din •dinin kaynağı tÜrk İslam r •tasavvufun kaynağı din ve...

199
İÇİNDEKİLER • Din Dinin Kaynağı Din ve Edebiyat Tasavvufun Kaynağı Tasavvuf ve Edebiyat HEDEFLER • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İnsanların neden tanrıya inandıklarını kavrayabilecek, • Din ile edebiyat ilişkisini anlayabilecek, •Tasavvufun çıkış ve gelişim sürecini öğrenebilecek, •Tasavvuf ile edebiyat ilişkisini kavrayabileceksiniz. ÜNİTE 1 DİN, TASAVVUF VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ TÜRK İSLAM EDEBİYATI ÜNİTE 1 Prof. Dr. Süleyman ÇALDAK

Upload: others

Post on 11-Oct-2019

24 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

İÇİN

DEK

İLER

• Din

• Dinin Kaynağı

• Din ve Edebiyat

• Tasavvufun Kaynağı

• Tasavvuf ve Edebiyat

HED

EFLE

R • Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• İnsanların neden tanrıya inandıklarını kavrayabilecek,

• Din ile edebiyat ilişkisini anlayabilecek,

• Tasavvufun çıkış ve gelişim sürecini öğrenebilecek,

• Tasavvuf ile edebiyat ilişkisini kavrayabileceksiniz.

ÜNİTE

1

DİN, TASAVVUF VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ

TÜRK İSLAM

EDEBİYATI

ÜNİTE

1

Prof. Dr. Süleyman ÇALDAK

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2

GİRİŞ

İnsanlık tarihinin en eski kurumu dindir. Din veya dinin yerine ikame edilen

mistik anlayışlara sahip olmayan toplum neredeyse yoktur. Din ve tasavvuf aynı

şeyler değildir; ama biri diğerinden ayrı da düşünülemez. Bunların her biri aynı

hakikatin bir yüzünü temsil eder. Din; zahirî (egzoterik), tasavvuf ise bâtini

(ezoterik) bir mahiyet arz eder.

Din ve bâtini öğretiler kadar eski bir kurum da edebiyattır. İlk edebî ürünlerin

dua ve ibadetlere dayandığı kabul edilir. Edebiyat, aynı zamanda din ve tasavvufun

dile getirilmesi, tebliği ve aktarılması için kullanılan en etkin araçtır. Edebiyat, bir

yandan din ve tasavvuftan beslenirken, öte taraftan da dinî ve tasavvufi düşünüş

ve yaşayış biçimini besler.

DİN

Din; insanın Tanrı, evren ve insanlar karşısındaki konumunu belirleyen,

onlarla olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe verilen addır. Dolayısıyla din

insanla var olmuş ve onunla devam ede gelmiştir. İnsanlık tarihi boyunca içinde

bulunduğu dönem, toplum ve coğrafyaya göre çeşitlilik arz eden dinler, toplumun

her davranışına kök salmış en etkili kurumlarından biridir.

Dîn, (d.y.n.), Arapçada “deyn” kökünden türemiş mastar ya da isim olarak

kullanılan bir kelimedir. “Ceza, karşılık, âdet, örf, inkıyat, hâkimiyet, saltanat,

millet, şeriat vb.” anlamlarda kullanılan din kelimesinin terim anlamı, Tanrı’ya,

doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren ve

bu nitelikteki inançları, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde düzenleyen

değerler bütünüdür.

Kuran’da din kelimesi, üçü kelimenin ayrı türevi olmak üzere doksan iki defa

geçmektedir. Bu kelime Kuran’da genellikle “yönetme, yönetilme, itaat, hüküm,

tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, âdet, ceza, hesap ve millet” anlamlarıyla

karşımıza çıkar. Surelerin nüzul kronolojisi çerçevesinde “din” kavramının, değişik

anlamlara delalet etmiş olması dikkat çekmektedir.

Kuran’da, din genel anlamıyla bütün inanç sistemlerini de ifade edecek

şekilde kullanılmakla beraber, özel anlamda “din” kavramıyla kastedilen

İslamiyet’tir:

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3

Dinin Kaynağı

Ruh ve bedenden mürekkep insan, yaratılışı itibarıyla dine muhtaçtır. Ruhi

melekeleriyle oldukça gelişmiş, derin ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden

insan, evrende görünen ve görünmeyen her şeye, hatta fizik ötesi âlemlere ilgi

duyar. Fiziki yapısı bakımından oldukça mükemmel bir mekanizmaya sahip

olmasına karşın, diğer canlılara göre daha savunmasız ve donanımsızdır. Diğer

canlılar hayatlarını sürdürebilmek için az şeye ihtiyaç duyarken, insan neredeyse

var olan her şeye muhtaçtır.

Maddi ve manevi pek çok şeyle irtibatı bulunan, yaşamını sürdürmek için

sayısız şeye muhtaç olan insanın sahip olduğu araç ve imkânlar ihtiyaçlarını

gidermeye yeterli değildir. Diğer yönüyle, birçok tehditle karşı karşıyadır; oysa bu

tehdit edici unsurların tehlikesini savacak donanıma da sahip değildir. Bu sebeple

insan, ihtiyaçlarını görüp sesini işitecek, gereksinimlerini bilip temin edebilecek güç

ve iradeye sahip yüce bir varlığa yönelir, ondan yardım ister. Yine şu evrende insanı

tehdit eden pek çok unsur karşısında sığınacağı, dayanacağı ve güveneceği, her

şeye gücü yeten bir kudrete dua ve niyaz ile iltica etmek zorunda kalır. Tam bu

noktada tanrı kavramı ve din olgusu kendini gösterir. İnsan, umduğuna

kavuşturacak üstün bir güçten dua ile ister; korktuğundan emin edecek bir güce

niyaz ile sığınır. İnsan ruhunun derinliklerinde yer alan bu eğilimler, korku ve umut

duyguları olarak tezahür etmiştir. Bu iki duygu insanda öylesine güçlüdür ki, tarih

boyunca bütün insanların şöyle veya böyle, bir nesne, kişi ya da varlığa kutsallık

atfederek bağlanmasına sebep olmuştur.

İşte olguculuk (pozitivizm) ve maddeciliğin (materyalizm) etkisinde kalan

çağımız bilim adamları, insanın yaratılışındaki bu köklü duygulardan hareketle

dinlerin kaynağını ve gelişim sürecini evrimci (tekamülcü) teoriye göre açıklamayı

tercih ederler. Onlar; arkeolojik, antropolojik ve paleontolojik araştırmalarda elde

ettikleri bulgulara dayanarak dinlerin kaynağı hakkında farklı teoriler ileri sürerler:

Kimi, tarih öncesi toplumlarda insanların doğada muhatap oldukları bazı olay ve

nesnelerin kendi hayatlarında bıraktıkları derin izlerin etkisiyle onlara kutsallık

“Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla

kabul edilmeyecek ve o, ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85)

“…İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel

kim vardır.” (Nisâ, 4/125)

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için

din olarak İslam’ı beğendim.” (Mâide, 5/3)

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4

(natürizm) atfettiklerine inanır. Kimi, işleyişini kavrayamadığı olaylar karşısında,

ilkel insanların, çevrelerindeki canlı cansız her varlığı yöneten bir cevherin

(ruh/kişilik) varlığına ve özellikle ölü ruhların bedensiz varlıklarını sürdürdüklerine

olan inancın ise, atalarının ruhlarına tapınma (animizm) kültünü doğurduğunu ileri

sürer. Kimi, ilkel klanlarda insan ile bitki, hayvan vb. varlıklar arasında bir akrabalık,

ruh birliği ve özdeşliğin olduğuna inanılarak o varlıklara kutsallık (totemizm)

verildiğini ve bu inanışların bütün dinlere kaynaklık ettiğini iddia eder.

Evrimci nazariyeyi savunan bilim adamlarına göre dinler, insanların birey ve

toplum olarak benimsedikleri inançlardan ibarettir; tanrı ve dinler insan

muhayyilesinin ürünüdür. Buna göre, kendilerini tehdit eden kontrol edilemez

doğa unsurlarına bir kutsallık vererek onun şerrinden emin olacaklarına; muhtaç

oldukları unsurları da kutsallaştırarak umduklarına ulaşabileceklerine inanmışlardır.

İlk çağlardan günümüze, insanlar, içgüdüsel olarak kutsallaştırdıkları şeylerin

etrafında oluşturulan hurafe, asılsız inanç ve kabuller kendilerinin kültür ve

bilinçlerinin takip ettiği çizgiye paralel bir gelişim ile tek tanrılı inanca ulaşmıştır.

Onlara göre, animizmle başlayan din, fetişizm, totemizm, paganizm, politeizm,

düalizm ve monoteizme doğru hareket eden bir evrim geçirerek günümüze kadar

gelmiştir.

Kutsal kitaplar, semavî dinlere mensup düşünürler ve İslam bilginleri, hak

dini benimseme eğiliminin insanlarda fıtri (doğal) olduğunu ifade ederler. Dinin

insanlarda fıtri olduğu Kuran’da şöyle ifade edilmektedir:

İnsanlarda, her düşmanı alt edecek güce sahip “kadir-i mutlak” bir tanrıya

dayanmak, her ihtiyacı temin edecek ve sonsuz servete malik “rahim-i mutlak” bir

ilaha sığınmak şeklinde kendini gösteren bu fıtri temayül, bilim adamlarının

iddialarının aksine hak dinin varlığının bir kanıtıdır. Çünkü insanların fıtratında yer

alan bu köklü duygu, gerçek bir dinin, hak bir tanrının var olduğunu gösterir.

Nitekim dünyaya gelen her yavrunun, besin ihtiyacını karşılamak için besin

kaynaklarına yönelme içgüdüsüne ve onlardan yararlanmak için gerekli donanıma

sahip olması, dış âlemde bu ihtiyacı giderecek besin kaynaklarının varlığını gösterir.

Kimi bu dürtü sonucu ihtiyacını karşılamayacak (biberon, emzik vb.) bir nesneye

yapışır, kimi gerçek kaynağa ulaşır. Her ne olursa olsun besin kaynağına yönelme

dürtüsü, gerçek bir kaynağın mevcudiyetinin kesin kanıtıdır. İnsanlarda din inancı,

tanrıya inanma ve dayanma fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, gerçek bir tanrının ve

dinin varlığını gösterir. İnsanların bir kısmı ancak bu gerçek kaynağa ulaşır; diğerleri

“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın fıtratına (insanları hangi

fıtrat üzere yaratmış ise ona) çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte

dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30/30)

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5

ise, gerçeğin yerine ikame ettikleri birtakım inanç sistemlerine saplanıp kalırlar.

Yeni bazı bilimsel araştırmalarla elde edilen veriler de kutsal kitapların tezini

destekler niteliktedir. Bu veriler, evrimci bilim adamlarının dinlerin oluşum süreci

hakkında ileri sürdükleri tezlerin tam aksini ortaya koymaktadır. İnsana, yüce bir

varlığa bağlanma ve güvenme fıtratını veren Allah, onun bu ihtiyacını karşılayacak

olan inanç sistemini de vahiy yoluyla ona bildirmiştir. Yani “ahsen-i takvim” üzere

yaratılan insanlar, önce tek tanrılı “tevhit” dinine sahip idiler; daha sonra asli

kaynağından uzaklaşan bu hak din, ilk safiyetini kaybederek hurafelerle dolu “çok

tanrılı dinler” hâline dönüşmüştür. Genelde dinler, oluşum süreçlerinin başında,

mutlak kudret sahibi yüce bir varlık inancını özlerinde barındırdıkları hâlde, tarihî-

kültürel değişmeler sonucu politeizm, animizm vb. inançlara dönüşmüştür. Bilimsel

verilerde tevhidî dinlere ait izlerin bu muharref dinlerde hâlâ mevcut olduğunu

göstermiştir.

Semavi dinlerin sonuncusu, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği en

mütekâmil din olan İslam’dır. O, Allah tarafından insanlık âlemine gönderilen son

ilahî kanundur. İslam, kıyamete kadar insanların ruhani ve cismani bütün

gereksinimlerine cevap verecek ve hayatlarını düzenleyecek güce sahip bir

sistemdir. İslam, telkin ettiği inanç esasları, ibadet şekilleri ve ahlak sistemi ile

insanın asli fıtratına dönüşüdür.

İnanç, ibadet, ahkam ve ahlaki değerleriyle bir bütünlük arz eden İslam

dininin dört temel kaynağı bulunmaktadır: Kitap (Kuran), sünnet, kıyas-ı fukaha ve

icma-ı ümmet.

Din ve Edebiyat

Tarih boyunca bütün toplumlarda evrensel bir olgu olarak kendini gösteren

din, insanı her yönüyle kuşatan; onun ahlak, karakter, inanç, düşünce ve

davranışlarını şekillendiren en etkin disiplindir. Kişi, iç dünyası ve dış dünyasıyla

belli değerler çerçevesinde gelişimini tamamlayarak, erdemli ve olgun bir insan

düzeyine din sayesinde ulaşır. Şu hâlde insan; yalnızlık, çaresizlik; korkular, tasalar,

hastalıklar, bela ve felaketler karşısında en büyük umut ve dayanağını dinde bulur.

İnsan, diğer insanlarla ilişkilerinde nasıl davranacağını; evreni nasıl algılayacağını ve

nasıl yorumlayacağını; Allah’a karşı sorumluluklarının ne olduğunu din aracılığıyla

öğrenir.

Toplumların tarih boyunca ürettikleri değerlerde de dinin büyük bir payı

vardır. Mimari, heykeltıraşlık, musiki, resim, edebiyat vb. güzel sanatlara ait

eserlerde; kişi ve yer adları, örf ve âdetler, hukuk ve siyaset, askerlik ve ekonomi

gibi bütün sosyal, kültürel alanlarda dinî öğe ve motiflerin izlerini görmek

mümkündür. Hatta bazı bilim adamlarına göre; mimari, heykel, resim, müzik, dans

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6

vb. sanat dalları önce dinî ayinlerden doğmuş, uzun süre tamamen dinî bir etkinlik

olarak devam etmiştir. Bu güzel sanatlar, hâlen de ilhamını doğrudan veya dolaylı

olarak dinden alır, ondan beslenir ve onun etkisiyle şekillenir.

Bunu somut örneklerle açıklayacak olursak, her şeyi hikmet ve maslahat

gözeterek sanatla yaratan Hakîm ve Sâni bir yaratıcıyı kabul eden kişi, bütün

evrenin bir tasarım ve hikmetin eseri olduğunu kabul etmiş olur. Bu bakış açısı,

bütün sanat dallarında düzen, oran, ahenk ve işlevsellik gibi klasik estetik ölçülerin

geçerli olmasını zorunlu kılar. Sözgelimi; İslami dönem klasik edebiyatımızda, nazım

ve nesir bütün tür ve şekilleriyle belirlenmiş olup sıkı kurallarla disipline edilmiştir.

Vezinde uzun-kısa, açık-kapalı heceleri esas alan ritimli, ahenkli ve armonik

oluşuyla öne çıkan aruz kabul edilmiştir. Kafiyesiz şiirin olabileceği akla

getirilmemiş, kafiye de kesin kurallarla sınırlandırılmıştır. Edebî sanatlar, teorik

altyapılarıyla kesin çizgiler hâlinde ortaya konmuş ve titizlikle uygulanmıştır. Klasik

edebiyatımızdaki kaside, gazel, mesnevi, rubai vb. nazım şekillerinin; biçimleri,

içerikleri, işlevleri gibi özellikleriyle, hatta divanların içindeki hiyerarşik

makamlarıyla kurallara bağlanmış olması hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan bu tevhit

inancının bir sonucudur. Bütün bunlar, hayatın en uç detayını oluşturan bir sanat

faaliyetinde bile dinin, ne denli köklü ve kesin etkilere sahip olduğunu gösterir.

Güzel sanatlar içinde din ile en çok irtibatlı olanı kuşkusuz edebiyattır. Zira

insanlığın ilk edebî ürünlerinin dinî ayinlere, ibadet ve dualara dayandığı

bilinmektedir. İnsanlar tanrıya yalvarırken, çaresizliklerini itiraf ederken, onu tazim

ederken, ondan bir şey isterken edebî değere sahip, şiirselliği bulunan ezgili ve

ritimli sözler kullanmışlardır.

Dinlere ait kutsal metinlerin pek çoğu aynı zamanda edebî değere sahip

metinlerdir. Özellikle İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran’ın en önemli özelliklerinden

biri icazıdır; yani insanların bir benzerini ortaya koymaktan aciz oldukları değerde

belagat ve fesahatin zirvesini temsil eden bir üsluba sahip olmasıdır. Kuran, kutsal

kitaplar arasında edebî değeriyle en mümtaz eser olduğunu beyan etmiş, bizzat bu

yönüyle, muhaliflerine meydan okumuştur. Tarih boyunca da Kuran’ın bu mucizevi

özelliği karşısında beşer aciz kalmıştır.

İslam’dan önce edebiyat ve şiirde önemli bir düzeye ulaşmış olan Araplar,

Kuran’ın etkisiyle edebî yeteneklerini ve onun ürünü olan eserleri daha da ileriye

taşımışlardır. Özellikle Kuran model alınarak edebiyat teorilerinin temeli atılmış,

ulaşabilecekleri en üst düzeye taşınmıştır. Edebiyat dinden iki kanalla beslenir:

Bunlardan ilki, tamamen din (Kuran, hadis)den ve dinî (tefsir, kelam, siyer

vb.) ilimlerden beslenen şair/yazarların dinî heyecanlarının ifadesi olarak kaleme

aldıkları; dini öğretmek, din duygusunu ve heyecanını aşılamak amacıyla ortaya

koymuş oldukları edebî ürünlerdir. Belli bir din bilincine sahip yazar ve şairler

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7

eserlerini de bu doğrultuda vermeye gayret etmişlerdir. Klasik edebiyatımıza ait

konu ve türler çerçevesinde bu yazar ve şairler tarafından kaleme alınmış birçok

eser bulunmaktadır. “Tevhit, münacat, esma-i hüsna, naat, esma-i nebi, siret-i

nebi, mucizat-ı nebi, hicretname, miracname, mevlid, hilye vb.” pek çok edebî tür

tamamen dinî amaçlarla kaleme alınmış edebî metinlerdir.

İkinci olarak şunu söylemek mümkündür: Dinin edebiyatla ilgisinden söz

edilirken sadece “dinî edebiyat” anlaşılmamalıdır. Dinî bir eğitim ve kültür

ortamında yetişen şair ve yazarların düşünce dünyaları, inanç sistemleri hep dinin

etkisiyle şekillenir. Bu sanatçıların evreni algılama biçimleri, olayları yorumlama

tarzları ve insanlarla olan ilişkilerinin dinî bir perspektife sahip olması kaçınılmazdır.

Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri hâlde, onun dünya ve ahlak görüşünü

paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan pek çok yazar ve şairin varlığı

unutulmamalıdır.

İslam kültürüyle yetişmiş şairler, kâinatta hiçbir şeyin hikmetsiz ve anlamsız

olmadığına inanırlar. Onların nazarında kâinat, hikmetle dolu bir kitaptır. Bütün

yaratılmışlar ilahî sanat eserlerini “lisan-ı hâl” ile anlatan yazılardır. Mesela,

aşağıdaki beyitlerde şairler, dinî bir duyguyu dile getirmek amacını

taşımamaktadırlar. Şair, bir olay karşısında yoğunlaşan duygularını, bilinçaltına

hâkim olan dinî bakış açısının prizmasından geçirerek dile getirir. Ancak bu, şairin

bilinçli olarak yaptığı bir eylem değildir:

Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktır Me’âlin her kim istihrâc ederse âferin bâdâ

Nabi

*Bu âlem, içinde hikmet barındıran bir hakikatler kitabıdır; anlamını bulup çıkarana aferin.

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8

Allah herkesin rızkına kefildir; kimse rızkından fazlasını elde edemez. Onun

için kanaat etmek gerekir. Allah neyi dilemişse şüphesiz o olacaktır, kimse onu

engelleyemez. Öyleyse bugünün tasasını, yarının endişesini çekmeye gerek yok:

TASAVVUF

Tasavvuf kelimesinin kökeni hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak

bütün görüşler arasında köken bilimi (etimolojik) açısından kabul edileni, kelimenin

Yok sende kanaat gözün aç olduğu oldur Rızkın irişür yoksa eger subh u eger şâm

Ruhi

*Açgözlü olduğun için sende kanaat yok, yoksa rızkın ya sabah gelir ya da akşam.+

Çün kâr-ı nihânî-i meşiyyet ola ma’lûm Çekme gam-ı imrûz ile endîşe-i ferdâ Sami

*İlahî iradenin gizli işlerini nereden bilebilirsin; bugünün tasasını yarının endişesini çekme.+

Sıdk ile rızâ-dâde-i takdîr-i Hudâ ol Virme halecân kalbine tedbîr ile asla Sami

*Allah’ın takdirine gönülden razı ol, tedbir ile asla kalbine heyecan verme.+

Sevâd-ı mümkinât âsâr-ı sun’ı bî-sühan söyler Kitâb-ı kâinât esrâr-ı Hakk’ı bî-dehen söyler

Nabi

*Mümkinat (sonradan var edilenler) defteri, (Allah’ın) sanat eserlerini sözsüz bir şekilde söyler. Kâinat kitabı, Hakk’ın sırlarını ağız olmaksızın söyler.+

Hâl-i âlem ezelî böyle perişân ancak Kimi handân kimi giryân kimi nâlân ancak

Baki

*Dünyanın hali ezelden böyle perişandır (farklılıklar arz eden, karışık); ancak, kimi güler, kimi ağlar, kimi(de) inler.]

Ser-â-pâ çeşm-i ibretten geçirdim nüsha-i dehri İçinde ma’ni-i ârâma dâir bir ibâret yok

Nabi

*Felek/dünya nüshasını baştanbaşa ibret gözüyle inceledim, içinde rahatlık anlamını ifade eder bir ibare bulamadım.+

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9

Tasavvuf tamamen edepten ibarettir.

Ebu Hafs

İnisiyasyon: Bireyin ruhi gelişimi için rehber eşliğinde disipline

edilerek eğitilmesi.

“yün” veya “yün elbise” anlamındaki “suf”tan geldiğidir. İslam’ın ilk dönemlerinde,

bazı müslümanlar, saf bir dinî hayat yaşamak için dünya ve lezzetlerinden uzaklaşır;

züht ve takvayı ilke edinerek fakir halkın giydiği “kaba yün elbiseler” giymeye

başlar. Bundan dolayı “sufi” diye adlandırılırlar. Bu kıyafet zamanla dünyadan elini

eteğini çekmenin bir sembolü hâline gelir.

Aslında bu giysinin Peygamber zamanında da kullanıldığı söylenmektedir.

Çünkü kaynaklarda, Hz. Peygamber ve ashabının tevazu ve zühtlerinin bir delili

olarak “yün elbise giydikleri” ifade edilir. İlk iki asra ait metinlerde rastlanan

“Lebise’s-sûf” (yün elbise giydi) ifadesi, özellikle “dünyayı terk eden ve züht

hayatını benimseyen kişiler” için kullanılır. Zühdün tasavvufa dönüştüğü dönemde

ise bu ibare, “sufi oldu”, anlamını ifade eder.

Terim olarak tasavvufun tanımı şöyledir: Tasavvuf, Kuran ve sünnete uygun

ahlak ve davranışlar edinip Allah’ın rızasını kazanmak; nefis ve kalbin

arındırılmasıyla Hakk’ın tecellilerine mazhar olup ilahî sırlara, manevi hakikatlere

vakıf olmaktır.

Her sufinin kendi meşrebine göre farklı bir tasavvuf tanımı vardır:

Tasavvuf, yabancı araştırmacılar tarafından genellikle mysticisme (mistisizm)

veya İslam mistisizmi kelimeleriyle karşılanır. Ancak Rene Guenon, tasavvufun

mistisizmle aynı şey olmadığını iddia ederek şöyle der: “Batıya, özellikle

Hıristiyanlığa özgü mistisizm kavramının, doğunun bâtıni (ezoterik) ve irşadi

(inisiyatik) hareketleri için kullanma yanılgısı, doğubilimcilerin her şeyi Batıya ait

bakış açısına indirgeme eğiliminden kaynaklanmaktadır.” (Guenon 2003, I/ 17.)

Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlukatın elinde olan şeylere gönül bağlamamak

ve eşyanın hakikatine bakıp, bilgisini terk etmektir.

Maruf el-Kerhi

Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda rahata kavuşmak ve

insanlardan kalben uzaklaşmaktır.

Sehl b. Abdillah et-Tüsteri

Tasavvuf, Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir.

Cüneyd el-Bağdadi

Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir.

Ebu’l-hasan el-Büşenci

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10

Tasavvufun Kaynağı

Tasavvuf hareketi veya anlayışının kaynağı hakkında pek çok şey

söylenegelmiştir. Tasavvufta görülen bazı düşünce, davranış ve metotların Budizm,

Hıristiyanlık, Yahudilik, Yunan felsefesi gibi sistemlerle bir benzerlik arz etmesi,

tasavvufun bunların etkisiyle oluştuğu düşüncesini doğurmuştur. Tasavvufun çıkış

noktasının İslamiyet olduğu, ancak gelişim sürecinde, doğup geliştiği coğrafyada

yüzyıllardır varlıklarını sürdüren din ve mezheplerin etkisinde kaldığı

araştırmacıların çoğu tarafından kabul edilmiştir.

Tasavvuf ismi ve hareketi İslamiyet’in ilk kuşakları (sahabe, tabiin, tebeü’t-

tabiin) arasında açık bir şekilde görülmez. Ancak o dönemde bu anlayışın nüvesini

oluşturacak münferit eğilimlerin varlığı bilinmektedir.

Tasavvufun temel amacı göz önünde bulundurulduğunda asıl kaynağının

Kuran, sünnet ve erken dönem Müslümanlarının uygulamalarına dayandığı

söylenebilir. Daha sonraki mutasavvıfların uygulama ve metotlarında, Mısır,

Mezopotamya ve Horasan bölgelerinde varlıklarını sürdüren kadim dinlerden,

ezoterik (bâtıni) ve gnostik (sezgi ve tefekkür yoluyla bilgilenmeyi esas alan, irfani)

mezhep ve akımlardan etkilenmiş olmaları mümkündür.

Mutasavvıflar uygulamalarının kaynağı olarak “Cibril” hadisini gösterirler:

Bir gün Resulullah’ın huzurunda oturmakta iken elbiseleri bembeyaz, saçları

simsiyah, üzerinde yolculuğun izleri görülmeyen ve aramızdan kimsenin tanımadığı

bir adam çıkageldi. Resulullah’ın önünde oturdu. İki dizini onun dizlerine dayadı,

ellerini dizleri üzerine koyarak şöyle dedi: “Ya Muhammed, bana İslam hakkında

haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İslam, Allah'tan başka ilah olmadığına,

Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman,

zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’ı

haccetmendir." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Adama hayret ettik. Hem soru

soruyor, hem de söyleneni doğruluyordu. Yine sordu: “O hâlde bana imandan

haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına,

peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip hayrıyla, şerriyle kadere de

inanmandır." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Bu sefer: “O hâlde bana ihsana dair

haber ver.”, dedi. Peygamber buyurdu: “İhsan, Allah'a onu görüyormuşsun gibi

ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan da o seni görür." Sonra o adam geçip gitti.

Bir süre sonra Resulullah buyurdu: "Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu

biliyor musun?" Ben: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”, deyince şöyle buyurdu: "O,

Cibril idi. Size dininizi öğretmek üzere geldi. (Müslim, İman,1; Nesâi, İman, 6)

Mutasavvıflar, bu hadisin nefis terbiyesinde izledikleri seyr ü sülukun bir

özeti olduğunu iddia ederler. İslamı “zahir”, imanı “batın”, ihsanı da “zahir ve

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11

batının hakikati” diye yorumlayan bu sufiler, tasavvufta önemli bir yeri olan

murakabeyi de bu hadise dayandırırlar. Aslında hadiste “Allah’a, onu görüyor gibi

ibadet etmen” diye tanımlanan “ihsan” tam da ilk sufilerin ulaşmak istedikleri

şeydir.

Tasavvufi hareket, uygulama ve düşünce boyutunda ilk başladığı sadeliğinde

kalmaz. Zamanla gelişerek söylem ve uygulamada günden güne, bölgeden bölgeye

değişime uğrayarak geniş kitlelerin ilgisini kazanır. Zamanla toplumun hemen

hemen her katmanını, hatta yönetimleri de etkisi altına alır. Bu toplulukların içinde

yetişen bazı şahsiyetler, zamanla birer manevi otorite hâline gelerek İslam toplumu

içinde birer model hâlini alır.

Bütün çeşitliliğine rağmen tarihî gelişim sürecinde gösterdiği değişim çizgisi

esas alınacak olursa tasavvufu, genel hatlarıyla üç dönemde deüerlendirmek

mümkündür:

1. Züht dönemi: H.II. (M. VIII.) asrın sonuna kadar süren bu dönemde

tasavvufun temel niteliği, maddi değerlerden yüz çevirme ve katışıksız bir dinî

hayatı gerçekleştirme çabasıdır. Hz. Peygamber ve ashabının temsil ettiği saf

dindarlık anlayışı ve ahlaki sorumluluk bilinci, İslam'ın ilk yüzyılı içinde gelişen bu

hareketin özünü oluşturur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra iç çekişmeler ve dış

fetihler şeklinde baş gösteren sosyal ve siyasal olayların etkisiyle dünya eksenli bir

yaşam tarzına tepki gösteren insanlar, züht yolunu tercih ederler. Bu zahitler

kendilerini toplumdan soyutlayarak (uzlet/inziva) sade bir hayata yönelirler. Bu

hayat biçimi; zamanla tevekkül (mutlak manada Allah'a teslimiyet), riyazet ve

mücahede (nefsin arındırılmasına yönelik çile ve yoğun ibadet), sabır (belaları

kabullenme, günahlara direnme ve ibadette devamlılık), haşyetullah (Allah’ın

gazabından korkma), aşk (Allah'a duyulan sınırsız sevgi), vera (günah kuşkusu olan

şeylerden uzaklaşma) ve hüzün (geçmişte yapılan iş ve davranışlardan dolayı

pişmanlık, geleceğe duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirilir.

Bu dönemin tasavvuf erbabı; zahit, abit (kulluk eden), nâsik (boyun eğen,

ibadet eden), kurra (okuyan, kendini ibadete veren), bekkaun (Allah aşkıyla

ağlayanlar) ve haifun (Allah'tan korkanlar) gibi adlarla anılırlar. Bu dönemde

tasavvufi hayatı temsil eden bazı zahitler daha sonraki dönemlerde de etkili olmuş,

pek çok mutasavvıf için örnek kabul edilmişlerdir. Bu zahitler şunlardır: Üveyse’l-

Karani (ö. 37/657), Hasanü’l-Basri (ö.110/728), Caferu’s-Sadık (ö. 148/769),

İbrahim bin Ethem (ö. 161/777), Süfyanü’s-Sevri (ö. 161/777), Şakiku’l-Belhi (ö.

164/7803), Davudu’t-Tai (ö. 165/781), Fudayl bin İyaz (ö. 187/802) ve Rabiatu'l-

Adeviye (ö. 185/801).

2. Vect Dönemi: H. III. (M. IX.) yüzyılın başından itibaren üç asır boyunca

tasavvuf, sistemleşme sürecine girer. Bu sistemleşme, züht dönemine oranla bir

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12

Theos (Tanrı) ve sophia (bilgelik) kelimelerinden

türetilen teosofik, tanrının bilgisine

ulaşma yolu demektir.

farklılaşmayı da beraberinde getirir. Büyük sufilerin yetiştiği bu dönemde,

tasavvufla ilgili birtakım eserler kaleme alınır. Tasavvuf ehlinin düşünceleri, ruhi

deneyimleri sayesinde gelişen tasavvufi hayat biçimi temel ilkeleriyle yazılı hâle

getirilir.

Maruf el-Kerhi (ö.200/815), Seri es-Sakati (ö.251/865), Haris el-Muhasibi

(ö.243/857), Cüneyd el-Bağdadi (ö.296/909) gibi büyük şahsiyetler, Irak bölgesinde

tasavvuf adıyla İslam’ın daha samimi duygularla yaşanması için çaba gösterirler.

Horasan bölgesinde ise, Hamdun el-Kassar (ö.271/884) melâmet adı altında bu dinî

yaşantının farklı bir yorumunu ortaya kor. Ebu Hafs (ö.270/883), Ahmed b.

Hadraveyh (ö.240/854) ve Şah Şuca-ı Kirmani (ö.276/889) gibi Horasanlı sufiler ise,

daha çok fütüvvet ve mürüvvet kavramlarında yoğunlaşırlar. Melameti savunanlar

ihlas ve riya konusuna vurgu yaparken, fütüvvet ehli ise özellikle insan şahsiyeti

üzerinde dururlar.

Bu dönemde tasavvuf, yalın ve sade olmakla beraber derin ve anlamlı bir

manevi yaşam biçimidir. Geniş ölçüde uygulamaya dayanan bu tasavvuf anlayışının

nazari yönü oldukça sınırlıdır. Bu dönem sufileri; hâl, makam, his, varidat gibi daha

çok vect hâlinin bir sonucu olan ve din psikolojisi açısından büyük önem arz eden

ruhi ve kalbî bir hayat tarzını vurgulu bir şekilde ön plana çıkarırlar.

Bu döneme ait tasavvufi söylem ve öğretilerde felsefe ve kadim kültürlerin

etkisi oldukça azdır. Ancak sufilerin manevi tecrübelerinden ve bu tecrübelerle ilgili

yorum ve ifadelerinden ortaya çıkan bir tasavvuf felsefesi de oluşmuştur. Sufilerin

bireysel deneyimleri sonucu ortaya koydukları bu özgün felsefe ve yaşam biçimi,

özde İslami geleneğe bağlı kalmıştır. Bundan dolayıdır ki, bu sufiler başta İbn

Teymiyye (ö. 728/1328) ve İbnü’l-Kayyim (ö. 691/1299) olmak üzere bu hareket ve

düşüncenin bazı yönlerini sert bir şekilde eleştiren fakihler tarafından da saygı ve

takdirle karşılanmıştır.

Bu dönemde, tasavvufla ilgili olarak kaleme alınan ve sonraki dönem

mutasavvıflarının referans aldıkları eserlerden en tanınmışları şunlardır:

Haris el-Muhasibi (ö. 243/857) er-Riaye li-hukuki’llah, Cüneyd el-Bağdadi

(ö.297/909) Resail, Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283/896) et-Tefsir, Hakim et-

Tirmizi (ö. 320/932) Hatmü’l-velaye, Hallac-ı Mansur (ö. 309/921) Kitabu’t-tevasin,

Ebu Nasr es-Serrac (ö. 378/988) el-Lum’a, Kelabazi (ö. 380/990) et-Taarruf, Ebu

Tali el-Mekki (ö.386/996) Kutu’l-kulub, Kuşeyri (ö.465/1072) er-Risale, Hücviri (ö.

470/1077) Keşfu’l-mahcub, Gazzali (ö. 405/1111) İhyau Ulumi’d-din.

3. Teosofik Dönem: Tasavvuf, önceki dönemlerde daha çok bir manevi hayat

tarzı olarak ön plana çıkmıştı. Bu dönemde ise tasavvuf, ilke, kural ve yöntemleri

bakımından sistematik bir yapıya kavuşmuştur. Ayrıca tasavvufi hareketler

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13

. Bilal KEMİKLİ,Dost İlinden

Gelen Ses

örgütlenerek kurumsallaşır. Tasavvuf sistemleştirilirken çözüm bekleyen sorunlar

ve cevabı aranan sorular bir arayışı zorunlu kılmıştır. Bu sorunlar çözüme

kavuşturulurken ve sorular cevaplandırılırken zaman zaman kadim kültürlere ve

Yunan felsefesine başvurulmuştur. Böylece tasavvufun hem uygulamaya ait

prensipleri hem de onların teorik altyapıları belli bir oranda bu kadim geleneklerin

etkisi altına girmiştir. Aslında bu etkiler, İslam dini tarafından reddedilmeyen ve

onun temel değerleriyle çelişmeyen öğeler olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu

yeni unsurlara Kuran, sünnet ve ilk dönem Müslümanlarının uygulamalarında

referans bulmaya özen gösterilmiştir. Bu kavramlar için kullanılacak terimler de

yine İslami gelenekten alınmıştır.

Bu dönemde mutasavvıfların iki temel sorun üzerinde yoğunlaştıkları

görülür. Bunlardan ilki bilgi nazariyesi (marifet, epistemoloji); diğeri ise, varlık

nazariyesi (vücut, ontoloji)dir. Duyu ve akıl ile elde edilen bilginin yetersizliğine ve

yanıltıcı olduğuna inanan sufiler, sezgi yoluyla, onların ifadesi ile kalp ve ruha gelen

ilham, işrak ve feyizle elde edilen bilginin daha sağlıklı olduğunu kabul ederler.

Buna ulaşmanın usulü ise nefsin arındırılması, kalbin tasfiyesi ve ruhun inkişafıdır.

Bunlar da ancak dünya sevgisinden, nefsin heva ve hevesinden, günahların

lekesinden uzaklaşmakla gerçekleşir. Kendi nefislerini hakikatiyle tanıyabilmek;

evrenin, yani kesretin asıl mahiyetini öğrenmek, Allah’ın zatı, isim ve sıfatları

hakkında gerçek bilgiye ulaşmak için “ilm-i ledün” de denen bu sezgisel bilgiye

ulaşmak gerekir. Bunun yöntem ve yorumları hakkında mutasavvıflar arasında pek

çok farklı eğilimler belirir.

Diğeri ise, varlık (ontoloji) sorunudur. Mutasavvıfların, özellikle İbn Arabi’nin

bu soruna getirdiği yorum, bir derece “Yeni Eflatunculuk”un etkisindedir. Onların

“vücud-ı mutlak” ve evrenin oluşumunda kabul ettikleri “sudur nazariyesi” model

alınarak, Kuran’daki “halk ve ca’l” kavramlarının yerine; “tecelli ve feyiz” nazariyesi

geliştirilmiştir:

Allah, ezeli ve ebedi olup vücudu zorunlu (vacibü’l-vücud)dur. Zatında hiçbir

şeye muhtaç değildir. O, isim ve sıfatlarıyla gizli bir hazine idi. O vardı, başka bir şey

yoktu. Şu görünen âlemdeki (âlem-i şahadet) nesneler, ilmî suretleriyle, yani a’yan-

ı sabite denen potansiyel varlıklarıyla onun zatında meknuz (gizli, saklı) idi. Kemal

ve cemalini görmek ve göstermek istedi. İşte Cenab-ı Hakk’ın bu “aşk-ı zati”si,

âlemin yaratılmasına sebep oldu. Bunun üzerine kâinat aynasında tecelli etti, yani

zatında bâtın (gizli) iken kâinatla zahir oldu. Aynada yansıyan her suret nasıl bir

gölge, bir görüntüden ibaretse, kesret (tek olan mutlak varlığın aynalardaki farklı

görüntüleri) denen bütün bu şeyler de gerçek varlıklar olmayıp birer hayalden

ibarettir. O, kesintisiz bir şekilde şahadet âleminin sayısız suretlerinde tecelli

etmektedir. Suretlerden başka bir şey olmayan evren, bu tecelli ile her an yeniden

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14

Sevgiliyi anarak sürekli şarap içtik.

Onunla sarhoş olduk, daha üzüm bağı yaratılmadan.

İbn Farız

tezahür eder. Cenab-ı Hak bir an tecelli etmemeyi dilese, aslında birer görüntü ve

suret olan bütün bu varlıklar mutlak yokluğa düşer.

Mutasavvıflar tecellinin keyfiyeti ve safhaları hakkında farklı görüşler ileri

sürerler. Bu tecelli ve feyiz, çeşitli merhalelerden geçerek kemale erer. Genelde

tecellinin; “gayb-ı mutlak, ceberut, melekût, şehadet ve insan-ı kâmil” olmak üzere

beş mertebede tahakkuk ettiği kabul edilir. Bu insan-ı kâmil mertebesi diğer dört

mertebeyi de içerir. Bütün kâinatta ayrıntılı ve dağınık (tafsilen) bir şekilde tecelli

eden isim ve sıfatları bir noktada temerküz edip insan olarak tezahür etmiştir.

İnsan görünürde küçük bir âlem (âlem-i asgar), özünde ise büyük bir âlem (âlem-i

ekber)dir. İnsan, hem kâinatın küçük bir kopyası hem de yaratılış ağacının (hilkat

şeceresi) en mükemmel bir meyvesidir. İnsan, iniş zincirinin (kavs-i nüzul) son

halkasıdır.

İnsanlar, mutlak anlamda çok değerli ve yüce olmakla beraber hepsi aynı

derecede değildir. Sufiler insanı üç gruba ayırırlar: Son mertebeye varan kâmil

insan, seyr ü süluka başlamış insan (salik), bunların dışında ve henüz yola girmemiş

(dalalette) olan insan. Kamil insan mazhar olduğu tecellilerin farkında olup

yaratılışında taşıdığı aşk ile Hakk’a kavuşmak için dönüş yoluna (seyr ilallah) girer.

Önce dalaletten, masivadan (Allah’tan başka her şey), her türlü dünyevi

bağlantılardan, benlikten (ene) kurtularak nefsine hâkim olması gerekir. İşte insan,

bütün bu merhalelerden geçerek fenafillah ve bekabillah makamına ulaşarak

dönüş zincirinin (kavs-i uruç) halkalarını tamamlamış olur.

Salik, Hakk’a giden yola (seyr ü süluk) girince önünde en büyük engel olan

nefsini, masivayı gerçek mahiyetiyle tanıması gerekir. İlme’l-yakin ve ayne’l-

yakinden hakka’l-yakine ulaşan bu bilgi, kalp ve nefsin arınmasından sonra ilham,

müşahede ve varidat ile kazanılan marifettir. Bu bilgi, salikin manevi âlemlerdeki

bireysel tecrübe ve müşahedesine dayandığı için kişiden kişiye değişiklik arz eden

bir öznelliğe sahiptir. Sufilerin nefis ve evren hakkındaki ontolojik (varlık bilgisine

dair) açıklamaları bu ruhi deneyim ve müşahedelerinin ürünü olduğundan biri

diğerine uymaz. İbn Arabi’nin de varlığın birliği üzerine söyledikleri bu tür bir

tecrübenin felsefi formda ifade edilmesinden ibarettir.

Hakk’a yöneliş yolunda, salik için en büyük araç aşktır. Çünkü tecellinin ilk

sebebi aşk idi, yine insanı vuslata götürecek olan da aşktır. Mutasavvıfların, hadis-i

kutsi olarak sıkça referans gösterdikleri, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim.

Onun için kâinatı yarattım.” (el-Acluni, 1352, 2/132) sözü, mutlak cemal sahibi olan

Cenab-ı Hakk’ın, mutlak hüsün ile mutlak aşkı birlikte zatında barındırdığını ifade

eder. Hüsün ile aşkın ehadiyet makamındaki bu birlikteliği kâinatta ayrıntılı bir

şekilde, insanda ise öz olarak tecelli etmiştir. Parça bütüne iştiyak duyduğu gibi, bu

aşk da aslına özlem duyar. İnsan, ilkin kâinatta somutlaşmış cüzi güzellikleri

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15

farkeder. Riyazet ve mücahede ile nefsi arınıp kalbi aydınlanınca eşyanın hakikatini

görür, o güzellerin ve güzelliklerin aslında birer gölge ve görüntüden ibaret

olduğunu idrak eder. Mutlak ve mücerret hüsne yönelir, gerçek aşkı bulmuş olur.

Tasavvufi düşüncede aşk, insanın bütün benliğini kuşatarak sadece maşuka

odaklanmasını sağlayacak yegâne duygudur. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a

karşı duyduğu şiddetli iştiyaktır.

Aşk hakkındaki bu tasavvufi yorumlar şiirlerde mazmun olarak sık sık

kullanılmıştır. Aşkın bu yorumu divan şairlerinin dilinde şöyle ifadesini bulmuştur:

Tasavvufun kazandığı bu yeni biçim, fakihler tarafından şiddetli bir eleştiriye

tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak cezalandırılsa da bu tasavvuf

anlayışı gelişimini sürdürerek felsefi bir niteliğe büründü. Özellikle Muhyiddin İbn

Arabi’nin (ö. 637/1239) geliştirdiği varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi,

öğrencisi ve evlatlığı Sadreddin Konevi’nin (ö. 673/1274) yorumlarıyla sistematik

hâle geldi. Tasavvufun bu yeni oluşumuna katkıda bulunan mutasavvıfların önde

gelenleri şunlardır: Feridüddin Attar (ö.620/1220), Mevlana Celaleddin Rumi (ö.

672/1273), Sadreddin Konevi (ö. 673/1274), Fahreddin Iraki (ö.688/1493),

Abdulkerim el-Cili (ö.805/1402), Kemaleddin Kaşani (ö.730/1330), Şebüsteri (ö.

720/1320), Abdullah Bosnavi (ö. 1054/1644).

Sufi şairler tarafından büyük bir coşkuyla işlenen bu varlığın birliği (vahdet-i

vücud) anlayışına yöneltilen şiddetli eleştiriler ikinci bir anlayışın gelişmesini

Çünki sen âyîne-i kevne tecellâ eyledin Öz cemâlin çeşm-i âşıktan temâşa eyledin

Yenişehirli Avni

(Sen, kainat aynasına tecelli edince kendi güzelliğini aşığın gözünden seyrettin.)

Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin

Yenişehirli Avni

(Kendi güzelliğini güzeller şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp aşığın gözünden kendi güzelliğini seyrettin.)

Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş Sûret-i îcâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz

Fuzuli

(Âlemin yaratılış suretinden maksat şu manadır: Sevgili kendisini görmek için ayna icat etmiş.)

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16

Allah ki mucid-i cihandır.

Bin türlü nikaptan ıyandır Kesrette hezar renge

girmiş Her mazhara başka reng

vermiş Muallim Naci

sağladı. İslam’ın değer yargıları açısından yeniden yorumlanan bu kurama (vahdet-i

vücud) alternatif olarak, görülenlerin birliği (vahdet-i şuhud) anlayışı geliştirildi.

Birinciler düşüncelerini “Lâ mevcûde illa hû: Ondan başka mevcut yoktur.” sözüyle,

ikinciler de “Lâ meşhûde illa hû: Ondan başka görünen yoktur” ibaresiyle formüle

etmiştir. Bu anlayışın en önemli temsilcisi İmam Rabbani’dir (ö. 1034/1625) .

Tasavvuf, H.VI./M.XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan

sistemleşerek kuramsal gelişimini tamamlarken, öte yandan kurumlaşma,

örgütlenme sürecine girer. Sufilerin çeşitli farklılıklarla ortaya koydukları kural ve

yöntemleri, yavaş yavaş genellikle kendi adlarıyla anılan tarikatlara dönüşür.

Tasavvufun geniş halk kitleleri arasında daha etkin ve daha hızlı bir biçimde

yayılmasını sağlayan bu tarikatlar, varlıklarını tüm İslam dünyasında günümüze

kadar sürdürdüler. Tarikat kurucusu sufilerin en ünlüleri şunlardır: Abdulkadir

Geylani (ö. 561/1165, Kadiriye), Ahmet Rıfai (ö. 578/1182, Rıfaiye), Necmeddin

Kübra (ö. 618/1221, Kübreviye), Sühreverdi (ö. 632/1235, Sühreverdiye), Ebu'l-

Hasan eş-Şazili (ö. 632/1273, Şaziliye), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 672/1273,

Mevleviye), Bahaeddin Nakşibend (ö. 791/1388, Nakşibendiye), Hacı Bayram Veli

(ö. 833/1429, Bayramiye).

Tasavvuf ve Edebiyat

Bir hayat tarzı olarak başlayıp felsefi bir yapıya bürünen tasavvufun dile

getirilişi daha çok edebiyat ile gerçekleşir. Felsefe aklı referans alır, bundan dolayı

da mantıksal delil ve kıyaslar üzerine kurulmuş kendine özgü bir dil kullanır.

Hâlbuki sufi, kendi iç dünyasında, farklı bir varlık boyutunda yaşadığı tecrübe

(zevk), vect (aşkınlık) ve müşahedelerini yorumlarken; bunları yaşamayan,

hissetmeyen ve tatmayan kitlelere aktarırken edebiyat/şiir dilini kullanmak

zorunda kalır. Çünkü edebiyat, özellikle şiir, kalbin dilidir; düşünceden ziyade

duyguların ifade biçimidir. Şiir, özel bir iletişim kanalıdır. Şiirin amacı, anlatmak

değil, bir hâli, bir anı hissettirmek, yaşatmaktır.

Mutasavvıflar, öğretilerini geniş halk kitlelerine ulaştırmak ve müritlerine

talim etmek için araç olarak edebiyatı kullanmışlardır. Bir sohbetinde, “Yanıma

gelen dostlar benden hep şiir istiyorlar, yoksa şiir nerde ben nerde.” (Mevlana,

1994: 70.) diyen Mevlana (ö. 672/1273), şiirin bu didaktik amacına dikkat çeker.

Hayat felsefeleri doğrultusunda suretten çok manaya, biçimden çok içeriğe

önem veren sufiler, çoğu zaman edebiyatın ifade kalıplarını aşarak anlama

yoğunlaşırlar. Anlam için en uygun kalıp da şiirdir. Sufinin kalbine gelen ilhamlar,

şiir kalıbıyla dile gelir; çünkü şiir ilhamın ifade biçimidir. Bu yüzden şair olmadıkları

hâlde sufilerin çoğu şiir söylemiştir. Bunun en güzel örneği Mevlana, tasavvufi

hayat tarzını benimsedikten sonra şiir söylemeye başladığını şöyle ifade eder:

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17

Tasavvuf düşüncesi ve hareketine yön veren büyük sufilerin neredeyse

tamamı, edebiyat ve şiire ilgi duymuştur. Arapçada Hallac-ı Mansur (ö. 309/921),

İbn Farız (ö. 395/1004), İbn Arabi (ö. 638/1240); Farsçada Baba Tahir (ö.

410/1019), Senaî (ö. 525/1131), Attar (ö. 625/1223), Mevlana (ö. 672/1273),

Fahrettin-i Iraki (ö. 688 /1289), Cami (ö. 898/1492); Türkçede Ahmed Yesevi (ö.

562/1166), Yunus Emre (ö. 720/1320), Yazıcıoğlu Ahmed (ö. 855/1451), Eşrefoğlu

Rumi (ö. 874/1469), Sunullah Gaybi (ö. 1087/1676), Niyazi-i Mısri (ö. 1150/1737)

vb. sufiler tasavvufi edebiyatın temellerini atarak bu edebiyatın dilini inşa

etmişlerdir.

Edebiyatın mensur (düz yazı) formlarının yanı sıra manzum (şiir) formlarının

tamamını kullanan sufiler, nazmın sadece tasavvufa özgü menakıpname,

fütüvvetname, hikmet, devriye, şathiye, nefes gibi şekil ve türlerini de

kullanmışlardır. Şekillerle meşgul olmayan sufiler, aruzu hece ile, gazeli koşmayla,

mesneviyi mani ile buluşturmuşlardır.

Kalbî ve ruhi tecrübeleriyle mana âleminde elde ettikleri bâtıni (ezoterik)

bilgileri ifade etmede dilin ve muhatapların yetersizliğinden kaynaklanan zorluklar

sufileri, sembolik bir dil kullanmaya mecbur etmiştir. Özellikle ilahî aşk düzleminde

yaşananlar ve hissedilenler dile getirilirken reel dünyanın kavramları tercih

edilmiştir. Tezkiretü’ş-şuara yazarı Latifi bu durumu şöyle ifade eder:

Burada iki kavram ön plana çıkar: Hüsün/güzellik ve aşk. Bu iki kavram

çevresinde mazmun ve mefhum diye adlandırılan birtakım semboller oluşur. Bu

semboller, aşk ve şarap şiirlerinden alınan kavramlara tasavvufi anlamlar

yüklenerek elde edilmiştir. Bu tasavvufi semboller, durağan (statik) değil değişken

(dinamik) bir yapıya sahiptir. Tasavvufi şiirlerde mazmun ve mefhum olarak

“Şairlerin kullandıkları def, ney, maşuk, mey vb. söz ve istiareleri görüp de şarap

ve güzeli betimledikleri zannedilmesin. Tarikat erbabı ve hakikat ehli yanında,

her sözün bir manası, her ismin (gösterge) bir müsemması (gösterileni), her

söylenenin bir tevili (yorumu), her tevilin bir temsili olur. Sözleri zahiren

güzellerin evsafı gibi görünür amma hakikatte yüce yaratıcıya hamd ü senadır.”

(Latifi 2000: 83).

Aşkın gönlüme dolduğundan beri

Aşkından başka neyim varsa hep yandı

Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım

Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim

(Mevlana 1997: 465)

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18

karşımıza çıkan bu sembollerin, bağlamına göre farklı gösterilenlerin göstergesi

olarak kullanıldıkları göz ardı edilmemelidir.

Hüsün için, cinsiyet gözetilmeksizin insan güzelliği model kabul edilir. İnsana

ait güzellik unsurları da ilahî tecellilerin mertebe ve dereceleri için birer

gösterge/sembol olarak kullanılır. Mutasavvıf olmayan şairlerin de sıkça

başvurdukları bu mazmunlardan en yaygın olanları şunlardır:

bazû: Bilek; ilahî irade ve kudretin zuhuru.

bûs: Öpmek, suri ve manevi kelamın keyfiyetini kabul ve bu yeteneğe sahip olma.

bûse: Öpücük, batının feyiz ve cezbesi.

büt: Put, sevgili, nefs-i emmare; vahdet; salikin mana aleminde yaşadığı hâller.

bütgede: Puthane; mabet; tekke; mecazi aşktan kurtulamamış salikin kalbi.

cânân: Sevgili; kayyum sıfatı.

cemâl: Güzellik; yüz; vahdet makamı.

çâh-ı zekan/zenah: Çene çukuru; müşahede sırlarının anlaşılmazlığı.

çehre: Sima; maddedeki tecelliler.

çehre-i gülgun: Gül renkli sima; ilahî tecelli nurlarının zuhuru.

çeşm: Göz; Allah’ın basar ve cemal sıfatı.

çeşm-i ahû: Ceylan gözü; salikin istidraçtan hâli olmayan makamı, kusurlarının örtülmesi.

çeşm-i mest: Mahmur bakış; salikin mazhar olduğu ilahî hâllerin gizlenmesi.

dehan: Ağız; Hakk’ın konuşması.

dîde: Göz; Hakk’ın her şeye ıttılaı.

dilber: Sevgili; kabz (manevi tutukluluk) hâli. dildâr: Sevgili; bast (manevi inkişaf) hâli.

ebru: Kaş; salikin manevi düşüşü; ehadiyet ve cemal sıfatı.

gabgab: Gerdan; ilahî işaretin zevki, hazzı.

gisû: Saç; zat-ı ehadiyetin sıfatı.

had: Yanak; ilahî tecellinin aynaları.

hâl: Yüzdeki siyah nokta, ben; zat-ı ilahî; hakiki vahdet noktası; günah karanlığı.

ham-ı zülf: Saç kıvrımı; ilahî sırlar.

hat: Yüzdeki ince tüyler, ayva tüyleri; gayb alemi.

işve: Cilve; cemal tecellisi.

kad: Boy; Hakk’ın salike tecellisi.

la’l: Kırmızı dudak; dervişin gönlü.

leb: Dudak; kelam; hayat sıfatı.

maşuk: Sevgili; Allah.

mû-miyân: İnce bel; tarikatin ince sırları.

sîb-i zenah: Çene; ilm-i ledün.

zülf: Saç; kesret.

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19

Aşkın ruhi ve fiziki etkileri şarabın etkisi (sekr: sarhoşluk) ile özdeştirilerek

“aşk” kavramı için “şarap” kelimesi sembolleştirilir. Bu sembol, sarhoşluk ve

meyhane kavramları çevresinde yeni mazmunların oluşmasını sağlar. Aşk kavramı

çevresinde oluşturulan sembollerden en yaygın olanları şunlardır:

bade: Şarap, sülukun başındaki aşk.

bade-fürûş: İçki satan, mürşid

câm: Kadeh; âşıkın kalbi; hâller.

cür’a: Kadehin son yudumu; tortu;

salikten gizlenen sırlar, makamlar.

hammâr:Meyhaneci; insan-ı kamil;

salik; âşık; mürşit.

harabât: Viranelik; alem-i nasut;

tekke; beşeriyetin perişanlığı.

hum: Şarap küpü; âşığın kalbi.

humâr: Sarhoşluk; vücut

makamından isteyerek dönmek.

humhane:Şarap mahzeni; tecellilerin

inişi; salikin kalbi.

kadeh: Âşığın kalbi; cezbe.

mest: Sarhoş; cezbe, coşkunluk, vect

hâli.

mey: Şarap; salikin kalbinde

meydana gelen zevkler, aşk hâli.

meykede: Meyhane; tekke; gönül;

manevi sığınak.

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20

meyhane: Tekke; salikin marifetle

dolu kalbi.

muğbeçe: Meyhaneci yamağı; mürit.

pîr-i mugân: Ateşgede rahibi;

meyhaneci; mürşid-i kamil.

peymâne: Kadeh; gayb nurlarının

müşahede edildiği yer.

piyale: Kadeh; sevgili.

sagar: Kadeh; arifin gönlü; gayb

nurlarının müşahede edildiği yer.

sâki: Mürşit; mana âlemine yol

gösteren ve teşvik eden.

sak-i bezm-i elest: Elest meclisinin

sakisi; Allah.

sekr: Sarhoşluk; cemal tecellileriyle

kendinden geçme.

şarap: İlahi aşk; aşkın coşkusu.

şaraphane: Âlem-i melekut; arifin

şevkle dolu bâtını.

şürb: İçme; keşf ve tecelli sonucu

oluşan haz.

Örnek beyitler:

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü Bostan ıssı kakıdı der ne yersin kozumu

Erik, şeriat; üzüm, tarikat; koz (ceviz) ise hakikattir. Bostan sahibi mürşid-i kâmil, müridin şeriat ağacından tarikat meyvesini yemeye kalkışmasına

kızıyor. Beyitte, her bilgi ve marifete ulaşmanın kendine has bir yolu olduğu vurgulanmaktadır.

Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez Münafıklar elinden örter mana yüzünü

Görünürde anlamsız olan bu sözler hakikatte ilahî sırları barındırmaktadır. Güzeller, namahremlerden gizlenmek için yüzlerine peçe örttükleri gibi, ehil

olmayandan korumak için bu ince manalar sembollerle perdelenmiştir. (Tatçı 2005)

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

Esrâr-ı kâinâta ezel cür’adân iken Ben hânkâh-ı aşkda hayran idüm sana

Hayali

*Ezel, kâinatın esrarına hokka (esrarın konduğu kap) iken ben aşk tekkesinde sana hayran idim.]

Esrar, sırlar ve uyuşturucu madde; cür’adan, esrar vb. maddelerin saklandığı hokka, kap; hankah, tekke; hayran, beğeniyle seyretmek, esrar komasına girmek demektir. Sufiler, Allah, “elest” meclisinde cemalini gösterdiğinde

ruhların bu olağanüstü güzellik karşısında kendilerinden geçerek sarhoş ve hayran olduklarına inanır. İşte şair bu durumu, esrar ile ilgili kavramları

kullanarak anlatır: Allah’ın cemal sıfatının, kesret denen kâinatta henüz tecelli etmediği ve gizli olduğu “ezel” gününde, kaptaki esrarı kullanmadan komaya

giren kişi gibi ben de aşk makamında sana hayrandım. (Şentürk 1999)

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22

Öze

t

•Yaratılışı itibarıyla İnsan, yüce bir tanrıya inanma eğilimindedir. Bunun bir sonucu olarak, ya hak bir dine ya da, onun yerine ikame edilen herhangi bir inanışa bağlanır.

•Dini daha derinden ve samimi duygularla yaşamak isteyen insan, bireysel ruhi tecrübeye dayanan, gizemli bir hayat biçimini arar. Duygu ekseninde gelişen bu yaşam biçimi, aşkın (transandantal) hâlleri ve davranış biçimleriyle kendisine özgü uygulamaları, ilke ve kuralları bulunan kurumları oluşturur. İslam kültürü dairesinde gelişen bu düşünce ve kurumlara genel olarak tasavvuf denir.

•Din ve tasavvufun toplum üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Bu kurumların, birey ve toplulukların duygu, düşünce, davranışlarından bilinçaltlarına kadar uzanan köklü etkileri bulunmaktadır. Bu etkilerin sanat ve kültür alanına yansıması kaçınılmazdır.

•Din ve tasavvufun güzel sanatlar içinde en çok ilgili olduğu alan edebiyattır. Öğretilerin geniş kitlelere ulaştırılması ve sonraki nesillere aktarılması için edebiyat en uygun kanaldır. Tasavvuf kültürü dairesinde yetişen pek çok şair ve yazar, geliştirdikleri sembolik bir dil ile duygu ve heyecanlarını dile getirmişlerdir. Hatta dinî olmayan konuları işleyen (profan) şairlerin, şiirlerine bir derinlik ve gizemlilik kazandırmak için bu tasavvufi sembolleri kullandıkları görülmektedir.

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23

Değerlendirme

sorularını sistemde ilgili

ünite başlığı altında yer

alan “bölüm sonu testi”

bölümünde etkileşimli

olarak

cevaplayabilirsiniz.

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Aşağıdakilerden hangisi “din” kelimesinin anlamlarından değildir?

a) Ceza

b) Saltanat

c) Kıraat

d) İtaat

e) Millet

2. İnsan ile hayvan ve bitki gibi varlıklar arasındaki ruh özdeşliğine dayanan

inanış aşağıdakilerden hangisidir?

a) Natürizm

b) Materyalizm

c) Totemizm

d) Animizm

e) Pozitivizm

3. Ataların ruhuna tapınma kültüne ne ad verilir?

a) Paganizm

b) Totemizm

c) Monoteizm

d) Şamanizm

e) Animizm

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24

4. Tasavvuf kelimesi aşağıdakilerden hangisinden türemiştir?

a) Safa

b) Suffe

c) Suf

d) Sofos

e) Saff

5. Sufilerin benimsedikleri hayat tarzının kaynağı aşağıdakilerden

hangisidir?

a) Yunan felsefesi

b) İslamiyet

c) Yahudilik

d) Budizm

e) Hıristiyanlık

6. Aşağıdakilerden hangisi tasavvuf hakkında doğru değildir?

a) Katışıksız bir dinî hayat yaşamaktır.

b) Manen yükselerek Tanrı ile bütünleşmektir.

c) Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.

d) Dünya lezzetlerini terk etmektir.

e) Eşyanın hakikatini bilip, bilgisini terk etmektir.

7. Varlığın birliğini savunan ve bunu “Lâ mevcûde illâ hû” formülü ile ifade

eden tasavvufi düşünce hangisidir?

a) Melamilik

b) Vahdetü’l-vücud

c) Mistisizm

d) Vahdetü’ş-şuhud

e) Egzoterizm

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25

8. Tasavvufi bir terim olan “Kavs-ı nüzul” aşağıdakilerden hangisini ifade

etmektedir?

a) Kâinatın yaratılış evrelerini

b) Salikin seyr ü sülukta takip ettiği yolu

c) Ayetlerin nüzul sırasını

d) Tarikattaki örgütlenmenin düzenini

e) Sufilerin kalbine ilhamın inişini

9. Tasavvuf şairleri neden sembolik bir dil kullanma ihtiyacını duymuşlar?

a) Şiirlerini gizemli hâle getirmek

b) Geniş kitlelerin dikkatini çekmek

c) Öğretilerini daha anlaşılır kılmak

d) Ruhi tecrübelerden kazandıkları bâtıni bilgileri başka türlü ifade

edememek

e) Kendilerini farklı göstermek

10. “Şarap” kelimesinin tasavvuf edebiyatında ifade ettiği anlam

aşağıdakilerden hangisidir?

a) Sevgiliye duyulan aşk

b) İlahi nurların kalbe gelmesi

c) Alkollü içecekler

d) İlahi aşk

e) Dünya sevgisi

Cevap Anahtarı

1-c, 2-c, 3-e, 4-c, 5-b, 6-b, 7-b, 8-a, 9-d, 10-d

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26

YARARLANILAN KAYNAKLAR

el-Aclunî, İsmail b. Muhammed, (1352), Keşfü’l-hafâ ve Müzîlü’l-ilbâs: Beyrut.

Algül, Hüseyin vd., (1998), İlmihal-İman ve İbadetler: İstanbul:

Eliot, Thomas Stearns, (2007), Edebiyat Üzerine Düşünceler: İstanbul.

Gener, Cihangir, (2007), Ezoterik-Batınî Doktrinler Tarihi: Ankara.

Gibb, E.J.Wilkinson, (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, (Çev. Ali Çavuşoğlu): Ankara.

Güzel, Abdurrahman, (2004), Dinî Tasavvufi Türk Edebiyatı: Ankara.

Guenon, Rene, (2003), İnisiyasyona Toplu Bakışlar, (Çev. Mahmut Kanık), C.I:

Ankara.

el-Hekim, Suad, (2004), İbnü’l-arabî Sözlüğü: İstanbul.

İz, Mahir (1997), Tasavvuf: İstanbul.

İzutsu, Toshihiko, (2005), İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, (Çev.

Ahmed Yüksel Özemre): İstanbul.

Kemikli, Bilal, (2004), Dost İlinden Gelen Ses: İstanbul.

Kemikli, Bilal, (2009), Şiir ve İrfan: İstanbul.

Kılıç, Mahmut Erol, (2004), Sufi ve Şiir: İstanbul.

Kırkkılıç, Ahmet, (1994), Başlangıcından Günümüze Tasavvuf: Erzurum.

Köprülü, M. Fuad, (1981), Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.

Köprülü, M. Fuad, (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara.

Kuşeyrî, Abdülkerim, (2009), er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi’t-tasavvuf, (Çev. Dilaver

Selvi): İstanbul.

Latifî, Abdüllatif,(2000), Tezkiretü’ş-şu’arâ, (Haz. Rıdvan Canım): Ankara.

Levend, Agâh Sırrı, (1984), Divan Edebiyatı: İstanbul.

Mevlana, Celaleddin, (1994), Fihi Ma Fih, (Çev. Ahmed Avni Konuk): İstanbul.

Mevlana, Celaleddin, (1997), Mevlana’nın Rubaileri, (Çev. M. Nuri Gençosman):

İstanbul.

Nicholson, R. A., (2004), Tasavvufun Menşei Problemi, (Çev. Abdullah Kartal):

İstanbul.

Rabbanî, (İmam) Ahmed el-Serhendi, (2006), Mektubât: İstanbul.

Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27

Şentürk, Ahmet Atilla, (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi,: İstanbul.

Şerif, M.Mardin, (1990), İslam Düşüncesi Tarihi, (Haz. Mustafa Armağan): C.I.

Tatçı, Mustafa, (2005), Yunus Emre Şerhleri: İstanbul.

Tümer, Günay, (1994), “Din”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.9: İstanbul.

Vergote, Antoine, (1999), Din, İnanç ve İnançsızlık: İstanbul.

İÇİN

DEK

İLER

• Muhteva Kaynakları

• Tarihsel Kaynaklar

• Biyografik kaynaklar

• Bibliyografik Kaynaklar

HED

EFLE

R

• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• Türk İslam Edebiyatının Kaynaklarını kavrayabilecek,

• Bu kaynakların edebiyatımız açısından ne kadar önemli olduğunu anlayabilecek,

• Şair ve yazarların bu zengin kaynaklardan nasıl ustaca yararlandıklarını görebilecek,

• Sanatkâr ve eseri hakkında hangi kaynaklara müracaat edilmesi gerektiğini öğrenecebileceksiniz.

ÜNİTE

2

TÜRK İSLAM EDEBİYATININ KAYNAKLARI

TÜRK İSLAM

EDEBİYATI

Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÖKTAŞ

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2

GİRİŞ

Türk milletinin, fikrî, edebî ve ideolojik hayatı üzerinde büyük değişiklikler

yapan İslam medeniyeti dönemi, milletimizin ilim, fikir ve edebiyat tarihi açısından

da çok önemli bir dönüm noktasıdır. Nitekim dikkat çekici ilk değişme dilde

olmuştur. Türkler, İslam medeniyetini ve bu medeniyeti tesis eden Kuran’ı çok iyi

anlayabilmek için Arapçayı ve klasik İslami edebiyat dili Farsçayı kısa zamanda

öğrendiler.

İslamiyet’ten sonraki Türk edebiyatında mevzu, tema, kültür ve ideoloji

değişikliği dil değişmelerinden daha fazladır. İslam’ın kabulüne kadar yerli ve kavmî

bir edebiyat yaparak birbirine benzer şifahi terennümler ile yetinen Türkler,

İslamiyet’ten sonra beşerî çehresi, millî çehresinden daha zengin, sosyal ve coğrafî

çizgileri eskisinden daha başka bir edebiyat meydana getirmişlerdir.

Bilindiği gibi, hicri ikinci asırdan itibaren İslami ilimler oluşmaya başladı. Bu

dinin kutsal kitabı Kuran’ın şerh ve izahı için tefsir ilmi, Hz. Peygamberin söz, fiil ve

davranışlarının tespiti için hadis ilmi, Kur’an ve Hadis’e dayalı olarak dünyada

kişinin leh ve aleyhine olan hükümleri bilmesi demek olan fıkıh ilmi ortaya çıktı.

Ayrıca temel inanç esaslarının doğru bir şekilde tespit ve izahı için akaid ve kelam

ilimleri ortaya çıktı ve bu çerçevede farklı görüşlere bağlı olarak ekoller oluştu. Hz.

Peygamber ve ashabının yaşadığı hayata bir özlemin tezahürü olarak tasavvuf,

geniş kitleler üzerinde etki yapan bir fikir ve disiplin olarak sistemleşti.

Türklerin İslamiyet’i kabulünden günümüze uzanan çizgide bu ilimleri âlimler

izah için uğraşmışlar, kitaplar telif etmişler, her biri çok iyi eğitim almış olan şairler

bu ilim ve fikirlerden aldıkları ilhamlarla duygu ve düşüncelerini en güzel şekilde

ifadeye çalışmışlardır.

MUHTEVA KAYNAKLARI

Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler

Her büyük edebiyatın kendisini meydana getiren medeniyete uygun, bir

sanat anlayışına, bir ilim ve tefekkür kaynağına dayandığı görülür. İslami Türk

edebiyatının ilim ve fikir kaynağı bizde tamamıyla Kuran’dır. Kuran, Hz.

Peygamber’e vahyedildiği asır Arap dünyası dikkate alındığında muazzam bir

mucizedir. İslam medeniyeti bu muazzam mucizeyle başlamış ve devam etmiştir.

Fuzuli, Kur’an’ın bu yönüne temas eden bir beytinde şöyle der;

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3

İktibas; bir şair veya

yazarın kendi eserine

âyet veya hadislerden

birini katmasıdır. Bu

yolla anlamı

pekiştirmek, söze

güzellik ve güç katmak

amaçlanır.

(Bilgegil 1989:268)

Bâkî-i mu’ciz ne hâcet dîn-i hakk isbâtına

Âlem içre mu’ciz-i bâkî yeter Kuran sana

Fuzuli

Kuran-ı Kerim’de, Allah’a, dünyanın ve insanın yaratılışına, meleklere,

kıyamet gününe, cennet ve cehenneme, ibadetlere, geçmiş peygamberler ve

ümmetlerine, hukuka, ahlaka, faziletlere, suçlara ve onlara verilecek cezalara ait

bölümler ve bilgiler vardır.

Kuran’ın ayetlerini ya doğrudan doğruya yahut ilk ve en manalı kelimeleri ile

edebî eserlerde zikretmek, İslami Edebiyatın iktibas adı verilen ve sözün kıymetini

ışıklandıran geleneklerinden olmuştur. Bu yolla söze manevi bir güzellik veya

ilahilik verilmek istenmiştir. Tam ve kısmi veya manevi ve lafzi iktibas şeklinde

kullanımı bulunmaktadır. Bir sözün tamamı alınmışsa iktibas-ı tam (tam iktibas),

yarısı veya bir parçası alınmışsa iktibas-ı gayr-ı tam (yarım iktibas) meydana çıkar.

Bî-bekâdır bu menzil ey ahbâb

Fettakullâhe yâ uli’l-elbâb

Ahmed Paşa

Şair, burada Maide suresinin 100. ayetinde geçen “Ey akıl sahipleri Allah’a

karşı gelmekten sakının”, kısmını aynen lafzi olarak iktibas etmiştir.

Rûz-ı mahşerde nidâ cennetten ere ümmete

Hâzihî cennâtu adnin fe’dhulûhâ hâlidîn

Muhibbî

Muhteşem Süleyman olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda

“Muhibbî” mahlaslı bir divan şairidir. Yukarıdaki beytinde Fatır Suresi’nin 33 ve

Zümer Suresi’nin 73. ayetlerinden iktibaslarda bulunmuştur.

Bir

eyse

l Et

kin

lik

• Mehmet Âkif ERSOY’un Kur’an’a Hitap başlıklı manzumesini Safahat isimli esrinden bulup okuyunuz.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4

“İlimsiz şi’r esası yok divâr

kimi olur ve esassız divâr

gâyette bi-itibâr olur.

Pâye-i şi’rimi hilye-i

ilimden muarrâ olmağı

mûcib-i ihânet bilüp ve

ilimsiz şi’rden kaleb-i bi-

rûh kim teneffür kılup bir

müddet nakd-i hayâtım

sarf-ı iktisâb-ı fünûn-ı ilm-i

aklî vü naklî ve hâsıl-i

ömrüm bezl-i iktisâb-ı

fevâid-i şâhid-i nazmıma

pirâyeler mürettep kıldım

ve tedric ile tetebbu-i

tefâsir ü ehâdis edip

fazilet-i şi’re mezemmet

isnâdı naks-i himmet

olduğunun hakikatin

bildim.”

Fuzuli

Türkçe Divan Önsözünden

Mehmet Akif de; “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 3/39),

mealindeki ayeti lafzen iktibas eder:

Leyse li’l-insâni illâ mâ se´â derken Hudâ;

Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha;

Mehmet Akif

Hz. Peygamber’in sözleri, filleri ve davranışları anlamına gelen hadis, Türk

edebiyatının muhteva kaynaklarından biridir. İslam kültürü etkisinde gelişen Türk

edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, divan edebiyatı, tekke edebiyatı

(tasavvuf edebiyatı) ve halk edebiyatı olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini

görüyoruz. (Şener ve Yıldız 2010: 34) Bu üç kolda eser veren şairler çok zengin bir

hazine olan ayet ve hadisleri telmihen, mealen yahut aynen eserlerine almışlardır.

Vezin zaruretinden kaynaklanan sebeplerle bu alıntılarda ufak bazı değişiklikler de

yapmışlardır.

“El-fakru fahrî el-fakru fahrî”

Demedi mi ol âlemler fahri

Hacı Bayram Veli

Şair, “Fakr (her an Allaha muhtaç olma hâli), benim övüncümdür; ben onunla

övünürüm”, hadisini aynen iktibas etmişir.

Naklidüp bu kelâmı didi Nebî

“Sebakat rahmetî ´alâ gadabî”

Taşlıcalı Yahya

Aşkiyâ ölmezden ön öl kim hadîs-i aşkda

Âşıkın sanındadır “mûtû ve kable en temût”

Aşki

“Ölmeden önce ölünüz” mealindeki hadis bu beyitte hem anlam olarak, hem

de metin olarak verilmiştir.

Aşağıya aldığımız beyitte hadis mana olarak iktibas edilmiştir.

Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber

“Bir talâk oldu mu dünyada semâlar titrer”

Mehmet Akif

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5

Dinî İlimler Çoğu, yaşadıkları dönem itibariyle, iyi bir eğitim almış olan şairlerin Tefsir,

hadis, fıkıh, akaid, kelam, siyer ve tasavvuf gibi İslam kültürünün bilim dallarından

istifade etmeleri ve sanat telakkisiyle eserlerinde bu ilimlerden telmih ve iktibas

yoluyla bahsetmeleri çok tabiidir. Özellikle tevhid, münacat, naat ve benzeri

türlerde bu ilimlere dayalı fikir ve düşüncelere sıkça yer verilir. Ehl-i sünnet inanç

ve akideleri yanında, bazı bâtıni mezhep görüş ve düşüncelerine de şairler

tarafından yer verildiği görülür.

Allah’ın Hz. Âdem’i yarattıktan sonra meleklerin ona secde etmelerini

emretmesi şair tarafından şöyle ifade edilir:

Envârının olduğu müsellem

Mescûd-ı melâ`ik oldu Âdem

Nabi

İnsanlar Allah’ın verdiği had ve hesaba gelmez bunca nimetin kadrini

bilmezler ve şikayet etmekten de geri durmazlar. “Allah’ın nimetlerini saymaya

kalksanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalim ve çok nankördür” (İbrahim,

14/34), ayetini hatırlatan Nabi’nin şu ifadeleri çok manidardır:

Bu denlû n i’met-i bî imtinânın kadrini bilmez

Aceb küfrân-ı nâ-şükrândır ekser merdüm-i dünyâ

Bu denlû ni’met-i ma’lûme vü meçhûleden sonra

İder takdîrden bast-ı şikâyet itmez istihyâ

Nabi

Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer

“Beşşiri’l-kâtile bi’lkatli” didi Peygamber.

Laedri

beytinde İslam hukukunda kasden bir kişiyi öldürenin kısas hükmü gereği

öldürüleceğini bildiren bir kaideyi sanat zemininde ifade etmiştir.

İslam inanç esaslarından biri de “kadere imandır.” Mukadder olan başa gelir.

Takdire boyun eğmekten başka çare de yoktur. Takdiri değiştirmek de mümkün

değildir.

Çâre yok şîve-i takdîre rızâdan gayri

Fehmolunmaz hikem-i sırr-ı hafiy-yi Bârî

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6

Sami

Kadere itiraz ve şikayet eder tarzda ifadeler de doğru değildir.

Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonunu sabreyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Erzurumlu İbrahim Hakkı

Kelam, Allah’ın varlığından, birliğinden, sıfat ve isimlerinden bahseden

ilimdir. Özellikle tevhid, münacaat ve tazarrunamelerde Cenab-ı Hakk’ın güzel

isimleri, kudretinin sonsuzluğu, fiilleri ve sıfatları sürekli işlenen mevzulardır.

Kelâm, uluhiyyeti bir sistem dahilinde ispata çalışır. Hudus ve imkan delili bu

ilmin konularındandır.

Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîmdendir kim

Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ

Fuzuli

Şair bu beytinde hadis olan her şey, Kadim olan Allah’tandır; Allah fani

değildir, diyor.

Kainatı Allah yaratmıştır ve Allah mekândan münezzehtir. Allah’ı bu beden

gözüyle görmek mümkün değildir. Ancak basiret gözü tüm varlıkların yüzlerinde

Allah’ın nurunu hissedebilir.

Ey İlâh-ı kâinat ey masdar-ı sun'-ı kemâl

Varlığındır var olan yoktur o varlıkta zevâl

Ey cenâb-ı kibriyâ bizler gibi âcizlere

Kibriyâ-yı Zât'ını mümkün müdür etmek hayâl

Nigar Hanım

Samed, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından biridir. Bütün varlıklar varlıklarını ve

varlıklarının devamını ona borçludurlar, ona muhtaçtırlar. O hiçbir şeye muhtaç

değildir.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7

Her fikrin en güzel ifadesi ancak edebiyatla

mümkündür.

Olsa her saat dilimde “kul hüva’llâhu ehad”

Kalbimi eyler münevver nûr-ı “Allahu’s-samed”

Aşki

Tasavvuf, Hz. Peygamber’in ve ashabının yaşadığı hayata özlemin bir neticesi

olarak ortaya çıkmıştır. Muhteva kaynakları bağlamında edebiyatımızda müstesna

bir yeri olan tasavvufun manzum olarak birçok tarifleri de yapılmıştır.

Bidâyette tasvvuf sûfi-i bî-cân olmağa derler

Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler

Tasavvuf “urvetü’l-vüskâ” yükün cân ile çekmektir

Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler

Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi

Tasavvuf, hicri beşinci asırda çok güçlenmiş ve birçok mutasavvıf

yetişmiştir. Bu akımın zamanla edebiyata intikal ettiğini görülmektedir. Her fikrin

en güzel ifadesi ancak edebiyatla mümkündür. Bu itibarla tasavvufun en güzel

ifadesini de edebiyatta görmek mümkündür. İslam’ın kabulünden sonra üç kolda

gelişme gösteren edebiyatımızda bütün fikir ve akideleri sembollerle ifade eden

tasavvufi edanın estetik bir kıymeti vardır. Divan edebiyatımız da, halk

edebiyatımız da tasavvufun tesiri altında kalmıştır. Tasavvuf, Melamilik, Mevlevilik,

Rufailik, Kadirilik, Nakşibendilik ve Halvetilik gibi birçok tarikatın meydana

gelmesine vesile olmuştur.

Kâdirî’yiz döneriz aşk ile devrânîyiz

Mest-i şûrîde-ser-i neşve-i Geylânî’yiz

Hersekli Arif Hikmet

Bir

eys

el

Etki

nlik

• 1. uniteye yeniden değerlendiriniz.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8

Tasavvufi düşüncede “vahdet-i vücut” nazariyesi önemli bir yer tutar. Buna

göre, yegâne varlık Allah’tır. Eşya ve mevcudat, Allah’ın muhtelif tecellisinden

ibarettir hakikî ve müstakil bir mevcudiyete malik değildir.

Ben bilmez idim gizli ıyan hep sen imişsin

Canlarda vü tenlerde nihan hep sen imişsin

Senden bu cihan içre nişan ister idim ben

Âhir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin

Naili

Kâinat ve insan bir aynadır. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa,

Cenab-ı Hak da bütün güzelliklerin kaynağı olan cemalini temaşa için kâinatı ve

insanı yaratmıştır.

Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş

Sûret-i icâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz

Laedri

İnsan, ilahi sırlar hazinesidir. Allah’ın güzel isimleri diğer varlıklarda tafsilen

dağınık bir surette bulunduğu halde, insanda mücmel, fakat tam olarak bulunur.

Afakta olan her şey kevn-i cami olan insanda da mevcuttur.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Şeyh Galip

Haberdâr olmamışsın kendi zatından da hâlâ sen

“Muhakkar bir vücûdum” dersin ey insan fakat bilsen…

Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:

Avâlim sende pinhândır cihânlar sende matvîdir:

Mehmet Akif

Bütün tarikatların müşterek esası zikirdir. Zikrin de kısımları vardır.

Tarikatlardan her birinin kendine mahsus ayini, erkan ve adabı olduğu gibi her

birinin hususi kisvesi, zaviyesi ve kabul töreni de vardır.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9

Her nefeste zikr-i Hakk tevfîk-i Rahmân’dır bize

Âyet-i “zikren kesîren”emr-i Kuran’dır bize

Hoca Halil Ağa

İslam Tarihi ve Peygamber Kıssaları

İslam Tarihi Hz. Âdem ile başlar ve Asr-ı Saadet’te kemal bulur. Bir sanatkâra

çok zengin malzeme sunan İslam tarihi ve peygamber kıssalarına şairlerin kayıtsız

kalması elbette düşünülemez. Şair tarih içindeki önemli olayları, kişileri, savaşları,

değişimleri, fikir akımlarını vs. sanat içinde ele alır; topluma bir ibret ve örnek

olarak takdim eder.

Hz. Âdem ’ın yasak meyveden yemesi ve dünyaya gönderilişi;

Hoş-dem idi Hazret-i Âdem ezel

Zevkine dünya gamı oldu bedel

Taşlıcalı Yahya

Hz. Nuh ’ın kendisine inananlarla birlikte tufandan kurtuluşu,

Sensin bizi muhlis yine garkâb-ı fenâdan

Ne zevrak u ne Nûh u ne tûfân bilürüz biz

Naili- Kadim

Hz. Eyyub ’un yıllarca bir imtihan vesilesi olarak yara bere içinde kalması;

Eyyûb’u illet-i beden inletti zâr zâr

Ziya Paşa

Hz. İbrahim ’ın, kaybolup gidenlerin ilah olamayacağı; Allah’ın ezelî ve ebedî

oluşunu ispat sadedinde Kur’an’da geçen kıssası;

Âftâb-ı hüsn-i hûbân âkibet eyler ufûl

Ben muhibb-i lâ-yezâlim“lâ uhibbu’l-âfilîn”

Laedri

Hz. İsmâil’in, babası İbrahim tarafından Allah’a kurban olarak sunulması,

Gerçi İsmâîl’e kurbân gökten inmiş kadr içün

Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü, “İşte Rabbim!” dedi.

Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem” dedi. (Enam 6/76)

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10

Hakk bilür kadr içün İsmâîl ana kurbân olur

Fuzuli

İsmâ’il’em Hakk yoluna cânımı kurbân eylerem

Bil ki bu cân kurbân imiş koçu kurbânı neylerem

Yunus Emre

Hz. Davud’un sesinin güzelliği ve Zebur’dan ayetler okuması esnasında

kuşların onu dinlemeye gelmesi;

Hüsn-i sadâ ile okurdu Zebûr

Dinlemeye cem’ olur idi tuyûr

Taşlıcalı Yahya

Hz. Süleyman’ın mucize eseri olarak kuşların dilini bilmesi ve onları istihdam

etmesi;

Süleyman kuş dilin bilür dediler

Süleymân var Süleymân’dan içerü

Yunus Emre

Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi; Cebrail’in Hz. Meryem’e ruh üflemesiyle

hamile kalmasına işaret eden aşağıdaki beyit;

Sûrette n’ola zerre isek ma’nîde yuhuz

Rûhu’l-kudüs’ün Meryem’e nefhettiği rûhuz

Ruhi–i Bağdadi

Yine yukarıda bir kısmına temas ettiğimiz örneklerde de ifade edildiği gibi

peygamber kıssaları şairlerimiz tarafından sanat zemininde işlenir.

Akşemseddin’in telmih ve iktibaslarla anlattığı peygamber kıssalarına temas

eden manzumesini toplu bir örnek olması sebebiyle buraya alıyoruz.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11

Hz. Muhammed, edebiyatımızda en çok işlenen konuların başında gelir. Hz.

Âdem’le başlayan peygamberlik silsilesi Hz. Muhammed’le son bulmuştur. O,

peygamberlerin en faziletlisidir. Kur’an ona nazil olmuştur. Müslümanlıkta ilk

Örn

ek

AĞLAR

Düşelden ten kuyusuna,

Gözüm Yûsuf’layın ağlar,

Kalup kurbet diyârında,

Gözüm Yâkûb’layın ağlar.

Bana dostum belâ saldı;

Meger inildimi sevdi;

Direm “messeniye’z-zurru;

Gözüm Eyyûb’layın ağlar.

Bu cân kuşı kafes tende,

Diler uça gide anda;

Sanasın batn-ı balıkda,

Gözüm Yûnus’layın ağlar.

Ezel görüp biz işidüp,

Terânî vâdesin dostun,

Yine görem diyu dün gün,

Gözüm Mûsâ’layın ağlar.

Bu Şemseddîn diler cânı,

İçe ol âb-ı hayvânı,

Temâşâ eyleye ânı,

Gözüm ırmaklayın ağlar.

Akşemseddin

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12

mevzu, kelime-i şehadette de ifadesini bulan, vahdaniyyet-i ilahiyye ve risalet-i

Muhammediye’dir. Türklerin İslam’ı kabulünden sonra yazılan mensur ve manzum

eserlerin, “besmele, hamdele ve salvele” ile başlaması bir gelenekti. Manzum

eserlerde bu sıra “besmele, tevhid, münacat, naat” şeklindedir. Hemen hemen

bütün nazım şekillerinde yazılan naatlarda Hz. Peygamber’in çeşitli meziyetleri,

bütün güzel sıfatları, ümmiliği, yetimliği, beşerin en hayırlısı oluşu, doğduğu sırada

meydana gelen hadiseler, makam-ı mahmud sahibi oluşu, şefaat talebi, Kuran’da

zikredilen hususiyetleri, şemaili ve gösterdiği mucizeleri gibi birçok sebep

vesilesiyle bahse konu edilir.

İltifât ibrâz edip, ey mefhar-ı devrân sana

Nezdine da´vette ikrâm eyledi Yezdân sana

Hâk-i pây oldu efendim çarh-ı nûr-efşân sana

Hâke indi gökten istikbâl için Kuran sana

Makbule Leman

Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf

Kuran’a sıfâtı zarf u mazrûf

Şeyh Galip

Peygamberlerden başka raşit halifeler, ehl-i beyt, ashab-ı kiram, Kerbela

olayı, ünlü İslam büyükleri temayüz eden yönleriyle ele alınırlar. Hz. Ebubekir ilk

Müslümanlardan oluşu, “sıddik” sıfatı ve mağara arkadaşlığı sebebiyle; Hz. Ömer

adaletiyle; Hz. Osman hayası; Hz. Ali, cesareti, ilim şehrinin kapısı olması, şah-ı

velayet oluşu gibi özellikleriyle bahse konu edilir;

İlk Müslümân, Hadîce,

Haberi öğrenince

Teslîm oldu büsbütün…

Ardından Ebûbekir

İspâtı aşan fikir,

His ki, akıldan üstün…

Necip Fazıl

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!

Mehmet Akif

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13

Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya

Cibrîl var haber ver Sultân-ı enbiyâ’ya

Kazım Paşa

Mucizeler ve Kerametler

Peygamberlerin peygamberliklerini ispat, münkirleri de ikna sadedinde vaki

olağanüstü hâller olan mucizeler, şairlerin asla ihmal edemeyeceği ve bir sanatkâra

çok fazla malzeme sunan kaynaklardır. Şairler yeri geldikçe telmih yoluyla, başta

Hz. Peygamber olmak üzere diğer peygamberlerin mucizelerinden ve evliyaullahın

kerametlerinden bahsetmeleri şiire bir inanç ve hayal zenginliği katar.

Hz. Peygamber’in parmağının işaretiyle ayı ikiye bölmesi (şakku’l-kamer),

parmaklarından suyun akması, hayvanlarla konuşması, kuru direğin ve taşların

konuşması, ölüleri diriltmesi, duasının bereketiyle yemeğin çoğalması, miracı gibi

yüzlerce mucizenin yanında Hz. Musa’nın asasının ejderha olması, yed-i beyza,

taştan su çıkarma ve Kızıldeniz’i yarması, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması, Hz.

İsmail’i bıçağın kesmemesi, Salih’ın devesi, Hz. Davud’un demiri hamur gibi

yumuşatması, Hz. Süleyman’ın kuş dilini bilmesi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi,

hastaları iyileştirmesi gibi daha burada sayamayacağımız nice mucizeler, raşid

halifelere, evliyaullahın büyüklerine ait kerametler, telmihlerle teşbihlerle öğüt

vermek maksadıyla bahse konu edilir;

Hayret ilen parmağın dişler kim itse istimâ’

Parmağından virdiği şiddet günü Ensâra su

Fuzuli

Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi

İzzet Molla

Mukaddes parmak göğe doğru… Ve ay iki şakk;

Vurduğu granit kaya, külden daha yumuşak.

Necip Fazıl

Tarihî ve Efsanevi Kişilerin Maceraları

Tarihin kaydettiği birçok meşhur alim, şair ve bilge kişilerle birlikte, zenginliği

cömertliği, adaleti, cesareti efsane hâline gelmiş kahramanların adları ve özellikleri

edebiyatımızda sık sık geçer. Bu efsanevi kahramanların şöhretlerine sebep olan

hususiyetlerine telmihler yapılır. Pek çok ilmî ve dinî kitapta bahsedilen bu

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14

kahramanlar ve özellikleri zengin bir hayal dünyasına sahip şairler için vazgeçilmez

bir kaynaktır.

Bu başlık altında ele almayı düşündüğümüz konular “Varlık ve İnsan” başlıklı

ünitede ayrıntılı olarak işlenmiştir (Ünite 9). Burada sadece Kuran’da da bahsi

geçen Karun’dan bahsetmekle yetineceğiz. Karun, Hz. Musa ’nın muasırıdır.

Zenginliği ve hasisliğiyle meşhurdur. Kuran’da kıssası anlatılan Karun, servetiyle

beraber yere batırılmıştır.

Tecrîd ile felekte oldum Mesîh-i sânî

Mâlıyla yere geçsün Kârûn’a minnetim yok

Fakri Dede

Sen Ferîdûn hazînesin Nûşirevân genciyle

Kârûn malını alıp bunca mala kattın tut

Yunus

Çağın İlimleri

Gerek pozitif (müsbet) ilimler, gerekse felsefi ve batıl ilimler; hemen hepsi

biligili, kültürlü, iyi eğitim almış şairleri ilgilendiren konulardı. Eğitim gördükleri

medreselerde Arapça ve Farsça’yı öğrenmekle birlikte yaşadıkları çağın bütün ilim

dallarını da ders olarak görmekteydiler. Şairler doğu kültürüyle beslenmiş bu

ilimlere yönelik faâliyetlerini veya halkın bildiği ve ilgilendiği yaygın konuları sanat

düşüncesi içerisinde eserlerinde söz konusu etmişlerdir. Şair ve yazarların

eserlerine kaynaklık eden ilimlerin başlıcaları şunlardır: Hikmet-i kadime, felsefe,

mantık, tıp, astronomi, eczacılık, kimya, geometri, tecvit, gramer, remil, ilm-i

nücum, ilm-i kıyafet, rüya tabiri, musiki, riyaziye gibi. Şair, gerek ilgi alanı, gerekse

aldığı eğitimin neticesinde bu ilimlerle ilgili terim ve deyimleri, herkesin bilebileceği

birtakım gerçekleri ele alır ve sanatla işler.

Mübtedâsından olmayan haberi

Oldu hayvân-ı nâtık-ı âlem

Taşlıcalı Yahya

“Şüphesiz Karun, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona,

anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik...”

(Kasas, 28/76)

“Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık.” (Kasas, 28/81)

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15

Bu beyitte şair, medreselerde okutulan eski Yunan düşüncesinin insana ait

bir tanımı zikrederken, Arap dilinin gramer kaidelerinden olan mübtedâ ve haber

konusuna da işaret eder.

İslam’da fal, sihir, büyü, yıldızlardan hareketle gayba ait birtakım hükümler

vermek haramdır. Şairlerin yukarıda sayılan batıl ilimlerle ilgili beyanları İslami

düşünce doğrultusundadır.

Remlin ahkâmını gerçek sanma

Gaybı Allah bilir aldanma

Nabi

Organların şeklinden, renginden ve hususiyetinden insanın ahlak ve tabiatını

tanıma ilmi olan kıyafet de şairlerin ilgilendiği mevzulardandır. Bu husuta,

Hamdullah Hamdi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi, müstakil kıyafetname kaleme

alan sanatçılar vardır.

Kim ki boyudur tavîl

Sâde-dil olur cemîl

Kim ki vasat boyludur

Âkil ü hoş huyludur

İbrahim Hakkı

Kuran-ı Kerim’i usulüne bağlı kalarak okuma ilmi olan tecvitin bir kuralı olan

medd-i muttasıla Fuzuli bir beytinde şöyle temas eder;

Sadâ-yı seyl çeker meddi muttasıl ya’ni

Ki meddi muttasıl ile olur kırâat-i mâ`

Fuzuli

Sağlığa, hastalığa ve tedaviye ait olan düşünce ve tavsiyeleri edebiyatımızda

çokça görmek mümkündür. İnsan sağlığıyla ilgili olan tıp ilmi bütün asırlarda en

cazip ilim dallarından olmuştur.

Mü’mine farzdır eyâ rûh-ı revân

İlm-i ebdân ile ilm-i edyân

Tıbdır akvâ-yı mühimmât-ı fünûn

Anı münkir değil illâ mecnûn

Nabi

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16

Kültür

Herhangi bir edebiyatın, bulunduğu dönemin hayatını yansıtmaması

mümkün değildir. Şair ve sanatkârlar da yaşadıkları dönemin ve içinde doğdukları

toplumun değer yargılarından, hayat telakkilerinden, kültüründen etkilenirler ve

bu etki onların eserlerine de yansır. Bu yönüyle edebiyat toplum biliminin en temel

kaynakları arasında yer alır. Kültürel düzeyi yüksek ediplerimiz, toplum düzenini,

dönemin siyasi durumunu, sosyal değişmeleri ve çevrelerinde olup bitenleri çok iyi

değerlendirmişlerdir. Yaşadıkları toplumda hayatın bütün renklerini eserlerinde

yansıtırlar. Hayat ile edebiyatı yoğururken ramazanı, bayramı, düğünü, ölümü,

merasimi, mektebi, medreseyi, eğlenceyi, zamaneden şikayeti şiirlerine

nakşederler. Onlar da insandır; şaka yapar, eğlenir ve üzülürler. Beşerî duygularını

dolduran olayları şiirlerinde zevkle ifade ederler (Pala, 1992:52). Duygu ve

düşünceler, özellikle Osmanlı toplumunda, çoğunlukla şiirsel söylem içinde ifade

edildiğinden şairler aynı zamanda yaşadıkları dönemin bilgesidirler.

On iki ayın sultanı olan ramazan, iftarıyla, sahuruyla, mahyalarıyla,

mukabeleleriyle, teravihiyle, bu aya mahsus olarak tesis edilen eğlence

mekânlarıyla, büyükküçük herkesin hoşça vakit geçirecek vesileler bulduğu

mübarek bir aydır.

Böyle bir mâh-ı mübârek ola mı mü’mine hîç

Şem’-i gufrân-ı Hudâ her şeb olur şu’le-feşân

Vasıf

Ramazânda bir âli-şan ederler

O şehr-i sıyâmı zîşân ederler

Fukarâ gönlünü gülşen ederler

Mevlâya emanet olsun Erzurum

Alvarlı Muhammet Lutfi

Ramazanın sonu bayramdır. İki ay on gün sonra da Kurban Bayramı idrak

edilir. Bu her iki dinî bayram kendine özgü hususiyetleriyle bahse konu edilir.

Âfâk bütün hande, cihân başka cihândır;

Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamândır!

Mehmet Akif

Merhamet eyleye merhamet kânı

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17

Iyd-i udhiyeniz mübârek olsun

Alvarlı Muhammed Lutfi

Edipler zaman zaman devirlerinde işlenen kötülüklerden, haksızlıklardan,

olumsuzluklardan şikayet ederler.

Asrda zındık-sîmâ şeyhler

Müstecâb’üd-da’valıkla laf atar

Gaybden mansıb virüp tâliplere

Aldatup halkı velâyetler satar

Nabi

Bir alay mekteb-i âlî denen yerler var;

Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.

Şu ne? Mükiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?

O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne.

Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,

Ne yetişdirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.

Mehmet Akif

“Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetinde ifade edildiği gibi ölümden kurtuluş

yoktur. Hadisteki ifadesiyle ölüm, hâdimül’-lezzât’tır; yani lezzetleri acılaştırandır.

Hayattan daha gerçektir.

Kanı ol ışk eri heyhât kanı ol merd-i pür tâ`at

Hayıf kim hâdimü’l-lezzet bize her nef’i zarr kıldı

Kemal Ümmi

Şu yalan dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Yunus

Büyük randevu ne zaman, saat kaçta?

Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?

Necip Fazıl

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18

Dil

Edebiyatın ana malzemesi dildir. Dilin inceliklerinden faydalanan sanatkâr,

kendine has bir tarz ve üslup edinir ve eserine çekicilik kazandırır.

Atasözleri, vecizeler, deyimler, tabirler; ayet ve hadislerde olduğu gibi iktibas

yapılır. Çoğu zaman irsal-i mesel (örnek getirme) yöntemiyle ele alınır; anlam

çağrışımlarıyla birlikte hatırlanırlar. Hem Arapça ve Farsça’da mevcut olan

atasözleri, hem de halkın dilinde dolaşan anlamlı söz ve deyimler, anlatıma canlılık

ve zenginlik kazandırdığı için tercih edilir.

“Safâyı al, kederi (sana üzüntü vereni) bırak” manasına gelen, “Huz mâ-safâ

da’ mâ -keder” sözünü şair bir beytinde şu şekilde kullanır;

Al ele câm-ı safâyı kahve fincanın gider

Bu mesel meşhurdur “huz mâsafâ da’ mâ keder”

Mehmet Çelebi

Farsça “dest ber bâlâ-yı dest” olarak ifade edilen “el elden üstündür”

atasözünü bir beyitte lafzan iktibas edilerek şöyle ifade edilir;

Pençe-i şîr olsa pençen âhir eylerler şikest

Bu mesel meşhûrdur kim “dest ber bâlâ-yı dest”

Şairler, halk dilinde mevcut olan ve herkes tarafından tekrar edilegelen

Türkçe atasözlerinden de çokça istifade etmişlerdir. “Sabırla koruk helva olur”

sözü, şair tarafından bir beyitte şu şekilde işlenir;

Sabrı elden komamaktır evlâ

“Ki olur sabr ile koruk helvâ”

Taşlıcalı Yahya

Bunlardan başka kendileri atasözü hâline gelmiş, müstesna güzellikte

beyitler ve mısralar da vardır.

Bir

eyse

l Et

kin

lik

• Yahya Kemal BEYATLI’nın “Sessiz Gemi” başlıklı şiirini bulup okuyunuz.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19

Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi

Muhibbi

İnsana sadâkat yakışur görse de ikrâh

Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh

Ziya Paşa

Şairler, halk arasında kullanılan tabirlere, ifadeyi güzelleştirme adına, sıkça

başvururlar. “Ekmeğini taştan çıkarmak” tabiri de bir beyitte şu şekilde işlenir;

Âkil isen rızk içün gerdûn-ı dûna eğme ser

Âsiyâb-âsâ yürü var “ekmeğini taştan çıkar”

Bursalı Haşimi

Tarihsel Kaynaklar

Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren

kaynaklardır. Bunlar; biyografik kaynaklar ve bibliyografik kaynaklar olmak üzere

iki şekilde ele alınabilir.

Biyografik Kaynaklar

Biyografik kaynaklar, sanatkâra ilişkin kişisel bilgilere ve sanatına dair

değerlendirmelere yer veren kaynaklardır.

Türk edebiyatının biyografik kaynakları kısaca şunlardır:

Şair Tezkireleri: Şairler hakkında bilgi veren önemli kaynaklardır. Bunlardan

başka Mevlevî şairler, Enderun şairleri, illere mahsus olmak üzere bir ilin şairlerini

toplayan ve o ilin ismiyle anılan şair tezkireleri gibi, şairleri ayrı ayrı toplayan

tezkireler de vardır (Levend, 1988: 249) .

Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur. Bazen şairin sadece

adını zikreden tezkireler vardır. Şair hakkında kısa bilgiden başka, şiirlerinden

örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de olsa değerlendirme yapan tezkireler

de vardır. Bu bakımdan klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca

önemlidir (Kemikli, 2010: 34) . Bunlardan bazılarına yazarları ile birlikte aşağıda

kısaca işaret edilmiştir.

Mecâlisü’n-Nefâis: Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire, Ali Şir Nevai’nin (1441-1501) 1491’de kaleme aldığı eseridir.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20

Heşt Behişt: 1538 yılında, Edirneli Sehi Bey (ö. 1548) tarafından yazılmıştır. Sehi Tezkiresi olarak da adlandırılır.

Tezkiretü’ş-Şuarâ: Latifi (1491-1582) tarafından yazılmıştır. Türkiye Türkçesiyle yazılan ikinci tezkiredir. 1546 yılında yazılarak Kanuni’ye sunulmuştur. Latifi Tezkiresi olarak da bilinir.

Meşâiru’ş-Şuarâ: Âşık Çelebi (1519-1571) tarafından kaleme alınmıştır. Son asırda:

Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri,

İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri,

Sadettin Nüzhet Ergun’un Türk Şairleri,

Nail Tuman’ın Tuhfe-i Naili adlı eseri, tezkirecilik geleneğini devam ettiren önemli kaynaklardır.

Sakıb Dede’nin Sefine-i Mevleviye’sinde olduğu gibi sadece Mevlevileri

anlatan; Kilari Ahmed Refi’nin manzum olarak kaleme aldığı Enderunlu Şairler,

Hattatlar, Musikişinaslar Tezkiresi’nde olduğu gibi sadece Enderunda yetişen

şairleri işleyen; yine Ali Emiri’nin Diyarbakır’da yetişen şairleri tanıttığı Tezkire-i

Şura-yı Amid’de olduğu gibi, sadece bir şehirde yetişen şairleri ele alan tezkireler

de vardır.

Şekâiku’n-Nu’maniyye, Çeviri ve Zeyilleri: Osmanlı’nın kurucusu Osman

Gazi’den başlayarak her padişah zamanında yetişen âlimlerin, şeyhlerin ve şairlerin

biyografisini toplayan, hayatları hakkında bilgi veren önemli bir kaynaktır.

Meşhur kişilerin ölüm tarihlerini ve yerlerini bildiren eserler: Vefeyat,

Hadikatü’l-Cevami.

Mecmuâtu’t-Terâcimler: Alim, şair, sufi, devlet adamı gibi toplum içinde

temayüz etmiş şahısları anlatan muhtelif biyografik eserlerdir.

Biyografik-Bibliyografik kaynaklar: Keşfu’z-Zünun ve Esmaü’l-Müellifin gibi

eserler (Kemikli 2010: 33).

Bibliyografik Kaynaklar

Edebî eser hakkında bilgi veren kaynaklarımız çok azdır. Bunlar, Mevzu`atu’l-

Ulum, Keşfü’z-Zünun ve zeyilleri, Mahzenü’l-Ulum’dur.

Mevzuâtu’l-Ulûm, Arapça yazılmış olan Miftahu’s-Saade ve Misbahu’s-Siyade

adlı eserin, Taşköpri-zade Ahmed Efendi’nin Kemali mahlaslı oğlu Kemaleddin

Mehmed (1551-1620) tarafından yapılan çevirisidir.Eser, iki cilt hâlinde basılmıştır.

Keşfü’z-Zunûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, Katip Çelebi tarafından Arapça

olarak yazılmıştır. Eserde 15.000’e yakın kitap, 10.000 kadar da yazar adı vardır.

300’den çok bilimin de konuları gösterilmiştir. Katip Çelebi, kitaplıklarda görüp

okuduğu binlerce kitap ile yirmi yıldır sahaflarda rastladığı kitapları eserine almıştır.

Daha sonraki dönemlerde bu eserin zeyilleri de yazılmıştır.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

Mahzenü’l-Ulûm, Sergis Orpilyan ve Seyyid Abdülaziz-zâde Mehmed Tahir’in

birlikte gerçekleştirmek istedikleri bu eserin ancak birinci bölümünü kapsayan ilk

cildi basılabilmiştir (Levend 1988: 444) .

Öze

t •Türk İslam edebiyatının kaynakları iki açıdan ele alınıp incelenebilir:

•1. Sanatkârı ilmî ve fikrî düzeyde besleyen kaynaklar,

•2. Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklar.

•İnsanlar gibi medeniyetler de birbirlerini etkileme ve etkilenme özelliğinden uzak değillerdir. Türk İslam edebiyatı, İslam medeniyeti etkisi altında gelişen bir edebiyattır. Edebî eserin muhtevasına kaynaklık eden pek çok amil vardır.

•Türk İslam Edebiyatı, İslâm dininin ve özellikle tevhit inancının oluşturduğu telakkiler, kavramlar ve bilgilerden yararlanarak gelişmiş bir edebiyattır.

•İslam medeniyeti havzasında gelişen ilimler, İslam estetiğini ve sanat telakkisini beslediği gibi, edebî eserin muhtevasını da oluşturmuşur.

•Türk İslam edebiyatı, genel olarak kitabi ve mücerret bir edebiyattır. Bu bakımdan lafzi ve manevi iktibas yoluyla Kuran ve hadis metinleri, peygamberlerin kıssaları ve mucizeleri, tarihî ve efsanevi kişiler ve maceraları, dinî ve felsefî telakkiler, çağın batıl ve hakiki olmak üzere tüm ilimleri, kültür ve dil bu edebiyatın muhteva kaynakları arasında yer alır.

•Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklara tarihsel kaynaklar denir. Bu kaynaklar da iki grupta ele alınmaktadır:

•1. Şaire ilişkin şahsi bilgilere ve sanatına dair değerlendirmelere yer veren Biyorafik kaynaklar,

•2. Edebî eser hakkında bilgi veren Bibliyografik kaynaklar.

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22

Değerlendirme

sorularını sistemde

ilgili ünite başlığı

altında yer alan “bölüm

sonu testi” bölümünde

etkileşimli olarak

cevaplayabilirsiniz.

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Bir şair veya yazarın eserinde ayet veya hadise yer vermesine ne ad verilir?

a) İntihal

b) İktibas

c) İntibak

d) İnikas

e) Hiçbiri

2. Aşağıda boş bırakılan yere gelmesi gereken ifadeler hangi seçenekte doğru

olarak verilmiştir?

İslam kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının gösterdiği özellikler

açısından, ………………………, ………………………………….. ve ……………………………

olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz.

a) Tekke edebiyatı-Tasavvuf edebiyatı- Dinî edebiyat

b) Enderun edebiyatı- Eski Türk edebiyatı- Yüksek zümre edebiyatı

c) Divan edebiyatı- Tekke/Tasavvuf edebiyatı-Halk edebiyatı

d) Halk edebiyatı-İran etkisinde gelişen Türk edebiyatı

e) Hiçbiri

3. “Remlin ahkâmını gerçek sanma/Gaybı Allah bilir aldanma” beytinde

edebiyatımızın muhteva kaynaklarından hangisine temas edilmiştir?

a) Kur’an

b) Hadis

c) Peygamber kıssaları

d) Çağın ilimleri

e) Mucize ve Kerametler

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23

4. Aşağıdaki beyitte şair, hangi İslami ilim dalına ait kavramlara işaret

etmektedir?

Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîm’dendir kim

Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ

a) Kelam

b) Hadis

c) Akaid

d) Tefsir

e) Fıkıh

5. Aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?

a) Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur.

b) Bazen şairin sadece adını kaydeden tezkireler vardır.

c) Klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca önemlidir.

d) Şairlerin şiirlerinden örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de

olsa değerlendirme yapan tezkireler de vardır.

e) Tezkireler şairleri; meslek, meşrep ve bölge ayrımı gözetmeksizin

toplamış önemli kaynaklardır.

Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi?

6. mısraında edebiyatın hangi kaynağına gönderme yapılmıştır?

a) Tıp ilmine

b) Haşir akidesine

c) Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi mucizesine

d) Öldükten sonra dirilmenin sadece ruhen olacağına

e) Diriltme mucizesine

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24

7. Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire ve yazarı hangi seçenekte doğru

olarak verilmiştir?

a) Osmanlı Müellifleri- Bursalı Mehmed Tahir

b) Sehi Bey Tezkiresi- Sehi Bey

c) Mecalisünnefais- Ali Şir Nevai

d) Meşairuşşuara- Âşık Çelebi

e) Hiçbiri

8. Boş bırakılan yerlere gelmesi gereken uygun kelimeler hangi seçenekte

doğru olarak verilmiştir?

Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren

kaynaklardır. Bu kaynaklar …………………. ve ………………… olmak üzere iki

şekilde ele alınabilir.

a) Tezkire ve tezakir

b) Biyografik ve bibliyografik

c) Panoramik ve biyografya

d) Hayat ve hatırat

e) Kuran ve hadis

9. Aşağıdaki eser ve yazar eşleşmelerinden hangisi yanlıştır?

a) Bursalı Mehmed Tahir-Osmanlı Müellifleri,

b) İbnülemin Mahmud Kemal İnal-Son Asır Türk Şairleri

c) Sadettin Nüzhet Ergun -Türk Şairleri

d) Nail Tuman-Tuhfe-i Naili

e) Sakıb Dede-Mevzuatululum

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25

10. Edebî eser hakkında bilgi veren tarihsel kaynaklarımız çok azdır. Bu

kaynaklar hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir?

a) Mevzuatululum-Keşfüzzünun ve zeyilleri-Mahzenülulum

b) Mevzuatululum-Mucemulüfehres-Silsilename

c) Mahzenülulum–Heştbehişt–Müellefat-ı Osmani

d) Keşfüzzünun ve zeyille –Vefeyat–Atrabulasar

e) Menakıb-ı Hünerveran-Tuhfetül-Hattatin-Tezkiretülevliya

Cevap Anahtarı

1-b, 2-c, 3-d, 4-a, 5-e, 6-e, 7-c ,8-b, 9-e, 10-a

Türk İslam Edebiyatının Kaynakları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER

KAYNAKLAR

Akkuş, Metin (2000), Divan Şiirinde İnsan-I Dinî Kişilikler: Erzurum.

Akyüz, Kenan vd., (1990). Fuzûlî Divanı: Ankara.

Eraydın, Selçuk (1994), Tasavvuf ve Tarikatlar: İstanbul.

Ersoy, Mehmet Âkif (2006). Safahat: İstanbul.

Göktaş, Mehmet (2003), Divân Şiirinde İnsan Telâkkisi (Basılmamış Doktora Tezi):

Erzurum.

Güzel, Abdurrahman (2009) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara.

Kemikli, Bilâl(2010), Türk İslâm Edebiyatı Giriş: İstanbul.

Kısakürek, Necip Fâzıl (1993), Es-selâm, Mukaddes Hayattan Levhalar: İstanbul.

Levend, Âgâh Sırrı (1988), Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara.

Levend, Âgâh Sırrı (1984), Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve

Mefhumlar: İstanbul.

Lutfi, Hace Muhammed (1996), Hulâsâtü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce

Muhammed Lutfî: İstanbul.

Pala, İskander (1989), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü: Cilt: I-II. Ankara.

Pala, İskander (1996), Divan Edebiyatı: İstanbul.

Pekolcay, Neclâ (2002), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul.

Şardağ, Rüştü (1976), Klasik Divan Şiirimiz: İstanbul.

Şener, H. İbrahim ve Âlim Yıldız (2010), Türk İslâm Edebiyatı: İstanbul.

Tolasa, Harun (1973) Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası: Ankara.

Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler: İstanbul.

İÇİN

DEK

İLER

• Beyit Esasına Dayanan Nazım Şekilleri

• Bent Esasına Dayanan Nazım Şekilleri

HED

EFLE

R

• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• Türk İslam Edebiyatı'nda şiirin önemini kavrayabilecek,

• Beyit esasına dayalı nazım şekillerinden mısra, beyit, gazel, kaside, mesnevi vb. gibi nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi olabiecek,

• Bent esasına dayalı nazım şekillerinden rübai, tuyug, murabba, muhammes, müseddes, terkib-i bent ve terci-i bent vb. nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi olacabileceksiniz .

ÜNİTE

3

NAZIM ŞEKİLLERİ

TÜRK İSLAM

EDEBİYATI

Doç. Dr. Alim YILDIZ

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2

GİRİŞ

Birçok kimse tarafından çeşitli tanımlamaları yapılan şiirin, herkes tarafından

kabul edilen bir tarifi bulunmamaktadır. Bu yüzden şiir, tarifini yapan kimselere

göre farklı bir yönüyle karşımıza çıkmaktadır. Bu durumu da doğal karşılamamız

gerekir. Çünkü herkesin üzerinde mutabık kalacağı bir tarif, şiirin kendi özünü,

anlamını ya da varoluş sebebini ortadan kaldırmak olacaktır. Şiir dört duvarla

sınırlanacak bir obje veya nesne değildir. Şiir hayaller dünyasına olduğu kadar hayal

ötesine uzanan, akıl ve mantığın sınırlamalarına aldırmayan bir süreçtir. Şair,

hayallerini kullanmak suretiyle, aklına estiği anda kendine has mükemmel bir

dünya kurar; kendine hayranlıkla bakan insanlara oradan seslenir. Olmazları olur,

düşünülmezleri düşünülür hâle getirir.

Şair, bakan değil baktığını gören hem de başkalarının görmediklerini gören

kimsedir. Bütün bunları yaparken kelimelerin sihrinden yararlanır. Az sözle çok şey

anlatır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı şiir, insanlık tarihi boyunca edebiyatın en

önemli ve en vazgeçilmez kısmı olmuştur. Türk İslam edebiyatında da şiir,

edebiyatın en önemli konusunu oluşturur.

Manzumelerin mısra sayısı, bent sayısı, bunların sıralanış şekli, kafiye

örgüleri, kompozisyonu gibi dış yapıları ile ilgili kuruluş özelliklerine göre aldıkları

isme nazım şekli denir. Eski edebiyatımızda mısra esasına dayalı bir nazım

şeklinden bahsetmek gerekir. Esasen nazım, nesir mukabili olarak, “vezinli ve

kafiyeli söz” demektir. Divan şiirinde nazım şekilleri beyit veya bentlerden

meydana gelmekte, beyit ve bent sayılarına göre de farklı isimler almaktadır. Biz de

bu ünitede, beyit esasına göre nazım şekilleri ve bent esasına göre nazım şekilleri

olmak üzere iki ana bölüm hâlinde konuyu ele alacağız.

BEYİT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ

Divan şiirinin asıl nazım birimi beyittir. Beyit ise, iki mısradan oluşur. Beyt,

“ev” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Böyle olunca her bir mısra da birer

kapıya benzetilir.

Nazım şekillerinin büyük bir kısmı, beyit sayı ve kafiyelenişine göre

isimlenirler.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3

Âzâde Mısra

Azade, ikinci mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden

mısradır. Muallim Naci’nin, kendi resmi altına yazdığı “Muzhıkât-ı dehre ben ölsem

de tasvîrim güler” mısraı, azade mısraya güzel bir örnektir.

Azade adı verilen mısralar, genelde, ders alınması gereken veya nükte

yapılmış olan sözlerdir. Aşağıdaki azadeler Ragıb Paşa’ya aittir:

“Şecâ‘at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler”

“Eğer maksûd eserse mısrâ‘-ı berceste kâfîdir”

“Ne ararsan bulunur derde devâdan gayri”

Beyit

Aynı vezinle yazılmış, anlamca birbirine bağlı iki mısradan oluşan nazım

birimine beyit denir.

Bu tanıma göre beyit, aynı vezinde olan iki mısradan meydana gelmelidir.

Vezinleri farklı olan iki mısraya beyit denilemez. Ayrıca, beyti oluşturan mısraların

birbirleriyle kafiyeli olması da gerekmemektedir.

İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte musarrâ‘ adı verilir. Bir şiirde

musarrâ‘ olan ilk beyte Matladenir.

Beyit, tek başına bulunabildiği gibi, bir şiirin parçası da olabilir.

Kimesne çekdiğim bilmez benim Allâh’dan gayrı

Nice mihnet çeker gönlüm kemend-i âhdan gayrı

Enveri

Kesb-i mahâret eylemeyince tüfengle

Mümkün mü kimse gâlib ola hasma cengle

Şeyhülislam Arif Hikmet

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4

Ferd

Divanların sonlarında yer alan beyitlerdir. Buna müfred de denir. Müfredler,

genel olarak, bir nükte veya hikmeti içerir. İlk mısra ile ikinci mısra arasında kafiye

şartı aranmaz.

Bu âlemde kimesne gamsız olmaz

Eger olsa benî âdem degildir

Hamdullah Hamdi

Cemâlin zeyn eden hep dilber olmaz

Her âyîne düzen İskender olmaz

Cem Sultan

Bileydim sevmez idim sevdiğimi bilmedi bilmem

Gözüm görmüş gönül sevmiş özüm bilmişdir bilmem

Esrar Dede

Gazel

Arapça kökenli olan gazelin kelime anlamı: “Mahbûbenin hüsn ü hâlini medh

ederek kendine takılma, bu yolda şiir söyleyerek mahbûbe ile eğlenme” ve “Güzel

kadınlar sözü ve medhi ve dahi kadınlar musâhabetin sevmek” demektir.

Kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek anlamına gelen gazel, Arap

edebiyatında ayrı bir nazım şekli olmayıp kasidelerin başında “aşktan, sevgiliden”

söz eden bölümlere verilen addır ve nesip karşılığında kullanılmıştır. Daha sonraki

zaman içerisinde, şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi coşkulu durumlar karşısındaki

duygularını anlatan uzun yahut kısa şiirlere gazel denilmiştir.

İran’ın İslam’ı kabulünden sonra gazel, Arap edebiyatı etkisinde gelişen; İran

edebiyatında lirik şiirin en beğenilen nazım şekillerinden biri olmuştur.

Gazel, köken itibariyle, kaynağı eski Arap şiirine dayanmaktadır. Oradan İran

edebiyatına geçmiş olup bağımsız bir nazım şeklini kazandıktan sonra, aynı

niteliklerle Türk edebiyatındaki özel yerini almıştır.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5

Divan şiirinin en yaygın nazım şekillerinden olan gazelin kafiye örgüsü “aa

/ba /ca /da” şeklinde olup bazı beyitlerle içindeki kısımlara özel isimler verilmiştir.

İlk beyit kendi arasında kafiyeli (musarra‘), sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest;

ikinci mısraları ilk beyitle kafiyeli olan gazelin ilk beytine matla, son beytine

maktadenir. İkinci beytine hüsn-i matla, sondan bir önceki beyte de hüsn-i

maktaadı verilir. Bu beyitlerin matlave maktabeyitlerinden güzel olmasına özen

gösterilir. İlk beytin mısralarından biri, maktada ikinci mısra olarak tekrar edilirse

buna redd-i matla, aynı yerde diğer mısralardan biri tekrar edilirse redd-i mısra

denir. Bu şekil gazel, daha çok Tanzimat döneminde görülür. Şair, mahlasını son

veya sondan bir önceki beyitte söyler; bu beyte mahlas beyti veya mahlas-hâne adı

verilir. Mahlas edinmeye “tahallus etme” denir. Şairin, mahlasını son iki beyitten

önceki beyitlerde de söylediği vakidir.

Gazelin ilk beytinden sonraki iki beyit kendi aralarında kafiyeli olursa bu

gazele gazel-i dü-beyt; üç beyit kendi aralarında kafiyeli olur ise, buna da zâtü’l-

metâli‘ veya zü’l-metâli‘ adı verilir.

Gazel, genel olarak, 5-15 beyitten oluşur. Beyit sayıları, daha çok 5, 7, 9, 11

olan gazeller çoğunluktadır. Beyit sayısı 15’ten fazla olursa buna mutavvel gazel

denir. Eger şair, mahlasının geçtiği beyitten sonra zamanın padişahını, bazı tarikat

ulularını över ise, bu tip gazellere müzeyyel gazel adı verilir. Gazel beş beyitten az

ise, buna nâ-tamam (eksik) gazel denir. Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya

şeh beyit adı verilir. Şair, gazelin bütün beyitlerini en güzel şekilde yazmaya özen

gösterir. Her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz; tamamında tek konu

işlenen ve anlam bakımından birbirini tamamlayan gazellere de yek-âhenk adı

verilir. Bir mısraı veya mısraın bir kısmı Arapça veya Farsça yazılmış gazellere de

mülemma‘ gazel adı verilir.

Musammat gazel adı verilen bir gazel çeşidi vardır. Mısra sonlarında olduğu

gibi, mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazellere musammat gazel denir.

Musammat gazeller, genel olarak, aruzun iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarıyla

yazılır. Bu kalıplar, daha çok 4 mefâ‘îlün veya 4 müstef‘ilün kalıplarıdır. İlk veya

ikinci beyitten başlayarak bu eşit parçalardan ilk üçü kendi aralarında kafiyelenerek

her beyit küçük bir dörtlük şeklini alır. Buna göre kafiye şeması: aa/xa/xa/xa/xa

olan bir gazelin kafiyelenişi: xaxa/bbba/ccca/ddda/eeea veya:

baba/ccca/ddda/eeea şeklini alır. Bir örnek:

Beni cândan usandırdı - cefâdan yâr usanmaz mı

Felekler yandı âhumdan - murâdım şem’i yanmaz mı

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6

Kamu bîmârına cânan - devâ-yı derd eder ihsân

Niçün kılmaz bana dermân - beni bîmâr sanmaz mı

Gamım pinhân dutardım ben - didiler yâre kıl rûşen

Disem ol bî-vefâ bilmem - inanır mı inanmaz mı

Şeb-i hicrân yanar cânım - döker kan çeşm-i giryânım

Uyarur halkı efgânım - kara bahtım uyanmaz mı

Gül-i ruhsâruna karşu - gözümden kanlu akar su

Habîbim fasl-ı güldür bu - akar sular bulanmaz mı

Değildim ben sana mâil - sen itdin aklımı zâil

Bana ta‘n eyleyen gâfil - seni görgeç utanmaz mı

Fuzûlî rind-i şeydâdır - hemîşe halka rüsvâdır

Görün kim bu ne sevdâdır - bu sevdâdan usanmaz mı

Divan şiirinde gazele fevkalâde önem verilmiştir. Çünkü bir şairin şairliği,

yazdığı gazel ile ölçülür. Fuzuli, bu hususa şu beyitlerle işâret eder:

Gazel bildirir şâ‘irin kudretin

Gazel artırır nâzımın şöhretin

Ki her mahfilin zînetidir gazel

Hıredmendler san‘atıdır gazel

Gazeller, işlenen konulara ve bu konulara bağlı üsluplara göre, şu isimleri

alır:

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7

Aşkla ilgili her türlü acı, sıkıntı, mutluluk, sevgi, yakarış ve benzeri içli

duyguların anlatıldığı gazellere “âşıkâne gazel” denir. Fuzuli ’nin gazelleri gibi. İçki

ve şarap ile ilgili çeşitli düşünceler, dünya ve hayata aldırış etmeme, yaşamaktan

zevk alma ve benzeri konulu gazellere “rindâne gazel” denir. Baki ’nin gazelleri gibi.

Kadın ve ten zevklerinin ağır bastığı bir aşkı anlatan gazellere “şûhâne gazel”

denilir. Nedim’in gazelleri gibi. Hayat dersi veren, öğretici ve veciz söyleyişli

gazellere de “hakîmâne gazel” adı verilir. Nâbî ’nin gazelleri gibi.

Bestelenmek üzere yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan

kişilere gazelhân adı verilir. Gazel şeklinde şiir yazan usta şairlere gazelserâ adı

verilir. Türk şiirinin en ünlü gazelserâları; Fuzuli, Baki, Nevi, Şeyhulislam Yahya,

Nâbî, Nedim ve Sebk-i Hindî tarzı gazeller yazan Şeyh Galip’tir.

Kasîde

Bilerek ve isteyerek bir işe teşebbüs etmek, girişmek anlamına gelen kaside,

“belli bir amaçla yazılmış manzume” şeklinde tarif edilmektedir. Bir başka tarifi de

şöyledir: “İkişer mısralık ve son mısraları birbiri ile kafiyeli beyitlerden müteşekkil,

emek mahsulü manzumeler olup, aynı zamanda muayyen mevzuların dahilî bir

tertip ve nizam içinde işlenmesini de gerektiren bir edebî nevidir.” Türk

edebiyatında, din ve devlet büyüklerini övmek maksadıyla, belirli kurallar içinde

yazılan uzun şiirlere kaside denir. Kasideler yazıldıkları devrin insanlarının; yönetici

ve büyüklere karşı bakış açılarını, onları nasıl gördüklerini ve onlara nasıl hitap

ettiklerini göstermesi bakımından da kültür tarihimize ışık tutan önemli

eserlerdendir.

Kaside, Arap edebiyatında ilk dönemlerden beri var olan bir nazım şeklidir.

Rivayete göre, ilk kasideyi Arap şairlerinden Mühelhil b. Rebî‘a et-Tağlibî

söylemiştir. R. Blachèr’e göre, muhtemelen kaside, miladi V. Yüzyılın ortalarında

Doğu Arabistan’da Bekir ve Tağlib kabileleri arasında gelişmiş, Hira muhiti

vasıtasıyla yayılma imkânı bulmuştur.

Kaside, önce İran edebiyatına, buradan da Türk edebiyatına geçmiştir.

Kaside, beyitlerle yazılan bir nazım şeklidir. Kafiyelenişi, gazel ile aynıdır.

Ancak, gazelden çok uzundur. Kasidenin ilk beytine matla, son beytine makta

denir. Matlatekrar edilir veya yenilenirse buna redd-i matla veya tecdîd-i matla

denir. Bu matlalar birden fazla olursa, bunlar, sırasıyla, matla-ı evvel, matla-ı sânî,

matla-ı sâlis adını alırlar. Böyle kasidelere zü‘l-metâli veya zâtü’l-metâli denir.

Şairin mahlasının geçtiği beyte tâc beyt adı verilir ve son beyitlere doğru

bulunur. Kasidenin en güzel ve anlamlı beytine ise, beytü’l-kasîd denir.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8

Kasidede beyit sayısı en az 31, en fazla 99’dur. Beyit sayısı 31’den aşağı olan

Kaside olduğu gibi, 99’dan yukarı olanlar da vardır. Arap edebiyatında ise, bu sayı

30-120 arasında olmakla beraber, İbnü’l-Fârız’da görüldüğü gibi 700 beyti aştığı da

olmuştur.

Beyitler hâlinde yazılan kasidenin ilk beyti kendi arasında, sonraki beyitler ise

ilk beytin ikinci mısraı ile kafiyeli olup kafiye şeması: (aa/ba/ca/da..) şeklindedir.

Türk şiirinde kaside, XV. Yüzyıldan itibaren kendini gösterir. Şeyhi ve Ahmed

Paşa’nın kasideleri, bu yüzyılın başta gelen örnekleridir. XVI. Yüzyılda Hayali, Fuzuli,

Nevi, Baki ve Ruhi gibi şairlerin elinde gelişen Türk kasideciliği; XVII. Yüzyılda en

büyük kaside ustası olan Nefi’yi yetiştirmiştir.

Kaside, nesip (teşbip), girizgah (giriz), methiye, tegazzül, fahriye, dua olmak

üzere altı bölümden oluşmaktadır.

Nesîb-Teşbîb

Kasidenin girişi ve şiir yönü en ağır basan bölümüdür. Beyit sayısı 15-20

arasındadır. Kasidede asıl amaç bir büyüğü övmektir. Fakat şair doğrudan övgüye

başlamaz kasidenin mukaddimesi sayılan nesip bölümüne bir tasvirle başlamak

ister. Nesibin konusu ise, bahar, kış, gece, savaş alanı, at, bir güzelin anlatılması,

tasviri gibi çok çeşitlidir. Kasideler, genel olarak, nesip bölümünde işlenen konulara

göre isimlendirilir. Bazen da redifi, redif yoksa kafiyesine göre ad verilir. Nesip

bölümünde anlatılan konulara göre şu isimleri alır: bahariye, şitaiye, temmuziye,

ramazaniye, ıydiye, nevruziye, rahşiye, hammamiye, dariye, cülusiye, kudumiye

(istikbaliye), fethiye, sulhiye” adlandırmaları da, kasidelere başlık olan diğer edebî

tür adlarıdır.

Bazı kasideler de rediflerine göre; gül, sünbül, kerem, güneş, su, tig, kalem

(kasidesi) şeklinde adlandırılırlar.

Girîzgâh (Girîz)

Kasidelerin nesip bölümünden methiye bölümüne geçerken söylenen beyit

veya beyitler demektir. Mensur yazılarda veya hutbelerdeki “ammâ ba‘d” sözüne

mukabil, kasidedeki girizgah beyti, gelişigüzel söylenmeyip yerine göre uygun

nükteli bir veya iki beyitle methiye bölümüne geçer. Bu işin ustası Nedim ve

benzeri şairlerdir.

Medhiyye

Kasidenin asıl bölümü, methiye kısmıdır. Çünkü kaside, büyükleri övmek,

medh etmek maksadıyla yazılır. Bu bölümde şair, kendi becerisini ve şiir yeteneğini

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9

göstermek için, övülen kişide dile getirdiği özelliklerin olup olmadığını dikkate

almaksızın övgüler söyler. Şair, bu bölümde bütün maharetini gösterir. Edebî

sanatlardan teşbih sanatı, en çok bu bölümde kullanılır. Bu da, kendine kaside

yazılan kişiyi lutuf ve ihsanı, cömertlik, adalet, güç, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış

tarihî ve efsanevi kahramanlarla karşılaştırarak yapılır. Bu bölümün şiir yönü

oldukça zayıftır. Dil, diğer bölümlere nazaran daha ağır ve ağdalıdır.

Tegazzül

Tegazzül, Arapça olup, gazel söyleme, gazel tarzında şiir söyleme anlamına

gelmektedir. Kasidenin bir bölümü olması nedeniyle, genel olarak nesip (teşbip)

bölümünden sonra yazılır ve tecdîd-i matla ile başlar, mahlas beyti ile sona erer.

Şair, bir fırsatını bularak, aynı ölçü ve kafiyede bir gazel söyler. Şair, gazel

söyleyeceğini, duruma uygun bir beyitle haber verir.

Fahriyye

Övünülecek şey anlamına gelen fahriye, şairin kaside içinde kendini övdüğü

bölümdür. Şemseddin Sami fahriyeyi, “Şairin eski Arab usûlü üzre kendi evsâf ve

fezâilini ve ale’l-husûs şecâ‘at, kerem ve sehâvetiyle fesâhatını ta‘dâd ve medh

yolunda söylediği kaside”, diye tarif etmektedir. Şair, methiye bölümünde

kullandığı benzetmeleri, bu defa fahriye bölümünde, İran şairleriyle kendini

karşılaştırmak suretiyle yapar. Böylece kendini İran şairlerinden üstün göstererek

övülen kişiyi sıradan bir şairin değil, usta bir şairin övdüğünü söylemek ister.

Kasidenin bu bölümünde de, en başarılı şairin, kaside ustası Nefi olduğu

görülmektedir. Nefi, fahriye bölümünde sadece kendini değil, şiiri ve şairliği de

önemli bir sanat olarak övmüştür. Nefi, bununla da kalmamış, bazı kasidelerine

fahriye ile başlamıştır ki, nesip bölümü bulunmayan bu kasideler de bir nevi

methiye demektir.

Du’â

Kasidenin son bölümü olan dua, birkaç beyitten ibarettir. Bu bölümde şair,

övdüğü kişinin işlerinde başarılı, ömrünün uzun; talihinin iyi ve açık olması

dilekleriyle dua eder. Şair, dua bölümüne geçtiğini uygun bir beyitle belirtir.

Kasideler içerisinde musammat kaside tarzında yazılmış kasideler de vardır.

Musammat gazellerde olduğu gibi, musammat kasideler de genel olarak iki eşit

parçaya bölünebilen kalıplarla yazılırlar. Bu kasidelerin dış kafiyelerinden başka, iç

kafiyeleri de bulunur. Beyitlerde bulunan iç kafiyeden sonraki kısımları, beyitlerin

altına gelecek şekilde yazıldığı zaman, halk edebiyatı nazım şekillerinden koşma

tarzına dönüşmüş olur. Bu husus, gazellerde daha çok görülür.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10

Mesnevî

Klasik Türk edebiyatında değişik konuların işlenmesinde çok kullanılmış olan

nazım şekillerinden biri de mesnevidir. Bir edebiyat terimi olarak mesnevinin ilk

olarak İran edebiyatında kullanıldığı söyleniyorsa da, bu nazım şeklinin ilk örnekleri

Arap edebiyatında görülmektedir. Buna göre Araplar, kendi arasında kafiyeli

beyitlerden oluşan mesnevi nazım şekline müzdevice, aruzun recez bahri ile

yazıldığı için de recez veya bunun çoğulu olan urcuze kelimesiyle ifade etmişlerdir.

Urcuze, aruzun kısa bahirleriyle yazılan şiir demektir.

Divan edebiyatında kaside ve gazelden sonra en yaygın nazım şekli olan

mesnevi, “her beyti kendi arasında kafiyeli olan manzumeler” demektir. Konuları

uzun eser ve hikayeler bu nazım şekliyle yazılır. Çünkü bu nazım şeklinde kaside ve

gazeldeki gibi kafiye sıkıntısı yoktur.

Mesnevi, bir terim ve bir nazım şekli olarak Türk edebiyatına İran

edebiyatından geçmiş; XI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar bu türde sayısız eserler

verilmiştir. İran edebiyatında, ilk zamanlarda, daha çok, destani konuların

işlenmesinde mesnevi nazım şeklinin gelişmiş ilk örneği Firdevs-i Tusi’nin Şeh-nâme

(X-XI. Yy.) isimli eserinin etkisi vardır. Mesnevi nazım şekli, sadece destani

eserlerde kullanılan bir nazım türü olarak kalmamış, tasavvufi ve ahlaki konularla

aşk ve macera hikâyeleri de bu nazım şekliyle yazılmıştır.

Mesnevi, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan bir nazım şekli olup

kafiye şeması (aa/bb/cc...) şeklinde devam etmektedir. Beyit sayısında, diğer nazım

şekillerinde olduğu gibi, her hangi bir kısıtlama olmaması, beyitler arasında kafiye

bağlantısı bulunmaması, şairlere, işledikleri konuları istedikleri genişlikte işleme

serbestîsini vermiştir. Mesnevi nazım şeklinin çok kullanılmasının sebepleri başında

da bu gelmektedir.

Kıt`a

Aynı vezinde iki beyitten ibaret ve başlı başına bir anlam ifade eden

nazımdır. Kıtalarda, daha çok 2. ve 4. mısralar kafiyeli olur. Kıtalarda matla ve

mahlas beyti bulunmaz. Kafiye şeması, gazelde olduğu gibi, (xa/xa) şeklindedir. İki

beyitli kıtaların (ab/ab) şeklinde kafiyeli olanları da vardır. Beyit sayısı 35-40 beyte

varan kıtalara kıta-i kebîre denir. Matla beyti olmayan bir gazel gibidir. Tarihler,

genel olarak, kıta nazım şekliyle yazılır. İlk beyti kafiyeli olanlara nazım adı verilir.

Kıtalarda beyitler arasında anlam bütünlüğü vardır ve beyitler birbirini tamamlayıcı

niteliktedir.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11

Kıtalarda, felsefi ve tasavvufi fikirler, bir kişiyi övme veya yerme, bir olayın

tarihi, bir hayat görüşü, bir nükte gibi çeşitli konulara yer verilmiştir. Uzun kıtalarda

bazan şairin mahlasını da söylediği görülür.

Kıta ile rübai çoğu zaman karıştırılır. Kıtanın en bariz özelliği, ilk beytinin

kafiyeli olmayışıdır.

Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı rahmetinden

Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı

Âzâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan

Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı

Ziya Paşa

Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrün

Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler

Gâh bir harf sükûtıyla eder nâdiri nâr

Gâh bir nokta kusûrıyla gözi kûr eyler

Fuzuli

Müstezâd

Bazı manzumelerde, özellikle gazellerde mısraların sonuna kısa ve manzum

bir parça eklenir. Bu parçalara ziyade adı verilir. Böyle ziyadeli manzumelere

müstezat denir.

Eklenmiş anlamına gelen müstezat, gazelden türemiştir. Çoğunlukla aruzun

(mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır, her mısradan sonra bu kalıbın

ilk ve son tefileleri olan (mef‘ûlü/fe‘ûlün) kalıbına uygun ve ziyâde denilen bir kısa

mısra söylenir. Böylece müstezatın her beyti iki kısa mısra ilavesiyle dört mısradan

oluşur. Bu nazım şekli, divan şiirinin sanatlı şekillerindendir. Kısa mısralar okunsa

da okunmasa da beytin anlamı bir bütünlük arz eder. Bu bakımdan uzun ve kısa

kalıplarla yazılmış iki ayrı gazelin içiçe girmiş hâli gibidir. Müstezatın bu şekline

müstezat-ı südâsiye adı da verilmektedir. Bu müstezata südâsiye (altılı) denmesi

ise, uzun ve kısa mısralardaki tefilelerin toplamının altı tane olmasındandır.

Sayıları az da olsa, bazen her uzun mısradan sonra iki ziyâdeli müstezatlar da

söylenmiştir. Böyle olan müstezatın kafiye şeması:

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12

Aaa Aaa/BbbAaa/CccAaa/... şeklinde olur. Ziyadesi bir olan müstezatlara

sade, iki mısra olanlara ise çift adı verilir.

Bu nazım şekli, halk edebiyatında divan edebiyatından daha çok kullanılmış

ve ziyade yerine yedekli-ayaklı gibi isimlerle yaygın bir nazım şekli hâline gelmiştir.

Servet-i fünun edebiyatıyla ortaya çıkan serbest müstezat ise, aruzun hemen

her kalıbıyla yazılmış olup klasik müstezat ile uzun ve kısa mısralı oluşundan başka

benzer tarafı bulunmamaktadır.

Keçecizade İzzet Molla’nın bülbüle hitaben söylediği şu şiir bir müstezattır:

Bülbül, yetişir bağrımı hûn etti figânın

Zabt eyle dehânın

Hançer gibi deldi yüregim tîg-ı zebânın

Te’sîr-i lisânın

Âh etse n`ola bülbül-i dil meşhedim üzre

Tâ mahşer olunca

Çok çekdi gam-hârını gülzâr-ı cihânın

Bu bâğ-ı fenânın

İki ziyadeli müstezata örnek olarak da şu şiiri verebiliriz:

Hey hey ne acâib bezemiş hüsn ile Bârî

Bu sûret-i yâri

Bu nakş-ı nigârı

Her ehl-i nazar kim göre tahsîn ola kârı

Bu çeşm ü izârı

Kalmaya karârı

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13

Ey mutrib-i dil-keş ele al çeng ü rebâbı

Çâk eyle hicâbı

Ref‘ eyle nikâbı

Ey sâkî-i meh-veş taşa çal şîşe-i ârı

Sun câm-ı ukârı

Def‘ eyle humârı

Uşşâkı katâr eyledi aşk içre Muhammed

Ol şâh-ı mümecced

Ol matlab-ı maksad

Ey üştür-i dil sen olagör pîş-i katârı

Çek aşk ile bârı

Ye derd ile hârı

Müstezatın bir başka şekli de, başka bir şairin gazeline ziyadeler ilave ederek

yazılan müstezattır. Adli’nin gazeline, Osmanzade Taib mizahi anlamlı ziyadeler

ekleyerek bir müstezat oluşturmuştur. Bu şiirin ilk beyti şöyledir:

“O dem ki mültefit-i yâr-ı dil-firîb olurum”

Dürüst söyleyemem

“Fenâ-resîde-i ser-mâye-i rakîb olurum” (Adli)

Fenâ-resen diyemem (Osmanzade Taib)

BENT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ

Rübâ´î

Dörtlü demek olan rübai, dört mısralık ve kendine has vezni olan, bağımsız

bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısralar kafiyeli, 3. mısra serbesttir. Kafiye şeması

“aaxa” şeklindedir. Rübainin üçüncü mısraı kafiyesiz olması nedeniyle hasi (hadım)

denilmiştir. Rübaiye Farsça olarak; terane, dü-beyt, çar-mısra/çehar-mısra adları da

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14

verilmiştir. Dört mısralı nazım ve tuyugdan ayrılan yanı, kendine has vezinlerle

yazılmış olmasıdır.

Kendine has vezinlerle yazılan rübainin, bahr-i hezecden yirmi dört kalıbı

vardır ki, bunlar: ahrem ve ahreb diye ikiye ayrılır. Her ikisi de on ikişer kalıptır.

(Mef‘ûlü) tefilesiyle başlayanlara ahreb, (mef‘ûlün) tefilesiyle başlayanlara da

ahrem denir. Türk edebiyatında daha çok ahreb kalıpları ve bunların da ahenkli

olanları kullanılmıştır. Şair, hepsi ahreb kalıplarından olmak üzere, rübaide ayrı ayrı

kalıpları karışık olarak kullanabilir. Rübainin her mısraı ayrı ayrı vezinde olabildiği

gibi, dört mısraı da aynı vezinde olabilir.

Genel olarak, bir rübaide iki kalıp kullanılmıştır. Bu iki kalıptan biri 1, 2 , ve 4.

mısrada, diğeri ise 3. mısrada kullanılır ki bu tertip, rübainin 3. mısrada en güçlü

düşünceyi söyleme ve uyumu sağlama ilkesine uygundur.

Rübailer, divanların tertibinde “Rubâiyyât” bölümünde kafiyelerine göre

sıralanırlar.

Rübai nazım şekli, edebiyatımıza İran edebiyatından geçmiştir. Değişik

konularda yazılan rübailerde şairler, dünya görüşlerini, felsefelerini, dinî ve

tasavvufi düşüncelerini, rindane tavırlarını, maddi ve manevi aşk anlayışlarını kısa

ve özlü bir şekilde ancak rübaide anlatabilirler.

Rübai nazım şekli, Türk edebiyatında XIV. Yüzyıldan sonra görülmeye

başlamıştır. Rübai denilince akla gelen ilk şairler, Arap edebiyatında İbnü’l-Fârız;

İran edebiyatında Ömer Hayyâm; Türk edebiyatında Azmizade Haleti’dir. XX.

Yüzyılda ise, Yahya Kemal ile Arif Nihat Asya ilk akla gelen şairlerimizdir. Azmizade

Haleti’nin rübai söylemede olan ustalığı hakkinda Nedim; “Hâletî, evc-i rübaide

uçar ankâ gibi”, demiştir.

Rübai nazım şekli, ince duygu ve düşüncelere, nükteli buluşlara çok uygun

olması sebebiyle, divan edebiyatı nazım şekilleri içinde, günümüze kadar gelebilmiş

nadir rastlanan nazım şekillerindendir.

Bir de rübai-i musarra vardır ki, dört mısraı da birbiriyle kafiyeli olan

rübailerdir. Şeması (aaaa) şeklindedir. Ancak, böyle olan rübailerde, aynı kafiyede

olması sebebiyle 3. mısrada kafiye değişikliği olmadığından, 4. mısrada asıl

söylenmek istenen duygu ve düşünce tam bir tesir bırakmaz.

Rübai vezniyle yazılan şiirler dört mısraı geçmezken, XVII. Yüzyıl gazel ustası

Şeyhülislam Yahya, rübai vezniyle bir gazel yazarak, bu alanda bir yenilik getirmeye

çalışmıştır.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15

Derd ehli odur ki sormayup râh-ı necât

Yanında bir ola hâr u gül zehr ü nebât

Hükmün viremez bu kâr-ı zâr-ı aşkın

Şemşîr-i belâyı bilmeyen âb-ı hayât

Azmizade Haleti

Yâ Rab dilimi sehv ü hatâdan sakla

Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla

Basdım reh-i vâdî-i rubâ‘îye kadem

Ta‘n-ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla

Nefi

Âlemde huzûr etmege bir dem yoğimiş

Âzâde-i gam aceb bir âdem yoğimiş

Ya hep var imiş anlamadık biz yâhûd

Âdem yoğimiş dem yoğimiş gam yoğimiş

Ziya Paşa

Tuyug

Tuyug, kafiye şekli rübai gibi aruzun sadece (fâ‘ilâtün/fâ‘ilâtün/fâ‘ilün)

vezniyle yazılan 4 mısralık bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısraları kafiyeli, 3. mısra

serbesttir. Şeması ise, rübaide olduğu gibi, (aaxa) şeklindedir. Az da olsa (aaaa)

tarzında yazılmış tuyuglar da vardır. Dört mısraı da kafiyeli olan bu tuyuga musarra

tuyug denilmektedir. Halk edebiyatında, on birli hece ölçüsüyle yazılan mâni

şeklindeki dörtlüklere de tuyug denmektedir. Tuyug, Türk edebiyatına mahsus tek

bentli bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mani karşılığı sayılır. Manide olduğu

gibi, tuyugta da, genellikle, cinaslı kafiye kullanılır. Ancak bu tarza, daha çok Azeri

ve Çağatay edebiyatlarında tesadüf edilmektedir.

Edebiyatımızda tuyugun başta gelen temsilcisi olarak Kadı Burhâneddin

kabul edilmektedir. Divanı’ndaki tuyug sayısı 169’dur. Tuyuglarıyla tanınmış olan

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16

diğer şairler Nesimi, İvaz Paşazade Atayi ve Ali Şir Nevai’dir. Tuyugta da, rübaide

olduğu gibi, önemli fikir ve düşünceler özlü bir şekilde söylenir, mahlas söylenmez.

Aşağıdaki örneklerden ilki normal tuyuga, diğeri musarra tuyuga örnektir.

Gönlüm oldu aşkının âvâresi

Gamzenin gitmez gönülden yâresi

Derdime çok istedim dermân velî

Yoğ imiş la‘linden özge çâresi

İvaz Paşazade Atayi

Âlemi yüzün gülistân eylemiş

Bülbülü ser-mest ü hayrân eylemiş

Anberîn zülfün perîşân eylemiş

Mâhını ebrinde pinhân eylemiş

Nesimi

Murabba‘

Murabba, bent adı verilen dört mısralık kıtalardan oluşur. Genel olarak

kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. İlk bentin ilk üç mısraı kendi

aralarında kafiyeli olabilir. Buna göre kafiye şeması (bbba/ccca/ddda/eeea..)

şeklinde olur. Bu durumda dördüncü mısranın, diğer bentlerin dördüncü

mısralarıyla kafiyeli olması gerekir. Birinci bentin dördüncü mıraı diğer bentlerin

dördüncü mısraı olarak tekrar ederse, böyle murabbalara murabba-ı mütekerrir,

her bentte değişik ise buna da murabba-ı müzdevic denir. Şairin mahlası son bentin

her hangi bir mısraında geçer.

Murabbaın bent sayısı 3-7 arasında değişir. Her konuda murabba yazılabilir.

Murabba-ı mütekerrir’e örnek:

Perîşân hâlin oldum sormadın hâl-i perîşânım

Gamından derde düşdüm kılmadın tedbîr-i dermânım

Ne dersin rûzgârım böyle mi geçsin güzel hânım

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17

Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım

...

Esîr-i dâm-ı aşkın olalı senden vefâ görmem

Seni her kanda görsem ehl-i derde âşinâ görmem

Vefâ vü âşinâlık resmini senden revâ görmem

Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım

Fuzuli

Şarkı

Türk edebiyatının ürünü olan ve şekil bakımından murabbaya benzeyen

şarkı, dörtlüklerden kurulur ve temel kafiye, her dörtlüğün dördüncü mısraında

tekrarlanır. Genel olarak kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda..) şeklindedir. Bu

ana kafiye, bazen ilk dörtlüğün 2. mısraında da olur. Bu durumda ilk dörtlüğün 2.

ve 4. mısraları, diğer dörtlüklerin 4. mısraı olarak takrarlanır ki, buna nakarat denir.

Kafiye şeması (aa aa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. Nakaratsız şarkılar da vardır.

(baba/ccca/ddda/eeea..). İlk dörtlüğün 3. mısraı kafiyesiz olan şarkılar da bulunur.

Bunların kafiye şemaları (aaxa/bbba/ccca/ddda..; aaxa/bbba/ccca/ddda...)

şeklindedir.

Bestelenmek için yazıldıklarından dolayı bent sayısı azdır. Bu amaçla yazılan

şarkılar, daha çok, (mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Şarkıda 3.

mısraya miyan veya miyanhane adı verilir. Söz ve bestenin en dokunaklı yeri

miyana denk getirilir. Divan edebiyatında şarkı ustası olarak Nedim bilinir.

Şarkılarının dili oldukça sadedir. Nedim’den başka Enderunlu Fazıl ve Enderunlu

Vasıf da şarkı yazmışlardır. Ancak, Nedim’in şarkıları kadar başarılı değildirler.

Şarkılarda konu, genelde, aşk, sevgili, şarap ve eğlencedir.

Sevdiğim cânım yolunda hâke yeksân olduğum

İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum

Ey benin aşkıyla bülbül gibi nâlân olduğum

İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum

Nedim

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18

Yeni Türk edebiyatı döneminde yazılan şarkılar, genel olarak, iki bentli

ve nakaratlıdır.

Kalbim yine üzgün seni andım da derinden,

Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!

Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,

Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!

Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş!

Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş.

Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş,

Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!

Yahya Kemal

Terbi‘

Terbi kelimesinin sözlük anlamı “dörtleme, dörtlü hâle getirme” demektir.

Bir gazelin beyitlerinden önce, başka bir şair tarafından, aynı vezin ve kafiyede

ikişer mısra eklenerek yapılan murabbaya denir. Gazelde matladan sonraki

beyitlerin birinci mısraları serbest olduğundan terbi, o mısraın kafiyesine göre

yapılır. Kafiyelenişi şöyledir: aaaa/bbba/ccca/ddda/ eeea.

Eklenen beyitlere zamime denir. Bu zamîmenin, eklendiği beyitle anlam

bakımından birbiriyle kaynaşması gerekir. Az kullanılmış bir şekildir.

Muhammes

Her bendi beş mısradan oluşan nazım şekline muhammes (beşli) denir. İlk

bentin 4. ve 5. veya sadece 5. mısraı diğer bentlerin sonunda tekrar ediyorsa buna

muhammes-i mütekerrir denir. Bu iki durumda da kafiye şeması şöyledir: (aaaan

/bbban /cccan /dddan an...) , (aaaaan/bbbban/ccccan/ddddan..).

Bazan her bendin ilk üç mısraı kendi aralarında kafiyeli olduğu hâlde, son iki

mısra bütün bentlerde aynı şekilde kafiyelenir. Bu durumda ise kafiye şeması şöyle

olur: (bbbaa/cccaa/dddaa/eeeaa...). 4. ve 5. mısralar nakarat olarak da tekrar

edebilir. Bentlerin beşinci mısraları değişiyorsa, buna muhammes-i müzdevic denir.

Kafiye şeması şöyledir: (aaaaa/bbbba/cccca/dddda...).

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19

Muhammeslerde hemen her konu işlenebilir. Ayrıca muhammes şekliyle

şarkı da yazılır ki, bu tarzda yazılan şarkılara muhammes şarkı adı verilir. Aşağıya iki

bendini aldığımız Enderunlu Vasıf’ın muhammesi, muhammes şarkıya örnektir.

Bir nihâl-i nev-edâ

Sevdim ammâ bî-vefâ

Tarz u tavrı dil-rübâ

Kaddi mevzûn ince bel

Kıt`ası gâyet güzel

....

Zülfü sünbül destedir

Vâsıfâ dil-hastedir

Dahi pek nevrestedir

Kaddi mevzûn ince bel

Kıt`ası gâyet güzel

Tardiyye

Beşer mısralık bentlerden oluşan tardiye, muhammesin özel bir şeklidir.

Muhammes, aruzun her kalıbıyla yazıldığı hâlde, tardiye sadece

(mef‘ûlü/mefâ‘ilün/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Tardiyyenin muhammesten ayrılan

diğer özelliği ise, temel kafiyenin bentlerin sadece 5. mısralarında olmasıdır. Kafiye

şeması şöyledir ve başka şekli yoktur: (bbbba/cccca/dddda/eeeea.)

Tardiyeye tard u rekb de denir. Mesnevilerde şairler, eseri monotonluktan

kurtarmak için, olayın kahramanlarının ağzından yer yer gazel, murabba gibi

manzumeler söylerlerdi. Bunlara da tardiye denilirdi.

Türk edebiyatında tardiye oldukça az kullanılan bir nazım şeklidir. Ancak,

Şeyh Galip tardiyeye özel bir değer vermiş ve Türk edebiyatının en güzel

tardiyelerini yazmıştır. Aşağıda ilk ve son bendini verdiğimiz tardiye Hüsn ü Aşk

mesnevisindendir.

Hoş geldin eyâ berîd-i cânân

Bahş et bana bir nüvîd-i cânân

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20

Cân ola fedâ-yı îd-i cânân

Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân

Yârin bize bir selâmı yok mu

….

Dil hayret-i gamla lâl kaldı

Gâlib gibi bî-mecâl kaldı

Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı

El-ân bir ihtimâl kaldı

İnsâfın o yerde nâmı yok mu

Şeyh Galip

Tardiye, Şeyh Galip’ten önce Nedim tarafından da kullanılmıştır. Abdülhak

Hamit ise, Şeyh Galip’ten çok etkilenerek, Eşber isimli manzum tiyatrosunda iki

yerde tardiye kullanmıştır.

Tahmis

Sözlük anlamı “beşleme, beşli duruma getirme” demek olan tahmis, bir

gazelin beyitlerinin önüne aynı vezin ve kafiyede üçer mısra ekleyerek yazılmış olan

muhammes demektir. Kafiye şeması ise şöyledir:

(aaaaa/bbbba/cccca/dddda/eeeea.)

Gazelde matladan sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest olduğundan, tahmis

o mısraın kafiyesine göre yapılır. Şayet serbest olan mısraın son kelimesi kafiyeye

uygun gelmezse, ondan evvelki kelime ile kafiye yapılır, son kelime ise redif olarak

kalır. Tahmiste, ilave mısraların, gazelin beyitleriyle anlam ve değer itibariyle

kaynaşmış olması gerekir. Aksi takdirde ek mısralar birer yama gibi kalır ve

başarısız bir tahmis yapılmış olur. Gazelin makta beytinde şairin mahlası geçtiği

gibi, tahmis yapan şair de aynı bentte mahlasına yer verir.

Tahmis, daha çok gazellere yapılmakla birlikte kasidelere de tahmis

yapılmıştır. Tahmis, divan edebiyatında muhammesten daha çok benimsenmiş bir

nazım şeklidir. Çoğu şair, kendinden önceki ve çağdaşı şairlerin birkaç gazelini

tahmis etmiştir. Ayrıca kendi gazelini tahmis ederek muhammes hâle getiren

şairler de vardır. Bu nevi tahmislere divanlarda “tahmîs-i gazel-i hod” başlığı

altında yer verilmiştir.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

Tahmis edilen gazel, musammat bir gazel ise, tahmis de musammat olarak

yapılır. Baki’nin, Fuzuli’nin musammat gazeline yaptığı tahmisinin ilk iki bendi

şöyledir:

Aceb ol şâh-ı zâlim âşıkın hûnına kanmaz mı

Bu denlü nâle bir gün ana te‘sîr ide sanmaz mı

Kıyâmet yok mudur sanır yâhûd haşre inanmaz mı

“Meni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı”

Felekler yandı âhımdan murâdım şem‘i yanmaz mı”

Dem-â-dem ol gül-i handân ider cân bülbülün seyrân

Nasîbi illerin ihsân benim endûh-ı bî-pâyân

Eder gayrileri handân beni bin derd ile giryân

“Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd ider ihsân”

Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı”

Taştir

Taştir; terbi, tahmis ve tesdisin başka bir şeklidir. Kelime anlamı ikiye

ayırmak, demek olan taştir, her hangi bir şairin beyit esasına göre kurulmuş

manzumesinin, özellikle gazelinin her beytini ikiye ayırarak ortalarına iki veya daha

fazla mısralar ilave etmek, demektir. İki mısra ilavesiyle murabba, üç mısra

ilavesiyle muhammes, dört mısra ilavesiyle de müseddes yapılmış olur.

Taştirde, ilave edilen mısraların vezin, kafiye ve beytin ihtiva ettiği anlam

yönüyle asıl beyit ile uyuşması, kaynaşması gerekir.

Taştirin kafiye şeması “AaaaA/BbbbA/CcccA/DdddA/EeeeA.” şeklindedir.

Şair, mahlasını, ötekilerde olduğu gibi yine son bentte söyler.

Baki’nin bir gazeline Yahya Kemal’in yaptığı bir taştirin ilk iki bendi şöyledir:

“Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız”

Pürdür hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız

Mevkûfdur o mâha samîm-i fuâdımız

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22

Âhir varınca haddine hestî-i şâdımız

“Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız”

“Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn içün”

Ettik fedâ zevâhiri şevk-i derûn içün

Sattık metâ‘-ı ömrü mey-i la‘l-gûn içün

Nevbet çalınca rihlet-i milk-i sükûn içün

“Allâhâdır tevekkülümüz i‘timâdımız”

Müseddes

Altılı demek olan müseddes, bentleri altışar mısradan oluşan nazım şekline

denir. Kafiyelenişi, daha çok (aaaaaa /bbbbba /ccccca /ddddda…) şeklinde olan

müseddeslere müseddes-i müzdevic denir. (aaaaaa /bbbbcc /ddddee /ffffgg…;

bbbbca /ddddca /eeeeca/ffffca…) şeklinde kafiyelenen müseddes-i müzdevicler de

vardır.

Eğer, ilk bendin 5. ve 6. mısraı veya sadece 6. mısraı öteki bentlerde

tekrarlanıyorsa buna müseddes-i mütekerrir denir.

Müseddes, çeşitli konularda yazılabilir. Naili-i Kadim’in bir müseddes-i

mütekerrinin ilk iki bendi şöyledir:

Firâşım seng-i hârâ pûşişim şevk-i kıtâd olsun

Yerim beytü’l-hazen kârım figân-ı girye-zâd olsun

Ten-i mecrûhuma ta‘n-ı adû zahm-ı ziyâd olsun

Edenler gönlümü âzürde mesrûru’l-fuâd olsun

Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun

Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun

Sipihr-i kîne-cûdan bî-vefâlık resm-i âdîdir

Felekden bî-niyâz olmak dahi bir özge vâdîdir

Verâ-yı kâm-cûyân-ı mahabbet nâ-murâdîdir

Gönül bu matla‘ın memnûn-ı ma‘nâ-yı ma‘âdîdir

Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun

Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23

Naili-i Kadim

Tesdis

Altılama, altıya tamamlama demek olan tesdis, tahmis gibidir. Sadece

gazelin beyitleri üstüne 3 mısra yerine, aynı vezin ve kafiyede dört mısra ilave

edilerek yazılan nazım şekline tesdis denir. Az kullanılmış bir nazım şeklidir. Kafiye

şeması ise şöyledir: (aaaaaa/bbbbba/ccccca/ddddda.)

Müsebba‘

Yedili anlamına gelen müsebba, bentlerinin mısra sayısı yedi olan nazım şekli

demektir. Çok nadir kullanılmıştır.

Müsemmen

Sekizli demek olan müsemmen, bentlerinin mısra sayısı sekiz olan bir nazım

şeklidir. Kafiye şeması şöyledir: (aaaaaaaa/bbbbbbba/ccccccca/ddddddda.) Şu

şekilde kafiyelenenler de vardır: (aaaaaabb/ccccccdd/eeeeeeff/gggggghh.)

Mütessa‘

Dokuzlu anlamına gelen mütessa, bentleri dokuz mısra olan bir nazım

şeklidir. Hemen hemen hiç kullanılmamıştır.

Muaşşer

Onlu anlamına gelen muaşşer, bentlerinin mısra sayısı on olan nazım şeklidir.

Nadiren kullanılmıştır. Hayali’nin bir muaşşerinin ilk iki bendi şöyledir:

Bir güzel gördüm ki reşk-i sûret-i büt-hânedir

Kendisinden gayriye âteş gibi bîgânedir

Kim zebânından gelen efsûn ile efsânedir

Mü’min ü küffâr ile hem-sohbet ü hem-hânedir

Câm-ı zerrîn nûş ider bir bî-vefâ mestânedir

Nûş iden bir cür‘asın bin yıl yeri meyhânedir

Tuğ çekmiş bir dil-âverdir ki kasdı cânadır

Nûr-ı tab’ımdan çerâğın yakmamışdır yâ nedir

Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24

Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir

Bir nihâlem kim bana berg-i hazân oldu nasîb

Sûd içinde gayriler bana ziyân oldı nasîb

Cismden âr eyler oldum tâ ki cân oldı nasîb

Bir Hümâ-yı nûr-bâlem üstühân oldı nasîb

Gel haber ver aşkdan çün kim zebân oldı nasîb

Sûz-ı hasret âşkârâ vü nihân oldı nasîb

Bana yanmak bî-tereddüd bî-figân oldı nasîb

Kendi hâlimden bana çün kim beyân oldı nasîb

Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir

Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir

Hayali

Terkîb-i Bend ve Tercî-i Bend

Terkîb-i Bend

Bentlerden kurulmuş olan uzun bir nazım şeklidir. Her bent iki bölümden

oluşur. Birinci bölüme terkib-hane adı verilir. Buna kıta da denmiştir. Genel olarak

kısaca bent tabir edilir. Her bent, sayısı 5-10 arasında değişen beyitlerden oluşur.

Bentlerin kafiye şeması gazele benzer. Bazan bentlerin bütün mısraları her bentte

ayrı ayrı olmak üzere kendi aralarında kafiyelenir. Bent sayısı 5-10 arasında değişir.

Daha fazla da olabilir. Bendin son beytine vasıta beyti veya bendiye denir. Bu beyit

her bendin sonunda değişir ve mutlaka kendi mısraları arasında, bentten ayrı

olarak, kafiyelenir. Terkib-i bendin kafiye şeması şöyledir: (aa xa xa xa xa bb/cc xc

xc xc xc dd..). Şu şekilde de olabilir: (aa aa aa aa aa bb/cc cc cc cc cc dd..). Her iki

şekilde de kafiyeleri “bb” ve “dd” harfleriyle gösterilen beyitler vasıta beytidir.

Terkib-i bentlerde, genel olarak, talih ve hayattan şikayetler, dinî, tasavvufi,

felsefi düşünceler anlatılmış, toplumla ilgili yergi niteliğinde tenkitlere yer

verilmiştir. Mersiyeler de genel olarak, terkib-i bentle yazılır.

Terkib-i bent ve terci-i bentte beyit sayısı çok olursa bunlara terkib-i bend-i

kebir ve terci-i bend-i kebir adı verilir.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25

Altılı (müseddes), yedili (müsebba), sekizli (müsemmen), dokuzlu (mütessa)

ve onlu (muaşşer) musammatlar küçük bir terkib-i bent ve terci-i bende benzerler.

Bundan dolayı bunların müzdevic olanları terkib-i bent, mütekerrir olanları da

terci-i bent diye de isimlenir. Terkib-i bend-i müseddes, terci-i bend-i müseddes

gibi.

Konusu toplumla ilgili yergi olan en meşhur terkib-i bent Bağdatlı

Ruhi’nindir. Kendi döneminde büyük bir üne kavuşan bu Terkib-i bende üç yüzden

fazla nazire yazılmıştır. Bunlardan en güzeli ve yaygın olanı da Ziya Paşa’nın Terkib-i

bendidir.

Bağdatlı Ruhi’nin terkib-i bendi yedi beyitlik (vasıta beyti ile sekiz) on yedi

bentten oluşmaktadır. Ziya Paşa’nın Terkib-i bendi ise on, beyitlik (vasıta ile on bir)

on iki bentten müteşekkildir.

Tercî-i Bend

Şekil ve kafiye yönünden terkib-i bent gibidir. Ancak, tercî-i bentte, bentleri

birbirine bağlayan vasıta beyitleri, her bendin sonunda tekrarlanır. Her biri on

beyte yakın, 10-12 bentlik bir şiirde bütün bentlerin böyle tek beyte bağlanabilmesi

için, anlam bakımından hepsinin bu beyitli ilgili olması gerekir.

Vasıta beytinin her bendin sonunda tekrarlanması şiire bir monotonluk

verdiği gibi, anlam ilgisi kurma yönünden de güçlük doğurur.

Terci-i bentlerde, genel olarak, Allah’ın kudreti, kainat sonsuzluğu, tabiatın

ve hayatın zıtlıkları gibi konular işlenmiştir. Şeyh Galip’in bir terci-i bendinin iki

bendi şöyledir:

I

Kabûl eyler mi yâ Rab zahm-ı pür-nâsûrrumuz bih-bûd

Kalır mı yoksa bu âteşle dâğ-ı dil gibi pür-dûd

Alırsa pençeye yazık beni bu baht-ı nâ-mes‘ûd

Kıyâmet kopsa gevher tutsa âlem olmayam hoşnûd

Ferah nâmın dahi yâd idemez bu cân-ı zehr-âlûd

Rızâdır çâresi her ne dilerse Hazret-i Ma‘bûd

Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd

Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26

II

Düşüp dâm-ı hevâya hasret-i gül-zâr kaldım ben

Gidip nefh-i Mesîhâ-veş sabâ bîmâr kaldım ben

Gül-i ümmîd soldu mübtelâ-yı hâr kaldım ben

Bu gülşen külhân oldu çeşmime nâ-çâr kaldım ben

Şarâb-ı ye’se düştüm teşne-i dîdâr kaldım ben

Başımdan aştı seyl-âb-ı keder bîzâr kaldım ben

Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd

Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd

Şeyh Galip

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27

Bir

eyse

l Etk

inlik

•Aşağıda web adresi ve görüntüsü verilen eseri özellikle kaside ve diğer nazım şekilleri açısından değerlendiriniz.

•Nefi Divanı (Akkuş 1993).

•http://www.idefix.com/kitap/nefi-divani-metin-akkus/tanim.asp?sid=PWPNHNP1NN2ACUG1XHAV

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28

Öze

t •Edebiyatımız, şiir ağırlıklı bir edebiyattır. Osmanlı döneminde meydana getirilen edebi eserlerden büyük çoğunluğu manzum olarak kaleme alınmıştır.

•Edebiyatımızda görülen nazım şekillerini genel olarak iki ana kısımda incelemek mümkündür. Bunlardan ilki "Beyit esasına dayanan nazım şekilleri", ikincisi ise "Bent esasına dayanan nazım şekilleri"dir.

•Beyit esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde akla ilk gelen kaside, gazel ve mesneviler olacaktır. Bunların dışında kıtalar, müfred ya da ferdler ile müstezatlar da bu nevi içerisinde yer alan nazım şekilleridir.

•Bent esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde farklı sayıdaki mısralardan müteşekkil bendlerden oluşan şiirler akla gelmektedir. Musammat da denilen bu nazım şekilleri bentlerdeki mısra sayılarına göre farklı adlarla anılmaktadırlar. Murabba, rübai, terbi, şarkı, muhammes, müseddes, terci-i bent ve terkib-i bent vb. gibi isimlerle anılan nazım şekilleri bunlardandır.

• Hemen her konudaki şiirler bu nazım şekilleriyle kaleme alınmaktadır. Bent esasına dayanan nazım şekillerinden bazılarının örnekleri nadir olarak görülür.

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29

Değerlendirme

sorularını sistemde

ilgili ünite başlığı

altında yer alan “bölüm

sonu testi” bölümünde

etkileşimli olarak

cevaplayabilirsiniz.

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. İkinci bir mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden mısraya

ne ad verilir?

a) Beyit

b) Gazel

c) Azade

d) Kaside

e) Girizgah

2. İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte ne denir?

a) Mutavvel

b) Müzeyyel

c) Makta

d) Musarra

e) Tegazzül

3. Sevgili, aşk, şarap, bahar vb. gibi konuları anlatan nazım şekli hangisidir?

a) Gazel

b) Kaside

c) Mesnevi

d) Terci-i bent

e) Murabba

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30

4. Aşağıdakilerden hangisi övgü şiiridir?

a) Gazel

b) Kaside

c) Mesnevi

d) Terkib-i bent

e) Muhammes

5. Mısra sonlarında olduğu gibi mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazel

çeşidi aşağıdakilerden hangisidir?

a) Mutavvel gazel

b) Müzeyyel gazel

c) Na-tamam gazel

d) Yek-ahenk gazel

e) Musammat gazel

6. Aşağıdakilerden hangisi beyt esasına dayalı nazım şekillerinden biri

değildir?

a) Gazel

b) Kaside

c) Kıta

d) Mesnevi

e) Rübai

7. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden biri değildir?

a) Nesib

b) Girizgah

c) Kudumiyye

d) Dua

e) Fahriye

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31

8. Kafiye şekli “aaxa” olan ve aruzun sadece “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün”

vezniyle yazılan dört mısralık nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?

a) Rübai

b) Tuyug

c) Murabba

d) Şarkı

e) Terbi

9. Aşağıdakilerden hangisi bent esasına göre yazılan nazım şekillerinden biri

değildir?

a) Murabba

b) Muhammes

c) Taştir

d) Kıta

e) Tardiye

10. Sekizer mısralık bentlerden oluşan nazım şekline ne ad verilir?

a) Müsemmen

b) Müsebba

c) Mütessa

d) Tesdis

e) Tesbi

Cevap Anahtarı

1-c, 2-d, 3-a, 4-b, 5-e, 6-e, 7-c, 8-b, 9-d, 10-a

Nazım Şekilleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER

KAYNAKLAR

Ahmed Cevdet (1311), Belâgat-ı Osmâniye: İstanbul.

Aksoy, Hasan (1987), “Kınalızade Ali Çelebi ve Mülema’ Na’tı”, M.Ü. İlahiyat

Fakültesi Dergisi: İstanbul.

Ali Cânib (1340), Edebiyat (Nesir-Nazım): İstanbul.

Banarlı, Nihat Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.

Cengiz, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara.

Çavuşoğlu, Mehmet (1986), “Kaside”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri),

Sayı: 415, 416, 417: Ankara.

Dilçin, Cem (1986), “Divan Şiirinde Gazel”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan

Şiiri), Sayı: 415, 416, 417: Ankara.

Dilçin, Cem (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.

İpekten, Haluk (1996), “Gazel”, DİA: İstanbul.

Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa.

Akyüz, Kenan (tsz.), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi: İstanbul.

Muallim Naci (1307), Istılâhât-ı Edebiyye: İstanbul.

Pala, İskender (2001), “Kasîde (Türk Edebiyatı)”, DİA: İstanbul.

Şener, Halil İbrahim ve- Yıldız, Alim (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul.

Ünver, İsmail (1986), “Mesnevî”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı) II (Divan Şiiri), S.

415,416,417: Ankara.

Yazıcı, Tahsin - Kurnaz, Cemal (1997), “Hamse”, DİA: İstanbul.

Yıldız, Alim (2011), Şiirin Gölgesinde: İstanbul.

Yıldız, Alim (2011), Şuarâ Meclisi: İstanbul.

İÇİN

DEK

İLER

• Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar

• Fahriye

• Firkatname

• Hasbihal

• Hicviye

• Methiye

• Muamma

• Münacat

• Münazara

• Nasihatname

• Tarih Düşürme

• Tasvir

HED

EFLE

R • Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• Tür-tarz ilişkilerini anlayabilecek,

• Tür ve tarz kavramlarını ayırtedebilcek,

• Tarzın metinler içindeki görünüşlerini tespit edebilecek

• Tarzların tarihî süreç içindeki gelişimini takip edebilecek,

• Tarzların örnek metinlerini görebilecek,

• Metinler içinde belirlenmemiş tarzları tanımlayabilecek,

• Tarzların insani ihtiyaçları nasıl karşıladığına tanıklık edebilecek,

• Tarz örneği metinler üzerine yazılmış kaynakları tanıyabilecek,

• Klasik edebi gelenek içinde yer alan tarzların modern Türk edebiyatında da temsil edildiğini görecebileceksiniz.

EDEBÎ TARZLAR

ÜNİTE

3

TÜRK İSLAM

EDEBİYATI

ÜNİTE

4

Prof. Dr. Metin AKKUŞ

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2

http://www.kidap.com.

tr/klasik-turk-siirinin-

anlam-dunyasi-edebi-

turler-ve-tarzlar-metin-

akkus-k69168.kitap

Metin Akkuş, Klasik

Türk Şiirinin Anlam

Dünyası/ Edebî Türler

ve Tarzlar (2008)

GİRİŞ

Edebî kavramların kümelere ayrılarak öğretilmesi bilginin özümsenmesinde

kolaylık sağlar. Klasik Türk edebiyatının temel kavramları; nazım şekilleri, edebî

sanatlar, mazmunlar vb. kümelendirme başlıklarıyla değerlendirilmiştir. Aynı

şekilde, edebî türlerin ve edebî tarzların da, ayrı başlıklar altında değerlendirilmesi,

edebî metinlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

Edebî tür başlığı, yakın dönem araştırma çalışmalarında açılmış yeni

başlıklardandır. Son yıllarda yazılan klasik Türk edebiyatı el kitapları bu başlığı

eserin bir bölümü olarak işlemişlerdir (Bk. Kaynakça).

Klasik edebiyat çalışmalarında edebî tür ve tarzlar, diğer

kümelendirmelerden bağımsız olarak henüz iki araştırma eserinde

değerlendirilmiştir. Bu eserler; Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve

Tarzlar (2008) ve Divan Edebiyatında Türler (2010) künyeli araştırma çalışmalarıdır.

Tür ve tarz konusu bu çalışmalarda bir arada değerlendirilirken, ilk defa bu

ders notlarında ayrı ayrı üniteler hâlinde incelenmiştir. Bu bölüme ad olan

kavramla birlikte, üslup ve stil de, yakın anlamlarıyla birbirinin yerine kullanılır.

Türkçe karşılıklarıyla, anlatım tarzı/biçimi/şekli veya ifade tarzı/biçimi/şekli

adlandırmaları da edebî tarz yerine kullanılacaktır. Bu adlandırmalarla kastedilen

de, bir metnin okuyucuya nasıl aktarıldığını göstermektir.

Türk İslam edebiyatında, bir metnin okuyucuya aktarılma biçimleri, yaygınlık

sırasına göre; methiye, fahriye, hicviye, münacat, nasihatname, hasbihâl,

münazara, muamma/lügaz, tarih düşürme, tasvir ve firkatname gibi çeşitli

başlıkları oluşturur. Bu kavramlar, Türkçedeki; övme, övünme, öğüt, yerinme,

tartışma, söyleşi ve bilmece gibi adlandırmaların karşılıklarıdır.

Bilim çevrelerinde henüz tüm ayrıntılarıyla tartışılmamış niyazname,

istimdadname, mededname, duaname, şefaatname, pendname, firakname,

gurbetname, hecrname, tahassürname, tavsif, tazallüm ve arzıhâl gibi terimler de,

ilgilerine göre bu ana başlıklar altında değerlendirilmiştir.

Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar temel olarak, metnin içeriği ve metnin

sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Bu ders notlarında, edebî eserin neden

bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla

adlandırılmıştır.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3

http://kitap.antoloji.com/kisi.asp?CAS=132871

Rıdvan Canım, Divan

Edebiyatında Türler

(2010)

Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar

Fahriyye

Arapçada fahr, öğünülecek şey; övülmeye layık kişi; böbürlenme,

büyüklenme ve övünme anlamındadır. Edebiyatta fahriye ise, kendini övme ve

yüceltmeye dair metin anlamına gelen bir kavramdır. Doğu edebiyatlarında çokça

kullanılan fahriyelere, Türk edebiyatında, Orhun Abideleri’nden itibaren yazılmış

birçok manzum ve mensur eserde, değişik ölçü ve içeriklerde rastlanır. Mensur

eserlerin dibacelerinde de, tevhit, münacaat, naat gibi, genellikle kaside nazım

şekliyle oluşan yapılar arasında, küçük birimler hâlinde bulunabilir.

Klasik edebiyatta fahriyeler çoğunlukla, şairlerin kendi sanat özelliklerini

övdükleri bağımsız şiirler veya şiirlerin bir bölümüdür. Şair, kendi sanatıyla diğer

şairlerin şiir yeteneğini ve başarısını karşılaştırır, kendi sanat gücünü ve

üstünlüğünü savunur. Şair/yazarın kendi yetersizliğini ve ihtiyaç içinde olduğunu

vurgulayan tazallüm (yerinme) tarzı eserler de, fahriye tarzını zenginleştiren

anlatım biçimleridir.

Fahriyeler ayrı yazılabileceği gibi, kasidelerin bir bölümü de olabilirler.

Fahriye, konuyu işleyiş bakımından kasidenin dört ana bölümünden üçüncüsüdür.

Kasidenin bir bölümü olarak düzenlendiğinde ancak birkaç beyitten oluşmakla

birlikte, XVII. Yüzyıl şairi Nefi, bu bölümü zenginleştirmiştir. Kasidelerin

methiyeden sonra gelen bir bölümü olarak düzenlendiklerinde, şairin kendini

övdüğü birkaç beyitle sınırlandırılır. Bir kaside, fahriye bölümü ile de başlatılabilir.

Gazellerde mahlas beytinde, şairin kendinden söz etmesi, küçük bir fahriye örneği

oluşturur. Gazel ve kıtalarla da fahriye yazıldığı gibi, mensur eserlerde de bu tarzın

örnekleri vardır.

Fahriyelerde asıl amaç, şairin söz sanatındaki ustalığının sergilenmesidir.

Şair/yazarın övünmeleri söz çevresindedir. Fahriyeler, ilgili oldukları toplum

hareketlerinin de yansıtıcısı olabilir. Bu durumda şair, kendinden ve mensubu

olmakla gurur duyduğu gruplar ve yaşadığı yerleşimin özellikleriyle övünür.

Fahriyeler, klasik Türk musikisinde de bestelenmiş metinlerdendir. Bu anlatım

tarzında, abartma (mübalağa) ve benzetme (teşbih) sanatlarına çokça yer

verilmiştir.

Bir fahriye beyti örneği:

Kim bilirdi şu’arâ olmasa ger sâbıkta

Dehre devletle gelip yine giden şâhânı

Nefi

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4

Türk edebiyatında fahriyenin usta şairi Nefi’dir. Bu üslup onun kasidede

takipçisi olan Nedim’de de görülür. Kendini övme, başkalarını yerme ile de,

fahriye-hicviye-methiye tarzları bir arada kullanılabilir.

Örn

ek

Naat Türünde, Fahriye Tarzıyla Yazılmış Kaside:

DER NA’T-İ SEYYİD-İ KÂİNÂT (’ALEYHİ EFDALÜSSALEVÂT)

‘Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm Silk-i tesbîh-i dür-i seb’a’l-mesânîdir sözüm Bir güherdir kim nazîrin görmemişdir rûzgâr Rûzgâra âlem-i gayb armağanıdır sözüm Rûzgâr ihsânımı bilmiş benim yâ bilmemiş Âleme feyz-i hayât-ı câvidânîdir sözüm Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem Âlemin sermâye-i deryâ vü kânıdır sözüm Bî-araz bir cevher-i sâfîdir ammâ muttasıl Ehl-i tab’ın zîver-i tîg u sinânıdır sözüm Ya’nî kim endîşe-sencân-ı cihânın dâ’imâ Hem sarîr-i kilki hem vird-i zebânıdır sözüm Bir benim gibi ciger-dâr ehl-i tab’ olmaz dahi Cevher-i tîg-ı kazâ-yı nâgehânîdir sözüm Gamze-i dilber n’ola reşk eylese endîşeme Hırz-ı bâzû-yı dil-i sâhib-kırânîdir sözüm Ol kadar pür-şîvedir gûyâ ki bikr-i fikrimin Gamze-i merd-efgen-i nâ-mihribânıdır sözüm Ol kadar dil-dûzdur gûyâ ki bir şûh âfetin Nâvek-i müşgîn-kemân-ı ebruvânıdır sözüm

Nefİ

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5

1884-1934 yılları arasında yaşamış

mürettep divan sahibi, Kıratoğlu Emin’in

Firakiyye adlı eseri, Hz. Peygamberin ölümüyle

duyulan üzüntünün anlatıldığı bir

mersiyedir. 613 beyitle İslam Peygamberi’nin

vefatı anlatılmıştır (Değirmençay 2006:79).

Firkat-nâme

Ayrılık acısını dile getiren metinlerdir. Firak, ayrılma ve bedenen ayrılık

demektir. Ayrılık acısının anlatıldığı metinlerin anlatım tarzı olan firkatnamelere,

firakname, firkatname, iftirakname, firakiyye gibi, aynı kökten türetilmiş kelimeler

başlık olmuştur. Yine, hemen hemen aynı anlamlara gelen gurbetname, hecrname,

tahassürname ifadeleri de bu anlatım tarzıyla yazılmış metinlere ad olabilir.

Fürkatname (Âşık Paşa), Fürkatname (Halîlî), Hecrname (Bursalı Celilî); Firâk-

ı Mahmut Paşa, Firâkname (Kadı Hasan bin Ali, Bursalı Lamii Çelebi), Firâk-nâme-i

Sultan Bâyezid, İftirâkname (Adile Sultan), Mersiye-i Mahsûsa-i Firkat-nümâ der

hakk-ı Cenâb-ı Hüseyn-i Şehid-i Kerbelâ, Firâkiyye (Kıratoğlu Emin), Şikâyet-i Hicr,

Tercî-i Bend ender Şikâyet-i Mehcûrî ve Dûrî, Der-Şikâyet-i Hasret ü Firâk, Der-

Şikâyet-i Fürkat-ı Iztırârî (Hayreti) gibi başlıklı bağımsız eserlerde ve küçük çaplı

metinlerin adlandırılmalarında bu çeşitlilik açıkça görülmektedir.

Çoğunlukla otobiyografik bilgilere yer verilen tarzın örnekleri, metni yazanın

veya bir kişinin; vatanından, yaşadığı yerden, görevinden veya sevdiği birinden

ayrılmasını ifade eder. Aşığın sevgiliden ayrılıp gurbete düşmesi, sevgiliye yazılan

mektuplar; eş, dost, akraba veya tanıdıkların ölümündeki ayrılık acısı ve

şikayetlenmeleri, padişahların tahttan indirilmeleri, devlet adamlarının bulunduğu

makamdan ayrılmaları, azledilmeleri, ölümü veya öldürülmeleri nedeniyle yazılan

ağıt özelliğindeki metinler de bu özelliktedir (Tavukçu 2004: 90).

Firkatnameler, klasik Türk edebiyatında sergüzeştname veya hasbihâl

başlıkları altında değerlendirilmişlerdir. Tarzın örnekleri bağımsız kitap örnekleri

olabildiği gibi, çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış şiirler veya düzyazı örnekleri olarak

da düzenlenmiştir. Mersiye/maktel, sergüzeşt ve azliye türlerinin yaygın anlatım

Bir

eyse

l Etk

inlik

• Tuba Işınsu İsen (2002), Divan Şiirinde Fahriye, BÜ, SBE, YLT. kayıtlı kaynağı web ortamında araştırınız.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6

Adile Sultan Divanı’nda İftirâk-nâme başlığıyla

yer alan 22 beyitlik mesnevi, yakınlarını kaybetmenin acısıyla

yazılmış bir mersiyedir. Bu şiirde ölüm, daha çok bir ayrılığa sebep

olması yönüyle ele alınmıştır

(Koçak, 1996: 19)

tarzlarıdır. Şikayet, tazallüm, hicviye ve hasbihâl tarzlarıyla aynı metinde bir arada

kullanılırlar.

Tarzın örnekleri, şiir ve düzyazıyla verilmiştir. Düzyazıda, mektup; şiirde,

mesnevi, musammat (murabba, terci-i bent) ve kıta nazım şekilleriyle

yazılmışlardır.

Klasik Türk edebiyatında bu tarzın bilinen ilk eseri Âşık Paşa’nın mesnevisidir.

Gurbette sevgiliden ayrı kalmanın zorluğu; Fatih’in meşhur sadrazamı Mahmud

Paşa’nın görevden azli ve öldürülmesi; Sultan II. Bayezid’in, oğlu Yavuz Sultan Selim

tarafından tahttan indirildikten sonra zehirlenerek öldürülmesi, bu tarzın

edebiyatımızdaki diğer eserlerinde yer alan temalardır. Halilî’nin Fürkatname adlı

mesnevisi, ayrılık çerçevesinde şairin hayatının 1334 beyitte anlatıldığı bir

sergüzeştname; Bursalı Celilî’nin, Hecrname adlı eseri ise, Halilî’nin taklitidir.

(Tavukçu 2004: 92-117).

Hasb-i Hâl

Anlatıcının, yaşanan durumları, iç konuşmalarla veya bir muhataba

yönlendirerek anlattığı metinler hasbihâl veya arzıhâl tarzını oluştururlar.

Günümüzde, hâlini, derdini anlatma, arzıhâl; durum hakkında sohbet, görüşme,

dertleşme, hâlleşme; sohbet tarzında konuşma ve söyleşi de hasbihâl terimlerinin

karşılığıdır. Aynı tavır ve ruh hâlini yansıtan hatırını sorma, ziyaretinde bulunma ve

hasta ziyareti de ıyadet teriminin karşılığıdır.

Edebiyatta hasbihâl, şairin kendi hâlinden söz ettiği veya samimi bir

sohbet ortamı, hâl hatır sorma tavrını ifade eden metinlerdir. Anlatıcı (şair/yazar),

ikinci şahıslarla konuşabildiği gibi, teşhis yoluyla rüzgar, felek vb. varlıkları da

muhatap olarak alabilir. Sohbet bir iç monolog hâlinde, şairin kendi kendiyle

konuşması şeklinde de düzenlenebilir. Hasbihâllerde şair, kendi hâlini anlatır,

şikayetlerini dile getirir, hâlinden dert yanar. Döneminden, zamandan yakınır,

başından geçen olaylara yer verir. Bu durumda bir özel ad gibi kullanılan

şikayetname, hasbihâl veya arzıhâlin bir alt basamak tarzıdır. Hasbihâllerde içten

anlatım, açık ve yalın bir cümle kuruluşu vardır.

Tarzın örnekleri, divanlarda daha çok kaside teşbipleriyle verilmiştir.

Teşbiplerdeki hasbihâller konuşmaya dayalı anlatım tekniklerindendir (Mengi

2000: 137). Bu tarz, bağımsız eserlerin de anlatım biçimidir. Klasik edebiyatta

sergüzeştname türü hasbihâl tarzıyla birlikte anılır olmuştur. Tasvir, tahkiye,

nasihatname, firkatname gibi tarzlarla hasbihâl iç içe veya birbirini takibeden

metinler hâlinde işlenebilmektedir.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7

Heca-gu, şiir veya nesir yoluyla birinin

aleyhinde bulunan, birini zemmeden, hicveden, yeren;

heccav, çok hicveden, çok yeren; hicvi, hicivle ilgili, yermeli terimleri

de hecv’in farklı türevleridir.

Tanınmış eserlerde tarzın başlıkları:

Bağımsız mesnevi örneklerinde: Hasbihâl , Nevî, Edirneli Güfti, Safi.

Divan’lardan başlıklar: Der-Iyâdet-i Şâh-ı Devrân, Ahmet Paşa, Cem Sultan;

Manzûme-i Hasb-i Hâl ve Sitâyiş-i Seyyid Mehmed Gâzî, Fuzuli; Kasîde-i Hazâniyye-i

Latîfe, Nev’î; Kasîde Der-Hasb-i Hâl-i Zamâne Gofte Şod, Bağdatlı Rûhî; Kıt’a Der

Hasbihâl-i Hod-Gûyed, Nef’î.

Hicviyye

Türkçe adıyla yergi, edebiyatta, biriyle, şiir yoluyla alay etme, şiir yoluyla

birini gülünç hâle koyma, yerme anlamındadır. Arapça hecâ’, Osmanlı Türkçesinde

hicv şekliyle kullanılmıştır. Çokluk şekli hicviyyattır. Halk kültüründe taşlama bu

tarzın karşılığıdır.

Klasik Türk edebiyatında, mizah (gülmece) ve hiciv (yergi) iç içe geçmiş

anlatım biçimleridir. Hicvin, alay, küçümseme anlamları gibi, eleştirme anlamına da

gelmesi, mizah ve yerginin birbiri yerine kullanılma nedenidir. Klasik kültürde

gülmece ve yerginin farklı aşamalarının karşılığı olan, mezemmet (kınama, yerme,

yerilecek, kınanacak), hezliyat, letaif, nükte, mutayebe, şathiye ve fıkra da tarzın

farklı adlandırmalarındandır.

Hicviyeler, şiir ve düzyazı ile oluşturulur. Örnekleri daha çok şiirle verilmiştir.

Şiirde; mesnevi, kaside, gazel, musammat ve dörtlük şekilleri kullanılmıştır. Ancak,

hafızalarda kolayca yer etmesi ve kolay yayılma özellikleri nedeniyle dörtlükler

özellikle tercih edilir.

Bir

eys

el E

tkin

lik

• Selami Ece ( 2006), “Hasbihâl Türü ve Örnekleri”, Muyî, Nalân u Handân, s. 16-18

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8

Hicviyelerde genellikle açık ve basit bir dil kullanılır. Usta şairler ise, telmih,

tariz, tevriye, cinas, kinaye, iham gibi muhtelif sanatlardan geniş ölçüde

yararlanmışlardır.

Örn

ek

Siham-ı Kaza’dan, hicviye tarzında kaleme alınmış bir kaside:

Gürcü hınzîri a samsûn-ı muazzam a köpek

Kande sen kande nigehbânî-i âlem a köpek

Vây ol devlete kim ola mürebbîsi anın

Bir senin gibi denî cehl-i mücessem a köpek

Ne güne kaldı meded Devlet-i Âl-i Osmân

Hey yazık hey ne musîbet bu ne mâtem a köpek

Ne ihânetdür o sadra bu zamânda ki anın

Olmaya sahibi bir Âsaf-ı ekrem a köpek

Hidmet-i devlete sâ`ir vüzerâdan göreler

Bir fürûmâye koca ayıyı akdem a köpek

Bu mahallerde ki Bagdâdı ala şâh-ı Acem

Arz-ı Rûmı ede teshîr Abaza hem a köpek

Satdınuz iki …sız bir olup hânlıgı

Kimseyi etmedinüz bu işe mahrem a köpek

Pâymâl eylediniz saltanatın ırzını hem

Yok yere oldu telef ol kadar âdem a köpek

Hîç hânlık satılır mı hey edebsiz hâ`in

Tutalım olmamış ol fitne muazzam a köpek

Gide Bagdâd'a kıra askeri hân-ı Tâtâr

Olasın sen yine düstûr-ı müfehhem a köpek

Nefi

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9

http://www.akcag.com

.tr/default.aspx?_Args

=ProductImage,304,Od

esisMc,305

Hicviye, Arap cahiliye döneminde kabileler arası çatışmaları konu edinir.

İslamiyet döneminde hiciv, Müslümanların savunma silahıdır. Hassan bin Sabit,

Abdullah b. Ravaha, İslamiyeti ve Müslümanları hicivleriyle sürekli rahatsız eden

Mekkelileri hicvetmişlerdir.

İran edebiyatında yergi ve mizah iç içedir. Tayyibat (şaka şiirleri), küfriyat

(sövgü şiirleri), hamriyat (içki, şarap şiirleri), hezliyat (nükte, alay şiirleri) ve

düzyazıda latife veya letaif birer anlatma biçimi ve edebî tür olarak anılan

örneklerdir.

Türk edebiyatındaki hiciv örneklerinde, bireysel olarak kişiler, bir grup veya

grup davranışı yerilmiştir. Âşık ve rakibin anlaşmazlıkları; rind ve zahidin

geçimsizliklerinin yergisi hiciv ve mizah eserlerinin ana başlıklarıdır. Zamandan,

felekten ve dünya hâllerinden şikayet tarzındaki eserler de yergi tarzının bir başka

görünüşüdür.

Arap edebiyatında Başşar, el-Farazdak; Fars edebiyatında Zakanî, Yağma;

Osmanlı sahasında ise , Nefi ve Haşmet tarzın tanınmış şairleridir.

Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, XVII. Yüzyıl şairi Nefi’nin,

Sihamıkaza (Kaza Okları) başlıklı hiciv mecmuasıdır. Eserde, devlet adamları, sanat

erbabı, şair ve yazarlar yergi ve gülmece tarzındaki şiirlere konu olmuştur. Eser

seçmeler hâlinde basılmıştır. (Saffet Sıtkı *Bilmen+, 1943; Metin Akkuş, 1998)

Şeyhi, Bağdatlı Ruhi, Tokatlı Ebubekir Kani de bu tarzın farklı yönlerini

örnekleyen eserlerin sahipleridir. Son dönem Türk edebiyatı şairlerinden Namık

Kemal; Akif Paşa, Ziya Paşa, ve Direktör Ali Bey’in farklı türlerdeki eserleri, bu

anlatım biçimini devam ettiren örneklerdendir.

Medhiyye

Medh, Arapça bir kelimedir. Övme, övgü kelime karşılığıyla; birinin iyiliğini

söyleme anlamına gelir. Aynı kökten türetilmiş medhiyye de övgü demektir. Halk

edebiyatında, meddah (öykü anlatan sanatçı) aynı kökten türetilmiştir.

Methiye, bir kimseyi veya bir kişiyi övmek için yazılmış metinlerin anlatım

tarzıdır. Yerleşim veya varlıkları övmek için yazılmış örnekleri de vardır.

Methiye öncelikle kasidenin bir bölümünün adıdır. Girizgah bölümünden

sonra yer alır. Maksad yahut maksud olarak da adlandırılır. Mesnevi, gazel;

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10

http://www.kidap.com.tr/mevlana-

methiyeleri-haluk-gokalp-k116883.kitap

musammat, terci-i bent, şarkı vb. farklı nazım şekilleriyle de yazılmışlardır.

Müzeyyel gazel ve mutavvel gazel çeşitleri methiyenin işlendiği şiirlerdir. Müzeyyel

gazeller, zeyl bölümleri övgü (medh) konusuna ayrılmış manzumelerdir. Methiye,

terkip ve terci-i bentlerin özel sunuş tarzları arasında yer alır.

Methiyeler kaside şeklinde ise, genellikle Farsça başlıklıdır: Der Medh-i

Sultân…; Der-Medh-i Vezîr-i A`zam…; Der-Sitâyiş-i Sadr-ı A`zam…; Bahâriyye Der-

Medh-i Şeyhülislâm…; Der-Medh-i Âğa-yı Darüssa`âde…; Berây-ı Sultân... vd. bu

başlıkların en yaygınlarındandır. Methiye, kasidenin bir bölümü olarak

düzenlenmişse, bu bölüme geçilmeden önce mevsimlerden, sosyal yaşam vb.

konulardan söz açılarak bir döşeme yapıldıktan sonra övgü kısmına geçilir.

Kasidede övülen kişiye memduh denir. Memduh, erdemlerle donanmış

seçkin kişidir. Övülen bir devlet adamı ise, büyüklüğü, bağışı, cömertliği; bilgeliği,

ileri görüşlülüğü; adalet, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış tarihî ve efsanevi

kahramanlarla karşılaştırılır. Methiyeler, Padişah, sadrazam, vezir, dört halife, din

ve devlet büyüklerini övme amacıyla yazılmış bir anlatım tarzıdır. Bağımsız bir

örnek olarak yazılmış bir methiyede, girizgah, nesip, taç, tegazzül, fahriye, dua gibi

kasideye mahsus bölümler bulunmaz.

Methiyeler, mürettep divanlarda dinî içerikli kasideler veya dört halife,

Mevlana vb. tasavvuf uluları ile ilgili kasidelerden sonra yer alırlar.

Genellikle şiirde tercih edilen methiye anlatım tarzının düzyazı örnekleri

de vardır. Bazı methiyeler klasik Türk müziğinin güfteleridir. Klasik edebiyatta,

överken yerme veya yererken övme tarzında yazılmış eserler de methiyelerin

farklı görünüşleridir.

Allah ve Peygamber için yazılmış eserlerin dışında kalan şiirlere halk şairleri

ilahi, aruz şairleri istigase (yardım isteme), saz şairleri methiye derler (Onay, 1996:

225). Alevi-Bektaşi edebiyatında On İki İmam övgüsü, tarikat ehli şairler tarafından

tarikat uluları için söylenen bazı nefesler de böyledir. Din ulularının övgüsü için

yazılan bu tarz şiirlerin amacı, söz konusu kişilerin ruhlarından yardım almak ve

şefaatlerine ulaşmaktır.

Methiyeler, klasik edebiyatta en yaygın anlatım tarzlarındandır. Ahmet

Paşa, Fuzuli, Baki, Yahya Bey, Nefi, Nedim ve Şeyh Galip gibi pek çok şairin

divanında bu anlatım tarzıyla yazılmış çok sayıda örneğe rastlanır.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11

Saz şiirinde, muamma asma- muamma

indirme terimleri, şiirle sorulmuş olan

bilmecenin, başka âşıklar tarafından, bilinmezse kendisi

tarafından çözülmesi ve toplanan bahşişle

ödüllendirme geleneğini ifade eder.

Ali Fuat Bilkan (2000),

Türk Edebiyatında

Muamma: Ankara.

http://www.idefix.com/kitap/turk-

edebiyatinda-muamma-ali-fuat-

bilkan/tanim.asp?sid=IQ5IGRRFVE1EPVPRUD7

A

Muammâ

Muamma ve lugaz, günümüz Türkçesinde bilmece demektir. Arapçada lugaz;

bilmece, bulmaca, yanıltmaca; edebiyatta, manzum bilmece demektir. Elgâz

çokluk şeklidir. Halk dilinde, hece vezni ile yazılmış olan bilmeceler de bu adla

anılır. Saz şiiri geleneğinde, her türlü soru şiiri muammadır.

Edebî tarz olarak lugaz, bir şeyin özelliklerinin sıralanarak ne olduğunun

bilinmesini istemek amacıyla kaleme alınan şiirlerdir. Muamma ise, usulüne göre

düzenlenmiş ve çoğu defa bir ada gönderme yapan bilmece, yanıltmaca

anlamındadır.

Günlük dilde muamma, anlaşılmaz iş, gizli ve güç anlaşılır söz, şekil vb. mecaz

anlamıyla yaygınlaşmıştır. Kelimelerin çokluk şekilleri, elgâz ve muammeyât,

divanların genellikle sonunda yer alan bilmece tarzında düzenlenmiş metinlerin

bölüm başlığıdır. Muamma ile lugaz arasındaki temel fark şudur: Muammada,

bulunması istenen gizli ad, Allah’ın sıfatlarından biri veya bir insan adıdır.

Muammada sorular arkasındaki kişi, bir devlet veya din adamı, bir tasavvuf ulusu

veya sevgilidir. Lugazde ise, varlık; canlı ya da cansız; somut ya da soyut bir kavram

veya eşya sorulur. Şiire; Ol nedir ki… şeklinde bir kalıpla başlanması gelenek hâline

gelmiştir. Bilmecelerin nasıl çözümleneceğine dair eserlerin yazılması da bir başka

gelenektir.

Bilmece tarzının klasik edebiyattaki örnekleri beyit, kıta gibi kısa; kaside ve

mesnevi gibi uzun soluklu manzumeler hâlindedir. Fars edebiyatında Cami’nin

konu hakkında üç eseri vardır. Türk edebiyatında ilk örnekleri XV. Yüzyıldan

itibaren verilmiştir. Türk edebiyatında, Edirneli Emri, alfabetik düzende, 600’ü

Bir

eyse

l Etk

inlik

•Yaşar Aydemir, (1996), “Kasidede Muhteva Unsurları”, GÜ, FEF, SBD, 1, 137

•Kadir Güler, (1996), “19. Asır Şuarasından Arifî ve Pesendî’nin Kütahya Methiyeleri”, EÜ, SBED, 7, 279.

•künyeli metinleri web sahifelerinden bulup okuyunuz.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12

Mir Hüseyin

Muammayi, ömrünü

muammaya adamış

şairlerdendir.

aşkın muammasıyla bu tarzın ustasıdır. Fuzuli, Nabi, Kınalızade Ali Efendi,

Sünbülzade Vehbi ve Fıtnat Hanım da, çok sayıda muamma örneği yazmış

şairlerdendir.

Nabi, kendi mahlasını şu beyitle bilmeceye dönüştürmüş:

Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre

İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre

[Cevap] Nâ-bî

Münâcât

Şair ya da yazarın sığınma, yardım dileme, korunma ihtiyaçlarını dile

getirdiği metinlerin genel başlığı niyaznamedir. Kulun yaratıcı karşısındaki konumu

(münacat); müminin Peygamber’i karşısındaki durumu (şefaat) ve vatandaşın,

egemen güç sahibi yönetici karşısındaki hâli (tazallüm); aralarında küçük uygulama

ve ifade farklılıkları olan çeşitli anlatım tarzlarını oluştururlar.

Şairin, kul olarak kendinin ve insan soyunun yaratıcı karşısındaki

yetersizliği, ihtiyaçlarına karşılık dilemesi münacat/tazarru adlı metinlerin anlatım

tarzıdır.

Müminin Peygamber, din ve tasavvuf ulularından beklentilerini dile

getirdiği metinler şefaatname tarzının örnekleridir. Bu tarzdaki metinlerde, şair, bir

din ve tarikat ulusundan yardım talep ediyorsa bu dilek ve temenniler ulu

şahsiyetin manevi şahsiyetine sığınma ve yardım dileme şeklindedir

Bir

eyse

l Etk

inlik

• İlgilendiyseniz, Cem Sultan’ın Türkçe Divanı'nın (Ersoylu 1989: 234-241) Fi’l-Mu´ammeyât bölümündeki beyitlerde özellikle kişi adları bilmeceleri ve diğerlerini de siz okuyup değerlendiriniz.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13

(mededname/istimdadname). Kaside ve mesnevi benzeri metinlerin dua,

bölümleri; bireyin kendini acındırma tavrıyla içinde bulunduğu hâlleri ifade ettiği

yerinme, kendini acındırma tarzındaki; tazallüm ise, daha çok varlık ve güç sahibi

devlet adamlarının koruması altında olma dileği ve şairin ihtiyaç içinde olduğunu

ifade ettiği metinlerdir.

Tarzın en meşhur örneği münacattır. Birinin kulağına bir şey söyleme,

fısıldama; Allah’a gizlice yalvarma, yakarma, dua etme anlamındaki münacat,

edebiyatta; Allah’a yakarış, yalvarma, af dileme ve dua içerikli metinlere ad

olmuştur. Tazarru ve çokluk şekli tazarruat (yalvarmalar) da aynı anlamdadır.

Şairler, günahlarının çokluğunu ve büyüklüğünü dile getirerek yaratıcının

sınırsız bağışlayıcılık sıfatına sığınır; benlik ifadelerinden uzak samimi duygularını

dile getirirler. Metinlerin başlangıcında İlâhî! Hudâyâ! vb. seslenişler vardır. Tarzın

düzyazıdaki tanınmış örneği, Sinan Paşa’nın Tazarruname (Tazarruat) adlı eseridir.

Münacatlar manzum ve mensur olarak yazılırlar. Yakarış tarzındaki şiir örnekleri;

beyitler, kaside, mesnevi, terkip, terci ve diğer musammatlar; kıta ve rübai nazım

şekilleriyle yazılmışlardır.

Klasik şiir geleneğinde münacat, divan ve mesnevilerin başında yer alır.

Yusuf Has Hacib (Kutadgubilig), Hoca Ahmet Yesevi (Divan-ı Hikmet), Ali Şir Nevai,

Süleyman Çelebi, Larendeli Hamdi, Yahya Bey ve Hamdullah Hamdi, bağımsız

eserler olarak yazdıkları mesnevilerinde, münacat tarzında şiirlere yer ayırmış

şairlerdir. Fuzuli, Nabi, Hâletî, Hersekli Arif Hikmet (Tazarru), Nigar Hanım da farklı

nazım şekilleriyle münacat örneği vermiş şairlerdendir.

Gelenek, Tanzimat’tan sonra da; Ziya Paşa, Muallim Naci ve Şinasi

tarafından devam ettirilmiştir.

Münacat metinlerinin bestelenmiş örnekleri de vardır. Daha çok tekke

edebiyatı örnekleri, tasavvuf musikisi örnekleri olarak seslendirilmiştir. Alevi-

Bektaşi kültüründe muharrem ayının matem günlerinde dua kabilinden okunan

tercümanlar da, münacat veya selamname olarak anılmıştır.

Tazarruname (Tazarruat).

XV. Yüzyıl yazarı Sinan Paşa’nın tasavvuf konulu mensur eseri. Manzum

örneklere de yer verilmiştir. Tanrının sıfatları ve Tanrı aşkı işlenmiştir. Tazarruat,

aşk konusunun işlendiği eserin birinci kısmıdır. Eser; Allah’ı birleme (tevhit),

yalvarma (münacat), peygamberi (naat) ve diğer din ulularını övme (medh) gibi,

edebî tür ve tarz uygulamalarıyla birlikte, zengin hikaye ve öğüt bölümleriyle de

varlık problemini işler.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14

Şefaat, Yaratıcı-kul arasındaki ilişkilerde, birinin suçunun affedilmesi veya

dileğinin yerine getirilmesi için yapılan aracılık anlamındadır. İslam inancında, İslam

Peygamberi’nin, diğer peygamberler, melekler, şehitler, bilginler; tutulan oruç,

okunan Kuran ve salih kullar, aracı sayılmışlardır.

Edebî metinlerde, İslam Peygamberi vasfında yazılmış olan naatlerin dua

mahiyetindeki bölümleri şefaatname olarak düzenlenebilir. Şefaatnameler, daha

çok kaside düzenindeki naatlerde yer alır. Şairler, peygamberin sıfatlarını sayar,

yerinme üslubuyla da, kendi günahlarını, acizliklerini ve affedilmelerine aracı

olunmasını isterler.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15

Ahmet Yesevi’nin

Divan-ı Hikmet’inde

uzun soluklu bir

münacat vardır.

Tam metin için Bk.

http://www.divanihikmet.net/munacat.html

Münâzara

Münazara, karşılıklı konuşma; bilimsel tartışma demektir. Klasik Türk

edebiyatında, birbirine zıt iki konunun tartışıldığı temsili hikayelerdir. Ancak, daha

Örn

ek

Mesnevi nazım şekliyle münacat

Ey kamû kâsıda olan maksûd

Âbidi nûra gark eden ma´bûd

Çünkü lutfundan erdi bize vücûd

Bizde ilm olmadın dahi mevcûd

Şimdi kim fazlına tutaram ümîd

Bizi hâşâ kim edesin nevmîd

Evvel âhir çü senden oldu kerem

Senden âhir sa´âdet dilerem

Ayn-ı afvınla ol bize nâzır

Sözümüz budur evvel ü âhır

Hamdi Çelebi, Kıyafetname

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16

çok, kaside nazım şeklinde kullanılan bir anlatım tarzı olarak yaygınlaşmıştır. Âşık

edebiyatında deyişmeli destanlar ve atışmalar da bu tarzın örnekleridir.

Klasik Türk edebiyatında birbirine zıt kavram ve varlıklar arasındaki zıtlıklar

kıssalarla zenginleştirilir. Örnekleri manzum, mensur veya karışık olarak verilmiştir.

Temsil yardımıyla, savunulan düşünce daha güçlü işlenir, karşıt fikir yetersiz ve

zayıf bırakılır. Genel olarak küme oluşturan varlık, nesne, hayvan ve bitkiler tarzın

sembolik tipleridir. Mizah, ahlak, tasavvuf, hikmet, tarzın tercih edilen konu

başlıklarıdır. Örnekleri, 15.-18. yüzyıllar arasında verilmiştir. Tarzın oluşumunda,

Kelile ve Dimne, Marzubanname benzeri, çeviri eserlerin etkisi vardır.

Münazara tarzı, teşhis ve intak sanatlarının anlatım imkanlarından yararlanır.

Zengin örnekleri, Çağatay Türkçesiyle verilmiştir.

Klasik Türk edebiyatında, Lamii Çelebi’nin, Münazara-i Sultân-ı Bahâr bâ-

Şehriyâr-ı Şitâ, Münâzara-i Nefs ü Rûh (mensur); Fuzuli’nin, Rindüzâhid ve Beng ü

Bâde (manzum) tarzın meşhur örnekleridir.

Meşhur münazara başlıkları: Münazara-i Ganî vü Fakîr; Münâzara-i Tîg u

Kalem; Münâzara-i Gül ü Mül, Münâzara-i Şeb u Rûz, Beng ü Çağır; Münâzara-i

Gül ü Husrev; Ok-Yay Münâzarası, Münâzara-i Savm u Îd, Münâzara-i Tûtî Be-Zâg;

Münâzara-i Seyf ü Kalem.

Nasîhât-nâme

Nasihat ya da pend, öğüt anlamındadır. Edebiyatta nasihatnameler, İslami

temellere dayalı ahlaki davranış kurallarını öğretici, öğüt kitaplarıdır. Mutluluk

bilgisini öğretmeyi, bireyin ruh ve ahlak eğitimini esas alır. Düzyazı ve şiirle

yazılmışlardır. Farsça, pend-name de bu tarzın diğer adlandırmasıdır.

Nabi’nin Hayriyye (Halep, 1701) adlı eseri, bir öğüt kitabıdır. Şair, oğlu

Ebulhayr Muhammed için yazmıştır. Eser bir mesnevidir. Şair, yaşamdan edinilen

tecrübe ve yaşamın anlamına dair kanaatleriyle dönemin insan tipini çizmiştir.

Eser, İslam’ın şartları, çeşitli ilimlerin öğrenilmesi; istiğna, ahlak, şiir, eğlence,

ziraat, tıp; divan katipliği, kaza, kader konularında genç kuşağa öğüt

mahiyetindedir.

Nasihatnameler, bağımsız manzum eserler hâlinde düzenlendiklerinde

mesnevi olarak kaleme alınmışlardır. Diğer örnekleri, divanlarda kaside; kıta ve

musammat nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tarzın ilk örnekleri yazıtlar ve

atasözleriyle zenginleştirilmiş destanlardır.

Kutadgubilig, Atabetülhakâyık, Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, Yunus Emre’nin

Risâletünnushiyye’si, Sinan Paşa’nın, Maârifname’si, Güvahi’nin Pendnâmesi,

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17

Sinan Paşa’nın,

Nasihatname olarak da

bilinen Maarifname adlı

eseri (Hikmet Ertaylan,

tıpkıbasım, İstanbul

1961), ahlaki konuların

ele alındığı dinî

tasavvufi, lirik

örneklerdendir.

Nabi’nin Hayriyye’si, Sünbülzade Vehbi’nin Lütfiyye’si tarzın İslamiyet sonrası

bağımsız örnekleridir.

Fars edebiyatında Attar’ın ,din ve tarikat ulularının da sözlerine yön veren

iyi ahlaklı insan olmanın kurallarını öğreten öğüt kitabı (Pendname), klasik Türk

edebiyatında bu tarzda eserlerin yaygınlaşmasında etkili olmuştur (AB 1989:

17/504). Eser, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır.

Klasik Türk edebiyatında nasihatnameler, öncelikle siyasetname

türünde tercih edilmiştir. Gelibolulu Ali, Nasîhatüsselâtin; Defterdar Sarı

Mehmed Paşa Nasîhatülvüzerâ; Kâbusname bu anlatım tarzıyla yazılmış

siyasetname örnekleridir. Fütüvvetname benzeri türlerde de nasihatname

tarzı tercih edilmiştir.

Öğüt kitapları, atasözleri ve deyimler açısından zengin kaynak

eserleridir. Günümüzde kullanılan atasözleri ve deyimlerin eski dildeki

şekillerini ve zengin metin örneklerini içerirler. Şiirde atasözü kullanma

alışkanlığı olan Necati, Edirneli Hıfzi, Nabi, Sabit, Ragıp Paşa gibi pek çok şair

bu tarzı zenginleştirmiştir.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18

Örn

ek

Yazıldığı dönemin ahlak anlayışlarından bir

mesneviye yansıyan öğütler:

Annenin oğula öğüdü (Mecnun’a öğüt): Baş

olacak adam hükümdarların yolunu tutar, kahraman

olur; itikadın güçlü olsun! Bir güzele takılırsan onun

çirkinliklerini de görmeye çalış! Arzularının esiri olma!

Bağımlı olmayı değil, özgürlüğü tercih et! Güzele ve

güzelliğe düşen iman ve aklını kaybeder; Şiire

heveslenme, yalandan ibarettir. Yaban yolu tutma,

soyunla ilişiğini kesme (s. 160-164);

Babanın öğüdü: Her yaşta kendine yakışanı yap!

Gençlikte aşk bir marifettir, olgunlaştırır; Olgun yaşta

ayıplanmaktan sakın, aklını başına devşir! Devamlı

kendinde olmayış bir utançtır; sözünde duran güzeli sev!

Aşk oyunundan vaz geç! Canını ateşe atma! Eninde

sonunda ayrılacağın sevgiliye kavuşmayı düşünme!

Allah’a yönel; dünyada bir işle meşgul ol! Tembel olma,

iş gör! Malı mülkü yabancıya kaptırma! Kimsesiz ve

muhtaç olursun! Umutlarını kırma, ileri görüşlü ol! (s.

344-350)

Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn (Doğan 2000).

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19

Şeyh Galip, Divanı’nda

(Haz. M. Muhsin

Kalkışım, Ankara 1994)

beyit, kıta, gazel ve

kaside şekilleriyle

tarihler düşürmüştür.

Divan’da tarih düşürme

örneği 70 şiir

bulunmaktadır.

Tarih Düşürme

Klasik edebiyatta harflerin rakam değerleri esas alınarak oluşturulan

metinler bir olayın gerçekleşme tarihini gösterir. 28 harften oluşan Arap harflerinin

ilk üçünün okunmasından oluşan ebced ve bu kısaltma kullanılarak oluşturulan

ebced hesabı, klasik edebiyatta tarih düşürmenin karşılığıdır. Tarih söyleme, tarih

deme ve tarih yazma da aynı uygulamanın farklı adlandırmalarıdır.

Geleneksel tarih düşürme metinleri, hicri tarihe göre düzenlenirler.

Şairin bir vesile ile tarihini söylemek istediği bir olay, bu uygulamanın temel

görünüşüdür. Doğum, ölüm, doğal afetler, imar faaliyetleri, savaş, hastalık vb.

toplumsal olaylar, düzenlenen şiirin son beytinde bir tarih kaydıyla yer alır.

Tarihler, tarih metnini oluşturan dizeldeki kelimelerin, noktalı-noktasız

(mu’cem-mühmel) oluşuna; dizede tarih belirten ifadenin açıkça söylenmesi

(lafzen tarih) veya kodlanmasına (ma’nen tarih); ibarenin tam (tam tarih) veya

eksiltmeli oluşuna (tamiyeli tarih) veya bir dizede tarihin iki ibarede yer almasına

(dütâ/dübâlâ) göre çeşitlendirilir ve farklı adlarla anılırlar.

Tarih düşürme örnekleri, klasik edebiyat geleneğinde, şiir kitapları

divanların kasidelerden sonraki bölümünü oluşturur. Bu bölüm kıta-i

kebirelere ayrılmıştır. 17. Yüzyıldan sonraki divanlarda daha çok tevârîh

bölüm başlığı ile toplanmışlardır.

Tarih metinleri, beyit, kıta, gazel ve kaside gibi, çeşitlilik arzeden

nazım şekilleriyle yazılırlar. Ancak en yaygın kullanım kıta-i kebire

lehindedir.

Bir

eyse

l Etk

inlik

•Hayriyye- i Nabi (Haz. Mahmut Kaplan), Ankara, 2008 künyeli öğüt kitabının tanıtım bilgilerine ulaşınız:

•http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=462458

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20

Süruri, Nefi, Cevri, Şeref Hanım, Şeyh Galip, Enderunlu Fazıl, divanlarında

tarih düşürme örnekleri veren şairlerden bazılarıdır.

Dariye, pendname, sıhhatname gibi bir çok metinde de, tarih düşürme

tarzına yer verilmiştir. Hicri veya kamerî yılbaşını kutlama ve yeni yılı tespit

(tevarih-i sal: ebcet hesabıyla yeni yılı gösterme) amacıyla kaleme alınmış

saliye/salname şiirleri, aynı zamanda tarih düşürme örneği metinlerdir.

Mesela, Cevri, Sadi, Ayni, Şeref Hanım, surname türünde tarih düşürme örnekleri

vermişlerdir (Aslan 1999: V-VI).

Tarih düşürme metinleri, toplumsal gelişmelerin edebî metinlerde

takip edilmesinde önemli bir görev yüklenmişlerdir. Mesela, bir sanat yapısı

olarak bir sarayın hangi tarihte yapıldığını, tarihî gelişim içerisinde saraya

yapılan eklemeleri, çıkarmaları; onarımları, farklı dönemlerin şairleri

tarafından aynı bina için düşürülen tarihlerden takip etmek mümkündür.

Tasvîr

Bir şeyi söz ve yazıyla anlatım tarzına tasvir denir. Söz ve yazıyla resim

yapma, fotoğraf çekme işlevindedir. Tarzın malzemesi, kişi, mevsim, tabiat, mekan,

varlık, olay, mekan ve nesnelerdir. Klasik Türk edebiyatında, tasvir terimi yerine,

vasf, evsâf, tavsîf, ta’rîf kelimeleri de bu görevle metinlere başlık olmuştur.

Mesnevi ve kaside gibi uzun soluklu anlatmalarda felekler, gün, doğa, tabiat

olaylarına bakış, okuyucuyu metne hazırlayıcı veya rahatlatıcı bölümlerdir. Asıl

konuya geçiş veya konuyu anlatıştaki tek düzeliği kırma; anlatıma güç

Bir

eyse

l Etk

inlik

•Târih-i Cülûs-ı Sultân Bâyezîd

•(Sultan Bayezit’in Tahta Çıkışına Tarih Düşürme)

•…

•Yazdı levh üzre kalem târihini

•Kayser oldu Ruma Sultân Bâyezîd (886/1481)

•(Tamamı 39 beyittir)

•Ahmet Paşa, Divan, Tr 2

•Kaside nazım şekliyle, tarih düşürme örneği olarak düzenlenmiş cülusiye türünde tam metin örneği için bkz.

•Ali Nihat Tarlan, Ahmet Paşa Divanı, Ankara, 1992.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

kazandırmada bir süsleme öğesidir. Daha çok kasidelerin giriş bölümleri sayılan

nesip de teşbip de tasvir ağırlıklıdır. Nesipler, çoğu zaman tasvir, zaman zaman da

tahkiye, hasbihâl ya da fahriye tarzlarına geçmek için hazırlık mahiyetindedir.

Klasik Türk edebiyatında tarzın zengin örnekleri dariye, bahariye vb. tasviri

anlatıma dayalı metinlerde yer almıştır. Tasvir örneklerine ilk yazılı ürünlerimizden

itibaren rastlanabilmektedir. Atabetülhâkayık’ta Kün Togdı tasviri bir bahariye

örneğidir.

Bir

eyse

l Etk

inlik

•Lamii Çelebi’nin Bursa Şehrengizi’nde, 545-571. beyitler bahar tasvirine yer verilmiştir. (Metin AKKUŞ, Türk Edebiyatında Şehr-engizler ve Bursa Şehr-engizleri, AÜ, SBE, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 1987, 207s. (Yön.: Doç. Dr. Haluk İPEKTEN), AÜ, Edebiyat Fakültesi, Araştırma Merkezi, +549/T11; s. 134-137).

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22

Öze

t

•Klasik Türk edebiyatı çalışmalarında tür ve tarz başlıkları yeni açılmış başlıklardandır. Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar, temel olarak, metnin içeriği ve metnin sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Edebî eserin neden bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla adlandırılabilir. Edebî tarzlar, günlük konuşma dilinde kullandığımız bazı kavramların, edebiyatta Arapça, Farsça kavramlarla kullanılmasından ibarettir. Türkçede , övme, övünme, yerme, eleştirme, söyleşi, öğüt, sohbet vb. kavramlar edebiyatta; fahriye, medhiye, hicviye, nasihatname, hasbihâl gibi kavramlarla karşılanmıştır. Şair/yazar anlatıcı, edebî metinde bir yönüyle insanı olaylara, çevresine, doğaya; kısaca, kendine ait her şeye olumlu veya olumsuz bakışına göre bir tavır belirler. Buna göre, klasik edebiyatta anlatıcı beğenilerini, medhiye-fahriye; hoşlanmadıklarını, hicviye-tazallüm-firkatname gibi edebî kavramlarla ifade etmiştir. Nasihat-münazara-hasbihâl vb. tarzdaki pek çok metinde ise, beğenme veya beğenmeme tavırları birleştirilir. insanın yaşam içindeki temel davranışları, edebî metindeki üsluba dönüştürülür. Bu temel insani tavırların zamana, mekana, döneme ve insana göre gösterdiği değişkenlikler de, edebî metinlerde temel kavramların alt başlıklarındaki kavramlarla karşılanmışlardır. Henüz yaygın olarak bilinmeyen hasret, gurbet, ölüm, acı, ayrılık gibi, temel insani güdülerle düzenlenmiş onlarca metin de, çağdaş kuşakların keşif ve ilgilerini beklemektedir.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23

Değerlendirme

sorularını sistemde ilgili

ünite başlığı altında yer

alan “bölüm sonu testi”

bölümünde etkileşimli

olarak

cevaplayabilirsiniz.

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Fahriye tarzının usta şairi kimdir?

a) Nabi

b) Ahmet Yesevi

c) Yusuf Has Hacib

d) Nefi

e) Hiçbiri

2. Aşağıdakilerden hangisi, hasbihâl tarzıyla iç içe geçen veya birbirini takip

eden metinler hâlinde işlenen edebî tarzlardan biri değildir?

a) Tasvir

b) Tahkiye

c) Nasihatname

d) Firkatname

e) Muamma

3. Aşağıdaki kavramlardan hangisi, klasik Türk edebiyatında, hicivle iç içe

geçmiş anlatım biçimidir?

a) Mizah

b) Firkatname

c) Fetihname

d) Kısasıenbiya

e) Nevruziye

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24

4. Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, hangi seçenekte

verilmiştir?

a) Hüsnüaşk

b) Heştbehişt

c) Sihamıkaza

d) Tuhfei Nailî

e) Vesiletünnecat

5. Kasidede övülen kişiye ne ad verilir?

a) Heccav

b) Memduh

c) Taşlamacı

d) Madih

e) Meddah

6. Türk edebiyatında, alfabetik düzende, 600’ü aşkın örnek vermiş olan

muamma tarzının usta şairi kimdir?

a) Fuzuli

b) Sünbülzade Vehbi

c) Fıtnat Hanım

d) Edirneli Emri

e) Nabi

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25

7. Hangisi münacat tarzıyla aynı işlevi yüklenen edebî tarz kavramlarından

değildir?

a) Niyazname

b) Tazarru

c) Şefaatname

d) Mededname

e) Münazara

8. Klasik Türk edebiyatında, Münâzara-i Sultân-ı Bahâr ba Şehriyâr-ı Şitâ

adlı eser, aşağıdaki şairlerden hangisine aittir?

a) Nabi

b) Seyyid Vehbi

c) Fıtnat Hanım

d) Lamii Çelebi

e) Fuzuli

9. Klasik Türk edebiyatında nasihatname tarzı, hangi edebî türde öncelikle

tercih edilmiştir?

a) Cülusiye

b) Gazavatname

c) Surname

d) Bahariye

e) Siyasetname

f) Münacat

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26

10. Hangisi, firkatname tarzının metinde bir arada kullanılabildiği edebî

tarzlardan değildir?

a) Şikayet

b) Hasbihâl

c) Tazallüm

d) Hicviye

e) Tasvir

Cevap Anahtarı

1-d, 2-e, 3-a, 4-c, 5-b, 6-d, 7-e, 8-d, 9-d, 10-b

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER

KAYNAKLAR

Aça, Mehmet vd. (2009), Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Tür ve Şekil:

İstanbul.

Ahmet Talat [Onay+ (1996), Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i (Haz. Cemal Kurnaz):

Ankara.

Akkuş, Metin (1998), Hicvin Ankaları : Nefi ve Sihâmı Kazâ: Ankara.

Akkuş, Metin (2008), Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve Tarzlar:

Erzurum.

Ana Yayıncılık (1987), Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, 22 c: İstanbul.

Aslan, Mehmet (1999), Türk Edebiyatında Manzûm Sûr-nâmeler: Osmanlı Saray

Düğünleri ve Şenlikleri: Ankara.

Batislam, H. Dilek (2005), “Tarih ve Kültür Kaynağı Olarak Hasb-i Hâller", Gazi

Üniversitesi, Gazi Türkiyat Araştırmaları Merkezi I. Türkiyat Araştırmaları

Sempozyumu (11-13 Mayıs): Ankara.

Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar: İstanbul.

Bilkan, Ali Fuat (2000), Türk Edebiyatında Muamma: Ankara.

Canım, Rıdvan (2010), Divan Edebiyatında Türler: Ankara.

Değirmençay, Veyis (2006), “Kıratoğlu Emin ve Firakiyyesinden Birkaç Şiir”, Klasik

Türk Edebiyatı Sempozyumu, Prof. Dr. Abdulkadir Karahan’a Armağan, s. 72-83:

Şanlıurfa.

Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara

Doğan, Muhammed Nur (2000), Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn: İstanbul.

Ece, Selami (2006), Muyî, Nâlân u Handân (Hasbıhâl): Erzurum.

Ersoylu, İ. Halil (1989), Cem Sultân’ın Türkçe Divanı: Ankara.

Gökalp, Haluk (2006); “Divan Şiirinde Sıhhat-nâmeler”, Türk Kültürü İncelemeleri

Dergisi, 14, 101-130 : İstanbul.

Gökalp, Haluk (2009) Eski Türk Edebiyatında Manzum Sergüzeşt-nâmeler: İstanbul.

Gökalp, Haluk (2009); Divan Şiirinde Hasb-i Hâller ve Mûyî’nin Nâlan u Handân’ı :

Adana.

Gökalp, Haluk, (2009) Mevlâna Methiyeleri: İstanbul.

Edebî Tarzlar

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28

Güzel, Abdurrahman (2006), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı: Ankara.

Hengirmen, Mehmet (1983), Güvahî, Pendname (Öğütler ve Atasözleri): Ankara.

İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek: Ankara.

İsen, Mustafa vd. (2003), “Türler”, Eski Türk Edebiyatı El kitabı, s. 245-265: Ankara.

İsmail Habib *Sevük+ (1942), “Divan Edebiyatında Neviler”; “Nesirde Edebî Neviler”,

Edebiyat Bilgileri, 147-172; 281-342: İstanbul.

Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara.

Mengi, Mine (2000), “Kaside Nesiplerinde Hasbihâller Üzerine”, Divan Şiiri Yazıları,

122-138: Ankara.

Mermer, Ahmet vd. (2006), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara.

Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri

Sözlüğü: Ankara.

Nazımdan Nesire Edebî Türler-Bildiriler (2009), (Haz. Hatice Aynur vd.), Eski Türk

Edebiyatı Çalışmaları 4, (25 Nisan 2008)

Okuyucu, Cihan (2009), Klâsik Dönem Osmanlı Nesri: İstanbul.

Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü: Ankara

Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: Ankara

Saffet Sıtkı *Bilmen+ (1943), Nef’î ve Sihâmı Kazâsı: İstanbul.

Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati: İstanbul.

Tavukçu, O. Kemal (1993), Halîlî, Firkat-nâme (inceleme-metin), AÜ, SBE, YLT:

Erzurum.

Tavukçu, O. Kemal (2004), “Türk Edebiyatında Firâk-nâme Adlı Eserler”, Türk

Kültürü İncelemeleri Dergisi / The Journal of Turkish Cultural Studies, 10, 89-122.

İÇİN

DEK

İLER

• DİNÎ TÜRLER

• Tevhit

• Esma-i Hüsna

• Naat

• Mevlit

• Miraciye

• Kırk Hadis

• Hilye-i Şerif

• Esmi-ı Nebi

• Siyer-i Nebi

• Hicretname

• Ramazaniye

HED

EFLE

R

• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• Türk İslam edebiyatında tür kavramını tanıyacak ve kavrayacak,

• Dinî türleri diğer edebî türlerden ayıran temel özellikleri öğrenerek bunlar arasındaki benzer ve farklı yönleri ayırt edebilecek,

• Dinî türlerin genel özelliklerini değerlendirebileceksiniz.

ÜNİTE

5

TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA

TÜRLER

TÜRK İSLAM

EDEBİYATI

Doç. Dr. Ömer ÖZKAN

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2

TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA TÜRLER

Türk İslam edebiyatı, Türklerin İslamlaşması sonrasında ortaya çıkan bir

edebiyattır. İlk eserler dikkate alınırsa, bu edebiyat, 12. Yüzyıl sonları ile 20. Yüzyıl

başlarını kapsayan geniş bir yelpazeyi içine alır. Bu edebî saha, özellikle Osmanlı

döneminde klasikleşmiştir. Aynı zamanda bir imparatorluk geleneği niteliğindeki bu

uzun soluklu edebî dönem içerisinde, şuara tezkirelerinde yer almayanlar da dahil,

divanı elimizde olsun olmasın, bütün şairler dikkate alındığında yaklaşık 5000

civarında şairle karşılaşırız. Bu şairler topluluğundan miras olarak bugün elimizde

binlerce divan ve farklı konularda kaleme alınmış binlerce eser vardır. Bu eserlerin

tasnifi ve tedkiki konusunda ise son bir asırdır önemli aşamalar kat edilmiş;

yüzlerce eser günümüz Türkçesine aktarılmış ve bu edebî geleneğin sanat anlayışını

ve değişik konularını irdeleyen sayısız çalışmaya imza atılmıştır.

Divanlar konusundaki incelemeleri saymazsak, bu çalışma ve araştırmaların

önemli kısmını “türler” bahsi teşkil eder. Türk İslam edebiyatında türler

denildiğinde daima, manzum veya mensur olmasına bakılmaksızın ortaya konulan

eserlerin konularına göre adlandırılması hususu anlaşılmıştır. Osmanlı klasik

edebiyatı geleneği üzerindeki yorum ve değerlendirmelerin neredeyse tamamı

nazım üzerinden yürütüldüğünden, türler konusu da kaynak kitaplarda çoğunlukla

“nazım türleri” başlığı altında ele alınmıştır. Oysa seyahatname, tezkire ve münşeat

örneklerinde olduğu gibi, kimi türlerin ağırlıklı olarak mensur örnekleriyle

karşılaşırız. Yine, Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si, Süleyman Çelebi’nin

Vesîletü’n-necât’ı gibi, kimi türler müstakil kitaplar olarak, kimi türler ise, Fuzuli’nin

Su Kasidesi, Şeyh Galip’in Naat’ı gibi divanlarda yer alan şiirlerin ana konusu olarak

veya Baki’nin Bahariyye’si gibi, şiirlerin bir parçası olarak karşımıza çıkarlar.

Dolayısıyla, esasında türlerin tasnifi ve adlandırması konusunda henüz, efradını

cami ağyarını mani (eksiksiz ve fazlası) bir çerçeveden söz etmek güçtür. Bu

hususta araştırmacılar arasında değişik görüş ve tartışmaların hâlen devam ettiğini

burada belirtmek gerekir.

Biz tüm bu tartışmaların dışına çıkarak, Türk İslam Edebiyatında türler

bahsini, manzum ya da mensur olmasına bakmaksızın, içeriğini esas alarak; Dinî

Türler ve Muhtelif Konularda Yazılmış Diğer Türler olmak üzere iki ana bölümde

inceliyoruz.

Bilindiği gibi, klasik edebiyat ağırlıklı olarak İslam kültürünün hinterlandı

içindedir. İslam dininin temel kitabı olan Kuran başta olmak üzere peygamberler

tarihi, mucizeler, hadis, fıkıh, kıssalar ve diğer dinî ilimlerin yoğun tesiri altındadır.

Bu yüzden tevhid, Esma-i hüsna, hilye-i şerif, kısas-ı enbiya, naat gibi önemli miktar

ve çeşitlilikte dinî içerikli türün yazıldığını görürüz. Diğer türler ise kıyafetname,

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3

gazavatname, surname gibi türlerde sosyal hayat; bahariye, hazaniye gibi türlerde

ise, tabiat, çok farklı yönleriyle ele alınarak yazılmışlardır.

DİNÎ TÜRLER

Türk İslam edebiyatındaki türlerin büyük çoğunluğunu dinî türler oluşturur.

Bunları da Allah ile ilgili olanlar, Hz. Peygamber etrafında geliştirilenler ve diğer dinî

konulardan müteşekkil türler olmak üzere üç temel gruba ayırabiliriz. Allah ile ilgili

türleri; tevhid, esma-i hüsna, kırk ayet tercümeleri; Hz. Peygamber etrafında

geliştirilen türleri; naat, mevlid, miraciye, kırk hadis, hilye, siyer-i nebi, hicretname,

şefaatname; diğer dinî konulardan oluşan türleri ise; ramazaniye, kısas-ı enbiya

olarak sıralayabiliriz. Şimdi bu türleri genel olarak tanıyalım.

Tevhîd

Sözlüklerde “bir etme, birleme” anlamlarına gelen tevhidi dinî türlerin en

başında zikretmek gerekir. Çünkü İslam dininde her şey tevhid yani Allah’ın bir ve

tek olduğunu kabul ile başlar. Dolayısıyla, kelime-i tevhidi, lâ ilâhe illallâh, dil ile

söyleyip kalp ile tasdik eden Müslümanlar, Allah’ın bütün sıfat ve fiilleriyle tek ve

benzersiz olduğuna iman etmiş olurlar.

Bir edebiyat terimi olarak tevhid ise, Allah’ın varlığına, birliğine, bütün sıfat

ve fiilleriyle kudretine, azametine dair, övgü mahiyetinde kaleme alınmış manzum

ya da mensur eserlere denilir. Edebiyatımızdaki tevhid örnekleri, müstakil kitaplar

olmaktan ziyade, daha çok kaside, gazel, kıta şeklindeki şiirler olarak veya Leylâ ve

Mecnûn, Hüsn ü Aşk gibi müstakil kitaplar şeklindeki uzun mesnevilerin ve muhtelif

konulu mensur eserlerin baş kısmında kısa bölümler olarak karşımıza çıkarlar. Nasıl

ki Müslüman toplumlarda tevhid inanışı zihniyet dünyasının en tepesinde yer alıp

şehir düzeni, mimari vs. sosyal yaşamı şekillendirmişse; sanat faaliyetlerinde de

hiyerarşik yapının başında yer almayı sürdürmüştür. Şöyle ki, her şeyden evvel,

divan edebiyatı geleneği içerisinde tevhid türüne yer vermeyen şair yok gibidir.

Hangi divanı açsanız, divanın en başında mutlaka tevhid şiirlerini görürsünüz.

Divanlar dışındaki hangi esere baksanız, mutlaka ya besmeleyle başlar veya Allah’ın

yüceliğine ve kudretine atfedilmiş bir bölüme girişte yer verir. Mensur eserlerin

giriş kısmındaki, tevhidi de içeren bölüme hamdele de denmiştir.

Bir tevhid şiirinde genellikle Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarının övgüsü,

bunlara dair yorumlar ve münâcât ifadeleri yer alır. Bazı tevhidlerde ise, kelime-i

tevhid lafzına yer verildiğini görürüz ki, bunların en meşhuru 15. Yüzyıl şairlerinden

Şeyhi’nin meşhur lâ ilâhe illallâh redifli tevhid kasidesidir. Tasavvufi yönü ağır

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4

basan kimi tevhidlerde de şairlerin zaman zaman kâinatın başlangıcı, yaratılış ve

varlığın birliği (vahdet-i vücut) gibi teolojik konulara girdikleri görülür.

İslami dönemin ilk eseri kabul edilen Yusuf Has Hacip’e ait Kutadgu Bilig’deki

tevhid bölümünden başlayarak günümüze kadar sayısız tevhid örnekleriyle

karşılaşırız. Cem Sultan (15. Yy.), Fuzuli (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.), Niyazi-i Mısri (17.

Yy.), Nabi (17. Yy.) gibi çok sayıda isim tevhid türüne şiirlerinde yer vermişlerdir.

Cem Sultan’a ait kaside şeklinde kaleme alınmış şu tevhid bunların bir nümunesi

kabul edilebilir.

Örn

ek

Tevhid Kasidesi

Ey emîr-i bî-vezîr ü ey alîm-i bî-misâl

V’ey habîr-i bî-nazîr ü ey rahîm-i Zü’l-celâl

Senden umar iki âlem halkı rahmet ey rahîm

Kim kadîm-i lem-yezelsin hem hakîm-i lâ-yezâl

Cümle mahlûk-ı zemâne zikrini tesbîh eder

Cümle âlem halkı eyler emrin üzre imtisâl

Kuru ney içini kıldı kudretin tolu şeker

Seng-i hârâdan akıtdı hikmetin âb-ı zülâl

Hükmün ile mihri eylersin felekde bî-karâr

Emrin ile mâh’edersin gâh bedr ü geh hilâl

İbtidâna yok nihâyet intihâna hem-çünân

Müddeti yokdur bekânın ey kerîm-i bî-misâl

Hükmün ile oldı gül gülzârda şâh-ı çemen

Kudretinle buldı bülbül bâgda nutk u makâl

Cümle mahlûkun görürsün dâ’imâ ahvâlini

On sekiz bin âlemin rızkın verirsin bî-su’âl

Cümle eşyâ birligine şâhid olupdur senin

Cümle varlık varlıgına âlem içre oldı dâll

Akl-ı küll cehd eyleyip mâhiyyetini bilemez

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5

Esmâ’-i Hüsnâ

Allah’ın “en güzel isimler”i anlamına gelen esma-i hüsna terkibi, Allah’ın,

Kuran ve hadis kitaplarında geçen 99 güzel ismine delâlet eder. Mutasavvıflar,

kâinattaki her şeyin Allah’ın, celal ve cemal sıfatları şeklinde iki gruba ayrılan bu

isimlerinin tecellisinden ibaret olduğunu söylerler. Bu güzel isimler şunlardır: Allâh,

Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’min, El-Müheymin, El-

Azîz, El-Cebbâr, El-Mütekebbir, El-Hâlik, El-Bârî, El-Musavvir, El-Gaffâr, El-Kahhâr,

El-Vehhâb, Er-Rezzâk, El-Fettâh, El-Alîm, El-Kâbız, El-Bâsıt, El-Hâfız, Er-Râfi’, El-

Mu’izz, El-Müzill, Es-Semî’, El-Basîr, El-Hakem, El-Adl, El-Latîf, El-Habîr, El-Halîm, El-

Azîm, El-Gafûr, Eş-Şekûr, El-Aliyy, El-Kebîr, El-Hâfız, El-Mukît, El-Hasîb, El-Celîl, El-

Kerîm, Er-Rakîb, El-Mucîb, El-Vâsi’, El-Hakîm, El-Vedûd, El-Mecîd, El-Bâ’is, Eş-Şehîd,

El-Hakk, El-Vekîl, El-Kaviyy, El-Metîn, El-Veliyy, El-Hamîd, El-Muhsî, El-Mübdî, El-

Mu’îd, El-Muhyî, El-Mumît, El-Hayy, El-Kayyûm, El-Vâcid, El-Mâcid, El-Vâhid, Es-

Samed, El-Kâdir, El-Muktedir, El-Mukaddim, El-Mu’ahhir, El-Evvel, El-Âhir, Ez-Zâhir,

El-Bâtın, El-Vâlî, El-Müte’âlî, El-Berr, Et-Tevvâb, El-Müntekim, El-Afüvv, Er-Ra’ûf, El-

Mâlik’ül-Mülk, Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm, El-Muksıt, El-Câmi’, El-Ganiyy, El-Mugnî, El-

Mâni’, Ed-Dâr, En-Nâfi’, En-Nûr, El-Hâdî, El-Bedî, El-Bâkî, El-Vâris, Er-Reşîd, Es-

Sabûr.

Kimsene eyleyemez keyfiyyetinde kîl ü kâl

İbtidâsı yok bekânın ey hudâvend-i kadîm

Ger devr eyler felekler gerdiş eyler mâh u sâl

Kudretinden oldı keyvân çarh üzre pâs-bân

Hikmetinden oldı mirrîh âsmânda kût-vâl

Mihri lûtfunla felekde şâh-ı encüm eyledin

Hikmetini gösterip bagışladın ana kemâl

Zâtının mâhiyyetine eremez fehm ü ukûl

Hikmetinin kudretine eremez vehm ü hayâl

Çün günehkâr oldı Cem olgıl Hudâya dest-gîr

Kıl inâyet olmasın mahşer gününde pây-mâl

Cem Sultan

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6

Kültürümüzde bu kutsal isimlere müstesna bir yer verilmiş, hattatların

kaleme aldığı esma-i hüsna levhaları evleri ve camileri süslemiş ve asırlardır, bu

isimleri anlamlarını bilerek ezberleyip dua şeklinde okumak sevap; hatta kimi

dertler için de deva kabul edilmiştir.

Esma-i hüsna, bir edebî tür olarak da kültürümüzde önemli yer etmiş;

manzum ve mensur olmak üzere Allah’ın güzel isimlerini konu edinen değerli

eserler kaleme alınmıştır. Esma-i hüsnanın açıklama ve şerhini esas alan bu

eserlerde Allah’ın güzel isimleri, “Der-İsm-i Hallâk”, “Der-İsm-i Sübhân”, “Der-İsm-i

Feyyâz” gibi başlıklar altında, kendine mahsus hikmet ve yönleriyle tasvir edilir.

İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.) Beyân-ı Şerâit-i Esmâ adlı eseri türün en

meşhur örneğidir. Yine Lamii Çelebi’nin (16. Yy.) Şerh-i Mu’ammeyât Alâ Esmâ’il-

Hüsnâ’sı ve Bursalı Subhî Mehmed Ali Çelebi’nin manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi de

türün dikkat çeken örneklerindendir.

Na’t

Bir şeyi medhederek anlatma, vasıflandırma anlamlarına gelen naat; Hz.

Peygamber’i konu alan en meşhur türlerdendir. Bilindiği gibi peygamber sevgisi

kültürümüzün en belirgin vasıflarındandır. Nitekim edebiyatımızda en çok tür Hz.

Peygamber etrafında oluşturulmuştur.

Ka’b Bin Zübeyr’in Kasîde-i Bürde diye bildiğimiz eseri, içerisinde Hz.

Peygambere övgülerin de yer alması nedeniyle, naat türünün Arap edebiyatındaki

en tanınmış örneği kabul edilir. Naatler Hz. Peygamber övgüsünü konu edinen

şiirlerdir. Fakat şairlerin zaman zaman, dört halife için yazdıkları medhiyelere

“Na’t-i Çâr-yâr”, “Na’t-i Hulefâ-yı Râşidîn”, “Na’t-i Ali” gibi başlıklar koymaları,

“naat” teriminin dört halife medhiyeleri için de kullanıldığını gösterir.

Arap edebiyatından Fars edebiyatına ve daha sonra da Türk edebiyatına

geçmiş olan naatin Türk edebiyatındaki ilk örneği Yusuf Has Hacip’in Kutadgu

Bilig’inde yer alır. Bu eserden günümüze gelinceye kadar sayısız naat örneği

kaleme alınmıştır.

Divan edebiyatı geleneğinde naatlerin hemen hemen tamamı manzum

olarak ve kaside nazım şekliyle dile getirilmiştir. Genellikle divanlarda tevhid

şiirlerinden sonra gelseler de Nefi (17. Yy..), Nedim (18. Yy.) ve Şeyh Galip (18. Yy.)

gibi kimi şairler divanlarına doğrudan naat şiirleriyle başlamışlardır. Ayrıca,

müstakil kitaplar olarak yazılan; Garibname, Leyla ve Mecnun, Yusuf u Züleyha, Can

u Canan gibi hemen hemen bütün mesnevilerin giriş kısmında da mutlaka naat

örnekleri bulunur. Ancak, Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.) Megâribü’z-Zamân adlı

Arapça mensur eserinden yine kendisinin nazmen tercüme ettiği 9008 beyitlik

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7

Muhammediye, Hz. Peygamber’in hayatını anlatan bir siret olmasına rağmen;

eserin adından ve “Kitâb-ı Muhammediye Fî-Na’t-i Seyyidi’l-Âlemîn Habîbullâhi’l-

Azîm” başlığından anlaşıldığı gibi bütün tahkiyeli yönleri yanında baştan sona

müstakil bir naat görünümündedir. Neticede, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’si

müstakil hacimli bir siret şeklinde yazılan naat türünün yegâne örneğidir (Yeniterzi,

1993:46).

Fuzuli’nin (16. Yy.) Su Kasidesi ve Şeyh Galip’in “efendim” redifli müseddesi

edebiyatımızdaki en tanınmış naatlerdir. Yakın dönem şairlerimizden Arif Nihat

Asya’nın Naat’i ise, türün, son dönemde kaleme alınmış en etkili ve güzel örneği

kabul edilebilir.

Hz. Peygambere duyulan muhabbet, sadece manzum veya mensur naatler

kaleme almakla kalmamış, aynı zamanda hattatlar tarafından naat levhaları

yazılması; musiki erbabınca naatlar söylenip bestelenmesi ve camilerde, dinî

merasimlerde terennüm edilmesi şeklinde bir gelenek de meydana getirmiştir.

Itri’nin rast makamındaki, “Yâ hazreti Mevlânâ Hak dost” diye başlayan meşhur

bestesi, yıllarca okunup dinlenmiştir. Yine, Dede Efendi ve Hafız Post gibi nice

musiki ustası nadide besteler yapmışlardır.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8

Örn

ek

Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda

Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda

Gül-bâng-ı kudûmün çekilir Arş-ı Hudâda

Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim

Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim

Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân

Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân

Ye's ile usâtın ola ahvâli perîşân

Destûr-ı şefâ'atla senindir yine meydân

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim

Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim

Bir gün ki dalıp bahr-ı gama fikrete gitdim

İlden getirip kendimi bî-hodluğa yitdim

İsyânım anıp âkıbetimden hazer itdim

Bu matla'ı yâd eyledi bir seyyid işitdim

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim

Müseddes-i Na’t-ı Şerîf-i Nebevî

Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim

Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim

Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim

Menşûr-ı le'amrükle mü'eyyedsin efendim

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim

Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim

Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir

Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir

Ayîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır

Bû Bekr Ömer Osmân ü Alî yârlarındır

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim

Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9

Mevlid

Doğum, doğum yeri ve doğum zamanı gibi anlamlara gelen mevlid; Hz.

Peygamber’i konu alan, naatten sonraki en yaygın türdür. Çoğunlukla manzum ve

mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastlanır.

Mevlid, Arap edebiyatından aldığımız bir türdür, ancak İslami edebiyatlar

içerisinde en fazla gelişmeyi ve rağbeti Türk kültür ve edebiyatında bulmuştur. Zira

kültür tarihimize baktığımızda mevlid metinlerinin ve törenlerinin asırlardır ibadet

vecdiyle kabul gördüğüne şahit oluruz.

Hz. Peygamber’i konu alan naat, hilye, miraciyye ve esma-ı nebi gibi türler

mevlid türü ile daima ilgi hâlindedir. Çünkü mevlid metinlerinin içerisinde mutlaka

bu türleri de kapsayan bölümler, parçalar yer alır. Ancak bir mevlid metni

genellikle, Hz. Peygamber’in doğumu (viladet), peygamberliği (risalet), göğe

yükselişi (miraç) ve vefatı (rıhlet) temel bölümlerinden oluşur. Edebiyatımızdaki ilk

ve en mükemmel mevlid, Vesîletü’n-Necât adıyla Süleyman Çelebi (15. Yy.)

tarafından kaleme alınmıştır. 730 beyitlik bu eser o kadar benimsenip sevilmiştir ki,

edebiyatımızda onlarca mevlid metni kaleme alınmış olmasına rağmen, mevlid

denildiğinde hemen daima Süleyman Çelebi’nin eseri anlaşılmıştır.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10

Rivayete göre, bir vâiz Bakara suresinde geçen bir ayete dayanarak Hz.

Peygamber’in diğer peygamberlerden bir farkı ve üstünlüğü olmadığını uzun uzun

anlatıp yorumlamış. Vaazı dinleyenlerden birisi buna karşı çıkmış ve vâiz hakkında

fetvalar almışsa da halkı vâzin haksızlığına dair ikna edememiş. İşte bu olayı duyan

Süleyman Çelebi çok üzülmüş ve Vesîletü’n-Necât’ı yazmaya başlamış.

Bu eserin Anadolu’da bir “mevlid çığırı” açtığı ve kendisinden sonraki eserleri

etkilediği açıktır. Sinanoğlu (15. Yy.), Ebul-Hayr (15. Yy.), Halil (15. Yy.), Hamdi (15.

Yy.), Şemseddin Sivasi (16. Yy.) ve Şahidi (16. Yy.) gibi, nice şair mevlidler

yazmışlardır. Bunlardan Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye adlı mevlidi de Süleyman

Çelebi’nin eserine yakın bir ilgiyle rağbet görüp model alınmıştır. Yine meşhur

“Merhabâ ey …” faslını yazdığı öne sürülen, Süleyman Çelebi ile çağdaş Ahmed

isimli şairi de burada anmak gerekir.

Mevlidhanlar tarafından, devam eden asırlarda tüm mevlidlerden seçmeler

yapılarak mevlid, bir anlamda anonimleştirilmiş; mevlid kandillerinde camilerde

yapılan merasimlerden, doğum, ölüm, düğün, bayram ve askere uğurlama

âdetlerine varıncaya kadar pek çok yerde okunmuştur.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11

Örn

ek

Mevlid’den

Allâh adın zikr idelüm evvelâ

Vâcib oldur cümle işde her kula

Allâh adın her kim ol evvel ana

Her işi âsân ide Allâh ana

Allâh adı olsa her işin öni

Hergiz ebter olmaya anun sonı

Her nefesde Allâh adın di müdâm

Allâh adıyla olur her iş temâm

Bir kez Allâh dise aşk ile lisân

Dökülür cümle günah misl-i hazân

İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen

Her murâda irişür Allâh diyen

Aşk ile gel imdi Allâh diyelüm

Derd ile göz yaşile âh idelüm

Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh

Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol ilâh

Birdür ol birligine şek yok durur

Gerçi yanlış söyleyenler çok durur

Cümle âlem yog iken ol var idi

Yaradılmışdan Ganî Cebbâr idi

Var iken ol yog idi ins ü melek

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12

Arş u ferş ü ay u gün hem nüh felek

Sun’ ile bunları ol var eyledi

Birligine cümle ikrâr eyledi

Ol didi bir kerre var oldı cihân

Olma dirse mahv olur ol dem hemân

Varı yok yogı var iden ol durur

Dünyede her olanı ol oldurur

Bârî ne hâcet kılavuz sözi çok

Birdür Allâh andan artuk Tanrı yok

Haşre dek ger dinilürse bu kelâm

Niçe haşr ola bu olmaya temâm

Pes Muhammed’dür bu varlıga sebeb

Sıdk ile anun rızâsın kıl taleb

Ger dilersiz bulasız oddan necât

Aşk ile derd ile eydün es-salât

İy azîzler uşda başlaruz söze

Bir vasiyyet kıluruz illâ size

Ol vasiyyet kim direm her kim tuta

Misk gibi kokusı cânlarda tüte

Hak Teâlâ rahmet eyleye ana

Kim beni ol bir duâ ile ana

Her ki diler bu duâda bulına

Fâtiha ihsân ide ben kulına

Süleyman Çelebi

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13

Mi’râciyye

Hz. Peygamber’in Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i

Aksa’ya gelişine İsra; Mescid-i Aksa’dan Sidre-i Münteha’ya kadar devam eden

manevi yolculuğuna da miraç denmiştir. Kuran’da İsra Suresinde “Bir gece

kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Aksa’ya

götüren o zatın şanı yücedir, bütün eksikliklerden uzaktır. Gerçekten her şeyi gören

odur.” ifadeleriyle geçen miraç olayının gerçek anlam ve mahiyeti tam olarak

bilinemese de etrafında pek çok rivayet ve hikaye oluşmuştur. Miraç hadisesinin

gerçekleştiği Recep ayının 27. gecesi kutsal ve ulvi bir vakit olarak kabul edilmiş ve

Miraç Kandili olarak halk tarafından asırlardır kutlanmıştır. İnanışa göre, namaz

vakitlerinin belirli olarak farz oluşu, Bakara suresinin son iki ayetinin nazil oluşu ve

tahiyyat duasının müminlere hediye edilişi bu gece vesilesiyle olmuştur.

İşte, İslami edebiyatlarda miraciye olarak adlandırılan tür de Hz.

Peygamber’in bu büyük mucizesini anlatan eserlere denir. Edebiyatımızda

çoğunlukla manzum ve kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türün, az da olsa

müstakil kitaplar şeklindeki örneklerine rastlanır.

Lamii Çelebi (16. Yy.), Ganizade Nadiri (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Nahifi (18.

Yy.), Sabit (18. Yy.), İzzet Molla (19. Yy.) ve daha birçok şairin divanında güzel

miraciye örnekleri bulmak mümkündür. En meşhur miraciyenin Ganizade Nadiri’ye

ait olduğu ve bu eserin birçok şairi etkilediği kabul edilir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14

Örn

ek

Mi‘râc-nâme-i İbrahim Beg’den

Müşerref kıldı cümle hâs u ‘âmı

Ki böldi kısmını Rûmî vü Şâmî

Hakîkat zâhir oldı hem şerî‘at

Şerî‘at neyise oldur hakîkat

Hakîkat hâli oldı şer‘ kâli

Birikdi vahdet ile kâl ü hâli

İbâret kâbe kavseyn andan oldı

İkiden geçdi ev ednâyı buldı

İki bahr arasında berzah oldur

Agac u yaprag arasında güldür

Teniyle ol sebebden kıldı mi‘râc

Delîle olmayavuz dahı muhtâc

İrişdi bir gice Cibrîl-i derrâk

Burâk-ı berk elinde cüst ü çâlâk

Didi iy şâh selâm itti ilâhun

Sa‘âdet matla‘ında togdı mâhun

Okur ummâna sen dürr-i yetîmi

Gidergil tizcek üstünden kilîmi

Bu âyet vaktidür ola münebbih

Ki sübhânellezî esrâ bi-‘abdih

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15

İrişdi vahy-i ikra' b'ismi rabbik

Hilâfet sancagın ‘arş üstine dik

Nebîler cânı sana muntazırdur

Visâlün bahşişine müftekırdur

Müdebbirler cemâlün görmek ister

Ayagun yüzlerine sürmek ister

Göz açup gözedürler cümle yılduz

Ki kankı yoldan ire şâh-ı pervîz

Var altunlarını saçu saçalar

İlerü yüriyib kapu açalar

Elüne dizginin algıl Burakun

Bilürem hadden aşdı iştiyâkun

Pes imdi vaktidür kılgıl azîmet

Visâle degşürülsün cümle fürkat

Egerçi olmadum ben senden ayru

Kaçan sen dahı olduñ benden ayru

Göñülden her nefes mi‘râc idersin

Bu zâhir sûreti koyup gidersin

İrer bî-vâsıta saña kelâmum

Kelâmıla tahıyyât u selâmum

Velî na‘lînüñe müştak durur ‘arş

Ayagun altına olmak diler ferş

Bu kudsî ‘âleme irsün şerefler

Bu bahr içinde dürr bulsun sadefler

Makâmı her resûlüñ bir felekde

Kalıpdur her birisi bir dilekde

(Duman 1997)

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16

Kırk Hadis

Arapçada hadis-i erbain, Farsçada, çihil hadis olarak adlandırılan kırk hadis,

Hz. Peygamber’in hadislerinden 40 tanesini seçip manzum ya da mensur olarak bir

araya getirmektir. Bu tür eserlerin kaynağı, Hz. Peygamber’in “Her kim benim

hadislerimden kırk tanesini belleyip başkalarına da öğretirse, kıyamet gününde

Allah onu bilginler ve fakihler arasında diriltsin.” mealindeki hadisidir. Bu hadis

gereği, Hz. Peygamber’in bu müjdesine nail olmak için sayısız sanatkâr, onun

sözlerinden seçmeler yaparak kırk hadis türünden eserler meydana getirmiştir.

Kırk hadislerde İslamın şartlarına dair, Kuran’ın faziletiyle ve diğer akaid

konularıyla ilgili vs. yaklaşık her farklı konudaki hadisler derlenmiş ve çoğu zaman

ise bu hadis metinleri birebir tercüme edilmeyip izahlara da yer verilmiştir.

İslam edebiyatlarında ilk kırk hadisin Abdullah Mervezi (8. Yy.) tarafından

tertip edildiği, fakat bu eserin sonradan kaybolduğu söylenir. Ebu İsa Muhammed

Tirmızi (9. Yy.), İbn Veda (11. Yy.) ve Ebu Tahirüs-Selefi (12. Yy.) de kırk hadis

yazmışlardır. Türün en muhteşem örneği ise, Muhyiddin Nevevi (13. Yy.) tarafından

kaleme alınmıştır. Bu eserin pek çok kez çevirisi ve şerhi yapılmıştır. İran

edebiyatında ise, en meşhur ve etkili kırk hadis Molla Cami (15. Yy.) tarafından

yazılmıştır.

Edebiyatımızda kırk hadis geleneği naat ve mevlid türleri gibi ilgi görmüş ve

pek çok şair Arapça ve Farsçadan kırk hadis tercüme etmiş veya derleme eserler

meydana getirmiştir. Mahmud bin Ali (14. Yy.), Kemal Ümmi (15. Yy.), Usuli (16.

Yy.), Fuzuli (16. Yy., Mecdi (16. Yy.), Ali (16. Yy.), Feyzi (17. Yy.), Hakani (17. Yy.),

Nabi (17. Yy.), Osmanzade Taib (18. Yy.) ve Müstakimzade S. Sadettin (18. Yy.) gibi

şairler bu türün güzel örneklerini vermişlerdir.

Hilye-i Şerîf

Sözlüklerde “zinet-i çehre”, “suret” ve “heyet” gibi anlamlar verilen hilye

kelimesi, bir edebiyat terimi olarak Hz. Peygamber’in ve dört büyük halifenin iç ve

dış güzelliklerini, örnek davranış biçimlerini tasvir eden eserlere verilen addır.

Kaynaklarda bu tür için zaman zaman, şemail-i şerif, şemail-i nebi veya şemailname

gibi ifadeler kullanılsa da kast edilen aynı türdür. Ancak bu eserlere karşılık olarak

daha çok hilye-i saadet veya hilye-i şerif terkibi tercih edilmiştir.

Söz konusu olan Hz. Peygamber ve dört halife olduğundan, bu tür eserlerin

ana kaynağı hadisler olmuştur. Zaman içerisinde, Hz. Peygambere dair hilye

niteliğindeki tüm hadis ve rivayetleri toplamak ve ezberlemek, duvara vs. asmak

kutsal kabul edilmiştir. Hatta etrafında, kimi âfetlere iyi geleceğine dair inançlar

oluşmuştur. Aynı inanç ve geleneğin günümüzde devam ettiği görülmektedir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17

İslami edebiyatlar içerisinde ilk hilye eş-Şemâ’ilü’n-Nebeviyye ve’l-Hasâ’isü’l-

Mustafaviyye adıyla ve Arapça olarak İmam Tırmizi (9. Yy.) tarafından yazılmıştır.

Yıllar içerisinde bu esere çok sayıda şerh ve hâşiye yapılmıştır.

Edebiyatımızda manzum ve mensur örneklerine rastlayabileceğimiz çok

sayıda hilye kaleme alınmıştır. Hakanî Mehmed Bey’in (16. Yy.) Hilye-i Hâkânî isimli

hilyesi bunların ilki ve en meşhurudur. İnsanlar tarafından yıllarca hürmetle kabul

edilip ezberlenen bu eser, pek çok şairi de etkilemiştir. Süleyman Nahifi (18.

Yy.)’nin Hilyetü’l-Envâr’ı ve Nesimi Mehmed’in Gülistân-ı Şemâil’i de yine

edebiyatımızda çok beğenilmiş hilyeler arasındadır.

Başlangıçta sadece Hz. Peygamber’i konu edinen hilye türünün zaman

içerisinde kapsamını genişleterek diğer peygamberleri ve dört halifeyi de içerdiği

görülür. Cevrî İbrahim Çelebi’nin (17. Yy.) Hilye-i Çehâr-yâr-ı Güzîn’i ve Neşati

Dede’nin (18. Yy.) Hilye-i Enbiyâ’sı bu durumun güzel örnekleridir.

Örn

ek

Hilye-i Hâkânî’den

Ol görür gözleri masnû’âtun

Muktezâsıyıdı tecelliyâtın

Anı göz nûrı gibi seyr-i cemâl

Bî-misâl etmiş idi bi’l-icmâl

Çeşm-i hâk-bîni inen ahsen idi

İki şehbâz-ı şikâr-efgen idi

Görinürdi gözi dâim mekhûl

Hadd-i zâtında siyeh-çeşm idi ol

Şîve-i gamze-i lâzım nâzı

Âlemün olmış idi mümtâzı

Gûşe-i çeşm ile etdükce nigâh

Gaşy olurlardı sürûş-ı dergâh

Hîn-i ru’yetde açardı nazarı

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18

Örn

ek

Nükte-i sırr-ı ke-lemhi’l-basarı

Gark-ı hûn etmiş idi nâfe-misâl

Hoten âhûların ol çeşm-i gazâl

Gözinün ağı beyâz idi katı

Kâbil-i vasf değüldi sıfatı

Hem siyah idi gâyetde şedîd

Bir idi ana karîb ile baîd

Hem rivâyetdür o tâvûs-ı cinân

Olsa bir cânibe gâhî nigerân

Vâsî-i hûb u latîf idi gözi

Nûr-ı mahz idi saâdetlü yüzi

Kuvvet-i bâsıra-i Mustafavî

Gece gündüz gibi görürdi kavî

Ol iki dîde-i bî-sürme siyâh

Dâim olmışdı nazargâ-ı İlâh

Müteveccih olup a’zâsı ile

Cism-i pâkiyile dönerdi bile

Serine tâbi ederdi cesedi

Bunı terk etmemiş idi ebedî

Dönüp etrafına kıldukca nazar

Secde eylerdi cemâdât u şecer

Nereye dönse o kadd-i çâlâk

Hâsılı bile dönerdi eflâk

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19

Esmâ-i Nebî

Allah’ın güzel 99 ismini konu alan esma-i hüsna adlı eserlerdeki gibi, kimi

sanatkârlar da esma-i nebi adıyla kaleme aldıkları eserlerinde Hz. Peygamber’in 99

isim ve sıfatından söz etmişlerdir. Manzum ve mensur örnekleri bulunan ve fakat

müstakil kitaplar olarak karşımıza çıkmayan esma-i nebiler daha çok muhtelif

konulu eserlerin bir bölümü şeklindedirler. Hasib Efendi 1000 beyitlik bir esma-i

nebi yazmıştır (Çelebioğlu 1988:357).

Siyer-i Nebî

Siyer, “tavır, hareket, ahlak ve gidiş” anlamlarına gelen siret kelimesinin

çoğuludur ve bir terim olarak, Hz. Peygamber’in ahlak ve yüksek vasıfları ile birlikte

hayatını konu edinen eserlere verilen isimdir. Kaynaklarda bu türden eserler için

bazen, siretü’n-nebi terkibi kullanılsa da siyer-i nebi adlandırması daha yaygındır.

Erzurumlu Mustafa Darir’in (14. Yy.) Arapçadan dilimize çevirdiği, oldukça

hacimli olan mensur Siyer-i Nebî’si bu türün edebiyatımızdaki ilk örneklerindendir.

Ancak bu konuda kaleme alınmış en meşhur örnek Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.)

Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin manzum olarak

çevirisini yaptığı 9008 beyitlik Muhammediye’sidir. Siyer-i Nebi türünde kaleme

alınan eserler hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber’i konu alan diğer naat, mevlid ve

miraciyye gibi türlerle iç içedirler. Nitekim Yazıcoğlu’nun bu eseri, önemli bir kısmı

naat niteliği taşıdığından, naatler konusunda kapsamlı çalışması bulunan Emine

Yeniterzi tarafından müstakil bir naat kitabı gibi kabul edilmiştir (Bk. Na’t).

Veysi’nin (17. Yy.) Dürretü’t-Tâc fî Sâhibi’l-Mi’râc isimli, Siyer-i Veysî

terkibiyle meşhur olmuş mensur eseri de oldukça beğenilmiş ve defalarca

çoğaltılan bu esere zeyller yazılmıştır.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20

Örn

ek

Muhammediye’den

Eger ismin okudunsa müsemmâsın taleb eyle

Yücede istegil ayı ki suda aksidir ednâ

Musaffâ ol sıfâtından nitekim açılır âhen

Göresin zâtını sâfî açıla âyine asfâ

Bulasın gönlün içinde ulûm-ı enbiyâyı sen

Kim anda ne kitâb ola ne ders ola ne hod fetvâ

Erişe cânın ol nûrun makamına hakîkat bil

Ki Peygamber buyurmuşdur ki nûrumdur benim ebhâ

Göriser ümmetim cânı beni şol nûr ile dedi

Ki ben ol nûr ile her dem görürem onları esnâ

Onun ol nûr-ı lâhûtu ihâta kıldı nâsûtu

Egerçi ol yüce zâtı gözükdü oldu hem ahfâ

Olupdu elli üç yıl Mekke menzil

Medîne’de hem on yıl oldu nâzil

Çü yaşı altmış üç oldu Resûlün

Hilâli bedr olup doldu Resûlün

Pes indi âhir âyet işbu Furkân

Tamâm oldu onunla cümle Kur’ân

Ki korkun çün kim âhir ölisersiz

Şu gün kim Hakk’a râci’ olısarsız

Bulısar küllü nefs nice kılına

Ki Hak zulm eylemez aslâ kuluna

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

Hicret-nâme

Arapça “hecr” kökünden gelen hicret, bir yerden başka bir yere göç etmek

anlamına gelir. Ancak bildiğimiz gibi, hicret denildiğinde asırlardır, Hz.

Peygamber’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmesi anlaşılmıştır. Hicri yılın

da başlangıcı kabul edilen bu olay, bütün ayrıntılarıyla manzum ve mensur eserlere

konu olmuştur. İşte hicretname dediğimiz tür de Hz. Peygamber’in hicretini konu

edinen eserlere denmiştir.

Edebiyatımızda diğer dinî türler kadar yaygın olmasa da manzum ve mensur

örneklerine rastlanır. Süleyman Nahifi’nin (18. Yy.) yaklaşık 800 beyitten oluşan

Hicretü’n-Nebî isimli eseri bu konudaki en meşhur müstakil kitaplardandır. Bunun

dışında hicret konusuna, pek çok manzum ve mensur eserin içerisinde kısa da olsa

değinildiği görülür.

Çü Cebrâil gelip Hak’dan bu vahyi eyledi pertâb

Bu âyetden Resûlullâh ecel hükmün edip deryâb

Bilâl’e emr kıldı kim namâza cem’ ede halkı

Derildiler dolup mescid oturdular kamu ashâb

Çıkıp minberde Allah’ın kemâline senâ etdi

Nihâyetçe belâgetde hitâbet eyledi îcâb

Cinâna eyledi teşvîk cehennemden edip tahzîr

Cihâda eyledi tahrîz nasîhatde edip itnâb

Şu resme korkdular ashâb ki kanlı yaş akıtdılar

Dediler yâ Resûlullâh bu hâli etdin isti’câb

Dedi kim bilin ey ashâb vedâ idervenin size

Ki sâdıklardınız dinde size olmuş idim nessâb

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22

Örn

ek

Hicretü’n-Nebî’den

Bismillâhirrahmânirrahîm

Rehber-i ferhunde-i bî-havf u bîm

Oldı Ebû Bekr’e çü Fahrü’l-beşer

Çünki haber-dâde-i emr-i sefer

Menzil-i pür-nûrına ol reşg-i mâh

Geldi yine itmege tedbîr-i râh

Didi Alî’ye o nebiyy-i enâm

Eyle bu şeb hâb-gehimde menâm

Pûşiş idüp bürde-i pâkimle sen

Çekme elem düşman-ı gaddârdan

Hakka tevekkül idüp eyle sebât

Eyleme ol hâr u hasa iltifât

Virdi ana cümle emânetleri

Didi benim zimmetim eyle berî

Her birin ashâbına teslîm kıl

Tavsiyemi vak’amı tefhîm kıl

Olmak ile zimmet ü ahdi emîn

Herkes emânâtın iderdi rehîn

Vakt-i ışâ geçdigi sâ’at hemân

Oldu adû dâr-ı nebîye revân

Eylediler anda tarassud tamâm

Cem’ ola tâ müfterikân-ı hısâm

Oldu abâ-pûş-ı tevekkül o mâh

Eyledi bâ-avn-i Hudâ azm-i râh

Virdin idüp âyet-i lâ-yübsirûn

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23

Ramazâniyye

Kamerî ayların dokuzuncusu ve on bir ayın sultanı veya ramazan-ı şerif

olarak vasıflandırılan Ramazan, İslam dünyasının en kutsal ayıdır. Zira Kuran bu

ayda inmeye başlamıştır. Müslümanlar, Kuran’ın emriyle, şehr-i sıyam veya oruç ayı

diye de adlandırılan bu ayı oruçlu geçirirler ve sonunda bayram ederler. Ramazanın

başlayışı ayın görünmesiyle ve bitişi de şevval hilalinin ortaya çıkışıyla olduğundan

İslam dünyasında asırlardır, özellikle bu aylarda ayın hareketleri büyük bir dikkatle

takip edilmiştir.

Oruç ibadetinin farz olmasından bu yana Ramazan, her Müslüman toplumda

iftar sofraları, eğlence hayatı, sahurları, imsakları, mahyaları, kandilleri ve

teravihleriyle kendine mahsus bir gelenek ve iklim oluşturmuştur. Ancak Osmanlı

toplum hayatında, başta Osmanlı sultanı ve saray çevresi olmak üzere, bütün halk

nezdinde mümtaz bir yer edinmiş ve her yıl artarak devam eden bir ibadet aşkıyla

ve festival neşesiyle kabul görüp idrak edilmiştir.

İşte edebiyatımızda ramazaniye veya ramazanname diye adlandırdığımız

edebî tür de bu kültürün sanat cephesindeki yansımalarındandır. Ramazaniye, çok

genel bir tanımla, ramazan hayatını konu edinen şiirlere denmiştir. Kaynaklar

ağırlıklı olarak kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türden şiirlerin eskiden daha

çok, öncelikle sultan olmak üzere, devlet büyüklerine, çeşitli vesilelerle takdim

edildiğini kaydederler. Enderunlu Fâzıl (18. Yy.) bu şairlerin en meşhurudur. Zira,

III. Selim’e ve diğer devlet erkanına pek çok ramazaniye takdim etmiştir.

Hak-fişân oldu o mu’ciz-nümûn

Her kime itdiyse isâbet o hâk

Ma’reke-i Bedr’de oldu helâk

Hasm arasından o şeh-i dil-sitân

Berk misâli güzer itdi hemân

Gâlib olup her birinün gafleti

Görmedi kat’â biri ol hazreti

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24

Kaside nazım şekli dışında gazel, mesnevi, terkib-bent; hatta mani formunda

ramazan şiirleri yazılmıştır. Bunların tamamı birer ramazaniye örneğidir. Süleyman

Nahifi’nin (18. Yy.) Fazîlet-i Savm isimli eseri, mesnevi formuyla müstakil olarak

yazılmış yegâne örnektir. Nabi’nin (17. Yy.) Hayriyye adlı mesnevisinin Der-Beyân-ı

Şeref-i Farz-ı Sıyâm isimli bölümü ramazaniye niteliğindedir. Cafer Çelebi (15. Yy.),

Fuzuli (16. Yy.), Zati (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.) ve daha pek çok şairin divanında ise

gazel formuyla yazılmış ramazaniye örnekleri yer alır. Enderunlu Fazıl’ın 13 beyitlik

bir terkip-bendi ramazaniye özelliği taşır.

Edebiyatımızdaki en güzel ramazaniye örneğinin ise Sabit’in (18. Yy.) Baltacı

Mehmet Paşa’ya sunduğu kaside olduğu söylenir. Yine 18. asır şairlerinden Nedim,

Sami, Seyyid Vehbi de bu türün güzel örneklerini vermişlerdir.

Örn

ek

Ramazânİyye Der-Sitâyiş-i Sadr-ı a'zam

İbrahim Pâşâ

Bağteten sabit olup gurre firâşında imâm

Hâb içün yatmış iken etdi terâvîhe kıyam

Baş kaldırmadılar öğleye dek uyhudan

Yevm-i şek zevkına hazırlanan ahbâb-ı kiram

Serdi-i fasl-ı bahar etmiş iken tab'a eser

Ataş-ı rûze ana kıldı mükâfat tamâm

Şu soğuk günlere bir pare ısındırdı bizi

Bir gün evvel erişüp geldi hele mâh-ı siyam

Pâsban verdi kudûmiyle cevâb eyleyene

Ramazan geldi mi âyâ diyerek istifham

Çeşm-i Zerkâ-yı Yemâmeyle mi bakdı bilmem

Nazar-ı şahide ahsentü zihî dikkat-i tâm

Bilemem ben de ki şâhidde mi takvimde mi

Hele bir kizb var ortada budur sıdk-ı kelâm

Ehl-i keyfin birisi der ki behey sultânım

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25

Aydın ay bellü hesâb olmadı şa'bân tamâm

Bir iki meblağ-i berş ile urup öldürecek

Geldiler eylediler böyle cihanı sersâm

Olacak oldu heman çâre ne şimden sonra

Edelim hükm-i kaza destine teslîm-i zimâm

Şevkimiz şimdi ana düşdi ki in-şâ'a'llah

Ola sıhhatle selâmetle meh-i rûze tamâm

Kıla erbâb-ı dili âb-ı hayâta sîr-âb

Erişüp Hızr gibi âh mübarek bayram

İbtidâ ıyd gün icrâ-yı merasimle geçüp

Gecesi dahi olup maslahat-ı hâb tamâm

Çün ikinci gün ola böylece ahd eylemişdim

Yine sabr eyleyim ol gün ne direng ü ârâm

Çekdirüp pek seheri doğruca Sa'd-âbâda

Tutayım zinde iken cennet-i a'lâda makam

Varayım hâk-i tarab-nâkine yüzler süreyim

Bir gün olsun alayım bari felekden bir kâm

Havzdan kevser-i pâkîzeyi nûş eyleyeyim

Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm

Iyd ola fasl-ı bahar ola da Sa'd-âbâdın

Zevkini eylemeyim sıhhat olur bana haram

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26

Değerlendirme

sorularını sistemde

ilgili ünite başlığı

altında yer alan “bölüm

sonu testi” bölümünde

etkileşimli olarak

cevaplayabilirsiniz.

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Aşağıdaki edebî türlerden hangisi dinî türler sınıfına girmez?

a) Tevhid

b) Naat

c) Hilye

d) Esmaihüsna

e) Şehrengiz

2. Divan edebiyatına ait aşağıdaki edebî türlerden hangisi Hz. Peygamber ile

ilgili türlerdendir?

a) Tezkire

b) Miraciye

c) Esmaihüsna

d) Mersiye

e) Tevhid

3. Dinî edebiyatın türleri arasında yer alan ve Hz. Peygamber başta olmak

üzere dört halifenin övgüsü esasına dayanan eserlere ne ad verilir?

a) Miraciye

b) Naat

c) Esmaihüsna

d) Mevlid

e) Kırk Hadis

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27

4. Hz. Peygamber’in iç ve dış güzelliklerini tasvir ederek anlatmayı konu

edinen ve kaynaklarda zaman zaman şemail-i şerif diye de geçen tür

aşağıdakilerden hangisidir?

a) Esmainebi

b) Siyerinebi

c) Hilye

d) Hicretname

e) Şefaatname

5. İçerisinde Hz. Peygamber’e övgülerin de bulunduğu, naat türünün Arap

edebiyatındaki en meşhur örneği olarak gösterilen eser aşağıdakilerden

hangisidir?

a) Na’t-i Çâr-yâr

b) Na’t-i Ali

c) Cân ü Cânân

d) Kaside-i Bürde

e) Su Kasidesi

6. Edebiyatımızda bilinen ilk ve en mükemmel mevlid olarak kabul edilen, 15.

yüzyılda kaleme alınmış Vesîletü’n-Necât isimli eser aşağıdaki şairlerden

hangi şaire aittir?

a) Evliya Çelebi

b) Katip Çelebi

c) Süleyman Çelebi

d) Musa Çelebi

e) Fuzuli

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28

7. Doğum, doğum yeri ve zamanı anlamına da gelen, Hz. Peygamber’i konu

alan naatten sonraki en yaygın tür aşağıdakilerden hangisidir?

a) Miraciye

b) Hilye

c) Şefaatname

d) Esmainebi

e) Mevlid

8. Yazıcıoğlu Mehmed’in, Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden

yine kendisinin manzum olarak Türkçeye çevirdiği, siyer-i nebi türünün en

meşhur örneği kabul edilen eserinin ismi aşağıdakilerden hangisidir?

a) Muhammediye

b) Hicretünnebi

c) Gülşen-i Raz

d) Gül-i Sadberg

e) Kaside-i Bürde

9. Aşağıdakilerden hangisi, tevhid ve naat türünün ortak yönüdür?

a) Allah’ın varlık ve birliğini temel alır.

b) Temel olarak, Hz. Peygamber’in medhini yapar.

c) Dinî içeriklidir.

d) Hz. Peygamber’in iç ve dış özelliklerini tasvir eder.

e) Allah’ın 99 güzel isminden bahseder.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29

10. Aşağıdaki dinî türleri kendi içerisinde gruplara ayırdığımızda hangisi

dışarıda kalır?

a) Tevhid

b) Esmaihüsna

c) Naat

d) Miraciye

e) Ramazaniye

Cevap Anahtarı

1-e, 2-b, 3-b, 4-c, 5-d, 6-c, 7-e, 8-a, 9-c, 10-e

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Akar, Metin. (1980).Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler.( Doktora Tezi).

Ankara: Hacettepe Üniversitesi

Akkuş, Metin (2006). Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası, Edebî Türler ve Tarzlar.

Ankara

Akkuş, Metin (1998). Nef’î, Siham-ı Kazâ. Ankara

Arslan, Mehmet (1999). Türk Edebiyatında Manzum Surnameler. Ankara

Ateş, Ahmet (1954). Vesiletü’n-Necat, Mevlid. Ankara

Aymutlu, Ahmet (1995), Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerîf, İstanbul

Banarlı, Nihat Sami (1987). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul

Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar. İstanbul

Bilkan, Ali Fuat (2000). Türk Edebiyatında Muamma. Ankara

Canım, Rıdvan (2010). Divan Edebiyatında Türler. Ankara

Canım, Rıdvan (2000). Latîfî/Tezkiretü’ş-Şuarâ. Ankara

Coşkun, Menderes (2002). Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnâmeleri ve

Nâbi’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’i. Ankara

Çavuşoğlu, Mehmet (1982). Şehzade Mustafa Mersiyeleri. İstanbul

Çelebioğlu, Âmil. Ramazannâme. İstanbul

Çelebioğlu, Âmil (1988). Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul

Çavuşoğlu, Ali (2004). Kıyafetnameler. Ankara

Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara

İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek. Ankara

İsen, Mustafa (1998). Heşt Behişt. Ankara

İsen, Mustafa-Macit, Muhsin (1992). Türk Edebiyatında Tevhidler. Ankara

Kara, Mehmet (1998). Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig. Ankara

Kılıç, Filiz-Macit, Muhsin (1995). Türk Şiirinde Ramazan ve Ramazaniyeler. Ankara

Köksal, M. Fatih (2009). Mevlidnâme, Türk Edebiyatında Mevlid Türü ve Yeni

Mevlid Metinleri. Kırşehir

Kurnaz, Cemal (1997). Divan Edebiyatı Yazıları. Ankara

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31

Kürkçüoğlu, Kemal Edip (1951), Fuzuli, Kırk Hadis Tercümesi. Ankara

Levend, Âgâh Sırrı (2000). Gazavâtnâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi.

Ankara

Levend, Âgâh Sırrı (1958). Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde

İstanbul. İstanbul

Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara

Mermer, Ahmet vd. (2006). Eski Türk Edebiyatına Giriş. Ankara

Öztoprak, Nihat (1993). Klasik Türk Edebiyatında Manzum Yüz Hadisler. İstanbul

Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara

Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara

Pekolcay, Necla (1993). Mevlid. Ankara.

Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati. İstanbul

Timurtaş, F. Kadri (1990). Mevlid, Süleyman Çelebi. Ankara

Yeniterzi, Emine (1993). Divan Şiirinde Na’t. Ankara

İÇİN

DEK

İLER

• TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR

• Bahariye

• Bahname

• Gazavatname

• Fetihname

• Kıyafetname

• Mersiye

• Sakiname

• Sefaretname

• Selimname

• Seyahatname

• Siyasetname

• Surname

• Süleymanname

• Şehrengiz

• Şitaiye

• Tezkire

• Zafername

HED

EFLE

R

• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• Muhtelif konularda yazılmış türlerin genel özelliklerini tanıyabilecek,

• Bu türlerin, birini diğerinden ayıran farklılıkları ve dinî türlerden ayrıldıkları yönleri kavrayacak ve değerlendirebileceksiniz.

ÜNİTE

6

TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA

TÜRLER

TÜRK İSLAM

EDEBİYATI

Doç. Dr. Ömer ÖZKAN

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2

TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR

Klasik Türk edebiyatı geleneğindeki türlerin tasnifi konusunda tartışmaların

hâlen devam ettiği bir önceki ünitede belirtilmişti. Belki de bu tasnifin en zor

kısmını, burada üzerinde durulacak türler oluşturmaktadır. Zira, Dinî Türler başlığı

altında ele aldığımız eserleri belirli gruplara ayırmamız daha kolaydır. Allah ile ilgili

olanlar, Hz. Peygamber’le ilgili olanlar ve diğer dinî konuları kapsayanlar. Neticede,

edebiyat tarihimizde, dinî içerikli manzum veya mensur herhangi bir eserle

karşılaştığımızda bu eserin bu üç gruptan herhangi birine aidiyeti konusunda çok

güçlük çekmeyiz. Ancak burada ele alacağımız türler için böylesine kapsayıcı bir

gruplandırma yapmak şimdilik çok da kolay görünmemektedir. Bu hususa işaret

eden çalışmalara baktığımızda, dinî muhtevalı türlerin tasnifinde büyük ölçüde

ittifakın olduğu, fakat diğerleri konusunda çeşitli tasnif denemelerinin bulunduğu

görülür.

Bu farklılığın en önemli nedeni edebiyatımızdaki konu zenginliğidir. Farklı

konulu türler olunca bunların müşterek bir gruba dâhil edilmesi de hâliyle kolay

değildir. Bu türler sınıflandırılmak istendiğinde neredeyse eser ismi kadar grup ismi

yazmak gerekecektir. Bu sebeple burada, dinî muhtevalı türlerin dışında kalan

diğer türler Muhtelif Konular başlığı altında alfabetik olarak incelenmiştir.

Bahâriyye

Dilimize Farsçadan geçen “bahar” kelimesi, bilindiği gibi bütün bitkilerin ve

canlıların yeniden dirilip yeşerdiği mevsimi ifade eder. Bu kelimeden mülhem

olarak kullanılan bahariye ise, nesip bölümlerinde bahar tasvirine yer veren

kasideler için kullanılan bir terimdir. Aynı zamanda bir çiçekler resmî geçiti olan

divan edebiyatı dünyasının vazgeçilmez mevsimidir bahar. En başta lale ve gül

olmak üzere sünbül, nilüfer, gelincik, nergis ve sûsen gibi daha nice çiçek hangi

divanı açsanız yüzünüze bir bahar esintisi gibi çarpıverir. Şairlerin hayallerini

süsleyen bu çiçekler bin bir hayale konu olur. Bahar, elbette sadece çiçekleriyle

değil yağmur, bulut vb. diğer tabiat unsurlarıyla da şiire dahil olur.

Kaynak kitaplar, her ne kadar bahariye terimini kasidelerle sınırlamış olsalar

da, divanlarda zaman zaman, baştan sona bahar tasviri yapan gazel veya diğer

nazım şekilleriyle karşılaşırız ki, bunları da bahariye olarak değerlendirmek gerekir.

Edebiyatımızdaki ilkbahar tasvirlerini, 11. Yüzyıl eserlerimizden Kutadgu

Bilig, Dîvânü Lûgati’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık’ta görürüz.

Sultanüş-şuara Baki’nin (16. Yy.), “Rûh-bahş oldu Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr“

masrasıyla başlayan bahariyesi, Türk edebiyatının en usta kaside şairi kabul edilen

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3

Nefi’nin (17. Yy.), “Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem” mısrasıyla

başlayan bahariyesi edebiyatımızda öne çıkan bahariye örneklerindendir.

Örn

ek

Kasîde-i Bahâr Berây-i Sultân Süleymân Hân

Hâb-ı gafletde iken oldu göz açıp bîdâr

Kudret-i Hakka nazar kıldı uyûn-ı ezhâr

Her şükûfe dehen ü berg zebândur gûyâ

Zikr eder Hâlikini hâl diliyle eşcâr

Gönlü katılara erse yeridir neşv ü nemâ

Bu fusûl içre ki sebze bitiriptir ahcâr

Çekti âvâze-i Dâvûdunu her bülbül-i mest

Yed-i Beyzâsını arz eyledi gül Mûsâ-vâr

Bâd tahrîk edicek nâyı sadâ eyle deyu

Nefesin tutdu o dem çaldı biraz mûsikâr

Gece bâlîn-i ferâgatde yatarken nâgeh

Hâtif-i gayb dedi sem'ime cân gözün uyar

Bir nazarla gör iki âlemi nergis-mânend

Başına ister isen giymege tâc-ı zerkâr

Bu kadar ömr içün goncayı dil-teng görüp

Sahn-ı gülşende eder ağız açıp hande enâr

Şâha arz etmeğe mülk-i çemenin mahsûlün

Elde evrâk tutar güller olup defterdâr

Nice kim cünd-i şitâ gâret edip gülzârı

Eyledikçe anı mağlûb şeh-i mülk-i bahâr

Düşmanının ola pejmürde bahâr-ı ömrü

Vird edindi Hayâlî bunu leylen ve nehâr

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4

Bâh-nâme

Şehvet, anlamına gelen “bah” kelimesiyle bağlantılı olan bahname, bir

edebiyat terimi olarak, içerisinde cinsel içerikli bilgi ve figürlerin bulunduğu

eserlere denmiştir. Manzum ve mensur biçimlerine rastlayabileceğimiz bu türün

edebiyatımızda çoğunluğu Arapça veya Farsçadan tercüme olan örnekleri

mevcuttur.

Bir nevi tıp kitabı niteliğindeki bu eserlerde tenasül hastalıkları, hamilelik,

bunları önleyici ilaçlar, doğum, hamilelik esnasında ve sonrasında ortaya çıkan

rahatsızlıklar, sebepleri, tedavi usulleri, yeni doğan çocuklarla ilgili çeşitli tıbbi

bilgiler, çocuk yetiştirme ve terbiyesi hakkında tavsiyeler, çeşitli bölümler hâlinde,

bu tür kitaplarda yer almıştır (Canım 2010: 25-26).

Edebiyatımızdaki ilk örnek, Selahaddin (14. Yy.) adlı bir sanatkâr tarafından

Saruhanoğlu Yakup Bey adına, Nasuriddin Tusi’nin Farsça olan eserinden tercüme

edilmiş Bâhnâme-i Pâdişâhî isimli eserdir. Nasuriddin Tusi’nin bu eserinin ikinci bir

tercümesi de daha sonra, Musa bin Mesud tarafından II. Murad adına yapılmıştır.

Gazali Mehmed’in (16. Yy.), Ebu Bekir bin İsmail’den tercüme ettiği Dâfi’u’l-

Gumûm ve Râfi’u’l-Hümûm adlı eseri; Şeyhülislam Kemalpaşazade’nin (16. Yy.),

Yusuf et-Tıfaşi’nin Rücû’u’ş-Şeyh ilâ Sıbâh fi’l-Kuvveti Ale’l-bâh isimli eserini çevirisi

ve Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) de et-Tıfaşi’nin aynı eserini Râhatü’n-Nüfûs ismiyle

yaptığı tercümesi; Katibzade Mehmed Refi’nin (18. Yy.) Risâle fi’l-Bâh’ı türün

tanınmış örneklerindendir.

Gazavât-nâme

Gaza, kutsal amaçlar doğrultusunda din düşmanlarıyla yapılan savaşlara

denir ki, Türk edebiyatında bu savaşların konu edildiği eserlere; eğer tek bir savaş

söz konusu ise, gazaname; birden çok savaş anlatılıyorsa gazavatname adı

verilmiştir.

Gazavatname türündeki bu eserlerin ilk örnekleri, Batı Hıristiyan dünyasına

dönük Osmanlı akınlarının yoğun şekilde yaşandığı 15. yüzyılda görülür. İlerleyen

yüzyıllarda, özellikle de Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında

en verimli dönemini yaşar. Konusunu gazalardan alan bu türler, doğal olarak,

Osmanlı akınlarının azaldığı ilerleyen yüzyıllarda ise son örneklerini verir. Agah Sırrı

Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi adlı eserinde

Osmanlı döneminde kaleme alınmış bu eserlerin pek çoğunu listelemiş ve her biri

hakkında bilgiler vermiştir.

Türk edebiyatında eski destanların bir nevi devamı sayılan gazavatnameler,

edebî eser olmalarının yanında, geçmiş devirlerdeki savaşları ve kahramanlıkları ele

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5

almaları, bu sayede pek çok tarihî şahsiyete ve olaya tanıklık etmeleri

münasebetiyle tarihî vesikalar olarak da değerlendirilirler.Gerçi bu eserler Tevarîh-i

Âl-i Osmân’lar, vakanüvis tarihleri ya da değişik adlar altında yazılmış klasik tarih

kitapları gibi değillerdir. Nitekim gazavatnamelerin dili genellikle epik bir karakter

taşır ve olayların ele alınışında hamaset ve abartı hâkimdir. Eser sahiplerinin

tarihçilik yönlerinden ziyade edebî yönleri ön plandadır. Bu bakımdan bu eserlerde

anlatılanları birebir tarihî doğrular olarak kabul etmek yanıltıcı olabilir. Ancak

yazıldıkları devrin zihniyet dünyasının birer ürünü olduklarından mutlaka tarihî

gerçekleri de içerirler. Çünkü her edebî metin, mutlaka onu üreten devrin

gerçekliğini yansıtır.

Suzi Çelebi’nin (15. Yy.) Gazavâtnâme’si, II. Murad devrindeki gazaları

anlatan yazarı bilinmeyen Gazavât-ı Sultan Murâd adlı eser, Gubari’nin (16. Yy.)

Gazavatnâme-i Midilli’si, Uzun Firdevsi’nin (16. Yy.) Kutbnâme’si, Vuslati’nin (17.

Yy.) Gazânâme-i Çehrin’i edebiyatımızdaki gazavatname örneklerindendir.

16. asrın hemen başında, II. Bayezid’in saltanat yıllarındaki Midilli

savaşlarından canlı bir savaş sahnesini tasvir eden şu ifadeler Gubari’nin 1418

beyitlik eserinden alınmıştır.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6

Örn

ek

Gazavatnâme-i Midilli’den

Hisâr ehlini kıldılar haberdâr

Olurlar uykudan bir lahza bîdâr

Donatdılar çü şem’ ile hisârı

Temâşâ-gâha geldi cümle vârı

Hisârı küllî tezyîn eylediler

Edâ-yı resm ü âyîn eylediler

Erenler çagırurdı Allâh Allâh

Bize sensin kuruda yaşda hem-râh

Kuruda vü gemiler içre küffâr

Hisârun şenliginden oldı bîdâr

Adûnun arasına düşdi korhu

Dutarlar bir zamân gönülde kaygu

Oturup her biri hâlinde hâmûş

Olur barçaya nâgâh gözleri tuş

Yanar kumbaradan atdukları od

Dutar barça içini âteş ü dûd

Yanar içindeki esbâb u âlet

Adû makhûr olup düşdiler âlet

Direk başına işlerdi çâg âteş

Yenilmeyip olurdı şöyle serkeş

Gubari

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7

Fetih-nâme

Aslı Arapça olan fetih/feth kelimesi sözlüklerde “açma, açılma, zapt etme”

anlamlarına gelir. Fetihname ise, yapılan gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri,

diğer ülkelerin ve hanlıkların hükümdarlarına ilan eden mektuplardır.

Edebiyatımızda ayrıca, nesip bölümünde, bir yerin fethedilmesini tasvir eden

kasideler de kaleme alınmıştır ki, bunlara da fethiye denmiştir.

Eskiden hemen her devlette, bilhassa şarkta İslam devletlerinde fetihname

göndermek adettendi. Osmanlıda fetihnameler Türkçe, Arapça ve Farsça yazılırdı.

Fetihnamelerin bilhassa baş tarafları mukaddime hükmünde olup name, icabına

göre mahal ve mevkie münasip ayet-i kerime, hadis-i şerif ve Arapça hikemi

cümlelerle süslenirdi. Bu yazılar dost devletlere müjde amaçlı yazıldığı gibi, bazen

de düşman devletlere onları müteessir etmek için kaleme alınırdı. Fetihnameler

resmî memurlar tarafından yazıldığı gibi hususi kişiler tarafından da kaleme alınırdı.

İstanbul’un fethi Fatih tarafından Molla Gürani’ye kaleme aldırılıp Mısır

hükümdarına gönderilen name resmî, Nişancı Tâcizade Cafer Çelebi’nin yazdığı

Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi de hususi birer fetihnemedir (Pakalın 1993: I/614-

615).

Fetihnameler, saltanatın ihtişamını da temsil ettiklerinden özenli ve

gösterişli bir dille yazılırlardı. Bu bakımdan edebî bakımdan da kıymet taşırlardı.

Şeklen de gerek yazıldıkları kağıt olsun, gerekse kullanılan yazı çeşidi olsun sıradan

yazılardan ayrı hususiyetler gösterirlerdi.

Sayi’nin Feth-i Kal’a-i Belgrad, Bahârî’nin Fetihnâme-i Engürüs’ü,

Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Târîh-i Feth-i Revân ü Bagdâd’ı, Vak’anüvis

Raşid’in Fetihnâme-i Cezîre-i Mora’sı, Kıvami’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i belli

başlı fetihname örneklerindendir.

Hayali’ye (16. Yy.) ait, Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u fethi üzerine

kaleme alınan şu kaside önemli bir fethiye örneğidir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8

Örn

ek

Kasîde-i Feth-i Rodos Berây-i Sultân Süleymân Hân

Burûc-ı kal'a-i gerdûnda yine vakt-i seher

Dikildi sancak-ı zerrîn-i husrev-i hâver

Sipâh-ı zengî şeb oldu münhezim nitekim

Adû-yı Husrev-i rûşen-dil ü Ferîdûn-fer

Meh-i sipihr-i şeref Hazret-i Süleymân Hân

Ki devleti güneşi kıldı âlemi enver

Giderdi zulmet-i küfrü zamâneden tîgi

Şuâ-ı mihr gibi tuttu dehri ser-tâ-ser

Havâyi topu Şehün oldu âsumânî kazâ

Rodosu eyledi bir dem içinde zîr ü zeber

Egerçi kanzil olup döktü zehrini küffâr

Ve lîk çanına ot tıktı top-ı ejder-ser

Tükendi dâneleri kiştzâr-ı mihnette

Kamusu girye ile tohm-ı eşk-i dîde eker

Havâyi top varıp yıktı âsiyâlarını

Yerinde şimdi hemân her birisinin yel eser

Şehâ Hayâlî ayağın tozuna kıldı nisâr

Hazâyin-i dil ü cândan hezâr dürr ü güher

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9

Kıyâfet-nâme

Kıyafet, “şekil, heyet, suret” anlamlarına gelir, kıyafetname ise bir edebî tür

olarak; insanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili

yorumlar, tespitler yapan eserlere denir. İslamî literatürde bu ilme, ilm-i kıyafet

veya bilmek, basiret sahibi olmak anlamına gelen firaset ya da ilm-i firaset

denmiştir.

Esasında, insanın dış yönüyle iç yapısı arasındaki ilişki eskiden beri bütün

kültürlerde merak konusu olmuş; konu etrafında çeşitli araştırmalar ve çalışmalar

yapılmıştır. Eski Mısır, Hind ve Yunan uygarlıklarında görülen bu ilim, Batı

dünyasında fizyonomi kelimesiyle ifade edilmiştir. Hipokrat, hastalarını bu ilimden

faydalanarak tedavi edermiş. Yine Aristo, Eflatun ve diğer birçok filozof da bu ilim

dalıyla iştigal etmişlerdir.

İslam dünyasında, bu konudaki ilk çalışmanın İmam Şâfî’ye ait hacimce küçük

bir kıyafetname olduğu kaydedilir. El-Kindi, Aristo’nun bu konudaki bir kitabını

Arapçaya çevirmiştir. Yine, İbni Sina’nın da bu hususta bir eseri olduğu rivayet

edilir. Fahrüddin Razi’nin Kitâbü’l-Firâset isimli eseri türün önemli

örneklerindendir. Meşhur sufi Muhyiddin Arabi de bu hususla ilgili çalışmalar

yapmıştır. Onun et-Tedbîrâtü İlâhiye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniye’sinin bir

bölümü firasetnamedir.

İslami Türk edebiyatında ilk kıyafetname örneklerine Kutadgu Bilig’de

rastlarız. Yusuf Has Hacib’in didaktik bir karakter taşıyan bu eserinde zaman zaman

insanların şekil özellikleri ve karakter yapısı arasında ilgi kurmak şeklinde

tavsiyelerde bulunduğu görülür. Bedr-i Dilşâd’ın (15. Yy.) Muradnâme adlı

mesnevisi de yine bu konudaki ilk örnekleri muhtevidir. Edebiyatımızda bu

konudaki ilk müstakil kitap ise, Hamdullah Hamdi’nin (15. Yy.) Kıyafetnâme’sidir.

Ayrıca Uzun Firdevsi’nin (15. Yy.) Firâsetnâme’si, İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.)

Kıyafetnâme’si, Balizade Mustafa’nın (16. Yy.) Kıyafetnâme’si ve Erzurumlu

İbrahim Hakkı’nın (18. Yy.) Mârifetnâme’nin bir bölümünü teşkil eden

Kıyâfetnâme’si de bu türün önemli eserlerindendir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10

Örn

ek

Kıyâfetnâme’den

Kim ki boyudur tavîl

Sâde-dil olur cemîl

Kim ki boyudur kasîr

Hilesi vardır kesîr

Kim ki vasat boylıdur

Âkıl ve hoş huyludur

Kim ki saçı sarıdır

Kibr ve gazab kârıdır

Kumral ise saç güzel

Sâhibidir bî-bedel

Saçı az olan latîf

Oldu ârif ü zarîf

Başı küçük aklı az

Olsa ana deme râz

Başı büyük olanın

Aklı çok olur anın

Yassı ise fark-ı ser

Sahibi çekmez keder

İnce olan kaş ucu

Fitnedir işi gücü

Kaşta çok olan kılı

Mükesser olur gussalı

Kaşı açık dogrudur

Çatma ise ugrudur

İnce kaş olur cemîl

Kibre tavîli delil

Kaşı mukavves olan

Dilber olur her zaman

Göz çukur olsa kalîl

Olur o kibre delîl

Erzurumlu İbrahim Hakkı

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11

Mersiye

Mersiye sözlüklerde “sagu, ağıt” anlamlarına gelen mersiye; bir edebiyat

terimi olarak, ölmüş kişilerin arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve

ölümden duyulan üzüntüyü dile getirmek maksadıyla kaleme alınan manzumelere

denir. Divan edebiyatının en yaygın türlerinden bir tanesidir. Türk edebiyatında bu

tür şiirler hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılmışlardır.

İslami edebiyatlar içerisinde en çok mersiye hiç şüphesiz ki, Hz. Hüseyin için

tertip edilmiştir. Divan edebiyatındaki mersiyelerin büyük çoğunluğunun konusunu

ise padişahlar, şehzadeler ve diğer devlet erkânı oluşturur. Ancak bunların dışında

başka kişilere ve diğer canlılara; hatta kaybedilmiş şehirlere yazılmış mersiyeler

dahi vardır.

Hakkında en çok mersiye yazılan devlet adamı ise, gerçekten ölümüyle

bütün memleketi yasa boğan, o esnada Osmanlı topraklarında olan kimi yabancı

seyyahların dahi kitaplarında elemle uzun uzun bahsettikleri Kanuni Sultan

Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’dır. Şair Yahya Bey’in onun ölümüne yazdığı,

“Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı” diye

başlayan mersiye oldukça etkileyicidir. Şehzadenin öldürülmesi şairi derinden

sarsmış olmalı ki, mersiyenin dili son derece dokunaklı ve bu olaya neden olanları

suçlayıcıdır. Hatta bu yüzden şairin Rüstem Paşa tarafından ölümle tehdit edildiği

bile rivayet olunur.

16. yüzyıl şairlerinden Sultanüş-şuara Baki’nin Kanuni Mersiyesi diye

bildiğimiz eseri ise, sadece bu türün değil belki de edebiyatımızın

şaheserlerindendir. Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman, Batının Suleiman The

Magnificent dediği muhteşem bir hükümdardı. Yaşadığı çağda yeryüzünün en

önemli komutanı ve hükümdarı durumunda idi. Kanuni’nin yakınında bulunan Baki

ise, söz ülkesinin hükümdarı idi. Sultan Süleyman hükümdarlığını eserleri ve

hizmetleriyle süslerken Baki de bunları şiirlerine katarak ölümsüzleştiriyordu. İşte

böylesi bir hükümdarın ölümü, onun hemen yakında bulunan, Türk edebiyatının en

önemli şairlerinden Baki’yi çok müteessir etmiş ve Baki bu ulu hakanın ardından

büyük bir vefa göstererek, adeta her şeyi mateme davet eden harika bir mersiye

yazmıştır.

Edebiyatımızda ayrıca Ahmedi (14. Yy.), Necati Bey (15. Yy.), Hayali Bey (16.

Yy.), Atayi (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Şeyh Galip (18. Yy.), Leyla Hanım (19. Yy.),

Şeref Hanım (19. Yy.) da güzel mersiyeler yazmışlardır.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12

Örn

ek

Kânûnî Mersiyesi’nden

Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng

Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng

An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ‘ömr

Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng

Âhır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk

Devrân elinden irse gerek câm-ı ‘ayşa seng

İnsân odur ki âyine-veş kalbi saf ola

Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng

İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı

Yitmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng

Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’âdet ki rahşına

Cevlân deminde ‘arsa-i âlem gelürdi teng

Baş egdi âb-ı tîgina küffâr-ı Üngürûs

Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng

Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi

Sandûka saldı hâzin-i devrân güher gibi

II

Hakkâ ki zîb ü zînet-i ikbâl ü câh idi

Şâh-ı Sikender-efser ü Dârâ-sipâh idi

Gerdûn ayagı tozına eylerdi ser-fürû

Dünyâya hâk-i bâr-gehi secde-gâh idi

Kem-ter gedâyı az atası kılurdı bay

Bir lutfı çok mürüvveti çok pâdişâh idi

Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti

FazI u belâgat ehline ümmîd-gâh idi

Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim

Şâh-ı kazâ-tevân u kader-dest-gâh idi

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13

Sâkî-nâme

Saki, sözlüklerde “kadeh, içki sunan, su dağıtan” anlamlarına gelir. Edebî bir

terim olarak sakiname ise, içki ve eğlence meclislerini tasvir eden eserlere verilen

genel isimdir. Arap edebiyatındaki hamriye isimli tür, gerek Fars gerekse Türk

edebiyatındaki sakinamelerin kaynağını teşkil eder.

Fars edebiyatında sakiname türünde çok sayıda örnek bulmak mümkündür.

Nizami, Hüsrev-i Dehlevi, Hacu-yı Kirmani, Hafız-ı Şirazi ve Zuhuri bu türün İran

edebiyatındaki güzel örneklerini vermişlerdir.

Sakinamelerde içki meclislerinin canlı şekilde tasvirleri yer alır ve bu hususa

dair zengin bir terminolojiye yer verilir. Yine bu meclislerin ayrılmaz parçalarından

olan musiki ile ilgili de geniş bir kelime kadrosuyla karşılaşırız. Sakinameler daha

çok mesnevi nazım şekliyle yazılmış olsalar da terkib-i bent, terci-i bent, kaside vs.

diğer nazım şekilleriyle kaleme alınmış örnekleri de vardır.

Şarap, tasavvufta İlahi aşkın sembolüdür. Bu bağlamda kimi sakinamelerin

tasavvufi içerikli olduğunu söyleyebiliriz. Şeyhülislam Yahya (17. Yy.), Sabuhi (17.

Yy.), Şeyhülislam Bahayi (17. Yy.) ve Şeyh Galip’in (18. Yy.) sakinamelerini bu

yönüyle düşünmek gerekir.

Sakiname türünün Anadolu sahası Türk edebiyatındaki ilk dikkate değer

örneği Edirneli Revani’nin (16. Yy.), Yavuz Sultan Selim’e takdim olunan İşretnâme

adlı mesnevisidir. Ayrıca Hayreti’nin (16. Yy.) Sâkînâme’si, Fuzuli’nin (16. Yy.) Beng

ü Bâde ve Sâkînâme’si, Yahya Bey’in (16. Yy.) Sâkînâme’si, Faizi’nin (17. Yy.)

Sâkînâme’si türün diğer önemli örneklerindendir.

Gerdûn-ı dûna zâr u zebûn oldı sanmanuz

Maksûdı terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi

Cân u cihânı gözlerimüz görmese n’ola

Rûşen cemâli ‘âleme hûrşîd ü mâh idi

Hûrşîde baksa gözleri halkun tola gelür

Zîrâ görince hâtıra ol meh-likâ gelür

Baki

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14

Örn

ek

İşretnâme’den

Dahı artuğa tâlib olduğınca

Şarâb içmeğe râgıb olduğınca

Anunla irişür 'akluna hiffet

İder divânelik ana sirâyet

Olur Mecnûn gibi hâli diger-gûn

İder yazıları nice ki meymûn

N idem kim başa çıka mı bihârı

Kişinün gider elden ihtiyârı

Gözi atun döner rengin akîka

Yümn seyrân eyler fi'l-hakîka

İder durduğı yirde hây u hûyı

Ki bir dem durmaz akar ağzı suyı

Katı mest ola tutmaz anı zencîr

Düşirür halkı ızdırâba çün şîr

Aşuran şürbünü hadden ziyâde

Virirmiş 'aklunı bâdıyla bâde

Ki dayim hem kadeh olur kabağa

Uyuklayup kalur başı aşağa

Geçüben kendüden kalur yabânda

Yatur hınzîr gibi horlar anda

Bu çâr evsâf ki oldı bunda merkûm

Biri zevk ehli içre hayli mezmûm

Anun üç vasfıdur insâna lâyık

İdün dördünciden kat'-ı 'alâyık

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15

Sefare-t-nâme

Sefir, elçi; sefaret de elçilik demektir. Sefaretname ise, herhangi yabancı bir

ülkeye sefir olarak gönderilen kişilerin bu ülkedeki siyasi, sosyal, ekonomik vs.

gözlemlerini, siyasi tecrübelerini aktardıkları eserlere denir. Bu tür eserlerde, söz

konusu ülkenin sosyal yapısıyla ilgili her türlü bilgiyi bulmak mümkündür. Bu

bilgilerden bir kısmı resmî görev gereği hazırlanan raporlar olabildiği gibi, sefirin

kişisel gözlemlerinden de oluşabilir.

Edebiyatımızda sefaretname türündeki eserler çoğunlukla 18. yüzyıldan

itibaren görülür. Bunun temelinde, Osmanlı Devleti’nin artık bu asırdan itibaren

Batı karşısında gerilediğini kabul edip yeniden derlenip toparlanmak için dışarıya

açılma ve özellikle de Batı’nın tecrübesinden yararlanma politikası bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin her dönemde değişik ülkelerde elçileri bulunmuş olsa da

elimizdeki ilk sefaretname örneği 17. Yüzyılda Kara Mehmet Çelebi tarafından

yazılan Viyana Sefaretnâmesi’dir. Sefaretname türünün Osmanlıdaki ilk önemli

örneği ise, 18. Yüzyılda Yirmisekiz Çelebi Mehmet tarafından yazılan Fransa

Sefâretnâmesi’dir.

İbrahim Paşa’nın (18. Yy.) Viyana Sefâretnâmesi, Nişli Mehmet Ağa’nın (18.

Yy.) Rusya Sefâretnâmesi, Ahmed Dürrî Efendi’nin (18. Yy.) İran Sefâretnâmesi,

Mehmet Efendi’nin (18. Yy.) Lehistan Sefâretnâmesi, Abdürrezzak Bahri Efendi’nin

(19. Yy.) Paris-Londra Sefâretnâmesi türün belli başlı örneklerindendir.

Ne hâcet sarhoş olup cenk idesin

Kamu bezm ehlini dil-teng idesin

İdesin sohbet içinde yavuzluk

Yaraşmaz âdem olana tonuzluk

Revânî sözlerini gûş eylen

Anunla hâtırımız hôş eylen

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16

Selim-nâme

16. yüzyıl hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim’in saltanatını, genellikle

şehzadeliğinden vefatına kadar konu edinen, onun devrindeki belirli olayları tasvir

eden manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Edebî bakımdan oldukça

kıymetli olan bu tür eserlerin, tarihî olarak da değeri büyüktür.

İlk Selimname örneği İshak Çelebi (16. Yy.)’ye aittir. Eser, İshaknâme adıyla

da bilinmektedir. Keşfî Mehmet Çelebi’nin (16. Yy.) Selimnâme’si de bu türün ilk

örneklerinden sayılır. İdris-i Bitlisi (16. Yy.), bizzat padişahın isteği doğrultusunda

Farsça bir Selimnâme kaleme almıştır. Celalzade Mustafa Çelebi’nin (16. Yy.)

Selimnâme’si, Kemalpaşazade’nin (16. Yy.) Selimnâme’si, Muhyî’nin (16. Yy.)

Selimnâme’si de türün önemli örneklerindendir.

Yakın dönem şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın da Selimnâme isimli bir

şiiri vardır. Şair burada, tıpkı diğer selimnamelerdeki gibi, Yavuz Sultan Selim’in

zaferlerini coşkulu bir dille anlatır.

Seyahat-nâme

Gezilip görülen yerlerin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Sefaretnameler

de bir çeşit seyahatname özelliği gösterseler de, sefirler (elçi) tarafından kaleme

alınmış olmaları ve resmî yönleri bulunması sebebiyle seyahatnamelerden

ayrılırlar.

Pîrî Reis’in (16. Yy.) Mir’atü’l-Memâlik ve Kitâb-ı Bahriye’si, Ahmed bin

İbrahim’in (16. Yy.) Acâibnâme-i Hindistan’ı, Trabzonlu Mehmed Âşık’ın (16. Yy.)

Menâzırü’l-Avâlim adlı eserleri seyahatname türünün edebiyatımızdaki ilk

örneklerindendir. Katip Çelebi’nin (17. Yy.) Cihannümâ’sı da kısmen seyahatname

özelliği taşır.

Seyahatname türünün edebiyatımızda çok fazla örneği bulunmaz. Ancak 17.

yüzyılın ve bütün bir Türk kültür ve tarihinin en önemli simalarından olan Evliya

Çelebi tarafından kaleme alınan oldukça hacimli Seyâhatnâme, belki de bu çeşit

eserlerin dünyadaki en önde gelen birkaç örneğindendir. Meşhur hikâyeye göre

Evliya Çelebi, Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve “Şefaat ya Rasulallah!”

diyeceği yerde sehven “Seyahat ya Rasulallah!” deyivermiş ve bu isteğinin kabul

görmesi neticesinde seyyah olmuş ve ünlü eserini meydana getirmiştir.

Ayrıca 17. asrın ünlü şairi Urfalı Nabi’nin hac yolculuğunu ve Mekke ile

Medine’yi anlattığı Tuhfetü’l-Haremeyn’i, Keçecizade İzzet Molla’nın (19. Yy.)

Keşan sürgününü anlattığı Mihnet-i Keşân’ı, Hayrullah Efendi’nin (19. Yy.) Yolculuk

Kitabı edebiyatımızdaki önemli seyahatnamelerdendir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17

Örn

ek

Nehr-i Tuna’nın İslambol’a cereyân etdigin beyân ider

Bu uyûn-ı Bınarhisar hakkında müverrihân-ı Rûm ve

Latin kavilleri üzre bu nehir tâ Tuna Demirkapusundan gelir,

derler, muhakkakdır, zîrâ bu hakîr Tuna Fethülislâmı yanında

bir demir kapu vardır. Rûm ve Arab ve Acem seyyâhânları

mâbeynlerinde meşhûrdur. Kaçan kim nehr-i Tuna’nın

tenezzülde olsa ol demir kafes kapu nümâyân olur. Bu

kapudan nehr-i Tuna ejdehâ gibi kıjgırup (girüp) tâ on konak

yer altından cereyân edüp bu Bınarhisâra gelir. Ve Çelebi

Sultan Mehmed ibn Yıldırım Hân evkâfnâmelerinde yazar kim

kaçan kim Mehemmed Hân Tuna kenarında Urusçuk kal’ası

mukâbelesinde Tuna aşırı Yergöğü kal’asın Eflak tarafında

binâ ederken gemiler ile Tuna sevâhillerin temâşâ ederek

mezkûr demir kapuyu görüp su’âl etdikde, Pâdişâhım

İslambol’u binâ eden Yanko ibn Madyan’ın karındaşı Yanvan

Kral, Makedonya yani İslambol’da benim de bir hayrâtım

olsun deyü var kuvveti bâzûya getirip bu demir kapudan

yarup tâ İslambol’a ka’r-ı zemînden yollar edüp İslambol’un

Terkoz ve Âzâdlı dağlarından geçüp Dâvûdpaşa kırlarından

Yenibağçe içre cereyân ederek Aksaray mahallesinden geçüp

Lanka kapusu dibinde Bahr-i Rûm’a nehr-i Tuna mahlût olup

yedi sene kâmil İslambol içre nehr-i Tuna’nın bir tar’ası

cereyân ederdi. Ba’dehû Yanvan Kral karındaşı Yanko Kral ile

buluşdukda, İşte bürader, nehr-i Tuna’yı avret gibi saçından

çeküp senin Makedonya şehrine akıtdım, deyince hemân bi-

emr-i Hayy u Kadîr kuvvet ve kudret-i azamet-i sun’un izhâr

içün emr-i Hak ile Tuna gerüye dönüp Büyük Çekmece ve

Küçük Çekmece yolunda Tuna nehri zâhir olup andan deryâya

girüp ol zamanlar bu heyre-i Çekmeceler bend olmuştur…

Evliya Çelebi, Seyâhâtnâme’den

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18

Siyaset-nâme

Siyaset, aslen Arapça bir kelimedir ve “idare etme, politika, diplomasi”

anlamlarına gelir. Bir edebî tür olarak siyasetname ise, devlet yönetimi hakkında

yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme alınmış, didaktik karakterli manzum

veya mensur eserlere verilen isimdir.

Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme alınan siyasetnamelerde, işlenen konuyla

bağlantılı şekilde, ağırlıklı olarak Kuran’dan ayetler veya hadisii şeriflerden

yararlanıldığı görülür. Bu eserlerin üslubu; hükümdara veya devlet büyüklerine

direktifler vermek şeklinde değil de daha çok, tavsiyelerde bulunmak ve ilgili

hususlarla bağlantılı eski tecrübeleri aktarmak biçimindedir.

Edebiyatımızdaki ilk örnek 1069 yılında Yusuf Has Hacib tarafından tertip

edilerek Karahanlı hükümdarı Tavgaç Bugra Han’a sunulan Kutadgu Bilig adlı

eserdir. Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün (11. Yy.) Siyâsetnâme’si ve

Keykavus’un (11. Yy.) Kâbusnâme’si de Farsça yazılmış olmalarına rağmen bu türün

en etkili örneklerindendir. Yine Osmanlı Devleti’nin özellikle gerileme

dönemlerinde devlet yönetimine sunulan layihaları da siyasetname türünden

eserler olarak değerlendirmek gerekir.

Bursalı Mehmet Tahir, Siyasete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye isimli eserinde 172

adet siyasetnameden söz eder. Bunlardan bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve bir

kısmı da Türkçeye tercümedir.

Lütfi Paşa’nın (16. Yy.) Âsâfnâme’si, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Nasîhatü’s-

Selâtîn’i, Kâtip Çelebi’nin (17. Yy.) Düstûru’l-Amel li-Islâhi’l-Halel’i, Sarı Abdullah

Efendi’nin (17. Yy.) Tedbîrü’n-Neş’eteyn ve Islâhu’n-Nushateyn’i, Pertevi Ali

Efendi’nin (17. Yy.) Düstûrü’l-Vüzerâ’sı, Nahifî Süleyman Efendi’nin (18. Yy.)

Nasîhatü’l-Vüzerâ’sı, İsmail Hakkı Bursevi’nin (18. Yy.) Sülûkü’l-Mülûk’ü türün

edebiyatımızdaki önemli örneklerindendir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19

Örn

ek

Kutadgu Bilig’den (Kara 1998)

Biligsiz bile hiç sözüm yok mening

Ay bile özüm uş tapugçı sening

Bu birkaç neng ol kör kişike yavuz

Munı bilse yalnguk ılıkar et öz

Bularda birisi bu til yalganı

Munıngda basası sözüg kıygan

Bu yalgan kişiler vefasız bolur

Vefasız kişi halkka tengsiz kılur

Kişi yalganında tileme vefa

Bu bir söz sınanmış öküş yılkı ol

(Benim bilgisiz ile hiç sözüm yoktur, ey bilgili işte ben senin kulunum.)

(Bak, şu birkaç şey insan için kötüdür, insan bunları bilirse kendisini korumuş olur.) (Bunlardan birisi, yalan söylemektir, ikincisi, verilen sözden dönmektir.) (Yalancı insanlar vefasız olur, vefasız kimseler halkın hayrına uygun olmayan işler yaparlar.) (Yalancı adamdan vefa bekleme, bu uzun yıllardan beri tecrübe edilmiş bir sözdür.)

Yusuf Has Hacip

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20

Sur-nâme

Aslı Farça olan “sur” kelimesi, “düğün, ziyafet, şenlik” anlamlarına gelir.

Surname ise, şehzadelerin düğün törenleri ile hanım sultanların doğum ve evlilik

törenlerini konu alan manzum veya mensur eserlere denir. Bu türden eserler

genellikle müstakil kitaplar şeklinde olmakla birlikte kimi divanlarda da bazen

kasidelerin giriş kısımlarında düğünlerin tasvir edildiğini görürüz ki, bu tür

kasidelere de suriyye kasidesi denmiştir. Yine kimi divanlarda şehzade düğünlerini

veya doğum şenliklerini anlatan tarihler de vardır ki, bunlar da suriyye tarihleri

olarak adlandırılır.

Surnameler, sadece padişah ve çevresinin şenliklerini konu edinmesine

rağmen; suriyye kasideleri saray çevrisinin dışındaki şenlikler için de

yazılabiliyordu. Mesela Nevi’nin Der-Vasf-ı Sûr-ı Sünnet-i Mahdûm-ı Muhammed

Çelebi Merhûm başlıklı 25 beyitlik kasidesi bunun örneğidir (Arslan 1999: 6).

Surnameler de diğer pek çok edebî tür gibi, belki onlardan daha fazla

düzeyde, Osmanlı sosyal hayatına ve kültür tarihine dair malzemeler içerir. Bilindiği

gibi, saray tarafından tertip edilen düğünler büyük bir festival havasında geçiyor ve

İstanbul halkının büyük çoğunluğu bu törenlere iştirak ediyordu. Günlerce süren bu

eğlencelerde yüzlerce çeşit gösteriler tertip ediliyor, ziyafetler veriliyor, sarayın

ihtişamı ve zenginliği, bir anlamda halkla paylaşılıyordu.

Sur-ı Hümayun denilen bu saray düğünleri, elbette tarih kitapları tarafından

da kaydediliyordu. Ancak tabii ki şairler bu sıra dışı kutlamalara vakanüvislerden

farklı olarak daha estetik ve edebî bir üslup çerçevesinde yer veriyorlardı.

Figani’nin (16. Yy.) Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri için yazdığı 41 beyitlik

Suriyye Kasidesi edebiyatımızdaki ilk örnek olarak gösterilir.

Hayali Bey’in (16. Yy.) İbrahim Paşa’nın düğünü ve Kanuni’nin şehzadelerinin

sünnet düğünü için yazdığı Sûriyye Kasideleri, Nevi’nin (16. Yy.) III. Murad’ın

şehzadeleri için yazdığı Suriyye Kasideleri, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Câmi’ü’l-

Hubûr Der Mecâlis-i Sûr adlı eseri, İntizami’nin (16. Yy.) mensur Sûrnâme-i

Hümâyûn’u, Nabi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Abdi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Seyyid

Vehbi’nin (18. Yy.) Sûrnâme’si, Rıfat’ın (19. Yy.) II. Mahmud’un kızının evlenmesi

münasebetiyle yazdığı Gülşen-i Haremî adıyla bilinen Sûrnâme’si edebiyatımızın

önemli örneklerindendir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

Örn

ek

Kasîde Der Sûr-ı İbrâhim Paşa

Gözüm tuş oldu eylerken seher vaktinde seyrânı

Semend-i nâza binmişlerle dolmuş At Meydanı

Dem-i sûrnâ sadâ salmış bu mehterhâne-i çarha

Dögülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultanî

Temâşâ eyler iken cân gözüyle nâgehân gördüm

O taht üzre oturmuş bir saâdet mülkünün hânı

Gözü yağmacı şehr-âşûblarla çevresi dolmuş

Sanasın ortaya yıldızlar almış mâh-ı tâbânı

Güneş gibi bu çarh-ı lâciverdîden olup peydâ

Şuâ-ı nûr-ı hüsnü birle kılmış dehri nurânî

Temâşâ eyledim bişmiş hezârân türlü nimetler

Cemi-i halka bahş oldu o demde hân-ı ihsânı

Felek gûyâ döşenmiş sofra idi ol konuklukta

Kim anun olmuş idi kurs-ı mihr ü meh iki nânı

Pilavın günbedin sarı yağını çünki seyr ettim

Temâşâ eyledim er türbesinde nûr-ı yezdânı

Tekellüfsüz yenirsin sen dediği'çin ana eller

Hacâletten kızarmıştır be-gâyet kuzu biryânı

Çörek bir buğday anlu lâle-ruh mahbûbtur gûyâ

K'anın bâdâmı olmuştu yüzünde çeşm-i fettânı

Bu ni'metler yenip çünkim içildi sâfi şerbetler

Şebîhûn etti şâh-i rûza ceyş-i leyl-i zulmânî

Geceyi gündüze katıp safâ vü zevk kılmağa

O bezmin yaktılar her gûşesinde şem'-i tâbânı

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22

Süleyman-nâme

Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat yıllarını konu alan, onun dönemindeki

belirli olayları anlatan manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Hz. Süleyman

anlatmalarına yer veren eserlerden bazıları de bu adla anılmıştır. Selimnameler

gibi, bu tür eserler de hem edebî hem de tarihî bakımdan kıymetlidirler.

Türk edebiyatında yazarı bilinen veya bilinmeyen elli civarında

Süleymanname yazılmıştır (Pala 1995). Bunlardan dikkate değer olanlarını şöyle

sıralayabiliriz: Mustafa Bostan Çelebi (16. Yy.), Culûs-ı Sultan Süleymân; Sadi (16.

Yy.), Süleymânnâme; Ferdi (16. Yy.), Süleymannâme; Şemseddin Sivasi (16. Yy.),

Süleymânnâme; Karaçelebizade Abdülaziz (17. Yy.), Süleymânnâme.

Ayrıca Firdevsi-i Rumi ve Firdevsi-i Tavil (Uzun Firdevsi) lakaplarıyla bilinen

Firdevsi (16. Yy.) de bir Süleymânnâme kaleme almıştır; fakat bu eser Hz. Süleyman

hakkındadır.

Şehr-engîz

Arapça, belde ve kent anlamındaki “şehr”; Farsça, karıştıran ve koparan gibi

anlamlara gelen “-engiz” kelimelerinden oluşan şehrengiz, bir edebiyat terimi

olarak, bir şehrin güzel ve güzelliklerini anlatan eserlere verilen genel isimdir.

Çoğunlukla mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastladığımız şehrengiz,

sadece Türk edebiyatında gelişmiş bir türdür.

Divanlarda, küçük mesneviler şeklinde kaleme alınmış şehrengizler olduğu

gibi müstakil kitaplar şeklinde tertip edilenler de vardır. Şehrengizler, divanlarda

Şu donlu âsumânîler atıldı her yanadan kim

Şirâr-ı âsumânîlerle çarhın doldu dâmânı

Suâl ettim nedendir bu temâşâ deyu bir ehle

Dedi ol dem cevâbın verip ol dehrin suhan-dânı

Vezîr-i Azam İbrâhim Paşanın düğünüdür

Ziyâfet etmek için da'vet etti Şâh-ı Devrânı

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23

gazel, dörtlük benzeri küçük metin örnekleri olarak da düzenlenmişlerdir.

Şehrengizlerin büyük çoğunluğu, mesnevi nazım şekliyle yazıldığından,

bölümlenmesi de tevhid, naat ve konunun işlendiği bölüm ve dua şeklinde, klasik

mesnevi tertibine uygundur.

Hakkında şehrengiz veya şehrengizler yazılan şehirler elbette sıradan

mekanlar değildir. Bunlar daima, başta İstanbul olmak üzere Bursa, Edirne gibi

Osmanlı Devleti’nin kültürel merkezi durumunda olan ya da bir özelliğiyle mutlaka

ön plana çıkmış şehirler olmuştur. Bir şehrengizde sadece söz konusu şehirle ilgili

mimari bilgiler yer almakla kalmaz o dönemin sosyal ve ekonomik hayatına; yer ve

kişi adlarına, yemek ve çiçek isimlerine varıncaya kadar pek çok bilgi yer alır.

Ayrıca, bu eserlerde yer alan mizahi üslubun, onları tarih kitabı olmaktan çıkaran

önemli bir husus olduğunu da zikretmek gerekir.

Bütün kaynakların ittifakla zikrettiği gibi, edebiyatımızdaki ilk şehrengiz, 15.

asrın ünlü şairi Mesîhî tarafından, Edirne şehri hakkında yazılan ve şairin divanında

yer alan 178 beyitlik Edirne Şehrengizi’dir.

Zati’nin (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Hayreti’nin (16. Yy.) Belgrat Şehrengizi

ve Yenice Şehrengizi, Yahya Bey’in (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Lamii Çelebi’nin (16.

Yy.) Şehrengiz-i Bursa’sı, İshak Çelebi’nin (16. Yy.) Bursa Şehrengizi ve Üsküp

Şehrengizi, Neşati’nin (17. Yy.) Edirne Şehrengizi, Beliğ’in (18. Yy.) Bursa

Şehrengizi, Vahid-i Mahtumi’nin (18. Yy.) Yenişehir Şehrengizi Türk edebiyatındaki

bilinen önemli şehrengizlerdendir.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24

Örn

ek

Edirne Şehrengizi’nden

Çün ol gün mu'tedil gördi cihânı

Göçüp Şâh itdi tebdîl-i mekânı

Devâm-ı devlet ile bir iki yıl

İdindi Edrine şehrini menzil

Çü ihsânından irmiş idi behre

Sürünerek bile geldüm bu şehre

Aceb şehr ol ki anun bâğ u râğı

Virür kişiye cennetden ferâğı

İçinde suları mevzûn u reftâr

Bulutlar başı ucında havâ-dâr

Temâşâ eylesen her bir minâre

Dönüpdür serv-kâmet bir nigâra

Soyınup Tunca’ya girer güzeller

Açılur ak göğüsler ince beller

Siyeh futa kuşanur ak dilber

Olur san gice vü gündüz berâber

Futada Hak komış bir sırr-ı gaybı

Ki örter dâmeniyle görse 'aybı

Su içre bunlara kılsan nigâhı

Görürsin burc-ı âbî içre mâhı

Bulardan vasl uman abdâla benzer

Ki bunlar suya düşmiş bala benzer

Gözün yaşı Merîç olsa nazarda

Ne mümkin biri kol boynuna Arda

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25

Şitâiyye

Aslen Arapça olan “şita” kelimesi, kış anlamına gelir. Bir edebî tür olarak

şitaiye ise, giriş kısmında kış tasvirlerine yer veren kasidelere denmiştir. Bu türden

kasideler bazen de Farsça, kar anlamına gelen “berf” kelimesine nispetle berfiye

olarak anılır. Doğrusu, divan edebiyatı geleneği içerisinde, şairlerin hayallerine

konu olan en yaygın mevsim bahardır. Gül, bülbül ve diğer pek çok bitki baharla

bağlantılı olarak şiirlerde yer alır. Dolayısıyla, kış konusunun çok sık işlendiği

söylenemez. Ancak bu konuda Lamii Çelebi’nin Münâzara-i Bahâr bâ-Şehriyâr-i

Şitâ’sı önemli bir eserdir (Eğri 2001).

Tezkire

Kamus-ı Türki’de “Yad etmeye vesile olan kâğıd” anlamı verilen tezkire, Fars

ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli edebî eserleri ifade eder. Edebiyat tarihi

kitaplarının ilk örnekleri sayabileceğimiz bu eserler biyografisi verilen kişilere veya

meslek gruplarına göre de farklı adlar almışlardır. Ermiş kişileri anlatanlara

tezkiretü’l-evliya, hattatları konu edinenlere tezkiretü’l-hattatin ve şairlerden

bahsedenlere tezkiretü’ş-şu’ara denmiştir (İsen 1997). Bu türdeki eserlerin ilk

örneği Fars edebiyatında 13. yüzyılda, Muhammed Avfi’nin yazdığı Lübâbü’l-

Elbâb’dır.

Gören bu şehri bu resme kıyâmet

Sanur bununla tokuz oldı cennet

Zihî cennet ki girer her güneh-kâr

Görür 'âsî vü 'âbid anda dîdâr

İçinde var anun bir kaç melekler

Ki mislin görmemiş devr-i felekler

Bugün meydân-ı hüsn içre ser-âmed

Güzel dirsen Na'l-bend-oğlı Ahmed

Cemâli kıble-i ashâb olupdur

Dükânı na'lden mihrâb olupdur

Mesihi

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26

Türk edebiyatında 30’ya yakın tezkire yazıldığı kaydedilir. Anadolu

sahasındaki ilk tezkire ise, 16. yüzyılda Sehî Bey tarafından kaleme alınan Heşt

Behişt’tir. Bu eserin devamında aynı devirde Latifi, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi,

Beyani, Gelibolulu Ali gibi şairler de tezkireler yazmışlardır. Bu eserlerin pek çoğu,

gerek tertip tarzı bakımından gerekse şairlerin ele alınış tekniği açısından ortak

yönler taşırlar. Bu durum, Anadolu sahasında kaleme alınacak sonraki tezkireleri de

etkileyecektir. Araştırmacılar, bu ilk tezkirelerin ve doğal olarak sonraki dönemlere

ait diğer tezkirelerin, Çağatay sahasında Herat Ekolü diye isimlendirilen tezkirecilik

geleneğini model aldıklarını vurgularlar. Molla Cami Bahâristân’ında şairlere bir

bölüm ayırır. Yine Devletşah’ın Tezkiretü’ş-Şua’arâ’sı vardır. Ali Şir Nevai’nin de

Mecâlisü’n-Nefâis adı verilen meşhur bir tezkiresi bulunmaktadır. Herat Ekolü’nü

temsil eden bu üç tezkire şairlerin ele alınış tarzı ve eserin tertip şekli gibi birçok

bakımdan Anadolu’daki tezkireleri etkilemiştir.

Sehi Bey, eserinde “Bu fakîr ve hatırı kırık hakîr, adı geçen kitapları elden

geçirip inceleyince Mecâlisü’n-Nefâis ile gamlı gönlüm dost ve gönül çeken

Baharistân ile nemli gözüm mûnis oldu. Bunların her birinin incelemesinden cana

rahat ve hasta gönle sıhhat ulaşıp yaratıcı gönle hâtıralar ve heyecanlar hücûm

etti. Keşke Anadolu’da yetişip şöhret bulan değerli şairlerin adına da bir kitap

yazılsa ve zamanın geçmesiyle bunların adı, gaddar zaman ve zâlim feleğin eliyle

zamane defterinden kazınmasa, devran mecmualarında ayrılmayıp, unutulmasa

diye düşündüm. Bu iş gönül defterine saplanmıştı ve gücümün yettiği kadarıyla

onları yazıp kâğıda geçirmek en büyük arzumdu …” (İsen 1998: 37-38)

ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Heşt Behişt’i yazma fikrinin Herat Ekolü’nün

çalışmalarından mülhem olduğunu dile getirir. Benzeri söylemler Latifi ve diğer bazı

tezkirelerde de dile getirilir. Latifi de eserinin mukaddimesinde önce

Bahâristân’dan, daha sonra Mecâlisü’n-Nefâis’ten söz ederek bu çalışmaların,

şairlerin varlıklarını ihya kılan, isim ve şanlarını fani dünyada ebedîleştiren önemli

kitaplar olduğunu vurgular; kendinin de Anadolu’daki şairleri ölümsüzleştirmek ve

adlarının daima hayır dua ile anılması niyetiyle böyle bir çalışmaya giriştiğini

kaydeder (Canım 2000: 88-89).

Böylelikle, Sehi Bey ve Latifi’nin Herat’taki eserleri model alarak meydana

getirdikleri tezkireleriyle Anadolu sahasında da şairler tezkiresi yazma geleneği

başlamış olur. Türk edebiyatında, İbnülemin Mahmut Kemal’in 1930-42 yılları

arasında basılan Son Asır Türk Şairleri’ne ve Nail Tuman’ın 1949 yılında

tamamladığı Tuhfe-i Nâilî’ye varıncaya kadar otuz civarında tezkire kaleme alındı.

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27

Zafer-nâme

Kazanılan savaşlar neticesinde kaleme alınan manzum veya mensur eserlere

verilen genel isimdir. Bu tür, gazavatname ve fetihname ile benzer özellikler taşısa

da sadece zaferle sonuçlanan savaşları konu alması bakımından onlardan ayrılır.

Kemalpaşazade’nin (16. Yy.), aynı zamanda Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinin

bir bölümü olan Zafernâme-i Sultan Süleyman’ı, Abdullah Çelebi’nin (17. Yy.)

Zafernâme-i Kal’a-i Üstüvâr’ı, Karaçelebizade Abdülaziz’in (17. Yy.) Zafernâme’si,

Sabit’in (18. Yy.) Zafernâme’si belli başlı zafernâme örneklerindendir.

Örn

ek

Gülşen-i Şu’arâ’dan

Rûhî: Bagdâdîdür ammâ asl-ı pâk-nihâdı ve neseb-i ferruh-

nijâdı Rûmîdür. Zîrâ ki vâlid-i ekremi sâbıkan merhûm Sultân

Süleymân zamânında vilâyet-i Bagdâda beglerbegi olan Ayas Paşanun

bendelerinden olup Bagdâdda gönüllü bölügüne geçüp te'ehhül

itmişler. Mezkûr Rûhî Bagdâdda vücûda gelmegin Bagdâdî yâd olundı.

Nâm-ı vâcibü'l-ihtirâmı Osmân ve zât-ı huceste-kirâmı pesend-i yârân

ve zihn-i mustakîmi çâlâk ve kadd-i bülendi letâfet gülşeninün nâzük-

nihâli ve rûy-i ferah-bahşı ma'rifet gülzârınun gül-i âli ve gülistân-ı

nazmda tab'-ı nüktedânı gonce gibi zîver-i hüner ile ârâste ve bustân-ı

ma'rifetde vücûd-ı latîf-i zarîfi ma'lûmât ile pîrâstedür. Rûz u şeb

tetebbu'-ı eş'âr-ı şu'arâ-yı nâmdâr ve dem-be-dem peyrev-i fusahâ-yı

suhen-güzâr olup yârân-ı suhen-güster ile hem-dem-i tûtî-i şîrîn-dem

olup her vechile gazel dimek tab'-ı pâkine müsellem ve tabi'at-ı

şi'riyyesi hûb ve ebyât-ı nâzügi mergûbdur. Ekser bu diyâra gelen

dervişân u şâ'irân-ı dil-rişân ile eş'âr-ı dürer-bâr ve nazm-ı belâgat-

disâr dimege meşgûl ve erbâb-ı kemâl içre söyledügi eş'âr makbûldür.

Bu bir nice beyt ve gazel-i âbdâr anlarundur tahrîr oldı...

Ahdi

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28

Değerlendirme

sorularını sistemde

ilgili ünite başlığı

altında yer alan “bölüm

sonu testi” bölümünde

etkileşimli olarak

cevaplayabilirsiniz.

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Kimi kasidelerin nesip yani giriş kısımlarında bahar tasvirleri yapılır. Bu tür

şiirlere edebiyatımızda ne ad verilir?

a) Bahname

b) Gazavatname

c) Bahariyye

d) Kaside

e) Selimname

2. Gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri, diğer ülkelere, hanlıklara vs.

hükümdarlara ilan eden mektuplar, aşağıdaki edebî türlerden hangisinin

kapsamına girer?

a) Selimname

b) Gazavatname

c) Fetihname

d) Bahname

e) Sakiname

3. İnsanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili

yorumların, tespitlerin yer aldığı edebî türlere ne ad verilmiştir?

a) Sakiname

b) Surname

c) Siyasetname

d) Kıyafetname

e) Şehrengiz

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29

4. Hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılan; ölmüş kişilerin

arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve ölümüne duyulan

üzüntüyü dile getirmek maksadıyla tertip edilen manzumelere ne ad

verilir?

a) Mersiye

b) Sakiname

c) Süleymanname

d) Bahname

e) Seyahatname

5. Aşağıdakilerden hangisi, bir şehrin güzellerini ve güzelliklerini konu edinen

ve genellikle mesnevi nazım şekliyle kaleme alınan edebî türdür?

a) Seyahatname

b) Sefaretname

c) Şehrengiz

d) Bahname

e) Surname

6. Aşağıdakilerden hangisi seyahatname türünde kaleme alınmış bir eser

olarak kabul edilemez?

a) Miratül-Memalik

b) Cihannüma

c) Tuhfetül-Haremeyn

d) Mihnet-i Keşan

e) Kabusname

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30

7. Devlet yönetimi hakkında yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme

alınmış, didaktik karakterli manzum veya mensur eserlere ne ad verilir?

a) Bahname

b) Süleymanname

c) Surname

d) Sefaretname

e) Siyasetname

8. Aşağıdakilerden hangisi, bir padişahın saltanat yıllarında meydana gelen

savaşları ve çeşitli olayları konu edinen türler sınıfına girer?

a) Gazavatname

b) Fetihname

c) Zafername

d) Süleymanname

e) Sefaretname

9. Aşağıdaki edebî türlerden hangisinin içeriğinde savaş konusu yoktur?

a) Zafername

b) Gazavatname

c) Fetihname

d) Süleymanname

e) Surname

Türk İslam Edebiyatında Türler

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31

Fars ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli eserlere tezkire denilmiştir.

Bu eserler, biyografisi verilen kişilere ya da meslek gruplarına göre farklı

isimler alırlar.

10. Aşağıdakilerden hangisi şairleri konu edinen tezkireler sınıfına girmez?

a) Heşt Behişt

b) Mecalisün-Nefais

c) Tezkiretül-Hattatin

d) Gülşen-i Şuara

e) Tezkiretüş-Şuara

Cevap Anahtarı

1c 2c 3d 4a 5c 6e 7e 8d 9e 10c

İÇİN

DEK

İLER

• Ses Tekrarları

• Kelime Tekrarları

• Mısra Tekrarları

• Vezin

• Kafiye

• Redif

• Ahenge Katkı Sağlayan Tekrar Sanatları

HED

EFLE

R

• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

• Ahenk kavramının ne olduğunu kavrayabilecek ,

• Türk edebiyatında ahengi sağlayan unsurları tanıyabilecek,

• Bir şiir metninde kafiye, redif ve vezni bulabileceksiniz.

ÜNİTE

7

AHENK UNSURLARI

TÜRK İSLAM

EDEBİYATI

Prof. Dr. Ahmet MERMER

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2

GİRİŞ

Şiir dilinin en önemli ögelerinden biri ahenktir. Şairler; kafiye, ses ve söz

tekrarları, vezin yardımıyla belli bir müzikalite yakalamaya çalışırlar. Bu

müzikalitenin okuyucuda bir etki bıraktığı onu farklı bir atmosfere soktuğu açıktır.

Bundan dolayı özellikle mutasavvıf şairler şiirdeki müzikalitenin vecd hâli

oluşturucu özelliğinden sıkça yararlanmışlardır. Bu ünitede şiirin önemli

niteliklerinden biri olduğu için ahenk üzerinde durulacaktır. Ayrıca Türk İslam

edebiyatı çerçevesinde kaleme alınmış ürünlerde dikkati çeken ahenk unsurları

örnekler ışığında tanıtılmaya çalışılacaktır.

ÂHENK

Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili

kılınması için, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen uyumu” anlamına gelen bir

terimdir. Şiir üslubunun önemli bir unsuru sayılan ahenk kelimesi, sözlük anlamıyla

musiki terimi karşılığı kullanılır. Ahenk, şiiri musikiye yaklaştıran bir özellik taşır.

Fakat bu musiki, saf musiki değildir. Şiir hiçbir zaman gerçek musikinin ses

zenginliği ile yarışamaz. Şiirde ahenk büyük oranda kelimelerin ses değerlerinden

sağlanır. Birden çok kelimenin bir araya gelmesiyle edebî metinde kelimelerin ses

değeri yüksek olanlardan seçilmesi bunların bir kompozisyon hâlinde istif edilmesi

önem arz eder. Klasik Türk edebiyatında ahenk, fesahat kavramı ile ifade edilmiştir.

Ayrıca tezkire, divan ön sözleri ve bazı gazellerin mahlas beyitlerinde yine ahengin

karşılığı olarak insicâm, tecânüs, teellüf, elfâz, edâ, mevzûn, selîs ve selâset gibi

kavramlar kullanılmıştır. Mesela Âşık Çelebi, Tezkire’sinde, Bîdârî adlı şairin

aşağıdaki matlaını, gerek tekrarlar ve gerekse aynı anlamlı kelimelerin bir arada

kullanılması açısından “selîs” olarak nitelemiştir:

Göz göz itdüm cism-i zârı nâvek-i dildârdan

Ser-be-ser çeşm oldum ammâ toymadum dîdârdan

Bu kavramların yanı sıra ahenksiz ifadeler için, özellikle Âşık Çelebi ve

Gelibolulu Âli’nin tezkirelerinde rekâket terimi kullanılır. Ahengi edebî terim olarak

ilk defa kullanan Recaizade Ekrem, bu terimi tek başına değil, harmonie/ahenk

karşılığı olarak âheng-i selâset tamlaması içinde zikreder. Recaizade ve sonrasında

gelen yazarlar ahengi; kelimede ahenk, cümlede ahenk ve taklidî ahenk şeklinde üç

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3

Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili kılınması için,

kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen

uyumu” anlamına gelen bir terimdir.

Aliterasyon: Mısra, beyit, bent veya bir

ifadede ünsüz harflerin konuya ve anlama

uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde

edilen âhenktir.

bölümde inceler. Bu sınıflandırma açısından bakıldığında Klasik Türk edebiyatında,

taklidî ahenk ön plandadır. Mesela Şeyh Galip’in şu beyti buna tipik bir örnektir:

Güm güm öter âsmân sadâdan

Güm-geşte zemin bu mâcerâdan

Bu beyitte bir fırtınadaki gök gürültüsü “güm güm” kelimeleri ile kaybolmuş

anlamında “güm-geşte” bir araya getirilerek ahenk sağlanmaya çalışılmıştır. Türk

edebiyatında ahengi sağlayan unsurlar; söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye

ve redif olarak sıralayabiliriz.

Ses Tekrarları

Aliterasyon: Mısra, beyit, bend veya bir ifadede ünsüz harflerin konuya ve

anlama uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde edilen ahenktir. Bu çeşit

ahenkten akılda kalıcılığa yardımcı olması sebebiyle yalnızca şiirde değil, reklam

kampanyalarından atasözlerine varıncaya kadar yararlanılır.

Şeyhülislam Yahya’nın şu beytinde, “s” harfinin bilinçli tekrarıyla bir ahenk

elde edilmiştir.

Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler

Uslanmadı gitdi gör o dîvâne disünler

Yine Necip Fazıl’ın şu mısralarında “s” ünsüzünün tekrarı dikkati

çekmektedir.

Sırma renginde pislik dünyanın süsü püsü

Bende tek aziz eşya annemin başörtüsü

Aşağıdaki bentte ise, Nedim ses ve anlam bütünlüğünü güzel bir şekilde

oluşturmuştur.

Sînemi deldi bugün bir âfet-i çârpâreli

Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli

Çifte benli sîm gerdenli güneş ruhsâreli

Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli

Asonans: Mısra, beyit, bend veya bir ifadenin ünlü harflerinin birden fazla

tekrarıdır. Ünlü harflerin tekrarından amaç bir uyum ve müzikalite yakalamaktır.

Cahit Külebi aşağıdaki mısralarda “a” ünlüsünü on beş kez kullanarak

ahenge bir zenginlik kazandırmıştır.

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4

Mısra Başı Tekrarları:

Hitabette aynı

kelimenin cümle

başında, şiirde bir

kelimenin veya

kelimelerin art arda

gelen mısralarda

tekrarıdır.

Asonans: Mısra, beyit,

bent veya bir ifadenin

ünlü harflerinin birden

fazla tekrarıdır.

Kelime Tekrarları

Mısra Başı Tekrarları: Hitabette aynı kelimenin cümle başında, şiirde bir

kelimenin veya kelimelerin art arda gelen mısralarda tekrarıdır. Bu durum tek

kelimenin, bağlacın veya iki kelimenin yinelenmesiyle elde edilir. Necip Fazıl’ın şu

dörtlüğünde mısra başı tekrarını görürüz.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır

Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır

Sezai Karakoç’un şu mısralarında ise iki kelimelik mısra başı tekrarını

görürüz.

Birinin sesi sanki atlardan örülen kemerdi

Birinin sesi çılgın atlara vurulmuş bir eğerdi

Birinin sesi kubbe kurşunlarından ağır

Birinin sesi lâğımlar birliği gibi akıyordu

Örn

ek

Karaydı ölüm haberi kara

Serildi yataklara

Herkes döküldü sokaklara

Ağlayanın bini bin para

Gömüldü topraklara

Aşk olsun hatırlayacaklara

Hasretin türküsü duyulur

Kırlar boyunca bir garib söyler

Dumanlar yükselir bacalardan

Dumanlar gibi tüter köyler

Cahit Külebi

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5

Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir

kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar

edilmesidir.

Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime

Tekrarları: Tekrar eden kelime veya kelimelerin birden çok mısra veya

beyitte yaygınlık kazanmasıdır.

Birinin sesi bütün aynaları paslandırıyordu

Yine Yunus Emre’nin şu beytinde mısra başında iki kelime tekrarı vardır:

Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi

Bir dem beşâretten toğar hoş bâğ ile bostân olur

Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar

edilmesidir. Bazen şairler aynı kelimenin tekrarıyla bir mısraı oluşturur. Aşağıdaki

beyit aynı kelimenin mısra başı ve sonunda tekrarına örnektir.

Kamuya bencileyin sen dirîğ kamulara

Yiğ ise âlemün ayruklarıyla âh bana

Ahmed Paşa

Bu örnekte ise; aynı kelimenin mısra boyunca tekrarı söz konusudur.

En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz

Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz

Ziya Osman Saba

Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime Tekrarları: Tekrar eden kelime veya

kelimelerin birden çok mısra veya beyitte yaygınlık kazanmasıdır.

Örn

ek

Güzeller geldi bayrama beg olmuş

Donanmış bir birinden yig olmuş

Güzeller gibi bayram ile nevruz

Bezenmiş bir birinden yek-renk olmuş

Güzeller gibi bayram ile nevruz

Semenler sebzede gönlekcek olmuş

Güzeller ârızından yandı lâle

Libâsı ana oddan gönlek olmuş

Güzel sâki yükin yitirdi halkun

Yine sâfî ile sofu hek olmuş

Güzeller yine sûret verdi aşka

Dediklerin Necâtî gerçek olmuş

Necati

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6

Mısra Tekrarı: Bir şiirde

mısra ve beyitlerin

birden çok tekrar

edilmesidir.

İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip,

ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan yana

kullanılmasıdır.

İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan

yana kullanılmasıdır. Aşağıdaki beyitlerde ikileme örneklerini görmekteyiz.

Ne tâze tâze zeminler bulurdu Gâlib-i zâr

Sözün felekde melekler pesend edinceye dek

Şeyh Galip

Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin

Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi

Naili

Pâre pâre yüreğimi rîze rîze bağrımı

Tîğ-i hicrinle nice bir şerha şerha yarasın

Necati

Kedim, ayak ucuna büzülmüş, uyumakta,

İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta,

Hırıl hırıl

Hırıl hırıl

Necib Fazıl

Mısra Tekrarı:Bir şiirde mısra ve beyitlerin birden çok tekrar edilmesidir. Bu

tür tekrarlara nakarat denir. Halk şiirinde nakarat kavuştak veya bağlama olarak

adlandırılır.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı

Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;

Yavaş yavaş sallanıyor

Yapraklar, ağaçlarda;

Uzaklarda, çok uzaklarda,

Sucuların hiç durmayan çıngırakları

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

Orhan Veli Kanık

VEZİN/ÖLÇÜ

Şiir sanatının en temel öğelerinden biri kabul edilen vezin, edebiyat tarihimiz

içinde önemli bir yere sahiptir. Günümüzde etkisi azalsa da varlığını

sürdürmektedir. Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel vezni vardır. Türklerin

İslamiyeti kabulü öncesinden günümüze gelen hece vezni; mısraları meydana

getiren hece sayılarını esas olarak kabul eder. İslamiyetin kabulü sonrası Arap ve

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7

Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel

vezni vardır.

Arûz, her mısra‘ın baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden

sonra gelen bütün mısraların aynı hizadaki

heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında

denk olma durumudur.

Fars edebiyatlarından şiirimize giren aruz vezni ise; hecelerin uzunluk-kısalık ve

açıklık –kapalılığından doğmuştur. Günümüz şiirinde aruz ve hece vezninin yanında

serbest vezin de kullanılmaktadır. Veznin şiirdeki, asıl varlık sebebi sözü ahenkli

hâle getirmektir.

Arûz

Sözlükte “yön/taraf, yol, usûl, Mekke, Medine ve etrafı, serkeş deve, çadırın

orta direği…” gibi anlamlara gelen aruz, Arap dili ve edebiyatının veznine ve bir

beytin birinci mısraının son tef’ilesine/parçasına verilen addır. Aruz, her mısraın

baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden sonra gelen bütün mısraların aynı

hizadaki heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında denk olma durumudur. Aruz

vezni, Arap edebiyatında doğmuş, onun dil yapısına, edebî geleneğine ve zevkine

göre, değişikliklere uğrayarak başta Fars ve Türk edebiyatları olmak üzere, İslam

medeniyetine/Doğu edebiyatlarına girmiştir. Aruzun Cahiliye Devri’ne kadar

uzanan bir geçmişi vardır. İlk zamanlarda aruz, dağınık ve düzensizdi. Büyük Arap

alimi olan İmam Halil, IX. yy.da bu vezni sistemleştiren ve tertip eden kişidir. İmam

Halil, aruz kalıplarını bahir adıyla gruplandırıp bunların birbirlerine olan

yakınlıklarını ve birbirleriyle ilişkilerini bir daire üzerinde göstermiştir.

Arap aruzunda 15 bahir vardır. Bunlar beş dairede toplanmıştır. Aruz,

Araplarda başlı başına bir ilim sayıldığından dolayı terim noktasında çok zenginlik

gösterir. Farslar, aruzu oldukça değişikliğe uğratmıştır. Türkler de Fars edebiyatında

değişikliğe uğrayan ve gelişen aruzu almıştır. Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten

sonra bu vezni kullanmaya başlamış ve yakın zamana kadar da kullanmaya devam

etmişlerdir. Aruz vezninde pek çok kalıp var ise de, Türk edebiyatında tamamı

kullanılmamıştır. Edebiyatımızda kullanılan aruz kalıpları Türkçe’nin snyleyişine ve

zevkine uygun olarak seçilmiştir.

Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru okumanın

da başka bir aracıdır. Müzikte “usul” ne ise, şiirde de aruz odur. Türk edebiyatında

düz/basit kalıplar ile karışık/muhtelif kalıplar ön planda tutulmuştur. Türk

edebiyatında kullanılan kalıplardaki tefilelerin/kalıp parçalarının adları şunlardır:

- + - - fâ’ilâtün - - + - müstef’ilün - + - fâ’ilün - + - + fâ’ilâtü - + + - müfte’ilün + + - fe’ilün + + - - fe’ilâtün + + - + - mütefâ’ilün + - - fe’ûlün + - + - mefâ’ilün + - + + - müfâ’aletün - - fâ’lün + - - - mefâ’îlün - fâ’ +--+ mefâ’îlü - - + mef’ûlü

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8

Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru

okumanın da başka bir aracıdır. Müzikte “usul”

ne ise, şiirde de aruz odur.

Mısraların son heceleri ister açık ister kapalı heceyle bitsin dâimâ

kapalı hece ile gösterilir.

Daha önce de belirtildiği gibi aruzda hecenin niteliği/açık – kapalı ve uzunluk-

kısalık durumu söz konusudur.

Açık Hece: Aruz vezninde sonu kısa ünlüyle biten heceye açık hece denir.

Açık hece bazı kaynaklarda kısa hece, muallak adıyla da anılır. Eski yazıya göre bir

harf ve üstündeki bir harekeden oluşan hecedir: A-na-do-lu gibi. Bu çalışmada, aruz

vezinlerini gösterirken açık/kısa heceler (+) işaretiyle belirtilmiştir.

Kapalı Hece: Sonu ünsüz veya uzun ünlü harfle biten hecelere kapalı hece

denir. Bu tip heceye mutavassıt, uzun hece, tam hece de denir. Aruz vezninde (-)

işaretiyle gösterilir. Kâ-tip, tan-bûr gibi. Mısraların son heceleri ister açık ister

kapalı heceyle bitsin, kural olarak daima kapalı hece ile gösterilir.

Türkçede bazı kelimeler aruz veznini kullanmayı güçleştirmektedir. Bu

bakımdan şairler aruzu rahat kullanabilmeleri için, kendilerine bazı yollar

bulmuşlardır. Bu yollar ise, imale, ulama ve zihaf’tır.

Ulama: Eskiler vasl olarak adlandırırlar. Aruz terimi olarak, bir kelimenin

sonundaki sessiz harf ile ardından gelen kelimenin başındaki sesli harf birleşir ve

hece kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama yapılmış olur. Konuşma dilimizde

sonu sessiz harfle biten kelimelerin o harfini, sonraki kelimenin ilk harfi ünlü ise

ona birleştirerek konuşuruz. Aruzla şiir yazan şairlerimiz dilimizin bu özelliğine sıkı

sıkıya uymuşlardır.

İmâle: Bir hece aslında açık olduğu hâlde vezin zoruyla medli/uzun okunursa bu okunuşa medli/imale denir. Beyitlerde (↑) işaretiyle gösterilmiştir. Mesela Nefi’nin:

Tûtî-i mu‘cize-gûyem ne disem lâf degül ↑ ↑

Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf degül

beytindeki ile kelimesindeki “le” hecesi ve âyinesi kelimesindeki “si” hecesi

böyle imaleli okunan hecelerdir.

Edebiyat teorisyenleri, bunu genellikle aruz kusuru saymış iseler de, aslında

her zaman kusur sayılmamalıdır. Tam tersi hüner sayılmalıdır. Meselâ Baki’nin şu

beytinde anlamı güçlendiren bir unsur olarak bilerek imale yapılmıştır:

Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan

Düşdi çemende berg-i dıraht itibârdan

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9

Aruz terimi olarak, bir kelimenin sonundaki

sessiz harf ile ardından gelen kelimenin

başındaki sesli harf birleşir ve hece

kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama

yapılmış olur.

İmâle: Bir hece aslında açık olduğu halde vezin

zoruyla medli/uzun okunursa bu okunuşa

medli/imâle denir.

Bu beyitteki u hecesi ve di edatı uzun okunmalıdır.

Zihâf: İmalenin aksine, uzun/kapalı (medli) okunması gereken bir heceyi

kısa, açık hece gibi okumaya zihaf adı verilir. Aruzda kusur sayıldığından çok az

rastlanılır.

Sekt-i Melih: Güzel duraklama anlamına gelen sekt-i melih, bir aruz terimi

olarak mefûlü/ mefâilün/ feûlün kalıbının mefûlün/ fâilün/ feûlün şekline

dönüşmesi ve böylece bir hecenin eksilmesine verilen addır.

Arapça ve Farsçadan dilimize geçmiş bazı kelimelerde sonu sessiz harfle

biten hecelerde, sonraki sessiz harften önce (dâr, çâk, pâk, rûh, tîğ) örneklerindeki

gibi bir imaleli harf veya (çarh, fakr, derd, zırh, murg) örneklerindeki gibi sonunda

iki sessiz harf bulunursa, o hece bir kapalı bir açık iki hece gibi okunur. Yukarıdaki

beytin ikinci mısraındaki “sâf” kelimesi bir kapalı bir açık hece *- +] gibi

değerlendirilir. Buna bir buçuk hece veya medli hece adı verilir.

Farsça tamlamaları bağlayan, gramer özelliği olan “-ı, -i” gibi harflerle,

kelimeleri birbirlerine bağlayan “–u, -ü” harfleri, veznin durumuna göre bazen kısa,

bazen uzun okunurlar.

ARÛZ VEZİNLERİ

Aruzun pek çok kalıbı vardır. Bunlardan Türkçeye uyan ve Türk İslam

edebiyatında sık kullanılan vezinler şunlardır:

Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün

(+ - - - / + - - - / + - - - /+ - - -)

Türk edebiyatında çok kullanılan kalıplardandır. Divan şiirinde en çok

musammat kasideler, musammat gazeller, kıtalar ve şarkılar bu kalıpla yazılmıştır.

Hâyâl-i yârdan dûr olsa bir dem cânım eylenmez

Ne çâre hâtırım vîrânedir sultânım eylenmez

Şeyh Galip

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10

Mef`ûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün

(- - + / + - - + / + - - + / + - -)

Türk şairlerinin çok sevdikleri ve çok kullandıkları vezinler arasında yer alan

bir kalıptır. Ayrıca aruzun hareketli ve ahenkli kalıbıdır. Divan edebiyatında

müstezatlar bu kalıpla yazılır, eklemeler (--+/+--) şeklindedir. Halk edebiyatının âşık

tarzında özel bir beste ile okunan kalenderilerin de bu kalıpla yazıldığı görülür.

Ayrıca bu kalıbın bir başka şekli de şudur: mef`ûlü fâilâtü mefâîlü feûlün

Döndürdü felek men’-i semâ’ eylediğinden

Devrâne müdârâya kıyâm eyledi vâiz

Şeyh Galip

Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün

(- - + - / - - + - / - - + - / - - + - )

Divan edebiyatında mısraın oldukça uzun, iki eşit parçaya ayrılmasına uygun,

İç kafiyeli musammat kasîde ve gazellerde uygulanan bir kalıptır. Bu kalıbın

mesnevîlerde görülen ikili şekli de yer alır.

Gördüm bu vechin Hakkını ayne’l-yâkîn yâ Hû derem

Ger sûfî lâdan dem urur ben her dem illâ Hû derem

Akşemseddin

Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün

(- + - - / - + - - / - + - - / - + -)

Türk şiirinde çok kullanılan kalıplardan biridir. Divanlarda yer alan şiirlerin

kalıplarına göre, önde gelen bir aruz kalıbıdır. Âşık edebiyatında muayyen bir

besteyle söylenilen divanlar bu vezinle yazılırdı.

Sâlikin matlûbu Hû’dur ârifin irfânı Hû

Âşıkın mâ’şûku Hû’dur tâlibin seyrânı Hû

Yunus Emre

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11

Feilâtün (Fâilâtün) Feilâtün Feilâtün Feilün (Fa’lün)

(+ + - - (- + - -) / + + - - /+ + - - /+ + - (- -) )

Türk şiirinde failatün tefileleriyle oluşan kalıptan sonra, bu kalıp da çok

kullanılanlar arasındadır. Bu kalıbın ilk parçası feilâtün yerine fâilâtün de olabilir.

Divan şiirinde daha çok bu şekli tercih edilirdi.

Âteş-i hüsni gönüllere kodı cilve-i aşk

Sâgara şu’le-i hâlkerde kodı cilve-i aşk

Şeyh Galip

Feilâtün (Fâilâtün) Mefâilün Feilün (Fa’lün)

(+ + - - (- + - -) / + - + - / + + - (- -) )

Duhteriz def-i zahm-ı endûha

Gül gibi bir tabîbdir dirler

Raşit

Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fâ’lün)

(+ - + - / + + - - / + - + - / + + - (- -) )

Bu iki kalıp Türkçeye en uygun bahirlerden biridir. Türk şiirinde çok kullanılan

bir kalıptır.

Görünce şu’le-i rûyunda dûd pervâne

Yanardı nâr-ı gama hem-çü ‘ûd pervâne

Şeyh Galip

Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün

(- - + / - + - +/ + - - + /- + -)

Ser-geştegân-ı aşkı kayırmaz mı rûzgâr

Çarh ile bir hesâb çevirmez mi rûzgâr

Şeyh Galip

Burada konuyu bitirmeden şu önemli noktaları belirtmeye çalışalım:

Fâ‛ilâtün’lü kalıpların sonu, fâ‛ilün (-+-); fe‛ilâtün’lü kalıpların sonu fe‛ilün (++-) ile

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12

Rübai kalıplarından on ikisi –Mef’ûlü- cüz’iyle

başlar ki, Ahreb vezinleri adını alır.

“Mefûlün” ile başlayan diğer on ikisine de

Ahrem vezinleri denir.

biter. Mısraların sondan bir önceki hecesi kendiliğinden kapalı ise, fâ‛ilün (- +-),

fe‛ilün (++-)=fa‛lün(- -)dür.

Aruz kalıpları incelendiğinde karışık kalıplarda şöyle bir durum vardır:

Birbirinden farklı iki kalıp parçası yan yana gelmiş ise, bir mısrada aynı sırada aynen

bir kere daha tekrar edilir. Böyle kalıplara karışık kalıplar adı verilir. Mesela mef‛ûlü

fâilâtün mef‛ûlü fâilâtün gibi.

RUBÂÎ KALIPLARI

Rubai tarzı İran edebiyatından doğmuş ve oradan Arap edebiyatına ve Türk

edebiyatına geçmiştir. Rubainin 24 vezni vardır. Bunlardan on ikisi –mef’ûlü-

cüzüyle başlar ki, ahreb vezinleri adını alır. Bunlar arasındaki bir takım önemsiz

farklar bir tarafa bırakılarak altıya indirilmişlerdir.

mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûl - - + / + - - +/ + - - + / + -

mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü feûl - - + / + - - - / - - + / + -

mef’ûlü mefâilün mefâîlü feûl - - + / + - + - / + - - +/ + -

mef’ûlü mefâîlü mefâîlü fâ’ - - + / + - - +/ + - - +/ -

mef’ûlü mefâîlün mef’ûlün fâ’ - - + / + - - - / - - - / -

mef’ûlü mefâilün mefâîlü fâ’ - - + / + - + - / + - - + / -

“Mef`ûlün” ile başlayan diğer on ikisine de ahrem vezinleri denir. Bunlar da

aynı şekilde altıya indirilmiştir.

mefûlün mef’ûlü mefâîlü feûl - - - / - - + / + - - +/+ -

mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlü feûl - - - / - - - / - - + / + -

mef’ûlün fâilün mefâîlü feûl - - - / - + - / + - - +/+ -

mef’ûlün mefûlü mefâîlün fâ’ - - - / - - + / + - - - / -

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13

Hece vezninin esası mısralardaki hece

sayısına dayanır.

Hece ölçüsünün esasında mısraın belli

yerlerinden bölünmeler olur, bu bölümlere

durgu denir.

mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlün fâ’ - - - / - - - / - - - / -

mef’ûlün fâilün mefâîlün fâ’ - - - / - + - / + - - - / -

Rubaide ahreb ve ahrem vezinlerinin karıştırılması uygun değildir. Fakat

aynı türden altı veznin birkaçı bir tek rubai içinde bulunabilir. Bununla beraber her

iki kısmın vezinlerini bir rubaide toplayan şairler görülmüştür. Bizim divanlarımızda,

dört mısralık kıtaların başında bazen rubai yazıldığı görülür. Kıta, rubai vezninde

olmadığı hâlde böyle yazılması “dörtlük” anlamında olmasından ileri gelmektedir.

Hece Vezni

Türk dilinin kendi ölçüsü hece veznidir. Bu veznin esası mısralardaki hece

sayısına dayanır. Kelimelerde hecelerin değerleri göz önüne alınmaz, sadece hece

kümelerinin sayısı göz önüne alınır. Bu vezin Türk dilinin tarihi boyunca

kullanılagelmiştir. Mısralarda heceler parmakla sayıldığından ayrıca bu vezne

parmak hesabı/hisâb-ı benân adı da verilir.

Hece ölçüsünün esasında mısraın belli yerlerinden bölünmeler olur, bu

bölümlere durak denir. Mesela 11’li hece ölçüsüyle yazılan bir mısrada 6+5/4+4+3

olmak üzere iki ve üç durgu vardır. Bu vezindeki durgular rakamla gösterilir. Bu

durgular şairin tercihine göre ayrılan bölünmeler değildir. Şiirdeki söyleyiş ahengi

ve akıcılığına göre doğal söyleyişe yakın veya uygun olmalıdır. Bir başka söyleyişle

kalıp şairin tercihi olduğu kadar, durgular sözün gerektirdiği bir durumdur. Mesela

11 heceli olan,

Bir rüyadan artakalmanın hüznü

İçinde gülüyor bana derinden

Mısralarının ilki 6+5 ile durgulanmıyor ancak bu mısra 4+7’li bölünürse doğal

söyleyişe veya hece ölçüsünün kuralına uygun düşüyor. Şair bu duraklarla sözün

ritmini sık sık değiştirip zenginleştirmesini sağlar.

Hece ölçüsünde hece sayısı 2-17 heceli kalıplar görülmüştür. Bu kalıplar

durgulu kullanıldığı gibi durgusuz da kullanılabilir. Hece ölçüsünün eskiden beri çok

kullanılmış ve örneklerine sıkça rastlanılan hece ölçüsünün belli başlı kalıpları

şunlardır:

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14

Yedi Heceliler

(3+4) (4+3)

Çağırdım/erenlere Ecel geldi/cihane

Bu derdi verenlere Baş ağrısı bahane

Bu derdi verdi bana Arsız neden arlanır

Vermesin yarenlere Çaput giyer sallanır

Sekiz Heceliler

(4+4)

Ben susadım/yandı yürek Gönlüm düştü/bir sevdâya

Gitmek oldu ilden gerek Gel gör beni aşk n’eyledi

Anam babam eyler firak Başımı verdim gavgâya

Sefer düştü gider oldum Gel gör beni aşk n’eyledi

Şeyh Mehmed Yunus Emre

On Heceliler

(5+5)

Padişah oldun/taht senin değil

Satın alırsan kul senin değil

Emanet beslenir can senin değil

A dünya senin neni övsünler

On Bir Heceliler

(6+5)

Urum abdâlları/gelür dost diyü

Geydükleri nemet ile post diyü

Hastalarda gelür dermân isteyü

Saglar gelür Sultan Abdâl Musa’ya

Kaygusuz Abdal

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15

Serbest şiirler, kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım

şekillerine bağlı olmayan mısralardan

meydana gelmiş şiirlerdir.

On Dörtlü (7+7)

Cânını terk etmedin/cânânı arzularsın

Zünnârını kesmedin îmânı arzularsın

Şol uşacuklar gibi binersin ağaç ata

Çevgân ile topun yok meydânı arzularsın

Var sen Niyâzî yüri atma okun ileri

Derd ile kul olmadın sultânı arzularsın

Niyazi-i Mısri

SERBEST VEZİN

Kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım şekillerine bağlı olmayan mısralardan

meydana gelmiş şiirlerdir. Bu tür şiirlerde ahenk genellikle iç ritimle oluşturulur.

Özellikle 1930’lu yıllardan sonra yaygınlaşmaya başlayan serbest şiir günümüzün

en çok tercih edilen şiir şeklidir.

Örn

ek

Ayna

Ve gözüm eşyamda değil

Yoruldum maddemden

Tâ ki dünya bitti

Köşk kurdum sâkin oldum

Büyük yeni bir hayat bildim

Yeni yeni bildim yoksa ölüyordu bir şey

İnsan binası yıkılıyordu durmadan

Cahit Zarifoğlu

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16

Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi

verir.

Tek ses benzerliğine dayanan kafiye

çeşididir.

KÂFİYE

Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi verir. Uyak olarak da adlandırılan

kafiyeye halk şiirinde ayak da denilmektedir. Eski Türk şiirinde kafiye sistemi

çoğunlukla mısra başındaydı. Buna “baş kafiye” veya “ön kafiye” denmekteydi.

Türk şiirinde göz için kafiye ve kulak için kafiye olarak iki farklı yaklaşımın

benimsendiği göze çarpar. Divan şiirinde kafiyenin göze hitap etmesi amaçlanırken,

kafiyeli kelimelerin aynı kelime türünden olmasına dikkat edilirdi. Kafiye divan

şiirinde meydana getirilirken kelimelerin ses değerleri üzerinde durulmayıp bir çizgi

sanatı gibi şiir göze yönlendirilir. Divan şiirinde kafiyeyle ilgili kavramlar ve kafiye

çeşitleri konusunda çok fazla terim vardır.Burada divan şiirindeki bu geniş terimler

ve kavramlar dünyasından bahsedilmeyip daha çok günümüz sınıflandırmasına

göre kafiye çeşitlerinden bahsedilecektir.

Kafiye Çeşitleri

Mısra sonundaki ses tekrarı ve tekrarı oluşturan harflerin sayısına göre

kafiyeyi şu şekilde tasnif edebiliriz.

Yarım Kafiye: Tek ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. Yarım kafiye

çoğunlukla Halk şiirinde karşımıza çıkar. Halk şairleri ayak adını verdikleri kafiye

hususunda daha rahat bir tavır göstermişlerdir. Halk şiirinin sazlı ve sözlü olması

onların kulakta bir ahenk oluşturan her ses benzerliğini kafiye olarak

değerlendirmelerine yol açmıştır. Yarım kafiye halk şiirinin tesiriyle Cumhuriyet

döneminde de benimsenmiştir.

Canlı bir yüz bana yaklaştı mehâbetle dolu

Kim bu? Nerden geliş? Hangi yolun yolcusu bu

Faruk Nafiz Çamlıbel

Ben çektiğim kimler çeker

Gözlerim kanlı yaş döker

Bulanık bulanık akar

Dağların seliyim şimdi

Kul Mustafa

Tam Kafiye: Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi olup bir ünlü ve bir

ünsüzün ses benzerliğine dayanır. Fakat kökeni Arapça ve Farsça olan

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17

Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi

olup, bir ünlü ve bir ünsüzün ses

benzerliğine dayanır.

Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine

dayanan kafiye çeşididir.

kelimelerdeki uzun â, û, î seslileri iki ses sayıldığından bunlar da tam kafiye olarak

düşünülmelidir.

Şiir ve onu oluşturan kelimeler Arap harfleriyle yazıldığında harflerin

sayılarında farklılık oluşmaktadır. Bundan dolayı kafiyeyi meydana getiren sesleri

tespit ederken şiirin Latin harfleriyle yazılışını esas almak daha uygun düşecektir.

Sizleri görüyorum bahçemizdeki çamlar

Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem

Derken dallardan, ılık iniveren akşamlar

Evine dönen babam, cam da bekleyen annem

Ziya Osman Saba

Elinden dal gibi düşerken ümit

Ne bir hasret dinle, ne bir âh işit

Bir yaprak ol esen rüzgârlarla git

Kırık bir tekne ol dalgalarla gel

Necip Fazıl Kısakürek

Zengin Kafiye: Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine dayanan

kafiye çeşididir. Kafiyeli kelimelerden biri diğer kelimenin sonunda tekrarlanıyorsa

bu tür kafiyeye tunç kafiye de denir.

Bir çözülmez bilmece;

Hep sayı, harf ve hece…

Necip Fazıl Kısakürek

Şüpheler bağrımda yara

Ellerim boş yüzüm kara

Çağır beni ışıklara

Zaman ve mekân, efendim!

Halide Nusret Zorlutuna

Cinaslı Kafiye: Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin

oluşturduğu kafiyedir. Halk şiirinde özellikle mânilerde karşımıza çıkar. Divan

şiirinde ise gazellerin matla beyitlerinde cinas kullanımı yaygındır. Baştan sona

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18

Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin oluşturduğu

kafiyedir.

Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif,

mısraların sonunda kafiyeden sonra gelen

ses benzerlikleridir.

cinasla örülü gazellerle de karşılaşırız. Cinas daha çok bir söz oyunu sayılır ve ince

bir mizaha dayanır.

Ne var ne var âlemde

Belâ kadar çekici

Örse benzer kellemde

Belaların çekici

Necip Fazıl Kısakürek

Ayırma beni senden Yaradan

Düştüm ölürüm ben bu yaradan

Yunus Emre

REDİF

Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif, mısraların sonunda kafiyeden sonra

gelen ses benzerlikleridir. Kafiyenin sonunda yazılışları, anlamları, görevleri aynı

olan ek, kelime, ek kelime, ek kelime grupları bize redifi verir. Özellikle redif divan

şiirinde simetrik tekrarı ile şiiri belli bir kavram ve konu etrafında toplar. Şaire geniş

bir çağrışım zenginliği kazandırır. Redif şiirde kafiyenin bütünleyicisi ve

zenginleştiricisidir. Redif, divan ve halk şiirindeki önemli yerini yeni Türk şiirinde

önemli ölçüde yitirmiştir.

Bu beyitte mısra sonlarındaki olsunlar kelime redife örnektir.

Nice bir mübtelâ-yı aşka hicrân-ı belâ olsun

İlâhi kendü gibi bî-vefâya mübtelâ olsun

Baki

Yine aşağıdaki dörtlükte kelime redif vardır.

Lâleyi, sümbülü, gülü hâr almış

Zevk ü şevk ehline âh u zâr almış

Süleyman tahtını sanki mâr almış

Gama tebdîl olmuş ülfetin çağı

Bayburtlu Zihni

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19

Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas,

tedvir, tekrir, tensik gibi sanatların da ahenge

katkıları söz konusudur.

Bu beyitte ise; -dan gayrılar ek kelime rediftir.

Dime kim yârda yok cevr ü cefâdan gayrı

Ne dilersen bulunur mihr ü vefâdan gayrı

Necati

Karamanlı Ayni’nin aşağıdaki beyti kelime grubu redife güzel bir örnektir.

Gönül bedrin hilâli aldı gitti

Dili fikr-i mahâli aldı gitti

Karamanlı Ayni

AHENGE KATKI SAĞLAYAN TEKRAR SANATLARI

Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas, tedvir, tekrir, tensik gibi

sanatların da ahenge katkıları söz konusudur. Bu sanatlarla ilgili tanımlamalar ve

örnekler bu ders kitabının Edebi Sanatlar ünitesinde verilecektir.

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20

Öze

t •Ahenk, duygu düşüce ve hayalin etkili olabilmesi için ses, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelecek biçimde uyumlu sıralanışıdır. Edebî metnin vazgeçilmez unsurlarından olan ahenk söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye, redif ve bazı edebî sanatlarla karşımıza çıkar. Türk İslam edebiyatı anlayışı çizgisinde eser veren şair ve yazarlar okuyucu üzerinde belli bir etki bırakmak ve onu farklı bir atmosfere sokmak için ahenk unsurlarına başvururlar.

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

Değerlendirme

sorularını sistemde

ilgili ünite başlığı

altında yer alan “bölüm

sonu testi” bölümünde

etkileşimli olarak

cevaplayabilirsiniz.

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Aşağıdakilerden hangisi ahenk unsurlarından biri değildir?

a) Aliterasyon

b) Kelime tekrarı

c) Kafiye

d) Aruz ölçüsü

e) Telmih sanatı

2. “Bir edebî metinde ünlü harflerin birden fazla tekrarı” tanımına uygun düşen edebî terim aşağıdakilerden hangisidir?

a) Assonans b) Redif c) Aliterasyon d) Hece ölçüsü e) Mısra tekrarı

3. Aşağıdaki aruz kalıpları içinde rubai kalıbını bulunuz.

a) Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün b) Müstefilün müstefilün müstefilün müstefilün c) Mefûlü mefâîlü mefâîlü feûl d) Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün e) Fâilâtun fâilâtun fâilâtun fâilun

4. Aşağıdakilerden hangisi bir aruz kusurudur?

a) Açık hece b) Zihaf c) Kapalı hece d) Aruz bahri e) Tefile

5. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde cinas vardır?

a) Ne kâdir itmege bahs-i neşat ehl-i gama Sıkılmayan bu harâbâtda usâre gibi

b) Her gören ayb itdi âb-ı dîde-i giryânumı Eyledüm tahkîk görmiş kimse yok cânânumı

c) Bulur encâm gerçi cevr-i felek Sabr-ı eyyûb ömr-i nûh gerek

d) Kısmetündür gezdiren yer yer seni Arşa çıksan âkibet yer yer seni

e) Göz gördi gönül sevdi seni oy yüzü mâhum Kurbânun olam var mı benüm bunda günâhum

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22

6. Aşağıdaki dörtlüklerin hangisinde kelime redif vardır? a) Buralardan çok uzakta bir köydü Beyaz billûr bir derecik içinden Hıçkırırdı sevinerek geçerken Kenârında vardı birçok söğüdü b) Hiç kalmadı asla ağıt tutanım Sıra ile kol üstüne yatanım Mecnûn oldum terk eyledim vatanım Bizim eller nere bilmem ağlarım c) Dün ü gün fikrim budur kim aceb erkân nedir? Ten nedir aslı nedir ten içinde cân nedir? Yerleri gör kim niçin toprağa urmuş yüzün Bulutlarda dün ü gün gerdiş-i gerdân nedir? d) Her kim merdâne Gelsin meydâne Bakmasın cane Kimde hüner var e) Sükût indi karanlıkla yorgun denize Ufuklarda uğuldayan rüzgâr uyudu Ay gecenin elinde bir sedef yelpaze Ölgün sular gök halkının rüyalı yurdu

7. Aşağıdakilerden hangisi ahengi sağlayan tekrar sanatlarından biri değildir?

a) Hüsn-i talil b) İştikak c) Akis d) Kalb e) İrsat

8. Aşağıdakilerden hangisi durgu terimini tanımlamaktadır?

a) Sonu ünsüz veya uzun ünlüyle biten hecedir. b) Edebî metin içinde ünsüz harflerin birden fazla tekrarıdır. c) Mısra sonunda kafiyeden sonunda gelen ses benzerlikleridir. d) Hece ölçüsüyle yazılmış mısraların belli yerlerinden bölünmesidir. e) Mefûlün cüzüyle başlayan aruz vezinlerine denir.

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23

9. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde kelime tekrarı vardır?

a) Cânâ ne var garibüne itmezsin iltifât Vuslat sizün diyârda âdet degül midir b) Dûd-ı âhum ne aceb göklere tutsa yüzüni Âşıkun kimisi var ola Hudâ’dan gayrı c) Ölüm işi Hak işidir ondan kim incinir Yâr Necâtî gayr ile görmekdür ölüm d) Varlığın bile ne hâcet küre-i âlem ile Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile e) Bülbüller öter güller açar şâd gönül yok Hiç böyleliğin görmemişüz fasl-ı bâhârın

10. Aşağıdaki beyitte görülen kafiye ve redif ile ilgili aşağıdaki eşleştirmelerden doğru olanı bulunuz?

Dinle neyden hikâyet kılmada

Ayrılıklardan şikâyet kılmada a) Yarım kafiye-kelime redif b) Zengin kafiye-kelime redif c) Tam kafiye-kelime grubu redif d) Yarım kafiye-ek redif e) Zengin kafiye-kelime grubu redif

Cevap Anahtarı

1-e, 2-a, 3-c, 4-b, 5-d, 6-c, 7-a, 8-d, 9-c,10-b

Ahenk Unsurları

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24

YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER

KAYNAKLAR

Aksan, Doğan(1999). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili: Ankara.

Ayyıldız, Mustafa ve Hamdi Birgören (2005), Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Ankara.

Cengiz, Halil Erdoğan(1983), Divan Şiiri Antolojisi: İstanbul.

Coşkun, Menderes (2010), Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar: İstanbul.

Çetin, Nurullah(2003), Şiir Çözümleme Yöntemi: Ankara.

Çetişli, İsmail (1998), Cahit Külebi ve Şiirleri: Ankara.

Çetişli, İsmail (2004), Metin Tahlillerine Giriş/1 Şiir: Ankara.

Dilçin, Cem(2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.

İpekten, Haluk (1999), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Arûz: İstanbul.

Kısakürek, Necip Fazıl(1989), Çile: İstanbul.

Külekçi, Numan (2005), Edebî Sanatlar: Ankara.

Macit, Muhsin(1996), Divan Şiirinde Ahenk Unsurları: Ankara.

Mermer, Ahmet vd. (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara.

Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri

Sözlüğü: Ankara.

Miyasoğlu, Mustafa(1999), Ziya Osman Saba: Ankara.

Onay, Ahmet Talat(1996), Türk Şiirlerinin Vezni, (Haz.Cemal Kurnaz): Ankara.

Pala, İskender (2010), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: İstanbul.

Saraç, Yekta (2006). Klasik Edebiyat Bilgisi Belagat: İstanbul.

Şafak, Yakup (1996), “Fars ve Türk Edebiyatlarındaki Arûz Vezinlerinin Ritmik

Yapıları Üzerine Düşünceler”, Yedi İklim, X (70), 31-34.

Tarlan, Ali Nihat (1992), Necâtî Bey Divanı: Ankara.