsıma yaptığı saygısızlık sebebiyle
kendim kestim dersleri…
Buraya önemli bir mektubu hikâyesi ile eklemek
istiyorum.
Almanya'ya geldiğim 1977'den beri, buradaki
insanlarımızın meseleleri ve hâl çareleri ile ilgili olarak -
başta MHP genel başkanlığı, millî eğitim bakanları, kültür
bakanları, diyanet işleri başkanlığı olmak üzere - çok
mektuplar, raporlar yazıp yolladım, çok kişilerle konuştum.
Huzurlarından bir torba akılla çıktım.
Dostlarım, "Hocam arayı yumuşatın da eğitim
çalışmalarına başlayalım." diye ısrar ediyordu. İş yukarıdan
bitecekti. Hem tarihe not düşmek, hem de arkadaşları
kırmamak gayesi ile, genel başkanlık koltuğunda oturan
kaygısız, endişesiz adama 2 Mayıs 2002 tarihinde yazdığım
mektubu "Buluştururlar bizi elbet bir gün
hesapta" diye düşünerek ve önemine binaen, kısaltarak
buraya alıyorum:
183
Sayın Başkan! Önce selâmlarımı sunarım.
Dâvâma, dolayısı ile milletime karşı mesuliyetimi
düşünerek, yaşımın ve kıdemimin verdiği hakla, bazı
hususlara dikkatinizi çekmek istiyorum:
Bir harekete başkan olan kişi, o hareketin her sahada
en iyisi demek değildir. Böyle olması da tabiîdir. Lider,
sevk ve idare kabiliyeti olan; kimden, nerede, nasıl
faydalanacağını bilen kişidir.
Koltuğunuz sizinle şereflensin, siz koltukla değil...
12 Eylül’e kadar sadece düşmanları olan bir hareket
iken; kırgınları, dargınları, küskünleri, hainleri (!) bol bir
hareket olduk. Ülkücülüğe getirilen bir yığın külfete karşı,
dâvâmız adına bir arpa boyu yol alınamadı. Bir dönem
başımızın tacı olanlar, sonra başımızın belâsı oldular.
Bütün bunların müsebbibi tabiî ki siz değilsiniz. Bu
sebeple de gidenleri kendinize dert edinmiyor olabilirsiniz.
Siz mevcudun başkanısınız ama inisiyatif kullanabilirseniz
dağılanları toplayabilirsiniz. Hayatınızda, Ülkücü
Hareket’e yapabileceğiniz unutulmaz hizmet de bu olur;
şükranla anılırsınız. Önce bir ülküdaş, sonra da
bir hemşeri olarak, ben, sizin bu başarıyı göstermenizi
arzu ediyorum. Bunun tahakkuku için elimden geleni de
yapacağımdan emin olun! Yeter ki isteyin ve samimi gelin!
Avrupa Türkleri arasında yeni bir kültür
şekilleniyor. Gerekli öncülük yapılamazsa bu bizim
kültürümüz olmayacak, bizden de izler taşıyan yoz bir
kültür olacaktır; öyle de olmaya başladı zaten. Kim bu
yozlaşmayı kültür zeminimize çekecek? Düğmeye siz
basacak ve siz yönlendireceksiniz. Bu sebeple size
yazıyorum. Bu arada şunu da merak ediyorum:
184
Pek çok ülküdaşım derneklerde seminer çalışmaları
yapmamı sizden istediği halde, ben de bunu şahsen
defalarca dile getirdiğim halde bu kapı açılmıyor. Neden?
İflasa giden tüccarın veresiye defterlerini
karıştırması gibi, eski defterleri karıştırarak suçlu
aramayın! Kini, öfkeyi içinizde bu kadar büyütmeyin! O
duygular kabını çatlatır.
Unutmayın! Aynı hareketin içinde bulunan insanlar
arasında vefa kaybolmuşsa, o dâvâ özünü kaybetmiş
demektir ve ondan güzel şeyler sadır olmaz. Bir hareketin
mensupları o harekete emeği geçenleri hiçe sayıyorsa, bir
gün kendileri de hiçe sayılır.
Gidişat, mübârek hareketimizin iyice soğuduğunu
göstermektedir. Soğuyan hareketler özden ziyade şekle
sarılırlar. Kavramların mânâsı için değil, lâfzı için
insanlar birbirini yer. Bunun neticesi çöküştür.
Nefisperestliğin adı disiplin(!) olmuş...
Hareketimiz için hayırlı hizmetlere öncülük etmeniz
temennisi ile tekrar selâmlarımı sunuyorum.
Bu mektubun eline geçtiğini biliyordum. Ya okumadı,
ya da okuduğunu anlamdı. Aynı mektubu ikinci defa
yolladım. Yine ses çıkmayınca,"Okuduğunu anlamıyor
musun?" diye üçüncü bir mektup yazdım. Bunun üzerine
bölgedeki tosuncuklar, "Bir genel başkana böyle mektup
yazılır mı?" diye hesap sormaya kalktılar, ağızlarının payını
da aldılar.
ATİB'li Yıllar: 2005-2014
ATİB derneklerinde vazife yapan arkadaşlar geçmişte
benim ders ve sohbetlerime katılan kişilerdi. Faaliyetleri
oraya kaydırmam isteniyordu. Kabul ettim.
185
Plochingen gençleri ile kır gezisi - Temmuz 2011
Bölgede yedi dernekleri vardı. Hepsine de
uğruyordum. Halka sohbet, gençlere ders şeklinde
gidiyordu. Herkes memnundu.
Genel merkezden gelenler tebrik üstüne tebrik
ediyordu. Hepsi ile ünsiyetimiz vardı. Hele ders verdiğim
derneklerin ortak çalışması ile 70 kişinin görev aldığı bir
"Fetih Günü" yaptık ki, anlatılmakla bitmez. Yılda üç
pırogram yapıyordum: Mart'ta "Kahramanlık Günü",
Mayıs'ta "Fetih Günü", Aralık'ta "Yolumuzu
Aydınlatanlar…" Bu pırogramlar ve verdiğim dersler kendi
özel sayfam olan eravsar.net adresinde kayıtlıdır.
Plochingen gençleri toplu halde -2013
186
Çelebi'nin, MHP ve BBP'ten sonra AKP'ye yaslanması
ile, "Çelebi demek, ATİB demek" olduğu için camiada
Tayyip rüzgarı esmekteydi. Fetullahçılık ve tarikatçılık
hastalığına yakalanalar da vardı. Bir Türk milliyetçisi olarak
onlara sıcak bakamazdım. Bu tavrım anlaşılınca, halka
daraldı. Elimde sadece, ATİB'in en büyük en güçlü derneği
Plochingen kaldı. Burada sevgili dostum Ünal Göktaş'ı
söylemeden geçmek olmaz. Onun sayesinde oturttuk
dersleri. Dört gurup halinde 70'e yakın çocuk okutuyor,
velilerle sohbetler ediyor, annelere de ders veriyordum.
Plochinden kızları - 1013
Bu çalışmalar yedi yıl sürdü. Küçükler, kızlar, erkekler
olmak üzere dernekte hafta sonları, tarih, Türkçe, din
bilgisi, beşerî münasebetler dersi veriyordum. Hafta içinde
de yedi-sekiz genç evime gelirdi. Onlarla da "Kur'an'a Göre
Yaşamak" adını verdiğimiz meal çalışmamız vardı. Cemal
Sofuoğlu ve arkadaşlarının hazırladığı "Yüce Kur'an" isimli
meali takip ediyorduk. Takıldığım yerde bizzat Cemal Bey'i
arayarak bilgi alırdım. Bazen da telefonla derse katılırdı. Bir
seferinde de arkadaşı Mustafa Yıldırım telefonla misafirimiz
oldu. Çevre derneklerin hocalarını da davet ederdim.
187
Plochingen derneğinde çok sağlam gençler yetişti.
Hepsini öz evladım gibi sevdim. Serdar Düzgün, Süleyman
Yıldırım, Uğur Göktaş, Selçuk Düzgün, Tarık Özyurt, Ali
Ekber Düzgün; kızlardan Şeyma Göktaş, Neşe Öner, Özlem
Özyurt, Zeynep, Burcu ve Tuba Yıldırım kardeşler, verilen
emekleri boşa çıkartmayan gençlerdir. Bunlardan Serdar,
Uğur, Süleyman genel merkezde de idarî görevlerde
bulundular; gençlere seminerler verdiler. Şu anda da
derneklerinin yöneticileridir.
ATİB Beni Merkeze Alıyor
Güney bölgesinde yaptığım başarılı çalışmalar genel
merkezin dikkatinden kaçmadı. Kırk yıla varan bir
dostluğumuz bulunan İhsan Öner, ATİB genel başkanı
olunca beni Köln merkezinde görevlendirdi. İkinci başkan
Tibyan Taşkın aylardır bu teklifi yapmaktaydı. Benimse
niyetim artık memlekete dönmekti.
Bana bir lojman verdiler. Yol masrafları dâhil, bütün
giderler onlara aitti. Huzurlu bir çalışma ortamı vardı. Köln
ve çevresindeki yedi dernekte derse başladım. Tayyipçilik,
tarikatçılık ve Fetullahçılık burada da yakamı bırakmadı;
Dortmund derneği havlu attı. Buna rağmen genel başkan ve
yardımcısı arkamda olduğu için diğer derneklerde devam
ediyordum. Yüze yakın talebem olmuştu.
ATİB Genel Merkezinde Talebelerimin Bir Kısmı,
Genel Bşk . İhsan Öner ve yardımcısı Tibyan Taşkın ile - 2013
188
Sonunda beklenen oldu. Fitne galip geldi. Başkan, beni taşımakta zorlandığını ima etti. Şahıslar üzerinde Çelebi'nin ağırlığı pek fazla idi. Şubat 2014'te vazifeyi bırakarak Türkiye'ye döndüm. Köln'deki ATİB merkezinde bir buçuk yıl ancak kalabildim.
ATİB-Mülheim-Ruhr Derneğinde Küçük Kızlar - 2014
Büyük devlet adamı rahmetli Kâmran İnan diyordu ki: "Her çığlık bir çığ koparır, denmiş; ben yıllardır çığlık atıyorum ama bir kartopu bile yuvarlanmadı."
Bu ifadede kendimi buluyorum. Hatıralarımı yazmaya çalıştığım kitabımı, Remzi Oğuz
Arık'ın, her kelimesine gönülden katıldığım, şu ifadeleri ile bitireyim: “Ne türlü düşünsem görüyorum ki, bir idealin başı ıstıraba dayanıyor. Bir kütlenin kaderi önünde durup düşünmeyen, acı duymayan bir insanın ideali anlamasına da, ona kavuşmasına da imkân görmüyorum. Amma, ıstıraptan idealin doğması, onun şuuruna varmakla mümkündür. Çektiğinden habersiz bir kütle idealsizdir.”
Bu sözlerden ilham alarak ben de, mezar taşıma da yazılmasını istediğim, şu sözle içimi dökeyim:
Bir ömür dertlendim; halkımın, kendinin bile farkında olmadığı dertleri ile...
Kayseri, 18. 02. 2016