Download - Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 1 Sayı 1 - Şubat 2012
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
ASRIN VAHŞETİ: HOCALI SOYKIRIMI / Fatma ORAKÇI
AVRUPA’NIN GÖZÜ ÖNÜNDE BİR SOYKIRIM: SREBRENİTSA / Alperen KIZIKLI
OĞUZ BELDESİ AHISKA / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU - Yasin ULUDERE
ÇEÇENYA / Serhat ÇAKIR
DOĞU TÜRKİSTAN SOYKIRIMI: ‘UYGUR TÜRKLERİNİN KIYIMI’ / Sertaç EKEMEN
NEHRİN ÖTE YANI: BATI TRAKYA / Elif Kumru PAKSOY
IRAK’TA TÜRKMEN OLMAK / Metehan ÇAĞRI
RÖPORTAJ: SADİ SOMUNCUOĞLU
ÜLKÜ AĞABEY’E MEKTUP / Recep BAYRAM
ÜRETİM ve TÜKETİMDE MİLLÎ OLMAK / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK
BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKÇI
Kapak T. : M. Bahattin DOĞANAY - Logo: Merve SUKAŞ - Redaksiyon: Taha DOĞANAY
GENCAY
1
ASRIN VAHŞETİ: HOCALI SOYKIRIMI Fatma ORAKÇI
Kanayan Yara: Hocalı
Hocalı, stratejik olarak Karabağ dağ
silsilesinde Ağdam - Şuşa, Eskeran -
Hankendi yollarının üzerindedir.
Hankendi’den 10 km uzaklıkta,
Hankendi’nin güneydoğusundadır. Yukarı
(Dağlık) Karabağ Bölgesinin en önemli
tepelerinden birinde olan Hocalı Köyü,
stratejik olarak Ermenistan Silahlı
Kuvvetleri için askeri bir hedef niteliğinde
idi. Hankendi ile Ağdam’ı bağlayan
güzergâhta bulunan köy, tek havaalanı için
üs konumunda idi. 936 km karelik alana
sahip olan Hocalı’da 2605 aile barınmakta
ve 11365 kişi yaşamaktaydı.
Hocalı Soykırımının Zemini
Asrın en acımasız soykırımını
gerçekleştiren Ermeniler; iddia etikleri
1915’te yaşanılanların öcünü, Hocalı
Türklerini katlederek alacaklardır.
Ermenilerin kini, Karabağ’ın 7 Temmuz
1923’te Azerbaycan’a bağlanması ile
başlamıştır. Problemler de bundan sonra
zuhur eder. Sosyal hayata zuhur eden bu
sorunların üstünün kapatılması da
Ermenilerin kininin yıllar sonra dışa
vurumun tablosudur.
1887’nin 18 Kasım’ında Fransa’da
Aganbekyan’ın “Dağlık Karabağ
Ermenilerindir ve bu topraklar
Ermenistan’a ilhak edilmelidir”
şeklindeki açık beyanatı Azerbaycan
Türkleri ile Ermeniler arasında
sürtünmeyi hızlandırır.
1988’de Dağlık Karabağ’da konuşlanan
Ermeniler; mitinglerde Karabağ’ın
Ermenistan’ın bir toprağı, bir uzvu olduğu
yönünde bir söylem atarlar ortaya.
“Karabağ Komitesi” adlı komitede cem
eden Ermeniler, Dağlık Karabağ’ın
Ermenistan’a bağlanması ve bunun
resmen tanınması amacıyla bürokratik
faaliyet başlatırlar. Bu komite tarafından
oluşturulan silahlı gruplar Karabağ’a
yerleştirilir ve 25 Temmuz 1990’da
Gorbaçov, SSR Kanunları haricinde silahlı
GENCAY
2
grupların kurulmasını yasaklayan ve
silahların saklanması halinde silahlara el
konulmasını hedefleyen bir kanun
yayımlar. Bu kanun doğrultusunda
Azerbaycan’ın bütün bölgelerinde av
silahları da dâhil olmak üzere silahlar
toplatılır. Dağlık Karabağ Bölgesinde ise
bu uygulamada Rus askerleri
görevlendirilir.
Karabağ olayları başlayana dek
Azerbaycan Türkleri 78 köyde yaşamakta
iken olayların akabinde sadece 5-10 Azeri
köyü kalır. 1990’ın Ağustos ve Eylül
aylarında Ermenilerin saldırıları doğrudan
Azerbaycan Türklerine yöneliktir. Yollar
kesilir, otobüsler basılır, birçok köy enkaza
dönüştürülür ve tamamen haritadan
silinme noktasına getirilir. Bütün bu
vakalar, katliamın sadece arifesidir
aslında...
Soykırıma Adım Adım
1991’in Ekim ayında Hocalı Köyü ablukada
idi. 30 Ekim’de kara yolu ulaşıma
kapatılmış ve tek ulaşım vasıtası olan
helikopter de vurulup 40 kişi
öldürülmüştür. 2 Ocak’tan itibaren
elektrikler kesilmiş ve şubatın yarısından
itibaren Hocalı; Ermenistan Silahlı
Birliklerinin ablukasına alınmış ve her gün
toplarla, ağır makineli silahlarla işgal
edilmiştir. 26 Şubat 1992’de asrın en
vahşi, en kanlı, en acımasız soykırımı
neticesinde Hocalı Köyü tamamen
katledilmiştir. Maalesef ki katliam
sürecinde Hocalı, Azerbaycan Silahlı
Kuvvetlerinin korunmasında değildir.
Savunmasız bir çocuğun anasız kalmış
tablosunu hatırlatan bu çaresizlik
içerisinde sadece 150 kişide hafif silahlar
bulunmaktadır. Korunmasız Hocalıların
cesetlerinin uzun süre alınamaması da
durumun ne ölçüde vahim olduğunu
göstermektedir.
Ermenistan’ın silahlı kuvvetleri önce
Hocalı’yı üç taraftan kuşatmıştır.
Helikopter ve ağır silahlar vasıtası ile köyü
bombardımana tutmuş ve bununla da
yetinmeyip köye girerek katliama karadan
devam etmişlerdir.
Katliam Neticesindeki Zayiatlar
Ermenistan Silahlı Kuvvetleri 1992’de 25
Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gecede, açık
denizlere inme ütopyası doğrultusunca
Ermenileri kullanan Rusların motorize
alayının iğvası ile Azerbaycan resmi
rakamlarına göre Hocalı Türklerinden 613
kişi hunharca katledilmiştir. Maktullerin
63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i ihtiyardır. 8
aile bütün fertleriyle katledilmiş ve 25
çocuk yetim bırakılmıştır. 130 çocuk ise
ebeveynlerinden birisini kaybetmiş, 487
kişi yaralanmıştır. Yaralıların 76 tanesi
çocuktur. 1275 kişi rehin alınmış, 150
kayıp insandan haber alınamamıştır.
Ermeniler, katlettikleri Hocalı Türklerinin
gözlerini oymuş; kafataslarının derisini
soymuş; hamile olanların karınlarını
yırtmış ve delmişlerdir. Şehitlerin
birçoğunun cesedini yakan Ermeniler
GENCAY
3
Hocalıların iç organlarını dışarı çıkarmakla
yetinmeyerek birçok insanı diri diri
toprağa gömmüşlerdir. Hocalı’nın da
içerisinde bulunduğu bölgenin ormanları
tahrip edilmiş; okullar, çocuk yuvaları,
kütüphaneler, tarihi eser ve müzeler,
hastaneler, poliklinik ve sağlık ocakları
işgal edilmiştir.
Hukuki Bazda Hocalı Soykırımı
Hocalı katliamı 9 Aralık 1948’de Birleşmiş
Milletler tarafından kabul edilen ve 12
Ocak 1951’de yürürlüğe giren BM’nin
Soykırım Suçunun Önlenmesine ve
Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşmesi 2.
maddesinde yer alan “milli, etnik, ırki
veya dini bir grubu kısmen veya
tamamen imha etme” biçiminde
tanımlanan “Jenosit/Soykırım” kavramı ile
tamamen örtüşmektedir.
Ayrıca Hocalı soykırımı, uluslararası
hukukta saygın bir yeri olan Nürnberg
Mahkemesi kuruluş senedinde ve
mahkeme kararında kabul edilen Uluslar
Arası Hukuk İlkeleri metninin 6. ilkesinin
2. Bendinin C. fırkasında tanımlanmış
insanlığa karşı işlenen suçlar (Crimes
against humanity) kapsamında da ele
alınmalıdır.
Soykırım Tanıkları
“Moskovskie Novosti” (Moskova
Haberleri) gazetesinin muhabiri, bu facia
esnasında Hocalı’da bulunan gazeteci Yuri
Pompeyev gördüklerini bir cümle ile şöyle
özetler: “Hocalı’da, sadece cesetler
kalmıştı.”
Soykırım mağdurlarının anlattıkları tüyler
ürperticidir. Esir alınmış mağdurlardan
Seriyye Talibova başlarından geçenleri
söyle anlatıyor: “Ermeniler bizi bir
Ermeni mezarlığına getirdiler. Ahıska
Türklerinden dört genci ve üç
Azerbaycan Türk’ünü bir zamanlar
Türkiye Türkleriyle savaşmış bir
Ermeni’nin mezarı üstünde kurban
kestiler. Ermeni askerleri ve eşkıyaları;
çocukları, anne ve babalarının gözleri
önünde işkence ile öldürdüler. Sonra
cesetleri kepçe ile dereye döktüler.
Bununla da yetinmeyen Ermeniler, iki
genci getirdiler ve onların gözlerini
tornavida ile deldiler.”
Valeh Hüseynov adlı soykırım mağduru
da şöyle söylemektedir: “Esir düştüm.
Bütün esirlere işkenceler verdiler.
Benim bütün tırnaklarımı çıkardılar,
parmaklarımı kırdılar, dişlerimin
hepsini kerpetenle çektiler. Amcamı,
çocuklarını, bütün neslini öldürdüler,
vahşicesine işkencelerle. Ermeniler,
yakaladıkları insanların başını kesip
‘Türk’ diyerek alay ediyorlardı.’’
Rusyalı savaş muhabiri Yuri Romanov;
Hocalı’da gördüğü vahşet sahnelerini
anlatan bir kitabında, Ermeniler
tarafından altı yaşındaki bir kızın
GENCAY
4
gözlerinde sigara söndürülerek kör
edildiğini yazıyordu.
Dönemin Ermenistan Savunma Bakanı
olan Ermenistan Cumhurbaşkanı barbar
zihniyetli, insan müsveddesi Serj
Sarkisyan; bir gazetecinin sorusu üzerine
Hocalı Soykırımı ile ilgili şu cevabı
vermiştir: “Hocalı’ya kadar
Azerbaycanlılar... Bizim sivillere
saldıramayacağımızı düşünüyordu;
fakat Hocalı’da biz bu kalıbı kırdık.”
Batı Basınında Hocalı Soykırımı
Krua l’ Eveneman Dergisi (Paris), 25 Şubat
1992: Ermeniler, Hocalı’ya saldırmıştır.
Bütün dünya, vahşice öldürülmüş cesetlere
şahit oldu. Azeriler binlerin öldüğünden
bahsediyor.
Sunday Times Gazetesi (Londra), 1 Mart
1992: Ermeni askerleri binlerce aileyi yok
etmiştir.
Times Gazetesi (Londra), 4 Mart 1992:
Birçok insan çirkin hale getirilmiş, masum
kızın sadece kafası kalmış.
Le Mond Gazetesi (Paris), 14 Mart 1992:
Ağdam’da bulunan basın mensupları,
Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocuklar
arasında kafa derisi soyulmuş, tırnakları
çıkarılmış üç kişi görmüşler. Bu, Azerilerin
propagandası değil; bir gerçektir.
İzvestiya Gazetesi (Moskova), 13 Mart
1992: Binbaşı Leonid Kravets: “Ben kendim
tepede yüze yakın ceset gördüm. Bir erkek
çocuğunun kafası yoktu. Her tarafa
işkenceyle öldürülmüş bayan, çocuk ve
yaşlılar vardı.”
R. Patrik, İngiliz muhabiri (Olay yerinde
bulunmuş): “Hocalı’daki vahşiliklere, dünya
kamuoyunda hiçbir şekilde hak
kazandırılamaz!”
Nie Gazetesi (Bulgaristan), Violeta
Parvanova: “Hocalı, insanlığın faciasıdır.”
Human Rights Watch: “Hocalı katliamını
Karabağ’ın işgalinden bu yana cereyan
eden en kapsamlı sivil kırımı olarak
nitelendirilmiştir.”
Hocalı katliamına tanık olan ve daha sonra
Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci, “Haçın
Hatırı İçin” isimli kitabında (s.62-63)
vahşeti şöyle anlatıyor: “…Gafan denen ve
ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni
grup, Hocalı’nın 1 km batısında bir yere
2 Mart günü yüz Azeri ölüsünü getirip
yığdı. Son kamyonda on yaşında bir kız
çocuğu gördüm. Başından ve elinden
yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa,
açlığa ve yaralarına rağmen hala
yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu.
Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O
sırada bir asker onu tutuğu gibi öteki
GENCAY
5
cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm
cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta
olan ölü bedenler arasından bir çığlık
işitim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey
yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar
‘Haç’ın hatırı için savaşa devam etiler.”
GENCAY
6
AVRUPA’NIN GÖZÜ ÖNÜNDE BİR
SOYKIRIM: SREBRENİTSA Alperen KIZIKLI
“Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde
eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve
ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal
yere saldırmadık. Oysa onlar bunların
tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü
önünde; Batı medeniyeti adına..”
Aliya İzzetbegoviç
Batı’nın geçmişi; vahşet, katliam,
soykırımlarla dolu ve neredeyse tüm
insanlık suçlarının özet bir tarihçesidir. Bu
tarih sürecinde sadece insanların
canlarına, mallarına kastetmekle
yetinilmemiş, maneviyatlarına,
ahlâklarına, insanlıklarına da yönelmiş
büyük bir tecavüz gerçekleştirilmiştir.
Nitekim dünyaya en çok zarar veren
büyük harplerin, soykırımların ve
katliamların tamamına yakınında Batılı
ülkelerin imzası vardır.
İşte bu Batı kaynaklı soykırımlardan birisi
de İkinci Dünya Harbi sonrasında yaşanan
en büyük soykırım niteliğinde olan
Srebrenitsa soykırımıdır. Srebrenitsa
soykırımına değinmeden önce soykırımın
mimarı olan Sırpların yakın tarihini kısaca
ele alalım.
Sırpların Türklere ve Müslümanlara
Karşı Olan Nefretinin Tarihi Kökenleri
Sırbistan, Sultan I. Murat öncülüğündeki
Osmanlı ordusu ile Sırp kumandan
Lazar’ın ordusu arasında 28 Haziran
1389’da yapılan Kosova Savaşı ile Osmanlı
hâkimiyetine girmiştir. Savaş sonunda bir
Sırp, Müslüman olmak istediğini söylemiş
ve I. Murat’ın elini öpmek istemiştir.
I.Murat’ın elini öpmek için eğildiğinde
padişahı hançerlemiş ve onu şehit etmiştir.
I. Kosova Muharebesi, Sırp milliyetçiliğinin
miladı olarak tarihe geçmiştir ve Sırplar,
bugün dahi bu savaşı oldukça
önemsemektedirler. Yüzyıllar boyunca
dinmeyen bir nefreti bu tarih ile
beslemişlerdir. Sırp edebiyatında ‘Camileri
yakın yıkın. Türkleşmiş olanları imha
edin.’ ifadeleri sıklıkla işlenmiştir.
1683 Viyana bozgunu ile Sırpların bu
nefreti eyleme dönüşmüştür. Istraga
Poturica (Türkleşmiş olanların imhası)
adını verdikleri eylemleri neticesinde
1702’de Karadağ’ın başkenti Çetine’de ilk
Müslüman Boşnak kanı dökülmüştür.
‘Adriatik’ten İran’a kadar Müslüman
kalmayacak.’ sloganı 1990’lı yıllarda
popüler bir Sırp sloganı olarak sürekli
halka işlenmiştir. Bu işlenen nefret,
GENCAY
7
Sırpların sistemli bir şekilde Müslüman
Boşnakları katletmelerine neden olmuştur.
Balkanlarda Osmanlı Sükûnetinin
Bozulması
Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya
başladığı dönemlerde Avrupa’da
bağımsızlık akımlarıyla birlikte
Balkanlar’da isyanlar baş göstermiştir. Bu
isyanlardan biri olan Sırp isyanı, 1878
Berlin Antlaşması ile meyvelerini
toplamıştır.
93 Harbi’nden sonra imzalanan
Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması
Rusya’yı, Balkanlar da hâkim devlet haline
getirmiştir. Ayastefanos’un ağır
maddelerini geri çevirmek için uğraşan
Osmanlı Devleti, Berlin’de Rusya, İngiltere,
Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve
İtalya’nın katıldığı kongrede imzalanan
antlaşma sonucu kendisine bağlı olan
Bulgaristan, Romanya, Karadağ ve
Sırbistan’ın birer prenslik olmasını kabul
etmiştir. Aynı zamanda Doğu Rumeli
vilayeti kurulmuş, Bosna Hersek imtiyazlı
bir yönetim haline getirilmiş, Kıbrıs
Sancağı İngiltere’ye kiralanmış, Niş
Sancağı Sırbistan’a verilmiş ve daha birçok
Balkan toprağı masa başında
kaybedilmiştir. Ayestefanos
Antlaşması’ndan daha feci bir durum
ortaya çıkmıştır.
Müslümanlara Karşı Haçlı
Saldırılarının Tarihçesi
Hıristiyan dünyasının, İslam’ı yok etmek
ve Müslümanların elinde bulunan
zenginlikleri ele geçirmek amacıyla
hazırladıkları ordular, 1095 – 1270 yılları
arasında ona yakın saldırı
gerçekleştirmiştir. 1095’te sefere başlayan
Birinci Haçlı Orduları, 1099’da Kudüs’e
girmiş ve kısa sürede yetmiş bin insanı
katletmiştir.
Haçlı zihniyeti yalnızca 11. yüzyılda
kalmamış, çağlar aşarak günümüze kadar
ulaşmıştır. Bu zihniyetin tezahürü olarak
medeniyetin beşiği(!) olarak nitelendirilen
Avrupa’nın tam ortasında, Bosna-
Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinden 14
Aralık 1995 tarihine kadar soykırım
yapılmıştır.
Bosna’da Sırp Mezalimi ve Srebrenitsa
Soykırımı
1992 yılında Yugoslavya Federal
Cumhuriyeti’nin parçalanmasıyla
birlikte Bosna–Hersek, AB tarafından
egemen devlet olarak tanındı.
Yugoslavya’nın parçalanmasını fırsat bilen
ve Büyük Sırbistan hayalini
gerçekleştirmek isteyen Sırplar, gözlerini
Bosnalıların yaşadığı topraklara diktiler.
Sırp mezalimi, 4-5 Nisan 1992’de
Bosna’nın Sırplar tarafından kuşatılması
ile başladı. Sırplar, tanklarla, toplarla,
makineli silahlarla adeta çelikten bir halka
oluşturdular. Amaçları 500 yıllık Türk
hâkimiyetinin intikamını almaktı.
Savaşa engel olmak için BM tarafından
bölgeye konulan silah ambargosu yalnızca
Boşnaklara uygulandı. Direnen Bosna
halkı silahsız, yiyeceksiz, susuz ve
GENCAY
8
Avrupa’nın göbeğinde yalnızdılar.
Soykırıma karşı savunmasızdılar.
Ambargo yüzünden Boşnaklar 1993’te 800
metre uzunluğunda bir tünel inşa eti.
Havaalanından Saraybosna’ya kadar
uzanan bu tünelle silah, ilaç, yaralı ve
yiyecek taşınıyordu.
Bosna’daki dağların her birinde Sırpların
ölüm makineleri vardı ve Srebrenitsa
çocukları her gün ölüyordu. Sırplar, tek bir
bomba atışıyla okul bahçesinde oyun
oynayan 105 masum çocuğu yok
edebiliyordu.
Srebrenitsa, Bosna Hersek’in içinde gerek
askeri, gerek stratejik gerekse ekonomik
açıdan önemli bir yerleşim yeriydi. Ayrıca
silahsızlandırılmış Müslüman nüfusun en
yoğun olduğu şehirdi. Bu nedenle
Mladiç’in emriyle Srebrenitsa’ya doğru
Tanjarz kırsal bölgesinden hareket eden
Sırp ordusu, 11 Temmuz 1995’te 10.000
Bosnalıyı esir aldı.
Mladiç, katliamı başlatmadan hemen önce
hayâsızca kameraların karşısına geçmiş:
“İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri
Srebrenitsa’dayız. Büyük bir Sırp
bayramı arifesindeyken bu şehri Sırp
milletine armağan ediyoruz. Nihayet,
yeniçerilere karşı ayaklanmasından
sonra bu toprakta Türklerden intikam
almamızın vakti geldi.” demiştir.
Srebrenitsa’da 1995’in Temmuzunda boş
fabrikalar, ormanlar, sokaklar ve caddeler
kısacası akla gelen her yer cesetlerle
doldu. Srebrenitsa’da 11 Temmuz’da
insanlık yoktu, vicdan yoktu. Yaşlılara,
hamile kadınlara, savunmasız bebeklere
sıkılan kahpe kurşunlar vardı.
NATO ve BM’nin ihaneti ve olaylara göz
yumması ile 11 Temmuz 1995’te
Srebrenitsa’da Sırp güçler, her yaştan 8
bin Müslüman Boşnak’ı Hollandalı barış
gücü askerlerine rağmen katletti.
Savaş sırasında, öldürülen 8 bin Müslüman
Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından
güvenli(!) ilan edilmiş olan bölgedeki toplu
mezarlara Sırplar tarafından gömüldüler.
Toplu mezarların üzerleri Sırplar
tarafından hemen çimlerle
yeşillendiriliyor, böylelikle toplu
mezarların uydudan fark edilmesinin
önüne geçiliyordu. Sağ kalan Bosnalılar
sevdiklerinin mezarlarına ulaşamıyordu.
Bosnalılar savaş sonrasında hep mavi
kelebekleri takip etiler. Biliyorlardı ki; o
kelebekler tek bir çiçeğin üzerine
konuyordu ve o çiçek sadece Bosna’daki
toplu mezarların üzerinde çıkıyordu. Bu
çiçeklerin adına “Ölüm Çiçekleri”
deniyordu. Bosna’da “Ölüm Çiçekleri”
sayesinde 300 toplu mezar bulundu.* (Bu
paragraf, TRT’nin yayınladığı “Mavi
Kelebeğin İzinde” adlı belgeselden
alınmıştır.)
Son Söz
Bosna’da ve Srebrenitsa’da vahşetin doruk
noktaya çıktığı soykırımlar bize Haçlı
GENCAY
9
ruhunun ölmediğini ve ölmeyeceğini
tekrardan göstermiştir.
Srebrenitsa Soykırımı’na neden olan her
milleti lanetliyoruz ve ölenlere yüce
Allah’tan rahmet diliyoruz. Türk milleti
olarak Bosna halkının acısını paylaşıyoruz.
Türk milleti Bosnalıların her zaman
yanında olacaktır.
Saraybosna Hastanesi’nde 19 Ekim 2003
günü vefat eden, Bosna’nın Atatürk’ü Aliya
İzzetbegoviç’i rahmetle anıyorum ve
yazımı onun şu sözleri ile bitirmek
istiyorum.
“Bize yapılan soykırımı unutursak bunu
bir daha yaşamaya mecburuz, size asla
intikam peşinden koşun demiyorum
ama yapılanları da asla unutmayın!”
“Her şeye kadir olan Allah’a ant olsun ki
köle olmayacağız.”
GENCAY
10
OĞUZ BELDESİ AHISKA Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU - Yasin ULUDERE
Eski Oğuzlar beldesi Ahıska, Gürcüce “Yeni
Kale” anlamına gelen “Ahal-Tsihen” in
Türkçe şeklidir. Dede Korkut Kitabı’nda
“Ak-Sıka” (Ak-Kale), 481 yılında “Akesga”
adıyla anılır. Ahıska Türkleri, Anadolu
Türklüğünün ayrılmaz bir parçasıdır.
Bugünkü Gürcistan sınırları içerisinde
bulunan ve bir Osmanlı toprağı olan
Ahıska, Türkiye’nin kuzeydoğusunda
bulunan Ardahan ilimizle sınır olup
Türkiye sınırına 15 kilometre uzaklıktadır.
Posof Çayı’nın iki yakasında yer alan şehir,
karayolu ile Tiflis, Batum ve Türkiye’ye
bağlıdır. Ayrıca batıda Türkiye sınırının
çok yakınına kadar uzanan bir demiryolu,
Ahıska’yı doğudan Tiflis’e bağlar.
Ahıska’nın 200 kadar köyü vardır. Bugün
sakinleri orada yaşamayan Ahıska ve
çevresinde nüfus oldukça seyrektir. 1944
sürgünüyle boşaltılan köylere, zorla veya
kendi isteğiyle gelenler dışında nüfus
hareketi olmamıştır. Bölgeye iskân
edilmek istenen Gürcüler gelmediği gibi,
kasabalara da sadece Ermeniler
yerleşmiştir. Buralarda resmî kişilerden
başka Gürcü varlığından söz edilemez.
Eski Oğuz beldesi olan Ahıska, 1268
yılından başlayarak Ortodoks
Kıpçak/Kuman Türklerinden Atabekler
Hanedanı tarafından yönetildi. Çıldır
Savaşı’nda Ahıska bölgesi, Osmanlı
idaresine geçti ve burada Ahıska şehri
merkez olmak üzere Çıldır (Ahıska)
Beylerbeyliği (Eyaleti) kuruldu. Ahıska
Eyaleti, 250 yıl boyunca Osmanlı
idaresinde kaldı (1578-1829).
Anadolu’nun bir parçasını oluşturan
Ahıska; halkı, milli kimliği, manevi
değerleri, tarihi ve kültürüyle Türkiye’ye
bağlı kaldı. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda
Ahıska’ya gittiğinde bölgede taş bir
kale, kale içinde bin tane ev, eski bir
cami, pek çok han, hamam ve medrese
bulunduğunu tespit etmiştir. Ama bu
eserlerden hiçbiri, Kızıl Komünist
yönetimin vahşi politikaları sebebiyle
günümüze intikal etmemiştir.
GENCAY
11
1828 yılında Rusların idaresine girinceye
dek tam 250 yıl Osmanlının serhat şehri
olarak kalan Ahıska, Türkiye sınırlarından
kopunca bu bölgede yaşayan Serhat
Türklerinin kötü talihi de işlemeye başladı.
28 Ağustos’ta Ahıska’yı kuşatan ve toplarla
saldıran Ruslar her yeri ateşe vererek
evleri yakmaya başladı. Rusların eline
geçmek istemeyen Ahıska kadınları, yanan
binalara dalarak canlı canlı yanmayı tercih
etiler. Ahıska Türklerinin bu kahramanca
mücadelesini sindiremeyen Ruslar camide
toplanan yüzlerce insanı diri diri yakarak
çoluk çocuk, genç ihtiyar ele geçirdikleri
Türkleri acımasızca öldürdüler.
Yağmalanan Ahıska, 28 Ağustos 1828
sabahı Rusların eline geçti. Yağmalama ve
katliamda Gürcü asıllı Rus kumandanı
Çavçavadze, Ruslarla birlikte oldu ve
Gürcüler bu kanlı saldırıda aktif olarak
Rusların safında yer aldı.
14 Eylül 1829 tarihinde Ruslarla
imzalanan Edirne Antlaşması gereğince -
savaş tazminatı yerine- Ahıska ve
Ahılkelek Ruslara verilerek Kars ve
Ardahan’dan itibaren diğer topraklar
Osmanlılara bırakıldı. Böylece Ahıska’nın
karanlık devri de başlamış oldu. Ahıska ve
çevresinin Çarlık Rusyası işgalinde geçen
doksan yıllık hayatı, zulümlerle doludur.
Bu baskı ve zulümler 25 Şubat 1921’de
Sovyetler Birliği’ne katılan Sovyet
Gürcistan’ı döneminde de devam eti.
Onlar hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile
karşı karşıya kaldı. Ahıska Türkleri, Türk
ve Müslüman olarak yaşamanın bedelini
ağır ödediler. Bu baskı, Stalin zamanında
en yüksek noktaya çıkmıştır.
Ahıska Türklerinin sürgün edilme
düşüncesi, Rus yöneticiler tarafından 10-
15 yıl öncesinden planlanmaya
başlanmıştır. 1921 yılından sonra
komünist Sovyet yönetimi, Abhaz, Asetin
ve Acarlara özerk cumhuriyet kurma hakkı
tanırken Ahıska Türklerine bu hakkı
tanımaması; 1930’lu yıllarda halkın lideri
durumunda olan binlerce aydın ve din
adamının çeşitli düzmece suçlarla
tutuklanıp öldürülmesi veya sürülmesi,
hapse atılması; masum insanlar için suçlar
icat edilerek bu insanların Türkçülük,
Kemalistlik ve Türkiye taraftarlığı ile
suçlanması, birçok Türk’ün soyadının
değiştirilmesi, 1940 yılına kadar diğer
özerk cumhuriyetlerden orduya asker
alındığı halde, Ahıskalılardan asker
alınmayıp Rus-Alman Harbi’nde 40 bin
civarında Ahıskalının Alman cephesine
gönderilmesi ve geri kalan kadın ve
ihtiyarlara da demiryolu yaptırılması gibi
olay ve uygulamalar daha önceden
hazırlanmış sürgün planının gerçekliğini
göstermektedir.
Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen
sürgünün belgeleri bugün artık sır
değildir. “Devlet Savunma Komitesi”nin
31 Temmuz 1944 tarihli gizli kaydıyla
kaleme alınan kararının altında Gürcü
diktatör Stalin’in imzası bulunmaktadır.
Acımasız Stalin rejimi, Devlet Savunma
Komitesi kararına dayanarak sınır
güvenliği gerekçesiyle 110 bini aşkın
Türk’ü, Ahıska’nın 209 köyünden alarak
yük trenleriyle Orta Asya’ya sürmüştür.
II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere
alınmayan Ahıska Türklerinin 40 bini,
savaş başlayınca askere alınarak Alman
cephesine sevk edildi. 1944 yılında
Borcom’dan Vale’ye döşenen 70
kilometrelik demiryolu yapımında
GENCAY
12
çalıştırılan binlerce kadın, çocuk ve yaşlı
Ahıskalı, kötü şartlar sebebiyle hayatını
kaybetmiştir. 13 Kasım 1944 yılında
“Komünist İmecesi” uygulamasıyla yollar,
köprüler gibi tesisler, daha başlarına
geleceklerden haberi olmayan halka tamir
ettirilmiştir. 14 Kasım 1944 gecesi saat
12.00’de daha önce sınıra takviye amacıyla
yerleştirilmiş olan on binlerce Rus askeri,
silahlarıyla Türklerin evlerine girmişler,
dört saat içerisinde kamyonlara
doldurulan mazlum ve çaresiz Türk
insanını demir yoluna getirmişlerdir. Diğer
taraftan yüzlerce Ahıskalı aile ise, her türlü
riski göze alarak Rus askerleriyle
çarpışmış, onlarca şehit verme pahasına
Türkiye’ye geçmeyi başarmıştır. Bu aileler
halen Ağrı, Muş, Kırıkhan, İnegöl, Bursa,
Ankara, İstanbul ve diğer yerleşim
birimlerinde yaşamaktadırlar.
Şu anda Türkiye’de yaşayan, ömrünün
neredeyse tamamını sürgünde geçiren 74
yaşındaki Ahıska Türkü Mustafa
Hacıoğlu hem Türkiye hem de hür dünya
için ibretlik, bir o kadar da dramatik olan
sürgünü kendi ifadeleriyle şöyle dile
getirmektedir: “Gece Rus askerleri
köyümüzün evlerini kontrol altına
aldılar ve iki saat içinde toplanmamızı
emrettiler. Küfür, tüfek ve dipçiklerle,
silah zoruyla tren istasyonunda
topladılar. Sayısı 220’ye yakın Türk ve
Müslüman Ahıska köyünden, 100-120
bin civarındaki Ahıska Türkü kara kış
gününde yük trenlerine bindirildi. Her
vagona 8-10 aile yani yaklaşık 40-50 kişi
koyunlar gibi dolduruluyor, kapılar
kilitleniyordu. Yer gök Allah Allah
haykırışlarıyla inliyor, ağlama, sızlama
ve hıçkırık sesleri kulakları sağır
ediyordu. Vagonlar Hazar Denizi’ne
yaklaşmaya başlayınca bizi denize
dökeceklerini sandık. Üç gün sonra
vagonlar tekrar Urallar Bölgesi’ne
hareket etmeye başladı. Ural Dağları’nın
soğuk havası birçok insanımızın
hayatına mâl oldu. Sibirya’nın bembeyaz
karı onların kefeni ve mezarı oldu.
Vagonlar hayvan vagonları olduğu için
ısıtma sistemi yoktu. Tuvaletsiz, susuz,
dışarıda -15, -20 derece soğukta, bir
buçuk ay bir yolculuk yapıldı. Rus
askerleri her istasyonda vagonları
açarak açlıktan, soğuktan ve hastalıktan
ölenleri trenlerden dışarı atıyorlardı.
Tren kapıları günde bir kez açılıyordu.
Utandıkları için erkeklerin gözleri
önünde tuvalet ihtiyaçlarını yapamayan
kadınlardan idrar keseleri patlayarak
ölenler vardı. Bir buçuk ay süren
yolculuk sonunda sağ kalanları Sibirya,
Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a
dağıttılar. Bu ağır şartlarda, açlıktan ve
soğuktan, 17 bini çocuk olmak üzere 50
binden fazla insan vefat etmiştir.
Köylerine döndüklerinde ailelerini
bulamayan savaştan dönen gaziler
onların sürgüne gönderildiklerini
öğrenince Orta Asya yollarına düştüler.”
14 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin
değil, insanlık tarihinin de kara
sayfasıdır.1944 yılında Ahıska’dan
sürülen Ahıska Türkleri Orta Asya ve
Kazakistan Çölleri’ne yerleştirildi.
Sovyet Rejimi’nde sürgün hayatı geçiren
Ahıskalılar hep dışlandılar, üçüncü sınıf
statüsünde yaşam mücadelesi verdiler.
Bütün baskılara, haksızlıklara rağmen
Ahıska Türkleri dil, din, kültür ve
geleneklerini bırakmadılar. Nerede
yaşarlarsa yaşasınlar asimile olmadılar ve
Türklüklerini, örf-adetlerini ve
GENCAY
13
geleneklerini korudular. Türk olduklarını
her yerde duyurmak için pasaportlarında
Millet yazıldığı yere “TÜRK” diye
yazdırdılar. Ahıskalılar hariç eski SSCB’de
Türk diye resmen kabul edilen başka
millet yoktur.
KGB’nin gizli çalışmaları sonucu
Özbekistan’a sürülen Ahıska Türkleri ile
Özbekler arasında düşmanlık başlatıldı.
Ahıskalılar tehdit edilmeye başlandı. İşten
çıkarıldılar ve sevilmeyen bir toplum
haline getirildiler. Halkın yoğun olduğu
yerlerde “Türklere ölüm” pankartlarını
asmaya başladılar. (KGB eğitimsiz, cahil
Özbekleri Ahıska Türklerine karşı
kışkırtıyordu.) 14-20 yaşındaki gençlere
uyuşturucu ve bol miktarda alkol verildi.
Ahıskalıların evlerine kırmızı işaretler
konuldu ve bu evlerin yakılması, karşılık
verenlerin öldürülmesi emri verildi.
1989 Nisanında Özbekistan’ın Kuvazay
kasabasında başlayan bir pazar kavgası,
günden güne büyüyerek Ahıska
Türklerinin yeni bir felâketine sebep oldu.
Özbeklerle Ahıska Türkleri arasında
cereyan eden kardeş kavgasında maalesef
çok kan döküldü. Binden fazla ev yakılıp
yıkıldı. Binlerce kadına, çocuğa ve yaşlıya
işkenceler yapıldı. Ahıska Türkleri,
yeniden vatana dönme yahut yeni vatan
arama yoluna koyuldular. 45 sene
sürüldükleri Özbekistan’da kurdukları
yaşantıları boşa gitti. Evleri yakılıp
yağmalandı, mal, mülk, bağ, bahçe, her
şeylerini kaybettiler. Canlarını kurtaran
Ahıskalılar kendilerine bir yuva, bir ev
edinmek için Özbekistan’ı da terk etmek
zorunda kalmışlardır. Fergana olayları
olarak adlandırılan bu zulüm ve sürgün
dünya basınında geniş yankılar yapmıştır.
Alman Der Spiegel dergisinde “Her yer
yanıyor!” başlığı kullanılmıştır.
O günleri 1944 sürgününde Özbekistan’a
yerleşen Mustafa Hacıoğlu şöyle
anlatmaktadır:
“Özbekistan’da Fergana Olayları çıktı.
1990 yılında evlerimizi tek tek yakmaya
başladılar. Ve yine sürgüne mecbur
edildik. Canımızı zor kurtardık. Zorla
Azerbaycan’a sığındık. Azerbaycan’da
17 yıl çiftçilik yaparak Türkiye’ye
gelebilecek parayı biriktirdik. 2005
yılında Türkiye’ye gelip yerleştim.
Yıllardır bugünleri bekliyordum. Türk
bayrağının altında, Türk toprağına
düştüm ya, ölsem de artık gam yemem.
Ömrümün 70 yılı sürgün, baskı, zulüm
ve ölüm korkusu ile geçti. Ben oralarda
insanlık nedir görmedim. Türkiye’ye
gelince insan olduğumuzu fark ettik. 74
yaşındayım. Türkiye’de geçmeyen 70
yılını saymıyorum. Ve onun için ben
daha 4 yaşındayım. Herkesten bu
ülkenin, bu bayrağın kıymetini
bilmelerini istiyorum. Hainlik yapan
bölücüleri gördükçe çok üzülüyorum.
Yaşadıklarımızın binde birini yaşasalar
bu ülkeye dört elle sarılırlar.”
Komünist Parti´nin XX. Kongresinden
sonra Stalin’in sürgün etiği Karaçay,
Balkar, Çeçen, İnguş ve Kalmuk gibi
Kafkasya halkları, ana yurtlarına dönme
izni aldılar. Kırım Türkleri ile Ahıska
Türklerine dönüş izni çıkmadığı gibi
eski vatanlarını ziyaret etmeleri de
yasaklandı. Ellerinden alınan malları
da iade edilmedi.
Bugün yarım milyon civarındaki Ahıska
Türkü, Azerbaycan, Kazakistan,
GENCAY
14
Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Sibirya ve
Kuzey Kafkas ülkelerinde darmadağınık
bir hâlde hayat mücadelesi
vermektedir.1990’lardan itibaren
Sovyetler Birliği çözüldü. Bugün, bağımsız
bir devlet olan Gürcistan, sudan sebeplerle
Ahıska Türklerinin vatana dönüşüne
müsaade etmemektedir. Türkiye
Cumhuriyeti Hükûmeti tarafından
çıkarılan Ahıska Türklerinin Kabul ve
İskânına Dair Kanun gereğince bir grup
insan getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiştir.
Türk ve dünya kamuoyu, bu toplumu artık
görmelidir. Ahıska kapılarının açılması için
gereken diplomatik çabalar ısrarla
sürdürülmeli, Gürcistan’la ciddî
görüşmeler yapılmalı, Türk Milleti’nin bir
parçası olan Ahıska Türklerinin
sorunlarının çözüme kavuşması için acilen
siyasi ve ekonomik tedbirler alınmalıdır.
02.07.1992 tarihli ve 3835 sayılı ‘Ahıska
Türklerinin Türkiye’ye Kabulü ve
İskânına Dair Kanun’ TBMM’de tekrar
gündeme getirilmeli, büyük sorumluluk
duygusu ile kanun incelenmeli ve karara
bağlanmalıdır. Devletimiz kardeşlik
ödevini yapmak duygusu ile her türlü
destek ve savunma girişimlerinde
bulunmalıdır. Ülkemizin büyük bir dünya
devleti olarak Ahıska Türklerine yapacağı
destek, en az Rusların Ermenilere sahip
çıktıkları kadar onlara sahip çıkmaktır.
Eğer devletimiz bunları gerçekleştirirse
Müslüman ve Türk oldukları için zulme ve
haksızlığa uğrayan Ahıska Türklerinin
çilesine son verilmiş olur.
GENCAY
15
GENCAY
16
ÇEÇENYA Serhat ÇAKIR
Çeçenistan, yüzyıllardır hürriyetleri için
savaşanların, esarettense ölmeyi tercih
edenlerin kendilerinden kat kat fazla olan
Ruslara karşı bir avuç insanla kahramanca
savaşanların, “Hep ölecek kadar yaşlı,
hep savaşarak kadar genciz” diyenlerin
Şamiller’in, Dudayevler’in, Basayevlerin
ülkesi. Coğrafyasındaki petroller ve
bulunduğu stratejik konum itibariyle
yüzyıllardır Rus zulmüne maruz
kalmışlardır.
1817-1864 tarihleri arasında
Çarlık,1920’de Kızıl Ordu, 1944’de Stalin
tarafından soykırım hareketine
uğramışlardır. Stalin, 750 bin kişiyi
Sibirya’ya ve Orta Asya steplerine sürgüne
göndermiş ve bu sürgündekiler ancak
1956’da 400 bin kişi olarak
dönebilmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin
çökmesiyle bağımsızlık ümitleri artmış ve
1991 de bağımsızlıkla birlikte bir kez daha
savaşı göze almışlardır. Rusya’nın sarhoş
Devlet Başkanı Yeltsin, Çeçenistan’a savaş
açmış ve Kafkasya’da yeni bir sayfa
açılmış, kan ve gözyaşı ile yazılmaya
başlanmıştır. Çeçenler bir kez daha ateşle
imtihan edilmenin ıstırabı içerisinde
GENCAY
17
mücadelelerini kısıtlı imkânlara rağmen
sürdürmeye çalışmışlarıdır. 180 milyon
Rusya’ya karşı, 1 milyonluk nüfuslarıyla
kafa tutarak cesaretlerini bir kez daha
kanıtlamışlardır. Ruslar, 300 bin kişilik
orduları ile Çeçenleri vahşice katletmeye
başlamışlar, savaş kurallarını ve ahlakını
ihlal ederek kimyasal silah kullanıp, çocuk
yuvalarını ve hastanelerini bombalamış,
esir kamplarında insanları ölümle baş başa
bırakmışlardır. Sözüm ona insan hakları
gibi kullanılmaya başlandı.(Terimden
öteye gidememiştir) Dünya Çeçenlere
karşı yapılan zulme seyirci kalmış ve
onları kaderleri ile baş başa bırakmıştır.
Çeçenler bir kez daha esaretin zincirlerini
kırmış, hürriyetin bedelini bir kez daha
ödeyerek Rusları 1996 yılında
topraklarından kovmayı başarmışlardır.
300 bin kişilik Rus ordusu Çeçenistan’dan
çekilirken arkasında 120 bin şehit
yüzlerce yaralı ve harap olmuş bir ülke
bırakmışlardır. Cevher Dudayev şehit
edilmiş, yerine Şamil Basayev geçmiştir.
Daha sonra Putin, soykırım hareketlerini
devam ettirmiştir. Ruslar tek bir Çeçen
kalmayana kadar soykırımlarını devam
ettireceklerini, Çeçenler ise, tek bir Çeçen
kalmayana dek hürriyetlerini
savunacaklarını bir kez daha
göstermişlerdir. Günümüzde dahi Rus
zulmü sürmekte ve insan haklarının
savunucusu olan Avrupa yine “üç
maymun”u oynamaktadır. İnsan hakları
demişken şunları ifade etmeden geçmemiz
gerekir: Çeçenya’da insanlar ölürken Türk
yurtlarında ve Ortadoğu’da insanlar
katledilirken “insan hakları” nerede?
Müslüman olmayan birinin burnu dahi
kanasa dünya kamuoyunu karıştıran,
küstahça ondan bundan hesap soranlar,
niçin bunlara sessiz kalıyor? Doğrusu
anlayabilmek mümkün değil! Burada
katledilen masumlar ya insan yerine
konmuyor ya da gerçekten bunların hiçbir
şeyden haberi yok. Ve yahut da haberleri
var da Müslüman kanı dökülmesinden
zevk mi alıyorlar? Anlayabilmek mümkün
değil!
Bunların yanında bir de bize bunları (ABD,
Rusya, AB) örnek alanlar var. Onlar gibi
olmak isteyenler var! Bu kişiler ABD’nin,
İngiltere’nin Irak’ta, Rusya’nın (Lenin,
Stalin ve sonrasında gelenlerin) Orta
Asya’da ve Çeçenya’da yaptıklarını
görmüyorlar mı? AB ülkelerinin çoğunun
PKK’ya ve Ermenilere karşı olan aşırı
sempatilerini niye görmüyorlar? Yoksa
görüp de anlamak mı istemiyorlar?
GENCAY
18
Biz ne kadar kendimize Avrupa Devleti
sıfatını takarsak takalım onlar için her
zaman diğeriyiz. Bunu beynimize
nakşetmemiz gerekir.
Asıl konumuza geri dönersek Çeçenistan
dedik ya gerçekten büyük bir milletin
yurdu…
21. yy yalnız kurtların dağlarında
bağımsızlık çığlıkları atığı “Ya istiklal, ya
ölüm” naralarının yükseldiği kutlu ülke.
Dualarımız sizinle... Allah(c.c) yardımcıları
olsun.
“Yüz yıl köle olarak yaşamaktansa, bir
gün şerefi ve başı dik gezmeyi tercih
ederim.”
Cevher Dudayev
“Özgürlüğün nasıl elde edilebileceğini
Kafkas Dağları’ndan ibretle öğrenin.
Hür yaşamak isteyenlerin nelere
muktedir olduğunu görün.
Ey milletler!
Onlardan ders alın!“
Karl Marx
GENCAY
19
DOĞU TÜRKİSTAN SOYKIRIMI:
‘UYGUR TÜRKLERİNİN KIYIMI’ Sertaç EKEMEN
Öncelikle, tanımsal olarak doğru bir ifade
kullanıldığımızı ifade etmemiz gerekir.
Eğer bir ırka, etnik kökene, dini inanış
veyahut mezhebe yönelik bir grubun, bir
grup üzerindeki sonucu ölümle biten her
türlü kaotik olaylara katliam denir. Ancak
bu katliamlar devlet eliyle açıktan veya
dolaylı olarak sistematik ve istikrarlı
biçimde devam etmekteyse bu tanıma
soykırım denir.
Bölgenin adı her ne kadar Sincan-Uygur
Özerk Bölgesi olarak geçse de bu 1950 den
sonra Çin Totaliter rejiminin kullandığı bir
isim olup bölgenin ismi tarihten beri gelen
ve bölge insanın kullandığı şekli ile Doğu
Türkistan ismidir.
1912 yılında 5000 yıllık Çin monarşisinin,
milliyetçiler tarafından yıkılıp hemen
akabinde çıkan 2. Dünya Savaşının
çıkması, savaş sonunda Japon
hegemonyasından kurtulur kurtulmaz,
çıkan iç savaşın ardından, 1949 yılındaki
büyük yürüyüşün daha önce hiç
denenmemiş, köylü-komünist devrimi
gerçekleşmiş, bu da istikrarlı olan
topraklarda bir Anomie’nin doğmasına
neden olmuştur.
Milliyetçi-batılı bir demokrasi fikrini
savunan Çan Kay Şek‘e karşı Stalin’in
desteği ile mağlup eden Mao Ze-Dung
kendi fikirleri çerçevesinde sanayisi
olmayan bir devlete, bir işçi diktatörlüğü
kurmaya çalışmıştır. Stalin’in ölümü
ardından hem ideolojik hem de ekonomik
kimi çıkmaza düşmüşledir. İşte Çin’in
Doğu Türkistan Türklerine yaptığı
eziyetler bu dönemden itibaren
yoğunlaşmıştır.
1912 yılında Cumhuriyetin ilanından
sonra 1930 yılında gelen bir dizi
ayaklanmalarının sonunda 1. Doğu
Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulur.
Fakat bu devlet, Çin ordusu tarafından
yıkıldıysa da Sovyet müttefiklerinin diktesi
ile 1944-1949 yılları arasında 2. Doğu
Türkistan İslam Cumhuriyeti adıyla bir
özerk cumhuriyet kurulmuştur. 1949
yılında Mao’nun nihai zaferiyle bu yönetim
fes edilerek bölgede yoğun bir baskıcı
GENCAY
20
rejim başlayacaktır. Bu tarihten itibaren
Çin Komünist Partisi diktatörlüğü bölgede
bir asimilasyon politikası gütmeye
başlamıştır.
Devrimden önce Çin’de yaşayan tüm
ulusların kendi kaderini tayin hakkını
kabul etiğini beyan eden Mao Zedung
Ordusunun Pekinde kazanmış olduğu
zafer neticesinde yapmış olduğu
açıklamasında ‘Sincan iki bin yıldır
Çin’in ayrılmaz bir parçasıdır, bu
nedenle Sincan’a federal bir yönetim
vermenin hiçbir manası yoktur. Bu talep
tarihe ve sosyalist ideolojiye ihanet
anlamına gelir’ diyerek 1944 de
özerkliğini tanıdığı Doğu Türkistan’ı
emperyalist politikalarına hedef
göstermektedir.
Yeni kurulan Çin Hükümeti ile siyasal
gelecek hususunda toplantıya giden Özerk
Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti önde
gelen siyasetçilerinin uçakları esrarengiz
bir biçimde düşmüştür. Mao’nun Doğu
Türkistan topraklarını bir Çin kolonisi
gibi görmesi bölge halkını istismar etmeye
yönelik politikalara sebebiyet vermiş,
özellikle Türk halkının kültürel
değerlerine yoğun bir saldırı politikası
başlamıştır.
İlk olarak, dini eğitim veren kurumlar
yasaklanmış, kimi din adamları gözaltına
alınıp ibadet alanlarına Mao ve fikirlerini
lanse edilen imgeler asılmış ve halktan
bunlara saygı göstermelerini bir nevi ‘bu
figürlerinin karşısında secde etmeleri
istenmiştir’. Bölgedeki halka yönelik,
birçok kişi halkı rejime karşı kışkırtmak
buna bağlı olarak, Türkçü ya da İslamcı
oldukları gerekçesiyle ya sürgün
edilmekte ya da idam edilmekteydiler,
toplu sürgünler ise asimilasyonun bir
diğer yüzüydü.
Yurtlarından çeşitli bahanelerle sürülen
Türklerin bir kısmı, zorlu iklim şartları
nedeni ile yolda hayatlarını kaybetti.
1949-1952 yılları arasında 2.800.000,
1952-1957 yılları arasında 3.509.000,
1958-1960 yılları arasında 6.700.000,
1961-1965 yılları arasında 13.300.000,
Toplamda 26.309.000 Uygur Türkü
soykırıma maruz kalarak hayatını
kaybettiği, Uygur Türkleri ve Uygur
Türklerinin, anası olarak kabul edilen
Rabia Kader, bizlere ifade etmektedir.
‘Çinin jeopolitik konumunun ve
yönetiminin içine kapalılığının yanı sıra
yüksek ölçekli nüfusu bu kıyımlar
karşısında dünyanın habersiz
kalmasına ve Çin hükümetinin
rakamlarla oynamasına kolaylık
sağlamıştır.’ Bunun dışında bölgeyi
Hanlaştırmak adına, Çin’in orta kısmından,
Filistin’deki Yahudi yerleşimciler gibi,
birçok Han ‘Çin de yaşayan ve nüfusun
%92 sini kapsayan ve dünya
literatüründe, Çinli diye geçen grup’
buraya yerleştirilmeye ve bu duruma bağlı
olarak etnik çatışmalara sebebiyet
vermiştir. Bu çatışmaları fırsat bilen Çin
hükümeti, kolluk güçlerini bölgeye
yollamış ve bölgedeki bağımsızlık
GENCAY
21
hareketlerini, etnik gerilimleri bahane
ederek baskıcı bir yıldırma politikasını
yasal zemine çekmeye çalışmıştır.
Çin’in olimpiyat oyunlarını fırsat bilen ve
mağduriyetini dünya kamuoyuna
duyurmaya çalışan Uygur Türk’ü
aktivistler, bu amaçları neticesinde tekrar
bölgede gerilimin artmasına sebebiyet
vermiş, tahammülsüz Çin yönetimi
bölgede tekrar baskıcı politikalara
girişmiştir. 3 Temmuz 2009 tarihinde 5
Temmuz 2009 da Urumçi’de başlayan
ayaklanma Çin silahlı kuvvetlerinin
müdahalesi ile kanlı bir şekilde bastırılmış
5 Temmuz ve akabinde ki günlerde
binlerce Doğu Türkistanlı Uygur Türk’ü
şehit olmuş veya tutuklanmıştır. Çin Halk
Cumhuriyeti olayların ardından bu
olayların sorumlularının mutlaka
yakalanarak cezalandırılacağını açıkladı ve
olaylardan sorumlu tuttuğu birçok Uygur
Türk’ünü sözde mahkemelerle
yargılayarak idama mahkûm eti.
Singapur Doğu Asya Enstitüsü’nden Çinli
siyaset uzmanı Bo Zhiyue, “Çin, eninde
sonunda güç kullanmak zorundaydı.
Eğer bu olmazsa, olaylar kartopunun
çığa dönüşmesi gibi artardı. Bunu her
hükümet yapardı.” yorumunu yaparak
bölgedeki katliamları doğrulayıp kendi
görüşleri çerçevesinde zulmü
legalleştirmeye çalışmıştı. 3 bin kişilik bir
Uygur topluluğu üzerine makineli
tüfeklerle ateş açtı. Olayların Sincan’ın
öteki büyük kentleri Kaçgar ve Aksu’ya
sıçradığı belirtilmişti. Bugün bile
hâlihazırda, Çin Halk Cumhuriyeti birlikte
Kaçgar ve Aksu gibi önemli bir
merkezlerde teyakkuz halinde bir tavır
takınıp şehir merkezlerinde zırhlı
birlikleri aracılığıyla hem psikolojik bir
baskı hem de bölge halkına bir gözdağı
vermektedir.
1933 yılında Muhammet Ali Tevfik (Tohtu
Hacı) tarafından yazılan, aynı yıl Doğu
Türkistan İslâm Cumhuriyetinin
kuruluşunda devlet töreni ile okunan ve
Doğu Türkistanlılarca ulusal marş
olarak kabul edilen Kurtuluş Marşı
şöyledir:
GENCAY
22
NEHRİN ÖTE YANI: BATI TRAKYA Elif Kumru PAKSOY
Batı Trakya Bölgesi Yunanistan’ın
kuzeydoğusundaki uç bölgesi olup; doğuda
Meriç nehri batıda Karasu nehri kuzeyde
Rodop dağları güneyde ise Ege denizi
tarafından çevrelenen bölgedir. Bugün
Batı Trakya’ da yaşayan Türk nüfusunun
140-150 bin civarında olduğu
sanılmaktadır. Bu rakam 1923’de Lozan
Antlaşması sırasında açıklanan rakam ile
birlikte düşünüldüğünde (129.120)
oldukça azdır.
Yunanistan’ın bölge üzerinde yaptığı
sistemli çalışmalar nüfus artış hızı %2,4
olsa da Türk nüfusunun artmasını önlemiş,
insanları göçlere zorlamış, haklarını
ellerinden almıştır.
Bölgedeki Türk nüfusunu “kabul
edilebilir” düzeyde tutmak için birçok
yola başvuran Yunanistan Vatandaşlık
Kanunu’nun 19.maddesi ile insan
haklarına temelden aykırı olan bir
vatandaşlık anlayışı getirmiştir. Madde
şöyledir: “Yunan olmayan kökenden bir
kişi geri dönme niyeti olmaksızın
Yunanistan’dan ayrılırsa, bu kişinin
Yunan vatandaşlığını yitirdiğine
GENCAY
23
hükmedilebilir. Bu hüküm, yurtdışında
doğmuş ve oturmakta olan Yunan
olmayan etnik kökenli kişilere de
uygulanır. Ana-babasından ikisi birden
veya hayata olanı vatandaşlığını
yitirmiş olan reşit olmayan çocuklardan
yurt dışında yaşayanlar da
vatandaşlığını yitirmiş olarak ilan
edilebilir. Vatandaşlık Konseyinin aynı
yönde alacağı karara dayanarak bu
konuda İçişleri Bakanı hüküm verir.” Bu
şekilde 60.000 Türk vatandaşlıktan
çıkarılmıştır. Madde 1955-1998 yılları
arasında yürürlükte kalmıştır. Ancak
1998’de yürürlükten kalktığında ise artık
geri dönüş yoktur.
Uygulanan politikalar sadece bununla
sınırlı kalmamıştır. Kendilerini Türk sayan
Türkçe konuşan bu topluluğun milli
kimliği yok sayılarak dini kimliği ön plana
çıkarılmış “Müslümanca” konuştukları
öne sürülmüştür. Bu şekilde Türkiye ile
olan bağlar zayıflatılmak istenmiştir. Milli
kimliğin göz ardı edilmesiyle birlikte
azınlık grubunun Türkler, Pomaklar ve
Çingenelerden oluşmuş homojen olmayan
bir grup olduğu öne sürülmüştür.
Çoğunlukla Pomakların yaşadığı
Gümülcine’nin kuzeyindeki Bulgaristan
sınırında bulunan bölge “yasak bölge” ilan
edilmiş, köylere giriş ve çıkış belgeye tabi
tutulmuş, bölge neredeyse karantina altına
alınmıştır. Yasak ’95 yılında kaldırıldığında
59 yıldır birbirinden habersiz yaşayan iki
grup çoktan oluşmuştur bile.
1927’de ortaya kurulan İskeçe Türk birliği,
1928’de kurulan Gümülcine Türk Gençler
Birliği ve 1936’da kurulan Batı Trakya
Türk Öğretmenler Birliği bu politikalara
karşılık yürüttüğü çalışmalarla bölgedeki
birliğin tamamen dağılmasının önüne
geçmiş, toplumun bütünleşmesinde büyük
rol oynamıştır.
Ancak bu derneklerin aleyhlerinde yapılan
çalışmalar da sonuç vermiş; 1988 yılında
Yunanistan yüksek mahkemesi “Batı
Trakya’da Türk olmadığı” gerekçesiyle
derneklerin adında “Türk” ibaresinin
kullanılmasının yasaklanmasına ve daha
sonra derneklerin” zararlı faaliyet
gösterdikleri” gerekçesiyle kapatılmasına
dair kararları onamıştır.
Sadece derneklerdeki değil anadilde
eğitim hakkı doğrultusunda açılmış olan,
Türkçe eğitim veren, masrafları Batı
Trakya Türklerinin kendilerince
karşılanan Türk okullarının da adından
Türk ibaresi çıkarılmış, Yunan kökenli
öğretmenler bu okullara atanmıştır.
Türk gençlerinin eğitim ve iş olanakları
kısıtlanmış üniversite yolunun önüne
aşılması zor engeller konuşmuştur.
Vatandaşlıktan çıkarılan, milli kimliği yok
sayılan, yasak bölgede yaşamaya zorlanan
batı Trakya Türklerinin karşılaştığı
sıkıntılar sadece bunlardan ibaret değildir.
1920 yıllarda Batı Trakya’daki menkul-
gayrimenkul malların %86’sının Türklere
GENCAY
24
ait olduğu bilinmektedir. Bugün ise bu
oran %20’lerdedir. Yunan kökenli
Yunanistan vatandaşları bu bölgede mal
alımına teşvik, kamulaştırma ve el
koymalarla birlikte Türkler malvarlıklarını
kaybetmiş ve göçe zorlanmışlardır.
Dini kimliğiyle anılmasına rağmen Batı
Trakya Türkleri dinlerini
yaşayamamaktadırlar. Müftülerin seçimle
iş başına gelmesi gerekirken Yunanistan
seçimleri iptal ederek müftü atama
yetkisini kendinde görmektedir.
Müftülükler azınlık grubunun en önemli
kurumları olmakla birlikte, Osmanlı’dan
kalan vakıfların malvarlıklarının yönetimi
konusu da üstlenmektedirler. Bu
makamların azınlıkların isteği dışında,
seçilen değil atanan kişilerin elinde olması
büyük bir sorun teşkil etmektedir.
Yunanistan uluslararası antlaşmalarla
kabul etiği, İnsan Hakları Sözleşmesiyle
varlığını tanıdığı birçok hakkı gasp
etmiş, insanların insan gibi yaşama
hakkını ellerinden almıştır. Bugün Batı
Trakya Türkleri karşılaştıkları bu
sorunlara yönelik hukuk mücadelesini
sürdürmektedirler.
Türk-Yunan ilişkilerinin merkezi Kıbrıs-
AB-Adalar üçgeni olmaktan sıyrılıp, Batı
Trakya meselesinin de çözüme
ulaştırılması için çaba sarf edilmelidir.
Kaynakça:
M. Murat HATİPOĞLU- Batı Trakya Türk
Azınlığının Sorunlarına Tarihsel ve Güncel
Yaklaşımlar
Prof. Dr. Ata ATUN- Batı Trakya’daki Planlı
Türk Soykırımı
GENCAY
25
IRAK’TA TÜRKMEN OLMAK METEHAN ÇAĞRI
Irak Türkmenleri, Türkmeneli diye
adlandırılan Irak’ın kuzeybatısından
güneydoğusuna doğru uzanan, Araplarla
Kürtler arasındaki bölgededirler.
“Türkmenler çizilen bu sınırda Musul
şehrinin batısında Telafer ilçesi ve
civarındaki köylerden başlayarak doğu ve
güneydoğuya doğru, Musul, Erbil,
Altunköprü, Kerkük, Tazehurmatu, Kifi,
Karetepe, Kızılarbat, Hanakin, Mendeli,
Bedre ve Şahraban bölgelerinde
yaşamaktadırlar.” [1]
Bin yılı aşkın bir süredir Irak’ta yaşayan
Türkmenler, 900 yıla yakın bir süre
bölgede yönetici konumundadır.
İngilizlerin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte
siyaset arenasında ve devlet yönetiminde
arka plana itilmişlerdir. İngiliz işgalinden
sonra Türkmenler, Irak’taki yönetimlerce
baskı görmüş ve bir tehdit olarak
algılanmıştır.
1958 yılında Bağdat’ta yayınlanan “The
Iraqi Revolution 14th July Celebrations
Commitee” adlı kaynakta ve 1987’de
Londra’da Inquiry Dergisi’nde yayınlanan
“The Forgoten Minority: The Turkomans
of Iraq” adlı makalede Irak’ ta 567.000
Türkmen’in yaşadığı belirtilmiştir.
Günümüzde ise bu rakamın 2 milyon ile 3
milyon arasında olduğu
belirtilmektedir.[2]
Irak genelinde 1920’lerden bu yana
Türkmenleri asimile etmek ve yaşadıkları
bölgeleri Araplaştırmak, kimi zaman da
Kürtleştirmek amacıyla çeşitli yöntemlere
başvurulmuştur. Açık yerlerde Türkçe
konuşmak yasaklanmış ve hata
telefonda kendi ailesiyle konuşanları
cezalandırmak gibi insan haklarına
aykırı kararlar alınmış ve
uygulanmıştır. Yüzlerce Türkmen köy ve
kasabası çeşitli bahanelerle yıkılmış,
Türkmen halkı başka bölgelere göç etmeye
zorlanmış, Irak’ın güneyinde yüz binlerce
Arap’ın Türkmen bölgelerine yerleşmesi
için kendilerine karşılıksız arazi
dağıtılmıştır.
Saddam Hüseyin döneminde zirve
noktaya ulaşan asimilasyon daha geriye
gittiğimizde İngiliz işgali ile başladığı
görülmektedir. 1920’de Telafer’de
yaşanan Kaçakaç Katliamı, 1924’te
yaşanan Levi katliamı İngiliz zulmünün
açık örneğidir. İngiliz boyunduruğundan
kurtulduktan sonra da Arap yönetiminde
Türkmenler zulüm görmeye ve
katledilmeye devam edilmiştir. 1946
yılında yaşanan Gavurbağı katliamı acı
bir örnektir. Haklarını aramak isteyen
Türkmen işçiler zalimce ezilmiş, dönemin
güvenlik güçleri tarafından saldırıya
uğrayıp katledilmişlerdir.
GENCAY
26
1959 yılı ise Irak Türkmenlerinin
yüreğinde kanayan ayrı bir yara olmuştur.
“Türkmenlere yönelik katliamlar, Molla
Mustafa Barzani’nin Rusya’dan Irak’a
döndüğünde Türkmenlerin çoğunlukta
yaşadığı Kerkük bölgesini ziyaret etiği
sırada meydana gelmiştir.”[3] Silahsız ve
sadece cumhuriyetin ilanının birinci
yıldönümünü kutlamaya çıkmış bulunan
Türkmenler, otomatik silahlarla taranarak
dağıtılmıştır. Kerkük katliamı tam 3 gün
3 gece sürmüştür. Evlerinden alınan bazı
Türkmen ileri gelenleri, ailelerinin gözleri
önünde makineli tüfeklerle şehit
edilmiştir. Daha sonra ise ayaklarına ipler
takılarak, motorlu araçlarla cesetleri sokak
sokak sürüklenmiştir. Aynı zamanda
komünist ve Kürt saldırganlar biryanda da
Türkmenlere ait birçok mağaza ve dükkânı
yağmalamış talan etmişlerdir.
Kerkük Katliamı’nda kimlikleri tespit
edilebilenler;
Ata Hayrullah/Albay
İhsan Hayrullah/Yarbay Tabib
Selahatin Avcı/İş Adamı
Mehmet Avcı/Memur
Nihat Muhtar/Öğretmen
Cihat Muhtar/Öğrenci
Emel Muhtar/Öğrenci
Kasım Nefçi/Çiflik Sahibi
Ali Nefçi/Serbest Meslek
Osman Hıdır/Kahve Sahibi
Cihat Fahrettin/Öğrenci
Zübeyir İzzet/Kahve Sahibi
Şakir Zeynel/Kahve Sahibi
Gani Nakip/Memur
Kemal Abdussamet/Mühendis
Fatih Yunus/Teknisyen
Cuma Kanber/Teknisyen
Enver Abbas/Öğrenci
Kazım Bektaş/Öğrenci
Hacı Necim/Serbest Meslek
Hasip Ali/İşçi
Nuretin Aziz/İşçi
İbrahim Ramazan/Tamirci
Adil Abdulmecit/İşçi
Abdulhalik İsmail/Öğrenci
Abdullah Beyatlı/Teknisyen
Selahatin Kayacı/İşçi
Abbas Kadir/Öğrenci
İbrahim Hamza/Kasap
Halil Türkmen/Serbest Meslek
Salah Köprülü/Polis.
Altun Köprü Katliamı
Hem peşmerge hem de Saddam zulmünün
yaşandığı şehirdir Altunköprü. 1.Körfez
savaşından dolayı yaşanan otorite
boşluğundan faydalanan peşmergeler
Kerkük’ü işgal etmiş ve ilk olarak nüfus
müdürlüğü olmak üzere şehri yakıp
yıkmış ve talan etmiştir. Bir hafa süren
yağma ve talan olaylarından sonra
Saddam’a bağlı askeri güçler yol üzerinde
bulunan Türkmen beldelerini ateşe
tutarak Kerkük’e girmiştir. Peşmerge
güçlerinin kaçması ve şehri terk
GENCAY
27
etmesinden sonra Saddam kuvvetleri
geçtiği her Türkmen beldesini top ateşine
tutmuş ve yakıp yıkmıştır. Peşmerge
kuvvetlerini yakalayamamanın acısını
Türkmenlerden çıkaran birlikler
Altunköprü’de Türkmen katliamını
başlamış ve şehri yakıp yıkmıştır. İçlerinde
çocuk ve yaşlılarında bulunduğu yüz’e
yakın Türkmen evlerinden zorla
çıkartılmış ve kurşuna dizilerek
katledilmiştir.
Amerikan İşgali, Asimilasyon ve
Katliamlar
Nisan 2003 tarihinde Irak askerlerinin
şehri boşaltması üzerine Kürt peşmerge
güçleri Kerkük’e saldırmıştır. Türkmen
şehrine girmekle kalmayıp, şehirdeki,
başta tapu ve nüfus daireleri olmak üzere
resmi daireleri, hastane, işyeri, evleri, özel
araçları yağma ve talan etmişlerdir. İşgal
öncesinde 830 bin olan Kerkük’ün nüfusu,
bugün Irak’ın kuzeyinden, Türkiye, İran ve
Suriye’den getirilip yerleştirilen Kürt
unsurlar sayesinde 1,5 milyonu aşmıştır.
Şehirde biryandan asimilasyon devam
ederken bir yandan da yaşanan saldırılar
sonucu binlerce Türkmen katledilmiştir.
Önemli Türkmen şehirlerinden biride
Telafer’dir. Şehir nüfusunun tamamı
Türkmenlerden oluşmaktadır. Şehre
sinema ve trafik lambası sistemi dahi
Türkmenleri cezalandırmak için yıllarca
kurulmamıştır. 400 bin Türkmen’in
yaşadığı şehirde durum Saddam
rejiminden sonrada değişmemiş hata
ağırlaşmıştır. Telafer’de Terör, ABD ve
Irak güçlerinin operasyonları nedeni ile
hayatını kaybedenlerin sayısı 2800
civarındadır.
Telafer’de kan gövdeyi götürürken Türk
Dış İşleri Bakanlığı’nın yaptığı ‘masum
Iraklıların öldürülmesinden üzüntü
duyuyoruz’ açıklaması ise ayrı bir
etkisizlik ürünü olarak tarihe geçmiştir.
Irak’ta Türkmenlere yönelik katliamlar
arterken Başbakan Erdoğan’ın
gündeminde ise Türkmen katliamları
değil, Talabani ile görüşme vardır.[4]
Musul’da da durum diğer Türkmen
kentlerinden farksızdır. Türkmenler
birçok baskı ve zulme maruz kalarak göç
ettirilmek istenmiştir. Ayrıca birçok
Türkmen liderde suikasta uğramıştır.
Musul, Kerkük, Süleymaniye, Telafer ve
adını sayamadığımız nice Türkmen şehri,
GENCAY
28
beldesi ve köyünde ne yazık ki durum
aynıdır. Peşmerge lideri Mesut Barzani
başta olmak üzere Irak Devlet başkanı
Celal Talabani’nin uyguladığı politikalar
yüz yıl önce İngiliz işgali ile başlayan ve
Saddam yönetiminde katlanarak artan
Amerikan işgali ile zirve yapan baskı
zulüm asimilasyon politikalarından
farksızdır. Irak’ın Kuzey’inin asıl söz sahibi
Türkmenler yok sayılmakta, asimile
edilmekte ve her şeyden daha vahimi
katliamlara tabi tutulmaktadır.
Yıllardır süren asimilasyon ve katliama
karşı Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin
sessiz kalması, soydaşlarının yok
edilmesini izlemesi sizce de düşündürücü
değil midir?
Kaynaklar
1. Güçlü Demirci, “Irak Türklerinin
Demografik Yapısı”, Türkler C. XX, Yeni
Türkiye Yayınları, s-614
2. htp://www.minorityrights.org/5750
/iraq/turkomans.html
3. Hakkı Öznur, Cahşların Savaşı Kuzey
Irak Hareket ve Musul ve Kerkük Meseleleri
s-825
4. Ümit Özdağ – Telefar/Bir Türkmen
Kenti’nin ABD Ordusu ve Peşmergelere
Karşı Direnişi Fark Yayınları s.279
GENCAY
29
GENCAY
30
RÖPORTAJ: SADİ SOMUNCUOĞLU M. Bahattin DOĞANAY - Serhat ÇAKIR - Metehan ÇAĞRI - Aybike Gökçen ŞİMŞEK
1940 yılında Aksaray'da doğdu. 1962 yılında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nden mezun oldu. 1957-58’den itibaren Türk Ocakları'nın faaliyetlerine katıldı. Çeşitli devlet memuriyetlerinde bulundu. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde Organizasyon ve Metot ile İdarecilik kurs ve eğitimi gördü.
1967 yılında aktif siyasete atıldı. MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı yaptı. 1969 yılında MHP Genel İdare Kurulu'na seçildi ve 12 Mart 1971'e kadar gençliğin eğitim ve teşkilatlanması işlerini yürüttü. 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar MHP' Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Devlet, Töre ve Bozkurt dergilerinin yayınında görev aldı. 1977 yılında Niğde Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Demirel'in Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı olarak görev yaptı.
1980 darbesi sonrasında tutuklandı. MHP davasında idamla yargılandı. 2 yıl tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. 1980-1995 yıllarında siyasetten ayrıldı. Türk Ocakları Genel Merkez Heyeti üyeliği ve Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.
1995 seçimlerinde ANAP Aksaray Milletvekili seçildi. 1.5 yıl sonra MHP'ye katıldı, Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. 1999 seçimlerinde tekrar MHP' den Aksaray Milletvekili seçildi. 57. Hükümette Devlet Bakanlığı görevini üstlendi. Cumhurbaşkanlığına aday olduğu için Mayıs 2000'de bu görevinden azledildi. 9 kitap yazdı. Aktif siyaseti bıraktıktan sonra Milli Düşünce Merkezi’nin kurdu ve halen başkanlığını yapmakta.
GENCAY DERGİSİ olarak Sadi Bey ile Türkiye’nin dış politikası, Avrupa Birliği, Ortadoğu
ve Türk Dünyası üzerinde sohbet etik. Bize gösterdiği ilgi dolayısıyla kendisine en derin
teşekkürlerimizi sunuyoruz.
GENCAY
31
Türkiye’nin yıllardır Avrupa Birliği’ne
dahil olma çabası Türkiye’ye kazanç mı
sağlamakta aksine Türkiye’ye zaman
mı kaybettirmektedir?
Türkiye gibi bir ülke Avrupa Birliği
projesinin santimetrekaresinde bile yeri
olmayan bir ülkedir. Bu yüzden daha da
geç olmadan Türkiye bunun farkına
varmalıdır. Avrupa Birliği, Hıristiyan-
Avrupa medeniyetini medyana getirmiş
ülkelerin siyasi birliğini inşa için
düşünülmüş bir projedir. Bir tarafa Rusya
sahası nüfusu, gücü itibariyle öbür tarafa
ABD arasında bir medeniyeti temsil eden
ülkelerin ezilmemesi dünyadaki her
gelişmeden daha büyük bir pay alabilmesi
için birleşik devletlere gitme ihtiyacı
duyuldu. Fakat Türkiye nedense gözü kara
bir şekilde ne pahasına olursa olsun
buraya girmeye çalıştı o yüzden çok zarar
gördü. “AB Bitmeyen Yol” kitabımda bu
konu üzerinde durdum. Türkiye diye bir
ülkeye orda yer yok. Çünkü o kendilerinin
o havzada yaşayan medeniyeti temsil eden
birleşme projesidir. Türkiye gözünü
karartır her şeyiyle razı olacak gibi bir
ısrarla devam ederse önüne Sevr’ den
daha ağır şartlar konur. Türkiye de ki
insanlar bu durumdan etkileniyor. Bu
ikiyüzlülük olur mu?
Türkiye’ye yapılan haksızlıklar nedir, diye
bir öfkelenme başlıyor Türkiye de. AB’de
zaten bin yıldan beri meydana gelen üstü
örtülü bir öfke vardır. Bu da bunu tetikler
ve neticede düşman kamplar kurulur iki
tarafa buradan zarar görür. Türkiye
açısından bakacak olursak, AB’nin gelişmiş
ülkeler topluluğu olmasının yanı sıra
yaşlanan nüfusu itibariyle ve son
zamanlarda üyelerinden Yunanistan’ın
GENCAY
32
ekonomik krize girmesi bu durumda dahi
AB’nin elinden herhangi bir şey gelmemesi
gibi nedenler AB’nin gücünün azaldığını,
AB’ye girmenin Türkiye açısından gelecek
vaat etmediğini gösteriyor. Bu bakımdan
Türkiye bu sevdadan vazgeçmeli. Batı da
ciddi bilim ve eser sahibi devlet adamları
Türkiye konusunda: “Türkiye gibi büyük
bir geçmişi temsil eden bir ülke daha fazla
aldatılmamalı, istismar edilmemeli, bunun
sonucunda Avrupa da çok zarar görür”
şeklinde bir açıklamada yapmışlardır.
Onun için Türkiye’ye AB projesinde size
yer yok diye açıkça bir şekilde
belirtilmelidir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri
nasıl olmalı? Türkiye AB’ye güvenmeli
midir?
İlk olarak güven konusunu ele alırsak;
Avrupa tarafından Türkiye’ye karşı büyük
bir düşmanlık söz konusu özellikle
2001’den bu yana. Bu düşmanlık sadece
siyasilerde değil, bizim Avrupa birlikçiler,
ezberciler, şartlanmış olan aydın kemsin
siyasetçilerinde mevcuttur. Onlar
görmüyorlar ki yıllardır Batı ülkelerinde ki
partiler seçimlerde Türkiye düşmanlığı
yaparak oy topluyorlar. Türkiye’ye karşı
olan bu husumet halka da yayılıyor.
Demokratik ülkelerde siyaset, halkın
eğilimleri ve taleplerinden etkilenir ve bu
gidiş çok tehlikelidir. Fransa’nın Ermeni
soykırımı kabulü kararı AB ülkelerine de
yayılacak gibi görünüyor. Zaten AB’nin bir
kararı çerçevesinde Fransa bu kararı aldı.
2013’de diğer ülkeler ırkçılık ve
soykırımla mücadele konusunda hem iç
mevzuatlarını uygun hale getireceklerini
hem de AB üye ülkeleri ortak mevzuatın
içine alacağı yada çıkaracağını belirtiği için
Fransa buna dayanarak karar aldığını
iddia ediyor. Yani karşımızda böyle bir
tehdit, tehlike vardır ama bu tabi ki bu
kadar açık bir şekilde dile getirilmiyor. Bu
durum da AB’ye karşı herhangi bir güven
düşünülemez o yüzden AB ile
ilişkilerimizde ticarete önem vermeliyiz.
AB ve Türkiye taraf olarak tercihli ticaret
anlaşması yaparlar. Tercihli ticaret
anlaşması ise hangi mal ürün ve
mamullerde, hizmet sektörü gibi
ekonomik durumlarda tarafların avantajlı
olduğu kısımlar belirlenir o alanda bir
gümrük birliği kurulur. Bu durumda da
Avrupa, Türklerin iç işlerine ve diğer
ülkelerle ticaretine karışamaz. Türkiye
menfaatleri doğrultusunda büyümesini,
gelişmesini sağlayabilir. AB’de Türkiye
pazarını kaybetmemiş olur. Balkanlar da
ve Orta Doğu’da yüklenecekleri misyonu
da Türkiye’nin dostluğuyla pekiştirebilir
ve misyonunu yürütebilir. Devletler arası
ilişkiler tarafların menfaatlerini
gözetmiyorsa bir yerde tıkanıklık oluşur
ve devletlerin zarar görmesi
kaçınılmazdır.
Türkiye, AB’ye dahil olmak yerine
Rusya tarafından başlatılan Avrasya
Birliği’ne dahil olabilir mi?
Avrasya Birliği, Rusya’nın eski Sovyetler
Birliği sahasında yeniden hakimiyet
sağlama projesidir. Türklerin böyle bir
proje içinde yer almaları hiçbir yarar
sağlamaz. Orta Asya’nın kuşatılmış
GENCAY
33
olmasından dolayı, Ruslar çok avantajlıdır.
Bu yüzden Türkiye Rusya’ya ve kısmen
Çin’e yaklaşmaya başladı. O bakımdan
Rusya ile olan ilişkilerde bizim günübirlik
siyaset değil, istikrarlı, güven veren, hedefi
tutarlı olan bir siyaset gütmeliyiz.
Siyasetin özünde de biz sizinle iyi
komşuyuz esasına dayanan, karşılıklı
menfaat gözeten işbirliği gerekir. Bu
mesaja dayalı olarak Rusya ile işbirliği
yapmamız bizim için çok yararlı olur
çünkü Türkiye’nin ekonomik bakımdan
faaliyet göstereceği çok fazla alan vardır
Rusya’da.
Genel olarak değerlendirecek olursak
Türkiye’nin dış politikasında nasıl bir
yol izleniyor?
Türkiye, yönünü Afrika’ya yönlendirmiş
bulunmakta bu hedef Türkiye’nin
imkanları dahilinde gerçekleştirebileceği
bir şey dahi olsa bile yararına sonuç
gösterecek bir proje değildir. Afrika’da
siyasi bir istikrarın söz konusu olmadığı
gibi ticari açıdan da Suriye’den de daha az
bir ticari gelir elde edilir. Afrika’da ki
yapılan girişimler gelecek vaat etmiyor
aksine bunlar hem zamanımızı hem de
kaynaklarımızı ziyan etmektedir. İyi
ilişkiler farklı diplomatik yollar ile
kurulabilir. Afrika’da ki kaynaklara ulaşma
imkanımız nelerdir, diye bir göz
atığımızda, önlem alınacak bir durum söz
konusu değildir. Türkiye açısından Afrika
stratejik bir öneme sahip olmaz. Zaten Çin,
Afrika da büyük çapta hakimiyet
sağlamıştır. ABD, AB sıkıntıya düşünce
Libya’da gördüğümüz gibi vahşiyane
usullerle petrollerine, doğal gazlarına
hücum etmişlerdir. Türkiye’de artık
Libya’dan bahseden de kalmadı. Libya’da
ki o hadiseler başladığında Türkiye de
nerdeyse her gün gündemdeydi. Şimdi ise
yetkililerimiz bu konuyu açmıyor bile.
Libya’da ki kaynakları paylaştılar, orayı da
bölecekler, Türkiye’yi de kullanmış oldular
ve buda orda ki insanların vicdanların da
izler bırakacaktır.
Peki Türk Dünyası’nın Türk dış
politikasında ki payı nedir?
Türkiye’nin dış politikası Türk
dünyasından uzaklaşmış durumdadır.
Türk Cumhuriyetleri gelip bir ilişki
kurmazlarsa herhangi bir atağa
geçilmiyor, ortak nokta ile ilgili müzakere
de yapılmıyor. Buna kardeş Azerbaycan da
dahildir. Kültürel açıdan devletlerarası bir
iletişim söz konusudur. Fakat taraflar
arasında siyasi zemin üzerinde uygun bir
ilişki söz konusu değildir. Türkiye bu
konuda ki hedefleri belirlerken imkanlar
dahilinde gerçekçilikten ayrılmadan,
yapabilecekleri öncelikli hale getirmelidir.
Bu hedefleri gerçekleştirmek kısa
zamanda halledilecek türden değildir,
bunu yarım asırlık bir hedef gibi görmekte
yarar vardır.
Zaman boyutu göz önüne alınmadan
programsız bir girişimde bulunulursa
istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Eğer
Türkler dünyada var olacaksa Batı Türk’ü
ile Doğu Türk’ü ile mutlaka birleşeceği,
yardımlaşacağı bir entegrasyonu
hedeflemelidir.
Türkiye’nin Orta Doğu’da ki
gelişmelere yaklaşımını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Gündemden takip edecek olursak;
Cezayir’in bağımsızlığında Fransa’yı
destekledik, oylama da hala o bizim için
GENCAY
34
baş kakıncıdır. Halbuki Türkiye orda orada
haklıydı çünkü biz 1952’de NATO’ya
girdik. NATO güvenlik paktıdır ve Fransa
da NATO’nun üyesidir. NATO’nun birinci
ilkesi üye ülkelerinin toprak bütünlüğünü
savunma esasına dayanıyor. Cezayir aynen
Paris gibi Fransa toprağı sayılıyordu bu
yüzden hukuki açıdan sömürge ülkesi
değildir. Türkiye mecburen NATO üyesi
olduğu için çekimser oy kullandı ama
Cezayir kurtuluş hareketi yürüten
gruplara hem silah hem para yardımı
yapıldı el altından.
Filistin-İsrail meselesinde de Türkiye
dengeli bir siyaset gütmüştür. Ne İsrail ile
bir çatışmaya girdi ne de Filistinlilerin
haklarının, isteklerinin karşısına geçti.
Filistin kurtuluş örgütü Türkiye’de ki 1980
öncesi komünist hareketlerin eğitim
kampı olarak çalıştı daha sonra da PKK’nın
eğitim kampı olarak çalıştı. Bunların hepsi
Türkiye’nin aleyhine gelişmeler ama hiç
kimse bunları dile getirmedi.
Birleşmiş milletler de ne zaman Kıbrıs
meselesi oylanmışsa Arap camiası bir defa
olsun bizim lehimize oy kullanmadı.
Bunlar Türkiye de hiç anlatılmıyor. Eğer
anlatılmıyorsa kamuoyu baskısı onlara da
yansır. Türkiye suçlandı her zaman tek
tarafı olarak. Bildiğimiz gibi birinci dünya
harbinde Arapların önemli bir kısmı İngiliz
kuvvetlerinin yanında bize karşı savaş
açtılar ama biz buna rağmen bunları
mevzu etmedik zamanla unutmaya
başladık yine de belli bir kırgınlık olsa da
bunun dile getirmeden iyi ilişkiler içinde
olduk. Atatürk zamanın da, Bağdat paktı
gibi çeşitli paktlarla yine kardeşliği tesis
etmeye çalıştık. Latin Amerika ülkelerine
de Afrika’ya olan bakış açısıyla bakamayız.
Ortadoğu devletleriyle ilişkilerimizde özel
sektörden yararlanmalıyız.
GENCAY
35
ÜLKÜ AĞABEY’E MEKTUP RECEP BAYRAM
Muhterem Ülkü Ağabeyim,
İçinde bulunduğumuz zor şartlardan ve
bunlara karşı da elimizden bir şey
gelmemesinden dolayı size böyle bir sitem
mektubunu yazma ihtiyacı duydum. Sizin
de bu kısık ama haklı sesimize kulak
vererek, bize Türk Milletine hizmet
yolunda gerekli yönlendirmeyi
yapacağınızı umarak şimdiden size olan
bağlılığımı bildiriyor, saygılarımı
sunuyorum.
Saygıdeğer Ağabeyim,
Türk Milliyetçileri, senin yolunun
ciddiyetini ve sorumluluğunu unutmuş bir
şekilde kendi elleriyle karanlığa
düşmektedir.
Dernek, vakıf, enstitü, siyasi parti gibi
kuruluşlarla her geçen gün yeni
yapılanmalar türemekte ve bunlarla yeni
bir çıkış veya aydınlanmanın olabileceğini
düşünen kişiler, aslında yeni bölünmelerin
temelini atıklarının farkına
varamamaktadırlar. Çünkü her teşebbüs
kendinden öncekileri, ya inkâr etmekte ya
da kendilerinin onlardan olmadığını
savunmaktadır. Her kuruluş ya siyasi bir
hedef gütmekte ya da varlığını
sürdürebilmek için siyasetin
menfaatlerine uşak olmaktadır.
Kendilerini davanın karargâhı gibi
tanıtmakta, sosyal medya aracılığı ile
birlerini bin gibi göstermektedirler.
Bu kuruluşların getirdiği rüzgârdan
faydalanarak, kahraman edalarıyla,
popüler ve insanların nefislerini okşayan
söylemlerle birçok da kurtarıcı türedi
içimizde. Bunlar, küskünleri
barıştıracağım, halk beni istiyor, Türk
Milliyetçileri iktidar olacak gibi
sloganlarla seçim afişlerinde boy boy
görüntü veren, diğer siyasetçileri
çobanlık bile yapamaz diyerek hor
gören ama geçmişlerine bakıldığında
bir ekip çalışmasına dahi imza
atamamış sadece akademik
unvanlarının itibarına gizlenen veya
aile büyüklerinin isimleri üzerinden
prim yapmaya çalışan kişilerdi. Laf
cambazlığı, alkışlar ve televizyon merakı
ne yazık ki bu menfaatperestlerin
gözlerine perde indirmiş ve sadece
hayallerine odaklanmalarına sebep
olmuştur. İşin bundan da kötü yanı şu ki
bu kişiler olmadan sanki hiçbir şeyin
olamayacağı kanısı, insanlarımız
tarafından kabul edilmiş ve bu kişiler,
gerekeni düşünüyor ve yapıyorlar rahatlığı
camiamızı miskinlik atmosferine
sokmuştur.
GENCAY
36
Ağabeyim,
Senin yolunda olanlara Ülkücü diyoruz
ama senin ezeli ve ebedi bir gücün
olduğunu unutanlar oldu ki Ülkücünün
eskisi ya da farklıları ortaya çıktı.
Ülkücülük, 1980 öncesi olayların içinde
slogan atmış, gözaltına alınmışların fasa
fisosu oldu. Röntgencilik yaparak, gizli
kameralarla edepsizlikleri daha da
ahlaksızca afişe etmek oldu. Sohbetler
sırasında “biz bedel ödedik” diyerek
aradan sıvışmak oldu. Mafya ve çete
suçlamalarında külhanbeyi gibi avaz avaz
bağırıp, meydan okuma oldu. Kavgadan
uzak durmak bahanesiyle kuruluşları
vasıfsızlaştırmak, sokakların hâkimiyetini
kaybetmek oldu. Türkçülük Bayramı’nı
Milliyetçilik Günü olarak kutlamak oldu.
Senin yolunda yol gösterici büyüklere
saygısızca yapılan muameleler oldu.
Siyaset arenasına çıkanların para ve
egoyla sınanması oldu. Kültürümüzü
tanımadan lisanslı, cahil aydınlar oldu.
Meclis televizyonunda günün anlam ve
önemini belirten Salı Siyaseti oldu. Oldu!
Oldu! Oldu!
Hakikaten Ülkücülük ne idi?
Ağabey, siz Atila ile Roma’yı
kuşatmıştınız. Kür Şad’ın kulağına ihtilal
fikrini siz fısıldamıştınız Atı, cihan
hâkimiyeti için ehil etmiştiniz. Demiri
işleyip insanlığa medeniyet getirmiştiniz.
Oğuz Ata’yla nesilleri sürmüştünüz.
Satuk Buğra Han’ı İslam’la
tanıştırmıştınız. Uluğbey’le fezaya
bakmıştınız. Hoca Ahmet Yesevi ile Ocak
yakmıştınız. Dedem Korkut ile boy
boylayıp, soy soylamıştınız. Sultan
Alparslan ile Bizans’a yürümüş,
Nizamülmülk ile ders vermiştiniz. Osman
Bey Gazi ile rüyalar görmüştünüz. Sultan
Mehmet’e Rasulullah’ın Nişanı’nı verip,
Fatih yapmıştınız. Yavuz Selim Han ile
Kutsal Topraklara yüz sürmüştünüz.
Mevlana ile raks etmiş, Hacı Bektaş ile
“Edep”, Yunus ile “Allah” demiştiniz.
Çanakkale’de Kınalı Kuzu, Enver Paşam
ile Çeğen Tepesi’nde Şehadet olmuştunuz.
Başbuğ Atatürk’e yol gösterici,
devletlerimizin kuruluş felsefesi
olmuştunuz. Ağabey, siz hep vardınız ve
her zaman da yaşananların baş
aktörüydünüz.
Milliyetçi Hareketi de kurarken o vefalı
kahramanları, siz Türk Ocakları’nda
buluşturmamış mıydınız? Devletin fark
edemediği düşmanı siz, kahraman
Ülkücülerle def etmemiş miydiniz? Sovyet
Rusya’ya çelme takıp, kardeş Türklere
bağımsızlık mutluluğunu siz yaşatmamış
mıydınız?
Bütün bunlara rağmen, Ülkü Ağabeyim,
şimdi neredesiniz?
İş adamlarımız, yaptığımız faaliyetlere
reklam vermiyorlar, destek olanlar kim
olduklarının duyulmasını istemiyorlar.
Üniversiteli arkadaşlar, KPSS için
çalışmalarımıza katılmamayı daha doğru
buluyorlar. Memurlar telefon numaralarını
dahi listemize kaydettirmiyorlar.
Anlayacağınız, iktidar sahipleri herkesi
GENCAY
37
sindirmiş durumda ki bize de burada
düşen rol Cüzzamlı Hastalar, gördüğümüz
muamele açıkçası bu.
Bir etkinlik düzenlemek, artık büyük iş
oldu. Toplantı salonlarını doldurmak için
liste yazıp, alternatiflere göre birini yazıp
diğerini silerek, önemsiz kişilere önceden
haber vermeyip son anda meydana gelen
boşluklara göre yedekten adam seçmek
alenen işlenir oldu. Sorduğunuzda
Anadolu’yu adım adım gezip milleti
teşkilatlandıralım diyenler, Ankara’da bir
otobüs tutmaktan aciz oldu. Aslında doğru
olan herkesin arabasının olmasıymış.
Kendileri saltanat kayığında dünyaya
gelmişlerle dava yürütüyoruz, Ağabeyim.
Toplantılarda liyakat kavramı varmış,
yokmuş kimsenin umuruna değil. Tek
layık olan kişi, kendince toplantıda
kimlerin olup, kimlerin olmayacağına
karar verdikten sonra ilk durumun aksi
olsa ne olur? Anladığım kadarıyla bu tip
kişiler ölümlü değil, her şey kendileri ve
onların istedikleri kişilerle oluyor. Yeni
yetişecek kişilere ihtiyaç yok. Çünkü 3597
yılının Temmuz ayında yine bu kişiler iş
başında olacaklar. M.Ö. 796 yılında
oldukları gibi.
Hakikaten Ağabey, ölümsüz olan siz değil
miydiniz, bunlara ne oluyor?
Kıymetli Ağabeyim,
İzninizle bu mektubu, Gencay
Dergisi’nde okuyuculara sunacağım.
Gencay da nerden çıktı, diye, soracak
olursanız, peşinen söyleyeyim. Bizim
kurtuluş umudumuz ya da camiamızı
bölecek bir başka kolumuz(!). Dediğim gibi
biz de ne gördüysek onu yapıyoruz.
Yeni bir şey olacak olsa, aman icat
çıkarmayın mantığı ile yıldırılıyoruz ama
inanın açık olup olmadığını bilmesek de
umut kapısının varlığına inanıyoruz. Bu
kapıyı bulmak ve senin yoluna gerçekten
ulaştığımız gün için bize kapıları açmakta
yönlendirici olmanızı umut ederek,
kıyamete kadar Türk’ün ebedi varlığına
ışık olacağınızı bilerek, sizi saygı ve
hürmetlerimle selamlıyorum.
GENCAY
38
ÜRETİM ve TÜKETİMDE
MİLLÎ OLMAK Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
Millî demek; millet için, millete göre, millet
tarafından demektir. Bu, bütün dünya
milletleri için geçerli olan bir kavramdır.
Bu sözün bizim milletimizin için
uyarlanmış hali de şu şekildedir. Türk
milleti için, Türk milletine göre, Türk
milleti tarafından.
Yurtdışından örnek vermek gerekirse, NSA
(National Security Agency - Millî Güvenlik
Ajansı), NQF (National Quality Forum -
Millî Kalite Forumu), NBA (National
Basketball Association - Millî Basketbol
Birliği), NSF (National Science Foundation
- Millî Bilim Vakfı), NASA (National
Aeronautics and Space Administration -
Millî Havacılık ve Uzay Dairesi)...
Bu örneklerin isimlerinden de belli olacağı
üzere Amerika’ya ait olan kurum ve
kuruluşlar. Neredeyse her şey için Millî ile
başlayan bir kuruluşları var. İşin tılsımı da
burada, bir şey ancak millî olursa bizim
olur. Tıpkı onların millîsinin, onların
olduğu gibi...
MİLLÎ OLMANIN ÖNEMİ
Tarih 20 Temmuz 1974...
Türk ordusu, canice katledilen
kardeşlerini kurtarmak üzere Kıbrıs’a gitti.
Bir süre devam eden Kıbrıs Barış Harekâtı,
başarılı bir şekilde tamamlandı. Yalnız, bu
süre zarfında dünyanın sözde müttefik
olduğumuz büyük devletleri bize karşı
durdu. Hem bu harekât, hem de o zamanki
haşhaş ekimi meselesi yüzünden
Türkiye’ye ambargo uyguladılar.
Kendileriyle pek de dost olarak
ayrılmadığımız Kaddafi, o zaman yalnız
kalan bize çeşitli yardımlarda bulundu.
İlk zamanlar dönemin başbakanı Ecevit
kahraman olarak karşılanırken, zaman
ilerledikçe benzin, tüp gaz, şeker, yağ gibi
temel tüketim maddeleri için sıraya giren
insanlar fikir değiştirmeye başladılar.
Çünkü Türkiye tam bir kuyruklar ülkesi
olmuştu.
Ancak bu ambargo ile Millî olmanın önemi
bir kez daha ağır şartlar altında anlaşılmış,
bu durum bazı müspet gelişmelere de
sebep olmuştur. Kısa adı ASELSAN olan
Askerî Elektronik Sanayii kuruluşumuz
1975 yılında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin
haberleşme cihaz ihtiyaçlarının
karşılanması amacıyla kurulmuştur. Daha
sonra bu bağlamda 1976 yılında Petlas
Lastik Sanayi A.Ş, lastik ihtiyacının
karşılanması amacıyla kurulmuştur.
1978’de silah ambargosu sona erse de,
bizde bu alandaki gelişmeler durmamış,
eksik olduğumuz bazı alanlarda yeni
kuruluşlarımız kurulmuştur. 1982 yılında
kurulan kısa adı HAVELSAN olan Hava
Elektronik Sanayii kuruluşumuz
bunlardan biridir.
GENCAY
39
KIBRIS MESELESİNİN ÖNCESİ
Kıbrıs’ta Türklere yapılan katliamlar 1963
yılı Aralık ayında oldukça fazlalaşınca,
Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması’na taraf
devlet olarak sahip bulunduğu haklarını
kullanarak 1964’te Kıbrıs’a çıkarma
yaparak müdahalede bulunmaya karar
verilmiştir. Bu amaçla Kıbrıs’a Türk
askerinin çıkması için 7 Haziran tarihi
planlanmıştır.
Fakat 5 Haziran 1964’te ABD başkanı
Johnson’dan zehir zemberek bir mektup
gelir. Mektuptaki şu bölüme özellikle
dikkatinizi çekmek istiyorum.
“Türkiye ile ABD arasında mevcut 12
Temmuz 1947 tarihli yardım
antlaşmasının 4. Maddesine göre, Türkiye,
ABD’nin vermiş olduğu silahları Kıbrıs’a
müdahalede kullanamaz. Çünkü bu
silahlar Türkiye’ye savunma amacı ile
verilmiştir.”
Herhalde bu örneklerimiz millî olmanın
önemini anlamak için yeterli olmuştur.
MİLLÎ OLANI GELİŞTİRMEK İÇİN NE
YAPMALI
Teşvikler verilmeli, destekler verilmeli, bu
amaçlı kararlar verilmeli vb... Bu tip,
üretime yönelik önerilerde zaten bir
sıkıntı yok. Ama ben farklı bir şeyden
bahsedeceğim.
Bu mesele ile ilgili, ben ve arkadaşım
kimya mühendisi Alper Göçmenoğlu, bir
sistem geliştirilmesi konusunda biraz kafa
yorduk. Menşei Etiketleri isimli bu sistem,
özet olarak şu şekilde anlatılabilir.
Biliyorsunuz artık satılan dayanıklı
tüketim ürünlerinin neredeyse hepsinde
enerji etiketleri var. Üzerinde ürünün
belirli nitelikleri yer alıyor ve tükettiği
enerji miktarı belirtiliyor. Bu verilere göre
ürüne de bir enerji sınıfı veriliyor. B sınıfı,
A sınıfı, A+ sınıfı, A++ sınıfı gibi. Bizim
insanlarımız da kıvrak zekâlarıyla bu
meseleyi hemen kavramış durumdadırlar.
Bir ürün alırken insanlarımızın büyük bir
oranı enerji yakış değerine oldukça dikkat
etmektedir.
İşte, yukarıda anlattığımız enerji etiketleri
gibi bir de menşei etiketleri olmalıdır. Bu
menşei etiketlerinde, alacağınız o ürünün
üretiminin ne kadar aşaması hangi ülkede
gerçekleşti, kullanılan parçaların veya
hammaddelerin ne kadarı hangi ülkeden
GENCAY
40
kullanılmakta, üretimde kullanılan
enerjinin kaynağı neredendir, bunları
görebileceksiniz.
MENŞEİ ETİKETLERİ BİZE NE SAĞLAR?
Eğer böyle bir sistem kurulursa, yerli
üreticiye büyük bir destek olacak, bir millî
kalkınma sağlanması için büyük bir adım
atılmış olacaktır. İnsanlarımız tıpkı enerji
etiketlerinde A+++ arar hale geldiği gibi,
yerli üretim oranının en yüksek olduğu
ürünleri arayacaktır. Böylece üretici
firmalar hammaddelerini kendi
ülkemizden kullanacak, fabrikalarını kendi
ülkemizde kuracak, yatırımlarını kendi
ülkemizde yapacaklardır. Bu sayede yerli
fabrikalar daha çok çalışacak, daha çok işçi
çalıştıracak, daha çok ar-ge yapacak, daha
çok patent alacak, daha çok bilgi üretecek
ve dışa bağımlılığımız bir hayli azalacaktır.
Tıpkı A+ ürünlerin tüketiciler tarafından
talep edilmesi sonucunda üreticilerin A+
ürünler üretme yarışına girdiği gibi, yerli
üretim oranı yüksek olan ürünler talep
gördükçe üreticiler yerli hammaddeye,
işçiye ve enerjiye yönelecektir.
PEKİ, ŞİRKET SAHİBİNİN TÜRK OLUP
OLMAMASI AYNI BİLGİYİ SAĞLAMAZ
MI?
Hayır, sağlamaz. Örneğin, Mercedes-Benz
bir Alman şirketidir. Bu marka kamyonlar
ilimiz Aksaray’da üretilmektedir. Başka bir
örnek, Unilever isimli Hollanda ve
İngiltere kökenli çokuluslu bir şirket
olabilir. Dondurmadan çaya, margarine,
çamaşır deterjanından sabuna, diş
macununa kadar birçok farklı ürün üreten
bu şirketin ülkemizde, Çorlu, Çayırova,
Gebze ve Rize’de olmak üzere toplam 7
tane fabrikası bulunmaktadır.
Bu durumun tam tersi de mevcuttur. Türk
sahipli bir şirketin yurtdışında
fabrikasının olması şeklinde. Yani, bir
şirketin sahibinin Türk olup olmaması,
bize yukarıda anlattığımız bilgileri
sağlamaz. Ürünün hammaddesinin ne
kadar yerli olduğu, üretimin nerede
yapıldığı bilgileri bu sahiplik bilgisi ile elde
edilemez.
SONUÇ
Yazımızın başında örnekleriyle ortaya
koyduk ki, eğer üretimde ve teknolojide
millî olamamışsanız, bu alanlarda
başkalarının eline bakar durumda iseniz,
onların istemediği şeyler yapamıyorsunuz.
Yani hür değilsiniz.
Bir süredir bir Millî Araba projesi
konuşulmakta olduğunu ve biraz mesafe
de kat edildiğini biliyoruz. Zaten öncesinde
de Kuş Serisi ismi ile TOFAŞ, satın alınmış
lisanslarla yerli üretim yapıyordu. Şimdi
mesele, yerli malını, yabancı rakipleri ile
her alanda yarışabilir hale getirmektir. Bu
GENCAY
41
yapılabilirse eğer büyük bir başarı
olacaktır.
Bu işin etiketlerle yapılmak istenmesinin
sebebi ise, yerli malının takibinin millete
emanet edilmesi gereğidir. Yani, insanlar
eğer görebilirlerse yerliyi yabancıyı, kendi
ürünlerine sahip çıkabilecektir. Ama hangi
ürünün ne kadarı yerli ne kadarı yabancı
bunu bilemezse, nasıl kendi ülkesinin
ürününe sahip çıkabilir?
Anlattığımız bu menşei etiketleri sistemi
bir gün gerçekleştirilebilirse eğer, yerli
üretime, yerli hammaddeye, yerli
fabrikaya ve yerli enerjiye büyük ölçüde
yardımcı olunabilir. Böylece dış ticaret
açığının da önüne geçebilmek için iyi bir
fırsat yakalanabilir. Daha da önemlisi bilgi
satın alan değil, daha çok bilgi satabilen bir
ülke haline gelebiliriz.
GENCAY
42
KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK
Mahrem ve Münzevi, adını muhteşem
naatı Yağmur ile ölümsüzleştiren
Nurullah Genç’in tüm şiirlerini topladığı
kitaptır.
Usta şairin kelimelerinden dünyanıza
açılan pencereden kendinize göz
kırpacağınız nadide bir
eser.
Bir güvercin kalbinden kevser ırmağı
akar
Her yalnızlık, mahrem bir yıldızın
zindanıdır
Geceye tutunanlar güneşe memnû bakar
Mutluluk, bir seyyahın o münzevi ânıdır..
Yusuf Akçura bu kitapta, Türkçülük
akımının gelişmesini, fikri oluşumuna
etki eden faktörlerin tarihi gelişimi
içinde değerlendirmektedir. Cemil
Meriç’in “Kamus namustur” sözü ile dile
getirdiği düşüncenin önemini, Türk
dilinin yabancı kelimelerden
arındırılarak bütün Türk diyarlarında
rahatlıkla konuşulup anlaşılabilecek
sade bir dil oluşturulabilmesi için, ortak
bir lügat oluşturulmasının değerine
vurgu yapılan eserde dil konusunda
yapılan hizmetler dile getirilmektedir.
Türkçülük, Yusuf Akçura’nın deyimi ile
“Bütün Türklük” ülküsüne hizmet etmiş
olan Türk dünyasının ilim ve fikir
adamlarına ait bir panoramadır.
GENCAY
43
BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKÇI
“Türk dili, dillerin en
zenginlerindendir; yeter ki bu dil
bilinçle işlensin.”
Mustafa Kemal Atatürk
Etimoloji, bir dilin söz varlığındaki
ögelerin köke kadar inilerek analiz
edildiği bilimdir. Konuyu biraz açmak
gerekirse bir kelime kökünün yahut
ekinin ilk ortaya çıkışı, tarihi gelişimi ve
hangi dillerde ne şekilde yayıldığı,
geliştiği yönünde tahlil edilmesidir.
Türkçe karşılığı ‘Köken Bilgisi’ olan bu
bilime, Türk dili açısından değinmeye
çalışacağım. Türk lehçelerinin ilk
etimolojik sözlüğü olarak anabileceğimiz
en önemli çalışma Marti Räsänen’in
1969 yılında yayımlanan “Türk
Dillerinin Etimoloji Sözlüğü Üzerine Bir
Deneme” başlıklı çalışmasıdır.
Karşılaştırmalı olarak ise 1978 yılında
yayımlanan Hermann Vambéry’nin
“Türk-Tatar Dillerinin Etimolojik
Sözlüğü”dür. S.Nişanyan, İsmet Zeki
Eyuboğlu, Hasan Eren ve Tuncer
Gülensoy da etimoloji sözlükleri
hazırlamış ve yayımlamışlardır.
Bu bölümde birkaç kelimenin kök ve
kökenine değinmeye çalışacağım.
Denememe ‘’Köken’’ kelimesinden
başlamak istiyorum.
1- Köken: Kavun, karpuz, kabak gibi
bitkilerin toprak üstünde yayılan dalları.
Köken > kök-en
Kök: Dip, esas, temel.
Kök: İsim tabanı
-en: İsimden isim yapım eki (Pek işlek
bir ek değildir.)
2- Saygı: Hürmet, ihtiram.
Saygı > sa-y-gı
sa- : Saymak, söylemek
-y- : Fiilden fiil yapım eki
-gı : Fiilden isim yapım eki
3- Nesne : Belli bir ağırlığı, hacmi, rengi
olan madde; her türlü cansız varlık, şey.
Nesne< ne i-se ne < ne er-se ne
Ne : İsim tabanı (Zamir)
er-/i- : fiil tabanı
se: Şart kipi eki
4- Niçin: Bir olayın, durumun sebebini
ya da amacını sormak için kullanılır.
Niçin< ne için< ne üçün< ne uç-u-n
Ne: İsim tabanı
Uç : Sebep.
uç : İsim tabanı
-u-: Yardımcı ses
-n : Vasıta hali eki
5- Gece< kiç+e / kiç-e
• Kiç: Geç,zaman, uzun süre.
kiç: İsim tabanı
+e: ek edat (Enklitik)
• Kiç-: Gitmek, uzaklaşmak, öteye
dönmek vb.
kiç- : Fiil tabanı
-e : Zarfiil eki
Anlaşılacağı üzere ‘’ Gece’’ kelimesi iki
şekilde de tahlil edilebilir fakat kabul
görülen ilk tahlil denemesidir.
GENCAY
44
6- Ölüm : Vefat, mevt.
Ölüm> öl-ü-m
Öl-: Yaşamaz olmak, can vermek.
öl- : Fiil tabanı
-ü- : Yardımcı ses
-m : Fiilden isim yapım eki
7- Bağlama: Bağ veya başka bir nesle ile
tutturmak, düğümlemek.
Bağlama> ba-ğ-la-ma
Ba-: Bağlama işlemi.
ba-: Fiil tabanı
-ğ: Fiilden isim yapım eki
-la-: İsimden fiil yapım eki
-ma: İsimfiil eki
8- Eleştiri: Bir insanı, bir eseri, bir
konuyu hatalarını ve doğrularını bulup
gösterme maksadı ile inceleme, tenkit.
Eleştiri> el-e-ş-tir-i
El: Kolun bilekten parmak uçlarına
kadar olan, tutmaya, iş yapmaya yarayan
bölümü.
el: İsim tabanı
-e- : İsimden fiil yapım eki
-ş- : Fiilden fiil yapım eki (İşteşlik)
-tir- :Fiilden fiil yapım eki
-i: Fiilden isim yapım eki
GENCAY
45
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ
İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZ’DEN BASILI OLARAK TEMİN
EDEBİLİRSİNİZ.
millidusunce.org