iki buçuk ayda bir #4

36
No:4 Para ile alınmaz. fanzin iki buçuk ayda bir

Upload: iki-bucuk-ayda-bir

Post on 23-Jul-2016

263 views

Category:

Documents


8 download

DESCRIPTION

iki buçuk ayda bir fanzin no.4 ekim 2015

TRANSCRIPT

Page 1: Iki buçuk ayda bir #4

N o : 4Pa ra i l e a l ı n m a z .

f a n z i niki buçuk ayda bir

Page 2: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

s evg i l i o k u r,

d ö rd ü n c ü s ay ı m ı z d a d a i l k g ü n k ü h eye c a n ı m ı z i l e ka rş ı n d ay ı z . n efe s a l a m ay ı p ü z e r i n e d a r b a l ko n ya l ı n l ı k l a r ı n d a te l l e n d i ğ i m i z g ü n l e rd e n g e ç i yo r u z . b öy l e z a m a n l a rd a ç a re b e l k i d e e d e b i ya tt ı r. b e l k i d e b u ka ğ ı t l a rd a s öz c ü k l e r ya rd ı m ı y l a b i r a raya g e l m e n i n b i r ya rd ı m ı d o k u n u r.

y a ş a r ke m a l ’ i n 2 1 ş u b a t 1 9 6 2 ’d e d e d i ğ i g i b i : “ b e n ke n d i m , b u ş e h i rd e n g i d e m e m . b ü t ü n m ü m k ü n ü m ç a re l e r i m ke s i l m i ş . a m a b öy l e s i b i r d ü nya d a d a s ev i n e m e m . h aya l k u ra r ı m h aya l . ı ş ı k l ı , s ev i n ç l i , ç i çe k l i , k i m s e n i n k i m s ey i s ö m ü r m e d i ğ i , k i m s e n i n k i m s e d e n ko r k m a d ı ğ ı , k u ş k u l a n m a d ı ğ ı , k i m s e n i n k i m s eye d ü ş m a n c a b a k m a d ı ğ ı b i r d ü nya n ı n h aya l i n i k u ra r ı m . k i m s e n i n k i m s eye d i ş g ı c ı rd at m a d ı ğ ı b i r d ü nya . . . g ö n l ü g a n i b i r a d a m s aya r ı m ke n d i m i . b u ka d a r ı b i l e b a n a ye te r, b u ka d a r ı b i l e b e n i m u t l u e d e r. ”

b a ş t a b i z i m l e ya z ı l a r ı n ı ve e m e ğ i n i p ay l a ş a ra k b i r a raya g e l e n h e r ke s e , ka p a k ç a l ı ş m a s ı i ç i n öz g e’ye , g raf i k t a s a r ı m i ç i n d i c l e’ye ve ka t k ı s u n a n t ü m d o s t l a ra te ş e k k ü r l e r. s a n a s evg i l i o k u r, b i r b a l ko n m o l a s ı ka d a r d a o l s a n efe s a l d ı ra b i l m e k d i l e ğ i y l e . . .

s evg i l e r,e .

ik i buçuk ayda birfanzinNo:4Ekim 2015

Page 3: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

çal ışMA ve aylakLIK4

bir lokma ekmek iç in6

sefer i lerülkemde tur ist olmak

8

muzungu notlar ı10

bir is i var12

sokağımdaki paralelc i15

iki buçuk ayın r itmi 16

o17

iki buçuk ayın çalma l istesi 18

kaygısız parklar20

haikular22

sığamadı24

özgür lüğün r itmi26

fi lm kr it ik - saul f ia28

“sefer”30

sefer i lerHong Kong

32

Page 4: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

Çok şükür doğduk yeryüzüne; ebeveynlerimizin aşk, esriklik, cinsellik veya “sarhoştum, hatırlamıyorum” hallerinin sonucunda annemizin-babamızın kızı, oğlu, evladı olarak.

Hoş geldin bebek dediler, emzirdiler, elbebek gülbebek büyüttüler. Okul çağında akıllarının ve keselerinin yettiğince, müfredat denilen ışıksız, kavşaksız dosdoğru

programların yönlendiriciliğinde helak olarak okuttular. Bitti eğitimler ve “kemale de erdik”.

N’olacak şimdi?

-ç a l ı ş M A

v e a y l a k L I K

-

4

özg

e m

utl

u

Page 5: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 5

özg

e m

utl

u

İyi bir İŞ veya bir süre sonra yalnızca İŞ. Şöyle, aylığımızı kazanacağımız, ihtiyaçlarımızı karşılayacağımız, elaleme madara olmayacağımız bir İŞ. Sonra başvurular, başvurular, başvurular. Bilmemne şirketinin yönetici adaylığına, falanca şirketin uzman yardımcılığına, fişmanca şirketin analist hazırlama departmanına, başvur, CV gönder, ara, görüş ve…

Yani bunca yıl bizimkilerin, üniversite ve sonrası eğitimler de dahil, yaklaşık yirmi yıl boyunca kendilerinden sakınarak okutup, yetiştirip, “iyi insan” olsun diye çırpındıkları BEN, ulusal veya uluslararası şirketlerin kapısında işlenecek hamım öyle mi? Çalışma öncesi ar-ge yatırımı bitti ve işlenecek hazır bir ürün olarak şirketlerin kapısında kutsanmış “çalışma” için hazırım, öyle mi? Yani bundan sonra her sene yapacağım bir-iki hafta tatil için 30-40 yıl da bu şirketlere bilmemne olarak çalışacağım öyle mi? Sonra posası çıkmış emekli olarak da görevimi tamamlayıp uzaya uçacağım öyle mi? NAH ÖYLE.

Bunca afili gelişme, büyüme, kalkınma ve kentleşme laf ları, insanı her asır daha bir çalışma merkezli dünya ile kuşatıp bunalttıkça, kişisel iyileştirme programları da hap olarak sunulacak öyle mi? İSTEMİYORUM.

Küçük bir bilgi: “Roma döneminde oyuna ayrılan gün sayısı Claudius döneminde 159 gün, MS 354’te 175 gün ve sonraları 200 gün olduğu görülür.” Ortaçağ dünyasında İngiltere’de yılın üçte biri tatildir. Ancien Regime dönemi Fransa’sında iş dışı gün sayısı 180, İspanya’da 150’dir. (Funda Çoban, “Sokak Siyaseti”, Syf 151) . Bir TUİK verisi hatırlıyorum: Türkiye’de kırsal alanda çalışma gün sayısı yılda 34 gündür ( Kaynağı siz bulun ). Yani adına kentleşme ve endüstrileşme denerek kutsanan “çalışma”, son dört yüz yılın biriktirip tartıştırtmadığı insana aykırı bir sözcüktür.

“ÇalışMAMA hakkımı kullanmak ve AYLAKLIK yapmak istiyorum” desem “serseri” olurum di mi? Bu hiç çalışmama değil aslında; bana sunulan çalışma disiplinine uymama ve içimdeki beni keşfetme çağrısı aslında. Bir an içinde yaşadığımız evlerin, ev sahibi veya kiracı olarak yükümlü olduğumuz aidat, banka, elektrik, doğalgaz, su ödentilerinin sıfır olduğunu düşünebilir miyiz? İşte size çalışmanın 2/3 zorunluluğunun ortadan kalkmış hali. Nasıl mı olacak? Eğer önerme aklınıza yattı ise, bu yazı sonrası arkadaş-larınızla konuşmaya başlayın. Bir yolu var mutlaka. Diyelim buldunuz; kaldı mı 1/3 çalışma zorunluluğu. Önümüzdeki yüzyılda da onu hallederiz. Var bir önerim bugünden ama, eeee, her şeyi de benden beklemeyin, biraz da siz fikir jimnastiği yapın canım.

-

d e m e k i s te d i m

Page 6: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

-

annanem ve dedem yılda bir kez evimizi ziyaret eder. onlar izmir ’de bir arada,

huzurlu ve güvenli bir hayat yaşarken, biz istanbul keşmekeşinde senede bir kaç gün gelseler diye onları bekleriz. ya bir düğün ya bir nişan ya da bir torunun mezuniyeti

vardır istanbul cenahlarında. 1 hafta süren, alt tarafı kabin boy bir valizi hazırlama

heyecanı ve tasası sonunda evimizde soluk alırlar. toplanmak için dağılmak gerekir.

valizin hazırlanması sonrası teyzemin gidip bir de onların evini toplaması gerekir.

evimize geldiklerinde, annanemin her merdiven inişinde veya çıkışında ya ceketi unutulur bir odada, ya da okuma gözlüğü. bu yüzden odama girip çıkarken mutlaka

odalarına uğrar, hırkaları gözlükleri ortalık yerde mi diye kontrol ederim. annanemin çantasını unutuyordum az daha. o da var

tabi, hem de unutulmaması gerekenler listesinin en başında. ama annanem dişini

takmayı bile unutur da el çantasını asla unutmaz. bu sebepten onu kontrol etmeye

gerek de kalmaz. çantanın içinde neler olduğu küçükken kuzenlerimizle aramızda

efsane konusuydu. belki de ilk hikayemi, bu çantanın içinde saklı olduğuna inandığımız

ganimetlere yazmışımdır. bize sürpriz çikolatalar ya da kırmızı gofretler olarak

geri dönecek ganimetlere. bir gün ele geçirip fermuarını açtığımızda içinde pek

de para olmayan eski püskü, yıpranmış bir cüzdan ile türlü çeşit ilaçtan başka bir şey

bulamamıştık. ben kendi adıma o günü, meraklı torunlarının çantasının peşinde

olduğunu bildiğinden, ganimetleri başka yere gizlediği, akıllı bir hamle olarak

kabul etmeyi tercih ediyorum. bir daha da öldürseniz açmam çantasını. zaten

boş bir anını yakalayamam; tuvalete bile götürür annanem çantasını. garanticidir.

emanetinin bekçisidir.

bu arada kendisi alzheimer denen elemin elinde. ama hastalığıyla dahi dalga

b i r l o k m a e k m e k i ç i ngeçecek mizah anlayışına da sahiptir. evet, annanem istisnasız her şeyle dalga geçer. unutkanlıklarıyla, insanların şehirlik telaşlarıyla, üzerine döktüğü yemeklerle, hatırlayamadığı isimlerle, bozuk türkçesiyle ve hatta ölümle. en çok da ölümle alay eder. onun için en komik şey ölecek olmasıdır. diyelim ki dedemi kızdırdı ve dedem söylenmeye başladı, hemen “öleceğiz leey çok mu önemli” der, o aşmış edasıyla. gelecek argümanlara aman vermez, tek cümleyle savuşturur bizi başından. ne kadar fuzuli şeylerle uğraştığını düşünüp kendini bile sorgularsın. inançlı biri mi yoksa tam aksi mi gerçekten bilmiyorum. sık sık beni de şüpheye düşürüyor. hem dünyanın faneviyatında hem maneviyatında. sanki o da kararsız gibi. bazen bana “bir kulaç su için şu dünyaya geldik, cennetine alacaksa allahım ne diye yordu bu kadar” diye soruyor. “6 çocuğu ne ara doğurdum ne ara büyüttüm” diyor. hak vermeden duramıyorum. kutsal değil, yorucuydu çünkü anneliği. evi. temizliği. kendi göbek bağını kestiği evlatlarını bir başına pışpışladığı, memelerini acıttığı, çok güzeldi dediği ellerini yıprattığı yıllar. hakkaten neden yordu tanrı annanemi bu kadar? annanem kafasının karışık olması hususunda son derece haklı. başkalarının kafası bu kadar karışık değil sanki. bir keresinde ramazanda oruç tutan arkadaşlarımı görüp annaneme neden bizim tutmadığımızı sorduğumda, bana, “bizim orucumuz farklı” demişti. sonradan anladım ki bizim her şeyimiz farklı. neyse ki büyüdükçe çok da takılmadım. karışık kafamla annanem gibi barışık yaşayıp gidiyorum işte.

geçen gün yine bir torun düğününden sebep, bizim eve geldiler. her zamanki odalarına yerleştiler. bahçede, çimde, salıncakta annanem mutlu: dünya dertleri umurunda değil. hatta düğünü bile bahçede yapsak daha mutlu olacak gibi geliyor. özellikle de hastalığından dolayı sanırım, güvenli bir alan belirliyor ve oradan çıkarsa huzursuz

6

Page 7: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 7

oluyor. biz de yılda bir iyi bir şey yapma telaşından, boğaza hakim bir manzaradan

ailece kahvaltı edelim, dayılar, kuzenler, annane, dede hep birlikte oturalım dedik. perşembe sabah işten izinler alındı, yerler

ayarlandı, traf iğe girildi, 2. köprüyü geçmek için en az yarım saat evden köprüye bağlanmak, en az yarım saat de sahil traf iği

derken yollarda geçti gitti.

bu dışarıda yemek yeme işini annanem oldu olası sevemedi. çünkü evde mutfak

varken dışarıda para kazanmak için mutfak açmak yapılabilecek en akılsız, en ahmakça

yatırımdı ki biz de bu ahmakların ekmeğine bal sürmeye dünya yol tepiyorduk. köprüler

falan geçiyorduk. bir ara çok niyetlendim arkadaşlarla kafe açacağım annane diye

anlatmaya da, anlatamadım. ancak çayhane açmayı anlatabilirdik. çünkü insanlar

dışarı çıkarsa bir çay bahçesinde çay içer, en fazla yanına bir de simit atardı.

çayın tanesi annanem için hala 25 kuruş olduğundan, o da ancak kahvehanede,

pardon çayhanede, kaçak kumar oynatılırsa mantıklı olabilirdi. gerçi geçen gün bütün

toplumsal hastalıkların çay kaynaklı olduğuna dair tuhaf bir yazı okudum.

“hangimizin evinde demlik demlik çay demlenmiyor ki?” dedim içimden, annanem

o konuda da haklı olabilirdi.

teptiğimiz yolun ardından guruldayan karınlarımızla kahvaltı yerine vardık.

arabamızı valeye verdik ki bu vale işi de annanemle ayrı bir tartışma konusudur.

çalınmayacağını anlatmak (bir yandan da şaka maka umarım çalınmaz diye

içimizden geçirmek) sabah sabah tatlı bir yorgunluk verir insana. neyse ki “akılsızlar,

siz bilirsiniz” der, yorulur, ve bir süre sonra arabadan cayar. arabayı annanemin

deyimiyle sakal tıraşı bile olmamış bir delikanlıya teslim ettikten sonra, bir

sonraki zorlu aşama olan merdiven etabına geçildi. annanemin dizi protezdir. inerken

çıkarken yanında biri olması gerekir. kahvaltı yerine varabilmek için dedeme

tutuna tutuna bir de merdiven inmek

zorunda kaldı. artık ne dese haklıydı. sabah sabah aç karnına kalkmış, dişlerini takmış, yüzünü yıkasa da uyanamamış, koyu renk kilotlu çorabın üzerine açık ayakkabılarını giymiş, arabaya zar zor bacağını bükerek binmiş, saatlerce yol gitmiş, benim sazsız müziklerime maruz kalmış, traf ikte beklerken bu kadar aracın bu şehre nasıl sığdığını hesap etmeye çalışmış, şaşkınlığını gizlemeden bizim bu çabamızı anlayamamış, sonunda bir de merdivenle muhattap olmuştu. bunların üstüne tam merdivenleri inerken kürtçe bir sitem attı. hem güldü kendi kendine her zamanki gibi, hem de tatlı tatlı öf kelendi. belli ki iyi bir şey söylememişti. dedem “şşt leey” diyerek susturmaya çalışınca anladık ki bir komiklik çıkabilirdi buradan. kesin en olmayacak yerde en doğru şeyi söylemişti annanem, hem de bizim anlamadığımız ikinci kanaldan. yani hem haklıydı hem komikti. işte en komiği de haklı komiklikti. hemen annane ne dedin ne dedin diye sıkıştırmaya başladık. tatlı tatlı, sinsi sinsi gülüşünün ardından, ısrarlara dayanamayıp sonunda yaptı kendi tercümesini: “bir lokma ekmek için nerelere geldik!“

-

E l i fc a n Çe l e b i

Page 8: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

ü l k e m d e t u r i s t o l m a ks e f e r İ l e r

Normal şartlar altında Einstein’ın İzaf iyet Teorisi ile ilgili bir yazı yazmayı planlıyordum. Bu konuda düşünürken Ankara’nın karşıma çıkardıklarıyla tüm planlarım değişti.

Çocukluğumun geçtiği Ankara’ya döndüğümde buraya turistleştiğimi anladım. Yazıma başlamadan önce kısaca kendimden bahsedeyim ki “turistliğimi” açıklayabileyim. New York’ta iç mimarlık eğitimimi tamamlayıp çalışmaya başladım. Ancak senede 3-4 hafta Türkiye’ye ziyarete gelebiliyorum. Ankara’da bulunduğum kısa süre içerisinde tatilimi

geçirdiğim ülkemde bana turist hissettiren bazı anlar...

P O L A T L I

Ege’de kısa bir tatilin ardından ailevi bir mesele için Ankara’ya giderken Polatlı’dan geçtik. Bilmeyenler varsa, Polatlı uzun bir zamandır il olmak istiyormuş. Dertlerini Türkçe anlamayan yetkililere bu defa

İngilizce anlatmaya karar vermişler. Bu yaratıcılığı alkışlamak gerek. Belki de anlaşılamamalarının sebebi kullandıkları dildir diyerek sembolleri olan kanguruyu da yanlarına alıp enternasyonal anlatıma geçmişler.

8

Page 9: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 9

A N K A R A ’ N I N D İ N O Z O R L A R I V E S U R L A R I

Mimaride meydan alanı kullanımına dair bir kaç esere de şahit oldum Ankara ziyaretimde. Tarihten çeşitli dönemleri yansıttıkları değişik eserleriyle Ankara Belediyesi yaratıcılıkta sınır tanımamış. Vakti zamanında köklü bir dinozor geçmişi olan Ankara, bu tarihi kültürel mirasını devasa heykel formunda topluca ürettirip şehrin dört bir yanına dağıtmış. Şimdi dev dinozorlar etraf larında aydınlatmalarla sabah akşam bizi selamlıyor. Melih Gökçek’in Mimarlar Odası’na karşı savunup mimarlardan daha akıllı olduklarını söylediği bu dinozorlardan Dinocan’ı Atatürk Orman Çiftliği Kavşağı’nda gördüm. Yorumları size bırakıyorum.

Bir başka proje de Ankara’nın kente giriş yollarında bulunan 5 Simge Kapı. Bu kapılar Eskişehir, Esenboğa, Samsun, Konya ve İstanbul yollarından Ankara’ya giren insanları karşılıyor. Ankara Belediyesi’nin açıklamasına göre “5 girişe 5 kapı” düşüncesiyle tasarlanmış olup, bölgenin mimari ve kültürel detaylarını yansıtıyorlarmış. Bu kapıları gördüğümde, ne gerek vardı, kimi neyden koruyor bunlar, niye gözetleme kuleleri var, o sırada gözümüze verdikleri zararı ne yapacağız gibi bir sürü soru geldi aklıma. Ama belki de o ince mesajı ben anlayamadım diye düşünüp “he” deyip geçtim.

Zaten yukarıda karşılaştığım sürreal manzaralara yapabildiğim yorum da “he”den öteye geçemedi pek. Hayırlısı olsun.

4 . 5 G

Türkiye’ye mahsus erişim hızı: 4.5G! İlk başta bu af işleri gördüğümde tereddüt ettim. Acaba ben tatildeyken dünya 5G’ye geçti de bize daha ekonomik olur diye 4.5G mi geliştirdiler diye düşündüm. (Gerçi anlaşılıyordur ama belirtmiş olayım ki teknolojiden pek anlamam) İlahi ben, meğersem biz olsun istemişiz ve tabi ki oldurmuşuz. Yani bilimsel bir oluşum değil tabi ki. Adını 4.99G koysak yine olurmuş. Şimdi söylenecek çok şey var tabii ama insan “neden?” diye sormadan edemiyor. Yahu kim 5G diye bir şey yok demek yerine 4.5G çıkarır ki kendi kendine? Hızımız 4’ten üstün olsa ne olur olmasa ne olur? Ona gelene kadar esrarengiz bir şekilde daha ayın 3. günü kotası dolan internet paketlerine bir çözüm getirseler. Vay be, dünya ülkesiyiz. Kendi yarattığımız dünyamızda. Var olmayan hızlara doğru “gelişiyoruz”.

-G ü l ev Bu l ut

Page 10: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

m u -z u n -

g u not lar ı

-

Belgesellerini izlediğim, bazen dram dolu, bazen egzotik ve bazen de romantik hikayelerini

dinlediğim, az buçuk da tarihini ve ortak yasalarını bildiğim -yani aslında hiç bilmediğim-

Afrika kıtasına, Uganda’ya ayak bastım bu yaz. Gördüklerim ayrı, hissettiklerim ayrı yazıların

konusu olsa da size başlangıç olarak uçaktan indiğim anda üzerime esen havada hissettiğim

heyecan, telaş ve yabancılığı verebilirim. Tanıdık gelen şey ise o meşhur, uzun ve yayvan, üzerinde

uçsuz bucaksız güneşlerin doğup battığı ağaçlardı; Aslan Kral’dan hatırlayacaksınız. Ülkenin

tek uluslararası havaalanı olan Entebbe’den, Kampala’daki otelime yaklaşık 1 saatte ulaştım.

Bu yolculuk gece dört sularında seyir ettiğinden, o saatte sokaklarda toplanmış insan öbekleri,

Uganda’nın çözmem için bana verdiği ilk bilmeceydi. Sonra onların “boda-boda” sürücüleri olduğunu öğrenecektim, nam-ı diğer motorsiklet

taksiler. Eskiden Kenya ile Uganda arasında çokça gidip geldiklerinden, “borther to borther” gide

gele olmuş size “boda-boda”. Ben de herkes gibi, işyerim ile kaldığım otel arasında ulaşımımı,

asfaltsız yolların kuralsız trafiğinden çılgınca -çok fazla çılgınca- sıyrılabilen (halk arasında “necessary

evil” olarak da anılan) ve pazarlıkla ucuza binilen motorların arkasına, “hayırlısı” deyip atlayarak sağladım. Boda-bodalar ile normal motorcuları

nasıl ayırdedebileceğinizi siz de benim gibi merak etme gafletinde bulunduysanız, gerçekten çok

tatlısınız. Alacağınız cevap, normal motorcuların siz işaret edince durmayacak olması. Bir “hayırlısı” da

buradan gelsin.

Uganda, komşuları Tanzanya ve Kenya kadar turist çekmediğinden -Idi Amin dönemi hariç-, nüfusun bir kısmını oluşturan Hintliler dışında pek yabancı bulunmayan bir yer. Ben, burada geçirdiğim üç haftada, bir tek alışveriş merkezlerinde (burada alışveriş merkezlerinin içi ve dışı bambaşka dünyalar) ve belirli kafelerde rastladım. Bu sebepten bir Muzungu olarak epey ilgi çekiyorsunuz. Şayet bir gün Uganda’ya giderseniz gözleri üzerinizde hissetmeye hazır olun. Bu gözler, özellikle de bıçkın Uganda erkeklerine ait olduğunda epey tedirgin edici olsa da, birtakım diğer gözler dünya güzeli. “Muzungu” kelimesi, içinde ırkçılık önermesi içermeyen, bu bölgenin, beyaz tenli insanları tanımlamak için kullandığı bir terim. Ve eğer siz Uganda’ ya gelmiş bir beyazsanız, burada olduğunuz süre boyunca artık sizin adınız Muzungu. Güzel gözlerin sahipleriyse, sizi görünce heyecanla el sallayarak daha yakından görmek için koşturan çocuklar. Biriyle bir kilise ayininde “bongalaştık” bile mesela.

Kilise demişken… Hristiyanlık; hem de koyu katolik bir Hristiyanlık sarmış sarmalamış ülkeyi. En eğitimli kesim dahi arabada ve işyerinde öğle arasında ilahi dinleyecek ve masasının üzerinden İncil’i ayırmayacak kadar dinine bağlı. Bu durum sömürge döneminin getirdiği “isyan etme, şükret” politikasının yansıması olduğundan tüylerimi ürpertse de onlar bu durumdan fazlaca memnunlar. İlginç bir ayrıntı ise, müslüman nüfus azınlıkta olmasına rağmen duyulan ezan sesi ve her iki dinin bayramlarının da resmi tatil kabul edilmesi.

Sabahları duyduğunuz bir diğer ses ise maymun sesleri. Uganda, kuş ve maymun türlerinin zenginliği ile meşhur. Bir de gece hayatı ile… Pek

10

Page 11: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 11

kimseyi tanımadığımdan ve yalnız bir Muzungu olarak gardımı bir

türlü indiremediğimden ben o gece hayatına akamamış olsam da

Ugandalı arkadaşım Elizabeth burada insanların, “yarın olmayacakmış

gibi” yaşadıklarını anlattı bana. Yani cebinde paran kalmayacak olsa da,

bütün hafta sabahlar olmasın!..

Nil Nehri’ne gelirsek… Nehrin altında yaşayanlardan ödüm kopsa da

üstünde yaşayan, canlı renklerinden dolayı zaman zaman çiçek sandığım

kuşlar ve nehirdeki dinginlik beni alıp götürdü. Gandhi’nin küllerinin de serpildiği nehirde, Gandhi heykelinin

çevresinde bağlanmış, yine pazarlık payı ile sizi dünyanın en uzun

nehrinin kaynağına ulaştıran küçük tekneler de öyle. Bu kaynaktan çıkan

su, doksan günde Mısır ’a ulaşıyor. Nehir, uğradığı kıyılar için çok

değerli ve su paylaşımı konusundaki eşitsizlik, bölge için önemli bir

gündem konusu.

Güler yüzlü, arkadaş canlısı ve sohbeti seven insanların, çok çok

güzel kadınlar ve çocukların, bolca yeşilin, aynı zamanda ataerkilliğin,

kalaşnikoflu askerlerin, rüşvetin, yoksulluğun ülkesi Uganda. İnsan

hayatının çok da önemli olarak algılanmadığı bir coğrafya... Sıtma

gibi tedavisi olan hastalıklardan yüzlerce insan ölüyor. Yaşlı nüfusa ise

sokakta hiç rastlamadım, çünkü yok denecek kadar az. Bazı bölgelerde

temiz suya ulaşım hala sorunlu. Evler, sokaklar hijyenik koşullardan çok

uzak. Bir sohbette Türkiye’yi birinci dünya ülkesi olarak tanımladıklarına

şahit oldum da küçük dilimi yutmamak için kendimi zor tuttum.

Ulan sömürgecilik! -

E ce Ö z s a ra ç

Günceyi iki umutla bitiriyorum; ofistekiler Gezi ’yi biliyordu a dostlar. Bizim için de onları bilmek boynumuzun borcu olsun. Elizabeth’in ilham veren mottosu ise yazıya son noktayı koysun; “Her gün, en az bir yeni şey öğrenmeli hayatta .”

Page 12: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

Akşamında kutlama yemeği olan bir cumartesi günü onu almaya gitmiştim. İki eski dostumuz evlilikteki birinci yıldönümlerini biz dostlarıyla kutlamaya karar vermiş ve bol katılımlı, bol mezeli ve bol rakılı bir masaya davet edilmiştik. Evde uzunca hazırlanmış, hatta iyiden iyiye ağırdan almış, bir iki bölüm dizi izlemiştik. Bana iş yerindeki gelişmelerden bahsetmişti kendi hayatı bir diziymiş gibi. Olmak istediği kadın olmak için çabaladığını görebiliyordum her anlattığı kesitte. Fakat olamayacağını bilerek anlatıyordu. Ben de ara sıra ona olamayacağım adamı anlatıyordum çünkü, oradan biliyorum. Ömrümüzün geriye kalanında verdiğimiz emeğe değmeyecek bir paraya gereksiz işler yapacak, gereksiz insanlar tanıyacak, kendimizi onlarla kıyaslayacak ve aldığımız üç kuruşu da onlara yetişmeye harcayarak tüketecektik. Sonra ölecektik. Önce o, sonra ben.

Biraz geç kaldığımızı fark edince apar topar çıktık. Akşamüstü serinliği henüz hissedilmiyordu. Davetli olduğundan emin olduğum birkaç kişiyi aradım. Aradıklarımdan biri köprü trafiğine takılmıştı. Başka biri ise mekâna varmak üzereydi. Arabadaydık. Radyoyu açtım konuşmam bitince. Hafif yabancı hafif alaturka karışımı modern şehir ezgileri teması üzerine kurulu programın sonlarına yaklaşmıştık. Bir sonraki programın ise biraz daha elektronik ve ritmik şeyler üzerine olacağını kestirmek güç değildi. Neşeli taklidi yapan zavallılardık, dinleyip beğendiğimiz müzikler bile ziyadesiyle neşeli denebilecek kadar ritmik fakat hüzünlü sözler üzerine kurulu oluyordu, “söz: keder, müzik: neşe”. Şehir insanının müzik anlayışı bile inkâra dayalıydı. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve biz bunu edebiyat ve müziği de plana dâhil ederek topluca inkâr ediyorduk. Büyük şairlerden alıntı iki üç dizelik buhranlar şiirden zerre anlamayan bizleri öylesine derinden etkiliyordu ki, bazı günler uyanınca dişlerimizi fırçalamadan önce bir sigara içiyorduk. Radyoyu kapatarak takılı CD’yi açtım, Birisi Var çalmaya başlamıştı Vedat Sakman’dan. Dönüp yüzüne baktığımda göz göze geldik, gülümsedi ancak pek de sahici değildi. Ne yapacağımı bilemedim, ben de gülümsedim.

Mekâna vardığımızda sıkış tıkış masamıza epey bir kalabalığın toplandığını fark etmiştim. Düğünden sonra görüşme fırsatı bulamadığım birkaç dostun özellikle yanına oturdum. Alkolün kaldırma kuvveti suyunkinden güçlüdür. Bir iki üç derken muhabbet koyulaşmış, masada bir döngüdür almış yürüyordu, hızla değişmekte olan ayağa kalkıp yanındakiyle yer değiştiren alkollü insan döngüsü.

Kalabalık, rakı, mezeler ve eski anılar vardı masada. Eski anılar, yaşandığı sırada pek de keyif li olmayan fakat sonradan anlatma kabiliyeti olan birkaç kişi tarafından her seferinde biraz daha gizem ve merak unsuru eklenmek suretiyle efsaneleştirilerek anlatılan şeylerdir. Eski anılarınızı başkasından dinlemek, siz eski fotoğraflarınıza heyecanla bakarken başkasının elinizden çekip alması gibidir. Maruz kaldığınız bir zorbalıktır anlayacağınız.

Evli çiftimiz gayet mutlu görünüyordu, imrenerek bakılan çiftlerden. Hani şu okulda birbirini bulmuş ve büyük ihtimal cesaretsizlik ve çevresel birtakım faktörler, küçük bir ihtimalle de gerçekten birbirlerine âşık oldukları için işi evliliğe kadar götürmüş çiftlerdendiler. Ben o akşam alkolün de etkisiyle gerçekten birbirlerine sırılsıklam

birisi var

12

Page 13: Iki buçuk ayda bir #4

1313iki buçuk ayda bir

özg

e m

utl

u

Page 14: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

âşık olduklarını bilmek istedim ve onları size öyle aktarmak istiyorum. Evli çiftimiz gayet mutlu görünüyordu, üstelik birbirlerine hala sırılsıklam âşıklardı.

Kahkahalardan anlaşılan, çarpık dişlerin görünme ve kaş ile gözlerin kayma ihtimali umursanmayacak kadar içilmiş olmalıydı. Bu anı fırsat bilen biri cebinden telefonunu çıkararak garsondan fotoğrafımızı çekmesini rica etti. İnsanlar sarhoşken dürüsttür, masada en az 50 like var diye geçirmiş olmalı içinden. Daha sonra 45 like’a da tamam olan biri fotoğrafın kendisine gönderilmesini talep edecek, bu arz talep eğrisi fotoğrafı son alan kişinin paylaşımının ertesi gün öğlene dek ancak 15 civarında like almasıyla hüzünlü bir şekilde sonlanacaktı.

Fotoğraf çekimi sırasında yanına yanaşmış, kokusunu duyunca da yanağına bir öpücük kondurmak gelmişti içimden. Sevgililer güzeldir, hoş kokarlar. O da beni öpmüş, yüzüme doğru dönüp gözlerimin içine gülümsemişti, üstelik benim gibi alkollü de değildi. Onun için her şeyi başarabileceğinizi sanırsınız, işte öyle anlardan biri.

Evli çiftlerin düzenlediği geceler pek uzun sürmez. Dönüş yoluna erken geçmiştik. Alkollüyken copilot koltuğunda olmak bana her zaman keyif vermiştir. Camları ve müziğin sesini biraz açmış, bir sigara yakmıştım. Eve gidişimiz kolay olmuş, hatta arabadan inince türlü maymunluklar eşliğinde değnekçilik yaparak aracı park etmesine yardımcı olmuştum. Onun da keyfi pek yerindeydi. Alkolü ve sigarayı bıraktığından beri daha derli toplu bir kadın olmuştu, sanırım kendisini anneliğe hazırlıyordu.

***

Sabah kalktığımda kahvaltısını etmiş, hazırladığı şeylerden bana da ayırarak masaya bırakmıştı. Benimse fena halde başım ağrıyordu. Mutfağı es geçerek salona, yanına gittim.

Dün akşam çekildiğimiz fotoğraflara bakıyor, bir yandan da eski fotoğrafları karıştırıyordu. Suratının değişmesinden onunla olan bir fotoğrafımızı gördüğünü anladım.

Gözlerini dikti incelermiş gibi. Yüzünden okuyordum, aslında fotoğrafa ilgisi yoktu. Yolunda gitmeyen şeyleri düşünüyordu. Bu gibi durumlarda genel tavrı buydu. Sonra fotoğrafa gerçekten baktığını fark edince telefonu elinden aldım. Resmi ters çevirdikten sonra bu sefer ben incelemeye başladım. O fotoğrafın içinde, o yaz gününü sonsuza dek yaşayabilirmişim gibi geliyor her baktığımda ya, neyse. Oturduğu yerden kalktığını fark etmemiştim. Gözlerini benden ayırmadan henüz taksitleri bitmemiş telefonu elimden çekiştirerek aldı ve ayırabileceği en ufak parçalara dek ayırmak üzere duvara fırlattı.

O günün akşamında terk edilecektim.

-

Bu ra k Ce m S a l ay

14

Page 15: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 15

-

M . A .

Geçtiğimiz Pazarlardan bir öğleden sonra, sevgili Bafra Pelinsesimle birer kahve içmeye karar vermiş bulunduk. Bilmemne ablası bir yerde bir kafe dizayn etmiş, “Gel

oraya gidelim, merak ettim” dedi. Hayır demenin bedelini ödeyemeyecek olduğumu fark ettim ve dedim ki “Hey dostum bu harika bir fikir!” Velhasıl kelam yola

koyulduk. Ihlamur Caddesi’nde ufak bir kafe; gerçekten farklı bir görüntüsü vardı. Bilmemne ablasını içimden tebrik ettim. Kafeye girince, üniversiteden tanıdığım

birini gördüm. Şimdilik ona Tyler Durden diyelim.

Tyler, oldukça dövmeli, rahat giyimli, sanatçı görünüşlü, Vespa’lı, keyif adamı olduğu her halinden belli... Tyler, başta beni tanımasa da kendimi biraz tanıtınca “Haaa

tamam, hatırladım şimdi” gibi bir tepki verdi. Meğerse mekanın iki işletmecesinden biriymiş. İlginç ve heyecanlı bir şeyler duyacak olmanın verdiği sabırsızlıkla, dedim

“Napıyosun, ne ediyosun, neler yaptın anlat!” Anlatmaya başladı. O anlattıkça fark ettim ki Tyler benim hayallerimdeki hayatı yaşamakla meşgulmüş…

Tyler, bir süre editörlük yapmış, Erasmus’a gitmiş, orada sıkılıp Hindistan’a gitmiş, bir süre orada kalmış. Ondan sonra Güney Amerika’ya gitmiş, çektiği fotoğrafları, yazdığı yazıları satmış. Almanya’ya editörlük konusunda master yapmaya gitmiş,

hoşnut kalmamış, gastronomiye yönelmiş. Bir daha Güney Amerika’ya gitmiş. Tekrar yazılar, yemekler, fotoğraflar falan derken, İstanbul’a dönmüş ve bu kafeyi açmışlar,

yaklaşık 1 ay önce.

Tyler ’ın uzun ve heyecanlı hayat hikayesinin ayrıntılarını tam olarak hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, her hikayesinin sonunda ya da başında “Abi

ben de çok severim, çok istiyorum” demem. Sonunda bitirdi konuşmasını, “Sen ne yapıyorsun?” dedi. Bakın size yemin ediyorum, 13 yaşındaki çocuklara eroin satıyor olsam daha az utanırdım. “Bankacıyım” dedim. “Hııııı” dedi. Bana sorarsanız “Hııııı”

bile fazlaydı.

Tyler ’la aynı okuldan, aynı bölümden mezunuz, aynı yerde erasmus yaptık, aynı sokakta oturuyoruz ve hayatta yaptıklarımız değil ama istek ve zevklerimiz aynı

yönde.

Derginin bu sayısını, onun kafesine de bırakacağım.

Ne dersin dostum bir yerleri patlatalım mı?

Sokağımdaki Paralelci

Page 16: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

Bir şarkıyı bir sanatçıyı bir grubu ya da bir albümü çok sevdiğinizde zamanla popülerliğin ağına düşüp size “eski tadı kalmadı” cümlesini

kurdurmasından kaygılandığınız olur mu? Bana çok olur. Tam bir albüme bağlanıp 35

kez arka arkaya dinlerken; (uzaklara bakıp tüm efkarımla) “bir gün sen de herkes gibi olacaksın”

derim. Nitekim o acı sonun ardından onları ilk keşfeden benmişim ama şimdi tamamen bir yabancıymışım gibi paltomun tüm düğmelerini

ilikleyip soğuk bir gecenin üşüttüğü ıssız bir sokakta arkama bakmadan gözden kaybolurum.

(abart Selin)

Everything Everything de benim için işte tam olarak bu hissiyatımı

örnekleyebileceğim bir grup. Müziklerinin, şarkı sözlerinin hatta video kliplerinin bile sıkı bir takipçisi olarak onları gün geçtikçe

iyi yerlerde görmek kalbime bir hançer gibi oturuyor. Kendileriyle, bu yıl 3. albümleri

“Get To Heaven”ın yayınlanmasından çok kısa bir süre önce, İstanbul konserlerinde tanışma

fırsatı buldum. Her biri de komik, yetenekli, fazla uyumlu ve konuşkan. (Tabi ki ben daha

çok konuştum bık bık bık) Aynı zamanda alışkın olmadığımız kadar mütevazılar. Biraz ukala

ol, böbürlen, artistlik falan yap; ama yok! Yeni albümde; birlikte çalıştıkları için kendilerini

-

S e l i n

İ k İ b u ç u k a y ı n r İ t m İ

çok şanslı olarak addettikleri yapımcı Stuart Price’dan ve farklı yaklaşımlar barındıran yeni şarkılarından bahsettik. Konuşmalarından özetle “Get To Heaven”a inandıkları ve yaptıkları şeyden son derece emin olduklarını söyleyebilirim. Onlar yeni albümleri için çok heyecanlılar.

Bende 2. albümleri “Arc”ın her ne kadar ayrı bir yeri olsa da “Get to Heaven” da son derece keyif li ve kaliteli olmuş. Albümden yayınlanan ve yönetmenliğini grubun solisti Jonathan Higgs’in üstlendiği klipler de bir o kadar sanatsal ve kurgusal. (çok bilirim ben) Pek efendi çocuklar, sevin onları, dinleyin. Çok popüler etmeyin ama, müzikleri bize kadar kalsın.

* F A v o r i ş A r K I : T o T H E B L A d E

16

Page 17: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 17

-

Dilara Kazancı

O

Bazı zamanlara ender rastlanır:Herkesin aynı anda mutlu olduğu anlar

Hiçbir şey istemediğin anlarBirinin seni anladığı anlar

Kimseyi umursamadığın anlarSevgili lerin birbirini sevdiği anlar…

Şiir sevmeyen adamİşte bizi o kadarcık anlar.

Page 18: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

-

A _ 1 ) D A f t P u n k – S o m e t h ı n g a b o u t u S

G e l m i ş g e ç m i ş e n i y i ş a r k ı d e r i m b u ş a r k ı y a , h a t t a g e l e c e k ş a r k ı l a r i ç i n d e d e e n i y i ş a r k ı d e r i m . Ku s u r a b a k m ay ı n d e r i m . N e d e n m i ? S ö z l e r e b i r b a k ı n . Pa r ç a n ı n g r o ov e h a l i n e b a k ı n , s a l ı v e r i n k e n d i n i z i . Ku l l a n ı l a n g i t a r ‘ r i f f ’ l e r i ö f f , m e l o d i k a l t y a p ı s ı d e r s e n i z ö f f ö f f . . . N e m o d d a o l u r s a n ı z o l u n , s i z e t av s i y e m o d u r k i b u p a r ç ay ı a ç ı n v e d e f a l a r c a d i n l ey i n . A _ 2 ) P h o s P h o r e s c e n t – S o n g F o r Z u l a

M a t t h ew H o u c k k a l e m i n d e n ç ı k a n e f s a n e b i r ş a r k ı i l e d ev a m e d i y o r u z l i s t e y e . 2 0 1 3 ’ü n ş a r k ı d ü n y a s ı i ç i n k ı s ı r b i r y ı l o l d u ğ u s öy l e n e b i l i r. A n c a k b u y ı l ı k u r t a r a n ş a r k ı “ S o n g Fo r Z u l a” d i y e b i l i r i z . ş a r k ı ş öy l e b i t i y o r ( k e n d i ç ev i r i m , k ö t ü o l d u y s a k u s u r u m a k a l m ay ı n ) : “ ve s i z , s i z i n s a n l a r, b i r g ö r m ey e g e l i n .o r a d a , c a m f a n u s u n i ç i n d e o t u r u n v e b a k ı n b a n a .A n c a k k a l b i m h i d d e t d o l u , k e m i k l e r i m s e ç e l i k g i b i g ü ç l ü ,ve b i r ö z g ü r k a l ı r s a m , s i z i ç ı p l a k e l l e r i m l e ö l d ü r ü r ü m ! ” A _ 3 ) m e h m e t G ü r e l İ – k İ m S e b İ l m e Z

Ke n t o z a n l a r ı a l b ü m ü n e M e h m e t G ü r e l i ş a r k ı s ı o l a r a k g i r m i ş b i r p a r ç a . H ay y a m’ ı n d e ğ i ş i k d ö r t l ü k l e r i n d e n ay ı k l a n m ı ş m ı s r a l a r ı n b i r a r ay a g e t i r i l m e s i i l e ay r ı b i r ş i i r m i ş g i b i g ö r ü n s e d e s ö z l e r i n s a n ı a l ı p g ö t ü r ü y o r. “ K i m s e b i l m e z , b u y ı l d ı z l ı g ö k l e r n e z a m a n b a ş l a d ı d ö n m ey e ? ”A _ 4 ) J o n At h A n W I l s o n – D e S e r t r av e n

G e n t l e S p i r i t a l b ü m ü n ü n k a p a ğ ı n a b a k , a l a l b ü m ü . Ç i z i m l e r e f s a n e . B u t o p r a k l a r a b u d e n l i y a k ı n o l m a m ı z a r a ğ m e n b i z i m a l b ü m k a p a k l a r ı m ı z d a d e ğ i l d e b i r b a t ı l ı ş a r k ı c ı n ı n a l b ü m k a p a ğ ı n d a o r y a n t a l i s t ç i z g i l e r i g ö r m e k b e n i h e r z a m a n d ü ş ü n d ü r m ü ş t ü r v e s o r u n u n c ev a b ı n ı t e m b e l l i ğ i m i z d e b u l d u m . Ya d a A h m e t E r t e g ü n’ü n b i z A n a d o l u i n s a n ı n ı t a s v i r e t t i ğ i i k i k e l i m e d e “ m i s k i n l i k v e a ş ı r ı l ı k ”.A _ 5 ) t h e t e m P tAt I o n – F r ı e n D S h ı p t r a ı n ( u n g e n a Z a u l ı m w e n g u )

“ H a r m o n y i s t h e k ey, m y s i s t e r s a n d b r o t h e r s . . . ”A _ 6 ) Ay y u k A – S ö m e t r

Ay y u k a’n ı n , ü ç ü n c ü s t ü d y o a l b ü m l e r i n e a d ı n ı v e r d i k l e r i ş a r k ı : S ö m e s t r. B u ş a r k ı o t u r d u ğ u n u z y e r d e d a h i s i z e k ı ç ı n ı z l a , b a ş ı n ı z l a y a d a h e r h a n g i b i r y e r i n i z l e r i t i m t u t t u r a c a k t ı r.

9 0 ’ l a r d a m ü z i k d i n l e m e k e m e k i s t e r d i g ey i k l e r i y l e y a z ı m a b a ş l a m ay a c a ğ ı m , m e r a k e t m ey i n . o g ü n l e r d e n k u l a ğ ı m d a y e r e d e n , a ğ a ç h av a s ı v e r i l m i ş p l a s t i k k a p l a m a l ı t ey b i m i n k ı r m ı z ı n o k t a l ı “ r E C ” t u ş u n a b a s t ı ğ ı m d a ç ı k a n d oy g u n “ç o t a n k ” s e s i n e s e l a m e d e r v e s i z l e r l e “ z a m a n s ı z k a r ı ş ı k k a s e t ” l i s t e m i p ay l a ş m a k i s t e r i m .

İ k İ b u ç u k a y ı n ç A l m A l İ s t e s İt e m A : Z A m A n s I Z k A r I ş I k k A s e t

18

Page 19: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 19

-

B _ 1 ) s t e v I e W o n D e r – S u p e r S t ı t ı o n

Ay y u k a i l e h ı z l a n m ı ş k e n r i t m i d a h a d a i l e r i t a ş ı y a c a k m i h e n k t a ş ı ş a r k ı l a r d a n b i r i y l e d ev a m e d e l i m . G ü l e n y ü z ü n e h ay r a n , s e s i n e k u r b a n

S t ev i e a b i m i z i h e r d a i m b i r l i s t ey e e k l e m e k g e r e k t i ğ i n i d ü ş ü n ü y o r u m .B _ 2 ) c h r o m e o – n e e D y g ı r l

Ka n a d a l ı e l e c t r o - f u n k i k l i s i C h r o m e o’n u n 2 0 0 4 y ı l ı n d a y ay ı m l a d ı k l a r ı s i n g l e “ N e e d y G i r l ” i ç i n d e k i d i s k o r i t i m l e r i i l e b i z l e r i b i r a z d a h a h a r e k e t l e n d i r e c e k v e b i r s o n r a k i p a r ç ay a h a z ı r l ay a c a k . G e l i y o r. . .

B _ 3 ) n u – m a n o t o

ve g e l d i . . . N U , g e r ç e k a d ı y l a Fa b i a n L a m a r, A l m a n y a’d a e l e k t r o n i k m ü z i k l e u ğ r a ş a n s a n a t ç ı e t n i k m e l o d i l e r l e e l e k t r o n i k s e s l e r i

b i r l e ş t i r m ey i g ö r ev e d i n m i ş a d e t a . i y i k i d e e d i n m i ş ç ü n k ü b öy l e b i r p a r ç a o r t ay a ç ı k m ı ş . ş a r k ı n ı n s ö z l e r i M ev l a n a’n ı n “ B e n v e S e n” a d l ı

ş i i r i n d e n :“ b u l a n d ı r a n p a l av r a l a r d a n â z â d e , g a m s ı z b i r k ey i f , b e n v e s e n .

s e n v e b e n , n e s e n v a r s ı n n e d e b e n , b i r o l m u ş u z a ş k e l i n d e n”B _ 4 ) h o t n At u r e D – p l a n e t u S

d e e p - h o u s e s o n y ı l l a r d a s ı k ç a k a r ş ı m ı z a ç ı k a n b i r t a r z o l d u v e d ü n y ay ı k a s ı p k av u r m ay a d ev a m e t m e k t e . A n c a k p o p ü l e r l i ğ e u l a ş a n

h e r t a r z ı n s o r u n u o l d u ğ u g i b i d e e p - h o u s e d a ç ö p g r u p v e s a n a t ç ı l a r a k u c a k a ç m ı ş d u r u m d a . Ç ı k t ı ğ ı g ü n d e n i t i b a r e n ç i z g i s i n i k o r u y a n

i n g i l i z - A m e r i k a n e l e k t r o n i k g r u b u H o t N a t u r e d , t av s i y e e d e b i l e c e ğ i m g r u p l a r d a n b i r i .

B _ 5 ) c A m o & k r o o k e D – l o v ı n g y o u ı S e a S y

8 3 S a l z b u r g d o ğ u m l u r e i n h a r d C a m o r i e t s c h i l e L i l i e n f e l d 8 9 d o ğ u m l u M a r k u s K r o o k e d Wa g n e r e l e k t r o n i k m ü z i k i k i l i s i , g e n ç y a ş l a r ı n a r a ğ m e n k ı s a z a m a n i ç i n d e b i r ç o k ö n e m l i ş a r k ı y a i m z a

a t t ı l a r. d r u m & b a s s a ğ ı r l ı k l ı p a r ç a l a r ü r e t s e l e r d e e l e k t r o - f u n k k o k u l u p a r ç a l a r ı d a y a p m ay ı s ev i y o r l a r. B u n l a r d a n e n c a n a l ı c ı m e l o d i y e

s a h i p “ L ov i n g Yo u i s E a s y ”, u m a r ı m h o ş u n u z a g i d e r.B _ 6 ) J A G WA r m A - u n c e r ta ı n t y

i n g i l t e r e’d e m ü z i k l i s t e l e r i n d e 6 4 . s ı r a l a r a k a d a r ç ı k m ı ş Av u s t r a l y a l ı s ay k o d e l i k d a n s m ü z i k g r u b u Ja g w a r M a i l e t e m p o m u z u t e k r a r d a n

o r t a l a r a a l ı p l i s t e m i z e s o n v e r i y o r u z . ş i m d i d e n t e ş e k k ü r l e r. . .

Tü m o k u r l a r a v e d i n l ey e n l e r e t e k r a r t e ş e k k ü r l e r. . .

-

Hü s ey i n Ka ra

Page 20: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

Psikoloji sözlüğüne göre kaygı, en genel anlamıyla

tehlike veya talihsizlik korkusunun ya da beklentisinin

yarattığı bunaltı veya tedirginlik, usdışı korku. *

k a y g ı s ı z p a r k l a r

20

özg e m ut l u

-

B e r çe m G ö k t ü r k

Page 21: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 21

Bir başka tanıma göre kaygı, nesnesiz olmasıyla korkudan farklılık gösterir. Korkunun -ister bir insan, ister bir olay olsun- bir nesnesi vardır ama kaygının yoktur. İşin özü, kaygı

kendiliğinden -nesnesiz, öznesiz, anlamsız- bir şekilde var olur, içimizi kemirir. Anımızı, günümüzü, yarınımızı kemirir durur.*

Sınavlar, yetişilmesi gereken yerler, yetişmesi gereken işler, sevgililer, mülakatlar, ayrılıklar, hastalıklar bizi kaygılandırır. Bu liste uzar. Sıraları değişir, öncelikleri

değişir. Gündelik olanlar ve hayati olanlar olarak kategorileştirilebilir mesela. Gündelik meseleler bazen öyle büyük yer tutar ki hayatımızda “aldı dert beni” ler unutulur biranın

ilk yudumuna kadar (Erol Mutlu – Aldı Dert Beni). Aynı anda hem telefonunuzun şarjı hem de müzik çalarınızın şarjı bittiyse mesela, o yol bitmez. “yollar çamur, kurusun da

gidelim” çalar içinizde ama yollar bitmez (Neşet Ertaş – Eğer Benim İle). Yolun bitmeyişi kaygılandırır sizi. Otobüsü kaçırdıysanız ve bir sonraki otobüse 40 dakika varsa mesela, neden o kadar uzakta oturduğunuzu, neden otobüs saatlerinin sık olmadığını, ulaşımın neden bu kadar zor olduğunu falan düşünürken bir bakmışsınız ki İneklikEtmeTaksiTut

sloganları başlamış içinizde. Al sana bir kaygı ve dolayısıyla baş edilecek bir durum daha: “40 dakika beklemek mi 40 lira verip taksiye binmek mi?” Bu ikilemleri ve yarattığı

kaygıları düşünürken, varoluşunuzu sorgular bulabilirsiniz kimi zaman kendinizi.

Varoluşçu ekole göre gündelik kaygılarımız aslında varoluşsal kaygılarımızdandır. Hatta daha terimsel ve bilimsel olsun, yaşadığımız her ontik (gündelik) kaygının altında ontolojik (varoluşsal) kaygılarımız vardır. Bu durumun farkında olan ama her anını bunu

düşünmeden yaşayan insan sayısı da oldukça fazla olabilir. Elimizde araştırma verisi olmasa da gözlemlerimiz bunu doğrular nitelikte*.

Varoluşsal özgürlüğümüz ile karşılaştığımızda varoluşsal kaygımız da başlıyor. Varoluşsal kaygımız (ben kimim/ne yapıyorum bu hayatta/daha ne kadar yaşayacağım/neden

bunlar benim başıma geliyor) dört bir yanımızı sarıp da bizi hareketsiz hale getirdiğinde pusulamızı kaybetmiş gibi oluruz. Yani hayatın tercih ve seçimlerden ibaret olduğunu,

seçimlerimizin sorumluluğunu almamız gerektiğini anladığımız ve özümsediğimiz an... Varoluşsal kaygılarımız aslında bizim pusulamızdır. Pusulayı doğru kullanarak yolumuzu

bulmamız gerekmektedir. Zaten varlığımız kaygı ile başlıyor, öleceğimizi bildiğimiz bir hayat yaşıyoruz. Bir gün öleceğiz! Ne zaman ve nasıl olduğunu bilmeden, ölümü

reddetmeden ama her an da ölecekmişiz gibi yaşamadan devam ediyoruz hayatımıza. Düşünsenize, bir gün öleceğiz!

Ama parklar! Parklar bu korkuları içimden alıyor. Şehirde onca binanın kalabalığında azınlık kalan, nefes alınan, sayısı azalan parklar. Bir gün akşama doğru herkes

evinde yemek masasını kurmaya başlamışken beni Maçka Parkı’nda bunları yazarken bulabilirsiniz. Toprağa değdiğim, kafamı çimlere yasladığım, yamacıma gelen köpekleri

sevdiğim, gözümü gökyüzüne diktiğim an kaygılarım havada dağılıyor. Varoluşum parklarda sakinliyor. Taksinin 40 lirası, seçimler, sınavlar, mülakatlar, kavgalar, adamlar,

kadınlar ve hatta ölüm bile bir süreliğine kendini parklarda unutuyor. Parkı oturma odasına çeviren herkese selamım var! Başı gözü üstüne…

*VAROLUŞÇU ANALİZ VE LOGOTERAPİ EĞİTİMİ NOTLARINDAN

Page 22: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

* h a i k u : 5 - 7 - 5 h e c e d ü z e n İ n d e 3 d İ z e o l a r a k y a z i l a n g e l e n e k s e l

j a p o n ş İ İ r İ t ü r ü .

haikular*

kuzguni’den

kanadın yormahüzün bir kelebektirömrü tükenir

---

günebakanaarsız güneşin hükmüboyun büktürür

22

kartvizit

antikacıydıönü şiir arkası

edip cansever

Page 23: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 23

berna’dan

Page 24: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir24

S o r A M A d I

-

Z af Z af

s ı ğ am a d ı

Page 25: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 25

S I Ğ A M A d I

B A K A M A d I

Page 26: Iki buçuk ayda bir #4

ö Z G ü R L ü ğ ü N R İ T m İ

-

Bunca kötülüğün ve umutsuzluğun arasında hayatın f ilm sahnelerine dönüştüğü kimi anlar vardır: Yavaş yavaş müzik başlar arka planda, basın tok sesi trompetin iç gıdıklamasına zemin oluşturur, haf iften tozlu sahneye çıkarmış gibi sepya tonlu bir ortama adım atarsın... İşte tam da o sırada müziğin tonu iyice oturmuş, belli bir tempo tutturulmuştur bile. Ve bir de bakmışsın o salınıma ayak uydurarak hareketlenmeye başlamışsın sen de… Sonrasında bildiğin tek şey ise karşı koyamadığın mutluluk hissi, huzur ve aşık olduğun o müzikle birlikte geçen saatleri umursamadan dans edişindir…

2010’lardan çıkıp bir anda geçmişe, Woody Allen’ın Paris’te Geceyarısı f ilmi gibi 20’li, 30’lu, 40’lı yıllara gittiğinizi düşünün, hem de bunu her hafta birçok kez yaptığınızı. Swing müziği ve dansının dünyasına girmek çocukluğunuzdan beri beklediğiniz büyülü kapının açılması gibi bir

26 iki buçuk ayda bir

Page 27: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

hissiyat. Yavaş yavaş, gerçekten uğraşarak ve dansı hayatının önceliği yaparak ilerleyebildiğin,

hobi demeye dilimin varmadığı bir tutku. a h M ü z e y y e n h e m d e ç o k d e r i n t u t k u !

Öyle ki, dans etmeyen arkadaşlarından birçok kez azar işittiğin, ailenin tüm gece zıp zıp ne yaptığını

anlayamadığı, tüm paranı ve zamanını sabahın köründe başlayan derslere girmek için harcayıp,

kendini bir kampa kapatıp, bezdirici işler yaparak geçirmeyi göze aldığın ve profesyonel

olamayacağını bildiğin halde durmadan çalıştığın bir kısır döngü. Sonu olmayan, hem ruha hem

bedene iyi gelen harika bir döngü…

Bilen vardır, bilmeyen çoktur; hayat değiştiren bu vazgeçilemez dans ile ilgili biraz arka plan

vermekten zarar gelmez. 1920’lerin sonu, 30’larınbaşında, Afro-Amerikan bir dans olarak

Harlem’de kendini bulan, çokça doğaçlamalı, bolca eğlenmeli ama en önemlisi swing müziğiyle

birlikte biraz da başkaldırının, Afro-Amerikan kültürünün kendini özgürce temsilinin bir

dışa vurumu diyebileceğimiz bir tarihe sahip Swing dansları. En ünlüsü Lindy Hop olmakla

beraber Blues, Balboa, Boogie-Woogie, Solo Caz gibi çeşitleri ve tabii ki her birinin ayrı ayrı hayranları da var dünya çapında. Lindy Hop’tan

bahsedip yakın zaman önce kaybettiğimiz Frankie Manning’in adını anmamak olmaz.

Çünkü kendisi hem bu dansın hem de bu dans kültürünün dünyaya yayılmasını sağlayan en

önemli isimdir. Manning’in enerjisi ve yüzündeki 1. FRANkIE MANNING_1914-2009

2. FOTOĞRAF: SELİN ÖZDEMİR

-

G ü l d e n i z ş e n s oy

içten gülümseme size bu dans hakkında her şeyi anlatabilir kolayca.

Ancak, beni asıl heyecanlandıran şey yıllarca ne olduğunu bilmeden arayıp durduğun bir şeyin gelip tam da hayatının en ortasına oturmasının şaşkınlığı ve aslında bir de, onu bir şekilde bulabilmiş olmanın mutluluğu. Hem sana ait olan hem de, en klişe tabiriyle, paylaştıkça çoğalan bir yapı, oluşum, birliktelik, hissiyat ve durmadan değişen var oluş hali çünkü dans, lindy hop. Kulağa biraz komik geliyor belki ama müziğin güzelliğini bazen yakın bir arkadaş bazense hiç tanımadığın bir insanla paylaşmanın hazzı, her bir seferinde bambaşka ruh hallerine bürünmenin bilinmezliği insanı her seferinde heyecanlandırıyor.

Zaman, dil, ırk, cinsiyet, f ikir kalıpları, yaş ve beden sınırları tanımayan bir dünyaya ait olmanın özgürleştiriciliğini birinci elden tatmanın zevkine, ritmin ve enerjinin evrenine bir yolculuk... Ama aslında buradaki asıl özne dans değil, en basit anlatımıyla sevdiğin şeye sığınmanın, hem birey hem topluluk olma hali. Çünkü aslında önemli olan, şu bir kere geldiğimiz ve biraz da şansa yaşadığımız hayatta gerçekten keyif alacak bir şeyler bulup ona sımsıkı sarılmak. Sarıldıkça çoğalmak, daha da büyümek ve bir şekilde hem aklını hem bedenini hem de ruhunu koruyabilmek… Bir yandan da özgürleştiğini hissetmek elbette!

27

Page 28: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

S A U L F İ AL á s z L ó N e m e s - 2 0 1 5

- G é z a R ö h R i G , L e v e n t e

M o L n á R , U R s R e c h n

Sinemada kadrajla izleyiciyi sınırlamak bize çok tanıdık gelen bir his olmalıydı aslında. Zira bu ülkenin kadrajıyla her gün dünyamız sınırlanıyor.

Bu dar dünya kadrajına sıkışmış bir neslin sineması o neslin tepkisi oluveriyor. Parçalıyor kabını. İçindekileri saçıyor oraya buraya. İşte Türkiye Sineması’nın en derininde bu his var

zannediyorum. Gözü kapalı, kulağı tıkalı dünyaya gerçekleri olduğu gibi ve olan şekliyle, dolayısıyla her açıdan ve her detayıyla anlatmak… Halbuki sinemanın kendi başına bir

iletişim yöntemi olduğuna ve yönetmenin gerçeği kopyalayan kişi değil, gerçeği en konsantre haliyle yeniden üreten kişi olduğuna ne zaman ikna olacağız? Öyle ki yönetmen dünyevi

ve varoluşsal tüm yapılanmaların bireyde nasıl tezahür ettiğini teşhis eden bir doktor, bu yapıyı bozup kendi diliyle yeniden inşa eden bir tanrı ve insanları bu yapıya dahil edecek bir

mıknatıs gibidir.

Son of Saul (2015) László Nemes’nin ilk uzun metraj filmi. 1944 Auschwitz kıyımında geçen

F İ L m K R İ T İ K

28

Page 29: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 29

hikayenin ana karakteri Saul, kendi ölümünden önce diğer Yahudilerin kıyımında Nazilere yardım etmeye zorlanan bir esirdir. Hikaye Saul’un yakılmak üzere krematoryuma taşıdığı insanlar arasındaki bir çocuğu kendi oğlu sanmasıyla- ya da o ihtimal ile yüzleşmesiyle- başlar. Saul çocuk için dini ritüellere uygun bir cenaze arayışı içinde tüm kıyımı kendi psikolojisi üzerinden izleyiciye sunacaktır.

Konu itibariyle yeterince sarsıcı bir film olan Son of Saul, aynı sarsıntıyı teknik yaklaşımıyla da sürdürmüş. Öyle ki izleyicinin görsel açlığını doyurmayı seçmektense, ki yönetmenin elinde bunu yapabilecek gani gani malzeme olduğu yadsınamaz, izleyicinin tüm odağını filmin ana karakterine kanalize etmiş. Bu durum izleyicinin gördüğü ile görmek istediği arasında hatırı sayılır bir kontrast yaratıyor. Kamera takibi ana karakter odaklı ve Saul işini yapıyor. Kamera deyim yerindeyse bizi acımasızca Saul’e tabi tutuyor. Yönetmen tüm sinikliğiyle kadrajı dar ve tüm netliği Saul üzerinde tutarak izleyiciyi nefessiz bırakıyor. İlk bakışta çok riskli bir yöntem gibi görünse de film başladığında, bir süre, hareketsiz oturamıyorsunuz. Dikkatinizi Saul haricinde her şeye verme ihtiyacıyla kadrajın sağını solunu araştırıyorsunuz. Ancak sizi tatmin edecek netlikte ve açıklıkta bir veriye ulaşılamıyor. Görmek istediğiniz tüm vahşet ya net alanın dışında ya da kapalı kapılar ardında. Tüm o bilinmeyen, bugüne kadar saklanmış detayları arzulamayı yönetmene teslim olmanız gerektiğini anladığınız an bırakıyorsunuz. Çünkü yönetmen açıkça şunu söylüyor: ‘Bu hikaye sizin yaşananlarla ilgili merak ettiklerinizi değil, Saul’ü anlatıyor. Gaz odalarında bağıran insanları değil, o insanların ölü bedenlerini kaldıran Saul’ü izliyoruz.’

Filmin balı yönetmeni Nemes ise kaymağı görüntü yönetmeni Matyas Erdely. Film, aktüel çekilmiş uzun tek planlar silsilesi. Kameranın motivasyonunu hikayenin ta kendisini oluşturuyor. Bu yüzden de film tıpkı hayat gibi başınıza geleni size tanıtıyor, ona uygun bir bakış açısı ve onunla baş edebilecek araçlar ürettiriyor. Önceleri biraz dirensek de Saul’ü fark ediyor ve sonra filmi onun psikolojisiyle takip ediyoruz. Teknik yaklaşım ise sürekli sırtımızı sıvazlıyor: ‘şimdi doğru yerdesin, burayı hisset.’ 35 mm çalışılmış filmin renklerinin kurduğu görsel yapı tüm hissiyatı deşifre ediyor. İzleyici kirleniyor, ateşlerin ve kaosun ortasındaki soğuk soğuk terleme hissini yaşıyor. Renkler mekanın kokusunu ele veriyor ve film 5 duyu organını ele geçiriyor. İşte o andan itibaren yalnızca film izlemiyor, hikayeyi yaşıyorsunuz.Nemes size orada olanları birebir deneyimletmiyor, onun yerine orayı deneyimlettirerek sizi kendi gerçeğiniz ile baş başa bırakıyor. Hikayedeki tüm ilişkilenme biçimleri birden tanıdıklaşıyor böylece.

-

B e s t e Ya m a l ı o ğ l u

Page 30: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

İki sene oldu bu işin içindeyim. Bu iş dediğim, mülteciler ve sığınmacılardan ibaret. Suriyeli sığınmacılarla çalışırken en çok duyduğum kelime: “Sefer”. Üçüncü ülkeye gitmek,

bu ülkeden çıkmak demek, umutlu bir gelecek demek onlar için sefer. Ve ben iki senedir gözümün içine bakan, ülkesinden edilmiş insanlara yine gözlerinin içine bakarak bu ül-

keden yasal olarak gitmenin çok uzun bir süreç olduğunu ve çok küçük bir ihtimal olduğunu söylüyorum. Kimine göre kalpsizce, kimine göre dürüstçe. Söylemek zorunda olduğum

işim; işimin bir parçası olduğu için söylüyorum bunu. Söylemem gerek. Söylemezsem hayaller devreye girer. Zaten hayalsiz bırakılmış insanlara yalandan hayaller vermeye

hiç hakkım yok. Kimse gelmek istemedi bu ülkeye ve herkes de gitmek istiyor. O yüzden bu ülkeden umutsuzca da olsa, zaman zaman ölerek de olsa kaçabilme ihtimali, bu insan-

lar için en nihayetinde bir umut, tünelin sonunda bir ışık olabileceğinin kanıtı. Burada oturup çürümeyi beklemektense, hayatları için bir şey yapıp gerekirse o uğurda çürüme

f ikri daha cazip geliyor. Dahası, Ortadoğu’dan bakınca toz pembe gözüken Avrupa’ya tokat gibi çarpıyorlar, dünyanın kuzey taraf ları, hiç bilmedikleri, hep mesafeli durdukları insan-

lar tarafından akına uğruyor. Bir telaş alıyor ya herkesi, TV kanalları, gazeteler bu haber-lerle çalkalanıyor, devlet başkanları açıklama yarışına giriyor. Bu zorunlu ve çoğunlukla

gönülsüz temasın yarattığı şaşkınlık hoşuma gidiyor. Çünkü birileri sonunda onları görüyor ve yaşanması gereken panik hali geç de olsa yaşanıyor. Kirli çamurlu, kara kuru gördükleri

insanlar o pembeliği silip atıyor. Ve o kirli çamurlu gördükleri insanlar da bir süreliğine görünür oluyor. Şu an dünyayı zorunlu göç yönetiyor. Kim ne derse desin, bu panik ve bu

heyecanın başka sebebi yok. Zorunlu göç eden, yollara düşen, denizler dibine batan, sa-hiller kıyısına vuran insanlar, herkesi silkeleyip duvara çarpıyor.

“ s e f e r “

-

E zg i Ka ra o ğ l u

30

Page 31: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 31

-

B e r n a Ay

Page 32: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

Hong Kong’da uçmuyor kuşlar

Uçsa da biz göremiyoruz.

Bu, bir gezi yazısından ziyade şehirle kurduğum ikircikli ilişkinin bir acayip yansıması olacak.

1997 Temmuz ayına kadar İngiliz sömürgesi olarak yönetilmiş bu adalar toplamına ayak bastığımda herşey çok güzel başlamıştı. Havaalanı sakin, kaossuz, yönlendirmeler

olabildiğince açık. Valizimi sakince aldıktan sonra, önceden araştırmış olduğum, bizim İstanbulkart benzeri Octopus kartı satın almak üzere danışmaya gittim. Hong Konglularla ilk İngilizce konuşma deneyimim de bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Bir

kaç kez “Efendim, ne dediniz, pardon neresi” dedikten sonra Octopus kartı başarıyla alıp, metro hattına yöneldim. Şahane! Metro hattı, valizi aldığım yerden sadece 4

dakika uzaklıktaydı. Zaten okumuştum metro sisteminin harikulade gelişmişliğini ama insan görünce yine yeni yeniden etkilenebiliyor. Elimde rehberim, etrafı incelemeye koyuldum. Metro yer altından çıkıp gün ışığıyla karşılaşınca gerçekten de bir adalar

grubunun içinde olduğumu anladım.

Hong Kong

-A s ya

32

Page 33: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir 33

ince/uzun/muntazam top lu konut la r.

Şehrin ilk kareleri; alaca tonlardaki yeşiller gözümü aldı. Tropikal muson iklimi ve henüz metrodan inmediğim

için farkında olmadığım taşkın nem, bu yeşil tonların da mimarı.

Yeşile övgünün içinde bahsetmeden geçilemeyecek derecede yeşilin

içinden yükselen ince uzun binalar bizim TOKİ’ler gibi epey çirkin ama

yaygın ve muntazam bir şekilde uzanıyordu gökyüzüne. Daha sonra, gezerken, şehrin başka bölgelerinde

de göreceğim üzere, bu toplu konutlar, şimdiki adıyla Hong Kong özerk

devletinin1 , 1973’ten bu yana inşa ettiği uygun fiyatlı sosyal konutlarmış.

Bu kadar ince ve uzun olmalarının sebebi, artan nüfusa karşı bir önlem

olarak alandan tasarruf etmek. Takdir edilesi bir sosyal politika inşaası

aslında çünkü Hong Kong tam bir kapitalizm başkenti! Şehrin merkezine

gelmem ile kalabalığa ve her yerden fırlayan ışıklı, markalı, reklam

panolarına tostlamam bir oldu. Ayrıca metronun içinden çıkmam yarım

saat sürdü. Metro yerin 7 kat altında olduğundan değil, insan trafiğinden!

Metrobüse binmedim sanılmasın ama öyle değil. Daha kalabalık. Ne kadar

da boğuk bir yermiş diye düşünmeye başlamam bu insan kalabalığından mı oldu derken soluduğum havanın nemi

burnumu yakmaya başladı.

İlk gece kalacağım hostel, sonraki 6 gece konaklayacağım üniversite

lojmanından farklı bir yerde, şehrin ana merkezlerinden birinin göbeğindeydi. Gece sayısını yanlış

hesaplayınca, üniversiteyi arayıp bir gece daha uzatmalarını rica

edemedim çekingenlikten. Sonra da ilk gecemi geçirmek üzere, e bir

de şehir merkezini gece göreyim diyerek adı içinde “mansion” geçen

bir yerden rezervasyon yaptırmıştım. İşte o mansion’ı ararken nefes almanın

ne kadar da tuhaf bir deneyim olabileceğinin farkına vardım. Nihayet

mansion’ımı buldum. Havaalanında

başlayan insani hal nedense kendini kalabalık ve şiddetli bir dışlayıcılığa bıraktı. Kendimi yalnız ve yabancı hissetmem için gerekli ortam koşulları sağlanmıştı. Mansion dediğim bina, ortasında avlusu bulunan 20 katlı ama her bir katta 4638 odalı koskocaman bir kompleks. Kendi içinde bir ghetto adeta... Bu ve benzeri binalardan oldukça çok vardı etrafta. Kokularınsa tarifi zor. Her çeşit kesif lik hakim. Kalacağım odaya nihayet, asık suratlı ve hatta bir de suratını göstermeden kapı arkasından yönlendiren zevatın ardından, geldim. Oda diyorum, oda deyince herkesin gözünde farklı şeyler canlanıyor olabilir elbet ama bu oda gördüğüm odaların en miniği. Gelmeden önce Hong Kong ile ilgili bir iki şey okuyabilmiştim. Hatta tavisye olarak buraya not düşmek isterim2

1 “ T E k D E V L E T , İ k İ S İ S T E M ( O N E c O U N T R y, T w O S y S T E M S ) ”

O L A R A k D A T A N I M L A N A N y Ö N E T İ M İ y L E H O N G k O N G

İ N G İ L T E R E y Ö N E T İ M İ N D E N Ç I k I P Ç İ N ’ E İ A D E E D İ L İ N c E Ö Z E R k

O L A R A k y Ö N E T İ L M E y E b A Ş L A N M I Ş . D E T Ay L A R I N A Ç O k D A

H A k I M O L M A M A k L A b E R A b E R b U Ö Z E R k L İ Ğ İ N b E N İ M İ Ç İ N E N

S E V İ N D İ R İ c İ y A N I H O N G k O N G ’A G İ D E R k E N Ç İ N ’ İ N A k S İ N E

V İ Z E A L M A k Z O R U N D A O L M Ay I Ş I M O L D U .

2 b L A D E R U N N E R ’ D A N F I R L A M I Ş Ş E H I R H O N G k O N G :

G E Z I L E c E k y E R L E R V E İ P U Ç L A R I . 3 M A R T 2 0 1 5 .

H T T P : / / O I T H E b L O G . c O M / 2 0 1 5 / 0 3 / 0 3 / H O N G - k O N G - G E Z I -

R E H b E R I - G E Z I L E c E k -y E R L E R /

Page 34: Iki buçuk ayda bir #4

çünkü Hong Kong’da yalnız başıma gezerken kıs kıs gülmeme sebep olan ve gezilesi görülesi yerleri bir çırpıda

aktaran güzel bir rehberim olmuştu. Odaların küçüklüğü de buraya not düşülen bir Hong Kong özelliğiydi

(belki diğer Asya memleketleri de öyledir, bilmiyorum). Yine de

tualetin hemen üstünde bulunan duş başlığının bir tuhaf tablo sergilemesi

ve insanın nerede duracağına tam vakıf olamaması pek tabii anlaşılacak

şeylerdi. Hızlıca kendimi tekrar sokağa attım, yağmur bardaktan

boşanırcasına tabirine uyumlu bir şekilde yağıyordu.

Bir haftadan biraz daha kısa süren gezimde farkına vardım ki alfabesi

bu kadar estetik olan memleketin ne binaları ne de başka bir mimarısı

vardı sempatik veyahut estetik. Göğü delen gökdelenler, kuşları

görememek için birebir. Tabii gökdelenperver biriyseniz Hong

Kong bu olayın mezbahı olsa gerek. Hele ki upper class muhiti Hong

Kong adası ve “Central” denilen bölge finans kalbin çarptığı, ışıkların gök tırmalayıcılarından eksik olmadığı

iki buçuk ayda bir

bir bölge. E az buz değil, Hong Kong kişi başı gayri safi milli hasılanın dünyada ilk 10’da olduğu coğrafyalardan biri. Tabii sokaklarında gezerken muhteşem gelir eşitsizliğini ve kirliliği görmemek imkansız. Street Fighter benzetmesi tam bir klişe olsa da tekrarlamadan edemeyeceğim. Görsel bir faydası olacağını düşünüyorum.

Estetik hiç mi bir şey yok? Var pek tabii. En azından benim için tapınaklar pek kıymetliydi. Şehrin hemen hemen her bölgesinde irili ufaklı, tütsüsü hiç eksik olmayan, kırmızının tonlarını mümkün mertebe barındıran pitoresk mekanlara girmekten kendimi alamadım. Hususi arayıp bulduklarımın dışında karşıma çıkan bütün tapınaklara girmiş olabilirim. Bazılarının ilginç bir özelliği vardı ki o da birden çok dine hizmet ediyor olmalarıydı. Taoizm, Budizm ve Konfüçyüsçülük olarak 3 dini barındıran kompleks bir tapınak vardı ki çevrelediği yeşillik ve serinlik uyandıran suların aktığı doğasıyla içinden çıkıp ayrılmamı güçleştirmişti. Dinsizi inançlı yapar bu tapınaklar demeyeceğim ama mistik mistik hissetmemek de elde değil!

gece bak ış ı .

Page 35: Iki buçuk ayda bir #4

iki buçuk ayda bir

Çok sıcak olduğunu söylemiştim değil mi? Hele o nem yok mu? Yalnız gezerken farkettim ki insanlar o kadar da ince giyinmiyorlar. Ben daha ne kadar çıplak olabilirim diye ikinci günden düşünmeye başlamışken insanların görece kalın hallerinin mantığını dördüncü günün sonunda hapşırmaya başlayınca anladım. Metrolar çok soğuk ve insanlar sokağa çıkmadan o metrodan öbürüne geçip çalıştıkları yere neredeyse gün ışığı görmeden gidebiliyorlar. Sadece metrolar değil binaların içi de buz gibi. Klimaların son ses çalıştığı yer belki de, çünkü cadde üzerinde giderken binaların giriş kapılarının altından dışarıya vuran soğuktan bile üşür oldum bir süre sonra. Ve her tarafta gördüğüm “Please wear a mask if you have a cough or cold” uyarıları daha anlamlı bir hale geldi. Daha sonra Hong Kong’un hava kirliliği meselesinde sorunlar yaşadığını ve bu uyarıların biraz da buna istinaden olabileceğini düşündüm. Mamafih, ağzında maskeyle gezen çok fazla insan görmek biraz ürkütücü olabiliyor. Bir çok şehir rehberi var Hong Kong ile ilgili. Ben bir gezi yazısından ziyade minik gözlemlerimi paylaşmak istedim. Minik insanlar, uzun binaların olduğu bu ülke beni fazlasıyla doyurdu. Bir daha gider miyim, emin değilim ama varsa imkan sakince tavsiye ederim!

Not düşmekte fayda var. Bu minik gezi Haziran 2015’te gerçekleşmiştir. Mevsimler önem taşır.

3 M E T R O S İ S T E M İ N İ N H A R İ k A İ Ş L E D İ Ğ İ N İ D E S Ö y L E M İ Ş T İ M

S A N I R I M . Ay R I c A G E N E L O L A R A k T O P L U T A Ş I M A N ü F U S U N

y ü Z D E 9 0 ’ I N I k A P S I y O R M U Ş ( w I k I P E D I A b İ L G İ S İ c A N D I R ) .

4 Ö k S ü R ü Ğ ü N ü Z y A D A S O Ğ U k A L G I N L I Ğ I N I Z V A R S A L ü T F E N

M A S k E T A k I N I Z .

gece bak ış ı .

son

Page 36: Iki buçuk ayda bir #4

y a z ı l a r ı n ı z ı v e ç i z i m l e r i n i z i b i z i m l e p a y l a ş ı n : i k i b u c uk a y d a b i r @ g m a i l . c o m