İlk adim dergİsİ sayi 3

56

Upload: ahmet-gencten

Post on 04-Aug-2016

261 views

Category:

Documents


18 download

DESCRIPTION

İLK ADIM DERGİSİ

TRANSCRIPT

Page 1: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3
Page 2: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3
Page 3: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

İ Ç İ N D E K İ L E RSamsun’da

Sayı:3 Yıl:2016 İMTİYAZ SAHİBİ

AZİZ ATİK FEN LİSESİ ADINAMusa BAYAROkul Müdürü

YAYIN YÖNETMENİ VEYAZI İŞLERİ SORUMLUSU

Cezmi GENÇTEN

YAYIN KURULUCezmi GENÇTEN

Musa SOYLUNuray DEMİRCİOĞLU

DANIŞMA KURULUMusa BAYAR

Abbas BİRİNCİMurat GÜR

Esra EFENDİOĞLUİrfan BAHADIR

ÖĞRENCİ TEMSİLCİLERİŞule GÜDELOĞLU

Semanur GÖZMelike Dilan BÜLBÜL

Cemre DEMİRBAĞSaid Burak BARITLI

Seyyide Nefise DEMİRBilge GÜLEN

FOTOĞRAFMelike Dilan BÜLBÜL

Semanur GÖZ

İLETİŞİMAZİZ ATİK FEN LİSESİ

Tel: (0.362) 277 81 75 Fax: (0.362) 277 84 28Kıran Mh. Şehit Hüsamettin Şahin Cd. No:47

55200 - İlkadım - SAMSUNwww. azizatikfl.meb.k12.tr

Bu dergi MEB OrtaöğretimKurumları Sosyal Etkinlikler Yönetmeliğinin

ilgili maddelerine göre çıkarılmıştır.

GRAFİK TASARIM - BASKI

ilk adımTARİHE NOT DÜŞMEK / Cezmi GENÇTEN / EDİTÖR’DEN BAŞYAZI ..................................................... 04

Okul Müdürümüz / Musa BAYAR ........................................................................................................ 05

Müdür Yardımcılarımız ......................................................................................................................... 06

Öğretmenlerimiz .................................................................................................................................. 07

Personelimiz ........................................................................................................................................ 09

Aziz ATİK ................................................................................................................................................ 10

LEYL / Semanur GÖZ / Deneme ....................................................................................................... 11

KÜÇÜĞÜM! / Semanur GÖZ / Mektup ............................................................................................. 11

YILANKAVİ / Melike Dilan BÜLBÜL / Deneme ................................................................................. 12

ASIM’IN DAVASI / Şule GÜDELOĞLU / Eleştiri ................................................................................. 13

JANE’İN DÜNYASI / Şule GÜDELOĞLU / Eleştiri .............................................................................. 14

İKİNCİLERİN PRENSESİ / Bilge GÜLEN / Öykü ............................................................................... 15

HAYAT MERDİVENLERİ / Seyyide Nefise DEMİR / Öykü .............................................................. 17

DİBE TIRMANMAK / Seyyide Nefise DEMİR .................................................................................... 18

UMUDUN RENGİ SİYAH / Cemre DEMİRBAĞ ..................................................................................... 19

ÇALIKUŞU BİR ÇALINTI ESER Mİ? / Hilal Merve GÜL / Eleştiri .................................................... 20

SIĞINMACILAR / Betül DURAN / Deneme .................................................................................... 22

EN BABA ADAM / İftade KOCATEPE / Söyleşi ............................................................................... 23

YÜREĞİM, ‘HAYAL GEMİM BENİM’ / Büşra ÖZDEMİR / Deneme .................................................. 24

SAMSUN’A BAKIYORUM / Ayşenur KOÇ / Şiir .............................................................................. 25

KİTAP VE OKUR / Öykü YURTTAŞ / Deneme ................................................................................... 26

KAYBETMEK / Said Burak BARITLI / Deneme ............................................................................... 27

AĞLAMAK / Ayşenur BALTA / Deneme .......................................................................................... 28

HEDEFE KİLİTLENMEK / Ece ORAL / Deneme ............................................................................... 29

YAZMAK YA DA YAZMAMAK / Saliha KILIÇ / Deneme .................................................................. 30

YEMEK SANATI / Şeyda KAVIK / Deneme .................................................................................... 31

DENEY / İngilizce - Almanca ........................................................................................................... 32

BAHARA DOĞRU / ELİF NUR CÜREBAL / Şiir ................................................................................. 34

BİR BAŞKA DİYAR ARTVİN / Emine Beyzanur HAÇKALİ / Şiir ...................................................... 34

YOKSULLUK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ / Nuray DEMİRCİOĞLU / Söyleşi ............................................. 35

KUR’AN, HAKİKAT, İLİM SARMALINDA İNSAN / MEVLÜDE KÖSEOĞLU / Makale ........................... 36

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANET / Nurşat MEMİŞ / Deneme ............................................... 38

ZİHİN AYNADIR / Zehra ALAY / Deneme ...................................................................................... 39

DÜN ÖYLE BUGÜN ÖYLE / Cezmi GENÇTEN / Manzume ................................................................ 40

YAHYA KEMAL BU ŞİİRİ KİME YAZDI / Savaş AY .............................................................................. 41

RESİM / Neslişah CEBECİ ................................................................................................................ 42

RESİM / Asya ERDEN ....................................................................................................................... 43

RESİM / Büşra ÖZDEMİR ................................................................................................................... 43

RESİM / Öykü YURTTAŞ .................................................................................................................... 43

2013-2014 YILI BAŞARI TABLOMUZ ...................................................................................................... 44

2014-2015 YILI BAŞARI TABLOMUZ ...................................................................................................... 46

2014 MEZUNLARIMIZ ........................................................................................................................... 48

2015 MEZUNLARIMIZ ........................................................................................................................... 49

2015 KÖFTE PARTİMİZ ........................................................................................................................... 50

ETKİNLİK ve BAŞARILARIMIZ.................................................................................................................. 51

2015 11. SINIFLAR İSTANBUL GEZİSİ .................................................................................................... 52

Page 4: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Bir kitap, bir dergi, bir gazete… Tarihe not düşmek, tarihe ışık tutmaktır kendi çapında, kendi kulvarında. Okul dergilerinin de böyle bir işlevi olduğunu düşünüyorum. İlerde bu dergilerin her biri, kendi okullarının tarihine kaynaklık edecektir. Çünkü tarih, kayıt altına alınanlara tanık olur.

Hemen her okul dergisinde olduğu gibi bizim dergimizde de öğrenci ve öğretmen yazılarının yanı sıra, öğrencilerin katılımıyla renklenen özel günlerin, değişik yarışmaların ve etkinliklerin fotoğraflarına da yer veriyoruz. Çünkü biliyoruz ki bir yazı, bir çizgi, bir fotoğraf gün gelecek, tarihin gözü, tarihin dili olacaktır.

Okul dergilerinin asıl amacının ise yazma noktasında hevesli ve yetenekli öğrencileri cesaretlendirmek ve onlara kendilerini gösterebilecekleri bir alan açmak olduğunu düşünüyorum. Biz de bu anlamda, okulumuzdaki yetenekli öğrencileri belirlemeye çalıştık. Onların kaleminden çıkan deneme, eleştiri, söyleşi, mektup, şiir ve öykü türündeki yazıları, siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Yeni şeyler öğrenme isteği, okumayı; verimli okumalar da yetenekli zihinlerdeki yazma dürtüsünü kamçılar. Yani yazmaya okumakla başlanacağını; dilden akıla, akıldan gönüle geçen okumaları olan kişilerin -özellikle genç beyinlerin- özümsenmiş düşünceler ve farklı bakış açıları kazanabileceğini herkes bilir. Bunun içindir ki bu eğitim ortamında, en önde gelen amaçlarımızdan biri de öğrencilerimize okuma alışkanlığı kazandırmaktır. Bu bağlamda okul dergilerinin, arkadaş yazılarının heveslendirmesiyle, okumayı teşvik eden bir yönünün de olduğunun altını çizmek isterim.

2014 yılında Anadolu Öğretmen Liselerinin kapatılmasıyla Fen Lisesi yapılan okulumuz, bu sene 6. mezunlarını vermiş olacak. Yine bu sene 9. ve 10. sınıflar, Fen Lisesi öğrencileri; 11. ve 12. Sınıflar ise Anadolu Öğretmen lisesi öğrencileri olarak eğitimlerini sürdürüyor. Bu sınıflar arasında hiçbir olumsuzluk yaşanmadığı gibi -tecrübe edilmeyince bilinemezdi- aralarındaki birlik ve beraberlik ruhunun doğurduğu uyumu, şahsen gıptayla izliyorum.

Dergimizin 2012’de yayımlanan 1. sayısında, BAŞARI TABLOMUZ başlığı altında, ilk göz ağrımız olan 2011 mezunlarına; 2014’te yayımlanan 2. sayısında da 2012 mezunlarıyla 2013 mezunlarına yer verilmişti. Derginin bu 3. sayısında ise 2014 mezunlarıyla 2015 mezunları yer aldı. Bundan sonra her yıl için bir sayı çıkarmayı düşündüğümüz için hep bir önceki yılın mezunlarını görme şansımız olacaktır dergimizde.

Yeni sayılarda buluşmak umuduyla…

Cezmi GENÇTEN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

TARİHE NOT DÜŞMEK

EDİTÖR’DEN BAŞYAZI

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 4

Page 5: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

20-07-2015 tarihinde bu okuldaki görevime başladım ve hizmet bayrağını devraldım. Bu bayrağı en tepeye dikmek için yanımda olan başta müdür yardımcılarım olmak üzere öğretmenlerime ve diğer personele sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Samsun’un en büyük ilçesinin en güzel ve başarılı okulunda idareci olmak kadar öğretmen olmak, öğrenci olmak hatta veli olmak da bir ayrıcalık ve lütuf olduğunu düşünüyorum. Bu onur ve ayrıcalığın bilinciyle yavrularımızın millî ve manevi dokularını zenginleştirmek, öğretimin kalitesini daha da artırarak çıtayı daha yukarılara çıkarmak hedefimizdir. Çünkü bu okulda yapılacak çalışmaların, fedakârlıkların zayi olmayacağı inancını taşıyorum. Amacımız hizmet nasip olan her yerde hoş bir seda bırakmaktır.

Öğrenci başarısı yüksek olan okullarda idarecilik hem zor hem de kolaydır.

Zordur çünkü beklenti yüksektir, buna göre çalışmanız gerekir. Kolaydır çünkü öğretmen ve öğrenciyi sıkıntıya sokmayacak belli bir disiplini oturttuktan sonra her şey yolunda gidecektir.

Okulumuzda bir kurum kültürü oluşturulmuş bu doğrultuda bizler de bir şeyler koyabiliyorsak ne mutlu bizlere. Emeğe saygı bağlamında, okulumuzda müdür olarak görev yapan İbrahim Tokel Bey’e, Fahri OKUR Bey’e, Saffan BÖLÜKBAŞ Bey’e ve Abbas BİRİNCİ Bey’e sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Ayrıca bu dergiyi hazırlayıp çıkarmada emeği geçen başta Cezmi Hoca’ma ve onun şahsında tüm öğretmen ve öğrencilerime sonsuz teşekkürler ediyorum.

Musa BAYAR Okul Müdürü

OKUL MÜDÜRÜ

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 5

Page 6: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Abbas BİRİNCİMüdür Başyardımcısı

Zehra ALAY Müdür Yardımcısı

Murat KARAKOÇMüdür Yardımcısı

MÜD

ÜR Y

ARDI

MCI

LARI

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 6

Page 7: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

ÖĞRE

TMEN

LERİ

MİZ

Cezmi GENÇTENTürk Dili ve Edebiyatı

İrfan BAHADIRMatematik

Musa SOYLUTürk Dili ve Edebiyatı

Nuray DEMİRCİOĞLUTürk Dili ve Edebiyatı

Adem BIYIKMatematik

Ali DURSUNKimya

Adem GÜNERMatematik

Adem GÜNEŞOĞLUMatematik

Fazilet DOKURKimya

Hakan KARGALIFizik

İsmail KALKANFizik

Sadık KURNAZFizik-Görevlendirme

Erol YALÇINKAYABiyoloji

Sibel KURUCU SİPAHİCoğrafya

Şule KAPICIOĞLUBiyoloji

Fırat AKTarih

Kadir TATARİngilizce

Vedat GÖKMENİngilizce

Murat GÜRİngilizce

Havva GÜRİngilizce

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 7

Page 8: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

ÖĞRE

TMEN

LERİ

MİZ

Özden ATLAMAZFransızca

Mehmet GÜMÜŞBeen Eğitimi

Seda AKSUMüzik

Sema ALKAN Almanca

Esra EFENDİOĞLUBilgisayar

Hakan ONATOkul Aile Birliği Başkanı

(Eski Öğretmenimiz)

Mevlüde KÖSOĞLUDin Kül. ve Ahlk. Bil.

Zehra Gamze ÖZYURTAday Öğretmen

Gizem GÜVENÇAday Öğretmen

Nurşat MEMİŞRehberlik

Mine AKYÜZAday Öğretmen

Emel KILIÇİngilizce-Görevlendirme

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 8

Page 9: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

PERS

ONEL

İMİZ

Nuran ÖZKANV.H.K.İ.

Hüseyin ARSLANKaloriferci

Vahit KONUKLARAmbar Memuru

Osman TÜRKDÖNMEZTeknisyen

Şaban ÖZTÜRKBekçi

Erdoğan AKDAĞYardımcı Hizmetli

Kadir ÖZÇIRAKYardımcı Hizmetli

Ali Rıza DURAYardımcı Hizmetli

Şerif DURGUNAşçı

Mehmet KARABALAşçı

İsmail YETKİNAşçı Yaıdımcısı

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 9

Page 10: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Okulumuzu ziyaret eden (03 Mayıs 2016) Aziz ATİK Bey’in özelde öğrencilerimiz, genelde bütün gençlik için bir mesajı var:

Sevgili Gençler!Çalışmak insan hayatının yönünü belirleyen unsurlardan biri ve

en önemlisidir. Ben bu çalışmanın faydalarını iş hayatımda katettiğim mesafelerle en iyi şekilde hissettim. Siz gençlerin de hayatınızı çalışarak pozitif yönlendireceğinizden emin olmanızı belirtmek isterim.

Güzel bir gelecek ve mutlu bir Türkiye için çalışan, iyi eğitimli, Atatürk ilkelerine bağlı yeni nesillere çok ihtiyaç var. Bundan dolayı sorumluluk bilincinizin gelişmesi, vizyon sahibi olmanız ve teknolojiyi mükemmel kullanmanız çok önemlidir. Sizler bunu başarabilecek vizyona sahipsiniz. Bundan hiç şüphem yok. Çalışmaktan, araştırmaktan ve fikirlerinizi paylaşmaktan asla vazgeçmeyin. Sizler çabaladıkça, başardıkça bizler mutlu ve huzurlu olacağız. Sevgilerimle…

Aziz ATİK

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 10

Page 11: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Bu kâğıda, yaprakları geniş bir ağacın gölgesinin düşmesini isterdim. Üzerimizde uçuşan martıların, sana hiç alamadığım renkli balonların, yemekten asla bıkmadığın pamuk şekerlerin, hiçbir zaman uçurmaya vakit bulamadığımız uçurtmaların ya da her defasında düşmene rağmen seni göklere uçuracağını düşündüğün salıncakların gölgesinin düşmesini isterdim. Özgürlüğümü arkasına iten, tüm umutlarımı bir külçe gibi kalbime gömen ve geriye karanlık bir ruhun ayak izlerini bırakan demir parmaklıkların değil…

Sana mutlu olacağımızı söylemek, hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz o hayallerimizin doğurduğu umutlardan bahsetmek isterdim Süreyya. Yaşadığımız her şeyin bilinçaltımızın bize oynadığı kötü bir oyun, bir kâbus olduğunu ve gözlerimizi açtığımızda her şeyin düzeleceğini söylemek isterdim.

Bu satırları buraya karalamak, suyun altında nefes almak kadar zor kızım. Özgürlüğün lezizliğine karşın mahkûmiyetin yavanlığına alışmak kadar zor.

Yine sabah olacak ve yine aynı karanlığa aralanacak bu yaşlı gözler. Yine aynı neme bulanmış küf kokusuyla dolacak bu burun. Aynı sessiz gürültülerle sağır olacak bu kulaklar. Aynı umutsuzlukla, mutsuzlukla geçmeyecek zaman, kıvam kazanmışçasına. Bir ruhun ölü izini taşıyan bu eller, titremeye devam edecek silaha uzandığı ilk anki gibi pişmanlıkla. Ve Kafka’nın bu satırları can bulacak her saniye bu ihtiyarın kafasında:

“Hiç kimse cehennemin en derin çukurlarına atılmış insanlar kadar saf bir şekilde çığlık atamaz. İşte biz, meleklerin ilahileri yerine onları dinleriz.”

Bu gece, bu koğuş, bu satırlar, nefes almaktan yorulan ve ruhunun tüm uzuvları acıyla sızlayan aciz bir adamın sonuna ev sahipliği yapacak Süreyya. Ayyuka yükselen bir ruhun pişmanlığını barındıracak bu parmaklıklar. Vicdanının sessiz çığlıklarında yok olan babanın güçsüzce noktalayacağı hayatın şahidi olacak bu karanlık.

Bir noktadan sonra vazgeçmek olasılığının imkânsızlığı karşısında yapılması gereken tek bir şey vardır. Var olunması gereken yer de orasıdır. Beni affetmeni umuyorum küçüğüm. Umut yüklü kelimelerin kanını, mutluluğu çürümüş cümlelerin kokusunu ruhundan silip mutlu olmanı umuyorum.

Küçüğüm!

LEYL

|Mektup|

|Deneme|Ne duruyorsun? Acele et. Kalkıyor

sonsuzluk yolcularının gemisi. Büyük su kütlelerinin üzerinde değil kelimelerin üzerinde yol alacağız bu kez. Güzel görünmek için süslenmiş yalanlarla değil tüm çirkinliği ile görünen gerçek kelimelerle. Mutlu insanların sonsuz olarak tanıdığı mavi değil sonsuzluğun asıl sahibi siyah bizim ulaşmak için çabaladığımız yer.

Çocukluğun verdiği en güzel şeyi, masumiyeti, inandığımız masallar yok olmaya başladığında yitirdik biz. Sarmaya başladı karanlık tüm bedenimizi. Sıyrılamaz olduk yalanlardan, çıkar ilişkilerinden. Gözlerimizi yumduğumuz her kötülük, düşlerimizdeki muhteşem dünyadan eksiltmeye başladı bir şeyleri. Şimdi ise hayallerimiz tırmanamayacağımız kadar yüksekte.

Biz kim miyiz? Biz Suç ve Ceza’nın satırlarında hapsolmuş aciz insanlarız. Dostoyevski’nin deyişiyle kendi planlarını yapan ama kaderin de planları olduğunu unutanlarız.

Ben kim miyim? Belki insanları sonsuzluğa sürükleyen geminin kaptanı belki o insanlardan birisi. Gökkuşağının bile dışladığı renk, siyahın ta kendisi.

Semanur GÖZ11-A

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 11

Page 12: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Her koşulda planları ve geleceğe yönelik düzenlemeleri mi olmalıdır insanın yoksa boşluğa mı bırakmalıdır imkânsızları olmayan köşesiz, kesintisiz, yalnızca gözlerin göremediği kadar olan hayatı? Nefes almak, güvenmek ve geleceği bir köşeden izlemek; bazılarınca tek boynuzlu at kanı bulmak ya da feniks çığlığı işitmek kadar olanaksız gibi algılansa da uçuruma taş fırlatmak kadar muhteşemdir. Taşı o minnetsiz boşluğa atarken cesursunuzdur. Soluduğunuz havanın da başıboş özgüveniyle derhal bulut edersiniz ayaklarınızın önündeki ufalanmış kayayı. Sonra bir cesur soluk daha… Siz nefes alırken hayatın kaçacağından korkarsınız ama koştururken hayatın elinizden damla damla aktığını da göremezsiniz. Ya da her şeyden uzak sadece bir köşeden izlediğinizi…

Hayallerinizin karanlıkta gerçekleşemeyeceğini zanneder ışığa güvenirken kendinize güvenemezsiniz mesela. O hep başkalarında, başka yerlerde aradığınız küf tutmuş duvarlar, kafanızın içinden gözünüzün önüne düşmüştür. O duvarlar, cesaretinizi, hayallerinizi yetim bırakır, hayatınızın karşısına geçip alay eder tüm harfendazlığıyla. Siz de isyan edersiniz tüm bu olanlara, rahat bırakmazsınız hayatınızı. Onu çekiştirir, kalıplara sokmaya çalışır, siyah balonlara bağlayıp kara deliklere kadar uçurmak için uğraşırsınız. Uzaklaşınca yok olacağını düşünürsünüz. Onunla birlikte hayallerinizin de yok olacağının farkında olmadan…

Tebrikler… Artık, yere sımsıkı basmaktan çekinen ayaklarınız, planlarınız tutmadığında beyninizi kemiren “Ya şimdi ne yapacağım?” sorunuz ve anlamsız ciddiyetinizin altında ezilen yorgun bir bedeniniz var.

|Deneme|

Melike Dilan BÜLBÜL11-A

YILANKAVİ

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 12

Page 13: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

ASIM’IN DAVASI

Şule GÜDELOĞLU11-C

Asım’ın neslinin ilk temsilcisi, muhteşem mısralarıyla millî ruhu yeniden harekete geçiren Mehmet Akif, bizlere tarihî birikimimizle, özümüzle, sahip olduğumuz değerlerimizle birlikte her zaman var olacağımızı da öğretmiştir. Mehmet Akif ’e sahip çıkmak demek, onun fikriyatına sahip çıkıp onu rehber edinmek, yaşatmak ve geleceğe taşımak, bu uzun yolun sonunda da Asım’ın neslinin bir ferdi olarak anılmak demektir.

Mehmet Akif, emperyalizme karşı mazlum milletlerin istiklalini savunan bir İslam milliyetçisiydi. O, fikirlerinde daima aşırılıklardan kaçınmış ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) buyurduğu gibi devamlı surette orta yolu izlemiştir. Akif, İslam milliyetçiliğini kurtuluş yolu olarak görmüş ve İslam’ın son kalesi olan Anadolu’nun kurtulması için mücadele vermiştir. Milletiyle övünen ve milletinin sonsuza değin yaşayacağına inanan şairimiz, lider olma kapasitesine sahip olan milletini şu mısralarda anlatmaktadır:

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişizGelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetinNur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin.”

Akif ’e göre milliyetimiz İslamiyet’tir. Mehmet Akif, İslam kardeşliği gerçeğine sımsıkı sarılmamız gerektiğini, Arap’ın Arap olmayanlara bir üstünlüğünün olmadığını, Müslümanlıkta kavmiyetçiliğin, unsuriyetçiliğin olmadığını ifade etmekte, kavmiyetçilik fikrini Hz. Peygamberin lanetlediğini, tek çarenin İslam kardeşliği olduğunu bütün imanıyla savunmuştur.

İnançlarına, millet sevgisine ve davasına her dizesinde hayat veren Mehmet Akif ’i, rahmetli Necip Fazıl Kısakürek de şöyle tasvir etmektedir:

“Akif ’in harp arabasını iki at çeker: Biri iman ve İslam savaşçısı, öbürü şair. Esas olan birincisi… Dava, Akif ’i anma vesilesiyle, yarın arkasından muhteşem bir tuluğ, birdenbire bir tepecik üzerine peydahlanacak şanlı süvari gibi o büyük adamı ve ardındaki ovalar dolusu gençliği gözlemekten ibarettir. Ne zaman? Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın…”.

Her büyük Müslüman Türk aydınının arzusu olan gençliği Akif ’in

Asım’ında görmek gerçeğin ta kendisidir. Asım’ın nesli Türk tarihinin her sayfasında karşımıza çıkmaktadır. Çanakkale Cephesi’nde şehit olmuş 15 yaşındaki Mehmet, İzmir’in işgali sırasında Yunan askerlerine karşı Türk direnişini başlatan kurşunu sıkan gazeteci Hasan Tahsin, daha dokuz yaşında bir kız çocuğuyken ellerine oyuncak yerine silah tutuşturulmuş Binbaşı Halit Bey’in kızı Nezahat… İslam’ın son kalesi olan Anadolu’yu, Mehmet Akif ’in yoldaşları Ahmetler, Mehmetler, Aliler, Elifler, Fatmalar, tarih kitaplarında adı geçmeyen isimsiz kahramanlar, kısacası bir dava adamının beklediği, umut ettiği nesil, Asım’ın nesli kurtarmıştır.

“Asım’ın nesli diyordum ya… Nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.”

Rahmetli Mehmet Akif bekliyordu o nesli, kim bilir umduklarını ne oranda buldu. Ama şu da bir gerçektir ki Türk milletinin bağrından Asım’ın nesilleri nasıl daima çıktıysa, aynı şekilde çıkmaya devam edecektir. Çünkü bu millet için savaş bir bayram kadar, düğün kadar güzel ve tabiidir. Ve “Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir.” diyen insanlar bilmektedir ki: “Sahipsiz olan memleketin batması haktır. Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” inanışı ile hareket eden fertler vatanlarının gerçek ve tek sahipleridir. Tıpkı Mehmet Akif gibi…

27 Aralık 1936’da bu fani dünyaya gözlerini kapayan İslamcı dava adamı, büyük üstat Mehmet Akif ERSOY, bayrak sembolü ile Hakk’a, Allah’a tapan ve kendisini asırlarca adalete adayan, adaletle hükmeden milletine seslenerek geleceğe güven ve ümitle bakmaktadır:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal; Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet;Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal!” Sen rahat uyu üstadım, davan güvende!

Asım’ın nesli senin yolunda, daima uyanık.

Not: Bu yazı, İstiklal Marşının Kabulünün 95. Yıldönümü dolayısıyla ilimizde düzenlenen “Bir Dava Adamı Olarak Mehmet Akif” konulu kompozisyon yarışmasında il ikincisi olmuştur.

|Eleştiri|

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 13

Page 14: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Boyumdan büyük bir işe kalkışmış olmanın verdiği heyecan ve korku ile karakterlerine hayran kaldığım bir yazar olan Jane Austen’in dünyasını, 18.yy’da yazılmasına rağmen dönemin anlatı geleneğinden çok modern romana yakın duran Gurur ve Önyargı ile sizlere aktarmaya çalışacağım.

18.yy İngiltere’sinde, yaşamının bir bölümünü taşrada geçiren Jane Austen, romanlarında da bu dar taşra çevresinde yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri mizahi bir dille ele alır. Jane Austen, sıradan bir okuyucu için aşk romanları yazarından ibaret olsa da eserlerinde aşktan çok dönemin taşra zenginleri ve soyluları arasındaki toplumsal ilişkileri alaya alarak, bu ilişkilerdeki yapmacıklığı, ikiyüzlülüğü, saçmalığı karakterlerinin zekâsı ile eleştirmiştir.

Dar bir çevrede geçen yaşamı ve insanların karakteristik özelliklerini çok iyi gözlemleyip tüm detaylara inerek eserlerinde yansıtan Austen’i aşk romanları yazarı olarak nitelemek ona ve eserlerine büyük haksızlık olur kanımca. Gerçi onun ilk eseri Duygu ve Duyarlılık’tan itibaren yazdığı tüm romanlarında aşk sorunsalı önemli bir yer tutar. Bu anlamda öne çıkan romanı ise Gurur ve Önyargı’dır ki Jane Austen’in bu romanının otobiyografik özellikler taşıdığı ileri sürülür. Belki de bu yüzden, yani kendi hayatında yaşadığı mutsuzluklar ve hayal kırıklıkları yüzünden romanları hep mutlu sonla biter. Bunun nedeni Jane’nin kendi hayatında sahip olamadığı ikinci şansları yarattığı roman kahramanlarına tanımak istemesidir belki de. Kendi başından geçen üzücü deneyim ile romanlarındaki mutluluk arasındaki ironi Austen’in kendine karşı yönelttiği acı bir eleştiri de olabilir. Yine de bunun nedeni ne olursa olsun Austen’in kahramanları ikinci bir şansa sahip olarak sevdikleri kişiler ile evlenirler.

Austen’in gözbebeğinin ise Gurur ve Önyargı’da yarattığı Elizabeth Bennet karakteri olduğu su götürmez bir gerçektir. Austen, Elizabeth’te kendi hayatının ve kişiliğinin bir yansımasını ortaya koymuştur. Austen, Aşk ve Gurur’da Elizabeth ve Mr.Darcy arasında gelişecek olan tutkulu aşkı zıtlıklar ve çatışmalar üzerine inşa eder. Davranış ve karakter açısından olduğu kadar ait oldukları toplumsal sınıf açısından da birbirlerinden oldukça farklı olan bu iki insanın ilişkileri gurur ve önyargı yüzünden bir türlü yolunda gitmeyecek, ancak gerçekler ortaya çıktığında ve ikisi de birbirleri hakkında peşin hükümlü olmakla yaptıkları yanlışları fark ettiklerinde bir araya geleceklerdir. İnsanları görünüşlere ve ilk izlenimlere göre değerlendirmenin yanlışlığı bu kitabın ana temasını oluşturur.

Jane Austen her şeyden çok, alaycı dili ile büyülemiştir beni. Örneğin Gurur ve Önyargı romanı şöyle garip bir cümle ile başlar: Evrensel olarak bilinen bir gerçeğe göre, varlık sahibi

her bekâr erkek, uygun bir eşle evlenmek ister. Edebiyatta ironi ilk okuyuşta sözcüklerden anlaşılan yüzeysel anlamların ötesinde okuru yorum yapmaya davet eder. Burada da Austen yorumlamamız için bize mantıksız bir giriş cümlesi verir, zaten öneri saçma bir genelleme ile başlar. Zengin, bekâr erkeklerin ne istediği değildir bu cümlenin altında yatan, aslında onların evlenmelerinin önemidir. Bu ilk cümle öykü anlatıcının ağzından verildiği için, birçok okuyucu anlatıcının bakış açısının bir çöpçatanınkine yakın olduğunu sezer. Edebiyatın bu ince alaycılığı nadiren uyarlama eserlerde kendini gösterir. Austen’in romanlarındaki ironi çıkartıldığında Barbara Cartland romanlarından daha fazlası kalmaz. Özellikle Gurur ve Önyargı, evlenerek sosyal sınıf atlayan kadınların hikâyesini anlatıyor görünür. Oysa Jane Austen kahramanları zeki ve bilgilidir. Gurur ve Önyargı’nın başkahramanı Elizabeth Bennet, diğer Austen kahramanları gibi gelişmiş edebiyat zevkine sahiptir. Çok okur ve hazır cevaplılığı küstahlıktan çok zekâ göstergesidir. Austen, kitaplarında karakterler ve kişilik gelişimi üzerinde durur. Özellikle kadın kahramanları, toplumsal beklenti karşısında boyun eğmek istemeyen kişilerdir. Kahramanlar ile toplum arasında gerilim olduğu gibi, kadınlara karşı adaletsiz düzene de dikkat çeker. Austen bütün İngiliz edebiyatının önemli kadın yazarları arasında sayıldığı gibi, aynı zamanda feminizmin ilk temsilcilerinden biri olarak da kabul edilir.

Jane Austen’in dünyasının kapılarını Gurur ve Önyargı’dan küçük bir bölüm ile kapatıyorum:

“Gurur, diye düşündü Mary. Bence çok yaygın bir kusurdur. Okuduğum onca şeyden sonra şuna inandım ki gerçekten çok yaygın, insan doğası gurura bilhassa eğilimli. O ya da bu gerçek veya hayali bir özellikten ötürü kendinden memnuniyet duymayan pek az kişi vardır. Gurur ve gösteriş farklı şeyler ama sık sık aynı anlamda kullanılıyorlar. İnsan gösteriş düşkünü olmadan gururlu olabilir. Gurur daha çok kendimizle ilgili görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürtmek istediğimize…”

JANE’İN DÜNYASI

Şule GÜDELOĞLU11-C

|Eleştiri|

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 14

Page 15: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

“Hiçbir şey’e çocuk muamelesi yaptı kadın.” dedi adam ve usulca kapattı malul kitabını. Dışını opak bir jelatinle kaplamıştı kahve lekeleriyle olgunlaşmış kitabının. Çünkü şeffaflığın körlüğü tetiklediğini düşünüyordu. Kapağındaki alegorik bayan siluetini de kıskanıyordu renkleri seçebilen herkesten.

Diğer tüm sayfalardan farklı bir sayfası vardı bu kitabın. Belki diğer sayfalar kadar kolay yapışamadığından kitaba, belki de kaçmaya çalıştığından iki kapak arasından… Kitabı her karıştırdığında gözüne ilişen bu sayfa, belki de tüm hayatından daha çok düşündürmüştü adamı. Sayfa karakteristik bir dalga ile geçip gidiyordu. Farklılığının onu estetik kıldığından emin bir ifadeyle, sağ üstündeki, tek uzvu, kıvrımıyla adama göz kırpıyor ve geçip gidiyordu. Bu aziz dostunun, kendi çabasıyla kaçıp gitmesini bekliyordu adam, tamı tamına dört yıl on bir ay on beş gün üç saat ve beş dakikadır… Devamlı sayfanın gideceği zamanı düşlüyordu, sayfanın olmadığı bir saniyeyi bile tasavvur edemezken… Nitekim bazıları kendileri için, bazılarıysa kendilerini andıranlar için yaşardı. Adam bazen düşlerini içinde unuttuğu, bazen de küfürler savurduğu bu sayfada yolundan sapmış bir çizgi olan hayatını görüyordu fakat unutmamalıydı ki bazı çizgiler sapmak uğruna vardı.

Alçak tavanlı lokantalarda aile salonlarında otururdu, ailesi adına ve daima tek başına… İlerleyen yaşına rağmen karakteristik birkaç çizgi ve iptal ettirdiği üç kredi kartı haricinde hiçbir yaşlanma emaresi göstermiyordu adam. Belki de sadece haftanın altı günü, sabah sekiz, akşam beş arası var olduğundan yabancı görünüyordu mutlak sonuna. Genelde kitaplardaki “yapmacık etkili cümlelere” katılmaz ve zıtlarını savunurdu adam, mavi tükenmez kalem koleksiyonun nadide parçalarından biriyle kitaplara küçük notlar saplayıp, kalıcı yaralar bırakmaya çalışarak. En üzüldüğü de kendisinin, büyük bir yanlışlığa sadece kendinin okuyabileceği, varlığı yeren bir not olduğunun farkında olmasıydı. Fakat ihanet edecek kimsesi olmadığı ve ihanetin mutlak zevkine şüphesiz inandığı için bazı aforizmaları dostane bir tavırla masasına buyur ederdi.

***Yerinden kalktı ve başını hiç eğmeden indi alçak tavanlı

merdivenden. Geçerken yine dikkatini cezbeden ucuz tasarımlı tablolara selam çaktı. Lokantalardaki manzara tablolarının işlevi hakkında birçok hipotezi vardı, tablo başına bir hipotez ve porsiyon başına beş lira düşüyordu. Hesabı istedi adam. Güler yüzlü girişken kasiyer kolonya döktü eline, bir de bayramdan kalma tarihi geçmiş şekerlerden uzattı. Kasada bozuk olmadığından veremediği birkaç lirayı helal etsin diye herhâlde…

Kendi için büyük fakat insanlık için küçük bir adım attı adam

dışarıya, nitekim kısa boyluydu, öyle uygun görülmüştü, uygun görülenleri sorgulamaktan mühim işleri vardı. Aklına gelen kelimelerin son harfleriyle bağlam dışında anlamı olmayan kelimeler türetmek gibi… Çok da zorlandığı söylenemezdi. Kelimeler bağlam içerisinde de pek anlamlı sayılmazdı. Nitekim, böylece zihninin dinç kaldığına inanıyordu. İlk kelimesini, hayatının hiç anımsamadığı ilk dört senesinden seçti. Ardından gelen otuz sekiz seneyi unutacağı kadar yaşayamamıştı belki... “Nisyan” ı seçti. Hayata yetişmek için hep birkaç adım fazla atması gerekiyorsa ne vardı yani? Güzel gülümsüyordu, gülümsedi o da.

Her şeye rağmen, on beş sene yedi aydır köşedeki çarpık kaldırımlarda pamuk şeker satan, işiyle olan kader ilişkisi sebebiyle yüzü pembeleşmiş, pamuk şekerle ortak atadan geldiği tartışmaya oldukça açık, bu adamı görmek güzeldi. Kısa fakat seri adımlarıyla yöneldi adama. İsmini daha önce sorma ihtiyacı duymamış olmasına karşın, çehresini net tasavvur edebileceği sayılı insanlardandı bu adam. Kolay unutulacak bir çehresinin olmaması da önemli bir etkendi belki… Yediği darbelerin çetelesini tutmuştu pembe alnında, gözlerinin asimetrikliği ise ne çok yanıldığının kanıtıydı geçmişte. Buğulu bir adamdı, çamur derişiminde bir buğu… Göz göze geldiklerinde, mütevazı bir selam verdi pamuk şekerci, henüz kendini pembeye teslim etmemiş, beyaz bıyıklarının altından. Kendine has bir selamla karşılık verdi adam. Mesafenin sıfırlanması her koşulda yalandan samimiyet doğurduğundan, alışmışlardı yalancı mahcubiyeti duymaya ve o akşam için de affetmişlerdi insanları birbirlerinden başlayarak. İki adam yan yana, “iki” ye bakarken yarıştılar, ikisi de ikinci oldu. Çay bardaklarını kaldırdılar mutlak mağlubiyete, ikinci bir şans umudu ile.

Geçen dostane muhabbetten sonra saptı yine yollarından, kısa bir müddet için çakışan çizgiler. Kısa ve seri adımlarını evine yönelten adam hüzünlüydü biraz. Onu bir şekilde yolundan saptıran davanın bir kitap sayfasından ibaret olduğunun farkındaydı, ayrıca o sayfa kadar mahzundu, kullanılmıştı ve kimin dikkatini çekse, bir göz gezdirilip bırakılmıştı. Fakat bir tesellisi vardı, sayfa da onu anlamamıştı. Bu kadar yakınlarken, aralarındaki ebet uzaklık bağlamıştı belki de kaderlerini birbirine. Aşk gibi bir şeydi, salgı bezleri olmadan elbet de.

Adam, yüzü kıpkırmızı, evine yürürken, evi de yürüyordu ona. İki karşı noktanın birleşmesine duyduğu saygı, arşa çıkarmıştı evin yolunu. Gidecek yeri olmayanların yeri arştı. Her arşın karşılığı da evin yoluydu belki. Kelime türeterek yürümeye devam etti adam. Bu sefer yerdeki hafif nemli, kiralık dükkân ilanlarından yola çıkarak seçiyordu kelimelerini. İnsan, yuvasını yerde gördüğü bir ilana

İKİNCİLERİNPRENSESİ

Bilge GÜLEN10-B

|Öykü|

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 15

Page 16: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

bakarak mı seçerdi? Oysa hayatını bitmeden göremeyeceği bir ilana bakarak seçmişti. Kelimesi depozito oldu adamın. Huyu olmasa da ilanda ilk göze çarpan kelimeyi seçmişti bu sefer. Görünür bir tuzağın içine ilk adımını atmıştı. Belki yaralanacaktı ama arada bir yaralanmak ona kronik ağrılarını unutturuyordu. Birkaç adım daha attıktan sonra, son fırtınanın ardından çatısı hafif zarar görmüş, soluk sarı binasını seçmeye başladı adamın gözleri. Beş farklı yaşam tarzını içinde bulunduran bu karakteristik binayı görmek, adamı bir nebze olsun rahatlatmıştı. Üçüncü kattaki ihtiyar komşusu sarı parlak ışığı eşliğinde, gözlüklerinin altından dışarıyı seyrediyordu. İri bir kadındı, belki de sönük bir adam. Pek anlaşılmıyordu fakat anlaşılmasının çok şeyi değiştirmeyeceği belliydi. Gereğinden fazla veya az yaşamak belli ki insanı cinsiyetsiz ve sınıfsız kılıyordu. Takvimine bir çarpı daha kazandırdı mavi tükenmez kalemlerinden biriyle ve eski büyük saatini takip ederek geçirdiği yüzlerce dakikadan sonra, gece on ikiye erişti fani bedeni. Hayat çetelesi, takvimine eşitlenmeden uyuyamazdı. Takvime veriliyor olsa da, söz sözdü. Ayrıca bir hayali vardı, kaç tam gün yaşadıktan sonra öleceğini merak ediyordu. Uyursa asla emin olamazdı fakat uyusa da uyumasa da, yaşasa da yaşamasa da yanılacaktı. Adam, yanılacağına emin olmak istiyordu, öleceğine emin olduğu kadar.

Yatağından sıçradı adam, fiskosta günlerdir bekleyen su bardağını tek hamleyle kavradı ve kuruyan ağzıyla buluşturdu onu. Suyun bayat tadından mıdır yoksa vücudunun hayatı reddedişinden midir bilinmez, boynu ve göğsündeki ter damlalarıyla birleşti bir bardak dolusu su ve tıpkı her gerçek gibi, parkeden sızarak, damla damla erişti yerin dibine. Kendini affetti adam, altına kaçırmış küçük bir çocuk gibi, suçu altında çaresiz ve ıslaktı. Düşünceleri rüyasına geri döndürdü onu.

Rüyada olma hissi onu cüretkâr ve özgür kılıyordu, kaybolma hissi için ise kaybolmanın kendisinden başka tasviri yoktu. Diğer herkes gibi çok derin bir oksijen kütlesi altında boğulmaya mahkûm olsa da, kaybolabiliyordu bazen. Var olmayla yok olmanın kesişimiydi kaybolma. Derin oksijen kütlesinden kaçabilecek kadar uzağa gidemiyordu fakat yüzeyine erişiyordu bu kutsal kütlenin. Biraz daha aydınlık, biraz daha bulanıktı kaybolmak ve biraz daha gerçek, gerçeğe göre. Yüzeyler, iki kesişim… İkinciye uzak kılmaya başladığında adam, döndü ışığı az, gerçeği gerçeğe göre çok, iskeletiyle derisi arasındaki korunaklı evine.

Çok büyük olmayan kocaman bir bulut, bembeyaz fakat fabrika bacalarından çıkan gaddar dumanlar kadar kara, elini uzatsa yakalayacağı fakat göremeyeceği kadar uzak bir bulut… Ne altında yeryüzü var bu bulutun, ne üstünde göğün geri kalanı. Bulut hem yerle göğün tamamını kaplamış, hem de en uzak noktasında yerle göğün. Bulut adamın içinde, fakat sahibi tüm dışının... Rüyanın sonunda, belki de en başında, ciğerlerine doluyor bu bulut adamın. Genzini öyle yakıyor, öyle yakıyor ki hiçbir hücresi dayanamıyor yaşamaya. Bulut hücrelerinin etrafını sarıyor ve yok ediyor her birini, fakat karışamıyor adama, adamın acısı da dinmiyor buluta karışamadıkça. En son birkaç kelime beliriyor aklında…

Ve bir boşluk, sıçrayarak uyanıyor. Daha önce okuduğu bir kitaptan hatırlıyor gibi bu rüyayı ya da daha sonra yazacağı bir mektuptan. Hatırlamaya çalışırken kaybediyor detayları bir bir. Kaybolmak uğruna çok şey kaybettiğinden önceleri, onları kurtarmaya çalışmıyor.

***Kendini mutfağa atar atmaz ışığı yaktı ve yeniden kısılan gözleriyle

içeriyi seyretti bir süre. Ardından su koydu ısıtıcıya. Açık unuttuğu balkon kapısının, haftalardır farklı şiddetlerde etkisini sürdüren rüzgârdan dolayı bir ileri bir geri gitmesiyle yeniden irkildi adam. Bu sefer boşluk yerine, tatlı, soğuk hava akımından... Suyun kaynamasını beklerken, mutfak masasına yaslanıp yalnızca kapının “gel-git” ine odakladı kendini. Bedeni yavaş yavaş siliniyordu imgeleminden, ruhu ise kaybetmeye başlamıştı kendini, siyah, tombul bir sokak kedisinin peşinden. Birinin peşinden giderken kaybolmak, gerçek anlamda kaybolmak değilken, kaybolmak için birinin peşinden gitmek, insanın gerçek kaybolmayı keşfettiği ilk andır.

Kediyi kaybetti adam, kediyle birlikte bedenini. Ardından

görebilmesi için, görme yetisini kaybetti. Bir çöplüğe çekmişti kedi onu, ama bir çöplükte kaybolmamıştı adam. Elma ağacındaki bir elma gibi, olduğu yere aitti, ait olduğu kadar da kayıptı. Bir çöptü adam çöplükte, diğer tüm çöpler kadar kayıptı fakat yalnızca çöplükte olduğunda farkındaydı kayboluşunun. Yalnız çöplükte var olabiliyordu adam, yani kaybolduğu yere aitken. Birkaç metre daha çöktü dibe çöplükte, çöktükçe var oldu. “İkinciden” uzaklaştıkça, ikinci kez kayboldu. Çift hedef noktası, tek gerçek vuruş… Yüzyıllardır oynanan Rus ruleti geçti gözlerinin önünden. Anasının karnından çıktığı anda aldığı ilk nefes, ne kadar da şiirseldi, ciğerlerinin yanışı, o serzeniş… İlk vuruştu o nefes, tabanca teklemişti. Ardından gelen “ikinci” nefes ikinci vuruştu. Kalbinin ortasından vurulmuştu ve ani bir ivmeyle dâhil oldu yok edişe. Günler, haftalar, aylar, yıllar… Geçti. İkincinin nefesini hep ensesinde hissetti. Bir bataklığa elinde olmadan ikinci adımını atmıştı ki çırpınmaya başladı, çırpınmaya başladıkça yaklaştı ona. Başı tamamen bataklığa gömülmeden de fark edemedi bataklığı. Yok oluşuna iki saniye kala var olduğunun farkına vardı. İlk nefesinin acısını yeniden hissetti ciğerlerinde, ilk gördüğü yüzün sıcaklığını bir kere daha…

Peki, ikinci vuruş, yani ilk nefesin acısını dindiren, gerçek vuruş muydu? Yoksa var olmak mıydı gerçek vuruş? Hiç biri… Gerçek vuruş, kişinin ilk vuruşuyla başladı. Kısasa kısas… Var oldu ve ilk darbeyi yedi insan, karşılık vermesiyle, yani ilk vuruşuyla attı kendini bataklığa. Yok olmak kaçınılmaz olunca, yok etme dürtüsü girdi kanına. Önemli olan son vuruş hâline geldi ardından. Güçler eşitti, hacimler, enerjiler eşit… Son vuruşun kimin olduğu sadece bataklığın dibine kaç metre kaldığında saklıydı. Fakat eşitlik, adaleti sadece tesadüfen getirirdi. Tesadüf tabiri güç farkından doğardı. Bu yarışta ikinciyi geçen daima “ikinci” olurdu.

Rüyasız ve uzun bir uykunun ardından geceye “günaydın” dedi. Saat 11.13’tü. Elleriyle gözlerini ovuşturdu ve şaştı kendine. Takvimin karşısına geçti ve tam güne çarpısını atacakken usu uyardı onu. Doğum günüydü bugün. Gülümsedi bir müddet takvime. “Doğum günlerine inanmam.” dedi ve kibarca yerleştirdi çarpısını. Ansızın bir his uyanmıştı içinde, kitabına bakmak istedi. Belki de dostunun kitaptan ayrılma cesaretini gösterdiği gün bugündü. Boş koridoru koşar adımlarla geçti. Yıllardan beri, hiçbir düşüncesi onu bu kadar heyecanlandırmamıştı, belki de hiçbir düşüncesine bu kadar inanmamıştı. Kitabı sehpanın üzerinden kaptığı gibi açtı. Kelimenin tam anlamıyla mana içerisinde kaybolmuştu. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Hayır, yaveri, kardeşi, yoldaşı, kader ortağı… Oradaydı. Milimi milimine aynı yerdeydi fakat artık hiçbir şeyiydi adamın. “Hiçbir şey” e “değişmez” muamelesi yapmış olduğuna uyandı adam. Usulca kapattı kitabın kapağını. Evet, sayfa tüm zâhirliğiyle oradaydı fakat tamamen boş bir sayfa sürüklemişti kendiyle. Gerçek ve yalancı bir dost yaratmıştı kendine, kendi kanından ve canından. Artık adama ihtiyacı yoktu, kitabın arasından kaçmaya da. Tek başına çift olmuştu sayfa, bâtınına ulaşmıştı. İkisi hariç tüm sayfalarını kopardı adam kitabın. Kopardığı her sayfada ikisinden birinin kopmasını bekledi. Son üç sayfa kaldığında ellerindeki titreme, göstermeye başladı kendini. Koparabileceği son sayfayı da kopardı.

Artık sadece ikisi kalmıştı, kopmadılar…Prensesi ve adam.Saat tam gece yarısını bulduğunda, prensesinin narin ellerini

kavradı son kez ve veda etti ona. Önce soluması güçleşti, ardından huzurlu bir vehim

ve buğday tarlaları kartpostallardaki gibi…

İKİNCİLERİNPRENSESİ

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 16

Page 17: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Zaman yağmurlu bir günün peşi sıra sürükleniyordu. Ve içindekiler de öyle: İnsanlar… Sanki sıradan bir perşembe değildi. Bunca telaşın içinde tüm caddeyi boydan boya yürümekte olan bir meçhul şahıs vardı. Kimsenin dikkatini cezbetmeyen, adeta fark edilmeyen biri. Aslında her insanın hayatında bir iz bırakıyordu. Kimileri birilerinin aracılığıyla tanışıyor onunla, kimileri onu tek başına ağırlıyor, kimileri ise kendini onun kollarına atıyordu. Herkes ama herkes ilk nefesleri dünyaya karıştığı anda onunla bir yerlerde buluşmak için söz veriyordu. Buluşmak için anlaşılmış bir zaman da vardı tabii. Bir bekleyiş vardı: Uzun ya da kısa bir bekleyiş.

Geniş döner kapıdan telaşsız adımlarla geçti, buluşmasına gidiyordu. Geç kalmasına imkân yoktu. İşlerini ne zaman yapacağını çok iyi bilen ve düzenli biriydi aslında. Çok sevilmez ama varlığı hep hissedilirdi. Çoğu kişiyi derinden etkilerdi. Bu insanlar, hayatlarında bazı şeyleri yanlış yaptıklarını anlar ve ondan korktukları için yanlışlarını düzeltme çabası içine girerlerdi.

Merdivenleri ağır ağır çıktı. Mavi duvarların çevrelediği geniş koridoru geçti. Burada daha önce de bulunduğunu ve birkaç tadilat yapılmış olduğunu fark etti. Sarı saçlı dört yaşındaki kızın yanından geçince arkasına dönüp ona yeniden baktı ama küçük kız onu görmemişti. Oysaki ne güzel masallar dinlemişlerdi; birçok prensesi kurtarmış, en görkemli kaleleri fethetmişlerdi birlikte. Öyle ki saçlarını okşamaya kıyamayacak kadar çok sevmişti kendisini. Anlaşılan yıllar süren kısa bir yürüyüştü bu.

Tekrar bir merdivenin başına geldi. Bir adamın içten ve acı yüklü hıçkırıkları duyuluyordu. Onu gördüğü zaman yanında duran kadını fark etti. Kadın o anda tiz ve yürek titreten bir çığlığı boğazında topluyordu. O yüzdendi bu sessizliği. Derin bir nefes aldığı duyuldu, ardından gelen sesler boğuk ve anlaşılmazdı. Eliyle ağzını tutuyordu. Tek gayesi apaçık ortadaydı. Çığlıklarını çelimsiz ruhunun karanlık köşelerinde saklamak istiyordu. Ve bir kız çocuğu çıktı odadan. Adam ve kadın bir anda topladılar kendilerini, gözyaşlarını sildiler bileklerine ve dirsek içlerine.

Kız sekiz yaşındaydı. En azından anne ve babasının ağladığını fark edecek kadar yetişkindi. Hayatı geçim sıkıntıları ve dertlerle geçmiş bir ihtiyar gibi yorgundu. Sadece “yeniden mi?” dedi.

Ne bitmez merdivenmiş diye düşündü bu meçhul zat. Kızın o hali gözlerinin önünden gitmiyordu. Üzülmüştü belki de. İkinci

kat merdivenlerinde dört yaşında küçük bir oğlan dikkatini dağıttı. Çocuk son basamağı da tırmanınca kısa ve sık adımlarla koridor boyunca koşmaya başladı. Adam merakına yenik düştü bu kısa adımları takibe koyuldu. Bu çocuk onu bir anda neşelendirdi, nasıl da hayat doluydu. Cansız bedenlerin sokaklarda yürüdüğü şu günlerde böylesi bir yaşama sevinci garipti. Bu adam için bile. Çocuğun ayakları bir kızın önünde sabitlendi.

Kız on iki yaşındaydı. Oldukça zayıf ve hasta görünüyordu. “Geçmiş olsun” demek istedi ama dese bile geçecek gibi durmuyordu. Susmak en doğru seçenekti onun için. Kız bir anda ürperdi ve gözlerinden bir gölge geçti, titremeye başladı. Adam henüz merdivenlere yönelmişti ki yanlış gittiğini fark etti. Az önce tesadüf ettiği çocuklar aklını karıştırmıştı. Geri döndüğünde kızın orada olmadığını gördü ama bir odadan gelen insan seslerine karışmış makine gürültüleri işitiliyordu. Odanın kapısı açıktı nasıl oluyorsa hep açık kapılara denk gelirdi zaten. Kapıya doğru yürüdü. Kendini durduramayıp içeri girdi. Kızın gözleri aralıktı ve bir yatakta uzanıyordu. Camın önünde beyaz giyinmiş bir kadının odadan çıkarmaya çalıştığı üç insan ağlaşıyordu. Kızın başındakiler ise kızı uyandırmaya uğraşıyorlardı. Kızın donuk gözleri adamın yüzünde kenetlendi. Ve dışarı salınan hırıltılı nefeslerin acısı odayı kapladı. Bazı söylentilere göre insanlar son anlarında gördüklerini zihinlerinde başka bir şekilde tasvir ederlermiş. Belki de bu kız adamı birine benzetmişti. Adam ona doğru yürürken makineden yankılanan kalp atışlarının sesi iyice seyrelmişti. Yolun başından beri cebinden çıkarmadığı elleriyle kızın yüzünü avuçlarının içine aldı. “Ölüm saati 17.36”

Size yıllar süren bir yürüyüş olacağını söylemiştim. Ölüm, bu küçük sarışın kızın HAYAT MERDİVENLERİni çıkarken her katta ona dört yıl verdi. Onu ilk ziyareti kan kanseri olduğu zamandı. Geceleri onunla beraber masallarını dinledi. Ve ona umut olan erkek kardeşi doğduğunda, bu savaşı kazandığında, yeniden savaşmak zorunda kaldığında hatta kız için yazılmış tüm zamanlarda onunla beraberdi. Öyle bir dalmıştı ki onun acılarına az daha bir merdiveni daha tırmanmaya başlayacaktı. O sarışın küçük kız sözünü tuttu. Peki, siz ne zaman için söz verdiniz?

HAYAT MERDİVENLERİ

Seyyide Nefise DEMİR11-A

|Öykü|

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 17

Page 18: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Çıkıldıkça mahzenlere açılan bir merdiven tırmanıyorum. Sorgulamaktan ve hissetmekten acizim, yalnızca hep daha dibine gidiyorum gökyüzünün. Batmak kelimesi artık kullanımdan kalkmış, söylenişi daha havalı kelimeler kullanıyorum. Daha süslü cümleler…

Her hatamın üstüne attığım tozlu bir kılıf -bu benim hayatım- var. Tırmanabildiğim en karanlık basamakta biri çıktı karşıma. Başta sakindi hatta o, daha çok merdivenleri inmeye meyilli bir kimseydi. Daha çok seviyordu gün ışığını. Tuttu kolumdan bir anda ve bağırdı bütün örtüleri kaldırarak. Öksürmeye başladım. Toz bulutunun ardından siluetini seçmeye çalıştım onun. Uğraştım, denedim yakın manalı bütün kelimeleri. Hepsi, hepsini eyleme döktüm ama iki adet karaltıdan fazla bir şey değildi gördüklerim ve bir de önüne dökülen saçları... Tekrarladı: “Bunlardan kurtulman için kaç basamak daha gerek?” Aslında inatla savunmaktansa hatalarımızı, basitçe itiraf etmek daha mantıklı bir yoldu. -Ama sadece bir anlığına, saniyenin binde biri kadar bir zaman diliminde.-

Sonra insan çok kısa bir sürede inandığı bu zayıf dürtüye aceleyle tutunuverir ve peşi sıra takar tüm ümitlerini. Tam o an ben de kuşandım tüm cesaretimi, tek tek kaldırdım örtüleri. Toz yüzünden öksürdüğüm için mi yoksa heyecandan mıdır bilmem göğüs kafesimin iç tarafına atılan yumruklar zannımca mora yakın bir renge çevirdi sol tarafımı. Ama insan öyle kuru bir belki için dökmemeli kendini orta yere. Ne derece kötü bir insanım ya da ne denli sevebilirim bir insanı, yoksa gerçekten cesur bir korkak mıyım?

O şimdi her şeyi biliyor. Ve gidiyor tüm zamanlarda. Karşılaşabileceğimiz bir evren yok artık, ne denli paralel olduğu kimin umurunda?

Hızlı hızlı iniyor basamakları, bulutlara varmış olmalı. Bakalım daha ne kadar dibe tırmanabilirim. Zaten dökülenleri toplamaya lüzum yok artık. Her yerde bir parçam olmalı, her köşede kırılmalıyım. Elbet bir gün artık parçalanamayacak kadar ufalırım. Tamam, işte tam şu anda magmaya yakınım.

DİBE TIRMANMAK

Seyyide Nefise DEMİR11-A

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 18

Page 19: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

İnsan bir ömür, bir can, bir hayat… Ölüm bir son, bir başlangıç… İnsan değerlidir. Ya da bunu ben söylerim, sen söylersin. Ya ötekiler?..

Bir bak etrafına, insana verilen değeri gör: bir parça ekmek, bir yudum

su, bir kaşık yemek… Bir de dön karşılık olarak insandan alınanlara bak: bir hayat, bir can; binlerce umut, binlerce hayal…

Toprağın yüzlerce metre altında gürültülü patlamalar, sessiz ölümler… Toprak biraz kömür, biraz kan, bir parça insan. Yitip giden, karın tokluğuna adanmış onlarca hayat; geride bırakılmış acılı yürekler…

Toprağın altındaki huzuru yaşayanlar değil, kör bir ışıkta ekmeği arayanlar onlar… Eve geldiklerinde elleri boş değil, koca bir yürek getirenler onlar. Kendi hayatları pahasına, sevdiklerini düşünenler onlar. Hayatın ağır şartlarına karşı koymaya çalışan, bedenlerine bulaşan siyah tozlara rağmen, hep beyaz kalmaya çalışanlar onlar. Bizim mavi gök altında, gün ışığında başaramadıklarımızı, yerin altında, siyaha bulanmış alın teriyle elde edenler onlar…

Onlar ki yer altının kahramanları, onlar ki canlarını hiçe sayan ağır şartların insanları. Bir patlamayla, bir yangınla, çalıştıkları galerilere dolan suyla can verenler onlar. Öldükleri zaman arkalarında gözü yaşlı bir eşler, anneler ve dallarından birinin kırıldığını gören çocuklar bırakanlar… Geride kalanların yorgun yüreklerinde, hep genç kalan acılar…

Acılar yüreğine kor gibi düştüğünde kardeşim, uzat ellerini semaya, rahmet yağsın damla damla. Gözyaşların karışsın her bir damlaya ve toprağa aksın, tam da babanın ellerine birer inci tanesi gibi. Ve şimdi gözyaşların babanın kömür karası çehresindeki siyahları siliyor. Ya senin umudundaki siyahlar?.. Üzgünüm, onlara yetmiyor.

Kömüre adanmış hayatlara…

“Soma Madeni’nde hayatını kaybedenlere…”

Cemre DEMİRBAĞ11-C

UMUDUN RENGİ SİYAH

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 19

Page 20: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

11.sınıf Dil ve Anlatım dersinin son konularından biri de “eleştiri”dir. Bu öğretici metin türünü tanıdıktan sonra bu türle ilgili bizim de yazı yazmamız gerekiyordu. Öğretmenimin yönlendirmesiyle aşağıdaki yazıyı kaleme aldım:

Geçenlerde okuduğum bir kitapta karşı karşıya kaldığım bir gerçek beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Charlotte Bronte’nin Jane Eyre romanı idi bu. Okumaya başlamadan önce romanla ilgili merak ettiklerimi araştırdım.

Kitap 1847 yılında yayımlanmış ve dünyayı kadın gözünden anlatan başyapıtlardanmış. Yayınevine göre Charlotte Bronte’nin romantizm ile yergici gerçekçiliği kaynaştıran anlatımı belki bir yüzyıldır hemen bütün kadın yazarların benimsediği bir tarz olmakla birlikte, Charlotte bu anlatıma hiç de azımsanmayacak yenilikler getirmiş. Eserin bir genç kadın ya da çocuk duyarlılığı ile sunulması ve aşk olgusunun kadın bakış açısıyla sergilenmesi bu yeniliklerin en önemlilerindenmiş. Kitapla ilgili yeterli bilgi elde ettiğimi düşünerek okumaya başladım.

Jane Eyre romanında; arka kapağında yazılanlardan, hakkında söylenenlerden daha fazlasını buldum. Roman çok önceden yazılmış olmasına rağmen cümlelerindeki edebî ağırlık günümüzde de değerinden bir şey yitirmemiş. Çok içten bir dille yazılmış bu eserin samimiliği daha ilk sayfalarında insanı kendine bağlıyor. Yazarının bir kadın olması da esere bağlılığımı bir kat daha güçlendirdi.

Romanı böyle düşünceler içinde okurken bu kitap bana başka bir zamanda okuduğum başka bir kitabın aynı tadını vermeye başladı. Kitaptaki kişiler bana onları zaten çok önceden tanıdığımı söylüyorlardı. İki yıl önce okuduğum ÇALIKUŞU’ndan hatırlıyordum bu karakterleri.

İçimdeki yeni bir romana başlama heyecanı; yeni karakterler, yeni dünya görüşleri tanıyacağım için duyduğum sevinç artık yerini bir kırgınlığa, bir üzüntüye bırakmıştı. JANE EYRE’nin kişileri, artık benim gözümde çöken bir madende mahsur kalmış işçiler gibiydi. Öyle bir hayal kırıklığı yaşıyordum ki artık yerli yazarları irdelemeden okumak benim için zor görünüyordu. Bu iki önemli eser arasındaki benzerlikler çok çarpıcıydı ve ÇALIKUŞU romanı, JANE EYRE romanından 75 yıl sonra yayımlanmıştı.

Bu iki romandaki benzerliklerin bazılarını burada göstermek istiyorum:

*Bu iki roman arasındaki ilk dikkatimi çeken benzerlik, Bessie ve Besime isimleri ile ilgili oldu. Jane Eyre’ye bakmakla

yükümlü olan kişinin (dadısı) adı Bessie, Feride’ye bakmakla yükümlü olan kişinin (teyzesi) adı Besime. Bu isim benzerliği aslında bana göre de hiçbir şeyi kanıtlamaz. Ancak bu ayrıntı kafamdaki Çalıkuşu dosyasını aralamaya yetmişti. Asıl beni şaşırtan benzerlikler daha sonra bir bir karşıma çıkacaktı:

*Her iki romanın da başkişisi kadın: Jane Eyre ve Feride. *Her iki romanda da bu başkişiler anlatıcıdır.*Jane Eyre’nin de tıpkı Feride gibi anne ve babası yoktur.

Jane Eyre, amcasının Feride ise teyzesinin malikânesine sığınmıştır.

*Jane Eyre de tıpkı Çalıkuşu Feride gibi yaramaz bir kızdır. * Jane Eyre’nin, amcasının oğlu John ile çocukluk ilişkisi,

Feride-Kâmran çocukluk ilişkisine benziyor.Kitabın ilk bölümlerindeki Jane Eyre ile Feride arasındaki

bu benzerliklere uygun düşmeyen Besime teyzenin Feride’yi çok sevmesi, Ms. REDD’(Jane EYRE ‘nin yengesi)in ise Jane Eyre’yi kendi çocuklarından farklı görüp ondan nefret etmesidir. Anlaşılan yazarımız burada, Anadolu’da çok yaygın olan şu söze muhalefet etmek istememiş: “Teyze anne yarısıdır.”

Bu küçük farklılığın ardından Çalıkuşu ile Jane Eyre’nin hayatlarında bir ortak nokta ile daha karşılaşıyorum:

*Jane Eyre de tıpkı Feride’nin Fransız Mektebine gitmesi gibi aynı tarzda sadece kızların olduğu yatılı bir okula yerleşiyor ve yaşı da Feride’nin Fransız Mektebi’ne başladığı yaşla aynı yaşlara denk geliyor. Yani her iki karakter de 9-10 yaşlarında iken yatılı bir okula başlıyor.

*Bu yatılı okuldan Jane Eyre de Feride gibi bir öğretmen olup çıkıyor. Bundan sonra Charlotte Bronte Jane Eyre’yi önce kendi mezun olduğu okulda öğretmen yapıyor. Reşat Nuri ise Feride’yi bir köy okuluna gönderiyor. Fakat daha sonra Reşat Nuri’nin Feride’si de Jane Eyre gibi özel mürebbiye olarak görev yapacaktır.

Her iki karakterin yaşamı arasında bazı farklılıklar tabii ki var. Fakat iki roman da okunduğunda her iki kitap da bütünüyle değerlendirildiğinde, olay örgüsü bakımından önemli bir benzerlik söz konusu. Genel farklılığa geldiğimizde Reşat Nuri’nin romana Türk millî unsurlar eklemiş olması Çalıkuşu’nu jane Eyre’den ayırıyor.

*Feride ve Jane Eyre’nin özel hayatlarına baktığımızda Feride teyzesinin oğlu Kâmran’ı seviyor ve onunla evlenecekken herhangi bir kadının Kâmran hakkında söylediği dedikodular yüzünden düğün gecesi, elinde çok az bir para ile ve henüz iş sahibi değilken evden kaçıyor. Bu olayın bir benzeri Jane Eyre’nin de başına gelmiş. Jane Eyre de tıpkı Feride gibi sevdiği adam olan Mr. Rochester hakkında kötü bir dedikoduya inanarak elinde para olmaksızın işsiz güçsüz bir şekilde evden kaçıyor.

ÇalıkuşuBİR ÇALINTI ESER Mİ?

|Eleştiri|

Hilal Merve GÜLMezun Öğrenci

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 20

Page 21: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Bu olay Reşat Nuri’nin romanında başlarda yer alırken, Charlotte Bronte’nin eserinde ortalarda yer alıyor. Bu farklılığa rağmen Feride’nin hayatında, başka Jane Eyre izleri bulmak mümkün.

*Jane Eyre bu kaçıştan sonra Mr. Rochester’ı unutmak istiyor fakat unutamıyor. Bir önemli benzerlik de şu ki Feride de ne kadar evden uzağa giderse gitsin, ne kadar adresini saklamaya çalışıp teyzesinden ve Kâmran’dan gelen mektupları yırtarsa yırtsın Kâmran’ı hayatının her dakikası seviyor.

*Jane Eyre evden kaçtıktan sonra evleneceği adamın malikânesine uzak bir köye gidiyor. Bu köyde birkaç köylü ona yardım ediyor. Jane Eyre bu köyde orada edindiği arkadaşlarının yanında kalıyor. Bir süre sonra kendi mesleği olan öğretmenliği yapmak isteyince de oradaki arkadaşlarının yardımıyla derme çatma bir okul inşa ediliyor.

*Okulun tek öğretmeni ve aynı zaman da müdiresi Jane Eyre’dir. Jane Eyre için bu okul artık onun evi oluyor, gündüzleri ders verirken akşamları da burada kalıyor. Bu da bana Feride’nin öğretmenlik için ilk gittiği köy olan Zeyniler’i hatırlatıyor. Buradaki okul da Jane Eyre romanında olduğu gibi derme çatma (ahırdan bozma) bir yapıdır.

*Her iki romanın sonları da bana yeterince benzer geldi: Jane Eyre terk edip gittiği Mr. Rochester’den daha fazla kaçamıyor ve onu buluyor fakat ona olan sevgisi ilk günkü gibi olduğundan evleniyorlar. Kâmran ile Feride de, Feride Kâmran’ı terk ettiği zamanki gibi çok sevdiği için evleniyorlar.

*Anasız-babasız bir kız çocuğunun yarı teyzesinin yanında yarı yatılı bir okulda yetişmesini, hep bir aile özlemi içinde olan bu çocuğun -devamında bu genç kızın- her yaşla ilgili duygulanmalarını (aşkını, kızgınlığını, kırgınlığını, şefkatini, özlemini, pişmanlığını vb.)

çok başarılı bir şekilde aktarabilmek, bir erkek yazar için çok çok zor olsa gerek. Hemen hemen aynı aşamalardan geçmiş olan Jane Eyre’nin benzer duygularını kadın yazar Charlotte Bronte, rahatlıkla ortaya koyabilmişti.

Charlotte Bronte’nin bu romanı yazarken kendi yaşamından ilham aldığını düşündüğümü belirtmeliyim. Çünkü kendi

yaşamında da tıpkı romanda Jane Eyre’nin yaşamında olduğu gibi yatılı okula gitmiş. Kitapta da zaten Jane Eyre’nin evi saydığı amcasının malikânesinden ayrıldıktan sonra gittiği yatılı okulda bu duyguları doğal, içten ve bir o kadar da uzunca işlemiş. Charlotte Bronte’nin başarısı da burada yatıyor:

Karakterini kendisi gibi düşündürmüş ve hissettirmiş. Bir kadının, bir kadının hâlini daha iyi anlaması diyebiliriz buna.

Bazıları için yazımın içinde gösterdiğim kanıtlar Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’nu yazmadan önce Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’sini okuyup okumadığını kanıtlamayacaktır. Bazıları ise “Yazarların birbirlerinden etkilenmeleri doğaldır.” da diyebilirler. Fakat bu etkilenme etkilenen yazarın özgünlüğünü zedelememelidir. Yazar başka bir yazardan etkilenmiş olabilir fakat okuyucuya bunu hissettirdiğinde o kitap BİR KOPYA ESER alarak değerlendirilmeye açık olur.

Benim için Feride ve Jane Eyre, yaşadıkları olaylar yüzünden aynı kişiler değil; onlar hakkında kafamda beliren imgeler aynı olduğu için aynı kişiler. Yayınevinin belirttiği ve kitabın genelinden yola çıkarak Jane Eyre profili bana nedense yeni okuyup bitirdiğim jane Eyre’yi değil de 9. Sınıfta okuduğum Çalıkuşu’nu hatırlatıyor. Okuduğu kitabı tekrar okumayan ben için Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’si, yukarıda sıraladığım benzerlikleri fark ettikten sonra, benim gözümde çekilmez oluyor.

Tabii ki burada ne Charlotte Bronte’nin ne de Jane Eyre’nin bir şuçu var. Hatta Reşat Nuri’nin de –bana göre- bir suçu olmadığını belirtmek isterim. O da romana bizim kültürümüzün desenlerini yaymış.

Bazıları için Çalıkuşu, okudukları en iyi romanlar listesinin üst sırasında yer almış bir eser olabilir. Belki benim için de öyle… Fakat bu özellikler Jane Eyre benzerliğini fark ettikten sonra içimde hissettiklerimi değiştirmeye yetemiyor.

Büyüklerimin -özellikle akademisyenlerin- bu konuyla ilgili daha detaylı çalışma yapacaklarını umuyorum.

11. sınıf Dil ve Anlatım dersinde eleştiri konusunu işlerken öğrencilerimizin bir eleştiri yazısı yazması gerekiyor. Hilal Merve de o gün (2014 yılı) Çalıkuşu ile Jane Eyre romanları arasında benzerlikler olduğunu, eleştirisini Çalıkuşu ile ilgili yazmak istediğini söyledi. Ortaya çıkan yazıyı okuduğumda çok şaşırdım. Bu iki roman arasındaki benzerlikleri başka fark edenler var mı diye internette bir araştırma yaptım. Bu iki roman arasındaki benzerlikleri fark eden birkaç kişi vardı. Bunlardan kayda değer bulduğum Adriana Raducanu’dır. Doktorasını Çalıkuşu romanı üzerine yapan Romen Adriana Raducanu Yeditepe Üniversitesinde İngilizce okutman olarak çalışmış. (Belki de bu görevde devam ediyor.)

Reşat Nuri Güntekin’in 1922 yılında yazdığı roman kendisini çok etkiler. Çalıkuşu’nun dili ona çok çekici gelir. Çalıkuşu ile İngiliz yazar Charlotte Brontë’nin yazdığı Jane Eyre romanı arasında pek çok paralellikler bulması romana olan ilgisini daha da artırır.

“Her iki romanın kadın kahramanları birbirine benziyor. Her ikisi de bir aile özlemi duyuyor. Annelik duygusunu

Munise’ye sahip çıkarak gösteriyor Feride. Her ikisi de ekonomik bağımsızlık mücadelesi veriyor.” diyen Raducanu şöyle devam ediyor: “Okudukça çok etkilendim ve Reşat Nuri Güntekin’le yazdığı Çalıkuşu romanı konusuna daha fazla merak saldım. Daha çok bilgi edinme isteği duymaya başladım. Bu nedenle Güntekin’in kızı Ela Güntekin’i İstanbul’da buldum ve kafamdaki soruları kendisine yöneltme fırsatını yakaladım.”

Raducanu, Ela Güntekin’e, “Acaba babanız kendisinden önce yazılan Jane Eyre romanını okumuş muydu?” diye sorar. Ancak “Hayır okumadı.” cevabını alır. Çalıkuşu’ndaki kadın öğretmen Feride portresini bir erkek yazarın çok güzel tasvir ettiğini söyleyen Raducanu, Ela Güntekin’e “Babanız nasıl olup da bir bayan öğretmeni o dönemde bu kadar güzel tasvir etti.” diye sormaktan da kendini alamaz. Ela Güntekin de babasının çok hassas bir kişiliğe sahip olduğunu, öğretmen olmasının belki bu karakteri aktarmasında kolaylık sağlamış olabileceğini anlatır.

EDİTÖRÜN NOTU

Cezmi GENÇTENTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 21

Page 22: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Birçok insan bir şeylerin arkasına sığınmaya ihtiyaç duyar. Kimileri gülüşlerinin, kimileri paralarının, kimileri de dış etkenlerle oluşan ikinci yüzlerinin… Daha onlarca kez kimileri denilebilir, onlarca değişik örnek verilebilir. Böyle insan, yaşadığı müddetçe birilerinin, bir şeylerin arkasına sığınmaya çalışarak kendi benliğinden uzaklaşır. Belki kendini öyle daha rahat ifade edebileceğini düşünür belki de öyle güvende hisseder kendini.

Neden olduğu gibi görünmek istemez ki insan? Oysaki ünlü mutasavvıf Hz. Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” sözünü düstur edinmeli değil mi hayatında? İnsanlar, gerçek yüzlerini değil de, sonradan dış etkenlerle oluşan ikinci yüzlerini göstermek zorundalar mı bize? Ya da biz görmek zorunda mıyız bu sevimsiz çehreleri?

İnsanlar her zaman, hak ettiklerinin bir fazlasını; daha üstün olma düşüncesiyle de hep bir üstünü isterler. Bir fazlasıyla bir üstüyle, daha güzeliyle, daha fazlasıyla hep daha mutlu olacaklarını düşünürler. Hiçbir zaman elindekiyle yetinmeyi, aza kanaat etmeyi bilmezler. Gözlerini daha fazla kazanma hırsı bürümüştür. Bu hırsları, onların gözlerini perdeler; kendilerinden başka hiçbir kişiyi düşünmelerine fırsat vermez. Hâlbuki hak edilmeden ele geçirilen hiçbir değer, insanı mutlu edemez. Ünlü yazar B. Franklin “Hırs ile mutluluk, birbirlerini hiç görmezler.” sözüyle adeta durumu özetlemiştir.

İnsanların hayatta güvendikleri, sığındıkları şeyler; onları üstün kılmayacağı gibi, farklı da kılmaz. Bu yüzden hiçbir zaman, hiçbir ortamın, kişinin bizi değiştirmesine müsaade etmemeli, olduğumuz gibi yaşamalı, yaşadığımız gibi ölmeliyiz. Daima elimizdekilerle yetinmeyi bilmeli, yarınımızın garanti olmadığı bu dünyada, bugün, hak ederek mutlu olmayı öğrenmeliyiz. Mutlu olmak derken de erdemli duruşu bozmadan mutlu olmaktan bahsediyorum.

Bir şeylerin arkasına sığınıp adeta kaçak yaşayarak bir yere varılamayacağını idrak edebilen insan, sığınmacı olmaya asla razı olamaz.

Ömürlerinin büyük bir kısmını daha fazla istemekle geçirenler, daha fazlasını elde edince ne mi yapacaklar? Onların da arkasına sığınacaklar. Sizi gidi sığınmacılar sizi!..

Betül DURAN 10-C

SIĞINMACILAR

|Deneme|

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 22

Page 23: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

İftade KOCATEPE 11-B

|Söyleşi|

Her geçen gün değişen dünyada, değişmeyen nadir şeylerdendir kahramanlık. Her birimizin kahramanları vardır hem gerçek hem sanal dünyada. Gerçek dünyanın en anlaşılır kahramanları ise babalarımızdır.

Genelde ailelerine, özelde çocuklarına yaptıklarıyla bir çıkar beklentisi içinde olmasalar da borçluyuzdur onlara bütün başarılarımızı. Hep iyiliklere, hep güzelliklere teşvik ederken bizleri; arkamızda kale gibi, dağ gibi duran babalarımız, bizim tek kahramanımızdır.

Anneler, anne olmadan bilemez anneliği; babalar ise babalarından öğrenir babalığı. Çocuklar, tembelliklerinden ya da haylazlıklarından dolayı başarısız olabilirler. Bu başarısızlıklara rağmen onlardan ilgilerini ve sevgilerini esirgemeyen babalar, alkışı en çok hak edenlerdir. Çünkü karşılıksız sever babalar. Parasını yiyip ona sorumluluk yükleyen, her an başına bir iş açan bu mahlûkları bir beklentisi olmadan sever babalar. Üstelik annelik içgüdüsü ve şefkatinden de mahrum olmalarına rağmen… Bu yüzden hep söylerim babamın bana olan sevgisinin sebepsiz olduğunu. Sebepsiz olsa da sevsin isterim babam. Çünkü kendimden vazgeçmiş olsam da vazgeçmez benden, babalar vazgeçmez çocuklarından. Sırtımızı yaslayabileceğimiz yıkılmaz duvarlarımızdır onlar ve elbette böyle bir babaya ben hayır diyemem.

Babamla mezarlığa gittiğimiz gün anladım, babalar hiç ölmezmiş. Orada öylece yatsa bile tüm görevlerini yaparmış, yine kahramanmış babalar. “Sen üzülme evladım, baban hep seninle. Gel benim yanımda ağla çünkü baba olunca bilirim evladının yanında ağlayamazsın.” dermiş.

Bu sözlerime rağmen babalığı anlatmak pek de mümkün değil fakat şunu söyleyebilirim: Çok, çok sevmeme rağmen ne Metin Oktay, benim babam kadar baba bir adam ne de benim babam Toyota gibi bir adam; o eşsiz bir insan.

Sevdiklerimi paylaşamayan ben; babası olmayan, babalık görmemiş insanlarla paylaşabilirim babamı. Çünkü bencilce yazmış olsam da bu yazıyı, babamdan biliyorum babasızlığı.

EN BABA ADAM

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 23

Page 24: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

YÜREĞİM,‘HAYAL GEMİM BENİM’

|Deneme|

Her zaman kâğıtlara, kelimelere sığınmışımdır. Çünkü beyaz bir sayfa sana gereksiz sorular sormaz. Sadece anlat der ve sımsıkı sarılır emanetine.

En çok da günlük yazmayı severdim. O gün yaşadıklarımı bir bir kaydeder, hayallerimi tane tane serperdim sayfalara.

Sayfalarını doldurduğum günlüklerimi kimsenin bulamayacağı bir yerlere saklardım. Daha sonra da sakladığım yeri unuturdum.

Bir gün, elime geçen bir günlüğüme, merakla açıp baktım. Pembe bir sayfaya yalnızca orada kalacağını sandığım küçük hayaller not etmişim.

Birine kızdığımda da öfkemi kâğıtlara döker, ardından bu kâğıtları yırtıp atardım. Bazen hayallerden gemiler yapar, bir yerlere ulaşır umuduyla masmavi sulara

salardım onları. Sonra küçük bir deniz kabuğunun ardına saklanır, onları usulca izlerdim. Zaman hızla ilerledi, idealler yükseldi, hayaller kaldı hep bir köşede.

Şimdi anlıyorum. Mutluluk beklemekle gelmezmiş, insan kendini mutlu etmeyi bilmeliymiş. Bunun için hayaller bile yetermiş.

Başını yastığa koyup, gözlerini kapayıp karanlığın içinde aydınlık hayaller kurmak…

Hayallerimiz bazen gökkuşağı gibi rengârenk olurken bazen yağmur damlaları gibi toprağa ya da sulara karışır gider. Bazen de yıldızlar kadar ulaşılmaz olurlar. Bir bakarsın hayaller, okyanuslar kadar büyük görünür ama içimizde bir yerlerdedir.

Bazen de hayalperestlik noktasında hayaller kurduğumu sanarak hayallerimin beni çok yorduğunu, çok yıprattığını düşünüyor ve onlardan uzak durmaya çalışıyorum. Sizler hayal kurmanın bedava olduğunu mu sanıyorsunuz? Gerçekleşmediğinde bedelini ödüyorsunuz. Hayalperestlik, hayal kırıklıklarını getiriyor. Hayal kırıklıkları yaşamama adına bazen hayal gemilerimi çok dalgalı, çalkantılı okyanusa salmaktansa onları sakin, dingin, güvenli gönül limanımda tutmayı yeğliyorum.

Yine de zamanın insandan alamadığı tek şey hayal kurmak diye düşünüyorum. İnsanın kendini mutlu etmesinin en kısa yoludur. İşte bu yüzden yüreğime, ‘benim hayal gemim’ diyorum.

Büşra ÖZDEMİR 11-B

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 24

Page 25: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Samsun’a bakıyorum bir simitçi tezgâhından. Güvercinleri izliyorum, bu şehrin emektarlarını… Bazen şehir halkının verdiği simitle doyan Bazense sadece şehrin kırıntılarıyla…

Samsun’a bakıyorum kaldırım taşı aralarından. Tabanı bu şehrin sokaklarında eskitilmiş Yüzlerce ayakkabı geçiyor üzerimden. Ve ürkek, çekingen, sert adımlar geçiyor. Üç beş köpeğin yorgun tüyleri düşüyor üzerime, Onlar da almış Samsun’dan nasibini.

Samsun’a bakıyorum denizin tam ortasından. Sırtlamış deniz, dumanı tüten bir vapuru; Bir yerden bir yere sürüklüyor. O deniz, sırtında daha kimi, kimleri sürüklemedi ki?..

Samsun’a bakıyorum bir şoför koltuğundan. Yıllardır ezberlediğim bu yollar, Yabancı geliyor artık bana. Karanlığında korkmadığım sokaklar, Gündüz aydınlığında bile ürkütüyor beni. Değişmeyen bir şey var: teybimdeki parçalar…

Samsun’a bakıyorum saathane meydanından. Hâlsiz akrep, yelkovanı takip ediyor usulca. Bu ihtiyar saat kim bilir kaçıncı senesini deviriyor. Boyası dökülmüş bank, Her gün onlarca kişiyi koynunda ağırlıyor.

Bu şehre her baktığımda, Daha bir masum buluyorum onu. Bazen biraz sessiz, biraz çetin, biraz kızgın; Bazen de biraz mutlu ama masum bakıyor bana. Samsun’da yaşıyor, Samsun’u yaşıyorsan Bakışları yorar, duyguları yorar, Samsun yorar.

SAMSUN’A BAKIYORUM

|Şiir|

Ayşenur KOÇ10-A

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 25

Page 26: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Kitap kurtlarına ‘Neden kitap okuyorsun?’ diye sorarsanız ‘Tek bir yaşam, tek bir bakış açısı yetmediği için okuyorum.’ cevabını alırsınız. Bu yüzden kitap okuma, aslında ruhumuzu beslemenin bir yoludur. Ruhu tok olan insanın da bedensel sağlığına kavuşması ve onu koruması kolay olur. Ayrıca ruhu tok olan insan, kitap okumayanlara göre olayları, hayatı daha farklı, daha güzel ve daha doğru yorumlar.

Okumak, insanı, kimsenin bir araçla gidemeyeceği lakin her kitap okuyanın hiçbir sınıf ayrımı olmaksızın kolaylıkla gidebileceği yeni dünyalara götürür. Siz kitap okuyarak yaşadığınız yerden ayrılmadan, seyahate çıkmış olursunuz. Bu seyahatinize başladığınız nokta, bu seyahatinizde mola verdiğiniz duraklar ve indiğiniz durak o kadar da önemli değildir. Önemli olan yolculuğunuzdan zevk almanızdır. Önemli olan kitapları sevmeniz onlara şefkatle dokunup kapağında elinizi gezdirmenizdir. Bu yolculukta eski kitap yapraklarının ve yeni kitap mürekkebin kokusunu içinize çekmeniz de çok önemlidir. İşte bu eylemin verdiği huzuru başka neden/nelerden alabilirsiniz ki? Kitaplara en iyi arkadaş denmesinin sebebi de budur zaten.

Hayattaki arkadaşlarımızı kitaplara benzetirsek eğer, buradan şu sonucu çıkarmalıyız:

Bu arkadaşlarımız yanımızdayken her yerde ve her zaman, huzurlu olabilmeliyiz ve onların yanında kendimizi daima güvende hissetmeliyiz. Lakin hiçbir arkadaşımızın da hiçbir zaman hiçbir kitabın yerini tutamayacağını unutmamalıyız.

Öykü YURTTAŞ9-A

|Deneme|

KİTAP VE OKUR

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 26

Page 27: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Hayatta herkes kaybeder, az veya çok…

İleride bizi bekleyenin ne olduğunu bilmek pek güzel değildir belki de. Ne de olsa gelecek bu. Ne geleceğini tahmin edemedikten, onunla ilgili hayaller kuramadıktan sonra anlamı olmaz. Hayaller kurup kırılsa daha kötü değil mi diyeceksiniz. Ama bu soruya kendiniz bile inanmayacaksınız. Kırılacağını bile bile hayal kurmanın ne demek olduğunu öğreneceksiniz çünkü. Tıpkı özel güçlerinizin olmayacağını bile bile eğer olsaydı şöyle yapardım demeniz gibi.

Peki, ne olacaktır ilerde? Bir sporcu mu olacaksınız? Bir yazar mı? Yoksa herkesin hayatını kurtarmaya kendini adamış doktor mu? Belki de başarılı bir öğretmen veya psikolog olacaksınız. Hastalarınızın derdinin içinde kendinizi kaybedeceksiniz öyle ki sizin dertleriniz kaybolacak arada. Bir avukat olup adaleti de savunabilirsiniz. Ya da hiç bunları hayal etmek istemeyeceksiniz. Sadece baba olacaksınız. Küçük kızınızla tüm gününüzü geçirip elinden tutarak yavaş adımlarla yürümeye çalışacaksınız küçücük bedeniyle birlikte. Parmaklarıyla oynarken kendi canınızdan olan ufaklığa doyamayacaksınız.

Peki ya diğer ihtimaller? Belki de alkolik olursunuz. Her akşam kahveden döndükten sonra harcadığınız paraların hesabını bile yapmadan. Kumarbaz olup çıkabilirsiniz de. İddia oynamakla başlayan bu illete buluşacağınızı hiç düşünmemiş olsanız da. Belki de anlamını bilmediğiniz bir duyguya aşk deyip onun için günlerinizi karartacaksınız. Hiç bırakmayacak dediğiniz kişiyi kaybedeceksiniz basitçe ve komik bir şekilde belki hiç bırakmayacağım dediğiniz bir kişi olmaz bir süre sonra. Belki de her zaman yine aynı yalana inanıp hayal kırıklığını tercih edeceksiniz. Birkaç hafta duygusal müzikler dinleyip kendinizi soyutladıktan sonra eski yaşantınıza döneceksiniz ve aşk dediğiniz bu duyguyu aşmaya çalışacaksınız. Herkes kendi sevgisini diğerlerinin

üzerinde görecek ve en çok ben sevdim deyip kendinizi avutacaksınız sadece. Onun için ölürüm diyeceksiniz daha kendiniz için yaşamayı bilmiyorken. Peki, bütün bunların sonunda ne olacak? Önemli olan ne ile yaşadığınız mı, nasıl yaşadığınız mı, kimle yaşadığınız mı olacak? Sizin için hangisi en çok anlam ifade edecek? Hiçbiri olmazsa keşke onlar gibi olsam diyeceksiniz tabii. Bunu derken sizin için aynı şeyleri diyenleri göremeyeceksiniz.

Hep en kötüsünü düşünüp “beni anlamıyorlar, yaşadıklarımı yaşasalar böyle demezlerdi” diyeceksiniz. Hâlbuki herkes böyle derken bunun bir anlamı kalmayacak. Unutacaksınız aslında önemli olanın bu dertlerinin arasında sahip olunana odaklanmak gerektiğini. Neyim var ki diyeceksiniz ne kadar çok şeyinizin olduğunu unutarak. O yüzden mutlu olamayacaksınız. Hayalini kurduğunuz şey gerçekleşmediği için gerçeğinin daha iyi olduğunu göremeyerek kendinize kızacaksınız.

Ve herkesin bir kaybettiği olacak. Bazılarınız birini, birilerini; bazılarınız bir eşyayı, bazılarınız bir davayı, kiminiz de bir duyguyu kaybedecek. Ama asıl kaybettiğinizin kendiniz olduğunu unutacaksınız. Bazılarınız kaybederek kendini bulurken bazılarınız da kendini bulmaya çalışırken kaybedecek. Tek değişmeyen şey ise -kim olursanız olun- beyninizde ve kalbinizde bir kere de olsa yankılanan şu söz olacak: Kaybettin…

KAYBETMEKSaid Burak BARITLI 11-C

|Deneme|

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 27

Page 28: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Ağlamak ve gülmek birbirlerinin zıddı olsalar da birbirleriyle çok bağlantılı, ilişkilidir aslında. Ağlamak toplumumuzda çaresizlik, yalnızlık, zayıflık, güçsüzlük gibi algılanır. Doğrudur belki. Ama ağlamayı bilmeyen gözler gülmeyi hiç bilemez. Ağlamayan bir insan, hiçbir zaman sevincin, mutluluğun gerçek tadını alamaz. Üzülmeyen insan saadetin, huzurun gerçek kıymetini bilemez.

İnsan doğduğunda bile ağlayarak bu dünyaya gözlerini açmış. Hüzün, özlem, yürek acısı, sevinç gibi duygularını da gözyaşlarıyla göstermiştir hayatı boyunca. Çok sevinen bir insanın da gözyaşı akıtması kaçınılmazdır. Ağlamak, bu yüzden, bende saf, temiz bir kalbi; ağlayan insan ise kalbi henüz nasır tutmamış, yüreği katılaşmamış, duyguları tükenmemiş insanı çağrıştırır.

Erkekler ağlamaz denir ama onlar da ağlayarak gelir dünyaya. Bebeklik ve küçük çocukluk dönemlerinde erkeklerin de ağlamaları devam eder. Bu dönemlerde kız, erkek ayrımı yapılmaz. Peki ya daha sonra ne olur? Yaşları biraz daha büyüdüğünde ağlamaları neden yasaklanır erkeklerin? Erkek adam ağlar mı, baban hiç ağlıyor mu? diye hor görülür erkeğin gözyaşları. Küçük yaştan böyle eğitilen erkekler acılarını, üzüntülerini içten yaşamak zorunda kalırlar. En kötü anlarında bile kendilerini tutmayı, ağlamamayı öğrenirler. Gözlerinden bir damla gözyaşı akacak olsa hemen birileri tarafından “kız gibi ağlama.” diye aşağılayıcı sözlerle uyarılırlar. Bu yüzden erkekler ağlamaz demek yanlıştır. Erkekler de ağlayabilir ama sadece ağlamamaya mahkûm edilmişlerdir. Ya da bu durum şöyle ifade edilebilir: Erkekler çevrelerine zayıf görünmemek için ağladıklarını gizlemeye çalışırlar.

“Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar.” sözünü çok duymuşumdur annemden. Gerçekten de bir insan için,

bir insanın iyiliği için sadece anası mıdır ağlayacak olan? Ya da bir insanın kötü anında en çok üzülecek olan mıdır anne? Annem her zaman sen de bir anne olmadan bunları anlayamazsın derdi. Belki de anlayamıyorum. Ama bence gerçek dostluklar ölmedi. Ya da aynı kandan olduğumuz kardeşlerimiz… Biz birbirimizin kötülüklerini istemedik, istemeyeceğiz. Ya da bilmiyorum, hayatın daha çok başındayım. Nelerle karşılaşacak, nasıl insanlarla tanışacağım bilmiyorum. Belki de on yıl, yirmi yıl sonra bu sözleri, bu satırları yazan beni çok saf, cahil, tecrübesiz bulacağım. Yine de her şeye rağmen ağlamak huzur verir insana, dertlerini unutturur, diyorum. Özdemir Asaf da değinmiş bu rahatlatan eyleme:

Ağlamak…Örtüsüdür bazı acıların Örter, örtülmez Savunur bir süre…Ağlayanlar sevinmeli…Sevin ağlayabiliyorsan Unutmanın kardeşidir ağlamak Uyur uyanır yatağında duyguların Düşüncenin kucağında hep çocuktur Ağlamak.

İşte bu sebeplerdendir ki ağlayan insanları gördüğümde; üzülmenin yanında, biraz da ferahlar kalbim. Özellikle de yakın çevremdekilerin ağlayışlarına şahit olduğumda yanlarına gider birkaç teselli sözüyle onlara yardımcı olmaya çalışırım. Çünkü bilirim ki onlar, insanı insan yapan en önemli eylemi gerçekleştiriyorlar.

AYŞENUR BALTA 11-B

|Deneme|

AĞLAMAK

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 28

Page 29: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

|Deneme|

Hayatı yaşamaya değer kılan şey hedeflerimizdir. Bir amaç doğrultusunda yaşamak hayatımıza değer katar. Aldığımız her nefesin, attığımız her adımın bir anlamı olur. Bir şeyler düşleriz, planlar kurarız, hedefler belirleriz. Belirlediğimiz hedef doğrultusunda çalışırız, çabalarız. Bir zamanlar bize oldukça uzak görünen o hedefe doğru adım adım yürürüz.

Hedeflerimize yürürken ayağımız takılmaz mı? Takılır elbet. Düşeriz, kalkarız, yoruluruz hatta bazen umutsuzluğa düşeriz. Fakat yılmadan devam edersek istediğimize ulaşırız. Ulaştığımızdaki o gururun, o mutluluğun tarifi var mıdır? Bu mutluluklar bazen büyük bazen küçük olsa da bizim hayata tutunmamızı sağlar. Bir şeyleri başarmak kendimizi önemli hissettirir. Yeni adımlar atmak, yeni işlere kalkışmak, daha büyük hedefler belirlemek için bize cesaret verir. Oysa yaşamda hiçbir gayesi olmayan insan için böyle midir? O insan denizin ortasında öylece sallanan küçük bir yelkenliye benzer. Nereye gideceği, ne yapacağı belli olmaz. Hareketlerinin, çırpınışlarının hiçbir anlamı yoktur. Ne yaparsa yapsın idealleri uğruna mücadele eden bir insan kadar başarılı olamaz. Elde ettikleri, ona kısa vadeli bir refah sunsa bile kendini her zaman güçlü ve cesaretli hissetmez.

Diyeceğim şudur ki dönüp hayatımıza şöyle bir baktığımızda gurur duyacağımız değerli bir şeyler görmek istiyorsak amaçlarımızı belirlemeli, onlara ulaşmak için harekete geçmeliyiz. Ayrıca yol boyunca karşımıza çıkan engellere göğüs germeli ve amacımıza ulaşana dek bu engellerle mücadeleden vazgeçmemeliyiz.

Ece ORAL9-B

HEDEFE KİLİTLENMEK

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 29

Page 30: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

YAZMAK YA DA YAZMAMAK

Biz öğrencilere, hangi konuda olursa olsun, bir yazma ödevi verildiğinde -içlerinde olduğum için biliyorum- çok zorlanıyoruz. Gerçi aramızda zorlanmayanlar da var.

“Boş bir sayfayı doldurmak o kadar da zor olmamalı, her eline kalemi alan kendi çapında bir şeyler yazabilmeli.” diye düşünüyorum. Ama gerçek bir yazının hakkını vermek tabii ki kolay değil.

Boş bir sayfayı doldurmak hatta sayfalar doldurmak zor olmamalı demekle beraber; içi dolu bir şeyler yazabilmek için de yeterli bir zamana, hatırı sayılır bir tecrübeye; hayat karşısında görüşü açık, ufku geniş bir yüreğe sahip olmanın zorunlu olduğunun bilincindeyim.

Yazmanın zorluğu, kolaylığı aslında kişinin neyi, nasıl yazdığına göre de değişir. Eğer deneme, söyleşi, eleştiri ve makale gibi öğretici bir metin yazıyorsak dediğim gibi öyle ufku geniş bir yürek sahibi olmamıza gerek yok; biraz yazma kabiliyetimiz, bir şeylere ilgimiz ve biraz da bilgimiz olsun yeter. Ama sanatsal bir metin oluşturacaksak geniş, derin ve zengin bir hayal gücüne ve hayallerimizi yazıya dökebilecek, doğuştan gelen, bir yeteneğe sahip olmamız gerekir. İşte bu yeteneğe sahip kişilere de sanatçı diyoruz.

Ben sanatçı değilim ve sanatsal bir metin oluşturamam. Ama bir deneme yazabilirim. Herhangi bir konudaki düşüncelerimi yazıya dökebilirim. Ve böylece, yazdıklarımla buluşanları, yeni -belki de çok farklı- düşünme noktalarına yönlendirmiş olurum. İsterim ki düşüncelerimi başkaları da duysun ama inanmak istemiyorsa inanmasın. İşte ben de bu şekilde yazıyorum. Eğer yazmanın hakkını verebiliyorsam ne mutlu bana.

SALİHA KILIÇ11/B

|Deneme||Deneme|

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 30

Page 31: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Sanat eserleri vardır asaletinden, zarafetinden ödün vermeyen. Bunların tek bir nokta fazlalığı ya da eksikliği yoktur. Peki, çeşit çeşit baharatından, her tür malzemesine kadar her şeyin ayrı bir değeri olan yemek, bir sanat eseri değil midir?

Yemek, biz insanlar için olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Oysa emek verip, yemeği oluşturup sofraya getirebilmek, o sofrayı donatmak; en az güneşli, güzel bir sabahın uzun uzun betimlendiği bir yazı gibi sanatsal bir değer taşır. Bu durumda mutfak, aşçının kâğıdı; yemek malzemeleri ise kalemidir.

Bir aşçı kendini, yaptığı yemeklerle ifade eder; duygularını o yemeğin malzemeleriyle karıştırır. Yazarın, kelimeleri dizip cümleleri; cümleleri sıralayıp paragrafları ortaya çıkarması gibi, aşçı da malzemeleri harmanlayarak kendi eserini oluşturur. Beceri ve yetenek gerektiren bu uğraş sonucu oluşan eser, insana zevk verir. Görüntüsü ve kokusu insanı derinden etkiler. Tadı damaklarda yer eden bu eser, uzun yıllar hatırlanır.

Güzel hazırlanmış yemeğin yanında bazen küçük bir özür bazen de büyük bir istek ya da öneri

sunulur. Sanatsal değer kazandırılmış bir yemek, güzel bir birlikteliğin temellerini atabileceği gibi alınan büyük kararlara da tanıklık eder.

Yemeklerin masaya taşınmasında da ayrı bir üslup ve düzen vardır. İlk olarak sıcacık, üzerinde buharlar tüten bir çorba ile mide yemeğe hazırlanır. Bu yemeğe giriş aşamasıdır. Çorbadan sonra ana yemek gelir. Ana yemekten sonra ise tatlı yenir. Tatlı yerken sohbetler daha bir tatlanır. Tatlı, yemek faslının kapanışı için güzel bir tercihtir.

Tıpkı bir tabloda olduğu gibi masadaki her ayrıntı, yemeğe ayrı bir değer katar. Bu değeri yemeğe katabilmek, resimdeki çizgileri ve renkleri yerli yerince yerleştirmek gibidir. Masaya serilen örtünün deseni ve dokusu, çatal-bıçak dizilişi, tabaklar ve bardaklar; göze, ruha ve damağa hitap eden her şey, eserin verdiği zevki arttırır.

Aşçının fırçası, onun hayal dünyası ve elleridir. Eğer aşçı hayal dünyasını yetenekleri ile birleştirip yemeğe yansıtabiliyorsa sanatçı olmanın olgunluğuna erişebilmiş demektir. Ortaya çıkan eserin insanı etkilemesi, fırçasını ustaca kullanan aşçıya bağlıdır.

SANATIYEMEK

Şeyda KAVIK9-B

|Deneme|

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 31

Page 32: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

ROBERT BROWNING(Özgün Metin)Song from PIPPA PASSESThe year’s at the spring,And day’s at the morn;Morning’s at seven;The hill-side’s dew pearl’d;The lark’s on the wing;The snail’s on the thorn;God’s in His heaven-All’s right with the World!

PİPPA GEÇİYOR’dan ŞarkıMevsimlerden ilkbahar, Günün sabah saatleri;Saat yedisi sabahın; Bürünmüş yamaç çiğden incilere; Tarlakuşu kanatlanmış uçar; Salyangoz yarılamış dikeni; Tanrı, efendisi Cenneti’nin- Diyecek yok dünyanın keyfine!İngilizce’den çeviren: Y. SALMAN

PİPPA GEÇİYOR’dan ŞarkıYıl bahara durmuş;Gün sabaha;Sabah varmış yediye; Kırın çiği incilenmiş;Tarla kuyu kanat açmış;Salyangoz dikene çıkmada;Tanrıbaba Cennet’teDünyanın işi iş!İngilizce’den çeviren: M. GÜRSOY

Almanca Ekibiİngilizce Ekibi

“Dergimizin bu sayısında, Robert Browning’in kısa ve güzel bir bahar şiirinin İngilizce aslıyla birlikte Almanca çevirisini, bu dillerden yapılan profesyonel çeviri ile öğrencilerimizden ilgili olanların deneysel amaçlı yaptıkları çeviri çeşitlemelerini sunuyoruz. Bildiğiniz dil veya dillere göre siz de kendi çevirilerinizi yapabilirsiniz.

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 32

Page 33: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

PİPPA GEÇİYOR’dan ŞarkıYıl baharda;Gün sabahta;Sabah, yedide.Yamaç, sedeflenmiş çiyToygar, kanatlanmış.Salyangoz, diken üstünde,Tanrı cennetinde, Hepsi dünya ile düzende birlikte.Didem Ayza BOLAT 11/C

PİPPA GEÇİYOR’dan ŞarkıYıllardan bir bahar,Ve günlerden bir sabah,Sabahlardan saat 7,Tepeler bir inci gibi beyaz,Tarla kuşları havada,Salyangozlar çalıda,Tanrı cennetinde,Dünyanın keyfi pek yerinde.Erkut Saner ZAMAN 11/A

PIPPA GEHT VORÜBERDas Jahr ist am Frühling,Der Tag’s neugebor’n;S’ist Morgens um sieben;Thau’ perlet das Feld;Die Lerch’ ist am Flügel;Die Schneck’ ist am Dorn;Gott ist im Himmel-Ganz gut geht’s der Welt!İngilizceden Almancaya çeviren: V. PROETZ

PİPPA GEÇİYORMevsimlerden ilkbahardaGün yeni doğmadaSabahın yedisindeİnci iğli kırlardaTarla kuşu kanat çırpmadaSalyangoz dikene tırmanmadaTanrı cennetindeDünyada işler yolunda

Almanca’dan çeviren: G. REFİĞPİPA GEÇİYORMevsim bahara erişmiş,Gün yeni doğmuş,Saatlerden tam yedi;Yamaç sabah çiğiyle incilenmiş;Tarla kuşu dala konmuş;Salyangoz dikenin üzerinde;Tanrı kendi cennetinde-Dünyada her şey yerinde!Betül ŞİMŞEK 10/B

PİPPA GEÇİYORMevsim ilkbaharda;Gün yeniden doğuyor;Sabahın yedisi;Çiğ taneleri tarlayı ışıldatıyor;Tarla kuşu uçmakta;Salyangoz diken üstünde;Tanrı gökyüzünde;Dünya gayet iyi gidiyor!Ecenur Aslı KAVAŞAR 10-A

SİZİN ÇEVİRİNİZ:……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 33

Page 34: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Her insan hüzündür biraz,Yağmurlu bir hava misali.En iyi şu yağmurlar,En iyi şu bulut,En iyi bu sokaklar bilir beni.En karanlık sokaklara sakladım öfkemi.Bir karanlıktır kiSıkıyor, boğuyor içimi.Bu hava, bu rüzgâr…Nasıl güzel yakarıyor,Tam şu vakit doğacaklara.En önce, en hislice,Nasıl da ölümü fısıldıyor?Nasıl bu gökyüzü?..Grisini sevdim benBu nasıl gridir? Güneşimi öldürüyor.Hapsetmiş maviyi,Masum hayaller kurduruyor.Ve sen…En karanlığımı arayan,En ilk cemre!Bahar gelmeden ölecek miyim?Ey can çekişen minik serçe,Bu hissi bilirim!Yaşayarak ölünür,Aksi kimin haddine…

ELİF NUR CÜREBAL11-B

Bahara Doğru

|Şiir|

Artvin’de bulutlara komşudur dağlarRüzgar Altıparmak’ın çimlerini okşarÇoruh Nehri kucak açar güneşeBuna dayanamaz gözyaşı döker şelale

Karagöl Artvin’in aynasıCenettir resmen Aralık yaylasıBir başkadır Hopa’nın deryasıŞavşat’ta içilir cincar çorbası

Çiçekler oluşturmuş ebemkuşağıBağlar yâr beline kırmızı kuşağıOynar nazlı nazlı atabarınıArtvin baştan başa bir doğa harikası

Her yıl Temmuz’un ilk haftasıKurulur Kafkasör’e boğa arenasıArtvin’den ayrılma yemeden hinkalıBurada bir ömür kalınmalı

Orta Asya’dan geldi Sakalar ve HurilerÇoruh vadisini yurt edindilerBıraktı medeniyetler çeşitli izlerKaleler, manastırlar ve de köprüler

Yaz geldi mi yaylalara çıkılırMisafir çok güzel ağırlanırNice şenlikler kutlanırArtvin bir başka diyardır

Emine Beyzanur HAÇKALİ10/B

BİR BAŞKA DİYAR ARTVİN

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 34

Page 35: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

YOKSULLUK ÜZERİNE BİR

SÖYLEŞİ

Nuray DEMİRCİOĞLUTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Siz hiç yoksulluğu yaşadınız mı? Yaşadınız, tamam… Herkesin yoksulluğu kendince… Herkesin bir yoksulluk hikâyesi var, herkes kendine haklı, herkes kendine ağlar:

-Arkadaşlarım Nike ayakkabılarla havasını atarken ben ucuz pazar işi ayakkabılarla dolaşırdım

-Herkes pastırmalı sucuklu sandviçini yerken, ben domates peynir yerdim.

-Millet lüks lokantalarda yemeklere giderken ben okulun kantinine takılırdım.

-Bir bilgisayarım bile olmadı daha… -Cep telefonumu insan içine çıkarmaya utanıyorum, öyle

eski model ki!

Şimdiki genç neslin yoksulluğu bunlar, aslında yoksunluk bir nevi. Yoksulluk ve yoksunluk öyle farklı şeyler ki. Yoksulluk yaşaman için elzem olanlara ulaşamamak, yoksunluk ise fazladan sahip olduklarının eksikliğini çekmek… Bizim çocuklarımızın hep bir yoksunluk içinde olmaları yoksullukla hiç tanışmadıklarından mıdır acep?

Aslında ben de hiç yaşamadım yoksulluğu. Sadece yaşamış olanlardan, birinci ağızdan dinledim, dinlediklerim bile yetti. Biz şanslı bir kuşağız aslında, yoksulluk ve yoksunluk arasında… Yoksulluğu bizden öncekilerden duyduk yoksunluğu ise bizden sonrakilerde görüyoruz.

Yoksulluğun diz boyu yaşandığı bir dağ köyünde büyüdüğünüzde ve uzun gecelerde babanızdan masal yerine, yıllar boyunca yaşanmış hikâyeleri dinlediğinizde, o kadar siniyor ki ruhunuza, bir daha nerde ve hangi şartlarda olursanız olun unutmak mümkün olmuyor.

Babamın hikâyeleri… Bir kere dinleyebilseydiniz onu, bir gece sabaha kadar, bir ömür yetecek yoksulluğu yüklenirdiniz sırtınıza… Yoksulluğu yüklendiğinizde ruhunuza, yoksunluğa yer kalmazdı hayatınızda.

Yoksulluk hayat memat meselesiymiş o zamanlar, 1940’li 50’lı 60’li yıllar… Yamalı palanlarla giyinebilirsiniz, kuru ekmekle doyabilirsiniz, taşlı arazilerin taşlarını ayıklayıp, köklerini söküp kendinize bir tarla yapabilirsiniz, orada ekip biçtiğinizle karnınızı doyurabilirsiniz… Açlıktan ölmezsiniz, soğuktan donmazsınız belki. Ama hastalıklar… Doğmamış bebelerin ölümü sıradandır, doğarken ölenler kaderdendir, doğururken ölenler kaderdendir, kabullenilir.

Ama büyümüşse çocuklarınız, fidan olmuşsa, sonra o fidanlar elinizde solmuşsa, parasızlıktan yoksulluktan doktora götürememişseniz, ilacını alamamışsanız… Kara toprağa vermişseniz bir fidanınızı hatta birden fazlasını… Dağları devirecek güçteyken, taşı sıksan suyunu çıkarırken, en delikanlı zamanlarındayken, can parçalarının elinden kayıp gitmesini çaresizlikle izlemişsen… İşte yoksulluk odur, bir daha çıkmamak üzere ruhunuza kazınmış acıdır, anıdır. Geri kalan ömrünüz saraylarda da geçse, Halil İbrahim sofralarında da

geçse içinizdedir, anlatmakla bitmeyecek hikâyedir, hep akmaya hazır gözyaşıdır.

“Üç derdim var birbirinden seçilmez / Bir ayrılık bir yoksulluk, bir ölüm…” demiş ya bizim bilge ozanlarımızdan biri. Onu tanıdığımda anladım ki sadece babam değil, sadece benim köyüm değil, benim milletim geçmiş aynı yollardan… Her ölümün içinde biraz, her ayrılıkta çokça yoksulluk varmış demek… Tıpkı benim babamın geri kalan çocuklarını bari kurtarabilmek için, 35’inden sonra gurbete gitmesi gibi… Ömrünün kalanında, dışında yok ettiği yoksulluğu içinde hep taşıması gibi… Bu dünyadan bu onulmaz dertle geçip gitmesi gibi.

Ne zaman çocukken hiç muz yiyemediğini, ya da sayıyla yediğini söyleyerek çocukluğuna acıyan birini görsem, anlarım tabii ama gülerim içimden. Keşke herkesin yoksulluğu o kadar olsaydı, diye düşünürüm. Nedense yoksulluğun ölçüsü en çok muzla tartılır. Çocukken yiyemediği için çocuklarına bolca yedirenleri de anlarım, bolca yiyenleri de. Ama neredeyse gençlik yıllarımda tanıştığım bu meyveyi hiç içim istemez, şimdiye kadar yiyememişsen şimdiden sonra da yemesen ölmezsin, der geçerim. Hıncımı muzdan çıkarırım bir parça anlayacağınız…

Çocuklarımız, ölümüne yoksulluk çekmemeli, elbette dileğimiz budur ama dedelerinin ninelerinin yoksulluk hikâyelerini bilmeliler… İçlerinde bir parça acısını taşımalılar ki bilsinler ellerindeki hayatın değerini… O yoksullukların niye yaşandığını anlatmalıyız, sonra o yoksulluğun içinden annelerinin babalarının nasıl çıktığını anlatmalıyız. Cumhuriyeti ve vatanı anlatmalıyız, bilimle ve çalışkanlıkla önce cehaleti sonra yoksulluğu nasıl yendiğimizi anlatmalıyız. O dağ köylerinden kız erkek demeden çocuklarını yatılı, yatısız okullara yollayarak bunu başaranları anlatmalıyız. Yoksulluğun tamamen yok olmadığını, pusuda bekleyen bir düşman olduğunu, ancak hiç durmadan çalışarak üreterek onu kendimizden uzak tutabileceğimizi anlamalılar…

“Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar.” Bunu bilmeli çocuklarımız ve bunu söyleyeni de bilmeli, daima…

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 35

Page 36: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

KUR’AN, HAKİKAT, İLİM SARMALINDA İNSAN

“Biz O’na şiir öğretmedik. Bu O’na yaraşmaz da… O sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. Bu diri olanları uyarmak için ve kâfirler hakkında ise deliller tamamlansın, ilahi hüküm kesinleşsin diye gönderilmiştir.” (Yasin-69,70)

“Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti duyuramazsın.” (Neml-70)

Ya açar Nazm-ı Celîl´in, bakarız yaprağına;Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.İnmemiştir hele Kur´an, bunu hakkıyle bilin,Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için! İstiklal şairi Akif, ne güzel de anlatmıştır bu sözlerin

değerini. Ve…Medresen var mı senin Bence o çoktan yürüdü.Hadi göster bakayım şimdi de İbnü´r-Rüşd´ü İbn-i Sînâ niye yok Nerde Gazâlî görelim Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim…Doğrudan doğruya Kur’ an’dan alıp ilhamı,Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı Kuru dava ile olmaz bu, fakat ilim ister.Dizeleriyle de ne güzel anlatmıştır sorunumuzu ve

çözümünü… İslam dünyasının yıllardır geride kalmasının, içimizi acıttığı kesin. Umutsuzluğa kapılmak asla şiarımız olmamalı ancak çektiğimiz acıların bir nedeni de olmalı. Allah’ın ipi Kur’an’a sımsıkı tutunan hatta ondaki hakikatlerin farkında olan yok gibi durması acı verici. Bizi çok seven bir Zat tarafından gönderilmiş şefkat dolu sözlerle sarmalanmış bir mektup başucumuzda dururken, aklımızı ve gönlümüzü doyuran hikmetlerle doluyken lütfedip de onu okuyan, okuyup da anlayan, anlayıp da anlatabilen, anlatıp da yaşayabilen çok az…

Elimden geldiği kadar Kur’ani hakikatlerden bahsetmek istiyorum sizlere. Hata edersem Rabbim affetsin. Çeşitli vesilelerle şu soruyla çok sık karşılaşmışımdır: “Allah bizim, ne yapıp edeceğimizi bilmiyor muydu ki bizi neden yarattı.” Bu soruyu yine Kur’an’da yer alan Allah-ı Zül-Celalin sıfatlarından yola çıkarak cevaplamak gerekir. Her ne kadar bu konuyu İslam âlimleri yani tasavvufçular, kelamcılar, fıkıhçılar meşreplerine göre yorumlasalar da ben onların görüşlerini meczederek cevap vermek yolunu tutuyorum.

Allah bizi çok çok sevdi de yarattı. Rabbimizin “Vedud” sıfatı var… Karşılıksız sevmesi; aşk derecesinde sevmesi demektir. O hiç bir şeyin kendisine denk tutulmasını bu yüzden istemez. Rabbimizin bir de “Kerem” sıfatı vardır ki sınırsız cömertliği, karşılıksız vermeyi istemesidir diyebiliriz. Hayat gibi bir nimeti bize kim verebilirdi ki?.. Allah bizi yaratmayı diledi çünkü akıl gibi bir cevheri verdiği, özgürlüğüne dokunmadığı, hiçbir baskı altına sokmak istemediği bir varlığın kendi yönelişiyle kendisini bilmesini, tanımasını diledi. Çekirdeğinde devasa bir potansiyel barındıran uranyum atomu gibi iyi ve kötünün enerjisini

özünde barındıran model bir varlık yarattı ki onun kulluğu değerlidir. Ve son olarak Allah mutlak adaletin sahibidir. Evet, Rabbimizin bizi bize kanıtlamadan, delilsiz bir şekilde insan davranışlarına hüküm bina etmesi, ödül ya da ceza vermesi onun şanından, sıfatlarından değildir elbette. “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi toptan iman ederdi. Öyle iken iman etmesi için insanları sen mi zorlayacaksın.” (Yunus-99)

Rabbimiz iç içe geçmiş galaksileriyle kâinatı, canlı cansız binlerce varlık çeşitleriyle birlikte yeryüzünü yarattı ve onları öyle bir terbiye etti ki o kıvamdan, sistem dışına kıyamete kadar hiçbir varlık çıkmayacaktır. Güneş yörüngesini, proton çekirdeğini, dünya çekim gücünü, çakılı kazıklar gibi yeryüzünü sabitlemiş dağlar arz-ı terk etmeyecektir. Kur’an’ın ifadesiyle Allah bütün varlıkları yaratmış ve onlara boyun eğdirmiştir. Bunun tek istisnası vardır: Özgür bırakılmış insan… İşte Rabbimiz bu nedenle insana hitaben “Rükû edenlerle birlikte rükû edin” buyuruyor. Evet buradaki rükû emre itaattir. Oysa insan yeryüzünde bozgunculuk yolunu tutup terör estirdiği zaman Kur’an’ın ifadesiyle zarar yine kendisine dönerken kan ve gözyaşı tüm insanlık coğrafyasını esir alabilir. İlginçtir ki sonra da insan dönüp ardına baktığında kendi enkazından korkar hâle gelebilir.

Kur’an’a bir kere bakan insan onda eşsiz hakikatleri bütün yalınlığıyla görür. Tevhidi ancak akıl sahipleri idrak edebilir. “… O’na, kulları içinde en çok âlimler derin saygı duyarlar.’’ (Fatır-28) Rabbimizin sadece sanatıyla ilgilenen bu sanatı çözmek, daha iyi kavrayabilmek adına onlarca bilim dalı yarış içindeyken sanatkârını düşünen neden bu kadar azdır,

|Makale|

MEVLÜDE KÖSEOĞLUDin Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 36

Page 37: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

ilginç. Fezaya yayılmış sayısız galaksileriyle bir bütünlük içinde sistemden taşmadan yol alan kâinat gemisinin içindeki elemanların çokluğu, çeşitliliği yani kesreti birliği; tevhidi adeta haykırır hatta zorunlu kılar. Zira enstrümanca zengin dev bir orkestranın uyumu ancak şefini işaret eder.

“Gözünü çevir bak, Rahmanın yaratışında bir kusur, bir uyumsuzluk görebilecek misin? Sonra çevir bir daha bak, ta ki gözün aradığını bulamamanın bitkinliği içinde yorgun argın sana geri dönünceye kadar .” (Mülk-3,4)

Hiçbir sistem yoktur ki kendi kendini bu kadar tartışmaya açsın. Sadece bu ayet bile bu sözlerin asla bir insan ürünü olamayacağının kanıtı olmaya yeter. Allah sadece Kur’an’ı değil kâinat kitabını didik didik etmeye davet ediyor.

Kur’an’da asla bilimsel gerçekler, ilahi gerçekler ayrımı yapılmaz. Gerçeklerin her biri hakka götüren bir yol bir hidayet kaynağı olabilir. Yine O eşsiz kitabında; “Allah size hakikati açıklamak yolunda sivrisineği misal getirmekten çekinmez.”(Bakara-26) Yani insanların küçümsediği sivrisineği… Evet, sivrisinek öyle profesyonelce yaklaşır ki avına, yaraladığında ne acı duyar ne de kan izi görürsün. An gibi kısacık bir sürede salgıladığı sıvılarla seni gafil avlamıştır evet. Peki ama insanlığın bugün bile zor ulaştığı bilgilere nasıl ulaşmıştır? Deneme yanılma yoluyla mı?..

Kur’an Ademoğullarına verilen en büyük mucizedir ve Kur’an’ın muhatapları sadece din âlimleri değildir. Her insan ondan bilgisi, birikimi uzmanlık alanında yetkinliği, yani kabı ölçüsünde yararlanır.

Kur’an’da Astrofizikle ilgili ayetler de son derece çarpıcıdır. Ancak takdir edersiniz ki bunlardan çok azından burada bahsedebilirim:

“Yeri de yaydık, genişlettik ve oraya sağlam dağlar çaktık…” ( Hicr-19)

“Göğü sapsağlam bir şekilde bina ettik. Şüphesiz onu genişletmekte olan da biziz.” (Zariyat-47)

“Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam kazıklar; derin köklü dağlar çaktık. Nehirler, yollar ve işaretler var ettik ki yolunuzu bulabilesiniz.” (Neml-15)

“Bir de o görüp donuk sandığın dağlar, bulutların yürümesi gibi yürürler. Bu her şeyi hakkıyla bilip yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml-88)

“Güneş de onun için belirlediğimiz yolda (yörüngesinde) akar gider. Bu Aziz ve Alim olan Allah’ın takdiriyle olur.” (Yasi-38)

Bu vb. ayetlerde Rabbimiz yeryüzü şekillerinden tutun da ancak 20.yy da keşfedilen kıta tektoniğine, dağların hareketine, dünyanın da hissedemediğimiz dönüşüne 15.asır öncesinde insanın dikkatini çekmiştir.

Son olarak sizinle paylaşmak istediğim; akıl sahiplerinin tüylerini diken diken eden iki ayet meali şöyledir:

“İnsan kendi yaratılışını unutup da apaçık bir hasım kesilerek çürümüş kemikleri fırlatıp buna kim hayat verecek diye soruyor. Onu ilk defa modelsiz olarak yoktan var eden ikinci kez yaratmaya güç yetiremez mi sanıyor.” (Yasin-78,79)

“İnsan, kendisinin kemiklerini asla bir araya toplayamayacağımızı sanır. Oysa onun değil kemiklerini, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün orijinalliğiyle yeniden düzenlemeye muktediriz.” (Kıyame-3,4)

Kur’an bir mucizedir evet. Ancak onun hakikatleri anlatış biçimi de mucizedir? O “Mübindir”; açık ve de seçiktir. Ancak Onun bu özelliği bütün çağları, bütün insanlığı kuşatıcıdır da...

Evet Yüce Rabbimiz Kur’an’da, Deoksiribo Nükleik Asitten söz etmez ama modelsiz yaratma, orijinal tasarım anlamında ibda kelimesini kullanırken onları parmak uçlarına varıncaya kadar orijinaline uygun olarak yeniden düzenleyeceğiz, yapılandıracağız anlamında inşa kelimesini kullanır. Bu ayette insana verilen karşılık cevaptan çok daha ötesini içeriyor; cahil ve hasım insana çok çeşitli yaratılış biçimlerini haber verirken düşünen insana da ufuk vadediyor. Ancak Rabbimiz, o çağın insanına “ALLAH’ın İlk kez yaratmasını bir kere kabul ettiğinde; ikinci defa yaratabileceğini de kabul etmeniz gerekmez mi” diye bir mantık önermesiyle cevap vermiştir. Yine aynı şekilde Kur’an, renksiz ve kokusuz gibi görünen gökyüzü için atmosfer dememiş ama “Göğü sizin için tavan olarak yarattık” buyururken onun işlevine ve önemine dikkat çekmiştir…

Rahman ve Rahim olan Mevla’mız gerçeklere bir yol bulup ulaşmak isteyenlere bu Kur’an’ı bir şifa, bir öğüt kaynağı olarak göndermiştir. Kör kuyudan kurtulmak isteyenlere tutunmak için uzatılan ip misali yarattığı insanın genlerine “Fıtrat” adlı nakşı işlemiştir. Onunla yol bulup yükselsin diye Firdevs-i Ala’ya hatta Sidret’ül Münteha’ya melekleri geride bırakarak…

Fıtrat kendinde bulunan cüzi akıldan yola çıkarak evreni ve kendini oluşturan külli akla duyduğu ilgi ve eğilimdir. İçten gelen bir saikle “varlık”ı anlama çabasıdır. Hakikati arama yolculuğuna bir kere samimiyetle çıkan insanın yolu elbette Kur’an’la da kesişecektir… Evet “Yemin olsun ki biz insana afakta ve enfüste varlığımızın delillerini göstereceğiz.” Kendi yaradılışında ve evrende… Belki aklının sınırlarını zorlayan kara deliklerin sırrını keşfettiği gün ya da küçücük bir kelimenin sırrını kavradığı an görecektir... “Alak” der ilk vahyin ikinci cümlesinde Yaradan; adeta nefsimize delil sunarken. “Yaradan Rabbinin adıyla oku. O ki seni alakadan yaratmıştır oku (incele)!” Alak, yapışıp askıda kalan, asılan, tutunan mukus benzeri şey anlamına gelir Arapçada. “Muallaka”yı anımsayanlarımızın bileceği üzere. “Kan pıhtısı” dediler müfessirler, daha çok yakın zamana kadar. Çünkü modern görüntüleme cihazları yoktu henüz. Döllenmiş yumurtanın ana rahminde adeta tutunmayla var olacağını; hastalıklı zigotun bu özellikten yoksun olduğu için yaşam savaşını kaybedeceğini, o zamanın müfessirleri görmeden kavrayamazdı ve de açıklayamazdı… İşte ey insan kendi mucize olan o şerefli kitabın her kelimesi bile bir mucizedir okuyana!.. İnsanoğlu için iki yol var: Ya hakikate iman ya da kendi oluşturduğu inkâr girdabında inat…

Rabbimiz inşallah bize o Kur’an’ı kalbimize şifa, yolumuza nur, kabrimize yoldaş etsin diyor; naçizane, yazıma Rasim Özdenören’in fakülte yıllarımdan beri çok beğendiğim sözleriyle son vermek istiyorum.

“Hikmetle bakan göz için harikanın ötesindeki harikayı gizleyen perde de bir harikayken başka bir deyişle her perde bir harikayken, hikmetsiz bakan göze her harika bir perdedir.”

Saygılar … Sevgiler…

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 37

Page 38: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN

KEHANETZİHİN

AYNADIRNurşat MEMİŞRehber Öğretmen

Yaşamak, öğrenmek uyum sağlamak. Her yeni günde, bu tekrarlar içerisinde yeni düzenlemelerle, hayatımızda ki bilinmezlik ufkuna doğru yeni yelkenler açıp yeni demirler atıyoruz. Yaşıyoruz, yaşarken öğreniyoruz… Öğrendiklerimizle yaşantımıza uyum sağlıyoruz.

Öğrendiklerimiz hayallerimizi, inançlarımızı, tercihlerimizi oluşturuyor. Kuruyoruz, kurguluyoruz kendimizi; inanıyoruz, inandıklarımızı gerçekleştiriyoruz.

Şöyle diyor bir Yunan atasözü: “Kafanda kurduğun düşünceye benziyorsun.” Evet, insan ister yapacağına inansın ister yapamayacağına, inandığı şey gerçek oluyor.

İşte bu duruma psikolojide kendini gerçekleştiren kehanet denir. Peki, nedir kendini gerçekleştiren kehanet?

Kişinin başına gelebileceklerle ilgili öngördüğü şeylerin bir biçimde gerçekleşmesidir. Bu durum çoğu zaman kendiliğinden gerçekleşir. Mitolojide ‘Pygmalion Etkisi’ olarak da ifade edilir. Mitolojiye göre Pygmalion, bir kadın heykeli yarattı ve ona öylesine bir sevgi gösterdi ki, heykel bir canlıya dönüşerek onun sevgisine yanıt verdi.

Kendini gerçekleştiren kehanete göre neyi beklersek o gerçek olur. Bu kurama göre başkalarına karşı hatalı görüşü olan birey, kendi hatalı görüş ve duygularını doğrulayacak şekilde davranır ve hedef kişiler de aynı yönde davranışlar sergiler. Birey kişiler hakkında beklentiler oluşturur, beklentilerine uygun şekilde davranır; ardından da kişilerin bireyin beklentileri doğrultusunda tavır sergilemesi bireyin beklentilerini doğrular. Aslında hayat bizim beklentilerimizin bize yansımasıdır. Biz de güzel bir söz vardır: “Nasıl bakarsan öyle görürsün.”

Bireyin nasıl göreceğini ise, benlik değeri belirler. Olumlu bir benlik değerine sahip olan birey, bardağın dolu tarafını görecek; olumsuz benlik değeri olan birey ise bardağın boş tarafını görecektir. Öğrenilmiş çaresizlik geliştiren bireyler zayıf, yetersiz bir benlik değerine sahiptir

( Öğrenilmiş çaresizlik; bireyin ne yaparsa yapsın sonucu değiştiremeyeceğine ilişkin geliştirdiği düşüncedir. Bir grup psikolog, pireleri kullanarak bir deney yapar. Pirenin ne kadar zıpladığını ölçerler ve 50 cm zıpladığını görürler. Pireyi yüksekliği 30 cm olan cam kavanoza koyarlar. Kavanozun ağzını kapatırlar.

Kavanozu altından ısıtırlar. Pire ısındıkça zıplar ve zıpladıkça kapağa çarpar. Bir süre sonra pire kapağa çarpmamak için 29 cm sıçrar, düşer. Ama kapağa çarpmaz. Pire bunu alışkanlık haline getirdikten sonra kavanozun kapağını açarlar. Pire kapak açık olduğu halde 29 cm’den fazla sıçramayı denemez. . Hâlbuki eskiden 50 cm sıçrardı. Pire bu deneyle 29 cm’ den fazla sıçrayamayacağını öğrenir ve bu sebeple hiçbir zaman kavanozun dışına çıkmayı başaramaz, diyorlar. Kedini gerçekleştiren kehanetin bir adım öncesidir öğrenilmiş çaresizlik.) Birey önce çaresizliği öğrenir sonra da kendini gerçekleştiren kehanet yaşanır

Birey önce hayata ilişkin beklenti oluşturur. Doğal olarak beklentilerin oluşmasında birçok faktör (problem çözme becerisi, bireysel özellikler, sosyal imkânlar vb.) etkilidir. Yalnız bireyin girişimlerinin sonuçları ve çevreden aldıkları tepkiler oldukça önceliklidir.

Rosentalhal’in 18 öğretmen ve 650 öğrenci olan bir okulda yaptığı çalışmanın sonucu oldukça dikkat çekicidir. Rosentalhal, her sınıftan eşit sayıda öğrenciyi iki gruba ayırır. Gruptaki öğrenciler arasında bir farklılık olmamasına rağmen gruplardan birini ‘zeki grup’ olarak adlandırır ve derse giren öğretmenlere bu zeki grup olarak nitelendirdiği gruptaki öğrencilerin isimlerini de vererek bu çocukların ‘ileri zekâlı’ yüksek potansiyele sahip olduklarını söyler. Bir yılın sonunda bu çocukların diğerlerine oranla akademik açıdan çok daha fazla geliştikleri görülür hatta zekâ puanlarında da anlamlı bir gelişme tespit edilir. Rosentalhal’e göre öğretmenlerin yüksek performans beklentisi, sözel ve sözel olmayan iletişim şekli, öğrenciler aranda fark olmamasına ve de öğretmenlerin bu grupla daha fazla zaman geçirmemelerine rağmen bu gruba hissettirilen olumlu beklentiler öğrencilerin benlik kavramları üzerine etki etmiş ve motivasyonlarını ve kavrama becerilerini yükseltmiştir

Bir çocuğa, başarabileceğine inandığını belli edersen başarılı olma ihtimali artar. Nerede yazdığını hatırlamıyorum ama şöyle diyor yazar: “Bir insana olduğu gibi davranırsan olduğu gibi kalır. Olabileceği gibi davranırsan olabileceği gibi olur.” Yani kehanet gerçek olur.

Bazen çok küçük rötuşlar, dokunuşlar dahi hayatlarda kelebek etkisi yaratmakta.

“Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız.” (Hadis)

|Deneme|

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 38

Page 39: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

ZİHİN AYNADIR

Zehra ALAYMüdür Yardımcısı

Vaktiyle adamın biri öğrencilerini toplamış, onlara mutlu olmanın yollarını anlatıyormuş. Bir gün, “Herkes gözünü kapatsın ve kendisini dilediği bir şey olarak düşlesin” demiş. Öğrencilerden biri kendini gökyüzünde uçan bir kuş olarak hayal etmiş. Tam keyfince gökyüzünde süzülüp uçarken bir de bakmış ki aşağıda bir avcı, elindeki tüfeği kendisine doğrultmuş ateş edecek. Öğrenci sıçramış ve hayalinden sıyrılıvermiş. Hocası sormuş.

-Ne oldu evladım? Öğrenci cevap vermiş:- Ben kendimi bir kuş olarak düşledim hocam. Havada

uçuyordum bir de baktım ki aşağıda bir avcı var. Beni avlamak için tüfeğini bana doğrultunca korkup sıçradım.

Hocası:- A çocuğum! Hayal senin hayalin, düş senin düşün.

Hayalinin içine o avcıyı niye sokuşturuyorsun? Sen hayal etmesen avcı nasıl girsin hayal dünyana!..

Hayat da böyledir. İnsan hayalleri kadardır ve aslında hayal ettiğini yaşar. Ciğerlerimizdeki her nefes aslında içimizdeki bütün sırları havaya yayar. Bakışlarımız da gözlerdeki arzuları, korkuları; ağlayışları ve gülüşleri… Bunun için kendimize yüklediğimiz yükler, bakacağımız yerler, kapılarımızı hangi düşlere açacağımız çok önemlidir.

Her düş hayatımızda yeni formlar yaratan enerjidir. Ne düşünüyorsak o, maddeye dönüşür. Her şikâyet kendimiz için evrene verilmiş bir emirdir aslında, her iyi dilek de ekilmiş bir tohum. Yaşamımız, içsel olarak söylediğimiz yalanlara göre değil hissettiğimiz doğrulara yani bilinçaltımıza göre şekillenir. Çekim yasası denen şey de budur. Bu ifade dikkatimizi neye yöneltirsek, onu kendinize çekeceğimizi ifade eder. Bilincimizde ve bilinçaltımızda ne tür düşünceler ve inançlar varsa, bu inançlara uygun deneyimleri hayatımıza çekeriz. Aslında dünkü düşüncelerimizle bugünümüzü inşa ederiz.

Zihnimiz aynadır, bize kendimizi gösterir. İnsan sadece var olanı yaşamaz, yaşadığı her şey zihninin içinde kendi algıladığı ve kurguladığı gibidir aslında. Sadece var olanı yaşasaydık aynı durumda, aynı olaya baktığımızda farklı yorumlar çıkmazdı bizlerden. Algılarımıza karşı his geliştiririz, hislere karşı da deneyim. Deneyim dediğimiz şey de hayatımızın ta kendisidir.

Birisiyle karşılaştığımızda kendimizle karşılaşırız aslında. Benliğimiz, bize kendisini takdim eder. Karşınızda duran kişi bizim bir suretimizdir. Değişik formlarda beliririz kendi önümüzde ve bunların hepsi bizim kendi yansımalarımızdır. Bu yönüyle okursak yaşamı, sadece kendimize dost ya da düşman olabiliriz ve aslında kendimizle nasılsak varlıkla da öyleyiz. Dışarıda anladığımız anlamda kimse yoktur, sadece aynalarımız ve yansımalarımız vardır. Bu yansımalar hakkında ne hissederseniz hissedin onların hepsi bizim bir yanımızı ortaya koyar. Bu kulağa hoş gelmeyebilir. Yaşamınıza korkunç insanları kendi kendinize davet ettiğinize inanamazsınız. Güzelliği ve güzel ruhları kendinizin davet ettiğine de… Her hâlükârda sizin bir yönünüz, sizin bazı düşünceleriniz, önünüzde ortaya çıkmaktadır. Bir gün karşınıza perişan bir dilenci çıkabilir, ya da varlıklı bir işadamı, ağlayan bir çocuk, acelesi olan bir insan… Karşınızda tezahür eden herkes sizin konuğunuzdur. Onları yaşamınıza davet etmiş olduğunuzu hatırlamayabilirsiniz. Karşılaşan kişi de, bu şekilde ortaya çıkan kişi de bunu bilmeyebilir ancak burada görünmez, gizemli bir işbirliği vardır.

Bütün bunları iyi okumak, yaşamımıza tanık olmak, yaşamın farkında olmaktır bize gerekli olan. Hiçbiri tesadüf olmayan gölgelere takılmadan fakat bilinçli bir şekilde bu gizemi yaşamak gerekir. Çünkü yeryüzündeki her şey, arkasında bir gölge çeken insan için gizemdir. Çünkü o insan ödünç bir ışığın altında yürümektedir. Bunun için hiçbiri tesadüf olmayan gölgelere, zanlarına takılırsa; güneşi görmeden gölge üzerinden güneşe dair çıkarımlar yaparsa bu yanılgının bedelini sürekli hayatından şikâyet etmekle öder. Niye’leri niçin’leri hiç bitmez. Hâlbuki buna sebep kendidir. Bilinçliliğin ışığıyla tutuşan insanın kesinlikle gölgesi olmaz. Gölgeleri toplayıp güneşte yakan kişi hayatta karşılaştığı bütün bu kimlik ve kişiliklerle karşılaşmasının tesadüf olmadığını bilir. Bilir ki mevcut dünyası aslında kendi yaratımıdır.

Mihail Nuayme’nin dediği gibi:Düşüncelerinizin bütün evrenin göreceği ve okuyacağı

şekilde gezegenin yüzeyinde ateşten harflerle yazılmış gibi olduğunu, sanki bütün dünyanın ağzınızdan çıkacaklara kulak kesilmiş, tek bir kulakmış gibi sizi dinlediğini düşünün. Zaten gerçekte de bu böyledir.

|Deneme|

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 39

Page 40: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

DÜN ÖYLE BUGÜN ÖYLE

Cezmi GENÇTENTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

|Manzume|

“Yumurtada tüy bitmez.”“Horoz vakitsiz ötmez.”Âkil insan “kül yutmaz.”Dün öyle bugün öyle.

“Asıl azmaz, bal kokmaz.”“Can çıkmadan huy çıkmaz.”Dere tersine akmaz.Dün öyle bugün öyle.

“Kara gün kara kalmaz.”“Eski dost düşman olmaz.”“Et tırnaktan ayrılmaz.”Dün öyle bugün öyle.

“Katrandan olmaz şeker.Olsa cinsine çeker.”“Çivi çiviyi söker.”Dün öyle bugün öyle.

“Akıl için yol birdir.”“Âşığın gözü kördür.”“Dostun da dostu vardır.”Dün öyle bugün öyle.

“Açık ağız, aç kalmaz.”“Açın uykusu gelmez.”“Aç hâlinden tok bilmez.”Dün öyle bugün öyle.

“Sebepsiz ölüm olmaz.”“Dünya kimseye kalmaz.”“Yoldan giden yorulmaz.”Dün öyle bugün öyle.

“Ölümle öç alınmaz.”“Parayla dost bulunmaz.”Dert çekmeden bilinmez.Dün öyle bugün öyle.

Hamur teknede şişer,Ekmek fırında pişer.“Armut dibine düşer.”Dün öyle bugün öyle.

“Görelim Mevla’m neyler,Neylerse güzel eyler.”Bil ki “dost acı söyler.”Dün öyle bugün öyle.

Zor yolları toz bürürÂkil insan tez görür“İt ürür, kervan yürür”Dün öyle bugün öyle.

*Dizelerden oluşmuş bütün metinler, şiir değildir. Bunların bir kısmı manzumedir. Manzume ve şiir arasındaki farklar: Manzume ölçülü, uyaklı olmak durumundayken şiirde ölçü ve uyak zorunluluğu yoktur. Manzumede bir mesaj içeren ana düşünce bulunur; şiirde ise bireyselliği, duyguyu ve çağrışımı öne çıkaran tema vardır.

Not:

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 40

Page 41: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Çok sıkı ve beter bir aşk hikâyem var bugün size.Üstat şair Yahya Kemal Beyatlı’nın mükemmel şiiri Sessiz

Gemi’nin öyküsünü anlatacağım, toplaşın haydi. Önce okuyun, anımsayın dizeleri: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol... / Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol... / Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli... / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli... / Biçare gönüller!.. Ne giden son gemidir bu... / Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu...

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler... / Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler... / Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden... / Birçok seneler geçti dönen yok seferinden...”

Dillere destandı Şimdi mevzua girelim. Vakti zamanında Celile Hikmet Hanım

resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destan bir kadındı...

İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınları arasındaydı...1900 yılında bu dillere destan güzellik, Osmanlı’nın meşhur

valilerinden Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlendi...Türk şiirinin dünya çapındaki en önemli ismi olan Nazım

Hikmet de bu beraberlikten doğacaktı...1916’ya gelindiğinde Celile Hanım’la eşi Hikmet Bey arasında

şiddetli bir geçimsizlik başladı...

Boşandılar O günlerde Yahya Kemal, Bahriye’de okuyan genç Nazım

Hikmet’in şiir hocası olarak eve gelip gitmeye başlamıştı...Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’la, Yahya Kemal arasında

filizlenen aşk kısa bir süre sonra Celile Hanım’ın anlaşamadığı eşinden boşanmasıyla sonuçlandı...

Heybeliada’da okuyan genç Bahriyeli Nazım, hafta sonları okuldan çıkar annesinin yanına gelirdi...

Yahya Kemal o günlerde genç birer Bahriyeli olan Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın bulunduğu öğrenci grubuna şiir dersleri verirdi...

Yahya Kemal hafta sonları “Genç Nazım Hikmet’e Türkçe ile şiir dersleri” verirken, İstanbul’un en güzel kadınlarından olan, ressam Celile Hanım’la yakınlaştı...

Hocam olarak Olayı genç Nazım Hikmet de fark etmişti. Yahya Kemal’in siyah

pardösösünün cebine bir not bıraktı...Kâğıtta Yahya Kemal’e hitaben şöyle yazıyordu: “Hocam olarak

girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz...”Bu not üzerine ünlü şair, tedirgin oldu...Bir süre Celile Hanım’ın evine gelmedi...Genç Nazım’la karşılaşmaktan çekindi...Celile Hanım ise Yahya Kemal yüzünden kocasından boşanmış,

bütün İstanbul’un kulaktan kulağa dedikodusunu yaptığı bir aşka “evet” demişti...

Artık evlenmek istiyordu...Yahya Kemal bir taraftan kadını deliler gibi kıskanıyor, diğer

yandan bu evliliğe yanaşmıyordu...Hiçbir zaman o evlilik olmadı...Yahya Kemal hep kaçtı o evlilikten ve beraberlikten...

Yardım etmedi... Uzun yıllar geçti bu olayın üzerinden. Nazım Hikmet büyük bir

şair olmuştu...Sosyalistti. Dönemin iktidarı tarafından hapislerde

süründürülüyordu. Celile artık yaşlanmıştı...O güzelliğinden eser kalmamış üstüne üstlük kör olmuştu.Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata Köprüsü’nde açlık

grevine başlamıştı o görmeyen gözleriyle anne yüreği... Tuhaf bir rastlantı sonucu, Celile açlık grevi yaparken, Yahya Kemal Galata Köprüsü’nden geçiyordu.

Büyük aşkını gördü... Ama yanına gitmedi.Bir zamanlar “Hocam olarak girdiğin eve babam olarak girmeni

istemiyorum” diyen genç Nazım Hikmet’in kurtulması için kör gözlerle açlık grevi yapan Celile’ye destek imzasını vermedi.

Hızla uzaklaştı oradan...

Ne yazıyor Öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak

bulunan bir zarf çıktı Yahya Kemal’in...Şöyle yazıyordu: “Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da

Sirkeci Garı’nda gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir...

Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim...”Celile muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece

Paris’e giderken, Sirkeci Garı’nda vermişti Yahya Kemal’e göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği...

Sessiz gemi... Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si “Hep ölüme yazılmış bir şiir

olarak” bilinir...Oysa demir alıp bu limandan kalkan gemi...Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol dizeleri...Yahya Kemal’in hayatındaki en büyük aşkı olan Celile’sinin

Ada’dan gemiyle İstanbul’a uzaklaşışı esnasında yaşadığı çaresizliği anlatır... Ölümdür elbette Sessiz Gemi’nin konusu...

Ama aşkta aranan ölümdür ve Celile’nin ardından ada limanında bakakalan Yahya Kemal’den esintiler içerir...

•TAKVİM-SAVAŞ AY 15 Nisan 2011, Cuma

Yahya Kemalbu şiiri

kime yazdı

Savaş AY

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 41

Page 42: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Neslişah CEBECİ9/A

ÇİZG

İLER

İN D

İLİ

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 42

Page 43: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Asya ERDEN9-C

Öykü YURTTAŞ9-A

Saffet Ramazan KABANMezun Öğrenci

ÇİZG

İLER

İN D

İLİ

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 43

Page 44: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 44

Page 45: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 45

Page 46: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 46

Page 47: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 47

Page 48: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

2014 MEZUNLARI

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 48

Page 49: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

2015 MEZUNLARI

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 49

Page 50: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

2015 KÖFTE PARTİMİZ

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 50

Page 51: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

47.si düzenlenen TÜBİTAK Ortaöğretim Öğrencileri Proje Yarışması’na 1350 proje başvuru yapmış, 100 proje bölge finalinde sergilenmeye değer bulunmuştur. Biyoloji Öğretmenimiz Erol Yalçınkaya danışmanlığında öğrencimiz Betül Şimşek tarafından hazırlanan “Volkanik Tüflerin Karadeniz’de Yoğun Olarak Yetiştirilen Tarım Ürünleri Üzerine Etkilerinin İncelenmesi ve Bitki Gübrelemede Kullanılabilirliğinin Araştırılması” adlı proje finalde yarışacak olan 9 biyoloji projesi arasına girmeyi başarmıştır.

2015 Samsun İl Geneli Liseler arası Bilgi Yarışması’nda okulumuz il birincisi olmuştur.

Ögrencimiz Ceren AKBULUT (9-B) Kickboks Yıldız Kızlar Turnuvasında Samsun il birincisi olmuştur.

22-04-2016 Kutlu Doğum Haftası programında görev almış öğretmen ve öğrenciler.

11. sınıf öğrencilerimizden ŞULE GÜDELOĞLU, İstiklal Marşının Kabulünün 95. Yıldönümü dolayısıyla ilimizde düzenlenen “Bir Dava Adamı Olarak Mehmet Akif” konulu kompozisyon yarışmasında il ikincisi olmuştur.

47. TÜBİTAK Proje Yarışması

BİLGİ YARIŞMASI

2016 - 18 MART PROGRAMI

Kickboks Yıldız Kızlar Turnuvası

AKİF KONULU KOMPOZİSYON

2016 - 18 MART PROGRAMI

KUTLU DOĞUM HAFTASI

Hayata hazırlayan lise... \ Aziz Atik Fen Lisesi 51

Page 52: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

Samsun İli Kurumlararası Masa Tenisi Turnuvasında Aziz Atik Fen Lisesi Öğretmen Takımı İl İkincisi Olmuştur.

Samsun İli Okullar Arası Satranç Turnuvası’nda Zeliha SANCAR (10-A), Yıldız Kızlar İl Birincisi (bireysel) olmuştur. Okulumuzun Zeliha SANCAR (10-A), Janset BOZKURT (9-C) ve Hazel ALKAN (9-B)’dan oluşan kız takımı ise Yıldız Kızlar İl İkincisi olmuştur

MASA TENİSİ

10 Kasım 2014

Okul Kantini

SATRANÇ TURNUVASI

Okul Başkanlığı Seçimi 2014-2015

Aziz Atik Fen Lisesi \ Hayata hazırlayan lise... 52

Page 53: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3

2015 11. Sınıflar İstanbul Gezisi

Page 54: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3
Page 55: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3
Page 56: İLK ADIM DERGİSİ SAYI 3