fikir özgürlüğü aydinin ekmeğidir düzeltildi 30 01 2015
DESCRIPTION
Değerli Kardeşim Bu coğrafyanın tanımlanmış evrensel demokrasiye bilinen yollarla ulaşacağını düşünüyor olabilirsiniz. Bunun bu coğrafyada gerçekleşme şansını, onu önleyen düşünme tarzımızı tarihsel bir bakış açısıyla masaya yatırmaya ne dersiniz?TRANSCRIPT
1
FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ AYDININ GIDASIDIR; TUTUCUNUN DEĞİL…
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Joseph Stalin, 1920-1953 yılları arasında Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetlerinin en katı ve despot lideriydi. Gerçi İkinci Dünya
Savaşında en çok eziyet çeken liderlerden biriydi; neredeyse 25 milyon
vatandaşı bu savaşta yaşamını yitirdi. Ülkenin batı kesimi neredeyse
yakıldı ve yıkıldı. Stalin, bütün olumsuzluklara karşın, Sovyetlerin alt
yapısını yeniden oluşturan ve ayağa kaldıran lider olarak bilinir.
Savaştın bitiminde batıda Sovyetlere önemli yerler verildi.
Kapitalizmin tam tersi olan komünizm, batı için potansiyel bir tehlikeydi
ve bu nedenle komünizmi yıpratmak için her yol denenmeye başlanmıştı.
Tehlikeyi etkisiz kılabilmek için başta Stalin olmak üzere, Sovyet yönetimi
sert, kanlı ve tam bir diktatörlüğe dönüştü. Fikir adamlarına karşı
hoşgörülü olmadı. Bu nedenle aydınlarca hiç sevilmedi.
Stalin döneminde halkın büyük bir kısmı mutluydu, yediği yanında,
yemediği arkasında, eğitim bedelsiz, sağlık bedelsiz, konut sudan ucuz,
iş garantisi var; spor ve sosyal faaliyetler ve onlara katılım hiçbir
dönemde görülemeyecek kadar mükemmeldi.
Halka Stalin’in döneminden sonra da defalarca soruluyor: En mutlu
dönem hangisiydi diye? Çoğu Stalin dönemi diyor. Pekâlâ, iyi de, Stalin
döneminde ifade özgürlüğü yoktu, nasıl oluyor da bu dönemde mutlu
oldunuz? Verilen yanıtlar toplandığında şu sonuç ortaya çıktı: İfade
özgürlüğü aydınların ekmeğidir, bizim değil (Teoman Dural, Haber Türk
TV, 25.01.2014, saat 11.30).
Tutucu kesim için en büyük baskı alışılagelmiş davranışlarını
değiştirmeye zorlamadır. Değişmeye karşı en büyük direnç bu nedenle
bu kesimde görülür.
2
Avrupa’da yakın zamanda (geçen yüzyılda) inanılmaz katliamlar oldu;
kimse sormadı. İnsan Hakları Mahkemesi kurulmaya kalkışılınca,
gerçekleşmemesi için en büyük direniş tutuculardan geldi.
Tutucuların çok önemli bir mantığı oluşmuştur: Ben senin kutsal
bildiğin şeylere dil uzatabilirim; ancak sen benim kutsal bildiğim şeylere
dil uzatırsan seni öldürürüm. Nerede kaldı fikir özgürlüğü? İnandığını
tartışmaya açmaya yanaşmıyorsun; bunu kendine hakaret olarak
görüyorsun. Ancak başkasının inancına saygı göstermediğin gibi, onu
ilkel, basit, küfür olarak görüyorsun. Böyle bir inançta olan bir aile, bir
gelin aldığında, onu kendi inancına çevirmek için her şeyi yapıyor; başka
bir inanca kızını vermemek için de gerekli tüm zorlukları çıkarıyor.
Nerede kaldı inanca saygı?
Dildeki değişime, yeni gereksinimler karşısında yeni kelimeler ve
sözcükler üretilmesine karşı gösterilen direnç de bu kesimden yani tutucu
ve dindar kesimden gelir; çünkü değişime karşı direnç yaşamın her
evresinde ve işlevinde kendini gösterir. Bu durumu Türkiye felsefe
dünyasında önemli bir yer edinmiş olan Sayın Prof. Dr. Teoman Dural
şöyle açıklamaktadır: Mantık yok; akıl son derece kısıtlı olursa böyle olur.
(Teoman Dural, Haber Türk TV, 25.01.2014, saat 11.30). Öztürk’çe
kelimeleri kullanan ve dilimize yeni kelimeler kazandırmaya çalışanların
tümünün komünist ya da solcu olarak nitelendirilmesinin altında da bu
illet yatar…
Fransa’da çizilen karikatürde, Hz. Muhammed kürdan gibi ince
gösterildiği için yer yerinden oynadı. Neredeyse Pakistan’da hükümet
devrilecekti. İyi de kilolu, şişman, obez gösterilseydi daha iyi mi olurdu?
Gül geç, olgun davran…
Özellikle Müslümanlar kısıtlandığı oranda köktenciliğe kayıyor;
böylece batı uygarlığına eşdeğer bir kültürün evrimleşmesi önleniyor.
3
Türk siyasetine damgasını vuran AKP’nin birden bire büyük bir güçle
ortaya çıkmasının temelindeki, en azından söylem olarak, en etkili
etmen, türban yasağıdır. Türban yasağı olmasaydı, bu partinin böyle
büyük bir oyla seçilmesi hemen hemen olanaksızdı. Müslüman
dünyasının çıkmazı burada başlıyor, bilime yanaşmıyor; okuyarak
kendini geliştirmeye yanaşmıyor; yasa ya da silah zoru ile değişime
zorlanınca da köktenciliğe kayıyor. Bu nedenle kendini geliştirme şansını
bir türlü yakalayamıyor. Bu gidişle yakalaması da zor; geçmişte Türkiye
Cumhuriyeti bir şans yakalamıştı onu da kullanamadı. Sosyal
evrimleşmenin önündeki en büyük engel dinciler ve tutuculardır.
Evrimleşemeyen canlıların tümü geçmişte yok oldu; eğer bu yorumun
aksine; değişmeye direnen bir toplum ayakta kalırsa, bu bilim tarihinde
bir ilk olacaktır.
Yaklaşık 150 yıllık batı kökenli kapitalizm dünyayı ikiye bölmüştür. Bir
tarafta bilimin itici gücüyle kısa zamanda zenginleşen bir kesim; öbür
tarafta dünyadan haberi olmayan, geleceğini dine, duaya, mucizelere
bağlamış, kendi üzerinde oynanan oyunlardan bile haberi olmayan,
çoğunluk yöneticilerini bile doğrudan ya da dolaylı kapitalistlerin
yönlendirmesiyle seçen fakir mi fakir; yöneticilerinin batı bankalarında
milyarlarca doları olsa bile hem fikren hem de madden fakir bir kesim
oluştu. Aslında kapitalist sistemin zenginliği de kendi toplumunun içinde
adil ve yaklaşık değerlerde bölüşülmemiştir. Dünya gelirinin %50’sini
yaklaşık 80 ailenin denetlediği bilinmektedir. Biriken sermaye dünyadaki
fakir kesimin yöneticilerinin yaptığı gibi batı dünyasının bankalarına değil,
bilimsel araştırmalara yatırılıyordu. Ancak bu ailelerin kırıntıları bile,
bulundukları toplumun alt kesimini fakir dünyadan ayırt etmeye yetmiştir.
Bu kesim, sanata, bilime, edebiyata büyük katkıları olan bir topluma
dönüşmüştü.
4
Bu gelir ve refah farkı, fakir dünyadakilerin bir kısmını, özellikle dinci
ve tutucuları hırçınlaştırmış ve şiddete yönlendirmiştir. Çünkü bu
toplumlarda, din, yönlendirmek için en önemli güçtür ve akıl ile
bağdaşmadığı için, bu fakir ve bilinçsiz kesimin yönlendirilmesine
soyunanların kullanacağı mükemmel-etkili bir araç olmuştur. Böylece bir
kesimin elinde araç olarak bilim; diğer kesimin elinde ise araç olarak
hiçbir zaman tartışmaya açamadığı kutsal kitaplar yer almıştır. Birisi
hedefini füzeyle noktası noktasına vuruyor; öbürü ise füzenin ucunun
şeklini kutsal kitaplardaki ayetlerde arıyor; şeklini de minarelere
benzeterek kendine pay çıkarmak için çırpınıyor…
Afrika’da kan durmuyor. Afrika coğrafyasında boydan boya kan
akıyor. Çünkü kabile yaşamı sürüyor. Bu cümleyi okuyunca “iyi ki bizde
kabile düzeni yok diye düşünerek” kısa süre de olsa ferahladığınızı
düşünüyorum. Sevinmek için biraz erken davrandınız. Çünkü bu
coğrafya, Müslüman dünyası, devlet düzenine geçse bile, içinde
barındırdığı ağalık, aşiretçilik ve özellikle mezhepçilik nedeniyle, zaten
dincilik ve tutuculuk, özellikle bağnazlık nedeniyle yitirmiş olduğu
yorumlama zafiyetinden dolayı, yularını birkaç çıkarcının eline vermekten
kurtulamamıştır. Bu nedenle demokrasi bu ülkelerde yerleşemez, yasal
olarak yerleşmiş gibi görünse de, özü itibariyle hiçbir zaman demokratik
davranamazlar. Böyle bir köktenciliğin ortak tarafı: İster farklı kabilelerde
yaşayanlar olsun, ister farklı mezheplere mensup olsun, ister farklı
dinlerde olsun; kendinin dışındakileri sapkın ve sapık olarak görmeleri;
hatta açık açık dile getirmeseler bile bilinçaltında kendinden olmayanları
insan olarak bile görmemeleridir. Bu nedenle, Afrika kabilelerinin, farklı
dinlerin, farklı mezheplerin mensupları birbirlerini öldürmekten
kaçınmazlar. Bunu her gün bu coğrafyada utanarak, acı ile görsek ve
duysak da ne yazı ki ülkemizde bile son 50 yıl içinde kardeşin kardeşi
5
yaktığına ve boğazladığına tanık olduk. Dinciliğin körüklendiği her ülkede
bu katliamlar azalmayacak, gittikçe artacaktır.
İslam Kültürünün şahlandığı dönem olarak bilinen dönem, El-Cahiz,
İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Bacce, İbni Sina ve Farabi’nin yaşadığı
dönemdir. Çünkü bu kişiler Latince okuyabiliyorlardı ve Latince yazılmış
kitapları okuyarak, bilimi, felsefeyi ve evrensel bilgiyi özümsediler;
özümseme ile kalmayıp, İspanya-Endülüs üzerinden Avrupa’ya
yayılmasına ve Avrupa’nın aydınlanmasına önemli zemin hazırladılar.
Batı dünyası, yaşamında dinin baskılayıcı ve yönlendirici etkisini
Yakın Çağ’ın başında ortadan kaldırdı ve bir anlamda insan aklını özgür
bıraktı. Hem bilimsel hem de sosyal gelişmeler ve iyileştirmeler bu
evreden sonra patlarcasına gelişti. İnsan fikrinin özgür bırakılmadığı hiçbir ortamda özgün fikir üretilemez, özgün fikir üretilemeyen herhangi bir ortamda da hiçbir sosyal ve bilimsel atılım ve gelişme olmaz.
Özgün fikrin üretilemediği ortamlarda biat kültürü gelişiyor. Çünkü fikir
üretemeyen bir toplum, çarpık da olsa fikir üreten birilerinin ağzına
bakmaya başlıyor ve biat kültürü yerleşiyor. Ağaya, şeyhe, tarikat
liderine, sözüm ona demokrasiye geçilmiş ise parti başkanına, o günkü
lidere, kadınsa evdeki kocaya biat kaçınılmaz olur. Biat bu nedenle dinin
ve inancın birinci koşuludur.
Ancak insanın yatmasından, kalkmasına, yemesinden, içmesine,
giyiminden, kuşamına, devlet idaresinden, kadın-erkek ilişkisine, hatta
mal bölüşümüne, miras hukukuna, gelir-giderin paylaşımına kadar,
yaşamın her evresinde karşılaştığımız durumlara müdahale eden ve
Tanrısal yönlendirme söylemi altında toplumları baskıya alan dini öğretiyi
masaya yatırıp koşullara göre yeniden yorumlamadan kaçınanlar
çıkmazdan kurtulamadı; böyle giderse hiçbir zaman da kurtulamayacak.
6
Şu anda dünyada İngilizce konuşan ”çağdaş uygarlık ya da
medeniyet olarak adlandırılan” bir İngiliz-Amerika kültürü egemendir. Her
gün de güçlenmektedir. Bu nedenle bu uygarlığı düşman bilen insanlar
bile çocuklarına anaokulundan itibaren İngilizce öğretme peşine
düşmüşlerdir. Sis dağılıyor, gelecek görünmeye başlıyor: Şu anda çeşitli
dillere mensup uygarlıklar, korkarım ki kalıntı medeniyetler olma, erime,
ortadan kalkma ve çağlarının sonuna gelmekte olan medeniyetler
durumuna düşmektedirler. Eğer çözülme ve erime böyle sürerse,
önümüzdeki yıllarda, uygarlıklar arası sürtüşme hiçbir zaman küresel
ölçekte olmayacaktır; çünkü savunacağınız bir uygarlığınız
kalmayacaktır.
Müslümanlığın ise birçoğumuz tepki gösterse bile “Orta Çağdaki
bilgiyi, Ön Asya’dan Avrupa’ya taşımanın ötesinde” insanlığa
kazandırdığı hiçbir şey yoktur.
Müslüman ülkelerin ve dini araç olarak kullanan yönetimlerin ne yapıp
ne yapamayacağını anlamak için Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma
Partisinin seyrüsefer defterini incelemek yeterli olur. AKP tam bir
demokrasi söylemi ile sahneye çıktı, vesayet güçlerine ateş püskürdü, üç
Y’yi (yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar) ortadan kaldırmanın rehberleri
olacağına yemin etti. Tüm dünya AKP’yi göklere çıkardı; çünkü kol kola
girebileceği bir bileşim olasılığı çıkmıştı. Çünkü dini söylemlerle yola
çıkmış bir Müslüman partisi demokrasinin evrensel olmaz ise olmazlarına
sahip çıkıyordu. Avrupa rüzgârını ve Amerika tezgâhı arkaya alınarak o
güne kadar vesayet gücü olarak bilinen silahlı kuvvetler yola getirildi.
Varlığı ve yokluğu tartışılır hale geldi. Görünürde hem Türkiye için hem
de batı için demokrasinin yolu açılmıştı. Belli ki Batı Dünyası Müslüman
mantığını yeterince tanıyamamıştı. AKP’nin derdi Türkiye’ye demokrasi
getirmek değildi. Onun derdi giyim kuşamı demokrasinin önemli bir
7
öğesiymiş gibi sunarak onunla ilgili yasakları kaldırmak suretiyle, uzun
süre kendine arka bahçe görevi yapmış olan türbanlı kesimin sırtını
sıvayarak yola devam etmekti. Orduyu etkisiz hale getirerek, kendini
koşulsuz yeni vesayet gücü haline getirmekti. Başkanlık sistemi için
yapılan konuşmalar bunun devamı olacaktır. Batı bunu anladı; ancak iş
işten geçmişti. Yolsuzluk, yasak, yoksulluklarla mücadele ise, raflar boş
mu kalacaktı. Onlar rafa kaldırıldı.
Demokrasinin (hatta herhangi bir rejimin) olmaz ise olmazı olan
hukuk ve adalet; halkın gerçeği öğrenmek için tek kaynağı olan basın
özgürlüğü ise dünya sıralamasında ne yazık ki dün yamyam olarak
bildiğimiz ülkelerin altına düşürüldü… Bütün bunlar bir ülkenin geleceği
açısından büyük tehlike olabilir; ancak daha büyüğü, değişmeye bir türlü
yanaşmayan bir kesimin olanı biteni anlamaya karşı göstermiş olduğu
dirençtir…
Türkiye’de basın özgürlüğü kısıtlandı. Mahkemeler taraflı oldu,
aydınların üzerinde baskı arttı diye batı dünyasında sürekli rapor
hazırlanıyor; söyleniyor; yazılıyor ve çiziliyor. Ancak bütün bunlar halkın
oyunu hemen hemen hiç etkilemiyor. Çünkü Türkiye’de gazete ve kitap
okuyanların sayısı, nüfusu Türkiye’nin onda biri olan bir Avrupa
ülkesinden daha az. Kaldı ki okunan gazete, dergi ve kitapların niteliğine
bakılırsa, sırasıyla din, spor, aşk, siyasi dalaverelerin açıklanması ve
magazin ile ilgili yayınların oranı neredeyse tüm yayınların %90’ını
oluşturuyor. Bu nedenle basın özgürlüğü bu toplumu hemen hemen hiç
ilgilendirmiyor.
Mahkeme ve adalet deyince, halkın önemli bir kısmı, boşanmaların,
kira ihtilaflarının, miras anlaşmazlıklarının, yapılan darp ve sataşmaların
halledildiği yerler olarak anlaşılıyor. Fikirlerin yargılanması, rejime ve
çarpıklıklara yönelik yorumların yasal takiplere uğraması halkın
8
gündeminde bulunmamaktadır. Bu nedenle batı dünyasında
demokrasinin en büyük düşmanı olarak görülen fikir özgürlüğü, basın
özgürlüğü, yasaların tarafsızlığı ve bağımsızlığı bu coğrafyanın insanına
sivrisinek vızıltısı gibi geliyor.
Birileri kalkıp, bu duruma bakıp da “benim oyum ile çobanın oyu bir
olmamalı” deyince, sistemin en zayıf noktasına dikkat çektiği için kızılca
kıyamet kopuyor. Aslında bu söylemde bir hata olduğu için herkes ona
karşı çıktı. Aslında çoban denmesi bir hataydı; ne de olsa çobanlık bir
meslektir; insanın niteliği ile ilgili değildir. Açıkça bu söylemde ana hedef
belliydi: Niteliği olmayan, dünyadan haberi olmayan, bilmeyen, yorum
yeteneği olmayan, değişime direnç gösteren, yeniliklere kapısını
kapamış, kendi düşüncesinin dışındakileri tehlike olarak gören ve onu
bastırmaya çalışan bir kesimin oy kullanarak bir ülkenin geleceğini
düzenlemesi ve doğruyu bulmasındaki yanlışlık dile getirilmişti.
Değişmeye kapılarını kapatmış bir toplum, yeni koşullara göre
değişebilen bir yönetimi belirlemesi olsa olsa şansla olabilir.
Bu coğrafyadaki toplumların, özellikle tutucu kesimlerin çok büyük bir
eksikliği vardır: Okumama. DESAM (Demokrasi ve Eğitim Stratejik
Araştırma Merkezi) tarafından 2014 yılında yapılan bir çalışmada1
Avrupa Birliği ülkelerinde okuma alışkanlığı oranı %21 olmasına karşın,
Türkiye’de sadece %0,01 (yani on binde bir). Bu çalışmaya göre bu
kesimin okuduğu kitapların içeriği de okunma oranına göre: Fıkra ve
magazin, namaz hocası, dua ve aşk ile ilgili kitaplar. Dört kişilik bir ailenin
cep telefonu gideri ayda 213 TL iken, 4 kişilik ailenin kitap gideri ayda
değil yılda sadece 6,5 TL; bu kitapların çoğu da evdeki çocukların bir
yerlere girebilmesi için alınan test-soru kitapları. UNESCO (Birleşmiş
Milletler, Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) tarafından 2014 yılında yapılan 1 DESAM, 2014: Kitap Okumama, Türkiye’nin En Önemli Sorunlarından Birisi Olarak Görülmelidir!
9
çalışmada Türkiye kitap okuma sıralamasında 84’üncü; ihtiyaç olarak
gördüğü şeyleri sıraladığında ise kitaba ihtiyacı 235. sırada görülüyor.
Demek ki halkımız için yaşamında kitaptan daha önemli 235 şey varmış.
Yılda sadece 6,5 saat okuyor. Şimdi ben soruyorum? Mucize mi
bekliyorsunuz? Sanatta, bilimde, sosyal ilişkilerde yaratıcı olan, üreten;
demokrasinin gereklerini yerine getiren, doğru düşünen, doğru
yorumlayan, haklara, yasalara saygılı; kendinin dışındaki değerlere
saygılı, lider suntasından kurtulmuş, özgün düşünebilen, fikir ve basın
özgürlüğünü olmaz ise olmazlar listesine alan, oyunu doğru kullanmayı
namus bilen, talandan, yalandan, yalakalıktan, çalmadan, çırpmadan
arınmış bir kesim mi bekliyorsunuz? Mucizeler devri ne yazık ki çoktan
kapandı…
Sonuçta, fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü, hukukta tarafsızlık ve
bağımsızlık sloganı ile bir partiyi yıpratacaklarını, demokrasiyi bu
sloganlarla getireceklerini düşünüyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Bir
topluluk ve yönetim tefessüh eden ahlaki kurallardan nemalanmaya
başlamışsa, o topluluğun söylemlerle düzeltilmesini unutun.
Evrensel açıdan ya da küresel olarak baktığımızda bu gelişmelerin bir
başka seçeneği olabilir miydi? Olabilirdi. Ancak kapitalizmin bilime verdiği
çok büyük destek ve kapitalizmin kazanmak için her şeyi mubah gören
tavrı nedeniyle bu şans yitirildi. Bu konuda çok yazıldı-çizildi; herkes
kendi penceresinden baktı. Ancak böyle bir yazının sonunda bir analiz ve
yorum yapmadan yazıya son verme, önemli bir eksiklik olur.
İnsanın ve kaynakların bu denli sömürülmesine karşı Avrupa’da
gelişen fikir akımı, sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinde
Komünist bir idare şeklinin ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Önyargılarımızdan kurtulup da baktığımızda Komünizm, herkese iş, aş,
sağlık, eğitim eşitliği sağlayan; doğal kaynakları olabildiğince koruyan; ırk
10
ayırımını (ya da etnik ayırımı) ve dini ret eden; solidaritet adı altında
dünyada alın teri ile çalışan herkesin dayanışma içinde olacağı (emeğe
saygılı olunacak), her dil ve kültüre saygılı bir yönetim modeli olarak
başlayacaktı. Böyle bir modelin kapitalizm için büyük bir tehlike olduğu
aşikârdı. Çünkü sömürülecek kesimi ortadan kaldırıyordu. Zenginlik
paylaşılacaktı. Belirli elde birikmiş olan zenginlik ortadan kalkınca,
sanata, bilime ayrılacak pay da azalacaktı; bu da kapitalizmin yaratıcı ve
üretici dinamiğini önleyecekti. Batı kapitalizmi elindeki gücü sonunu
kadar kullanarak yerleşmekte olan komünizm üzerine yürüdü. Onu
silahlanmaya zorladı; ekonomik gücünü zayıflattı. Bu hücumları en çok
dünyanın sömürülen kesim olan, kural olarak dinciler, tutucular ve tutucu
milliyetçiler aracılığıyla gerçekleştirdiler.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuramsal olarak beklenen komünist
yönetimi hiçbir zaman hayata geçiremeden çöktü. Emekçilerin umudu bir
başka bahara kaldı…
Şu anda insanı insan olarak gören, her düşünceye ve ırka hoşgörülü
olabileceğini düşündüğümüz, bilime ve sanata saygılı, dogmalarından
arınmış, laik dünya düzenini benimsemiş, elimizde kalan tek
sarılabileceğimiz seçenek, bilinçli, seciyeli, uygar ve deneyimli insanların
“Sosyal Demokrasi ya da duruma göre Sosyalizm” ile kuracağı yeni
bir dünya düzeni olabilir.
Prof. Dr. Ali Demirsoy, 30.01.2015
Değerli Kardeşim
Bu coğrafyanın tanımlanmış evrensel demokrasiye bilinen yollarla
ulaşacağını düşünüyor olabilirsiniz. Bunun bu coğrafyada gerçekleşme
11
şansını, onu önleyen düşünme tarzımızı tarihsel bir bakış açısıyla
masaya yatırmaya ne dersiniz?