Download - YFA Genç Analiz Ocak
Genç Analiz
Ocak 2011
Sayı : 11
*KoĢun Olay Var!
*Kaybolan Dünya
* Yılan Bilgeliği
ve Pleiades
* Kadife Sesli
Mia Ġçin…
GENÇ GELECEK KÜNYE
Genel Koordinatör- Özel Araştırmalar Takım
Lideri
Yiğit AKKOCA
İnsan Kaynakları Koordinatörü
Burçin TOKSÖZ
Dergi Editörü
ġeyda KAYA
Görüntü Yönetmeni
Melike GÜNEġ
Dış İlişkiler Koordinatörleri Ġdil ÖZMAÇĠN Utku HATĠPOĞLU
İş-Staj Koordinatörü Sinan SÖNMEZ
Sosyal Organizasyon Koordinatörü Mihraç NALBANTOĞLU
Stratejik Araştırmalar Takım Lideri Barhan KAYNAK
Dünya Ekonomi Araştırmaları Takım Lideri Utku HATĠPOĞLU
Yurtdışı Eğitim Danışmanı Anna BEGOVĠC
İÇİNDEKİLER
. HoĢgeldin …………..…………….…… 1
. KoĢun olay var! …………………..……... 2
. Kayıp Gençlik ………….…..…….…....... 5 . Rumların Bitmeyen Nefreti………….….... 6 . Kadife Sesli Mia Ġçin.. …………..……..…. 9
. Kaybolan Dünya ………………………… 12
. Filistin’de Ġktidar Mücadelesi …………...19
. Yılan Bilgeliği ve Pleiades …………….… 29
. Em-Pi-3 ………………………………….. 45
. Büyük ġehrin Küçük Ġnsanları ………… 47
. Bir Film Bir Kitap ……………………… 51
Hazırlayan:
Young Future Academy
Website:
www.youngfutureacademy.tr.gg
Adres:Cumhuriyet Bulvarı No:219
Kalyon Apt. Daire:5 35220
Alsancak, İZMİR
Tel:05065882913
NOT : Her türlü eleştiri ve yorum için
[email protected] adresine
mail atabilirsiniz ya da yazarlarımıza direkt
isimlerinin altında yazan mail adreslerinden
ulaşabilirsiniz. İyi okumalar.
HOŞGELDİN Hoşgeldin 2011. Hoşgeldin yeni yıl. Hoşgeldiniz yeni günler, aylar, dakikalar, saatler, anlar, haftalar falanlar filanlar. Ve şimdiden hoşgeldiniz
bu yıl hayatıma girecek olan insanlar… Ocağın ilk günlerinde herkesin içinde sıcacık bir ümit, bazıları bu yıl güzel olacak der bazılarıysa bu yıl notlarım iyi gelecek. Kimileri sevgili bulacağım der, kimileri bulduğuyla düğün hayal eder… Yeni yılla ilgili bestelenmiş bir sürü şarkı vardır, ve ne tesadüftür ki hiçbiri hüzünlü değildir. Kimse kaybetmekten bahsetmez, yeni yılın kötü geçebileceği ihtimali akıllarda yoktur bile. İnsanoğlu böyle, umut etmekten büyük ne meziyeti var ki… Kendi adıma mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir 2010 geçirdiğim için 2011‟den daha fazla bir şey
getirmesini umut etmiyorum. Zaten daha fazlası olabilir mi? Elimdekiler o kadar güzel ve değerli ki… Dileğim herkesin (öncelikle bu yazıyı okuyanlar, sonra Karşıyakalı olanlar olmak üzere) benim geçirdiğim gibi bir yıl geçirmesidir. Mutlu yıllar sevgili okurlarım :) Şeyda KAYA Dergi Editörü [email protected]
KOġUN OLAY VAR!
Ülkem insanı bir karmaşa, bir sorunsal
bulduğu zaman, ona yapışmaktan kendini
alamıyor. Birkaç ay önce bazı vatandaşlarımızın çocuklarını
okullarına göndermeyerek kendi çaplarında bir eylem, bir
boykot girişiminde oluşuyla ilgili bir yazı yazmıştım. Sandım
ki o günden bu güne bir şeyler değişir. Ama nerede; sezon
daha yeni açıldı.
Anadillerinde eğitim görmek istediklerini söyleyen bir grup
vatandaşımız, bu sefer de kendilerini eşit haklar arayan siyasi bir
parti gibi gösteren şarlatan ordusunun peşine takılıp; köy, mahalle
gibi yerleşim yeri tabelalarının ana dillerinde olması gerektiği
savunuyorlar. Savunmakla kalmıyorlar, hiçbir izin olmaksızın
devlete ait o tabelaları kendi kafalarına göre değiştiriyorlar.
Sanırım boykot sırasında yeterince sert bir tepki alamadı
kendileri… Anadilde eğitim, seçmeli ders gibi düzenlenerek
kabul edilebilecek bir şeydi belki; ama anadilimizde tabela
görmek istiyoruz dersen bak bunun başka boyutları var
söyleyeyim. Bir kere yer isimleri devlete aittir, o tabelalar da
devlet tarafından hazırlanır. Bu durumda devletin resmi dilinin
kullanılmasından daha mantıklı bir şey olamaz bence. Sen
evden çıkarken yine annene babana ve bilimum aile ferdine,
konuya komşuya gideceğin yeri istediğin dilde söyle. Hıımm
tabelaları değiştirmişken meclise anadilimizi sokalım devlet 2
dilli olsun mu diyorsun? Evet duyuyorum bunu. Bu konuya
yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim.
Gelelim anadilde tabela olayına yine… Benim ülkemin,
güzel ülkemin 7 coğrafi bölgesinde tabiri caizse 7 farklı etnik
grup barınmaktadır, belki daha da fazlası. Bunlardan biri de
daha çok doğu bölgelerinde yaşamakla birlikte; vatan
toprağının her köşesinde varlığı devam eden, Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürtlerdir. ( Onlar bizim adımızı
küçük harflere sığdırır ama biz Türk terbiyesi gördük ) Bu
vatandaşlarımızın yedikleri kaba tükürmekten daha büyük bir
işlevleri yoktur. ( Hepsinin değil tabi ki söz meclisten dışarı
bahsettiğim kesim Kürtlüğün adını lekeleyen bir grup
insanımsıdır.) Milletlerinin isimlerini kirletmekte üstlerinde
yoktur. Tabelaların anadilde olması isteklerini savunmak için,
bazılarının Türkçe bilmediği gibi saçma bir açıklama yaptılar.
İşte ben o an yıkıldım. Sen bu topraklarda yaşıyorsun, dili
öğretmeden gelişimi nasıl sağlıyorsun, nasıl öğrenebiliyorsun?
Bu ülkede birçok etnik grup olduğunu biliyoruz; milleten
ya da dinen farklı olan birçok insan birlikte yaşıyoruz. Her
birinin yaşadığı bölgelerde, böyle bir şey istediğini
düşünsenize bir! Karadeniz‟de Lazların yaşadığını biliyoruz,
hiç böyle bir istekleri oldu mu? Diyebilirsiniz ki Kürtler sayıca
en üstün olanı, biraz daha hakları genişlese. Ama öyle değil bu
ülke sınırları içinde milyonlarca Çerkez, Laz, Boşnak, Macır
yaşamakta. Sayıları da azımsanamayacak ölçüde. Ve hepsi de
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan, onun dilini
kullanmaktan memnunlar. Köklerini unuttular mı? Hayır, tüm
geleneklerini sürdürüyorlar, sadece kamusal alanda devletin
gerçeğinin farkındalar ve ona göre davranıyorlar. Peki, siz
niye kendinizi kaybetmekten bu kadar korkuyorsunuz? Sorun
sizde olabilir mi acaba?
Bu ülke tarihin hiçbir döneminde içinde yaşayan halklara
asimile politikası gütmemiştir, gütmez. Zaten bir ayrım da söz
konusu değil. Liderler ( her ne kadar bazılarının duruşları bize
hoş gelmese de ) her zaman Türkiye topraklarında yaşayan ve
ülkenin kazanılmasında omuz omuza savaşan tüm halkların
Türk Devleti vatandaşı olduklarını savundular. Kendinizi
azınlık görüp, azınlık hakkı istemek niye? Size eşit haklar
veriliyor zaten. İngiltere‟ye gitsen devlet kurumları Kürtçe
isim yazmanı kabul edecek mi tabelalara? Etmez, hiçbir ülke
yoktur ki dünya üzerinde bu durumu kabul etsin.
Bazı Kürt vatandaşları, ülkemizde ki işletmelerin isimlerinin
yabancı olmasının sorun edilmezken, Kürtçe tabelaların neden bu
kadar sorun olduğunu anlayamadıklarını belirtiyorlar. Evet,
haklılar bence de işletmeler de yabancı dillerden isim alamasın.
Sonuna kadar destekliyorum bunu. Ama Kürtçe olayı daha farklı
bir boyut, ideolojik bir mesele haline geldi artık. Ve ne yazık ki
bunu yapan da o dilin kendi bireyleri. Takılıp 3-5 çulsuzun
peşine, milletinizi, dilinizi kirlettiniz. Siyasete alet ettiniz
kendinizi, oyunlara kurban…
Gelelim mecliste ki Kürtçe konuşma isteğine. Bu siyasi
şarlatanlar meclise giren Kürt kökenli ilk vatandaşlarımız mı?
Daha önce de milletvekili olmadı mı Kürtler? O zaman niye
gündeme gelmedi böyle bir sorun? Çok basit, o günlerde ülke
gündemini meşgul edecek, halkı galeyana getirecek başka bir
şey gündemi ele geçirmişti. Böyle bir tartışmaya ihtiyaç yoktu.
Şimdi ise ülke için 2 dillilik konuşuluyor. O zaman canım
benim ülkenin dili 5-10 olsun. Zira diğer bölgeler Kürtçe
yerine, kendi dillerini isteyecektir. Ee hakları da yok değil
hani…
Kısacası, yazık ki düzmecelerin kurbanı oluyoruz. Her şey
bir düzmece, uyanmayıp alet olursan; zamanla ne için
savaştığını bile unutursun. Olay siyasi boyutu aştığında zaten
kimseyi rahatsız etmeyecektir. Silkelenin ve kendinize gelin
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, her biriniz!
BURÇİN TOKSÖZ
Kayıp Gençlik Gençlerimizin zamanlarını nasıl harcadıklarını hiç merak ettiniz mi? Size biraz bahsetmek istiyorum. Of pofla geçen dersin üzerine PlayStation kafede maç yapmak, o günü gençlere unutturuyor. Ya da arkadaşlarla birlikte bir yere gidip saatlerce oturmak daha kolay geliyor. Bunlara elbette karşı değilim. Sonuçta ben de bir gencim. Yorgun beynin ve vücudun dinlenmesi gerek. Ama bunun da bir dozu var. Çoğumuz bu ayarı tutturabiliyor muyuz? Mesela PlayStation kafede 1 saatten fazla oturmanın anlamı nedir? Ya da çayının bitmesine rağmen, o boş bardağa bakıp dalıp gitmenin anlamı... Abarttığımı düşünmüyorum. Anlattıklarım gördüğüm ve yaşadığım şeylerdir. Her şeyin bir yakışı vardır bence. Çayın bittiyse kardeşim hesabını öde ve evine git. Al kitabını oku, haberleri izle... Dünyayı takip et. Ne bieiyim biraz genel kültür öğrenmek, dünyadan haberdar olmak o kadar kötü olmasa gerek. Dün bir TV programında İstiklal Marşımızın yazarı soruluyor. Bu soru sokaktan geçen bir gence soruldu. Gencin cevabı ; ''Arif mi Akif'li mi bir şeydi ama çıkaramadım '' oldu. Bu duruma üzülmemek elde mi? Mezun olalı daha 5 sene olmuş. Oysa sorun Sibel Can'ın diyet rehberini, Ronaldo'nun etkili olduğu mevkiyi ne güzel cevaplar gelir. Çünkü günümüz gençleri bunları takip ediyor. Mehmet Akif'miş Yahya Kemal'miş ne önemi var ki onlar için? Bence bu gençler derhal silkelenip kendine gelmeli. Yoksa ileride bilmeleri gereken ne bir tarih kalır ne de yazan.
Harun SARAÇOĞLU
RUMLARIN BĠTMEYEN NEFRETĠ: KIBRIS’TA TÜRK
BAYRAĞINA SALDIRI
İnsanlık tarihinin belki de en büyük nefretidir Rum‟un
Türk‟e olan nefreti. Hiçbir zaman azalmaz. Bizans
İmparatorluğu‟nun Türkler tarafından buruşturulup
atılmasından ve kutsal saydıkları İstanbul‟un Türk şehri
olmasıyla içten içe büyüyen o nefret ruhlarına o kadar
işlemiştir ki, onlar için yazısız bir kanun gibidir “Türk‟e
saldırmak”. Türk‟ten güçlü olduğu her saniye bir fırsattır
Türk‟e zarar vermek ve Türk‟ün kanını dökmek için. İlk
fırsat 1821 yılında ele geçmiştir. Yunanlılar 6 Nisan
1821‟de patlak veren Mora ayaklanmasını şu sözlerle
başlatıyorlardı: "Mora'da tek bir Türk
bırakılmamalıdır". Gerçekten de sözlerini tuttular.
Kısa zamanda Mora Yarımadası‟nda yaşayan 20.000‟den
fazla Türk, teslim olmalarına rağmen, asker-sivil-yaşlı-
çocuk demeden “tamamen” katledildiler. Daha sonra sıra
Girit‟teydi. Adada 1821 isyanından Girit‟i kaybettiğimiz
1909 yılına kadar birçok kez Türk katliamı yaşandı.
Girit‟teki Türkler Mora‟dakilere göre daha şanslılardı,
çünkü bir kısmı kurtulup Anadolu‟ya ulaşabildi. I.Dünya
Savaşı sonrası gözlerini iyice karartan Rumlar artık
Anadolu‟yu istiyorlardı. Rumların İzmir‟e çıktığı 15 Mayıs
1919‟dan Kurtuluş savaşımız bitip de düşmanı denize
dökene kadar yine benzer görüntüler vardı: Rumların Türk
katliamı... Bu sefer bir farkla, Türkler katliamın hesabını
sormuş, Rum‟a şamarı atmış ve Anadolu topraklarını
Rum‟dan temizlemiştir. Kurtuluş savaşımızdan sonra, yeni
bir katliama gücü yetmediği için bir süre dinlenen Rumlar,
sahneye bu sefer Kıbrıs‟ta çıktılar. Görüntüler hiç
değişmedi: evlerde, yollarda Türklerin ölü bedenleri,
ağlayan analar... 20 Temmuz 1974 tarihinde başlayan
Kıbrıs Barış Harekatı, gözü dönmüşlere bir şamar daha attı.
O zamandan beri Rumlar sabırla, bir kez daha güçsüz
olacağımız zamanı beklemektedirler. Güçsüzleştiğimiz
zaman, görüntüler yine aynı şekilde olacaktır, bundan
kimsenin şüphesi olmasın. Peki Rumlar o vakte kadar
nefretlerini nasıl diri tutacaklar? Cevap basit: ufak tefek
saldırılarla. Kimi zaman spor müsabakalarında taşlarla
sopalarla Türk seyircilere saldırarak, kimi zaman uluslar
arası bir şirkette kendisinin altında çalışan Türk‟ü
psikolojik olarak yıldırarak, kimi zaman Amerika‟daki bir
üniversitede öğrencisi olan Türk öğrenciyi dersten
bırakarak... Bunun bir örneği yaklaşık 2 hafta önce parke
salonlarında yaşandı. Türk bayrağının spor arenasında
vücut bulmuş hali* olan Karşıyaka Spor Kulübü, Kıbrıs
Rum kesiminde, 1974 öncesi adayı kan gölüne çeviren
EOKA örgütünün gençlik kolu gibi çalışan APOEL‟li
çakalların saldırısına uğradı. Maçta en ufak tahrik yokken,
Karşıyaka zaten önceki maçlarda gruptan lider çıkmayı
garantilemişken, ve maçı da kaybetmişken bu vahşi saldırı
meydana geldi. 1500 APOEL taraftarı sahaya girdi, linç
edilmemek için soyunma odasının yolunu tutan Karşıyakalı
sporcular, soyunma odasının önünde maç bitmeden
toplanmış olan ellerinde sopalarla bekleyen başka bir grup
APOEL taraftarı ile karşılaştılar. Sporcularımızın yumruk
yumruğa mücadelesi ve en sonunda teşrif edip olaya
müdahil olan Rum polisi sayesinde soyunma odasına
ulaşabildiler. Saatlerce soyunma odasında mahsur kalan
sporcularımız; Türkiye‟nin Birleşmiş Milletler ile diyaloğa
girmesi ve üst düzeyde çabaları sonucu salondan kurtularak
kalacakları otele vardılar ve ertesi gün ülkemize döndüler.
Karşıyaka‟nın yaşadığı bu olay, bazı balık hafızalıların
unuttuğu, “Rumların Bitmeyen Nefreti”ni tekrar hatırlattı.
Neden mi?
Çünkü APOEL takımı Karşıyaka‟daki maçta en iyi şekilde
ağırlandı.
Çünkü Karşıyaka‟nın bir iddiası yok, zaten gruptan çıkmış.
Çünkü Rum takımı maçı kazanıyor.
Çünkü bu saldırının tarihi de rastgele değil: 21 Aralık, yani
434 Kıbrıslı Türk‟ün öldürüldüğü, Kanlı Noel adı ile anılan
21 Aralık 1963 katliamının yıldönümü.
Neden peki bu olaylar? Yaşanan skandalın altında ne var?
Cevap basit: “NEFRET”. Bize düşen, Rumların bizden ne
kadar nefret ettiğini unutmamamız. Çünkü bugüne kadar
hiç şaşmamış bir gerçek var: Güçsüz düştüğümüz zaman
bize yeniden saldıracaklar...!
(*: Karşıyaka Spor Kulübü, armasında Ay-Yıldız taşıma
hakkı verilen ilk spor kulübüdür. Bu hak Karşıyaka‟ya,
Kurtuluş savaşındaki mücadelesinden ötürü için bizzat
Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilmiştir. Bu hakka
sahip olan diğer iki spor kulübü Beşiktaş ve Kasımpaşa,
bazı sportif başarıları nedeniyle meclis kararı ile,
Karşıyaka‟dan yıllar sonra Ay-Yıldız‟a sahip olmuşlardır.)
ġamil KAYA
Kadife sesli Mia için,
Tarihin oynadığı en padişahı bol oyunsun sen. Kemerlerini kendi varlığınla süsledin. Katmerli bir bohça edindin kendine.Öldürülmüş renklerle bezedin üstünü. Tuhaflaştırdın. Fakat bunların hepsini yaparken unuttun gökkuşaklarını. Yerli yersiz açan çiçek griliğini unuttun. Beni aramayı unuttun Mia! Hayattayım demeyi unuttun. Oysaki beklemiştim, şizofren bir sevişmeye hasret.. Beklemekten ağlamıştım. Oysaki ölmüştüm de sen sormamıştın. Sonra doğmuştum, yine susmuştun. Yer gök yarılmıştı hasretten, susmuştun. Ben ağlıyordum ardı sıra köprünün, ki yıkılmıştı; sen başıma taç yapmakla meşguldün. Benim dizlerim kanıyordu, sen ucuz şaraplar içiyor ve boktan aşk filmleri izleyip duruyordun. Mia, sevgili kadın. Mia, soylu adam. Kabuklarını çatlatmış laubalilikte, beni merdivenlerin başında bırakıp bir başkasına koşan sen: Mia. neden artik anlamıyorsun? Ben sana aşığım! Kirli diye ellerin ellerimde değil. Susma, yalvaran gözlerle bakma da. Seni kandırdım olan bu. Etine başka bir düşle felaket, etine başka bir düşte dokunuşla ihanet ettim. Yaptım. Affetme. Kabus olmalı evet, uyanacağız şimdi. Birinizden biri aslında yokmuş. Hiç görülmemiş dün. Ve ondan evvelsi. Bir
evvelsi daha. Geçen yüzyılda o adda biri olmamış hiç. yaşamamış. Ama hanginiz o? Ben seçmeyeceğim. Rica ederim biriniz beni terk ediniz! Evet evet, herhangi biriniz, koyup gidin beni şuracıkta. Elimin uzanabildiği ılık mavi hangisiyseniz. Tekmeyi kıçıma basıp gidin. İntiharlarımı bana bırakın. onlar faziletli ve erdemliler. Onlar yüce ve kutsanmışlar. Labirentlerden oluşmuyorlar. Dolambaçlı sözlerle edilmiyorlar. Onlar birdenbire ve tertemizler. Şuracıkta, elimin uzanabildiği her yerdeler. Peki sen Mia.. Peki sen neredesin? Gülçeray ERSOY
KAYBOLAN DÜNYA
Yeni Dünya düzeninin kurum ve kuralları oluşturulmakta
ve düzen küreselleşme logosu altında benimsetilmektedir.
Küreselleşme bilimde, teknolojide, vb. çeşitli alanlarda
yaşanan gelişmelerle artık dünyanın dev bir köy haline
geldiğini, sınırların ortadan kalktığının kanıtıdır. Küreselleşme
yani tek dünya devleti (Mondializm) kurma şu şekilde
gerçekleştirilir; NATO (Dünya savunma bakanlığı), FED
(Dünya merkez bankası), ve Birleşmiş Milletler kullanılarak
siyasi, askeri ve iktisadi bir Yeni Dünya düzeni yaratılmak
istenir. Küreselleşme olarak tanımlanan bu yeni düzenin
uygulanması sonuçlarını çok çabuk vermiş, az sayıda zengin
zenginleşirken, daha büyük kitleler yoksullaşmıştır.
Küreselleşme karşıtları aslında dünyada işbirliği ve
dayanışmaya dayalı bir küreselleşmeye değil, bugün olduğu
gibi, küçük bir zengin çevrenin çıkarlarını korumaya ve
arttırmaya yönelik küreselleşmeye karşıdır. Küreselleşmeye
karşı olanlar zengine hizmet ettiği kadar fakire de hizmet eden
daha adil bir küreselleşme alternatifinin arayışı içindedirler.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş
döneminde, Sovyet Rusya‟nın Doğu Avrupa‟ daki yayılma
politikası ve daha ileriye yönelik emperyalist ideolojik
emelleri Batı Avrupa‟yı da endişelendirmiş, öncelikle Batı
Avrupa ülkeleri kendi aralarında Sovyet tehdidine karşı bir
güvenlik paktı oluşturmayı düşünmüş, ancak güçlerinin
yetersiz olduğuna kanaat getirerek bu birliğe Amerika‟yı da
davet etmişlerdir. Böylece 1949‟da NATO yani Kuzey
Atlantik Paktı kurulmuştur. Kuruluş amacı komünizme karşı
dünyayı ve Amerika‟yı korumaktır ancak 1991‟de Sovyetler
tarihe karışır. Peki NATO şimdi neyle savaşıyor? NATO
kendi denetiminde olmayan ülkeleri tehdit sayar ve Amerika
karşıtı olanlara müdahale etmekle yükümlüdür. Amerika
Sovyetler dağılınca düşmansız kalmıştır ve artık kendine yeni
komünistler bulması gerekecektir. Yeni Dünya düzenine yani
emperyalizme direnen devletler „yeni komünist‟ ilan
edilecektir. Bu devletler ne tesadüftür ki enerji kaynakları ve
enerji yolları üzerinde bulunan devletler yani Irak, İran,
Afganistan, Suriye‟dir.
Amerika‟nın ekonomik olarak dünyada bir güç olduğu
mutlaktır. Ancak ekonomisinin güçlü olması bir devleti
dünyanın süper gücü yapması için yeterli değildir Ekonomik
gücün yanında dünyanın her köşesine ulaşabileceği bir askeri
güce sahip olması gerekmektedir. ABD bu askeri güce sahiptir
ve bu kendisini süper güç yapan en önemli nedenlerden
biridir. Bunların yanında bölgesel kriz ve çatışmalara
müdahale etmeli, kültürel yaşam biçimini de dayatması
gerekir. Amerika günümüzde bunların hepsine sahip hegemon
güçtür.
Amerika 2001‟de uğradığı saldırıyla büyük bir şok
geçirmiştir. Terörü bahane ederek Irak‟a Afganistan‟a girmiş
ve petrole kavuşmuştur.
Küreselleşmenin motoru olan, dünya tarihinin küresel
anlamda tek süper gücü olan ABD‟nin yumuşak karnı da aynı
zamanda küreselleşmedir. Bilgi, iletişim ve ulaştırma
teknolojileriyle kültürel gücünü dünyaya yayan, para akışının
ana merkezi olan, her siyasi olaya müdahale etme imkanı
bulunan, tüm dünyaya yayılan askeri üsleriyle gücünü her
yerde hissettiren, en stratejik yerlerde (Basra Körfezi,
Uzakdoğu ve Avrupa‟da) tartışmasız hava üstünlüğüne sahip,
donanmasıyla okyanusları kontrol eden, en gelişmiş uzay
teknolojilerine sahip ve bu teknolojileri askeri gücü için
kullanan ABD, küreselleşmenin tanımı gereği kimsenin
tekelinde kalamaması özelliğinden dolayı aynı zamanda diğer
güçlerin de ortaya çıkışına zemin hazırlıyor. Küreselleşmiş
dünyada, bilgi artık sadece onu üretenden bulunmuyor, herkes
bilgiye kolaylıkla ulaşabiliyor. Pazarlama taktikleriniz birileri
tarafından taklit edilebiliyor. Bundan 20 yıl önce sadece en
zengin, en güçlü ülkelerde olan nükleer silahlar, bugün ciddi
ekonomik sıkıntılar çeken İran gibi bir ülkenin ulaşma sınırı
içerisinde, Pakistan çoktan nükleer güç oldu bile. Daha trajik
olarak terör örgütleri kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlara
erişme potansiyeline sahip. Ülke içi çözülmelerle, diğer
toplumların yükselişleri gibi etkenlerle süper güçlerin de
çözülme sürecini başlar. Bundan sadece 65 sene önce
İngiltere, 20 sene önce Sovyetler Birliği süper güç
konumlarını kaybettiyse ABD de bu konumu kaybedecektir.
Yeni Dünya Memurları:
Condolezza Rice: Chevron petrol şirketinden gelir ve
Amerika‟nın Dışişleri Bakanlığına yükselir.
Bill Clinton: Arkansas valiliğinden Amerikan
Cumhurbaşkanlığı‟na gelmiştir.
Dick Cheney: Petrol ve silah tüccarlığından gelip devleti
yönetmiştir.
Z. Brezezinski: Bir dönem Amerika‟nın Ulusal Güvenlik
Konseyi danışmanıydı. Amerika‟nın en ünlü akademisyeniydi.
Şimdi Obama‟nın tüm söylemlerinin mimarı, akıl hocası,
kısacası perdenin arkasındaki adam şöyle diyor: “Ulus
devletlerin bağımsızlık tanımı artık değişiyor! Uluslar arası
tekeller ve bankalar küresel ekonomiyi yönetiyorlar!”
Tony Blair: Bir önceki İngiltere Başbakanı, bugün Ortadoğu
Dörtlü Komisyonun başında.
Bernard Kouchner: Bir dönem Kosova‟da Birleşmiş
Milletler Yüksek Komiseri, bugün Fransa Dışişleri Bakanı.
Paul Warburg: Dış İlişkiler konseyi‟nin (CFR) başındaki en
önemli isimlerinden biri.”Her şey tek dünya devleti için. Kim
ne derse desin yakın gelecekte tek dünya devleti kurulacaktır.
Tek sorun bunun, uzlaşmayla mı yoksa işgalle mi olacağıdır!”
diyor.
David Rockefeller: Dış ilişkiler Konseyi‟nin Onursal Başkanı
ise şöyle söyler:” Dünya devleti kurduğumuzda, dünya daha
mükemmel ve istikrarlı olacaktır. Dünya bankerleri ve küresel
elit, dünya halklarını özgürlüğe kavuşturacaktır.”
Samuel Huntington: Dış ilişkiler Konseyi‟nin önemli üyesi
ise “Medeniyetler çatışacak” diyor ve dünyayı büyük bir
satranç tahtasına benzetiyor.
Rasmussen: Dün Danimarka Başbakanı, bugün NATO Genel
Sekreteri, aynı zamanda İslam düşmanı.
Kemal DerviĢ: Bir zamanlar Dünya Bankası‟ndaydı, birden
bire Türkiye‟nin Ekonomi Bakanı ve siyasi deprem yaratan
kişi olarak karşımıza çıktı. 2005‟te BM Kalkınma Örgütü‟nün
başına getirildi. Şimdi Amerika‟nın politikasına yön veren
düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü‟nde. Brookings
Enstitüsü, eski Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn‟un
denetiminde.
Onlar küreselleĢme diyen emperyal örgütün
memurlarıdırlar!
Gizli Örgütler ve Küresel Elit
Birinci Dünya SavaĢı Sonrası Paris BarıĢ
Konferansı’nda dünyayı yönetmeye karar veren dev
şirketlerin sahipleri ve büyük doğal zenginliklerin
sömürücüleri çekirdek bir yapılanmayı oluşturmaya başladılar.
Örgütün yönünü çizecek adam, Avrupa‟nın en zengini Lord
Rothshields‟ di. Rothshields‟ler Güney Afrika madenleri
ellerinin altında olan, Avrupa demiryollarına sahip olan,
Amerika bankacılık sektörüne el koyan, patlayıcı yapan en
büyük fabrikalar, tüm savaş uçaklarına sahip olan bir aileydi.
Kısaca dünya imparatorluğuna soyunan bir aileydi. New
York‟ta DıĢ ĠliĢkiler Konseyi (CFR =Council on Foreign
Relations) kuruldu. CFR, adı üstünde, Dış İlişkiler
Konseyidir, yani amacı Amerikan dış politikasını
yönlendirmektir. Ancak bir ülkenin, hem de Amerika gibi bir
ülkenin dış politikasını yönlendirmek, yalnızca karar
mekanizmalarını ele geçirerek tam anlamıyla başarılamaz.
Çünkü Amerika ve diğer Batılı ülkeler demokratik ülkelerdir
ve devletin kararları halkın düşüncesinden büyük ölçüde
etkilenir. Dolayısıyla, dış politika konusunda radikal bir karar
verebilmek için, halkın desteğine ihtiyaç vardır. Halk destek
(yani en başta oy) vermezse, yönetici elitler istedikleri
politikaları uygulayamazlar. Buna karşılık, yöneticilerin halka
rağmen istedikleri kararı verdikleri sistemlere totaliter
sistemler denir. Yani Amerika‟da ki sistem bir nevi
demokratik totalitarizm, görünmez bir demokrasidir.
Amerika'yı yönetenler, bir konuda karar verdiklerinde, örneğin
bir dış müdahale istediklerinde, medyanın karşı konulmaz
büyüsünü kullanarak önce halkı bu konuda hazırlamaktadırlar.
Amerika'nın saldırmak istediği hedef (Saddam, İslami gruplar
vs.) önce halkın gözünde birer şeytana dönüştürülür. Bunu
yapabilmek için medya aracılığıyla görünür propagandalar ya
da bazen görünmez psikolojik bilinçaltı telkinleri yapılır.
Sonuçta halka, yabancı bir ülkeyi işgal edip insanlarını
öldüren Amerikan askerlerini alkışlamaktan başka bir görev
kalmaz. Herkesin izlendiği, dinlendiği ve kontrol edildiği bir
düzen… İnsanlar mutlu ve özgür! Çünkü artık
düşünemiyorlar… İşte insanlığın geleceği için Dış İlişkiler
Konseyi‟nin hayalleri bunlar… 1927‟de ise dünyanın en
zengin adamı David Rockefeller konseye katıldı. Daha sonra
1954‟te Avrupa alt örgütü olarak Bilderberg kuruldu.1973 te
ise Amerika, Avrupa, Japonya sermayesini birleştiren Üçlü
Komisyon(Trilateral Commission) kuruldu. Kurdukları
örgüt dünyanın her köşesine sızacak, Afganistan‟dan Asya‟ya
darbeler yapacak, işgaller gerçekleştirecekti. Planlar
sonucunda halklar ölecek, şirketler büyüyecekti. Geçen
yüzyıldan bugüne kadar, Dış İlişkiler Konseyi ya da
Bilderberg veya onlara yakın bir örgütlenme içinde olmayan
hiç kimse etkili bir pozisyonda görülemiyor. Silahlı
sanayicileri de, petrol şirketleri de, uyuşturucu ticareti de
onların denetiminde… Ülkelerin en kılcal damarlarına kadar
giriyorlar. Çokuluslu şirketlere ait beyaz eşyalar, yiyecek
içecek markaları, deterjanlar her ülkede uzun zamandır varlar.
Sonuç olarak küresel elit tükenen kaynaklara el koymak,
ulus devletleri zayıflatmak, halkları robotlaştırmak; tek dinli,
tek dilli, tek ordulu, tek medyalı bir dünya devleti yaratmak
istiyor. Ancak hesaba katmadıkları bir şey var. Baskı altındaki
halk çok daha çabuk uyanır. Bizi tuzağa düşürmelerine izin
vermeyelim çünkü bizden alacakları vereceklerinden çok daha
fazladır. Önce ruhuna, kimliğine, emeğine el koyarlar… Ne
kadar iyi köle olursan ol fark etmez. İşlerine yaradığın sürece
varsındır.
CEREN BAKICI
KAYNAKLAR
Hangi Dünya Düzeni?-Banu Avar
http://www.mufad.org
http://yordam.manas.kg/ekitap
FİLİSTİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ FİLİSTİN MİLLİYETÇİLİĞİ VE ULUS
DEVLET OLMA MÜCADELESİ 1948 yılında İsrail‟in kurulmasıyla birlikte binlerce Filistinli mülteci konumuna düşmüştür ve 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü kurulana dek geçen sürede Filistinliler bağımsız bir aktör hatta halk olarak tarih sahnesinden silinir gibi olmuşlardır. 1948 Arap-İsrail Savaşı (Filistinliler buna El-Nakba “Felaket” der) büyük toprak sahipleri, tüccar ve esnaflardan oluşan Filistinli elitleri mülksüzleştirmiştir ve yeni oluşmaya başlayan şehirli orta sınıfı parçalarına ayırmıştır. Bu ; toplumsal önderliğe aday bir sınıfın ortadan
kaybolması anlamına gelir. Yani bu şartlar değerlendirildiğinde Filistin milliyetçiliğinin gelişmesinin imkansıza yakın derecede zor olduğu görülmektedir. Ayrıca Filistin halkının mülteci olarak ikamet ettiği topraklardaki halkla din, dil ve kültür ortaklığının bulunması Filistin milliyetçiliğinin gelişmesi için bir engeldir. 1950‟li yıllarda bütün Arap dünyasında olduğu gibi Filistinliler arasında da yeni bir elit yükselişe geçmiştir. Bu yıllar, mülteci Filistinlilerin sosyal dayanışma ağlarını yeniden kurdukları ve bir Filistinlilik fikrinin yaratılması anlamında toparlanma yılları olmuştur. Filistinlilerin çoğu, bu yıllarda gelişen Pan-
Arabist akımın etkisiyle, Arap eliyle Filistin‟in kurtarılabileceğini düşünüyordu. Birleşik Arap Cumhuriyeti fikri iflas edip 1961‟de Suriye ve Mısır ayrılınca ve daha sonra 1967 yılındaki
yenilgiyle beraber Arap eliyle sorunların çözülebileceği inancı etkisini yitirmiştir.
Bu gelişmelerle birlikte 1964 yılında FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) kurulmuştur. 1967 Savaşı kaybedilince örgüt içindeki dengeler değişmiş ve ekonomik açıdan orta ve alt sınıfın çocukları olan, yaşadıkları ülkelerde üniversite eğitimi alan, yaşadıkları felaketi Arap monarşilerinin varlığına bağlayan kişilerdi. Genç Yaser Arafat önderliğindeki bu grup, Nasır‟ın Filistin sorununa salt Mısır‟ın çıkarları doğrultusunda yaklaştığının farkına varmıştı. Kahire‟de yaşam deneyimi, Nasır‟ın baskıcı tutumu ve bazılarının hapse gönderilmesi onları diğer Arap devletlerinden bağımsız bir yol izleyerek Filistin
ulusal kimliği yaratmak ve bağımsız bir Filistin ulusal hareketi oluşturmak konusunda yönlendirmişti. El-Fetih Örgütü‟nün ana çizgisi böylece oluşmuş oldu. Bu nesil, 1960‟lı yılların ulusal kurtuluş mücadeleleri (Cezayir, Vietnam vb.) etkisiyle silahlı mücadelenin Filistin‟in kurtuluşu için tek yol olduğuna inandı. Küçük gerilla grupları halinde örgütlenen bu gruplar arasında en büyüğü ve önemlisi Fetih hareketi oldu. Fetih Örgütü Fetih örgütü ve onun kontrolündeki FKÖ, Filistinlileri hiçbir dini ayrıma tabi tutmadan mücadeleye davet etmiştir ve sol milliyetçiliği
referans alan bir direniş yürütmüştür. 1970‟lerin ideolojik mücadele ortamında partileşen FKÖ, seküler milliyetçiliği öne çıkartmışsa da, pratikte pragmatist bir politika gütmüştür. Arafat ve diğer
parti yöneticileri İslamı referans alan söylemlere mücadele içerisinde sık sık yer vermişlerdir.
İslamcı partilerin aksine Fetih‟in referans noktası olarak milliyetçiliği aldığı görülmektedir. Fetih, Filistin Kurtuluşu İçin Halk Cephesi ve Filistin Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe partilerinden de bu noktada ayrılmaktadır. Fetih‟in kuruluş bildirgesinde dine yalnızca 9. ve 13. maddede vurgu yapılmıştır. 9. maddede bağımsız Filistin devletinin kutsal toprakları ve dinleri koruyacağı ifade edilirken, 13. maddede tüm Filistinlilerin hiçbir dini ayrıma tabi tutulmadan eşit haklara sahip olacağı belirtilmektedir. Fetih içinde bazı kesimler doğrudan İslamı temel alan bir direniş yürütmesine karşın, sol kanat örgüt içerisinde
daha ağırlıklı bir etkiye sahip olmuştur. Yönetim kadrosunda Abu Cihat gibi isimlere yer vermekle birlikte aynı zamanda Abu Iyad, Ahmad „Abd al-Rahman (Radwan), Majid Abu Sharar ve Nimr Salih gibi sosyalist görüşleri ve ilişkileri ile öne çıkan isimlere de yer vermiştir. Bu grupları bir arada tutmayı başaran Arafat aynı zamanda Filistin direnişine dönemin koşulları çerçevesinde yön vermeyi de başarmıştır. Soğuk Savaş döneminde hem Arap ülkeleriyle hem de SSCB ile iyi ilişkiler içerisinde olunmuş ve nasyonal sosyalist bir propaganda yürütülmüştür. Hamas Hamas, şeriat esaslarıyla yönetilecek bağımsız
bir Filistin devleti için, 1987 yılında yola çıkmış bir örgüttür. Örgüt, Mısır‟da Hasan el Benna liderliğindeki Müslüman Kardeşler örgütünün bir kolu olarak kurulmuştur. 1988 Ağustosunda
yayınlanan Hamas Misakı‟na göre örgütün ideolojik yapısı ve örgütlenmesi Mısır‟daki Müslüman
Kardeşler‟e dayanmaktadır. Müslüman Kardeşler‟in kurucusu olan Hasan Benna‟nın esas üç temel öğretisi Hamas tarafından da benimsenmiştir Bu üç öğreti “dini eğitim, uyanış ve örgütlülük” olarak ifade edilir. Barışçıl çözümlerin reddedildiği Misak‟ta öne çıkan temel vurgu Müslümanlık, Filistinlilik ve Araplılık olmuştur. Yani askeri direnişte yoldaş devri kapanmış kardeş dönemi başlamıştır.
Hamas – Fetih İlişkileri ve Hamas’ın Gücünün Artış Sebepleri Yahudilerle uzlaşılmasına karşı çıkan Hamas ayrıca Kudüs merkezli bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını savunmaktaydı. Fetih ise ilk kurulduğu yıllarda bağımsız bir Filistin devleti kurmayı öngörmesine karşın, önce 1974‟te ardından da 1988‟de barışçıl çözüm stratejisini desteklemiş ve tüm İsrail‟in yok edilmesi amacından uzaklaşmıştır. Fetih‟in iki devletli çözümü kabul etmesine rağmen Oslo sonrası
dönemde bu konuda ilerleme sağlanamamasının da etkisiyle Hamas‟a olan toplumsal destek artmıştır. 1990‟ların başında Arafat, Hamas‟ın FKÖ içerisinde temsil edilmesi önerisinde bulunmuştur ama Hamas‟ın İsrail‟i tanımama ve Cihat‟ı sürdürme isteği birleşmeyi engellemiştir. Fetih‟in milliyetçilik anlayışı, özellikle I. İntifa‟da süreci ile birlikte İslami yönü ağır basan bir çizgiye kaymıştır.
Oslo sonrası İsrail-Filistin meselesinin çözümsüzlüğe sürüklenmesi ve 1996 yılında da
barış sürecinin çökmesi Fetih hareketinin ve FKÖ‟nün daha da zayıflamasına neden olmuştur. Aynı dönemde Hamas hem sosyal programlarla hem de İsrail‟e karşı düzenlediği intihar saldırılarıyla Filistinli halk üzerindeki etkisini artırmıştır. 1990‟ların ikinci yarısından itibaren yerleşimcilere düzenlenen saldırılarla ve İsrail‟de düzenlenen intihar saldırılarıyla Hamas kısa zamanda direnişin en önemli sözcüsü konumuna gelmiştir. İsrail ise yoğun bir şekilde örgütün lider kadrosundaki kişilere suikastlar düzenlemiştir Şeyh Ahmed Yasin, İsrail tarafından
düzenlenen bir saldırı ile 22 Mart 2004‟te Gazze‟de öldürülmüştür. Şeyh Yasin‟den sonra Hamas‟ın liderliğine gelen Dr. Rantisi de Mayıs ayı içerisinde öldürülmüştür. Örgüt liderlerinin öldürülmesi Hamas‟ın İsrail‟e karşı saldırılarında bir güç kaybına yol açmanın aksine Fetih‟in askeri mücadele sahnesinde etkisini kaybettiği bu dönemde Hamas‟ın boşluğu tek başına doldurmasına ve büyük bir halk desteğini arkasına almasına yol açmıştır. Arafat döneminde, Hamas ve Fetih arasında bazı anlaşmazlıklar söz konusu olsa da Hamas, Arafat‟ın otoritesine saygı göstermiştir. Arafat da Hamas‟ın faaliyetlerini yasaklama yoluna
gitmemiştir ve askeri bir rekabete girmemiştir. Filistin direnişinin yönü Soğuk Savaşın bitimi ile birlikte İslamileşme sürecine girmiş ve Fetih örgütü de bundan etkilenmiştir. Bununla beraber Filistin
direnişinde politik İslam‟ın temel savunucusu Hamas olmuş ve El-Fetih pragmatist bir şekilde
sürece dahil olmuştur. Hamas‟ın Filistin direnişinde önemli bir güç olmasına sebep olan diğer unsur da ; 2004 yılında Arafat‟ın ölümünden sonra Fetih‟in karizmatik bir lider çıkartamayışı ve kendi içinde liderlik kavgasına sürüklenmesi olmuştur. Ayrıca, bu dönemde Fetih‟in yolsuzluklarla anılmaya başlanması da Filistinlilerin Hamas‟a yönelmesini etkilemiştir. Fetih‟in yolsuzluklar ve iç iktidar mücadelesine sürüklendiği bir dönemde İsrail‟in Gazze‟den çekilmesi de Hamas‟ın ve askeri direnişinin bir başarısı olarak görülmüştür halk tarafından.
Gazze‟yi direniş üssü olarak kullanan Hamas‟ın İsrailli yerleşimcilere ve İsrail‟in askeri birimlerine düzenlediği roket saldırıları İsrail‟in çekilmesinde etkili olmuştu. Dolayısıyla İsrail‟in Gazze‟deki yerleşim birimlerini boşaltması ve bu toprakları Filistinlilere bırakması Hamas‟ı güçlendirmiştir. HAMAS’ın Filistin Seçimlerine Katılımı : Legal Siyasete Geçiş 1996 seçimlerini boykot eden Hamas, 2004 sonunda bu politikasından vazgeçtiğini ve Filistin‟de 2005‟te gerçekleştirilecek olan seçimlere katılacağını açıklamıştır. Hamas, kuruluş yıllarında İsrail tarafından işgal edilen tüm Filistin
topraklarının kurtarılmasını temel hedef alsa da de, bu amaçta ısrarcı olmayacağını ortaya koymuştur. Parlamento seçimlerinden iki hafta
önce İsrail‟in yok edilmesini öngören maddeyi kuruluş bildirgesinden çıkartmıştır.
2005 yılında dört aşamada yapılan yerel seçimlerde Hamas beklenenin üstünde bir başarı elde etmiştir. Gazze‟deki başarısının yanı sıra Fetih‟in kalesi olarak bilinen Ramallah‟ta da Hamas‟ın kesin zaferi gözlemcileri şaşırtmıştır. Yerel seçimlerin, İsrail‟in Gazze‟nin tümünden ve Batı Şeria‟daki bazı yerleşim birimlerinden çekileceğinin gündeme geldiği bir dönemde yapılması Hamas‟a yaramıştır yani. Daha sonra örgüt, genel seçimlere de doğrudan katılma kararı almıştır. 25 Ocak 2006‟da yolsuzluklar, iç iktidar mücadelesi ve İsrail‟in askeri saldırılarının Fetih
iktidarını zayıflattığı bir dönemde yapılan genel seçimlere katılım yüksek olmuştur. Seçimlere İsrail‟le ve yolsuzluklarla mücadele propagandalarını kullanarak disiplinli bir şekilde hazırlanan Hamas, 132 sandalyeli Filistin Meclisi‟nde 74 sandalye kazanmıştır ve hükümeti tek başına kurma çoğunluğunu elde etmiştir. Yaklaşık 50 yıldır Filistin toplumunun önderliğini yapan Fetih ise ancak 45 sandalye kazanabilmiştir. Hamas‟ın tek başına hükümeti kurması, onu yıllarca bir terörist örgüt olarak görmüş olan ABD ve İsrail ile Filistinliler arasındaki ilişkinin zor bir döneme girdiğini göstermekteydi. ABD, AB ve İsrail‟in 2006 sonu ve 2007
başında Fetih hareketine ekonomik ve askeri destek vermesi, Filistin‟de iki ayrı yönetimin oluşmasına yol açmıştır ve Filistinlileri bir iç savaşın eşiğine getirmiştir. İsrail, bir yandan
doğrudan Fetih güçlerine askeri yardımda bulunurken diğer yandan da Arap ülkelerinden
Fetih güçlerine gönderilen silahların İsrail üzerinden örgüte ulaştırılmasına engel olmamıştır. ABD ve AB ülkeleri İslami direnişin Filistin topraklarında zayıflaması için Fetih‟i desteklemişlerdir. 2007 başında Hamas hükümeti uluslararası kamuoyunun uyguladığı baskıyı azaltmak ve Filistin‟de süren iç çatışmaları sona erdirmek için Fetih‟in de içerisinde bulunacağı ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması fikrini desteklediğini açıklamıştır. Suudi Arabistan‟ın arabuluculuğu ile başlayan Fetih-Hamas görüşmeleri en sonunda Mart 2007‟de bir ulusal koalisyon hükümetinin
kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Yeni hükümette on bir bakanlığı Hamas alırken, Fetih de altı bakanlık elde etmiştir. Yeni hükümette Hamas‟ın Başbakanlığın yanında on bakanlık alması Hamas‟a karşı olan ülkelerin tepkisine neden olmuştur. İlk destek ise İran ve Suriye‟den gelmiştir. Bu iki ülkenin yanı sıra Katar ve Yemen de koalisyon hükümetini tanımıştır. Avrupa‟dan da Norveç, yeni koalisyon hükümetini tanıdığını ve Filistin‟e uygulanan ekonomik yaptırımlara son vereceğini açıklamıştır. Bu gelişmelere rağmen Filistin‟de süren ekonomik sıkıntılar ve iktidar mücadelesi Hamas ile Fetih arasındaki çatışmaların yeniden başlamasına
neden olmuştur. İç Çatışmaların Alevlenmesi Hamas militanlarının Gazze Şeridi‟nde Fetih güçlerini tasfiye ederek bölgenin kontrolünü ele
geçirmesi üzerine Mahmut Abbas, 15 Haziran‟da ulusal birlik hükümetini fesih ettiğini ve Başbakan
Haniye‟yi de görevden aldığını açıklamıştır. İsrail de yeni hükümeti tanıyacağını açıklamıştır. Mısır da yeni hükümeti desteklediğini açıklamıştır. Abbas, Hamas‟ı “eli kanlı teröristler” olarak nitelendirmiştir. Bu gelişmeler üzerine İsrail, yeni Filistin hükümetine dondurulan 560 milyon Doların bir kısmını acilen transfer edeceğini açıklamıştır. Beyaz Saray yönetimi de Mahmut Abbas‟a destek vermek amacıyla Filistin‟e uygulanan ambargoya son verildiğini açıklamıştır.
İsrail’in Müdahil Olması 2007 Haziranındaki çatışmalardan sonra Fetih‟in Batı Şeria‟nın, Hamas‟ın da Gazze Şeridi‟nin kontrolünü ele geçirmesiyle Filistin sorununda farklı bir aşamaya geçilmiştir. Yaklaşık 1,5 milyon insanın yaşadığı Gazze‟de İsrail‟in ambargo uygulaması sonucu ciddi ekonomik, sosyal ve sağlık sorunları baş göstermiştir. İsrail hava kuvvetleri de aralıklı bir şekilde Gazze‟deki Hamas militanlarına ve destekçilerine karşı hava operasyonları düzenlemiştir. Bu saldırılar sırasında Hamas militanlarının yanı sıra birçok sivil de yaşamını yitirmiştir. İsrail‟in saldırılarına kısa menzilli roketlerle karşılık vermeye çalışan
Hamas‟ın tecridi kaldırma politikası ise uluslararası toplum tarafından desteklenmemiştir. Gazze Savaşı 27 Aralık‟ta yoğun bir hava saldırısı ile
başlayan Gazze Savaşı‟nda İsrail‟in öncelikli hedefleri arasında doğrudan Hamas‟ın lider
kadrosu ve Hamas‟ın denetiminde olan askeri, sıhhî, sosyal ve kültürel tesisler vardı. İsrail‟in büyük çaplı bir operasyona girişmesini beklemeyen Hamas saldırılara hazırlıksız yakalanmıştır. 27 Aralık-18 Ocak arası süren saldırılar sırasında BM verilerine göre 412‟si çocuk olmak üzere 1300 kişi yaşamını yitirmiştir. 1855‟i çocuk olmak üzere 5450 kişi de İsrail saldırıları sonucu yaralanmıştır. Gazze Savaşı 17 Ocak‟ta İsrail‟in Mısır tarafından önerilen ateşkes şartlarını kabul etmesinden sonra Hamas‟ın da ateşkes anlaşmasını kabul ettiğini açıklamasıyla
sonlanırken, geride enkaz halinde bir Gazze bırakmıştır. Kendi çocuklarını yiyen bir savaş, uluslararası alanda İsrail‟e karşı haklı mücadelesinde meşruiyetini yitirmek üzere. Bu durum, haklı bir davayı kısır bir çekişmeye çevirirken, zaten uluslararası alanda zemin kaybeden Filistin meselesinin daha da ertelenmesine yol açabilecektir.
Şeyda KAYA [email protected]
YILAN BĠLGELĠĞĠ VE PLEĠADES
Geçmişimizde ne kadar çok yılan hikâyesi vardır; mitolojide,
destanlarda, tarihi eserlerde, hikâyelerde ve kutsal
kitaplarda… Havva’yı baştan çıkarıp cennetten kovduran
yılandır. Ama insanları iyileştirip şifalandıran Tıp Biliminin
sembolü de yılandır.
Yılan bir sürü yerde karşımıza farklı isimlerle çıkar:
Naga, Nagual, Nacaal, Adder, Djedhi, Amarus, Levites,
Ejderha, Ejder, Quetzlcoatl (Kukulkan), Şahmeran, Serpent,
Snake, Typoon, Nahaş…
Mısır firavunları Kobrayı başlarında taşırdı. Tevrat’taki Nahaş
kelimesi hem yılan, hem sırları bilen anlamına gelirdi.
Sümer’de Tanrı Enki’nin sembolü yılandır. Tufanda
Utnapiştim’i uyandırıp uyaran yılandır. Zeus ve Maia’nın oğlu
ve habercisi Hermes, yılan dolalı bir asa ile düşmanını
yenmiştir. Güney Amerika’daki kadim Meksika, Aztek, Toltek,
Maya uygarlıklarının gökten gelen tanrıları yılandır. Eski Türk
inanışlarında Ejderha; kutsal, göksel ve iyi bir varlıktır.
üç buçuk kez (yedinin yarısı) kıvrılıp uyuyan spiral bir yılan
demektir. İnsanın içindeki ateşi göstermek üzere Kundalini
kelimesi kullanılır. Bireysel uyanışın, aydınlanmanın ve
bilgeliğe ulaşmanın sembolüdür. Mısır’da Roma’da
resmedilen kanatlı yılan Kundalinidir. Uyuyan spiral bir yılan…
Kundalini.
Bütün bu mitsel kalıtlara göre yılan; bugünkü kötü imajına
inat, aslında yaşamın öz ateşi ve bilgelik sembolüdür. Işıktan
dünyaya, yani maddeye inişin başlangıç noktasında bir yılan;
çöreklenmiş ve kıvrılmış oturuyor sanki.
Etimolojik açıdan Evren sözcüğü ‘eviren’, ‘çeviren’
anlamına gelir. Eski Türkler ve Çinliler de gök
çarkının/çarklarının döndüğü kabul etmekte ve onlar gök
kubbenin en alttaki çemberini bir çift gök ejderinin çevirdiğine
inanmaktaydı. Ejder gök çarkını ve buna bağlı olarak da
‘yaşam çarkı’nı çevirmekteydi. Böylece Eski Türklerde ‘ejder’
de evren olarak adlandırılmıştır.
Eski Anadolu antik edebiyat el yazmacıları tarafından
anlatılanlara göre, bir zamanlar Anadolu’da tanrısal bilgeleri
doğuran kadın, yılan olarak görülüyordu. Ve oturduğu kentin
adı Piytion’du. Pi sözcüğünün anlamı ‘baba’dır. Sözcüğün to
eki ise ‘sen’ demektir. Pito yani senin baban, senin atan
anlamındadır. Piyton kenti ise senin babanın, senin atanın
oturduğu kent anlamındadır.
Mitolojide Tanrıça Gaia’nın da yılanları vardır. Kadın
Tanrıçaların elindeki bu yılanları Zeus ele geçirmiştir. Apollon
ve Zeus’la süreç, artık erkek egemen duruma geçiştir. En
baştan beri Babil, Mısır, Girit, Anadolu’da da eski inançlar
içerisinde kadın tanrıçalar yılanla bir tutulmuştur. Bilgelik ve
bilicilikle yılan, ilişki halindedir.
Hindistan’da insiye bilgelere ve kâhinlere, ‘akıllı yılanlar’
anlamına gelen ‘Nagalar’ denirdi. Alnın tam ortasına
sembolün konması, yılan gibi akıllı olmak için iç psişik
melekelerin kullanılmasını ifade ederdi. Mister Okulu’nun
sadece en yüksek inisiyelerine yılan başlığı takma izni
veriliyordu. Başını kaldırmış yılan, aşağıdan yükselen
kundalini, Yılan Ateşi’ni sembolize ederdi. Kundalinin
yükselmesi ve üçüncü göz’ün açılmasıyla kişi büyük bilgeliğe
ve spiritüel yaratıcı güce ulaşır; her şeyin sonsuzluğu bilinir
olurdu.
Hint yazmalarında ve efsanelerinde Naga ırkı, yeraltında
yaşayan ve yüzeyde insanlarla irtibata geçen bir yılansı ırktır.
Bu yılanların kimilerinin insana dönüştüğü yazar. Hint
yazmalarında bunlardan başka Sarpa denen bir başka yılansı
ırktan daha söz edilir. Ayrıca Hint okyanusu civarında ve
sonradan denizin dibine batmış bir ülkede var olduğu
söylenen bir yılan krallığının bahsi geçer.
Antik Kolombiya mitolojisinde de ilksel kadın olan Bachue;
büyük bir yılana dönüşür ve bazen ‘ilahi yılan’ olarak
adlandırılır.
Tevrat’ın içinde adı geçse de kendisi ortada olmayan kayıp
kitaplarından Yaşer’in Kitabı’nda Masonik dinin kurucusu
sayılan Nemrut’tan ve insanlığın yaratımında söz sahibi olan
bir yılan-ırkından söz edildiği iddia edilir.
Aborjinlerde pek çok tanrı yılan isimleriyle tanımlanır. Ungud
bazen dişi bazen erkek olan bir yılan tanrıdır. Wollunqua
(yağmur ve bolluk) bir yılan tanrıdır.
Atina’nın ilk kralı olan efsanevi Cecrops yarı insan yarı yılan
olarak bilinir. Yunan mitolojisindeki birçok Titan ve dev
kanatlı insansılar şeklinde karşımıza çıkarlar. Tek farkları
bacak yerine yılansı gövdelere sahip olmalarıdır; ejderha
şeklindedirler. Örneğin Boreas, kuzeyin soğuk rüzgârını
getiren ve yılan gövdesine sahip olan kanatlı bir Yunan
tanrısıdır.
Afrika’daki bazı geleneklerde şamanların, derin ezoterik bilgi
öğreten bir yılan-ırk olarak tanımladıkları Chitauri’lerden ders
aldıklarına inanılmaktadır.
Afrika’daki bu inanç, Amerikan yerlilerinin
dimethyltryptamine içeren ayahuasca uyuşturucusuyla
yaptıkları çalışmaların içeriğine benzerdir. Bu bitkiyi kullanan
yerli Amerikan şamanların çoğu, yılansı ve uzaylı benzeri
varlıklarla iletişime geçtiklerine ve onlardan ders aldıklarına
inanmaktadırlar.
Mixcouatl, Aztek Savaş ve avcılık tanrısıdır. Bulut yılanı
anlamına gelir. Tezcatlipoca’nın aldığı isimlerden biridir.
Toltek, Aztek, Maya tanrılarının birçoğu yılanla sembolize
edilmiştir.
Mark Amaru Pinkham’a göre; Nagual kelimesi yılan demektir.
(Bilgelik Yılanlarının Dönüşü adlı kitabın yazarıdır)
Toltek bilgeliği öğretilerine göre; ( Carlos Castaneda Kitapları)
Nagual kelimesi, doğaüstü güçlere ve bilgeliğe sahip olan
büyücü anlamında kullanılır. ( Nahuatl dilinde Nagual
kelimesinin tıpkı Mason kelimesi gibi,İnşaatçı Ustalar
anlamına gelmesi ilginç bir benzerliktir) Kendi dünyasal
âlemimiz dışında başka dünyalarda yaşama yeteneğine ise,
Nagual’a geçmek denir. Evrenden akan enerjiyi aktığı gibi
görebilmek ve dünya dışı güç alanında yaşamak olarak
tanımlanan Nagual olma durumu, insan biçiminden çıkıp farklı
varlıklara dönüşebilme yeteneğidir. Yaqui kızılderilisi Don
Juan Matus’a göre eski şaman kadim atalardan kalan bu
öğretinin sırları, insanbilimci Carlos Castaneda tarafından bir
kitap diziniyle anlatılmıştır. İlk kitap Don Juan Öğretileri,
sanrılandırıcı bitkilerin kullanımıyla geçilen olağandışı zihin
hallerini ayrıntılı olarak anlatır.
Toltek başkenti olarak kabul edilen Tula'daki en çarpıcı
eserlerden biri, Atlant denilen dev taş heykellerdir. Bunlar
alçak bir piramit platformunda duran, muhtemelen vaktiyle
bir tapınağın çatısını taşımakta olan, yani sütun görevi gören
heykellerdir. 4.6 metre yüksekliğinde, tüylü saç modeli olan
ve mızrak taşıyan bu heykeller, eski Amerika uygarlıklarında
genel bir ilah olan ve bu kentte bazen Toltek hükümdarlarıyla,
bazen de sabahyıldızı özdeşleştirilen Quetzalcoatl'ı(tüylü
yılan) temsil eder. Bu ad, Toltekler ve Aztekler'de ‘sakallı
yılan’ anlamına gelir. Buradaki sütunlardan bazılarına, mimari
örnek ve damgalara, Yucatan'daki Chichen Itza bölgesinde de
rastlanır.
Azteklerin anası Coatlicue, Tula kenti yakınındaYılandağ
(Coatepek) tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy
topu düşmüş ve onu bağrında saklayınca Huitzilopochtli’ye
hamile kalmıştır.
(Tula kenti için bir not: Astrolojik çembere göre 3 derece boğa
burcu, Krittika denilen bizim Pleiades (Süreyya) diye
tanıdığımız takımyıldıza karşılık gelmektedir ve akrep
burcunun (Vishakha) 3 derecesi ise Sanskrit dilinde Tula diye
adlandırılan bizlerin terazi burcunun kuzey ve güney ucu diye
bildiğimiz noktaya denk gelmektedir.)
Tüylü yılan Quetzalcoatl birçok efsanede yer almış, hatta
İspanyollar kıtayı işgale geldiklerinde Quetzalcoatl ile ilgili
efsanelerden ötürü yerliler bu istilacıları saygı ile
karşılamışlardı.
Çin Mitolojisinde de ilginç göksel ve yılan hükümdarlar vardır.
Amerikalı mitoloji uzmanı Joseph Campbell ‘Kahramanın
Sonsuz Yolculuğu’ adlı kitabında ‘Ulu Üçler’ diye adlandırılan
ve M.Ö. yaklaşık 3000 - 2500 yılları arasında yaşadıkları
söylenen üç imparatordan bahsetmektedir. Üçü de bazı
olağanüstü özelliklere sahiptir. Fu Xi "Göksel İmparator" diye
bilinmektedir. Rahme düşüş hikâyesi mucizevî nitelikler
göstermektedir. 12 yıllık bir gebelik döneminden sonra
doğmuştur. İnsan kolları ve öküz başı taşıyan bir yılan
vücuduna sahiptir.
Fu Xi'den sonra insanları onun halefi ‘yersel imparator’ Shen
Nong yönetmeye başlamış. Shen Nong boğa başlı, insan
vücutluymuş. Mucizevî bir ejderin etkisiyle meydana gelmiş.
Bundan utanan annesi, bebeği bir dağ kenarına bırakmış fakat
vahşi hayvanların onu besleyip koruduğunu öğrenince eve
götürmüş. Çin tıbbının temeli de bu imparatora
dayanmaktadır. Shen Nong, yetmiş zehirli bitki ile
panzehirlerini keşfetmiştir. Karnına bir cam dayayıp her
bitkinin sindirilişini oradan izleyebiliyormuş!
Shen Nong'dan sonra Huang Di, yani ‘sarı imparator’
yönetime geçmiştir. ‘sarı imparator’ denmesinin nedeni
şudur: Annesi Chao Tian eyaleti prensinin bir metresiymiş.
Büyük Ayı takımyıldızı çevresinde göz alıcı altın bir ışığa
rastlayınca gebe kalmış.
Huang Di'nin de olağanüstü özellikleri vardır. Yetmiş
günlükken konuşmaya başlamış, on bir yaşında tahta çıkmış.
Fakat en ayırt edici özelliği düş görme gücüymüş. Ona " düşler
imparatoru " denmesi daha uygun olurdu! Huang Di, uykuda,
en uzak bölgeleri ziyaret edebilir ve doğaüstü dünyadaki
ölümsüzlerle konuşabilirmiş (Toltek bilgeliğindeki en önemli
bilgilerden birisi de rüyaların başka dünyalara gitmek için
kullanıldığıdır). Tahta çıktıktan sonra tam üç ay süren ve
kalbini denetleme dersi aldığı bir düş görmüş. Bir üç ay daha
süren bir düş gördükten sonra, insanlara ‘öğretme gücü’yle
geri dönmüş. Onlara, doğanın güçlerini kalplerinde
denetlemeyi öğretmiş.
Hermetik Bilgilerde Yılan ve Yedi Irk
Hermetik bilgilere göre fiziksel âlem, süptil âlemin aynasıdır
ve ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara
yol gösterilir. Evrende kozmik yasalar işlemektedir.
Hermetizme göre eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır.
Hermetika adı verilen bilgilerin, eski Yunanca ve Latince
yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen ad; Zümrüt
Tabletler’dir.
Hermes-Thot’un öğretisine ait kimi metinler - İskenderiye
yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş bilgiler -
bir miktar anlam kaybına uğrasa da,Kilise’nin tüm çabalarına
rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır.
Hermes’in (Hermes’in Toth ile aynı kişi olduğu söylenir)
Zümrüt tabletlerinin bilgilerine göre; meditasyon ve duaya
yönelen Hermes’e bir ejderha görünmüştür. Anlatılanlar
şöyledir:
Bu suret kanatları gökyüzünü kaplayan, bedeninden her yöne
ışıklar saçan Yüce Ejderha’ydı. Yüce Ejderha, Hermes’e adıyla
seslendi ve ona Dünyanın Gizemi hakkında neden
düşündüğünü sordu. Gördüğü şeyle dehşete kapılan Hermes
ejderhanın önünde kendini yere attı ve kim olduğunu
açıklaması için ona yalvardı. Yüce Varlık, kendisinin
Poimandres, Evrenin Aklı, Yaratıcı Zekâ, her şeyin Mutlak
Hâkimi olduğunu bildirdi.
Bunun ardından Poimandres hemen şekil değiştirir. Durduğu
yerde göz kamaştıran, nabız gibi atan bir Nur vardır. Bu Işık,
bizatihi Yüce Ejderha’nın ruhani doğasıdır. Hermes görkemin
ortasında ‘yükseltilir’ ve maddi evren onun bilincinden silinir.
Hızla koyu bir karanlık çöker ve karanlık genişleyerek Işık’ı
yutar. Her şey sarsılır. Etrafında suya benzer bir töz girdap
halinde döner ve ondan dumana benzeyen bir buhar çıkar.
Etraf dile gelmez iç çekişlerle ve acı haykırışlarla dolar, bu
sesler sanki karanlık tarafından yutulan Işık’tan gelmektedir.
Aklı Hermes’e ışık’ın spiritüel evrenin şekli olduğunu ve dönen
karanlığın onu yutan maddi töz olduğunu söyler.
Yine Hermetik bilgilere göre: “Doğanın Semavi İnsan ile
evliliğinden, hepsi iki cinsiyetli, hem erkek hem kadın olan ve
iki ayağı üzerinde duran ve her biri Yedi Yöneticiden birinin
doğasına sahip yedi insan doğurdu. Bunlar, yedi ırk, yedi tür
ve yedi çarktır. Yedi insan bu şekilde yaratılmıştır. Toprak dişil
element ve su eril elementtir; ateş ve esîrden ruhlarını aldılar
ve Doğa insan türünde ve suretinde bedenler yarattı. Ve insan
Yüce Ejderha’nın Hayat ve Işık’ını aldı. Ruhu Hayat’tan ve Aklı
Işık’tan yapıldı. İçinde ölümsüzlük olan ama ölümlülükten de
pay alan bütün bu birleşik yaratıklar, bir süre bu hal içinde
devam etti. Kendilerinden kendilerini yarattılar, çünkü onlar
hem dişi hem erkekti. Fakat dönemin sonunda Kaderin
düğümü Tanrı tarafından çözüldü ve her şey serbestleşti. Ve
Tanrı bunu söylediğinde, Takdiri İlahi Yedi Yöneticinin
yardımıyla cinsiyetleri bir araya getirdi, onları birbirine
karıştırdı, kuşakları yarattı ve her şey kendi türüne göre
çoğaldı. Bedeni severek bağlanma hatasına düşenler ölüme
ait şeyleri hissederek ve onlardan acı duyarak karanlıkta
dolaştı, fakat bedenin ruhun tabutundan başka bir şey
olmadığını kavrayanlar ölümsüzlüğe yükseldi.”
(Hermes’in Zümrüt Tabletlerinin, yani Toth’un Ölüler
Kitabı’nın masonların elinde olduğu iddia ediliyor. 33 sayısı
Masonlukta, üstatlığı temsil eder. Alcyone, Pleiades’teki en
parlak yıldızdır ve böylece Alcyone 33 derecedir – mistik
temel rakam. Master ikiye bölününce Ma / Ster olur ve anlamı
Ana Yıldız (Mother Star) demektir. Böylece Alcyone Ana
Yıldızın sayısıdır – 33 derece)
Bu kadar çok yılan sembolü ve tanrısının özellikle insanın
yaratılışı ve bilgeliği ile ilgili mitlerde yer alması sadece
tesadüf olabilir mi?
Medusa, gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı,
keskin dişli, dişi canavardır. Perseus, Medusa’nın başını
kestiğinde Poseidon'dan olan çocukları Pegasus ve Chrysaor
dışarı fırlamıştır. Kandamlaları Libya çöllerinde birer yılana
dönüşmüşlerdir. Daha sonraları bu yılanlardan biri Mopsus'u
öldürmüştür.
Bütün yaratılış efsanelerinde ve kutsal kitaplarda göklerden
inen yılan biçimli tanrıların üstün özellikleri vardır. Yılan
tanrılar yeryüzündeki insanlara, bilginin yolunu, teknolojiyi,
inşaatçılığı, alfabeyi, astronomiyi öğretmiş, hatta tufandan
kurtarmıştır. Bu yılan tanrıların mitsel hikâyelerinin hemen
hepsinde, gökten inen bir ışıkla gebe kalan dünyalı dişilerden
bahseder.
Yılan Tanrılarla Pleiades Bağlantısı
Bütün eski efsanelerdeki mitsel yılanlar, göklerle bağlantılıdır
ve uzaydan gelip uygarlık kuran (Extra-terrestrial) varlıklardır.
Atlantis’teki yıldızlararası yılanlardan bazılarının Pleiades’ten
geldiği söylenir. Bu androjen (çift cinsiyetli) yılanlar,
kutsanmış yedili diye bilinir (Yılan söz konusu olduğunda ilginç
bir şekilde yedi sayısı gündemdedir).
Pleiades’lilerin insanoğlunun zihnine kıvılcım aşılamak için
dünyaya yolculuk yapmış oldukları iddia edilir. Bu konuda
özellikle Cherokee yerlilerin kayıtlarında bulunan söylemler
anlamlıdır.
Pleiades görevlilerin yeryüzü üzerinde İnsan topluluğu ile
eşleştikleri ve onların soyunun Atlantis’te devam ettiği
söylenir. Benzer bir şekilde Yunanlı tarihçi Diodorus; Pleiadesli
yedi kız kardeşten ikisi olan Celoene ve Alcyone’un, Atlantis
kralı Poseidon ile çiftleştiği ve onların çocuklarının da Atlantis
sakinleri olduklarını anlatmıştır.
Pleiades yıldız sistemi, Ülker, Süreyya, Pervin olarak da anılır.
Bir açık yıldız kümesidir. Boğa takımyıldızında (Taurus)
bulunur.Ülker'in görünen yıldızları Yedi Kızkardeşler olarak da
bilinir. Güneş sistemimiz her 25.860 yılda bir Pleiades
çevresinde bir tur dönmektedir. Pleiades üzerinde yapılan
astronomi çalışmalarına göre Güneş sistemimiz ve başka
birtakım sistemler, Pleiades sisteminin bir parçasıdır.
Bu sistemin döngüsüne göre on binlerce yıl Galaktik gece
denilen karanlık çağı yaşadığımız, 2000 yıl kadar da ışık çağını
yaşayacağımız iddia ediliyor. Bazı bilim adamları tarafından
kıyamet zamanı ya da Maya takvimindeki zamanın sonu diye
tanımlanan döneme girmek üzere olduğumuz söylenmektedir
Foton kuşağı diye adlandırılan bu iddialara göre; bu süreç
2012 yılında başlayacak ve dünyamız büyük bir enerji
kuşağının içine girecek ve uyanış çağı başlayacaktır. Bir önceki
foton çağı döneminin Atlantis zamanına rastladığı iddia
edilmektedir. Işık bölgesine geçiş sırasında tüm teknolojinin
duracağı, buna karşın insanların özel yetenekler kazanacağı,
DNA sarmalının değişerek, uyuyan hurda genlerin devreye
gireceği iddia edilmektedir.
Yıldız aktivasyonu, Güneş Sistemimizin Pleiades (Alcyone
yıldızı), Sirius, Arcturus, Orion ve Andromeda ile aynı sıraya
dizilmesi ile başlayacaktır. Bu kuşağa girildiğinde, şu anda
bulunduğumuz 3. boyuttan 5. boyuta yükseleceğimiz iddia
edilmektedir.
Bütün kültürler boyunca tarih şiir ve mitolojide kozmik
objelerden en çok vurgulanan Pleiades:
Yedi Kızkardeşler, Krittika, Kimah, Güvercinlerin Sürüsü,
Tavuklar, Bahar Bakireleri, Denizcinin Yıldızları ve Atlantisli
Kızkardeşler gibi isimler; Pleiades’in görünür yedi yıldızlarının
adlarıdır. Pleiades, Kuzey Amerika’daki Sibirya’daki ve
Avustralya’daki insanlar tarafından Yedi Kızkardeşler olarak
bilinir ve bu onların 40.000 yıl daha önceden anlatıldığı
demektir.
M.Ö. 2357 yılı Çin yargılarında beliren astronomik edebiyatta
adı ilk geçen yıldızlar arasında Pleiades görünmektedir.
Alcyone, ilkbahar gündönümüne en yakın olmasıyla en parlak
yıldızdır.
Yaklaşık 25.900 yıllık uzun dönem dönüşü için Pleiades Yüce
Yılı, onları yılı başlatma konusuna kadar yükseltmiştir.
Giza Büyük Piramidinin yedi odasının bu yedi kız kardeşleri
anımsattığını, 19.Yüzyılın sonlarında Profesör Charles Piazzi
Smyth önermiştir. Büyük Piramidin bitirilme tarihi, kış
gündönümünün gece ortasında Pleiades, Alcyone ile tam aynı
çizgide bu piramidin boylamı üzerinde yayıldığı dönemdir.
Alcyone, Araplar tarafından Al Wasat, yani merkezi olan ve
Babilliler tarafından ise Temennu, yani kuruluş taşı olarak
adlandırılmaktaydı. Musevilerin kutsal şehri Sion- Zion ismi,
sadece tesadüf müdür? Mezo-Amerikanın Mayaları,
uygarlıklarının tohum yatağı ve ışığın kodlarını çocuğuna
veren kozmik yıldız ana olduğu için Pleiadesi cranary (anlamı
yüksek nitelikte tohum üreten bölge) diye
adlandırmaktaydılar. 10 Merovenjler, ( Troyanın Kralı Priamın
oğlu) Prens Paris’ten sonra Parisi kurdular ve kente onun adını
verdiler. İlyada’daki Elektra (Pleiades takımyıldızındaki 7 kız
kardeşten biri) Troya soyunu kuran Dardanosun anasıydı (bir
başka Pleiades bağlantısı).
Gizemli Yılan Bilgeliğinin kaynağı gerçekten Pleiades midir
emin olmak çok zor. Bilim kabul etmeden söylenenler
iddiadan ve düşlerden ibaret olacak. Pleiades yıldız sisteminin
evrensel mirasın odağı olduğu konusunda efsaneler, mitler ve
kutsal kaynaklardaki şifreli ifadelerin bu kadar benzer olması
şaşırtıcıdır. Yılan sembolünün bilgelik ve aydınlanma ile ilişkisi,
ustalığı ve İlahi bilgiyi bu kadar içermesi, yıldızlarla bağlantısı
araştırmaya, düşünmeye gerçekten değer kanımca…
Günümüzde yerleşik bir kabul haline gelmiş olan,yılanın,
kundalininin sembolü olarak kullanılmış olduğu inancı
ezoterizmle ilgi duyan birçok kimse için ortak bir sava
dönüşmüştür.Mevcut bakış açısı,aydınlanma yolunda
kundalinin harekete geçirilmesini öncül şart olarak kabul
eder.
Yiğit AKKOCA
EM-PĠ-3
Sen … evet evet sen … hani şu mp3 , mp4 ya da müzik çalar özelliği olan telefonun sesini sonuna kadar açan arkadaş. Senden ve senin gibi bir kaç bin tanesinden bahsediyorum . Hayır yani amacın ne ?? “Kendimi sağır ediyorum madem herkes sağır olmalı” falan mı? Yoksa “ Ben seviyorum nooolur sen de sev ve dinle” mi ?? Hayır istemiyorum lütfen kısın o şeylerin sesini. Sadece siz ve kendiniz dinleyin.
Otobüslerde dörtlü koltuğa oturmak bir çeşit işkenceye dönüşür oldu. 3 yanımdan farklı sesler biri pop dinler ; “seni çöpe atacağım poşete yazzıık”, biri rock veya metal dinler o İngilizce zaten anlamıyorum , diğeri de rap dinliyorsa tam oldu. Bazen de şoför eklenir bu şenliğe ; “Çekmediğim dertleeer çile kallmaaadı”. Benim gibi mp3 ü olmayan , ortam sesini dinlemek zorunda kalanlar da acılardan acı beğensin artık. Dört sesin anlamsız , beter , iğrenç karışımı .Hangisini dinlesen şaşır , başına ağrılar girsin ve daha niceleri. Bazen üçünü birden dürtüp otobüsün ortasında çirkefçe bağrınmak istiyorum. Mp3 ü alıp kırayım ya da “söz vallaha bir daha yüksek sesle dinlemem ablaaa” diyene kadar
vermeyeyim geriye. Şoföre de kendimden önce mp3 alayım. (gerçi bilmem kaç tane şoföre almak zor olur ama işin ucunda huzurlu yolculuklar varsa düşünülebilir.) Ama biliyorum ki ben çirkeflik yapsam onlar benden daha çirkef olur. Genel olarak zeytinyağı gibi olup üste çıkma
eğilimindeler. “Ne karışııyosun canım a-aa” , “rahat rahat müzik de dinleyemiceez bu ülkede cık cıkkkk” bunlar söyleyecekleri en hafif şeyler olur . Geri kafalılıkla falan da suçlanabilirim “hangi çağda yaşıyoruz yaaa …devir teknoloji devvrii”. Beni geçtim belki de bu olaydan hükümet suçlu tutulur “hükümet yakında bunu da yapmamızı engellicek zaten yoldaşlaar gelin buna bir dur diyelim”.
Tamam tamam mübalağa ediyorum belki ama sizinki de benden aşağı kalır bir abartı değil. Ses seviyesini 30 a vurdurmanın anlamı nedir? Biraz ortamı paylaştığımız insanları da düşünmek gerekmez mi ? Herkes bizim müziğimizi dinlemek zorunda değil , sen onun sevdiği müziği sevmeyebilirsin ve ben kimsenin müziğini dinlemek istemiyorum !! Akıllı ol , adam ol müziğinin sesini kıs kavga çıkmasın , herkesin saçı kafasında kalsın (:
Melike GÜNEŞ
Büyük Şehrin Küçük İnsanları
Köyden indim şehire birden döndüm deliye derler ya, bende de aynen öyle İzmir’e geldiğimden beri... Benim gibi liseye kadar yaşamı küçük bir ilçede geçmiş ardından okuldan, işinden veya daha farklı sebeplerden ötürü kendini koskocaman şehrin ortasında bulanlar benim halimi çok iyi bilirler.
Elinde devasaL bavuluyla kendini kocaman şehrin ortasında bulan bu kişilerde iki duygu hakimdir. Birincisi önlerinde keşfedilmeyi bekleyen koskocaman bir şehrin verdiği, özgürlük ve zincirleri kırmışlık hissi.. Sevdiklerini geride bırakarak tek başına ya da
sevdiklerinle beraber bu büyük şehirde ayakta kalma mücadelesine dahil olmak içten içe kişiye bir mutluluk verir. Yaşattığı bir diğer duygu ise kişide yarattığı iç burukluğudur. Bugüne kadar yaşadığın yeri arkada bırakmanın yanı sıra, koca şehirde ayakta nasıl kalabileceğinin verdiği panik ve kararsızlık hali. Büyük şehirde doğup büyüyenler ise yaşadığı şehrin kıymetini pek bilmezler ve bizim bu durumumuza pek de anlam veremezler. En basitinden metroya veya vapura binmek onlar için sıradan bir durum iken, bizlere metroya veyahut vapura binmek bile büyük bir zevk verir. Büyük şehre ait insanlar içinde bulundukları şehre sığmazlar ve onunla yetinmeyi bilmezler. Küçük yer insanları ise büyük şehirde yaşayanlar bu memnuniyetsizliğine anlam veremezler. Karşılıklı anlam verememezlik hali mevcuttur. Ayrıca, küçük şehrin insanlarının, büyük şehirle tanışana kadar çarşı diye nitelendirebildikleri ve alışveriş yapabildikleri hepi topu dolaşması sadece on beş dakikasını alan oluşan tek bir mekanı varken, büyük şehre geldiklerinde çarşı diye adlandırabilecekleri yerlerin ucu bucağı yoktur. Aklıma ilk gelen bu sebeplerden dolayı, büyük şehre gözümüzü açmak, küçük şehirden kopup gelen bizim gibi insanlar için Allah’ın büyük bir lütfudur. Gezebileceğin çok fazla yer seçeneğinin olması bizlere mutluluk verir, nereye gideceğim diye tasa duymamıza artık hiç mi hiç gerek kalmaz.
İzmirle belli bir yaştan sonra tanışan kendimden ve etrafımdaki kişilerden örnek vermem gerekirse, İzmir’de yaşamaya başladıysan her ruh haline ve görmek istediğin yere göre birçok alternatiflerin vardır. Kafa dağıtmak için kendini Alsancak’taki Kordon’a, İnciraltı veyahut Güzelyalı’ya atabilirsin. Bir şey almak ve yaptığın alışverişin yorgunluğunu küçük bir mola verip en iyi Türk kahvesinin tadına bakarak atmak istediğinde Kemeraltı’na gidebilirsin. İndirim ve taksitleri yakından takip etmek için Karşıyaka ya da Agora, Balçova Kipa akla gelen alışveriş merkezleri aklıma gelen diğer seçenekler. Şirince’de sevdiğinle bir şarap içer, Efes’te tarihe tanık edersin. Vapurla Karşıyaka’ya geçer, bu kez şehrin güzelliğini uzaktan seyredersin. Asansöre çıkar, fotoğraf stüdyosuna gerek kalmaksızın en güzel fotoğrafları kareleyebilirsin.
Ve bu bahsettiklerim aklıma ilk gelen ve İzmir’in içinde barındırdığı güzelliklerin sadece bir kaçı. Bunun yanında İstanbul, Ankara ve Bursa gibi birçok büyük şehrin de kendine ait birçok güzelliği var elbette ama ben kendi deneyimlerimden yol çıkarak İzmir’den örnekler vermek ve benim gibi bu şehrin yaşamına sonradan dahil olanların duygularına tercüman olmak istedim. Kısacası küçük şehir insanları büyük şehrin cevherlerini büyük şehir insanlarından çok daha fazla farkındadır. Ve bunları bilerek, her günün hatta her anın tadını çıkararak ve en önemlisi yaşadığı şehrin kıymetini bilerek yaşamlarını sürdürürler.
AYġE NUR EKER
Devlet Oyunları (State of Play)
Amerikan Kongresi’nin yakışıklı, soğukkanlı ve
temkinli üyesi Stephen Collins (Ben Affleck), bağlı
olduğu siyasi partinin geleceğini temsil eder. Savunma
harcamalarını denetleyen komitenin başkanlığı gibi
onurlu bir görevi vardır. Yaklaşan başkanlık seçimleri
için partisinde tüm gözler onun üzerine çevrilmiştir.
Onun araştırma asistanının ve metresinin vahşice
öldürülmesi üzerine o güne kadar derinlerde bir yerde
gömülü duran sırlar birer birer ortaya çıkmaya başlar.
Araştırmacı gazeteci McCaffrey’nin bu olaya ilgi
duymasının iki sebebi vardır. Birincisi Collins onun eski
arkadaşıdır, ikinci sebebi ise acımasız editörü
Cameron’dan (Oscar ödüllü Helen Mirren) bu olayı
araştırma görevi almıştır. Gazeteci, katilin kimliği
üzerindeki esrar perdesini kaldırmaya yaklaştıkça
ülkenin güç dengelerini sarsacak bir tehdit
oluşturmaya başlar.
Sahte doktorların ve yozlaşmış zengin
politikacıların var olduğu bir kentte çok önemli bir
gerçeği öğrenecektir; milyar dolarlar tehlikeye
girmişse hiç kimsenin sadakati, güvenirliliği, sevgisi ve
hayatı güvence altında değildir.
Yönetmenliğini Kevin Macdonald’ın yaptığı Devlet
Oyunları (State of Play) adlı filmin senaryosu Tony
Gilroy ve Matthew Michael Carnahan ait. Filmin
oyuncu kadrosunda ise Russell Crowe, Rachel
McAdams, Ben Affleck, Helen Mirren ve Jason
Bateman rol alıyor. Filmin türü ise dram, gerilim,
macera, politik ve suç.
Oldukça sürükleyici ve gerilim dolu bir filmdi.
Amerikan devlet yapısı içindeki kirli oyunları göz
önüne seren, para için insanların hayatlarıyla nasıl
oynadıklarının bir belgesi niteliğinde bir film.
İzlerseniz pişman olmayacağınız bir film.
CEREN BAKICI
BU YIL HERKESE “EVET”
“ Bana teklif eden bütün erkeklere
„evet‟ diyecektim. En azından bir
kez, hem de hepsine “
Bu satırı okuduğunuzda
muhtemelen kültürümüze çok
uzak bir şeylerden bahsettiğimi
düşüneceksiniz. Oysaki bu bir
kitap ve onun ilk cümlesi. Aslında
kitabın tamamını özetleyen
minicik bir cümle. Yeni bir yılın ilk ayı, bu kitabı paylaşmak
istedim. Böylece kendimize dersler çıkarabiliriz.
Hepimiz, hayatın her evresinde yanımızda olacak, bizi
sahiplenecek bir ruh ararız; eş ruhumuz. Bu Yıl Herkese “
EVET ” adlı kitabın yazarı Maria D. Headley de bizler gibi
ruh eşini uzun süre arayanlardan. Kitap yazarın gerçek
hayatından bir yılın kesiti. Aslında sizden, benden pek de farkı
yok. Ne istediğini bilmeyen kafasında kurduğu tek tip erkek
modeline göre ilişki arayan bir kadının hikayesi. Üniversite
yıllarında 2 arkadaşıyla küçük bir dairede yaşamını sürdüren
yazar, başarısız ilişki denemelerinden bunaldığı bir evrede; bir
sabah uyanıyor ve herkese evet deme kararı alıyor.
Kitabın hikayesine kısaca değinmek gerekirse, yazarın New
York Üniversitesi‟nde sanatla ilgili bir bölümde okurken
yaşadığı bir yılı konu alıyor. Daha çok yazarın ilişkileri
üzerine ilerleyen kitap, aslında insanların ruh halleri üzerine
de güzel bir analiz. Sizi buradan alıp başka başka dünyalara
götürüyor. Ve ne yalan söyleyeyim, bir an sadece bir an “ben
de yapmalıyım” dedirtiyor.
Maria, hayır demeye programlı bir makine gibi çalışıyor
adeta. Önüne gelen tüm ilişki tekliflerine kriterlerine uymadığı
için hayır diyor. Ama bir gün çok fazla eleştirel olduğu için
herkese evet deme kararını alıyor. Böylece farklı insanlar
tanımaya ve belki de kim bilir aşık olabileceğini düşünmeye
başlıyor. Bu düşüncesini ev arkadaşlarına açtığı zaman onu
vazgeçirmek için çok uğraşıyorlar. Ama yazar hayatının en asi
döneminde ve aklına koyduğunu yapıyor. Kitapta geçen tüm
ilişkileri anlatmak mümkün değil. Ama birkaç örnek
verilebilir. Her gün kullandığı metroda kendi halinde gösteri
yapan pandomimciyle ayaküstü flörtleşiyor, nefret ettiği alt
komşusu Pierre ile gizli bir ilişki yaşıyor. Ve hatta Pierre‟ i bu
şekilde tanıdıktan sonra onunla arkadaş olmayı bile başarıyor.
Birkaç sokak aşağısında yaşayan evine kızların birinin girip
bir diğerinin çıktığı „köpek adam‟ ile birkaç günlük kusursuz
saatleri paylaşıyor. Kendisini dünya starı sanan bir ayyaşa
yemek ısmarlıyor ve hiç tanımadığı bir adamla atlayıp
otobüse, kendini okyanusun buz gibi sularına bırakıyor.
Bunlar yazarın o yıl hayatına giren adamlardan sadece
birkaç tanesi. Bazıları ise büyük acılar getiriyor. Tam
kendisine göre olduğunu düşündüğü artistin onu yol
ortasından bırakması aslında nişanlı olduğunu öğrenmesiyle,
kalbi bin parçaya bölünüyor. Yıllarca takip ettiği o çok iyi
oyun yazarının gerçek kişiliği onu hayal kırıklığına boğuyor.
Ama yine de pes etmiyor. Bir yılın sonunda tam 12. ay da
aslında uzun zamandır tanıdığı ama evli bir senarist olduğu
için evet yılına dahil etmediği adamla otel odasında buluyor.
Sanırım bundan sonrasını en iyi onun cümleleri anlatır;
“ Senarist uyurken, ben de yanına kıvrıldım ve şehrin
gürültüsünü dinledim: Tepeden geçen bir helikopter, korna
çalan taksiler, havlayan köpekler ve birbirlerine iyi geceler
dileyen insanlar. Pierre‟in elektrik süpürgesini çalıştırdığını
ve Tamirci‟nin zilime bastığını duydum. Boksör, o berbat
hikayemizi insanlara anlatıyor; Prensler kendi başarılarıyla
övünüyorlardı. Baler, yürüyerek uzaklaşıyor, Balo
Kraliçesinin nefesini duyuyordum. Louie‟yi, „chuppa, chuppa‟
diye şarkı söylerken dinledim, sanki bir aşk şarkısıymış gibi.
Harika Kadın, bana beni öpeceğini söylüyor; Artist Çin
yemeği siparişi veriyordu. Pandomimcinin, parmaklarıyla
havayı kesişini izledim. Köpek Adam, suyun altında nefes
alıyordu. Karşılaştığım her adamı, bir hayaletler korosuymuş
gibi dinledim ve hayatımın sonuna kadar benimle
kalacaklarını anladım. “
“ New York‟ta saat sabahın 3‟üydü ve bir otel odasında,
evleneceğim adamın kollarında uyanık bir şekilde yatıyordum.
O zamanlar bunu bilmiyordum. Bir süre daha bilmeyecektim.
Ama önemli değildi. O gece, asla hayal etmediğim bir şeyin
başlangıcıydı; hatta bütün zamanımı onu hayal ederek
geçirmiş olsam ve siz kendi mutlu sonumu yazacağımı
düşünmüş olsanız bile. Bunu yazamazdım. Aşk, her zaman
olduğu gibi bir mucizeydi çünkü. Senarist‟e baktım. Gözleri
kapalıydı ve gülümsüyordu. New York‟un gürültüsü etrafımızı
sarıyordu. Gözlerimi kapadım ve New York‟un ninnisini
dinleyerek uykuya daldım “
Maria, hiç beklemediği bir anda uzun süredir aradığı ruh
eşini buldu. Bunun için çıktığı yol çokça cesaret isterdi ama o
başardı. Umarım denemekten korkmamız gerektiğini bir kez
daha hatırlatabilmişimdir. Herkese güzel bir yıl diliyorum.
Bazen “EVET” demekten korkmayın.
BURÇĠN TOKSÖZ [email protected]