farkındalık dergisi - 4. sayı
DESCRIPTION
Elmalı turtaların, havuçlu keklerin fırındaki yerlerini çilekli, böğürtlenli pastalara bıraktığı, güneşin arada bir bizimle ce-eee oyununu oynayarak bir görünüp bir kaybolduğu, bardaklarımızdaki ıhlamurların, ekinezyaların terk-i diyar eyleyip, karşısında saygıyla eğilip çaya yer verdiği, bugün kırk ikindi yağmuru yağacak mı diye yazı turaların atıldığı, meteorolojiyle bahisler yapıldığı, sabah evden çıkarken şemsiye ve montlarla dakikalarca konuşulduğu, çiçeklerin açtığı, böceklerin öttüğü BAHAR mevsimiyle siz değerli okurlarımızın dördüncü kez karşısına çıkıyoruz. Her karşınıza çıktığımızda, bizleri daha da farkındalık şiarıyla yüz göz ettiğiniz için teşekkürü bir borç biliyoruz.TRANSCRIPT
1
2
Genel Yayın Yönetmeni
Mehmet GÖKDOĞAN
Editör
Hüseyin YAYLA
Merve ÇETAK
Redaksiyon
Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni
Serdar Serhat ALTAN
Basın Tanıtım Sorumlusu
Sunay GÜLSOY
Mehmet ARSLANTAŞ
Fotoğraflar
Nazım TETİK
Yazarlarımız
Arzu Bahar KARAKAŞ
Arzu TOK
Barış ÇELİMLİ
Birgül AL
Cem TEPEKÖYLÜ
Ceyda CEVHER
Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
Gönül KARAARSLAN
Gül Gürdal DURMUŞ
Günsel İSLAMOĞLU
Harun HARPUT
Hüseyin YAYLA
İsmail Can KARAKUŞ
Mehmet ARSLANTAŞ
Mehmet GÖKDOĞAN
Merve ÇETAK
Nurdan OFLAZOĞLU
Özcan URTEKİN
Serdar Serhat ALTAN
Sahir ÜZÜMCÜ
Sunay GÜLSOY
Yaren ATAY
Yelda KARATAŞ
“Farkındayım, farkındasın, farkında, farkındayız,
farkındasınız, farkındalar… Neden mi? Her geçen ay dergimizin
indirilme ve okunma sayısı siz değerli okurlarımız sayesinde gün be
gün artıyor.
Efendim,
Elmalı turtaların, havuçlu keklerin fırındaki yerlerini çilekli,
böğürtlenli pastalara bıraktığı, güneşin arada bir bizimle ce-eee
oyununu oynayarak bir görünüp bir kaybolduğu, bardaklarımızdaki
ıhlamurların, ekinezyaların terk-i diyar eyleyip, karşısında saygıyla
eğilip çaya yer verdiği, bugün kırk ikindi yağmuru yağacak mı diye
yazı turaların atıldığı, meteorolojiyle bahisler yapıldığı, sabah evden
çıkarken şemsiye ve montlarla dakikalarca konuşulduğu, çiçeklerin
açtığı, böceklerin öttüğü BAHAR mevsimiyle siz değerli
okurlarımızın dördüncü kez karşısına çıkıyoruz. Her karşınıza
çıktığımızda, bizleri daha da farkındalık şiarıyla yüz göz ettiğiniz için
teşekkürü bir borç biliyoruz.
Her ay birbirinden değerli yazar ve şair arkadaşlarımla
sunduğumuz eserlerle bilgi ve duygu dolaşımınızı hızlandırmak için
ruhlarımızı kalemlerimize taşıyoruz. Yazdığımız, karaladığımız her
sözcükle sizlerde güzel bir çizik bırakmak istiyoruz. Bu ayda
mutfakta güzel şeyler hazırladık sizler için… Şimdiden afiyet olsun…
Peki ya sevgili usta sana yazmadan olmazdı asla; Kimimizin
çocukluğuna, gençliğine, yaşlılığına sen eşlik ettin. Bir aslanın miyav
dediğini, minik farenin kükrediğini, kedinin fareden korkup pır diye
uçtuğunu sen yazdın kulaklarımıza…
Sivilceli ergenlik o melankolik dönemlerimizde seninle
odalarda ışıksızdık, katıksızdık, viraneydik… Aşklarımız ağıt
yakmaktaydı melodilerinle…
Yaşlarımız geçtikçe değer vermeyi de öğrendik. Gönül
yarenlerimizle “Emrin olur gülüm emrin olur…” diyerek vav gibi
eğildik. Ki günü geldi bazen elif gibi de dikildik.
Sayende ölümün ceza değil, mezuniyet olduğunu öğrendik.
03.04.2015 tarihinde hayat okulundan senin de mezun edildiğini
izledik.
Usta, senin gibi bir AŞK adamını Mevlam aşkla karşılasın ve
ağırlasın, Mekanın Cennet, Melekler Arkadaşın Olsun…
ŞARKILARIN ÖKSÜZ KALMADI, HEPSİ BİZE EMANET!...
Sunay GÜLSOY
Basın Tanıtım Sorumlusu
farkindalikdergisi @farkindalik_drg
3
İçindekiler 16 Nisan 2015 Sayı:4
4. Ütücüler Hesabı – Şiir– Yelda KARATAŞ
5. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ
6. Sizi Gerçekten Mutlu Eden Nedir? – Deneme – Mehmet GÖKDOĞAN
8. Baharla Gel – Şiir – Gönül KARAARSLAN
9. Günaydın Sevgili– Şiir – Hüseyin YAYLA
10. Kingsman: Gizli Görev – Sinema>Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ
12. Ağustos Böceği – Deneme – Sunay GÜLSOY
15. Aşkı Ayrılıkla Nikâhladık – Şiir – Arzu Bahar KARAKAŞ
17. Biliyorum – Şiir – Cem TEPEKÖYLÜ
18. Unutuş Nehri – Şiir – Ceyda CEVHER
20. Kıymık – Şiir – Barış ÇELİMLİ
21. Sen Misin? – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ
22. Slave – Şiir – Harun HARPUT
23. İnsanlık Yaşadığı Müddetçe – Deneme – Özcan URTEKİN
24. Simone de Beauvoir – İnceleme – Serdar Serhat ALTAN
29. Bahar – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
37. Hâr Olmuş Yüreğim – Şiir – Birgül AL
39. Türk Halk Kültüründe Nevruz – İnceleme - Nurdan OFLAZOĞLU
45. Ben Sana Çağlarım – Şiir – Arzu TOK
46. Benim Adım Bahar– Şiir – Günsel İSLAMOĞLU
47. Sinestezya – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY
49. Bahar Gezisi – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal DURMUŞ
4
Yelda KARATAŞ
Şiir
Ütücüler Hesabı
Ütücüler Hesabı
kravatını bağlayamaz. korsan düğümü görmemiş gömlek
önü aydınlık bu aşkın hesabı romantik bir yemek
kim ütülüyor ama pazar sabahlarını. Yalnızlığımızdan ısıran hangi köpek. yorgun bir bakışın hüznü düşmüş çorbaya. sevmek güme gidecek
ama neden ısrarlı böyle herkes yalnızlığında. ne yapsın buna eski bir hatıra rengi mavi olsa da
kullandığımız diş macunu paylaştığımız şiirler
gece yarısı bir telefonun ucunda yine birlikte sevişsek
bir öpücüğümüzü copy paste etsek
meşgulüz dikiş dikmekten yorgunuz. Yalnızlıktan henüz hayır
ay ütüsü yapıyoruz uykumuzda eski aşklardan
caz müziğini de seviyor yeni adam ya da kadın aldatırken
diyoruz ki ona. Nitçe kim bizim bakkal kim bir deterjan
seviyorum seni yemişim geçmişini sen beni öpünce neler oluyor gece
hazırım işte erken ölmeye ama ölemem ısrar etme. Yaşamdan utanıyorum. Kapıdaki çöplükten kağıt toplayan kadından üç çocuklu
ve kendimden en çok hayatı ütülerken
dertlenme çağının çiçekleri artık açmıyor
uzun susuyor dişlerimin arası. Kına avucunda kapalı her yürek arkasında bir zulüm
öpmek istiyorum ama her ten aynı tatta
yani bu ütü meselesi önemli tabi ölüm beklerken bir kapı arkasında
ayakkabılarımı bağlamaya çalışıyorum ay'dan utanarak
bulsam gideceğim bir başka yatağa gider gibi Merih'e
ama orda kim öper ki beni
ilk okuldan liseye ayağa neden kalkar çocuklar
öğretmen sınıfa girince
asıl sorun şu; bu kahpe kravat bağlanmıyor tarihe
yalnızlık bir kıyı olsa yolunu keseceğim
ama gömleğim kirli saçlarım kısa
aşkın hesabını tutmuyor kimse
son ütücüler yolda
5
Sahir ÜZÜMCÜ
Şiir
…
…
Dalgaları karanlık denizin, geceden bile.
Kokusu deniz gecenin, denizden bile.
Kayık bakar göremez.
Nerede başlar deniz, nerede biter gece,
Sorar deniz;
“Maviliğim nerede?
Nerede yosunlu yeşilliklerim?
Çakıllarda köpüklerim vardı az önce, ya kokusu derinliğimin?”
Gece ağlamaklı, yalvar yakar;
“Ben miyim sebebi bunca yokluğun?
Sensin bu kokan, senin kokun, senin sesin, derinliğin, bana
rüzgarlarla gönderdiğin.”
Kayık dinler, susar, bekler, bilemez.
Korkar kalmaktan yine de gidemez.
Uyuşur heyecan, sürüklenir rüzgarda.
Karayı özler artık göremez.
Bir deniz kokulu kadın, derin desenleri.
Bir gece vakti erkek, yıldızların sahibi.
Ve bir deli rüzgar bu gelip geçen hayat.
Bir zavallı kayık.
Gün be gün uzaklaşan hikayeleri…
6
Mehmet GÖKDOĞAN
Deneme
Sizi Gerçekten Mutlu Eden
Nedir?
Sizi Gerçekten Mutlu Eden Nedir?
Zaman kavramıyla sınırlandırdığımız, başlangıcı ve sonu belli
olan şu hayat içerisinde sizi en fazla mutlu eden şey nedir azizim?
Her yazının ilk cümlesi fikri veren giriş cümleleriyle başlarken
sorularla başlanabilir peki? Pekala başlanır, hem de en uygun bir
biçimde.
İnsanların bir büyük bölümü sorulara cevaplar ararken biz ve
bizim gibi düşünen insanlar sorulara sorularla yanıt verip yeni
sorularla sorgulamalarımızı artırmaktayız. Tıpkı insanların mutluluk
nedir sorularına cevaplar ararken adeta birbirleriyle yarışması gibi
bizler de mutluluk nedir, mutluluğu daim kılan nedir diye sorular
soruyoruz birbiri ardınca.
Soruyorum size azizim, hangi başarı, hangi ödül, hangi övgü,
hangi kariyer, hangi manzara, hangi duygusal yakınlık, hangi hedefe
varış, hangi maddi kazanç sizi gerçekten mutlu kılar? Soruyu şu
şekilde de değiştirebiliriz esasen. Bizi mutlu edenden ziyade
mutluluğumuzu daim kılan, mutluluk hissini baki yapan şey nedir
azizim?
Bir dağ keçisinin bir tutam ot için dağın zirvesine ulaşması,
dilenlere aldırmadan çalının en ucuna tırmanıp otlanması gibi
insanoğlunun dünyevi ihtiyaçlarını gidermesi için her türlü zorluk ve
cefaya katlanarak hayatını idame ettirmesinde mutluluğun daim
olmasını sağlayacak asıl kavran ne olabilir ki? Gerek iş hayatımızda
gerekse sosyal hayatımızda bir şeyleri başarmak, hedefimize
ulaşmak veyahut önemli olduğu addedilen imkanlara sahip olmak bizi
insanın tabiatı gereği bizi mutlu kılar. Peki bu anlık ya da belirli
zaman süregelen mutluluk daim olmadığı için kısa süreli bu his için
uzun uzun uğraşmak ve neredeyse hayatımızı tabiri caizse bu
hedefe adamak ne kadar lüzumlu? Velev ki lüzumu vardır ve velev ki
hayatımızı sürdürmek için anlamlıdır. Peki öyleyse bizim gerçekten
mutlu edecek şey nedir?
Akıntının tersine kürek çekmeyip akıntıya yani çoğunluğun
sesine uyalım bu seferde. Soruları bırakıp cevaplar peşinde koşalım.
Bizi gerçekten mutlu eden kavramı arayalım. Bu arayışta evvela bu
arayışa nerden başlayacağımız önemli. Bir kavramı ararken
zıtlıklardan yola çıkmak daha akıllıca bir hareket tarzı olur.
7
Nasıl ki varlık kavramına ulaşırken hiçlik kavramından yola çıkıyorsak ve nasıl ki cezaları belirlerken
suçların niteliğinden yola çıkıyorsak “Mutluluk” kavramı için de aynı şey söz konusu, “Mutsuzluk”
kavramından başlamalıyız araştırmaya. Bu durumda en başta sorduğumuz soruyu değiştirmek elzem
oluyor. Bizi gerçekten mutsuz eden nedir? Mutsuzluğumuzu daim yapan şey nedir? Ve bu daim kılınan
mutsuzluk nasıl giderilir?
Sanırsam soruların cevabını ararken yanlış yerde, yanlış yönde, yanlış bir şekilde arıyoruz.
Maddesel kavramlar bizi ne derece mutlu edebilir ise yine aynı maddesel kavramların yokluğu da bizi o
derece mutsuz edebilir.
Bu mutluluk ve mutsuzluk hali sürece ve etkice görecelidir. Lakin hakikat şudur ki bu halet-i
ruhiyenin belirli bir vakti ve kişiye etkisi vardır. Madem bütün bu hisler sürece kısıtlı, öyleyse bu hırs bu
azim ve bu çalışma bu kadar çabalama bu anlık hisler için verilen bürük ehemmiyet ne kadar lüzumlu?
Zıtlık penceresinden bakalım bir de. Maddesel kavramların öneminin belirli anlarda verdiği hislerin
lüzumsuz olduğu aşikar, peki manevi kavramların (aşk gibi, dine yönelmek gibi, ilim deryasında olmak gibi)
mutluluklarla daim olduğuna dair örnekler var mı hafızalarımızın derinliklerinde? Zihninizden neler geçiyor
bilemiyorum amma velakin benim zihnimden geçenleri önümüzdeki sayımızda bulacaksınız.
O halde sözü kısa kesmek gerek vesselam.
8
Gönül KARAARSLAN
Şiir
Baharla Gel
Baharla Gel
Bu güneş bir başka doğsun dağlara
Yeniden ulaştım gençlik çağlara
Âşıklar elinden çıktım bağlara
Âzizim yine bana baharla gel.
Tepelerden düzlüklere ulaştım
Sevda denen illetlere bulaştım
Güneş ile çimen ile karıştım
Yeni gün yine bana baharla gel.
Yaşım gençtir inan benim özümden
Denizler mavidir iki gözümden
Geçer miyim sandın kendi sözümden
Ey yâren yine bana baharla gel.
GÖNÜLÜM, eğmem ki hilal kaşını
Bölüşürüm senle ekmek aşını
Eller arasına alıp başını
Cânânım yine bana baharla gel.
9
Hüseyin YAYLA
Şiir
Günaydın Sevgili
Günaydın Sevgili
Senin o güzel yüzünle uyandım bugün.
Güneş bile fersizdi bu esnada
Baharın ilk günüydü
Bir gün öncesinde ne üşümüştük ama
Yolda yürürken
Biraz daha sokuluyordun bana ısınmak için
Ve ben biraz daha mutlu oluyordum seni sımsıkı sardığım için.
Senin o güzel kokunla uyandım bugün.
Odam, çiçek bahçesi gibiydi
Pencereyi açamadım, bu kokuyu doğayla paylaşmamayım diye
Zaten bahar gelmişti bana artık
Papatyalar açtı içimde
Varlığındı gönül bahçemdeki çiçekleri sulayan.
Senin o güzel sesinle uyandım bugün.
Hiç duymadığım nağmeler diziyordun
“Günaydın” demiyor âdeta şarkılar söylüyordun
Bebeğinden “anne” sözcüğünü duyan anne kadar mutlu
Baba kucağında uyuyan çocuk kadar huzurluydum.
Senin uçurumları düz eden
O güzel gözlerinde uyandım bugün.
Gün daha bir ağarmıştı sanki
Gönlümün yoluna ışık saçarak yönümü bulmamı sağlıyordu
Karanlık lügatimden silinir olmuştu.
Seninle uyandım bugün.
Günaydın sevgilim…
10
Mehmet ARSLANTAŞ
Sinema – Eleştiri
Kingsman: Gizli Görev
Kingsman: Gizli Görev
Film, birlikte gizli göreve gittiği arkadaşının hatası sebebi ile
hayatını yitiren bir adamın 17 yaşındaki oğlunun başından geçenleri
konu almaktadır. Eggsy (Taron Egerton) henüz çocukken babasını
kaybeder ve babasının çalıştığı birim tarafından aileye bir madalya
takdim edilir. Bu madalyanın arkasında zor durumda kalındığında bir
defaya mahsus olmak üzere aranmak için kodlanmış telefon
numarası bulunmaktadır.
Zaman geçer ve Eggsy 17 yaşına gelir. İşsiz ve aylaktır.
Eğitimi yarım kalmıştır. Annesi ile birlikte onun kabadayı sevgilisi ve
küçük kızkardeşiyle birlikte yaşamaktadır. Hemen her gün evde
kavga gürültü eksik olmazken annesinin sevgilisinden de şiddet
görmektedir. Bir gün arkadaşları ile barda otururken annesinin
sevgilisinin serseri takımı arkadaşlarıyla karşılaşır ve kavga etmemek
için mekanı terk eder. Fakat bu durumu gurur yapan Eggsy çıkışta,
grubun arabasını çalar ve karakola düşer. Tam bu sırada boynundaki
madalyonu fark eder ve yardım için arkasındaki numarayı arar. Ve
beklenen yardım gecikmez, Eggsy karakoldan kurtulur.
Çıkışta bir Kingsman ajanı olan Harry Hart (Colin Firth) onu
beklemektedir. Hayatını Eggsy’nin babasına borçlu olan bu ajan vefa
borcunu ödemek için elinden geleni yapacaktır. Çalıştığı birim ile ilgili
Eggsy’e bilgi veren ajan, onu da kendi birimlerine dahil etmek için
ikna etmeye çalışır.
Teklifi kabul eden kahramanımız bir dizi aşamadan geçer.
Tam oldu derken son görevi yerine getiremez ve birimden
uzaklaştırılır. Her şey bitmişken çok sevdiği ajan Harry Hart’ın
insanlığı bir virüs olarak gören ve dünya nüfusunu azaltmak için
ölümcül bir plan kuran telekomünikasyon şirketi sahibi (Samuel L.
Jackson)tarafından öldürülmesiyle, Eggsy kendini büyük bir
mücadelenin içinde bulur. Giriştiği büyük mücadeleden başarı ile
çıkan Eggsy artık hem dünya insanlarının hayatını kurtaran bir
kahraman hem de başarılı bir Kingsman ajanı olmuştur.
Çizgi romandan beyaz perdeye uyarlanan ve yönetmen
koltuğuna Matthew Vaughn’nin oturduğu Kingsman: Gizli Görev,
aksiyon dozu yüksek bir casusluk filmi. Gelecek vaad eden bu film
oldukça eğlenceli olmasının yanı sıra, saldırı için kullanılan
metaryaller bakımından düşünüldüğünde izleyici üzerinde James
Bond etkisi yaratıyor. Şemsiye kalkanlar, silah kalemler, çakmak el
bombaları… Sadece bu kadar da değil, ajanların şıklığı ve görseli de
neredeyse Bond ajanlarının kopyası.
Öte yandan başarılı bir uyarlama olan film, aksiyonun dozunu
özellikle ikinci yarıdan sonra hiç düşürmüyor. Dövüş sahneleri
oldukça estetik ve başarılı.
11
Ajan Harry Hart karakterine hayat veren Colin Firth’ün performansı izlenmeye değer. Son dönem
sempatik kötü adamlara bir yenisini ekleyen filmin siyahi oyuncusu Samuel L. Jackson, izleyici tarafından
hem nefret edilen hem de sempati duyulan bir karaktere dönüşüyor.
Filmin alaycı ve abartılı üslubunu diğer abartılı casusluk filmlerine gönderme olarak da algılamak
mümkün.
Fakat özgün tarzını yaratmayı başaran bu film, karakterleri ve özel efektleriyle farklılığını ortaya koyarak,
kendi kimliğini oluşturmayı başarıyor. Sonuç olarak sinema seyircisi için izlenmesi keyif veren bir iş ortaya
çıkıyor.
12
Sunay GÜLSOY
Deneme
Ağustos Böceği
Ağustos Böceği
Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve de mor
renklerinin hep beraber benim için oluşturduğu gökkuşağından
kayarak onların evini ziyaret ederim. Halini, hatırını sorarım. Beraber
süt içeriz. Yağmur sonrası sabahlarda kahvaltı yaparım onlarla.
Bulutların üzerinde sisli beyaz, yumuşacık dokusuyla öğle uykusuna
dalarım. Geceleri ay dedenin kucağında sallanırım. Yıldızların
ışığında saklambaç oynarım. Küçük göller siluetimi yansıtan camdan
ruh evimdir. Rengarenk minicik bedenli, küçük kalpli ama özgür
yürekli balıklar. Derinliğinde ruhumun açılmamış kanatları vardır…
Güneş arabalara yol verir mi? Çalar saat çalarken suyun içinde yüzer
mi? Kaplumbağa ile tavşan karpuz dilimiyle tahterevalli yapabilir mi?
Uğur böcekleri koşarak birbirini takip eder mi? Uçurtmalar insana
gülücük gönderir mi? Eğer dokuz yaşındaysanız bunların hepsini
yaşıyorsunuz demektir. Ben Ishaan. Diğerlerinden artı bir farkla
dünyaya gönderilen Ishaan Awasthi.
Karınca çalışkan, Ağustos Böceği tembeldi ya hani. Karınca
yazın sürekli sıcağın altında didindi, uğraştı yiyecek topladı. Ne de
olsa o çalışkandı. Ağustos Böceği de vur patlasın çal oynasın dedi,
saz çaldı, oynadı. Kış geldi. Karınca evinde rahatça yaşarken,
Ağustos Böceği dışarıda soğuktan üşüdü. Çalmadığı kapı kalmadı,
kimse ona kapısını açmadı. Açılan kapılar da suratına kapandı. O
zaman ne yapmalıydı? Ağustos Böceği gibi saz çalıp
oynamamalıydı. Cebir, fizik, geometri anlayacağınız bütün derslerde
Yohaan abim gibi Karınca olunmalıydı. Benim gibi Ağustos Böceği
olunmamalıydı.
Beni sürekli düzen kafesinin içerisine koymaya çalışan
babamdan kaçmaya çalışıyor, kafesten her çıkışımda özgürlüğümü
yakalıyorum. Etrafım çevirili demirlerden oluşsa da ben resim
yaparak demirleri kemiriyorum. Özgürlüğüme kanat çırpıyorum.
İnsan anlayamadığı, algılayamadığı, yorumlayamadığı şeyleri
beynine nasıl yerleştirebilir ki. Benzer harfleri karıştırıyorum. Ayırt
etmekte zorlanıyorum. Harfleri tersten yazıyorum. Çoklu yönergeleri
takip edemiyorum. İnce devinimsel hareketleri yapamıyorum.
Toplama işlemini beceremiyorum. Ne kadar istesem de, Yohaan
abim gibi olamıyorum. İşte bu yüzden; Ben APTALIM, SALAĞIM,
ANORMALİM, BECERİKSİZİM HATTA UTANMAZIM! Düzeninizin
oluşturduğu hipodromda…
Topu kaçan arkadaşımın topunu veremediğim için kafası taşa
çarpılanda benim. Suçsuz olduğum halde, babamdan tokat yiyende,
haklıyken haksızlığıma inandırılanda. Böyle olduğum için, gözümden
süzülen yaşlara aldırmadan beni terk etme yalanını söyleyen
babamın yaptığını da hak ediyorumdur nihayetinde. Defalarca “Söz
veriyorum babacığım, bir daha yapmayacağım.” desem de, içimdeki
fidanın ilk dalını kıran babamdı. Onun yaptığı doğrudur tabii. Annem
ne kadar o fidanın kırılmaması için kendince çaba sarf etse de,
dönüşü olmayan bir hayat beni bekliyordu.
13
Hayal gücüyle çalışan bir yaşam neden gerçeğe uyanmak istesin ki? Zamanın kölesi olmak mı
bu kadar cazip… Kelebeklerle koşarken, ağaçlarla tartışırken, elimde fırçamla dünyanızı boyamaya
çalışırken, neden düğüm haline gelen düzeninizin kölesi olayım ki? Özgürlüğümü idam sehpasının üzerine
çıkarmak için mi?
Neden illaki karınca olmak gerekiyor. Ağustos Böceği de saz çalıp oynayarak para kazanır belki…
Hayatına böyle devam edemez mi? Ağustos Böceği yetenekli değil mi? Hem karıncalar şarkı söyleyip, saz
çalabilir mi? Tüm böcekler karınca olacaksa diğerlerinin ne anlamı var ki? Dokuz yaşındaki bir çocuktan
düzeni kurtarması nasıl beklenir ki?
Babamın beni kimsesizliğimle ödüllendirdiği gün, yeryüzündeki özgürlük suyumu kana kana içtiğim,
bağımsızlığıma havalandığım o gündü. Matematik ödevini yapmadığım için, kurduğu cümlelerle beynimi
sürekli ağaçkakan gibi tırmalayacak olan öğretmenimden kaçtım. Sokaklarda ifşa edilmedik yer
bırakmadım. Sanki satranç tahtası üzerindeyim. Şah, vezir, kale, fil, at, piyon… Düzenin başkahramanları.
Gökyüzüne doğru merdiven kurmuş bir piyonun, elinde fırçasıyla evreni boyayacağını düşünürken,
suratıma bir beyaz boya damlası geldi. Boyadığı evi beyaz yerine neden renk cümbüşüne sokmadı ki?
Uyurgezer gibi satranç tahtasıyla imgeleştirdiğim tahtanın kareleri üzerinde yol alıyordum. Baba atın
omuzlarında dondurma yiyen yavru tayı görünce seyre daldım. Çünkü babam hep şahtı ve ben hiç onun
omuzlarında dondurma yiyemedim.
Eve gelen kaçak günümün kâğıdını gören annem ve babam bir soluklarını benim yanımda, diğerini
de okulda almışlardı. Öğretmenlerim, başarısızlık defterimi cümleleriyle dolduruyorlardı. 3x9= 3 eder mi?
Evet bence eder. Yirmi yediyi herkes bulur. Önemli olan bu işlemin sonucunun üç olduğuna inanmak ve
inandırmak. O soruyu çözebilmek için var gücümle çalıştım. Korkusuz Kaptan Ishaan olmuştum. Görevim
3. Gezegen Dünya`yı güneşten kurtarmaktı. 9. Gezegen Plüton’u güneş sisteminden çıkardım. 3 yazılı
dünyayı 9`a çarptım ve 3. Gezegen Dünya`yı kurtardım. Gerçi şampiyonluğum kısa sürdü. Babamdan beni
Aqualand`a götürmesini istedim. O beni yatılı okula götürdü. Hadi babam beni götürdü. Ya annem, benim
için kariyerini bırakan annem, elleriyle acılarımı gülümseme yağmuruna boğan annem… “Beni
Göndermeyin!” Diye kurduğum haykırışıma kulaklarını kapatan annem, yalvarışlarımı duymayan annem.
Rüyamda kaybettiğim annemi de, bir türlü kalbinin kapısını defalarca çalmama rağmen açmayan babamı
da, Yohaanı da… Yatılı okulun önünde, çalışan arabanın motorunun sesiyle irkilerek kaybettim ben…
Kalabalıklar arasına terkedilişimin acısını taşıyamayan küçük bedenim ateşler içinde bir o yana bir bu yana
savruluyordu. Ateş her dakikada daha da korlanıyor ruhuma küllerini savuruyordu. Yetim bırakılmıştım,
karanlığın koynuna… Hâlbuki en çok karanlıktan korkardım ben… O gece yatmayacağım koynuna diye
inatlaşsam da karanlıkla, ağlasam da sonra alışmıştım varlığına… Bir şampiyonun korku faresi haline
dönüştüren ailem, bıraktıkları eserlerini ziyarete gelmişti. İçimde korku filmleri peş peşe sahneleniyordu.
Harflerden, rakamlardan oluşan örümcekler, yılanlar sürekli beni öldürmeye çalışıyordu. Kaçıyordum ama
kendimi hep başlangıç çizgisinde buluyordum. Artık ne acı, ne his hiçbir şey kalmadı. Konuşmuyordum,
uyuyordum, yemek yiyordum. Anlamadığım dersleri dinliyordum. Düzeninizin bir piyonu olmuştum.
Bir gün sihirbazların gerçek olduğunu gösteren birisi Ram Shankar geldi. Sanat öğretmeni. Onun
sihirli bir çubuğu yoktu ama sihir üstü güçleri vardı. Solomon adalarındaki ağaçların bir tanesinin ben
olduğuma inandı. Bu adalarda yaşayan insanlar tarım alanı oluşturabilmek için ağaçları kesmek yerine
onların etrafını sarıp, lanet okuyarak hakaret ederlermiş. Ağaçlarında yaprakları solar, kendi kendilerine
ölürlermiş. Ölen bir ağaç dirilir mi? Yeşilin tüm renkleri kaplar mı ölen bedenleri? Kaplarmış demek ki.
Albert Einstein, Leonardo Da Vinci, Thomos Alva Edison, Pablo Picasso, Walt Disney, Agatha
Christe… Hepsi de benim gibi okuma yazma sorunu yaşayan ünlü insanlarmış. Ağustos Böceği olmak kötü
değilmiş. Benim gibi olanlar da başarı ödülünü alabiliyorlarmış.
14
9 yaşında bir çocuğun zorla kilitlenerek, terk ettirilen ruhunun sandık anahtarı ondaydı sanki…
Anahtar üç şeyden oluşuyordu. Güven, sevgi, ilgi… Bana bir türlü güvenmeyen babama bu anahtardan
bahsetti. Artı bir farklı oluşumdan… Ah babacığım kabullenemedi… Yaşam renklerimden oluşan sepeti
bana geri getirdi. Resim yaparak, kuma yazarak, merdivenlerle sek sek oynayarak harfler ve rakamların
oluşturduğu kâbuslarımı yok etti. İçinde çocukluğumun, tüm renklerin raks ettiği suyun içine aniden
dalıverdi. Terk edilen Ishaanla, şimdiki Ishaan arasında sevgi köprüsü kurdu…
Ağustos Böceğini ünlü yapmayı kafasına koymuştu. Ama bu Ağustos Böceği resim yapıyordu. O
gün güneşin doğuşunu izlemek için çok erken saatlerde kalktım. Nihayetin de yapılacak resim yarışması
için hazırlık yapmam gerekiyordu. Biraz geciksem de vaktinde yarışmadaydım. İçimde sabah beynime
kazıdığım her şeyi tuvale resmetmeye başladım. Kokusuyla benliğimi okşayan yeni açan çiçekleri, suyun
altında oyunlar oynayan balıklarımı, doğayı, benim evrenimi çizdim. İçimdeki güneşin yeniden doğuşunu
yaptığım resimle izledim. Ram Shankar ise kahkahalarıyla yüzünü yeniden aydınlattığı Ishaanı, yani beni
çizmişti. İlk kez birisi benim resmimi yapmıştı. Adımı bağıran alkışlar içinde duyunca inanamadım.
Başardım işte… Yohaan gibi Karınca olamadım ama, Ağustos Böceğinin şanını kurtardım.
Babam Şah`dan, Mat`a dönüşünün acısını benim başarım sayesinde unuttu. Nihayetinde satrançta
Şah, aynı zamanda oyunda en güçsüz taştı. Ailemle gitmeye hazırlandığım tatil yolunda son bir kez Ram
Shankar`a koştum. Atladım kucağına, uçurdu beni sihirli kanatlarıyla, yüzüm güldü varlığıyla. Nihayetinde:
“BİR ÇOCUK GÜLDÜ! TÜM DÜNYA O MASUMİYETLE KAHKALARA BÜRÜNDÜ!”
2007 yılında vizyona giren, Yerdeki Yıldızlar “Her Çocuk Özeldir” filmindeki Ishaan karakterinden
esinlenerek yazılan bu denemenin tek bir amacı var. Ishaan Disleksi adı verilen öğrenme bozukluğu
rahatsızlığına sahipti. Temennim, Yaradan’ın özel lütfuyla dünyaya gözlerini açan bu yavrularımızı
ötekileştirmek yerine bütünleştirerek oluşturacağımız güzel sevgi dolu yuvalar kurulması. Ayrıca her
çocuğumuzu karıncalaştırmak yerine, içlerindeki Ağustos Böceklerine de fırsat tanıyalım. Onlar bizim
yıldızlarımız., Bırakalım….
BİR YILDIZ PARLASIN, TÜM DÜNYA AYDINLANSIN…
Sevgiyle…
15
Arzu Bahar KARAKAŞ
Şiir
Aşkı Ayrılıkla Nikâhladık
Aşkı Ayrılıkla Nikâhladık
Acının telvesi çöktüğünde yüreğime, fark ettim ki; el yordamıyla
bulduğum, yalınayak bir sevdaymış...
Ve gitmeliydin
Tüm ağırlığıyla bizi saran
Söylenmemiş
Dillenmemiş
Yok saymaktan bıkmadığımız
Yalnızlığın hatırına…
Biliyorsun,
Üzerine ölü toprağı serpilmiş bir sevdayı
Ayağa kaldırma çabasıydı
Nafile çırpınışlarımız
Ve ürkek yavru kuş çığlığıydı
Son sevişmemizden kalan kulaklarımızda
Yorulduk taşımaktan ağırlığını bu sevdanın
Anlamadım, anlamadın
Anlamsızlaştım
Rengi solmuş,
Griye dönmüştü kara sevda
Oysa dışarıda bahar
Oysa hayat tomur tomur, patlayan her dalda.
Bizde, yaza gebe her baharda
Biraz daha hırpalandı sevda
Sevda müşahede altında
16
Bir gün batımıydı geldiğinde
Benim eteklerimde sevda yükleri
Senin avuçlarında yüreğinden geriye kalanlar
Aklımızda hiç yaşamayıp
Harf sayısıyla öğrendiğimiz sevda...
Zaten yalnızlıklarla gelmemiş miydin bana?
Bavulunda yurtsuz, mülteci sevdalar
Yaşadığın tüm aşklardan kesikler yüreğinde
Bu gün dokunsam hala kanar...
Acının harelendiğini gözlerinde öğrendim
Biriktirdiğin acılar hare hare gözbebeklerinde
Sıcacık bakarken bile, bıçak pırıltısı acılar yansır
Çocuk gözlerinde
Sesinden gölgenin düşmediği,
Puslu akşamlarda anlatırdın masal gibi sevdaları
Güneşin dağlara yaslandığı anlarda,
Mırıldanan sesinin yanında rüzgâr uğultusu kulaklarımda
Çok sonra öğrendim,
Peri masallarının mutlu bitmeyen sonuydun sen.
Sen...
Ödünsüz / ödülsüz sevdaların başrol oyuncusu.
Meleklerin kulaklarına fısıldadığım yemindi adın,
Tanrı'nın bile duymasından korktuğum.
Yüreğimin göç yollarında konakladığı en güzel iklimsin derdin.
Geldin,
Sevdin,
Bittin...
17
Cem TEPEKÖYLÜ
Şiir
Biliyorum
Biliyorum
Biliyorum 'AŞK' sın sen
Nerede olsa tanırım seni...
Içimi yakan gülüşünden,
Yüreğimi titreten ses tonundan,
Çekim gücünün etkisinden,
Nefesimi kesen bakışlarından,
Sihirli Dokunuşlarından,
Kokundan tanıyorum seni...
Biliyorum 'AŞK' sın sen
Aklımı başımdan alıyor ve
Beni deli ediyorsun...
18
Ceyda CEVHER
Şiir
Unutuş Nehri
Unutuş Nehri
Ufak bir yer
İsteği;
Hiç bir kilit,
Hiçbir gardiyan yok:
-Dokun, Yokum.
Dokularımın kapısı açık!
Bir kaç iç çekiş…
Trenlerin yüzümden geçtiği
Bir kaç adam;
Yüzleri panayır balonları
İçim içinde Asri mezarlık!
Aynı giyotin tutar mı başlarımızı?
Aynı yolda mıyız?
Tabanlarının ağladığı dermanım
Eskitir ayini yollarımızı
Ağlatmayın beni, hiç bize çıkmaz bu yollar.
Yabancıyız…
19
Sokağın yağmuru
İçimde yağan yağmura
Benzemiyor, yabancıyız.
Tutsağız;
Bakir beceriksizliğimize
Avuçlarımız hiç olmadığı kadar hissiz
Tutuşmaktan mahrum ellerimiz;
Sınanmamış acılarımızın
Kepazesiyiz.
Süt bozulursa neye dönüşür, Lethe? (*)
Unutmuşuz;
Her yağdığında
Kardan adamların sokak başlarını tuttuğu vakit?
"Her insanın tanrısı, ancak kendisi kadar zekidir."
Biz sevdiğimiz kadar zeki
Sevildiğimiz kadar merhametli olabilirdik
Unutmuşuz!
Kanamaktayız,
İncir ağacından süt akar gibi
Hangi memende bıçaklandık biz?
Hıncımızı sırlayıp kadimden
Hangi çarşaf deniz anlatır?
Beklemekteyiz;
Yeni yakılmış sigara tüterken
Masada yarım bırakılmış kitap
Erken uyutulup;
Keskin bakışların peri kızının kasıklarında elma
yediğini görmemiş çocuklar gibi
Kanamalı lohusa şerbetlerinde doğurgan fanilerin
çuvalıyız.
Vazgeç bizden;
Hiç doğmayacağız belki
Yediremeyeceğiz;
Sevdiğimizin kekeme gözlerini
İki ordövr arasında iğdiş edilişini.
* Lethe, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasında (Hades) akan nehirlerden biri. Bu nehrin suyundan içen
gölgeler (ölülerin ruhları) dünyada yaşamış oldukları geçmiş fani hayatlarına dair her şeyi unuturlardı.
20
Barış ÇELİMLİ
Şiir
Kıymık
Kıymık Şiir de bir yere kadar Dile kıymıksa söylenen Yaşanan kalbe mızrak Ey düştüğüm kuyular! Sizlerden daha derin bir türküden çıktım ben, Şiirim göz göz olmuş dilime dizgin acı, Nefesime sıvanmış İsyanımın külleri. Küfrümü kurutmazdım sesim boğulmasaydı, Sözümü unuturdum susuşum olmasaydı. Ekmeğin tuz telaşı soframa sürgün olmuş Sesimi arıyordum Dilim kaybolmuş. Umut da bir yere kadar Kanadını bir serçeye vermiş atmaca İkisi de uçamıyor Kokusunu ardıçla değiştirmiş gül İkisi de utanıyor. Çok uyudum sıcak koynunda şiirin Kovuldukça hayatın yatağından, Sığınacak ne var ki? Gün muhbir gece sansar Orda burda vurulurken çocuklar Acıyla harmanlandım Şiir uyandırdı beni sayıklıyorum diye Oysa alçak ölümlerden Çocuk ayıklıyorum. Şiir de bir yere kadar Söylenir o yere kadar.
21
İsmail Can KARAKUŞ
Şiir
Sen Misin
Sen Misin
İçimde duruyorsun dondurulmuş bir gövde gibi
Sıcaklığını kaybettiği her hâlinden belli bir üveyik yavrusu gibi
Sondan bir önceki soğukluk bu
Yada asla bir daha kazanamayacağın çaresiz bir yitiriş
Eşya da olabilir bu, yürekten giden de
Ama kesin olan bundan sonrası her şey boş ve havada
Saatleri geyiklere göre ayarlamak bundan sonra mühim değil
Hatırlar mısın ne çok severdik eskiden gün ışığını
Sahip olamadıklarına daha bir hayranlıkla eğiliyormuş insan aslında,
hepsi bu
Şimdi daha iyi anlıyorum sabah uykusunu
Işık düşüyor üstüme ve iç çekiyor yanı başımda bir yetim
Bu sen misin?
22
Harun HARPUT
Şiir
Slave
Slave
What turns a gentleman off
is not the torments that life poses on one’s way,
but is the very idea
that he will have to lose his ability to love
endowed by something unknown
which is highly probably closely associated
with the essence of love
for which I am the slave …
23
Özcan URTEKİN
İnsanlık
Yaşadığı Müddetçe
Sayın Farkındalık
dergisi okuyucuları;
Bu sayıda da sizlere
halk oyunlarının insanlar ve
toplum üzerindeki faydalarını
detaylandırarak sizlerle
paylaşacağım.
İnsanlık Yaşadığı Müddetçe
Kültür, nasıl ki toplumun kendini var edebilmesi için
kaçınılmaz bir yöntemse halk oyunları da kültürün kendini
gerçekleştirebilmesi için bir araçtır. Bu aracın yüzyıllar hatta
binyıllardan beri yaşaması ve insanlığın tükenmeyecek bir mirasına
evrilmesi aynı zamanda bir amaca dönüştüğünü gösterir bizlere.
Şamanist kültür egemenliğindeki ilkel toplumlardan değişen ve
gelişen 21. yüzyıl dünyasına kadar değişmeyen şey: halk oyunlarının
dinamik bir süreç içerisinde hala var olduğu gerçeğidir. Bu gerçek
toplumun her katmanında yaşatılmakla beraber en çok da insanlar
arası iletişim becerilerinin kuvvetlendirilmesi, beden dilinin ve
karakter farkındalıklarının sağlanması, küçük yaştaki çocukların
psikolojik ve fizyolojik anlamda sağlıklı büyümelerinin sağlanması
gibi konularda ehemmiyet kazanmaktadır.
Halk oyunlarının faydaları sayılmakla tükenmemekle beraber,
bu aktivitenin bedensel ve ruhsal olmak üzere iki başat faktörünün
belirleyici olduğu kabul edilerek işe başlanabilir. Halk oyunlarıyla
ilgilenen on sekiz yaş altı gençlerin işitsel, görsel ve sosyal
zekalarındaki gelişim öyle belirgindir ki bugün dans, dünyanın birçok
ülkesinde matematik, fizik gibi derslerden çok daha önce ve uzun
süreli veriliyor. Topluluk içerisinde hem bireysel olarak hem de
kolektif olarak yer alma becerisi kazanan çocuklar okul hayatlarında
kendilerini ders ve sosyal koşullara en uygun şekilde adapte edebilen
çocuklar olarak başarılı oluyorlar. Üstelik televizyon ve telefonun
dünyayı daraltan, yaratıcılığın sınırlarına gölge düşüren anlayışına
karşın halk oyunlarına aktif bir şekilde katılan çocuklar yaratıcı
zekâları yüksek, gözlem yetenekleri aşkın çocuklar oluyor. Gelişimin
tek adresini halk oyunlarında görmek eğilimi değildir burada sözünü
ettiğimiz. Ancak halk oyunlarının gelişim süresince oynadığı rol
toplumsal ve kültürel anlamda zengin bir birikimle yetişen insanlar
yaratacak ve bu sayede çocuklar hemen her alana yayılan bir şekilde
farkındalığa sahip olacaktır.
Kuşkusuz sözünü ettiğimiz gelişim için çocuk denecek yaşta
olmak zorunlu değildir. Halk oyunları,; her yaşın, her başın en
önemlisi de kendini ona emanet edenin kolaylıkla emanet alabileceği
bir uğraş, daha da doğrusu yaşamdır. Geçmişten kalanı geleceğe
ulaşacak olanla harmanlayıp unutulmayacak bir tarihin silinmeyecek
bir parçası olmak, hayatlarımıza her daim daha fazla anlam kılacak
ve kuşkusuz dünyayı daha yaşanılabilir bir yer yapacaktır. Bedeni ve
ruhuyla kendisine ve topluma ait olan insan; doğaya, tarihe, sanata
ve bilime de ait olacak tüm bunları ortak bir insanlık tarihinde ele
alabilecektir.
Halk oyunları, size yeni bir kapının ve herkes için mümkün bir
dünyanın anahtarını sunmaktadır. Farklılıkların hor görülmediği, her
insanın içinde yer alabildiği, nefes alabildiği bir evren sunar. Müziğin
evrenselliği, yerel olanın çeşitliliği, farklı insanların bir bütün olarak
güzelliğiyle böyle bir dünya halk oyunları sayesinde mümkündü,
mümkün ve mümkün olacaktır. İnsanlık yaşadığı müddetçe…
24
Serdar Serhat ALTAN
İnceleme
Simone de Beauvoir
Simone de Beauvoir
‘‘Beyniyle yazıp, kalbiyle yaşayan özgür bir kadın’’
Simone de Beauvoir 9 Ocak 1908’de Paris’te Georges Bertrand ve Françoise (Brasseur) de Beauvoir çiftinin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Geleneksel bir ailenin büyük kızıdır. Otobiyografisinin ilk bölümünde (Bir Genç Kızın Anıları) dinine ve ülkesine bağlı ataerkil bir ailenin sorumluluklarla donatılmış kızı olarak yaşadığı dönemden bahseder. Kişiliğinin koyu katolik annesinin ve bilinemezci babasının karşıtı olarak şekillendiği söylenebilir.
Çocukluk ve ergenlik çağını etkileyen iki ilişkisinden biri kardeşi Helen diğeri arkadaşı Zaza ile olan ilişkisidir. Helen’in küçüklüğünden itibaren ona sürekli bir şeyler öğretmeye onu yetiştirmeye çalışmış ilişkisinde öğretici bir kaygı içinde olmuştur. Zaza ise trajik yaşamı ve ölümü ile Simone’nun karşılaştığı ilk sorunu oluşturuyordu.
Matematik ve felsefede Baccalauréat sınavını geçtikten sonra Katolik Enstitüsü’nde matematik öğrenimi ve Saınte Marie Enstitüsünde yabancı dillerde yazın eğitimi gördü. Daha sonra Sorbonne’da felsefe eğitimi aldı. 1929’da seçkin Ecole Normale Superieure’ye kayıt olan ve Sorbonne’da kurs almakta olan Jean-Paul Sartre ile tanışır. Beavuvoir’un Ecole Normele’de eğitim gördüğü yanlış ve yaygın olan bir bilgidir. Ancak bu okuldaki Sartre ve felsefe gurubundaki diğer insanlar tarafından iyi tanınmaktadır. 1929’da felsefede Agregation başaran en genç öğrenci olur. Sartre o yıl birinci olur, Simone ise ikinci. Sorbonne’da iken hayatı boyunca bilinecek lakabı Castor(Cesur)’u edinecektir. 1943 yılında Simone Konuk Kız (L'Invitée) adlı Rouen okulundaki öğrencilerinden Olga Kosakiewicz ile olan kronik lezbiyen ilişkisinin öyküsünü yayınladı. Bu öykü aynı zamanda de Beauvoir ile Sartre arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ilişkinin bu üçlü ilişkiden nasıl zarar gördüğünü anlatır.
Ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra De Beauvoir Sartre’ın Maurice Merleau-Ponty ve diğer arkadaşları ile kurduğu Modern Zamanlar (Les Temps Modernes ) adlı politik gazetede çalışmaya başladı. De Beauvoir bu gazetede kendini geliştirdi ve ölümüne kadar editör olarak çalışmaya devam etti.
25
Belirsizlik Ahlakı Üzerine (Pour Une Morale de L'ambiguïté , 1947) kitabında Fransız varoluşçuluğu etkileri fark edilmektedir. Kitapta çok sade bir biçimde Sartre’ın olmak ve hiçlik felsefeleri arasındaki geniş açıyı göstermektedir. De Beauvoir bir biseksüeldir.
Bu Fransa’da iki ayrı kitap olarak basılan İkinci Cins kitabına da ilham olur. Bu çalışma Amerika’da da The Second Sex olarak yayıncı Alfred A. Knoph’ın karısı Blance Knopf ‘un tavsiyesi üzerine Howard Parshley tarafından çevirilerek yayınlanır. 1983 yılında Sonning Ödülün’ü almıştır.
Simone De Beauvoir deyince, akla üç kelime geliyor: deneyim, kadın ve Sartre.
Deneyim, Beauvoir’ın felsefe anlayışındaki, ki bunun varoluşçuluğa bağlı bir felsefe olduğunu
biliyoruz. Küçük bir çocukken Tanrı’yı reddetmesi, hiç kuşkusuz deneyimin önemine yönelmesindeki en
büyük adım olmuştur.
Çünkü sonsuz ve ölümsüz bir dünya; yaşadığımız dünyayı değersizleştiren ve onda, diğeri için
yaşamamızı öğütleyen şeye tekabül eder ve yaşantıları önceden düzenlemiş Tanrı ise; insanın yaşam
mücadelesini önemsizleştirir, tecrübeyi beyhude kılar. Beauvoir, bunları reddederek yaşanılan şeyin, insan
için taşıdığı öneme eğiliyor ve felsefenin deneyimlenmemiş şeylerden yola çıkmasını yadsıyor.
Bu varoluşçuluk için aslında bilindik bir nokta. Beauvoir da “İnsan varlığı, planlar şeklinde var olur”
der ve bu planların belli amaçlar uğruna gerçekleştirildiğini, bunun da insanı özgürleştirdiğini savunur.
Beauvoir’da asıl ilginç olan, bunun oldukça cesur bir kadın tarafından incelenmesidir. Çünkü Beauvoir ‘kadın olma’ yolunda çabalar. Dış dünyaya ait olan, etkin ve aktif olan şeyin erkek; içeriye ait, edilgen ve durağan olan şeyin kadın diye gruplaştırıldığı dünyada O, gerçek kadını keşfetmek ister.
Onun da yazdığı gibi kadının geleceği zaten belirlenmiş bir gelecek tıpkı Tanrı’nın belirlediği kabul
edilen gelecekler gibi. Bu gelecekte evlilik var; “Birçok kadın ya evlidir, ya bir zamanlar evlilik geçirmiştir ya
da evli olmadığı için acı çekiyordur.”. Bu da tabi ki deneyimleri kısırlaştıran, yaşamayı sınırlayan ve
dolayısıyla özgürlüğü daraltan şeyler. Beauvoir evliliği reddeder, felsefesini ve kitaplarını da deneyimleri
etrafında kurarak, özyaşamöyküsel birçok eser verir. Yine de en büyük eserinin yaşamı olduğu söyler.
Yazarın bu eseri 1949’da Fransa’da yayınlanmıştır. Freudcu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk göze çarpar. Varoluşçulukta olduğu gibi de Beauvoir temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” prensibine ulaşır.
Araştırmaları diğer kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Kadınların diğer olarak tanımlanmasını ve mevcut sosyal konumunu, gördüğü baskının temeli olarak nitelendirir De Beauvoir tarihte her zaman kadının sapkın ve anormal canlılar olarak görüldüğünü iddia eder ve Mary Wollstonecraft’ın dahi erkekleri kadınlara ulaşmaları gereken ideal örnek olarak gösterdiğini ileri sürer.
De Beauvoir “Bu durum kadınların kendilerini normalden sapmış, dışta kalan ve normale ulaşmaya çalışan canlılar gibi algılamalarını sağlayarak onlarını başarılarını sınırlandırmıştır.” der. Feminizme göre bu düşünce artık bir kenara atılmalıdır. De Beauvoir iddia eder ki kadınlar erkekler kadar ayrım yapma, seçme yeteneğine sahiptir ve böylece kendilerini geliştirmeyi seçebilir, kadını mevcut durumundan ileri götürebilir, kendi hayatlarının ve dünyanın sorumluluğunu alabilir.
Simone de Beauvoir, Sartre ve Che Guevara (1960).
26
Simone de Beauvoir kadın haklarını felsefi açıdan irdeleyen ilk feminist yazar olma özelliğini 1949
yılında yayınlanan Le Deuxiéme Sexe – Kadın, İkinci Seks adlı eserine borçludur. Orijinal haliyle iki cilt
olarak basılan eserin ilk bölümü “gerçekler ve efsaneler” üzerine kuruludur. Yazara göre kadınların biyolojik
farklılıkları, gebelik ve annelik dönemleri, onlara farklı sorumluluklar yüklese de gerçekte bir dezavantaj
olarak değerlendirilmemelidir. Ayrıca cinsiyetlerinden kaynaklanan bu özellikleri, kadınların hak ve
özgürlüklerine sınırlamalar getirilmesi ve bireysel farklılıklarının yok sayılması için bir gerekçe teşkil
edemez. İşte bu inançla Beauvoir, ikinci cilde “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek başlar. Bu eserin
yetersiz ve içeriğini tam olarak yansıtamadan İngilizceye çevrilmiş olması uzun süre değerinin ortaya
çıkmasını engellese de sonunda hak yerini bulur, yeniden İngilizceye tercüme edilir ve ölümünden sonra
Beauvoir’ın ünü yayılmaya devam eder.
Kendisini feminist olarak sınıflandırmasa da Beauvoir hayatı boyunca özgürlüğünden ödün
vermemiş, Jean-Paul ile süren ilişkisi, hayatına başka kadın ve erkeklerin girmesini engellememiştir.
‘’Kadın doğulmaz kadın olunur.’' der Simone de Beauvoir.
Onun için erkek egemenliği genel olarak kabul gördüğü gibi büyük bir bedensel gücün sonucu değil,
eylem yapan insan olmasından dolayıdır. Ama bu eylem yapmayan kadına göre, böyledir. Kadınlar bu
durumu kabul etmemeli, birisi karşısında öteki olmaktan çıkmalıdır. Çünkü:dünyaya kadın olarak gelinmez,
kadın olunur. Kadının insan özünün, toplumun kucağında aldığı şekil, biyolojik, psikolojik, ekonomik kaderin
verdiği bir şekil değildir; uygarlığın bütünüdür, erkeğe ve kadın denen kısırlaştırılmış ara ürüne şekil veren."
Kurtuluşu başkalarında görmek yıkılmanın en güvenli yoludur; der. Kendisi de bu ikilemi yaşamıştır. Kendisi
de burjuva bir aileden gelen Simon de Beauvoir, burjuva ideolojisinin kadına yüklediği kadın imgesine sert
biçimde karşı çıkar, kadınla özdeşleştirilen evlilikten ve çocuk yapmaktan uzak durur. Sartre'la ilk
karşılaştıkları üniversite yıllarında tipik bir kadın davranışı ile daima Sartre'la birlikte yaşama isteğini ön
planda tutar. Ama sonraki süreçte bu değişir: Sartre'la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma
inanmıştım. Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi
kendime şunu söylüyorum: kurtuluşunu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.
Simon de Baeuvoir'In önemli bir yanı da düşünce sistematiğini oluştururken, teorisini yaşanmış olan
deneyimlere dayandırmasıdır.
Düşünsel üretimindeki özgünlük, salt felsefi kurgusal olmamasında yatar. Bunun yanı sıra o, bir
varoluşçu olarak; varoluşçuların ihmal ettiği eylem kategorisiyle, varoluşçu temel sorunları genişletti. Onun
özgürlük kavramı kadınlara yol gösterecek bir çağrıyı içerir. Simon de Baeuvoir'a göre özgürlük, insanın her
gün kendisi için yeniden savaşmak zorunda olduğu bir olanaktır. Öteki olmaktan kurtulup, kendisi için özne
olma yolunda bir zorunluluktur.
27
Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir İlişkisi
Acaba Jean-Paul Sartre olmasaydı Simone de Beauvoir olabilir miydi? Peki ya, Simone de Beauvoir
olmasaydı Jean-Paul, “Sartre” olabilir miydi?
Sanırım hiç kimse bu sorunun cevabını kolay kolay veremez.
Simone, Lisansüstü eğitimini büyük bir başarıyla tamamlayıp Fransa’nın en genç kadın felsefe
öğretmeni olmaya hak kazanır. Simone, henüz yirmi bir yaşındayken, ufak tefek, olağanüstü zeki genç bir
adamla, Jean-Paul ile tanışır. Daha doğrusu Sorbonne’da kendisi kadar başarılı olan bu çekici genç kızla
Jean-Paul görüşmek istemiş, araya tanıdıklar girmiştir.
İlk karşılaşmalarının üzerinden birkaç ay bile geçmeden Jean-Paul ve Simone ayrılmaz bir ikili
olacaklardır.Yaşam boyu süren bu serüven, tutkunun, cinselliğin, hayatlarına giren başka kadın ve
erkeklerle paylaşıldığı girift birilişkiye ,sarsılmaz bir zihni beraberliğe dönüşerek efsanevi bir nitelik
kazanır.
Simone ve Jean-Paul 1929’da tanışıp birbirlerine âşık olduklarında ilişkileriyle ilgili bir anlaşma
yapmışlardı: iki sene birlikte olacaklar, sonra ne yapacaklarına karar vereceklerdi. Simone 21, Jean-Paul 24
yaşındaydı. Mekânsal mesafe koyuyorlardı birbirlerine bilinçli bir şekilde. Amaçları sevgilerini test etmek
değil, başka tanışıklıklara olanak sağlamaktı. Ama iki yıllık deneme süresi sona ermeden birbirlerine ait
olduklarını anlamışlardı.
“Sen bana gereklisin” diyordu Sartre, “Diğerleri yalnızca bir tesadüf.” Bu tesadüfi ilişkilerden de
vazgeçmek istemiyordu, bunu yapmadı da. Aynı özgürlüğü sevgilisine de verdi, o da bu özgürlüğü sonuna
kadar kullandı. Üçüncü kişilerin bağlarını zedelememesi, bu bağın çok derin ve özel olması nedeniyleydi.
Birbirlerine karşı dürüst olmaya ve yalan söylememeye söz vermişlerdi ve bu sözü hayatları boyunca büyük
oranda tuttular.
Edebiyatçı çiftin bütün Avrupa’ya yayılan bir ünleri vardı. yazdıklarıyla ünlü bir adam ve bir kadın,
Avrupa entelektüel dünyasında otorite, ikisi de politik bir angajman içinde. Yazar ve düşünür olarak birbirine
yakın değerde olan bu kadın ve erkek aşkla da bağlıydılar birbirlerine. Böyle bir ilişkide olması beklenen
kıskançlık ve mesleki çatışmalardan doğabilecek gerginliklerden azade, bir iktidar savaşına girmek yerine
birbirlerini destekleyen, yazdıkları ve yazacakları şeyler hakkında birbirlerini cesaretlendiren bir ilişki
içindeydiler.
Sartre bir röportajında diyor ki yazdıklarım, çizdiklerim, düşündüklerim Simone de Beauvoire’ın
varlığı sayesinde gerçek halini alıyordu, onun gözleminden geçmesi her şeyi güzelleştiriyordu.
“O olmasaydı aynı yaşam tecrübesine asla sahip olamazdım” diyor Sartre. “yaşadıklarım hakkında
onunla konuşmamış olsaydım, anlamlarını, özgünlüklerini yitirirlerdi. Tanımladığım bir jest, analiz ettiğim bir
yaşantı, ancak Simone’un tecrübe yoğunluğu aracılığıyla gerçek şeklini, kesinliğini kazanabiliyor.”diyordu.
28
1980 yılında Sartre öldükten sonra Beauvoir’ın da sağlık durumu kötüleşmeye başlar. O dahayat
arkadaşı Sartre gibi uzun çalışma saatlerinde uyanık kalabilmek uğruna uyarıcı ilaçlarkullanmış, vücudunu
yıpratmıştır. Sartre’ın anısına yazdığı Adieux – Sartre’a Veda (1981) son eseri olur. Adeta nazire yapar gibi,
Sartre’ın ölümünden (15 Nisan 1980) tam altı yıl sonra (14 Nisan 1986) Simone de Beauvoir son nefesini
verir. Onu Montparnasse mezarlığında sevgilisinin yanına gömerler.
Askta saygıyı barındıran ilişki bir tarafta egzistansiyalist Sartre diğer tarafta feminist Simone, okul
başarısındaki kıyasıya yarışla başlayan ilişki özgürlük süzgecinden ayni mezarlıktaki ebediyete dönüşüyor.
Eserleri:
Konuk Kız, (1943)
Pyrrhus ve Cineas, (1944)
Başkalarının Kanı, (1945)
Kim Ölecek?, (1945)
Her Erkek Ölümlüdür, (1946)
Belirsizlik Ahlakı Üzerine, (1947)
İkinci Cins, (1949)
Gün gün Amerika, (1954)
Mandarinler, (1954)
Sade’ı Yakmalı mı?, (1955)
Uzun Yürüyüş, (1957)
Bir Genç Kızın Anıları, (1958)
Yaşlılık, (1960)
Sessiz Bir Ölüm, (1964)
Les Belles Images, (1966)
The Woman Destroyed, (1967)
Yaşlılık, (1970)
Hesap Tamam, (1972)
When Things of the Spirit Come First,(1979)
Veda Töreni, (1981)
Sartre’a Mektuplar, (1990
Aşk Mektupları (Nelson Algren’e), (1998)
29
Edib Rasljanin
İSLAMOĞLU
Deneme
Bahar
Bahar Zevkler ve renklerin tartışılmadığını biliriz. Kimi baharı kimi kışı, kimi yazı kimi güzü sever. Bizim oranın bir şairi var, bir şiirinde şöyle der: kimi esmer kimi mavi, kimi ela kimi yeşil(göz) sever- ben renklerden anlamam, ben hepsini severim. Bense tüm mevsimleri severim .
Baharın yeniden doğuşu, hareketi, esenliği, zindeliği, hayatı hatırlatmadığı bir kişi var mı? Makrodan mikroya bakıldığı zaman baharın sadece gezegene gelmediği anlaşılır. Her kıta, her ülke her şehir ve köy kendine has bir bahar yaşar. Her birey de kendine has bir bahar yaşar. Bahar şahsen bana Balkanlarda dolu dolu geçen çocukluğumu hatırlatır. Ve, dergimizin bu sayısındaki diğer yazılardan anlayacağımız gibi, bahar algıları herkeste farklı bir hal alır. Ressamdaki, bestekardaki, şairdeki bahar farklı. Hatta, her ressamın, her bestekarın, her şairin bahar algısı farklı. Bahar Türk kültüründe ve edebiyatında oldukça geniş ve de önemli yer tutar. Öyle ki iç Anadolu’da kızlara Bahar ismi verilir, yaylalarda bahar şenlikleri yapılır, hatta bahar çorbası bile var. Bu konuda söylenecek söz oldukça fazladır. En iyisi baharı şiir konusu yapan şairlere söz verelim:
Git Bahar
Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakışların yine pek sarhoş.
Yanılıp gönlüme misafir inme.
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş
Mabettir orası, meyhane değil...
Işıklar, kokular, sesler, çiçekler...
Ömrünün her günü bir başka düğün,
Bülbüller koynunda açtı çiçekler
Güller dökülürler göğsüne bütün!..
Gerçekten güzelsin, efsane değil:
Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın
Git bahar...Gönlümde ibadet için,
Diz çöken kızları ürkütme sakın,
Kalbime girme, o kaşane değil!..
Git bahar, git bahar ! Uzaklarda gül,
Denize renginden bırak hediye,
Ufuklarda gezin, semaya süzül...
Kalbime sokulma "Peymane!" diye,
Gördüklerin kandil, peymane değil!
Halide Nusret Zorlutuna
30
Gel Bahar! Gel bahâr erit, bu yolun karını, Geçen seneleri anmayalım hiç Dinle bülbüllerin şarkılarını, Güllerin kıpkızıl şarabını iç, Bu dünya bir büyük meyhânedir, gel! Saçında baygın bir gül kokusu var… Dudakların kızıl, karanfil gibi. Gözlerinde gülsün mine ışıklar, Sesinle büyüle çarpan her kalbi. Bu hayat zâten bir efsânedir, gel! Ben mi çıldırmışım, sen mi delirdin? Yalvaran sesimden bu kaçış neye? Git dediğim zaman koşar gelirdin; Gel şimdi de, inan bu efsaneye; Şimdi günler bir peymânedir, gel! Gel bahâr, gel bahâr, yakınlarda gül! Denize renginden armağan bırak; Ufuklarda gezin, semâya süzül, Sonra yavaş yavaş in, içime ak! Gönlüm hasretinle divânedir, gel! Ben mi çıldırmışım, sen mi delirdin? Yalvaran sesimden bu kaçış neye? Git dediğim zaman koşar gelirdin; Gel şimdi de, inan bu efsaneye; Şimdi günler bir peymânedir, gel! Gel bahâr, gel bahâr, yakınlarda gül! Denize renginden armağan bırak; Ufuklarda gezin, semâya süzül, Sonra yavaş yavaş in, içime ak! Gönlüm hasretinle divânedir, gel!
Halide Nusret Zorlutuna
Anadolu’da Bahar
İlkbaharı geldi Anadolu'nun, Silifke'de çiçek açtı nar şimdi. Her tarafı yeşillendi Bolu'nun, Sultandağı benek benek kar şimdi. Eğri yollar yaylaların kuşağı Çayır, çimen sevgililer döşeği, Hora teper Sürmene'nin uşağı, Dadaşların oynadığı bar şimdi. Durgun çayı köpüklendi Daday'ın, Palmiyeler zümrüt tacı Hatay'ın Çukurova cennetidir bu ayın; Aydın ili efelere dar şimdi. Gönül dile gelir kaval sesinde. Boz martılar düğün yapar Mersin'de, Isparta'nın renk renk gül bahçesinde Bülbüllerin neşesini gör şimdi. Cıvıl cıvıl, sessiz duran yuvalar, Kelebekler birbirini kovalar. Halı gibi nakışlandı ovalar... Bölük bölük sarı, yeşil, mor şimdi. Aşıklar diyarı Elbistan ili... Olur bu mevsimin bağ-ı İrem'i, Her çeşmenin üç-beş tane güzeli, Her çiçeğin bir arısı var şimdi. Çıkıp baksan Çamlıca'nın başına, İki kıt'a bir boğazda aşina... Karakoç'um, gel, yorulma boşuna, İstanbul'u tarif etmek zor şimdi.
Abdurrahim Karakoç
31
* * *
Şubat ayında Balıkesir’de misafirimiz vardı. Bosna’dan.. Balıkesir’in çiçeği burnunda ilçesi Altıeylül, Bosna’nın Maglaj kenti ile kardeş belediye protokolünü imzaladı. Mart ayında da biz misafirliğe gittik.
İade-i ziyaret için dört günlüğüne misafirliğe giden Altıeylül Belediye Başkanı sayın Zekai Kafaoğlu başkanlığındaki heyet gördüğü, gezdiği yerlerden olağanüstü etkilendi; unutulmaz anlar yaşadı.
Sarajevo, Mostar, Travnik, Maglaj kentleri ve civarlarını gezen belediye heyeti gördü ve anladı ki o topraklar yabancı topraklar değildir. Tarihi ve kültürel ortak paydaların her adım başı bulunduğunu, ecdadımız tarafından ayakta tutulduğunu ve 20. asrın sonunda medeni(!) Avrupa’nın göbeğinde savaşın aslında niçin ve ne için yapıldığını daha iyi kavradı.
Boşnaklar Türk ve Türkiye’ye yabancı gözüyle bakmıyor. Akraba hatta ağabey diye bakıyor. Bizi bir zamanlar yalnız bıraktınız, n’olur bir daha bu hata yapmayın, diyor.
Samimiyetin had safhada olduğunun farkında mısınız?
Ziyaretten birkaç kareyi beğeninize sunuyorum.
Maglaj Belediye Başkanı Sn. Mehmed Mastabaşiç’in açılış konuşması
İki belediye arasındaki protokol imzalaması merasimi
32
Altıeylül Belediyesi heyeti dillere destan Mostar Köprüsü önünde
İgman dağı eteklerinden kaynayan Bosna Nehri Milli Parkı’ndan (Vrelo Bosne)
Saraybosna (Sarajevo) merkezindeki Başçarşı’daki Sebil ve güvercinleri.. (Ziya Osman SABA mı aklınıza geldi?)
33
‘Mutlu İnsanlar Şehri’ Altıeylül Belediye Başkanı Sn. Zekai KAFAOĞLU, 2. Dünya Savaşı’nı başlatan olay
-Veliaht Prensi Ferdinand suikastinin yapıldığı köprünün üzerinde barış ve kardeşlik dileklerini dile
getirirken çekilen fotoğraf.
Sarajevo Milli Kütüphanesi. Savaşta en az beş bin el yazması eser bombardıman sonucu yanmıştır.
Vezirler şehri Travnik’teki Alaca Camii..
34
Vezirler şehri Travnik’teki Alaca Camii içi
Travnik’teki Mavi Su.. Fatih Sultan Mehmed’in Travnik’e her gelişinde uğrayıp içtiği, abdest aldığı pınar
Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethetmeden 16-17 sene önce bu topraklara gelen Sarı Saltuk Tekkesi,
Buna nehrinin kaynağının hemen dibinde inşa edilmiş ve bu haliyle olağanüstü bir manzaraya sahip
olmuştur.
35
Tekke bahçesinden bir görünüm.
Türk köyü Poçitel’den bir görünüm.
36
Mostar yakınlarındaki Türk köyü Poçitel’de Türk tipi hamamlar hala işlevini sürdürüyor.
Mostar Köprüsünden atlayan cesur bir delikanlı kendisini izleyenleri hayran bıraktı. (21m)
37
Birgül AL
Şiir
Hâr Olmuş Yüreğim
Hâr Olmuş Yüreğim
Her sözün duvarlarımda
Dalga dalga çınlıyor
Ruhumun fay kırıkları eskiden kalma
Merkez üssü kalbimin tam ortası
Çok sesli çatlayan yankıları
Yer yer lavları görür gibiyim
İnkarı sus/turmak çabam
Hissettiklerim kendime
Haykırışın kadar çığlıkların
Her bir harf aklımın ucunda asılı
Duyabiliyor musun
Yüklediğim anlama arayış peşindeyim
Tahrik var aklımın zoruna
Yenilgi kabullenmeye yetmiyor
Kuruyan ağacın dallarına çaput bağlamalı
Kelimeleri dilek dilercesine asmalıyım
Kabuslarım yanına kalsın
Sevmeyi yasaklayan önyargın
Denizlerin kıyısında
Aşkı bilmeden büyüyecek kalbim
38
Ne zordur acıya cümle kurmak
Şairliğimin katl’in de
Sevdaya dair şiirler yazmak
Yakamozlar çatlak ay orta yerde
Yıldızlar saplanmış yüreğimin bam teline
Hadi sev sevebilirsen yeniden
Göğe saldığım güvercin kanadı kırık
Kağıttan gemiler yırtık
Sığ sular da yüzer mi hiç
Paylaşınca güzel fırından çıkan ekmek
Ve el ele tutuşunca kırlarda papatyalar
Yasaklanmış aşk yok sayılmış
Bastırılmış dudaklarımda şarkılar
Utancından söyleyemiyor
Söylesene
Nasıl ödeyeceksin vicdan borcunu
Hani yazdığımız şiirsi sözler de çabası
Nasıl silinir akıl ver kalbime atılan hançerin imzası
Bir ağacın gölgesinde
Ter içinde soluklanışım kadar kısa
Bir ömür hafızama kazınacak düşlerim
Sen silebilir misin inkara sapınca
Şimdi haykır dağlarına
Özlemedim de
Gölge adım adım peşinde değil mi
Kulaklarım çınlarsa gecenin birinde
Sendin o diyeceğim
Bir kıvılcım tutuşması
Har olmuş yüreğim
Uykusuz gecelerin soluk teninde
İç kanama başlangıcı bu
Göğsümün soluna neştersin
39
Nurdan OFLAZOĞLU
İnceleme
Türk Halk Kültüründe
Nevruz
Türk Halk Kültüründe Nevruz
Nevruz; Türk’ün yeniden tarih sahnesine çıkışını, yeni bir yılın
başlamasını ifade eden bir gündür. Bir diğer adı "Ergenekon Bayramı
"dır.
Nevruz, Farsça birleşik bir kelimedir. Nev; yeni, rûz; gün
anlamını taşır. Yani Nevruz, “”yeni gün” anlamını taşıyan Farsça bir
kelimedir. Bugün, gece ile gündüzün eşit olduğu Miladi 21 Mart,
Rumi 9 Mart günüdür.
Nevruz Bayramı’nın birkaç bin yıldan beri Türk kavimleri
arasında kutlandığı bilinmektedir. Bu bayramın MÖ VIII. yüzyılda
Hunlar tarafından kutlandığı ve daha sonraki yüzyıllarda bütün Türk
kavimleri tarafından en büyük bayram olarak değerlendirildiği
anlaşılmaktadır. Kaşgarlı Mahmut “Dîvânü Lûgat-it Türk” adlı
eserinde “Müslüman olmadan önceki Türkler, yılı dört eşit bölüme
ayırırlar, her üç aya bir ad verirler. Yılın geçişini şu tarzda bildirirler.
Nevruzdan sonraki ilk aya oğlak ayı derler ve o gün bayram
yaparlar.” diye yazmış.
Bu bilgi, Nevruz’un, İslam öncesi Türk topluluklarının önemli
aylarından biri, yeni yılın ilk ayı olduğunu ve bunun için bayram
yapıldığını bildirmesi açısından önemlidir. Demek ki Nevruz, bir Türk
bayramıdır ve her 21 Martta, yeni yılın gelmesi münasebetiyle
kutlanmaktadır.
Nevruz; Hun, Göktürk, Uygur, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye
Cumhuriyeti döneminde örfi bir bayram olmuş ve merasimler,
eğlencelerle olagelmiştir. Yani bugün Büyük Selçuklu Devleti'nin
tarihi sınırlarında bulunan her yerde Nevruz Bayramı ; yöresel bazı
farklılıklar dışında, aynı anlam çerçevesinde kutlanmıştır. Nevruz;
Kuzey Kıbrıs'tan Doğu Türkistan’a kadar ulusun ulu günü, yeni yıl
habercisi ve bahara ulaşmak gibi anlamlar ifade eder. Ayrıca "Nevruz
Sultanı", “Mart Dokuzu" gibi isimlendirmeler de yapılır. Özellikle
gelişmemiş ve kırsal kesimlerde böyle adlandırılmaktadır.
Nevruz; her şeyden önce İslam’a dayandırılması yanlış olan,
aynı zamanda Alevilikle, Sünnilikle, Bektaşilikle bağdaştırılamayan,
Türklerin İslamiyet’i kabulünden çok daha gerilere uzanır.
Türklerde Nevruz’la ilgili görülen en önemli rivayet bu günün
Ergenekon günü oluşudur. Bununla ilgili olarak Çay’ın, Ebulgazi
Bahadır Han’ın Şecere-i Türk adlı eserinden aktardığı Ergenekon
Destanı şöyledir:
Bir gün bütün kavimler Köktürkler’e karşı birleşerek onları hile
ile yendiler. Köktürkler’in çadırlarını, mallarını, yurtlarını
yağmaladılar. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler. Küçükleri
kendilerine köle yaptılar. Bu yağmadan kurtulan Kıyan/Kayan ve
Negüş/Tukuz bir gece kadınlarıyla birlikte atlanıp kaçtılar. Yurda
geldiler. Düşmandan kaçıp gelen dört maldan (deve, at, öküz, koyun)
çok buldular.
40
Dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım deyip dağa doğru sürülerini sürüp gittiler.
Vardıkları yerde akarsular, çeşmeler, türlü otlar, meyveli ağaçlar, türlü türlü avlar vardı. O yeri görünce
Tanrı’ya şükürler kıldılar ve buraya Ergenekon adını koydular. Dört yüz yıl sonra Ergenekon’da kendileri
ve sürüleri o kadar çoğaldılar ki sığmadılar. Bu sebepten buradan çıkış yolları aramaya koyuldular. O
zaman bir demircinin önerisiyle dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler ve ateşlediler.
Tanrı’nın gücüyle ateş kızdıktan sonra demir dağ eriyip akıverdi. Yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O
günü, o ayı, o saati belleyip dışarı çıktılar. O günden beri yeni yılın başladığı gece Köktürkler’ de adettir. O
günü bayram sayarlar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse
koyar, çekiçle döver. Ondan sonra beyler de öyle yapar. Bugünü mukaddes bilirler, böylece Tanrı’ya
şükretmiş olurlardı.
On İki Hayvanlı Türk Takviminde yılbaşı da aynı güne rastlamaktadır . Oğuz Kağan'ın bu günü
kutsal saydığını ve bayram gibi törenlerle karşıladığı bilinmektedir. Türklerin Nevruz kutlamaları Eski Uygur
Dönemi resimlerine de konu olmuştur. Selçuklu Sultanı Sultan Celaleddin Melikşah, devrin uzay bilimcilerini
Selçukluların başkenti İsfahan'da toplamış, kendi adıyla anılan Celali Takvimi'ni yaptırmıştır . Şemsi Takvim
adıyla İran ve Afganistan'da kullanılan bu takvime göre yılbaşı 21 Mart’tır. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun
Hasan, Nevruz gününü yılbaşı kabul etmiş; vergileri buna göre düzenlemiştir. “Sultan” kelimesinin Nevruzla
birlikte kullanılması, padişahların halkla birlikte Nevruz kutlamalarına katılmasıyla ilgilidir. Ertugrul Gazi
Törenleri, II. Abdülhamid zamanına kadar ( eski takvime göre) mart dokuzu yani Nevruz günü
yapılmaktaydı.
41
Bu tarihi derinlik Divan edebiyatında da işlenmiş, şairler tarafından gazel ve kaside tarzında
Nevruziyeler yazılmış, devrin hükümdarlarına ve devlet adamlarına sunulmuştur. Halk şairlerinin Nevruz'u
anlatan Nevruziyeleri ise konuya halkın bakışını yansıtmaktadır. Bunlar içerisinde halk şairi Zaralı Ozan Ali
Nebi (Zara Akören köyü 1725-1810)' nin Nevruz Semahı, NevruzIa ilgili pek çok konuyu 18. yüzyılda gözler
önüne sermesi ilgi çekicidir:
Bu gün dağlar yeşillendi
Sultan Nevruz safa geldin
Cümle kuşlar hep dillendi
Sultan Nevruz safa geldin
Bu gün bahar eyyamıdır
Nevruz Türk'ün bayramıdır
Gönüllerin sultanıdır
Sultan Nevruz safa geldin
Allah deyu öten kuşlar
Dua eyler dağlar taşlar
Yeşillendi hep ağaçlar
Sultan Nevruz safa geldin
Türklerin Nevruz gelenekleri ile ilgili olarak tarihi kaynaklarda geniş bilgiler bulmak mümkündür. Bu
kaynaklardan bazıları;
AbulKasım Firdevsi - Şehname
Kaşgarlı Mahmut - Divân-ı Lügat’ it Türk
Yusuf Has Hacib - Kutadgu Bilig
Ömer Hayyam - Nevruzname
Hüca Ali Termizi - Nevruzname
Mevlana Lütfi - Gül ve Nevruz
Ebulgazi Bahadır Han - Şecere-i Türk
42
Türk Dünyasındaki Nevruz Kutlamalarının Yedi Aşaması Şunlardır:
Hazırlık:
Nevruza hazırlık genel temizlikle başlar. Evlerin etrafı temizlenir, içi ve dışı badanalanır, halılar ve kilimler
yıkanır. Aile üyelerine yeni elbise alınır. Akrabalara hediye alınır. Bayrama birkaç gün kala tatlıların
yapımına başlanır. Nevruz ateşi için gerekli ot, çalı ve odun hazırlanır.
Mezarlık Ziyareti:
Nevruz kutlamalarında önemli bir yeri olan bu gelenek, eski Türklerdeki yuğ törenlerinin izlerini taşımaktadır
ve bunların devamı niteliğindedir. Azerbaycan, Türkistan ve diğer yörelerde hâlâ nevruzda yapılan bu
gelenek, ölmüşlerin mezarını ziyaret etmek, mezar üzerine şeker ve tatlı bırakmak, yasin okumak, ağıt
söyleyip ağlamak, mezarların etrafını temizlemek, bazı yörelerde de mezarlıkta kahve içmek ve yemek
yemek gibi etkinliklerle devam etmektedir. Orta Anadolu’da Nevruz “Mart Dokuzu” adıyla bilinir. Diğer
yörelerde de benzer adetler vardır. Mezarlar ziyaret edilir
Kır Gezileri:
Toplu şekilde kırlara çıkılarak eğlenceler, şölen ve yarışmalar düzenlenir. Bu gelenek Hun Türklerinde de
mevcuttur. Türk dünyasının bazı yörelerinde bu etkinlik Nevruzda gerçekleşmeye devam etse de diğer
yörelerde Hıdrelleze kaymıştır.
Ateşle İlgili Pratikler:
Geniş Türk coğrafyasında kutlanan Nevruz törenlerinin hepsinde ateşle ilgili pratikler bulunmaktadır.
Bunlardan en yaygın olanı büyük ateşler yakarak üzerinden atlama ve bu sırada “Ağırlığım, uğurluğum
sende kalsın”, “Kırmızılığın bana, sarılığım sana” gibi büyüsel duaların edilmesidir. İnanışa göre nevruz
ateşinden atlayanlar hastalıklardan arınır ve yıl boyunca hastalanmaz. Bir diğer pratik, hayvanları ateş
üzerinden atlatmak veya iki ateş arasından geçirmektir. Nevruz törenlerinde ateşin kullanılması; onun
temizleyici, arındırıcı, hastalıkları, kötülükleri ve büyüyü yok edici özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Su ile İlgili Pratikler:
Sabah erkenden tüm su kaplarındaki suları yenileme, taze su içme ve ev hayvanlarına içirme, eski eşyaları
suya atma, birbirinin üzerine su serpme ve su falına bakma şeklinde su ile ilgili pratikler uygulanır. Su kültü,
eski Türk inanç sisteminde önemli bir yere sahiptir ve tüm pınarların, dere, ırmak, göl ve denizlerin kendi iyi
ruhlarının olduğuna inanılmaktadır. Suyun şifa verici, arındırıcı gücüne inanç, Türk mit, efsane ve
destanlarına da yansımıştır.
Eğlenceler:
Nevruz kutlamalarında çeşitli yarışlar, gösteriler, seyirlik oyunlar ve müzik yer almaktadır.
Yardımlaşma:
Nevruz kutlamalarının en önemli özelliği yardımlaşma, sevgi ve şefkat bayramı olmasıdır. Bayramdan önce
fakir, hasta ve zor durumda olan kişilere para, giyecek yardımı yapılır ve bayram günü yapılan bayram
aşından pay verilir. Yardımlar sırasında insanları kırmamaya dikkat edilir.
43
Örneklerle Türk Dünyası’nda Nevruz
Azerbaycan’da Nevruz: Azerbaycan’da halk, Nevruz’a birkaç hafta kala her çarşamba akşam şenlikleri
düzenler. Ateşler yakılır, evler temizlenir ve insanlar tepeden tırnağa yeni elbiselerini giyerler. Mumlar
yakılır, Nevruz şekerleri hazırlanır, gelen misafirlere gül suyu dökülür. Gecelerde ateş oyunları oynanır.
İnsanlar ateş üzerinden atlayarak kışın tüm belalarından korunduklarına inanırlar
Kazakistan’da Nevruz: Kazakistan Türkleri, Nevruz Bayramı’nı SSCB tarafından yasaklandığı 1930 yılına
kadar “Ulusun Ulu Künü”, yani “Ulusun Ulu Günü”, deyimi ile adlandırmışlardır. Kazaklar, 1929 yılına kadar
21 Mart’ı yılbaşı olarak kutlamışlardır. Kazak Türkleri, Kazakistan Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığına kavuşmasından sonra 1991 yılından itibaren tekrar bu güne Ulusun Ulu Günü ifadesiyle
milli bayram ilan etmişlerdir.
Özbekistan’da Nevruz: Özbekistan’da Nevruz, özel mesire yerleri ve vadilerde kutlanır. Zurnalar çalan
davetçiler insanları bayrama davet eder. Nevruz günü âşıklar Özbek Türklerinin güzel destanlarını
söylerler. Bir taraftan halk oyunları oynanırken bir taraftan da pehlivanlar güreş tutuşur. Büyük kazanlarda
özenle hazırlanan yemekler davetlilere sunulur. Tüm halkın katılımıyla 21 Mart’ta başlayan törenler bir hafta
kadar devam eder. Özbekistan’ın 1991’de bağımsızlığını kazanmasından sonra Cumhurbaşkanı İslam
Kerimov’ un hazırlattığı özel kararname ile 21 Mart, Nevruz Bayramı olarak belirlendi.
Kırgızistan’da Nevruz: Kırgız Türkleri yeni yıla Nevruz Şenlikleri ile başlar. 22 Mart günü yeni
yılın Başay denilen ilk ayının birinci günüdür. Nevruz’da Kırgızlar yedi gün önceden bayram temizliklerine
başlar, insanlar da yıkanıp Nevruz’da en güzel bayramlık elbiselerini giyerler. Nevruz akşamı avlu
yakınında ateş yakılır ve bütün insanlar yaşlı-genç demeden ateşten atlarlar. Ateşten atlama; insanların
ruhlarını, niyetlerini temizleyerek yeni yıla arınmış olarak girme düşüncesini ifade eder.
Türkmenistan’da Nevruz: Türkmenistan’da Nevruz Bayramı, halk arasında Oğuz Bayramı olarak
geçmektedir. Nevruz gecesi, Oğuz gecesi olarak adlandırılır; milli oyunlarla meşgul olan Türkmen kızları da
bu gecede türküler söyler. Türkmenistan’da Nevruz için oldukça geniş bir sofra hazırlanır. Nevruz için,
Türkmen çöreği, Türkmen petiri, külce, yağlı börek, şekşeke ve Türkmen pilavı hazırlanır. Nevruz’un en
özel yemeği ise Semeni’ dir. Birkaç aile birleşip büyük bir kazanda buğday özüne un, su ve şeker ekleyerek
Semeni yaparlar.
Nevruz'la İlişkilendirilen Bazı Renklerin Türk kültüründeki Anlamları
Sarı: Sarı rengin kutsallığı Şamanizm’den kaynaklanmaktadır. Sarı renk, dünyanın merkezinin
sembolüdür. Tanrılar tanrısı Ülgen’in altın kaplı sarayı ve altın renkli tahtı dünyanın merkezini oluşturur.
44
Yeşil: Türk mitolojisine göre, Tanrı Ülgen’nin yedi oğlundan birisinin adı Yeşil Kaan’dır. Görevi bitkilerin
büyümesini ve yeşillenmesini sağlamaktır.
Kırmızı: Al ve kızıl renkler, tarihimizin başlangıcından beri Türk ruhu ve inancını yansıtmaktadır. Türklerin
“al bayrak” kullanmaları ateş kültü ile açıklanır. Çin kaynaklarına göre Kırgız hanlarının otağında kırmızı
bayraklar bulunmaktadır. XI. yüzyıldan sonra al, bir renk adı olduğu kadar, bayrak adı da olmuştur.
Nevruz Bayramı, bütün Türk halkları arasında en az üç bin yıldan beri, birlik, kardeşlik, dostluk,
özgürlük ve yeni yıl bayramı olarak kutlanıyor. Türkiye ve Azerbaycan’da Nevruz, Türkmenistan’da Navruz,
Doğu Türkistan’da Noruz, Özbekistan’da Növroz, Kırgızistan’da Noruz, Kazakistan’da Novrız, Tataristan’da
Navruz, Çuvaşistan’da Naras adıyla 21 Mart günü, bayram yapılıyor. Bu bayram, el içinde dostluk,
kardeşlik ve barışı kuvvetlendirmeye vesile oluyor. Küsler barışıyor, kavgalılar anlaşıyor, aileler birbirlerini
ziyaret ediyor, Nevruz sofraları açılıyor, fakir fukaraya yemek dağıtılıyor.
Yukarıdan beri sıraladıklarımız Nevruz’un alalade bir gün olmadığını, bir kültür kompleksi olduğunun
da kanıtlarıdır. Nevruz bir kültür kompleksidir, onunla ortaya çıkan pratikler kültürel unsurları işaret
etmektedir. Nevruz’un baharın müjdecisi ya da yeni hayatın başlangıcı sayılması başlı başına bir olgudur.
Özgürlüğün, bağımsızlığın sembolü olması, dostluğun, kardeşliğin, birliğin sembolü olması, onun kültür
kompleksi olduğunun işaretleridir. Bu bakımdan Nevruz’u bir kültürel miras, bir kültürel değer olarak
algılamak gerekir.
Kaynak: Doç. Dr. Hayrettin RAYMAN, Nevruz ve Türk Kültüründe Renkler; Hüseyin ADIGÜZEL, Türk
Bayramı Nevruz ; Vikipedi , Nevruz)
45
Arzu TOK
Şiir
Ben Sana Çağlarım
Ben Sana Çağlarım
Ah gülendam, kokun okşar yüreğimin türküsünü
Sana bestelenirim bahar dalında nazlı nazlı...
Ellerin olur, gözlerin olur gülüşür sazendeler
Ben sana çağlarım, sen deryalara yar...
Ah ruhumun gülşeninde açmış nazlı yar,
Dallarında ötüşür kuşlar, ne hoş seda bırakırlar
Her yanda açmış yüzün, gelişin bahar
Ben sana çağlarım, sen deryalara yar...
Ah gülistan, ah bana baharlar sunan
Gelişin her yandan, ne çok sevdam
Kimse duymasa da sen bil yeter
Ben sana çağlayan, sen deryalara yar...
Ah Gülnihal, ekildim sana bende sen var
Bir müjde oldu gelişin, adın bahar
Kokun şenlendirdi ruhumu nazlı nazlı
Ben sana çağlarim sen deryalara yar...
Ah gülizar, sana koşuyor bir bahar
Çeşmi renginde siyah inciler var
Düşler hep seni arzular yanar
Ben sana çağlarım, sen deryalara yar...
46
Günsel İSLAMOĞLU
Şiir
Benim Adım Bahar
Benim Adım Bahar
Benim adım bahar
Bırakın sarı papatyalarımı
Çocukların minik ellerine.
Susturmayı şarkılarımı
Acı acı kopan çığlılıklarla.
Kesmeyin çiçek kokulu rüzgârlarımın önünü
Kanlı savaşın dumanlarıyla.
Eklemeyin gözlerden akan acı yaşları
Berrak akan sularıma.
Ellemeyin sineme yaslanmış
Huzur arayan ruhlarıma.
Boyamayın yeşilimi
Kan kırmızısına;
Umudumun mavisini
Siyaha.
Benim adım bahar,
Bırakın
Yarınlar benim olsun.
Bırakın
Baharım bahar olsun.
47
Yaren ATAY
Kitap İncelemesi
Sinestezya
Sinestezya
Basit bir nörolojik rahatsızlık mı, yoksa yaratıcılıkla süslenmiş
bir avuç sanrı mı?
İkisi de değil.
Ünlü yazar Vladimir Nabokov, İngilizce a harfinin yıllanmış
tahta renginde olduğunu, r harfini ise yırtılmak üzere olan isli bir
paçavra torbası olarak ifade ediyor. Ünlü Fizikçi Richard Feynmann
da denklemleri renkli gördüğünü ve koyu kahverengi x’lerin havada
uçuştuğunu söylemiştir.
Bunun üstüne tekrar düşününce sahiden sinestezi nedir?
Basit bir rahatsızlık olamayacak kadar etkili, sanrı
olamayacak kadar gerçek olan bu durum aslında ne anlama geliyor?
En basit tanımıyla sinestezi, bir duyuyu başka bir duyu ile
karıştırmak yani duyu ikiliğidir. Jeffrey Moore’un kaleminden
sinestezinin bilinmeyenlerine doğru yelken açan başyapıtıyla
karşınızdayız.
Noel Burun, Norval Xavier Blaquiere, JJ ve Samira sinestezi
ile tek başına mücadele eden dört kişidir. Bu sinesteziklerin bir araya
gelme sebebi ise annesi Alzheimer olan Noel Burun’dur. İşin ironik
kısmı ise hiçbir şeyi unutmasına izin vermeyen bir beyne sahip olan
Noel ve arkadaşlarının unutkanlık ile aynı cümlede anılan Alzheimer
hastalığına çare oluşlarıdır.
Karakterlerden Noel ve JJ çocukluk arkadaşıdır. Noel
sinestezisini olumlu kullanamadığını düşünse de JJ onun tam zıttıdır.
Sürekli neşelidir ve daima güler. Norval ise egosundan asla ödün
vermeyen eski bir yazardır. Gruptaki tek kız olan Samira ise eski bir
aktristir. Arap asıllıdır ve Noel'in hoşlandığı kızdır.
Kitabın geneli konusunun bir getirisi olarak gördüğüm ilginç
betimlemelerle dolu. Ancak bu durum bazı okurların aksine beni
rahatsız etmedi. Aksine okurken o anları kafamda canlandırdığımda
hayal gücüne sığmayacak kadar renkli olan satırlar zihnimde tatlı bir
esinti bırakmıştı. Örneğin; “...Daha yüksek, daha güçlü bir ses araya
giriyor. Uzun kısmının ortası yabanmersini renginde bir haç şekli
alıyor, merkezden dışa doğru gittikçe yabanmersini rengi soluyor,
haçın uç kısımları inci beyazı bir renk alıyor...” Bu ve bunun gibi
birçok betimleme.
48
Bana soracak olursanız hoş şeydir sinestezi. Tek kelimeyle, kelimeden renklere, renklerden
kokulara, kokulardan seslere, seslerden tekrar renklere atlamak dinlediğiniz müziğin notalarını tatmak,
hayatının her gününe bir ayrı uyanmak, duygularınızı renklendirmek, renklerle duygulanmak, denizdeki
dalgaların gri maviliğini görmek, mavinin sesini duymak, grinin kokusunu almak, sıradanlığı sıradışı yapmak
hoş şeydir. Yani anlayacağınız günlük hayatın monotonluğuna karşı bir farkındalık yaratmaktır sinestezi.
Ve son olarak sözlerimi Edip Cansever'in sinesteziye değindiği şiiri "Umut"tan bir kıta ile bitiriyorum.
Sizce bu durumda sinestezik olmak bir hastalık mıdır, yoksa bir lütuf mu?
“Parmağını sürsen elmaya rengini anlarsın
Gözünle görsen elmayı sesini duyarsın
Onu işitsen yuvarlağı sende kalır
Her başlangıçta yeni bir anlam vardır…”
49
Gül Gürdal DURMUŞ
Gezi – Seyahat
Bahar Gezisi
Merhabalar
Güzel bir bahar gününde kalemimle buluşmaktan ve sizlere
yine sesleniyor olmaktan mutluyum… Umarım yine her şey yerli
yerinde ve keyiflicedir.
Türkiye’de yaşamakta olan büyük çoğunluk hele bir de kamu
sektöründe olanlar için tatil demek yaz ayında yapılan bir aktivite
demektir maalesef. Maalesef diyorum çünkü açılımı hem senede
birkaç güne ya maddi imkânsızlıklardan ya da iş yoğunluğundan
dolayı sıkıştırılmış tatiller oluyor hem de genellikle deniz kum otel ve
dinlenmece demek oluyor. Oysa güzelim memleketimin her
mevsimini değerlendirebilme şansımız olsa meselâ şu bahar
aylarında gidilebilecek öyle çok yer var ki….
Nisan, Mayıs ve hadi Haziran ayının da ilk iki haftasını alalım,
yani şu andan itibaren haziranın ikinci haftasına kadar gidilip
görülmesi gereken -elbette birçok yerin içinde- birkaç şehir ismini
telaffuz edebiliriz.
Öncelikle biz yurt dışından gelen ve soğuğa alışmış olan
turistlerin bu mevsimde bile denize gire bildiğine şaşırarak
baktığımız, her yerin mis gibi bahar koktuğu o güzelim havayı
teneffüs ettiğimiz bir yer; malûmunuz Antalya. Ama şimdi bırakalım
merkezi ve sahil boyunca sıralanmış beş yıldızlı otelleri, biraz daha
içerilere ilerleyelim. Yol boyunca o bahsi geçen otellere birazda iç
geçirerek bakmak çok olası Yaklaşık 135 km olan ve iki saat
civarında bir seyir gerektiren yolun sonu bizi Alanya tabelasıyla
buluşturur. Kesinlikle en sevdiğim yerlerden biri olan Alanya’yı size
anlatıyor olmak büyük keyif. Herkes bilir birçoğumuz da gitmiştir.
Ama bahsettiğim şey aslında Alanya’dan öte Alanya’ya gideceğimiz
mevsimdir. Tam zamanıdır şimdi. Yazın bunaltan ve yapış yapış
hissini veren sıcaklık, kışın birçok yerin faaliyetinin olamaması ya da
yarıya indirilmesi ve aslında aradığımız kalabalık oranı yani ne çok
fazla olması ne de çok sessiz olması işte bu mevsime rastlıyor.
Alanya’nın mis gibi çiçek kokan sokaklarında ılık havada yapılan
yürüyüşün tadını unutamayacaksınız. Kızıl Kule’den çekilen
fotoğraflarınız hep en güzel karelerden biri olarak kalacak. Dim Çayı
molanız size müthiş bir huzur verecek.
50
Damlataş Mağarası’nda ki serinlik iliklerinize işleyecek ve deniz kenarında içeceğiniz çay birde çaya
eklediğiniz sohbet sizi hiç olmadığınız kadar huzurlu hissettirecek….
Çevrede o kadar çok ören yeri, o kadar çok tarihi eser var ki her birini anlatmak sayfalara sığmaz.
Ama eğer gitmediyseniz ya da yazın gitmişliğiniz varsa muhakkak bana kulak verin ve tam da bu mevsimde
biraz paranız birazda vaktiniz varsa lütfen Alanya’ya gidin.
51
Sonra, Kapadokya; Güzel Atlar Ülkesi… Bu havada gidebileceğiniz en iyi seçeneklerden biridir.
Yazın kuru sıcak, kışın buz gibi soğuk bir yana bahar Nevşehir’de başka güzeldir. Ihlara Vadisi’nde güzel
bir yürüyüş, sabaha karşı bir balon gezisi, vadilerde fotoğraf çekimleri, açık hava müzeleri, yer altı şehirleri
ve taş otellerde gecelemek paha biçilemez… Testi kebabını yemeyi ve bir atölyede testi yapımını denemeyi
unutmayın. Değerli taşları hediye niyetine alıp ve sonra birçoğuna kıyamayıp kendinize sakladığınıza
gülerek inanamayacaksınız…
Aslında benim mayısın son haftasına rastlayan bir turumdan bahsedebiliriz. Bu mevsimden
bahsediyoruz madem, bu mevsimde gidebileceğimiz yerler dedik, benim turum da bunun örneğini teşkil
ediyor. Çok da fazla yerli turistin ilgilenmediği bir tur programı olmasına rağmen konuklarım İstanbul’dan
olacak ne mutlu İki günlük programda biz Isparta’yı gezeceğiz.
52
İçinde biraz Burdur da olacak. Sagalassos eğer Isparta yakınlarındaysanız görülmesi gereken çok
mühim bir yerdir çünkü. Bu antik kente hayran kalacaksınız.
İklimi dolayısıyla kışları sert yazları da kuru bir sıcakla geçen Isparta ve çevresi için en uygun
mevsim yine bahardır. Gül bahçelerini görmek –ne yazık ki artık çok fazla yok- yazılı kanyonu gezmek,
Eğirdir’de balık yemek, güllerin şehrini gezmek size güller diyarında iyi ki burayı da görmüşüm dedirtecek.
53
Burdur’da bulunan müzeyi(binlerce arkeolojik ve etnografik eser bulunmakta) ve İn Suyu
Mağarası’nı görmeyi de unutmayın.
Madem Isparta’ya kadar geldi yolumuz biraz daha ilerleyelim yaklaşık 4 saat kadar ve Eskişehir.
Isparta Afyon yolundan devam ettiğinizde tabelalar sizin Eskişehir’e zahmetsizce ulaşmanızı
sağlayacaktır. Son yıllardaki Yılmaz Büyükerşen’in de büyük katkısıyla inanılmaz değişimi ve gelişimi
herkesçe bilinen Eskişehir Odun Pazarı evleriyle, Kent Park’ıyla, Saz Ova’sıyla, Porsuk Çayı’yla, çiğ
böreğiyle kendinizi bir an Roma’da gibi hissettiren şehir merkeziyle bu mevsimde gidilmesi gereken en
güzel yerler arasına ismini itinayla yazdırır.
54
Afyon’dan geçerken madem yolum buradan geçiyor deyip şehir merkezine gitmek, basamakları tek
tek adımlayıp kaleye çıkmak, şehitlerimizi Cumhuriyetimizin kurulduğu topraklarda bir kez daha anmak,
müzeyi dolaşmak, lokum alıp sucuk ekmek yemek sonra Kütahya’da tepeden şehri seyretmek, Germiyan
evlerini gezmek, yöresel yemekleri tatmak, porselenleri incelemek, belki alıp sonra evinizde içinden çorba
içmek size bambaşka bir deneyim yaşatacak.
Daha elbette çok yer var çok söylenilebilecek söz var ama şimdilik naçizane önerilerim böyle.
Umarım güzel sağlıklı sevgi ve huzur dolu bir bahar bırakırsınız arkanızda… Sevgiler kere sevgiler.