ekim gençliği 135

40

Upload: kizilbayrak

Post on 28-Mar-2016

231 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

Ekim Gencliği 135 - Ocak

TRANSCRIPT

Dünya ölçeğinde önemli gelişmelerin yaşandığı birdönemden geçiyoruz. Emperyalist-kapitalist dünya sistemininkrizlerle çalkalandığı ve yeni emperyalist savaşlara hazırlıklarınhızlandırıldığı bir dönem bu. Bu dönemde bu çok yönlüsaldırganlık yıkım tablosuna karşı ise emekçilerin ve gençlerinisyanı büyüyor.

Ülkedeki gelişmeler de bu tablodan bağımsız değil. Dünyayısarsan kapitalist krizin etkileri ülkemizde de kendisinigösteriyor. Sefalet giderek derinleşiyor. Kuralsız ve güvencesizçalışmanın yoğunlaşması ile işçi ve emekçilere vurulan kölelikprangaları kalınlaştırılıyor. Gençliğin bugünü çoktan yokedilmişken geleceği üzerindeki karanlık daha da koyulaşıyor.Sermayenin emekçilere ve gençliğe yönelik bu kapsamlısaldırılarına dizginsiz baskı ve terör eşlik ediyor. İşini, ekmeğinive onurunu savunan emekçilerden, onlarca yıllık inkar, imha veasimilasyon saldırıları karşısında direnen Kürt halkına, geleceğive özgürlüğü için mücadele eden gençlik kitlelerinden devrimcive ilerici güçlere kadar herkes bu baskı ve terörden nasibinialıyor.

Bugün AKP eliyle yürütülen bu saldırılarda gençlik özel birhedeftir. Dinci parti şefinin emri ile yapılan operasyonlardagözaltına alınan ve tutuklanan genç sayısı bile bunu yeterli açıklıklagösteriyor. Çeşitli bahanelerle yapılan operasyonlar sonucundatutuklanan öğrencilerin sayısı 500 olarak ifade ediliyor. Öğrenci olmayantutuklu gençlerin ise sayısı bilinmiyor.

Faşist terör azgınlaşırken...

Gençliğe yönelik tutuklama saldırılarında gerekçe olarakgösterilenlere bakıldığında, saldırının siyasal niteliği apaçık görünüyor.Parasız eğitim talebini haykırmak aylarca tutuklanmaya neden olduğugibi, en meşru taleple yapılmış bir protesto eylemi de yine tutuklanmakiçin yeterli oluyor.

Hatırlanabileceği gibi, hükümetin Roman Çalıştayı'nda “Parasızeğitim istiyoruz” pankartı açtıkları için gözaltına alınan iki üniversiteöğrencisi tutuklanmıştı. Sermaye devleti tüm hukuk sınırlarınızorlayarak, parasız eğitim talebini yükselten öğrencileri “yasadışı örgütüyesi olma” gerekçesi ile 18 ay boyunca cezaevinde tutmuştu. Bir başkaörnek de “Hopa davası” olarak anılan saldırılarla görülmüştü. Hopa'dakipolis terörünü ve bu sırada emekli öğretmen Metin Lokumcu'nunöldürülmesini protesto eden çok sayıda üniversiteli genç, evleri basılarakgözaltına alınmış ve bunlardan bir çoğu tutuklanmıştı. Üniversiteöğrencileri bugün olamayan bir örgüte üyelikle “suçlanmış”, toplatmasıbile olmayan kitaplar ve devrimcilerin posterleri bile “delil” olarakgösterilerek buna dayanak yapılmıştı. Öğrenciler ancak aylar sonragörülen duruşmada serbest kalmışlardı.

Buna rağmen cezaevlerindeki öğrenci oranlarında belirgin bir azalmasöz konusu değil. Zira hala yüzlerce öğrenci dört duvar arasındatutulmaktadır. Bunların tutuklanma gerekçesi de sözünü ettiğimizkeyfiliğin bir göstergesi. Galatasaray Üniversitesi öğrencisinin “puşitakması” nedenli ile tutuklanması, Ankara'daki üniversite öğrencilerinçeşitli yasadışı örgütlere üye oldukları gerekçesi ile tutuklanmaları ve buçeşitli örgütlerden ortak bir “Kaos timi” çıkarılması yukarıdasöylediklerimizi tamamlayan örnek niteliğindedir.

Elbette ki gençliğe yönelik baskı ve terörün tek mekanınezarethaneler ya da cezaevleri değildir. Üniversite kampüsleri de açıkhava hapishanelerine çevrilmiştir. Kampüs girişlerinde öğrenci kimliği

sorulması, yurt girişlerinde parmak izi alınması, tüm alanların kameralarile saniye saniye izlenmesi, kampüsün içinde resmi ve sivil polislerincirit atması, afiş asan ya da herhangi bir araçla çalışma yürüten devrimcive ilerici öğrencilerin karşısına ÖGB terörünün konması, onu takip edensoruşturma saldırısı... Tüm bunlar “bilim yuvası” olan/olması gerekenüniversite kampüsü ile açık cezaevi arasındaki arasındaki ayrımlarısilikleştirmektedir.

Sermayenin korkularını kabusa çevirelim

Sermayenin ve onun uşağı AKP'nin bu kadar saldırganlaşmasınıngerisinde işçi ve emekçilerin olası bir öfke patlamasından duyulankorkunun olduğunu söyleyebiliriz. Zira, en başta söylediğimiz saldırılarişçi sınıfı ve emekçilerde bir öfke mayalanmasına yol açıyor. Böyle birpatlama ise sermaye iktidarının yıkılması ya da en iyi ihtimalle darbealması demek oluyor.

Aynı durum gençlik için de söylenebilir. Bu düzen tarafından tümüylegeleceksiz bırakılan gençlik kitlelerinin sokaklara akarak geleceklerineve özgürlüklerine sahip çıkmaları, sermaye iktidarı üzerinde sarsıcı biretki yaratacaktır. Ortadoğu'daki halk ayaklanmalarında ya daAvrupa'daki ve Latin Amerika'daki eylemlerde gençliğin tuttuğu yerbuna iyi bir örnek olmaktadır.

Söz konusu Türk devleti olunca saldırganlığın daha özel/yerelnedenleri de var kuşkusuz. Oradoğu'daki emperyalist projenin hayatageçirilmesi baş aktörlerden biri olan Türk sermaye devleti olası biremperyalist savaş içinde “boğuşurken” kendi topraklarında sorunyaşamak istemiyor. Toplumun “dikensiz bir gül bahçesi” halinegetirebilmek istiyor. Diğer nedenlerin yanında, bu yüzden de emekçilere,Kürt halkına ve gençliğe pervasızca saldırıyor.

Ancak ne yaparsa yapsın başarıya ulaşma şansı yoktur. Baskı vezulüm çaresizliğin ve korkunun sonucudur. Fakat korkunun ecele faydasıyoktur. Unutulmamalı ki, zulmünü arttıran çöküşünü de hızlandırır.

Bugün yoğunlaştırılmış baskı ve terörden kurtulmanın tek yolu isemücadeleyi büyütmekten geçiyor. Bugün yapılması gereken sermayeninkorkularını büyütmek, gelecek ve özgürlük için kavgayasarılmaktır. Faşist baskı ve teröre karşı omuz omuzayürümektir.

Zulmünü arttır ki

çöküşün hızlansın!

3

ODTÜ Öğrenci

Temsilcileri Konseyi,

Türkiye tarihinde

iktidarın üniversite

öğrencilerini kendi

belirlediği sınırlar içinde

tutma çabasının boşa

çıkarılmasına tam bir

örnektir. 1970’lerin ikinci

yarısında Ortadoğu

Teknik Üniversitesi

öğrencileri bugünkü

Öğrenci Konseyleri’ne

benzer bir amaçla

kurulan ama ne yazık ki

bugün geçmişteki o

tarihsel misyonundan

oldukça uzak olan

Öğrenci Temsilcileri

Konseyi’ni kendi

taleplerini

gerçekleştirmenin aracı

kılmayı başarmıştı.

Toplumun her kesiminin bugün eleştirir halegeldiği YÖK zihniyeti ve bu kurumunüniversitelerde hayata geçirdiği anti-demokratikuygulamalar; bilimsel, akademik çalışmaların nasıltam anlamıyla özgürce gerçekleştirilebileceği,özerk-demokratik bir üniversitenin nasılolabileceği, -hatta ne olduğu- konusunda herkesibir arayışa sürüklemektedir. YÖK’ün eleştirildiğiher ortamda basitçe ortaya atılan sloganlaşmış bir“özerk-demokratik üniversite” söyleminin nasıl birşey olduğu/olması gerektiği konusu üzerinealternatifin ortayakonulabilmesiaçısından somutçözümlerinüretilebildiğitartışmalara ihtiyaçduyulmaktadır.Bunun yanındageçmişte yürütülenöğrenci gençlikmücadelelerininincelenmesi, varolankazanım vedeneyimlerden derslerçıkararak, bugününkoşullarında “Nasıl bir üniversite?/Nasıl bireğitim?” sorularının yanıtları daha kolaybulunabilir. Bugün üniversitelerde hakim olanezberci, bilimsellikten alabildiğine uzak, sadecemeslek edindirmeye yönelik “meslek yüksekokulu”mantıklı eğitim sistemimiz diplomalı işsiz sıfatıvermekten başka bir işleve sahip olmayışıyla,öğrencileri toplumdan soyutlayıp kampüslerehapseden görüntüsüyle bizleri insan olarak hayatahazırlayamayacak kadar çağdışı kalmıştır. Bizlerisınavlara yönelik ayaklı kütüphane haline getirenama sınav sonrası unutulmaya mahkum ezberlenenbilgilerle lise sonrası bir lise pratiği sunması dasahip olduğu bir diğer olumsuzluktur. Sözümüzünve kararımızın sorulmadığı bir ortamda saltbedenen bulunmayı “yaşamak” olarak görmüyoruz.“Yurtlarında suların akmadığı zaman stadınçimlerini sulayan zihniyetle bir sorunumuz varken,çözümlerini yöneticilerle paylaşamıyorken,susuzluğun, sessizliğini bozamıyor; aksinesuskunluğunu suluyorsa”; bu türden bir yaşamaevet dememeliyiz.

ODTÜ Öğrenci Temsilcileri Konseyi, Türkiyetarihinde iktidarın üniversite öğrencilerini kendibelirlediği sınırlar içinde tutma çabasının boşaçıkarılmasına tam bir örnektir. 1970’lerin ikinciyarısında Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencileribugünkü Öğrenci Konseyleri’ne benzer bir amaçlakurulan ama ne yazık ki bugün geçmişteki otarihsel misyonundan oldukça uzak olan ÖğrenciTemsilcileri Konseyi’ni kendi taleplerinigerçekleştirmenin aracı kılmayı başarmıştı. Şu

günlerde ise, 2011-2012 yılı ÖTK seçimlerinetanıklık etmekteyiz. Bugün gelinen noktadabaşkanlığın bile 5 oy gibi komik bir sayıyla eldeedildiği, kendi sorunlarına sahip çıkmayan,demokratik ve katılımcı bir yönetim ihtiyacımızacevap vermeyen, tasfiyeci bir yapı halinedönüşmüştür.

Oysa ki kurulduğu dönem itibariyle ODTÜÖTK, rektörlüğe getirilen ülkücü profesör Hasan

Tan’ın istifa etmesinisağlamıştı. “Sınavlardankafeteryaya ve politiksorunlara kadar heralanda etkindi ÖTK.Örneğin tüm politikgrupların afişleriniasabildiği duvarlarvardı ve buraların tümdenetim vesorumluluğuÖTK’daydı. Heröğrenciden aidattoplanır ve sadece

ihtiyacım var, param oluncaödeyeceğim diyenlere -Kredi Yurtlar’ın verdiğininyarısı kadar- burs verilirdi.

Tarihsel bir deneyim olarak ODTÜ-ÖTK’nıntemelini doğrudan doğruya bütün üniversiteöğrencileri tarafından seçilen ve dokuz öğrencidenoluşan bir yürütme kurulu oluşturur. Yürütmekurulu, ODTÜ-ÖTK’nın en yetkili karar alma veyürütme organıdır. Üniversite yönetimiyle ilişkileriODTÜ-ÖTK adına yürütme kurulu sağlar.ODTÜ’nün temel akademik birimleri olanbölümler düzeyinde ilişkileri sağlamak üzere birerbölüm temsilcisi, doğrudan doğruya ilgili bölümünöğrencileri tarafından seçilmektedir. Öğrenciyurtlarının üniversite yaşamında çok önemli biryeri olduğu göz önüne alınarak, her yurt için biryurt temsilcisi ve tüm ODTÜ yurtlarını temsilenbir yurtlar temsilcisi seçilmektedir. Yurtlartemsilcisi, yurt temsilcilerinin yaptıklarıtoplantılara başkanlık etmekte ve yürütme kuruluile eşgüdüm içinde çalışmayı sağlamaktadır.ODTÜ-ÖTK’nın en geniş danışma organı olanTemsilciler Meclisi, doğrudan doğruya öğrencilerinseçtikleri sınıf temsilcileri ile yukarıdadeğindiğimiz bölüm ve yurt temsilcilerindenoluşmaktadır. Ayrıca yürütme kurulu üyeleri deTemsilciler Meclisi’ne üye durumundadırlar.Öğrenci Temsilciler Konseyi seçimleri öğretimüyeleri ve öğrenciler tarafından denetlenmektedir.ODTÜ’ye kayıtlı tüm öğrenciler seçmen ve adayolabilmektedir. ODTÜ ile ilgili, günlükihtiyaçlardan tutun da akademik sorunlara kadar,alınacak bütün kararlarda, yukarıda belirttiğimizmekanizmalar sayesinde tüm ODTÜ öğrencileriningörüş belirtmeleri, bu konularda yetki sahibi

ODTÜ-ÖTK deneyimi ve

YÖK’ün ÖTK’ları

4

olabilmeleri sağlanmıştır. Böylece ODTÜ’deki herbireyin kendi yaşamı hakkında söz sahibiolabilmesi yine her bireyin biraraya gelerek verdiğimücadele sayesinde başarılmış, demokratik birüniversitenin sahip olması gereken unsurlar tek tekyaratılmıştır.

ÖTK ismi ilk defa 1976’da ODTÜ’dekullanılmış, okullarda kullanılan diğer öğrenci özörgütlenmelerine deyim yerindeyse “isim babalığı”yapmıştır. Bugün YÖK’ün dayattığı “ben nedersem o olur” anlayışıyla yönettiği üniversitelerdemantar gibi patlayan ÖTK’larla, yukarıdaanlatmaya çalıştığımız ODTÜ-ÖTK’nın (1976-1980) isim benzerliğinden başka hiçbir benzerliğiyoktur. Zira bugünkü tüzüğü incelediğimizde,YÖK’ün önerdiği Öğrenci TemsilcileriKonseyleri’nin yapısında “… ilgili birimyöneticisinin daveti üzerine öğrencileri temsilen oyhakkı olmaksızın katılır. Öğrencilerle ilgilikonuların bitiminde toplantıdan ayrılır.”, “ÖTKBaşkanı üniversite senatosu toplantısına katılabilir,ancak oy ve söz hakkına sahip değildir. Öğrencitemsilcileri istenildiği anda toplantılardançıkarılabilir. (madde 31)” gibi kararları görmekmümkündür. Bunlara ilaveten okullarda birer süsolarak kurulan bugünkü ÖTK’lar, yine onu birersüs olarak gösteren makama karşı sorumlu oluyor.“Temsilci adayı olmak isteyen öğrencilerin belli birnot ortalamasına sahip olması ve hiç soruşturmageçirmemiş olması gerekmektedir. Bu şartlarauymayan adaylar seçilme hakkına sahip değildir”(madde 15). Oysa okulda kaydı olan herkes seçmeve seçilme hakkına sahip olmalıdır. İşte demokrasive katılımcılıktan bihaber YÖK’ün ÖTK’sı!

Bugün okuduğumuz okulların demokratik biryönetim anlayışıyla yönetilmesini ve bunun için deöğrencilerin (sadece önceden belirlenmiş notortalamasının üzerinde olanlar ve soruşturmageçirmemiş olanlar değil) de katılımına sonunakadar açık söz, yetki, karar mekanizmalarıistiyoruz. YÖK’ün göstermelik ya da süslükÖTK’ları değil, 1976-1980 yılları arasında binlerceODTÜ’lünün sahiplendiği, söz, yetki ve kararmekanizmalarına katılabildiği yaşanmış bir örnekolarak 1976-1980 ODTÜ-ÖTK’sı gerçek birtemsilcilik kurumudur. Elbette ki üniversitelereYÖK gibi bir sistemi getirip yerleştiren 12 Eylülaskeri cuntasının, 1976’da kurulan ODTÜ-ÖTK’sının sona eriş nedeni olduğunu tekrarhatırlatmamız gerekiyor. Ve bugünkü ÖTK’ların daYÖK’ün ya da 12 Eylül askeri cuntasınınmantığının bir sonucu olduğunu... 12 Eylül askericuntasının ilk icatlarından biri üniversiteleri bir

cendereye sokmak oldu. Cunta birçok kezdoğrudan ya da dolaylı olarak anarşi ve terörün başsorumlusu olarak suçladığı üniversite gençliğinibütünüyle denetim altında tutabilmek ve budurumun sürekliliğini sağlayabilmek için arayışiçindeydi. Bu doğrultuda atılan ilk adımlar, askerikışla mantığını üniversitelerde kurumsallaştırmaçabaları oldu. Ancak bu girişimleri bir düzenesokarak üniversitelerin bütününü kapsayacak birtarzda örgütlendirmek gerekiyordu. Bu ihtiyacıkarşılamak için gerekli olan kanun, 6 Kasım1981’de hizmete sokuldu; Yüksek ÖğretimKanunu (YÖK). Elbette yanlıştan örnek olmaz amadünyanın hiçbir yerinde “devletin silahlı güçleri”tarafından oluşturulmuş yüksek öğretim kanunlarıve kurumları yok, isteyen araştırabilir… 6 Kasım1981’de, 12 Eylül rejiminin bir uzantısı olarakkurulan YÖK, sadece üniversitelerde değil bütüneğitim kurumları üzerinde derin tahribatlara sebepolmuştur. Kuruluşuyla beraber üniversitelerdemevcut bilimsel ve demokrasi kırıntılarınıtamamen yok etmiş, birçok öğretim üyesini vekamu çalışanlarını 1402 sayılı yasayla üniversitedışına iterken, yerlerini gerici ve faşist kadrolarladoldurmuştur. Kurulduğundan bu yana yaptığı tümicraatlarla üniversiteleri bilim üreten yerlerolmaktan çıkarıp sermayeye gelir ve bilgi sağlayanşirketlere çevirmiştir. Mevcut duruma karşı olanlarise açılan soruşturmalarla üniversitede yargıçrolünü üstlenen hocalarca yargılanıp, birçokbaskıyla karşı karşıya kalmışlardır.

12 Eylül, üniversiteleri sermayeye bilgipazarlayan kurumlara çeviren YÖK demektir.YÖK, liseleri kışlaya çeviren disiplinyönetmelikleri demektir. YÖK, her yıl velilerinsırtına daha da ağırlaşarak binen harçlar, kayıtparaları, defter-kitap parası, eğitim faturasıdemektir. 12 Eylül ve YÖK, okuyamadığı içinsokaklarda “selpak” satmak zorunda bırakılan,atölyelerde sigortasız çalışan çocuklar demektir. 12Eylül rejimiyle hesaplaşmadan, okullarımızdaözelleştirmelere karşı olmadan, har(a)çlara ve katkıpaylarına karşı mücadele etmeden yapılan YÖKkarşıtlığı göstermeliktir. YÖK’le hesaplaşmak,paralı eğitime, açlığa, yoksulluğa, emperyalistsavaşa ve baskılara karşı tüm dünyada ezileninyanında olmak, parasız bilimsel demokratik eğitimisavunmak demektir. Eşit, özgür, demokratik birüniversite ve 80 öncesi ÖTK’lara yeniden sahipolabilmenin yolu birleşik, kitlesel, örgütlü gençlikmücadelesinden geçmektedir.

ODTÜ’den bir okur

5

Bugün okuduğumuz

okulların demokratik bir

yönetim anlayışıyla

yönetilmesini ve bunun

için de öğrencilerin

(sadece önceden

belirlenmiş not

ortalamasının üzeri

olanlar ve soruşturma

geçirmemiş olanlar değil)

de katılımına sonuna

kadar açık söz, yetki,

karar mekanizmaları

istiyoruz.

Ulaşım, sermayedüzeninin bir türlüçıkar yol bulamadığısorunlardan sadecebir tanesidir. Ülkegenelinde hissedilenbu sorun, büyükşehirlerde daha yakıcıhale gelmektedir.Ankara’da ise bitmektükenmek bilmeyenbir çiledirulaşabilmek sorunu.Ankara ulaşımın enpahalı olduğuillerdendir aynızamanda. Tam biletin2.10 TL, indirimli

biletin ise 1.30 TL olduğu başkentte, indirimli biletkullanabilmek için öğrenci olmak yetmez. EGOGenel Müdürlüğü’ne 24 TL ödeyerek aldığınız“paso” ile indirimli bilet kullanmaya hakkazanırsınız ancak. Yok eğer pasonuz olmadanindirimli bilet kullanırsanız vayhalinize! Pasoları tüketmek içinyılın belli dönemlerindeyoğunlaştırılan kontrollerdepasonuz olmadığı anlaşılırsa ikikez kart basmaya zorlanırsınız, budayatmayı kabul etmezsenizgözaltına alınmakla tehditedilirsiniz. Üstelik şoförünüzerinize yürüdüğü de olur.Geçtiğimiz yıl, indirimli biletkullanan öğrencilerden mutlakapaso istenmesi üniversitelilerinkullandığı bir çok otobüste kavgave tartışmalara yol açtı. Bir grupgenç Facebook’ta biraraya gelerek,herkesi EGO GenelMüdürlüğü’nün bu haksızuygulamasına tepki vermeyeçağırdı. Geçtiğimiz seneAnkara’nın Gölbaşı ilçesindeyaşanan ve Ekim Gençliğiokurlarının maruz kaldığı “karakola götürülme”hadisesi Ankara Büyükşehir Belediye başkanı İ.Melih Gökçek’in uşaklarının pervasızlığına birörnektir.

Kent merkezinde çözülmeyi bekleyen bu sorunüniversite kampüslerinde ise kat be kat artmaktadır.Sınırlı sayıda olan otobüs seferleri 30 bin kişilikkampüslerin ihtiyacını karşılamaya yetmemektedir.Öyle ki balık istifi binilen otobüslerde trafikkazalarına davetiye çıkarılmaktadır. Onlarca metreuzayan kuyruklar da cabasıdır. Yine geçtiğimizsene ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesi’ndeeşzamanlı yapılan otobüs işgal eylemlerinde

“Parasız ve Nitelikli Ulaşım!” isteyen 100’ü aşkınöğrenci gözaltına alınmıştı. Yakın bir zaman öncesonuçlanan davalarda onlarca öğrenciye “sen misinparasız ve nitelikli ulaşım isteyen” dercesine paracezaları verilmişti. Yine geçtiğimiz Ocak ayı içindeulaşım sorunu nedeniyle gerçekleşen eylemlerdegözaltına alınan 2 Halkevi üyesi hakkında "suçişlemeye alenen tahrik etmekten" altı aydan beşyıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.

Ulaşım tıpkı barınma, eğitim, beslenme, sağlıkgibi ücretsiz olması gereken haklardandır. Ancakgözünü kar hırsı bürümüş kapitalistlerin düzenindebu durumun açık bir yağma ve rant savaşınadönüştüğüne kuşku yoktur. Belediyeleri birerticarethaneye çeviren sistem doğal olarak hizmetgötürdüğü insanı da bir müşteri olarak görmektedir.İşçi, emekçi ve öğrenciler ödedikleri verginin yanısıra ulaşım için ayrı bir bütçe ayırmak zorundakalmalarına rağmen, insanca bir muamele dahigörememektedirler. Tüm bunların yanında insancaulaşım istediklerinde devletin kolluk güçleritarafından dövülmekte, gözaltına alınmaktadırlar.

Bu sorunun teknik birtakımgirişimlerle çözümü mümkünkenböyle can sıkıcı bir boyutaulaşmasının gerisinde insanlığıyıkıma sürükleyen kar hırsı vardır.“Kapitalizm gölgesini satamadığıağacı keser.” İçindebulunduğumuz sistemi tarifleyenbu söz ulaşım sorununun nedençözülemediğini(!) açıkçagösteriyor. Zira Ekim Devrimi’ninardından Sovyetler’de inşa edilenmuazzam metro ağları önceliğiinsan olan bir sistemde bu türsorunlar yaşamadığını dakanıtlıyor. Şimdilerde parasızulaşım isteyen öğrencilere veemekçilere “belediye zarar eder”yanıtını verenler, yine Ankara’yıraylı sistem ile donattıklarını iddiaediyorlar. Ancak yıllardırbitirilemeyen bu sistem ulaşıma

bir çözüm getirememiş olacak ki gözlerini ODTÜormanlarına dikmekten alamıyorlar kendilerini.

Paranın hüküm sürdüğü bu düzende mücadeleetmeden insanca ulaşım istemek kolaycılıktır. Ziraen küçük demokratik kazanımlar bile dişe dişmücadeleler sonucu söke söke alınmıştır. Ulaşımsorununda da durum farksızdır. İnsanca biryaşamın kapılarını aralayan gelecek ve özgürlükmücadelesine kopmaz bağlarla bağlıdır parasız venitelikli ulaşım mücadelesi. Genç bir işçinin düşügibi 7.30’da işbaşı yapmak için 5.30’da uyanmakzorunda kalınmayacak bir günün mücadelesidir.Sosyalizm mücadelesidir.

U-LA-ŞA-MI-YO-RUZ

Paranın hüküm sürdüğü

bu düzende mücadele

etmeden insanca ulaşım

istemek kolaycılıktır. Zira

en küçük demokratik

kazanımlar bile dişe diş

mücadeleler sonucu söke

söke alınmıştır. Ulaşım

sorununda da durum

farksızdır. İnsanca bir

yaşamın kapılarını

aralayan gelecek ve

özgürlük mücadelesine

kopmaz bağlarla bağlıdır

parasız ve nitelikli ulaşım

mücadelesi.

6

Ankara

Büyükşehir

Belediyesi’nden

büyük kampanya:

“PARAN KADAR”

seyahat özgürlüğü

Paso ücreti 24 TL

tam bilet 2.10 TL

indirimli bilet 1.30 TL

Bu projenin amacı

açıkça Anadolu

Üniversitesi’nin

hazinesine yeni parasal

kaynaklar yaratmaktır.

Bugün biliyoruz ki

üniversiteden mezun

öğrencilerin önemli bir

kısmı işsiz olacak.

(Ülkemizdeki her dört

gençten biri işsiz

durumda. Bunu resmi

rakamlar söylüyor)

7

Anadolu Üniversitesi Bologna Süreci’niüniversitelerde en hızlı uygulamaya koyanüniversitelerinden biri. Bundan 2 yıl önceüniversiteye rektör olarak atanan, sermayegruplarıyla ve AKP iktidarıyla yakın ilişki içindeolan Davut Aydın üniversiteyi sermaye içindönüştürmekte bir hayli mesafe almış durumda.

Kendisi göreve geldiği zaman bu projeyigerçekleştireceğini açıkça ilan etmişti. Adımlarınıatmakta da gecikmedi. Hemen ülke merkezli birBologna Süreci toplantısı yaptı. Bizim dekatılmak istediğimiz ve okulda uzun bir süredensonra ilk defa uygulanan ÖGB şiddetiylekarşılaştığımız bir toplantıydı. O dönemihatırlayanlar bilecektir ki ÖGB, BolognaSüreci’ne karşı siyasal faaliyette bulunanöğrencilere günlerce saldırmış, birçokarkadaşımızı yaralamıştı. Burada elbette ÖGBşiddetinden bahsetmeyeceğiz ama bu projeninuygulanmasına karşı çıkılmasıyla okulumuzdakiÖGB terörünün artmasının doğru orantılıolduğunu hatırlatmakla yetineceğiz.

‘Senden bir şey olmaz/en az iki şey olur’kampanyasına gelirsek...

Örgün sistemde okuyan bir öğrencininaçıköğretimdeki herhangi bir bölüme sınavsızgirme hakkı uzun zamandır uygulanmaktaydı. Buprojenin amacı açıkça Anadolu Üniversitesi’ninhazinesine yeni parasal kaynaklar yaratmaktır.Bugün biliyoruz ki üniversiteden mezunöğrencilerin önemli bir kısmı işsiz olacak.(Ülkemizdeki her dört gençten biri işsiz durumda.Bunu resmi rakamlar söylüyor) Bu da gösteriyorki geleceği konusunda zaten umutsuz olanöğrencide ikinci bir üniversite okumasıyla, busorun çözülüyormuş sanrısı yaratılmayaçalışılıyor. Öğrenciler adeta yarış atına çevriliyor.

Yüzlerce arkadaşımız bu uygulamaylaaçıköğretimde okumaya başladı. (Sanki birüniversiteyi bitirmek yetmiyor da ikinciyiokuyunca işsiz kalmayacağını düşünerek)Öğrencilerin geleceği değil üniversiteye vedolaylı olarak sermayeye ne kadar parabırakabileceği düşünülüyor.

Peki sizin üniversitesi rektörlüğünün budurum karşısında okulun her tarafındaki panolarayansıyacak ve öğrencilere “senden bir şey olmaz”diyecek kadar gözünüzü para hırsı mı bürüdü?İşsizlik korkusu neden bu kadar rahatkullanabiliyor? Ve bizlere “senden bir şey olmaz”diyerek nasıl bu kadar rahataşağılayabiliyorsunuz? Cevaplayamayacağınızıbiliyoruz. Sermayeye ve kendinize olan hizmetaşkınız bunu engelliyor. Sizleri şirketlerleanlaşmalar yaparken ve bu işbirliğinden övgüylebahsederken görüyoruz. Ama 3 yıldır İki EylülKampüsü’nün ulaşım sorununu çözerkengöremiyoruz. Bu yıl binlerce hazırlık öğrencisisizlerin yanlış eğitim uygulamaları ve TOİCdenilen paralı sınava yönlendirmeniz yüzündenbölümlerine geçemedi. Üstüne üstlük TOİCsınavına kasıtlı olarak yönelttiğiniz öğrencilerkısa bir süre önce TOİC sınavının geçerliliğininkalkmasıyla mağdur oldular. Bundan önceonlarca kez olduğu gibi. Özcesi şunu diyelim; sizen iyisi bizden bir şey olup olmayacağını bir yerebırakın. Buraya kadar anlattıklarımız bizden değilasıl sizden bir şey olmayacağını gösteriyor. Siz eniyisi kendi durumunuzla ilgilenin biraz.

Son bir söz de öğrenci kardeşlerimize;görüyorsunuz, ne rektörlüğün ne YÖK’ün ne desistemin bizlere bir gelecek vaat ettiği yok.Onların tek derdi para. Biz onlardan bir şeyolmadığına karar verdik. Artık kendimizin neolup olmadığına karar verme zamanıdır. Ya bu

okullara bir müşteri,bir nesne olarak giripçıkmaya devamedeceğiz ya da birözne olarakgeleceğimize veüniversitelerimizesahip çıkacağız.Şili’de,Kolombiya’da,Yunanistan’da veOrtadoğu’daayaklanan öğrenciarkadaşlarımız bizeizlememiz gerekenyolu göstermektedir.

AnadoluÜniversitesi’nden

bir okur

Asıl sizden bir şey olmaz!

Üniversitelerde örgütlü güçler arasında uzunsüredir, neredeyse ortak örgütlenen tüm eylemlerdeimza tartışması yürütülüyor. Bir yanda eylemlerin“Üniversite Öğrencileri” adıyla örgütlenmesigerektiğini savunanlar, diğer yanda ise bunucepheden reddedenler şeklinde yapay birkutuplaşma bile oluşmuş durumda. Gündememüdahalesiz kalmaya ya da gecikmeli müdahaleyekadar birçok sorun doğuran imza tartışmalarını,çözüme hizmet etmesi kaygısıyla ele almakistiyoruz.

Gençlik hareketinin mevcut durumu veihtiyaçları esas alınarak ona uygun örgütlenmebiçimlerinin yaratılması kuşkusuz temel önemdebir gerekliliktir. Öğrenci gençliğin ihtiyaçlarına vegerçekliğine uygun esnek örgütlenmeler her dönemyaratılmalı ve olabildiğince geniş bir tabanaoturtulmalıdır. Ama bunları mutlak biçimleresıkıştırmak tek yönlü dar bir yaklaşımı ve pratiğiniberaberinde getirir. İmza tartışmalarında tarafolanların bir kısmı bunu görmüyor (sadece“üniversite öğrencileri” olsun diyenler), bir kısmıda (“üniversite öğrencileri” adını hiçbir şekildekabul etmeyenler ya da kendi imzasını kullanmayıdayatanlar) dar kaygılarla sınırlı kalıyor.

İlk tutumu somutlamak üzere yakın zamandaEskişehir yerelinde gerçekleşen bir örneğebakalım. 6 Kasım sürecinde imza tartışmalarıyüzünden yaşanan ayrışma sonucu, DGH ve EmekGençliği YÖK protestosunu “ÜniversiteÖğrencileri” adıyla birlikte örgütlediler. 6Kasım’ın örgütlenmesi sürecinde gençlikörgütlerine çağrı yapmayan, dahası üniversitedebunu gündemleştirmek için tek bir çalışma dahi

örgütlemeyen Emek Gençliği, YÖK eylemine ikigün kala fakültelerde dağıttığı bildiride şunlarısöylemişti:

“YÖK’süz, parasız, polissiz, demokratiküniversite istiyoruz. Şimdi YÖK’e, hükümetin tümsaldırılarına, işsizliğe karşı birleşmenin ve kitleselolarak alanlara çıkmanın zamanıdır. Kimseninöğrenci hareketini grup çıkarlarıyla zayıflatmayave bölmeye hakkı yoktur. Biz öğrenciler butabloyu reddediyoruz. Bu kadar yoğun saldırılarınolduğu bir dönemde bu tür öğrenci hareketinibölmeye yönelik dar-grup çıkarlarına karşı;öğrencileri, öğretim elemanları ve üniversitenindiğer bileşenlerini hep birlikte bu gidişata durdemeye, üniversitenin bütün canlılığıyla, rengiylebirleşmeye ve kol, kulüp ve ÖTK’ların da içindeyer aldığı “Üniversite Öğrencileri” pankartıarkasında YÖK’ü protestoya çağırıyoruz.”(Vurgular sözkonusu bildirinin orjinalindedir.)

Bu lafazanlıktan öteye gitmeyen sahte birayrıştırmadır ve içinde zerre kadar birleştirmekaygısı bulunmamaktadır, tersinden hareketibaltalamaya, kara çalmaya dönüşmüştür. EmekGençliği, eğer doğru olanın “ÜniversiteÖğrencileri” adıyla gençlik örgütlerinin yanında engeniş bileşeni bir araya getirmek olduğunudüşünseydi, bunun için gençlik örgütlerine birçağrı yapıp görüntüde de olsa bu çabasını ortayakoyardı. Samimiyetsizliğin ikinci perdesi isesonradan geldi. Üniversitede YÖK protestosunuhiçbir çalışmaya konu etmeyen Emek Gençliği,yalnızca son iki günde yaptığı ve yine yalnızcabildiriye sıkışan çalışmasında tutup böyle birparagrafa kalın puntolarla yer verme cüretini

gösterdi. Üniversite öğrencileriningüncel ihtiyaçları ve sorunlarınıgörmezden gelerek, kendiliberalliğini kitlelere mal etmeyeçalışan Emek Gençliği, örgütlenmeyeçekinerek baktığını, apolitik olduğuiçin esnek isimlerle gidilmesigerektiğini söylediği üniversiteöğrencisinin bu bildiriyi okuduğundane anlam çıkarmasını bekliyor?Kendi sorunlarına bile uzaktan bakanüniversite öğrencisi böylesine yapaybir tartışmanın neresine çekilmeyeçalışılıyor? Bu somut durum bileaçıkça gösteriyor ki buradaki esaskaygı öğrencileri birleştirmek vebaşta kendi sorunları olmak üzeregenel siyasi tablo içerisinde birhareket yaratmak değil sığ birdayatmacılıkla hareketiayrıştırmaktır.

İkinci kesim ise bir dönem Genç-Sen’in başını çektiği “imzamızı

“Üniversite Öğrencileri” imzası

tartışmaları üzerine…

Öğrenci gençliğin

ihtiyaçlarına ve

gerçekliğine uygun esnek

örgütlenmeler her

dönem yaratılmalı ve

olabildiğince geniş bir

tabana oturtulmalıdır.

Ama bunları mutlak

biçimlere sıkıştırmak tek

yönlü dar bir yaklaşımı ve

pratiğini beraberinde

getirir.

8

kullanmazsak hiçbir şekilde birleşik eylemde yeralmayız” diye dayatan gençlik gruplarındanoluşuyor. Buradaki kaygı da açıkça kitlelerin somutdurumunu görmezden gelmenin ürünü olan birdayatmadır. Sonuç olarak; buradaki pratiğe debaktığımızda gençlik hareketinde esaslı bir politikyer edinemeyen bir gerçeklik ile karşılaşıyoruz.Koskoca bir kitle çalışmasını her iki tarafa dadaraltmaya çalışmak bugün de açıkça görüldüğüüzere hiçbir işe yaramamıştır. Ama tersindengençlik hareketi tarihine baktığımızda, gençliğingerçek sorunlarına dayanan örgütlülüklersahiplenilmiş ve en geniş birlikteliklerin yaratıldığıalanlar olmuştur (örneğin; FKF, Dev-Genç, …).

Tüm bunlarla beraber, daha geniş kesimlerinkendini ifade edeceği esnek isimleri biz desavunuruz. Ama bu, içeriğin esnekleştirilmesini,mücadelenin akademik-demokratik taleplereindirgenmesini gerektirmemelidir. Bu açıkçaakademizm-demokratizm olur. DGH ve ÖğrenciKolektifleri kendi ayrı kulvarlarında esnek birtakım araçlar ortaya çıkarırken öğrencilerintoplamını harekete geçirme kaygısından uzakkaldığı sürece liberal-sekter tutumlar sergilemektenöteye gidememektedir. Yer yer bu tutum siyasetyasakçılığına kadar vardırılmaktadır. Bunun şuhaliyle kabul edilir bir yanı olamaz. Benzer birörneğini ODTÜ “Başkaldırıyoruz” eylemindenhatırlıyoruz. Alenen yapılan siyaset yasakçılığınıorada da açık bir eleştiriye konu ederek mahkumetmiştik. Fakat burada anlaşılması gereken dahafarklı bir gerçeklik vardır. Neredeyse tüm gençlikörgütlerine “Üniversite Öğrencileri” imzasınıdayatanlar, bunu gerçekten kapsamlı bir çalışmayadönüştürerek geniş gençlik kitlelerine mi hitapediyor yoksa kendi örgüt ve çevreleriyle mi sınırlıkalıyor? Durum öyle trajik bir hal almıştır ki, birörgüt kendini bu imza ile özdeşleştirmiş,“Üniversite Öğrencileri” denilince akıllara bu örgütgelmeye başlamıştır. Şunu söylemek gerekir kiÖğrenci Kolektifleri’nin bu şekilde örgütlediği bireylemin imzasının “Üniversite Öğrencileri” olmasıhiç de amacına uygun değildir. Bunungerçekleşebilmesi ancak ve ancak ilkelere dayalıbirleşik platformlar yaratılıp dahası bunun kitlelereseslenen bir ön çalışmaya konu edilmesiylemümkündür. Yöntem ve biçim olarak doğrubulmamıza rağmen esnek örgütlülüğü kitlelerlebuluşturma noktasındaki bu darlığı açıkçagörmekteyiz.

Son olarak bu durumun birlikte örgütlenecekeylemlerin toplantılarındaki yansımalarınadeğinelim. Gündem her ne olursa olsun butoplantılarda politika tartışılmadan imza tartışmasıyürütülüyor ve daha baştan ayrışmalar yaşanıyor.Üstelik bu ayrışmanın gerekçesi de öğrencilerinapolitik olması ve gençlik örgütlerinin kurumisimlerini kullanmak istemesi ile açıklanıyor.Arkasından gelen süreç ise daha vahim sonuçlardoğuruyor. Bu dayatmayı yaparak ayrışan kurumya sürece müdahalesiz kalıyor ya da birleşikliktenuzaklaşarak kendi örgütüne daralıyor. DGH’nin deiçine düştüğü durum budur. Tüm yerellerde kendiiçinde kısmen tutarlılık taşıyan gerekçelerle“Üniversite Öğrencileri” imzasını savunan DGHbirleşik eylem platformlarından ayrıştıktan sonradönüp o gündemle ilgili kendi çalışmasını yapıyorya da gündeme müdahalesiz kalabiliyor. Pekiburada mesele apolitizme bulanmış gençlikkesimlerini esnek bir isimle örgütleme çabası ise

DGH’nin kendi ismiyle yürüttüğü çalışma nereyeoturuyor? Burada elbette ki kendi özgün çalışmasıkastedilmemektedir, birliktelikten ayrışma sonucuseçilen yönteme işaret ediliyor. Ötesinde gündemitek bir isimle örgütlemek, örgüt imzalarınınkullanıldığı birleşik bir eyleme neden tercihediliyor? Bu durumun anlaşılır bir tarafı yoktur.

Tüm bu süreçlerin ve algı farklılıklarınınsonuçlarına bakarak bu tutumların gençlikhareketine herhangi bir fayda sağlamadığını görmezorunluluğu ortada durmaktadır. Üniversiteöğrencilerine politika taşıma iddiasında olangençlik örgütlerinin de bu sorumlulukla hareketetmesi gerekir. Her türlü gericiliğin ve zorbalığınhüküm sürdüğü üniversitelerimizde hem sisteminsaldırılarını parçalamanın hem de ulaşmayaçalıştığımız gençlik kesimleriyle aramıza örülensahte duvarları ortadan kaldırıp güçlü bir gençlikhareketi yaratmanın yolu buradan geçmektedir.

Eskişehir OsmangaziÜniversitesi’nden bir okur

Uludağ Üniversitesi’nde faşist saldırıHalkların Demokratik Kongresi Öğrenci Bileşenleri, tutuklu öğrencilerin durumuna

dikkat çekmek için 15 Aralık günü Uludağ Üniversitesi’nde basın açıklamasıgerçekleştirdi.

Açıklamanın ardından bir grup faşist devrimci ve ilerici öğrencilere saldırdı. Faşistsaldırıda üç öğrenci çeşitli yerlerinden yaralandı ve Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nekaldırıldı. Hastane önünde arkadaşlarını bekleyen öğrenciler polis tarafından ablukayaalındı. Olaylara başından beri müdahale etmeyen polise öğrenciler tepki gösterdiler.Bekleyiş sürerken BDP’den oluşan bir heyet üniversiteye geldi. BDP heyeti üniversiteyönetimi ve polisle görüşerek öğrencilerin güvenli bir şekilde üniversitedençıkartılmasını talep etti.

Görükle’de faşist provokasyonOlaylar, polisin yönlendirmesiyle ileri bir boyuta taşındı. Ağırlıklı olartak öğrencilerin

oturduğu Görükle, 19 Aralık günü polis-faşist işbirliği ile ablukaya alındı. Kent merkezinden gelen faşistler gruplar halinde sokaklarda sloganlarla yürüyüşler

düzenledi. Çevik kuvvet sokaklara barikat kurarken, faşistler bıçak ve satırlarla dolaştı,ırkçı ve küfürlü sloganlarla ortamı terörize etti. Özellikle Kürt öğrencilerin oturduğuevlerin etrafında dolaşan faşistler, arkalarına polisi de alarak provokasyon yaratmayaçalıştı. pervasızlık, Kürt öğrencilerin yaşadıkları evleri taşlamaya kadar vardırıldı.

Polis, kendi yarattığı bu tabloyu fırsata çevirdi. Beldenin giriş çıkışlarında polisnoktaları oluşturuldu. İçeriye yaya ve araçlarla giren herkes kimlik kontrolündengeçirildi. Yaklaşık 100 polis memurunun katıldığı denetimlere çevik kuvvetekipleri de destek verdi. B eldedeki kafelerde kimlik kontrolü ve asayişuygulaması yapıldı. 9

İçerisinde bulunduğumuz toplumsal sistem olankapitalizmin doğasında her türden gericilikmevcuttur. Ezen ve ezilen gibi birbirine iki zıtkutupları barındıran, her anında sürekli bir sınıflarsavaşımı içerisinde olan bu sistem, kendi bekasıiçin doğasında barındırdığı veya bir öncekitoplumdan miras aldığı gerici doktrinleri insanlığamutlak doğrular olarak sunmaktadır. Bu noktadaeğitimi de günümüzde en önemli ideolojikmanipülasyon aracı olarak kullanmaktadır.

Kapitalizmde, feodalizmin önemlisacayaklarından biri olan kiliselerin yeriniüniversite, papazın yerini ise profesör almıştır. Herne kadar burjuvazi ve onun yarattığı kurumlar ilkaşamasında feodal ilişkileri ve güçlerin etkinliğinikırmak amacıyla dine ve gericiliğe karşı birmücadele yürütse de, proletaryanın korkusundanzamanla gericileşmiş, kendi içerisinde barındırdığıpiyasacı ve milliyetçi gericiliğiyle birlikte dinselgericiliği de yeniden hortlatmıştır.

Günümüz toplumunu bu anlamda şekillendirenen önemli araçlardan biri, ilköğretimdenüniversiteye kadar aldığı eğitim olmaktadır. Bunoktada, gerici sistem eğitimin her aşamasınıbaştan aşağıya sürekli dizayn etme isteğiduymakta, döneme ve koşullara göre istediği bireyveya toplum modeline uygun bir müfredathazırlamaktadır. Bu, eğitimin her aşaması içingeçerli olan bir olgudur.

Kendi coğrafyamızda da durum aynıdır.Cumhuriyeti milat alacak olursak, ilk aşamasındangünümüze değin eğitimde kullanılan müfredatlarınhemen hepsinin gerici politikalar barındırdığınısöyleyebiliriz. Burjuva egemenlik için yeni bir ulusyaratma projesinde ırkçı, milliyetçi tek tipyaratmaya dönük bir müfredattır bu. Bununlabirlikte parası olanın gerçek anlamda iyi bir eğitimaldığı, rekabetçi ve bencil kafaların yetiştirildiği,kurallara uymanın tek seçenek olduğu, belli başlı

kavramlarının(devlet, din,aile, kurallar,piyasa mantığıvb.) mutlakgerçeklikolduğu biröğrenim süreciherkes içingeçilmesigereken birtezgaholmuştur.

Tümbunlarlabirlikte sonsüreçtedüzenin

yönetimindeki değişimle birlikte eğitiminmüfredatına da çeşitli düzenlemelergetirilmektedir. Dinci-gerici bir parti olan AKP, birtaraftan din afyonuyla boğarak öğrencilerinbeyinleri uyuşturmakta, bir taraftan isekapitalizmin doğası olan piyasa ilişkilerini eğitiminher kademesine sirayet ettirmektedir. Evrimteorisine yönelik sansürden, din derslerinin zorunluolmasına ve öğrencilerin uygulamalı olarak camiyegötürülmesine, cinsiyet eşitsizliğinden öğrencilerarasında rekabeti arttırıcı politikalara, eğitiminherkes için alınabilir-satılabilir bir meta olduğualgısı yaratma çabalarına ve anadilde eğitimyasağına daha bir çok politika bu gerici eğitiminmüfredatı kapsamındadır. Bununla birlikte, kızöğrencilerin etek boyları, karma eğitimin tartışmakonusu olması, kız ve erkek öğrenciler arasındakimesafenin kaç santim olacağı vb. birçok konu daburjuva medyada ve dinci medyada dönemselolarak tartışılmakta ve uygulamaları da özellikleAnadolu’daki okullarda sıklıkla görülmektedir.

Bu uygulamaları kendi özgünlüğünde yükseköğrenimde de görmek mümkündür. Üniversitelerde bu anlamda kapitalizm gerçekliği içerisindedönemsel olarak iktidarların ve egemendüşüncenin borazanlığını yapmaktan geridurmamıştır. Üniversitelerde verilen derslerde dedogmatik, ırkçı, milliyetçi, gerici, rekabetçi vecinsiyetçi uygulamalar ve müfredat hakimdir.Öğrenci yurtlarında kadın öğrencilerin giriş çıkışsaatlerinin erkek öğrencilere göre farklı olması, busenenin başında kadın öğrencilere yapılan vedoldurulması zorunlu olan, “kaç defa cinselilişkiye girdiği, kaç defa düşük yaptığı” gibisorular içeren anketler ise gelinen durumunvahametini göstermesi açısından iyi bir örnektir.

Bununla birlikte üniversitelerde kapitalizminihtiyacına uygun yeni bölümler açılırken, piyasailişkileri içerisinde değeri kalmayan bölümler birbir kapanmaktadır. Bologna süreci kapsamında isebir çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi bizimülkemizde de tüm yüksek öğrenim müfredatıABET kriterlerine uygun hale getirilmektedir.Yaşanmakta olan bu değişim ve dönüşüm furyasıise bir toplumsal bir ihtiyaçtan ötürü değil,tamamen eğitim alanında küresel sermayeninarasındaki rekabetin gereğidir.

Kapitalist sistem içerisinde eğitim en aşağıdanyüksek öğrenime varana kadar hiçbir zaman tamanlamıyla özgürlükçü ve eşit olamaz. Bu düzendebilimsel, eşit, parasız ve anadilde eğitimin zerresibile ancak verilecek sert mücadelelerin ürünüolabilir. Böylesi bir mücadele olmaksızın düzendenbunları beklemek, hayal olmaktan öteyegidemeyecektir. Bu nedenle, asıl sorun kapitalistdüzenle hesaplaşmaktır. Bu halde, bilimsel ve eşiteğitim için sosyalizmden başka bir seçenek yoktur.

Gericilik kapitalist eğitimin doğasında var,

çözüm sosyalizmdedir!

V.Bilir

10

Üniversiteler de bu

anlamda kapitalizm

gerçekliği içerisinde

dönemsel olarak

iktidarların ve egemen

düşüncenin borazanlığını

yapmaktan geri

durmamıştır.

Üniversitelerde verilen

derslerde de dogmatik,

ırkçı, milliyetçi, gerici,

rekabetçi ve cinsiyetçi

uygulamalar ve müfredat

hakimdir.

Bir keresinde Hataylı bir Arap arkadaşım anlatmıştı. Babasınınçocukluğu Samandağ’da geçiyor. Bilirsiniz, Samandağ’ın nüfusumemuriyet için gelen sınırlı sayıda aileyi saymazsak çoğunluklaAraplar’dan oluşur. İşte bizim arkadaşın babası da ilkokula oradabaşlıyor. İlçe merkezinde bir okul bu. İlk gün okula gidiyor. 6-7yaşlarında bir çocuk, daha önce okulun nasıl bir yer olduğuna dairbir fikri yok.

Herkes sınıfındaki arkadaşlarıyla tanışmaya, sohbet etmeyebaşlıyor; kimisi de ufaktan bilye, seksek oynamaya koyuluyor. Tamo sırada sınıf öğretmenleri içeri giriyor. Kendini tanıttıktan sonra ilkiş, okulda Türkçe dışında bir dilin konuşulmasını yasaklamakoluyor.

Hikayenin geri kalanını arkadaşımın babasının; o 6-7yaşlarındaki ufaklığın ağzından anlatayım: “Meğer Türkçe’denbaşka bir tek kelime bile konuşulmayacak, demiş. Biz anlamadık.Arkamda oturan arkadaşım tam yanındakine öğretmenin ne dediğinisoruyordu ki adam yanımıza geldi, çocuğu kulağından çekerekayağa kaldırdı, herkesin ortasında suratına tokadı yapıştırdı.

Sınıfın çoğunluğu Arap çocuklarıydı. Biz Arapça’dan başka birdil bilmediğimiz için ne dersten bir şey anlayabiliyoruz ne deanlamadığımızı öğretmene sorabiliyoruz. Teneffüs oluyor, Türkçebilen arkadaşlarımız aralarında sohbet ediyor, biz geri kalan yanyana oturuyoruz, çıt çıkmıyor. Arada kimse olmadığına iyice eminolduğumuzda usulca bir iki laf söyleyebiliyoruz. Yakalanırsak yinedayak yiyiyoruz.”

Babası okuma yazmayı da dört işlemi de bir seneyi aşkın birgecikme ile öğrenebilmiş. Bu geriden gelişi ise tüm öğrenim hayatıboyunca sürmüş. “Okumayı severdim,bu dezavantajım olmasa belkiprofesör bile olurdum” diyor babası.

***Bazen kendimizi birinin yerine koymak onu anlamak için çok

yerinde bir yöntemdir. Belki biz de derste konuştuğu içinarkadaşlarımızın azar işittiğine ya da dayak yediğine şahitolmuşuzdur. Peki ya tenefüs saatinde, bir arkadaşımızla sırf kendidilimizde sohbet ettiğimiz için dayak yediğimizi düşünelim bir de.Tepkimiz ne olurdu?

Eğer bu ülkede yaşayan bir Türk genciyseniz, hiç bunun nedemek olduğunu anlamakta zorlanabilirsiniz. Bu doğal da üstelik,çünkü muhtemelen ait olduğunuz millet dolayısıyla “Kıro”, “Ermenidölü”, “Laz zekâlı”, “Çingene” gibi bir yakıştırma ile yüz yüzegelmemişsinizdir.

Tüm bunları dokunaklıdır diye anlatıyor değilim. Ancak dayağıbir kenara bırakalım, bir insanın çocuk yaşta kendi dili ve benliği ilekabul görememesi, dışlanması kişiyi ne denli incitir, nasıl birpsikolojik travma yaratır? Bunun yol açacağı toplumsal ruh halinitahmin edebilmek için sosyolog olmaya gerek olduğunusanmıyorum.

***Lisede Kerem adında bir arkadaşım vardı. İyi birer dosttuk ve

uzunca bir süre aynı sırayı paylaştık. Tam da üniversiteyehazırlandığımız son seneydi. Oturmuş o dönemki ismiyle ÖSS ileilgili sohbet ediyorduk bir keresinde. İyi bir bölüm kazanamayacağıyönündeki kaygılarından bahsetti Kerem. Ben de içini rahatlatmakiçin, “Olur mu hiç! Zehir gibi çocuksun. Matematiğe ve fene de

kafan iyi basıyor üstelik” dedim. “İyi ama denemelerde Türkçe’dençok yanlışım çıkıyor” diye yanıtladı.

Ben o zamana kadar düz mantıkla, Türkçe tarih testlerini zatenherkes aşağı yukarı aynı derecede iyi yapıyor, asıl belirleyici olansayısal bölümler diye düşünmüştüm. Kerem’in bu sözlerini çokanlayamamıştım doğrusu. En fazla ne kadar düşük olabilir ki diyedüşündüm.

- Ama sen gayet iyi konuşuyorsun Türkçe’yi. Çok dazorlanacağını sanmıyorum.

- Evet, ikinci bir dile göre iyi denilebilir.Şaşkınlık içerisinde sordum:- Nasıl yani, ikinci dil derken?- Kürtçe’den sonra öğrendiğim ikinci dil Türkçe.Lise sıralarında Kürt diye bir millet olduğunu öğrenmiştim. Yer

yer otobüsteyken ya da sokakta yürürken Kürtçe konuşulduğunarastlamıştım. Yani böyle ayrı bir dilin varlığından da haberdardımaslında. Ancak bu televizyondan gördüklerimin, şuradan buradanduyduklarımın etkisiyle sanki Türkçe’nin bir lehçesi düşüncesineyol açmıştı. Ancak gerçek oldukça farklıydı. Ben yine de ısrarlasordum:

- Nasıl olur, sen şimdi Türkçe’yi sonradan mı öğrendimdiyorsun?

- Evet öyle.- Ama evinizde annen baban Türkçe konuşuyorlar, öyle değil mi?- Yok, bizim evde Kürtçe konuşuluyor.O güne kadar bildiklerimden o denli farklı şeyler söylüyordu

ki… Kerem’in sözüne çok güvendiğim halde emin olamayıp ondanKürtçe bir şeyler konuşmasını istediğimi hatırlıyorum.

İşin daha da ilginç tarafı eşek kadar olmuşum, liseye gelmişim vebu ülkede Kürtlerin yaşadığını yeni öğreniyordum. Bu benim kişisel“cahilliğim” sayılmaz, çünkü Türk gençlerinden, sayıları onmilyonlarla ölçülen Kürt halkının ulusal varlığı özenle saklanıyor,benim gibi konuştuğum birçok arkadaşım bunu çok sonraları, o dakazara öğreniyor.

Bu doğal olarak iki milliyetten insanlar arasında düşmanlıkolmasa da bir yabancılık doğuruyor. Çünkü Türkler Kürtler’ibilmiyor; Kürtlerse kendi kimlikleri ile kolay kolay kabulgöremiyor.

Sınav meselesine geri dönelim. Eğer eleme sınavlarını bir yarışolarak düşünecek olursak Kerem ve onun gibi milyonlarca Kürtgenci bu müsabakaya 2-0 yenik başlıyor. Bunu hiçbir eşitlik ya dahakkaniyet anlayışı ile açıklayamayız.

Basitçe, “onlar da Türkçe öğrensinler kardeşim”, denilebilir. İyide bir insan yaşadığı ülkede kendi dilini konuşamayacaksa, o dildeeğitim göremeyecekse bunu nerede yapacak? Bunun “TürkiyeTürklerindir!”, “Ya sev ya terk et!” gibi bir anlayıştan çok da farkıkalmaz gibi geliyor bana. Üstelik emin olabilirsiniz bir Kürt insanıbu sözleri her işittiğinde aklından, ister istemez şunu geçirecektir:“Peki madem, dediğiniz gibi olsun, Türkiye Türklerinse, Kürdistanda Kürtlerindir!”

Ayhan Z. Tozkoparan 11

Niçin anadilde eğitimi savunmalıyız?

Barınma, insanın en temel ihtiyaçlarından vehaklarından biridir. İnsanın her türlü ihtiyacının piyasakonusu haline getiren neoliberal politikalarla birlikteüniversite öğrencilerinin barınma hakkı da büyükoranda gasbedilmiştir.

Bu sorunla karşı karşıya kalanlar, sermayenin tümsaldırılarını göğüslemek zorunda olan işçi-emekçilerden ve onların çocuklarından başkası değildir.Bugün gelinen yerde üniversiteyi şehir dışında okuyanişçi-emekçi çocukları için barınma sorunu, içindençıkılmaz bir hal almıştır.

Devlet üniversitelerinde okuyan yaklaşık 2,5 milyonüniversitelinin çoğu, o güne kadar yaşadığı ilin dışındaüniversite eğitimi almaktadır. Bu durumda yüzbinlerceöğrenci barınma sorunuyla yüz yüze kalmakta, sorunukendileri çözmeye zorlanmakta, çözemeyenler ise yazor koşullar altında öğrenimine devam etmekte ya daokulu bırakmak zorunda kalmaktadır.

Üniversiteye şehir dışından gelen öğrenciler için ilkseçenek devlet yurtları olurken, devlet yurtlarınayerleşemeyen ya da oradaki koşullardan dolayıbarınamayan öğrenciler, öğrenci evlerini veya özelyurtları tercih etmekte ya da kiralık ev aramayayönelmektedir.

Devlet yurtları: Yarı-açık hapishane…

Şehir dışında okuyan işçi emekçi çocukları için,ucuz olduğundan dolayı tercih edilen ilk yer devletyurtları olmaktadır. Yurt-Kur’a bağlı olan yurtlarınyatak kapasitesi 2009 yılında açıklanan rapora göre 225bin 113’tür. Tek başına bu veri bile, devlet yurtlarınınyetersizliğini gözler önüne sermektedir. Üniversiteyeyerleşen öğrenci sayısı her geçen yıl artarken, devletyurtlarının sayısında aynı oranda bir artışgörülmemektedir. 2006 yılından bu yana öğrenci sayısı500 bin artarken, yurtların toplam kapasitesi iseyaklaşık olarak 25 bin artmıştır.

Sınırlı kapasitelerine rağmen, devlet yurtlarınayerleşmeyi başarabilen öğrenciler, bu kez de yurtlardakikötü koşullarla başetmek zorunda kalmaktadırlar. 6-10kişilik odalarda, ısınma ve temizlik sorunlarınınyanında, yeterli sayıda etüt salonlarının bulunmaması,tuvalet ve banyo sıraları da yurttaki yaşam koşullarınıağırlaştırmaktadır. Kalabalık odaların ve sınırlı sayıdakietüt salonlarının ders çalışmada yarattığı zorluklarınyanına bir de kütüphanelerin öğrencilerin ihtiyaçlarınıkarşılamaktan uzak olması eklenince, koşullar iki katdaha zorlaşmaktadır.

Devlet yurtlarında karşılaşılan sorunların arasındabeslenme de ayrı bir yere sahiptir. Yemekhanehizmetlerinin piyasalaştırılması süreci yurtlarda daişlemekte, üniversiteliler beslenme ihtiyaçlarını yüksekücretli yemekhane ve kantinlerden gidermeyeçalışmaktadırlar.

Öğrencilerin hiçbir söz hakkı olmadığı, tamamenyurt idaresinin belirlediği “disiplin” kuralları dayurtlarda başlıca sorunlardan biridir. Disiplin

yönetmelikleri, yurtları “yarı açık cezaevi” halinegetirmektedir. Yoklama çizelgesinin imzalanmaması,ses ve görüntü aletlerinin yurtta kullanılması, “gerekligörülen zamanlarda” dolap, valiz gibi özel eşyalarınyurt idaresinin denetimine açık bulundurulmaması,kınama, uyarı gibi cezalarla sonuçlanmaktadır.Gözaltına alınmak, güvenlik güçlerine karşı gelmek,ideolojik ve politik amaçlı gösteri toplantı düzenlemek,geceyi izinsiz ve mazeretsiz olarak üst üste üç günyurdun dışında geçirmek ise yurttan süresiz çıkarmacezası ile sonuçlanmaktadır.

Bu baskı ve denetim mekanizmasının bir diğerayağını yurda giriş çıkış saatleri ve parmak izikontrolleri oluşturmaktadır. Yurtlardaki sportif-kültürel-sosyal faaliyet alanlarının yetersizliği, öğrencilerinkendilerini geliştirecek alanlardan yoksun kalmalarıönemli bir sorun olarak karşımızda dururken, öğrencilerher akşam belli saatte yurda giriş yapmak zorundabırakılmaktadır. Dışarıdaki faaliyet alanları da böylecekısıtlanmakta, geç saatlere kadar süren etkinliklerekatılım sınırlanmakta, bu da yetmezmiş gibi büyükşehirlerde öğrenciler yurtlara ulaşmada büyük sıkıntılaryaşamaktadırlar. Kadın öğrenciler bu baskıyı iki kezyaşamaktadır.

Bütün bunlar öğrencilerin, devlet yurdundanayrılmalarına, çok daha zor koşullarda olsa bile eveçıkmalarına, üniversite yurtlarına, öğrenci evlerine, özelyurt görünümünde olan cemaat yurtlarına veyaimkânları varsa özel yurtlara gitmelerine nedenolmaktadır.

Özel yurtlar: Lüks barınma değil,

insanca yaşam

Eğitiminden sorumlu olduğu kadar, onun ayrılamazbir parçası olan barınmadan da devlet sorumludur.Ancak gerek kapasitesinin darlığı, gerekse de koşullarınkötülüğü üniversite öğrencilerini özel yurtlara doğruyöneltmektedir. Özel yurtların ücretleri 400 TL’den2.500 TL’ye kadar değişirken, özel yurtların birçoğunda24 saat sıcak su, internet, sağlıklı yemek ve uygunçalışma ortamları bulunmaktadır. Aslında özel yurtlardasunulan lüks değil, bir yere kadar insanca yaşamkoşullarıdır.

Özel yurtların bir kısmını da cemaat yurtlarıoluşturmaktadır. Görece daha düşük ücretlerle (hattakimi öğrencilere ücretsiz) barınma sorunu yaşayanemekçi çocuklarına imkan sunulmaktadır. Bu yurtlardakalan öğrencilere ise, dini etkinliklere katılma, namazkılma, dini yayınları okuma vb. zorunluluklargetirilmektedir. Özellikle taşra üniversitelerinde buuygulamalar yaygınlık taşımaktadır.

Barınma sorunu eğitim sorununun bir parçasıdır.Dolayısıyla yüksek öğrenim gençliğinin parasız, eşit,bilimsel, anadilde eğitim taleplerinin yanı sıra, insancayaşanacak barınma hakkı da temel alınmalı, bu uğurdamücadele yükseltilmelidir.

D. Kaya12

Barınma, eğitim hakkından ayrılamaz!

İnsanca yaşanacak

ücretsiz yurtlar istiyoruz!Dosya

barınma

hakkı ve

yurtso

runu

İşçi ve emekçi çocuklarının yoğun olarakbulunduğu devlet yurtlarında (KYK yurtlarında)öğrencilerin birçok sorunu bulunuyor. Fakat maddidurumu iyi olmayan emekçi çocuklarının yurdunsıkıntısını çekmekten başka bir çareleri yok. Birçoğuçareyi eve çıkmakta görüyor (tabi para bulabilirlerse).Fakat kim çıkarsa çıksın yurtlarda kalan binlerceöğrenci her geçen gün kötüleşen koşullarda yaşamayadevam edecektir.

Sorunların başlıcaları arasında ise öğrencilerinodaları geliyor. Öğrencilerin derslerinin ve dışarıdakiişlerinin ardından hem oturma, hem dinlenme, hem deyatma işlevini gören odalar sorunlarla dolu. 6metrekarelik odaya 6 kişinin sığmak zorunda kaldığıodalar sağlıksız bir ortam oluşmasına yol açıyor.Odanın dar, yerlerin sürekli tozlu olması durumuna birde küçük ve dar bir elbise dolabı eşlik ediyor.Sabahları öğrencilerin erkenden derse gitmeleri, gecegeç saatlere kadar gürültü yapılması insanlarınhayatını allak bullak ediyor. Banyoların ve tuvaletlerinkirliliği ise bir başka sorun. İnsanların evlerinderahatça karşılayabileceği imkânlar (çamaşır kurutmayeri, ütü masası, saç kurutma yerleri) ise yurttabulunmuyor. Çalışma salonlarında ise bu yıl bir sıkıntıvar. Hem blok sayısının düşmesi hem de bu yılçalışma masalarının çoğunun mimarlık öğrencilerineayrılması diğer öğrencilere çalışacak alan bırakmıyor.Çalışmak için ya yataklar seçiliyor ya da öğrencilerüniversitesinin kütüphanesini kullanıyor.

Farklı kültürlere saygı duyulmayan bir ülkedeyaşadığımızdan dolayı, bu durum farklı ulusalkökenden ve kültürden öğrenciler için sorun yaratıyor.Özellikle de ezilen ulustan gelen Kürt öğrenciler ırkçıve milliyetçi söylemlere maruz kalıyor. Bu maruzkalma Kürt öğrencilerin yanında yapılan milliyetçi vedikte ettirici sohbetlerden, Mustafa Yıldızdoğan’ınparçalarının çalınmasından, Türkçü imgelerin Kürtöğrencilerinin gözünün içine sokulmasına kadar türlütürlü biçimler alıyor. Bu uygulamalar özellikleülkemizde yaşanmakta olan kirli savaş sonucu oluşanasker ölümlerinden sonra yaşanıyor. Bu durumdansadece Kürt öğrenciler değil, ilerici ve devrimciöğrenciler de etkileniyor.

Yemekhanenin sorunları ise apayrı bir biçimdekarşımıza çıkıyor. Öğrencilere sabah 1.25 TL’lik,akşam ise 3.75 TL’lik fiş veriliyor. Oysa en ucuzakşam yemeği 3.90 TL fiyatında. Bir öğrencininkarnını doyurabilmesi için üstüne en az bir akşam fişideğerinde para koyması gerekiyor. Yemeklerindurumu ise kötü. Üstüne üstlük yemekhanede mutlakauzun bir kuyruk oluşuyor. Diyelim ki o gün fişleriharcadınız ve geceyi başka bir yerde geçirmek içinizin istiyorsunuz, o zaman gün içinde harcadığınız vebedeli 5 TL olan fişin ücretini ödemek zorundasınız.“Yok artık!” denilecek bu uygulama AnadoluÜniversitesi’nin KYK’sında rahatça uygulanmaktadır.Sosyal alanın nerdeyse hiç olmaması ise artıköğrencilerin alıştığı fakat asosyalleştirme saldırısınınbir parçası durumunda.

Peki yurda nasıl giriliyor? Asıl burası önemli.Burada hapishaneye ya da polis teşkilatının birkurumuna giriyormuş hissi veren bir uygulama sizibekliyor. Yurda girerken sizin resminizi ekrandagözükmesini sağlayan parmak izi uygulamasıyapılıyor. “Parmak izi vermeden yurda giremezsin”deniliyor. Öğrenciler yurdun kapısından adımını ataratmaz bu uygulamayla baskı altında tutuluyor.

Yurtlar her zaman kötüydü ve ama BolognaSüreci’nin uygulanmasıyla yurtlar da sermayeninpolitikalarından nasibini aldı. Bu ekonomik saldırıüniversitedeki ÖGB, polis ve soruşturma saldırısıylabirlikte yürütüldü tabi. Öğrencilerin yurtlardahaklarını aramasına izin verilmedi. Ve saldırılara,devrimci öğrencilerle genel öğrenci kitlesinin bağınınkesilmesi yüzünden gerekli tepki gösterilemedi.

Daha geçen ay yurtlarda kadın öğrencilere“doldurmak zorundasınız” denilerek bir anket yapıldı.Öğrencilere daha önce kaç birliktelik yaşadığı, “Hiçcanlı doğum yaptınız mı? (düşük, kürtaj ve ölüdoğumlar hariç)” ve “1 Ocak 2005 tarihinden sonra şuan canlı olsun ya da olmasın doğum yaptınız mı?”tarzında sorular soruldu. Tüm bu yaşananlar,ekonomik zorluklar nedeniyle yurtlarda yaşayanöğrencilerin bir de burjuvazinin gerici kültürüylekuşatıldığını gösteriyor.

Anadolu Üniversitesi’nden bir okur

Anadolu Üniversitesi’nde

yurt gerçeği…

13

Dosya

barınmahakkı veyurtsorunu

14

Günümüzde, üniversiteöğrencilerinin en büyük sorunlarındanbirinin barınma sorunu olduğu aşikardır.Bu sorun her sene başında gündemegelse de, zamanla kendi kaderine terkedilen üniversite öğrencileri, sağlıksız vehizmetleri yetersiz yaşam alanlarındayaşamaya mahkum bırakılmaktadırlar.Binbir yükün altında ezilmek zorundabırakılan işçi ve emekçi ailelerin sınırlımaddi imkanları, barınma sebebiyle dahada zorlanmaktadır.

Eylül 2011’de Bingöl Üniversitesitarafından yapılan “Yeni kayıt hakkıkazanan 240 öğrenci, başta barınmasorunu olmak üzere, birtakım sorunlarnedeniyle kaydını yapamadı.”açıklaması bize durumun vehametinigöstermektedir. Yine aynı ay Kocaeli Üniversitesi’nde,üniversitenin açılmasının üzerinden iki haftageçmesine rağmen barınma sorununu çözemeyenyaklaşık 10 öğrencinin, sokakta kalmamak içinüniversite mescidinde yatıp kalktığı haberi de halahafızalarımızda.

Eğitim ve barınma hakkı

ayrılmaz bir bütündür

İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik ÇalışmalarBirimi tarafından 2009 yılında gerçekleştirilen“Gençler ve Barınma” araştırmasına göre, araştırmayakatılan üniversite öğrencilerinin yüzde 32,1’inin, biray süresince ellerine geçen toplam parasal miktar 499TL’nin altında. Bu öğrencilerin yüzde 51’i herhangibir burs veya kredi almıyor. Katılımcıların aylıkbütçelerinde en büyük gideri yüzde 36,4 ile barınmaalırken, bunu yüzde 34 ile beslenme ve yüzde 9,3 ileulaşım giderleri takip ediyor.

Her türlü insan ihtiyacını pazarlığa tabi tutan,sosyal devlet uygulamalarını tasfiye eden, insanı birmetaya indirgeyen neo-liberal politikalar,üniversitelilerin en büyük gideri olarak belirlenenbarınma alanındaki sorunların gitgide daha daağırlaşmasına sebep olmaktadır. Eğitim hakkınınayrılmaz bir parçası ve hatta bizzat bu hakka sahipolmanın bir gerekliliği olan barınma, devlet eliyleçoktan satılığa çıkarılmıştır.

Barınma sorunu olan bireylerin eğitim alma hakkıengellenmiş demektir. Barınma hakkının eğitimhakkının bir parçası olarak değerlendirilmesi ve eğitimhakkının garanti altına alınması yakıcı bir gerekliliktir.Bütün öğrencilere sağlıklı koşullarda eşit barınmahakkının tanınması en temel insani taleplerdendir.

İlk çözüm yolu: Çözümsüzlük!

Üniversiteye adım attığı anda sırtına maddi yüklerbinen üniversitelilere, barınma anlamında sunulan ilk(sözde) çözüm Kredi Yurtlar Kurumu’na bağlı devlet

yurtlarıdır. Ne var ki 2006 yılından bu yana yurtlarıntoplam kapasitesi yaklaşık olarak 25 bin kadarartarken, öğrenci sayısı 500 bin kadar artmıştır. Yanidevlet yurtlarının kapasitesi oldukça sınırlı veyetersizdir.

Bunun yanı sıra, denilebilir ki barınma yalnızcaiçinde bulunulabilecek bir yeri değil, “insanlarıhastalık tehlikelerinden koruyan, bedensel ve ruhsalaçıdan sağlıklı olabilmeleri ve diğer yaşamsalihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için gerekli ortamı,olanakları, araç ve gereçleri içeren” bir fiziksel yapıyıifade eder. KYK yurtları, bu tanıma uymamaktadır. Biröğrenci sınırlı kapasitesine rağmen devlet yurdunayerleşmeyi başarsa da, bu defa da bu yurtlardaki kötüyaşam koşullarıyla karşı karşıya kalacaktır kuşkusuz.Kalabalık odalar, ısınma sorunu, temizliği yapılmayanbanyo ve tuvaletler, sağlıksız ve kalitesiz yemekler,yurtlarda işleyen denetim ve çeşitli baskımekanizmaları gibi.

Bu denetim ve baskı mekanizmalarının en temelayağı, bizzat devlet yurtlarının disiplin mevzuatıdır.Üzerinde istenildiği kadar oynanabilecek, geneldurumlar çerçevesinde çizilen bu disiplin kuralları,yurdun yönetimindeki faşist-gerici kadro tarafındanilerici-solcu öğrenciler için alabildiğine katı şekillerdeuygulanabilmektedir.

Ayrıca toplumun her kesiminde olduğu gibi,yurtlarda da toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız,adil bir kural uygulaması yaşama geçmiyor. Yaniçarpık olan kurallar bütünü daha da çarpık ve adaletsizhale geliyor. Örneğin cinsiyete dayanan bir ayrımcılıkörneği olarak, kadın öğrencilerin yurda giriş çıkışkontrolünün, erkek öğrencilerden daha disiplinlişekilde yapılması gösterilebilir. Bilgi ÜniversitesiGençlik Çalışmalar Birimi tarafından 31 ayrı ildenkatılım ile gerçekleştirilen “Gençler ve Barınma”araştırmasına katılan öğrencilerin, “Erkekler de öyledeğil, ama bizim yurdun kapısını kilitliyorlar akşam”,“Bizde (erkek bloğunda) yoktu öyle bir şey, bir ay

Rektör konakta,

öğrenciler sokakta!

Dosya

barın ma

hakkı ve

yurtso

runu

İzmir'de üniversiteöğrencilerinden sıcak suve kalorifer eylemi

Kredi ve Yurtlar Kurumu'na bağlı Bornova Kız veErkek Öğrenci Yurdu'nda kalan 6 bine yakın öğrenci,yaklaşık 3 aydır düzensiz bir şekilde verilen sıcak suve yanmayan kaloriferleri protesto etti. Yüzlerceöğrenci, ellerinde banyo havluları, boş su petleriolduğu halde yurt binalarının önüne kadar yürüdü.Bazı öğrenciler de yurt bölgesindeki yemekhanedeişgal eylemi başlattı. Eylemde yurt yönetimi istifaya

çağrıldı. Öğrenciler, "Yaklaşık iki aydır düzenli sıcak su verilmiyor. Bunun yanında birçok kez de sular hiçakmıyor. Bırakın sıcak suyu soğuk su bile akmıyor. Sefil bir hayat yaşıyoruz. Bunun yanında yine bazı katlardakaloriferler ya hiç yanmıyor ya da çok az yanıyor. Montlarımızla uyumak zorunda kalıyoruz. Yöneticilerebirçok kez dilekçe vermemize rağmen sıcak su ve kalorifer sorunu bir türlü çözülmedi. Biz sadece sıcak suverilmesini ve kaloriferlerin yanmasını istiyoruz. Sorunlar çözülene kadar eylem yapacağız" şeklinde tepkigösterdi.

Eylemin ardında yurt yönetimi sıcak su bağlama sözü verdi. Öğrenciler ise önümüzdeki süreçte bir arayagelip nasıl bir yol izleyeceklerini belirleyecekler. 15

Dosya

barınmahakkı veyurtsorunu

imza atmadığımı hatırlıyorum. Ama kadınlar her gecetek tek imza atmaya giderlerdi” sözleri, devletyurtlarının aşağı yukarı her yerde bu ayrımcılığıyaptığını ortaya koyuyor.

Çanakkale KYK’da kalan bir öğrenciye göre,devlet yurdunun en temel sorunlarından biri, aylıkverilen yemek fişlerinin izinli olunan günde geri iadeedilme zorunluluğu ve yurdun şehir merkezinden uzakolması. Ayrıca bu arkadaşımız yurdun barınma ücretiniyalnızca 2 gün geciktirdiği için devlet yurdundanatıldığını belirtiyor. Çamaşır yıkamak için, genelücretler dışında her seferinde 5 TL alındığınıbelirtiyor, çamaşırın da istenildiği zaman değil, belirligünler içerisinde yıkanabildiğini ekliyor ve KYK’nınerkek yurtlarının TOKİ binalarında olduğu, neredeysetüm imkanlarının farklı olduğu belirtiliyor.

Üniversiteye girdiği ilk yılda KYK’da 900’lüsayılarda yedek olan bir arkadaş ise şehri tanımadığıbir zamanda sokakta kaldığını, özel yurtların pahalıolması gibi sorunlardan neredeyse hiç tanımadığıinsanların evinde kalmak zorunda olduğunu, tüm busorunlardan kaynaklı psikolojik sorunlar yaşadığınıifade ediyor.

Ayrıca başka bir ilde ilk üniversitesini okuduğusırada, devlet yurdunda 560. yedek olmasındankaynaklı, yurdun misafirhanesinde kalmak istemesinerağmen “Ancak 15 gün kalabilirsiniz” cevabını alanbir öğrenci arkadaşımız, “15 gün sonra neredekalacağım? ” sorusuna da “Benim yapabileceğim birşey yok” cevabını almış olduğunu anlatıyor.İnsanca yaşam hakkının piyasalaştırılması

Yetersiz devlet yurtlarında barınamayanöğrencilere iki seçenek kalıyor. Öğrenciler ya yüksekfiyatlarla fırsatçılık yapan ev sahiplerini ya da müşteriavında olan özel yurtları seçmek zorunda.

Özel yurtlar doğrudan kar amaçlı işletilen birerticarethanedir. Öğrencilerin barınma sorununa biralternatif oluştursa da, özel yurtlarda para karşılığındasatılan hizmet lüks barınma olanağı değil, insancayaşam hakkıdır. Buna rağmen ücretleri genel olarakbir hayli yüksek olan özel yurtların, işçi ve emekçi

aileleri büyük bir maddi açmaza soktuğu da açıktır.Özel yurtlar noktasında karşılaşılabilecek bir başka

sorun da özel yurt statüsünde çalışan cemaatyurtlarıdır. Öğrencilere bir takım yaptırımlardabulunan bu yurtların işleyişinin, Özel Öğrenci YurtlarıYönetmeliği’ne bile uymadığı bilinmektedir.

Örneğin ÇOMÜ’de okuyan ve cemaat yurdundakalan bir arkadaşımız, Çanakkale’de erkek öğrenciyurtlarının çok az ve pahalı olduğunu, KYKyurtlarında sıranın kendisine gelmemesi ve evlerinpahalı olması dolayısıyla bu yurtta kalmasınınmecburiyetten olduğunu belirtiyor. “Erkek yurdu okadar baskıcı değil, sabaha karşı namaza falanuyandırmıyorlar ama kız yurtlarında çok fazla baskıvarmış“ diye ekliyor.

Üniversitelilere ücretsiz,

nitelikli barınma

Üniversitelilerin barınma sorununun çözülmesi içinyapılabilecek birçok somut örnek verilebilir. Bunlarınbaşında; kapasitesi yüksek, nitelikli yeni yurtlarınyapılması ve özel yurtların kamulaştırılması gelir. Buyurtların yönetiminde söz hakkının öğrencilerdeolması sağlanmalıdır. Üniversite öğrencileri,kendilerini böyle derinden etkileyen bir konuda, kararalma süreçlerinde hak sahibi olmalıdır. Ailelerin,akademisyenlerin veya personellerin süreçte yeralması da ihtiyaçların daha net belirlenmesi ve çözümekavuşturulması için uygun bir yol olabilir. Bireylerinfarklı özel konum ve durumlarına uygun, geniş alanıkapsayan politikalar uygulayabilmenin yolu budur.

Yaşanan bu sorun yalnızca öğrencileri etkilemiyor.Dolayısıyla bu soruna karşı yürütülecek mücadeleninde salt gençlikle sınırlı kalması oldukça hatalıdır. Neo-liberal politikaların, işçi ve emekçi aileleri en temelyaşamsal ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak halegetirdiği, sınıflar arası farkın bir uçurum haline geldiğibu düzende, ait olunan sınıfa göre eğitim alınanüniversitenin, yaşanılan semtin bile farklılaştığıgörülmektedir. Öğrenciyi müşteri, en temel hakları daticari ilişki olarak görenlere tepki birleşik olmalıdır.

Ekim Gençliği / Çanakkale

16

İskenderun’da yaşanan yurt sorununun temelindeburanın yurt olarak tasarlanmayıp, eski askeriye olarakkullanılmış prefabrik yapı olması bulunmaktadır.Odaların küçük, altı kişilik, hiçbir ses yalıtımınınolmaması ve ısınmak için küçük kalorifer peteklerininyetmemesi yaşanan diğer sorunlardır. Çalışma odalarıküçük ve yetersizdir. İnsanlar tıkış tıkış bir halde vesosyal hiçbir şey bulunmuyor. Bunların yanı sırasermayeye peşkeş çekilmiş kantin ve yemekhane deönemli bir sorundur. Yemekler pahalı ve bize verilenfişlerle karnımızı doyuramıyoruz. Çıkan yemeklertattan ve diğer şeylerden mahrum. Bunun yanı sırayemek yemediğimizde fişimizle kantindenalabileceklerimiz sınırlı sayıdadır. Hatta hiçbir gıdaürünleri ve içecek verilmemektedir.

Bu sorunlar üzerine yurt müdürüyle konuşulduancak müdür yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını,bunun kantin sahibiyle konuşulması gerektiğinisöylüyor. Kantin sahibi de bunu müdürle konuşmanızgerektiğini ifade ediyor. Bunun üzerine toplanan

imzalar da hiçbir işe yaramadı ve aradığımız çözümlersonuçsuz kaldı. Ancak bundan sonra arkadaşlarlayemekhane ve kantini boykot kararı alındı.

Hesaplarımıza göre kantinin ve yemekhanenin bizöğrencilerden kazandığı para günlük 5 bin lira veüzeriydi. Sadece fişlerden 4 bin lira kazanıyordu. Birgün kantinden ve yemekhaneden bir şey alınmazsatoplam zararları 5 bin lirayı buluyordu. Bunun üzerinearkadaşlarla fişlerimizi kullanmama, yırtıp atma kararıaldık. Kantinden de hiçbir şekilde bir şeyalmayacaktık. Yapılan bu boykottan sonra zararıapaçık ortadaydı. Biz öğrenciler var olduğumuz içinonlar ordaydı ve bunu anlatabilmiştik. Artık kantinsahibi bizimle konuşmaya ve uzlaşmaya çalışıyordu.Artık onlar birbirlerinin üzerlerine atamıyorlardısuçu. Kararımızdan dönmememiz üzerine kantinde veyemekhanede düzelmeler oldu.

Bizler kendi sosyal çevremizde örgütlenip insancayaşama haklarımıza her zaman sahip çıkmalıyız.

İskenderun’dan bir okur

Yurt sorunu ve

bir mücadele deneyimi…

Üniversite öğrencilerinin yaşadığı en büyüksorunlardan biri barınma sorunudur. Özel yurtlarındudak uçuklatan cinsten fiyatlarını ya da cemaatçiyapılarını düşündüğümüzde işçi-emekçi çocukları içinyarı açık cezaevi durumundaki KYK yurtlarındanbaşka seçenek kalmıyor.

Özellikle büyük şehirlerde dışarıdan gelen öğrencisayısı fazla, yurt kapasiteleri ise son derece azolduğundan, çok sayıda öğrenci açıkta kalıyor. Buyetersiz kapasitenin çoğunu da torpilli öğrencilerdolduruyor. Açıkta bırakılan birçok öğrencinin eğitimhakkı engellenmiş oluyor.

Yurdun çıkmasıyla bütün sorun bitse keşke! Amaöyle olmuyor ne yazık ki. Bir ticarethaneden farksızolan yurtlarda, yemek fişi olmasına rağmen yemeğibile ücretsiz yemek mümkün değil. Bununla birliktesayısız sorun var. Örneğin odalarda çalışma masasıyok. Yüzlerce öğrenci için onar kişilik etüt salonlarıvar. Kimi odalarda priz bile yok. Duş başlıkları bozuk.Odalar doğru düzgün temizlenmiyor.

Bu tür sorunların yanı sıra her koşulda mutlakamescitler yapılırken, bir eğlence, sosyal paylaşım

ortamı veya spor alanı ayrılmıyor. Ranzaların zar zorsığdığı odaları saymazsak, arkadaşlarımızla birliktevakit geçireceğimiz bir ortak mekan düşünülmemişbile. Tek amaç öğrencileri tek tipleştirip sisteme uyumsağlamış bireyler haline getirmek.

Mevcut düzenin bir parçası olan yurtlarda, kadınıhiçleştiren uygulamalar ile güvenlik görevlileri veidare yoluyla kadın öğrencilerin üzerinde baskıkuruluyor. Erkek öğrenciler istedikleri saatte yurdagiriş çıkış yapabilirken kadın öğrenciler her konudakısıtlanıyor. Gayet rahat bir şekilde kadın öğrencilere;cinsel ilişkiye girip girmediklerini, doğum yapıpyapmadıklarını sorgulayan anketler yapma hakkınıkendilerinde görüyorlar.

Toplumun ahlak anlayışına göre hareket eden buyurtlar öğrenciler üzerinde baskı kurarak sistemehizmet etmektedir. Bu bireyleri etki altına alıpkişiliklerinin gelişimini engellemekte, aynı zamandaolumsuz koşullarıyla birçok öğrenciyi bunalımasürüklemektedir.

İstanbul Vezneciler Yurdu'ndan bir okur

Yurtlar sorun yumağı

Dosya

barınma

hakkı ve

yurtso

runu

Kitle çalışmasının sorunları bizim için her dönem tartışılan bir başlıkoldu. Konuyu çeşitli yayınlarımızda değişik yönleriyle ele aldık. Bunlarüzerinden tartışmaya çalıştık. Özellikle gençlik hareketinin yakındönemindeki hareketlilik, konuyu bir kez daha tartışmamızı zorunlukılıyor.

Konunun içeriğine gelmeden önce önemi üzerinde bir kez dahadurmakta yarar var. Yayında yapılan tartışma çağrısı üzerinden geçenonca zamana rağmen herhangi bir yanıt alamayışımız bu ihtiyacı açıkçagösteriyor. Muhakkak ki konu, ilgili alanlarda şu veya bu düzeydetartışılıyordur. Ancak sorunu alandaki güçlerimizin bütünüyletartışabilmek, bu tartışmaları daha derinlikli bir biçimde yürütebilmek veçözüm üretebilmek gerekiyor. Burada hem farklı alanlarındeneyimlerinden öğrenme şansına hem de çalışmamızın toplamsorunlarını çözümleyip bütünlüklü bir çözüm yolu bulabilme olanağınasahibiz. Bu nedenle özellikle bu gündemi sıradan bir sunum formatındançıkarıp toplu bir tartışmaya konu edebilmeliyiz.

Giriş

“Doğru halka devrimci örgüttür. Devrimci örgüt fanusta yetiştirilmez,etkin bir kitle çalışması içerisinde yaratılır.”

Kitle çalışması temel olarak üç alan üzerinden şekillenir. Ajitasyon-propaganda, örgüt ve eylem olarak sıralayabileceğimiz bu üç alanı vesorunlarını tartışmaya açmadan önce, bunları önceleyen, bir anlamda bualanlarda başarı sağlamanın ön koşulu sayılabilecek birkaç noktayavurgu yapmamız gerekiyor.

İlk olarak alana yönelik “hâkimiyet sorunu” üzerinde duralım. Alanahâkim olma meselesi aslında geniş bir yelpaze içerisinde tartışılabilir.Çünkü bunun bir ayağı alanın fiziksel, diğer bir yanı politiktir.

Alanın fiziksel yapısına hâkim olabilmek ile ifade ettiğimiz şeyelbette ki daha çok verileri kapsıyor. Bunun içinde alanın, ya dakonumuz üzerinden ifade edersek, kampusun/fakültenin vb. çalışmaalanlarının verileri üzerinde tüm detayları ile olmasa da genel hatlarıylabilgi sahibi olmayı kastediyoruz. Bu arada işe yaramayacağınıdüşünebileceğimiz bazı küçük ayrıntıları da önemsemeliyiz. Fakülte yada bölümde kaç öğrencinin veya öğretim görevlisinin olduğu, öğretimgörevlilerinin akademik sıfatlarının ne olduğu, bilgisayar odası veyafotokopi odası gibi teknik imkânların neler olduğu ve bunların öğrencilertarafından nasıl bir ilgiyle karşılandığı küçümsenmeyecek bir önemesahip aslında.

Örneğin, siyasal gündemler üzerinden yürütülen faaliyetin çok etkiyaratmadığı bir fakültede ilk elden daha tali görünen konuları çalışmayakonu edebilirsiniz. Böyle bir bölümde fotokopi ücretlerine zamyapılması ve bunun öğrencilerde hoşnutsuzluk yaratması size bir çalışmabaşlığı açabilir. Hoşnutsuzlukları örgütleyip somut tepkiye çevirmeyoluna gidebilirsiniz. Ya da derslerde veya otomasyonda yaşanansorunları –bunlar teknik sorunlar bile olsa- bunlara bağlı diğer konularlabirlikte gündeminize almanız gerekebilir. Bırakın kitle çalışmanızıntoplamını, yalnızca böylesi durumlar için bile alanın fiziksel yapısınahakim olabilmek önemli bir yerde duruyor.

Öte yandan politik olarak da çalışma alanının mevcut durumuüzerinde bir açıklığa sahip olmak gerekiyor. Alanın gençlik hareketiiçerisinde tuttuğu yer, geçmiş mücadele deneyimi, kitlenin genel politikeğilimi vb. konularda asgari bir bilgi sahibi olmak büyük önem taşıyor.Öyle ki, herhangi bir kampanyanızı öncelikli olarak nereleretaşıyacağınızı, alana göre farklılaşma gösterebilecek olan bu taşıma işinihangi politik çerçeveyle ele alacağınızı belirleyebilmek için alanın

politik tablosuna hakim olabilmeniz gerekiyor. Kitle çalışmasını önceleyen ikinci bir başlık olarak politika

yapabilme sorununa değinelim. Ümit yoldaşın kaleminden çıktığıbilinen, gençlik çalışması aynasında kitle çalışmasının sorunlarınıtartışmaya yönelik eski metinlerimizden önemli gördüğümüz bir pasajıaktaralım.

“İlk olarak, zaman zaman karşımıza çıkan çarpık bir bakıştanbahsetmek istiyoruz. Bu, politika yapmayı, yani kitle hareketinemüdahale ve ona önderlik etme çabasını, güç olduktan sonraki süreceertelemektir. Gerçekte bu, politikadan uzaklığın ifadesidir. Politikayapmak için fiilen güç olmayı beklemek, devrimci mücadeleden uzakdurmak demektir. Her gerçek devrimci önderlik, kendi güçlerini ancakböyle bir çaba içerisinde bulabilir. Harekete müdahale çabası içindegüçlerini toplar, kadrolarını bulur ve dönüştürür, kurumsallaşmasınıtamamlar. Devrimci bir örgüt kadro kazanmak için faaliyet örgütlemez;kitleleri harekete geçirmek, mevcut hareketi geliştirmek için uğraşır.Kadrolar ancak böyle bir faaliyet içinde kazanılıp dönüştürülebilir.Kısacası, güç olunduktan sonra politika yapılmaz, tersine politikayapılarak güç olunur.

Bu müdahale sürecinde şöyle bir sıralama yapabiliriz; süreci vealanı tahlil etmek, sürece müdahale edebilecek politikalar geliştirmek venihayet, bu politikaları hayata geçirecek güçleri, araçları bulmak, açığaçıkartmak.” (Gençlik çalışması deneyimleri ışığında kitle çalışmasıüzerine notlar-Ümit Altıntaş, Ekim, Sayı 210, Kasım ’99)

Burada da ifade edildiği gibi, politika yapabilmek, bu konuda asgaribir başarı sağlayabilmek, kitle çalışmamız için, hatta gençlik hareketiiçerisinde var olabilmemiz için yaşamsal bir öneme sahip. Politikayapabilme becerisi gösteremeden ne başarılı bir kitle çalışmasıyapılabilir ne de güçlü bir gençlik örgütü inşa edilebilir. Bunlardanyoksun olduğunuzda da harekete müdahale edemez ve yıllardırvurguladığımız devrimci önderlik boşluğunu doldurabilmek iddiasındasomut bir gelişme kaydedemezsiniz.

Bugün için bizim bu konuda ciddi sorunlarımız olmadığınısöyleyebiliriz. Gençlik içerisinde yaşanan gelişmeleri, üniversitelerinkapitalizmin dönemsel durumuna tabi olarak değişen yapılarını, gençlikhareketinin verili durumunu ve müdahale yöntemlerini doğru olaraktespit ettik. Bunlara uygun politikalar geliştirdik ve bu politikalarüzerinden harekete yön vermeye çalıştık. Örneğin biz soruşturmasaldırısının politik anlamını doğru tahlil ettik ve buna karşı güçlüpolitikalar ürettik. Ya da üniversitelerdeki dönüşümleri politik olarakyorumlayabildik ve hareketin önüne bir politik hat çizebildik.

Kısacası biz gençlik hareketi içerisindeki varlığımızı kitlesellikölçütlerinden öte olarak politika yapabilme kapasitemiz ve becerimizüzerinden sağladık. Bu sayede hareket içerisinde yer tuttuk. Bir bakıma,“güç olma” meselesini pratikte “politika yapabilme kapasitesi” iletanımlamış olduk.

Ancak yine de konuya burada değinme ihtiyacı öneminden bir şeykaybetmiş değil. Verimli bir kitle çalışması yürütebilmek, güç veolanakların gündelik koşuşturma içerisinde heba edilmediği bir çalışmaörgütleyebilmek için alana özgü politikalar üretebilmede önemli birkapasiteye ulaşmamız, toplamı kesen politikaları yerellerde hayatageçirebilme becerisi gösterebilmemiz hala yakıcı bir önem taşıyor.

Üçüncü olarak yerel örgütlerin kitle çalışması içerisindeki öneminedeğinelim. Buraya kadar bahsettiğimiz kitle çalışması içinbu “olmazsa olmazları” derleyip toparlayabilecek, 17

Kitle çalışmamızın sorunları üzerine - 1

çalışmanın genel ve dönmesel hedeflerini belirleyecek, güçleri bunauygun bir biçimde konumlandıracak ve kitle çalışmasına yön verecek enönemli araç yerel örgütlerdir. Yerel örgütlerin yalnızca çalışmamızınseyri açısından değil, ilgili alandaki harekete önderlik edebilmekaçısından da büyük bir önem taşıdığını ek olarak belirtelim.

“Yerel örgütler kitle çalışmasında önemli bir yerde duruyor. Ziraalana politik olarak hakim olabilmek, alana dair politika üretebilmek,çalışmanın hedeflerini, yönelimlerini, yol ve yöntemlerinitanımlayabilmek yerel örgütlerin niteliği ile doğru orantılı olarakkarşılık bulabiliyor. Bu saydıklarımızın da kitle çalışmasındaki önemigöz önünde alındığında yerel örgütlerin belirleyici yeri daha net birbiçimde ortaya çıkıyor.” (Gençlik içinde kitle çalışması üzerine-EkimGençliği, sayı 131, Nisan 2011)

Yine de kitle çalışması ile yerel örgütler arasında karşılıklı bir ilişkiolduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Kitle çalışmasında alınacak hermesafe yerel örgüte nicel güç katacağı gibi, deneyim, birikim vb.açılardan politik bir nitelik de katacaktır.

Yerel örgütlerin toplamı anlamına gelmek üzere devrimci örgütünönemine de özel bir vurgu yapmak gerekir. Başarılı bir kitle çalışmasıiçin devrimci bir örgütün gerekliliği açıktır. Fakat tersinden devrimci birörgüt de ancak sürekli, sistematik, sonuç alıcı ve bu anlamda başarılı birkitle çalışması içerisinde örgütlenebilir. Kitle çalışması için zorunlu olandevrimci bir gençlik örgütü ancak gençlik kitleleri içerisindeki etkin birkitle çalışması içerisinde var olabilir. Bu bir çelişki değil, tersinediyalektik bir ilişkidir. A-Kitle çalışmasının üçayağı: Araçlar, eylem biçimleri ve

taktik örgütlenmeler

Şimdi kitle çalışmasını ve sorunlarını tartışmaya geçebiliriz. Üçmaddede topladığımız kitle çalışmasının alt başlıklarının her birini ayrıbir tartışmaya konu edebilmeliyiz.

1-Ajitasyon-propaganda sorunu ve araçlar Bilindiği gibi, ajitasyon-propaganda meselesi her çalışma için önemli

bir yerde durur. Sermaye iktidarının ideolojik bombardımanına maruzkalan kitlelerin üzerindeki sislerin dağıtılmasında ve içinde debelenilensorunların çözümündeki tek yolun devrimci mücadele olduğununanlatılmasında ajitasyon-propaganda çalışmanızın gücü belirleyici biryere sahiptir. Bu çalışma sayesinde kitlelerin etrafında politikalarınızlayükselttiğiniz bir çeper örebilirsiniz. Bu sayede alanı politize edebilir,kitlelerde soruna ilişkin bir duyarlılık yaratabilir, birazdan tartışacağımızeylem ve örgütlenme başlıklarında daha ileri sonuçlar yaratabilirsiniz.Kitlelerin eylem veya etkinlere katılmasını sağlamak tek başına bununlamümkün değildir elbette. Ancak duyurusu yaygın bir biçimde yapılmışeylem veya etkinliğin daha çok ilgi çekeceği, akıbeti daha geniş bir kitletarafından merak edileceği de ortadadır. Özcesi, yaygın vesüreklileştirilmiş bir ajitasyon-propaganda faaliyeti alanda politik birrüzgar estirebilmeniz için en temel etkenlerin başında gelmektedir.Böylesi bir çalışma, kimi zaman alana politik ağırlık koyabilmenin veetki yaratabilmenin bir yolu olabilmektedir.

Ayrıca, ajitasyon-propaganda çalışmasındaki ısrar geleceğe de köprüsağlar. Şöyle ki; bir öğrencinin kafasını çevirdiği her yerde size ait birşeyler görmesi ya da duyması, zaman geçirdiği hemen tüm alanlarda(derslikte, kantinde vb. yerlerde) sizi ısrarla bir şeyler anlatırkengörmesi, kişinin hafızasındaki yerinizin sürekli taze kalmasınısağlayacaktır. Bu sayede, bugün olmasa bile, geleceği ve özgürlüğü içinbir şeyler yapmaya yöneldiği ilk anda aklına siz geleceksiniz. Bugündenısrarlı bir ajitasyon-propaganda çalışması yapmak, sermaye diktatörlüğüaltında ezilen gençlik kesimleri harekete geçtiği zaman daha yakıcıolarak hissedilecek önderlik misyonunun hayata geçirilmesinde önemlibir avantaj olacaktır.

Yazılı ajitasyon ve dikkat edilmesi gereken noktalar

“Yazılı materyaller her şeyden önce bir örgüt varlığınıngöstergesidir. İster afiş olsun, ister bildiri, ya da kuş-pul türümateryaller, üzerinde ne yazdığından bağımsız olarak, kitlelere örgütünvarlığını hissettirir. Bu da mücadeleye eğilimli kitlelere güven verir.

Çünkü en geri bilince sahip olan bir insan bile, mücadeleetmek için bir örgüte ihtiyaç duyar. Yazılı materyal burada

örgütü temsil eder. Herkes bilir ki, bu materyalleri hazırlayıpkullananlar, bir örgütlülükte toplanmışlardır. Bu illa ki devrimci birörgüt demek değildir, ama ortada bir örgüt var demektir.” (Gençlikçalışması deneyimleri ışığında kitle çalışması üzerine notlar-ÜmitAltıntaş, Ekim, Sayı 210, Kasım ’99)

Aktardığımız pasaj yazılı ajitasyonun ve bu çerçevede kullanılanmateryallerin önemini en sade ifadelerle belirtiyor aslında. Yine de birnoktanın özellikle altını çizmek gerekiyor: En durgun dönemlerde bileısrarla kullanılacak yazılı materyaller, hiçbir şey olmasa bile örgütselvarlığınızı, bu varlığın her dönemde sürdüğünü gösterecektir.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta faaliyetinsistemli ve sürekli bir biçim altında sürdürülmesini sağlayabilmektir.Evet, yazılı ajitasyon kitlelere güven verir, fakat bu ancak ve ancak birsürekliliğin sonucu olabilirse gerçek sonuçlarına ulaşabilir. Tersindensürekliliği sağlanamayan ve bir sistematiğe kavuşturulamayan yazılı birajitasyon faaliyeti güçsüzlüğe de yorumlanabilir.

Yazılı ajitasyon çerçevesinde kullanacağımız araçlar hazırlanırkenhedef kitlenin eğilimleri, güçlü ve zayıf yanları, duyarlılık alanları vepolitik eğilimleri gözetilmeli, tüm bunlar hesaba katılarak araçlarınbiçim ve üslubu belirlenebilmelidir.

Yazılı materyallerdeki önemli noktalardan biri de dil sorunudur.Genel anlamda, kullanılan dilin insan üzerindeki etkileri bilinmektedir.Söz konusu yazılı materyal olunca dilin mümkün olduğunca sade, duru,açık ve net olmasına dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatmakla yetinelim.

Sözlü ajitasyon ve olanaklar

Sözlü ajitasyon bugün daha çok başka çalışma biçimlerinin birparçası olarak kullanılmaktadır. Eylemlerden önce kantinde veyadersliklerde konuşma yapmak, eylem sırasında çevreye yönelik ajitasyonçekmek, ya da bildiri dağıtımı ve dergi satışı gibi işlerde yüksek seslekonuşmalar yapmak buna örnektir. Sözlü ajitasyon başlı başına birçalışma biçimidir.

Sözlü ajitasyon, her şeyden önce, kitlelerin karşısına açık bir siyasalkimlikle çıkmak demektir. Geleceği açısından umutsuzluğa düşen vebunu değiştirecek gücü olduğuna inanmayan gençlik kitlelerin karşısınamücadele çağrısı ile çıkmak, kapitalizmin gençliğe dayattığı karanlığınkarşısında devrim ve sosyalizmin propagandasını yapmak taşıdığınızsiyasal iddianın kitlelere de yansıtılması anlamına gelecektir.

“Kantin, sınıf, amfi, yemekhane, servis konuşmaları olarakgerçekleşen bu etkinlikler, kitlelerin karşısına devrimci bir kimlikleçıkmanın büyük olanaklarını sunuyor. Gazeteler, televizyon, aile,öğretmenler şu veya bu biçim ve içerikle sürekli karşı-devrimcipropaganda yaparken, birisi çıkıp açıktan "devrim ve sosyalizm" diyor.Devlet, "teröristler, hainler, provokatörler" derken, birileri birçoktehlikeyi göze alarak, açıktan devrimi savunuyor, devletin teşhiriniyapıyor, sosyalist politikalar öneriyor. Sermaye basını hep bir ağızdan"özelleştirme, SSK, vergi reformu" derken, birileri hepsine hayır diyor.

Bütün bunların özel bir anlamı var. Bunlar bir gazeteden ya dabildiriden de okunabilir; ama bir amfiye bir grup öğrencinin girip,içlerinden birinin "Arkadaşlar" deyip bunları anlatmasının farklı biretkisi var. Orada konuşmacının ya da grubun şahsında devrim, örgüt,mücadele görülüyor. Sabah akşam düzenin ideolojik bombardımanınauğrayan birey, birden bire karşısında "biz bu devleti yıkacağız" diyenbirilerini görüyor. Bu sayede, düzenin en kabul edilemez ilan ettiğidüşünceler kitleler tarafından tartışılır hale geliyor. Sadece sizoradayken değil, oradan ayrıldığınızda da... Devletin yoğun ideolojiksaldırısı yüzünden sınıfında kendi düşüncelerini açıklayamayanöğrenciler, sizin müdahalenizin ardından kendi görüşlerinisavunabiliyorlar.” (Gençlik çalışması deneyimleri ışığında kitleçalışması üzerine notlar-Ümit Altıntaş, Ekim, Sayı 210, Kasım ’99)

Açık ki bu aynı zamanda bir güç gösterisidir. Güç gösterisi ilekastettiğimiz şeyin “gövde gösterisi” olmadığını belirtelim.Kastettiğimiz şey kitlelerin karşısında politik gücünüzle çıkmanızdır.Burjuva sınıf iktidarına karşı proletaryanın iktidarını anlatmak, devrimintek gerçek alternatif olduğunu savunmak ve buna aday olduğunuzu tokbiçimde söylemek demektir.

Bir başka önemli nokta sözlü ajitasyonun kitleler üzerindeki etkisidir.18

Sözlü ajitasyon kitleleri ikna etme, sola açık kesimleri devrimcileştirmeve genel kitleyi de devrimci politikalara çekme gibi konularda iyi birolanak sunmaktadır. Bu konuda sonuç alabilmek için gözdenkaçırılmaması gereken şey ise bu sırada bir tartışma imkanı yaratmayaçalışmaktır. Ne türden olursa olsun yapılan propagandaya verilen hercevap bir tartışmaya çevrilebilmeli ve geri politik tutumlar ideolojik-politik bir basınçla ezilebilmelidir.

Elbette ki bunu yaparken karşımıza sivil faşistler veya gericiler deçıkacaktır. Bu gibi durumlarda yapılması gereken ilk elden şiddetkullanmak yerine politik bir tutum alarak teşhir etmek, bu sayedetecridini sağlamak olmalıdır. Zira bu gibi durumlar için asıl önemli olanişlevsellik sorunudur. Eğer şiddet uygulanacaksa bile bu mümkünolduğunca en geniş kitlelerin katılımı ile hayata geçirilmelidir.

Anlaşıldığı üzere, bugün çok kullanmıyor olsak da sözlü ajitasyonaslında kitle çalışması için etkili bir araca dönüşebilmektedir. Bunedenle genel ajitasyon-propaganda çalışmamız içerisinde bu aracı da enetkin bir biçimde kullanmak gerekmektedir.

Araçların kullanımı üzerine

Öncelikle kitle çalışması için tariflediğimiz hiçbir aracın kendi içindeamaçlaştırılmaması gerektiğini belirtelim. Araçlar yere ve zamana görefarklılık gösterebilirler. Önemli olan kendi içinde araç kullanımı değil,söz konusu araçları en etkili ve işlevsel bir biçimde kullanabilmektir.

Örneğin yeni girdiğiniz ve yakın ilişki çıkarmak istediğiniz bir yerdeanket çalışması yapıyorken önemli olan şey yaptığınız anketlerin sayısıdeğil, anket yaparken kaç insanla hangi düzeyde sohbet ettiğinizdir.Çalışmanın başarı ölçüsü de, bu vesile ile insanlarla bağ kurupkuramadığınız olmalıdır. Diğer yandan, eğer amacımız güçlü birpropaganda yapmaksa kullandığımız araçların sayısı büyük bir önemtaşıyacaktır.

Kısaca ifade edecek olursak, ajitasyon-propaganda faaliyetinin kitleçalışmasının yalnızca bir alt başlığı olduğunu unutmamakgerekmektedir. Tersi durumlarda, çalışmanın başarısının buradanölçüleceği kaygısıyla bu alt başlık özel bir yüklenme noktası olacak, buda çalışmanın tümüyle bu alanda sıkışmasına neden olacaktır.

Araçlar sorununda son bir noktaya daha değinelim. Bugün gençlikhareketinin verili durumu bahane edilerek ajitasyon-propagandaçalışmasında kullanılan en temel araçların işlevselliğini yitirdiği iddiaedilebilmekte, bunlar yerine daha yeni ve ilgi çekici araçlarönerilebilmektedir. Elbette ki yeni ve ilgi çekici araçlar kullanılabilir,kullanılmalıdır da. Ama artık klasikleşmiş olarak algılanan araçlarınişlevselliğini yitirmesi, kitlelerin nesnel durumunun yanında, buaraçların amaca uygun bir biçimde kullanılıp kullanılmamasına bağlıdır.Devrimci mücadele içerisinde yıllardır var olan araçları etkili birbiçimde kullan(a)mayarak yeni arayışlar içerisine girmek devrimcipratiğin gereklerinden liberal bir kaçıştan başka bir şey de olmayabilir.

2- Taktik kitle örgütlenmeleri sorunuBugün için bizim asıl sorunumuzun politika belirlemek değil kitleleri

harekete geçirmek veya var olan harekete önderlik etmek olduğunusöylemiştik. Asıl çaba harcayacağımız nokta burası ise bunun çeşitligüçlerle temas noktası yarattığı anda bir araç ihtiyacı yaratacağını dabelirtelim. Eğer harekete müdahale etme noktasındaki çabalarınızısomutlayabileceğiniz, yani harekete önderlik edebileceğiniz bir örgütvarsa müdahalenizi onun üzerinden yapabilirsiniz. Böyle bir örgütlülükvarken alternatifini kurmak genel olarak tercih edilebilecek bir şeydeğildir.

Ancak böyle bir örgütlenme yoksa bunu yaratmaklasorumlusunuzdur. Böyle bir aracı yaratabildiğiniz ölçüde harekete dahailerden müdahale edebilir, hareketin önünü açmanın olanaklarına dahafazla sahip olursunuz. Harekete müdahale için ürettiğiniz politikalarıhayata geçirme çabanız bir örgütlülüğü doğurur. Bu örgütlülük de dahayukarıdan politikalar üretebilmenize olanak sunar. Yani bu ikisi arasındakarşılıklı bir ilişki vardır.

Diyelim ki siz özel bir gündem üzerinden kitle çalışmasıyürütüyorsunuz. Etkili bir ajitasyon-propaganda çalışması yapıyorsunuz.Yürüttüğünüz bu etkin kitle çalışması da süreci sizinle birlikteörgütleyebilecek yeni güçleri açığa çıkarıyor. Böylesi bir durumda

yapılması gereken buna örgütsel biçim vermek, sürecin kalanını bu örgütüzerinden kurgulamak olmalıdır. Harekete geçirilen güçlerin bilinç veduyarlılık düzeyine göre oluşturulacak bu örgütlenme gerçek anlamıylabir kitle inisiyatifi olacaktır.

“Kitlenin ileri unsurlarına propagandadan onları kitle örgütlerinekazanma ara halkasında bir zorluk alanı bulunmaktadır. Daha önce biramfi konuşmasından mutlaka bir temas noktası yaratabilmek gerektiğinibelirtmiştik. Daha sonra bu kişilerle kendi amfilerinde tartışmanınötesinde, tüm amfileri kapsayan bir tartışma toplantısı düzenlemeyeçalışılmalıdır. Bunlar bir yanıyla propaganda olanağı, ama dahaönemlisi demokrasiye dayanarak eylem kararlan çıkarmamız gerekenyerlerdir. Tartışılan konu üzerine bir çoğunluk karan çıktığında, artık birprotesto eylemi örgütlemenin unsurları da yaratılmış demektir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, konuyla ilgili devrimcifikirleri bir oylamada destekleyen herkesin, onun çalışmasını yürütmeklezorunlu olmadığım bilmektir. Zira kişiler, sırf onu yapabilecek gücübulamadıkları için, reformist ya da düzen içi bir fikri desteklerpozisyona itilmemelidirler. Bugün pek çok insanın sırf devrimciliğinbedellerini göze alamadıklarından, ama buna rağmen bir şeyler yapmaisteğinden reformist kesimleri destekliyor oluşu dikkate değer birolgudur ve bu mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. insanların mücadeleyeverecekleri sadece bir kibrit çöpü de olabilir. O kibrit çöpünüreformistlere bırakmamak ve devrim için kullanmak bir sorumluluktur.Bu konuda da küçük-burjuva grupların forum adı altında dar protestolarörgütlemeleri, kopulması gereken bir gelenektir. Komünistler, kelimeningerçek anlamına uygun forumları örgütlemek sorumluluğunutaşımaktadırlar.” (Gençlik çalışması deneyimleri ışığında kitleçalışması üzerine notlar-Ümit Altıntaş, Ekim, Sayı 210, Kasım ’99)

3- Kitlelerin eyleme/harekete geçirilmesi sorunu“Devrimci önderliğin asli hedefi, kitleleri harekete geçirmek, onları

eylemli bir sürece çekmektir. Bilinç de bu sürecin bir parçasıdır.Devrimin kendisi de bu sürecin kendisidir. İhtilal, kitle hareketinin en üstbiçimidir. Bu görev siyasal iktidarın alınmasıyla da bitmez. Sosyalizmininşası da, bir başka boyutta kitle hareketini sürdürmek, onugeliştirmektir. Bu süreç, kitlenin öncünün seviyesine çıkmasına, öncü-kitle ayrımının ortadan kalkmasına dek sürer.” (Gençlik çalışmasıdeneyimleri ışığında kitle çalışması üzerine notlar-Ümit Altıntaş,Ekim, Sayı 210, Kasım ’99)

Anlaşıldığı üzere kitleleri hareketi geçirip geçirememe sorunusıradan ya da gündelik bir sorun değil, asıl olarak düşlediğimiz toplumbiçiminin hayata geçirilip geçirilemeyeceği sorunudur. Konu özgülündetartışılan şeyi bundan ayrı düşünmemek gerekir. Devrimin kitlelerineseri olduğu kabul edildiğine göre bugün kitleleri harekete geçirebilmesorunun bir yerde devrimin kaderi ile ilgili olduğu yadsınamaz birgerçekliktir.

Bugüne dönecek olursak, yürütülen her kitle çalışması beraberindebir eylem biçimini de hayata geçirebilmelidir. Açık olarak bu eylembiçimleri ile kitleleri harekete geçirmek hedeflenmelidir. Buhedeflenmediği koşullarda ise çalışmanın kaçınılmaz sonucununbaşarısızlık olacağı aşikardır.

Burada söz konusu eylem biçiminin ne olacağının da yere, zamanave diğer koşullara bağlı olarak değişebileceğini belirtelim. Bunun birbasın açıklaması mı, merkezi eylem mi, forum ya da etkinlik mi olacağınesnel koşullara bağlı olarak değişebilir. Önemli olan eylemin biçimideğil, biçimi ne olursa olsun eylemliliğin kitlelerin duyarlılığını ortayaçıkarabilmesi ve mücadele alanına taşıyabilmesine olanak tanımasıdır..

Elbette ki her ne pahasına olursun olsun eylem örgütleme gibi birbakışımız olamaz. Politika yapmadan, bu politikalar çerçevesinde birkitle çalışması yürütmeden herhangi biçimiyle bir eylem örgütlemekgerçekçi değildir. Önemli olan her şart altında bir kitle hareketiolanağının var olduğunu gözden kaçırmamak, her şart altında eylemyapmak değil, ama duyarlılığı harekete geçirmektir.

(3. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı'nda “kitle çalışmasının sorunları”başlığıyla düzenlenen oturumda yapılan sunumdur...)

19

Ortadoğu'da başlayan halk isyanları

diktatörleri devirirken, başta Avrupa

olmak üzere dünyanın dörtbir yanında

işçiler ve emekçiler gerçekleştirdikleri

grevlerle haklarına sahip çıktıklarını

gösterdiler. Latin Amerika'da ve

Avrupa'nın bir çok yerinde

meydanları dolduran, dersleri

boykot eden ve hatta okulları

işgal eden gençlik kitleleri

dünyada bu büyük

fırtınayı büyüttüler. Son

olarak ise eylemlerin

kapitalizmin mabedi

sayılan ABD'ye

sıçraması ve “Wall

Street'i işgal et!”

şiarıyla haftalarca

anti-kapitalist

eylemlerin

gerçekleşmesi,

kapitalizmin

girdiği çıkmazı

daha net bir

şekilde

gösterdi.

Sınıf mücadelesinin daha da keskinleştiği bir yılı geride bıraktık. 2011yılı, tarihin sonunu ilan edenlere inat, kapitalizmin sonunun yaklaştığını

kanıtlar nitelikte olaylara tanıklık etti. Tüm dünyada işçiler, emekçiler,gençler ve ezilen halklar daha büyük kararlılıkla mücadele sahnesine çıktılar.

Ortadoğu'da başlayan halk isyanları diktatörleri devirirken, başta Avrupaolmak üzere dünyanın dörtbir yanında işçiler ve emekçiler gerçekleştirdikleri

grevlerle haklarına sahip çıktıklarını gösterdiler. Latin Amerika'da ve Avrupa'nınbir çok yerinde meydanları dolduran, dersleri boykot eden ve hatta okulları işgal

eden gençlik kitleleri dünyada bu büyük fırtınayı büyüttüler. Son olarak iseeylemlerin kapitalizmin mabedi sayılan ABD'ye sıçraması ve “Wall Street'i işgal

et!” şiarıyla haftalarca anti-kapitalist eylemlerin gerçekleşmesi, kapitalizmin girdiğiçıkmazı daha net bir şekilde gösterdi. Tüm dünyada artan eylemliliklerin karşısında

sistemin kendini koruma yöntemi ise bir kez daha devlet terörünü arttırmak oldu.Ortadoğu: Arap Baharı diktatörleri kovdu

2011 yılında tüm dünyaya yayılacak mücadele ateşinin ilk kıvılcımı 17 Aralık'taüniversite mezunu bir işsizin kendini yakmasıyla Tunus'ta çakıldı. Tunuslu emekçiler 14

Ocak'ta Bin Ali'yi, hemen ardından ayağa kalkan Mısırlı emekçiler de 11 Şubat'taMübarek'i devirdi.

Ortadoğu'da yaşanan “Arap Baharı” işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların mücadeleiçerisinde dostu düşmanı ayırmayı öğrendiklerini de gösterdi. Başta diktatörlerin

devrilmesiyle yetinen Ortadoğu halkları, diktatörlerin gittiğini ancak diktatörlüğün olduğu gibidurduğu bilincine vararak tekrardan canları pahasına mücadele sahnesine çıktılar. Bunun en

çarpıcı örneği Mısır'da yaşanmaktadır. Mısır'da işçi ve emekçiler seçimlerin ertelenmesi veaskeri konseyin devreden çıkması talepleriyle gösterilerine devam etmektedirler.

İsyan dalgası bu iki ülkeyi de aşarak tüm bir bölgeye ve dünyaya yayıldı. Emekçi halklarsömürücü asalaklara karşı özgürlük ve gelecek uğruna savaşa atılırken bu mücadelede onlara yol

gösterecek bir devrimci önderliğe sahip olamamanın bedelini ödediler. Özellikle Libya ve şu sıralarSuriye'de emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından önü alınan ve daha sonra da gerici egemenlik uğruna

yapılan müdahalelere dayanak yapılan isyanlar, bu biçimde yozlaştırılmış oldu. Ancak ne olursa olsunMısır'da olduğu gibi, emekçi halklar henüz yolun başında bulunuyorlar. Acı deneyimler ve dersler onları

yeni yollar ve araçlar bulmaya zorlayacak ve eninde sonunda da bu düzeni yıkacak bir kapasiteyeulaşacaklardır.

Avrupa: Kapitalizmin krizine karşı genel grev, genel direniş

2011 yılında, ekonomik kriz Avrupa'ya damgasını vurdu. Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ABülkelerinde ekonomi çökme noktasına gelirken, krizin faturası tüm Avrupa'da kemer sıkma politikalarıyla işçi ve

emekçilere ödetilmeye çalışıldı. 2011'de yaşananlar Avrupa'da “sosyal devlet” anlayışının son kırıntılarının dasüpürüldüğünü gösterdi.

Kemer sıkma politikaları kapsamında eğitim, sağlık, emeklilik hakkı gibi en temel haklara saldırılırken Avrupalı işçi veemekçilerin buna yanıtı genel grev oldu. Yunanistan'da emekçiler çok sayıda genel grev yaparken, bu ülkeyi İtalya, İspanya,

Portekiz ve İngiltere'deki genel grevler izledi. Sınıf mücadelesinin sertleşmesi karşısında ise “demokrasi” timsali sayılan bu ülkelerde faşist baskı ve terörün dozu arttırıldı.

Dahası Yunanistan ve İtalya'da teknokrat hükümetleri kuruldu. Böylelikle kapsamlı yıkım programlarını acımasızca uygulamaküzere şirketlerin yöneticileri bu ülkelerin yönetimine atanmış oldu.

ABD'de “İşgal et!” hareketi

Eylül ayında, gelir dağılımındaki eşitsizliği, Wall Street'i ve bankaları protesto etme amacıyla "Wall Street'i İşgal Et” eylemleribaşladı. Binlerce göstericinin kamp kurarak başlattığı eylem kısa sürede New York'tan ABD'nin diğer pek çok kentine yayıldı.Başta devlet tarafından “hoşgörüyle” karşılanan eylemlerde, hareketin anti-kapitalist söylemlerinin belirginleşmesiyle kısa süre20

2011: Kapitalizmin açmazları netleşirken

mücadele ve başkaldırı sertleşti...

21

içerisinde “hoşgörü” bir kenara bırakıldı. Polisazgınca kamplara saldırdı, toplu gözaltılargerçekleştirdi.

“İşgal et!” hareketi farklı eylem biçimleriyleprotestolarını sürdürüyor. “İş için işgal et!”sloganıyla işsizler, krizdensorumlu tuttuklarıbankaların merkezleriniişgal ederken, son olarak 6Aralık'ta gerçekleşen “Eviçin işgal et!” sloganıylahileli kredi vermeuygulamaları, yozlaşmışmenkulleştirme vebankaların yasadışı evtahliyeleri protesto edildi.

ABD'deki bu harekethem mücadeleninkapitalizmin mabedindegerçekleşmesi, hem debelirgin biçimde sosyal birnitelik taşımasıbakımından dikkatedeğerdi.

Dünya gençliği

mücadelenin en ön

saflarında

Dünyadaki tümgelişmelerde gençlik hepen ön sahnelerde yer aldı. Ortadoğu'da büyüyenateşi genç bir işsiz kendi bedenini ateşe vererekbaşlatmıştı. Şili'de liseliler parasız eğitim içingünler süren okul işgalleri gerçekleştirdiler. Aynıgünlerde Şilili üniversiteliler de “eğitim reformu”talebi ile alanları dolduruyorlardı. Eğitiminticarileştirilmesine karşı Avrupa'nın pek çokülkesinde üniversite öğrencileri sokaklara döküldü.İngiltere'de parlamento binasını saracak büyükgörkemli eylemler yaptılar. Wall Street'i işgaledenlerin büyük çoğunluğunu kendilerine dayatılangeleceksizliğe razı olmayan diplomalı işsizleroluşturdu.

Tüm dünyada kapitalizmin krizine vegeleceksizliğe karşı sokaklara çıkarak haklarınıarayan işçilerin, emekçilerin ve gençlerinbaşlattıkları bu mücadelenin 2012'de daha kararlıbir şekilde sürdürüleceği ortadadır. Bu hareketlerigerçek çözüme götürecek öncü işçi partilerininyokluğu ise şu an en büyük eksiklik durumundadır.Ancak eylemliliklerin hız kesmeden devam etmesi

ve sistemi hedeflemesi gelecek bakımından umutvermektedir. Bu umut her geçen gün büyümektedir.

2011'in Türkiyesi'nden yansıyanlar:

Baskı, sömürü, devlet terörü ve

tırmanan savaş çığırtkanlığı...

Türkiye'de 2011 yılı,egemenlerin “kriziatlattık, ekonomibüyüyor” söylemleri ilegeçti. Krizden çıkan veekonomisini büyüten (!)sermaye devletinin baştemsilcisi Erdoğan, bugörüntüyü Ortadoğu'nunhamisi rolü ilepekiştirmek için büyükçaba sarfetti. Bu rol“komşularla sıfır sorun”politikası çerçevesindeistikrarın ve ılımlı islammodelinin en iyi örneğiolarak sunulmayaçalışıldı. Bu uğurda,ABD emperyalizmininbölgedeki en etkin diğerbir taşeronu olan ve kirlipolitikalar çerçevesindeher türlü işbirliğinesoyunulan siyonist İsrailile ilişkilerin gerilmesi

göze alındı. Ancak çok geçmeden AKP'nin içerideistikrarı nasıl gerçekleştirebildiği, dışarda iseOrtadoğu'nun hamisi rolünün ne kadar gerçekçiolduğu anlaşıldı. Krizden çıkılması ve ekonomikbüyüme, işçi ve emekçiler açısından dizginsizsömürü anlamına gelirken, “komşularla sıfır sorun”politikasının iflası, içeride ve dışarıda savaşpolitikalarının tırmandırılması ile açığa çıktı.

İşçi ve emekçiler için kölece çalışmakoşullarının, güvencesiz çalışmanın yasaldüzenlemesi anlamına gelen Torba Yasa'nın hayatageçmesinin ardından kıdem tazminatı gibi dahakapsamlı haklara gözlerini diktiler. Kürt açılımı,Roman açılımı gibi bir dizi açılımla özgürlük vedemokrasi sınırlarını genişletme iddiasında olanAKP hükümetinin bu “açılım” politikaları da çokgeçmeden iflas etti.

Açılım ve demokrasi söylemlerinin iflası,beraberinde azgın devlet terörü ve kirli savaşpolitikalarının tırmandırılmasını getirdi. Tam bir

2011: Kapitalizmin açmazları netleşirken

mücadele ve başkaldırı sertleşti...

Tüm dünyada

kapitalizmin krizine ve

geleceksizliğe karşı

sokaklara çıkarak

haklarını arayan işçilerin,

emekçilerin ve gençlerin

başlattıkları bu

mücadelenin 2012'de

daha kararlı bir şekilde

sürdürüleceği ortadadır.

Bu hareketleri gerçek

çözüme götürecek öncü

işçi partilerinin yokluğu

ise şu an en büyük

eksiklik durumundadır.

22

polis devleti görünümüne bürünen TC devletitarafından en ufak hak arama mücadelesi bile azgındevlet terörü ile bastırılmaya çalışıldı. Kürt halkınayönelik saldırılar tırmandırıldı ve açık savaşpolitikaları izlenmeye başlandı. Bu savaşpolitikalarını “KCK operasyonları” adı altındakitutuklama terörü izledi. AKP hükümetininkendisinden olmayan herkesi suçlu ilan etmesi iledüzen içi dalaşma da yeni bir boyut kazandı.Gözaltı ve tutuklamaların çerçevesi liberalaydınlardan, ulusalcılara, gazetecilere veakademisyenlere kadar genişletildi.

İçeride baskı ve devlet terörü tırmandırılırkendışarıda da savaş politikası izlenmeye başlandı.“Komşularla sıfır sorun” politikasınıngerçekliğinin olmadığı, aslolanın emperyalizmeuşaklıkta sınır tanımamak olduğu anlaşıldı. Bununen çarpıcı örneği Malatya'nın Kürecik ilçesine füzekalkanının kurulmasına onay verilmesi ile yaşandı.Açık bir şekilde emperyalizme ve siyonizmekalkan olup, kardeş halklara savaş açmak anlamınagelen füze kalkanı projesi, başta Erdoğan olmaküzere TC devletinin emperyalizme hizmette sınırtanımadığını göstermiş oldu.

Tüm bu saldırılar karşısında Türkiye'de -Kürthalkının dinamizmi ve mücadelesi belli yönleriyledışta tutulursa- dünyada olduğu gibi kitlesel veörgütlü bir karşı koyuş gerçekleşmediği açıktır.Tüm saldırılar karşısında toplumsal muhalefetincılızlığını ve dağınıklığını koruduğu gerçeğiortadadır. Ancak bununla birlikte, başta AKPhükümeti olmak üzere, düzenin tüm açmazları veikiyüzlülükleri toplum nezdinde açık bir şekildedeşifre olmuştur. Tüm dünyada olduğu gibi,coğrafyamızda da devrimci bir yükselişmayalanmaktadır. 2011'de gençlik cephesinden yansıyanlar

2011'de gençlik hareketi açısından en önemligündem öğrenci temsiliyeti ve üniversitelerde söz,yetki, karar hakkı talebi üzerinden yaşandı. 4Aralık 2010'da Erdoğan'ın rektörlerleDolmabahçe'de toplantı gerçekleştirmesi ilebaşlayan süreç, açık bir şekilde Bologna süreciningereklerini yerine getirme kapsamında başlatılanbir süreçti. Bu süreci sözde öğrenci temsilcileri ileyapılan toplantılar takip etti.

4 Aralık'ta Dolmabahçe'de gerçekleşentoplantıyı protesto eden öğrencilere karşı azgınpolis terörü uygulanırken, bu süreç, eylemlerekatılan öğrencilerin burjuva medya aracılığıylafişlenmesine ve terörist ilan edilmesine kadarvardı. Ancak gençlik tüm aksaklıklarına, parçalıtablosuna rağmen bu süreçte sokaktaolmaya devam etti. 5 Ocak'taODTÜ'de üniversite öğrencileribaşbakan ve rektörler toplantısına“Başkaldırıyoruz!” dedi. 6 Ocak'taCumhurbaşkanı'nın Çankaya'da sözdeöğrenci temsilcileriyle yaptığı toplantıve Erzurum'a kaçırılan 27 Ocak'takiErdoğan ve “öğrenci temsilcileri”toplantısı sırasında öğrenciler yinesokaklardaydı...

Bu süreç “Jaguarlı öğrencitemsilcisi”yle Öğrenci Konseyleri'ninhiçbir inandırıcılığının olmadığınınburjuva medya tarafından bile afişeedildiği, azgın polis terörünün

toplumun geniş kesimlerinde rahatsızlıkuyandırdığı gelişmelerle ilerledi. “Başkaldırıyoruz”eylemine katılan 117 öğrenci hakkında "Mala zararverdikleri" ve "İzinsiz toplantı ve gösteriyürüyüşünün dağıtılması sırasında kamugörevlisine direndikleri" iddiasıyla 1 yıl 9 aydan 10yıl 6 aya kadar hapis istemiyle dava açılması isedevletin tahammülsüzlüğünün ve çaresizliğininkanıtı olarak gösterilebilir.

2011 başı gençlik açısından belli çıkışlaravesile olsa da sürecin istikrar kazanamadığı açıktır.Benzer bir çıkış 27-29 Mayıs'ta Swissotel'degerçekleşen ve açık bir şekilde Bologna süreciningerekleri çerçevesinde üniversitelerin daha çokpiyasaya açılması ve ticarileştirilmemesininplanlandığı Uluslararası YükseköğretimKongresi'nde (UYK) de gerçekleşti. Hemenardından YGS'de şifre skandalı patlak verdi. Sessizgeçen yaz döneminin bitiminde ise gizli harçzammı uygulaması gençliğin gündemi oldu.

Gençlik açısından saldırıların aldığı boyut artıkgörmezden gelinemeyecek bir hal almıştır.Geleceksizlik, işsizlik kaygısı, eğitimin her geçengün ticarileştirilmesi ile birlikte üniversitekapılarının işçi ve emekçi çocuklarına kapatılmasıtemel sorunlar olarak dururken, gençlik de polisdevleti uygulamalarından nasibini almaktadır.Halihazırda 500'ü aşkın tutuklu öğrencibulunmaktadır.

2011 yılının Türkiye'de gençlik açısından belliçıkışlara vesile olduğu, ancak Türkiye'deki geneltoplumsal muhalefetin bir uzantısı olaraksaldırıların güçlü bir şekilde karşılanamadığıaçıktır. Bunun en temel nedeni ise gençlikhareketinin dağınık ve parçalı tablosunun devametmiş olmasıdır. Dolmabahçe eylemini izleyensüreçte, birleşik mücadele adına oluşturulanreformist blok dahi saman alevi gibi sönerekdağılmıştır.

Bununla birlikte geride kalan yıl, birleşik birgençlik hareketine duyulan yakıcı ihtiyacı bir kezdaha ortaya koymuştur. Açık ki, sermayeninsaldırılarını püskürtebilmenin yegane yolu birleşikve devrimci bir gençlik hareketi yaratmaktangeçmektedir.

Tüm dünyada kapitalizmin açmazlarınınnetleştiği, bunun karşısında sistemin kendinikorumak için her yerde baskı ve terörü arttırdığı biryıl daha geride kalırken, bizlere düşen görev 2012yılını, gençlik hareketinin geliştiği bir mücadeleyılı yapmaktır.

2011 yılının Türkiye'de

gençlik açısından belli

çıkışlara vesile olduğu,

ancak Türkiye'deki genel

toplumsal muhalefetin

bir uzantısı olarak

saldırıların güçlü bir

şekilde karşılanamadığı

açıktır. Bunun en temel

nedeni ise gençlik

hareketinin dağınık ve

parçalı tablosunun

devam etmiş olmasıdır.

Dolmabahçe eylemini

izleyen süreçte, birleşik

mücadele adına

oluşturulan reformist

blok dahi saman alevi gibi

sönerek dağılmıştır.

Bunlar,Engerekler ve çıyanlardır,

Bunlar,Aşımıza, ekmeğimize

Göz koyanlardır,Tanı bunları,

Tanı da büyü...Bu, namustur

Künyemize kazınmış,Bu da sabır,

Ağulardan süzülmüş.Sarıl bunlara

Sarıl da büyü.Devlet Kürt halkının üzerinde baskılarını

arttırıyor. Düzmece iddialarla Kürt Halkınıntemsilcileri tutuklanıyor,zindanlara dolduruluyor.Kürt sorununu çözmedekiacizliğini bu yolla örtmeyeçalışıyor. 2009 Nisanı'ndanbu yana KCK operasyonlarıadı altında 8 bine yakın kişigözaltına alındı, bunlarınyarısı tutuklandı. Tutuklamaterörü aydınları,akademisyenleri ve avukatlarıiçine alarak büyüyor. Her yenigüne gözaltılarla girilen birülkedeyiz artık. Bu saldırılarınkapsamı sadece Kürt Halkıylasınırlı kalmıyor, ilerici-devrimci güçlere kadaruzanıyor. Saldırılar Özel Yetkili Mahkemeler eliyleve TMY’ye dayandırılarak yapılıyor.

Kürt gençliği saldırının hedefinde!

Devlet zirvelerinde planlanan polis ve yargınınuyguladığı bu teröre cinayetler eşlik ediyor. Polisdaha önce Ceylan Önkol’u, Uğur Kaymaz’ı, AydınErdem’i, Şerzan Kurt’u ve nice Kürt genciniyargısız infazlarla katletti. Yargısız infazlardanbirisi de geçtiğimiz haftalarda Diyarbakır’daişlendi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyanve deprem nedeniyle Diyarbakır’a gelen Kürt genciMurat Elibol polisin hedef alarak ateş etmesisonucu ölmüştür. Böylece devlet Kürt halkınadüşmanlığını bir kez daha göstermiştir.

Polisin bu katliamı ne ilktir ne de sondur. Bukatliamlardan nerdeyse hiçbirinden ceza almadançıkan polis bir sonraki olayda daha rahatdavranmakta, yeni ölümlere yol açmaktadır.Örneğin 10. Duruşması görülecek Şerzan Kurt’undavasında katil polisin ceza alabileceğine dairherhangi bir işaret bulunmamaktadır. Keza AydınErdem’in katilleri tüm delillere rağmen devlet

tarafından korunmuştur.Sürdürülen bu politika imha ve inkar

politikalarıyla Kürt halkını teslim alma hedefinehizmet etmektedir. Fakat bu çabaları boşunadır.Kürt halkı polis kurşunlarıyla, gözaltı ve tutuklamaterörüyle teslim alınamıyor, saldırılara direnişlecevap veriyor. Kürt gençliği de bu mücadeledeyerini alıyor. Saldırılara boyun eğmiyor.

Kürt halkıyla dayanışmaya!

Halkları birbirine düşman edip kırdırmayaçalışan sermayenin devleti böylelikle toplumaegemen olmak istiyor. Fakat bizler bu ülkeninilerici-devrimci güçleri olarak faşist uygulamalarasessiz kalmamalıyız. Önümüzde ezilen Kürthalkının tüm ulusal taleplerini savunmak ve Kürthalkıyla birleşik mücadeleyi yükseltmek

sorumluluğudurmaktadır.Unutmayalım başka birulusu ezen ulus aslaözgür olamaz.

Devletin imha veinkar saldırılarına durdemeliyiz. Bugünşovenizmiazdıranlarınemperyalizme vesermayeye uşaklıkyaptıklarını, eğitimeharcanması gereken

parayı silahlanma yarışınaharcadığını bir an olsun bile gözdenkaçırmamalıyız. Ülkemizi Suriye başta olmaküzere Ortadoğu halklarına karşı savaşa sokmayameyilli Amerikancı uşaklara ve sistemine karşımücadeleyi yükseltmeliyiz.

Kürt halkının taleplerini ve mücadelesininmeşruluğunu savunmak bizlerin borcudur. Öyleysehalkların kardeşliğini dünden daha acil olmaküzere gençliğin arasına yaymalıyız. Kürt Halkıyladayanışma bir an önce hayata geçirilmelidir. Gençkomünistler bu uğurda gerekli özveriyi göstermeli,sorumluluklarını bir an olsun bile unutmadan dahafazla çaba sarf etmelidir.

Son olarak şunu bir kere daha belirtmeliyiz kiKürt halkına girişilen suçların sorumlusu katledenpolisten onu koruyan mahkemelere kadar sermayedüzenidir. AKP hükümetinden arkasındaki güçemperyalizme kadar herkes suçludur. Öyleysedüşmanlarımızı iyi tanımalı ve direnmeyi bir anbile unutmadan mücadeleyi yükseltmeliyiz.

Kürt halkına yönelik baskılara son!Eşitlik, kardeşlik,gönüllü birlik!Kürt halkına özgürlük! 23

Kürt halkına yönelik baskı ve terör sınır tanımıyor...

Yokederek bir halkı

susturamazsınız!

Halkları birbirine

düşman edip kırdırmaya

çalışan sermayenin

devleti böylelikle topluma

egemen olmak istiyor.

Fakat bizler bu ülkenin

ilerici-devrimci güçleri

olarak faşist

uygulamalara sessiz

kalmamalıyız. Önümüzde

ezilen Kürt halkının tüm

ulusal taleplerini

savunmak ve Kürt

halkıyla birleşik

mücadeleyi yükseltmek

sorumluluğu

durmaktadır.

AKP hükümetinin “ustalık döneminde” faşistbaskı ve terör dizginlerinden boşalmış bulunuyor.Kurulu düzene ve AKP’ye muhalif tüm kesimlerdevlet teröründen payına düşeni alıyor. Toplumsalmuhalefeti ezmeyi ya da ilk etapta etkisizleştirmeyiamaçlayan devlet terörü, gelecek ve özgürlük içinmücadele eden üniversite öğrencilerindensendikacılara, haklı talepleri uğruna direnen Kürthalkından devrimci ve ilerici güçlere kadar genişbir yelpazeyi kapsıyor.

En büyük darbe ise Kürt halkına vuruluyor. Kürtsorununu istediği gibi çözemeyen sermaye devletibir kez daha onyıllardır uygulanan imha, inkar veasimilasyon politikalarına başvuruyor. Kürthalkının en meşru talepleri görmezden gelinirkenkirli savaş tırmandırılıyor. Kürt hareketine yönelikaskeri saldırılara, sokağa dökülen halkın karşısınaçıkarılan polis ve devlet terörü eşlik ediyor. Kürt hareketine karşı tasfiye saldırısı

Dinci partinin “ustalık dönemi”, Kürt hareketineyönelik saldırıların yoğunlaştırıldığı bir dönemoldu. Bu dönemde KCK operasyonları adı altındaKürt hareketine karşı siyasal ve örgütsel tasfiyesaldırıları arttırıldı. Operasyonlar genişleyerekakademisyen, yazar, avukatlar ve son olarak dagazeticilere kadar ulaştı. Hatırlanacağı gibi, BüşraErsanlı ve Ragıp Zarakolu gibi akademisyen veyazarlar aynı operasyonlar kapsamında tutuklandı.Ersanlı ve Zarakolu’nun tutuklanmalarına gerekçeolarak gösterilen tek “kanıt” ise ikilinin BDPSiyaset Akademisi’nde verdikleri derslerdi. “Örgütüyeliği” ana ekseniyle hazırlanan iddianamedeAkademi’de verilen dersler için alınan notların dahidelil olarak gösterilmesi ise tam bir pervasızlık

örneğiydi.Dinci partinin pervasızlığının başka bir örneği

de operasyonların son dalgasında kendisinigösterdi. Bu kez hedefte, A. Öcalan’ın müdafiliğiniyapan ya da ziyarete giden avukatlar vardı. Saldırı,Tayyip Erdoğan’ın Öcalan’ın avukatlarını hedefalan açıklamasından hemen sonra hayata geçirildi.Operasyonların gerekçesi ise “Öcalan’ıntalimatlarının Kandil’e iletilmesi” olarak sunuldu.Bu operasyon dinci parti payına katmerli birpervasızlık örneğiydi. Çünkü başta MİT müsteşarıolmak üzere devlet yetkililerinin PKK’nin üstdüzey yöneticileri ile yaptığı görüşmeler basınasızmıştı. Bunların yanında, Öcalan’ın önerilerinindevlet yetkilileri tarafından Kandil’e iletildiğiaçıkça dile getirilmişti. Devletin bu kadar aleniyaptığı bir iş gerekçe gösterilerek avukatlarıtutuklamak dinci partinin aymazlığının en dolaysızgöstergelerinden biridir. Bu dalgaya kirli savaşlaberaber faşist baskı ve terörün arttırılacağıduyuruları eşlik etti. Hemen ardından da Lice,Yüksekova ve Antep’te 17 kişinin gözaltına alındığıyeni bir dalga hayata geçirildi.

Başbakanın açıklamalarına ve burjuva basınınhaberlerine bakılırsa operasyonların yeni hedefindeBDP milletvekilleri bulunuyor. BDP EşbaşkanıSelahattin Demirtaş, devletin 5 milletvekilinitutuklamak için hazırlık yaptığı duyumunualdıklarını ifade etti.

Burada yakın zamanda hayata geçirilentutuklama terörünün kısa bir dökümünü yapmaktayarar var. Öncesi bir yana, yalnızca 4 Eylül 2011tarihinde yapılan BDP kongresinin ertesindegerçekleştirilen saldırılarda BDP’nin 21 PM, 4

MYK üyesi tutuklanmış bulunuyor.Toplam tablonun rakamları ise çok dahabüyük. Son iki buçuk yıl içerisinde,aralarında 6 milletvekili ve 14 belediyebaşkanının da bulunduğu toplam 4227kişi tutuklanmış bulunuyor. Aynı zamandiliminde gözaltı sayısının ise 8 binigeçtiği ifade ediliyor.

Tüm bu tablo içinde burjuva basının,özelinde ise dinci partiye yandaşlığı ilebilinen kısmının tutumuna değinmekgerekiyor. En başından beri kirli savaşçığırtkanlığı yapan yandaş basın sonoperasyonlarda da özel bir rol üstlenmişdurumda. ANF’nin düzenli olarakyayınladığı görüşme notları yandaş basıntarafından sanki ilk defa günyüzüneçıkıyormuşçasına servis edildi. Aylardıravukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’ınson bir yıl içinde yaptığı görüşmelerintutanakları Kandil’e iletilen talimatlarolarak sunuldu. Sonuç olarak sonoperasyonlar vesilesiyle burjuva basın da

Kürt halkına yönelik saldırılar devam ediyor...

Rüzgar ekenler fırtına biçecek!

Dinci partinin “ustalık

dönemi”, Kürt

hareketine yönelik

saldırıların

yoğunlaştırıldığı bir

dönem oldu. Bu

dönemde KCK

operasyonları adı altında

Kürt hareketine karşı

siyasal ve örgütsel

tasfiye saldırıları

arttırıldı. Operasyonlar

genişleyerek

akademisyen, yazar,

avukatlar ve son olarak

da gazeticilere kadar

ulaştı.

24

Kürt halkına ve onun meşru mücadelesine karşıbeslediği şoven zehrini bir kez daha kusmuş oldu.

Dinci partinin saldırganlığının

ardındaki nedenler

Dinci partinin Kürt halkına karşı bu denlisaldırgan davranmasının ardında birden fazlaneden var elbette. Ancak her şeye rağmenkarşımıza çıkan esas neden Türkiye burjuvazisininKürt sorunu karşısında düştüğü çözümsüzlüktür.Burjuvazi ne kirli savaşla ne de sahte açılımlarlaKürt halkının mücadelesini bastıramayacağını vehalkı taleplerinden vazgeçiremeyeceğini bir kezdaha yaşayarak öğrendi. Ne baskı ve şiddet yoluylane de göstermelik olarak verilen tavizlerle Kürthalkının devrimci enerjisini tüketemeyeceğinigördü. Bunun bir sonucu olarak da gelenekselinkar ve imha politikasına daha sıkı sarılmayabaşladı. Fakat bu kez saldırılarını askeri ve politikplanda daha da arttırdı.

Bu esas nedene eşlik eden diğer bir neden ise,yeni dönem gelişmeleri de saldırılarınkatmerlenmesidir. Türkiye’nin emperyalizm adınaOrtadoğu’da üstlendiği misyon, “füze savunmakalkanı” ile ülke topraklarının emperyalistleresavaş üssü olarak açılması, Suriye’de yaşanangelişmeler ve Türk devletinin emperyalizm adınataraf olması ve bunların kaçınılmaz sonucu olarakSuriye ve Rusya’nın füzelerini Türkiye’yeçevirmesi... Kısacası, Türkiye’nin dışarıda yaşananemperyalist savaş ve saldırganlıkta oynadığı rol,içeriye dönük olarak arttırılan baskı ve terörün birnedeni oldu. Zira dışarıda emperyalizm adına rahathamle yapmak isteyen Türk devleti, içeriden gelen“yükü” hafifletmek zorundaydı. Emperyalizminbiçtiği rolü oynayabilmenin ilk koşulu bu “yükten”kurtulmaktı. Tüm toplumsal muhalefetin ezilmesinihedefleyen bu saldırılardan en büyük pay isegünün en yakın tehdidi olan Kürt hareketi oldu.

Bu konuda Türk devletinin emperyalizmdentam onay aldığının altını çizmekte fayda var.

Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasındaTürkiye’den çok şey bekleyen emperyalistefendiler, Türk devletinin içeride yaşadığısıkıntıları ve bunların yarattığı yükü çok iyibildiklerinden, toplumsal muhalefetin ve Kürthareketinin ezilmesi ve yok edilmesi için bu keztam onay verdiler. Bilindiği gibi, askeri darbedönemlerindekiyle eşdeğer bir noktaya varansaldırıların startı Erdoğan-Obama görüşmesi ileverilmişti. Bu bile saldırganlığın gerisindeABD’nin parmağının olduğunu göstermeyeyeterlidir.

Kürt hareketine yönelik arttırılan saldırganlıkbir yandan da toplum çapında estirilen faşist terörve saldırganlığın kılıfı olarak kullanılmaktadır.Öyle ki KCK operasyonları olarak kodlananoperasyonlarla toplumsal muhalefetin tüm dirigüçleri hedef alınmaktadır.

Faşist çığırtkanlığa karşı

omuz omuza

Türk sermaye devletinin faşist çığırtkanlığıdinci parti üzerinden sürdürülüyor. “Terör örgütünüoksijensiz bırakacağız” diyen dinci partinin şefiTayyip Erdoğan, “teröre destek verenlerin malvarlığına el konulması” gibi başlıkları dadillendiriyor. Bu, önümüzdeki dönemde saldırılarındaha da artacağına işaret ediyor. Bugündenörneklerinin görüldüğü üzere, artan saldırılar dahageniş bir kesimi hedef alıyor. Öğrencilerintutukluluğu, devrimci ve ilerici güçlere karşıyapılan operasyonlar ve tutuklamalar, ve sonolarak da KESK üzerinden örneklendiği gibisendikacıların dahi bu kapsamla cezalaraçarptırılması artan saldırıların içeriğine dair fikirveriyor. “Hitler’in gazabına uğrayan rahip”durumuna düşmemek için kendisine yönelensaldırılar karşısında Kürt halkıyla omuz omuzavermek ve eylemli dayanışmayı yükseltmek,toplumsal muhalefetin tüm kesimleri için önemlibir yerde duruyor. 2525

Kürt hareketine

yönelik arttırılan

saldırganlık bir yandan

da toplum çapında

estirilen faşist terör ve

saldırganlığın kılıfı olarak

kullanılmaktadır. Öyle ki

KCK operasyonları

olarak kodlanan

operasyonlarla

toplumsal muhalefetin

tüm diri güçleri hedef

alınmaktadır.

“Molotofkokteyli denilen şey, meyve kokteylideğil. Bu yanıcı, yakıcı malzemelerden oluşan,benzinle, mazotla hazırlanan özel bir malzeme.Bunun likit bomba ya da buna benzer birtabirle isimlendirilmesi, ceza kanunlarında dabu isimle girmesi ve cezaların arttırılmasıgerekiyor.” Bu sözler Adana Emniyet MüdürüMehmet Avcı’ya ait. Molotofkokteyline bombadenmeli sözlerinden, yapılan eylemlere nasıl dakinle baktığını açıkça beyan ediyor. Daha sonrada şu cümlelerle ağzından baklayıçıkarıveriyor: “Molotofkokteyli de hukuka,kanuna, belli bir bomba adıyla girmeli, bunakarşı da silah kullanılabilmeli, yoksa daha çokcanımız yanar.”

Sermaye diktatörlüğünün demekistediklerini açıkça söyleyen bu insanmüsveddesi asıl olarak eylemlere doğrudansilahla müdahale edilmesi arzusunu dilegetçiriyor. ‘Daha çok canımız yanar’ sözleriylekendilerinin halkı düşündükleri yalanınıyutturmaya çalışan bu asalak takımı lafebeliğinin en ikiyüzlücesini ve en ucuzunuyapıyor. Sanki en basit emekçi eylemlerine bilegazla, copla ve panzerlerle saldıranlar, MetinLokumcu’yu biber gazı ve cop darbeleriyleöldürenler, daha yakın bir tarihte Murat Elibolisimli Kürt gencini kurşunlayarak katledenlerve de eylemlerde -özellikle Kürt halkına karşı-silah kullananlar kendileri değilmiş gibiikiyüzlüce konuşuyorlar.

Peki ya şunu sormalı, bu sömürücülerinsözcülerine: Adında doğrudan bomba geçen vekalp krizinden tutun da solunumyetmezliğinden ölümlere neden olan, kapsülüinsanın bir yerine isabet ettiğinde ciddi hasarlarveren, bilimsel olarak sağlığa zararı kesinolarak kanıtlanmış olan gaz bombasını ya dabiber gazını neden kullanıyorsunuz? İnsanlarınüzerine neden gaz bombasının kapsüllerininişanlayarak atıyorsunuz? Biber gazınıişçilerin, emekçilerin ve öğrencilerin üzerineneden boca ediyorsunuz? Tabi ki de bunlarıncevabını veremezsiniz.

Burjuvazinin kolluk güçleri gaz bombası yada biber gazı gibi insanların üzerinde öldürücüetkisi olan silahları güvenlik gerekçesi ile kendihukukuna uydurup kullanabiliyor. Bukullandıkları zararlı maddeleri ise sermayepartisinin Sağlık(!) Bakanı çıkıp bilimselverileri reddedercesine utanmazca şu sözlerlesavunabiliyor: “Biber gazı tamamen organik,insan sağlığına ise hiçbir zararı yoktur.”

Peki ya molotof nedir? Molotof, İspanya İçSavaşı’nda kullanılmaya başlanılan, 2. DünyaSavaşı sırasında SSCB askerleri ve partizanlartarafından Alman panzerlerinin pencere, motor

ve kabin havalandırma mazgallarını hedefalarak tankı, içindeki personeli ile birlikte imhaetmek amaçlı kullanılan, Kübalı gerillalarınAmerikancı rejime karşı kazandıkları zaferdetayin edici rol oynayan, yapımı basit, etkisi isetahrip edici olan bir tür ilkel tanksavardır. AdınıSSCB Dış İşleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’danalan yanıcı-patlayıcı bir bileşimdir. Yanihalkların kısıtlı imkânlarıyla yaptığı öz-savunma silahıdır. Burjuvaziyi halkın kendisilahları son derece rahatsız eder. Kendine karşıkullanılabilecek her şeyi yasa dışı ilan eder veimhaya girişir. Örgütlere karşı girişilenoperasyonlar, dergi bürolarının ve demokratikkitle örgütlerinin bürolarının basılması, yasaleylemlere katılanların bile örgüt üyeliği ileyargılanabilmesi bunun en temel göstergesidir.

Adana Emniyet Müdürü’nün sözlerinde özitibariyle sınıfsal bir kin var. Söylediklerininasıl muhtevası eylemlere doğrudan silahlamüdahale etmektir. Kurduğu bütün cümlelerhizmet ettiği sınıfın çıkarlarıyla örtüşüyor.Onlar elbette kendi sömürü düzenlerini devamettirebilmek için halkın elinde herhangi bir güçbulundurmasını istemeyeceklerdir.Burjuvazinin kolluk güçlerinin bu beyanlarıbize Engels’in şu sözlerini hatırlatıyor :“Devlet… bizzat silahlı güç halinde örgütlenen,halkla doğrudan doğruya aynı şey olmayan birkamu (ya da kolluk daha doğru olur) gücükurar… Bu özel kamu (kolluk) gücü her devlettevardır; yalnızca silahlı adamlardandeğil,…hapishanelerden ve her türlü cezakurumlarından da meydana gelir”.

Düzen, her attığı adımda çelişkilerini veikiyüzlülüğünü açıkça gösteriyor. Bir yandankendisi eylem yapanlara silah kullanırken,eylem yapanların basit savunma araçlarıkullanmasına tahammül edemiyor. Sağlığazararlı kimyasal maddeleri, zararsız organikmaddeler gibi göstermeye çalışıyor. Kendisiistediği gibi saldırırken, saldırılara karşısavunma yapanlara ağır bedeller ödetiyor.Toplumu dikensiz gül bahçelerine çevirmekisterken, toplumu oluşturan bileşenlere, işçilereve emekçilere pervasızca saldırıyor. Elbetdüzenin kudurganca saldırmasının sebebi tümbu çelişkiler yumağından çıkamamakorkusudur. Bu saldırıları ona yaptıran, kendigücüne olan güveni değil, tam tersine işçilerinemekçilerin örgütlü mücadelesinin kendisömürü sistemini alaşağı edebileceği gerçeğidir.Ne kadar yol denerse denesin kapitalizm tarihinakışını durduramayacak, yıkılıp gidecektir. Hakettiği yere, tarihin çöplüğüne gömülecektir!

G. Barva

Asıl bomba

patlamaya hazır öfkemizdir!

26

Adana Emniyet

Müdürü’nün sözlerinde

öz itibariyle sınıfsal bir

kin var. Söylediklerinin

asıl muhtevası eylemlere

doğrudan silahla

müdahale etmektir.

Kurduğu bütün cümleler

hizmet ettiği sınıfın

çıkarlarıyla örtüşüyor.

Onlar elbette kendi

sömürü düzenlerini

devam ettirebilmek için

halkın elinde herhangi bir

güç bulundurmasını

istemeyeceklerdir.

2727

Son dönemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dayaşanan halk isyanları, bu bölgede emperyalist-kapitalist politikalara karşı öfkenin patlaması oldu.Ancak tüm bu isyan ve direnişler işçi sınıfınınkollektif eylemi ve devrimci bir öncülüklebirleşmediği yerde, sonuçlarına ulaşamamıştır.İsyanlar genel olarak sistemden kaynaklanansorunlara karşı başlamış, akabinden rejimindeğiştirilmesi yönünde bir harekete dönüşmüş,ancak bu rejimlerin başında duran diktatörlerindevrilmesininötesinegeçememiştir.Emperyalistlerdediktatörleriniharcayarak rejimlerikoruma yolunagitmişlerdir.

Örneğin Mısır’daMübarek’ingitmesinden sonrayönetime ordu gelmiş,iktidardaki partidüşmesinerağmen buradasistem aynendevam etmiştir.Mısır’da yönetimdoğrudan işçisınıfının elinegeçmemiştir veyaiktidardaki sınıfdeğişmemiştir. Bunedenle buradakidurumu devrimolaraknitelendirmek dedoğru değildir.Ancak şunu da unutmak gerekiyor ki, bu isyanlarOrtadoğu ve Kuzey Afrika’daki emekçilerin kendigücünün farkına varmasını da sağlamıştır. Bunu dabugün hala Mısır’da devam eden ayaklanmalardangörüyoruz. Kitleler şimdi de ordunun iktidardanayrılması için Tahrir Meydanı’nı doldurmuşdurumdalar. Yani baktığımızda buralarda yaşanansüreç, gerçekleşen devrimden çok, devrim yolundadaha ilk adımların atıldığı bir başlangıç noktasıdır.

“(…) Mısır’da halen devrimci parti yok,Tunus’ta var görünüyor fakat olaylara yetişemiyor.Ama Tunus ve Mısır olayları bir arada, devrimcipartinin olağanüstü, böyle tarihi dönemlerde adetabelirleyici önemini ortaya koyuyor. Tunus veMısır’ın en büyük derslerinden biri nedir diyesorarsanız, devrimci partinin belirleyici, sonucutayin edici önemidir, derim. Halbuki bugünküolaylar içinde devrimci öncü parti halen yok.Tunus ve Mısır’a böyle bakalım, devrimcilerolarak sorunları, olup bitenlerin ortaya koyduğu

dersleri bu çerçevede ele alalım, bu açıdanirdeleyip tartışalım. Tunus ve Mısır’dan geleceğindevrimci mücadeleleri için gerekli sonuçlarıburadan hareketle çıkarmaya bakalım.” (Ekim,Sayı: 271, Nisan 2011)

Bugün baktığımızda Ortadoğu üzerindehâkimiyet kurmaya çalışan ABD etkin taşeronolarak kullandığı Türkiye ve İsrail ile birlikte bu

bölgedekihâkimiyetinitamamensağlamlaştırmakisterken, bununyanındaegemenliğinisarsacak hiçbir güçve hareketistemiyor. Böylesibir süreçte isebölgede yaşananayaklanmalarişine gelmediğiiçin buralaradoğrudanmüdahale

ederek yedeklemeye,böylelikle emperyalistegemenlik için dayanakhaline getirmeyeçalışıyor. Libya veşimdi de Suriyeüzerinde yapılmakistenen de esas olarakböyle olmuştur.

Emperyalizm buyolda yalnız değildir.

Suriye’ye yönelik yaptırımlarla Arap Birliği dekimin destekçisi olduğunu bir kez daha gözlerönüne sermiştir. Kürt halkı üzerinde son dönemdebaskı politikalarını had safhaya ulaştıran dinci-gerici AKP hükümeti ise bu süreçte gerekirseSuriye’ye müdahale edeceğini belirterek,emperyalist efendilerinin bir dediğini ikietmeyeceğini ve uşaklıkta sınır tanımayacağını birkez daha göstermiş oldu. Her gün operasyonlardüzenleyerek ve artık bu operasyonların kapsamınıgenişletip devrimcilere, ilericilere ve komünistlereyönelik saldırıları ile toplumsal muhalefetisindirmeye çalışan AKP hükümeti Esad rejimine“halkına zulüm etme” diye akıl verebilmektedir.

Şunu bir kez daha vurgulamak gerekiyor ki,zulmün olduğu yerde başkaldırı daima meşrudur.Bugün de emperyalizmin her türlü müdahalesineve egemenlik kurma çabalarına karşı direnenOrtadoğu halkları kazanacaktır. Gerçek ve kalıcıbir çözüm ise devrimci bir partinin önderliğindegerçekleştirilecek devrimle mümkündür.

Ortadoğu’da direniş kazanacak!

“Zulmün olduğu yerde

başkaldırı meşrudur!”

Bugün baktığımızda

Ortadoğu üzerinde

hâkimiyet kurmaya

çalışan ABD etkin

taşeron olarak kullandığı

Türkiye ve İsrail ile

birlikte bu bölgedeki

hâkimiyetini tamamen

sağlamlaştırmak

isterken, bunun yanında

egemenliğini sarsacak

hiçbir güç ve hareket

istemiyor.

28

Kapitalizm kendisiyle birlikte her şeyikirletmeye ve çürütmeye devam ediyor. Şair “suçürüdü” demişti ve sonrasında bir kısmımız birşarkının sözlerinden duymuştuk ya “ve kirlendiğinidünya”nın... ‘Sevgi’ kirletildikçe adı daha çokverilmişti sokaklara, caddelere ve yollara....Buralardan akan hayatlar karardıkça o kadarışıklandırıldı yollar. Karanlık ve çürüme bu yapayışıltıyla örtüldü.

Özgürlük ve demokrasi götürülmekteydi bir desavaş uçaklarıyla, bombalarla, mermilerle. Katliamoperasyonları “hayatadönüş” olarak servisedilebilmekteydi!...İletişimin dili, sesinahengi nasıl dalekelenmektedir. Tıpkıacısı hissedilmeyentrajedilere akıtılangözyaşı gibi... Tıpkı enala yalanların gerçekdiye yutturulmayaçalışılması gibi...

Yargısız infazlarınapaçık itirafıydı sözde“dur ihtarları.”İşkencede ölümlerin şifresini, “duvara çarptı”,“merdivenden düştü”, “pencereden atladı”,“kendini astı” yalanları çözüyordu. Her afettensonra devletin şefkatli kollarının tüm yaralarısaracağı yalanını kaç kez duyduk değil mi? Hukuksisteminin politik davalarda kendi safını nasıl dakolayca seçtiğinin sayısız örneğini gördük,karşılığında öfkelendik. NÇ davasında 13yaşındaki bir çocuğa “kendi rızasıyla”, 28tecavüzcüye ise “iyi halleri olduğuna dair”mührünü vuran aynı hukuk karşısında öfkelendik.

Tarihimiz devletin şefkatli kollarının nerelerekadar uzandığının, ne kadar çok kan döktüğünün,can aldığının sayısız örnekleriyle doludur. Ve yinecoğrafyamızın siyasal ve politik ikliminde kendinehas yalanlarıyla nam salmış düzen aktörleriyle...Söyleyeceklerinin yalan olduğunun biliniyorolmasına rağmen aldırmadan yaptıklarıkonuşmalarla ünlüdür onlar. Kimisi demiştir kimesela “bu ülkeye komünizm gelecekse onu da bizgetiririz.” Yahut da “bana sağcılar adam öldürüyordedirtemezsiniz.” 12 Eylül işkencehanelerinde“asmayıp da besleyelim mi” diyen zata göreişkence de “münferitti” mesela, hep olageldiği gibi.

Sözünü sakınmadan söyleyenler de yok değildielbette. Tıpkı kontrgerilla tetikçilerini korurken “buvatan için kurşun atan da, yiyen de şereflidir”diyen Çiller gibi. Ya da kontrgerilla infazlarınısavunurken “bin operasyon yaptık” diyerek övünenAğar gibi. “Kadın da olsa, çocuk da olsa gerekenyapılacaktır” diyen Erdoğan gibi. Tarihin laf

cambazlarını gülünç duruma düşürdüğü gibi,benzerlikleri açısından yan yana düşürdüğü deolmuştur.

Şimdi de “bu ülkede özür dilenecekse onu daancak biz dileriz” dercesine CHP’yi köşeyesıkıştırmak için Erdoğan’ın Dersim katliamıylailgili özür dilemesine tanık olduk. Halbuki eşitkoşullarda yaşayan insanların dost kalabilmeleriaçısından ne büyük bir erdemdir özürdileyebilmek. Ama eşit olmayan koşullarda,adaletsiz bir düzenin savunucusu ve bu düzenin

nimetlerindenfaydalanmaktaolanların dilinde özür,sadece yaralarıyeniden kanatmaya,öfkeyi daha daartırmaya yarayabilir.Özürleri de küfürkadar ağır ve rencideedicidir. Hasımbellenenden, düşmanolarak sürekli esaretaltında tutulmakistenenden, horgörülenden, var olan

haksızlıkların devam etmesi istenirken bir özürdenbahsediliyorsa, çocuklar bile bilir ki elbette “bir işvardır bu işte!”

Özür, yapılan hatanın bir daha tekrarlanmamasıve yaşananlar dolayısıyla acıların paylaşıldığınınbildirimi içindir. Af dilemektir bir yerde. Oysaburada adı geçen özür için “özrü kabahatindendaha büyük” deyimi de kafi gelmez. Zira özürleride kabahatleri de çok ama çok büyüktür vesaymakla bitmez. Son olarak yurt dışındayakalanan Sivas katliamının faili, Türkiye’ningerekli işlemleri yapmamasından dolayı iadeedilmemiş ve tutulduğu ülkede serbestbırakılmışsa... Domuz bağı uzmanları, mezar evsakinleri Hizbulkontra tetikçileri, AKP’nindağıttığı adalet sonucu salıverilmişse... Vaktizamanında, Sivas katliamının aranan sanıklarındanbirinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalıştığısırada, başkanlık görevinde kimin oturduğu gizlisaklı değilse...

Daha bir yıl önce, Dersim’in 1938’debombalanması üzerine yaptığı bir konuşmadakullandığı “ben o zamanlar yaşamıyordum” sözlerinasıl Kılıçdaroğlu’nu kurtarmıyorsa, kendindenönce ve kendisinden sonra işlenecek tüm insanlıksuçları nedeniyle, Erdoğan da kendisi gibi düzensiyasetçileriyle birlikte aynı derecede suçludur.

Bu son “özür” şovuyla yapılmak istenen isesadece CHP’yi köşeye sıkıştırmakla sınırlı birhamle olarak da algılanmamalıdır. Meseleninonyıllardır bu coğrafyada zulme uğrayanların

Özrü kabahatinden büyük olanlar,

kanlı bir tarihi özürle temize çıkaramaz

H.Eylül

Daha bir yıl önce,

Dersim’in 1938’de

bombalanması üzerine

yaptığı bir konuşmada

kullandığı “ben o

zamanlar

yaşamıyordum” sözleri

nasıl Kılıçdaroğlu’nu

kurtarmıyorsa,

kendinden önce ve

kendisinden sonra

işlenecek tüm insanlık

suçları nedeniyle,

Erdoğan da kendisi gibi

düzen siyasetçileriyle

birlikte aynı derecede

suçludur.

öfkesini dindirmeye yönelik sinsi bir tarafı dahavar. Tamamen teslim alamadıklarını bilinçaçısından silahsızlandırmak için “bak özür dediledim, ama sen yine de biat et” demekten başkabir şey değildir.

Derisi yüzülen Nesimi’den, “dönen dönsün bendönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan’dancellatları özür dileyebilir mi? Mustafa Suphi ve 14dava arkadaşını hangi özür unutturabilir. “Bensenin yalanlarınla, hilelerinle baş edemedim bubana dert oldu, ben de senin önünde diz çökmedimbu da sana dert olsun” diyen Seyit Rıza nasıl bircevap verirdi acaba.

1915 Ermeni soykırımını, istiklalmahkemelerini, kanla bastırılan Kürt isyanlarını...Sefer yapılıp zafer elde edilemeyen Dersim’i...Varlıkları, Türk varlığına armağan edilerek yoksayılan, horgörülen, inkar ve imha edilen Kürt,Ermeni, Çerkez, Laz vb. ulusları, Alevileri,Süryanileri... 6-7 Eylül olaylarını, Maraş’ı,Çorum’u, Sivas’ı, Gazi’yi, ‘77 1 Mayısı’nı,Bahçelievler’i, 12 Mart’ı, uğruna hala hapis yatılan6 Mayıs’ı, Kızıldere’yi, 18 Mayıs’ı, Nurhak’ı,Adalılar’ı, 12 Eylül’ü, Mamak’ı, Metris’i, veDiyarbakır zindanını...

Sonra yine darağaçlarını, idama giderkensöylenen andları, Ankara DAL’ı, İstanbulGayrettepe’yi, ve duvarlarına kan sıçramış dahabirçok işkencehaneyi... O işkencehanelerdekielektriği, Filistin askısını, buza yatırmaları,küfürleri, dinlettirilen çığlıkları ve daha birçokişkenceyi, işkencede ölümleri, işkencedetecavüzleri, gözaltında kayıpları, yargısızinfazları...

Bir kez daha zindanları; Buca’yı, Ümraniye’yi,Ulucanlar’ı, yine Diyarbakır’ı, ‘96 süresiz açlıkgrevi ve ölüm oruçlarını, 2000 ölüm oruçlarını, 19-

22 Aralık “hayata dönüş” zindan katliamlarını...Zorla boşaltılan 4 bin köyü, 17 bin kayıp Kürtinsanını, yerlerde sürüklenen, kulakları kesilen,toplu mezarlara, asit kuyularına atılan insanlığıunutmak mümkün müdür?

Bu “özür” vesilesiyle, yapılmak istenenin birdevlet ciddiyeti içinde geçmişle bir hesaplaşmaolmadığı da ortadadır. Öyle ki burjuva düzeninsınırları içinde bile örnekleri mevcut olan böyle biryaklaşımın, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanmaolasılığına dair hiçbir emare yoktur. Toplumsalmuhalefetin bir sonucu olarak örneğin Arjantin’in,Yunanistan’ın darbeler vesilesiyle geçmişle yapmışolduğu bir muhasebe ve bunun sonuçları vardır.Ancak Türkiye’de oyun tribüne oynanmaktadır.Artan baskı ve devlet terörünün ışığında meseleyebakıldığında bu daha net görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer alanKürt mebuslarından biri olan ve 25 Kasım 1925tarihinde Elazığ’da idam edilen Hasan HayriBey’in son sözleri olan şu kelimeler oldukçaöğreticidir; “Ey Kürt halkı! Bizden de ibret alın vebilin ki, dünyadaki en güvensiz söz, Kemalistlerinverdiği şeref sözüdür.” Bu veciz ve manidar ifadeyieğer güncelden uyarlayıp geleceğe bırakacakolursak herhalde şöyle dememiz gerekecektir;“Eğer birileri siz ezilenlerden, yok sayılanlardan,zulme uğrayanlardan; geçmişte çektiğiniz acılaradair özür dileyecek olurlarsa, hatta yaşanmıştrajedileriniz nedeniyle gözyaşı dökmeyekalkarlarsa, öncelikle yaptıklarına, hizmetettiklerine, yaşadıkları yerlere, yaşam koşullarına,geçmişte söylediklerine, ellerindeki kana ve sizlerenasıl bir gelecek vaat ettiklerine bakınız.”

(Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak, 2 Aralık 2011, Sayı 45)

29

12 Eylül 2010 yılında yapılan anayasa referandumu ile başlayansüreç hala devam ediyor. Sermaye uşağı AKP hükümeti, o dönemdeanayasayı demokratikleştirme naraları atarken bazı sol liberal kesimlerde bu oyunda yerlerini alarak ona yedeklendiler. O dönemde düzen içiçözümlerin tarafları olanlar bugün de aynı minvalde ilerliyorlar. 12Haziran’da yapılan genel seçimlerinin sonuçlarının açıklanmasınınardından tüm düzen güçleriyle birlikte devrimci bir ufuktan yoksunilerici sol güçler de anayasa konusunda hazırlıklara başladılar.

Anayasa: Burjuva düzenin asma yaprağı

Kapitalist sistem sömürü ilişkilerini ve burjuva iktidar sisteminigizleme ve meşrulaştırma amacıyla anayasayı kullanır. Bunun içinkurulu düzen zemini üzerinde yükselen anayasalar da esasta işçisınıfının ve tüm ezilen halkların köleliğini gizlemek ya da bu köleliğinormalleştirmek üzere hazırlanmıştır. Dolayısıyla sisteminhükümetleri tarafından istendiği gibi yorumlanıp uygulanabileceği sugötürmez bir gerçektir. Öyle ki çoğu zaman burjuvazi çıkarları içinkendi koyduğu yasaları bile uygulamaz. Çok yerinde bir benzetmeolarak W. Liebknecht anayasayı “rejimin apışarasındaki asma yaprağı”* şeklindenitelemiştir. Bu ifadenindoğruluğunu yakın zamandabaşlatılan KCK operasyonu adı altındayüzlerce kişinintutuklanması örneğindeaçıkça görmekteyiz. Busaldırılar ortadaykendevletin tam da oyasalarını kullanarak veonların üzerine basarakneler yapabileceği bu kadar somutken, bu pervasızlığın karşısına neyinkonulduğu önemlidir.

Bugünkü duruma baktığımızda ‘toplumcu’, ‘halkçı’ ya da‘demokratik’ her ne ad altında olursa olsun kurulu sistem zeminindeanayasal bir reform arayışı, liberal-reformist algının yansıması veufkunun darlığındanileri gelmektedir.Engels’in ifadesiyle,“asma yaprağını kaldırıp onun çıplaklığını kendi vücudunlaörtmeye”** benzer. Çünkü baştan aşağı değişmediği sürece ne tür biranayasa getirilirse getirilsin hem uygulanması mümkün olmayacakhem de ücretli kölelik düzenini meşrulaştırılacaktır. Zaten sınıfmücadelesinin sertleştiği bir durumda da bu tür bir anayasanın kağıtüzeride kalması kaçınılmazdır.

Halkların Demokratik Kongresi’ni toplayanların göremedikleri yada görmek istemedikleri budur. Güncel sorunları devrimleilişkilendirmeden hareket etmek uzun vadeli bir perspektiften uzakdurmak, çelişkilerin gizlenmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Bukısmı çok uzatmadan Engels’in sözleriyle bitirelim: “Günün geçicisorunları karşısında büyük temel düşüncelerin bu unutuluşu, geçicibaşarılar uğruna girilen bu yarış ve sonal sonuçları göz önündetutmadan çevrede verilmekte olan savaşım bugünün sonuçlarına fedaedilen hareketin geleceği, bütün bunların belki de ‘namuslu’ nedenlerivardır. Ama bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır. Ve‘namuslu’ oportünizm, belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir”***

Mücadelenin yasaları ve anayasa mücadelesiDemokratik hak ve özgürlük mücadeleleri tarih

boyunca ezenler ve ezilenlerin çatışması şeklinde olmuştur. Öyle deolmaya devam edecektir. Her türlü demokratik hakkı alanlardamücadele ederek ve bunu da nihai hedef olan devrim perspektifinebağlayarak kazanmak dışındaki arayışların tümü düzen içinde vesınırlarında siyaset yapmak demektir. Ezen ve ezilen arasındakiçatışmayı, bu tür ara formüllerle bir sınırda tutma anlayışıdır bu.

“Sosyal-siyasal mücadelelerde kuraldır; hukuk her zamantopallayarak arkadan gelir. Siyaset her zaman ön plandadır ve yolaçıcıdır. Siyaset yol açar, hukuk onu tamamlar, Devrimin anayasasıdemek siyasal başarıya, devrimin tam zaferi anlamındaki bir siyasalbaşarıya hukuksal bir biçim vermek demektir. Bir temel siyasal hedef

olarak önden bir anayasa mücadelesi olmaz. Öndenanayasa mücadelesi yığınlarındikkatini düzen içi anayasal

çözümlere çeker, onları aldatır. Liberaldemokratların, reformistlerin, dolayısıyla

temelde egemen sınıfın değirmenine su taşır.Bu arada burjuvazinin taktik manevralarına

da iyi bir dolgu malzemesi olur.”****Bir diğer yandan, hak arama

mücadelelerinin sonuçlarının yasalarabağlanıp bağlanmaması temel önemdebir sorun değildir. Düzenin yasalarında

geçmediği haldebirçok demokratik

hak ve özgürlük alanıfiili-meşru birşekilde kazanılabilir

ve kullanılabilir.Buna mikro düzeyde birörnek olsa da üniversiteyönetmeliklerini

gösterebiliriz. Tümüniversitelerinyönetmeliklerinde

afiş asmak, bildiridağıtmak, ajitasyon-

propaganda yapmaköğrencilere yasaklanırken birçok yerde fiili-meşru bir şekildekazanılmıştır. Ama hiçbir yönetmeliğe de bu kazanım geçmemiştir.Dolayısıyla bu bir engel olarak görülmez ya da tersinden bununyönetmeliğe geçmesi için bir hareket yaratmayı gerektirmez.

Sonuç olarak; gerek düzenin yarattığı sahte demokrasi, gereksemücadele algısını anayasal hayallerle kötürümleştirenler işçi veemekçilere bir gelecek sunamaz. Toplumsal kurtuluşu hedefleyen vegünün sorunlarını devrim perspektifiyle birleştirenler ise tarihinakışını değiştirme iradesini gösterebilirler

Dipnotlar:*Wilhelm Liebknecht’in 1867’de Reichstag’taki ilk konuşmasında.**Karl Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi,

Sol Yayınları, syf. 100*** Karl Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının

Eleştirisi, Sol Yayınları, syf. 101****H. Fırat, Demokrasi ve Devrim, Eksen Yayıncılık, syf. 7630

Mücadele

“anayasa”ya sığdırılamaz!Y. Toprak

31

Türkiye’nin bugünkü

nesnel koşullarında

çözülmemiş

demokratik sorunların

kaynağında

sermayenin sınıf

egemenliğini tespit

etmek bu sorunun

gerçek çözüm yoluna

da işaret etmektedir.

Demokratik hakların

gerçek kazanımı,

ancak sermayenin

sınıf egemenliği yok

edilerek olacaktır.

Demokratik hakların bir bir tırpanlandığı, faşistbaskı ve terörün tırmandırıldığı şu günlerdedemokrasi mücadelesinin kapsamını ve devrimmücadelesinde tuttuğu yeri incelemek yerindeolacaktır. Yunanca “demos” “halk”, “kratos” ise“iktidar” anlamına gelmektedir. Sözcük anlamıylademokrasi “halk iktidarı” anlamını taşısa da belirtmekgerekir ki demokrasi kavramı sınıfsal özünden ayrıdeğerlendirilemeyecek bir kavramdır. İktidardaki hersınıf kendi demokrasi anlayışını da beraberindegetirir. Bu tanımlama bize demokrasi sorununun vemücadelesinin sınıf mücadelesinden bağımsız birtanımının ve çözüm yolunun olmadığına işaretetmektedir. Her tarihsel dönemin kendi iktisadi,sosyal ve siyasal koşullarına göre demokrasisorununun ve mücadelesinin kapsamı ve anlamıdeğişir.

Bugün için çözülmemiş demokratik sorunlarolarak karşımızda duran siyasal özgürlükler, kadınsorunu, ulusal sorun, gençlik sorunu, çevre sorunu vb.sorunların gerçek çözümü için verilecek mücadeleancak, bu sorunların kaynaklarını tespit etmeklebaşarıya ulaşacaktır. Feodal düzene sahip birtoplumda demokrasi sorunun içeriği ve çözüm yolufarklıyken, kapitalist bir toplumda daha farklıdır.Yarın kurulacak sosyalist bir toplumda da daha farklıolacaktır. Bugünkü nesnel koşullar incelendiğinde iseemperyalizme bağımlı, gelişmekte olan kapitalist birülke olarak tüm ilişkilerin kapitalizmin ihtiyaçlarınagöre şekillendiği Türkiye’de tüm bu sorunlarınkaynağında sermayenin sınıf egemenliği durmaktadır.

Kapitalizm demokratik sorunların bir kısmını yakendisi var etmektedir ya da doğası gereğiçözmemektedir. Örneğin kadın sorunu, kapitalizmeözgü demokratik bir sorun değildir. Kadın sorunusınıflı toplumlara geçişle beraber ortaya çıkmıştır.Kapitalizm de bu sorunu feodal toplumdan mirasalmıştır. Kadına seçilme hakkının verilmesi, yasaldüzlemde kadın-erkek eşitliğinin sağlanması gibi birdizi hakkın burjuva düzende sağlanması kadın veerkek arasındaki siyasal eşitsizliği yok etmek adınaatılmış önemli adımlardır. Kadının ev yaşantısındançıkıp üretim sürecine dahil olması kadınınözgürleşmesinde önemli bir adımdır. Ancak bu durumkadının cins olarak ezilmişliğine yeni bir boyutkazandırmış, emekçi kadına kapitalist düzende kadınolmasından kaynaklı çifte sömürü dayatılmayabaşlamıştır. Bu çifte sömürüyü devam ettirebilmekadına kapitalist düzen geçmiş toplumlardan mirasalınan kadın sorununu çözmemekte/çözememekte,yeri geldiğinde kendi yasalarını da çiğneyerek busorunu kendi ihtiyaçlarına göre yeniden üretmektedir.

Türkiye’nin bugünkü nesnel koşullarındaçözülmemiş demokratik sorunların kaynağındasermayenin sınıf egemenliğini tespit etmek busorunun gerçek çözüm yoluna da işaret etmektedir.Demokratik hakların gerçek kazanımı, ancak

sermayenin sınıf egemenliği yok edilerek olacaktır.Elbette ki kadın sorunu, gençlik sorunu, Kürt sorunugibi sorunlar kapitalist düzen içerisinde de belliçözümlere kavuşabilir. Verilecek demokrasimücadelesi ile bazı demokratik haklar kazanılabilir,hatta bu kazanımlar düzen sınırları içerisindekurumsallaşabilir. Ancak tüm tarihsel deneyimler busınırlılıkta kazanılmış hakların gerisin geri düzentarafından nasıl alındığını göstermektedir.

Demokratik hakların bu düzen sınırları içerisindeiğretiliğine en anlaşılır örneği olarak Avrupa’dagelişen sosyal devlet anlayışını incelemek faydalıolacaktır. Hem Avrupa’da yükselen devrimci dalganınetkisini kırabilmek için, hem de Sovyetler Birliği’ninyarattığı basınç karşısında pek çok Avrupa ülkesindedemokratik hak ve özgürlükler alanı genişletilmiş,sosyal devlet anlayışı gelişmiştir. Burada gözdenkaçmaması gereken önemli nokta yükselen mücadeledalgasını dizginlemenin bir aracı olarak düzenin buhakları vermeyi tercih etmek durumunda kalmasıdır.Ancak o çok özenilen “Avrupa türünden demokrasi”ve “sosyal devlet” anlayışının bugün geldiği noktaaçıktır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ilesosyalizm tehlikesinin bir ağırlık merkezi olarakortadan kalkması ve emperyalist-kapitalist sisteminegemen tek güç haline gelmesi, kapitalizmin gitgideazgınlaşmasının önünü açmıştır. Bugün gelinennoktada kapitalizmin içine girdiği krizle birliktegeçmişten miras haklara da göz dikilmiştir. Eğitim,sağlık, emeklilik gibi temel haklara yönelik neo-liberal saldırılar ile birlikte gelişen sınıf mücadelelerikarşısında, Avrupa’nın en ileri ülkelerinde dahi polisdevleti uygulamalarına geçilmektedir.

Demokrasi sorununa ve bu kapsamda verilecekmücadeleye bakış açısını kısaca özetlemek içinLenin’in konuyla ilgili meşhur tanımlamasınıaktarmak yerinde olacaktır: “Demokrasi mücadelesiokulunda okumamış bir işçi sınıfının burjuvaziyidevirmesi imkansızdır.” Ancak bu tanımlamadan,geleneksel devrimci akımların demokratikdevrim/halk devrimi vb. aşamayı gerekçelendirmedeönemli bir noktada duran “öncelikle burjuvademokrasisinin kazanılması ve kurumsallaşması”sonucu çıkartılamaz. Önemli olan nokta kapitalizminçözmediği veya çözemediği demokratik sorunlarıproleter devrimin manivelaları haline getirmek, bumücadeleyi işçi ve emekçilerin “eğitim” süreciçerçevesinde değerlendirmek ve böylece sosyalistdevrimin toplumsal desteklerini arttırmaktır.

Demokrasi sorununu bu çerçevededeğerlendirmek, faşist baskı ve terörün tırmandırıldığışu günlerde mücadeleyi doğru bir perspektifle vermekiçin şarttır. Demokrasi mücadelesi ile ilgili dahakapsamlı bilgi ise Eksen Yayıncılık'tan çıkan“Program sorunları üzerine konferanslar-Demokrasive Devrim / H. Fırat” kitabının incelenmesi ile eldeedilebilir.

Demokrasi mücadelesi

ve devrimB. Bahar

14 Kasım’da Beşiktaş’taki İstanbulAdliyesi’nde görülen Hrant Dink davasının 21.duruşmasına, azmettirici olarak yargılanantutuklu sanık Yasin Hayal’in babası BahattinHayal de izleyici olarak katıldı. Duruşma anındasöz almak isteyen Bahattin Hayal’in talebimahkeme tarafından reddedildi.

Davanın bitiminde basın mensuplarına,mahkemede söylemesine izin verilmeyenleri birbir anlatan Bahattin Hayal, olayın ardındanTrabzon Emniyeti Terörle Mücadele ŞubeMüdürü Yahya Öztürk’ün kendisine “Biz devletve milletimiz için çalışıyoruz. Yasin debunlardan biridir. Devlete çalışanlardan. Yasin

çok yakın bir zamanda çıkacaktır. Yasin gibilerebu devletin ihtiyacı var” dediğini aktardı.

TEM Şube Müdürü’nün kendisinesöylediklerini savcı Fatih Genç’e de anlattığınıbelirten Hayal, “Bana bunları nasılkanıtlayacaksın. Yanında biri var mıydı? Başınbelaya girer” diyerek ifadesinin değiştirilmeyeçalışıldığını söyledi. Savcıya verdiği ifadeden 5-6 ay sonra tekrar ifadeye çağrıldığını söyleyenBahattin Hayal, bu kez Ali Can isimli savcı ilegörüştüğünü ve onun da kendisine ifadeyideğiştirmek için baskı yaptığını belirtti.

Ayrıca cinayetin ardından, o zamanMardin’de görevli İstihbarat Binbaşı tarafından,orada askerlik yapan yeğeni aracılığıyla tebrikedildiğini de açıklayan Bahattin Hayal, yeğenine“Yasin çok iyi bir çocuk. Babasını gör.Ellerinden gözlerinden öperim. Vatana milletehayırlı bir evlat yetiştirdi. Babasına selamımısöyle” denildiğini anlattı.

Dink davası 5. yılına girerken...

19 Ocak 2012’de Hrant Dink cinayetininüzerinden 5 yıl geçmiş olacak. Bunca zamangeçmesine rağmen olayın asıl sorumlularıhakkında bugüne kadar hiçbir işlemyapılmamasının sebebi -yukarıda yapılanaçıklamalarla kanıtlanmıştır ki- bu katliamınöncesi ve sonrasının bizzat devlet tarafındantertiplendiğidir. Salt Bahattin Hayal’in buaçıklamaları değil, aynı zamanda davanıngeçmiş sürecindeki birçok veri de buna işaretetmektedir.

Hrant Dink’in katledilmesinden 3 yıl kadarönce, 24 Şubat 2004’te İstanbul Valiliği’neçağrılan Dink’in, vali yardımcısının yanındabulunan iki kişiden biri tarafından tehditedilmesinden itibaren başlayan ön olaylarzinciri, 25 Şubat 2004 tarihinde verilen birşikayet dilekçesi üzerine Hrant Dink’in bir yazısıiçin “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıylaTCK’nın 301. maddesinden dava açılmasıyladevam etmiş, 26 Şubat 2004 günü Agos Gazetesiönünde toplanan Ülkü Ocakları’na mensup birgrubun tehditler içeren pankartlar açarak gösteriyapmalarına kadar sürmüştü. Ancak tüm buolaylar bir iki istisna dışında gazetelerde yeralmamıştı. 301. maddeden açılan dava boyuncatehditler artarak sürmüştü. Hrant Dink’in hedefgösterilme sürecinin bu kadar açıkça yapılmasımide bulandırıcıydı. Tüm bu olanlar karşısındayayın basın organlarının suskun kalması da bir okadar manidardı.

“Kahraman” Ogün, “hain” Hrant

Hrant Dink’in katledilmesinden sonrakisüreçte de devletin katliamcı yüzü kendinibirçok kez daha açıkça ortaya koyuyor. Ogün

Onlar da çocuktular,

ocakta pişip faşist oldular

32

Samast’ın yakalandıktan sonra Türk bayraklıposter önünde jandarma ve polislerle birlikte pozverdiği fotoğrafları bu savın bir doğrulamasıniteliğindedir.

Bu katliamcının, jandarma ve polislertarafından bir “kahraman” gibi karşılanmasıolayı üzerine yapılan tek şey, fotoğrafların“kimler tarafından çekildiğinin araştırılması”için bir müfettişin görevlendirilmesi oldu.Kolluk güçlerinin bir katili övmesi değil, bununkayıt altına alınması ve yayınlanması sorungörülüyordu belli ki.

Ogün Samast’ın “kahramanlık posteri” içingörevlendirilen müfettiş, raporunda “fonda Türkbayrağı görülen hatıra fotoğrafı ve filmlerinin,zanlının konuşturulması için bir taktik olarakçekildiğini ve herhangi bir suç oluşturmadığını”belirtti. Bunun üzerine tam da beklenildiği gibitakipsizlik kararı çıktı. Hrant Dink ailesininavukatı Fethiye Çetin’in o dönem bu konudasorduğu çok anlamlı bir soru vardı: “Bu zanlıdevletin kırmızı çizgilerini ihlal eden birdurumdan gözaltına alınsaydı, polis ve jandarmaonunla kol kola girip fotoğraf çektirmek içinyarışsaydı, raporlar böyle mi olurdu?”

Bu sırada elbette tüm basın-yayın organlarıbu konu üzerine gitmeye başlamıştı. Daha birkaçyıl öncesi Hrant Dink’in şahsına ve AgosGazetesi’ne yapılan baskı ve tehditler basın-yayın organlarında yer almazken, Türk Soludergisi, suikastten rahatsız olmadığını ifade edenyazılarla piyasaya çıktı. Gökçe Fırat imzalı ve“Türkiye bir düşmanını kaybetti” başlıklıbaşyazıda, “Dink’in öldürülmüş olması onu birbasın şehidi ya da demokrasi şehidi yapmaz.Sonuçta o, yaşarken bu vatana karşı Ermenitezlerini savunan bir Türk ve Türkiyedüşmanıydı” denildi. Görüldüğü gibi burjuvamedya da katliamdan sonra boş durmuyor,halkın gözünde bu katliamı meşrulaştırmak veolayları çarpıtmak adına bir çok haberyapıyordu. Dava sürecine muhalefetinartmaması ve Hrant Dink katliamından sonrabiriken tepkiyi azaltmak adına medyanın silahı,bilgi kirliliği yaratmak ve “milli değerler”pompalamaktı. Nitekim ancak bu şekildecinayetin bizzat devlet yetkililerinin eliyleyapılmış olduğu gerçeğinin üzeri kapatılabilirdi.

Daha sonraki süreçte, Erhan Tuncel’inDink’in Yasin Hayal tarafından öldürüleceğiniŞubat 2006’da polise bildirdiği, TrabzonEmniyet Müdürlüğü’nün de durumuAnkara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü ileİstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne rapor ettiğiortaya çıktı. Suikast planının, Emniyet’ten

yaklaşık 5 ay sonra, jandarma yetkililerine deihbar edildiği ifade tutanaklarına geçti. Peki,öldürüleceği bilinen biri neden devlet tarafındankorunmamıştı? Bizzat devletin kolluk güçlerinin,bu olayın örgütleyicisi ve/veya destekleyicisiolduğu için olabilir mi acaba?

Bu kadarla da bitmedi. “Büyük reis” ErhanTuncel’in, cinayetin ardından Trabzon istihbaratşubesinde M.Z. isminde bir polis memuruylatelefonla konuştuğu da tespit edildi. Polismemuru M.Z.’nin Erhan Tuncel’e, “Cinayetisizinkiler mi işledi? Cinayet bana anlattığın gibimi işlendi? Yasin mi vurdu?” şeklinde sorularsorduğu belirlendi.

10 Mayıs’ta ise bu davaya ilişkin soruşturmakapsamında, Emniyet İstihbarat DaireBaşkanlığı’nın İstanbul’a gönderdiği ErhanTuncel’le ilgili 48 sayfalık raporun imha edildiğiortaya çıktı.

Eylül ayında, yeni bulgular ortaya çıktı.Erhan Tuncel ile polis M.Z. arasındaki telefonkonuşmaları polisin suikaste dair bilgiliolduğunu gösteriyordu. Tuncel’in “Öldü mü”sorusuna polis M.Z.’nin yanıtı: “Tabi canım, tekfark (katil) kaçmayacaktı, bu kaçmış.” oldu.

Tüm bunlar olurken, sadece savunmadakalmanın hata olacağı düşünülmüş olmalı kiHrant Dink’in avukatı ve oğlu Arat Dinkhakkında “Türklüğe hakaret ettikleri”gerekçesiyle, birer yıl hapis cezası istendi. Bir cinayet; zanlısı da, “maktulu” de,

“mağduru” da Samast

Görülüyor ki Hrant Dink davası başındansonuna kanıtlarla doludur. Bu katliamın devletineliyle işlendiğine dair kanıtlar... Burjuvahukukunun kendi kurallarını bile hiçe saydığı budava sürecinde, yargının tarafsız ve bağımsızolması gerekliliğine vurgu yapmak bile herzamanki gibi abesle iştigal olacaktır. Ama bizzatdevletin kolluk güçleri tarafından bir kahramanolarak görülen çocuk(!) katillerin, halka medyaüzerinden bir milliyetçilik propagandasıyapılmasının bir aracı olmasından başka bir şeyolmadığı da vurgulanmalıdır. Ülkenin herkarışına nüfuz etmiş güçlerin o kadar ufakaktörleridir ki bunlar, en ufak aksilikteharcanabilir veya bizzat harcamak için sokaklarasalınmıştır...

Hrant Dink cinayeti de, Trabzon’daki PapazSantora cinayeti, Malatya’da misyonerlikfaaliyetinde bulundukları gerekçe gösterilerekbir yayınevinin basılıp 3 kişinin katledilmesiörnekleri gibi, kışkırtılan milliyetçiliğin kanlı birsonucu olarak tarihe işlenmiş bulunuyor. 33

Burjuva hukukunun

kendi kurallarını bile hiçe

saydığı bu dava

sürecinde, yargının

tarafsız ve bağımsız

olması gerekliliğine vurgu

yapmak bile her zamanki

gibi abesle iştigal

olacaktır. Ama bizzat

devletin kolluk güçleri

tarafından bir kahraman

olarak görülen çocuk(!)

katillerin, halka medya

üzerinden bir milliyetçilik

propagandası

yapılmasının bir aracı

olmasından başka bir şey

olmadığı da

vurgulanmalıdır.

“Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler,yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar;

Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yıyıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve

kimsenin sizden hesap soramayacağınısanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, biravuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan

ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşısonuna kadar götüreceğiz!”

Karl Liebknecht1918-1923 yılları arası dönem, Almanya için

grev dalgalarıyla başarısız devrim deneyimlerininyoğun olarakyaşandığı bir zamandilimi olmuştur. Buzaman diliminde, işçisınıfının tarihine ise,Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin(SPD) ihanetidamgasını vurmuştur.

SPD, 1891’dekiErfurt Kongresi’ndesistemle uzlaşı içindeparlamenterist birçizgiye oturmuş,varlığını ve gücünüoluşturan işçi sınıfınınönüne reformist birprogram koyarak dahao zamanlardanproletarya diktatörlüğüçizgisine sırt çevirmiştir. Buparlamenterist çizgi birinci paylaşımsavaşında SPD’yi ihanete sürükledi.İkinci Enternasyonal’in 1907’deemperyalist savaş karşıtı kararınarağmen savaş kredisi lehinde oykullanarak dünya proletaryasına enbüyük ihaneti yapmış oldu.

Avrupa’da devrim beklentisiyıllar boyu Alman proletaryasıüzerinden şekillenmiş, umutlar hepona bağlanmıştı. Fakat Avrupa’nınen güçlü işçi sınıfı partisi aynızamanda Avrupa’nın en yumuşakkarınlı işçi sınıfı partisiydi.

Fakat Alman proletaryasınınyetiştirdiği yiğit komünist önderlerSPD’nin ihanetine teslim olmadılar. KarlLiebknecht ve Rosa Luxemburg SPD içindeemperyalist savaşa karşı tutum alanların başınıçektiler.

Yine de son yıllarda burjuva parlamenteristeğilimi belirginleşmiş olmasına karşın SPD’ninişçi sınıfı içinde etkili olmasından dolayı Karl ve

Rosa SPD’den ayrılmayı işçi sınıfındanuzaklaşmak olarak gördükleri için kopmayı birtürlü göze alamıyorlardı. Ancak SPD’nin, paylaşımsavaşını Alman burjuvazisi cephesindendesteklemesinden sonra ayrılmak onlar içinzorunluluk haline geldi.

Rosa ve Karl Liebknecht 5 Ağustos 1914’teSPD içerisinde Enternasyonal grubunu kurdular,sonradan bu grup Spartakistler Birliği adını aldı.Bu birlik Rosa ve Karl’ın katledilmesinden kısa birsüre önce Alman Komünist Partisi’ne (KPD)evrildi.

Rosa ve Karl, 2.Wilhelm’intahttan indirilmesi ve WeimarCumhuriyeti’nin kurulmasına yolaçan Kasım Devrimi’nde etkin birrol oynamışlardır.

Ancak WeimarCumhuriyeti’yle birlikte aynı andaKarl Liebknecht sosyalistcumhuriyetin kuruluşunu ilanediyordu. Ama bu devrimci atılımsüreci daha ileriye gidememiş vekarşı-devrimci dalga ile yenilgiyeuğratılmıştır. SPD’nin işçi sınıfınaihaneti burada da devam etmiş vekarşı-devrimci güruh içindekiyerini sağlamlaştırmıştır. İşçi sınıfıkonsey örgütlenmesiyle iktidarayürürken aynı SPD, burjuvazininyönlendirmesiyle ve işçi sınıfı

içindeki etkisininhala sürüyorolmasınınavantajıyla yükselendevrime bir kez dahaihanet etmiştir.

Bu tutumdevrimin yenilgisinikesinleştirirken,insanlık tarihinin enutanç vericidönemininyaşanmasına sebepolmuştur. Bu Hitlerfaşizminin Almanyatopraklarındadoğmasının yolununaçılmasından başkabir şey değildir.

Kasım devriminin bu yenilgisi Sovyetdevriminin geleceğini de etkilemiştir. Tüm dünyaproletaryasının beklediği Alman devrimigerçekleşememiş ve tetikleyici güç olarak diğerAvrupa ülkelerinin de umudunu kırmıştır. Ekimdevrimini de yalnızlaştırarak, devrimin ulusal34

Katledilişlerinin 92. yılında Rosa Luxemburg ve Karl

Liebknecht’i saygıyla anıyoruz...

Devrim için çarpan iki yürek...

Yine de son yıllarda

burjuva parlamenterist

eğilimi belirginleşmiş

olmasına karşın SPD’nin

işçi sınıfı içinde etkili

olmasından dolayı Karl ve

Rosa SPD’den ayrılmayı

işçi sınıfından

uzaklaşmak olarak

gördükleri için kopmayı

bir türlü göze

alamıyorlardı. Ancak

SPD’nin, paylaşım

savaşını Alman

burjuvazisi cephesinden

desteklemesinden sonra

ayrılmak onlar için

zorunluluk haline geldi.

35

sınırları aşamamasına yol açmıştır. 4 Ocak 1919 günü USPD’li (USPD; SPD’den

1917’de ayrılan emperyalist savaş karşısındanispeten solda duran grubun kurduğu parti) Berlinpolis şefinin görevden alınması yeni birayaklanmanın alevlenmesine neden oldu.Hükümetin polis şefini görevden almasını protestoeden binlerce insan sokaklara dökülerek genelgreve gitti. Bunu fırsat bilen SPD ise karşı-devrimci güçleri işin içine sokarak birçokdevrimcinin katledilmesine yol açtı. RosaLuxemburg ve Karl Liebknecht da katillerin ilkhedefleriydi.

Her ikisi de 15 Ocak 1919’da kaldıkları oteldeyakalanarak önce sorguya çekildiler. Sonra daRosa’yı dipçik darbeleriyle, Karl’i ise başındansilahla vurup alçakça katlettiler. Burjuvagazetelerinde bu infaz “Karl Liebknecht kaçarkenvuruldu”, “Rosa Lüksemburg öfkeli kitletarafından öldürüldü” manşetleriyle verildi. Bu ikibüyük devrimcinin öldürülmesi Alman ve dünyaişçi sınıfını ayağa kaldırdı.

Rosa ve Karl paylaşım savaşına ve burjuvademokrasisine karşı devrimci bir duruşsergileyebilen ender kişilerdendir. Daha 1900’lerinbaşlarında, SDP’nin “görkemli” bir yapı olarakgörüldüğü, Kautsky ve Bernstein gibi saygın veteorik düzeyi gelişkin kimliklerin var olduğuşartlarda, partinin reformist niteliğini ilk tespiteden Rosa Luxemburg’tur. Daha bu ilk dönemdeSPD’yi kokuşmuş düzen partisi olarak nitelendirende odur. Liebknecht ise, Bebel’in tartışmasızotoritesi karşısında kendi düşüncelerini savunmayıgençlik yıllarında başarmıştı. Savaşçı kimliğiyleKarl Liebknecht hiç tereddüt etmeden eleştirisilahını doğrultmaktan kaçınmıyordu. Her iki önderde reformizme karşı sosyal devrimi savunarakbirbirlerini tamamlayan, iki ayrı zihin, tek bedengibi davranıyorlardı.

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht hayatları

boyunca birçok kez tutuklanmış, ancakyıldırılamamış iki devrimci önderdir. Marksizmikavramış ve onun temelinde kendi teorik birikiminigeliştirebilmişlerdir. Dogmatizmden uzak veeleştirel aklın önemini bilerek her daim yaratıcı vemilitan bir tutum alabilmişlerdir. RosaLuxemburg’un proletarya diktatörlüğündenkorkanlara verdiği cevap dünyayı nasılanlamlandırdığının en açık anlatımıdır: “Evet, evet:Diktatörlük! Ama bu diktatörlük bir demokrasiuygulama biçiminden ibarettir, onun kaldırılmasıdeğil, burjuva toplumunun ekonomik koşulları vekazanılmış hakları üzerine enerjik ve kararlıelkoymadır ki bu elkoyma olmadan sosyalistdeğişim gerçekleşemez. Bu diktatorya, sınıfındiktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçükbir azınlığın değil…”

Rosa Luxemburg arkadaşı Sonia’ya (KarlLiebknecht’in eşine) yazmış olduğu mektupta “herşeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasındaya da darağacında can vermek isterim” diyordu.Verdikleri onurlu mücadele sonucunda her ikisi dedimdik aramızdan ayrıldılar ama bıraktıkları ateşdünden bugüne yanmaya devam edecektir.

Rosa’nın yakın arkadaşı C. Zetkin’in onunkatledilmesi üzerine söyledikleri hala çokanlamlıdır: “Rosa Luxemburg’ta sosyalist fikir, hemkalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanangüçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcıkadının büyük amacı sosyal devrim yolunuhazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasınıtemizlemekti. Devrim denemesi, devrim içinçarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütünhayatını ve varlığını sosyalizme vakfetti… O,keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi.”

Katledilişlerinin 92. yılında işçi sınıfının budevrimci önderlerini saygıyla anıyoruz.

B. M. Aksakal(Ekim Gençliği’nin 129. sayısından

alınmıştır)

Rosa ve Karl paylaşım

savaşına ve burjuva

demokrasisine karşı

devrimci bir duruş

sergileyebilen ender

kişilerdendir. Daha

1900’lerin başlarında,

SDP’nin “görkemli” bir

yapı olarak görüldüğü,

Kautsky ve Bernstein gibi

saygın ve teorik düzeyi

gelişkin kimliklerin var

olduğu şartlarda,

partinin reformist

niteliğini ilk tespit eden

Rosa Luxemburg’tur.

”60’lı yılların genç kuşaklarının büyük devrimci direnişçiliğininardından gelen 70’lerin yükselen toplumsal muhalefeti ülke tarihindegörülmemiş boyutlara ulaşmıştı. Bir yandan işçi ve emekçilerin sürekliartan grev ve direnişleri, diğer taraftan lise ve üniversite öğrencileriningünlerce süren işgal ve boykotları, devrim umutlarını büyütüyordu.Dünyadaki devrimci hareketlenmeleri cuntalarla ezmeye çalışan kapitalistdüzen, Türkiye ve Kürdistan’da da vahşi katliamlara girişmeye başlamıştı.‘77 1 Mayıs’ında Taksim Meydanı’nı 33 işçiye mezar ederken, BeyazıtMeydanı’nı ise ‘78’in 16 Mart’ında beslediği faşist cellatlarıyle öğrencigençliğe mezar ediyordu. Keyfi gözaltı ve tutuklamalar,işkencehanelerinde devrimcileri katletmenin yanında sokak ortalarında dapolis, asker, sivil faşistler tarafındanyapılan infazlar gelen darbeninemareleriydi.

Emperyalist sistem, Turgut Özal’ınkaleminden çıkmış olan ünlü “24 Ocakkararları” ile işçilere, emekçilere, gençliğesosyal yıkım politikalarını dayatmanınyollarını arıyordu. Bunun yolunu açmakiçin çareyi de darbede buldu. Kapitalistdüzenin bekçisi konumundaki ordu,emperyalizmin emri doğrultusunda ülkededevrimcilere ve halka açık bir savaş ilanetti. Bunlar yapılırken, darbenin iğrençyüzünü gösteren bir idam yaşandı. 17yaşında devrimci bir liseli gencin ErdalEren’in idamı...

30 Ocak 1980 günü, Ankarasokaklarında yazılama yapan YurtseverDevrimci Gençlik Derneği üyesi, ODTÜöğrencisi Sinan Suner, MHP’li bakanCengiz Gökçek’in koruması SüleymanEzendemir tarafından kurşunlandı.Ardından Ezendemir tarafından Ankarasokaklarında yaralı bir halde dolaştırılanSuner’in yaşamını yitirdiği anlaşılınca,cansız bedeni hastane kapısına bırakıldı.Olaydan sonra 2 Şubat günü hastane önünde yapılan protestoda askerlerlekitle arasında yaşanan çatışmada 24 kişi gözaltına alındı, bu aradaZekeriya Öngen adlı bir er de öldü. Gözaltına alınanlardan biri olan ErdalEren er Öngen’in öldürülmesiyle suçlanıp tutuklandı.

Yapılan otopsi raporlarında erin ölmesine sebep olan kurşunlarıntüfekten çıktığına dair bilgiler vardı, ancak protestocuların hiçbirindetüfek bulunmamaktaydı. Erdal’ın üzerinden çıkan silah ise bir tabancaydı.Er arkasından vurulduğu halde, göstericilerin tamamı askerlerin önündedurmaktaydı. Teknik olarak tüm veriler kurşunun başka birileri tarafındansıkıldığını gösterirken; mahkeme heyetinin sokaktaki yükselen haklımücadeleye gözdağı vermesi gerekiyordu. Bunu da liseli bir devrimcigenci idam sehpasına çıkarmakta buldu. 19 Mart 1980 günü idam kararıçıkartılmıştı. Yalnız önlerine çıkan bir engel vardı. Erdal 17 yaşındaydı.Bunun da çaresini bulmakta gecikmeyen mahkeme askeri cuntanınisteğiyle, Erdal’ın yaşını 18’e büyüttü. Askeri Yargıtay 3. Dairesi’ninverilen kararı iki defa bozması, dünya çapında yürütülen “İdamıengelleyelim-Erdal Eren idam edilemez!” kampanyasına rağmen aldığı

kararla Erdal’ı darağacına götürmekte ısrarcı olan dairelerkurulu, idamın yolunu açtı.

Sokakta, okulda olduğu gibi cezaevinde de direnmekti

önemli olan. Cezaevinde uygulanan binbir çeşit işkenceye rağmen yaşamasımsıkı sarılmaya devam eden Erdal, mücadelesini sürdürmekte ısrarlı vekararlıydı. Cezaevindeyken ailesine yazdığı mektubunda da dile getirdiğigibi idamın yaklaştığını, idam kararının sebebinin de halka gözdağıvermeye yönelik olduğunu biliyordu. Erdal için ölümün nasıl geldiği değil,ölümü nasıl karşılayacağı önem taşıyordu. 13 Aralık 1980 günü, öncesindebirçok devrimcinin izi olan Ulucanlar Cezaevi’ndeki darağacına, o da başıdik, sarsılmaz inancı ve onuruyla yürüdü. Devrim tarihine en ufak bir lekesürmeyen Erdal, geleceğe büyük bir onur bırakmaktaydı. Onu nefessizbıraksalar bile devrimin ve devrimcilerin nefessiz, soluksuzkalmayacağını, mücadelenin süreceğini biliyordu. Mektubunda da ailesine

açık bir biçimde dile getiriyordu: “Şunubilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki,sizin binlerce evladınız var. Bunlardandaha niceleri katledilecek, yaşamlarınıyitirecek, ama yok olmayacaklar.Mücadele devam edecek ve onlarmücadele alanlarında yaşayacaklar!”

Yıllar içerisinde Erdal’ın idamınasebep olanlar zevk-i sefa içerisindehayatlarını sürdürüp, bilimin merkeziolması gereken üniversitelerden fahridoktora unvanları alırken, işçiler,emekçiler açlığa ve yoksulluğa mahkumkalmaktadır.

Devrimcilerin değerleri üzerindensiyaset yapanlar, çocuk yaşta birininasılmasının utanç olduğunu itiraf etmekzorunda kalırken, devrimci kimliğinigizlemektedirler. Çünkü biliyorlar kiErdal çocuk olduğu için değil, devrimciolduğu için idam edildi. Sömürücükapitalist düzene karşı devrimi vesosyalizmi benimseyen bir genciilkelerinden, düşüncelerinden yalıtık birbiçimde sunmak onların işinegelmektedir. 12 Eylül anayasa

referandumunda da hükümet başta olmak üzere düzen partileri “darbeylehesaplaşma” adı altında devrimci değerlerimize el uzatmaktan gerikalmamış, Erdal Eren’in, Necdet Adalı’nın adlarını ağızlarına alma cüretinigösterebilmişlerdir. Bugün 12 Eylül ile hesaplaşmak bu düzenin kendisininortadan kaldırılmasıyla olacaktır.

Erdal “oğlumuz” değil,

lise sıralarında boy vermiş yoldaşımızdır

Erdal Eren, sömürü, baskı düzenine karşı mücadelenin örgütlü vedevrimci bir tarzda ilerleyebileceğini gencecik yaşında farketmiş, bunungereklerini yerine getirerek devrime kuşanmışlığın tereddütsüz ifadesiolmuştur. Lise sıralarında düzene karşı yol yürümeye başlamış, düzeninidam sehpalarında devrimin başeğmezliğini simgelemiştir.

Erdal’ın kararlılığı ve militanlığıyla yol yürüyenler, devrimin vesosyalizmin bayrağını yükseltmeye çalışanlardır. Erdal, devrim vesosyalizm kavgasında yaşayacaktır.

Erdal Eren kavgamızda yaşıyor!YTÜ’den bir okur

36

Devrime adanmışlığın simgesi liseli bir genç: Erdal Eren

“Erdal Eren kavgamızda yaşıyor,

yaşayacak!”

“Nazi Ordusunun zulmünün doruğa ulaştığı1940'lı yıllar. Halk günlük gereksinimlerini bilekarşılayamaz bir durumda. Büyük bir acı veönlenemez bir yoksulluk yaşanıyor. Tüm kötükoşullara ve olanaksızlıklara karşın, halk, kadınıerkeği, genci yaşlısıyla direniyor. Faşizme karşıdirenenler Vatan Cephesi'nde birleşerek,faşizmin en karanlık günlerinde özgürlük içinumut ışığı oluşturuyorlar.

Bu roman o unutulmaz isimsizkahramanların, direnişinin unutulmaz öyküsüdür.Romanın yazarı Mitka Gribçeva da direnenpartizanlardan biri. Artık onun adı Ognyana'dır.Onun ve arkadaşlarının bu mücadelesi, faşizminkesin yenilgisine dek sürer.” (Arka Kapak)

Arka kapakta da belirtildiği gibi, kitaptaanlatılanlar 2.Dünya Savaşı sıralarındaBulgaristan'da geçiyor. Sovyetler Birliği'nin Naziişgali altındaki dönemine de değinen kitap,işgalin Bulgaristan'daki yansımalarını konualıyor.

Kitap Mitka Gribçeva adındaki Bulgaristandevrim sürecinde Parti'yle tanışan ve partizan

müfrezelerinde de savaşmış bir devrimcinin,anılarından oluşuyor. Gribçeva, Bulgaristan'dadünyaya geliyor, çocukluğu çok zor şartlaraltında geçiyor. Öyle ki küçük yaştan, büyükbedenlerin bile katlanamayacağı ağır işlerdeçalışmak zorunda kalıyor. Mitka, annesini deküçük yaşta kaybedince evden kaçıp şehrefabrikada çalışmaya gidiyor.

Fabrika'da ağır koşullar altında çalıştırılması,emeğinin karşılığını alamaması hatta patronaborçlu çıkması onun devrimci mücadeleyekatılmasında önemli bir etken oluyor. BöylelikleRemsistlerle (Genç İşçi Örgütü) tanışıyor vemücadeleye sıkı sıkıya bağlı kalıyor. BöyleceMitka, Parti'nin çelikten bir neferi durumunageliyor.

Romanda, Nazi uşağı olan Bulgaristanhükümetine karşı savaşan partizanların yaşamşartları ve mücadeleleri geniş yer tutuyor. Mitka,partizan müfrezelerine katılmadan önce şehirdede mücadelede etkin biçimde yer alıyor. Partitarafından illegal şartlarda örgütlenen grevlerdeen ön saflarda bulunuyor. Birçok fabrikada

çalışıyor. Fabrika çalışmalarındayaşadığı zorluklar Mitka için yolgösterici oluyor.

Savaşın getirdiği yıkımlarBulgaristan halkının zor günlergeçirmesine sebep olurken, Nazikuyrukçusu rejim, polisi, askeri vetüm kurumlarıyla halkın üzerindebaskı kuruyor. Aynı zamandaYahudilere karşı da imha politikasıgüdülüyor. Böyle bir ortamdaMitka partinin mücadele bayrağınıileriden taşıyor. Legal yaşamdagerekli tüm sorumlulukları yerinegetiriyor. İllegal yaşama geçmekzorunda kaldığında da çok etkin birmücadele yürütüyor.

Mitka kitapta kitleleri disiplineedecek, devrim için şekillendirecekbir partinin yakıcı ihtiyacını dilegetiriyor. Bu yüzden daha dabağlanıyor partiye. Yaşadığı çeşitlideneyimler Mitka için yol göstericioluyor. İnsanların devrim içinparti'ye güç vermesinin yakıcıihtiyacını dile getiriyor.

Kitap, Kızıl Ordu’nun Nazi'leriyenmesi ve Vatan Cephesiiktidarının kurulmasıyla sonbuluyor.

İstanbul Üniversitesi’ndenbir okur 37

Kitap tanıtımı:

SENİ HALK ADINA

ÖLÜME MAHKUM EDİYORUM

Romanda, Nazi uşağı

olan Bulgaristan

hükümetine karşı

savaşan partizanların

yaşam şartları ve

mücadeleleri geniş yer

tutuyor. Mitka, partizan

müfrezelerine

katılmadan önce şehirde

de mücadelede etkin

biçimde yer alıyor. Parti

tarafından illegal

şartlarda örgütlenen

grevlerde en ön saflarda

bulunuyor.

38

Arthur Miller tarafından

bir televizyon senaryosu

olarak yazılan eser,

Devlet Tiyatroları

tarafından önceki

yıllarda birçok yerde

oynandı. Yıldırım

Türker’in çevirisi, Ayşe

Emel Mesci’nin

yönetmenliğinde Ankara

Devlet Tiyatrosu’nda bu

sezon yeniden

gösterilmeye başlandı.

Katliam mı? Bir de müzik eşliğinde? Pekineden?

Zevk mi alıyorlardı insanları gaz odalarınagönderirken?

Evet, Alman faşistleri (Naziler) insanlarıkatlederken zevk alıyorlardı. Şovenizmin zehridamarlarına o kadar çok işlemişti ki, onların insaniyönlerinden bahsetmek bile söz konusu değildi.İşte böylesine vahşi bir katliamın kısacık karelerinikonu alan “Orkestra” adlı tiyatro oyunu, gerçekleriteşhir etme yönünden ustaca bir sanat eseri. ArthurMiller tarafından bir televizyon senaryosu olarakyazılan eser, Devlet Tiyatroları tarafından öncekiyıllarda birçok yerde oynandı. Yıldırım Türker’inçevirisi, Ayşe Emel Mesci’nin yönetmenliğindeAnkara Devlet Tiyatrosu’nda bu sezon yenidengösterilmeye başlandı.

Auschwitz-Birkenau, Fransa, Belçika,Romanya, Almanya, Hollanda, Macaristan vePolonya’dan toplanıp getirilen kadınlarınkapatıldığı bir kamp. Bu kampta, Yahudi,komünist, direniş hareketleriyle doğrudan ya dadolaylı ilişkisi olan kadınların içinde yeraldığı birorkestra da bulunuyor. Görevi, gaz odasınagönderilen tutuklulara müzikle eşlik etmek olanorkestra üyesi olan kadınların hayattakalabilmelerinin tek şansı, iyi müzik yapmak veverdikleri konserlerle Nazi subaylarını memnunetmek… Kadınların ölümle-yaşam arasındagidiş gelişleri, kendileriyle ve diğerkadınlarla çelişkilerini ele alan oyun, ustabir yorumla sergilendi.

Oyun, fuayede katliamdan kurtulaninsanların karşılaşmasıyla başlıyor. Piyanosesi, ortama duygusal bir ton veriyor.Ardından Nazi askerleri postal ve copsesleriyle beraber Yahudiler’i fuayedensalona sokuyorlar, kampa giden trenebindiriliyorlar. Seyircilere de aynı kabalıktadavranan Nazi askerleri, adeta o zamanınatmosferini yansıtıyor. Tutuklular, ite kakatrene bindiriliyor. Sonra Aushwitz-Birkenauölüm kampına doğru yolculuklarıbaşlıyor…

Salona girdiğimizde kampı andırantasarım dikkatleri çekiyor. Salon telörgülerle çevrilirken, sahne Yahudiler’ingaz odalarına gönderilmeden öncebekletildiği hapishane tarzı barakalarıandırıyor. Salonun hemen köşesinde gazodalarına giden kapılar bulunuyor. Bu daoyunun gerçekliğe uygun bir şekildedönemini yansıtıyor. Önce kadınlar sırayadiziliyor, saçları sıfıra vurulup, mahkumgiysileri giydiriliyor. Sonra aralarındanbazıları (Fenalon adlı sanatçı da dahil) gaz

odalarına gönderilen insanlara müzik çalanorkestranın arasına katılıyor. Aç ve susuz yaşayanorkestra üyeleri, bir yandan insanlar katledilirkenşarkı söylemelerini ve müzik yapmalarınıkaldıramazken, öbür yandan çaresizliğin ve ölümkorkusunun içinde kendilerini bunu yapmayamecbur hissediyorlar.

Orkestranın şefi daha iyi müzikler yapıphayatta kalma çabasında iken, insanlar onar onar,yüzer yüzer gaz odalarına gönderiliyor. Kamptankaçan anti-faşist bir tercüman yakalanıyor vesalonun en arkasından sesi geliyor: “Siz dahafazlasınız, neden direnmiyorsunuz?” Sözünübitirir bitirmez, Nazi subayı tabancasıyladirenişçiyi vuruyor. Sonrasında, Sovyetler’inkampa doğru yaklaşmasıyla beraber, delilbırakmamak için, kamptaki insanları boşaltmayabaşlıyorlar. Ve tekrar trene bindirilirken oyunsonlanıyor…

Gayet akıcı bir şekilde gerçekleri ustaca işleyenbu tiyatro oyunu, 70 yıl önce yaşanan trajediyigünümüze taşımıştır. Sözlerimizi oyununyönetmeni Ayşe Emel Mesci’nin sorularıylasonlandıralım: : “...ölçek, koşullar, dönem, her şeyapayrı, ama biz çok mu farklıyız? ‘Zamanı birazdaha uzatmak’ için nelere göz yumuyoruz şuadaletsiz dünyada? Bizim orkestramız kimler içinçalıyor peki?”

M. Kahraman

Orkestra yeniden sahnede…

ORKESTRA:

Faşizmin karanlık yüzü!