pecyafİyati 1 lİra kapak resmimiz İrtibat bürosu yassıadaya giden yol kendi aramızda sevgili...

36

Upload: others

Post on 02-Jan-2021

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek
Page 2: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

pecy

a

Page 3: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

A K İ S Haftalık Aktüalite Mecmuası

Yıl: 6, Cilt; XIX, Sayı: 334 Yazı İşleri

Rüzgarlı Sokak Ovehan Kat 3 Daire 7 Tel : 11 89 92 P. K. 582 - Ankara

İdare : Denizciler Caddesi 23/B

Rüzgârlı Matbaa Tel: 11 52 21

İstanbul Bürosu Cağaloğlu Türkocağı C. Gürsoy Han

Tel : 27 12 07

Başyazar

Metin Toker

AKİS Neşriyat Ltd. Şirketi adına imtiyaz sahibi ve yazı işlerini fiilen

idare eden mes'ul müdür Kurtul ALTUĞ

Karikatür : TURHAN

Fotoğraf : Hüseyin EZER

Associated Press Türk Haberler Ajansı '

Klişe : Doğan Klişe

Müesese Müdürü Mübin TOKER

Bu mecmua Basın Ahlâk yasa­sına aymayı taahhüt etmiştir.

Abone şartları : 3 aylık (12 nüsha) : 10.00 lira 6 aylık (25 nüsha) : 20.00 lira 1 senelik (62 nüsha) : 40.00 lira

İlân şartları : Santimi : 20 lira

S renkli arka kapak : 2.500 TL. İlan işleri :

Telefon : 11 53 21 Dizildiği ve basıldığı yer :

Dizildiği yer ; Rüzgârlı Matbaa

Basıldığı yer ; Güneş Matbaacılık T.A.Ş.

Basıldığı t a r i h : -27.11.1960 FİYATI 1 LİRA

Kapak resmimiz

İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol

Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları,

Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek se­yirlerini takip ederken, yâni Korucu Meclis çalışmaları devam eder

ve partilerde gürültüye yal açarken, üniversitelerin 147 öğretim üyesi kaybolmuş eşeklerini bulmak için gayret saffederken, M.B.K. yeni bir zihniyet içinde mütemadiyen toplanır, fakat kapılarım kapalı tutarken Yassıadada son derece alâkalı hâdiseler cereyan etti. Bu yüzdendir ki elinizde tuttuğunuz sayı YASSIADA DURUŞMALARI faslıyla başla­maktadır ve mecmuanın pek çok sayfası o fasla ayrılmış bulunmakta­dır.

Bitirdiğimiz haftanın sonunda Adada açılan yeni bir Görülmemiş Kepazelik dosyası, Adnan Menderes üzerinde nakavt edici bir tesir bı­rakan ilk dosya oldu. Örtülü ödeneğin sarfediliş tarzı sâdece bütün bir devre değil, kendisini on yıl müddetle koca millete değişik şekilde ta­nıtmaya muvaffak olan bir adama ışıkların en kuvvetlisini tuttu. Men­deres devletten para almıyormuş.. Menderes maaşını bile çekmiyor-muş.. Menderes Allah rızası ve memleket aşkı için çalışıyormuş.. Men­deres kurban kestiriyor, cebinden yardımlar yapıyor, Eyüp camiini şahsen ihya ediyormuş.. Bütün bu palavra âbidesi bitirdiğimiz haftanın sonundaki o gün Yassıadada bir tek fiskeyle yıkılıverdi. Yıkılıverdi, hem de adada Menderesi ezerek, pestile çevirerek.. Bütün bir duruşma gü­nünün sonunda, ortaya çıkan çıplak hakikatler düşük efendiye kaçacak tek açık kapı bırakmadı ve Menderesin ne çapta bir vurguncu olduğu­nu gözler önüne serdi. Vergisinden cımbızına, viskisinden jartiyerine, mutfak masrafından çocuklarının okul taksitlerine her şeyi devlete ödeten Menderesin gelip geçmiş Örtülü Ödenek farelerinin en dehşeten­gizini teşkil ettiği anlaşıldı. Anlaşılan başka bir şey Menderesin ya ver­gi kaçakcısı, ya da bir palavracı olduğudur. Zira milyonluk servetin­den -babasından kalma- bahsedilen bu adam yılda 28 bin Ura gelir ver­gisi ödemekte ve zaten o parayı da elini millet hazinesine daldırarak sağlamaktadır. 28 bin liralık gelir vergisi ise senede azamî 100 bit li­ralık bir gelirin mukabilidir. Menderesin .. eline demek ki ayda sekiz bin lira kadar bir para geçmektedir. Sekiz bin Ura ise üstadın metres­lerine hediye parasını karşılamamaktadır. Eğer Başbakanlığa yüksel­miş bu zat bir vergi kaçakçısı değilse, D.P. çetesinin baş hırsızıdır ki bu, çetenin daha küçük çaptaki efradının, Zorlunun ve Polatkanın, Erkme­nin ve Mandalincinin nasıl olup ta öylesine fütursuz davranabidiklerini mükemmelen izah etmektedir.

Fakat bitirdiğimiz hafta Yassıadanın cazip tarafı bundan ibaret kalmadı. Yüksek Adalet Divanı üç dosyayı daha karara bağladı ve bun­ları rafa kaldırdı. Vinileks içinde, Ökmenin arsa satışında ve Erkmenle Mandalincinin açıkgözlük hâdisesinde Divanın hükmü, gene mûtad veçhile, üstü pek az açık şekilde bildirildi. YASSIADA DURUŞMALA­RI faslımızda sanıkların kararları nasıl dinlediklerinin, ne hale gel­diklerinin bütün tafsilâtını bulacak, "sanki siz de oradaymışsınız" gibi her şeyi gözlerinizle görmüş olacaksınız. Aynı fasıldaki "Duruşmala­rın Anatomisi" başlıklı yazıda eldeki dosyaların en doğru tasnifini bu­lacaksınız. "Merhametten Maraz" başlıklı yazı ise son derece mühim bir meseleye, Menderese ailesiyle görüşme müsaadesi verilmesinin va­tan sathında yol açtığı fiskosa temas etmektedir.

YASSIADA DURUŞMALARI sayfalarının bir kısmı, duruşmalar yeniden alâka çekici hal aldığından dolayı bütün İstanbulun gözlerini çevirmiş olduğu İrtibat Bürosunun hikâyesine ayrılmıştır. Yassıadanın şehirdeki kapısı olan bu büronun nasıl kurulduğu, nasıl çalıştığı ve da­vetiyelerin nasıl verilip davetlilerin Adaya nasıl yolcu edildikleri hoş bir hikâye havası içinde, bütün tafsilâtıyla anlatılmaktadır.

YASSIADA DURUŞMALARI faslımızı, YURTTA OLUP BİTENLER sayfalarımız takip etmektedir. O sayfalarımızda, başkentte bitirdi­

ğimiz haftanın son günlerinde esen hava tam bir sadakatle nakledil­mektedir. Partilerin Kurucu Meclis karşısındaki tutumlarım anlatan "Partiler" yazısı ciddi bir tetkik sonunda hazırlanmıştır. Kurucu Mec­lis hâdisesinin gelişmeleri ve Üniversitenin meşhur derdi de kendilerine ait kısımda enine boyuna ele alınmış, bu işlerin nasıl bir sonuca vara­cağı belirtilmiştir.

Saygılarımızla AKİS

3

pecy

a

Page 4: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

Cilt: XIX, Sayı: 334 A K İ S HAFTALIK AKTÜALİTE MECMUASI

28 KASIM 1960

YASSIADA D U R U Ş M A L A R I

Kararlar M u k a d d e r â k i b e t

Dört t ip salondan içeri girdiklerinde, Yassıadada saatler 9.20'yi göste­

riyordu ve günlerden cumartesiydi. Önde, kusur işlerken ele geçmiş okul talebesine benziyen Hasan Polatkan vardı. H e r zamanki koyu mavi, iki düğmeli, zayıflamış vücuduna bol ge­len elbisesini giymişti. Arkasından gelenler, D . P . devrinin tipik iş ada­

mı örneklerinden üçüydü. Duruşma salonu müdavimi gazetecilerin "Vi-lileksçi" diye isimlendirdikleri Hüse­yin Altan, Necat i Dölay ve "komik-i ada" Ragıp Sipahi heyecanlıya benzi-yorlardı. Hüseyin Altan düşük Mali­ye Bakanının hemen gerisindeydi, Gri pardesüsünü ve aynı renk kasketini eline almıştı. H a n i dokunsan ağlaya­cak gibiydi. Uzun boylu Necat i Dölay arkadaşlarının en metiniydi. Belki kurtulacağını ümit ediyor, belki de ümidini kaybetmiş bulunuyordu. F a ­kat celse açıldığında, birinci ihtimalin varit olduğu ortaya çıkt ı . Mutad veç­hile sırayı kapatan gene Ragıp Sipa­hiydi, Polatkanın bu, patavatsız ve ihtiyatsız i ş o r t a ğ ı -ama asıl p a t a v a t -sız olan İhti ladi, zira düşükleri fe­nersiz, kendilerine marifetlerinin de-illerini imha fırsatını vermeden ya­kalanmıştı gözünde gözlükleri, s ırt ın­da dağınık kıyafeti, sallana sallana yürüyordu Sanık mahalline z a t e n d ö r t sandalya konmuş ve dinleyiciler -ha­pishane tabiriyle- İlk "nal lanacak"la-rın Vinileksçiler olduğunu anlamış­lardı.

Sanıklar, artık alıştıkları yerlere oturdular . Dinleyicilere en yakın is­kemle düşük Maliye Bakanına a i t t i . Geldikleri sırayla Vinileksçiler de ö­teki iskemlelere çöktüler. Bilhassa Hüseyin Altanın korkudan tirt ir t i t -redigi görülüyordu. Pek çok kimse bu yaman iş adamına baktı ve D . P Türkiyesinde Menderesin her mahal­lede o beş t a n e olduğunu bildirdiği m i l y o n e r l e r i n ne çeşit tiplerden se-çildiğini keşfe çalıştı. Hesap saati ge­lip çattığında başka her türlü hesabın üstesinden gelen tilki kılıklı Hüseyin Altan pejmürde bir insan müsvedde-lere dönmüştü. Necat i Dölay elinde bir takım kâğıtlar tutuyordu. Ragıp

4

D ü ş ü k B a y a r v e d i ğ e r l e r i Y a s s ı a d a d a

Bir devrin h e s a b ı n ı veriyorlar

Sipahi ise boynuna kulaklığı geçirdi ve büsbütün gülünç hal aldı. Saat t a m 9.30'da evvelâ çakı gibi bir hava yüzbaşısı sert adımlarla hakimlere ayrılan plâtforma geldi bir dönüş ya­parak duvar kenarında vaziyet aldı. Başta Başkan Başol, hâkimler ve sav­cılar içeri girdiler. Herkes ayağa kalk t ı . Başol celseyi açtığında derin bir sessizlik ortalığı kapladı. Bir a n , hani sinek uçsa kanadının sesi duyulacak­t ı . Sanıkların d ö t avukatı da, aşağı yukarı müvekkilerininkine eş bir h e ­yecan içinde hâkimleri süzüyorlardı. Karar okunacaktı .

F a k a t , sanıkların en metini Neca­ti Dölayın söz istediği görüldü. H a l ­buki Başkan Başol "Gereği görüşül­dü.." diye kararı açıklamak üzere bulunuyordu. Başkan:

"— Ne v a r ? " diye sordu: Necat i Dölay Divana bir vesika

takdim etmek istiyordu. Başkana; "— Ben seyyahatteydim de.." de­

di. Salim Başol, istidanın alınması

için deniz gediklisine emir verdi, fa­kat söylenmekten de kendini alama­dı :

"— Seyyahatteyseniz ne olur?

Buradaki işleriniz dönüyordu.." U z u n boylu Vinileksçinin istidası

okundu. Necat i Dölay bunda, Ragıp Sipahinin m a h u t mektuplarından bi­rini, Po la tkana verilecek hisse senet­leriyle alâkalı bulunanını yazdığı sı­rada yurt dışında bulunduğunu tev­sik eden vesikaları sunduğunu bildi­riyordu. Başkan, evrakı alıp dosyaya koydurttu. Sonra sanıklara son söz olarak söyleyecek bir şeyleri bulunup bulunmadığını sordu. Hayır, Pola tka-nın diyecek bir şeyi yoktu. Hüseyin Altan ağlamaklı bir sesle "Yok" de­di. Necat i Dölay da bütün söyleye­ceklerini söylemişti. Ragıp Sipahi mikrofon başına geldi ve başını sal­ladı. Başol sordu:

" — N e ? Var m ı ? "

Onun da yoktu. Başol arkadaşla­rıyla kısa bir istişarede bulundu. N e ­cati Dölay yeni bir vesika vermiş bu­lunduğuna göre bunun, hazırlanmış karar ı değiştirecek mahiyette görü­lüp görülmediğinin tesbiti gerekiyor­du. İstişareden sonra Başol "Gereği görüşüldü" dedi. Sanıklar ve avukat­ları ayağa kalktılar. Başkanın dosya­yı Anayasayı ihlâlle ilgili 1 numaral ı dosyaya bağlayacağı biliniyordu. Z i -

A K İ S , 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 5: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

Duruşmaların Anatomisi

Dâvaların Tasnifi Yassıadada dâvalar yavaş yavaş çeşitli bölümlere ayrıl­

dı. Her bölümde bir kaç dosya bulunuyor. Bazısı ö­nemli, bâzısı değil. Sanık diye Divan huzuruna çıkanlan­ların hepsinin de suçlu sayılmayacakları hissediliyor. Bölümleri şöyle sıralamak kabil:

1 — Mühim dâvalar: Bunlardan henüz sa­dece bir tanesi Divan önüne geldi. Bu bir -ve bunların birincisi- Anayasanın ihlali suçuyla ilgili dosya. Anayasanın ihlâli bütün Yassıada duruşma­larının esasını teşkil ediyor. Nitekim bütün diğer davalar, duruşmaları tamamlandığında 1 numarayı ta­şıyan bu dosyaya bağlanıyor. Yassıadanın hemen bü­tün sakinleri bu suçun sanığı bulunduklarından, üstelik bir çoğu hakkında talep edilen ceza idam olduğundan kararların tamamı 1 numaraya alt dosyanın hükmüyle birlikte açıklanacak. Mamafih beraat kararlarının pek az kapalı şekilde bildirilmesi, tamamlanan dâvaların neticeleri hakkında fikir vermekte. "Köpek Dâvasın­da sanıklar suçlu, "Bebek Dâvası"nda suçsuz bulunmuş­lardır.

Mühim davalar bölümüne, ele alınmış olan Anaya­sanın ihlâli dosyasından başka, yakında açılacak bulu­nan Suikastlar ve İstanbul -Ankara Üniversitesi hâdi­seleri dahil. Bunlar, İhtilalin meşruiyetini gösteren dâ­valardır. Tiirk milleti iktidardakiler bir başka çeşit re­jim kurmak için paçaları sıvadıklarından ve sapık ha­yallerini gerçekleştirmek uğruna kan akıtmaktan dahi çekinmediklerinden dolayı, tek kurtuluş çâresi olarak ihtilâli görmüş ve 27 Mayısı gerçekleştirmiştir. Eğer böyle olmasaydı ne millet bu ihtilâli izah ederken İnsan Hakları Beyannamesinden bahsetmek hakkına malik bulunur, ne de Türk Silahlı Kuvvetleri kendi iç hizmet talimatnamelerini gözler önüne serebilirdi. O yüzden­dir ki bu meselelerle ilgili duruşmaların başlaması he­yecanla beklenmekte ve gecikmesi hem üzüntü yarat­makta, hem de zarar vermektedir. Zira çok kimse, ele alınan başka Ur sınıf dâvaya -Fasafiso dâvalara- bak­makta ve kendi kendine sormaktadır: İhtilâl bunun için mi yapıldı?

Yurdun bir takım yerlerinde bir takım insanlar "An­larsınız ya.." der gibi göz kırpmakta, başlarını bir sağa bir sola sallamakta ve "Ne sandınız.," diye mırıldanmak­tadırlar.

2 — Görülmemiş Kepazel ik dâvalar ı : Bun­lar, aşikâr dalavereler, büyük çapta kaşkarikolar, rezilâne suiistimaller ve nüfuz ticaretinin tarihe ge­çecek örnekleridir. Örtülü Ödenek bunların bir tanesi­dir. Vinileks ve İpar aynı sınıfın başka dosyalarıdır. İş başında bulunanların, servet edinmeleri sanki vazifele­riymiş gibi açıkgöz kaşkarikocularla ortaklık kurarak vurgunculuğa kalkıştıkları, devlet parasını fütursuzca ve hiç düşmeyeceklermiş gibi harcadıkları duruşmalar ilerledikçe daha iyi ortaya çıkmaktadır. Görülmemiş Kepazelik dâvaları, siyasi bakımdan Mühim dâvaların önemini sosyal alanda taşımaktadır ve o vesileyle çıka­cak ibret dersi uzun yıllar cemiyet hayatımızda tesir icra edecektir. Eğer büyük düşman komünizmin ekme­ğine sürülen bir tek yağ varsa o da hak edilmemiş, meş­ru yoldan kazanılmamış, "her ticaret biraz dalaveredir" deyip o "biraz"ı da kenara atarak alabildiğine genişle­tilmiş servetlerdir. Bundan sonra Polatkanların ve Zor­luların, Vinileksçilerin ve İparların akibeti nesillere ders

olacak, o çeşit vurgunların, açıkgözlüklerin insanlara saadet ve refah değil, bedbahtlık ve sefalet getirdiği yana kâr kalmadığı görülecektir. Aynı şekilde Mende­res ve Korur, eline örtülü ödenek yani devlet kesesi ge­çenlerin bunu cımbız almak veya oğullarının, kızlarının emrine tahsis etmek gibi marifetlerden kendilerini ko­rumalarını sağlayacaktır. Görülmemiş Kepazelik da­valarının önemi buradan doğmaktadır. Rejim belirli bir zaman mürakabesizlik içine düşse de, 27 Mayıs göster­miştir ki hesap sorma günü ergeç gelip çatmaktadır.

Görülmemiş Kepazelik dâvalarının hususiyeti, hele dosyalarının iyi hazırlanmış olduğu hallerde -ki Vinileks davasında, İpar dâvasında, Örtülü Ödenek dâvasında bunların iyi hazırlanmış bulunduğunun bir delili başlı­ca sanıkların Yüksek Soruşturma Kurulu tarafından oy­birliğiyle Yüksek Adalet Divanına sevkedilmiş bulun­malarıdır- Polatkanların veya Vinilekscilerin, Zorlula­rın veya İparların, nihayet Menderesle Korurun ağızla­rını açamaz hale düşmeleridir. Yaasıada duruşmalarını takip edenler düşük efendiyi hiç bir zaman Örtülü Öde­nek dâvasında olduğu kadar sefil ve perişan görmemiş­ler, gülünç hale geldiğini farketmemişlerdir.

3 Fasafiso dâvalar: Yassıadada açılan bir başka çeşit dosya, fasafiso davalarla ilgili dos­yalardır ve bunlar daha ziyade hatalı bir politik görüşün neticesi olarak ele alınmıştır. Banlar suç ihtiva etmiyorlar mı? Bir çoğu, hattâ büyük ekse­riyeti evet. Meselâ "Köpek dâvası"nın, kanun hükmü altına düşen bir fiille alâkalı bulunduğu Yüksek Adalet Divanının hükmüyle sabit hale gelmiştir. Aynı fasla gi­ren Değirmen dâvası, Erkmenle Mandalincinin zimmet hikâyesi, Ökmenin arsa meselesi gibi dosyalar da suçlu­lar ve suçsuzlar ihtiva etmektedir. Buna mukabil Yük­sek Soruşturma Kurulu tarafından hakkında ademi ta­kip kararı verilen, fakat M.B.K.nce itiraza uğrayarak yeniden Kurula, oradan da Divana sevkedilen Bebek dâ­vasında sanıkların masum bulundukları sabit olmuş­tur.

Ama mesele, suçluluk veya suçsuzluk değildir. Böy­le bir dâvayı Yüksek Adalet Divanının önüne getirmek değer mi, değmez mi? Bebek dâvasının niçin açılmış bulunduğu herkesin artık malûmudur ve savcı iddiana­mesinde bunu gözler önüne sermiştir. Kendisine evliya­lık, peygamberlik atfettiren Menderesin hususi hayatı bir hayasızlık şaheseridir. Hele düşük efendinin, evde kendisini bekleyen, hattâ hâlâ ziyaretine gelen bir ka­rısı olduğunu unutarak "Ayhan Aydan onurlu bir insan olarak benim başka bir alâkam bulunduğunu anlar an­lamaz benimle münasebetini kesmiştir" demesi herke­sin tüylerini diken diken etmiş, talihsiz Berrin Mende­rese yöneltilen ithamların en ağırını teşkil etmiştir. Tıp­kı onun gibi o zimmet, nüfuz ticareti, dalavere ve kü­çük menfaat hikâyeleri bir devrin tablosunu gözler önünde çizmekte, onu renk renk boyamaktadır. Ancak, yaşadığımız günler bu kadar teferruata inmeye müsait bulunmadığı, bizi çok daha mühim dâvalar beklediği içindir ki böyle bir gaye faydadan ziyade zarar vermek­tedir. Üstelik, "bunlardan anlar" sanılan milletin de bunları hiç tutmamış olması, o günler Yassıadanın boş kalması konulan teşhisin hatasını meydana koymuştur.

O konuda şimdi yapılacak iş, hatadan bir an evvel dönmekten ibarettir.

AKİS, 22 KASIM 1960 5

pecy

a

Page 6: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

Ara hükümler o en mühim karar la bir­likte açıklanacaktı. Ama Divanın hükmünü gene de anlamak mümkün­dü. Eğer Başol bu konuyla alâkalı

Tevkif müzekkerelerinin kaldırılaca­ğını bildirirse sanıklar suçsuz görül­müşlerdi, yok böyle bir açıklama yapmazsa üstadlar -hapishane tabi­riyle- nallanmışlardı. Başol, herkesin beklediği veçhile bu Görülmemiş Ke­pazelik dâvasının mahkûmiyetle ne­

ticelenmiş olduğunu belli ett i . Hiç Kimse hakkındaki tevkif müzekkere­sinin kaldırılmasına lüzum yoktu. Karar oybirliğiyle verilmişti.

Sanıklardan Vinileksçiler ve Vini­leksçilerden bilhassa Hüseyin Altan buz gibi donup kaldılar. Tuhaftır, her

halde Dölayla Altan Ragıp Sipahinin mektuplarından haberdar bulunma­dıklarına Divanı inandıracaklarım hayal etmişlerdi. Kim bilir, belki Ragıp Sipahi de "bu adam sapığın biri.." mülâhazasıyla serbest bırakı­

lacağını ummuştu. Sanıklardan en hazırlıklısı Hasan Polatkandı. Diva­nın huzuruna gire çıka usûlleri kıs­men öğrenmiş, kanun hükümlerini tetkik fırsatını bulmuş, neticeyi de tahmin etmişti.

Varılan karara göre Vinileksçiler dışarıya çıkmak imkânım kaybedi­yorlardı. Belki Adadan ayrılacaklar­dı ama bu, bir cezaevini boylamak ve açıkgözlüğün her zaman kâr ge­tiren bir meziyet olmadığını orada düşünmek için olacaktı. Haklarında, Yassıadada görülmesi gereken başka

Aygün Yassıadada tanık mikrofonu önünde Süngüsü düşmüş sahte kumandan

bir dâva olmadığından, Yüksek Ada­let Divanının karar lar ı da kabili temyiz bulunmadığından, gelip çatan mukadder âkıbetlerine artık katlan­mak zorundaydılar.

Ama onların âkibeti, çok temenni olunur ki, seneler senesi, bu toprak­lar üzerinde iş yapacak kimselerden bir kudretli ortak bulup zengin olma yoluna sapmak isteyeceklerin gözleri

Gökay Yassıadada sanık mevkiinde Küçük valinin son filmi

Önünde belirecek ve onlara kulak kü­pesi olacaktır.

Tek sanıklı dâva

Divan, o gün açıklanan bir başka karara daha oybirliğiyle varmıştı.

Nedim Ökmenin, eşine ait bir arsayı İş Bankasına satmakta -daha doğru­lu okutmakta- gösterdiği meharet bir dâvaya konu olmuştu. İşte, Vini­leks duruşmasından sonra bu arsa satışının hesabı görüldü.

Düşük Tarım Bakanı duruşma sa­lonuna alışkın bir edayla girdi. Zaten mahkûmiyetlerin ilkini o, düşük Ba-yarla birlikte meşhur "Köpek Dâva-sı"nda almıştı. Bunu daha başka ce­zaların da takip edeceğinden zerrece şüphe etmiyordu. O bakımdan sâkin bir hali vardı. Her zaman giydiği ma­vi elbisesi ve kahverengi pabuçlarıy­la sanık mahalline tıpış tıpış geldi, ortalanmış bulunan sandalyaya otur­du. Onun da son söz olarak söyleye­cek bir şeyi yoktu. Bir kumar oyna­mış ve bütün ideal arkadaşlarıyla bir­likte kaybetmişti. Şimdi yapılacak iş, bu kaybı sükûnetle omuzlamaktı. Ne­dim Ökmen de, işte bunu yapıyordu.

Başkan Başol karar ı açıkladı: Ar­sa dâvasının da dosyası 1 numaralı meşhur dosyaya bağlanıyordu. Bu, Nedim Ökmenin de -hapishane ta­biriyle- nallandığının işaretiydi. Ni­tekim Başol hükme başka bir ilâve yapmadı. Düşük Tarım Bakanı suçlu görülmüştü. Aslında bu da bir sürp­riz değildi, zira bütün dâva seyri böy­le bir neticeyi tahmin ettirmişti. Yük­sek Adalet Divanının bu dördüncü karar ı da oybirliğiyle verilmişti.

AKİS, 28 KASIM 1960 6

pecy

a

Page 7: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

İki ahbap çavuşlar Şimdi sıra Erkmen - Mandalinci çif-

tindeydi. Salonu, bitirdiğimiz haf­tanın sonundaki o gün dolduran, ya­­alarındaki kartlarda G + 26 rümu­zunu taşıyan ve sayıları G + 25 veya G + 24 rümuzu taşımış olanlara na­zaran daha az olan dinleyiciler gittik­çe heyecanlanıyorlardı. Açıklanan kararların hangi manaya geldiğini tamamile müdrik bulunuyorlardı ve bunlardan dolayı memnuniyetleri yüzlerinden açıkca belli oluyordu. Tecelli eden, adaletin ta kendisiydi. İki eski Ticaret Bakanı birbirlerinin peşi sıra salona girdiler. Önde Erk­men gidiyor, onu Mandalinci takip e-diyordu. Halbuki dâvanın 1 numaralı sanığı Zeyyat Mandalinci, 2 numara­lısı Hayrettin Erkmendi. Nitekim Gi­resunun kısa boylu, ama siyasi ha­yatının sonunda -vurgunculuk yö­nünden değil- müfritlik bakımından azmış bulunan düşük milletvekili de­niz tarafındaki sandalyaya oturtul­du. Sanık mahallinin şeref koltuğu Muğlanın düşük milletvekiline ayrıl­mıştı.

Gri, kruvaze bir elbise giymiş bu­lunan Hayrettin Erkmen -belki Po­latkan gibi boyuna Divan huzuruna girip çıkmaktan- sakindi. Fakat Zey­yat Mandalinci perişandı. Sakalı uza­mışa benziyordu. Gözleri bir gece ev­vel uyumadığını açıkaa belli ediyor­du. Kahverengi kostümü buruşuktu. Gömleğinin yakaları havaya kalkmış­tı ve kravatı düğümlenmiş bir ipi an­dırıyordu. Yüzü kireç gibiydi. Cebin­den bir pembe defterin ucu çıkmıştı. Sanıklar bir sürprizle karşılaştılar.

Salim Başol evvelâ Hayrettin Erkmeni mikrofona çağırdı. İki ah­bap çavuşların kaderi ayrılmıştı. Baş­kan Divanın kanaatini açıkladı Düşük Ticaret Bakanı huzura irtikâp itha­mıyla sevkedilmişti. Fakat dosyayı tetkik eden Divan, eğer bir suç sabit olursa bunun uzun yıllar hapsi ge­rektiren irtikâpla alâkalı maddeye değil, altı aylık bir cezayı kâfi bulan 240. maddeye uyacağını düşünmüştü. Bu konuda Hayrettin Erkmenin söy­leyecek son sözü var mıydı?

Erkmen bir an tereddüt etti. Mad­delerin mânasını ve hukuki farkı an­lamamıştı. Başol vaziyeti tekrar an­lattı.

"— Mütemmim müdafaanız var m ı ? " diye sordu.

Başkan, uzatacak bir husus bu­lunmadığım âdeta belirtiyordu. Dü­şük Bakan evvelâ bir mehil istedi, sonra vak'a hakkında her şeyi söy­lediğini bildirdi, "suçsuzum" dedi. Meseleyi arzetmişti. Fakat konuşkan avukatı Orhan Babaoğlu diretti. Mad­de değiştiğine göre Usulün 258. mad­

AKİS, 28 KASIM 1960

desi kendisine kısa bir mehil isteme hakkını veriyordu. Başkan "Siz bilir­siniz ama.." dedi. Babaoğlu ısrar edi­yordu. Gerçi "Savunmamızı şimdi de yapabiliriz ama.." diye yarım ağızla rıza gösterir gibi yaptı. Fakat Başol buna razı olmadı. Zorluyormuş gö­rünmeye hiç niyeti yoktu. Yanındaki üye Selman Yörükle görüştü ve du­ruşmayı salıya bıraktı. O celsede Babaoğlu madde değişmesi üzerine bir s a v u m a daha yapacak ve karar derhal tefhim olunacak, daha doğru­lu mutad usulle belli edilecekti.

Bütün bu hâdiseler cereyan ederken Zeyyat Mandalinci, suçlu mu, yoksa suçsuz mu bulunduğu hususu hak­kında bir fikir sahibi olmaksızın ay­nı heyecan içinde bekliyordu. Fakat

la Polatkan götürüldükten sonra ge­tirildiler. Bu, günün bir başka atrak­siyonu oldu. Aslına bakılırsa bitirdi­ğimiz haftanın sonundaki o gün hâ­diseler daha sabahleyin, Yassıadaya gitmekte olan Fenerbahçe vapurunda başladı. Gemi henüz Dolmabahçeyi geçmişti ki hoparlörler bir doktorun istendiğini bildirdi. Hasta vardı. Beş dakika ya oldu, ya olmadı. Fenerbah-çenin yolcuları gemilerinin evvela yavaşladığını, sonra durduğunu far¬ kettiler. Gemiye refakat eden jandar¬ ma botu J. 13 yaklaştı ve yanaştı Hasta ölmüştü. İstanbulun eski Ça­lışma Müdürü Kemal Tilkicioğlu din¬ leyici olarak Fenerbahçeye binmiş, bir kalp krizi geçirerek ruhunu he­men o an teslim etmişti. Ölü bir sed­

Zorlu Yüksek Adalet Divanı önünde konuşuyor Burada maval sökmez

Başkan onu mikrofona çağırmadı. Dosyayla alâkalı netice salıya açık­lanacaktı. Soruşturma Kurulu düşük Ticaret Bakanının zimmetine para geçirdiğini bildirmiş ve kendisini o maddeye tevfikan cezalandırılmak üzere Yüksek Adalet Divanına gön­dermişti. Divanın, sevk maddesiyle a¬ lâkalı bir itirazı yoktu. Hâdisede suç görmüşse Mandalinci ceza alacak, görmemişse beraat edecekti. Yılan hikâyesinin sonu Bu kararların açıklanmasının art­

tırdığı tansiyonu evvelâ "Gürbüz Kız Dâvası" yumuşattı, sonra 6/7 Eylül hikâyesinin sonunun yaklaşmış olduğunun öğrenilmesinin yarattığı memnunluk büsbütün ortadan kal­

dırdı. 6/7 Eylül sanıkları Koraltan­

ye içinde bota nakledildi. Bütün yol­cular pencerelere sıralanmışlardı. Sedyenin üzerine bir battaniye örtü­lüp hasta zannedilen adamcağızın yü­zü de bunun altında bırakılınca her­kes vaziyeti anladı ve dona kaldı. A¬ ma bu sâdece bir kısa an sürdü. Fe­nerbahçe yeniden yola koyulduğunda giden gitmişti ve hayat devam edi­yordu. Bu sırada J. 13 cesedi karaya çıkarmak üzere suları yara yara li­mana dönüyordu.

6/7 Eylül sanıkları, meraklı bir gün geçirmek üzere gelmişken pek kısa süren duruşmalarla hayal suku­tuna uğrayan ve heyecan namına bir, vapurdaki hâdiseyle karşılaşan din­leyicilere değişik manzara taddırdı.

Ama o da pek kısa sürdü. Sanıkların

7

pecy

a

Page 8: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

seyrine duyulmamışken bunlar alınıp götürüldüler. Sanıklar salona mahut sıralarıyla girmişler, adedi l l ' e çı­karılan sandalyalarına oturmuşlardı. Bayar siyah gözlükler takmıştı ve bunların üzerinde kaşlarının seksen­sekizi daha iyi beliriyordu. Menderes kılık değiştirmiş, kahverengilere bü­rünmüştü. Ötekilere nazar dahi atfe­dilemedi. Zira Divan, bir evvelki cel­sede yapılan tevsii tahkikat talepleri hakkında karar almıştı. Bunu açıkla­yınca iddia makamının da, sanık avu­katlarının da, bizzat sanıkların da ta­leplerinin reddedilmiş olduğu görül­dü. Dava esas itibariyle tamamlan­mış, Divanın merak ettiği bir şey kal­mamıştı. Bu bakımdan pek âlâ iddia makamının mütaleası dinlenebilir, sonra da müdafaaya geçilebilirdi. Ba¬ şol, Başsavcı Egesele baktı.

F a k a t Egesel bu derece mühim bir davada sâdece Türkiye değil, dün­ya umumi efkârı karşısına hazırlıklı çıkmak niyetinde görünüyordu. "Kısa bir mehil" istedi. Başkan haftanın or­tasında bir günü teklif ettiğinde za­manı az buldu ve haftanın sonundaki cumartesi gününü tercih edeceğini belirtti.

Başol, talebi kabulde bir mahzur görmedi.

...ve Gürbüz Kız

Her biri bir kaç dakika içinde ta­mamlanan bu dâvalar eğer Gür­

büz Kız dâvasında müdafaa yapılma­mış bulunsaydı bitirdiğimiz haftanın sonundaki o gün sabahın pek erken saatlerinde evlerinden kalkıp gelmiş bulunan dinleyicileri t a m manasıyla hayal sukutuna uğratacaktı . Allah¬ tan imdada bir komedi havasından kurtarıl ıp Manakyana lâyık bir me­lodram havasına bürünmek istenilen Barbara hikâyesi g e d i de, celse biraz renk kazandı.

Başsavcı, Barbaranın beyanatını taşıyan bir dergi bulmuştu. Yazıyı Divan başkanlığına verdi ve okun¬ masını istedi. Bu sırada Koraltanın avukatı Orhan Apaydının yerinden fırladığı görüldü. Halbuki dergi da­ha Başkanın eline bile geçmemişti. Bu yüzden Apaydın kardeşlerden az gürültücüsü evvelâ bir azar işitti, sonra, konuşmasına müsaade edildi. O zaman avukatın telâşının mahiye­ti ortaya çıktı. Yazıyı kendisi de gör­müştü. Dâvayla alâkası yoktu, Baş­savcıya iadesi lâzımdı. Divan gereği­ni düşündü ve k a r a r Apaydının arzu­suna uygun çıkmadı. Barbara dâva­nın baş kahramanıydı. Onun sözleri­nin bilinmesinde fayda vardı. Yazı, kahkahalar arasında okundu. Barba­ra Türkiyeye hangi şart lar altında çağırıldığını ve Türkiyede nasıl yaşa­dığını anlatıyordu. Almanyanın S t e r n

Sâbık Cumhurbaşkanı Bayar konuşmaya hazırlanıyor Çevir kazı yanmasın

dergisine beyanatında genç kadın Koraltan adına Alman gazetelerine ilân verilmiş olduğunu, ilânda ya­bancı bir devlet adamının temsil ka­biliyeti olan bir genç kadın guver¬ nant aradığının bildirildiğini, bunun üzerine anlaşma imzaladığını söylü­yordu. Mukavelede bir de 12. madde bulunmaktaydı. Bu maddeye göre Koraltanın evindeki hizmetçi ve u¬ şaklara nezaret edecek olan kadın "daimi surette patronun emrinde" bulunacaktı. Barbaranın dergiye bil­dirdiğine göre kendisine Türkiyede bir otomobil, Operada loca tahsis e¬ dilmişti. Gazeteci sormuştu: "Sizin İhtilâl sabahı Koraltanın odasında bulunduğunuz söyleniyor. Ne dersi­niz?" Barbara bu suale pek alınmış ve istihfafla cevap vermişti. Koral­tan 75 yaşında, takma dişlerini ikide bir kaybeden, korse giyen bir ihtiyar­dı!

Yazı bittiğinde, o gün lâcivert bir elbise giymiş, bordo rengi kravat takmış Koraltan söz aldı ve iddiaları reddetti. Bunlar "gazeteci uydurma­ları" idi. Koraltan her halde, şahsı hakkındaki hükme pek içerlemişti. İşte müdafaalar bundan sonra başla­dı. Düşük Başkanı iki avukat, Orhan Apaydın ve kendi kızı Ayhan Timur­taş savunacaklardı. Her ikisi de ya­zılı birer metin okudular. Metinlerin müşterek vasfı son derece zayıf bu­lunmalarıydı. Sıhhi malzeme yerine gürbüz bir Alman kızının getirilme­si hadisesini tevil için Apaydın bin dereden su getirmişti. Fakat bu sula­rı elekte taşımak zorunda olduğun­dan neticede bir damla ortada kalma­

mıştı. Ayhan Timurtaş ise mizanse­nin melodram unsurunu vermek iste­di, sâdece komik oldu. İddiasına göre annesinin hastalığı babasının verdiği meşhur Dörtlü Takririn bir neticesiy¬ di. Yâni zavallı kadıncağız Demokra­sinin bir kurbanı olmuştu. Sonra Ko­raltan yok mu, o evine son derece bağlı, hep "yavrular"ıyla başbaşa ya­­ayan bir mükemmel ev erkeğiydi! Bütün bu sözler gözlerden yaş getir­tecek yerde dudaklarda tebessümlere yol açtı. Bir dinleyici "Amma atı­yor!" diye mırıldandı. Oyun pek mu­vaffak olamamıştı. Daha sonra konu­şan Koraltan siyasî konuşmalarına nazaran çok daha iyi konuşmasına rağmen kuvvetli olamadı.

Buna mukabil gerek Polatkanın, gerekse avukatı Hüsameddin Cindo¬ ruğun savunmaları zevkle dinlenildi. Cindoruk notlara bakarak irticalen ve güzel konuştu. Üstelik dâvasında kuvvetli olduğu da seziliyordu. Mese­leyi hukukî bakımdan ele aldı ve bir mantık silsilesiyle müvekkilinin suç­suzluğunu gözler önüne serdi. Veri­len döviz bir takdir döviziydi. Düşük Maliye Bakam bu takdir hakkını kö­tü kullanmış değildi. Koraltanın eşi­nin uzun yıllardan beri hasta olduğu­nu biliyordu. Ee, Koraltan da kendi­sine şifahen ve dilekçeyle başvurdu­ğunda sıhhi malzemeden bahsetmiş­ti.. Üstelik 500 dolar, meselâ Alman¬ yada motörlü bir hasta arabasının bedeliydi. Polatkanın bu niyetle iste­nilen dövizin gürbüz kız ithal etmek için kullanılacağını bilmesine elbette ki imkân yoktu. Cindoruk savunma­sını gayet iyi bağladı. Her şey Bar-

8 AKİS, 28KASIM 1960

pecy

a

Page 9: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

bara'nın "sarışın, gürbüz ve sıhhatli bir Alman kızı" olmasından doğmuş ve bir hatıra defteri yaprağından ko­ca bir dosya tanzim olunmuştu. Po¬ latkanın kendi savunması da aynı is­tikamette oldu. Koraltanın, sıhhi malzeme diye Barbara'yı ithal edece­ğini nasıl düşünebilirdi?

Artık söz, kararını bildirecek olan Divandaydı. Başkan duruşmayı önü­müzdeki haftanın başına bıraktı

Celseler Ödenek örtülü ya...

Bir alkış sesi Yassıadadaki duruşma salonunun duvarlarında uzun u­

zun çınladı. Mikrofon başında orta boylu, saçları itinayla taranmış, iki düğmeli bol koyu renk elbiseli adanı bir an şaşaladı. Ne Başkanın o ceva­bını, ne de onu takip eden alkış sesi­ni bekliyordu. Fakat Adnan Mende­res, ancak kendisine has umursa­mazlıkla "yutturmaca" oyununa de­vam için bir teşebbüs daha yaptı. Heyhat! Salim Başol, kararnamenin mükemmeliyetinin de sağladığı a¬ vantajla son derece formda görünü­yordu. Düşük Başbakan örtülü öde­neğin nerelere sarfedildiğini "hayret ve elemle" ancak şimdi müşahede et­tiğini söylemiş, bu konudaki bütün vesikaların saklanılmış bulunduğuna işaret ederek "Zimmetime para geçir­mek isteseydim böyle mi yapardım? Ortada hiç bir delil bırakmaz, hepsini imha ederdim" demişti. Bunun üze­rine Başkan, önündeki masa mikrofo­nunun üzerine eğilmiş ve cevabı pat­latmıştı:

"— Böyle olacağını bilmediğiniz için yaptınız!"

Alkış bu cevap üzerine patlamış­tı. Başol, elbette ki Bayar - Mende­res çetesini fenersiz yakalamış bulu­nan ihtilalden bahsediyordu. Dinleyi¬ cilerin tezahüratı dindiğinde Mende­res, birincisinden daha talihli netice vermeyen ikinci denemeyi yaptı. İşte, örtülü ödeneğin on senelik sarfına a¬ it bütün vesikaları muhafaza etmiş­lerdi. Niçin? Düşük efendi, fütursuz, kendi sualine kendi cevap verdi:

"— Hesap vermek için muhafaza ettik!"

Başkan, müstehzi gülümsedi: "— Hayır! Öyle değil. Vesikaları

muhafaza eden siz değilsiniz. Vesika­ları, mutemediniz Ahmet Salih Ko­rur muhafaza etmiş. O da, size hesap vermek için. Eğer emrettiğiniz bir paranın ödenip ödenmediğini sorar­sanız, çıkarıp gösterebilmek maksa­dıyla.. Yoksa, ortada başka bir niyet yok.."

Adnan Menderes, perişan, mikro­fonun hemen yanındaki sandalyaya

AKİS, 28 KABIM 1960

çökmekten başka bir şey yapamadı. Hadise, bitirdiğimiz haftanın sonla­rında bir gün, Yassıadada başlayan Örtülü Ödenek dâvasının duruşması sırasında cereyan etti. O gün salonu, gene bir baştan ötekine kaplayan din­leyiciler bir boks maçı seyrediyormuş hissine kapıldılar. Boksörlerden biri rakibinden mütemadiyen yumruk yi­yor, her direnişte kendini iplerde ve­ya yerde buluyordu. On yıl içinde Ör­tülü Ödenek adı altında Başbakan Menderesin "namus, şeref ve vazife duygusu"na emanet edilmiş olan mil­let parası o şekilde sarf edilmişti ki marifet ortaya çıktıktan sonra bir tek vatandaşın suratına kızarmadan bakabilmek düşük efendi için imkân­sız hal almıştı. Menderes, muhteme­len kaşlarını yolmak maksadıyla sa-

İki sanıklı dâva Bitirdiğimiz haftanın sonlarındaki o

gün Yassıadanın itibarı pek yerin­deydi. Zaten Ada, fasafiso davalar­dan Görülmemiş Kepazelik dâvaları¬ na geçilmesiyle birlikte adeta iade-i itibar etmiş ve yeniden büyük bir te­hacümün mihrakı haline gelmişti. Haftanın ortalarındaki "Dört filmli seans" gününde olduğu gibi "Örtülü ödenek günü"nde de bir kafile Dol¬ mabahçeden geri dönmek zorunda kaldı. Yerler tamamile dolmuştu. Ni­tekim salona girildiğinde gene ku­cak kucağa oturulması zaruretinin bulunduğu görüldü. Hattâ, yer ade­dinden fazla insan salona dalmış ola­cak ki hususî surette hazırlatılmış tahtalar getirildi, bunlar merdiven basamaklarına yerleştirildi ve üstle

Düşük Menderes sanık mikrofonu önünde Sanık ayağa kalk

tın aldırdığı bir çift cımbızdan -ele geçen vesikada "Başvekil için iki a¬ det cımbız- 4.50 lira" denilmekteydi ve Menderes bu vesikanın bulunmuş olmasındaki talihsizliği "iki adet cım­bızı cımbızla arayıp bulmuşlar" diye­rek sızlandı- gelir vergisi taksitlerine kadar her türlü şahsî ve ailevi mas­raflarını bu ödenekten gördürmüş, bundan dolayı en ufak utanma hissi duymamıştı.

Bahis konusu cımbızların satın al­dırıldığı tarih de alâka çekti: 25 Ma­yıs 1960. İhtilâlden iki gün önce Ad­nan Menderesin, tıpkı Neron gibi, gü­zellik malzemesiyle meşgul bulundu­ğu anlaşılıyordu. İhtimal ki çetenin fenersiz yakalanmış olmasının hakiki sebebi de buydu.

rine adam oturtuldu. Sıralar iğne at­san yere düşmeyecek haldeydi. Sa­nık mahallinde iki sandalya vardı. Buna mukabil, avukatlara ayrılmış bulunan yerlerde üç avukatın oturdu­ğu göze çarpıyordu. Bunların ikisi Menderesi, biri Koruru temsil ediyor­du. Menderesin avukatlarından biri­nin adı Örtülü Ödenek kararname­sinde de geçiyordu. Bu, eski Hür. P. li Ferruh Ağanın düşük Başbakana meşhur "vedia'larından Talât Asal­dı. Talât Asal, gene kendisi gibi bir düşük müdafii olan Hüsameddin Cin¬ dorukla birlikte bu ödeneğe el daldır­mış "mutlu azınlık"a dahildi.

Menderesin işlerinin o gün iyi git­meyeceği daha salona girdiğinde belli oldu. Sağ yanında, o upuzun boylu

9

pecy

a

Page 10: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

kara teğmeni bulunuyordu ve düşük efendinin "boy kompleksi"ne tutul­muş olduğu sinirli yürüyüşünden an­laşılıyordu. Elinde kararname vardı. Sandalyalardan dinleyici sıralarına yakın olanına, pantalonunun paçala­rını dikkat ve itinayla yukarı çeke­rek oturdu. Gene dik yakalı bir göm­lek giymiş ve açık gri kravat tak­mıştı. Ahmet Salih Korur, arkasın­dan geliyordu. Eski Başbakanlık müsteşarı son derece halsiz ve bitkin görünüyor, âdeta ayaklarını sürüye­rek yürüyordu. Ama daha sonra, mikrofon başına gelip te konuştuğun­da bunun daha ziyade bir zahiri gö­rünüşten ibaret bulunduğu ortaya çıktı. Şekeri bulunduğundan Korur D.P. iktidarının son günlerinde de a­damakıllı zayıflamış, hattâ Avrupaya gidip tedavi görmüştü.

İddia makamında 12 savcının ta­mamı vardı. Yedek hâkimlerden beş tanesi de yerlerini almışlardı. Bir sa­at kadar muntazam Salim Başol tam 9.30'da celseyi açtı. Başlayan, Görül­memiş Kepazelik dâvalarının üçün¬ cüsüydü. Kararname okunduğunda Menderesin, bundan evvelki iki Gö­rülmemiş Kepazelik dâvasında Polat¬ kanla Vinileksçilerin ve Zorluyla İpa¬ rın yakalandıklarından da güzel şe­kilde, kelimenin tam mânasıyla kıs­kıvrak ele geçtiği anlaşıldı.

Kararnamenin okunmasına geçil¬ meden önce Menderesin avukatların­dan Örtülü Ödenek değil de milletve­kiliği peşinde koşanı, Burhan Apay­dın, bir teşebbüste bulundu. Divanın, vazifesizlik kararı vermesini istiyor­du. İddiasına göre Örtülü Ödenek an­cak Sayıştayda kontrol edilebilirdi, ortada hesabı kat'i kanunları vardı, nihayet müvekkili memur değil, Baş­bakandı. Ama Divan, Başsavcı Ege­selin mütaleasına uydu ve oybirliğiy­le esassız itirazları reddetti. Örtülü Ödenek dosyası Yassıadada açılacak­tı. Başkan Başol, bu gibi dâvalarda daima yaptığı gibi bilirkişiyi huzura aldı ve yemin ettirdi. Bilirkişi, Cafer Tayyar Sadıklar adında genç ve bil­gili bir maliye müfettişi idi. Karar­name 32 sayfa tuttuğundan Başkan bunu fasıl fasıl okutacağını ve her fasıl hakkında sanıkları sorguya çe­keceğini bildirdi.

Kararname okundu.

Açık kepazelik Kararname, şimdiye kadar Yassıa¬

dada rastlanılmayan bir mükem­meliyetteydi. Her şey hiç bir itiraz imkânı bulunmamacasına ortadaydı. Nitekim duruşma da bütün diğer dâ­valardan daha tatlı, cazip şekilde geçti ve kendisine "Bedava çalışan Başbakan" sıfatını taktırmış bulunan Adnan Menderesin, iktidarda kaldığı

on yıl içinde tam 24 milyon 548 bin 713 lira 79 kuruşun nasıl altından gi­rip üstünden çıktığını gösterdi. Men­deres iktidara geçtiğinde, kendisin­den evvelki Başbakanların zaruri masrafları için Bütçeye konan ve he­sabı her mali yıl sonunda verilen 70 bin liralık mütevazı bir tahsisatı bir demagoji havası içinde kaldırtmıştı. Böylece, halka, ne derece hamiyetli bulunduğunu, devlet kesesine el at­madığını göstermiş oluyordu. 70 bin liralık açık tahsisatı kaldıran Mende­res, tam bir aç gözlülükle örtülü öde­neğe saldırmıştı. Örtülü ödenek dev­letin iç ve dış emniyeti ile ilgili ola­rak ve sarf mahallerinin açıklanma­sında millî menfaat bakımından mah­­ur bulunan yerlere verilmek üzere Başbakan olan zatın emrine tahsis ediliyordu. Salim Başol duruşmalar sırasında işin inceleğini anlattı. Dev­letin tek kuruşu bile hesabı ve­rilmek üzere harcanıyordu. Ancak, Başbakanlık makamına gelmiş bir zatın namus, şeref ve haysiyetine mevdu bir mesture her yıl ayrılıyor­du. Nitekim Menderesten evvelki hiç bir Başbakan bu paranın kılına do­kunmamış, sâdece devletin iç ve dış emniyetine taallûk eden sahalarda sarfiyat yapmıştı. Bir de bu ödenekle ilgili teamül vardı: Başbakanlıkta çalışanlara verilen fazla mesai ücret­leri bundan karşılanıyordu. O kadar!

Menderes, görünüşte "Ne adam! Bedava çalışıyor" intibaını uyandır­mak için mütevazi 70 bin lirayı büt­

Ahmet Salih Korur Ağlayan adam

çeden çıkarttıktan sonra hesabını as­la vermeyeceğini sandığı örtülü öde­neği har vurup harman savurmaya başlamıştı. Böyle olunca örtülü öde­nek ihtiyacı karşılamaz olmuştu. Bu­nun üzerine Menderes 1950'de 2 mil­yon lira olan ödeneği, her yıl arttıra arttıra tam 4,5 milyon liraya çıkart­mıştı. Kararnamede bu artış aradaki rakkamlar da okunarak belirtiliyor­du. O satırlar dinleyicilerin uğultusu arasında dinlenildi. Hele 1960 yılında gem tam azıya alınmış ve 27 Mayıs­ta, yâni senenin sonuna daha dünya kadar vakit varken, 4,5 milyon lira­dan elde sâdece 608.842 lira kalmış bulunuyordu.

Menderes bu paranın kendi emir­leri çerçevesinde kullanılması için müsteşarı Ahmet Salih Koruru me­mur etmişti. Korur da, bir gün pat­ronuna hesap vermek üzere, tamami­le şahsî mahiyette olmak üzere bu paranın nerelere sarfedildiğini bir ke­nara not etmiş, bâzı sarfiyatın mak­buzlarını da iliştirmişti. Aslında, ör­tülü ödenek faslı her yıl sonunda ka­panmaktaydı ve bunun bir hesabı tu­tulmamaktaydık Nitekim Menderes de devlete karşı böyle bir hesap verme mükellefiyetinde bulunmadığından bir resmi vesika muhafaza etmiş de­ğildi. Düşük efendi Başkan kendisini sıkıştırdığında, belki yutturabilirim ümidiyle, C.H.P. devrinden bu öde­nekle alâkalı hiç bir vesikanın kalma­mış olduğunu ısrarla belirtti. Ama, bu konuda, bir vesika kalması kabil değildi. Korurun şahsi hesaplarının ele geçmesi Menderes için talihsizlik­lerin en büyüğü yerine geçmişti. Bu hesaplar bulunmamış olsaydı D.P. devrine ait kepazeliklerin 1 numara­lısı asla ortaya çıkmayacak, Mende­res yaptığıyla -daha doğrusu aşırdı¬ ğıyla- kalacaktı. Ama Allah ayağına dolaştırmış, Korurun defterleri Baş­bakanların "namus, şeref ve vazife duygusu"na tevdi edilen paraların bu yüksek makama o mefhumların hiç birine sahip bulunmayan bir adam geldiğinde nasıl harcandığını meyda­na vuruvermişti. Menderes ödeneğin tam 219 bin 500 lira 82 kuruşunu şah­sının ve aile efradının hususî masraf­larını karşılamak için sarfetmişti. Gelir vergilerini bu paradan ödetmiş­ti. Çocuklarının okul masraflarım bu paradan ödetmişti. Eşinin seyahat bilet ve masraflarını bu paradan ö¬ detmişti. Bu 219 bin 500 lira 82 kuru­şun izah kaldıracak tek tarafı yoktu. Ödeneğin 13 milyon: 242 bin 748 lira 38 kuruşu tamamile Mende­resin keyfine göre sarfedilmişti. Bu parayla düşük efendi evinin mut­fağının masrafını karşılamıştı. Park Otelde yaptığı ve dünyalar tutan

10 AKİS, 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 11: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

masrafları ödetmişti. Kendisini met­hedenlere ihsanlar dağıtmış, tenkit edenler aleyhinde açtığı dâvaların pul ve kayıt ücretlerini vermişti. Neler yapmamış, ne paralar yememişti. Başkan Başol o hususu da izah etti. Menderes ancak diktatörlerde görü­len bir ruh haleti içinde şahsi geli­riyle devlet hazinesini birbirine ka­rıştırmış, sâdece "Devlet benim" de­memiş "Devletin parası benimdir" de diyerek fütursuzluğun son hududuna dayanmıştı.

Kahkahalar arasında

Kararnameye, Menderesin örtülü ödenekten karşılanan bir çok

masrafı alınmıştı. Bunlar 14 kısma ayrılmıştı. Menderesin şahsına ve köşküne harcananlar ilk faslı, çocuk­lar ına harcananlar ikinci faslı, D.P. ye harcananlar üçüncü faslı teşkil ediyordu. Otel ve ziyafet masrafları, hediye ve eşya masrafları, gazeteci­lere verilen paralar, şahıslara verilen paralar, memurlara avans, bal tu ta­nın parmak yalayacağı tezini benim­seyen Korurun kendisine, eşine ve iki kızı Bengü ile Binhana verdiği para­lar, Bayara verilen para lar -Evet, dü­şük Cumhurbaşkanıyla düşük Koral­t a n da örtülü ödeneğin iki mümtaz faresi bulunuyorlardı ve onlar da şahsi masraflarını oradan karşılamış­lardı-, Cemiyetlere ödenen paralar, ikramiye ve bağışlar, nihayet müte­ferrik masraflar bu fasılların diğer­leri idi. Masraflardan bir kısmı, din­leyicilerin kahkahaları arasında o­kundu: Kuzu budu, patlıcan, doma­tes, sivri biber, iki kurban, kurban­ların yem parası, bunları getiren ada­ma bahşiş, bonfile, kömür, süpürge, tesbih, elbise temizlenmesi, ayakka­bı tamiri ve boyası, gazete, Jartiyer..

Başkan Başol l isteler okunurken kâtibe "Yavaş okuyun. Belki dinleye­mezler" dedi ve bunların teker teker okunmasını sağladı. Bu arada başka bir açıklama yaptı :

"— Okunan vesikalar dosyanın içindeki 23 kartondadır. Göreyim derseniz, derhal bulup göstermek ka­bildir."

Ama iki sanıktan hiç biri böyle bir merak izhar etmedi. Allahım, bir insanın aklına gelebilecek t e k kuruş­luk masraf yoktu ki Menderes örtülü ödenekten ödetmemiş bulunsun. Kah­valtısından bahşişine, Eyüp camii mensuplarına dağıttığı bin liradan Ko­rurun klüp aidatına h e r şey, her şey devletin kesesinden karşılanmıştı. İ ş­te, halk arasında kendisinden " P a r a almadan çalışan Başbakan" diye bah­settiren Menderes bu adamdı. Düşük efendi şöhretinin bir anda sabun kö­püğü gibi dağılıverdiğini anladı ve sinirlendi. Ama marifet öylesine ayan beyan ortadaydı ki.. Bir a r a bir Kâ­zım Nefes çıktı. Kendisine örtülü öde-

Merhametten Maraz ışarıya kulağınızı veriniz ve lütfen dinleyiniz. O zaman görülecektir ki bütün Yassıada sakinlerinden bir Adnan Menderese ailesiyle gö­

rüşme müsaadesinin verilmesi t a k t hatalarının en büyüklerinden biri­ni teşkil etmiştir. Hele bonon, "Bebek Davası" gibi açılması yanlış bir dâvada alman beraat kararını hemen takip etmesi hatanın vehameti-ni daha da artt ırmıştır . Bir kaç günden beri, tesir sahası geniş bir yeni kulak gazetesi Demokrat kuyruklara ümitlerini kaybetmemelerini tavsiye etmekte, ha t tâ hâdiseyi 14'lerin affına bağlayarak onların gidişiyle tepelere asılan Damokles kılıçlarının kınlarına girdiğini tebşir eylemektedir. Fena günler geride kalmıştır. Menderes yeniden lade-i itibar etmiştir. Artık Eyüp Saltan camiine beyaz a t a binerek gitmesine lüzum kalmamıştır. Kurbanlar, adaklar tesirlerini icra etmiştir. P e k , yakında, herkes gibi tıpış tıpış o mübarek mahalle gidecek ve alnını secdeye getirip kendisini kur taran kuvvetlere hamdedecektir. Bu tefsir l i r başka tefsirlere yol açmakta, hani neredeyse düşük efendinin İda­reyi yeniden almasına intizar olunmaktadır. "Bebek Dâvası"nm o bek­lenen ve yüzde yüz haklı beraat kararının vesile verdiği haksız ve mâ­nâsız sevinç böylece katmerleşmiş, kuyruktan d e r l i toplu hale getir­miş, perçinlemiş, katüaştırmıştır . Buna fırsat vermenin, doğrusu biç lüzuma yoktu.

Bir hareket doğru, mantıki ve faydalıysa bundan "lâf o lar" diye vaz geçmek doğru görülmeyebilir. Bir nisbet dahilinde, doğru değildir de... Ama bütün Yassıada sakinleri içinde bir Menderese lütuf ta bulun­mak bir merhametin ve şefkatin, iyi yüreğin işareti olsa da başka yüz­lerce aileye karşı haksızlıkların en ağırını teşkil etmiştir. Yassıada, düşüklerinin aileleriyle görüşmelerine ya imkân ve cevaz vardır, ya yoktur. Varsa, herkes bandan istifade edebilmelidir. Yok, şahsa mah­sus bir imtiyaz tanınacaksa o takdirde bütün Yassıada sakinleri içinde bu imtiyaza hak en sonda Menderese gelebilir. Yâni, bir Muammer Ça-vuşoğlu eşini görmek imkânından mahrum bırakılacak, bir Kemal Öz-çoban kızını kucaklamak bahtiyarlığını tadamayacak, Sıtkı Yırcalılar ve Semi Erginler, Nazlı Tlabarlar ve Şefik Bakaylar aileleriyle temas edemeyecekler, buna mukabil onları, elbette ki gafletlerinden faydala­narak, a m a tesir alt ında bırakarak Yassı adalara düşüren Adnan Men-deres bu imtiyazı kullanacak! Böyle şey olmaz, böyle şey olmamak ge­rekir. Düşükler arasında, Menderesi kollayarak bir tefrik yapmak, ina-n ı l s ı n ki teşkil ettiği t a k t hatasının dışında, sâdece insanî mülâhaza­larla vicdanları rencide etmektedir. Bayarın kızı babasını sâdece duruş­ma salonunda, gözleri yaşlı seyretmektedir. Medeni Berkin eşi bir ıstı­rap abidesidir. Bu facialara Sayarların ve Berklerin sebebiyet verdik­lerinde şüphe yoktur. O bakımdan tablo, öyle fazla bir merhamete la­yık değildir. Ama bunların hepsi bir yana bırakılarak ancak Menderes eşi ve oğluyla görüştürülürse, Menderesin " b a ş k a " olduğu hususunda­ki propagandalar kuvvetlenir, onun izinde yürümüş bulunanlar da hak etmedikleri bir yeni üzüntüye kapılırlar.

Kaldı ki manevranın, Menderesin becerikli ve hukuktan çok poli­tikayı kollayan avukatları tarafından hususi niyetle girişilmiş bir ma­nevra olduğu aşikardır. Eğer düşük efendinin düşkünlüğünün ailesine olduğu sanılıyorsa ve Adada ailesinin hasretiyle yandığı hayal edili­yorsa "Bebek Dâvası"nın ifadeleriyle dilber Suzan Sözenin mektupları şöyle bir, yeniden okunmalıdır. Menderes bütün h a y a t ı n c a her şeyi mu­bah görmüş, en asil duyguları istismar etmekten çekinmemiş bir insan tipidir. Onan, avukatlarıyla müştereken sahneye koyduğu bir oyuna kısan ancak gülerek seyreder. Ona kapılmak oyuna gelmenin ta kendi­sidir. Düşük Başbakan Yassıadada bahis konusu olanın kendi kellesi bulunduğuna mükemmelen bilmektedir. Başkalarının kellesine hiç bir zaman önem vermemiş bu adam için kendi kellesi elbette ki mühimdir ve onu kur tarmak içki yapmayacağı hareket yoktur, oynamayacağı rol mevcut değildir. Duruşmaların tâ başından beri her gün bir yeni posta bürünen Menderesin taktiklerine b i r kere kapılındı mı, vukua gelecek zarar hudutsuz olur. Nitekim bunun ilk misali, şu bir kaç gün­den beri vatan sathını Ur anda ve bir baştan ötekine dolaşan balonlar­dır.

Bunlara ip sağlamamaya, mutlaka bakmak lâzımdır.

AKİS, 28 KASIM 1960 11

D

pecy

a

Page 12: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

Necip Fazıl Kısakürek Kaşkarikocuları, kaşkarikoya getirdi

"— Fazla değil mi?" diye sordu. Menderes, her çeşit neşriyatı mu­

vazeneleştirmek için bu parayı ver­diklerini söyleyince herkes gülmeye başladı. Başkan devam etti:

"— Necip Fazıl hakkında umumi efkâr kararını vermiştir. Onun yazı­larının memleket hayrına olduğunu söyleyebilir misiniz?"

Düşük efendinin ağzında cevap mı yoktu! Efendim, Kısakürek mem­leket menfaatlerinden uzaklaşınca parasını kesmişlerdi. Bunlara sarılın­ca onlar da binlikleri uzatmışlardı. "Gitti geldi, gitti geldi" dedi. Dinle­yiciler gene gülüyorlar, bu kadar maskaralığı hakikaten fazla bulu­yorlardı.

Örtülü ödeneğin bir başka sınıf faresi, diğer partilerden apartılanlar veya oralarda kalıp ta D.P. menfaat­lerine hizmet edenlerdi. Atıf Topal­oğlu o fasıldan en fazla para sızdı­ranlar arasındaydı. Nihat Erime ve­rilen hediyelerin bedeli de örtülü öde­nekten çıkmıştı. D.P. milletvekilleri -Basri Aktaşlar, Nazlı Tlabarlar- ör­tülü ödenekten para aldıklarını itiraf etmişlerdi.

Menderes, duruşmaların sonunda perişan haldeydi. Bütün tevil yolları kapanmıştı. Eski Başbakanların da örtülü ödenekten para aldıklarını ile­ri sürdü. İddiasına göre ilk Başbakan olduğunda kendisine 500 lira getir­mişlerdi. Günaltay ayda 3 bin lira al­maktaydı Mayısın 25'ine kadar o makamda kaldığından geri kalan 500 lira yeni Başbakana verilmişti; Şaş­

kın Menderes bunu kendi lehinde bir hâdiseymiş gibi anlattı. Halbuki hâ­dise, Günaltayın titizlik derecesini ortaya koyuyordu. Zaten Günaltay bu hususu kendisinden soran gazete­cilere 8 bin liranın mahiyetini anlat­tı. Kaldı ki kararnamede Sakanın, Günaltayın bırakınız örtülü ödeneği, tek kuruş harcırah almadıkları belir­tilmişti.

Menderes son çâre olarak, bu pa­raların kendisi tarafından ödenmek üzere ve yanlışlık neticesi sarfedilmiş bulunduğunu, kendi servetinin mas­rafları karşılayacak derecede olduğu­nu söyledi, "ben 300 lira, 500 lira di­lenecek adam değilim, olmadım" dedi. Ama gelir vergisi olarak -bunun tak­sitlerini de örtülü ödenekten karşı­ladığı için- ne ödediği ortadaydı. Me­selâ 1958 yılı için Menderes normal iki taksitte 14.497,31 + 14.497,31 = 28.994.62 lira ödemişti ki bu, yılda 100 bin liralık bir gelire tetabuk edi­yordu. Bunu Menderes aile reisi ola­rak ödüyordu. Yâni eşinin geliri de buna dahildi. Hâlbuki üstadın sâdece Park Otel masrafı altı senede 800 bin lira tutmuştu! Ama bu hesabı yapan­lar bir noktayı unutuyorlardı. Mende­resin gelirinin büyük kısmı çiftliğin­den sağlanıyordu ve ziraî mahsuller­den vergi alınmadığından bu, toprak ağalarının en meşhuru orta çapta bir iş adamının ödedeği vergiden çok da­ha az vergi ödüyordu. Bu da zirai mahsuller vergisinin D.P. devrinde bir türlü neden çıkmadığını gösteri­yordu.

Bu, ortaya yeni bir mesele çıkarı­yordu. Şimdi, tanıklar dinlenecekti.

İrtibat Bürosu Bir Adanın kolu (Kapaktaki cami) İstanbulda, aylar var ki gözler rıh­

tımını Boğazın son sularıyla Mar­maranın ilk sularının müştereken ok­şadığı bir camie çevrik bulunuyor. Sabahın pek erken saatlerinden ak­şamın geç saatlerine kadar bir kala­balık bu camiin etrafını çeviriyor, otomobiller mütemadiyen gidip geli­yor. Geçenlerde, pusarık ve ürpertici bir Sonbahar sabahı, evvelâ Deniz Müzesi haline sokulmuşken şimdi Yassıada İrtibat Bürosu olarak kul­lanılan Dolmabahçe Camiinin Mu­vakkıthanesinde genç ve yakışıklı bir İstihkâm Yüzbaşısının bir mikrofona usulca söylediği sözler, dışardaki alçak gölgeliğin demir direklerinden birine raptedilmiş hoparlörden gür bir seda şeklinde aksetti: "Bugün i­çin hiç boş yer kalmadığından; dave­tiyesi olmayanların beyhude yere beklememelerini, gişelerin önünü ter­

AKİS, 28 KASIM 1960

nekten ödemeler yapılmıştı. Salim Başol bunun kim olduğunu sordu. Menderes cevap verdi:

"— Masajcı!" Herkes kahkahalarla gülüyordu.

Park Otel hikâyesi

Örtülü ödenekten Park Otele verilen paralar başka bir açıklamaya yol

açtı. Kararnameyi hazırlayanlar Dev­let Başkanı İzzet Akçalın, Başbakan­lık bütçesi görüşülürken Muhalefetin tenkitlerine karşı cevabını Meclis zabıtlarından , bulup çıkarmışlardı. Akçal, hükümet adına, Park Otel masraflarının bütçeden ödenmediğini bildirmişti. Halbuki ele geçen hesap­larla sabit hale gelmişti ki Park Ote­le sâdece 1952 - 60 yılları arasında 802 bin 675 lira ödenmişti. 1954 yılın­da 11 bin 750 Ura olan Park Otel mas­rafı 1959 yılında 215 bin 500 liraya baliğ olmuş, yâni tam yirmi misli artmıştı! Hiç bir şeyden çekinmez hale gelen Menderes artık kalabalık kafilelerle geliyor, devletin malının deniz, yemeyenin domuz olduğu mü­lahazasıyla örtülü ödeneğin altından giriyor, üstünden çıkıyordu. Park O-tel, yârânın eşsiz bir sefahat ve israf mahalli olmuştu» Kararnamede açık­landığına göre Korur bu masrafların fazlalığına itiraz etmişti. Ama din­

letemeyince kendisi de babasının me­zarım dahi örtülü ödenekten tamir ettirme yoluna sapmış, iki kızına pa­ralar vermiş, elini keseye daldırmış­tı. Ama onun bu gibi şahsi işlerde harcadığı sâdece 31 bin 766 lira 72 kuruştu. Tabii bu, tesbit edilen mik­tardı. Bir de, Müsteşarın eline geçen 24 küsur milyon liradan 212 bin 58 lira 51 kuruşun hesabı mevcut değil­di ve bu paranın nereye sarfedildiği bilinmiyordu.

Menderesin kendisini tutan gaze­tecilere dağıttığı para tutarı ise 723 bin 809 liraydı ve bunun 147 bin 500 lirasını Necip Fazıl Kısakürek sızdır­mıştı. Örtülü ödenek faresi gazeteci­lerin isimleri ve para dilenmek için yazdıkları mektuplardan cümlelerin okunması dinleyicileri pek neşelen­dirdi. Bilhassa Kısakürek Sultanlı, Aşklı, Firak-ı Adnanlı edebiyat şa­heserleri ortaya dökmüş, "muhalif matbuata ve partilere karşı temsil ettiğim silah kıymeti haşarata karşı DDT'den daha müessir olsa gerek­tir" demiş ve "AKİS, Kim, Forum gi­bi mecmuacıklarla bütün muhalefet

matbuatını saf fikirlerle çürütüctü muazzam bir mecmuayı kuracağıma emin olunabilir" diyerek tıpkı Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gi­bi para almıştı. Başkan Başol Men­derese, Necip Fazıla verilen miktarı kastederek:

12

pecy

a

Page 13: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

kedip portatif parmaklıkların gerisi­ne çekilmelerini rica ederiz." Kesin, fakat nazik açıklama bir ümidin sev­kiyle orada kümelenmiş ve ekseriye­tini gençlerin teşkil ettiği kalabalık üzerinde bir soğuk duş tesiri yarattı. Gruplardan memnuniyetsizlik ifade eden homurtular ve nidalar yüksel­di.

Ancak bazıları, yapışkan ısrarlar­la son bir defa daha talihlerini dene­diler. Sinirli bir ses, "Yüzbaşım, taa Haymanadan geldik. Listede ismimi­zin olması lâzım, lütfen bakıverin" diye itirazı bastırdı. Yalvaran bir ses, "Üsteğmenim, bizler Karstan davet­liyiz. Dün yetişemedik. Bir çaresine bakamaz mısınız?" şeklinde sızlan­dı. Bir başka ses, diğerlerinden daha tiz ve baskındı: "Binbaşım, Üniversi­teliyiz, l i s te verdik. Bizleri yanlış­lıkla yazmamışlar. Şebekelerimiz var, gidebilecek miyiz?" Fakat te­şebbüsler netice vermedi. İşlerin tak­dire lâyık intizam içinde yürütüldü­ğü İrtibat Bürosunun Protokol Su­bayları sabırla durumu izaha çaba­ladılar: Mahdut olan yerler dolmuştu ve fazladan tek bir kişi bile almağa imkân yoktu!

Bu sırada daha talihliler -veya daha ihtiyatlılar- yakalarında resim­li davetiyeleri, kıskanç nazarlar al­tında, süngülü deniz erlerinin bekle­diği demir kapıdan içeri giriyorlardı. Binaya giden yolda evvelâ vapur bi­leti gösteriliyor, holde aranılıyor, la­birenti andıran dar koridorlardan geçilerek iskeleye çıkılıyordu, iskele­ye çıkanlar, rıhtımda kalanlara ca­kalı cakalı bakıyorlardı.

O pusarık ve ürpertici Sonbahar sabahında, Yassıadaya alınmıyan ga­zete fotoğrafçıları, şikârım takip e­den avcı gibi tetikte ve uyanıktılar. Baş sermayeleri düşüklerin yakınla­rı ve avukatlarıydı. Dolayısıyla tur­nikelerin nihayet bulduğu üç gişe de­liğinden, düşüklerin yakınları ve a­vukatlarına tahsis edileni civarında mevzilenmişlerdi. Orada daima ciddi bir hava eser, abus çehreli, kerli fer­li erkekler ve hafif makyajlı şık ha­nımlar bulunurdu. Flâşlar sık fası­lalarla birbiri ardına parlıyordu. Resmi çekilen avukatlardan biri mes­lekdaşına döndü:

"— Azizim, dedi, bizde matbuat yok, gazete yok, muhabir yok!"

Arkasından, meslekdaşına sözle­rinin pek merak ettiği nedenini izaha koyuldu:

"— Kaç gündür Dolmabahçeye, İrtibat Bürosuna geliyorum. İki, üç sanığın avukatıyım, diyorum. Bite­viye böyle. flaşlar parlıyor. Fakat hiçbir gazetede tek resmim çıkmış değil. Be birader, biz bu dâvaları Ba­

yarın ve başkalarının kara gözleri için almadık ya..."

Saat 845 te, Denizcilik Bankası­nın İrtibat Bürosu emrine verdiği lüks ve süratli Fenerbahçe iç hat yol­cu vapuru, arkasında Marmaranın lâcivertimsi mavisine gittikçe daha fazla kükreyen ve yayılan beyaz kö­pükler bırakarak 40 dakika devam edecek Yassıada yolculuğuna işte böyle bir hava içinde koyuldu. Plânlama ve yürütme İrtibat Bürosunun görevini ve ku­

rulmasındaki maksadı, ismi mü­kemmelen tarif etmektedir. Bu. Yas­sıada ile ilgili bilumum hizmetleri, M.B.K. adına planlamak ve yürüt­mektir. İrtibat Bürosu Karargâhı, bahse konu mesuliyetli hizmetleri plânlamak ve yürütebilmek maksa­dıyla, bir Kumandan ile Kurmay Baş-

kanı ve ikincisine bağlı yedi şube tar­zında teşkilâtlanmıştır. Yedi şubenin, Basın Yayın ve Propaganda, Em­niyet, Ulaştırma, Protokol, Muhabe­re, Mehakim, İskân ve İaşe şubeleri­nin başına Silâhlı Kuvvetlerin güzide Kurmay Subayları getirilmiştir. Ay­rıca, şubelerin emrine verilmiş Ku­mandanlıklar ve birlikler vardır. Ka­ya kadar sert ve otoriter Yassıada Garnizon Kumandanı Yarbay Tarık Güryay, doğrudan doğruya İrtibat Bürosu Kumandanına bağlıdır.

27 Mayıs harekâtım müteakip dü­şükler güruhunun Yüksek Adalet Di­vanı huzuruna Yassıadada çıkarılma­sı tekarrür edince, bir İrtibat Büro­su teşkili zaruretiyle karşılaşıldı. Böyle hassas ve hayati bir hizmet de­ruhte edecek İrtibat Bürosunun ba­

şına babacan Orgeneral Cemal Gür-

Bnb. Ümit İşmen ve Kd. Yzb. Muhip Bilinen Yassıadanın iaşesini sağlayanlar

AKİS, 28 KASIM 1960 13

pecy

a

Page 14: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

selin yakından tanıyıp güvendiği, di­rayetli ve sistematik Kurmay Albay Namık Kemal Ersun getirildi. O ta­rihte Ersun, Silâhlı Kuvvetlerin göz­bebeği müesseselerinden Yıldızdaki Harp Akademilerinde öğretmenlik yapmaktaydı.

İrtibat Bürosunun teşkili emri, Ağustos ortalarında alındı. Yassıada işlerini tedvire memur iki eski M.B.K. azası Sekreter Orhan Erkanlı ile Nu­man Esin, karargâhı İstanbulda bu­lunan Birinci Ordu Kumandam ve Ersun derhal kolları sıvadılar. Evve­lâ 15-20 kişilik bir çekirdek kadro ile işe başlıyarak plânlamayı yaptılar. Kapalı kapılar arkasında veya ma­hallinde incelemeler suretiyle ilerli­yen on günlük fırtınalı faaliyetin mahsulü, iki parmak kalınlığındaki, "M.B.K. İrtibat Bürosu Ada Plânı" adı verilen, halihazırda işlerin yürü­tüldüğü, icabında tadili mümkün ge­nel plân oldu. Nihai kademe M.B.K. nde onaylandıktan sonra B.M.M. Matbaasına basılmak üzere verildi ve üzerine "Çok Gizli" damgası vu­rularak alâkalılara dağıtıldı. Mufas­sal "M.B.K. İrtibat Bürosu Ada Plâ­nı" 27 Mayıs Millî İnkılâp ve 13 Ka­sım ayıklama harekâtlarına ilâveten, Silâhlı Kuvvetlerin parmak ısırtıcı plânlama mahareti ve süratli hare­ket kaablliyetinin bir başka âbidesi olmuştur. Tabii ki Silâhlı Kuvvetler gene Kara, Deniz ve Hava Sınıfları­nın tam ye yapıcı işbirliği halinde çalışmışlardı.

Onay formalitesinin ikmalinden sonra, kollar gene sıvandı ve fırtına­lı faaliyet tekrar başladı. Atılan ye­ni adım, çekirdek kadronun geniş­letilmesi oldu. 15-20 kişi, takriben 250 Subay ve Assubaya çıkarıldı. Yol­luk, harcırah vs. nin yükleyeceği mali külfeti önlemek için, İrtibat Bürosunun vazifelileri, daha ziyade Birinci Ordudan âzami itina ile se­­ildiler. Bunların kollarına, kırmı­zı zemin üzerine ortasına süngü ucu yerleştirilmiş beyaz defne dalı işli ko­kart yapıştırıldı. Subayların arasında, dört tane de bayan vardı. İrtibat Bü­rosunda emniyet ve intizamı temin maksadıyla, İstanbul Garnizon Ku­mandanlığından, maksada cevap ve­

rebilecek cesamette bir muhafız bir­liği alındı. Mamafih, muhafız birli­ğini, gerektiği taktirde göz açıp ka­payıncaya kadar takviye edebilmek için sıkı tertibat da ihmal edilmedi. En fena ihtimal karşısında Birinci Ordunun bütün kuvvetleri en kısa.

zamanda celbedilebilecekti. Güven­lik mülahazalarıyla. Dolmabahçe Ca­mii merkez olmak üzere deniz tara­fından 280 metrelik bir yarım daire

birinci sınıf yasak bölge ilân edildi. Şimdiye kadar hiçbir tecavüz kayde­dilmediği gibi, en basitinden de olsa herhangi bir disiplinsizlik hadisesiyle de karşılaşılmamıştır. Çekirdek kadro genişletilirken, bâzı sivil hizmetler için İstanbul Emniyet Müdürlüğün­den mütehassıslar, tercümanlar, Fe­nerbahçe için Denizcilik Bankasından mürettebat vs. gibi gayrı askerî şa­hıslardan da istifade edilmiştir. İrti­bat Bürosunda görevli tercümanlar İngilizce ile Almanca, Fransızca, İs­panyolca, İsveç hattâ Sovyet lisanla­rını bilmektedirler.

Tarihi dekor

Deniz Müzesi haline sokulan Dol¬ mabahçe Camiinin şimdi de İrti­

bat Bürosu olarak kullanılması, M.

tur. İbretâmiz Yassıada duruşmaları­

nın başladığı 14 Ekimden birkaç gün önce bütün hazırlıklarını noksansız ve mükemmel surette tamamlıyan İrtibat Bürosu vazifelileri, Deniz Mü­zesinin ekseriyeti oldukları yerde bı­rakılmış eşyalarının eklenmesiyle büsbütün eski kokan katmerli tari­hi bir dekor içinde çalışmaktadırlar. XIX. Asrın ağır ve fazla tezyinatlı üslûbunda inşa edilmiş tek kubbeli, birer şerefeli çift minareli Dolma­bahçe Camimin duvarlarında, her as­kerî karargâhta karşı karşıya gelin­mesi mutad talimatnamelerden ayrı olarak M.B.K. üyelerinin yemini, sa­bık ve sakıt İktidar tarafından çı­karılan T.B.M.M. Tahkikat Encüme­

Dolmabahçe vapuru harekete hazır bekliyor Pupa yelken

B.K. tarafından püblisiteden bucak bucak kaçan Ersunun tayininden ön­ce kararlaştırılmıştı. Dolmabahçe Camiinin inşaatına, 1854 te Abdül­mecidin annesi Bezmialem Valde Sultan tarafından başlanmıştır. Mi­marı, Ermeni vatandaşlardan Serkis Kalfaydı. Fakat duvarları ikmal edi­lirken Bezmialem Valde Sultan öl­müş, inşaata Abdülmecit devam et­miş ve tamamlatmıştır. Umumiyetle zannedildiği gibi, Dolmabahçe Camii, muhteşem Dolmabahçe Sarayının müçtemilâtından değildir. Dolma­bahçe Sarayı, bir yıl sonra, yani ge­ne Sultan Abdülmecit tarafından bir başka Ermeni vatandaşa. Karabet Balyana başlattırılmış ve inşaat tak­riben 5 milyon altın liraya malolmuş­

ninin vazife ve selâhiyetleri hakkın­daki kanun vs. yi ihtiva eden levha­lar da göze çarpmaktadır.

Birinci sınıf yasak bölgeye dahil İrtibat Bürosu, yabancı memleket­lerde sâdece Zsa Zsa Gabor'un ilk kocası olmakla tanınan Burhan Bel­genin okumak için arattığı Ulus ga­zetesiyle AKİS dergisini, diğer dü­şüklerin istedikleri hukuk ve İngiliz­ce veya Fransızcayı öğrenmek iste­yen müptedilere mahsus lisana baş­langıç kitaplarım teminden tutun da Yassıadanın emniyetini sağlamağa veya Yüksek Adalet Divanı Hakim­lerinin, Savcıların, avukatların ve sanık ailelerinin taleplerini karşıla­mağa kadar sayılmakla bitmez işleri yerine getirmekle vazifelidir.

14 AKİS. 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 15: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

Dolma bahçe İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yolun başı

Yassıadaya nasıl gidilebilir? Yassıadadaki jimnastikhaneden boz­

ma duruşma salonunun kapasite­si, hakimler, avukatlar, sanıklar, va­zifeliler ve şahitler hariç, tam 600 ki­şiliktir. 600 kişilik yer, altı ketego-rtye bölünmüştür. 50 yer M.B.K. mensupları ve misafirlerini, yüksek devlet ricali, kordiplomatik vs. yi İh­tiva eden özel davetlilere, 25 yer Ü-niversitelere, 200 yer yerli-yabancı basın mensuplarına, 60 yer Bakan­lıklar ve Silahlı Kuvvetlere, 215 yer vilâyetlerden gelecek halka, 50 yer de sâdece ana-baba, eş, kardeş ve ev­lâda İnhisar ettirilen sanık yakınları­na tahsis olunmuştur. Bir davetliler kategorisinin kontenjanı dolmazsa, açıkta kalan yerler, müracaatın faz­la olduğu diğer bir davetliler kate­gorisinin kontenjanına aktarılmak­tadır. Davetlilerin bir gün önceden İrtibat Bürosuna uğrayıp yakalarına takacakları giriş kartlarını almaları zaruridir. Herşeye rağmen sahipleri gelmeyip ta boş kalan yerler, duruş­ma başlamadan önce, sabahın erkan saatlerinde soluğu irtibat Bürosunda alıp bekleşen kimselere, tercihan üni­versite öğrencilerine birer resim mu­kabilinde dağıtılmaktadır.

Vilâyetlerden gelecek halka tah-sis olunan 215 yer, aylık cetveller halinde Valiliklere gönderilmektedir. Meselâ, 69 vilâyetten en kalabalığı İstanbulun hissesine düşen günlük yer miktarı kırktır. Arzu edenlerin, üç resim ve bulundukları Vilâyet Yü­ce Makamına hitaben yazılmış 16 ku­ruşluk pullu istidalarla bağlı. olduk­ları Kaymakamlıklara müracaat et­meleri lâzımdır. Kaymakamlıklar is­tidaları Valiliklere vermektedirler.

AKİS, 28 KASIM 1960

Valilikler de aylık cetvelleri doldu­rarak İrtibat Bürosuna sevketmek-tedirler. Vilâyetlerden gelen listeler­deki şahıslar aynen kabul edilmekte. İrtibat Bürosunca haklarında ayrıca tahkikat yapılmamaktadır. Zaten Yassıada duruşmalarını takip için yapılan hiçbir müracaat reddedilme-mektedir. Yeter ki yar bulunsun ve müracaat sahibi işin ciddiyetini kav-rıyabilecek çağda ve olgunlukta ol­sun.

Yassıada duruşmalarını takip e-denlerin ortalama olarak üçte biri, hanımdır. Diğer bir dikkate değer nokta da, şimdiye kadar sanık yakın­larına tahsis olunan 60 kişilik kon­tenjanın dolduğunun görülmemiş ol­masıdır. Tahminler, 50 kişilik kon­tenjanın, Anayasayı ihlâl duruşma­larının başlamasıyla doldurulacağı merkezindedir. O zaman müracaat­lar, diğer kategorilerde okluğu gibi. duruşma günlerine taksim olunacak­tır.

İrtibat Bürosu doğrudan doğruya. sâdece samk yakınlarına ve basın men suplarına davetiye vermektedir. Rad­yolar, Yassıada Saatinde her davetiye sahibinin duruşmayı takip edeceği günü açıklamaktadır. Meselâ spiker, "Bugün G-ll di, yarın G-12 dlr" de­mektedir. "O", gün kelimesinin İlk harfidir Ve ük duruşma günü anla­mına gelmektedir. Artı İşaretinden sonra gelen rakkam da, duruşma gü­nünün sayısıdır. Böylece davetiye sa­hibinin, davetiyesindeki terime göre duruşmayı takip.edebileceği günü ön­ceden hesaplaması imkân dahiline girin ktedir Ayrıca, son duruşma günü numarasını jimnastikhaneden

bozma duruşma salonunun kapasite si olan 600 rakamı ile çarpınca, bu-güne kadar Yassıadaya gidebilenlerin sayısını hesaplamak mümkün olmak-tadır. Mamafih, basın mensuplarının, bilhassa yabancı olanlarının Yassıa­da duruşmalarına gösterdikleri rağ-bet, zaman ilerledikçe azalmaktadır. Bu belki, mühim davaların ele alın­masıyla artacaktır.

Yassıada yolculuğu, Denizcilik Bankası Şehir İşletmesinin Heybeli-ada seferi şartları altında yapılmak­tadır. Ancak Yassıada da kalınmak istense dahi, -pek hoş şey değildir ya...- gidiş-dönüş bileti almak şart­tır. Yassıadaya gidiş-dönüş için, De-nizcilik Bankasının Dolmabahçeye koydurttuğu portatif iki bilet satış kulübesinden birine sivillerin 460, öğ rencilerin 230, subayların ise 270 ku ruş ödemeleri gerekmektedir. Basın mensupları gene tam tenzilattan is­tifade etmektedirler.

Başağrısı avukatlar Avukatların Yassıadaya gidebilme­

leri için sanıklardan biri tarafın dan verilen vekaletnameyi ibraz et meleri kafidir. Ancak bir sanık, üç­ten fazla avukat tutmak hakkını ha iz değildir. Sanık avukatları ile İr tibat Bürosu arasındaki en ateşi maraza, birincilerin o l u r olmaz saat lerde ve her istedikleri zaman Yassı adaya gldip-gelmek arzularından pat lak vermiştir. İrtibat Bürosu inceden inceye hesaplamış, Fenerbahçenin Yassıadaya bir defa gidiş dönüşünün tam 3,405 liraya malolduğunu mey dana çıkarmıştır. Miktar bir hayli tuzludur. Zaten düşükler, her halle riyle milletin perişan kesesine kal dırılması mümkün olmıyan bir yük teşkil etmektedirler. Sadece bir deniz eğitim üssü olan Yassıadanın bu günkü haline getirilmesi en aşağı dan 2,5 milyona patlamıştır. irtibat Bürosunun diğer masrafları da he men hemen aynı meblağa ulaşmış-tır. irtibat Bürosunun teşkilinde ve Yassıadanın tadilinde Milli Savunma Adalet ve Ulaştırma Bakanlıklarını rolleri olmuştur. Her Bakanlığın yap tığı masraf, kendi üzerine yıkılmış-tır.

3,405 rakamım işitince, sanık a-vukatları yaygarayı basmışlardı Fenerbahçenin, normal seferleri dı şında sırf kendileri için. Yassıadaya gidip-gelmesi halinde, s a n ı k avukat l a r ın ın 3,405 lirayı keselerinden öde meleri gerektiği bildirilmiştir. İrtibat Bürosunun direnmesi üzerine bir de fasında sanık avukatlarının 85'i bir araya gelmiş. 3,405 lirayı araların paylaşmışlardır.

Sanık avukatlarının, herhangi bi-yerden kalkacak münferit teknelerle

pecy

a

Page 16: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YASSIADA DURUŞMALARI

istedikleri zaman rastgele Yassıada-ya gidebilmelerine güvenlik mülaha­zalarıyla müsaade verilememektedir. Buna karşılık İrtibat Bürosu şöyle bir formül teklif etmiştir: Eğer 3,406 lira yüklü telakki ediliyorsa, kendi­leri bir tekne bulabilirler ve Dolma-bahçe Rıhtımına devamlı surette a-borda ettirebilirler. Bu özel teknele­riyle de keyiflerinin dilediğini yapa­bilirler. Bütün mesele emniyet un-surlarının teşekkül etmesi ve eksik kalmamasıdır. Belki araya denizin girmesiyle masraflı olan Yassıadaya gidiş-dönüşü, sanık avukatları böy­lece ucuzlatabilirler. Fenerbahçe, bi­rinci sınıf yasak bölge içinde olması­na rağmen muhtemel bir sabotaja karşı denizin altındaki kesimleri her defasında hareketinden önce behe-mahal dalgıçlara muayene ettiril-mekte ve içinde fasılasız nöbet tu­tulmaktadır. Sanık avukatlarının ki-ralıyacaklan özel tekne de aynı mu­ameleye tabi tutulacaktır. Üstelik te bir jandarma botu refakatinde sey­redecektir!

Formül, sanık avukatlarınca ca­zip karşılanmadı ama, hiç olmazsa yerinip yüksünmelerine bir son ver­di. Tuttukları motor Bozkurt oldu. Şimdiki baş istekleri mahkeme dos­yalarım Yassıadada d e g i l de İrtibat Bürosunda tetkik edebilmektir. Sa­nık avukatlarının celbi için ayakla­rına vasıtalar gönderildiği veya bun­ların mahkeme dosyalarını bir başka yerde tetkik edebildikleri ne görül­müş, ne de işitilmiştir. Ama sırf sı­zıltıya yol açmamak için, bu yapıl­maktadır.

Şikayetler yağmuru

Sadece Sekreterliği vasıtasıyla M. B.K. nden direktif alan ve onun

adına emirler veren İrtibat Bürosu,

Yassıada bilet gişesi Adanın k a p ı s ı

Radyolardaki şöhreti yaygm Yassı­ada Saatinin hazırlanması görevini de uhdesine almıştır. Yassıada Saati, isimleri gizli tutulan bir profesör hu­kukçu, üç doçent hukukçu, bir Üni­versite öğretim üyesi olmayan hu­kukçu ve gene bir Üniversite öğretim üyesi olmayan tarihçi ve bir Kurmay Binbaşıdan mürekkep bir heyet ta­rafından derlenmektedir. Yassıada Saatinde işitilen tesirli seslerin sahip­leri, İstanbul Radyosu spikerlerinden Tarık Gürcan ve Doğan Soyludur.

Yassıada Saati ile alakalı olarak yağan ilk şikayetler, kısalığı etra­fında olmuştur. Ancak Yassıada Saa­tinin zamanının kararlaştırılmasın­da değişik faktörler rol oynamakta­dır. En başta, vakit meselesi vardır. Duruşmaların bütün safahatini zap-teden bandlar ın önemli kısımlarının ayıklanması, saatler almaktadır. Bandlar Yassıadadan İstanbul Rad-yoevine helikopterlerle taşındığı hal­de, gene de girişin, aradaki tefsir, izah ve kıymetlendirme notlarının sokuşturulması aceleye gelmekte­dir. Çoğu zaman bütün işlerin ikma­li için ancak üç saatlik bir zaman kalmaktadır. F a k a t gene de Yassı­ada Saatinin 15 dakikadan yarım sa­ate çıkarılması hummalı ve yıpratıcı bir çalışma göze alınarak imkan da­hiline sokulmuştur. Bir defa ham bandlar ın baştan aşağı dinlenebilme­si, asgariden duruşmanın devam et­tiği müddete mütevakkıftır.

Ayrıca, Yassıada Saatinin uza­ması, bazı gazetelerin tirajlarına

menfi şekilde tesir etmiştir. Tıpkı Televizyon -Radyo savaşında rad­yonun yenilmesi gibi Radyo- Günlük Gazete mücadelesinde de günlük ga­zeteler pes etmiştir. Ancak bu husus da nazarı itibara alınmıştır. Netice­de, milletin duyma, bilme ve öğren­me ihtiyacı ile bazı gazetelerin men­faatleri arasında muvazene tesisine çalışılmış, ne şişin, ne kebabın yan-mamasma dikkat edilmiştir. Zaten umumiyetle, uzunluğu ve kısalığı kodu tayin etmektedir.

İkinci şikayet yağmurunun ko­nusu, zabıt kâtipleri olmuştur. Sesle­ri radyofonik olmadığından, okuduk­ları kararname veya diğer vesikalar, hoparlörlerden anlaşılamaz bir ma­hiyette aksetmiştir. Bunun üzerine İstanbul Rodyosunun iki spikeri Al-kan ve Faik, Yassıadaya getirtilerek Yüksek Adalet Divanında, sadece bir yazının okunması durumlarında, za­bıt katibi olarak kullanılmağa baş­lanmıştır. Ordu Film Merkezi de, Yassıadada İrtibat Bürosunun emrin­de çalışmaktadır.

İrtibat Bürosunun yorulmak bil­mez, fedakar ve mesuliyetlerini müd­rik vazifelileri, isimlerinin gazetele­re geçmesine prensip olarak muhale­fet etmektedirler. Onlara göre, ağır bir iş başarılıyorsa bu, Yüzbaşı Suat veya Binbaşı Vehbinin değil, Silahlı Kuvvetlerin müşterek eseridir. Ken­dileri, Silahlı Kuvvetlerin onbinlerce ferdinden tesadüfen böyle bir göreve atanmış alelade birkaçıdırlar. Şahıs­lar bahis konusu değildir. Ortada ev­vela bir memleket davası, sonra da Silâhlı Kuvvetlerin prestiji meselesi vardır. Yegana endişe, omuzlara yüklenilen çetin ve mesuliyetli işin altından, mümkün olduğu kadar er­ken ve alın akıyla çıkmaktan iba­rettir.

İşte, son aylarda bütün İstanbu­lun gözünü üzerine çeken meşhur İrtibat Bürosu budur!

1 6 AKİS, 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 17: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER Millet

İyi işaret Bitirdiğimiz haftanın sonunda mahi­

yet itibariyle önemli değil, ama mana bakmamdan pek sevindirici bir iyi haber radyolar vasıtasıyla herke­se duyuruldu. İçişleri bakanlığı bir tamim yayınlamış ve bütün devlet dairelerine Devlet Başkanı Gürselin resminin asılması gerektiğini bildir-mişti. Tamim bu kadarla kalmıyordu. Asılacak resimlerin kimden sağlana­cağı ve kaç lira bedel mukabili satın alınacağı da belirtiliyor, hatta adres veriliyordu. Hadise, çapından beklen­meyen akisler yaptı ve b i r anda dik­kati üzerinde topladı. Devlet Başka­nının resminin devlet dairelerine asıl­masına hiç kimsenin itirazı yoktu. A-ma içinde yaşadığımız günlerin en mühim, meselesi, yarabbi bu muydu ve bir yeni masraf kapısının açılma­sını, haklı görmek kabil miydi? Üs­telik böyle b i r tekeli bir şahsa sağla­manın da pek tasvip edilecek tarafı yoktu.

Haftanın sonlarında b i r akşam radyolarım açıp haber bültenini dinle­yenler tatlı b i r tebliğle karşılaştılar. Cemal Gürsel resminin devlet daire­lerine asılmasına razı olmamış, bunu doğru bulmamıştı. İçişleri bakanlığı­nın tamimi hükümsüz hale düşüyor­du. Babacan Orgeneral basiretin yo­lunu tutmuştu ve hem prestij zedele­yici, hem de laf çıkmasına vesile ve­recek bir tasavvuru daha beşiğinde boğmuştu.

Haberin memnunluktan gayrı fe­rahlık da veren bir tarafı vardır. Ba­bacan Orgeneral tam kudreti elinde tutan bir takım basit, iptidai insan­ların dünyanın en mühim işiymiş gibi çok zaman öne aldıkları bir meseleyi elinin tersiyle itmekte, karakteri hakkında umumi efkara b i r yeni de-lil vermektedir. Cemal Gürselin yü­reğinde hırs, ihtiras, benlik merakı

POLİTİKACININ MACERALARI

gibi duyguların şu anda hiç bulunma­dığı böylece bir defa daha ortaya çık­maktadır. Memleketimizin çok fera­gat, çok gayret, çok basiret ve usta­lık isteyen şu anında işbaşında bu va­sıflara sahip, üstelik milletin nabzının nasıl att ığını iyi teşhis eden bir inşa­ata bulunması elbette ki cesaret veri­cidir, ümid ve iyimserlik sebebidir.

Hakikaten Cemal Gürsel milletin nabzını dikkatle saydığım, umumi ef­karın nasıl istikametlere yönelmiş bulunduğunu iyi gördüğünü, büyük kütlelerin hangi meselelerde ne gibi reaksiyon göstereceğim başarıyla keşfettiğim daima ortaya koymuş­tur. Tabii bunda, kendi şahsi meziyet­leri kadar bir devlet adamının belki de en mühim vasfı olan "İyi etraf seçme" hassasına malik bulunması rol oynamaktadır. Kudret sahipleri­nin etrafım daima çeviren kimseler henüz Babacan Orgeneralin muhiti­ne susamamışlardır. Bu muhit Cemal Gürsel için dış aleme bakan pencere­lerin en faydalısı ve en mükemmeli yerine geçmektedir.

Bu, memleketin bugün üzerine e-ğildiği Kurucu Meclis, 147'ler, Emek­li Subaylar gibi daha başka meselele­rin de aynı başarıyla sonuçlandırıla­cağının pir işaretidir. Bir kudret sa­hibi milletin ne istediğini, temayülü­nün ne olduğunu anlar ve hareketle­rinde bu bilgisini baş faktör sayarsa kazanacağı sadece b a ş a r ı olur. Ba­bacan Orgeneral bu basit sihri bildi­ğini belli etmektedir ve kötü bir etra­fın devlet adamlarım nerelere götür­düğünün mükemmelen farkındadır. En iyi niyetlerle girişilmiş hareketler kötü tesirler ve akisler bırakırsa on­dan derhal vazgeçmenin faziletini Devlet Başkanı, anlaşılıyor ki bil­mektedir.

Zaten bu da, aslında, bugün ve ya­rın için 7 Mayıs hareketinin terbiye edici f a z i l e t i değil de nedir ki?..

Y A Z I S I Z

AKİS, İS TASIM 1960

Kurucu Meclis A m a n k i m s e d u y m a s ı n

Başbakanlığın merdivenlerinde siga-ralarını tazeleyen adamlar bir-

denbire harekete geçtiler. Evvela b i -ri sonra bir diğeri ve daha sonra hepsi Başbakanlığın Sten tabancalı iki nöbetçi tarafından beklenen kapı-sına doğru koşuştular.

Kapıda orta boylu, kumral, yaka-l a r ı bir hayli geniş tutulmuş, koyu renk elbisen birisi görünmüştü. Ba-şını önüne eğmiş yürüyordu. Gelenle-ri görünce gülümsedi. Kafasını ha-fifce iki yana salladı. B u n u n l a bir şey söyiemiyeceğinl ifadeye çalışmış tı. Ama ne fayda, koşuşanlar orta boylu adamın etrafını sardılar. Soru ların ardı arkası kesilmiyordu. Biri

"— Partilere tanınan kontenjan beyfendi? dedi.

Bir başkası: " —Vilayet temsilcilerini Valilerin

seçeceği doğru m u ? " diye yapıştırdı Ama orta boylu adam duvar gi

biydi Tek kelime söylemiyor, ağzın dan laf çıkmıyordu. Sadece ve sadece gülümsüyordu. Orta böyle adamın etrafını saranlar bir şey çıkaramıya caklarını anlamışlardı. Esasen kapı da b i r ikinci b i r üçüncü av belirmişi Koyu renk elbiseliyi bıraktılar ve di ğerlerine koştular.

Hadise bu haftanın sonlarında bir gün, Başbakanlığın İsfendan ağaçla rının dökülen yapraklarıyla dolu mer diveninin başında cereyan ediyordu Günlerden cumaydı. Orta boylu adam Sağlık ve Sosyal Yardım B a k a n ı Dr. Ragıp Ünerdi. Bakanlar Kurulunu Kurucu Meclisle i l g i l i toplantısından çıkıyordu. Etrafını saran ve b i r k a ç gündür Başbakanlığın önünün de vamlı müşterisi olan Basın mensupla r ı n a bir tek kelime söylemeden ara basına bindi, oradan süratle ayrıldı.

Kapıda ikinci olarak görülen, kı-vırcık saçlı ve çok uzun boylu bo pe

cya

Page 18: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

zattı. Adımlarını ağır ve temkinli a-tıyordu. Görünmemek istemiş, daha doğrusu kaçmayı tasarlamıştı. Zira Adalet B a k a n ı Amil Artüsün gazete­cilere yüreği dayanamıyordu. Kendisi de eski bir gazeteciydi. Neler çektik­lerini biliyor, bu yüzden boş ve mah­zun dönmelerine yüreği elvermiyor-du. Onun da etrafı bir iki saniye için­de insandan bir barikatla çevrildi. Artüs ne ileri ne geri gidebiliyordu. Yakalanmıştı. Gülümsedi ve sualleri cevaplandırmağa başladı. Ama son derece temkinli ve sadece söylemek istediklerini söyliyebilmek için, pek dikkatliydi.

Artüse sorulan ilk sual, partilere tanılan kontenjanlar konusunda oldu. Adalet Bakanı, suali soran gence ba­karak adeta göz kırptı ve:

"— Bunu Milli Birlik Komitesi tespit edecek. Şimdilik kesin bir ka­rara varmadık" dedi.

Artüs, muhakkak ki daha çok sı­kıştırılacak ve ağzından birkaç keli­me daha koparılmak için hırpalana-caktı. Ama bu sırada gazetecilerin bekledikleri ve kendilerine en iyi ha­berleri verecek olan birisi kapıda gö­ründü.

Kışlık üniformasını giymiş olan General Gürsel pek neşeliydi. Basın mensupları üzerine doğru yürüyün­ce, ellerini yukarı doğru kaldırdı ve:

"— Yoooo, öyle üzerime gelmeyin bakalım" dedi.

Sonra merdivenin basamakların­dan ikisini, ağır adımlarla çıktı. Ama buradan i l e r i gidemedi. Zira etrafı sarılmıştı. General eliyle merdivenin öbür ucunda kalan Artüsü göstere­rek:

"— Yahu, o bir şey söylemedi m i ? " dedi.

Gazeteciler, Generalin iyi bir gü­nünde olduğunu hissettiler ve safla­r ı n ı daha da sıklaştırdılar:

"— Hayır Paşam, bir tek kelime söylemedi. Siz lütfederseniz iyi ola­cak. Zira okuyucu bekliyor"

Neşeli General, e t r a f ı n ı saranları şöyle bir süzdü. Kendine has baş sal-lamasıyla onlara "Ah sizi a h ! " der gibi bir hareket yaptı. Söylemekle söylememek arasında bir an bocaladı, ama dayanamadı:

"— Yakında tam manasıyla öğre-nirsiniz. Yarın Komiteye sevkediyo-ruz, işte" dedi.

General bu kadarla kurtulamıya-cağını biliyordu. Biliyordu ama, kur­­ulmak da istiyordu. Gürsele de soru-lan şudurki:

"— Partilere tanınan kontenjan ne kadar P a ş a m ? " oldu.

General gülümsedi. Etrafına top-lanan genç adamlara şöylece bir göz kırptı. Sonra:

Gürsel Başbakanlıktan çıkıyor Mesele halledildi

"— Bu tarafı şimdilik gizli... Faz­la da sormayın" diyerek yürümeğe başladı.

Etraftaki daire Generale yol ver­di. Gürsel ağır ağır merdivenleri in­di ve bekliyen siyah Cadillac'a bine­rek Başbakanlık binasının önünden uzaklaştı.

Basın mensuplarının ümidi biraz kırılmıştı. İstediklerini alamamışlar­dı. Beklediklerine değil, bir şeyler ko-p a r a m a d ı k l a r ı n a yanıyorlardı. İşte bu sırada kır saçlı, hafif göbekli ve elinde çanta olan bir adam kapıda gö­ründü. Ekrem Alican belli ki bu fur­yadan kaçmak için kasten geç kal­mıştı. Ama gene de yakalanmıştı ve Basın mensuplarının bir iki saniyede etrafını sarmalarına mani olamamış­tı. Bir gazeteci atıldı:

"— Efendim, C.H.P. ye elli küsur, C.K.M.P. ye ise bunun yarısı kadar kontenjan tanınmış, doğru m u ? "

Maliye Bakanı her zamanki haliy­le evvela biraz durakladı. Sonra, bir iki saniye düşündü. Daha sonra tane tane, kelimelerin üzerine basarak ko­nuştu:

"— Toplamı çok fazla. Zannet­mem" dedi.

Bir başka gazeteci, açıklama ya­pılıp yapılmayacağını sordu. Alican gene ağır ağır:

"— Bu konuda herhangi bir karar alınmadı. Ama ben şahsen böyle, bir

şey yapılmasına taraftarım. Böyle­likle amme efkarı hazırlanmış, ser­best tartışma imkânına kavuşulmuş olur" dedi.

İşin bundan sonrası gazetecilerle Alican arasında yapılan esprilere in­hisar etti. Basın mensupları Maliye Bakanının daha fazla bir şey söyle-miyeceğini anlayınca diğerlerine yük­lendiler. Mehmet Baydur gazeteciler­den pek çabuk kaçtı. Hâlâ bir Umum Müdür gibi hareket eden bu centil­men Bakanın konuşacağı, esasen kimsenin aklının köşesinden geçmi­yordu. Şahap Kocatopçuoğluna gelin­ce, o da diğerinden farksızdı. Son de­rece şık olan Sanayi Bakanı sadece ve sadece tatlı tatlı gülümsedi. Acele­ci adımlarla merdivenleri inerek bek­leyen otomobiline bindi. Bir an evvel Başbakanlıktan ayrılmayı kendisi i-çin herhalde pek hayırlı bulmuş ola­caktı.

Gri dosyanın esası Hakikaten bitirdiğimiz hafta boyun­

ca gri dosyanın esrarı bir türlü çözülemedi. Kurucu Meclis Anayasası oldukça kısa bir zaman zarfında ha­zırlanmış ve Devlet Başkanına sunul­muştu, Ama ne hazırlıyanlar ne de tetkik edenler tasarı hakkında tek kelime söylüyorlardı. Sorulanlara sâ­dece gülümsiyerek omuz silkiyorlar-dı. Sanki herkesin d i l i tutulmuştu. Bu ketumiyetin elbette bir sebebi vardı. Gürsel, işin, bu defa tam ma­nasıyla hazır olmadan gün ışığına çıkmasını istememişti. Zira tasarıda muhtemelen bâzı değişiklikler yapı­lacaktı. Bu değişiklikler, suyun altın-da çalışanların ağızlarına pekala sa­kız olabilir ve gene ortaya olmadık laflar çıkabilirdi.

Değişikliğe uğrıyacak maddeler­den birisi siyasî partilere ayrılan kontenjandı. Tasarıda bu, C.H.P. ön­de tutularak ele alınmış, sırasıyla di­ğer küçük partilere geçilmişti. İlk ha­zırlanan tasarıda C . H . P . i l e C.K.M.P. arasında bir hayli fark vardı. Fark, iki partinin memleketteki durumları göz önüne alınarak konulmuş ve kı­yas, iki parti türlü yönlerden ele alı­narak yapılmıştı. Siyasi partilere Ku­rucu Mecliste ayrılan kontenjan ilk tasarıya göre 72'ydi. Bu 72'nin yarı­sından fazlası C.H.P. nindi. Geri ka­lanlar da küçük partiler arasında pay edilecekti.

Memlekette partilerin sahip bu­lundukları hakiki kuvvet göz önün­de tutularak tesbit edilmiş bu nisbet, lideri o l a n Bölükbaşı olan C.K.M. P. -bu, pek çok şeyi izah etmektedir-tarafından itiraza uğrayınca Bakan­lar Kurulunda tereddütler hasıl oldu. Bakanlardan bir çoğu da C.H.P. ne mümtaz sayılabilecek bir mevkiin

AKİS. 28 KASIM 1960 18

pecy

a

Page 19: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

Haftanın İ ç i n d e n

Demokrat Oylar Metin TOKER

Memleketin siyaset hayatında, D.P. nin kapatılmasıy­la bir boşluğun meydana çıkmış olduğunda zerrece

şüphe yoktur. Şimdi b i r takım kimseler bu boşluğu doldurmak için canlarım dişlerine takmış çalışıyorlar. Bunların başında C.K.M.P. lideri sayın Osman Bölük-başı ve arkadaşları var. Bu gayretlerin bir neticesi ola­rak sayın Bölükbaşının yayınını idare ettiği gazetede Menderes "düşük" değil "sanık"tır, duruşmalar sırasın­da sarfettiği maskara sözler alay konusu değil ciddi manşetlerdir. C.K.M.P. nin sayın lideri ve arkadaşları memleketteki gerici oyların D.P ye gittiğini hesaplaya­rak muhafazakârlığın da faziletini terennümde en yük­sek sesi çıkarmaktadırlar.

Buna rağmen sayın Bölükbaşıyla arkadaşlarını bu teşebbüslerinde bir hüsranın beklediğini söylemek kehanet sayılmamalıdır. Sosyal hayatta, hele po­litikada boşluklar mutlaka tabii yollardan doldurulur ve suni teşekküller bir ara liderlerine ümit de verseler en sonda yerlerini oraların hakiki sahiplerine terket-mek zorunda kalırlar. Böyle bir hâdise bizim son De­mokrasi tarihimizde mevcuttur ve bugün bir C.K.M.P. lideri olan sayın Nurettin Ardıçoğlu -İçinde yaşamış olmasının sağladığı avantajla- bunu gayet İyi bilmek­tedir. Çok partili rejime geçilme kararını sayın İnönü verip te bunu açıkladığında ikinci partinin yeri boştu. Boşluğu doldurmaya ilk teşebbüs eden , rahmetli Nuri Demirağ olmuştur. Fakat D.P. ortaya çıkar çıkmaz Demirağuı partisi İflâs edivermişti. D.P. nin harikulade kaderi, mevcut boşluğu dolduran tabii teşekkül olması neticesi çizilmiştir.

D.P. iyi ya da kötü, ama daima bir büyük parti olarak yaşamış, hattâ öyle doğmuş ve öyle ölmüştür. Bâzı alınganlıklara yol açsa da belirtmek lâzımdır ki sayın Bölükbaşı ve arkadaşlarının partisi rahmetli Nuri Demirağ ve arkadaşlarının partisinden asla daha ciddiye alınmamış, ona nisbetle tehlikeli de sayılsa memleket ölçüsünde ondan fazla bir tesir icra etme­miştir. Bu bakımdan koyunun bulunmadığı yerde keçi­ye Abdurrahman Çelebi dendiği gibi C.K.M.P. de sosyal hayatımızdaki boşluk tabii yoldan dolduruluncaya ka­dar belirli bir takım Demokratları sinesinde barındıra­caktır. Fakat D.P. nin hakiki varisi ortaya çıktığında, o belirli takım dahi tası tarağı toplayarak C.K.M.P. yi gerçek hüviyetiyle ve hacmiyle başbaşa bırakacaktır. Zira D.P. nin hakiki varisi C.K.M.P. değildir. Hiç bir zaman olmamıştır. Asla olmayacaklar.

Zaten bu yüzdendir ki başka kimseler, tamamile iyi niyetlerle bu role taliptirler ve bir parti kurarak D.P. oylarım kanalize etmeyi bir memleketseverllk va­zifesi saymaktadırlar. Bu oyların tehlikeli ellerde kay­bolmasına cevaz vermemek lâzımdır. Bunun için de tek çâre bir araya gelmek, teşkilâtlanmak, sonra 1946 De­mokratlarına dönüp onlara hakiki partilerinin bu teşek­kül olduğunu söylemektir. Böyle bir hareketin alemdar­ları olarak belki politikada değil ama bir ufak kısmı devlet adamlığında, bir büyük kısmı İyi niyet ve mem­leketseverllk imtihanında başarı kazanmış, temiz, dü­rüst ve ideal sahibi insanların isimleri bahis konusu edilmektedir. Bunların ekserisi giyaset hayatına D.P. saflarında atılmışlar, sonradan Bayar - Menderes çete­sinin tuttuğu yola görerek oradan ayrılmışlar, bâzısı Hür. P. ni kurarak mücadeleye devam etmiş, başkaları

evlerine çekilerek müsait günlerin gelmesini beklemiş­tir. Şimdi, kanaatlerince, D.P. nin ortadan kaldırılma­sıyla bir boşluk açıldığından müsait gün gelmiştir ve vatanın kendilerine İhtiyacı vardır. C.K.M.P. tehlikeli temayül ve istidat gösteren ellerde bulunduğundan, üs­telik bir belirli zihniyetin, sınıfın çekirdeğini teşkil et­tiğinden o teşekkülün İkinci Cumhuriyette bir Ana Muhalefet olarak dahi ortaya çıkması arzu edilecek bir husus değildir. Halbuki, boşluk döldurulmazsa Demok­rat oylar ister istemez o İstikamete akacak, C.H.P. nin karşısına sayın Bölükbaşı gibi bir zatn idare ettiği ka­labalık bir parti Muhalefetin 1 numaralı temsilcisi ola­rak çıkacaktır. Sayın Bölükbaşının şahsiyeti herkesin malumu bulunduğundan böyle bir tablonun pek çok kimseyi ürkütmemesine imkân yoktur. Kaldı ki mem­leket realitelerine doğru teşhis koymayanlar C.K.M.P. ne, koparılan gürültüye fazlasıyla pabuç bırakarak, da­ha bile fazla şans tanımakta, "İktidara o gelirse ne oluruz? Maazallah, Menderes devrini bile mumla ara­rız" diye telâşlanmaktadırlar, Bütün bu güzel ve sami­mi düşünceler D.P. oylarını C.K.M.P. nin elinden söküp alacak siyasi teşekkülü bir an önce kurmayı vazife ha­line getirmektedir.

Fakat böyle bir parti de D.P. den boşalan yeri dol­durmayacaktır. İyisi ve daha az iyisi, Demokratlar eski Hür. P. mensupları veya 27 Mayıs hareketinin bâzı baş­ları tarafından kurulacak bir partiyi katiyyen benim­semeyecekler, hattâ sayın Bölükbaşıya bile tercih et­meyeceklerdir. Hiç hayal etmeden düşünmek lâzımdır: Bir sınıf Demokratı, hiç olmazsa bir sınıf Demokratı Menderesten ayırmak İçin kurulan ve şansım buna bağ­layan Hür. P. bu gayesinde hangi nisbette başarı ka­zanmıştır? Hemen hemen hiç! Şimdi, aradan zaman geçip te Menderesin Yassıadada bulunması neticeyi de­ğiştirecek sanılıyorsa yanılınıyor demektir. D.P. İller böyle bir partiye de gelmeyecekler, boşluk tabii şekilde dolduruluncaya kadar sürüp gidecektir.

Elbette ki bu durumu önlemenin en İyi çaresi D.P. ye hiç ilişmemekti. O, tabii gelişme seyrini takip edecekti. Ya, İyi niyetli liderler başa geçerek bu teşek­külü kurtaracaklardı ya da teşekkül normal ömrünü yaşayıp eceliyle göçecekti. Bir takım hususi maksatla­rın ve yanlış hesapların ittiği kudret sahipleri bunu önlemişlerdir. Zannetmişlerdir ki böyle bir durum kar­şısında Demokrat kütle ve dolayısıyla Demokrat oylar avuçlarının İçme düşüverecektir. Hayal! O kütle ve o oylar bugün tam bir sunilik içinde düşünülen, halbuki niyetinin halis olması neticesi Demokrasimize de fayda sağlayacak yeni siyasi teşekküle de iltifat etmeyecek­lerdir. Nahak yere açılan boşluğun tek doldurulma im­kanı Yassıada duruşmalarının sonunda belirecektir. Kendi içlerinden, fakat temiz kalmış ve beraat etmiş kimseler eski Demokrat kütleleri sürüklemeye mukte­dir olacaklardır. O zamana kadar herkes, sâdece kendi­ni avutacaktır.

Yeni bir partinin başarı şansı yok mudur? Elbette olabilir. Ama siyaset hayatına bir varis değil, kendi ba­şına bir şahsiyet olarak atılmaya karar verdiği taktir­de. Yâni hazır bir oy kütlesini bulacağını değil, taraf­tarlarını kendini beğendirerek derleyebileceğini ve bu­nun uzun zaman alacağım kafasının bir kenarına şim­diden ve İyice yerleştirerek...

AKİS, 28 KASIM 1960 19

pecy

a

Page 20: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

müstakbel Kurucu Mecliste tanınma­sının aleyhinde bulunuyordu. Bazen eski hisler, bazen müstakbel Ümitler realitenin olduğu gibi aksettirilmesi-ni mahzurlu buluyordu.

Bu arada, M.B.K. üyeleri, tasarı henüz kendierine İntikal ettirilmemiş olmakla beraber bilgi edinmekte fay­da gördüler. Feyzioglu Meclise çağı­rıldı. Orta Doğu Üniversitesi Rektö-RÜ Meclise alelacele geldi. Komite Ü-yelerinin pek çoğu hazırdı. Ikl saate yakm süren İzahat sonunda Feyzioğ-lu tasarının ana hatlarını anlatmış, neyin neden olduğunu, konulan mad­delere niçin lüzum görüldüğünü bir bir İzah etmişti.

Meclisten çıkarken Feyzioğlu memnun görünüyordu. Etrafını saran gazetecilere gerçi bir Bey söylemedi, sorulara üstünkörü cevap verdi ama yüzünden karşılaşmanın iyi geçtiği a-çıkça anlaşılıyordu. Hele foto muha­birleri Feyzioğlunda pek memnun kaldılar. Ve istedikleri kadar resim çektiler.

Şayet değişmezse... Milli Birlik Komitesine, Bakanlar

Kurulunun üç gün süren incele­mesinden sonra sunulan tasarı üze­rindeki çalışmalar bu hafta içinde başlıyacaktır. Komite, çalışmalarını ayın birine kadar bitirmeği ve -kati bir tarih olmamakla beraber- Kurucu Meclisin 21 Aralıkta çalışmalarına başlamasını arzulamaktadır. Şayet işler normal gider, büyük aksaklıklar çıkmazsa Kurucu Meclis, Aralığın 21'inde ilk toplantısını yapacaktır. Hazırlanan tasarıda, Kurucu Mecli­sin 262 temsilciden teşekkül etmesi kararlaştırılmıştır. Bunun 70'i siyasî partilere ait olacaktır. Ancak bu ra­kamın indirilmesi bahis konusudur ve nüfuz sahibi bâzı çevreler bunun şam­piyonudurlar. Kesin olarak bilinme-mekle beraber, partilere ayrılan san-dalyaların 60 civarında olması muh­temeldir.

Mecliste 82 sandalye il temsilci­lerine ayrılmıştır. Temsilcilerin seçi­mi de Anayasada hüküm altına alın­mıştır. Buna göre, nüfusu 500 bine kadar olan illerden 1 temsilci gele­cektir. 600 bin ilâ 1 milyon arasın­da olanların hakkı 2'dir. Birbuçuk milyonluk şehirler 3, iki milyonluklar İse 4 temsilci gönderebileceklerdir.

Delegelerin seçiminde esas, iller-de kurulacak il Seçim Kurullarıdır. Bu kurulların başkanları yüksek de-receli yargıçlar olacaktır. Kurul, il­lerdeki siyasî partilerden, Mimar, Mühendis, Ticaret odalarından gön­derilecek onar kişilik heyetlerden re İşçi sendikaları. Basın teşekkülleri, Borsalar, Barolar, Kooperatiflerin yönetim kurulları ve diğer teşekkül­

lerin yollıyacakları delegelerden te-şekkül etmekte ve bu kurul, Kurucu Meclise gönderilecek temsilciyi seç­mektedir.

Temsilcilerin, aslî vazifelerinden istifa etmelerine lüzum görülmemiş-tir. Sâdece temsilcilik vazifesine baş­ladıktan sonra vazifeleriyle alâkaları kesilecektir. Yeni Anayasada bir yön vardır ki, bilhassa Millî Birlik Komi­tesi üyelerini ziyadesiyle memnun etmiştir. Kurucu Meclis Anayasasın­da, 27 Mayısa kadar Anayasa ve in­san haklarına aykırı icraatı veya neş­riyatı destekliyenlerin temsilci olma­ları yasak edilmiştir. Madde hakika­ten enteresandır ve pek fazla şikâye­ti önliyecektir. Zira -Allah korusun-aksi halde nereden geldiği belli olmaz

herkes istediğini aday gösterebilmek­tedir. Temsilci seçilmek için fazla bir kayıt konmamıştır. Ekseriyetin reyi­ni almak kâfidir. Temsilcilerin maaşları Kurucu Meclise, temsilci olarak se­

çilenlere en yüksek dereceli me­mur maaşı verilecektir. 150 lira asli maaş Üzerinden ödenecek oları, bu maaşın miktarı 2000 liradır. Temsilci ler, aylıklarını bağlı bulundukları müesseselerden almak arzusunu iz­har ederlerse, buna karışılmıyacak, ancak Temsilci sâdece bir yerden ma­aş alabilecektir. Ankara dışından ge­len temsilcilere ayrıca günde 40 lira Verilmesi istenilmektedir. İşte işin burasında belki bir değişiklik Olması mümkündür. Zira ne olursa ulsun, ih-

Bakanlar Kurucu Meclis çalışmalarından çıkıyorlar Tasarıda tadilat var

bir Necip Fazılı Kurucu Mecliste görmek mümkün olacaktır. Böylece büyük bir tehlikenin de önüne geçil­mektedir.

Temsilci seçilenler kendilerini se­çen teşekkül, kurum veya partiyle sonradan ilgileri kesilse bile vazifele­rine devam edebileceklerdir. Böylece temsilci, herhangi bir tesirin baskı­sından kurtarılmak istenmiştir. Ko­mite, bu maddenin izahından da doğ­rusu pek memnun olmuştur. Kurum­lar, teşekküller veya siyasi partiler arasında yapılacak seçimlerde kulis faaliyetini önlemek, seçmeni bir da­ire içine sokmamak için, muayyen a-day gösterme mecburiyeti kaldırıl-mıştır. Herkes aday olabilmekte veya

tilâlin öncüleri fazla para meselesinde biraz sıkı davranmakta ve ayda 2000 lira nın bir insana yetip artacağını söylemektedirler. Bu bakımdan dışar­dan gelenlerin 40 lirası biraz şüpheli­dir.

Kurucu Meclis toplandıktan üç gün sonra bir Başkan ve üç Başkan Vekili seçilecektir. Başkanın Siyasi parti temsilcilerinden seçilmesi mah­zurlu Bulunmuş ve bunu Önleyici bir madde Anayas ya ithal edilmiştir. Kurucu Meclisin çalışmaları, BM M. nin çalışmalarından pek farklı -D.P. nin çoğunlukta oduğu Meclis hariç-olmayacaktır. Oturumlar gene açık­tır, Müzakereler tutanak dergisinde yayınlanacak ve diğer yayın organla-

20 AKİS. 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 21: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

rında yayınlanmasına da kimse mani olamıyacaktır. Tasarıda en önemli madde, Temsilciler Meclisinin hiç bir merci tarafından dağıtılamıyacağı, vazifesine son verilemiyeceği ve ka­nunun gösterdiği haller dışında çalış­malarım tatil edemiyeceğidir. Bu, A-nayasaya bir emniyet subabı olarak konmuştur.

Zihinleri karıştıran, Millî Birlik Komitesiyle Kurucu Meclisin beraber nasıl çalışacağıdır. Haftanın sonunda bu da -şayet değişmezse- aydınlan­dı. Kanun teklif ve tasarılan Kurucu Meclis üyeleri tarafından yapılacak­tır. Ancak teklifte Millî Birlik Komi­tesi üyelerinden en az birinin imzası­nın bulunması şart koşulmuştur. Mec lis, kanunu müzakere edecek, kabul veya reddedecektir. Kabulü halinde kanun, Millî Birlik Komitesine sevke-dilecektir. Bu hale göre Milli Birlik Komitesi bir nevi Ayan Meclisi, ol­maktadır. Kurmaylardan mürekkep

bir Ayan Meclisi... Temsilciler Meclisi her türlü and-

laşma, sözleşme, savaşa ve barışa ka­rar verme yetkilerini haizdir. Ancak bu gibi hallerde kararı Komitenin o-naylaması şart koşulmuştur. Peki, Millî Birlik Komitesi bazı kanun ve­ya kararların onaylamadığında ne o-lacaktır? O zaman işler karışacak ve içinden çıkılmaz bir hale mi gelecek­tir? Anayasa tasarısı hazırlanırken vazifeli komisyon Üyelerini işte en fazla bu husus uğraştırmış ve anala­rından emdikleri sütü burunlarından getirmiştir, öyle bir hal çâresi bu­lunmalıydı ki hem İhtilâlin öncüleri değerlerinden bir şey kaybetmesinler, hem de Kurucu Meclis sâdece lâftan ibaret kalmasm. Eee, buna çâre bul­mak Eflâtunun bile harcı değildi. Ko­misyon günlerce düşündü, taşındı, ni­hayet, isi bir hakem heyetine tevdie karar verdi. Hakem heyeti. Temsilci­ler Meclisinde bulunan Yargıtay üye-

SÜNGÜ TALİMİ...

AKİS, 28 KASIM 1960

lerinin en yaşlısının başkanlığında kuruluyor, Meclisten ve Komiteden seçilen yedişer kişilik üyeden terek­küp ediyordu. Bu heyet İhtilaflı nok­talan inceliyecek ve uzlaştırıcı bir tasarı hazırlıyacaktır. Hazırlanan metin, Kurucu Mecliste tekrar göz­den geçirilecektir. Ondan sonra tasa-rı Devlet Başkanına gönderilecektir. Başkan bunu on gün içinde cevaplan­dırmak mecburiyetindedir. Devlet Başkam bu müddet zarfında tasarı-nın tekrar müzakeresini istiyebile-cektir.

Üç ana kanun bu gibi olağanüstü hallerin dışında bırakılmıştır. Bunlar Anayasa, Seçim Kanunu ve Bütçe Kanunudur. İlk iş Anayasa ve seçim Meclis kurulur kurulmaz ilk yapı­

lacak iş, Anayasa ve Seçim Ka­nununu hazırlayacak komisyonların seçimi olacaktır. Anayasa ve Seçim Kanunu komisyonlarındaki üye sayı­sı yirmişer kişi olacaktır. Bu komis­yonlar derhal çalışmağa başlıyacak-lardır. Kurucu Meclisin çalışma şek­li diğerininkinden ayrıdır. Meclis hergün toplanacaktır. Ancak 10 günü geçmemek şartiyle bir tatil verme yetkisine sahiptir.

Hükümet üyeleri, Kurucu Meclis tarafından seçilecektir. Üyeler, Mec­lis içinden veya dışından seçilebile­cektir. Bunları affetme yetkisi gene bu Meclise aittir.

Millî Birlik Komitesi, basılmak üzere cumartesi günü Devlet Matba­asına verilen tasarıyı, pazartesi sa­bahından İtibaren konuşmağa başlı­yacaktır. Tasarı üzerinde yapılacak tadilâtın pek öyle atla deve olmıya-cağı bilinmektedir. Komite, işi bir an evvel bitirmek istemektedir. Kur­maylar böylece, biraz nefes alma im­kânı bulabileceklerine inanmaktadır­lar.

Partiler Kazanlar kaynıyor Geçen haftanın sonlarına doğru, Kı­

zılay meydanının soluna düşen kısımda bulunan dar sokağın başın­daki binada hummalı bir faaliyet hü­küm sürmekteydi. Koyu renk elbise­ler giymiş bir takım adamlar, soka­ğın başındaki binanın balkonlarında kapı önlerinde arz-ı endam ediyor­lar, aralarında derin sohbetlere dalı­yorlardı. Koyu renk giyinmiş adam­lar, tanıdık simalardı. Bunlar, siyasi faaliyetin durdurulmasıyla ortalıktan çekilen, fakat haftanın başında tek­rar su yüzüne çıkan politikacılardı. Anlaşılan, siyasî hâdiselerin mihrakı, bir defa daha C.H.P. nin Karanfil so­kaktaki şirin merkezi olmak Üzerey-

21

pecy

a

Page 22: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

C.H.P. Genel Merkezi Karanfil sokakta hareket var

YURTTA O L U P BİTENLER

di. Doğrusunu söylemek gerekirse, Karanfil sokağın sağ tarafında yer alan Genel Merkez binası son günler­de hayli rağbete mazhar oldu. C.H.P. nin eski milletvekilleri, Kurucu Mec­lis tasarısının anahatları hakkında kısmen de olsa- fikir sahibi olunca

soluğu Genel Merkezde almağı fayda­lı bulmuşlardı. Böylece, haftanın or­tasından itibaren başkentte tedrici bir siyasi faaliyet başladı. Ne var ki faaliyetin merkezi hiç bir zaman, Ge­nel Merkezin selâhiyetli ağızlarının sohbet ettikleri, müzakerelerde bu­lundukları toplantı odaları olmadı. Faaliyet daha ziyade kuliste devam ett i . Başkentin bu her zaman hare­ketli binası, ortada henüz fol yak yu­m u r t a yokken çıkıp gelen yeni ziya­retçileri bir hayli yadırgadı.

Genel Merkez kulislerinde konu­şulan en mühim konu tabii, Kurucu Meclise gönderilecek Üyeler meselesi oluyordu. Gönüllerde yatan aslanlar bir anda kükremiş ve Genel Merke--in ümit verici havası tekrar teneffüs edilmeğe başlanmıştı.

Evdeki pirinç, Çarşıdaki bulgur Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı.

Gerek Merkez İdare Kurulu, ge­rekse Part i Meclisi bu mesele üzerin­de durmak için vaktin henüz erken olduğu kanaatini izhar ettiler ve ça­lışmalarını Part i - içi meselelere has­rettiler. Bu yüzden, kapılardı arz-ı endam eden C H P . milletvekillerinin pek çoğu basiretin sesine kulak ver­mek zorunda kaldılar. Henüz Kuru­su Meclis tasarısı açıklanmamış ve Part i yüksek kademelerinden bu hu­susta ses seda çıkmamış Olduğuna göre çâre-i halas, tekrar işin başına dönüp neticeyi beklemekti. Nitekim öyle oldu. Kurucu Meclis tasarısının Başkan Gürsele sunulmasıyla her şe­yin olup bittiğini sanan ve kendilerine verilmesi mutasavver vazifeye koşan C.H.P. liler heyecanlarını zapta ça­lıştılar. Tabii ki bu heyecanlarında haklıydılar. Uzun ve meşakkatli bir mücadele devresinden sonra birden siyaset dışı bırakılmaları, doğrusu onları pek Üzüyordu. Kurucu Meclis lafı, titreşen yüreklere bir sükûnet iksiri olacaktı.

Hele, bitirdiğimiz haf tanın sonla­rında bir gün yurdun muhtelif taraf­larında -ve bilhassa Istanbulda- bulu­nan parti Meclisi Üyeleri "bir husu­sun müzakeresi için" başkente çağı­rıldıklarında pek çok kalp Ümitle çarptı. Ee, demek ki Part i , Kurucu Mecliste kendisini bu mektubu yaz­dığı sayın Parti Meclisi üyesiyle tem­sil ettirmeye karar vermişti. Fakat haftanın sonunda C H P Meclisinin aktettiği bir seri toplantı, bazı ku­laklara kar suyunun kaçmasına se-22

bep oldu. Bu toplantılar neticesi dı­şarıya sızan, daha doğrusu birer tef­sirden ileriye geçmeyen havadisler sadre şifa mahiyette değildi. Toplan­tıların en uzunu geçen cuma sabahı başladı ve akşam saat 19.30'a kadar devam etti. C.H.P. Meclisi o gün Fuat Sirmenin başkanlığında toptandı. Top lantı, her zamanki gibi yeşil çuha kaplı masanın etrafında yapılıyordu. İnönü toplantıya gelmemişti.

Part i Meclisi, daha ziyade Part i içi meseleleri görüştü. Daha doğrusu, haberin böyle yayılmasına dikkat e­dildi. Fakat söz, ister istemez günün konusu Kurucu Meclise intikal ede­cekti. Nitekim öyle oldu. Üyeler bu konuda fikirlerini üstü kapalı bir şe­kilde serdetmek lüzumunu hissettiler. Ancak bu fikirler, neticeye tesir ede­cek güçte değildi. Anlaşılan şuydu: C.H.P. Meclisi içinde iki ayrı fikir re­vaçtaydı. Bunlardan biri, Part i içinde söz sahibi olan en yetkili organın, yani Part i Meclisi üyelerinin topye-kûn Kurucu Mecliste yer almalarıydı. Tezin müdafileri oldukça kuvvetli bir esbab-ı mucibe ile ortaya atılmış bu­lunuyorlardı. Part i Meclisi C.H.P, nin fikri ve siyasî temsilcisi olduğuna gö­re, Kurucu Mecliste C.H.P, ye ayrılan sıralarda onların bulunması iktiza ederdi. Fakat bu tez pek taraftar bu­lamadı. Karşı tez, toplantıda daha bariz bir üstünlük sağlar gibi görün­

dü. Part i Meclisi asla ve kafa Kuru­cu Mecliste yer almamalıydı. Zira kuvveti elinde bulunduran ve fiilen Partiyi idare etmek mevkiinde bulu­nan bir organın bu muvakkat Teşrii Mecliste yer alması pek iyi netice

vermezdi. Bu fikrin taraftarları da­ha parlak bir teklifle gelmişlerdi. Teklif, bîr küçük Kurultayın toplan­masını derpiş ediyordu. Tasarı açık­lanır açıklanmaz hemen il teşkilatına haber uçurulur ve il başkanları Mer­keze davet edilerek müşterek bir toplantı aktedilirdi. Bu, bir parça da milli İradeye gereken ihtimamı gös­termek mânasını tazammun ederdi. Gelen il başkanlarıyla Part i Meclisi­nin yapacakları müşterek toplantı­larda, Kurucu Meclis hakkında ka­rara varmak mümkün olurdu.

İkinci tez, Part i içinde daha fazla taraftar buldu. Fakat Genel Merkezin de bir kontenjanı veya bir veto hakkı olması lâzımdı. Teklifi müdafaa eden­lerden her biri, şimdiden, haklarından feragati lüzumlu buldular. Genel Sek reter Aksal, açıkça, Kurucu Mecliste vazife alamıyacağını beyan ediyordu. İnönü için de Kurucu Meclis üyeliği bahis konusu değildi ve Genel Başkan bu konudaki her ısrarı redde karar­lıydı.

Mutasavver hareket tarzı karara bağlanmadan, toplantı bitti. Diğer toplantılarda bu hususun karana bağ­lanması gerekiyordu. Fakat C.H.P, çevreleri her meselede olduğu gibi bu meselede ele İhtiyatı elden bırakma­mağa gayret sarfettller. Parti ola­rak bu hususta bir mütalea serdet-mek lüzumsuzdu. Zira ortadaki he­nüz tasarının anahatlarıydı. Millî Bir lîk Komitesindeki incelemelerin ne netice vereceği belli değildi. Onun için kanunu beklemek ve ondan sonra bir karara, varmak yerinde olacaktı.

İşte haftanın sonunda, cumartesi

AKİS, 28 KASİM 1960

pecy

a

Page 23: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

B i r G ö r ü ş

Sırası Gelen Vazife Feyyaz TOKAR

27 Mayısı takip eden günlerde oltalarım bulanık sulara atmış avcıların zehirli yemlerinden birisi şu cümlede

hulasa edilebilirdi: "Şimdi de subay saltanatı başlıya­cak, bakalım maaşlarım hangi rakkamlara yükselte­cekler!" Hatta kötü diller "V.C. — Vatan Cephesinin yerini alacak bir "O.C. = Ordu Cephesi"ni bahis konusu bile etttlen

Vasat ın altında bir yaşama düzenine sahip ordu mensupları, bu paslı zihniyetin sallanan yemine müşte­ri çıkartmıyacak bir direnişle işi nihai safhasına ulaş­tırdılar.

Şehrin kenar semtlerinde mahdut odalı bir evin ki­rasına yetebilecek maaşların sahipleri, sıkıntılı yürek­lerine İnkılabın havasını doldurdular. Sarfettikleri ener­jinin karşılıyamadıkları gıdasını düşünmediler ve bek­lediler. Pek kısa bir süre sonra Kurucu Meclisin faali­yete geçmesiyle menfi propagandanın imalcileri ellerin­deki oltayla baş başa kalacaklar ve işi fiilen devre baş-lıyan Türk ordusunun, geride hoş bir seda bırakarak gidişini her halde hüzünle seyredeceklerdir.

Silahlı Kuvvetlerimiz, Demokratik hayatın değişen istikametini bir dümen darbesiyle yerine oturttuktan

sonra asli vazifelerine dönmeye hazırlanırlarken, hiç şüpheniz olmasın, bulanık su avcılarının oltaların­da bir başka yem göreceğiz, Artık balıkçıyı da, oltasını da, yemlerini de bildiğimiz için buna tahmin kolaydır. Sivillere dönüp askerleri gammazlamanın fayda getir­mediğini görenler askerlere dönecekler ve diyeceklerdir ki: "Her şeyi düzelttiniz sahneyi sivillere terkettiniz. Şimdi ibretle seyredin, onlar sizin problemlerinize eği­liyorlar mı ?" Bu sözü söyletmemek lazımdır.

Yeni bütçe yılına girerken Kurucu Meclisin, subay ve assubay hayat ını dikkatli bir tetkikten geçirip, ma­nevi zevklerle dolu bulunan göğüslere maddi gücü de ilave edebilecek bir tahsisatla gelmesi şarttır. Bu, ta­lihsiz oltanın müşterisiz yemini bir kere daha ortada bırakacağı gibi, toplumun büyült bir kolunu layık oldu­ğu seviyeye doğru hareketlendirecektir.

Ordu mensuplarının hayat şartlarını düzeltmek için düşünüldüğü bazı çevrelerden intikal ettirilen haber­ler son aylarda şöyle bir sıra takip etmekteydi: Binba­şıdan daha yüksek rtitbelerdekl subaylara Opel marka bir araba verilecek, maaşlara yüzde otuz civarında bir zam yapılacak ve emir erleri kaktırılarak tayin bedelle­ri yükseltilecek! Böylesine tedbirlerin yaşama imkan­ları üzerindeki tesirleri muhakkak ki bir süre için fayda temin eder. Fakat sonra, bir sürü sual işareti birbirini takip eder.

Gerçek anlamda bir hayat seviyesini yükseltmenin esaslarının bu kadar kısır tedbirlerle sağlanabileceğini kabul etmek güçtür. Otomobil mevzuuna kısaca baka­lım. Bu arabalara askeri plaka takılacak, vergi alın-nuyacakmış. Fakat Katılamadıkları gibi askeri plaka taşıdığından ticari maksatla da kullanılamıyacak.

Benzin, revizyon, sigorta karşılığı olarak ayda as­gari 300 l i r a hesaplar, buna aylık taksidi ve bir müddet sonra başlıyacak parça masrafları da ilave edilirse oto-mobilin yapılacak zamma derhal kuvvetli bir ortak ke­sileceği anlaşılır. Bunlardan çok daha mühimi, vazife gördükleri yerler icabı subaylarımızın Anadolunnn malum yollarında otomobilleriyle n a s ı l derde kalacak­larıdır, üstelik "otomobilli subay"ların millet ile ordu­nun arasında nasıl bir uçurum açacağı kolaylıkla tah­min olunabilir. Ana düğüm, ordu mensuplarına araba alabilende sosyal şartların hazırlanmasıdır. Bu gerçek­leşebildi mi, ondan sonra isteyen Opel'ini, beğenen Mercedes'ini alır.

Aslında ilk mesele bir ev meselesidir. Çok sık yer değiştiren ordu personeli tayin emrini aldığı andan iti­baren şu suallerin zihin yorgunluğuna uğrar: Eşyayı nasıl toplıyacağım?. Hangi yoldan sevkedeceğimi Ev bulabilecek miyim?. Çocukların mektep işi ne olacak?. Birinci planda bu suallerin cevaplarım halletmek la­zımdır. Daha sonra radyo, buz dolabı, zaruri ev eşyası gibi malzemenin rahat ödemeyi sağlıyacak uzun vade­lerle temini düşünülmelidir. Ordu yapı kooperatiflerine geniş kredi imkanları araştırılarak subay veya assu-bayları hiç değilse on senelik bir mesaiden sonra bir ev tapusuna sahip etme yolu bulunmalıdır. Bunlarla bir­likte maaşlar realiteyi gösteren geçim endekslerine gö­re tanzim edilmelidir.

Gittiği yerde lojmanını veya evini bulan, eşyası­nın naklini, çocuğunun mektebini organize bir teşkila­tın hallettiğim gören, sıcak günün yorgunluğundan sonra buz dolabını açıp soğuk birasını yudumlıyabilen orda mensubu günün şartlarına uygun maaşım da ala­bilecek olursa otomobilinin markasını kendisi rahatça tesbit edebilir.

Şu sıraladıklarımız fe ragat l i insanların gerçekleş­mesi gereken haklarıdır ve Kurucu Meclisin üniforma­sız üyelerinin tercihan üzerinde durmaları icabeden bir noktadır. Bu, son yılların küllenmiş bir ıstırabı, son ayların ise vatanperver duygular ve olgunluk i l e biz­zat alınmıyan bir hakkıdır. Son on y ı l Türk tarihinde ordunun üvey evlat muamelesi gördüğü, itilip sümül-düğü, şövalye ruhunun yek edilmek istendiği devredir. Bu devrin mesulleri şimdi hesap veriyorlar. Ama Türk milletinin ordusu üzerine daha fazla şefkatle eğilmesi zamanı gelmiştir.

Kurucu Meclis henüz teşekkül edip faaliyete geç-meden bu konuya temas edişimiz, "erken" diye düşü­nülebilir. Fakat Beyaz ihtilal, muhtelif pürüzleri ber­taraf ederek sağlam adımlarla yolunu bitirmek üzere bulunduğundan, Mecliste temsil edilecek teşekküllerin bünyelerinde kıpırdanmalar başlamıştır. Şahıs isimleri kulaktan kulağa dolaşırken, bu çilekeş cemiyete huzur getirecek siyasi ve iktisadi görüşler teklif haline gel­meden evvelki "salon tartışmaları" devresini geçir­mektedir. Bu devrede bu fikirler faydalı olacaktır.

AKİS, 28 KASIM 1960 28

pecy

a

Page 24: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

günü telefonları çalan Part i Meclisi üyeleri, gazetecilere bu tarz cevaplar verdiler ve onlara şimdilik sabır tav­siye ettiler. Anlaşılan şuydu ki, lider parti C.H.P., kendisine yaraşır şekil­de bir hareket tarzı takip ediyor ve minyatür bazı partiler gibi hafiflikle-re iltifat etmiyordu.

İlahların gazabı.. C.H.P. çevrelerinde basiretin sesi

-ufak tefek çatlaklıklara rağmen-bu şekilde duruma hâkim olurken başkent ufuklarında yeni bir tozko­paran fırtınası kendilini belli etmeğe başladı. Fırtınanın merkezi, kendisi­ni kasden dev aynasında gören bir partiydi. C.K.M.P. ve liderleri havayı bulandırmak, Kurucu Meclis Komis­yonunun çalışmalarına tesir etmek İçin olanca güçleriyle çalışıyorlar, fa­kat b i r türlü istedikleri neticeyi is­tihsal edemiyorlardı.

Nitekim geçen haftanın ortasında başkent sokaklar ını soğuk rüzgarlar yalarken, Sakarya caddesi yakınla­rında bir binanın içi, göğüslerinde te­razili rozet taşıyan adamlarla dolup taşıyordu. Gerçi aynı gün Sakarya caddesinin biraz ilerisinde bir başka sokakta da aynı hareket vardı ama, bu iki binadaki kaynaşmanın sebeple­ri ve kaliteleri pek farklıydı. Sakarya caddesinin yakınındaki binada hüküm süren faaliyetin mihrakı, bir iri kı­­­­ liderdi. Liderin adı Osman Bö-lükbaşıydı ve doğrusu, bu bir kaç hafta içinde hayli yorulmuşta. İşleri başından aşkın liderin derdi, Kurucu Mecliste minyatür partisinin işgal e-decegi koltuk sayısıydı. Zaten son günlerde C.K.M.P. çevrelerini ziya­desiyle meşgul eden mesele de buydu. Fakat liderin kafasının içindekileri bilen bazı kimseler, C.K.M.P. deki bu aşırı faaliyeti pek hayra yormadılar.

Minyatür partinin muteber organı Kudretin sayfalarında intişar eden seri makaleler ve ortaya atılan aca­yip tezler, başkentte, siyasi çevrele­rin eğlenceyle takip ettiği adi hadi­seler sayıldı. Hiç kimse Bölükbaşıyı ve onun kendinde gizil kuvvetler veh­meden partisini ciddiye almıyordu. Fakat C.K.M.P. nin Kurucu Meclis meselesi üzerindeki çalışması sadece, bir ikinci Genel Merkez halini alan Rüzgarlı Sokaktaki meşhur Ankara Telgraf biraderlerin yazıhanesine in­hisar etmedi. Minyatür partinin, par­tisiyle t e n orantılı lideri, arkasında bir foto muhabiri, çat orada çat bu­radaydı. Genel Merkez binası ile mu­teber Kudret arasında mekik dokun­du. Bu arada Genel Merkez binasının bir odasında, uzun bir masanın başın­da bir takım adamlar, ellerini şakak­larına dayamışlar, meşhur ve malum

Şayet gelirse !.. Son günlerde, Peyami Sefanın

artık hepsi dışarıda bulunan sabık M.B.K. üyelerinden ba­zılarına ruh çağırdığı söyleni­yordu. Peyamimn seferber etti-ği ruhlar iyi bilgi verememiş o-lacaklar ki 14'ler hatta bizzat Peyami istikbali göremediler.

Şimdi bir devrin kudretli Albayı Alpaslan Türkeş meş­hur Hind fakirlerinin diyarın­da bulunuyor. Bir ruh davetine ihtiyaç duyarsa sayın devlet müşavirine naçiz tavsiye: Lüt­fen, Hind fakirinin kulağına şu cümleyi fısıldasın:

"— 27 Mayıs ruhunu istiyo-r u m ! "

meselenin müzakeresini yapıyorlardı. Bunlar C.K.M.P. nin genel kurmayı idi. Liderler arasındaki müzakereler hiç bir zaman bir fikir münakaşası şeklinde cereyan etmedi. Zira gaye Kurucu Mecliste temin edilmesi gere­ken koltuktu. Bunun için de imal-i fikre lüzum yoktu. .

O s m a n B ö l ü k b a ş ı

Hop oturdu, hop kalktı

Bir kişilik parti Bu müzakereler, muhakkak ki C.K.

M.P. Genel Başkanının malum gazabı üzerine b i n a ediliyordu. İrikı-yım lider hop oturuyor hop kalkıyor, hırsını etrafından alıyordu. Etraf, bu defa bir hayli kalabalıktı. Zira, D.P. nin feshiyle açıkta kalan bir takım zevat soluğu bu partide almışlardı. Nitekim D.P. nin sabık borazanı Ha­vadis artık Bölükbaşının türküsünü öttürmeğe başlamıştı. Yeni Sabah da o orkestraya dahildi. Tıpkı Kudretin, Menderesin türküsünü çalması gibi..

Fakat asıl kızılca kıyamet, C.K. M.P. nin nevzuhur organı Kudrette intişar eden beyanatın, Kudret idare­cileri tarafından İstanbul gazeteleri­ne uçurulmasıyla koptu. Geçen per­şembe günü erken saatlerde kaleme alınmağa başlayan, fakat son rötuş­ları ancak akşam üzeri ikmal edile­rek Kudrete intikal eden bu dehşet beyanat, başkent siyasi çevrelerinde gereken ilgiyi görmedi. Söylenenler yeni değildi ve Bölükbaşının o kendi­ne has üslubu içinde kaleme alınmış, diğerleri gibi tek bir tem üzerine bi­na edilmişti. Bu tem, "olursa olur, ol­mazsa küseriz"di. Nitekim Bölükbaşı bu beyanında da, eğer diğer partile­re tanınan kontenjan kendilerine ta­nınmazsa Kurucu Meclise iştirak et-miyeceklerini çıtlatıyordu.

İrikıyım Genel Başkan, Meclisin seçimsiz t e ş k i l edileceğini anlamıştı. Bunun üzerine artık münakaşa etmi­yordu. İş böyle olunca, bu Meclisin teşkil tarzı üzerinde hassasiyetle du­rulmalıydı. Bu hassasiyet ne olmalıy­dı? Bu hassasiyet, kurulacak Meclisi bir partinin tahakkümü altma sok­mamakta kendini göstermeliydi. Aksi takdirde işler çok kötüye giderdi. Şa­yet memleket gerçekleri bir tarafa bırakılır ve bazı dolambaçlı yollardan Meclisi tek bir partinin meclisi hali­ne sokmak gibi bir yola sapılırsa bu, ilerisi için felaketti. Memleket ger­çekleri göz önündeydi. Sonra, ikbal Bölükbaşının ayağının altındayken, C.H.P. ne bu kadar kontenjan tanı­mak nedendi? C.K.M.P. o kadar sağ­lam, o kadar güçlüydü! Eğer bunlar gözönünde tutulmazsa yapılacak A-nayasa, bir zümre kanunu olmaktan ileri gidemezdi. Memlekete de yazık olurdu!

İrikıyım lider, demecinin son kı­sımlarında Anayasa dersleri vermeğe başlamıştı. Anayasa seminerlerine o-lan merakı ve bunları takipteki ısra­rı, belli ki bir hayli işe yaramıştı.

Bölükbaşı bir de ifşaatta bulunu­yordu: Bugün memleketimizde, mil­yonlarca kimseyi oy hakkından mah­rum etmeyi ve bir nevi zadegan sını­fı yaratmayı hedef tutan cereyanla-

2-4 AKİS, 28 KASIM 1 9 6 0

YURTTA OLUP BİTENLER

Kulağa Küpe

pecy

a

Page 25: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

rın ve siyasi iştihaların mevcut bu­lunduğu bir h a k i k a t t i . İriyarı lider buna dikkati çekiyordu, işte bunlar­dan dolayıdır ki Meclisteki kontenja­na pek dikkat edilmesi gerekiyordu. Aksi takdirde ne olacaktı? Aksi tak­dirde C.K.M.P. Kurucu Meclise tem­silci yollamıyacakti; Bunda kararlıy­dı.

Haber gün ışığına çıktığında, en fakla üzülenler gene Basın mensupla­rı oldular. Ya, Allah korusun, haki­katen C.K.M.P. Meclise temsüci yol-lamazdıysa! Basın mensuplarının işi pek zorlaşacaktı! Bir Ahmet Bilgin olmıyacaktı. Bir Bölükbaşı olmıya-caktı. Bunlar da olmayınca, doğrusu Meclisin tadı tuzu bulunmaz, yazıla­cak şey kalmazdı! Zira Kurucu Mec­liste artık ne bir Murat Ali vardı, ne de b i r Nusret Kirişçioğlu.

Demecin verildiğinin sabahı, Bö­lükbaşı ve arkadaşları son derece si-nirliydiler. Zira İstanbul gazeteleri­nin -kendilerini profesyonelce tutan­lar hariç- hiç birinde, koskoca C.K. M.P. liderinin beyanatı yoktu! Anla-şılan, şu Basın denilen topluluğun C. K.M.P. ye kasdı vardı.

Kudretin yeni sahipleri -eski An­kara Telgrafçılar-, politikacılıktaki bu ilk imtihanlarının başarısızlıkla neticelenmesinin acısını başkent mu­habirlerinden çıkarmağa hazırlanır­larken, bazı İstanbul gazeteleri kalıp değiştirerek, irikıyım liderin beyana­tını vermeğe çabalıyorlardı.

Perili evin sakinleri İşte, haftanın başından itibaren baş­

kent siyasi kulisini ziyadesiyle meş gul eden bu garip davranışın siyasi icmali yapılır ve Bölükbaşının siyasi günah terazisinin kefesi bir parça da­ha ağırlaşırken, başkentin kibar semtlerinden birinde, s a r ı boyalı bir evin içinde son derece esrarengiz top­lantılar aktediliyor, fakat ser verili­yor sır verilmiyordu. Perdeleri daima kapalı bu zarif evin sakini, Sosyalist Partisi kurucularından Alaaddin Ti-ridoğluydu. Tiridoğlünun zevkli dö­şenmiş evinde salonun üç tarafına yerleştirilmiş bir masanın basında iki âdâm, bir takım kağıtlar üzerine e-ğilmişler, çalışıyorlardı. Bunlar Sos. P. nin idarecileriydi ve bel l i ki onlar da Kurucu Meclis üzerinde kafa yo­ruyorlardı, iki adam, şömineli oda­nın sokağa bakan kısmındaki masa­da çalışmaktaydılar. Ne var ki bu titiz çalışma, bitirdiğimiz haftanın sonlarında bir gün kapının zilinin bir defa kısa, iki defa uzun çalışıyla ke sildi. İki adamdan, masanın sol ucun­da bulunanı başım kağıtlardan kal­dırırken, diğeri evrakı toplamağa ko­yuldu. Sonra, taba rengi bir kostüm giymiş bulunan son derece şık adam

kapıyı açtı. Kapıdaki bir gazeteciydi. Muhabir içeriye alındı ve gereken ik­ramı gördü. Genç gazetecinin perili eve gelmesiyle faaliyet bir anda sa­bun köpüğü gibi sönmüştü.

İçeride iki dost vardı ve belli ki memleket meseleleri üzerinde tartışı­yorlardı. Tiridoğlu, gelen genç ada­mı arkadaşıyla tanıştırdı. Masanın diğer Ucundaki adamın adı Şükrü Bı­çakçıydı ve Sos. P. nin Genel İdare Kurulu Üyesi bulunuyordu. Hep bir­likte şömineli kısma geçtiler ve ko­nuşmağa başladılar. Genç adamın, merak ettiği bazı hususlar vardı. Bunların başında, Kurucu Meclis me­selesinde bu küçük partinin tutumu geliyordu. Küçük partinin idarecileri tam bir samimiyet içinde izahata başladılar. Onların istedikleri atla deve değildi. Karınca kararınca Ku­rucu Mecliste temsü edilmek istiyor­lardı. Fakat bunun için de kesif bir kulis faaliyetine girişmiş değillerdi. Tiridoğlu bunu genç gazeteciye iki cümle ile ifade etmekten çekinmedi. Muhabirin gözlerinin içine baka ba­ka:

"— İnsanlar ve teşekküller her-şeyden evvel ölçülü olarak kendilerini ve hadlerini bilmelidirler" dedi.

Anlaşılan, bu sözeriyle başka bir partinin, başından büyük işlere kalkı­şan liderine ders vermek istiyordu. Daha sonra mesele, teferruata müte­­llik noktalara intikal etti. Sos. P. Kurucu Mecliste kendisine münasip görülen kontenjana rıza göstermeğe

E k r e m Alican Talihsiz teşebbüsler

kararlıydı. T a b i i bu arada bazı dilek-leri de vardı. Bunların başında, kendi partilerinin büyük bir ekseriyete hi­tap ettiği hayali yatmaktaydı. İşte bu noktadan hareket eden Tiridoğlu oldukça nikbin bir ifada ne hukuki formüller saymağa başladı, Elbette ki Mecliste en büyük kontenjan C.H. P. ye verilmeliydi. Kira gerçekler, C. H.P. nin uzun bir süredir Ana Muha­lefet partisi olduğuna göstermişti. Hatta C H P . İktidara namzet partiy­di ve bu, su götürmez bir hakikatti. Ancak, diğer partiler için de temsilci sayısı konulurken b a z ı mecburiyetler göz önünde bulundurulmalıydı. Mese­la hiç değilse b i r parti grubu, hani aralarında iş bölümü yapabilecek ka­dar sayıda temsilciden müteşekkil bir parti prubu uygun olurdu. Öyle ya, grubun bir Başkanı bir Başkan Yardımcısı ve tali işleri yapacak da­ha başka üyeleri Meclise girmeliydi. Bu bakımdan Sosyalist Partisi bir hayli endişeliydi ve Parti l i d e r i n i n endişeli olmak hakkıydı. Zira kendi­lerine, daha sonra açıklanacağı gibi, ancak ve ancak bir kişilik kontenjan tanınmaktaydı. Üstelik Sosyalist Par tisinin derdi de vardı. Kurulurken, a-ralarına hiç tanımadıkları, ama bida­yette iyiniyetlerine inandıkları iki ki­şi girmişti. Daha sonra bunların polis olduğu öğrenilmişti. Bu şahıslar şim­di mahkemeye veriliyorlardı. Yani işin bu tarafı bir komediydi. Sosyalist Partisinin kuruluş gayesini anlamak için aralarına polis sokmanın alemi vor mıydı?

Kira meselesi !. Sosyalist Partisi liderinin son derece

şık döşenmiş salonunda ikram e-dilen viskiler yudumlanıp sohbete de­vam edilirken, bir şey daha ortaya gıktı. Sosyalist Partisi Genel İdare Kurulu, önümüzdeki günlerde son de-rece ehemmiyetli bir toplantı yapa­caktı. Gündemde, Parti Genel Mer­kezinin bulunduğu binanın kirasının nasıl ödeneceğine dair bir madde var­dı. Bu meseleyi mutlaka halletmek lazımdı. Ancak bundan sonradır ki çalışmalar hızlanacaktı!

Liderlerin, Sosyalist Partisinde göz önünde tuttukları bir mesele da­ha vardı ki, bu yüzden günlerle tah­kikat yapmak lüzumunu hissediyor-lardı. Partinin iç işleriyle ilgili mese­lelerde oy hakkına sahip olacak par-tül vatandaşların, en az lise mezunu olmaları gerekiyordu. Aksi takdirde Sosyalist Partisinin iç işleriyle ilgili meseleleri karışamazlardı. Diğerleri, sadece Genel Seçimlerde Sosyalist Partiye oy vermekle mükelleftiler. İşte bunun içindir ki, ikide bir bordo kravatını düzelterek elindeki listeleri tetkik eden Tiridoğlu bir hayli yor-

AKİS, 28 KASIM 1 9 6 0 25

pecy

a

Page 26: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

gun düşüyor ve bu yorgunluğunu a-rada b i r yudumladığı viskilerle gider­meğe çalışıyordu.

İşte, bitirdiğimiz haftanın sonun­da Kurucu Meclisle alakalı tasarı ü-zerinde memleket idaresinin mesuli­yetini deruhte edenler son rötuşları yaparlarken üç siyasi partideki vazi­yet buydu. C H P . meselenin aydın­lanmasını emniyet içinde bekliyordu. Ortaya bir takım postların çıkmış ol­ması, eşyanın tabiatına pek uygun şekilde bir takım ihtirasların kabar­masına yol açmıştı ama Partinin ile­ri gelenleri duruma, hakim olmuşlar­dı. K a t ' i karar tasarı açıklandıktan sonra verilecekti. Bugünden bilinen, mesela İsmet İnönünün ve diğer ida­reci sınıfın Temsilciler Meclisi üye­liğini üzerlerine almayacaklarıydı. Genel Merkez, il başkanlarıyla bir­likte Partiye ayrılan kontenjanı dol­duracak temsilcileri tesbit edecekti. C.K.M.P. de Bölükbaşı ve arkadaşla­rı çekişe çekişe pazarlık ediyorlar, Meclise fazla miktarda üye sokmaya çalışıyorlar, hiç olmazsa zahiren bir ciddi ve büyük parti rolü oynamak istiyorlardı. Sosyalist Partiye gelince, o mütevazi ve kalenderdi. Kendisine ne verilirse eyvallah diyecekti. Zaten başındaki en. büyük dert, kira mese­lesiydi!

Mevcut partilerin yanında bir de mutasavver partinin kurucu namzet­leri vardı. Onlar Temsilciler Meclisine mümkün nisbetinde tarafsız sokmaya çalışıyorlar, kudret sahiplerini o is­tikamette teşvik ediyorlar, bilhassa C H P . nin kolunun kanadının budan­masını istiyorlardı. Hesapları şuydu: Kendileri partilerini kurar kurmaz bu tarafsızlar yeni teşekküle katıla­caklardı ve yeni teşekkül böylece ha­zıra konacaktı. Tabii bu, İşleri karış­tırdığından, biraz tehlikeli oyun olu­yordu.

Demokrasi H Bombası 12 38 67 numaralı telefon çaldığında

saatler 20.30'u göstermekteydi. Başkentin birçok evinde bu saatte ye­mekte olunurdu. Genç kadın, çalan telefona doğru yürüdü ve reseptörü eline aldı. Karşıdaki ses:

" — E k r e m Alican beyfendiyle gö­rüşmek istiyorum efendim" dedi.

Genç kadın, alışkanlığın verdiği rahatlıkla, karşısındakinin adını bile sormadan Alicanın evde olmadığını söyledi. Maliye Bakanının genç eşi anlaşılan bu tip telefon müka-lemelerine alışıktı. Hele haftanın sonundaki cumartesi gecesi telefon bir hayli çalmıştı.

Karşıdaki ses genç kadım bırak-

26

Hayri Mumcuoğlu Ne terakki!

madı: "— Peki, nerede olabilir?" "— Doğrusu, biliniyorum." "— Nasıl olur ? Hem eşi olun, hem

de bu saatte Bakanlıkta olmadığına göre, nerede olduğunu bümeyin.."

Genç hanım hafifçe gülümsedi. Cevap verdi:

"— Şoföre sordum, o da bilmiyor." "— Aman efendim, şoför bıraktı-

ğı yeri bilmez m i ? " "— Kızılayda inmiş otomobilden" Mükalemenin burasında, Maliye

Bakanının eşinin karşısındaki ses bir iki saniye durakladı. Sonra gülerek:

"— Herhalde, yeni partinin duru­munu görüşmek üzere bir yere gitti efendim" dedi.

Genç kadın gülerek: "— İhtimal efendim. Bir iki saat

sonra arayın, bulabilirsiniz" Karşıdaki ses teşekkür ederek te­

lefonun kapanmasını bekledi. Genç kadın reseptörü yerine koydu ve işiy­le meşgul olmağa başladı.

Bu mükalemenin cereyan ettiği o gün öğleden sonra başkent muhabir­lerini telaşa düşüren ve paçalar ını bir parça daha sıvamağa teşvik eden bir haber bomba gibi patlamıştı. Haber, yeni bir partinin kuruluşunun bugün yarın açıklanacağı ile ilgiliydi. Esa­sen başkent gazetecilerini telaşa sev-keden haber, yeni partinin kurulma­sı haberi değil, mutasavver partinin kurucu üyelerinin isimleriydi. Bu i-simler arasında İhtilal Hükümetinin yedi Bakanının adları da bulunuyor­du. Tabii, gazeteciler mesleki bir alış­kanlıkla ilk olarak adı geçen zevatla temas i m k a n ı n ı aradılar. F a k a t bu

imkan pek kolay bulunamadı. Zira İhtilal Hükümetinin memur Bakan­ları bir hayli meşguldüler. Bulunan­lar ise, gazetecilerin y e n i parti i l e a-lakalı suallerini biraz hayret, biraz da endişeyle dinlediler ve sonra böyle bir şeyin mevcut almadığını katiyetle i-fade ettiler. Hele M Raşit Beşerler telefonu açanlara ağzı bir karış açık cevap veriyor ve:

"— Bunu vallahi sizden duyuyo­rum. Başka kimler varmış?" diyordu.

Ama gazeteciler Beşerlere kimle­rin bulunduğunu söylemediler. Hele birisi pek fazla şakacıydı ve Beşerle­re şöyle dedi:

"— Anlaşılan, sizin haberiniz ol­madan, sizi partinin kurucuları ara­sına ithal etmişler. N a s ı l olsa bizim Reşat bir şey demez, demişlerdir."

Çalışma Bakanı şakacı gazeteci­ye cevap vermedi. Ama bir an için -eğer sözlerinde samimi ise, yani hiç bir şey bilmiyorsa- gazetecinin söy­lediğinin doğru olabileceğim düşündü. Zira İhtilal Hükümetinin Bakanları affa ve tayine alışıktılar, üstelik bun­lardan en son kendilerinin, haberi olu­yordu.

Beşerlerin hakkı bulunabilirdi. Zi­ra adı geçen Bakanların hemen bir­çoğu o sıralarda evlerinde yoktu. Ni­tekim, Muharrem İhsan Kızıloğlu a-randığında, eşi, kendisinin Bakanlık­ta olduğunu söylemiş, halbuki o saat­te Kızıloğlunu İçişleri bakanlığında bulmak kaabil olmamıştı. Meşhur Devlet Bakanlarından Hayri Mumcu-oğlunun durumu da aynıydı. Kendi-sinin, bir dostuna gittiği bildiriliyor­du.

İşte haftanın sonunda başkent si­yasi kulisinde bu bombanın patlama­sıyla, eğlenceli hadiselerin voltajı yükselmiş oluyordu. Fakat mesele zannedildiği kadar basit değildi. Ku­lağı delik muhabirlerin istihbarat kaynakları hiç de yanlış malumat vermemişlerdi. Ortada, bir yeni parti kurulması meselesi mevcuttu.

Maksut bir, rivayet muhtelif

Haddizatında, kurulması mutasav­ver yeni parti, bir nevi muvazene

unsuru olarak bizzat Devlet B a ş k a n ı Gürsel tarafından arzu ediliyordu. Gürsel böyle bir partinin faydalı ola­cağı kanaatindeydi ve bunu açıkça ifadede mahzur görmüyordu. Esas olan, politik çevrelerde bir çıbanbaşı mahiyeti arzeden sapık fikirlerin, ga­rip ideolojilerin demokrasi oyununda üstünlük sağlanmalarını önlemekti.

D P . nin mahkeme kararıyla feshi neticesinde ortada kalan ve oldukça yüksek bir yekûna baliğ olan oyların demokrasi çorbasına katılması gere­kiyordu. Bu insanlar başıboş kalmış­lardı. Bir siyasi partiye intisapları

AKİS, 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 27: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

gerekecekt i . Tabi i C.K.M.P. bu fırsa­t ı g a n i m e t bilmiş ve elinden geleni a r d ı n a koymamışt ı . Halbuki niyetleri malûm, politik kanaat le r i u m u m i ef­k a r c a müsel lem C.K.M.P. nin bu oy­l a r a sahip çıkması her ne k a d a r ha-yalse de, gene de işi k ışa göre tu tup, y a z çıktığında b a h t l ı l ı ğ a d u a e tmek lazımdı. Bunun için muvazene unsu­r u o larak b i r üçüncü part inin kurul­ması hazırl ıklarına f i i len değil, f a k a t f ikren başlandı.

Yeni par t in in fiilen kurulması, K u r u c u Meclisin teşekkülünden çok sonra olacaktı . F a k a t yeni P a r t i mü­teşebbisleri temas lar ına devamda fayda mülâhaza etti ler. Başkent çev­relerinde muhtelif r ivayetler dolaş­m a ğ a başladı. T a b i i b u a r a d a teşeb­büsün tal ihsiz b i r teşebbüs olacağı yolunda k a n a a t serdedenler de mev­c u t t u . İşin başında, söylentiye göre İht i la l Hükümet in in Maliye B a k a n ı E k r e m Alican bulunuyordu. Alicanın bu mevkie yakıştır ı lmasının bir se­bebi de kendisinin çok evvel bir siyasi p a r t i tecrübesi geçirmiş olmasıydı. Gerçi o m a c e r a pek talihsiz olmuş ve neticeye tesir edememişti ama, kaa-biliyetli Maliye Bakanının bir orga­nizatörde a r a n a n vasıflara sahip ol­duğu pekala söylenebilirdi.

Alican, bu iş te yalnız değildi. Onu gene İht i la l Hükümet in in b i r k a ç Bakanı takip ediyordu. Geçen cumar­tes i gecesi geç vakit lerde A n k a r a bü­rolarının teleksleri, İ s tanbul merkez­lerine şu tahmini listeyi geçirdiler: E k r e m Alican, Amil Artüs, M. İhsan Kızıloğlu, E n v e r Adakan, Zeyyat E-büzzilya, Aydın Yalçın, M. Raşi t Be­­erler, Sı tkı Ulay, H a y r i Mumcuoğlu ve Mehmet Baydur. Bu isimler yeni par t in in kurucu listesini t e ş k i l et­mekteydi . Liste hakk ında fikri soru­l a n b i r s iyasi gülerek şöyle dedi: "Ooo! Alican ve Mumcuoğlu, Ulay ve Yalçın, Kızıloğlu ve Baydur... T a m bir kokteyl. Aman, başa fazla vur-m a s a ! "

Bu sat ır lar ın yazıldığı s ı ra larda yeni p a r t i hakkındaki istifhamları silecek bir t a k ı m hadiseler cereyan etmekteydi . Bunlar birkaç güne k a ­d a r gün ışığına çıkacak ve yeni par­tiye b i r isim bulunacaktı . Merak edi­len, yeni doğacak çocuğun isim baba­sıydı. H a r e k e t i n ilk müteşebbisi Ye­ni Delhide bulunduğundan bu şerefe maalesef o nail o lamayacakt ı . Haki­k a t e n bir yeni part i , herkesten evvel b i r devrin kudret l i Albayı T ü r k e ş ta­ra f ından düşünülmüş, ilk temaslar da onun marifetiyle yapılmıştı. Tür­keş Aydın Yalçını bulmuş, Türkeş es­k i H ü r . P . mensuplarıyla görüşmüş, T ü r k e ş bu part inin organı olsun diye Öncüyü kurmuş, T ü r k e ş mutasavver

partiye müşteri bulmak için D.P. nin kapatılmasında baş rolü oynamış, Türkeş düşük kuyruklarıyla ve ken­dilerine "muhafazakar" diyen tipler­le anlaşmaya çalışmıştı. Sonra da, kudretli Albayın siyasi ömrü işi ta­mamlamaya kafi gelmemişti. Zaten Türkeşin tehlikeli temayüller sahibi olduğunu belli etmesi temas kurduğu bir takım iyi niyet erbabını kendisin­den uzaklastırmıştı. Şimdi, bayrağı yeni eller devralıyordu. Ama partinin müşterileri aynı kalacaktı: Eski ve yeni Demokratlar. Bunlar için isimle­ri bildirilen şahıslar bir cazibe mer­kezi olamayacaklarından dolayıdır ki tecrübeli politikacılar denemede fazla bir şans görmediler. İyi niyet evet, ama şans? Hayır.

Üniversite Dönüşü olmayan nehir

İyi bir terz inin elinden çıktığı hemen belli olan ka l ın ve koyu renk palto-

lu adam, İstanbul Üniversitesi Rek­törlük binasının mermer merdivenle­rini çıkmağa hazırlandığında saatler 17.10'u gösteriyordu. Adam, Üniver­site binasına biraz evvel kahverengi bir statidn wagon'la gelmiş ve mer­divenleri acele tırmanmağa başlamış­tı. Kalın, koyu renk paltolu adamın adı Fikret Narterdi. İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü bulunuyordu. Beyazıta geldiği de pek sık vaki de­ğildi.

Narter merdivenleri çıkarken et­raf bir hayli kalabalıktı. Rektörlük binasının önüne yüze yakın öğrenci toplanmıştı. Narter Rektörlük binası­na bu yüzden güçlükle girdi. Doğruca emektar Sekreter Sami beyi buldu ve Sıddık Sami Onarı göreceğini söyle­di. Bir hademe Narterin kalın palto­sunu almış, emektar Sekreter Sami beye gelince o, Rektör Onara haber vermeğe lüzum görmeden Narpere yol göstermişti. Anlaşılıyordu ki O-nar, Narteri bekliyordu.

O sırada Üniversite Yönetim Ku­rulunun toplantısı henüz bitmemişti. Buna rağmen iki Rektör, Onarın oda­sına kapandılar ve 20 dakika süren bir konuşma yaptılar. Narter Rektör­lük binasından çıktığında bir hayli neşeliydi. Etrafınısaran gazetecilere, gülerek ne istediklerini sordu. Birisi:

" — A n k a r a d a n bir cevap geldi m i h o c a m ? " dedi.

N a r t e r : "— Evet, A n k a r a d a n cevap geldi"

diye söze başladı. Nefesler kesilmiş, N a r t e r i n söyli-

yeceklerini d a h a iyi d u y m a k için ku­lak kabart ı lmışt ı . N a r t e r devam e t t i :

" — Affedilen öğret im üyeleri için Senatörler, gönderilecek dosyalar ı te tkik edecekler. A m a son sözü gene Milli Birlik Komitesi söyliyecekmiş."

Kalabal ıktan b i r uğul tu yükseldi. Gazeteciler aceleyle not aldılar ve di-ğ e r R e k t ö r ü n ne diyeceğini öğrenme­ğe koştular .

Onar, b i r gün evveline n a z a r a n , olduça neşeli görünüyordu. N a r t e r i n ziyaretinin sebebini k ı s a c a izah e t t i . Esk i arkadaş ı kendisine bir nezaket ziyaretine gelmişt i ! Bu söze, o d a d a bulunan ve biraz evvel Yönetim K u ­r u l u toplantıs ından ç ıkan D e k a n l a r da güldüler. O n a r gülüşmeleri görün­ce gazetecilere döndü:

" — Siz benim hareket ler imi m i takip ediyorsunuz h e p ? " dedi.

B a s ı n mensuplar ı bu defa, Anka­r a d a n cevap gelip gelmediğini sordu­lar. O n a r o m u z l a r ı n ı ka ld ı rarak böy­le bir cevap beklemediğini söylemek istedi. A m a kendisine, biraz evvel N a r t e r i n açıklamalar ı t e k r a r edilince bu defa e m e k t a r Sekre ter S a m i beye döndü:

" - Bir şey geldi m i A n k a r a d a n ? " diye sordu.

Soruş, cevap verilmesi istenmiyen bir soruştu. Sami bey:

"— Bilmem, belki şu anda gelmiş­tir" dedi.

Gazeteciler, Rektör lüğe p o s t a taş ıyan müvezziin muzipliğine şaşt ı­lar .

Rektör, işlerin s a r p a s a r d ı ğ ı n ı an­layınca, gazetecileri başından sav­m a k için son çareye başvurdu:

"— İşlerin çok iyi gideceğinden e-minim. H e r iş müspet yola girecek, ben buna inanıyorum" dedi.

Aslında, işler o s ı rada pek yolunda gitmiyordu. İ s tanbul Üniversitesi ve Teknik Üniversi te Senatolar ı a r k a a r k a y a toplanmış ve 147 öğret im ü-yesinin durumunu tetkik edip bir k a ­r a r a v a r m a k için çok uğraşmışlardı . Ancak varı lacak k a r a r ı n ne dereceye k a d a r tesirli olacağı bilinmiyordu. Zira A n k a r a yolculuğu, cidden bir h e ­zimet olmuştu. Ünivers i te lerarası Kurulun yaptığı tek iş, üyelerin bir­birleriyle bol bol dertleşmesinden iba­re t t i . Yapılan b ü t ü n toplantı ların so­nu hiçti. İs tanbul Teknik Ünivers i te­si Senatosuyla, İ s tanbul Üniversitesi Senatosu işte bunu görüşmek üzere toplanmıştı .

İ s tanbul Üniversitesi Senatosunun

A K İ S 2 8 KASIM 1 9 6 0 27

pecy

a

Page 28: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

YURTTA OLUP BİTENLER

toplantısı eğlenceli oldu. Hele eğlen­cenin ikinci kısmı pek zevk vericiydi. Toplantıyı müteakip Rektör Onara, neler görüşüldüğü sorulduğunda, Ho­ca son derece ciddi b i r edayla "Bütçe meselelerini görüştük" demiş ve so­ranların bıyık altından gülmelerine sebep olmuştu. Zira toplantı sırasında içerideki tartışmalar salondan geçen-lerin kulaklarına kadar gelmişti. Ses ler hiç de bütçe müzakerelerinin ha­raretini taşımıyordu. Sonra bütçe için doğrusu Senato bir hayli vakit harca­mışta Demek ki bu yıl Üniversitenin bütçesinde açık vardı !

O günkü toplantıyı en son Prof. Ragıp Sarıca Prof. Derviş Manizade, Halit Ziya Konuralp ve Orman Fa-

kültesi Dekanı Selahattin İnal ter-kettiler. Ancak Profesörler toplantı-dan sonra bir müddet, hatta bir saa-te yakın birbirlerinden ayrılmadılar, aralarında müzakerelere devam etti­ler va koridorları bir hayli arşınladı-lar. Daha sonra koridorun sonundaki odaya girdiler. Burada da bazı Pro­fesörler bulunuyordu. Hatta Onar da içerdeydi. Münakaşalar Rektöre ait olan bu odada da devam etti.

Mesele gayet basitti. Senato o gün 147 öğretim üyesinin durumunu gö­rüşmek üzere toplanmış ve tam iki-buçuk saat süren müzakerelerden sonra dağılmıştı. Ancak resmi top­lantının bitmesiyle öğretim üyelerin­den b a z ı l a r ı Rektörlüğü terketme-mişlerdi. Hızını alamıyan öğretim ü-yeleri müzakerelere Rektör Onarın adasında devam ediyorlardı. Gerçi Ankarada Üniversitelerarası Kurula iştirak eden temsilciler birer birer Se­natoya izahat vermişlerdi. Devlet ve Hükümet Başkanıyla temas edeme­diklerini, Komitenin mesele üzerinde durduğunu ve tam iadeye pek yanaş­madığını söylemişlerdi. Ama gene de öğretim üyelerinin yüreği işin peşini bırakmağa elvermiyordu. işte Onarın odasında devam eden kulis bunun bir neticesiydi. Gelgelelim kilenin dibi yoktu. Ne kadar uğraşılırsa uğraşıl­sın ambar dolmuyordu.

Bir Rektör daha Aynı gün, Beyazıttan bir hayli u-

zakta bir başka Üniversite Sena­tosu toplanmış, ancak bu, diğerine nazaran biraz daha realist olduğu için işi çabuk bitirmişti. Teknik Üni­versite Senatosunun toplantısı saat 14.30'da başlamıştı. Toplantının gün­demindi tamamı tamamına 24 madde vardı. Eğer bunların hepsi teker te­ker ele alınsa, toplantı birkaç gece sürebilirdi. Ama Senato b i r mesele ü-zerlnde durmak ve işi bir an evvel bir sonuca bağlamak istiyordu. 147 öğ­retim üyesinin durumu ne olacaktı ?

Ankaradan gelen tabii e l i boş-

Fikret N a r t e r Esrarengiz münasebetler

heyet burada da izahat verdi. Söyle­nenler hemen hemen aynı şeylerdi. Komitede esen hava, öğretim üyeleri­nin geri alınmamasıydı. Bunu belki de bir prestij meselesi yapmışlardı. Teknik Üniversite için, affedilen öğ­retim üyeleri meselesi hakikaten son derece ehemmiyetliydi. Zira bunlar­dan 29'u Teknik Üniversite öğretim üyesi bulunuyordu ve yerlerinin dol­durulması hayli güçtü. İşte bu yüz­dendir ki Narter ve arkadaşları güç durumdaydılar. Narter, affedilenle­rin geri döndürülmesini istiyor ve bunu en az Komite üyelerinin inadı kadar ileri götürüyordu. Rektörün, istifa etmek düşüncesi bile vardı. An­cak, yalnız kalmaktan korkuyor, mücadeleye devam edemiyeceğinden çekiniyordu.

Narter toplantıdan çıktığında sa­atler 18.15'i gösteriyordu. Toplantı tam 3 saat 45 dakika devam etmiş ve bu zaman zarfında 147 öğretim ü-yesi lafından başka ağıza laf alınma­mıştı. Narter toplantı salonundan Rektörlük odasına geçti. Burada taze demli b i r çay içti ve kendisine soru­lanları cevaplandırdı. Pek neşeliydi. Karara varmış insanların rahatlığını taşıyordu. Ancak Rektör Onarla gö­rüşmeyi ve müşterek hareket etmeyi daha uygun buluyordu.

İki Rektör o akşam İspanya Konso losluğunun kokteylinde karşılaştılar. Bir ara yalnız kalıp dertleştiler. Son­ra e t raf lar ını tanıdıklar ve dostları aldı. İki Rektör bilahare konuşmak üzere randevulaştılar. İşte bundan sonradır ki Rektör Narter meşhur nezaket ziyaretini yapt ı !

Ankarada Rektör Onarın, Devlet ve Hükümet Başkanı General Gürse­le 147 öğretim üyesiyle ilgili olarak verdiği dilekçeye -Onar ve arkadaşla­rı Generalle Ankarada bir türlü şifa­hen görüşememişlerdi- cevap gelmiş­ti. Cevap pek iç açıcı değildi. Onarın, meselenin halli için istediği şeyler kabul edilmiyordu.

Boş kürsüler Ankara Üniversitesinde işler daha iyi gidiyor denilemezdi. Boşalan

kürsüler öylece duruyordu. Yerlerine yeni bir tayin yapılmamıştı. Gerçi Doçentler Jürisi bu açığı kapamak üzere faaliyete geçmiş ve imtihan için gerekli hazırlıklara başlamıştı ama, geçen zaman içinde boş kürsüler bü­yük bir dert teşkil edecekti.

Hal böyle iken, geride bıraktığı­mız hafta içinde birgün, Ankara Üni­versitesi Rektörlüğünden Dekanlara yapılan bir tamim işlerin adamakıllı arap saçma döndüğünü ortaya koydu. Tamimde, boşalan yerlere tayin ya­pılmaması bildiriliyor ve bir müddet daha beklenilmesi söyleniyordu. Rek­tör Yetkinin tamimi Dekanları şaşırt­tı. Peki, ne yapılacaktı? İş öyle kısa zamanda halledilecek bir iş değildi. Sürüncemede kalmış, üstelik ümitler bir hayli zayıflamıştı.

Buna rağmen dosyalardan bir ha­ber de çıkmamıştı. Hatta ve hatta dosyaların ortadan kaybolduğu da şayi olmuştu. Hal böyle olunca iş cidden enteresan bir safhaya dökülü­yordu. Şimdiye kadar söylenenlerin yalan olması lazımdı. Demek ki bir tahkikat yapılmamıştı. Evvelden ha­zırlatılan listeler üzerinden mesele halledilmiş ve belki de istimin sonra­dan gelmesi beklenmişti. Ama anla­şılan istim biraz geç kalmış, kazan geç kaynamıştı. Nitekim haftanın sonlarında bir gün, işlere vakıf bir zat kendisine "dosya"dan bahsedildi­ğinde gülmekten kendim alamadı:

"— Ne dosyası, yahu? Eğer La-heyde veya Tokyoda, Madritte veya Brükselde bulunan bazı kimseleri dos ya addediyorsanız mesele yok. Ama başka dosya aramaya kalkışmayın. Bulamazsınız."

Belki de bu yüzdendir ki geride bıraktığımla hafta biterken, umumi efkarın tazyikini demokratik her i-dare gibi omuzlarında şiddetle hisse­den Milli Birlik İdaresi işi uyutmaya kalkışmanın en zararlı yol olduğunu anlıyor ve "dosya gönderilmesi" üze­rinde ısrar edilmemesi şartıyla Sena­tolara hatayı tamir hakkını tanıma­yı ciddi şekilde düşünüyordu. Ancak Senatoların da hatır gönüle bakma­maları ve lüzumunda ittifak bulunan gerçek tasfiyeyi bizzat yapmaları gerekecekti.

28 AKİS 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 29: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

DÜNYADA OLUP BİTENLER Nato

Parlamanterler toplantısı

Bu hafta Avrupada yapılan önemli milletlerarası görüşmelerin bir

üçüncüsü de, Pariste toplanan NATO Parlamanterler Konferansıydı. Bu konferans, her yıl 15 NATO Üyesi­nin yasama organlarından seçilen temsilcilerin bir araya gelmesiyle yapılır ve a l ı n a n kararlar -bağlayıcı olmamakla beraber- hükümetlerin ve NATO yetkililerinin dikkatine su­nulurdu. Halbuki bu sene toplantı, 14 üye devletin temsilcilerinin katıl­masıyla yapılıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, İnkılap Hükümeti ta­rafından feshedilmişti ve şimdiye ka­dar yeni seçimlere de gidilmediği i-çin Türkiye konferansta temsil edile­miyordu.

A.B.D. nin yeni Başkan Yardım­cısı Johnson'un da bir Senatör sıfa­tıyla katıldığı bu konferansın günde­mindeki en önemli meselelerin başın­da, NATO'nun müstakil bir atom kuvvetine sahip olması geliyordu. Bu fikir, bundan bir müddet önce Gene­ral Norstad tarafından ortaya atıl­mış ve Genel Sekreter Spaak tarafın­dan da şiddetle desteklenmişti. Kon­feransın ilk gününde yaptığı konuş­maya bakılırsa Norstad, böyle bir kuvvetin kurulmasında sayısız fay­dalar görüyordu. Bir kere, bu kuvvet kurulunca A.B.D. nin Avrupalı dost­ları artık atom s ır lar ını paylaşama­dıklarını söyleyerek yanıp yakılamı-yacaklardı. Sonra, NATO çerçevesi içinde kurulacak bir atom kuvveti Batı Avrupa devletlerini atom silahı sahibi olmak için Amerikan Senato­sunun k a r a r ı n a bel bağlamaktan da kurtarırdı. Nihayet, NATO atom kuvvetine sahip olursa belki General De Gaulle de Fransanın mutlaka bir atom devleti olması konusundaki i-nadından vazgeçerdi. Gerçekten, kon­feransın gündemindeki önemli mese­lelerden biri de De Gaulle'ün bu ko­nudaki inadıydı ve ilk gün yaptığı a-çış konuşmasında Fransız Başbakanı Debre, Fransanın bu inattan kolay kolay vazgeçmiyeceğini anlatmağa Çalışıyordu.

Batılı Devletler Savunmanın bedeli

Bu haftanın ilk günlerinde, Avrupa devletlerinden birinin başkentin­

de aynı masa etrafında buluşan iki adam, birbirlerine kimin daha fakir olduğunu anlatmağa çalışıyorlardı. Bunlardan uzun boylu, zayıf olanının

Lauris Norstad Meseleye ilk dokunan adam,

söylediğine bakılırsa temsil ettiği devletin kasaları fena halde boşal­mıştı. Karşısındaki yetmişlik deli­kanlı ise, ısrarla, kendi devletinin da­ha fakir olduğunu ileri sürüyordu.

Eğer bu konuşma iktisaden geri kalmış iki devletin temsilcileri arasın­da geçseydi kimsenin bir diyeceği o-lamazdı. Fakat konuşmanın yapıldı­ğı başkent Batı Almanyanın merke­zi Bonn'du ve fakirlikten dem vuran­ların biri dünyanın en zengin ülkesi­nin, A.B.D. nin Maliye B a k a n ı Ro-bert B. Anderson, diğeri de Avrupa­­­­ en ileri ülkesinin, Batı Almanya-n ı n Başbakanı Conrad Adenauer'di.

Çok zengin iki devletin temsilcile­ri olduğu halde fakirlikten dem vu­ran iki devlet adamı, uzun zamandır AB.D. nin sızlandığı bir meseleyi çözmek için karşı karşıya gelmişler­di. Bu mesele, A.B.D. nin sırtındaki mali yüklerin bir kısmının Batı Al-manyaya devredilmesiydi. Amerika­nın uzun yıllar boyunca dünyanın dört bir tarafında bulundurduğu as­keri personelin masrafları, NATO savunması için harcadığı paralar, ik­tisaden geri kalmış ülkelere yaptığı askeri ve iktisadi yardım son zaman­larda Amerikan tediye muvazenesin­de dörtte biri aşan bir açık yarat­mış ve bu, doların kıymetini kaybet­mesine yol açmıştı, Başkan Eisenho-wer, bu tediye a ç ı ğ ı n ı kapamak için geçen hafta yabancı ülkelerdeki A-

merikan personelinin ailelerini geri çekmek k a r a r ı n ı vermişti ama, bu­nun yeter bir tedbir olmadığı anlaşı­lıyordu. Şimdi, A.B.D. nin sırtındaki yükü taşımasına yardım edecek biri aranıyordu. Bu, Amerikan Hüküme­tine göre, tediye muvazenesini her yıl büyük bir fazlalıkla kapayan Ba­tı Almanya olabilirdi.

Aslında, Batı Almanyanın bu fik­re aykırı olduğu söylenemezdi. Dr. Adenauer ötedenberi Avrupa devlet­lerinin Amerikanın yükünü paylaş­ması tezini savunmuştu. Fakat böyle olduğu halde bu hafta içinde yapılan Alman-Amerikan görüşmeleri bir an­laşmaya varılamadan sonuçlanıyor­du. Söylendiğine göre bunun iki se­bebi vardı. Bir kere Batı Almanya, Amerikan Hükümetinin istediği pa­rayı çok fazla bulmuştu. Gerçekten Amerikan temsilcileri Adenauer'den askeri masraflar için 650 milyon do­lar yardım istiyorlardı. Alman çev­relerine göre bu, havsalanın alamı-yacağı bir miktardı. Diğer yandan iktisaden geri kalmış ülkelere ya­pılacak Alman yardımı konusunda da anlaşmazlık çıkmıştı. Almanya bu­nun uzun vadeli yatırımlar şeklinde olmasını isterken, Amerikalılar, kı­sa vadeli ödünç para şeklinde olması üzerinde ısrar ediyorlar ve bu para­nın Alman Hükümetinin tasarladığı gibi doğrudan doğruya Alman iş a-damları tarafından değil, fakat fede­ral hükümet bütçesinden ödenmesini istiyorlardı. Almanyanın NATO sa­vunmasındaki payının arttırılmasına gelince, bu meselede büyük bir güç­lük çıkmamış, Almanya zaten taraf­tar olduğu bu arttırmayı kolayca ka­bullenmişti.

Alman ve Amerikan temsilcileri-nin savunma masrafları i l e iktisaden geri kalmış ülkelere yardım konula­rında anlaşmaya varamamalarının ikinci sebebi de, Adenauer'in, iş ba­şından çekilmek üzere olan Eisenho-wer idaresi ile uzun süreli bir anlaş­ma yapmak istememesi olmuştu. Adenauer böyle bir anlaşmayı Ken-nedy ile yapmayı tercih ediyordu. Romada buluşanlar

Bu haftanın içinde Bonn'da Alman ve Amerikan idarecileri birbirle­

rini kendi fakirliklerine inandırmağa çalışırlarken, Romada da MacMil-lan, yirmi yıldır ilk defa İtalyan baş­kentine gelen bir İngiliz Başbakanı olarak, Fanfani i l e karşılıklı görüş­meler yapıyordu.

Görüşmeler sonunda yayınlanan resmi tebliğden de anlaşıldığı gibi, bu buluşma iki devletin idarecileri ara­sında karşılıklı bir görüş teatisinden fazla birşey sayılmamalıydı. İngi l te-

AKİS, 28 KASIM 1960 29

pecy

a

Page 30: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

DÜNYADA OLUP BİTENLER

re ile İtalya arasındaki münasebet­ler İkinci Dünya Savaşından bu yana fazla samimi olmamış, normal ticari ve diplomatik bağlılık çerçevesini aş­mamıştı. F a k a t İngiltere, Avrupa-n ı n bugünkü durumunda İtalyaya büyük bir önem vermeğe başlıyordu. General De Gaulle'ün, Avrupanın bir­leşmesi konusundaki görüşleri İngil­tere kadar İtalyayı da endişelendir­mişti, Bu endişeler elbette ki Roma görüşmeleri sırasında ortaya dökülü­yordu. Sonra italya ile İngiltere ara­sında gittikçe sıkılaşan ticari bağlar iki devlet temsilcilerinin "altılar-ye-diler" meselesini de gözden geçir­melerini gerektirmişti, İngiliz idare­ci ler ine göre, Müşterek Pazarın ku­rulup işlemesi bu bağların gevşeme­sine yol açmamalıydı.

İtalyan ve İngiliz devlet adamla­rı, diğer yandan, Avrupanın durumuy la beraber Afrikadaki müşterek bir mesele üzerine de eğilmişlerdi. Bu, Somali'nin durumuydu. Bilindiği gibi İtalyan ve İngiliz Somalileri birleşe­rek geçen 1 Temmuzda bağımsızlık kazanmışlardı. Şimdi bu ülkeye ya­pılacak iktisadi yardımı beraberce kararlaştırmak gerekiyordu. Gelen haberlerden bu konuda kolayca fikir birliğine varıldığı anlaşılıyordu.

Nihayet, iki devletin idarecileri milletlerarası durumu da incelemiş­lerdi, önümüzdeki günlerin yeni olay­lara gebe olduğu şüphesizdi. Dr . Ade-nauer 4 Aralıkta Fransaya gidecek, Pariste yapılacak olan a l t ı devlet hükümet başkanları toplantısına ka­tıldıktan sonra 12 Aralıkta İngi l tere ye geçecekti. Ocak ayında ise, A.B.D. nin yeni Başkanı işe başlıyor, bunu bir zirve konferansının takip etmesi bekleniyordu.

Kongo Kavga devam ediyor

Bu haftanın içinde New York'tan gelen haberlerden Birleşmiş Mil­

letler Genel Kurulunun, Kongoyu bu teşki latta Kasavubu'nun temsil etme­sine karar verdiğini öğrenenler, ilk bakışta, Afrikanın göbeğinde uzun zamandır sürüp giden kuvvet dene­mesinin nihayet sona erdiğini sandı­lar, öyle ya, bu, Lumumba ile Ka-savubu-Mobutu ikilisi arasındaki de­nemede Birleşmiş Milletlerin de Kon-goda bugün idareyi elinde t u t a n iki­liden yana çıkması demek değil miy­di? Böyle olunca, Lumumba içte ar­tık b i r kenara çekilip oturmaktan başka çare kalmıyordu.

İ l k bakışta çok yerinde görünen bu düşünce t a r z ı meselelerin biraz derinine inilince bütün değerini kay-bediveriyordu. Gerçekten, uzun çekiş­meler sonunda ve ancak, b a z ı Asya,

30

Afrika devletlerinin Lumumba'nın sa f ından Kasavubu'nun tarafına kay-masıyla a l ı n a n bu kararın, Kongo Devlet Başkanı için lehte bir puvan olduğuna şüphe yoktu ama karar, Başkanın Kongo içindeki durumunu kuvvetlendirmekten hala çok uzaktı. AKİS'in şimdiye kadar da defalarca belirttiği gibi, Kongonun bütün ta­lihsizliği şuradan geliyordu: Hiçbir Kongolu lider, yabancı bir kuvvetin yardımı olmadan Kongoda tek başı­na duruma hakim olamıyordu. Kasa-vubu'nun güvenebileceği başlıca iki yabancı kuvvet vardı. Bunların birin­cisi Birleşmiş Milletlerdi. Ancak, bu teşkilat Kasavubuyu nereye kadar tutacaktı? Verdiği son karara rağ­men, bu sorunun cevabı hala kesin olarak bilinemiyordu. Evet, bazı As-ya-Afrika devletleri, Kasavubu'nun Kongonun meşru Devlet Başkanı ol­duğunu göz önünde tutarak oylarını onun lehinde kullanmışlardı ama, Kasavubu yarın Lumumba ile yeni­den açık bir kuvvet denemesine gire­cek olursa ayna şekilde davranacak­larını kim temin edebilirdi?

Diğer yandan son günlerde Bir­leşmiş Milletler Sekreterliğinin dav­ranışında da büyük değişmeler ol­muştu. Başlangıçta tarafsız kalmak­la Kasavubu'nun emellerine büyük ölçüde hizmet eden Bay " H " , Asya-Afrika devletleri ile komünist blokun bu yüzden şiddetli tenkitlerine uğra­dıktan sonra, ister istemez daha dik­katli davranmak gereğini duyuyor­du. Bu bakımdan Kasavubu artık

Conrad Adenauer

Bay " H " un yardımına da bel bağ-lıyamazdı.

Birleşmiş Milletlerin desteği bu şekilde tehlikeye düştüğüne göre, Kasavubu için ortada ikinci destek, Batılı devletlerin yardımı kalıyordu. Fakat dikkatli bir göz bunun da o kadar güvenilecek bir destek olma­dığını kolayca farkedebilirdi. Evet, Batılı devletlerin Kongoda Kasavu-buyu Lumumba'ya tercih ettiklerine şüphe yoktu ama, onlar bu amaca doğrudan doğruya müdahale şeklinde değil, Birleşmiş Milletler kanalıyla ulaşmak istiyorlardı. Zira Kongonun iç işlerine doğrudan doğruya karış­mak, Batılı devletler için bütün As-ya-Afrika dünyasını kaybetmek de­mek olurdu. Ancak, Batılı devletlerin Birleşmiş Milletlere bu konuda iste­dikleri gibi söz geçiremedikleri aşi­kar olduğuna ve doğrudan doğruya müdahaleden kaçındıkları da bilindi­ğine göre, Kasavubu bu desteğe de fazla güvenemezdi.

Kasavubu'nun bu durumuna kar­şılık, iş başından uzaklaştırılmış da olsa Lumumba'nın daha sağlam bazı desteklere dayandığına şüphe yoktu. Bir kere bunların başında, Mobutu tarafından dağıtılan Kongo Parla­mentosu geliyordu. Şimdi ortada ol­mamakla beraber bu Parlamento Kongo politikasında hala önemli bir yer tutuyor, yalnız sözü ile bile Lu-mumba'nın en kuvvetli desteğini teş-k i l ediyordu. Lumumba'nın ikinci desteği, Asya-Afrika devletleriydi. Bunlar Kongo meselesinde zaman za­man fikir ayrılıklarına düşseler bile Lumumba'nın meşruiyeti konusunda hemen birleşiveriyorlardı. Kasavubu eğer Kongo içindeki durumunu kuv­vetlendirmek istiyorsa herşeyden ön­ce bu devletlerin desteğini kazanmak zorundaydı.

Halbuki bu hafta içinde gelen h a ­berler Mobutu-Kasavubu ikil isinin bundan çok uzakta olduğunu açıkça gösteriyordu. Genel Kurulun k a r a r ı Gana ile Gine'yi çok kızdırmış ve bu kızgınlık Mobutu'nun şiddetli t u t u ­ma ile -Mobutu Ganalı diplomatları Kongodan uzaklaştırmak için kuvvet kullanmaktan kaçınmamıştı- birle­şince, 15 üyeli "Asya-Afrika Uzlaş­tırma Komisyonu"nun Kongoya git­mesi tehlikeye düşmüştü. Uzlaştırma Komisyonu Kongoya gidemeyince Kongolu liderlerin aynı masa etra­fında oturup anlaşmaları güçleşecek, Kongonun karışık durumuna bir hal çaresi bulmak fırsatı bu yüzden el­den kaçırılmış olacaktı.

Halbuki, Kongo durumunu düzelt­mek için tek çarenin böyle bir anlaş­maya varmak olduğu artık herkes tarafından anlaşılan b i r gerçekti.

AKİS, 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 31: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

KİTAPLAR

ırak adı gerek basın aleminde, ge­rekse tiyatro yazarları arasında

hiç duyulmamış bir ad. Buluşma ad­lı bir perdelik oyun da Kırakın ilk o-yun denemesi. Buluşma, sahneye kon­sa nasıl bir oyun olur? Bunu peşinen kestirmeğe imkan yok. Ama 25 say­falık broşür ebadındaki eseri oku-duktan sonra eserin yazan Kırak hakkında bir fikir sahibi olmak müm kün oluyor. Bay A. fi. Kırak -açık a-dı nedir belli değil- genç bir tiyatro heveslisi. Buluşma da, yaptığı İlk ka­lem denemesi. Acaba ben de bir oyun yazan olabilir miyim diye ortaya çı-kan Kırak altı yedi kişinin arasında geçen bir oyun yazmak istemiş. Ya­zacağı oyunun ana temasını, broşü­rünün başına koyduğu İki satırlık bir cümlecikte açıklamış. "Eğer in­sanlar hayal sukutuna uğruyorlarsa, bu, başkalarına bağlandıktan için­dir" cümlesi Buluşma adlı oyun de­nemesinin şifre anahtarı .

Buluşmanın hikayesi de şu: Can­ciğer iki arkadaş, A ile B. Bunlardan B aşka inanmayan, biraz hafifmeş­rep, herşeyi alaya alan bir delikanlı­dır. A ise aksine toy, daha aşkın ne olduğunu tatmamış b i r delikanlı. Fa­kültede okumaktadırlar. A bir kıza aşıktır ve ondan bir randevu kopar­maya da muvaffak olmuştur. Rande­vu mahalli bir muhallebici dükkanı­dır. A ve B kızı orada beklemekte ve kendi aralarında konuşmaktadırlar. Hoşsohbet bir adam olan Muhallebici de zaman zaman bunların konuşma­larına katılmaktadır. A toycasına bir heyecan içinde, B alaycı. Muhallebici ise babayani bir meraklıdır. Bunlara bir de bekçi, fon olarak Üniversiteli bir kız, bir oğlan katılırlar. A rande­vu saatinin gelmesini bekler, B alay eder. Neticede saat gelir, kız gelmez.

Buluşma adlı oyun denemesinin bütün hikayesi bu. A. E. Kırak bu o-yun denemesini niçin yazmış? O çok yüksek felsefe döküntüsü "Eğer in­sanlar hayal sukutuna uğruyorlarsa, bu, başkalarına bağlandıkları için­dir" vecizesi için ise, emek boşuna gitmiştir.

Gök Onları Yanıltmaz (Ülkü Tamerin şiirleri, İç baskı

Zema - Gaziantep, kapak baskısı İs­tanbul Matbaası - İstanbul 1960, 13 şiir 250 kuruş).

Ülkü Tamer genç neslin, adı etra­fında en çok umut uyandıran şa­

irlerinden biri. "Gök Onları Yanılt­maz" adlı kitabı da şairin ikinci kita­bı. Daha Önce -geçen yıl- "Soğuk Ot-

ların Altında" adıyla bir ş i i r kitabı yayınlamış, dikkatleri üzerine çek­mişti. Tamerin ikinci kitabi ise, bi­rincisinden çok daha değişik ve iddi­alıdır. Tamer, herşeyden önce kitabı­nın tertibinde bir orijinallik merakı­na saplanmıştır. "Gök Onları Yanılt­maz" bir kitap cildinden çok bir mek­tup zarfına benzemektedir. Kitap ka­bı olarak kartondan bir zarf hazır­lanmış bunun içine de on sayfaya, ka­pital harflerle onüç şiir yazılmış ve konulmuştur.

Ülkü Tamer sadece zarf biçimi ü-zerinde oynamakla yetinmemiş, biza­tihi şiir biçimi ile de oynamıştır. Bu, son zamanlarda, bilhassa İkinci Yeni denilen şiir akımındanberi moda olan nazımdan nesire kayış modasıdır. "Gök O n l a r ı Yanıltmaz"daki şiirle­rin büyük kısmı şiir değil, nesirdir. Hem de zorlama, uydurma bir nesir. Walt Whitman'dan bu yana, kısa mısra yapısını kırıp bozan şairlerin belki de binbirincisi olan Ülkü Tamer, etrafını alan ikinci Yenicilerin alkış­larına rağmen bu yolda devam ettik­çe harcanacağa benzemektedir. "Gök Onları Yanıltmaz"daki "Yazın Bitti­ği" şiirini yazabilen bir Ülkü Tame­

rin, bu tip şiirden kaçınması gerekir. Belki "Gecenin ürkekliğini vuran bal­tacılarımı asıp omuzlarınıza baltala­rı, gelini tüylü denizlerden başlarız... Yıldızların hışırtısı yardım edecek bize, çalgılarınızı çoğaltıp, gözlerini­zi koyultup, gelin!" gibi laflar yağ­mak ve sonra da alkışlanmak, aman ne güzel yazmışsın monşer, hiç de şa­şılmıyor, işte şiir budur i l t i fatlarına mazhar olmak tatildir ama, iş değil­dir. Manasız şiir yazmak, anlaşılmaz olmak ve bu anlaşılmazlığın gölgesi-ne çekilmek "ben büyük şair oldum" demekle insan büyük şair değil, man-zumeci bile olamaz. " Y a z ı n bittiği her" yerde söylenir. Böyle kırmızı kalkan görülmemiştir - Ölüleri örten yapraklardan başka - Çünkü sahiden yaz bitmiştir, G ö l e bakmaktan usa-n ı r İnsan - Koru tutmaktan, yol göz­lemekten: - Çadırlar toplanır, yara-lar sar ı l ı r ; - Durgun bir yolculuk, u-zun bir şapka - Artık yaprakları bek-lemektedir."

Böylesine zor ifade edilecek bir hissi ifade edebilen ülkü Tamer, bir takım biçim cambazlıkları a r k a s ı n d a kendisini harcamamak, şiire, gerçek şiire gitmelidir, "Gök O n l a r ı Yanılt­maz", acayip biçimi, manasız şiirleri yanında sadece ve sadece "yazın bit­tiği" şiiri için alınıp okunmağa değer bir kitapçıktır.

AKİS, 28 KASIM 1960 31

Buluşma (A. E. K ı r a k ı n bir perdelik oyu­

nu, Ankara, 25 sayfa 200 kuruş).

K

pecy

a

Page 32: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

T İ Y A T R O

İstanbul Tiyatro bolluğu Yakın zamanlara kadar Şehir Ti-

yatrosuyla Küçük Sahneden, bir de Karaca Tiyatrosundan başka gidi­lecek tiyatrosu olmadığından şikayet ettiğimiz İstanbul, şimdi bir tiyatro bolluğu içindedir. Yalnız Şehir Tiyat­rosu, şimdilik, üç tiyatroda altı kol­dan faaliyet halindedir. Dram, Kome­di ve Kadıköy bölümleri, saat 18 matinesinden başka, gece saat 21 su-varesinde de başka eserler oynıyarak, tahsisata tiyatrolarda pek görülme­miş bir hummalı çalışmayla, bu çe­şitliliğin öncülüğünü yapıyor. İstan­bul ve Üsküdar bölümlerinin inşa ha­lindeki yeni tiyatroları da bitince, yıl­başından sonra, tahsisatlı tiyatrola­rın sayısı beşi, sahnelerine çıkarılan yeni eserlerin sayısı da onu bulacak­tır.

Buna mukabil Küçük Sahne, da--ma iki eseri birden sahneye koymak ve haftanın muayyen günlerinde bun­ları münavebe ile oynamak usulüne, bu mevsim, ara vermiştir? Haldun Dormen ve arkadaşlarının bu sahne­de mevsimi açan ilk temsilleri, Re­fik Erduranın "İkinci Baskı "sı, afiş­teki yerini hala muhafaza ediyor. Karaca Tiyatrosuna gelince: geç gir­diği mevsimde ezeli, galiba da ebedi, "Cibali Karakolu" ile kervana katıl­maktadır.

Kenter kardeşlerin Şişlideki Site Tiyatrosu, ikinci eser olarak Harold Pinter'in "Kapıcı"sını temsile başla­mıştır. Bu tiyatronun ilk çıkardığı "Evdeki Yabancı" şimdi saat 18 tem­sillerinde, "Kapıcı" da akşam temsil­lerinde oynanıyor. Ama İstanbulun özel sanat tiyatrosu, artık, Küçük Sahne ile Site Tiyatrosundan ibaret değil. Bunlara Pangaltıdaki eski Tan Sinemasında Lale Oraloğlu ve arka­daşlarının "6 Tiyatrosu"nu, Aksara-yın Küçük Operasında Agah Hün ve arkadaşlarının kurdukları teşekkülü, aynı yerde faaliyete geçen Altan Ka­rındaş Tiyatrosunu, Münir Özkul ve arkadaşlarının Topkapı yolu üzerinde faaliyete geçirdikleri Bulvar Tiyatro­sunu ilave etmek, sonra Beyoğlunda-ki Ses, Alhamradaki İstanbul tiyat-rolarıyla Pangaltıdaki -Tevhit Bilge ve arkadaşlarının- "Sahne 4" toplulu­ğunu da unutmamak lazım.

Buna göre İstanbulda şimdi gündüz veya gece olmak üzere, her gün perdesini açan üç tahsisatlı Belediye, altı Özel sanat, dört tane de gene özel popüler komedi ve vodvil tiyatrosu var. Yekunu 13'ü bulan bu tiyatrola­rın hepsi de profesyonel topluluklar-

"Bir tak ın ı i n s a n l a r "

Şairane b i r eser

dır ve bütün mevsim boyunca faali­yet gösteriyorlar. Neler oynuyorlar?

şehir Tiyatrosu sahnelerinden bazı­ları mevsimin ikinci tur eserlerini

vermeğe başlamışlardır. Bunlardan biri Kadıköy bölümünde sahneye konulan Claude Andre Puget'nin "Mutlu Günler" isimli komedisidir. Vedat Günyolun tercüme ettiği pi­yesi Tunç Yalman sahneye koymuş, dekor lar ını Duygu Sağıroğlu çizmiş­t i r . Bu ayın 28'inde, aynı sahnede, Hüseyin B a t u h a n ı n yazdığı "Büyük Çınar" isimli orman davasını işleyen bir telif eserin temsiline başlanacak­tır . "Büyük Çınar"ı, Perof ustanın dekorları içinde, Hadi Hün sahneye koymaktadır.

Tepebaşındaki Dram bölümünde ise, bu hafta mevsimin ilk telif eseri olarak Oktay Rıfatın "Bir takım in­sanlar" adlı "iki perdelik oyun"u başlamıştır. Bu eseri de, Doğan Ak-selin dekorları içinde, Hamit Akınlı sahneye koymuştur. Şehir Tiyatrosu bunlardan başka dört yeni eser üze­rinde son çalışmaları yapmakla meş­guldür. Bu dört yeni eserden biri gene b i r teliftir ve Çetin Altanın son pi­yesidir. "Bey Baba" a d ı n ı taşıyan ve son hadiselerin ışığı altında yazılmış olan "Bey Baba"yı Mahmut Moralı sahneye koymakta, başrolünü de ken­disi oynamaktadır. "Bey Baba "nın ilk temsili bu ayın Sonunda Yeni Tiyat­roda -Komedi bölümünde- bağlıya­caktır. Diğer üç eser tercüme piyes­lerdir: Sabahattin Eyüboğlunun Th.

32

Wolf- K. Frings 'den çevirdiği "Bu Melek Satılık Değil", Seniha Bedri G ö k n i l i n Johannes Maria Simmel'-den çevirdiği "Mektep Arkadaşı'' ve Nüvit Özdoğrunun B. Hecht ve Ch. Mac Arthur'dan çevirdiği "Baş Say­fa".

Bu son eserlerden ilkinin ne za­man, hangi sahnede oynanacağı he­nüz kesin olarak belli değilse de, "Baş Sayfa"nın 14 Aralıkta Yeni Ti­yatroda, "Mektep Arkadaşı"nın da 13 Aralıkta Dram Bölümünde -her i-kişinin de saat 18 temsillerinde-oynanmıya başlanmaları bekleniyor.

Özel sanat tiyatrolarından Lale Oraloğlu ve a r k a d a ş l a r ı n ı n Pangal-tıdakl "6 Tiyatrosu" Evlilik Dolabı -"The Marriage-Go-Round"-isimli bir Amerikan piyesi oynuyor. Aksaray da Küçük Operada temsiller veren A­gâh Hün ve arkadaşları topluluğu, ilk eser olarak Cevat Fehmi Başku-tun "Sana Rey Veriyorum"unu sah­neye koymuştu. Son günlerde ikinci ve üçüncü eserleri de çıkarmış bulu­nuyor. Münavebe ile oynanan bu eser­ler "Mebus Olacağım" ve "Döner Ya­tak lardı r . Aynı binada faaliyette bulunan Karındaş Tiyatrosu ise, ge­çen mevsim Küçük Sahnede Haldun Dormen ve arkadaşlarının uzun za­man başarı ile oynadıkları bir eseri, Andre Roussln'in "Küçük Kulübe"-sini Aksaraylılara tanıtıyor. Münir Özkulun Topkapı yolu üzerindeki Bulvar Tiyatrosunda da perdeyi aç­mış olan "Sevgili Gölge" afişteki ye­rini hala muhafaza ediyor.

Daha popüler karakter taşıyan ve Tuluata da azçok yer veren topluluk­larda çeşitli eserler, daha çok tama-miyle kendi hayatımıza uydurulmuş vodviller, yerli "esprit" ile, mahalli tiplerle yabancılık kokusu duyurma-yan adaptasyonlar oynanmaktadır. Bu grubun başında gelen Karaca Ti­yatrosu "Cibali Karakolu"nu tekrar­layıp dururken, Ses Tiyatrosu "Ya­tak Dolmuşu", Alhamradaki İstan­bul Tiyatrosu "Süleyman Odur" isim­li eserlerin 50., 75. temsillerini ilan ediyorlar. Tevhit Bilge ve arkadaşla­rının"Sahne 4"ü İse Vasfi Rıza Zo-bu ile Reşit Baranın adapte ettikleri "Yabancı Anahtar"ı oynuyor.

Dramda "Bir Takım İnsanlar" Oktay Rıfatın eseri, Şehir Tiyatro­

su sahnelerinde bu mevsimin ilk telif piyesi. Telif piyeslerin temsi­line bir şairin eseriyle başlanmış ol­ması herhalde sebepsiz değildir. Kal­dı ki Oktay Rıfat, yıllardanberi yeni bir eser vermemiş olmasına rağmen, vaktiyle Ankarada oynanmış olan "Kadınlar Arasında" ve -Melih Cev­det Andayla beraber yazdığı- "Kıs­kançlar" dan sonra İstanbulda Açık-hava tiyatrosunda, modern bir orta oyunu denemesi olarak temeli edilen,

AKİS, 28 KASIM 1960

pecy

a

Page 33: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

"Oyun İçinde Oyun" komedisiyle dikkati üzerine çekmiş, ş i irde olduğu gibi, tiyatroda da birbiri ardısına gü-zel eserler vermesi beklenmiş bir im­zanın sahibidir.

Uzunca bir susuştan sonra Oktay Rıfat, İstanbulun Boğaz üzerindeki iskelelerinden birinde, vapur bekle­meğe gelen çeşitli t i p l e r arasından alınmış "Bir Takım İnsanlar"la bi­ze, muayyen bir vakası olmayın, bir atmosfer ve psikolojik tahlil piyesi sunuyor. Başka başka filmlerden alınmış, aynı "hava"da, a y n ı "üslûp" ta "fragment"lara benzeyen bu çe­şitli tablolarda tanıttığı insanlar türlü dertleri, türlü arzulan, hayal­leri ve gevşekleri olan insanlardır. Kimi gençliğini yitirmiş, ama eski günlerinin heyecanlarını küçük saa­detlerini, hatta sokak satıcılarının seslerini bile hala unutamamış, şim­di ölüm korkusuyla begenemediği, yabancısı kaldığı hayata gene de sımkısı bağlı bir eski zaman hanı­mıdır; kimi her şeyi maddeyle öl­çen, karısının ihanetini bile karlı bir şantaj vesilesi yapabilen bir iş ada­mı; kimi odacılık ettiği dairede ça­lışan, k ı z ı yerindeki Küçük Hanıma tutkun bir zavallı; kimi kumrular gibi sevişmekten başka bir şey dü­şünmeyen zamane çocukları... Sahnedeki oyun O k t a y Rıfat ın "Bir Takım İnsanla-

r"ı bütün bu dağınıklığına, kopuk

kopuk görünüşüne, bir tarzdan öbür tarza atlamasına rağmen, elbette "bir takım, şeyler", söylemek istiyor. Hiç değilse bir vapur iskelesinde, muayyen saatlerde yanyana gelen in-sanların sayısı kadar meseleler, ke­derler, sevinçler, umutlar, umutsuz­luklar, özleyişler ve hayaller, aynı zamanda da "kaderler" olduğunu...

Böyle şiir yüklü, şairce yazılmış eserleri sahneye koymak elbette ay­rı bir itina, ayrı bir ihtimam ister. Kaldı ki Oktay Rıfat, son yıllarda Batı sahnelerinde pek revaçta olan bir modern sahne anlayışına, Brecht tekniğinden geniş ölçüde fay­dalanan bir anlayışa, tatbik imkanı veren sahneler düşünmüş: Seyircinin gözü önünde geçmişe dönüşler; iske-lenin hemen önünde kâh bir eski ya-lının kafesl i odasını bu odanın içinde çoktan ruhlar alemine göçmüş eski zaman hanımlarını; kah bir terzi a-tölyesini; kah Odacının rüyasını süs­leyen o fantastik alemi; kah bir ha­pishanenin demir parmaklıklarını canlandıran tablolar... Bütün bunlar fantezisi ve zevki olan bir rejisöre, bir dekoratöre güzel ilhamlar vere­bilir, eserin yapısındaki dağınıklık­ları, kopuklukları, çok kullanılmış tiyatro formüllerine aykırı, hatta "tiyatro dışı" denebilecek, bile bile yapılmış aşırılıkları, hiçe saymaları, unutturabilirdi. Ne yazık ki ne Ha-mit Akınlının rejisi, ne de Doğan Ak-

selin dekorları yazarın, düşüncesini değerlendirecek, ona ayrı bir özellik ve güzellik vermek şöyle dursun, sa­dece belirtecek nitelikte... Onun fan­tezisine, hayal zenginliğine ayak uy-duramıyacak kadar silik, donuk ve a-ğır.

Oyuna gelince: Yardımcı -çımacı­da Şakir Arseven, Büyükhanımda Şaziye Moral, Birinci Adam -iş ada­mı Niyazi bey- da Zihni Rona, Küçük-hanımda Neşe Tandoğan, Odacıda Kemal Ergüvenç gerçekliği olan çeh­reler canlandırıyorlar. Hele Şaziye Moral, o kısacık rolünü büyük bir kompozisyon seviyesine çıkarıyor. "Çat Kapı" daki Büyükanne rolünden sonra, ona tabantabana zıt böyle bir rolün derisine girebilmesi, aktrislik-ten komedyenliğe yükselişin -tiyatro kurtlarına heyecan veren- güzel bir örneğidir. Şakir Arseven, hayli güç olan. "Pişekâr"ı çok tatlı, sşvimli bir oyunla sıkıcı olmaktan kurtarıyor. Kemal Ergüvenç lüzumsuz hareket­lerden, jestlerden sıyrılmış arı ve du­ru bir oyunla, Odacıyı kavuran o ka­ra sevdayı, onun sonsuz ıstırabını sa­dece hançeresi, aktörün en büyük ha­zinesi olan o mükemmel "ses"i i l e ya­şatmağa muvaffak oluyor. "Bir Ta­kım İnsanlar" sâdece bu sanatkarla­rı, onların kusursuz yaratışlarını gör­mek ve Oktay Rıfatın kristal kadar temiz dilini dinlemek için seyredil­m e ğ e değer.

AKİS, 28 KASIM 1960 33

TİYATRO

pecy

a

Page 34: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

MUSİKÎ Konserler

Olevsky resitali

Oystrah ve Heifetz'den sonra sırada Julian Olevsky'nin geldiğini söy-

liyen tenkidciler vardır. Böyle düşü­nenlerin ne demek istedikleri geçen hafta cuma akşamı Saray Sinemasın­daki resitalde iyice anlaşıldı. Keman deyince akla gelen yıldız adlarının a­rasında son yıllarda kendine bir yer sağlıyacak şöhreti yavaş yavaş ka­zanmağa başlıyan Amerikalı keman­cı Julian Olevsky'nin bu yere çoktan hak kazanmış olduğu görüldü.

Beethoven'in, konseri açan Op. 12 Re majör sonatının ilk ölçülerinde Olevsky'nin usta bir teknikçi ve ol­gun bir yorumcu olduğu görülüyordu. Eğilimi, gösterişe doğru değil, musi­kinin daha derin değerlerine doğruy­du. Hafif yayı, yumuşak bir keman tınısı sağlıyor, cümle biçişi dramatik ifadeden çok lirik anlayışa uyuyor­du. Saray Sineması resitallerinin se­viyesiz programları içinde olağanüs­tü seçkinliğiyle sivrilen ve bu konser­lerin dinleyicilerine ciddi bir resita­le eser seçiminin ve sıralanmasının nasıl yapılması gerektiğini de bildi­ren programında Olevsky, Beetho­ven'den sonra, yirminci yüzyılın ke­man e d e b i y a t ı n a kazandırdığı belki en önemli eser olan Bartok solo so­nata geçti. Bartok, 1945 yılında Ye-hudi Menuhin için yazdığı -ve ta-mamlıyabildiği son eser olan- bu so­natta Bach' ın solo sonatlarını anmış, özellikle ilk iki bölümde Bach' ın kul­landığı biçimlere başvurmuş, "cha-conne" biçimini ve "fuga" yazısını denemişti. Türkiyede ilk defa olarak çalınan bu sonatın Olevsky çapında bir kemancı tarafından sunulması, İstanbullu dinleyiciler için bir mut­luluk sayılmalıydı.

Programın ikinci yansında O-levsky, Bach'm keman ve klavye için Mi Minör Sonatmda, bu besteciyi üs­lubunda çalmanın duygusuzlukla so-nuçlanmıyacağını, fakat ulaştırıla­cak duygunun da romantismle bir alakası olamıyacağım isbat ett i . Bach'ı, programdaki en önemli eser takip edecek, İstanbulda ilk defa -ve Türkiyede ikinci defa- çağdaş Viya­na okulunun üç büyük temsilcisinden biri olan Anton Webern'in musikisi çalınacaktı. Fakat ne hikmettir ki konserin ikinci yarısı başlamadan önce programda değişiklik yapıldığı, Webern'in yerine Bloch'un Nigun'un çalınacağı bildirilmişti, Bloch'a sıra

geldiğinde değişiklik protestolarla karşılandı. Salondaki ileri musiki ta­raftarları "Webern!.. Webern!.." diye bağırmağa başladılar. Bunun üzeri­ne Bloch atıldı, Webern yeniden prog­rama girdi ve Julian Olevsky, bütün konser boyunca piyanolu eserlerde başarılı icralar çıkaran Wolfgang Rose ile birlikte Anton Webern'in bundan elli yıl kadar önce besteledi­ği, fakat geçen hafta yazılmış gibi ileri, diri Ve "yeni" bir eser olan "Ke­man ve Piyano için Dört Parça"nın örnek gösterilecek icralarından birini

çıkardı. Konser Schubert'in sonati ile kapandı. Böylece İstanbullu kon­ser devamlıları, Oystrah, Ricci ve Bezrodni'den beri, en doyurucu ke­man konserini dinlemiş oldular.

Lübnanlı kemancı

İstanbul geçen hafta iyi bir kemancı daha dinledi. Gerçi, Şehir Orkest­

rasının pazar sabahı konserine misa­fir solist olarak katılan Varujan Kocyan'ı keman çalma sanatının bü­yük ustalarıyla, bu ara bir Olevsky ile kıyaslamak şimdilik yersiz düşer­di. Fakat Lübnanlı Kocyan'ın, bütün dünyada, iyi kemancılar arasında a­d ı n ı n geçmemesi için görünürde bir sebep yoktu.

Doğru entonasyon, serin ve pü­rüzsüz bir tını, çevik bir yay ve par­maklar, açık seçik b i r cümleleme, Va rujan Kocyan'ın başlıca vasıflarıydı. Belirli kusuru ise, aceleciliği, musi­kinin tadına varmadan çalışıydı. Koc-yan'ın bu eksikliğinin sahne tecrübe­sizliğinden ileri geldiği ve kolayca giderilebileceği tahmin edilirdi. Çün­kü Lübnanlı kemancı, teknik yetki­si yanında, çaldığı musikinin yapısına ve anlamına doğru da yönelmiş ol­duğunu, bu bakımdan gösterişle ilgili değerlere aldırmadığını sezdiriyordu. Herhalde Kocyan, Beethoven'in ke­man konsertosunun, konser sahnele­rimizde dinlediğimiz en doyurucu ic­ralarından birini sunmuş oldu.

Cemal Reşit Rey idaresindeki or­kestra, programın geri kalan bölüm­lerinde, düzensiz ve dağınık bir ça­lışla, Mendelssohn'un "Sakin Deniz ve"Mutlu Yolculuk" uvertürünü, Be­ethoven'in Sekizinci Senfonisini ve Sibelius'un "Finlandia"sını dinletti.

Caz Glenn Millerin gölgesinde

G l e n n Miller'in İkinci Dünya Sava­şı sırasında kurmuş olduğu Ame­

rikan Hava Kuvvetleri Orkestrası bugün "The Ambassadors - Elçiler" adı altında ve ünlü dans orkestrası şefinin ismine sığınmış birçok toplu­luktan biri olarak çalışmaya devam ediyor. Topluluğun geçen hafta İs-tanbulda Şan Sinemasında verdiği konserin başarısı öylesine düşüktü ki, orkestranın adının "Elçiler" yerine "Konsolosluk Kavasları" olması daha uygun düşerdi.

Türk caz dinleyicileri "canlı" ola­rak iyi caz musikisinden yoksundur­lar, Ne var ki, ikinci sınıf bir senfoni orkestrası disipliniyle hazır düzenle­

meleri cansızca, duygusuzca çalan, orta malı olmuş birtakım basmakalıp cümleleri ardarda dizmekten başka bir iş yapmıyan çalgıcıları solist diye dinleten, alkışlar gitgide azaldığında en bayağı varyete numaralarına baş­vuran bir vodvil orkestrasını da, çal­dıkları şeyler caza benziyor diye, ba­ğırlarına basmak niyetinde de değil­dirler.

Söyliyecek sözü olan bir bestecisi olmadığı için, kendilerine has bir üs­lup, bir "toplu şahsiyet"e erişememiş oldukları için, başka caz bestecileri­ni, başka orkestraların üsluplarını doğrudan doğruya onların musikisi­ni çalmak yoluyla tekrarlamayı ken­dilerini daha büyük tehlikelerden kurtaracak bir yol sayan "Elçiler", Count Basie'ye, Stan Kenton'a, Billy May'e ve çoğunlukla Glenn Miller 'e saygılarını sunmaktan başka kayda değer hiçbir şey yapmadılar. Halkın ilgisi gitgide sönmeğe başlayınca da hasır şapkalı üç adam sahne önüne çıkıp "eski günleri" anmak bahane­siyle soytarılık yaptılar, o da olmadı, davul solosunun bir can kurtaran o­lacağı sanıldı, fakat sökmedi. Bir a­ra, dört kişinin tek bir vibrafon üs­tünde çalması gibi bir, sözde cambaz­lık gösterisine girişildi ve bu tatsız caz konseri böylece sürüp gitti.

Salon doluydu ve konseri tertiple­yen Türk - Amerikan Üniversiteliler Derneği Kadın Kolu, "Yardım" ama­cıyla bütçeye bir hayli para sağlamış oldu. Fakat, asıl yardım görmesi ge­reken caz zevkinin bu konserden ne kazandığı çok şüpheli kaldı.

34 AKİS 28 KASIM 1 9 6 0

pecy

a

Page 35: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

pecy

a

Page 36: pecyaFİYATI 1 LİRA Kapak resmimiz İrtibat Bürosu Yassıadaya giden yol Kendi Aramızda Sevgili AKİS Okuyucuları, Başkentte bir takım meseleler, âdeta "normal seyir" denilebilecek

pecy

a