diyanet aylik dergi ocak 2011

68

Upload: asim-tuerk

Post on 28-Jun-2015

379 views

Category:

Documents


1 download

TRANSCRIPT

Page 1: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011
Page 2: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011
Page 3: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

GÜNDEMHayrın anahtarı: Tefekkür ............................................4Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu

Var oluşu anlama ve anlamlandırma zemini: Tefekkür .....................................................................8Dr. Yaşar Yiğit

Tefekkür ve marifet .....................................................12Sadık Yalsızuçanlar

Tefekkür dili klasiklerle kurulur .....................................15Dr. Hafsa Fidan Vidinli

Ruhun ve erdemin dirilişi: Tefekkür ..............................17Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya

Hız çağında kısa bir mola: Bir tefekkür denemesi ........21Elif Arslan

SÖYLEŞİAklın ve gönlün beyin hâli üzerine ...............................23Esra Serdaroğlu/Begüm Soysal

DİN - DÜŞÜNCE - YORUMDeğerlerin kalıcılığı ......................................................26Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın

Merhamet avcılığı: Dilencilik ........................................29Doç. Dr. Halil Altuntaş

DİN ve SOSYAL HAYATKadına karşı şiddetin önlenmesinde dinin rolü .............32Dr. Bilal Esen

Yardımlaşma, fedakârlık veya îsâr ...............................35Doç. Dr. Fikret Karaman

AİLEEşler evde neden konuşmaz? .....................................38Nazlı Özburun

BİR KONU BİR AYETKibir: Psikolojik bir hastalık .........................................40Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı

BİR HADİS BİR YORUMVakıf: Bize kalan iylik ..................................................42Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal

DÜNDEN BUGÜNE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞIDönemleri ve öne çıkan hizmetleriyleDiyanet İşleri Başkanları - I .........................................44Dr. Mehmet Bulut

DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDENYeni dünyada Rumî’nin izleri .......................................48Lamia Levent

EDEBİYATAşkla terbiye olunmak ................................................50Dr. Ülfet Görgülü

SÖZÜN ÖZÜ - BERCESTE BEYİTLERŞîrler pençe-i kahrımda olurken lerzânı / Beni bir gözleriâhûya zebûn etti felek (Selimî) Yavuz Sultan Selim ......52Vedat Ali Tok

CAMİLERİMİZAnkara’da İslam mimarisinin öncü şaheseri:Arslanhane yahut Ahî Şerafeddin Camii ......................54Cevat Akkanat

PORTREAynı rahle-i tedristen geçen iki Kur’an âşığı:Ali Kemal Saran - Ali Şükrü Sula .................................59Elif Arslan

Kur’an’a adanan bir ömürHafız-Kurra Harun Soydaş Hoca Efendi’nin ardından ..61Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öcal

Ruhun ve erdemin dirilişi

Tefekkür

Değerlerin kalıcılığı

Merhametavcılığı

dilencilik

Yardımlaşma, fedakârlık veya îsâr

Arslanhane yahut Ahî Şerafeddin

Camii

17

26

29

35

54

DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2011 SAYI: 241İÇİNDEKİLER

Page 4: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi veGenel Yayın YönetmeniDr. Yüksel SalmanSorumlu Yazı İşleri MüdürüAbdulbaki İşcanMali İşler ve Dağıtım SorumlusuMustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)Yayın KoordinatörleriMustafa Bektaşoğ[email protected] [email protected] ŞanArşivAli Duran DemircioğluDizgiLatif KöseYönetim MerkeziDini Yayınlar Genel MüdürlüğüÜniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARATel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88

Abone İşleriTel : (0312) 295 71 96-97Fax : (0312) 285 18 54e-mail : [email protected]

Abone ŞartlarıYurt içi yıllık: 24.00 TL.Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD DolarıAB Ülkeleri, 30 EuroAvustralya, 50 Avustralya Dolarıİsveç ve Danimarka, 250 Kronİsviçre, 45 Frank

Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki İBAN: TR 84000100076005994308-5001 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir mektubun Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir.

Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli YayınDiyanet Aylık Dergi (Türkçe)

TemsilciliklerYurt içi: İl Müftülükleri, İlçe MüftülükleriYurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,Din Hizmetleri Ataşelikleri

web: www.diyanet.gov.tre-mail: [email protected]@[email protected]

Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir.Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.

Tasarım - Baskı Ciltİhlas Gazetecilik A.Ş.29 Ekim Caddesi 34197 Yenibosna-İSTANBULTel: (0.212) 454 30 00 Fax: (0.212) 454 31 00

Basım Yeri: ANKARABasım Tarihi: 12.01.2011

ISSN - 1300 - 8471

Her yıl yeni bir başlangıç, her dergi yeni bir heyecandır. Yeni bir soluk ve farklı bir heyecanla başladığımız yılın ilk sayısın-da gündemimiz “tefekkür”. Tefekkür, İslam kültür ve mede-niyetinin temel unsurlarından biri, hatta can damarı mesabe-sindedir. Kur’an-ı Kerim pek çok ayetiyle bizi tefekküre davet eder. İnsanla, evrenle, var oluşla ilgili gerçekleri dile getirdik-ten sonra, “... Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) insan-lar için ibretler vardır.” (Nahl, 11.) diyerek bakmanın, görmenin ve bilmenin ancak düşünen, akleden ve ibret alan için bir de-ğer ifade ettiğini vurgular. Kur’an’ın bu çağrısı, temelde insa-nın, dünyasını sağlıklı değerler üzerine inşa etme, hikmet ve marifete yönelik bir hayat sürme çağrısıdır.

Müslümanın hayatında tefekkür, fikir ve eylem planında bir ahenk, iman ve ibadetlerin yüksek bir şuur ve idrak içinde yerine getirilmesi konusunda manevi bir dinamiktir. Nitekim Kur’an-ı Kerim insanı bir bilgi ve düşünce varlığı olarak ka-bul eder. Bilmek, akıl sahibi olmak ve bildikleri üzerinde dü-şünüp sonuçlar çıkarmak yalnızca insana özgü bir ayrıcalıktır. Yaşayan Kur’an olan Hz. Peygamber de ümmetini düşünme-ye, ibret almaya, kâinatta olup bitenleri, Yüce Allah’ın yarattık-larını akıl ve gönül süzgecinden geçirmeye, böylece var olu-şun nihai anlamını kavramaya teşvik eder. Olgun müminin ba-kışında ibret, konuşmasında hikmet ve susmasında da tefek-kür hali hakimdir. Pek çok kültür ve medeniyete ilham verip kaynaklık eden İslam kültür ve medeniyeti de âdeta bir tefek-kür medeniyetidir.

Tefekkür; zihni ve kalbi açık tutma halidir. Ne tek başına zihin, ne tek başına kalp… Ne tek başına ilim, ne tek başına iman… Ne tek başına fikir, ne de tek başına duygu… Zihnin ve kal-bin sürekli bir arayış içinde olması ve aralarındaki ahengi ko-ruması halidir.

Bizler ne zaman ki sormayı, sorgulamayı ve yeniden farklı bir nazarla bakabilmeyi unuttuk, evrendeki ve etrafımızdaki hari-kulade oluşlar, işleyişler gözümüze görünmez, kalbimize do-kunmaz oldu; kendi can damarımızı kendi elimizle tıkadık. İşte o zaman ayaklarımız tökezlemeye başladı. Neden tökez-lediğimizi anlamak için belki ayağımızdaki ayakkabıyı incele-dik, belki de yolda takıldığımız taşı… Oysa can damarımız zor durumdaydı. Yeniden hayret etmeye, kalp ve zihnimizi aynı anda açmaya başladığımızda, ihtiyacımız olan kan, can dama-rımızdan rahatlıkla aktığında, tökezlemeden yürüyüp başkala-rının da kolay yürümesini sağlayacak gelişmelere vesile olaca-ğımız günler, bir hayal olmaktan çıkacaktır.

Bugünümüz, istikbalimiz ve ebedi mutluluğumuz için bize yeni ufuklar açacak ve yeniliklere götürecek olması itibarıyla, yeni yılın bu ilk sayısını tefekkür gündemli hazırladık. Konuyu farklı perspektiflerden ele alan birbirinden değerli yazıların, diğer konu başlıklarıyla birlikte sizlere güzel bir okuma ve te-fekkür şöleni yaşatmasını dilerken, 2011 yılının hepimiz için bereketli, başarılı ve huzur dolu bir yıl olmasını diliyorum.

Editörden

Page 5: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Başyazı

İnsan, tefekkür edebilme özelliği sayesinde di-ğer varlıklardan ayrılır. O, diğer mahlukat gibi

varlık âleminin bir parçasıdır. Ancak parçası ol-duğu bu âlemi okuyabilmek ve hakikati zihniyle arayıp bulabilmek insana mahsustur.

İslam’ın kâinat tasavvuruna göre, varlık bütün te-zahürleriyle ve boyutlarıyla bir tefekkür alanı-dır. Kur’an-ı Kerim’de tefekkürün yönelmesi ge-reken alan olarak “ayetler”den bahsedilmektedir. (Sâd, 29.) İlahî kelamın satırlara dökülen her ifade-si birer ayet olduğu gibi (âyât-ı mestûra), nazar-ı sahihle bakıldığında kâinat da bütün cüzleriy-le birer ayettir (âyât-ı kevniyye). Eşyanın hakika-tine götüren bu ayetler hem insanın dış (âfâkî) âleminde hem de iç (enfüsî) âleminde yeterince mevcuttur. Bu taksim, Cenab-ı Hakk’ın “Biz onla-ra gerek âfaktaki (ufuklardaki) gerekse enfüsteki (nefislerdeki) ayetlerimizi göstereceğiz.” (Fussılet, 53.) ilahî beyanına dayanmaktadır.

Yüce Allah, “Gözünü çevir bak, bir çatlak göre-bilir misin? Sonra gözünü tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hal-de sana dönecektir.” (Mülk, 3-4.) buyurarak bizle-ri kâinattaki mükemmel yaratılış üzerinde düşün-meye sevk etmektedir. Bir bütün olarak âlem, dü-şünenler için, Allah’ın varlığının, birliğinin, hik-metinin ve emsalsiz yaratma kudretinin alame-tidir. Bu açıdan bakıldığında, âlem kelimesi ile alâmet kelimesinin aynı kökten gelmesi bir tesa-düf olmasa gerektir.

Tarih ve coğrafya, varlığın koordinatlarını işaret eden çok önemli iki göstergedir. Bu nedenledir ki; Kur’an bir taraftan insanlık için dönüm noktası olan tarihi hadiseleri ibretli tablolar halinde göz-lerimizin önüne sererken, diğer taraftan dikkat-lerimizi içinde yaşadığımız tabii ve coğrafi çev-reye çekmektedir. Aynı şekilde yeryüzünde do-laşarak geçmiş ümmetlerden kalan izleri müşa-hede etmemiz de Kur’an’ın bizi yönlendirdiği bir tefekkür biçimidir. (bkz: En’âm, 11.) Zamanda ve mekânda yapılan bu yolculuğun semeresi, yolcu-nun alacağı ders ve ibrettir. Diğer taraftan insanın hakikat perdelerini kaldırmak için kendi iç dün-yasında (enfüsde) çıktığı yolculuk da ruhu olgun-laştıran derûnî bir tefekkürdür.

Tefekkür, İslam ilim geleneğinin en önemli ku-

rucu kavramlarından biri olmuştur. Zira Kur’an ayetleri üzerinde gerçekleştirilen tefekkür; tefsir, fıkıh, kelam gibi dinî ilimleri ortaya çıkarmış ve emsalsiz bir ilmî müktesebat doğurmuştur.

Kâinat üzerinde sarf edilen tefekkür cehdü gayre-ti ise tabiat ilimlerinin ortaya çıkmasını sağlamış ve bu alanda çok zengin bir literatürün oluşması-na zemin hazırlamıştır.

Enfüsi âlemde gerçekleştirilen tefekkür ise, psi-koloji, ahlak gibi çeşitli insani ilimler yanında gö-nül dünyamıza zenginlik katan bir irfan geleneği-nin oluşmasını netice vermiştir. İnsan, irfana ken-disi (nefsi) üzerinde tefekkürde bulunarak ula-şır. Kendini hesaba çeken, kendini kontrol eden, kendini muhafaza eden, kendini geliştiren in-san düşüncelerinde, sözlerinde ve davranışların-da kemale erer.

Doğrusu, tefekkür imbiğinden süzülmemiş ve ha-yatla bağı kurulamamış hizmet ve ibadet, özsüz; düşünce eseri olmayan söz bereketsizdir. Akıl tenvir edilmeden, ruh tezkiye edilmeden atılan adımlar semeresizdir. Diğer taraftan tefekkürü sa-dece bilgiye ulaşma aracı olarak görüp, onu has-lete dönüştüremeyenler sahip oldukları bilgiden fayda göremeyecekleri gibi başkalarına da fay-da veremezler.

Bu açıdan günlük hayat içerisinde rutin olarak ya-pıp ettiğimiz şeyler üzerinde yeniden düşünme-ye ihtiyacımız vardır. Tefekkürle işlerimize, haya-tımıza, ve ibadetlerimize daha derin anlamlar ka-zandırmalıyız. İmamet, hitabet, irşat ve iftanın bi-rer iş mesaisi olmanın ötesinde Rasulü Ekrem’den miras aldığımız, çok şerefli, çok izzetli birer kul-luk vazifesi olduğunu daha derinden hissetmeli, bunların anlamları üzerinde zihin yormalı, yaptı-ğımız işe gönlümüzü de katmalıyız. Verdiği akıl nimetine karşılık, Cenab-ı Mevla’ya tefekkürle te-şekkür etmeliyiz.

Söz bu noktaya gelmişken, Hz. Ali (r.a.)’nin şu ib-retli ifadelerini hatırlamakta fayda vardır: “İki çe-şit insan var ki belimi büker. Biri, bildiği şeyleri yerine getirme konusunda pervasız âlim; diğeri ise kendini zühde vermiş cahil.”

Akıl nurunu gönül ayinemize tutup, hayatımıza yansıtabilmek temennisiyle…

Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı

Page 6: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Gündem

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 4

Prof. Dr. Ethem CebecioğluAnkara Üniv. İlahiyat Fak.

Arapçada “fkr” mastarından türemiştir. Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve işin şuu-

runa varma manalarına gelmektedir. Tefekkürün zıddı, fikirsizlik ve düşüncesizlik demektir. Ragıb el-İsfehanî’ye göre, bilinenden ilme varma kuvve-tine fikr, bu kuvvetin faaliyetine de tefekkür denir. (El-İsfehânî, el-Müfredât, Mısır 1961, 384.)

Felsefi literatürde, tartmak, karşılaştırmak anlamla-rını taşıyan Latincedeki “Pensare” kökünden türe-tilmiştir. Düşünceleri ölçerek ve kıyaslayarak ince-lemek anlamına gelir.

Filozofların geneline göre tefekkür, karşılaştırma-lar yapma, ayırma, birleştirme, bağlantıları ve bi-

çimleri kavrama yetisidir. Aristoteles’e göre dü-şünme, insanı hayvandan ayıran belirgin bir öz-niteliktir, aklın bağımsız ve kendine özgü eylemi-dir. (Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, İstanbul 1996,

981b 30.)

İslam düşüncesinde tefekkür, zihni bir süreç ola-rak insanın nasıl bildiğini temellendirmeye yönelik olmuştur. Yani bilgiye ve bilmeye yönelik bir zih-ni faaliyet olarak algılanmıştır. (Fârâbî, İhsâ’u’l-Ulûm,

nşr.: Osman M. Emin, Kahire 1931, s. 12, 20.) Tasavvufta iki türlü tefekkürden söz edilir. Biri iman ve tas-dikten doğan istidlal sahiplerinin tefekkürü, diğe-ri ise, Hakk’ı Hakk vasıtasıyla gören ashab-ı şuhu-da mahsus tefekkürdür. (Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf

Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2004, s. 643.) Seyr u

TefekkürKur’an’da birçok ayette, akıl erdiren, düşünen, bilen insanlar için ibretler vardır denmekte ve tefekkür anlamını ifade eden pek çok kelime kullanılmaktadır.

Hayrın anahtarı

Page 7: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 5

süluk ehlinin makam ve menzilleri arasında önem-li bir yere sahip olan tefekkürü mutasavvıflar, kal-bin amellerinden biri olarak aklın kalbe olan ilişki-si ile gözün can ile olan ilişkisi gibi olduğunu söy-lerler. Ebu İsmail Abdullah Muhammed Ensarî; “Bil ki tefekkür, istenileni idrak etmek için basi-rete dokunulmasıdır.” (Gulamhuseyin İbrahim Dînânî,

Akıl Deftari Aşk Ayeti, (Menazilu’s-Sâirîn isimli eserden nak-

len), çev.: Talip Çetinkaya İstanbul 2008, s. 101.) demek-tedir. Dolayısıyla tefekkür en değerli ibadet ve Cenab-ı Hakk’a yaklaştırıcı bir vasıta olarak kabul edilmektedir.

Hz. Peygamber’e inen tefekkür ayeti

Hz. Muhammed (s.a.s.)’e en çok etki eden ayet-lerden biri, tefekkürle ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’deki tefekkür ayetleri incelendiğinde evrenin yaratılışı, kâinatta oluşturulan sistem ve sistemin işleyiş mü-kemmelliğine vurgu ile Cenab-ı Hakk’ın kudreti-ne dikkat çekilerek eserden müessire gidiş formü-lü üzerinde durulmaktadır.

İki kişi Hz. Aişe (r.a.)’yi ziyaret etmişler. Onlardan biri, “Hz. Muhammed (s.a.s.)’de gördüğünüz et-kileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” deyince, Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir: “Rasulüllah (s.a.s.) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilal (r.a.): “Ya Rasulellah (s.a.s.)! Geçmiş ve gelecek bütün günah-larınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyin-ce, o: “Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır.” dedi ve ayeti okudu: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri arka-sına gelişinde aklı başında olan kimseler için gerçek-ten açık ibretler vardır.” (Âl-

i İmran, 190.) Bir sonraki ayet; “Göklerin ve yerin yaratılı-şı hakkında derin derin dü-şünürler (tefekkür ederler) ve Rabbimiz! Sen bunu bo-şuna yaratmadın. Seni tes-bih ederiz (derler).” (Âl-i

İmrân, 191.)

Ondan sonra Rasulüllah (s.a.s.): “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünme-yen kişilere yazıklar olsun.” dedi. (İbn Hibbân, Sahîh,

II, s. 386; Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, çev.: Mustafa Müftüoğlu,

İstanbul 1988, I-IV, C. IV, s. 878.)

Bu ayette, tefekküre davet edilen akıl sahipleri-nin durumunu açıklayan bir sonraki ayetin mea-li de şöyledir: “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler (düşünürler). Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!”

Onun için Yüce Allah Kur’an’da çeşitli hususları dile getirdikten sonra: “...Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) insanlar için ibretler vardır.” (Nahl,

11.) demektedir. İnsanları tefekküre davet eden bu ifade Kur’an’da beş yerde daha geçmektedir. (Ra’d,

3; Nahl, 69; Rûm, 21; Zümer, 42; Casiye, 13.)

Kur’an-ı Kerim ve hadislerde tefekkür

Tefekkürle aynı kökten meydana gelen kelimeler, Kur’an’da on sekiz yerde geçmektedir. Kur’an’da birçok ayette, akıl erdiren, düşünen, bilen insan-lar için ibretler vardır denmekte ve tefekkür an-lamını ifade eden pek çok kelime kullanılmakta-dır. Olumlu tefekkür olduğu gibi, olumsuz tefek-kür de vardır. Doğru olmayan tefekkürün netice-si de doğru olmaz. Ancak salim kalbe sahip olan

insanların tefekkürü sağlık-lı olabilir. İslam dininin iste-diği tefekkür, hiç şüphesiz sağlıklı olanıdır. İnsanları bu olumlu tefekküre davet eden bir ayetin meali şöy-ledir: “Yeryüzünü enine bo-yuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryü-zünde meyvelerin hepsin-den iki çift yapan O’dur. Sürekli olarak gece ile gün-düzü birbirine dolamakta-dır. Düşünecek olan bir ka-vim için bunda muhakkak ki ibretler vardır.” (Ra’d, 3.)

Allah’ın azametini tefek-kür eden insan; O’nun bü-yüklüğü karşısında gaflet-ten kurtulur, imanı kuvvet-

Nafile ibadet ile tefekkürün tercihinde tefekkürden yana tavır konulurken, insanın özünde olan bilgi ve düşünceye olan sonsuz aşk ve kanatlanışın yollarını ardına kadar açmıştır.

Page 8: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 6

lenir; acz, fakr ve kusurları-nı anlar, Kur’an-ı Kerim’de Allah Teala, kudret-i Rabbaniyenin mucizatını göstererek, insanların bun-ları düşünerek ibret almala-rını beyan buyurur. Âlemin düzenliliğini, yaratılış gaye-sini, verilen nimet ve güzel-likleri, dünyanın geçiciliği-ni, süt veren hayvanlarda-ki icazı, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen in-san, Allah Teala’nın sonsuz ihsanlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında, O’nun büyüklüğünü idrak eder.

Hadis-i şeriflerde tefekkür kavramının fazileti yanın-da tefekkür ameliyesinin de bir sınırının olduğu ve bu sınırların nerelere kadar uzandığı belirtilmekte-dir. Bu sınır Cenab-ı Hakk’ın zatına kadardır. Zira Efendimiz (s.a.s.): “Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün. Allah’ın zatını düşünmeyin. Allah’ın zatı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Suyûtî,

el Cami’us-Sağîr, Mısır ts., C., I, s. 136; Aclûnî, Keşful Hafâ ve

Mizanu’l-İlbas, Kahire, ts., C. I, s. 371; “Bir saat tefekkür, bir

sene ibadetten daha hayırlıdır.” Aclûnî, a.g.e. C. I, s. 370.) bu-yurmuştur. Burada vurgulanmak istenen şey te-fekkürle Hakk’ın zatının anlaşılamayacağı husu-sudur. Çünkü tefekkürde bir kuşatma ve hakimi-yet sağlama vardır. İnsan ne kadar tefekkür eder-se etsin, Cenab-ı Hakk’ı kuşatamayacağına göre bu konuda düşünülmemesi gerektiğine işaret edil-miştir. Ancak bu demek değildir ki insan, Cenab-ı Hakk’ın zatının muhatabı olamaz.

Tahkiki iman, tefekkür ve zikirle elde edilir. Onun için Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce ayetinde zikir ve te-fekkür, emir ve tavsiye edilir. Tefekkürün merkezi dimağ, zikrin merkezi kalptir. Bu iki ana merkez, irtibatlı olarak şer’i mecralarında geliştirilmezse, insan-ı kâmil ve yakin sahibi olma imkânı yoktur. Fakat imani meselelerde, hakku’l-yakin mertebe-sine ulaşmak bu dünyada mümkün değildir. Bu, iman ehli bahtiyarlar için ebedi âlemde gerçekle-şecek yüce bir nimettir.

İslam’ın bu kadar önem verdiği olumlu tefek-kür, insanı taklitçilikten kurtarmaktadır. Mesela,

“Dünya hayatı geçicidir; ahiret hayatı ise ebedidir. Ebedi olan şeyi geçici olan şeyden üstün tutmak daha iyidir.” şeklindeki bir nasi-hati dinleyip ahiret için ça-lışan insan, başkasını tak-lit ederek kendisini iyi yola sevk etmiş olur. Fakat tefek-kürün yani derin bir düşün-cenin neticesinde bu kanaa-te varan ve ona göre bilinç-li hareket eden kişi, her za-man için daha kârlı çıkar. Bilerek kötü şeyden korun-muş ve iyiyi tercih etmiş olur. Aynı zamanda başka-larını taklit etmekten kurtu-lur; kendisi başkalarına yol gösterir. (Topbaş, Osman Nuri,

Öyle Bir Rahmet ki, İstanbul 2007,

s. 235 vd.)

Ayet-i kerimelerde tefekkürün usulü anlatılmak-tadır. İnsan önce kâinat kitabına bakmalı, gece-nin ve gündüzün peşi sıra gelişini, dağların ve ev-renin yaratılışını, her şeyin kendisinin emrine ve-rilişini tefekkür etmelidir. Peki, tefekkürden sonra ne olmalı? Sonuçta Cenab-ı Hakk’a karşı bir maiy-yet kesbi söz konusu olmalıdır. Bir yakınlık olmalı, bir muhabbet başlamalıdır. Her şeyi bizim için ya-ratan ve bizim emrimize veren varlığa karşı insan nasıl bir hâl alır, bunun tarifi olmaz. İşte sıfatların tefekkürü sonucu insanda meydana gelen şey zata karşı oluşan muhabbetten başka bir şey değildir.

Akıl sahibi varlık olan insana hitap eden Kur’an-ı Kerim, tefekküre çok büyük önem vermiştir. Düşünmeyen, aklını ve kalbini kullanmayan gafil-ler, varlıklar içinde en aşağı derecede olanlarla bir kabul edilmektedir. (A’raf, 179.) Kur’an-ı Kerim’de tefekkür kavramı, tedebbür, tezekkür, akletme ve nazar etme gibi kavramlarla eş anlamlı olarak kul-lanılmıştır. Bir hususta görüş ileri sürmek ve aklı kullanmak gibi bir manaya gelen tefekkür (Bolay,

S. Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ank., 1997, s.

129; Hançerlioğlu Orhan, Felsefe SözlüWğü, İstanbul 1989, s.

73.) ve yakın anlamları olan diğer kavramlar ile il-gili ayetler Kur’an-ı Kerim’de bir hayli fazladır. Bir fikir vermesi açısından zikredecek olursak, tefek-kür 18, nazar ve müştakları 128, tedebbür 4, ulü’l-

Olumlu tefekkür olduğu gibi, olumsuz tefekkür de vardır. Doğru olmayan tefekkürün neticesi de doğru olmaz. Ancak salim kalbe sahip olan insanların tefekkürü sağlıklı olabilir.

Page 9: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 7

elbab 16, akıl ve müştakları 49, ilim ve müştakları ise yüzlerce yerde geçmektedir. Yine bir fikir ver-mesi açısından fıkıh ve İslam hukuku ile ilgili açık ayetlerin 150 civarında olduğu Kur’an-ı Kerim’de, ilim ve düşünceyi teşvik eden ayetlerin 750’yi geç-mesi gerçekten düşünen insanlar için önemli bir ipucu olarak karşımızda durmaktadır. (Çetin, a.g.m.,

s. 45.)

Kur’an-ı Kerim, tefekkürü iki önemli noktaya yö-neltmektedir. Birincisi; bizzat Kur’an-ı Kerim üze-rinde tefekkür, ikincisi; başka varlıklar üzerinde tefekkürdür. Kur’an-ı Kerim üzerinde tefekkür; Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle onu doğru olarak an-lamak, ondan yararlanmak, gösterdiği yoldan git-mek demektir.

Başka varlıklar üzerinde tefekkür konusunda, Kur’an-ı Kerim; Allah’ın yoktan var ettiği hiçbir şeyi boşuna yaratmadığını, (Âl-i İmran, 191.) yaratı-lanların mutlaka bir sebep ve hikmete mebni ola-rak yaratıldığını, (Mu’minûn, 115.) canlı ve cansız bir-çok varlığın insanın hizmetine ve onun emrine ve-rildiğini ifade etmektedir. (Bakara, 29, 266; Rum, 21, 24,

50; Tarık, 6; Ankebut, 43; bkz.: Çetin a.g.m. s, 45.)

Gazzalî’nin düşünce sisteminde hikmet ve tefek-kür kavramları iç içedir ve bu iki kavram arasın-da çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle bazen bu kavramların birbirinin yerine kullanıldığı far-kedilir. Gazzalî’nin eserlerinde hikmet tefekkürü, tefekkür de hikmeti kapsamakta ve ayrılmaz bir bütün olarak karşımıza çıkmaktadır. Hikmetin ilk

şartı düşünme-dir. Bu da temiz bir kalp ve temiz bir akıl ile olur. Allah’ın verdi-ği aklı şehva-ni arzuların pe-şinde kullanan-lar, ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları ne de dış dünyadaki olup biten ibret-li sahneleri düşü-nüp anlayamaz-lar, kavrayamaz-lar. (Yazır, Elmalılı

Muhammed Hamdi,

Hak Dini Kur’an Dili,

sad.; heyet, İst., 1992,

C. II, s. 204- 205.) Hikmetsiz tefek-kürün manası ve faydası yoktur. Tefekkür ise, za-ten insan zihnini ister istemez var-lığın hikmetini kavramaya götü-

rür. Yani kısaca, tefekkür hikmete, hikmet de in-sanı düşünce, söz ve amelinde isabetli kararlar ve-rip uygulamaya götürür.

Gazzalî, tefekkürün iki önemli hususiyeti üzerin-de durmaktadır: Biri; Allah’ın zatı hakkında düşün-menin caiz olmadığı, diğeri; bir saat tefekkürün bir sene (nafile) ibadetten hayırlı olduğudur.

Gazzalî, tefekkürün meyvesinin ilimler, haller ve ameller olduğunu ifade eder ve ilmin tefekkürün özel meyvesi olduğunu belirtir. Gazzalî’ye göre il-min kalple ilişkisi ise başka bir şeydir. Şöyle ki; ilim kalbe gelince kalp değişir, kalp değişince aza-lar ve azaların davranışları da değişir. Böylece dav-ranışlar kalbe gelen hallere, hal de ilme, ilim de te-fekküre tabi olup aralarında bir zincirin halkala-rı gibi bir ilişki vardır. O halde tefekkür bütün ha-yırların anahtarıdır. (Gazzâlî, a.g.e., C: IV, s. 881; Ayrıca

bkz.: Kılıç, Cevdet, Gazzâlî’de Tefekkür ve Hikmet Kavramları,

Tasavvuf Dergisi, 2001, Yıl: 2, sayı 5, 117-141.)

Tefekkürün taçlanmış bir ürünü olarak hikmet ve marifet, her inanan müminin halis malı ilan edilmiş ve nerede bulursa alınması tavsiye edilmiştir.

Page 10: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Gündem

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 8

Tefekkür, insanın “var oluşu”, “varlık”ı ve evrenin gizemlerini keşfedebilmesi için gerekli en önemli eylemdir. Böylesi önemli bir eylem de şüphesiz belli bir ilmi birikimin yanı sıra, irfan ve hikmet arayışını da gerekli kılmaktadır.

Tefekkür

Dr. Yaşar YiğitDin İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Yüce Allah’ın saygın bir varlık olarak ya-rattığı insanla doğrudan ilintili olan tefek-kür, irfan, tezekkür ve hikmet kavramla-

rı gündeme geldiğinde öteden beri ön kabul ve sahip olunan birikimin niteliğine göre söz konu-su terimlere ya da aktivitelere anlam/lar yüklen-miştir. Hangi anlam yüklenirse yüklensin söz ko-nusu kavramların “insan” ve “akıl” ile ilgili hat-ta iç içe olduğu bilinen bir husustur. Diğer ta-raftan söz konusu kavramlar sıradan bir düşün-me ve düşüncenin, bilinç ya da farkındalığın, an-lam ve anlamanın da ötesinde içkin/aşkın mana-lar içeren kavramlar olarak dikkat çekmektedir. Makalemizin sınırları şüphesiz çeşitli ilmi disip-linlerde önemli bir hacim teşkil eden bu kavram-ları derinlemesine analiz etmeye elverişli değil-

dir. Tefekkür; yalın anlamıyla düşünmedir, vakıa ya da varlığı kavramaya, anlamlandırmaya yöne-lik özgün bir dinamizmdir. Bu ameliyenin muh-teviyatında hikmet bilgisi, ilim, irfan ve tezekkür gibi birikimlere âdeta ruh ve icaz katan önemli enstrümanlar mevcuttur. Zira bu unsurlardan so-yutlanmış tefekkür ameliyesinin “varlık”ı ya da “var oluşu” anlamlandırmada yavan ve yetersiz kalacağı açıktır. Bu itibarla tefekkür yalın bir fi-kirden ziyade gönül buudlu hikmet ve irfan ile yoğrulmuş derinlemesine düşünmeyi/düşünce-yi ifade eder.

İnsanoğlu tarih boyunca hayatı başta olmak üze-re her daim “varlık”ın anlamı ve esrarını keşfet-me, araştırma, sorgulama gayret ve çabasında

Var oluşu anlama ve anlamlandırma zemini:

Page 11: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 9

olmuştur. Bu arayış ve keşf, medeniyet-lere, sanat ve kültür-lere zemin hazırlamış süreç içinde insanlık havsalamızı zorlayan bir potansiyele ulaş-mıştır. Bu serüvende tefekkürün ya da aklî melekeleri olumlu ve anlamlı kullanmanın ayrı bir yeri ve öne-mi olmuştur. Zira var-lığın esrar ve hikme-tinin keşfedilebilme-sinin temelinde bil-gi ve birikimin yanı sıra, “varlık” üzerinde derinlemesine tefek-kürün ayrı bir değeri vardır. Bu yüzden te-fekkürün sıradan bir düşünme pozisyo-nu ya da yetisi olarak telakki edilmesi isa-betli olmaz. Nitekim her insan şöyle ya da böyle düşünür ama, her düşünen kimse mütefekkir olarak nitelen-dirilemez. Zira tefekkür belli bir ilmi birikimin yanı sıra, aklın bütün zihinsel yetenek ve dina-mikleriyle ilintili bir eylem/durum olarak algı-lanmalıdır.

Şüphesiz düşünme ve tefekkür, insanı diğer can-lılardan ayıran en belirgin niteliklerdir. Belki de bu nitelikler, insanı insan yapan en önemli olgu-lardır. Öyle ki, her iki nitelik de insanlığın tarihi kadar eski ve köklüdür.

İslam dini, kişileri hemen her konuda akılları-nı kullanmaya davet eder. O denli ki, Kur’an-ı Kerim’de hemen her sure ve sayfada değişik köklerden türemekle birlikte, insanlar düşünme-ye, evreni ve içindekileri ibret nazarıyla okuma-ya, ders çıkarmaya, Allah’a imana yönlendirilir. (Bkz. Abdulbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Müfehres,

“ F-k-r”, “ A-k-l”, “A-b-r”, “N-z-r”, “D-b-r (Tedebbur)” ,

“Z-k-r” mad.) Bu bağlamda bilinçsizce hayat, doğ-ru veya yanlışı aramaksızın/araştırmaksızın körü körüne taklit yerilir. Öz bir ifadeyle aklın mey-

vesi olan tefekkürün terki hoş karşılanma-mıştır. Zira tefekkü-rün terki beraberin-de bilinçsizliği, da-hası insanın kendi-ni ve yaratanını unu-tuşunu beraberinde getirmektedir. Diğer taraftan insanlık tari-hi, geçmişten günü-müze değin insanın önünü açan, mede-niyetler inşa etmesi-nin en önemli aracı olan aklın ve dola-yısıyla tefekkürü ter-kinin her zaman geri kalmaya, karanlığa, sosyal ve toplumsal yapıda açıklar ver-meye mahkum oluşa zemin hazırladığına çokça tanık olmuş-tur. Bireysel bazda da tefekkürün terki-nin insanın “varlık” ve “var oluş” bilin-

cinden uzaklaşmasına neden olacağı açıktır. Bu sebeple olsa gerek ki, insanın kendisini kuşatan evreni ve içinde vuku bulan harikulade olayla-rı tefekkür/müşahede etmesi ilahî mesajlarda her daim öğütlenir. Zira onun varlık âleminde etkin bir konuma sahip oluşu bu müşahede ve tefek-küre endekslidir. Nitekim, “Göklerin ve yerin ya-ratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca ge-lip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibret-ler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yan-ları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Âl-i İmran, 190-191.) buyrularak insanın her koşul-da yakın ve uzak çevresinin içerdiği esrar ve hik-meti tefekkür etmesi ve bu bağlamda evreni ve içindekileri yaratanı tezekkür etmesine vurgu ya-pılmaktadır. Doğru bir eksene oturmuş tefekkür ve tezekkürün neticesi de şüphesiz isabetli ola-caktır. Diğer taraftan aklın varlığı ya da aklî me-lekelere sahip oluş evrende meknuz olan esrar

Kendisini fark edemeyen insan her şeyden önce farkındalık yeteneğini fonksiyonel hâle getiremediğinden yaratılışı ve esrarını bilgi zeminli irfan ve hikmet perspektifiyle tefekkürden aciz ve uzak kalacaktır.

Page 12: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 10

ve ibretin keşfi için yeterli değildir. Bu itibarla Yaratanın mahlukatı anlamsız yaratmadığını tev-lit edecektir tefekkür ve tezekkür… Hakikaten in-san sadece kendi yaratılışını ve hayatını tefekkür ve tezekkür etse, bu tefekkür ve tezekkürün orta-ya çıkaracağı veriler/duygular, ona hayatı anlam-landırmada yeteri kadar fikir verecek ve yol gös-terecektir. İlahî kudret tarafından onun yaratılış ve hayat startının “ahsen-i takvim” çizgisinde ve-rilmesinin ne denli hikmetlere mebni olduğuna şahit olunacaktır. İşte Şeyh Galib’i;

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/Merdûm-i dide-i ekvan olan âlemsin sen” dedir-ten bu hakikat düzleminden neşet eden tefekkür-dür. Böylesi irfan zeminli bir ufuk, insanı yiyen, içen, konuşan bir varlık olarak nitelendirmenin ötesinde, âlemin özü ve kâinatın gözbebeği ola-

rak anlamlandırmaya sevk eder akıl sahiplerini.

Tefekkür, evreni ve daha da özele inerek var-lığı muhteşem bir biçimde okuyuşun adıdır. Evrende mana değil manalar keşfedebilmenin ön koşuludur tefekkür. Yaratıcı kudreti ve O’nun sınırsız gücünü anlamlandırabilmektir tefekkür ve tezekkür…Nihayet tefekkür kendini tanıma-nın ve bu tanıma sonucunda evrene bakışın Yunus’umuzun diliyle;

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır

Okumaktan mana ne, kişi Hakkı bilmektir

Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir” dize-lere dökülüşünü tevlit edecektir.

Çağımızda servetlerin, şehvetlerin, kural ve sı-nır tanımayan nefislerin, makamların, dünya haz ve lezzetlerinin, cehaletin perdelediği akıl ve gö-nüllerin, sosyal ve toplumsal ilişkilerde ne den-li sıkıntılar ortaya çıkardığı malumdur. Gerçek şu ki, bölgesel ve global düzeyde insanlığın yaşadı-

ğı acı, sıkıntı ve huzursuz-lukların temelinde önem-li ölçüde tefekkür eksik-liğinin, hayatı ve yaratılış amacını böylesi bir pers-pektiften değerlendirme-de yoz ve yobaz bakış-ların/yaklaşımların yattığı ifade edilebilir. Oysa çağı-mız insanı olarak ders ve

ibret alacak muazzam bir tarihsel birikime ve tec-rübeye sahibiz. Ama bu tecrübenin doğru okun-masında ve hayata geçirilmesinde, insanlık ola-rak damıtılmış, süzülmüş tefekkür ve tezekküre ihtiyacımız olduğu açıktır. Hemen her kesimi bir yönüyle etkisi altına alan dünyevileşmenin alabil-diğine nüfuz ettiği çağımızda kendimizi bu bağ-lamda test etmemiz, sorgulamamız ve ilahî öğreti-ler çerçevesinde durum tespiti yapmamızın kaçı-nılmaz olduğu kanısındayız. Zira insanlık olarak sorgulama bilincinin gelişmesi ve varlığı, bugüne ve geleceğe dair daha isabetli adımlar atılmasına zemin hazırlayacaktır.

İslam dininde ilme, bilgi ve tefekküre ne denli önem verildiği izaha gerek duyulmayacak ölçüde açıktır. Yüce Kur’an’ın ilk emrinin oku oluşu (Alak,

İslam dini, kişileri hemen her konuda akıllarını kullanmaya davet eder. O denli ki, Kur’an-ı Kerim’de hemen her sure ve sayfada değişik köklerden türemekle birlikte, insanlar düşünmeye, evreni ve içindekileri ibret nazarıyla okumaya, ders çıkarmaya, Allah’a imana yönlendirilir.

Page 13: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 11

1-2.), söz konusu ayetlerin hemen akabinde “yara-tılışa” ve medeniyetlerin inşasında âdeta kilit ko-numunda olan “kalem”e vurgu yapılması olduk-ça manidardır. Anlamlı bir tefekkür, her şeyden önce “okuma” ve “kalem”e dayanır. Dolayısıyla tefekkür ameliyesi belli bir birikimin ürünüdür. Ancak kısaca işaret etmek gerekirse, yalın okuma ve kalem her şart ve koşulda beraberinde tefek-kürü celp etmeyebilir.

Tefekkür, aklın işlevsel oluşunun en belirgin kri-teridir. Tefekkürün terki ya da kullanılmaması bi-linçsizce taklit, hurafe ve vehimlere inanmayı be-raberinde getirecektir. Bu nedenledir ki Yüce Kitabımızda bir taraftan aklın kullanılması öğüt-lenirken hatta emredilirken (bkz. Bakara, 164, 170,171;

Sebe’, 46; Rûm, 8; Yûnus, 101; Târık, 5,6; Âl-i İmrân, 7.) diğer taraftan aklın kullanılmayıp başkalarını bilinçsiz-ce taklit edilmesi yerilmiştir. Nitekim “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” denilince, “Hayır” atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız.” der-ler; ya ataları bir şey akl edemeyen ve doğru yol-da olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 170.) aye-tinde bu hususa işaret edilmektedir.

Tefekkür, özellikle dinî geleneğimizde önem-li bir yer tutan zikirle de yakından ilgilidir. Zikir, hatırlamadır, hatırda kalmadır. “Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152.) ayeti bu hususa âdeta tercüman olmaktadır. Diğer taraf-tan Yüce Rabbimizin insanlığa hayat rehberi, ina-nanlara rahmet ve şifa olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim’in bir adının da “zikir” oluşu oldukça an-lamlıdır. Zira öğüt ve tavsiye anlamına da gelen “zikir”, bir tefekkürdür, bir hatırlamadır/hatırlat-madır, farkında oluştur, fark edilmektir, farkına varmadır. “Sizi uyarması ve sizin de Allah’a kar-şı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içi-nizden bir kişi aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir (vahiy ve öğüt) gelmesine şaştınız mı?” (Araf,

63.), “Dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur’an) in-dirilen kimse! Sen mutlaka delisin!” (Hıcr, 6.) ayet-lerinde geçen “zikir” terimi, Kur’an-ı Kerim’i ifade etmektedir. Kelamullah ile kozmik düzenin/varlı-ğın/var oluşun/hikmet ve amacını zihin ve gönül dünyamızda harmanlayarak ilahî bir ufukla tefek-kür ederiz. Onun hikmet ve hayat yüklü mesajla-rı ile evreni, insanı, imanı, kitabı, kendimizi oku-mak, tefekkür etmek farklı bir anlam ve haz verir bizlere… Evren ve içindeki esrara tefekkür yol-

culuğu, vukufiyet bir başkadır Kelamullah ile…

Hatırlamaya, farkındalığa sahip oluş, öncelikle ki-şinin kendisini tanıması ve hatırlaması süreci ile başlar. Onun içindir ki, tasavvufi geleneğimizde değer bulan, “kendini bilen Rabbini bilir” sözü ol-dukça manidardır. Kendisinin farkında olmayan insan, nasıl varlığı/başkalarını fark edebilir ki…? Bu konumdaki insanın tefekkür ve tezekkürün-den söz edilebilir mi? Merkezden çevreye bağ-lantılı bir fark ediş…Kendisini fark edemeyen in-san her şeyden önce farkındalık yeteneğini fonk-siyonel hâle getiremediğinden yaratılışı ve esrarı-nı bilgi zeminli irfan ve hikmet perspektifiyle te-fekkürden aciz ve uzak kalacaktır. Bu uzak kalış, “terk etmeyi” ve “terk edilmeyi” beraberinde geti-recektir. “Andolsun ki, nefsini arındıran kurtulu-şa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kim-se de ziyana uğramıştır.” (Şems, 9-10.) ayetleri, bu paralelde tefekkür edildiğinde, arınmanın/tezki-yenin bir anlamda tanımayı beraberinde getirece-ği sonucu mülahaza edilebilir. Bu nedenle insa-nın öncelikle kendisini tanıması tabii bu sıradan bir tanıma değil varlığı ve esrarını anlamanın/al-gılamanın en önemli aşaması hatta temeli olacak-tır. İnsanın kendisini ve bu bağlamda evrenin es-rarını keşif, bilginin asıl amacı, bilgi de bu tefek-kür ve keşfin temel aracıdır. Kendini bilen/hakîm insan, Evrenin yaratıcısı Hakîm Allah’ı bulacaktır. O’nu bulan her şeyi bulmuş, O’nu kaybeden de şüphesiz her şeyi kaybetmiş olacaktır. Herhalde bu amaçla olsa gerek ki büyük filozof Eflatun, in-sanlığa “kendini bil” diye haykırmıştır. Bu haykı-rış, “Ne istediğini bil, kendi kapasiteni, sınırlarını, zayıflıklarını, acziyyetini bil, diğer insanların seni nasıl algıladıklarını bil. Kendi isteklerinin ve niye-tinin farkında ol. Ayrıca etrafında olup bitenlerin bilincinde ol. Her alanda farkında oluşun dere-cesini artır.” (Özkan, Zülfikar, Bilgeliğe Yöneliş, İstanbul

2003, s.57.) şeklinde yorumlanabilir. Bütün bunlar gösteriyor ki, evreni ve esrarını bilgece okuma-nın odağında insanın kendisini bilmesi yatmakta; kendini tanımanın yolu da şüphesiz bilgi ve te-fekkürden geçmektedir.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse tefekkür, insa-nın “var oluşu”, “varlık”ı ve evrenin gizemlerini keşfedebilmesi için gerekli en önemli eylemdir. Böylesi önemli bir eylem de şüphesiz belli bir ilmi birikimin yanı sıra, irfan ve hikmet arayışını da gerekli kılmaktadır.

Page 14: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Gündem

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 12

Hakikatin görünümleri ancak, bir deneyim sonucu düşüncede gerçekleşen değişiklikle belirebilir.

‘Benim öyle bir vaktim var ki, Rabbimden başkası oraya sığmaz.’

Fikr kökünden gelen tefekkür, fikret-me, düşünme, asıl gerçeğe doğru gedik açma diye anlaşılabilir. Asıl gerçeğe, yani içkin olana, varlığın yüreğine… Mütefekkir bu anlamda, var-lığın kalbine doğru sızan ve oradan konuşandır. Tefekkür’ün, ‘modern’ anlamda ‘düşünce’ oldu-ğuna ilişkin imaları da yedekte tutarak diyebiliriz ki, Heideggeryen anlamda, ‘düşünme’ olarak kul-lanılan ve daha çok ‘hadsi bilgi’yi, sezgici ruha sa-hip insanın sezgisel/duygusal zekâsını, muhake-mesini kullanarak ulaştığı bilgiyi işaret eden te-fekkür, eylem hâlindeki akl’ın ürünüdür.

İnsan, varlığa, varlık âlemine gelir ve kendini bir anda muazzam bir hayret denizinde bulur.

Hayret’i, ‘şaşma, şaşırma, şaşakalma, ne ya-

pacağını bilememe’yi de içerir biçimde hatta Heidegger’in, Nedir Bu Felsefe?’deki kastını da içine alarak; daha çok, Yaratıcı’nın varlığı karşı-sında dimağın kamaşması olarak kullanıyorum.

Dimağdan kastım ise, ortaçağda ‘akıl’ı, ama kalbî akıl’ı karşılayan intellectus kavramının ima ettiği tefekkür aracıdır.

Böylece hayret bir iç-duyum hâline dönüşüyor.

Yani, bir nesne, varolan hatta varlık karşısında in-sanın gözündeki perdelerin ortadan kalkmasına yol açan bir hâl.

Yunus’un, sonunda ‘ballar balını bulduğu’ yolcu-luğunu anlatırken söylediği, ‘Hak bir gönül verdi bana/Ha demeden hayran olur’daki hal.

Bu hâlin, bir şaşırma, şaşakalma olduğu kesin. Ama sadece şaşırma olmadığı da...

Sadık Yalsızuçanlar

Tefekkür ve marifet

Page 15: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 13

İnsan, daha önce hiç gör-mediğini gördüğünde, duymadığını duyduğunda, tahayyül etmediğini ettiğin-de şaşırmadan öte bir şey yaşar.

Burada hayret, hem hayre-ti gerektiren hâlin ateşleyi-cisidir hem de sonuçların-dandır.

Ateşleyicisidir, çünkü bir nesneye, olguya, varolana veya varlığa, ‘hayret’le ba-kıldığında tefekkür edilebi-lir ve ondaki gizli yüz görü-nebilir. Sonucudur, çünkü insan hayret ederek hay-ran olabilir ve baktığında yeni bir veçhe görebilir.

Böylece hayret, hem bir tür düşüncedir hem de dönüşümdür.

Sadece düşünce değildir, çünkü hakikat düşün-celerde değildir.

Hakikatin görünümleri ancak, bir deneyim sonu-cu düşüncede gerçekleşen değişiklikle belirebi-lir. Yani bir ‘gerçek’, insanın elinden tutarak, onu bir başka ‘gerçeğe’ götürebiliyorsa geçerlidir ve dolayısıyla gerçektir.

Belki bu yüzden, Wittgenstein, kelimelerin sade-ce hayatın akışı içinde anlamlı olduğunu söyler.

Varlığın sesine kulak kesilen ve onu duymağa ça-lışmayı felsefi etkinlik yani düşünme olarak gö-ren Heidegger’den de bir kez daha öğreniyoruz ki, insanın körlüğü gözlerinde değildir. Asıl kör-lük, göğsümüzdeki tahttadır.

Hayret etmeyi, tefekkürün arkhesi olarak önü-müze getiren Heidegger şöyle der: ‘İnsanlar, hay-retin içinden geçerek hem şimdi, hem de ilk ola-rak düşünmenin egemen başlangıcına vardılar.’

Hikmetin kurucu ögesi hayrettir.

Hikmet, varlığın içyüzünü okumaktır.

Peki, neler oluyor burada?

Bilgelere göre, ‘hayret sırasında kendimize tutu-nuruz. Varolanın karşısında, onun varolması ve nasılsa öyle ve başka türlü olmaması karşısında geri adım atarız. Hayret etme, varolanın varlığı karşısında geri adım atmayla son bulmaz. Aksine

o, bu geri adım ve ken-dine tutunma olarak aynı zamanda karşısında geri adım attığı şey tarafından ona doğru çekilir ve tut-sak alınır.’

Varlığa uygun olarak ko-nuşmayı sağlayan hayret, insanı, kendini yok eden benliğin sınırlarından kur-tarır ve zihnini genişletir. Zihin darlığı, insanın temel zaafıdır.

Fazlurrahman’dan öğren-diğimize göre, tüm Arap dilbilimcileri, bize, ‘zulüm’ sözcüğünün yaygın anla-

mının, ‘bir şeyi uygun olmadığı yere koymak’ ol-duğunu söylüyorlar.

Öyleyse yanlışın, yanlış yönelimin, yanlışa yönel-menin ve yanlışta ısrarın her türlüsü zulümdür.

Bunu irtikap etmeninse, göğüsteki gözün, yani iç gözün kalın gaflet perdeleriyle örtülü olmaktan ileri geldiği apaçıktır.

Görüşü keskinleştirmenin bir adı tefekkürdür ve bu içduyum hâliyle insan, gerçeği sürekli tecrü-be eder ve deneyimleri, onu hayranlık vadisin-de tutar.

Bu varlığın içinde olmaktır.

Bir metin olarak kâinat dendiğinde, bir sözcük olarak insan, bir harf olarak ağaç, bir cümle ola-rak güneş, bir deyiş olarak deniz, bir manzume olarak yıldız demiş oluyoruz ve baktığımız her şeye yeni baktığımızın bilincine varıyoruz.

Öyleyse, kâinatı bir metin olarak okumanın ve çözmenin bir yolu olmalıdır.

Gerçeği deneyimlerimizle farkettiğimize göre, va-rolandan varlığa geçerken, kendimizi özne ola-rak da görmüyor, eleştirinin, ‘kritik bir durum’ ol-madığını, yani eserle eleştiricinin nesne-özne iliş-kisinden öte bir düzey veya düzlemde karşılaştı-ğını varsayıyoruz.

Hayret nasıl şaşırmadan öte bir şeyse, ‘tefek-kür’ de, tümüyle modern bir durum/kavram olan düşünce’den başka bir şeydir.

Arapçadaki fikir veya Farsçadaki endişe hat-

Hayret, tefekkürün ürünüdür. Ve yolcu, buna bir kez eriştiğinde, ne bundan ayrılmalı, ne de onu daha aşağı bir şeyle değişmelidir.

Page 16: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 14

ta Fransızcadaki pensee daha çok, dikey bir ‘düşünme tarzı’nı ima eder. Fikr’in, Fars dilin-de ‘endişe’yle anlamdaş olduğunu da biliyoruz. Endişe, dilimizde, gündelik sözlüğümüzde, kay-gı, tasa gibi anlamlar kazanmış ve bir tür anlam kaymasına uğramıştır.

Sırası gelmişken, tefekkür’e yol açan hayret’in bir aşamasında, ‘temaşa’yı içerdiğini de hatırlamalı.

Kalbin, aklın anlayamadığı akılları vardır diyen, bunu derken, bir müşahade’sini aktarıyor.

O, kalbindeki akıllardan biriyle temaşa etmiştir varlığı ve gördüğü resim, salt beşeri bir zihinsel etkinlikle görülebilen bir resim değildir.

Şeyh Bedreddin, Varidat’ında, tefekkürün, varo-lan hakkında olabileceğini söyler.

Gerçekte düşünce, Yaratıcı’nın Zat’ı hakkında hayret etmek olan huşuya aykırıdır. Hakikat yol-cusunun, nesnelerden Yaratıcı’ya ulaştığında dü-şünmesi hayret’e dönüşür.

Bu yüzden, hayret, tefekkürün ürünüdür. Ve yol-cu, buna bir kez eriştiğinde, ne bundan ayrılma-lı, ne de onu daha aşağı bir şeyle değişmelidir. Aksine, hayret’i yeterli olmayabilir. Bu yüzden Elçi, ‘Rabbim, hakkındaki hayretimi artır’ diye ya-karmıştır.

Tefekkür, yolcu seyr hâlindeyken kendisinden is-tenilendir. Gayba dalmıştır. Fakat amaç, Zat’ıyla belirdiğinde tefekkür hayrete dönüşür.

Sufiler bu durumu, ‘Benim öyle bir vaktim var ki, Rabbimden başkası oraya sığmaz.’ diye ifade eder.

Tefekkürün açtığı yol-ki ona marifet diyoruz-nesneleri itibari değerinde bırakmaz, ya onları yok eder veya Yaratıcı’nın vechinin görü-nüşleri olarak ortaya çıkarır.

Kierkegaard, ‘etik ile este-tik birdir’ derken, modern-lerin indirgemeci olarak ni-telediği, ama gerçekte, var-lığa ilişkin soru soran ve bunu ‘hayret’te kalarak ara-yan ve bulan tefekküre gön-derme yapar.

İnsanın Yaratıcı’sıyla dolaysız biçimde ilişki ku-rabilme yeteneğine inanan herkes, estetik olanın aynı zamanda ahlaki olduğunu deneyebilir.

Tam da burada karşımıza, Guenon çıkar.

Şehadet âleminden varlığın yüreğine, gayba doğ-ru yolculuğunda insan zihninin imkanlarını yöne-ten yasalarla ilgilenen geleneksel öğretide, sanat-la varlığın dilinin uyumundan söz edilmektedir. Nasr, modern zamanlarda, aynı zamanda koz-mosu da yöneten insan diliyle, ruhunun etkinli-ğinin yollarının ayrıldığını saptar: ‘Şiirin gelenek-sel öğretisi, daha başka açıklamalara ihtiyaç du-yar. Çünkü niceliksel doğa çalışmalarına ve dilbi-limsel analizlere, kozmos çalışmalarından ve şiir-sel terkiplerden daha fazla değer verildiği bir çağ-da, kevni hakikatlerle diller arasındaki uyum kay-bolmuştur. Geleneksel öğretiye göre içsel göz, algının aracı olduğu için, deruni göze ya da kal-bi keşfe kendini açan, kozmosun batıni hakikati, kendisini cismani alan üzerinde tanzim eden bir uyuma dayanır. Üstelik bu uyum, kendisini biz-zat hem insan ruhunun ve hem de varlığın yan-sıması olan dilin dünyasında yansıtır. Dil alanın-da harici dünyanın maddi varlığının yerine geçen ve kozmik uyumun zihne yerleşmesini sağlayan kelimedir. Kalbi akıl tarafından uygun olarak tet-kik edilen âlemin kendisi uyum ile kelimenin bir-leşmesinin sonucudur. Makrokosmozda âlem’in uyumu, hakikatin daha yüce düzeylerinde daha çok tezahür eder. Ve kosmozun daha aşağı uç-

larına inildikçe donuklaşır. Daha az belirgin olur. Bu uyum, aynı zamanda gele-neksel sanatların merkezi-ni oluşturur. Ve gelenek-sel sanat ile maddi formlar-la ilgili diğer sanatların esa-sıdır. Uyum her zaman var-dır fakat, kelime ya da di-lin özü üzerinde tabb edil-mesi hayli belirgin ve derin olunca şiir oluşur. Şiir, nes-nelerin temel uyumunu ye-niden yankılaması aracılı-ğıyla, insanın, varoluşun ve bilinçliliğin daha yüce ma-kamlarına dönmesine yar-dım etmeye muktedirdir.’

Hayret nasıl şaşırmadan öte bir şeyse, ‘tefekkür’ de, tümüyle modern bir durum/kavram olan düşünce’den başka bir şeydir.

Page 17: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 15

Gündem

Dr. Hafsa Fidan Vidinli

Mağaranın ağzında

Yer altında bir mağara düşünün. Mağaranın ağzı ışıklı bir yola bakıyor. Mağaranın içinde insanlar var. Ama kollarından,

bacaklarından ve boyunlarından zincirlenmiş-ler; yüzleri duvara dönük, ışığı göremiyorlar. Mağaranın ağzından birçok nesne geçiyor, nes-nelerin gölgesi mağara duvarlarına vurmakta. İnsanlar sadece bu gölgeleri görebiliyorlar ve gölgeleri gerçek sanıyorlar. Onlar için gerçeklik, gerçekliğin duvara yansıyan gölgesinden öte de-ğil. Şimdi bu insanlardan birinin zincirlerini kır-mayı başardığını ve yüzünü mağaranın ağzına döndüğünü düşünün. Ne olur? Önce gözleri ka-

maşır aydınlıktan, hiçbir şey göremez. Ama göz-leri ışığa alışınca gerçeklikle yüzleşir. İşte mağa-ra ve duvarlarındaki gölgeler duyularımızla gör-düğümüz, kavradığımız dünyadır. Bu gölgeler-le yetinmeyip başını ışığa çeviren insan, duyu-lar âleminden düşünce âlemine yol alan bilgedir.

Platon’un bu mağara istiaresi, duyularla algıla-nan dünya ile tefekkür ile algılanan ideler (soyut düşünce) âlemini birbirinden ayırır. Bu istiareye göre duyuların bilgisiyle yetinmeyen tefekkür, insanın ışıkla yani hakikatle ve gerçeklikle yüz-leşmesini sağlar. Ne var ki gerçeklikle yüzleşen insan, çoğu zaman yalnızdır ve yalnızlığı içinde tutuklu kalması kaçınılmazdır. Zira ışığı gören in-

İnsanı mağaranın dışına yönlendiren klasikler, onun kendini ve varlığı farklı şekilde kavraması için imkân sağlar. İnsanlar arasında ortak bir dil oluşumunu mümkün kılar.

Tefekkür dili

klasiklerle kurulur

Page 18: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 16

sanın tekrar mağaraya döndüğünü varsayarsak, mağaraya dönüp diğer insanlara gerçekliği an-latan insan, onların kendi dilini anlamadıkları-nı farkedecektir. Sadece mağaranın ve duvarına yansıyan gölgelerin bilgisine sahip insanlar, ışığa bakan bilgenin bilgisine uzaktır.

Soyut düşünce âlemini maddesel âlemden fark-lı ve yüksek bir düzey olarak anlatan bu istiare, tefekkür dilinin herkesin vâkıf olabileceği bir dil olmadığını da ima etmektedir. İnsanlığın yazın-sal tarihinde tefekkür dilinin en üst düzeyde tem-sil edildiği eserler, klasikler olarak karşımıza çı-kar. Her kültür, her dil içinde o dil ve kültürün bir ürünü olarak ortaya çıkan klasikler, üst dü-zey düşünce ürünleridir. İstiare bağlamında söy-leyecek olursak klasikler, insanı mağaranın dışı-na yönlendiren eserlerdir.

Mağaranın dışı ve klasikler

Zaman testine dayanarak hemen her dönem-de bir şekilde önemini koruyan klasikler, ait ol-dukları kültür ve medeniyetin temel metinle-ri olduğu gibi, bazen “bir kültür ve medeniyete ait olma” sınırlarını da aşma özelliğine sahiptir. Böylece klasikler, ulusal olduğu kadar uluslara-rası dolaşımda da olabilen düşünce ürünleridir. Klasikler bir tür çekim merkezi gibi farklı dili ko-nuşan insanları “ortak düşünceye/anlama doğ-ru” çeker. Bu perspektiften bakıldığında klasik-lerin adeta insanı “insan olma” temelinde derin-den kavradığını ve onu ortak bir düşünce ufku-na doğru sürüklediğini düşünebiliriz.

Klasik eserlerin insanı “kavraması” derinlikli ol-duğu kadar uzun solukludur da. Bu nedenle ör-neğin klasik eserleri aforizma mahiyetindeki eserlerden ayırırız. Aforizma mahiyetindeki cüm-leler ve bunların derlenmesiyle oluşan eserler, elbette bir tür beyin fırtınası işlevi görür zihin-lerde. Son derece etkileyici, can evinden yakala-yan ifade şekilleridir aforizmalar. Cemil Meriç’in, Nietzsche’nin aforizmaları gibi. Âdeta insanın zihnine birer alev mızrak gibi saplanır; Cemil Meriç’in kendi ifadesiyle de söylediği gibi: “Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın.”

Ne var ki bir tür şiirdeki duygusallığın bizi ya-kalaması gibi şuurumuza saplanan bu cümle-ler, uzun soluklu eserler gibi sürekliliğini koru-maz belleklerde. Bu yüzden aforizma mahiye-tinde yazan düşünürleri okurken cümleler çize-

riz eserinden, belki onlarca cümle. Ama bir pa-ragrafı çizdiğimiz olmaz, zira kesik kesiktir bü-tün vurucu ifadeler onların nesirlerinde. Bir tür mutasavvıfta görülen şatahat hâlinin ürünleri gi-bidir aforizmalar, keskin, etkileyici ama geçici benliğimizde.

Bu durumda klasiklerin, insanın benliğini algıla-yışını derinden etkileyen sürekli ve güçlü bir çe-kim merkezine sahip olduklarını da ifade edebi-liriz. Tıpkı ışığın göz kamaştırıcılığına rağmen in-sanı kendine doğru çekmesi gibi. Biz klasiklerin dili sayesinde kendimize çekilir ve kendimizi an-larız ve bu sayede başkalarını anlama şansına da sahip olabiliriz.

Mağaraya dönüş ve afazi

Her ne kadar insan ışığa doğru yöneldikçe, bir başka deyişle hakikatlere vâkıf oldukça kendini ve başkalarını anlama şansına sahip olacaksa da bu, dile getirirken olduğu kadar kolay gerçekle-şen bir hadise değildir. Platon’un mağara istiare-sinde de temel sorunlardan biri, başkalarını anla-ma veya başkalarıyla anlaşma gibi görünür yani temel bir sorun, mağaraya dönüştür. Hakikatleri kavramaya başlayan bilge, mağaraya döndüğün-de heyecanla gördüklerini, kavradıklarını anlatır yüzleri mağara duvarına dönük insanlara. Ama diğer insanlar onunla ancak alay edebilirler. Zira onların gördüğü, görüp bildiği, duvarlardaki göl-gelerden ibarettir. Hatta bu insanlar, mağaraya dönen bilgenin akılsız olduğunu düşünürler ve bilgeyi kendi düşünce dünyası içinde yalnızlığa mahkûm ederler.

Bir dili konuşan insanların o dil içinde birbiri-ni anlayamaması hadisesidir afazi. Afazinin daha trajik tasviri, belki insanın kendi konuştuğu dili de anlayamaması hâlidir. Zira insanlar kendile-rinin anladığı ve başkalarının anlamadığı dili ko-nuşuyorlarsa, aslında kendilerinin bile anlamadı-ğı bir dili konuşuyorlar demektir. Afazinin oluşu-muna en çok direnç gösteren eserler ise, klasik-ler olarak çıkar karşımıza.

İnsanı mağaranın dışına yönlendiren klasikler, onun kendini ve varlığı farklı şekilde kavrama-sı için imkân sağlar. İnsanlar arasında ortak bir dil oluşumunu mümkün kılar. Dil içinde afazi-nin oluşumuna en çok direnç gösteren klasikler, böylece tefekkür dilinin kurucuları olarak karşı-mıza çıkar.

Page 19: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Ruhun ve erdemin dirilişi

Tefekkür

Din ile bilim, akıl ile inanç, tefekkür âleminde savaşmaktan kurtulurlar, zira çatışmaları ve çelişkileri çözen düşüncedir.

Kadim Kelam, akleden bir varlık olarak tasvir ettiği insanın mertebesini, tefekkür imalatçı-sı hâliyle sunar ve şereflendirir. İslam’ın Kutlu

Peygamberi (s.a.s.) de, tefekkürü nafile ibadetlerin zir-vesine uygun bulur: “Bir saat düşünmek, altmış yıl bo-yunca yapılan nafile ibadetten daha hayırlıdır.”

Tevhit toplumunda mümin örneği, düşünce, fikir, ilim, bilgi ve tefekkürle harmanlanmış erdemli bir portrey-le şekillenir. “Allah’ın kulları içerisinde O’ndan en çok korkanlar ancak bilginlerdir.” (Fâtır, 28.) yankısı, bilim merkezlerinin kapılarının anahtarıdır. İslam’ın bilgini, muhalif ve muarızlarını Kur’an’ın kelamıyla tartışma şö-lenine davet eder. “Eğer doğru sözlülerden iseniz açık delillerinizi getirin.” (Neml, 64.) O, kesinlik ve tatmin ol-muşluğun verdiği güç ve kudretle şüphe ve endişe kri-zindekileri ikaz eder: “Onların çoğu zanna uyarlar; ger-çekte ise zan, hakikat karşısında hiçbir şey ifade et-mez.” (Yunus, 36.) Akabinde hakikate ulaşmanın işaretle-rini gösterir ve tarif eder “(İnsanlar) devenin nasıl yara-tıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl di-kildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Fecr, 17-20.)

“Oku” (Alak, 1.) nidası, fikir ve tefekkür insanın rehbe-ridir. İrfan ve hikmet sahiplerinin hazine anahtarları ve hayat veren iksiri, şu enfes hitapların verdiği mana deryasında gizlidir:“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9.), “Rabbim ilmimi artır de.” (Tâhâ, 114.)

“Allah hikmeti dilediğine verir, kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri an-lar ve düşünür.” (Bakara, 269.) Hayrın ve hikmetin bütün katkı ve zenginliklerinden nasiplenen tefekkür erbabı, sınırsız ve hadsiz bir coşkunluk ve neşve içinde varlığın ve hakikatin manevi hazzına sahip olur.

Gündem

Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkayaİstanbul Üniv. İlahiyat Fak.

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 17

Page 20: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 18

Tefekkürün hammaddesi ve mayası: İlim

Tefekkürün hammaddesi ve mayası olan ilim, hikmet ve irfanla tek bir gönül hâlesi oluşturur; “yitik cenneti” arayan ârif gibi, cehalet ve ka-ranlığın iz ve emarelerini yerküreden siler, yok eder. Mümin için malumdur ki, “en makbul sa-daka, bir kimsenin ilim öğrenmesi, sonra diğer bir Müslüman kardeşine öğretmesidir”. Çünkü “ilim rütbesi rütbelerin en büyüğüdür.” Sevgili Peygamber Efendimiz’in dediği gibi, “Alimin uy-kusu cahilin ibadetinden hayırlıdır.” (Acluni, Keşfu’l-

Hefa, II, 325.) Yolda olanın aradığı “ilim ve hik-met, müminin yitiğidir. Her nerede bulursa alır.” (Acluni, Keşfu’l-Hefa, II, 363.)

Alîm’in (her şeyi bilen) bahşettiği ilimle nurlanan insan, varlık ve yokluk âleminin şifrelerini çöz-me gayretine düşecektir. Bu hâl, onu imanın nur-lu halkasıyla sarmalayacak, görünmeyen âlemin yolcuları arasına katacaktır.

Bilmek… En Yüce Olan’ı, yani Yaratan’ı bilmek O’nun hareket etmeyen (değişikliğe uğramayan) “Bir” olduğunu, her şeyin etkin sebebinin O ol-duğunu; O’nun, kendi cömertliği, hikmet ve ada-leti ile bu âleme düzen veren olduğunu bilmek-tir. Mütefekkir ve bilgenin de yapması gereken şey, insanın gücü ölçüsünde Yaratıcı’ya benze-mesidir. (Fârâbî, Risâle fimâ Yenbaği en Yukaddeme Kalbe

Te’allümi’l –Felsefe, Mısır 1325/1907, 57-64; Kaya, İslâm

Filozofların Felsefe Metinleri, 113-114.)

Tefekkür erbabı, var olanların hakikatini bilme ve onları kendi yararına kullanma imkânına sa-hip olmakla insana ait erdemleri elde etmiş olur. O, Hakîm’in yarattığı varlık türlerindeki hikmeti çok iyi kavrar; onların sebep ve sonuçlarını araş-

tırır ve varlıktaki hayranlık uyandıran düzeni an-lar. (Âmirî, Kitâbü’l-İ’lâm bi-Menâkıbi’l-İslâm, nşr. A.Gurâb,

Kahire 1967; Kaya, İslâm Filozofların Felsefe Metinleri, 199.)

Tefekkür, külli bir ilimdir, varlığın hakikatini, se-bep ve sebeplilerini, her varlık türünün yapı-sal özelliğini ve niçin yaratıldığını bilmek, bütün bunları insanın gücü ölçüsünde külli bir bilgiyle kuşatmaktır. İşte küllî erdem bu sayede elde edi-lir. (İhvân-ı Safâ, er-Rîsâletü’l-Câmia, nşr: M. Galip, Beyrut

1974, 60; Kaya, İslâm Filozofların Felsefe Metinleri, 222.)

Tefekkürün menbağı

Tefekkürün menbağı olan hikmet, sözde ve fiil-de isabet etmektir. Bu anlamda hikmetli bilgi, tec-rübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir. Hikmetli hareket de bilimsel te-mellere dayalı olan ve bir ilmin ölçüsüne vurul-duğu zaman doğru olduğu kesinleşen ameldir… Hikmet ilimle sanatın birleşmesidir.

Bir anlamda ilim ve fıkıh demek olan hikmet, var-lıkların özündeki manaları anlamaktır. Yani var-lıklar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini ve etkile-şim düzenini izleyip, varlıkların özünü ve amaç-larını kavramak demektir.

Kur’an’ın birçok yerinde hikmet, peygamberlik kavramıyla birlikte bulunmaktadır ve çoğu za-man onun yerine kullanılmaktadır. Dolayısıyla hikmet, Allah’ın emrini anlamaktır.

“İcat etmek” anlamına da gelen hikmet, varlık dü-zeninde her şeyi yeri yerince koymak demektir ki, bu tarif de görünüşte bütün varlığı açıklama-ya yönelik olduğundan, bir bakıma ilahî hikmeti, ilahî sıfatları topluca tarif sayılır.

Uygulama açısından hikmet adalet demektir.

Page 21: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 19

Amelî hikmet denilen ahlak ilmi; ahlakı, ifrat ve tefrit arasında adalet temeline dayadığından bu manayı almıştır.

İrade, hikmet ve tefekkür

Hikmeti elde etmenin başlangıcı tefekkürdür. Bu hâle kavuşmak da, ancak temiz akıl ve kalp-le mümkündür. Yaratıcı’nın bahşettiği aklı, ihti-ras ve şeytanın vesveselerine köle edenler, ne iç dünyalarındaki ilhamlarını ne de dış dünyada-ki ibret manzaralarını kavrayıp idrak edemezler. Zihinleri, var olan harikuladelikleri seçemez ve sezemez. Bunlar düşünmezler veya düşünseler bile geçmişe ait olanlara baktıklarında, hayır ve hakkın, hakikat ve irfanın nerede olduğunu bile-mezler. O halde ilahî bir hediye olan hikmet, an-cak selim akıl ve temiz kalp sahiplerine bahşedi-lir (O, hikmeti dilediğine verir… Bakara, 269.) Dolayısıyla gerçeği yakalamış akıl ve hayrı talep eden ira-de, hikmetin şartı; tefekkür de onun girizgâhıdır. (Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 204.)

En geniş anlamıyla fayda ve sağlamlık anlamla-rına gelen hikmet, her güzel bilginin, erdemli ve yararlı işin adı olmuştur. Bu bağlamda hikmet, bir işi bağnazca yapmayıp sebep-sonuçlarını ve arka planını göz önüne alarak, meydana gelebi-lecek sıkıntı ve problemleri oluş-madan önlemek ve ona göre ted-bir almaktır. Demek ki hikmetin gerçeklemesi için, ilimle meşgul olmak ve eyleme geçip iş yapmak hayatî derecede öneme sahip iki husustur. (Yazır, age, 205.)

Tefekkür erbabı: Nefsi eğiten, bedene şifa verendir

Hülasa, hakiki tefekkür erbabı, be-denleri tedavi edip şifa bulmalarına vesile oldu-ğu gibi, öncelikle kendi nefsini eğitmek amacıy-la yeri geldiğinde mübah olan hazların birçoğu-nu terk edebilendir. (Ebû Bekir er-Râzî, Kitabu’s-Sîretü’l-

Felsefiyye, 102.) Sonra da hayat ve servetin girdabın-da boğulan erdemleri ve ilahî ilkeleri unutan ve kaybedenlere her iki âlemin kapılarını açan ebedi formülleri veren ve doyumsuz iksiri sunabilendir. Bir anlamda peygamberlerin halefleri olan hakîm ve filozoflardan mahrum olan toplumların, ada-let, cömertlik, onur, cesaret ve yiğitlik vasıflarını yitirmiş, egemen kültür ve güçlerin hâkimiyetine razı olmaktan başka seçenekleri kalmayacaktır.

Yaşadığımız çağ bu-nun tanıklığını yap-maktadır. Bugün İslam dünyasının ve Müslüman toplumla-rın karşı karşıya kal-dıkları krizler ve kı-rılmalar bunun en

açık göstergeleridir. Her türlü olumsuz koşulla-ra ve imkânsızlıklara rağmen, Müslüman coğraf-ya, üçüncü dönem yükseliş medeniyetini gerçek-leştirecek hakîm ve filozoflarını beklemektedir.

Tarifi ve tasviri bir nebze de olsa ortaya konan hakîm, arif ve âlim, yani İslam kültür ve medeni-yetinin öncüleri, insana ve topluma faydalı olan bir ilim ve ahlâk anlayışına taliptirler. Dolayısıyla bundan var olan hiçbir canlı (insan, hayvan ve bitki) zarar görmeyecektir. Kültürümüzde ilim, âlim, bilgi ve bilgin nebevî kutsal bir ruh ta-şır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in “Bilginler Peygamberlerin varisleridir.” (Ebu Davud, İlm, 1,

Düşünce; kalıplaşma, kutsallaştırma ve ikonlaştırmayı bertaraf eder. Tefekkürdür ki, cemiyeti kuklaların ve modellerin tak-lidinden kurtarır.

Page 22: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 20

3641.) şeklindeki ifadesi konunun önemine özgü bir haldir.

İslam Medeniyeti’nin (zirve dönemini geniş bo-yutlarıyla düşünecek olursak 8. yüzyıldan baş-layan) bilim ve kültür havzası, 17. yüzyıla kadar bazı kısa molalar dışında yükselişinden büyük bir şey kaybetmemiştir. Ancak ne zaman ki, bilim ve tefekkürden uzaklaşılmış, bu büyük coğrafya-nın insanları, o zaman duraklama, gerileme, üre-tememe ve dolayısıyla sömürülme ile karşı karşı-ya kalmışlardır.

Düşünce ve tefekkür köklerimiz ve kaynakları-mız kireç bağlamış gibi, içine girdiğimiz hiçbir değişme oluşunu tenkit etmiyoruz. Nihayetinde düşünmeye ve eleştiriye karşı yasalar ve kuşatıl-malar oluşturuluyor. Düşünme yasaklarını kendi-lerine rehber edinenler; alışılmışın dışına çıkanı aforoz etmeler, totemler ve tabular inşa ediyorlar. (Sezai Karakoç, İslâmın Dirilişi, IX. baskı, İstanbul 2005, 25.)

Tefekkür erbabı için en büyük tehlikenin başın-da özgünlükten uzak, taklitçi ve aktarmacılık, bir ruh ve kafa köleliği olarak benimsenirse, do-ğurgan fikir kaynağı zail olup yitikleşir. (Karakoç,

İslâmın Dirilişi, 26.)

Düşünmek… İnsanoğlunun en değerli özellikle-rinden biri olan bu kabiliyetini geliştirmek… İşte, İslam mütefekkirine, düşen büyük ödev. İslam, düşünmeyi, insana sürekli olarak bir vazife ola-rak kabul etmiştir. Kur’an ayetleri, bu vazife üze-rinde durur; düşünme ve tefekküre çağırır.

Tefekkür vahiyden beslenir

Tefekkür de vahyin hakikat kandilinden şavk-lanır, doğar, beslenir ve varlık âlemine düşer. Tefekkürün gıdası ve nefesi Kelamullah’tır. Onun içindir ki, sözlerin en güzeli her daim düşünceye ve tefekküre davet ediyor.

Hayatın derecesini ve kıymetini/kıratını arttıran tefekkür, hakikatte ruhi ve cismani tüm yeti ve kabiliyetlerin makam ve mertebe kat etmesi için aşkın âlemlerden gelen bir nidadır.

Ruh ve vecdi kavileştiren düşüncedir. Nitekim medeniyetlerin şahı olan İslam da, nihayetinde bir tefekkür ve teemmül (derin düşünme) mede-niyeti değil midir!

Kadim medeniyetimizin diriliş ve hayat bulma-

sı, tefekkürü şahlandırmakla ve ona ruh katmak-la gerçekleşecektir.

Olay ve olguları düşünmek, tarihi düşünmek, sa-natı düşünmek, hayatı düşünmek, erdemi düşün-mek, ölümü düşünmek, hasılı varlığı, var edeni ve var olanları düşünmek, zamanın ve âtinin ço-cuklarına kalan en kutlu mirasıdır.

Ancak aklı ve zihni kutsal bir nesneye dönüştür-mek, ruhtan, vecdden ve gönülden mahrum bir hayatla neticelenir. Bunun sonucunda faydacı, çıkarcı, başkasına acı veren ve bu acıyla nema-lanan bir nesil ortaya çıkar. Hülasa, erdemin ve ihlasın buharlaştığı, onun yerine hazzın ve nef-sin hâkim olduğu bir zemin hâsıl olur. (Karakoç,

İslâmın Dirilişi, 83.)

Sözün özü; fikir ve tefekkür icat etmek ve imâl etmektir, onun ilham ve referans kaynağı görü-nen ve görünmeyen âlemin Hâlık’ıdır. Kendisine çok hayır verilen bu sonsuz ve sınırsız menba-dan nasiplenecektir. Beslenmenin ve faydalan-manın kesilmesi, fikir ve düşüncenin kısırlaşma-sıyla neticelenir.

Erdemli ve yeryüzünde cenneti inşa etmeye çalı-şanlar, tefekkür tükenmeyen nimetlerinden doya doya, kana kana beslenenlerdir. Bundan nasiple-rine kesilenler, büzülürler ve yok olurlar. (Karakoç,

İslâmın Dirilişi, 263.)

Din ile bilim, akıl ile inanç, tefekkür âleminde sa-vaşmaktan kurtulurlar, Zira çatışmaları ve çeliş-kileri çözen düşüncedir. Ancak düşünce; kalıp-laşma, kutsallaştırma ve ikonlaştırmayı bertaraf eder. Tefekkürdür ki, cemiyeti kuklaların ve mo-dellerin taklidinden kurtarır.

Fikir ve düşünce, insan ruhunun ve benliğinin cismanileşmesidir. Onun nefesiyle, beşeriyetin yarını nurlanır ve şavklanır. Eğer tefekkür bir di-yarda ölürse, başka bir diyara yolculuğa çıkar. Onun terk ettiği coğrafyalar, cılızlaşır ve kurakla-şır, nihayetinde çölleşir.

Her şeye, her olumsuzluğa rağmen, insanı ve ce-miyeti canlandıran en önemli enstrüman ve vası-ta tefekkürdür. Onun sayesinde Müslüman dün-ya ve insanlık, ruh ve gönül âlemini yerküre üze-rinde gerçekleştirecektir. Uyku ve ataletin cen-deresindeki tevhit coğrafyasını ayağa kaldıra-cak yegâne unsur, tefekkürdür. (Karakoç, İslâmın

Dirilişi, 264.)

Page 23: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 21

Gündem

Elif ArslanDİB/Memur

Zaman hız zamanıdır, “an”ı yaşamak vaktidir şimdi! Her şey büyük bir hızla akmakta, ade-ta elimizden kayıp gitmektedir. Bir saniye

bile düşünmeden, vakit kaybetmeden gidenin pe-şinden koşmak icap etmektedir. Yapılacak yığınla iş, görüşülecek bir sürü insan, takip edilmesi gere-ken sayısız mesele… vardır. Çocukların okulu, der-saneleri, girmeleri ve başarılı olmaları gereken sı-navları vardır. Yetişilmesi gereken arabalar vardır, kaçırılmaması gereken uçaklar… Patronun, amirin acele istediği rapor vardır, televizyonda kaçırılma-ması gereken dizi vardır. Ondan önce de takip edil-mesi zorunlu haber, tartışma ya da spor program-ları vardır. Yapılması gereken ziyaretler, ağırlanma-sı gereken misafirler, bekleyen yığınla ev işi vardır. Misafir gelecektir ve en iyi ikramların hazırlanması gerekmektedir. Düğün vardır, her şeyin en iyi şe-

kilde olması için aylarca koşturmak, pek çok ayar-lama yapmak gerekmektedir.

Hız çağı deniyor yaşadığımız çağa. Durmadan koş-malıyım… Ama aralarında tercih yapmam gereken yol seçenekleri var. Ne tarafa koşacağıma karar ver-mem gerekiyor. Olsun, koşmalıyım, vakit kaybet-memeliyim. “Fazla düşünme, karar ver ve uygula. Yoksa kaybedersin. Koş, koş, koş… Niçin mi koşu-yorsun? Bunu düşünerek kaybedecek vaktin yok. Herkes koşuyor ve sen öne geçmelisin.” diyor sü-rekli, sahibini bilmediğimiz bir ses. Peki o halde… Koşmalıyım. Koşuyorum. Koşarken de daha hızlı koşmamı sağlayacağını düşündüğüm her ne görür-sem hızlıca alıyorum, fazla düşünmeden, oyalan-madan. “Koş, öne geç, koş, koş…” sesleri hiç ke-silmiyor. En öne geçersem kazancım ne olacak? Ya geride kalırsam, herkes kadar hızlı koşamazsam, o

Hız çağında kısa bir mola

Bir tefekkür denemesiİnsanı mağaranın dışına yönlendiren klasikler, onun kendini ve varlığı farklı şekilde kavraması için imkân sağlar. İnsanlar arasında ortak bir dil oluşumunu mümkün kılar.

Page 24: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 22

zaman ne olacak? Neler bekleyecek beni? Yine aynı ses bölüyor düşüncelerimi: “Ama sen bunu düşü-nürken birileri gelip seni geçecek. Koş, koş, koş… Hiç durmadan, arkana bakmadan, yanına yörene aldırmadan koş…” Koşuyorum ben de… Koşarken bir sürü şey dikkatimi çekiyor… “Olsun” diyor aynı ses, “Şöyle bir göz at ve koşmaya devam et. İleriye bak, belki daha da ilginçlerini ve güzellerini göre-ceksin ilerde.” Hâlâ merak ediyorum, neden koşu-yorum ve nereye gidiyorum? “Anlaşıldı” diyor “Sen bu işi başaramayacaksın. Bak etrafındaki insanla-ra… Sadece koşuyorlar, koşuyorlar… Gördün mü seni bile fark etmediler. Böyle sormaya devam ede-ceksen gel baştan vazgeç. Bu yarışı kaybetmiş sa-yalım seni.” Hayır, kaybetmek istemiyorum. Ama merakıma da engel olamıyorum. Niçin yarışıyoruz? Niçin koşuyoruz?

İşte ısrarla sorduğum soru karşısında aldığım ce-vap: “Can alıcı soruyu ısrarla sordun, zor olana ta-lip oldun. Artık hem düşün hem de koş. Gözün sa-dece ilişmesin etrafına. Dikkatlice baksın ve görsün olan biteni. Yere dökülen bir yapraktan öte bir şey-ler görsün hazan yaprakları takılınca gözüne. Ve baharda yeni açmış bir çiçeği koklarken gerçek gü-zelliğe dokunsun gönül telin. Yavrusunu ağzına al-dığı yemle besleyen kuş, rahmet-i Rahman’ı anlat-sın sana, sen dinle usulca. Koş yine, durma. Ama kulağın onda olsun. Madem sormayı seçtin, sor o halde. Hiç çekinme sor. Koşarken bir soluklan ve sor; kendine, oğluna, kızına, eşine, dostuna, karın-caya, kara, buluta, yağmura, sevince, hüzne, dağa, taşa, yaşayana, ölene, yürüyene, sürünene, topla-yana, dağıtana, alana, verene, güzele, çirkine, bü-yüğe, küçüğe, ısıtana ve yakmayana, gidene, gide-nin yerine gelene, kalana. Sor ve kulak ver, dinle… Kim bilir neler anlatacaklar sana. Onlara sor bü-tün soruları ve yolda gördüğün her şeye, her olaya, her canlıya, her cansıza. Sor, sen kimsin? Sor, bu-rada ne işin var? Sor, bütün bu âlem ne? Sor, senin yerin, görevin, konumun ne bu koskoca âlem için-de? Her an sor. Madem sormayı seçtin, cevabı ho-şuna gitse de dinle, gitmese de… Bazen aldığın ce-vaplar yolunu uzat, diyecek sana. Görünen köy şu-racıkta oysa, dümdüz gitsen hemen varırsın. Karar yine de senindir.

Zor olana talip oldun. O halde sor kendine, yüre-ğini olanca berraklığıyla aç kendine ve sor: Bugün işini en iyi şekilde yapmaya çalıştın mı? Sor ken-dine, gülümsemende, onaylamanda, reddetmen-de, teklif etmende, ısrar etmende, yol göstermen-de, söylemende, söylememende, dinlemende vel-hasıl her bir eylemende ve eyleminde samimi

miydin? Sor kendine: Bugün Allah için ne yaptın? Gerçekten Allah için… Başka hiçbir amacın karış-madığı, sadece Allah için olan ne yaptın? Sor ve dü-şün korkmadan. Sonra da açık yüreklilikle, cesaret-le dinle cevabı; nefsin beğense de dinle, beğenme-se de… Tefekkür et…”

Bir sosyal paylaşım sitesinde “Bir saatlik tefekkür, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.” şeklinde bir söz paylaşılmış. Bu söze yapılan bir yorum dikka-timi çekti: “Güzel de zaman olsa keşke…” Öyle bir koşturmaya kaptırmışız ki kendimizi, durup dü-şünmeye vakit bulamıyoruz. Tefekkür etmeyi bu yoğunluk arasında bir vakit kaybı, boş insanların, bol vakti olanların lüksü gibi görmeye başlamı-şız farkında olmadan… Düşünecek vaktimiz yok! Bilgisayar oyunu oynuyoruz. Olsun, o da bir ihti-yaç; günün yorgunluğunu atıyoruz. Düşünmeye fırsat yok! Ayşe hanımın yeni diktirdiği perde-ler üzerinde konuşuyoruz şimdi. Düşünecek vakit yok! İndirimler bitmeden önümüze ne gelirse alma-lıyız. Yardıma muhtaç insanlar mı, açlıkla savaşan toplumlar mı? Canım şimdi bunu düşünmenin sı-rası mı? Onlara da yardım ediyoruz vicdanımızı ra-hatlatacak kadar. Tüketirken tükenmek mi? Felsefe yapmanın sırası değil, tutmuş neler düşünüyorsu-nuz. Düşünecek vakit yok! Bu akşamki futbol ma-çını kaçırmamalıyız. Hele maçtan sonra yapılan yo-rumları mutlaka takip etmeliyiz. Maçın her bir daki-kası üzerine yapılan ince mütalaalar üzerine biz de kendi mütalaalarımızı yapmalıyız.

Sanırım günlük olarak karşılaştığımız malumatı, planlamak, yapmak zorunda olduğumuz işleri, ak-lımızdan geçen konuları sadece konu başlıklarıy-la yazmaya kalksak, eksiksiz yazmakta zorlanırız. Maksadım bunları eleştirmek değil -bunlar belki bir başka tartışmanın ya da yazının konusu olabilir- sadece, tefekkür etmeye yeterince vakit bulamadı-ğımız şu hayat telaşı içerisinde hangi eylemlerimi-zin, hangi işlerimizin vazgeçilmez olduğu üzerin-de kısa bir tefekkür denemesi yapmak… Tefekkür üzerine tefekkür etmek… Düşünüyor gibi yap-mak değil kastım. Düşünmek, sahiden düşün-mek… Allah’a yakınlaştıran, zihni arınmayı sağla-yan düşünce… Soru sormak ve cevabını aramak… Her türlü ayete bakarak düşünmek… Kainat kita-bının ayetlerine, vücut kitabının ayetlerine, Kitab-ı Hakim’in ayetlerine… Ve sonra, “bakışı ibret, sü-kutu tefekkür” yapan ince çizgiyi bulmaya çalış-mak… ‘Düşünmeyecek misiniz, ibret almayacak mısınız, akletmeyecek misiniz?’ hitabına “Amenna ve saddakna” diyenin ben olduğumu, biz olduğu-muzu hatırlamak…

Page 25: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 23

Söyleşi

Begüm Soysal Esra Serdaroğlu

İnsan beyni, kul olmaya kodlu olarak mı yaratılmıştır? İnsan bu yapısı gereği mutlaka bir varlığa tapacaksa, neye kulluk insanı özgür kılar ve neye kulluk insanı esir yapar?

İnsan beyni, insan bedenine hizmet için yaratılmıştır. İnsan bede-ni deyince, ben olaya daha organik açıdan bakacağım. Benim gö-rebildiğim kadarıyla, beynin temel fonksiyonu hem maddi hayatı düzenlemek hem de duygu dünyasını düzenlemektir. Çünkü insa-nı diğer varlıklardan ayıran en önemli özellik; düşünebilmesi, plan yapabilmesidir. İnsan beyninin temel fonksiyonu öncelikle bedeni korumaktır. Bedeni hem dış dünyadan gelecek zararlara karşı ko-rumak hem de beden ve ruh dünyasının bütünlüğünü sağlamaktır. Bunu yapabilmek için insan sürekli arayış içerisindedir. Bunun bir diğer tanımı huzurdur. Amaç mutlu olmak, huzurlu olmaktır. İnsan beyninin hedefi budur aslında. Aradığımız şey huzur… Bedensel sağlığımız yerindeyse bu mutluluğumuz için vazgeçilmez bir öge… Ruhsal sağlığımız yerindeyse bu bizi mutluluğa götürür. Beyin, sü-rekli arayış içerisinde... Sadece yaşamsal fonksiyonları sürdürebil-mek için gerekli olan ihtiyaçları değil, bazen adını koyamadığı boş-lukları doldurabilmek için arayış içerisinde… Göz, güzellikleri gör-

Beynimizin gizemli sokaklarında dolaşıp akıl ve gönül bağına dair içten bir sohbet için Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serpil Bulut Hocamızın misafiri olduk. Bu yolculukta heybemize doldurduklarımızı sizlerle paylaşıyoruz.

Aklın ve gönlünProf. Dr. Serpil Bulut ile

Yalnızlıkla başa çıkmanın en kolay yolu yalnız olmadığının bilincinde olmaktır.

“”

beyin hâliüzerine

Page 26: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 24

mek ister. Güzeli görmek mut-luluğa, huzura götürür. Burun güzel kokuları ister. Ve bütün duyu organlarımız güzeli arar. Görme merkezi, işitme merke-zi, tatma merkezi, beyindedir. Hissetme merkezi, beyindedir. Acıyı hissetmek, mutsuzluk ve-rir. Kötüyü görmek, mutsuzluk verir. İşte mutluluğa ve huzu-ra ulaşabilmek arayışı içerisin-de olan beyin, bunu kolaylaştı-racak faktörler arar kendine. Ona ulaşmayı ko-laylaştıracak şeyler arar. Neler bu işi kolaylaştı-rır! İnanmak, güvenmek kolaylaştırır. Sahipsiz olmadığını bilmek, kolaylaştırır. Yalnız bir fert olarak yaşamak mümkün değil.

Bu noktada “yalnızlık” ve “tek başınalık” kavramlarını ayırabilir miyiz?

Yalnızlık ve tek başınalık farklı kavramlar… Farklı bir yere gittiğiniz zaman etrafınızda bin-lerce insan olduğu halde kendinizi yalnız his-sedebilirsiniz. Bir ben var, bir de baş başa ol-mak istediğim ben var. Zaman zaman yalnız kalma isteği olsa bile bu durum, insan fıtratı-na uygun değildir. Yalnız kalmak isteyen in-san, aslında kendiyle baş başa kalmak istiyor-dur. Sağlıklı bir insanın sürekli yalnızlıkla hu-zur bulması söz konusu olamaz. Yalnızlıkla başa çıkmanın en kolay yolu da yalnız olmadı-ğının bilincinde olmaktır. İnsan toplumsal bir varlık… Tek başına ayakta durmak, farklı bir kavram… Yalnızlıkla başa çıkmanın en kolay yolu da dünyevi olmasa bile, yalnız olmadığı-nın bilincinde olmak…

Bir insan, düşünceleriyle beyin hücreleri-ne zarar verebilir mi? Bunun telafisi var mıdır?

Düşüncelerle beyin hücrelerine zarar verme-nin bilimsel olarak açıklanmış bir yanı yok. Sadece düşünceler anormal düşüncelerse in-sanın yaşamsal fonksiyonlarını, çevresel iliş-

kilerini olumsuz etkileyebilir. Bazı insanlarda olumsuz düşün-celer ön plandadır ve bu durum kendisi ve çevresi için olumsuz bir durumdur. Böyle bir insan negatif enerji yayar. Ama pozi-tif düşünen insan hem kendi-si hem çevresi için pozitif ener-ji yayar. Olaylarda sorunları de-ğil, çözümleri ön plana çıka-rır. Sorunları büyütmeden çö-züm önerileri sunar. Çözüm üre-

ten insanlar, kendisine ve çevresine faydalı in-sanlardır.

Kalp ile beyin arasında bir köprü var mı-dır? Bu köprü akıl mıdır, vicdan mıdır ya da ne olarak tanımlanabilir?

Aslında olaya fizyolojik açıdan bakarsak, kalp beyinden bağımsız şekilde çalışıyor gibi gözü-kür. Kalp ile beyin arasında fonksiyon açısın-dan endirekt bağlantılar vardır tabii ki. Kalbin çalışması beyin fonksiyonlarınca da kontrol al-tında tutulmaktadır. Bazı duygulanım bozuklu-ğu olan hastalarda kalpte ritim bozukluklarına rastlıyoruz. Ve insanlar huzursuzluğu beynin-de değil kalbinde hisseder. Mutlaka bağlantı ve iletişim var. Beyin üretir, kalp yaşar. Kalp ile beyin arasını yani düşündüğümüzle hissettiği-miz arasındaki mesafeyi ölçtüğümüzde sadece bir karıştır. Ama beyninizde ürettiğiniz düşün-celeri, hedefe koyduğunuz fikirleri, kalbinizde yaşatabilmek ve hissedebilmek için geçen süre insan ömründe otuz beş yıldır. Olgunlaşma de-nilen şey budur. Düşündüklerimizi hissetme-miz… Aslında beyin, kalbin huzuru için çalışır. Artık buna vicdan mı dersiniz yürek mi dersi-niz, burası sözün bittiği yerdir. “İbadetimi ya-pıyorum ama, gönülden hissederek yapmakta zorlanıyorum. Beynimde düşünüyorum, hare-kete geçiriyorum ama, yüreğimde bunu hisse-demiyorum.” İşte bunu yürekte hissedebilmek için ısrarla, yıllarca devam ettirmek gerekiyor. O bir karışı otuz beş yılda alıyor insan.

“Beynin temel hedefi, bir;

bedensel bütünlüğü sağlamak, iki; ruhsal bütünlüğü sağlamak

ve sonuçta kalbi huzura ve mutluluğa

erdirmektir. Yani temel hedef huzur.”

Page 27: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 25

İnsanlığın ortak bir beyin alanı var mıdır?

İnsan beynindeki fonksiyo-nel alanlar birbirine benzer. Görme, işitme vs… Yaptığımız bedensel aktivite bütün insan-larda aynı… Bunlar numara-landırılmıştır insan beyninde. Motor hareket alanı yani eli-mizin kolumuzun hareketleri-ni yapan merkezler, bütün in-sanlarda aynı. Harita aynıdır insan beyninde. Ama bu ha-ritanın özelliği insandan insa-na değişir. Bazı insanlar sayısal alanda başarılıdır, bazı insanlar sözel alanda… Ortak akıl de-diğimiz şey, farklı beyinlerin farklı koşullar altında ürettik-leri ortak bilgilerdir. Subjektif bir kavramdır bu. Toplumsal akıl diyoruz, toplumsal düşünce ya-pısı diyoruz. Bunlar farklı beyinlerin toplum çı-karları paralelinde çıkardığı ortak düşünceler-dir. Doğrularımız ve yanlışlarımız da böyledir.

Beynin biyolojik yapısı her insanın farklı yaratıldığına somut bir delil olarak gösteri-lebilir mi? Örneğin her insanın sahip oldu-ğu bireysel karakteristik özellikler beynin haritasından okunabilir mi?

Anatomik yapı olarak baktığımızda beyin yapı-sı benzerlik gösterir. İnsanlara farklı mizaç özel-liklerini kazandıran, anatomik yapıdan ziyade beyin hücreleri arasında iletişimi sağlayan bazı maddelerin farklı oranlarda olmasıdır. Herkesin beyni aynı ağırlıkta değildir tabi ki. Bedensel farklılıklar… Herkesin genleri farklı kodluy-sa ince detaya girdiğimizde beynimizin yapı-sı da birbirinden farklıdır. Hem yapısal hem de hormonal… Bizim haberci maddeler dediğimiz maddeler arasındaki oranlar ve fonksiyon fark-ları insanın farklı yeteneklere sahip olmasına neden olur. Aslında son yıllarda psikolojik has-talıklarda da beynin yapısal ve fonksiyonel de-

ğişikliklerinin katkısı olduğu gösterilmiştir.

Beyin-ruh-akıl ilişkisi desek bu ilişkiyi nasıl ifade eder-siniz?

Aklın tanımı da çok zor… Bir din adamına sorarsanız aklı inanmaktır. Bir nöroloji uzma-nına sorarsanız, akıl; toplum-sal hayatta kişiyi standartla-rın üstünde tutabilecek, top-lumun doğrularına ulaştırabi-lecek ve belirlenmiş normaller sınırları içerisinde tutabilecek yetiler topluluğu diye açıkla-yabilir. Ama adı her ne olur-sa olsun, ruhu da aklı da duy-guyu da yönlendiren temel or-

gan beyin… Kalbi de yönlendiren temel organ beyin… Sağlıklı bir beyin olmadan sağlıklı bir ruh hâli ve akıl olması mümkün değil… Santral beyin… İnsan vücudunun santrali… Ve onun yönlendirmeleri doğrultusunda, beden, ruh ve akıl şekilleniyor.

Beynin temel hedefi, bir; bedensel bütünlüğü sağlamak, iki; ruhsal bütünlüğü sağlamak ve sonuçta kalbi huzura ve mutluluğa erdirmek-tir. Yani temel hedef huzur… Her şeyi huzur-lu olmak için yapıyoruz. Hem beden hem ruh, problemlerini size huzursuzluk olarak aksettirir. Bebek ağlar, huzursuz deriz. Hayvan hastalanır, bu hayvan neden huzursuz deriz.

Beyin öldükten sonra ruh, beyinden yoksun ve bağımsız şekilde akletmeye devam ediyorsa, beynin ötesinde bir aklımız olmalı…

İnsan bedeniyle yaşadığı sürece santral beyin-dir. Sonrasını bilmiyorum. Bildiğim kısımdaki görevleri yapmak önemli olan.

Beynin sınırlarına dokunduğumuz bu içten söy-leşi için teşekkür ediyor, özverili çalışmalarınız-da aşk ve gücünüzün devamını diliyoruz.

“Beyin, kalbin huzuru için çalışır. Artık buna vicdan mı der-

siniz yürek mi dersiniz, burası sözün bittiği yer-

dir. “İbadetimi yapıyorum ama, gönülden hissederek yapmakta zorlanıyorum. Beynimde düşünüyorum,

harekete geçiriyorum ama, yüreğimde bunu his-sedemiyorum.” İşte bunu

yürekte hissedebilmek için ısrarla, yıllarca devam

ettirmek gerekiyor.”

Page 28: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 26

Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın

Din-düşünce-yorum

Daha önceki bir yazıda belirttiğimiz gibi (bk. Aydın, Ağustos-2010) değer, insana öz-güdür. İnsan bir bakıma değer oluş-

turma, değer sahibi olma özelliğiyle diğer var-lıklardan ayrılmaktadır, denebilir. Değer oluş-turma, insanın hayata gözlerini açtıktan son-ra başlattığı anlam arayışıyla doğrudan ilgilidir. İnsanın anlam arayışı, kendisini ve çevresini, çevresinde olup bitenleri anlamlandırma çaba-sıdır. Bu anlam arayışı geliştiği oranda insan, bi-yolojik anlamda insan olmaktan kültürel anlam-da insan olmaya doğru ilerlemektedir. Varlığı ve hayatı anlamlandırma çabası, iyi desteklenip geliştirildiği takdirde bireyin kendi dünya görü-şünü oluşturmasını; dolayısıyla hayata ve varlı-ğa ilişkin bütüncül bir bakış açısı kazanmasını sağlamaktadır.

Anlamlandırma, değerlendirmeyi içermektedir. Böylesine bir anlamlandırma yapan, aynı za-manda hayatına yön vere(cek ola)n değerleri/ilkeleri, sahip olduğu dünya görüşü doğrultu-sunda oluşturma çabası içindedir. Bu süreçte bi-rey, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin vb. şek-lindeki değerlendirmeler yapmaktadır. Birey, her şeye atfettiği bu değerlendirmeleri belli öl-çütlere bağlamaktadır ki işte bunlar değerlerdir. Anlamlandırma sürecinde ilerleyerek gelişen bi-reyin değerler paketi, hem nicelik hem de nite-lik itibariyle git gide zenginleşmektedir.

Kendi değerlerini oluşturan birey, herkes ve her şeyle ilişkisini inandığı/benimsediği bu değerle-

Hayatın dinamizmi, değerlere de sirayet etmektedir. Burada önemli olan, birey ve toplum için bunun bir başkalaşma, kendine yabancılaşma, değerlerden yoksunlaşma değil de, kendi var oluş düzeyini yükseltme, olgunlaşma yolunda ilerleme şeklinde gerçekleşmesidir. Tıpkı, farklı bedensel gelişim safhalarından geçen bireyin hep aynı kişi olduğu gibi.

Değerlerin kalıcılığı

Page 29: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 27

re göre belirlemektedir. Onun sahip olduğu de-ğerler arasında tam bir anlam bütünlüğü bulun-duğundan dolayı bu birey, hayatını tutarlı hâle getirme gücüne erişmiş olmaktadır. Çünkü var-lığı ve hayatın anlamını kavrama çabası, bire-yin var olma çabasıyla örtüşmektedir. Hayatı ve varlık dünyasını anlamlandırmaya çalışan birey, bu anlam(landırm)a ufku içinde kendi öz varlı-ğına bir yer bulma amacına sahiptir. Birey, oluş-turduğu anlamı “hayat dünyası”na taşır, ona ka-tar ve o anlama göre hayatını düzenlemeye çalı-şır. Sonuçta, bireyin sahip olduğu değer-ler manzumesindeki bütünlük ve iç tutar-lılık, onun hayatına aynen yansıyıverir.

Sözünü ettiğimiz bu anlam/değer ile ha-yat arasındaki ilişki gerçekte tek yön-lü değildir. Bireyin oluşturup benimse-diği değerler ile onun hayatı arasında-ki ilişki, diyalojik bir alış veriş şeklinde-dir. Aralarında karşılıklı etkileşim söz konusu-dur. Değerler, hayatı etkileyip onu şekillendirdi-ği gibi, ondan etkilenmektedir de. Birey, inandı-ğı değerlerin ifade ettiği anlamla hayatını sürdü-rürken yeni durumlarla etkileşim sonucu yeni öğ-renmeler gerçekleştirir; dolayısıyla idrak dünyası-na yeni anlamlar katar. Sonra bu yeni kazanımla-rıyla kendi temel kaynaklarına ve değerlerine ye-niden yönelir; onları yeniden anla(mlandır)maya çalışır. Sahip olduğu anlamları daha da zengin-leştirir ve onlarda derinleşir. Bu süreçte ister is-temez, değerlerde birtakım değişmeler olabilir. Böylece değerler, doğrudan etkilediği hayattan aynı zamanda etkilenerek yenilenmiş olur.

Hayata nispetle değerlerin etkileme gücü elbette öndedir. Ancak bu, değerlerin etkilenmediği an-lamına gelmemektedir. Sözgelimi, değerler eko-nomik gelişmeyi etkileyip yönlendirirler. Ancak, aynı zamanda ekonomik hayattaki gelişmelerden de, değerler etkilenebilmektedir. Elbette, ekono-mik hayatın değerleri etkilemesinden ziyade, de-ğerlerin ekonomi dünyasını etkilemesi söz ko-nusudur.

Esasen bu etkileşim, değerlerin hayatla bağının doğal sonucudur. Değerler bireyin hayatı anlam-landırması bağlamında oluşturduğu ilkeler olarak onun hayatını düzenleyici, tutum ve davranışları-nı belirleyici rol oynadıkları için onların daima bi-reyin hayatıyla doğrudan irtibatlı olması, onunla bütünleşmesi gerekmektedir.

Hayat ise, kuşkusuz dinamiktir, canlıdır, sürek-li yenilenmektedir. Hayatla bütünleşen değer-ler sistemi de, ister istemez hayatın bu dinamiz-minden etkilenmektedirler. Hayatın dinamizmi, değerlere de sirayet etmektedir. Burada önemli olan, birey ve toplum için bunun bir başkalaşma, kendine yabancılaşma, değerlerden yoksunlaş-ma değil de, kendi var oluş düzeyini yükseltme, olgunlaşma yolunda ilerleme şeklinde gerçekleş-mesidir. Tıpkı, farklı bedensel gelişim safhaların-dan geçen bireyin hep aynı kişi olduğu gibi.

Esasen hayat şartlarındaki değişi-me paralel bir yenilenmenin de-ğerlerde de gerçekleşmesi istenen durumdur; bunun olmaması anor-maldir, yanlıştır. İşlevsel değerler sistemi, sürekli böylesi bir etki-leşim sayesinde canlılığını korur, ona sürekli bir şeyler eklenir ve bir

şeyler ondan kopar. Bu, değerin yenilenmesi (te-ceddüd) anlamına gelmektedir. Değerin kalıcılı-ğı canlılığına, canlılığını koruyup geliştirmesi ise kendini yenileyebilmesine bağlıdır.

Söz konusu yenilenmeyi kendi bünyesin-de gerçekleştir(e)meyen değerler, hayatla ba-ğını koparır. Zira onlar, böylece canlılıklarını ve onun sonucunda da işlevselliklerini yitirir-ler ve artık o hayatta kullanılamaz hâle gelirler. Uygulanabilirliğini kaybeden değer, mevcut ha-yatta yer alamaz, tarihe karışır.

Kendi aralarında hiyerarşik yapıya sahip olan de-ğerlerin, aşağıdan yukarıya doğru çıkıldıkça ev-rensellik düzeyi artar. Evrensellik düzeyi yüksek olduğu oranda değer, uzun ömürlü/kalıcı olur. Ancak, bu evrensel değerlerin de, hem anlam çerçevesi itibariyle hem de uygulamaya yansıyan somut kalıpları itibariyle yenilenmesi gerekmek-tedir. Evrensel nitelikli değerler, insanın varlık dünyasıyla ve hayatla organik bağını sürekli can-lı tuttuğu takdirde bu yenilenme hep sürüp gider.

Meseleye İslam açısından bakılırsa, dinin sabite-leri durumunda olan değerler evrensel nitelikte-dir. Söz gelimi, yalan söylememek, haksızlık et-memek, anne-babaya saygılı olmak gibi değer-ler, dinin sabiteleri olup asla zaman aşımına uğ-ramazlar, değiş(tirile)mezler. Ancak teorik düz-lemde böyle olmasına rağmen bu evrensel nite-likli her bir değerin anlam çerçevesi, içeriği fark-lı kültür havzalarında, yöreden yöreye, hatta fark-

Dinin sabiteleri durumunda olan değerler evrensel niteliktedir.

Page 30: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 28

lı kültürel düzeye sahip olan her bir bireye göre farklılaşabilmekte-dir. Zira herkes, sahip olduğu idrak düzeyine/kültürel özelliklerine göre bu değerleri anlam(landırm)aktadır.

Dahası, değerin anlam çerçevesi-nin/içeriğinin güncelliği önemli ol-duğu gibi, o içeriğin somutlaştığı ka-lıplarının da güncelleştirilmesi ge-rekmektedir. Değerlerin içeriğinin güncelleşme düzeyi, onların günlük hayata katılım biçimini, hayatın için-deki somut açılımlarını, tezahür bi-çimleri olan davranış kalıplarını be-lirlemektedir.

Bu yüzdendir ki, her kuşak değiş-meyen bu değerleri yeniden yo-rumlamak zorundadır. Onların can-lılıklarını korumanın yolu, sürekli yorumlanarak güncellenmelerinden geçmektedir. Tarihin belli bir dö-neminde kazandığı anlam çerçevesini ve bu an-lamın somutlaştığı kalıp(lar)ı hiç değiş(tiril)me-den kalan değerler, günün/çağın hayatından ko-puk hâle gelerek canlılıklarını; dolayısıyla işe ya-rarlılık özelliklerini kaybederler. İşe yaramayan, uygulan(a)mayan değerlere güven kaybolur ve bu değerler terk edilirler.

Söz gelimi, anne-babaya saygılı olma (Ve bi’l-

valideyni ihsana. Bakara, 83; Nisa, 36.; En’âm, 151; İsrâ, 23.), zaman aşımına uğramayacak İslâmî bir değerdir. Ancak, bu saygılı olma kavramının içeriği ve bu-nun hayata yansıyan somut tezahürleri, bireyden bireye, kültürel yöreden yöreye ve çağdan çağa farklılaşmıştır/ farklılaşacaktır. Kimileri, anne-babaya itaat etmeyi (Kur’an istemese de) onlara saygının olmazsa olmazı sayarken, kimileri böy-le düşünmemektedir. Kimileri, anne-babanın ya-nında yaşı ne olursa olsun zaruret olmadıkça ko-nuşmamayı saygının gereği gibi görürken; kimi ise, saygının bunu asla gerektirmediği kanaatin-dedir.

Mesela, Müslümanların çevre bilincini oluşturan değerlerin anlam çerçevesi ve bunun uygulama-ya yönelik somut kalıpları, dünküyle kıyas kabul etmeyecek kadar bugün farklılaşmıştır/farklılaş-malıdır. Çünkü dün adeta hiç sözü edilmezken bugün sadece insanlığı değil, tüm varlık dünyası-nı tehdit eden çevre sorunu söz konusudur. Aile hayatına, kadın algısına ilişkin İslamî değerleri,

günümüz Müslümanlarının hepsi-nin anlam(landırm)ası ve yorumu aynı olmadığı gibi, dünküyle de aynı değildir/olmamaldır.

Bir değerden diğerine yorum ve uygulama farklılıklarının dozu de-ğişmektedir. Bir yalan söylememe-ye ilişkin içerik ve uygulamaya yö-nelik farklılaşmanın boyutlarıyla, bir aile hayatına ilişkin değerlerde farklılaşmanın sınırları ve boyutla-rı aynı değildir. Birinciye nazaran ikincide farklılaşma elbette daha ileri düzeydedir. Çevre konusunda bu fark daha ileri düzeydedir.

Üstelik, bu yorumların her birinin ne kadar İslamî olduğunun yeni-den sorgulanmasına ihtiyaç vardır. Bir dönemde veya bir kültür havza-sında yapılan bir yorumun (isabet-siz olma ihtimali şöyle dursun) isa-

betli bulunması, bir sonraki dönemde veya kültü-rel çevrede de onun mutlaka isabetli bulunması-nı gerektirmemektedir. Dinî değerleri zaman için-de hep yeniden sorgulayıp anlam(landırm)a uğ-raşı, dinin özüne dönmek, dini hakikatleri çağın gerekleriyle buluşturmak için yapılan bir değer-lendirme ve yeniden düşünme faaliyetinden baş-ka bir şey olmayacaktır. Bu faaliyet, değerleri te-mel kaynaklara ve tarihsel tecrübeye müracaat ederek çağdaş bir terminoloji içinde yeniden ta-nımlayıp açıklamayı içerecektir. Değerlerin haya-ta katılması, hayatla bütünleşmek suretiyle canlı-lığını ve bunun tabiî uzantısı olarak işlevselliğini koruması, benimsenmesini/benimsetilmesini ko-laylaştırması, güncellik düzeylerine bağlıdır.

Bunları yapmamızı sağlayacak bir eğitim siste-mimiz var mı? Aldığımız din eğitiminin niteli-ği, bize bu gücü kazandırıyor mu? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2004 yılından beri bütün eğitim kurumlarında gerçekleştirmeye çalıştığı şey, in-sanımızın İslâmî değerleri ezberlemekle yetinen değil; onları anlamlandırıp özümsemek suretiyle benimseyen ve onlara göre hayatını dizayn etme-ye çalışan özgür/bağımsız, ahlâkça gelişmiş din-darlar olarak yetişmelerine katkı sağlayacak din eğitimini hayata geçirmektir.Kaynak

Aydın M. Şevki, “Değerler ve Din Eğitimi”, Diyanet Aylık

Dergi, Ağustos, 2010.

Page 31: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 29

Doç. Dr. Halil AltuntaşDin İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İslam, yardımlaşmayı, özellikle darda kalmışın elinden tutmayı emir ve teşvik eder, bu güzel davranışa büyük mükâfatlar vaad eder. Dinin

bu tutumu, gerek Müslüman bireyde, gerek maşe-ri vicdanda yoksula karşı, insanın mayasında za-ten var olan duyarlılığa özel bir ivme kazandırmış-tır. Bundan dolayı “Kapıya gelen boş çevrilmez.” “Her geceyi kadir, her gördüğünü Hızır bil”mek gerekir. Yine aynı yönelişle “hayırsever” kimse; za-man zaman kandırıldığını hissetse bile “Hızır’ı ka-çırmak” endişesi ile gene de verir. Böyle bir tutum temelde şefkat ve merhamet duygularının yansı-masıdır. Ancak, bu duyguları besleyip geliştiren dinî motifler de önemli bir etken konumundadır. Yoksulun elinden tutmak konusundaki Kur’an ve Sünnet kaynaklı teşvikler doğrudan ya da dolaylı olarak toplumun her kesiminden insanları bu ko-nuda yönlendirmektedir.

Dinî-ahlaki ilkelerin hayata hâkim kılınması, bi-reysel ve toplumsal plânda maddi ve ruhi açılımlar sağlar. Ancak bu tür pratiklerde işin hikmet boyu-tu gözden uzak tutulup özden uzaklaşılırsa, doğa-cak sakıncaların telafisi zorlaşır.

İslam, “Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yeti-me ve esire yedirirler.” (İnsan, 8.) ayeti ile yoksula yardım noktasındaki teşvikin çerçevesini çizmek-tedir. Ayette iki odak noktası var: Birincisi yetim, yoksul ve esir kelimeleri ile ifade edilen ihtiyaç sa-hibi kimseler, ikincisi ise bunların gözetilmesidir. Çalışıp alın teri ile yaşamak temel ahlaki ilke ol-

Merhamet avcılığıDilencilikDilencilik, toplumsal alanda gerçekleşen ve hukukun onaylamadığı bir iletişim biçimidir. Ne var ki önlenmesi konusunda yapılanlar açıkça yetersiz kalıyor. Çünkü maşeri vicdan dilenciyi “destek” diyebileceğimiz bir hoşgörü ile karşılamaktadır.

Din-düşünce-yorum

Page 32: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 30

duğu için pratikte, ihtiyaç sa-hiplerinin elden gelen her şeyi yaptıkları halde yine de ihti-yaç hâlinden kurtulamadıkla-rı kabul edilir. Bu gibi kimse-lerin ya çok az şeyi vardır, ya da hiç yoktur. Bununla birlik-te çıkıp kimseden bir şey iste-mezler. Nitekim ayetteki ‘yok-sul’ (miskin) “fakir” olanı de-ğil, fakir olup dilenmeyeni ifa-de eder. Rasulüllah da bunu vurguluyor: “Miskin, dilenen ve bir iki hurma, biri iki lokma yiyecek alıp giden kimse değildir. Miskin, (ihtiyaç sahibi ol-

duğu halde dilenmeyip) iffetiyle yaşayandır.” (Buhari,

Zekât, 53.) Elinin emeği ile geçinme imkânları var-ken bunu yapmayıp başkasına muhtaç hâle gel-mek, onurlu kimsenin kabullenebileceği bir du-rum değildir. Hele işin içinde bir de kendini acın-dırmak ve istismar var ise, o zaman ahlaka aykırı bir tutum söz konusu olmaktadır.

Bir yandan dilenen kimselerin hırs ve tamah-kârlıkları, diğer yandan onlara bir şeyler verenle-rin seçici davranmayıp “vererek rahatlama” yolu-nu tercih etmeleri yüzünden dilencilik sürüp gidi-yor. Oysa dilencilik onur kırıcı bir iştir. Müslüman ise onurludur. Başkalarının himmetine muh-taç olarak yaşamayı sıradanlaştırmak onun ha-yat anlayışına terstir. Maddi imkânsızlıklar için-de yaşayan bazı sahabiler zaman zaman Hz. Peygamber’den bu konuda maddi yardım ister-

lerdi. Rasulüllah da elinden geldiğinde onları eli boş çevirmemeğe çalışır, yanında ne varsa onu esirgemeden verirdi. Ancak bu Rasulüllah’ın di-lencileri hoş gördüğü anlamına gelmiyor. Onun dilencilik karşısında takındığı tavizsiz tutum or-tadadır. Genel ilke, dilenciliğin haram oluşu-dur. “Dilenmek ancak şu üç sebeple helal olur: Borçluluk, yoksulluk, kan bedeli ödeyecek ol-mak.” (Buhari, Zekât, 53.) Her üç durumda da ihti-yaç sahibi olmak ortak özelliktir. Şu halde dilen-mek ile dilencilik ayrı şeylerdir. Birincisi, elin-den geleni yaptığı halde ihtiyaç hâlinden kurtu-lamadığı için el açar; diğeri ise dilenmeyi mes-lek edinmiştir.

İslam’ın yardımlaşma ilkesini sembolize eden “Veren el, alan elden hayırlıdır.” (Buhari, Zekât,

50.) hadisi bir yandan ihtiyaç sahibine verme-yi teşvik ederken, diğer yandan inceden ince-

ye alan el olmayı eleştirmektedir. Hz. Peygamber’in bu ifadesi, sürekli ola-rak kendisinden bir şeyler isteyen sa-habiye (Hâkim b. Hizam) bu davranışı-nın iyi olmadığını izah eden sözleri-nin sonunda yer almaktadır. Nitekim söz konusu sahabi bir daha kimse-ye el açmayacağına yemin etmiştir. (Buhari, Zekât, 50.)

En basit, en sıradan bir iş de olsa eli-nin emeği ile yaşamak temel ilkedir. Hz. Peygamber bu gerçeği; dilenmek-

tense kestiği odunları sırtında taşıyıp satan adam örneği ile gözler önüne sermiştir. (Buhari, Zekât, 50.) Başkalarının yardımına ihtiyaç duyulursa önce-likle karşılıklı yardımlaşma, ya da gönüllü bağış-lardan yararlanma yoluna gidilir. Bütün çarelerin tükendiği yerde başkalarından karşılıksız maddi yardım talep etme yolu açılır. Fakat İslam ahla-kının verdiği üstün ruh terbiyesine sahip olanlar, bu ruhsata da başvurmazlar. “İffetlerinden dola-yıdan dilenmedikleri için) bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlar ar-sızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne ve-rirseniz Allah onu bilir.” (Bakara, 273.) Bu ayette ih-tiyaç sahiplerinin aranıp bulunması ve ihtiyaçları-nın giderilmesinin toplumun bir görevi olduğuna işaret vardır. Buna göre ayette “Evet, onlar iffetle-rini ayaklar altına alıp dilencilik yapmazlar. Fakat içinde bulundukları zor durum, onların fiziki ve ruhi yapılarına yansır. Onları belirleyip ihtiyaçla-rını giderin” denilmiş oluyor.

Çocuk dilenciliğinde çift yönlü bir istismar vardır. Bir yandan çocuk yanlışa alet edilirken, diğer taraftan ona bir şeyler veren birey istismar edilmektedir.

Page 33: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 31

Hz. Peygamber’in hiçbir isteyeni boş çevirme-miş olması (Buhari, Cenâiz, 28.) her isteyeni onayla-dığı anlamına gelmiyor. O, “Sakın isteyeni azarla-ma!” (Duhâ, 10.) ayeti doğrultusunda merhameti ve cömertliği sebebi ile veriyor fakat, bir yandan da başkalarına el açmayı iş edinmenin olumsuz so-nuçlarına dikkat çekiyor. Buyuruyor ki, “Bir insan dilenmeyi iş edinir ve nihayet Allah’ın huzuruna yüzünde et bulunmaz bir halde çıkar.”

Dinin yardımseverliği ve merhameti teşvik etmesi-nin de etkisi ile toplum güçsüzler ve yardıma muh-taçlar karşısında duyarlıdır. Dilenci bu duyarlılığın farkındadır ve daima onu kullanabilmenin fırsatını gözetir. O bir merhamet avcısıdır. Unutulmamalıdır ki, dilenciliği besleyen ana damar merhamet duy-gusu değil, bu duygunun istismarıdır. O sebeple yapılması gereken şey, ihtiyaç sahibi karşısında dinî ve vicdani duyguların paranteze alınması değil, istismar edilen kit-leye dilenciliğin, dinî-vicdani duy-guların konusu olmadığını kavrat-mak olmalıdır. Dilencinin bizi is-tismar etmesi bizim iyi niyetimi-ze, daha da önemlisi bilgi eksik-liğimize dayanıyor. Bu istismarın önüne geçmek için başvurulacak temel yöntem, dilenciyi “ıslah et-mek” kadar merhamet sahibi yüre-ği kendine getirmektir. Yerinde gösterilmeyen mer-hamet amaca hizmet etmekten uzaklaşır. Dekart bir ihtiras türü olarak gördüğü merhamet duygusu-nun nasıl kontrolden çıktığını şöyle açıklamaya ça-lışır: “Talihin tersliklerine karşı kendilerini pek zayıf ve mağdur hissedenler, bu ihtirasa başkalarından daha çok meyillidirler; çünkü onlar başkasının fe-nalığını kendi başlarına gelebilecek bir fenalık ola-rak tasavvur ederler. Ve böylece kendileri için duy-dukları aşktan ziyade, başkaları için duydukları aşk ve sevgi yüzünden merhametle heyecan duyarlar.” (Dekart, Ruhun İhtirasları, Çeviren: Mehmet Karasan, M.E.B.

İstanbul 1997, s.146.)

Dilencilere sırf vicdani ve dinî duygularla bir şekil-de destek verenler aslında, yanlış bir şey yaptıkları-nın farkında değillerdir. Onlar, kim olursa olsun, bir şey isteyene vermemeyi merhametsizlik sayarlar. Acaba dilenciye para vermemek merhametsizlik midir? Evet, merhamet mayamızda var ve bu, insa-nın hep diri tutması gereken bir duygu. Fakat “Fazla merhametten maraz doğar” diyen de halk irfanı-mızdır. Şüphesiz ki kast edilen yersiz merhamettir. Yerinde gösterilmeyen merhamet beklenen sonucu

hâsıl etmediği gibi, tam aksine zarar-lı da olur. Bu sebeple dinin öne çıkar-dığı ihtiyaç sahibi ile istismarcıyı birbi-rinden ayırmak gerekiyor. Bunu nasıl mı yapacağız? İşte Hz. Peygamber’in koyduğu ölçü: “Az olsun, çok olsun, mal biriktirmek için dilenen kimse kor ateş dileniyor demektir.” (Müslim, Zekât,

105.) Buna karşılık, ”Sağlığından, ma-lından ve aile fertlerinden yana gü-

venliği yerinde, günlük yiyeceği de yanında olarak güne başlayan kişiye, sanki bütün bir dünya veril-miş gibidir.”(Tirmizi, Zühd, 9.)

Dilencilik toplumsal alanda gerçekleşen ve huku-kun onaylamadığı bir iletişim biçimidir. Ne var ki önlenmesi konusunda yapılanlar açıkça yetersiz ka-lıyor. Çünkü maşeri vicdan dilenciyi “destek” diye-bileceğimiz bir hoşgörü ile karşılamaktadır. Bu hoş-görünün temelinde dilenciler tarafından istismar edilen merhamet duygusu vardır.

Hele dilendirilen çocuklar, dilenenler arasında en masum ve çaresiz grubu oluştururlar. Çocuk dilen-ciliğinde çift yönlü bir istismar vardır. Bir yandan çocuk yanlışa alet edilirken, diğer taraftan ona bir şeyler veren birey istismar edilmektedir.

Dilenmeyi iş edinmek, geçinmek için harcanması gereken emeğin istismar yolu ile başkalarına hava-le edilmesi demektir. Bunun önlenmesi için yoksul-luğun giderilmesi yetmez. İşin bir de ahlaki boyutu var ve galiba bu hepsinden önemlidir. Hırslarının esareti altında gözü dönmüş insanların yerine, gözü doymuş insanları koyabilmek gerekiyor.

Dilenmeyi iş edinmek, geçinmek için harcanması gereken emeğin istismar yolu ile başkalarına havale edilmesi demektir.

Page 34: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Kadına karşı şiddetin önlenmesinde

Dinin rolü

Dr. Bilal EsenDin İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

İnsan haklarının bir parçasını teşkil eden kadın hakları, insanlığın yüzyıllar sonra ulaştığı bir tec-rübe sonucu hepimizce paylaşılan ortak bir de-

ğerdir. Yüce Dinimiz İslam’ın insanlığa getirdiği me-sajın özünde de, insana insan olduğu için değer ve-rilmesi, bir temel ilke olarak yer almaktadır. Dinimiz, saygıdeğer ve şerefli bir varlık olarak yaratılan insa-nın yaşama hakkını ve onun diğer temel haklarını, dokunulmaz/mukaddes haklar olarak ilân etmiştir. Kaynağını hukuktan almayan şiddetin her türlüsünü reddeden İslam dini, daha özelde kadınlara yönelen şiddeti de asla kabul etmemektedir.

Kendisi hayatında hiçbir kadına el kaldırmamış ol-makla tanınan Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, “Sizin en hayırlınız, kadınlarınıza kar-şı en iyi olanlarınızdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II,

472; Tirmizî, “Rada‘”, 11.) şeklindeki telkini, kadına kar-şı şiddetin kabul edilemezliğini göstermesi yanında, İslam dinine göre manevi yükseliş basamaklarından birinin, kadınlara karşı iyi muamele olduğunu da or-taya koymaktadır.

Ne yazık ki, gerek ülkemizde gerekse dünya çapın-da kadınlarımızın maruz kaldığı sorunlar, tarihte ol-duğu gibi, içinde bulunduğumuz yüzyılda da de-vam etmektedir. Özellikle, erkek varlığını ve hakla-rını önceleyen ya da merkeze alan ataerkil zihniye-tin, çeşitli kültürel, ekonomik ve dinsel verileri, ken-di sübjektif emellerine alet ederek geliştirdiği hayat anlayışı, toplumların bütününde olmasa bile kimi fertlerinde hâlâ etkilidir.

Din-düşünce-yorum

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 32

Page 35: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 33

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1979’da, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Sözleşme”yi (CEDAW sözleş-mesini) hayata geçirmek üzere dünya devletleri-ni imzaya çağırmış, 1999’da da 25 Kasım gününü, “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” ilan etmiştir. Günümüzde hem devletler hem de çeşitli uluslararası ve yerel sivil örgütler, bu konudaki mücadeleyi sürdürmektedir.

Kadına karşı şiddetin önlenmesin-de dinin ve dini kurumların nasıl rol alabileceğine gelince, elbette ki bu, devletlerin ve örgütlerinkinden biraz farklı olarak, hukuki ve mad-di cebir yoluyla ya da politika yo-luyla değil, ancak, çok daha derine inerek, insan beyninin ve zihin ya-pısının şiddetten arındırılması yo-luyla olacaktır.

Hukuk ve yasa, göz önündeki bir insan hakkı ihlâlini engelleyebilir. Sokakta gezinen bir zorba-nın elini bağlayabilir. Peki, bu zorbanın, değişik zaman ve mekânlarda, açıkta ve tenhada, kanu-nun görmediği ya da görmezden geldiği yerler-de bile üzerinde taşıdığı o saldırgan ruhunu, kim bağlayacaktır?

Günümüzde insanlığın barışı için kurulmuş dev-letler üstü birçok örgüte rağmen ve devletlerin, sürekli yenilenen insan haklarıyla ilgili mevzuat-larına rağmen bir türlü şiddet önlenemiyorsa, hat-ta bütün insanların gözleri önünde bazı ülkeler-de katliamlar, masum sivillere yönelik bombardı-manlar, kadınlara karşı tecavüzler devam ediyor-sa, hukuk ve yasadan öte bir tedbire ihtiyaç du-yulduğu açıktır.

İnsanı, şöyle veya böyle davranmaya iten saik-lerin başında din ve ahlak gelmektedir. Esasen hakkaniyet, adalet gibi esasların ve ahlakın te-mel kaynağı, dindir. Çünkü din, insana, kendi dışında sorumlu olduğu yüce bir varlığı hatırla-tır. Merkezinde Yüce Yaratıcı’nın bulunduğu bir hayat öngörür. Allah Teâlâ’nın, kendisi gibi bir-çok varlık yarattığını gören insan, üstünlük ölçü-tünün kendi elinde değil, Allah’ın elinde olduğu-nu, insanların ırk, dil, renk ve cinsiyet bakımın-dan eşit olup yegâne üstünlüğün, Allah katında ahlaklı ve erdemli bir insan olmaya bağlı olduğu-

nu kavrar. Böylece, Yunus Emre’mizin bir deyi-şinde, “Yaratılanı sev, Yaratandan ötürü” biçimin-de özetlediği hoşgörü medeniyetini kurar. Din in-sana, bu âlemden başka daha ulvi bir âlemin var-lığını bildirir ve insanı, henüz bu âlemde iken, o ulvi âlemdeki erdemlere eriştirmeye çalışır. Önüne bir ideal ve hedef koyar.

Buna karşın, hayatın merkezine kendini koyan, kendi çıkarından başkasını düşünmeyen ben-merkezci vb. sıfatlarla anılan bir insan, Yüce Yaratıcı’nın öğütlerine boyun eğmek yerine, ken-di heva ve hevesini merkeze almaktadır. Başta ahlak olmak üzere, her türlü değerin ve üstünlü-ğün yegâne ölçütü olarak kendini gören bir in-sandan, başkalarının haklarına karşı, objektif bir tavır nasıl beklenebilir? Böyle bir kişinin bir ide-al ve hedeften yoksun, sorumluluk duygusundan uzak bir yaşantısı, ancak, güçlünün haklı sayıl-dığı, mazlumların hor görüldüğü, basit menfaat-ler uğruna, dayanışma, yardımlaşma, sevgi, hoş-görü ve adalet gibi ahlaki değerlerin feda edildi-ği bir yaşam olabilir. Hayatını, bedeninin ve mad-denin “iktidarı” üzerine kurgulamış böyle bir in-sanın, biricik maddi iktidarını kaybetme kor-kusu, sürekli onu tedirgin eder ve çoğu zaman da, “ötekileştirdiklerine” karşı şiddet kullanma-ya sevk eder.

Merkezinde Allah’ın bulunmadığı bir hayat, reh-bersiz çıkılan bir yolda, karanlıklar içinde kal-maktır; yolunu şaşırmış bir halde, “Neredeyim?”, “Kimim?” ve “Nereye gideceğim?” sorularına ce-vap veremeyip bocalamaktır; kendini tanıma-mak, bilmemektir.

Kendini bilmek, kişideki biyolojik ve maddi ta-

Sağlam ve sahih bir din

anlayışı, insanları şiddetten,

ayrımcılık ve haksızlıktan

uzak tutabilecek bir dinamizme

sahiptir.

Page 36: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 34

biatın, nefsin terbiye edilmesi, cehalet, taassup, nefret, ihtiras ve şiddet gibi duyguların, ulvi fa-ziletler lehine kontrol edilmesi, maddi beden ya-nında manevi bir kimliğin keşfi demektir. İnsan, doğuşundan itibaren gittikçe olgunlaşma göste-rerek, biyolojik ve maddi tabiatından manevi ta-biata doğru bir seyir takip etmek durumundadır. Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin, “hamdım, yoğ-ruldum, piştim, yandım” diye özetlediği bir süreç-tir bu. Tasavvuf kültürümüzdeki, “kendini bilen Rabbini bilir” şek-lindeki vecize de, bu süreçle varı-lacak hedefi göstermektedir.

Dinî öğretiler ve duygular ile in-sandaki şiddet eğiliminin kontrol altına alınabilmesi aşamasında, in-sanların gerçekten dinî özgürlük-lere sahip olup olmadığı ve özgür-ce kendi dinlerini yaşayıp yaşaya-madıklarının irdelenmesi, önem arz eden husus-lardan biridir. Başta dinî özgürlükler olmak üze-re, diğer özgürlük alanlarında kendini kısıtlan-mış hisseden ve bu kısıtlılık sebebiyle psikoloji-si olumsuz yönde etkilenmiş bulunan bir insan-dan, başkalarının haklarıyla ilgili sağlıklı bir dav-ranış ortaya koymasını beklemek, gerçekçi olma-yacaktır. Böyle bir insanın, sahip olduğu din an-layışını olumlu yönde harekete geçirememesi bir yana, yaşadığı olayları kendi psikolojisinin sürük-lediği istikamette değerlendirmesi ve dinî argü-manları, kendi sübjektif düşüncelerinin bir aracı hâline getirmesi dahi ihtimal dâhilindedir.

Özgürlükler ve haklar, birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bir insandan, yine kendi gibi insan olan başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı göster-mesini beklerken, meseleyi sadece münferit bir özgürlük bağlamında değerlendirmenin, istenen sonucu vermeyeceği tabîdir. İnsana saygı göster-me anlayışı, bütün özgürlükleri içine alacak bir plan dâhilinde, fertlere kazandırılmaya ve hayata geçirilmeye çalışılmalıdır.

Kadın hakları hayata geçirilirken, dinî duygu ve tutumlardan, istenen düzeyde yararlanılabilme-si için, bir taraftan fertlere özgür bir dinî hayat imkânı tanırken, diğer taraftan da onlara, sağlam kaynaklara dayalı sahih bir din algısının kazandı-rılmış olması, konuştuğumuz mesele bağlamın-da büyük önem arz etmektedir. Sahih bir din al-gısının desteklenmesi, din konusundaki istismar-

lara ve insanların aklını çelen sapık din akımları-na karşı mücadeleyi gerektirecektir. Ak ile kara, birbirinden ayrılmalıdır. İnsanların kendi kısır al-gılarıyla oluşturdukları beşerî dinler ve hele hele kaynağını, insan ruhundaki kötülük eğilimleri-nin adeta dinleştirilmesinden alan satanizm gibi sözde dinî akımlar, insan hak ve özgürlükleri-nin korunmasına yardımcı olmak bir yana, bel-ki de buna yönelik en büyük tehdidi oluşturmak-

tadırlar. İçlerindeki şiddet eğilimleri-ni dinleştiren bu tür akımların mensup-larından kimileri-nin, en yakın dost-larını veya kız arka-daşlarını, sözde tan-rısına kurban etme-ye kalkıştığı olaylar,

zaman zaman kamuoyu gündemini meşgul etme-ye devam etmektedir.

Kuşkusuz modern dünyadaki bu tür akımlar, in-sanların ruhsal tatminsizliklerinden beslenmek-tedir. Manevi boşluk içindeki insan, aradığı tat-mini, maddenin geçici zevkinde de bulamayın-ca, başıboşluğa ve saldırganlık eğilimine yenik düşmektedir.

Tarih boyunca, insanları iyi ve güzele yöneltme-de, terbiye edip hayatlarını değiştirmede en bü-yük tesiri, din meydana getirmiştir. Bugün de, sağlam ve sahih bir din anlayışı, insanları şiddet-ten, ayrımcılık ve haksızlıktan uzak tutabilecek bir dinamizme sahiptir.

Elbette ki, kadına karşı şiddetin önlenmesi, bu amaç uğrunda çeşitli kurumların birlikteliğini ge-rektirir. Siyaset, bürokrasi, ekonomi, din ve eği-tim gibi sahalardaki kurumlarımızın birlikte ha-reket ederek, yaşanan tecrübeler ışığında yeni planlar belirlemesi, küçümsenemeyecek mesa-feler katetmemizi mümkün kılacaktır. Bu işbirli-ğinde, hepimize büyük sorumluluk düşmektedir.

Bizler; dini, yanlışlara referans kılma cüretlerinin önünde durarak, doğrunun yolunu aydınlatacak bir meşale yakma gayreti içinde olmalıyız. Gerek yurt içindeki gerekse yurt dışındaki insanlarımı-za, “kendisi için istediğini kardeşi için de isteye-bilecek” düzeyde, insanlık ailesinin bir üyesi ol-dukları şuurunu, dinimizin engin hoşgörü ve sev-gi kültürünü kazandırabilme amacında olmalıyız.

İnsana saygı gösterme anlayışı, bütün özgürlükleri içine alacak bir plan dâhilinde, fertlere kazandırılmaya ve hayata geçirilmeye çalışılmalıdır.

Page 37: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 35

Yer altı, yeryüzü ve gökte bulunan bütün varlıklar insana emanet edilmiştir. Bu yüz-den Allah, insanı maddi ve manevi kabili-

yetlerle donatarak yaratmıştır. Daha sonra onun nefsine çeşitli kabiliyetler, ilimler ve duygular il-ham edilmiştir. Bu meziyetlerden biri de çevresine karşı erdemli olmak, iyilik yapmak, başkasını ken-disine tercih etmek anlamına gelen “îsar”dır. Bu kavram; bir ahlak değeri olarak incelendiğinde; bir kimsenin sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması ve onların yararı için fedakârlıkta bulunması demektir. Sözü edilen terim bazı kaynaklarda ise; “kişinin başka-sının yarar ve çıkarını, kendi çıkarına tercih etme-si veya bir zarardan onu öncelikle koruması olarak tanımlanmıştır. Bu da tarih ve kültürümüzdeki ah-lak anlayışının en ileri derecesidir.

İnsanlık tarihinde en anlamlı fedakârlık örne-ği; Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacir-

lerle, Medine’de ikamet eden, yardım ve iyilikle-ri nedeniyle “ensar” unvanını alan Müslümanlar arasında tesis edilen kardeşlik bağıdır. Bu tarihî ve müstesna kardeşlik Kur’an’da şöyle açıklan-mıştır: “Onlardan (muhacirlerden) önce o yur-da (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönülleri-ne yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsız-lık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç için-de bulunsalar bile, onları kendilerine tercih eder-ler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından koru-nursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileri-dir.” (Haşr, 9.)

Görüldüğü gibi bu karşılıklı özveri bizzat Cenab-ı Hak tarafından övülmüş ve erdemli bir davra-nış olarak nitelendirilmiştir. Takdir edileceği üzere muhacirlerin toprakları ve gelirleri yok-tu. Medine’ye yeni gelmişlerdi. İlk anda geçim-lerine yardımcı olabilecek bir şey bulamadılar.

Doç. Dr. Fikret Karaman

Yardımlaşma, Yardımlaşma, fedakârlık veya îsârfedakârlık veya îsâr

Din ve sosyal hayat

Page 38: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 36

Medineliler bu durumu görür görmez gönül-lerini ve evlerini onlara açmışlardı. İkili ilişki-ler bir süre böyle devam etmiştir. Ancak bu uygulama her iki taraf için nihai çözüm de-ğildi. Bir müddet sonra Yahudi Nadir oğulla-rı Kabilesine ait bazı yerler fethedilmiştir. Hz. Peygamber bu toprakları muhacirlere dağı-tıp onları ensara yük olmaktan kurtarmak is-temiştir. Durumu ensar ile istişare etmiş ve olumlu cevap almıştır. Zira onlar bu uygulamaya rıza gösterdikleri gibi, evlerinin ve mallarının bile muhacirlerle bölüştürülmesini ısrarla teklif etmiş-lerdi. Gerçekten insanlık tarihinde bu özveri fark-lı, düşündürücü, hikmet ve samimiyetle dolu bir olaydır. Çünkü elindeki kıt ve dar imkânları baş-kasıyla paylaşmak sıradan bir uygulama değildir. Bu düşünce ve anlayış ancak sağlam bir iman ile bütünleştikten sonra mâli bir fedakârlığa dönüşe-bilirdi. Bunun daha ileri derecesi ise canı ile özve-ride bulunmaktır.

Zira kişinin sevdiği bir kimse için kendi raha-tını, huzurunu, hatta hayatını feda etmesi mal ile fedakârlıktan daha büyük bir fazilettir. Hz. Peygamber (s.a.s.) hicret etmeye karar verdiğin-de Hz. Ali’nin tehlikeyi gözüne alarak onun yeri-ne gece yatağında yatması, Sevr mağarasında, Hz. Ebu Bekir’in onu koruması adına hüzün ve kay-gı duyması gerçekten çok anlamlıdır. Yine Uhud Gazvesinde İslam ordusunun geçici olarak bozgu-na uğradığı bir sırada; konunun ciddiyetini anla-yan müminlerin Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayatını korumak için kendilerini siper etmeleri de, canla-rıyla özveride bulunmanın en güzel örneğidir. Bir an için insanlık tarihinin dinî değerlerden soyut-landığını ve ahlaki davranışların ikinci plana itil-diğini düşünelim. Bu durumda insanlığın can ve mal güvenliği nasıl korunacak? Muhtaç ve kimse-sizlere kim sahip çıkacak? Sağlık ve özlük hakları-

na nasıl riayet edilecek? Acı, üzüntü ve fe-laketler nasıl dindirilecek? Yaşlı, düşkün, engelli, hasta, dul ve yetim gibi, sevgi ve şefkate muhtaç çaresiz insanların ellerin-de kim tutacak? Savaş, deprem, yangın, trafik ve sel gibi olağanüstü felaketlerde açılan yaralar nasıl sarılacak? Bu tür üzücü olayları sıralayıp uzatmak mümkündür. Bunların nerede ve ne zaman meyda-na geleceği de belli değildir. Bu nedenle yeri gelmişken bir kez daha açıklamakta yarar görüyorum. Ruh taşıyan bütün can-lılara sevgi, saygı, şefkat ve merhamet-

le yaklaşılmalıdır. Bunların her birinin fiziki güzellik-lerine ilave olarak ayrı bir ruh ve can taşıdıkları unu-tulmamalıdır. Belki de on-lara bakılarak ibret alınma-lıdır. Çünkü bütün yaratı-lanlar, yaratandan ötürü se-vilir ve hürmet edilir.

Görülüyor ki üzüntü, acı, dert ve kederlere çözüm bulmanın ortak payda-sı; sevgi, saygı, yardımlaşma duygusu, cömert-lik, özveri ve başkasını nefsine tercih etmek gibi manevi hasletlerdir. Bunlar var olduğu müddet-çe zorluklar daha kolay aşılacaktır. Bu nedenle ai-lemizde, çevremizde, ülkemizde hatta dünyamız-da meydana gelen olaylara duyarsız kalınmamalı-dır. Zamanında ve yerinde yapılan bir yardım ya-hut fedakârlık hayat kurtarabilir. Bir yangın esna-sında canını ortaya koyarak, çaresiz insanları alev-lerden kurtaran, suda boğulmak üzere olanları ku-caklayıp dışarıya çıkaran, trafik kazasında can çe-kişen yaralıları hastanelere ulaştıran fedakâr in-sanları gördükçe sevinç, huzur ve güvenimiz bir o kadar daha artmaktadır.

Tekrar mal ve ekonomik olarak sergilenecek fedakârlığın önemine dönmek istiyorum. Şüphesiz bu konu; kişinin, toplumun cömertlik ve bağış an-layışıyla ilgilidir. İslam ahlakçıları cömertliği; sos-yal tabakalar arasında cereyan eden hayrın duru-muna göre tasnif etmişlerdir. Bunun ilk basamağı; İslam’ın ön gördüğü zekât, sadaka-i fıtır ve kefaret gibi zorunlu mâli bağışların ilgili yerlere verilmesi-dir. Kişi bu görevin yerine getirilmesinde bakmak-la sorumlu olduğu aile fertlerinin geçimine ve di-ğer mâli haklarının korunmasına özen göstermek-tedir. Bu dinî gerekliliğin yerine getirilmesine “sa-havet” denir. Malının azını kendisine ayırıp ço-

Ruh taşıyan bütün canlılara sevgi, saygı, şefkat ve merhametle yaklaşılmalıdır.

Page 39: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 37

ğunu başkasına bağışlamak üzere gös-terilen özveri de cömertliğin daha ileri bir basamağı olan “cud” kavramıyla ifa-de edilmektedir. Gerektiğinde kendisi-ni tamamen mahrum bırakarak malını başkası için kullanmaya da “isar” denir. Şüphesiz ki bu üç uygulama da anlam-lı olup büyük bir fedakârlık örneğidir. Yüce Allah bu olumlu davranışları şöyle övmek-tedir: “Onun için kim (elinde bulunandan) verir, Allah’a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) tasdik ederse, biz onun en kolay yolda gitmesini kolaylaştırırız. ” (Leyl, 5-7.)

Bugün sosyal paylaşmanın yahut yardımlaşmanın bölgeler, ülkeler ve dünyada dengeli bir şekilde yapıldığını söylemek mümkün değildir. Ne yazık ki hâlâ; bencillik, fırsatçılık, tekelcilik ve aşırı hırs etkileyici olmaktadır. Bu olumsuz gelişmeye kar-şın; her geçen gün yalnızlığın, çaresizliğin, öteki-leştirilmenin ve fakirleşmenin arttığı günümüzde, sağduyu sahibi insanlara önemli görevler düşmek-tedir. Bu konuda bireyler başta olmak üzere sivil toplum örgütlerinin, siyasi otoritelerin ve uluslar arası arenada görev alan mercilerin sorumluluğu daha da artmaktadır. Öncelikle barış ve huzur or-tamına sahip ülkeler, kendi coğrafyalarındaki in-sanların ekonomik eşitliklerini dengelemek zo-rundadırlar. Gençliğin eğitim ve öğretiminde fır-sat eşitliği sağlanmalıdır. Maddi destek verilerek gerekli alt yapı hazırlanmalıdır. Zira eğitim düzeyi gelişmeyen bir toplumun sosyal anlamda kalkın-ması mümkün değildir. Diğer taraftan her yaştaki insanın sağlığı ve tedavisi güvence altına alınmalı-dır. Çalışma imkânı ve barışı temin edilmelidir. Bu temel sıkıntıları ancak; sosyal yardımlaşma, pay-laşma, özveri, dürüstçe çalışma ve duyarlı bir yö-netimle aşmak mümkündür. Böylece samimi bir şekilde problemlerin gündemde tutulması ve çöz-mek için gayret gösterilmesi bir başarıdır. Zira bir işi görev ve ödev olarak sürekli ve iyi niyetle gün-demde tutmak, sonuca ulaşmasını önemli ölçüde kolaylaştıracaktır.

Dünya genelinde de insanların yüreğini ağzına ge-tiren olaylar her geçen gün artmaktadır. Değişik coğrafyalarda vuku bulan savaşlar, felaketler ve aşırı savurganlık nedeniyle milyonlarca insan, aç-lık ve ölüm sınırında yaşamaktadır. Çocuklar ana-larının kucağında eriyerek kemik iskeleti şeklinde adeta ölümlerini beklemektedirler. Yaşlıların ve hastaların ise ölümden başka seçenekleri kalma-mıştır. Oysaki bu çaresiz insanların sağlık, eğitim, iskân ve gıda gibi bütün ihtiyaçlarını karşılayacak

ekonomik kaynaklar vardır. Diğer taraftan ulaşım ve iletişimin çok hız-lı seyrettiği dünyamızda bu üzücü olaylara şahit olup seyirci kalmak tam anlamıyla bir insanlık ayıbıdır. Dolayısıyla bu ayıp ve dramı ortadan kaldıramamanın hiçbir mazereti ola-maz. Örneğin bugün ekonomik am-

bargo uygulanan Filistin’in Gazze ve diğer bölge-lerine, hâlâ insani ve zaruri yardım yapılamamak-tadır. Birilerinin aşırı hırsı ve rahatı için başkaları-nın ölüme terk edilmesine rıza gösterilmektedir. Bölge ülkeleri başta olmak üzere dünya kamuoyu bu sorumluluktan kurtulamaz. Kim bilir engel or-tadan kaldırılmış olsa, belki bölgedeki birkaç aile bile yalnız başına bu sıkıntıları giderebilecektir.

Genel olarak İslam coğrafyası ve Afrika kıtasın-da benzer sıkıntılar artarak devam etmektedir. Çalışılarak ortadan kaldırılması gereken ceha-let, fakirlik ve çaresizlik hâlen hüküm sürmekte-dir. Bunlara “kader” diyerek eli bağlı durmak el-bette doğru değildir. Tersine Müslümanların ve Müslüman ülkelerin sorumluluklarının daha faz-la olduğunu belirtmemiz gerekir. Gönül ister ki yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, fedakârlık ve kardeşlik örnekleri sadece tarihimizde ve ki-taplarımızda bir teselli vesilesi olarak kalmasın. Karanlık geceler, sabahın nuru ile aydınlansın. İnsanlığın yüzü gülsün. Bunun için dünyanın ye-niden keşfedilmesine gerek yoktur. Dini, ahla-ki, insani, siyasi ve evrensel değerlerin sözde de-ğil, uygulamada yeniden ihya edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Kur’an-ı Kerim’in şu sözle-ri; bize bir ümit ve ipucu vermesi bakımından çok anlamlıdır: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (ger-çekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün gelecek-siniz.” (Âl-i İmran, 139.) Şüphesiz ki imanla birlik-te çalışmak gerekir. Kim çok çalışırsa, o başarıya ulaşacaktır. Allah’ın iradesine uygun olanı da bu-dur. Unutmayalım ki, insanları ileriye götüren; on-ların sabır, sebat, azim, çalışma, gayret ve reka-betleridir.

“Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve süreklidir.” (A’la, 17-18.)

“Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Arkanda zengin varisler bırakman, onları insanların elinde-kine göz dikecek derecede yoksul bırakmandan daha iyidir. Eşinin ağzına verdiğin bir lokma dahil olmak üzere iyilik olarak yaptığın her harcama sa-dakadır.” (Buhari, Vesaya, 2; Müslim, Vasiye, 5, 8.)

Bütün yaratılanlar, yaratandan ötürü sevilir ve hürmet edilir.

Page 40: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Gündem

Eşler evde neden konuşmaz?

Hayat her an kendini yenileyerek önümüze fırsatlar, güzellikler sunarken biz eski olana takılmışlığımızla, bayat olanı anlatmaya diretişimizle müşterilerimizi kaçırmaya devam ediyoruz. Değerli olduğumuzu daha bir derinden hissetmeliyiz. Dinlenir olmanın lezzeti dinleyen olmanın yenileyiciliği şevkimizi arttıracak.

Nazlı ÖzburunPsikolog

Aile

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 38

Page 41: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 39

şlerin birbirleriyle konuşamaması çok sık rastlanan bir durum. Bir ta-rafın anlatmak için yanıp tutuştu-ğu, diğerinin ise biteviye dilsizleş-tiği, kendi içinde kaybolduğu iliş-kiler her geçen gün artıyor. Bu du-rumun birçok nedeni olduğu mu-hakkak ama, bir neden var ki bu yazıda onun üzerinde durmak is-tiyorum.

Bir danışanım unlu mamuller üze-rine çalışıyor. Bir cümlesi beni çok etkiledi. Tamam dedim işte budur. Nazlı Hanım, dedi. Eğer ben, bu-günden kalan bir şeyi yarın yine vitrine koysam müşteri kaybetme-ye başlarım. Müşteri bir bir kaybe-dilir. Bir bakarsın sinek avlamaya başlamışsındır. Bu sefer daha faz-la bayat ürünü vitrine koyarsın ve kaçınılmaz son; iflas...

Söyledikleri kendi işi ve birçok iş için doğruydu. Bizim konumuz olan ilişkiler için de durum aynen böyle. Bir kişi için bir konu çok önemliyse ne zaman konuşmaya başlasa hemen, o konuyu günde-me getiriyor. Konu yerli yersiz her konuşmanın girizgâhını oluşturdu-ğu halde bir türlü hakkını vererek konuşulamadığı için, karşı taraf bir süre sonra kendisi için bayatlamış olanı artık dinlemek istemiyor.

Dinlese de dişini sıkarak dinledi-ği için anlatanın duygusu iyi ol-muyor. Konu bir türlü gündem-den düşmüyor. Eşler istedikleri bir şeyin yapılması için ısıtıp ısıtıp temcit pilavı gibi aynı şeyleri ko-nuşmaya başladıklarında ilişkilerin tadı kaçıyor. Taraflar dışarıda bül-bül kesilirken evde dut yemiş bül-büle dönüyorlar.

Eğer hayatın sürekli bir değiş-me ve yenilenme olduğunu ka-

bul ediyorsak -ki öyle- biz ayak uyduramadığımızda bayatlıyoruz. Kimse ne bizi ne söylemeye çalış-tıklarımızı anlıyor. Sevdiklerimize yine de bir teşekkür borçluyuz. Yıllardır bizim bayatlamış söyle-mimizi yeniden yeniye sessizleşe-rek de olsa duymaya devam ettik-leri için...

İnsanın kendini güncellemesi ha-yat amaçlarının farkında oluşuyla yakından ilgilidir. Dünyayı bir va-kit öldürme yeri olarak algılıyor-sak, denecek bir şey yok, bayatla-mak kaçınılmaz.

Dünyayı gelişeceğimiz, değişece-ğimiz, öğrenerek yenileneceğimiz bir yer; gerektiğinde törpülenece-ğimiz bir mecra olarak görüyor-sak, söylemlerimizin aynı kalması, vitrine her gün aynı konuları taşı-mamız mümkün olmaz.

Hayat her an -her gün demiyo-rum- her an kendini yenileyerek önümüze fırsatlar, güzellikler su-narken biz eski olana takılmışlığı-mızla, bayat olanı anlatmaya dire-tişimizle müşterilerimizi kaçırmaya devam ediyoruz.

Değerli olduğumuzu daha bir de-rinden hissetmeliyiz. Dinlenir ol-manın lezzeti dinleyen olmanın yenileyiciliği şevkimizi arttıracak. Her şeyin ilacı kendimizde olduğu gibi, bu derdimizin ilacı da kendi-mizde… Kendi iç dünyamızı ye-nilemekle birçok şikâyet ettiğimiz durumun değiştiğini göreceğiz.

Ne varsa bizde var. Tek sermaye kendimiz ve bize verilmiş olan ha-yatımız. Hayatı tüketerek yaşamak yerine; hayatı değişime ve anlaya-rak anlamlandırmaya yönelik ya-şayabiliriz.

Ne varsa bizde var. Tek sermaye kendimiz ve bize verilmiş olan hayatımız. Hayatı tüketerek yaşamak yerine; hayatı değişime ve anlayarak anlamlandırmaya yönelik yaşayabiliriz.

E

Page 42: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 40

Bir konu bir ayet

Kibir, kişinin, kendisini olduğundan büyük görmesi, layık olmadığı bir bü-yüklük duygusuna kapılmasıdır. Bu tür bir fiil, dinî açıdan günah oldu-ğu gibi, psikolojik açıdan da anormal bir davranış ve hastalıklı bir durum-dur. Türkçemizde bu tür kişiliğe sahip olan kimse, “Burnu bir karış havada”, “Kendini dev aynasında görüyor”, “İnsanlara üstten bakıyor”, “Çalım satıyor” gibi deyimlerle ifade edilir. Kibirli kişiler, çevrelerinde bir etki bıraktıkları iz-lenimi verseler de bu geçicidir ve genelde toplum tarafından sevilmeyen ve hoş karşılanmayan insanlardır.

Kibir, insanlar arası ilişkileri tahrip eden bir günahtır. Büyüklük duygusuna kapılanlar, bulundukları toplum için bir problem kaynağıdırlar. Çünkü insa-na insan olarak değil, daima kategorize ederek, yani ast üst ilişkisi içerisin-de bakarlar. Kolay kolay kimseyi beğenmezler; sürekli olarak başkalarını ku-surlu görür; onları eleştirir ve horlarlar. Emir vermeyi sever, insanları ezmek ve incitmekten çekinmezler. Eleştiriye tahammülleri yoktur. Herkesten iyi ve başarılı olduklarını düşünürler.

Kibirli kişiler, çevrelerindeki insanlarla daima bir rekabet duygusunu yaşar-lar; hayatı adeta bir yarış pisti gibi görürler. Hep ön planda olmak ister ve di-ğer insanlara, fark atma peşinde olurlar. Bundan dolayı da sık sık huzursuz-luk yaşar ve mutsuz olurlar. Kendilerini ayrıcalıklı insanlar olarak görürler. Kapıldıkları bu büyüklük saplantısı, aslında yetersizlik duygusundan başka bir şey değildir. Gerçekte onlar bir aşağılık duygusunu yaşamaktadırlar. İşte bu duygularını bastırabilmek için, kendilerini büyük gösterme çabası içeri-sine girmektedirler.

Kur’an, kibrin sembol ismi olarak İblis/Şeytan’ı görür. Çünkü o, ateşten ya-ratılmış olmasını; topraktan yaratılan insana karşı bir üstünlük nedeni olarak görmüş ve ona saygı secdesinde bulunmamıştır. (Bakara, 34; Â’râf, 12-13; İsrâ, 62.) Bu bakımdan, kişinin kibre kapılması, yani taşımadığı sanal birtakım mezi-yet ve güçleri kendinde vehmederek havalara girmesi, şeytanlaşmaya açı-lan bir kapıdır.

Kişinin kendisini böyle bir duyguya kaptırması, aslında küfrün bir yansıma-sı, yani inkârcı insanın bir özelliği olarak Kur’an’da ortaya konulur. Kelime bu bağlamda “kibr” olarak değil de “istikbar” kalıbında geçer. (Bakara, 87; Sebe’,

31-33.) Büyüklük duygusuna kapılmak veya kendinden büyük, itaat edilecek başka bir merci kabul etmemek, inkârcılığın altında yatan en önemli psiko-lojik etkenlerdendir. Çünkü kulluk/ibadet, kendinden yüce kabul edilen bir makama itaat etmeyi, boyun eğmeyi, teslimiyeti, mütevazı olmayı gerektirir. İşte inkârcı insan, böyle bir konumu kabullenememekte ve bu durumu içi-ne sindirememektedir.

Doç. Dr. İbrahim Hilmi KarslıDin İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

KİBİR:PSİKOLOJİK BİR HASTALIK

“Kibirli davranarak yüzünü insanlardan çevirme, yeryüzünde çalım satarak yürü-me! Çünkü Allah ki-birle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp

duran kimseleri asla sevmez”

(Lokmân, 18.)

Page 43: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 41

Kur’an’da kibirli insanın tipik örnek-lerinden biri Karun’dur. O, servetin azgınlaştırdığı, sahip olduğu bütün mal-mülk ve saltanatı kendi marifet ve meziyeti olarak gören ve büyük-lük duygusuna kapılan bir kişilik or-taya koyar. İçerisinde bulunduğu ni-met ve refahı, kendi aklı, kabiliyeti ve iş bilir tutumunun bir neticesi olarak görür. (Kasas, 78.) Aslında bu, her insa-nın düşebileceği bir yanılgıdır. Eğer insan, sahip olduğu zekâ, kabiliyet, güzellik, mal-mülk, her ne ise, ilahî bir lütuf olduğunu bilmezse, bunla-rı kendisinin bir marifeti ve eseriymiş gibi kabul etme hatasını işleyecektir. Bu da onun kibre düşmesine, aldatıcı bir büyüklük duygusuna kapılmasına sebep olacaktır.

Karun tarihsel bir kişiliktir; ölüp gitmiştir. Ancak onun şahsında Kur’an, her dönemdeki insanın maruz kalabileceği bu sapmaya bizim dikkatimi-zi çekmektedir. Şu halde, böyle bir duyguyu ken-di içimizde yaşatıyor muyuz? Veya ilahî bir bahşiş olarak sahip olduğumuz nimetlerden bir büyük-lenme ve gurur payı mı kendimize çıkarıyoruz? İşte bunların muhasebesini yapmalıyız.

Kur’an, bu tür ahlaki sapmaları inkârcıların şah-sında dile getirse de, bunlar, mümin insanların da her zaman düşebileceği hatalardır. Nitekim giriş-te verilen ayet mealinde, kibirli insanın içerisinde bulunduğu bu günah hâli, Kur’an tarafından gayet edebî bir şekilde dile getirilir ve yasaklanır. Bu ifa-deleriyle Kur’an, muhataplarını söz konusu ahlaki sapmadan uzaklaşmaya çağırır. Çünkü Kur’an’ın amacı, psikolojide olduğu gibi, sadece bu duru-mu izah etmek ve sebeplerini ortaya koymak de-ğildir; aksine insanların bu çirkefliklerden arınma-larını sağlamaktır.

Lokmân sûresi 18. ayetinde, kendini beğenen ki-birli insanın yaşadığı bu ruh hâlinin, onun be-den diline nasıl yansıdığını bizlere anlatır. Burada “sa’r” kökünden gelen bir kelime kullanılır. Bu, develerin yakalandığı bir hastalıktır; boyunlarının bükülmesine sebep olur. Şu halde “tas’ir” boynu dertli deve gibi, başını yana bükmek demek olur ki, kibirli kimselerin âdetidir. Dilimizde buna ka-sılmak denir. İşte kibirli kimsenin, insanı küçük görerek ondan yüz çevirmesi, bu benzetmeyle an-latılmaktadır.

Belirtmek gerekir ki, küçük görme, kibirli kimsenin sadece “yüzünü di-ğer insanlardan çevirmesi” ile gerçek-leşmez; bu, zaman zaman söz ve ha-karetvari ifadelerle de olur; öyle ise ayetten, kibrin bir sonucu olarak bü-tün hafife alma ve küçümseme fiille-rinin yasaklandığı neticesini çıkara-biliriz. Ayetin sonunda “muhtâl” ve “fehûr” kimselerden bahsedilmekte ve Allah’ın bunları asla sevmeyece-ği ifade edilmektedir. Muhtâl, kibir ve gururda, “fehûr” da öğünme ve bö-bürlenmede aşırı gidenleri ifade et-mektedir.

Konuyla ilgili benzer ifadeler, İsrâ 37’de geçmektedir. Burada, büyüklük duygusu içerisinde toplumda dolaş-

mak yasaklandıktan sonra, bu ahlaki zaafa sahip insanlara hitaben, “Sen ne yeri yarabilir ne de boy-ca dağlara ulaşabilirsin” serzenişinde bulunulmak-tadır. Bu beyanlar, büyüklük duygusuna kapılan insanın içerisinde bulunduğu ruh hâlini anlatma-sı bakımından oldukça dikkat çekicidir. Kibir duy-gusuyla kasıldıkça kasılan insanın, içsel dünyası-nın tam bir tasviri burada söz konusudur.

Sanki bu kimse, yürürken sert adımlarla yürümek-te ve adeta bastığı toprağı yarmak istemektedir. Yine bu kimse, sanki yürürken boyca dağların zir-vesine varmayı arzulamaktadır. Adeta o, delecek gibi adımlarını yere sert basmakta ve yine sanki dağlara ulaşacak gibi bir büyüklük duygusuna ka-pılmaktadır. Kibirli insana yöneltilen bu müsteh-zi ifadelerle, büyüklenme ve kasılmanın ne kadar çirkin bir fiil olduğu ortaya konulmaktadır. Ayet, yasaklanan fiilin haram olduğuna delalet etmek-tedir. Çünkü burada, kişinin ahlakında fesat, ni-yetinde kötülük vardır. Yine burada insanlara üs-tünlük taslamak, güç ve kuvvetiyle tedirgin etmek suretiyle onları küçümsemek ve hakir görmek söz konudur. Nitekim nakledildiğine göre bir defasın-da Hz. Ömer yürüyüşünde gurur ve kibirli olan bir delikanlı görür ve ona şöyle seslenir: “Kibir ve aza-metle yürümek sadece Allah yolunda, cihatta ca-izdir, çünkü burada düşmanın korkutulması söz konusudur.” (İbn ‘Âşûr, Tefsîru’t-tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 103-

104.) Ayette insanın zayıf ve aciz bir varlık olduğu, dolayısıyla kibrin kendisine yakışmayacağı uyarı-sı da vardır. Öyle ise zaaflarla kuşatılmış bir varlı-ğın büyüklük duygusuna kapılması doğru değil-dir. (Râzî, Mefâtihu’l-gayb, 20, 213.)

Kur’an, kibrin sembol ismi olarak İblis/Şeytan’ı görür.

Çünkü o, ateşten yaratılmış olmasını; topraktan yaratılan

insana karşı bir üstünlük nedeni

olarak görmüş ve ona saygı secdesinde

bulunmamıştır.

Page 44: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 42

Prof. Dr. İ. Hakkı ÜnalDin İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Sevgili Peygamberimiz’in, koyunun, sadaka olarak dağıtılan kısmının ebe-di âlemdeki karşılığını ima eden bu cevabı son derece anlamlıdır. Kalıcı olanlar, doğal olarak, ebedi âlem için yapılanlardır. İnsanın meşru araçlar-la kendisi için yaptıkları helal ve mübah kapsamındadır. İyilik daha çok, ikinci ve üçüncü şahıslarla, daha doğrusu dış dünya ile ilişkide ortaya çı-kan bir vasıftır. Örneğin, insanlara güzel davranmak, muhtaçlara yardım etmek, zulme mani olmak, kalıcı olan ve sonuçları bizimle beraber öbür âleme intikal eden eylemlerdir. Bu kalıcılığın bilincinde olan Müslüman ecdadımız, hatıralarının fani dünya ile yok olup gitmesini istememişler, kendilerini ebedî âlemin güzelliklerine taşıyacak vakıflar kurarak isimleri-nin hayırla yâd edilmesini amaçlamışlardır.

Arapçada, “durmak”, “hapsetmek”, anlamındaki bir fiilden gelen “vakf/va-kıf”, terim olarak, Allah rızası için, geliri (yararı) toplumun hizmetine su-nulmak üzere, mülkiyetinin satılmaması ve devredilmemesi şartıyla bir malın sürekli hayır maksadıyla bağışlanmasıdır. Bu maksatla kurulan ha-yır kurumlarına da vakıf denilir. Kur’an’da, mallarını Allah yolunda harca-maları, muhtaca, yoksula yardım etmeleri konusunda insanları teşvik eden birçok ayetin yanı sıra özellikle, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda har-camadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmran, 92.) ayeti vakfın Kur’ani temeli olarak kabul edilebilir. Nitekim bu ayeti işiten Ebu Talha isimli bir sahabi, güzel bir bahçesini Allah yoluna ba-ğışlamış, Hz. Peygamber de “Bu, kazandıran bir mal” diyerek takdirlerini ifade etmiştir. (Buhârî, Eşribe, 13.) Hz. Peygamber’in de kendisine ait bir ara-ziyi sadaka olarak bağışladığı bildirilmiştir. (Buhârî, Cihad, 86.) Ayrıca o, Uhut savaşında şehit olan ve mallarının tasarrufunu kendisine bırakan bir saha-binin mallarını vakfetmiş (Ömer b. Şebbe, Tarihu Medine, 1/173.), Rume kuyusu-nu satın alıp vakfeden kimseyi Allah’ın bağışlayacağını ve bundan sevap kazanacağını bildirmesi üzerine, Hz. Osman kuyuyu satın alıp insanların istifadesine sunmuştur. (Nesâî, Cihad, 44.)

VAKIF: BİZE KALAN İYİLİK

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: Bir koyun kesmişlerdi. Nebi (s.a.s.), ne kadar kaldığını sordu. Hz. Aişe, “Bir kolundan başka bir şey kalmadı” dedi. Allah Rasulü, “Demek ki, kolundan başka hepsi kalmış.” buyurdu. (Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme, 33.)

Bir hadis bir yorum

Vakıflar, toplumda devletin ulaşamadığı,

bireylerin de farkına varamadığı

muhtaçların yardımına koşarak,

toplum içindeki sorunların yine

toplum tarafından çözülmesine katkıda bulunan kurumlardır.

Page 45: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 43

İslam tarihinde vakfın dinî dayanağı olarak ka-bul edilen en önemli de-lil Hz. Peygamber’e ait bir ifadedir. Hayber’de ken-disine (hurmalık) bir ara-zi düşen Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın elçisi! Hayber’de bana, şimdiye kadar sahip olmadığım güzellikte bir yer düştü. Ne yap-mamı emredersin? deyince Hz. Peygamber, “İstersen aslını habset (vakfet), (mahsulün-den) sadaka ver.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, aslının satılmaması, hibe edilme-mesi, miras bırakılmaması şartıyla bahçenin ürününü (gelirini), fakirlere, akrabaya, kö-lelere, savaşanlara, yolculara ve misafirle-re sadaka olarak bağışladı.” (Müslim, Vasıyye,

15.) Hz. Ömer halife olunca, başka malları-nı da vakfederek, vakfın şartlarını ve kim-ler tarafından idare edileceğini bir vakıfna-me ile belirledi.

İslam’da malı Allah yolunda harcamanın (infak) en verimli yolu bir malı vakfede-rek insanların sürekli yararlanmasını sağla-mak olarak kabul edilmiştir. Çünkü sadaka olarak verilen bir mal harcanıp tükenirken vakfedilen malın geliri uzun süre muhtaç-lara sarf edilebilmektedir. Vakfedilen malın sürekliliği esas olduğundan, geliri devamlı olan gayrı menkul malların vakfı uygun bu-lunmuştur. Yapılan hayrın sürekliliği, ka-zanılan sevabın sürekliliğini de sağladığın-dan müminler mallarını vakfetme konusun-da adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Bunu teşvik eden bir hadiste Hz. Peygamber şöy-le buyurmuştur: “İnsan ölünce, üçü dışında bütün amellerinin sevabı kesilir: Sadaka-ı cariye (sürekli sadaka), kendisinden istifa-de edilen ilim, arkasından hayır duada bu-lunan salih evlat.” (Müslim, Vasiye, 14.) Hadiste geçen sürekli sadakanın sevabını öldükten sonra da kazanmak isteyen müminler, çeş-me, köprü, okul, cami, hastane gibi insanlı-ğın hizmetine tahsis ettikleri eserleri vakfe-derek, hem hayırla anılmak, hem de sevap-larını artırarak manevi yönden kazançlı çık-mak istemişlerdir. Bu, bir anlamda, iyilikle-rin sürekli hâle gelmesi ve hayrın sistemli bir şekilde devam etmesidir.

Başta Hz. Peygamber’in ya-kın arkadaşları olmak üzere birçok Müslümanın öncülü-ğünde gelişerek kurumsalla-şan vakıf geleneği, tarihi sü-reç içerisinde İslam mede-niyetinin önemli bir unsuru olmuş ve çok sayıda sosyal ve kültürel kurumun tesisine imkân sağlamıştır. Gelirleri

artan vakıflar sayesinde bilim ve sanat ala-nına yatırımlar yapılmış, dinî kurumlar var-lıklarını vakıf gelirleriyle sürdürmüşlerdir. Yaralı hayvanların bakımını üstlenmekten, evlenecek gençlere yardım etmeye, aşevi, hastane, çeşme, köprü yapımından borç-luların borcunu ödemeye varıncaya kadar çok geniş bir alana yayılan vakıf hizmetleri, toplumsal kaynaşmanın sağlanmasına kat-kıda bulunmuştur. Yardımlaşma ve daya-nışmaya yaygın bir kurumsal nitelik kazan-dıran vakıf hizmetleri sebebiyle, İslam me-deniyeti aynı zamanda bir “vakıf medeniye-ti” olarak da adlandırılmıştır.

Vakıflar, toplumda devletin ulaşamadığı, bi-reylerin de farkına varamadığı muhtaçların yardımına koşarak, toplum içindeki sorun-ların yine toplum tarafından çözülmesine katkıda bulunan kurumlardır. Vakıf yoluyla yoksul kimseler zenginlerden minnet duya-rak yardım almak yerine, ihtiyaçlarını hayır kurumlarından karşıladıkları için toplumsal ayrışmanın önüne geçilmiş, ayrıca malın sa-dece zenginler arasında dolaşımı engellen-miştir. Günümüzde, kapitalist ekonominin acımasız dişlileri arasında çaresiz kalan, za-yıf, güçsüz, hasta, engelli, yaşlı, dul ve ye-timlerin sığınabilecekleri en güvenli liman da, karşılığı sadece Allah’tan beklenen ve din, ırk ayrımı yapmadan herkesin yardımı-na koşan bu tür hayır kurumlarıdır. O yüz-den geçmişimizin şeref âbidesi olan vakıf hizmetleri, o mirasın hayırlı halefleri tara-fından bugün yeniden ihya edilmekte, bu fedakâr insanlar, kurdukları çeşitli organi-zasyonlarla sadece ülkemize değil, dünya-nın dört bir yanına hayır kervanlarını ulaş-tırmaktadırlar. Allah’ın nimetleriyle perver-de olan zengin Müslümanların bu hizmetle-re yapacakları katkılar, bu dünyada yapabi-lecekleri en kazançlı yatırım olacaktır.

İslam’da malı Allah yolunda harcamanın (infak) en verimli yolu, bir malı vakfederek insanla-rın sürekli yararlanmasını

sağlamak olarak kabul edilmiştir.

Page 46: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 44

Dr. Mehmet BulutDİB / Uzman [email protected]

Dünden bugüne diyanet işleri başkanlığı

Kuruluşundan gü-nümüze kadar biri vekâleten ol-

mak üzere 16 kişi Diyanet İşleri Reisi/Başkanı ola-rak görev yapmıştır. Şimdiki Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez, 17. Diyanet İşleri Başkanı ol-maktadır. İlk üç reis (M. Rifat Börekçi, M. Şerefettin Yaltkaya ve A. Hamdi Akseki), vefatlarına kadar re-islik görevlerini sürdürdüler. Sonraki başkanlar ise emeklilik, görevden alma ya da eski görevine iade şeklinde gö-revlerinden ayrılmışlardır. Diyanet İşleri Başkanlarının görevde kalma sü-releri de farklı olmuştur. Bu görevde en uzun süre kalan kişi, ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Efendi’dir (yaklaşık 17 yıl). Görev süresi bir yıldan az ve bir yıl kadar olan başkanlar (Ömer Nasuhi Bilmen ve M. Tevfik Gerçeker gibi) da olmuştur.

Dönemlerinin şartları ve imkânlarıyla ilintili olarak Diyanet İşleri Başkanlarının gerçekleştirdikleri hiz-

metler de kemiyet ve keyfiyet itibariyle kuşku-suz farklı farklı olmuştur. Dergimizin birkaç sa-yısında, Diyanet İşleri Başkanlarımızı dönem-leri ve öne çıkan bazı hizmetleriyle tanıtmaya çalışacağız.

1950 yılına kadar teşkilatın adı “Diyanet İşleri Reisliği” olduğu, başında bulunan kişiler için de “Diyanet İşleri Reisi” unvanı kullanıldığı için, bu yıla kadar olan dönemden söz ederken biz de aynı ifadeleri kullanacağız.

1. Mehmet Rifat Börekçi (1860-1941)

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri Reisi (Görev Yılları: 04.04.1924-05.03.1941).

Ankara’da doğdu. Beyazıt dersiamlarından Âtıf Bey’in derslerine devam ederek icazet aldı. Ankara’ya döndü; 1890’da Fazliye Medresesi’ne müderris oldu. 22 Ekim 1898’de Ankara İstînaf Mahkemesi üyeliğine getirildi. 18 Mart 1907’ye kadar bu vazifede kaldı. 7 Aralık 1907’de Ankara müftülüğüne tayin edildi.

Milli Mücadelenin başlarında Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin başkanlığını yaptı, Milli Mücadeleyi des-tekledi. Müftülük görevi sürerken ilk TBMM’ne Menteşe (Muğla) mebusu olarak girdi. Milli Mücadele aleyhindeki İstanbul fetvasına karşı fetva hazırlayarak halkın bu mü-cadele etrafında toplanmasında önemli katkılar sağladı.

Dönemlerinin şartları ve imkânlarıyla ilintili olarak Diyanet İşleri Başkanlarının gerçekleştirdikleri hizmetler de kemiyet ve keyfiyet itibariyle kuşkusuz farklı farklı olmuştur.

Dönemleri ve öne çıkan hizmetleriyleDiyanet İşleri Başkanları-I

Page 47: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 45

Bunun üzerine İstanbul hükümeti tarafından 25 Nisan 1920’de müftü-lük görevinden azledil-di. Ancak Ankara hükü-meti Rifat Efendi’yi müf-tülük görevine iade etti. İlk Meclis’te altı ay mebus olarak görev yapan Rifat Efendi, mebusluk ve müf-tülük görevlerinden birini seçmek durumunda kalınca, müftülü-ğü tercih ederek 27 Ekim 1920’de me-busluktan ayrıldı.

16 Aralık 1922’de Şer’iye ve Evkaf Vekâleti Hey’et-i İftâiyye azalığına getirilen Rifat Efendi, Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluşunu müteakip 4 Nisan 1924’te Diyanet İşleri Reisi oldu. Vefatına kadar bu görevde kaldı. 5 Mart 1941’de vefat etti. Kabri Cebeci Asrî Mezarlığı’ndadır.

Rifat Börekçi, Diyanet’te en uzun süre (yaklaşık 17 yıl) reislik yapan kişidir. Reisliğinin ilk iki-üç yılını bir kenara bırakırsak, dönemi, Başkanlık tarihinin en sıkıntılı yıllarına rastlar. Şöyle ki, ilk birkaç yılda Reisliğe dolgun bir bütçe, Reisine büyük bir itibar, din hizmetlile-rine de kadro ve maaş yönüyle takdirle yâd edilmesi gereken önemli imkânlar sağlanmıştır.

Öte yandan TBMM, Reisliğin 1925 yılı bütçesinin müzakeresi sırasında, ve-rilen bir önerge ile Başkanlıkça bir Kur’an meâl ve tefsiri ile hadis ter-cümelerinin yaptırılması için Diyanet İşleri Reisliği bütçesine 20 bin lira özel ödenek tahsis edilmesini kararlaştır-dı. Alınan karar istikametinde tefsir ve hadis çalışmalarına hemen başlan-ması ve kısa sayılabilecek bir zaman diliminde yayımına muvaffak olunu-şu, bu dönemin en dikkate değer fa-aliyetidir. Nitekim 1935 yılından itiba-ren “Hak Dini Kur’an Dili”nin, 1928 yılından itibaren de “Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi”nin ciltler hâlinde yayınına başlanmıştır.

İfade etmeye çalıştığımız gibi, bu ihtişam-lı dönem kısa sürdü. Özellikle 1930’lu ve 1940’lı yıllar Başkanlığın âdeta unutulma-ya terk edildiği yıllardır. Ayrıca bu yıllar-da, bilhassa cami görevlilerinin dışlandı-ğını görüyoruz. Basında, hatta roman ve hikâye türü edebi eserlerde din hizmetlile-rini küçük düşürücü yayınlara yer verildi.

Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluşunu amir olan 429 sayılı kanunun kabul edildiği 3 Mart 1924’te aynı zamanda din hizmetle-

rini de ilgilendiren Tevhid-i Tedrisat Kanunu da çıkartıl-mıştı. Bu kanuna dayanılarak önce medreseler ve son-ra da bunların yerine açılan İmam ve Hatip mekteple-ri 1930’a gelindiğinde tamamen kapatılmıştı. İstanbul Darülfünun’unda açılan İlahiyat Fakültesi de 1933’te ka-patıldı. Mesleki din eğitimi veren hiçbir müessesenin kal-maması, Börekçi dönemindeki din hizmetlerini iyice sı-kıntıya sokmuş, çok zor şartlarda din hizmeti yürütülme-ye çalışılmıştır.

Rifat Efendi dönemindeki diğer önemli gelişmeleri de şöy-le sıralayabiliriz:

1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla Başkanlığın bu yerlerin yönetimi ve buralarda görevli şeyhler ve diğer hizmetlerle ilgili yetkileri kendiliğinden kalktı.

1931 yılı Evkaf Umum Müdürlüğü bütçe kanunu ile cami ve mescitlerle buralarda görev yapan din hizmetlilerinin idaresi Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredildi. Bu uy-gulama ile 4081 hayrat hademesi, 26 Cuma ve kürsü va-izi, kadrolarıyla birlikte bu kuruma geçmiş oldu. Keza Reislikte din hizmetlileriyle ilgili müdürlükler de bu genel müdürlüğe aktarıldı. Başkanlık bu genel müdürlükle ko-ordineli olarak sadece cami hizmetlerinin dinî yönünü ta-kiple yetkili kılındı.

3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı Reisliğin kuruluş kanunun-da yapılacağı bildirilen teşkilat kanunu aradan yıllar geç-tikten sonra ancak 1935 yılında (16 Haziran 1935 tarih ve 2800 sayılı kanun) çıkartılabildi. Bu yasa ile Başkanlık mer-kez teşkilatı Reis, Müşavere Heyeti, Zat İşleri Müdürlüğü, Yazı İşleri Müdürlüğü ve Mushafları Tetkik Heyeti’nden; taşra teşkilatı ise müftü, müsevvit, vaiz ve dersiamlar-dan oluşuyordu. Cami görevlilerinin idaresi bu yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde idi. Kanuna ekli cetvelde Reisliğe, 29 merkez ve 451 taşra olmak üzere toplam 480 kadro tahsis edilmişti.

Bu dönemde, 2800 sayılı kanunda 1939 ve 1940 yıllarında iki değişiklik yapıldı. 1930’daki ilk değişiklikte, ilk kez bir “Reis Muavinliği” kadrosu ihdas edildi.

Mesleki din eğitimi veren hiçbir müessesenin kalmaması, Börekçi dönemindeki din hizmetlerini iyice sıkıntıya sokmuş, çok zor şartlarda din hizmeti yürütülmeye çalışılmıştır.

Page 48: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 46

Rifat Börekçi döneminde din hizmetli-leri, tüm olumsuzluklara rağmen sabır ve özveriyle din hizmetini sürdürdüler.

Cumhuriyet devrimlerinin ardı ardı-na yapıldığı, bilhassa ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi doğrultusunda bir-takım teşebbüsün olduğu bu süreç-te, Börekçi’nin riyasetindeki Diyanet İşleri Reisliği, dinde taviz sayılabilecek hiçbir tutum içinde olmamıştır. Görüş açıklamak konumundaki görevliler, Kur’an ve Sünnetin temel hükümleri-ne ters düşecek söz ve davranışlardan uzak durmuşlar, İslam’ın hükümlerini olduğu gibi açıklamaktan çekinmemiş-lerdir. Sorumlu kişiler, Müslüman hal-kın dinî hislerini hırpalamaktan uzak durmuşlardır. 1926 yılında Göztepe Camii’nde Kur’an’ın Türkçe tercüme-siyle namaz kıldıran Cemal Efendi’nin bu uygulamasına karşı görevden alma şeklindeki yaptırım bunun örneklerin-dendir.

Rifat Börekçi, Diyanet ve din hizmet-lerine ilişkin zaman zaman basın açık-lamalarında da bulundu. Reisliğin ku-ruluş tarihinden sonraki ilk Ramazan ayı 6 Nisan 1924 günü; yani kurulu-şundan bir ay sonra başlamıştı. M. Rifat Börekçi’nin bu vesileyle yaptı-ğı ve bir ilk teşkil eden basın açıkla-masında verdiği mesaj fevkalade etki-leyiciydi: “Hissiyat-ı diniyye cerihedar edilmemeli!”

Rifat Börekçi döneminin ilk yıllarında gerçekleştirilen önemli faaliyetlerden biri de bir Türkçe hutbe mecmuası-nın hazırlanıp yayınlanmasıdır. Kur’an tefsiri ve hadis tercümelerinde olduğu gibi, Türkçe hutbe mecmuası hazırlan-ması doğrultusundaki irade ve gerek-li maddi kaynak yine TBMM’nce orta-ya konmuştu. Bu karar doğrultusunda kısa bir zaman içinde Reislik, 51 hut-beden oluşan bir mecmua hazırlaya-rak “Türkçe Hutbe” adıyla 1927 yılında Reisliğin ilk yayınları arasında yayımla-dı. Bir yıl sonra da ikinci baskısını ger-çekleştirdi.

Rifat Efendi’nin görev yaptığı yıllarda, başta Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir ve

Tecrid-i Sarih Tercemesi adlı hadis kitapları olmak üzere 10-15 civarında eser yayınlandı.

2. M. Şerefettin Yaltkaya (05.10. 1880-23.04.1947)

Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Diyanet İşleri Reisi (Görev Yılları: 14.01.1942-23.04.1947).

İstanbul’da doğdu. Değişik âlimlerden ders okuyarak icazet aldı. Ruûs imtihanında başarılı olarak Bayezid Camii’nde ders okutmaya başladı (1913). Çeşitli görev-lerden sonra Mayıs 1924’te Darülfünun İlahiyat Fakültesi Kelam Tarihi müderrisi oldu. Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü İslam Dini ve Felsefe Kürsüsü Ord. Profesörlüğüne tayin oldu. 1942’de Diyanet İşleri Reisliğine getirildi. 23 Nisan 1947’de vefat etti. Altmıştan fazla eseri ve dönemindeki dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmakta-dır. Diyanet İşleri Reisi olduğu yıllarda küçük hacimli üç eseri de Başkanlık yayınları arasında yayımlandı. Bunlar, Benim Dinim (1943), Dini Makalelerim (1944) ve Va’zlar (1944) adlı kitaplardır. Bunlardan Benim Dinim, çocuklara yönelik bir şiir kitabıdır ve gayet duru bir Türkçe ile kale-me alınmıştır. Ayrıca hocanın şiire yatkınlığını ortaya koy-maktadır. Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin de onun tanınmış eserlerinden biridir.

M. Şerefettin Yaltkaya’nın göreve başlamasının hemen ön-cesinde 2 Haziran 1941’de, ezanı asli şekliyle okuyanlara ceza verilmesini öngören 4055 sayılı kanun kabul edilmiş, ayrıca 1 Aralık 1941’de teşkilat kanununda bir değişiklik yapılmıştı. Reislik yılları sırasında 1944’te yasada bir deği-şiklik daha yapıldı.

Din hizmetinde yaşanan sıkıntılar ve din hizmetlilerinin mağduriyetleri onun döneminde de devam etti.

“M. Şerefeddin Yaltkaya, bazı içtihat hatalarına rağmen sözü, özü bir büyük ilim adamı, açık kalpli bir insandı. Takdir veya tenkitlerini asla içinde saklamazdı. Olduğu gibi görünmenin veya göründüğü gibi olmanın tam bir timsali idi, bunun için dostları azdı. Akidesi sağlam, Peygamberimize bağlılığı çok kuvvetli idi. Peygamberimizi salâtü selâmsız, ashabını da tarziyesiz diline almazdı (…). (M. Asım Köksal, “Eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ord. Prof. M.

Şerefeddin Yaltkaya”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, c. 3, sayı: 4,

Nisan 1964.)

Başkanlıkta onun döneminde yedi civarında yeni eser ya-yınlandı.

3. Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951)

Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü Diyanet İşleri Reisi (Görev Yılları: 29.04.1947-09.01.1951).

Akseki’nin Güzelsu nahiyesinde doğdu. 1914’te Fatih der-siamlarından Bayındırlı Mehmet Şükrü Efendi’den ica-

Page 49: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 47

zet aldı. Ayrıca Medresetü’l-Mütehassısin’in Kelam ve Hikmet-i İlahiyye şube-sinden birincilikle mezun oldu. Ruûs imtihanını kaza-narak otuz yaşında müder-ris oldu. İstanbul medrese-lerinde müderrislik yaptı. Ara ara kürsü şeyhliklerin-de bulundu. Bir ara Sebilürreşad mec-muasının Bulgaristan ve Romanya mu-habirliğini yaptı. Heybeli Ada Mekteb-i Bahriye’de akaid-i diniye muallimliğin-de bulundu. Burada verdiği dersleri bi-lahare “Dinî Dersler” adı ile üç cilt ola-rak kitaplaştırdı.

Milli Mücadele için Anadolu’ya geçe-rek vaaz ve konferanslarıyla Anadolu harekâtını destekledi. TBMM hükü-metleri sırasında Şer’iye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne tayin edildi (Mart 1922). Bu görev-de iken medreselerin ıslahı doğrul-tusunda çalışmalar yaptı. Diyanet İşleri Reisliği kurulunca 1924 yılında Müşavere Heyeti azalığına getirildi. Bu görevi sırasında Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir ile Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi’nin ya-yına hazırlanmasında çok önemli hiz-metleri oldu. 1939’da Reis Muavini, 1947’de de Diyanet İşleri Reisi oldu. 9 Ocak 1951’de vefat etti, Cebeci Asrî Mezarlığı’na defnedildi.

Akseki’nin din ve diyanet hizmetleriy-le ilgisi, sadece onun reislik yılları ile sınırlı değildir. Yüzyılın başından iti-baren ülkemizdeki din hizmetleri ve din eğitimiyle yakından meşgul olmuş, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti yıllarında bu hizmetlerin resmen içinde bulunmuş, Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluşun-dan başlayıp ömrünün sonuna kadar bütün gücüyle bu yönde çaba sarf et-miştir. Yaşadığı Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde toplumsal gelişmeleri ve din hizmetlerinin prob-lemlerini yakından izlemiştir. Makale ve kitaplarında bu konulara genişçe yer vermiştir. Her seviyedeki insana hitaben yazdığı eserlerle, halkın dinî yönden bilgilenmesine çok önemli kat-

kıları olmuştur. Eserlerinden bir kısmı Diyanet İşleri Reisliği’nin ilk yayınları arasında neşredil-miştir. Kısaca söylemek gerekirse Akseki, çalış-kanlığı, geniş kültürü ve ciddiyeti ile örnek ve saygı duyulan bir kişi idi.

Ahmet Hamdi Akseki’nin reislik görevine baş-ladığı yıllar, din hizmetleri ve din eğitimi ala-nında önemli gelişmelerin yaşandığı bir dö-

nemdir. 1940’lı yılların ikinci yarısında başlayan ve özel-likle 1950’den itibaren ivme kazanan demokratik açılım ve devlet politikalarında dinî alanda görülmeye başlanan yu-muşamaların da etkisiyle ülkemizde din eğitiminde, dinî hayatta ve buna paralel olarak din ve diyanet hizmetlerin-de bir canlanma görüldü. Gelişmelerin en önemlileri şöy-le sıralanabilir:

1947 yılında ülkemizden hacca gidecekler için ilk defa olarak döviz tahsis edildi. 1949 yılında on ay süreli İmam-Hatip kursları ve Ankara İlahiyat Fakültesi açıldı; ilko-kullara isteğe bağlı din dersleri konuldu. Bu gelişme-ler onun vefatından kısa bir süre sonra, 1951 yılından iti-baren İmam-Hatip okullarının açılmasına zemin hazırla-dı. 1950’de teşkilat kanununda önemli değişikliğe gidile-rek Başkanlığın merkez ve taşra teşkilatı yeniden düzen-lendi. Adı da “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak değiştiril-di. 1931’de idaresi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredil-miş olan camiler ve din hizmetlilerinin idaresi Başkanlığa iade edildi. Böylece 4503 hayrat hademesi Başkanlık bünyesine aktarılmış oldu. Hayrat Hademesi ve Yayın Müdürlükleri gibi yeni birimler oluşturuldu. Gezici vaizlik kadroları ihdas edildi. Bütün vaizler maaşlı kadroya geçi-rildi. Başkanlığın toplam kadro sayısı 5441’e çıkarıldı. 16 Haziran 1950’de Arapça ezan yasağı kaldırıldı. Bu karar, halk arasında olduğu gibi, Başkanlıkta da büyük bir heye-can uyandırdı. Yine 1950’de ilk kez olarak devlet radyola-rında Kur’an yayınına başlandı.

Akseki, bütün bu müspet gelişmelere paralel olarak ülke genelinde âdeta bir din hizmeti seferberliği başlattı. Teşkilata gönderdiği genelgelerle cami hizmetlerine artık daha fazla ihtimam gösterilmesini, bilhassa irşad hizmet-lerine ağırlık verilmesini talep etti. Ömrünün sonuna doğ-ru “Din Tedrisatı ve Dinî Müesseseler Hakkında Bir Rapor” başlığı altında muhteşem bir rapor hazırladı. 18 Aralık 1950’de bu çalışmayı ilgili devlet ve hükümet makamları-na gönderdiği gibi ayrıca bir broşür olarak yayımladı.

Bu gelişmeler olurken, din hizmeti alanında yaşanan sı-kıntılar ve bilhassa din hizmetlisine olan ihtiyaç bu yıllar-da da yoğun bir şekilde sürüyordu. Başkanlığın hizmet bi-nasının 1950 yılında bile küçük bir apartman dairesinden ibaret olması, bunun bariz bir örneğidir.

Döneminde Başkanlıkta 6-7 kadar yeni eser basıldı.

Akseki’nin din ve diyanet hizmetleriyle ilgisi, sadece onun reislik yılları ile sınırlı değildir.

Page 50: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 48

Din görevlisinin hatıra defterinden

Lamia Levent / DİB / Uzman

444444444

merika’da tanınan ismiyle Rumî’nin, çağ-ları aşan çağrısının Yeni Dünyadaki yan-kısı gönüllere hidayet nurları saçmaya devam ediyor. Şiirleri Amerika’da çok

satılanlar listesinde hâlâ zirvedeki yerini ko-ruyan Rumî’nin, Yeni Dünyadaki izlerini ta-kip ettik…

Samimi ve uzun maillerinden sonra ilk defa sabahın altısında karşılaştık onunla. Işıltıyla parlayan gözlerinin derinliklerinde bir sanatkârın inceliğini ve zarafetini fark etme-mek mümkün değildi. Yüzündeki tebessüm aramızdaki mesafeyi bir anda eritti, çok ya-kın iki arkadaş gibi selamlaştık. Yaklaşık üç saat süren yolculuğumuz boyunca manevi arayışlarını ve Rumî’nin vesilesiyle gelen hi-dayetini bizimle paylaştı. Yakın ve içten ta-vırları, kalbinden taşan heyecanı ile bir sufi ile beraberdik.

İslam’ın doğduğu ve yayıldığı topraklardan binlerce kilometre uzaklarda, İslam’ı karala-yan tüm karşıt kampanyalara rağmen hidaye-te ulaşmış Amerikalı kardeşlerimizle bizi bu-luşturmaya götüren bu yolculuk, rehberimiz Greg’in hikâyesiyle daha bir anlam kazandı. Aslında Greg’in hikâyesi İslam’ı seçen çoğu Amerikalının hikâyesiyle benzer özellikler ta-şıyor. Profan ve kutsaldan arınmış Amerikan hayat tarzı, insanların ruhlarının derinliklerin-de hissettikleri karşı koyulmaz çağrının pe-şinden gitmelerine engel olamıyor. İnsanların bu çağrıyı takip ederek buldukları ışık, bir anda onları başka âlemlere taşıyan bir mürşi-de dönüşüyor.

İslam hakkında hiçbir bilgisi olmayan Greg, koyu Hristiyan bir ailede yetişmiş ve aile-si tarafından Katolik okuluna gönderilmiş. Ancak kilise ve orada anlatılanlar hiçbir za-man Greg’in kalbindeki ve kafasındaki soru-lara yeterli cevapları verememiş. O hep alter-natif arayışlar içerisinde olmuş. Ruhunun ve kalbinin çırpınışları onu sanata, müziğe ve resme yakınlaştırmış.

Hani derler ya, aramakla bulunmaz, fakat bulanlar hep arayanlardır diye. Evet, aslın-da Greg de arayanlardandı, onu nereye gö-türeceğini bilmediği arayışına sonunda cevap hiç beklemediği bir yerden gelir. Bir gün, do-ğum günü için eşine özel bir hediye almak ister. Bir kitapçının raflarında şiir kitaplarını karıştırırken, aniden rafların birinden bir ki-tap önüne düşer. Aslında rastgele düşmemiş-tir o kitap, ona gönderilmiş bir cevaptır bu. Üzerinde “Heart” yazan kitap ilgisini çeker ve aldığı bu hediyeyi eşi de çok beğenir. O gün-den sonra her akşam eşiyle beraber kim ol-duğunu bilmedikleri, ancak onlarla aynı dili konuşan kitabın satırları arasında kaybolur-lar. Bir süre sonra bu onlara yeterli gelmez ve Amerika’da Rumî’yi bilenlerle tanış olmak is-terler. İşte bu tanışıklık ve aşk onları İslam’a ulaştıran yolun başlangıcı olur.

Greg bunları anlatırken, kısa bir zaman önce tanıştığım Amerikalı çifti hatırladım. Edebiyat öğretmeni olan çift, uzun zamandır Rumî’yi evlerinde okumaktalar. Onun üslubundan ve anlattıklarından öyle etkilenmişler ki, acaba

Yeni dünyada Rumî‘nin izleri

A

Page 51: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 49

daha fazla nasıl öğreniriz, so-rusu onların İslamla tanışma-larına vesile olmuş. Sohbetin sonunda aradıklarını bulma-nın sevincini, inci gibi dökülen gözyaşlarıyla öyle güzel ifa-de etti ki; Rumî’nin de dediği gibi aynı dili konuşmanın de-ğil, aynı insani duygulara sahip olmanın daha önemli olduğunu bir kez daha anlamış oldum.

Greg’le yolculuğumuz yemyeşil ormanın için-den kıvrılarak giden yolda devam ederken, yüzünden eksik olmayan tebessümü ile ilk namazını ve seccadesini anlattı. Alemlerin ya-ratıcısına secde etmenin şuuruna vardığında, secde edeceği uygun bir yer arar ve en temiz yer olduğunu düşündüğü yatağında namazını kılmaya başlar. Secdenin Yüce Yaratıcıya iba-detin zirvesi olduğunu ifade ederken “Allah değil, ALLAH!” deyişi, onun kalbi duyuşunu bize de aksettirdi. Daha sonra Greg bunu ar-kadaşlarıyla paylaşır, onlar kendisine bir sec-cade hediye ederler. İlk defa seccade ile tanı-şan Greg, secdenin anlamının başta Yardana, sonra insanın kendine saygının gereği oldu-ğunu söyledi.

Etrafı kaplayan devasa ağaçlar içinde kuş cı-vıltıları ve hafif çiseleyen yağmurun altında toplantı yerine vardığımızda, üç saatlik yol-culuk bizim için unutulmaz anların ve hisse-dişlerin yaşandığı kısa bir ana dönüşmüştü sanki. İslam’ı sonradan seçerek hidayete er-miş 20’den fazla Amerikalı Müslümanla geçi-receğimiz bir günlük programımız başlamıştı. Farklı dillerden, dinlerden ve inançlardan ge-len bu insanları burada buluşturan ortak nok-ta İslamdı. Çoğunda dikkatimi çeken ilk şey, yüzlerinde itminana ermiş, aradığına ulaşmış bir insan yüzünün sükûnetiydi. Her daim te-bessümlü yüzleri, dillerinden eksik etmedik-

leri salavat ve dualarla mü-mince bir tevekkül ve tesli-miyet içerisindeydiler.

Hepsinin ayrı bir hikâyesi vardı ve içtenlikle bizimle paylaştılar. Kimi çok genç yaşında arayışlarına başla-mış, kimi evlenip üç ço-

cuk sahibi olduktan sonra hayatın anlamsız-lığına yenik düşmek istememiş, kimi ise ken-dini hep buraya ait hissetmiş; ancak onların hikâyesi de, Greg’in hikâyesinde olduğu gibi, İslamla şereflenmekle neticelenmiş.

Bir gün süren toplantı boyunca, iki oturum yapıldı ve her oturumu Kur’an ve salavatlar-la başlatıp, yine salavat ve dua ile bitirdiler. Kendi içlerinde daha derin ilme ve tecrübe-ye sahip olan Michel bilgi ve tecrübelerini bi-zimle paylaştı. İkinci oturumda tasavvuf ağır-lıklı konuşmalar yapıldı. Cemaatle kılınan na-mazlarda bizleri en çok etkileyen ise imam ve müezzinin Amerikan aksanı ile okuduk-ları Kur’an ve ezan oldu. Kültürler arası fark-lılıkların getirdiği güçlüklere rağmen, Kur’an kıraatini sonradan öğrenen bu insanların tat-lı bir aksan ile okudukları Kur’an bizleri çok etkiledi.

Günün sonunda unutulmaz hatıralarla evimi-ze dönerken, Rumî’nin hiç silinmeyecek iz-lerini takip edenlerin, nasıl İslam ile Kur’an ile tanış olduklarına şahit olmuştuk. Rumî’nin İslami bilgiyi insanların anlayışlarına yakın-laştırmak için seçmiş olduğu gönül dili, gö-nül kapılarını açan bir anahtara dönüşmüştü. İslam’ı Asya steplerinden, Afrika çöllerine ka-dar taşıyan ve tanıtan dervişler misali, İslam Amerika’da yine sufilerin gönül sesiyle yayılı-yor. Gönülden söylenen sözler tüm önyargı-ları ve korkuları aşarak, yine gönüllerde yan-kı buluyor.

Farklı dillerden, dinlerden ve inançlardan gelen bu insanları burada buluştu-ran ortak nokta İslamdı. Çoğunda dikkatimi çeken ilk şey, yüzlerinde itmina-na ermiş, aradığına ulaş-mış bir insan yüzünün sükûnetiydi.

Page 52: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 50

Dr. Ülfet GörgülüDin İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

ç yavru kelebek ilk kez ormanda uçma-ya çıkarlar. Uzaklarda ateş yanmaktadır. Kelebekler orada ne olduğunu merak eder-ler. Teker teker uçmaya, gidip ne olduğu-

nu anlamaya ve dönüp birbirlerine anlatmaya karar verirler. Önce birinci kelebek uçar. Ateşe yaklaşmaya çekinir, uzaktan bakar ve geri dö-ner. Ne gördüğünü soran arkadaşlarına; “Orada çok yoğun bir duman vardı.” der. Sıra ikin-ci kelebektedir. O biraz daha cesur çıkar, ateşe daha yakın mesafeden bakar. O da dönüp ge-lir. Gördüklerini; “Çok kuvvetli bir ışık ve biraz da sıcaklık vardı.” diyerek anlatır. Şimdi de üçün-cü kelebektedir uçma sırası. Üçüncüsü uçar, uçar ve kendisini ateşin ortasına atar. Geri dönüp an-latamaz ne gördüğünü, ama en iyi o anlar orada ne olduğunu…Aslında aşk; anlatılabilen değildir, anlatılamaya-nın etrafında dolaşmak da değildir. Aşk, olmak-tır, pişmektir, yanmaktır. Tıpkı “Aşk nedir?” diye soran kimseye Hz. Mevlana’nın; “Ben ol da gör.” dediği gibi.Tek hece ve üç harften oluşan bu kısacık söz-cük üzerine asırlardır neler yazılıp söylenmiş. Yazması kolay, yaşaması ise oldukça zor hatta bir ömre bedel… Kur’an’da geçmiyor diye bu keli-me, kimileri dönüp yüzüne bakmasa, kaldırıp bir kıyıya atsa da, “aşk”ın yeri hep gönüller olacaktır.Kur’an’da geçen şekliyle “hub/mehabbe” gönül toprağına dikilmiş ilahî bir tohumdur. O tohumu fidan ve yedi veren ağaç haline getirmek de kulun gayretine bırakılmıştır. Sevgi/muhabbet önce Yaratan’dan yaratı-lanadır. Yaratma dediğimiz eylem, Vedud olan Yaratan’ın muhabbetinin tezahürün-den başka bir şey midir ki? Kur’an’ın, in-sanla buluşma gecesinin ilk hatırasında dikkatimizi çektiği önemli bir noktadır

bu. “O, insanı alaktan yarattı.” (Alak, 2.) Alaktan ya-ratılmak insana özgü bir özellikse eğer, bunu sa-dece döllenmiş hücre/kan pıhtısı/et parçası ola-rak biyolojik yönüyle anlayıp izah etmenin mak-sadı anlamada yeterli olmayacağı ortadadır. O halde alaktan yaratılmak, ilgi, sevgi ve alaka ile yaratılmaktır aynı zamanda.Bütün âlem de sevilen bu insana sunulmuş bir hediye, ilahî bir ikramdır. Teşekkürü nasıl ol-malıdır bu ilahî lütfun dersek; “...İman edenle-rin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir.” (Bakara, 165.) ayetini tedebbür ve tezekkür edece-ğiz o halde. Kulun Rabbine muhabbeti hangi se-viye ve derecede olmalı ki gönül buhurdanlar gibi tütsün, Yaratan’ın sevdasıyla ateşte pişsin ve güller yeşersin gönül bahçesinde. Ham iken piş-sin, yansın. Aşk, sadakat ister, bedel ödetir aşığa vuslat yo-lunda. O güzelliğin hayranı olanlardan İbrahim (a.s.), İsmail (a.s.), Musa (a.s.), İsa (a.s.) ve diğer-lerinin özellikle de Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz’in ödediği gibi.Güneşin, ayın, yıldızların Rabbi olan o güzeller güzelini göremeyen gözlerdeki perdeleri açmak için değil miydi, İbrahim (a.s.)’in ölümü göze ala-rak, hayatı hiçe sayarak, kavminin putlarını bir bir kırması? Meftunu olduğu bu güzelliğe sırtını dönüp de putlara ilahlık atfedenlerdeki akıl tutul-ması karşısında hayretler içindeydi Hz. İbrahim.

Sevgilinin uğrunda ateşle sınandığından mıdır acep bilinmez, Nemrut’un yaktırdığı ateş söndü, ama İbrahim’in bağrındaki ateş için için yanmaya devam etti. Etti de Yüce Rabbimiz halilini bize, “Çünkü İbrahim çok içli ve Allah’a yönelen bir kimseydi.” (Hud,

75.) diyerek duyurdu. O gözünü ve gönlünü öylesine vermişti ki Mevlası’na şartlar onu Harran’dan Filistin’e, Filistin’den Hicaz’a yollara düşürürken, onun pusulası hep

“Aşkla yaşa ki ölmeyesin, aşkla öl ki diri kalasın”Hz. Mevlana

Ü

Aşkla terbiye olunmak

Edebiyat

Page 53: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 51

aynı yönü gösteriyordu: “...Ben, Rabbime hicret edeceğim.” (Ankebut, 26.)

Yüce Resulümüz de yollara düşmüştü de-falarca. Hani bir vakit “Medine” olma fır-satını hiç düşünmeden tepen ve âlemlere rahmet Hz. Peygamber (s.a.s.) ayaklarına kadar gelmiş iken, o ayakları kanlara bu-layarak gönderen Taif halkının bu incitici, onur kırıcı tavrına karşılık ellerini açıp yal-varmıştı da: “Ya Rabbi, kuvvet ve kudretimin en zayıf haliyle, elimdeki çare ve vasıtaların en ba-sitiyle, insanların gözünde ifade ettiğim en ha-fif şahsiyetimle senin huzurunda sana yalvarıyor, sana sığınıyorum. Ya Erhamerrahimin! Sen sıkıntı ve zulüm altında zayıf düşmüş olanların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Sen beni kimlerin eline bı-rakıyorsun?...” diyerek rahmeti ilahiyi ihtizaza ge-tirmişti. Bu kadarcık bir nazdan sonra hemen ni-yaz eyleyip; “Gerçekte benim üzerime çöken bir musibet ve eziyet, şayet senin bana karşı bir ga-zap ve öfkenden gelmiyorsa, ben buna aldırış et-mem ve gönülden tahammül ederim…” diyerek (İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 68.) sevginin bedel-siz olmayacağını öğretiyordu cümle varlığa.Taif’te aradığını Yesrib’te bulunca, gözyaşlarıyla vedalaşıp ana yurduna, dağlara tırmanıyordu bir gece vakti hicret yoldaşıyla. Sebeblerin tükendi-ği o noktada mağara arkadaşını: “Üzülme, çün-kü Allah bizimle beraber” (Tevbe, 40.) diyerek te-selli ederken, sevgi ve sadakatini canı pahasına ispat edenleri Rablerinin bir başına bırakmadığı-nı, kahrı lütfa, narı nura çevirdiğini seyrediyor-du kâinat Sevr dağındaki o küçücük sığınakta…Zira âşık için asıl kahır ve ızdırap, maşukun rah-met nazarından mahrum kalma, nar-ı cehim ise gönülde o sevdadan dûn olmadır. Maşuk için çe-kilen çile ise aşığa zillet değil, rahmetin ta ken-disidir. Bilir ki aşık; “Kuyuya atılmadan/Kervana katılmadan/Kul olup satılmadan/Sultanlık arzu-lanmaz.” Geçse de ele, o sultanlığın hayrı olmaz. İlim, mevki, makam pişirmez insanı, pişmemiş-se şayet aşk ateşinde, ham ise eğer hamlığını ar-tırır ancak.

Aşk! Bir hece ve üç harf. Kalemini gönül hokkasındaki aşk mürekkebine daldıran-lar ne divanlar yazdılar, ne kasideler, güf-teler döktüler kağıda. “Nûn. And olsun ka-leme ve satır satır yazdıklarına” (Kalem, 1.) Kalem ateş, kelam ateş oldu, nice sineler-de küllenmiş ateşleri tutuşurdu. Ve beste-ledi âşıklar âteşîn sözleri ateşten notalarla. Sazın teline değil, gönül teline dokundura-

rak can buldu ve can oldu besteler…Aşk Kays’ın gönül kapısını çalmıştı bir zaman-lar. Kapıyı açtığına pişman oldu mu ki adı Mecnun’a çıkınca? Gerçi Kitabu’l-eğani’de de-nir ki: Babası onu alıp Kâbe’yi ziyarete götür-mek ister. Beytullah’ı ilk görüşte yapılan dua makbuldür diye duymuştur. İster ki sevgili yav-rusu dua etsin de kurtulsun onu dillere düşüren bu aşk illetinden, Leyla derdinden. Kâbe’ye yak-laştıklarında; “Bak oğlum” der, “Az sonra girece-ğiz Beytullah’a. Kurtuluşun inşallah orada, yalvar Allah’a.” Mecnun geçer Kâbe’nin karşısına, açar ellerini ve başlar Yaratan’ına niyaza: “Ya Rabbi, içimdeki bu sevdayı öylesine artır ki, bende ben-den bir şey kalmasın.”Rahatsızlanır yine bir gün Mecnun ve hacamatçı-ya gider kan aldırmaya. Tabibin, sırtına bıçağı her dokunduruşunda “ahh” diye feryat eder Mecnun. Tabip dayanamaz; “Kalıbının adamı değilmişsin” der, “Onca sevdaya katlandın da, dayanamadın şu kadarcık acıya.” Cevap verir Mecnun: “Ben ca-nım yandığı için feryat etmiyorum. Lakin vücu-dumun her zerresini Leyla kaplamış, o incinecek, onun canı yanacak diye korkuyorum.” Vücudunun her zerresini haz, egoizm, ihtiras ve bilumum heva ve heves kaplamış, sevdasını dahi karaya/kana bulamış modern zamanların insanı-na ne söyler Mecnun’un feryadı bilemem… Fakat cümle Leyla’lardan geçip Mevla’ya gönül bağla-yanlar doğudan, batıdan ve her cihetten vech-i Hakka nazar edip (Bakara, 115.) göklerde, yerde ve tüm yaratılmışlarda O’nun sonsuz kudret ve aza-metini temaşa eyleyenler Zat-ı Kibriya’nın huzu-runda yokluklarının idraki içinde “İlla Hu” deyip secdeye vardılar...

Aşk, sadakat ister, bedel ödetir aşığa vuslat yolunda.

Page 54: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 52

Sözün özü / Berceste beyitler

emalpaşazade, 8,5 yıl sultanlık yapan Yavuz Sultan Selim’i şöyle anlatıyor:

Şems-i asr idi asrda şemsin Zılli memdûd olur zamanı kasîr Fahrederdi tâc u tahtıyla beyler Fahrederdi anınla tâc u serîr

“İkindi güneşiydi, ikindide güneşin gölgesi uzun olur, zamanı ise kısadır. Beyler, taç ve tahtıyla övünürken taç ve taht onunla övünürdü.”

Liderlik bilgisi yanında şiir kültürünü de iyi alan padişahlardan biri Yavuz Sultan Selim Han’dır. Kahraman ve otoriter kişiliğin altında ince ve duygusal bir ruh yapısına sahip Yavuz Selim Han, Divan Edebiyatında, herkesin dilinde olan bir tek kıta ile güçlü bir şair sıfatını kazanan nadide şair-lerimizden biri sayılabilir. Kıta şöyle:

Merdüm-i dîdeme bilmem ne fusûn etti felekEşkimi kıldı füzûn giryemi hûn etti felekŞîrler pençe-i kahrımda olurken lerzânBeni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

Kıtada geçen ve bugün bize yabancı olan kelime-lerin günümüz Türkçesindeki karşılıkları şöyle:

merdüm-i dîde: gözbebeği. fusûn: efsun, büyü. eşk: gözyaşı. füzûn: fazla, çok. girye: ağlama, ağ-layış. hun: kan. şîrler: aslanlar. kahr: yok etme. lerzan: titremek. âhu: ceylan. zebûn etmek: al-çaltmak, aciz bırakmak, güçsüz bırakmak.

Kıtadan aldığımız beytin açıklamasına geçmeden

önce son zamanlarda bazı dergilerde ve özellikle internet sitelerinde yer alan; fakat hiçbir kaynak zikredilmeyen (çünkü kaynağı yok) bir hikâyeye bakalım. Bu hikâye, konu itibarıyla aynı olmasına rağmen birkaç değişik versiyona sahip!

Güya, Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden sonra adaleti tesis etmek için Şam yakınına otağını kur-durarak burada üç ay kadar kalmış. Bir Türkmen (bazı yerlerde bir Mısır) kızı da zaman zaman pa-dişahın çadırına gelerek, otağın temizlik işlerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik işlerle meşgul olurmuş… Yine bir sabah temizlik için geldiğinde Sultan Selim’i görmüş. Kızın gönlü sultana akıvermiş. Bir gün gözü hünkâr çadırının direğine ilişmiş. Direğin üst kısmına (bazı yerlerde de haberleşme mekânı hünkârın yastığının altıdır) şöyle bir satır yazmış: “Seven insan neylesin?” Yavuz Sultan Selim, ota-ğına yatmaya gelince birden direkteki yazıyı fark etmiş, uzun bir muhakemeden sonra o da şöyle bir cevap yazmış: “Hemen derdin söylesin.” Kız ertesi gün gelip baktığında otağın direğindeki ce-vap mahiyetindeki yazıyı görmüş. Bir satır daha yazmış direğe: “Ya korkarsa neylesin?” Yavuz Sultan Selim, akşam çadıra döndüğünde not düş-tüğü direğe bakmış. Hemen o satırın altına şunu yazmış: “Hiç korkmasın söylesin.” Sabahın ol-masını sabırla beklemiş padişah. Seher vakti sır-daşı Hasan Can’ı çağırtmış, derhal bir emir vere-rek: “Biz dahi merak edip onu görmek isteriz; tiz elden bu kızı huzura getirin!” Emir derhal yeri-

Vedat Ali Tok

Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzânBeni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

(Selimî) Yavuz Sultan Selim

K

Page 55: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 53

ne getirilmiş. Padişah o ahu gözlü güzeli görün-ce kendinden geçmiş. Hünkârın emriyle derhal bir düğün alayı tertip edilmiş. Eğlenceler, yeme-ler, içmeler… Düğünün son gecesi bu ahu göz-lü güzelin yüreği heyecandan duruvermiş. Koca hünkâr, ağlamış ve Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer taşına, yukarıya aldığımız dört-lüğü kazdırmış.

Burada birkaç husus üzerinde durmakta fayda var: Evvela şiirin Yavuz Sultan Selim’e ait olup ol-madığı kesin değildir. Çünkü şiirlerini Farsça ya-zan Yavuz Sultan Selim’in divanında tabii olarak bu Türkçe kıta yoktur. İkinci olarak Divan şiiri-ne vâkıf olanlar bilir ki şiirlerin, beyitlerin bu tür-den hikâyeleri duyulmuş şey değildir. Bu tür şiir hikâyelerinden biri Nabi’nin “Sakın terk-i edeb-den kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mısraı ile baş-layan ve hac yolculuğunda yazdığı na’tı için an-latılır. Fakat genelde Divan şiirinde böyle bir ge-lenek yoktur. Bu gelenek halk şiirinde vardır. Hatta halk hikâyelerinin aralarını süsleyen man-zum parçacıklar vardır. Bu manzumeler ise ço-ğunlukla hikâyeleri yeknesaklıktan kurtarmak için söylenir.

Öte yandan Yavuz Sultan Selim gibi bir cihan pa-dişahının, otoriter bir sultanın, böyle gizli bir ha-diseyi yaşasa bile, hikâyesini başkasına anlatma-sı, âleme faş etmesi karakteriyle örtüşür görün-memektedir. Yavuz devrinde böyle bir hizmet gören güya Türkmen güzelinin okuma yazma bi-

liyor olması da ayrı mevzu…

Bu hikâye, olsa olsa şiirden yola çıkılarak –üste-lik son zamanlarda- uydurulmuş bir söylenceden ibarettir. Fakat her ne hikmetse özellikle son za-manlarda hiçbir kaynağı bulunmamasına rağmen gerçekmiş gibi anlatılmakta, yazılmakta böylece ilmi bir tahrifata yol açılmaktadır. Mamafih yuka-rıya aldığımız kıtayı Yavuz’un yazma ihtimali za-yıf olsa da şiire Yavuzca, Yavuz’a yakışır, Yavuz’u anlatan bir şaheser gözüyle bakmamızda mah-zur yoktur. Çünkü şiir tamamen Yavuz Sultan Selim’in tasviriyle doludur.

Şöyle deniyor beyitte: Kendini güçlü gösteren, adeta aslan kesilen düşmanlar benim kahredici kuvvetimin karşısında tir tir titrerken, kaderin cil-vesine bakın ki felek beni bir ahu gözlü güzelin aşkıyla perişan eyledi.

Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim Han cesur, kah-raman, adaletli, güçlü bir padişahtı ve düşmanla-rı ondan çekinir, vezirleri dahi yanlış bir iş yap-maktan korkardı. Nice fetihlerin ardından şir-pençe denilen bir tür çıban hastalığına tutulmuş-tu. Beyitte bu hadiseye telmihte bulunuluyor ve şir(ler)-pençe sözü iki değişik anlamda kullanıla-rak bir çeşit söz sanatı (tevriye) yapılıyor.

Gönül bu; ferman dinlemez elbette, en güçlüleri bile emri altına alabilir ve dermansız bırakabilir. Nitekim Yavuz gibi kudretli bir padişah dahi gön-lünü kaptırdığı bir güzelin yahut görünüşte küçü-cük bir çıbanın elinde zebun olabilir vesselam.

Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim Han cesur, kahraman, adaletli, güçlü bir padişahtı ve düşmanları ondan çekinir, vezirleri dahi yanlış bir iş yapmaktan korkardı. Nice fetihlerin ardından şir-pençe denilen bir tür çıban hastalığına tutulmuştu. Beyitte bu hadiseye telmihte bulunuluyor ve şir(ler)-pençe sözü iki değişik anlamda kullanılarak bir çeşit söz sanatı (tevriye) yapılıyor.

Page 56: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 54

edeniyet coğrafyamız içinde yer alışı 1073’le baş-layan Ankara, o ilk kavuşma dönemini hatırlatan İslam yapılarını asırlardır bağrında taşımaktadır. İç Kale’deki Alaaddin Camii ile Samanpazarı’ndaki Arslanhane (Ahi Şerafeddin) Camii bunların en önemlileridir.

Bilindiği gibi, İslam mimarisi Selçuklu ve Beylikler çağında Anadolu’nun orta ve iç batı kısımlarında kendine özgü ahşap cami tipini geliştirmiştir. Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız Afyon Ulu Camii (Anadolu Selçuklu) ve Beyşehir Eşrefoğlu Camii (Anadolu Beylikleri) bu tipteki yapılardandı. İşbu yazımızda dikkatlere arz edeceğimiz Arslanhane Camii ise, Anadolu Selçuklu dönemine ait ahşap camilerin en başarılı örneklerinden birisi kabul edilmektedir.

13. yüzyılın bu abidevi eseri, Ankara’nın mer-kez Altındağ ilçesinin Hisar (Samanpazarı) sem-tinde, Kılıçarslan (Arslanhane, Âhi Şerafeddin) Mahallesi’ndeki Atpazarı yokuşu üzerinde, Can Sokak’tadır.

Yapının Arslanhane Camii diye anılmasının se-bebi, bünyesi ve çevresindeki bazı unsurlarda Ankara’nın antik dönemine ait arslan heykelleri-nin bulunmasından ilhamla, halkın bu adı müna-sip görmesidir.

Cevat Akkanat

Arslanhane yahut

Ahî Şerafeddin Camii

Ankara’da İslam

mimarisinin öncü

şaheseri:

MM

Camilerimiz

Page 57: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 55

Onüçüncü asrın başlarından bugüne…

Caminin ahşap minberindeki bir kitabe yapı-nın, Selçuklu Sultanı Mes’ûd b. Keykâvus (II. Mes’ûd) zamanında ahî kardeşler (Hüsâmeddin ve Hasaneddin) tarafından 1290’da yaptırıldığı belirtilmekte ise de bu tarih, onarım yahut yeni-den yapımla ilgili görülmektedir. Caminin daha eski bir tarihte inşa edilmiş olabileceği düşüncesi-ni gündeme getiren delil ise, batı kapısındaki bir kitabedir. Semavi Eyice, bu kitabede, bazı araş-tırmacılar tarafından “Şerafeddin” şeklinde oku-nan “Seyfeddin” isminin kayıtlı olduğunu söyler. Bu şahsın Emîr Seyfeddin Çaşnigir olması ihtima-li üzerinde duran araştırmacı, binanın yapım tari-hini 13. yüzyıl başlarına kadar götürmenin müm-kün olabileceğini belirtir. Zira Gönül Öney de aynı kitabenin yazı üslubunu bu doğrultuda bir delil olarak sunmaktadır. Bu çerçevede araştır-macılar, aynı yüzyılın sonlarına doğru harap hale gelen caminin iki ahi kardeş tarafından tamir et-tirildiği, hatta mihrabının da bu dönemde yap-tırıldığı fikrindedir. Bu iki kardeş, caminin ya-nında türbesi bulunan ve esere adını veren Ahi Şerafeddin’in babası (Hüsâmeddin) ile amcasıdır (Hasaneddin).

Sade bir dış görünüm…

Arslanhane Camii’nin dış görünüşü ol-dukça sadedir. Caminin beden duvarla-rında moloz taş kullanılmıştır. Bunların arasında Roma ve Bizans dönemlerine ait işlenmiş pek çok devşirme unsura yer verilmiştir. Beden duvarlarının yanı sıra, minaresinin alt bölümlerinde ve ha-rimdeki ahşap sütun başlıklarında kul-lanılan devşirme unsurlar yapıda nispeten renkli bir görüntü oluşturmuştur. Bu renkliliğe rağmen, çağdaşı olduğu Selçuklu yapılarındaki munta-zam taş işçiliğiyle karşılaştırıldığında, Arslanhane Camii hayli gösterişsizdir.

Arslanhane Camii’nin doğu, batı ve kuzey cephe-lerinde olmak üzere üç kapısı vardır. Bunlardan kuzeyde olanı bir taç kapı hüviyeti taşımakta-dır. Kesme taştan yapılmış olan bu kapı, cami-nin esas girişi olması gerekirken, arazinin mey-linden dolayı, ahşap kadınlar mahfiline çıkmakta-dır. Orta aksa göre biraz doğu kenara kaydırılmış olan bu kapı, yanındaki minareyle bitişik vazi-yettedir. Beden duvarlarından bir çıkıntı görünü-münde olan bu taç kapı, gerek bu haliyle gerek-se kullanılan malzeme ve işçilik bakımından be-

den duvarlarıyla bir tezatlık oluşturur. Nitekim bu kapının kaidesinde zengin profilli yekpare antik taşlar kullanılmış olup, bünyesinde sade silmeler, mu-karnaslı kavsara, sütunceler, yan yüz-lerde nişler ve kare prizma sütunce başlıkları dikkat çekmektedir.

Doğu ve batı duvarlarında yer alan iki kapı ise harime açılmaktadır. Bunlardan doğu kapısı sonradan yapılan ilave kısımla eski halini kaybetmiş ise de, kimi izlerden bir revağın bulun-duğu anlaşılmaktadır. Batıdaki kapı ise, sivri ke-merli ve taş söveli olup, iç içe iki sade nişten iba-rettir. Kemer alınlığında üçgen bir çerçeve için-de firuze renkli farklı geometrik şekillerden olu-şan çini parçacıklarıyla süslenmiş bir bezeme gö-rülmektedir. Bu kapının sağında, duvara gömülü basit bir kitabe görülür. Nesih karakterli bir hat-la yazılmış olan bu kitabe, yukarıda da belirttiği-miz gibi, yapının 13. yüzyıl başlarıyla tarihlenme-sine vesile olmuştur.

Caminin sonraki yıllarda değiştirildiği düşünülen ahşap kapı kanatlarının ise kayda değer özellik-leri yoktur.

Arslanhane Camii mihrabı teknik ve işçilik bakımından mükemmeldir.

Page 58: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 56

İç güzelliği…

Arslanhane Camii dikdörtgen (21,50 m. x 25,00 m.) biçimindedir. Dıştan hay-li gösterişsiz olan cami, iç donanımı ile Selçuklu camilerinin en güzellerin-den birisidir. Caminin harimi, kıble du-varına dikey dört ahşap direk dizisi ile beş sahna ayrılmıştır. Orta sahn yanla-ra göre daha geniştir. Her sahnda altışar tane ol-mak üzere 24 adet yekpare direk üst örtüyü ta-şır. Bütün direklerin üzerindeki mermer başlık-lar, devşirme malzemedir. Bunlardan bir kısmı sade (Dor tipi) başlıklarken, bir kısmı da akan-tuslu (Korint tipi) başlıklardır. Başlıklar üzerinde uçları kavisli ağaç yastıklar ve bunların üzerinde de kalın dört köşeli ağaç kirişler bulunmaktadır. Yukarı doğru üç kademe halinde genişleyen, uç-ları kavisli traversler, orta sahnın tavanını yanla-ra göre daha da yükseltmektedir. Bütün tavan bo-yunca uzanan kirişlerin üzerinde 30 cm. aralıklar-la konmuş yuvarlak ağaçlar ve bunların üzerini tahtalar kaplamaktadır. Tahta yüzeylerin üzerleri ise aşı boyalı ince çıtalarla donatılmıştır. Caminin hariminde kuzey kısmın tamamını ikinci direğe kadar kaplayan kadınlar mahfili, mekânı ikinci kat halinde ayırmaktadır.

Kiremit kaplı kırma çatı ile örtülü ca-minin aydınlatılması için, kıble duva-rında altta iki, üstte dört, yan duvarlar-da ise üstte dörder, altta ikişer pencere bulunmaktadır.

Abidevi çini mozaikli mihrap…

Arslanhane Camii mihrabı, Selçuklu döneminin Anadolu’daki en özgün unsurlarından birisi kabul edilmektedir. Mukarnas nişli bu mih-rap, orta sahından geçen simetri ekseninden bi-raz doğuya doğru kaydırılmıştır. Çini mozaik ve alçı ile yapılmış olan mihrap, beden duvarların-dan çıkıntı oluşturarak tavan hizasına kadar yük-selir. Böylece, bütünüyle büyük bir pano meyda-na getirir.

Arslanhane Camii mihrabı teknik ve işçilik bakı-mından mükemmeldir. Bu mükemmelliği izah et-meye çalışalım:

Mihrabın en dışında 5 cm. genişliğinde ince bir bordür vardır. Bunu, kavisli olarak içeri doğru kıvrılan dekorsuz bir yüzey ve 18 cm. genişliğin-deki ikinci bordür izler. Bordürlerin ikisi de tama-men alçıdan yapılmıştır. Dış bordürlerden ikinci-si, birbirine geçmiş iki sıra rumi ve kıvrık dallar-la süslenmiştir.

Arslanhane Camii iç donanımı ile Selçuklu camilerinin en güzellerinden birisidir.

Page 59: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 57

Daha içerde, ince çubuklar halinde kesilerek mo-zaik çini tekniğinde işlenmiş 25 cm. genişliğinde, mavi renkli çinilerden geometrik geçmeli üçün-cü bordür vardır. Üçüncü bordürü takiben içe-ri doğru daha da daralmış olan dördüncü bordür alçıdan yapılmış olup bitki motiflerinin süslediği zemin içinde, kitabeler yazılmıştır. Beşinci bor-dür gene firuze renkli çinilerden geçmeler halin-de işlenmiştir.

Caminin mukarnaslı mihrap nişi mozaik tekniğin-de çinilerle kaplanmıştır. Burada yıldız, üçgen, kare ve daire şeklinde çini mozaik parçaları bir araya gelerek, geometrik kompozisyonlar oluş-turmuştur. Nişin iki köşesinde alçıdan yapılmış iki sütunce bulunur. Bunların üzerinde vazo şek-linde başlıklar vardır. Başlıkların üzerinde ise ni-şin üç kenarını, patlıcan moru ve firuze çini mo-zayikten bir kitabe şeridi dolaşır.

Mihrap nişinin köşe dolguları beşinci bordüre ka-dar büyük bir pano meydana getirmekte ve nişin bittiği kısımda başka bir bordür tarafından kesi-lerek üstte dikdörtgen bir pano (alınlık) oluştur-maktadır. Kıvrık dal ve yaprakların doldurduğu niş köşe dolgularının üzerindeki alınlıkta, iç içe girerek gometrik bir ağ oluşturan firuze ve pat-lıcan moru çini mozayikle işlenmiş al-tıgen ve yıldız şekillerin içleri alçı ka-bartmadır. Bu alınlığın ortasında bom-beli büyük bir alçı rozet (kabara) yer al-maktadır. Kenarları gene mozaik tekni-ğinde çinilerden zikzaklı, bombeli kıs-mı da yaprak ve kıvrık dallarla ajur-lu kabartma olarak işlenmiş olan ro-zet, mihrabın güzelliğini daha da artır-maktadır.

Mihrabı taçlandıran tepelik de alçıdan olup, soyut ejder motifine benzer şekil-lerle bezenmiştir. Şekillerin etrafındaki alçı kabartmalarda rumiler ve gerçekçi şakayık motifleri dikkat çekmektedir.

Muhteşem minber…

Caminin ceviz ağacından yapılmış minberi de muhteşem bir güzelliktedir. Öyle ki ağaç oyma-cılığı bakımından devrinin en başarılı örnekle-rinden kabul edilmektedir. Şöyle ki, bu minberin kapısı, tacı, iki yan aynalıkları ve korkulukları za-rif oymalarla bezenmiştir.

Minberin yan aynalıkları ve şerefe altı, kündekârinin başarılı bir örneğini teşkil eder.

Yan aynalıklar çokgen, yıldız, bakla-va şekilleri oluşturan geometrik ağın içinde yer alan rumi bezemeli kabart-malarla doldurulmuştur. Geometrik ağ ve rumili iç dolgular kündekâri tekni-ğindeki gibi geçme değildir. Birbiriyle birleşerek yan satıhları oluşturan ah-şap panolarda görülen rumili kısımlar kabartma oymalı kabaralar gibi işlen-dikten sonra, aralarına geçme intibaını veren çıtalar takılmıştır. Minber korku-luğu çatma tekniği ile geometrik bir ka-fes oluşturmuştur. Gerek merdiven ve

gerek hutbe mahallinin altı iki sıralı bordürlerle panolara ayrılmaktadır. Minberin en altındaki bir sıra kemerin iç yüzeyi arabesklerle süslenmiştir. Minberin giriş kapısı çok küçük ve dilimli kemer-lidir. Kapının köşelerinde içleri balık pulu motif-leri ile süslü iki sütunçe bulunmaktadır.

Minberin aynalık tablası üzerindeki kitabesinde yer alan 1289-90 tarihi, daha önce de belirttiği-miz gibi, caminin onarım yahut yeniden inşa yı-lını göstermekte olup şu satırları ihtiva etmekte-dir, mealen:

Caminin minberi, ağaç oymacılığı bakımından devrinin en başarılı örneklerinden kabul edilmektedir.

Page 60: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 58

“Din ve dünyanın yardımcısı Keykavus oğlu Sultan Ebu’l feth Mesud’un sultanlığını, cüm-le mahlukatı doğru yola sevk eden Allah ebedi kılsın, saltanatın zamanında fütüvvet ve mürüv-vet sahiplerinden iki kardeş Allah’ın rızasını dile-mek için bu mübarek camiyi 689 (1289-1290) yı-lında yaptılar. Allah her ikisinin ömürlerini uzun etsin ve hasenatlarını kabul buyursun, günahları-nı bağışlasın.”

Minberde, biri minber korkuluğunun ortasındaki gergide, diğeri minber korkuluğunun diğer tara-fında olmak üzere iki yazıt daha vardır. Bunların birisinde “Allah’ın affediciliği” zikredilirken, diğe-rinde minberin Mehmed b. Ebû Bekir adında bir neccâr tarafından yapılmış olduğu kayıtlıdır.

Ve minare…

Arslanhane Camii’nin minaresi caminin kuzeyde-ki taç kapısına bitişik vaziyette, kapının doğu ya-nındadır. Bu minare taştan kare planlı bir kaide üstüne oturmaktadır. Kaidesinde Roma ve Bizans devirlerinden kalma mermer devşirme unsurlar kullanıldığı görülmektedir. Hayli yüksek olan ka-ideden pabuca geçişi sağlayan kürsüde kareden silindirik gövdeye üçgen satıhlarla geçilmektedir. Minarenin pabuç kısmı sekizgen planlı olup tuğ-ladan yapılmıştır. Bu kısımda dikdörtgen silme-lerle çevrelenen sivri kemerli sağır nişler süs un-suru olarak kullanılmıştır. Bunların üzerleri yer yer konulmuş gök mavisi ve lacivert çinilerle süs-lenmiştir. Benzeri çinilere minarenin üst kısımla-rında da rastlanır.

Minare pabuç kısmından sonra tuğlayla örülmüş silindirik bir gövdeyle yükselmektedir. Tek şere-fesi bulunan bu minarenin üst bölümlerinde sade bir bordür bütün kenarları dolaşmaktadır.

Minarenin şerefe altı kısmı oldukça dikkat çekici-dir. Bu bölümde kalın silindirik gövde dışa doğ-ru hafifçe genişleyip küçük köşeler oluşturur. Şerefe korkuluklarına doğru bu genişleme arta-rak sürer. Böylece en üstteki korkuluk sekizgen hale gelmektedir. Tuğla korkulukların üstünde yükselen petek, alt gövdeden daha ince bir silin-dir şeklindedir. Minare konik bir külahla tamam-lanmaktadır.

Bu kısmı bitirirken, Arslanhane Camii’nin yanı başında bir hazire ile Ahi Şerafeddin Türbesi’nin bulunduğunu belirtelim.

Onarımları hakkında…

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Arslanhane Camii 1331, 1694, 1704, 1876 yıllarında onarımlar gör-müştür. Yapı, Cumhuriyet döneminde de birkaç kez onarılmıştır. Arslanhane Camii’nin bulundu-ğu bölge 1972 yılında sit alanı ilan edilmiş, böy-lece yapı koruma altına alınmıştır. Bu çerçeve-de, 1999’da yapılmaya başlayan uygulamalar-la Arslanhane Camii ve çevresi yeniden düzen-lenmiştir.

Sonuç…

Arslanhane (Ahi Şerafeddin) Camii, evet, bir Selçuklu şaheseri olarak Ankara’nın ilk İslami dö-neminden bugüne asli karakterini ve kıymetli un-surlarını koruyarak gelmektedir. Bu anlamda, eş-siz bir kimliğin alamet-i farikası mahiyetindedir. Ankara mevcudiyetindeki bu kutsi yapıyla mu-hakkak iftihar etmektedir.

Page 61: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Portre

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 59

Ali Kemal SaranAli Şükrü Sula

Aynı rahle-i tedristen geçen iki Kur‘an âşığı

10 Aralık 2010 Cuma günü basın yayın organlarından elim bir haber duyduk. Haber, Karadeniz’in yetiştir-diği özü sözü bir, inandığı gibi yaşayan âlim bir zat;

Ali Kemal Saran Hoca ile ilgiliydi. Ali Kemal Hoca İstanbul’da bir trafik kazasında vefat etmişti. Aynı kuşaktan, kendisiyle aynı rahle-i tedristen geçmiş, merhum Hasan Rahmi Yavuz Hocadan ders almış olan Şükrü Sula Hoca’nın vefat haberini alalı daha kaç gün olmuştu ki… “İnna lillâh ve inna ileyhi raciûn” derken, Ali Kemal Saran Hoca’nın hayatını düşünmeye başladık:

Kendisini din hizmetine adamış, yoğun geçen çalışma hayatı-nın ardından gelen emekliliği daha fazla hizmet etmek için fır-sat olarak görmüş bir gönül adamı, hizmet adamı…

Ali Kemal Saran, 8 yaşında bir yandan köyünden ilçe merkezi-nin üstündeki ilkokula 11 kilometrelik bir yol aşıp giderken bir yandan da Çaykara eski Müftüsü Yusuf Bilgin’den hafızlık ders-leri alır. 11 yaşında hafızlığını tamamlar, arkasından ilim tahsi-line devam eder.

1957 yılında müftülük imtihanını kazanarak Konya’nın Cihanbeyli ilçesinde göreve başlar. Çankırı’nın Orta ilçesi, Kastamonu’nun Çatalzeytin ilçesi, Erzurum’un Horasan ilçe-si ve Trabzon’un Arsin ilçesinde müftülük yapar. 1982 yılında emekli oluşundan önceki son görev yeri, şimdi il olan Bartın Müftülüğüdür.

Artık torunlarıyla, çocuklarıyla geçireceği rahat ve huzurlu dinlenme günleri değildir elbette niyetindeki ve hayalinde-

Ali Kemal SaranAli Şükrü Sula

İki gün arayla Rahmet-i Rahman’a kavuşan bu iki Kur’an aşığının eski dost olmalarının yanısıra pek çok ortak yönleri de vardı. Bunlardan belki de en önemlisi, bitmek tükenmek bilmeyen hizmet aşklarıydı. Ali Kemal Saran Hocaefendi, 8 Aralık günü vefat eden dostunun ardından yazdığı yazının gazetede yayınlandığını göremeden 10 Aralık’ta vefat etti.

Elif Arslan

Page 62: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 60

ki emeklilik günleri. Çünkü bir din adamı için emekliliğin söz konusu olamayaca-ğı inancındadır ve bu sorumluluk duygu-suyla birçok din hiz-metine önayak olur. Sosyal içerikli hizmet-lerinin yanı sıra bir-

çok gazetede dinî içerikli yazılar yazan Ali Kemal Saran Hoca’nın bir telif, üç tercü-me, bir de şiir kitabı vardır. “Omuzumda Hemençe: Cumhuriyet Devrinde Bir Medrese Talebesinin Hatıraları” isimli ha-tıra kitabı bir otobiyografi olmasının yanı sıra, halk kültürümüz açısından da çok kıymetli bir eserdir. Vefatından önce yaz-dığı son kitap budur Ali Kemal Saran Hoca’nın. Vefatından önce yazdığı son yazı ise yazımızın ilk satırlarına ve bizde-ki hayret duygusuna sebep olan, kadim dostu Şükrü Sula Hoca’nın vefatı üzeri-ne bir gazetedeki köşesinde yayınlanmak üzere yazdığı yazıdır.

O yazısında Şükrü Sula Hoca Efendiyi hem hemşerisi, hem dostu, hem akranı, hem de meslektaşı olarak anlatır.

1933 yılında Çaykara’da doğan Ali Şükrü Sula’nın ilk hocası, babası Cafer Efendi olur. Babasından sonra da Hacı Hasan Rahmi Yavuz’dan dinî ilimleri tahsil eder. İcazetini aldığı 1953’ten sonra Türkiye’nin çeşitli ilçelerinde vaizlik ve müftülük görevlerinde bulunur. Dostu, hemşeri-si, ders arkadaşı Ali Kemal Saran Hoca Efendi, onun vefatı üzerine yazdığı ya-zıda merhumun hizmet aşkına vurgu ya-par. Onu tanıdığı kadarıyla ve başka tanı-yanların şahitliğine göre hiç boş yere gez-mediğini, her zaman Allah’ın rızasını ka-zandıracak hayırlar peşinde koştuğunu, her zaman kafasında bir hayır düşünce-si olduğunu ifade eder. Şükrü Sula Hoca Efendi de kendisi gibi yıllarca Diyanet ca-miasında görev yapmış, son görev yeri olan Turgutlu Müftülüğünden emekli-ye ayrılmıştır. Ancak emeklilik onun için de dinlenme zamanı değil, daha şevk-le ve daha çok hizmet etmek için bir fır-

sattır. Ali Kemal Saran Hoca yazısında onun bu yönüne vurgu yapar ve der ki: “Zeytinburnu, Bakırköy ve çevre ilçele-rinde yapılan hiç bir cami, imam hatip li-sesi, yurt ve benzeri hayır kurumları yok-tur ki, onlara fiili veya manevi katkılarda bulunduğu gibi, yaz tatillerinde memle-ketimiz olan Çaykara’daki din eğitimi hiz-metlerine de yetişirdi… Şükrü Sula Hoca Efendi görünenlerin dışında, sessiz ve de-rinden hizmet eden bir kişilikti.”

Ali Kemal Saran Hoca, dostu Şükrü Sula Hoca’ya son görevini yaptıktan; cenaze-sine katıldıktan sonra gazeteye gönder-mek üzere, “Geçen Çarşamba günü bek-lenmedik elim bir trafik kazası sonucu aramızdan ayrılan Ali Şükrü Sula, pek az insana nasip olabilecek bir özgeçmişe sa-hipti. O, ölüm meleği Azrail (a.s.)’in âdeta üstlenemediği bir tecelli ile yürüyerek ca-miye giderken bir başka zahiri sebeple, bir minibüsün kendisine çarpması sonu-cu ölüm şerbetini içti.” sözleriyle başla-yan yazısını yazar. Ancak bu yazının ya-yınlandığını görmek kendisine nasip ol-mayacaktır. Çünkü Trabzon’da başlattığı Sultan Murat Külliyesi inşasıyla ilgili mad-di destek bulmak için geldiği İstanbul’da dostunun cenazesine de katıldıktan son-ra yine hayır işleri için koştururken bir aracın çarpması sonucu vefat eder. Tarih 10 Aralık 2010’dur. 11 Aralık 2010’da ise artık beka âleminde olan Ali Kemal Saran Hoca’nın gazetedeki köşesinde son yazısı yayımlanır: “Şükrü Sula Hocanın Ardından.” Bu yazıda kendisi, maksadı-nın merhumu abartılı övmek olmadığını, Hz. Peygamberimiz’in, “Ölülerinizi hayır-la yâd edin” buyruğuna uymak ve kendi-siyle aynı duyguları paylaşanların duygu-larına tercüman olmak olduğunu belirtir. Biz de aynı duygu ve düşüncelerle hoca-larımızı yâd ediyor ve uzun yıllar hizmet verdikleri Diyanet İşleri Başkanlığı olarak kendilerine olan vefa borcumuzu ifade etmek ve sevgili Peygamberimiz’in tavsi-yesini yerine getirmek istedik.

Mevlâ her ikisine de rahmet eylesin ve on-lar gibi gönül adamlarını, hizmet adamla-rını eksik etmesin aramızdan…

Ali Kemal Saran Hoca’nın vefatından önce yazdığı son yazısı kadim dostu Şükrü Sula Hoca’nın vefatı üzerine bir gazetedeki köşesinde yayınlanmak üzere yazdığı yazıdır.

Page 63: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

Portre

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 61

Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖcalUludağ Üniv. İlahiyat Fak.

Hafız-Kurra Harun Soydaş Hoca Efendi‘nin ardından

Kur‘an‘a adanan bir ömür

* Ümmetimin ibadetinin en faziletlisi Kur’an oku-maktır.

* Evlerinizi namazla ve Kur’an okumayla nurlan-dırınız.

* Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğre-tendir.

* İbn Abbas’tan, Rasulüllah’ın şöyle dediğini duy-duğu rivayet edilmiştir: “İnsanların ve yeryüzün-de yürüyenlerin en hayırlısı Allah’ın kitabını öğ-retenlerdir. Çünkü onlar, eskidikçe dini yeni-lerler. Onlara veriniz ve onlarla çekişmeyiniz. Öğretici çocuğa; “Bismillâhirrahmânirrahîm de!” deyip de çocuk onu söylediği zaman, Allah ço-cuk için bir, öğretici için bir ve ebeveyni için de cehennemden bir kurtuluş yazar.”

Kur’an-ı Kerim’i okuma ve okutmanın fazilet-lerini anlatan bu hadisler, Cumhuriyet dönemi-nin meşhur kurralarından Ömer Aköz merhum tarafından, 16 Rebiülevvel, sene 1371/1951’de Harun Soydaş Hoca Efendi’ye verilen ‘Kurralık İcazetnamesi’nden aktarılmıştır. Harun Soydaş Hoca Efendi de 86 yıllık ömrünü, hadislerin anla-mına uygun olarak önce Kur’an öğrenmek sonra da onu öğretmekle tamamlamıştır.

Kur’an hizmeti ile dolu bir hayat

Bursa’ya gelip yerleştiğim 1976 yılından iti-baren Harun Hoca Efendi ile aynı mahallede, Emirsultan mahallesinde ikamet ettik. Emirsultan

Camii’ndeki görevinin son iki yılında burada, 5 yıl boyunca da zaman zaman gittiğim Ulu Camide kendisine tabi olarak namaz kılmak nasip oldu. Harun Hoca Cumhuriyet döneminde yetişmiş kı-raati mükemmel az sayıdaki kurralarımızdan biri idi. Kendisi, yıllar önce videokasetlerine okudu-ğu hatm-i şerifini son yıllarda CD’ye aktartmış-tı. Biraz titrekçe diyebileceğimiz sesiyle okudu-ğu Kur’an’ı can kulağıyla dinleyenlerin yüreği ür-perirdi.

Kendisini en son, Kurban Bayramı’nın ikinci gününde (17 Kasım 2010 Çarşamba) Prof. Dr. Ahmet Lütfi Kazancı Bey’le evinde ziyaret ettiği-mizde ameliyat geçirdiği hastaneden yeni çıkmış olduğunu öğrenmiştik. O hâliyle bizi ayakta kar-şılamış ve yine ayakta kapıya kadar uğurlamıştı. Bir müddet sonra tekrar hastaneye yatmak mec-buriyetinde kalmıştı. Onu hastanede en son ziya-ret edenlerden biri de asistanlık döneminde ken-disinden bir süre Aşere ve Takrip kursları alan Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi (emekli) Kur’an-ı Kerim Öğretim Üyelerinden Yrd. Doç Dr. Mustafa Öztürk olmuştur. Hastane odasın-da vefat etmek üzere olduğunu anlayan Mustafa Öztürk kendisine Yasin okuyarak veda etmiştir. 2 Aralık 2010 Perşembe gününün ilk saatlerinde Harun Hoca Efendi 1924 olan asıl doğum tarihi-ne göre 86 (nüfus cüzdanındaki 1928’e göre 82) yıllık ömrünü tamamlayarak rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur.

Page 64: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 62

Cenazesi vefat ettiği günün ikindi vaktinde, 28 yıl boyunca İmam ve Hatiplik görevi ifa ettiği Emirsultan Camii’ne getirilmiştir. Cenaze na-mazını aynı camide 16 yıl birlik-te imam hatiplik yaptığı arkada-şı Münir Cengiz Hoca Efendi kıl-dırmıştır. Bursa İl Müftüsü Mahmut Gündüz ve ilçe müftüleri, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı ile binlerce seve-ni, Kur’an öğreterek yetiştirdiği ta-lebeleri tarafından kılınan cenaze namazından sonra Düzce’ye götü-rülmüştür. 3 Aralık Cuma günü ise eski adıyla Abzah Mehmet Efendi, şimdi adı Duraklar olan köyün-de babasının yanına defnedilmiş-tir. Vefatı, Bursa’da olduğu gibi Düzce ve bütün Türkiye’de, hatta yurt dışında olup da kendisi-ni tanıyanları hüzünlendirmiştir. Arkasından ta-lebeleri ve sevenleri tarafından yüzlerce Hatim, binlerce Yasin, Tebareke ve Fatiha okunmanın yanında sınırsız sayıda dua ile ebedi âleme yol-cu edilmiştir. Kabrinin cennet bahçelerinden bir bahçe, ebedi istirahatgâhının cennet olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.

Köy imamından başlayan Kur’an öğrenimi-nin kurralıkla taçlanması

Köylerinde okul olmaması dolayısıyla normal ya-şında ilkokul öğrenimine başlayamayan Harun Hoca Efendi Kur’an öğrenmeye başlamıştır. İlk Kur’an hocası, kendi köylerinin imamıdır. Sonra kendi köylerine yakın Kızılcık köyünde bulunan ve daha sonra Çiftlik köyüne geçen ehl-i Kur’an ve ehl-i ilim Mahmut Ezan’dan Tecvit, Talim ve İlmihal dersleri almıştır. Aynı zamanda hafızlık yapmaya başlamış ve 13 yaşında hafız olmuştur.

Harun Soydaş Hoca Efendi’nin Hocası Mahmut Efendi, ileri görüşlü ve muhterem bir zattır. Hafız olarak yetiştirdiği öğrencisi Harun’un babasını ikna eder ve onu 1941 yılında İstanbul’a götürür-ler. Orada Nur-u Osmaniye Camii İmam ve Hatibi Hafız Hasan Akkuş Hoca Efendi’ye teslim eder-ler. Bu kıymetli Hoca Efendi’den yeniden tec-vit dersleri alarak ‘talim’ yapar. Artık çalışmaları belli bir yeterlik seviyesine ulaşan Harun Soydaş için Nur-u Osmaniye Camiinde yapılan ‘Tashih-i Huruf Cemiyeti’ (tören)nin sonunda Hasan Hoca kendisine;

“Oğlum Harun, benim sana ‘Aşere ve Takrip oku-tacak zamanım yok. Görüyorsun talebe de çok kalabalık. Ben seni Fatih Camii Baş İmamı Hoca Ömer Efendiye götüreceğim. O beni kırmaz. Kendisi çok ehil ve feyizli bir zattır.” der. Sonra birlikte Fatih Camii’ne giderler.

Rahmetli Ömer Aköz Hoca Efendi Harun’u ta-lebeliğe kabul eder. Kendisinden önce “Kıraat-ı ‘Aşere” okur, sonra Takrib’ini tamamlar. Bursa’ya gelerek Emirsultan Camii’nde İmam ve Hatiplik ve ayrıca aynı camide Kur’an Hocalığı yapmaya başlar. Bu görevi devam ederken 1371/1951 se-nesinde İstanbul Fatih Camiinde Harun Soydaş için “İcaze Cemiyeti” düzenlenir. Bu cemiyet, dö-nemin kurraları huzurunda imtihan vermesi an-lamına gelmektedir. Başarı ile tamamlanan ce-miyet sonunda Hocası Ömer Aköz Efendi Harun Hocaya kendi el yazısı ile bir ‘İcazetname’ yazar. Yazımızın başında yaptığımız alıntı o icazetna-medendir.

Kur’an öğreniminde yaşanan zorluklar

Kendisi ile yaptığımız bir söyleşide, 1930’lu, 1940’lı yıllarda Kur’an ve din eğitimi öğrenimi ko-nusundaki yaşanan zorluklarla ilgili bir sorumuza karşılık şöyle bir olay anlatmıştı:

Sene 1939 veya 1940 idi. Düzce’nin Çiftlik Köyünde hafızlık yapıyordum. Hocamız Mahmut Hoca Efendi camide bize Kur’an okuturken bir gün jan-darmalar baskın yaptı. Hocamızı yakalayıp elleri-ni kelepçelediler ve ite kaka hakaretler yağdıra-rak ifadesi alınmak üzere Beyköy Nahiyesindeki / Beldesindeki Jandarma Karakoluna götürdüler.

Hocaları ve dönemin meşhur hâfız ve bestekârlarından bazıları: Hâfız Hasan Akkuş Hocaefendi (sol başta sakallı, kravatlı), Hâfız Ömer Aköz Hocaefendi (önde, beyaz sakallı ve açık renk paltolu), Hâfız ve bestekâr Sadettin Kaynak (Ömer Aköz’ün ya-nında, kravatsız), Ali Rıza Sağman (en arka ve üstte gözüken).

Page 65: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

SAYI: 241 | OCAK 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 63

Hocamız Çerkez asıllı idi. Ben de Çerkezim. O bunu biliyordu. Jandarmalar hocamızı alıp götürmeden bir fırsatını bulup Çerkezce ola-rak benden; “Durumu Düzce Müftüsü Kürtzade Mehmet Efendi’ye bildirmemi” istedi. Ben de hemen Düzce’ye gittim, Müftü Efendi’ye habe-ri ulaştırdım.

Müftü Efendi Daru’l-Fünun İlahiyat Fakültesi me-zunu idi. İlmi, idari ve siyasi ağırlığı olan bir kişiy-di. Düzce’nin siyasilerinin ve idarecilerinin ken-disinden çekindiği otoriter bir yapısı vardı. Hatta Atatürk ve İsmet İnönü ile doğrudan görüşebi-len birisiydi.

Müftü Efendi, haberi alır almaz hemen jandar-ma komutanlığına gitmiş. Kendisini izzet ü ikbal ile karşılamışlar, kahve ikramında bulunmuşlar. Oturup sohbet ederlerken jandarmalar Mahmut Hocamızı içeri getirmişler. Jandarma komutanın-dan önce Müftü Efendi davranmış ve sanki olay-dan hiç haberi yokmuş gibi hayret ifade eden bir ses tonu ile:

“- Hayrola Hoca Efendi, geçmiş olsun, bu ne hal-dir? Hırsızlık mı yaptın? Yoksa adam mı öldürdün? Böyle yaka paça ne işin var burada?” diye sorar. Hocamız üzgün bir halde:

“Efendim, camide çocuklara namaz dualarını öğ-retiyordum, yakalayıp, getirdiler.”

Bunun üzerine Müftü Efendi Karakol Komutanı Yüzbaşıya dönerek:

“Bu ne iştir Yüzbaşı? Biz Müslüman değil mi-yiz? Bu çocuklara namazı kim öğretecek?” diye hafif yollu çıkışmış. Bunun üzerine Yüzbaşı, Karakolun tuttuğu ifade tutanağını getirtip okut-muş. Meğer tutanakta: ‘Arapça okuturken suçüs-tü yakaladık.’ diye yazılmış.

Müftü Efendi, Mahmut Hocaya sorar:

“Sen Arapça biliyor musun Hoca Efendi?”

“Hayır efendim, ben Arapça bilmem. Sadece Kur’an okumasını bilirim.”

Bu cevap üzerine Müftü ile Yüzbaşı göz göze ge-lirler. Kısa bir sükûttan sonra Müftü Yüzbaşıya:

“Kendisi Arapça bilmeyen birisi nasıl Arapça oku-tur komutan?” diye sorar. Tabii Yüzbaşının vere-ceği cevap olmadığı için hocamızı serbest bırak-mışlar.

İmamet hizmetine başlaması ve ilk maaşı

Bir sohbet esnasında kendisine yönelttiğimiz bir soru üzerine Harun Hoca merhum, imamlı-

ğa başladığında 50 lira maaş aldığını ifade etmiş-ti. Sadece Diyanet İşleri Başkanı ile Müftülerin maaşlarını devletin ödediği o dönemde Harun Soydaş ve kendisi gibi imam olanların maaşlarını Evkaf (Vakıflar) Müdürlüğü vermektedir. Üstelik akranı sayılabilecek memurlara göre çok dü-şük seviyede maaş… Çünkü o dönemde sadece Diyanet İşleri Başkanı ve Müftüler memur sayıl-maktadır ve emeklilik hakları vardır. Memur sa-yılmayan imam hatiplerin emeklilik hakları da yoktur. 1965 yılında çıkan 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Personel Kanunu ile imam hatipler de memur sayılır ve ondan sonra emeklilik hakları-na kavuşurlar.

İmam-hatiplik dışındaki bazı hizmetleri

Harun Soydaş Hoca Efendi, imam hatiplik ve Kur’an öğretimi görevi dışında fahri görevler de yürütmüştür. Mesela 1951’de Bursa’da bir grup arkadaşıyla ‘Kur’an-ı Kerim Öğretimini Koruma Derneği’ni kurarak İsmail Hakkı Dergâhını Kur’an Kursuna tahsis ettirmişlerdir. Buradan yetişen ve hıfzını tamamlayan talebeleri -o yıllarda Bursa’da İmam-Hatip Okulu açılmadığı için- önce İzmir, daha sonra da İstanbul İmam-Hatip Okuluna göndererek oralarda tahsil yapmalarına yardım-cı olmuşlardır.

Ulu Cami İmam Hatipliği

Harun Hoca Efendi Emirsultan Camii’nde 28 sene İmam ve Hatip olarak görev yapar. 1978 yılında, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın emri üzerine Bursa Müftüsü Fazlı Can tarafından Ulu Cami Baş İmamı olarak gö-revlendirilir. Harun Hoca 5 yıl da burada gö-rev yaptıktan sonra 1 Mart 1983 tarihinde emekli olur. Emekliliği üzerine, kendisine Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç imzasıyla bir “teşek-kür” yazısı gönderilir. Kendisi bu teşekkür yazısı-nı “büyük bir incelik” olarak değerlendirecektir.

Emeklilik sonrasındaki hizmetleri

Bilindiği gibi, dini ve ilmi hizmetlerde bulunan insanlar her ne kadar resmen emekli olsa da, fii-len emekli olamazlar. Harun Hoca Efendi de bu kural gereği resmen emekli olmakla birlikte ve-fat ettiği günlere kadar Kur’an öğretimine devam etmiştir. Resmi emekliliğinin hemen akabinde bir süre Antalya’daki Diyanet Eğitim Merkezinde kursiyer Kur’an Kursu hocalarına Ta’lîm-i Kur’an, Mehâric-i Hurûf ve Sıfat-ı Hurûf dersi vermiştir. Ayrıca, İmam-Hatip Lisesi öğrencilerini mesleğe hazırlama kurslarında görev yapmıştır. Zaman za-

Page 66: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | OCAK 2011 | SAYI: 241 64

man Avrupa’ya git-miş orada hizmet yapmıştır. Son yıl-larda Kestel Kur’an Kursunda, Mantıcı Kur’an Kursunda dersler vermiştir. Ayrıca kendi evin-de de kız öğrencile-re Kur’an dersi ver-mekle ömrünü ta-mamlamıştır.

Yetiştirdiği ilk ve tek bayan kurra

Harun Hoca Efendi bir sohbetimiz es-nasında; Emirsultan Camii İmam Hatipliği döneminde Sevgül Koca isimli kız öğ-rencisinin, 1979 yılı-nın son günlerinde hafızlığa başlayıp, 1982 yılının ilk günlerinde hıf-zını tamamladığını ve ayrıca ‘kurralık’ payesine eriştiğini anlatmıştı. Harun Hoca, öğrencisinin ce-miyetini bizzat kendisinin düzenlediğini de ek-lemişti. Cemiyete, kendisine ‘Reisü’l-Kurra’ sıfatı verilen ve Gönenli Mehmet Efendi olarak bilinen Mehmet Öğütçü Hoca Efendi ile Diyanet İşleri Başkanlığı Mushafları Tetkik Hey’eti Başkanı Fikri Aksoy Hoca efendi de katılmış. Sevgül Hocahanım’ın dışında kadınlardan kurralığa ce-saret eden olmamış. Erkeklerden ise, zaman za-man heveslenip kurralık payesine ulaşabilmek için kendisinden ders almaya başlayanlar olmuş fakat onlardan da hiçbiri sabredip sonuna kadar tahammül edememişler.

Talebelerinden tek beklentisi dua

Harun Soydaş Hoca Efendi merhum ile yaptığı-mız görüşmelerden birinde; ‘bunca yıllık emek ve hizmetin sonunda neler hissettiğini, neler düşün-düğünü, neler beklediğini’ sorduğumuzda şöyle cevap vermişti:

“Yüce Rabbim bana böylesine kutsî görevler na-sip etti. O’na sonsuz şükürler olsun. Yetiştirdiğim hafız talebeler arasından Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına kadar yükselenler oldu. Diyanet İşleri Başkanlığında müfettişlik ve müftülük göre-vi yapanlar var. Ben onların hepsiyle iftihar edi-yorum. Benim onlardan tek isteğim var; dualarını eksik etmesinler.”

Harun Soydaş Hoca Efendi kimdir?

1924’te Ordu ili Koçboynuzu köyünde doğdu. 1925 yılında ailece Düzce’ye yerleştiler. Kur’an okumayı Düzce’deki köyleri olan Abzah Mehmet Efendi (Duraklar) Köyünün İmamından öğren-di. Kızılcık ve Çiftlik Köylerinde imamlık yapan Mahmut Ezan isimli Hocada hıfzını tamamla-dı ve 13 yaşında hafız oldu. 1941’de İstanbul’da Hasan Akkuş’tan tecvit dersleri alarak Kur’an tali-mi yaptı. Ömer Aköz’den Aşere ve Takrip okudu ve 1951’de ‘Kurralık İcazetnamesi’ aldı. Bir süre İstanbul’da Yeşildirek Surûri Dâye Hatun Camii müezzinliği görevinde bulundu. 1947-1948’de Denizli’de Kur’an Kursu Hocalığı yaptı. 1948-1950 arasında askerlik görevini ifa etti. 1951 yılında Bursa Setbaşı İlkokulundan (dışarıdan) İlkokul diploması aldı. 1951-1965 arasında Bursa Emirsultan Camii İmam ve Hatipliği görevi ile bir-likte Kur’an Kursu Hocalığı da yaptı. 1965-1978 arasında Emirsultan Camiinde (yalnızca) İmamet ve Hatiplik görevini sürdürdü. 1978-1983 arasın-da Bursa Ulu Cami İmam ve Hatipliği görevinde bulundu. 1 Mart 1983’te emekli oldu. Emeklilikten sonra (1983’te) DİB’nın Antalya Eğitim merkezin-de bir süre Kur’an Kursu Öğreticilerine Talim-i Kur’an, Maharic-i Huruf ve Sıfat-ı Huruf dersle-ri verdi. Bursa ili dâhilinde zaman zaman açı-lan mesleki eğitim kurslarında din görevlilerine “Kıraat” dersi verdi. Vefatına yakın günlere kadar kurslar vererek hizmete devam etti. 2 Aralık 2010 Perşembe günü rahmet-i Rahman’a kavuştu.

Harun Soydaş Hoca Efendi, hocalarından Hasan Akkuş, hoca arkadaşları ve yetiştirdiği hafız talebeleriy-le (1953). Soldan sağa (ön sıra):?…, Hasan Akkuş (Hocası), Harun Soydaş, Yakub Cenkçiler (sonradan Bursa Müftüsü oldu), Hüseyin Ayşim, İhsan Özen, Mahmut Aydın. Orta sıra: Sami Uslu, Orhan Baykal, Mustafa Ergül, Ali Osman Sönmez, Mustafa Akman, Mehmet Ay, Recep Küçükçavuş, Hasan Atlı. Arka sıra: ?......., Erdoğdu Ebeoğlu, Abdurrahman Kaya, Seyfettin Baykal, Orhan Canbulat, ?… ?…, Mehmet Kahraman, Nevzat Çakmak, Münif Töre.

Page 67: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011
Page 68: Diyanet Aylik Dergi Ocak 2011