farkındalık dergisi - 4. sayı

54

Upload: farkindalik-dergisi

Post on 21-Jul-2016

269 views

Category:

Documents


10 download

DESCRIPTION

Elmalı turtaların, havuçlu keklerin fırındaki yerlerini çilekli, böğürtlenli pastalara bıraktığı, güneşin arada bir bizimle ce-eee oyununu oynayarak bir görünüp bir kaybolduğu, bardaklarımızdaki ıhlamurların, ekinezyaların terk-i diyar eyleyip, karşısında saygıyla eğilip çaya yer verdiği, bugün kırk ikindi yağmuru yağacak mı diye yazı turaların atıldığı, meteorolojiyle bahisler yapıldığı, sabah evden çıkarken şemsiye ve montlarla dakikalarca konuşulduğu, çiçeklerin açtığı, böceklerin öttüğü BAHAR mevsimiyle siz değerli okurlarımızın dördüncü kez karşısına çıkıyoruz. Her karşınıza çıktığımızda, bizleri daha da farkındalık şiarıyla yüz göz ettiğiniz için teşekkürü bir borç biliyoruz.

TRANSCRIPT

Page 1: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

1

Page 2: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

2

Genel Yayın Yönetmeni

Mehmet GÖKDOĞAN

Editör

Hüseyin YAYLA

Merve ÇETAK

Redaksiyon

Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni

Serdar Serhat ALTAN

Basın Tanıtım Sorumlusu

Sunay GÜLSOY

Mehmet ARSLANTAŞ

Fotoğraflar

Nazım TETİK

Yazarlarımız

Arzu Bahar KARAKAŞ

Arzu TOK

Barış ÇELİMLİ

Birgül AL

Cem TEPEKÖYLÜ

Ceyda CEVHER

Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

Gönül KARAARSLAN

Gül Gürdal DURMUŞ

Günsel İSLAMOĞLU

Harun HARPUT

Hüseyin YAYLA

İsmail Can KARAKUŞ

Mehmet ARSLANTAŞ

Mehmet GÖKDOĞAN

Merve ÇETAK

Nurdan OFLAZOĞLU

Özcan URTEKİN

Serdar Serhat ALTAN

Sahir ÜZÜMCÜ

Sunay GÜLSOY

Yaren ATAY

Yelda KARATAŞ

“Farkındayım, farkındasın, farkında, farkındayız,

farkındasınız, farkındalar… Neden mi? Her geçen ay dergimizin

indirilme ve okunma sayısı siz değerli okurlarımız sayesinde gün be

gün artıyor.

Efendim,

Elmalı turtaların, havuçlu keklerin fırındaki yerlerini çilekli,

böğürtlenli pastalara bıraktığı, güneşin arada bir bizimle ce-eee

oyununu oynayarak bir görünüp bir kaybolduğu, bardaklarımızdaki

ıhlamurların, ekinezyaların terk-i diyar eyleyip, karşısında saygıyla

eğilip çaya yer verdiği, bugün kırk ikindi yağmuru yağacak mı diye

yazı turaların atıldığı, meteorolojiyle bahisler yapıldığı, sabah evden

çıkarken şemsiye ve montlarla dakikalarca konuşulduğu, çiçeklerin

açtığı, böceklerin öttüğü BAHAR mevsimiyle siz değerli

okurlarımızın dördüncü kez karşısına çıkıyoruz. Her karşınıza

çıktığımızda, bizleri daha da farkındalık şiarıyla yüz göz ettiğiniz için

teşekkürü bir borç biliyoruz.

Her ay birbirinden değerli yazar ve şair arkadaşlarımla

sunduğumuz eserlerle bilgi ve duygu dolaşımınızı hızlandırmak için

ruhlarımızı kalemlerimize taşıyoruz. Yazdığımız, karaladığımız her

sözcükle sizlerde güzel bir çizik bırakmak istiyoruz. Bu ayda

mutfakta güzel şeyler hazırladık sizler için… Şimdiden afiyet olsun…

Peki ya sevgili usta sana yazmadan olmazdı asla; Kimimizin

çocukluğuna, gençliğine, yaşlılığına sen eşlik ettin. Bir aslanın miyav

dediğini, minik farenin kükrediğini, kedinin fareden korkup pır diye

uçtuğunu sen yazdın kulaklarımıza…

Sivilceli ergenlik o melankolik dönemlerimizde seninle

odalarda ışıksızdık, katıksızdık, viraneydik… Aşklarımız ağıt

yakmaktaydı melodilerinle…

Yaşlarımız geçtikçe değer vermeyi de öğrendik. Gönül

yarenlerimizle “Emrin olur gülüm emrin olur…” diyerek vav gibi

eğildik. Ki günü geldi bazen elif gibi de dikildik.

Sayende ölümün ceza değil, mezuniyet olduğunu öğrendik.

03.04.2015 tarihinde hayat okulundan senin de mezun edildiğini

izledik.

Usta, senin gibi bir AŞK adamını Mevlam aşkla karşılasın ve

ağırlasın, Mekanın Cennet, Melekler Arkadaşın Olsun…

ŞARKILARIN ÖKSÜZ KALMADI, HEPSİ BİZE EMANET!...

Sunay GÜLSOY

Basın Tanıtım Sorumlusu

farkindalikdergisi @farkindalik_drg

Page 3: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

3

İçindekiler 16 Nisan 2015 Sayı:4

4. Ütücüler Hesabı – Şiir– Yelda KARATAŞ

5. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ

6. Sizi Gerçekten Mutlu Eden Nedir? – Deneme – Mehmet GÖKDOĞAN

8. Baharla Gel – Şiir – Gönül KARAARSLAN

9. Günaydın Sevgili– Şiir – Hüseyin YAYLA

10. Kingsman: Gizli Görev – Sinema>Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ

12. Ağustos Böceği – Deneme – Sunay GÜLSOY

15. Aşkı Ayrılıkla Nikâhladık – Şiir – Arzu Bahar KARAKAŞ

17. Biliyorum – Şiir – Cem TEPEKÖYLÜ

18. Unutuş Nehri – Şiir – Ceyda CEVHER

20. Kıymık – Şiir – Barış ÇELİMLİ

21. Sen Misin? – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ

22. Slave – Şiir – Harun HARPUT

23. İnsanlık Yaşadığı Müddetçe – Deneme – Özcan URTEKİN

24. Simone de Beauvoir – İnceleme – Serdar Serhat ALTAN

29. Bahar – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

37. Hâr Olmuş Yüreğim – Şiir – Birgül AL

39. Türk Halk Kültüründe Nevruz – İnceleme - Nurdan OFLAZOĞLU

45. Ben Sana Çağlarım – Şiir – Arzu TOK

46. Benim Adım Bahar– Şiir – Günsel İSLAMOĞLU

47. Sinestezya – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY

49. Bahar Gezisi – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal DURMUŞ

Page 4: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

4

Yelda KARATAŞ

Şiir

Ütücüler Hesabı

Ütücüler Hesabı

kravatını bağlayamaz. korsan düğümü görmemiş gömlek

önü aydınlık bu aşkın hesabı romantik bir yemek

kim ütülüyor ama pazar sabahlarını. Yalnızlığımızdan ısıran hangi köpek. yorgun bir bakışın hüznü düşmüş çorbaya. sevmek güme gidecek

ama neden ısrarlı böyle herkes yalnızlığında. ne yapsın buna eski bir hatıra rengi mavi olsa da

kullandığımız diş macunu paylaştığımız şiirler

gece yarısı bir telefonun ucunda yine birlikte sevişsek

bir öpücüğümüzü copy paste etsek

meşgulüz dikiş dikmekten yorgunuz. Yalnızlıktan henüz hayır

ay ütüsü yapıyoruz uykumuzda eski aşklardan

caz müziğini de seviyor yeni adam ya da kadın aldatırken

diyoruz ki ona. Nitçe kim bizim bakkal kim bir deterjan

seviyorum seni yemişim geçmişini sen beni öpünce neler oluyor gece

hazırım işte erken ölmeye ama ölemem ısrar etme. Yaşamdan utanıyorum. Kapıdaki çöplükten kağıt toplayan kadından üç çocuklu

ve kendimden en çok hayatı ütülerken

dertlenme çağının çiçekleri artık açmıyor

uzun susuyor dişlerimin arası. Kına avucunda kapalı her yürek arkasında bir zulüm

öpmek istiyorum ama her ten aynı tatta

yani bu ütü meselesi önemli tabi ölüm beklerken bir kapı arkasında

ayakkabılarımı bağlamaya çalışıyorum ay'dan utanarak

bulsam gideceğim bir başka yatağa gider gibi Merih'e

ama orda kim öper ki beni

ilk okuldan liseye ayağa neden kalkar çocuklar

öğretmen sınıfa girince

asıl sorun şu; bu kahpe kravat bağlanmıyor tarihe

yalnızlık bir kıyı olsa yolunu keseceğim

ama gömleğim kirli saçlarım kısa

aşkın hesabını tutmuyor kimse

son ütücüler yolda

Page 5: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

5

Sahir ÜZÜMCÜ

Şiir

Dalgaları karanlık denizin, geceden bile.

Kokusu deniz gecenin, denizden bile.

Kayık bakar göremez.

Nerede başlar deniz, nerede biter gece,

Sorar deniz;

“Maviliğim nerede?

Nerede yosunlu yeşilliklerim?

Çakıllarda köpüklerim vardı az önce, ya kokusu derinliğimin?”

Gece ağlamaklı, yalvar yakar;

“Ben miyim sebebi bunca yokluğun?

Sensin bu kokan, senin kokun, senin sesin, derinliğin, bana

rüzgarlarla gönderdiğin.”

Kayık dinler, susar, bekler, bilemez.

Korkar kalmaktan yine de gidemez.

Uyuşur heyecan, sürüklenir rüzgarda.

Karayı özler artık göremez.

Bir deniz kokulu kadın, derin desenleri.

Bir gece vakti erkek, yıldızların sahibi.

Ve bir deli rüzgar bu gelip geçen hayat.

Bir zavallı kayık.

Gün be gün uzaklaşan hikayeleri…

Page 6: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

6

Mehmet GÖKDOĞAN

Deneme

Sizi Gerçekten Mutlu Eden

Nedir?

Sizi Gerçekten Mutlu Eden Nedir?

Zaman kavramıyla sınırlandırdığımız, başlangıcı ve sonu belli

olan şu hayat içerisinde sizi en fazla mutlu eden şey nedir azizim?

Her yazının ilk cümlesi fikri veren giriş cümleleriyle başlarken

sorularla başlanabilir peki? Pekala başlanır, hem de en uygun bir

biçimde.

İnsanların bir büyük bölümü sorulara cevaplar ararken biz ve

bizim gibi düşünen insanlar sorulara sorularla yanıt verip yeni

sorularla sorgulamalarımızı artırmaktayız. Tıpkı insanların mutluluk

nedir sorularına cevaplar ararken adeta birbirleriyle yarışması gibi

bizler de mutluluk nedir, mutluluğu daim kılan nedir diye sorular

soruyoruz birbiri ardınca.

Soruyorum size azizim, hangi başarı, hangi ödül, hangi övgü,

hangi kariyer, hangi manzara, hangi duygusal yakınlık, hangi hedefe

varış, hangi maddi kazanç sizi gerçekten mutlu kılar? Soruyu şu

şekilde de değiştirebiliriz esasen. Bizi mutlu edenden ziyade

mutluluğumuzu daim kılan, mutluluk hissini baki yapan şey nedir

azizim?

Bir dağ keçisinin bir tutam ot için dağın zirvesine ulaşması,

dilenlere aldırmadan çalının en ucuna tırmanıp otlanması gibi

insanoğlunun dünyevi ihtiyaçlarını gidermesi için her türlü zorluk ve

cefaya katlanarak hayatını idame ettirmesinde mutluluğun daim

olmasını sağlayacak asıl kavran ne olabilir ki? Gerek iş hayatımızda

gerekse sosyal hayatımızda bir şeyleri başarmak, hedefimize

ulaşmak veyahut önemli olduğu addedilen imkanlara sahip olmak bizi

insanın tabiatı gereği bizi mutlu kılar. Peki bu anlık ya da belirli

zaman süregelen mutluluk daim olmadığı için kısa süreli bu his için

uzun uzun uğraşmak ve neredeyse hayatımızı tabiri caizse bu

hedefe adamak ne kadar lüzumlu? Velev ki lüzumu vardır ve velev ki

hayatımızı sürdürmek için anlamlıdır. Peki öyleyse bizim gerçekten

mutlu edecek şey nedir?

Akıntının tersine kürek çekmeyip akıntıya yani çoğunluğun

sesine uyalım bu seferde. Soruları bırakıp cevaplar peşinde koşalım.

Bizi gerçekten mutlu eden kavramı arayalım. Bu arayışta evvela bu

arayışa nerden başlayacağımız önemli. Bir kavramı ararken

zıtlıklardan yola çıkmak daha akıllıca bir hareket tarzı olur.

Page 7: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

7

Nasıl ki varlık kavramına ulaşırken hiçlik kavramından yola çıkıyorsak ve nasıl ki cezaları belirlerken

suçların niteliğinden yola çıkıyorsak “Mutluluk” kavramı için de aynı şey söz konusu, “Mutsuzluk”

kavramından başlamalıyız araştırmaya. Bu durumda en başta sorduğumuz soruyu değiştirmek elzem

oluyor. Bizi gerçekten mutsuz eden nedir? Mutsuzluğumuzu daim yapan şey nedir? Ve bu daim kılınan

mutsuzluk nasıl giderilir?

Sanırsam soruların cevabını ararken yanlış yerde, yanlış yönde, yanlış bir şekilde arıyoruz.

Maddesel kavramlar bizi ne derece mutlu edebilir ise yine aynı maddesel kavramların yokluğu da bizi o

derece mutsuz edebilir.

Bu mutluluk ve mutsuzluk hali sürece ve etkice görecelidir. Lakin hakikat şudur ki bu halet-i

ruhiyenin belirli bir vakti ve kişiye etkisi vardır. Madem bütün bu hisler sürece kısıtlı, öyleyse bu hırs bu

azim ve bu çalışma bu kadar çabalama bu anlık hisler için verilen bürük ehemmiyet ne kadar lüzumlu?

Zıtlık penceresinden bakalım bir de. Maddesel kavramların öneminin belirli anlarda verdiği hislerin

lüzumsuz olduğu aşikar, peki manevi kavramların (aşk gibi, dine yönelmek gibi, ilim deryasında olmak gibi)

mutluluklarla daim olduğuna dair örnekler var mı hafızalarımızın derinliklerinde? Zihninizden neler geçiyor

bilemiyorum amma velakin benim zihnimden geçenleri önümüzdeki sayımızda bulacaksınız.

O halde sözü kısa kesmek gerek vesselam.

Page 8: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

8

Gönül KARAARSLAN

Şiir

Baharla Gel

Baharla Gel

Bu güneş bir başka doğsun dağlara

Yeniden ulaştım gençlik çağlara

Âşıklar elinden çıktım bağlara

Âzizim yine bana baharla gel.

Tepelerden düzlüklere ulaştım

Sevda denen illetlere bulaştım

Güneş ile çimen ile karıştım

Yeni gün yine bana baharla gel.

Yaşım gençtir inan benim özümden

Denizler mavidir iki gözümden

Geçer miyim sandın kendi sözümden

Ey yâren yine bana baharla gel.

GÖNÜLÜM, eğmem ki hilal kaşını

Bölüşürüm senle ekmek aşını

Eller arasına alıp başını

Cânânım yine bana baharla gel.

Page 9: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

9

Hüseyin YAYLA

Şiir

Günaydın Sevgili

Günaydın Sevgili

Senin o güzel yüzünle uyandım bugün.

Güneş bile fersizdi bu esnada

Baharın ilk günüydü

Bir gün öncesinde ne üşümüştük ama

Yolda yürürken

Biraz daha sokuluyordun bana ısınmak için

Ve ben biraz daha mutlu oluyordum seni sımsıkı sardığım için.

Senin o güzel kokunla uyandım bugün.

Odam, çiçek bahçesi gibiydi

Pencereyi açamadım, bu kokuyu doğayla paylaşmamayım diye

Zaten bahar gelmişti bana artık

Papatyalar açtı içimde

Varlığındı gönül bahçemdeki çiçekleri sulayan.

Senin o güzel sesinle uyandım bugün.

Hiç duymadığım nağmeler diziyordun

“Günaydın” demiyor âdeta şarkılar söylüyordun

Bebeğinden “anne” sözcüğünü duyan anne kadar mutlu

Baba kucağında uyuyan çocuk kadar huzurluydum.

Senin uçurumları düz eden

O güzel gözlerinde uyandım bugün.

Gün daha bir ağarmıştı sanki

Gönlümün yoluna ışık saçarak yönümü bulmamı sağlıyordu

Karanlık lügatimden silinir olmuştu.

Seninle uyandım bugün.

Günaydın sevgilim…

Page 10: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

10

Mehmet ARSLANTAŞ

Sinema – Eleştiri

Kingsman: Gizli Görev

Kingsman: Gizli Görev

Film, birlikte gizli göreve gittiği arkadaşının hatası sebebi ile

hayatını yitiren bir adamın 17 yaşındaki oğlunun başından geçenleri

konu almaktadır. Eggsy (Taron Egerton) henüz çocukken babasını

kaybeder ve babasının çalıştığı birim tarafından aileye bir madalya

takdim edilir. Bu madalyanın arkasında zor durumda kalındığında bir

defaya mahsus olmak üzere aranmak için kodlanmış telefon

numarası bulunmaktadır.

Zaman geçer ve Eggsy 17 yaşına gelir. İşsiz ve aylaktır.

Eğitimi yarım kalmıştır. Annesi ile birlikte onun kabadayı sevgilisi ve

küçük kızkardeşiyle birlikte yaşamaktadır. Hemen her gün evde

kavga gürültü eksik olmazken annesinin sevgilisinden de şiddet

görmektedir. Bir gün arkadaşları ile barda otururken annesinin

sevgilisinin serseri takımı arkadaşlarıyla karşılaşır ve kavga etmemek

için mekanı terk eder. Fakat bu durumu gurur yapan Eggsy çıkışta,

grubun arabasını çalar ve karakola düşer. Tam bu sırada boynundaki

madalyonu fark eder ve yardım için arkasındaki numarayı arar. Ve

beklenen yardım gecikmez, Eggsy karakoldan kurtulur.

Çıkışta bir Kingsman ajanı olan Harry Hart (Colin Firth) onu

beklemektedir. Hayatını Eggsy’nin babasına borçlu olan bu ajan vefa

borcunu ödemek için elinden geleni yapacaktır. Çalıştığı birim ile ilgili

Eggsy’e bilgi veren ajan, onu da kendi birimlerine dahil etmek için

ikna etmeye çalışır.

Teklifi kabul eden kahramanımız bir dizi aşamadan geçer.

Tam oldu derken son görevi yerine getiremez ve birimden

uzaklaştırılır. Her şey bitmişken çok sevdiği ajan Harry Hart’ın

insanlığı bir virüs olarak gören ve dünya nüfusunu azaltmak için

ölümcül bir plan kuran telekomünikasyon şirketi sahibi (Samuel L.

Jackson)tarafından öldürülmesiyle, Eggsy kendini büyük bir

mücadelenin içinde bulur. Giriştiği büyük mücadeleden başarı ile

çıkan Eggsy artık hem dünya insanlarının hayatını kurtaran bir

kahraman hem de başarılı bir Kingsman ajanı olmuştur.

Çizgi romandan beyaz perdeye uyarlanan ve yönetmen

koltuğuna Matthew Vaughn’nin oturduğu Kingsman: Gizli Görev,

aksiyon dozu yüksek bir casusluk filmi. Gelecek vaad eden bu film

oldukça eğlenceli olmasının yanı sıra, saldırı için kullanılan

metaryaller bakımından düşünüldüğünde izleyici üzerinde James

Bond etkisi yaratıyor. Şemsiye kalkanlar, silah kalemler, çakmak el

bombaları… Sadece bu kadar da değil, ajanların şıklığı ve görseli de

neredeyse Bond ajanlarının kopyası.

Öte yandan başarılı bir uyarlama olan film, aksiyonun dozunu

özellikle ikinci yarıdan sonra hiç düşürmüyor. Dövüş sahneleri

oldukça estetik ve başarılı.

Page 11: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

11

Ajan Harry Hart karakterine hayat veren Colin Firth’ün performansı izlenmeye değer. Son dönem

sempatik kötü adamlara bir yenisini ekleyen filmin siyahi oyuncusu Samuel L. Jackson, izleyici tarafından

hem nefret edilen hem de sempati duyulan bir karaktere dönüşüyor.

Filmin alaycı ve abartılı üslubunu diğer abartılı casusluk filmlerine gönderme olarak da algılamak

mümkün.

Fakat özgün tarzını yaratmayı başaran bu film, karakterleri ve özel efektleriyle farklılığını ortaya koyarak,

kendi kimliğini oluşturmayı başarıyor. Sonuç olarak sinema seyircisi için izlenmesi keyif veren bir iş ortaya

çıkıyor.

Page 12: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

12

Sunay GÜLSOY

Deneme

Ağustos Böceği

Ağustos Böceği

Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve de mor

renklerinin hep beraber benim için oluşturduğu gökkuşağından

kayarak onların evini ziyaret ederim. Halini, hatırını sorarım. Beraber

süt içeriz. Yağmur sonrası sabahlarda kahvaltı yaparım onlarla.

Bulutların üzerinde sisli beyaz, yumuşacık dokusuyla öğle uykusuna

dalarım. Geceleri ay dedenin kucağında sallanırım. Yıldızların

ışığında saklambaç oynarım. Küçük göller siluetimi yansıtan camdan

ruh evimdir. Rengarenk minicik bedenli, küçük kalpli ama özgür

yürekli balıklar. Derinliğinde ruhumun açılmamış kanatları vardır…

Güneş arabalara yol verir mi? Çalar saat çalarken suyun içinde yüzer

mi? Kaplumbağa ile tavşan karpuz dilimiyle tahterevalli yapabilir mi?

Uğur böcekleri koşarak birbirini takip eder mi? Uçurtmalar insana

gülücük gönderir mi? Eğer dokuz yaşındaysanız bunların hepsini

yaşıyorsunuz demektir. Ben Ishaan. Diğerlerinden artı bir farkla

dünyaya gönderilen Ishaan Awasthi.

Karınca çalışkan, Ağustos Böceği tembeldi ya hani. Karınca

yazın sürekli sıcağın altında didindi, uğraştı yiyecek topladı. Ne de

olsa o çalışkandı. Ağustos Böceği de vur patlasın çal oynasın dedi,

saz çaldı, oynadı. Kış geldi. Karınca evinde rahatça yaşarken,

Ağustos Böceği dışarıda soğuktan üşüdü. Çalmadığı kapı kalmadı,

kimse ona kapısını açmadı. Açılan kapılar da suratına kapandı. O

zaman ne yapmalıydı? Ağustos Böceği gibi saz çalıp

oynamamalıydı. Cebir, fizik, geometri anlayacağınız bütün derslerde

Yohaan abim gibi Karınca olunmalıydı. Benim gibi Ağustos Böceği

olunmamalıydı.

Beni sürekli düzen kafesinin içerisine koymaya çalışan

babamdan kaçmaya çalışıyor, kafesten her çıkışımda özgürlüğümü

yakalıyorum. Etrafım çevirili demirlerden oluşsa da ben resim

yaparak demirleri kemiriyorum. Özgürlüğüme kanat çırpıyorum.

İnsan anlayamadığı, algılayamadığı, yorumlayamadığı şeyleri

beynine nasıl yerleştirebilir ki. Benzer harfleri karıştırıyorum. Ayırt

etmekte zorlanıyorum. Harfleri tersten yazıyorum. Çoklu yönergeleri

takip edemiyorum. İnce devinimsel hareketleri yapamıyorum.

Toplama işlemini beceremiyorum. Ne kadar istesem de, Yohaan

abim gibi olamıyorum. İşte bu yüzden; Ben APTALIM, SALAĞIM,

ANORMALİM, BECERİKSİZİM HATTA UTANMAZIM! Düzeninizin

oluşturduğu hipodromda…

Topu kaçan arkadaşımın topunu veremediğim için kafası taşa

çarpılanda benim. Suçsuz olduğum halde, babamdan tokat yiyende,

haklıyken haksızlığıma inandırılanda. Böyle olduğum için, gözümden

süzülen yaşlara aldırmadan beni terk etme yalanını söyleyen

babamın yaptığını da hak ediyorumdur nihayetinde. Defalarca “Söz

veriyorum babacığım, bir daha yapmayacağım.” desem de, içimdeki

fidanın ilk dalını kıran babamdı. Onun yaptığı doğrudur tabii. Annem

ne kadar o fidanın kırılmaması için kendince çaba sarf etse de,

dönüşü olmayan bir hayat beni bekliyordu.

Page 13: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

13

Hayal gücüyle çalışan bir yaşam neden gerçeğe uyanmak istesin ki? Zamanın kölesi olmak mı

bu kadar cazip… Kelebeklerle koşarken, ağaçlarla tartışırken, elimde fırçamla dünyanızı boyamaya

çalışırken, neden düğüm haline gelen düzeninizin kölesi olayım ki? Özgürlüğümü idam sehpasının üzerine

çıkarmak için mi?

Neden illaki karınca olmak gerekiyor. Ağustos Böceği de saz çalıp oynayarak para kazanır belki…

Hayatına böyle devam edemez mi? Ağustos Böceği yetenekli değil mi? Hem karıncalar şarkı söyleyip, saz

çalabilir mi? Tüm böcekler karınca olacaksa diğerlerinin ne anlamı var ki? Dokuz yaşındaki bir çocuktan

düzeni kurtarması nasıl beklenir ki?

Babamın beni kimsesizliğimle ödüllendirdiği gün, yeryüzündeki özgürlük suyumu kana kana içtiğim,

bağımsızlığıma havalandığım o gündü. Matematik ödevini yapmadığım için, kurduğu cümlelerle beynimi

sürekli ağaçkakan gibi tırmalayacak olan öğretmenimden kaçtım. Sokaklarda ifşa edilmedik yer

bırakmadım. Sanki satranç tahtası üzerindeyim. Şah, vezir, kale, fil, at, piyon… Düzenin başkahramanları.

Gökyüzüne doğru merdiven kurmuş bir piyonun, elinde fırçasıyla evreni boyayacağını düşünürken,

suratıma bir beyaz boya damlası geldi. Boyadığı evi beyaz yerine neden renk cümbüşüne sokmadı ki?

Uyurgezer gibi satranç tahtasıyla imgeleştirdiğim tahtanın kareleri üzerinde yol alıyordum. Baba atın

omuzlarında dondurma yiyen yavru tayı görünce seyre daldım. Çünkü babam hep şahtı ve ben hiç onun

omuzlarında dondurma yiyemedim.

Eve gelen kaçak günümün kâğıdını gören annem ve babam bir soluklarını benim yanımda, diğerini

de okulda almışlardı. Öğretmenlerim, başarısızlık defterimi cümleleriyle dolduruyorlardı. 3x9= 3 eder mi?

Evet bence eder. Yirmi yediyi herkes bulur. Önemli olan bu işlemin sonucunun üç olduğuna inanmak ve

inandırmak. O soruyu çözebilmek için var gücümle çalıştım. Korkusuz Kaptan Ishaan olmuştum. Görevim

3. Gezegen Dünya`yı güneşten kurtarmaktı. 9. Gezegen Plüton’u güneş sisteminden çıkardım. 3 yazılı

dünyayı 9`a çarptım ve 3. Gezegen Dünya`yı kurtardım. Gerçi şampiyonluğum kısa sürdü. Babamdan beni

Aqualand`a götürmesini istedim. O beni yatılı okula götürdü. Hadi babam beni götürdü. Ya annem, benim

için kariyerini bırakan annem, elleriyle acılarımı gülümseme yağmuruna boğan annem… “Beni

Göndermeyin!” Diye kurduğum haykırışıma kulaklarını kapatan annem, yalvarışlarımı duymayan annem.

Rüyamda kaybettiğim annemi de, bir türlü kalbinin kapısını defalarca çalmama rağmen açmayan babamı

da, Yohaanı da… Yatılı okulun önünde, çalışan arabanın motorunun sesiyle irkilerek kaybettim ben…

Kalabalıklar arasına terkedilişimin acısını taşıyamayan küçük bedenim ateşler içinde bir o yana bir bu yana

savruluyordu. Ateş her dakikada daha da korlanıyor ruhuma küllerini savuruyordu. Yetim bırakılmıştım,

karanlığın koynuna… Hâlbuki en çok karanlıktan korkardım ben… O gece yatmayacağım koynuna diye

inatlaşsam da karanlıkla, ağlasam da sonra alışmıştım varlığına… Bir şampiyonun korku faresi haline

dönüştüren ailem, bıraktıkları eserlerini ziyarete gelmişti. İçimde korku filmleri peş peşe sahneleniyordu.

Harflerden, rakamlardan oluşan örümcekler, yılanlar sürekli beni öldürmeye çalışıyordu. Kaçıyordum ama

kendimi hep başlangıç çizgisinde buluyordum. Artık ne acı, ne his hiçbir şey kalmadı. Konuşmuyordum,

uyuyordum, yemek yiyordum. Anlamadığım dersleri dinliyordum. Düzeninizin bir piyonu olmuştum.

Bir gün sihirbazların gerçek olduğunu gösteren birisi Ram Shankar geldi. Sanat öğretmeni. Onun

sihirli bir çubuğu yoktu ama sihir üstü güçleri vardı. Solomon adalarındaki ağaçların bir tanesinin ben

olduğuma inandı. Bu adalarda yaşayan insanlar tarım alanı oluşturabilmek için ağaçları kesmek yerine

onların etrafını sarıp, lanet okuyarak hakaret ederlermiş. Ağaçlarında yaprakları solar, kendi kendilerine

ölürlermiş. Ölen bir ağaç dirilir mi? Yeşilin tüm renkleri kaplar mı ölen bedenleri? Kaplarmış demek ki.

Albert Einstein, Leonardo Da Vinci, Thomos Alva Edison, Pablo Picasso, Walt Disney, Agatha

Christe… Hepsi de benim gibi okuma yazma sorunu yaşayan ünlü insanlarmış. Ağustos Böceği olmak kötü

değilmiş. Benim gibi olanlar da başarı ödülünü alabiliyorlarmış.

Page 14: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

14

9 yaşında bir çocuğun zorla kilitlenerek, terk ettirilen ruhunun sandık anahtarı ondaydı sanki…

Anahtar üç şeyden oluşuyordu. Güven, sevgi, ilgi… Bana bir türlü güvenmeyen babama bu anahtardan

bahsetti. Artı bir farklı oluşumdan… Ah babacığım kabullenemedi… Yaşam renklerimden oluşan sepeti

bana geri getirdi. Resim yaparak, kuma yazarak, merdivenlerle sek sek oynayarak harfler ve rakamların

oluşturduğu kâbuslarımı yok etti. İçinde çocukluğumun, tüm renklerin raks ettiği suyun içine aniden

dalıverdi. Terk edilen Ishaanla, şimdiki Ishaan arasında sevgi köprüsü kurdu…

Ağustos Böceğini ünlü yapmayı kafasına koymuştu. Ama bu Ağustos Böceği resim yapıyordu. O

gün güneşin doğuşunu izlemek için çok erken saatlerde kalktım. Nihayetin de yapılacak resim yarışması

için hazırlık yapmam gerekiyordu. Biraz geciksem de vaktinde yarışmadaydım. İçimde sabah beynime

kazıdığım her şeyi tuvale resmetmeye başladım. Kokusuyla benliğimi okşayan yeni açan çiçekleri, suyun

altında oyunlar oynayan balıklarımı, doğayı, benim evrenimi çizdim. İçimdeki güneşin yeniden doğuşunu

yaptığım resimle izledim. Ram Shankar ise kahkahalarıyla yüzünü yeniden aydınlattığı Ishaanı, yani beni

çizmişti. İlk kez birisi benim resmimi yapmıştı. Adımı bağıran alkışlar içinde duyunca inanamadım.

Başardım işte… Yohaan gibi Karınca olamadım ama, Ağustos Böceğinin şanını kurtardım.

Babam Şah`dan, Mat`a dönüşünün acısını benim başarım sayesinde unuttu. Nihayetinde satrançta

Şah, aynı zamanda oyunda en güçsüz taştı. Ailemle gitmeye hazırlandığım tatil yolunda son bir kez Ram

Shankar`a koştum. Atladım kucağına, uçurdu beni sihirli kanatlarıyla, yüzüm güldü varlığıyla. Nihayetinde:

“BİR ÇOCUK GÜLDÜ! TÜM DÜNYA O MASUMİYETLE KAHKALARA BÜRÜNDÜ!”

2007 yılında vizyona giren, Yerdeki Yıldızlar “Her Çocuk Özeldir” filmindeki Ishaan karakterinden

esinlenerek yazılan bu denemenin tek bir amacı var. Ishaan Disleksi adı verilen öğrenme bozukluğu

rahatsızlığına sahipti. Temennim, Yaradan’ın özel lütfuyla dünyaya gözlerini açan bu yavrularımızı

ötekileştirmek yerine bütünleştirerek oluşturacağımız güzel sevgi dolu yuvalar kurulması. Ayrıca her

çocuğumuzu karıncalaştırmak yerine, içlerindeki Ağustos Böceklerine de fırsat tanıyalım. Onlar bizim

yıldızlarımız., Bırakalım….

BİR YILDIZ PARLASIN, TÜM DÜNYA AYDINLANSIN…

Sevgiyle…

Page 15: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

15

Arzu Bahar KARAKAŞ

Şiir

Aşkı Ayrılıkla Nikâhladık

Aşkı Ayrılıkla Nikâhladık

Acının telvesi çöktüğünde yüreğime, fark ettim ki; el yordamıyla

bulduğum, yalınayak bir sevdaymış...

Ve gitmeliydin

Tüm ağırlığıyla bizi saran

Söylenmemiş

Dillenmemiş

Yok saymaktan bıkmadığımız

Yalnızlığın hatırına…

Biliyorsun,

Üzerine ölü toprağı serpilmiş bir sevdayı

Ayağa kaldırma çabasıydı

Nafile çırpınışlarımız

Ve ürkek yavru kuş çığlığıydı

Son sevişmemizden kalan kulaklarımızda

Yorulduk taşımaktan ağırlığını bu sevdanın

Anlamadım, anlamadın

Anlamsızlaştım

Rengi solmuş,

Griye dönmüştü kara sevda

Oysa dışarıda bahar

Oysa hayat tomur tomur, patlayan her dalda.

Bizde, yaza gebe her baharda

Biraz daha hırpalandı sevda

Sevda müşahede altında

Page 16: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

16

Bir gün batımıydı geldiğinde

Benim eteklerimde sevda yükleri

Senin avuçlarında yüreğinden geriye kalanlar

Aklımızda hiç yaşamayıp

Harf sayısıyla öğrendiğimiz sevda...

Zaten yalnızlıklarla gelmemiş miydin bana?

Bavulunda yurtsuz, mülteci sevdalar

Yaşadığın tüm aşklardan kesikler yüreğinde

Bu gün dokunsam hala kanar...

Acının harelendiğini gözlerinde öğrendim

Biriktirdiğin acılar hare hare gözbebeklerinde

Sıcacık bakarken bile, bıçak pırıltısı acılar yansır

Çocuk gözlerinde

Sesinden gölgenin düşmediği,

Puslu akşamlarda anlatırdın masal gibi sevdaları

Güneşin dağlara yaslandığı anlarda,

Mırıldanan sesinin yanında rüzgâr uğultusu kulaklarımda

Çok sonra öğrendim,

Peri masallarının mutlu bitmeyen sonuydun sen.

Sen...

Ödünsüz / ödülsüz sevdaların başrol oyuncusu.

Meleklerin kulaklarına fısıldadığım yemindi adın,

Tanrı'nın bile duymasından korktuğum.

Yüreğimin göç yollarında konakladığı en güzel iklimsin derdin.

Geldin,

Sevdin,

Bittin...

Page 17: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

17

Cem TEPEKÖYLÜ

Şiir

Biliyorum

Biliyorum

Biliyorum 'AŞK' sın sen

Nerede olsa tanırım seni...

Içimi yakan gülüşünden,

Yüreğimi titreten ses tonundan,

Çekim gücünün etkisinden,

Nefesimi kesen bakışlarından,

Sihirli Dokunuşlarından,

Kokundan tanıyorum seni...

Biliyorum 'AŞK' sın sen

Aklımı başımdan alıyor ve

Beni deli ediyorsun...

Page 18: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

18

Ceyda CEVHER

Şiir

Unutuş Nehri

Unutuş Nehri

Ufak bir yer

İsteği;

Hiç bir kilit,

Hiçbir gardiyan yok:

-Dokun, Yokum.

Dokularımın kapısı açık!

Bir kaç iç çekiş…

Trenlerin yüzümden geçtiği

Bir kaç adam;

Yüzleri panayır balonları

İçim içinde Asri mezarlık!

Aynı giyotin tutar mı başlarımızı?

Aynı yolda mıyız?

Tabanlarının ağladığı dermanım

Eskitir ayini yollarımızı

Ağlatmayın beni, hiç bize çıkmaz bu yollar.

Yabancıyız…

Page 19: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

19

Sokağın yağmuru

İçimde yağan yağmura

Benzemiyor, yabancıyız.

Tutsağız;

Bakir beceriksizliğimize

Avuçlarımız hiç olmadığı kadar hissiz

Tutuşmaktan mahrum ellerimiz;

Sınanmamış acılarımızın

Kepazesiyiz.

Süt bozulursa neye dönüşür, Lethe? (*)

Unutmuşuz;

Her yağdığında

Kardan adamların sokak başlarını tuttuğu vakit?

"Her insanın tanrısı, ancak kendisi kadar zekidir."

Biz sevdiğimiz kadar zeki

Sevildiğimiz kadar merhametli olabilirdik

Unutmuşuz!

Kanamaktayız,

İncir ağacından süt akar gibi

Hangi memende bıçaklandık biz?

Hıncımızı sırlayıp kadimden

Hangi çarşaf deniz anlatır?

Beklemekteyiz;

Yeni yakılmış sigara tüterken

Masada yarım bırakılmış kitap

Erken uyutulup;

Keskin bakışların peri kızının kasıklarında elma

yediğini görmemiş çocuklar gibi

Kanamalı lohusa şerbetlerinde doğurgan fanilerin

çuvalıyız.

Vazgeç bizden;

Hiç doğmayacağız belki

Yediremeyeceğiz;

Sevdiğimizin kekeme gözlerini

İki ordövr arasında iğdiş edilişini.

* Lethe, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasında (Hades) akan nehirlerden biri. Bu nehrin suyundan içen

gölgeler (ölülerin ruhları) dünyada yaşamış oldukları geçmiş fani hayatlarına dair her şeyi unuturlardı.

Page 20: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

20

Barış ÇELİMLİ

Şiir

Kıymık

Kıymık Şiir de bir yere kadar Dile kıymıksa söylenen Yaşanan kalbe mızrak Ey düştüğüm kuyular! Sizlerden daha derin bir türküden çıktım ben, Şiirim göz göz olmuş dilime dizgin acı, Nefesime sıvanmış İsyanımın külleri. Küfrümü kurutmazdım sesim boğulmasaydı, Sözümü unuturdum susuşum olmasaydı. Ekmeğin tuz telaşı soframa sürgün olmuş Sesimi arıyordum Dilim kaybolmuş. Umut da bir yere kadar Kanadını bir serçeye vermiş atmaca İkisi de uçamıyor Kokusunu ardıçla değiştirmiş gül İkisi de utanıyor. Çok uyudum sıcak koynunda şiirin Kovuldukça hayatın yatağından, Sığınacak ne var ki? Gün muhbir gece sansar Orda burda vurulurken çocuklar Acıyla harmanlandım Şiir uyandırdı beni sayıklıyorum diye Oysa alçak ölümlerden Çocuk ayıklıyorum. Şiir de bir yere kadar Söylenir o yere kadar.

Page 21: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

21

İsmail Can KARAKUŞ

Şiir

Sen Misin

Sen Misin

İçimde duruyorsun dondurulmuş bir gövde gibi

Sıcaklığını kaybettiği her hâlinden belli bir üveyik yavrusu gibi

Sondan bir önceki soğukluk bu

Yada asla bir daha kazanamayacağın çaresiz bir yitiriş

Eşya da olabilir bu, yürekten giden de

Ama kesin olan bundan sonrası her şey boş ve havada

Saatleri geyiklere göre ayarlamak bundan sonra mühim değil

Hatırlar mısın ne çok severdik eskiden gün ışığını

Sahip olamadıklarına daha bir hayranlıkla eğiliyormuş insan aslında,

hepsi bu

Şimdi daha iyi anlıyorum sabah uykusunu

Işık düşüyor üstüme ve iç çekiyor yanı başımda bir yetim

Bu sen misin?

Page 22: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

22

Harun HARPUT

Şiir

Slave

Slave

What turns a gentleman off

is not the torments that life poses on one’s way,

but is the very idea

that he will have to lose his ability to love

endowed by something unknown

which is highly probably closely associated

with the essence of love

for which I am the slave …

Page 23: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

23

Özcan URTEKİN

İnsanlık

Yaşadığı Müddetçe

Sayın Farkındalık

dergisi okuyucuları;

Bu sayıda da sizlere

halk oyunlarının insanlar ve

toplum üzerindeki faydalarını

detaylandırarak sizlerle

paylaşacağım.

İnsanlık Yaşadığı Müddetçe

Kültür, nasıl ki toplumun kendini var edebilmesi için

kaçınılmaz bir yöntemse halk oyunları da kültürün kendini

gerçekleştirebilmesi için bir araçtır. Bu aracın yüzyıllar hatta

binyıllardan beri yaşaması ve insanlığın tükenmeyecek bir mirasına

evrilmesi aynı zamanda bir amaca dönüştüğünü gösterir bizlere.

Şamanist kültür egemenliğindeki ilkel toplumlardan değişen ve

gelişen 21. yüzyıl dünyasına kadar değişmeyen şey: halk oyunlarının

dinamik bir süreç içerisinde hala var olduğu gerçeğidir. Bu gerçek

toplumun her katmanında yaşatılmakla beraber en çok da insanlar

arası iletişim becerilerinin kuvvetlendirilmesi, beden dilinin ve

karakter farkındalıklarının sağlanması, küçük yaştaki çocukların

psikolojik ve fizyolojik anlamda sağlıklı büyümelerinin sağlanması

gibi konularda ehemmiyet kazanmaktadır.

Halk oyunlarının faydaları sayılmakla tükenmemekle beraber,

bu aktivitenin bedensel ve ruhsal olmak üzere iki başat faktörünün

belirleyici olduğu kabul edilerek işe başlanabilir. Halk oyunlarıyla

ilgilenen on sekiz yaş altı gençlerin işitsel, görsel ve sosyal

zekalarındaki gelişim öyle belirgindir ki bugün dans, dünyanın birçok

ülkesinde matematik, fizik gibi derslerden çok daha önce ve uzun

süreli veriliyor. Topluluk içerisinde hem bireysel olarak hem de

kolektif olarak yer alma becerisi kazanan çocuklar okul hayatlarında

kendilerini ders ve sosyal koşullara en uygun şekilde adapte edebilen

çocuklar olarak başarılı oluyorlar. Üstelik televizyon ve telefonun

dünyayı daraltan, yaratıcılığın sınırlarına gölge düşüren anlayışına

karşın halk oyunlarına aktif bir şekilde katılan çocuklar yaratıcı

zekâları yüksek, gözlem yetenekleri aşkın çocuklar oluyor. Gelişimin

tek adresini halk oyunlarında görmek eğilimi değildir burada sözünü

ettiğimiz. Ancak halk oyunlarının gelişim süresince oynadığı rol

toplumsal ve kültürel anlamda zengin bir birikimle yetişen insanlar

yaratacak ve bu sayede çocuklar hemen her alana yayılan bir şekilde

farkındalığa sahip olacaktır.

Kuşkusuz sözünü ettiğimiz gelişim için çocuk denecek yaşta

olmak zorunlu değildir. Halk oyunları,; her yaşın, her başın en

önemlisi de kendini ona emanet edenin kolaylıkla emanet alabileceği

bir uğraş, daha da doğrusu yaşamdır. Geçmişten kalanı geleceğe

ulaşacak olanla harmanlayıp unutulmayacak bir tarihin silinmeyecek

bir parçası olmak, hayatlarımıza her daim daha fazla anlam kılacak

ve kuşkusuz dünyayı daha yaşanılabilir bir yer yapacaktır. Bedeni ve

ruhuyla kendisine ve topluma ait olan insan; doğaya, tarihe, sanata

ve bilime de ait olacak tüm bunları ortak bir insanlık tarihinde ele

alabilecektir.

Halk oyunları, size yeni bir kapının ve herkes için mümkün bir

dünyanın anahtarını sunmaktadır. Farklılıkların hor görülmediği, her

insanın içinde yer alabildiği, nefes alabildiği bir evren sunar. Müziğin

evrenselliği, yerel olanın çeşitliliği, farklı insanların bir bütün olarak

güzelliğiyle böyle bir dünya halk oyunları sayesinde mümkündü,

mümkün ve mümkün olacaktır. İnsanlık yaşadığı müddetçe…

Page 24: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

24

Serdar Serhat ALTAN

İnceleme

Simone de Beauvoir

Simone de Beauvoir

‘‘Beyniyle yazıp, kalbiyle yaşayan özgür bir kadın’’

Simone de Beauvoir 9 Ocak 1908’de Paris’te Georges Bertrand ve Françoise (Brasseur) de Beauvoir çiftinin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Geleneksel bir ailenin büyük kızıdır. Otobiyografisinin ilk bölümünde (Bir Genç Kızın Anıları) dinine ve ülkesine bağlı ataerkil bir ailenin sorumluluklarla donatılmış kızı olarak yaşadığı dönemden bahseder. Kişiliğinin koyu katolik annesinin ve bilinemezci babasının karşıtı olarak şekillendiği söylenebilir.

Çocukluk ve ergenlik çağını etkileyen iki ilişkisinden biri kardeşi Helen diğeri arkadaşı Zaza ile olan ilişkisidir. Helen’in küçüklüğünden itibaren ona sürekli bir şeyler öğretmeye onu yetiştirmeye çalışmış ilişkisinde öğretici bir kaygı içinde olmuştur. Zaza ise trajik yaşamı ve ölümü ile Simone’nun karşılaştığı ilk sorunu oluşturuyordu.

Matematik ve felsefede Baccalauréat sınavını geçtikten sonra Katolik Enstitüsü’nde matematik öğrenimi ve Saınte Marie Enstitüsünde yabancı dillerde yazın eğitimi gördü. Daha sonra Sorbonne’da felsefe eğitimi aldı. 1929’da seçkin Ecole Normale Superieure’ye kayıt olan ve Sorbonne’da kurs almakta olan Jean-Paul Sartre ile tanışır. Beavuvoir’un Ecole Normele’de eğitim gördüğü yanlış ve yaygın olan bir bilgidir. Ancak bu okuldaki Sartre ve felsefe gurubundaki diğer insanlar tarafından iyi tanınmaktadır. 1929’da felsefede Agregation başaran en genç öğrenci olur. Sartre o yıl birinci olur, Simone ise ikinci. Sorbonne’da iken hayatı boyunca bilinecek lakabı Castor(Cesur)’u edinecektir. 1943 yılında Simone Konuk Kız (L'Invitée) adlı Rouen okulundaki öğrencilerinden Olga Kosakiewicz ile olan kronik lezbiyen ilişkisinin öyküsünü yayınladı. Bu öykü aynı zamanda de Beauvoir ile Sartre arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ilişkinin bu üçlü ilişkiden nasıl zarar gördüğünü anlatır.

Ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra De Beauvoir Sartre’ın Maurice Merleau-Ponty ve diğer arkadaşları ile kurduğu Modern Zamanlar (Les Temps Modernes ) adlı politik gazetede çalışmaya başladı. De Beauvoir bu gazetede kendini geliştirdi ve ölümüne kadar editör olarak çalışmaya devam etti.

Page 25: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

25

Belirsizlik Ahlakı Üzerine (Pour Une Morale de L'ambiguïté , 1947) kitabında Fransız varoluşçuluğu etkileri fark edilmektedir. Kitapta çok sade bir biçimde Sartre’ın olmak ve hiçlik felsefeleri arasındaki geniş açıyı göstermektedir. De Beauvoir bir biseksüeldir.

Bu Fransa’da iki ayrı kitap olarak basılan İkinci Cins kitabına da ilham olur. Bu çalışma Amerika’da da The Second Sex olarak yayıncı Alfred A. Knoph’ın karısı Blance Knopf ‘un tavsiyesi üzerine Howard Parshley tarafından çevirilerek yayınlanır. 1983 yılında Sonning Ödülün’ü almıştır.

Simone De Beauvoir deyince, akla üç kelime geliyor: deneyim, kadın ve Sartre.

Deneyim, Beauvoir’ın felsefe anlayışındaki, ki bunun varoluşçuluğa bağlı bir felsefe olduğunu

biliyoruz. Küçük bir çocukken Tanrı’yı reddetmesi, hiç kuşkusuz deneyimin önemine yönelmesindeki en

büyük adım olmuştur.

Çünkü sonsuz ve ölümsüz bir dünya; yaşadığımız dünyayı değersizleştiren ve onda, diğeri için

yaşamamızı öğütleyen şeye tekabül eder ve yaşantıları önceden düzenlemiş Tanrı ise; insanın yaşam

mücadelesini önemsizleştirir, tecrübeyi beyhude kılar. Beauvoir, bunları reddederek yaşanılan şeyin, insan

için taşıdığı öneme eğiliyor ve felsefenin deneyimlenmemiş şeylerden yola çıkmasını yadsıyor.

Bu varoluşçuluk için aslında bilindik bir nokta. Beauvoir da “İnsan varlığı, planlar şeklinde var olur”

der ve bu planların belli amaçlar uğruna gerçekleştirildiğini, bunun da insanı özgürleştirdiğini savunur.

Beauvoir’da asıl ilginç olan, bunun oldukça cesur bir kadın tarafından incelenmesidir. Çünkü Beauvoir ‘kadın olma’ yolunda çabalar. Dış dünyaya ait olan, etkin ve aktif olan şeyin erkek; içeriye ait, edilgen ve durağan olan şeyin kadın diye gruplaştırıldığı dünyada O, gerçek kadını keşfetmek ister.

Onun da yazdığı gibi kadının geleceği zaten belirlenmiş bir gelecek tıpkı Tanrı’nın belirlediği kabul

edilen gelecekler gibi. Bu gelecekte evlilik var; “Birçok kadın ya evlidir, ya bir zamanlar evlilik geçirmiştir ya

da evli olmadığı için acı çekiyordur.”. Bu da tabi ki deneyimleri kısırlaştıran, yaşamayı sınırlayan ve

dolayısıyla özgürlüğü daraltan şeyler. Beauvoir evliliği reddeder, felsefesini ve kitaplarını da deneyimleri

etrafında kurarak, özyaşamöyküsel birçok eser verir. Yine de en büyük eserinin yaşamı olduğu söyler.

Yazarın bu eseri 1949’da Fransa’da yayınlanmıştır. Freudcu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk göze çarpar. Varoluşçulukta olduğu gibi de Beauvoir temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” prensibine ulaşır.

Araştırmaları diğer kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Kadınların diğer olarak tanımlanmasını ve mevcut sosyal konumunu, gördüğü baskının temeli olarak nitelendirir De Beauvoir tarihte her zaman kadının sapkın ve anormal canlılar olarak görüldüğünü iddia eder ve Mary Wollstonecraft’ın dahi erkekleri kadınlara ulaşmaları gereken ideal örnek olarak gösterdiğini ileri sürer.

De Beauvoir “Bu durum kadınların kendilerini normalden sapmış, dışta kalan ve normale ulaşmaya çalışan canlılar gibi algılamalarını sağlayarak onlarını başarılarını sınırlandırmıştır.” der. Feminizme göre bu düşünce artık bir kenara atılmalıdır. De Beauvoir iddia eder ki kadınlar erkekler kadar ayrım yapma, seçme yeteneğine sahiptir ve böylece kendilerini geliştirmeyi seçebilir, kadını mevcut durumundan ileri götürebilir, kendi hayatlarının ve dünyanın sorumluluğunu alabilir.

Simone de Beauvoir, Sartre ve Che Guevara (1960).

Page 26: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

26

Simone de Beauvoir kadın haklarını felsefi açıdan irdeleyen ilk feminist yazar olma özelliğini 1949

yılında yayınlanan Le Deuxiéme Sexe – Kadın, İkinci Seks adlı eserine borçludur. Orijinal haliyle iki cilt

olarak basılan eserin ilk bölümü “gerçekler ve efsaneler” üzerine kuruludur. Yazara göre kadınların biyolojik

farklılıkları, gebelik ve annelik dönemleri, onlara farklı sorumluluklar yüklese de gerçekte bir dezavantaj

olarak değerlendirilmemelidir. Ayrıca cinsiyetlerinden kaynaklanan bu özellikleri, kadınların hak ve

özgürlüklerine sınırlamalar getirilmesi ve bireysel farklılıklarının yok sayılması için bir gerekçe teşkil

edemez. İşte bu inançla Beauvoir, ikinci cilde “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek başlar. Bu eserin

yetersiz ve içeriğini tam olarak yansıtamadan İngilizceye çevrilmiş olması uzun süre değerinin ortaya

çıkmasını engellese de sonunda hak yerini bulur, yeniden İngilizceye tercüme edilir ve ölümünden sonra

Beauvoir’ın ünü yayılmaya devam eder.

Kendisini feminist olarak sınıflandırmasa da Beauvoir hayatı boyunca özgürlüğünden ödün

vermemiş, Jean-Paul ile süren ilişkisi, hayatına başka kadın ve erkeklerin girmesini engellememiştir.

‘’Kadın doğulmaz kadın olunur.’' der Simone de Beauvoir.

Onun için erkek egemenliği genel olarak kabul gördüğü gibi büyük bir bedensel gücün sonucu değil,

eylem yapan insan olmasından dolayıdır. Ama bu eylem yapmayan kadına göre, böyledir. Kadınlar bu

durumu kabul etmemeli, birisi karşısında öteki olmaktan çıkmalıdır. Çünkü:dünyaya kadın olarak gelinmez,

kadın olunur. Kadının insan özünün, toplumun kucağında aldığı şekil, biyolojik, psikolojik, ekonomik kaderin

verdiği bir şekil değildir; uygarlığın bütünüdür, erkeğe ve kadın denen kısırlaştırılmış ara ürüne şekil veren."

Kurtuluşu başkalarında görmek yıkılmanın en güvenli yoludur; der. Kendisi de bu ikilemi yaşamıştır. Kendisi

de burjuva bir aileden gelen Simon de Beauvoir, burjuva ideolojisinin kadına yüklediği kadın imgesine sert

biçimde karşı çıkar, kadınla özdeşleştirilen evlilikten ve çocuk yapmaktan uzak durur. Sartre'la ilk

karşılaştıkları üniversite yıllarında tipik bir kadın davranışı ile daima Sartre'la birlikte yaşama isteğini ön

planda tutar. Ama sonraki süreçte bu değişir: Sartre'la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma

inanmıştım. Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi

kendime şunu söylüyorum: kurtuluşunu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.

Simon de Baeuvoir'In önemli bir yanı da düşünce sistematiğini oluştururken, teorisini yaşanmış olan

deneyimlere dayandırmasıdır.

Düşünsel üretimindeki özgünlük, salt felsefi kurgusal olmamasında yatar. Bunun yanı sıra o, bir

varoluşçu olarak; varoluşçuların ihmal ettiği eylem kategorisiyle, varoluşçu temel sorunları genişletti. Onun

özgürlük kavramı kadınlara yol gösterecek bir çağrıyı içerir. Simon de Baeuvoir'a göre özgürlük, insanın her

gün kendisi için yeniden savaşmak zorunda olduğu bir olanaktır. Öteki olmaktan kurtulup, kendisi için özne

olma yolunda bir zorunluluktur.

Page 27: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

27

Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir İlişkisi

Acaba Jean-Paul Sartre olmasaydı Simone de Beauvoir olabilir miydi? Peki ya, Simone de Beauvoir

olmasaydı Jean-Paul, “Sartre” olabilir miydi?

Sanırım hiç kimse bu sorunun cevabını kolay kolay veremez.

Simone, Lisansüstü eğitimini büyük bir başarıyla tamamlayıp Fransa’nın en genç kadın felsefe

öğretmeni olmaya hak kazanır. Simone, henüz yirmi bir yaşındayken, ufak tefek, olağanüstü zeki genç bir

adamla, Jean-Paul ile tanışır. Daha doğrusu Sorbonne’da kendisi kadar başarılı olan bu çekici genç kızla

Jean-Paul görüşmek istemiş, araya tanıdıklar girmiştir.

İlk karşılaşmalarının üzerinden birkaç ay bile geçmeden Jean-Paul ve Simone ayrılmaz bir ikili

olacaklardır.Yaşam boyu süren bu serüven, tutkunun, cinselliğin, hayatlarına giren başka kadın ve

erkeklerle paylaşıldığı girift birilişkiye ,sarsılmaz bir zihni beraberliğe dönüşerek efsanevi bir nitelik

kazanır.

Simone ve Jean-Paul 1929’da tanışıp birbirlerine âşık olduklarında ilişkileriyle ilgili bir anlaşma

yapmışlardı: iki sene birlikte olacaklar, sonra ne yapacaklarına karar vereceklerdi. Simone 21, Jean-Paul 24

yaşındaydı. Mekânsal mesafe koyuyorlardı birbirlerine bilinçli bir şekilde. Amaçları sevgilerini test etmek

değil, başka tanışıklıklara olanak sağlamaktı. Ama iki yıllık deneme süresi sona ermeden birbirlerine ait

olduklarını anlamışlardı.

“Sen bana gereklisin” diyordu Sartre, “Diğerleri yalnızca bir tesadüf.” Bu tesadüfi ilişkilerden de

vazgeçmek istemiyordu, bunu yapmadı da. Aynı özgürlüğü sevgilisine de verdi, o da bu özgürlüğü sonuna

kadar kullandı. Üçüncü kişilerin bağlarını zedelememesi, bu bağın çok derin ve özel olması nedeniyleydi.

Birbirlerine karşı dürüst olmaya ve yalan söylememeye söz vermişlerdi ve bu sözü hayatları boyunca büyük

oranda tuttular.

Edebiyatçı çiftin bütün Avrupa’ya yayılan bir ünleri vardı. yazdıklarıyla ünlü bir adam ve bir kadın,

Avrupa entelektüel dünyasında otorite, ikisi de politik bir angajman içinde. Yazar ve düşünür olarak birbirine

yakın değerde olan bu kadın ve erkek aşkla da bağlıydılar birbirlerine. Böyle bir ilişkide olması beklenen

kıskançlık ve mesleki çatışmalardan doğabilecek gerginliklerden azade, bir iktidar savaşına girmek yerine

birbirlerini destekleyen, yazdıkları ve yazacakları şeyler hakkında birbirlerini cesaretlendiren bir ilişki

içindeydiler.

Sartre bir röportajında diyor ki yazdıklarım, çizdiklerim, düşündüklerim Simone de Beauvoire’ın

varlığı sayesinde gerçek halini alıyordu, onun gözleminden geçmesi her şeyi güzelleştiriyordu.

“O olmasaydı aynı yaşam tecrübesine asla sahip olamazdım” diyor Sartre. “yaşadıklarım hakkında

onunla konuşmamış olsaydım, anlamlarını, özgünlüklerini yitirirlerdi. Tanımladığım bir jest, analiz ettiğim bir

yaşantı, ancak Simone’un tecrübe yoğunluğu aracılığıyla gerçek şeklini, kesinliğini kazanabiliyor.”diyordu.

Page 28: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

28

1980 yılında Sartre öldükten sonra Beauvoir’ın da sağlık durumu kötüleşmeye başlar. O dahayat

arkadaşı Sartre gibi uzun çalışma saatlerinde uyanık kalabilmek uğruna uyarıcı ilaçlarkullanmış, vücudunu

yıpratmıştır. Sartre’ın anısına yazdığı Adieux – Sartre’a Veda (1981) son eseri olur. Adeta nazire yapar gibi,

Sartre’ın ölümünden (15 Nisan 1980) tam altı yıl sonra (14 Nisan 1986) Simone de Beauvoir son nefesini

verir. Onu Montparnasse mezarlığında sevgilisinin yanına gömerler.

Askta saygıyı barındıran ilişki bir tarafta egzistansiyalist Sartre diğer tarafta feminist Simone, okul

başarısındaki kıyasıya yarışla başlayan ilişki özgürlük süzgecinden ayni mezarlıktaki ebediyete dönüşüyor.

Eserleri:

Konuk Kız, (1943)

Pyrrhus ve Cineas, (1944)

Başkalarının Kanı, (1945)

Kim Ölecek?, (1945)

Her Erkek Ölümlüdür, (1946)

Belirsizlik Ahlakı Üzerine, (1947)

İkinci Cins, (1949)

Gün gün Amerika, (1954)

Mandarinler, (1954)

Sade’ı Yakmalı mı?, (1955)

Uzun Yürüyüş, (1957)

Bir Genç Kızın Anıları, (1958)

Yaşlılık, (1960)

Sessiz Bir Ölüm, (1964)

Les Belles Images, (1966)

The Woman Destroyed, (1967)

Yaşlılık, (1970)

Hesap Tamam, (1972)

When Things of the Spirit Come First,(1979)

Veda Töreni, (1981)

Sartre’a Mektuplar, (1990

Aşk Mektupları (Nelson Algren’e), (1998)

Page 29: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

29

Edib Rasljanin

İSLAMOĞLU

Deneme

Bahar

Bahar Zevkler ve renklerin tartışılmadığını biliriz. Kimi baharı kimi kışı, kimi yazı kimi güzü sever. Bizim oranın bir şairi var, bir şiirinde şöyle der: kimi esmer kimi mavi, kimi ela kimi yeşil(göz) sever- ben renklerden anlamam, ben hepsini severim. Bense tüm mevsimleri severim .

Baharın yeniden doğuşu, hareketi, esenliği, zindeliği, hayatı hatırlatmadığı bir kişi var mı? Makrodan mikroya bakıldığı zaman baharın sadece gezegene gelmediği anlaşılır. Her kıta, her ülke her şehir ve köy kendine has bir bahar yaşar. Her birey de kendine has bir bahar yaşar. Bahar şahsen bana Balkanlarda dolu dolu geçen çocukluğumu hatırlatır. Ve, dergimizin bu sayısındaki diğer yazılardan anlayacağımız gibi, bahar algıları herkeste farklı bir hal alır. Ressamdaki, bestekardaki, şairdeki bahar farklı. Hatta, her ressamın, her bestekarın, her şairin bahar algısı farklı. Bahar Türk kültüründe ve edebiyatında oldukça geniş ve de önemli yer tutar. Öyle ki iç Anadolu’da kızlara Bahar ismi verilir, yaylalarda bahar şenlikleri yapılır, hatta bahar çorbası bile var. Bu konuda söylenecek söz oldukça fazladır. En iyisi baharı şiir konusu yapan şairlere söz verelim:

Git Bahar

Çekil bu gölgeli yolda gezinme,

Bahar bakışların yine pek sarhoş.

Yanılıp gönlüme misafir inme.

Kapısı kilitli, mihrabı bomboş

Mabettir orası, meyhane değil...

Işıklar, kokular, sesler, çiçekler...

Ömrünün her günü bir başka düğün,

Bülbüller koynunda açtı çiçekler

Güller dökülürler göğsüne bütün!..

Gerçekten güzelsin, efsane değil:

Altınlı başında papatya niçin?

Sarı saçlarına pembe gül takın

Git bahar...Gönlümde ibadet için,

Diz çöken kızları ürkütme sakın,

Kalbime girme, o kaşane değil!..

Git bahar, git bahar ! Uzaklarda gül,

Denize renginden bırak hediye,

Ufuklarda gezin, semaya süzül...

Kalbime sokulma "Peymane!" diye,

Gördüklerin kandil, peymane değil!

Halide Nusret Zorlutuna

Page 30: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

30

Gel Bahar! Gel bahâr erit, bu yolun karını, Geçen seneleri anmayalım hiç Dinle bülbüllerin şarkılarını, Güllerin kıpkızıl şarabını iç, Bu dünya bir büyük meyhânedir, gel! Saçında baygın bir gül kokusu var… Dudakların kızıl, karanfil gibi. Gözlerinde gülsün mine ışıklar, Sesinle büyüle çarpan her kalbi. Bu hayat zâten bir efsânedir, gel! Ben mi çıldırmışım, sen mi delirdin? Yalvaran sesimden bu kaçış neye? Git dediğim zaman koşar gelirdin; Gel şimdi de, inan bu efsaneye; Şimdi günler bir peymânedir, gel! Gel bahâr, gel bahâr, yakınlarda gül! Denize renginden armağan bırak; Ufuklarda gezin, semâya süzül, Sonra yavaş yavaş in, içime ak! Gönlüm hasretinle divânedir, gel! Ben mi çıldırmışım, sen mi delirdin? Yalvaran sesimden bu kaçış neye? Git dediğim zaman koşar gelirdin; Gel şimdi de, inan bu efsaneye; Şimdi günler bir peymânedir, gel! Gel bahâr, gel bahâr, yakınlarda gül! Denize renginden armağan bırak; Ufuklarda gezin, semâya süzül, Sonra yavaş yavaş in, içime ak! Gönlüm hasretinle divânedir, gel!

Halide Nusret Zorlutuna

Anadolu’da Bahar

İlkbaharı geldi Anadolu'nun, Silifke'de çiçek açtı nar şimdi. Her tarafı yeşillendi Bolu'nun, Sultandağı benek benek kar şimdi. Eğri yollar yaylaların kuşağı Çayır, çimen sevgililer döşeği, Hora teper Sürmene'nin uşağı, Dadaşların oynadığı bar şimdi. Durgun çayı köpüklendi Daday'ın, Palmiyeler zümrüt tacı Hatay'ın Çukurova cennetidir bu ayın; Aydın ili efelere dar şimdi. Gönül dile gelir kaval sesinde. Boz martılar düğün yapar Mersin'de, Isparta'nın renk renk gül bahçesinde Bülbüllerin neşesini gör şimdi. Cıvıl cıvıl, sessiz duran yuvalar, Kelebekler birbirini kovalar. Halı gibi nakışlandı ovalar... Bölük bölük sarı, yeşil, mor şimdi. Aşıklar diyarı Elbistan ili... Olur bu mevsimin bağ-ı İrem'i, Her çeşmenin üç-beş tane güzeli, Her çiçeğin bir arısı var şimdi. Çıkıp baksan Çamlıca'nın başına, İki kıt'a bir boğazda aşina... Karakoç'um, gel, yorulma boşuna, İstanbul'u tarif etmek zor şimdi.

Abdurrahim Karakoç

Page 31: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

31

* * *

Şubat ayında Balıkesir’de misafirimiz vardı. Bosna’dan.. Balıkesir’in çiçeği burnunda ilçesi Altıeylül, Bosna’nın Maglaj kenti ile kardeş belediye protokolünü imzaladı. Mart ayında da biz misafirliğe gittik.

İade-i ziyaret için dört günlüğüne misafirliğe giden Altıeylül Belediye Başkanı sayın Zekai Kafaoğlu başkanlığındaki heyet gördüğü, gezdiği yerlerden olağanüstü etkilendi; unutulmaz anlar yaşadı.

Sarajevo, Mostar, Travnik, Maglaj kentleri ve civarlarını gezen belediye heyeti gördü ve anladı ki o topraklar yabancı topraklar değildir. Tarihi ve kültürel ortak paydaların her adım başı bulunduğunu, ecdadımız tarafından ayakta tutulduğunu ve 20. asrın sonunda medeni(!) Avrupa’nın göbeğinde savaşın aslında niçin ve ne için yapıldığını daha iyi kavradı.

Boşnaklar Türk ve Türkiye’ye yabancı gözüyle bakmıyor. Akraba hatta ağabey diye bakıyor. Bizi bir zamanlar yalnız bıraktınız, n’olur bir daha bu hata yapmayın, diyor.

Samimiyetin had safhada olduğunun farkında mısınız?

Ziyaretten birkaç kareyi beğeninize sunuyorum.

Maglaj Belediye Başkanı Sn. Mehmed Mastabaşiç’in açılış konuşması

İki belediye arasındaki protokol imzalaması merasimi

Page 32: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

32

Altıeylül Belediyesi heyeti dillere destan Mostar Köprüsü önünde

İgman dağı eteklerinden kaynayan Bosna Nehri Milli Parkı’ndan (Vrelo Bosne)

Saraybosna (Sarajevo) merkezindeki Başçarşı’daki Sebil ve güvercinleri.. (Ziya Osman SABA mı aklınıza geldi?)

Page 33: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

33

‘Mutlu İnsanlar Şehri’ Altıeylül Belediye Başkanı Sn. Zekai KAFAOĞLU, 2. Dünya Savaşı’nı başlatan olay

-Veliaht Prensi Ferdinand suikastinin yapıldığı köprünün üzerinde barış ve kardeşlik dileklerini dile

getirirken çekilen fotoğraf.

Sarajevo Milli Kütüphanesi. Savaşta en az beş bin el yazması eser bombardıman sonucu yanmıştır.

Vezirler şehri Travnik’teki Alaca Camii..

Page 34: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

34

Vezirler şehri Travnik’teki Alaca Camii içi

Travnik’teki Mavi Su.. Fatih Sultan Mehmed’in Travnik’e her gelişinde uğrayıp içtiği, abdest aldığı pınar

Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethetmeden 16-17 sene önce bu topraklara gelen Sarı Saltuk Tekkesi,

Buna nehrinin kaynağının hemen dibinde inşa edilmiş ve bu haliyle olağanüstü bir manzaraya sahip

olmuştur.

Page 35: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

35

Tekke bahçesinden bir görünüm.

Türk köyü Poçitel’den bir görünüm.

Page 36: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

36

Mostar yakınlarındaki Türk köyü Poçitel’de Türk tipi hamamlar hala işlevini sürdürüyor.

Mostar Köprüsünden atlayan cesur bir delikanlı kendisini izleyenleri hayran bıraktı. (21m)

Page 37: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

37

Birgül AL

Şiir

Hâr Olmuş Yüreğim

Hâr Olmuş Yüreğim

Her sözün duvarlarımda

Dalga dalga çınlıyor

Ruhumun fay kırıkları eskiden kalma

Merkez üssü kalbimin tam ortası

Çok sesli çatlayan yankıları

Yer yer lavları görür gibiyim

İnkarı sus/turmak çabam

Hissettiklerim kendime

Haykırışın kadar çığlıkların

Her bir harf aklımın ucunda asılı

Duyabiliyor musun

Yüklediğim anlama arayış peşindeyim

Tahrik var aklımın zoruna

Yenilgi kabullenmeye yetmiyor

Kuruyan ağacın dallarına çaput bağlamalı

Kelimeleri dilek dilercesine asmalıyım

Kabuslarım yanına kalsın

Sevmeyi yasaklayan önyargın

Denizlerin kıyısında

Aşkı bilmeden büyüyecek kalbim

Page 38: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

38

Ne zordur acıya cümle kurmak

Şairliğimin katl’in de

Sevdaya dair şiirler yazmak

Yakamozlar çatlak ay orta yerde

Yıldızlar saplanmış yüreğimin bam teline

Hadi sev sevebilirsen yeniden

Göğe saldığım güvercin kanadı kırık

Kağıttan gemiler yırtık

Sığ sular da yüzer mi hiç

Paylaşınca güzel fırından çıkan ekmek

Ve el ele tutuşunca kırlarda papatyalar

Yasaklanmış aşk yok sayılmış

Bastırılmış dudaklarımda şarkılar

Utancından söyleyemiyor

Söylesene

Nasıl ödeyeceksin vicdan borcunu

Hani yazdığımız şiirsi sözler de çabası

Nasıl silinir akıl ver kalbime atılan hançerin imzası

Bir ağacın gölgesinde

Ter içinde soluklanışım kadar kısa

Bir ömür hafızama kazınacak düşlerim

Sen silebilir misin inkara sapınca

Şimdi haykır dağlarına

Özlemedim de

Gölge adım adım peşinde değil mi

Kulaklarım çınlarsa gecenin birinde

Sendin o diyeceğim

Bir kıvılcım tutuşması

Har olmuş yüreğim

Uykusuz gecelerin soluk teninde

İç kanama başlangıcı bu

Göğsümün soluna neştersin

Page 39: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

39

Nurdan OFLAZOĞLU

İnceleme

Türk Halk Kültüründe

Nevruz

Türk Halk Kültüründe Nevruz

Nevruz; Türk’ün yeniden tarih sahnesine çıkışını, yeni bir yılın

başlamasını ifade eden bir gündür. Bir diğer adı "Ergenekon Bayramı

"dır.

Nevruz, Farsça birleşik bir kelimedir. Nev; yeni, rûz; gün

anlamını taşır. Yani Nevruz, “”yeni gün” anlamını taşıyan Farsça bir

kelimedir. Bugün, gece ile gündüzün eşit olduğu Miladi 21 Mart,

Rumi 9 Mart günüdür.

Nevruz Bayramı’nın birkaç bin yıldan beri Türk kavimleri

arasında kutlandığı bilinmektedir. Bu bayramın MÖ VIII. yüzyılda

Hunlar tarafından kutlandığı ve daha sonraki yüzyıllarda bütün Türk

kavimleri tarafından en büyük bayram olarak değerlendirildiği

anlaşılmaktadır. Kaşgarlı Mahmut “Dîvânü Lûgat-it Türk” adlı

eserinde “Müslüman olmadan önceki Türkler, yılı dört eşit bölüme

ayırırlar, her üç aya bir ad verirler. Yılın geçişini şu tarzda bildirirler.

Nevruzdan sonraki ilk aya oğlak ayı derler ve o gün bayram

yaparlar.” diye yazmış.

Bu bilgi, Nevruz’un, İslam öncesi Türk topluluklarının önemli

aylarından biri, yeni yılın ilk ayı olduğunu ve bunun için bayram

yapıldığını bildirmesi açısından önemlidir. Demek ki Nevruz, bir Türk

bayramıdır ve her 21 Martta, yeni yılın gelmesi münasebetiyle

kutlanmaktadır.

Nevruz; Hun, Göktürk, Uygur, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye

Cumhuriyeti döneminde örfi bir bayram olmuş ve merasimler,

eğlencelerle olagelmiştir. Yani bugün Büyük Selçuklu Devleti'nin

tarihi sınırlarında bulunan her yerde Nevruz Bayramı ; yöresel bazı

farklılıklar dışında, aynı anlam çerçevesinde kutlanmıştır. Nevruz;

Kuzey Kıbrıs'tan Doğu Türkistan’a kadar ulusun ulu günü, yeni yıl

habercisi ve bahara ulaşmak gibi anlamlar ifade eder. Ayrıca "Nevruz

Sultanı", “Mart Dokuzu" gibi isimlendirmeler de yapılır. Özellikle

gelişmemiş ve kırsal kesimlerde böyle adlandırılmaktadır.

Nevruz; her şeyden önce İslam’a dayandırılması yanlış olan,

aynı zamanda Alevilikle, Sünnilikle, Bektaşilikle bağdaştırılamayan,

Türklerin İslamiyet’i kabulünden çok daha gerilere uzanır.

Türklerde Nevruz’la ilgili görülen en önemli rivayet bu günün

Ergenekon günü oluşudur. Bununla ilgili olarak Çay’ın, Ebulgazi

Bahadır Han’ın Şecere-i Türk adlı eserinden aktardığı Ergenekon

Destanı şöyledir:

Bir gün bütün kavimler Köktürkler’e karşı birleşerek onları hile

ile yendiler. Köktürkler’in çadırlarını, mallarını, yurtlarını

yağmaladılar. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler. Küçükleri

kendilerine köle yaptılar. Bu yağmadan kurtulan Kıyan/Kayan ve

Negüş/Tukuz bir gece kadınlarıyla birlikte atlanıp kaçtılar. Yurda

geldiler. Düşmandan kaçıp gelen dört maldan (deve, at, öküz, koyun)

çok buldular.

Page 40: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

40

Dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım deyip dağa doğru sürülerini sürüp gittiler.

Vardıkları yerde akarsular, çeşmeler, türlü otlar, meyveli ağaçlar, türlü türlü avlar vardı. O yeri görünce

Tanrı’ya şükürler kıldılar ve buraya Ergenekon adını koydular. Dört yüz yıl sonra Ergenekon’da kendileri

ve sürüleri o kadar çoğaldılar ki sığmadılar. Bu sebepten buradan çıkış yolları aramaya koyuldular. O

zaman bir demircinin önerisiyle dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler ve ateşlediler.

Tanrı’nın gücüyle ateş kızdıktan sonra demir dağ eriyip akıverdi. Yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O

günü, o ayı, o saati belleyip dışarı çıktılar. O günden beri yeni yılın başladığı gece Köktürkler’ de adettir. O

günü bayram sayarlar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse

koyar, çekiçle döver. Ondan sonra beyler de öyle yapar. Bugünü mukaddes bilirler, böylece Tanrı’ya

şükretmiş olurlardı.

On İki Hayvanlı Türk Takviminde yılbaşı da aynı güne rastlamaktadır . Oğuz Kağan'ın bu günü

kutsal saydığını ve bayram gibi törenlerle karşıladığı bilinmektedir. Türklerin Nevruz kutlamaları Eski Uygur

Dönemi resimlerine de konu olmuştur. Selçuklu Sultanı Sultan Celaleddin Melikşah, devrin uzay bilimcilerini

Selçukluların başkenti İsfahan'da toplamış, kendi adıyla anılan Celali Takvimi'ni yaptırmıştır . Şemsi Takvim

adıyla İran ve Afganistan'da kullanılan bu takvime göre yılbaşı 21 Mart’tır. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun

Hasan, Nevruz gününü yılbaşı kabul etmiş; vergileri buna göre düzenlemiştir. “Sultan” kelimesinin Nevruzla

birlikte kullanılması, padişahların halkla birlikte Nevruz kutlamalarına katılmasıyla ilgilidir. Ertugrul Gazi

Törenleri, II. Abdülhamid zamanına kadar ( eski takvime göre) mart dokuzu yani Nevruz günü

yapılmaktaydı.

Page 41: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

41

Bu tarihi derinlik Divan edebiyatında da işlenmiş, şairler tarafından gazel ve kaside tarzında

Nevruziyeler yazılmış, devrin hükümdarlarına ve devlet adamlarına sunulmuştur. Halk şairlerinin Nevruz'u

anlatan Nevruziyeleri ise konuya halkın bakışını yansıtmaktadır. Bunlar içerisinde halk şairi Zaralı Ozan Ali

Nebi (Zara Akören köyü 1725-1810)' nin Nevruz Semahı, NevruzIa ilgili pek çok konuyu 18. yüzyılda gözler

önüne sermesi ilgi çekicidir:

Bu gün dağlar yeşillendi

Sultan Nevruz safa geldin

Cümle kuşlar hep dillendi

Sultan Nevruz safa geldin

Bu gün bahar eyyamıdır

Nevruz Türk'ün bayramıdır

Gönüllerin sultanıdır

Sultan Nevruz safa geldin

Allah deyu öten kuşlar

Dua eyler dağlar taşlar

Yeşillendi hep ağaçlar

Sultan Nevruz safa geldin

Türklerin Nevruz gelenekleri ile ilgili olarak tarihi kaynaklarda geniş bilgiler bulmak mümkündür. Bu

kaynaklardan bazıları;

AbulKasım Firdevsi - Şehname

Kaşgarlı Mahmut - Divân-ı Lügat’ it Türk

Yusuf Has Hacib - Kutadgu Bilig

Ömer Hayyam - Nevruzname

Hüca Ali Termizi - Nevruzname

Mevlana Lütfi - Gül ve Nevruz

Ebulgazi Bahadır Han - Şecere-i Türk

Page 42: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

42

Türk Dünyasındaki Nevruz Kutlamalarının Yedi Aşaması Şunlardır:

Hazırlık:

Nevruza hazırlık genel temizlikle başlar. Evlerin etrafı temizlenir, içi ve dışı badanalanır, halılar ve kilimler

yıkanır. Aile üyelerine yeni elbise alınır. Akrabalara hediye alınır. Bayrama birkaç gün kala tatlıların

yapımına başlanır. Nevruz ateşi için gerekli ot, çalı ve odun hazırlanır.

Mezarlık Ziyareti:

Nevruz kutlamalarında önemli bir yeri olan bu gelenek, eski Türklerdeki yuğ törenlerinin izlerini taşımaktadır

ve bunların devamı niteliğindedir. Azerbaycan, Türkistan ve diğer yörelerde hâlâ nevruzda yapılan bu

gelenek, ölmüşlerin mezarını ziyaret etmek, mezar üzerine şeker ve tatlı bırakmak, yasin okumak, ağıt

söyleyip ağlamak, mezarların etrafını temizlemek, bazı yörelerde de mezarlıkta kahve içmek ve yemek

yemek gibi etkinliklerle devam etmektedir. Orta Anadolu’da Nevruz “Mart Dokuzu” adıyla bilinir. Diğer

yörelerde de benzer adetler vardır. Mezarlar ziyaret edilir

Kır Gezileri:

Toplu şekilde kırlara çıkılarak eğlenceler, şölen ve yarışmalar düzenlenir. Bu gelenek Hun Türklerinde de

mevcuttur. Türk dünyasının bazı yörelerinde bu etkinlik Nevruzda gerçekleşmeye devam etse de diğer

yörelerde Hıdrelleze kaymıştır.

Ateşle İlgili Pratikler:

Geniş Türk coğrafyasında kutlanan Nevruz törenlerinin hepsinde ateşle ilgili pratikler bulunmaktadır.

Bunlardan en yaygın olanı büyük ateşler yakarak üzerinden atlama ve bu sırada “Ağırlığım, uğurluğum

sende kalsın”, “Kırmızılığın bana, sarılığım sana” gibi büyüsel duaların edilmesidir. İnanışa göre nevruz

ateşinden atlayanlar hastalıklardan arınır ve yıl boyunca hastalanmaz. Bir diğer pratik, hayvanları ateş

üzerinden atlatmak veya iki ateş arasından geçirmektir. Nevruz törenlerinde ateşin kullanılması; onun

temizleyici, arındırıcı, hastalıkları, kötülükleri ve büyüyü yok edici özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Su ile İlgili Pratikler:

Sabah erkenden tüm su kaplarındaki suları yenileme, taze su içme ve ev hayvanlarına içirme, eski eşyaları

suya atma, birbirinin üzerine su serpme ve su falına bakma şeklinde su ile ilgili pratikler uygulanır. Su kültü,

eski Türk inanç sisteminde önemli bir yere sahiptir ve tüm pınarların, dere, ırmak, göl ve denizlerin kendi iyi

ruhlarının olduğuna inanılmaktadır. Suyun şifa verici, arındırıcı gücüne inanç, Türk mit, efsane ve

destanlarına da yansımıştır.

Eğlenceler:

Nevruz kutlamalarında çeşitli yarışlar, gösteriler, seyirlik oyunlar ve müzik yer almaktadır.

Yardımlaşma:

Nevruz kutlamalarının en önemli özelliği yardımlaşma, sevgi ve şefkat bayramı olmasıdır. Bayramdan önce

fakir, hasta ve zor durumda olan kişilere para, giyecek yardımı yapılır ve bayram günü yapılan bayram

aşından pay verilir. Yardımlar sırasında insanları kırmamaya dikkat edilir.

Page 43: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

43

Örneklerle Türk Dünyası’nda Nevruz

Azerbaycan’da Nevruz: Azerbaycan’da halk, Nevruz’a birkaç hafta kala her çarşamba akşam şenlikleri

düzenler. Ateşler yakılır, evler temizlenir ve insanlar tepeden tırnağa yeni elbiselerini giyerler. Mumlar

yakılır, Nevruz şekerleri hazırlanır, gelen misafirlere gül suyu dökülür. Gecelerde ateş oyunları oynanır.

İnsanlar ateş üzerinden atlayarak kışın tüm belalarından korunduklarına inanırlar

Kazakistan’da Nevruz: Kazakistan Türkleri, Nevruz Bayramı’nı SSCB tarafından yasaklandığı 1930 yılına

kadar “Ulusun Ulu Künü”, yani “Ulusun Ulu Günü”, deyimi ile adlandırmışlardır. Kazaklar, 1929 yılına kadar

21 Mart’ı yılbaşı olarak kutlamışlardır. Kazak Türkleri, Kazakistan Cumhuriyeti’nin

bağımsızlığına kavuşmasından sonra 1991 yılından itibaren tekrar bu güne Ulusun Ulu Günü ifadesiyle

milli bayram ilan etmişlerdir.

Özbekistan’da Nevruz: Özbekistan’da Nevruz, özel mesire yerleri ve vadilerde kutlanır. Zurnalar çalan

davetçiler insanları bayrama davet eder. Nevruz günü âşıklar Özbek Türklerinin güzel destanlarını

söylerler. Bir taraftan halk oyunları oynanırken bir taraftan da pehlivanlar güreş tutuşur. Büyük kazanlarda

özenle hazırlanan yemekler davetlilere sunulur. Tüm halkın katılımıyla 21 Mart’ta başlayan törenler bir hafta

kadar devam eder. Özbekistan’ın 1991’de bağımsızlığını kazanmasından sonra Cumhurbaşkanı İslam

Kerimov’ un hazırlattığı özel kararname ile 21 Mart, Nevruz Bayramı olarak belirlendi.

Kırgızistan’da Nevruz: Kırgız Türkleri yeni yıla Nevruz Şenlikleri ile başlar. 22 Mart günü yeni

yılın Başay denilen ilk ayının birinci günüdür. Nevruz’da Kırgızlar yedi gün önceden bayram temizliklerine

başlar, insanlar da yıkanıp Nevruz’da en güzel bayramlık elbiselerini giyerler. Nevruz akşamı avlu

yakınında ateş yakılır ve bütün insanlar yaşlı-genç demeden ateşten atlarlar. Ateşten atlama; insanların

ruhlarını, niyetlerini temizleyerek yeni yıla arınmış olarak girme düşüncesini ifade eder.

Türkmenistan’da Nevruz: Türkmenistan’da Nevruz Bayramı, halk arasında Oğuz Bayramı olarak

geçmektedir. Nevruz gecesi, Oğuz gecesi olarak adlandırılır; milli oyunlarla meşgul olan Türkmen kızları da

bu gecede türküler söyler. Türkmenistan’da Nevruz için oldukça geniş bir sofra hazırlanır. Nevruz için,

Türkmen çöreği, Türkmen petiri, külce, yağlı börek, şekşeke ve Türkmen pilavı hazırlanır. Nevruz’un en

özel yemeği ise Semeni’ dir. Birkaç aile birleşip büyük bir kazanda buğday özüne un, su ve şeker ekleyerek

Semeni yaparlar.

Nevruz'la İlişkilendirilen Bazı Renklerin Türk kültüründeki Anlamları

Sarı: Sarı rengin kutsallığı Şamanizm’den kaynaklanmaktadır. Sarı renk, dünyanın merkezinin

sembolüdür. Tanrılar tanrısı Ülgen’in altın kaplı sarayı ve altın renkli tahtı dünyanın merkezini oluşturur.

Page 44: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

44

Yeşil: Türk mitolojisine göre, Tanrı Ülgen’nin yedi oğlundan birisinin adı Yeşil Kaan’dır. Görevi bitkilerin

büyümesini ve yeşillenmesini sağlamaktır.

Kırmızı: Al ve kızıl renkler, tarihimizin başlangıcından beri Türk ruhu ve inancını yansıtmaktadır. Türklerin

“al bayrak” kullanmaları ateş kültü ile açıklanır. Çin kaynaklarına göre Kırgız hanlarının otağında kırmızı

bayraklar bulunmaktadır. XI. yüzyıldan sonra al, bir renk adı olduğu kadar, bayrak adı da olmuştur.

Nevruz Bayramı, bütün Türk halkları arasında en az üç bin yıldan beri, birlik, kardeşlik, dostluk,

özgürlük ve yeni yıl bayramı olarak kutlanıyor. Türkiye ve Azerbaycan’da Nevruz, Türkmenistan’da Navruz,

Doğu Türkistan’da Noruz, Özbekistan’da Növroz, Kırgızistan’da Noruz, Kazakistan’da Novrız, Tataristan’da

Navruz, Çuvaşistan’da Naras adıyla 21 Mart günü, bayram yapılıyor. Bu bayram, el içinde dostluk,

kardeşlik ve barışı kuvvetlendirmeye vesile oluyor. Küsler barışıyor, kavgalılar anlaşıyor, aileler birbirlerini

ziyaret ediyor, Nevruz sofraları açılıyor, fakir fukaraya yemek dağıtılıyor.

Yukarıdan beri sıraladıklarımız Nevruz’un alalade bir gün olmadığını, bir kültür kompleksi olduğunun

da kanıtlarıdır. Nevruz bir kültür kompleksidir, onunla ortaya çıkan pratikler kültürel unsurları işaret

etmektedir. Nevruz’un baharın müjdecisi ya da yeni hayatın başlangıcı sayılması başlı başına bir olgudur.

Özgürlüğün, bağımsızlığın sembolü olması, dostluğun, kardeşliğin, birliğin sembolü olması, onun kültür

kompleksi olduğunun işaretleridir. Bu bakımdan Nevruz’u bir kültürel miras, bir kültürel değer olarak

algılamak gerekir.

Kaynak: Doç. Dr. Hayrettin RAYMAN, Nevruz ve Türk Kültüründe Renkler; Hüseyin ADIGÜZEL, Türk

Bayramı Nevruz ; Vikipedi , Nevruz)

Page 45: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

45

Arzu TOK

Şiir

Ben Sana Çağlarım

Ben Sana Çağlarım

Ah gülendam, kokun okşar yüreğimin türküsünü

Sana bestelenirim bahar dalında nazlı nazlı...

Ellerin olur, gözlerin olur gülüşür sazendeler

Ben sana çağlarım, sen deryalara yar...

Ah ruhumun gülşeninde açmış nazlı yar,

Dallarında ötüşür kuşlar, ne hoş seda bırakırlar

Her yanda açmış yüzün, gelişin bahar

Ben sana çağlarım, sen deryalara yar...

Ah gülistan, ah bana baharlar sunan

Gelişin her yandan, ne çok sevdam

Kimse duymasa da sen bil yeter

Ben sana çağlayan, sen deryalara yar...

Ah Gülnihal, ekildim sana bende sen var

Bir müjde oldu gelişin, adın bahar

Kokun şenlendirdi ruhumu nazlı nazlı

Ben sana çağlarim sen deryalara yar...

Ah gülizar, sana koşuyor bir bahar

Çeşmi renginde siyah inciler var

Düşler hep seni arzular yanar

Ben sana çağlarım, sen deryalara yar...

Page 46: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

46

Günsel İSLAMOĞLU

Şiir

Benim Adım Bahar

Benim Adım Bahar

Benim adım bahar

Bırakın sarı papatyalarımı

Çocukların minik ellerine.

Susturmayı şarkılarımı

Acı acı kopan çığlılıklarla.

Kesmeyin çiçek kokulu rüzgârlarımın önünü

Kanlı savaşın dumanlarıyla.

Eklemeyin gözlerden akan acı yaşları

Berrak akan sularıma.

Ellemeyin sineme yaslanmış

Huzur arayan ruhlarıma.

Boyamayın yeşilimi

Kan kırmızısına;

Umudumun mavisini

Siyaha.

Benim adım bahar,

Bırakın

Yarınlar benim olsun.

Bırakın

Baharım bahar olsun.

Page 47: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

47

Yaren ATAY

Kitap İncelemesi

Sinestezya

Sinestezya

Basit bir nörolojik rahatsızlık mı, yoksa yaratıcılıkla süslenmiş

bir avuç sanrı mı?

İkisi de değil.

Ünlü yazar Vladimir Nabokov, İngilizce a harfinin yıllanmış

tahta renginde olduğunu, r harfini ise yırtılmak üzere olan isli bir

paçavra torbası olarak ifade ediyor. Ünlü Fizikçi Richard Feynmann

da denklemleri renkli gördüğünü ve koyu kahverengi x’lerin havada

uçuştuğunu söylemiştir.

Bunun üstüne tekrar düşününce sahiden sinestezi nedir?

Basit bir rahatsızlık olamayacak kadar etkili, sanrı

olamayacak kadar gerçek olan bu durum aslında ne anlama geliyor?

En basit tanımıyla sinestezi, bir duyuyu başka bir duyu ile

karıştırmak yani duyu ikiliğidir. Jeffrey Moore’un kaleminden

sinestezinin bilinmeyenlerine doğru yelken açan başyapıtıyla

karşınızdayız.

Noel Burun, Norval Xavier Blaquiere, JJ ve Samira sinestezi

ile tek başına mücadele eden dört kişidir. Bu sinesteziklerin bir araya

gelme sebebi ise annesi Alzheimer olan Noel Burun’dur. İşin ironik

kısmı ise hiçbir şeyi unutmasına izin vermeyen bir beyne sahip olan

Noel ve arkadaşlarının unutkanlık ile aynı cümlede anılan Alzheimer

hastalığına çare oluşlarıdır.

Karakterlerden Noel ve JJ çocukluk arkadaşıdır. Noel

sinestezisini olumlu kullanamadığını düşünse de JJ onun tam zıttıdır.

Sürekli neşelidir ve daima güler. Norval ise egosundan asla ödün

vermeyen eski bir yazardır. Gruptaki tek kız olan Samira ise eski bir

aktristir. Arap asıllıdır ve Noel'in hoşlandığı kızdır.

Kitabın geneli konusunun bir getirisi olarak gördüğüm ilginç

betimlemelerle dolu. Ancak bu durum bazı okurların aksine beni

rahatsız etmedi. Aksine okurken o anları kafamda canlandırdığımda

hayal gücüne sığmayacak kadar renkli olan satırlar zihnimde tatlı bir

esinti bırakmıştı. Örneğin; “...Daha yüksek, daha güçlü bir ses araya

giriyor. Uzun kısmının ortası yabanmersini renginde bir haç şekli

alıyor, merkezden dışa doğru gittikçe yabanmersini rengi soluyor,

haçın uç kısımları inci beyazı bir renk alıyor...” Bu ve bunun gibi

birçok betimleme.

Page 48: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

48

Bana soracak olursanız hoş şeydir sinestezi. Tek kelimeyle, kelimeden renklere, renklerden

kokulara, kokulardan seslere, seslerden tekrar renklere atlamak dinlediğiniz müziğin notalarını tatmak,

hayatının her gününe bir ayrı uyanmak, duygularınızı renklendirmek, renklerle duygulanmak, denizdeki

dalgaların gri maviliğini görmek, mavinin sesini duymak, grinin kokusunu almak, sıradanlığı sıradışı yapmak

hoş şeydir. Yani anlayacağınız günlük hayatın monotonluğuna karşı bir farkındalık yaratmaktır sinestezi.

Ve son olarak sözlerimi Edip Cansever'in sinesteziye değindiği şiiri "Umut"tan bir kıta ile bitiriyorum.

Sizce bu durumda sinestezik olmak bir hastalık mıdır, yoksa bir lütuf mu?

“Parmağını sürsen elmaya rengini anlarsın

Gözünle görsen elmayı sesini duyarsın

Onu işitsen yuvarlağı sende kalır

Her başlangıçta yeni bir anlam vardır…”

Page 49: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

49

Gül Gürdal DURMUŞ

Gezi – Seyahat

Bahar Gezisi

Merhabalar

Güzel bir bahar gününde kalemimle buluşmaktan ve sizlere

yine sesleniyor olmaktan mutluyum… Umarım yine her şey yerli

yerinde ve keyiflicedir.

Türkiye’de yaşamakta olan büyük çoğunluk hele bir de kamu

sektöründe olanlar için tatil demek yaz ayında yapılan bir aktivite

demektir maalesef. Maalesef diyorum çünkü açılımı hem senede

birkaç güne ya maddi imkânsızlıklardan ya da iş yoğunluğundan

dolayı sıkıştırılmış tatiller oluyor hem de genellikle deniz kum otel ve

dinlenmece demek oluyor. Oysa güzelim memleketimin her

mevsimini değerlendirebilme şansımız olsa meselâ şu bahar

aylarında gidilebilecek öyle çok yer var ki….

Nisan, Mayıs ve hadi Haziran ayının da ilk iki haftasını alalım,

yani şu andan itibaren haziranın ikinci haftasına kadar gidilip

görülmesi gereken -elbette birçok yerin içinde- birkaç şehir ismini

telaffuz edebiliriz.

Öncelikle biz yurt dışından gelen ve soğuğa alışmış olan

turistlerin bu mevsimde bile denize gire bildiğine şaşırarak

baktığımız, her yerin mis gibi bahar koktuğu o güzelim havayı

teneffüs ettiğimiz bir yer; malûmunuz Antalya. Ama şimdi bırakalım

merkezi ve sahil boyunca sıralanmış beş yıldızlı otelleri, biraz daha

içerilere ilerleyelim. Yol boyunca o bahsi geçen otellere birazda iç

geçirerek bakmak çok olası Yaklaşık 135 km olan ve iki saat

civarında bir seyir gerektiren yolun sonu bizi Alanya tabelasıyla

buluşturur. Kesinlikle en sevdiğim yerlerden biri olan Alanya’yı size

anlatıyor olmak büyük keyif. Herkes bilir birçoğumuz da gitmiştir.

Ama bahsettiğim şey aslında Alanya’dan öte Alanya’ya gideceğimiz

mevsimdir. Tam zamanıdır şimdi. Yazın bunaltan ve yapış yapış

hissini veren sıcaklık, kışın birçok yerin faaliyetinin olamaması ya da

yarıya indirilmesi ve aslında aradığımız kalabalık oranı yani ne çok

fazla olması ne de çok sessiz olması işte bu mevsime rastlıyor.

Alanya’nın mis gibi çiçek kokan sokaklarında ılık havada yapılan

yürüyüşün tadını unutamayacaksınız. Kızıl Kule’den çekilen

fotoğraflarınız hep en güzel karelerden biri olarak kalacak. Dim Çayı

molanız size müthiş bir huzur verecek.

Page 50: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

50

Damlataş Mağarası’nda ki serinlik iliklerinize işleyecek ve deniz kenarında içeceğiniz çay birde çaya

eklediğiniz sohbet sizi hiç olmadığınız kadar huzurlu hissettirecek….

Çevrede o kadar çok ören yeri, o kadar çok tarihi eser var ki her birini anlatmak sayfalara sığmaz.

Ama eğer gitmediyseniz ya da yazın gitmişliğiniz varsa muhakkak bana kulak verin ve tam da bu mevsimde

biraz paranız birazda vaktiniz varsa lütfen Alanya’ya gidin.

Page 51: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

51

Sonra, Kapadokya; Güzel Atlar Ülkesi… Bu havada gidebileceğiniz en iyi seçeneklerden biridir.

Yazın kuru sıcak, kışın buz gibi soğuk bir yana bahar Nevşehir’de başka güzeldir. Ihlara Vadisi’nde güzel

bir yürüyüş, sabaha karşı bir balon gezisi, vadilerde fotoğraf çekimleri, açık hava müzeleri, yer altı şehirleri

ve taş otellerde gecelemek paha biçilemez… Testi kebabını yemeyi ve bir atölyede testi yapımını denemeyi

unutmayın. Değerli taşları hediye niyetine alıp ve sonra birçoğuna kıyamayıp kendinize sakladığınıza

gülerek inanamayacaksınız…

Aslında benim mayısın son haftasına rastlayan bir turumdan bahsedebiliriz. Bu mevsimden

bahsediyoruz madem, bu mevsimde gidebileceğimiz yerler dedik, benim turum da bunun örneğini teşkil

ediyor. Çok da fazla yerli turistin ilgilenmediği bir tur programı olmasına rağmen konuklarım İstanbul’dan

olacak ne mutlu İki günlük programda biz Isparta’yı gezeceğiz.

Page 52: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

52

İçinde biraz Burdur da olacak. Sagalassos eğer Isparta yakınlarındaysanız görülmesi gereken çok

mühim bir yerdir çünkü. Bu antik kente hayran kalacaksınız.

İklimi dolayısıyla kışları sert yazları da kuru bir sıcakla geçen Isparta ve çevresi için en uygun

mevsim yine bahardır. Gül bahçelerini görmek –ne yazık ki artık çok fazla yok- yazılı kanyonu gezmek,

Eğirdir’de balık yemek, güllerin şehrini gezmek size güller diyarında iyi ki burayı da görmüşüm dedirtecek.

Page 53: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

53

Burdur’da bulunan müzeyi(binlerce arkeolojik ve etnografik eser bulunmakta) ve İn Suyu

Mağarası’nı görmeyi de unutmayın.

Madem Isparta’ya kadar geldi yolumuz biraz daha ilerleyelim yaklaşık 4 saat kadar ve Eskişehir.

Isparta Afyon yolundan devam ettiğinizde tabelalar sizin Eskişehir’e zahmetsizce ulaşmanızı

sağlayacaktır. Son yıllardaki Yılmaz Büyükerşen’in de büyük katkısıyla inanılmaz değişimi ve gelişimi

herkesçe bilinen Eskişehir Odun Pazarı evleriyle, Kent Park’ıyla, Saz Ova’sıyla, Porsuk Çayı’yla, çiğ

böreğiyle kendinizi bir an Roma’da gibi hissettiren şehir merkeziyle bu mevsimde gidilmesi gereken en

güzel yerler arasına ismini itinayla yazdırır.

Page 54: Farkındalık Dergisi - 4. Sayı

54

Afyon’dan geçerken madem yolum buradan geçiyor deyip şehir merkezine gitmek, basamakları tek

tek adımlayıp kaleye çıkmak, şehitlerimizi Cumhuriyetimizin kurulduğu topraklarda bir kez daha anmak,

müzeyi dolaşmak, lokum alıp sucuk ekmek yemek sonra Kütahya’da tepeden şehri seyretmek, Germiyan

evlerini gezmek, yöresel yemekleri tatmak, porselenleri incelemek, belki alıp sonra evinizde içinden çorba

içmek size bambaşka bir deneyim yaşatacak.

Daha elbette çok yer var çok söylenilebilecek söz var ama şimdilik naçizane önerilerim böyle.

Umarım güzel sağlıklı sevgi ve huzur dolu bir bahar bırakırsınız arkanızda… Sevgiler kere sevgiler.