identities stuck in purgatory: discourse analysis of movie “dedemin İnsanlari”
TRANSCRIPT
1
Applying Intercultural Linguistic Competence to Foreign Language Teaching and Learning 292|305 - 2014
IDENTITIES STUCK IN PURGATORY: DISCOURSE ANALYSIS OF
MOVIE “DEDEMİN İNSANLARI”
2
ARAFTA KALAN KİMLİKLER: “DEDEMİN İNSANLARI” FİLMİNİN SÖYLEM
ANALİZİ
Aysel AY
Seher MİDİLLİ
Bahar TUGEN
'Buradayım, bak geldim işte...
Eline dokunabilmek için, gözümle görebilmek için
kalanların en büyük sorusuna gidenlerin cevabının ne olduğunu bulabilmek için...'
ÖZET
Bu çalışmada, Türkiye’de yaşanmış ve toplumsal sorunlara yol açan Türk-Yunan
Nüfus Mübadelesi’nin günümüze yansıyan yönleri Türk melodram sinemasının örneklerinden
‘Dedemin İnsanları’ filmi aracılığıyla anlatılacaktır. Bu bağlamda, ilk olarak Türk-Yunan
Nüfus Mübadelesi’nin gelişimi ve sonuçlarına ‘kimlik’ ve ‘öteki’ kavramları çerçevesinde
değinilecektir. İkinci bölümde ise ‘Dedemin İnsanları’ filmi, yukarıda anılan kavramlar
çerçevesinde söylem analizi yöntemiyle ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kimlik, Öteki, Göç, Dedemin İnsanları
IDENTITIES STUCK IN PURGATORY: DISCOURSE ANALYSIS OF MOVIE
“DEDEMİN İNSANLARI”
ABSTRACT
This research aims to reveal the reflections of Turkish-Greek Population Exchange on
contemporary lives of those people, which occurred in Turkey and created social issues,
investigating the issue through a recent Turkish melodrama 'Dedemin İnsanları', in the scope
of highlights and consequences of Turkish-Greek Population Exchange, focusing on the
concepts such as 'identity' and 'the other'. Second section includes discourse analysis of the
movie 'Dedemin İnsanları' within the frame of above mentioned concepts.
Key Words: Identity, The Other, Migration, Dedemin İnsanları
1. TÜRK-YUNAN NÜFUS MÜBADELESİ ve SONUÇLARI
Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Basın Yayın Tekniği A.B.D. Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Sinema A.B.D. Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon A.B.D.
3
Toplumların tarihi oluşurken, her daim savaşlarla evrilmiş acılarla yoğrulmuştur.
Ülkeler sınırlarını belirlerken insanların da zihinlerindeki sınırlar çizilir, yönetimin belirlediği
ilkeler, yasalar koşulsuz şartsız toplumlara mal edilir. Kendi kaderini belirlemekten yoksun
bırakılan ve zorunluluklar çerçevesinde hareket etmeye maruz kalan halklar ‘göç’e yeni bir
tanım eklemiş olurlar: ‘Zorunlu Göç’. Tüm dünyada farklı biçimlerde gerçekleşen zorunlu
göçler, Türkiye’de de I. Dünya Savaşı’nın etkilerinin fazlasıyla hissedildiği ve bir kurtuluş
mücadelesinin ardından kurulan yeni bir ülkenin diyeti olarak karşımıza çıkmıştır.
Bu bağlamda Cumhuriyet’in 29 Ekim 1923 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra
gerçekleştirilen Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, hem mübadiller hem de mübadeleyi
gerçekleştiren ülkeler açısından önemli çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Türk-Yunan nüfus
mübadelesi (nüfus değişimi), Lozan Konferansı’nda Türkiye ve Yunanistan arasındaki
öncelikli sorunlardan birisi olmuş ve 30 Ocak 1923 yılında, Türkiye ve Yunanistan arasında
imzalanan ‘Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’ün
imzalanmasıyla çözüme kavuşturulmuştur. Sözleşmenin 1. Maddesi uyarınca, Türkiye’de
bulunan Ortodoks Rumlarla, Yunanistan’da bulunan Müslüman Yunan uyrukları, 1 Mayıs
1923 tarihinden itibaren zorunlu göçe tabi tutulacaklar ve göç edenler Türk ve Yunan
makamlarının izni olmadıkça geldikleri ülkelere yerleşmek amacıyla geri dönemeyeceklerdir.
(Oran, 2002; 332). Bu sözleşme uyarınca, yaklaşık olarak 350.000 Müslüman Türk ve
200.000 Hıristiyan Rum zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır (Kayam, 1993; 1). Türk-Yunan
nüfus mübadelesinin birkaç önemli özelliğine değinmek gerekir. Mübadelede kullanılan temel
kriter öncelikle ‘din’ olgusudur. Mübadele sözleşmesinde, mübadeleye tabi olanlar arasında
dil ya da etnik kökene dayalı bir ayrım yapılmamıştır. Buna örnek olarak, Makedonya’daki
Müslümanların Yunanca ve Orta Anadolu’dan gönderilen Ortodoks Rumların çoğunluğunun
da Türkçe konuşması gösterilebilir. Mübadelede dikkati çeken diğer bir özellik de, yukarıda
belirtildiği gibi, göçün zorunlu kılınmış olmasıdır. Tarihte ilk defa, zorunlu göç Uluslararası
Hukuk tarafından meşrulaştırılmıştır (Zürcher, 2003; 4).
1.1. Mübadelenin Sonuçları
Mübadele, hem mübadiller hem de iki ülke açısından psikolojik, sosyal ve ekonomik
açıdan olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Mübadelenin ilk yıllarında Anadolu’dan göç eden
Rumlar, Yunan hükümetinin beklentisinin aksine, barınma problemleri ile karşılaşmışlar ve
bu göçmenlerin beslenme, giyim ve bakım masrafları zaten kötü durumda olan Yunan
ekonomisine ek bir yük bindirmiştir. Yunanistan’ı terk eden Müslümanlardan kalan yerlere
4
sadece Rumların yüzde kırkı yerleştirilebilmiş, bu durum, göçmenlerin hayat şartlarının daha
da kötüleşmesine yol açmıştır (Blanchard, 1925; 453).
Türkiye’ye göç eden Müslümanlar için de durum çok farklı değildir. Özellikle
gelenlerin sayısının gidenlerden çok daha az olması, yerleşme konusunda Yunanistan’a
nazaran daha az sorunla karşılaşılacağı beklentisinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ancak
bu istenildiği gibi bir düzenli yerleşimin olmasına yetmemiştir. Mübadele Antlaşması
şartlarına göre, Türkiye’ye gelen göçmenlerin Rumların boşalttıkları alanlara yerleştirilmesi
gerekmekteydi. Bu yerleştirme, göçmenlerin terk ettikleri yerlerin iklim ve hayat şartlarına
uygun olarak yapılacaktı. Fakat bu süreç uzun ve detaylı bir çalışma gerektirmekteydi ve her
iki devlet de mübadelenin bir an önce başlatılmasından yanaydı. Bu sebeple göçmen yerleşim
yerlerinin “kıyı, kent, kasaba ve köylerden başlanarak, demiryolu ve diğer ulaşım araçlarının
gidebildiği yerlere kaydırılması yoluna gidilmiştir” (Kodaman, 2008; 23).
Her iki ülkeye göç edenlerin, gittikleri yerlerde sosyal ve toplumsal hayata uyum
sağlamaları pek de kolay olmamıştır. Geldikleri topraklar her ne kadar kendi dini inançları ile
uyumlu olmasa da bu topraklarda büyümüş ve bu kültür içinde yaşamışlardır. Her ne kadar
‘Anavatan’ olarak anılan topraklara gelmiş olsalar da zorunlu göçe tabi olan kişiler yeni bir
kültür ile tanışmışlardır. Burada aitlik sorunu her iki ülkeye göçen kişilerde de kendini
göstermiştir. Zira Yunanistan’a göç edenler Yunan toplumundan ayrı bir kimlik oluşturmuş,
uyum sağlayamayanların bir kısmı, Avrupa ya da Amerika’ya göç etmek durumunda
kalmışlardır.
Türkiye’ye gelen göçmenler konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bir kısım yazar,
Türkiye’nin uyguladığı iskân politikasının, Müslüman muhacirlerin Türk toplumundan ayrı
bir kimlik geliştirmelerini önlediğini savunmaktadır (Öztürk, 2010; 152). Bazı yazarlar ise,
Türkiye’ye gelen ve genel olarak “muhacir” olarak adlandırılan göçmenlerin gözle görülür bir
farklılık oluşturduğunu ve ayrı köylerde veya şehirlerin farklı bölgelerinde topluca
yaşadıklarını ve kendi gelenek/göreneklerini devam ettirdiklerini savunmaktadır. Özellikle,
“birinci ve ikinci nesil muhacirler, hükümetin tüm çabalarına rağmen, aralarında Yunanca ya
da Arnavutça konuşmaya devam etmişlerdir” (Zürcher, 2003; 5). Elbette dil kültürün
yaşatılması açısından önemli bir unsurdur. Ancak dilin yaşamasını, kimliğe dair hiçbir
sorunun yaşanmaması anlamında yorumlamak da oldukça yanlıştır. Çünkü kimlik öncelikle
bulunulan toprağa, vatana, ait olma hissiyatı ile başlar ki bu da o toprağın kültürünü
yaşamakla gelişebilecek bir unsurdur. Mübadillerin doğup büyüdükleri yerleri terk ederek
5
yeni bir ülkeye taşınmaları psikolojik ve ekonomik sorunların yanı sıra sosyolojik sorunlara
da neden olmuştur. Özellikle de ayrıldıkları toprakların kültürüne ait unsurları bünyesinde
taşıyan ve o topraklarda ‘Müslüman-Türk’ olan insanlar, Türkiye’ye geldiklerinde daha
karmaşık bir kimlik alımlaması içinde bulmuşlardır kendilerini. Benzer toplumsal sorunlar
yaşayan her toplumda olduğu gibi mübadele ile de yeni ‘öteki’ler ve kimlik tartışmaları ortaya
çıkmıştır.
1.2. Yeni Kimliklerin Karmaşasında Yeni ‘Öteki’: Mübadiller
Türkiye’de farklı dönemlerde farklı koşullarla birlikte ortaya çıkan toplumsal sorunlar
yaşanmıştır. Yukarıda da söz edildiği gibi Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi de bu toplumsal
sorunlar içinde yer almaktadır. Halen de etkileri devam eden bu toplumsal sorunların çıkış
noktası ise çoğunlukla ‘kimlik’ olmuştur. Kimlik, “Kimsiniz?” ve “Ben kimim?” (kişisel) ya
da “Biz kimiz?” (toplumsal) sorularına verilen yanıttır. Bu anlamda kimliğin, kişisel ve
toplumsal olmak üzere iki boyutu vardır. İnsan ya da topluluk burada kendisini diğerlerinden
ayırt eden özelliklerin neler olduğu üzerinde durur. Bu anlamda kimlik bir bilinç sorunudur.
Kişinin ya da topluluğun kendisi hakkındaki bilinçsiz algılayışının bilince çıkmasıdır
(Assmann, 2001; 130-131). Castells ise kimliği şu şekilde tanımlamaktadır; “Kimlik
insanların anlam ve tecrübe kaynağıdır” (Castells, 2006; 12). Bu bağlamda mübadele ile
zorunlu göçe tabi olan insanların ‘anlam ve tecrübe’ kaynaklarını yitirdiklerini ve yeni
geldikleri topraklarda yeni anlamlarını bulmalarının zaman aldığını söylemek mümkündür.
Zira ‘tecrübe’ belli bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu zaman diliminden yoksun bırakılan
mübadiller, belki de en çok bu sebeple geldikleri topluma ‘ait’ olmakta zorlandılar ve
adaptasyon sorunları yaşadılar. Bu durumda günümüzde halen en büyük toplumsal sorunlar
içinde yer alan ‘öteki’ ve ‘ötekileştirme’ tartışmaları karşımıza çıkmaktadır. Kimlik ‘ben’ ve
‘öteki’nin farkına varmakla ortaya çıkmaktadır. Bir başka kültürle yapılan karşılaştırma
kimliği oluşturur. Avrupa’da yaşanan gelişmelerle birlikte “öteki”ne göre kendini tanımlama
şeklinde ifade edebileceğimiz kimlik kavramı oluşmaya başlamıştır (Poyraz ve Arıkan, 2003;
62). Diyalektik kurgulanışta öteki, ben’in ya da kendi’nin benleşmesi/kendileşmesi sürecinde
gerekli ve geçici bir yabancılaşmayı ifade etmektedir. Burada yabancılaşmanın ötekiliği
ben’in benleşmesine içkindir. Diyalektiğin teleolojisi ötekiliği sömürgeleştirip asimile ederek
onu ben’in gelişmesinin bir aracı olarak kurguluyor. Ötekinin ben’in benleşmesine içselliği
nedeniyle, öteki her zaman zaten tanıdık ya da bildik bir şeydir (Spivak, 1988; 292). Hall’in,
eski ve yeni kimlik anlayışlarını çözümlediği bir makalesinde, “Ben, Öteki’nin bakısında
yazılıdır” derken kimliğin daima bir karsı karsıya gelişe, bir ötekine ihtiyaç duymasını
6
vurgular. Kimliğin bir süreç, bir anlatı, bir söylem olarak anlatımı Öteki’nin konumundan
gerçekleşir (Hall, 1998;71).
Bu bağlamda Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi açısından bakıldığında, Yunanistan
topraklarında ‘Yunan’ benliğinin ötekisi olan Türk soylu mübadiller, Türkiye’de de ‘Yerli
Türk’ benliğinin ötekisi olmaktadır. Çalışmanın araştırma konusunda yer alan ‘Dedemin
İnsanları’ filminde de ortaya çıkan tabloda, tam olarak vurgulanan da ötekileştirerek kendi
kimliğini oluşturan milliyetçi düşüncenin etkisidir. Milliyetçi düşünce biçimi ‘bizden
olmayanı’ da, yani ‘öteki’ kavramını içerir. Milliyetçi kimlik evrensel değil yereldir ve sınırlı
bir toplulukla anlam kazanır. Sınırlı olması ‘öteki’nin varlığıyla açıklanabilir. İster gerçek
ister muhayyel olsun, ‘bizden olmayan’ın var olduğu alanlar ‘bizim’ dış sınırımızı oluşturur
ve ‘öteki’nin varlığı bu sınırla zımnen kabul edilir. Egemenlik kavramı da aynı biçimde
‘öteki’ kavramını yeniden gündeme getirir: bizden olmayanlar güç kazanıp ya da dış
sınırlarımızı aşıp iç işlerimize karışmamalıdırlar. Yani ‘öteki’, milliyetçi ideolojinin, olmazsa
olmaz, temel taşlarından birini oluşturur (Benedict, 1990; 15). Bu nedenle de Cumhuriyet’in
kuruluşunun hemen ardından ortaya çıkan mübadele süreci ulus devlet oluşturmada önemli bir
basamak olarak topluma yansımıştır. Elbette bu yansıma biçimi yukarıda da söz edildiği gibi
oldukça sancılı olmuştur. Tüm uluslar birliklerini kurarken bu tür acı olaylara sahne olmuştur.
Ancak bu durum yaşanılan acıları ve sıkıntıları meşru kılmamakla birlikte yeni sorunların
doğmasına neden olmuştur. Halen kitaplara, akademik çalışmalara ve sinema gibi farklı
alanlara bu toplumsal sorunların yansıması da bunun bir göstergesidir. Zira toplum
bireylerden oluşur ve ifade edilen her insani durum yaşanılanın etkisinde gelişir.
Bunlarla birlikte toplumları var eden ve belirli bir alana ‘ait’ olma durumunun
gerçekleşmesini sağlayan ise her zaman kültür olmuştur. Kültür; “kimliğin tanımlanması,
ifade edilmesi ve geliştirilmesi için, kişinin kendini gerçekleştirmesi için bir önkoşuldur.
Kimlik bağlamı olarak kültür, “üyeleri, ortak tarihi deneyim ve değer verilen (inanç, yasam
biçimi, gelenekler, dil ve ortak vatan gibi) kültürel özelliklerin bir bileşimine dayanan ortak
bir kimliğin sürekliliği duygusunu paylaşan ulusal, etnik ve dini grupların” kültürüdür (Jordon
ve Weedon, 1995; 5). Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi açısından düşünüldüğünde ise;
Yunanistan topraklarında Yunan kültürünü kendi dini kimliği ile harmanlayan Müslüman-
Türk’ün Türkiye topraklarında yerli halk tarafından dışlanması da yerel kültürden ‘farklı’ olan
ve ‘biz’leşmeyen muhacir kültürden kaynaklanmaktadır. Geldikleri toraklarda ‘biz’e dahil
olamayan ya da oldurulmayan mübadiller, bunun doğal sonucu olarak bir kimliğe de sahip
olamamakta ve aidiyet temelli bir toplumsal yaşamda yer alamamaktadırlar.
7
Mübadelenin olup olmaması ya da gerekliliği üzerine tartışmalar için artık çok geç
olmuşsa da doğru politik ve sosyal tedbirler alındığında bu tür entegrasyon durumları
geçmişte olduğundan çok daha az sıkıntı çekilmesi sağlanarak gerçekleştirebilirdi. Kültür,
kimlik ve aidiyet bu kadar iç içe gelişen bir süreç dahilinde gerçekleştiğine göre, ‘biz’
kavramının sınırları içine mübadiller ya da toplumun diğer ‘öteki’leri eklemlenebildiğinde
sorun büyük ölçüde çözülecektir. Nihai olarak, insan sosyal yapı içinde kendini tamamlayan
bir varlıktır ve ‘var’ olmak, ‘var’ sayılmak onun en temel ‘insani’ hakkıdır.
2. “DEDEMİN İNSANLARI” FİLMİNİN SÖYLEM ANALİZİ
Filmin hemen başında ‘Yaşanmış bir hikâyenin yaşamış insanlarından.’ vurgusu yapılır.
Mübadele sırasında ve sonrasında yaşanan hikâyelerden yalnızca biri olan Mehmet Bey,
torunu Ozan ve ailesinin bu hikâyesinden izleyicinin daha fazla etkilenmesi adına yapılan bu
küçük hatırlatma, mübadele olayının bireylerin yaşamlarını aslında ne kadar büyük oranda
etkilediğini açığa çıkarmaktadır. Toplum genelde oluşturulan düzene uyar ve mevcut
huzursuzlukları da hoş görme eğiliminde, güçlüden yana olur çoğunlukla. Komşusu hatta en
yakını da olsa çok az kişi dışlananın yanında yer alır. Dedemin İnsanları filminde de ‘Araf’ın
insanları dışlanırken kimse sesini çıkarmaz, doğru dahi olsalar 'ait'likleri olmadığı için ve
onlara taraf olunduğunda da kendi aitliklerinde soru işaretleri konulacağı için kimse bu
durumda sesli düşünmez.
Filmin ana karakterlerinden biri olan Ozan ve arkadaşlarının okuldaki son günlerinin
ardından karnelerini alarak evlerinin yolunu tutmaları gerekirken izleyicinin de filmin hemen
başında vuku bulması nedeniyle anlam vermekte zorlandığı bir mücadeleye girişmişlerdir.
Önceki sahnede Türk milli marşı olan İstiklal Marşı’nı yan yana okuyan öğrenciler karnelerini
aldıktan ve dağıldıktan sonra birbirlerine taş atar hale gelmişlerdir. Bu sahnede özellikle '-
Gidin mahallemizden. -Gitmeyiz, sizin sanki. -Bizim tabi, size mi bırakacağımızı sandınız. -
Burası herkesin' gibi çocukların birbirlerine taş atarken kullandıkları ifadeler dikkat
çekmektedir. Bu ifadelerden bir tarafın diğer tarafı ötekileştirdiği, diğer tarafın ise içerisinde
bulunduğu ve yaşamaya çalıştığı topraklara ait olma mücedelesi hissedilmektedir.
Ozan’ın dedesi,Ozan’ın karnesini incelediğinde arkadaşları ile geçiminin öğretmeni
tarafından orta ile değerlendirildiğini fark etmiştir. Eğitim ve öğretimdeki not sisteminde orta
ifadesi ne çok başarılı olmayı ne de çok başarısız olmayı ifade eder. Orta ifadesinden
anlamamız gereken esasında bu notun verilmiş olduğu durumun ya da davranış biçiminin
8
daha iyi olabileceği ve olması gerektiğidir. Bu bağlamda yönetmen bu davranış biçiminin
mübadil halklar arasında daha iyi olabileceği ve olması gerektiğini Ozan üzerinden
açıklamaktadır. Mübadillerin daha çocuk yaştan itibaren ‘öteki’ ile olumlu ilişkiler
geliştirmekte zorlandığı, geliştirse dahi bu ilişkilerin zedelendiği ortaya çıkmaktadır. Bunun
yanı sıra bu not yalnızca öğretmeni tarafından Ozan'a verilmemiş aynı zamanda yönetmen
tarafından az önce birbirlerine taş atan, birbirlerini olabildiğince ötekileştirmeye çalışan
çocuklara; ayrıca mübadele döneminde taraflara ayrılan, birbirlerini anlama, empati kurma
gibi konularda ne kadar eksik olduklarını göstermek amacıyla mübadeleden bir şekilde
etkilenmiş bireylere verilmiştir.
Karne dönüşü Mehmet Bey ve torunu Ozan, Mehmet Bey'in manifatura dükkanına
gelirler. Ozan tam dükkana girecekken dedesi onu dükkana ilk olarak sağ ayakla girmesi
konusunda uyarır. Zira sol ayakla dükkana girmenin bereketi kaçıracağına inanır. Dede ile
torun arasında geçen bu diyalog bizlere bölge halkının mevcut inanışı olan İslam inancını
hatırlatmaktadır. Zira film metni bizlere ailenin inanç pratikleri konusunda bölge halkından
etkilendiklerini ve mübadele sonrası kimlik kazanma sürecinde yerli halkın inancını
benimsediklerini göstermektedir. Bu bağlamda mübadele sonrası taraflar her ne kadar iletişim
kurmakta isteksiz gibi görünse de birbirlerini etkilemek ve birbirlerinden etkilenmek
durumunda kamışlardır.
Filmde Mehmet Bey ve ailesinin yaşadığı bölgedeki esnafların arasında da Mehmet Bey
ve ailesinin göçmen olmaları hususunda olumsuz söylemlerin üretildiği görülmektedir.
'Allah'ın gavuru bir de alay geçiyor benimle, salyangoz yediği günleri ne çabuk unuttu o
adada.' ifadesi bir komşusu tarafından Mehmet Bey için söylenmiştir. Özellikle gavur ifadesi
kendisi gibi olmayanı ötekileştirmek üzere kullanılan bir ifadedir. Karşısındakine kendisi ile
alay ettiği için sitem eden kişi söz sırası kendisine geldiğinde aynı tavrı sergilemekten
kaçınmamaktadır. Bu bağlamda 'gavur' ve 'salyangoz yiyor' ifadeleri tamamen karşısındakini
ötekileştirmek için kullanılan ifadelerdir. Mübadele sonrası kendilerinin yaşadığı bölgeye
gelen kişileri dini referans alarak ötekileştirmekte, kendilerinin Müslüman olduğu
düşünüldüğünde, Müslüman olmadığını iddia ettiği kişiyi din üzerinden kendi düşüncesine
göre yargılamaktadır.
'Deli Peruzat'a vereceğim şimdi seni, kulaklarını çeksin. -Öyle korkutmayın çocuğu,
onlar da bizim bir insanımız.' Eşi ve Mehmet Bey arasında geçen bu konuşmadan Mehmet
Bey'in ne kadar ılımlı ve karşısındaki her kim olursa olsun onu kucaklamak konusunda ne
9
kadar hassas ve anlayışlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Mehmet Bey'in bu ifadesinden ayrıca
herkese eşit yaklaşmak konusunda daha dikkatli olması için eşini de uyardığı dikkatleri çeker.
Sonrasında Mehmet Bey arabadan iner ve Peruzat'a selam verir. Bir müddet konuşurlar,
Mehmet Bey tekrar arabaya biner; ailenin tüm üyeleri bu defa Peruzat'a elleri ile selam
verirler. Neticede Mehmet Bey, ailesindeki herkese karşısındakini olduğu gibi kabul etmeyi
öğretmiş gibi görünmektedir. Böylece hem ayrılık acısını hem de ayırımcılığa maruz kalma
konusunda her türlü sıkıntıyı çeken ve bunu günlük pratiklerine ve bireylerle olan ilişkilerine
olumlu yansıtan bir karaktere sahip Mehmet Bey’in, mübadil olan her iki tarafa da örnek
oluşturacak şekilde davrandığı görülmektedir. Bu sahnede film metni bizlere insanların
birbirlerini ötekileştirmesinin yanlış ve sosyolojik olarak hatalı olduğunu söylemektedir.
Ozan tüm aile ve komşuları ile birlikte yemek yerken birden masadan kalkar ve
odasının yolunu tutar. Onu tam içeri girecekken babası yakalar ve neden böyle davrandığını
sorar. Ozan da bunun üzerine 'Türküz biz, Türküz diyorum size...' diye tekrarlar. Bunun
üzerine babası Ozan'a kendilerinin de Türk olduğunu hatırlatır ve oğlunun neden böyle bir şey
söylediğine anlam veremez. Tam bu sırada Ozan tekrar 'Hayır siz gavursunuz, gavurların
tarafını tutuyorsunuz' (Bu söylem filmin pek çok sahnesinde yeniden üretilmektedir) diye
babasının verdiği cevabı kabul etmez ve masadaki herkesin özellikle duyması için masaya
doğru dönerek İstiklal Marşı'nı okumaya başlar. Babası tarafından başına vurulan bir darbe ile
susturulan Ozan bu defa odasına koşar. Mehmet Bey de bunun üzerine marşın hiçbir zaman
yarım kalamayacağını söyler ve tüm aile marşı yüksek sesle okumaya başlar. Mehmet Bey bu
noktada milli duygulara atıfta bulunarak bu duyguları yüceltmiştir. Aile içerisinde yaşanan bu
durum, Ozan’ın toplumda sürekli karşılaşılan din ve ırk üzerinden ötekileştirilme fobisinin
olduğunu ortaya koymaktadır. Ozan İstiklal Marşı'nı okuyarak göçmen ve öteki kimliğinden
kurtulacağına, bu şekilde kendisinin yerel halk içerisinde daha kolay bir biçimde
benimseneceğine inanmaktadır. Bu doğrultuda toplum içerisinde kabul görmek adına
Müslüman olduğu, Müslüman inancına göre sünnet olduğu, Türk olduğu söylemlerini
üretmektedir. Bu noktada İstiklal Marşı ve milliyetçilik anlayışının yönetmen tarafından daha
keskin ifadelerle Ozan üzerinden ortaya koyulması bizlere bireylerin toplumda her türlü
ötekileştirmeye karşı hem psikolojik hem de sosyolojik bir mücadele verdiklerini
kanıtlamaktadır.
Mehmet Bey’in kıyının diğer tarafına gitmesi için denize bıraktığı şişeler, onun Batı
Trakya topraklarına özlemini ve kendisini hala oraya bağlayan şeylerin mevcudiyetini
hissetme durumuna atıfta bulunmaktadır. Ancak Ozan dedesinin bu durumuna kulak kapatır
10
ve dedesinin denize bıraktığı şişeleri pencereden dışarı atmakla kalmaz, onların bazılarını da
kırar. Üstelik bu durum karşısında şöyle bir düşünce üretir 'Bilmiyorsunuz siz, herkes alay
ediyor bizimle, Yunan gavuru senin deden. Şişelerle name yazıp haber gönderiyor, casusluk
ediyor diyorlar. Hep o yüzüne gülenler var ya arkasından konuşuyorlar dedemin.' Bu da onun
talep ettiği şeyin aslında ne milliyetçilik olduğu ne de 'sıla' özlemi olduğunu gösteriyor. Talep
ettiği yalnızca yaşadığı toplumda herhangi bir olguya tutunmaksızın kabul görmek ve
yaşamak...
Mehmet Bey, okul dönemi bittiğinde yanına çırak olarak torunu Ozan’ı ve Ozan’ın
arkadaşlarından bir çocuğu alır. Ozan müttefiki arkadaşlarını toplayıp bu yeni çırağı 'gavur'
olarak tanımlar ve bu söylemi sık sık tekrarlar. Bu durumda hiçbir koşulda yaşadığı yerde
ötekileştirilmek istemeyen Ozan, bulduğu ilk fırsatta bir başkasını, arkadaşını
ötekileştirmekten kaçınmamaktadır. Zira bu durum, Ozan’ın arkadaşını ‘arkadaşımı gavur
diye tanımlarsam, yaşadığım yerde daha fazla kabul göreceğim, benimseneceğim’ inanışından
kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu durum Ozan’ın içerisinde bulunduğu ait olma konusundaki
fobik bozukluğun bir göstergesidir.
Filmde ötekileştirme durumu yine küçük çocuk üzerinden devam etmektedir. Küçük
çocuğu, Ozan’ın arkadaşları kendilerinden olmadığı, dahası kendilerinden kabul etmedikleri
için taşlamaktadır. Ozan da içerisinde sakladığı 'öteki' hıncını başka birini 'öteki'leştirerek
almakta ve bu taşlama sırasında arkadaşlarına destek vermektedir. Ancak bu durum, Ozan’ın
yaşadığı bölgede kabul görmesi için kesin çözüm olmamıştır. Neden ise onun için devlet
konumundaki dedesinin onu değil de bu 'öteki' çocuğu sevmesi, takdir etmesidir. Tıpkı
Yunanistan’dan gelenlerin göç ettikleri yerdeki halkın onların varlıklarına, topraklarında ev ve
iş yeri sahibi olmalarına kızdıkları ve onları dışladıkları gibi...
Aslında Mehmet Bey torununu sevmediği için değil, yalnızca diğer çocuğu dışladığı ve
sürekli onu kabahatli hale getirmek için uğraştığı için torununa kızmakta ve diğer çocuğun
tarafını tutar görünmektedir. Ayrıca himayesinde olduğu ve yanında çalışmasına izin verdiği
için çocuğu kollamakta, kendini ona karşı sorumlu hissetmektedir. Dedesi ile Ozan arasındaki
bu durum akla devletlerin aralarında yapmış olduğu anlaşma sonucunda gelen halkı koruma
altına alması ve maddi olanaklar sağlamasını getirmektedir. Ancak bu durum yerli halkın
hiçbir zaman hoşuna gitmemiştir. Mübadillerin, kendilerinin refah içinde yaşamalarına her
zaman engel olduklarını düşünmüşler ve aynı toprakta doğmadıkları için onları kendilerinden
11
saymamışlardır. Bu durumda devletin Mehmet Bey’i, yerli halkın da Ozan’ı temsil ettiği
sonucu çıkarılabilir.
‘Sizin sevdiklerinizi benim arkadaşlarım sevmiyor. Herkes böyle yapıyor, bir ben
miyim sanki? Hep eskilerden konuşuyorsunuz, evleriniz insanlarınız varmış, benim hiç bir
şeyim yok, ne yapayım ben yapayalnız mı kalayım?’ Bu sözleri söyleyen Ozan, aslında
insanların toplumda var olabilmek için normal şartlarda takdir etmedikleri, onaylamadıkları
şeyleri yapmak zorunda kaldığını göstermektedir. Anderson'un sözünü ettiği hayali cemaatin
üyesi olmak, yalnız kalmaktansa bir grubun mensubu olmak yalnız hissetmekten alı
koymaktadır insanı. Bir de kişi bunu fiili bir cemaatin, diğer bir deyişle grubun üyesi olma
durumuyla gerçekleştirdiğinde bir kimliğe sahip olmakta 'aidiyet' hissetmektedir. Ozan’ın
aidiyet sorunu bu sözleri ile açığa çıkmakta, yaşadığı toplum içerisinde kabul görme arzusu
her şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte birey, ait olmak istediği toplum kendisinin varlığını inkâr edince yalnız
hissetmenin yanı sıra daha saldırgan bir hal alabilir ve çevresindekilere zarar verebilir. Ancak
birey, var olmak istediği daha doğrusu ait olduğunu hissettiği kimlikle kabullenildiğinde, onu
benimseyerek aslında onu 'var etmiş' oluruz. Bu durum pek çok toplumsal sorunun çözümü
için anahtar niteliğindedir. Film metnine baktığımızda, Mehmet Bey’in torununu dinleyerek,
bir anlamda 'tanıyarak' kim olduğunu ve ne talep ettiğini öğrenmiş ve dolayısıyla ailenin tavrı
da buna göre gelişmiştir. Mehmet Bey’in torununu ve arkadaşlarını toplayıp denize götürmesi
de bu var oluşu kabullenmenin örneğidir.
Bu bağlamla incelenmesi gereken bir diğer söylem; Deli Peruzat karakterine aittir:
‘Temelli, ne güzel bir laf, temelli…’ Kadının ‘temelli’ kavramını sevmesi film içeriğinde hep
özlemi çekilen bir yere tümüyle ait olma durumuna atıfta bulunmaktadır. Peruzat’ın temelli
sözcüğüne bu şekilde anlam yüklemesi, bu karakterin olmak istediği yerden koparılmış
olmasından ve kalıcı olarak hiçbir yere kendini ait hissedememesinden kaynaklanmaktadır.
Filmdeki ana karakterlerin tamamının 'temelli' bir aidiyetleri yoktur. Özellikle de Mehmet
Bey ve Deli Peruzat karakterleri tümüyle geçmişin izlerini ve acılarını taşımaktadırlar. Bu
acıların kaynağı farklı gibi görünse de aslında hepsi ait olmak istedikleri yerlerden veya
kişilerden çok uzakta bırakılmışlardır. Her ikisinin de acısı devlet erkinin kararlarından ortaya
çıkmış ve olmaları muhtemel kişiliklerin dışında, herhangi bir yere ait olamayan bireyler
haline gelmişlerdir.
12
Mehmet Bey eşine Yunanistan'a tatile gitmeyi teklif eder. Eşi bu teklife sıcak
bakmasına rağmen Mehmet Bey’e "Gavurlar bizi orada kesmez değil mi?’ diye sorar.
Mehmet Bey’in eşinin ona bu soruyu yöneltmesinden iki toplum arasındaki önyargıların ne
denli içkin olduğunu anlamaktayız. Elbette bu durum mübadelenin fazla tepki toplamaması ve
içselleştirilmesi adına bir algı yönetiminin neticesi olarak gösterilebilir. Zira kimse
Yunanistan'a turist olarak gidip öldürülmemiştir. Ölümler mübadele zamanında sağlıklı yaşam
koşulları yeterince sağlanmadığı için gerçekleşmiştir. Ancak bu bilinçli olmayan, yalnızca
bazı spekülasyonlarla tayin edilen düşüncelerin tesirinde kalan Mehmet Bey’in eşi bu şekilde
bir endişeye kapılmaktadır.
Mehmet Bey’in damadı belediyedeki işinden kovulduğunda, belediye başkanına
yaptığının yanlış olduğunu ima ederek ‘Halkın da söyleyecek iki çift lafı vardır" der ancak
filmin hikâyesinin anlatıcısı Ozan burada devreye girer ve ‘Yoktu.’ der. Ozan, babasına açılan
davalara kimsenin sesi çıkmadığından ve babasının tahmin ettiği gibi halkın söyleyecek hiçbir
sözü olmadığını üzülerek belirtir. Bu noktada film metninin izleyiciye söylediği, haksız ve
haksızlık karşısında birleşerek onu engellemek adına her şeyin yapılması gerektiği
durumlarda, bireyin kendisi gibi olmadığı ya da kendisi gibi kabul etmek istemediği kişi için
söyleyecek lafının olmayışıdır. Yönetmenin eleştirisini yaptığı durum tam olarak budur. Yeri
geldiğinde aynı havayı soluduğu kişi haksızlığa uğradığında onun hakkını savunmak ya da
onun yanında yer almak için, karşısındaki kişinin de kendisi gibi olması gerektiğine inanmak.
Halkın, Yunanistan kıyılarından gelen içki şişesinin zehirli olabileceğini düşünmesi de ayrıca
ne durumda olunursa olunsun hala yıllar boyu oluşturulan kalıpların ve sanrıların üzerinden
hareket edildiğinin, bu önyargıların toplum üzerinde etkisinin devam ettiğinin göstergesidir.
Mübadiller, mübadele sırasında evlerini, komşularını, kısaca hayatlarını geride
bırakırlar. Türkiye’ye gelen mübadiller Yunan halkıyla ‘kardeşim’ diyerek vedalaşır. Aradan
‘Defolun Türkler, defolun vatanımızdan.’ sözleri duyulur. Buna karşılık bu şekilde bağıran
kişiye Yunan bir kadın ‘Bunca senelik komşularımız onlar.’ şeklinde tepki gösterir. Adam ise,
‘Türkten dost olur mu? Öldürmediğimize dua etsinler’ der. Karşılıklı hoşgörü ve birbirlerini
olduğu gibi kabul etme çerçevesinde bu gibi savunma mekanizmaları geliştiren bireyler
birbirlerini yabancı olarak tanımlamakta, ötekileştirmektedir. Bu her iki taraf için de sorunlu
bir durumdur. Birey artık karşısındakini etnik kimliğinden dolayı öldürme hakkını kendisinde
görecek bir yapıya bürünmüştür. Bu bağlamda mübadele yıllarca daima kapalı kapılar
arkasında kalarak yüksek sesle söylenmeyen kin ve nefretin dışavurumunu hızlandırmıştır.
13
Bu durum Mehmet Bey’i geçmişine daha da yaklaştırmış ve Araf’ta kalan kimliğini
daha çok arar hale getirmiştir. Filmin sonunda, Mehmet Bey denize bıraktığı şişelerin
ulaşmadığı bir zamanlar yaşadığı topraklara kendisi, yine vaktiyle geldiği yolla yani denizle
dönmek ister. Mırıldandığı Yunanca bir şarkı ile kendini 'var' hissedeceğini düşündüğü
toprakların sularına doğru bırakır kendini. Ancak ülkeler arasındaki gelişimlere bakıldığında
mübadeleye zorlanan insanların geldikleri yerle de bağlantısı ve orada kabul görme,
benimsenme ihtimali de kalmamıştır. Anavatanlarında ise, kabul görme biçimleri hafızalarını
silmelerine bağlı hale getirildiği için hiçbir zaman gerçek hayatta karşılığını bulamamıştır.
Mehmet Bey artık ölmüştür.
Torunu Ozan, Yunanistan'a dedesinin geldiği topraklara onun insanlarını bulmaya gider.
Ozan’ın adres sorduğu herkes ‘Gel Türk, biz Türkler Yunanlar dostuz, sorun yok, bunların
hepsi politik.’ der ve Ozan’a oldukça misafirperver davranırlar. Yönetmenin bu noktada
vurgulamak istediği de aslında bireylerin değil yönetimlerin birbirlerini ötekileştirdiği ve
'düşman' adı altında 'öteki'ni yarattıklarıdır. Nitekim birbirini tanımayan insanların birbirlerine
'düşman' olması, gönderdiği yiyecekten dahi şüphelenmesi, oluşması mümkün olmayacak
ölçüde büyük siyasi amaçları barındırmaktadır. Bireysel olarak hiçbir sorunu olmayan kişiler
devlet politikalarının kurbanı olmaktadır. Devlet politikaları ile birbirine sırt dönen toplumlar,
tamamen politik unsurlarla birbirlerini ötekileştirmektedir. Bu politikalardan zarar gören yine
bu ayrıştırmaya maruz kalan toplumlardır. Öyle ki onlar, farklılıkların zenginlik olduğunu
unutarak ya da unutturularak hep eksik kalmakta ve travmatik bir yaşam sürdürmektedir.
‘Her şey bıraktığın gibi duruyor dedem, bir mutlu son yakıştı sana şimdi.’ diyen Ozan
da bunu bir nebze dile getirmektedir. İnsan her daim insan, ancak düşüncelerin, görüşlerin
yaşanmışlıkların oyunları, insani istemlerden biri olan 'aidiyet'i baltalamaktadır. Herkesin bir
şekilde bir isme sahip olması nasıl ki o kişiye bir hüviyet ve tanınmamadan ötürü bir hürriyet
sağlıyorsa toplumlar için 'kimlik' de o derece önemlidir. Aksi durumda tıpkı kimliğini
kaybeden birey gibi, nerede doğduğu, nerede yaşadığı; adı, 'soy'adı, ve en önemlisi hangi
topraklara ait olduğu bilinmez. Bu da yaralı ve eksik bir toplum ortaya çıkarır ki bu nedenle
bu gibi toplumların anavatanı ‘Araf' olur.
Ozan dedesinin yazdıklarını okuyunca şu yorumu yapar: ‘İki denizin birleştiği yerde,
gitmekle gidememenin tam ortasında mı yazmıştın bunları.’ Ozan’ın bahsettiği gitmekle
gidememek arasında Mehmet Bey’in sıkışıp kaldığı yer aslında birey için tam olarak
14
‘Araf’tır’. Geldiği topraklarda ‘Türk tohumu’, yerleştiği topraklarda ise ‘gavur’ olarak daima
ötekileştirilen Mehmet Bey, ailesiyle mübadele sonrası gelip yerleştiği topraklarda yeni bir
kimlik ve aidiyet hissi arayışındayken yaşadıklarından, bu sürecin onun için ne kadar zorlu ve
yıpratıcı olduğunu çıkarabiliriz. Şüphesiz insanlığın ‘biz’ olmasında yaşanılan acıların büyük
katkısı vardır. Ancak bu gibi durumlar toplumun aynı zamanda travmalarıdır. Bu travmaların
toplum olarak hep birlikte üstesinden gelinmediği takdirde, bu acılar ve travmalar toplumun
sırtında bir kambur gibi durur.
SONUÇ
Günümüzde, Türkiye’de ve dünyanın farklı ülkelerinde halen, geçmişte yaşanan
toplumsal sorunların etkileri günlük yaşamın içinde hissedilmektedir. Bu çalışmada da gerek
Türkiye açısından gerekse Yunanistan açısından olsun hazin sonuçlara yol açan Türk-Yunan
Mübadelesi ele alınmıştır. Genel olarak bakıldığında mübadillerin, mübadelenin ilk yıllarında
veya mübadele sırasında sıkıntı yaşadıkları düşünülse de, aslında toplumun bünyesinde
mübadele ile açılan yara hiç de kolay sarılamamıştır. Özellikle de belli bir tarafa aitlik
çerçevesinde oluşturulan söylemler mübadillerin ötekileştirmenin yanı sıra, anavatanlarında
‘yabancı’ hale gelmelerine neden olmuştur.
‘Dedemin İnsanları’ filminde de örneklendiği üzere, bu ‘yabancı’laştırılma süreci
dededen toruna aktarılmış, geçmişte mübadiller için devlet erkince oluşturulması gereken
söylem, halkın eliyle şekillenmeye terk edilmiştir. Ancak halk da her toplumda olduğu gibi
evi olan vatanına gelen bu ‘zorunlu’ misafirlere karşı pek de misafirperver davranmamış,
kendi kültürünün dışında kalan bu kişileri iç alanına almamakta direnmiştir. Türkiye’nin bazı
bölgelerinde (örneğin Trakya/Doğu Trakya) yerli halka baskın gelen mübadil nüfusların
olmasının yanı sıra, Batı Trakya’dan uzaklaştıkça bu durum filmde anıldığı gibi, mübadilleri
mevcut kimliğe dâhil etmediği için Anadolu’nun ‘yeni öteki’si haline getirmiştir.
Bilindiği üzere kişiler yaşadıkları sevinçleri ve hüzünleri her daim kültürel
yaklaşımlarına göre bazen bir şarkı/türkü içinde bazen bir kitabın sayfalarında bazen de bir
beyaz perde de ifade etme gereği duymuşlardır. ‘Dedemin İnsanları’ filminin yönetmeni
Çağan Irmak’ın da dedesi Mehmet Bey’e atfettiği ve birçok insanın ortak hikayesi olan bu
filmde de nüfus mübadelesi sonrasında elde kalan acıları izleyicisiyle paylaşmıştır. Anlatılan
hikayenin mübadele ile ortaya çıkan sorunlara dikkati çekmesinden ötürü, filmi
sinematografik olmanın ötesine taşımıştır. Keza filmde iki ülkenin açıklarından kıyısına
15
uzanamayan ama aynı zamanda her iki ülke ile bağı olan gittikleri toprakların ‘öteki’leri
mübadiller, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi kimlikleri ‘araf’ta kalmıştır.
KAYNAKÇA
ANDERSON, B., “Imagined Communities”, Verso, Londra – New York, 1990.
ASSMANN, Jan, “Kültürel Bellek: Eski Yüksek Kültürlerde yazı, Hatırlama ve Politik
Kimlik”, Çeviren: Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.
BLANCHARD, R., “The Exchange of Populations between Greece and Turkey”,
Geographical Review, Sayı: 15, No. 3, 1925.
CASTELLS, M., “Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Kimliğin Gücü”, İkinci
Cilt, Çeviren: Ebru Kılıç, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006.
HALL, S., “Kültürel Kimlik ve Diaspora” içinde J. Rutherford, (Derleme). “Kimlik:
Topluluk/Kültür/Farklılık” Çeviren: İrem Sağlamer, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1998.
JORDON, G. ve WEEDON C., “Cultural Politics: Class, Gender, Race and Postmodern
World” Oxford: Blackwell, 1995.
KAYAM, H. C.“Lozan Barış Antlaşmasına Göre Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Konunun
TBMM’de Görüşülmesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: IX, Sayı: 27, 1993.
KODAMAN, Ö., “Türkiye İle Yunanistan Arasında Nüfus Mübadelesi”, Yüksek Lisans Tezi,
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, 2008.
ORAN, B., “ Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
ÖZTÜRK, D., (Kitap İncelemesi), YILDIRIM, O. (2006) “Diplomasi ve Göç: Türk-Yunan
Mübadelesinin Öteki Yüzü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 6, Sayı 24, 2010.
POYRAZ, T. Ve ARIKAN, G., “Avrupa-Türkiye İlişkileri ve Dönemsel Olarak Değişen
“Öteki” Tanımları”, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 20, S: 2, Ss.61-71, 2003.
16
SPİVAK, G. C. “Can the Subaltern Speak?” Marxism and the Interpretation of Culture içinde.
Der: C. Nelson ve L. Grossberg, Urbana ve Chicago: University of Illinois Press, 1988.
ZÜRCHER, E.J., “Greek and Turkish Refugees and Deportees, 1919-1924”, Web Erişim:
www.transanatolie.com/english/turkey/ turks/ottomans/ejz18.pdf., 2014.