laborcomm2014 bildiriler kitabı

267
ISBN: 978-605-64782-1-5

Upload: independent

Post on 01-Feb-2023

0 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

ISBN: 978-605-64782-1-5

LaborComm 2014 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı

The 5th International Labor and Communication Conference

3-4 Mayıs 2014, Ankara

Bildiriler Kitabı Derleyen

Hakan Yüksel

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim

Konferansı, 9. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali

Kapsamında Düzenlenen Bir Etkinliktir.

LaborComm 2014 - 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, Bildiriler Kitabı. Derleyen: Hakan Yüksel

Basım Yeri ve Tarihi: Ankara, Ağustos 2014.

ISBN No: 978-605-64782-1-5

www.laborcomm. org

[email protected]

Laborcomm

LaborComm

LaborComm 2014’ü Düzenleyenler:

- Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Bilişim ABD.

LaborComm 2014’e Destek Verenler:

LaborComm 2014 Danışma Kurulu: - Prof. Dr. Nurcan Törenli (Ankara Üniversitesi).

- Prof. Dr. Gamze Yücesan-Özdemir (Ankara Üniversitesi).

- Prof. Dr. Funda Başaran-Özdemir (Ankara Üniversitesi)

- Doç. Dr. Gülseren Adaklı (Ankara Üniversitesi).

- Dr. Irmtraud Voglmayer (Universität Wien).

- Dr. Michael Wayne (Brunel University).

- Dr. Aylin Aydoğan (Ankara Üniversitesi).

- Steve Zeltser (LaborTech).

İÇİNDEKİLER:

Konferans Programı: ...................................................................................................................................... 7

Sunuş .................................................................................................................................................................... 9

BİLDİRİ METİNLERİ:

Yavuz Yayla - ‘KABLOLU ULUSLAR’DAN ‘WIRELESS ÖZNELER’E: YENİ HAYALETLER ... 13

Banu Durdağ - TEKNOLOJİ VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM İLİŞKİSİNDE TEKNOLOJİK

DETERMİNİST YAKLAŞIM VE FARKLI VEÇHELERİ ........................................................................ 25

Serhat Kaymas - YENİ MEDYA VE BİLGİ TOPLUMU: SÜRTÜNMESİZ KAPİTALİZM

AĞLARINDA İŞÇİ SINIFINI YENİDEN DÜŞÜNMEK .......................................................................... 37

Senem Oğuz - BİLİŞİM VE EMEK SÜRECİ ............................................................................................ 49

Derya Tellan - KONTROL TOPLUMUNUN YAŞAM HÜCRELERİ YA DA BÜYÜK VERİNİN

EKONOMİ-POLİTİĞİ .................................................................................................................................... 61

Serhan Gül - ANAAKIM İNTERNET, YOĞUN MÜLKİYET ............................................................... 73

İbrahim İzlem Gözükeleş - ÖZGÜR YAZILIM, HACKERLAR VE MÜLKİYET ............................ 85

Gökhan Gökgöz - “SÖZ”ÜN EKONOMİ-POLİTİĞİ: FİNANSAL KAPİTALİZMİN YENİ

İLETİŞİM GÜNDEMİ; SÖZLE YÖNLENDİRME ..................................................................................103

Ali Korkmaz - DEĞİŞEN MEDYA DEĞİŞEN TOPLUMSAL HAREKETLER ...............................113

Sergender Sezer - YATAĞAN ENERJİ VE MADEN İŞÇİLERİNİN DİRENİŞ SÜRECİNDE

MEDYAYI KULLANIŞ BİÇİMLERİ ..........................................................................................................123

Hakan Aytekin - BİR MEDYA SEFERBERLİĞİ ÖYKÜSÜNÜN SÖYLEM ANALİZİ: VESTEL

CİTY'YE “BELGESEL FİLM” YERLEŞTİRME ......................................................................................137

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur - KAZA MI? CİNAYET Mİ? GAZETE

HABERLERİNDE İŞÇİ ÖLÜMLERİ .........................................................................................................153

6 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Kader Tuğla - EGEMEN İDEOLOJİDE GÖRÜNMEZ KILINANLAR: PİKOLO BELGESELİ VE

MEVSİMLİK TARIM İŞÇİSİ ÇOCUKLAR ...............................................................................................169

Ömür Şölen Soykan - NEOLİBERAL DÖNEM TV DİZİLERİNDE ÇALIŞAN SINIFIN

ÇERÇEVELENMESİ .....................................................................................................................................179

Serdar Karakaya - TÜRKİYE’DE SİNEMA TELEVİZYON VE REKLAM SEKTÖRÜNDE

GEÇMİŞTEN BUGÜNE ÖRGÜTLENME VE SENDİKALAŞMA .......................................................193

İ. Arda Odabaşı - EMEĞİN KARİKATÜRÜ: EMEK TEMALI KARİKATÜRÜN

OSMANLI/TÜRK MİZAH BASININA GİRİŞİ .......................................................................................207

Eminalp Malkoç - ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ BASININDA ZONGULDAK KÖMÜR

HAVZASI VE KÖMÜR İŞÇİLERİ: MESLEK GAZETESİ ÖRNEĞİ ...................................................225

PANEL METİNLERİ:

Adil Güneş Akbaş ........................................................................................................................................241

İzlem Gözükeleş ..........................................................................................................................................245

Oktay Dursun ...............................................................................................................................................247

Taylan Özgür Yıldırım ...............................................................................................................................255

LaborComm 2014 - Sonuç Bildirgesi ..................................................................................................263

Konferans Programı 7

Konferans Programı:

I. OTURUM: TEKNOLOJİ ve TOPLUM TARTIŞMALARI

‘Kablolu Uluslar’dan ‘Wireless Özneler’e: Yeni Hayaletler - Yavuz Yayla

Teknoloji ve Toplumsal Değişim İlişkisinde Teknolojik Determinist Yaklaşım ve

Farklı Veçheleri - Banu Durdağ

II. OTURUM: TEKNOLOJİ ve EMEK TARTIŞMALARI

Teknolojinin Gelişen Üretimdeki Rolü: Enformasyon, Teknik Altyapı ve Emek -

Behram Baransel (Sınıfsız Dergisi’ni temsilen)

Bilgi Toplumu ve Sınıf: Sürtünmesiz Kapitalizm Ağlarında İşçi Sınıfını Yeniden

Düşünmek - Serhat Kaymas

Bilişim ve Emek Süreci - Senem Oğuz

Küresel İşçi Sınıfı Oluşumu: Ulusötesileşme ve Hegemonya (ticaret, finans, üretim,

sermaye, değer, birikim, devlet) Bağlamından, Hareket Savaşı ve Devrim (iletişim,

örgütlenme, direniş, ayaklanma, alternatif ve inşa) Bağlamına - Örsan Şenalp, Gürsan

Şenalp

III. OTURUM: SOSYAL MEDYA ve YENİ OLANAKLAR

“Genel Zeka”yı Ele Geçirmek: Gezi’nin Sınıfı, Gelecek Toplum için Özyönetim ve

Yeni Olanaklar - Özgür Narin

Sokaklardan Sosyal Medyaya: İsyan, İşgal, Direniş - Seda Gönül

Özgür Sosyal Medya Platformları: Gerçek mi, Hayal mi? - Diyar Saraçoğlu

Yeniden Düzenlenen Hayatımızın Özgür İnternet’i - Necati Duran

IV. OTURUM: SERMAYE, AĞLAR ve DİRENİŞ

“Sözle Yönlendirme”: Finansal Kapitalizmin Yeni İletişim Gündemi... - Gökhan

Gökgöz

Kontrol Toplumunun Yaşam Hücreleri ya da Büyük Verinin Ekonomi-Politiği - Derya

Tellan

Anaakım İnternet, Yoğun Mülkiyet: Yeni Medya Düzleminde Alternatif Okumalar -

Serhan Gül

Özgür Yazılım, Hackerlar ve Mülkiyet – İ. İzlem Gözükeleş

ÇAĞRILI KONUŞMA (e-Oturum): The Media and the Crises - Mike Wayne

V. OTURUM: EMEĞİN TARİHİ

Emeğin Karikatürü: Emek Temalı Karikatürlerin Osmanlı/Türk Basınına Girişi - İ.

Arda Odabaşı

Moskova’dan Türkiye İşçilerine Komünizm Eğitimi: Kızıl Şark Dergisi - Aytül Tamer

Torun

Erken Cumhuriyet Dönemi Basınında Zonguldak Kömür Havzası ve Kömür İşçileri:

Meslek Gazetesi Örneği - Eminalp Malkoç

Türkiye’de Sinema, Televizyon ve Reklam Sektöründe Geçmişten Bugüne

Örgütlenme ve Sendikalaşma - Serdar Karakaya

8 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

VI. OTURUM: TOPLUMSAL HAREKETLER ve MEDYA: ALANDAN

GÖRÜNÜMLER

Değişen Medya Değişen Toplumsal Hareketler - Ali Korkmaz

Şehir Hakkı Kavramı Kapsamında Sokağın İadesini Talep Eden Toplumsal Hareketler

- Özgün Dinçer

Yatağan Enerji ve Maden İşçilerin Direniş Sürecinde Medyayı Kullanış Biçimleri -

Sergender Sezer

Yerel Seçimler, Sosyal Medya Kampanyaları ve Sosyal Medya Kullanıcıları - Ulaş

Başar Gezgin

VII. OTURUM: EMEĞİN TEMSİLİ

Neoliberal Dönem Televizyon Dizilerinde Çalışan Sınıfın Çerçevelenmesi - Ömür

Şölen Soykan

Kaza Mı? Cinayet Mi? Gazete Haberlerinde İşçi Ölümleri - Kaan Taşbaşı, Gözde

Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur

Egemen İdeolojide Görünmez Kılınanlar: Pikola Belgeseli ve Mevsimlik Tarım İşçisi

Çocuklar - Kader Tuğla

Bir Medya Seferberliği Öyküsünün Söylem Analizi: Vestel City’ye “Belgesel Film”

Yerleştirme - Hakan Aytekin

PANEL: DİRENİŞ KENDİ İLETİŞİM KANALLARINI OLUŞTURURKEN:

ÖZGÜRLÜK, YAZILIM, İNTERNET VE EMEKÇİLER

İ. İzlem Gözükeleş (Bilgisayar Mühendisi)

Adil Güneş Akbaş (Bilgisayar Mühendisi)

Oktay Dursun (Bilgisayar Mühendisi)

Taylan Özgür Yıldırım (Bilgisayar Mühendisi)

Sunuş 9

Sunuş

İlkini 2010’da düzenlediğimiz LaborComm-Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nın

beşincisini değerli akademisyenler ve aktivistlerin katkıları ile 3-4 Mayıs 2014 tarihlerinde

Ankara’da gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Yedi oturumda 26 bildiri sunulan konferansımızda

ayrıca İngiltere’deki Brunel Üniversitesi öğretim üyelerinden Mike Wayne’in ‘The Media and

the Crisis’ başlıklı bir e-oturumunu ve Demokrat Bilgisayar Mühendisleri’nin ‘Direniş Kendi

İletişim Kanallarını Oluştururken: Özgürlük, Yazılım, İnternet ve Emekçiler’ başlıklı bir

panelini izledik.

Konferansı düzenlerken teknoloji ve toplum etkileşiminin ve bu etkileşim dolayımı ile

yaşanan deneyimlerin bilgisini üretmeyi ve ileriye dönük olarak emeğin ve teknolojinin

özgürleşim olanaklarını değerlendirmeyi hedeflemiştik. Son yıllarda farklı coğrafyalarda

toplumsal isyan dalgasının yükselişe geçmesi ve bu noktada yeni iletişim teknolojilerinin

önemli rol oynadığı yolunda sıkça tekrarlanan yorumlar, bu yöndeki bir sorgulamayı başka bir

dünya arzulayanlar açısında elzem kılıyordu. Türkiye’de 2013 yılına Gezi Direnişi’nin damga

vurması ve bu süreçte de internet ve sosyal medyanın etkin biçimde kullanılmasıysa

sorgulamanın gerekliliğine dair fikrimizi perçinlemişti.

Konferanstaki tartışmalar hedeflenen doğrultuda bir bilgi üretimini gerçekleştirdiği gibi,

bu bilgiyi paylaştı ve çoğalttı. Yeni sorular, yeni sorun ve çalışma alanları geliştirmemize

katkı sağladı. Ayrıca genelgeçer yorumların – en başta da teknolojiyi toplumdan bağımsız ele

alan ve yüceltenlerin – yanıltıcılığı ortaya serildi. Bunun yanında iletişim ve emek

mücadelesinin kesiştiği farklı alanlarda değerli çalışmalar sunuldu. Emeğin tarihi ve temsili

üzerine odaklanan bu çalışmalar, özgürleşim mücadelesinin ihtiyaç duyduğu bilgi ve

deneyimleri aktardıklarından dolayı LaborComm’un amacı açısından büyük önem arz

etmekteler.

Diğer yandan akademinin hem devlet hem de sermayenin kıskacına alındığı ve yoğun bir

saldırı altında olduğu günümüzde konferansın, bilim insanları ve aktivistlerce üretilen bilginin

bütünleştirilmesi ve toplumsallaşmasının aciliyetini ve önemini ortaya çıkardığını da

söyleyebiliriz. Verili bilgi üretme biçiminin yarattığı birbirini anlamayı güçleştirecek

boyuttaki parçalanmanın giderilmesi için farklı disiplinler arasındaki sınırlar boyunca

gerçekleşecek bir kavramsal ve metodolojik paylaşımın önemi konferans esnasında bir kez

daha açığa çıktı.

Bu kitapta, konferansta sunulan bildirilerden 17’sinin metni yanında Demokrat Bilgisayar

Mühendisleri’nin gerçekleştirdiği panelin metinleri yer alıyor. İlk 10 bildiri teknoloji-toplum

eksenli tartışmalara, farklı toplumsal kesimlerin mücadelelerine ve bu kapsamda iletişim ve

teknolojiye dair yaklaşımlarına odaklanırken, son yedi bildiri emeğin (ve sermayenin) temsili

ve tarihine eğiliyor.

Buradan bir kez daha konferansa katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca

belirtmek isteriz ki, düzenleme komitesinde yer alanlar kendilerini bu konferansın sadece

kolaylaştırıcıları olarak görmektedir. LaborComm’u asıl olanaklı kılanlar ise emeğin ve

teknolojinin özgürleşimi mücadelesini veren herkestir. Onlar olmadan bu konferans mümkün

olmazdı. Bu nedenle umuyoruz ki bu mücadele büyüsün ve LaborComm bu mücadeleyi veren

daha fazla bilim insanı ve aktivistle yoluna devam etsin.

Hakan Yüksel (Ankara Üniversitesi)

Bildiri Metinleri

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

‘Kablolu Uluslar’dan ‘Wireless Özneler’e: Yeni Hayaletler

Yavuz YAYLA

Özet:

Baş döndürücü bir hızla gelişen teknoloji, günümüz toplumlarını sosyal, ekonomik ve politik

yönden anlamak için önemli bir başlangıç noktasıdır. Jacques Ellul, erken dönem yazılarında Batı

dünyasında tekniğin baskın olmasından dolayı yaşadığımız toplumu “teknikist toplum” (technicist

society) olarak tanımlarken artık bu aşamanın aşıldığını ve “teknolojik sistem” içerisinde

bulunduğumuzu belirtmektedir (Ellul, 1980). Hem bir umut hem bir sıkıntı olarak algılanan teknoloji,

çağımızda özellikle yeni teknolojilerin getirdiği yenilikler ve bunların uzantıları gündelik hayatımızın

her anını kapsamaktadır. Yeni teknolojilerle hızlanan/ivmelenen toplumsal yaşantımız (Deleuze ve

Guattari, 1990) da bu teknolojilerin arkaplanı olan ekonomik gerekliliklerle şekillenmektedir. Yeni

teknolojilerle artık mekân ağlar arasına sıkışmış, zamanın katı olan şeyleri buharlaştırması daha çok

hissedilir olmuştur. Bu çalışmada ‘kablolu ulus’lar arasındaki bağlantılardan ‘wireless özneler’e

geçişte toplumsal-ekonomik ilişkilerde yaşanan dönüşümleri ele alacağız.

“Teknik devrimin insana armağan

ettiği bir esrime biçimidir hız.

Motosiklet sürücüsünün tersine,

koşucu, kendi bedeninin varlığını

her zaman duyumsar, ilaç ampullerini,

soluk durumunu hiç aklından

çıkarmamak zorundadır; gövdesinin

ağırlığını ve yaşını hisseder koşarken,

kendi kendinin ve yaşamının, zamanının

her zamankinden daha fazla bilincindedir.

İnsan hız yeteneğini bir makineye

devredince her şey değişir.

Artık kendi gövdesi oyunun dışındadır

ve bir hıza teslim eder kendini,

cisimsiz, maddesiz bir hıza, katıksız hıza,

hızın hızlığına, esrime hıza.”

Milan Kundera1

1. Yeni Teknolojilerin Ekonomi Politiği

Karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen ve şekillendiren teknoloji ve bilim alanında yaşanan

dönüşümler ile günümüzde içinde bulunduğumuz küreselleşme süreci yaşamakta olduğumuz

toplumsal, ekonomik ve politik köklü dönüşümleri anlamak için önemli başlangıç

noktalarından birisidir. Çağımızın bilişsel kapitalizm döneminde jenerik teknolojilerin ortaya

çıkardığı yenilikler gündelik hayatımızın her alanına nüfuz etmektedir. Toplumsal-siyasal-

ekonomik alanın ötesinde mikro yaşamımız dahi jenerik teknolojilerle sürekli

hızlanan/ivmelenen bir yapıya bürünmeye başlamıştır: mekân ağlar arasına sıkışmaya

başlarken, zamanın katı olan şeyleri buharlaştırması gündelik hayatta her daim hissedilir hale

gelmiştir.

Araş. Gör. Dr., Gazi Üniversitesi, İİBF.

1 Kundera, M. (1996). Yavaşlık, Çev., Özdemir İnce. İstanbul: Can Yayınları, s. 6.

14 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Daha çok sanayileşmiş Batılı toplumlarını tanımlamak için kullanılan ve Marshall

Berman’a (1990) göre “şaşırtıcı bir paradoks” olan modernleşme kavramı, Batılı toplumlar,

kültürler ve insanlığı karakterize etmektedir (Brey, 2003, s. 35). Ayrıca, bu çerçevede

'modern' kavramı uygarlığın (şüphesiz Batı Uygarlığı) ürünlerinin daha da ileriye taşınması

anlamında ‘teknik’ kavramıyla ilişkili bir özellik göstermektedir: “Eğer modernite teknoloji

tarafından şekillendirildiyse, o zaman bunun tersi de doğrudur: teknoloji modernitenin

yaratımıdır” (Brey, 2003, s. 34). Literatüre hâkim bu genel çıkarım, sanayileşme ve

modernleşme kavramlarının yan yana kullanılmasını bir zorunluluk mertebesine

yükseltmektedir.2

Hem bir umut, bir hırs (hâkimiyet dürtüsü) hem bir sıkıntı (insani varoluş) olarak algılanan

teknoloji, Daniell Bell’e göre, rasyonellik kavramında fonksiyonel ilişkilere ve niceliğe vurgu

yapan yeni bir tanım getirmiştir (Bell, 1973, s. 189). Bu yeni tanımı benimseyen modernite

teorisi, modern toplumların benzersizliğini açıklamak üzere rasyonalizasyon kavramını

kullanır: Özellikle verimlilikte artış olması için toplumsal süreçlere kontrol ve hesaplama

yöntemlerinin uygulanmasıyla rasyonalizasyon, bir kültürel form olarak tekniğin

rasyonelliğinin toplumsal genelleştirilmesine gönderme yapar (Feenberg, 2003, ss. 73-74).

Literatürde üzerine çok fazla tartışmanın yapıldığı bir kavram olarak teknoloji,

fenomenleri anlamamıza yardımcı olsa da anlamı net ve açık değildir (Ellul, 1980, s. 23).

Literatürde genellikle birbiri yerine kullanılan "teknik" ve "teknoloji" terimleri çok sayıda

fenomeni kapsar ve çeşitli anlamlara sahiptirler (Ellul, 1980, s. 24). Üstelik “teknik” terimi

genellikle yanlış şekilde “teknoloji” olarak adlandırılmaktadır (Ellul, 1983, s. 1). Türk Dil

Kurumu’na göre teknik sözcüğü: a) bir sanat, bir bilim, bir meslek dalında kullanılan

yöntemlerin tümü, b) fizik, kimya, matematik gibi bilimlerde elde edilen verileri iş ve yapım

alanında uygulamak, c) yol, beceri, yöntem anlamlarına gelmektedir (Türk Dil Kurumu

[TDK], 1983).

Oysa, teknikten farklı olarak teknoloji soyut, bir prosedür, bir organizasyon olarak bir araç

olmanın ötesindedir (Ellul, 1980, s. 34). David Harvey’e göre, “teknoloji, kısmen aletler,

makineler gibi gerekli ‘donanım’dan, kısmen de bu donanımı kullanmak için gerekli bilişsel

becerilerden” oluşmaktadır” (Harvey, 2006, s. 80). Bununla birlikte, sınırları belirli, kesin net

bir tanımı olmamasına rağmen, teknoloji, herhangi bir diğer sosyal fenomenden daha az veya

daha fazla olmamak üzere önemli bir toplumsal fenomendir (Feenberg, 2003, s. 74).

Jacques Ellul, erken dönem yazılarında Batı dünyasında tekniğin baskın olmasından

dolayı yaşadığımız toplumu “teknikist toplum” (technicist society) (Ellul, 1983, s. 1) olarak

tanımlarken artık “teknikist toplum” aşamasının aşıldığını ve “teknolojik sistem” içerisinde

bulunduğumuzu belirtmektedir (Ellul, 1980).

Bell’e göre, geçmiş ve günümüz arasındaki radikal farklılık, teknolojinin toplumsal

zamanın parçalanmasında getirdiği yeni ölçüm biçimleriyle ve doğa üzerindeki

hâkimiyetimizi artıran en güçlü etkenlerden biri olmasıdır (Bell, 1973, ss. 188-189). Böylece

teknoloji, toplumsal ilişkilere ve dünyaya bakışımızı köklü biçimde değiştirmektedir.

Yeni teknolojik araçlarla da kuvvetlenen küreselleşme ile birlikte, kapitalizmin sürükleyici

failleri dünyada serbestçe dolaşmaya başlamış, ucuz işgücü, esnek mekân arayışlarını

hızlandırmış ve daha az düzenlemelerin olduğu yerler öncelikli tercihleri haline gelmeye

başlamıştır. Ayrıca bu süreçte ulusal emek havuzları kendilerini sınırlı mekânlara çakılı

bulmaya başlamış, çok uluslu şirketler tamamen çıkarlarına göre at koştururken, kimi

2 Max Weber’e göre modern kapitalizmin şekillenmesinde teknik olanakların önemli bir yeri vardır: Batı

kapitalizmi “modern bilime, özellikle de matematik ile kesin ve rasyonel deney temeli üzerinde yükselen doğa

bilimlerine tâbidir” (Weber, 1996, s. 24).

Yavuz Yayla 15

sömürüp sömürmeyeceklerine karar vererek güçlerini daha da perçinlemişlerdir. Kısaca

Harvey’in vurguladığı üzere üretim kapasitesinde küreselleşmeyle paralel bir değişim

sergileyen ileri derecede rekabet gücüne sahip ve çoğu emek tasarrufu sağlayan teknolojik

yenilikler, küresel işgücünün kontrol edilmesini daha da ileri noktalara taşımıştır (Harvey,

2012, s. 44).

Temel toplumsal ve siyasal oluşumlar kendi köklerini teknolojik değişikliklerde3

bulmaktadırlar ama bu tespitten yola çıkarak ve iletişim ve telekomünikasyon sektörlerindeki

gelişmelerin de etkisiyle küreselleşmenin ivme kazanmasını da bir dayanak noktası olarak ele

alarak teknolojik determinizme düşülmemelidir.4

Rasyonalite kavramıyla kendi varoluşunu temellendiren teknolojik gelişmelerin açıkça

söylenmeyen politik iktidar makinesinin bir parçası olması sonucunda bizi ya dystopian5 bir

gelecek beklemekte ya da bu duruma düşmemek için teknolojik gelişmeler konusunda temel

bir revizyon değişikliğine ihtiyacımız vardır. Çünkü, ana-akım düşünceye göre “teknolojinin

amacı doğanın denetim altına alınmasıdır” ama eleştirel yaklaşıma göre “teknoloji doğanın

değil, doğayla insan arasındaki ilişkinin denetlenmesidir” (Benjamin, 1995, s. 76). Örneğin,

2000 yılında Seattle’da DTÖ müzakerelerinin kesilmesine neden olan protestolarda, egemen

anlayışın yeni jenerik teknolojilere yaklaşımına yönelik tepkiler önemli bir rol oynamışlardır

ve alternatif politikaların şekillenmesine kaynaklık etmişlerdir. Bilgi özgürlüğü çerçevesinde

verilen mücadeleler, dünya üzerindeki baskıcı rejimlere karşı sistem karşıtı hareketlerle

bütünleşmeye başlamıştır. Bu anlamda “ilk bakışta aşk” ya da “ilk bakışta nefret” ikileminden

sıyrılarak, Habermas’ın da belirttiği gibi bilimin ve tekniğin devrimcileştirilmesi ile özgürlük

mümkün olacaktır (Habermas, 1997, s. 37).

2. Hızlanan Toplumsal Yapı

Günümüzde hayatımızı belirleyen ve mikro ve makro düzeyde peşine takıldığımız ‘hız’a

fütürizmin manifestosunu kaleme alan Filippo Tommaso Marinetti 1909 yılında övgüler

düzmeye başlamıştı: “dünyanın güzelliği, güzelliğin yeni bir biçimi ile zenginleştirilmiştir:

hızın güzelliği” (Marinetti, 2009a, s. 51) (Marinetti, 2009b, s. 58).

Endüstriyel (sanayi) kapitalizmde sömürü ve şiddetin mantığı firmaların yavaş ama güçlü

hareketi ve statik toplumlarca belirleniyordu. Bilişsel kapitalizm döneminde ise hız hayatın

ayrılmaz bir parçası olmuştur. Hızlandırıcı teknolojilerin toplumsal hayatın tüm dokusuna

getirdiği özgürlük ve olasılıklar vardır, fakat aynı zamanda şiddet, sömürü ve dışlanmayı da

geçmiş döneme kıyasla artarak beraberinde getirmektedir.

3 George Basalla’ya göre, Rönesans döneminden günümüze kadar doğa ve teknolojinin etkisiyle düşünüş

tarzımızı şekillendiren teknolojik ilerleme kavramı, altı varsayım üzerinde temellenmektedir: “1) Teknolojik

buluş, değişim geçiren üründe her zaman için belirgin bir ilerlemeye yol açar; 2) Teknoloji alanındaki

gelişmeler, maddi, toplumsal, kültürel ve manevi yaşamın iyileşmesine doğrudan katkıda bulunur ve böylelikle

uygarlığın büyümesine hız kazandırır; 3) Teknoloji alanında ve dolayısıyla uygarlık alanında kaydedilen

ilerleme, hız, verim, güç ve benzer diğer nicel ölçülere başvurarak kesin olarak ölçülebilir; 4) Teknolojik

değişmenin kökeni, yönü ve etkisi tamamen insan kontrolü altındadır; 5) Teknoloji doğayı fethetmiş ve onu

insanlığın amaçlarına hizmet etmeye zorlamıştır; 6) Teknoloji ve uygarlık, sanayileşmiş Batılı ülkelerde en üst

düzeyine ulaşmıştır” (Basalla, 1996, ss. 283-284). 4 Teknolojik determinizmin vurgusunda, “gerçek gerçekliğin yönü, teknolojiden topluma doğru”dur ve eğer bu

davranış kalıbı doğruysa “Modern teknolojinin kendi mantığı hükmünü sürdürecek, kendi etkisini doğuracaktır, o

halde ‘düşük’ yada ‘ölmüş doğum’ konumunda kalmamak için bizler de kendimizi bu ‘mantık’a uyarlamalıyız.

Artık aktif olan taraf teknoloji, pasif olan taraf bizler (toplum) olduğumuz için bunu böyle yapmalıyız.” (Üşür,

2001, s. 8). 5 Dystopian anti-ütopya anlamına gelip, otoriter-totoliter ya da benzeri bir baskıcı sistemi tanımlamak için

kullanılmaktadır.

16 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Deleuze ve Guattari, A Thousand Plateaus (Göçebebilimi İncelemesi) isimli eserinde,

göçebe savaş makinası ve onun mekân ve zamanla ilişkisi üzerine (devlet biçiminin ve onun

askeri aygıtının mekân ve zamandan ayrı olarak) tartışırken ivmelenmenin/hızlanmanın

küreselleşme sürecindeki önemini vurgulamaktadır:

Hız ve hareketi de birbirinden ayırmak gerekir: Hareket çabuk olabilir, bu

onun hız olduğunu göstermez; hız yavaş olabilir veya kımıldamaz olabilir,

ama buna rağmen o hızdır. Hareket genişleyendir, hız şiddetlendiricidir.

Hareket ‘tek’ olarak kabul edilen bir bedenin görece karakterini belirler, ve

bir noktadan diğer bir noktaya gider; tersine hız indirgenmez kısımlarının

(atomların) çevrintisel (kasırgamsı) bir kaygan mekânı dolduran veya işgal

eden ve herhangi bir noktadan ortaya çıkabilen bir bedenin mutlak

karakterini oluşturur” (Deleuze ve Guattari, 1990, ss. 82-83).

Ellul’a göre, toplumsal yaşam üzerinde teknolojinin özerkliği vardır6 ve bu özerklik aynı

zamanda teknolojik gelişmenin bir şartıdır (Ellul, 1980, s. 125). Günümüzün küreselleşmiş

dünyasında hızlanma Zygmunt Bauman ve David Lyon kavramsallaştırmasıyla “Akışkanlık”

(Bauman ve Lyon, 2013) dikkat çekicidir, çünkü sosyal, politik, kültürel, ekonomik ve

psikolojik yaşamımızın pek çok alanına giren özelleşmiş teknolojik makineler farklı

toplumsal düzeylerde farklı hızlanmalara neden olmaktadır. Ayrıca, toplumsal gerçeklik

üzerinde teknolojik ivmelenmenin etkisi muazzamdır: Bu süreçte mekân gittikçe daralmakta

ve uyum sağlama yeteneğini kaybetmektedir (Rosa, 2009, s. 82). Üstelik, “küreselleşme ve

internet çağında, zaman, mekânı sıkıştırma ve hatta yok etme olarak

tasarlanmıştır/düşünülmüştür” (Rosa, 2009, s. 82). Fakat teknolojinin hayatı

sanallaştırma/dijitalleştirme etkilerine rağmen mekân yine de vazgeçilemez olarak kalır.

Concorde süper jetleri üzerine yazan Felix Guattari’ye göre, Concorde jetleri Paris ve New

York arasında sürekli hareket etse de “ekonomik mekâna/alana çivilenmiş olarak kalır”

(Guattari, 1995, s. 48).7

Hartmut Rosa’ya göre, “en ölçülebilir hızlanma biçimi, teknolojik hızlanma olarak

tanımlanabilecek olan ulaşım, iletişim ve üretim süreçlerinin kasten ve bir amaca yönelik

olarak hız kazanmasıdır” (Rosa, 2009, s. 82). Rosa buna önek olarak da iletişimin hızının ,

kişisel ulaşımın hızı , veri işleme hızı ise olarak gerçekleşmesini vermektedir.

Hartmut Rosa’ya göre, teknolojik ivmenin yanısıra, dijital devrim ve küreselleşme süreci

toplumsal değişimi hızlandıran diğer bir etkendir (Rosa, 2009, s. 85) ve Bob Jessop’un da

belirttiği üzere, ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel değişiklikler konusunda belirsiz eğilimler

taşıyan küreselleşme birçok merkezli, çok niceliksel, çok zamanlı, çok şekilli ve çok nedenli

bir süreç olarak henüz bitmemiş olan dünya piyasalarının oluşumu ve devletlerarası sistemin

yeniden düzenlenmesini içermektedir (Jessop, 2009, s. 136). Bu nedenle Nicholas Thoburn,

kapitalizm öncesi tüm üretim biçimlerinin, toplumsal ilişkileri ve kimlikleri korumaya

çalışırken, kapitalizmin sürekli değişim özelliği taşımasıyla farklılaştığını belirtir (Thoburn,

2002, s. 450).

Kapitalizmin nasıl sürekli bir değişim özelliği sergilediğini ve/veya Max Weber’in

deyimiyle “dünyanın büyüsünün bozulmasını” kapitalizmin hem bir hayranı hem de en büyük

eleştirmeni olan Marx şu şekilde tasvir etmektedir: “Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla

üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan

6 Teknolojinin özerk olmasının anlamını Jacques Ellul şu şekilde açıklar:“ Teknoloji nihai olarak sadece

kendisine bağlıdır. Kendi rotasını kendisi çizer, o ikincil değil, birincil faktördür. Bir ‘organizma’ olarak kabul

edilebilecek olan teknoloji kendi içine kapanmaya karşı ve kendi kaderini belirleme eğilimindedir” (Ellul, 1980,

s. 125). 7 Yine de, teknolojik evrenin makine parkının, politik amaçlar karşısında kayıtsız olduğu konusunda diretilebilir

– o bir toplumu yalnızca hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir.

Yavuz Yayla 17

devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa eski üretim tarzının olduğu gibi korunması, daha

önceki bütün sanayici sınıfların ilk var oluş koşuluydu. Üretimin durmadan altüst edilmesi,

bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı

burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler

arkaları sıra gelen, eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni

oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal

olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine

soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar” (Marx ve Engels, 2008, ss. 24-25).

Manifesto’da sermayenin küreselleşme itkisine daha en başından sahip olduğu ise şu

şekilde vurgulanır ve bu aslında sermayenin politik yönüdür: “Ürünleri için durmadan

genişleyen bir pazara gerek duyması burjuvaziyi yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her

yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır burjuvazi”

(Marx ve Engels, 2008, s. 25). Böylece “Burjuvazi dünya pazarını sömürerek bütün

ülkelerdeki üretim ve tüketime kozmopolit bir nitelik” (Marx ve Engels, 2008, s. 25)

kazandırır.

Marx, bu sınır ve sınırsızlığın farkına varmış, bunu şu şekilde belirtmiştir: “Kapitalist

üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama

bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.

Kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini

genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı

olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim

araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları

değillerdir” (Marx, 1997, s. 221).

Kapitalist üretim biçimi, gelişen yeni jenerik teknolojilerle yukarıda genel hatlarıyla

belirttiğimiz bir hızlanma ve sürekli inovasyon sürecine girerken, üretimin ve emeğin önemi

azalmadan endüstriyel kapitalizmden farklı bir kapitalist sürece, biyokapital sürecine

girmiştir: “Kapitalizm ile biyokapital adını verdiğim şey arasındaki ilişki daha ziyade

biyokapitalin kapitalizmin aynı anda hem bir devamı, evrimleşmiş bir biçimi ve alt kümesi,

hem de ondan farklı bir biçim olmasına dayanıyor” (Rajan, 2012, s. 24). Bu yeni kapitalist

sürecin arkasındaki itici güç ise enformasyon teknolojilerinde yaşanan dönüşümdür.

3. Enformasyon Teknolojilerinin Ekonomi Politiği

Yeni jenerik teknolojiler, rasyonaliteye uygun şekilde rekabet edebilmek için var olan

kurumsal ve iktisat politikası yapılarını sürekli bir değişime zorlamaktadırlar. Narula’nın

belirttiği gibi, ülkeler, teknolojik değişimi yönetebilmek için yeni vasıflara, vasıflarını

güncelleyebilmek için de kurumsal kapasiteye ihtiyaç duymaktadır (Narula’dan aktaran Lall,

2009, s. 463). Standartlar, ölçüm, kalite, test, Ar-Ge, verimlilik ve KOBİ alanlarında teknik

destek kuruluşlarına gereksinimleri vardır. Bilişim ve İletişim Teknolojilerinde (BİT) gelişmiş

bir altyapı ihtiyaçları olmasının yanı sıra, yeni teknolojilerin önemsizleşen faaliyetlerle

dezavantajlı gruplar üzerindeki etkilerini de hafifletmeleri gerekmektedir (Lall, 2009, s. 463).

Küreselleşme, üretken faktörlerin uluslararası ekonomiler arasındaki hareketini de

hızlandırmaktadır. Ancak, küresel düzeyde sermaye, teknoloji, bilgi ve işgücü niteliği, adil bir

şekilde yayılmamakta; sadece rasyonel mantığa uygun olan rekabetçi üretimin olanaklı

olduğu, ülkeler arasında hareket edebilen (akışkan) faktörleri tamamlama özelliği olan girdi

ve kurumların bulunduğu yerlere gitmektedir. Kısacası, yeni sınai kapasitelere ihtiyaç vardır

(Lall, 2009, s. 463).

18 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

4. Kablolu Uluslar - Wireless Özneler

Vincent Mosco’ya göre, 1990’ların sonunda bilgisayar sıradan bir şeydi. Telgraf, elektrik,

telefon ve yayıncılık için öngörülen harikalıkların hepsi bilgisayara yatırıldı. Mosco’ya göre,

bilgisayarlar ve siber uzay denmeye başlanan dünyanın belirginleştirdiği ve önem verdiği

olgular zamanımızın mitleridir. Mitlere göre, bilgisayar iletişiminin güçlendirdiği çığır açan

dönüşümle insan deneyimi zamanın (tarihin sonu), uzayın (coğrafyanın sonu) ve iktidarın

(politikanın sonu) ötesine geçecektir (Mosco, 2004, ss. 2-3).

Özünde ‘her şeyin sonu’ olarak karşılanan televizyonun yol açtığı beklentiler 1950’lerin

başlarında oldukça yaygınlaşan televizyon yayıncılığını ortaya çıkardı. İkinci devrim,

1960’ların sonunda ‘kablolu televizyonla’ oldu ve 1970’lerin başına geldiğimizde “kablolu

ulus” düşünü esinledi (Mosco, 2004, s. 132).

‘Kablolu ulus’lar arasındaki bağlantılar ise internetin gündelik hayatın bir parçası olmaya

başlamasıyla devrimsel şekilde değişikliklerin yolunu açmıştır. Yochai Benkler’e göre,

internet, bu uzun süreli eğilimin kökten biçimde tersine dönme olasılığını sunmaktadır.

İnternet, bilgi, kültür ve bilgi(birikimi)nin üretim ve dağıtımının sermaye yapısını

yerelleştirerek kapsamını genişleten ilk çağdaş iletişim ortamıdır. Bu noktada Harvey’in

söylediklerine de bakabiliriz. Harvey’e göre özellikle bilgisayar modelleri kullanan yeni

teknolojilerin kullanılmaya başlanması, kitle üretiminin kitlesel tek yeknesaklıkla el ele

gitmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmış, ‘neredeyse kişiselleşmiş ürünlerin kitle üretiminin

esnek biçimde yapılabilmesini olanaklı’ kılmıştır. Hatta Harvey’e göre yeni teknolojilerin

kullanımının sonuçları, 1984'un bir örnek büyük sitelerindense 19. yüzyılın zanaatkâr

ürünlerine daha yakın özellik sergilemektedir (Harvey, 2003, s. 95). Benkler’e göre, yeni

teknolojiler sayesinde (özellikle internet) ağ içindeki zekânın çoğunu içine katan fiziksel

sermayenin büyük kısmı yaygın biçimde dağılmış ve son kullanıcının mülkiyetine geçmiştir.

Ağ yönlendiricileri ve sunucular nitelik açısından son kullanıcıların sahip olduğu

bilgisayarlardan farklı değildir ve bu durum televizyonların sinyallerini yayın istasyonlar, ya

da kablo sistemlerinden almasıyla kıyaslandığında ekonomik ve teknik açıdan köklü bir

farklılıktır. Ancak tek başına teknoloji toplumsal yapıyı belirlemez. Çin ve Kore’de matbaanın

kullanıma girmesi, Avrupa’da İncil’in basılması ve izleyen tartışmalar gibi bir dini ve politik

yenilenmenin öncülü olmamıştır. Ancak teknoloji ilintisiz de değildir. Bilgi ve kültürel üretim

ve dağıtımın maddi koşullarındaki bu temel değişim, üzerinde yaşadığımız dünya hakkındaki

bilgimize ve bireyler ve toplumsal aktörler olarak bize sunduğu eylem yolları seçenekleriyle

temel etkilerde bulunmuştur. Bu etkilerle, ortaya çıkan ağ tabanlı ortam, çağdaş özgürlükçü

toplumlarda temel değerleri nasıl algıladığımızı ve sürdürdüğümüzü yapılandırmaktadır

(Benkler, 2006, s. 30).

İnternetle birlikte gelen bilgilerin dijitalleştirilmesi/sayılaştırılması, sıkıştırma

teknolojilerindeki gelişmeler, bilgi kayıpları olmadan mp3 ve benzeri küçük dosyalara

dönüştürülmesi gibi gelişmeler toplumsal ivmenin dönüşümündeki önemli aşamalardır.

Dijitalleşmenin toplumsal boyutlarını analiz etmeye çalışan Lawrence Lessig’e göre, sadece

tüketilebilen Read/Only (RO) ve yeniden oluşturulabilen Read/Write (RW) kültürler

geçmişimizin (endüstriyel toplumların) bir parçasıydı: RW yaratıcılığı insan kültürünün

şafağından kaynaklanırken, RO kültürel simgeleri yakalamak ve yaymak üzere gelişen

teknolojilerden kaynaklanmıştır (Lessig, 2008, s. 116). Ayrıca, bağlantı ve indirme hızları

arttıkça sıkıştırma teknolojileri daha az önemli hale gelmiş ve fiziksel ürünleri (CD, DVD,

DVD okuyucu, yazıcı vb.) neredeyse gereksizleştirmiştir.

Tüketicilerden kullanıcılara kablo üzerinden internet erişimi (Benkler, 2000) ve

Read/Write (RW) ve Read/Only (RO) ve DRM teknolojisi RO kültürünün digital simgelerinin

kodlarını yeniden üretmektedir (Lessig, 2008, s. 41). Ayrıca XX. yüzyıl Read/Only (RO) yani

Yavuz Yayla 19

genel olarak medya teknolojileri arasındaki mutlu bir rekabet dönemiydi: her bir (ekonomik)

çevrim (cycle) yeni bir teknoloji üretmiştir; her en yeni teknoloji en kısa sürede başka bir

teknoloji tarafından aşılmıştır (Lessig, 2008, s. 30).

Christopher May ve Susan K. Sell’e göre, “Dijitalleşme, birebir kopyaları

olanaklılaştırarak kopya kalitesi düşüklüğünü gidermiş ve her niyet ve amaca açık olarak

dijital eserlerin aslının aynısının kopyalanmasını sağlamış ve böylece yüksek kaliteli yeniden

üretimleri üzerindeki yetkili dağıtım kanalı tekellerini yok etmiştir: İçerik için “sürtünmesiz

bir ortam”da art arda yapılan kopyalamalar kaliteyi düşürmez, dijital ürün dağıtıma girer

girmez, son kullanıcılara sunulmak üzere pazara izinsiz kopyaların sürümü olası bir tehlike

durumuna gelir. Ve daha önce, kopya ürünü satın alanlar daha adi bir mal almış oluyorken ve

izinli ve izinsiz kopyalar arasındaki kalite farkı fiyat farkını yansıtıyorken, dijital kopyalar bu

farkı da ortadan kaldırmıştır. Teknolojik gelişmenin bu hızı içerik sanayisini yanıt vermeye

“zorlamıştır” (May ve Sell, 2006, ss. 182-183).

Kısaca, dijitalleşme/sayısallaşma “sürtünmesiz ortam” yaratmaktadır. Ve “dijital mal bir

kere dağıtıma sokulduğunda, hemen, izinsiz kopyaların tüketici kullanımı için pazarda

rekabete girmesi tehdidini ortaya çıkarmaktadır” (May ve Sell, 2006, s 183).

5. Peer-to-Peer (P2P)

Yeni jenerik teknolojilerin gelişmesinin kısa bir anlatımını sunduğumuz yukarıdaki

pasajların açık anlamını şu şekilde özetleyebiliriz: Tarihsel süreçlerden ayrı

düşünemeyeceğimiz toplumsal ilişkiler en sonunda insan bilincini belirlemektedir. Bilişsel

kapitalizm ortaya yeni bir hayalet çıkarmıştır. “Dünyaya bir hayalet musallat oluyor: peer-to-

peer hayaleti. Ve mevcut ekonomik sistem peer-to-peer ile çalışmayı tercih ediyor; fakat peer-

to-peer aynı zamanda yeni insan ilişkilerinin yeni bir habercisidir ve sonunda bilgi

kapitalizmiyle uyumsuzluk gösterebilir” (Bauwens, t.y., s. 1).

Peer-to-peer, post-endüstriyel toplumun temeli olan bilgi ve iletişim altyapısının

organizasyonun yeni teknolojik paradigmasıdır. Ağların ağı olarak internet bu paradigmanın

ifadesidir ve peer-to-peer, bir “dağıtım mekanizmasıdır (Bauwens, t.y., ss. 1-2). Napster,

KaZaa, Limewire, Emule, Soulseek ve AudioGalaxy gibi dosya paylaşım sistemlerinden de

görüldüğü üzere, P2P dağıtım mekanizması, hiçbir merkeziyetçi (bürokratik) komuta ve

kontrol merkezine sahip olmamakla farklılaştığı gibi P2P sayesinde her türlü engelleme

çabalarına rağmen bilgilere erişimi de olanaklı kılmaktadır. Ayrıca P2P basitçe tanımlanacak

biçimde kendiliğinden teknolojinin bir formu değildir, bir ‘üretim süreci’dir, maddi olmayan

ürünlerin üretiminin organizasyon yoludur (Bauwens, t.y.: 2).

Koyaanisqatsi8 (David, 2005, ss. 81-82) olarak P2P aynı zamanda yeni bir oluş biçimidir.

Bir anlamda P2P çağımızın rhizome’sidir (köksap’ıdır): “mekânı hesaplamadan ve sadece

‘onun üzerinde giderek seyredilebilinen’ mekânı işgal eden köksapsal, merkezinden kopmuş,

ölçüsüz çokluklar. Bunlar kendilerinin dışındaki mekânın bir noktası tarafından gözlenen

izlemeye yanıt vermezler” (Deleuze ve Guattari, 1990, s. 63): P2P iktidarın görüş alanının

dışındadır.

Ivan Illich’e göre de, “bütün insanlar arasında aşağı yukarı eşit biçimde dağılmış bir

kaynağın korunmasına, azami kullanımına ve tadına varılmasına öncelik veren bir hayat tarzı

ve siyasal sistemin gelişmesini sağlayacak” olan ve kaynağını “kişisel denetim altındaki

kişisel enerji”den (Illich, 2011, s. 24) alan P2P benzeri “modern teknolojilerin, yöneticilerden

çok siyasal açıdan birbiriyle ilişkili bireylere hizmet ettiği böyle bir toplum” şenlikli

toplumdur” (Illich, 2011, s. 11). Çünkü “Bilimsel teknoloji çağında, araçların şenlikli yapısı,

8 Amerikalı Hopi Kızılderililerine ait Koyaanisqatsi kelimesi İngilizceye ‘dengesiz hayat’, ‘çılgın yaşam’ veya

‘karmaşa yaşam’ olarak çevrilmektedir ve ‘farklı tür bir yaşamı gerektiren yaşam biçimi’ anlamına gelmektedir.

20 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

hem paylaşımcı hem de katılımcı olan tam bir adalet içinde hayatta kalabilmenin koşuludur.

Çünkü bilim, yeni enerji kaynakları açmıştır” (Illich, 2011, s. 26). P2P, bir anlamda geçmişte

SSCB’de Stalin döneminde eleştirel yazılardan, sosyo-kültürel çözümlemelere kadar çok

yönlü “yıkıcı daktilo yazılarının samizdat yoluyla dolaşımı”na (Illich, 2011, s. 76)

benzemektedir. Günümüzün samizdatı P2P, internet ağları üzerinden metinlerin, filmlerin vs.

dağıtımını iktidar denetimine rağmen sağlamaktadır. Kısaca, P2P teknolojileri, Deleuze ve

Guattari ile Illich’in beklentilerine cevap veren bir yapı sergilemektedir.

Lawrence Lessig’e göre de, “Bugün, “korsanlığa” karşı yeni bir “savaşın” ortasındayız.

İnternet bu savaşı kışkırtmaktadır çünkü internet, içeriğin etkin yayılmasını sağlamıştır. Eşten

eşe (p2p) dosya paylaşımı, internetin olanaklı kıldığı etkin teknolojiler arasındaki en etkin

olanıdır. Dağıtılmış fikriyatı kullanarak, p2p sistemleri, bir kuşak öncesinin hayal dahi

edemeyeceği bir yolla içeriğin kolaylıkla yayılmasını başarmıştır (Lessig, 2004, s. 17).

Kısacası, ağ tabanlı bir bilgi ekonomisinde (networked information economy) – yerel ağlar

üzerinden eş zamanlı olarak bilgi (knowledge), bilgi birikimi ve kültürün aktığı bir ekonomi –

iki temel özelliğiyle yirminci yüzyılın endüstriyel bilgi toplumundan (sanayi toplumundan),

üretkenliğin ve büyümenin sürdürülmesi açısından farklılaşır. Birincisi, pazar dışı üretim –

Phantom Edit gibi, eğlencesine bir hayran tarafından üretilmiş sürüm – fiziksel ekonomide

oynayabileceğinden daha önemli bir rol oynayabilir. İkincisi, ileri derecede yerelleşmiş üretim

ve dağıtım, pazar temelli olsun ya da olmasın, benzer biçimde çok daha önemli bir rol

oynayabilir. Yine, Phantom Edit bu tür bir yerelleşmiş ürün örneğidir – emek, sermaye,

maliye ve dağıtım dükkânlarına dair sözleşmeye dayalı hakları ve mülk stoku olan, emir

komuta zinciri içindeki bir şirket yerine bir kişi tarafından üretilmiştir. Her iki yolla da ağ

tabanlı bilgi ekonomisi fiziksel ekonomiden daha açık olabilir ve üretim ve tüketim

örgütlenmesinde çok daha fazla olasılığı kabul edebilir. Serbest yazılımlar eğlencelik üretim

araçları değildir. İnterneti kullanırken kullandığımız araçların çoğu, temelde kâr amacı güden

LucasArts Entertainment benzeri şirketlerden çok Phantom Edit’i yazan kişiye daha yakın

biçimde birlikte çalışan (şenlikli üretim diyebileceğimiz) on binlerce gönüllü tarafından

üretilen yazılımlarla olmaktadır (Benkler, 2003, ss. 1246-1247). Kısaca, Illich’e dayanarak

şunu belirtebiliriz: LucasArts Entertainment Şirketi’nin bilgiyi, endüstriyel olarak üretip

pazarlanması, “kişilerin kendi inisiyatiflerine dayanan öğrenme için şenlikli araçlardan

yararlanmalarını” engellemektedir (Illich, 2011, s. 76). Ama açık kaynak kodlu yazılımlar

piyasa ilişkileri dışında kamusal aklın birlikte üretimi olarak ortaya çıkmaktadır.

Dağıtım, kültürel üretim ve bilginin maddi koşullarındaki bu temel değişiklik

(“endüstriyel bilgi ekonomisinden” “ağ tabanlı bilgi ekonomisine”), çağdaş özgürlükçü

toplumlarda öz değerleri nasıl algıladığımız ve gözettiğimiz üzerinde oldukça temel etkilere

sahiptir (Benkler, 2003, s. 1251).

Dijital ağ tabanlı ortamların çıkışı, herkesin eş olarak katılabildiği güçlü ve açık toplumsal

iletişimlerin gelişmesini olanaklı kılmıştır. Bu teknolojik ve ekonomik olanaklar, diğer

yandan, önceden var olan şeyler değildi. İnternet sanal ve fiziksel katmanları, içeriği

örgütlemesi ve düzenlemesi hakkında kararlar, dijital ortamın sonuçta büyük ölçüde yaygın

medya modelini mi taklit edeceği ya da bilgi ortamımızın yapısını kesin olarak derinden

değiştirip değiştirmeyeceğini belirleyecektir (Benkler, 2000, s. 579).

Yaratıcılık, akıl, zevk, toplumsal deneyim açısından çok çeşitli tavırlar sergilemesi ve çaba

ve ilgileri dolayısıyla insanlar, ağ tabanlı bilgi ekonomisinin merkezindedir. Ve insanlar bu

tavırlarını yalnızca pazarda değil ama aynı zamanda pazar dışı ilişkilerde de kullanırlar.

Yuvalarımızdan topluluklarımıza, dostluklarımızdan oyunlarımıza, hayatı yaşarız ve pazar

ortamından çok daha çeşitlilik taşıyan bilgi birikimimizi ve fikirlerimizi paylaşırız. Fiziksel

ekonomide, bu ilişkiler üretim sistemimizden büyük ölçüde sürgün edilmiştir. Ağ tabanlı bilgi

Yavuz Yayla 21

ekonomisinin ve ağ tabanlı dijital ortamın sunduğu beklenti, bu yaşamsal zenginlik

tutamlarını ekonomik ve üretici yaşantımızın ortasına getirmesidir (Benkler, 2003, s. 1254).

Ağ tabanlı bilgi ekonomisi, “katılıma açık üretim” olgusuyla merkezi olmayan işbirliğine

dayalı üretimin önünü açmayı olanaklı kıldığı için endüstriyel bilgi ekonomisinden köklü

biçimde ayrılmıştır. Katılıma açık üretim eylemleri, ne müdürler ne de pazarın fiyat

işaretleriyle eşgüdümlenen çok sayıda bireyin, bir bilgi ya da kültür üretimine etkili ortak

çaba katmasını anlatır. Şu anda bu tamamıyla yeni değildir. Bilim, çok sayıda insanın sıralı

katkısıyla ortaya çıkar – pazar işaretlerine göre işlemez, ya da araştırma adımlarını

dekanlarının emirlerine göre atmaz- ama neyi araştıracaklarına bağımsız olarak karar verir,

katkılarını bir araya getirir ve bilimi yaratırlar (Benkler, 2003, s. 1256).

Sonuç

Genel hatlarını yukarıda verdiğimiz enformasyon teknolojilerinin ortaya çıkışı ile

toplumların şekillenmesinde teknolojik yeniliklerin önemli etkilerini kısmen belirtmiş olduk.

Teknolojik yeniliklerin etkileri evrimsel olarak süreç içinde gerçekleşmektedir. Saban, buhar

makinesi ve bilgisayar toplumsal dönüşüm sürecinde üç dalgayı başlatan teknolojiler olarak

kabul edilmektedir. Marx’ın deyişiyle, yel değirmeni bize feodal beyli toplumu, buharlı

değirmen ise sınai kapitalistli toplumu veriyorsa, network ekonomisi de bilişsel kapitalistli

toplumu vermektedir. Bilişsel kapitalist toplumun hayaleti de kendi yarattığı P2P benzeri

teknolojilerin içerisinden çıkan öznelerden oluşmaktadır.

KAYNAKÇA:

Basalla, G. (1996). Teknolojinin Evrimi. Çev., Cem Soydemir. Ankara: TÜBİTAK Yayını.

Bauman, Z. ve Lyon, D. (2013). Akışkan Gözetim. Çev., Elçin Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı

Yayınları.

Bauwens, M. (t.y.). Peer to peer: from technology to politics to a new civilisation?

http://www.itu.int/osg/spu/wsis-themes/contributions/others/pEERNewP2P.pdf

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 12 Ağustos 2011).

Bell, D. (1973). The Coming of Post-Industrial Society. New York: Basic Books.

Benjamin, W. (1995). Tek Yönlü Yol, Çev., İskender Savaşır. Walter Benjamin: Son Bakışta

Aşk, Gürbilek, N. (der.) içinde. İstanbul: Metis Yayınları.

Benkler, Y. (2000), From Consumers to Users: Shifting the Deeper Structures of Regulation

toward Sustainable Commons and User Access. Federal Communications Law

Journal 52, No. 3.

Benkler, Y. (2003). Freedom in the Commons: Towards a Political Economy of Information.

Duke Law Journal, 52, No.6.

Benkler, Y. (2006). The Wealth of Networks: How Social Production Transforms Markets

and Freedom. London: Yale University Press.

Berman, M. (2001). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. Çev., Ü. Altuğ ve B. Peker. İstanbul:

İletişim Yayınları.

Brey, P. (2003). Theorizing Modernity and Technology. Modernity and Technology. Misa, T.

J., vd. (der.) içinde. The MIT Press.

22 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

David, A. P. (2005). Koyaanisqatsi in Cyberspace: The Economics of an ‘Out-of-Balance’

Regime of Private Property Rights in Data and Information. International Public

Goods and Intellectual Property Regime: Under a Globalized Intellectual Property

Regime. Maskus, K. E. ve Reichman, J. H. (der.) içinde. Cambridge University Press,

US, 2005.

Deleuze, G. ve GUATTARI, F. (1990), Kapitalizm ve Şizofreni Cilt I: Göçebebilimi

İncelemesi: Savaş Makinası. Çev., Ali Akay, İstanbul: Bağlam Yayınları.

Ellul, J. (1980), The Technological System, Çev., Joachim Neugroschel, New York: The

Continuum Publishing Corporation.

Ellul, J. (1983). The search for ethics in a technicist society.

http://www.jesusradicals.com/wp-content/uploads/the-search-for-ethics-in-a-

technicist-society.pdf adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 15 Mayıs 2012).

Feenberg, A. (2003). Modernity Theory and Technology Studies: Reflections on Bridging the

Gap. Modernity and Technology. Misa, T. J., vd. (der.) içinde. The MIT Press.

Guattari, F. (1995). Chaosmosis: An Ethico-Aesthetic Paradigm. Çev., Paul Bains ve Julia

Pefanis. Bloomington: Indiana University Press.

Habermas, J. (1997). İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim. Çev., Mustafa Tüzel. İstanbul: YKY.

Harvey, D. (2003). Postmodernliğin Durumu. Çev., Sungur Savran. İstanbul: Metis Yayınları.

Harvey, D. (2006). Sosyal Adalet ve Şehir, Çev., Mehmet Moralı. İstanbul: Metis Yayınları.

Harvey, D. (2012). Sermaye Muamması: Kapitalizmin Krizleri. Çev., Sungur Savran.

İstanbul: Sel Yayıncılık.

Illich, I. (2011), Şenlikli Toplum. Çev., Ahmet Kot. İstanbul: Metis Yayınları.

Jessop, B. (2009). The Spatiotemporal Dynamics Of Globalizing Capital And Their Impact

On State Power And Democracy. High-Speed Society: Social Acceleration, Power and

Modernity. Rosa, H. ve Scheuerman, W. E. (der.) içinde. The Pennsylvania State

University, USA.

Lall, S. (2009). Sanayileşme Stratejisini Yeniden Düşünmek. Küreselleşme Çağında Devletin

Rolü. Çev., Tevfik Koldaş. Neoliberal Küreselleşme ve Kalkınma. Şenses, F. (der.)

içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.

Lessig, L. (2008). Remix: Making Art and Commerce Thrive in the Hybrid Economy.

Bloomsbury Publishing, Great Britain.

Kundera, M. (1996). Yavaşlık. Çev., Özdemir İnce. İstanbul: Can Yayınları.

Marinetti, F. T. (2009a), The Founding and Manifesto of Futurism (1909). Futurism: An

Anthology. Rainey, L., vd. (der.) içinde. New Haven & London: Yale University Press.

Marinetti, F. T. (2009b), The New Religion-Morality of Speed. High-Speed Society: Social

Acceleration, Power and Modernity. Rosa, H. ve Scheuerman, W. E. (der.) içinde. The

Pennsylvania State University, USA.

Marx, K. ve ENGELS, F. (2008), Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar. Çev., Nail

Satlıgan ve Tektaş Ağaoğlu. İstanbul: Yordam Kitap.

Marx, K. (1997). Kapital, Cilt III. Çev., Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

May, C. ve SELL, K. S. (2006). Intellectual Property Rights: A Critical History. London:

Lynne Rienner Publisher.

Yavuz Yayla 23

Mosco, V. (2004). The Digital Sublime: Myth, Power, and Cyberspace. Cambridge: MIT

Press.

Narula, R. (2003). Globalization and Technology. Cambridge: Policy Press.

Rajan, K. S. (2012). Biyokapital-Genom Sonrası Hayatın Kuruluşu. Çev., Ayşe Deniz Temiz,

İstanbul: Metis Yayınları.

Rosa, H. (2009). Social Acceleration: Ethical and Political Consequences of a

Desynchronized High-Speed Society. High-Speed Society: Social Acceleration, Power

and Modernity. Rosa, H. ve Scheuerman, W. E. (der.) içinde. The Pennsylvania State

University, USA.

Şenses, F. (der.) (2009). Neoliberal Küreselleşme ve Kalkınma. İstanbul: İletişim Yayınları.

Thoburn, N. (2002). Difference in Marx: The Lumpenproletariat and the Proletarian

Unnamable. Economy and Society, 31 (3)..

TDK (1983), Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu.

Üşür, İ. (2001). Teknoloji Felsefesi Üzerine Ya Da Tarihin Tanrısı Teknoloji Midir? Mülkiye,

25(230).

Weber, M. (1996). The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism. London: Routledge.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Teknoloji ve Toplumsal Değişim İlişkisinde Teknolojik

Determinist Yaklaşım ve Farklı Veçheleri

Banu DURDAĞ

Özet:

“Hızlı” değişimler olarak nitelendirilen oluşumlarla karşı karşıya kaldığımız günümüzde, söz

konusu değişimlerin açıklanmasında ve gerekçelendirilmesinde sıklıkla karşımıza teknoloji ve

toplumsal değişim arasında mekanik nedensellik ilişkisi kuran bir anlatı çıkar. Toplumsal

değişimlerin, teknolojik yenilenmelerin ve gelişmelerin kazandığı “hız”, teknoloji ve toplumsal

değişim arasındaki ilişkiyi kavramayı zorlaştırırken, bu zorluğu aşmada toplumsal değişimin yegâne

nedeni olarak teknolojinin işaret edilmesi, bir anlamda işleri kolaylaştırır. Tarihsel ve toplumsal

değişimin itici gücü olarak referans gösterilen teknolojinin merkezde olduğu “teknolojik determinist”

yaklaşım ve bu yaklaşımın ürünü olan söylemler, akademide olduğu kadar gündelik hayatımızda da

tedricen başat bir konumdadır. Dahası kendini teknolojik determinizmden uzağa konumlandıran

çalışmalarda dahi, toplumsal değişim ve teknoloji ilişkisi açıklanırken teknolojik determinizmin farklı

veçheleri açığa çıkar. Dolayısıyla, tarihsel ve toplumsal bütünlüğü ıskalayan bu yaklaşım ve onun

farklı veçhelerinin kendini eleştirel olarak konumlandıran çalışmalarda dâhi tezahür edişi, toplumsal

değişim ve teknoloji ilişkisine dair kavrayışımızı bir anlamda sınırlandırır. Tam da bu nedenle

çalışmada, toplumsal değişim ve teknoloji ilişkisinde mekanik bir nedenselliği aşmanın ve daha

bütüncül bir kavrayış geliştirebilmenin bir adımı olarak teknolojik determinist yaklaşım ve onun farklı

veçheleri sorgulanacaktır. Bu sorgulama boyunca teknolojik determinizme ilişkin tartışmalara yer

verilerek, söz konusu yaklaşımın teknoloji ve toplumsal değişim ilişkisinde hangi bağlantıları

karanlıkta bıraktığı ve çarpıttığı, Marx’ın teknoloji kavramsallaştırmasına ve onun bu

kavramsallaştırmasını mümkün kılan “içsel ilişkiler felsefesi”ne başvurularak açıklanmaya

çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Teknolojik determinizm, toplumsal değişim, teknoloji, içsel ilişkiler felsefesi.

Giriş

19’uncu yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte gelen yapısal dönüşümler, dolayısıyla da

toplumda yaşanan değişimler, “toplum nedir?” sorusunu beraberinde getirmiş, toplumu

tanımlama, toplumsal değişimi açıklama ve anlamlandırma çabalarını ortaya çıkarmıştır.

Toplumsal değişimi incelerken de, teknolojik gelişmelere karşı yaklaşımlara göre farklılaşan

konumlanışlar açığa çıkarken, söz konusu konumlar, teknolojiyi tüm toplumsal değişimin

nedeni olarak kabul etmekten teknolojiyi tamamen göz ardı etmeye kadar uzanır. Bir uçta

toplumsal değişimin, değişim beklentilerinin yegâne “fail”i olarak teknolojinin işaret edildiği,

teknolojik gelişmelere koşut olarak hegemonik bir hâl alan “teknolojik determinist” yaklaşım,

diğer bir uçta ise teknolojik determinizme düşmemek adına toplumsal değişimi açıklamada

teknolojiyi çözümlemeden dışlayan yaklaşımlar söz konusu olmaktadır.

Çağımızda teknolojik yenilenmelerin ve gelişmelerin kazandığı hız1, dolayısıyla da

teknolojilerin geliştirilip kullanılması ve yaygınlaşması arasındaki zamanın kısalışı, başka bir

Arş. Gör., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, [email protected]

1 Gitlin (2003, ss. 71-117), Media Unlimited adlı çalışmasının “Speed and Sensibility” bölümünde kapitalist

sistem ve “hız” arasındaki ilişkiyi irdeler. Yüzyıllar boyunca üretim, tüketim, ulaşım ve iletişimin hızının giderek

yoğunlaştığına dikkat çeken Gitlin, James R. Beniger’in şu ifadesine atıfla söz konusu hızlanma halinin Sanayi

Devrimi ile ortaya çıktığına işaret eder: “Sanayi Devrimi’ne kadar, en büyük ve en gelişmiş ekonomiler bile

koşum hayvanları, rüzgar ve su gücü ile, imal etme hızlarını kısmen geliştirilmeleriyle, tam anlamıyla insan

adımı temposunda ilerliyorlardı… Bu zamana kadar sanayileşmenin en büyük etkisi, bu açıdan, bir toplumun

26 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

deyişle, teknolojilerin ticarileştirme ve pazarlama etkinliklerinin konusu hâline gelmesinin

eşzamanlı olarak ilerleyişi, teknoloji ve toplumsal değişim ilişkisini kavramayı ve

anlamlandırmayı zorlaştırmakta, dolayısıyla da teknolojiye ve teknolojik değişime ilişkin

Raşit Kaya’nın (2000, ss. 105-107) ifade ettiği hâliyle bir “efsunlanma”yı ortaya

çıkarmaktadır. Dehşete kapılma, sorgulamama, sorgulamadan kabul etme ya da reddetme

biçimlerinde tezahür eden efsunlamaya/büyülenmeye, teknoloji ve toplum ilişkisine dair tek

boyutlu nedensellik ilişkisi kuran, akademide olduğu kadar gündelik hayatımızda da başat bir

hâl alan teknolojik determinist söylemlerin ya da tam tersi teknolojiyi dışlayan

çözümlemelerin eşlik edişi ile teknoloji ve toplumsal değişim ilişkisini daha eleştirel bir

değerlendirme sürecine tabi tutmak daha da zorlaşır.

Günümüz kapitalizminde toplumsal faaliyetlerin yürütülmesinde teknolojiye, özellikle de

iletişim teknolojilerine biçilen rolü ve süregiden toplumsal değişimi açıklama çabalarında bu

teknolojilere ilişkin söylemlerin öne çıkmasını dikkate alınca, toplumsal değişim ve teknoloji

ilişkisinde mekanik bir nedenselliği aşmanın ve daha bütüncül bir kavrayış geliştirebilmenin

bir adımı olarak teknolojik determinist yaklaşımı ve onun farklı biçimlerini sorgulamak

anlamlı olabilir. Bu sorgulama boyunca teknolojik determinizme ilişkin tartışmalara yer

verilerek, bu yaklaşımın teknoloji ve toplumsal değişim ilişkisinde hangi bağlantıları

karanlıkta bıraktığı ve çarpıttığı, Marx’ın teknoloji kavramsallaştırmasına ve onun bu

kavramsallaştırmasını mümkün kılan “içsel ilişkiler felsefesi”ne başvurularak açıklanmaya

çalışılacaktır2.

Teknolojik Determinizm

Üretim giderek toplumsallaşırken, toplumun üretim kapasitesindeki gelişmeye aracılık

eden toplumsal sistem arasındaki çelişki de keskinleşir. Başka bir deyişle, artan insan

olanakları ile bunu fiilen engelleyen ve çarpıtan toplumsal yapılar arasındaki çelişki derinleşir

(Lichtman, 2013, s. 146). Bu kabul edilemez çelişkiyi örtmek, gizemlileştirmek, doğalmış gibi

gösterip haklı çıkarma hilesine sarılmak, kapitalist sistemin kendini var edip yeniden

üretebilmesi için daha da elzem olur. Kapitalizm kendisi hakkında eleştirileri etkisiz kılacak

ve bilinci kapitalist gerekliliklerin kısıtlamalarına daha uygun şekilde yoğuracak kuramlara ve

tüm materyal işleme sistemini hızlandırmak oldu” (Beniger’den aktaran Gitlin, 2003, s. 74). Gitlin (2003, s. 74),

bunun sonucunun, yalnızca toplumun maddi üretim sistemini hızlandırmakla kalmadığına, aynı zamanda söz

konusu hızın insanın yaşayışı ve bilincine de tesir ettiğinden bahseder. Ve “bugün, dolaşır sermayenin, üretim

çevriminin ve teknolojik yenilenmelerin süratinin, Edward Luttwak’ın turbo-kapitalizm olarak adlandırdığı bir

sistem içinde birbirine geçtiği”ne dikkat çeker (Gitlin, 2003, s. 76). Dahası, her nasıl adlandırılsa adlandırılsın

kapitalizmin bugünkü hâlinin, insanları hızlı düşünmeye, yenilikleri hızlı benimseye ve hızlı iletişim kurmaya

zorladığına vurgu yapar (Gitlin, 2003, s. 77). Kapitalizm ve hız ilişkisini inceleyen bir diğer çalışma ise, Vincent

R. Manzerolle ve Atle Mikkola Kjøsen’in (2014, ss. 217-253) “Sermayenin İletişimi: Sayısal Medya ve

Hızlanmanın Mantığı” adlı makalesidir. Çalışmada hız unsuru, sermayenin çevrimi ve dolaşımı diyalektiği

çerçevesinde ele alınırken, yazarlar hızlanmanın sermayenin çevrimini yineleme ve dolaşım zamanını kısaltma

yönündeki eğiliminin bir parçası olduğuna işaret ederler. Dolayısıyla da günümüzde teknolojiye ve teknolojik

yenilenmelere ilişkin olarak sıkça vurgu bulan hız ve hızlanma hâli, kapitalizmin kendi var etme ve yeniden

üretme eğilimi dikkate alındığında anlamını bulur. 2 Bu konunun eleştirel ekonomi politik çerçevesinde “altyapı-üst yapı, determinizm/belirlenim” boyutları da

vardır ve tartışmayı daha da anlamlı kılmak ve zenginleştirmek bakımından da son derece önemlidir. Ancak

bildirinin sınırlılıklarından ötürü söz konusu boyutlar bu çalışmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. Bir diğer

neden de bu çalışmanın, yeni çıkan bir teknolojinin bir kez şekillendikten ve yaygın kullanım kazanmaya

başladıktan itibaren nasıl kendi kendine ortaya çıkmış ve varlığını yalnızca kendine borçluymuş gibi

göründüğüne ve bu görünümü payandalayan söylemlerin eşlik edişine dikkat çekmek üzere “giriş” niteliğinde bir

tartışma olarak sınırlandırılmasıdır. Toplumsal değişim ve teknoloji ilişkisi bağlamında teknolojik determinizm,

nasıl ki sorunlu bir tavırsa, toplumsal değişimi açıklamada teknolojinin çözümleme dışı bırakılması, yadsınması

da aynı ölçüde sorunludur. Dolayısıyla, konunun bu boyutunu da tartışmaya açmak, toplumsal değişim ve

teknoloji ilişkisine dair daha eleştirel bir konumu açığa çıkarmak için son derece elzemdir. Ancak, konunun bu

boyutu bildiri metninin sınırlılıklarından ötürü ve tartışmayı sınırlandırmak üzere çalışmaya dâhil edilmemiştir.

Banu Durdağ 27

söylemlere ihtiyaç duyar (Lichtman, 2013, s. 147). Kapitalist sistemin hegemonyayı yeniden

kurma ihtiyacını karşılamak üzere kuramların pekiştirdiği ideoloji, toplumun kurumlarında da

cisimleşir (Lichtman, 2013, s. 147). Öyle ki gündelik hayatımızda bizi kuşatır. Toplumun

kurumlarında cisimleşen teknolojiye dair gizemlileştirme hâli bürokratların, siyasetçilerin

söylemlerine3 ve eylemlerine yansır. Her yeni teknolojiyle birlikte yeniden üretilip dolaşıma

giren “hikmetinden sual olunmaz”, “kerameti kendinden menkul” bir teknoloji anlatısı

karşımıza çıkar. Örneğin günümüzde enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan

gelişmelere koşut olarak kendini “ağ toplumu”, “enformasyon toplumu”, “küresel köy” vb.

kavramlarla ortaya koyan bu anlatıda teknoloji, bağımsız bir değişken olarak

konumlandırılarak topluma dışarıdan müdahale eder ve onu değiştirip, dönüştürür.

“Teknolojik determinizm” olarak bilinen bu yaklaşım, hem epistemolojik ve ontolojik

düzeyde toplumsal gerçekliği kavramada hem de onu açıklamada metodolojik olarak sorunlu

bir konumdan hareket eder. Determinizmi, kompleks bütünü tek bir parçaya ve bu parçanın

bütün üzerindeki etkisine indirgeme olarak açıklayan David Chandler (1994), bütünü

parçalara ayırarak incelemenin bir düşünüş yöntemi olarak kökeninin Demokritos’dan

Descartes’a kadar götürülebileceğine, ancak teknolojik determinizmde sorunun, bütün ve

parça arasında kurulan çizgisel, tek boyutlu ve mekanik ilişki olduğuna dikkat çeker.

Dolayısıyla teknoloji, toplumdan ve tarihten, ekonomik, politik ve kültürel olandan bağımsız,

yalıtık ve yansız yapıntılar olarak kavranır. Bu eğilimin temelinde de “görünen”in gerçekliğin

ta kendisi olduğu kabulü yatar. Toplumsal gerçekliğe dair görünenin ardındaki yapı ve

mekanizmalar çözümleme dışı bırakılır. “Gerçeklik” görünenin ötesine geçmediğinden, onun

bilgisine ulaşmak da nicel yöntemlerden geçer. Böylelikle teknolojide yaşanan gelişmelerle

açığa çıkan nicel değişimlere bakarak, nitel dönüşümler müjdelenir. Bunun günümüzdeki

bilenen örneğini, enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte artan

enformasyon miktarını dikkate alarak sanayi toplumundan, çelişkilerin ve çatışmaların geride

kaldığı daha gönençli “enformasyon toplumu”na geçilmekte olduğunu iddia eden

“enformasyon toplumu” üst başlığında toplanabilecek kuramlar oluşturur.

Kendi içinde gayet tutarlı görünen teknolojik determinizmle örülmüş bu varsayımlar, aynı

zamanda karmaşık toplumsal gerçekliğe dair tek boyutlu nedensellik ilişkisi kurarak son

derece basit bir açıklama sunarlar. Chandler’a (1994) göre, bu yaklaşımdan üretilmiş

açıklamaların ve fütüristik varsayımların yaygınlığı ve çekiciliği tam da bu “basitlik”ten

kaynaklanır. Toplumsal değişim ve teknoloji ilişkisini anlama gayretindeki insanlara basit

olduğu ölçüde anlaşılır ve ikna edici bir neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde açıklama getirirler.

Fakat bu basitlik toplumsal gerçekliği çarpıtarak, görünümün ardında yatan yapı ve

mekanizmaları, dolayısıyla da çelişki, çatışma ve eşitsizliği gözlerden siler.

Teknolojik Determinizmin Farklı Veçheleri, Görünümleri

Bruce Bimber (1995) da Chandler gibi benzer bir noktadan hareketle teknolojik

determinizmin yaygın kabul görmesine dikkat çektiği “Three Faces of Technological

Determinism”4 adlı çalışmasında, söz konusu yaklaşımın kendini eleştirel olarak

konumlandıran çalışmalara da sirayet edişine, yani teknolojik determinizmin farklı

veçhelerine, görünümlerine işaret eder. Bimber (1995, ss. 79-100), sosyal bilimlerde

3 Eski T.C. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, bulut sistemi ve bilişim üzerine bir

konuşmasında şunları söyler: “Bu bilişime fazla kafa yorarsan sıyırırsın. Kullanacaksın… Nimetlerinden

kullanıp, yaralanıp işini göreceksin. Kafayı taktın mı o zaman işin kötü. Çok fazla hikmetine şey yapmamak

lazım”. (http://www.youtube.com/watch?v=Sn7pNTsY5iY) 4 Bimber çalışmasında Marx’ı teknolojik determinist olmakla suçlayanlara karşı bir anlamda eleştirel bir

hesaplaşmaya girişerek teknolojik determinizmi tartışmaya açar. İddia edilenin aksine Marx’ta tarihin motorunun

teknoloji değil, sınıf savaşımı olduğunu ortaya koyarken de teknolojik determinizmin farklı tezahürlerini açığa

çıkarır.

28 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

teknolojik determinist olarak nitelenebilecek tavırları, “nomolojik, normatif ve istenmeyen

sonuçlar doğuran (unintended consequences)” olmak üzere üç farklı kategori içine

yerleştirerek tartışır. Her üç kategori de farklı varsayım ve nedensel açıklamaları içerir.

Kaynağını pozitivizmden alan “nomolojik” olan, zamandan ve mekândan bağımsız yasalarla

toplumsal gerçekliği açıklamasından, yani verili geçmişin ve doğa yasalarının tek bir olası

geleceğe işaret ettiği bir kavrayış olmasından ötürü “determinist” olarak değerlendirilir

(Bimber, 1995, ss. 83-89). Bu kategori içerisinde Heilbroner’in “Do Machines Make

History?” adlı çalışmasını değerlendiren Bimber (1995, s. 84), Heilbroner’in her toplumun

evrimsel olarak izlemesi gereken sabit bir teknolojik gelişme sekansı tariflediğini belirtir.

Dolayısıyla da nomolojik olanda teknoloji, toplumsal pratik üzerinde nedensel etkileri olan

bağımsız bir değişken olarak konumlandırılır ki, olgular tarihten, toplumdan ve insandan

bağımsız dışsallıklar olarak karşımıza çıkar.

Teknolojik determinizmin “normatif” biçiminde ise, teknolojinin etik, verimlilik ve

üretkenlik gibi kaygılar merkezinde ele alındığını, ancak teknolojinin ortaya çıkışına itki

veren toplumsal koşulların ve yapıların tartışma dışı bırakılmasından ötürü özerk bir teknoloji

tasavvuruna düşüldüğünü ifade eder (Bimber, 1995, ss. 81-83). Bu kategori içerisinde Jürgen

Habermas’ın Toward a Rational Society, Jacques Ellul’ün Technological Society, Lewis

Mumford’un The Pentagon of Power, Herbert Marcuse’un One-Dimensional Man ve

Langdon Winner’ın Autonomous Technology adlı çalışmalarını tartışmaya açar. Habermas’ın

çalışmasında eleştirisinin odağı, sanayi toplumlarında teknolojilerin geliştirilmesi sürecinde

etik kaygıların ve ilkelerin dışlanarak verimlilik ve üretkenliğin ön planda olması üzerine

yoğunlaşır. Habermas, teknolojinin etikten, normatif yargıdan kopuk, kendi içinde verimlilik

ve üretkenlik esaslı bir yörüngeye oturtulduğunda özerk ve belirleyici olarak kabul

edilebileceğini öne sürer (Habermas’dan aktaran Bimber, 1995, s. 82). Bimber (1995, ss. 81-

82), Habermas’ın etik kaygılar etrafında teknolojik gelişmeye dair biçimlendirdiği eleştirisini

tam da bu nedenle teknolojik determinizmin normatif biçimi olarak değerlendirir. Ve esasen

normatif olarak adlandırdığı kategorinin, teknolojik determinizmin en sık karşılaşılan yüzü

olduğuna dikkat çeker (Bimber, 1995, s. 82). Ellul’ün tekniği yalnızca teknoloji olarak değil,

verimliliği benimsetme yoluyla sosyal, politik ve ekonomik yaşam üzerinde hegemonya

kurucu unsur olarak ele alırken, Mumford’un “megateknik”in tehlikelerine karşı uyarıda

bulunurken ve Marcuse’un teknolojik rasyonalitenin tek boyutlu ufkunu vurgularken ya da

Winner’in teknolojiyi dizginlenemez olarak betimlerken Habermas’la benzer kaygılar

taşıdıklarını vurgular (Bimber, 1995, ss. 82-83). Bu isimlerin kendilerini teknolojik

determinist olmaktan çok uzakta görmelerine karşın, teknolojiyi ve teknolojik gelişmeyi

toplumsal koşullar ve yapılardan bağımsız bir özerklik olarak almalarından ötürü

determinizme düştüklerini ileri sürer (Bimber, 1995, s. 83).

Winner’in teknolojinin yasa-bağımlı yorumlanışlarına karşıt bir alternatif olarak öne

sürdüğü, teknolojik gelişmenin öngörülemeyen etkileri (the unanticipated effects of

technological developments) yaklaşımını Bimber (1995, s. 85), “istenmeyen sonuçlar

doğuran” (unintended consequences) olarak adlandırır ve teknolojik determinizmin bir

kategorisi olarak konumlandırır. İstenmeyen sonuçlar doğuran kategorisinde, insan

denetiminin ötesinde teknolojinin toplumsal sonuçları belirlediği, dolayısıyla da

denetlenemeyen ve belirsiz sonuçları olan bir özerklik olarak kavrandığına işaret eder

(Bimber, 1995, s. 85). Ve bu kategoride de temel mesele, gerek teknolojinin gerekse

teknolojik gelişmenin topluma dışsal ve tüm toplumsal sonuçları belirleyen özerk bir değişken

olarak kavranmasıdır. Her ne kadar normatif olanla istenmeyen sonuçlar doğuran arasında net

bir çizinin olup olmadığı belirsizmiş gibi görünse de Bimber (1995, s. 86), normatif olanın

aksine istenmeyen sonuçlar doğuran kategorisinde teknolojiye etkide bulunan veya

Banu Durdağ 29

bulunabilecek herhangi bir sosyal ya da kültürel pratiğe yer bırakılmadığının altını çizerek

kesin bir ayrım yapar.

Bimber’ın teknolojik determinizmin bulanık ve muğlak görünümlerini serimlemesi,

teknolojik determinizmin bir çırpıda sezilemeyecek birden fazla yüzünün olduğunu açığa

çıkarması bakımından önemlidir. Teknolojik determinizmi farklı boyutlarıyla tartışmaya açan

bir diğer önemli isim ise, Raymond Williams’dır. Williams, Communications (1973),

Television: Technology and Cultural Form (2004), “Communications Technologies and

Social Institutions” (1981) ve İkibin’e Doğru (1989) çalışmalarında iletişim odaklı bir bakışla

teknoloji, teknolojik gelişme ve toplumsal değişim olgularına dair Marksist ekonomi politik

perspektiften eleştirel bir tartışma yürütür ve teknolojik determinizme ve onun farklı

boyutlarına temas eden bir çerçeve sunar.

Chandler ve Bimber’la benzer bir biçimde Williams da (2003, s. 12) teknolojik

determinizmin “toplumsal değişimin doğasına ilişkin, son derece güçlü ve günümüzde büyük

ölçüde onaylanmış” bir görüş olduğuna dikkat çekerken, Bimber’ın çabasına benzer bir

biçimde teknolojik determinizmi kategorileştirir. Ancak Bimber’ınkinden farklı olarak

mekanik neden-sonuç ilişkisi kuran ve iyimser ya da kötümser bir biçimde teknolojinin

dünyayı değiştirdiği/değiştireceği görüşünün hâkim olduğu, daha bilinen tavrı, “teknolojik

determinizm” olarak adlandırır. “Semptomatik teknoloji görüşü” olarak adlandırdığı ikinci

kategorinin ise, ilkine göre daha az determinist olduğunu öne sürer (Williams, 2003, ss. 12-

13). Williams’a göre (2004, s. 5), teknolojik determinist görüş çerçevesinde “yeni

teknolojiler, toplumsal değişimin ve ilerlemenin koşullarını hazırlayacak olan bir araştırma ve

geliştirme sürecinin temelde içsel bir sonucu olarak keşfedilirler”. Teknolojinin ortaya çıkışı

toplumdan dışsallaştırıldığından teknolojik gelişme de, öngörülebilir bir iç mantığı olan ve

kaçınılmaz olarak içine doğduğu dünyayı değiştiren özerk bir süreç olarak görülür. Bu tam da,

matbaanın keşfinin zorunlu olarak Aydınlanma’ya, telgrafın Sanayi Devrimi’ne ve internetin

“enformasyon çağına” neden olduğu düşüncesinin temelinde yatan anlayıştır (Freeman, 2002,

s. 427). Williams (2004, s. 122), bu tür önermelerde temelde yadsınanın “niyet” olduğunu

ileri sürer ve örneğin Laswell’in “kim, kime, hangi kanalla, hangi etkiyle, ne söyler”

biçiminde formüle ettiği iletişim modelinde dışarıda bırakılanın “niyet” (intention) olduğunu,

dolayısıyla da, tüm gerçek toplumsal ve kültürel süreçlerin dışlandığını ifade eder. Ve bu

minvaldeki teknolojinin toplumsal ilişkilere etkisi üzerine yapılan çalışmaların en temel

sorununun, “aracı” toplumdan izole etmesi, dolayısıyla aracı – teknolojiyi – yansız, nötr

olarak almaları olduğunu vurgular (Williams, 2004, s. 122).

Williams (2003, s. 12), “semptomatik teknoloji görüşü” olarak adlandırdığı kategorinin

ise, saf teknolojik determinizmle karşılaştırıldığında toplumsal değişimin diğer nedensel

faktörlere dayandığını vurgulamasından ötürü daha az determinist olarak değerlendirileceğini

öne sürer. Bu kategoride, kimi teknolojiler ya da teknoloji birleşimleri başka biçimde

belirlenen toplumsal sürecin yan ürünleri, semptomları sayılır (Williams, 2003, s 12).

Semptomatik teknoloji görüşünde de, “daha önemsiz bir yolla olsa da, benzer biçimde

araştırma ve geliştirmenin kendiliğinden üretildiği”nin farz edildiğini ifade eder (Williams,

2003, s. 13). Bu iki kategorinin, teknoloji ve topluma ilişkin modern toplumsal düşüncenin

büyük bir bölümünü oluşturduğunu ve iki kategoride de tartışmaların farklı yönlerde olmasına

karşın, teknolojiyi toplumdan dışsallaştırdıkları için kısır olduklarını vurgular (Williams,

2003, s. 13). Williams’ın kategorilerinde Bimber’da olduğu gibi kategorileri netleştiren

örnekler göremeyiz. Çünkü Williams (2004, ss. 3-5) bu kategorileri, teknoloji ve toplumsal

değişim ilişkisinde bir dizi neden-sonuç uyarlamaları üzerinden kurar. Bu nedenle,

Williams’ın hem teknolojik determinizmi nasıl kavradığını hem de teknolojik determinizmle

semptomatik teknoloji görüşü arasında yaptığı ayrımı daha iyi anlayabilmek için teknoloji,

30 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

teknolojik gelişme ve toplumsal değişime dair nasıl bir konumdan hareket ettiğine bakmak

uygun düşebilir.

Williams teknolojiyi içinde var oldukları toplumsal ilişkilerce biçimlenen bir süreç olarak

ele alır. Modern iletişim teknolojilerini, sanayi devrimi ile birlikte yaşanılan toplumsal

değişimler ve bu değişimlerin açığa çıkardığı gereksinimlerle ilişkilendirir (Williams, 2004, s.

12-25). Söz konusu değişimlerle açığa çıkan gereksinimleri ekonomik, siyasal ve sosyal

olmak üzere birbiriyle ilişkili ve etkileşimli üç düzeyde tartışmaya açar. Makro perspektiften,

modern bir iletişim teknolojisinin gelişimi ile genişlemiş, devingen ve karmaşık yeni bir

toplumsal biçim arasında etkin bir ilişki olduğunu öne sürer (Williams, 2004, ss. 12-13). İlk

bakışta nedenselmiş izlenimi veren bu ilişkinin ekonomik, siyasal ve sosyal olmak üzere

etkileşimli düzeylerde karmaşık ve katmanlı bir bütünselliğe gönderme yaptığını ortaya koyar.

Modern iletişim teknolojilerinin ortaya çıkışına askeri ve ticari faaliyetlerin artan iletişim ve

kontrol ihtiyaçlarının itki verdiğine işaret eden Williams (2004, ss. 12-13), bu ilk düzeyi de

kapsayacak biçimde söz konusu teknolojilerin biçimlenişinin – ya da bugün bildiğimiz

anlamda kitle iletişim teknolojileri hâlini alışının – siyasal ve sosyal gereksinimlerle

bağıntısını açığa çıkarır. Yaşanılan toplumsal değişimlere paralel olarak siyasal gücün

merkezileştirilmesinin, resmi kanallardan başka yollarla merkezden mesaj iletme

gereksinimini doğurduğunu, bir başka deyişle, bir önceki toplumsal formasyonda ideoloji

aktarım kanalı olarak kiliseler, meclisler, okullar gibi geleneksel kurumların karşılayamadığı

yeni bir siyasal gereksinimin açığa çıktığını ifade eder (Williams, 2004, ss. 13-14). Bir yandan

karar ve denetim mekanizmalarının işlerliğinde, bir yandan da seçim kampanyaları ve oy

yarışında keskinleşen gereksinimler, askeri ve ticari ihtiyaçlara yanıt olarak ortaya çıkarılan

teknolojinin, siyasal ve sosyal gereksinimlerle de biçimlenerek kitle iletişim teknolojisine

doğru gelişim seyrini serimler (Williams, 2004, ss. 14-15).

Diğer taraftan Williams teknolojik gelişmeye “niyet”in ve toplumsal aktörlerin

eyleyişlerinin önemini de dâhil eder (Williams, 2004, ss. ix, 7, 122). “Belirlenmiş teknoloji”

kavrayışına karşı çıkarken, söz konusu teknolojilerin zorunlu olarak geliştiriciler tarafından

öngörüldüğü şekliyle kullanılacağı, dolayısıyla da alternatif kullanımların söz konusu

olmadığı görüşünü reddeder (Williams, 2004, s. 130). Bu karşı çıkışını, teknolojilerin

toplumsal ilişkiler bütünü içinde var olduğunu ve özellikle de iletişim teknolojilerinin

iletişimsel faaliyete içkin çelişki ve çatışmayı olduğu kadar, özgürleşim potansiyelini de

barındırdığını ortaya koyarak pekiştirir: 19. yüzyılda dini ve siyasi otoriteler sıradan

insanların ahlaki gelişimi için İncil okumalarını teşvik ederken, onların radikal basını

okumamalarını garanti edebilmelerinin yolunun olmadığını vurgular (Williams, 1981, s. 230).

İletişim teknolojileri, özünde iletişimsel bir faaliyet olarak, amaçlanan askeri ve endüstriyel

kullanımlarının yanı sıra daha geniş ve daha çeşitli toplumsal iletişim biçimlerine de kapı açar

(Williams, 1981, s. 233). Bu da, Williams’ın Communications adlı çalışmasında demokratik

bir iletişim biçimi tanımlama çabasından doğan, iletişimsel bir faaliyet olarak iletişim

teknolojilerinin yabancılaşmayı ve sanayi toplumunun atomizasyonunu azaltmak üzere

kullanımı anlayışının bir parçasıdır (Freeman, 2002, s. 434). Böylelikle, iletişim araçları

dolayımıyla “insan deneyiminin paylaşılması”nı, kapitalist toplumsal formasyonda kâr

sağlamanın ya da propagandanın bir aracı olarak kullanımının tam karşısına yerleştirmiş olur

(Freeman, 2002, s. 434).

Williams’ın teknolojinin nasıl üretildiği ve toplumsal sürece nasıl dâhil olduğuyla

ilgileniyor olması, dolayısıyla da materyalist bir konumdan teknoloji ve toplum, toplumsal

değişim ilişkisine bakıyor olması, onun teknolojik determinizm, semptomatik teknoloji gibi

ayrımları yapabilmesini olanaklı kılar. Bu, aynı zamanda onun teknoloji ve toplumsal değişim

ilişkisini kavrayışında teknolojiye, kültüre, toplumsal olana yaptığı onca vurguya rağmen ne

teknolojik determinist ne de başka türden determinist olarak adlandırılamamasının temel

Banu Durdağ 31

nedendir. Böylesi bir kavrayışta da, teknolojik olanakları sınırlayan hâkim grupların

önceliklerinin damgasını vurduğu, fakat aynı zamanda toplumsal mücadelelerce de

biçimlenen bir süreç olarak teknolojinin ve teknolojik gelişmenin bütünsel bir resmi açığa

çıkmış olur. Bu noktada Williams’ın bu kavrayışını dayandırdığı temele, yani Marx’ın

teknolojiyi nasıl kavramsallaştırdığına ve bu kavramsallaştırmasını mümkün kılan düşünüş

biçimine, içsel ilişkiler felsefesine, bakmaya çalışmak uygun olacaktır.

Marx’ın Teknoloji Kavramsallaştırması ve İçsel İlişkiler Felsefesi

Marx’ın diyalektiğinde soyutlamaları “şeyler” değil “süreçler”dir (Ollman, 2011). Tıpkı

“sermaye”yi de süreç olarak soyutlayıp onun üretim araçları, üretim ilişkileri, emek-gücü,

değer, para, mülkiyet ve daha fazlasıyla arasındaki ilişkiyi ve etkileşimi içeren karmaşık ve

çok katmanlı bir ilişkisel bütünlük olarak ortaya koymasındaki gibi, teknolojiyi de bir süreç

olarak ele alır. Marx’ın teknoloji kavramsallaştırmasında teknoloji, salt araçlardan,

yapıntılardan ibaret olmadığı gibi insandan ve toplumdan da bağımsız değildir; aksine ilişkisel

bir bütünlük olarak dinamik bir “süreci” ifade eder. Harvey (2010, ss. 208-212), Marx’ın

Kapitali İçin Kılavuz adlı çalışmasında Kapital 1. Cilt’teki Dipnot 4’te Marx’ın teknolojiyi

nasıl ilişkiler bütünü içinde kavramsallaştırdığına, diyalektik ve tarihsel materyalizmin fiilen

genel bir çerçevesini nasıl sunduğuna dikkat çeker: “Teknoloji, insanın doğa ile arasındaki

aktif ilişki tarzını, insan yaşamının dolaysız üretim sürecini ve dolayısıyla da aynı zamanda

onun toplumsal yaşamının ilişkilerini ve bunlardan kaynaklanan zihinsel tasarımlarını açığa

çıkarır”5 (Marx, 2010, s. 358). Marx, teknolojiyi insanın doğayla etkin ilişkisi, yaşamını

sürdürmek için başvurduğu üretim süreci, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimi ve bu

ilişkilerden doğan zihinsel kavrayışlarıyla6 içsel olarak ilişkilendirir.

Harvey (2010, s. 212), tüm bu ilişkilerin bir bütünsellik olarak anlaşılan genel insan evrim

sürecinde farklı ve dinamik anlar oluşturduklarını, dolayısıyla da birlikte evrilerek daima

yenilenmelere ve dönüşümlere tabi olduklarının altını çizer. Harvey (2010, s. 221)

tartışmasının devamında, Marx’ın tarihsel ve toplumsal bağlamı içerisinde “eleştirel bir

teknoloji” kavramsallaştırmasına ve çözümlemesine odaklandığına dikkat çeker ki burada da,

görünenin ardındaki gerçeklik olarak kapitalist toplumsal formasyonda, üretim araçlarının

mülkiyetine el koyan kapitalist sınıf için teknolojinin hangi içerimleri olduğu ve ne tür çelişki

ve çatışmaları içinde barındırdığı karşımıza çıkar. Dahası, diğer üretim tarzları göz önünde

tutulduğunda, kapitalizmin teknolojik bakımdan niçin bu kadar dinamik olduğu – ya da

dinamik olmak zorunda olduğu – açığa kavuşur. İşçinin ürettiği artı-değere el koyarak kendini

var eden kapitalizmde teknoloji, üretimi artırmak ve emek-gücü maliyetini azaltmak üzere

devreye sokulur. Geçimlik malları üreten işkollarındaki üretkenlik artışı ile emek-gücünün

değerini düşürerek – ki bu da işçinin ihtiyaçlarını karşılamak için daha az paraya ihtiyaç

duyması demektir – “göreli artı-değer” elde eder. Böylelikle değişken sermaye olarak emek-

gücünün değeri azalırken, iş günü süresi sabit kalsa dahi sömürü oranı ya da başka bir deyişle

artı-değer kütlesi artar. Burada tekil kapitalist bunun faydasını görmez; bütün kapitalist sınıf

bundan fayda sağlar. Dolayısıyla da, geçimlik mal sektöründeki üretkenlik artışı için

teknolojinin devreye sokulması kapitalist sınıf stratejisinden doğar (Harvey, 2010, ss. 180-

194).

5 Vurgu bana ait.

6 Marx (2010, s. 182), “[b]ir örümcek, dokumacının çalışmasını andıran faaliyetlerde bulunur ve bir arı, bal

peteğini yaparken bazı mimarları utandırır. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan daha en başından ayırt eden şey,

mimarın, peteği balmumundan yapmadan önce kafasında kurmuş olmasıdır. Emek sürecinin sonunda, bu sürecin

başında zaten işçinin imgeleminde, yani düşünsel olarak var olan bir sonuç ortaya çıkar” derken, tam da

toplumsal ilişkilerden doğan zihinsel kavrayışlar, bu pasajda anlamını bulur. Toplumsal ilişkilerden doğan

zihinsel kavrayışlar, “teknoloji”ye dair her sürece en başından dâhildir, diyebiliriz.

32 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

“Yenilikçi” kapitalist, metalarını toplumsal ortalamadan daha yüksek bir üretkenlik

oranıyla üretip, toplumsal ortalamada veya toplumsal ortalamaya yakın bir fiyatla sattığından

fazladan artı-değer elde eder (Harvey, 2010, s. 184). Ancak ta ki bu yeni üretim yönetimi

(tekniği, teknolojisi) yayılıp genelleşinceye kadar... Diğer taraftan rekabetin zorlayıcı baskısı

da, kapitalisti var olabilmek için üretkenliği artıracak teknik ve teknolojiler ortaya çıkarmaya

zorlar. Bu nedenledir ki kapitalist, üretici güçleri (emek-gücü ve üretim araçları) sürekli

mahmuzlama eğilimindedir. Dolayısıyla da, teknolojik yenilenmelerin ve gelişmelerin “hızlı”

seyrinin altında yatan nedenlerden biri bu eğilimdir.

Kapitalist, yalnızca üretim için gerekli en son teknolojik düzeye uygun üretim araçlarını

vb. temin etmekle kalmaz, aynı zamanda emek gücü üzerinde tam bir denetim kuracak

biçimde teknolojiyi geliştirir (Ansal, 2004, s. 44). Dolayısıyla da, emek sürecini disipline

etmek, kontrol altına almak ve makinelerin emeğin yerini alacak biçimde geliştirilmesi

rastlantı değildir (Ansal, 2004, s. 45). Ancak üretimde otomasyon arttıkça, kapitalistin emek-

gücüne ihtiyacı azalırken, bunun yarattığı çelişki ise kâr oranlarının azalma eğilimi şeklinde

kendini ortaya koyar. Çünkü her ne kadar teknoloji, artı-değer üretimini artırmak üzere işe

koşuluyor olsa da, değerin asıl yaratıcısı emektir.

Diğer taraftan, üretici güçlerin gelişmesi daha temel bir çelişkiye gönderme yapar ki bu

da, üretici güçlerin, gelişmelerinin belli bir aşamasında, varolan üretim ilişkileriyle çelişkiye

düşmesidir. “Bu çelişki içinde tarafların görece güçleri teknolojinin gelişme yönünü

belirlerken, geliştirilen teknoloji de tarafların göreli konumlarını etkileyerek üretim ilişkilerini

yeniden üretir” (Ansal, 2004, s. 45) ya da onu muhtemel sonuna götürecek ve dönüştürecek

potansiyeli açığa çıkarır. Bundan dolayıdır ki teknoloji de sınıflar arası mücadelenin bir

alanıdır. Marx’ın çözümlemesi şeylerin mevcut durumunu ortaya koyarken, aynı zamanda

bunun, nasıl yadsınacağını ve nasıl mücadeleyle dönüştürülebileceğini de açığa çıkarır.

Böylesi “eleştirel ve devrimci” bir çözümlemeyi yapabilmesini mümkün kılansa, onun

düşünüş biçimi, yani “soyutlama süreci”ni teşvik eden içsel ilişkiler felsefesidir (Ollman,

2011, s. 67). Kendi sınırları içinde kendi başlarına varolan, bütünden bağımsız parçalar söz

konusu değildir. Ne bütün, basitçe parçaların toplamından ibarettir, ne de parçalar bütünden

bağımsız, yalıtık etkenlerdir. Parçalara önem derecesini veren bütündür. Parça, bütüne dair

gerçekliği içsel olarak içerdiğinden, ne bütünden ne de diğer parçalardan bağımsızdır. Başka

bir ifadeyle, parçalar hem birbirleriyle hem de bütünle ilişkiseldir ve aralarındaki ilişki de

organiktir. Aralarında nedensellik değil, ilişkisellik vardır. Bundan dolayıdır ki Marx’ın

çözümlemesinde teknoloji, toplumsal ilişkiler bütünü içerisinde anlamını bulur. Harvey’in

(2010, s. 211) ifadesiyle açacak olursak: “Teknolojiler […] gökten yağmaz. Zihinsel

kavrayışlarla üretilirler. Ayrıca toplumsal ilişkilerimizden doğarlar ve gündelik hayatın ya da

emek süreçlerinin pratik ihtiyaçlarına tepki olarak somutlaşırlar”.

Teknolojinin Toplum-Üstü Görünümü

Teknolojik determinizmin yaygınlığının ya da Williams’ın (1989, s. 125) her yeni

teknolojinin, zihinlere teknolojik determinizm bulaştırması olarak ifade ettiği ve Kaya’nın

(2000, s. 105) efsunlanma/büyülenme olarak adlandırdığı hâlin temel nedenlerinden biri,

Marx’ın “fetişizm” tartışmasında açığa kavuşur. Önceki bölümlerde değinildiği üzere

teknolojik determinizmdeki temel sorun, toplumsal gerçekliğe dair görünümün “öz” olduğu

yanılgısıdır. Marx, “görünümü” “özle” karıştırma durumunu “fetişizm” olgusuyla niteler ve

bunun kapitalist toplumun her alanında işlediğini açığa çıkarır (Ollman, 2011, s. 82). Marx’ın

en özgün kavramsallaştırmalarından biri olan ve “yabancılaşma kuramı”na temel oluşturan

“meta fetişizmi” ise, fetişizm olgusuna dair gerçekliği ortaya koyan en iyi örneklerden biridir.

Marx’ın metada gördüğü toplumsal işbölümü içinde piyasada mübadele edilen örgütlenmiş

emektir. Değişim değerini esas alan bir üretim tarzı olarak kapitalizmde emek ürünleri meta

olarak üretilmeye başlar başlamaz emekten bağımsız, “toplum-üstü” varlığın ürünleri gibi

Banu Durdağ 33

görünmeye başlar. Gerçek toplumsal ilişkiler metaların mübadelesinde temsil edilir, başka bir

deyişle, insanlar arasındaki ilişkiler “şeyler” arasındaki ilişkiler olarak karşımıza çıkar.

Toplumsal üretim ilişkileri, mübadele sürecinde metalar arasındaki ilişki olarak karşımıza

çıkartıldığında, kapitalizme içkin çelişkiler, sömürü, metaların hangi koşullarda kimlerce

üretildiği, piyasaya nasıl geldiği gizlenmiş olur. Böylelikle kapitalist üretim tarzı gizemli, üstü

örtük hale getirilmiş, dolayısıyla da kapitalist üretim ilişkileri tarihsel, toplumsal bağlanımdan

kopuk, doğa yasalarıymış gibi karşımıza çıkartılmış olur.

Marx’ın kapitalist toplumsal formasyonda ortaya çıkardığı “fetişizm”, emeğin somut

ürünlerinde olduğu kadar, değerin başkalaşımının söz konusu olduğu bütün formlar için de

aynı ölçüde geçerlidir (Ollman, 2012, s. 308). Elbette, teknoloji de bundan muaf değildir.

Kapitalizmde teknoloji de, “gizemlileştirilmiş görünümü” ile karşımıza çıkar. Dolayısıyla bu

“görünüm”, onun adeta “öz”üymüş gibi algılanması hatasına düşürür. Teknolojinin,

dolayısıyla da iletişim teknolojilerinin fetişleştirilmesi, yani tarihsel toplumsal bağlamda

belirli ihtiyaçlara yanıt olarak insan emeğince üretilmiş, insanın bilgi, beceri ve deyimlerini,

toplumsal ilişkilerini cisimleştiren yapıntılar olmasının ötesinde “insanüstü varlıklar”

biçiminde sunulması, teknolojinin doğal ve karşı konulamaz bir güç olarak algılanmasını

beraberinde getirirken, kapitalist sınıfa bu teknolojiler ve bu teknolojiler dolayımıyla

gerçekleştirilen faaliyetler üzerindeki tekellerini inkâr etme olanağını da sağlamış olur.

Teknolojinin yansız ve apolitik görünüme büründürülmesiyle sınıf çıkarları ve çatışmalarının

üstü örtülmüş olur. Teknolojinin, özellikle de iletişim teknolojilerinin fetişleştirilmesi

sürecinde sola ait “devrim” gibi kavram ve kavramsallaştırmalar da devreye sokularak, hâkim

teknolojinin yayılmasının baskıcı ve manipülatif karakteri gizlenir (Mattelart, 1979, s. 117).

Bu fetişleştirmeyi pekiştirecek “enformasyon devrimi”, “bilgisayar çağı”, “teknoloji devrimi”,

“enformasyon toplumu” gibi kavramsallaştırmalar da toplumsal katmanlaşmayı gizlediği gibi,

“alıcıya” da başsız bir toplum görünümü sunar (Mattelart, 1979, s. 117). Bu gizemlileştirilmiş

görünüm ardında yatan yapı ve mekanizmalara temas edildiğindeyse, toplumsal olarak önceki

praksislerin ve niyetlerin ürünü olan, tarihsel ve toplumsal yanlılıkların bütün temel izlerini

taşıyan, aynı zamanda mevcut toplumsal ilişkileri dönüştürme potansiyelini barındıran ve sınıf

mücadelesinin bir alanı olan “teknoloji” karşımıza çıkar. Bu noktada teknoloji, ne basitçe

bütün toplumsal sonuçları belirleyen ne de toplumsal değişimi anlama ve anlamlandırmada

yadsınabilir bir konumdadır.

Sonuç

Bu çalışma kapsamında yer verilen teknolojik determinizmin farklı veçhelerine ilişkin

kategoriler tartışmaya açık olsa da, teknoloji ve toplumsal değişim ilişkisine dair teknolojik

determinizmin yaygınlığına dikkat çekmeleri bakımından anlamlı girişimlerdir. Teknolojinin

şeyleştirilmesine, “kendinden menkul bir varlıkmış” gibi muamele edilişine işaret etmeleri ve

böylesi düşünmenin sınırlarını ve sınırlılıklarını göstermeleri noktasında da önemlidirler.

Burada ele alınıp açıklanmaya çalışıldığı hâliyle, teknolojik determinizme dair farklı

tartışmalar ve ele alışlar olmakla birlikte, ortaklaşan görüşler de söz konusudur. İlk olarak,

teknolojik determinizmin yaygın bir düşünüş biçimi olduğu ve bunun nedenin de karmaşık

toplumsal gerçekliği ve toplumsal değişimi açıklamada “basit” bir yöntem sunduğu görüşü

öne çıkar. Basitliğinin yanı sıra teknolojik determinizmin yaygın kabul görüşünün temel

nedenlerinden biri, Marx’ın fetişizm tartışmasında açığa çıkardığı hâliyle, kapitalizmde

gerçek toplumsal ilişkilerin karşımıza “şeyler” arasındaki ilişki olarak çıkmasıdır. David F.

Noble’ın (2011, s. xi) ifade ettiği gibi, “toplumsal amacın uzun zaman önce piyasa

mekanizmasına bırakıldığı ve şeylere insanlar üzerinde bir üstünlüğün atfedildiği […] bir

toplumda teknoloji, kolaylıkla hikâyenin öznesi olarak fantastik görünümünü takınır”. Ve bu

görünüm onun özü olduğu yanılgısını doğurur. Kapitalist üretim ilişkilerinin bir ürünü olan

34 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

“şeyleymiş” teknoloji görümünü, teknolojik determinizmle örülmüş kuramlar, varsayımlar ve

söylemler de pekiştirir.

Her ne kadar teknolojik determinizmin farklı veçhelerine ilişkin olarak kategorileştirme

çabaları farklılıklar gösterse de, teknolojik determinizmde teknolojinin, teknolojik gelişmenin

ve toplumsal değişimin nasıl kavrandığına dair vurgular da ortaklaşır: Kendi iç dinamiğine

sahip ve kendi kendine çizgisel bir gelişim izleyen olgu olarak konumlandırılan teknoloji

“doğal”, teknolojik değişim ise “doğal olay” biçiminde sunulur. Böylece teknolojinin nasıl,

hangi amaçlara ve çıkarlara hizmet etmek üzere ortaya çıkarıldığı karanlıkta bırakılır.

Nasıl ki toplumsal değişimi anlama ve açıklamada “kendi aklı ve iradesiyle donatılmış”

bir teknoloji tasavvurundan hareket etmek çarpık bir toplumsal gerçeklik kavrayışına neden

oluyorsa, teknolojik determinizme düşmemek adına teknolojiyi çözümleme dışı bırakmak da

toplumsal ilişkiler bütünlüğünde bir tarafın yok sayılmasına neden olur. Başka bir ifadeyle,

insan ve ürünleri arasındaki içsel ilişkide bir tarafın yok sayılması; örneğin, insanın özne

olarak yok sayılması “determinizm” açmazıyla sonuçlanırken, insanın nesnesinin dışarıda

bırakılması ise çarpık bir “özgür irade” açmazını peşi sıra getirir (Ollman, 2012, ss. 313-314).

Dolayısıyla da, toplumsal gerçekliği çarpıtan ya da toplumsal bütünlüğü ıskalayan bu iki

eğilimi de aşabilmek için, toplumsal gerçekliğe dair görünümün ardında yatan yapı ve

mekanizmalara temas etmek, açığa çıkarmak daha da önemli hâle gelir. Bunu yaparken de,

tıpkı Marx’ın teknoloji kavramsallaştırmasında olduğu gibi, olgular arasında mekanik

nedensellik değil, ilişkisellik kurmak gerekir. Böyle bir düşünüş biçiminden hareket

edildiğinde teknoloji, tüm toplumsal sonuçları belirleyen olmaktan ve yandısınabilir olmaktan

da çıkar.

KAYNAKÇA:

Ansal, H. (2004). Geçmiş Ve Gelecekte Ekonomik Gelişmede Teknolojinin Rolü. Teknoloji,

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, (içinde). Ankara: Kozan Ofset. 35-58.

Bimber, B. (1994). Three Faces of Technological Determinism". Does Technology Drive

History: The Dilemma of Technological Determinism, Smith, M. R. ve Marx, L. (der.)

içinde. Cambridge, MA: MIT Press. 79-100.

Chandler, D. (1995). Technological or Media Determinism.

http://www.aber.ac.uk/media/documentaries/tecdet/tecdet.html adresinden alınmıştır.

(Erişim tarihi 09 Aralık 2013).

Freeman, D. (2002). A Technological Idiot? Raymond Williams and Communication

Technology. Information, Communication & Society, 5(3), 425-442.

Gitlin, T. (2003). Media Unlimited: How the Torrent of Images and Sounds Overwhelms Our

Lives. New York: Owl Books.

Harvey, D. (2010). Marx’ın Kapitali İçin Kılavuz, Çev., Bülent O. Doğan. İstanbul: Metis

Yayınları.

Kaya, R. (2000). Küreselleşme ve Medya. İletişim, 6(Yaz), 99-112.

Lichtman, R. (2013). Liberal İdeolojinin Marksist Eleştirisi: Eleştirel Toplumsal Kuram

Üzerine Denemeler. Çev., Şükrü Alpagut. İstanbul: Yordam Kitap.

Banu Durdağ 35

Manzerolle, R. V. ve Kjøsen, A. (2014). Sermayenin İletişimi: Sayısal Medya ve Hızlanmanın

Mantığı. Çev., Banu Durdağ. Marx Geri Döndü: Medya, Meta ve Sermaye Birikimi,

Başaran, F. (der.) içinde. Ankara: NotaBene Yayınları, 217-253.

Marx. K. (2010). Kapital 1. Cilt. Çev., Mehmet Selik ve Nail Satlıgan. İstanbul: Yordam

Kitap.

Mattelart, A. (1979). Communication Ideology and Class Practice. Çev., M. Coad.

Communication and Class Sturggle: 1. Capitalism, Imperialism, Siegelaub. S. ve

Mattelart, A. (der.) içinde. New York: International General; Bagnolet: International

Mass Media Research Center, 115-124.

Noble, F. D. (2011). Forces of Production: A Social History of Industrial Automation. New

Jersey: Transaction Publishers.

Ollman, B. (2011). Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar. Çev., Cenk Saraçoğlu.

İstanbul: Yordam Kitap.

Ollman, B. (2012). Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı. Çev.,

Ayşegül Kars. İstanbul: Yordam Kitap.

Williams, R. (2004). Television: Technology and Cultural Form. London: Routledge.

Williams, R. (2003). Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim. Çev., Ahmet Ulvi Türkbağ.

Ankara: Dost Yayınevi.

Williams, R. (1989), İkinbin’e Doğru. Çev., Esen Tarım. İstanbul: Ayrıntı Yayınevi.

Williams, R. (1981), “Communications Technologies and Social Institutions”. Contact:

Human Communication, Williams, R. (der.) içinde. London: Thames and Hudson,

225-239.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Yeni Medya ve Bilgi Toplumu: Sürtünmesiz Kapitalizm

Ağlarında İşçi Sınıfını Yeniden Düşünmek

Serhat KAYMAS

Özet:

Bu çalışma, kapitalizmin yeni bir evresinde, sürtünmesiz kapitalizm ağlarında, bir sınıf olarak bilgi

çalışanlarını yeniden ele almayı amaçlamıştır. Bilgi toplumunda işçi sınıfı olarak “bilgi çalışanlarını”,

Türkiye’de medya çalışanları örneğinde ele almayı amaçlayan bu çalışma, eleştirel ekonomi politik

yaklaşımın sınırları içerisinde kalarak tartışmasını sürdürecektir. Çalışma içerisinde, Türkiye’de yeni

medya ve bileşen sektörlerinde bilgi toplumu çalışanları olarak muhabirleri örneklem olarak alınmıştır.

Çalışma içerisinde, Türkiye medyasına dair süre giden sorunların yeni medya ortamında, farklı

biçimler almış olsa dahi, nasıl da süre gittiği çözümlenmiştir. Çalışmanın sonunda, Türkiye

medyasındaki çalışma koşulları için alternatif bir model önerisi geliştirilmiştir.

Anahtar Kelimeler : Yeni Medya, Internet, Bilgi Toplumu, Bilgi Toplumu Çalışanları.

Giriş

Theodore Adorno, henüz 1968 yılında, kapitalist sermaye birikiminin üçüncü derin krizine

girmeden önce, yalın ancak anlamlı bir soru sorar: “toplumun bugünkü yapısının

anlamlandırılabilmesi için en önemli soru nedir? Geç kapitalizm çağında mı, endüstriyel

toplumda mı yaşıyoruz?” (Adorno’dan aktaran Fuchs, 2012:1). Üretim güçleri ve üretim

ilişkileri ile birlikte ele alındığında aslında söz konusu sorunun yanıtlanmasının oldukça güç

olduğu belirtilmelidir. Öyle ki, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin belirlediği toplumsal

yapının anlamlandırılabilmesi için söz konusu soru oldukça işlevseldir. Her ne kadar; Vincent

Mosco ve Catherine McKercher’in (2006, s. 493) belirlediği gibi, sınıf ve toplumsal yapı

arasındaki ilişkileri Marksisyen bir sınıf analizi içerisinde değerlendirmek, eleştirel iletişim

çalışmaları için “kör noktayı” oluştursa da, yukarıda yer alan toplumun bugünkü yapısının

anlamlandırılabilmesi için önemli bir uğrak oluşturur.

Bu çalışma içerisinde; kapitalizmin yeni sermaye birikim düzeni içerisinde “bilgi sınıfı

işçilerinin” yeniden düşünülmesine dair bir çaba, sosyal bilimler içerisinde sınıfa dair ilki

Marksist ikincisi Weberyan olmak üzere iki yaklaşımın oluşturduğu kesit içerisinden bakarak

Türkiye’de bilgi sınıfına dair bir tartışmanın gerçekleştirilmesi üzerinden sergilenecektir.

Araştırma soruları ise aşağıdaki gibi belirlenmiştir.

1. Kapitalizmin bugünkü yapısının anlamlandırılabilmesi için, bilgi sınıfı işçilerinin

yapısal koşullarına dair en önemli soru nedir?

2. Bilgi toplumumda sınıf nasıl ele alınabilir?

3. Sürtünmesiz kapitalizm ağlarında bilgi sınıfı işçilerinin yapısal koşulları, yeni bir

oluşum içerisinde mi yoksa eski sorunların yeni bağlamlar içerisinde yeniden üretilmesini mi

temsil etmektedir?

4. Bilgi sınıfı işçilerine dair yukarıda yer alan sorular; Türkiye özelinde özellikle de yeni

medya çalışanlarının yapısal durumları içerisinde nasıl yanıtlanabilir?

Araştırmanın, kuramsal bir bağlam içerisinde sürdürülmesine ihtiyaç duyan ilk üç

sorusunun, dördüncü soru ile birlikte pratikte yer edinme biçiminin tartışılması amaçlanmıştır.

Dr. Hacettepe Ankara Sanayi Odası 1. Bölge Meslek Yüksekokulu Öğretim Görevlisi.

38 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

İki Yaklaşımın Ara Kesitinde Sınıfı Okumak: Sürtünmesiz Kapitalizm Döneminde

Bilgi Sınıfı Neyi İşaret Eder?

Sosyal bilimler içerisinde, işçi sınıfını doğrudan ele alan Marksist ve Weberyan olmak

üzere iki ana yaklaşım biçimi bulunmaktadır. Weberyan yaklaşım içerisinde işçi sınıfı; tek

boyutlu olarak satın alma gücü, yaşam standartları ve pazar içerisindeki emek değeri olarak

ortak unsuru paylaşan insan topluluğu olarak tanımlanırken (aktaran Fuchs, 2010, s. 179),

Marksist analizlerde söz konusu monolitik anlayış yerine, “emeği, sermayeye tabii bir ilişki

içerisinde” ele alan (Wayne, 2009, s. 25) ve son kertede sermaye tarafından sömürülen bir

sınıf olarak işçi sınıfı vurgusu bulunmaktadır. Marx (1983, s. 164), emeği bir insanda var olan

ve herhangi bir türde bir kullanım değeri ürettiği zaman kullandığı zihinsel ve fiziksel

kabiliyetlerin toplamı olarak tanımladığı andan itibaren sermaye ve emek arasındaki ilişkinin

bir sömürü ilişkisi olduğunu zaten vurgulamaktadır. Bununla birlikte kapitalist sermaye

birikimi için emek, kapitalist sermaye birikiminin değişen doğasına koşut olarak üretim

güçleri ve üretim ilişkilerinin değişen diyalektiği refakatinde değişse de, kapitalizmin merkezi

unsuru içerisinde yer edinmiştir. Bilgi toplumu çağında emek, sınıf ve iktidar arasındaki

ilişkinin anlamlandırılabilmesi tam da bu nedenle emeğin nasıl da bir süreklilik içerisinde

biçimlendiğini görünür kılmaktadır. Aşağıdaki şekil 1 içerisinde, emek ve sermayenin üretim

ilişkileri ve üretim güçleri refakatindeki ilişkisi yer almaktadır.

Şekil 1 : Sermaye ve Emek Arasındaki İkili Sınıf İlişkileri Modeli (Wayne, 2009, s. 26).

SERMAYE Mülkiyet

İş Günü

Kendisi İçin Çalışma Sermaye İçin Çalışma

EMEK

Emeğini “özgürce” satar Emek Gücü Artı Değer

META

Diğer işçilerin emeğinin ürünlerini tüketir

Gıda, Giysi, Film, Televizyon, Gazete

KÂR ÜCRET

Serhat Kaymas 39

Marksist analizler içerisinde, sermaye ve emek arasındaki ilişkiler şema 1 içerisinden de

görülebileceği gibi son kertede uzlaşmaz bir sınıf mücadelesi içerisinde değerlendirilebilir.

Bununla birlikte, Weberyan ve Marksist yaklaşımlar arasındaki farklılığın analitik olmasının

yanı sıra eş anlı olarak siyasal olduğu da, en azından bilgi toplumu ve sınıf tartışmasına

geçerken, söylenmelidir. Gerçekten de böylesi bir yöntem, bilgi toplumu tartışmalarının

temellendiği toplumsal dönüşüm, hatta daha da bir ileri gidildiğinde, ekonomik yapıdaki

radikal dönüşümün bir bütün olarak toplumsal dönüşüm için önemli bir gerekçe olarak

sunulduğu yaklaşıma yeniden bir değer biçilmesini sağlayacaktır. Bilgi toplumu

tartışmalarının, en azından liberal çoğulcu yaklaşımı izleyen kuramcıların, toplumsal

dönüşüm kurgusu ile birlikte ele alınmasına dair anlamlı bir dizi örnek tam da Alvin Toffler

(1980, s. 261), Peter Drucker (1992, s. 10) ve Nico Stehr’in (1994, s. 47) çalışmalarında

yansımasını bulmaktadır. Bununla birlikte sözü edilen çalışmaların bir ütopya olarak

değerlendirilmesi gerekir. Gerçekten de, Alvin Toffler (1980, ss. 168, 243, 261)

gerçekleştirdiği tartışma boyunca bilgi toplumunun “insanoğlunun tarihindeki en büyük

kitlesel dönüşüm”, “devrimsel dönüşüm ve değişim”, “tamamı ile yeni bir toplum” olduğunu

iddia ederken, böylesi bir dönüşümün nasıl gerçekleştirilebileceğine dair kuramsal bir bağlam

kur(a)mamıştır. Bununla birlikte Toffler’ın düşüncesinin, farklı bir bağlam içerisinde olsa da,

Peter Drucker’ın daha ileri bir noktaya taşıdığı belirtilmelidir. Drucker’a (2001, s. 302) göre,

yeni bir çağa işaret eden bilgi toplumu ve bilgi toplumu çağı, “önceki çağlara göre keskin bir

süreksizliği” işaret etmekte ve yeniçağ yapı ve işleyişlerinde, sorunlarında, işleyiş

süreçlerinde Drucker’ın açıklamaktan gittikçe uzaklaştığı bir dizi farklılık içermektedir.

Bununla birlikte bilgi toplumu tartışmaları içerisinde işçi sınıfı ve mülkiyet ilişkilerinin

yeniden dönüştüğü iddiası üzerine temellenen tartışmalar oldukça özel bir gündemi oluşturur.

Örneğin Nico Stehr’a (1994, s. 122) göre bilgi toplumu; “mülkiyet ve işçi sınıfının sonunda

sona erdiği yeni bir çağı” işaret etmektedir. Bununla birlikte tıpkı önceki örneklerinde olduğu

gibi Stehr’in de böylesi bir sona nasıl gelindiğine dair kapsamlı bir açıklama getirmediği

belirtilmelidir.

Bilgi toplumu tartışmalarının, liberal çoğulcu yaklaşımın sınırları içerisinde geliştirilen

tartışmaları boyunca yeni bir dönem, toplumsal dönüşüm hatta mülkiyet ve işçi sınıfının

sonunun ilanına rağmen, Nicholas Garnham’ın (2004, s. 165) belirlediği gibi, söz konusu

yaklaşımlar gittikçe yalnızca bir ideoloji olarak değerlendirilmelidir. Garnham’a göre, bilgi

toplumu söylemi ekonomik ve siyasal güç sahipleri için meşrulaştırıcı bir ideoloji hizmeti

vermektedir. Gerçekten de, bilgi toplumunu bir devrim olarak açımlayan görüşlere tam da

Nicholas Garnhanm’ın belirlediği iki sorunun sorulması oldukça anlamlıdır. Bilgi toplumu

çağında neyin, nasıl değiştiği ya da söz konusu değişim sürecinin doğasının nasıl bir içeriğe

sahip olduğu bilgi toplumu ile birlikte toplumsal bir dönüşüm yaşandığı iddiası üzerine

temellenen tartışmalar için de anlamlı bir fırsat oluşturmaktadır. Kapitalizmin değişiminin, bir

toplumsal değişim için sunduğu “olanak” da “olanaksızlıkların” değerlendirilmesi için,

sermaye birikiminde yaşaman değişime koşut olarak gelişen isimlendirmeler, “bilişsel”

kapitalizm, “semio” kapitalizm, “sanal” kapitalizm, “ileri teknoloji” kapitalizmi gibi bir dizi

iddialı isim almış olsa da (aktaran Fuchs, 2012, s. 5), söz konusu değişimin emek üzerine

etkisi tartışılmalıdır. Üstelik bilgi toplumu ile birlikte emek ve sermaye arasındaki ilişkilerin

bu kez teknolojinin dolayımı söz konusu olduğunda değişimin anlamı ve doğası özel olarak

tartışılmalıdır. Gerçekten de Marksist analizler içerisinde emeğin sermayeye tabii kılındığına

dair açımlaması bilgi toplumundaki değişime rağmen önemli ölçüde sürmektedir. Marks’ın

belirlediği gibi, bir üretim biçimi olarak kapitalizmin ayırt edici niteliğinin sermaye ve üretim

araçlarının yanı sıra meta formunun da iş gücüne genelleştirilmesi olduğu dikkate alındığında

sermaye birikiminin değişen doğasına koşut olarak emek sürecinde neyin / nelerin nasıl bir

değişim izlediğinin tartışılması önemli olacaktır. Bob Jessop (1997, s. 562) kapitalizmin tam

da bu doğrultuda metalaştırma, meta formundan çıkartma ve yeniden metalaştırma arasında

40 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

sürekli bir istikrarsızlık içerisinde denge kurmaya çalıştığını vurgular. Bununla birlikte

kapitalizmin hangi safhasında olursa olsun, sermaye ve emek arasındaki süre giden yapısal

çelişkiler yeniden üretilir çünkü Haluk Geray’ın (2005, s. 35) isabetle belirttiği gibi, iş gücü

her ne kadar metalaştırılsa dahi, söz konusu süreç aslında sermayenin mantığının hem içinde

hem de dışında gerçekleşir çünkü ekonomi var olan toplumsal sistemler ve toplumsal

alanların ortaklaşa evrimini içerir ki kapitalizm zaten diğer sistemler ve toplumsal alanlarla

birlikte ortak bir yürüyüşün adımlarını atarak evrilir. Bu durum özellikle, kapitalizmin yeni

birikim alanları ve yeni birikim coğrafyaları içerisinde genişleyen yeni birikim düzeni

içerisinde daha da anlaşılır bir hal almaktadır. Gerçekten de, liberal çoğulcu yaklaşımın

“toplumsal bir devrim” algısı içerisinden okuduğu bilgi toplumu, gerçekte tam da Marks’ın

işaret ettiği gibi emeğin toplumsallaşması sürecine işaret etmekte ve üretim süreçlerinin

toplumsallaşması gerçekte üç önemli sorunu vurgulamaktadır.

Toplumsal üretim ilişkileri çerçevesinde bilgi işçilerini tanımlamak,

Toplumsal yaşamın üretimi ve yeniden üretilmesindeki dağılım ve işlevleri açısından

bilgi işçilerinin işlevlerini değerlendirmek ve

Bilgi işçilerinin sınıfsal konumunu daha genel düzeyde siyasal bir bağlam içerisinde

nasıl anlamlandırılabileceğinin yanı sıra teknolojik değişimler refakatinde söz konusu ilişkinin

değişim biçimlerini değerlendirebilmek üzere üç önemli sorun bulunmaktadır.

Toplumsal ilişkiler dizgesi içerisinde oluşan sermaye ve emek ilişkilerine kapitalizmin

önemli bir müdahalesi tam da emeğin, en azından zihinsel ve el emeği biçimleri arasında

hiyerarşik bir iş bölümü kurmasında gerçekleşmektedir. Wayne’in (2009, s. 29) belirlediği

gibi, üretimin toplumsallaşması gerçekte sermayenin emek üzerindeki denetim ve

sömürüsünün söz konusu toplumsallaşma ile çakışmasıdır. Bu nedenle, bilgi toplumu

kuramları içerisinde liberal çoğulcu kuramın, “enformasyonel kapitalizmin” tam da bir

toplumsal dönüşüm üzerinden devrim gerçekleştirdiği iddiasının en azından yeniden gözden

geçirilmesi anlamlı olacaktır. Gerçekten de, Manuel Castells’in (2000, s. 14) belirttiği gibi

ekonomi aslında üretim biçimleri ve üretim ilişkileri arasındaki karşılıklı ilişki sürecinden

oluşmaktadır. Bu nedenle her ne kadar kapitalizm yeni bir sermaye birikim evresine geçmiş

olsa dahi oldukça temel bir düzeyde bir devrimden değil aksine bir süreklilikten söz etmek

çok daha doğru olacaktır.

Şema 2: Marksist ve Sosyolojik Bakış Açılarının Sentezi Olarak Sınıf İlişkileri (Wayne,

2009, s. 28)

Finansal

Sermaye

Endüstriyel

Üst Düzey Profesyonel

Toplumsal İlişkiler Küçük Burjuvazi Orta Sınıf Alt Profes.

Beyaz Yakalılar

Emek (işçi sınıfı)

Serhat Kaymas 41

Bu doğrultuda üretimin toplumsallaşması ile birlikte, en azından Daniell Bell’in (aktaran

Fuchs, 2010, s. 181) bilgi toplumunun yükselişi ile birlikte sınıf mücadelesinin sona ereceği

ve bunun yerine profesyoneller ve halk arasındaki mücadelenin alacağı yönündeki

öngörüsünün yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bell’in bilgi toplumunun ilerlemesiyle

birlikte sınıf mücadelesinin de yok olup gideceğine dair inancı bir dizi çalışma içerisinde de

yeniden üretilmesine rağmen söz konusu mücadelenin silindiğine dair ne güçlü kuramsal bir

alanın kurulması ne de sermaye ve emek arasındaki ilişkinin önemli bir dönüşüm geçirdiğine

ilişkin pratikte bir yansımanın olmadığı söylenmelidir. Çalışmanın ilerleyen kısımlarında,

Türkiye örneğinden bakarak sermaye ve yeni bir işçi sınıfı olan bilgi işçilerinin konumu tam

da yukarıda özetlenen iki farklı yaklaşımın işçi sınıfına dair ön deyileri tartışılacaktır.

Türkiye ve Bilgi Toplumu: Sürtünmesiz Kapitalizm Ağlarında Bilgi Toplumu

Çalışanlarını Yeniden Tartışmak

Kapitalizmin, yeni iletişim ve enformasyon teknolojilerinin gelişimine koşut olarak

sermaye birikim sürecinin yeni bir evresine girmesi, üretim güçleri ve üretim ilişkileri

çerçevesinde sınıf kavramsallaştırılmasının yeniden düşünülmesine yol açmaktadır. Gerçekten

de bilgi toplumunun genişlemesi üzerinden yeni bir toplumsal dönüşümün yaşanacağına dair

varsayımların önemli bir kısmı tam da “mesleki dönüşüm” ve “nitelikli iş gücü” üzerine

temellenirken (Webster, 2002, s. 24), aslında daha genel bir düzeyde kapitalizm ve sınıf

arasındaki ilişkinin yeniden değerlendirilmesine önemli bir ihtiyaç duyar. Çalışmanın bu

kısmında Türkiye’de bilgi toplumunun ürettiği bir sınıf olarak bilgi işçilerinin konumu emek

ve sermaye ilişkileri çerçevesinde ele alınacak ve tartışma, kapitalizmin söz konusu yeni

dönemindeki çelişkili süreklilik üzerine genişleyecektir. Bununla birlikte, bilgi toplumunda

sınıf sorununun tartışılması kapitalist sermaye birikiminin “yeni” olarak tanımlanan dönemi

içerisinde bilgi ekonomisinin, ülke ekonomilerinde edindiği yerin değerlendirilmesine ihtiyaç

duyar. Örneğin Christian Fuchs’un (2010, s. 180), OECD’in 2006 yılındaki raporuna

dayanarak hazırladığı belirli ülkelerde enformasyon temelli ekonominin, ülke ekonomilerinde

almış olduğu yer aşağıda tablo haline getirilmiştir.

Tablo 1: Yeni Birikim Düzeninde Seçili Ülkelerde Enformasyon İşçilerinin Payı (Fuchs,

2010, s. 180).

Ülke İsmi Enformasyon Temelli Ekonomilerde

Bilgi İşçilerinin Payı (%)

Amerika Birleşik Devletleri 47.9

Almanya 41.7

Norveç 48.5

Fransa 48.7

Avusturalya 36.4

Avusturya 35.4

Finlandiya 46.0

İtalya 34.1

42 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Yeni birikim düzeni içerisinde bilgi toplumu tartışmaları içerisinde iş gücünün her ne

kadar mesleki bir dönüşüm içerisinde olduğu düşünülmesine rağmen söz konusu mesleki

dönüşüm içerisinde tartışılması gereken ana öğeler aslında oldukça farklıdır. Gerçekten de,

bilgi toplumunun ülke ekonomilerinde edindiği yeri genişletmesi refakatinde; istihdamın,

geleneksel alanlarından çıkarak gittikçe hizmet sektörü alanlarına doğru belirgin bir

genişleme izlenmesine rağmen iş gücü ve ücret kutuplaşmasının da belirgin bir ölçüde yer

edindiği belirtilmelidir. Türkiye’de bilişim sektörü çalışanları tam da böylesi bir değişimin

tipik örneği olarak değerlendirilebilir. Semih Akçomak ve Burcu Gürcihan’ın (2013, s. 2)

belirlediği gibi; gelişmiş ülkelerdeki gözlenen istihdam eğilimindeki değişimin Türkiye’de de

2000’li yılların ardından benzer bir eğilimi paylaştığı gözlenir. Yazarlara göre, özellikle 2004-

2010 yılları arasındaki kesit Türkiye’nin de gelişmekte olan ülkelerdeki işgücü pazarındaki

eğilimi izlediği, özellikle tarım dışı istihdam alanlarının genişlediği ve kadın istihdamındaki

artışın yükseldiği bir dönemi ortaya çıkartmaktadır. Bununla birlikte, bilgi toplumunun

yükselişi ile birlikte, emek üzerindeki önemli etkenlerin tam da küreselleşme ve teknoloji

üzerinden geldiği belirtilmelidir. Gerçekten de vasıflı ve vasıfsız iş gücü arasındaki ya da

ücretler arasındaki kutuplaşmanın ötesinde, emek üzerindeki kutuplaşmayı belirleyen bir

diğer süreç tam da üretim ilişkilerini belirleyen organizasyon yapısındaki değişim sürecinden

gerçekleşmektedir. Baldwin’in (aktaran Akçomak ve Gürcihan, 2013, s. 15), “birincil

ayrımlaşma” olarak değerlendirdiği üretim süreçlerinin gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan

ülkelere, ya da daha farklı söylendiğinde sermayenin yeni birikim alanlarında

yoğunlaşmasıdır. İkinci ayrışma süreci ise, emeğin bu kez yine sermaye tarafından

parçalanmasıdır. Burada söz konusu olan teknolojinin etkisi ile üretim ilişkilerinin önemli

ölçüde yeniden, ancak bu kez taşeronlaşma üzerinden, yapılanmasıdır. Bilgi toplumunun

yükselişi ile birlikte teknoloji; üretim ve meslekleri daha küçük parçalara ayrıştırırken ya da

daha farklı söylendiğinde emeği gittikçe sermayeye tabii kılarken, küreselleşme süreci ile

birlikte yeni üretim alanlarının oluştuğu ancak bu kez de yine sermayenin belirlediği bir

üretim ilişkileri ağının egemenliğinin kurulduğu gözlenmektedir. Türkiye’de bilgi

teknolojileri ve bilgi toplumunun yükselişi ile birlikte, sermaye ve emek arasındaki sözü

edilen kutuplaşmaların çözümlenebileceği oldukça anlamlı bir alanın açıldığı da

belirtilmelidir. Üstelik böylesi bir çözümleme, emeğin geleneksel çelişkilerinin

görülebilmesini sağlamaktadır. Gerçekten de, bilgi toplumu kazanımlarına rağmen bilgi

teknolojileri çalışanları arasında cinsiyet eşitsizliği şema 4 içerisinde görülebilmektedir.

Şema 3: Bilişim Sektöründe Kadın ve Erkek Çalışan Oranları (www.tubider.org.tr)

Serhat Kaymas 43

Sektör içerisinde çalışan kadın ve erkeklerin her iki cinsiyet içerisinde de genç ve orta

yaşlı kesimlerde yoğunlaşmasına rağmen, erkek çalışan sayısının kadın çalışan sayısına göre

nerede ise iki katı kadar yüksek olduğu Tübider’in iki yıl süren, 6572 çalışan ve 423 işveren

ile gerçekleştirilen çalışma boyunca saptanmıştır. Emeğin cinsiyeti alanında süren eşitsizliğin

öte yandan eğitim ve ücretlerinde de tam bir kutuplaşma içerisinde olduğu belirtilmelidir.

Şema 4: Bilişim Sektöründe Çalışanların Eğitim ve Ücretleri (www.tubider.org.tr)

Türkiye’de bilgi toplumu çalışanları arasında ön lisans ve lisans eğitiminde yoğunlaştığı

orta öğretim mezunu çalışanlar ile yüksek lisans eğitimlerini tamamlamış çalışanların ise

birbirine oldukça yakın olduğu gözlenmektedir. Emeğin, sermayeye tabii bir yapıda olduğu

tam da çalışanların eğitimlerinde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de, bilgi toplumunun önemli

bir unsuru olarak eğitimli emeğe ihtiyaç duyulması bir yandan da yüksek ve düşük ücretler

arasındaki kutuplaşmayı belirleyen önemli bir faktör olarak yine eğitimi öne çıkartmaktadır.

Bununla birlikte eğitim, yukarıda da tartışıldığı gibi teknolojinin gelişmesiyle birlikte birincil

ayrımlaşmanın gittikçe yoğunlaştığı bir alanı ortaya çıkartmaktadır. Türkiye’de bilişim ya da

bilgi toplumu emekçilerinin tıpkı cinsiyet eşitsizliği gibi eğitim alanında da önemli bir

kutuplaşma içerisinde olduğu belirtilmelidir.

44 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Tablo 2: Bilişim Sektörü Meslek Kutuplaşması ve Avrupa Yeterlilik Çerçevesi

(www.tubider.org.tr)

Türkiye’de bilgi toplumu çalışanları, Tablo 2’nin verileri ile bakıldığında, Avrupa

Yeterlilik Seviyesinin oldukça gerisinde kalmaktadır. Avrupa Birliği yeterlilik çerçevesinin

mesleki ve teknolojik yeniliklere uyum sürecine ağırlık verdiği düşünüldüğünde Türkiye’de

bilişim çalışanlarının teknolojik yenilik yaratma ya da mesleki dönüşüm sürecinden daha çok

destek ya da pazarlama elemanı olarak istihdam edildiği görülmektedir.

Şema 5: Bilişim Sektörü Çalışanlarının, Mesleklere Göre Dağılımı (www.tubider.org)

Serhat Kaymas 45

Şema 6 içerisinde mesleki dağılımında gittikçe destek, lojistik ve pazarlama unsurlarına

doğru genişlediği ve gerçekte böylesi bir durumun ücret kutuplaşmasının oldukça anlamlı bir

nedenini oluştuğu görülmektedir.

Şema 6: Bilişim Sektörü Çalışanları ve Ücret Kutuplaşması (www.tubider.org.tr).

Bilişim sektörü çalışanlarının, iki önemli ücret skalasında yoğunlaştığı görülmektedir. İlk

yoğunlaşma skalasını, %14 oranı ile 2000-2500 TL / ay ikinci yoğunlaşma skalasını ise %7.5

oranı ile 4000 TL /ay ve üzeri gelir kısmı oluşturmaktadır. Diğer bir ifade ile eğitim ve

deneyim sürecinin, ücret kutuplaşmasını belirlediği ancak dengeli bir dağılım izlemediği

belirtilmelidir. Şema 8 içerisinde mesleki deneyim ve ücret arasındaki ilişki yer almaktadır.

Şema 8: Bilişim Sektöründe Emeğin İstihdamı (www.tubider.org.tr).

Şema 8’in incelenmesi ile birlikte bilişim sektörü çalışanlarının çalışma sürelerinin de

gerçekte bir kutuplaşma ile ifade edilebileceği görülebilmektedir. Gerçekten de kapitalizmin

yeniden yapılanmasına refakat eden bir biçimde mesleki sürekliliğin olmadığı aksine gittikçe

kısa sürelerde ve sıklıkla değiştirilen iş yeri deneyimi üzerinden bir meslek deneyimi olduğu

görülmektedir. Öte yandan Tübider tarafından gerçekleştirilen araştırma da bilişim sektörü

çalışanlarının eğitim ve mesleki deneyimlerinin oldukça altında kalan işlerde ve oldukça

düşük maaşlarla istihdam edildiğini de ortaya çıkartmıştır.

46 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Sonuç

Bilgi toplumu tartışmalarının giderek açık bir biçimde toplumsal dönüşüm söylemi ile

birlikte ilerlemesi gerçekte emeğin de söz konusu toplumsal dönüşüm içerisinde yeniden ele

alınmasına yol açmıştır. Liberal çoğulcu yaklaşımlar içerisinde bilgi toplumunun yükselişi ile

birlikte geleneksel sınıf mücadelesinin sona erdiği yönündeki iddianın, en azından Türkiye’de

bilgi toplumu çalışanları için geçerli ya da yeterli bir öngörü olarak değerlendirilmemesi

gerektiğine dair anlamlı bir eksen aslında tam da Türkiye’de bilgi toplumu çalışanları

araştırması içerisinde gözlenmiştir. O denli ki, sermayenin yeniden yapılanması refakatinde

eğitimli iş gücüne duyulan ihtiyacın artmasına rağmen Türkiye’de gözlemlenen olgu tam da

eğitimin yükselişinin istikrarlı bir çalışma yaşamına yol açmadığı tam aksine istihdamın

çelişkili bir süreklilik içerisinde geleneksel sorunlarını yeniden ürettiği ortaya çıkmaktadır.

Hatta teknolojinin ilerlemesi ile birlikte geleneksel olarak süre gelen ücret ve iş gücü

kutuplaşmasının yanı sıra sermayenin kâr maksimizasyonu algısı, iş gücünün göreli olarak

daha ucuz olduğu az gelişmiş ülkelere doğru bir sermaye yoğunlaşmasını getirirken emeğin

gittikçe pazarlık gücünü dahi kaybettiği ortaya çıkmış, yüksek eğitimin kısa süreli bir

istihdam deneyimi içerisinde yeni bir sömürü ilişkilerinin egemenliğine girdiği görülmüştür.

Bilgi toplumu tartışmaları ile toplumsal dönüşümün yaşanacağına dair böylesi bir iddianın

tam da emeğin konumunun yeniden düşünülmesini gerektiren boyutları olduğu görülür ki

zaten anlamlı bir toplumsal dönüşüm, emeğin yeniden ancak bu kez iş gücü içerisinde

güçlendirilmesi ile gerçekleşecektir.

KAYNAKÇA:

Akçomak, S. ve Gürcihan, B. H. (2013). Türkiye İşgücü Piyasasında Mesleklerin Önemi:

Hizmetler Sektörü İstihdamı, İşgücü ve Ücret Kutuplaşması. Türkiye Cumhuriyeti

Merkez Bankası Çalışma Tebliği No: 13/21. Ankara: Türkiye Cumhuriyeti Merkez

Bankası Yayınları.

Castells, M. (2000). The Rise of the Network Society. Malden: Blackwell Publishing.

Drucker, P. (2001). A Century of Social Transformations: Emergence of Knowledge Society.

The Essential Drucker. (der.) içinde. New York: Harper Collins Publications. 299-321.

Fuchs, C. (2010). Labor in Informational Capitalism and on the Internet. Information Society.

Vol: 26. 179-196.

Fuchs, C. (2012). Capitalism or Information Society? The Fundemental Question of the

Present Structure of Society. European Journal of Social Theory. November 20. 1-22.

Garnham, N. (2004). Class Analysis and the Information Society as Mode of Production.

Javnost: The Public. 11(3). 93-104.

Geray, H. (2005). Birikim Düzenleri, Yeniden Yapılanma ve Küreselleşme. İletişim Ağlarının

Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet. Başaran, F. ve

Geray, H. (der.) içinde. Ankara: Siyasal Kitapevi. 35-59.

Jessop, B (1997). Capitalism and its Future: Remarks on Regulation, Government and

Governance. Review of International Political Economy, 4(3). 561-581.

Mosco, V. ve McKercher, C. (2006). Editorial: The Labouring of Communication. Special

Issue on the Labouring of Communication. Canadian Journal of Communication. Vol:

31(3). 493-497.

Serhat Kaymas 47

Stehr, N. (1994). Knowledge Societies. London: Sage Publication.

Toffler, A. (1980). The Third Wave. New York: Bantham Press.

Wayne, M. (2009). Marksizm ve Medya Araştırmaları: Anahtar Kavramlar, Çağdaş

Eğilimler. Çev., Barış Cezar. İstanbul: Yordam Kitap.

Webster, F. (2002). The Information Society Revisited. Handbook of New Media. Liewrouw,

L. A. ve Livingstone, S. (der.) içinde. London, Thousand Oaks ve New Delhi: Sage

Publications. 22-34.

www.tubider.org.tr (2013). “Bilişim Sektörü Çalışan Ücretleri Araştırması ve Sonuçları”.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Bilişim ve Emek Süreci

Senem Oğuz

Özet:

Son yıllarda bilgi ve teknolojiye dayanan gelişmeler, iktisadi ve toplumsal koşulların yeniden

tanımlanması gerektiği tartışmalarını doğurmuştur. Bu tartışmalarla birlikte gelişen yeni tanımlar,

günümüz koşullarını kavramsallaştırmak için kullanılmaya başlamıştır. Bilgi ekonomisi, bilgi

toplumu, enformasyon çağı, ağ ekonomisi, ağ toplumu gibi tanımlar, “yeni” bir ekonominin

gelişmesiyle birlikte yeni bir çağa girildiğini tartışmaktadır. Bu çağ, başta enformasyon ve iletişim

teknolojileri (EİT) içinde yer alan bilgisayar yazılım ve donanımları, telefon, televizyon, uydu, internet

gibi teknolojileri, ar-ge faaliyetlerini, bilim/üniversite-sanayi ortaklığını, bilim üretme, bilim adamı

yetiştirme, otomasyon ve dijitalleşmeyi kapsayan bilişim çağı olarak da anılmaktadır.

Bu yeni dönemleştirmede elbette yeni istihdam biçimlerinin, yeni çalışma şekillerinin ve yeni işçi

tanımlarının da ortaya çıktığını görmekte ve yenilik addedilen bu ortamda değişmeyen şeyin kapitalist

üretim biçimi ve emeğin sömürüsü olduğuna tanıklık etmekteyiz. Bir yandan daha demokratik,

özgürlükçü, eşitlikçi bir süreçten bahsedilirken, diğer yandan sömürünün belirsizleştiği, çalışma

süresinin sonsuzlaştığı, bağımlılık, yabancılaşma ve metalaşmanın arttığı, esneklik adı altında

güvencesizliğin kabul edildiği bir süreç doğmuştur. Böyle bir ortamda bilişimin toplumsal ilericiliği,

bütünleyiciliği ve kapsayıcılığı ile mücadele dinamiklerini geliştirmesi ve insanlık dışı çalışma

ilişkilerini ortaya çıkarması arasında gerilen bir tartışma alanı da ortaya çıkmıştır. Bu tartışma alanı

aynı zamanda kapitalizme karşı geliştirilen mücadele pratiklerinin nasıl olacağı ve olması gerektiğiyle

ilgili farklı yaklaşımları da geliştirmiştir.

Kapitalist üretim biçimine baktığımızda, bu üretim biçimine özgü bir özellik olan üretim

araçlarından yoksun bırakılan insanın sahip olduğu emek gücünün metalaşması süreci, emek sürecinin

insani ihtiyaçları karşılamaktan öte, toplumsal ilişkilerin ve öz-benliğin algılanılışı ile ilgili olmasını

gerektirmiştir. Çünkü kapitalist emek sürecinde emek ve emek gücü birbirinden ayrılırken, insan

zihninde kendine ait olan bir parçanın koparılması süreci işlemekte ve hayatta kalmaya devam etmek

için bunu sürdürmek zorunda kalmaktadır. Bu, basit bir mübadele olmaktan çıkmakta, artık kullanım

değeri üreten bir süreç değil, kapitalist için artı değer üreten bir değişim değeri üretimi süreci

olmaktadır.

Sermaye birikimine dayalı bu üretim biçimi, üretim araçları sahibinin emek-gücünü elinden

geldiğince sömürmeye çalışmasıyla başlamakta ve hem mutlak hem de göreli artı değer üretimini

yaratma, denetleme ve buna el koyma süreçlerini kendine göre değiştirme olanaklarını yaratmasıyla

sonuçlanmaktadır. Üretim araçları sahipleri açısından bu olanaklardan bir tanesi de, her ne kadar işçi

açısından da olanaklar sağlasa da, günümüzdeki yeni teknolojilerin ve bilişimin, üretimin

örgütlenmesinde kullanılması ve emek sürecine etki etmesidir.

Giriş

Son yıllarda bilgi ve teknolojiye dayanan gelişmeler, iktisadi ve toplumsal koşulların

yeniden tanımlanması gerektiği tartışmalarını doğurmuştur. Bu tartışmalarla birlikte gelişen

yeni tanımlar, günümüz koşullarını kavramsallaştırmak için kullanılmaya başlamıştır. Bilgi

ekonomisi, bilgi toplumu, enformasyon çağı, ağ ekonomisi, ağ toplumu gibi tanımlar, “yeni”

bir ekonominin gelişmesiyle birlikte yeni bir çağa girildiğini tartışmaktadır.

Tanık olduğumuz söylenen bu dönem, başta enformasyon ve iletişim teknolojileri (EİT)

içinde yer alan bilgisayar yazılım ve donanımları, telefon, televizyon, uydu, internet gibi

teknolojileri, ar-ge faaliyetlerini, bilim/üniversite-sanayi ortaklığını, bilim üretme, bilim

insanı yetiştirme, otomasyon ve dijitalleşmeyi kapsayan bilişim çağı olarak da anılmaktadır.

[email protected]

50 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Hizmetler sektörünün genişlediği, inovasyon sistemlerinin kurulduğu, ar-ge

departmanlarının oluşturulduğu, yeni yönetim şekillerinin geliştirildiği bu ortamın; piyasa

yapısından rekabet koşullarına, organizasyon yapısından işgücü piyasasına kadar geniş bir

ortamı kapsadığı, internetin ve yeni iletişim teknolojilerinin üretimi ve kullanımıyla her

alanda bir yenilik yaratıldığı düşünülmektedir. Şüphesiz ki bu ortamda yeni istihdam

biçimlerinin, yeni çalışma şekillerinin ve yeni işçi tanımlarının da ortaya çıktığını görmekte

ve yenilik addedilen bu ortamda değişmeyen şeyin kapitalist üretim biçimi ve emeğin

sömürüsü olduğuna tanıklık etmekteyiz.

Bilişimin kapitalist üretim ilişkileri egemenliğindeki gelişimi, emek sürecinin

bulanıklaştığı bir ortamı da beraberinde getirmiştir. Bir yandan daha demokratik, özgürlükçü,

eşitlikçi bir süreçten bahsedilirken, diğer yandan sömürünün belirsizleştiği, çalışma süresinin

sonsuzlaştığı, bağımlılık, yabancılaşma ve metalaşmanın arttığı, esneklik adı altında

güvencesizliğin kabul edildiği bir süreç doğmuştur. Böyle bir ortamda bilişimin toplumsal

ilericiliği, bütünleyiciliği ve kapsayıcılığı ile mücadele dinamiklerini geliştirmesi ve insanlık

dışı çalışma ilişkilerini ortaya çıkarması arasında gerilen bir tartışma alanı da ortaya çıkmıştır.

Bu tartışma alanı aynı zamanda kapitalizme karşı geliştirilen mücadele pratiklerinin nasıl

olacağı ve olması gerektiğiyle ilgili farklı yaklaşımları da geliştirmiştir.

Marx’a göre üretim faaliyeti dünyaya dair belli bir algıyı ve bilgiyi içerir ki bu bilgi

toplumsal bir üründür. Her üretim biçimi özel bir bilim biçimini ve kendine özgü fiziksel ve

toplumsal ihtiyaçlara uygun bir bilgi sistemini ortaya çıkarır. Dolayısıyla emek süreci; üretici

güçler, toplumsal ilişkiler ve dünyanın zihinsel algılanışlarının bir birlikteliği olarak ele

alınmalıdır (Harvey, 2007, s. 166). Kapitalist üretim biçimine baktığımızda, bu üretim

biçimine özgü bir özellik olan üretim araçlarından yoksun bırakılan insanın sahip olduğu

emek gücünün metalaşması süreci, emek sürecinin insani ihtiyaçları karşılamaktan öte,

toplumsal ilişkilerin ve öz-benliğin algılanılışı ile ilgili olmasını gerektirmiştir. Çünkü

kapitalist emek sürecinde emek ve emek gücü birbirinden ayrılırken, insan zihninde kendine

ait olan bir parçanın koparılması süreci işlemekte ve hayatta kalmaya devam etmek için bunu

sürdürmek zorunda kalmaktadır. Bu, basit bir mübadele olmaktan çıkmakta, artık kullanım

değeri üreten bir süreç değil, kapitalist için artı değer üreten bir değişim değeri üretimi süreci

olmaktadır.

Sermaye birikimine dayalı bu üretim biçimi, üretim araçları sahibinin emek-gücünü

elinden geldiğince sömürmeye çalışmasıyla başlamakta ve hem mutlak hem de göreli artı

değer üretimini yaratma, denetleme ve buna el koyma süreçlerini kendine göre değiştirme

olanaklarını yaratmasıyla sonuçlanmaktadır. Üretim araçları sahipleri açısından bu

olanaklardan bir tanesi de, her ne kadar işçi açısından da olanaklar sağlasa da, günümüzdeki

yeni teknolojilerin ve bilişimin, üretimin örgütlenmesinde kullanılması ve emek sürecine etki

etmesidir.

Bu çalışmanın amacı, kapitalizmle birlikte gelişen bilişimin emek süreci üzerindeki

karmaşık ve gerilimli algısını tartışmaktır. Buradaki can alıcı nokta, emek sürecine etki eden

bilişimin gelişimi değil, bu etkinin kapitalist üretim biçimi egemenliğinde gerçekleşmesidir.

Dolayısıyla bu gelişmeye karşı gelişen tepkiler de önem arz etmektedir. Bu amaç

doğrultusunda ilk olarak bilişimin gelişimindeki tarihsel koşullar ve bu koşulların işçi sınıfı

üzerindeki etkisi incelenecektir. Daha sonra bilişim çağı dönemleştirmesinde büyük önem

atfedilen bilgi işçileri, yeni işler ve yeni istihdam şekilleri eleştirel bir yaklaşımla ele alınmaya

çalışılmaktadır. Son olarak bilişimin kapitalizmle birlikte yarattığı bilgi işçileri ve esnekleşen

istihdam biçimleriyle bölünüp parçalanan emeğin örgütlenme ve kapitalizmle mücadele etme

yollarına dair tartışmalara yer verilmektedir.

Senem Oğuz 51

Bilişimin Gelişimi ve İşçi Sınıfı

Yirminci yüzyıl iki dünya savaşına, Büyük Bunalım’a, faşizme, proleter ve ulusalcı

devrimlere, militarizme, emperyalizme, sosyalizme, kutuplaşmaya, ulus devletçiliğe, sosyal

kapitalizme ve bunlar gibi pek çok önemli gelişmeye ve dönüşüme tanıklık eden bir yüzyıl

olmuştur. Bu gelişmelerin hiç birisi sınıf mücadelesinden bağımsız olmadığı gibi, bu

mücadelenin biçimine ve işçi sınıfının yapısına da etki etmiştir. Benzer şekilde bilişimin

gelişimi de bu tarihsel koşullardan bağımsız gerçekleşmemiştir.

Teknolojik gelişmeyi tarihin dönüştürücü gücü olarak ele alan ve yeni ekonomi

söylemlerini geliştiren teknolojik determinist yaklaşım, bilim ve teknolojideki yenilikleri

iktisadi ve toplumsal yapının tarihsel aşamalarını belirlemede kullanır. Bu aşamalar genellikle

Sanayi Devrimi ile başlar, buhar gücü ve demiryollarının gelişimiyle devam eder, elektrik,

çelik ve ağır sanayinin gelişimi, daha sonra içten patlamalı motor ve otomobili içeren kitlesel

üretimin gelişimi ve son olarak, içinde bulunduğumuz elektronik sanayi, bilgisayar ve internet

teknolojisinin gelişimi olarak (Perez, 2009, s. 6) ifade edilir.

Ancak teknolojik yeniliklerin iktisadi ve toplumsal dönüşüm üzerindeki etkilerinden önce,

bu gelişmelerin devrimsel etkilerinin ortaya çıkmasını sağlayan iktisadi ve toplumsal koşullar

analiz edilmelidir ki bu yaklaşım, yanlış bir şekilde teknolojik determinist olarak algılanan

Marx’ın, bu algının aksine, benimsediği ve kapitalist üretim sürecini analiz etmede titizlikle

kullandığı materyalist tarih anlayışına karşılık gelmektedir. Bu anlayışın temelinde “maddi

yaşamın üretim biçimi; toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırdığı”

(Marx, 1859, s. 39) için, bilişim çağı dönemleştirmesinde de maddi yaşamın üretim biçimini

ve dolayısıyla kapitalist emek sürecini sorgulamamız gerekir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasına baktığımızda, Büyük Bunalım’la tarihin en derin krizini

yaşayan kapitalist dünyanın aksine, SSCB’de inanılmaz bir kalkınma ve güçlü bir sanayi

gelişimi yaşanmakta olduğunu görürüz. 1930’lardan sonra kapitalist dünya Keynesyen iktisat

politikalarıyla ve F. W. Taylor’un “bilimsel yönetim” ilkelerinden yararlanan Henry Ford’un

üretim stratejileriyle emeği sadece maliyet unsuru olan bir üretim faktörü olarak görmekten

vazgeçip, bir talep unsuru olarak da görmeye başlar. Çünkü Taylor’dan biraz daha farklı

olarak Ford’un vizyonuna göre, kitle üretimi; kitle tüketimini doğuracak, emek gücünün

kullanımı için yeni bir sistem, emeğin yönetimi ve denetimi için yeni politikalar, yeni bir

estetik ve psikoloji ve kısaca yeni bir tür rasyonel, modernist, popülist, demokratik bir toplum

oluşturacaktır (Harvey, 1989, ss. 125-126).

İç talebi körükleyici kamu harcamalarına dayanan politikalarla birlikte işçi ücretleri de

arttırılmaya başlayınca, sermayenin tolere sınırları içerisinde yaşam koşulları düzelen, geliri

artan, örgütlenen güçlü bir işçi sınıfı oluşumunun temelleri de atılmış olur. Ancak bu durumun

kapitalizme karşı gelişmesi gereken devrim pratiklerini zayıflattığı konusunda düşünceler

bulunmaktadır. Sosyalizmi inşa etmeye başlayan SSCB’de de sanayileşme stratejisi olarak

kapitalist modelin taklit edildiği ve Lenin’in Taylorizmi uygulama isteği konularında

Braverman’ın eleştirisi, Sovyet çalışan nüfusunun Batılı işçi sınıflarla aynı yara izlerine sahip

olduğu, kapitalist emek organizasyonu ve emek yönetiminin görece kabul edilebilir şeyler

haline geldiğidir. Kapitalizme karşı devrim giderek yüksek üretkenliğe sahip kapitalist

mekanizmanın belirli urlarını temizlemek, çalışma koşullarını iyileştirmek, fabrika

örgütlenmesine bir işçi denetimi yapısı eklemek ve kapitalist birikim ve bölüşüm

mekanizmalarının yerine sosyalist planlamayı koymak olarak algılanmaya başlamıştır

(Braverman, 1974, s. 45).

Kapitalist üretimin ölçeği ve karmaşıklığı ile içli dışlı olan ve hızlı üretkenlik artışı

tarafından sunulan kazanımlarla birlikte ilk baştaki devrimci güdüleri zayıflayan sendikalı işçi

sınıfı, üretim üzerindeki denetimi kapitalist ellerden söküp alma arzusunu ve hevesini giderek

52 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

yitirdi ve emeğin ürün içindeki payı üzerinde pazarlık etmeye daha fazla yönelir oldu

(Braverman, 1974, s. 43).

Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde daha da belirgin hale gelmiştir. Her

savaş dönemi için geçerli olmamakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı, birikim koşullarının,

sermayenin değer kazanma olanaklarını yaratma anlamında, oldukça elverişli olduğu bir

dönem olmuştur. Bir savaş ve silah ekonomisi, uzun vadede ancak fazla sermayeyi emerse ve

genişletilmiş yeniden üretim için gerekli olan bu sermayeyi yatırım ve tüketim malları

departmanlarına aktarabilirse sermaye birikimi için işlevseldir (Mandel, 1972, s. 227). İkinci

Dünya Savaşı, işçi sınıfının savaş ve faşizm yoluyla zayıflatıldığı, uluslararası emek göçü ve

yedek iş gücü ordusunun varlığı ile ücret paylarının kontrol altında tutulduğu ve ucuz emek

gücünün genişlemiş bir sanayileşmede kullanılabildiği bir dönem yaratmıştır. Bu özgül

koşullar, büyük hacimli aylak sermayeyi artı-değer üretimine geri kazandırarak sermaye

birikiminin yeniden kalkışa geçmesini sağlamış ve artan değerlenme koşulları, elektrik ve

nükleer enerjinin üretimde kullanıldığı, otomasyona (kısmen) geçildiği, ar-ge yatırımlarının

arttığı ve bilgisayarların kullanıldığı bir üretim sürecine geçişin temelini oluşturmuştur

(Mandel, 1972, ss. 262-265).

Faşizm ve dünya savaşı sonrası zedelenen ulus devlet anlayışını yeniden güçlendirme

amacı ve Soğuk Savaş’ın etkileri de sanayileşme temelli kalkınma ortamını güçlendirmiştir.

Sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çekişmeden oluşan iki kutuplu dünyada her anlamda bir

yarış başlamıştır. Sanayileşme, teknoloji, silahlanma ve ar-ge alanlarında da yaşanan bu yarış,

dayanıklı tüketim malları, ilaç, uçak, silah ve uzay sanayisinde büyük ar-ge yatırımlarının

yapılmasına neden olmuştur.

Bilişim ve mekanizasyonun gelişme evresi, savaş ekonomisiyle birlikte güçlü ve örgütlü

bir işçi sınıfının sindirilmesini, sendikalardaki radikal unsurların ortadan kaldırılmasını,

komünist ve diğer solcu partilerin yasaklanmasını, ABD’nin yarattığı McCarthizm olarak

bilinen baskıların komünizm ve savaş paranoyasına karşı iç güvenlik, uyum ve dayanışma

unsurları kullanılarak meşrulaştırılmasıyla sağlanmıştır. Emek, sermaye ile genel bir anlaşma

yapmaya zorlanmış, artan verimlilikle birlikte ücretlerin artması sayesinde Fordist model

içerisinde buna ikna edilmiştir. Ancak, fordist üretimin katılığı, kitle üretimini amaçlayan

büyük ölçekli sabit sermaye yatırımlarının, tüketicinin değişen taleplerini karşılayacak

esnekliğe sahip olmaması konusunda önemli bir unsur oluşturmuştur. Bu katılığın giderilmesi

yolunda atılacak adımlara karşı, sosyal refah anlayışı altındaki ve yüksek ücretli emek

piyasasının ve işçi sözleşmelerinin de esnekliğe sahip olmaması sonucunda değişime karşı

kuvvetli işçi direnişi ile (1968-72 grev dalgası) karşılaşılmış ve değişim bu dönemde henüz

gerçekleşememiştir (Harvey, 1989, s. 142).

Sosyal refah devleti, Soğuk Savaş ve militarizm üzerine yürütülen enflasyonist politikalar

ABD’nin mali buhrana girmesiyle ve senyoraj hakkını kullanarak daha fazla dolar basmasıyla

ve bu buhranı daha da derinleştirmesiyle sonuçlanmıştır. Dolar fazlaları dünya piyasasına

akarken Bretton Woods sisteminin bütün mali yapısı da çökmeye başlamıştır. Enflasyonist

baskılar sonucu 1970’lerde petrol krizleri olarak anılacak petrol fiyatlarının artışıyla bu fazla

dolarlar dünya piyasasının gözüne artık batmamaya başlamıştır ve Bretton Woods sistemi

tamamen terk edilerek sermaye akımları serbestleştirilmiştir. Aşırı birikim krizine ABD’nin

finans alanındaki hegemonyasıyla cevap vermesi sonucunda, burjuvazi içindeki güç ve çıkar

dengesinin, üretim etkinliklerinden mali sermaye kurumlarına kayması gerekmiştir. Mali güç,

işçi sınıfı akımlarının denetim altında tutulmasında da kullanılmış, emeğin gücünü

zayıflatmak için fırsat olarak kullanılmıştır.

1970 ve 1980’lerde gelişmiş bulunan ve 1960’lardaki haklarını korumak isteyen militan

işçi hareketi dalgası, devrim isteğinden çok, Braverman’ın eleştirdiği gibi genişlemiş yeniden

Senem Oğuz 53

üretim ve refah devleti içinde kazanılan koşulların korunmasını amaçlayan mücadeleler

olmuşlardır ve artık serbest sermaye hareketleriyle ve üretim coğrafyasının değişimiyle

denetim altında tutulabilmeye başlamıştır. Sonuçta, daha önce değiştirilemeyen katı kitlesel

üretim koşulları, 1980’lerde emek piyasası ve işçi sözleşmeleriyle birlikte esnekleşmeye

başlamış ve birçok işçi hareketi başarısızlığa uğramıştır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde emeğin

gücündeki azalma ve işçi sınıfının koşullarının gerilemeye başlaması ve gelişmekte olan

ülkelerde ise kolayca sömürülen, görece düşük ücretli, büyük, şekilsiz ve örgütsüz bir

proletarya sınıfının oluşmaya başlaması gerçekleşmiştir (Harvey, 2003, s. 55).

Şüphesiz ki bu dönüşüm, bilişimin gelişimi olmadan aynı etkileri gösteremezdi. Soğuk

Savaş’ın sonlarına doğru, özellikle 1980’lere geldiğimizde SSCB-ABD arasındaki “yıldız

savaşları projesi1” ile bilim ve teknoloji alanında olağanüstü bir rekabet oluşmuş, keşif ve

icatlar oldukça hızlanmıştır. 1980’lerin sonuna gelindiğinde, neoliberal politikalar sayesinde

büyük bir pazara sahip olabilen kapitalist dünyanın aksine, bu rekabete dayanamayan

SSCB’nin çözülmesiyle birlikte kapitalizm artık, küreselleşme olgusuyla el ele tüm dünyayı

etkisi altına almak için gerekli bilişim araçları altyapısını çoktan oluşturmuş

bulundurmaktadır. Birikim koşullarının el verdiği eğitim, bilim, yeni teknoloji yatırımlarının

hâlihazırdaki varlığından sonra geriye kalan, bilgi ve teknolojinin önemini tüm dünyaya

tanıtması için görevlendirilen Dünya Bankası, OECD gibi başat kapitalist kurumların üretim,

tüketim ve hizmetler sektöründe bir devrimi, “enformasyon devrimi”ni tanıtmasıdır2.

Hizmet sektörünün endüstrileşmesi, yeni bir işgücü ve üretim örgütlenmesi, finans

piyasasının derinleşip güçlenmesi, ulaştırma, iletişim, taşıma, pazarlama maliyetlerinin

düşmesi, teknoloji sektöründe yeni tür şirketleşme formlarının (dot.com şirketleri) ortaya

çıkması ve üretim coğrafyasının hareketliliği, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin

gelişimi sonucunda bu derecede gerçekleşme fırsatı bulmuştur. Dolayısıyla, bilişimin

kapitalist üretimin ve doğal olarak sermaye birikiminin egemenliği altındaki gelişimi, tam da

bu sebepten dolayı, işçi sınıfının ezilmesi, güçsüzleştirilmesi ve bastırılmasında bir araç

olarak kullanılmıştır. Bu konuda, yeni iletişim teknolojilerinin işçi örgütlenmesi ve

mücadelesinde de bir araç olarak kullanılabileceği üzerine yapılan tartışmalara ileriki

bölümlerde yer verilmeye çalışılacaktır.

Bilişimin Devrimi, Yeni Ekonominin Yeni İşçileri ve Yeni İşleri

Bilişimin özellikle iktisadi büyümeyi ve iş gücü verimliliğini arttıracağı görüşü,

“insanoğlunun karşılaştığı en büyük teknolojik devrim” (Snow, 1966, s. 652) söylemleriyle

büyük bir beklenti haline gelmiştir. “Enformasyon devrimi” tanımında toplanan bu ilgi, hem

bilişimde yaşanan gelişmelerin insanlar üzerindeki etkisini arttırmış, hem de bu gelişmelerin

oluşumunda etkili olmuştur. Döneme dair analizler ve tanımlamalar bir yandan iletişim

teknolojilerinin gelişimini anlatırken, bir yandan da bu gelişme sayesinde hızla yayılmaya,

kanıksanmaya ve bu karşılıklı ilişki birbirini etkilemeye başlamıştır.

EİT ekipmanlarında ve yazılım alanında hızlı ilerleme ve buna bağlı olarak keskin bir fiyat

düşüşüyle karakterize edilen enformasyon devrimi, bu söylemlerin özendirici etkisiyle

birlikte, hem üreticilerin hem tüketicilerin göreli fiyatlardaki değişime karşılık kullandıkları

mal ve hizmetleri EİT mallarıyla ikame etmeleriyle sonuçlanmıştır (Jalava ve Pohjola, 2002,

s. 190). 1990’lara geldiğimizde özellikle ABD’de yaşanan olumlu iktisadi gelişmeler de EİT

ve ar-ge yatırımlarına bağlanmış, bilişimin önemi daha fazla vurgulanmaya başlamış ve

1 Uzayın silahlandırılması ve nükleer füzelerin kısa sürede saptanarak uzaydaki bir istasyondan karşı füze ile

imha edilmesi (Erkiner, 2005, s. 107). 2 Bu alandaki çalışmalar için bkz. World Bank (1998), (2008), (2009), (2010), OECD (1996), (1997), (2000),

(2002).

54 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

enformasyon devrimi söylemi, “verimlilik devrimi” şeklinde de anılmaya başlamıştır

(Gordon, 2000, ss. 2-3).

Mali piyasaların serbestleşmesi sonucu finans kapitalin beslediği üretim sermayesi,

ulaştırma ve iletişim maliyetlerinin düşüşüyle birleşince üretimin coğrafi hareketliliği

hızlanmıştır. Bu sayede sosyal refah devletinin izin verdiği yüksek ücret ve düzgün yaşam

koşullarını korumak isteyen işçi mücadelesinden sıyrılabilen sermaye, ülke dışı üretimle kâr

olanaklarını korumak istemiştir. Bu yönelme ise üretici kapasitenin giderek ülke dışına

çıkması anlamına gelirken, patent, telif hakkı, know-how ve lisans kanunlarının önemi artmış,

bunun finans alanındaki karşılığı varlık değerlerinin yükselmesi olmuş ve 1990’ların sonuna

kadar dot.com şirketlerinin verimlilik kârları da “yeni ekonomi” söylemiyle el ele yürümüştür

(Harvey, 2003, ss. 55-59).

Gelişen yeni teknolojilerin kullanılması için vasıflı iş gücüne duyulan ihtiyacın altı

çizilirken, eğitime verilen önem de artmış, böylece beşeri sermaye, fiziksel sermaye gibi

önemli bir faktör haline gelmiştir. İhtiyaç duyulan bu vasıflı iş gücü günümüzde bilgi işçisi

kavramıyla tanımlanmaya (Drucker, 1994) başlamıştır. Sanayi toplumundaki yarı vasıflı

işçilerin yerine bilim insanlarını, mühendisleri, eğitmenleri, teknisyenleri, bilgisayar temelli

hizmet işlerini ve yöneticileri kapsayan, kısaca teknik ve profesyonel olarak adlandırılan sınıf;

yüksek sosyal konum, yüksek gelir, yüksek değer ve rahat yaşam koşullarıyla ön plana

çıkarılmaya başlamıştır.

Üretim koşullarının küresel bir pazarı gerektirmesi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi,

bu yeni teknolojilere ve üretim koşullarına ayak uydurmak zorunda olan yeni işçi tanımlarının

gelişmesini doğurmuştur. Sermaye birikiminin devamı için bireysel üretme gücü yönünden

yoksullaşmak zorunda olan işçiler, vasıflı ve vasıfsız olarak da ayrılmak zorundadırlar.

Sermaye, bir yandan el sanatı ve zanaatkârlık temelli vasıflardan nefret ederken, bir yandan da

yeni vasıflar ortaya çıkarmaktadır: esneklik, adaptasyon kabiliyeti ve ikame edilebilirliğe izin

veren vasıflar (Harvey, 2007, s. 174). Bu işçinin bilişim çağında aldığı isim “bilgi işçisi”dir.

Altın yakalı işçiler olarak da tanımlanan bilgi işçilerinin problem çözme kabiliyeti,

yaratıcılık ve zekâ gibi niteliklere sahip olmaları gerektiği vurgulanmaktadır (Collins, 1997,

ss. 41-42). Bilgi işçileri için “altın yakalı” tabirinin kullanılması, bilgiyi organizasyon

açısından değere dönüştürme kabiliyetine ve potansiyeline sahip olmalarına yapılan atıfla

sağlanmaktadır (Zaim, 2006, s. 593). Buna göre bilgi işçisi bir yandan enformasyon

teknolojilerini etkili biçimde kullanmayı bilmeli, diğer yandan normal (manüel) işleri de

yapmalı ve “bilgi toplumuna hükmeden değil ama liderlik yapan” yüksek gelirli sınıfı

olmalıdır (Drucker, 1994). Bilgi işçilerinden ayrıca beklenenler: yaratıcı ve yenilikçi olmaları,

kendilerini yaşam boyu geliştirmeyi bilmeleri, farklı görevleri yerine getirebilme kabiliyetine

ve esnekliğine sahip olmaları, mesleki başarılarıyla motive olmaları, bilgisayar becerilerine

sahip olmaları, mesleklerine bağlı olmaları ve işlerini sevmeleri gibi özelliklerdir (Smith ve

Rupp, 2002, s. 107-124; OECD, 1999, s. 154).

Bu yeni işçi tanımıyla birlikte her türlü esnekliği geliştiren “yeni çalışma kültürü”, sanayi

kapitalizminin sunduğu boş zamandaki hazcılığı, ofis partileri, spor aktiviteleriyle yapılan

toplantılar, iş gezileri vs. ile çalışma zamanına kaydırabilmektedir. Bu “zevkli” ortam

sayesinde telefon ve bilgisayarla bağlantılı çalışanlar, evlerinde ve sosyal aktivitelerinde bile

çalışmaya devam edebilmekte, böylece çalışma saatleri sınırsız bir şekilde uzatılabilmektedir

(Bora ve Erdoğan, 2011, s. 21). Benzer şekilde, sermayenin işçileri istediği zaman, istediği

kadar ve istediği biçimde istihdam etme serbestisine sahip olmasıyla esneklik kavramı, işgücü

piyasasının kuralsızlaştırılması ve parçalanması yoluyla kısa süreli, yarı-zamanlı, geçici,

sözleşmeli, mevsimlik, düzensiz çalışma gibi farklı istihdam biçimlerini de

yaygınlaştırmaktadır (Oğuz, 2011, s. 9).

Senem Oğuz 55

Bu ortamda kapitalizmin, işçiyi sermayenin boyunduruğu altına almasının bir başka

biçimini ve “vasıf” tanımını kendi çıkarlarına göre değiştirebildiğini görebiliyoruz. Sözü

edilen yeni ekonomi, adeta bireyleri özgür seçimleriyle baş başa bırakmakta, insanları kol ve

kas gücüne dayalı ağır işlerden kurtarmakta ve onlara parlak bir gelecek vaadinde

bulunmaktadır. Üstelik bunu da, rekabet ve kârlılık gereği değil, toplumsal gereksinimlerin bir

karşılığıymış gibi sunmaktadır. Eğitimli ve vasıflı olmak, yedek iş gücü ordusunun bir üyesi

olmak yerine, yüksek gelirli lider sınıfa katılabilmenin anahtarı haline getirilmektedir. Bu

sayede bilişimle birlikte zihin gücüne dayanan “özgür” çalışma ortamları oluşturulmakta,

yorucu işler “zevkli” hale getirilmekte ve hizmet sektöründe iletişimin her çeşidi metalaşarak

(çağrı merkezi, sosyal medya uzmanlığı, kurumsal kimlik ajansı vb.) yeni işler yaratılmakta

ve böylece teknolojik gelişmenin, işsizliğe yol açmayacağı savunulabilmektedir.

Beyaz yakalı işçilerin (ve şimdiki adıyla bilgi işçilerinin), işsizler içerisinde giderek artan

oranını bir kenara bıraksak bile, çizilen bu iyi tablonun içinde işsizliğin varlığı, artık

bireylerin kendi beceriksizliği sebebine bağlanabilmektedir (Bora ve Erdoğan, 2011, s. 22).

Ana akım iktisat teorisinde karşılığını bulan tam istihdam senaryosunda, işsizliğin varlığı

bireylerin özgür istekleri doğrultusunda iş beğenmemeleri ve iş aramamaları olduğu gibi,

şimdi de işsizliğin sebebi, bireylerin yeterince kendilerini geliştirmemeleri, esnekleşmesi ve

hızlanması gereken üretim koşullarına yeterince ayak uyduramamaları olarak

meşrulaştırılmaktadır. Bu işsizlik algısı, tüm bireylerin yeni teknolojilere ve kendilerini

geliştirebilecekleri eğitim olanaklarına eşit seviyede ulaşabilir oldukları ön koşuluna

dayanmaktadır.

Yeni iletişim teknolojileriyle birlikte küreselleşme sonucunda ulusal ve uluslararası uyum

ve eşitlik koşullarının sağlanacağını öngören yeni ekonomi savı, bunun yerine enformasyon

zenginleri/enformasyon fakirleri olarak eşitsiz ilişkilerin daha da güçlenmesine yönelik

süreklilik kazanmış bir sürece işaret etmektedir. Bilgi ve enformasyonun metalaşmasıyla,

parası olanın satın alabildiği; ancak anlaşmalarla, fikri mülkiyet haklarıyla, patent yasalarıyla

sahiplik konusunda tekel konumunda olanların pazarlayabildiği yeni bir ortam doğmaktadır.

Bu konuyla ilgili, bu ortamın karşılıklı bağımlılık ilişkisini, bağımlı (gelişmekte olan) ülkeler

aleyhine sürekli ağırlaşan olanaklarla yeniden yarattığına dair eleştiriler (Törenli, 2004, s. 68)

de doğmaktadır. Bu eleştiri doğrultusunda “yaşam boyu eğitimin” kurumsallaşması ve

kamusal bir hizmet olarak örgütlenmesi gerektiği düşüncesi (Negt’den aktaran Bora ve

Erdoğan, 2011, ss. 19-20) ise daha tartışmalı bir konuyu gündeme getirmektedir.

Burada önemli olması gereken nokta, yeni teknolojilere eşit şekilde ulaşılabilirlik değil,

aslında işçilerin kapitalizmle birlikte yeni gelişen çalışma koşullarına her zaman uyum

sağlamak zorunda kalmaları olmalıdır. Zira herkesin internete, bilgisayara, eğitim

olanaklarına vs. eşit şekilde ulaştığı bir kapitalist üretim biçiminde, mutlak ya da göreli artı

değer üretimiyle emeğin yoğunlaştırılmış sömürüsünde bir değişiklik olmayacağı açıktır. Bir

değişiklik yaratmanın yolu ise mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadelenin nasıl olacağı

veya nasıl olması gerektiği konusu üzerine yapılan tartışmalar bir sonraki bölümün konusunu

oluşturmaktadır.

Emeğin Parçalanması ve Birleşmesi: Örgütlenme ve Mücadele Üzerine Tartışmalar

Bilimsel teknolojinin işçi sınıfı ve emek süreci üzerinde köklü etkilerinin bulunduğu

yadsınamaz bir gerçektir. Bu etkilerin olumlu ya da olumsuz oluşuyla ilgili tartışma, kapitalist

üretim biçimine özgüdür. Çünkü bilimsel teknolojinin kapitalist üretimin egemenliği altındaki

gelişimi, artı değer üretiminden ve emek sömürüsünden bağımsız olmadığı için, toplumsal

ilerici ve kurtarıcı rolünün itici gücü yerine daha fazla (mutlak ya da göreli) artı değere el

koymak için emek üretkenliğinin artışı veya iş gününün uzatılması/yoğunlaştırılması itici

56 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

gücüyle gerçekleşmektedir. Marx bu çelişkiyi, makinenin kapitalist biçimde kullanımı

konusunda şu şekilde açıklamaktadır:

Makine tek başına alındığında çalışma saatlerini kısalttığı halde, sermayenin hizmetine

girdiği zaman bunu uzatmakta ve gene kendi başına, çalışmayı hafiflettiği halde, sermaye

tarafından kullanıldığı zaman, işin yoğunluğunu arttırmaktadır; kendi başına, o, insanın

doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi

haline getirmektedir; kendi başına, üreticilerin servetini arttırdığı halde, sermayenin

elinde, bunları sefilleştirmektedir (Marx, 1867, s. 422).

Bununla birlikte, bilişimin gelişimiyle ön plana çıkarılan emeğin “vasıf” sahibi olması

veya yeni vasıflar kazanması ile yüksek ücret ve mevki sahibi olunması konusu, hem Marx’ın

hem de Braverman (1974)’ın teknik işbölümü, mekanizasyon, otomasyon ve bilimsel işletme

yönetimi aracılığıyla vasıflı emeğin basit soyut emeğe indirgenmesi ve sefilleşip

köleleleşmesi düşüncesine karşı kullanılan argümanlar olmuştur. Ancak Marx, hiçbir zaman

vasıflı emeğin basit soyut emeğe indirgenmesinin, ortada hiçbir vasfın kalmayacağı şekilde

emeğin mutlak homojenizasyonunu sağlayacağını iddia etmemiştir. Bu indirgeme süreci,

“tekelleştirilebilir vasıfların” ortadan kaldırılacağı ve kolayca ikame edilebilen esnek vasıf

biçimlerinin ortaya çıkacağı anlamındadır. Marx’a göre emek sürecinin evrilmesindeki eğilim,

geleneksel ve sanayi öncesi vasıfların yok edilmesi vasıtasıyla sermayeye boyun eğme

sürecinde yaşadıkları ortaklığı keşfedecek biçimde homojen bir proletaryadır (Harvey, 2007,

ss. 184-185). Yaşanılan ortaklık ise, isterse yüksek ücret ve “rahat” çalışma koşullarına sahip

olsun, emeğin sömürülmesi ve göreli yaşam koşullarının kötüleşmesidir.

Burada, vasıflı/vasıfsız emek arasındaki ayrımın, emeğin heterojenleşmesine ve

bölünmesine neden olması, örgütlenme ve mücadele dinamiklerini parçalaması ile sözü edilen

vasıflar “kolayca ikame edilebilen esnek vasıf biçimleri” olduğundan “sermayeye boyun

eğme sürecinde yaşanılan ortaklık” sayesinde emeğin birleşip türdeşleşebileceği tartışması

oldukça anlamlıdır.

Bu tartışma genellikle esneklik ve güvencesizlik üzerinden yapılmaktadır: esnekleşen

istihdam biçimleriyle parçalanan emek, güvencesiz çalışma eğilimiyle birlikte türdeşleşmekte

ve birleşmektedir (Oğuz, 2011, s. 10). Her ne kadar esneklikle birlikte yeni işler, yeni işçiler,

yeni istihdam biçimleri ortaya çıkmakta ve işçi sınıfı içindeki farklılıklar artmaktaysa da,

güvencesizlik, bu farklılıkları kesen ve sınıfı ortaklaştıran bir eğilim olarak karşımıza

çıkmaktadır. Hatta bu eğilimin “güvencesiz proletarya” anlamına gelebilecek “prekarya”

terimi altında kavramsallaştırıldığı bir yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşım ise

güvencesizliğin birleştiriciliğinin aksine proletaryanın birlikteliği ve kolektifliğine zarar verici

ve ona karşıt olduğu düşüncesiyle eleştirilmektedir. Wacquant (2007) prekaryanın, negatif bir

şekilde toplumsal yoksunluk ve maddi ihtiyaç güdüsüyle hareket eden ve bu yüzden istikrarlı

bir iş bulma ile dağılmaya meyilli, kolektif bir eyleme yanaşacak siyasal faaliyetten uzak,

ortak bir kaderi kavramaktan ve alternatif bir gelecek tasarlamaktan yoksun bir yığın olarak

proletaryaya karşıt olduğunu savunmaktadır (Bora ve Erdoğan, 2011, ss. 36-37).

Özellikle Avrupa’daki bilgi işçilerinin son zamanlarda yeni iletişim teknolojilerini veya

sosyal medyayı kullanarak güvencesiz çalışma koşulları altında birleşip (veya birleştirilip)

yürüttükleri hareketlerin3 kolektif bir işçi sınıfına ait olamayacak şekilde, esnekliği kabul edip

sadece güvencesizliğe karşı korunmayı veya vatandaşlık geliri elde etmeyi talep eden

hareketler olarak ortaya çıkması, Wacquant’ın eleştirisini doğrular nitelikte görünmektdir. Bu

durum, işçi sınıfını birleştirmek yerine prekarya ve proletaryayı birbirinden ayıran bir sürecin

gelişmesine neden olmaktadır (Oğuz, 2011). Hatta, güvencesizliğe karşı mücadele ederken bu

3 Ayrıntıları için bkz. Oğuz (2011).

Senem Oğuz 57

tarz reformist ve uyum sağlayıcı eylemlerin kapitalizmi yıkmak için gerekli dönüşüm ve

devrimi, tıpkı 1970’lerde sosyal kapitalizm döneminde olduğu gibi, sağlayamayacağı da bir

tartışma konusu olabilir. Ancak, emek hareketinin güvencesizlik olgusu ve algısı üzerinden

birleşmesi, bu sorunun uyum sağlayıcı “‘sosyal politikalarla’ giderilmesi gibi bir çağrıya

işaret etmekten çok, politik bir öznenin oluşumu için kapitalizmin saldırılarına karşı

durabilecek bir sınıf konumuna işaret etmesi” bakımından anlamlı da olabilmektedir

(Konuşlu, 2014, s. 174). Bu şekilde bakıldığında prekaryadan doğan bir hareketin, kolektiflik

için bir potansiyel oluşturacak dinamikleri geliştirebileceğini ve kolektif bir harekete

dönüşebileceğini savunan görüşler de bulunmaktadır (örneğin bkz. Bora ve Erdoğan, 2011, ss.

37-43).

Bu tartışmalar dışında, kapitalizmle mücadelenin illa ki bir sınıf temeli üzerinden

yapılmaması gerektiğini savunan yaklaşımlar da bulunmaktadır. Bu yaklaşımlara göre

kapitalizmin kuralsızlaşan ve serbestleşen gelişimiyle birlikte geleneksel emek örgütlenmesi

“demode” hale gelmekte ve bu yüzden başarısızlığa uğramaktadır. Artık sınıfların değil,

kapitalizm tarafından dışlanan ve kapitalist kalkınmaya karşı gelen halkların devriminden söz

edilmektedir. Amaç ve hedefleri birbirlerinden farklı olan bu mücadelelerin her biri kendi

dinamiklerini oluşturmakta ancak kolektif bilinçle halk özgürleşmesi yolunda çifte bir devrim

talebinde bulunmamaktadırlar (Amin’den aktaran Harvey, 2003, ss. 143-144).

Bir yerdeki çevre kirlenmesi, başka bir yerdeki kamu özelleştirmeleri, bir başka yerdeki

köylülerin topraksızlaştırılması ve başka bir bölgedeki biyolojik korsanlık […] sivil

toplum içinde bu tür olgularla mücadele edebilecek ad hoc ve daha esnek örgütsel

yapıların oluşturulması yönünde bir eğilim bulunmaktadır. Sonuç olarak anti-kapitalist,

anti-emperyalist ve küreselleşme karşıtı mücadele bütünüyle yeniden şekillendirilmiş ve

çok farklı bir siyasi dinamik harekete geçirilmiştir (Harvey, 2003, s. 144).

Sözü edilen halk hareketlerinin “daha esnek örgütsel yapıları” şüphesiz ki bilişim

teknolojilerinden beslenmektedir. Bunlara örnek olarak Gezi Direnişi, Arap Baharı, Wall

Street vs. örnek olarak gösterilebilir. Hatta, yine “geleneksel” olsa da sendikaların da bu

teknolojilerden yararlandığı bir alan (e-sendikacılık) veya Bilişim Çalışanları Dayanışma Ağı,

Plaza Eylem Platformu, Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği gibi bilgi işçilerinin diğer ağ

örgütlenmeleri de bulunmaktadır. Farklı halkların, kültürlerin, gelir gruplarının, sosyal

sınıfların bu tarz örgütlenmelerinin, verdiği mücadelelerin ve bilişim teknolojilerinin bundaki

önemi elbette yadsınamaz, fakat daha önemli olan, Avrupa’da yaşanılan prekarya örneğinde

olduğu gibi, kolektif bir hareketi bölmemek ve bireysel çıkarlardan ziyade kolektif ilericiliği

ve toplumsal özgürleşmeyi düşlemektir. Bu noktada Marx (1865, s. 79)’ın işçilerin ücret artışı

için verdikleri mücadele hakkında yaptığı şu konuşma oldukça anlamlı olmaktadır:

Şurasını unutmamaları gerekir ki, onlar sonuçlara karşı mücadele etmektedirler, bu

sonuçları doğuran nedenlere karşı değil; aşağı doğru hareketi geciktirmekte ama yönünü

değiştirmemektedirler, geçici çareler bulmakta ama hastalığı iyileştirmemektedirler. Bu

nedenle, sermayenin dur durak bilmeyen soygunundan ya da pazardaki değişikliklerden

kaynaklanan bu kaçınılmaz günlük gerilla savaşlarına kendilerini tamamen

kaptırmamalıdırlar. Anlamalıdırlar ki varolan sistem, bellerini büken sefaletin yanı sıra,

onunla eş zamanlı olarak, toplumun ekonomik yeniden-yapılanması için gerekli maddi

koşulları ve toplumsal biçimleri de yaratmaktadır. ‘Adil Bir İş Günü Karşılığında Adil Bir

Ücret’ biçimindeki tutucu slogan yerine, bayrakların üzerine şu devrimci sloganı

yazmalıdırlar: ‘Ücret Düzenine Son!’

58 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Marx’ın bu konuda, işçiyi bir nesne olarak ele aldığı, işçilerin öznel deneyimlerini ve işçi

direnişinin önemini gözden kaçırdığına dair bir eleştiri alanı4 da bulunmaktadır. Elbette

işçilerin emek sürecinin üstesinden nasıl geldiklerini, emek sürecini katlanılır kılmak için

kendilerine has yöntemler bulduklarını, yönetimdekilerle içine girdikleri zıtlaşmalarını ve

örgütlenmede seçtikleri farklı yolları görmek oldukça önemlidir. Tüm bunlar, gerçekleştirilen

mücadele yöntemlerinin anlamsız olduğu anlamına gelmez. Ancak buradaki hayati çaba,

işçilerin neyle başa çıkmaya çalışmaya ve neye karşı kendilerini savunmaya mecbur

bırakıldıklarını, yani sürekli kendilerine bir şeyler dayatıldığını anlama çabası olmalıdır

(Harvey, 2007, s. 121).

Sonuç

Bilişimin kapitalizmin egemenliği altındaki gelişimi, emek sürecinde, genişleyen

toplumsal refah ile bu toplumsal refah özel mülkiyetin elinde olduğu sürece, giderek daha çok

yabancılaştırılan, parçalanan ve yoksullaştırılan emek arasındaki çelişki olarak belirmektedir.

Esnekleşen istihdam biçimleriyle emeğin sürekli parçalanması sağlanmakta ve geleneksel

vasıflarından “özgürleşen” işçiye, sermayenin ihtiyaç duyduğu yeni vasıflar bir hediye gibi

sunulmaktadır. Ancak sermayenin ihtiyaç duyduğu, çok sayıda yüksek nitelikli “bilgi işçisi”

değildir. Sermaye, üretim ya da dolaşım sürecinde yerine getirilecek özgül görevlere ve özgül

niteliklere sahip, artan fakat sınırlı sayıda işçiye ihtiyaç duyar (Mandel, 1972, s. 348). Bu

durumda, sahip olunması gereken vasıflar, yedek iş gücü ordusunun bir parçası haline

gelmemeyi hiç bir zaman garanti etmez. Tam tersine, her teknolojik değişimde ve her krizde,

bir gün ihtiyaç duyulduğunda tekrar çağrılmak üzere bir köşeye atılır ve/veya orada bekletilir.

“Her tür kapitalist üretim yalnızca bir emek süreci olmayıp aynı zamanda bir artı değer

yaratma süreci de olduğu için, emek araçlarını kullanan işçilerden değil, işçiyi kullanan emek

araçlarından bahsetmemiz gerekir” (Marx, 1867, s. 405). Dolayısıyla bilgi işçisi veya

vasıflı/vasıfsız işçi ayrımlaştırması bir noktada bütün anlamını yitirmektedir.

Gerek neoliberal politikalar, gerek sermayenin yarattığı rekabet ortamı, gerek yedek

işgücü ordusunun varlığı, insanın toplumsal refah ve mutluluk, kolektif bilinç ve hareket

isteğinden ziyade, bunu bireysel olarak gerçekleştirmeyi düşlemesine yol açmaktadır. Ancak

bir yandan esnekleşmeyle parçalanan ve bilişim teknolojilerinin artan yoğunluğuyla

sömürülen emek, başka bir yandan güvencesizlikle birleşme potansiyeline de sahip

olmaktadır. Bu potansiyelin yine bilişim teknolojileri sayesinde örgütlenebilmesi ise

kapitalizmin kendi kuyusunu kazdığı bir başka alan olarak yorumlanabilmektedir. Bu

yorumdaki çekince ise, prekarya örneğinde olduğu gibi, parçalanıp bölünen emeğin, bir sınıf

bilinci ve kolektif amaçlardan uzak olarak bireysel taleplerin yerine getirilmesine razı olması

ve kapitalizmle uyumluluğu kabul etme noktasına gelebilmesidir.

Bilişimin kapitalist gelişimine bu bağlamda bakıldığında, bilim ve teknolojinin

kapitalizme karşı geliştirilecek mücadelelerde bir sınıf örgütlenmesi aracı olarak

kullanılabileceği düşüncesinin devrimci hareketi sekteye uğratacağı algısı ve düşüncesi de

gelişmektedir. Sosyal refah devleti veya kapitalizmin altın yılları olarak anılan dönemden

neoliberalizme geçişte yaşanan işçi mücadelesi başarısızlığı bu konuya olumsuz bir örnek

olarak gösterilmektedir. Burada, verilen mücadelenin emeğin zaten sahip olması gerekenleri,

bir hak olarak sermayeden koparmaya çalışması durumu ön plana çıkarılmakta ve kazanılan

hakların önemi yadsınmamakla birlikte, bununla yetinilmemesi gerektiği ve asıl olarak

kapitalist üretim biçiminden ve özel mülkiyetten özgürleşmeyi sağlamak için mücadele

etmeye devam edilmesi gerektiği savunulmaktadır.

4 Bu alandaki tartışmaların bir özeti için bkz. Elger (1979).

Senem Oğuz 59

Sadece sınıf mücadelesinde değil, “halk devrimi” olarak tanımlanabilen geniş ve

biribirinden her yönüyle farklılaşabilen kitlelerinin bir araya gelip örgütlenmesinde de bilişim

teknolojilerinin kullanıldığına tanıklık etmekteyiz. Bunun kapitalizme karşı verilen mücadele

anlamında oldukça önemli olduğu yine vurgulanmakla bereaber, benzer şekilde başarıya

ulaşmak için burada da kolektif özgürlüğün ön plana çıkarılması gerektiği, farklılıkların

ortadan kalkması ve hiç bir küçük grubun taleplerinin daha önemli olmaması gerektiği

düşünülmektedir. Çünkü, ne güvencesizlik, işsizlik, fakirlik, ne de düşük ücret, bir sınıfı bir

araya getirmek ve ortak bir bağ kurmak için kullanılmak zorunda değildir. Buradaki ortaklık,

bir araya gelmek ve sürekli mücadele vermek zorunda bırakılmaktır.

İşte Marx’ın kapitalist üretim biçimi ve emek sürecine dair düşünmeye ve mücadeleye

çağırdığı en önemli konulardan birisi budur. İşçilerin, en başta, neden yeni teknolojilerle,

yabancılaştırmayla, işten çıkarmalarla, iş bulmalarla, yeni vasıflar edinmekle, iş yerindeki

otoriterlikle, kapitalizmle uyum sağlamayla ve bunun gibi birçok çelişkiyle başa çıkmak

zorunda olduklarını anlamak. En başta bunu anlamanın birleştirici potansiyeli, diğer her

şeyden daha önemli olmaktadır.

KAYNAKÇA:

Bora, T. ve Erdoğan, N. (2011). Cüppenin, Kılıcın ve Kalemin Mahcup Yoksulları: Yeni

Kapitalizm, Yeni İşsizlik ve Beyaz Yakalılar, Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz

Yakalı İşsizliği. Bora, T., Bora, A., Erdoğan, N., Üstün İ. (der.) içinde. İstanbul:

İletişim. 13-44.

Bora, T., Bora, A., Erdoğan, N., Üstün İ. (2011). Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz

Yakalı İşsizliği. İstanbul: İletişim.

Braverman, H. [1974] (2008). Emek ve Tekelci Sermaye: Yirminci Yüzyılda Çalışmanın

Değersizleştirilmesi. Çev., Çiğdem Çidamlı. İstanbul: Kalkedon.

Collins, D. (1997). Knowledge work or working knowledge? ambiquity and confusion in the

analysis of the knowledge age. Employee Relations, 19(1), 41-42.

Drucker, P. F. (1994). Kapitalist Ötesi Toplum. Çev., B. Çorakçı. İstanbul: İnkılap Kitabevi.

Elger, T. (1979). Valorization and “deskilling”; a critique of Braverman. Capital and Class, 7,

58-99.

Erkiner, E. (2005). 1989 Berlin Duvarı, Ankara: İmge.

Gordon, R. J. (2000). Does the “new economy” measure up to the great inventions of the

past? http://www.nber.org/papers/w7833 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 17 Şubat

2014).

Harvey, D. (1989). The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural

Change. Cambridge: Blackwell.

Harvey, D. [2003] (2008). Yeni Emperyalizm. Çev., Hür Güldü. İstanbul: Everest.

Harvey, D. [2007] (2012). Sermayenin Sınırları. Çev.,Utku Balaban. Ankara: Tan Kitabevi.

Jalava, J. ve Pohjola, M. (2002). Economic growth in the new economy: evidence from

advanced economies. Information Economics and Policy, 14, 189-210.

Konuşlu, F. (2014). Emek süreci analizinden sınıf tartışmasına bir yol denemesi: türkiye özel

televizyon dizilerinin üretim ve emek sürecinde sınıfsal ilişkiler. Praksis, 32, 165-190.

Mandel, E. [1972] (2008). Geç Kapitalizm. Çev., Candan Badem. İstanbul: Versus Kitap.

60 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Marx, K. [1859] (2011). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Çev., Sevim Belli. Ankara: Sol

Yayınları.

Marx, K. [1865] (2006). Ücret, Fiyat ve Kâr. Çev. Alaattin Bilgi. İstanbul: Evrensel.

Marx, K. [1867] (1997). Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, 1. Cilt. 5. Baskı. Çev., Alaattin

Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

OECD. (1996). The knowledge based economy.

http://www.oecd.org/dataoecd/51/8/1913021.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi:

15 Şubat 2014)

OECD. (1997). Information technology outlook: 1997, access to and use of information

technologies at home. http://www.oecd.org/dataoecd/33/61/2095799.pdf adresinden

alınmıştır. (Erişim tarihi: 15 Şubat 2014)

OECD. (1999). The career trajectories of knowledge workers.

http://www.oecd.org/dataoecd/35/9/2101026.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi:

16 Şubat 2014)

OECD. (2000). A new economy? http://www.cherry.gatech.edu/efs/oecd/oecdgrowth00.pdf

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi: 15 Şubat 2014)

OECD. (2002). Measuring the information economy.

http://www.oecd.org/dataoecd/16/14/1835738.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi:

15 Şubat 2014)

Oğuz, Ş. (2011). Tekel direnişinin ışığında güvencesiz çalışma/yaşama: Proletaryadan

“Prekarya”ya mı? Mülkiye, 271, 7-24.

Perez, C. (2009). Technological revolutions and techno-economic paradigms. Cambridge

Journal of Economics, 34(1), 185-202.

Smith, A. ve Rupp, W. (2002). Communication and loyalty among knowledge workers: a

resource of the firm theory view. Journal of Knowledge Management, 6(3), 250-261.

Snow, C. P. (1966). Government science and public policy. Science, 151, 650-653.

Törenli, N. (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye. Ankara: Bilim

ve Sanat Yayınları.

World Bank. (1998). World development report: knowledge for development.

http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/EXTDEC/EXTRESEARCH/EXTW

DRS/0,,contentMDK:22293493~pagePK:478093~piPK:477627~theSitePK:477624,00

.html adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi: 15 Şubat 2014)

World Bank. (2008). Measuring knowledge in the world’s economies.

http://siteresources.worldbank.org/INTUNIKAM/Resources/KAMbooklet.pdf

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi: 15 Şubat 2014)

World Bank. (2009). http://info.worldbank.org/etools/kam2/kampage5.asp adresinden

alınmıştır. (Erişim tarihi: 15 Şubat 2014)

World Bank. (2010). World development indicators: science and technology.

http://data.worldbank.org/topic/science-and-technology adresinden alınmıştır. (Erişim

tarihi: 15 Şubat 2014)

Zaim, H. (2006). Yeni gelişmeler ışığında bilgi işi ve bilgi işçisi. Sosyal Siyaset

Konferansları, 49, 589-609.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Kontrol Toplumunun Yaşam Hücreleri Ya Da Büyük

Verinin Ekonomi-Politiği

Derya TELLAN

Özet:

Elektrik-elektronik donanıma sahip teknolojilerin dünya genelinde sayısal (dijital) kodlama-

kodaçımlama becerisiyle buluşturulması, bilgisayar olarak görülmeyen makinelerin dahi bilgiyi

depolama, sınıflandırma ve ilişkilendirerek analiz etme özelliklerini kazanmasına yol açmıştır.

Transistörlerin, magnetik depolayıcıların ve silikon devrelerin küresel ölçekte ağlarla birbirlerine

bağlanması ve internetin başlangıçtaki askeri-endüstriyel niteliğinden uzaklaşarak ticari-iletişim

hizmetleri odaklı bir yapıya bürünmesiyle birlikte bilgiye dönüştürülmesi beklenen bir veri seli ile

karşı karşıya kalınmıştır. 2010 yılı itibariyle siber evrende kayıtlı bulunan tüm verinin 1.2 Zetabayt

(ZB) olduğu hesaplanmakta ve bu rakamın 2020 yılında 40 ZB'ye (40 x 2 40

GB) çıkacağı tahmin

edilmektedir. Veri miktarının bu denli büyük rakamlara ulaşmasının temel nedeni olarak ise makineler

arası iletişim (M2M) gösterilmektedir.

Kapitalist pazar dinamiklerinin daha hızlı ve daha düşük maliyetlerle işlerliğinin

sürdürülebilmesinin ancak 'akıllı teknolojiler' aracılığıyla mümkün olacağını ifade eden çokuluslu

sermaye şirketleri, büyük verinin (big data) işlerlik kazanmasını, yüksek fiziksel güvenlik,

depolanabilir altyapı-enerji bileşenleri, yedeklenebilir iletim ağları ve risk algısına dayalı bilgi

güvenliği sistemlerine dayandırmaktadır. Sermaye açısından 'kârlılık akışkanlığında ivmelenme' ve

toplumsal güç ilişkilerini kendi lehine güncelleme olgularını çağrıştıran bu durum, toplumun geniş

kesimini oluşturan ve ücretli emeği ile geçinmeye çalışan insanlar açısından kaynak transferinin, artı

değere el koyma süreçlerinin ve kendi zihinsel üretimlerine yabancılaşmanın yoğunlaşması anlamına

gelmektedir. Sermayenin büyük veri ile ne yapılacağı sorusunun yanıtı, tüketim dinamiklerini

destekleyecek biçimde verilerin bireyselleştirilmesi ve veriler arasında çapraz ilişkisellikler kurularak

kontrolün küreselleştirilmesidir. İş dünyası, popüler bir disiplin haline gelmeye başlayan 'veri

madenciliğini' kullanarak enformasyonu analiz etmekte, toplum içindeki her bir bireyin taleplerini

tecimselleştirmeye çalışmakta ve zamanı sayısal pazarlama kanalları üzerinden nakit akışına

dönüştürmektedir.

Büyük verinin doğasını anlamak için yakından bakılması gereken unsurlar, şirketlerin bireylerin

dijital ayak izleri (bir kimsenin kendisi hakkında ürettiği enformasyon) ve veri gölgeleriyle (bir

kimsenin başka bireylerin hakkında ürettiği enformasyonla) olan ilişkisidir. Şirketler, veritabanlarının

kestirimsel analitik programlar yoluyla araştırılması sonrasında elde ettikleri enformasyonu kârlılık ve

rekabet üstünlüğü sağlayacak bir metaya dönüştürmektedir. Veri mahremiyetini ortadan kaldıran ve

birey hakkında istatistik öngörüler yerine büyük veriyi analiz ederek adeta (?!) kesin sonuçlara

erişmeye olanak sağlayan yeni koşullar, enformasyonun üretimini, dağıtımını ve anlamlandırılmasını

kontrol eden çokuluslu organizasyonların denetiminde, sermaye için yaşamsal öneme kavuşmaktadır.

Mobil iletişim teknolojilerinin, sosyal medyanın ve nesnelerin internetinin yakınsamasının sonucu

olarak günümüz toplum yapısı ve güç ilişkileri, neredeyse kontrol edilemez hale gelmiş bir veri yığını

üzerinden kurgulanmaya çalışılmaktadır. Yaşanılan süreçte her türden verinin sayısallaşmasına,

birbirinden bağımsız kodlanan, depolanan ve işlenen enformasyon türlerinin yakınsama sürecine

girmesine ve global bir toplum yapısını açığa çıkaracak şekilde mübadele ve mülkiyet aracına

dönüşmesine neden olmaktadır. Tüm bu gerekçeler ışığında, çalışmada, veri yönetimi ve kontrolünün

toplumsal ilişkilerde ve sermaye-emek çelişkisinde oynadığı rolün tartışılması amaçlanmaktadır.

Kapitalist ekonominin biçimlendirdiği mevcut toplumsal ilişkiler, verileri toplama, işleme, sesli-görsel

formlara çevirme, onlardan değer elde etme, anlama ve aktarma becerisi kazanmanın, emeğiyle

geçinen geniş kesimler açısından da büyük önem taşıdığını (ve taşıyacağını) ortaya koymaktadır.

Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Erzurum,

[email protected]

62 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Giriş

Son çeyrek yüzyıllık zaman diliminde, başta internet olmak üzere her türden iletişim ağı,

dünya genelinde enformasyon temelli bir yaşam örgütlülüğünün açığa çıkmasını sağlamıştır.

Gündelik yaşam, verileri kodlama, kayıtlama, aktarma, depolama ve istenilen zamanda

kodaçımlayarak kullanılabilmeye dayalı kurguda ilerlerken; ‘kimlerin, hangi koşullarda

kodları açımlayacağı’ (verileri yeniden üreteceği) örtük bir hal almıştır. Enformasyon temelli

bu hızlı evrilmenin, mülkiyet ilişkilerinin yeni bir biçimi olduğu ve içinde olunan karar verme

sürecinde güç ilişkilerinin geleceğine yön verildiği gizlenmeye çalışılmaktadır. Yaşanılan

süreç, enformasyonun ham maddesi (işlenmemiş hali) konumundaki verinin kontrolünün

yaşamın da kontrolüne kapı araladığını göstermektedir. Organik yapıların işleyişini ve

sürdürülebilirliğini sağlayan enformasyon, yapay (mekanik-elektronik) sistemlerin de kaynağı

ve çıktısı konumundadır. İnsan eliyle oluşturulan organizasyonlar, coğrafi bir konuma bağlı

olmaksızın ulusal sınır, yasa ve kültürlerden gün geçtikçe bağımsızlaşan ağlara dönüşmekte;

sermayenin sınırsız kazanç peşinde koştuğu, mali denetimi esnekleştirilmiş hizmetler sayısal

ortamlara taşınmaktadır. İnternette verinin – ve dolayısıyla gücün – kullanımı ekonomik,

politik, askeri ve kültürel enformasyon akışlarının yönetimi ile denetimine bağlı hale

gelmiştir. Örneğin internet üzerinde her 1 dakikada ne yapıldığı ise bir enformasyon yönetimi

stratejisi geliştirilebilmesi açısından büyük önem arz etmektedir. Intel’in 2013 yılında yaptığı

bir araştırmanın bulguları (Lepi, 2014) göstermektedir ki, internet üzerinde 1 dakika içerisinde

639.800 GB’lık veri trafiği gerçekleşmekte; bu veri akışı içinde Facebook ortalama 277.000

kullanıcı girişi ve 6 milyon kullanıcı, Google 2 milyon kavram araması, Youtube 1.3 milyon

video izlemesi, Twitter 100.000 twit – 2014 yılı itibariyle bu rakam dakikada 340.000 twite

çıkmıştır –, Flickr 3000 fotoğraf yüklemesi ve Likedin 100’ün üzerinde yeni kullanıcı hesabı

açılmasıyla ticari işletmelerin veri akışında ne denli büyük pay sahibi olduklarını ortaya

koymakta; gönderilen 204 milyon elektronik posta – ki bunun % 75’i spam mesajlardır –

(Tellan, 2014), 133 zararlı yazılım bulaşması, 20 kimlik hırsızlığı ise internete erişmenin

bedelinin kullanıcı adı, parola, şifre, kredi kartı bilgileri ile vatandaşlık ve sosyal güvenlik

numaralarının kaybedilmesi pahasına olduğunu açığa çıkarmaktadır.

Büyük veri ile ilgili bir diğer gösterge ise kalabalıklardan yararlanma gücüdür. Şirketler

açısından, müşterilerinin paylaştıkları kişisel verilerin ve bağlantı adreslerinin analizi büyük

önem taşımaktadır. ‘Kaynak olarak kalabalıklar’ (crowdsourcing) kavramına son yıllarda

sıklıkla başvurulmasının nedeni, şirketlerin, kitleleri üretici ve tüketici olarak kullanmanın

ötesinde bir araştırma-geliştirme kaynağı olarak görmeye başlamalarıdır. Son çeyrek yüzyılda

verilerin internet aracılığıyla basılı ve analog ortamlardan görsel-işitsel ve sayısal platformlara

taşınmasıyla birlikte, araştırmacılar tarafından analiz edilip birbirleriyle ilişkilendirilmeyi

bekleyen büyük bir veri havuzu oluşmuştur. Ancak standart olarak verilerin toplanması ve

değerlendirilmesi için kullanılan ilişkisel veri tabanları, artan veri hacmi karşısında yetersiz

kalmış ve verilerin salt insanlar tarafından değil, bilgisayarlar (yapay zeka sistemleri)

tarafından da anlamlandırılacak şekilde yeniden tanımlanması (kodlanması) zorunlu hale

gelmiştir. Büyük veri analizlerinden beklenen başta internet olmak üzere farklı ağlar

üzerindeki çeşitli formatlarda (görsel-işitsel ve metinsel olarak) kaydedilmiş verilerin

sınıflandırılması, ilişkilendirilmesi ve anlamlandırılmasıdır.

Derya Tellan 63

Görsel 1. İnternette 1 Dakika İçerisinde Gerçekleşenler

Elektrik-elektronik donanıma sahip teknolojilerin dünya genelinde sayısal (dijital)

kodlama-kodaçımlama becerisiyle buluşturulması, bilgisayar olarak görülmeyen makinelerin

de bilgiyi depolama, sınıflandırma ve ilişkilendirerek analiz etme özelliklerini kazanmasına

yol açmıştır. Transistörlerin, magnetik depolayıcıların ve silikon devrelerin küresel ölçekte

ağlarla birbirlerine bağlanması ve internetin başlangıçtaki askeri-endüstriyel niteliğinden

uzaklaşarak ticari-iletişim hizmetleri amaçlı bir yapıya bürünmesiyle birlikte bilgiye

dönüştürülmesi beklenen bir veri seli ile karşı karşıya kalınmıştır. Mobil iletişim

teknolojilerinin, sosyal medyanın ve nesnelerin internetinin yöndeşmesi esaslı tekno-

toplumsal ilişkiler ise, neredeyse kontrol edilemez hale gelmiş bu veri yığını üzerinden

kurgulanmaya çalışılmaktadır. Süreç sayısal olarak ifade edildiğinde, 2010 yılı itibariyle siber

evrende kayıtlı bulunan tüm verinin 1.2 Zetabayt (ZB) olduğu hesaplanmakta ve bu rakamın

2020 yılında 40 ZB’ye (40 x 2 40

GB) çıkacağı tahmin edilmektedir (1 Zetabayt 1.09 Trilyon

Gigabayt’dır). Ağlar üzerindeki kodlanmış veri miktarının ortalama 2-3 yıllık periyotta iki

katına çıktığı tespitinden hareketle 2020 yılında gezegendeki her bir insan için 5200

Gigabaytlık verinin birikmiş olacağı öngörülmektedir (Rometty, 2013, s. 113). Veri

miktarının çok büyük rakamlara ulaşacak olmasının temel nedeni olarak ise makineler arası

iletişimdeki (M2M) artış gösterilmektedir.

Büyük verinin doğasını anlamak için yakından bakılması gereken unsurlar, şirketlerin

“bireylerin dijital ayak izleri” (bir kimsenin kendisi hakkında ürettiği enformasyon) ve “veri

gölgeleriyle” (bir kimsenin başka bireyler hakkında ürettiği enformasyonla) olan ilişkisidir.

Şirketler, veritabanlarının kestirimsel analitik programlar yoluyla araştırılması sonrasında elde

ettikleri enformasyonu kârlılık ve rekabet üstünlüğü sağlayacak bir metaya dönüştürmektedir.

Veri mahremiyetini ortadan kaldıran ve birey hakkında istatistik öngörüler yerine büyük

veriyi analiz ederek adeta kesin sonuçlara (?!) erişmeye olanak sağlayan yeni koşullar,

64 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

enformasyonun üretimini, dağıtımını ve anlamlandırılmasını kontrol eden çokuluslu

organizasyonların denetiminde, sermaye için yaşamsal öneme kavuşmaktadır. Mobil iletişim

teknolojilerinin, sosyal medyanın ve nesnelerin internetinin yakınsamasının sonucu olarak

toplum yapısı ve güç ilişkileri, neredeyse kontrol edilemez hale gelmiş bir veri yığını

üzerinden kapitalist ekonominin talepleri doğrultusunda yeniden inşa edilmeye

çalışılmaktadır. Yaşanılan süreç, her türden verinin sayısallaşmasına, birbirinden bağımsız

kodlanan, depolanan ve işlenen enformasyon türlerinin yakınsama sürecine girmesine ve

global bir toplum yapısını açığa çıkaracak şekilde mübadele ve mülkiyet aracına dönüşmesine

neden olmaktadır. Bu bağlamda, çalışmada, veri yönetimi ve kontrolünün toplumsal

ilişkilerde ve sermaye-emek çelişkisinde oynadığı rolün özet bir tartışmasının yapılması

amaçlanmıştır.

Büyük Veri: Tanımlamadaki Zorluklar

Sayısal platformlar üzerinde gerçekleştirilen arama eylemi (search) geleneksel-

matematiksel iletişim modelleri bağlamında düşünüldüğünde bir geribildirim sürecidir.

Kaynağın farklı kodlama-kodaçımlama süreçlerini işleterek sayısal ortama ilettiği mesaja ait

alıcının geribildirimi olan ‘arama’, bağlantılı sayfaların çıktığı ve hedef kitlesi belirsiz

mesajın alıcı tarafından algılanarak yeniden anlamlandırılmasıdır. Hedef kitle açısından çok

fazla anlam ifade etmeyen arama sonuçları, şirketler ve devletler açısından bağlantısız

verilerin matematiksel modeller ve algoritmalar kullanılarak karar enformasyonuna

dönüştürülmesi önemine sahiptir. Bu tarz bir veri yığını ve veri yığınını belli amaçlar

doğrultusunda ilişkilendirme, genişletme ve analiz etmede kullanılan algoritmalar, büyük

verinin özünü oluşturmaktadır. Büyük veri analizi, hedef kitledeki bireylerin beslenme

alışkanlıkları ile sağlık problemleri, iş ortamındaki yoğunluk ve çalışma stresleri ile tatil

planları, satın aldıkları ürünler ile çevrecilik ve sosyal sorumluluk algıları arasında

ilişkisellikler kurarak anlık kararlara zemin hazırlamaktadır.

Pennsylvania Üniversitesi Ekonometri profesörlerinden Francis X. Diebold’un özet

çalışmasında (2012) ifade ettiği üzere ‘büyük veri’ kavramı, 1990’ların ortalarından itibaren

üretim yönetimi, bilişim, istatistik, ekonometri gibi farklı alanlarda analiz edilen veri

miktarının büyüklüğüne dikkat çekmek için kullanılmaya başlamıştır. Kavramın akademik

literatüre girişi ise S. M. Weiss ve N. Indurkhya’nın “Predictive Data Mining: A Practical

Guide” (1998) başlıklı bilişim sistemleri ve F. X. Diebold’un “Big Data Dynamic Factor

Models for Macroeconomic Measurement and Forecasting” (2000) ekonometri konulu

çalışmaları sonrasında mümkün olmuştur. Akademik literatürde ‘büyük veri’ kavramının

çağrıştırdığı “algılayıcılardan ve bilimsel araçlardan büyük hacimde, yüksek çeşitlilikte ve

hızla gelen verilerin toplanması, saklanması, temizlenmesi, görselleştirilmesi, analiz edilmesi

ve anlamlandırılması” eylemidir (Gürsakal, 2013, s. 21). En basit tanımıyla ise büyük veri

(big data), gerek insan gerekse makineler tarafından sayısal olarak kodlanmış her türden

kurumsal veri ile internet ve sosyal medya paylaşımları aracılığıyla ortaya çıkan kişisel

verilerin anlamlı ve işlenebilir biçime dönüştürülmesi durumudur. Bu kapsamda halen

yapılandırılmamış enformasyon olarak duran ve değersiz (çöplük) olarak algılanan veriler

arasından, sosyal medyanın kamuya açık API’leri aracılığıyla, sayısal platformların

kullanıcılarından elde ettikleri tüm bilgilere ulaşılabilmektedir. Uygulama Programlama

Arayüzü anlamına gelen API (Application Programming Interface), herhangi bir uygulamanın

belli işlevlerini diğer uygulamaların da kullanabilmesi için oluşturulmuş bir modüldür.

Örneğin Google AdWords Uygulama Programlama Arayüzü (API), teknik konularda birikimi

olan büyük reklamverenler ile üçüncü tarafları temsil eden geliştiriciler için tasarlanmıştır.

Bunlar arasında, ajanslar, arama motoru pazarlamacıları ve birden çok müşteri hesabını veya

büyük kampanyaları yöneten diğer çevrimiçi pazarlama uzmanları yer almaktadır. Google

AdWords API’sı, geliştiricilere, doğrudan Google AdWords sunucusuyla etkileşim kuracak

Derya Tellan 65

uygulamalar oluşturma olanağı vermekte; reklamverenler ve üçüncü taraflar da bu uygulama

sayesinde büyük veya karmaşık AdWords hesaplarını ve kampanyalarını daha etkin ve

yaratıcı biçimde yönetebilmektedir.

Büyük veri platformları, sayısal ağlar üzerinde farklı, ayrıksı, aykırı olanları kategorize

etmeye çalışırken diğer yandan da sanal ortamlara daha çok verinin eklemlenmesini

sağlayarak maliyetleri düşürmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda büyük verinin 5V olarak

adlandırılan unsurları önem kazanmıştır (Gürsakal, 2013; Ege, 2013; Wikipedia, 2012):

Variety (Çeşitlilik): Ağlar üzerinde kayıtlanmış verilerin % 80’i yapısal değildir ve

her yeni teknoloji, farklı formatlarda veri üretebilmektedir. Telefonlardan,

tabletlerden, nesnelerin internetinden, makine bütünleşik devrelerinden gelen farklı

çeşitlilikteki veri tipleri üzerinde çalışılması gerekmektedir. Farklı dil ve lehçelerde ya

da non-unicode olan verilerin bütünleşik olmaları, birbirlerine dönüşmeleri de

gerekmektedir.

Velocity (Hız): Büyük verinin üretilme hızı çok yüksektir ve gün geçtikçe de

artmaktadır. Yapılan hesaplamalara göre 2010 yılında büyük verinin ikiye katlanması

için geçen süre 26-28 ay iken, 2013 yılında 22-24 aya inmiş durumdadır. Daha hızlı

çoğalan veri, o veriye muhtaç olan işlem sayısının ve çeşitliliğinin de aynı hızda

artması sonucunu doğurmaktadır.

Volume (Veri Hacmi): İstatistiklere göre 2020’de ulaşılacak veri miktarı, 2009’un 44

katı olacaktır. Öyleyse, halen kullanılan ve ‘büyük’ olarak nitelenen kapasiteler ile

‘büyük sistemleri’ düşünüp, bunların 40 katı büyüklükteki verilerle nasıl başa

çıkılacağını öngörmek/hayal etmek gerekmektedir. Organizasyonlar veri aktarma,

işleme, bütünleştirme, arşivleme gibi teknolojilerin bahse konu büyüklüklerdeki veri

hacmi ile nasıl başa çıkacağını kurgulamak zorundadır. İçinde olduğumuz 2010’lu

yıllarda dünya genelinde bilişim harcamaları yıllık ortalama % 5 artarken, üretilen veri

miktarı yıllık ortalama % 40 artmaktadır.

Verification (Doğrulama): Bu bilgi yoğunluğu içinde veri akışının ‘güvenli’ olması

da bir diğer bileşendir. Verinin doğru katmandan, olması gerektiği güvenlik

seviyesinden ve gerek duyulan bağlantılardan aktarımı akış sürecinin esasıdır. Büyük

veri kullanımında, içeriğin güvenilir kişiler tarafından görünebilirliği veya gizli

kalması gerekliliği önem taşımaktadır.

Value (Değer): Büyük verinin en önemli bileşeni ise birey ya da organizasyon için bir

artı değer yaratmasıdır. Karar verme süreçlerine anlık olarak etki etmesi, doğru kararı

vermek için kolay erişilebilir olması iş dünyası için belirleyiciliğini açığa

çıkarmaktadır. Örneğin cep telefonlarının sunduğu konum tabanlı hizmetler (location

based services) sayesinde süpermarketin yakınında olduğu tespit edilen bir müşterinin

cep telefonuna zamana (sabah, öğlen, akşam), hava koşullarına (sıcak, soğuk),

mevsime (yaz, kış) ve o müşterinin demografik özelliklerine göre (genç, yaşlı, bekar,

evli, çocuklu, dul vd.) ürün teklifleri gönderilebilmektedir. Bir banka ise kredi

vereceği kişinin salt demografik bilgilerini değil, yemek yeme, tatil yapma, alışveriş

etme alışkanlıklarını izleyerek ve hatta sosyal ağlarda ne yaptığını gözlemleyerek,

farklı yatırım önerileri ya da kredi paketleri geliştirebilmektedir.

Veri miktarı ve çeşitliliğindeki artış, karar vericilerin politikalarını doğrudan etkilerken;

enformasyona erişimin basitleşmesi ise sayısal platformların, kullanıcıları adına pek çok

kararı kendiliğinden vermesine ve karar vericilerin daha özgün, kapsamlı ve yeni sorulara

kaynak olacak biçimde derinleştirici konulara yönelmesine neden olmaktadır. Özellikle iş

dünyasında, yeterli enformasyonun olmadığı koşullarda sezgiye dayalı kararlar verilmesi ile

66 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

büyük veri süreçleri kullanılarak konuyla bağlantılı veri ve analizlere ulaşılması sonrasında

kararlar verilmesinin verimlilik ve kârlılık artışı sağladığı sıklıkla ifade edilmektedir. Bu

durum, iş dünyası açısından büyük verinin, piyasa koşullarındaki belirsizliği giderici rolünü

ortaya koymaktadır.

Büyük Verinin Ekonomi-Politiği: Sermaye, Emek ve Mülkiyet

Büyük verinin ekonomi-politiğinin tartışılması, öncelikle ekonomi-politik çalışmaların

ortak karakteristiğine bakılmasını gerektirmektedir. Oliver Boyd-Barret’ın, iletişim

literatürüne ekonomi-politik çalışmalarla katkı sağlayan akademisyenleri (V. Mosco, P.

Golding ve G. Murdock, H. Schiller, D. Smythe, N. Garnham) değerlendirdiği özet çalışmada

(2006, ss. 1-13) – Mosco’dan hareketle – ekonomi-politik analizlerde tarihsel boyut,

toplumsal ilişkilerin bütünlüğü üzerine vurgu ile toplumsal değerlere ilgi – ve bu noktadan

hareketle de ticari-ticari olmayan toplumsal kurumsallaşma dengesini inceleme – başlıklarının

ortak paydayı oluşturduğu belirtilmektedir. Boyd-Barret (2006, s. 2)’a göre “Mosco, ekonomi

politiğin hem dar hem de geniş tanımını sunar. Dar anlamda, ‘ekonomi politik’, karşılıklı

olarak iletişim kaynakları da dahil, kaynakların üretim, dağıtım ve tüketimini meydana getiren

toplumsal ilişkilerin, özellikle iktidar ilişkilerinin incelenmesidir. Fakat daha geniş biçimiyle,

toplumsal yaşamda egemenliğin ve mücadelenin incelenmesidir”. Ekonomi-politik analizlerin

basit çizgiselliğe, indirgemeciliğe ve kompartımanlaştırmacılığa karşı doğası, sınıflar arası ve

sınıf içi güç ilişkileri ile çıkar çelişkilerinin; artı değerin oluşumu ile el koyma-direnme

karşıtlığında meta birikiminin tarihsel biçimlenişinin; mülkiyetin yönetimi ile kurumsallaşan

kontrolün ve toplumsal üretimin örgütlenmesi olarak teknolojinin dönüşümünün bir bütün

olarak incelenmesini gerektirmektedir. Özetle ekonomi-politik analiz, hemen her konuda

sınıfsallıktan arındırılmış, üretim ilişkilerinin ideolojik temelli sorgulamalarından koparılmış

ve ticari emtialaşmaya dayandırılmış büyük veri analizlerinin anti-tezi olarak okunabilecektir.

Büyük veriyi tanımlama çabalarının zorluğu, sürecin tarihsel arka planına bakılmasının

gerekliliğini ortaya koymaktadır. Elektrik-elektronik teknolojilerine dayalı sanayileşme

süreçleri ile iletişim teknolojisindeki gelişmeler, icat ve inşa evresinden itibaren kamu

yönetiminin ilgisine ve düzenlemelerine (1926’da İngiltere’de BBC’nin kamu girişimi

olmasına karar verilmiş, Weimar Almanyası’nda radyo haberlerini kontrol etme görevini

üstlenen bir merkezi haber ajansı (DRAGAD) kurulmuş; 1927’de ABD’de U.S. Radio

Commission lisans düzenlemelerini yapmaya başlamış; 1933’de Fransa’da Radio-Paris devlet

denetimine alınmış) mazhar olmuştur. Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında geliştirilen

elektronik takip, kayıt ve depolama düzenekleri ile silah kontrol sistemleri, yüksek motor

gücü ve biyo-kimyasal üretim dinamikleriyle bütünleştirilerek, savaşa taraf olan hemen her

devletin elinde, yüksek miktarda veri kullanımına dayalı büyük bir savaş makinesinin açığa

çıkmasını sağlamıştır. Savaş sonrası dönemin politik rekabet koşullarıyla uyumlu olarak,

nükleer enerjinin girdi, transistörler ile entegre devrelerin taşıyıcı (veri işleyici/kodlayıcı) ve

uzay-havacılık-uydu hizmetlerinin çıktı olarak kullanılmaya başlaması ise dünya genelinde

ekonomik üretim ölçeğinin artmasına, maliyetlerin azalmasına, teknik donanım yenileme

süresinin kısalmasına neden olmuştur. Soğuk Savaş’ın siyasi gerginlik ortamında silahlanma

yarışı, enformasyon işleme, iletim ve depolama teknolojilerinde kamu kaynakları destekli

hızlı bir büyüme yaşanmasını kolaylaştırmıştır (Freeman ve Louça, 2013). 1970’ler boyunca

yaşanan Petrol Şokları, Borç Krizleri, artan enflasyon ve işsizlik oranları ile siyasi

belirsizlikler, 1945 sonrasında deneyimlenen enformatik teknolojilerindeki gelişim ivmesinin

görece hız kesmesine neden olmuş; elektrik-elektronik mamul mal üretimi Uzakdoğu Asya

ülkelerinin kalkınma hamlelerinin bir parçası olarak algılanmaya başlamış (1988 yılına

gelindiğinde dünyanın en büyük yarı iletken imalatçısı 10 şirketinden 6’sının merkezi Asya

Kaplanı olarak nitelenen ülkelerdeydi ve küresel pazar payının % 38.1’ine hükmediyorlardı)

ve donanıma odaklanan enformatik endüstrileri yazılıma odaklanmaya başlamışlardır.

Derya Tellan 67

Özellikle IBM’in merkezi ticari bilgisayarlarına alternatif olarak kişisel bilgisayarların (PC)

piyasaya çıkmasıyla birlikte veri kullanımına ilişkin talepler de artmış ve çeşitlenmiştir. Bu

dönemde yazılım alanından gelen taleplere geliştirdikleri işletim sistemleriyle yanıt veren

Microsoft (DOS/Windows) ve Apple (MacOs) halen enformatik endüstrisinde belirleyici

konumlarını sürdürmeye devam etmektedir. 1980’lerden itibaren Batı dünyasının üretim

sürecinde post-fordist yöntemleri, bölüşüm ve tüketim dinamiklerinde de neoliberal

uygulamaları kullanmaya başlamasıyla birlikte yeni enformasyon yönetimi stratejileri

geliştirilmiş ve yatırım, istihdam, dış ticaret ve haberleşme alanlarında bu stratejilerin

uygulanması mümkün hale gelmiştir. Bu dönemde enformasyon ekonomik bir mal ya da

hizmet olmanın ötesinde ekonomik kaynak olarak da tanımlanmaya başlamıştır. Örneğin Dan

Schiller, “enformasyonun (bir mal ya da ürün olarak) özünde tarihin ve toplumun izlerini

taşıdığını (yani bilgilenme biçimlerimizin temelini oluşturduğunu) belirterek, enformasyonun

kapitalist sistemin merkezi öğesi konumuna geldiğine dikkat çekmektedir” (Schiller’den

aktaran Törenli, 2004, s. 21). Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte internetin ticari şirket-

iletişim ağları temelinde hızlı bir gelişim göstermesi, mobil telekomünikasyon hizmetlerinin

yaygınlaşması, veri depolama kapasitesinin artması ve veri kalitesinin tartışılmaya başlaması,

enformasyonun bilişim teknolojileri temelinde bir süreç ile sürecin tamamlanmasını takiben

piyasa değeri olan bir ürün olarak görülmesini kolaylaştırmıştır. Günümüz enformasyon

yönetim stratejisi, üretim etkinliklerinin doğrudan ya da dolaylı olarak gerçekleştirilen ağ

bağlantıları aracılığıyla yapılmasına, enformasyonun kâr-maliyet ikileminde sektörler ve

uluslararası rekabet avantajı sağlayacak biçimde kullanılmasına ve ekonomik kapasite

artışında insandan çok sayısal ilişkiselliklerin dikkate alınmasına dayandırılmaktadır.

Bilişim dünyasını salt teknolojik donanımların varlığı ve aralarındaki ilişkiler (M2M)

olarak algılamanın yetersizliği açıktır. Bundan çok daha önemli olan, veri işleme süreçlerinin,

mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketim pratiklerinde yol açtığı temel değişiklikler ile

mevcut toplumsal örgütlenme ve güç ilişkileri nezdinde doğurduğu sonuçlardır.

“Enformasyon teknolojisinin kültürümüzün şu anki dönüşümünde can alıcı bir rol oynaması

olgusu, teknolojinin sosyal değişikliği tek taraflı belirlediğini ya da tarih içinde bağımsız bir

otorite işlevi gördüğünü ima etmez. Teknoloji hem neden hem sonuç olduğu karmaşık bir

etkileşim modelinin bir parçasıdır. Teknolojik determinizm ve sosyal konstrüktivizmin her

biri kısmi bir hakikat sunar. Ancak T. P. Hughes’un ileri sürdüğü üzere, teknolojiler

büyüdükçe ve karmaşıklaştıkça belirli bir momentum oluşturur ve ardından topluma şekil

verme eğilimi gösterir ve toplum tarafından daha az şekillendirilir” (de Mul, 2008, s. 341).

İşte tam bu noktada ‘dijital tahakküm’ olarak niteleyebileceğimiz, yani bireyin gerçekliği

algılayıp yorumlama ve ‘kendi için’ yeni bir gerçeklik inşa etme çabasında, sayısal olarak

kodlanmış ve aktarılmış olan verileri esas alan fiziksel, bilişsel ve kültürel deneyimlerin

egemenliği açığa çıkmaktadır. Sayısal olarak kodlanamamış (dijitalleştirilememiş) veriler

mevcut toplumsal ilişkiler ağında değersiz olarak algılanırken, egemen yapının ürettiği ve

kodladığı veri yığınları ‘kendiliğinden’ gerçeklik olarak tanımlanmaktadır.

Büyük verinin ekonomi-politiğini tartışmak ilk olarak “tüm bunlar sermayenin çıkarları

bakımından ne anlam ifade ediyor?” sorusuna yanıt verilmesini gerektirmektedir. Sermaye

açısından büyük veri ile ne yapılacağı sorusunun yanıtı iş dünyasının profesyonellerince

açıkça ifade edilmektedir. Civis Analytics CEO’su Dan Wagner’ın Başkan Obama’nın siyasal

kampanya verilerini analiz etme sürecinde medya kullanımına ilişkin “Bu genelde Nielsen

reytingleriyle takip edilir. Yani bir bakıma Hispanikler ya da genç kadın ve erkekler gibi

nüfus istatistiklerine bakılıyor. Bizim yaptığımız, bireysel seviyedeki ikna edilebilirlik

skorlarını baz alarak hedef kitlemizi belirlemek... Bunun toplumsal istatistiklerle bir ilgisi

yok. Sadece bireysel seviyede tespit ettiğimiz hedef kitlemizle bir ilgisi var. Oldukça zordu

ama organizasyonumuz kültürel açıdan bunu yapmaya elverişliydi” ifadesi ile Icahn Genom

68 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Bilimi ve Çok Ölçekli Biyoloji Enstitüsü Direktörü Eric Schadt’ın sağlık iletişimi ve tedavi

yöntemlerine yönelik “Bizim yaklaşımımızda farklı olan şu: Biz sizi bir topluluk değil, bir

birey olarak değerlendirdiğimizi söylüyoruz. Örneğin diyabet gibi bir hastalığı ele alalım.

Diyabetin 100 farklı alt türü ya da komşunuzun değil de sizin diyabet hastası olmanızın farklı

nedenleri olabilir” ifadesinin ortak paydası bireyselleştirilen veri iken; Amazon.com’un eski

Baş Uzmanı Andreas Weiged’in “Çin halkının iletişim kurma biçimini tamamen değiştiren

WeChat’i hazırlayan Tencent isimli Çinli bir şirket var. Neyle ilgilendiğinizi, ne aradığınızı ve

sonunda da neyi satın aldığınızı bilen e-ticaret şirketi Alibaba’yla karşılaştırabilirsiniz.

Ürünü iade edip etmediğinizi ya da ödemede sorunlar yaşayıp yaşamadığınızı biliyorlar.

Bunlar bir milyar kullanıcısı bulunan iki şirket. Hangisinin potansiyeli daha yüksek; tüm

iletişim alışkanlıklarımı bilmek mi yoksa tüm finansal işlemlerimi bilmek mi? Duruma ya da

hangi endüstriyle ilgilendiğinize göre değişir tabi ki. Fakat asıl potansiyel bu ikisi arasındaki

çapraz üremede yatıyor. Örneğin eğer kredi kararları vermeniz gerekiyorsa Tencent’ten çok

fazla şey öğrenebilirsiniz. Hayat kadınlarıyla ya da muhabbet tellallarıyla takıldığınızı

bilmek, bir borcu geri ödeme eğiliminiz hakkında ufak da olsa bir ipucu verir”

değerlendirmesiyle Kaggle şirketinin Veri Uzmanı William Cukierski’nin “Dünyada

sabahleyin kuş türlerini belirlemek için bir veri seti üzerinde ve öğleden sonra da bir kredi

temerrüt modelleme programı üzerinde çalışan az sayıda insandan biriyimdir herhalde”

ifadelerinin ortak paydası ise veriler arasındaki çapraz ilişkiselliklerdir (aktaran Brustein,

2014, ss. 54-56). İş dünyası, bireyselleştirilen veriler arasında çapraz ilişkiler kurarak her

türden talebi tecimselleştirmekte ve zamanı sayısal pazarlama kanallarını üzerinden hızla kâra

dönüştürmektedir.

Sermaye açısından büyük verinin önemi, açığa çıkardığı tecimsel veri havuzundan

anlaşılabilecektir. Günümüzde müşteri taleplerine hızla yanıt vermek, reel ve potansiyel

tüketicilere karşı şeffaf bir kurum kültürü oluşturmak, yeni müşteri deneyimleri oluşturmak

amacıyla fiziki ve sanal dünya arasındaki bağlara yönelik inovasyona öncülük etmek ve veri

analitiği ile ilgilenmek, sıradan şirketlerin bağımsız olarak gerçekleştirebilecekleri bir işlem

değildir. IBM’in 56 ülkeden 524 şirket üst düzey yöneticisinin katılımıyla gerçekleştirdiği

araştırmada, yöneticilerin % 35’i çoklu veri kaynaklarını entegre etmede zorlandıklarını, %

30’u analitik yaklaşımı nasıl uygulayacaklarından emin olmadıklarını ya da bunu yapacak

yeteneklerinin bulunmadığını ve % 22’si veriye hiç erişemediğini ya da yetersiz oranda

eriştiğini ifade edilmiştir (Bloomberg Businessweek Türkiye, 2014). Bu kapsamda “büyük

verinin nasıl analiz edileceği ve yönetileceği?” sorusu gündeme gelmekte; yanıtı ise

“çokuluslu şirketler tarafından kontrol edilen tecimsel veri havuzu aracılığıyla” şeklinde ifade

edilmektedir. Enformasyon yönetiminin toplumsal kontrolünün temel göstergelerinden biri

olan ‘ABD Patent Ofisi (USPTO)’nde kayıt altına alınan patent sayısına baktığımızda 2012

yılında IBM’in 6457, Samsung’un 5043, Canon’un 3173, Sony’nin 3017, Matsushita Electric

(Panasonic)’in 2748, Microsoft’un 2610, Toshiba’nın 2415, General Electric’in 1650, LG

Electronics’in 1617 ve Fujitsu’nun 1527 patent aldığı tespit edilmiştir (USPTO, 2014). Aynı

dönemde (2012 yılında) Türkiye’de tescil edilen yerli patent sayısının 1025 ve bu rakamın %

6.8’inin elektrik-elektronik alanında olması ise büyük veri havuzundan ulusal ölçekte ne

düzeyde yararlanıldığının açık göstergesidir.

Büyük verinin sermaye açısından işlevselliğini sağlayan bir diğer konu ise yeni iş

modelleri geliştirilebilmesine imkan tanımasıdır. Büyük veri müşterilere, organizasyonlara,

ürünlere, pazarlara ve diğer tüm ticari unsurlara ilişkin ayrıntılı analizlerle büyük bir

ekonomik değer açığa çıkarmaktadır. Büyük veri ile öngörülebilir pazar bölümlendirmesi

yapılması, tüketici karar verme süreçlerine ilişkin karmaşık analiz tekniklerinin kullanılması

ve mal ya da hizmet geliştirme/iyileştirme çalışmalarında yeni yöntemlere başvurulması

mümkün hale gelmiştir (Gürsakal, 2013). Şirketler veri madenciliği (data mining) yoluyla

Derya Tellan 69

selin önüne file germekte ve fileye takılanları analiz ederek ticari kararlar almaktadırlar. Sahip

olunan veriler ile sorunların nasıl çözümlenebileceğinin öğrenilmeye başlaması, şirketleri,

‘üretim yönetimi’, ‘pazarlama’, ‘insan kaynakları’ ya da ‘muhasebe-finans’ departmanlarının

elinden kurtararak ‘bilgi işlem’ birimlerine doğru yönlendirmektedir. 2012 yılının sonlarında

ABD merkezli teknoloji araştırma şirketi Gartner, büyük verinin ilerleyişini destekleyecek

biçimde 2015 yılı itibariyle küresel ölçekte tüm sektörleri kapsayacak biçimde 4.4 milyon

enformasyon teknolojisi (IT) temelli mesleğin gelişeceği öngörüsünde bulunmuştur. Gartner,

yetişmiş personel eksikliği nedeniyle bu pozisyonların sadece 1/3’ünün dolacağını ifade etmiş

ve veri uzmanlığının, piyasa yeterli sayıda veri uzmanı yetiştirinceye ve nihai mamul üreticisi

şirketler ileri teknoloji, finans ve biyoteknoloji sektörlerindeki şirketlerle rekabet edebilecek

düzeye gelinceye değin, orta vadede “kıt ve değerli bir mal” olacağını belirtmiştir (The

Economist, 2013, ss. 7-8).

Büyük verinin biçimlendirdiği toplumsal güç ilişkileri düzeninde, yaşamını emek

faktörüne dayandırmış toplumun geniş kesimleri açısından, birincil sorun veri mahremiyetinin

yok oluşudur. Büyük veri, sayısal teknolojiler aracılığıyla telekomünikasyon hizmetlerinin

yaygınlaştığı, finans-kapital sömürüsünün kitleselleştiği/ küreselleştiği ve sosyal medya

ortamlarındaki içeriğin ‘enformasyonun serbest dolaşımı’ ilkesi doğrultusunda paylaşılıp

bireylerin kamusal alandaki kimliklerine – ve toplumların kültürel üretimine – eklemlendiği

günümüz koşullarında; amacı dışında ve üçüncü taraflarca kontrol edilip kullanılması

nedeniyle kişisel mahremiyetin ve veri güvenliğinin yoğun olarak ihlal edilmesine zemin

hazırlamaktadır. Özgürlük-mahremiyet ikileminin üreteceği politikalar, bireylere ait verilerin

şirketlerin kontrolüne geçmesi sonrasında, bireyin şirketlerin pazarlama saldırısına maruz

kalmadan internette dolaşma hakları ile şirketlerin ürün, fikir ve hizmetlerin pazarlamasını

internet üzerinden yaparak internetin gelişimine katkı sağlayacak ekonomik kaynakları

devreye sokmaları arasındaki dengeleri gözetmek zorundadır. “Her ne kadar bu konu üstünde

çalışanlar, ‘veri toplayan ve analiz eden sistemleri tasarlayanlar, kişisel gizlilik ve

mahremiyetten sorumlu olduklarını unutmamalı’ deseler de yapılan işler sürekli kişisel

gizliliğin aleyhine çalışıyor” (Gürsakal, 2013, s. 66). Büyük veriyi kullanan şirketler veri

mahremiyetini o denli ihlal etmektedirler ki, ağlara dahil olanların arama motorları üzerinden

sorguladıkları kavramların ötesinde ‘hiç sorgulamayacakları kavramları’ da alan araştırmaları

ve istatistik ölçümlerle tespit ederek kayıt altına almaktadırlar.

Büyük verinin emek lehine kullanımı için atılan adımların ilk sonucu dijital tahakküme

karşı direniş için yeni kaynaklar (alternatif sayısal platformlar, yeni sosyal medya kullanım

biçimleri, fikri mülkiyetle korunan ve geniş toplum kesimlerinin verilerinin analizine dayanan

bilgi mülkiyetine karşı paylaşım) ortaya çıkarmasıdır. Son yıllarda yaşanan küresel-kitlesel

eylemlerde (Seattle-1999, Prag-2000, Cenova-2001, Porto Allegre-2005, Arap Baharı-2011,

Occupy Wall Street-2011, Quebec-2012, Gezi-2013) sermayenin güncel öğretilerinin

(neoliberalizm ve küreselleşme) mutlak bir doğru ya da gerçeklik olmadığı vurgusu kesin bir

biçimde ifade edilirken; eylemcilerin potansiyellerini açığa çıkaran ve söylemlerini dünya

geneline aktararak destek bulmalarını sağlayan unsur sayısal ortamlar ile bu ortamlardan

paylaşılan içerikler olmuştur. “İnternet, kampanya ve hareketlerin ‘süper hareket alanları’

içerisinde örgütlenmesini kolaylaştırmış ve eylemcilerin daha önceki zaman, mekan ve

maliyet engelleri olmadan iletişim kurmalarını ve seferber olmalarını sağlamıştır” (Milberry,

2010, s. 63). Bu kapsamda büyük veri analizleri, bizlere teknolojinin önemli olduğunu, politik

bir mücadele sahası olduğunu ve teknoloji kullanım yöntemleri (materyal/mental) ile bu

teknolojilerden elde edilen bulguların sınıfsal karakteristikleri dikkate alınmadığı sürece

yetersiz olduğunu hatırlatmaktadır.

Büyük verinin emek lehine kullanım çabalarından ikincisi açık kaynak erişimi ve

paylaşımıdır. Bilgiişlem dünyasında çok sayıda bilgisayar programcısının dahil olduğu ve

70 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

çokuluslu şirketlerin denetimindeki program üretim sürecine alternatif olarak açığa çıkan

‘özgür yazılım’lar, hem donanım sektörü ile altyapı hizmetlerine egemen olan şirketlerin

talepleri hem de getirilen yasal düzenlemeler ile bu düzenlemelerin parçası olan kamu

denetim kuruluşlarının baskıları sonrasında, ticari çıkarları yıkıcı potansiyelinden taviz

vererek ‘açık kaynak girişimi’ne doğru evrilmiştir. Özgür yazılımlar, kullanıcılara sağladığı

temel özgürlüklere odaklanırken, açık kaynak kodlu yazılımlar ise eşlenik (peer to peer)

gelişme modelinin sağladığı güçlere odaklanmaktadır. Yazılım sektöründekine benzer bir

biçimde büyük veri için geliştirilecek alternatif analiz programları aracılığıyla, herkesin

verileri serbest bir biçimde kopyaladığı, çalışmalarında kullandığı ve kendi araştırma

bulgularını da ekleyerek analiz çerçevesini genişlettiği bir dizi yeni yazılım

geliştirilebilecektir. Veri analizi ve anlamlandırılmasında, özellikle çalışma yaşamını ve iş

ilişkilerini emek açısından irdeleyen yazılımlar oluşturulması, ‘ne’lerin, ‘ne zaman’ ve

‘kimler’ için kullanıldığının anlaşılmasını kolaylaştıracak, sermayenin kârlılık ve verimlilik

doğrultusunda kullandığı istatistikler ile ekonometrik ölçümlerin iç yüzünü açığa çıkaracaktır.

Büyük veri analizlerinde gerek veri gerekse veri analiz teknikleri paylaşımı için gönüllü

yazılım gruplarının teşvik edilmesi, kaynak kodlara erişimi ve emek lehine analizleri mümkün

hale getirecektir.

Sonuç

Büyük veri kavramı, enformasyon toplumu tartışmalarına egemen olan (neoliberalizm

savunucusu ve sermaye lehine küreselleşmeci) ‘küresel bilgi toplumu’ paradigmasının anahtar

kavramıdır. Sermaye açısından çağdaş toplumlara egemen olan tekno-kültürel karmaşanın

anlamlandırılmasının, tekno-fobik yorumlamaların değersizleştirilmesinin ve bilişim

sistemleri üzerinde dahi bir öteki gereksinimi inşaasının (karşıtlığın sayısal ortamlara

taşınmasının) ancak büyük veri analizleri sonrasında elde edilen yapılandırılmış özgür

enformasyonla mümkün hale geleceği vurgulanmaktadır. Ancak bu tarz bir veri

yapılandırması, şirketlerin kârlılığının, iş dünyasının global entegrasyonunun ve vulger

kültürün idealleştirilmesinin ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Kitleselin öldüğü ve

dijitalin kişiselleştiği bir çağda, toplumun geniş kesimleri için dijital özgürlüğe giden

yollardan birisinin büyük veriyi çevirebilme algoritmalarına sahip olmak ve bunları

koşulsuzca paylaşmak olduğu görülmektedir. Emekçi kitlelere düşen rolün ise bu yöndeki

entellektüel ilgiyi teşvik edici bir dayanışma sergilemek olduğu açıktır.

KAYNAKÇA:

Bloomberg Businessweek Türkiye (2014, Mart 16-22). Müşterinin ve Büyük Verinin

Yükseldiği Dönemde Pazarlama Üst Yöneticilerini Neler Bekliyor? Özel Ek. İstanbul:

Bloomberg Businessweek Türkiye.

Boyd-Barret, O. (2006). Ekonomi-Politik Yaklaşım. Çev., Yaylagül, L. Kitle İletişiminin

Ekonomi Politiği. Yaylagül, L. (der.) içinde. Ankara: Dalbaz. 1-16.

Brustein, J. (2014, Mart 16-22). Bunu Düzeltin: Büyük Veri. Bloomberg Businessweek

Türkiye. s. 52-56.

Diebold, F. X. (2012). On the Origin(s) and Development of the Term ‘Big Data’. PIER

Working Paper 12-037. http://economics.sas.upenn.edu/pier/abstract=2152421

adresinden alınmıştır.

Ege, B. (2013). Rastlantının Bittiği Yer: Big Data. Bilim ve Teknik. 550, 22-26.

Derya Tellan 71

Freeman, C. ve Louça, F. (2013). Zaman Akıp Giderken. Çev., Osman Binatlı. İstanbul:

İthaki.

Gürsakal, N. (2013). Büyük Veri. Bursa: Dora.

Lepi, K. (2014). What happens in an internet minute? Edudemic. 02/2014

http://www.edudemic.com/internet-minute-infographic adresinden alınmıştır.

Milberry, K. (2010). Wiki Tarzı: Değişim Tasarlamak, Demokrasi Uygulamak. Teknoloji ve

Toplum. Ruivenkamp, G., Jongerden, J. ve Öztürk, M. (der.) içinde. İstanbul:

Kalkedon. 47-79.

de Mul, J. (2008). Siberuzayda Macera Dolu Bir Yolculuk. Çev., Ali Özdamar. İstanbul: Kitap

Yayıncılık.

Rometty, V. (2013). Akıllı İşletmelerin Yılı. 2014’de Dünya. İstanbul: The Economist

Türkiye.

Ruivenkamp, G., Jongerden, J. ve Öztürk, M. (der.) (2010). Teknoloji ve Toplum. Çev.

Cumhur Atay. İstanbul: Kalkedon.

Tellan, D. (2014). İnternet Reklamcılığının Gizli Yüzü: Spam İletilerin Doğasını Tartışmak.

I. Uluslararası İletişim Bilimi ve Medya Araştırmaları Kongresi’nde Sunulan Bildiri.

12-15 Mayıs 2014, Kocaeli.

The Economist (2013). Big Data and Consumer Products Companies. London: Economist

Intelligence Unit.

Törenli, N. (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye. Ankara: Bilim

ve Sanat.

USPTO (2014). General Patent Statistics. The United States Patent and Trademark Office.

http://www.uspto.gov/about/stats/index.jsp adresinden alınmıştır.

Wikipedia (2012). ‘Büyük Veri’ Maddesi. http://tr.wikipedia.org/wiki/Büyük_veri.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Anaakım İnternet, Yoğun Mülkiyet

Serhan GÜL

Özet:

Sanal uzamın hayatımıza girmesinin üstünden çok geçmedi. İnternetin, sürekli olarak olumlanan

bir anlatımla, yeni bir özgürlük ortamı olarak sunulduğu dönem, geçtiğimiz on yılın başını bu alana

dair şüpheci çalışmaların artmasıyla devam etmiştir. İnternet’in hayatımızın giderek daha büyük bir

alanını kapladığı son yıllarda ise, bu alan akademik ilginin oldukça yükseldiği bir biçimde karşımıza

çıkmaya devam etmektedir. Öte yandan bu konuda yapılan çalışmalar çoğunlukla içerik analizi ve

devlet-internet ilişkisi üzerine yoğunlaşmakta olup, birçok eksiklik içermektedir. Bu eksikliği

gidermek bakımından internete dair bütünlüklü ve eleştirel bir okuma oldukça gereklidir.

Burada belirtilmesi gereken en önemli husus, internetin yalnızca sanal uzamdan – içerikten – ibaret

olmadığıdır. Bir yanıyla internet, fiziksel bir altyapının üzerine inşa olmakta, öte yanıyla ise bu

fiziksel altyapının genişlemesi için gerekliliği ortaya çıkarmaktadır. Bu anlamda, fiziksel altyapının

yeterince dikkate alınmadığı bir çalışma oldukça eksik kalmaktadır. Bu bağlamda interneti üç farklı

noktadan ele almak çalışmamız için bir temel teşkil edecektir: Birincisi, internetin, gündelik yaşam

pratiklerimiz yanı sıra, emeğin örgütlenmesi, niteliği, emek piyasası ve yeni birikim düzeni ile üretim

biçimi üzerindeki etki ve katkısıdır. İkincisi, internetin giderek tektipleşen tat ve beğeniler üzerine

örülen, anaakımlaşan niteliğidir. Üçüncüsü ise, internet endüstrisinin içsel ve içkin olarak yoğunlaşan

mülkiyet rejimidir. Bu çalışma bu üç olgunun arasındaki bağlantıları ele alarak, internetin yoğunlaşan

ve kısmen tekelleşen mülkiyet yapısının içerikle olan ilişki ve paralelliğine işaret etmeyi

hedeflemektedir. Bununla beraber, internetin giderek güçlenen kontrol mekanizmalarının yalnızca

devlet düzenlemeleriyle sınırlı olmadığını, “yumuşak sansür” denilen sermaye baskısı ve yeni bir

gözetim alanı olarak karşımıza çıkmasının, mülkiyet yapısıyla olan ilişkisini belirlemek yerinde

olacaktır. Son olarak, yine ilk bahsettiğimiz çerçevede, alternatif ve dayanışmacı bir internet alanının

yalnızca içerik kapsamında ele alınmasının tartışılarak bunun dışında alternatif bir altyapının nasıl

kurgulanabileceğine dair öneriler sıralanacaktır.

Anahtar Kelimeler: İnternet, yeni medya, internet endüstrisi, internetin ekonomi politiği,

iletişimin ekonomi politiği, internetin mülkiyeti.

1. Giriş

İnternet hayatımıza girdiğinden beri çok geçmedi, ancak internet hayatımızı giderek

sarmalayan ve işlevi sanallıktan çıkarak uzamsallaşan bir gerçekliği ifade eder hale geldi.

Kellner’in ifadesiyle, bilgisayar, iletişim, bilgi ve multimedya teknolojilerindeki gelişmeler,

insanların yaşama pratiklerine ait hemen her şeyi değiştirmiştir, çalışma düzeninden eğlence

ve hobilere kadar (2005, ss. 76-77). Jordan’ın ifade ettiği gibi, bu derin değişimlerle bağlantılı

olarak, bir “sibergüç” gerçekliğinden söz etmek mümkündür (1999, ss. 5-8). Bu gücün

giderek önem kazanması, internetin popüler bir çalışma konusu haline gelmesine neden olmuş

ve internetin ekonomi politiğine dair birçok yaklaşım ortaya konmuştur. Bu çalışmanın amacı,

internetin eleştirel ekonomi politiğine katkı sunarak, internette karşı hegemonyacı bir

mücadeleye dair somut öneriler geliştirmektir. Bu çerçevede internetin, giderek yoğunlaşan

mülkiyet ilişkileriyle anaakımlaşan içeriğine değinilerek, sanal uzamın mülkiyet açısından

merkezileşmesi ile içerikte yaşanan tektipleşme arasında kültür endüstrisi bağlamındaki

ilişkileri incelenmelidir.

Arş. Gör., Adnan Menderes Üniversitesi Söke İşletme Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü,

[email protected], [email protected]

74 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

İnternetin ekonomi politiğine yönelik tüm eleştirel çalışmalarda bazı benzer öğelerin

vurguyla ele alındığı söylemek doğrudur. Mosco internetin ekonomi politiğine dair

çalışmaların, Avrupa ve Amerika ekollerinde farklı izleklerde yoğunlaştığını belirterek, bu

çalışmalarda, devletlerarası güç ilişkileri, içerik analizi, emek örgütlenmesi, sosyal aktivizm

gibi çalışma alanları belirlediğini iddia etmektedir (Mosco’dan aktaran Başaran, 2014, ss. 6-

12). Fuchs ise, internetteki ilişki biçimlerini davranışsal temelde ele alarak, kullanıcıların

deneyimleri ve üretim süreçleri temelinde, dayanışmacı ve rekabetçi ikilemi üzerinden

interneti sunmaktadır (Fuchs, 2009). Aslında bu ikilemin başka bir izdüşümünü daha ifade

etmek gerekmektedir. İnternet, bir vakum içinde değildir ve kapitalist toplumun

karşıtlıklarının içinde var olan bir düzlemdir (Fuchs, 2011, s. 74). Bir diğer ifadeyle,

günümüzde internet, sınıf mücadelesinin açık bir alanı haline gelmiştir. Burada internetin ne

olduğuna dair bir tartışmanın gerekli olduğunu vurgulamak gerekir. Bu tartışmanın bir

yönünü, internetin yapısal olarak çözümlenmesi, bir diğer yönünü ise internetin niteliksel

çözümlemesi oluşturmaktadır.

2. İnternetin niteliğine dair

İnternetin toplumsal yaşama girdiği yıllarda bu alanın birçok farklı düşünce okuluna

mensup çalışmacılar tarafından olumlu bir biçimde tanımlandığını söylemek mümkündür.

Bunun birçok açıdan aynı şeyi anlatan yönleriyle, özgürlükçü, özgürleştirici, eşitlikçi,

eşitleştirici, demokratik ve demokratikleştirici bir alan olarak internetin ifadesi olarak

derlenmesi mümkündür. Bunda bir hakikat payı da bulmak mümkündür. Ortaya çıktığı

yıllarda internet geleneksel medya ortamlarına göre oldukça özgür bir alandı. Söz gelimi,

1990’lı yıllarda, internette, birçok yasadışı içeriğe erişmek oldukça kolaydı. Bu dönemden

başlayarak, teorik düzlemde “cyber-enthusiasm” olarak tanımlanan, bizimse “siber

dalkavukluk” olarak ifade edeceğimiz bir yaklaşımın tutturulduğunu söylemek gerekir. Bu

aşırı iyimser tavrın, ilginç biçimde, liberal çevrelerde olduğu gibi, sol, sosyalist ve

karşıhegemonik çevrelerde de karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Oldukça aktif biçimde bu

tavrı savunan yayınların başında Wired dergisi gelmektedir. Borsook, sözü geçen dergide

yayınlanan bir makalesinde, interneti anarşizmin bir prototipi olarak tanmlayarak, asla

boyunduruk altına alınamayacak(!) özelliklerine dikkat çekmiştir (1995, s. 110). Benzer

biçimde, internetin yapısı itibariyle a priori özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik olduğu

görüşü, çoğu burjuva siyasetçisinin gündemini doldurmuş, bu yaklaşıma, TCP/IP

protokolünün özgün karakteri, internetin coğrafya üstülüğü ve internetin önceki medya

biçimlerinden tümüyle farklı olduğuna dair kopuşçu teoriler de eklemlenmiştir. İlerleyen

yıllar ise, internette giderek artan mülkiyet yoğunlaşması, sermayeleşme, “metalaşma,

uzamsallaşma, yapılaşma” (Mosco’dan aktaran Başaran, 2014, s. 14), giderek artan denetleme

ve gözetleme olanakları gizlilik kaygıları ile birlikte, bu yaklaşımın giderek yerini endişeye

bıraktığını ve eleştirel yaklaşımın internet alanında yoğun biçimde tedavüle girdiğini

söyleyebiliriz. Bu açıdan, internetin eleştirel ekonomi politik çerçevede ele alınması,

internetin barındırdığı eşitsizlikleri, bu eşitsizliklerin yeniden üretilmesini, uluslararası

tekelleşme, bilginin üretimi, uluslararası eşitsizlikler, ülkeler arasındaki eşitsizlikler gibi

başlıkları gündemimize getirmektedir (Başaran, 2014, ss. 11-18). Bütün bu ifadelerden

toplamda çıkarabileceğimiz ifade 3+1 (üç artı bir) formülüyle ifade edilebilecektir: İletişimin

eleştirel ekonomi politiği, (mülkiyet rejimi, üretim biçimi (süreçleri) ve emek örgütlenmesi) –

[altyapı] ve (bilişsel ürünün niteliği(içeriği)) – [üstyapı] alanlarını inceler ve bu alanlardaki

eşitsizleşen ve çarpıklaşan yönleri gündeme getirir. Bu çalışmada mülkiyet rejimi ve içerik

anaakımlaşmasına yoğunlaşmayı amaçlıyoruz. Ve bu kapsamda ilk olarak, internetin

niteliğine söylenmesi gereken şey, günümüzde birçok eşitsizliği ortaya çıkardığı ve

derinleştirdiğidir. Bunları:

Serhan Gül 75

1. İnternet alanlarının mülkiyetinde,

2. İnternete erişim için gerekli olan araçlarda,

3. İnternet ve YİT (Yeni İletişim Teknolojileri) kullanma becerileri ve bilgisinde,

4. İnternette bilgi üretiminde ve dağıtımında,

biçiminde derlemek mümkündür. Bu eşitsizlikler genel ifadesiyle “dijital uçurum” olarak

tanımlanmaktadır. Dijital uçurumun birçok düzlemde ele alınması mümkündür, bunlar,

küresel ve ulusal, sınıfsal, bölgesel, etnik, toplumsal cinsiyet, eğitim düzeyi açısından

eşitsizlikler olarak ifade edilebilir. Bu açıdan, günümüzde küresel düzeyde, internetin, coğrafi

olmayışı ucuz bir mit olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün internet, merkez-çevre ayrımının

çok daha net biçimde ortaya çıktığı bir alan haline gelmiştir. OECD (2012a) Economic

Outlook araştırmasına göre, en büyük internet firmaları arasında ilk 5’in tamamı ABD

merkezlidir. Bunlar, sırasıyla Amazon, Google, eBay, Yahoo ve expedia’dır. İlk 10 firmanın 8

tanesi ABD, 1’i Japonya ve 1’i Almanya merkezlidir (OECD, 2012a). Yine OECD (2012b)

verilerine göre, 2011 yılında tüm dünyadaki internet hasılatının 40%’ı Kuzey Amerika,

36%’sı ise Asya- Pasifik bölgesinde toplanmaktadır. Bu tablo aynı raporda daha da dramatik

bir hal almaktadır: Net gelirlerin yüzde 58%’i Amerika’ya giderken, net borçlanma’da küresel

borcun 19%’u Amerika, 60.6%’sı ise Avrupa kıtası tarafından paylaşılmaktadır. Bu açıdan

tablo açık bir şekilde, küresel internet sermayesinin bölgesel yoğunlaşmasını önümüze

koymaktadır. Bir diğer yönden, internette üretilen bilgi ve veri akışında da benzer bir durum

söz konusudur. Özdemir’in sunduğu biçimiyle, üretilen veri akışı, internet sermayesinin

yoğun olduğu ABD’den, diğer bölgelere doğru asimetriktir (2005, s. 214). Bir diğer ifadeyle,

internetteki bilgi, ABD ve birkaç gelişmiş ülkede üretilmekte ve azgelişmiş ülkelerde

tüketilmektedir. Amin’in geleneksel medya üzerine ifade ettiği gibi, para ve emek çevreden

merkeze aktarılırken, teknoloji ve bilgi merkezden çevreye aktarılmaktadır (Amin, 1977, ss.

169-77). Bu bir bağımlılığı işaret ettiğinden, üçüncü dünya yaklaşımı, bağımlılık veya

emperyalizm gibi kavram kümelerinin interneti giderek daha da çok tanımladığı söylenebilir.

Bu çerçevede internetteki eşitsizlik yalnızca içsel değil, aynı zamanda bir azgelişmişlik

tartışmasını içermektedir (Bulut, 2009, s. 33). İnternetteki bu bağımlılık hali, Geray’ın

ifadesiyle “masaüstü sömürgecilik” olarak tanımlanmıştır (2005, ss. 186-187).

Küresel boyuttaki bu yoğunlaşmanın bir diğer boyutunu ise pazar ekonomisinde takip

etmemiz mümkündür. İnternetin önceki yıllarına göre giderek az sayıda firma pazarda

kalırken, sermaye birikimi ve tekelleşmeden söz etmek gerekir. Teknoloji endüstrileri

arasında müthiş biçimde büyüyen internet ekonomisi, kârlılık ve hasılat trendlerinde büyük

ivme yakalamıştır. Economist dergisinde yayınlanan bir yazıda, Bloomberg verilerine göre

2008 yılında, Amazon, Apple, Facebook ve Google’ın toplam net paranın 50 milyar dolardan

az olduğu, 2012 yılında ise bu rakamın 200 milyar doları geçtiği sunulmaktadır. The Guardian

gazetesinde yayınlanan Nisan 2013 tarihli bir makalede, yalnızca Apple’ın nakit stoğunun 145

milyar doları aştığı iddia edilmektedir (Rushe, 2013). İnternetin giderek “çitlendiği” bu yeni

döneme dair birçok veri sunulabilir ancak sonuçlar benzer olacaktır. Bu yoğunlaşmada önemli

araçlardan biri devralma ve birleşme (acquisitions and mergers) işlemleridir. Örnek vermek

gerekirse, Google, 2010 yılında 48, 2011 yılında ise 79 firmayı devralmıştır. Bunların

arasında çok dikkat çekici olanlar vardır: 12.5 milyar dolara Motorola Mobility’i satın alan

Google, mobil telefon ve ekipman sanayine hızlı bir giriş yaparken, YouTube’u devralarak

online reklam pazarında yeni yükselen yıldız olan video reklamcılığına da büyük ölçüde

hakim olmuştur. Diğer bir yandan, online reklam pazarındaki en önemli rakipleri olan

DoubleClick’i 3.1 milyar dolara (The Economic Times, 2013), AdMeld’i 400 milyon dolara

ve AdMob’u 750 milyon dolara devralarak, online reklam pazarında fiili bir tekel haline

76 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

gelmiştir. Yazının ilerleyen kısımlarında bir internet şeması üzerinden yürüteceğimiz

tartışmada, tekelleşme örneklerini çoğaltacağız.

Microsoft’un giriştiği devralma işlemleri arasında, 2007’de bir reklam firması olan

aQuantive’i 6.3 milyar dolara, Skype’ı 2011 yılında 8.5 milyar dolara alması göze

çarpmaktadır. Devralma işlemlerinde en yüksek meblağ ise Facebook’un 2014 Şubat ayında

WhatsApp’ı 19 milyar dolara devralmasıdır1. Bu veriler internet endüstrisindeki

yoğunlaşmanın ve uzamsallaşmanın kavranması açısından önemlidir. Öte yandan

tartışmamızdaki diğer uğraklara da değinelim.

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde, altyapı ile üstyapı > ekonomik ile kültürel >

mülkiyet ile içerik arasındaki bağıntıyı şöyle ortaya koymaktadır: “Maddi üretime sahip olan

sınıf, zihinsel üretime de sahip olmaktadır ve böylece, genel olarak konuşursak, zihinsel

üretim araçlarına sahip olmayanlar bunun nesnesi olurlar.” (Marx ve Engels, 1973, s. 64)

Burada Marx’ın derin materyalistliği bilgece kültürel çalışmalarla buluşur: Adorno ve

Horkheimer’ın anlattığı şekliyle, “serbest pazar” miti sona ermektedir, reklam endüstrisine ve

büyük sermayeye hükmedenin medyayı zapt-u rapt altında tuttuğu bir düzende, kullanıcı

davranışları da bir üniformaya dönüşmüştür. (2002, s. 103) Bunun tartışmamıza katkısı

büyüktür. Çünkü internette mülkiyet yoğunlaşmasının yaşandığı süreçle kullanıcı

tercihlerinin, zevk ve beğenilerinin tektipleşmesi ve içerikte yaşanan baş döndürücü

anaakımlaşmasının bize göre bir tesadüf olarak tanımlanması en hafif ifadesiyle safdillik

olacaktır. Öte yandan modern tüketici kültürünün ve kapitalizmin içselleşmesinde, medya ve

reklamcılığın önemiyle birlikte ele alındığında bu tablo çok da şaşırtıcı olmamaktadır

(Garnham, 1990, s. 13).

Bu açıdan internet kullanımına dair bazı verileri sunalım: İlk olarak, NetCraft

ölçümlemeleri göstermektedir ki, en çok “tıklanan” 20 internet sitesinin 19’u ABD

merkezlidir. İlk 60 sitenin ise, 49’u ABD, 6’sı Birleşik Krallık, 3 Hollanda, 1 İtalya ve 1’i

Almanya merkezlidir.2 Patelis’e göre, 2000 yılında, tüm internet sitelerinin 80%’i

İngilizce’dir (2000, ss. 74-75). Bir diğer açıdan, Alexa rankings tarafından ayrı ayrı yapılan

ölçümlemelerde, dünyanın farklı ülkelerinde en çok tercih edilen 5 internet sitesi hemen

hemen aynıdır (Google, Facebook, YouTube, Yahoo ve Amazon).3 Bu açıdan internetin

giderek benzeşen ve tektipleşen bir deneyime dönüştüğünü söylemek mümkün olmaktadır.

3. İnternetin yapısına dair

Günümüzde internet gerçekliğine dair tartışmayı sürdüreceğiz, ancak bu bölümde, ortaya

koymamız gereken bir diğer soru, internetin ne olduğudur. İnternete dair yapılan çalışmaların

neredeyse tamamı sanal uzama dair olup, bir yönüyle oldukça eksiktir. Bu anlayış, internetin

çoğunlukla “sanal alem” olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Oysa, internet sanal alem olduğu

kadar fiziksel bir aleme de tekabül etmektedir. İnternetin gerçekleşmesi, oldukça geniş bir

fiziksel altyapının varlığıyla mümkündür. Bu çerçevede, interneti tanımlarken, sanal ve

fiziksel uzam, ya da daha özgün olarak, altyapı ve içerik olarak iki temel alandan söz

edebiliriz. Bu iki alanın alt başlıkları olarak ise birçok öğeden söz edebiliriz. Bu çerçevede

7’si sanal ve 7’si fiziksel uzama dair olmak üzere 14 alandan söz edebiliriz (Tablo 1). Buna

göre, fiziksel uzam: omurga altyapısı, telekomünikasyon, İnternet Servis Sağlayıcı, ticari veri

sunucuları, bilgisayar donanımı, e-ticaret altyapısı ve e-bürokrasi altyapısı’ndan; sanal uzam

ise: yazılım (işletim sistemi, diğer yazılım), arama motorları, sosyal ağlar, haber portalları, e-

eğlence (dijital oyun, video, dizi, film siteleri), e-ticaret siteleri ve e-bürokrasi öğelerinden

1 http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2014/02/140220_facebook_whatsapp.shtml adresinden alınmıştır

(Erişim tarihi 9 Temmuz 2014). 2 <http://toolbar.netcraft.com/stats/topsites > adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 9 Temmuz 2014 ).

3 <http://www.alexa.com/topsites/countries > adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 8 Temmuz 2014 ).

Serhan Gül 77

oluşmaktadır. Farklı biçimlerde de tasnif etmek mümkün ancak, çalışmamız açısından bu

temel başlıklar faydalı olacaktır. Bu alanlardan dışsal olarak ele aldığımız, çevrimiçi reklam

endüstrisini de belirtmemiz gerekir. Çevrimiçi reklam endüstrisi, ne tamamen sanal, ne de

tamamen fizikseldir. Öte yanıyla, reel mal ve hizmetler ile çok karmaşık bir ilişki

barındırdığından, aslında reel reklam endüstrisinin sanallığa dair bir uzantısını da

barındırmaktadır. Bu açıdan, bu tabloda ele almak güç olacağından, ayrıca değerlendirilebilir.

Tablo 1: İnternetin iki uzamı

Tartışmamız doğrultusunda, internetin bu alt başlıklarının her birini mülkiyet

yoğunlaşması ve ana akımlaşma açısından değerlendirmek oldukça uzun bir uğraş olup, bir

diğer çalışmada ele almamız gerekecektir. Ancak tartışmamız içinde bazı örnekler vermek

yararlı olacaktır.

İnternet kullanıcısının internete erişme deneyimini ele alalım. Kullanıcı, internete girdiği

cihazına yüklü olarak bulunan içerik (yazılım) ile doğrudan temas etmektedir. Bu temel

arayüze işletim sistemi demekteyiz. Bu alanda, StatCounter ölçümlerine göre4, tüm

kullanıcıların % 50,16’sı Windows 7, % 14,86’sı Windows XP, % 13.0’ü Windows 8, % 7.8’i

MacOSX, % 6,23’ü iOS (Apple işletim sistemi) kullanmaktadır. Toplamda % 82’nin üzerinde

kullanıcı Microsoft Windows ürünleri kullanmaktadır. İşletim sistemi üzerinde ise, bir dizi

yazılım yoluyla bilgisayar kullanımı ile internet erişimi sağlanmaktadır. Örneğin, internet

tarayıcısı alanında, tüm kullanıcıların % 45,46’sı Google Chrome, % 20,98’i Microsoft

Internet Explorer, % 17.95’i Mozilla Firefox, % 10.3’ü ise Safari programlarını

kullanmaktadırlar. İnternet kullanıcılarının büyük çoğunluğu interneti sosyal medya siteleri ve

arama motorları aracılığıyla ulaştıkları alanlarda kullanmaktadır. Örneğin, sosyal medya

siteleri alanında, Haziran 2014 itibariyle, Facebook toplam tıkların % 70.19’unu, Tumblr %

9,41’ini, Pinterest % 7,79’unu ve Twitter %5,21’ini almıştır. Her iki tabloda da, ilk 4 %

90’dan fazla bir oranı oluşturmaktadır. Türkiye’de internet servis sağlayıcı (İSS) alanında

TTNet 2009 itibariyle pazarın % 85,2’sini elinde bulundurmaktadır (Deloitte, 2010: 13).

Gartner araştırmasına göre, bilgisayar satışları açısından bakıldığında, 2012 yılında tüm

dünyada yapılan satışların % 16,0’sı HP (56,5 milyon), % 14,8’i Lenovo (52,1 milyon), %

10,7’si Dell (37,6 milyon), % 10,4’ü Acer ve % 6,9’u Asus tarafından yapılmış olup, ilk 5

firma tüm bilgisayar satışlarının % 58,7’sini gerçekleştirmiştir (Gartner, 20013). Arama

4 http://gs.statcounter.com/#os-ww-monthly-201306-201406 adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 9 Temmuz 2014).

Fiziksel (Altyapı) Sanal (İçerik)

Omurga altyapısı Yazılım (İS, diğer yazılım)

Telekomünikasyon Arama motorları

İnternet Servis Sağlayıcı Sosyal Ağlar

Ticari veri sunucuları Haber portalları

Bilgisayar donanımı Eğlence (Dijital Oyun vb.)

E-ticaret altyapısı E-ticaret siteleri

E-bürokrasi altyapısı E-bürokrasi içeriği

78 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

motorlarında ise Google Haziran 2014’te tüm tıkların % 88,76’sını alarak müthiş bir tabloyu

önümüze koymaktadır. İkinci sırada, program yüklerken allem-kallem ederek bilgisayara

yüklenen ve kullanıcının isteği dışında açılmasıyla meşhur bing arama motoru % 4,41 ile

gelmektedir. Bu noktada durup, tabloya hızlıca bakıp tartışmamızın diğer kısmına geçelim.*

(Şekil 1)

Şekil 1: İnternet kullanıcı haritası

Bu şemada sunduğumuz şekliyle, içeriğe ulaşmak isteyen kullanıcı, kendisine hizmet

sağlayan erişim sağlayıcıya bağlanmakta, omurga altyapısı üzerine kurulu olan

telekomünikasyon şebekesi üzerinden internete erişmektedir. Basitçe anlatmak gerekirse,

sanal uzamın çevrimiçi alanında, web siteleri olup, bu sitelerdeki sayısal bilgiler veri

sunucuları üzerinde depolanmaktadır. Benzer biçimde, e-eğlence siteleri de bir kısmıyla

internetin çevrimiçi alanında yer alırken, bir yanıyla çevrimdışı içerik de sunabilmektedir. E-

bürokrasi hem sanal hem fiziksel temelde biçimlenir. E-ticaret altyapısı ise e-ticaret sitelerinin

depolama ve ulaşımı sağlayan fiziksel bütünlüğünü oluşturur.

İnternette oluşan eşitsizliğe dair söz ettiğimiz 4 eşitsizlikten son ikisi, internete erişmek

için gerekli araçlara ulaşabilme ve gerekli bilgi ve yeterliliğe sahip olmaya dairdir.

Tartıştığımız diğer iki yönünde olduğu gibi, bu yönlerinde de, sınıfsal, bölgesel, etnik,

toplumsal cinsiyet ve eğitim düzeyine dönük, oldukça derin bir uçurum vardır. Bu açıdan, orta

ve üst sınıfın, erkeklerin, egemenlerin ve varlıklıların internete daha rahat erişip kullanabildiği

ve bunun eşitsizliği derinleştirdiği ve yeniden ürettiği söylenegelmiştir (Ekecrantz, 2011, ss.

487-491; Başaran, 2005, s. 213; Göker, 2007, s. 205).*

Serhan Gül 79

Google’ın arama motoru pazarındaki fiili tekelinin bir yönü, internette süregiden ve bir

yönüyle söz ettiğimiz örülen yatay, dikey ve çapraz mülkiyet ilişkileri ağıdır. Burada,

Google’ın YouTube, Picasa gibi diğer önemli siteleri satın almasının yanı sıra online reklam

pazarını da kontrol etmesi önemli hale gelmektedir. eMarketer’in sunduğuna göre, 2012

yılında tüm çevrimiçi reklam gelirlerinin % 31,46’sı (32,73 milyar dolar), Google tarafından

toplanırken, ikinci olan Facebook % 5,04’te kalmaktadır. Tüm mobil reklam gelirlerinin ise

% 52,36’sı Google tarafından toplanırken, ikinci olan Facebook % 5,35’ini alabilmiştir. Bu

tabloyu biraz daha açalım: IAB’nin sunduğu verilere göre, 2012 yılında dünya çevrimiçi

reklam pazarında ilk 10 firma toplam hasılatın % 72’sini paylaşırken (IAB, 2013), 2005’ten

beri pazarın yaklaşık 4 kat büyüdüğü ifade edilmektedir.

4. Endişeden mücadeleye

Google’ın devraldığı YouTube, Picasa gibi platformlarla, kendi mail uygulaması olan

Gmail, Google drive gibi uygulamaları tek bir “Google kimliği” altında birleştirmesi,

kullanıcı profilini tümüyle denetleyebilen ve filtreleyebilen yeni bir ağ modeline işaret

ederken, bu filtrelemeler özellikle internette kullanıcıya sunulan reklam ve arama

algoritmalarındaki farklılaşmada hissedilebilmektedir. Daha da kaygı verici olan ise, böylesi

bir medya gücünün yaptırım gücüyle alakalıdır. Bu güç, Marcuse’nin “baskıcı tolerans”

(1965) ifadesini çağrıştıran, potansiyel bir tehdidi barındırmaktadır: Google arama

motorundan yasaklanmak, bu tabloda, internetten dışlanmayla eşdeğerdir. Bu, sıkça

kullanıldığı biçimiyle bir “yumuşak sansür” olarak değerlendirilebilir. Kaya, 19. ve 20. yüzyıl

boyunca sermaye ve devletin basın ve medyayı kontrol etmek için çaba sarfettiğini

özetlemektedir (2009, s. 43). Herman ve Chomsky ise yılında YİT’lerine yönelik uyarıda

bulunarak, internetin gelecekte demokratik bir medya alanı olmasına yönelik bu sermaye

tehdidini öngörmüşlerdi (2002, s. introduction, xvi). Bugün ise benzer bir tehlike çok daha

yakınımızdadır. 2011 yılında, Google, arama motorundan 11 milyon 383 bin internet sitesini

yasaklamış ve bu oldukça ses getirmişti.5 Buna yönelik Google’ın yaptığı açıklamalar ise

endişeleri daha da artırıcı bir niteliktedir. Yine 2014 yılına girdiğimizde, benzer haberler

gündelik haberler olarak önemsenmemektedir.

Özetlemek gerekirse, günümüzde internet giderek anaakımlaşmış, beğeni ve tercihlerde

tek tipleşmiş, reklamlarla kaplanmış, ticari, promosyon tuzaklarıyla bezenmiş ve giderek hem

internet hem diğer içerikte güvenilirliği azalan, denetim ve gözetleme mekanizmalarının

arttığı ve tekelleşen ve merkezileşen bir medya mecrası olma yolundadır. Bu çalışmada

belirtmediğimiz yönleriyleyse de, emek örgütlenmesini parçalayan, mekansallığı dağıtarak

üretim faaliyetini toplumsallığından soyutlayan, esnekleşen bir üretim biçimini dayatmakta ve

güvencesiz çalışma, yedek işgücü piyasasına kolayca erişebilme gibi çalışan sınıfı baskılayan

bir aktör olarak giderek etkili hale gelmektedir. Bununla paralel olarak, internetin birçok alt

sektöründe, sanal üretim ile geçinen insan, tamamen güvencesiz ve fiziksel olarak hiç

tanışmadığı bir aidiyette üretim yapmaktadır. Söz gelimi, günümüzde oldukça fazla sayıda

genç, bir sanal oyun üzerinden para veya eşya üretip satmakta ve firma aracılığından

komisyon almaktadır. Benzer şekilde birçok yeni işkolunun ortaya çıktığını, internet

üzerinden dizi altyazısı çevirenlerden tutun, e-ticaret sitelerinden küçük ürünler satarak

yaşayanlara dek, oldukça karmaşık, girift ve zayıf bağların olduğu bir çalışma rejiminden söz

edilebilir. Hebblewhite, Smythe’ci bir izlekte ilerleyerek, iletişim araçlarının üretim araçları

olarak da ifade edilebileceğini savlamaktadır (2014, ss. 210-214). Bu nosyonun giderek daha

da derinleştiği ve dikkate alınması gerektiği aşikardır.

5 http://rt.com/usa/google-11-million-cocc/

80 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

5. Klavye savaşları

Tüm bu yönleriyle, internet, kapitalizmin ideal metaalanıdır diyebiliriz. Kapitalist

ekonominin birçok yönüyle mükemmel bir tözünün internette canlandığını söylemek gerekir.

Tam da bu yüzden, daha önce belirttiğimiz noktayı tekrarlamak gerekmektedir: İnternet

yalnızca sanal bir alem değildir. Diyalektik bir yöntemin tutturacağı yol, internetin(i) ve ilk

tanıdığımız biçimiyle internet fikrinin (İ) yoğun bir saldırı altında olduğu bu dönemde,

interneti her yönüyle etkin bir biçimde kullanmak olmalıdır. Türkiye’de karşı-hegemonik

yapıların bugüne kadar internetin yalnızca sanal uzamında faaliyet gösterdiklerini ve fiziksel

uzamıyla ilgilenmediklerini ifade etmek yersiz olmaz. Bununla beraber, bu çabalar fazla

sonuç vermemiş ve muhalif sitelerin etki alanı daralmıştır. Sert veya yumuşak sansürle

baskılanan muhalif internet içeriğine karşı (web siteleri, sosyal medya grupları, mail grupları

vb.) müdahaleler gün geçtikçe artmaktadır.

Karşı-hegemonik bir internet mücadelesinin yararlanacağı çok önemli deneyimler de

vardır. Özgür yazılım, oldukça önemli bir etki yaratarak bilişim endüstrisindeki kapitalist

boyunduruğa önemli bir cevap üretmişti. Çok daha yeni olan MeshNet ise, internet erişimini

paylaşıma açarak, özgür, ucuz ve paylaşımcı bir yol sunmaktaydı. Böylece, internetteki bu

ahval-i şer’e karşı ortaya konacak bir alternatif çabanın, ele aldığımız mülkiyet, üretim biçimi

ve emek süreci zincirlerini kırması elzemdir. Bir diğer ifadeyle, (1) karşı-hegemonik internet

ürünü, ücretsiz olmalı ve ticarileşen internet ortamına karşı bir alternatif sunmalıdır, (2) açık

kaynak kodlu olmalı ve katılımcılığı esas almalıdır ve (3) anti-hiyerarşik ve dağınık

örgütlenerek, merkezi belirlenime karşı bir deneyimi hayata geçirmelidir.

Bu nedenle, internette muhalif bir mücadele örmek için bazı önerilerimiz şu şekilde

sıralanabilir:

İçerik alanında: 1. daha fazla özgür yazılım üretilerek, piyasa tekellerinin insafına

bırakılmış ve kullanıcıları ‘illallah’ ettiren uygulamalara karşı alternatifler üretmek

gerekmektedir. Bunlara Java, Flash Player, Adobe Reader vb. sayısız örnek verilebilir. 2.

Dijital oyunlar oldukça önemli bir biçimde ele alınarak, katılımcı ve dayanışmacı oyunlar

üretilerek kültürel mücadeleye katkı sağlanmalıdır.6 3. Alternatif ve reklamsız arama

motorları oluşturarak kullanıcılara rehberlik edilmelidir.

Altyapı alanında ise, durum biraz daha çetrefillidir. Omurga altyapısı, telekomünikasyon

hizmetleri, donanım gibi alanlar yoğun sermaye birikimi ve üretim araçlarına sahiplik

gerektirdiğinden, kısa vadede faaliyet göstermek mümkün değildir. E-ticaret altyapısı ve e-

bürokrasi gibi alanlar ise doğal olarak böyle bir sürece dahil edilemeyecektir. Diğer yandan

ise veri sunucuları (yer sağlayıcı), hosting ve internet servis sağlayıcı alanlarında, metadışı ve

katılımcı alternatifler, geniş bir mutabakatla oluşturulmalı ve denetim mekanizmalarını bir

ölçüde kırmak hedeflenmelidir. Ülkemizde son dönemlerde gerçekleşen yasal düzenlemelerin

(bilhassa 5651 ve 5801 sayılı kanunların) internet alanındaki manevra alanını oldukça

daralttığı doğru olmakla birlikte hukuki düzlemde imkânlar tükenmemiştir.

6. Sonuç

Bu bildirinin ilk bölümünde, internetin, birkaç farklı boyutuyla internetin giderek

merkezileşen mülkiyet rejimiyle giderek anaakımlaşan, tektipleşen, renksizleşen ve ticarileşen

olumsuz gidişatıyla ilgili tartışmaları ele alarak, erken dönemlerdeki iyimserliğin vardığı

hazin son ile ilgili tartışmamızı sunduk. Buna göre, internet, birinci seviyede, iki açıdan

gözden geçirilmelidir. Öncelikle, niteliği itibariyle, özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik bir

mecra olmaktan çıkmış ve sermaye istilasına maruz kalmıştır. Bununla beraber, yatay, dikey

6 Özgür, ücretsiz ve katılımcı bir oyun atölyesi oluşturmak için önerimizi 4-7 Eylül 2014 tarihinde İzmir

Karaburun’da yapılacak olan Karaburun Bilim kongresinde sunarak bir adım atmayı hedefliyoruz.

Serhan Gül 81

ve çapraz yoğunlaşma süreçleri interneti giderek eşitsizleşen, eşitsizlikleri derinleştiren ve

yeniden üreten bir alan haline getirmeye devam etmektedir. Bu, dijital uçurum tartışması

çerçevesinde ele alınarak, birçok boyutuyla incelenmelidir. Biz bu makalede yalnızca,

dışsallık düzleminde, internetin merkez-çevre ikilemini yeniden gündeme getirdiğini ortaya

koyarak, bir bağımlılık yaklaşımını haklı çıkaran verileri belirttik. Diğer açıdan ise, az sayıda

çokuluslu şirketin giderek tekelleşen karakterini tartışmayı amaçladık. Öte yandan internet

deneyimleri giderek tektipleşmekte olup, tekerrüre dayalı bir lezzetsizleşmeden geçmektedir.

Geleneksel medyada olduğu gibi, sermayenin kontrolündeki oldukça benzer – anaakım –

internet siteleri ayakta kalmakta ve kullanıcıların deneyimlerinde yer edinmektedir.

İkinci bölümde ise, internetin yapısallığı tartışılarak, fiziksel uzamın önemine dikkat

çekilmek istenmiştir. Bu açıdan, internetin anlaşılmasına dair kategoriler oluşturularak, her bir

kategoride gözlenen yukarıda bahsedilen yoğunlaşma ele alınmıştır. Bunun göz önünde

bulundurulması, özellikle alternatif ve dayanışmacı bir internetin var olabilmesi için elzemdir.

Bütün bu olumsuzlukların vurgulanması, diyalektik olarak, karamsarlığa değil, umuda yönelik

bir çağrı niteliği taşır. Ekman’ın ifadesiyle, “medya üretiminde ve iletişim teknolojisinde

karşıt bir yöne işaret eden ve küresel bağlamda karşı-hegemonik oluşumlara imkân veren

başka boyutlar da söz konusudur.” (2014, s. 115) Bu makale de, bu imkânları yeniden

düşünmeyi amaçlayarak, internette mevcut çabaların ötesine gidilmesinin önemine vurgu

yapmaktadır. “Eleştirel bakış, dayanışmacı ve paylaşımcı bir toplumsal düzenin kurulmasını

amaçlayarak, adalet, eşitlik ve kamu yararına dair ahlaki bir çizgiyi takip eder.” (Murdock ve

Golding, 2005: 61)

Son olarak değerlendirmemiz gerekir ki, internet günümüz toplumsal mücadelesinde

önemli cephelerden biri olup, sermaye saldırganlığı ve yayılmacılığına karşı, tekelci

kapitalizmin ideal metaalanı olarak tanımladığımız internet, en az sermaye kadar istekli ve her

yönüyle değerlendirilmesi gereken bir alan olarak ele almalıyız.

KAYNAKÇA:

Adorno,T.W. ve Horkheimer, M. (2002). The Culture Industry: Enlightenment as Mass

Deception. Dialectic of Enlightenment. Schmid Noerr, G. (der.) içinde. California:

Stanford University Press. 94-136.

Amin, S. (1977). Imperialism and Unequal Development: Essays by Samir Amin, London &

New York: Monthly Review Press.

Başaran, F. (2014). Giriş: Marx, Medya, Meta ve Sermaye Birikimi, Marx Geri Döndü:

Medya, Meta ve Sermaye Birikimi. Fuchs, C. ve Mosco,V. (der.) içinde. Ankara:

Notabene Yayınları.11-20.

Borsook, P. (1995, October). How Anarchy Works, Wired.

Bulut, S. (2009). Sermayenin Medyası, Medyanin Sermayesi: Ekonomi Politik Yaklaşımlar.

Ankara: Ütopya Yayınları.

Chomsky, N. ve Herman, E.S. (2002). Manifacturing Consent: The Political Economy of the

Mass Media. New York: Pantheon Books.

Deloitte, (2010). TC Başbakanlık Bilgi ve İletişim Teknolojileri Sektörü Raporu,

http://www.investinkocaeli.gov.tr/PortalAdmin/Uploads/MarkaMerkez/Contents/Docu

ments/7d7f7b4644988.PDF adresinden alınmıştır.

82 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Ekman, M. (2014.) Birikimi Anlamak: Marx’ın İlkel Birikim Kuramı’nın Medya ve İletişim

Çalışmaları Açısından Önemi. Marx Geri Döndü: Medya, Meta ve Sermaye Birikimi.

Fuchs, C. ve Mosco, M. (der.) içinde. Ankara: Notabene Yayınları.83-118.

Fuchs, C. (2009). Information and Communication Technologies and Society: A Contribution

to the Critique of the Political Economy of the Internet. European Journal of

Communication, 24(1), 69-87.

Fuchs, C. (2011). Foundations of Critical Media and Information Studies. New York:

Routledge.

Garnham, N. (1990) Capitalism and Communication, London: Sage.

Gartner, (2013). Gartner Says Declining Worldwide PC Shipments in Fourth Quarter of 2012

Signal Structural Shift of PC Market. http://www.gartner.com/newsroom/id/2301715

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 9 Temmuz 2014).

Geray, H. (2005). Birikim Düzenleri, Yeniden Yapılanma ve Küreselleşme. İletişim Ağlarının

Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi Yazılım ve İnternet. Başaran, F. ve

Geray, H. (der.) içinde. Ankara: Siyasal Kitabevi.

IAB (2013), IAB Internet Advertising Revenue Report 2012 Full Year Results.

http://www.iab.net/media/file/IAB_Internet_Advertising_Revenue_Report_FY_2012_

rev.pdf adresinden alınmıştır.

Jordan, T. (1999). Cyberpower: The Culture and Politics of Cyberspace and the Internet.

New York: Routledge.

Kaya, R. (2009). İktidar Yumağı: Medya-Sermaye-Devlet. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları

Kellner, D. (2005). Oppositional Politics and the Internet: A Critical/Reconstructive

Approach. Durham: Duke University Press.

Kellner, D. (2010). Oppositional Politics and the Internet: A Critical/Reconstructive

Approach, Cultural Politics, Volume I, Duke University Press, 2005.

Marcuse, H. (1997). Repressive Tolerance. A Critique of Pure Tolerance. Barrington, M.,

Marcuse, H. ve Wolff, R. P. (der.) içinde. Boston: Beacon Press.

Marx, K. ve Engels, F. (1973). The German Ideology. (der.) Arthur, C. J. New York:

International Publishers.

Murdock, G. ve Golding, P. (2005). Culture, Communications and Political Economy. Mass

Media and Society. Curran, J. ve Gurevitch, M. (der.) içinde. New York: Hodder

Arnold.

OECD. (2012a), Top 50 public Internet firms. OECD Internet Economy Outlook 2012, OECD

Publishing. 10.1787/9789264086463-table16-en adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 8

Temmuz 2014).

OECD (2012b), Information Technology Database; compiled from annual reports, SEC

filings and market financials.

Özdemir, Ö. (2005) İnternetin Ticarileştirilmesi ve Uluslararası Veri Akışları, İletişim

Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi Yazılım ve İnternet. Başaran,

F. ve Geray, H. (der.) içinde. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Patelis, K. (2000.) The Political Economy of the Internet, Doktora Tezi, Goldsmiths College

University of London, Media and Cultural Studies.

Serhan Gül 83

Rushe, D. (2013, Nisan 23). Apple sees profits fall for first time in a decade but cash pile

rises to $145bn. The Guardian.

http://www.theguardian.com/technology/2013/apr/23/apple-profits-fall-cash-pile

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 9 Temmuz 2014)

The Economic Times, (2007, Aralık 23). US clears Google's $3.1 bn purchase of DoubleClick

http://articles.economictimes.indiatimes.com/2007-12-23/news/28436375_1_citi-s-

bpo-genpact-travelguru adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10 Temmuz 2014).

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Özgür Yazılım, Hackerlar ve Mülkiyet

İbrahim İzlem GÖZÜKELEŞ

Özet: Özgür ve açık kaynak kodlu yazılım üzerine yapılan araştırmaların temel sorularından biri

insanların neden doğrudan bir ücret almaksızın yazılım geliştirdiği ya da yazılımlara katkıda

bulunduğudur. Bu çalışma ise her şeyden önce bu sorunun kendisini sorgulamakta, çalışmanın belirli

koşullarda insanı tüketen, dolayısıyla kaçınılması gereken bir etkinlik değil, tam tersine insanın

güçlerini geliştiren bir gereksinim olabileceğinden yola çıkmaktadır. Özgür yazılım geliştiren

yazılımcıların etkinliği hack kavramı ile etkinlik kuramı çerçevesinde tartışılmaktadır. Hack etkinliğini

analiz ederken yalnızca hackerları göz önünde bulundurmak ya da hackerları olağanüstü etik ilkelere

göre hareket eden kişiler olarak görmek yanıltıcı olabilmektedir. Hackerlara atfedilen özellikler ya da

ilkeler onların pratiklerinin bir ifadesidir. Bu nedenle çalışmanın temel tezi yazılımın kaynak kodunun

yazılımın kendisi için bir üretim aracı ve üretim araçlarına özgür erişim hakkının da hack etkinliğinin

temeli olduğudur. Özgür yazılımın gelişim sürecine baktığımızda da yazılımdaki mülkiyet ilişkilerinin

sürekli değiştiğini ve hackerlarla şirketler arasında bir mücadele alanı olduğunu gözlemlemek

mümkündür.

Anahtar Kelimeler: Özgür yazılım, açık kaynak kod, hack, mülkiyet, yabancılaşma.

Giriş

Improve kelimesi Türkçeye geliştirmek, iyileştirmek, ıslah etmek olarak çevriliyor.

Kelimenin kökenine baktığımızda ise improve kelimesinin kazanç, kâr, maddi getiri

anlamlarını içeren profit kelimesi ile karşılaşıyoruz. 17. yüzyılda, Locke'un mülkiyet üzerine

yazdıkları da improvement kelimesi üzerine kuruludur. Locke , özel mülkiyetin toprağı daha

verimli hale getireceğini iddia eder. Locke'a göre daha iyi hale getirilmemiş toprak israftır ve

her kim ki onu ortak mülkiyetten alıp kendi özel mülkiyeti yaparsa insanlığa bir katkı da

sunmuş olur. Toprağı çitleyerek başkalarını topraktan mahrum bırakmak, onlardan bir şey

almak değil, toprağın daha verimli kullanılmasını sağladığı için insanlığa bir şey vermektir

(Wood, 1999, s. 80).

Hardin de "Ortaklaşanın Trajedisi" adlı makalesinde bireysel çıkarlar ve ortaklaşa

kullanılan mallar arasındaki karşıtlığı tartışır. Hardin'e göre bireyler, ortaklaşa malların

kullanımı sırasında eylemlerinin sonuçlarını bütünsel olarak değerlendirememektedir. Hardin,

tüm çobanların kullanımına açık olan otlak örneğini verir. Bir çoban, rasyonel biri olarak,

sürüsüne bir hayvan daha eklemek ister. Ancak otlağa bir hayvan daha eklemenin iki sonucu

olacaktır. Birincisi, bu eylemden kazanç sağlayan yegane kişi ekleme işlemini yapan

çobandır. İkincisi ise, her eklenen yeni hayvanla otlağın azalacağıdır. Fakat bu durumda zarar

tüm çobanlarca paylaşılacaktır. Rasyonel çobanımız, kısa bir kâr/zarar muhasebesinden sonra

sürüsüne bir hayvan daha ekleyecek ve onu diğer rasyonel çobanlar takip edecektir. Böylece

otlak giderek tükenecek, otlak ve otlağı kullananlar için bir trajedi kaçınılmaz olacaktır.

Halbuki herkes otlakta kendi bölgesini çitlerle çevirip kendi sorumluluğunda olan yerin

kullanımına dikkat etmiş olsa böyle bir trajedi yaşanmayacaktır!

Yıllardır tartışmasız kabul edilen de özel mülkiyetin ve rekabetin kaynakların en verimli

kullanımı için olmazsa olmaz olduğudur. 20. yy'nın sonlarında sosyalist blokun çözülüşü ile

beraber buna karşı bir şey söylemeye kalktığımızda alacağımız yanıt hazırdır: “Sosyalizm

insan doğasına aykırıdır ve özel mülkiyet alternatifsizdir.”

86 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Başka bir sistemi düşünmenin bile zorlaştığı ve kapitalizmin zafer çığlıkları attığı bir

dönemde ya Locke'un söylediklerinin tam tersini yaşamaya başlarsak? Uluslararası şirketler

de dahil olmak üzere kapitalizmin sözcüleri “verimlilik (daha çok kâr) için şimdi çitleri

kaldırma zamanı” demeye başlarsa ne olur?

1990’ların ikinci yarısından itibaren yaşanan tam da bu oldu. Kapitalizm, Locke'un

tezlerini yazılımda tersten okumaya başladı. Başta Microsoft olmak üzere yazılımda çitleri

savunan şirketler hâlâ vardı. Ama birçok ülke özgür yazılımı, ulusal bilişim politikasının bir

bileşeni haline getirdi. Dünyanın dört bir yanından kamu kurumlarının özgür yazılıma (en

başta GNU/Linux ve OpenOffice.org) göç haberleri basında yer almaya başladı. Özgür

yazılım bir çok alanda özel mülk yazılımlarla yarışıyor ve hızla gelişip yayılıyordu. Sonra

bazı bilişim tekellerinin özgür yazılımı desteklediğini duyduk. Daha da ileri gittiler, kendi

özel mülk yazılımlarında çitleri kaldırıp yazılımlarını özgürleştirdiler.

Tüm bu yaşananlar büyük bir şaşkınlıkla karşılandı: En iyinin özel mülkiyetin ve rekabetin

sonucunda ortaya çıktığına inandırılmıştık. Acaba özgür yazılımların bu başarısı bir rastlantı

mıydı? Sürdürülebilir miydi? İnsanlar, doğrudan bir maddi karşılık elde etmeksizin niçin

özgür yazılımlara katkıda bulunuyordu? İnsanların çalışmadan, vebadan kaçar gibi kaçmaları

gerekirken boş zamanlarında neden yazılım geliştiriyorlardı? Uluslararası şirketler neden

yazılımda çitlerin kaldırılmasını destekliyorlardı?

Bu sorularının yanıtlarını ararken temel izleğim etkinlik kuramı çerçevesinde tartıştığım

hack etkinliği olacak. Hack denilince ilk akla gelen başkalarının bilgisayarına izinsiz girme

eylemi oluyor. Türk Dil Kurumu'nun tanımı da bu yönde. Hacker bilgisayar korsanı olarak

Türkçe'ye çevriliyor ve şu şekilde tanımlanmaktadır: “Bilgisayar ve haberleşme teknolojileri

konusundaki bilgisini gizli verilere ulaşmak, ağlar üzerinde yasal olmayan zarar verici işler

yapmak için kullanan kimse”. Ancak kelimenin tarihsel kökenlerine baktığımızda bu tanımın

ve medyadaki hacker imajının yanıltıcı olduğu kolayca fark edilebilir. Medya, hackerların

eylemlerinin sadece görünür sonuçlarına odaklanıp bilişim sistemlerindeki gizli bir veriye

erişimi hack olarak adlandırmaktadır. Fakat bir etkinliğin hack olarak tanımlanabilmesi

sonucundan çok kendisiyle ilgilidir. Hack kelimesi bilgisayar dünyasında ilk kez 1950’lerde,

teknik problemlere getirilen yaratıcı çözümleri takdir etmek için kullanılmıştır. Hacker için

hack etkinliği eğlenceli, kendisini reddetmeyen, onaylayan ve kişinin zihinsel enerjisini

zenginleştiren bir etkinliği ifade etmektedir.

Himanen'e (2002) göre hackerların etkinlikleri, çalışmayı bir ödev olarak gören Protestan

etiği ile çelişmektedir. Himanen bu yeni iş etiğini hacker etiği olarak tanımlar. Bu yazıda ise

hackerlar, belirli etik kurallara göre hareket eden özneden değil, hack etkinliğinin kendisinden

yola çıkılarak etkinlik kuramı bağlamında tartışılmaktadır. Etkinlik kuramının temelinde,

1917 Ekim Devrimi sonrasında marksist bir psikoloji yaratma çabası içinde olan Sovyet

bilimcilerin çalışmaları vardır. Psikolojiyi marksist bir temelde yapılandırmak için 1920’lerde

ve 1930’larda hararetli tartışmalar yapılır. Bu tartışmalar sonucundaki ilk koyutları (postulat)

da "bilincin ve etkinliğin bütünlüğü ve ayrılamazlığı" olur. Bunun anlamı insan zihninin

varoluşunun ve gelişiminin ancak anlamlı, hedef yönelimli, toplumsal olarak belirlenmiş

insan-doğa etkileşimi bağlamında anlaşılabileceğidir (Kaptelinin vd., 1995).

Etkinlik kuramında etkinlik, en basit haliyle aşağıdaki gibi, insan ve nesne arasında bir

ilişki olarak tanımlanır:

İ. İzlem Gözükeleş 87

Temel analiz birimi olarak etkinliği ele aldığımızda özne ve nesneyi ayrı olarak değil

karşılıklı etkileşim içinde bir bütün olarak çözümlenir. Birincisi, öznenin ve nesnenin

özellikleri bu karşılıklı etkileşimle ortaya çıkar. İkincisi, öznedeki ve nesnedeki gelişimin

kaynağı etkinliktir. Örneğin, güçlü bir insanın ağır yükleri güçlü olduğu için kaldırabildiği

çıkarımında bulunmak eksik olacaktır.

Etkinlik kuramı bakış açısıyla baktığımızda insanın ağır yükleri kaldırarak güçlendiği

sonucuna varırız (Kaptelinin vd., 1995). Her ne kadar özne ve nesne arasında karşılıklı

etkileşim olsa da simetrik bir ilişkiden söz edilemez. Etkileşimi başlatan öznedir.

Etkinlik kuramında yer alan nesne kavramıyla kullanılan araç ifade edilmez. Nesne, nihai

amaçtır; hemen bulunamayan bir şey için duyulan arzudur. Özne, kendini gerçekleştirmek ve

görünür kılmak için bir nesneye gereksinim duyar. İnsan-nesne etkileşimi gerçek hayatta

nadir olarak dolaysızdır. Etkinlik çoğunlukla aşağıdaki gibidir ve bir araç dolayımıyla

gerçekleşir:

Dolayım, etkinlik kuramında temel bir role sahiptir. Birincisi, araçlar insanın gerçeklikle

kurduğu ilişkiyi biçimlendirir. İkincisi, araçlar insanlığın kültürel birikimi sonucu oluşur. Bir

araçta geçmiş kuşakların tecrübeleri vardır. Herhangi bir sorunu çözmek için icat edilmiş,

değişen ihtiyaçlara göre değiştirilmiştir. Araçlar, geçmiş tecrübelerin birikimini içerirler.

Herhangi bir araç insanın dışsal davranışlarını ve zihinsel süreçlerini etkiler. Ancak aynı

araçlar etkinliğin gelişimi içinde oluşur ve araçlar belirli bir tarihsel döneme ait kültürün

taşıyıcısıdırlar. Bu bağlamda, özne, araç ve nesne etkinlik kuramının üç temel bileşenidir. Bu

üçü arasında karşılıklı bir ilişki vardır ve bu ilişki zaman içinde değişebilir. Araç, özneye

nesneyi dönüştürme ve kontrol etme şansı verirken, bu etkinlik sadece aracın nesnel

sınırlılıkları çerçevesinde gerçekleşir. Fakat Engeström'e (1999) göre etkinlik kuramının bu

gösterimi, etkinliğin toplumsal ve işbirliği ile oluşturulan yapısını gösterebilme açısından

yetersizdir. Ayrıca bu araçlar bir boşlukta değil belirli bir tarihsel ve kültürel ortamda

kullanılır ve yine bu ortam ve ilişkiler tarafından şekillendirilir. Bu nedenle, aşağıdaki

Resim 1: Etkinliğin en basit ifadesi. Ö:özne N:Nesne

Resim 2: Dolayımlı etkinlik: Ö:özne N:Nesne A:Araç

88 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

gösterim toplumsal ilişkilerdeki karmaşıklığı ve karşılıklı etkileşimi de gösterdiği için daha

uygundur:

Bu çalışmada özne, hackerlardır. Hackerlar içinde farklı eğilimler taşıyabilmektedir ve bu

eğilimler tarihsel koşullarla yakından ilişkilidir. Örneğin, 1968’in ve savaş karşıtı hareketin

etkisi altındaki ABD’li hackerlar siyasallaşırken, bu hareketlerin geri çekilmesiyle hackerların

politikaya doğrudan ilgisi de azalmıştır. 1990’ların ikinci yarısından sonra ise hackerlar

arasında girişimcilik kültürünün yaygınlaştığını görürüz.

Nesne de toplumsal koşullara bağlı olarak farklılaşabilmektedir. Örneğin, özgür yazılım

hareketinin kurucusu Richard Stallman için etkinliğinin nesnesi yok olan dayanışma ve

paylaşım kültürünü yeniden yeşertebilmekken uluslararası bir şirketin ücretli çalışanı olan bir

hacker için etkinliğinin nesnesi kendisi dışında, şirketi tarafından belirlenmektedir. Etkinlik

çoğu zaman sadece çalışma, oyun veya kendini gerçekleştirme gereksinimine

yönelebilmektedir.

Hack etkinliği sadece hacker ya da hackerları kapsamaz. Topluluk ile bilişim sektörünün

bileşenleri (özgür yazılım firmaları, donanım firmaları, özel mülk yazılım geliştiren şirketler,

hükümetler vb) ve kullanıcılar belirtilmektedir. Hackerlar, özgür yazılım firmalarıyla beraber

meta ilişkilerine dahil olmakta, özel mülk geliştiren yazılım firmalarına karşı mücadele

etmekte, özgür yazılımı desteklemeyen ürünler üreten donanım firmalarının ürünleri tersine

mühendislik ile özgürleştirmektedir. Bir hükümetin ya da belediyenin özgür yazılıma göç

kararı, herhangi bir özgür yazılımı tercih etmesi ya da açık standartlara uyumu özgür

yazılımın gelişimini etkilemektedir. Ayrıca özgür yazılımlarda, özel mülk yazılımlarda pek

sık rastlanmayan gönüllü kullanıcı toplulukları vardır. Bu kullanıcı toplulukları, yazılımları

test ederek, farklı kültürler için yerelleştirerek, kullanım kılavuzları hazırlayarak yazılımın

kullanım değerini arttırmaktadırlar.

İş bölümü ise bu yazıda hem hackerlar ve kullanıcılar arasındaki iş bölümünü hem de

firmalarla hackerlar arasındaki iş bölümünü anlatmaktadır. Linux sonrasında özellikle

İ. İzlem Gözükeleş 89

kullanıcıların yazılımın geliştirilmesine aktif katılımı, özgür yazılım ve açık kaynak kod iş

modelleri iş bölümündeki değişimlere örnektir.

Araçlar ise en dar anlamıyla özgür yazılımı ve interneti ifade etmektedir. Çalıştırıldığında

belirli bir görevi yerine getiren bir yazılım kendisi dışındaki bir nesne için üretim aracıdır.

Kaynak kodu ise yazılımı, kendisi için bir üretim aracı haline getirir. Üretim aracı olarak

özgür yazılım, hack etkinliğinin sürekliliğinin koşuludur. Örneğin kaynak kodu olmadan bir

ofis yazılımı (Word, Excel vb) kendi dışında nesneler için bir üretim aracıdır. Ama bir hacker,

ofis yazılımına yeni özellikler eklemek ya da yazılımın hatalarını düzeltmek istediğinde

yazılımın kaynak koduna gereksinim duyar. Kaynak kodu, yazılımın daha gelişmiş bir sürümü

için gerekli olan üretim aracıdır. İnternet ise hacker etkinliğinin bir sonucu olduğu kadar

özellikle Linux ve sonrası projelerde özgür yazılım ağının bileşenlerinin her birinin gelişimini

ve bu bileşenler arasındaki etkileşimi etkileyecektir.

Kurallar ise özgür yazılımdaki mülkiyet ilişkileridir. Özgür yazılımdaki mülkiyet

ilişkilerindeki değişimin izlenmesi özgür yazılımın tarihsel gelişim sürecindeki uğraklarının

anlaşılabilmesi için gereklidir. Değişen mülkiyet ilişkileri sonucu özgür yazılım nitel bir

değişimle ama öncesini de içererek gelişmekte, bu gelişim sürecinde farklı aktörler özgür

yazılıma dahil olmaktadır.

Özgür yazılım ilişki ağının her bir bileşeni önemli olmakla beraber bu çalışmada özellikle

hackerlar, ve mülkiyet ilişkileri üzerinde durulacak. İlerleyen paragraflarda göreceğimiz gibi

özgür yazılım ilişki ağındaki iç çelişkiler ve toplumsal koşullar, mülkiyet ilişkilerinde de bir

değişime zorlamaktadır. Mülkiyet ilişkilerindeki bu değişim ise ağın diğer bileşenleri

arasındaki etkileşimi belirlemektedir. En önemlisi de hackerın ve hack etkinliğinin sürekliliği

mülkiyet ilişkilerinin hackerın üretici etkinliğini, üretim araçlarına erişim hakkını, güvence

altına almasına bağlıdır.

Özgür yazılımı anlayabilmek için kapitalist özel mülkiyetin alternatifsizliği hakkındaki ön

yargılarımızdan kurtulmamız gerekmektedir.

Pedersen’e (2010) göre mülkiyetten söz ederken “A, B'ye sahiptir” formülü yeterli

değildir. Bu formüle C'yi de katarak, formülü “A, C'ye karşı B'ye sahiptir.” haline getirmemiz

gerekir. Buna göre mülkiyet ilişkisinin üç temel öğesi vardır: ilişki kuran özne, ilişki kurulan

kaynak, ilişkisel şekil.

İlişki kuran özne yalnızca mülk sahibi kişi ya da grup olan A değil, A+C'dir. A+C, ulus

devlet bünyesindeki bir insan topluluğu, kabile topluluğu, bir toplumsal hareket ya da tüm

insanlık olabilir. A+C sabit değildir, birbirleriyle ve B ile etkileşimleri sürecinde kendilerini

yeniden üretirler. B, ilişki kurulan nesne, kaynak ya da kaynaklar kümesidir. B, fiziksel bir

varlığa sahip olabilir ya da olmayabilir. Ama her zaman insanlar için bir anlam ve değer taşır.

İlişkisel şekil ise A+C'nin B'ye göre olan içsel ilişkilerini ifade eden, bu ilişkileri belirleyen

protokoller ve normlardır. Mülkiyet ilişkilerinin analizinde

Bireylerin ya da grupların birbirleriyle ve mülk konusu kaynakla ilişkisi

Sahip olmanın biçimi ve sahip olunan kaynaktan nasıl fayda sağlandığı

Bireylerin ve grupların davranışlarını belirleyen hak, görev ve ayrıcalık örüntüleri

dikkate alınmalıdır. Mülkiyet ilişkilerini tartışırken aşağıdaki üç sorunun sorulması

gerekmektedir:

1. Nasıl: Mülkiyet ilişkileri nasıl, hangi değerlere göre meşrulaştırılmaktadır?

2. Kim: Mülk konusu kaynak üzerinde karar verici kimdir?

90 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

3. Ne: Mülk konusu kaynak ile ne yapılabilir?

Nasıl sorusunda öncelikle tartışılan mülkiyetin hangi değer ve normlar (özel çıkarlar,

toplumsal çıkarlar, sınıfsal çıkarlar, grupsal çıkarlar vb.) ile meşrulaştırıldığıdır. Bu değer ve

normlar, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmadığı gibi sabit değildir, tarihsel süreç içinde

değişir.

Bir nesnenin/kaynağın kullanım hakkı ile onu kontrol hakkı aynı öznede olmak zorunda

değildir. Bir park herkesin ziyaretine açık olabilir. Ama park içinde hangi düzenlemelerin

yapılacağına karar verenler başkaları olabilir. Bu bağlamda, karar verenin kim olduğu önem

kazanır. Karar verenin kararlarının meşru olabilmesi için kararları önceki paragrafta belirtilen

değerlerle uyumlu olmalıdır.

Karar vericiler, kaynak üzerindeki eylemin gerçekleşmesine yardımcı olur ya da onu

kısıtlar, diğer insanların ne yapabileceğine karar verirler.

Bu bağlamda, özgür yazılımın tarihsel süreç içindeki değişimini analiz ederken analiz

ederken, “A, C'ye karşı B'ye sahiptir” formülünden yola çıkarak nasıl, kim, ne soruları ile

mülkiyet ilişkisinin hangi norm ve değerlerle meşrulaştırıldığına, bu değerlere göre karar

verenlerin kimliğine ve mülkiyet kapsamında yer alan eylemlerin neler olduğuna yanıt

arayacağız.

Kendinde Özgür Yazılım

Sonraki bölümde tartışacağımız Özgür Yazılım Hareketi'nin kurucusu Richard Stallman

(2009), GNU projesini anlattığı yazısında 1971 yılında MIT Yapay Zeka Laboratuvarı'nda

çalışmaya başlamasıyla beraber, "yıllarca varlığını sürdürmüş bir yazılım paylaşım

topluluğunun bir parçası hâline" (s. 19) geldiğini yazar. Yazılımların paylaşılması, neredeyse

bilgisayarlar kadar eskidir. Ama bu yazılımlar özgür olarak adlandırılmaz, çünkü yazılımı

özgür olarak ifade etmeye gerek yoktur:

Yazılımımızı "özgür yazılım" olarak adlandırmadık çünkü o zamanlar bu terim yoktu

ancak gerçekte bu özgür yazılımdı (age).

Bu çalışmada kendinde özgür yazılım kavramı yazılımın kendiliğinden özgür olarak

doğuşunu ve sonradan çıkacak olan özgür yazılımdan farkını anlatmak için kullanılmaktadır.

Bu dönemde, yazılımın ayrı bir değişim değeri yoktur; sadece bilgisayarın kullanım değerine

katkıda bulunmaktadır.

İlk hackerlar, seçkin laboratuvarlarda çalışan ve çok pahalı bilgisayarları kullanma şansına

sahip ayrıcalıklı bir kesimdir. Çalışmalarında geniş bir özerkliğe sahiptirler ve hacking

kavramına yaraşır şekilde bilgisayar, bu programcılar için hem araştırma hem de bir eğlence

nesnesidir. 1960’larda bu programcılar laboratuvar çalışmalarındaki özerkliklerini

kaybederken, bilgisayarların ucuzlayıp daha erişilebilir olmasıyla beraber büyük araştırma

laboratuvarlarının dışında, kendilerini hacker olarak adlandıran bilgisayar meraklıları türer.

1960’lardaki Amerikan hacker topluluğunun ideolojik arka planında Vietnam Savaşı

sonrasında oluşan savaş karşıtlığı vardır. Gençlerin savaşa gitmemek için üniversiteye girdiği,

radikal öğrenci hareketleri ile akademinin iç içe geçtiği, barış aktivistlerinin, hippilerin olduğu

bir dönemdir. Zamanın ruhuna uygun olarak hackerlar hükümetlerin ve şirketlerin

bilgisayarlar üzerindeki otoritesine karşı çıkmakta ve teknolojinin özgürleştirici potansiyeline

vurgu yapmaktadırlar. Birkaç ayrıcalıklı beyaz yakalının kontrolünde olan anabilgisayarları

(mainframe) ofis despotizminin cisimleşmiş hali olarak görmektedirler. Bu nedenle, daha

ademi-merkeziyetçi teknolojik tasarımlara yönelirler (Pedersen, 2010).

Intel ilk işlemciyi icat ettiğinden bunu trafik ışıklarını kontrol etmek gibi işlerde

kullanmayı hedeflemektedir. Zamanın bilgisayar şirketleri insanların evlerinde bilgisayara

İ. İzlem Gözükeleş 91

ihtiyaç duymayacağını düşünürken bilgisayarın özgürleştirici potansiyelini fark eden

hackerlar, elit üniversitelerden, şirketlerden ve askeri kurumlardan bağımsız, herkesin sahip

olabileceği ucuz, mutfak masasına sığan bilgisayarlar hayal etmektedir. Intel'in trafik ışığını

kontrol etmeyi düşündüğü işlemciyle yapılan Altair, daha sonra Apple ve IBM'in kişisel

bilgisayarı bu hayalin ürünüdür. Otoriteye kuşkuyla yaklaşan, ademi-merkeziyet tasarımları

savunan hackerlar bilgisayarı herkes için bir teknoloji haline getirmekle de kalmayacaklar,

sonraki bölümde göreceğimiz gibi internetin bu yönde gelişimine de yön vereceklerdir.

Hackerlar arasındaki üç ana eğilimi gözlemek mümkündür. Birinci eğilimdeki hackerlar

daha ideolojik motivasyonlara sahiptir. Fakat 1968 hareketleri sonrası toplumsal muhalefetin

geri çekilmesiyle beraber bu eğilimin taşıyıcısı olan hackerlar polisle ve sistemle doğrudan

karşı karşıya geldiği çatışmalardan uzaklaşarak küçük-güzeldir, aşağıdan yukarıya, ademi-

merkeziyetçi söylemleriyle uyumlu teknolojiler geliştirmeye yönelirler. PC, bu söylemlere

uygun bir teknolojidir (age).

Bilgisayarları bir oyun nesnesi olarak görmek, onu incelemekten ve yeniden üretmekten

haz duymak tüm hackerların ortak özelliğidir. Fakat bu hazza yönelim ikinci eğilimde daha

belirleyicidir; hack eyleminin hacker dışında yarattığı sonuçtan çok eylemin kendisi daha

önemlidir. Politik bilincin yokluğundan söz edilemese de bunun ikincil olduğunu söylenebilir.

Siyasi eğilimi ne olursa olsun hackerlar, hack eylemlerinin kaynak kodunun özgür kalmasına

bağlı olduğunu az çok hissedebilmektedir. Enformasyonun özgürlüğüne gereksinimi olduğuna

dair söylemleri kendi pratiklerinden beslenmektedir (age).

Üçüncü eğilim ise hackerların içinden çıkmakla beraber yazılımın metalaşmasını

desteklemekte ve bu nedenle içinden çıktıkları hacker kültürü ile çatışmaktadır. Bu eğilime en

güzel örnek Microsoft'un kurucusu Bill Gates'tir. Gates, daha sonra Microsoft'un ürünü olan

BASIC'i kopyalayan, onu diğerleriyle paylaşan hackerları sert bir dille uyaracak ve onları

hırsızlıkla suçlayacaktır. Gates'e göre yazılımın izinsiz kopyalanması daha iyi yazılımın

geliştirilmesinin önünde büyük bir engeldir. Gates, iyi yazılımın ancak özel mülkiyet

koşullarında geliştirilebileceğini savunur (Moody, 2002).

Bu dönemde, yazılımın metalaşmasıyla beraber yazılımdaki mülkiyet ilişkileri de hızla

değişir. Yeni mülkiyet ilişkileri aşağıdaki gibi oluşmaktadır:

92 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Kullanım ve erişim hakları mülkiyet ilişkisinin temelidir. Mülk sahibi yazılımını kaynak

kodlarıyla beraber başkalarıyla paylaşabilir, başkalarının sadece onu çalıştırmasına izin

verebilir ya da geçici süreli kullanım hakları verebilir. Yukarıdaki şekildeki eşkenar dörtgen,

mülk sahibinin sahip olduğu kaynak üzerinde karar verme hakkına da sahip olduğunu

göstermek için kullanılmıştır. Karar ve kullanım hakkına aynı anda sahip olan mülk sahibi

yazılımın kimler ve hangi şartlar altında kullanılabileceğine karar verir. Mülk sahibi, kaynak

ve ondan elde ettikleri üzerinde değişim hakkına da sahiptir. Mülkün pazardaki değişim

değeri mülk sahibine kaynaklarını bu yönde kullanma yönünde bir motivasyon da sağlar.

Servet etkileri, yani mülk konusu kaynakların değişim sürecine girmesi, metalaşmanın, pazar

için üretimin de temelini oluşturur. Özel mülk yazılım üreten birçok şirket, Microsoft da dahil

olmak üzere, test veya tanıtım amaçlı yazılımlarını sınırlı bir süre ya da işlevlerle ücretsiz

kullandırabilir. Hatta yazılımlarının kullanıcı sayısını arttırıp ağ dışsallıklarından fayda

sağlamak ücretli sattığı yazılımların belirli bir oranda korsan kullanımlarına da göz yumabilir.

Ancak kaynak kodu özenle korunur, paylaşılmaz. Şirketler, kaynağı kullanırken ya da onun

hakkında karar verirken, bunu kişisel çıkarlarına göre yapar. Kaynak üzerindeki karar hakkı,

kişisel çıkarlar toplumca meşru görüldüğü için meşrudur. Yazılımdaki mülkiyet hakları ise

telif hakkı kanunlarıyla korunur. Telif hakkı kanunları ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de

uluslararası sözleşmelerle tanınmıştır.

Yeni mülkiyet ilişkilerinin yaygınlaşması, hack etkinliğini sekteye uğrattığından, hacker

topluluklarının da dağılmasına neden olacaktır.

Özgür Yazılım Hareketi

Levy 1984'de yazdığı kitabında Richard Stallman'ı “Hackerlar'ın sonuncusu”, hızla dağılıp

acı sona doğru ilerleyen hackerlar topluluğunun ilkelerinin yılmaz bir savunucusu olarak

niteler (Levy, 2001). Stallman direnmektedir. 27 Eylül 1983'de attığı mesajda GNU adını

verdiği bir işletim sistemi geliştirmeyi hedeflediğini duyurur. GNU'nun açılımı hackerların

çok sevdiği1 öz yinelemeli (recursive) ifadelerden biridir: GNU is Not UNIX. GNU hem bir

UNIX sistemi olacaktır hem de onun aşılması.

Yazılımdaki mülkiyet ilişkilerinin değişimi ve metalaşma süreci ile çok sayıda hacker

yüksek ücretlerle, özel mülk yazılım geliştiren firmalarda çalışmaya başlar. Stallman'ın da

vurguladığı gibi, her şeyin ölmeye başladığı bir dönemdir.

İşte Stallman'ın mesajı, her şeyin ölmeye başladığı bu tarihsel dönemde atılır. GNU projesi

tam olarak 1984 yılında başlar. Ardından Stallman, yazılımda kaynak kodunun paylaşımının

önemini vurgulayan GNU Manifestosunu kalem alır. GNU Manifestosu özel mülk yazılımlara

karşı radikal bir tavırdır ve büyük bir kafa karışıklığı ile karşılanır (Wayner, 2000). Stallman

hackerlardan gönüllü emeklerinini istemektedir ve manifestodaki gibi bir işletim sistemi

geliştirilebileceğine inananların sayısı son derece azdır.

GNU projesinin amacı UNIX benzeri bir sistem yaratmaktan öte, metalaşma süreci

sonrasında dağılan yazılım paylaşma kültürünü yeniden yeşertebilmektir. Hackerlar projeye

katkıda bulunmaktadır. Ancak Stallman, özgür yazılımı bekleyen önemli tehlikenin

farkındadır. Geliştirilen ve diğerleriyle paylaşılan bir yazılımın özgürlüğü güvence altında

değildir. Örneğin, MIT tarafından geliştirilen X Pencere Sistemi, kullanıcıların tamamen

özgür erişimine açılmıştır. Fakat, bazı şirketler X Pencere Sistemi'ni alıp, onu kendilerine göre

değiştirip, geliştirip özel mülk yazılım olarak satma yoluna gitmiştir. Böylece, kullanıcılara ilk

geliştiricileri tarafından verilen özgürlük, şirketlerce ellerinden alınmıştır.

1 PINE (PINE Is Nearly Elm), LiVES (LiVES is a Video Editing System), JACK (JACK Audio Connection Kit)

vb.

İ. İzlem Gözükeleş 93

Buna karşılık Stallman, var olan telif hakları kanunu çerçevesinde yeni bir yaklaşım

önerir: copyleft. Amaç, özgür olan bir yazılımın özel mülk haline gelmesinin önüne geçmektir.

Temel düşünce, kullanıcıya, diğerlerinin özgürlüğünü engellemek dışında her özgürlüğü

vermektir. Özgür yazılımdaki mülkiyet ilişkileri aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Özgür yazılımda, yazılımın kullanım haklarını belirli bir grubun çıkarları doğrultusunda

sınırlayabilecek herhangi bir kişi ya da kuruluş yoktur. Bu, telif haklarını (copyright) kullanıp

onu copyleft ile olanaksız hale getirerek elde edilir. Geliştirilen herhangi bir yazılım yasalar

gereği telif hakları ile korunur. Ama özgür yazılım, copyleft ile bu hakkı tersine çevirir.

Yazılımı geliştiren şöyle der: “Telif hakları gereğince yazılımda karar hakkı benimdir.

Yazılımın kendisini de kaynak kodunu da dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Ama yazılımı

kendi ihtiyaçlarınızın ötesinde satmak, pazarda değişime sokmak isterseniz benim kurallarıma

uyacaksınız.”

Yazılımın kaynak kodunun sonraki yazılımlar için potansiyel bir üretim aracı olmasından

yola çıkılarak değişime sınırlama getirilir:“Yazılımın kaynak kodlarını değiştirebilir, ona

eklemeler yapıp geliştirebilirsin. Bu geliştirdiğin yazılımı başkalarıyla ücret karşılığı ya da

ücretsiz paylaşabilirsin. Ama bir şartım var: Sana verdiğim hakları geliştirdiğin yazılımda

başkalarına da vereceksin. ”

Özgür yazılım projelerindeki teknik kararlar ile mülkiyet hakkındaki kararlar tamamen

farklı konulardır. Teknik kararlarda farklı mekanizmalar söz konusu olabilir, ama özgür

yazılımda mülkiyet kararları copyleft doğrultusunda gerçekleşir. Teknik kararları beğenmeyen

bir geliştirici ya da kullanıcı aynı kaynak kodunu alıp farklı bir teknik karar doğrultusunda

yeni proje başlatabilir. Dolayısıyla, geliştiriciler arasında zorunlu değil gönüllü bir iş bölümü

vardır.

Özgür yazılımlar kartopu gibi büyürken insanlar özgür yazılımı ihtiyaçları doğrultusunda

kullanırlar, yetenekleri kadar katkıda bulunurlar. Özgür yazılım, özgür yazılımın dayanışma

ve paylaşım değerlerine göre gelişir, bu değerlere paralel toplumsal ilişkiler yaratır. Bu

ilişkilerin içinde yer alan topluluğun üyeleri bilinçlidir ve üretim aracına sahip olmanın

94 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

(kendileri bu şekilde ifade etmese de2) öneminin farkındadır. Özgür yazılım topluluğunun bu

sorumluluk ve bilinci Hardin'in trajedisinin yaşanmayacağının garantisidir.

İnternet ve Linux

Daha önce de belirtildiği gibi GNU projesinin gündeminde tamamen özgür bir işletim

sistemi yaratmak vardır. Bir işletim sistemini hayata geçirmek çekirdeğin, derleyicilerin,

çeşitli editörlerin, metin işleme araçlarının vs. geliştirilmesini içeren oldukça kapsamlı bir

çalışmadır (Stallman, 2009). 1990'da çekirdek dışında işletim sistemi hazırdır ve çekirdeğe

yönelik çalışmalar sürmektedir.

1991 yılında Finlandiyalı bir öğrenci olan Linus Torvalds, DOS kadar ucuz ama UNIX

kadar yetenekli bir işletim sistemi aramaktadır. Aradığını bulamayınca, GNU projesi

tarafından sağlanan araçlarla kendi işletim sistemini yazmaya karar verir. Torvalds'un

çalışması ne AT&T ile ne de Microsoft ile rekabet etmeyi aklına getiren son derece mütevazi

bir çalışmadır. Ancak piyasada bulunan UNIX versiyonları kadar yetenekli bir sistem

geliştirmek şeklinde iddialı bir hedefi de vardır. Torvalds çalışmasını bir oyun ve deney olarak

görmektedir (Raymond, 1999). Bir diğer deyişle, özgür yazılım hareketi gibi toplumsal

kaygıları olmadan sadece hoşça vakit geçirmek ve kendi yeteneklerini geliştirmek

istemektedir. Torvalds'ın hayatını ve kazara nasıl devrim yaptığını anlatan kitabın başlığı da

Torvalds'ın sıkça söylediği gibi, “Sadece eğlence olsun diye” dir (Torvalds ve Diamond, 2001,

ss. 60-64). Bu bağlamda, Torvalds için hack etkinliğinin nesnesi Stallman'da olduğu gibi

toplumsal bir hedef ya da ücretli çalışanlarda olduğu gibi bir değişim değeri yaratmak

değildir. Torvalds, birçok hacker gibi sadece eğlenmek ve kendini geliştirmek istemektedir.

Ama bunu da ancak özgür yazılımlarla yapabilecektir.

Aslında Torvalds'ın çalışmasının çok sıradışı bir yanı yoktur. Dünyanın dört bir yanında

parlak işler yapan parlak öğrenciler vardır; Torvalds da sadece bunlardan biridir. Ancak

Torvalds'ın asıl başarısı ne yaptığında değil, nasıl yaptığında saklıdır. Ucuzlayan internet

erişimi hem hacker sayısını arttırarak hem de onları birbirine bağlayarak Torvalds'ın önüne

eşsiz bir yetenek havuzu sunar. Torvalds'ın kullanıcıyı yazılım geliştirme sürecinin bir bileşeni

olarak gören yaklaşımı Linux'un ve daha sonraki özgür yazılım projelerinin başarısında

önemli bir rol oynayacaktır.

İnternet, hackerların pratiğiyle şekillenmiştir. Hackerların PC'ye olan yaklaşımları İnternet

için de geçerlidir:

1- Ağ mimarisi açık uçlu, merkezsiz, dağıtık ve çok yönlü etkinliğe açık olmalıdır.

2- Tüm iletişim protokolleri ve açık, dağıtık ve değişime uygun olmalıdır.

3- İnternetin yönetişimi, internete gömülü olan açıklık ve işbirliği ruhuna uygun

olmalıdır.

Linux'ta ve sonraki özgür yazılım projelerinde internet, özgür yazılımın gelişimini

hızlandıracaktır.

GNU/Linux sıfırdan geliştirilen bir proje olmasına ve teknik olarak MINIX'ten ve

BSD'den geride olmasına karşın GPL'in sağladığı güvenli mülkiyet ilişkileri nedeniyle çok

daha hızlı ilerlemiştir. Hackerlar, mülkiyet ilişkilerindeki sorunlar nedeniyle bu işletim

sistemlerine değil, GNU/Linux'a yönelmişlerdir. Kısa bir süre sonra da özel mülk işletim

sistemlerine rakip olacaktır.

1992'ye gelindiğinde Linux türeticilerin kullanımına hazırdır. İnternet, hackerlar ve

2 Yazının son bölümünde belirtildiği gibi özgür yazılım hareketinin sözcüleri özgür yazılımı ve telif haklarını

fikri mülkiyet bağlamında tartışmaktan kaçınırlar.

İ. İzlem Gözükeleş 95

kullanıcılar arasında gelişmiş iş bölümlerine zemin hazırlamaktadır. Programcılık bilgisi

olanlar bu bilgileriyle, kimi kullanıcılar kullanım rehberleri hazırlayarak, bazıları test yaparak

başta GNU/Linux olmak üzere özgür yazılımların kullanım değerini arttırmaktadır.

Programcılığın kendisi eğlenceli bir etkinlik olabilir, ama başkaları için bir şey üretmenin

verdiği hazzı da dikkate almak gerekmektedir. Hackerın geliştirdiği yazılımın başkalarınca

kullanılması aynı zamanda yazılımı toplumsallaştırmakta ve çeşitli özgür yazılımlar etrafında

internette örgütlenen geliştirici ve kullanıcı toplulukları oluşturmaktadır. 2000li yıllarda bu

kullanıcı toplulukları, özgür yazılımları yerelleştirerek3 ve kullanım rehberleri hazırlayarak

özgür yazılımların daha geniş kesimlerle buluşmasını sağlayacaktır.

Açık Kaynak Kod

Stallman, Marxist ya da sosyalist değildir. Komünist olmadığını bazı yazılarında özellikle

ifade etme gereği duyar. Bilişimsel, fiziksel varlığa sahip olmayan, ürünlerin mülkiyet

ilişkileri kapsamında değerlendirilemeyeceği görüşündedir. Bilişimin ayrıksılığı

(informational exceptionalism) olarak adlandırılan bu görüş hackerlar arasında oldukça

yaygındır. Ademi merkeziyetçi, kaynakların paylaşımına ve işbirliğine dayalı pratikler,

bilginin özel mülkiyet kapsamında değerlendirilemeyeceğine dair bir bilinç de oluşturmuştur.

Bilginin ağlarda özgür akışını savunanların temel tezi sanal dünyada, maddi dünyada olduğu

gibi bir kıtlık olmadığı, herhangi bir ürünün sıfıra yakın bir maliyetle çoğaltılabildiğidir.

Bunun karşıtını, fikri mülkiyeti, savunanlara göre ise kopyalamanın marjinal maliyeti sıfıra

yakın olsa da ilk yaratım sürecinin maliyeti yüksektir. Dolayısıyla yaratıcı yetenekler

konusunda bir kıtlık vardır ve bir teşvik olmadan bir fikir ürünü yaratılamaz. Telif hakları

(copyright) ve patentler bu kıtlığı aşmak için gereklidir.

Özgür yazılım ve özgür kültür hareketleri, telif haklarını ve patentleri mülkiyet

bağlamında tartışmaktan kaçınır. Onlara göre telif hakları (ya da patentler) bir mülkiyet

sorunu olmayıp devlet, hak sahipleri ve vatandaşlar arasında bir politika sorunudur. Mülkiyet

sorunsalı ısrarla reddedilir ya da görmezden gelinir. Fikri mülkiyet kapsamında tartışılması

gereken konular özgürlük, insan hakları, düzenleme, politika çerçevesinde değerlendirilir.

Buna karşı akla gelen ilk eleştiri, mülkiyetin de bir politika olduğudur. Ancak bu hareketlerin

sözcülerinin yazılarında politikanın ne anlama geldiği sorusuna yanıt aramak boşunadır.

Çünkü mülkiyet yerine politika kavramının tercih edilmesi detaylı bir analize dayanmaz;

tamamen stratejik bir karardır. Doğal bir hak olarak kabul edilen özel mülkiyetin Amerikan

toplumundaki yeri düşünüldüğünde bu strateji daha rahat anlaşılabilir. Stallman, patentlerin

mülkiyet ilişkileri çerçevesinde tartışılması durumunda patentlere gerçekte karşı olanların bile

özel mülkiyet hakkının etkisi altında kalabileceğini belirtir (Pedersen, 2010).

Stallman bu açıdan haklıdır. Ancak sanal dünya olarak adlandırılan olgunun son derece

maddi temelleri vardır. PC'ler ortaya çıkmasaydı ve bilgisayar fiyatları ucuzlamasaydı, ağ

sadece üniversite ve araştırma laboratuvarlarıyla sınırlı kalsaydı, bugünkü gibi bir sanal dünya

oluşamayacaktı. Ya da bugün internet altyapısını kontrol eden güçler oldukça bilginin özgür

akışı da tehlike altındadır. Ağın fiziksel alt yapısını sağlayanlar bilginin özgür akışını

engelleyecek güce de sahiptirler. Fiziksel ve sanal diye iki bağımsız dünya yoktur. Sadece

özel mülkiyet çitlerinin henüz belirmediği bir zamanların sanal dünyası vardır.

Özgür yazılım hareketi kendini nasıl ifade ederse etsin, özgür yazılımı ister politika isterse

mülkiyet olarak görsün, son derece başarılı bir şekilde yazılımda üretim araçlarının (kaynak

kodunun) kamusal mülkiyetini sağlamıştır. Özel mülkiyeti tartışmak, özellikle Amerikan

kamuoyunda yanlış anlaşılmalara neden olabilecek bir konudur. Çünkü özgür yazılım

yazınına baktığımızda bir yanda özel mülkiyetle ilişkili Amerikan özgürlük ideallerini, diğer

3 Yazılımı farklı dil ve kültüre uyarlamak.

96 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

yanda Amerikalılar için hiç güzel şeyler çağrıştırmayan, mülkiyetin ve özgürlüklerin devletin

kontrolünde olduğu komünizmi görürüz. Bunun aşılması Amerikalılar için pek kolay değildir.

Son kertede özgür yazılımla özel mülk yazılım arasındaki fark üretim araçlarının

toplumsal ve özel mülkiyeti arasındaki fark olsa da projeye katkıda bulunan hackerlar farklı

güdülerle hareket ederler.

Herkes Stallman gibi özel mülkiyetin toplumsal ilişkilerde yarattığı olumsuz etkiye karşı

koyma güdüsüyle hareket etmemektedir. Bazıları için özgür yazılıma katkıları, sadece günlük

işlerinin bir gereğidir. Bazılarının katkı koyma nedeni sadece programcılığı eğlenceli

bulmalarıyken, bir kısmı ise koydukları katkılarla ün sağlayıp gelecekteki kariyerlerine parlak

başarılar eklemek ister. Önemli bir kısım programcı ise sadece teknik bilgisini geliştirmeyi

hedefler. GNU projesi heterojen bir yapıya sahiptir. Fakat GPL sayesinde tüm katkılar

birikmektedir. Bugün özgür yazılıma katkı koyan bir hacker, yarının özel mülk yazılım

geliştiren iş adamına ya da bir bilişim tekelinin ücretli çalışanına dönüşse de GPL, eklenen

kaynak kodunun toplumsal mülkiyetini garanti altına alıp gelecek hackerlara bu toplumsal

mirası aktarılmasını sağlar.

Geliştirilen yazılım, açıkça özel mülk yazılımlara meydan okuyacak kadar yetkindir,

ancak projenin lideri FSF'nin söylemi kapitalizmin temelleri olan özel mülkiyet ve rekabet ile

çelişmektedir. Tarihte daha önce de kapitalizme karşı mücadele eden toplumsal hareketler

olmuştur. Ama şimdi ilginç bir durum söz konusudur: Özgür Yazılım aynı zamanda kapitalizm

içinde bir iş stratejisi haline gelmiştir. Tabi bunda ABD ekonomisinin içinden geçtiği dönemin

de payı büyüktür.

1990’ların ikinci yarısı ABD ekonomisi için sıradışıdır. 1970’lerden beri devam eden

durgunluk son bulmuş, ABD ekonomisi büyümeye başlamıştır. Üstelik bu büyüme işsizlikte

ve enflasyonda yaşanan düşüşlerle beraber yaşanır. Söz konusu durum, özgür yazılıma dair iş

stratejilerinin gelişmesine de uygun bir ortam sunar. İnternet, hızla araştırma

laboratuvarlarından, üniversitelerden toplumun en geniş kesimlerine yayılmaktadır. Kuşkusuz

bu gelişmenin ardında interneti kendi amaçları için şekillendirmeye çalışan şirketler de vardır.

İş dünyası interneti dönüştürdükçe, internet de iş dünyasının dinamiklerini değiştirir. Daha

önemlisi, hackerlar bu dönemde iş adamlarına dönüşmeye başlar (Castells, 2001). Öyle bir

döneme girilmiştir ki, üniversitelerinden mezun olan genç hackerlar, üniversiteden edindikleri

özgür yazılım deneyimini, araçlarını yazılım endüstrisine taşırlar. Elbette ki bu süreçte

hackerlar toplumsal kaygılarla hareket etmemektedir. İş hayatına en iyi bildikleri şeyi

taşımaktadırlar: özgür yazılımı. Yanlarında getirdiklerinin teknik olarak üstün araçlar

olduğundan şüpheleri yoktur (Dibona vd., 1999).

Yeni doğan bu girişimci kültürü, içerisinde hacker kültürünü barındırsa da temeli doğal

olarak kâr etmektir. Dolayısıyla FSF'nin söylemindeki anti-kapitalist tonlar rahatsız edicidir.

Örneğin, Stallman, teknik bir kitap olmasına rağmen başına özgür yazılım felsefesini

açıkladığı bir bölüm koyduğu GNU Emacs Kullanım Kılavuzu'nu bastıracak yayıncı bulamaz.

Bilginin kopyalanmasını ve paylaşılması vaaz eden bir kitap, yayıncının kendi bindiği dalı

kesmesidir ve hiç bir yayıncı buna yanaşmadığı için Stallman kitabını kendisi basar (Tiemann,

1999). Bunun Stallman için bir önemi yoktur; o tamamen etik değerlerle hareket eden

birisidir. Fakat bu değerler bazıları için özgür yazılımın aşil topuğunu da oluşturmaktadır.

Microsoft'un CEO'su Ballmer yaptığı açıklamalarda GNU'yu toplumdaki mülkiyet ilişkilerine

zarar veren bir kanser olarak tanımlar (Moody, 2002).

Bu problemin üstesinden gelmek isteyen özgür yazılım dünyasının tanınmış isimleri

1997'de Kaliforniya'da bir araya gelirler. Katılımcılar arasında Eric Raymond'dan Tim

O'Reilly'e kadar çok sayıda tanınmış isim olmasına karşın Stallman davetli değildir.

Katılımcıların temel düşüncesi FSF'nin anti-kapitalist söyleminin iş dünyasının özgür

İ. İzlem Gözükeleş 97

yazılıma yakınlaşmasının önündeki en büyük engeli oluşturduğudur. Bu nedenle önce özgür

yazılımın adı değiştirirler. Artık onun adı Açık Kaynak Kod'dur. Ayrıca etik değerler ve

özgürlük üzerine kurulu söylem hemen terk edilmelidir. Bundan böyle temel argümanları

teknik üstünlük, bir yazılım geliştirme metodu olarak açık kaynak kod ve açık kaynak kodlu

yazılımların firmalara getireceği kârlılık olacaktır.

Aslında ne Stallman ne de FSF iş dünyası ile ilişkilere karşıdır. Hatta Stallman hayatını

özgür yazılımdan kazanır; FSF GNU projesini bu şekilde finanse eder. Özgür yazılım, iş

dünyasının dikkatini 1990’ların ikinci yarısından sonra çekmiş olmasına rağmen özgür

yazılım iş modelleri uzun süredir vardır. Özgür yazılımın temeli şu şekilde özetlenebilir:

“Programcılardan yetenekleri ölçüsünde katkı almak ve onlara ihtiyacı olan araçları

sağlamak”. Özgür yazılım iş modellerinin temeli ise, “özgür yazılım lisansı dışına çıkmadan,

firmaların ihtiyacı olanlara belirli bir ücret karşılığında hizmet sunması”dır. Örneğin herhangi

bir özgür yazılımı kurmak için yeterli bilginiz yok ya da onu değiştirip kendi ihtiyaçlarınıza

uyarlayacak programcılık bilgisine sahip değilsiniz. Bu durumda istediğiniz hizmetin ücretini

ödersiniz. Firma kesinlikle toplumsal mülkiyete el koyamaz, sadece bir artı değer sağlayıp

bunun karşılığını alır; bu artı değer kaynak kodu niteliğindeyse toplumsal mülkiyete katkıda

da bulunmuş olur.

Red Hat firmasının iş modeli bu yöndedir. Kurulumu ve kullanımı teknik bilgiden yoksun

kullanıcı için zor olan GNU/Linux'u, herkesin kullanabileceği kolaylığa getirdiler. Firmalara

sundukları 7X24 hizmetle para kazanırlar. Bu iş modelinde “kullanım hakkı lisansı” satılmaz;

sadece hizmet satılır. Red Hat sunduğu hizmetlerle kısa bir sürede kullanıcılar kadar büyük

bilişim şirketlerinin de güvenini kazanır. Önceden sadece Microsoft'u ya da büyük UNIX

firmalarını dikkate alarak ürün geliştiren Oracle, IBM ve HP gibi şirketler artık Red Hat'ı da

muhatap almaya başlar.

Ayrıca hackerlar her işi zevkle yapmaz. Zorlu bir teknik problem hackerlar için

çekiciyken, monoton ya da teknik bir derinlik içermeyen (örneğin grafiksel kullanıcı arayüzü

hazırlama gibi) işler hackerlar için çekicilikten yoksundur. Firmalar teknik açıdan üstün ama

kullanışlı olmayan bu tarz yazılımlara yaptıkları eklemelerle onları kullanışlı hale getirirler.

GPL nedeniyle bu eklemeler de özgür yazılım olmak zorundadır. Bu nedenle firmaların

katılımı özgür yazılımı zenginleştirecek, daha geniş kesimlere açacaktır.

İş dünyasının özgür yazılıma ilgisi bununla da sınırlı kalmaz. Geçmişte özel mülk

yazılımdan para kazanan, ama Microsoft'un karşısında tutunamayanlar da stratejilerinde köklü

değişikliklere giderler. Netscape 1998'de kaynak kodunu kamuya açacağını ilan eder

(Hamerly vd., 1999). Aynı zamanda IBM, kendi web sunucusunu rafa kaldırıp yatırımlarını

Apache Web Sunucusu'na yapmaya başlar (Moody, 2002). Anca daha şaşırtıcı olanı,

Microsoft'un bu gelişmelere sessiz kalmayıp 2001 yılında Kaynak Kodu Paylaşım Lisansı'nı

duyurması olur. Microsoft yaptığı açıklamada 'açık kaynak dünyasındaki' olumlu deneyimleri

bünyesine katmaktan çekinmeyeceğini duyurur.

Bu şirketler özgür yazılım dünyasına katıldıkça, özgür yazılımın dinamikleri de değişmeye

başlar. Şirketler yeni projeler başlatırlar. Sonuçta, kendini lisanslarda gösteren mülkiyet

ilişkilerinde önemli değişimler yaşanır. Özgür yazılım firmaları ile özel mülk yazılım

geliştiren firmalar arasında bir yakınsama oluşur. Bazı firmalar, kullanıcılara kaynak kodunu

değiştirme ve paylaşma olanağını vermesinin yanında yazılımın özel mülk haline gelmesine

izin veren açık kaynak kod lisansları olarak adlandırılan lisansları tercih etmeye başlar. Bu

lisanslara göre firmalar, hackerlar tarafında geliştirilmiş kaynak kodunu alıp üzerine

eklemeler yaptıktan sonra bu kaynak kodunu özel mülk haline getirebilmektedir. Özel mülk

yazılım üreten firmalar ise yine aynı lisans yaklaşımıyla yeni iş modelleri kurarlar (Smith,

2002). Kapitalizmle kurulan yeni ilişkiler çerçevesinde yeni lisanslar oluşurken, bilginin

98 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

sürekli toplumsal birikimini güvence altına alan GPL, gerek bazı açık kaynak kod sözcüleri,

gerekse de Microsoft tarafından istenmeyen lisans ilan edilir. Açık kaynak koda ilgisini olumu

cümlelerle ifade eden Microsoft, sık sık GPL ile arasındaki çelişkinin uzlaşmazlığına işaret

eder (Lessig, 2002). Bu nedenle, bazı şirketler, kendi geliştirdikleri yazılımlarda hackerların

desteğini alabilmek ve daha sonra bu hacker katkıları da dahil olmak üzere yazılımı bir bütün

olarak özel mülkleştirmek için açık kaynak kod lisanslarını kullanmayı tercih ederler. Ancak

hackerlar ve özgür yazılımlara gönüllü destek veren kullanıcılar şirketlerin bu stratejilerine

çoğunlukla kuşkuyla yaklaşacaklardır. Yazılımın GPL ile lisanslanıp lisanslanmadığı şirketin

samimiyetinin göstergesi olarak algılanacaktır.

Özgür yazılım ile açık kaynak kod arasındaki çelişki, özgür yazılımın tarihsel gelişiminin

anlaşılabilmesi için gerekli temel noktalardan biridir. Özgür yazılım dünyasında yaşanan bu

ayrışma bir bakıma özgür yazılımın kapitalizm tarafından asimilasyonudur. Açık kaynak kod

taraftarları için “özgürlük” kelimesi bile iş dünyasını rahatsız edebileceğinden sakıncalıdır

(Dibona vd., 1999). Açık kaynak koddaki açıklık onlar için teknik üstünlüktür, hızdır ve

elbette ki kardır. Richardson'un (2001) belirttiği gibi açık kaynak kod, iş dünyası için

ehlileştirilmiş özgür yazılımdır.

Stallman (2002) bu ayrımı 68 kuşağında yaşanan ayrımlarla karşılaştırır. Bu dönemde

örgütler, aynı hedefi gütmelerine karşın uygulanacak stratejinin detayları yüzünden

birbirlerine düşer ve karşı tarafı düşman olarak görmeye başlardı. Özgür yazılım ve açık

kaynak kod arasındaki ilişki bunun tam tersidir. Her iki tarafın da farklı hedefleri vardır; ama

toplumsal pratikleri ile aynı yolda karşılaşırlar. Birbirlerinin projelerine destek verirler. Açık

kaynak kodun sözcülerinin söylemlerine rağmen bir çok hacker yine GPL'i tercih edecektir.

Fakat bu demek değildir ki aralarındaki ilişki pürüzsüzdür. Bazı kritik durumlarda iki taraf

farklı tepkiler gösterir. Örneğin, Linux çekirdeğinin geliştirilmesi sürecinde Torvalds kaynak

kodunun kontrolü için özel mülk bir yazılımı tercih ettiğinde özgür yazılım taraftarları bunu

kabul edilemez bulmuştur. Torvalds'ın ve açık kaynak kodçuların yanıtı ise her zamanki gibi

açıktır: özel mülk yazılım daha üst teknik düzeye sahipse kullanırız. Yazılımın sahibi

Bitkeeper yazılımı bedava verir. Ama bir şartla: Benim yazılımımı kullanan programcılar,

bana rakip bir yazılımın geliştirilmesinde çalışamazlar (Williams, 2002). Torvalds bu şartı

kabul etmiştir, ancak tarih herhangi bir firmanın inisiyatifine güvenilemeyeceğini bir kez daha

gösterir ve daha sonraki süreçte özgür yazılımcılar haklı çıkarlar.

Bir diğer sorun, Stallman'ın Linux adının yanlışlığını, onun GNU/Linux olmasını

belirtmesiyle yaşanır. Stallman, Linux'un sadece çekirdek olduğunu, işletim sisteminin doğru

adının GNU/Linux olması gerektiğini söyler. Torvalds ve açık kaynak kodçular buna itiraz

ederler. Gerekçeleri, var olan işletim sisteminde GNU araçları dışında araçların da olduğudur.

Daha sonraki tartışma popüler bir GNU/Linux masaüstü ortamı olan KDE konusunda

yaşanır. KDE'yi geliştiren Trolltech firması, KDE'de özel mülk yazılım kullanmaya karar

verdiklerinde karşılarında yine özgür yazılımcıları bulur. Özgür yazılım taraftarları, firmayı

uyarır, ancak bu uyarı dikkate alınmayınca KDE'ye rakip olarak GNOME masaüstü ortamını

geliştirmeye başlarlar. KDE geri adım atmak zorunda kalır. Özgür Yazılım taraftarları aynı

kararlılığı Java programlama dili konusunda da gösterir. Sun firması Java'nın GPL ile

lisanslanmasına yanaşmayınca Java'nın özgürleştirilmesi için GNU kapsamında bir proje

başlatılır. Proje neredeyse tamamlanmak üzereyken Sun, Java'yı GPL ile lisanslamaya karar

verdiğini duyurur.

2000 sonrasında bilişim sektöründe yaşanan iflaslarla özgür yazılım ya da açık kaynak kod

iş modeline sahip firmalardan bir kısmı da sahneyi terk eder. Fakat bu sefer de bayrağı

hükümetler alır. Almanya'da, Fransa'da, Brezilya'da, Singapur'da ve Çin'de GNU/Linux'a

geçiş projeleri ortaya çıkmaya başlar. Bu ülkeler, bilişim teknolojilerindeki geç kalmışlıklarını

İ. İzlem Gözükeleş 99

özgür yazılım çözümleriyle giderme yolunu seçerler. Bazı ülkeler var olan GNU/Linux

dağıtımlarından birini kendine uyarlamaya çalışırken (Fransa-Mandrake, Almanya-SUSE)

bazıları da kendisi için farklı dağıtımlar (Çin-Red Flag, Türkiye-Pardus) geliştirir. Başta

Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere birçok ülkede, bilişim sistemlerinin birlikte

çalışabilirliğini (bir sistemin ya da sürecin, ortak standartlar çerçevesinde bir diğer sistemin ya

da sürecin bilgisini ve/veya işlevlerini kullanabilme yeteneği ) sağlamak için düzenlemeler

yapılır. Bu düzenlemeler, özgür yazılımların kamu kurumlarında kullanımının önünü ve

bunun sonucunda yeni özgür yazılım firmalarının önünü açar. Yazılım tekelleri için

yazılımlarının bireysel korsan kullanımı çok büyük sorun değildir. Korsan yazılım kullanan

bir kullanıcı kamu kurumları lisanslı yazılım kullandığı için bunun ücretini vergileriyle

dolaylı olarak ödemektedir. Ancak kamu kuruluşlarının özgür yazılıma geçmesi ve açık

standartları kabul etmesi yazılım tekelleri için ciddi bir sorundur.

Günümüzde ise artık özgür yazılım kendini ispatlamıştır. Android tabanlı telefonlardan

yüksek hızlı trenlere, süt sağma makinelerinden CERN'daki bilgisayarlara kadar özgür

yazılım her yerdedir.

Sonuç

Özgür yazılım tarihindeki bu kısa gezintinin ardından yazının başında sorulan soruları

yanıtlayabiliriz.

Özgür yazılımın başarısı rastlantı mıdır ve sürdürülebilir mi?

Teknoloji bir mücadele alanıdır ve hackerlar bilişim teknolojilerinin gelişimine müdahale

etmemiş olsaydı bugün yalnız özgür yazılım değil, birçok teknoloji de olmayacaktı. Hackerlar

PC'yi geliştirirken ve geliştirdikleri yazılımlarla interneti oluştururken bilişim teknolojilerinin

farklı bir yönde gelişimine neden oldular. Enformasyon, kendi öyle olmak istediği için değil,

hackerler enformasyonun özgür olması gerektiğine inandıkları ve bunun için mücadele

ettikleri için özgür oldu. Özgür yazılımın sürdürülebilirliğini de fikri mülkiyet hakları

alanındaki mücadele belirleyecek.

Dolayısıyla, mülkiyet ilişkilerinde herhangi bir değişim özgür yazılım ilişki ağını

doğrudan etkileyecektir. İsveç Korsan Partisi ile FSF arasındaki telif hakları tartışması ilginç

ve de öğreticidir. İsveç Korsan Partisi, seçimlerde %7.1 oy olarak İsveç'i Avrupa

Parlamentosu'nda 18 kişiyle temsil etme hakkı kazandıktan sonra telif haklarında bir reform

önerir. Korsan partisinin önerisine göre telif haklı bir çalışma beş yıl sonra kamu malı haline

gelecektir. Özgür yazılım hareketi bu öneriye karşı çıkar. Çünkü beş yıl sonra bir özgür

yazılım kaynak kodlarıyla beraber telif hakkından muaf olduğunda özel mülk yazılım

geliştiren firmalarca özgür yazılımcıların birikmiş emeğine el konulup, özel mülk haline

getirilebilecektir. Fakat özgür yazılım hareketi, özel mülk yazılımlar kaynak koduyla beraber

dağıtılmadığı için aynı fırsattan hiçbir zaman yararlanamayacaktır. Özel mülkiyetin kanunları,

yazılımdaki kamusal mülkiyetin güvencesi haline gelmiştir. Bu nedenle, özel mülk yazılım

tamamen ortadan kalkmadığı sürece telif haklarında kullanıcı haklarına yönelik bir iyileşme

özgür yazılıma zarar da verebilir.

Bilişim tekelleri son yıllarda mülkiyet ilişkilerini yeniden yapılandırmayı hedefleyen, telif

haklarını aşan daha radikal stratejiler peşindedir: Patentler ve DRM (Digital Restrictions

Management – Sayısal Kısıtlamalar Yönetimi).

Telif hakları herhangi bir fikrin sunuş biçimiyle ilgilidir ve “edebi ve sanatsal çalışmalar”

gibi yazılımlar da telif hakları kapsamında değerlendirilir. Aynı fikrin birbirinden bağımsız

olarak ifade edilmesi açısından bir engel yoktur. Bir yazılımdaki fikri başka bir şekilde

kodladığınızda telif haklarını ihlal etmiş olmazsınız. Patentler ise fikrin kendisinin mülkiyeti

ile ilgilidir. Bilişim tekelleri algoritmaları ve iş metotlarını (Amazon’un aldığı ‘tek tıkla

100 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

alışveriş’ gibi) patentlerle koruma altına almak istemektedir. Patentler, özgür yazılımın

gelişimini engelleyebilmektedir. Örneğin, internet üzerinden özgür iletişim olanağı sağlayan

ileri şifreleme araçları GnuPG örneğinde olduğu gibi patent sorunları nedeniyle uzun bir süre

geliştirilememiştir. Ayrıca Avrupa'da gerçekleşen patent savaşındaki taraflara da dikkat etmek

gerekir. Özgür yazılımın destekçisi IBM, Microsoft ile aynı saftadır ve patentleri

desteklemektedir. Özgür yazılım taraftarları ise sokak eylemleri dahil etkin bir kampanya

yürütmektedirler. IBM, sahip olduğu patentlerin bir kısmını özgür yazılım geliştiricilere

bağışladığını duyurmasına rağmen patent savaşı, özgür yazılımcılarla uluslararası şirketler

arasındaki ilişkinin kırılganlığını göstermesi açısından önemlidir.

DRM ise tek bir teknolojik ürün olmayıp sayısal içeriğin, satış sonrasında da kullanımını

kısıtlamayı ya da kontrol etmeyi hedefleyen teknolojilerin genel adıdır. Medya tekelleri,

bilişim teknolojileri öncesindeki iş modellerini korumak istiyorlar. Bilişim teknolojilerinin

kullanımından önce, içeriğin kopyalanması ve dağıtımı son derece sınırlıydı. Şimdi eski

günlerin özlemi ile sattıkları enformasyonun sonraki dolaşımını, DRM ile kontrol etmeye

çalışıyorlar. Yazılım tekelleri ise donanım üreticileriyle işbirliği yaparak donanımı sadece

kendi yazılımlarını çalıştıracak şekilde kısıtlamaya çalışıyorlar.

Patentler hukuksal olarak, DRM ise teknolojik olarak yazılımdaki mülkiyet ilişkilerini

yeniden düzenlemek istemektedir. İkisi de hackerın üretim özgürlüğü için, dolayısıyla da

özgür yazılımların sürekliliği için birer tehdittir. Kendini ister özgür yazılımcı isterse de açık

kaynak kodcu olarak ifade etsin hackerlar patentlerin ve DRM'in hack etkinliğini, dolayısıyla

da kendi varlıklarını, tehdit ettiğinin farkındadır. Bunun dışında, bilişim teknolojileri giderek

daha çok günlük hayatımızın bir parçası olmasına rağmen birçoğunun işlevleri üretici

firmalarca kısıtlanmıştır. Teknolojinin yeniden üretilmesinin, hack etkinliğinin, karşısına

önemli teknolojik engeller de çıkarılmaktadır.

İkinci sorumuz ise insanların doğrudan maddi bir karşılık elde etmeksizin neden özgür

yazılım geliştirip boş zamanlarında çalışmayı tercih ettikleridir?

Sorunun arkasında yatan düşünce ise günümüzde insanların çalışmaktan hoşlanmadığı ve

ondan kaçındığıdır. Bu nedenle, hackerları tartışmadan önce insanın neden çalışmaktan

hoşlanmadığını sorgulamak gerekir. Kapitalizmde işin kendisi bir gereksinim değildir; iş

başka gereksinimlerin bir aracı haline gelir. Fazla mesaiye kalan ücretli bir bilgisayar

mühendisi de gece yarısı bilgisayar başında eğlence arayan bir hacker da yazılım

geliştirmektedir. Birincisi işi bir dayatma olarak algıladığından bir an önce bilgisayar

başından kalmak isteyecek, diğeri ise biraz daha ayakta kalıp çalışabilmek için kahve

içecektir. Bu bağlamda iş kapitalizmde insanı tüketen bir etkinlikken, özgür yazılımda insanı

özgürleştiren ve geliştiren bir etkinliktir. Hacker için hack etkinliği hangi amaçla yapılırsa

yapılsın (bir yazılımın ya da donanımın nasıl çalıştığını öğrenme, herhangi bir teknoloji

konusunda tecrübe sahibi olma, para kazanma, topluma faydalı olma, ün kazanma) hacker

etkinlik sonucunda güçlerinin gelişimini tadar. Özgür yazılımın gizemi hackerların

amaçlarından çok etkinliğin kendisinde saklıdır.

Özgür yazılım, hackerların gerçek çıkarlarının somutlanmış halidir. Bir projedeki mülkiyet

ilişkilerindeki herhangi bir kısıtlama hackerları projeden uzaklaştıracağı gibi hack etkinliğinin

ön koşulu olan üretim araçlarına erişim hakkının kısıtlanması/sınırlandırılması hack

etkinliğini engellediğinden hackerın varlığını da, özgür yazılımın geleceğini de tehdit

edecektir.

Fakat özgür yazılım hareketi, özgür yazılımı hackerların hackerlar için yaptığı bir yazılım

olarak görmez. Günümüzde tüm bilgisayar kullanıcılarının birbirine bağlandığı düşünülürse

hackerların özgürlüğü, diğer kullanıcıların özgürlüğü ile ilişkili olduğu görülecektir. Örneğin,

internette özel bir standardın yaygınlığı hackerları da aynı standarda uymaya zorlayacaktır.

İ. İzlem Gözükeleş 101

Bu nedenle hackerlar, bilgisayar kullanıcılarını açık standartlar, DRM, patentler konusunda

bilgilendirirler (http://www.defectivebydesign.org/); bilginin özgür akışı için kullanıcıları

gözetime ve sansüre karşı kullanıcılar için yazılımlar geliştirirler (https://prism-break.org/tr/).

Şirketlerin, kapitalizmde özel mülkiyetin kutsallığına karşın neden yazılımda çitleri

kaldırmayı kabul ettiğine gelince...

Kapitalizmde çalışma saatlerinin arttırılması sömürüyü arttırmanın en temel yollarından

biridir. Bugün çok sayıda hacker ve özgür yazılım gönüllüsü ücretsiz olarak bir kullanım

değeri yaratmaktadır. Özel mülk yazılım firmaları için değil ama donanım ve hizmet satan

firmalar için bu eşsiz bir fırsattır. Ayrıca firmalar, özgür yazılım hackerları bünyelerine

kattıklarında bile yalnız bedenen değil, ruhen de kendini yaptığı işe veren, mesai kavramı

olmayan çalışanlara ve sömürüyü derinleştirme olanağına kavuşur. Özel mülk yazılım

geliştiren bir programcı için yazılım sadece karşılığında ücret alacağı bir iş iken hackerlar için

ise gönüllü ve kendilerini bütünüyle verdikleri bir etkinlik olmaktadır. Ayrıca yenilikçi bir

kod, hackerlar arasında hızla yayılmakta ve kodun daha yenilikçi fikirlerle zenginleştirilmesi

hızlanmaktadır (Söderberg, 2007, s. 26).

Buna karşın bilindik anlamda bir sömürüden bahsedemeyiz. Hackerın geliştirdiği yazılım

GPL ile lisanslanmışsa, ürüne başkalarını dışlayıcı şekilde el konulması olanaklı değildir. Bu

nedenle, kişinin çalışmasının ürünlerinin kendine karşı yabancı bir güç haline gelmesi söz

konusu değildir. Oracle'ın Sun'ı almasından sonra daha önce Sun tarafından yönetilen iki

özgür yazılıma, MySql veritabanına ve OpenOffice'e, yönelik müdahaleleri hackerlar

tarafından hoş karşılanmadı. Hackerlar kaynak kodlarını alarak MySql'e MariaDB,

OpenOffice'e LibreOffice adını verdiler ve kendilerine Oracle'dan bağımsız bir yol çizdiler.

Dolayısıyla, şirketler kendi ücretli çalışanlarını özgür yazılım projelerinde görevlendirseler de

özgür yazılıma el koyma gibi bir şansları olmamaktadır.

Özgür yazılım ister istemez Marx'ın Kapitalde anlattığı Bay Peel'in öyküsünü akıllara

getirmektedir. Bay Peel, 50000 Sterlinlik üretim ve geçim aracıyla, 3000 kişilik işçi sınıfıyla

Batı Avustralya'daki Swan Nehri'ne doğru yola çıkar. Gideceği yere vardığında yanında hiç

kimse yoktur. Çünkü toprağın bedava olduğu bir yerde işçileri, emek güçlerini satmaya

zorlayacak hiçbir neden yoktur. İşçiler Bay Peel'den bağımsız olarak kendi hayatlarını

kurarlar (Marx'tan aktaran Holloway, 2010, s. 27)

Özgür yazılım, en azından şuan için, kapitalizmde ciddi bir çatlaktır.

KAYNAKÇA:

Boyle, J. (1996). Shamans, Software, and Slpeens: Law and The Construction of Information

Society. Cambridge, Mass. : Harvard University Press.

Campbell-Kelly, M. (1995). Development and structure of the international software industry,

1950-1990. Business And Economic History, 24 (2).

Castells, M. (2001). The Internet Galaxy: Reflections on the Internet, Business, and Society.

New York: Oxford University Press.

DeLanda, M. (2001). Open-source: Amovement in search of a philosophy. presented at the

Institute for Advanced Study,

http://www.cddc.vt.edu/host/delanda/pages/opensource.htm. adresinden alınmıştır.

(Erişim tarihi 29 Mart 2014)

102 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

DiBona, C., Ockman, S. ve Stone, M. (1999). Introduction. Open Sources: Voices from the

Open Source Revolution, http://www.oreilly.com/catalog/opensources/book/toc.html

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 31 Ocak 2005)

Engeström, Y. (1999). Activity theory and individual and social transformation. Perspectives

on activity theory, Engeström, Y., Miettinen, R. ve Punamaki, R. L. (der.) içinde.

Cambridge: Cambridge University Press. 19-38.

Holloway, J. (2010). Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak, İstanbul: Otonom Yayıncılık.

Levy, S. (2001). Hackers: Heroes of the computer revolution (Vol. 4). New York: Penguin

Books.

Moody, G. (2002). Rebel Code: The Inside Story of Linux and the Open Source Revolution.

New York: Basic Books.

OECD (1985). Software: An Emerging Industry. Information Computer Communucations

Policy, Paris.

Pedersen, J. (2010). Introduction: Property, Commoning and the Politics of Free Software.

The Commoner, (14).

Perens, B. (1999). The open source definition. Open Sources: Voices from the Open Source

Revolution, 1st edition, http://www.oreilly.com/catalog/opensources/book/toc.html

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 31 Ocak 2005).

Raymond, E. (1999). A brief history of hackerdom. Open Sources: Voices from the Open

Source Revolution, 1st edition,

http://www.oreilly.com/catalog/opensources/book/toc.html adresinden alınmıştır.

(Erişim tarihi 31 Temmuz 2005)

Seidel, R. W. (2002). Government and the Emerging Computer Industry. In From 0 to 1: An

Authoritative History of Modern Computing. Akera, A. ve Nebeker, F. (der.) içinde

New York: Oxford University. 189–201.

Söderberg, J. (2007). Hacking Capitalism. Routledge.

Stallman, R. M. (2009). Özgür Yazılım, Özgür Toplum, Richard M. Stallman'ın Seçme

Yazıları. Çev., Serkan Çapkan, İzlem Gözükeleş, Tahir Emre Kalaycı, Çiğdem Özşar,

Birkan Sarıfakıoğlu, Ankara: TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası.

Steinmueller, W. E. (1996). The US Software Industry: An Analysis and Interpretive History.

15–52. MERIT

Tiemann, M. (1999). Future of cygnus solutions: An entrepreneur’s account. Open Sources:

Voices from the Open Source Revolution, 1st edition,

http://www.oreilly.com/catalog/opensources/book/toc.html adresinden alınmıştır.

(Erişim tarihi 29 Mart 2014)

Torvalds, L. and Diamond, D. (2001). Just for Fun: The Story of an Accidental Revolutionary.

HarperBusiness.

Wayner, P. (2000). Free for all: How Linux and the free software movement undercut the

high-tech titans. New York: Harper Business.

Wood, E. M. (1999). The Origin of Capitalism. Monthly Review Press.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

“Söz”ün Ekonomi-Politiği: Finansal Kapitalizmin Yeni

İletişim Gündemi; Sözle Yönlendirme

Gökhan GÖKGÖZ

Özet:

İster 60’ların sonunda yükselen toplumsal hareketler ile ilişkilendirilsin, isterse 70’li yılların

hemen başındaki ekonomik kriz milat olarak alınsın; bu tarihlerin öncesine göre çok daha farklı bir

toplumsal tasavvur içinde yaşandığını ve yine geleneksel olandan farklı bir ekonomik zeminde hareket

edildiğini söylemek gerekir. Finansallaşma kavramı, “yeni zamanlara” özgü bu duruma bütünlüklü

olarak verilen bir yanıt; eş zamanlı bir referansla bu toplumsal ve ekonomik alanın her ikisini birden

kuşatan bir bağdır.

Finansallaşma, finansın ve/veya küresel parasal akışının temel işlemsel değer olduğu bir ekonomik

modeli işaret eder kuşkusuz; ancak bu ekonomik-model, geleneksel bir büyüme retoriğinden farklı

olarak varoluşsal koşullarını toplumsal alanda bulur. Her daim toplumsala gömülmek, toplumsal

aktörlerin beklentilerini yönetmek, ekonominin yeniden üretimi sürecine engel teşkil edebilecek

bilişsel ve/veya ideolojik sınırları/kısıtları aşmak ve en nihayetinde küresel alana bağlanma arzusunda

olan bir ulusal ekonominin gelecek perspektifi ile o ulusal alanda yaşayan sıradan insanların gelecek

kurguları arasında bir bağ kurmak, bu iki perspektifi birbirine paralel hale getirmek, finansal çevrimin

tamamlanmasındaki zorunlu toplumsal uğraklardır. Toplumsal alana, bir ekonomi-politikanın yeniden

üretilmesi noktasında yapılan bu varoluşsal vurgu, önce iletişime genişçe bir yer açar; hemen ardından

toplumsal aktörleri, ekonomi-politikanın alanına çekecek, bireylerin/grupların/sınıfların beklentileri ile

ulusal-parasal hedefler arasında bağ kuracak iletişim stratejilerini ve/veya stratejik iletişim

yöntemlerini gündeme getirir.

Bu gündem doğrultusunda büyüyen en yeni yöntem ise, “sözle yönlendirme”dir. Çalışmada, “sözle

yönlendirme”nin nasıl kavramsallaştırılabileceğine ilişkin literatüre hâkim olan liberal tezlerden farklı

olarak, buradaki “söz”ün ekonomi-politik ve ideolojik içerimlerine görünürlük kazandırılacaktır. Anahtar Kelimeler: Finansallaşma, İletişim, Dil, Söz, Postmodernizm, Postfordizm

Giriş

1970’li yıllar kapitalizmin tarihinde önemli bir uğrağı temsil eder. Kriz, sermayenin kâr

oranlarının düşme eğilimi, üretim ve tüketim arasında devlet üzerinden sağlanan Keynesyen

refah uygulamalarının sermayenin çevrimini sağlamakta yetersiz kalması, yeni bir kapitalist

büyüme retoriğine olan ihtiyacı belirginleştirmiştir. Bu yeni dönem, hiç kuşkusuz, üretimde

kullanılan yeni otomasyon teknolojileri ve esnek istihdam biçimleri üzerinden de okunabilir

ya da çokluğa ve bu çokluğu oluşturan her bir parça arasındaki diyaloğa vurgu yapan bir

kültürel tasavvur üzerinden de değerlendirilebilir. Yani ister daha ekonominin sınırları

içerisinde kalarak çalışma ilişkilerine, üretim teknolojilerine, istihdam biçimlerine, sermaye-

emek arasındaki endüstri-içi ilişkilere şeklini veren “postfordizm” üzerinden bir okuma

yapılsın, ister toplumsal alanın totalleştirilmesine karşı mikro-pratiklere, gündelik hayatlara,

bireysel anlatılara, parçalı toplumsal kimliklere vurgu yapan ve bu kimlikler arasındaki

diyalog üzerinden yeni toplumsal muhayyile imkânı arayan “postmodernizm” üzerinden bir

değerlendirme yapılsın varılan nokta çok da değişmeyecektir. Dolayısıyla bu dönemde

kapitalist gelişme retoriği açısından en önemli gelişme, sadece ekonomi içerisinde değil,

kültürel alanı da kuşatacak biçimde toplumsal hayatın tümünde yeni ve/veya farklı bir

sermaye biçiminin hegemonik liderliği ele almasıdır. Bu sermaye biçimi, finansal sermayedir.

Yard. Doç. Dr., Gaziantep Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü.

104 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Finansal sermaye artık bir yandan ideal bir ekonomik büyüme modelini tarif edip, bu

model içerisinde paranın küresel çevrimini merkezi bir noktaya yerleştirirken; bir yandan da

ulusal ekonomilerin küresel alana eklemlenmek için geçmek zorunda oldukları

“finansallaşma” uğrağının nirengi noktalarını belirler. Buradaki finansallaşma, yalnızca

ekonominin niceliksel diliyle işaret edilebilecek bir kategori değil, toplumun yüzünü

bütünüyle paranın çevrimine dönmesini ifade eden, bütün toplumsal aktörlerin gündelik

pratiklerine sızan, borçluluk üzerinden en marjinal gelir gruplarını bile dışarıda bırakmayan,

niteliksel bir kategoridir. Bu nokta önemli; zira, finansal sermaye, sanayi sermayesinin itici

gücü oluşturduğu geleneksel bir büyüme retoriğinden farklı olarak ön koşullarını toplumsal ve

kültürel alanda bulur. Böylece ekonomi-politik olanla toplumsal ve kültürel olan arasında

varsayılan geleneksel ilişki bir anda bozulur. Ekonominin, kültürü doğrudan belirlediği tezi,

kültürü içine katmadan ekonominin varolamayacağı tezi ile yer değiştirir. Ekonomi ile kültür

arasındaki diyalektik berrak bir görünüm alır; kültür, ekonominin zeminine yerleşiverir. Bu

noktadan itibaren “finansal iletişim”, toplumsal alana gömülme arzusu duyan, toplumsal

alandaki farklı kültürel pratiklere seslenme ihtiyacındaki bir ekonomi-politikanın alet

çantasındaki en önemli araç olarak yerini alır (Gökgöz, 2013a).

“Söz”ün Ekonomi-Politiği

1970 krizi sonrası Bretton Woods sisteminin çöküşü, bu eksende önemli bir tarihsel

gelişmeyi işaret eder. Bu vasıtayla “paranın maddi temeli ortadan kalkmış” (Arın, 2003, s.

575), bir başka deyişle paranın değerini belirleyen altın gibi bir sabite artık gerek kalmamıştır.

Bu noktadan sonra paranın değerlenmesini sağlayacak ve ulusal paranın etrafındaki bir

toplumsal biraradalığı harekete geçirecek yeni bir sabiteye ihtiyaç duyulur. Küresel

düzenleyici aktörlerin önerdikleri ekonomi-politik reçeteler kadar, ulusal düzenleyici

kuruluşların kendi etkinlik alanı içerisindeki toplumsal kadastro ile kurduğu iletişim de bu

noktada büyük önem arz eder. Richard W. Fisher’in, Deng Xiaoping’ten uyarlayarak ifade

ettiği üzere1, artık düzenleyici kuruluşların “…ayaklarının dibindeki ekonominin taşlarını

hissetmeleri ve buna göre devam etmeleri” (Fisher, 2014, s. 8) gerekir. Bu taşlardan en

önemlisini de “toplumsal beklentiler” oluşturur.

Bir toplumdaki bireylerin ekonomik gidişata ilişkin bakış açısı, ekonomik görünüme

ilişkin paylaştıkları anlam, geleceğe dönük beklentileri ve bu doğrultuda gerçekleştirdikleri

pratikler, hem ulusal ekonomik performansın hem de küresel alanda dolaşan paranın o ulusal

alana göstereceği teveccühün önkoşulu haline gelir. Yani finansal bir ekonomi ve sıcak paraya

yaslanan bir büyüme retoriği, toplumsal aktörlerin kültürel-bilişsel özelliklerini dışarıda

bırakarak varolamaz. Finansal iletişim, bireylerin beklentilerine odaklanacak bir kanal olarak

bu noktaya kurulur.

“Beklenti yönetimi” (bkz. Blinder vd., 2008) önemli: Zira, gelişmekte olan ülkelerin

içinde yer aldığı enflasyonla mücadele etrafında şekillenen büyüme retoriği, hedeflenen

enflasyona ulaşma kapasitesi ile toplumsal alan üzerinde hegemonya kurma becerisi arasında

bir paralelliği gerektirir. Yani, bireylerin ekonomik gidişata ilişkin duydukları “güven” (bkz.

Akerlof ve Shiller, 2010, s. 33), enflasyonun aşağı yönlü hareketinin temel işlemsel değeri

olarak kurulur. Uygulanmakta olan ekonomi-politikaya ilişkin toplumsal aktörlerin olumlu

hissiyatı, bir yandan – örneğin – yastık altında tutulan paraların finansal piyasalarla

buluşmasını ve/veya hane halkı gelirlerinin mortgage kredilerine aktarılmasını mümkün

kılarken, bir yandan da ulusal alana girmeye hevesli finansal sermayeye toplumsal risklerden

arınmış bir alan sağlar. Düşük döviz kuru ve yüksek faiz esasında çalışan ulusal para

1 Xiaoping, “Taşları hissederek, nehri geçeceğiz” der. Fisher, buradan yaptığı uyarlamanın bunun özellikle de

merkez bankacılar için geçerli olduğunu belirtir.

Gökhan Gökgöz 105

politikası, ancak bu toplumsal ve ideolojik bağ marifetiyle küresel finansal sermaye ile

buluşur. Finansal iletişim, bu “ideolojik alan”ın hemen yanı başında yer alır (Gökgöz, 2013b).

Bu tarz bir düşünüş, “devlet”e ilişkin yeni bir kavramsallaştırmayı da beraberinde getirir.

Devleti, “monolitik bir blok” olarak değil, “stratejik bir alan” (Poulantzas, 2004, s. 41, 154)

olarak görmeyi gerektirir. Devleti, “ilişkisel” ve “dinamik” (Jessop, 2008) bir yapı olarak

görmek gerekir. Bu tarz bir düşünüş, “iletişim” kavramına “devlet”in alanı içerisinde genişçe

bir yer açar. Nitekim, 1970 sonrası dünyada, 1980 sonrasında da Türkiye’de devlete ilişkin iki

eğilim görmek mümkün: Bunlardan birincisi, finansallaşma sürecinde ekonominin toplumsala

gömülme yönelimini ve bu yönelim içerisinde ulusal devletin merkeziliğinin altını önemle

çizerken; ikincisi, devletin geri çekilmesini, üretimin çekirdeğinden uzak bir yerde

konumlanmasını salık verir. Birbirine – görece – karşıt bu iki eğilim arasındaki denge, ancak

merkez bankası benzeri “bağımsız” düzenleyici kuruluşlar üzerinden sağlanır.

Devletin kurumsal varlığından “bağımsız”, ancak devletin alanı içerisine kayıtlı, devletin

alanına “bağımlı” bir merkez bankası vasıtasıyla hem küresel-finansal sermayenin talepleri

hem yerel toplumsal aktörlerin ihtiyaçları birbirine bağlanır.2 En nihayetinde, geleneksel

olarak “katı” iktisadi sıfatlarla tanımlanan, toplumsal hayatın uzağında “mistik” politika

yapma biçimleriyle tanınan merkez bankası gibi örgütler, üzerinde toplumsal aktörlerin

gezindiği ve enformasyon paylaşımının gerçekleştiği birer kamusal mekân olarak yeniden

kurulur. Kapalı bir bürokratik hiyerarşi içinde dokunan “gizem” perdesi aralanır; politika

yapıcılar ile tüketiciler arasındaki, birincisine zorunlu bir otoriterlik atfeden doğrudan ilişki

kırılır; politika, farklı toplumsal aktörlerin davet edildiği bir sahnenin çıktısı olarak, yine

toplumsal aktörlerin tüketimine sunulur. Finansal piyasalar, “pür” ekonomik süreçlerin

dışından kavranarak “sosyal etkileşimin bir alanı” (Preda, 2007, s. 507) olarak inşa edilir.

Buna göre toplum, farklı beklentilerden, her biri farklı bir kültürel varoluşa denk gelen farklı

yönelimlerden ve dolayısıyla farklı çıkarlardan oluşur. Dolayısıyla piyasa fiyatı, bu farklı

toplumsal konumlanışların ortak ürünüdür. Bu haliyle, postmodernizmin çokkültürlülük

vurgusunun, ekonomi-politikaya tahvil edilmesi gibidir.

Nitekim, finansallaşma sürecinde bir ulusal ekonomik performans için temel ölçüt olan

fiyat istikrarını sağlama çabası, bireylerin bu farklı/parçalı kültürel donanımlarına seslenmek

durumundadır. Finansallaşmanın genel kabullerine bükülen ekonomi-politik yapı, bireylerin

bilişsel yapıları ile iletişim kurabilmelidir. Bu iletişim, hem bireylerin öznel-kültürel

niteliklerine ilişkin belirsizliğin piyasa süreçlerini gölgelemesinin önüne geçmek, hem de

piyasa ile temas eden diğer toplumsal aktörlerin belirsiz bir enformasyon ile karşılaşması

neticesinde beklentilerindeki bozulmayı engellemek noktasında büyük önem arz eder.

Görüldüğü üzere, piyasada sağlıklı bir fiyatın oluşması, derinlikli bir finansal yapının ortaya

çıkması, bireylerin en gündelik düzeyde sürdürdüğü rutinlere, alışkanlıklara, pratiklere

kopmaz biçimde bağlıdır. Yani finansal iletişim, toplumun farklı kesimleriyle yürütülen bir

“diyalog”tur (Nervaj vd., 2006).

Bu diyalog, tercihen yaslanılabilecek bir kurumsal yönelim değil, sürdürülebilir bir

ekonomik büyüme ve fiyat istikrarı için zorunlu bir önkoşuldur. Zira toplumun uzağında inşa

edilen bir para politikasının veya ekonomik hedeflerin kendi başına bir anlamı yoktur; zira

asıl anlam o kurumsal sınırların dışında, toplumsal alanla temas noktalarında kurulur.

Dolayısıyla yalnızca teknik verilere yaslanan, ekonomik açıdan görece “rasyonel” ve

“objektif” kararların alınması yetmez; atılacak adımların nasıl anlaşılması gerektiğinin önce

2 Ekonomistlerin çokça dillendirdiği üzere, FED’in farklı yönelimlere sahip her kararının ardından yönetmeye

odaklandığı “merak etmeyin, ben buradayım” algısı, ancak üretim çekirdeğinin uzağında ama aynı zamanda

ekonominin içinde, devletin kurumsal varlığının uzağında ama aynı zamanda devletin alanının içindeki o

pozisyon ile inşa edilebilir.

106 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

toplumsal aktörlere anlatılması, kurumun rasyonel çerçevesinin, toplumsal aktörlerin görece

irrasyonel eğilimleriyle bağ kurabilmesi, bireylerin subjektif değerlendirmelerinin politika

inşa sürecine katılması gerekir. Bu gereklilikler yerine getirilebilirse, bir başka deyişle

“kodlama” ile “kod açımlama” arasındaki bu denklik kurulabilirse; yani, fiyat istikrarı ve

ekonominin genel gidişatının sekteye uğratmayacak bir “ortak anlam” (Ehrmann ve

Fratzscher, 2007, s. 22) inşa edilebilirse finansal iletişim süreci başarılı kabul edilir.

Finansallaşma süreci de toplumsal alanda inşa edilen bu anlama yaslanır.

Finansal Kapitalizmin Yeni İletişim Gündemi; “Sözle Yönlendirme”

Bu minvalde, 2008 krizi sonrası merkez bankası iletişim politikası araçları içerisinde ön

plana çıkan yöntem; sözle yönlendirme3. Türkiye’de 2006 yılından itibaren açık enflasyon

hedeflemesine geçilmesiyle başlayan ve giderek büyüyen iletişim politikaları gündeminin bir

parçası olan bu yöntem, hem 1990 yıllarda tüm dünyada başlayan şeffaflaşma, katılımcılık,

hesap-verebilirlik, açıklık gibi kavramlar etrafında dönen değişimi yakalamanın hem de

uygulamaya konulacak politikaların hedefleri ve niyetleri konusunda kamuoyunu daha fazla

bilgilendirerek söz konusu politikaların başarı katsayısını attırma çabasının da

merhalelerinden birisidir. Bir başka deyişle, hali hazırda imal edilmiş politika paketlerinin

tüketime sunulması yerine, tüketicilerin üretiminde pay sahibi olduğu politikaların arzulanan

parasal hedeflere daha kolay ulaşacağına dair ve üstelik bu karşılıklılığın tam da içinden

geçtiğimiz “demokrasi” atmosferinde daha insani bir noktaya tekabül ettiğine dair farklı

varsayımlar bu sürecin merhalelerini oluşturur. En nihayetinde tam da Merkez Bankası

Başçı’nın ifade ettiği üzere, nasıl “para, ekonominin çarklarını yağlayan bir katalizör”se,

“iletişim politikası ve sözle yönlendirme (de), merkez bankasının elindeki politika araçlarının

etki gücünü arttıran ve aktarım mekanizmasını yağlayan bir katalizör görevi üstlenmektedir”

(Başçı, 2013, s. 6). Daha normatif bir tanımla, “sözle yönlendirme, merkez bankalarının

ekonomik görünüme ilişkin değerlendirmelerine koşut olarak para politikasının gelecekteki

yönelimini ilettikleri bir iletişim aracıdır (…) gelişmiş bir iletişim biçimidir” (Praet, 2013).

Aslında bu yöntemsel değişimin, FED Başkanı Janet L. Yellen’in (2012) sözlerini biraz

değiştirerek söylersek, herhangi bir teknolojik veya ekonomik gündemdeki değişimden

ziyade, para politikasının nasıl daha etkili hale getirilebileceğine dönük algıdaki bir değişim

olduğunu söylemek mümkün. Zira 2008 krizi ile birlikte özellikle gelişmiş ülkelerde nominal

faiz oranlarının yüzde sıfır sınırına gelmesi, “finansal kriz fiyaskosundan sonra ekonomik

iyileşmeyi teşvik etmek için FOMC’un faiz oranlarını sıfıra yakın bir noktaya getirmesi”

(Fisher, 2014, s. 2) ve ekonomik faaliyeti canlandırmaya yönelik adımlar atılabilmesi için alan

kalmaması, toplumsal alanı eskisinden daha da derinlikli bir biçimde sürece davet etmeyi

gerekli kılmıştır. Yani sözle yönlendirme ile toplumsal aktörlerin faiz oranına ilişkin

beklentilerini aşağı doğru çekmeye, varlık fiyatlarını ve toplam harcamalarını yukarı doğru

itmeye çalışılmaktadır. Buradaki davet, ekonomi-politik resmi tamamlamaya dönük ideolojik

bir çağrıdır. Zira söylendiği üzere, bir merkez bankası “doğrudan ancak kısa vadeli faiz

oranlarını kontrol edebilir” (BBC, 2014). Uzun vadedeki dolayım, ancak merkez bankasının

sözü üzerinde varılan toplumsal mutabakat ile sağlanabilir. Yani “sözle yönlendirme, düşük

kısa dönem faiz oranlarını düşük uzun dönem faiz oranlarına dönüştürmenin bir yoludur.”

Finansallaşma “puzzle”ındaki (Del Negro vd., 2012) toplumsala ilişkin eksik parçayı

tamamlamaya dönük bir çağrıdır. Söylendiği üzere, aslında, “çok sayıda ekonometrik model

3 Bu adlandırma ilk kez Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı tarafından, 24 Eylül 2013

tarihinde Denizli’de gerçekleştirilen Para Politikası Konferansı esnasında İngilizcedeki “forward guidance”

teriminin Türkçedeki karşılığı olarak kullanılmıştır. Kuşkusuz Türkçeye farklı bir çeviride “ileriye dönük

rehberlik” olarak da tahvil edilebilirdi. Ancak Başçı’nın bu tercihi, hem dile/söze para politikası içinde yer

açması hem de dile sızan ve ekonomi-politikanın genel eğilimlerine bükülen ideolojik gündemi görünür kılması

açısından çok daha anlamlıdır/manidardır. Bunun için bkz. Bloomberg HT, 2013.

Gökhan Gökgöz 107

olmasına ve projeksiyonlarımızı geliştirmeye yardım edecek ekonomistlerden oluşan

olağanüstü bir takımımız olmasına rağmen, bu tahminler büyük ölçüde varsayımdır (…)

Oysaki basın ve piyasalar sürekli onlara odaklanıyor; sanki onlar her şeyi bilmenin fermanı,

her şeyi gören parasal bilgiler” (Fisher, 2014, s. 5). Buradaki varsayımın gerçekleşmesi,

merkez bankalarının inşa ettikleri senaryonun kurgusal olmaktan çıkması ancak toplumsal

alanın sürece dâhil edilmesi, toplumsal aktörlere senaryoda rol almak için bir çağrıda

bulunulması ile mümkün olabilir. Giles’in söylediği üzere de, bu çağrının içinden geçeceği,

merkez bankasının politikasını özetleyecek “tek bir basit cümle”ye ihtiyaç var; gerektiğinde

sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulacak “daha iyi, daha zarif ve daha doğru tercümeler”e

ihtiyaç var (Giles, 2013).

Bu çağrıya yanıt bulmak, toplumsal aktörlerin merkez bankasının sesine paralel bir yerden

ses vermeleri, kendi sözlerini merkez bankasının sözlerine göre ayarlamaları, hiç kuşkusuz,

bir ülkedeki merkez bankasının o ülkenin toplumsal kadastrosu karşısındaki itibarıyla da çok

yakından ilişkilidir. Söz konusu merkez bankasının döviz rezervleri yanında biriktirdiği itibar

sermayesi, hem sözlerinin etki kapasitesini arttırırken hem de kendisini tüm toplumsal

aktörleri içine alan bir kamusal alan olarak, herkesin üzerinde yer almaya istekli olacağı bir

oyun alanı olarak kurmasına imkân tanır. Diğer yandan bu itibar, o ulusal-toplumsal alanda

paranın istikrarını referans alan bir hegemonyanın kurulmuş olduğunun da en önemli

mefhumlarından birisidir. Bu noktada merkez ülkeler ile çevre ülkeler arasındaki ayrım da

bariz: Zira, iki örnek, FED ve TCMB’na baktığımızda, birincisinin – örneğin son dönemde –

politika faizinin 2015’e kadar arttırılmayacağına ilişkin perspektifi ve yine işsizlik oranın

yüzde 6.5’un altına düşmeden parasal genişlemenin durdurulmayacağı sözü, sözün muhatabı

toplumsal aktörler tarafından çok büyük oranda olumlu geri dönüş alırken4; TCMB’nin döviz

kuruna ilişkin yönlendirmesi, beklentileri değiştirmemiş ve kurumun itibarına dönük önemli

eleştirileri de beraberinde getirmişti.5 Dolayısıyla sözle yönlendirmenin içeriğini oluşturan

geleceğe ilişkin taahhüt, ancak ileriye dönük beklentiler yönetilebilirse, bu beklentileri

yönetecek kurumsal itibar inşa edilebilirse, o ülkedeki politik ortam kurumsal sözün

itibarsızlaşmasına neden olacak riskler içermiyorsa, gürültü yaratmıyorsa ve bütün bunları

içine alacak biçimde o alanda toplumsal hegemonya inşa edilebilirse anlamlı bir yere oturur;

aksi halde tek başına bir anlam ifade etmez, amaçlandığı üzere toplumsal aktörlerin geleceğe

ilişkin öngörülerine şekillendiremez, doğal olarak piyasa koşullarına ilişkin belirsizliği

gideremez, alanı kaplayan gürültünün önüne geçemez. Söylendiği üzere, toplumsal alandaki

“irrasyonel coşkunun hayaleti”nin (Fisher, 2014, s. 4) büyümesini engelleyemez.

Buradaki çağrının ve/veya “söz”ün iki yönü var: Birincisi, söz verme ve taahhüt etmeyi

işaret ediyor. Söylendiği üzere, “sözle yönlendirme, geleceğe dönük bir sözdür (promise);

özellikle de gelecekteki faiz oranları üzerine bir söz” (BBC, 2014); “uzun bir süre faiz

oranlarını düşük tutmak için verilen bir söz” (Economist, 2014). Ve buradaki söz, daha çok

sermayeye dönük olarak çalışıyor. Örneğin 2006 yılından itibaren Türkiye’de uygulamaya

konulan üç yıllık bütçe uygulaması ve dolayısıyla üç yıllık hedef patikası, üç yıllık bir süre

boyunca ulusal düzenleyici kurum sıfatıyla Merkez Bankasının verdiği bu garanti ve/veya

merkez bankasının gelecekteki beklentilerine ilişkin verdiği söz, hem sermayeyi ve onun

yeniden üretim sürecini politik iktidarda yaşanan dalgalanmalardan ve politik mücadelelerden

muaf kılar hem de bu söz, önemli bir güvence işlevi görür, sağlam bir zeminde oyun

4 Öyle ki, toplumsal aktörler söz konusu dönemde “FED’in sözle yönlendirme yapmadan hareket etmeyeceği”ni

söylemişler; politikaya ilişkin adımların atılmasında gecikmeler varsa bile, bunun “nasıl olacağı konusunda fikir

birliği çalışmalarının devam etmesi ile ilişkili olduğuna inandıklarını belirtmişlerdir” (Cnbc-e, 2013). 5 Örneğin “Merkez Bankası Başkanı Başçı ‘dolar yıl sonu 1.92 TL’ kehaneti için ‘sözle yönlendirme politikası’

demiş. Ne haddine efendi! Senin sözünle peynir gemisi yürür mü?”, Mustafa Sönmez,

http://nediyor.com/tweet/mustfsnmz/mustfsnmz_380335506753462273/

108 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

oynanmasının imkânını yaratır.6 Sözle yönlendirme, özellikle eleştirel toplumbilimcilerin

küçümser bir edayla savundukları gibi7, icraat’ın karşısında konumlanan bir kategori değil,

“merkez bankalarının yarın nasıl davranılacağı hakkında konuşarak bugünkü parasal duruşu

etkileyebilecekleri düşüncesine” (Economist, 2014) yaslanan gayet pratik bir faaliyettir.

Buradaki “konuşma”nın, bilişsel etkileri ve davranışa dönük çıktıları düşünüldüğünde, uzun

vadede yarattığı büyük bir ekonomisi vardır.

İkincisi bu “söz”, Bahtin’in deyişiyle “yazarsal söz” (aktaran Brandist, 2011, s. 156),

burada merkez bankasının sözü, – kuşkusuz – bir nesneye yönelmiştir ancak eş zamanlı olarak

bir başkasının aynı konuya ilişkin söylemine/sözüne, burada emeğin söylemine/sözüne darbe

indiriyordur. Bir başka deyişle, ekonomik alan ile toplumsal alan veya finansal sermayenin

çıkarları ile toplumsal aktörlerin beklentileri arasındaki bağın kurulması, bu iki konum

arasında konumlanmış bir üçüncü alana ihtiyaç duyar ki, bu alan,

iletişimin/söylemin/dilin/sözün alanıdır. Söz, soyut düzenlilikler ile somut pratikler arasında,

özne ile yapı arasında bir üçüncü alan olarak kurulur.

Sözle yönlendirme, Poulantzas’ın (2004, s. 36) başka bir yerden belirttiği üzere, devletin

içinde sözcelendirmeye imkân verecek hatları kurma rolü ile ilgilidir. Sözle yönlendirmedeki

“söz”, finansallaşma sürecinde ekonomi ile toplum arasında inşa edilmeye çalışılan yeni

toplum sözleşmesinin “söz”üdür. Buradaki “söz”, Bahtin’in penceresinden “nüfus edici söz”

(Brandist, 2011), Gramsci’nin kavramsallaştırması içinden “normatif gramer”dir (Ives, 2011).

En nihayetinde “söz”ün toplumsal göndergeleri ile ekonomi-politik yönelimi, “sözle

yönlendirme” aracında yan yana gelir.

Sözle yönlendirmenin Yunan mitolojisine atıfla8 pratikte iki şekilde uygulandığından

literatürde (bkz. Campbell vd., 2012) sıkça söz edilir: Odyssean (bağlayıcı) ve Delphic

(kâhince). Merkez bankasının bir taahhüt içermeyen ancak tahminlerini paylaşan sözle

yönlendirmeleri kâhince (Delphic)9 olarak nitelendirilirken, taahhüt içeren sözle

yönlendirmeleri bağlayıcı (Odyssean)10

olarak ifade edilir.

Delphic sözle yönlendirme “Delphi’deki Apollo’nun kehanetine tepkiler gibi, daha

gizemli ve daha karanlıktır. Odyssean’a göre daha az bağlayıcıdır. ‘Eğer ekonomi şu anda

beklediğimiz gibi gelişmeye devam ederse, yapmak istediklerimizi yapacağımızı

düşünüyoruz’ şeklinde ifade edilir. Delphic rehberlik, aslında herhangi bir söz vermeksizin

gelecekteki politika hakkındaki mevcut düşünceleri açıklamaktan ibarettir” (Fisher, 2014, s.

6). Dolayısıyla daha çok nitelikseldir, esnektir. Tam da bu nedenle hem bir ulusal alandaki

politika yapıcılar hem de o alana girmeye hevesli finansal sermaye, esnekliği olmayan, takvim

6 Buradaki “sağlamlık” vurgusunun özellikle politik iktidar açısından da çok işlevsel olduğunu söylemek gerekir.

Öyle ki, özellikle seçim süreçlerinde hükümeti zora sokacak, bir finansal kriz olmasa bile küresel bir

dalgalanmanın etkilerinden ulusal alanı yeterinde koruyamayacak hamleler ve/veya merkez bankasının

yönelimleri konusundaki politik iktidarda yaşanan kafa karışıklığı asla istenen şeyler değildir. Dolayısıyla

merkez bankası, politik iktidar için bir düzenleme mekanizması olarak çalışır. Ekonominin iyi gittiği

zamanlarda, politik iktidar ön plana çıkarken, ekonominin kötü gittiği zamanlarda merkez bankasının

bağımsızlığına vurgu yapılır, alınan kararların politik iktidar ile ilgisi olmadığı ifade edilir. 7 Örneğin Berfu Güven, “MB'ler bu hafta ne yapar? a) sözle yönlendirme (forward guidance) b) icraat”,

http://nediyor.com/tweet/gerisayim/412461301634326529/ 8 Bu noktada yalnızca finansallaşma uğrağında değil, öteki tarihsel aşamalarında da kapitalizmin mitlere gömülü

olduğunu, mitler üzerinden kendisini doğallaştırdığını hatırlamak gerekir. 9 Yunan mitolojisindeki Delphi kasabasından gelir. Delphi, Apollo’ya adanan tapınakta yaşayan bir kâhinle

tanınmaktadır (aktaran Yılmaz ve Kahveci, 2014, s. 26). 10

Homeros’un Odessa’sında Odysseus, Ithaka’ya olan yolculuğunda “siren” adı verilen varlıkların olduğu bir

bölgeden geçer. Sirenler, cezbedici sesleri ile denizcileri etkilemekte ve gemilerin kayalıklara çarpmasını

sağlamaktadır. Odysseus, bundan etkilenmemek için mürettebatın kulaklarını balmumu ile tıkamış, kendisini de

geminin direğine bağlayarak gemiden ayrılmamayı sağlamıştır (aktaran Yılmaz ve Kahveci, 2014, s.26).

Gökhan Gökgöz 109

bazlı bir yönlendirmeyi kendi gelecekleri için, karşılıklı çıkarları da gereğince daha uygun

ve/veya tercih edilebilir bulurlar. Bir başka deyişle, “piyasa operatörlerindeki ‘wishful

thinking’ nedeniyle ya da politika-yapıcıların ve siyasetçilerin ataleti nedeniyle (zira daha

önceden duyurulan bir plana yapışmak, plandan dönüşü açıklamaktan daha kolaydır) Delphic

ile yola çıkılsa, o tarz bir yönlendirmeye niyetlenilse bile, o metamorfoza uğrar, Odyssean

olur” (Fisher, 2014, s. 7). Anlaşılacağı üzere, Odyssean tarz bir yönlendirme, özellikle

finansal sermayeyi politik ve toplumsal gelgitlerden, bu gelgitlerin neticesi olası politika

değişimlerinden korur. Finansal sermaye için, olası sorunlarından arındırılmış, rehabilite

edilmiş bir kâr alanının imkânını yaratır.

Anlaşıldığı üzere, Odyssean sözle yönlendirme, “farklı politika alternatifleri arasında bir

seçim yapmak için bir politika kuralı ya da kriterin taahhüt edilmesini içerir. Politika

yapıcılar, uzun dönemde olumlu olacağını umut ettikleri amaçlara ulaşmak için kısa dönemli

özgür eylemlerinden fedakarlık ederek, bu kural ya da kriter direğine kendilerini bağlarlar”

(Fisher, 2014, s. 5). Homeros’un Odessa destanının başkahramanı Odysseus’un çevresel

unsurlardan etkilenmemek için kendisini “gemi direğine bağlaması” metaforu ile Merkez

Bankasının pozisyonu arasında bir bağ kurulur. Ancak diğer yandan vakıa’dır ki; toplumsal

dalgaların büyüklüğü, her zaman gemi direğine bağlanma metaforunu mümkün kılmaz. Yine

başka bir yerden, bu sözle yönlendirme “geleceğe ilişkin taahhütler konusunda her zaman

güvenilir değildir. “Gelecekteki politika yapıcılara bağlanmak ve bu süreçte ortaya

çıkabilecek çeşitli koşulları (ekonomi-politik ve toplumsal koşulları, y.n.) tahmin etmek

zordur” (Fisher, 2014, s. 6). Buradaki sözle yönlendirmeden çıkartılacak geleceğe ilişkin

“reçete”, üzerinde toplumsal aktörlerin “söz”ü barındırırsa, yalnızca kurumsal “söz”ü ihtiva

etmezse ancak bu söz konusu koşullara ilişkin esneklik kazanabilir.

Sonuç

FED Başkanı Janet L. Yellen “merkez bankacılarının da kalpleri vardır” der. Ardından da

ekler: Ancak “arkadaşlarım ve ben, FED’de kalpsiz bir kabileye aidiz, fakat merkez

bankacılığı zor şartlar altında rasyonel, soğukkanlı ve duygusuz kararlar alabilmekle ilgilidir”

(aktaran Fisher, 2014, s. 8). Ekonominin katı bir bilim olduğu ve yine para politikasının,

soğukkanlı karar alıcıların duygularından arınmış kararlarının hayata geçirilmesine dayanan

kesin bir bilimsel prosedür olduğu mitine yaslanan bu yönelim, özellikle ekonominin camdan

duvarlarının görünür olduğu, politik istikrarın puslu olduğu dönemlerde toplumsal aktörlerin

beklentilerini belli bir noktaya çapalamakta güçlüklerle karşılaşır. Zira “insan” dediğimiz ve

finansal bir ekonominin de zorunlu olarak temas etmesi gereken “şey”, özellikle liberal iktisat

kuramcılarının içinde yer aldıklarını düşündükleri pozitif bilimlerin kesinlik terazisine

vurulamaz, onların rasyonellik kalıplarının içine sığdırılamaz; bir laboratuardaki deney tüpü

misali kolayca ele avuca gelmez, tüm zamanlar için geçerli olacak biçimde tanımlanamaz.

Tıpkı hayatın kendisi gibidir; dinamiktir, değişkendir, hareketlidir, öngörülemez ve kendisine

yukarıdan bakılarak kesilecek – bilim adına da olsa – her türlü ahkâmı geçersiz kılar. Merkez

Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın, Gezi sürecinde “doların belini bir türlü kıramaması” ve

yine 17 Aralık sürecinde iktidar yanlısı yazılı basın organlarının “Dik Dur, Arttırma”

manşetlerine kayıtsız kalması, tam da bu toplumsal hareketlilik sebebiyle parasal hedeflere

bükülen bir hegemonyanın bir türlü kurulamayışıyla ilgilidir. Nitekim, bu tarz bir

hegemonyaya karşı durmanın, emeğin genişleyen parasal taleplerini dikkate alan bir ekonomi-

politikanın hayata geçmesini sağlamanın, toplumun tümünü kapitalist üretim ilişkilerinin

gerçekleştiği bir fabrika olarak düşünen ve toplumsal dalgalanmayı sürekli kılan bir tahayyül

ile mümkün olduğunu da en nihayetinde söylemek gerekir.

110 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

KAYNAKÇA:

Akerlof, G. A. ve Shiller, R. J. (2010). Hayvansal Güdüler. Çev., Neşenur Domaniç ve

Levent Konyar. İstanbul: Scala Yayıncılık.

Arın, T. (2003). Türkiye’de Mali Küreselleşme ve Mali Birikim ile Reel Birikimin

Birbirinden Kopması. Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar; Korkut Boratav’a

Armağan. Köse, A. H., Şenses, F. ve Yeldan, E. (der.) içinde. İstanbul: İletişim

Yayınları, s.569-609.

Başçı, E. (2013, Eylül 18). Para, Ödeme Sistemleri ve İletişim, Bitkisel Yağ Sanayicileri

Derneği, http://www.tcmb.gov.tr/yeni/duyuru/2013/Basci_BYSD.pdf adresinden

alınmıştır.

BBC, (2014, 12 Şubat). Q&A: What is ‘forward guidance’?.

http://www.bbc.com/news/business-23145755 adresinden alınmıştır.

Blinder, A. S., De Haan, J., Ehrmann, M., Fratzscher, M. ve Jansen, D. J. (2008, Mayıs 15).

What we know and what we would like to know about central bank Communication.

http://www.voxeu.org/article/central-bank-communication adresinden alınmıştır.

Bloomberg HT. (2013, Eylül 24). Başçı: Kurun 1.80’e inme ihtimali var.

http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1429993-basci-kurun-180e-inme-

ihtimali-var adresinden alınmıştır.

Brandist, C. (2011). Bahtin ve Çevresi: Felsefe, Kültür ve Politika, Çev., Cem Soydemir,

Ankara: Doğu-Batı Yayınları.

Campbell, J. R., Evans, C. L., Fisher, J. D. M. ve Justiniano, A. (2012). Macroeconomic

Effects of Federal Reserve Forward Guidance. Federal Reserve Bank of Chicago

Working Paper, No.2012-03.

Cnbc-e, (2013, Aralık 16). Fed’in geri çekilmemesi için 3 neden.

http://www.cnbce.com/haberler/finans/fed-in-geri-cekilmemesi-icin-uc-

neden?action=yorum adresinden alınmıştır.

Del Negro, M., Giannoni, M., Patterson, C. (2012). The Forward Guidance Puzzle. Federal

Reserve Bank of New York Staff Reports, No.574, October (Revised May 2013).

Economist, (2014, Şubat 15). Fixing forward guidance.

http://www.economist.com/news/leaders/21596522-bank-england-doing-better-job-

explaining-its-intentions-federal adresinden alınmıştır.

Ehrmann, M. ve Fratzscher, M., (2007). Explaining Monetary Policy in Press Conferences.

ECB Working Paper Series, No.767.

Fisher, R. W. (2014). Forward Guidance (With Reference to Monty Python, Odysseus,

Apollo, Paul Fisher, Deng Xiaoping and Mario Draghi’s Old Man). Remarks before

the Asia Society Hong Kong Center, 4 April, Hong Kong.

Giles, C. (2013). Forward guidance in a sentence. http://blogs.ft.com/money-

supply/2013/10/02/forward-guidance-in-a-sentence/ adresinden alınmıştır.

Gökgöz, G. (2013a). İletişim Çalışmalarında Yeni Bir Mecra: Finansal İletişim, İletişim

Kuram ve Araştırma Dergisi, 36, 288-309.

Gökgöz, G. (2013b). Paranın Toplumsal Yeniden Üretimi: Merkez Bankası İletişim

Politikaları. Ankara: NotaBene Yayınları.

Gökhan Gökgöz 111

Ives, P. (2011). Gramsci’de Dil ve Hegemonya. Çev., Ekrem Ekici. İstanbul: Kalkedon

Yayıncılık.

Jessop, B. (2008). Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak. Çev., Ahmet Özcan,

Ankara: Epos Yayınları.

Nervaj, E., Kaso, R., Kraja, I., Lama, D. ve Peeters, M. (2006). A Proposal for the Inflation

Targeting Communication Strategy of the Bank of Albania. Munich Personal RePEc

Archive, Paper No. 27564, http://mpra.ub.uni-muenchen.de/27564/ adresinden

alınmıştır.

Ntvmsnbc, (2013, Ağustos 27). Başçı: Dövizin belini kıracağız.

http://www.ntvmsnbc.com/id/25462824/ adresinden alınmıştır.

Poulantzas, N. (2004). Devlet, İktidar ve Sosyalizm. Çev., Turhan Ilgaz. Ankara: Epos

Yayınları.

Praet, P. (2013). Forward guidance and the ECB, http://www.voxeu.org/article/forward-

guidance-and-ecb adresinden alınmıştır.

Preda, A., (2007). The Sociological Approach to Financial Markets, Journal of Economic

Surveys, 21(3), 506-533.

Yeni Şafak, (2014, Ocak 20). Dik dur artırma, http://yenisafak.com.tr/ekonomi-haber/dik-

dur-artirma-28.01.2014-614171 adresinden alınmıştır.

Yellen, J. L. (2012). Revolution and Evolution in Central Bank Communications, Haas School

of Business, University of California, Berkeley, California Berkeley.

Yılmaz, C. B. ve Kahveci, E. (2014). Merkez Bankası İletişiminde Yeni Bir Araç: Sözle

Yönlendirme (Forward Guidance), Ülke Örnekleri ve Türkiye Uygulamaları.

Bankacılar Dergisi, 88, 5-26.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Değişen Medya Değişen Toplumsal Hareketler

Ali KORKMAZ

Özet: Teknolojik gelişmeler hayatın her alanında değişimlere neden olmuştur. Bu değişimin ortaya

çıkmasında internet ve bilgi teknolojilerinin yaygınlaşmasının etkisi önemlidir. Her sektörde olduğu

gibi medya da bu değişimden etkilenmiştir. Artık eski yöntemlerle yapılan medya, geleneksel medya

adını almaktadır. Günümüzde internet medyasına doğru bir yönelim başlamıştır. Özellikle sosyal

medyanın gelişmesiyle birlikte ulaştığı kitleler her geçen gün artmaktadır. Sosyal medyada fotoğraf,

haber, video, bilgi paylaşımı, canlı yayın yapılabilmektedir. Bu durum klasik örgütlenme ve protesto

şekillerini de etkilemiştir. Zaman ve mekânla sınırlandırılmayan bu yeni toplumsal hareketler, her

geçen gün artmaktadır. İnsanlar fiziksel olarak bir arada olmasalar da birçok sosyal ve siyasal olayı

internet üzerinden gündeme getirmekte, tartışmakta ya da eyleme geçmektedirler.

2011 yılında başlayan ve hala günümüzde etkisini sürdüren Arap Baharı, Amerika’daki Occupy

Wall Street Eylemi, Yunanistan’daki öğrenci protestolarının dünyaya duyurulması, Türkiye’de 2013

yılında yaşanan Gezi Parkı Olaylarında sosyal medya etkili bir şekilde kullanılmıştır. Bu çalışmada,

geleneksel medyanın günümüzde değiştiği ve geleneksel toplumsal hareketleri nasıl etkilediği örnekler

üzerinden açıklanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Yeni Medya, Toplumsal Hareketler, Değişen Toplum, Sosyal Medya.

Giriş

Küreselleşme süreci medyayı da etkilemiştir. Marshall McLuhan’ın yıllar önce söylediği

‘küresel köy’ deyimi günümüzde gerçekleşmiştir. Medya alanında yaşanan teknolojik

gelişmeler, dünyadaki tüm olayları anında bize ulaştırmaktadır. Özellikle internet ve sosyal

medya, ülkeler arasındaki sınırları kaldırmıştır. Uluslararası yayın yapan televizyon, haber

ajansları, gazeteler, radyoların ve dergilerin yanında, sıradan insanların sosyal medyada

yayınladığı haberler, fotoğraflar ve videolar da dünya gündeminde önemli bir yer tutmaktadır.

Ayrıca Wikileaks ve Anonymous gibi gruplar dünya gündemini işgal etmektedir. Değişen

medya ortamı, toplumsal ilişkilerin de değişmesine neden olmuştur. Eskiden daha kontrollü

ve denetimli olan medya, artık daha kişisel, kontrolsüz ve özgür bir durumdadır. İnsanlar artık

sosyal, siyasal, ekonomik, çevresel, kültürel sorunlarını yeni iletişim ortamlarında

konuşmakta, tartışmakta ve eyleme geçmektedir. Otoritenin gücüne karşı insanlar, daha özgür

buldukları ve kendilerini ifade edebildikleri bu ortamlarda sosyalleşmekte ve gruplar

oluşturmaktadır.

Eskiden sosyal ve siyasal tepkiler daha çok bölgesel ve ulusal düzeyde yapılmaktayda,

örgütlenme ve iletişim olanakları kısıtlıydı. Günümüz toplumsal hareketlerinin en önemli

özelliği merkezsiz, açık ve hiyerarşisiz olmasıdır. Bu yeni örgütlenme ve protesto tarzı bazı

ülke yöneticilerini, internet ve sosyal medyayı sınırlamasına veya yasaklamasına kadar

gitmektedir. Çalışmanın amacı, iletişim teknolojilerindeki değişimin, toplumsal hareketlerde

yaptığı değişimleri ortaya çıkarmaktır.

1. Yeni Toplumsal Hareketler

Eski toplumsal hareketler toplumda meydana gelen hareketliliği, sadece sınıf ve ekonomik

tabanlı olarak açıklamıştır. Oysa değişen değerlerle birlikte artık toplumda meydana gelen

hareketlerin, yani toplumsal hareketlerin sebebi sadece ekonomik ve sınıf çatışmasından

Yrd. Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi, [email protected]

114 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

ibaret değildir. Aksine ekonomik ve sınıf tabanlı olmayan sorunların çözümü için kitleler bir

araya gelmekte, devletin yetersiz kaldığı ya da görmezden geldiği sorunlara dikkat çekerek,

devletin var olan sorunları çözmesini sağlamaktadır. Bu hareketlerin ‘yeni’ olarak

tanımlanmasının temel nedeni bilinen klasik işçi hareketlerinin ortaya çıkış ve örgütlenme

biçimlerinden ayrılmak istemesinde yatmaktadır. Yeni toplumsal hareketler, siyasi iktidarların

sağladıklarından fazlasını talep edip, yönetimde olan iktidar ve partilerin temsil edemediği

alanlara dikkat çekmeyi ve bu alanlardaki sorunlar üzerine değişim getirmeyi hedefler

(Aksulu, 2013, s. 9).

Toplumsal hareketlerin tarihsel mirası, kapitalist sanayileşme sürecindeki popüler

hareketlere ve işçi sınıfı hareketlerine dayanmaktadır. Sanayileşme döneminin popüler

hareketleri, birbirine bağlı iki farklı süreci birleştirmiştir. Bunlardan birincisi, sanayi

üretiminin örgütlenmesini, araçları ve amaçları kontrol etmek amacıyla kapitalistlere karşı

muhalif işçi sınıfının toplumsal çatışmasıdır. İkinci süreç ise modern ulus-devletin inşasından

dışlanmış olan toplumsal kategorilerin yurttaşlıkla bütünleşmeleridir. Bu, siyasal demokrasiyi

yaygınlaştıran ve devletin meşruluğunun temelini genişleten siyasal bir süreçtir. 19. yüzyılın

işçi sınıfı hareketlerinde, sınıf çatışması ile siyasal hakların genişlemesi ve yurttaşlık

mücadelesi birbiri ile birleşmiş ve birbirini tamamlamıştır. Bu sınıf temelli toplumsal

hareketler, günümüzde yerini sınıf çatışmalarına dayanmayan ve kimlik politikalarına

odaklanan yeni toplumsal hareketlere bırakmıştır. Yeni toplumsal hareketler, radikal

demokrasi kuramlarının uygulama alanları olarak sivil toplum ekseninde gelişmiştir (Şen,

2012, s. 137).

Yeni toplumsal hareketlerin temelinde tehlikede olan hayat tarzlarının savunulması

yatmaktadır. Bu hareketler belirli bir sınıfın çıkarına hizmet eden hareketler değil, toplumun

tümünü rahatsız eden sorunlara ilişkin ortaya çıkan hareketlerdir; kamuoyunu

doğrudan etkilemek ister ve iktidarla pazarlık yapmazlar. Yeni toplumsal hareketler daha çok

sivil topluma yönelik hareketlerdir; eski toplumsal hareketlerde olduğu gibi amacı iktidarı ele

geçirmek değil, iktidarın soruna ilişkin yaklaşımını etkileyip değiştirmektir. Yeni toplumsal

hareketlerin en önemli özelliklerinden bir tanesi, bu hareketlerin ekonomik bir krize tepki

olarak doğmadığı; aktörlerinin gerçek dışı özellikleri olmadığıdır. Bu tespitler toplumsal

hareketlerin çalışılmasında iki

karşıt paradigmanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunlar Amerika’da etkin olan ‘kaynak

mobilizasyonu’ ve Avrupa’da etkin olan ‘yeni toplumsal hareketler’ paradigmasıdır (Aksulu,

2013, s. 9).

19. yüzyıl boyunca başlıca iki çeşit sistem karşıtı hareket ortaya çıktı: sırasıyla, ‘toplumsal

hareket’ ve ‘ulusal hareketler’ denilen hareketler. Bunların arasındaki başlıca fark sorunu

tanımlamalarında yatmaktadır. Toplumsal hareket baskıyı, işverenlerin ücretliler, burjuvazinin

proletarya üzerindeki baskısı olarak tanımlamaktadır (Arrighi vd., 2004, s. 36). 19. yüzyıl

toplumsal hareketlerini elitler, genellikle korku verici patlamalar olarak algılamışladır. Oysa

bu hareketlere üstünkörü bir bakış bile bunların bugün bizim için veri olan bir takım haklar

için sokaklara dökülmüş insanlar olduklarını ortaya koymaktadır. Sıradan insanlar,

aşağıdakiler, ezilenler, genel oy hakkı için, kadınların siyasal hakları için, insani çalışma

saatleri için, çocukların çalışmaması için çok büyük acılar çekerek mücadele etmek zorunda

kalmışlardır. 1960’lı yıllar ile birlikte değişen şey, toplumsal hareketler üzerine fikir yürüten,

yazılar yazan kişilerin bu hareketlerin içinden gelmeleri veya en azından bu hareketlere çok

büyük sempati besliyor olmalarıdır. Bu insanlar için örneğin Amerikan Sivil Haklar

mücadelesini güdümlü, gelişmemiş ve irrasyonel bir tepki olarak görmek artık mümkün

değildir. Bundan dolayı sosyal bilimler artık ‘azgın kalabalıklar ve ayaktakımı’ yaklaşımı

yerine çok farklı terimler, kavramlar ve analiz biçimleri geliştirmeye başladılar. Bugün artık

Ali Korkmaz 115

toplumsal hareketler literatürü çok farklı hareket, tepki ve protesto öğelerini ele alan ve analiz

biçimlerine sahip bir alan haline gelmiştir (Çetinkaya, 2008, s. 23).

Baskıya muhalefet, hiyerarşik toplumsal sistemlerin varlığıyla eş zamanlı olmuştur.

Muhalefet süreklidir, ama çoğu kez gizil haldedir. Ezilenler kendi muhalefetlerini aralıksız bir

biçimde ifade etmekte – politik, ekonomik ve ideolojik bakımdan – çok zayıftır. Baskının

keskinleştiği, beklentilerin özellikle boşa çıktığı ya da yönetici katmanın gücünün sallantılı

olduğu zamanlarda hemen hemen kendiliğinden bir biçimde başkaldırmışlardır. Bu

başkaldırılar isyan, ayaklanma ve kaçış biçimlerini almıştır (Arrighi vd., 2004, s. 35).

Toplumsal hareketlerin yeniden önem kazanmasının ve dikkatleri üzerinde toplanmasının,

hükümetlerin ve sol yelpazedekiler ya da onlardan artakalanlar da dahil siyasi partilerin tüm

dünyada yaşadığı güven kaybıyla ilgisi olduğu ileri sürülebilir (Dirlik, 2008, s. 67).

1999 yılının sonlarına doğru Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü protestoları sonrası dünya

çapında coğrafi sınırları aşan toplumsal hareketler çoğalmıştır. Özellikle sanal alemde inşa

edilen sosyal ağlardaki alan birlikteliği, toplumsal hareketleri mekân esaslı olmaktan

çıkarmıştır. Dijital ağda inşa edilen birlikteliklerle başlatılan toplumsal hareketler, dünyanın

bir çok yerinden gelen katılımcılarla gerçekleştirilen mekân buluşmalarıyla sürdürülmüştür

(Tatar, 2013, s. 16).

Yeni toplumsal hareketler, modern toplumsal yaşamın yapısal bir biçimde farklılaşmasını

savunmaktadırlar. Cohen, bu olguyu ‘kendini sınırlayan radikalizm’ olarak adlandırmaktadır.

Yeni toplumsal hareketler, toplumsal tabanları açısından da eski toplumsal hareketlerden

farklılaşmaktadır. Eski toplumsal hareketlerde, aktörler, bir kahraman ya da hain anlayışı ile

değerlendirilerek bir liderlik ihtiyacına dayanırken, yeni toplumsal hareketler ise, dış

dünyadan ziyade kendilerine yönelen aktörlere (Çayır, 1999) dayanmaktadır. Ayrıca yirminci

yüzyılın ortalarından itibaren iletişim araçlarında yaşanan gelişmeler ve bu araçların

yaygınlaşmasıyla birlikte medya, toplumsal hareketlere inanılmaz fırsatlar ve erişim imkânları

sağlamıştır. Radyo, TV, e-posta, anketler ve kampanyaların dünyaya tanıtılmasını ve

yayılmasını sağlayan yazılı basının dünya çapında yayılması, toplumsal hareket etkinlikleri ve

gösterilerinde bazı değişimlere yol açmıştır (Tilly 2008; Çopuroğlu-Çetin, 2010, ss. 73-74).

Yeni toplumsal hareketlerin genel niteliklerini şu şekilde belirtebiliriz:

1. Yeni toplumsal hareketler, ekonomik olmayan taleplere de yönelmişlerdir.

2- Yeni toplumsal hareketler, eski bürokratik örgütlenmelerden farklı olarak anti-

bürokratik bir biçimde yapılanmaya başlamıştır.

3- Yeni toplumsal hareketler, liderlik anlayışı ve bir kahraman önderliğinde birleşme

yerine, gönüllülük esası ile süreçte eşit yönetim hakkına sahip aktivist birliktelikleri olarak

ortaya çıkmıştır.

4- Yeni toplumsal hareketler, iletişim teknolojilerindeki gelişmelerden sonuna kadar

faydalanmaktadır. Bu hareketlerin yayılması ve kapsamının genişlemesi bu gelişmelere

paralel bir şekilde gerçekleşmiştir.

2. Yeni Medya Düzeni

Yeni medya çift yönlü olduğu için etkileşimlidir. Okuyucu/izleyici/dinleyici yayınlara

dâhil olmakta ve yorum yapabilmektedir (Geleneksel medya tek yönlü olduğu için

okuyucu/izleyici/ dinleyici yayınlara dâhil edilmemektedir). Yeni medyada ekranda yer alan

haberlerden, okumak istenen haberlerin ayrıntılarına ulaşmak mümkündür. Yeni medya

sınırsızdır. Her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz, fakat bunların da doğruluk sorunu bulunmaktadır.

Yeni medya bireylerin kendini ifade ettiği ve paylaşım yaptığı bir alandır. Artık herkes

potansiyel yayıncı, gazeteci olabilmektedir. Bu durum vatandaş gazeteciliğini

116 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

geliştirmektedir. Geleneksel medya dediğimiz gazete, radyo, televizyon, dergi vs. gibi

yayınların yeni medya sürecine ayak uydurmakta yavaş kaldığı bir gerçektir (Ergürel, 2013).

Sosyal iletişim ortamı, ‘yeni’ ve ‘eski’ içeriğin yapısı ve işlevleri hakkında yapılan

analizlerle de anlaşılmaya çalışılmaktadır. İçeriğin doğasıyla ilgili getirilmeye çalışılan

açıklamalara göre; eski içerik, kıt yaratıcı becerilerin ve seçici eğitimli zihinlerin ürünüdür.

Yeni içerikle ilgili yapılan varsayım ise; şu anda her şeyin içerik olabileceği ve içeriğin

mutlaka uzmanlar tarafından üretilmek zorunda olmadığıdır (Erdem, 2011, s. 70). Aşağıda

eski ve yeni medya içeriklerinin özellikleri görülmektedir.

Özelliği Eski Medya içeriği Yeni Medya içeriği

Sunulan

Hizmet

Enformasyon, eğitim, eğlence. Bilgi, iletişim ve eğlence bileşimi.

Temel

İletişim

Paradigması

Birden çoğa, kitlesel. Çift-yönlü, kişiselleştirilmiş,

etkileşimli, isteğe bağlı.

Kalite “Kaliteli” içeriğin entelektüel ve

sanatsal meziyetleri vardır.

Kaliteli içerik, kullanıcıları bağlantı

halinde tutan içeriktir.

İçeriği kim

üretir?

İçeriği uzmanlar belirler: İçerik-

üretimi s a n a t s a l uzmanlık ve

seçici zihinler gerektirir.

Kontrol kullanıcıdadır: Neyin, ne

zaman ve nasıl olacağına karar verir.

“En iyisini gazeteci bilir” ilkesinin

sonu gelmiştir.

Ticari

unsurlarla

İlişki

İçerik ve reklâm katı biçimde

birbirinden ayrı tutulur ve açıklıkla

etiketlenir.

İçerik ve reklâm birbirine ayrılmaz

biçimle bağlıdır.

Tablo 1: Eski ve Yeni Medya İçeriği (Lucy Küng’den aktaran, Erdem, 2011, s. 70).

3. Toplumsal Hareketler ve Sosyal Medya

Sosyal hareketler ve sanal eylemleri birbirini dışlayan değil, birbiriyle işbirliği içinde olan

iki kavram olarak düşünülmelidir. Klasik sosyal hareketler grev, miting, yürüyüş gibi eylem

biçimlerini barındırıyorsa aynı tür eylemler sanal olarak da gerçekleşme potansiyeli

taşımaktadır. Birçok örnekte internet üzerinden örgütlenme ile klasik sosyal hareket eylemleri

gerçekleştiği görülmektedir. Hatta internet üzerinden yapılan sanal eylemlerin örgütlenerek

süreklilik kazanma potansiyeli olabilir. Sanal eylemler ve klasik eylem repertuarının birbiriyle

grifit ilişkiler kurabilir. Öncelikle sokaklarda gerçekleşen bir eylem aynı şekilde internet

ortamında sanal eylemlere ilham olabilir. Tersi de mümkündür. Sanal olarak gerçekleşen

eylemler sokak gösterilerine de dönüşebilir. Ancak, internetin ulaşım ve katılma kolaylığına

klasik eylemlerin ulaşması güç olduğundan sanal eylem aktörleri her zaman daha fazla

olacaktır. Klasik eylemler ve sanal eylemler için örnek olarak Fijili feminist örgütleri

verebiliriz. Fijili feminist örgütler ilk başta Birleşmiş Milletler’in düzenlediği toplantılarda

kurdukları bağları tartışma grupları ve ortak internet sitelerine taşımışlardır. Çevrecilik, kadın

hakları, yoksul ülkelerde zengin pazarlar için çalışan düşük maaşlı ve sağlıksız işyerlerine

muhalefet olarak şekillenen sosyal hareketler internet ve web siteleriyle birlikler kurmuşlardır

(Tilly’den aktaran Bingöl-Tanrıver, 2011, s. 137).

Sosyal medyada aktivistler, bazı eylemlerin siyasi içerikli olmasını ya da belli bir siyasi

görüşe aitmiş gibi gösterilmesini de eleştirmişlerdir. Temelde toplumsal bir hareketin özüne

de uymayan siyasi cepheleşmeyi ve oluşumları kendi davalarından uzak tutmaya çalışan

aktivistlerin, bununla ilgili olarak uyarı ve ilke mesajlarını da paylaştıkları görülmektedir.

Ali Korkmaz 117

Örneğin, Gezi eylemlerine grupların kendi flamalarıyla katılması sosyal medyada tepkilere

neden olmuştur (Işık, 2013, s. 26).

Genel anlamda bireyi sadece yöneten-yönetilen ilişkileri bağlamında etkilemeyen, onun

hayata bakış açısını da önemli şekilde biçimlendiren medya, bireyin çevresi hakkında

bilgilenmesini sağlayarak onun çevreye ve yaşadığı mekâna daha ilgili bir kişi olmasında

önemli rol oynamaktadır. Sağlanan iletişim sayesinde medya, yurttaşların gerek yerel gerekse

ulusal konularda duyarlılığını artırmaktadır. Öte yandan farklı düşüncelerdeki insanlar

arasında iletişim kurulmasına da yardımcı olmaktadır. Bu nedenle medya modern toplumlarda

bireyin olayları algılamasında ve onu yorumlamasında temel bir araçtır. Hatta kimi zaman

medya, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan sosyal sorunlara özel bir ilgi gösterebilmekte, hatta o

sorunların sözcülüğünü bile üstlenebilmektedir. Böylece medya, yönetim ya da çeşitli

sorunlara neden olan birimler üzerinde etkili bir baskı aracına da dönüşebilmektedir. Diğer

taraftan günümüz teknolojisinin iletişim ortamına sunduğu imkânlar tahayyül gücünün ötesine

giderken, bireylerin de düşünce şekli, davranış norm ve gelenekleri de bir takım değişikliklere

uğramaktadır. Bugün kitlesel ve özel iletişim imkânları, toplumsal hareketler başta olmak

üzere pek çok oluşumun hem konularını hem de eylem repertuarlarını geliştirmektedir. Bu

noktada özellikle de internetin kullanımının çok büyük katkısı bulunmaktadır (Işık, 2013, s.

26).

4. Sosyal Medyada Toplumsal Hareket Örnekleri

Sosyal hareket aktörleri organize olmak, hareketin yayılmasını sağlamak için internet

siteleri kurmaktadırlar. Indymedia, Znet gibi siteler aracılığıyla gerçekleştirilen hareketler,

sosyal hareketlerin iletişim kurmak ve bilgiyi paylaşmak için buldukları yöntemlerden biridir.

Indymedia, 1999 yılında gerçekleştirilen Seattle eylemleri sırasında kurulmuş bir ağdır. Bu ağ

kendini, “gerçeğin radikal, doğru ve tutkulu söylemlerinin yaratılması için kolektif bir şekilde

hareket edilen bir medya ağı” olarak ifade etmektedir (Bennett, 2005). Eylemcilerin bilgi

alışverişi kolaylıkla sağlanabilmektedir. Bunun yanı sıra, internetin sosyal hareketler

açısından, bilgi paylaşımını aşarak toplumsal bir ağ (network) yaratmak bakımından önemli

olduğu ve bunun kolektif eylem bakımından bir “araç” olarak kabul edilebileceği de

söylenebilir (Tarrow, 2005). Örneğin, 16 Nisan 2000 tarihinde Washington’da IMF ve Dünya

Bankası’na karşı gerçekleştirilen eylemler sırasında 603 grup, teknolojinin gelişimini eylem

repertuarlarının değişmesini beraberinde getiren etkenlerden biri olarak internet sayesinde bir

araya gelmiştir (Bingöl-Tanrıver, 2011, s. 137). (Bu mail gruplarından bir kaçı şunlardır:

[email protected], [email protected],

[email protected], [email protected],

[email protected], http://www.indymedia.org/en/static/about.shtml. “Direniş ruhu

yasıyor” sloganıyla hareket eden Z iletişim araçlarının bir parçası olan ve 1995 yılında

kurulmuş olan Znet, gün içerisinde sürekli yenilenen bilgi aktaran bir topluluktur).

Örneğin, Ukrayna’da AB ile Ekonomik İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmaması üzerine

21 Kasım 2013’te başlayan protestolarda sosyal medya etkin bir haberleşme aracı olarak

kullanılmış ve sosyal medya üzerinden uluslararası kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır.

Bosna’da 4 Şubat 2014’te başlayan protestolar daha önce siyasi bağlantısı olmayan bugün de

siyasetten nefret ettiğini söyleyen işsiz bilgisayar programcısı Aldin Siranovic’in kurduğu

Facebook grubu ile başlamıştır. Venezüella’da ise 13 Şubat 2014’ta enflasyon, yolsuzluk,

artan suç oranları sebebiyle öğrencilerin öncülük ettiği yönetim karşıtı protestolarda oldukça

etkili bir şekilde kullanılan Twitter görüntüleri bloke edilmiştir. Brezilya’da yolsuzluğun

bitmesi ve eğitim, sağlık, ulaşım konusunda daha iyi hizmet almak için, farklı dünya

görüşlerine sahip gençler sokak protestolarında sosyal medyanın gücünden yararlanmışlardır.

Nitekim Gezi Parkı eylemlerinde de internet, sosyal medya ve iletişim teknolojileri oldukça

etkili bir şekilde kullanılmıştır (TÜRKSAM, 2014).

118 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

4.1. Arap Baharı Sürecinde Sosyal Medya Kullanımı

Sosyal medya, Tunus’ta devrim günlerinde yaygınlaşmış ve devrimden sonra da etkileri

hissedilmeye başlanmıştır. Fakat Mısır’da, Arap Baharı’nda çok daha önceleri sosyal medya

faaliyetleri organize olmuştur. Sosyal medyanın gücünü gören liderler, interneti yasaklama

veya kontrol etme yoluna gitmiştir. Sosyal medya, ayaklanmalar ve protestoların kitlesel

niteliğe dönüşmesinde önemli rol oynamıştır. Şiddete başvurmadan, meydanlara inip,

yönetimleri protesto etmişlerdir. Mısır'da büyük kitlelerin bir araya gelmesinde, sosyal ağların

etkisi yadsınamaz. Özellikle halk, Facebook üzerinden organize olmuştur. Halkın tepkisi, otuz

yıllık hükümet rejiminin sona ermesine ve Hüsnü Mübarek’in yargılanmasına neden olmuştur

(Korkmaz, 2012, s. 2152).

Arap isyanlarının dikkat çekmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi ise sosyal

medyanın isyanın yayılmasında ve halkın örgütlenmesinde oynadığı büyük roldür. Bundan

dolayı Arap isyanları, sosyal medya devrimleri, facebook devrimi ya da twitter devrimi

adlarıyla da nitelendirilmiştir. Kısa süre içerisinde tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılan

isyan silsilesi Tunus, Mısır ve Libya da hükümetleri devirdi. 3 milyondan fazla sayıda tweet,

gigabaytlarca Youtube içeriği ve binlerce blog gönderimleri analiz edildikten sonra yeni

araştırma, sosyal medyanın Arap Baharı sırasında politik çekişmeleri şekillendirmede merkezi

bir rol üstlendiğini ortaya koymaktadır. Mısır Başkanı Hüsnü Mübarek’in istifasını

sunmasından önceki haftaki tweet oranları “günde 2,300’den günde 230,000’a” ulaşırken,

zirvedeki 23 video yaklaşık 5.5 milyon görüntülenme sayısına ulaşmıştır. İsyanın Tunus’tan

Mısır’a sıçramasının akabinde sosyal medya üzerinden örgütlenmeye başlayan halkı

durdurmak için Mısır hükümeti Twitter’a erişimi engellemiş ayrıca Facebook, Yahoo ve

Google’a da erişimi önemli ölçüde azaltmıştır. 28 Ocak 2011 de Mısır hükümeti internet

erişimi ve cep telefonu şebekelerinin kapatılmasını emretmiştir (Çildan vd., t.y.).

4.2. Occupy Wall Street Eylemi’nde Sosyal Medya Kullanımı

New York'ta 17 Eylül 2011 tarihinde başlayan “We Are 99%/Occupy Wall Street” (Biz

Yüzde 99'uz/Wall Street'i İşgal Et) hareketi, küresel kapitalizmin kalbi olarak bilinen

Manhattan’dan tüm dünyaya yayılmıştır. ABD’de 100 şehir olmak üzere küresel ölçekte 1500

şehirde destek bulan bu hareket, büyük bankaların ve çokuluslu şirketlerin demokrasi

üzerindeki yıkıcı gücüne ve ekonomik çöküşü yaratan Wall Street’e karşı bir mücadele olarak

ortaya çıkmıştır. Mısır ve Tunus’taki halk ayaklanmalarından ilham alan “Wall Street’i İşgal

Et” hareketi, en zengin %1’in küresel ekonominin kurallarını nasıl yazdığını ortaya çıkarmayı

amaçlamıştır. WSİ, merkezî bir örgütü veya herhangi bir lideri bulunmayan yatay bir ağ

olarak örgütlenmiştir (Şen, 2012, ss. 139-141).

“Wall Street’i İşgal Et[mek]” Kanadalı Adbusters örgütünün fikriydi. New York’ta,

Twitter’da bir saatte on binlerce mesaj kaydeden işgalciler, kurdukları web sitelerinde

binlerce Amerikalıya yine milyonlara hitap şansı verdiler. Hikâyesini, protesto

motivasyonunu bir kâğıda elle yazıp fotoğrafını gönderen herkesin bireysel sesinin

duyulabildiği bir imkân yaratılmıştır. Yani Anonymous maskelerinin popülerliğine karşın

herkes cesaretle kendi yüzü, yazısı, hikâyesiyle vardı orada. İsimsiz bir kitle içinde

kaybolmamaktaydı. 21. yüzyılın öznelerinin bir harekete başka türlü katılması düşünülemezdi

(Zaptçıoğlu, t.y.).

15 Eylül 2011 tarihinde hareket diğer ülkelere de yayılmış ve küresel bir eylem haline

dönüşmüştür. Sosyal ağlar üzerinden organize edilen hareket 15 Eylül 2011’de Londra,

Berlin, Tokyo, Sydney, Paris, Roma, Münih, Seul, Brüksel, San Juan, Vancouver, San Diego,

Meksiko City, Stockholm, Hong Kong, Amman, Madrid ve Taiegi’deki menkul kıymetler

borsalarına karşı aynı günde protesto gösterileri ve işgal et kampanyaları başlattı. Tüm bu

protestolar Facebook, Twitter, Youtube ve resmi siteleri üzerinden organize edildi. Hareketin

Ali Korkmaz 119

resmi sitesi olan “occupywallst.org” un hakkında sayfasında, kitlelerin etkili bir şekilde

organize edilmesini anlatan “ittifak içinde grup dinamikleri üzerine hızlı kılavuz” adlı bir

makale bulunmaktadır. “İşgal Et”, “Arap Baharı”, “İran Yeşil Devrimi”, “Londra isyanları”,

“Moldova’daki Twitter devrimi” gibi hareketler sosyal medyanın gelecekte politik eylemlerde

çok daha etkin bir şekilde kullanılacağının sinyallerini vermektedir. (Çildan vd., ab.org.tr).

4.3. Gezi Parkı Eylemleri’nde Sosyal Medya Kullanımı

27 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkının duvarlarının yıkılması ve ağaçlarının sökülmesi ile

başlayan olaylar, benzer düşünen fakat birbirinden habersiz kitleleri birleştirme gücüne sahip

olan sosyal medyanın ne kadar önemli ve insanlar üzerinde etkili olduğunu göstermiş ve bu

olaylar sosyal medya için Türkiye’de bir milat olmuştur. Yaşanan sürecin siyasi yönü kadar

teknolojik yönü de önemlidir. Sosyal medyanın sınırsız gücü ile örgütlenen insanlar ve

gruplar oldukça hızlı bir şekilde organize olarak, bu gibi durumlara pek alışık olmayan ve

hazırlıksız yakalanan devlet otoritesini zaafa uğratmaya çalışmışlardır (Altınbaş, t.y.).

Başlangıçta geleneksel medyanın pek ilgi göstermediği Gezi Parkı eylemlerinde,

Türkiye’den ve dünyadan birçok insan sosyal medya üzerinden örgütlenmiş ve eyleme

geçmiştir. Gezi Parkı Dayanışması ve Taksim Platformu gibi oluşumlarla eylemciler

yönlendirilmiştir. Facebook ve Twitter üzerinden fotoğraf, duyuru, video ve bilgi paylaşımı

yapmışlardır. Orada olmasalar bile insanlar, Türkiye’de ve dünyada meydanlara inmiş ve

protestolar yapmıştır. Yan yana gelmesi mümkün olmayan siyasi oluşumlar, spor kulüpleri ve

insanlar aynı ortamda birlikte hareket etmişlerdir.

Sonuç

Son dönemde iletişim teknolojilerindeki gelişme, bilgiye erişimi de kolaylaştırmıştır.

Günümüzde internet, iş hayatından sosyal hayata kadar hayatımızın tüm alanlarına girmiştir.

Hayatımıza bu kadar giren internet, toplumsal hareketlerimizi etkilerken, toplumsal

hareketlerde interneti etkilemiştir. Siyasetçilerden siyasi partilere kadar her kesimin yer aldığı

bu yeni mecrada, artık politikalar da bu ortamlarda şekillenip eyleme dönüşmektedir.

Siyasetten sosyal hayata, eğitimden sağlığa, ekonomiden çevre sorunlarına kadar her türlü

tartışma, öneri, örgütlenme ve eylem faaliyetleri internet üzerinden yapılmaktadır.

Örgütlenme kolaylığı ile protestolar ulus ötesine kolayca ulaşmaktadır. Web siteleri, sohbet

odaları, bloglar toplumsal hareketleri etkilemektedir. Özellikle yüz milyonlarca insanın üye

olduğu Facebook ve Twitter bu konuda çok etkilidir.

İnternet, kolay ulaşılabilirliği, ucuz olması, interaktif olması, zaman-mekân sınırlarının

olmaması gibi özellikleriyle adeta hayatın vazgeçilmez bir unsuru olmaktadır. İnsanlar

internet üzerinden haberlere ulaşabilmekte, televizyon-sinema izleyebilmekte, radyo

dinleyebilmekte, arkadaşlarıyla, yakınlarıyla görüşebilmektedir. Hatta oluşturulan platformlar

üzerinden siyasal ve sosyal olaylara dâhil olabilmekte, herhangi bir siyasal veya sosyal olayda

beğenilerini veya tepkilerini ortaya koyabilmektedir. Siyasal ve sosyal olaylar, sokaklardan

sosyal medyaya, sosyal medyadan tekrar sokaklara dönebilmektedir. Sanal ortamlarda

tartışılan konular, zaman zaman eyleme dönüşmektedir. İnternet, bir yandan insanları

özgürleştirirken, diğer yandan devletler tarafından kontrol edilmesine ve denetlenmesine de

imkân sağlamaktadır.

Wikileaks, Occupy Wall Street, Anonymous, Arap Baharı gibi yeni toplumsal hareketlerin

ortak özelliği internet üzerinden başlayıp gelişmesidir. Birbirini tanımayan kitleler, sanal

ortamlarda/platformlarda bir araya gelerek harekete geçmektedirler. Bu tür toplumsal

hareketler, geçmiş yıllardaki toplumsal hareketlere göre farklı ve yenidir. Ayrıca bu tür

hareketler sadece siyasi değil, toplumu ilgilendiren her konuda yapılmaktadır. Sonuç olarak,

medyada yaşanan değişim, toplumsal hareketlerin de değişmesine neden olmuştur.

120 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

KAYNAKÇA:

Altunbaş, F. (t.y.). Sosyal Medya ve Toplumsal Olaylar: Gezi Parkı Olayları Örneği,

https://www.academia.edu/6604502/SOSYAL_MEDYA_VE_TOPLUMSAL_OLAY

LAR_GEZI_PARKI_OLAYLARI_Social_Media_and_Riots_Case_Study_of_Gezi_P

ark_Demonstration_ adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 22 Mart 2014)

Aksulu, M. (2013). Yeni Toplumsal Hareketler: Türkiye’de Hayvan Hakları Savunuculuğu ve

Sosyal Medya, Y.L. Tezi, Maltepe Üniversitesi, İstanbul.

Arrighi, G., Hopkins T., Wallerstein I. (2004). Sistem Karşıtı Hareketler. İstanbul: Metis

Yayınları.

Bingöl, Y. ve Tanrıver, N. (2011). Bilgi Çağında Değişen Sosyal Hareketler: Sanal Eylemler.

The Journal of Knowledge Economy & Knowledge Management/Volume: VI Spring,

http://www.beykon.org/dergi/2011/SPRING/Y.Bingol.pdf adresinde alınmıştır.

(Erişim tarihi 20 Mart 2014)

Çetinkaya, Y. D. (2008). Tarih ve Kuram Arasında Toplumsal Hareketler. Toplumsal

Hareketler, Tarih, Teori ve Deneyim. Çetinkaya, Y. D. (der.) içinde İstanbul: İletişim

Yayınları. 15–61.

Çildan, C., Ertemiz, M., Küçük, E., Tumuçin, K.H., Albayrak, D. (t.y.). Sosyal Medyanın

Politik Katılım ve Hareketlerdeki Rolü. http://ab.org.tr/ab12/bildiri/205.pdf adresinden

alınmıştır. (Erişim tarihi 14 Mart 2014)

Çopuroğlu, C. Y. ve Çetin, N. (2010). Yeni Sosyal Hareketler Paradigması Bağlamında

Türkiye'deki Küreselleşme Karşıtı Grupların Birbirleriyle ve Dünyadaki Karşıtlarla

Karşılaştırılması, Sosyoloji Derneği, Türkiye Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt:13

Sayı:1-Bahar 2010, VI. Ulusal Sosyoloji Kongresi, 1–2–3 Ekim 2009: Aydın.

Dirlik, A. (2008). Pasifik Perspektifinde Toplumsal Hareketler: Çağdaş Radikal Siyasetin

Soyağacı Üzerine Düşünceler, Toplumsal Hareketler, Tarih, Teori ve Deneyim.

Çetinkaya, Y. D. (der.) içinde İstanbul: İletişim Yayınları. 65–83.

Erdem, H. A. (2011). Yeni Medya Hizmetleri ve Düzenlemeleri, Radyo ve Televizyon Üst

Kurulu Uzmanlık Tezi, http://www.rtuk.org.tr/upload/ut/27.pdf adresinden alınmıştır.

(Erişim tarihi 24 Mart 2014)

Ergüzel, D. (2013). Yeni Medya Düzeni, http://www.denizergurel.net/yeni-medya-degisen-ne/

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 24 Mart 2014)

Işık, G. (2013). Yeni Toplumsal Hareketler ve Sanal Gerçeklik Boyutunda Gezi Parkı

Eylemleri, Selçuk İletişim, Cilt: 8, Sayı: 1, 19-33.

Korkmaz, A. (2012). Arap Baharı Sürecinde İnternet ve Sosyal Medyanın Rolü, International

Symposium on Language and Communication: Research Trends and Challenges

(ISLC). İzmir. 2147–2153.

Şen, F. (2012). Toplumsal Hareketler ve Medya: Wall Street İşgalinin Medya da Temsili,

http://globalmediajournaltr.yeditepe.edu.tr/makaleler/GMJ_4._sayi_Bahar_2012/pdf/S

en.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 18 Mart 2014).

Tatar, T. (2013). Yeni Toplumsal Hareketler ve Küresel Projeler, Orta Doğu Analiz, Eylül

2013, Cilt: 5, Sayı: 57, www.orsam.org.tr adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 24 Mart

2014)

Ali Korkmaz 121

TÜRKSAM, (2014). İnternetin Sosyal Hareketlerde Artan Etkisi,

http://www.turksam.org/tr/makale-detay/953-internetin-sosyal-hareketlerde-artan-

etkisi adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 4 Mart 2014)

Zaptçıoğlu, D. (t.y.) Wall Street’ten Huzur Sokağı’na: İşgal ve Direniş Günleri,

http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=413&dyid=6088

adresinden alınmıştır. Erişim tarihi 15 Mart 2014)

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Yatağan Enerji ve Maden İşçilerinin Direniş Sürecinde

Medyayı Kullanış Biçimleri

Sergender SEZER

Özet:

Yatağan bir işçi kentidir. Yatağan’ı işçi kenti yapan en önemli iki tesis; 1982 yılından itibaren

ünite ünite devreye alınan ve tam kapasite olarak 1986 yılında faaliyetine başlayan Yatağan Termik

Santrali ve bu santrale kömür sağlayan maden ocaklarıdır. Santralde yaklaşık 750 işçi, santrale kömür

sağlayan kömür ocaklarında da 400 civarında işçi çalışmaktadır. Bunların yanında özel kömür

madenlerinde ve mermer çıkarılan diğer maden ocaklarında çalışan yüzlerce işçi bulunmaktadır.

Dolayısıyla kent ekonomisi büyük oranda özellikle hâlâ devlete ait olan elektrik santrali ve maden

ocaklarına bağımlıdır. Bu nedenle termik santralin ve maden ocaklarının özelleştirilmesi kent

ekonomisine büyük bir darbe vuracaktır. Ayrıca direniş sürecinde Yatağan’ın öne çıkmasına rağmen

Kemerköy ve Yeniköy termik santrallerini sınırları içinde bulunduran Milas da bu özelleştirme

sürecine kayıtsız değildir. Bu yüzden enerji ve maden tesislerinde gerçekleştirilecek bir özelleştirme

doğrudan işçileri olduğu kadar Yatağan, Milas ve Muğla ekonomilerini de doğrudan veya dolaylı

olarak etkileyecektir.

Termik santrallerin ve madenlerin özelleştirilmesinin gündeme geldiği 1990’lı yılların başından

itibaren Yatağan enerji ve maden işçileri özelleştirmeye karşı bir mücadele içine girmişlerdir. Başlarda

sayısal olarak çok az bir işçinin ve bazı sendikacıların öncülüğünde başlayan bu mücadele süreç içinde

tüm Yatağan’ı, Milas’ı ve Muğla’yı da etkilemiştir. Yatağan, Milas ve Muğla’daki yerel basın

başından beri işçilerin vermiş olduğu mücadeleyi sürekli haberleştirmiştir, ancak ulusal basında haber

olarak yer almaları ise polis ve jandarma müdahalesi gerçekleştiğinde söz konusu olabilmiştir.

Bu çalışmada, Yatağan işçilerinin verdikleri özelleştirme karşıtı mücadelenin basın-yayın

organlarında nasıl yer aldığı, işçilerin basın yayın organlarını ve sosyal medyayı direnişlerini

örgütlemek ve duyurmak için nasıl kullandıkları, bu yer alma ve kullanım sürecinin geri dönüşünün

nasıl olduğu, halkın desteğini, örgütlenmeyi ve direnişi olumlu veya olumsuz nasıl etkilediği

sosyolojik olarak analiz edilmiştir.

Analiz edilecek veriler, hem medya taramasıyla, hem de enerji işçilerinin örgütlü olduğu TES-İŞ

(Türkiye Enerji, Su ve Gaz İşçileri Sendikası) ile maden işçilerinin örgütlü olduğu Maden-İş

sendikalarının yönetici ve üyeleri ile yapılan görüşmelerden elde edilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Yatağan, direniş, özelleştirme, sendika, TES-İŞ, Maden-İş, emek ve iletişim,

medya, sosyal medya, enerji ve maden işçileri.

Giriş

Bu çalışma, hem bir saha araştırması olarak kurgulanmış, hem de gazete, dergi ve

TV’lerin haberlerinden yapılan taramaların incelenmesinden oluşmuştur. Saha araştırması

sürecinde sendika yetkilileriyle, işyeri temsilcileri ve işçilerle ayrıca Yatağan halkı ve

esnafıyla görüşmeler yapılmıştır.1 Sahaya dört kez gidilmiştir, bu gidişlerde santraldeki ve

madenlerdeki işçilerle, işyeri temsilcileriyle ayrı ayrı görüşmeler yapılmıştır. Direniş

çadırında, işçilerin yaptıkları eylemlerde ve işyeri içinde direniş sürecinin nasıl işlediğine dair

gözlemler yapılmıştır. Yatağan esnafı ve halkıyla da direniş süreci ve bu sürecin basında yer

Dr. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi.

1 Bu araştırmaya verdikleri destek için başta TES-İŞ Yatağan Şube Başkanı Fatih Erçelik’e, Maden-İş Yatağan

Şube Başkanı Süleyman Girgin’e, TES-İŞ Yatağan Şube Teşkilat Sekreteri Kemal Özcan’a sendika mubayaacısı

Memiş Gümüş’e, görüşmeyi kabul eden tüm işyeri temsilcisi ve işçilere, Yatağan halkı ve esnafına sonsuz

teşekkürlerimi sunarım.

Ayrıca, 2013-2014 Bahar Yarıyılı “Alan Araştırması” dersimi alıp sahadaki araştırmalara katılan burada

isimlerini tek tek zikredemediğim Sosyoloji Bölümü Üçüncü Sınıf öğrencilerine teşekkür ederim.

124 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

alış biçimi, sendikaların ve işçilerin halk ile ilişkileri ve süreci basın yoluyla ne derece

aktarabildikleri; sendikaların anlattıklarının halk tarafından nasıl algılandığı ve

değerlendirildiği analiz edilmeye çalışılmıştır.

24 Ocak 1980 kararlarıyla neo-liberal politikaların ülke ekonomisinde birer birer devlet

politikası haline getirilme çabalarının bir sonucu olarak özelleştirme ve taşeronlaştırma

Türkiye’de kamu çalışanlarının karşısına bir tehdit olarak çıkmaya başlamıştır. Özelleştirme

ve taşeronlaştırma, tüm kamu ve özel sektör çalışanlarını yakından ilgilendiren temel

sorunlardır. Yatağan işçileri de aynı nedenlerle bu duruma karşı bir mücadele

geliştirmişlerdir.

Yatağan maden ve enerji işçilerinin özelleştirmeye karşı mücadele ve direniş süreci 1994

yılına kadar geriye gitmektedir. İlk zamanlar işçilerin büyük çoğunluğu özelleştirmenin kötü

bir durum yaratmayacağı düşüncesini paylaşmışlardır. Bu işçilerin genel beklentisi

özelleştirme olduğu takdirde başka devlet kuruluşlarına geçişlerinin sağlanabileceği şeklinde

olmuştur. Bu süreçte işçilerden daha fazla Yatağan halkı özelleştirmeye karşı bir tutum

almıştır. Aynı dönemlerde Yatağan, santralden kaynaklı yoğun bir hava kirliliği ile de

mücadele etmek zorunda kalmıştır. Buna rağmen santralin kapatılması veya özelleştirilmesi

özellikle esnaf arasında pek savunulmamıştır.

Yatağan Enerji ve Maden İşçilerinin Derdi: Özelleştirmeye Karşı Var Olmak

Her şeyden önce Yatağan enerji ve maden işçilerinin kavgaları, ekmek kavgasıdır. Bu

ekmek kavgasını farklı bir noktaya çekmek işçilerin haklı, bilinçli ve örgütlü mücadelesini

görmezden gelmek iyi niyet ölçülerinin dışındadır. Maalesef Türkiye’de toplumda oluşturulan

korku kültürü her türden hak mücadelesinin mutlaka siyasal bir düzleme çekilip vatanı-milleti

koruma refleksiyle karşılanmasına ve “vatanı bölme, huzuru kaçırma, anarşistlik, bölücülük,

komünizme hizmet, teröristlik vs.” ile damgalanıp, içinin boşaltılmasına, halk desteği

almasının engellenmesine neden olmaktadır. Bunda devletin ve toplumun her şeye muktedir

“kutsal devlet” algısının etkisi de büyüktür. İşte bu yüzden devletin, dolayısıyla hükümetlerin

yapıp ettiği her şey, aldığı her karar kutsal kabul edilmekte, buna karşı gelen herkes

marjinalleştirilmeye çalışılmaktadır. Genel algı; özelleştirme çalışanı ve yöre halkını olumsuz

etkilese bile “devlet yapıyorsa, doğrudur” şeklindedir. Elbette bu durumun oluşmasında

basının ve ülkenin yaşadığı askeri darbelerin de etkisi büyüktür. Buradan hareketle Yatağan

işçilerinin mücadelesi, her şeyin en iyisini bilen “kutsal devlet”in aldığı ve alması muhtemel

benzer kararlara bir karşı duruş olarak da algılanmaktadır.

Kısaca “kamu mülkiyetinde olan KİT’leri, özel sermayeye, bedeli karşılığında

satmak”(Özmen, 1987, s. 7) olan özelleştirme; kapitalizmin küreselleşmeyi iyi bir gelişme

gibi gelişmemiş ülkelere pazarlamasıyla birlikte, bu ülkelerin ekonomik yapılarını ve kamu

mülkiyeti anlayışını tümden değiştirmek için ürettiği ve dayattığı bir sömürü aracı olarak

kabul edilmektedir. Özellikle gelişmemiş ülkelere kamu borçlarını azaltacak, ülkeyi

kalkındıracak tek uygulamaymış gibi dayatılan özelleştirme ABD ve İngiltere gibi gelişmiş

kapitalist ülkelerin, kendi ekonomik krizlerden bir çıkış yolu olarak 1980’lerden itibaren

Reagan ve Thatcher dönemlerinde acımasız bir şekilde, düzensizleştirme ve finansal

serbestlikle birlikte uygulamaya konulmuştur(Ercan, 2005, s. 375). Kapitalizmin

özelleştirmeyi de dayatarak sağlamaya çalıştığı küreselleşme süreci, “farklı düzeylerde

sermaye birikimine sahip ülke ya da bölgelerin varlığında gerçekleşmektedir. Yani yasal

süreçlerle inşa edilen kapitalizmin küresel düzeyde kurumsallaşması, tekil-dışsal bir

müdahalenin ürünü değildir. Küreselleşme sermayenin dünya ölçeğinde toplam döngüsüne

katılan, tüm tekil sermayelerin bir ürünüdür” (Ercan, 2005, s. 375). Küreselleşme sürecinin

bugün gelinen noktasında sadece KİT’lerin özelleştirilmesi değil, akarsuların, ormanların,

kıyıların, okulların, hastanelerin ve hatta güvenliğin de özelleştirilmesi söz konusudur.

Sergender Sezer 125

Türkiye’nin özelleştirmeyi bir devlet politikası haline getirmesinin dönüm noktası olarak

24 Ocak 1980 kararlarını görmek mümkündür. Bu kararların alındığı tarihten sonra 12 Eylül

1980 askeri darbesi ve ardından iktidarı eline alan Turgut Özal ve partisi ANAP

özelleştirmenin temellerini sağlamlaştırmıştır. 24 Kasım 1994 tarihinde çıkarılan 4046 Sayılı

Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun ile özelleştirme Türkiye’de yasal bir zemine

oturtulmuştur.

Özelleştirme ile ulus-aşırı iş çevrelerinin çıkarına uygun koşullar içeren politikaları hayata

geçiren Türkiye, üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi, kamu borçlarının ödenmesini,

altyapının geliştirilmesini, uluslararası piyasalarla bütünleşmesinin sağlanması ve

kalkınmanın hızlandırılmasını gerekçe olarak göstere gelmiştir. Oysa bu politika, dışarıdan

telkin edilmese bile, gelişmenin temel sorunlarından biri haline gelmiştir. Ulus-aşırı şirketler,

daha fazla kâr getiren ve stratejik öneme sahip enerji, maden, su, telekomünikasyon ve

ulaşım-nakliye gibi sektörlere yönelmişlerdir (Martin, 1995, s. 27).Bu durum

özelleştirmelerde kamu yararından çok özel sektör yararı gözetildiğinin önemli bir

göstergesidir. Eskiden zarar eden KİT’lerin satılması şeklinde uygulanan ve bu yönüyle

savunulan özelleştirme şimdilerde kâr edenlerin satılması şekline dönüşmüştür. Öyle ki, KİT

zarar ediyorsa bile, kâr eder hale getirilip o şekilde satılmaktadır.

Özelleştirme savunucularının en önemli argümanlarından birisi, KİT’lerin devletin

sırtında bir kambur olduğu, çünkü siyasetin müdahalesinin kaçınılmaz olduğu, gereğinden

fazla işçi çalıştırıldığı, popülist politikalarla gereksiz yatırımlar yapıldığı ve bu yüzden de

sürekli olarak zarar ettikleridir. Bu, Türkiye gibi ülkelerde birçok KİT için geçmiş yıllarda

doğruluk payı olan bir argümandır. Bu yüzden birçok kâr eden KİT de, kurunun yanında

yanan yaş misali özelleştirmenin kurbanı olmuştur. Bu kurbanların başında sigara ve alkol

fabrikaları, rafineriler, limanlar, enerji ve maden işletmeleri gelmektedir. Kâr ettiği halde

satışa çıkarılan işletmelerden bazıları da Yatağan ve çevresindeki kömür madenleri ile termik

santrallerdir.

Yatağan ve havalisindeki enerji ve maden sektöründe faaliyet gösteren KİT’lerin

özelleştirilmesine karşı işçilerin verdikleri (artık bir bir direniş haline dönüşen) mücadelede

anlatmaya çalıştıkları önemli hususlar şunlardır:

1. Özelleştirme halka ait olanın talan edilmesi, neo-liberal politikalar uğruna birilerine

peşkeş çekilmesidir.

2. Özelleştirilmesi istenen kuruluşlar kâr eden ve devlete büyük katkı sunan, vergi

ödeyen kuruluşlardır.

3. Bu kuruluşlarda çalışan işçiler hâlihazırda hak ettikleri ücretleri alamazken ve bir

kişi, iki-üç kişilik işi yaparken, özelleştirme gerçekleştiği takdirde bu kuruluşlarda

daha az işçi daha düşük ücretle çalıştırılacaktır.

4. Yatağan ve havalisinin ekonomisi ciddi yara alacak ve göçler başlayacaktır.

5. Nerdeyse hiç iş kazası olmayan bu işletmelerde yaralanmalı ve ölümlü iş kazaları

olacaktır.

6. Çevreye verilen zarar ve hava kirliliği en aza indirilmişken, özelleştirme

gerçekleştiği takdirde çevre ve hava kirliliği artacak, daha çok insan yaşadığı yeri

terk etmek zorunda kalacaktır.

Bütün bu gerekçelerini kamuoyuna aktarmak, insanları bilgilendirmek, bilinçlendirmek ve

bu şekilde mücadelelerine destek sağlamak için bir iletişim ve halkla ilişkiler stratejisi

izlemektedirler.

126 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Hak Mücadelesi Sürecinde İletişim ve Halkla İlişkilerin Önemi

İletişim ve halkla ilişkiler daha çok bir malın veya hizmetin halka ulaştırılmasında,

tanıtılması ve pazarlanmasında önemli bir konuymuş gibi algılansa da, Gezi Parkı

eylemlerinde, Tekel Direnişi’nde ve benzeri halk hareketlerinde de görüldüğü gibi, hak

mücadelesi eylemleri için de son derece önemlidir.

İnsan topluluklarının ilk hallerinden günümüz modern toplumlarına kadar, insanlık tarihi

içinde iletişim hep olagelmiştir. En basit haliyle, kişi ya da grupların fikir, tutum veya

davranışlarını etkileme, değiştirme veya geliştirme amacı taşıyan süreç (Kağıtçıbaşı, 1988, ss.

164-165) olarak özetlenebilen iletişim, amaca hizmet eden bir işleve sahiptir. Karşı tarafın

veya mesajı alacağı varsayılan muhtemel alıcıların, duygu, tutum, düşünce ve davranışlarında

istendik bir takım değişiklikler hedefleniyorsa bu hedefe uygun mesajların sürekli olarak

iletilmesi şarttır.

Yatağan direnişi örgütlü bir eylemler bütünüdür. İşçiler ve örgütlü oldukları sendikaları

mücadelelerinin haklılığını halka ve kamuoyuna doğru bir şekilde aktarma kaygısı

taşımaktadırlar. “Yöneten-yönetilen, satan-satın alan, kamuoyu oluşturmak isteyen-kamuoyu

ayrımının bulunduğu her ortamda halkla ilişkiler uygulamasından söz edilebilir. Çünkü halkla

ilişkiler, bir yandan örgütsel çıktıya bağlı, onun ayrılmaz izleyicisi olan ilişki, öte yandan bu

ilişkiye düzenlilik getirme ve çevre öğelerini denetleme için örgüt tarafından geliştirilmiş

bilinçli çaba olarak belirmektedir. Örgüt-çevre kaçınılmaz olduğuna göre örgütün içinde

bulunduğu her ortamda halkla ilişkiler ya kendiliğinden ya da planlı olarak ortaya çıkan bir

çaba olacaktır” (Kazancı, 1980, s. 19). Burada şu noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar

bulunmaktadır; özel sektör için bir malın veya hizmetin tanıtımı ve satışının arttırılması

anlamına gelen halkla ilişkiler veya siyasal partilerin, hükümetlerin propagandası anlamına

gelen halkla ilişkilerden farklı olarak, ezilenlerin, hakları gasp edilenlerin yararlandıkları

halkla ilişkiler yöntemi ve amacı farklılık göstermektedir. Burada da bir propaganda, tanıtım

veya bilgi verme söz konusudur, ancak buradaki amaç doğrudan mal satmaya çalışanlara veya

yönetimlerini sağlamlaştırmak isteyenlere karşı bir propagandayı içermektedir.

Yatağan’da enerji maden işçileri, haklı olduklarını düşündükleri ve bunun için uzun

zamandan beri direndikleri özelleştirmeye karşı davalarında yerelde Yatağan, Milas ve çevre

köyleri ile Muğla geneline yönelik sürekli bir propaganda faaliyeti içindedirler. Yatağan

enerji maden işçileri iki sendikada örgütlüdür. Maden işçileri TÜRK-İŞ’e bağlı Türkiye

Maden İşçileri Sendikası (Maden-İş)’nda, enerji işçileri ise Türkiye Enerji, Su ve Gaz İşçileri

Sendikası (TES-İŞ)’nda örgütlüdür. Her iki sendika da kendisinin varlığını diğerine borçlu

olduğu gerçeğinden yola çıkarak tüm direniş sürecinde birlikte hareket etme kararı almışlardır

ve bu kararı uygulamaya devam etmektedirler. Bu birlik ve beraberlik görüntüsü işçilerin

mücadelesinde halk desteğini olumlu etkilemektedir. Aynı şekilde işçilerin Yatağan Termik

Santrali önünde kurdukları direniş çadırına yerel ve ulusal düzeyde politikacıların,

sendikacıların, gazetecilerin, sanatçıların, akademisyenlerin ve öğrencilerin verdikleri destek

de halk desteğini olumlu etkileyen diğer bir unsurdur. Sendikalar ve işçiler klasik (faks veya

telefonla) yöntemlerle bu tür haberleri yerel ve ulusal basına ulaştırmaktadırlar.

Sergender Sezer 127

Fotoğraf 1: İşçilerin Bodrum-Milas tarafından Yatağan’a girerken santral önüne astıkları ve

sürekli orada duran pankart.

Yatağan işçilerinin 1994’te başlayan hızlı özelleştirme sürecinden muaf kalabileceklerine

dair bir beklentileri olmuştur. Bu yüzden 1996 ve takip eden bir kaç yılda özelleştirmeye

karşı, işçileri bilinçlendirmeye çalışan kişi ve çevrelere karşı bir refleks geliştirmişlerdir.

Santralin ya da madenlerin stratejik önemlerinden ve kâr etmelerinden dolayı

özelleştirilemeyeceğini düşünenler ile özelleştirme sonucunda başka kamu kuruluşlarına

aktarılacaklarını ve bunun onlar için iyi olacağını düşünenler işçilerin çoğunluğunu

oluşturmuştur. Bunların yanında işçilerin büyük bir kısmının Yatağan ve çevre köylerden

olması, onların toprağa bağlılıklarının kopmaması nedeniyle işçi bilinçlerinin eksik

kalmasında etkili olmuştur. Oysa peş peşe yaşanan ekonomik krizlerin de etkisiyle neo-liberal

politikaların hayata geçirilmesinin hızlandırılması ve küreselleşme süreci, işçilerin

köyden/kırdan ilişkilerinin kopmasını da hızlandırmıştır. Bilinmektedir ki; “kapitalizm köy-

kır ilişkilerini çözerek kentlere göçü arttırmaktadır. Bu nüfusun ağırlıklı bölümü ücretli ve

maaşlı çalışan ya da yedek işgücü ordusu içinde kalan emekçi kesimlerden oluşmaktadır.

Kapitalist gelişme, işçi sınıfının nicel ve nitel gelişiminin de sistemidir. Kimileri giderek

zayıflayıp tasfiyeye doğru giden, diğer bazıları ise, yeni katılımlarla safları büyüyen

toplumsal kesimleri; sınıf, grup ve çevreleri kapsayan kapitalist toplumda, toplumun

çoğunluğu açısından üretim araçlarından yoksunlaşmak ve emeğiyle; emek gücünü başkasına

satarak-kiralayarak yaşamını sürdürmek iktisadi gelişme ve hareketin kaçınılamayan

sonuçları arasındadır” (Akdağ, 2014, s. 77). Bu nedenledir ki; Yatağan işçisi, kapitalizmin

Türkiye’de gelişim sürecinin bir sonucu olarak bugün, kol gücünden başka satabileceği bir

şeyinin kalmadığı bir döneme girmiştir. Madenlerde ve santralde çok sayıda çalışanı olan

Yeşilbağcılar Kasabası’nın başına gelen ironik bir şekilde işçinin köyden nasıl

koptuğunun/koparıldığının, topraktan gelen destekten nasıl yoksun bırakıldığının bir

göstergesidir. Aşağıdaki birinci fotoğraf (Fotoğraf 2) Yeşilbağcılar Kasabası’nın eski

yerindeki hali iken ikinci fotoğraf (Fotoğraf 3) kasabadan geriye kalanların toplandığı, TOKİ

tarafından yapılan konutlardır.

128 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Fotoğraf 2: Yeşilbağcılar Kasabası (http://fotograflarlayesilbagcilar.blogspot.com.tr/

adresinden alınmıştır).

Fotoğraf 3: Yeşilbağcılar Kasabası (http://www.bodrumbaskisi.com/haber/wp-

content/uploads/2011/06/ Yatagan-Yesilbagcilar.jpg adresinden alınmıştır).

Yatağan enerji ve maden işçileri, özelleştirmeye karşı verdikleri mücadeleyi köy köy

dolaşarak anlattıklarını ve insanların görebileceği her yere afişler, pankartlar astıklarını,

bildiriler dağıttıklarını, toplantılar yaptıklarını açıklamışlardır. Sendika temsilcileri, “işçilerle

yaptıkları toplantılarda oturdukları köylerdeki, kasabalardaki, mahallelerdeki kahvehanelere

gidilerek usanmadan, sıkılmadan özelleştirmeyi anlatmalarını, eş ve çocuklarının da aynı

şekilde her yerde ve fırsatta bunları konuşmaları gerektiğini kararlaştırdıklarını”

söylemişlerdir. Bu toplantılar ve konuşmalar halk tarafından olumlu karşılanmış ve

özelleştirmeye karşı işçilere destek olmalarında etkili olmuştur. Ancak her şeye rağmen

işçilerin beklediği düzeyde bir halk desteği henüz oluşmamıştır. Bu yüzden işçilerin bazıları

Sergender Sezer 129

sendikalarının yeteri kadar davalarını halka anlatamadığından yakınmaktadır. Bu gerçek bir

kenarda duradursun, iktidar partisinin işçileri bölmek için uyguladığı bir taktikten

bahsedilmekte ve son yıllarda iktidar partisinden referansı olmayanın işe alınmadığı gibi, işe

alınan bu işçilerin eylemlere ya gelmediği, ya da işçilerin tepkilerinden çekindikleri için

ailelerini getirmeden sadece kendilerinin geldiklerini söyleyen işçiler de epeyce

bulunmaktadır.

Bütün bu çabaların, iletişim ve halkla ilişkilerin sonucuna siyaset tarafından bakıldığında

durum pek işçilerin lehine görünmemektedir. Yatağan’daki özelleştirme süreci son seçimlere

kadar merkez sol oylarını arttıran bir etkiye sahipken [2009 yerel seçimlerinde CHP (%

34,28) ve DSP’nin (% 19.01) toplam oyu % 43’ün biraz üstündedir. AKP’nin oyları ise %

15.87’de kalmıştır], 29 Mart 2014 yerel seçimlerinde DSP seçimlere girmediği halde CHP’nin

oyu 2009’daki oy oranıyla nerdeyse aynı olmuş (% 34,3), AKP’nin oyları ise % 33,4’e

çıkmıştır. MHP 2009’da % 29.37 oy alırken 2014 yerel seçimlerinde oylarını bir miktar

arttırarak % 30.8’e çıkarmıştır. Bu sonuçlara göre bakıldığında özelleştirme sürecinin AKP’ye

karşı ciddi bir tepki oluşturmadığı hemen söylenebilir. Aksine oylarını iki katından fazla

arttırmıştır. Özelleştirme süreci merkez sol oyları azaltırken diğer sol oylarında da arttırıcı bir

etki yapmamıştır. Zaten HDP, ÖDP ve TKP dışında sol parti de seçimlere katılmamıştır.

Bu durumun oluşmasında Muğla’nın büyükşehir yapılması etkilidir. Köyler ve kasabalar

bir anda Yatağan’ın mahallesi olmuştur. Genellikle kırsal kesim sağa daha yakındır. Bu

durum seçim sonuçlarına yansımış görünmektedir. Sendika yetkilileriyle yapılan

görüşmelerde tüm köylere gittiklerini, her yere özelleştirmeye karşı halkı bilinçlendirmek için

afişler-pankartlar astıklarını, toplantılar yaptıklarını ve bildiriler dağıttıklarını söylemişlerdir.

Sahada yapılan gözlemlerde de yapılan bazı çalışmalar yerinde görülmüştür. Ancak halkın

iktidar partisine karşı olumsuz bir tavır geliştirmesinde yapılan çalışmalar etkili olmamıştır.

Kırsal kesim, Yatağan ilçe merkezi ve çevredeki birkaç kasaba ve köyün dışında

özelleştirmeden doğrudan etkilenmeyeceklerini düşünmektedir. İlginç olan bir durum da,

santralde veya madenlerde çalışanlara karşı kıskançlıkla yaklaşan bazı vatandaşların sadece

bu yüzden santralin ve madenlerin özelleştirilmesini istemesinin saha araştırmalarında sık

karşılaşılan bir durum olmasıdır.

Bulgular ve Sonuç

Yatağan enerji ve maden işçileri 1996 yılından beri değişik yoğunlukta özeleştirmeye

karşı mücadele vermektedirler. Bu mücadelelerinde Yatağan, Milas ve Muğla’da demokratik

kitle örgütlerinden, halktan ve yerel basından destek almaktadırlar. Yatağan, ekonomisi için

her iki iş kolunun işçilerinin ekonomik katkısına ihtiyaç duyan bir kenttir.

Yatağan’da örgütlü Maden-İş ve TES-İŞ özelleştirmeye karşı ortak hareket etmektedirler.

Her eylem kararını birlikte almakta ve ortak eylem yapmaktadırlar. Araştırma sürecinde her

iki sendikanın şube başkanları ile telefonla görüşülmüştür. Her ikisi de “herhangi birimizle

görüşmeniz sizin için yeterli olacaktır, çünkü aynı şeyleri söyleyeceğiz” demişlerdir. Bu

nedenle yüz yüze görüşme sadece TES-İŞ Yatağan Şube başkanı Fatih Erçelik ile yapılmıştır.

Eskiden her iki sendika arasında gizli bir rekabet olduğu açıkça gözlemlenebilir bir durum

iken, artık iki sendika sanki birleşmiş bir sendika izlenimi vermektedir. Direniş çadırında

maden ve santral işçileri ve her iki sendikanın temsilcileri ile görüşmeler yapılmıştır.

Yatağan, esnafı, lojmanları, sosyal tesisleri, mermer ve kömür madenleri ve termik santrali

ile bir işçi kentidir. İşçi kenti olması sadece görüntü olarak değil, nitelik olarak da kendini

göstermektedir. Sokaklarında dolaştığınızda, kahvehanelerine gittiğinizde, esnafıyla sohbet

ettiğinizde, gazete bayisinden gazete almak istediğinizde, kitapçısıyla konuştuğunuzda da bir

işçi kentidir. İşçi olmak sadece bir işi, eylemi beden gücü ile yapan kişi olmaktan öte, işçinin

kendisinin işçi olduğunun, bir sınıfa ait olduğunun da bilincinde olması, bu bilince göre bir

130 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

yaşam sürmesi ve bu bilincin getirdiği bir dünya görüşüyle birlik duygusu içinde bir mücadele

içinde olmasıdır. Yatağan işçileri, özellikle 1997 yılından sonraki süreçte sınıf ve işçi

bilinciyle donanıp bu yönde işleri ve ekmekleri için olduğu kadar, ülkeleri, insan hakları ve

demokrasi için de mücadele etmektedirler. Bu mücadelenin yansımalarını, işçi olsun veya

olmasın her Yatağanlının gündelik yaşamında görmek, hissetmek mümkündür.

Direnişe Maden-iş ve TES-İŞ’te örgütlü işçilerin tamamına yakını bir şekilde destek

vermektedir. Ancak işçilerin siyasi, ideolojik yapılarına bakıldığında bir homojenlik yoktur.

Buna rağmen özelleştirme ile işlerini ve ekmeklerini kaybedeceklerinin bilinciyle direniş

sürecine aktif olarak katılmaktadırlar. Ancak kadrolu işçiler, taşeron işçilerin ve 4-C’li

işçilerin çoğunlukla AKP sayesinde işe alındıklarını söylemişlerdir. Yine bu işçilerden

bazıları kendi topraklarının istimlâk edilmesi karşılığında işe girdikleri için (bir vefa borcu

olarak) eylemlere katılmama yönünde eğilim gösterdiklerini belirtmişlerdir. Yine bu işçilerle

yapılan görüşmelerde; “özelleştirmeye karşı olmalarına rağmen, santral ve madenler

özelleştirilse bile kendilerinin yine AKP sayesinde başka bir işe yerleşebilecekleri, eylemlere

katılırlarsa bu şansı da kaybedeceklerini, zaten bu kadar karşı duruşa rağmen özelleştirmenin

önüne geçmenin zor olduğunu” dile getirmişlerdir.

Yatağan merkezde ve köylerinde yaşayan halkın büyük çoğunluğu, Yatağan’da bulunan

maden ocaklarında ve termik santralde kendisi veya bir yakını çalışmasa da özelleştirmeye

karşıdır. Yapılan eylemlere verdikleri destek bunu açıkça göstermektedir. Gerek işçilerin,

gerekse halkın artık özelleştirmeyi gerçekleştirmiş olan, araştırma ve seçim sürecinde

gerçekleştirme ihtimali yüksek olan iktidar partisine karşı yaklaşımlarına bakıldığında % 25

civarında oy alacağı tespit edilen AKP yerel seçimlerde % 33,4 oy olarak, araştırmada2 % 31

civarında olan kararsızları etkilemiş görünmektedir. Konuşulan işçilerden bazıları, oylarını

AKP’ye verdiklerini ve vermeye de devam edeceklerini belirtmişlerdir. Sebebi sorulduğunda

ise, genel olarak ekonominin düzelmesini, istikrarı, Başbakan’a olan sevgilerini, sağcı

oldukları için sağda oy verebilecekleri başka parti olmamasını ve halka en yakın parti

olmasını sebep olarak göstermişlerdir.

Basın incelemelerinde direniş sürecine yerel medyanın ve özellikle sol tandanslı3

medyanın şartsız destek verdiği görülmüştür. Sol tandanslı medyanın verdiği şartsız desteğe

rağmen Yatağan’daki gazete tirajlarına yapılan haberlerin tam olarak olumlu yansıdıklarını

söylemek mümkün değildir. Sendika yetkilileri ve işçiler ulusal yayın yapan sol medyanın ve

yerel medyanın verdiği destekten memnun olduklarını belirtmişlerdir. Ancak yerel medya ile

aralarında maddi bir çıkar ilişkilerinin olduğunu söylemek mümkündür. Sendika yetkililerinin

de ifade ettiği gibi, Yatağan’da yayın yapan medya organlarına sendikanın basım-yayım işleri

sırayla verilmektedir. Yatağan’daki yerel medyanın var olabilmesi biraz da bu tür iş

ilişkilerine bağlıdır. Başka bir deyişle, kentte örgütlü iki sendika olmasa yerel basının bu denli

güçlü olabilmesi pek mümkün görünmemektedir.

Ulusal düzeyde yayın yapan ve siyasi olarak hükümete yakın veya ortada duran basın

yayın organlarına bakıldığında da işçilerin aleyhine haberlerin çıkmadığı, ancak çıkan

haberlerin mutlaka bir olaya bağlı olarak verildiği gözlemlenmiştir. Örneğin, polisle veya

jandarmayla bir arbedenin yaşanması, işçilere saldırılması, işçilerin yol kapatması, AKP

binasına yürümesi, Başbakan ve bakanlardan birinin protesto edilmesi veya eşekli eylem

yapılması, Sodra Dağı’na çıkılması gibi eylemler bu gazetelerde haber olarak yer alabilmiştir.

2 Kastedilen Araştırma, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi (BAP) tarafından

desteklenen ve yazar tarafından yürütülen“Halkın Siyasete ve Yönetime Katılımının Yeni Büyükşehir Yasası

Üzerinden İncelenmesi: Muğla Örneği” adlı projedir. 3 Bu basın-yayın organları Cumhuriyet, Evrensel, Birgün, Sol, Yurt, Aydınlık, Ulusal Kanal, Halk TV, Hayat

TV, İMC TV ve Odatv’dir.

Sergender Sezer 131

Yatağan’da bulunan termik santral ve madenlerde çocukları, torunları çalışabilsin diye

arazilerini, tarlalarını, bahçelerini, evlerini bedelsiz veya çok düşük bedelli veren Yatağan ve

köylerinin halkı büyük bir aldatılmışlık hissi içindedirler. Öyle ki, Eskihisar köyü ve

Yeşilbağcılar Kasabası tümüyle maden sahası içinde kalmış, Şahinler köyü ise arazileriyle

birlikte santral alanının altında kalmıştır. Devletin olacağını düşündükleri arazileri, onların

gözünün önünde şimdi birilerine satılacak ve üstelik de çocukları, torunları madenlerde veya

santralde çalıştırılmayacaktır. Bu durum onları öfkelendirmekte ve işçilerin direnişine her

türlü desteği ellerinden geldiğince vermektedirler. Sendika yetkilileri ve işçilerin beyan

ettikleri gibi, her iktidar döneminde ve her türlü direnişte halk işçilerin yanında yer almıştır.

Dolayısıyla Yatağan halkı için eylem pratiği oldukça yüksektir denilebilir. Bu yüzden halktan

kişilerle yapılan görüşmelerde hak aramak için yapılan eylemlerle ilgili eleştirel bir söz

duymak neredeyse mümkün değildir. Nitekim son 1 Mayıs kutlamalarına Yatağan gibi küçük

bir ilçe merkezinde 15 bin civarında kişi katılmıştır.

Sendikalar, özelleştirmeye karşı verdikleri mücadeleyi köy köy dolaşarak kahvehanelerde,

tarlalarda özelleştirmenin ne olduğunu, yaratacağı ekonomik, toplumsal ve çevresel tahribatı

anlattıklarını belirtmişlerdir. Bunları sadece Yatağan köylülerine değil, Kavaklıdere, Bodrum,

Milas ve Muğla’nın köy ve kasabalarında da anlatmışlar, daha tepeye, yol kenarlarına

aşağıdaki “Özel-leş-tirme Yağma, Talan, Soygundur” mesajı veren pankartlarını ve afişlerini

asmışlardır.

Fotoğraf 4: Sendikalar tarafından asılan pankart.

Her iki sendika özelleştirmeye karşı verdikleri mücadelede ve direniş sürecinde bu işlerin

ekonomik yükünü de ortak üstlenmişlerdir. İşçiler ve sendika temsilcileri sendika genel

merkezlerinin bu konudaki sıkıştırmalarına rağmen, ekonomik olarak, son kalan kalelerden

birini daha kaybetmemek için gereken desteği vermeye devam etmekte olduklarını

söylemişlerdir.

Sendika yetkilileri ve işçiler, özelleştirmeye karşı verdikleri direniş sürecinde Yatağan

Belediyesi’nin, Muğla Belediyesi’nin ve Milas Belediyesi’nin kendilerine sürekli destek

verdiklerini belirtmişlerdir. Belediyelerin yanında bazı CHP’li ve HDP’li milletvekillerinin

destekleri de sürekli olarak devam etmekte, işçilerin sorunları ve özelleştirme zaman zaman

TBMM’ye taşınmaktadır. Yerel yöneticilerin, yerel siyasetçilerin ve milletvekillerinin

132 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

verdikleri destek, direnişin medyada yer almasını sağladığı gibi, direnişin medyada yer alması

da siyasetçilerin desteğinin devam etmesinde etkili olmuştur.

Yatağan’da örgütlü gerek TES-İŞ, gerekse Maden-İş sendikaları sosyal medyada kendi

adlarıyla bir hesaba sahip değildir. Genel merkezlerinin dışında bir internet siteleri veya

süreli, düzenli bir yayınları da yoktur. Ancak Facebook’ta işçilerin kurduğu “YATAĞAN

EMEK PLATFORMU” (705 üye)

(https://www.facebook.com/groups/361663047248372/?fref=ts), “YATAĞAN TES-İŞ

ÖZELLEŞTİRMEYE ''HAYIR''” (1971 üye)

(https://www.facebook.com/groups/434591293262480/?fref=ts), diye iki grup var, “Emekçi

Yatağan” (623 arkadaş)(https://www.facebook.com/temiz.yatagan) ismi ile bir üye

bulunmakta ve buradan direnişle ilgili süreci takip etmek mümkündür. Maden-İş Yatağan

Şubesi’nin “Yatagan Madenis” (122 arkadaş)

(https://www.facebook.com/yataganmadenis.sendika?fref=ts - en son hareket 21 Haziran

2010 tarihindedir ve bir şehit polisin cenaze töreniyle ilgilidir.) adıyla da bir hesap

bulunmakta ancak aktif olmadığı görülmektedir.4

Twitter’da ise her iki sendikanın da resmi bir hesabı yoktur. Sadece 1635 takipçisi olan

Yatağan İşçisi (https://twitter.com/yataganiscisi) adıyla bir hesap bulunmakta ve bu hesaptan

direnişle ilgili süreç takip edilebilmektedir. Ayrıca Twitter’da #yatağaniscileriyalnızdeğildir

hastagiyle bir gündem oluşturulmuştur. Her iki sendikanın ve direnişe katılan işçilerin sosyal

medyayı etkin bir şekilde kullanmadıkları görülmektedir. Bunun nedeniyle ilgili olarak

sendika yetkilileri, “çok ihtiyaç duymadık, arkadaşlardan bilgisayar ve internetten anlayan

bazıları bir iki hesap veya grup açtı ama işe yaradı mı bilmiyoruz” şeklinde bir cevap

vermişlerdir. Bunun yerine yazılı ve görsel basında yer almayı daha çok önemsediklerini

belirtmişlerdir.

Her iki sendikanın da bir “basın ve halkla ilişkiler birimi” bulunmamaktadır. Basınla ve

halkla yürütülen ilişkiler tamamen amatörce ve gönüllülük temelinde yürütülmektedir. Ancak

kendileriyle ilgili çıkan her haberi bir medya takip şirketi tarafından takip ettirmekte ve

arşivlemektedirler.

Yatağan’daki direniş, kenti tüm Türkiye için bilinen bir yer haline getirmiştir. İster sağda,

ister solda yer alsın Yatağan direniş sürecini Türkiye’de yayın yapan yazılı, görsel basın ve

internet basını mutlaka en az bir kez haber yapmak zorunda kalmıştır. Bunun en önemli

sebebi işçilerin mutlaka ses getirecek eylemler düzenlemeleri ve polis veya jandarmayla

mutlaka bir arbede yaşanmasıdır. Bunun dışında kurmuş oldukları “Direniş Çadırı”na birçok

siyasetçinin ve ünlü kişinin ziyaretlerde bulunması da etkilidir. Polisle ve jandarmayla arbede

yaşanması konusunda işçiler, “maalesef medyanın önemli bir kısmı bizi haklı emek

mücadelemiz sürecinde görmezden gelmektedirler. Ancak polisle, jandarmayla bir sorun

yaşadığımızda, gaz, cop yediğimizde ve gözaltına alındığımızda haber olabiliyoruz. Biz de

artık bundan korkmadığımız için bir şekilde o malum medya bizi de haber yapmak zorunda

kalıyor” demişlerdir.

İşçiler ve sendikaları arasında tam bir bütünleşme olduğu gözlemlenmiştir. Bunda

yaptıkları eylemlerin geniş kitleler tarafından kabullenilmesi, medyada sürekli yer bulması,

sürekli kurdukları direniş çadırının değişik kişiler, STK’lar ve çeşitli toplum kesimleri

tarafından ziyaret edilmesinin ve direniş eylemlerinde sendika temsilcilerinin hep ön saflarda

yer almasının etkisi çok büyüktür. Ancak aynı desteği TÜRK-İŞ’ten göremediklerini, TÜRK-

İŞ’in kendilerine karşı yaklaşımının ihanet çizgisine yakın olduğunu belirtmişlerdir. Ankara

4 Bahsedilen bu grup ve hesaplar, en son 18 Nisan 1014 tarihinde kontrol edilmiştir. Son takipçi, üye ve arkadaş

sayıları (30 Haziran 2014 tarihi itibariyle) sırasıyla 695, 1960, 718, 121 ve 1738’dir.

Sergender Sezer 133

Kurtuluş Parkı’nda Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın karşısında 48 gündür direnen Enerji

ve Maden işçileri, TÜRK-İŞ’in bir an önce Yatağan’a dönmeleri için zaman zaman baskı

yaptığını ve eylemleri konusunda sürekli olarak “onların bizimle bir ilgisi yok” mesajı

verdiğini söylemektedirler.

Fotoğraf 5: Yatağan-Milas-Bodrum yolu üzerinde Yatağan Termik Santrali girişindeki

direniş çadırı 24 saat işçilerin nöbetleşe durdukları bir çadırdır. Buradan direnişle ilgili

süreç takip edilebilmektedir. Buradaki insan sayısı zaman zaman işçilerin aileleri, çeşitli kitle

örgütleri, öğrenciler ve halkın desteğiyle binlerce kişiye ulaşabilmektedir.

İşçilerin direnişinin sol medya dışında kalan medyada da yer almasının nedenleri arasında

seçtikleri eylem biçimleri ve yerleri de önemlidir. 50. Uluslararası Cumhurbaşkanlığı Bisiklet

Turu sırasında yapılan eylem; Şirince Köyü, Ankara, Kütahya, İstanbul, İzmir’de yapılan

eylemler; Milas Sodra Dağı’ndaki eşekli eylem; Yatağan’daki gece meşaleli yürüyüş ve kefen

giyilerek yapılan eylemler medyanın ilgisini çekmeyi başarmıştır. Özellikle, “Hükümet

Kandil Dağı'nı muhatap alıyorsa Sodra Dağı'nda da bizi muhatap almalı” diyerek 24 Eylül

2013 tarihinde Milas Sodra Dağı’na yaklaşık 1000 kişi ile çıkan işçilerin bu eylemi basında

geniş yer bulmuş ve halkın desteğini almıştır.

İşçilerin, eylemlerinin medyada geniş yer bulmasında ve halk desteği bulmasında,

ailelerini eylemlere dahil etmelerinin de rolü vardır. Bu durum aynı zamanda kadınların ve

çocukların da büyük oranda bilinçlenmesi ve politize olması sonucunu yaratmıştır. Yatağan

halkının özelleştirme konusunda bu kadar bilinçli olmasında 7-8 yaşındaki işçi çocuğunun

“özelleştirme nedir” sorusuna verdiği, “vatanın satılmasıdır, babamın işsiz kalmasıdır,

ablamın okula gidememesidir” gibi cevapların etkisi de vardır.

134 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Fotoğraf 6: 1 Mayıs’ta Yatağan.

İşçilerin bu mücadele ve direniş süreci ile halkla ve medyayla olan ilişkileri 1 Mayıs’ın

Yatağan’da geniş katılımlı, coşkulu ve disiplinli geçmesini sağlamıştır. Meydana gir(e)meyen

halk konuşmaları ve kutlamaları balkonlardan, pencerelerden izleyerek işçilerin yanında

olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Muğlalı gazeteci Özcan Özgür’ün işçilerin Yatağan’da

düzenledikleri 1 Mayıs Mitingi’ne ilişkin gözlemleri aşağıdaki gibidir:

“… Ege’deki tüm emekçiler ve dostları İzmir’e akarken, Denizli’de de 1 Mayıs

kutlaması olduğu halde Yatağan’da da “1 Mayıs Meydanı” doldu ve taştı…

Öyle ki İzmir’de görkemli bir geleneksel 1 Mayıs kutlaması varken, İzmir’den

HARBİŞ üyeleri, Manisa-Soma’dan maden ve enerji işçileri, Denizli Beyağaç’tan

yeraltı maden işçileri Yatağan’a koşup gelmişlerdi…

Çünkü 1 Mayıs Yatağan’da “bayram” değil, “direniş” olarak algılanıyor, öyle

yaşanıyordu… Nitekim Ankara, İstanbul veya İzmir’de olmak varken Yatağan’a

koşup gelen TBB Başkanı Prof. Dr. Metin Feyizoğlu “Artık her yer Yatağan. Sizlere

gezi direnişinde gençlerle mücadele eden avukatların, 84 bin emekçi avukatın

selamını getirdim” ifadesinde bulunurken şöyle diyordu:

“Yatağan Türkiye’nin namusudur. Yatağan’ı korumak tüm Türkiye’nin görevidir. 1

Mayıs’ı işçi ve emekçi bayramı yapıncaya kadar mücadele edeceğiz …”(Özgür,

2014).

Sergender Sezer 135

KAYNAKÇA:

Akdağ, Y. (2014). Kapitalizm ve Sınıf Mücadelesi – Teorinin Güncelliği. İstanbul: Evrensel

Basım Yayın.

Ercan, F. (2005). Türkiye’de Yapısal Reformlar. Kapitalizm ve Türkiye 1. Ercan, F. ve

Akkaya, Y. (der.) içinde. Ankara: Dipnot Yayınları.

Kağıtçıbaşı, Ç. (1988). İnsan ve İnsanlar. İstanbul: Evrim Basım Yayım Dağıtım.

Martin, B. (1995). Özelleştirme: Kimin Yararına? Çev., Osman Ç. Deniztekin. İstanbul: Cep

Kitapları A. Ş. Yayınları.

Özgür, Ö. (2014). Yatağan’da 1 Mayıs Meydanı. http://www.hamlegazetesi.com.tr/yataganda-

1-mayis-meydani/ adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 3 Mayıs 2014)

Özmen, S. (1987). Türkiye’de ve Dünyada KİT’lerin Özelleştirilmesi. İstanbul: Met/Er

Matbaası.

Kazancı, M. (1980). Halkla İlişkiler. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Yayınları.

Ayrıca;

TES-İŞ Sendikası Yatağan Şubesi’nin 8., 9. ve 10. Olağan Kongre Çalışma Raporları

ile yıllık çalışma raporlarından da yararlanılarak görüşmelerde söylenenlerle

karşılaştırılmıştır.

İncelenen Gazete, İnternet Sitesi ve Televizyonlar

Akşam Gazetesi

Aydınlık Gazetesi

Birgün Gazetesi

Cumhuriyet Gazetesi

Evrensel Gazetesi

Habertürk Gazetesi

Halk TV

Hayat TV

Hürriyet Gazetesi

İMC TV

Milas Önder Gazetesi

Milli Gazete

Muğla Devrim Gazetesi

Muğla Hamle Gazetesi

Ortadoğu Gazetesi

Sabah Gazetesi

Sol Gazetesi

Sözcü Gazetesi

Ulusal Kanal

www.haber.sol.org.tr

www.habervaktim.com

www.odatv.com

Yatağan Demeç Gazetesi

Yenişafak Gazetesi

Yurt Gazetesi

Zaman Gazetesi

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Bir Medya Seferberliği Öyküsünün Söylem Analizi: Vestel

City'ye “Belgesel Film” Yerleştirme

Hakan AYTEKİN

Özet:

Günümüzde medyanın en önemli işlevi neoliberal düzenin kurumlaşmasını ve sürdürülmesini

sağlamaktır. İzleyici, dinleyici, okuyucular küresel dünyanın bir parçası olan tüketiciler olarak kabul

edilmektedir. İletişim teknolojileri neoliberal politikalara paralel biçimde dünyayı tek pazar olarak

düzenlerken her türlü fırsat ve yönlendirmeden yararlanmaktadır. ‘Ürün yerleştirme’ de bu

yöntemlerden biridir. Uygulama; reklamı yapılacak ürünün (ki, çoğu kez markanın) reklam amacıyla

üretilmemiş olan sinema filmleri, televizyon programları ya da müzik videolarının içine bilinçlice,

alenen ve bedelli olarak yerleştirilmesi biçiminde gerçekleştirilmektedir.

Bu çalışmada, yöntemin en uç uygulama biçimlerinden biri olan bir örnek ele alınmaktadır.

National Geographic Channel’da yayınlanan Mega Yapılar “belgesel” dizisinin bir bölümü

Türkiye’de elektrikli-elektronik eşya üreten Vestel fabrikasına ayrılmıştır. Söz konusu yapım; ürün

yerleştirme yönteminin bir halkla ilişkiler ve reklam uygulaması olmanın ötesinde, neoliberal

dünyada medyanın bir bütün olarak çalışma hayatı ve tüketici kitlelerle ilgili yaklaşımını göstermesi

açısından önemli bir örnektir. Bu örnekte filmin içine bir “ürün” değil, ürünün içine bir “film”

yerleştirilmiştir ve söz konusu bölüm, yapım-yayın-yayın sonrası sürecinde medyanın pek çok alanını

içine alan bir seferberliğe dönüşmüştür.

Ürün ya da marka yerleştirmenin ötesine geçilen yapımda, liberal dünyada işçi sınıfının emeğine

karşı yabancılaştırılması, tüketicilerin yönlendirilmesi, kitlelerin kendi gerçekliklerinden

uzaklaştırılması için “belgesel sinema” araçsallaştırılmıştır.

Çalışmada kamuoyuna bir “belgesel film” olarak lanse edilen bu hibrit yapımın eleştirel söylem

analizi yapılmıştır. Yapımın “sorun”, “inanç”, “cesaret”, “kahramanlık” ve “iktidar” zinciri üzerinden

oluşturulan dramatik yapısı, söylemin içerik, gramatik, yapısal, etkileşimsel, sunum özellikleri

üzerinden çözümlenmiş; sinematografik özelliklerin söylemi nasıl görünür (ya da görünmez) hale

getirdiği gösterilmeye çalışılmıştır.

Medya Bir Bütündür

Günümüzde medyanın büyük bir bölümünün işlevi neoliberal düzenin kurumlaşmasını ve

sürdürülmesini sağlamaktır. Tüketiciler küresel dünyanın parçası olarak kabul edilmekte ve

onlara her türlü medya aracından, bu dünyanın diliyle yaklaşılmaktadır. İletişim teknolojileri

neoliberal politikalara paralel biçimde dünyayı tek pazar olarak düzenlemekle görevlidir

(Bıçakçı, 2000, s. 145). “Medya organları yeryüzünü bir ahtapot gibi sarmış olan global

kapitalizmin uzantılarıdır” (Karaboğa, t.y.). Mecralar iç içe geçmiş, pazarda tüketiciyle

kurulan ilişki strateji ve pratikleri bu bütünleşik yapıya göre tasarlanmaya başlanmıştır.

Medya ürünlerinin içeriği bütünden bağımsız olamamakta, ortaya çıkan ürünler artık pek çok

ortam göz önünde tutularak biçimlendirilmekte ve pazara sokulmaktadır. Medyaların

birbirinin içine girmesi, birbirini tamamlaması, hibrit türlerin gelişmesi artık sıradan hale

gelmiştir. Bu bağlamda, reklam dışı amaçla gerçekleştirilmiş olan film, televizyon programı

ya da müzik videosunun arasına, bu yapımın akışını ve bütünlüğünü bozmadan, herhangi bir

ürün ya da hizmetin açıkça yerleştirilmesi yöntemi olan ürün yerleştirme (product placement),

reklamı kanıksayan kitlelere ulaşabilmek için reklamcıların geliştirdiği farklılık yaratma

yollarından biridir. Yöntem “ürün yerleştirme” olarak adlandırılıyorsa da, çoğu zaman

yapımın içine yerleştirilen ürün ya da hizmet değil “marka” olmaktadır (Odabaşı ve Oyman,

2003, s. 377). Çünkü “marka” modern şirketin anlamı, “reklam” da bu anlamın kitlelere

Yrd. Doç. Dr., Maltepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon Sinema Bölümü.

138 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

iletilmesi için kullanılan yollardan biridir. Günümüzde reklamların rolü ürünler hakkında

haber vermekten öte, marka etrafında bir imaj yaratmaktır (aktaran Akçalı, 2006, s. 102).

Çoğu ürün ve hizmet kategorilerinde markalar arasındaki benzerlikler bir markayı

diğerlerinden ayırt etmeyi zorlaştırdığından markayı rakiplerinden daha güçlü göstermek için

imaj reklamları kullanılmaktadır (Odabaşı ve Oyman, 2003, s. 370). Tüketim toplumunda

tüketicileri daha savunmasız olduğu bir ortamda yakaladığı için, etkili bir reklam ortamı

olarak ürün yerleştirme yöntemine giderek daha çok başvurulmaktadır.

1940’lardan itibaren örnekleri görülen ve günümüzde pazarlama iletişiminde önemli bir

araç haline gelen uygulamanın en etkili ilk örneği Steven Spielberg’in 1982 yılında

gerçekleştirdiği E.T. filminde Reese’s Pieces şekerlemesinin kullanılmasıdır (Argan vd.,

2007, s. 161). Ürün yerleştirme daha sonraki yıllarda Hollywood sinemasında yapımcılar

açısından önemli bir gelir kaynağı, reklamcılar açısından da önemli bir pazarlama yöntemi

haline gelmiştir. 1980’li yıllarda izleyiciler yönteme tepki gösterirken, günümüzde bu tür

uygulamalarla daha sık karşı karşıya kalındığı için yöntemi kanıksamıştır (Arslan, 2011, s.

11). Ürün yerleştirme başlangıçta rastlantısal olarak gerçekleşmişse de, günümüzde

profesyonel bir iş boyutuna erişmiştir. Başlangıçta ürünün filmin içinde sadece görünmesi

biçiminde kurulan rastlantısal ilişki günümüzde yerini yaratım/senaryo aşamasından itibaren

dahil olunan; yerleştirme şeklinin belirlenmesi, yürütülmesi, etkinliğin ölçümlenmesi

aşamalarını da içeren planlı bir sürece dönüşmüştür. İzleyicilerin film ya da televizyon

programı seyrederken bir reklam filmiyle karşı karşıya olmaması, yerleştirilen ürün-markayla

karşılaştığında zapping’e başvur(a)maması, izleyicilerin yöntemi ticari olarak algılamaması,

filmdeki oyuncuların yarattığı ilgi ve güven yöntemi reklam filmleri karşısında daha avantajlı

kılmaktadır. Günümüzde filmler sadece sinema salonlarında tüketilmemekte, daha sonra

televizyon yayınları, DVD, internet, mobil iletişim gibi yeni ortamlar aracılığıyla çok daha

geniş bir izleyici kitlesine ulaşmakta ve mesajın yaşam süresi uzamaktadır (Odabaşı ve

Oyman 2003, s. 379).

Galician-Bourdeau ürün yerleştirme biçimini sekiz başlık altında sınıflandırmaktadır:

Şirket yerleştirmesi, genel yerleştirme, hizmet yerleştirmesi, fikir yerleştirmesi, ülke-kişilik-

müzik yerleştirmesi, tarihsel yerleştirme, yenilik yerleştirme, fütürist yerleştirme (aktaran

Arslan, 2011, ss. 90-92). Mega Yapılar: Vestel City1, bu sekiz ürün yerleştirme biçimine de

uymayan, “uç” bir örnektir. Yapım bütünüyle tek bir markaya ayrılmış; “ürün” filmin bir

parçası değil, “film” ürünün bir aracı haline gelmiştir. Dizinin daha önceki bölümlerinde de

Coca Cola, Ferrari, Boeing, Jack Daniels, Lego, Ikea, Lamborghini gibi dünya çapında farklı

sektörlerden global markalara yer verilmiştir. Galician-Bourdeau’nun sınıflandırmasındaki

her kategorinin, bu dizide karşımıza birlikte çıktığı söylenebilir.

Kamuoyuna belgesel film olarak lanse edilmesine karşın yapım hibrit bir nitelik

taşımaktadır. Bu bağlamda; Mega Yapılar: Vestel City’yi mesajları açısından reklam

kuşağında olmaksızın ya da üzerine “advortorial” uyarısı yerleştirilmeksizin yayınlanan uzun

bir reklam filmi; fabrikayı ve üretim süreçlerini anlattığı için tanıtım filmi; yapısal olarak TV

programı; mekânın, kişilerin, eylemlerin “gerçekliği” açısından belgesel film olarak

nitelendirmek mümkündür. Hibrit yapısı, içeriği ve söylemi gibi, yapımın kamuoyuna

duyurulma biçimi ve gösterim sonrasında oluşan tepkiler de tartışılmaya değer

görünmektedir.

1 Mega Yapılar: Vestel City, Yayın Yeri: National Geographic Channel Türkiye, Yayın Tarihi: 24 Mart 2013,

Saat: 22:00; Executive Producer: Ellen Windemuth, Executive Producer/Director: Emre Izat, Producer/Writer:

Kate Bradbury, Narrator: Tony Mirst, Director of Photography: Rene Helinen, Editor: Federico Campanale,

Head of Production: Karen Meehan, Programme Finance Manager: Marcel Derksen, Online Editor: Stuart

Chambers, Music: Jingle Punks

Hakan Aytekin 139

Mega City’nin Mega Söylemi

National Geographic Channel’in

web sitesinde yer alan verilere göre

Mega Yapılar: Vestel City, National

Geographic Channel Türkiye’de 60’a

yakın bölümü yayınlanmış olan Mega

Yapılar dizisinin bir bölümüdür.

Tanıtma yazıları dizide yer alan

yapıların çoğunun inşaat sektörünü

kapsadığını göstermektedir. Gözde

yapılar köprü, tünel ve gökdelenlerdir.

İnşaat sektörünü ileri-yüksek teknoloji

ürünleri takip etmektedir. Dizide

ulaşım, enerji, para, tüketim ve

güvenlik kavramları öne çıkmaktadır. Diziye konu olan mega yapıların yer aldığı ülkeler

arasında ABD, Çin ve Birleşik Arap Emirlikleri başı çekmektedir. Bölgesel yoğunluk Kuzey

Amerika, Uzakdoğu ve Batı Avrupa’dadır. Afrika ve Güney Amerika programa dahil

edilmemiştir. Dizide Türkiye’den iki bölüm yer almaktadır. Bunlardan ilki iki değişik adla yer

alan Marmaray Projesi’dir: Yüzyılın Projesi: Marmaray’ın Sırları ve Eski İstanbul’u

Kurtarmak: Marmaray’ın Sırrı. Türkiye’den ikinci bölüm ise bu çalışmanın konusu olan

Vestel City üzerinedir. (http://natgeotv.com/tr/mega-yapilar/hakkinda)

Dizi web sitesinde “Çağın mucizevî yapılarına odaklanıyoruz. Dünyanın çeşitli

yerlerinden insanüstü mühendislik dehaları…” sözleriyle tanıtılmaktadır. Bir bütünün parçası

olarak Vestel City de bu temel konsepte yaslanmaktadır; ancak yapımdaki söylem başka

anlamları da inşa etmektedir. Çünkü Sözen’in belirttiği gibi, söylem içinde bilgiyi, ideolojiyi,

gücü barındıran bir meta-eylem, gücün mübadelesiyle eyleme dönüşen bir dil pratiğidir

(Sözen’den aktaran Çelik ve Ekşi, 2013, s. 100). Sadece iletilenlerin içeriğini değil, onu dile

getireni (kim söylüyor?), otoritesini (neye dayanıyor?), dinleyiciyi-izleyiciyi (kime

söylüyor?), amacı (söyleyenler söyledikleriyle neyi başarmak istiyor?) da kapsamaktadır

(Çelik ve Ekşi, 2013, s. 100).

Yapımdaki söylem; “sorun”, “inanç”, “cesaret”, “kahraman”, “iktidar” halkalarının

sıralandığı bir zincir oluşturan bir dramatik yapıyla inşa edilmektedir. Bu yapı olabildiğince

yalındır; yapımda bir günlüğüne Vestel City’ye girilmekte; gündoğumunda başlayan yapım

gün batımında bitmektedir. Sıradan bir günün işlendiği bu basit öykü, izleyicilerin gündelik

yaşamında defaten tanık olduğu pek çok sıradan unsurdan beslenerek bir “gerçeklik” duygusu

yaratmakta, yapımın “belgesel” olarak lanse edilmesini ve anılmasını kolaylaştırmaktadır.

Vestel City’de “görünen” her şey “gerçek”tir; mekânlar, insanlar, üretim süreçleri, vb.

Yapımda, görsel olarak “city”e ait birimler, üretim biçimleri, üretim ilişkileri; işitsel olarak

dış-ses spikerin okuduğu metin, “city”nin sahibi Ahmet Zorlu’nun, bazı yöneticilerin

konuşmaları, doğal ses efektleri, kesintiye uğramayan bir müzik kuşağı yer almaktadır.

Söylem analizi anlamın çeşitli ve değişken olabileceğini araştırırken dilin sözdizimsel ve

semantik çerçevesinden çok yaratılan anlam(lar)ı kavramaya çalışır. Baş ve Akturan söylemin

özelliklerini içerik, gramatik, yapısal, etkileşimsel, sunum olarak beş başlık altında

toplamaktadır (2008, ss. 34-35). Bu çalışmada da, Vestel City’nin söylemi bu özellikler

üzerinden analiz edilmektedir.

Söylemin İçerik Özellikleri:

Yapımdaki genel söylem neoliberal düzenin yarattığı tüketim kültürüne aittir. On binin

üzerinde çalışanı, hammadde girdileri, mamul çıktılarıyla modern dünyanın en büyük

140 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

tesislerinden biri olan Vestel City’nin “sır”ları tüketicilerin sıradan dünyasına sunulmakta; bu

mega city’nin hedefleri, çalışanların sorumlulukları üzerinden tüm “dünyanın” tüketici

bireylerinin terbiye edilmesinde ders malzemesi olarak kullanılmaktadır.

Yapımın henüz ilk cümlesi yapımdaki ana amacı sergilemektedir. Anlatıcı, teknolojinin ve

makinelerin vazgeçilmezliği, değişimin sürekliliği, buna ayak uydurabilecek esnek bir üretim

sisteminin gereği ve bütün bunların üstesinden gelmek için bir liderin (inançlı, cesur

kahramanın) gerektiği bilgisini izleyicilere vermektedir:

SPİKER: “Yeni teknoloji dediğimiz zaman aklımıza yarış arabaları, trenler ve uçaklar

gelir. Fakat asıl gelişen teknoloji hayatımızın olmazsa olmazı konumundaki

makinelerde. Her saniye değişen bu makinelere yetişebilmek için esnek bir sistem ve

dünyamıza iz bırakmak isteyen bir yönetici gerekiyor.” (00’00”-00’30”) 2

ramatik yapı böyle bir kahraman üzerine kurulduğu için, izleyici bu vasıfların

doğrulanacağı bir izleme sürecine sokulmaktadır. Yapım boyunca mucizevî city’nin

olağanüstü patronu ve onun denetimindeki çalışanların üretim heyecanlarının,

sorumluluklarının altı çizilmektedir. Genç, erkek spikerin seslendirdiği bu sözler, göksel bir

varlık gibi helikopterden inen ve emin adımlarla fabrika kompleksine yürüyen patron Ahmet

Zorlu’nun görüntüleri eşliğindedir. Sözlü anlatıma göre “dünyada iz bırakmak” isteyen

Zorlu’nun, “Ben de bir yenilik yapayım ki, dünyada bir şey olayım,” sözlerini sinema dili ve

süresi açısından adeta bir reklam filmi formatında hazırlanmış olan 15 saniyelik kısa bir

bölüm takip etmektedir:

“Türkiye’nin batısında, bir milyon metrekareden daha büyük bir elektronik şehir yer

alıyor. Burada her bina ayrı bir mega fabrika. Vestel… ” (00’30”-00’45”)

Bu girişin peşi sıra, İngilizce bir ara yazı3 halinde verilen, Mega Factories kavramı

spikerin sözlü ifadesiyle desteklenmektedir: “Avrupa’nın en büyük fabrikası”. Üretim

kompleksinin günlük hedefleri de sözlü olarak açıklanarak, yapımda neyi merak etmeleri

gerektiği konusunda izleyiciler yönlendirilmektedir:

“Bugünün hedefleri 45.000 televizyon, 9.500 buzdolabı, 8.000 çamaşır makinesi,

5.000 fırın ve 2.500 bulaşık makinesi. Hepsinin bir gün içinde başlanıp bitirilmesi

gerekiyor.” (01’15”-01’37”)

İzleyicilerin bu büyüklük karşısında hayranlık duyması mümkündür. Söylem izleyiciyi

buna koşullandırmaktadır. İzleyicilerin bu yoğunlukta yapılan üretimi emek-sermaye

karşıtlığı açısından sorgulaması söylemin en baştan bertaraf etmesi gereken noktadır.

Büyüklük olgusu, kalitenin bir garantisi olarak söyleme içkin hale getirilmiştir. Bu nedenle,

yapım boyunca spikerin yanı sıra değişik kademelerdeki yöneticiler de Vestel’in

büyüklüğünün, şirketi benzerlerinden ayıran temel özelliklerin altını çizmektedir.

Kapısından her gün “14 bin işçi”nin girdiği bu mega city, kuşkusuz kendi dinamiğine

bırakılamaz. Dış ses anlatıcı, “şirketin sahibi olan Ahmet Zorlu”nun, bugün4 “haftalık

2 Yapımın ses kuşağından aktarılan cümleler ve sözcükler çalışma boyunca tırnak içinde, italik olarak ve

herhangi bir düzeltme yapılmadan bire-bir gösterilmektedir. 3 Yapım sunum açısından küresel bir nitelik taşımaktadır, İngilizce olarak hazırlanmıştır. Kişilerin unvanları,

rakamsal veriler, animasyon ve jenerik gibi yazı halinde verilen bilgiler İngilizcedir. Bir kişi hariç yöneticilerin

konuşmaları orijinal dildedir; İngilizce seslendirme yapılacağı anlaşılmaktadır. Zorlu’nun doğaçlama

konuşmaları İngilizce alt yazıyla verilmektedir. 4 Sözlü anlatıma göre Zorlu’nun gezisi “Cuma” günü gerçekleşmektedir. Yapımın dramatik yapısı açısından

haftanın hangi günü olduğunun hiçbir önemi olmamasına karşın, bu vurgunun izleyicilere Müslüman bir

coğrafyaya ait bir öykü izleyecekleri hakkında bir ipucu verdiği düşünülebilir. Yapım süresince “Cuma” günü

ifadesi iki kez geçmektedir.

Hakan Aytekin 141

teftiş”ini yapacağını belirterek izleyiciye hem iş disiplinini anımsatmakta hem de filmin temel

geriliminin neyin üzerine kurulacağı belirtilmektedir. 14 bin kişi, bu tek kişinin denetiminden

geçecektir.

Mega city’de her şey hızlı

olmak zorundadır. Mega city’nin

nizamiyesinden yaya olarak

giren 14 bin çalışanın aksine,

Zorlu çalışanları denetlemeye

helikopterle gelmiştir. Çünkü

“fakirler daha yavaş seyahat

eder” (Griffiths, 2003, s. 38).

Fabrikanın damına, Zorlu Air’e

ait bir helikopterden adeta

atlayarak inerken, spiker de

“Ahmet Zorlu, helikopter yere

değer değmez elektronik üretim

katına yöneliyor” sözleriyle onun hem çevik, hem de zamanı değerli bir kişi olduğunun altını

çizmektedir. Ses kuşağındaki bu güdülemeye karşın “gösterilen”e dikkatle bakıldığında,

sahnenin kurmaca olduğu anlaşılmaktadır. Rölantideki helikopterin pervanesi yavaş biçimde

dönmektedir ve Zorlu’dan önce helikopterden inmiş olan pilot bir eliyle Zorlu’nun çantasını,

diğer eliyle de Zorlu’nun helikopterden rahat inebilmesi için kapıyı açık tutmaktadır.

Lacivert takım elbisesi, kravat-mendil takımı ile kendinden emin biçimde hareket eden

Zorlu, çevresindeki kişilerden hemen ayrışmaktadır. Çevresindeki hiçbir kişi, onun kadar iyi

giyimli ve iyi görünüşlü değildir5. Onun bir patron olduğunu, emrindeki herkesin onun

hizmetinde olması gerektiğini imleyen ayrıntılar göze çarpmaktadır. Zorlu’nun çantasını

elinde tutan ve ona kapıyı açan pilot, fabrika içinde yürürken güneş gözlüğünü taşıyan

görevli, bu görevlinin esas duruşunu hiç bozmaması, ona eşlik eden görevliler, fabrika içinde

onu yürümekten kurtaran ve her yere hızla ulaştıran araç gibi ayrıntılar onun liderlik vasfının

birer gösterenidir. Bu ayrıntılar çalışanlar gibi izleyenlerin de onun gücünü kavramasını

kolaylaştırmaktadır.

Zorlu fabrika içinde yayayken de hızlı hareket etmektedir. Refakatindekilerden iki adım

önde girdiği mekânlarda fazla oyalanmamaktadır. Bir milyon metrekareden büyük olan bu

alanı, bir gün içinde teftiş edecektir. Zorlu’nun ağzından, fabrikaları kâğıt üzerinden

kontrolünün kolay olduğunu ama bunu tercih etmediğini, haftada bir yerinde kontrol yaptığını

öğreniyoruz. Zamanı kısıtlı ve değerlidir. Çünkü;

“Zorlu’nun imparatorluğu bu fabrikadan çok daha büyük. Hükümranlığı altında

tekstilden emlağa, enerji sektörüne kadar çeşitli dallarda faaliyet gösteren 50 kadar

şirket var.” (04’33”-04’50”)

Yapımda anlatı “sorun”, “inanç”, “cesaret”, “kahramanlık”, “iktidar” bileşenlerinin “hız-

zaman” potasına yerleştirilmesine yaslanmakta; yapımın akışı bu kavramların

koordinasyonuyla gelişmektedir: Bir sorun ya da hedef ortaya konur. Bu sorun yatayda

kendini tekrar eden (fabrikanın günlük üretim hedefi), dikeyde zamana eşlik eden (fabrikanın

sürekli büyümesi) bir sorundur. Bu sorunu giderme ya da hedefe ulaşma yolunda birtakım

5 Genç Parti reklamları üzerine yapılan bir söylem çözümlemesinde parti lideri Cem Uzan hakkında benzer bir

yorumda bulunulmaktadır. Bu reklamlarda da ana imge “lider”dir. Kıyafetleri, duruş pozisyonları, bakış

biçimleri vb. nitelikleriyle Cem Uzan, Doğu toplumu için modernliği çağrıştıran bir imge olarak sunulmaktadır

(Altınel, 2003, ss. 93-95).

142 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

engeller ortaya çıkar. Bu engeller hemen çözülmez, zaman sıkıştırır, aksamalar olur. Ortaya

çıkan çatışma, bir dizi aksiyon yaratarak dramatik yapının serüvenleşmesini sağlar. Bu

çatışma ortamı sorunları çözmeye inançlı ve cesur bir kişinin zamana karşı yarışıyla

sonlandırılır. Bu cesur kişi artık bir kahramandır ve artık herkes onun iktidarına tabi

olmaktadır. Dikey düzlemde kahramanlık baştan beri mevcutsa, yeni-büyük hedeflere gidilen

yolda sorun çıksa bile sorunlar bu kahraman tarafından zaten çözülecektir; iktidar bir kez

daha yeniden üretilecektir.

Dramatik yapıdaki bu sıralama, konu edilen kişi-kurumun tarihinde de böyle olmuştur!

Vestel City’nin sahibi Zorlu’nun kendi ağzından, bir zamanlar “elektronikten anlamayan,

sadece televizyonun düğmesini açıp kapamayı bilen” bir kişi olduğu açıklanmaktadır. Ancak

“elektroniğin gelecek olduğuna inanan Zorlu”, o zamanlar televizyon üreten Vestel’in ilk

sahiplerine “reddedemeyecekleri bir teklifte” bulunarak, tesisi onlardan satın almıştır. Zorlu, o

dönemi şöyle anlatmaktadır: “Herkes bizden, bankacılar dâhil korktular. Ve aldıktan sonra,

iki sene üç sene sonra, 7 sene Türkiye ihracat lideri olarak götürdü.” (05’37”-05’51”) Bir

başka deyişle, 1983 yılında başkaları tarafından kurulan ama büyüyemeyen fabrika (sorun),

bankacılar dâhil herkese rağmen (sorunun devam etmesi), büyümeyi kafaya koyan (inanç) bir

girişimcinin (kahraman) çabasıyla (cesaret), çok kısa bir süre içinde (hız-zaman) sektörün

lideri olmuştur (iktidar). Yapımda “sorun”, “inanç”, “cesaret”, “kahramanlık” ve “iktidar”

bileşenleri mikro ve makro düzeyde defalarca izleyicinin karşısına çıkmakta ve bu bileşenler

her seferinde “hız-zaman” parametresiyle birlikte değerlendirilmektedir.

Modern toplumlarda zaman kavramı daha küçük parçalara ayrıldıkça, bu parçalanma

zamanın “çizgiselliğini” ve “hız”ı tetiklemektedir. Vestel City’nin dramatik yapısı ve sözlü

anlatımı da çizgisel ve hıza endeksli zaman algısına uygun biçimde düzenlenmiştir. “Saat

09:00”, “Saat 12:00”, “Saat 14:00” gibi hem spikerin sesiyle hem de yazıyla görselleştirilmiş

olarak defalarca izleyicinin karşısına çıkan uyaranlar modern yaşamın zaman-hız

parametresini izleyicilere hatırlatmaktadır. Saate bağlanmış zaman küreseldir; her yeri

güdümüne alıp standartlaştırır, geçmiş ve gelecekten kopartılan bir “şimdi” algısını öne

çıkartır.

“Hız duygusunun ardında yatan daha önemli bir şey, yarıştır, yakalamak ve

geçmektir. (…) Küresel finans terimleriyle konuşacak olursak, bir şirket için hedef

zengin olmak değil, rakiplerinden zengin olmak, tıpkı araba yarışında olduğu gibi

onları geçmektir” (Griffiths, 2003, s. 36).

Yapımın akışıyla saat uyaranları

arasında dramatik bağlantı

kurulmuştur. “Saat 12’00”de spiker

city sakinlerinin sorumluluklarını

hatırlatmaktadır: “Vestel City’nin

tüm fabrikaları günlük hedeflerini

yakalamak için çalışıyor. Henüz kat

etmeleri gereken çok yol var!”

Üretim görüntülerin yer aldığı

bölünmüş çerçevenin sol alt

köşesinde, animasyonla yapılmış bir

makinenin pistonunu taklit eden

altyazı bandında beliren yazılar bunu

göstermektedir: “30.000 TV’S TO

GO”, “6.332 REFRIGERATORS”,

“5.400 WASHING MACHINES”, “3.332 OVENS”, “1.132 DISWASHERS” (17’42”-18’10”).

Hakan Aytekin 143

Benzer bir sekans, vardiya değişiminde de görülmektedir. “Saat 16:00. Vardiya değişimi. Gün

bitmeden binlerce makinenin daha üretilmesi gerekiyor”. Bu kez kalan hedef belirtilmektedir:

“15.000 TV’S TO GO”, “3.166 REFRIGERATORS”, “1.700 WASHING MACHINES”, “1.666

OVENS”, “1.132 DISWASHERS” (38’03”-38’25”). Sabah vardiyasında, hedeflerin genellikle

yarısına ulaşılmış, çamaşır ve bulaşık makinelerinde hedefin gerisine düşülmüştür. Bu ciddi

bir sorundur!

Yapımda izleyicinin zaman algısı bazen alt üst edilmektedir. AR-GE çalışmaları, yeni

tasarımlar, hedefler gibi çizgisel zaman unsurunu içinde barındıran olgular karmaşık bir

zaman kullanımıyla anlatılmaktadır. Yöneticilerin masa başı çalışmaları ya da Zorlu’nun

ziyareti sırasında düzenlenen mizansenlerde karar-hedef-varılan nokta gibi zamana yayılan

olgular iç içe geçmektedir. Bu sekanslarda geçmişte alınmış olan kararlar şimdi alınmışçasına

sergilenmekte, şimdi öne çıkartılmaktadır. Bu kargaşanın içinde değişmeyen gerçek ise

fabrikanın zamana karşı verdiği yarış, yani hız ve çalışanların sorumluluğu olmaktadır:

“Ekibin haftalarca zamanı yok. Üç boyutlu akıllı televizyonun programı zaten çok sıkışık”

(35’46”-35’52”) ya da spikerin “transformers”a benzettiği depolama alanındaki istif

makineleriyle “her üç dakikada bir konteynır yükleniyor” (41’47”) örneklerinde olduğu gibi.

Hatta bir konteynırın TIR’dan

indirilmesi sırasında TIR’ın

hareket halinde olduğu bile

görülmektedir (42’08”).

48 dakikalık programın

yaklaşık ortasında (25’45”)

yemek molası verilmektedir.

Sözlü anlatımda “Öğle yemeği

paydosu için harika

zamanlama”olduğu belirtilirken,

tek tip giysileri içindeki işçiler

topluca ve neredeyse uygun

adımlarla yemekhaneye doğru

yönelmektedir.

Söylemin Gramatik Özellikleri:

Orijinali İngilizce olan yapım Türkçeye çevrilmiş ve akıcı bir kentli Türkçesiyle

seslendirilmiştir. Çalışanların konuşmalarında bölgesel ya da yerel bir diyalekt yoktur,

telaffuzlar düzgündür. Söylemin ana bileşenleri (sorun, inanç, cesaret, kahramanlık, iktidar)

cümleler arasındaki dizilimleri ve anlam ilişkilerini de belirlemektedir. Hedefi ya da sorunu

ortaya koyan cümle ve paragrafları sonuç ya da çözümleri ortaya koyan cümle ve paragraflar

tamamlamaktadır. Bu bağlamda çizgisel bir gelişim vardır; geri dönüşlere, karışık anlatımlara

pek yer verilmemiştir.

İnançlı, cesur kahramanın iktidarı sıfat ve tamlamalarla daha güçlü hale getirilmektedir:

“45.000 televizyon, 9.500 buzdolabı, 8.000 çamaşır makinesi, 5.000 fırın, 2.500 bulaşık

makinesi”, “14.000 işçi”, “bir milyon metrekareden geniş bir alan”, “dünyanın en büyük

sanayi merkezlerinden biri”, “arı gibi çalışan yedi çekirdek bina”, “800 kişilik AR-GE

ordusu”, “posta pulu büyüklüğündeki bağlantıları mikron hassasiyetiyle yapabilen 5.5 milyon

dolar değerindeki birleştirme makinesi”, “yarış arabalarının hızına çıkabilen döner

kazan”… Sıfatlarda Batılı izleyicinin büyüklük algısına uygun referanslar da verilmektedir:

“Titanic büyüklüğünde 19 geminin sığabileceği genişlikte bir zemin”; “İstanbul’dan

Brüksel’e kadar uzayacak bir yol kadar seri üretim”; “Beş Empire State binası yüksekliğine

yetecek kadar buzdolabı”; “Ayın çevresini dolamaya yetecek kadar televizyon” gibi.

144 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Metin İngilizceden Türkçeye çeviridir; dilbilgisel dizilimler doğru olmakla birlikte, bazen

çeviriden kaynaklanan anlatım bozukluklarına rastlanmaktadır: “Bu dev, arı gibi çalışan yedi

çekirdek binadan meydana geliyor…” Arı gibi çalışan bina!. “İstanbul’dan Brüksel’e kadar

uzayacak bir yol oluşturmaya yetecek kadar seri üretim yapar.” Cümleyle seri üretim miktarı

ya da yol malzemesi değil, üretim bantlarının uzunluğu kastedilmektedir.

Söylemin Yapısal Özellikleri:

Sözlü anlatım genelde “açıklama” biçimindedir; izleyicilere küresel ekonomik düzen,

işletme mantığı, üretim–pazarlama stratejileri, tüketici beklenti, alışkanlık, yönelimleri gibi

konularda bilgiler verilmektedir. Büyüklüklerin-zorunlulukların ifadesinde “karşılaştırma”

yöntemlerine başvurulmaktadır. Anlatılmak istenilen kimi durumlar, düzenlenmiş bir

“tartışma” ortamında verilmektedir. Örneğin bir sahnede endüstriyel tasarım ekibi çok önemli

bir sorunu tartışmaktadır: “Ekip piyasanın daha ince televizyonlara yönelik talebini

karşılamak için ekranla kusursuz bir uyum içerisinde olan bir kasa tasarlamış. Fakat kâğıt

üzerinde iyi gibi görünen bir şey bazen ticari açıdan kötü olabiliyor. Üç boyutlu akıllı

televizyon o kadar ince ki kasa üzerinde logoyu koyacak yer yok” (18’09”-18’33”). Neyse ki,

ekiptekilerden biri (mikro kahraman) logonun kasayla televizyonu taşıyacak ayağın arasına

yerleştirilebileceğini öneriyor. Bir başka mikro kahraman “Bunu sadece logoyu

konumlandıracak bir alan değil, uzaktan kumanda alıcısı vesaire gibi, 3D vesaire gibi şeyler

koyabilmek üzere fonksiyonel bir detaya dönüştürelim” diyerek ergonomiyi hatırlatıyor.

İktidarın mikro temsilcisi olan yönetici durumu noktalıyor: “Ürünleri bir üst aşamaya taşımış

olacağız bu şekilde sanırım.” Gelinen nokta, spikeri de rahatlatıyor: “Tasarım işinin

hallolmasıyla sıra televizyonları üretmeye geliyor” (19’33”). Sanki şimdi… Ya da fabrika o

kadar hızlı ki… Oysa kamera bir günlüğüne girmiştir mega city’ye… Kuşkusuz sahnenin ana

amacı, ürüne yerleştirilecek olan “logo”nun (markanın) ürünün vazgeçilmez bir parçası

olduğunu izleyiciye bir kez daha anımsatmaktır.

Spikerin ifadesiyle, “Talepleri karşılamak için sürekli yeni modeller piyasaya sürmek

başlı başına bir zorluk. Asıl mesele ise tüm modellerden kâr elde edebilmek.”tir. “Sorun”

aleni biçimde izleyiciyle paylaşılmaktadır. Yapımın başında kurulan cümle tekrar edilerek de

kahramanın eriştiği çözümün altı çizilmektedir: Esnek bir üretim modeli.

Sözlü anlatım kendi içinde tutarlıdır. Cümleler genellikle orta uzunluktadır. Spikerin

telaffuzu düzgündür. Zorlu’nun konuşmaları ise doğaçlamadır; yer yer cümle yapıları bozuk,

yapı ve fonetik olarak anlaşılması güçtür. Yönetici konuşmalarında konuşma ile yazı metni

arasında sıkışmış bir anlatım vardır; cümleler ezberlenmiş, seçilmiş duygusu yaratmaktadır.

Fabrika içi doğal sesler kayıt açısından zayıftır. Ses düzeyleri düşük ve kesintilidir. Ürün

geliştirme toplantısındaki doğaçlama konuşmalar iyi kurgulanmış, anlam bütünlüğüne

varılmıştır.

Söylemin Etkileşimsel Özellikleri:

Söylemde yönetenler (city’nin sahibi) yönetilenlere (üretimi yapanlar ve

izleyiciler/tüketiciler) hitap etmektedir. Hatip, bazen Ahmet Zorlu’nun kendisi, bazen

yöneticiler ama çoğu zaman spikerdir. Bir ürün toplantısı sahnesi ve çamaşır makinesi

bölümündeki mühendis dışında kadın sesi hiç duyulmamaktadır. Yapım boyunca sadece sesi

duyulan ve kim olduğu bilinmeyen bu anlatıcı, adeta her şeyi (olmuş olan, olmakta olan,

olacak olan) bilmekte ve bildiklerini izleyiciye aktarmaktadır. Bu yanıyla “Tanrısal” bir ses

gibidir; izleyiciden mesafelidir. Zorlu’nun ikamesi olan ve onun adına konuşan bir iktidar

temsilidir. Sözlü anlatımdaki bu Tanrısal üslup kutsal kitaplardakine benzer bir biçimde

düzenlenmiştir: bazen Tanrı’nın kendisinin konuştuğu, bazen de Tanrı adına konuşulduğu

gibi. Yapımda Zorlu da “tanrısallaştırılmaktadır”:

Hakan Aytekin 145

“Üç boyutlu akıllı televizyonun beyni hazır. Sıra bu sefer, bir insana ait olan bir

başka beynin çok farklı bir zorluğun üstesinden gelmesinde: Tarz!… (...) Zorlu,

tasarım seçeneklerini incelemek için kıdemli ekibiyle bir araya geliyor. Kariyerine

ailesinin tekstil işinde başlayan Zorlu’nun gözü yıllar içerisinde tasarım alanında

profesyonelleşmiş” (33’02”-33’43”).

Konuşmaları spiker anlatımının arasına serpiştirilen Zorlu, gizli özne olarak cümlelere

sindirilmiştir; kimi cümlelerde onun adına konuşulmaktadır: “İkinci fabrikasını sadece en üst

model buzdolaplarının yapımına ayırmış,” gibi (28’46”). Spiker çoğu kez, doğrudan

izleyiciye hitap etse de, izleyiciye sunulan bilgiler bazen çalışanların da ne yapmaları

gerektiğini hatırlatmaktadır: “Hepsinin bir gün içinde başlanıp bitirilmesi gerekiyor,” gibi

(01’40”).

Söylemin Sunum Özellikleri:

Erkek spiker dinamik ve uyaran bir tonda, haber spikerlerinin saniyede iki sözcük

ortalamasının üzerine çıkan bir hızda konuşmakta; büyüklüklerin ve zorunlulukların altını

çizerken vurguları daha belirginleşmektedir. İnandırıcılığı sağlamaya dönük bir samimiyet

çabasına karşın, anlatıcının “Tanrısallığı” önceliklidir: o, bilmekte ve bildirmektedir.

Yapımda yer verilen yöneticiler çoğunlukla erkektir ve kurumun büyüklüğünü anlatma

heyecanı içinde konuşmaktadır. Bu

konuşmaların doğaçlama olmadığı,

anlatılacakların önceden planlandığı,

yöneticilerin aidiyet duygularının yüksek

olduğunun gösterilmeye çalışıldığı

belirgindir. Yönetici konuşmaları

Türkçedir; İngilizce konuşan bir yöneticinin

konuşması da bir başka erkek spiker

tarafından Türkçe seslendirilmiştir.

Zorlu ise kamera önünde konuşurken

kendinden emin bir havadadır. Zorlu’nun

kostüm ve aksesuarları, tesis içindeki teftiş

görüntüleri de bu güveni perçinlemektedir.

Zorlu, doğrudan izleyiciye seslenmemekte;

sanki izleyiciyi pek muhatap almak

istememektedir. Muhatapları

çalıştırdıklarıdır; ister mega city’nin

çalışanları olsun, ister film ekibi. Zorlu

konuşurken onu dinleyen kişi çerçeve

içinde hiçbir zaman görünmeyen yönetmen-

ekiptekiler ve city çalışanlarıdır. Çalışanlara

seslendiği planlarda çalışanların

görüntülerine de yer verilmiştir. Bazı

planlarda Zorlu’nun işlerine yardımcı olan,

onu beklerken esas duruşunu bozmayan

yardımcı karakterler vardır; helikopterden

inerken çantasını taşıyan ve ona kapıyı açan

pilot, kapıdan geçerken elindeki güneş

gözlüğünü alan kişi, onu fabrika içinde bir

araçla taşıyan görevli gibi. Zorlu film

ekibiyle konuşurken “anlatan”, çalışanlara

146 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

konuşurken ise “buyurgan” üslup sergilemektedir. Çalışanlarla konuşurken işaret parmağının

yukarıya kalktığı, tatlı-sert direktiflerin verildiği aksiyonlara rastlanmaktadır. Onun patron

olduğunu anımsatan bu görüntülerde spiker ona yolu aralamaktadır. Anlatımda geçen “Tabii

rakiplerini alt edebilirse” ifadesinden sonra gelen, Zorlu’nun “Bakın bunu kimseye vermek

istemem. Ne yapıp yapın. Bakın Vestel’in geleceği de burada, her şeyin geleceği burada!”

dediği sahne, iktidarı iyice görünür hale getirmektedir. Direktiften sonra devreye giren sözlü

anlatım çözüm yolunu da belirtmektedir: “Bu işin üstesinden gelmek bolca fazla mesai

yapmayı gerektiriyor.” Nitekim Zorlu bir kez daha görüntüye geliyor: “Yatağı yorganı serin

buraya. Bu iş başka. Yatak yorgan burada, yukarıda… Hiç başka yere gitmek yok. Patladı mı

tam patlayacak, hepsiyle beraber! Tamam!.. Hadi kolay gelsin size…” Ellerini arkada

bağlamış iki çalışan itaatkârlıkla-gülümseme arasında sıkışmış bir ifadeyle başlarını sallıyor;

Zorlu’nun bu kez sol elinin işaret parmağı yukarıda. Dönüp arkasını yürüyor… (44’38”-

45’35”) Böylece mizansen tamamlanıp, bir iktidar öznesi olarak Zorlu çalışanların karşısında

bir kez daha konumlandırılırken, izleyiciler de terbiye edilmiş oluyor.

City’nin Kapılarını Kamerayla Aralamak

Bir filmde anlatılmak istenen düşünce, hareket, nesne, vb. çekimlerle görsel terimler

haline getirilmekte, bir tür “yazı” yazılmaktadır. Çekimler için “hareketle yazı yazmak”

anlamına gelen sinematografi bilgisi gerekmektedir ve sinematografi olan biteni

görüntülemekten çok daha fazlasını ifade etmektedir (Brown, 2006, s. viii). Söylem de,

sinematografiyle “görünür-algılanır” olmaktadır.

Mega Yapılar: Vestel City’de dramatik yapı oldukça basittir. Mega city muktedir

tarafından bir günde teftiş edilecektir. İzlenecek olan öykü bir günün öyküsüdür. Binlerce

ürünün üretildiği sıradan bir gün… Yapım bu büyüklüğü bir gün içinde anlatacaktır. Reel

zaman bir gün iken, yapım sadece 48 dakikadır. Her şey 48 dakikada anlatılacaktır!

Görüntüler genellikle durağan çerçevelidir ve konuya cepheden, üçüncü bir gözün

bakışıyla (nesnel bakış açısıyla) bakılmaktadır. Böylece izleyicilerin bir tür gözlemci olması

sağlanmıştır. Bu aynı zamanda izleyiciyle mekânlar-kişiler-eylemler arasına konan bir

mesafedir de. İzleyiciler hem içindedir, hem dışında. Alan derinliği oynamalarına mümkün

olduğunca az başvurulmuştur. Az sayıdaki kamera hareketlerinde kameranın kendi sehpası

üzerindeki yatay (pan) ya da dikey (tilt) hareketlerinden çok vinç (crane, jib) ya da kaydırma

(travelling) hareketleri tercih edilmiş, izleyicinin çerçeve içindeki hareketle birlikte hareket

etme-özdeşleşme duygusu sağlanmıştır. Çerçeve içindeki hareketler ise oldukça yoğundur.

Kamera açısı (kameranın durduğu ve konuya baktığı yer) konunun izleyici tarafından

algılanma biçimini doğrudan etkilemektedir. Kamera açısına karar verildiği an seyircinin de

ne görmesi gerektiğine karar verilmiş demektir (Nielsen, t.y., ss. 36-37). Filmde göz hizası

açısı yoğun olarak kullanılmış; izleyicinin sıradan görme alışkanlığına uygun hareket

edilmiştir. Konuya cepheden, göz hizasından bakmak izleyiciye nötr bir gözlem sağlarken, alt

açılardan bakmak ise izleyiciyi görme ediminden kopartır ve onu bir duyguya taşır. “Alt

açılarda konu bizi ezer” (Brown, 2006, s. 69).

Özellikle mega city’deki binaların dış

çekimlerinde bu açıya başvurulmuştur. Fabrika içindeki genel çekimlerde ise tam tersine üst

açılar seçilmiş ve izleyicinin genel yapı ve boyutlar hakkında bilgilenmesi sağlanmıştır.

Kameranın, konunun ne kadarını gördüğü de (çekim ölçeği) önemlidir. Konunun çekime

uygun bulunan kısmı mesafe ve objektifle sınırlandırılır. Geniş açılı objektifler alan derinliği

duyumunu öne çıkartır (Monaco, 2003, s. 79). Abartılmış derinlik duygusu psikolojik imalar

içerir; genişleyen uzamla birlikte izleyicinin kendisini sahnenin içinde hissetmesini

kolaylaştırır (Brown, 2006, s. 56). Bina büyüklüklerini, iç hacimlerin genişliğini, hareketin

yoğunluğunu anlatmak için, nizamiye, binalar, üretim-depolama alanları ve prosesler bu tür

bir yaklaşımla görselleştirilmiş, çekimlerde özellikle geniş açılı objektifler kullanılmıştır. Bazı

Hakan Aytekin 147

planlarda geniş açılı objektiflerden kaynaklanan biçim bozumları (distortion) göze

çarpmaktadır.

Yapımda izleyicilerin her şeyi kolayca görebileceği notan (düz) aydınlatma tercih

edilmiştir. Laboratuar ve televizyon üretiminin bazı bölümlerinde ışık efektlerinden

yararlanılmıştır. Çoğunlukla iç çekimler hâkim olduğu için yapay aydınlatma söz konusudur.

Dış çekimler sabahın erken saatlerinde ya da akşamüzeri gerçekleştirildiğinden güneş ışığı

efekt olarak görüntüyü zenginleştirmektedir. Bazı dış görüntülerde renk filtreleri de

kullanılmıştır.

Kurgu yüksek tempoludur. Kullanılan planların süreleri kısa ve iç dinamikleri yüksektir.

Sık sık görüntülerin hızıyla oynanmış, hareketler hızlandırılmıştır. Hızlandırma işlemi

görüntüdeki iç ritmi adeta fabrikanın üretim bantlarındaki ritmine uydurmuş; hatta zaman

zaman üretim bandının hızını da abartılı hale getirmiştir. Bütün bu müdahaleler fabrikanın bir

an bile durmadığını, işçilerin arı gibi çalıştığını göstermektedir! Kullanılan müzik de

tempoludur.

City’nin Kapılarını Açmak da Yetmez

Vestel City TV’de yayınlanmadan önce, medyanın bütünleşik yapısına uygun biçimde bir

tanıtım kampanyasıyla kamuoyuna duyurulmuştur. Düzenlenen basın toplantısında, Vestel’in

National Geographic Channel’ın dünyaca ünlü markalara yer verdiği Mega Fabrikalar

belgesel dizisine giren “dünyanın ilk elektronik ve beyaz eşya üreten şirketi” olduğunun altı

çizilmiştir. Fox International Channels Afrika ve Avrupa Başkanı Jesus Perezagua, basın

toplantısında yapımın temel söylemine paralel biçimde konuşmuş ve Vestel markasının

Türkiye’nin küresel markalarından biri olduğunu belirtmiştir:

“Mega Fabrikalar National Geographic Channel’ın tüm dünyada izlenme rekorları

kıran ve dünya çapında ün yapmış global markalara ev sahipliği yapan belgesel

dizisi. Bu markalar arasına Vestel’i katmış olmaktan dolayı mutluluk duyuyoruz.”

(www.btnet.com.tr)

Basın toplantısını takiben ulusal çapta yayın

yapan gazetelere tam sayfa ilanlar verilerek

yapım kamuoyuna duyurulmuştur. Yapım

bilgileri, bu gazetelerde “haber”e de

dönüştürülmüş, köşe yazılarına konu edilmiş,

internet sitelerinde çokça yer ayrılmıştır. Basın

toplantısında konuşan Vestel Şirketler Grubu İcra

Kurulu Başkanı Turan Erdoğan, Mega

Fabrikalar belgesel serisinin sıkı takipçilerinden

biri olduğunu belirterek “Bu efsanevi seriye

Türkiye’nin Vestel City ile girmesi Vestel

çalışanları için olduğu kadar ülkemiz için de

gurur verici. 2003’te resmi açılışı yapılan Vestel

City’nin kapılarını 10. yılında bütün dünyaya

açmaktan mutluyuz” diyerek, Vestel markasının

TV istasyonundan büyüklüğünün altını çizerken,

basın bildirisinde denklem tersten kurulmaktadır:

Vestel, “Dünyanın en büyük belgesel

kanallarından National Geographic Channel’ın

efsanevi Mega Fabrikalar belgesel serisine giren

ilk Türk markası”dır. Reklam alanındaki

148 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

akademik çalışmalarıyla tanınan Ali Atıf Bir (2013a), pek çok gazetede yer alan bu ilanın

Bugün gazetesine verilmemesini, "Reklam vermeyene çakmak lazım mı" başlığıyla gazetedeki

köşesine taşımış ve Bugün’e karşı haksızlık yapıldığını ileri sürmüştür:

“Belki başka gazetelere de haksızlık yapılmıştır ama ben kendi gazetemi biliyorum.

Vestel, National Geographic Channel'ın Mega Fabrikalar belgesel serisine giren

dünyanın ilk elektronik ve beyaz eşya şirketi olmuş. Bunu tam sayfa reklamla yine

"ezberlenmiş" gazetelerde duyuruyor. Bizim gazeteye baktım, bizde reklam yok.

Neden? Bu gazetenin de pazar günü 120 binden fazla okuyucusu var, onlar TV

izlemiyor mu? Bizim gazete okurları TV, beyaz eşya almıyor mu? Niçin Vestel benim

gazetemin okurunu böyle bir duyuru için bile adamdan saymıyor?”

Yazıda ilanı verilen gazeteler “ezbere reklam verilen”, “yandaş basın” olarak

nitelendirilirken, bu gazetelerin çoğunun yıllarca reklam verene tehdit oluşturup reklam aldığı

ileri sürülmüştür. Bu yazı yayımlanmasından sonra Vestel Grubu’nun G7 şirketi, yazara bir

mesaj yollayarak, durumun tanımlandığı biçimde olmadığını dile getirmiştir:

"Gazetenize kamuoyunda çok takdir gören National Geographic - Mega Fabrikalar

belgeseliyle ilgili ilan verilmemesinin sizde bir haksızlık izlenimi uyandırmasından

büyük üzüntü duyduk.

Öncelikle, bütün yayın organlarına eşit mesafede durduğumuzun altını çizmek isteriz.

Sizlerin de bildiği gibi gazetenizi farklı dönemlerde, farklı çalışmalarımız için

kullanmaktayız. Bazen bütçesel sebeplerden dolayı her mecrayı kullanamamaktayız.

Sizin değerli gazetenize ve okur kitlenize birçok çalışmamızla ulaşmaya gayret

ediyoruz.

Bugün Gazetesi ile hâlihazırdaki çalışmalarımızı önümüzdeki dönemde de

kampanyalarımıza yönelik ilanlarımızla sürdüreceğiz."

Bir (2013b), “Bu gazete sadaka değil reklam alır!” başlıklı yeni bir köşe yazısında, bu reklamın

Bugün’e verilmeme sebebinin “bütçesel” olmadığını söylerken, tavsiyede ve örtük tehditte

bulunmuştur: “Vestel bu gururun onurunu herkese yaşatmayacaksa böyle bir itibar projesine de para

yatırmasın. Gözüm Vestel'in üzerinde. Umarım bir daha böyle hata yapmazlar.”

Yapımın TV’de, ilanın gazetelerde

yayınlanmasından sonra Vatan Bilgisayar’ın verdiği

bir gazete ilanı ise süreci daha da ilginç bir noktaya

taşımıştır. Ali Atıf Bir, köşe yazısında Vestel’in “iyi

müşterisi” Vatan Bilgisayar’ın teşekkür ilanını da

“taktik reklam” olarak nitelendirmektedir. Ona göre

bu bilgisayar firması “kendini zeki sanan reklam

verendir. Aslında bir atımlık barutu vardır. Bir

rüzgârda "küt" gider. Çünkü kurumsallaşmamıştır.

Yaptığı iş modelinin de içi boştur”. Bir (2013b),

Vatan Bilgisayar’ı tehdit de etmektedir: “O benim

gazetemi böyle bir "teşekkür" ilanında bile

görmezden geliyorsa ben de onu artık inadına

görürüm.”

Popüler internet sözlüklerinden Ekşi

Sözlük’te de Hasan Vatan’ın verdiği ilan

hakkında “vatan computer’in vestel’i kutlayan

gazete ilanı” başlıklı bir madde açılmıştır. 26-30

Mart arasında bu maddeye 43 yorumda

bulunulmuştur. İlk yorum “güzel bir jest”

biçimindedir (“kamera motor”/26.03.2013-

Hakan Aytekin 149

13:50/http://eksisozluk.com/entry/32895379). Yorumdan sadece dört dakika sonra,

“bascharr” nick’li yazar ilanı, Vatan Bilgisayar’ın Vestel üzerinden beyaz eşya işine

gireceğini müjdeleyen bir ilan olarak yorumlamıştır (http://eksisozluk.com/entry/ 32895450).

“bernie rhodenbarr” nickli yazarın yorumu bir ironidir: “vestel'in yakında vatan sağ olsun

başlıklı bir teşekkür ilanı vereceğini müjdeleyen jest.” (http://eksisozluk.com/entry/

32895488). “michael jackson” nick’li yorum “‘abi bi bayilik rica etsek’ manasına gelen

silkme ve koparma operasyonu” biçimindedir. Sitedeki dokuz yorumda reklam kavramı

kullanılmıştır; yorumlarda ortak nokta “reklamın reklamı” olması ve Hasan Vatan’ın

durumdan vazife çıkarmasıdır. “and justice erol” nick’li yazar ise yorumunda “reklam

meklem, o programı izleyen biri olarak tebrik ettiğim ilandır. sadece izlemek değil, nazara

vermek lazım bu başarıları. vestel'den hiç hazzetmezdim, ama firmaya bakışım değişti o

program sayesinde” demektedir.

Pazardaki bir markanın kurumsal imaj çalışması olarak bir kez daha lansmanı başlı başına

bir reklam ürünüdür ve bu anlamda yapımın reklam sektörü üzerinde yarattığı beklentiler ve

eleştiriler yapımın temel işlevine paraleldir. Yapıma gelen tepkiler reklam sektörüyle sınırlı

olmamış, kimi yazarlar hem yapım hem de reklam üzerine yazı yazmıştır. Sabah gazetesi

köşe yazarlarından Emre Aköz (2013), Mega Yapılar dizisini kaçırmadığını, dizinin birçok

bölümünü unutamadığını ancak Vestel City’de hayal kırıklığına uğradığını söylemektedir:

“Niye unutamam? Çünkü National Geographic bize bu yapıların öyküsünü gerçekçi

bir biçimde anlatıyor: sadece rakamlardan değil, onları yapan insanlardan da söz

ediyor

Kişisel hayat hikâyeleri ile mega yapının inşaat öyküsünü birlikte sunuyor: Ailesini

aylarca göremeyen mühendisler, girişime taş koyan politikacılar, ölüme varan

hatalar…

Böyle olunca da National Geographic belgeselleri, bilgiyle heyecanı harmanlayan

macera filmleri gibi izleniyor.”

Aköz, Vestel City bölümünde dramatik anlatımı yetersiz bulmaktadır.

“Adamlar sanki belgesel değil de reklam filmi çekmişti. Hem sıradan! (…)

Hani şirket merkezlerinin duvarlarındaki ekranlarda sürekli dönen reklam

filmleri vardır: Beyaz yakalılar toplantı yapar, işçiler harıl harıl çalışır,

ürünler bantlarda hareket eder… İşte öyle bir anlatım tutturmuştu National

Geographic’çiler: İnsan öyküsü yok… Heyecan yok… Anı yok…”

Ona göre, Vestel City bir belgesel değildir:

“Ama.. İzlediğim şey bir belgesel değildi. Hele “tipik bir National Geographic

belgeseli” hiç değildi. Hani Batı’da “Bon pour l’Orient” (Doğu için iyi,

Doğu’ya yakışır) diye bir tabir vardır. Ne mutlu bize ki Türkiye o

küçümsemeleri aşmış durumda… (...)

Ahmet Zorlu ve Hasan Vatan! Bence National Geographic’e tepki

göstermelisiniz. Çünkü Vestel gerçek bir belgeseli hak ediyor.”

“Daha Çok Şeyler Yapmamız Lazım”

Vestel City yapımı farklı medya alanlarının sınırlarını zorlayan; halkla ilişkiler

uygulamaları ve film türü açısından hibrit bir üründür. Tanıtımlarında belgesel film olarak söz

edilen yapımı, sinema-TV ürünü olmaktan çok; ürünün yayını, yayın sırasındaki ve

sonrasındaki çapraz reklamlar, ürüne-reklamlara gösterilen tepkiler bir halkla ilişkiler ve

150 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

tanıtım ürünü saymak daha doğru bir niteleme olacaktır. Doğrudan bir marka üzerine

kurulmuş olan Vestel City yapımının, markayı öne çıkartmak için tasarlanan uzunca bir

“reklam” filmi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yapımda halkla ilişkiler ve tanıtım alanındaki

yeni tutundurma yöntemlerinden ürün yerleştirme ve sponsorluk uygulamalarının çok ötesine

geçilmiş, marka yerleştirmekle kalınmamış, bütünüyle marka için bir film tasarlanmıştır.

Dolayısıyla Vestel logosunun yapım içinde sıkça görünmesi doğallaşmaktadır. Logolar

fabrika binalarının dışlarında tabelalar, bina içlerinde duvar ve kolonlara muhtemelen çekim

nedeniyle hazırlanmış ve asılmış posterler halinde; ayrıca ürünlerin ve elektronik board’ların

üzerinde marka olarak görünmektedir. Vestel ya da Vestel City yazıları yapım boyunca 13

kez görünmektedir. Burada ilginç olan nokta, 13 görüntüden dokuzunun yapımın ilk beş

dakikasında yer almasıdır. İzleyicinin yapımın hemen başında markayı kavramasının, yapımı

izlemekten vazgeçse bile marka bombardımanından azami ölçüde etkilenmesinin hedeflendiği

ileri sürülebilir.

Yapımın finaline yaklaşırken, günlük hedefin tutturulmuş olması sadece yapımın dramatik

yapısını tamamlamakla kalmamakta, sistemin bir günü daha layıkıyla geçirilmiş olmaktadır.

Spiker, çalışanların o gün 75 bin makineyi dağıtıma hazır hale getirmesini önemseyip işçi

sınıfına “hakkını teslim” ederken, asıl hakkın ise işin başındaki “kahraman”a teslim edilmesi

gerektiğinin altını çizmektedir:

“İstekli bir ordu, bu hayalin gerçeğe dönüşmesini sağlıyor. Ama işin

başındaki isim için bu sadece bir başlangıç.” (46’34”-46’43”).

Yapımın finalinde; günlük mesaisini dolduran “istekli ordu”, hızlandırılmış üretim

görüntüleri ve nefesli çalgıların marş ritmindeki melodisi eşliğinde Vestel City’nin

nizamiyesinden yaya olarak çıkarken, deri koltuğuna oturmuş olan Zorlu oldukça

mütevazıdır: “Bizim daha çok şeyler yapmamız lazım.” (46’49”)

Zorlu yapımın başında gökyüzünden

geldiği sahneye benzer bir biçimde,

fabrikanın damında bekleyen

helikopterine doğru yürür. İşçilerin yaya

olarak çıktığı nizamiyenin üzerinden

helikopteriyle havalanır; gökyüzüne,

güneşe doğru uzaklaşır. Zorlu’nun

tevazusunu devralan spiker, izleyiciye

son kez seslenirken yapım boyunca tanık

olunan her şeyin sıradanlığını

hatırlatmaktadır:

“Geleceğin hangi icatları

getireceğini kimse bilmiyor. Fakat

kesin olan bir şey var. Avrupa’nın en büyük fabrikası için teknolojiye ayak

uydurmak günlük hayatın bir parçası…” (47’32-47’45”)

Söz konusu yapımın yayınından yaklaşık bir ay önce, 27 Şabat 2013’te Vestel’in facebook

sayfasına eklenen bir bilgiyle, kamuoyu yapımdan haberdar edilmişti:

“Türkiye’de çekilen ilk “Mega Fabrikalar” belgeselinin konuğu Vestel City!

Dünyanın en büyük belgesel kanalı Nat Geo, dünyanın en çok izlenen belgesel

serilerinden birisi için Manisa’daki üretim üssümüzdeydi. Bu çok özel bölüm

24 Mart’ta ekranlarınızda!”

Hakan Aytekin 151

Beklenebileceği gibi, bu bilgiye ilk tepkiler Vestel camiasından gelmişti:

“Böyle bir camia içinde çalışmaktan onur ve

gurur duyanlar”; “bu büyük camiada ufak bir dişli

olma”nın güzelliğinin, yapımın “Vestel’in dünya

çapında büyüklüğünü gösteren süper bir reklam”

olacağının altını çiziyor; “Vestel’i kötüleyenler

izlesin ve utansınlar” temennisinde de

bulunuyordu. Vestel City’yi izleyen Vestel

çalışanlarının emeklerine yabancılaşarak,

Avrupa’nın en büyük fabrikasını yaratmış olma

“onura” sahip çıkmalarını sağlamak yapıma içkin

amaçlardan biri olsa gerek. Onlar gibi, bu

büyüklüğü izleyenlerin hedonist duygulara

sürüklenmesi de beklenen bir hedef. Zira

kapitalist üretim-tüketim sisteminin bu döngüler

üzerine kurulmuş olduğunu söylemeye gerek yok.

Kamera gerçeği öldürürken (Kutay, 2009);

“hakikat” yerini kameranın ardında duranların

gerçeğine bırakmaktadır. Bir fabrikanın içine çok

sayıda kamera konulsa; üretim sürecinden

yönetim sürecine kadar bütün ayrıntılar

kaydedilse bile, fabrika gerçeği seyirciye iletilemez. Çünkü bu kamera kayıtları sermayenin

oluşum süreci ya da artı değer gibi fabrika gerçeğini tanımlayan hiçbir süreci seyirciye

aktaramayacaktır (Parkan, 1998, s. 169). Kuşkusuz, bu çalışmada ele alınan markanın içine

yerleştirilen “film” de…

KAYNAKÇA:

Akçalı, S. İ. (2006). Günlük Yaşamda Reklam ve Büyülenmiş Tüketiciler, Gündelik Hayat ve

Medya. Akçalı, S. İ. (der.) içinde Ankara: Ebabil, 97-114.

Aköz, E. (2013, Mart 29). National Geographic’in Vestel Belgeseli?, Sabah Gazetesi,

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2013/03/29/national-geographicin-vestel-

belgeseli adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20 Nisan 2013)

Altınel, H. Y. (2003). Genç Parti Reklamları İçin Bir Söylem Çözümlemesi. İletişim, 17, 89-

110.

Argan, M., Velioğlu, M. ve Argan, M. (2007). Marka Yerleştirme Stratejilerinin Hatırlama

Üzerine Etkisi: GORA Filmi Üzerine Araştırma, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi.

www.e-sosder.com, 19, 159-178.

Bıçakçı, İ. (2000). Sanal Çarşı ve Küresel Müşteri, Her Yönüyle Pazarlama İletişimi. (içinde),

Ankara: MediaCat, 145-147.

Bir, A. A. (2013a, Mart 26). Reklam vermeyene çakmak lazım mı?, Bugün,

http://gundem.bugun.com.tr/reklamvermeyene-cakmak-lazim-mi-yazisi-227651

adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 20 Nisan 2013)

152 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Bir, A. A. (2013b, Mart 30). Bu gazete sadaka değil reklam alır!, Bugün,

http://gundem.bugun.com.tr/bu-gazete-sadaka-degil-reklam-alir-yazisi-228175

adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 20 Nisan 2013)

Brown, B. (2006). Sinematografi Kuram ve Uygulama. Çev., Selçuk Taylaner, İstanbul: Hil.

Çelik, H., Ekşi, H. (2013). Söylem Analizi, http://www.academia.edu/1476716/

SOYLEM_ANALIZI adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20 Ağustos 2013)

Karaboğa, T. (t.y.). Bir Kitle İletişimsizlik Aracı Olarak Televizyon, http://ilef.ankara.

edu.tr/id/yazi.php?yad=3192 adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 20 Eylül 2013).

[http://www.ilefarsiv.com/id/yazi_4.htm adresinde yazının arşiv kaydı vardır.]

Kutay, U. (2009). Gerçeği Öldüren Kamera. İstanbul: Es.

Monaco, J. (2003). Bir Film Nasıl Okunur? Sinema Dili, Tarihi ve Kuramı. Çev., Ertan

Yılmaz, İstanbul: Oğlak.

Nilsen, V. (t.y.). The Cinema As A Graphic Art. New York: Hill&Wang.

Odabaşı, Y. ve Oyman, M. (2003). Pazarlama İletişimi Yönetimi. İstanbul: Mediacat.

Parkan, M. (1998). Gerçek Ne Kadar Gerçektir?, Belgesel Sinema Üzerine. Enis Rıza (der.)

içinde. İstanbul: Belgesel Sinemacılar Birliği. 168-169.

Rıza, E. (1998) (der.) Belgesel Sinema Üzerine. İstanbul: Belgesel Sinemacılar Birliği.

http://btnet.com.tr/80818-vestel-city-mega-fabrikalara-konu-oldu.html adresinden alınmıştır

(Erişim tarihi 20 Nisan 2013)

http://eksisozluk.com/vatan-computerin-vesteli-kutlayan-gazete-ilani--3763147?a=nice&p=2

adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 20 Nisan 2013)

http://natgeotv.com/tr/mega-yapilar/hakkinda adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 20 Nisan

2013)

http://www.youtube.com/watch?v=m5aYpNMwSgw adresinden alınmıştır (Erişim tarihi /

Çalışma sırasında defaten).

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Kaza mı? Cinayet mi? Gazete Haberlerinde İşçi Ölümleri

Kaan TAŞBAŞI

Gözde YAZICI

Barış DAĞLI

Defne ÖZONUR

Özet:

Bu çalışmada, işçilerin ölümleri ya da yaralanmaları ile sonuçlanan, egemen dil tarafından “iş

kazası” olarak tanımlanan olayların medyadaki temsili ele alınacaktır. Sermayenin sınırsız egemenliği

altında yaşayan bütün iş yaşamı, bu egemenliğin tahakkümünü legalize edecek yasal düzenlemelere

tâbidir. O nedenle egemen dilin dayattığı “iş kazası” kavramı yerine iş cinayeti kavramı

kullanılacaktır. Bu tercihin dayanağını, ölüm ya da yaralanma ile sonuçlanan olayların, önlenebilir

olduğu halde, kâr maksimizasyonu gözetilerek, önlenmediği önkabulü oluşturmaktadır. Egemen dil ve

kavrayış tarafından oluşturulan böylesi bir tanımlama biçiminin ardalanını hukuki çerçeve meydana

getirmektedir. İşçi, emekçi kesimin hiçbir dahlinin olmadığı bu tanımlar kaçınılmaz olarak egemen

ekonomik aklın güdümünde kalan devletin, sermaye merkezli tanımları ve çözüm arayışlarıdır. Bu

nedenle tarihsel bir izlek içerisinde iş cinayetlerinin hukuksal, toplumsal ve siyasal derlemesi

çalışmanın çerçevesini destekleyecektir.

Bu çerçevede, iş cinayetleri konusunda da medya dilini ve içeriğini, sermayenin çizdiği sınırlar

belirlemektedir. Sermayenin sahipliği ve denetimi altında, medyanın gerçekliği bükme ve perdeleme

işlevi bulunmaktadır. Buradan hareketle, sermaye eksenli bir kavrayışın medya üzerinden

yaygınlaştığı ve toplumsallaştırıldığı söylenebilir. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin hazırladığı

rapora göre 2013 yılının ağustos ayı, 130 işçi cinayeti ile söz konusu yıl için en çok can kaybının

yaşandığı dönem olmuştur. Bu yakıcı gerçeğin medyada yer alış biçimi HaberTürk, Hürriyet, Sözcü ve

Evrensel gazetelerinin içeriği taranarak incelenecek, farklı gazetelerin konuyu ele alış biçimi

karşılaştırılacaktır. İçerik analizi ve eleştirel söylem analizi teknikleri kullanılarak elde edilen bulgular

ışığında ana akım, muhalif ve alternatif medyanın iş cinayetlerini ele alınış biçimleri karşılaştırılarak,

yukarıda anılan bağlamla ilişkilendirilecektir.

Anahtar Kelimeler: İş cinayetleri, iş kazaları, medya ve işçi sınıfı, medya ve söylem, medya ve

sermaye.

Yrd. Doç. Dr., Kaan Taşbaşı, Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo TV ve Sinema Bölümü Öğretim

Üyesi. [email protected]

Gözde Yazıcı, Yeditepe Üniversitesi Medya Çalışmaları Programı Doktora Öğrencisi.

[email protected]

Barış Dağlı, Yeditepe Üniversitesi Medya Çalışmaları Programı Doktora Öğrencisi, Maltepe Üniversitesi

Öğretim Görevlisi. [email protected]

Doç. Dr. Defne Özonur, Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV ve Sinema Bölümü Öğretim Üyesi.

[email protected]

154 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

“Bu mesleğin (madencilik) kaderinde maalesef bu (ölüm) var”

Recep Tayyip Erdoğan

"Son yıllarda patlama ve kazaların gerek sayı gerekse

büyüklük açısından gittikçe artması hiç de şaşılacak

bir şey değildir. "Serbest" kapitalist üretimin güzellikleridir bunlar!"

Karl Marx

Giriş

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre 2013 yılında Türkiye’de işçi

cinayetlerine bakıldığında en az 1235 işçinin hayatını kaybettiği görülmektedir. Bir yıl içinde,

çalışma süreci/koşullarına bağlı işçi ölümlerinin sıfır ya da sıfıra çok yakın düzeyde seyrettiği

ülkeler bulunduğu gözönüne alındığında, ortaya çıkan duruma kaza denilmesi mümkün

değildir.1

Kadir Cangızbay’ın (1989) kazanın epistomolojisine dair açıklamaları da bu bağlamda

ufuk açıcıdır. Cangızbay’a göre kaza, kendiliğinden olamaz. Kazanın oluşabilmesi için

temelde yatan yanlış/lar öbeğinin varlığı zorunludur. “Ancak insan, ne hep ‘doğrusu’nu

bilmediği için yanlış yapar, ne de yanlış’ı hep kasten yapar” (Cangızbay, 1989, s. 229). “İş

kazası” olarak tanımlanan ve işçinin ölümüyle sonuçlanan olaylar, tam da bu önermeyi

doğrular niteliktedir. İşbaşındaki bir işçinin, sözgelimi zehirli hava soluyacağını bildiği bir

ortamda çalışmayı kabul etmesi nasıl açıklanabilir? İşçi, zehirli gazın kendisini öldürebileceği

bilgisine sahip olabilir. Burada doğrusunu bilmediği için yanlış yapmak gibi bir durumdan söz

edilemez. Bir işçinin soluyacağı zehirli havanın kendisini öldüreceğini bilmesine rağmen

“kasten” kendisine zarar vermesi de düşünülemez. İşçinin “doğrusunu bilmeme” ya da

“kasten” kendisini öldürme ihtimali ortadan kalktığına göre, işçinin ölümü nasıl

tanımlanabilir?

“Yanlışlar öbeği” kazaların oluşumunda verili durum olarak kabul edilecek olursa, söz

konusu yanlışların oluşum dinamiklerinin ve sorumlularının sorgulanması, bir vâkanın kaza

olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinde kilit konumdadır. Bu sorgulama, üretim

biçimi ve ilişkilerinde, onun kurduğu siyaset biçiminde, siyasetin oluşturduğu hukuki

çerçevede ve nihai aşamada medya söyleminde karşılığını bulmaktadır. Tam da bu nedenle “iş

kazası” olarak tanımlanmaktadır. Ancak “iş kazası” kavramı, olup biteni sermayenin çıkarları

lehine açıkladığından son derece yanlı bir tanımlamadır. Veronique Daubas Letourneux, iş

kazalarının oluşumunu üç unsuru kesiştiren bir hikayenin sonucu olarak görmektedir:

İşletmelerin stratejik tercihleri (ekonomik, teknik ve organizasyonla ilgili tercihler); kamu

politikaları (geçici iş ilişkisi hakkındaki yaşanan saptırılmasına izin veren, iş kanunu

ihlallerinde cezai yaptırım ve denetimi eksik bırakarak risklerin alt işverene devredilme

uygulamasının yerleşmesine göz yuman, işverenin cezasız kalmasını organize eden kamu

politikaları); çalışanların hayat güzergahı (iş içinde ve dışında toplumsal ilişkilerin

belirlendiği, çoğu kez çok kısıtlı manevra kabiliyetleriyle yaptıkları seçimler yoluyla

çalışanların katettiği güzergah) (Mony, 2008, s. 24).

1 Bu çalışma kaleme alındığında ve sunulduğunda Soma katliamı henüz gerçekleşmemişti. Soma öncesinde de

işçi cinayetlerinin yaşandığı gerçeğiyle ve 1 yıl içinde en az 1235 işçinin ölümüyle çoğu kişi (gazeteciler ve

okurlar) ilgilenmiyordu. Soma katliamında, tek bir olayda 301 işçinin hayatını kaybetmesiyle çoğu kişi bu

konuyla ilgilenir oldu. Ancak bu, ana akım basının da katkısıyla daha çok dramatik bir şekilde olay anına ve

sonrasına odaklanan yüzeysel bir ilgi oldu. Bu çalışma yayım aşamasına gelindiğinde, Soma katliamı üzerinden

yaklaşık iki aylık bir süre geçmiş, olayın medyanın gündeminden de düşmesiyle işçi cinayetleri yine konuşulmaz

olmuştu. Çalışmanın yapıldığı tarih itibarıyla, Soma katliamı bu çalışmanın örneklemi içinde yer almıyor. Ancak

çalışmanın yazarları olarak, Soma katliamı sonrasında yapılan açıklama ve tartışmaların, işçi cinayetlerine dair

kayıtsızlığın ve cinayetlerin süregitmesini besleyen saiklerin anlaşılmasında katkı sunabilmeyi umuyoruz.

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur 155

Bu çerçevede, medyanın da dilini ve içeriğini, sermayenin çizdiği sınırlar belirlemektedir.

Sermayenin sahipliği ve denetimi altında, medyanın gerçekliği bükme ve perdeleme işlevi

bulunmaktadır. Buradan temellenen, sermaye eksenli bir kavrayışın medya üzerinden

yaygınlaştığı ve toplumsallaştırıldığı söylenebilir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin

hazırladığı rapora göre 2013 yılının ağustos ayı, 130 işçi cinayeti ile söz konusu yıl için en

çok can kaybının yaşandığı dönem olmuştur. Bu yakıcı gerçeğin medyada yer alış biçimi

Habertürk, Hürriyet, Sözcü ve Evrensel gazetelerinin içeriği taranarak incelenecek, farklı

gazetelerin konuyu ele alış biçimi karşılaştırılacaktır. Eleştirel söylem analizi tekniği

kullanılarak elde edilen bulgular ışığında ana akım, muhalif ve alternatif medyanın işçi

cinayetlerini ele alış biçimleri karşılaştırılarak, yukarıda anılan bağlamla ilişkilendirilecektir.

Çalışmada, sadece ölümle sonuçlanan olaylar ele alınmış olup, yaralanmalar

değerlendirmeye katılmamıştır. Öte yandan sadece fiili olarak işbaşında olmanın dışındaki

haller de (işe gidiş-dönüş yolculuğu, işyerinde bulunulduğu halde fiilen iş yapılmayan

zamanlar vb.) değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu tercihin sebebi, işçi için işe koşulan

zamana eklemlenebilir olan her zaman diliminin, çalışma zamanından sayılması gerektiği

düşüncesidir. Kazaların tamamına yakınının, işveren tarafından alınmayan tedbirler ya da tüm

tehlike ve riske rağmen kâr hırsıyla işi mutlaka yaptırtmaktan kaynaklandığını ileri

sürmekteyiz. Buradan hareketle bu çalışmada, “iş kazası” kavramı yerine “işçi cinayeti”

kavramı kullanılacaktır.

Hukuki Çerçeve ve Tanımlar

Sermayenin sınırsız egemenliği altında bulunan bütün iş yaşamı, bu egemenliğin

tahakkümünü legalize edecek yasal düzenlemelere tâbidir. Bu bağlamda yasal düzenlemeler

egemen tahakküm ilişkilerinden beslenir. Hemen tüm yasal düzenlemelerin, yani iş hayatını

ilgilendiren kanunların başında verilen tanımlar, egemen sınıfın bu düzen içerisinde kendisini

ve işçi, emekçi sınıfı, işi, iş kazasını vb. temel kavramları tanımlayarak başlar. İşçi, emekçi

kesimin hiçbir dahlinin olmadığı bu tanımlar kaçınılmaz olarak egemen ekonomik aklın

güdümünde kalan, devletin sermaye merkezli tanımları ve çözüm arayışlarıdır.

Yapılan bu “resmi” tanımlar aynı zamanda gerçekte olan bitenin yalnızca bir kısmının

yine “resmi” olarak her yıl istatistiki olarak kayıtlara girmesine, bir kısmının ise dışarıda

kalmasına, dolayısıyla görünmez kılınmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda devletin resmi

kayıtlarının dışında çoğu işçi cinayeti kayda alınmamaktadır. Çünkü Sosyal Güvenlik

Kurumu’nun (SGK) istatistiklerine girebilmek için sigortalı işçi olunması gerekmektedir.

“İş kazası” tanımı, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu çıkana kadar (2012), 5510

Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre takip edilmiştir. Yani 2012

tarihine kadar “iş kazaları”, sigortalanabilir meslek riskleri kapsamında incelenmiştir. “İş

kazasına” bağlı yaralanma veya ölüm durumlarında “iş sırasında ya da iş nedeniyle” uğranılan

zararın telafi edilmesini, çalışan ya da ailesi için yasal bir hak olarak kabul etmiştir. Kapitalist

ekonomik büyümenin sırtını yasladığı eşitsizliklerden ve sanayi toplumlarının kurucu

çelişkilerinden doğan bu hak, mağdurlara tazminat konusunda bir müzakere alanı açmış, ama

işçi sağlığını, kamu sağlığı ve risk denetimi alanına ya da başkasını öldürmenin ve

yaralamanın tüm biçimlerini kasıtsız olsa da cezalandıran Ceza Kanunu ilkelerinin referans

alındığı bir mantığın içine yerleştirememiştir (Mony, 2008, s. 21).

Oldukça geç bir tarihte (2012) çıkarılan 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun

çıkarılma nedenini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şöyle açıklamaktadır:

“İş dünyasının da, iş güvenliği meselesini, uyulması gereken bir mecburiyetten

ziyade, çalışanların sağlığını ve güvenliğini destekleyen, verimi ve kaliteyi artıran

bir araç olarak görmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak böyle bir kültür oluştuğu

takdirde, iş sağlığı ve güvenliği konusunda sürekli iyileşme ve gelişme ortamı

156 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

sağlamak mümkün olabilecektir. Sağlıklı ve güvenli iş yerlerinin oluşması, iş

kazaları ve meslek hastalıklarının önlenebilmesi için, bu yönde bir kültür oluşturmalı

ve tüm topluma yaygınlaştırmalıyız. Bu konuda, işverenlerimizin yanı sıra

çalışanlarımıza da büyük sorumluluk düşüyor. Çalışanlarımızın iş sağlığı ve

güvenliği konusundaki haklarına sahip çıkmaları, bu hakların takipçisi olmaları

gerekiyor”.

Başbakanın Kanun’un sunuş metnindeki ifadelerinden Kanun’un çıkarılış sebebinin

işçinin sağlığını ve hayatını korumaktan ziyade “verimi ve kaliteyi” artırmak olduğu

anlaşılmaktadır. Bu öncelik durumu Kanun’un adından da net bir şekilde anlaşılmaktadır.

Kanun’un adı “işçi sağlığı” değil “iş sağlığı”dır. Başbakan, iş kazalarının önlenmesinde

işveren olarak sermaye sınıfının yükümlülüklerini yerine getirme zorunluluğunu “bir

mecburiyetten ziyade” şeklinde bertaraf ederken dikkatleri daha çok, sağlıklı işçi ile birlikte

işin verimi üzerine çekmektedir.

Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ise, 2010 yılında 1454

“çalışan”ın hayatını kaybettiğini, 2085 kişinin ise, iş kazaları ve meslek hastalıkları yüzünden

iş göremez hale geldiğini belirtmektedir. Bu rakamlarının hemen ardından Bakan, bu

durumun ekonomi üzerindeki etkilerini incelemektedir. Bakan Çelik’e göre, iş kazaları ve

meslek hastalıkları gayri safi yurtiçi hasılanın 50 milyar lirasını alıp götürmektedir.

Dolayısıyla, iş sağlığı ve güvenliği için alınacak tedbirler “bir maliyet olarak değil,

işyerlerinin daha huzurlu, çalışanların daha mutlu ve işletmelerin daha verimli olabilmesi

için bir öncelik olarak görülmelidir”.

Gerek Başbakanın gerekse Bakanın konuşmalarından görüleceği üzere işçinin hayatı,

ekonomik ve sosyal maliyet boyutuna indirgenmektedir. İşçinin hayatta kalması sürekli olarak

ekonominin hayatta kalmasına ve dolayısıyla içten içe sermaye sınıfının ayakta kalmasına

paralel kılınmaktadır. Oysa ki her insanın öncelikle sağlık ve yaşam hakkı, herhangi bir ulusal

hukuki düzenlemeye ya da evrensel insan hakları metnindeki bir atıfa gerek duyulmaksızın en

temel haklardır.

Yukarıda anılan kanunlarda, iş kazası ve kaza ile ilişkili kavramlar şu şekilde

tanımlanmıştır. 6331 Sayılı Kanun’a göre “işyerinde veya işin yürütümü nedeniyle meydana

gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen özre uğratan olay

” iş kazası olarak tanımlamaktadır. Aynı maddenin p bendi ise “işyerinde var olan ya da

dışarıdan gelebilecek, çalışanı veya işyerini etkileyebilecek zarar veya hasar verme

potansiyeli” tehlike olarak isimlendirmektedir. İşçi, ekonomik kazancın devşirildiği işyeriyle

“veya” bağlacıyla yanyana kullanılmakta ve işçinin tanımlanma biçimiyle ekonomizmin

ifşaatı gerçekleşmektedir. “Kapitalist ve kapitalizm açısından “işgücü tıpkı diğer mallar gibi

bir maldır” (De Brunhoff, 1992, s. 15).

4857 Sayılı Kanun’un 25. maddesinin b bendinde ise “kaza” sonucunda işverenin iş

sözleşmesini fesih hakkı bulunduğu belirtilmektedir. Yani işçinin, işveren için beklenen

ölçüde “verimli” ve “üretken” olamaması durumunda, işçi için iş güvencesinin varlığı ortadan

kalkmakta, bu da işçinin kazadaki rolüne dair kendisini adeta suçlayıcı ve cezalandırıcı bakış

açısının, işveren odaklı bir kabulle yasa metnine de sindiğini göstermektedir.

Kanunun 5. maddesinde işverenin yükümlülüklerinin yerine getirilmesinde gözetilen

ilkeler “kaçınılması mümkün olmayan riskleri analiz etmek”, “özellikle tekdüze çalışma ve

üretim temposunun sağlık ve güvenliğe olumsuz etkilerini önlemek, önlenemiyor ise en aza

indirmek”, “tehlikeli olanı, tehlikesiz veya daha az tehlikeli olanla değiştirmek” olarak

sıralanmaktadır.

Tüm bunların yanısıra ekonomik güvencesizlikten ya da işçilerin işlerinin hiçbir şekilde

takdir edilmemesinden kaynaklanan şiddet sonucunda intihar eden işçiler de işçi cinayetine

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur 157

kurban gitmektedir. Yasalar, işçiyi iş akdine bağlı çalışanlar olarak tanımladığı için, iş akdi

olmaksızın çalışanlar yasal güvenceden mahrum bırakıldığı gibi istatistiklere de

girmemektedir. Örneğin, ev içi işlerde çalışan işçiler ile tarım işçileri gibi. İş Kanunu bu

durumları kapsamamaktadır.

Sonuç olarak, işçi cinayetleri ile ilgili hukuki düzenlemeler oldukça detaylı bir şekilde

işvereni “kaza” üzerindeki sorumluluğundan azat etmeye yöneliktir. Kaza kavramıyla ilgili

yukarıda yapılan tartışma üzerinden gidilecek olursa görünürde kimsenin neden olduğunu

anlayamadığı, sorumlunun tespit edilemediği pek çok durum sonucunda işçiler hayatını

kaybetmektedir.

Rakamlarla Türkiye’de İşçi Cinayetleri

1945 yılında çıkarılan İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu'ndan

bu yana Türkiye’de işçi cinayeti ve meslek hastalığı sonucunda ölen ve sakat kalan işçilerin

kaydı tutulmaktadır. 1946'dan 2010 yılına kadar işçi cinayetleri sonucu ölen işçilerin sayısı

59.300 olarak kaydedilmiştir. Taşeronlaşmanın önünü açan 4857 sayılı yasanın çıkarıldığı

2003 yılından bugüne ise işçi cinayetlerinin ve hayatını kaybeden insanların sayısı artış

göstermektedir. T.C. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun verileri ile hazırlanan aşağıdaki tablo hem

4857 sayılı kanun sonrası hem de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti döneminde

yaşanan işçi cinayetlerini ortaya koymaktadır.

Yıl Vaka Sayısı Ölüm İş Göremezlik

2003 76668 810 1451

2004 83830 841 1421

2005 73923 1072 1374

2006 79027 1592 1963

2007 80602 1043 1550

2008 72963 865 1952

2009 64316 1171 1668

2010 62903 1444 1506

2011 69227 1700 2216

2012 74813 745 2209

Tablo 1. 2003-2012 Yılları Arasında Türkiye’de İşçi Cinayetleri

Kaynak: www.sgk.gov.tr

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 82 ülkeden gelen verilerden derlediği istatistiklere

göre, Türkiye’de sigortalı işçi başına ölüm oranı yüz binde 15.3’tür. Bu bilgiye göre, Türkiye

Avrupa’da işçi cinayetlerinde ilk sırayı almıştır. Son 10 yılda tüm ülkelerde işçi ölümleri

azalırken, ILO verilerine göre Türkiye’de yükselmiştir.

158 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

ILO ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) verilerine göre

dünyada yaşanan kaza sayılarının aksine maden ocaklarında yaşanan kazalar da Türkiye’de

son yıllar içinde artış göstermiştir. Türkiye, maden sektöründeki işçi cinayetlerinde de Avrupa

birincisi durumundadır. 1 milyon ton kömür üretimi başına düşen ölüm oranı ABD’de 0.2

iken Türkiye’de ise 7.22’tir. Almanya’da son 30 yılda maden kazalarında hayatını kaybeden

işçi sayısı 3 iken, yalnızca Soma’da geçtiğimiz yıl (2013) madenlerde hayatını kaybedenlerin

sayısı bile 6’dır.

Ölümlerin rakamlara indirgenemeyeceğinin altını çizerek belirtmemiz gerekirse dünyadaki

veriler bu işin fıtratında ölüm olmadığını ortaya koymaktadır. 1946’dan günümüze 60 binden

fazla işçi cinayetinin yaşandığı Türkiye’de hükümet politikaları karşısında sendikasızlığın,

örgütsüzlüğün, sendikaların yetersizliğinin bedeli ağır olmaktadır. Özellikle son 10 yılda

tırmanan ölüm oranlarını taşeronlaşmanın önünü açan 2003 tarihli 4857 Sayılı Yasa’dan,

neoliberal politikaların uygulayıcı ve takipçisi AKP iktidarından bağımsız düşünmek mümkün

değildir.

Hürriyet Gazetesi ve İşçi Cinayetleri Söylem Analizi

Egemen ideolojinin iş kazalarının araştırılmasında bazı stratejiler kullandığını ifade etmek

gerekir. Olayın parçalara ayrılarak incelenmesi, suçlamanın yönünün değiştirilmesi, olayın

münferitleştirilmesi, olayı zamansal bağlamından soyutlama gibi stratejiler iş kazasının

araştırılması esnasında egemenlerin kullanmakta beis görmedikleri stratejiler olarak karşımıza

çıkar (Johnstone’dan aktaran Gürcanlı, 2014, s. 107). Bu stratejileri medyanın söylemine

uyarlamak mümkündür.

Hürriyet Gazetesi’nde 2013 yılı Ağustos ayında haber olabilmiş işçi ölümlerinin daha çok

gazetenin yerel eklerinde yer aldığı tespit edilmiştir. Gazetenin İstanbul baskısı dışında Bursa,

Ege, Akdeniz, Çukurova-GAP, Ankara ve Anadolu yerel gazete eklerinin baskıları da

taramaya dâhil edilmiştir.

İstanbul baskısında çıkan kimi işçi cinayeti haberlerinin yerel eklerde daha ayrıntılı

sayılabilecek biçimde yer bulduğu saptanmıştır. İstanbul baskısının ana sayfasının alt

kısmında küçük olarak nitelenebilecek bir çerçeve içinde “Üniversiteli inşaatta can verdi”

başlığıyla verilen haberin 3. sayfadaki başlığı ise “Harçlık uğruna öldü” olmuştur. İlk başlıkta

kullanılan kelimeler konuyu muğlaklaştırmaktadır. Haberin başlığı bir üniversite öğrencisinin

inşaatta çalıştığı esnada öldüğü gerçeğini gizlerken diğer başlığın genci “harçlık uğruna”

çalışması belirgin bir yergiyi içerir. 3. sayfada yer alan haberde gencin on gün önce işe

başladığı ve sigortasının yapıldığı bilgileri bulunmaktadır. Bu işçi cinayetinin Bursa ekinde

yer alan haberinde ise altıncı kattan düşen gencin üzeri alçıpanla kapatılan merdiven

boşluğuna “dalgınlıkla bastığı” ifadesi bulunur. Kullanılan dilde işçinin “tedbirsizliği”,

tecrübesizliği vurgusu göze çarpar. Sermayenin tedbir alma zorunluluğu gözardı edilirken

ihmalin sorumlusu da işçi olarak gösterilmektedir. Olay parçalara ayrılarak ele alınırken işçi

cinayetinin zanlıları olarak nitelenebilecek işveren metnin dışında tutularak cinayetten

soyutlanabilmiştir.

7 Ağustos’ta hem İstanbul hem de Ege yerel baskısında kamuoyunda Aşk Gemisi olarak

bilinen dizinin geçtiği geminin İzmir’de sökümünün yapılacağı haberi bulunmaktadır. 11

Ağustos’ta “Aşk Gemisi Ölüm gemisi oldu” başlığıyla sadece İstanbul baskısının 3. sayfasında

yer alan haberde iki işçinin öldüğü bilgisi metnin içindedir. Haberin görselinde ölen işçilerden

birinin fotoğrafı Aşk Gemisi’ne ait fotoğrafın sağ alt köşesine yerleştirilmiştir. Görselin içine

yerleştirilen yazı dikkat çekicidir:

“Hayatını kaybeden evli ve iki çocuk babası Doğan Balcı’nın Perşembe günü de aynı yerde

zehirlendiği ileri sürüldü.” (07.08.2013, Hürriyet Gazetesi)

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur 159

İşçinin daha önce de zehirlenmiş olması işçinin kabahati olarak sunulmaktadır. Çalışma

koşullarındaki uygunsuzluk haber metnine dâhil edilmez. Sermayenin çıkarları medya

vasıtasıyla korunmaktadır. Kullanılan dilin edilgenliği gazetenin söylemini aklama çabası

olarak okunabilir. Söylemi çalışma koşullarının sorgulanmasını bir anlamda engellemektedir.

Hürriyet Gazetesi’nin İstanbul baskısında yer alan haberlerde kullanılan başlıklar genel

olarak işçi cinayetlerini gizlemektedir. Okuyucunun, haberin başlığına bakarak haberin

içeriğine dair bilgi edinmesi mümkün değildir, başlık tam bir yanılsama yaratmaktadır.

“Pazar dönüşü yandılar”, “Barda halay kavgası can aldı”, “Lastik indi Silindir ezdi”,

“Yalancı şahit dedi ve sıktı” gibi başlıklar, haberin özünü gizlerken, gazetenin işçi

cinayetlerini meşrulaştırmaya, gizlemeye yönelik bir söylem geliştirdiğini ortaya

koymaktadır. Ölümlere sebep olan olaylar münferitleştirilerek bağlamından koparılmaktadır.

Hürriyet Gazetesi’nin yerel gazete eklerinde de aynı söylemin kullanıldığı tespit

edilmiştir. Örneğin, 1 Ağustos’ta, Akdeniz ekinin ana sayfasında ve 3. sayfasında haber olan

işçi cinayetinde kullandığı kamyonun damperi ile kamyon arasına sıkışan işçinin “yardım

gelene kadar can verdi”ği bilgisi başlıkta verilmektedir. Damperin belirlenemeyen bir nedenle

işçinin üzerine aniden düştüğü belirtilen haberde kazaya neden olan teknik soruna ilişkin bir

açıklama bulunmamaktadır. Olay sonrası çevreden yardıma gelen vatandaşların habere konu

olması gibi tuhaflıklar bu işçi cinayetinin ardında yatan ihmalleri gölgelemek üzere metne

yerleştirilmiş gibi gözükmektedir.

Medyanın söylemi aynı zamanda ideolojik duruşunu da sergilediğinden bu haberlerde

kullanılan dilin egemen ideolojiye hizmet etmek için üretildiğini söylemek mümkündür. Bir

örnekle daha açmak gerekirse, Ankara ekinin 3. sayfasında siyah zeminli kutu haberde çıkan

bir başka haberin başlığı “Eve Dönüş Faciası”dır:

“Tarım işçilerini taşıyan bir minibüsün yaptığı kazada 2 çocuk öldü, 13 kişi yaralandı.”

(02.08.2013)

Örnekte görüldüğü gibi, haber sadece bir trafik kazası gibi yansıtılmaktadır. Kazayı tarım

işçilerini taşıyan bir minibüsün yaptığı ve 2 çocuğun öldüğü bilgisi verilmektedir. İşçi

servisinde 2 çocuğun bulunması haberin söyleminde önem teşkil eden bir husus

olmamaktadır. Haber başlığından anlaşılacağı üzere tarım işçilerinin işe gidiş-gelişleri

sırasında yaşadıkları kazalar kanuna göre iş kazası tanımının dışında bırakılmaktadır. Hürriyet

Gazetesi’nin işçi cinayetlerini haberleştirirken kullandığı dil ana akım medyada genelde

karşılaşılan söylemin örneklerlerinden biridir. Egemen ideolojinin iktidarını sürdürmek üzere

ihtiyacı olan gizliliğin, görünmezliğin tesisi hususunda medyanın başat bir rol üstlendiği

aşikârdır. Başta belirtildiği üzere medya egemen ideolojinin işçi cinayetlerini görmezden

gelirken kullandığı yöntemleri kendi alanında uygularken herhangi yaptırımla, zorlukla

karşılaşmamaktadır.

HaberTürk Gazetesi ve İşçi Cinayetleri Söylem Analizi

HaberTürk Gazetesi’nde işçi cinayetleri ile ilgili haberlerdeki ortak söylem, olayın failinin

işçi olmasıdır. İşçi cinayetlerinde egemen siyasi ve hukuki söyleme paralel bir şekilde

olayların faillerinin sadece işçi olması sonucunda ilgili olayların 3. sayfa haberlerinden bir

farkı kalmamakta, bu nedenle de haber oldukça benzer bir söylem ile kurgulanmaktadır. Bu

olaylar verilirken kurulan söylemin genel olarak Gazetenin 3. sayfa haberleri olarak verdiği

intihar, cinayet vb. haberlerinden farkı yoktur. Tıpkı 3. sayfa haberlerinde olayın kendisi

yeterince dramatik değilmiş gibi olayların aşırı dramatize edilerek verilmesi gibi (“damat

dehşeti”, “sıkıştı canından oldu”) işçi cinayetlerinde de benzer bir söylem (“damper faciası”,

“iki mühendisin feci ölümü”) kurulmaktadır.

160 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Çok benzerlik gösteren işçi cinayetleri haberlerinin Gazetedeki kuruluşuna bir örneği

tümüyle buraya almak, analize açıklık getirmesi açısından faydalı olacaktır:

“Silindirin altında kalıp öldü. Denizli’den Pamukkale’ye giden karayolunda çalışma

yapan silindiri kulanan Özkan Uzun (29), aracın havası inen lastiğini şişirmeye

çalışırken, başka silindirin altında kalarak hayatını kaybetti.” (12.08.2013, HaberTürk

Gazetesi)

Görüleceği üzere haber, haber başlığı hariç tek bir cümleden oluşmaktadır. Bu haberle

birlikte Gazetenin diğer işçi cinayetleri haberlerinde, işçi cinayetlerindeki asıl faile, yani

sermayenin iş güvenliğini yeterince sağlamamasına hiç değinilmediğinden olaylar “kaza”,

“talihsizlik” olarak verilmekte, bu söylem sermayenin olaylardaki sorumluluğunu görünmez

kılmaktadır. Böylelikle olaylar “kader”miş gibi sunularak, anonimleştirilmekte, gerçeklikten

koparılarak aşkın özneye gizli atıf yapılmaktadır. Benzer olayların her zaman olabileceği,

bunlar “kaza” olduğundan “önlenemez”liği üzerine bir alt metne sahip olmakta, olayların

gerçek nedenlerine hiç değinilmemektedir. Bu kasıtlı gizleme egemen haber yazma

tekniklerinden 5N1K yöntemindeki “nasıl” sorusuna, ölüme neden olan olaylar zincirinin en

son halkası olan ölümün o an nasıl gerçekleştiği ile cevap verilerek gerçek nedene inilmemesi

ile sağlanmaktadır. Haberlerde ne olduğu söylenmekte ancak buna neyin neden olduğu,

alınmayan tedbirlerden vs. hiç bahsedilmemekte olaylar öncesinden koparılarak içi

boşaltılmaktadır. Bu haliyle işçi cinayetleri, birincil amacı kâr etmek olan merkez medyanın

okuyucunun ilgisini çeken dramatik bir olay olarak sunulmakta gerçek bağlamından

kopartılmaktadır.

İşçi cinayetleri haberlerinde merkez medyanın amacı olayı bütünlüklü bir şekilde

arkasındaki nedenlerle aktarmak olmadığından okuyucunun daha çok dikkatini çekecek ajite

edecek başlıklarla ve kelimelerle verilmektedir. Örneğin, “Damper Faciası! Antalya’daki

korkunç olay bir apartmanın bahçesinde meydana geldi... Feci şekilde hayatını kaybeden...”,

“Havaalanında Dehşet! ... servis otobüsü ulaştırma şirketi personeline mezar oldu”, “İki

mühendisin feci ölümü. ... kamyonun çarpması sonucu can verdi”, “Aşk Gemisi’nde Facia”

gibi. Son örnekte görüleceği gibi olayın izin verdiği durumlarda işçi cinayeti haberinin

magazinleştirilmesinde bir sakınca görülmemektedir. Sadece okuyucunun dikkatini

çekebilmek için, haber başlığına taşınmasına hiç gerek olmayan bir ayrıntı olarak geminin

“Aşk Gemisi” adlı televizyon dizisinin geçtiği gemi olması nedeniyle geminin adı haber

başlığına yerleştirilmektedir. Böylece sansasyonel olması ve daha çok dikkat çekmesi

beklenmektedir.

İşçi cinayetleri haberlerinin nasıl verildiği kadar sayfanın neresinde konumlandırıldığı da

önemlidir. Çünkü mizanpaj da kasıtlı ya da kasıtsız medya kurumunun ideolojisini

yansıtmaktadır. Hemen hepsi iç sayfalarda verilen işçi cinayetleri haberlerinin çoğu sayfanın

bir köşesinde küçük bir yer ayrılarak birkaç cümle ile olay özetlenmeye çalışılmıştır.

2013 yılında en çok işçi ölümünün gerçekleştiği ay olan Ağustos ayında ölümlerin sadece

birkaç tanesini haber olarak gören Gazetede aynı aya denk gelen Kurban Bayramı’nda trafik

kazasında ölenler için “ağır bilanço” tabiriyle bu dönemde ölen toplu ölüm sayısını vermiştir.

İnsan ölümünü ekonomiye ait bir terim olan “bilanço” ile rakamlara indirgeyerek vermesinin

ötesinde aynı ay en yüksek seviyeye ulaşan işçi ölümlerinin sayısını görmezden gelmiştir.

Bunun yanısıra, Gazetenin “Ekonomi” sayfası ve “İnsan Kaynakları” ekinde de bu konu bir

sorun olarak hiç ele alınmamış bu sayfalarda ana akım medyaya uygun bir şekilde sadece

ekonomik büyüme (“Ekonomimiz iyi yolda ilerliyor” 08.08.2013, “Bu haber çok iyi geldi.

Haziran’da beklentinin üzerinde gelen sanayii üretimi büyüme hedefine yaklaştırdı”

13.08.2013), iş imkanları ve serbest pazar ekonomisine tabi çalışma hayatında çalışanlara

rekabette öne geçmek için tüyolar (“Farklı olan iş hayatında kazanır” 04.08.2013) verildiği

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur 161

görülmüştür. Ekonomi haberleri sadece büyüme rakamlarına ayrılırken, ekonomik büyüme ile

değeri yaratan işçi ve hayatı arasında hiçbir bağ kurulmamakta, ayrı sayfalarda verilerek bu

yanılsama pekiştirilmektedir.

Bu yanılsama benzer şekilde ekonomi ile politika arasındaki ilişkinin koparılmasıyla da

devam ettirilmektedir. Örneğin “iş sağlığı ve güvenliği” konusu hayatını kaybeden işçilere ve

bunların gerçek nedenlerine hiç değinilmeden dönemin hükümetinin politik bir başarısı gibi

sunulmaktadır. “İş Sağlığı ve Güvenliği Özel” adı altında bir dosya hazırlayan Gazete, 2012

tarihli İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun hem çalışanı hem işyerlerini nasıl koruma altına

aldığını, bu bağlamda Kanun’da getirilen yenilikleri yarım sayfa incelemiştir. Bu haberin

dışında özel dosya konusu olarak gündeme getirilen konu üzerine diğer sayfaların hemen

tümünde iş sağılığı ve güvenliği konusunda eğitim ve uzmanlık hizmetleri veren özel

şirketlerin reklamları ve bu şirketlerle ilgili haberler, şirket isimleri verilerek sunulmuştur

(paralı habercilik). Bu özel dosyada, iş sağlığı ve güvenliği konusunun kapitalist üretim

sürecinde yeni bir girişimcilik alanı olduğu açıkça görülmektedir. Bu dosya içinde de

Gazetenin işçi cinayetleri konusunda genel yayın politikalarına uygun bir şekilde, iş değil işçi

sağlığı ve güvenliği, işçi cinayetleri ve nedenleri üzerinde hiç durulmamış, yeni Kanun ile

birlikte iş yerlerinin bulundurması zorunlu hale gelen işyeri hekimi, işyeri hemşiresi ve

güvenliği uzmanlarını yetiştiren, eğiten kurumların reklamlarının yapılması tercih edilmiştir.

Buradan da bu dosyanın, işçi cinayetleri konusunda mevcut sorunlara tarihsel ve sisteme içkin

yapısal bir analizle değinmekten çok, yeni Kanun ile birlikte tam rekabet piyasasına tabi olan

yani tek amacı kâr elde etmek olan “danışmanlık ve eğitmenlik” veren şirketlerden reklam

almak için yapıldığı açıkça görülmektedir.

Sözcü Gazetesi ve İşçi Cinayetleri Söylem Analizi

Sözcü Gazetesi’nin işçi cinayetlerini neredeyse hiç görmediği ya da paralaktik bir bakışla

gördüğü bulgulanmıştır. Süre kısıtı dahilinde, gazetede işçi cinayeti olarak kategorize

edilebilecek çok az sayıda haber yayınlandığı görülmüştür. İlgili haberlerin tamamının, ayrı

günlerde yayınlanmış olduğu, başka bir ifadeyle gazetenin her bir nüshasında sadece bir işçi

cinayeti haberine yer verdiği dikkat çekmiştir. Dikkat çekici bir başka durum ise, bu

haberlerin tamamına yakınının, üçüncü sayfada yer almasıdır. İşçi cinayetlerinin hiçbirisi

manşet haber ya da ilk sayfa haberi değildir. Yayınlanan haberlerin sadece bir tanesinin

doğrudan işin yürütümüyle bağlantı kurulduğu görülmektedir. Diğer haberler ise, sıradan

trafik kazası ya da polisiye vaka olarak yansıtılmaktadır. Öte yandan, sayfanın fiziksel

alanıyla kıyaslandığında haberlerin neredeyse tamamının kısa haber olarak yayınlandığı

görülmüştür. Bunun dışına çıkan haberler ise trajik boyut-şaşırtıcılık sosuyla kendisine sayfa

alanının dörtte biri uzunluğunda yer bulabilmiştir. Haberlerin hiçbirisinde

işverenle/sermayeyle hesaplaşma, sorumluluk yükleme ve takibat refleksi bulunmamaktadır.

Haberlerde göze çarpan en önemli unsur nedensellik bağının kurulmamasıdır. Son derece

steril bir dil kullanılarak, genellikle de edilgen bir cümle yapısıyla, neredeyse işçinin

kendisini, ölümünün sorumlusu olarak ilan eden bir söylem öne çıkmaktadır. Örneğin 5

Ağustos 2013 tarihli “İlk iş gününde 6’ıncı kattan düşerek öldü” başlıklı haber, başlıktan

itibaren sorunlu söylemsel yapısını ortaya koymaktadır. Haber, üçüncü sayfada ve bir kısa

haber olarak yer almıştır. İşçinin ölümüne sebep olan olaya dair bilgi “6’ıncı kata çıkan

[Murat Efe] Camcı, dengesini kaybedip toprak zemine çakıldı” cümlesinden ibarettir.

“Çakıldı” yüklemi, işçinin kendi iradesi ve kararıyla gerçekleştirdiği bir eylemin adeta doğal

sonucu olarak öne çıkmaktadır. Haberde işçinin ölümüne neden olabilecek olay örgüsüne dair

en ufak bir bilgi bulunmamaktadır. Haber, işçinin inşaatın altıncı katına neden çıktığını, oraya

çıkmasını kendisinden kimin ve neden istediğini, işçinin gerekli güvenlik tedbirleri alınarak

mı o kata çıkartıldığı gibi ölümüne dair önemli bilgileri içerebilecek soruları ve cevapları

içermemektedir. Aksine haberde başlıkla birlikte öne çıkartılan unsurun işçinin ilk iş gününde

162 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

hayatını kaybettiği, “acı haberi öğrenip hastaneye koşan işçinin yakınları sinir krizi geçirdi”

cümlesiyle de bunun bireysel bir drama dönüştürüldüğü gözlenmektedir. Haber, okuyucuda

işçinin ölümünün bireysel ve – hatta işçinin kendisinde kaynaklanan – “talihsiz”likle

açıklanabilecek, kaderci bir alımlama yaratmaktadır.

Bir diğer bulgu ise haber takibinin yapılmaması, işçi cinayeti haberinin yayınlandığı günü

takip eden gün/haftalar boyunca (tarama yapılan süre kısıtı dahilinde) olayın akıbeti

(soruşturma, dava, otopsi raporu vb.) herhangi bir haber yayınlanmamasıdır. 6 Ağustos 2013

tarihli “Minibüs şoförü aracında ölü bulundu” başlıklı haber, şoförün kullandığı minibüste ölü

bulunmasıyla ilgilidir. Ölüm nedeninin, Antalya Adli Tıp Kurumu’nun naaşına yapacağı

otopsi sonucunda belirleneceği bildirilmesine rağmen, ilerleyen günlerde konuyla ilgili hiçbir

haber yapılmamıştır.

Trafik kazası olarak verilen haberlerin, işçi cinayeti olduğu gerçeği perdelenmektedir. 15

Ağustos 2013 tarihli “Antalya’da akıllara durgunluk veren kaza… Kafasına trafik lambası

düşen kadın öldü” başlıklı haber “tuhaflık” kontenjanından kendisine gazete içeriğinde, hem

de sayfanın dörtte biri uzunluğunda, yer bulmuş gibi gözükmektedir. Öte yandan “talihsizlik”

ve “kadercilik” motiflerinin yine baskın olduğu göze çarpmaktadır. “Kavşakta ‘U’ dönüşü

yapmak isteyen bir cip trafik lambasına çarptı. Devrilen lamba servis bekleyen Çetinkaya’yı

ezdi” spotu, işçi ölümünün yine bir kişisel drama ve değiştirilemez kadere bağlamaktadır.

İşçinin servis beklediği yerle ilgili en ufak bir sorgulama yapmayarak (bu noktanın yolcu

indirip bindirmek için nizami ve güvenli olup olmadığı) olay basit bir trafik kazası

görünümüne kavuşmakta, sermayenin bu ölümdeki rolüne dair en ufak bir sorgulamaya

girişilmemektedir.

Evrensel Gazetesi ve İşçi Cinayetleri Söylem Analizi

Evrensel Gazetesi’nin Ağustos 2013’e ait tüm nüshalarının taranması sonucunda gazetenin

işçi cinayetleri ile ilgili haberlerindeki ortak söylemin, mevcut siyasi ve hukuki

düzenlemelerin karşısında koşullandığı anlaşılmaktadır. İşçi cinayetleri ile ilgili haberler çoğu

zaman 1. sayfadan anons edilmekte ve detayları haber ve ekonomi sayfalarından (2, 3, 4, 5, 6

ve 7. Sayfalar) verilmektedir. Diğer bütün kaza ve cinayet haberlerinde olduğu gibi, okuyucu

işçi cinayetleri ile ilgili haberlerde de olayın failinin şahıslar değil mevcut siyasi yapı

olduğunu kavrayabilmektedir. Gazetenin kadın cinayetleri ile işçi cinayetleri haberlerini,

akademi içinde işten atılan asistanlar ile fabrikadaki grev haberlerini ve bayram zamanında

çalışmak zorunda olan işçi ile bayram trafiğinde alınmayan önlemler sonucu yaşamını yitiren

işçinin haberlerini aynı bağlamda verdiği ve dolayısı ile ortak söylemin mevcut siyasi yapının

sorgulanması üzerine kurulduğu anlaşılmaktadır.

İşçi cinayetleri ile ilgili haberlerin fazlasıyla önemsendiği ve siyasi-hukuki yapının

deşifresi için net bir şekilde haberleştirildiği görülmektedir. Olayın yaşandığı günün hemen

ertesinde haberi yapılan işçi cinayetleri diğer günlerde uzman görüşlere başvurularak

geçmişteki örneklerle beraber ele alınıp dosya konusu haline getirilmektedir.

11 Ağustos 2013 tarihinde gazetenin 5. sayfasında sol sütundan verilen “Gemi Söküm’de

iş kazası” başlıklı haber:

“ALİAĞA Gemi Söküm’de GEMSAN firmasında çalışan işçiler zehirlendi. Bayramın

üçüncü günü sabah saatlerinde sökmekte oldukları geminin içindeki suyu boşaltmak

isteyen işçiler, kullandıkları su motorundan çıkan egzoz gazı ile zehirlendi. Kapalı

mekanda havalandırma ve gaz maskesi olmadan çalıştırılan işçilerden 6’sı gazdan

etkilenerek Aliağa Devlet Hastanesine kaldırıldı. Hastanedeki işçilerden birinin durumu

ciddiyetini korurken bir işçinin de kayıp olduğu belirtildi. Yaklaşık 40 işçinin çalıştığı

GEMSAN’da, birkaç ay önce de üzerine parça düşen bir işçi hayatını kaybetmişti.”

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur 163

12 Ağustos 2013 tarihinde gazetenin 1. Sayfasından anons edilip 5. Sayfasından verilen

“Mesele ‘Aşk Gemisi’ Değil Patronların Para Aşkı” başlıklı haber, önceki gün yayınlanan

haberden daha detaylı bir içerikle, daha geniş bir şekilde yayınlanmıştır:

“Gemi Söküm Tesislerinde cinayet gibi bir kaza daha yaşandı. Aşk Gemisi adlı dizinin de

çekildiği geminin sökümünde iki işçi ölürken 8 işçi de yaralandı. İş cinayetinin meydana

geldiği GEMSAN şirketinde bir kaç ay evvel de bir iş kazası gerçekleşmiş, kazada işçi

hayatını kaybetmişti. Gömü sökümünde çalışan işçiler yaşanan ihmallerin tam bir

aymazlığa dönüştüğüne dikkat çekti. Gemi sökümde bir türlü bitmek bilmeyen işçi

cinayetlerine bir yenisi daha eklendi.

Son yaşanan iş kazasında Doğan Balcı ve Davud Özdemir isimli 2 işçi hayatını

kaybederken, Ahmet Acet, Yunus Yeşilkula, Osman Ay, Nuri Çetin, Durmuş Özdemir,

Bekir Dinler, Teoman Işık, Muhsin Gedik ve Salih Soysal isimli işçiler de yaralandı.

Durumu ciddi olan 2 işçi Tepecik Devlet hastanesine kaldırıldı. İşçilerin söküme gelen

geminin içindeki suyu boşaltmak için kullanılan dizel su motorunun egzosundan çıkan

gazla zehirlendiği açıklaması yapıldı.

Medya Magazin Derdindeydi

Bütün işçiler bayram gününde yaşanan bu acının kederini taşırken, patronlar tarafından

kendilerine verilen, “İşçiler bizim baş tacımız iş kazası olmayacak” sözlerini

hatırlatmamızı istiyorlardı. Medya ise olayın ciddiyetinden uzak, magazin kısmı ağırlıklı

haberler yaparak, “Aşk gemisinde 2 işçi öldü” tarzında sığ ve olayın sebeplerini ortaya

çıkarmaktan uzak haberler yaptı. Oysa Aliağa Gemi Söküm Tesisleri durmak bilmeyen

işçi cinayetleri ile bölgede gittikçe derinleşen bir yara.

Haberin spotu olaya dair genel bir özet sunarken, ilk paragrafta ise ana akım medyanın

işçi cinayetini görme biçimi eleştirilmesi nedeniyle önemlidir. Haberde, “. İş cinayetinin

meydana geldiği GEMSAN şirkentinde...”, “bitmek bilmeyen işçi cinayetlerine bir yenisi

daha eklendi” ifadeleri, gazetenin haberlerde kullandığı dile tipik bir örnek oluşturmakta,

gazete “iş kazası” ifadesinden kaçınarak işçi cinayeti ifadesini sıklıkla kullanmaktadır.

Dramatik öğelerle süslü, olayın özünü aktarmaktan tamamıyla uzak bir haber yazımına

Evrensel Gazetesi’nde rastlanmamaktadır. İşçi cinayetinin oluş şekli, tüm detayları, hatta

teknik detaylar ve açıklamalar eşliğinde okuyucuya aktarılmaktadır.

“Aşk Gemisi cinayeti” olarak adlandırılabilecek olayda da, işçilerin ölüm nedeni

detaylarıyla ele alınarak “motorun egzosundan çıkan karbonmonoksit ve diğer gazlar

yüzünden su tahliyesi yapan 2 işçi zehirlenmiş. Zehirlenen arkadaşlarını kurtarmak isteyen

panik içindeki diğer işçiler hızla su tahliyesinin olduğu kısma inmiş ancak kurtarmak isteyen

işçiler de zehirlenmişler”, “İşçiler arkadaşlarının egsozdan çıkan dumanı fark etmeyecek

kadar dalgın çalışabileceğine pek ihtimal vermiyor” gibi ifadeler işçilerin ölüm sebebinin

detaylarıyla ele alındığının göstergesidir. Haber metninde yer alan “Kimi yetkililer su

motorunun egzos gazı olmayabileceğini, geminin gelirken kaza yaptığını bu kazada

klimalardan zehirli gaz salınımı olabileceğini ifade ediyor. İşçilerin su boşaltımı yaptıkları

makine dairesindeki klimadan “freon” adlı gaz sızıntısı olabileceğini, bu gazın renksiz ve

kokusuz özelliği ile fark edilmeyerek ölüme sebep olabileceği söyleniyor” cümleleri teknik

açıklamalarla olayın soruşturulmasına yönelik açık bir tutum ortaya koymaktadır. Haberin

veriliş biçiminde dikkat çeken bir diğer yön ise, ana akım medyada alışık olunduğu üzere,

sadece “resmi” ve “yetkili” taraflarca yapılan açıklamaların terennüm edilmesinin ötesinde,

diğer işçilerle konuşarak hikayeyi aktarmaktır. Böylelikle ölüm sebebinin, sermaye tarafında

manüple edilmesinin veya örtbas edilmesinin önüne set çekilmektedir.

Hayatın kaybeden işçilerden Doğan Balcı’nın kayınbiraderi Ekrem Yoldaş’ın ifadesi,

çalışma kapsamında incelenen Hürriyet Gazetesi’nin aynı konudaki haberindeki aşırı

164 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

sadeleştirilerek ve bağlamından kopartılarak verilmesinin aksine, detaylı biçimde ve bağlamı

içinde verilmiştir:

“Doğan, bayramın ikinci günü bize geldi. Bir gün önce kendisi ile birlikte 3 arkadaşı

zehirlenmiş. Bir hastaneye bile götürmeyip, ayran içirmişler. 2 yıl çalıştığı şirketten

tazminatsız çıkartıldı. Bayramda çalışması için çağırmışlar. Hangi şirkette çalıştığını

kendi bile bilmiyordu. Bana ‘Hangi şirkete çalıştığını ve hangisinden maaş alacağımı

bilmiyorum ‘ dedi. Bu kaza değil, bir cinayettir. Gemi söküm ölümlerine bir çare

bulunsun. Daha kaç kişinin canı yanacak. Her olay parayla kapatılmaya çalışılıyor. Bu

işin peşini sonuna kadar bırakmayacağız.” dedi. 3 yıl önce çalışmak için Aliağa’ya

geldiği öğrenilen Davut Özdemir’in de yakınları da gemi söküm tesisinde gerekli

tedbirlerin alınmadığını savundu.”

Gazete, 14 Ağustos 2013 tarihinde 2. Sayfasında, “Gemi sökümlerinde ölüm var!”

başlığıyla konuyu takibini sürdürmüş, haberi aşağıdaki spotla vermiştir:

“ALİAĞA yakınlarındaki Gemi Söküm Tesisleri yine bir işçi cinayeti ile kamuoyunun

gündemine geldi. Tesisler bir zamanların ünlü TV dizisinin çekildiği “Aşk Gemisi” (Quail

Cruises)’nin söküm için Aliağa’ya getirilmesiyle haber olmuştu. Aradan birkaç gün

geçtikten sonra ise bu geminin sökümünde çalışan iki işçinin ölümü düştü ajanslara.

Yıllardır iş kazaları, işçiler için güvenli olmayan çalışma koşulları ve özellikle asbest

kaynaklı meslek hastalıkları ile haber olan tesislerin denetimi işi ‘Tilkiye tavuk kümesi

emaneti’ fıkrasını anımsatır cinsten. Tesislere bir türlü ‘ilişilememesinin’ nedeni sektörün

iş yaptığı firmaların ekonomik büyüklüğü ve iktidara yakınlığı ile açıklanıyor.

İşçi cinayeti haberleştirilirken, üretim biçimi ve üretim ilişkileri göz önünde

bulundurulmaktadır. Haberde geçen “Deniz suyu boşaltımı gibi basit bir iş için mazotla

çalıştırılan pompanın egzoz gazından işçilerin zehirlenebileceğinin göz önüne alınmaması

patronların işçilerin yaşamının değeri konusundaki umarsızlığını ortaya koyarken, ‘Buna

ihmal denebilir mi’ değerlendirmelerine neden oldu” cümlesi, işçi cinayetinin nedenine ve

cinayetin failine dair sorgulamanın üretim ilişkileri ve üretim biçimi üzerinden

yapılabileceğini ortaya koymaktadır. Hukuksal süreçle ilişkili olarak da “soruşturma

başlatıldı”, “otopsi yapıldı” gibi cılız ifadeler yerine, sürecin aşamalarına dair detaylı bilgiler

aktarılmaktadır.

Evrensel Gazetesi taraması sırasında incelenen üç haberden 11 Ağustos 2013 tarihinde

verilen haberin, gazetedeki diğer haberlere kıyasla daha kısa olduğu görülmektedir. Aslında

bu görece kısa habere bile, ana akım medya ile karşılaştırıldığında kısa demek mümkün

değildir. Alternatif medyanın yaşadığı maddi sıkıntılar ve bu nedenin de etkisi ile baskıya

erken girmesi, işçi cinayetine dair yapılan ilk haberin görece kısa kalmasına sebep olmuştur.

Bu görüş, 12 Ağustos 2013 ve 14 Ağustos 2103 tarihlerinde aynı konuya ilişkin yapılan

haberler hem içerik hem de verildikleri sayfalar itibari ile göz önüne alındığında

kanıtlanmaktadır. 11-12-14 Ağustos 2013 tarihlerinde yapılan haberlerdeki “Aşk Gemisi”

vurgusunun nedeni aynı isimli dizinin bu gemide çekiliyor olmasıdır. Ana akım medyanın bu

cinayetleri magazinleştirerek haberlerinde “Aşk Gemisi” vurgusu yapması Evrensel Gazetesi

tarafından karşıt bir söylemle ele alınmaktadır. Evrensel Gazetesi karşıt bir söylem

oluşturarak mevcut siyasi ve hukuki politikaların karşısında gerçek faillerin deşifresini

sağlamaya çalışmaktadır. Bu deşifreyi yukarıda da belirtildiği gibi sadece iş kazaları ve işçi

cinayetleri üzerinden değil, aynı zamanda akademideki işten çıkarılmalara, sağlık

emekçilerine yapılan fiziki saldırılara, trafik kazalarına, kadın cinayetlerine, çocuk işçilere

dair haberlerde de yapmaktadır.

Haber takibinin yapılmasının yanı sıra mizanpaj ortaya konulan karşıt söylemin

tamamlayıcısı olmaktadır. Sayfa içinde haberin yer aldığı yer ideolojik farklılığı en somut

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur 165

şekilde ortaya koymaktadır. Böylece hem dilsel hem de görsel anlamda farklılık ortaya

çıkmaktadır.

Sonuç

Önlenebilir olduğu andan itibaren herhangi bir şey kaza olmaktan çıkar. Bilinçli bir tercih

haline dönüşür ki tam da bu andan itibaren politiktir, ideolojiktir. Önlenebilir bir olay için

kaza yerine cinayet demek de bir o kadar maksatlıdır. Egemen ideolojinin bilinçli bir

tercihidir. Çünkü ideoloji, fikirlerin ve gerçekliğin düzenini tersyüz eden ve toplumsal

dünyanın belirli niteliklerini gizleyen bir bozulma aracılığıyla sınıf egemenliğini haklılaştırır

(Ricoeur’den aktaran Çiller, 2014, s. 94).

Çalışma hayatında ölümü ya da yaralanmaları gösteren kelimeler, anlam (ve anlamsızlık)

açısından ağırdır; bu yüzden insan öldürme, darp ya da yaralama demiyor, kaza diyoruz. İş

kazası mağdurları... Bu kelimelerde sanki bir kaçınılmazlık, bir kader oyunu tınısı

bulunmaktadır. Oysa, iş organizasyonu ve çalışma koşulları, sermayenin bilinçli seçiminin

sonucudur ve ne olursa olsun “kaza” hiçbir zaman rastlantı değildir (Mony, 2008, s. 22). Daha

en başında, olayın tanımlanması aşamasında kaza kelimesinin seçilmesi ve kaza tanımının

hukuki ve politik arenada egemenler tarafından yapılmasıyla birlikte egemen ideolojinin, yani

temel misyonu kapitalist üretim sürecini ve bu süreçte meydana gelen emek/hayat

sömürüsünü meşrulaştırma amacında olan neoliberal ideolojinin bilinçli bir tercihidir. Bu

nedenle kaza değil cinayettir.

“Kaza” demek olayın tüm sorumluluğunu işçiye atarak tek faili işçi yapar. Oysa

önlenebilirlik üzerinden bakıldığında “cinayet” demek en temel sorumluluğun ve dolayısıyla

dikkatlerin işçiden, işveren/sermaye üzerine çekilmesine neden olacaktır ki bu durum

sermayeye ek bir külfet/cezai işlem getireceğinden asla istenmeyen bir durumdur. Dolayısıyla

“kaza” ile “cinayet” arasında yapılan tercih de sorunun ve çözümün nerede ve nasıl

görüldüğüyle ilgili bilinçli bir tercihtir.

Tüm toplumsal hayata sermaye güdümlü yön veren bu ön belirlenim, devletin bütün

ideolojik aygıtları tarafından yeniden üretilir, doğallaştırılır ve meşrulaşır. Özellikle ana akım

medya bu durumun sorgulanmadan kanıksanmasında çok temel bir misyona sahiptir ki “ana

akım” olarak nitelendirilmesinin de temel gerekçelerindendir. Ana akım medyanın işçi

cinayetlerine bakışını, söylemini belirleyen, varoluşu gereği takip ettiği ana

akım/egemen/liberal ekonomi politiğin bilinçli söylemidir. Egemen neoliberal ekonomi

politik söylem “iş kazası” kavramını dahi kullanmaktan kaçınarak, “sözde” sorun değil çözüm

odaklı bir yaklaşım ve dezenformasyon ile “iş sağlığı ve güvenliği” konusu üzerine dikkatleri

çekmek istemektedir. Egemen ekonomik akıl bunun için de “işçi sağlığı” değil “iş sağlığı”

diyerek asıl hedefin ekonomik verimlilik olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda ana akım

medya da işçi cinayetlerini en iyi ihtimal ile iş kazası olarak gördüğü durumlarda dahi sayı

olarak oldukça azdır. Çalışmada analize tabi tutulan, en çok işçi cinayetinin olduğu ay olan

2013 Ağustos ayında ana akım medyanın (Hürriyet, HaberTürk, Sözcü) işçi cinayetleri

haberleri tarandığında ortaya çıkan sonuçlar şöyledir:

- Ana akım medya;

- Ağustos ayındaki ölümlerden sadece bir kaç tanesine, gazetelerin veya eklerin iç

sayfalarında, birkaç cümle ile çok kısa yer ayırarak görmeyi tercih etmiştir,

- İşçi cinayeti haberlerinde, ölümün gerçekte neden gerçekleştiğine, işçiye ölüme

götüren ihmallere vs. hiç yer verilmemiştir,

166 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

- Sadece ölüm anına, ölümün nasıl gerçekleştiğine odaklanarak 3. sayfa haberlerine

benzer şekilde olaydan bir dram çıkarmış, bunu da aşırı duygu yüklü kelimeler (facia,

feci vb.) seçerek gerçekleştirmiştir,

- Bu haliyle işçi cinayetleri haberleri, ana akım medyanın kâr elde etme güdüsüne alet

olarak, okuyucunun daha çok ilgisi çekecek dramatik bir öğe, pazarlanabilir bir meta

haline dönüştürülmüştür.

Ana akım medyanın tersine alternatif medya örnekleri eleştirel ekonomi politik söylem ile

karşıt söylem kurma çabasındadır. Olayların öznesi ana akımdaki gibi iş değil işçidir.

Alternatif medyada iş sağlığı yerini işçi sağlığına, iş güvenliği yerini işçi güvenliğine

bırakırken, iş kazası yerini işçi cinayetlerine bırakmaktadır. Alternatif medyanın, sermayenin

karşısında karşıt hegemonya kurabilmenin ve alternatif bir kamusal alan içinde cinayetleri

meşru kılmak yerine daha görünür kılmanın en önemli araçlarından biri olduğu yarattığı karşıt

söylem ile ortadır. 2013 Ağustos ayında Evrensel Gazetesi’nin işçi cinayetleri haberleri

tarandığında ortaya çıkan sonuçlar şöyledir:

- Ağustos 2013 tarihli işçi cinayetlerin önemli bir kısmı gazetenin 1. sayfasından anons

edilmiş ve iç sayfalarda uzun bir şekilde detaylandırılmıştır.

- Haberlerde işçi cinayetlerin gerçek nedenlerine yer verilmiş ve ihmaller sıralanarak

gerçek failler deşifre edilmiştir.

- İşçi cinayeti haberleri özellikle ekonomi sayfalarında yer bulmuş ve böylelikle haber

bağlamından kopartılmamıştır.

- İşçi cinayeti haberlerinin, akademideki işten çıkarılmalara, sağlık emekçilerine yapılan

fiziki saldırılara, trafik kazalarına, kadın cinayetlerine, çocuk işçilere dair haberlerle

birlikte ele alınması bizlere olayların faillerinin deşifre edildiğini ve haber sıralama

bağlamının bu şekilde kurulduğunu göstermektedir.

“Sonuç olarak laissez-faire liberalizmi, devletin yönetici personelini ve bizatihi devletin

iktisadi programını, bir başka deyişle ulusal gelir paylaşımını – muzaffer olduğu ölçüde –

değiştirmeyi amaçlayan bir programdır” (Gramsci, 2010, s. 256). Sınırsız büyüme fetişine

dayalı eşitsiz bir ekonomik yapı, insani ve toplumsal olanla tüm rabıtalarını kopartmıştır. Bu

nedenle de, ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatın asli aktörleri olan, “kendilerini her gün

yeniden satmak zorunda olan bu işçiler, başka herhangi bir ticaret eşyası gibi birer

metadırlar ve bu itibarla, rekabetin bütün cilvelerine, piyasanın bütün dalgalanmalarına

mâruz durumdadırlar” (Marx ve Engels, 2003, s. 69). Marx ve Engels’in sözünü ettiği

rekabetin bütün cilveleri ve piyasa dalgalanmaları işsizlik, sefalet, sakat kalma ve ölüm olarak

tescillenmektedir.

Günümüzde bu gidişatın en önemli payandasını ana akım medya oluşturmaktadır. Bu

payanda işlevi, tüm ekonomik, siyasal ve toplumsal sorun ve meselelerde kendisini

göstermektedir. “Politikanın mantığı büyünün veya fetişizmin mantığıdır” diyordu Bourdieu

(1992). Gazeteciliği ise büyünün oluşturulduğu alan olarak tanımlıyordu. Büyücüler ve

izleyici topluluğu, büyü adı verilen performansın asli öğeleri olarak tanımlanabilir. Büyücüler,

gazetecilerden, kamuoyu yoklama kuruluşlarından, iletişim danışmanlarından oluşmaktadır.

Gazeteciler, büyünün sağlanmasında egemen politik akıl ile onun ürettiği dilin yansıma ve

titreşim sahasını kurmaktadır. Bu nedenle de eleştirel düşünceyle arasına duvarlar ören

gazeteciler, aydınlar işçi ölümleriyle de arasına duvar örmektedir. Bu da hem duvarın

ustalarını hem de duvarın ötesini görmeyen, göremeyen ve merak etmeyen herkesi

objektif/sübjektif suç ortağı durumuna getirmektedir.

Kaan Taşbaşı, Gözde Yazıcı, Barış Dağlı, Defne Özonur 167

KAYNAKÇA:

Bourdieu, P. (1992). Politikanın Krizi, Entelektüeller, Medya. Çev., Tanıl Bora.

http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=65&dyid=1717

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Haziran 2014)

Cangızbay, K. (2011). Sosyolojiler Değil Sosyoloji. Ankara: Ütopya Yayınevi.

Dursun, Ç. (2006). Televizyon Haberlerinde İdeoloji. Ankara: İmge Yayınevi.

De Brunhoff, S. (1992). Devlet ve Sermaye. Çev., Kuvvet Lordoğlu. İstanbul: Metis

Yayınları.

Gramsci, A. (2010). Gramsci Kitabı Seçme Yazılar 1916-1935. Forgacs, D. (der.). Çev.,

İbrahim Yıldız. Ankara: Dipnot Yayınevi.

Gürcanlı, G. E. (2014). İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü. İşçi Sağlığı ve İş

Güvenliğine Sınıfsal Bir Bakış. İstanbul: Yazılama Yayınevi.

Marx, K. ve Engels, F. (2003). Komünist Parti Manifestosu. Çev., Cenap Karakaya. İstanbul:

Sosyal Yayınları.

Mony, T. A. (2012). Çalışmak Sağlığa Zararlıdır. Çev., Ayşe Güren. İstanbul: Ayrıntı

Yayınları.

Gazeteler

01-31 Ağustos 2013 Sözcü Gazetesi

01-31 Ağustos 2013 HaberTürk Gazetesi

01-31 Ağustos 2013 Hürriyet Gazetesi

01-31 Ağustos 2013 Evrensel Gazetesi

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Egemen İdeolojide Görünmez Kılınanlar: Pikolo Belgeseli

ve Mevsimlik Tarım İşçisi Çocuklar

Kader TUĞLA

Özet:

Mevsimlik gezici tarım işçiliği dünyanın hemen her ülkesinde bulunan, yüzlerce yıldır süregelen

bir işçilik biçimidir. Bu işçiler genellikle toplumun en eğitimsiz, topraksız, yoksul ve yoksun

kesimlerini oluşturmaktadırlar. Bu tanımlama kapsamında, Türkiye’de başta Doğu ve Güneydoğu

Anadolu illeri olmak üzere büyük metropollerde yaşayanlar, hayata tutunmak isteyenler mevsimlik

gezici tarım işçiliği sürecine girmektedirler. Kalkınma Atölyesi’nin, 2011 ve 2013 yıllarında Hollanda

Büyükelçiliği’nin desteğiyle Mevsimlik Tarım Göçünün 6-14 Yaş Grubu Çocuklara Etkileri

konusunda hazırladığı araştırma raporları, yüzbinlerce çocuğun gezici tarım işçiliğinden olumsuz

yönde etkilendiğine dikkat çekerek, durumun kaygı verici boyutlara ulaştığını vurgulamaktadır.

Araştırmanın bulgularına göre, Türkiye’de mevsimlik gezici tarım işçisi çocuklar günde 10 saat tarlada

çalışmak zorunda kalmakta, sağlık, eğitim ve barınma konularında da büyük sorunlarla

karşılaşmaktadırlar.

Bu konuyla ilgili olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Uluslararası Çalışma Örgütü

(ILO)’nun “Çocuk Emeğinin Sona Erdirilmesi Uluslarası Programı (IPEC)’na katılan ilk altı ülkeden

biridir. Bu doğrultuda, ilgili tüm kurum ve kuruluşların katkılarıyla çocuk işçiliğinin en kötü

biçimlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak “Çocuk İşçiliğinin Önlenmesi İçin Zamana Bağlı

Ulusal Politika ve Program Çerçevesi” hazırlanmıştır. Hazırlanan bu program ile çocukların çalışma

yaşamına girmesinde temel nedenleri oluşturan yoksulluğun ortadan kaldırılması, eğitimin kalitesinin

ve ulaşılabilirliğinin artırılması, toplumsal bilinç ve duyarlılığın artırılması gibi geniş kapsamlı

tedbirlerle başta çocuk işçiliğinin en kötü biçimleri olmak üzere çocuk işçiliğinin 10 yıllık bir süre

(2005-2015 dönemini kapsamaktadır) içinde önlenmesi temel hedef olarak alınmıştır. Programda

öncelikli hedef gruplardan biri de “Ücret Karşılığı Gezici ve Geçici Tarım İşlerinde Çalışma” olarak

belirlenmiştir. Bu kapsamda, “Ordu İli Fındık Tarımında Çocuk İşçiliğinin Sona Erdirilmesi Projesi”

kapsamında ILO tarafından bir belgesel film hazırlatılmıştır. ‘Pikolo-Daha İyi Bir Geleceğe

Büyümek” adlı belgeselin amacı filmin internet sayfasında, “kamu ve özel sektör işbirliğini içeren

ortaklıklar oluşturarak eğitim aracı olmak ve bu konuda kamuoyu yaratmak” olarak ifade edilmektedir.

Belgeselin kapsamı ise; “Ordu’da 2013 yılı fındık hasatı süresince kamu ve yerel yönetimler,

mevsimlik işçi aileleri ile çocukları, bahçe sahipleri, tarım aracıları, eğitimciler ve yöre halkıyla

gerçekleştirilen görüşmeler ışığında hazırlanan belgeselle mevsimlik tarımda çocuk işçiliğinin

nedenleri ve sorunları tüm çıplaklığıyla ortaya konuyor.” şeklinde açıklanmaktadır.

Bu çalışmanın amacı, çocuk işçi sınıfının varlığı sorunu, görsel bir hafıza aracı olan belgesel

sinema kullanılarak, resmi ideoloji tarafından normalleştirilmeye ve içselleştirilmeye çalışılabilir mi

sorusuna cevap aramaktır. Bu amaçla seçilen Pikolo belgeseli örneğinin, soruna bir meşruiyet

kazandırma kaygısı olup olmadığı incelenecektir. Bu noktadan hareketle, Pikolo belgeseli üzerinden

göstergebilimsel çözümleme yapılacaktır. Belgeselin anlatım dili, Stuart Hall’un geliştirdiği medya

metinlerinde okuma biçimlerinden biri olan ve izleyicinin metni, metni hazırlayan tarafından verilmek

istenilen anlamıyla okumasını sağlayan dominant hegemonik okuma aracılığıyla incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: mevsimlik tarım işçisi çocuklar, pikolo belgeseli, göstergebilim, egemen

hegemonik okuma.

Giriş

Mevsimlik işçilik, işgücü açığının karşılanmasına yönelik farklı bir bölgeden mevsimlere

dayalı olarak başta tarımsal üretim olmak üzere birçok iktisadi faaliyet alanında gerçekleşen

Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi.

170 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

bir işçilik biçimi olarak görülmektedir. Türkiye’de mevsimlik tarım işçileri her yıl ağırlıklı

olarak Güneydoğu’dan ülkenin dört bir yanına birkaç aylığına çalışmak amacıyla göç

etmektedirler. Bu göçler genellikle iki merkez arasında gerçekleşmemektedir. Tarım işçileri

hasat mevsimine göre birkaç yer değiştirdikten sonra kış aylarını geçirmek için evlerine

dönmektedirler. Bu sürekli yer değiştirme hali bireysel olarak gerçekleşen bir süreç değildir.

Geçici tarım işçiliği, mevsimlik işçilik kayıt dışı bir ekonominin başta gelen unsurları

arasındadır (Çınar ve Lordoğlu, 2011, s. 420).

Türkiye’de kendi toprağında çalışan köylü emeğinin ağırlıklı olduğu tarımsal yapıda

mevsimlik işçi kullanımının yaygınlaşması, özellikle 1980 sonrası dönemde küçük köylülüğe

dayalı tarımsal yapıda önemli bir farklılaşmanın yaşandığını göstermektedir. Tarımda

uygulanan neoliberal politikalar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşanan zorunlu

göç sonrası ortaya çıkan dönüşüm, köylülerin önemli bir kısmını yoksullaştırıp tarım işçileri

haline getirirken orta ve geniş ölçekli endüstriyel tarım yapan toprak sahibi çiftçiler varlığını

sürdürmeye devam etmiştir. Mevsimlik işçilerin içinde bulunduğu olumsuz yaşam ve çalışma

koşulları, tarımsal yapıdaki bu eşitsiz güç ilişkilerinden bağımsız değildir (Friedrich Ebert

Stiftung, 2012).

Mevsimlik tarım işçiliği, küçük çocukları ve yaşlıları da içerecek şekilde tüm aile

bireylerinin birlikte göç etmelerine dayanmaktadır. Bu ailelerde çocukların da eğitimlerini

yarıda bırakarak aileleriyle birlikte göç etmeleri ve tarımdaki ağır çalışma koşullarına dahil

olmaları, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaları da göz önünde

bulundurduğumuzda önemli bir çocuk hakları ihlali olarak karşımıza çıkmaktadır:

Türkiye’nin taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Çocuk Haklarına Dair

Sözleşme’de (TBMM, t.y.) vurgulandığı üzere, sağlık hakkı ve temel eğitim hakkı cinsiyet

farkı gözetmeksizin her çocuğun eşit olarak yararlanması gereken önemli vatandaşlık

haklarıdır. Bütün bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda, mevsimlik gezici ve geçici

tarım işgücüne katılan çocukların durumunu anlamak ve değerlendirmek için “çocuk

yoksulluğu” kavramından yola çıkarak konuya yaklaşmak önem taşımaktadır. UNICEF,

“Dünya Çocuklarının Durumu 2005” raporunda yoksulluk içinde yaşayan çocuklara ilişkin şu

tanımı yapmaktadır (UNICEF, 2005, s. 18):

Yoksulluk içinde yaşayan çocuklar, yaşama, büyüme ve gelişmeleri

açısından gerekli maddi, manevi ve duygusal kaynaklardan yoksun biçimde

yaşamakta, böylece haklarından yararlanamamakta, potansiyellerini tam

olarak geliştirememekte ve topluma tam ve eşit üyeler olarak

katılamamaktadırlar.

Ekonomik yoksulluğun yanı sıra sağlık ve temel eğitim haklarına erişememe ya da bu

hakları yeterince kullanamama gibi yoksunlukla ilgili unsurlar da çocuk yoksulluğu

tanımlaması içinde karşımıza çıkmaktadır. Çocuk yoksulluğu kavramsallaştırmasının bir diğer

önemli boyutunu ise çocuk işgücü oluşturmaktadır. Türkiye’nin de taraf olduğu Uluslararası

Çalışma Örgütü ILO’nun 1973 tarih ve 138 sayılı “Asgari Yaş Sözleşmesi” (ILO, t.y.), çocuk

işçiliğinin etkili biçimde ortadan kaldırılmasını öngörmektedir.

Bu konuyla ilgili olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Uluslararası Çalışma

Örgütü (ILO)’nun 1992 yılında, “Çocuk Emeğinin Sona Erdirilmesi Uluslararası Programı’na

(IPEC) katılan ilk altı ülkeden biridir (CSGB, t.y.). Bu doğrultuda, ilgili tüm kurum ve

kuruluşların katkılarıyla çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik

olarak “Çocuk İşçiliğinin Önlenmesi İçin Zamana Bağlı Ulusal Politika ve Program

Çerçevesi” hazırlanmıştır. Hazırlanan bu program ile çocukların çalışma yaşamına girmesinde

temel nedenleri oluşturan yoksulluğun ortadan kaldırılması, eğitimin kalitesinin ve

ulaşılabilirliğinin artırılması, toplumsal bilinç ve duyarlılığın artırılması gibi geniş kapsamlı

Kader Tuğla 171

tedbirlerle başta çocuk işçiliğinin en kötü biçimleri olmak üzere çocuk işçiliğinin 10 yıllık bir

süre (2005-2015 dönemini kapsamaktadır) içinde önlenmesi temel hedef olarak alınmıştır.

Programda öncelikli hedef gruplardan biri de “Ücret Karşılığı Gezici ve Geçici Tarım

İşlerinde Çalışma” olarak belirlenmiştir. Bu kapsamda, “Ordu İli Fındık Tarımında Çocuk

İşçiliğinin Sona Erdirilmesi Projesi” çerçevesinde ILO ve Çalışma Bakanlığı tarafından bir

belgesel film hazırlatılmıştır. “Pikolo-Daha İyi Bir Geleceğe Büyümek” adlı belgeselin amacı

filmin internet sayfasında (www.pikolobelgesel.com/#!belgesel-hakkinda/c10fk), “kamu ve

özel sektör işbirliğini içeren ortaklıklar oluşturarak eğitim aracı olmak ve bu konuda kamuoyu

yaratmak” olarak ifade edilmektedir.

Bu çalışmada, çocuk işçi sınıfının varlığı sorunu, görsel bir hafıza aracı olan belgesel

sinema kullanılarak, resmi ideoloji tarafından normalleştirilmeye ve içselleştirilmeye

çalışılabilir mi sorusuna cevap aramaktır. Bu amaçla seçilen Pikolo belgeseli örneğinin,

soruna bir meşruiyet kazandırma kaygısı olup olmadığı incelenecektir. Bu noktadan hareketle,

belgeselin anlatım dili, Gramsci’nin hegemonya kavramından yola çıkılarak, Stuart Hall’un

geliştirdiği medya metinlerinde okuma biçimlerinden biri olan ve izleyicinin metni, metni

hazırlayan tarafından verilmek istenilen anlamıyla okumasını sağlayan egemen hegemonik

okuma aracılığıyla ele alınacaktır.

Belgesel Sinemada İdeoloji ve Pikolo Belgeseli

İdeoloji ve medya arasındaki ilişki, iletişim çalışmalarının ilk dönemlerinden itibaren

eleştirel yaklaşımların önemli konularından biri olmuştur. En genel tanımıyla ideoloji,

insanların ilgisini toplumsal koşullardan başka yöne çeken ve baskıcı bir iktidarın

devamlılığını sağlamaya hizmet eden yanıltıcı inançlar anlamına gelmektedir (Eagleton, 2005,

ss. 18, 19). Klasik Marksizm’e göre hakim sınıf, hem egemen kurumları ve yaşam biçimlerini

taçlandıran fikirler üreten hem de bu hakim fikirleri edebiyat, basın, günümüzde televizyon ve

film gibi kültürel formlarla yayan entelektüellere ve kültür üreticilerine iş vermektedir.

Dolayısıyla, ideoloji kavramı bizim medya metinlerinin doğallığını sorgulamamızı ve hüküm

süren fikirlerin açık ve net olmak yerine yapay olduklarını görmemizi de sağlamaktadır

(Strinati, 1998, s. 131).

Medya ve ideoloji kavramından yola çıkarak belgesel filmin “kurmacaya yer vermeyen ya

da pek az yer veren, gerecini, konusunu doğrudan doğruya doğadan alan, dışımızdaki

dünyayı, gerçeğe elden geldiğince uyarak, nesnel bir tutumla yansıtmaya çalışan bir türdür

(Pembecioğlu, 2005, s. 19) şeklindeki tanımına baktığımızda gerçeklik ve nesnellik ön plana

çıkmaktadır. Buradan hareketle, “belgesel film gerçeği tam olarak yansıtabilir mi?” sorusu da

sorulabilir. Bu soru somut bir belge sunma özelliğinden dolayı gerçekliğe daha da eleştirel

yaklaşılmasını gerekli kılmaktadır. Belgesel film, gerçekliği, bakanın gözüyle bize getirmekte,

yorumlamakta ve sunmaktadır. Belgesel film yönetmeni konu, metin, insan, görüntü, mercek,

açı, ışık, ses ve kurgu açısından seçim hakkına sahiptir. Bu gerçekler konusunda yapılacak her

seçim, onun bakış açısını ortaya koyacaktır. Belgesel film incelenirken yapımcının etkisi de

göz önünde bulundurulmalıdır (Tan-Akbulut, 2005, s. 86). Belgesel filmin izleyicisine,

gördüklerinin gerçekliğinden şüphe etmeden, bizzat tanık olmuşçasına izlediklerini yaşam

deneyimleri ve bilgileri arasına katmasını sağladığını söylememiz mümkündür.

Çalışmamıza konu teşkil eden, yönetmenliğini Deniz Gürgen’in yaptığı Pikolo belgeseli,

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın desteğiyle

yürüttüğü proje kapsamında hazırlanmıştır. ILO Türkiye ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik

Bakanlığı’nın yürüttüğü Ordu İlinde Mevsimlik Fındık Tarımında Çocuk İşçiliğinin Sona

Erdirilmesi Projesi kapsamında Uzunisa ve Efirli’deki çocuklar için bir eğitim çalışması da

yapılmıştır. 6-15 yaşlarındaki 381 çocuğa hasat boyunca, geri kaldıkları müfredatla buluşma

imkânı sağlanmıştır (www.pikolobelgesel.com/#!proje-hakkinda/ck0q). Pikolo belgeselinde,

172 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

bu proje çerçevesinde yapılanlar da ele alınmaktadır. Belgeselin kapsamı ise, belgeselin

internet sayfasında (www.pikolobelgesel.com/#!belgesel-hakkinda/c10fk): “Ordu’da 2013 yılı

fındık hasatı süresince kamu ve yerel yönetimler, mevsimlik işçi aileleri ile çocukları, bahçe

sahipleri, tarım aracıları, eğitimciler ve yöre halkıyla gerçekleştirilen görüşmeler ışığında

hazırlanan belgeselle mevsimlik tarımda çocuk işçiliğinin nedenleri ve sorunları tüm

çıplaklığıyla ortaya konuyor.” şeklinde açıklanmaktadır.

Belgeselin gerçekliği yansıtma potansiyeli açısından buradaki “belgeselle mevsimlik

tarımda çocuk işçiliğinin nedenleri ve sorunları tüm çıplaklığıyla ortaya konuyor” ifadesi

dikkat çekmektedir: Pikolo belgeselinin açılış karesinden önce ekrana yansıyan ILO

(Uluslararası Çalışma Örgütü) ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı logoları, belgeselin

destekçilerinin de, belgeselin ana konusunu teşkil eden taraflar olduğunu bize göstermektedir.

Bu durum, mevsimlik çocuk işçiliği sorununa dikkat çekmek amacıyla yapılan bir belgeselin

ne kadar bağımsız olabileceğine dair bir soru işareti bırakabilmektedir. Belgeselin devamında,

fındık ihracatçılarının ve ILO yetkilisinin tarımda mevsimlik çocuk işçiliği sorununa dair öne

çıkardıkları ifadeler, bu durumun Türkiye’nin fındık ihracatına zarar verdiği yönündedir.

Örneğin belgeselde ILO yetkilisi Nejat Korbay, konuyla ilgili olarak şu tespiti yapmaktadır:

Çocuk işçiliğinin fındık tarımında önemli bir sorun olarak karşımıza

çıktığını gördük. Bu sorunun çeşitli platformlarda, yoğun bir şekilde

tartışıldığı, Türk fındığının itibarının bir miktar azalmasına bile aracılık

edebileceği bir durumla karşılaştık.

Konuyla ilgili resmi bir ağızdan izleyiciye, fındık tarımında çocuk işçiliğinin Türk

fındığının itibarının azalmasına aracılık ettiği bilgisi verilmektedir. Belgeselde, Fındık

ihracatçılarının bakış açısının verildiği bölümlerde de aynı tespit vurgulanmaktadır. Örneğin,

belgeselde açıklamalarına yer verilen fındık ihracatçılarından biri olan Gürsoy Tarımsal

Ürünler A.Ş.’den Dursun Oğuz Gürsoy şunları söylemektedir:

Bundan sonra tabi her yıl baskı altındayız… her geçen sene baskı artıyor.

Şöyle ki… bazı firmalar, özellikle İsviçre’den gelen firmalar; ‘efendim

Türkiye’de çocuk işçilik var, biz bunu tüketicilerimize izah edemeyiz’ deyip,

mesela mal almaktan imtina eden firmalar da var. Ama çoğunlukta değil şu

an için, fakat şunu söyleyeyim artık bize baskı büyük firmalardan direkt

gelmeye başladı. Şöyle ki ya sorunlar çözülecek Türkiye’de veya sorunları

biz özel projelerle çözeceğiz. Çözmemiz gerektiği, birşeyler yapmamız

gerektiği veya birşeyleri göstermemiz gerektiği konusunda büyük baskı

altındayız.

Belgeselde görüşlerine yer verilen ve fındık tarımında çocuk işçilerin çalışmasının ihracata

verdiği zarara dikkat çeken bir diğer fındık ihracatçısı firma olan Progıda A.Ş.’den Nadir

Şimşek de konunun, kendileri açısından oluşturduğu sıkıntıyı benzer ifadelerle dile

getirmektedir:

Bu çünkü sadece devletin sorunu değil ve sadece özel sektörün de

sorunu değil ancak geçtiğimiz dönemde bir toplantıda ihracatçı bir

abimiz şöyle bir tabir kullandı: ‘Bu işlerle ilgili ilk tokadı biz yiyoruz.’

Yani alıcılarımız bu konuyla ilgili hassasiyetleri ilk önce bize

yansıtıyorlar. Bu siparişlerle de olabiliyor diğer yaptırımlarla da

olabiliyor. Tabi bu sorunun çözülmesi öncelikle ihracatçıya fayda

sağlar, ardından zincir halinde o halkadaki tüm iştirakçilere fayda

sağlar. Bu sonuçta ülkemizin ortak meselesi.

Marksist yaklaşımda, kapitalist bir toplumda yaygın olan hakim fikirlerin egemen sınıfa

ait olduğunu ileri sürülmektedir. Bu fikirler yönetici sınıf veya onun entelektüel temsilcileri

Kader Tuğla 173

tarafından üretilerek yayılmaktadır ve böylece hakim sınıf, diğer sınıfların bilincine ve

hareketlerine egemen olmaktadır (Strinati, 1998, s. 131). Böylece ideoloji, yönetici sınıfın işçi

sınıfı üzerinde tahakkümünü sürdürmesini sağlayan yanılsamalar ve yanlış bilinç kategorisi

haline gelmektedir. Yönetici sınıf, ideolojiyi aktaran ve toplum içinde yayan temel araçları

kontrol ettiği için, işçi sınıfının kendi ikincil konumunu “doğal” ve dolayısıyla haklı

görmesini sağlayabilmektedir. “Yanlışlık burada yatmaktadır. Bu ideolojik araçlar içinde

eğitim sistemi, siyasal sistem, hukuk sistemi ve medya yer almaktadır” (Fiske, 1997, s. 166).

Belgeselde, konuyla ilgili görüşlerini dile getirmek üzere seçilen ihracatçıların ve Çalışma

Örgütü’nün bakış açısı bu açıdan önemlidir. Mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan çocukların

içinde bulundukları koşulların düzeltilmesine yönelik bir projede, Türkiye’nin fındık

ihracatçısı olarak ihracat yaptığı Avrupa ülkeleri nezdinde uğradığı prestij kaybının önüne

geçilmesinin önemine vurgu yapılması açısından dikkat çekicidir. Bu tespitlerin, mevsimlik

tarım işçisi olarak çalışmak zorunda kalan çocukların durumunun önüne geçmesi, birincil

planda sorunun Türk fındık ihracatına zarar vermeye başladığı için çözülmesi gerektiği de

doğal bir durum olarak ifade edilerek izleyiciye sunulmaktadır. Böylece, Pikolo belgeselinde

de karşımıza çıktığı gibi maddi üretim güçlerini kendi elinde tutan sınıf aynı zamanda zihinsel

üretimi de denetlemekte ve bu yolla zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri

de egemen sınıfın fikirlerinin etkisi altında kalmaktadır.

Ortak Duyu Yaratımıyla Yoksulluğun Normalleştirilmesi

Hegemonya, Antoni Gramsci’nin (2003) kültür ve ideoloji konusundaki çalışmalarında

anahtar kavramdır. Bu kavram kültür, iktidar ve ideoloji kavramlarıyla bağlantılıdır.

Hegemonyayı, çok genel bir tanımla; bir egemen iktidarın kendi yönetimi için, hakimiyeti

altındaki insanların rızalarını kazanmada başvurduğu bütün bir pratik stratejiler alanı, dünya

görüşü olarak tanımlayabiliriz (Eagleton, 2005, s. 168). Egemen sınıfın bu dünya görüşü,

idelolojik kontrol mekanizmaları ve toplumsallaştırıcı kurumlar sayesinde gündelik yaşamın

her alanını etki altına almaktadır. Egemen sınıfın iktidarını kurmasında hem fiziksel güç hem

de kültürel ve ideolojik aygıtlar kullanılmaktadır.

İdeolojik söylem, toplumsal bellekte yer alan, geniş kesimlerce benimsenmiş düşünce ve

önyargıları; Gramsci’nin (2003) kavramsallaştırmasıyla “ortak duyu”yu (common sense)

kullanmaktadır. Ortak duyu, temel hegemonyacı stratejilerden biridir. Eğer egemen sınıfın

fikirleri (sınıf temelli değil de) ortak duyu olarak kabul edilebilirse, bu sınıfın ideolojik

hedefleri gerçekleşmekte ve ideolojik işleyiş gizlenmektedir. Böylece medya, kamuoyunda

sağduyunun oluşmasını da desteklemektedir (Hall, 1996, s. 117). Belgeselde, Çalışma ve

Sosyal Güvenlik Bakanlığı Proje Personeli Burcu Yamaner, mevsimlik tarım işçilerinin içinde

bulundukları durum hakkında şu tespitleri yapmaktadır: “…sanayi yok, yapacakları bir iş yok,

kalifiye eleman değiller; çünkü okumuyorlar. Her şey böyle bir kısırdöngü içerisinde

tekrarlanıyor… E ne yapsınlar mecbur, mevsimlik geziyorlar. ” Aynı yetkili, gezici tarım

işçisi çocukların durumu içinde, “…e çocuklar da mecburen geliyorlar.” ifadesini

kullanmaktadır. Bu ifadeler belgesel izleyicisinin, “mevsimlik tarım işçisi çocukların

durumunun aslında çözümsüz olduğu izlenimi vermektedir. Bu çocukların ailelerinin kalifiye

eleman olmamasının, eğitimsiz, işsiz olmalarının doğal sonucu olarak bu çözümsüz durumun

ortaya çıktığı düşüncesi; bir “ortak duyu” oluşturacak niteliktedir. Belgesel aracılığıyla

oluşturulan bu tür bir ortak duyu, mevsimlik tarım işçilerinin içinde bulunduğu olumsuz

yaşam ve çalışma koşullarının tarımsal yapıdaki eşitsiz güç ilişkilerinden bağımsız olmadığı,

bu alanda özellikle 1980 sonrası uygulanan devlet politikaları, tarımda uygulanan neoliberal

politikalar sonucu ortaya çıktığı (Friedrich Ebert Stiftung, 2012) gerçeğini görmemizi

engellemektedir. Pikolo belgeseli aracılığıyla oluşturulan ortak duyu böylece, mevsimlik

tarım işçisi çocukların ve ailelerinin içinde bulundukları güç koşulların, bireysel değil

174 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

toplumsal nedenlerden, devletin uyguladığı tarım politikalarından kaynaklandığı biçimindeki

olası anlam üretimini engellemiş olmaktadır.

Belgeselde ailelerin çocuklarını tarım işçisi olarak çalıştırmalarının nedenleri ise,

mevsimlik tarım işçisi aile bireylerinin sözleriyle verilmektedir. Örneğin tarım işçisi Cano

Erez, çocuğunu neden çalıştırdığını şu sözlerle açıklamaktadır:

11 yaşındaki çocuğu çalıştırıyorum. Yalan bir bahanedir bu çalıştırmazsam

ben 1,5 milyon yol parasını verip geliyorum 10 kişiyle, 1,5 da gidiş yol

parası 3 milyar…. Onu çalıştırmazsam o parayı nereden kazanacağım. Niye

geliyoruz mecbur. 1000 km katedip geliyoruz buraya. Ölüm kalım meselesi

bu yol. Mecburuz yani…

Erez, çocukların tarım işçisi olarak çalışmaları sonucu eğitimlerinin yarıda kalmasını ise

başka türlüsünün mümkün olamayacağını vurgulayacak şekilde şu şekilde ifade etmektedir:

… çocuk okutacağız, nerde çocuk okutucaz. 11. Ayda çıkıyorum, 12. ayda

eve gidiyorum. O çocuğu kime bırakacağım. Nene mi var, baba mı var, dede

mi var? Orda kimin kapısına atacağım yetim gibi.

Dayıbaşı olarak adlandırılan aracıların çocuk işçi çalıştırmaya yönelik bakış açıları da

ailelerin açıklamalarıyla benzer şekilde, başka çareleri olmadığına vurgu yapacak bir bakış

açısı taşımaktadır. Örneğin Dayıbaşı Ali Sanal durumu şu şekilde açıklamaktadır:

Mesela bazen aileler çocuk getiriyor. Diyorum bu 16 yaş altıdır. Bunu kabul

etmiyorum. Diyecek ki lakin niye bana getireceksin. Şart koşarsam, adam

diyor ‘sen git işine’ bana sahip çıkacak başka bir aracıyı bulacağım. Senle

bi ilgim yok. Bazen göz yumuyorum.

Aynı soruna bahçe sahiplerinin bakış açısını dile getirenlerden biri olan Ercan Uzun: “Onu

mecburen kabul etmek zorunda kalıyoruz bizler… bir ay içerisinde biz bunu alacağız,

toplamak lazım bunu…” şeklindeki açıklamasıyla sorunun çözümsüz olduğuna vurgu

yapmaktadır.

Belgeselde konunun ele alınış şekline bakıldığında, sorunla ilgili konuşturulan tarafların

seçimi egemen ideolojinin, tarımda mevsimlik çocuk işçiliğini medya aracılığıyla

doğallaştıran ve normalleştiren bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bu koşullarda

yaşamanın, bu insanların önlenemez kaderi olduğu ortak duyusu, egemen ideolojinin bir

parçasıdır ve mevsimlik tarım işçileri, sürecin bir parçası olan işveren bahçe sahipleri ve aracı

olarak görev yapan dayıbaşılar tarafından da böyle kabul edildiği sürece, hegemonya

işlemektedir.

Egemen Okumanın Görünmez Kıldıkları

Hegemonik ilişkide ideoloji bireylerin niyetlerine bağlı olarak değil verili sosyal yapı ve

pratikler içerisinde işlemektedir. Bu nedenle insanlar hegemonik bir ilişkinin içerisinde

olduklarını, belli bir egemen ideolojiye maruz kaldıklarını farketmemektedirler. Alışveriş

yapmak, müzik dinlemek, film izlemek, gazete okumak, televizyon izlemek, yemek yemek

hatta sokakta yürümek gibi gündelik hayatın pratiklerini içerisindeyken bile insanlar egemen

ideolojiyle kuşatılmış bir dünyanın içerisindedirler, ancak bunu fark etmemektedirler. Örneğin

acıkan bir insan bilerek ve isteyerek hamburger ya da pizzayı tercih etmektedir, ancak bu

tercihinin arkasında egemen ideolojik dayatmanın olduğunu düşünmemektedir (Güngör,

2011, s. 200).

Stuard Hall (2011, s. 175), Gramsci’nin de etkisiyle medyanın toplumda etkili biçimde

rıza üretimi yaptığını belirtmektedir. Aynı zamanda medyanın hegemonik ilişkinin bir parçası

olduğunu ve hegemonik işleyişin temelini oluşturan rıza üretiminde etkili olduğunu

Kader Tuğla 175

belirtirken, diğer yandan da bu ilişkinin her zamanda egemen kesimin beklentileri

doğrultusunda işlemediğini ifade etmektedir. İzleyici belli bir yere sabitlenmemekte ve her

gelen iletiye beklenilen oranda açık olmamaktadır. Her izleyici farklı bir bilinç düzeyine sahip

olduğu ve farklı entelektüel düzeyde bulunduğu için medyayla farklı ilişkiler kurmaktadır.

İzleyicinin medyanın içeriğiyle, dolayısıyla medya metinleriyle farklı ilişki kurması, beklenen

etkiyi, yani hegemonik ilişkinin işleyişini de etkilemektedir. Örneğin Belgeselde, mevsimlik

tarım işçisi olarak çalışan çocuklarla yapılan görüşmelerde, çocukların içinde bulundukları

durumda yaşadıkları sorunlar, onların iç dünyalarını yansıtan diyaloglarla

desteklenmemektedir. Mevsimlik tarım işçisi kız ve erkek çocuklar sırasıyla yaptıkları işin

aşamalarını anlatmakta ya da neler yaptıklarına dair bilgi vermektedirler. Örneğin 15

yaşındaki Hatice Demir;

Sabah 6’da gidiyoruz, öğlene kadar çalışıyoruz, öğlende yemeğimizi yiyoruz,

1 saat oturuyoruz, kalkıyoruz, çalışıyoruz, topluyoruz, saat 6’da bırakıyoruz.

Eve geliyoruz, işlerimizi yapıyoruz, yatakları indiriyoruz, sonra uyuyoruz.

şeklinde, mekanik bir anlatımla durumlarını ifade etmektedir. Çocuklarla ilgili diyalogların

belgeselde, çocukla zaman geçirerek, onun sorunlarını, iç dünyasını doğal bir şekilde ifade

etmesine imkan tanıyacak şekilde düzenlenmediği için, izleyicinin onların durumlarının

nedenini sorgulamasına, onlarla empati kurmasına imkan veremediği görülmektedir. Pikolo

belgeselinin anlatım dilinde, mevsimlik tarım işçisi çocukların hem çocuk olmalarından

kaynaklı ihtiyaçlarını, hem de yoksul bir ailenin mensubu olmalarından dolayı yaşadıkları

sorunları dikkate alan bütüncül bir yapının eksikliği görülmektedir. Buna karşın mevsimlik

tarım işçisi çocukların durumuyla ilgili farklı çalışmalara baktığımızda, konuyla ilgili daha

büyük bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Kalkınma Atölyesi’nin, 2011 ve 2013

yıllarında Hollanda Büyükelçiliği’nin desteğiyle Mevsimlik Tarım Göçünün 6-14 Yaş Grubu

Çocuklara Etkileri konusunda hazırladığı araştırma raporları, yüzbinlerce çocuğun gezici

tarım işçiliğinden olumsuz yönde etkilendiğine dikkat çekerek, durumun kaygı verici

boyutlara ulaştığını vurgulamaktadır. Araştırmanın bulgularına göre, Türkiye’de mevsimlik

gezici tarım işçisi çocuklar günde 10 saat tarlada çalışmak zorunda kalmakta, sağlık, eğitim ve

barınma konularında da büyük sorunlarla karşılaşmaktadırlar (Kalkınma Atölyesi, t.y.).

Hall (2001, s. 175)’a göre bir grup izleyici medya metnini egemen kodlarla

açımlamaktadır. Yani metinde ne verilmek isteniyorsa izleyici onu almakta ve kod

açımlamayı, göndericinin beklentileri doğrultusunda yapmaktadır. Bu durumda kodlama ve

kod açımlama arasında tam bir örtüşme mevcuttur. Medya metnini bu şekilde bir açımlamaya

tabi tutan bu izleyiciler, kitle iletişim araçlarından ne veriliyorsa, herhangi bir karşı çıkış ya

da sorgulama eğilimi içerisine girmeksizin almakta ve kullanmaktadırlar. Toplumdaki yaygın

egemen kodlarla kodlanan medya metinleri toplumun geniş kesimini oluşturan ortalama

izleyici tarafından yine egemen kod açımlamayla alımlanmaktadır. Örneğin, belgeseldeki 14

yaşındaki mevsimlik tarım işçisi Mehmet Garip Demir’in “İş yapmak da güzel bir şey”

ifadesine yer verilmiştir. Ailesine para kazandırarak okul harçlığını çıkardığını belirtmekte ve

çalışmanın önemine vurgu yapmaktadır. Böylece, çalışmayı, aileyi kutsayan kodların yaygın

olduğu toplumlarda – ki Türkiye de bunun örneğidir – izleyiciye, alışkın olmadıkları kodlarla

örülü iletileri göndererek insanlarda kafa karışıklığı yaratmak yerine, onlara, alışkın oldukları

kodlarla örülü metinler sunmak alımlama ve onaylamanın çok daha hızlı ve kolay

gerçekleşmesini sağlamaktadır.

Pikolo’da, konuşturulan ya da görüşlerine başvurulanların seçiminin izleyiciyi,

gösterilenlerin anlamını yasa ve düzenin geleneksel değerleri içerisinde okumaya

yönlendirecek şekilde yapıldığı görülmektedir. Örneğin, Türkiye İstatistik Kurumu [TÜİK],

2012 tarihli Çocuk İşgücü Anketi ’ne göre ekonomik faaliyette çalışan 6-17 yaş grubunda 399

bini tarımda olmak üzere 900 bine yakın çocuk işçi bulunmaktadır (TÜİK, 2013). Bu

176 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

rakamları 2006 tarihli bir önceki anketle karşılaştırınca tarım sektöründe istihdam edilenlerin

payının yüzde 8,1 arttığı görülmektedir. Çocukların yüzde 49,8’inin ise kesintili de olsa

okulla bağı varken, yüzde 50,2’si okula devam edebilmektedir. Bu durum, Türkiye’nin de

imzaladığı uluslararası sözleşmelere göre bir çocuk hakları ihlali olarak karşımıza

çıkmaktadır.

Belgeselde konuyla ilgili yürütülen kısa dönem projelerle ilgili bölümlerde ise şu hususlar

dikkat çekicidir: Projeyi uygulamaya koyan kurumların astıkları resmi afişlerde, projede

çalışan kamu görevlilerinin üzerlerine giydikleri tişörtlerde “Bahçe Sahibi, Dayıbaşı, Aile,

Çocuk Çalıştırma Suça Ortak Olma” sloganı görülmektedir. Bu slogan, belgeselin farklı

bölümlerinde, gerek proje ortağı kamu kurum ve çalışanlarının toplantılarındaki yerlerde,

gerek çocuk işçilerin aileleriyle yaşadığı çadırların olduğu bölgede ya da proje kapsamında

eğitim verilen okullarda yazılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada sorunun temelinin,

mevsimlik tarım işçisi çocukların çalıştırılmalarının kesin olarak yasaklanabilmesi ve bu

yasağın uygulanabilmesi için birinci sorumlunun ilgili resmi kurumlar olduğu, bu kurumların

her çocuğa eşit eğitim, beslenme ve barınma imkanlarının sağlanması için gerekli politikaları

yürürlüğe koymak zorunda olduğu gerçeğini bertaraf ettiği görülmektedir. Böylece, devletin

bu sorunu suç olarak gördüğünü, varlığını kabul ettiğini ama bu suçun ortakları olarak da

bahçe sahibi, aile ve dayı başını sorumlu olarak gösterdiğini yani sorunun indirgendiğini

görmekteyiz.

Sonuç

Çocuk işçi sınıfının varlığı sorunu, görsel bir hafıza aracı olan belgesel sinema

kullanılarak, resmi ideoloji tarafından normalleştirilmeye ve içselleştirilmeye çalışılabilir mi

sorusuna cevaplayabilmek amacıyla seçilen Pikolo belgeseli örneğinden hareketle şu tespitleri

yapmamız mümkündür:

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı desteğiyle

hazırlanan Pikolo belgeselinin, Ordu’da yapılan ilk gösterimine, ILO ve çeşitli sivil toplum

kuruluşlarının temsilcilerinin yanı sıra vali, kaymakam gibi kamu görevlileriyle fındık

üreticileri de katılmıştır (Öğünç, 2013). Belgeselde, ILO yetkilisi Nejat Korbay’ın şu ifadesi

de bu sorunun varlığını yetkili bir ağızdan açıklar niteliktedir:

Aileleriyle birlikte mevsimlik tarım işlerinde çalışmak üzere hareket eden

çocukların, dönemsel olarak bu faaliyet içine girdikleri açık. Bu faaliyeti yok

saymak yerine varlığını kabul edip bu varlık çerçevesinde buna yönelik

önlemleri almak daha büyük önem ve anlam taşıyor diye düşünüyorum.

Bu noktada Pikolo belgeseli, tarımda mevsimlik çocuk işçiliği sorunun resmi otoriteler

tarafından resmi olarak kabulünün görsel bir belgesi olması açısından önem taşımaktadır.

Böylece sorunun tartışmaya açılmasında önemli bir adım olması bakımından dikkat çekici bir

yönünün olduğunu söyleyebiliriz.

Medya kurumları kendi ülkelerindeki ya da bölgelerindeki hegemonik güçlerle işbirliği

yapma niyetinde olmasalar bile bu işleyişin içerisinde yer almak zorunda kalmaktadırlar.

Burada kilit nokta insanları farkında olmaksızın işleyişin içerisinde tutabilmektir. Medya

profesyonelleri her zaman devletle yakın ilişki kurmak durumunda değildirler. Bazıları bunu

açık çıkarları nedeniyle bilerek, isteyerek yapmaktadırlar. Ancak çoğu medya kuruluşu ve

profesyoneli de bağımsız bir medya işletmeciliği gerçekleştirdiğini düşünerek kendisini iyi

hissetmek amacını taşıyabilir. Ancak bilinçler öylesine biçimlenmiştir ki, gerek medya

kuruluşları gerekse bu kuruluşlarda görev yapan medya profesyonelleri egemen kodlarla

örülmüş bilinçleriyle isteseler de istemeseler de bu hegemonik işleyişin içinde yer

alabilmektedirler (Hall, 2001, s. 167). Buradan hareketle değerlendirdiğimizde,

Kader Tuğla 177

yönetmenliğini Deniz Gürgen’in yaptığı Pikolo belgeselinin anlatım dili, mevsimlik tarım

işçisi çocuklarla ilgili şu noktaları görmemizi tam olarak sağlayamamaktadır:

Belgeselde, konuyla ilgili görüşlerini dile getirmek üzere seçilen ihracatçıların ve Çalışma

Örgütü’nün bakış açısı, mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan çocukların içinde bulundukları

koşulların düzeltilmesine yönelik bir projede, birincil planda sorunun Türk fındık ihracatına

zarar vermeye başladığı için çözülmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Sorunun bu yönünün ön

planda tutulması da doğallaştırılarak izleyiciye sunulmaktadır.

Belgeselde, çocukların ailelerinin kalifiye eleman olmamasının, eğitimsiz, işsiz

olmalarının doğal sonucu olarak bu çözümsüz durumun ortaya çıktığı düşüncesi, görüşlerine

başvurulan yetkililer tarafından dile getirilmektedir. Pikolo belgeseli aracılığıyla oluşturulan

bu ortak duyu izleyicide, mevsimlik tarım işçisi çocukların ve ailelerinin içinde bulundukları

güç koşulların, bireysel değil toplumsal nedenlerden ve uygulanan resmi tarım

politikalarından kaynaklandığı biçimindeki olası anlam üretimini engellemiş olmaktadır.

Pikolo’nun anlatım dilinde, mevsimlik tarım işçisi çocukların hem çocuk olmalarından

kaynaklı ihtiyaçlarını, hem de yoksul bir ailenin mensubu olmalarından dolayı yaşadıkları

sorunları dikkate alan bütüncül bir yapının eksikliği görülmektedir. Belgeselin yapısına

bakıldığında, sorunla ilgili konuşturulan tarafların seçiminde egemen ideolojinin, tarımda

mevsimlik çocuk işçiliğini medya aracılığıyla doğallaştıran ve normalleştiren bir yapıya sahip

olduğu görülmektedir: Bu koşullarda yaşamanın, bu çocukların önlenemez kaderi olduğu

ortak duyusu, egemen ideolojinin bir parçasıdır ve mevsimlik tarım işçileri, sürecin bir parçası

olan işveren bahçe sahipleri ve aracı olarak görev yapan dayıbaşılar tarafından da böyle kabul

edildiği sürece, hegemonya işlemektedir. Belgeselin yapısının ise mevsimlik tarım işçisi

çocukların durumunu bize resmi kurumların gözüyle gösterdiğini ve resmi makamların bu

konudaki sorumluluğuna ya da ihmalinin boyutlarına dair yeterli bilgilendirmenin de

yapılmadığını söylememiz mümkündür.

KAYNAKÇA:

CSGB. (t.y.). ILO Çocuk İşçiliği Projesi.

www.csgb.gov.tr/csgbPortal/ShowProperty/WLP%20Repository/itkb/dosyalar/faaliyet

ler/denetimdisi/ilococuk adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20 Mart 2014).

Çınar, S. ve Lordoğlu, K. (2011). Mevsimlik Tarım İşçileri: Marabadan Ücretli Fındık

İşçiliğine. http://www.sosyalhaklar.net/2011/bildiri/sidar-lordoglu.pdf adresinden

alınmıştır. (Erişim tarihi 26 Mart 2014).

Eagleton, T. (2005). İdeoloji. Çev., Muttalip Özcan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Fiske, J. (1997). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev., Süleyman İrvan. Ankara: Ark Yayınevi.

Friedrich Ebert Stiftung. (2012). Tarımda Mevsimlik İşçi Göçü Türkiye Durum Özeti.

http://www.fes-

tuerkei.org/media/pdf/D%C3%BCnyadan/d%C3%BCnyadan_12%20(1).pdf

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi: 24.03.2014).

Gramschi, A. (2003). Hapishane Defterleri. Çev. Adnan Cemgil. İstanbul: Alan Yayıncılık.

Güngör, N. (2011). İletişim Kuramlar Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi

Hall, S. (1999). Kültür, Medya ve İdeolojik Etki. Medya, İktidar, İdeoloji. M. Küçük (der.).

içinde. Ankara: Ark Yayınevi. 199-243.

178 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Hall, S. (2001). Encoding, Decoding. Media and Cultural Studies. Durham M.G. ve Kellner

Kellner (der.) içinde. Londan: Blackwell. 166-177.

ILO. (t.y.). 138 Nolu Sözleşme.

http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/ilo_138.htm adresinden

alınmıştır. (Erişim tarihi 27 Mart 2014).

Kalkınma Atölyesi. (t.y.) Mevsimlik Tarım Göçünden Etkilenen 6-14 Yaş Grubu Çocuklar

İçin Temel Araştırma. www.kalkinmaatolyesi.org/v2/wp-

content/uploads/2014/07/TEMEL-ARAŞTIRMA-RAPORU-ÖZET.pdf adresinden

alınmıştır. (Erişim tarihi 20 Mart 2014).

Kepenek, E. (2014). Mevsimlik Tarım İşçisi Çocukların Durumu Kaygı Verici.

http://www.bianet.org/biamag/emek/149913-mevsimlik-tarim-iscisi-cocuklarin-

durumu-kaygi-verici adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 02 Nisan 2014).

Öğünç, P. (2013). Küçük Fındıkların Küçük İşçileri. Radikal.

http://www.radikal.com.tr/hayat/kucuk_findiklarin_kucuk_iscileri-1165044

adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi:24.03.2014).

Pembecioğlu, N. (2005). Birey ve Belgesel Film. Belgesel Film Üstüne Yazılar. Pembecioğlu,

N. (der.) içinde. Ankara: Babil Yayıncılık. 1-23.

Strinati, D. (1998). An Introduction to Theories of Popular Culture. New York: Routledge.

Tan-Akbulut, N. (2005). Belgesel Gerçekliği Yeniden Kurar. Belgesel Film Üstüne Yazılar.

Pembecioğlu, N. (der.) içinde. Ankara: Babil Yayıncılık. 85-102.

TBMM. (t.y). Çocuk Haklarına Dair Sözleşme

.http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/137-160.pdf. adresinden

alınmıştır. (Erişim tarihi 24 Mart 2014).

TÜİK. (2013). Çocuk İşgücü Anketi Sonuçları (2012).

http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=13659 adresinden alınmıştır. (Erişim

tarihi 27 Mart 2014).

www.pikolobelgesel.com/#!belgesel-hakkinda/c10fk adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi:

10.03.2014).

UNICEF. (2005). Children Living in Poverty. The State of the World’s Children 2005.

http://www.unicef.org/publications/files/SOWC_2005_(English).pdf adresinden alınmıştır.

(Erişim tarihi 16 Mart 2014).

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Neoliberal Dönem TV Dizilerinde Çalışan Sınıfın

Çerçevelenmesi

Ömür Şölen SOYKAN

Özet:

Hegemonyanın eski tür dayatmacı iktidar anlayışından farkı, bir tür entelektüel ve moral

hemfikirliğe sahip olduğunu öne sürmesidir. Çağdaş kültürel çalışmaların anlama kendiliğinden var

olmayan ya da ortak bir uzlaşımın sonucu olmayan üretilmiş bir kültürel pratik olarak yaklaşmaları bu

varsayımsal entelektüel ve moral birliğin bir anlamlandırma sistemi olarak değerlendirmesi sonucunu

doğurmuştur. Toplumsal ve kültürel pratiklerin bir arada işlediği egemen anlamlandırma sisteminin

egemenden yana başat anlamı sürekli meşrulaştırılmasında kitle iletişim araçlarının (KİA) ayrıcalıklı

bir yeri vardır. Bu araçlar yoluyla muhalif anlamlar sıra dışılaştırılır, yok sayılır ve değersizleştirilir.

Beyan edici ve betimleyici çerçevelerle kendiliğinden işlediği izlenimi yaratılan yeni bir nedensellik

kurgulanır. Dilin bütün alanlarında bu süreç çalışır, bu mücadele sürerken kitle toplumunun

merkezinde yer alan televizyon bir öykü anlatma aracı olma rolüyle daha da önem kazanır. Çalışan

sınıfın elde etmiş olduğu sosyal hakların gevşetildiği ve söküldüğü neoliberal dönemde televizyon

yayını yapan kurumlar da pazarın farklı alanlarında egemen olanların mülkiyetinde yeniden

yapılandırılmıştır. Kapitalizme içkin sınıf mücadelesinin son döneminde KİA’nda üretilen anlam

tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar baskın sınıfın çıkarına yapılandırılmaktadır. Bu dönemde

ana medya televizyon programları içinde TV dizileri öne çıkmaktadır. Dramatik yapının sınıfsal ayrım

üzerine kurulduğu diziler Türkiye’de çok ilgi çektiği gibi komşu ülkelere de satılmaktadır. Sunulacak

bildiride son dönemde Türkiye televizyonlarında yayınlanan Yer Gök Aşk, Gönülçelen, Adını Feriha

Koydum, İffet, Bir Çocuk Sevdim dizilerinde çalışan sınıfın nasıl çerçevelendiğine bakılmış, sonuçlar

Türkiye’de yapılan başka çalışmalarla ve Diana Kendall’ın son dönem ABD medyasında çalışan

sınıfın çerçevelenmesi çalışmasıyla karşılaştırılmıştır. Neoliberal dönemde işçi sınıfının ana medyada

üretilen anlamlandırma sistemindeki yerini açıklamak ve buna göre politikalar üretebilmenin

aciliyetini hatırlatmak amacıyla bu bildiri hazırlanmıştır.

Giriş

Hegemonyanın kitleleri rıza yoluyla kuşattığı ve iktidarla ifade biçimlerinin bir arada

işlediği kapitalist toplumlarda kitle iletişim araçlarıyla (KİA) rıza üretiminin rolü uzun

yıllardır tartışılagelmektedir. Neoliberal dönemin emek aleyhine politikalarının geniş kitleler

tarafından kabul görmesi sürecinde hegemonik ilişkilerin gücü artmış ve kayıtsız şartsız kabul

gören emek düşmanı politikaların nasıl meşrulaştırıldığının analizi daha fazla önem

kazanmıştır.

Hall’un (1999, s. 121) açıkladığı gibi medya ve diğer anlamlandırıcı kurumlar artık sadece

oydaşmayı yansıtan değil oydaşmanın üretilmesine yardım eden ve rızayı üreten kurumlardır.

Kültür Sosyolojisinin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ağırlık kazanan yeni

yaklaşımında her şeyin doğal bir anlamı olduğu, fikir ve şeylerin anlamı hakkında

kendiliğinden oluşan bir toplumsal uzlaşmanın olduğu inancı terk edilmiştir. Anlam toplumsal

olarak üretilmiş bir pratiktir. Kültür Sosyolojisinde olguların yerini alan kültürel pratikler

yaklaşımını Raymond Williams (1993, s. 11) şöyle açıklar:

“Kültür Sosyolojisi, yapısal olarak kültürel pratiklere önem vererek… “bilgilendiren

tin” yerine kültürü, toplumsal düzenin (diğer araçlarla birlikte) zorunlu olarak iletişim

Bu bildiri 2013 tarihli yayınlanmamış “Yerli TV Dizilerinde İktidar İlişkileri: Bir Çerçeve Analizi” adlı tezden

üretilmiştir.

180 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

kurduğu, yeniden üretim yaptığı, deneyimlerini sürdürdüğü ve keşiflere yöneldiği bir

anlamlandırma sistemi olarak anlar”.

Bu yeni yaklaşımda toplumsal pratikler ve kültürel pratikler bir arada anlamlandırma

sistemini oluştururlar. Anlam verili bir olgu değil, üretilen bir pratiktir.

Eski ideoloji yaklaşımlarındaki dayatma olgusu yeni yaklaşım için yeterince gelişkin

değildir. Yeni yaklaşımda tahakküm bilinç düzeyinin yanı sıra bilinçdışı düzeyde de

gerçekleşmektedir (s.139). Böylece yeni yaklaşım genişletilmiş bir hegemonya kavramını

içerir. ‘Tahakküm’ bireylerin açık ya da kasıtlı önyargılarından ziyade içerilmekte olan

ilişkiler sisteminin bir özelliği olarak görülmektedir (s.139). Hegemonya, tekil bir sınıfın

çıkarına işlemese bile ekonomik egemenin toplumsal kontrolünü geliştirdiği ve yaydığı tüm

süreçleri kuşatır. Bu bağlamda yeni yaklaşım tahakkümün işleyiş sürecini dil ve söylemde

işlev gören düzenleme ve dışlamada izleme gereği duyar. İlişkiler sisteminin kodlarını

çözmeye çalışır. Bu kodları anlayabilmek için bilinçdışında içerilen üretilmiş ortakduyuyu

anlamak gerekir. Çünkü tahakküm ortakduyuya ilişik olarak işler.

Kültür ve ideoloji, toplumsal pratik ve ilişkiler içinde gömülü olduğu gibi toplumsal

pratikler de kültürel pratikler içinde gömülüdür. Bu ilişkisellik, toplumsal ve kültürel

pratiklerin hem konumlanmış ve kalıcı sistemlerini (inanç sistemleri, değer yargıları gibi),

hem de konumlanmakta olan gerilimleri, çatışmaları, çözümlemeleri ve kararsızlıkları,

yenilikleri ve güncel değişmeleri içeren devingen durumlarını işaret eder. Olgular yerine

pratikleri inceleyerek toplumsal pratiklerin kültürel pratikler yoluyla nasıl yeniden

bağlamsallaştırıldığını, bu yeniden bağlamsallaştırmanın baskın söyleme ve baskın söylemin

sürekli tekrarlanmasıyla nesnelleştirilerek (genel geçer bir gerçeklik haline getirilerek) kitleler

tarafından içselleştirilen egemen ideolojiye dönüştürüldüğünü analiz etmek mümkündür. Bu

hegemonyanın analizidir.

Kitle iletişim araçlarında egemenlerin çıkarına olacak şekilde toplumsal pratiğin yeniden

bağlamsallaştırılmasıyla oluşmuş baskın söylem sürekli tekrarlanarak, diğer anlamları yok

sayarak, sıra dışılaştırarak veya meşruiyetinden arındırarak nesnelleştirilir.

Bir kültürel pratik olan anlam diğer kültürel ve toplumsal pratiklerle ilişki içinde vardır.

Olguların incelenmesi bu ilişki biçimi hakkında bir fikir vermez. Çünkü anlam tikel olarak

değil toplumsal ve kültürel pratiklerin ilişki içinde olduğu belli bir anlamlandırma sistemiyle

uyumlu olacak şekilde oluşturulmaktadır. Bu nedenle söylemi toplumsal pratiklerden ve diğer

kültürel pratiklerden bağımsız tekil bir pratik olarak incelemek de anlamlandırma sistemini

görebilmemiz için yeterli değildir. Olgular arasındaki ilişki değil tikel pratikler arasındaki

ilişki ve bu tikel pratikleri birbirine bağlayan ağ ve zemin incelenmelidir. Hall (1999)’un

yaklaşımı bu bağlamda materyalist bir yönetici kavramını geride bırakırken tahakküm

anlamındaki iktidar kavramına merkezi bir yer verir.

Belli olaylar hakkında belli türde anlamlar sistematik ve düzenli olarak inşa edilmektedir.

Verili bir olgu olmayan anlamın pratik halinde üretimiyle aynı olaylara farklı sonuçlar bir

yeniden bağlamsallaştırma süreciyle atfedilmektedir. Alternatif anlamlar bu yeniden

bağlamsallaştırmayla meşruluğundan arındırılıp marjinalize edilirken, baskın anlam yine bir

yeniden bağlamsallaştırmayla genel geçer bir gerçeklik halinde nesnelleştirilmekte,

tartışılmaz, “doğal” bir gerçeklik olarak sunulmaktadır. Baskın söylem dünyada olup bitenleri

açıklamaktan sorumlu kurumlar tarafından sürekli kılınmaktadır. Bu kurumlar modern bir

toplumda kitle iletişim araçlarıdır. KİA, bu değil de şu açıklamayı inşa ederken siyasal ve

toplumsal bir rol oynamaktadır. Doğa bütünseldir ama anlam söylemin yapısal işlenişinde

toplumsal dünya hakkındaki bilginin sınıflandırma ve çerçevelenme tarzlarına ek olarak,

belirli türde öyküler ve ifadelerle ayrımlaştırıcı bir mantıkla içiçe üretilir. Gramsci bunu

Ömür Şölen Soykan 181

yaparken kullanılan kültürel envanteri ortakduyu olarak adlandırır (aktaran Hall, 1999, ss.

101-102). Anlamlandırma sisteminin işlevi bu ortakduyuyu üretmektir.

Kitle İletişim Araçları ortakduyu envanterini bir yandan üretip bir yandan yeni üretimler

için kullanarak yeniden üretir ve yayar. Bu süreçte ifadenin beyan edici ve betimleyici biçimi,

ifadenin içine gömülü olduğu içerimlenmiş mantığı görünmez kılar. Bu durum ise görünür

olan ifadeye karşı çıkılmaz bir aşikârlık ve bariz bir hakikat değeri kazandırır. Tanımlayıcı

ifade onaylayıcı bir çerçeve olarak kullanılır, böylece diyalektik ilişki olgulara indirgenir.

“Gerektirim mantığının önü tıkanarak ifadeler kendi kendine işliyormuş gibi görünür.

İfadeler önermelerden bağımsızmış gibi “gerçeklik” halindeki doğal ve kendiliğinden

onaylamalar gibi görünür” (Hall, 1999, s. 103).

Gerçeklik etkisi ve rıza üretimi de bu meşrulaştırma süreciyle birlikte işler. Bu nedenle

kültür sosyolojisinin içinden çıkan Kültürel Çalışmalar, Grossberg’in ifadesiyle tikel bir

kültürel pratiğin diğer kültürel ve toplumsal pratiklerden oluşan bir ağa nasıl yerleştiğiyle,

nasıl gömülü olduğuyla ilgilenir (aktaran Hardt, 1999, s. 5). Bu ağ bir anlamlandırma

pratiğidir. Anlamlandırma sistemiyle uyumlu olacak şekilde üretilir.

YÖNTEM

Sosyal bilimlerde ve iletişim araştırmalarında değişik çerçeve analizi yöntemleri olmakla

beraber Goffman’ın çerçeve analizi yöntemi çerçeveyi durumun veya deneyimin

tanımlanmasının arka planındaki bağlamsal yorum olarak ele alarak iktidar ilişkilerinin

yeniden bağlamsallaştırılmasını incelediği için bu çalışmadaki kültürel pratiğin analizi için

seçilmiştir.

Bu çalışmada tüm kültürel anlamlandırma sistemi tekil pratiklerden oluşan bir ağ olarak

ele alınmış ve çalışmanın materyali olan parçacıklar Raymond Williams’ın bakış açısına

uygun olarak tek bir televizyon metninin diğer parçacıklarıyla etkileşim içindeki kültürel

pratikler olarak değerlendirilmiştir. Bu bütündeki bazı pratikler ve anlamlar öne çıkarılarak

baskın anlamlandırma olarak üretilirken bazı pratikler ve anlamlar yok sayılır veya

meşruiyetinden arındırılır. Çerçeveleme işleminde de aynı şekilde bazı durum ve deneyimler

öne çıkarılırken bazı durum ve deneyimler çerçeve dışında bırakılır. Baskın anlamın üretimi

aynı zamanda bir çerçeveleme işlemidir.

Ana Çerçeveler

Bireyin karşılaştığı her durumda bilinçli veya bilinçsiz olarak “burada ne oluyor” sorusuna

verdiği ilk cevap bir ana çerçevedir.

Goffman (1974, ss. 28-39) bir sınırlama getirmemekle birlikte ana çerçeve yapılarını

aşağıdaki şekilde sınıflandırmıştır.

(a) Sürpriz çerçevesi: Bu tür çerçeveler beklenmedik olaylar karşısında bireylerin durum

tanımlamasına işaret eder. Bir sonraki durum için katılımcılar şüphe içindedir. Bu nedenle

ortaya çıkacak yeni aktörlere yeni yönlendirici kapasitelere izin verme eğilimi taşırlar.

Bireyler böyle bir çerçevelemeyle karşılaştıklarında deneyimledikleri gizemi ortadan

kaldıracak basit ve doğal bir açıklama beklerler. Bu tür çerçeveler genelde bir sonraki çerçeve

için bir zemin işlevi görürler. Bireyin veya takımın karşılaştığı sürpriz karşısında nasıl bir

tavır aldığı, sergilediği benlik sunumuyla hangi özelliklerini çerçevede öne çıkarıp hangilerini

çerçeve dışında bıraktığı sembolik sermayesini doğrudan etkiler.

(b) Hüner Çerçevesi: Bazı durumlar sirklerdeki mucize sergileyicileri ya da beceriler

gösteren hayvanların izlenmesi gibi çerçevelenir. Durum sıra dışıdır ama bağlam bunu akılcı

kılmaktadır. Ortada hayranlık verici bir durum vardır ya da sıradan, gereksiz bir durum

hayranlık uyandıracak şekilde çerçevelenmektedir. Başarısızlık beklenen bir durumun

182 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

başarıyla sonuçlanması da bu çerçeveyle tanımlanır. Sembolik sermayenin inşasında çok

önemli bir çerçevedir. Üstün insan, yüce lider gibi çerçeveler bu ana çerçeveye kilitler ve

aldatmacalar eklenerek üretilir.

Diana Kendall (2011, s. 8) ABD’deki gazete haberleri ve TV dizilerinde çalışan sınıf ve

baskın sınıfın çerçevelenişini incelediği çalışmasında Goffman’ın Çerçeve Analizi yöntemini

kullanmıştır. TV dizi örneklemini belirlerken bu çalışmada olduğu gibi öykü yapısının sınıfsal

ayrım üzerine kurulu olduğu dizileri seçmeyi tercih eden ve sınıfsal kategorileri belirlerken

Dennis Gilbert ve Joseph A. Kahl’ın yöntemini kullanan Kendall’ın (2011, ss. 13, 14) bazı

bulguları bu çerçeve tiplemesine uygun özellikler taşır. Kendall bu çerçeveleri hayranlık

çerçevesi olarak adlandırır. Zenginler cömert ve koruyucu (caring) kişilerdir. Kendall (2011,

ss. 34-39) bu çerçevelemede yardımseverlik politikaları ve kurtarıcı el olarak baskın sınıfın

çerçevelenmesini anlatır. Bulguladığı ‘öykünme çerçeveleri’ de yine bu grupta incelenebilir.

Amerikan rüyasının kişiselleştirildiği bu çerçevelemeyle de yardımseverlik politikaları

vurgulanmıştır. Olağanüstü biçimde sınıf atlayan karakterler veya baskın sınıftan bir

karakterin mucizevî dokunuşuyla değişen hayatlar bu yolla anlatılmıştır. Çok çalışanın

kazanması ve güzel bir hayat yaşaması mümkündür, olmuyorsa bu kendi suçudur. Ayrıca bir

kurtarıcı el ona dokunup hayatını değiştirebilir (Kendall, 2011, ss. 39-42). Etiket Çerçevesi

olarak adlandırdığı çerçeveleme ile zenginler ve materyalizm arasındaki mucizevî hatta

tanrısal (gospel) ilişkiyi bulgulamıştır. Bu çerçeveleme tüketimle üst sınıf ayrıcalığı

arasındaki olumlu bağı vurgulamaktadır (Kendall, 2011, ss. 42-49).

(c) Beceriksizlik-Ahmaklık Çerçevesi: Durum kontrolden çıkmıştır. Özne veya özneler

varsayılan sosyal yönlendirmelerin yardımına rağmen kendilerinden bekleneni

gerçekleştirememiştir. Sosyal yönlendirmeler yetersiz kalmış veya tamamen öznelerin akıl

dışı davranışı sonucunda başarısız bir deneyim sergilenmiştir. Ahmaklık, ahmakça bir durum,

sorumsuzluk, gaf, rezalet, çam devirme gibi tanımlayabileceğimiz çerçeveleri bu kategoride

görebiliriz. Aşırı bir örnek olarak Laurel ve Hardy şovu verilebilir. Bu tür çerçeveler benlik

sunumunun başarısız olduğu anlamına gelir. Sembolik sermaye inşası başarılamaz, var olan

sembolik sermaye büyük zarar görür. Kendall’ın (2011) Koruk ve Yasak Elma Çerçeveleri

olarak adlandırdığı çerçeveler bu gruba dâhil edilebilir. Bu çerçevelemede öne çıkarılan bazı

zenginlerin mutsuz ve yararsız olduğudur (Kendall, 2011, s. 29). Bu gruba tam olarak uygun

olan ise Kendall’ın çalışan sınıfın imgesinin üretiminde bulguladığı Karikatür Çerçeveler’dir.

Çalışan sınıfı tanımlamada en sık kullanılan çerçeveler bunlardır. Bu çerçevelemeye göre

çalışan sınıf ahmak, çöp, sarsak, bağnaz ya da hergele, serseridir (Kendall, 2011, s. 141).

Kendall’ın çalışan sınıf imgesinin üretiminde bulguladığı ikinci bir çerçeve grubu ise Fakir ve

İsimsiz Çerçeveler’dir. Çalışan sınıfın anlatıldığı KİA içeriklerinde genellikle temasal bir

yöntem seçilmekte ve fakir kişi hakkında kişisel bilgi verilmemektedir (Kendall,2011, s. 83).

(d) Rastlantı Çerçevesi: Hesaba katılmamış ama kayda değer bir durum rastlantı sonucu

oluşur. Önceden tahmin edilip ona göre davranılması beklenmeyen bir durum önemli

sonuçlara yol açar. Tesadüfen karşılaşmalar, iyi ve kötü şans olarak nitelendirdiğimiz

durumlar, kazalar bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu çerçevelerde de sürpriz çerçevesinde

olduğu gibi oluşan durumun nasıl yönetileceği önemlidir. Doğru bir yönetimle kötü bir

rastlantı olumluya çevrilebileceği gibi kötü bir yönetimle iyi bir rastlantı olumsuz da

sonuçlanabilir. Bu yönetim biçimi izlenim denetimini ve sembolik sermayenin elde edilmesini

doğrudan etkiler.

(e) Ciddiyet çerçevesi: Bağlamına göre bir durumun ne kadar ciddiye alınacağını

tanımlayan çerçevelerdir. Öznelerin kaynakları ve durumun analitik koordinatları aynı

deneyimi uygun veya uygunsuz olarak niteleyebileceği gibi bu öncüllere bağlı olarak ciddiyet

çerçevesi uygunsuzluğu kabul veya reddedebilir. Bu çerçevelerde önemli olan kimin veya

Ömür Şölen Soykan 183

hangi olgunun bunu sağlayabileceğidir. Ciddiye alınacak olan kişi uygun sembolik sermayeye

sahip olan kişidir ve-veya ciddiye alınmak sembolik sermaye kazandırır.

Kilit

Kilit çerçeveleme eylemiyle yeterince tanımlanamamış durumlarda kullanılabilir. Kilit

kullanımı ile çerçeveleme işlemiyle durum veya deneyime dair anlamlı hale gelmiş

tanımlamadan bambaşka bir tanım, değer veya deneyim elde edilir. Durum veya deneyim

belli bir çerçeveyle tanımlanmıştır. Kilit noktalarla yeni bir anlamlandırma oluşturulur. Ayrıca

kilit kullanılarak çerçevelenen durumdan sonra hangi eylemin değerli olacağı hakkında bir

yönlendirme sağlanır. Goffman (1974, ss. 40-83) çerçeve analizinde aşağıdaki kilit

kullanımlarını tespit etmiştir.

(a)İkna Kilidi: Oyun duygusu, hayal gücünü çalıştırma, başka bir öyküye oturtma,

dürtülere seslenme, yemin gibi yöntemler kullanılarak birey veya takımlar bir eyleme ya da

bir eylemi terk etmeye ikna edilmeye çalışılır.

(b)Mücadele (itiraz): İlk anlamlandırmaya karşı çıkılır. Bu kilidin kullanımıyla etkileşim

içinde olunan bireyin bütün bir anlamlandırma sistemine veya karşılaşılan durum ya da

deneyimi tanımlamasını sağlayan anlamlandırıcı şemaya karşı çıkılabilir. Yine bu kilidin

kullanımıyla bireyin anlamlandırma sistemiyle uzlaşma içinde davranarak yeni bir bakış açısı

oluşturmak için dayanak noktaları da öne sürülebilir.

(c) Merasim: Yeni bir anlamlandırma sağlamak için ritüeller kullanılır. Doğum, ölüm,

cinsellik, beslenme gibi bir doğal çerçeveler düğün merasiminin ya da dini merasimlerin kilit

olarak kullanımıyla bambaşka tanımlamalar getiren kültürel çerçevelere dönüştürülebilir.

(d)Teknik Okumalar (Technical Redoings): Deneyimletme, görevlendirme, öyküleme,

belgeleme, deneyimin önceden prova edilmesi biçimindeki tüm kilitler bu gruba girer.

(e)Yeniden Zeminlendirme: Tanımlamayı değiştirme ya da benlik sunumuna değer

kazandırma amacıyla durum veya deneyim tanımı yeniden zeminlendirilir. Bu bir metafor

kullanarak da yapılabilir.

(f)Yeniden Kilitleme: İlk kilit noktanın oluşturulmasının yeterli olmadığı durumlarda veya

ilk kilit noktanın işaret ettiği anlamlandırmadan farklı bir tanımlama elde etmek için

kullanılır.

(g)Kilit Ayarı: Kilit ayarı ile ilk anlamlandırmanın ciddiyet veya önem derecesi

değiştirilebilir.

BULGULAR

Materyal ve Örneklem

Bu çalışmanın materyali olarak Türkiye’de neoliberal politikaların etkin olarak gündeme

geldiği 2010-2012 tarihleri arasında yayınlanmış beş TV dizisi seçilmiştir. Beş ana TV

kanalının akşam kuşağında yayınlanan bu dizilerin ortak özelliği farklı toplumsal uzamlarda

yer alan sınıfsal ilişkileri yeniden bağlamsallaştırmaları ve bu yeniden bağlamsallaştırmayı

nesnelleştirmeleri yani genel geçer bir gerçeklik haline getirmeleridir. Seçilen diziler: Yer

Gök Aşk (Fox TV), Gönülçelen (ATV), Adını Feriha Koydum (Show TV), Bir Çocuk Sevdim

(Kanal D), İffet (Star TV). Analiz için dizilerin ilk 7’şer bölümü alınmıştır.

Kilitlerin Çerçevelerde İşleyişi

İncelenen kültürel materyalin dramatik yapısı gereği bütün materyal birbirine kilitlerle

bağlanan ana çerçevelerden oluşmaktadır. Bulgulanan ana çerçevelerin tümü Goffman’ın

184 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

tipolojisine uygundur. Bunun dışındaki bazı çerçeve türlerinin kilidin çerçeveye genişletilmiş

hali olduğu söylenebilir.

Bu analizde çalışan sınıftan bireylere ilişik olay ve düzenleme tanımı yapan ana

çerçevelerin tümünün sorumsuzluk, beceriksizlik, haddini bilmemek, yol yordam bilmemek

kilitlerinin değişik kilit tipleri olarak çalışmasıyla beceriksizlik-ahmaklık çerçevelerine

dönüştüğü bulgulanmıştır. Örneğin: bir sürpriz çerçevesi, çalışan sınıftan bireyin ortaya çıkan

avantajı kullanamaması ya da durumu lehine çevirememesi sonucunda beceriksizlik-ahmaklık

çerçevesine dönüşmektedir.

Çerçeveleme işleminde zemindeki ana çerçeve, çalışan sınıfın beceriksizlik-ahmaklık

çerçevesidir. Çalışan sınıftan bireyler ahmaklıkları ve sorumsuzlukları nedeniyle büyük bir

ekonomik sıkıntı içindedir. Sağlıkları, özgürlükleri, şerefleri (iffet, itibar, namus) tehlike

altındadır. Olayların bu noktaya gelmesindeki ana sebep ferasetli davranmayı beceremiyor

olmalarıdır. Baskın sınıftan birey veya bireyler bu durumda olan çalışan sınıftan birey veya

bireylere yardım eli uzatır, içine düştüğü durumdan kurtarır. Baskın sınıf çalışan sınıfın

velinimetidir ve hüner çerçevesiyle tanımlanırlar.

Örnekler:

ADINI FERİHA KOYDUM: Rıza Efendi, Etiler’de baskın sınıftan ailelerin oturduğu bir

apartmanın emektar kapıcısıdır. Araba tamircisi oğlu Mehmet dükkâna tamir için bırakılmış

ekonomik değeri ve sembolik gücü çok yüksek bir arabayı arkadaşlarına kanarak

tamirhaneden çıkartıp kullanır. Kaza yapar, araba hurdaya döner (ahmaklık çerçevesi). Aile

borcu ödeyebilmek için tüm ekonomik birikimlerini (üç altın bilezik, memlekette hisseli bir

arsa) nakde dönüştürür ama bu para ödemeleri gereken borcun yanında yetersizdir. Remzi

Efendi’nin kızı Feriha oturduğu semt ve annesinin temizlik işçisi olarak yanında çalıştığı

Senem’in üvey kızı Cansu’nun verdiği giysilerin sağladığı avantajdan yararlanarak burs

sayesinde devam ettiği üniversitedeki çevresine baskın sınıftan bir aileden olduğunu söyler.

Bu yalanı sürdürebilmek için düştüğü ahmakça bir durum sonucu apartman aidatının bir

kısmını ayakkabı alışverişine harcar (ahmaklık çerçevesi). Feriha’yı içine düştüğü durumdan

bir vefa göstererek ona eşinin otelinde yarım gün garsonluk yapma şansı veren Sanem kurtarır

(sosyal güvencesiz iş). Feriha, iki ayrı ve birbirine zıt nesnelleştirilmiş habitusun çelişen

dayatmalarına aldatmacalarla göğüs germeye çalışmakta ama bunu da becerememektedir.

Babası okula gitmesini yasaklar. Remzi Efendi’yle konuşup okula dönmesini yine Sanem

sağlar. Feriha’nın gizlice görüştüğü erkek arkadaşı Emir baskın sınıftan bir ailedendir.

Feriha’nın Hande’nin bir planı sonucu gece kulübünde rezil olduğunu gören (ahmaklık

çerçevesi) Emir’in babası Feriha’nın uyuşturucu kullandığına inanmakta ve oğluyla

görüşmesini istememektedir.

GÖNÜLÇELEN: Burhan, iyi bir müzisyen ama kemandan kazandığını içkiye yatırdığı

için üç eşi tarafından da terk edilmiş (ahmaklık çerçevesi) bir gezgin proleterdir. Oğlunun

yaptığı bir hırsızlığı üstüne alıp hapse düşer. Büyük kızı dikiş nakış işleri yapar ama bunları

satacak müşteri bulamaz. Çiçek satarak eve küçük bir gelir sağlayan Hasret’tir. Baskın

sınıftan bir müzisyen ve akademisyen olan Murat, yakın arkadaşı Levent’le Hasret üzerine

iddiaya girer. Hasret’i bir ay içinde sahne alabilecek biçimde dönüştürecektir. Murat, avukat

parasını ödeyerek Burhan’ın hapisten çıkıp özgürlüğüne kavuşmasını sağlar. Hasret’in ve

ailesinin başına talih kuşu konmuştur. Sahne sanatçısı olacak ve ailesine hep hayal ettiği bol

pencereli ve güneş gören bir ev alabilecektir (sosyal güvencesiz iş). Hasret, bir türlü sahne

sanatçısı olabilmesini sağlayacak kültürel dönüşümü gerçekleştiremez (beceriksizlik

çerçevesi). Öte yandan ders aldığını ve Murat’ın evinde kaldığını Burhan’dan ve mahalleden

gizlemeye çalışır. Burhan, durumu öğrenince Murat’tan hem evin geçimini sağlamasını hem

Ömür Şölen Soykan 185

de mahalledeki çocuklara müzik dersi vermesini ister. Böylece mahalledeki çocukların da

geleceğe dair bir şansı olacaktır.

BİR ÇOCUK SEVDİM: Turan Usta, yaptığı işi gönülden sahiplenmiş bir araba

tamircisidir. Kendini işine adadığı için işvereni Timur tarafından bir vefa örneği olarak

arabayla ödüllendirilir. Kızı Mine ise gizlice görüştüğü, onu bırakıp Amerika’ya giden

Sinan’dan evlilik dışı bir çocuk beklemektedir. Baskın sınıftan bir aileden gelen Sinan,

Amerika’ya gitmeden önce Mine’yle haberleşmek için çok çaba harcar. Çalışan sınıfın

ahmaklık çerçeveleri ve çalışan sınıfın iç çatışmaları (ataerkil kilitler) nedeniyle Mine’yle

haberleşemez. Amerika’ya giderken Mine’nin hamile olduğundan habersizdir. Turan, kızının

hamile olduğunu ve maruz kaldığı aldatmacaları öğrenince yıkılır (ahmaklık çerçevesi).

Sinan’ın ailesi onları durumdan haberdar eden Turan Usta’yı sınıflar arası eşitsizlik nedeniyle

aşağılar. Racon dünyasından gelen Turan Usta ve ailesinin itibarı yaşadıkları Kadırga

semtinde iki paralık olmuştur. Kadırga sisteminin eğilim sistemine çok aykırı olan bu durum

yüzünden aile dışlanma tehlikesi ile karşı karşıya iken Timur, Mine’yle evlenmeyi önerir. Bu

durum ailenin itibarını kurtarır. Evlilik Mine on sekiz yaşından küçük olduğu halde yapılır.

(hukuki çözülme) Mine’nin erkek kardeşi Erdal karikatürize bir karakterdir. Yönetmenlik

hayalleri kurar ama sevdiği kızı ailesinden isteyebilecek bir işi gücü olmadığından mahalle

berberinin yanında yardımcı olarak işe başlar (sosyal güvencesiz iş).

YER GÖK AŞK: Deli lakaplı Remzi işsiz güçsüz bir adamdır. Küçük kızı Toprak’ın

kocası Sıtkı hem işsizdir hem de eline geçen parayı pavyondan çıkardığı metresine harcar.

Remzi’nin karısı Şeref böbrek hastasıdır ve ailenin ilaç paralarını karşılayabilecek geliri

yoktur (sosyal güvencesiz). Eve tek gelir getiren kişi Havva’dır. Havva, bir seramik

atölyesinde çalışmaktadır (sosyal güvencesiz iş). İşvereni Bünyamin’in oğlu Cüneyt’le

birliktedir. Bünyamin’in bu durumu bildiğini ve ailesine görücü geleceğini zannederken

sınıfsal eşitsizlik nedeniyle aşağılanıp işten atılır (ahmaklık çerçevesi). Havva’nın teyzesi

Sultan, Hancıoğlu konağının kahyasıdır. Yusuf Hancıoğlu’nun bir pavyon çalışanından doğan

gayrı meşru oğluna bir süt annesi gerekir. Bebeğini yeni kaybeden Toprak’ın Hancıoğlu

konağında süt annesi olarak çalışmaya başlamasıyla Remzi ve ailesinin başına talih kuşu

konmuş olur (sosyal güvencesiz iş). Toprak, bir süre sonra çocuğa iyi bakamayacağına dair

kuruntulara kapılarak bebeği bırakıp işten ayrılır ama Yusuf Hancıoğlu bir vefa örneği

gösterip onun yeniden işe dönmesini kabul eder. Havva, Remzi ve Sultan bir takım oyunu

kurarak Havva’nın Yusuf’la evlenmesini sağlamaya çalışırlar. Planlarını hem Hancıoğlu

ailesinden hem Şeref’ten hem de Havva’nın eski sevgilisi Cüneyt’ten saklamaları

gerekmektedir. Planları Hamiyet’in durumu anlayıp karşı çıkmasına rağmen nişan aşamasına

gelmelerini sağlasa da evlilik asla gerçekleşmez (beceriksizlik çerçevesi). Üstelik Münevver

Hancıoğlu, çocukluk aşkı olan Sultan’ın oğlu Yiğit’i terk ederek kaymakamla nişanlanır.

Kendi hayatını kontrol edebilmekten aciz olarak çerçevelenen Yiğit, Hancıoğlu ailesi

tarafından okutulmuştur.

İFFET: Kasap Ahmet yıllar önce karısı tarafından terk edilmiş iki genç kız babası bir

adamdır. Balat semtinde sinek avlayan bir kasap dükkânı işletir (beceriksizlik çerçevesi).

Kızlarının üstünde tam bir kontrol sahibi olduğunu sandığı halde sürekli aldatmacalara maruz

kalmakta, kızı İffet gizlice taksi şöförü Cemil’le görüşmektedir. Cemil, taksitle satın aldığı

arabasının borcu nedeniyle evliliğin ekonomik yükünü alabilecek durumda değildir. Zaten

bağlanmaya hazır olmadığı için İffet’i evlilik vaatleriyle oyalar (ahmaklık çerçevesi). İffet’in

halası Saime ekonomik, sosyal ve sembolik sermayesi çok yüksek olan Ali İhsan’ın yanında

çalışmaktadır. İffet için Ali İhsan’ın malikânesinde hizmetçi (sosyal güvencesiz iş) olarak işe

başlamak evlilik için para biriktirmesinin tek yolu, bir kurtuluştur. Cemil, gizli buluşmalarının

birinde İffet’e tecavüz eder. İlişkiyi bitiren İffet’e kendini affettirebilmek için taksidi

ödenmemiş ve plakası durak sahibi Salih’e ait olan arabasını yakar (ahmaklık çerçevesi).

186 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Sigortadan bir arkadaşı vasıtasıyla para alabileceği planlar ama planları suya düşer

(beceriksizlik çerçevesi). İffet hamiledir ve bir an önce evlenmek ister. Cemil’in evine

ödeyemediği taksitler nedeniyle haciz gelir. Tamamen hayatının denetimini elinden kaçırmış

olan Cemil kaçmayı planlar (beceriksizlik çerçevesi). Durak sahibi Salih, kızı Betül’le

evlenmesi şartıyla Cemil’e yardım etmeyi önerir. İffet’in hamile olduğunu öğrenen Ahmet

kızı sokak ortasında öldüresiye döverken Ali İhsan yetişir, kızı kurtarır ve İffet’e kalacak yer

sağlar. Cemil’in Salih’in teklifini kabul etmesiyle çocuğunu düşürmüş olan İffet bir kez daha

yıkılır ama Ali İhsan onu bu duygusal çatışmadan kurtaracak bir teklif yapar ve İffet’le

evlenir.

Kültürel Beceriler

İncelenen dizilerde baskın sınıfın kültürel becerileriyle çalışan sınıf üzerinde iktidar

kurduğu çerçeveler yol yordam bilmek diye ifade edebileceğimiz bir ana kilit ile çalışan

sınıfın beceriksizlik-ahmaklık çerçeveleri üzerinden işlemektedir. Çerçevelemelerde öne

çıkarılan çalışan sınıfın eğitimsizliği, çerçeve dışında bırakılan ise sosyal güvencesizliğidir.

Baskın sınıftan karakterlerin çoğu kendini eğitip dönüştürebilen ve yol yordam bilen

karakterler olarak çerçevelenmiştir. Çalışan sınıfın baskın sınıfın sosyal ortamlarına kabul

edilmemesi, baskın sınıfın eğilimlerinin doğru ve kabul edilebilir, çalışan sınıfın eğilimlerinin

sorumsuzca ve kabul edilemez olmasıyla açıklanmıştır. Kurumsal eğitim almamış dahi olsa

baskın sınıf bireyleri çalışan sınıf bireylerine yol yordam öğretebilecek onları evrensel

standartlara uygun hale dönüştürebilecek kapasiteye sahip olarak tanımlanmıştır. Çalışan sınıf

bireyleri bunu hem kendi başına yapabilecek kapasiteden yoksun hem de bu çaba ve iyi niyeti

değerlendiremeyecek beceriksizlik-ahmaklık çerçeveleriyle sunulmaktadır. Baskın sınıfın

eğilimleri çoğulcu, devingen, bireysel özgürlüğe, yeniliğe ve başarıya açıkken çalışan sınıfın

eğilimleri tekrarlayıcı, durağan, köhne, dayanışmacı ama yobaz ve başarısızlığa gebe olarak

çizilmiştir. Kurulan çerçevelerden çıkan sonuç çalışan sınıf bireylerinin sosyal güvenceye

sahip olamamasının sebebi yol yordam bilmemesi, sorumsuzluğu, güvenilir olmamasıdır.

Baskın sınıfın sahip olduğu sembolik gücün sebebi ise yol yordam bilmesi, sorumluluk sahibi,

güvenilir ve çalışan sınıf için velinimet olmasıdır.

İncelenen materyalde analiz edilen çerçevelerde çalışan sınıf bireylerinin ya yol yordam

bilmezliği, ya sorumsuzluğu ya da doğrudan doğruya ahmaklığı yüzünden zor, bazen gülünç

duruma düştüğü veya kendi kazdığı kuyuya kendi düştüğü öne çıkarılmaktadır. Üstelik bu

bireyler sorumsuzlukları nedeniyle baskın sınıf bireylerini de tehlikeye atmaktadır. Çalışan

sınıfın bu kendi sebep olduğu krizlerin sonucunda genellenebilir sıklıkta tekrarlanan eylemleri

erkekler için şiddet eğilimi göstermek, kadınlar için tanrıya sığınmaktır. Çalışan sınıf iktidar

oyunlarından haberdar ve buna hevesli olarak çerçevelenmiştir. Öte yandan risk yönetiminde

beceri sahibi olmadığından başarısızlığa mahkûmdur.

Dramatik Yapı

Dramatik yapıdaki tıkanma noktalarında çalışan sınıfın beceriksizlik-ahmaklık çerçeveleri,

yeni ufuklara ve yeni ihtimallere açılan değişim noktalarında ise baskın sınıfın hüner-feraset

çerçeveleri vardır.

Kadın-Erkek İlişkileri

Çalışan sınıf, yeniden zeminlendirme ve yeniden kilitleme kategorilerinde

değerlendirilebilecek aile kilidiyle birçok sınıf içi çatışmayla tanımlanmıştır. Tüm

kullanımında ataerkil ve totaliter kültürü işaret eden bu kilit hem fiziksel hem psikolojik

şiddeti konumlandırıcı işlev görmektedir. Erkekten kadına doğru fiziksel şiddet “öğrenirse

kıtır kıtır kesilmek, bacakları kırılmak, duyarsa öldürmek, etlerini lime lime etmek, bir araba

dolusu dayak yemek” gibi abartılı ifadelerle hazırlanmakta ve gerçekleşmektedir. Pasif şiddet

Ömür Şölen Soykan 187

ise “duyarsa kalp krizi geçirmek, dayanamamak, kalbine inmek” gibi ifadelerle devreye

sokulmaktadır. Çalışan sınıfın yobaz aile ilişkileri, reel veya psikolojik şiddet korkusuyla

kurulan aldatmacaların ve bu aldatmacaların ortaya çıkmasıyla gerçekleşen fiziksel veya

psikolojik şiddetin ilk ve en önemli sebebidir. Fiziksel ve psikolojik şiddeti konumlandırıcı

ikinci bir kilit ise çalışan sınıfın dayanışma içinde olduğu kolektif sınıfsal ilişkilerdir. El alem

ne der veya mahalle baskısı olarak ifade edebileceğimiz bu kilit, çalışan sınıf bireyleri içinde

bulundukları eğilim sisteminin ataerkil-yobaz kurallarına karşı durduklarında hemen devreye

girmekte, “başını yerden kaldıramamak, kimsenin yüzüne bakamamak, rezil olmak, insan

içine çıkacak yüzü olmamak” ancak çıkar çatışmalarında ve sınıf içi ihanet çerçevelerinde bu

kilit hemen açılarak dramaturjik sadakat çökmekte takım oyunu dağılmakta ve çerçeve

beceriksizlik-ahmaklık çerçevesine dönüşmektedir. Çıkar çatışmalarında aile kilidi de açılır

ve kardeşler arasındaki, anne oğul arasındaki dramaturjik sadakat bozulur. Baskın sınıftan

kadınlar kendi hayatlarını yönlendirebilme gücüne sahiptir. Aile baskısına maruz kalmanın

tek örneği Yer Gök Aşk dizisinden Münevver’dir. Şiddet ilişkilerini çalışan sınıftan

farklılaştıran önemli bir örnek Adını Feriha Koydum dizisindeki Hande karakteridir. Dövüş

sanatlarında usta olan Hande sorularına cevap vermeyen Koray’ı şiddet uygulayarak

cezalandırır.

Kadın erkek ilişkileri ve evlilik bağının konumlanışı baskın sınıf açısından adeta

Bourdieu’nun (2009, s. 22) “evliliğin birinci işlevi malvarlığının bütünlüğünü tehlikeye

atmadan soyun devamını sağlamaktır” ifadesini örnekleyici biçimde verilmiştir. Baskın

sınıftan aile büyükleri çocuklarının ekonomik ve sosyal olarak daha zayıf bir aileden

evlenmesine kesinlikle karşı olarak çerçevelenmiştir. Zaten neredeyse dizilerin dramatik

yapısının ana iskeleti bu çatışma üzerine kuruludur. Çalışan sınıftan aile büyükleri için

çocuklarının kendilerinden daha güçlü ekonomik ve sosyal konuma sahip bir aileyle evlilik

bağı kurması olumludur hatta çoğu zaman bir hedef olarak çerçevelenmiştir ama bu

çerçevelemenin baskın sınıfın sergilediği direniş kadar güçlü olduğu söylenemez. Baskın

sınıfın kültürel, sosyal, ekonomik ve sembolik varlığı sürekli içlerine sızmaya çalışan, kendini

zorla kabul ettirmeye çalışan, çalışan sınıfın tehdidi altındadır.

Hareket Becerisi

Çalışan sınıf hareket kabiliyetinden yoksundur. İncelenen materyalde sadece yan

karakterlerden biri kendine ait ulaşım aracına sahip, külüstür bir kamyonet sahibi olarak

çerçevelenmiştir (Gönülçelen). Bir başka kendi ulaşım aracına sahip karaktere ise ulaşım

aracı, uyumlu ve haddini aşmayan bir çalışan olduğu için işvereni tarafından hediye edilmiştir

(Bir Çocuk Sevdim). Çalışan sınıfın küçük dünyası içindeki ulaşım ihtiyacını da hemen her

zaman baskın sınıf bireyleri karşılamakta, bireyi arabayla bir yerden bir yere götürmektedir.

Ulaşım aracına sahip olma çerçevesine ilginç bir örnek İffet dizisindeki Cemil karakteridir.

Taksi şöförü olan Cemil, mesleği gereği taksitle bir araba satın alır (Plaka durak sahibine

aittir). Araba, önce gizlice buluştuğu sevgilisi İffet’e tecavüz ettiği planın bir parçası olarak

kullanılır. Daha sonra da Cemil, kendisini terk eden İffet’e onu sevdiğini kanıtlayabilmek için

arabayı yakar (beceriksizlik-ahmaklık çerçevesi). Bir arkadaşı vasıtasıyla arabanın tamir

parasını sigorta şirketine ödetebileceğini düşünür ama işler sarpa sarar. Hem arabasını

kaybeder hem de taksitleri ödeyemediği için evine haciz gelir (beceriksizlik-ahmaklık

çerçevesi).

Eğilim Sistemi

Çalışan sınıftan bireylerin kendini geliştirebileceği hiçbir hobisi yoktur. Boş zamanlarını

ya gevezelikle geçirmekte ya da evlilik hayalleri kurmaktadırlar. Çalışan sınıftan insanlar

futbol oynamaz, mecburi akraba ziyaretleri dışında seyahat etmez, gün yapmaz, kendilerini

geliştirme amaçlı bir kursa ya da sosyal faaliyete katılmaz ve hiçbiri bilgisayar sahibi değildir.

188 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Açık bir çerçevelemeyle hobisi olan tek karakter Gönülçelen dizisinde Hasret’in kardeşidir.

Bu çocuk hırsızdır. Cüzdan ve elektronik eşya çalar ama bir hobisi vardır. Arkadaşlarıyla

birlikte rap müzik yaparlar.

Çalışan sınıftan olup yurt dışıyla ilişki halinde ve özgürlükçü bir çerçeveyle sunulan iki

karakterden biri siyasi suçlu (Bir Çocuk Sevdim-Süreyya) diğeri ise alkoliktir (Gönülçelen-

Burhan).

Baskın sınıf birden fazla ikamet, işyeri ve hobi alanlarıyla geniş bir alanı kontrol altında

tutmaktadır. Evlerinde ve işyerlerinde kapıyı kontrol eden güvenlik görevlileri vardır. Çalışan

sınıftan bireylerin bu alanların fiziksel veya sosyal sınırlarını aşma denemesi cüret kilidiyle

tanımlanır ve bu deneme beceriksizlik-ahmaklık çerçevesine dönüştürülür. Fiziksel sınırların

aşılması ancak baskın sınıftan bireyler için çalışmakla, kendini zorla kabul ettirme

aldatmacasıyla veya evlilik, nişan bağıyla mümkün olur ancak her üç yol da sosyal sınırların

aşılmasını sağlamaz. Evlilik, nişan veya iş ilişkisi bağının söz konusu olduğu durumlarda

sosyal sınırların aşılmasının denenmesi yol yordam kilidiyle tanımlanarak beceriksizlik-

ahmaklık çerçevesine bağlanır. Kendini zorla kabul ettiren birey ise kendi kazdığı kuyuya

düşer ve deneyim yine ahmaklık çerçevesiyle tanımlanır.

İktidar oyunları ve risk yönetimi çalışan sınıfın değil baskın sınıfın hakkı olarak

çerçevelenmektedir. Baskın sınıf bireyleri bir aldatmaca planladıklarında ya da risk

aldıklarında bunu hüner-sağduyu çerçevesiyle sonuna kadar götürmekte ya da çerçeve

kırılırsa risk yönetimiyle durumu lehlerine çevirmeyi başarmaktadır. Çalışan sınıf iktidar

ilişkilerini eylem içinde deneme yanılma yoluyla öğrenirken baskın sınıf bu konuda düşünsel

bilgi sahibidir.

Kimlik

Bu çalışmanın materyali olan kültürel pratikte çalışan sınıftan ailelerin soyadı hemen

hemen hiç anılmazken baskın sınıftan ailelerin soyadı sürekli tekrarlanır. Çalışan sınıfın

soyadını ancak hukuki olarak başları derde girdiğinde, hukuki işlemler sırasında öğreniriz.

Ekonomik, sosyal ve kültürel çerçeveler bazen doğrudan sembolik sermaye olarak çalışır.

Baskın sınıfın soyadının sürekli tekrarlanması tanınmış bir soyadına sahip olmanın getirdiği

sosyal sermayenin sembolik sermaye olarak işlemesidir. Çalışan sınıftan bireyler ise

soyadsızdır.

Sosyal Haklar

En dikkat çekici bulgu, çalışan sınıf üyelerinin hemen hemen tümünün sosyal güvenceden

yoksun olduğu ya da sosyal güvencesinin belirsiz olduğudur. Ayrıca yapısal iktidar

ilişkilerinde çalışan sınıfların kazanılmış-konumlu sosyal hakları ve bunlara dair günümüzde

süren hukuki mücadelenin konumlanışı tamamen çerçeve dışı bırakılmıştır.

Baskın sınıfın çalışan sınıf üzerindeki iktidarını anlatan iki belirgin kilit kullanımı tespit

edilmiştir. Bunlardan birincisi çalışan sınıfın “kapı dışarı edilme”, “kapı önüne koyulma”,

“defolup gitme”, “hemen eşyalarını toplama” “kapının gösterilmesi”, “yallah çekilmesi”

korkusuyla kurduğu çaresiz ilişki biçimlerinin konumlanışıdır. “Kapı” hem alan kontrolünü

hem de iş sahibi olmayı simgeleyen bir semboldür.

Öne çıkan ikinci kilit işleyişi, kurtarıcı-velinimet olarak tanımlanan baskın sınıfın

yardımseverlik politikalarıdır. Uyumlu ve tam performans sergileyebilen çalışanlar buna

minnet duygusuyla ilişkiler kurarak cevap vermektedir. Bu iki davranış biçiminin dışında

tavır alan aykırı çalışan sınıf bireyleri ya suçlu ya da toplumun konumlanmış anlamlandırma

sisteminde suç veya sapkınlık eğilimi taşıyan hergele kişilerdir.

Ömür Şölen Soykan 189

Çalışan sınıfın hem kapı dışarı edilme korkusuyla davranan hem de minnet duygusuyla

davranan bireylerinde kazanılmış sınıfsal sosyal güvencelere ilişkin talepkar veya minnettar

hiçbir benlik sunumuna rastlanmamıştır. Aynı durum suçlu veya suç eğilimi taşıyan bireyler

için de geçerlidir. Baskın sınıftan bir birey çalışan sınıftan bir bireyin beceriksizlik-ahmaklık

çerçevesiyle karşılaştığında kolayca, tek bir cümleyle onu işten atabilmektedir. Çerçevelerde

çok yoğun biçimde çalışan sınıfın bunu bildiği ve adımlarını buna göre atmak zorunda olduğu

gömülüdür.

SONUÇ

Sosyal güvenceye bir alternatif olarak öne çıkan yardımseverlik politikalarının çaresiz

düşmüş çalışan sınıfa uzanan bir kurtarıcı el olarak çalışması incelenen kültürel materyalin

içinden çıktığı toplumsal pratikte bir süredir işleyen ve sosyal bir sorun olarak beliren taşeron

üretim ilişkileri bağlamında düşünüldüğünde anlamlıdır. Çerçeveleme işlemiyle toplumsal

pratikteki bazı olguların öne çıkarıldığı bazı olguların çerçeve dışı bırakıldığı görüldü. Bu

nedenle materyalde öne çıkan anlamlandırmanın iktidar oyunları ve risk yönetimi üzerine

kurulu serbest piyasa ekonomisinde çalışan sınıfın sosyal güvenceyle istihdam edilmesinin

baskın sınıf ve baskın sınıfın ferasetli yönetimiyle refah ve güvene erişecek özel mülkiyet

toplumu (ownership society) üzerine bir yük olacağı fikri olduğu söylenebilir. Zaten baskın

sınıf hak eden, uyum içinde davranan, haddini aşmayan çalışan sınıf bireylerinin her türlü

insani ihtiyacını yardımseverlik politikalarıyla karşılamaktadır. Çerçeveleme işlemiyle öne

çıkarılan, baskın sınıfın ekonomik, sosyal ve kültürel kaynaklarıyla ve bu kaynakları uygun

gördüğü çalışan sınıftan bireylere yardımseverce sunuşuyla elde ettiği sembolik sermayesi,

çerçeve dışında bırakılan ise çalışan sınıfın kazanılmış sosyal hakları ve günümüzde bu

haklara dair verilen hukuki mücadeledir.

İncelenen dizilerdekine benzer biçimde sınıfların farklı toplumsal uzamlarını

nesnelleştiren başka bir Türkiye dizisi Asmalı Konak bu çalışmadan yedi yıl önce, Türkiye’de

ekonomik ve sosyal alanda yapısal değişimin (deregulasyon) başladığı ama günümüzdeki

kadar öne çıkmadığı bir tarihte çözümlenmiştir. Yörük (2005) tarafından yapılan

çözümlemede, dizide temsil edilen çalışan sınıftan bireylerin tümünün sosyal güvenceye sahip

olduğu belirtilmiştir. Hatta baskın sınıfı temsil eden işverenin yanında çalışan ama dizide

görünür olmayan fabrika çalışanlarının da sigortalı çalışanlar olduğu vurgulanmıştır. Bu

durum, “…fabrikalarda çalışan işçiler ve konakta tıpkı diğer işçiler gibi maaşları her ay

düzenli olarak yatırılan, sigortaları yapılmış çalışanlar” şeklinde benlik sunumlarından birinde

açıkça ifade edilmiştir ( Yörük, 2005, s.123).

İki çalışma arasında bu konuda böyle bir farklılık varken, bu çalışmanın bulguları Diana

Kendall’ın 2005-2011 yılları arasında, ABD medyasında çalışan sınıf ve baskın sınıfın

çerçevelenmesini inceleyen analizindeki bulgularla karşılaştırıldığında bazı çerçevelemelerin

birebir örtüştüğü görülüyor.

Kendall’ın bulguladığı baskın sınıfı tanımlayan hayranlık çerçevesiyle ve bu çalışmada

bulgulanan baskın sınıfı tanımlayıcı hüner-feraset çerçevesi birebir uyuşmaktadır. Yörük

(2005, s. 167) Asmalı Konak dizisinde Seymen karakterinde nesnelleşen bu niteliği “Ağa

sadece esip gürlemez aksine ağa nerede ne yapacağını, kime hangi oranda destek çıkacağını,

kimi üzüp kimi mutlu edeceğini bilen kişidir.” ifadesiyle açıklar. Yine bu çalışmada

bulgulanan baskın sınıfın feraset-sağduyu çerçevesindeki iktidar sembolleri Ölçer’in Türk

masallarında bulguladığı iktidar sembolleriyle de uyum sağlamaktadır. Ölçer, Türk

gelenekleriyle kesişen bu masallarda erkek için ulaşılması istenen iktidarın at, avrat, silah

üçlemesiyle, kadınlar için ev, erkek, evlat üçlemesiyle simgelendiğini belirtir (Ölçer, 2003, s.

101). Bu çalışmada at sembolünü karşılayan araba imgesi baskın sınıftan erkeklerin en

belirleyici özelliğidir. Yine baskın sınıfın erkekleri kadına ulaşmada güçlü pozisyondadır.

190 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Silah imgesinin yerini ise iktidar stratejileri almıştır. Alan korumasının işler durumda olduğu

konak, malikâne gibi sembolik değeri çok yüksek evler baskın sınıftan kadınlara aittir. Erkek

ve evlada sahip olmakla edinilen iktidar ise sınıflar arasında dağıtılmıştır.

Kendall’ın bulguladığı çalışan sınıfın karikatür çerçeveleri ve bu çalışmada bulgulanan

çalışan sınıfın beceriksizlik-ahmaklık çerçevesi benzerdir. Yörük’ün (2005, s. 160)

çalışmasında da çalışanların eğitimsizliğinin karikatürize edilişi bulgulanmıştır. Nitel

araştırmaların ve tipoloji çözümlemesinin içerik analizi yöntemine önemli bir katkısı,

olmayana veya özellikle nadir rastlanan olaylara da bakmasıdır. Çalışan sınıfın beceriksizlik-

ahmaklık çerçeveleriyle karikatürize edilerek verilmesi kendi başına anlamlıdır ama buna

eklenen ikinci bir olgu bu anlamlılığı arttırır. Her dizide baskın sınıftan en az bir birey, tüm

olumsuz yönleri, kötü alışkanlıkları ve geçmişine dair gizlenmesi gereken sırları çerçeve

dışında bırakılarak yani ‘idealize edilerek’ verilirken, çalışan sınıftan hiçbir birey idealize

edilmemiştir.

Kendall’ın bulguladığı baskın sınıfın çerçevelenmesinde yardımseverlik politikalarının

öne çıkarılması bu çalışmada da bulgulanmıştır. Yörük (2005, s, 167) aynı bulguyu “Gerçekte

Seymen’in tüm yaptığı iyilikler bir yandan da onun ağalığını yeniden üretmektedir.” şeklinde

ifade eder.

Kendall’ın bulguladığı çalışan sınıfın isimsiz oluşu bu çalışmada da çalışan sınıf

ailelerinin soyadlarının bilinmemesi bulgusuyla örtüşmektedir.

ÖNERİ

Çalışan sınıfın sosyal haklarının gevşetildiği ve söküldüğü neoliberal dönemde kültürel

pratikler yoluyla yeniden bağlamsallaştırılan toplumsal pratikler emek aleyhine işlemekle

birlikte direniş ve mücadele sürmektedir. KİA ürünü olan kültürel pratiklerin neoliberal

politikaları meşrulaştırmakta hegemonik bir rol oynadığı açıktır. Bu rol kitleler tarafından

içselleştirilmekte ve emek mücadelesi gözlerden gizlenmektedir. Bir an önce işçi örgütlerinin

medya izleme komiteleri kurup çalışan sınıfın KİA ürünlerinde nasıl çerçevelendiğini ve işçi-

işveren ilişkilerinin nasıl yeniden bağlamsallaştırdığını denetlemesi, bu konuda baskı grupları

oluşturması ve kamuoyunu bu anlamda bilgilendirmeyi öncelikli olarak değerlendirilmesi

önerilir.

KAYNAKÇA:

Bourdieu, P. (2009). Bekârlar Balosu. Çev., Çağrı Eroğlu. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

Goffman, E. (1974). Frame analysis: An essay on the organization of experience. London:

Harper and Row.

Hall, S. (1999). İdeolojinin Yeniden Keşfi-Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın

Geri Dönüşü. Medya-İktidar-İdeoloji. Küçük, M. (der.) içinde. İstanbul: Ark.

Hardt, H. (1999). Eleştirelin Geri Dönüşü ve Radikal Muhalefetin Meydan Okuyuşu. Medya-

İktidar-İdeoloji. Küçük, M. (der.) içinde. İstanbul: Ark.

Kendall, D. (2011). Framing class: Media Representations of Wealth and Poverty in America.

Rowman & Littlefield Pub Incorporated.

Williams, R. (1993). Kültür. Çev., Suavi Aydın. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

Ömür Şölen Soykan 191

TEZLER

Ölçer, E. (2003). Türkiye Masallarında Toplumsal Cinsiyet ve Mekan İlişkisi. Doktora Tezi,

Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Yörük, E. (2005). Televizyon Anlatısı, Tür ve Temsil Açısından Asmalı Konak. Yayınlanmamış

Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Türkiye’de Sinema Televizyon ve Reklam Sektöründe

Geçmişten Bugüne Örgütlenme ve Sendikalaşma

Serdar KARAKAYA

Özet: Sinema, Osmanlı topraklarına girdiği günden başlamak üzere siyasi iktidarlar için tehlikeli ve uzak

durulması gereken bir uğraş olarak görülmüştür. 1968 yılında TRT Kurumunun televizyon yayınlarını

başlatmasıyla birlikte sinema çalışanlarına kardeş yeni bir iş gücü doğmuştur; Televizyon çalışanları.

Televizyonla birlikte yetmişli yıllarda görüntülü reklamcılık sektörü oluşmaya başlamış ve üçüncü iş

kolu ortaya çıkmıştır. Ancak, sinema, televizyon ve reklam sektörü birbiriyle iç içe geçmiş ortak

çıkarlara ve üretim ilişkilerine sahip bir sektörel yapı özelliği gösterir.

Bu çalışmada sinema, televizyon ve reklam sektöründe tarihsel süreç içinde işveren ve emekçilerin

örgütlenme çabaları; meslek örgütlenmeleri, vakıflar, dernekleşme ve sendikalaşma, bu yapılanmaların

birbiriyle ilişkileri, kuruluş amaçları, özellikle sendikalaşma olgusu ağırlıkta olmak üzere, elde edilen

sonuçlar bağlamında ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sinema, sendika, örgütlenme, meslek, emek.

GİRİŞ

Türk Sinemasında film üretiminin başlangıcı kurumlaşmayla aynı dönemde ortaya

çıkmıştır. Çünkü konulu ve yapım maliyetli film üretimini gerçekleştirmek üzere üç kurum

devlet tarafından oluşturulmuştur. Bu kurumlar; 1917 yılında kurulan Müdafa-i Milli

Cemiyeti, 1919 yılında kurulan Malül Gaziler Cemiyeti ve Ordu Donanma Cemiyeti’dir.

İstanbul’da 1932 yılında Kemal Bey (Kemal Film’in sahiplerinden), Halil Kamil Bey

(Majik Sineması’nın sahibi), Fernando Franko (Glorya Sineması müdürü), Fahir Bey (Melek

ve Elhamra Sineması’nın sahiplerinden), Kadri Bey (Alkazar ve Şık Sineması sahiplerinden),

Hrisos Epominandos (Mine Film sahibi) ve Viktor Kasto (Fox Film müdürü) tarafından

kurulan “Türkiye Sinema ve Filmcileri Birliği”, Türk Sinema Tarihi’ndeki ilk örgütlenme

girişimidir. Filmcileri hukuki açıdan korumak, hükümet ile ilişkilerde savunmak, kendi

aralarında ortaya çıkabilecek sorunları çözüme kavuşturmak, sinema ve filmcilik üzerine

konferanslar düzenlemek/vermek, yabancı ülkelerdeki benzer kuruluşlarla ilişkiler

gerçekleştirmek amacıyla kurulan örgüt, üyelerini ithalat girdileri ve işlettikleri sinema

salonlarının durumuna göre sınıflayıp ona göre aidat almaktadır. (Erkılıç, 2003, s. 41)

Fakat Türkiye Sinema ve Filmcileri Birliği kuruluşundan sadece 1 yıl sonra, 1933’te, iç

anlaşmazlıklar yüzünden dağılmıştır. 1946 yılında Faruk Kenç, İhsan İpekçi, Turgut Demirağ,

İskender Necef, Murat Köseoğlu, Necip Erses, Fuat Rutkay, Refik Kemal Arduman, Hikmet

Yıldız ve Yorgo Saris tarafından kurulan “Yerli Film Yapanlar Cemiyeti” Türk

Sineması’nın tam manasıyla örgütlendiğine işaret eden ilk kuruluştur. Neredeyse aynı ekip

tarafından aynı yıl kurulan “Sinemacılar ve Filmciler Cemiyeti” ve daha sonraları kurulan

“Türk Sinema İmalcileri ve Dağıtıcıları Birliği” diğer örgütlenme biçimleri olarak göze

çarpmaktadır (Özgüç, 1990, s. 51).

MESLEK ÖRGÜTLENMELERİ

Türkiye’de sinemanın yaygınlaşması 1950’li yıllarda Anadolu kentlerine

elektrifikasyonun girmesiyle birlikte başlar. Bu gelişme yıllık film üretim sayısını arttırır. Bu

yıllarda yapımevi sayısı belirgin biçimde artış gösterir. Bu artışa paralel olarak salon ve

Yrd. Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi.

194 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

işletmeci sayısı da artmıştır. Ancak sektördeki bu gelişmeye rağmen sinemada mesleki

örgütlenme uzun yıllar savsaklanmıştır.

Ülkemizde meslek birliklerinin kuruluşu Dünya örneklerine baktığımızda, oldukça geç

olmuştur. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunumuz 1951 yılında, meslek birliklerinin kuruluşunu

öngörmüş ise de yaklaşık 30 yıl içinde ne eser sahipleri tarafından ne de hükümetler

tarafından meslek birliği kurma yönünde bir girişim olmamıştır. Bunun üzerine 5846 sayılı

Yasanın 42'inci maddesi 1983 yılında değiştirilmiş ve 2936 Sayılı Yasa ile 4 adet meslek

birliği kurulmuştur. Bunlar; İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek

Birliği), MESAM (Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği), GESAM (Türkiye Güzel

Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) ve SESAM (Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek

Birliği)'dır. 1983 tarihli düzenlemede, eser sahiplerinin, kanunla kurulan bu meslek birlikleri

dışında başka bir meslek birliği kurmasına izin verilmemekteydi. Aslen meslek birliklerinin

tek olması halinde eser sahiplerinin haklarını daha güçlü olarak koruyacağı tartışmasız ise de

mevcut meslek birliklerine yöneltilen eleştirilerin yoğunluğu karşısında 5846 sayılı Yasanın

42'inci maddesi 1995 yılında yeniden değiştirilmiş ve aynı alanda birden fazla meslek

birliğine kuruluş imkânı tanınmıştır. Yine 1995 tarihli Yasa değişikliği ile bağlantılı hak

sahiplerinin hakları da Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun koruması kapsamına alındığından,

bağlantılı (komşu) hak sahiplerinin de meslek birliği kurabilmelerine imkân tanınmıştır.

Meslek Birlikleriyle ilgili hükümler 2001 yılında 4630 sayılı Kanunla değiştirilmiş ve son

olarak 5101 sayılı kanunla yeniden düzenlenmiştir.

Meslek Birliklerinin Kuruluş Amaçları ve Sorumlulukları

Meslek birlikleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca hazırlanan ve Bakanlar Kurulunca

onaylanan tüzük ve tip statüye uygun olarak kurulurlar. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereği

hak sahibi olan eser sahipleri ve bağlantılı hak sahipleri tarafından kurulan Meslek

birliklerinin temel görevleri;

- Üyelerinin ortak çıkarlarını korumak,

- Üyelerine Kanunla tanınmış haklarının idaresini ve takibini sağlamak,

- Üyeleri adına hakların idaresi ve takibiyle ilgili ücretleri tahsil etmek, bu ücretleri

belirlenen esaslar doğrultusunda üyelerine dağıtmak, şeklinde sıralanabilir.

(http://www.telifhaklari.gov.tr/belge/1-26511/meslek-birlikleri-mevzuati.html)

Sinema, Televizyon ve Reklam Sektöründe Faal Birlikler ve Vakıflar

FİLMSAN, Film Sanayii ve Tüm Sanatçıları Güçlendirme Vakfı; 1975 yılında

İstanbul'da kurulan yerleşik bir Sivil Toplum Kuruluşu'dur. Halen Türk sinema, tiyatro, müzik

ve sahne dünyasında hizmet veren en eski (30 yıl) ve en çok üyeli (5000 üye) kuruluş olma

özelliğini taşıyan vakıf, kurulduğu 1975 yılından bugüne kadar amaçları doğrultusunda

çalışmalar yapmıştır (http://www.film-sanvakfi.org/?page_id=203).

TÜRSAK, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı; İstanbul'da yerleşik bir

Kuruluşu’dur. Sinema, televizyon, güzel sanatlar, basın, iş ve politika dünyasında tanınmış

215 üyenin katılımıyla 1991 yılında kurulmuş olan bağımsız bir vakıf olup, sanat dünyası

içinde olumlu etkinlikler göstermektedir.

(http://www.tursak.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=72&Itemid=74&

lang=tr).

TÜRVAK, Türker İnanoğlu Vakfı; Yapımcı, televizyoncu, yönetmen Türker

İNANOĞLU’nun kişisel birikimlerini ortaya koyarak 1996 yılında İstanbul’da kurduğu vakıf

Serdar Karakaya 195

özellikle Türk Sinemasının kültürel tarihine sahip çıkmayı amaçlayan, sinema ve televizyon

sektörüne nitelikli eleman yetiştirmeyi hedefleyen eğitim faaliyetleriyle varlığını

sürdürmektedir

(http://www.turvak.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=209&Itemid=2

33).

TÜRSAV, Türk Sinema Vakfı; 1990 yılında sinema sektörünün önde gelen yapımcı,

yönetmen ve oyuncularının katılımıyla kurulmuştur. Vakfın temel amacı; Türk Sinemasının

yurt içinde ve dışında gelişmesini desteklemek ve sinemaya hizmet edenlerin sosyal ve

ekonomik ihtiyaçlarına destek olmaktır. Eğitim, burs, festival ve etkinlikler düzenlemenin

yanı sıra, tanıtıcı ya da nitelikli filmler yapmak veya yaptırmak, uluslararası işbirlikleri

sağlamak görevleri arasında başta gelmektedir. Amaçlarının gerçekleşmesi için sosyal ve

ticari tesisler kurmak, işletmek yetkilerine de sahip olan vakıf bu amaçla Türk Sinema Vakfı

İktisadi İşletmesini kurmuştur (http://www.tursav.org.tr/tursav.php?Dil=).

Büyük umutlarla kurulan vakfa sadece yapımcı-yönetmen olan sinemacıların üye kabul

edilmesi tartışmalara yol açar. Kurucu üye Atıf Yılmaz, Hülya Arslanbay’a (1995) konuyla

ilgili açıklamasında, kurucu üyelerin yapımcı ve yönetmen olarak belli bir düzeyin üzerinde

işlerle Türk Sinemasına önemli katkılarda bulunduğunu, Batılı anlamda yapımcı tipinin yavaş

yavaş kaybolduğunu ve yönetmenlerin hem yapımcı hem yönetmen sorumluluğu ile film

çekmeye başladığını bu nedenlerle yapımcı-yönetmen şartını koyduklarını belirtir.

SE-SAM, Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği; 1987 yılında Türk film

yapımcıları, sinemacılar ve videokaset dağıtımcılarının korunmaya alınması için devlet

tarafından kurdurulmuş yarı resmi bir meslek birliğidir. SE-SAM'ı üyelerin yaptıkları seçimle

teşekkül ettirdikleri Yönetim Kurulu Üyeleri ve Başkanı yönetir. SE-SAM yerli film

yapımcıları, yabancı film ithalatçıları, sinemacıları ve videokaset ana dağıtımcılarını

bünyesinde toplamış tek kuruluştur. Birlik, filmciler ve sinemacılar ile devlet arasında köprü

görevi görmekte, filmcilik konusunda devlete karşı tek sorumlu kuruluş niteliğindedir. SE-

SAM yurt dışında ve içinde filmcilikle ilgili özel ve kamu kuruluşlarına Türk filmcileri adına

muhatap ve başvuru adresidir. Türkiye'de yapılacak tüm festivaller ve toplu film gösterileri

SE-SAM onayıyla gerçekleşebilir. Yurt dışında yapılan festivallere, film pazarlarına katılım

organizasyonunu SE-SAM hazırlamakta ve bu festivallerde Türk filmcileri adına standları

SE-SAM açmaktadır (http://www.se-

sam.org/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=1).

TESİYAP: Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği; Televizyon ve

sinema filmi yapımcılarının haklarını korumak ve mesleksel kurallarının oluşumuna katkıda

bulunmak amaçları ile kurulmuştur. TESİYAP genel olarak, “bağlantılı haklar” arasında yer

alan yapımcı haklarını korumakla ilgili yöntemleri geliştirmek ve yasal düzenlemeleri

sağlamakla ilgili çalışmalar yapmaktadır. Birlik, televizyon ve sinema yapımcılarının yasal

haklarını korumanın yanı sıra onların istismar edilmesini önlemek yolunda gerçekleştireceği

çalışmalarla yalnız yapımcıların değil, bu alanda çalışan sanatçıların ve emekçilerin de

çalışma koşullarının düzeltilmesini de amaçlar (http://www.tesiyap.com/main/about/).

SİNEBİR, Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği; 30 Ekim 2006 tarihinde kurulan

birliğin amacı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanun’unun 4630 sayılı kanun ile değişik 5

inci maddesi kapsamındaki eserlerin, eser sahiplerinin ortak çıkarlarını korumak, 5846 sayılı

kanun ile tanınmış hakların idaresini ve takibini, alınacak ücretlerin tahsilini ve hak

sahiplerine dağıtımını sağlamaktır (http://www.sinema.gov.tr/ana/sayfa.asp?id=12).

196 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

SETEM, Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği; İstanbul’da faaliyet

gösteren birlik sinema ve televizyon sektörüne yönelik dizi, TV Filmi, sinema filmi üreten

kişi ve firmaların haklarını korumak ve sahiplenmek amacıyla kurulmuştur

(http://www.sinema.gov.tr/ana/sayfa.asp?id=12).

BSB, Belgesel Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği; 1997 yılı Mart ayında yapılan

Ulusal Konferans ile örgütlenme sürecine girmiştir. “Sivil bir platform” olarak yola çıkan ve

faaliyet gösteren BSB, Kültür Bakanlığı tarafından onaylanmış ‘Meslek Birliği' statüsünde

varlığını sürdürmektedir. Belgesel Sinemacılar Birliği, Belgesel Sinemacı kimliklerin

örgütlendiği sivil bir oluşumdur. Birlik sivil kültürün bütün unsurları ile geçekleşmesinin

zorunluluğunu ve belgesel sinemanın vazgeçilmezliğini içtenlikle savunur

(http://www.bsb.org.tr/hakkimizda.html).

FİYAB, Film Yapımcıları Meslek Birliği; 23 Ağustos 2005 tarihinde 28 kurucu üye ile

kurulmuştur. FİYAB çalışmalarını Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olarak yürütmektedir.

Amacı Türkiye’deki film yapımcılarını bir araya getirmek ve bu birliktelik sayesinde Türk

sinema sektörünün gelişimini ve uluslararası platformda üst düzeye taşınmasını sağlamak,

film yapımcılarının ortak çıkarlarını korumak, haklarını izlemektir. Yanı sıra, sinema

yapımcılarının kanunla tanınmış hakların idaresini ve takibini, alınacak ücretlerin tahsilini ve

hak sahiplerine dağıtımını sağlamak, film yapımcılarının gelişmesini ve kamuoyu tarafından

tanınmasını sağlamak ve yapım tekniklerini geliştirmektir.

BİROY, Oyuncular Meslek Birliği; 07 Ekim 2009 tarihinde faaliyetlerine izin verilen

birlik sinema, televizyon, reklam sektöründe her düzeyde oyunculuk yapan, bu mesleği

yaparak yaşamını kazanan oyuncuların mali ve sosyal haklarını korumak amacıyla

kurulmuştur. 2011 yılında kurulan Oyuncular Sendikası ile güç birliği içindedir.

SES-BİR, Seslendirme Sanatçıları Meslek Birliği; 2003 yılında Ankara’da kurulmuştur.

Profesyonel olarak, sinema filmi, dizi, animasyon, belgesel, reklam filmlerini seslendiren

sanatçıların haklarını korumak üzere faaliyet göstermektedir.

SEYAP, Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği; Filmlerin ilk tespitini gerçekleştiren

film yapımcılarının kamuoyu tarafından tanınmasını sağlamak, yapımcılık tekniklerini

geliştirmek amacıyla faaliyet göstermektedir. Birliğin amacı; “Görsel”, “Görsel – İşitsel”

sunumlar taşıyan filmler, sinematografik eserler, sinema, video, TV filmleri, bilgisayar ve

internet ortamı filmleri, dizi filmler, “Sinema Eseri” veya “Sinematografik Eser” sayılacak her

türlü sinema eserinin bağlantılı hak sahiplerinin ve sinema yapımcılarının ortak çıkarlarını

korumak, kollamak, alınacak tazminat ve telif ücretlerinin tahsili ile hak sahiplerine

dağıtımını sağlamaktır (http://www.se-yap.org.tr/hakkimizda/).

RATEM, Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği; Radyo televizyon yayıncılığının

sorunlarına kalıcı çözümler üretmek, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndan

kaynaklanan hakların takibi ve korunması amacıyla 2001 yılında kurulmuştur.

Kuruluşunu takiben RATEM, çok yoğun bir program çerçevesinde hızla harekete geçerek

koymuş olduğu hedeflerin gerçekleştirilmesi için gerekli çalışmaları yürütüp radyo televizyon

yayıncılarını aynı çatı altında birleştirdi. Gerçekleştirdiği proje faaliyetlerle altı yılda sadece

üyelerinin değil, hem ulusal hem de bölgesel ve yerel yayıncıların desteğini alarak tüm

yayıncılık sektörünün temsilcisi haline gelmiştir.

Ülkemizde, Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna karasal ortamda yayın yapmak üzere

lisans başvurusunda bulunan 23 ulusal, 16 bölgesel ve 213 yerel olmak üzere toplam 252

Serdar Karakaya 197

televizyon kuruluşu ile 36 ulusal, 102 bölgesel ve 952 yerel olmak üzere 1090 radyo kuruluşu

vardır. Bu radyo ve televizyon kuruluşlarından 806'sı RATEM üyesidir

(www.ratem.org/web/default.html).

Yukarıda kurumsal kimlikleriyle anılan birliklerin sekizi 15 Ocak 2010 tarihinde bir araya

gelerek Sinema Meslek Birlikleri Merkezi’ni kurarak güç birliği oluşturmuşlardır. Kısa

adıyla SMBM, sinema alanında ortak bir anlayış içinde tek bir ses olmak ve ortak bir tarife

altında telif haklarının takibini gerçekleştirebilmek ve Türk Sinema Sektörünün gelişimini

sağlamak amacıyla kurulmuştur. Oluşumun amaçlarını ayrıntılı olarak ele aldığımızda başta

telif hakları kazanımı olmak üzere sektörün gelişimindeki temel sorunları çözüme ulaştırmak,

telif hakları kazanımı sonucu hak sahiplerine ulaşan maddi kaynak ve set işçisinden

oyuncusuna tüm sinema çalışanlarının sağlıklı çalışma şartlarına kavuşmalarını sağlamak ve

Türk Sinemasının gerçek bir endüstriye dönüşmesi için çaba göstermektir.

İstanbul Şişli’de konumlanan merkezin yalnızca telif hakları takibi için değil sinemanın

tüm sorunları için bir ana merkez olması hedeflenmektedir. Sinema alanındaki herkesin

sorunlarını ortaya koyup tartışabileceği, yeni fikirlerin büyüdüğü etkin bir merkez olması için

SMBM’de meslek birliği ofislerinin yanı sıra kayıt-tescil merkezi, konferans salonları,

Sinemacıları buluşturan bir kafe yer almaktadır

(http://www.fiyab.org.tr/news.aspx?newsId=2188).

Benzer bir işbirliği neredeyse elli yıl önce 1964 Kasım ayında İstanbul’da toplanan

“1.Türk Sineması Şûrası” sürecinde yaşanır. Sinema İşçileri Sendikası, Türk Film Rejisörleri

Birliği ve Türk Film Stüdyoları Sahipleri Birliği şuraya tek bir güç olarak katılır (Özön, 1995,

s. 344).

SENARİSTBİR, Senaryo ve Diyalog Yazarı Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği;

2013 yılında Kültür bakanlığınca kuruluşu kabul edilen birlik, mevcut sinema meslek

birliklerinin senarist ve diyalog yazarlarını göz ardı ettikleri ve yeterince ilgi göstermedikleri,

bu konuda yeterli altyapı, donanım ve isteklerinin olmadığı gerekçesiyle 120 kurucu üye

tarafından yapılandırılmıştır. Merkezi İstanbul’dadır ve SENDER (Senaryo Yazarları

Derneği) ile işbirliği içindedir.

Sinema, Televizyon ve Reklam Sektöründe Faal Dernekler

Sinema, televizyon ve reklam sektörlerinde dernekleşme ağırlıklı olarak emekçiler

tarafındadır. Türk Sinema Tarihinde 1950’li yıllarda etkili olmuş “Yerli Film Yapanlar

Cemiyeti”, “Türk Sinema Sanatçıları Derneği”, 1965 yılında kurulmuş “Türk Sinematek

Derneği” öncü dernekleşme çabalarına örnektir. Özgüç, (1996) 1952 yılında sinema içinden

ve dışından bir grup aydının öncülüğünde kurulan “Türk Film Dostları Derneği” nin iyi

niyetle kurulmasına karşın içlerinde yapımcı olmamasından dolayı etkili olamayan bir

dernekleşme girişimi olarak kaldığını vurgular.

Özön, (1995) Türk Sinematek Deneğine ilişkin olarak derneğin adının başında Türk

ibaresi olmasına karşın Türk Sinemasından çok Avrupa Sinemasına eğilimli çalışma ve yayın

yaptığından söz eder.

FİLM-YÖN, Film Yönetmenleri Derneği; 24 Kasım 1988 tarihinde kurulan dernek 35

mm sinema filmi çekmiş sinema yönetmenlerinin üye kabul edildiği bir dernektir

(http://www.filmyon.org/?page_id=8).

SENDER, Senaryo Yazarları Derneği; 2001 yılında kurulan 155 üyeli derneğin amacı,

sinema ve televizyon senaryo yazarlarının fikri mülkiyet haklarını korumak, geliştirmek,

198 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

senaryo yazarlarının lehine olan tüm uluslararası standartlarla uyumunu sağlamak; AB uyum

yasalarının çıkartılmasına katkıda bulunmaktır. Yanısıra; senaryo yazarlığı mesleğinin

mesleki ve sanatsal kalitesini yükseltecek çalışmalar yapmak; bu konuda uluslararası

deneyimi üyelerine taşımak; mesleki çalışma ve yaratım koşullarının iyileştirilmesini,

geliştirilmesini sağlamak; aralarında mesleki barış ve dayanışma sağlamak; mesleğin etik

kurallarını ve ilkelerini belirlemek ve uygulanmasını sağlamak; mesleğin saygınlığını koruyup

geliştirmek, toplumsal bilinirliğini artırmaktır

(http://www.senaryo.org.tr/page_details.aspx?id=37).

SİYAD, Sinema Yazarları Derneği; Dernek, ülkemizde ve dünyada sinemanın bir sanat

ve toplumsal iletişim aracı ve aynı zamanda önemli bir sanayi ve ticaret alanı olarak

gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla kurulmuştur. Önemli bir kültür etkinliği olan SİYAD

Ödülleri bu derneğin yürüttüğü ciddi ve saygın bir sinema etkinliğidir

(http://www.siyad.org/tuzuk.php).

ÇASOD, Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği; 1992 yılında kurulmuş 190 üyeye sahip

sinema oyuncuları derneğidir. Derneğin üye yapısı ağırlıklı olarak profesyonel sinema

oyuncularından oluşur. Bir bölümü hem sinemada hem tiyatro alanında çalışmalarını

sürdürmektedir. Dernek, üyelerinin mali ve sosyal haklarıyla ilgili çalışmalar yürütmektedir

(http://www.istanbul.net.tr/Kent-Rehberi/sivil-toplum-kuruluslari/cagdas-sinema-oyunculari-

dernegi-casod/12/46/16739/9).

SODER, Sinema Oyuncuları Derneği; Sinema oyuncularının dernekleştiği diğer yapı

Sinema Oyuncuları Derneği’dir. Oyuncu derneklerinin bu bölünmesinin temelinde ideolojik

farklılıklar yatmaktadır. ÇASOD yenilikçi, demokrat ve genç isimleri temsil ederken, SODER

milliyetçi, muhafazakâr, eski kuşak oyuncuların bir araya geldiği bir yapıdır. Her iki derneğin

üyesi bazı oyuncular, ek olarak yapımcılık, yönetmenlik yaptıkları için sinema alanındaki

diğer bazı örgütlenmelerin de üyesidir (http://www.istanbul.net.tr/Kent-Rehberi/sivil-toplum-

kuruluslari/).

Televizyon Sektöründe Dernekler

TVYD, Televizyon Yayıncıları Derneği; Dernek 24 Kasım 1999'da kurulmuştur.

Türkiye’deki toplam izlenme payı yüzde 95'ini oluşturan TV kanallarının kurduğu dernek tüm

Türkiye'ye yayın yapma hakkını elinde bulunduran kanalların hemen tümü ile önde gelen

bölgesel ve uydu kanallarını bir araya getirir. Her akşam ortalama izlenme oranının toplam

yüzde 95'ini oluşturan yayıncıları bir araya getiren bu dernek aynı zamanda diğer ulusal,

bölgesel, yerel ve sadece kablo veya uydudan yayın yapan kuruluşlara da açık. Üyelerinin

büyük bir kısmını özel TV yayıncıları oluşturmakla birlikte TRT de derneğin üyesidir

(http://www.tvyd.org.tr/hakkimizda.asp).

THKD, Türkiye Haber Kameramanları Derneği; 1994 yılında TRT çalışanları tarafından

kurulmuştur. Derneğin temel amacı, üyelerinin ortak mesleki, ekonomik, sosyal, dinlenme,

kültürel ihtiyaçlarını karşılamak, haber kameramanları ve televizyon habercilerinin mesleki

sorunlarının çözümü için girişimlerde bulunmak, bunların sorunları konusunda kamuoyunu

bilgilendirecek çalışmalar yürütmektir. Ayrıca TV haberciliği alanında eğitim veren

kuruluşlarla işbirliği yapmak, üyelerin çalıştığı alan ve konularda yapılan çalışmaları

destekleyici, özendirici girişimlerde bulunur (http://www.haberkameradernegi.org/).

1992 yılında kendini lağvederek SİNE-SEN bünyesine katılan Sinema Kameramanları

Derneği SİNEKAM-DER, 1990 Ankara Film Şenliği bünyesinde bir açık oturum

düzenlemiş, başkan Muzaffer Hiçdurmaz ve dernek yöneticisi Mengü Yeğin sektörün

Serdar Karakaya 199

sorunlarını ve gereksinimlerini geniş bir perspektifle ortaya koyup kamuoyu ile paylaşmıştır

(Berensel, 1991, ss. 24–25).

Reklam Sektöründe Faal Dernekler ve Vakıflar

Reklam sektörü Türkiye’nin büyük kentlerinde orta ve büyük ölçekli işletmeler biçiminde

var olmaktadır ve özellikle büyük kentlerde sektörün öncü kuruluşları tarafından çeşitli

dernekler kurulmuştur. Etkili ve sektörde güçlü üye yapısına ulaşmış olan örnekler şu şekilde

sıralanabilir;

RD, Reklamverenler Derneği; Sektörün en güçlü işveren derneğidir. 29 Temmuz 1992

yılında kurulan derneğin misyonu Türkiye'de reklamın önemini, etkinliğini, verimliliğini,

bilincini anlatmak ve artırmak, reklamla ilgili tüm süreçlerde reklam verenlerin haklarını

korumaktır. Dernek; reklamveren - medya - reklam ajansı üçgeninde işleyişi yenileyerek

güçlendirmenin yanı sıra, reklam sektöründeki problemlere yepyeni çözümler getirerek

gerekli değişimleri başlatma; sistemlerin ve süreçlerin sağlıklı ilerlemesi için etkili adımlar

atma amacındadır (http://elmaaltshift.wordpress.com/2006/09/03/ucuncu-bolum-turkiyede-

reklam-ajanslari-ve-reklam-sektorundeki-meslek-orgutleri-devami/).

RAD, Reklam Ajansları Derneği; Reklam Ajansları Derneği, aynı diğer sivil toplum

kuruluşları gibi bir kuruluştur. Sivil toplum kuruluşu olduğu için diğerleri ile aynı misyon ve

vizyona sahiptir. Kulvarları farklı olsa da aynı görevleri ifa ederler. Reklam sektöründe,

faaliyet gösteren firma, kurum ve kuruluşları (ajans, matbaa vb.) üyelik sistemiyle kendi çatısı

altında toplamaya çalışır (http://elmaaltshift.wordpress.com/2006/09/03/ucuncu-bolum-

turkiyede-reklam-ajanslari-ve-reklam-sektorundeki-meslek-orgutleri-devami/).

Reklam Yaratıcıları Derneği; Eski adıyla Reklam Yazarları Derneği 1989 yılında

sektörün önde gelen reklam yazarları tarafından kurulmuştur. Reklam yazarlarının güçlerini

birleştirerek ve bir reklam yazarlığı bilinci yaratarak, meslek çıkarlarını korumak amacıyla

kurulan Reklam Yazarları Derneği, 2001 yılında gerçekleştirilen Genel Kurul ile Reklam

Yaratıcıları Derneği adını almış ve sadece reklam yazarlığı mesleğinin değil, tüm reklam

yaratıcılarının mesleki çıkarlarını koruyacak şekilde yeniden yapılanmıştır

(http://elmaaltshift.wordpress.com/2006/09/03/ucuncu-bolum-turkiyede-reklam-ajanslari-ve-

reklam-sektorundeki-meslek-orgutleri-devami/).

Reklamcılık Vakfı; Reklamcılık sektörünün büyümesiyle ve reklam sektörünün

ihtiyaçlarını karşılamak için Reklamcılar Derneği tarafından 1998 yılında kurulan vakıf

reklamcılık alanında çeşitli eğitimler düzenlemekte çeşitli projeler yürütmektedir. Reklam

sektörünün her yönüyle gelişmesine destek olmaktadır. Reklamcılık alanlarıyla ilgili çeşitli

yayın ve CD’ler çıkararak eğitime destek vermektedir. Reklamla ilgili çeşitli araştırmalar

yaparak bu sonuçları yayınlamaktadır. Reklamcılık Vakfı çalışmalarıyla reklamcılığın

tanımını yapmakta, reklamcıların gelişimine destek vermekte ve toplum içinde reklamcılık

mesleğinin saygın bir yere sahip olması için çalışmalar yapmaktadır. Buna bağlı olarak çeşitli

etkinlikler ve tanıtımlar yaparak, kitaplar yayınlamakta ve eğitimler, seminerler vermektedir.

Staj programları organize etmekte, işe yerleştirme programları yürütmektedir.

(http://elmaaltshift.wordpress.com/2006/09/03/ucuncu-bolum-turkiyede-reklam-ajanslari-ve-

reklam-sektorundeki-meslek-orgutleri-devami/).

Reklam Özdenetim Kurulu; Reklamın, tüketiciye ve topluma karşı sorumluluğu

çerçevesinde yasal, ahlaki, dürüst ve doğru olması gerektiğinin bilincindeki reklam verenler,

reklam ajansları ve mecralar Uluslararası Ticaret Odası’nın dünyaca kabul görmüş Reklam

200 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Uygulama Esasları’nı Türkiye’de uygulamaya koymak üzere “Reklam Özdenetim Kurulu”

kurmuşlardır.

EMEK ÖRGÜTLENMELERİ VE SENDİKALAŞMA

Sendikanın farklı kaynaklardaki tanımlanmasında belirgin biçimde öne çıkan iki kavram

vardır; Emek ve örgüt. Çeşitli tanımları harmanlayıp en kısa biçimde özetlersek; Sendika

emekçilerin ortak mali ve sosyal çıkarlarını elde etmek ve korumak amacıyla bir araya gelerek

kurdukları yasal örgütlerdir.

Tarihsel süreç içinde baktığımızda, sendikalar ilk olarak İngiltere’de ortaya çıkmıştır.

İngiltere, endüstri devriminin doğduğu yer olduğu gibi sınıf sendikacılığının da ortaya çıktığı

ülkedir. 18. yüzyılın ortasından sonra İngiltere’de sendikal oluşumlar görülmeye başlandı. İlk

sendikalar meslek sendikaları biçiminde kurulsa da, yaygınlaşması ve bütün isçileri kapsaması

uzun sürmedi. Sendikaların doğmasıyla birlikte, isçi sınıfının mücadelesi daha da gelişti.

İsçiler yasama ve çalışma koşullarını düzeltmek amacıyla taleplerini daha örgütlü ve ısrarlı

savunur hale geldiler. Yaptıkları her eylem bir birikim oldu. Her birikim yeni bir eylemin

rahmine dönüştü. İsçiler, bu mücadele içinde taleplerini karşılamak istemeyen işverenlere

karşı, bir mücadele silahı olan grevi keşfettiler. Bu tarihsel silah, sınıf bilincinin, birlik ve

dayanışma duygusunun gelişmesine paralel olarak güçlendi.

(www.tezkoopis.org/yayin/egitim/6.pdf)

Sendikalaşma, ülkelerin siyasi yapıları ile ilgili olduğu kadar, kuşkusuz endüstrileşme

düzeyi, bağımlı çalışanların sayısı, işgücünün yapısı, işsizlik ve kayıt dışı istihdam oranı,

işverenlerin tutumu, mevcut sendikaların çalışma yöntemleri ve endüstri ilişkilerini

düzenleyen yasal çerçeveyle de yakından ilgilidir. Bu bağlamda, Türkiye’de özgür

sendikacılık, toplu ilişkiler düzenine hareket kazandıran yeterli sayıda işçi kesiminin

oluşmasına, siyasi rejimin giderek demokratikleşmesine, keza çoğulcu boyut kazanmasına

paralel olarak gelişme fırsatı bulmuştur. Türk sendikacılığında sendikalaşma süreci,

endüstrileşme düzeyi, bağımlı çalışanlar sayısı, siyasi konjonktür, ekonomi politikalarındaki

köklü değişimler, endüstri ilişkileri sistemini düzenleyen yasal çerçeve değişiklikleriyle

bağıntılı olarak yasallık kazandığı 1947’den günümüze kadar; 1947-1963, 1963-1983 ve 1983

sonrası olmak üzere üç evrede incelenebilir. (Mahiroğulları, 2008)

TÜRK SİNEMASINDA SENDİKALAŞMA SÜRECİ

1923 – 1939 döneminde Muhsin Ertuğrul’un tekelinde bulunan yerli filmciliğin 1940’lar

boyunca yeni bir yönetmenler, teknisyenler ve senaristler grubunu yavaş yavaş da olsa

barındırmaya başlaması da etkilidir. 1948 sonrası Türk sineması için olduğu kadar, Türkiye ve

hatta dünya düzeni için de dönüm noktasıdır. II. Dünya Savası sonrası ortamda Faşizm ve

Nasyonal Sosyalizm tehditlerinin ortadan kalkmasıyla yeni güç dengeleri oluşmuş, SSCB ve

ABD arasında Soğuk Savaş başlamıştır. Türkiye de gerek iç gerek ise dış dinamiklerin etkisi

ile bu yeni düzende yerini alacaktır (İnceoğlu, 2008).

Türk Sinemasının üretimde ve tüketimde tırmanışa geçtiği yıllar ellili yıllardır. Bu dönem

Türk Sinemasının “sinemacılar dönemi” adı verilen ve sinemanın anlatım dilinin geliştiği,

olgunlaşmaya başladığı dönemdir. Güçhan (1992) dönemin bir başka özelliğinin Anadolu’da

elektrifikasyonun yaygınlaşmasıyla birlikte sinemaya gitme davranışının toplumda

yerleşmeye başladığını belirtir. Ellili yıllar aynı zamanda gazete ve dergilerde sinema üzerine

düşünen ve yazan bir kuşağın etkili olmaya başladığı yıllardır. Bu dönemi izleyen altmışlı

yıllar toplumsal, siyasal ve kültürel hayatta büyük değişim ve dönüşümlerin yaşandığı

yıllardır. Sinema alanı da bu değişim ve dönüşümden payını almış, sinemamızda “toplumsal

gerçekçilik “ akımının etkileri hissedilmeye başlanmıştır.

Serdar Karakaya 201

Özön (1995) dönemin sinemasının ekonomik güçlenmesini yasal düzenlemelerle

ilişkilendirir; 1948 yılındaki yasal düzenlemeyle belediye eğlence vergisinin, yerli filmlerden

yabancı filmlere göre daha az alınması kararı ekonomik açıdan yerli film endüstrisinin hızlı

bir yükselişine yol açar. Türk Sinemasında 1948 yılı ekonomi-endüstri bakımından, 1950 yılı

sanatsal açıdan bir dönüm noktasıdır.

Sinemanın bu dönemde popülerleşmesinin bir önemli göstergesi de salon sayısındaki

değişimdir. Salon sayısı 1949 yılında 200 civarındayken 1968 yılında 1400’e ulaşmıştır

(Dorsay, 1985, s. 50).

Yapımcıların bir araya gelişinden sonra ilk emek örgütlenmesi 1962 yılında kurulan

Sinema İşçileri Sendikasıdır. Kısa adı Sine-İş olan bu sendika ilginç biçimde sinema

emekçilerinin değil bir yapımcı ve yönetmen olan Metin Erksan’ın öncülüğünde kurulur. İlk

yıllarında çok etkili olamayan ve fazla varlık gösteremeyen Sine-İş Sendikası artan toplumsal

bilinç ve siyasal iklimin de etkisiyle kuruluşunun dördüncü yılından sonra ilgi görmeye ve

üye sayısını arttırmaya başlar. Halit Refiğ sendikanın bu döneminde yaşananları şu şekilde

aktarır;

“..1966 yılında Türk Sineması dışarıdan gaddarca hücumlara uğrarken Metin Erksan,

Lütfi Akad, Duygu Sağıroğlu, Ertem Göreç ve ben Türkiye Sinema İşçileri Sendikası’nı

(Sine-İş) sinemamızın meselelerine memleket gerçekleri açısından yaklaşan bir kuruluş

haline getirmeye çalıştık. Üye sayısı yüzü bulmazken on on beş gün içinde bini geçti.

Bizim savunduğumuz fikir şuydu: Türk Sineması sermayeye dayanan bir sinema değildir.

Türk Sinemasında gerçek değer emektir. Onun için Sine-İş Batılı sendikalara benzemeyen

özel bir meslek politikası takip etmelidir..” (Refiğ, 1971, s. 54).

Yetmişli yıllar ülkenin yoğun biçimde politize olduğu, kamplaşma ve çatışmanın

tırmandığı yıllardır. Vedat Türkali 4 Nisan 1974 yılında yapılan sinemada meslek

örgütlenmesi sempozyumu için yazdığı bildiride bu dönemde sinemada örgütlenme sorununa

değinirken iki ana yaklaşımdan söz eder;

“..sinemamızın temeldeki sorunlarına el atıp bugünkü kargaşa ve yıkım önlenmedikçe

sürekli bir güvence sağlayabilir miyiz? Yoksa asıl çözüm sinema sorununu bütün yanları

ve boyutlarıyla ele almaktan mı geçiyor?. Ötesi şimdi bizi ilgilendirmez, biz bugünkü

çıkarlarımıza bakalım diyen görüş sendikalizmdir. Yani işçinin, işçi sınıfı örgütü

sendikanın bütün sorunu, işverenle birkaç kuruşun pazarlığına oturmak, pay

koparmaktır. Bu daha çok Amerikan tipi sendikacılıktır. İkinci görüş, işçinin içinde

yaşadığı toplum ve dünya sorunlarına siyasal, ekonomik açılardan yaklaşması, kendi

çıkarları açısından değerlendirmesi, giderek ülkenin bütün sorunlarına çözüm

getirebilecek biçimde bilinçli ağırlığını koymasıdır..” (Türkali, 1985, ss. 11-12).

1974 yılında işveren sendikası cephesinde bir değişiklik yaşanmıştır. Türkiye Yerli Film

Prodüktörleri İşverenler Sendikası ile Türk Film Prodüktörleri İşverenler Sendikası birleşmiş

ve yeni sendika, Türkiye Ulusal Film Prodüktörleri İşverenler Sendikası adını almıştır

(Milliyet Gazetesi, 30.03.1974, s.8).

Ülkenin iyiden iyiye politize olduğu yetmişli yıllarda örgütler zaman zaman bir araya

gelerek, toplantı, forum, basın açıklaması, yürüyüş gibi eylemlerle güç birliği tutumu da

göstermiştir. Örneğin 25 Kasım 1977 yılında örgütlü ve örgütsüz tüm sinema emekçileri

‘büyük yürüyüş ‘ olarak anılan İstanbul’dan Ankara’ya uzanan bir eylem gerçekleştirir. Bu

eylem senarist, oyuncu, yapımcı, yönetmen, yardımcı oyuncu, set işçileri, sanat yönetmenleri

gibi sinema alanında çalışan tüm emekçilerin yoğun katılımıyla gerçekleşir. Yürüyüşe o gün

için faal olan tüm sektörel örgütlenmeler destek verir (Türkali, 1977, s. 117).

202 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Diğer bir kenetlenme çabası daha yakın tarihlidir; 25 Temmuz 1997 yılında dönemin

Kültür Bakanlığı ve altı sinema örgütü bir toplantı düzenlemiş ve yayınladıkları ortak bildiride

sinemamızın üretim, dağıtım ve gösterim sorunları, çözüm önerileri konusunu 8 başlıkta

duyurmuştur. Se-Sam, Film-Yön, SODER, Fiyap, ÇASOD ve Sine-Sen katılımıyla

gerçekleşen toplantı ve bildiriden hiçbir ciddi yaptırıma ulaşılamamıştır. (Kuzu, 1987, ss. 4, 5,

6).

Scognamillo (2002) sinema devlet ilişkilerini kronolojik olarak ele aldıktan sonra

1940’lardan 1980 sonlarına kadar, sinema ve devlet ilişkisinde sonu gelmez vaatler, teklifler,

kanun tasarıları, şuralarla dolu verimsiz bir süreç yaşandığını vurgular. Bu kronolojik

sıralamada meslek örgütlenmelerinin devlet nezdindeki girişimleri önemli yer tutmaktadır.

Sinema, televizyon ve reklam sektöründe Batılı ülkelerdeki sendikalaşmaya baktığımızda

iki önemli örnek vermek olasıdır; Amerika Birleşik Devletleri’nde Hollywood sanatçılarının

sendikası SAG uzun yıllardır faaliyet göstererek grev hakkı, çalışma koşulları, maaş ve sosyal

güvencenin sabitleştirilmesinin yanı sıra, eser korsanlığına karşı somut yasalar çıkmasında en

etken gücü teşkil etmektedir. Sendikaya bağlı sanatçıların sendika prensiplerine uygun

olmayan projelerde yer alması ise yasaktır. İngiltere`de ise yine uzun yıllardır faaliyet

göstererek 36 bin üyeye ulaşan EQUITY Sanatçı Sendikası, devlet ve yasal yaptırımlar

bağlamında ciddi bir güç olarak kabul görmekte. Sendika üyeleri, sağlık sigortası

güvencesinin ve belirlenmiş, sabit çalışma koşulları ve ücretlerinin yanı sıra, 10 milyon

poundluk kamu mali sorumluluk sigortası hakkına da sahiptir. (http://www.atik-

online.net/2011/10/oyuncular-sendikasi-1-kongresini-gerceklestirdi/)

Sinema, Televizyon ve Reklam Sektöründe Faal Sendikalar

SİNE-SEN, Sinema Emekçileri Sendikası; Sine-SEN Türk Sinema sektöründe en köklü

sendikal yapılanmanın temsilcisidir. Kitle ve sınıf sendikacılığını kuruluşundan bugüne temel

ilke olarak benimsemiştir. 2012 itibarıyla üye sayısı 2000’e yaklaşmıştır. Üyeleri arasında

sinema ve televizyon sektöründe emek verenler ağırlıklıdır. 5 Kasım 1977′ de altı derneğin

ortak katılımıyla düzenlenen “Sansüre Hayır” Ankara yürüyüşü sırasında düşünsel temeli

atılır. Bu yürüyüş sinema alanında örgütlenmenin ve güç birliğinin önemini bir kez daha

ortaya koyar ve DİSK’e bağlı bir sendika olarak 5 Ocak 1978′de “Sinema Emekçileri

Sendikası” adıyla kurulup tüzel kişilik kazanır. Kısa bir süre içinde örgütlenmesini

tamamlayan sendika ciddi bir üye sayısına ulaşır. Ancak birkaç yıl sonra 12 Eylül 1980

yılında gelen büyük yıkım başta parlamenter yapı olmak üzere tüm dernek, sendika, siyasi

partiler, sivil toplum örgütlerini olduğu gibi Sine-Sen’i de ortadan kaldırmıştır. 12 Eylül

faşizminin uygulamalarından en sert biçimde etkilenmiş, yok edilmeye çalışılmıştır. Sendika

sözde sivil demokrasiye geçilen 1983 sonrası dönemde toparlanmaya çalışmış, adeta

küllerinden yeniden doğmuş ve günümüzde sektörün en güçlü sendikal ve sivil örgütü haline

gelmiştir.

Oyuncular Sendikası; Sahne, Perde, Ekran, Mikrofon Oyuncuları Sendikası, kısa adı

ile “Oyuncular Sendikası”, “Oyuncular Sendikası Girişimi”nin yoğun çalışması ile

kurulmuştur. Oyunculuk mesleğinin Türkiye’de hak ettiği standartlara gelebilmesi için bir

sendikaya ihtiyaç olduğunu düşünen oyuncular, Oyuncular Sendikası Girişimi’ni başlatmıştır.

Girişimin amacı, profesyonel bir yönetim modeli, profesyonel kadro; şeffaf ve katılımcı bir

yapı ile tüm sahne, perde, ekran ve mikrofon oyuncularını bağımsız bir çatı altında toplamak;

oyunculuğun tanımlanması ve kanunen tanınmasını sağlamak için çalışma koşullarını

düzeltebilecek tek örgütlenme modeli olan Oyuncular Sendikası’nı kurmak olarak

belirlenmiştir. Oyuncular Sendikası Girişimini herhangi bir meslek örgütünün devamı değil

bağımsız bir yapılanmadır. Ancak diğer meslek örgütleriyle sıkı bir işbirliği anlayışını

Serdar Karakaya 203

öngörür. Üyelerinin tümü eşit söz hakkına sahiptir

(http://oyuncularsendikasi.org/index.php?page=icerikgoster&menuID=143).

Bu ilkelere inanan ve destek veren her oyuncu girişimin bir parçası olmuş ve girişim 29

Mart 2011’de “Oyuncular Sendikası”nın resmen kurulmasını sağlamıştır. Sendika, 10-11

Eylül 2011 Cumartesi ve Pazar günleri Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nde ilk olağan

genel kurulunu gerçekleştirmiş, ana tüzüğü gereğince belirlenen yönetim kurulu, denetim

kurulu ve disiplin kurulu gibi zorunlu organları oluşturulmuştur.

1 Mayıs 2011` de Taksim` deki kutlamalarda yerini alarak varlığını hissettiren sendika

üyeleri, dizi setlerindeki çalışmalarının sıkıntılarından iş saatlerinin uzunluğuna, emeklilik

koşullarından sosyal güvence durumuna varana dek birçok soruna alternatif yaratabilme

talebiyle ve örgütlü mücadeleyi büyütme misyonuyla hareket ettiklerinin altını çizdi.

400 oyuncu üyeyle gerçekleşen kongrede; emeklilik primlerinin mesleğe göre

düzenlenmesi, oyuncuların emeklilikle ilgili sorunlarının çözülmesi, oyuncuların telif

haklarını devretmesinin genel uygulama olmaktan çıkarılması, tüm oyuncuların sosyal

güvencelerinin sağlanması, tüm alanlarda taban ücreti belirlenmesi, çalışma koşullarına göre

işsizlik sigortası düzenlenmesi, temel çalışma koşullarının belirlenmesi gibi başlıklarda ilke

kararları alınmıştır. Yaptığı konuşmada, uzun zamandır büyük emek harcadıklarını ve

istediklere yere varabilmek için örgütlü bir gücün gereksinimi hissettiklerini belirten başkan

Mehmet Ali Alabora özetle şunları belirtmiştir;

“Örgütlenme hep sancılı bir süreçtir. Ama biz bu süreci dayanışmayla çok güzel geçirdik.

29 Kasım’daki toplantıdan bu yana dokuz ay 10 gün geçti. Karşılaşılan en büyük zorluklar

mevzuatlarla ilgili. 82 anayasasının getirdiği zorluklar var. Sendikalar özellikle trajikomik

işlerle uğraştırılıyor. 63 kişi sendikayı kurduk, kanunda yazan her şeyi yaptık. Dilekçemizi

verdik. Ancak Çalışma Bakanlığı’na gittiğimizde hiçbirimizin üye olmadığını gördük,

çünkü üyelik olması için noterden üye olmanız gerekiyor. Gittik, kendi kurduğumuz

sendikaya noterden üye olduk.. ‘Şimdi başrol dayanışmanın’ sloganı bir çağrıydı. ‘Artık

başrol dayanışmanın’ sloganı da harekete geçtiğimizin kanıtıdır. Temel çalışma

koşullarımızı elde edebilmek ve oyunculuk standartlarını temel seviyeye taşıyabilmek için

mücadele ediyoruz. Bu alanda çalışan herkese kapımız açık. İlk hedefimiz ‘bağlı çalışan’

olabilmek. Bağlı çalışanız ama Bağ-Kur’luyuz. Serbest meslek gibi görünüyor. İşverenler

güvencemizi sağlamalı. Dayanışma devam ederse, 1-3-6 yılda hedeflerimiz gerçekleşecek”

(http://oyuncularsendikasi.org/index.php?page=icerikgoster&menuID=143).

İlgili sendika mevzuatına göre 60.000 üye sayısına ulaşmadan grev yapma hakkının

doğmaması, eyleme geçme ve hak arama noktasında Oyuncular Sendikası’nın elini kolunu

bağlayan en ciddi engeldir. Çünkü sektörde oyunculukla geçinen ve başkaca mesleği olmayan

kişi sayısı 12.000 civarındadır. Sendikaya kayıtlı üye sayısı 2013 yılı itibarıyla 12.002’ye

ulaşabilmiştir.

Reklam sektöründe doğrudan işveren ve emek sendikası oluşumu yoktur. Ancak reklam

sektörünün üretim cephesinde var olan iş gücü aynı zamanda televizyon ve sinema

sektöründe de var olan işgücüdür. Dolayısıyla reklam sektöründe bütünüyle bir emek

örgütsüzlüğünden söz edilemez.

SONUÇ

Yapısal özellikleriyle iç içe geçmiş olan bu üç sektörde işveren ve emek cephelerindeki

örgütlenme yapısını yukarıdaki gibi ortaya koyduktan sonra en belirgin sorunun bölünme

olduğu söylenebilir. Özellikle meslek birliklerindeki kurumsal çeşitlilik dikkat çekicidir.

204 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Sinema alanındaki sendikal yapılanmada böylesi bir çeşitlilik yoktur. SİNE-SEN ve

Oyuncular Sendikası kuruluş amaçları, tüzükleri ve ortaya koydukları eylemler bakımından

birbirine rakip değil tamamlayıcı örgütlenmeler biçiminde var olmalıdır. Bölünme, gerek

işveren gerekse emek cephesinin hak arama ve mesleki birlikteliklerinde süreç içinde

istikrarsızlığı ve verimsizliği getirir.

Binlerce televizyon kanalının ve sinema salonunun var olduğu, ülke sinemasının sektörden

endüstrileşmeye doğru büyüme ivmesi kazandığı, görsel-işitsel dijital teknoloji devriminin

yeni bir kültür endüstrisi yapılanmasına doğru yöneldiği iki binli yıllarda emek ve meslek

örgütlenmesi olması gereken yerde değildir. Ana akım medya ve İstanbul merkezli sinema

sektörü dışında kalan; yerel ve bölgesel ölçekli televizyon kuruluşlarında, Anadolu

şehirlerinde küçük çapta faaliyet gösteren reklam kuruluşlarında binlerce nitelikli insan emek

sömürüsüne maruz kalmaktadır. Bu büyük emekçi kitle için iş güvenliği, çalışma koşulları ve

düşük ücret en temel üç sorundur. Yanı sıra, çok büyük bölümü meslek örgütlenmelerinin ve

sendikal yapılanmanın tamamen dışındadır.

Türk sinema, televizyon ve reklam sektörünün gelişen, büyüyen üretim ve kazanç,

değişim-dönüşüm süreçlerine paralel olarak; çağdaş, yenilikçi, demokratik, temel hak ve

özgürlüklere uygun biçimde meslek örgütlenmelerine, emek sendikalarına ve dernek

yapılanmalarına gereksinimi vardır. Her şeyden önce işgücünün talepleri bu yönde olmalıdır.

Mevcut yapılanmalarla “ileri toplum” ölçütlerine ulaşmak olanaksızdır.

KAYNAKÇA:

Arslanbay, H. (1995). Bütün Mesele Konsept Yaratmak. Antrakt Aylık Sinema Dergisi, Sayı

46. s. 50-53.

Berensel, E. (1991). Sinema Emekçileri.. 25.KARE Sinema Kültürü Dergisi, Sayı 2. s. 24-25.

Dorsay, A. (1985). Sinema ve Çağımız 2. İstanbul: İmge Yayınları.

Erkılıç, H. (2003). Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı ve Bu Yapının Sinemamıza Etkileri.

Sanatta Yeterlik Tezi, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.

Güçhan, G. (1992). Toplumsal Değişme ve Türk Sineması. İstanbul: İmge Yayınları.

İnceoğlu, M. Ç. (2008). Modernleşme ve Türk Sineması. Yayımlanmamış Doktora Tezi,

Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı,

İstanbul.

Kuzu, H. (1997). Devlet ve Sinema, Antrakt Sinema Dergisi, Sayı 67, s. 4, 5, 6.

Mahiroğulları, A. (2005). Türkiye’de Sendikalaşma. C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi,

Cilt 2, Sayı 1, Doç.Dr. Feramuz AYDOĞAN’ın Anısına. 161.

Milliyet Gazetesi, 30.03.1974.

Özön, N. (1995). Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları Cilt 1. İstanbul: Kitle

Yayınları.

Özön, N. (1995). Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları Cilt 2. İstanbul: Kitle

Yayınları.

Özgüç, A. (1990). Başlangıcından Bugüne Türk Sinemasında İlkler. İstanbul: Yılmaz

Yayınları.

Serdar Karakaya 205

Özgüç, A. (1995). Filmciler, Yapımcılar ve Bir Örgütlenmenin Kısa Tarihi. Antrakt Aylık

Sinema Dergisi, Sayı 56, s.48. Refiğ, H. (1971). Ulusal Sinema Kavgası, İstanbul:

Hareket Yayınları.

Scognamillo, G. (2002). Türk Sinemasının Ekonomik Tarihine Giriş – 2. Yeni İnsan Yeni

Sinema Dergisi, Sayı, 10, s. 36–39.

Türkali V. (1985). Bu Gemi Nereye. İstanbul: Cem Yayınları.

ELEKTRONİK KAYNAKLAR

http://www.ratem.org/web/default.html

www.tezkoopis.org/yayin/egitim/6.pdf

http://www.telifhaklari.gov.tr/belge/1-26511/meslek-birlikleri-mevzuati.html

http://www.film-sanvakfi.org/?page_id=203

http://www.tursak.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=72&Itemid=74&l

ang=tR

http://www.turvak.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=209&Itemid=233

http://www.tursav.org.tr/tursav.php?Dil=

http://www.se-sam.org/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=1

http://www.tesiyap.com/main/about/

http://www.sinema.gov.tr/ana/sayfa.asp?id=12

http://www.sinema.gov.tr/ana/sayfa.asp?id=12

http://www.bsb.org.tr/hakkimizda.html)

http://www.se-yap.org.tr/hakkimizda/

www.ratem.org/web/default.html

http://www.fiyab.org.tr/news.aspx?newsId=2188

http://www.filmyon.org/?page_id=8

http://www.senaryo.org.tr/page_details.aspx?id=37

http://www.siyad.org/tuzuk.php

http://www.istanbul.net.tr/Kent-Rehberi/sivil-toplum-kuruluslari/cagdas-sinema-oyunculari-

dernegi-casod/12/46/16739/9

http://www.istanbul.net.tr/Kent-Rehberi/sivil-toplum-kuruluslari/

http://www.tvyd.org.tr/hakkimizda.asp

http://www.haberkameradernegi.org/

http://elmaaltshift.wordpress.com/2006/09/03/ucuncu-bolum-turkiyede-reklam-ajanslari-ve-

reklam-sektorundeki-meslek-orgutleri-devami/

www.tezkoopis.org/yayin/egitim/6.pdf

http://oyuncularsendikasi.org/index.php?page=icerikgoster&menuID=143

http://www.atik-online.net/2011/10/oyuncular-sendikasi-1-kongresini-gerceklestirdi/

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Emeğin Karikatürü: Emek Temalı Karikatürün

Osmanlı/Türk Mizah Basınına Girişi

İ. Arda ODABAŞI

Özet:

1908 Jön Türk Devrimi ile açılan II. Meşrutiyet döneminde genel olarak basın alanında özel olarak

da mizah basınında bir atılım yaşandığı görülmektedir. Diğer yandan söz konusu dönemin, emek tarihi

ve işçi hareketleri bakımından da tarihimizde özel bir yere sahip olduğu söylenebilir. Nitekim esas

itibariyle bir tarım toplumu olan Osmanlı’da ilk dikkate değer işçi hareketleri II. Meşrutiyet yıllarında

belirir.

Emek dünyasındaki gelişmeler dönem basınına çeşitli şekillerde yansımış ve basın tarafından

çeşitli şekillerde yansıtılmıştır. Bu tür gelişmeler genelde “ciddi basın”ın ilgi alanına girmiştir. Doğal

olarak, emek tarihi üzerine daha sonra yapılan akademik çalışmalar da “ciddi basın”ı esas almışlardır.

Mizah basını ile emek hareketlerinin gelişimlerinin kesiştiği bir tarihsel kesitte, bu iki düzlem

arasındaki etkileşimi tartışmak hem basın hem de emek tarihi literatürümüz açısından faydasız

olmayacaktır. Nitekim gerçekten de emeğin mizahi çizimine, diğer bir deyişle, emek temalı

karikatürlerin Osmanlı/Türk mizah basınına girişine bu dönemde rastlanır.

Bu bildiride Kalem, Cem, Karagöz, Lak Lak, Davul, Alem gibi dönemin önde gelen mizah gazete

ve dergilerinde yer verilen emek temalı karikatürler konu edilecektir.

Başlangıcından 1908’e Osmanlı/Türk Mizah Basını1

Türk basın tarihinin başlangıcı kabul edilen Takvim-i Vakayi’nin 1831’de yayın hayatına

girişinden 36 yıl sonra (1867’de) mizahi bir yayın olmayan İstanbul gazetesinde ilk

karikatürler yer bulacaktır. İlk Türk mizah yayını ise, 1868’de çıkmaya başlayan Terakki

gazetesinin aynı adı taşıyan eki olarak 11 Mayıs 1870’de yayın hayatına girer. İlk mizah

dergisi olan Terakki, Aralık 1870’te Terakki-Eğlence adını aldıktan sonra sayfalarında

karikatüre yer verecektir (Çeviker, 1986, ss. 17, 20-21, 117-119, 121-123; Üyepazarcı, 2006,

ss. 85-106).

Teodor Kasab Efendi’nin 1870’te çıkarmaya başladığı ve “müstakil” (ek olmayan) ilk

Osmanlı/Türk mizah dergisi Diyojen’in, 1873’te çıkarmaya başladığı Çıngıraklı Tatar ve

Hayal’in, Mehmet Tevfik’in (Çaylak veya Çopur Tevfik) 1876’da çıkarmaya başladığı

Çaylak’ın mizah basını tarihimizde önemli yerleri vardır. Hayal, Tanzimat döneminde en çok

karikatür yayımlamış süreli yayındır ve Osmanlı karikatürünün gelişimine ciddi katkıda

bulunmuştur. Çaylak da dönem karikatürünün en seçkin örneklerini içerir (Çeviker, 1986, ss.

21-27, 87, 107, 119-121, 123-126, 133; Gündoğdu, 2009; Üyepazarcı, 2002).

İlk mizah dergisinin yayın hayatına girdiği 1870’den, Sultan II. Abdülhamit’in Mebusan

Meclisi’ni “tatil ettiği” Şubat 1878’e dek 20 kadar mizah yayını çıkmıştır. (Çeviker, 1986, ss.

24, 117-135; Koloğlu, 2005, s. 26).

1870-1877 dönemi karikatüründe belediye hizmetleri, çağdaşlaşma, Batılılaşma ile

değişen toplumsal yaşam, gündelik yaşama ilişkin sorunlar, ekonomi ve borsa, matbuat

dünyası, kadın ve kadın-erkek ilişkileri, savaş ve barış, politika, “ilerleme, özgürlük, eşitlik,

adalet” ilkeleri, eğitim, çocuk ve fantezi temaları işlenmiştir. (Çeviker, 1986, ss. 39-47;

Koloğlu, 2010, ss. 190-191).

1 Osmanlı İmparatorluğu’nda değişik dillerde yayınlar çıkmıştır. Bu bildiri, Osmanlı Türkçesi kullanan basın ile

sınırlıdır. O nedenle “Osmanlı/Türk Mizah Basını” tabiri tercih edilmiştir.

208 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Georgeon’un deyişiyle, “matbaa ve basın gülmecenin gücünü on katına çıkarır.” Tirajı

genellikle ciddi gazeteleri geride bırakan mizah basını ile birlikte gülmenin sınırları genişler.

Böylece “gülme”, “çok daha geniş ölçekteki okuyucular arasında görünmez, dolayısıyla daha

denetim dışı ve tehlikeli bir iletişim kurmaktadır.” Aynı zamanda siyasi hiciv unsuru taşıyan

mizah “yıkıcı”dır. “Devlet için artık tehlikeli hale gelen bir gülme söz konusudur” (2007, ss.

91-93). Bu durumun sonucu olarak, özellikle siyasi hicve tahammül gösteremeyen iktidarlar

eliyle, 1870-1877 döneminde basının tümüne olduğu gibi, muhalif Yeni Osmanlılar ile yakın

teşrik-i mesai içinde bulunan mizah basınına da daha en başından sansür uygulanmış ve bu tür

yayınlar (ihtar, geçici kapatma, kapatma, yayıncı için sürgün/hapis gibi) çeşitli baskı ve

cezalarla karşı karşıya kalmışlardır (Çakır, 2006; Çeviker, 1986, ss. 61-78; Erdem, 1998;

Gündoğdu, 2009, ss. 55, 62-63).

Yine de başlangıç dönemi olan 1870-1877’de mizah basını ve karikatür dikkate değer bir

gelişme göstermiştir (Çeviker, 1986; Nalcıoğlu, 2013, ss. 323-370; Özdiş, 2010). 1878’den

1908’e 30 yıl sürecek olan İstibdat döneminde ise mizah basını külliyen yasaklanmış, mizah

yayınlarına kesinlikle izin verilmemiş, en şiddetli sansür bu alanda uygulanmıştır. Bu nedenle

karikatür, Çeviker’in yerinde deyişiyle, “Jön Türkler’le birlikte sürgüne çıkmıştır.” II.

Abdülhamit rejimine muhalefeti yurtdışında sürdüren Jön Türkler, Londra, Folkstone,

Cenevre, Kahire gibi şehirlerde 10 kadar mizah yayını çıkarmışlardır. Sultan II.

Abdülhamit’in şahsını ve rejimini en sert dille eleştiren bu yayınlar ülkeye ancak yasadışı

yollardan sokulabilmiştir. 1878’e dek gelişme gösteren Osmanlı/Türk mizah yayıncılığı ve

karikatürcülüğü böylece tam bir durgunluk dönemine girmiştir (Çeviker, 1986, ss. 271-285;

Koloğlu, 2005, ss. 93-104; Koloğlu, 2010, ss. 194-196).

1908 Devrimi ve Mizah Basınında Patlama

1908 Jön Türk Devrimi ile birlikte sansürün fiilen kalkmasıyla bir “basın patlaması”

olgusu belirmiştir. 1907 yılında Osmanlı topraklarında çıkan süreli yayınların sayısı 120’dir

(Koloğlu, 2010, ss. 222-223). Halbuki Hürriyet’in İlanı’ndan sonra sadece ilk bir buçuk ayda

200’ün üzerinde süreli yayın imtiyazı alınmış, bu sayı gün geçtikçe artmıştır (İskit, 1943, s.

144). O güne dek görülmedik sayıda, çeşitte ve nitelikte yayın ortaya çıkmıştır. 30 yıl

boyunca susturulan toplumda gazete-dergi çıkarmak salgın hâlini almış, basın olağanüstü bir

dinamizm kazanmıştır. Başta İstanbul, bütün ülkeye yayılan bu patlama, hem nicelik hem de

nitelik düzleminde yaşanmıştır.2

Mizah basını, bu sıçramanın önemli bir parçasıdır. “Bizde mizah 1908 inkılâbından sonra

gerçek bir hüviyet al”mıştır (Çapanoğlu, 1970, s. 5). “II. Meşrutiyet, Türk karikatüründe bir

devrimin gerçekleştiği çok önemli bir dönemdir.” (Çeviker, 1988, s. 17).

30 yıllık yasağın ardından mizah ve karikatür özlemi iyice kökleşmiş haldedir. Nitekim

hem II. Meşrutiyet basınında en büyük patlama yapan türlerden biri mizahtır hem de

Türkiye’de bu sanat etkili atılımını II. Meşrutiyet yıllarında gerçekleştirmiştir (Koloğlu, 2005,

s. 116; Koloğlu, 2010, ss. 196, 202).3 1908 Devrimi’nin basın patlaması içinde, Sultan II.

Abdülhamit’in tahammül edemediği mizah yayınlarındaki patlama göz alıcıdır:

Başlangıcından (1870’ten) 1908’e yaklaşık 40 yılda, yurtiçi ve dışında toplam 30 kadar mizah

yayınına karşılık, 1908-1918 yılları arasında (10 yılda) yaklaşık 100 mizah gazete ve/veya

dergisi çıkmıştır (Çeviker, 1988, ss. 17, 132-208).

2 Bu patlamanın süreli yayınların sadece adedi, çeşidi ve coğrafi dağılımında değil, tiraj ve okur sayısında da

tespit edilebildiği belirtilmelidir. Tirajlar sıçramış, okur kitlesi genişlemiştir. 3 II. Meşrutiyet döneminde mizah yayıncılığı, dergi ve gazetelerin dışına da taşar. İlk karikatür albümü, yıllıklar,

karikatür-kartpostallar ve çizgili el bildirileri çıkmış olmaktan başka, ilk karikatür sergisi de 1918’de açılmıştır

(Çeviker, 1988, ss. 78-82).

İ. Arda Odabaşı 209

Bu süreli yayınların büyük bir kısmı kısa ömürlü olsa da Osmanlı/Türk mizahının nitelikli

ve köklü örnekleri bu dönemde belirmiştir. II. Meşrutiyet yıllarının gerek içerik (metin ve

çizim) kalitesi gerekse kalıcılık (görece uzun ömürlülük) bakımından en önemli mizah

yayınları Karagöz, Kalem ve Cem’dir.4

1908 Devrimi’nin İşçi Sınıfına Getirdiği Hareketlilik

1908 Devrimi’nin beraberinde getirdiği patlamalardan biri de işçi hareketlerinde

yaşanmıştır. 1908 yılının özellikle Ağustos ve Eylül ayları Osmanlı İmparatorluğu’nda o güne

dek görülmedik ölçüde hızlı, yaygın ve büyük bir grev dalgasına sahne olur. Hemen tüm

işkollarını kapsayan grevler, doğal olarak, işçi sınıfının görece gelişmiş bulunduğu İstanbul,

Selanik ve İzmir gibi şehirlerde yoğunlaşmıştır (Güzel, 1996, ss.31-59; Yıldırım, 2013, ss.

230-269, 359-363).

Osmanlı İmparatorluğu’nda modern anlamda ilk grevin gerçekleştiği 1872’den Temmuz

1908’e dek (36 yılda) toplam 92 grev örgütlenmiştir. Buna karşılık, 1908 yılının Temmuz-

Aralık aylarında (5 ayda) gerçekleşen işçi grevi sayısı 143’tür ve bunların çoğu da sadece iki

aya (Ağustos-Eylül) sığmıştır. Bu büyük grev dalgası karşısında, iş uyuşmazlıklarının

çözümünü, grev ve sendikalaşmayı düzenleyen geçici bir kanun (Tatil-i Eşgal Cemiyetleri

Hakkında Kanun-ı Muvakkat) 8 Ekim 1908’de yürürlüğe sokulmuş, sekiz ay kadar sonra (9

Ağustos 1909’da) ise kanun metni bazı değişikliklerle, “Tatil-i Eşgal Kanunu” olarak Meclis-i

Mebusan tarafından kabul edilmiştir (Ökçün, 1996; Yıldırım, 2013, ss. 311-340). Yasal

düzenlemelerin de etkisiyle grev dalgası zamanla durulmuş olsa da son bulmamıştır: 1909-

1918 yılları arasında 83 grev görülür (Yıldırım, 2013, ss. 225, 264, 283-284, 357-366, 368).

II. Meşrutiyet döneminin ilk yarısında işçi hareketi, örgütlenme düzleminde de belirgin

şekilde gelişmiştir. İşçiler “sendika, cemiyet, dernek, kulüp” gibi isimler altında hemen her

üretim alanında örgütlenmişlerdir (Güzel, 1996, ss.70-83; Yıldırım, 2013, ss. 114-139).5

II. Meşrutiyet’te Emeğin Karikatürize Edilişi

Emek dünyasındaki bu hareketlilik, halihazırda zaten dinamizm içinde bulunan dönem

basınına doğal olarak çeşitli şekillerde yansımıştır. Kuşkusuz, bu durum öncelikle “ciddi

basın” için geçerlidir.6 Ancak, mizah basını da emek olgusuna tümüyle duyarsız kalmamış ve

II. Meşrutiyet döneminde emek teması ilk kez Osmanlı/Türk karikatürüne girmiştir.

II. Meşrutiyet dönemi karikatüründe başlıca temalar şunlardır: belediye ile ilintili sorunlar,

toplumsal yaşam, kadın, kadın-erkek ilişkileri, aile ve çocuk, eğitim, sanat dünyası, matbuat

dünyası, fantezi, “hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik” ilkeleri, İstibdat rejimi ile ilgili konular

(hafiyeler, jurnalcilik, sansür vs.), II. Abdülhamit, politik yaşam, ekonomi, savaşlar, ilerleme

ve gelişme, ünlü kişiler (Çeviker, 1988, ss. 41-52).

Dönem karikatürünün bir diğer teması da işçi-işveren/emek-sermaye ilişkileri ve

grevlerdir. II. Meşrutiyet öncesinde böyle bir olgu söz konusu değildir. Örneğin 1908’den

önce de grevler yaşanmış olmakla birlikte, bunlar karikatüre girememiştir. “II. Meşrutiyet

karikatüründe işçi-işveren, toprak işçisi-ağa ve grev olguları ele alınmıştır. Bunlar Tanzimat

karikatüründe olmayan şeylerdir” (Çeviker, 1988, ss. 38, 51).

4 Karagöz bütün II. Meşrutiyet dönemi boyunca, Kalem yaklaşık üç yıl, Cem ise yaklaşık bir yıl yayın hayatında

kalmıştır (Heinzelmann, 2004). 5 Ancak, işçi örgütlerinin hep “sol” renkte olduğu sanılmamalıdır. Birçok işçi örgütü (sendika veya dernek)

gerici, şoven unsurların, mesela rahiplerin yönetimi altında ırkçılık, dincilik yapmakta ve böylece aslında işçi

hareketini baltalamaktadır (Güzel, 1996, ss. 76, 108). 6 Örneğin adı “emek” (sa‘y ü amel) olan bir fikir dergisi bu minvalde anılabilir (Odabaşı, 2013).

210 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Bununla birlikte, emeğin ilk kez karikatürize edildiği bu erken dönemde işçilerin

durumunun Osmanlı mizah yayınlarının belli başlı temalarından biri olmadığı da

belirtilmelidir (Brummett, 2003, ss.291-292). Emekçi sınıfların değişik vesilelerle karikatürde

yer almış olması, o karikatürün mutlaka “emek temalı” olduğu anlamına gelmemektedir.

“Genel olarak perişan ve yoksul, özel olarak da işçi imgesi meşrutiyet gazetelerinde çeşitli

biçimlerde yer al”mıştır (Brummett, 2003, s.292).7 “Emek temalı”dan kasıt ise emekçi

sınıfların durumlarının ve sorunlarının, emek-sermaye çelişmesinin, işçi-işveren ilişkilerinin,

emekçilerin örgütlenme türü faaliyetlerinin, grevlerin vs. konu edilmesidir.

Bu türden (yani gerçekten emek temalı) fazla sayıda olmayan karikatüre Karagöz, Kalem,

Cem, Lâklâk, Hayal-i Cedit gibi mizah dergilerinde rastlanmaktadır.8

II. Meşrutiyet’te Emek Temalı Karikatürler

İlk sayısı 3 Eylül 1908’de çıkan Kalem (Çeviker, 1988, ss. 20-21, 141-145; Heinzelmann,

2004, ss. 56-67; Üyepazarcı, 2008), II. Meşrutiyet döneminin en önemli mizah dergisidir

(Koloğlu, 2005, s. 115). “Kalem, toplumda gerçekleşen devrime koşut olarak karikatürde de

devrim gerçekleştirmiştir.” Yazıda ve çizgide yepyeni, modern bir mizah ve karikatür anlayışı

getiren bu dergi aynı zamanda, “karikatür” kelimesini ilk kez kullanmış ve onu tanımlamaya

çalışmıştır. Bu nedenle “modern Türk karikatürünün doğumevi” şeklinde nitelenmektedir

(Çeviker, 1988, ss. 20, 30-31, 53-54, 57-58, 144).

Üstelik Kalem’in, emek temalı karikatürde de başı çektiği söylenebilir. 7 Ocak 1909 günü

çıkan sayısında yer alan bir karikatürde (Kalem, 19, s. 4. [Resim 1]), Tatil-i Eşgal Kanunu

konu edilmiştir. Meclis-i Mebusan’ın önünde bir adam, yularından tuttuğu eşeği çekmeye

çalışmaktadır. Gitmemekte direnen eşeğin üzerinde “Tatil-i Eşgal Nizamnamesi” (Grev

Kanunu) yazmaktadır. Adam şöyle yakınır: “Amma aksi hayvan ha! Çekiyorum çekiyorum da

bir türlü şu binaya sokamıyorum.”

7 Ayrıca, bazı karikatürler de döneme ilişkin bilgi yetersizliği nedeniyle yanlış yorumlanabilmektedir. Örneğin

Karagöz’de çıkan bir karikatür, grevlerle ilgisi olmamasına rağmen öyleymiş gibi değerlendirilebilmiştir

(Çeviker, 1988, ss. 38-39, 223). 8 Tüm mizah yayınlarını incelemiş değiliz. Ancak, Edep Yahu gibi karikatürsüz çıkanlar bir yana, incelemiş

olduğumuz (Gıdık, Köylü, Püsküllü Bela, Dalkavuk, Karikatür, Cingöz, Alafranga, Eşref /Musavver Eşref, Âlem,

Zıpır gibi) pek çok mizahi süreli yayında emek temalı karikatüre rastlanmaz. Ayrıca, bir “ara kategorizasyon”u

gerektirecek karikatürler de söz konusudur. Bu minvaldeki Davul örneğine ileride değinilecektir.

İ. Arda Odabaşı 211

[Resim 1]

Bir yandan eşeği (grev kanununu) Meclis’e sokmaya çalışıp öte yandan yakınan kişi,

Ticaret ve Nafia Nazırı Gabriyel Noradunkyan Efendi’dir (Kapril Efendi olarak da bilinir).

Daha yukarıda belirtildiği gibi, 8 Ekim 1908’de geçici tatil-i eşgal (grev) kanunu yürürlüğe

girmiştir ve geçici kanunu hazırlayan da Ticaret ve Nafia Nezareti’dir. Karikatürde,

Noradunkyan Efendi’nin şimdi de grev kanununu geçici olmaktan çıkarmak, Meclis’ten

geçirmek istediği ama inatçı engellerle karşılaştığı ve karşılaşacağı, yasalaşma sürecinin o

kadar da kolay olmayacağı anlatılmaktadır. Gerçekten de Tatil-i Eşgal Kanunu bu

karikatürden ancak yedi ay sonra Mebusan Meclisi’nden geçecektir.

“Emekten söz açan ilk Türk karikatürcüsü” olarak anılan Mehmet Fazlı Bey tarafından 23

Temmuz 1909’da yayın hayatına sokulan Lâklâk dergisinin (Brummett, 2003, ss. 65, 293;

Çapanoğlu, 1970, ss. 66-69; Çeviker, 1988, ss. 116, 163) 29 Temmuz günü çıkan ikinci

sayısında emek temalı bir karikatüre rastlanır (Lâklâk, 2, s. 4 [Resim 2]). Karikatürün mekanı

bir çiftliktir. Bir yanda ücret karşılığı çalıştıkları anlaşılan çiftçiler (tarım işçileri), diğer yanda

ise çiftlik sahibi vardır. Üç tarım işçisi zayıf bedenli, yoksul görünümlüdür. İkisi çıplak

ayaklıdır, elbiseleri yırtık veya yamalıdır. Birinin elinde kürek, diğerinde kazma

bulunmaktadır. Yüzlerine yorgunluk, çaresizlik ve bezginlik ifadeleri yerleşmiştir. Elleri

ceplerinde ve sırıtır halde resmedilmiş olan çiftlik sahibi ise fazlasıyla şişman ve göbeklidir.

Öyle ki üç zayıf tarım işçisinin toplamı kadar ve hatta üçünden daha büyük çizilmiştir. Giyim

kuşamı, varlıklı ve rahatının yerinde olduğunu dışa vurmaktadır. Çiftçilerle çiftlik sahibi

arasında şu diyalog geçer:

Çiftçiler – Aman Hacı Ağa akşama kadar güneşin altında kavruluyoruz. Kırk

para ile karnımız doymuyor yirmi para daha katık parası artır bari!..

Çiftlik sahibi – Ne aç gözlü heriflersiniz be! Günde kırk para! Nenize

yetmiyormuş! Daha ne vereyim!

212 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

[Resim 2]

Dikkat edilecek olursa, Mehmet Fazlı’nın bu karikatürü hem çizgi hem metin (lejand)

itibariyle kontrastlar üzerine kuruludur. İşçilerin zayıf bedenleri çiftlik sahibinin iri, şişman

bedeni ile karşı karşıya konulmuştur. Çiftçilerin yoksul görünümü karşısında, patronun

varlıklı görünümü durmaktadır. İşçilerin elleri vücutlarına göre fazlasıyla büyüktür ve ikisinin

elinde üretim araçları (kazma, kürek) bulunmaktadır. Bu unsurlar, onların emek veren, çalışan

olduklarını anlatır. Çiftlik sahibinin ise eli hem cebindedir hem de cepteki el, fazlasıyla

küçükmüş izlenimi uyandırmaktadır. Bunun yanında, göbeğinin şişkinliği okurun dikkatini

hemen çekecek şekilde çizilmiştir. Cepteki küçük el ve fazlasıyla iri göbek ve gövde, çiftlik

sahibinin rahatının yerinde olduğu, çalışmadığı, emek vermeden yaşadığı izlenimini

uyandırır. Aynı durum yüz ifadeleri için de geçerlidir: Mutsuz, bezgin işçilerin karşısında

sırıtarak konuşan küstah patron durmaktadır.

Diyalogda (lejandda) görüldüğü üzere, çiftçiler zor koşullarda çalıştıklarını ve aç

olduklarını dile getirmekte, ücret artışı talep etmektedirler. 40 para yani 1 kuruş olan

gündeliklerini 1,5 kuruşa çıkarabilme derdindedirler.9 Taleplerini dile getirirken saygılı bir dil

kullanmaktadırlar. Çiftlik sahibi ise işçileri terslemekte, onları aç gözlülükle suçlamaktadır.

Her sözünün sonundaki ünlem işaretlerine bakılırsa, bunu sert bir şekilde yüksek sesle

yapmaktadır.

Lâklâk’ın sahibi ve müdürü Mehmet Fazlı Bey bu karikatüründe, işçilerin içinde

bulundukları zor koşulları, perişanlıklarını, emeklerinin karşılığını alamadıklarını; buna

karşılık patronların emek harcamadan rahat içinde yaşadıklarını, açgözlülüklerini, yanlarında

çalıştırdıklarına karşı vurdumduymazlıklarını ve acımasızlıklarını vurgulamıştır.

9 Kaba bir karşılaştırma yapmak üzere; Lâklâk ve Hayal-i Cedit gibi ucuz dergilerin fiyatının 10 para, yani

çeyrek kuruş, Karagöz’ün 20 para (yarım kuruş) olduğu bilgisini verirsek, günlük 1 kuruşun (40 paranın) bu

dönem için fazlasıyla düşük bir ücret olduğu anlaşılacaktır. Kalem gibi baskı kalitesi yüksek ve sayfa sayısı

evvelkilere göre fazla bir derginin fiyatının 50 para olduğu hatırlanacak olursa, bu işçilerin gündelikleriyle bir

dergi bile alamayacakları anlaşılır. Nitekim söz konusu yıllarda işçi yevmiyeleri sektöre ve bölgeye göre 6 ila 17

kuruş arasında değişmektedir (Eldem, 1970, s. 209).

İ. Arda Odabaşı 213

Lâklâk’ın 14 Ekim 1909 günü çıkan sayısında yer verilen yine Mehmet Fazlı’nın bir başka

karikatüründe (Lâklâk, 13, s. 1 [Resim 3]) ise üzerinde ay yıldız olan bir bağış sandığı

(bahriye bağış sandığı) etrafında, sandığa para atanlar (bağışta bulunanlar) ile hiç oralı

olmayıp geçip gidenler resmedilmiştir. Kıyafetlerinden anlaşıldığı kadarıyla ve ayrıca

lejanddan öğrenildiğine göre, bağışta bulunanlar fakirler, emekçiler, işçiler, sosyalistler,

askerler, küçük rütbeli subaylar, halktan kimselerdir. Bazılarının elbiseleri yırtık pırtık ve

yamalıdır. Vurdumduymazlar ise redingotlu, bastonlu resmedilmiş olan servet sahipleri,

yüksek tabakadakiler, varlıklı sınıflardır. Karikatürün uzun altyazısı şöyledir:

İane-i bahriye sandıkları vaz olunduğu günden beri, para atanlar hep fakirler.

İşçiler kazandıkları beş kuruşun yarısını filonun tezyidi için verdikleri halde eshab-ı

servetin, tabaka-i balanın, yüksek maaşlıların sandığa yanaşmadıkları herkesin

nazar-ı dikkatini celp ediyor. Yaşasın fedakar işçiler, gayyur sosyalistler, utansın

eshab-ı servet!.. Haya etsin tabaka-i bala!..

[Resim 3]

Görüldüğü üzere, Mehmet Fazlı Bey işçilerin fedakarlığını, sosyalistlerin gayretlerini

yüceltmiş, bencil servet sahiplerini ve yüksek tabakayı ayıplamıştır. Brummett’in deyişiyle,

bu karikatürde yoksulların ve işçilerin, zengin yurttaşlardan daha cömert ve vatansever

oldukları ima edilmiştir. Karikatürdekilerin kıyafetleri sınıf hiyerarşisindeki yerlerini belli

eder. Bu bir sınıf taşlamasıdır, yoksulların vatanseverlik görevini zenginlerden daha fazla

yerine getirmeye hazır oldukları ima edilmektedir (2003, ss. 293, 295).10

10

Mehmet Fazlı Bey’in iki karikatüründe de ağırlık toplumsal hicivde, taşlamadadır, gülmecede değil. Mehmet

Fazlı’nınkilere benzer, varlıklı sınıfların fakirlere karşı duyarsızlığını ve acımasızlığını vurgulayan ama “emek

temalı” sayılamayacak erken tarihli bir karikatüre, 27 Ekim 1908’de yayın hayatına giren Davul dergisinin 24

Şubat 1909 tarihli sayısında rastlanır (Davul, 16, s. 4). Bu karikatür üzerine bir değerlendirme için bkz.

(Brummett, 2003, ss. 295-296).

214 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Kalem dergisinin 7 Ekim 1909 günü çıkan sayısında yer alan karikatürde (Kalem, 56, s. 8

[Resim 4]), bir zabıta memuru ile bir gazete satıcısı (müvezzi) sokakta karşılıklı

konuşmaktadırlar. Ayağında terlikler, yırtık ve yamalı elbiseleriyle müvezzi, bir berduş

görünümündedir. Zabıta memuruna şöyle der: “Affedersiniz ben serseri değilim erkan-ı

matbuattanım, müvezziim.”

[Resim 4]

Bu karikatürün iki temel unsuru veya mesajı söz konusudur: İlk olarak, birkaç ay önce (9

Mayıs 1909’da) Mebusan Meclisi’nden geçerek yasalaşan “Serseri ve Mazanne-i Su’ Eşhas

Hakkında Kanun” (kısaca Serseri Kanunu), olumsuz sonuçları bakımından eleştirilmektedir.11

İkinci ve asıl olarak, basın emekçilerinin kötü yaşam ve çalışma koşulları, işsizlik

sorunları teşhir edilmektedir. Müvezziler, işsiz kaldıkları ve/veya yeterli gelir elde

edemedikleri için perişan serseri görüntüsü vermekte veya serseri sayılmakta, bu nedenle de

güvenlik güçlerinin tazyikine haksız yere maruz kalmaktadırlar.12

Kalem’in 17 Mart 1910 tarihli sayısında çıkan ve “Tünel idaresinde ıslahat-ı cedide”

(Tünel idaresinde yeni ıslahat) üst açıklamasını taşıyan karikatürde (Kalem, 78, s. 5 [Resim

5]) mekan, Tünel’dir. Arka planda işçiler çalışmakta, bir vagonu gaz tenekeleriyle

kaplamaktadırlar. Ön planda, kibirli olduğu belli13

, silindir şapkalı İngiliz müdür14

, bir elinde

11

Kanunun 1. maddesinde “serseri” tanımı yapılmıştır. Buna göre, hiçbir geçim vasıtası bulunmadığı ve

çalışmaya kudreti olduğu halde en az iki ay çalışmayan ve bu müddet zarfında iş bulmak için gerekli teşebbüste

bulunduğunu ispat edemeyip şurada burada dolaşan kimselere “serseri” denir. Kanun hakkında kapsamlı bilgi

için bkz. (Olgun, 2008, ss. 247-280). 12

Kalem’de birkaç sayı sonra benzer bir karikatüre daha rastlanacaktır. Bkz. (Kalem, 61, s. 12). 13

Özellikle uzun ve ince burnu, bacaklarının gerginliği, bir elinin cebinde oluşu ve işçiye uzanan diğer elinin

jestiyle...

İ. Arda Odabaşı 215

gaz tenekesi (üzerinde “The American Refined Petroleum” yazmaktadır), diğer elinde testere

bulunan (muhtemelen gayrimüslim Osmanlı veya Batılı) bir işçi ile konuşmaktadır:

Müdür – İşler nasıl gidiyor?

İşçi – Efendim vagonu itmam için daha dört gaz sandığına lüzum var.

Müdür – Elinizdekilerle idare-i maslahat edin. Sonra bize bu vagon çok pahalıya

oturacak.

[Resim 5]

Bu karikatürde esas olarak, hem modern ama kötü yönetilen bir ulaşım sistemi hem de

İstanbul’daki imtiyaz sahibi yabancı sermayeli şirketler, onların çıkarcı, gayriahlaki ve halkın

zararına politikaları ve yöneticileri eleştirilmektedir. Züppe müdür, halka hizmet değil

maliyeti düşürme derdindedir, bunun için ucuz ve kötü malzeme kullanılmasını istemektedir.

“İşçi ise, sömürülmekten ziyade yabancı çıkarların kuklası olmuş bir figürdür.” Söz hakkı

yoktur ve sadece emirleri yerine getirir (Brummett, 2003, ss. 299, 302).

Kalem’in 12 Mayıs 1910 tarihli nüshasında ise o sırada İstanbul’da gerçekleşmekte olan

tramvay grevi (Yıldırım, 2013, ss. 273-274; Sencer, 1969, s. 215) karikatürize edilmiştir

(Kalem, 86, s. 4 [Resim 6]. O yıllarda tramvaylar “katana” denen atlarla çekilmektedir ve

karikatürde atlar tramvay deposu veya ahırında görünmektedir. Binanın girişinde “Société des

Tramways” (Tramvay Şirketi) yazılıdır. İçerde bir tür küçük çaplı miting söz konusudur.

Zayıflıktan kemikleri sayılabilen katanalar konuşmacıyı dinlemektedirler. Konuşmacı at şaha

kalkmış, gayet hararetlidir. Diğerlerine göre dinç ve güçlü görünmektedir. “Kitle”nin

“öncü”sü gibidir. Arkadaşlarına, grevden asıl zarar görenin kendileri olduğunu haykırır ve

greve karşı çıkar: “Grevden mutazarrır olan var ise o da biziz. Ne saman var ne arpa.

Kahrolsun grev yine yaşasın Şişhane yokuşu.”

14

Çünkü Tünel imtiyazına sahip olan şirket İngiliz şirketidir ve karikatürdeki yazılar -alışılagelenin dışında-

İngilizcedir.

216 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

[Resim 6]

Bu karikatürü farklı şekillerde okumak mümkündür. Çizer, grevin çeşitli kesimlere ve en

çok da üretim araçlarına (atlara) verdiği zararı vurgulamak istemiş olabilir. Veya greve

“ciddi” bir perspektifle yaklaşmayıp, grev karmaşası içinde hayvanların fazlaca

düşünülmediğini ima etmek, hayvanlar üzerinden mizahi bir perspektif sunmak arzusunda

olabilir. Dersaadet Tramvay Şirketi’nin gerçekte atlarını yeterince beslemediği, hayvanların

yollarda (Şişhane’de) beslendiği ve grev nedeniyle dışarı çıkamayınca aç kaldıklarını ima

ediyor da olabilir. Böylece şirketin maliyet düşürme gayretine, aşırı kâr güdüsüne dikkat

çekiyor olması mümkündür. Atlarını bile beslemeyen şirketin işçilerini de beslemediğine ve

beslemeyeceğine mecazi olarak (belki de atlar işçileri simgelemektedir) işaret ediyor olabilir.

Her ne olursa olsun, bu karikatür, işçi sınıfı grevlerinin toplumsal yaşamda kendini

duyumsattığını ortaya koymaktadır.

Kalem’dekinden bir ay kadar önce yayımlanmış olmakla birlikte, yine Tramvay Şirketi’ne,

işçilerine ve atlarına odaklanmış olması bakımından Hayal-i Cedit’in (Çapanoğlu, 1970, s.

100; Çeviker, 1988, ss. 169-170) 5 Nisan günkü nüshasında çıkan bir karikatüre (Hayal-i

Cedit, 6, s. 4 [Resim 7]) göz atmakta fayda vardır.15

Bu karikatürde yolcularla dolu bir

tramvay vagonuna katanalar yerine, ikisinin ayağı çıplak yaşlıca üç işçi (hamal) koşulmuştur.

İspirin16

kırbaç darbeleri altında vagonu çekmekte olan işçilerden biri ile ispir diyalog

halindedir. İspirin ağzından öğreniriz ki hayvanlar (belki de gıdasızlıktan) artık çekmez

olduğu için tramvaya işçiler koşulmuştur. İşçi, “Yeni elektrik midir, nedir? Bir şeyler

söylerler, ondan yapsalar!..” deyince ispir, “senin aklın ermez” diyerek onu tersler ve

konunun bam teline basar: “İdarenin [yani Dersaadet Tramvay Şirketi yönetiminin] hesabına

böyle geliyor, böyle yapıyor.”

15

Hayal-i Cedit’teki bu karikatür, Tramvay Şirketi’nin kamuoyunda veya en azından bir diğer karikatürist

nezdinde ne şekilde algılandığını göstererek, Kalem’deki karikatürü analizde bize yardımcı olabilir. 16

Atlı tramvay vatmanı, arabacı.

İ. Arda Odabaşı 217

[Resim 7]

Bu karikatürde bir yandan tramvayların randımansız çalıştığına işaret edilmektedir. Ama

asıl vurgulanan, Tramvay Şirketi’nin maliyeti düşük, kârı yüksek tutma hedefidir. Şirket,

kendisine mali yük getirecek yenilikler (elektrikli tramvay) yerine işçileri sömürmeyi tercih

etmektedir. Hatta belki de katanalar, işçilere göre daha maliyetli oldukları için işsiz

bırakılmışlardır.

Karikatürde dikkat çeken bir ayrıntı da işçi sınıfının sınıf bilincinden yoksun oluşu olgusu

ve buna bağlı olarak işçi sınıfı içindeki bölünmüşlük ve/veya hiyerarşidir. Nitekim ispir de

ücretli bir işçidir ama katanalar yerine koşulanlardan daha nitelikli bir işgücüdür ve burada

Tramvay Şirketi’nden yana, diğer işçilere karşıt bir konumdadır.

Mizah basınının gündeminde yer tutan bir diğer şirket ve grev de Reji ve Reji (tütün)

işçilerinin 1911 yılındaki grevleridir (Güzel, 1996, ss. 62-63; Odabaşı, 2013, ss. 43-44;

Sencer, 1969, ss. 217-218; Yıldırım, 2013, ss. 277-279). Bundan sonra üç dergide

göreceğimiz emek temalı karikatürlerin hepsinde Reji Şirketi ile tütün işçileri ele alınmıştır.17

10 Ağustos 1908’de yayın hayatına giren, II. Meşrutiyet döneminin en önemli mizah

gazetelerinden biri ve aynı zamanda Türkiye’de en uzun ömürlü mizah yayınlarından olan

Karagöz’ün (Çapanoğlu, 1970, ss. 53-61; Çeviker, 1988, ss. 136-138; Heinzelmann, 2004, ss.

44-56; Üyepazarcı, 2001) 15 Nisan 1911 tarihli nüshasında yayımlanan ilk karikatürün

(Karagöz, 292, s. 1 [Resim 8]) üst başlığı, “İnhisâr-ı duhân imalathanesinde” (tütün tekeli

imalathanesinde)’dir. Bir tarafta Karagöz ile Hacivat kendi aralarında konuşmaktadırlar.

Diğer tarafta Batılı ve varlıklı (şirket yöneticisi ve/veya sermayedar/bankacı) oldukları

üzerlerindeki elbiselerden ve şapkalarından anlaşılan üç kişi bir tütün kıyma makinesinin

17

Brummett, Osmanlı karikatüründe Reji’nin özel yerini özlü bir şekilde ortaya koyar: “Osmanlı karikatüründe

Reji, hem Osmanlı Devleti’nin boyunduruk altında oluşunu, hem de Osmanlı işçisinin sefaletini hatırlatırdı;

ahlakî, sosyal, siyasî ve iktisadî hoşnutsuzluğun göstergesiydi. ... Reji’de çalışanlar sefalet içindeydi, meşrutiyet

mizahı da bu sefaleti görüyordu.” (2003, ss. 287, 291).

218 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

başındadırlar. Üçü birlikte tütün makinesinde tütün değil ama insan kıymaktadır. Karagöz ile

Hacivat arasında şu diyalog geçer:

– Birader... görüyorsun ya...tütün yerine ne kıyılıyor!..

– Evet... bir de temdîd-i imtiyaz talebinde bulunuyorlar... değil mi!..

[Resim 8]

Osmanlı topraklarında tütün imtiyazını/tekelini elinde tutan Reji Şirketi (veya Reji

İdaresi), Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarının bizzat alacaklılar eliyle vergi şeklinde

toplanması için 1883’te yabancı (Alman, Avusturya, İngiliz ve Fransız) sermayeli üç banka

grubu tarafından kurulmuştur. Karikatürdeki üç Batılı, tütün imtiyazını elinde tutan Reji

Şirketi’nin kurucusu üç banka grubunu simgelemektedir. Tütün makinesinde kıydıkları

insanlar, halktan kimseler (belki tütün üreticisi küçük köylü), emekçiler ve o sırada grevde

olan tütün işçileridir.18

Reji Şirketi, elindeki imtiyazı uzatmak derdindedir. Yani halkı,

emekçileri sömürmeyi (kıymayı) sürdürme arzusundadır. Karagöz bu durumu eleştirmekte,

Reji Şirketi’nin (tütünde yabancı imtiyazının) halkın ve emekçilerin zararına olduğunu

vurgulamakta, imtiyazın Reji Şirketi’ne, yani yabancı sermayeye yeniden verilmesine ve

dolayısıyla insan kıyımına karşı çıkmaktadır.19

II. Meşrutiyet dönemi karikatürünün öncü ismi, modern Türk karikatürünün temelini atan

birkaç ustanın başını çeken Cemil Cem’in 10 Kasım 1910’da yayın hayatına soktuğu Cem

dergisinin (Çeviker, 1988, ss. 174-176; Heinzelmann, 2004, ss. 67-71; Üyepazarcı, 2010) 15

18

Yukarıda belirtildiği gibi, bu karikatür 15 Nisan’da yayımlanmıştır. Reji İdaresi, 14 Nisan günü sonunda işe

başlamayan grevci işçilerin istifa etmiş kabul edileceğini bildirmişti (Yıldırım, 2013, s. 279). 19

İki ay kadar önce, Karagöz’ün 18 Şubat 1911 günü çıkan nüshasında yayımlanan bir karikatürde de Reji’nin

ülkeye ettiği kötülükler ağır şekilde eleştirilir, biçare ettiği kesimlere işaret edilir ve imtiyazının uzatılmasına

karşı çıkılır (Karagöz, 276, s. 1). Tam anlamıyla “emek temalı” sayılmasa da geniş bir yorumla böyle bir meyli

taşıdığı öne sürülebileceği için, bu karikatürü de bir “ara kategori” olarak anabiliriz.

İ. Arda Odabaşı 219

Nisan 1911 tarihli sayısında Reji grevinin konu edildiği bir karikatür yayımlanmıştır (Cem,

23, s. 16 [Resim 9]). “Reji grevinin netâyici” (Reji grevinin neticeleri) üst yazılı karikatürde

iki kişi görünür: Biri, tütün satıcısı veya tütün işçisi bir çocuk ama her hâlükârda halktan bir

kimsedir. Diğeri, iri yarı, şişman, redingotlu, papyonlu, bastonlu, şapkalı bir Batılı veya daha

muhtemelen gayrimüslim bir Osmanlı veya Levanten’dir. Varlıklı görünmektedir, mesela

tüccar olabilir. Çocuğa şöyle der: “Toplama nev‘ sigara fiyatı yükselmiş!”

[Resim 9]

Rum çizer A. Rigopoulos’un imzasını taşıyan bu karikatürde, piyasada tütün eksikliğine

neden olduğu için Reji grevinin sigara fiyatını arttırdığına dikkat çekilmiş ve belki de Galata-

Pera muhitinin, yani kentin ticaretine hâkim olan gayrimüslim Osmanlıların, Levantenlerin,

Türkiye’de yaşayan Batılıların, yabancı sermayeli mali kurumların bundan hoşnut olmadıkları

ima edilmiştir. Dolayısıyla grevin olumsuz sonuçlar doğurduğunun altı çizilmek istenmiş

gibidir.20

Kalem’in 4 Mayıs 1911 günü çıkan sayısında iki Reji grevcisi karikatürize edilmiştir

(Kalem, 123, s. 5 [Resim 10]). İkisi de zayıf ve perişan görünümlüdür. Elbiseleri üstlerinden

dökülmektedir, yırtık ve yamalıdır. Her ikisi de sigara içmektedir ve onları birbirine bağlayan

bir “ortak bağ” gibi, sigaralarının dumanları havada birbirine karışmaktadır. İkisinin yüzünde

de bezgin, umutsuz bir ifade vardır. Biri, “yapacak bir şey yok” veya “çare yok” der gibi

20

Cem genel olarak, Batı’ya ve özellikle Fransa ve İngiltere’ye dönük, Pera muhitiyle sıkı ilişki içinde olan bir

yayın çizgisi izlemiştir (Üyepazarcı, 2010, ss. 116-117). Dolayısıyla bu derginin Reji Şirketi’ne ve tütün

işçilerinin grevine bakışının, halka görece yakın bir yayın çizgisi izleyen Karagöz’ünkinden ve İttihat ve Terakki

Cemiyeti’ne yakın bir yayın çizgisi izleyen Kalem’inkinden oldukça farklı ve hatta onlara karşıt olması

anlaşılabilir bir durumdur.

220 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

kollarını iki yana açmıştır. Diğeri kollarını göğsünde kavuşturmuş, ötekine yan gözle

bakmaktadır. Grevci işçiler konuşmaz, sanki “konuşacak bir şey yok” gibidir.

[Resim 10]

Brummett’e göre bu “karikatürün mesajı kadercidir, işçiler sömürülmekte,

yoksullaşmaktadır. Grev yaparlar; ama ufukta koşullarının düzeleceğine dair bir ipucu

görülmemektedir” (2003, s. 299).

Sonuç

“Emek”, Osmanlı karikatürüne ilk kez 1908 Devrimi’nin ardından girmiştir. 1908 Devrimi

ile birlikte emek dünyasında, işçi hareketlerinde görülen olağandışı hareketlilik, bu

başlangıcın zeminini oluşturur. II. Meşrutiyet, emeğin ilk kez karikatürize edilmesi, mizah

basını ile emek hareketlerinin ilk kez kesişmesi bakımından önemli sayılması lazım gelen bir

tarihsel kesittir.

Ancak, 1908-1918 erken döneminde bu tür karikatürlerin çok fazla sayıda olmadığı da

belirtilmelidir. İşçilerin durumu, Osmanlı mizah yayınlarının ana temalarından biri

olmamıştır. Bir “başlangıç” olması kadar, dönemin olağanüstü yoğun gündemi (eski rejimin

tasfiyesi, 31 Mart Olayı ve taht değişikliği, iç siyasetteki sürekli gerginlik, bitmek tükenmek

bilmeyen dış bunalımlar ve savaşlar, günlük yaşama ilişkin sorunlar vs.), emek-sermaye

çelişmesinin henüz ülke gündemini belirleyecek derinlikte olmayışı, işçi örgütlerinin ve

sosyalist hareketin zayıflığı gibi nedenler de bunda etkili olmuş olsa gerektir.

Belki bir diğer neden de emekçilerin somut durumlarının gülmeyi kaldıramayacak

olumsuzlukta oluşudur. Nitekim emek temalı karikatürlerin pek de güldürücü nitelikte

İ. Arda Odabaşı 221

oldukları söylenemez. Karikatür, mizahın resimle ifade ediliş biçimidir ama genelde

karikatüre özgü bir espri taşımayan bu karikatürler daha çok taşlama ağırlıklıdır.

Emek temalı karikatürler çoğunlukla tasvircidir, tespitlerde bulunur: Emekçilerin zor

yaşam ve çalışma koşulları, sefalet içinde bulunuyor olmaları, sömürülmeleri vurgulanır. Bu

vurgunun çizim düzleminde başat aracı, kılık kıyafet ve vücuttur. İşçiler genellikle sıska

çizilirler, elbiseleri yırtık pırtık ve yamalıdır, pabuçları ya elbiseyle uyumludur ya da işçi

zaten çıplak ayaktır.

Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir ayrıntı, “işçi”nin genel görünümüne ilişkindir.

Osmanlı mizah basınında tulumlu, baretli işçiler görmek mümkün değildir. Osmanlı işçisi,

bugünkü algımızla daha çok bir “köylü” görünümündedir. Mizah basınındaki bu görüntü

gerçek yaşamla uyumludur çünkü söz konusu olan, işçi sınıfının, sanayi proletaryasının yeni

doğup gelişmekte olduğu bir dönemdir ve bu durum dış görünüşe de yansımaktadır.

Emeği, emekçileri konu edinen az sayıda çizerin, çoğunlukla emekçilerden yana tavır

aldıkları veya buna meyilli oldukları söylenebilir. Çoğu gayrimüslim olan bu çizerler, emekçi

sınıfların günlük yaşamda ne denli önemli bir yer tuttuklarının ve ezildiklerinin

bilincindedirler. Süreli yayınlar düzleminde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yakın bir yayın

çizgisi izleyen Kalem, en çok emek temalı karikatür yayımlayan dergidir. Karikatürcüler

düzleminde ise çizgisinin emekten/emekçilerden yana netliği ve taşlamalarının sertliği

bakımından Mehmet Fazlı Bey’i anmak gerekir.

Emek temalı karikatürlerde siyasi iktidar doğrudan hiç eleştirilmemiştir. Eleştiri okları,

varlıklılara, yüksek tabakalara, patronlara ama belki de en çok yabancı sermayeli şirketlere

(Reji, Tramvay Şirketi ve Tünel) yöneltilmiştir. Osmanlı topraklarında çeşitli imtiyazlara

sahip Avrupa sermayeli şirketler, halka hizmet etmeyip kârlarını maksimize etmek uğruna

kalitesiz hizmet sundukları, çalışanlarını sömürdükleri, halka ve ülkeye zarar verdikleri için

eleştirilmişlerdir. Dönem mizah basını ve karikatürünün dikkatini, emek-sermaye

çelişmesinden ziyade – böyle adlandırılmasa da – “Avrupa emperyalizmi” ile Osmanlı

Devleti, yabancı sermayeli şirketler ile Osmanlı halkı/emekçileri arasındaki çelişki ve

mücadele çekmiştir.

KAYNAKÇA:

Karikatürler

Cem, 23 (2 Nisan 1327), s. 16.

Davul, 16 (11 Şubat 1324), s. 4.

Hayal-i Cedit, 6 (23 Mart 1326), s. 4.

Kalem, 19 (25 Kânunuevvel 1324), s. 4.

Kalem, 56 (24 Eylül 1325), s. 8.

Kalem, 61 (29 Teşrinievvel 1325), s. 12.

Kalem, 78 (4 Mart 1326), s. 5.

Kalem, 86 (29 Nisan 1326), s. 4.

Kalem, 123 (21 Nisan 1327), s. 5.

Karagöz, 276 (5 Şubat 1326), s. 1.

Karagöz, 292 (2 Nisan 1327), s. 1.

222 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Lâklâk, 2 (16 Temmuz 1325), s. 4.

Lâklâk, 13 (1 Teşrinievvel 1325), s. 1.

Kitaplar ve Makaleler

Brummett, P. (2003). İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm 1908-1911. Çev.,

Ayşen Anadol. İstanbul: İletişim.

Çakır, H. (2006). Tarihimizin İlk Mizah Dergisi Diyojen’in Kapatma Cezalarına Yine Mizahi

Yoldan Gösterdiği Tepkiler. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 15,

161-172.

Çapanoğlu, M. S. (1970). Basın Tarihimizde Mizah Dergileri. İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti.

Çeviker, T. (1986). Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü-I Tanzimat ve İstibdat Dönemi (1867-

1878 / 1878-1908). İstanbul: Adam.

Çeviker, T. (1988). Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü-II Meşrutiyet Dönemi (1908-1918).

İstanbul: Adam.

Eldem, V. (1970). Osmanlı İmparatorluğunun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik. Ankara:

Türkiye İş Bankası.

Erdem, Y. (1998). Basın ve Sansür: Hayâl’in Tatilleri. Müteferrika, 14, 3-35.

Fenoglio I. ve Georgeon F. (der.) (2007). Doğu’da Mizah. Çev., Ali Berktay. İstanbul: YKY.

Georgeon, F. (2007). Osmanlı İmparatorluğu’nda Gülmek mi?. Doğu’da Mizah. Fenoglio I.

ve Georgeon F. (der.) içinde. İstanbul: YKY. 79-101.

Gündoğdu, C. (2009). Diyojen Dergisi ve Dizini. Müteferrika, 35, 49-90.

Güzel, M. Ş. (1996). Türkiye’de İşçi Hareketi 1908-1984. İstanbul: Kaynak.

Heinzelmann, T. (2004). Osmanlı Karikatüründe Balkan Sorunu 1908-1914. Çev., Türkis

Noyan. İstanbul: Kitap.

İskit, S. (1943). Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikaları. Başvekâlet Basın ve Yayın

Umum Müdürlüğü.

Koloğlu, O. (2005). Türkiye Karikatür Tarihi, İstanbul: Bileşim.

Koloğlu, O. (2010). Osmanlı Dönemi Basınının İçeriği. İstanbul: İstanbul Üniversitesi

İletişim Fakültesi.

Nalcıoğlu, B. U. (2013). Osmanlı’da Muhalif Basının Doğuşu 1828-1878. İstanbul: Yeditepe.

Odabaşı, İ. A. (2013). II Meşrutiyet Döneminde Emekten Yana ve Ilımlı Sosyalizm Yönelimli

Bir Yayın: Say ü Amel. Akdeniz İletişim, 20, 32-47.

Olgun, K. (2008). 1908-1912 Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın Faaliyetleri ve Demokrasi

Tarihimizdeki Yeri. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi.

Ökçün, A. G. (1996). Ta’til-i Eşgal Kanunu, 1909 Belgeler – Yorumlar. Ankara: Sermaye

Piyasası Kurulu.

Özdiş, H. (2010). Osmanlı Mizah Basınında Batılılaşma ve Siyaset (1870-1877) Diyojen ve

Çaylak Üzerinde Bir Araştırma. İstanbul: Libra.

Sencer, O. (1969). Türkiye’de İşçi Sınıfı – Doğuşu ve Yapısı. İstanbul: Habora.

İ. Arda Odabaşı 223

Üyepazarcı, E. (2001). Uzun Soluklu Bir Halk Gazetesi Karagöz ve Kurucusu Ali Fuad Bey.

Müteferrika, 19, 17-33.

Üyepazarcı, E. (2002). Türk Basınının İlk Mizah Dergilerinden: Çıngıraklı Tatar.

Müteferrika, 21, 27-44.

Üyepazarcı, E. (2006). Türkiye’de Çıkan İlk Mizah Dergisinin Öyküsü: Terakki, Terakki-

Eğlence, Letaif-i Asâr. Müteferrika, 30, 85-106.

Üyepazarcı, E. (2008). II. Meşrutiyet’in İlanı Sonrasındaki Gelişmeler Işığında Dönemin

Nitelikli Mizah Dergisi: Kalem I-II. Müteferrika, 33-34, 59-98 / 99-118.

Üyepazarcı, E. (2010). Sıradışı Bir Çizer: Cemil Cem ve Kendi Adıyla Çıkardığı Mizah

Dergisi: Cem I. Müteferrika, 37, 113-130.

Yıldırım, K. (2013). Osmanlı’da İşçiler (1870-1922) Çalışma Hayatı, Örgütler, Grevler.

İstanbul: İletişim.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Erken Cumhuriyet Dönemi Basınında Zonguldak Kömür

Havzası ve Kömür İşçileri: Meslek Gazetesi Örneği

Eminalp MALKOÇ

Özet

1924’ün son günlerinden itibaren 1925 Eylül ayına kadar yayımlanan Meslek, adından da

anlaşılacağı üzere mesleki temsil düşüncesinin savunulduğu süreli bir yayın organı idi. Haftalık

resimli bir gazete olarak çıkmıştı. Başyazarı Muhittin Birgen’in “iktisadi bir gazete” tanımlaması, bu

süreli yayın organının büyük ölçüde içeriğini yansıtmaktaydı.

Meslek’te barolar, çeşitli esnaf cemiyetleriyle meslek örgütleri, Türkiye’deki işçi örgütlenmeleri ve

işçi sınıfının geçmişi hakkında yayınlar yapılmıştı. Ayrıca ticaret ve sanayi alanlarındaki gelişmelerle

genel ekonomik yapılanma hakkındaki yazı, haber ya da araştırmalara yer verilmişti. Bunların yanında

düşünce yazılarıyla birçok farklı konuda makale ya da haberler yayımlanmıştı.

Türkiye’nin ekonomik yapısı ile ilişkili birçok farklı konuda haber ya da değerlendirmeler içeren

Meslek gazetesinin odaklandığı ve mercek altına aldığı alanlar arasında Zonguldak kömür havzası ve

kömür işçileri de vardı. Nitekim gazetede “Türk Kömürlerinden İstifade Etmemiz İçin”, “Ereğli-

Zonguldak Havza-i Fahmiyesinde Kömür İstihsali” ve “Ereğli Zonguldak Kömür Havzasında Türk

İşçiliği” gibi özel incelemelere dayalı yayınlar yapılmıştı. Toplam 38 sayı olarak çıkan Meslek’te

kömür havzası, bölgenin ulaşım şartları ve limanları, kömür işletmelerinin şartlarıyla kömür

havzasının çalışanlarına yönelik yazılar, derginin çıkmış toplam sayısının üçte birine yayılmıştı.

Bu çalışma ile Meslek gazetesinin Zonguldak kömür havzası ve kömür işçilerine yönelik

yayınlarının incelenmesi amaçlanmaktadır. Bunun yanında 3-4 Mayıs 2013 tarihli LaborComm IV.

Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda sunulan “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere

Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi

Hareketleri” adlı – aynı gazetenin işçilere yönelik genel yaklaşımını ortaya koyan – bildirinin kömür

havzası ve kömür işçilerine yönelik spesifik bir incelemeyle desteklenmesi düşünülmüştür.

Giriş

15 Aralık 1924 ile 1 Eylül 1925 tarihleri arasında haftalık resimli bir gazete kimliğiyle

çıkan Meslek, üretim ve tüketim ilişkileri çizgisinde incelemeler yayınlamış, ekonomik

gelişmeleri kamuoyuna yansıtmış; haber niteliğindeki yazılarla düşünce yazılarına yer

vermişti. Gazete tarafından meslekçilik, mesleki temsil düşüncesi savunulmuş ve mesleki

temsil hareketlerinin doğal bir esprisi olarak meslek kuruluşları/örgütlenmeleri takip

edilmişti. Meslekçilik, erken Cumhuriyet döneminde meslek örgütlenmeleri, dönemin

ekonomik yapılanması ve Muhittin Birgen gibi araştırma konuları açısından değerli verileri

içeren Meslek gazetesi, işçi tarihine, işçilere, çalışma şartlarına ve örgütlenmelerine yönelik

yayınlar yapmıştı (Arıkan, 2007, ss. 60-63; Koraltürk, 2001, ss. 83-86; Özel, 2006, ss. 253-

258).

Bu bildirinin 4 Mayıs 2014 tarihinde sunulmasından 10 gün kadar sonra, 13 Mayıs 2014 Soma’da 301 kömür

madeni çalışanının hayatını kaybetmesine yol açan ve Soma Faciası olarak basına yansıyan elim bir gelişme

yaşanmıştır. Bu çalışmayı, Türkiye’de yaklaşık 100 senede kömür madenciliği alanında ne yapılıp yapılmadığını

ele alacak/karşılaştıracak araştırmalara katkıda bulunması temennisiyle maden şehitlerine ithaf etmek yerinde ve

anlamlı olacaktır.

İTÜ, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü.

226 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Meslek, 15 Kanun-ı Evvel (Aralık) 1924, Sayı:1 (Gazetede yıl 1925 olarak verilmiştir).

Meslek gazetesinin – işçilerle ilişkili olarak – odaklandığı ve mercek altına aldığı alan ya

da konular arasında Zonguldak Kömür Havzası ve kömür işçileri de vardı. Nitekim gazetede

“Türk Kömürlerinden İstifade Etmemiz İçin”, “Ereğli-Zonguldak Havza-i Fahmiyesinde

Kömür İstihsali” ve “Ereğli Zonguldak Kömür Havzasında Türk İşçiliği” gibi özel

incelemeler yayınlanmıştı. Toplam 38 sayı olarak çıkan Meslek’te kömür havzası, bölgenin

ulaşım şartları ve limanları, kömür işletmelerinin durumuyla kömür havzasının çalışanlarına

yönelik – doğrudan ya da dolaylı – yazılar yaklaşık olarak derginin çıkmış sayılarının üçte

birine yayılmıştı.

Bu çalışma ile Meslek gazetesinin Zonguldak kömür havzası ve kömür işçilerine yönelik

yayınlarının incelenmesi amaçlanmaktadır. Bunun yanında 3-4 Mayıs 2013 tarihli

LaborComm IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda sunulan “Cumhuriyet’in İlk

Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden

Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri” adlı – aynı gazetenin işçilere yönelik

genel yaklaşımını ortaya koyan – bildirinin, kömür havzası ve kömür işçilerine yönelik

spesifik bir incelemeyle desteklenmesi öngörülmüştür.

Meslek Gazetesi ve Zonguldak Kömür Havzası

Meslek gazetesinde yayınlanmış araştırma dizisine göre dünyanın zengin kömür

kaynaklarından biri Türkiye’de bulunuyordu ve Ereğli-İnebolu arasındaki Karadeniz sahili

büyük bir kömür rezervine sahipti. Bu rezervi oluşturan yatakların yüzeye yakınlığı nedeniyle

Eminalp Malkoç 227

kömür çıkarılması kolay bir işlem olduğu gibi çıkarılan kömürlerin kalitesi yüksek seviyede

idi. Üstelik maden havzasında işçi ücreti pahalı değildi; tarıma fazla müsait olmayan çevre

nedeniyle halk madenlerde çalışmaktan kaçmıyordu. Ayrıca madencilik açısından gerekli

temel elemanlardan odun ve keresteye, havzanın yanı başında ulaşılabiliyordu. Bölgenin

nakliyat açısından da deniz gibi bir avantajı vardı1.

Böyle analizlerden sonra gazete, “Türkiye’de yüksek evsafı [kaliteyi] haiz zengin kömür

madenleri bulunmasına rağmen bunlardan istifade edemiyoruz, istifade edebilmek için ne

yapmalıyız?” sorusuyla Zonguldak kömür havzası ve Türk kömürcülüğü ile bu alanın

çalışanlarına ilgisini ortaya koymuştu. (Meslek, 17 Şubat 1925, s. 10; Meslek, 1 Eylül 1925, s.

1)2. Nitekim gazetenin perspektifine, Muhittin Birgen’in “bu zengin kömür hazinesinden

istifade edebilmemiz için ibtidai surette elzem olan her şey vardır. Nakil için birinci derecede

elzem olan kolaylık da, deniz vasıtası suretiyle, mevcut bulunduğuna göre bu büyük servetten

niçin istifade edemediğimizi düşünmek ve onun çarelerini aramak borcumuzdur” sözleriyle

netlik kazandırılacaktı. Birgen’in yazısında yeni devletin kuruluş sürecinden itibaren kömür

havzasının gündemi işgal etmekle birlikte gerek hükümetin gerekse özel sektörün

etkinliklerine rağmen bir sonuç alınamaması, birbirini tamamlayan programlı bir faaliyet

yürütülmemesine bağlanacaktı. Yazarın bir endişesi de Ankara-Ereğli demiryolu hattının

inşasının başlaması halinde, bölgede işçi yevmiyelerinin yükselecek olmasından kömür

havzasının üretiminin – işçi kaybının paralelinde – etkilenme ihtimaliydi. (Meslek, 1 Eylül

1925, s. 1).

Meslek, 17 Şubat 1925, Sayı:10.

Ereğli Zonguldak Maden Kömürü Havzası ve Haftalık Takvim: Zonguldak Limanı ve Şehri

Müstahsilleri, amelesi, kömürünün kıymeti, havzanın temdini hakkında “Meslek” tedkikat icrasını

vazife add etmiştir.

1 “Binaenaleyh gerek sahilde ve gerekse dâhilde çalışan maden kömürü ocakları imalatı umumiyetle su

sathından yukarıda ve en kolay şerait dâhilindedir. Arkasında ormanı, önünde deniz bulunan ve birinci

metreden itibaren kömür istihsali mümkün olan böyle bir servet kaynağından bugüne kadar kemaliyle istifade

edilememesi ve elyevm de istifade edilecek çarelerin bulunamaması cidden teessür ve teessüfle telakki

edilmelidir”. (Meslek, 17 Şubat 1925, s. 10). 2 Meslek’te 1925 Şubat ortalarında “Ereğli-Zonguldak havzasının kıymet ve vüsati, henüz hesap edilmemiştir.

Ancak hesabı müşkül olacak derecede geniş bir havza olduğu aşikârdır. Zonguldak ‘maden kömürü havzası’

Türkiye’nin en ciddi en kıymetli menabii istihsaliyesinden biri ve belki birincisi olduğu cihetle havzanın vüsat ve

kudreti, bugün ki istihsal şeraiti, kömürünün kıymeti, müstahsillerin vaziyeti, amelenin ahvali umumiyesi,

havzanın temdini çareleri hakkında suret-i mahsusada tedkikat icrasını ‘Meslek’ vazife addettiğinden bu

haftadan itibaren bu mevzulara dair neşriyatta bulunacaktır” cümleleriyle bu alanda inceleme yapılacağı

duyurulmuştu. (Meslek, 17 Şubat 1925, s. 10).

228 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Birgen, sorunu belirleyip tanımladıktan sonra çözüme yönelik iki model önermişti; ya

devlet veya büyük bir şirket aracılığı ile kapsamlı bir proje hazırlanarak hızlı harekete

geçilecek ya da evrimci bir çizgide reformlarla aşamalı bir gelişim sağlanacaktı. Muhittin

Birgen kendi tercihini “Tedrici bir inkişaf temin etmek üzere yapılacak parça parça ıslahat

üzerine istinad edecek muayyen bir plan dâhilinde, bu havzayı Türk sermayesiyle işleyen ve

mebzul [bol] bir istihsal yapan milli bir servet membaı haline getirmek usulü bizce takip

edilmesi lazım gelen doğru yoldur” ifadeleriyle ortaya koymuştu. Öte yandan Muhittin

Birgen’in önerisi doğrultusunda “İşte bu yoldan gidilmesini istediğimiz içindir ki ‘Meslek’

Türk kömürcülüğünün inkişafını temin edecek bir faaliyet programının nelerden ibaret

olduğunu göstermek için yaptığı tedkikat neticesinde vasıl olduğu fikirleri gelecek nüshadan

itibaren yazmaya başlayacaktır” açıklamasına başvurulması, Meslek gazetesinin kömürcülüğe

yönelik araştırmalarının bir başka nedenini daha açıklığa kavuşturuyordu3. (Meslek, 1 Eylül

1925, s. 1). Üstelik gazeteye göre o dönemde “… takibi lazım gelen siyaseti tesbite çalışmak,

yalnız Zonguldak havzasını değil, bütün Türkiye’nin iktisadi refahı, bütün memleketin saadeti

namına elzem görülmekte” idi. (Meslek, 24 Mart 1925, s. 18).

Türkiye’de Kömürün ve Zonguldak Havzasındaki İşletmelerin Geçmişi

Meslek’te Zonguldak kömür havzası ve işletmelerin şekil, yapı ve şartları hakkındaki

incelemelerden önce, gerek kömür bulunan bölgeye komşuluğu gerekse limanı nedeniyle

kurumsal, hukuki ve ticari düzlemlerde “Ereğli”nin adının ön planda tutulduğu

değerlendirilerek adeta terminolojik bir başlangıç yapılmıştı4. Bu belirlemeden sonra konu

alınacak ve incelemelerde ön planda tutulacak havzanın sınırlarının çizilmesine geçilmiş ve

dolayısıyla öncelikle gazetenin aylara yayılacak inceleme yazılarının hangi alanları kapsadığı

ortaya konulmuştu. Gazetenin incelemeleri açısından giriş niteliğinde ele alınabilecek bu

satırlara bölgedeki kömürcülük hakkında bilimsel düzeyde ve ciddi bir araştırmanın

yapılmadığı da eklenmişti. Bununla birlikte “Yalnız şimdiye kadar imalat yapılan sahalarda

istihsalat sebebiyle yapılan tedkikat ve mühendislerimizden bazılarının mevzu-ı tedkikatı,

harbi umumi esnasında Almanların mütareke esnasında İtalyanların ve nihayet Mühendis

‘Rally’nin tedkikatı ile kanaat edeceğiz” sözleriyle gazetenin konu hakkındaki yazılarının

referanslarına işaret edilmişti. (Meslek, 17 Şubat 1925, s. 10).

Bölgede kömürün bulunmasının çok gerilere gitmediğini, II. Mahmut döneminde Uzun

Mehmet tarafından bulunduğunu hatırlatan (Meslek, 17 Şubat 1925, s. 10) Meslek gazetesine

göre kömür havzasının işletilmesine yönelik incelemeleri değerlendirirken, gerek

sektörel/işletme gerekse kömür açısından tarihsel bir çizgi oluşturmak zorunluluktu. (Meslek,

24 Şubat 1925, s. 10). Gazete bu bağlamda devlet düzeyindeki kömür siyasetine öncelik

vererek Zonguldak kömür havzasının idaresinde takip edilen siyasetin zaman zaman

değiştiğinin/değiştirildiğinin altını çizmişti (Meslek, 24 Mart 1925, ss. 18-19)5.

3 Gazete, havzada ilerleme sağlamak için büyük sermayeye ihtiyacın olduğunu ancak küçük sermaye ile hariçten

sermaye koymayarak kendi yağıyla kavrulması gibi bir yöntemle havzanın kurtarılabileceğini savunmuştu. Bu

görüş çerçevesinde, maden işlerinde yabancı sermayeden istifade etmek en sonda düşünülecek mesele idi.

(Meslek, 24 Şubat 1925, s. 10). Gazetenin temel değerlendirmesi, millileştirme kanalıyla yani yerli sermaye

aracılığı ile büyük kazanç sağlanabileceği ve bundan işçiler dahil herkesin olumlu etkileneceği yönündeydi.

(Meslek, 24 Mart 1925, s. 19). 4 Ereğli Havza-i Fahmiyesi (Ereğli Kömür Havzası), Ereğli Maden Kömürleri, Ereğli Osmanlı Şirketi, Bender

Ereğli Anonim Şirketi gibi. 5 Zonguldak kömür havzası, idaresi ve işçiler hakkında bkz.: Aytekin, E. Attila (2007), Tarlalardan Ocaklara,

Sefaletten Mücadeleye, Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası İşçileri 1848-1922, İstanbul:Yordam Kitap; Çıladır,

Sina (1977), Zonguldak Havzasında İşçi Hareketlerinin Tarihi 1848-1940. Ankara:Yeraltı Maden/İş Yayınları;

Gürboğa, Nurşen (2009), Mine Workers, The Single Party Rule, And War The Zonguldak Coal Basin As The Site

Of Contest 1920-1947, İstanbul: Ottoman Bank Archives And Research Centre. Gürboğa’nın çalışmasında yer

yer referans olarak Meslek gazetesine başvurulmuştur.

Eminalp Malkoç 229

Zonguldak ve civarında kömürün bulunmasından sonra gazetenin ifadesiyle “hükümet

işletme usulü” uygulanmıştı. Bunun paralelinde maden ocakları, Ereğli’de oluşturulan

“Maden-i Hümayun Nazırı”nın denetim, kontrol ve idaresi altında mahalli müteahhit ve

mültezimlere verilmiş; çevre kazaların halkları ile hayvanları “Müretteb [sıra, dizi] Usulü”

adıyla bu ocaklara belli bir sıra içinde tahsis edilmişti. Bu ocakların maden sütunu gibi çeşitli

ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla yine aynı sistem içinde bölge halkı ve hayvanları

üzerinden bir düzen daha oluşturulmuştu. Böyle uygulamalar, gazete tarafından özellikle

bölge halkı açısından iç açıcı/olumlu gelişmeler olarak ele alınmamıştı6. Ereğli madenlerinin

işletilmesine yönelik ilk nizamname hakkında da bilgi veren gazeteye göre (Meslek, 24 Şubat

1925, s. 10) havzada devlet işletmesi usulü o kadar büyük şiddet ve kuvvetle uygulanmıştı ki

bu, havzaya komşu bütün yerlerin ahalisini etkilemiş; senelerce halk, mal ve canıyla kürek

mahkûmları gibi madenlerde çalıştırılmıştı. Bunların yanında bölge ormanları hiçbir kayıt ve

şarta bağlı olmaksızın madenlere tahsis olunurken devlet gemileri, nakliyat işlerinde

kullanılmıştı. Özetle devlet idaresi, bu işletmede olumlu sonuçlar almak için memleketin

bütün kaynaklarını israftan geri durmamıştı. Ancak sonuç itibariyle Bahriye teşkilatına bağlı

düzen de dahil olmak üzere devletin uygulamaları başarıya ulaştırılamayacaktı. (Meslek, 24

Mart 1925, ss. 18-19).

Zamanla Türkiye’nin kömüre olan ihtiyacı arttığından hükümet kurumları dışında

piyasalara kömür sağlamak zorunluluğu ortaya çıkmış; hem bu ihtiyacı karşılamak hem de

işletmeci durumundaki mültezimleri motive etmek amacıyla üretimin % 60’ının harice

satılmasına izin verilmişti. % 40’lık oranın ise hükümetin tespit edeceği fiyatla yine hükümete

ait olması kabul edilmişti. Meslek gazetesinin yaklaşımıyla madenlerin hükümete ait olması,

maden ekipmanı ile işçisinin yine hükümet aracılığıyla sağlanmasından dolayı doğal

görünmekteydi. Kısa müddet sonra gerek ihtiyacın artması gerekse deniz ticaretindeki

ilerleme, yeni bir düzenlemeyi zorunlu kılmıştı. Bu çerçeve içinde “Gürcü Kumpanyası”

adıyla tanınan bir şirket faaliyete geçmiş ve havzada Gürcü Kapısı olarak tanınan Kozlu’daki

ocak açılmıştı. Avrupa ölçülerinde kömür çıkarılması düşüncesiyle faaliyete geçirilen ilk

yapılanma burası olacaktı. (Meslek, 24 Şubat 1925, s. 10)7. Ancak, gazetenin

tarihlendirmesiyle 19. yüzyılın sonlarında, 25 Teşrin-i Sani/Kasım 1309 (7 Aralık 1893)

tarihinde verilen imtiyaz ile işe başlayan Ereğli Şirket-i Osmaniyesi8 de bölgedeki tesisi

çağdaşlaştıramayacaktı. Bu arada maden işleri, Maden-i Hümayun Nezareti’nden Nafia’ya

oradan da Ziraat ve Ticaret Nezareti’ne devredilmiş ve en son Meşrutiyet’in ilanının ardından

yabancı sermayeye açılmıştı. (Meslek, 24 Şubat 1925, s. 10)9.

6 Gazetede yanlış olarak “24 Nisan 38” tarihi verilmişti. Oysa 24 Nisan 1283/1867 olmalıydı.

7 Meslek’in satırlarında Gürcü Kumpanyası olarak okunan şirket başka kaynaklarda “Kurci Kumpanyası”

(Çıladır, 1977, s. 59 vd) ve “Giurgi Şirketi” (Aytekin, 2007, s. 31) olarak geçmektedir. 8 Gazete şirketin Fransız misyonerlerine ait olduğunu yazmıştı.

9 Gazetenin detaylı anlatımı açısından bakıldığında havzanın idaresi, Bahriye’ye yani askeri bir idareye

bağlanmışsa da başarıya ulaşılamamıştı. Meslek bu dönemi “Bila vasıta devlet işletmesi devri” olarak

adlandırmıştı. Bundan sonra havza yine bahriyeliler idaresinde olmak üzere “bil-vasıta” işletilmeye başlanacaktı.

Bu şekilde dahi madenlerin ihtiyacı olan amele, malzeme, sütun, para vesaire devlet idaresince sağlandığından

kömürün önemli kısmı devletçe satın alınmaktaydı. Bu dönemden 1920’li yıllara idareden alacaklı ve bazen de

bu idareye borçlu birçok madenci kalmıştı. Bir müddet sonra hükümet çıkarılan kömürün bir kısmının mültezim

tarafından serbestçe satılması yöntemini yürürlüğe sokmuş ve bu yöntem serbest satılan miktarın zamanla

artırılmasına bağlı olarak uzun bir zaman devam etmişti. Gazete bu dönemi de “bilvasıta devlet işletmesi devri”

olarak ele almıştı. Bir süre sonra Bahriye İdaresi çıkarılan kömürden dilediği zaman bir kısmını satın alma

hakkını korumak şartıyla daha fazla serbestlik getirmişti. Bu sırada 390 maden, yerli sermayedarlar tarafından

işletilmekteydi. Bu devreye gazete “mültezimler işletmesi devri” adını vermişti. Madenlerin idaresi, Bahriye

Nezareti’nden Nafia Nezareti’ne ve kısa bir zaman sonra Ziraat ve Ticaret Nezareti’ne bırakılmıştı. Havzaya,

yabancı sermayenin girişi, Nafia Nezareti’nin zamanında olmuştu. Bu teşekküllerin, havzanın geneline

yayılmalarına engel hiçbir araç bırakılmamıştı. Gazete bu dönemi “ecnebilerin hakimiyeti devri” olarak

değerlendirmişti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanların yerini İtalyanlar almıştı. Milli Mücadele yıllarıyla

230 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Meslek, erken Cumhuriyet döneminde kömür havzasındaki Fransız Şirketi elindeki

işletmenin son derece geri düzeyde olduğunu, en basit araçların kullanılması gereken

alanlarda bile ucuz insan gücüne başvurulduğunu, bunlara rağmen kömürün pahalıya mal

edildiğini belirtirken verimin artırılması çizgisinde bilimsel yöntemlere başvurulmasını,

havzanın makineleştirilmesini ve nakliye işlemlerinin yeniden düzenlenmesini savunmuştu.

(Meslek, 10 Mart 1925, s. 4).

Meslek gazetesi, bölgenin potansiyelini “Büyük muharebede Alman heyet-i fennîyesi bütün

Anadolu’yu baştan aşağıya ilim gözüyle tedkik etmişlerdi. Bu tedkikat neticesinde verdikleri

karar şu idi: Türkiye’de derhal sermaye vazına kabiliyetli Zonguldak Kömür Madenleri, Bolu,

Kastamonu ormanları ve Ergani Bakır Madeni” cümleleriyle aktarırken (Meslek, 26 Mayıs

1925, s. 8) kaçınılmaz bir şekilde aynı alanın ekonomik ve coğrafi konumunu da

değerlendirmişti. Bu çizgide Zonguldak-Ereğli kömür havzasının rezervlerinin yanında

konum açısından da avantajlı bir duruma sahip olduğu sık sık belirtilmişti. Dolayısıyla

gazetede bölgenin işletme şekil ve tarzlarının yanında ulaştırma ve nakliye şartları da ele

alınmıştı. Bu noktada temel sorun avantajların kullanılabilir, verimi etkileyebilir bir seviyeye

getirilmesiydi ki bu ulaşım şart ve araçlarının geliştirilmesiyle doğrudan ilişkiliydi.

Meslek, 24 Mart 1925, Sayı:15.

Zonguldak Kömür Havzasında Fransız Mahallesi

Bölgenin ulaştırma ve nakliye gibi alanlar açısından önemli ve kısa süre içinde aşılması

gereken sorunlarından biri limanlar meselesi idi. (Meslek, 23 Haziran 1925, s. 17; Meslek, 4

Ağustos 1925, ss. 1-2)10

. Havzanın dışarıya ulaşım ve nakliye olanaklarını geliştirme

amacıyla gerçekleştirilen bir diğer atılım, o yıllarda hükümetin tamamlamaya çalıştığı Ereğli-

Karadere Hattı idi. (Meslek, 17 Şubat 1925, s. 10; Meslek, 26 Mayıs 1925, s. 8).

Kömür Havzasının İşçileri ve Yaşam Şartları

Meslek gazetesi Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası, bölgenin rezervleri ve verimliliği ile

ilgili incelemeleri kapsamında işletmelerin doğal ve asıl parçası olması münasebetiyle kömür

birlikte havzanın Türkleştirilmesine çalışılmıştı. (Meslek, 24 Mart 1925, s. 18). Akademik çalışmalarda Hazine-i

Hassa dönemi (1848-1865), Bahriye Nezareti dönemi (1865-1896), Fransız sermayesinin havzaya girişi ve 1908

sonrası gibi dönemlendirmelere/kategorilendirmelere yer verilmektedir. Ereğli Şirketi’nin imtiyaz alması

hakkında da 1893, 1896 gibi farklı tarihler geçmektedir. (Aytekin, 2007, ss. 27-40; Çıladır, 1977, ss. 70-71). 10

Arka planı ve geniş bir bölge içindeki orman, kömür, bakır, kurşun gibi maden yatakları değerlendirilerek

özellikle İnebolu limanına gazete tarafından önem verilmişti. (Meslek, 9 Haziran 1925, s. 5; Meslek, 7 Temmuz

1925, s. 5; Meslek, 11 Ağustos 1925, s. 12; Meslek, 18 Ağustos 1925, s. 4).

Eminalp Malkoç 231

işçilerine de yer ayırmıştı11

. (Meslek, 10 Mart 1925, s. 4). Üstelik gazetenin ifadesiyle “Maden

ocaklarında muzdaribane çalışan amele, Karadeniz’in kıraç sahillerinde toprak istihsaliyle

hayatını temin edemeyen zavallı köylülerdi”. (Meslek, 3 Mart 1925, s.8).

Meslek’in İşçi Sınıflaması ve Maden Kömürü Tahmil-Tahliye Amelesi

Ereğli-Zonguldak kömür havzasındaki işçi kitlesi, genel sanayi [sanayi-i umumiye] işçileri

ve özel sanayi [sanayi-i hususiye] işçileri olmak üzere iki başlık altında sınıflandırılmıştı.

Genel sanayi işçileri tesviyeci, tornacı, marangoz gibi sanat sahiplerinden özel sanayi işçileri

ise kazmacı, tamirci, yıkayıcı, lağımcı ve yükleyicilerden [tahmilci] oluşuyordu. Kömür

işçilerinin % 95’ini12

oluşturan özel sanayi işçileri, madenlerde iş bulamadıklarında asıl

meslekleri olan çiftçiliğe dönmekteydiler13

ki bunlar için aslında maden işçiliği geçici bir ara

formüldü. Bu noktada Meslek, madenleri verimli kılacak faktörlerden biri olan işçi sınıfını

yaratmak için bu iki yönlülüğe son verilmesi gerektiğini vurgulamıştı ki bunun anlamı

madencilik açısından uzman/profesyonel bir işçi kesimi yetiştirmek ya da oluşturmaktı.

(Meslek, 3 Mart 1925, s. 8).

Meslek, özel sanayi [sanayi-i hususiye] işçileri olarak limandaki nakliye ve yükleme-

boşaltma işlerini yürüten, hemen tamamı Ereğli halkından olan işçiler hakkında da yaptıkları

işlerden kazançlarına kadar oldukça doyurucu bilgileri kamuoyuna aktarmıştı. (Meslek, 3

Mart 1925, s. 8). Bölgede Ereğli’den Zonguldak ve Kilimli’ye kadar yaklaşık 27 millik

sahilde maden kömürü nakliyat ve kömür yüklemesi yapılacak iskele ve oluk (maden

ocaklarının sahilde kömür yüklemesi yaptıkları iskele) sayısı 18 civarındaydı. Bu iskelelerden

senede – Zonguldak limanı hariç – beş yüz bin tona yakın kömür naklediliyordu. Bunların

nakliyat ve yükleme işlerinde çalışan işçiler tamamen Ereğli halkındandı. Bu faaliyet, 800 kişi

ve 78 kadar kömür naklinin gerçekleştirildiği kayıkla yürütülüyordu ki her kayıkta dört işçi

bulunuyordu. Bir kayıkla bir günde asgari 80 ton kömürün nakli ya da yüklemesi yapılırdı.

Her kayığın kazancı 5 kısma bölünürdü: Bir birim kayık hakkı ayrılır ve diğer 4 birim çalışan

işçilere paylaştırılırdı. Zorunlu masraflarla kumanya bedeli genel hasılattan çıkarılırdı.

Kayıklar, oluktan kömür alarak geminin bordasına yanaşır ve bu kömürü ufak küfelere

doldurarak geminin küpeştesine teslim ederek görevini yerine getirirdi. Gemilerde ayrıca

kömürün istifi için yükleme amelesi bulunuyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu işçilerin

ücreti her iskele için belirlenmişti. Ton başına kayık ücreti 40 kuruş, amele ücreti 25 kuruştu.

Gazetenin değerlendirmesiyle bu işçilerin çalışma şartları, 60 yıl öncesindeki çalışma

şeklinden – olukların inşa edilmesi dışında – farklı değildi14

.

11

Gazetenin genelde işçilerle ilgili araştırmalarında titiz davrandığı anlaşılmaktadır. Meslek’in kömür işçileri

hakkındaki dosyası da basın düzleminde işçilere yönelik bilimsel düzeye yakın bir inceleme niteliğine sahip

olması açısından bir örnek niteliğindedir. Bu değerlendirmeye, 3-4 Mayıs 2013 tarihli LaborComm IV.

Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda sunulan “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından

Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri” adlı

bildiride de yer verilmiştir (Malkoç, 2014, s. 3). 12

Bu oran, 3-4 Mayıs 2013 tarihli LaborComm IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda sunulan

“Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden

Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri” adlı bildiri metninde yazım hatasıyla % 90 olarak

verilmiştir (Malkoç, 2014, s. 3). 13

Meslek bu işçileri şöyle tanımlamıştı: “Asıl hayatı olan ‘raî’ [çoban] ve ‘raî’ hayata atılmak için madende

muzdaribane çalışır, binaenaleyh madende yaşadığı ızdırab-ı aver [ızdırap getiren] hayata nihayet vermek

zaruretiyle kıvranır. Bu ameleyi, madende hiçbir Avrupai eşkâl tatmin etmiyor. Oturduğu barakayı yakar ve

yıkar, saha-yı imalatta lakayddır [ilgisiz]. Hastalığını bir iki gündelik daha fazla aldıktan sonra; fakat devr [ya

da dur] şiddetinde hisseder, sanatda tekâmül hissi yoktur, gündeliğinden işinin hitamında haberdar olur”. 14

Gazetenin bu haberinden birkaç sene öncesine kadar bu kayıkçılar “kâhya” idaresinde çalışıyorlardı. Kâhyaya

aidat olarak, kayıkçı ve amelenin kazancından ton başına 10 kuruş ve kalan gelirden % 6 kuruş, toplam yaklaşık

% 21 kuruş almaktaydı. Kâhya senelik asgari 30.000-40.000 liralık gelir sağlardı. Gazetenin ifadesiyle “337

232 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Bir müfettişlik ve Maden Müdürlüğü aracılığı ile deniz nakliyat ve yükleme işçiliği idare

edilmiş, bir süre sonra talimatname çıkarılmış ve ayrıca Deniz Nakliyat ve Tahmilat Amelesi

Derneği faaliyete geçmişti. Gazetenin yaklaşımı ile “Bu teşkilat sayesinde işçi hak ettiği

parayı peşinen almakta, hastalara bakılmakta işsiz kalanlara muavenet edilmektedir ki

hususat-ı salife her insanın en ibtidai hukukunu teşkil etmektedir. Hedef-i asli; nakliyat ve

tahmilat işçiliğini temdin, işi teshil ve tesrii olup şuurlu bir surette bu gayeye doğru

yürünmektedir”. Dernek, iki kayık sahibi, iki kayıkçı ve iki yükleme amelesi ile etkinliklerini

düzenlemeye başlamıştı. Talimatnamesi doğrultusunda iş kazancından % 8 pay alan dernek,

geliri ile baraka ve idarehane kirası, memur ücreti, doktor ücreti, ilaç bedeli, iş elbisesi ve

kayık tamiri gibi kalemleri karşılamayı öngörmüştü. Dernek çalışma şartlarını iyileştirme

yanında özellikle sağlık konularıyla ilgilenmişti. (Meslek, 3 Mart 1925, s. 8). Meslek,

Zonguldak-Ereğli kömürlerinin pazar rotasıyla ilişkili bir şekilde İstanbul Limanı Tahmil ve

Tahliye Amele Cemiyeti hakkında da bir inceleme yapacaktı

15.

Havzada İşçi Ücretleri ve Çalışma Saatleri

Meslek, kömür havzalarındaki bütün madencilerin başlıca sermayesinin, ellerindeki

ruhsatlar sayesinde ucuz ücretle çalıştırdıkları işçiler olduğunu belirtmiş (Meslek, 10 Mart

1925, 4); bununla beraber ocakların yüzeye yakınlığı nedeniyle kömür çıkarmanın çok kolay

bir işlem olmasından dolayı ekipman ve araçların yerine insan istihdam edildiğinin altını

çizmişti. (Meslek, 24 Şubat 1925, s. 10). Havzada her iş için insan istihdam edilmesinin farklı

bir örneği, 19. yüzyıl ortalarında görülmüştü. Nitekim Kırım Savaşı sırasında Karadeniz’e

geçen Müttefik güçlerin kömür ihtiyacının bu havzadan karşılanması zorunluluğu ortaya

çıktığında Sırbistan’dan bazı çalışanlar getirilmişti. Bunların madencilikte uzmanlığı yoktu

ancak tünel açma işlerinde başarılıydılar. Bu dönemde kömür üretimi biraz artmıştı.

senesi iptidasında Zonguldak Madeni Amele Müfettişliği’nce esasen kanun-ı mahsusuyla mülga bulunan

[kâhyalık] usulü bilfiil ref ve ilga olunmuştur”. 15

1925 Mart’ında Meslek gazetesi, işçiler hakkında yeni bir haberi sütunlarına taşımıştı. Buna göre, İstanbul

Limanı Tahmil ve Tahliye Amele Cemiyeti (Gazete 17 Mart’ta İstanbul Umum Deniz İşçileri Tahmil Tahliye

Cemiyeti adını kullanmıştı), yükleme-boşaltma ücretlerine % 30 zam yapmaya karar vermişti. Ayrıca Meslek, bu

gelişmeyi ekonomik durgunluk içindeki İstanbul limanı için bir tehlike olarak yorumlayan gazetelerin

değerlendirmelerine yer vermişti (Meslek, 10 Mart 1925, s. 4; Meslek, 7 Mart 1925, s. 9). Gazete, bir hafta sonra

cemiyetin ücret politikası ve işçilerin çalışmalarının nasıl ücretlendirildiği hakkındaki açıklamaları yeniden

gündeme getirecekti. Yükleme-boşaltma işçilerinin ücretlerinin fazla görünse dahi haftalık çalışma olanaklarının

azlığını göz önüne alan gazetenin değerlendirmeleri, cemiyete ve işçilere destek olacak nitelikteydi. Diğer

yandan deniz yükleme-boşaltma ücretleri meselesini irdeleyen gazete, İstanbul Limanı Tahmil ve Tahliye Amele

Cemiyeti’ni “… içinde kuvvetli bir meslek ahlakı teşekkül etmekde olan bir teşkilatla karşılaşdık” manşetiyle

kamuoyuna tanıtacaktı. Yazıda, işçiler arasında bir dayanışma sağlaması ve işçi menfaatlerini, işçiler üzerinden

savunması gibi nedenlerle – aslında Meslek’in ileri sürdüğü düşünce ve ilkelere uygun düşmesi nedeniyle – bu

işçi yapılanması “şuurlu cemiyet” olarak bir hayli övülmüştü. Gazetenin incelemesinde cemiyetin “Umum Deniz

ve Maden Kömürü Tahmil ve Tahliye Amelesinin Tavr-ı Hareket ve Ücret-i Yevmiyeleriyle İdare-i Dahiliyelerine

Dair Talimatname”yi hazırlamış olduğu belirtilmiş ve cemiyetin nizamnamesi de yayınlanmıştı. Nizamnamede

cemiyetin yasal kimliği çerçevesinde hangi işçilerin bu örgüte üye olabilecekleri, üyelik şartları (Nizamnamede

kayıtlı işçi olmak ve 18 yaşından küçük olmamak şartlarının yanında “hukuk-ı medeniyeden mahrum olmamak,

Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetinde bulunmak” gibi koşullar vardı), yükleme-boşaltma işçilerinin çalışma

süreçlerindeki hiyerarşileri ve temel çalışma prensipleri (“Amele götürüldüğü işde tembellik ve itaatsizlik

etmeyecek ve işin şartı ve kaidesi ne ise o yolda çalışacak; terbiye ve edebe muhalif serkeşlik etmeyecekdir” gibi

prensipler geçerli idi), işçilerin ücretli çalışma koşulları, cemiyetin doktor ve eczanesinin kullanımı, cemiyetin

işçiler üzerindeki yaptırımları sıralanmıştı (Meslek, 17 Mart 1925:9). Mart sonlarında, daha önce yükleme ve

boşaltma işçileri ile madenciler arasında ortaya çıkan ve işçilerin 12 maddelik talep listesi hazırlamalarına yol

açan ihtilaflar doğrultusunda gerçekleştirilecek görüşmelerin Sanayi ve Mesai Müdüriyeti’nde başlayacağı

haberleri gazetede çıkmıştı (Meslek, 31 Mart 1925, s. 12). İstanbul Limanı Tahmil ve Tahliye Amele Cemiyeti

hakkında 3-4 Mayıs 2013 tarihli LaborComm IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda sunulan

“Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden

Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri” adlı bildiride kısa bir bilgi verilmiştir (Malkoç, 2014, ss.

12-13).

Eminalp Malkoç 233

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bile Sırbistan’dan gelip çalışanların adının verildiği birçok

maden ocağı ve maden damarı mevcut bulunmaktaydı. Havzaya yabancı sermayenin

girişinden sonra yabancı yönetici-çalışan sayısı artmışsa da insan gücüne dayalı ilkel

yöntemler kullanılmaya devam edilmişti. (Meslek, 24 Şubat 1925, s.10).

Meslek, 24 Şubat 1925, Sayı:11.

Ereğli Zonguldak Maden Kömürü Havzası: Türk kömür havzası Hırvatların elinde…

Gazete, 1867 Nizamnamesi’nin maddeleri16

üzerinden bölge halkı ve dolayısıyla havzanın

ilk işçileri için “işte şu mevad-ı nizamiye delaletiyle görülüyor ve anlaşılıyor ki havza-i

fahmiyeye komşu olmak bedbahtlığına uğrayan halk, ‘Müretteb Usulü’ unvanıyla ‘angarya’

olarak maden ocaklarına sevk edilmekde idi” değerlendirmesini yapmıştı. Gazetenin

belirttiğine göre çalışan işçilerin ücreti bile “aynen” ödeniyordu. (Meslek, 24 Şubat 1925,

s.10). Zaten havzada standart bir işletme sistemi olmadığından ücretlendirmede de farklılıklar

gözlenmekteydi. Bu farkları örneklerle sergileyen Meslek, işçilerin mevcut şartlara itiraz

edemeyeceğini ileri sürmüştü. Gazetenin böyle iddialarının öncelikli dayanakları, en başta/işe

girişte bir yevmiye belirlenmemesi ve işçinin itiraz etmesi halinde havzada işsizlik riski ile

karşı karşıya kalacak olmasıydı. (Meslek, 7 Nisan 1925, s.2).

Kömür havzasındaki işçilerin geldikleri yöre ya da bölgeye göre farklı işlerde çalıştıklarını

belirleyen gazete, çalışma şekillerinin farklılığının paralelinde değişen bir ücretlendirmenin

geçerli olduğunu ortaya koymuştu. Meslek, kömür madenlerinin işletme ve çalışma şekilleri

hakkında oldukça gerçekçi hatta ayrıntılı bir çerçeve oluşturduktan sonra Amele Kanunu’nun

16

Gazetede yayınlanan 24 Nisan 1283 tarihli nizamnamenin işçilerle ilgili maddeleri: “Madde 16-Bir karyeye

tevzi olunan sütun vakti şita duhulü etmeksizin [vakit kışa girmeden] mah-i Ağustos ve nihayet Eylül nihayetine

değin tamamiyle nakline evvel karyenin muhtarı borçlu olup matlup olunan sütunun vaktiyle nakline muvafık

olmayub da sütunsuzluktan dolayı merbut olduğu ocağın imaline halel geldiği veyahut bacasının göçdüğü bu

fenalığın sebebi hakiki bi-t-tahkik sebebiyet muhtar-ı merkum üzerinde kalmadığı halde bu babda vaki olacak

mazarratın şiddet ve hiffetine [hafifliğine] göre komisyonun tahdid edeceği müddetle mahbusen mücazat

olacaklardır. Madde 21-Maden-i mezkûr ocaklarında istihdamı lazım gelen sunuf-u ameleden kazmaciyan ve

küfeciyan ve kiraciyan Ereğli Sancağı dahilinde kain ondört kaza ahalisine münhasır olup kazaha-i mezkurenin

nüfusu cedidelerinde on üç yaşından elli yaşına değin beyninde olan nüfus-u zükuru kaza be-kaza tesbit-i defter

olunup bunlardan alil ve çürükleri bittefrik kusuru işbu deftere müracaatla ati-üz-zikr usule tevfikan celb

olunacaktır. Madde 32-Yirmi birinci maddede zikr olunan sunuf-u selase-i ameleden kiraciyandan bir kaza

veyahut bir divanda mevcut olan kiracı hayvanatı iki kısma taksim olunarak kısmı evvel ocaklara celb ile on beş

gün kömür keşide ettikten sonra kısmı sanisi gelip kısmı evvel karyelerine avdetle diğer nöbetlerinin vakti

gelinceye değin hem hayvanları dinlendirecek ve hem de umuru beytiyyet [evleri ile ilgili işleri] ve mezruatına

[ekinlerine] bakacaklardır.” (Meslek, 24 Şubat 1925, s. 10).”

234 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

çalışma saatiyle ilgili sekizinci ve ücretlendirmeye yönelik on birinci maddelerini17

aynen

aktararak çelişkiyi ve çarpıklığı kamuoyuna sergileyecekti. (Meslek, 7 Nisan 1925, s. 2). Öte

yandan gazetenin Zonguldak-Ereğli madenlerini mercek altına aldığı dönemde bölgedeki

işçilerin – ve madenlerin – durumu, TBMM’ye de yansımıştı18

.

Meslek’in aktardıklarına göre 17 Mart 1925 tarihinde TBMM’de Ticaret Vekaleti Bütçesi

görüşülürken Yusuf Akçura, Zonguldak-Ereğli kömür havzasındaki bazı sorunları gündeme

taşımıştı. Bu sorunlar arasında madenlerdeki çalışma saati fazlalığı, işçilerin eski dönem

araçlarıyla madenlerde taşıma yapmaları ve sağlık şartlarının olumsuzluğu vardı. Meslek,

Akçura’nın sözlerine kulak verilmesi gerektiğini “Ve neticede diyor ki: ‘Efendiler,

Cumhuriyet kanunlarını, padişahlık devrindeki kanunların tarz-ı telakkisine benzetmeyelim.

Kanunlarımızı harfi harfine tatbik edelim!’ Yusuf Akçura Bey tatil esnasında bir aralık

havzaya giderek kısa bir tedkik yaparak avdet etmişti. Binaenaleyh, sözleri hususi bir kıymeti

haiz idi” cümleleriyle aktarmıştı. (Meslek, 31 Mart 1925, s. 11).

Ortaya atılan bu sorunlar karşısında Ticaret Vekili Ali Cenani Bey, bir yandan buradaki

işletmenin yeniden düzenlenmesi gereğini dile getirmiş, diğer yandan Akçura’ya “… Amele

Kanununun sekizinci maddesinde saat-i mesai 8 saat olarak tesbit edilmiştir. Bu sekiz saat

memleketimiz için muvafık mıdır, değil midir? Bu başka bir meseledir. Ancak ben

zannediyorum ki kanun tamamiyle tatbik edilmektedir. Edilmesi lazımdır…” ifadeleriyle

cevap vermişti19

.

Meslek ise TBMM’de kömür havzası için hazırlanan kanunda çalışma saatinin 8 saat

olarak belirlendiğini ve Ticaret Vekaleti tarafından düzenlenerek TBMM’ye gönderilen

kanunda da madenler için 8 saat çalışma süresinin kabul edildiğini hatırlatmıştı. Ancak

gazetenin incelemeleri, madenlerde çalışan işçilerin bir kısmının bu saatin altında faaliyet

gösterdiğini, % 85’i aşan orandaki bir işçi kitlesinin ise çok daha fazla, 10 ya da 12 saat

çalıştığını gün ışığına çıkarmıştı. (Meslek, 31 Mart 1925, s.11).

17

Madde 8: Mesai-i yevmiye ale-l-ıtlak [genel olarak] sekiz saattir. Bu müddetten fazla çalışmaya hiçbir işçi

icbar edilemez. Sâât-i mesai [çalışma saatleri] haricinde tarafeynin rıza ve muvafakatiyle iki kat ücrete tabidir.

Tahte-l-arz [yer altı] mesafede nüzül ve suud [inmek ve çıkmak] için geçen müddet sekiz saate dahildir. Madde

11: Maden ocaklarında çalışan amelenin hadd-ı asgari ücreti ocak amil ve mültezimleriyle Amele Birliği ve

İktisat Vekaleti tarafından müntahab [seçilmiş] üç zat marifetiyle tayin olunur. 18

Bu konu hakkında 3-4 Mayıs 2013 tarihli LaborComm IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda

sunulan “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden

Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri” adlı bildiride kısa bir bilgi verilmişti (Malkoç, 2014, ss.

3-4). 19

Görüşmeler sırasında Yusuf Akçura uzun uzun incelemelerini anlatmış ve “Elyevm bir amele kanunu bilhassa

Zonguldak Kömür Havzası hakkında yapılmış 10 Eylül 1337 tarihli Amele Kanunu mevcuttur. İhtisasat ve

müşahedatım bu kanuna tevafuk etmemektedir” demişti. TBMM tutanaklarına göre Ali Cenani Bey “Efendiler!

Ereğli madenleri bu memleketin en mühim servetidir” diyerek söze başlamış, bununla birlikte maden

işletmelerinin durumlarının iyi olmadığını anlatmıştı. Çalışma saati konusunda ise “Buyuruyorlar ki, saati mesai

sekizdir. Evet, Amele Kanununun sekizinci maddesi, mesai müddetini sekiz saat olarak tespit etmiştir. Sekiz saat

mesai bizim memleket için nafi [menfaatli] midir, değil midir? O meseleyi Mesai Kanununda münakaşa

edeceğiz. O ayrı bir meseledir. Bugün iktisat alemlerinde başka türlü nazariyeler vardır. Fakat şimdi kanunun

tespit ettiği şekil, sekiz saattir. O halde kanunun ahkamını tatbik etmelidir ve tatbik edilmektedir. Ocakların

dahilinde yapılan işler götürü veriliyor. Oradaki amele bu işleri götürü olarak almıştır” açıklamasını yapacaktı.

(TBMM ZC, 17.3.1341:551-561).

Eminalp Malkoç 235

Meslek, 7 Nisan 1925, Sayı:17.

Zonguldak Havzasında Kömür İhracatı

Sonuç ve Değerlendirme

Mesleki temsil ve meslek devleti gibi düşünceleri kamuoyuna yansıtan ve birçok farklı

konuyu ya da alanı mercek altına alan Meslek gazetesi, bilimsel düzeyde değerlendirilebilecek

özel inceleme yazıları da yayınlamıştı. Bunlar arasında yer alan Zonguldak kömür havzası,

çalışma şartları ve çalışanları hakkında yapılan yayınlar dikkat çekici niteliklere sahiptir.

Meslek gazetesinin Zonguldak-Ereğli kömür havzasını ve kömür meselesini incelemeye

yöneldiği 1925 yılı – özellikle ilk yarısı – yine gazetenin değerlendirmelerine göre olumlu

şartlara rağmen Türkiye’de kömür satışlarının azaldığı bir dönemdi. Kömür sorununun bir

yakasını ise İstanbul limanının sorunları oluşturuyordu. Üstelik aynı dönemde İstanbul

Limanı Tahmil ve Tahliye Amele Cemiyeti, taşıma ve boşaltma ücretlerine % 30 zam yapma

kararı almıştı. Bu kararın kömür bunalımının buhranın artmasına yol açacağı öngörülmüştü.

Aynı günlerde biraz da bunalım ve ihtiyacın paralelinde kömürcülük ile ilgili tüccar, nakliyeci

ve diğer ilgili kesimlerce Kömürcüler Cemiyeti kurulmuştu20

. Kömür bunalımının

çözümlerinden biri, Zonguldak Mebusu Ragıp Bey tarafından ulusal kurumların yerli kömür

20

Cemiyetin amacı, mesleki dayanışmanın yanında Türk madenciliğini geliştirmek ve dünyaya tanıtmak, sektöre

yönelik incelemelerde bulunmak ve yayın yapmak olarak belirlenmişti. Cemiyetin Katib-i Umumiliği’ne/Genel

Sekreterliği’ne Mühendis Sadrettin Bey seçilmişti. (Meslek, 10 Mart 1925, s. 4).

236 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

tüketmesi temennisini içeren önergesiyle ortaya çıkmıştı21

. Bu yöntemin yani yerli kömür

kullanımının buhranı aşmak açısından yararlı olacağı değerlendirilmişti. (Meslek, 10 Mart

1925, s. 4).

Meslek gazetesi, böyle bunalımlı bir atmosfer hüküm sürerken konuyu irdeleyecekti.

Yayınları aracılığı ile havzanın şartlarının iyileştirilmesini, yerli yatırım ile modernizasyona

gidilmesini ve çalışanların/işçilerin şartlarının başta ücret ve çalışma saatleri olmak üzere

sağlıklı bir şekilde düzenlenmesini; her şeyden önemlisi bunlara dayanan ve verimin

artırılmasını öngören uzun vadeli bir programın uygulanmasını sorunun kalıcı çözümü olarak

savunmuştu. Nitekim gazetede savunulan görüşlere göre bölgeye aşamalı olarak yerli yatırım

sağlanmalı ve maden havzası kendi yağı ile kavrulmalıydı.

Gazetenin kömüre değer vermesinin ve Zonguldak havzasını konu olarak incelemesinin

bir başka nedeni, varolan yüksek potansiyelin değerlendirilememesiyle ortaya çıkan

verimsizliğin yarattığı çelişki idi. Üstelik Meslek, bu bölge ve üretiminin başarısını, bir refah

aracı olarak değerlendirmekteydi. Bu bağlamda havza hakkındaki araştırmalar, gazetenin

öncelik verdiği konular arasına sokulmuş ve yayın sürecinde ilk aşamada tarihsel bir çizgi

oluşturma zorunluluğu duyulurken gazete yazarlarının yaklaşımları doğrultusunda kronolojik

ama oldukça genel bir yaklaşım içinde sınıflamaya gidilmiş; işletmeler açısından havzaya

yaklaşılmıştı. Yani Meslek, maden kömür havzasının işletilmesi sürecini, bölgedeki üretimden

sorumlu ya da bölge yöneticisi devlet kurumlarından ziyade işletenlerle işletme şekillerine

göre yorumlamıştı. Bu arada konu hakkındaki ilk yazılarda, bölgeden sorumlu kurumların

kronolojik koordinat ve konumlarının bir hayli silik/belirsiz düzeyde ele alındığı

görülmektedir. Ancak kömür havzası ve Türkiye’de kömürcülükle ilgili ilk yazılarda

karşılaşılan ve belirsizliğe varan oldukça genel değerlendirmeler, zamanla yerlerini daha

somut verilere bırakacaktı. Öte yandan havzanın analizi yapılırken kömür üretiminin en

önemli parçalarından olan işçilere ayrı bir başlık açılmıştı. Gazete tarafından kömür işçilerinin

ücret, çalışma saati, örgütlenmeleri ve yaşamlarını gerçekçi düzeyde ele alınmış; üstelik

kömür işçileri ve sorunları açısından yapıcı/katkı sağlayacak bir tutum sergilenmişti.

Gazetenin Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası’na yönelik detaylı dosyasının, başlarda bazı

belirsizlikleri (ya da eksiklikleri) bulunmasına rağmen yadsınamayacak ölçüde önemli olduğu

rahatlıkla ileri sürülebilir. Özellikle Meslek’in yayınlanan sayılarının bütünlüğü gözetilerek

konuya yaklaşıldığında somut bilgilere dayanan bir çerçeveye ulaşılmaktadır. Dolayısıyla

gazetenin kömür havzası, havzanın geçmişi ve bölge işletmeleri üzerindeki incelemelerinin

konuyu değerlendiren çalışmalar açısından referans olarak kabul edilebilecek düzeyde

bulunduğu söylenebilir. Bu sonuç; Meslek gazetesini, Türkiye’de bu alan ve konuyu hemen

Cumhuriyet’in ilk yıllarının konjonktüründe toplu olarak ve ciddi düzeyde ele alan istisnai

kaynaklar arasına sokmaktadır.

21

Önerge, Heyet-i Vekile/Bakanlar Kurulu tarafından uygun bulunmuş ve Ticaret Vekaleti’ne gönderilmişti.

Yerli kömür kullanımının buhranı aşmak açısından yararlı olacağı değerlendirilmişti. (Meslek, 10 Mart 1925, s.

4).

Eminalp Malkoç 237

KAYNAKÇA:

TBMM Zabıtları

TBMM Zabıt Ceridesi (TBMM ZC). C.2, İ:80, 17.3.1341, s.551-561.

Kitap

Arıkan, Z. (2007). Tarihimiz ve Cumhuriyet, Muhittin Birgen (1885-1951). İstanbul: Tarih

Vakfı Yurt Yayınları.

Aytekin, E. A. (2007). Tarlalardan Ocaklara, Sefaletten Mücadeleye, Zonguldak-Ereğli

Kömür Havzası İşçileri 1848-1922. İstanbul: Yordam Kitap.

Çıladır, S. (1977) Zonguldak Havzasında İşçi Hareketlerinin Tarihi 1848-1940. Ankara:

Yeraltı Maden/İş Yayınları.

Duman, H. (2000). Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928). Ankara:

Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı.

Gürboğa, N. (2009). Mine Workers, The Single Party Rule, And War The Zonguldak Coal

Basin As The Site Of Contest, İstanbul: Ottoman Bank Archives And Research Centre.

Koraltürk, M. (2001). Meslek Gazetesi ve Dizini. Müteferrika, Yaz 2001 / S.19, 83-130.

Malkoç, E. (2014). Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit:

Meslek Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi

Hareketleri, LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı (laborcomm.org/wp-

content/uploads/2014/05/bildiriler2013.html/ISBN:978-605-85244-0-8), 1-16.

Özel, S. (2006). Meslek Gazetesi’nin Gözüyle Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türk Doktorluğu

ve Tıp Fakültesi. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, Yıl:5 / S.10, 253-258.

Süreli Yayınlar

Meslek. (1925, Şubat 17). “İktisad Havzalarımızı Tedkik: Ereğli Kömür Havzası, Kömür

Havzası Hakkında Umumi Malumat”, (Sayı:10), s.10.

Meslek. (1925, Şubat 17). “Orman Şimendiferi, Ereğli-Karadere Hattı”, (Sayı:10), s.10.

Meslek. (1925, Şubat 24). “İktisad Havzalarımızı Tedkik: Ereğli-Zonguldak Havza-i

Fahmiyesinde Kömür İstihsali”, (Sayı:11), s.10.

Meslek. (1925, Mart 3). “İktisad Havzalarımızı Tedkik: Ereğli Zonguldak Kömür Havzasında

Türk İşçiliği”, (Sayı:12), s.8.

Meslek. (1925, Mart 10). “İktisad Havzalarımızı Tedkik: Ereğli-Zonguldak Kömür Havzası”,

(Sayı:13), s.4.

Meslek. (1925, Mart 10). “Kömür Haberleri”, (Sayı:13), s.4.

Meslek. (1925. Mart 17). “İş Muhitlerimizi Tedkik: Deniz ve Maden Kömürü Tahmil ve

Tahliye Amele Cemiyeti ve Tahmil Tahliye Ücretleri”, (Sayı:14), s.9-10.

Meslek. (1925, Mart 24). “Ereğli-Zonguldak Kömür Havzası”, (Sayı:15), s.18-19.

Meslek. (1925, Mart 31). “Zonguldak-Ereğli kömür Havzası”, (Sayı:16), s.11.

238 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Meslek. (1925, Nisan 7). “İktisad Havzalarımızı Tedkik: Ereğli-Zonguldak Kömür

Havzasında”, (Sayı:17), s.2.

Meslek. (1925, Mayıs 25). “Ereğli-Karadere Hattı”, (Sayı:24), s.8.

Meslek. (1925, Haziran 9). “Memleketimizin Büyük Derdlerinden Biri: İnebolu Limanı”,

(Sayı:26), s.5.

Meslek. (1925, Temmuz 7). “Kastamonu-İnebolu Havzası İktisadiyatı”, (Sayı:30), s.5.

Meslek. (1925, Ağustos 18). “İnebolu Limanı Hakkında”, (Sayı:36), s.4.

Muhiddin, (1925, Eylül 1). “Türk Kömürlerinden İstifade Etmemiz İçin”, Meslek, (Sayı:38),

s.1.

Yusuf Cemal. (1925, Haziran 23). “Memleketin Büyük Dertlerinden Biri: İnebolu Limanı”,

Meslek, (Sayı:28), s.17.

Yusuf Cemal. (1925, Ağustos 11). “İnebolu İskelesine Niçin Ehemmiyet Vermek Lazımdır?”,

Meslek, (Sayı:35), s.12.

Panel

Metinleri

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Özgür Yazılımı Neden Bu Kadar Çok Önemsiyoruz?

Adil Güneş AKBAŞ

Richard Stallman'ın bundan yaklaşık 30 yıl önce başlattığı özgür yazılım hareketi, artık

başladığı noktanın çok ilerisinde. İnternet'in sağladığı yayılma olanağının da katkısıyla bugün

dünyanın her yerinde çeşitli özgür yazılımları geliştiren, yaygınlaştıran, yerelleştiren,

paylaşan ve kullanan insanlar, şirketler ve hatta devletler bulunuyor. İnternet'e bağlı herhangi

bir cihazı kullanan bir kişi, kendi kullandığı yazılımlar özel mülk yazılım olsa bile bağlandığı

web sitesi özgür yazılımlar aracılığıyla hazırlandığı ve sunulduğu için dolaylı yoldan da olsa

özgür yazılımları kullanmış oluyor. Teknik yeterlilikleri ve üstünlükleriyle özgür yazılımlar

bilişim alanında kolaylıkla vazgeçilemeyecek bir yer edinmiş durumdalar.

Öte yandan, özgür yazılımı bu kadar çok önemsememizin ve her fırsatta öne çıkarmamızın

sebebi sadece sunduğu teknik olanaklardan kaynaklanmıyor. Tarihçesi, ortaya çıkış

gerekçeleri ve gelişim süreci ele alındığında özgür yazılım meselesi, teknik bir tartışma

olmanın çok ötesinde, politik bir mesele olarak karşımızda duruyor. Özgür yazılım hareketini

başlatan ve günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri olan Richard Stallman, çeşitli

söyleşilerinde bu durumu şöyle dile getiriyor: “Özgür yazılım, sadece teknik bir mesele

değildir. Aynı zamanda etik, sosyal ve politik bir meseledir. Sadece bilişim alanında

çalışanları değil, toplumun her kesimini ilgilendirir. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü,

kişisel bilgilerin gizliliği gibi konularla doğrudan ilgilidir. ”

Richard Stallman'ın çizdiği bu çerçeve, aslında epey geniş bir alanı tarifliyor olsa da,

politik bir mesele olarak özgür yazılımı bireysel ve toplumsal özgürlükler bağlamında

tartışmanın tek başına yeterli olmadığını düşünüyoruz. Elbette özgür yazılımların yazılım

alanında üretici ve tüketiciler olarak bizlere sağladığı özgürlükler çok büyük önem taşıyor,

özellikle de çokuluslu yazılım ve donanım tekelleri ile devletlerin bu özgürlüklerimize

saldırılarını yoğunlaştırdıkları bir dönemde olduğumuzu göz önünde bulundurduğumuzda var

gücümüzle savunmamız gereken bir mevkide bulunuyorlar. Fakat özgür yazılımı politik bir

mesele olarak tartışırken, çok daha temelde olan ve aslında bu özgürlüklerin de kaynağını

oluşturan, özgür yazılımların hem üretim hem de tüketim süreçlerini de doğrudan etkileyen

bir noktayı ele almak istiyoruz: Kamusal mülkiyet. Eğer özgür yazılımlarla özel mülk

yazılımları birbirinden net bir şekilde ayırt edebiliyorsak bunu sağlayan şey teknik özellikler

değil, üretilen yazılımın ve kaynak kodunun mülkiyetinin kime ait olduğudur. Özgür yazılım

hareketi, hem üretilen bir ürün olarak yazılımın, hem de o yazılımın üretilmesini sağlayan

üretim aracı olarak kaynak kodlarının mülkiyetini topluma vermesiyle bir devrim yapmıştır.

Yazılımın ve kaynak kodunun mülkiyetinin toplumsallaştırılması; yazılım geliştirme

pratiklerinden paylaşım yöntemlerine, yazılımların çoğaltılma (kopyalanma) özgürlüğünden

istenilen amaç doğrultusunda özelleştirilebilme ve kullanılabilme özgürlüğüne kadar tüm

üretim ve tüketim süreçlerinin piyasa ekonomisi koşullarından bambaşka koşullarda

şekillendirilebilmesine olanak sağlamıştır. Böylelikle hem bireysel ve toplumsal

özgürlüklerimiz korunabilmiş, hem de özgür yazılımlar özel mülk yazılımlar karşısında

birçok teknik üstünlüğe sahip olabilmişler ve yaygınlıklarını artırabilmişlerdir.

Politik bir mesele olarak özgür yazılımı ele alırken dikkate aldığımız önemli noktalardan

bir başkasını da özgür yazılım hareketinin ortaya çıkış süreci bize anlatıyor. Bu nokta, özgür

yazılım hareketinin, yazılımın metalaşmasına karşı geliştirilmiş bir hareket olmasıdır. 1970'li

yıllara kadar, Richard Stallman'ın da aralarında bulunduğu yazılım geliştiriciler (hacker'lar)

geliştirdikleri tüm yazılımları birbirleriyle paylaşmakta, böylelikle hem birbirlerinden

242 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

öğrenmekte hem de çözülmüş bir sorunu tekrar çözmekle uğraşmak (“tekerleği yeniden

keşfetmek”) zorunda kalmamaktadırlar. Yazılımların ticari olarak alınıp satılması yaygın

değildir, bilişim alanında sadece donanım bir masraf kalemi olmaktadır. Ancak 1970'li

yıllardan itibaren bu durum değişmeye başlar, yazılımın da parayla alınıp satılabileceği fikri

yaygınlaşır ve birçok yazılım firması kurulur. Bunun yanı sıra, bu firmalar ürettikleri

yazılımların kaynak kodlarını “ticari sır” oldukları gerekçesiyle paylaşmamaktadırlar. Bütün

bunlara duyulan tepki, özgür yazılım hareketinin başlatılmasında tetikleyici olmuştur.

Özgür yazılım hareketinin uygulamaya koyduğu önemli özelliklerden birisi, hem kamusal

mülkiyetle hem de hareketin metalaşma karşıtı niteliğiyle bağlantılı olan, “üretimde özgürlük,

tüketimde eşitlik” ilkesidir. Özgür yazılımların mülkiyeti topluma ait olduğu için toplumun

her bireyi özgür yazılımlar üzerinde aynı haklara sahiptir ve onları dilediği şekilde kullanma

(tüketme) özgürlüğü vardır. Dolayısıyla tüketimde eşitlik sağlanmıştır. Öte yandan, yazılımı

kullanma karşılığında bireylerden herhangi bir karşılık beklenmez. Üretim sürecine katılıp

katılmama konusunda her birey kendisi karar verebilir ve üretime katılmayan bireyler,

tüketim haklarını kaybetmezler; üretime katılan bireylerle hâlâ eşit tüketim hakkına sahip

olurlar. Üretime katılmak isteyen bireyler ise bu özgürlüklerini istedikleri zaman

kullanabilirler çünkü üretim aracı olan kaynak kodlarının mülkiyeti topluma aittir, onlar da bu

kaynak kodlarını kullanarak istedikleri şekilde yazılım geliştirebilirler.

Özgür yazılım üzerine bugüne kadar yapılan sosyal araştırmaların bir kısmı, üretime

katılan yani özgür yazılımları geliştiren ve diğer yollarla (çeviri, test, hata bildirimi vs.)

bunlara katkı sağlayan bireylerin neden bu sürece katıldıkları sorusuna odaklanmıştır. Piyasa

ekonomisi şartlarının geçerli olmadığı bir ortamda, bireyleri çalışmaya ve üretime

yönlendiren sebepler birçok kez sorgulanmıştır. Bu araştırmalar sonucunda ortaya konan

birkaç sonuca kısaca değinelim. Bunlardan biri, özgür yazılım toplulukları arasında bir

“hediye ekonomisi” oluşmasıdır. Bir başka sonuç, bazı bireylerin “kendilerini kanıtlama”

güdüsüyle üretim sürecine katıldıklarıdır; özgür yazılımlar kamusal alanda (İnternet)

geliştirildiği için bu bireyler burada bireysel teknik becerilerini sergilemekte ve piyasa

ekonomisinin geçerli olduğu yazılım geliştirme süreçlerinde (özel mülk yazılım üreten

şirketlerde) iş bulma şanslarını artırmaktadırlar. Bir grup yazılım geliştirici ise, öğrenme ve

merak güdülerini tatmin etmek amacıyla üretim sürecinde yer almaktadırlar; zihinsel emeğin

ortaya konduğu yazılım geliştirme pratiğinde sıklıkla çeşitli “bulmaca”larla karşılaşılmakta,

bireyler bu bulmacaları çözmekten zevk almaktadırlar. Tüm bunların yanı sıra, bazı bireyler

de toplumsal çıkarları gözeterek özgür yazılımların geliştirilmesine katkı sağlamaktadırlar.

Elbette saydığımız bu gruplar birbirlerinden homojen olarak ayrışmamakta, üretime katılan

bir birey bu gerekçelerden birkaç tanesini sahiplenebilmektedir.

Özgür yazılımların geliştirilmesi aşamalarında kullanılmakta olan ve zamanla çeşitli

gelişmeler göstermiş olan üretim pratikleri, ağırlıklı olarak meselenin teknik yönü ile

ilgiliymiş gibi görünse de, esasen özgür yazılımın politik yanıyla doğrudan ilişkilidir. Özgür

yazılımların tamamına yakını İnternet üzerinde, kamuya açık platformlarda geliştirilmektedir.

Sadece geliştirilen yazılım ve yazılımın kaynak kodları değil, aynı zamanda tartışma ve karar

alma süreçleri de kamusal erişime açık olarak yürütülmektedir. Bir özgür yazılımın

geliştirilmesine katkı veren, yani üretim sürecine katılan bireyler, e-posta listesi ya da forum

benzeri iletişim ortamlarında yazılım geliştirme süreci ile ilgili fikir alışverişinde bulunurlar

ve bu iletişim ortamlarının arşivleri kamusal erişime açık olarak İnternet ortamında saklanır.

Böylelikle üretim sürecine katılmayan bireyler de yürütülen tartışmaları izleyebilir, zaman

zaman da çeşitli şekillerde kendi görüşlerini ifade edebilirler. Tüm bu özellikleriyle özgür

yazılım geliştirme sürecinin oldukça verimli işleyen bir kolektif üretim süreci olduğu

söylenebilir.

Adil Güneş Akbaş 243

Özgür yazılımın, burada kısa kısa ele almaya çalıştığımız bu özellikleri, bu hareketin 30

yılı aşkın süredir adım adım ilerleyen ve büyük başarılar kazanan bir hareket olmasını

sağlamıştır. Etkileri sadece bilişim alanıyla sınırlı kalmamış, özgür yazılımın başarısından

etkilenen başka birçok alanda benzeri özellikleri taşıyan örnekler ortaya çıkmıştır. En basit ve

akla gelen ilk örneği, özgür yazılım geliştirme sürecine benzer bir üretim süreciyle kolektif

bilgi birikiminin oluşturulduğu Wikipedia projesidir. Benzer şekilde sinema, müzik, edebiyat

gibi alanlarda çeşitli yansımaları olmasının yanı sıra, bilişim sistemlerinde kullanılan çeşitli

donanımların kolektif biçimde üretilmesini ve bu alandaki tekellerin ortadan kaldırılmasını

amaçlayan hareketler de ortaya çıkmaya başlamıştır.

Altını çizmeye çalıştığımız şekilde, özgür yazılım meselesi bir “politik mesele” olmayıp

sadece bir “teknik mesele” olsaydı, tahminimizce şimdiye kadar çoktan sonlanmış bir

durumda olurdu ve hepimiz özel mülk yazılımlara muhtaç olurduk. Bilişim ve iletişim

teknolojileri hayatımızın her alanına nüfuz ederken, birer bilişim ve iletişim tüketicisi ve

üreticisi olarak bugün sahip olduğumuz bazı bireysel ve toplumsal özgürlüklerimizi de çoktan

kaybetmiş, ya da tıpkı Gezi Direnişi'nde olduğu gibi bunları savunmaya çalışıyor olabilirdik.

Panelimizin ana konusuyla özgür yazılımın birbiriyle ne kadar içli dışlı olduğunu anlamak

için, özgür yazılımı anlatırken sıklıkla kullandığımız bazı anahtar sözcüklere bitirirken

değinmekte fayda var: “Özgürlük”, “Paylaşmak”, “Dayanışma”, “Kamusallık”, “Kolektif

üretim”, “Eşit tüketim”. Gezi Direnişi'ne baktığımızda, aynı anahtar sözcüklerin orada da

meselenin kalbinde olduğunu görebiliyoruz.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

İzlem GÖZÜKELEŞ

Özgür yazılımlar her yerde... Akıllı telefonlardan otomobillere, süt sağma makinelerinden

CERN ve NASA laboratuvarlarına kadar her yerde! İnternet, GNU'nun boynuzları üzerinde

dönüyor:

Ülkemizdeki bilişim çalışanlarının özgür yazılıma karşı yaklaşımı ise biraz sorunlu. Özgür

yazılımın özgürlüğü seviyorlar ama bu özgürlük aşağıdaki konularla sınırlı:

• Bir yazılım geliştirme metodu olarak özgür yazılım

• Bir iş modeli olarak özgür yazılım

• Ulusal bilişim politikası olarak özgür yazılım

Sonra da özgür yazılımcıların bilişim şirketlerinde istihdamına ve ücretli emek ilişkisine

bakıp “Özgür emekçi olmadan, özgür yazılım olmaz” olamayacağını savunuyorlar.

“Fabrikalar, tarlalar emeğin olacak” denildiğinde bu devrimci bir eylem oluyor, ama özgür

yazılımın üretim araçlarını toplumsallaştırmasının devrimci içeriği fark edilemiyor. Buradaki

temel sorun, yazılımın bir üretim aracı olmasının yanında kaynak kodunun kendisinin yazılım

için bir üretim aracı olduğunun fark edilemeyişi. Ülkemizdeki bilişim çalışanlarını bunu fark

etmiyorlar, sınıf mücadelesinin temel bir bileşeni haline getiremiyorlar. Hal böyle olunca,

esnek mesai koşulları etrafında sonu gelmez tartışmalarla zaman tüketiliyor. Oysa özgür

yazılımın GNU/Linux'un ya da Firefox'un ötesinde üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin

kendisi olduğu fark edilmesi gerekiyor. Bu durum bana Marx'ın Kapital'de anlattığı Bay

Peel'in hikâyesini anımsatıyor:

Bay Peel, 50000 Sterlinlik üretim ve geçim aracıyla, 3000 kişilik işçi sınıfıyla Batı

Avustralya'daki Swan Nehri'ne doğru yola çıkar. Gideceği yere vardığında yanında

hiç kimse yoktur. Çünkü toprağın bedava olduğu bir yerde işçileri, emek güçlerini

satmaya zorlayacak hiçbir neden yoktur. İşçiler Bay Peel'den bağımsız olarak kendi

hayatlarını kurarlar

Kaynak kodunun toplumsal mülkiyetinin talebi, bilişim çalışanlarının kendi çıkarlarını

herkesin çıkarı gibi gösterme yönünde bir adımda olacak. Bugün internete atfedilen ne kadar

güzellik varsa tüm bunlar özgür yazılımın eseri. Teknolojiyi mücadele için kullanmaktan söz

ediyoruz, ama

özgür bir işletim sisteminden atılan tweet ile özel mülk işletim sistemlerinden atılan

tweet bir değildir.

İnternetin özgürlükçü ademi-merkeziyetçi yapısını koruyan bir sosyal ağ ile buna

tamamen zıt bir sosyal ağ bir değildir.

Bu nedenle, yalnız özgür yazılımın değil internetin de geleceğini,

Kaynak kodlarının toplumsal mülkiyeti

246 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Patentler ve DRM

Açık standartların savunulması

alanlarındaki mücadeleler belirleyecek.

Özgür yazılım olmadan, bilgiye eşit ve özgür erişim hakkı da olmayacak.

(Bu konuda ayrıntılı bir tartışmayı “Özgür Yazılım, Hackerlar ve Mülkiyet" başlıklı

bildirimde bulabilirsiniz. Bkz. ss. 85-102).

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

İnternet Üzerine Güncel Bir Panorama

Oktay DURSUN

Internet; sinyalin, sesin ve görüntünün uzak mesafeler arası aktarımının ardından

teknolojinin nihai olarak ulaştığı verinin mesafeden bağımsız olarak bir uçtan diğer uca

aktarılabilmesi ile ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bugün bu iletişim imkanının yarattığı değişimi

anlamak, yorumlamak, müdahale etmek ya da kısaca karşısında daha sağlıklı bir tutum

alabilmek için İnternet'in kendisini de anlamak gerekmektedir. İnternet'in ortaya çıkışı,

gelişimi, yaşadığı dönüşüm, bugün geldiği nokta ve gelecekteki şekillenişi sadece bir grup

bilgisayar uzmanını veya tekno-bürokrasiyi değil tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Bu yüzden,

bu süreçlerle birlikte; İnternet'in doğası, İnternet'i kimin nasıl yönettiği, bu mecreya yönelik

tehditler ve çıkar çatışmaları da İnternet ve ilgili tüm tartışmalarla doğrudan ilintili olarak

değerlendirilmelidir.

Konuyu tüm yönleriyle detaylı bir şekilde ele almanın imkanı olmadığından, yüzeysel bir

tarama biçiminde inceleyeceğiz.

1. İnternet'in Ortaya Çıkışı ve Gelişimi

İnternet'in temeli 1969 yılında, bir askeri proje olarak geliştirilen Advanced Research

Projects Agency Network (ARPANET) ile atıldı. Bugün ise sadece denizaltı kabloların

uzunluğu 900.000 km'yi bulmuş durumda.

[Görsel 1 – ARPANET (1969)]

248 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

[Görsel 2 – Denizaltı Veri İletim Kablolaları Ağı Haritası]

İnternet'in hızlı bir tarihçesine bakacak olursak; terim ilk olarak 1962 yılında J.C.R.

Licklider “Intergalactic Network” olarak kullanıldı. 1974 yılında ise artık Internet terimi

kullanılmaya başlamıştı. Diğer bazı önemli gelişmeler kronolojik olarak şöyle;

• 1962: Intergalactic Network (J.C.R. Licklider )

• 1969: ARPANET

• 1971: İlk E-posta

• 1974: TCP/IP

• 1974: “Internet” (Interconnected Networks)

• 1977: İlk PC Modem

• 1984: DNS

• 1991: World Wide Web (Tim Berners Lee)

• 1993: İlk Web Tarayıcısı: Mosaic

• 1996: Hotmail

• 1998: Google

• 1999: Wifi / Napster

• 2001: Wikipedia

• 2004: Gmail

• 2005: Youtube

• 2006: Facebook / Twitter

Oktay Dursun 249

Özellikle bugünü şekillendiren teknolojilere baktığımızda çok yakın bir tarihte

geliştirildiklerini görebiliyoruz. 2006 yılında yayına başlayan Facebook'un ve Twitter'ın

bugün dünyanın en değerli markaları arasında yer alışı bize İnternet'in hızlı, değişken ve etki

gücü yüksek doğası ile ilgili ipucu veriyor.

2014 yılı itibariyle İnternet kullanıcı sayısı yaklaşık 2,5 milyar yani dünya nüfusunun

henüz sadece %35'i. İnternet kullanıcılarının 1,8 milyarı ise aktif sosyal medya kullanıcısı.

Türkiye'de ise İnternet kullanıcı sayısı yaklaşık 36 milyon ve %45 ile bu sayı dünya

ortalamasının üstünde. İnternet kullanıcılarını neredeyse tamamının ise bir Facebook hesabı

var.1 İnternet üzerindeki aylık trafik 2013 yılında 1,5 Exabyte iken 2018 yılında bu rakamın

10 katı artışlar 15 Exabyte'a çıkacağı, 15 milyar olan bağlı cihaz sayısının ise iki katı artarak

30 milyarı bulacağı tahmin ediliyor.2

2. İnternet Nasıl Çalışıyor?

İnternet'i mümkün kılan en temel teknoloji kablolar ile elektrik sinyalleri şeklinde veri

aktarımının başarımıydı. Paket anahtarlama protokolleri ile gerçekleştirilen veri aktarımı için

bugün TCP / IP protokolü standart hale gelmiştir. İnternete bağlanan her cihaza merkezi bir

planlama ile atanan Internet Protokolü Adres (IP Adresi) sayesinde, bir uçtan diğer uca

iletişim mümkün olur. Bir cihazdan gönderilen bir paketin diğer cihaza ulaşmasını ise ağı

oluşturan kablolu/kablosuz yönlendirici (router) ve geçitler (gateway) sağlar. Bakır kabloların

yerini fiber optik kabloların alması ile veri transfer hızı da büyük oranda artmıştır.

Bugün İnternet bu alt yapı üzerinde çalışan bir dizi protokol ile kullanılmaktadır. En çok

kullanılan protokollerden bazıları;

• HTTP: Hyper Text Transfer Protocol (Hiper Metin Transfer Protokolü)

• HTTPS: Secure Hyper Text Transfer Protocol (Güvenli Hiper Metin Transfer

Protokolü)

• FTP: File Transfer Protocol (Dosya Transfer Protokolü)

• SMTP: Simple Mail Transfer Protocol (Basit Posta Transfer Protokolü)

• WAP: Wireless Application Protocol (Kablosuz Uygulama Protokolü

• P2P: Peer to Peer Protocol (Uçtan Uca Protokol)

Bu protokollerin en çok kullanılanı ve en önemlisi elbette World Wide Web'in (WWW)

temel protokolü HTTP'dir.

1 We Are Social - http://wearesocial.net/blog/2014/01/social-digital-mobile-worldwide-2014/

2 CISCO VNI Mobile 2014 - http://www.cisco.com/c/en/us/solutions/collateral/service-provider/visual-

networking-index-vni/white_paper_c11-520862.html

250 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

[Görsel 3 – Dünyayı Saran Ağın Çalışma Prensibi]

Web teknolojisi alan adları ve HTML dosyaları ile çalışır. Bir web sitesine girmek için

tarayıcının adres satırını alan adını yazdığımızda DNS sorgusu yapılarak ulaşılacak

sunucunun IP adresi temin edilir, ardından bu sunucundan HTML sayfası isteği yapılır ve

HTTP protokolü ile HTML (Hyper Text Markup Language) dosyası ve içerdiği diğer dosyalar

bilgisayara indirilerek tarayıcıda görüntülenir.

HTML teknolojisi ile, bulunuşundan 5500 yıl sonra yazı etkileşime girilebilir bağlantılar

taşıyan, anında üretilebilir ve yayınlanabilir, biçimlendirilebilir ve içine başka medya

biçimleri eklenebilir hale gelmiştir.

[Görsel 4 – Web'in Dönüşümü ve Geleceği ]

Oktay Dursun 251

Web internetin en önemli teknolojilerinden biri olmuş, toplumsal algıda İnternet ile eş

değer görülmüştür. Ortaya çıkışından bu yana web yeni teknolojiler ve yaklaşımlar ile biçim

değiştirmiş, bu değişimler dönemsel olarak farklı adlandırılmıştır. Özellikle kullanıcıların

Web'e içerik üretici olarak dahil olduğu ve bir dizi tasarımsal değişimin yaşandığı döneme

Web 2.0 denmiş ve sonrasında bu isimlendirmeler yaygınlaşarak Web'in geleceği için Web 3.0

ve Web 4.0 terimleri kullanılmıştır.

Yakın dönemin önemli kavramlarından biri ise bulut bilişim olmuştur. Bulut bilişim, temel

olarak bireysel veya kurumsal kullanıcıların ihtiyacı olan çözümleri satın almak, kurmak,

bakımını yapmak yerine İnternet üzerinden hizmet olarak kullanımını ifade eder.

İnternet teknolojilerinin bu denli gelişmesinde ücretsiz dağıtılan, değiştirilebilen,

uyarlanabilen, geliştirilebilen özgür yazılım ve açık kaynak teknolojileri etkili olmuştur.

Bugün İnternet alt yapısının büyük bir çoğunluğu bu teknolojileri kullanarak hizmet

vermektedir. Bir GNU/Linux dağıtımı olan RedHat'in CEO'su Jim Whitehurst bunu “Linux

olmasaydı bugün Google olmazdı” diyerek ifade etmiştir. Bu kritik teknolojilerin üreticileri

ise, genel olarak kişisel motivasyonlarla sürecin teknik boyutunda kalmayı tercih etmiş;

teknolojilerin kullanımı, yayılımı ve ilgili diğer politikalara müdahil olmamışlardır. Yine de

salt teknoloji boyutundaki bu müdahale İnternet'in görece özgür, anonim olarak

varolunabilen, içerik sansürlemenin zor olduğu, özgür yazılım felsefesinde olduğu gibi

paylaşımın, uyarlama ve geliştirmenin desteklendiği bir mecra olarak günümüze kadar

gelmesini sağlamıştır.

3. İnternet'i Kim Yönetiyor?

Günümüzde İnternet üzerinde söz sahibi olan grupları beş başlıkta toplamak mümkündür;

Devletler

Şirketler

Ulusal ve Uluslararası Örgütler

Akademi ve Araştırma Organizasyonları

Kullanıcılar

İnternet'in işleyişi bu beş grup arasındaki etkileşimlerin sonucu olarak biçimlenmektedir.

Özellikle ITU (International Telecommunication Union), IAB (Internet Architecture Board),

ISOC (Internet Society), ICANN (The Internet Corporation For Assigned Names and

Numbers), ISP'ler (Internet Service Providers), W3C(World Wide Web Consortium) gibi

“bağımsız”, “sivil” uluslarası örgütler İnternet standartları ve politikalarının belirlenmesinde

söz sahibidir. Verizone, Sprint, AT&T gibi İnternet alt yapısının sahibi şirketler de çok

görünür olmamalarına rağmen İnternet'in şekillenişinde önemli bir role sahiptir.

İnternet'in yönetimi - veya tercih edilen kavram olarak yönetişimi – bugün hala çokça

tartışılan, düzenlenen forumlar ile yeni biçimlerin önerildiği bir konudur. İlerleyen süreçte

güçler dengesi ve uluslar arası gelişmelere bağlı olarak yeni şekillenmelerin olması söz

konusudur.

4. İnternet Üzerine Güncel Başlıklar ve Tartışmalar

İnternet'in kılcal damarlarında dolaşan sinyaller, yani veri İnternet'in en kıymetli varlığıdır.

İnternet ağ alt yapısı kadar, bu verilerin mülkiyeti de günümüzün önemli bir tartışma

başlığıdır. Güvenlik uzmanı Bruce Schneier kullanıcın verisini kullanıcıdan başka herkesin

sahiplendiği bu dönemi “İnternet'in Feodal Dönemi” olarak tanımlamaktadır.

252 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Burada elbette sadece veriye sahip olma değil, bu veriyi işleyerek anlamlı sonuçlar

üretmek yani veri madenciliği de önem kazanmaktadır. İnternet'in Google, Facebook,

Microsoft, Yahoo, AOL kendilerine rakip olacak ürün ve küçük şirketleri satın alarak veri

üzerindeki denetimlerini güçlendirme yarışı içindedir.

Henüz kalıcı bir çözüme kavuşturulmamış, güncel kalmaya devam etmesi beklenen

tartışma başlıkları aşağıda yer almaktadır.

Ağ Tarafsızlığı

Ağ tarafsızlığı temel olarak “İnternet ağındaki her veri eşittir” ilkesine dayanır. Bu

herhangi bir hizmetin, servisin veya kullanıcın verisinin diğerlerinden daha ayrıcalıklı

olmaması anlamına gelir. Ağ tarafsızlığı bir noktada “ağ üzerinde fırsat eşitliği”ni de

korumaktadır. İnternet'in büyük oyuncular, kendi servislerine daha hızlı ulaşım için İnternet

Servis Sağlayıcıları ile özel anlaşmalar yapmak istemekte hatta Google kendi fiber kablo ağını

oluşturmaktadır. Bu tartışmanın bir diğer tarafı ise ağ alt yapısının sahipleri ile bu alt yapı

üzerinden yüksek gelirler elde eden şirketler arasında sürmektedir.

Gözetim ve Takip

Özellikle sosyal medya ve akıllı telefonlar gözetim ve takibin boyutu insanlık tarihinde hiç

olmadığı kadar genişlemiştir. Yasaların kullanıcı koruma noktasında yetersiz olmasının

ötesinde, özel yetkilerle donatılmış Amerikan Güvenlik Ajansı (NSA) gibi yapılanmaların

sosyal medya devlerinin sunucularına sızarak veri toplaması gözetim ve takipin geldiği

boyutu ortaya sermiş ve büyük tepki toplamıştır. Bu konuda hukuki mücadele devam ederken

bir yandan veriyi tek bir yerde toplamayan dağıtık sosyal medya örnekleri ortaya çıkmakta,

öte yandan aktivist gruplar yeni şifreleme yöntem ve araçlarıyla veri güvenliğini artırmaya

yönelik çalışmalarda bulunmaktadır.

Mülkiyet Yasaları

Bir yandan gözetimi genişleteceği öte yandan verinin özgür dolaşımını sınırlayacağı için

yoğun muhalefet nedeniyle geri çekilen SOPA, PIPA, CISPA, ACTA, TPP gibi patent

anlaşmaları özellikle ABD'de sürekli gündemde tutulmaktadır. İnternet'in büyük hizmet

sağlayıcılarının tamamına yakınının ABD'de olduğu düşünüldüğünde bu düzenlemeler

İnternet'in tamamının işleyişini etkileyecek niteliktedir.

İnternet Sansürü

İnternet'e yönelik tehditlerin bir diğer boyutu ise İnternet üzerinde uygulanan sansür

uygulamaları olarak karşımıza çıkmaktadır. İnternet şirketleri tarafından veya devletler

tarafından uygulanan sansür bilginin paylaşımının ve ifade özgürlüğünün önünde bir engel

olarak yorumlanmakta ve giderek kapsamı genişlemektedir.

Siber Savaş

Ülkeler kendi dijital varlıklarını korumak ve diğer ülkelerin dijital varlıklarına yönelik

saldırılar planlamak üzere özel askeri birimler oluşturmaktadır. Bu süreç İnternet'in

militarizasyonu olarak değerlendirmektedir.

Siber Suç

İnternet kullanım oranları ve İnternet üzerinde gerçekleştirilen işlem sayısı arttıkça,

kullanıcı hataları veya teknik güvenlik açıkları nedeniyle İnternet üzerinden gerçekleştirilen

veri hırsızlığı, dolandırıcılık vb. siber suç sayılarında da artış yaşanmaktadır. Bu suç

şebekelerini takip etmek, yakalamak ve dijital güvenliği artırmak adına yürütülen siber

güvenlik politikaları ise kullanıcıya daha fazla gözetim olarak yansımakta ve kullanıcı

mahremiyetini tehdit etmektedir.

Oktay Dursun 253

Hacktivizm

Toplumsal ve politik amaçlı hack faaliyeti olarak değerlendirilen hacktivizm, özellikle

şirketleri ve devlet kurumlarını hedef almakta; servislerini işlemez hale getirmeyi veya

toplumu ilgilendiren gizli bilgi ve belgeleri kamuya açmayı amaçlamaktadır. Anonymous,

RedHack gibi çeşitli hacker grupları tarafından yürütülen bu faaliyletler yakın dönemde

örnekleri görüldüğü üzere ciddi politik sonuçlar doğurabilmektedir.

Aktivist Örgütler

İnternet üzerinde özgürlüklerin korunması, teknolojinin toplum yararına geliştirilmesi,

sansürün ve gözetimin sona ermesi hedefleriyle faaliyet yürüten Elektronik Frontier

Foundation, Freedom Informant Network, Free Software Foundation gibi yapılanmalar bir

yandan hukuki mücadele verirken, öte yandan kamuoyunda farkındalık yaratma ve bu yönde

güçlü bir muhalefet oluşturma çabası içindedir.

5. İnternet'in Geleceği

İnternet'in geleceğine yönelik farklı senaryolar ve tartışmalar devam etmekle birlikte,

ISOC tarafından dört olası senaryo ortaya konmuştur;3

Common Pool (Ortak Hanuz): Dağıtık, gayri-merkezi, yatay ve üretken ağ modeli.

İnternet herkesin katılımına açıktır, güçlü bir rekabet ortamı vardır.

Boutique Networks (Butik Ağlar): Küresel ortak bir ağın yerini, bölgesel

intranetlerin (iç ağ) aldığı, küresel sınırsız iletişimin pahalı hale geldiği ağ modeli.

Bugünkü GSM operatörlerinin işleyişine benzer olarak, bir ağdan diğer ağa

bağlanmanın ek olarak ücretlendirildiği, trafiğin sıkı denetim altında olduğu bir

parçalı İnternet vardır.

Moats and Drawbridges: Ulusal ölçekte ağların kurulduğu, küresel bir internet

ağının olmadığı ağ modeli.

Porous Garden: Internet'in şirketler ve platformları tarafından parçalandığı, her

kullanıcın seçtiği platformda şirketin çizdiği sınırlar dahilinde kullanım hakkı

olduğu senaryo.

Bugün Rusya, İran ve Çin'de ulusal internet ağları kurmaya yönelik çalışmaların olduğu

görülmektedir. Bu kapsamda popüler sitelerin yerli alternatifleri kurulmaktadır. Ulaştırma

Bakanı Lütfi Elvan'ın “WWW'dan çıkar TTT'yi kurarız” söylemi de böyle bir senaryoyu

işaret etmektedir.

6. Değerlendirme ve Sonuç

İnternet tasarım amacının ötesinde küresel sermaye için de toplumun geneli için de önemli

imkanlar sunmuştur. İnternet üzerinde var olan sermaye hacmi arttıkça, şirketler ve devletlerin

İnternet'i kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirme çabası artmıştır. Toplumsal muhalefetin

hızlı örgütlenmesine ve bilginin geniş kitlelere çabuk dağılmasına imkan vermesi nedeniyle

İnternet bir yandan da potansiyel bir tehdit olarak görülmektedir. Bu nedenle İnternet üzerinde

denetim, gözetim ve sansür çabaları artmış; bunlar İnternet'in geleceğini geri dönüşü

olmayacak bir biçimde yeniden şekillendirmeye başlamıştır.

Çok yeni ve dinamik bir mecra olarak İnternet henüz üzerinde tam bir denetim ve

hegemonyanın kurulamadığı, hem yasal hem teknik olarak açıklar ve imkanlar barındıran bir

kamusal alan olarak değerlendirilmektedir. İnternet'in geleceğinin biçimleneceği bu kritik

3 ISOC Future Scenarios http://www.internetsociety.org/internet/how-it%E2%80%99s-evolving/future-scenarios

254 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

eşikte, toplumsal muhalefet İnternet'i kullanarak örgütlenmeye devam ederken diğer yandan

İnternet'in toplumun ortak çıkarları doğrultusunda açık ve özgür olarak korunması ve

geliştirilmesi için mücadeleyi sürdürmelidir.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

Mücadele ve Yeni Medya

Taylan Özgür YILDIRIM

İnternet ve beraberinde gelişen yeni medya artık yaşamımızın doğrudan bir parçası ve

yadsınamaz bir gerçeği haline geldi. Ve bu durum yeni medyayı insanların sadece gündelik

yaşamlarını işgal eden platformlar olarak değil toplumsal hareketlerin tetiklendiği ya da

yayıldığı/genişlediği bir mücadele alanı olarak tariflemelerinin de önünü açtı.

Dünyada İnternet Kullanımı:

Sayısal verilerle ifade edersek:

Artık 2.5 milyar insan İnternet kullanıyor. Bu insanların 1.8 milyarının sosyal medya

ağlarında hesabı var.

Kıtalararası bazda İnternet kullanımında Kuzey Amerika % 81’lik bir oranla başı

çekiyor. İnternet kullanımının en az yaygın olduğu bölge ise Güney Asya (% 12).

2013’te, 135 milyon yeni insan sosyal ağlarda hesap oluşturdu.

Aktif kullanıcı istatistiklerine göre en popüler ilk 10 sosyal medya platformları ise

şöyle:

Facebook (1,184 milyar)

QQ (Tencent) (816 milyon)

Qzone (632 milyon)

Whatsapp (400 milyon)

Google+ (300 milyon)

Wechat (272 milyon)

LinkedIn (259 milyon)

Twitter (232 milyon)

Tumblr (230 milyon)

Tencent Weibo (220 milyon)

Türkiye’de Durum

İnternet kullanım oranı, tüm nüfusa oranla %45.

35 milyonun üzerinde İnternet kullanıcısı, sahte hesaplar da dahil olmak üzere 36

milyon aktif Facebook hesabı var.

Günde ortalama 4.9 saat kişisel bilgisayarlar üzerinden, 1.9 saat mobil cihazlar

aracılığıyla İnternet'te harcanıyor.

Günde ortalama 2 saat 32 dakika sosyal medyada geçiriliyor.

Türkiye’de en çok kullanılan sosyal medya platformları

Ücretli Çalışan Bilgisayar Mühendisi.

256 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Facebook (%93)

Twitter (%72)

Google+ (%70)

LinkedIn (%33) takip ediyor.

Alternatif Platformlar

İnternet'i ve bağlı olarak yeni medya platformları olan Twitter, Facebook gibi ortamları

değerlendirirken bunların milyar dolarlık servetleriyle başta ABD olmak üzere iktidarlarla

doğrudan ilişkili patronlar kulübünün şirketleri olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu durum

ana akım platformlara alternatif yeni ortamların geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması çabasını

da beraberinde getiriyor. İnternet'in özgür ve toplumsal yönüne vurgu yapan ve buradan doğru

gelişen bu platformların başında Identica, Diaspora gibi platformlar geliyor. Önemli bir

kullanım düzeyine ulaşmış ana akım platformları topyekün bir reddediş ve bu platformlara

doğrudan geçiş kısa vadede ne mümkün ne de anlamlı görünüyor. Alternatif platformları

yaygınlaştırma ve geliştirme çabası içerisinde olmak ve ikili kullanımla ana akımdan

alternatife geçişi sağlamak daha doğru bir yöntem olarak görünüyor.

“İnternet Çağında Toplumsal Muhalefet”

İnternet bir yandan kapitalistlerin sermaye birikimi için sınırları ortadan kaldırarak, mekan

ve zaman problemini en aza indirirken, diğer yandan varlığıyla çelişik biçimde toplumsal

hareketlerin, çalışan örgütlenmelerinin de bir aracı bir alanı haline geliyor.

James Petras, Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi'nin düzenlediği Kamusallık

Yeniden Çalıştayı'na gönderdiği “İnternet Çağında Toplumsal Muhalefet” başlıklı bildirisinde

İnternet'in bu ikili karakterini şu şekilde ifade ediyor:

“Bir yanda emperyalist ‘küreselleşme’yi kolaylaştırarak özellikle finansal sermaye akışını

hızlandırmakta, diğer yanda İnternet, halk hareketlerinin iletişimini kolaylaştırması yanı sıra

alternatif eleştirel analiz kaynakları sağlamaktadır.”

Ve yine aynı bildiride İnternet'in kime ait olduğu sorusuna şu yanıtı veriyor:

“İnternet ortamı, amaçları ve hedefleri, bağrından çıktığı geniş sınıfsal yapılar tarafından

belirlenmiş kamusal alanın bir parçasıdır.” (James Petras-Kamusallık Yeniden Çalıştayı).

Sosyal Medya Devrimi mi? Devrimin Sosyal Medyası mı?

Bir mücadele alanı olarak İnternet ve Sosyal Medya halihazırda politik tartışmaların da

temel gündemini oluşturuyor. Bir yandan bu alanı tamamıyla yok sayan yaklaşımlar ileri

sürülürken, öte yandan içerisinde geliştiği koşullar dikkate alınmadan aşırı bir önem

atfedilebiliyor.

Özellikle son dönemde Tunus, Mısır başta olmak üzere Arap coğrafyasında yaşanan ve

Arap Baharı olarak isimlendirilen halk isyanları, İspanya'da gelişen Öfkeliler Hareketi,

ABD'deki Wall Street Occupy Eylemleri ve ülkemizde yaşanan Gezi Kalkışması sosyal

medyanın son derece etkili kullanıldığı hareketler olarak karşımıza çıkıyor ve bu hareketler

yeni medya üzerine tartışmaları daha da önemli hale getiriyor.

Öyle ki kimileri tarafından bu hareketlerle yaşanan dönüşümler doğrudan “Sosyal Medya

Devrimi” olarak nitelendirilebiliyor.

Gerçekten bir sosyal medya devrimi mi yoksa devrimin bir mücadele aracı ve alanı olarak

sosyal medya mı tartışmasında netleşmek adına bu hareketleri biraz daha yakından incelemek

Taylan Özgür Yıldırım 257

ve James Petras'ın “Masaüstü Militanları”ndan “Kamusal Aydınlar”a olarak tanımladığı

nitelik sıçramasını yaratan koşulları irdelemek gerekiyor.

Bu hareketler genel olarak baskıcı otoriter iktidarlara karşı bir özgürlük, özgünlük talebi

olarak karşımıza çıkıyor. Kimisinde yaşam tarzına yönelik baskılara tepkiler yoğunken,

kiminde ekonomik koşulların iyileştirilmesine vurgu yapılıyor. Genel olarak hareketler ortak

bir mekanı (meydanı/parkı) adres gösteriyor. Ve en belirgin özellikleri yayılmasında ve

gelişmesinde sosyal medyanın en önemli parametre olması.

Bu hareketlerin bir örgütün hakimiyetinde şekillenmeyişi, bu hareketleri tamamen

örgütsüz olarak nitelendirmeye ve daha ötesi sosyal medyayı bir örgüt gibi tariflemeye kadar

vardırılabiliyor.

Peki, iktidarların devrilmesine kadar varan bu hareketlerde gerçekten itici güç sosyal

medya mıydı ve bu hareketlerde gerçekten hiç örgüt ya da koordinasyonu sağlayan yapı yok

muydu?

“Arap Bahar” İsyanı-Mısır

Bir gencin kendisini yakmasıyla Tunus'ta başlayan ve Arap coğrafyasına yayılan halk

hareketlerinin belki de en önemlisi Mısır'da yaşandı. İktidarın devrilmesiyle sonuçlanan bu

harekette sosyal medya ve özellikle Facebook yoğun alarak kullanıldı. Gezi'ye benzer niteliği

baskıya ve otoriteye kaşı bir tepki şeklinde gelişmesi, bir meydanda buluşması ve futbol

takımlarının taraftar grupları başta olmak üzere pek çok halk kesimini bir araya getirmesiydi.

İsyan tamamen örgütlerden bağımsız değildi. Örgütlenme faaliyetlerini büyük oranda

Devrimci Gençlik Koalisyonu yürütüyordu. Bu hareketin en önemli bileşeni, ismini 6

Nisan’da örgütledikleri Mahalla El Kobra Tekstil İşçileri Grevi'nden alan 6 Nisan

Hareketi'ydi. Ve bu yapı sosyal medya üzerinden, devrime kadar giden süreçte pratik politik

faaliyet yürütmüştü.

Bu hareketin en en önemli aktivistlerinden Israa Abdel Fattah “Facebook Kızı” olarak

nitelendiriliyordu. Bu yapıların sayfalarında şu ifadelere yer veriliyordu:“Biz 'Yorum Yap' ve

'Beğen' Diye Tıklamakla Yetinen Kişiler Değiliz!”

Ve yine en önemli propaganda sayfası olarak faaliyet yürüten ve Google'ın Ortadoğu ve

Kuzey Afrika Pazarlama Sorumlusu bir bilgisayar mühendisinin kurucusu olduğu, ki bu

nedenle bu sayfa tartışmalara da neden olur, “Kullena Khaled Said” Facebook sayfasında

“Biz yeryüzündeki GERÇEKLİĞİZ” ifadesine yer veriliyordu.

Ayrıca Tahrir'e inene kadar yapılan yürüyüşler esnasında pencelerdeki insanlara

“İnzil,İnzil,İnzil!!!” (Aşağı İnin) çağrıları hareketin kitleşelleşmesinin en önemli

nedenlerinden sayılıyordu.

Gerçek Demokrasi Hemen Şimdi! (Democracia Real Ya!) 15-M Hareketi - Öfkeliler

Yine İspanya’da başlayan Öfkeliler Hareketi temelinde ekonomik sıkıntıların yattığı bir

halk hareketi olarak karşımıza çıkıyor. Bu hareket de, Mısır'daki örneğe benzer şekilde bir

sosyal medya hereketi olarak başlamıyordu, barınma hakkı talebiyle karşımıza çıkan 13-M

Konut Hakları Hareketi (PAH) eylemleri bu sürece öncülük ediyordu. Bu eylemler daha çok

SMS ve e-posta ile duyuruluyor ve oturma eylemleri şeklinde gerçekleşiyordu.

Bu hareketin sosyal medyadaki örgütlenme kanalı Democracia Real Ya, “Kemer Sıkmaya

ve Yozlaşmaya Karşı”, “Biz Normal Sıradan İnsanlarız” “Biz Facebook'ta Değil Biz

Sokaklardayız” sloganlarıyla faaliyet yürütüyordu.

258 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

“We're the 99%” Occupy Wall Street

Kapitalizmin merkezi ABD'de finans kapitalin kalbi Wall Street'e yönelik başlayan sistem

karşıtı bu hareket tüm ABD'ye yayıldı. Arap Baharı'ndan etkilenerek başlayan bu hareketin

temel sloganı “Biz %99'uz” oldu. Diğerleri kadar kitleselleşemeyen bu eylemlerde

Facebook'tan ziyade Twitter yoğun olarak kullanılıyordu.

Bu eylemlerin başlamasında Kanadalı aktivist grup Adbusters önemli bir rol oynadı.

Özellikle Twitter ve %99 Tumblr blog sayfasında yapılan paylaşımlar hareketin nedenlerini de

açıklar nitelikteydi:

“Yirmi yaşındayım; tecrübem olmadığı için iş bulamıyorum. Bir işe giremediğim için

tecrübem de olmuyor. Ben yüzde 99'um.” Tumblr.blog

Hareketin kitleselleşmesi için destek çağrılarında yine sosyal medya kullanıldı:

“Paylaşın Paylaşın Paylaşın”, OWS

“Tek bir kişi bile gitmedi. Yüzde 99 kazanacak!” ?

“Şemsiye şemsiye daha çok şemsiye” ?

Ve Gezi'ye benzer şekilde mizah hep oradaydı: “Havayı hacklediğin için Teşekkürler

anon”.

Türkiye tarihinin en kitlesel kalkışması olan Gezi dahil olmak üzere tüm bu hareketlerde

belirgin olan isyanların başlaması için nesnel koşulların oluştuğu gerçeğidir. İsyanlar ya

diktatör niteliği belirginleşmiş kişilere/anlayışlara “artık yeter” demek üzere patlak vermiştir.

Veyahut günden güne kapitalist sömürüyü daha yoğun hisseden kesimlerin tepkileri artık

onları isyan noktasına getirmiştir.

Hareketlerin doğrudan örgütleyicileri tarafından gerçekliğe vurgu ve alanlara meydanlara

çağrı ve genel olarak hareketlerin gelişimi incelendiğinde elde edilen veriler bu hareketlerin

hemen hepsinde sosyal medyanın fitili ateşleyen değil alevlerin yayılmasını sağlayan bir

etken olarak kendisini gösterdiğini ortaya koymuştur.

Bu hareketler bildik anlamda örgütlü hareketler olmamakla birlikte tamamen de örgütsüz

değildi. Gezi'deki Taksim Dayanışması örneğinde olduğu gibi koordine merkezleri üzerinden

yönlendirilen ve sosyal medya üzerinden örgütlenen hareketlerdi.

Bu hareketler somut olarak bize şunu söylüyor: Yeni iletişim teknolojileri basit bir araç

değildir. Kitlelerin olumlu veya olumsuz değişiminde dönüşümünde, kitlelerin

politikleşmesinde, eylemci niteliği kazanmasında önemli bir etkendir.

Ne yeni iletişim teknolojilerinin siyasi, kültürel, ekonomik ilişkiler içerisindeki

konumlanışını ve etkisini yok saymak doğrudur, ne de onu içerisinde geliştiği maddi

koşullardan bağımsız olarak anlamak mümkündür. Yeni medya sadece mücadele için bir araç

değil bir alan haline de gelmiştir. Ve bu alanı yok saymak mücadelenin geleceği açısından da

belirleyeici niteliktedir.

Bu halk hareketlerinin sınıfsal niteliği de bir tartışma konusu haline gelmiştir. Mısır'da bir

diktatörü deviren, Türkiye'de bir diktatörün iktidarını sarsan bu hareketlerin oluşum sürecini

anlama, bu hareketleri oluşturanların sınıfsal karakterinin derinlemesine analizinden geçiyor.

Gezi: Bir “Beyaz Yakalı” İsyanı, “Orta Sınıf”???

Gezi'nin sınıfsal karakteri üzerine tartışmalar sürüyor. Bu tartışmalarda genel olarak

Gezi'nin bir "Beyaz Yakalı" isyanı olduğu tespiti öne çıkıyor. Ve Gezi'yi yaratan bu kesimi

Taylan Özgür Yıldırım 259

tariflemek için tartışmalı bir kavram olarak “Orta Sınıf” tercih ediliyor.

“Yeni Bir Sınıf” : Yeni İşçi Sınıfı

Ergin Yıldızoğlu ise bu kesimi şöyle tarifliyor:

“Kapitalizmin krizi içinde, değişim, dönüşüm süreçlerinin bir parçası olarak Fordist

sermaye birikim rejimi tasfiye olurken kitlesel sanayi üretimi, fabrika işçisi, örgütleri, kültürü

ve alışkanlıklarıyla, değişik yerlerde farklı hızlarda eriyor ya da bir mutasyon geçiriyor.

Sermayenin yeni teknolojilerle dönüştürdüğü ve/veya yeni girdiği, bilişim ağlarına

bağlanmaya başladığı alanlarda oluşan maddi, simgesel, duygulanım yaratıcı (affective)

üretimin üzerinde yeni bir sınıf tarih sahnesine çıkıyor.”

“Bu tarih sahnesine çıkan yeni işçi sınıfı, bu geçiş sürecinde hem “disiplin toplumu”nun

hem de “kontrol toplumu”nun baskısı altına girmeye zorlanıyor. Bu baskının etkisiyle

değişmeye, kendi başının çaresine bakmaya zorlanmanın gerginliğiyle, bu sınıfın bireyi,

sorunlarını öncelikle “ekmek peynir sorunu” değil, özgürlük, özgünlük ve haklar sorunu

olarak algılıyor. Bu birey, devletin ve uzmanların kendisini rahat bırakmasını, yaşamına

karışmamasını istiyor, farklı ülkelerde, farklı iktidarlara karşı ama aynı taleplerle, aynı

yöntemlerle, aynı örgütlenme biçimlerini ve teknolojileri kullanarak baş kaldırıyor. Baş

kaldırmaya başlayınca daha önce edindiği somut aidiyetleri (dini, etnik, siyasi) aşarak ortak

bir evrensel özgürlük talebinde birleşmeye başlıyor. Tarih bu sınıftan yana. Gezi Parkı

Direnişi’nde, Ankara, İzmir sokaklarında bu hızla büyümekte, iradesini ortaya koymakta olan

bu genç proletaryanın gücü, sesi, “epik tragedyası” yankılanıyor.” (Ergin Yıldızıoğlu- Gezi

Parkı’ndaki Işığın Gösterdiği).

Genel olarak “beyaz yakalı” olarak tabir edilen, Ergin Yıldızoğlu'nun da “yeni sınıf”

olarak tarif ettiği çalışan kesimler aslında işçi sınıfının yeni yüzüdür. Ve bu kesim günden

güne büyüyerek işçi sınıfı içerisinde önemli bir yüzdeye ulaşıyor.

Bu durum geleneksel işçi kesiminin, sanayi işçisinin topyekun bir erime içerisinde

olduğuna işaret etmiyor. Hali hazırda sanayi işçisi işçi sınıfının en büyük yüzdesini

oluşturuyor. Ancak bilgi teknolojilerinin gelişimiyle dönüşen emek süreçleri işçi sınıfına yeni

katılımların da önünü açıyor. Çalışan kesimler büyük oranda proleterleşiyor.

Gezi'nin de omurgasını oluşturan bu kesim sadece sınıfsal taleplerle hareket etmiyor ve

ideolojik baskılanmalar nedeniyle çoğunlukla sınıfsal çelişkilerden ziyade, yaşayış tarzlarına

yönelik saldırılara daha belirgin tepkiler verebiliyor. Özgürlük ve özgünlük asli talepleri

haline geliyor.

Sınıfsal algıları, çalışma koşulları, yaşam tarzları itibariyle Gezi Kalkışması'nın kitlesiyle

büyük oranda örtüşen ve pek çoğu doğrudan bu eylemlerin içerisinde de var olmuş bilişim

çalışanları, bize bir örnek olarak Gezi'nin sınıfını inceleme imkanı da sunuyor.

Gezi'nin Sınıfı: Bir Örnek: Bilişim Çalışanları

90'larda görece iyi ücretlerle iyi koşullarda çalışan bilişim işçileri, her ne kadar bedelsiz

fazla mesailer o günün de gerçeği olsa da, sektörün yeni olması, bu alanda yetişmiş nitelikli

çalışan eksiği bu sektörde çalışanları ayrıcalıklı olarak konumlandırmıştı.

Ancak 2001 ve sonrasında yaşanan 2009 krizi göstermişti ki yaşam hiç de öyle bu kesim

için toz pembe değildi. Çünkü ilk işten çıkarılanlar bilişim çalışanları olmuştu.

Sektörün gelişimi itibariyle önceleri iyi ücret ve güvenceli çalışma durumu bugün her iki

değişkenin grafiğinin de çalışanların aleyhine işlediğini gösteriyor.

Önceleri ücretle “tolere” edilebilen yoğun çalışmalar bugün artık düşük ücret ve

güvencesiz çalışmayla birleşince katlanılmaz hale geliyor.

260 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Daha çok Teknokentler'de çalışan bu kesim genel olarak kendisini işçi olarak görmüyor ve

kendisini daha çok mesleğiyle tarif ediyor. Ancak bu algı, yaşanan gerçeklikle alt üst

olabiliyor. Çalışma koşullarının günden güne kötüleşmesi bir kitaba da ismini veren soru

olarak karşımıza çıkıyor: “Boşuna mı Okuduk?” (Türkiye'de Beyaz Yakalı İşsizliği, İletişim).

Önceleri 45 yaş olarak nitelendirilen ama günden güne küçülen belirli bir yaştan sonra ne

yapacağını bilememe durumu bilişim çalışanlarının temel kaygısını oluşturuyor. Bu yaşta hem

şirketler için “maliyetli” bir çalışan haline gelmişsinizdir, hem de sizin yerinize sizin işinizi

yapacak çok daha “ucuz maliyetli” yeni mezun meslektaşlarınız vardır. Ayrıca o yaşa kadar

yönetici olamadıysanız şirketin çıkış kapısına çok yakınsınız demektir.

TMMOB 2. Ücretli Çalışan ve İşsiz Mühendis Mimar ve Şehir Plancıları Kurultayı

kapsamında ODTÜ Teknokent'te düzenenlen Tekenokent Çalışanları Günleri'nin afişindeki bu

sorular bir bişim çalışanının kaygılarını ve kafasını meşgul eden temel soruları özetler

niteliktedir.

Ve yine Kavaklıdere Şarap Fabrikası'nda çalışan bir sanayi işçisiyle, Teknokent'te çalışan

bir mühendisin kıyaslaması, bir bilişim çalışanın sınıfsal olarak nerede konumlandığına dair

de resmi netleştiriyor.

Teknokent çalışanı lehine tek olumlu özellik aldığı ücret. Ancak şu da bir gerçek:

Teknokent çalışanı ya kazandığından fazlasını harcamak zorundadır, ya da sürekli

çalıştığından kazandığını harcayacak vakit bulamamaktadır.

Çünkü ona dayatılan yaşam biçimi bunu zorlamaktadır, belirli yerlerde yemek belirli

markalardan giyinmek zorundadır. Öyle ki, nerede yediğiniz ne yediğinizden daha önemlidir.

Ve “kendinizi geliştirmek” için sürekli çalışmanız gerekmektedir.

Taylan Özgür Yıldırım 261

İşin özü; bir bilişim çalışanı günün 12 saati bilgisayar başında doğrudan kod yazarak

geçiriyor, yani üretiyor, bilgisayardan başka hiçbir unsuru denetlemiyor, komuta etmiyor,

bedelsiz fazla mesaili çalışıyor, çalıştığı projenin bitiminden sonra ne yapacağını

kestiremiyor, güvencesizlik ve geleceksizlik sarmalında sıkışıp kalıyorsa, kendisini ne olarak

tarif ederse etsin, sınıfsal konumu nettir.

Çalışanların sınıfsal konumlarını onların kendilerini nerede/nasıl tarifledikleri değil,

üretim süreci içerisindeki konumları belirler. Dolayısı ile kendilerini işçi sınıfının bir parçası

olarak görmüyor algıları, sınıf atlama heveslisi olmaları, doğrudan artı değer üreten veya

üretilmesine hizmet eden bu kesimin işçi olduğu gerçeğini değiştirmez.

Üretim süreci içerisindeki kısmi denetiminin bu konumlanışa etkisi ve kendisini algılayış

biçimi bu durumda önemsizleşir.

Bu anlatılan aslında beyaz yakalı olarak tabir edilen bir kesimin genel hikayesidir. Bilişim

çalışanlarının da parçası olduğu bu yeni işçi kesimi, Marx'ın “kendinde sınıf“ diye tariflediği

niteliği belirgin olarak taşımaktadır. Yapılması gereken bu çalışan kesimi geleneksel işçi

sınıfından hepten koparmak veya uzaklaştırmak değil, geleneksel işçi kesimiyle

buluşturmaktır.

“Yepyeni Bir Şey Yaratma...”

Gezi göstermiştir ki var olan örgütlenmeler Gezi kitleselliğini kucaklayacak ve Gezi'nin

omurgası olan yeni işçi kesimlerin taleplerini karşılayacak şekilde oluşmamıştır. İşte bu

noktada 18. Brumaire'de işaret edilene dikkat çekmek elzemdir.

“İnsanlar kendi tarihlerini, kendileri yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi seçtikleri

koşullar içinde yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten bugüne devrolunan

koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların

beyinleri üzerine çöker. Ve tam kendilerini ve şeyleri devrimcileştirmeye, yepyeni bir şey

yaratmaya başlamış gibiyken bile, özellikle böyle devrimci kriz dönemlerinde, aceleyle ve

endişeyle geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin bu yeni sahnesini bu saygın

görüntünün arkasına gizleyerek sunmak için, bu ruhların isimlerini, sloganlarını, kostümlerini

alırlar.” (Karl Marx’ın Louis Bonapart’ın 18. Brumaire’i).

262 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

Örgütsüz bir kalkışma olduğu genel olarak kabul görse de Gezi kendi maddi koşulları

içerisinde kendi öz örgütlenme biçimlerini yaratmıştır. Forumlar, inisiyatifler önemli arayışlar

ve pratiklerdir.

Değişen maddi koşullar, değişen emek süreçleri ve bağlı olarak değişen işçi sınıfı yapısı,

geleneksel emek süreçlerine göre örgütlenmiş yapıların da dönüşümünü zorunlu kılmaktadır.

Gezi'nin omurgasını oluşturan bu yeni işçi kesiminin taleplerini karşılayacak, onlarla

bütünleşecek örgütlenme biçimlerinin hayat bulması tarihsel bir zorunluluktur.

Bu noktada özellikle sendikalara ve meslek örgütlerine bu yeni işçi kesiminin ihtiyaçlarını

da önceleyecek örgütlenme biçimleri geliştirmek ve/veya var olan örgütlenme biçimlerini bu

kapsamda zenginleştirmek ve bunun için teknolojiyi bir araç ve daha ötesi bir alan olarak

tariflemek gibi bir sorumluluk da düşmektedir.

Bambaşkayı Yaratmak: Gezi'den Tekel'e Köprü Kurmak

Bu yeni işçi kesimini geleneksel işçi sınıfıyla buluşturmak tarihsel bir dönüşümün de

temel dinamiği olacaktır.

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi hocalarından Doç. Dr. Funda Başaran

Özdemir’in Sendika.org’da 10 Haziran 2013 tarihinde yayımlanan yazısında çok güzel

ifade ettiği şekilde “Gezi Direnişi’nden Tekel Direnişi’ne bir köprü kurulmak”

durumundadır.

Ergin Yıldızoğlu'nun işaret ettiği nokta çok önemlidir: “Eğer bu kesim ekoloji davasını

destekler gibi kalkıp Tekel işçilerine destek vermeye karar verseydi kimse duramazdı bunun

önünde.” (Ergin Yıldızoğlu).

Gezi'nin kentli yaşam kültürüne dair özgünlük ve özgürlük talebi, 80 günlük Tekel

Direnişi'nin sınıfsal karakteriyle bütünleştirildiğinde bambaşka bir şey olacağı kesindir.

İşte bu bambaşkayı yaratmak uğrunda düşenler için Enver Gökçe şöyle sesleniyor:

“Ülkemiz Yoksul

Ülkemiz Fakir

Ve İşçiler Öğrenciler Düşer Yanyana..

Düşer ya Vatanın Bir Yanı da Ölür.

Ve Şahin Aydın Kerim Yaman Böyle Düşüyorsa Bir Bir

İnsan Daha Özgür Olsun Diyedir...”

Enver Gökçe – Dayan Ha Yıkılma

İnsan daha özgür olsun diye düşen 70'lerin o yiğit gençlerine Enver Gökçe'nin

söyledikleri, “Başka Türlü Bir Şey” yaratırken düşen Gezi'nin o güzel çocukları içindir de

aynı zamanda.

Onların gülüşleri yerde kalmasın diye, insan daha özgür olsun diye, bambaşkayı yaratmak

düşümüz ve kavgamız olmak durumundadır...

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

LaborComm 2014

5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı

Sonuç Bildirgesi

Günümüzde teknoloji – özellikle de yeni enformasyon ve iletişim teknolojileri (EİT’ler) –

emek-sermaye çatışmasının şiddetle yaşandığı alanlardan biri olarak öne çıkmaktadır.

Kapitalizmin dünyaya yayılmasının altyapısını oluşturdukları, yeni ve kârlı birikim alanları

sundukları için EİT’lerin geliştirilmesine ve yaygınlaşmasına desteklerini esirgemeyen

egemenler şimdilerde bu teknolojileri kendilerine yönelik büyük bir tehdit olarak da

görüyorlar. Arap coğrafyasındaki bazı tiranların devrilmesinde ve Batılı ülkelerde

kapitalizmin yarattığı 2008 krizinin faturasının kemer sıkma politikalarıyla kendilerine

ödettirilmesine karşı çıkan kitlelerin ayaklanmasında görüldüğü üzere internet ve sosyal

medya ezilenlerin önüne değerlendirilmesi gereken yeni olanaklar sunmaktadır. İnternet ve

sosyal medyada başlayan örgütlenmelerin kent meydanlarında somutlaşması söz konusu

olmaktadır. Ancak internet üzerindeki izleme faaliyetlerinin arttırıldığını, internetin

kullanımına sınırlamalar getirildiğini de görüyoruz. Bunun yanında sermayenin interneti

ticarileştirme ve tektipleştirme çabaları da sürmekte. İnternet üzerinde kullanıcıların harcadığı

emeğe el koymanın yolları genişletilmeye çalışılıyor ki, bu konuda başı Facebook, Twitter,

Youtube gibi başlıca sosyal medya platformları çekiyorlar; her ne kadar bunlar diğer yandan

özgürleştirici olduğu iddia edilen ‘doğaları’ nedeniyle yüceltilseler de. Tüm bu olasılıklar ve

tehditler LaborComm 2014’te geniş biçimde tartışıldıktan sonra emeğin teknolojiye dair bu

çatışmadan galip çıkması için bazı izlekler belirmiştir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz;

a) Teknoloji-toplum ilişkisine dair doğru bir kavrayış geliştirilmelidir. Teknoloji-toplum

ilişkisinin yetkin bir şekilde kavramsallaştırılması ve teknolojinin üstüne örtülen gizem

perdesinin kaldırılması gerekmektedir. Burjuva ideolojisi teknolojiyi toplumdan bağımsız,

özerk bir gelişme çizgisine sahipmiş gibi göstermektedir. Buna göre belli çıkarlarla

iliştirilemeyecek olan yansız teknoloji sonradan topluma dâhil olmakta ve toplumsal düzeni

değiştirmektedir. Teknolojik determinist bu yaklaşım teknolojinin bir mücadele alanı olduğu

ve çatışmayla biçimlendiği gerçeğinin görülmesini engellemektedir.

b) Sermayenin çitleme çabalarına karşı durulmalı ve emekten yana uygulama ve

düzenlemelere destek olunmalıdır. Teknolojinin sermaye-emek çatışmasının sadece aracı

değil, konusu olduğunu da gördüğümüz noktada emekçiler özgür yazılımların özel mülkiyet

karşıtı tavrına mümkün olduğunca arka çıkmalıdır. Keza, Facebook ve Twitter gibi ticari

sosyal medya platformları yaygınlıkları sayesinde geniş kitlelerin örgütlenmesini sağlasalar

da, süreç içinde emeğin amacı kullanıcı bilgilerini toplamayan ve bunları metalaştırmayan

alternatif sosyal medya platformlarının yaygınlaşması olmalıdır. Teknolojiye dair

mücadelenin bir diğer ayağındaysa düzenlemelerin sermayeden yana yapılmasına karşı çıkış

vardır. İnternetin işleyişinin birkaç ticari kuruluşun denetimi altında sürmesine olanak tanıyan

düzenlemelere çoğulculuk adına karşı çıkılmalıdır. Bu kuruluşların kişilerin mahremiyetini

umarsızca görmezden gelmelerine engel olunmalıdır. En başta da internetteki görece özgür

alanların daraltılmasına yönelik yasalara karşı bir mücadele gerekmektedir.

c) Sömürünün yok olmadığı vurgulanmalıdır. Görgül veriler, teknolojinin gelişmesiyle iş

yerlerindeki hiyerarşilerin yıkıldığını, eskiden kol emeği gerektiren zorlu işler gerçekleştiren

insanların artık yaratıcılık isteyen daha tatminkâr işler yaptıklarını ve kendilerini işleriyle

barışık hissettiklerini öne sürenlerin yanıldığını göstermektedir. Emeğin sömürüsü bitmek bir

yana EİT’lerin sermayeye sunduğu esneklik sayesinde daha da artmıştır. İnternette

264 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı

kullanıcıların ürettiği içeriğe şirketlerce el konulması da emeğin sömürüsünün açık bir biçimi

olarak öne çıkmaktadır.

Emek mücadelesinin önemli alanlarından bir diğeri de anlam çerçevelerine ilişkindir.

Kapitalist tahakküm ilişkileri, sermayeyi yücelten, emeği değersizleştiren, sömürüyü

doğallaştıran ve meşrulaştıran anlam çerçeveleri olmadan mümkün olamazdı. Bu nedenle

egemen anlam çerçevelerini incelemeye yönelik her türlü çaba emek açısından anlamlı

olmakla birlikte kitle iletişime yönelik çalışmalardan edinilen bilgi ve deneyimlerin yeni

iletişim ortamlarında anlam çerçevelerinin sorgulanması için de kullanılması önem arz

etmektedir. Sermayenin internetteki içeriği belli formatlara sokma ve tektipleştirme çabaları,

bu çabanın sadece maddi alana ilişkin olmayıp aynı zamanda sembolik alana dair de bir

çitleme faaliyeti olması bunu elzem kılmaktadır. Böylelikle bu çalışmalar teknolojiye dair

mücadeleye önemli katkı sağlayacaklardır. İletişim teknolojileri sadece araç olarak değil, aynı

zamanda içerik açısından da değerlendirilmelidir.

Son olarak belirtmek gerekir ki, emek mücadelesinin kendi bilgisini üretmeden başarılı

olma şansı yoktur. LaborComm ilk yılından itibaren bunu amaçlamaktadır. Bu noktada

emeğin tarihini ortaya koyan çalışmaların gerekliliği aşikârdır. Emek ve emeğin temsilinin

tarihi ile ilgilenmek aynı zamanda da bugüne dair üretmeye çalıştığımız bilgiyi kendi tarihinin

içine yerleştirmek ve tarihsel-toplumsal bir kavrayışın oluşması açısından önem taşımaktadır.

LaborComm 2014 – 5. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 3-4 Mayıs, Ankara

LaborComm 2014

Bildiriler Kitabı

ISBN: 978-605-64782-1-5