cahİlİye dÖnemİ - İlim dergisi4 ilim eylÜl-kasim 2018 sayı: 32 ميحرلا نحمرلا...

40
ilim 32. SAYI EYLÜL-KASIM 2018 32 د العد1440 صفر- جة ذى اISSN:2146-7781 ARABİYÂT VE İSLAMİYÂT E-DERGİSİ Kısa Soruşturma: Cahiliye Denince Aklınıza Ne Geliyor? Şematik Cahiliye Dönemi İslam Öncesi Dünya Tarihi Siyer Literatürü Nasıl Oluştu? Süje-Üstobje Bağlamında Şirk Psikolojisi Abdullah İbni Mübarek ile Ustalarından Kulluk Sanatı Ürdün’de Gevezelik Yapmak ilimdergisi.org CAHİLİYE DÖNEMİ

Upload: others

Post on 22-Mar-2021

4 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim32. SAYI EYLÜL-KASIM 2018ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

ISSN:2146-7781

ARABİYÂT VE İSLAMİYÂT E-DERGİS İ

Kısa Soruşturma:

Cahiliye Denince Aklınıza Ne Geliyor?

Şematik Cahiliye Dönemi

İslam Öncesi Dünya Tarihi

Siyer Literatürü Nasıl Oluştu?

Süje-Üstobje Bağlamında

Şirk Psikolojisi

Abdullah İbni Mübarek ile

Ustalarından Kulluk Sanatı

Ürdün’de Gevezelik Yapmak

ilimdergisi.org

CAHİLİYEDÖNEMİ

Page 2: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilimDİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR E-DERGİSİ

İmtiyaz sahibi: Muhammed Yazıcı

Editör: Mustafa Alp

İlim Dergisi, Dâru’l-İlim İslamî İlimler Merkezi ve İlimevleri hocaları tarafından yayına hazırlanmaktadır.

Derginin tüm sayılarını online okumak için: ilimdergisi.org

Görüş ve makale gönderimi: [email protected]

Dâru’l-İlim web adresi: darulilim.com

İlimevleri web adresi: ilimevleri.com

CAHİLİYEDÖNEMİ

VAHYİN AYAKLARINI YERE BASTIĞI ZEMİN

KISA SORUŞTURMA: CAHİLİYE DENİNCE AKLINIZA NE GELİYOR? 6

Page 3: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

SERBEST YAZILAR

ABDULLAH İBNİ MÜBAREK İLE KONUŞTUM} MUSTAFA ALP

DİN FELSEFESİ TARİHİ ÜZERİNE} İBRAHİM TÜRKAN

ÜRDÜN’DE GEVEZELİK YAPMAK} YUNUS EMRE KARADAĞ

DOSYA YAZILARI

ŞEMATİK CAHİLİYE DÖNEMİ} MUSTAFA ALP

İSLAM ÖNCESİ DÜNYA TARİHİ} FATİH YAZICI

SİYER LİTERATÜRÜ NASIL OLUŞTU?} MUHAMMED YAZICI

ŞİRK PSİKOLOJİSİ} EMRE GÜNDOĞDU

34

36

31

1611

20

26

Gelecek sayı konusu:

Peygamberimizin Risalet Öncesi.

Yazılarınızı değerlendirilmek üzere

[email protected]

adresine mail atabilirsiniz.

Page 4: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 324

بسم الله الرحمن الرحيم

Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken ufak bir format değişikliğini de haber vermiş olalım. İrşad ve davet ağırlıklı bir çizgi-de ilerliyorduk iki yıldır. Kur’an ve sünnet nasları yanında, aslî Arapça kaynak-lardan gündelik hayatımıza ilkeler devşirmeye gayret ediyorduk. Dünü kişisel yorumlarımızla harmanlayarak aktarıyor, kitabî malumata çağdaş dünyanın ihtiyaçları ekseninde yaklaşıyorduk; fakat bundan böyle her sayı daha da yo-ğunlaşacak şekilde geleneğe odaklanacağız. Keşf-i kadim sadedinde kişi-sel yorumlar katmadan, salt varolanı, en orijinal kaynaklardan size sunmaya çalışacağız. Bu noktada birinci derecede imam hatip, medrese ve ilahiyat öğrencilerine hitap etmeyi hedefliyoruz.

Elinizdeki sayı, İslam öncesi cahiliye evresini mercek altına alıyor. Arapların ilk kayıtlı tarihî dönemlerinden Peygamber-i Zişân’ın bi’setine kadar geçen süreç. Hususen miladi beşinci ve altıncı yüzyıl Cezîratü’l-Arab sakinlerinin ekonomik, siyasî ve sosyal panoramasını tahlil etmek emelindeyiz. İtiraf et-meliyiz ki cahiliye dönemine bakışımız sorunlarla malul. İslam’ın bölgeye ge-tirdiği itikadî ve ahlakî vizyonu övme sadedinde İslam öncesi dönemi yerden yere vururken, neden sözkonusu toprakların vahyin mihmandarı olarak seçil-diği sorusuna cevap bağlamında abartılı övgülere kaçabiliyoruz. Barbarlık-tan medeniliğe gidip gelen bir algı sarkacı... Oysa gerçekte nedir cahiliye? Değerler skalasında nerede durur? Fahr-i Âlem buradan ne kadar etkilenmiş, yine burayı ne kadar etkilemiştir? Dolayısıyla mevcut vahyî müktesebatın ne kadarında mezkûr devir insanının duygu ve düşün düzeyi dikkate alınmıştır?

Page 5: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم5 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Bütün bu hayatî sorulardan en azından bir kısmına dergi sayfalarında cevap bulacağınıza inanıyo-ruz. Mutad kısa soruşturmalarımızda bu kez beş öğretim görevlisi hocamıza aynı soruyu yönelttik: “Cahiliye denince aklınıza ne geliyor?” Cevaplardan farklı bakış açıları kazanacağımızdan kuşku yok. Girizgâh kısmında cahiliye dönemini etraflıca işleyen bir şema yer alıyor. Güneydeki krallıklar-dan Mekke’deki hâkim soylara pek çok özet bilgiyi orada bulabileceksiniz. Yine İslam Öncesi Dünya Tarihi yazısı, İslam’ın getirdiklerini karşılaştırma bakımından mevcut diğer medeniyet havzalarına ışık tutuyor. Emre Gündoğdu’nun Şirk Psikolojisi makalesi, modern teorilerden yardım alarak putpe-rest tipolojisini irdeliyor. Bu açıdan özenli ve orijinal bir yaklaşım. Muhammed Yazıcı hoca orta sayfa köşesinde ilk dönem siyer kaynakları ve siyerin ilimleşme sürecine dair yazısıyla bizi literal gezintiye çıkarıyor. İbni Hişam’ın es-Sîratü’n-Nebeviyye dersine tutulan notlardan derlenen bu yazının video halini emedrese.tv adresinden izleyebilirsiniz. Bu vesileyle alanında uzman hocalardan klasik med-rese kitaplarının okunduğu binlerce videoluk dijital medresemizin de müjdesini vermiş olalım. Gün be gün genişleyecek olan İslamî ilimler portalını mutlaka ziyaret etmelisiniz.

Evet, değerli kardeşler, bir sonraki kapak konusunda; Risâlet Öncesi Peygamberimiz temasında bu-luşmak üzere Rabbi Zülcelâle emanet olun. Unutmadan, bu sayıyı İslam Davetinin Mekke Dönemi başlıklı 16. sayımızla (Aralık 2016) birlikte değerlendirmenizi tavsiye ederiz. Web adresimizden tüm sayılar gibi onun da pdf’sini ücretsiz ve üyelik gerektirmeden indirebilirsiniz.

İyi okumalar efendim.

[email protected] ilimdergisi.org

32. sayıdan

merhaba

Page 6: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

CAHİLİYE DENİNCE AKLINIZA NE GELİYOR?

Prof. Dr. M. Bahaüddin VAROL Konya NEÜ. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı

Cahiliye dönemi, İslam öncesi Arap top-lumunun genel anlamda yaşam biçimidir.

Bu bireysel ve toplumsal yaşam alanın her iki-sini de kapsamaktadır. Bu okuma yazma bilmemek

ya da bilgisizlik değildir. Zira her toplumun bir bilgi düzeyi vardır. Cahiliye İslam’ın değiştirmek, dönüştürmek istediği ve bunu gerçekleştirdiği bir yaşam şeklidir. Bu yönüyle cahiliye tarihin sadece bir dönemine ait olmayıp her dönemde teker-rür edebilecek bir özelliğe de sahiptir. O nedenle cahiliye, yerine ikame edilen İslam’ı din edinen bizler için bilinmesi, anlaşılması ve anlamlandırılması gerekli olan bir şeydir.

Cahiliyenin tam olarak anlaşılabilmesi için iki şeyin çok iyi bilinmesi gerekir. 1. Cahiliye toplumunun bireysel ve top-lumsal özellikleri, 2. Rasûlullah s.a.v.’in vahiy rehberliğinde yürüttüğü İslamî değişim ve dönüşümün ilkeleri ile bu ilkele-rin uygulama süreçleri.

Bu iki bilgi ekseninde cahiliye dönemi ile ilgili olarak sıra-sıyla şu hususlar aklımıza gelmektedir:

1. Allah/Tevhid inancından yoksunluk: Cahiliye denince akla gelen ilk şey budur. Tevhid inancından uzaklaşmış bir Allah tasavvurunun şirk düzeyini ortaya çıkaracağı ve bu düzeydeki bir Allah inancının ise İslam nazarında hiçbir an-lam ifade etmeyeceği açıktır. Nitekim Hz. Peygamber’in teb-liğinin ilk konusu tevhid olmuştur. Duygu ve düşüncelerde, dolayısıyla uygulama alanında etki ve rolünü kaybetmiş olan Allah/tevhid düşüncesinin ikamesi için mücadele etmiştir. Bu aşama en önemli ama aynı zamanda en zor aşamadır. Şirke kaymış bir algı ve kişiliği, duygu ve zihni tevhide trans-fer etmek, benimsetip kalıcı olmasını sağlamak oldukça zor-dur. Ancak şu da bir gerçektir ki; tevhide transfer edilmemiş, tam manasıyla tevhidi anlamamış ve kavramamış zihinlerde bireysel ve toplumsal dönüşümün diğer aşamalarını gerçek-leştirmek ve kalıcı hale getirmek mümkün değildir.

2. Ahlakî değerlerden yoksunluk/yozlaşma: Cahiliye toplumunun inançtan sonraki en önemli özelliği budur. Put-perest inanç ahlaki ilkelere bağlılığı, tutarlılığı sağlamıyor-du. Nitekim Rasûlullah s.a.v. iman/tevhidden sonra ahlaki

üzeyi oluşturmaya çalışmıştır. İslam ahlakıyla zemini pekişti-rilmemiş toplumsal yapının diğer katlarına/aşamalarına geç-mek, istenen değişim ve dönüşümü gerçekleştirmeyecektir. İbâdât ve muâmelât alanları ancak böyle bir ahlaki zemin üzerine inşa edilmelidir. Toplumsal ve bireysel alandaki deği-şimi güçlü ve sabit tutacak şey ahlaki tutarlılıktır. Mekkî sûre ve ayetlerin büyük bölümü bu ilkelerle şekillenmiştir.

3. Kabilecilik taassubu/asabiyet: Allah Rasûlü’nün en çok mücadele ettiği bir konu da budur. Kabîlevî yaşam algısı ve onu kutsal hale getiren asabiyet, aidiyet psikolojisinin her türlü inanç ve ilkenin önüne geçmesi anlamına gelmektedir. Cahiliyede çok güçlü olan kabilevî bağlar asabiyet ile farklı bir formata dönüşerek var olmakla eş anlamda bir değer bul-muştur. İslam’da ise sadece kavim ve kabile değil, İslam ve müslümanlığın önüne konumlandırılan her türlü aidiyet algı-sı reddedilmiş, cahiliyeye nispet edilmiştir. Toplumun bütün fertleri eşit haklara sahip olarak kabul edilmiş ve herkesi ku-caklayan bütüncül bir devlet/toplumsal yapı öngörülmüştür. Bu yapı sadece müslümanları değil ğayr-i İslamî unsurları da ihata etmiştir. Hz. Peygamber’in Medine’de oluşturduğu top-lum yapısı bunu en güzel şekilde göstermektedir.

4. Aile yapısının yozlaşması: Cahiliye, nikahın sadece bir sosyal ritüel olarak görüldüğü, kadının aşağılanıp değersiz-leştirildiği, evlilik ve ailenin nesil oluşturma ve yetiştirme gö-revinden uzaklaşıp farklı amaçlara dönük bir yapı kazandığı bir görüntüyü yansıtır. Ailenin çöküşü toplumsal anlamda bir çöküşü de ortaya koyar. Hz. Peygamber’in gerek kendi kur-duğu yuva, gerekse İslami ilk dönemde kurulan diğer aileler, kadının rolünün güçlendirildiği, aile fertlerinin birbirine en-tegre edildiği, toplumsal etki ve rolünü yerine getiren temel bir kurum özelliğini yansıtır.

5. Hurafe, efsane, kehanet vb. şeylerin dini duygu ve dü-şüncelerin yerini alması: Putperestliğin beslediği diğer bir alan da burasıdır. Cahiliye toplumu aslı olmayan bir takım uydurma şeylerin doğru dini bilgi yerine ikame edildiği, in-sanların bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde onların peşinden gittiği bir ortamı yansıtır. Fal okları ve kumar kurumsallaş-mış bir yapı arzeder. (Eysâr ve ezlâm). Cahiliye insanı için bir takım efsane ve hurafelere inanmak (Eyyâmü’l-Arab), yine önemli işlerinde kahinlere başvurup ona göre hareket etmek, kutsadıkları gelenek içerisindeki temel olgulardır. İslam

İlim Dergisi 32. Sayı Kısa Soruşturması // [email protected]

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 326

Page 7: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

CAHİLİYE DENİNCE AKLINIZA NE GELİYOR?

bütün bunları yok ederek yerine tevhîdî inanç sistemini yer-leştirmiştir.

6. İbadetlerin yozlaştırılarak şekilden ibaret bir ritüele dö-nüştürülmesi: İbrâhimî temelden gelen kimi ibadetler tahrif ve tağyire uğratılarak, anlam ve amacından uzaklaştırılmış toplumsal ve ekonomik çıkar düzeyine indirgenmiştir. Bunun en güzel örneği hac ibadetidir. Diğer bireysel ibadetler de aynı şekildedir. İslam bütün ibadetleri aslına dönüştürerek gerçek anlamını kazandırmıştır.

7. Temel insan haklarının yok sayılması ve ilişkilerin çıkar üzerine kurulması: En temel insanî değerlerden olan insan hakları cahiliyede sadece güçlülerin elindeki bir olgu idi. Köle ve cariyeler bu haklardan mahrum, azâd edilenler dahi mevâlî olarak hür olanların haklarından uzak idiler. Hürler de kabilesinin gücü nispetinde bir hakka sahiplerdi. Mekke’nin sahibi olan Kureyş ile iyi ilişkileri olan ya da onların çıkarla-rına hizmet edenler diğer insanlardan daha farklı imtiyazlara sahip olurlardı.

Cahiliye dönemi, saymaya çalıştığımız bu özelliklerinin yanısıra adaletin sarsıldığı, güvenin kaybolduğu, güçlülerin her zaman haklı olduğu, ufukların dar ve küçük çıkarların pe-şinden koşulduğu, bilginin ve bilgi sahiplerinin değersizleşti-rildiği gibi daha birçok hususun zikredilebileceği bir dönemi hatırlatmaktadır.

Aslolan ve bize düşen bugün toplumumuzda saymaya çalıştığımız cahiliye ilkeleri mi yoksa onun yerine ikâme edi-len İslam’ın ilkelerinin mi bulunduğudur. Buna vereceğimiz cevap bizim nerede durduğumuzu ve nasıl olduğumuzu orta-ya koyacaktır. Bu vesile ile her birimize düşen büyük sorum-luluklar olduğunu bir kez daha hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar vardır.

Prof. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü

Cahiliye denince aklıma gelen en önemli hu-sus, Kur’an’ın indiği zemin olmasıdır. Bu yüzden

bir kişinin Kur’an’ı anlaması, cahiliyeyi bilip an-lamasından geçmektedir. Bu durum bir anlamda, ayetlerin

sebeb-i nüzulüdür yani tarihi bağlamıdır. Bizim geleneğimiz, Kur’an’ın anlaşılması için ayetin ayetle, ayetin rivayetle ve metnin kendi iç bütünlüğüne dikkat etmeyi yani Kur’an’ın kendi bağlamını göz önünde tutmayı prensip edinmiş; buna daha birçok kural da eklemiştir. Ama çoğu müfessirin “tarihi bağlamı” gözardı ettiğini söylemek mümkündür. Kur’an bir boşlukta inmeyip de belli bir bağlamda indiğine göre, belli bir yerden ve belli bir dönemden konuştuğuna göre, onu kendi dünyamızda anlamak ve anlamlandırmak için, indiği tarihi ortamı çok çok iyi anlayıp idrak etmeliyiz. İşte bu, Cahiliye Dönemi veya bizim daha çok kullanmayı tercih ettiğimiz şek-liyle İslam Öncesi Dönem’dir.

Aslında aynı şeyi, yani Kur’an’ın anlaşılması için yaptığımızı, Allah Resulü’nün dünyasını anlamak için de yapmak duru-mundayız ve yapıyoruz. Onun evlilikleri, savaşları, sosyal ve siyasal dünyasının bizim açımızdan örnekliğinin doğru yerine oturtulması için yine o dönemin yani İslam öncesi dönemin algı ve anlayışlarının bilinmesi gerekmektedir. Yoksa cahi-liye deyince aklımıza, şirk, kötülük, her türlü ahlaksızlık ve pislik geliyor da diyebiliriz. Bunun vaaz ve slogandan ibaret olmaması için bunların bulunduğu bir ortama gelen Kur’an ve Resulün, onları nereden nereye getirdiğinin ve bizim de içinde bulunduğumuz konum ve zeminde onları nasıl anlam-landırmamız gerektiği söylenmelidir.

Prof. Dr. Adem APAK Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İslam Tarihi Anabilim Dalı

İslâm öncesi Arap tarihi genel olarak Câhiliye çağı, bu dönemin

kültürü de Câhiliye kültürü olarak isimlendirilir. Bu tabirlerden bir asırdan

başlayıp beş asra kadar ulaşan Arap geç-mişi kastedilir. Arap kültürü ise esasında Hz. Peygamber’in (sav) peygamber olarak gönderildiği ortam, başka bir ifadey-le Kur’ân vahyinin muhatap aldığı vasat anlamına gelir. Dola-yısıyla gerek Kur’ân’ın anlaşılması, gerekse Hz. Peygamber’in tebliği için ilk muhatap olarak kabul edilen insanların doğru tanınabilmesi için Câhiliye dönemi şartlarının ve Câhiliye insanının zihniyetinin en doğru bir şekilde tespit edilmesine ihtiyaç vardır.

العلم7 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 8: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Câhiliye kavramına genelde olumsuz bir anlam yüklen-miş, üstelik câhiliye genellemeci bir anlayışla sadece putlara tapmak ve özellikle kız çocuklarının toprağa gömülmele-riyle özdeş kabul edilmiştir. Burada zikredilen davranışlar câhiliyede görülmüş olmakla birlikte bu dönemi sadece adı geçen fiillerle açıklamak eksik olur. Halbuki, en geniş anla-mıyla câhiliye dönemi veya kültürü Hz. Peygamber’in (sav) içinde doğduğu ve yetiştiği, özetle risâletini yayma misyo-nunda hazır bulduğu çevredir. Allah Rasûlü’nün (sav) tebliğ mücadelesini, gerekse onun meydana getirdiği değişimleri tespit edebilmek ancak onun yaşadığı dönemi bütün detay-larıyla bilmekle mümkün olur. Ayrıca unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber (sav) hayatının büyük bir kısmını câhiliye kül-türünün ve anlayışının hakim olduğu ortamda geçirmiş, yine risâlet görevinin 13 yılını câhiliye kurallarının geçerli olduğu Mekke toplumunda sürdürmüştür. Bu sebeple câhiliyeyi bil-mek aynı zamanda siyer konularını da kavramakla doğrudan alakalıdır.

Doç. Dr. Cafer ACAR AYBÜ İslami İlimler Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı

Cahiliye denince bilgiden öte hilm eksikli-ği hatıra gelmelidir. Bireye karşı, topluma kar-

şı ve Yaratıcıya karşı hoyratlık, sorumsuzluk ve şuursuzluk halidir. Bu üç husus bir yerde oldu mu

orası cahiliyenin zirve yaptığı yer olarak görülebilir.

Cahiliyenin bireyin kendine dönük boyutu, kişinin kendi nefsinin bizzat kendisinin kontrolünden çıkması haliyle izah edilebilir. Günahların bile bile işlenmesi ve bunu engellemeye insanın takatinin kalmaması tam da böyle birşeydir. Nefsini bilmeyi beceremeyen insanın Rabbinden uzaklaşması cahili-yenin birey boyutunda tipik bir tezahürüdür.

Cahiliyenin sosyal boyutuna gelince, özellikle toplumun zayıflarına karşı kayıtsızlık hatta hadsizlik gibi bir karakteri vardır. Mazlum, mağdur, zayıf gibi kavramlar sahipsiz kal-mıştır cahiliye toplumunda. Onun yerine soy, sop ve neseb vardır. Kabile vardır. Kan bağı vardır. Haklılığın ölçüsü, sahip çıkılmanın ölçüsü bunlar olmuştur. Bu değerler bütün manevi değerlerin önüne geçmiştir. Cahiliyede yaşayan zayıf kimse-nin “kimsesi” maalesef kalmamıştır.

Cahiliyenin Yaratıcıya yönelik boyutuna gelince, orada Yaratıcının yanında başka ilahlar vardır. Nefis, kibir, istiğna, mal sevgisi, şehvet ve makam yeni tanrılar olmuştur. Duruma

göre biri diğerinin önüne geçmekte hatta haşa Allah’ın alter-natifi olabilmektedir.

Cahiliyenin sirayet özelliği vardır. Sadece İslam öncesi dö-nemle sınırlı kalmamıştır. Allah Resülü bu hastalığa karşı en büyük mücadeleyi vermiş ve bu yönde ashabını uyarmıştır. Ren-ginden dolayı kınanan Bilal’i korumuş, ona karşı bu hatayı yapan Ebu Zer’i cahiliyeden korunması hususunda tembihlemiştir.

Dr. Öğr. Üyesi Abdullah Erdem TAŞ Dumlupınar Üniversitesi İslami İlimler

Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı

Nasıl ki Peygamber Efendimiz’in (sas) hayât-ı saâdetleri her vechesiy-

le bizim için en güzel örnekleri barın-dırıyorsa Câhiliye dönemi de aksi isti-

kamette bizim için bir ibretler meşheridir. Müslümanlar Efendimiz’in (sas) hayatına bakarak hayatlarını tanzim ederken Cahiliye dönemi Araplarının küfre, şirke, ni-faka ve şikaka nasıl düştüklerine bakarak da kendilerine çeki düzen vermelidir.

Diğer taraftan Cahiliye dönemi Arap toplumunu de-ğerlendirirken “mesâlibü’l-Arab” (Arapların ayıpları) kadar “fazâilü’l-Arab”ı (Arapların faziletleri) da dikkate almalıyız ki vahyin/İslam’ın niçin bu toplumda neş’et ettiğini de idrak edebilelim.

Şu iki hususu dikkate aldığımızda günümüz modern top-lumuyla Cahiliye dönemi Arap toplumunu karşılaştırabiliriz. Birçok vecheden bu karşılaştırma yapılabilirse de bizim bu-rada öne çıkaracağımız husus, Cahiliye Araplarının ilkesel olarak -putperestlik şeklinde de olsa- kendilerinden üst bir otoriteye bağlanmalarına nazaran modern toplumun fertle-rinin büyük ölçüde kendilerinden üst bir otorite tanımayarak nefsini ve hevasını ilah edinmeleridir. Araplar bozuk da olsa bir Allah inancına sahiptiler. Yaşadıkları maddi hayatı merke-ze almaları, onların ilah anlayışını bozmuş; tenzihi idrak ede-meyerek teşbihe düşmüş ve putperest olmuşlardı. Modern insan ise “özgürlük”, “hümanizm” vs. kavramların arkasına saklanarak kendini merkeze almış ve nefsini putlaştırmıştır. Bu açıdan bir taraftan Cahiliye dönemi Arap toplumuna/fer-dine bakarak yoldan çıkmamak için ibret almamız gerekirken günümüz toplumunun üzeri yaldızlanmış ahlakî düşüklüğüne de dikkat etmemiz elzemdir.

İlim Dergisi 32. Sayı Kısa Soruşturması // [email protected]

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 328

Page 9: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Dr. Öğr. Üyesi Osman AYDINLI Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı

Cahiliyye: insanın Allah’ı gereği gibi tanı-maması, ona kulluk etmekten uzaklaşması,

onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir,

yasak ve düşüncelere inanması, bir şeyi gerçeği dışında bil-mesi, anlaması ve buna göre amel etmesi demektir.

Diğer bir deyişle Cahiliyye; insanı insana köle yapanların, Allah’ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah’ın hük-münden başka hükme rıza gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir. Sonuçta Cahiliyye’nin de bir inanma biçimi ol-duğunu söyleyebiliriz.

Dr. Öğr. Üyesi Halit ÇİLKahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı

Cahiliyeyi temel olarak ikiye ayırabiliriz:

Dönemsel cahiliye: Hz. İsa’ya gelen İncil tahrif edildikten sonra, Hz. Muhammed’in pey-

gamberliğine kadarki zaman.

Kavramsal cahiliye: Cahiliye tabiri, okur-yazar olmama durumu, bilgisizlik manalarına gelmekle beraber, Kur’an ve sünnette çizilen cahiliye kavramı özetle; hakikatin bilgisin-den yoksunluk, hakikate vakıf olamamaktır.

Isfahanî cehaleti üçe ayırır:

İnsanın bilgiden yoksun olmasıdır.

Bir şeye, olduğundan başka biçimde inanmaktır.

Bir şeye, hak ettiğinden başka bir şekilde davranmaktır. Bunu yaparken ister doğru bir inanca sahip olsun, isterse yanlış bir inanca dayansın fark etmez. (Müfredat, 249-250)

Kur’an’da cahiliye kavramı tamlama şeklinde geçer: Cahi-liye zannı [zihniyeti] (Âl-i İmran: 154), cahiliye hükmü (Yoksa ca-hiliyye hükmünü mü arıyorlar? Maide: 50), teberrücü’l-cahiliye (Eski cahiliye dönemindeki gibi kırıtarak, her türlü cazibenizi sergilemek üzere, sokaklara dökülmeyin. Ahzab: 33), cahiliye taassubu (O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahi-liye taassubunu yerleştirmişlerdi. Fetih: 26)

Sözün gücü, cömertlik, himaye, cesaret, Harem bölgesine

hürmet gibi müspet yönleri; kızları canlı toprağa gömme, içki-kumar-falcılık, kabile taassubu, çarpık nikah şekilleri, kölelik, putperestlik gibi menfi yönleri beraberce okunduğunda doğru bir cahiliye dönemi ortaya çıkar.

Cahiliye döneminde bazı kişiler; ekonomik ve savaşma gücü zayıflığı, namus endişesi, cariye olma ihtimali gibi basit sebeplerle kız çocuğunu diri diri toprağa gömme fiilini işle-mişlerdir. Bu durum ayette şöylece tasvir ve tahkir edilmek-tedir:

“Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kö-tülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” (Nahl: 58-59)

Kimileri kız çocuğunu canlı olarak gömmek isterken, kimi-leri de gömülmek istenilen kızları kurtarma derdine düşmüş ve onları himayesine almıştır. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Sa’sa’a b. Muâviye gibi kişiler, öldürülmek istenen kız çocuklarını babalarından ücret karşılığı alarak, onların bakım ve büyütül-melerini üstlenmişlerdir (İbn Hişâm, I, 298; Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 24).

Göçebeliğin yaygın olması, kabile mantığıyla yönetilme-leri, kabileler arasında ihtilaf ve savaşların olması gibi unsur-lar sebebiyle güçlü bir devlet kuramamış olan cahiliye Arap-larında Kabe’nin kutsallığıyla beraber putperestlik oldukça yaygındır.

Kur’an’ın tarif ettiği ve Hz. Peygamber’in mücadele ettiği cahiliye kavramı dönemsel değil, tüm zamanlara hitap et-mektedir.

Arş. Gör. Selahattin POLATOĞLU Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı

Câhiliye kelimesi bir olguyu ifade et-mekle beraber toplum ve devir/çağ/

dönem kelimeleriyle birlikte kullanılır. Câhiliye devri Hz. Peygamber (s.a.s)’in gelişiyle son bulmuş; ancak izleri ve uzantıları kıyamete dek yeryüzünde görülebi-lecektir. Câhiliyenin başlıca özelliği hakikatten uzak bir varlık telakkisine sahip olmasıdır. Diğer bir ifadeyle Câhiliye yüce yaratıcı, âlem ve insan hakkında yanlış telakkilerin bir so-nucudur. Câhiliye toplumu İslam inancının üç temel esasını

العلم9 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 10: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

teşkil eden tevhid, nübüvvet ve ahiret konusunda gafil olma ve bu gafletin toplumda geniş ölçüde yayılması ve nesilleri içine alacak biçimde süreklilik kazanması sonucunda oluş-muştur.

Câhiliye insanı Allah Teâlâ’yı hakkıyla tanıyıp bilmez ve onunla kendisi arasında aracılar koyar. Atalarından gördü-ğünü sorgulamadan tekrarlar ve onların izinden gitmeyi pey-gamberlere tabi olmaya tercih eder. Mizanı bilmez, ahirete inanmaz; bu yüzden günah bataklığında bocalar durur.

Câhiliye toplumunda tevhidin yerini küfür ve şirk almış-tır. Câhiliye toplumu vahiy ile bağlarını kopardığı için sahih bilgiden mahrum kalmıştır. Câhiliye fertleri hayatlarının her alanında örnek alabilecekleri bir şahsiyetten yani bir nebiden yoksun oldukları için faziletleri büyük ölçüde unutmuşlardır. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal anlamda adaletin yerini zulüm almıştır. Câhiliye toplumunu zihnî ve amelî bakımdan daha teferruatlı biçimde tanımak için konuyla ilgili Kurân ayetlerini, Hadîs-i şerifleri ve Câhiliye edebiyatını tetkik et-memiz gerekmektedir.

Arş. Gör. A. Yakup SİPAHİOĞLU

Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü

Cahiliye Kur’an’ın bir ifadesi (Maide/50) ve zaman içinde İslam kültüründe, Hicaz’da ya-

şayan Arap toplumunun vaziyetini kavramsal-laştırıyor. Bu kavramın detaylı bir incelemesi bizlere

Kur’an’ın nüzulünün yeryüzünde nasıl bir fark yarattığına dair işaretler sunacaktır. Ki zannediyorum Kur’an’ın mesajının anlaşılmasına bu durumun çok büyük katkısı olacaktır. An-cak öncesinde cahiliyenin ne olmayabileceğine ilişkin birkaç ifadeyi ısrarla vurgulamak gerekmektedir. Cahiliye toplu-munu tasvir ederken kız çocuklarının gömüldüğü, bütün bir toplumun inim inim inlediği, birkaç kırbaç sahibinin herkesi köleleştirdiği, kanun ve nizamın esamesinin okunmadığı bir tablodan kaçınmak gerekmektedir. Kur’an’ın bu yöndeki ifa-delerini anlamaya çalışırken sosyo-kültürel olarak var olama-yacak bir toplum tasviri yapmaktan kaçınılmalıdır. Zira böyle bir tasvirle Kur’an mesajının olağanüstü kötü şartlarda olan bir topluma indiği gibi yanıltıcı bir sonuca da ulaşılacaktır.

Evet bazıları kızlarını gömmüştür, kız çocuk bir utanç se-bebi olmuştur, bazı insanlar bazılarına zulmetmektedir fakat

bunlar toplumsal yapı ve süreçlerin içine karışmış, iyilikle-kötülüğün, zulüm ve adaletin iç içe geçtiği durumlar oluştur-muştur. Nitekim rahatlıkla ifade edebiliriz ki Kur’an bu gibi örneklerle aslında toplumun bünyesindeki asıl rahatsızlığın, toplumun çoğunca hoş görülmeyen, rijit ortaya çıkışlarını eleştirmektedir. Zira rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla birta-kım sosyal yapı ve süreçler tıkanma noktasına gelmiştir. Ve mevcut düzene olan itirazı gönüllerinde hazır olan insanlar Kur’an’ın bu düzeni en kötü taraflarıyla eleştirmesine katıl-dılar. Dolayısıyla Kur’an’ın saf kötülüğün kol gezdiği bir top-luma değil aslında iyilikle kötülüğü, zulüm ve adaleti birbiri-ne karıştırmış, başta Allah olmak üzere kainatın en mühim hakikatleri konusunda yanılgıya düşmüş bir topluma indiğini söylemek daha doğru bir ifade olacaktır.

Karşımızda güçlü bir belagata ve düşünsel berraklığa sahip insanların da yaşadığı, ticaretin küçük bir çöl şehrine bütün dünyanın havadisini taşıdığı, kendi kimliğini güçlü bir şekilde kuran, bir kolu Yemen’de, bir kolu Habeş’de, bir kolu Sasani dünyasının çeperlerinde ve bir kolu da Akdeniz dün-yasının kalbinde olan bir topluluktan bahsediyoruz. Elbette zalimi-adili, cahili-arifi, zengini-fakiri var, ancak cahiliye top-lumunun da bugünkü kadar karışık bir toplum olduğunu unut-muyoruz. Dolayısıyla cahiliye deyince kendine has birtakım hususiyetleri olmakla beraber eski dünyanın merkezinde yer alan bir toplumsal konjonktürden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.

Bu sayede her kötülüğün o putlar gibi çok saf bir şekil-de göz önünde olduğu ve Kur’an’ın ya da Hz. Peygamber’in mevcut toplumsal yapıyı, çok temel itirazları dışında, tama-men alt üst ettiği yanılgısına düşmekten kurtulunabilir. Kimi toplumsal kurumların muhafaza edilmesi, kimilerinin ıslahı söz konusu olmuştur. Ve kaba asabiyetin yıkıcı, son raddede toplumun sınırlı bir kesiminin ezici zenginliğiyle oluşan key-filiği dışında cahiliye toplumunun dünyası İslam’ın dünyasına kimi dokunuşlar ve ıslahlarla nakledilmiştir. Burada hayati olan bir diğer husus insanın nefsinden başlayarak inşa et-mesi gereken ahlaki durumudur. Ahlaki durumun yıpranması ve aşınması yeri zamanı olmaksızın herkesi yeniden bir ca-hiliyenin içine itecektir. Bunun farkındalığı bugün Kur’an ve insanın karşılıklı duruşunu kaba bir ilişkiye çevirmenin önüne geçecektir.

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3210

Page 11: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Şematik

Cahiliye Dönemi Mustafa Alp

et-Tarîhu’l-İslamî el-Vecîz (Muhammed Süheyl Dakkûş) üzerinden

KONUNUN ÖNEMİ

İslam tarihini bütünlüklü tahlil etmek için ondan evvelki çağı bilmek gerekir. Özellikle Arap halkların ve komşula-rı olan Fars ve Doğu Roma (Bizans) imparatorlukların tarihi-ni. Zira söz konusu çağ, İslam akidesinin henüz birleştirmedi-ği dönemdeki Arapların tarihini içerir. Neticede Arap Yarıma-dası sakinlerinin hayatın farklı yönlerine ilişkin pozisyonları, sonraki tarihî süreçlerinin mu-harrik unsurudur. İslam öncesi Arap tarihi iki zaman dilimin-den oluşur. Tarihçiler son sü-recin miladi beşinci ve altıncı yüzyılda noktalandığında hem-fikirler.

TihâmeYenbu’dan Yemen’deki Necran’a dek Kızıldeniz boyu uzanan dar bir sahil şerididir.

Arap Coğrafyacıların Yarımadayı Taksimi

Arap coğrafyacılar sadece tabii konumu baz alarak yarımadayı

beş mıntıkaya ayırır:

HicazTihame ile Necd tepelerini ayı-ran bölge Akabe kıyısında Şam sınırlarına kadar devam eder. Volkanik arazilerin ve vadilerin yer aldığı iklimde suların birik-mesiyle Yesrib ve Mekke gibi şehirler kurulmuştur.

AruzDoğu sınırıdır. Yemame, Bah-reyn ve yakın çevreleri bu böl-geden sayılır.

YemenArap Yarımadasının bütün gü-ney kısımdır. Birçok vadiye ve ziraata elverişli toprağa sahip-tir.

NecdBurası Arap Yarımadasının tam ortasıdır. Batıdan doğuya doğru alçalarak Aruz sınırına ulaşır.

CAHİLİYE KAVRAMI

Cahiliye, Arapların önceki karakterlerinde yaşadıkları de-ğişimi belirtmek adına İslam sonrası döneme aittir. İlmin karşıtı değil de hilmin karşıtı olarak, yani zorbalık, kıt akıllı-lık, medeniyetsizlik anlamında kullanılır.

FİZİKİ COĞRAFYA

Coğrafik KonumArap Yarımadası Asya’nın

güney batısında, üç milyon ki-lometrelik çok geniş bir alanı kapsar. Üç yönden sularla çev-rilidir. Doğusunda Arap Kör-fezi, güneyde Hint Okyanusu, batısında Kızıldeniz yer alır. Kuzeyinde Akabe Körfezi’nden Şattularap’ın ağzına dek uza-nan bir şerit vardır.

İklim ve Arazi YapısıBölge ekseri çöl doğasının

baskın geldiği vadi ve düzlük-lerden oluşur. Yine de kum te-pelerinden dağ silsilesine, ma-ğaralardan kayalıklara farklı arazi yapılarıyla karşılaşabilir-siniz. Yarımada büyük nehirle-ri bulunmadığı için yakıcı, kuru bir iklime sahiptir, fakat vadi çoktur. Güney kısım uçsuz bucaksız kızıl kumluk arazidir. Üç tarafı suyla çevrili olmasına rağmen bölgede yağmur azdır.

Fiziki YapıYarımadanın tabii çevresi-

ni kısımlandırırken farklı bakış açıları söz konusudur. Yunan ve Romalı tarihçiler miladi bi-rinci asırda bölgenin siyasî ve iktisadî yönünü dikkate alarak üç kısma ayırırlar: Hicaz, Ye-men ve Necd’i içine alan refah Arabistan’ı (Arabiyye saîde); Sina Yarımadası ve Nebti memle-ketini kapsayan kayalık Ara-bistan (Arabiyye sahriyye) ve Şam steplerini içeren çöl Arabistan’ı (Arabiyye sahraviyye).

İSLAM ÖNCESİ ARAP HALKLARI

Bâdie Araplarıİslam ortaya çıkmadan ev-

vel yaşamış ve izleri silinmiş kadim kabilelerdir. En meş-hurları Ad, Semud, Cüdeys ve Amâlikalılardır.

Âribe AraplarıKahtan’ın soyundan ge-

lirler. Asıl vatanları Yemen topraklarıdır. Başlıca Kehlân ve Hımyer soylarına ayrılırlar. Cürhüm, Huzâa, Cüheyne ve Ya’rib en bilinen kabileleridir.

Müsta’ribe AraplarıHz. İsmail’in torunu

Adnan’ın soyundan gelenlerdir. Başlıca Rabîa ve Muzar soyla-rına ayrılırlar. Hz. İsmail, Arap Yarımadasında Mekke’ye ilk defa geldiğinde asli dili olan İbranice veya Süryanice konu-şuyordu. Daha sonra bölgeye gelen Cürhüm kabilesiyle kay-naşarak onlardan evlendi ve Arapçayı öğrendi. Adnanîler, bedevisinden medenisine Arapların ekseri kısmını oluş-tururlar.

العلم11 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 12: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

İKTİSADİ KAYNAKLAR

Çobanlık Arap Yarımadasının çoğu

kısmını teşkil eden bedevi ço-banlar için sabit ve gezici ço-banlık temel gelir kaynağıydı. Buranın iklim koşullarına en iyi uyum sağladığı için deve gütmek en yaygın olandı. Ot yönünden zengin arazilerde küçükbaş otarmak yaygındı. Meralar kabilenin ortak kulla-nımına açıksa da kişisel mül-kiyete ait toprak parçaları da mevcuttu.

Kervan Geçiş ÜcretleriBedevi yerliler kendi arazi-

lerinden geçen kafilelerden be-lirli bir ücret alırlardı. Bu kendi bölgelerindeki yol boyunca ka-filelere verdikleri hizmetlerin bir karşılığıydı.

Aracılık HizmetleriÇobanlar aynı zamanda

kırsalla şehir arasında, özellik-le Mezopotamya ve Suriye gibi verimli topraklara sınır olan mıntıkalarda ücret mukabilin-de aracılık hizmeti verirlerdi. Yine sınır şehirlerle ticari mü-badelede bulunabilirlerdi.

ZiraatArapların diğer temel ge-

çim kaynağı olarak ziraat, ye-men gibi suyu bol yerlerin esas servetiydi. Meyveden sebzeye çeşitlilik gösteren toprak mah-sullerinde hurma, üzüm ve hu-bubat en yaygın olanlardı.

TicaretYarımadanın siyasi ve dini

yönleriyle yakından ilgili olma-sı sebebiyle Araplarda iktisadi hayat merkezi rol oynuyordu.

Güney bölgelerden elde edilen baharat ve esanslar dış memleketlere pazarlanırdı. Arap Yarımadası konumu iti-bariyle doğu ve batı arasında yer aldığı için karadan ticaret yolları buradan geçer, Kızılde-niz sahili boyunca bölge de-niz ticaretine açık olurdu. Bu durum özellikle Hicaz’ı Şam beldeleriyle Doğu Akdeniz hav-zasını Yemen’e, Habeşistan’a, Somali’ye ve Hint Okyanusu sahillerine bağlayan köprü ko-numuna getirmişti. Bu noktada Mekke ticaret transit hattı ola-rak büyük gelişme göstermişti. Bu popülasyon zamanla gerek sabit gerekse Ukaz, Zülmecen-ne ve Zülmecaz gibi mevsimlik pazarların oluşmasına katkı sağladı.

TOPLUMSAL TABAKA

İslam öncesi Arap toplumu bedevi ve medeni (hazari) diye ayrılırdı. Bedeviler, kırsal ke-simde deve sütü ve etiyle geçi-mini sağlar, otlak ve su kayna-ğı ararlardı. Medenilerse şehir sakinleri olarak sabit evlerde oturur, ziraat, ticaret, sanat ve benzeri uğraşlara yönelirlerdi. Buradan bedevilikle hazariliği ayıran çizginin yaşam şekil-leri olduğunu anlıyoruz. Arap Yarımadasında kuru iklim ko-şulları baskın olduğuna göre, bedevilik istikrarlı yaşama göre daha yaygındı ve ekono-miden siyasete sistemi daha çok etkiliyordu. Diğer taraftan bazı toplumsal damarlar, ka-bile fertlerini kendi aralarında belli bir dayanışma noktasında birleştirmekteydi.

Asabiyet ve İntikam Duygusu

Bunlar kabileler arası bir-çok askeri çatışmaya sebe-biyet vermiştir. Eyyâm-ı Arab (Arapların tarihi günleri) denen bu mücadelelerin en meşhurları Besus, Dâhis, Ğabrâ ve Ficar savaşlarıdır. Aşırı hizipçilik diyeceğimiz bu asabiyye/ta-assup duygusu, neseb ve kan birliği üzerinden ciddi dayanış-ma sağlıyordu. Böylelikle kır-saldaki hayatın merkezinde ki-şinin canını ve malını savunan kabile yer alırdı. Savaşlardan ticari himayeye kabileler farklı-lık göstereceği için aralarında sık sık ittifak anlaşmaları ya-parlardı. Şehirli kesimler için doğal olarak ittifaklar daha az gündeme gelirdi.

Hürler, Köleler ve Mevali Sınıfları

Araplar için kabile gücü, dışarıya karşı bir savunma kal-kanı oluştursa da içerde büs-bütün eşitliğe izin vermiyordu. Örneğin özgürlüğüne kavuşan bir köle doğrudan kabilenin hür çocuğu sayılmaz, ancak mevali (azatlı) veya etbâ (ikincil konumdakiler) statüsüne erişirdi. Herhangi bir nedenle kabileye sığınan bir garip de aynı du-rumdaydı. Kabile şeyhinin gö-rüşünden çıkılmaz, tecrübe ve yetenekli bazı yaşlılar kendisi-ne danışmanlık ederdi. Yemen toplumundaki belirgin şekliyle toplumsal servetin dağılımın-da eşitlik söz konusu değildi. Hâkim sınıfın çocukları devlet vazifelerinin imtiyazını baba-dan oğula aktararak başka-larına bırakmaz, kimsenin ait olduğu statüden bir diğerine geçmesine müsaade edilmez-di.

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3212

Page 13: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

SOSYAL YAŞAM VE AİLE

Kadınlar, Eğlence Alışkanlıkları ve Köleler

İçki, kumar ve zina cahili-ye toplumunda sık görülürdü. Köle hizmetleri ve ticareti de çok yaygındı. Kadınlar, cariye ve hür olarak iki sınıfa ayrılır ve cariyeler oldukça düşük ko-numda görülürlerdi. Erkekler kadın köleleri çocuk doğurdu-ğunda önemli bir kahramanlık göstermediği sürece çocuğu kendilerine nisbet etmezlerdi. Evli kadın boşandığında ho-şuna giden başka biriyle ev-lenmesine izin verilmez, diğer mallar gibi o da ailede miras olarak geçerdi. Fakat üst sınıf kadınlarına geniş özgürlük ala-nı tanınır, kendileriyle istişare edilir, birçok işte erkeklerle or-tak hareket ederlerdi.

Evlilik ve Aile İlişkileriİslam öncesi evliliklerde

ciddi bir gelişmeden bahse-debiliriz. Tıpkı dinî/meşru bir nikâhta olduğu gibi evlenmek isteyen erkek, düşünce ve ona-yını aldıktan sonra bir kadınla evlenirdi. Erkeklerin birden fazla eşe sahip olması yay-gın durumdu. Bununla birlikte ekseri Arabın tasvip etmediği çok kocalılık, müta, bedel ve şiğar türü evlilikler yapılıyordu. Bazı kabilelerde utanç, fakirlik ve uğursuzluk gibi inançlarla yeni doğan kız çocukların gö-mülmesine rastlanırdı.

İSLAM’IN ARİFESİNDE ORTAK ŞUURA KATKI SAĞLAYAN İKİ HADİSE

Cahiliye devrinin sonlarına doğru, bazı siyasi ve askeri gelişmeler Arap Yarımadasın-da kabileler üstü birliğe doğru ciddi bir yönelim sağladı. Bi-rincisi, Ebrehe öncülüğündeki Yemenli ordunun Kabe’yi yık-mak amacıyla Mekke’ye saldırı düzenlemesidir. Fil Vakıası de-nen ve 570 yılında başarısızlık-la sonuçlanan bu olay, insanlar arasında ortak bir Araplık duy-gusu oluşturması açısından milat kabul edilir. İkinci hadise 609 yılındaki Zîkar Savaşı’dır. Arapların ilk kez Sasanîlere galip geldiği bu muharebe, özellikle Fars ve Bizans’a sınır kabileler arasında daha önce görülmemiş bir birlik ve daya-nışma ruhu uyandırmıştı.

DİNÎ HAYAT

Şirkin ortaya çıkışıİslam gelmeden çok ön-

celeri Araplar Hz. İbrahim’in hanif dinine mensuptular. Aynı zamanda İslam anlamı-na gelen bu tevhid yolundan daha sonraları saptılar. Etki-lendikleri komşu topluluklara göre çeşitli şirk inançlarına yöneldiler. Kimisi Allah’a iman etmekle birlikte ona aracılık ettiği inancıyla putlara taptı. Kimisi Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik dinlerinden birini benimsedi. Tabiat güçlerinden cinlere farklı varlıklara ilahlık atfedenler mevcuttu. Bazıları putçuluğun ilk defa Arap Yarı-madasına Huzaa kabilesinden Amr bin Luhay yoluyla girdiğini ileri sürerken diğerleri cahili hayatın doğal seyri içinde bu-nun ortaya çıktığını savunur.

Tevhide Yönelişİslam’ın gelişine yakın dö-

nemlerde Arapların Yahudilik ve Hıristiyanlık üzerinden tev-hide yöneldikleri gözlemlenir. Yahudilik Yemen’de, Hayber, Teyma ve Yestib’te yayılırken Hristiyanlık Teğlib, Ğassan, Kuzaa ve kuzey kabilelerinde taraftar buldu. Söz konusu semavî dinlerin yaygınlaşması insanların bir şekilde yaratıcı, kıyamet ve ölümden sonra diri-liş inançlarına yakınlaşmasını sağladı. Varaka bin Nevfel, Kus bin Sâide, Ümeyye bin Ebi Salt ve Osman bin Huveyris gibi ayrıca putperestliği ve mevcut bozuk dini kabulleri reddeden hanifler de mevcuttu. Bunlar akli ve ahlaki bakımından te-meyyüz etmiş simalardı.

Hac İbadetinin Birleştirici Rolü

Hac mevsimlerinde Kâbe’yi ziyaret edenlere yönelik Kureyş kabilesi öncülüğünde verilen çeşitli hac hizmetleri, Arap kabilelerinin ibadetlerini huzur ve güven içinde yapmaları nok-tasında ortak bir şuur oluştur-du. Böylelikle gerek mevsimlik pazarlarda gerekse hacda uyanan toplumsal birlik ruhu, ayrıca Haram Aylar’da harpten geri durmak benzeri tutumlar, tevhide yönelişin bir başka ör-neği olarak okunabilir.

العلم13 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 14: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

EDEBÎ MANZARA

Eğitim öğretim Arap Yarı-madasında, hususiyetle hicaz mıntıkasında yaygın değildi. Eser, nesep ve yıldız konumları (envâ) ilimleri dışında Arapların ilmî bir temayüzü yoktu. Eğitim durumları yer ve ihtiyaca göre şekillendiği için, örneğin okur-yazarlık şehirliler arasında bulunuyordu. Şair ve ediplerin Mekke’de ve panayırlarda bir araya gelmesinin Arap edebî hayatında büyük etkisi vardı. Özellikle bu gezgin sanatçıla-rın Fars ve Bizans gibi komşu halklarla temas kurup onların medeniyetlerinden aldıkları etkiyi şiir, hitabet ve hikmetli deyişlerine yansıtmalarını he-saba katarsak, tesirin boyu-tunu anlayabiliriz. Dolayısıyla Arap memleketlerinde eğitim öğretimin yaygınlaşmaması durumu, şiir üzerinden edebî canlılığa engel olmamıştı. Şiir onlar için salt kişisel duygu-ların tercümanı olmaktan çok, ortak bir bilgi ve bilinç dağar-cığı, kadim medeniyet hazine-siydi. Tarihî ve edebî açıdan büyük öneme sahip meşhur yedi kaside (muallekât-ı seb’a) sa-hibi cahiliye şairleri şunlardır: İmruu’l-Kays, Tarefe b. el-Abd, Zuheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rebîa, Amr b. Kulsûm, Antere b. Şeddâd, Hâris b. Hillize

İDARÎ TABLO

HİCAZ ŞEHİRLERİMekke

Arap Yarımadasında bir bölgeden diğerine siyasal düzen değişkenlik gösterirdi. Mekke Hicaz’ın en önemli şeh-ri olarak Yemen ve Şam ticaret yolunun tam ortasında, hem ticaret merkezi hem putperest dinî yaşantının kalbiydi. Esa-sen Mekke’yi Kusay bin Kilab öncesi ve sonrası şeklinde iki-ye ayırabiliriz. Miladi beşinci asrın başlarında Kusay, yöne-timi Yemenli Huzaalılardan al-dıktan sonra Kureyş’in birliğini sağlamış ve şehrin idarî işleri-ni düzenlemiştir. Bundan böyle Kureyşliler aynı soyda birleşen iki gruba bölündüler:

Merkezdekiler: Dağlar arasındaki geniş vadiye yer-leştirilen bu kesimi Haşim, Ümeyye, Mahzum, Teym, Adiy, Sehm, Nevfel ve Zühreoğulları oluşturuyordu. Bunlar Kureyş eşrafı olarak ticaret ve Kâbe hizmetiyle ilgilenir, servetlerini sürekli artırarak müreffeh bir hayat yaşarlardı.

Banliyödekiler: Kureyş’in merkez dışına iskân ettiği bu sınıf muhtaç, mevali ve köle-lerden oluşur, kıt kanaat bir yaşam sürerlerdi.

YesribMekke’nin 300 mil kuze-

yinde kalan şehir, yüksek tepe-lerle çevrili verimli vadide yer alır. Sık kuyu, su kaynağı ve yumuşak iklim koşulları ağaç ve ziraat zenginliğine imkân verir. Amalikalıların Yesrib’in ilk sakinleri olduğu yazılır. Daha sonra ikinci asırda Ro-malıların Filistin’den sürdüğü Yahudiler buraya yerleşmişler-dir. Yine Arim Seli sonrası Evs ve Hazrec kabileleri güneyden gelerek kısa sürede şehrin yö-netiminde söz sahibi oldular. Putperest iki kabile Yahudilerin kışkırtmalarıyla uzun yıllar bir-birleriyle savaş halinde oldu.

Taifİktisadî ve dinî öneminden

ötürü Taif, Mekke’den sonra Hicaz’ın ikinci önemli şehri ad-dedilir. Harika bostanları Şam topraklarından bir parça izleni-mi verir. Yüksekliğinin verdiği temiz ve serin havayla Kureyş-lilerin sayfiye yeri olagelmiştir.

KUZEY KRALLIKLARINebatîler

Nebatî Krallığı, milattan önce yaklaşık altıncı asırda, Arap Yarımadası’nın kuzey batısında, başkent Betra çev-resine kurulmuştu. Ekonomik zenginlikleriyle öne çıkan Nebatîlerin konuşma dilleri Arapça, yazıları Aramiceydi. Sanatı ve mimari hendeseyi ise Yunan ve Roma’dan almışlar-dı. Cahiliye dönemi Hicaz’ının putları Nebatîlerin de tanrı-larıydı. Baş tanrı Zişşerâ’dan başka Lât, Menât ve Hubel’e taparlardı. En ünlü hükümdar-ları I. Haris’ti (mö.169-146). Son hükümdar III. Malik dönemin-de (101-106) Romalılar Nebâtî Kırallığına son verdiler.

Mekke’nin Önemli Kurum ve Kadroları

Eşraf Takımı Mekke’nin siyasi sultasını elinde

tutan bu elit tabakadaki herkes servet sahibi olmasa da zekâ, soy, sanat ve yetenekleriyle bir şekilde üst sınıfa yükselmişlerdi.

KonseyDaru’n-Nedve olarak bilinen bu meclis,

aristokrat tabakayla bağlantı halinde, savaş kararlarından ticaret kafilelerinin sevk ve idaresine kadar karar mercii konumundaydı. Kusay buraya ancak kırk yaşını dolduranların iştirak edeceği kuralını getirmişti.

Rifâde, Sikâye, Hicâbe ve Sancaktarlıkİlk üç madde hacılara hizmeti ve Kâbe korumasını ifade ediyorken sancaktarlık harp zamanı orduyu idare edenin sorumluluğuna veriliyordu. Bütün bunlar Kusay’ın oğulla-rı arasında paylaşılırdı.

İttifak Anlaşmaları Kusay’ın ölümünden sonra oğulları arasın-

da yaşanan iktidar bölünmesi farklı ittifakların kurulmasına yol açtı. Hılfu’l-Mutayyibîn (Abdi-menaf oğulları/ sonradan Hılful Fudul) ve Hılfü’l-Ehlâf (Abdiddar oğulları) isimleri altında o zaman için federasyon işlevi gören bu teşkilatlar, siyasî ve iktisadî koşullara göre soydaşları kendile-rine çekerlerdi.

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3214

Page 15: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

TedmurlularTedmur memleketinin öne-

mi, bir yandan Irak-Şam ara-sında ticaret hattı oluşundan, diğer yandan doğu ve batıdaki iki büyük gücün arasında den-ge sağlayan hudut bölgesi ko-numundan kaynaklanıyordu. Miladi 130-270 yılları arasında altın çağını yaşayan Tedmur-lular Arap olmalarına rağmen medeniyetleri Yunan ve Fars izlerini taşıyordu. Humus şehri yakınında kalıntılarına rastlanan Tedmur Devleti, kra-liçe Zeynep’in Romalılarca esir alınmasından sonra (272) siya-set sahnesinden silindi.

GassanîlerGassanîler, Arim Seli’nden

sonra miladi üçüncü asırda ku-zey bölgelere göç eden Yemen-lilerdir. Bedevîlerin saldırıları-na ve Farslı savaşlarına karşı Doğu Roma İmparatorluğunun tampon bölgesi konumunday-dılar. Sasanî ve Bizans uygarlı-ğının etkileriyle yaptıkları kale, kilise ve büyük yapılarla ünlen-diler. En ünlü kralları Haris bin Cebele’nin (528-569) devri, en parlak dönemleriydi. Nihayet Cebele bin el-Eyhem’den sonra ülkeleri Müslümanlar tarafın-dan fethedildi (636).

HîrelilerLahmîlerin başkentleri

Hîre’de kurduğu Hîre Krallı-ğı, üçüncü asrın başlarında Yemen’den Fırat Nehri’nin doğu kıyısına yerleşen Tennu-hoğullarına dayanır. En ünlü ve kurucu melikleri Amr bin Adiy, Fars İmparatoru Sabur tarafından idareye getirilmişti.

GÜNEY KRALLIKLARIMainî Devleti (mö.1300-630)

Yemen’deki ilk Arap devle-tidir. Sadece Yunan ve Roma kaynaklarında bahsedilir. Nec-ran ve Hadramevt arasında bereketli, düz bir araziye ku-rulmuştur. Hurma, tahta ve ot-laklarıyla meşhur olan Mainîler ticaretle uğramış, nüfuzlarını kuzeyde Hicaz’ın ötesine ka-dar artırmışlardır. İdarî yapıları krala niyabet eden çeşitli böl-gesel yöneticilerden oluşur. Başkentleri Maîn olarak da bilinen Karna şehridir.

Sebe Devleti (mö.800-115)

Sebeliler Asurluların baskı-sı sonucu Milattan önce 1200 yıllarında kuzey kısımlardan Yemen’e taşınmışlardır. Yöne-timleri basit emirlikten krallığa doğru aşama kaydeder. Önce Sirvah’ı, ardından Me’rib’i baş-şehir yapmışlardır. Hem ziraat hem ticaret yönünden oldukça zengindiler. Himyerî Devleti (mö. 115- ms.525)

Güney Arabistan’ın bilinen kabilesi Himyer, Sebe’ ve Kızıl-deniz arasında yaşar. Başkenti Reydan (Zafâr) olan devlet, kül-tür ve ticarette Mainî ve Sebe devletlerinin mirasçıdır. Bizans ve Fars devletlerinin bölgedeki çekişmeleri arasında Sebeliler

MEVCUT DÜNYANIN İKİ BÜYÜK DEVLETİ

Farslılar / Sasanî Devletiİslam’ın arifesinde dünya-

nın en güçlü iki devletinden biri Farisîlere aitti. Sasanî Devleti, dördüncü büyük İran hanedanı ve ikinci Pers imparatorluğu olarak 224 yılında Ardeşir tara-fından kuruldu. Uzundur doğu medeniyetinin şiir, hikmet, sa-nat ve inançlarını özümsemiş haldeydiler. Farslılar üzerinde bunların etkisini, Müslüman-laşma sürecinden sonra bile itikat ve adetlerini terketmeyen birçok kişiden anlayabiliyoruz. Fakat İslam öncesi dönemde farklı din ve felsefeler bölge-lerinde ciddi çatışmaya sebep oluyordu. Farslıların tarihinde etkin devresi olan üç inanç Zerdüştlük, Maniheizm ve Mezdekilik’ti. İmparatorlukları krallara tanrısal yetki tanıyan anlayışla, alt kesimi daha fazla ezerken üsttekileri

özel ayrıcalıklara kavuşturu-yordu. Baskı politikalarına bir de Bizanslılara karşı girişilen savaşların yıpratıcı etkisi ek-lenince, Müslümanların 633’te başlayan fetih sürecine dek güç kaybetmeye devam ettiler.

Bizanslılar /Doğu Roma Devleti

Sasanîlerle birlikte döne-min en güçlü devleti olan Bi-zanslılar, temelleri Yunan ve Roma ile atılan Batı medeni-yetini miras aldılar. Farslılara benzer şekilde onlarda da do-ğunun üç Hristiyan mezhebi olan Yakubilik, Nasturilik ve Mülkaniye çatışması yaşanı-yordu. Yunan felsefesinden tesirlenmiş halde devraldıkları Hristiyan inanç temelleri, farklı düşünen müntesiplerinin kanı-nın akıtılmasına engel olma-dı. İmparator Heraklius’un da mezhepleri birleştirme çağrısı yeterli gelmedi. Devlet yine kralın bütün gücü elinde tut-tuğu, ağır vergi ve baskılarla halkın ezildiği bir yönetim şek-line sahipti. Bu durum 395’te I. Konstantin tarafından kurulan Bizans Devletinin tarih sah-nesinden silinene kadar (1453) yönetimi altındaki beldelerin Müslümanlarca fethedilmesiy-le sonuçlandı.

İslam’ın ortaya çıktığı döneme dek Farisî nüfuzu altında kal-mışlardır. İnançları diğer güney devletindeki gibi aya, güneşe ve yıldızlara tapınma üzerine kuru-luydu. Yine bu dönemde bölgeye Yahudilik, az da olsa Hristiyanlık girmiştir.

En gelişmiş dönemlerini Münzir bin Mâüssema’nın iktidarında yaşamış (554-569), son süreçte Halid bin Ve-lid tarafından 633 senesinde fethe-dilmişlerdir. Lahmî Krallığının Arap medeniyetine ciddi tesiri vardır. Hı-ristiyanlığın Nasturî ve Yakubî mez-hebini benimsemişler, Farslıların sul-tasından kurtulmayı istemişlerdir. العلم15 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 16: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3216

İslam’ın meydana getirdiği mucizevi değişimi

anlayabilmek adına, dünya tarihini bir nebze olsun bilmek gerek. Yekten var olageldiği düşünceleri yıkıp yerine yenisini inşa etmek en büyük mucizedir. Eski bir bina tamir görerek yenilenebilir. Temelinden itibaren sağlam kolonlar üzerine oturtulmuş bir binanın yeniden yıkılıp yapılmasını kimse kabul etmez. Bizler bu yazımızda İslamiyet’in doğuşu sırasında hangi devlet hangi temeller üzerine inşa edilmiş, hangi dini benimsemiş bunları göreceğiz.

İslamiyet’in doğuşu sırasında dünyada Asya, Avrupa ve Afrika kıtası olmak üzere üç önemli kıta biliniyordu. Gelin şimdi bu kıtaları inceleyelim.

1- Avrupa Kıtası

İslamiyet’in doğuşu esnasında Avrupa kıtası ciddi çalkantılar içerisindeydi. Büyük Hun Devleti’nin yıkılmasından sonra Asya’nın batısında (Hazar ve Aral

Gölü arası) Hunlara katılımların olması ile çoğalan nüfuz ve

kabileler arası çekişme sebebi ile batıya doğru kaymalar başladı. Hunların önlerine gelen kavimleri yurtlarından çıkarması, kavimler göçünün batıya doğru kaymasına sebep oldu. Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar, Frank, Geomenler, Suevler ve Gepitler Avrupa’ya doğru ilerlemek durumunda kaldı.

Batıya doğru kaymak zorunda kalan bu devletler kendilerine yeni yaşam alanları aramak mecburiyetindeydiler. Ostrogotlar İtalya’ya, Vizigotlar İspanya’ya, Vandallar Kuzey Afrika’ya, Franklar Fransa’ya, Germenler Kuzey Avrupa’ya ilerledi. Bu ilerleyişleri sırasında birçok kan döktüler. İspanya ve Güney Fransa’da taht kavgaları hüküm sürmekteydi. Gotların, Vandalların ve diğer Germen kavimlerin sürekli akınları yüzünden Avrupa âdeta bir harabe hâlindeydi. Farklı devletlerin oluşması ile Avrupa’da farklı din, kültür ve siyasal değişimler de yaşandı.

Daha fazla göçe dayanamayan Batı Roma İmparatorluğu 476 yılında yıkıldı. Böylelikle krallıklar etkisini kaybetti ve feodal rejim (derebeylikler) önem kazandı. Böylelikle ilk çağ kapandı ve orta çağ başladı. Derebeylik yönetiminde insanlar hak ve ayrıcalıklar yönünden birbirinden farklı dört sınıfa ayrılmışlardı:

1. Soylular: Bunlar büyük toprak sahipleri olup şatolarda otururlardı. Soyluluk, babadan oğula geçiyordu. Soylular, askerlik ve devlet işlerinden başka işlerle uğraşmazlardı.

2. Rahipler: Kilise topraklarında soylular gibi yaşarlardı. Halk üzerinde büyük nüfusları vardı. Dini görevlerinin yanı sıra, okullarda öğretmenlik yaparlardı.

3. Burjuvalar: Şehirlerde otururlar, sanat ve ticaretle uğraşılardı. Soylulara belli bir vergi öderlerdi.

4. Köylüler: Köylüler kendi topraklarını ekip biçerler,

İslamiyet Öncesi Dünya Tarihi Fatih Yazıcı

Page 17: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم17 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

mallarını satabilirler ve başka bir yere göç edebilirlerdi. Ancak soylulara vergi verirler, onların angaryalarını ve çeşitli işlerini görürlerdi.

Avrupa’da dini inançlar

Avrupa’da yaşanan insanların büyük çoğunluğu Hristiyanlık dinine mensuptu. 395 yılında kavimler göçü sebebiyle Roma İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Batı Roma İmparatorluğu Katolik kilisesi, Doğu Roma İmparatorluğu ise Ortodoks kilisesi öğretileri üzerine devam etti.

Katolik kilisesi, gerçek ve doğru Hristiyanlık anlamına gelen kilisenin evrenselliğini kabul eden ortak inanıştır. Kutsal metinlerin kilise eliyle yorumlanması esas olup bireysel yorum kabul etmezler. Hz. İsa gibi Hz. Meryem’in de günahsız olduğuna ve göğe yükseldiğine inanırlar. Onlara göre her insan doğuştan günahkârdır ve en az yılda iki kez günah

itirafında bulunmalıdır. İbadet dili ise Latincedir. Günümüzde Hristiyanların çoğunluğu Katolik’tir. Bu dönemde kilisenin elinde birçok yetki vardı. Bunlar:

1- Aforoz: Kilise tarafından verilen cemaatten kovma cezasıdır.

2- Enterdi: Papa’nın bireyleri, grupları, Tanrı’dan aldığı hak ile dinden çıkarmasıdır.

3- Engizisyon Mahkemeleri: Din inançlarına karşı gelenleri cezalandırmak için kurulan kilise mahkemelerinin adıdır.

4- Endülüjans: Cennet kâğıdı anlamına gelen günah çıkarma ve ölümden sonra cennete gitmek için Papa’nın sattığı af belgesidir.

2- Asya Kıtası

Asya kıtasında Doğu Roma İmparatorluğu, Sasaniler, Göktürkler, Hindistan, Çin ve Japonya devleti ile beraber altı büyük devlet hâkimdi.

A- Doğu Roma İmparatorluğu

Doğu Roma İmparatorluğu, diğer bir ismi ile Bizans

İmparatorluğu Yunanistan, Balkanlar, Suriye, Filistin, Akdeniz Havzası, Mısır ve Kuzey Afrika’ya hükmediyordu. Başkenti Konstantinopolis (İstanbul) olan ülke yaklaşık bin yıllık bir hükümdarlık sürmüştür. Herakleios zamanında (610–641) Latince yerine Yunanca resmî dil olarak ilan edildi.

İslamiyet’in doğuşu sırasında imparatorluk batıda Avar ve Slavlarla, doğuda ise Sasaniler ile mücadele halinde idi. Boyunduruğu altındaki halklara zulüm eder, üzerlerindeki vergiyi artırarak onlara zorluk çıkarırdı. Bunun neticesi olarak her yerde karışıklıklar ve başkaldırmalar başlamıştı. Suriyeliler, üzerlerinde biriken vergi borçlarını kapatabilmek adına çocuklarını dahi satmak mecburiyetinde kalmıştı. Gündelik yaşantıları oyun, sarhoşluk, eğlence ve israf üzerine kurulmuştu.

I. Konstantin (324–337) tarafından Hristiyanlık dini yasallaştırıldı. Doğu Roma İmparatorluğu Ortodoks kilisesinin öğretileri

Page 18: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3218

üzerine devam etmekteydi. I. Theodosius (379–395) döneminde, Hristiyanlık ülkenin devlet dini olarak kabul edildi ve diğer dinler yasaklandı. İmparatorluk, İslamiyet’in doğuşu sırasında en güçlü Hristiyan devleti konumundaydı.

B- Sasaniler

Sasaniler, diğer bir ismiyle İkinci Pers İmparotorluğu, İran’da 226 yılında kuruldu. Kurucuları Ardeşir, başkentleri Medain’dir. Sasaniler Suriye çölünden Kuzeybatı Hindistan’a kadar yayılmaktaydılar. İpek Yolu’nu kapatmaları, Sasanilerin Göktürklerle aralarının açılmasına neden oldu. Göktürkler, Sasanilere karşı Bizans ile ittifak yaptılar. Sasaniler, Göktürklerin ve Bizanslıların saldırıları sonucu iyice yıprandılar. İslamiyet’in doğuşu sırasında İmparatorlukta taht kavgaları vardı.

Zerdüşt tarafından İran’da kurulan Mecusilik (Zerdüşt) dinini benimsemekteydiler. Zerdüşt dokunulmayan, işitilmeyen ve görünmeyen varlığa inancı öğreten bir dini liderdi. Tanımladığı varlık ise Ahura Mazda idi. Dünyadaki tüm iyilikleri yaratan tek Us Tanrısıdır. İnanç esaslarında Ahura Mazda her şeyi bilen, mutlak iyi ve mükemmel tanrı olduğuna inanılır. Ehriman ise kötülüğün güçlerini temsil etmektedir.

Ateş temizleyici, kötü ruhlardan arındırıcı bir unsur olarak kabul edilirdi. Saflığı ve temizliği temsil ederdi. Geleneksek olarak Mecusiler yeryüzünün insan kalıntılarıyla bozulmaması gerektiğine inanırlar. Bu yüzden ölülerin cesetlerini defnetmek yerine üstü açık kulelerin çatılarında, akbaba ve doğal etkenlere karşı korumasız bir şekilde bırakırlardı. Arap yarımadasında bulunan Mecusiler çoğunlukla Bahreyn, Yemen ve Umman’da oturan İranlılardan ibaretti. İran’a yakınlığı sebebiyle Bahreyn’deki Mecusiler sayıca daha fazlaydı.

C- Hindistan

Hindistan, Asya’nın güneyinde yer alan büyük bir yarımadadır. Bölgede çeşitli ırk, din ve kültürler var olduğundan siyasi birlik sağlanamamış ve güçlü bir devlet kurulamamıştı. Hindistan’da siyasi bir birlik kurulamamasının nedenlerinden bir diğeri ise ilk çağdan beri istilaya uğramasıdır. Başka bir sebep ise halkı sosyal sınıflara ayırmış olan kast sistemidir. Bu sınıflandırma şu şekildedir:

1- Brahmanlar: Din adamları.

2- Kshatriyalar: Hükümdarlar, komutanlar ve askerler.

3- Vaisyalar: Sanatkârlar, tüccarlar ve çiftçiler.

4- Sudralar: İşçiler. Değişik nedenlerle kast sisteminin dışına itilmiş olanlara da Parya sınıfı denir.

Hindistan altın çağını Gupta Hanedanlığı (320-550) döneminde yaşamıştır. Gupta Hanedanlığı döneminde siyasi birlik sağlanmış ve bilim, matematik, gökbilim, din ve felsefe ilimlerinde ilerleme kaydedilmiştir. Aynı zamanda Hindistan’ın, Arabistan ve Çin ile canlı bir ticarî bağlantısı mevcuttu.

İslamiyet’in doğuşu sırasında bu coğrafyada Hinduizm dini egemendi. Kast sistemini benimseyen Hinduizm’de en üst mevkide Brahman deniler bir din adamı yer alırdı. Bu dine göre insan yaptığı iyi veya kötü davranışlarının neticesinde ruhu rahat eder veya sıkıntılı olurdu. Ruhunun rahat etmesi için isteklerinden vazgeçip yalnızlığı tercih etmesi gerekiyordu.

Hinduizm’e yakınlığı ile bilinen Hindistan’daki bir diğer dini inanç ise Budizm’dir. Budizm, beşinci asırda Nepal’de yaşamış Buda’nın öğretilerine dayanır. Müntesiplerinin arzu ve isteklerinden soyutlanabilmeleri için hayatları acı ve ıstırap doludur.

D- Göktürkler

Göktürk devleti (552) Asya’nın doğusunda, Çin devletinin batısında, Sasani-İran devletinin sınırladığı Asya bozkırlarında meydana çıktı. Kurucusu Avar devletine son veren Bumin Kağan’dır. Kağan’ın ölümünden sonra tahta Mukan Kağan çıktı. Mukan Kağan zamanında devlet

Page 19: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم19 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

muazzam genişliğe ulaştı. Kızını Çin İmparatoru ile evlendirerek Çin İmparatoriçesi yapmış ve Çin’in tüm zenginliklerinin ülkesine akması sağlamıştır. Daha sonra ise tahta kardeşi Taspar Kağan (572-581) geçti. Göktürk devleti 581’de Çin’in siyasi oyunlarıyla Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmış, Doğu Göktürkleri 630’da, Batı Göktürkleri 659’da Çin’in egemenliğini kabul etmişti. Göktürk devletini farklı kılan en önemli husus kölelik anlayışı ve sosyal sınıf farklılığı bulunmamasıdır. Göktanrı dinine mensup olan Göktürkler, inanç ve düşünce yapılarına göre Tanrı tarafından kendilerine devlet kurma görevinin verildiğine inanırlardı.

E- Çin

Çin Güneydoğu Asya’da yer alan büyük bir devletti. İslam’ın doğuşu sırasında devletin başında Sui Hanedanlığı vardı. Göktürkler ile mücadele halinde olan devlet, bir yandan da taht kavgaları ile uğraşmaktaydı. Çin’de de halk sosyal sınıflara ayrılmıştı.

İslamiyet öncesi Çin’de üç dine rastlamaktayız. Bunlar; Konfüçyanizm, Taoizm ve Budizm’dir. MÖ 551-479 yılları arasında yaşamış olan Konfüçyüs, bir bilgin ve sosyal filozoftu. İnsanlığın eşitliğine inanan, devletin ahlak kuralları çerçevesinde hareket ettiği takdirde gelişeceğini savunan ve her ferdin erdemli ve dürüst

yaşamasının zorunluluğuna kani olan biriydi.

Taoizm kurucusu ise Lao Tsu’dur. Lao Tsu evrenin bir yaratıcının eseri olduğuna ve bu yaratıcının da Tao olduğuna inanırdı. Ama müşahhas bir varlık değildir. O, her şeye hayat ve hareket veren, kendi kendine var olan ve yaratandı. Şekilsiz ve mükemmel olandı. Hindistan’da ortaya çıkan Budizm ise 6. yüzyılda Çin’de de yayılmaya başlamıştı.

3- Afrika Kıtası

Afrika kıtasının iki önemli devleti vardı. Bunlardan biri kuzey kısmına hâkim olan Doğu Roma İmparatorluğu, diğeri ise Habeşistan Krallığı, günümüz ismi ile Etiyopya’dır. İslâm’ın başlangıç dönemlerinde, Habeşistan’ın başkentinde sadece kardeş kavgaları görülmekteydi. Habeşistan ile Arap Yarımadası arasında siyasi ve ticari münasebetler vardı. Din bakımından ise Hristiyanlık dini yayılmıştı. Halk arasında hayli putperest mevcuttu.

Arap Yarımadası

Arabistan Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesiştiği bölgede yer alan bir yarımadadır. Doğusunda Basra Körfezi ve Uman Denizi, güneyinde Hint Okyanusu, batısında ise Kızıl Deniz yer almaktadır. İslamiyet’ten önce Arap Yarımadası’nda belli bir siyasi sisteme rastlamak pek mümkün değildi. Yarımadanın tamamı bir merkezde

birleşmemekle beraber, farklı devletlere ev sahipliği yapmıştır. Bazı beldelerinde ise kabileler müstakil bir şekilde varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Araplarda bedevi ve hadarî olmak üzeri iki yaşam tarzı vardı. Bedevi; çöl ve vahalarda develeriyle birlikte konar-göçer olarak çadırlarda yaşayanlara denir. Köy, kasaba ve şehirlerde yerleşik hayat yaşayanlara da hadarî denir. Ticaret için hac döneminde kurulan panayırlar büyük önem taşırdı. Tarımın yanı sıra hayvancılık da Araplar için çok önemli gelir kaynağıdır. Araplarda yazılı kültür yerine sözlü kültür hâkim olduğundan dolayı yazıya çok önem verilmezdi. Şiir büyük bir gelişme gösterdiği halde bunun dışında ilmi gelişmeden söz etmek kolay değildir. İnsanlar arasında sınıf farklılıkları vardı ve sırf ten renklerinden dolayı hor görülebiliyorlardı.

Araplar arasında her ne kadar putperestlik inancı yaygın olsa da Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik dinine mensup kabileler de mevcuttu. Bir de bu dinlerin dışında Hanif dinine mensup olanlar vardı, ama bunların sayısı parmak ile sayılacak kadar azdı. Genel olarak İslamiyet’ten önce dünyanın düzeni bu halde idi.

Page 20: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Nas ve Rivayetler Üzerinden Kelimenin Tahlili

Siyer, sîret kelimesinin çoğuludur. Türkçedeki seyir ke-limesine uygun şekilde; gidişat, üzerinde gidilen yol, takip edilen metot gibi anlamlara gelir. Hal, durum, vaziyet an-lamlarında da kullanılmıştır. Bir ayet-i kerimede bu anlamda kullanıldığını görüyoruz: ولَى ُ هَا وَلَ تَخَفْأ سَنُعِيدُهَا سِيرَتَهَا الْأ قَالَ خُذْأ“Ey Musa, korkma, al onu! Biz onu ilk haline çevireceğiz.” (Taha 20/21)

Hadisi şeriflerde de bu kelimenin izlenilen yol, bir işte takip edilen metot anlamında kullanıldığını görüyoruz. Buhari’deki bir rivayette Hz. Peygamber, Abdurrahman bin Avf komutasındaki bir seriyeyi Medine’den gönderirken Abdurrahman’a hitaben “Ey İbni Avf, bu sancağı al ve hep birlikte Allah yolunda, Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. Fakat asla ihanet edip anlaşmayı bozmayın. Sakın işkence etme-yin. Kadın ve çocukları öldürmeyin. İşte bu Allah’ın emri ve ”.peygamberin sîretidir (وسيرة نبيه)

Aynı şekilde Ebu Vail, Hz. Ömer’in şahadetinden sonra halifenin seçimiyle görevlendirilen Abdurrahman bin Avf’a “neden Hz. Ali’yi değil de Hz. Osman’ı seçtin” diye sorduğun-da “ben Ali’ye Allah’ın kitabı, peygamberin sünneti, Ebubekir ve Ömer’in sîreti ile sana biat ediyorum dediğimde “gücüm yettiği kadar” dedi. Aynı sözleri Osman’a tevcih ettiğimde, Hz. Ali’nin söylediği “gücümün yettiği kadar” kaydını söyle-meyince ben de onu seçtim” der. Burada da sîret kelimesi takip edilen metot, yol anlamında kullanılmıştır.

Bir şahsa izafeten söylendiğinde de o kişinin sergüzeşt-i hayatını ifade eder. Bazı sahabelere izafeten sîret-i Ömer, sîret-i Ebubekir şeklinde kullanılmıştır. Fakat daha sonraları Peygamberimizin vefatının ardından bu kelime onun hayatı-na mahsus bir anlamda kullanılmaya başlıyor.

İlk siyer yazıcılarından Zühri’nin siyer malzemelerini bir araya toplama işine girişme hikâyesini anlatırken kendisin-den bunu isteyen Halit bin Abdullah el-Kasri’nin (dönemin Irak

ve Mekke valisi) “bana sîreti yaz” diyerek bizzat sîret kelimesini Hz. Peygamberin hayatını kasten kullandığını zikreder. Tıp-kı şehir anlamına gelen Medine’nin Yesrib’e kullanılması, Firuzzabadi’nin yazdığı lügata verdiği kamus isminin sözlük anlamında kullanılması gibi, siyer ve sîret kelimelerinin de

çok erken dönemden itibaren Hz. Peygamberin hayatına mahsus bir anlamda kullanıldığını görüyoruz. Daha sonrala-rı sîret kelimesinin Hz. Peygamber’in dışındaki şahsiyetlere izafe edilerek hayat hikâyeleri anlamında kullanımı devam etmesine rağmen siyer sadece Rasullah’a has kılınır olmuş-tur.

Fıkhî Istılah Olarak Siyer

Siyerin kullanıldığı diğer bir yer de fıkıhtır. Fıkıh li-teratüründe siyer; devletlerarası hukuk anlamına gelir. Devletlerin savaş ve barış dönemlerinde yapması gereken yükümlülükler, Müslüman devletin gayrimüslimlere karşı tutumlarının konu olduğu bölümler siyer olarak adlandırılır. Aslında yukarda Hz. Peygamber ve ilk halifelerin siyer keli-mesini kullandıkları yerlere dikkat ederseniz, devletlerarası hukukun siyer diye isimlendirilmesinin anlamı daha net bir şekilde ortaya çıkmış olur. Çünkü ilk siyer malzemelerini Hz. Peygamber’in savaş hukuku alanında söylediği sözler ve verdiği kararlar oluşturur.

İlk defa siyeri oluşturan malzemelerin bir araya getiril-mesinde, dönemin idarecilerinin Hz. Peygamberin devlet-lerarası münasebetlerde izlediği yöntem ve uygulamalara yönelik sordukları sorulara muhaddislerin verdikleri cevap-ların oluşturması yine siyerin ilk ve aslî anlamdaki kullanı-mının fıkıh literatüründeki yeri olduğunu gösterir. Hatta ilk yazılı kaynakları da bu cevapların kayıtlı olduğu mektuplar oluşturur. Bu açıdan bakıldığında siyerin bir ilim olarak hadis ve tefsirden ayrılıp müstakil bir hal almasında da bu durum etkili olmuştur.

Çünkü ibadet ve muamelatla ilgili hadisler fıkhı, ahlak hadisleri tasavvufu, inanç düşünce içerikli hadisler akait ilmini oluştururken, uluslararası hukuku tazammun eden rivayetler de siyer ilmini ortaya çıkarmıştır. Bu durumda aslında diğer ilimlerin ortaya çıkışı gibi siyer de hadislerin muhtevalarıyla müstakil bir alan oluşturmuştur. Bu konuya ileride değineceğiz.

Siyeri ilk defa fıkhın bir bölümü anlamında kimin kul-landığını tespit etmek çok zor. Fakat İmam-ı Azam’ın büyük talebelerinden İmamı Muhammed’in bu alana dair yazmış olduğu eserin bizzat bu isimle adlandırılması (Siyeru’l-Kebîr)

Siyer LiteratürüNasıl Oluştu?

Muhammed Yazıcı hocanın Siyer-i İbni Hişamders notlarından derlenmiştir. emedrese.tv web adresinden videosunu izleyebilirsiniz.

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3220

Page 21: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

çok erken dönemlerden itibaren siyerin bu anlamda kullanıl-dığını gösteriyor.

Siyer-Meğâzî İlişkisi

Siyerin müteradifi olarak kullanılan bir diğer kavram meğâzîdir (müfredi meğzâ). Ğazâ kelimesinin mimli mastarı olan kelime, savaş yeri anlamına gelir. Başındaki mimi zait kabul edersek mastar anlamıyla “savaş menkıbeleri” mana-sındadır. Bundan dolayı ilk dönem siyer kaynakları siyerden ziyade meğâzî ile ifade edilmiştir. Urve bin Zübeyr, Musa bin Ukbe gibi ilk siyer müellifleri eserlerini siyerden ziyade meğâzî diye isimlendirmişlerdir. Siyerin eser ismi olduğu ilk kitap İbni Hişam’ın “Sîretü’n-Nebeviyye”sidir.

Bazılarına göre meğâzî, siyerin müteradifi değil, onun konu kapsamının bir kısmına tahsis edilmiş özel bir isimlen-dirmedir. Buna göre meğâzî Peygamberimizin sadece sa-vaşlarını konu ederken, siyer bütün hayatını, hatta nesep ve şeceresini de içine alacak şekilde geniş bir alanı ifade eder. Sonuç olarak; ilk dönemler siyer ilminin malzemesini Hz. Peygamberin savaş hukuku alanındaki söz ve davranışlarını anlatan rivayetler oluşturduğundan ilk siyer kaynakları Hz. Peygamberin savaşlarının anlatımıyla sınırlı kalmış, bundan sebep ilk teliflerde meğâzî ismi kullanılmıştır. Fakat daha sonraları bu alan Hz. Peygamberin bütün hayatına teşmil edilince muhtevaya uygun olarak eserlerin isimleri de siyer şeklinde değişikliğe uğramıştır.

Siyerin Bir İlim Olarak Ortaya Çıkışı

Yukarda kısmen belirttiğimiz gibi, siyerin bir ilim olarak ortaya çıkışı hadis, akait ve tefsirden farklı olmadığı gibi bu ilimlerin oluşum süreçlerinden bağımsız da değildir. İlimler Kuran ve hadislerin muhtevalarına göre teşekkül etmiştir. Siyer Hz. Peygamberden sonraki devlet yöneticilerinin uluslararası alanda uygulamalarının tespiti ve icrası bağla-mında ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle fıkhın bir alt bölümünü oluşturduğu gibi Hz. Peygamberin hayatının geri kalanını ihtiva etmesi itibarıyla da hadisin bir dalını oluşturur. Fakat siyerde farklı olarak gözlemlediğimiz bir şey daha var; siyer konusu itibarıyla bir hayat hikâyesi olduğundan dolayı Arap-larda asırlardan beri süregelen geçmiş kavimlerin kıssala-rının anlatımı geleneğinin de sürdürüldüğü yeni bir mecra olmuştur.

Eyyâmü’l-Arab Geleneğinin Siyere Etkisi

Araplarda “Eyyâmü’l-Arab (Arapların Tarihî Günleri) ” diye ifa-de edilen bir kültür vardı. Uzun gecelerde bölükler halinde bir araya gelir, içlerinde belağat ve talâkatı iyi olan kişiler çoğu zaman şiir şeklinde geçmişlerin hikâyelerini anlatır, yaşanmış tarihi hadiseleri destanlaştırır, tarihte temeyyüz etmiş bazı simaları en mübalağalı ifadelerle yüceltirlerdi. Bu meclislerde kendi kabilelerinin üstünlüklerinden bah-sederler, kabilenin önemli şahısları hakkında methiyeler dizerler, düşman kabileyle ilgili hicivler yaparlardı. Hatta bir defasında Hz. Peygamber birinin etrafında insanları topla-yarak nesepler hakkında konuştuğuna şahit olunca, dünya ve ahiretinize fayda vermeyecek işlerle uğraşmayın, diyerek uyarmıştır.

Arap kabilelerinden Beni Sehm ve Beni Abdumenaf’ın nesep konusunda bir birbirleriyle çekişerek işi ölüleri say-maya kadar vardırmalarının ardından Tekâsür suresinin indi-ği bilinir. Yine Mekkeli müşrik bir entelektüel olan Nadr bin Haris’in etrafına büyük cemaatler toplayarak kavim kıssa-ları, nesep hikâyeleriyle alakalı destansı konuşmalar yapıp, bunlarla Kuran’a nazire yaptığına dair rivayetler mevcuttur.

Özetle Araplarda yaygın bir gelenek olan “Eyyâmü’l-Arab” kültürü İslam’dan sonra da içeriği değiştirilerek var-lığını sürdürmüş ve siyer ilminin önemli bir kaynağını işte bu geleneğin oluşturduğu söylenmiştir. Fakat bazı âlimler siyerin böyle bir geleneğin devamı olduğu iddiasına şiddetle karşı çıkmış, bunun siyerin kaynaklarını itibarsızlaştıraca-ğını söylemişlerdir. Yine de oluşum sürecine baktığımızda, hem uluslararası ilişkilerde Peygamberimizin söz ve uygula-malarının hem de bu “Eyyâmü’l-Arab” denilen kültürün siyeri oluşturan önemli iki tarafı olduğunu görüyoruz.

Mekkî Sürece İlişkin Rivayetlerde Mevsukiyet Sorunu

Aslında siyer bu iki kaynağın birleşiminden teşekkül etmiştir. İlk olarak savaş ve seriyyelerde Peygamberimizin gözettiği ahkâm ve ahlaka dair prensipler, Müslüman toplu-mun dışında kalanlarla yürüttüğü ilişkilerde izlediği metot, kabilelerle yaptığı anlaşmalarda önemsediği ve öncelediği konuların tesbit edilmesinden ibaretken; sonraları Hz. Pey-gamberin gazve ve savaşlarının dışında kalan hayatını da içine alacak şekilde genişletilmiştir. Bu ikinci kısım dâhil edilince, mecburen devreye senetle sabit olmayan rivayet-lerin kullanılması girmiştir. Çünkü özellikle Mekke hayatına

العلم21 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 22: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

dair elimizde mevsuk çok fazla malzeme olmadığından senet kriterleri çok fazla gözetilmeden dilden dile aktarıla gelen anlatılar siyerin içine dâhil edildi.

Siyerin konusunun kapsamı peygamberlik öncesini, hatta Hz. Peygamberimizin Hz. İbrahim’den itibaren nese-bini de içine alacak şekilde genişleyince, burada kullanılan rivayetler tamamen Eyyâmü’l-Arab tarzı kaynaklardan elde edildi. Siyer rivayetlerinin kaynak değeri konu dışı olduğu için burada daha fazla üstünde durmadan geçiyoruz. Fakat bu konuda Şaban Öz’ün tespitini de aktarmakta fayda var. Öz şöyle diyor: “Siyerciler; Hz. Peygamber öncesi olaylarda kıssacı, Hz. Peygamberin hayatının aktarımında tarihçi, yaşadıkları dönemde ise gazetecilik yapmışlardır.” Şu da bir gerçek ki elimizde peygamberlik öncesi döneme ait Eyyâmü’l-Arab kültürü dışında başka bir kaynak olmadığı için tarihçinin o dönemle ilgili kıssacı olmaktan başka pek bir şansı kalmamıştır.

Siyer-Hadis İlişkisi

Siyer ve hadis aslında iki farklı ilim dalı değildir. Siyer hadislerin sebep-sonuç içerisinde bir kurguyla nakledilmiş halidir. Bazı yerlerde hadisin sebeb-i vurûdunu bazı yerlerde ise serd edilen sözün sonucunu açıklar. Bununla birlikte siyer veya sîret sünnetten daha kapsamlıdır. Hadisler Hz. Peygamberimizin hayatından çıkarılmış fotoğraf kareleri ise siyer bu fotoğrafların öncesi ve sonrasını, çekildiği ortamı ve şartları bize gösterir. Bir video nasıl fotoğraf karelerinden oluşuyorsa, siyer de hadislerin yan yana getirilip bir örgü içerisinde sunulmasından meydana gelir. Siyerin hadisten ayrı müstakil bir varlığından söz edilemez. Özellikle zama-nının büyük bir bölümünü siyer rivayetlerinin toplanmasına ayıran âlimler varsa da ilk dönem siyercilerinin neredeyse tamamı hadisle iştiğal eden kişilerdir.

Hadisle siyerin nasıl bir tadahül içinde olduğunu göster-mesi için Buharî’nin de sahih külliyatına aldığı meşhur bir hadis-i şerifi örnek verebiliriz. Rasulullah buyuruyor ki; “bir mümin aynı delikten iki kere ısırılmaz.” Aynı hadisi şerif siyer kaynaklarında şu şekilde aktarılır: Bedir Savaşı’nda esir alı-nan müşriklerden biri Ebu Azze idi. Bu şahıs Peygamberimi-ze “Ey Muhammed, benim beş kızım var. Beni bağışla! Eğer beni affedersen, bir daha senin karşına çıkıp savaşmam” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz bu adamı serbest bı-raktı. Daha sonra Kureyş, Bedir’in intikamını almak için

hazırlıklara başlayınca Safvan bin Ümeyye, Ebu Azze’ye gelerek onu savaşa davet etti. Fakat Ebu Azze “ben Muhammed’e söz verdim” deyince Safvan “eğer ölürsen, bütün kızlarını kendi kızlarıma eşit tutacağım. Yok, eğer ha-yatta kalırsan ölene kadar tüketemeyeceğin kadar sana mal veririm” diyerek Ebu Azze’yi ikna etti.

Bunun üzerine söz konusu şahıs Uhud Savaşı’na da katıldı ve tekrar esir edildi. Uhud’da müşriklerden alınan tek esir oydu. Rasulullah’ın huzuruna getirdiklerinde Bedir esareti sırasında söylediği şeyleri tekrar edince, Rasulullah Efendimiz “sana, ben Muhammed’i iki kere kandırdım dedirt-mem. Bir mümin aynı delikten iki kere ısırmaz” buyurarak öldürülmesini emretti. Misalde görüldüğü gibi, siyer bir ha-disin varit olduğu ortam ve şartları belli olay örgüsü içinde hikâye eder. Burada şunu da hemen ifade etmek gerekir ki siyer rivayetlerinde hadislerdeki gibi ince eleyip sık dokunan bir cerh ve tadil metodu izlenmemiştir. Hadislerde izlenen yönteme göre rivayetlere daha mütesahil ve müsamahakâr yaklaşılmıştır.

Siyer-Kuran-Tefsir İlişkisi

Malum olduğu üzere, en sağlam siyer kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Kuran ayetleri, özellikle Medenî ayetler olgusaldır; bir hadise akabinde nazil olmuştur. Ayetin ilk muhatapları, aktörü oldukları bir hadiseyi açıklayan veya o olay üzerinden kendilerine vaaz eden ayetler indiğinde Kuran’da zikredil-meyen kısımları bilen kişilerdi. Dolayısıyla onlarda ayetleri anlama gibi bir problem zuhur etmedi. Daha sonraları, özellikle söz konusu ayetlerin anlaşılması zorlaşınca, indik-leri ortamı ve indikten sonraki durumu anlatan/açıklayan rivayetlerle bu ayetlerin tefsir edilme ihtiyacı doğdu. İşte birçoğu sahabenin anlatımıyla nakledilmiş bu rivayetler, ayetleri tefsir ederken bir taraftan da bir kurgu içerisinde siyer kitaplarında zikredilir.

Misal olarak, tefsirlerde zikredilen bir sebeb-i nüzul ri-vayeti, siyer kitaplarında bir kurgu içerisinde zikredilir. Buna karşılık siyer kitaplarında kurgu içinde zikredilen bir rivayet, tefsir kitaplarında bir ayetin sebeb-i nüzulü olarak geçebilir. Böylelikle şunu söyleyebiliriz ki hadis, tefsir ve siyer aslında aynı şeyin üç yüzüdür. Bunları keskin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla siyerin oluşum süreci bu iki ilmin oluşum sürecinden farklı değildir.

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3222

Page 23: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Sahabenin Siyer Müktesebatını Derlemedeki Rolü

Hz. Peygamber henüz hayattayken sahabenin onun risâlet vazifesi dışında şahsi hayatına da çok ilgi gösterdiği bilinen bir gerçektir. Sahabe, Müslüman olduktan sonra İslam’ın geçirdiği bütün evreleri bilfiil yaşayarak hemen her aşamasında bulunmaya gayret göstermiş, tabir yerindeyse İslam’ı dolu dolu yaşamıştır. Bu tespiti sahabenin büyük bir bölümü için doğru olduğu ehlince malumdur. Hz. Peygam-bere “Ya Rasulellah, bize biraz kendinizden bahsedin” denil-diğini ve Rasulullah’ın da “ben ceddim İbrahim’in duasıyım” sözleriyle başlayarak kendinden bahsettiği rivayetler mev-cuttur. Ayrıca Taif’i anlattığı zaman geçmişte Allah’ın ken-dilerine ihsan etmiş olduğu nimetleri, yaşanmış bir hadise üzerinden aralarında hikâye ettikleri de rivayet edilir. Hatta Ensar’dan bazılarının İslam’ın Mekke’deki serüvenini kendi-sinden dinlemek için para teklif ettiği sahabeler de vardır. Hz. Peygamberin Mekke’de neler yaptığını, İslam’ın ilk nasıl başladığını öğrenmek için muhacir sahabelere sorular soru-yorlardı. Bunlardan bir tanesi Hz. Nesibe’dir.

Özet olarak, daha Peygamberimiz hayattayken siyere konu olacak mevzular sahabe arasında dilden dile dolaşı-yordu. Hz. Peygamberin hayatının son dönemlerine şahit olmuş birçoğu çocuk sahabeler, geçmişe ait hadiseleri şahitlerinden sorup öğreniyor ve bir kısmı da bunları yazılı olarak kayıt altına alıyordu. Hz. Peygamber döneminde yazılı olarak sahabe aracılığıyla sonraki nesle Kuran dışında intikal ettirilen bir belge, bilgi yoktu. Çünkü Rasulullah Kuran ile karışma korkusuyla hadislerin yazıya geçirilmesine mü-saade etmemişti. Fakat bizzat yazmasına müsaade edip de hadisleri kayda geçirip sonrakilere varaklar halinde intikal ettirmiş sahabeler az da olsa mevcuttu. Sayıları son derece sınırlı bu sahabiler çok az sayıda yazılı kaynak oluşturmuş-lardır ki bu çok istisnai bir durumu ifade eder. Yalnız hemen şu noktayı izah edelim: Bu durum Hz. Peygamber hayattay-ken böyleydi. Hz. Peygamberin vefatından sonra vahiy ke-silip Kuran’la karışma korkusu izale olunca, hadisleri kayda alma işi yaygın faaliyet halini aldı.

Risâlet ve Sahabe Devrinde Tutulan Kayıtlar

Resulullah’ın vefatından sonra kayda alma işi istisnai olmaktan çıktı. Şu da var ki Hudeybiye Anlaşması, İslam’a davet mektupları, bazı kabilelerle yapılan yazılı anlaşmalar, Hz. Peygamber daha hayattayken yazılı olarak mevcuttu.

Bu anlaşma metinlerinin Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali’ye intikal ettiği söylenir. İşin bu kısmı çok mühim. Çünkü Hz. Ali’nin elinde bulunan bu belgeler İslam’ın ilk siyer kay-nağını oluşturur. Yukarda belirttiğimiz gibi siyer ilmi ilk dö-nemler hadisin bünyesinde ilerliyordu. Hatta siyeri hadisten ayıran çok net çizgilerden de bahsetmemiz mümkün değil. Dolayısıyla ilk yazılı siyer kaynakları aslında ilk yazılı hadis kaynakları içindeki siyere konu olacak rivayetlerdir. Abdul-lah bin Amr bin As’a nispet edilen es-Sahîfetü’s-Sadıka ilk yazılı kaynak olma özelliğini taşır. Bu risaledeki siyer riva-yetleri aynı kabilden sayılmalıdır.

Sahabe içinde Bera bin Azib gibi özellikle siyer rivayet-lerinin nakliyle temeyyüz etmiş sahabeler olsa da genelde hadisleri bir sonraki nesle intikal ettiren sahabelerin tama-mı, aynı zamanda ilk siyerciler olarak kabul edilebilir. Zaten bundan kısa bir zaman sonra hadis ilmine mündemiç olan siyer kendine has bir alan oluşturarak hadis ilminden ayrı olarak varlığını sürdürdü. Siyer rivayetleriyle daha fazla meşgul olan kişiler ehl-i siyer olarak anılmaya başladı.

Burada istitradi olarak şunu da eklemek gerek: Arap-larda yazılı iletişim yaygın değildi. Şifahî kültürün hâkim olduğu bir toplum yapısına sahiplerdi. Bilgi şefevî bir yolla bir sonraki nesle intikal ettirildiğinden, yazılı kaynakların az olması rivayetlerin sıhhatine gölge düşürmez. Evet, dilden dile aktarımın bazı zaaflarla malül olduğu doğrudur. Fakat şifahî kültürde bilginin intikali hem daha kolay hem daha yoğundur. Sahabe dönemi yazılı siyer kaynakları içinde en önemlisi, İbni Abbas’ın sahabeden toplayıp kayda aldığı siyer rivayetlerdir. Kölesi ve talebesi Kureyb vasıtasıyla bu bilgiler daha sonraki siyerciler tarafından kitaplara geçiril-miştir.

Tabiîn Dönemi Siyer Çalışmaları

Sahabeden sonraki tabiîn neslinde siyerin hadisten ayrı bir yol izlediğini daha açık bir vaziyette görüyoruz. Bu dönemde gerçekleşen fetihler Müslümanların gayri Müslim toplumlar ile münasebetinin ahkâmının nasıl olması gerek-tiği arayışının siyeri ortaya çıkaran en önemli saik olduğunu belirtmiştik. Buna ilaveten bu dönemde Hz. Osman’ın şehadeti başta olmak üzere bir dizi iç siyasi kargaşa, Hz. Peygamberi referans gösterme ihtiyacını doğurmuş, bu da siyere olan ilgiyi artırmıştır. Yine anlaşılmaları nüzul orta-mının bilinmesine bağlı olan ayetlerin tefsirinde sahabenin

العلم23 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 24: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

bilgisine müracaat edilme ihtiyacı duyulmuş, özellikle Bedir, Uhud gibi savaşların anlatıldığı ayetlerin arka planını anlatan rivayetler tabiîn döneminde ilk siyer malzemesini oluşturmuş-tur. Özellikle İbni Abbas’ın ilmi çalışmalarında Kuran’ın tefsiri gibi bir amacın etkili olduğu maruftur. Bu ve benzeri birçok sebep tabiîn döneminde siyer çalışmalarının artmasına sebep olmuştur. Hatta bu döneme şahit olan Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin “biz Peygamberin meğâzîsini Kuran’dan bir sure öğrenir gibi öğrenirdik” demiştir.

Tabiîn döneminde siyer rivayetleriyle en fazla şöhret bulmuş kişi Hz. Aişe’nin yeğeni Urve bin Zübeyr’dir. Yeğeni olması hasebiyle teyzesinin yanına sıkça girebilen Urve, on-dan birçok bilgi edinme fırsatı bulmuştur. Hz. Aişe dışında başka sahabelerden de edindiği rivayetler yazılı olarak oğlu Hişam bin Urve vasıtasıyla ilk siyer kaynaklarına girmiştir. Fakat Urve’den nakledilen yazılı haldeki siyer malzemesini, dönemin Emevî halifesi Abdülmelik bin Mervan’ın sorularına verdiği cevaplar oluşturur. Bu mektupların ciddi bir yekûn tuttuğu söylenir. Hatta Vakidî, Urve’nin el-Meğâzî adında bir siyer kitabının var olduğunu ve bunun ilk siyer telifi olduğunu söyler. Ne var ki günümüze kadar gelmiş Urve’ye ait bir siyer kitabı mevcut değildir.

Tabiîn döneminin ikinci önemli siyercisi Hz. Osman’ın oğlu Eban bin Osman’dır. Aslında Eban bin Osman’ın siyerci olduğunu söylemek doğru değildir. Abdülmelik bin Mer-van döneminde Medine valiliği yaparken halifenin oğluna Medine’yi gezdirip İslam tarihindeki savaşlarla alakalı ayrıntılı bilgi verince, veliahtın dikkatini çekmiş ve kendisinden bu bilgileri yazmasını istemiştir. Bunun üzerinde Eban “güvendi-ğim kimselerden aldığım, yazılı halde böyle bir eser bende var” deyince, veliaht bir kopyasını vermesi için kendisine boş va-raklar teslim etmiştir. Eban’ın bu bilgileri kim ya da kimlerden yazdığını bilmiyoruz. Fakat onun ilk dönem siyercilerinden sayılmasını sağlayan bu hadise onun aslında siyerle ilgilenen biri olmaktan çok siyasi görevi gereği siyerle iştigal eden kişilerden bazı bilgiler elde etmiş olduğunu gösteriyor.

Yine bu dönemin siyercilerinden sayılan Şüreyh bin Saad’ın elinde Bedir’e katılan, Uhud’da şehit olan vs. gibi listelerin olduğu ve bu yazılı varakların sonraki siyercilere ulaştığı söylenir. Aynı şekilde İbni İshak’ın hocası Asım bin Ömer el-Katâde’nin uzun yıllar Medine’de siyer dersleri verdiği ve Medine’ye dair siyer bilgilerinde önemli bir kaynak olduğu bilinir. Ebubekir bin Hazm da özellikle vesikalar konusunda

temeyyüz etmiş, yine bu dönemin önemli siyercileri arasında zikredilir.

Müstakil Telif Dönemi: İmam Zührî ve Etkisi

Halife Ömer bin Abdülaziz’in emriyle hadisleri yazmakla görevlendiren İbni Şihab ez-Zührî, yukarıda isimleri zikredilen-ler dışında birçok tabiîn ulemasından yazılı olarak topladığı ri-vayetleri bir araya getirmiş ve İslam tarihinin ilk müstakil siyer eserini telif etmiştir. Zührî’nin bu eseri günümüze ulaşmasa da özellikle talebelerinden Musa bin Ukbe’nin eseri vasıtasıyla bugün elimizdeki siyer kaynaklarının büyük bir bölümünü Zührî’nin topladığı bu rivayetler oluşturur.

Zührî’nin büyük talebelerinden Musa bin Ukbe, ondan aldığı siyer bilgisi dışında çeşitli siyercilerden edindiği bilgi ve belgeleri bir araya getirerek siyer yazıcılığına son halini ver-miştir. Özellikle Musa bin Ukbe’nin siyer telifinin emsallerine nazaran daha sahih rivayetlerden oluştuğu söylenir. Musa bin Ukbe’nin diğer siyercilere göre siyasi iradeden daha bağımsız olduğu, bundan dolayı kitabının diğer siyer yazıcılarından farklı bilgiler ihtiva ettiği bilinir. Bu kıymetli eserde elimize ulaşmamış, fakat kendisinden sonra yazılan kitaplarda, özel-likle Taberî’nin tarihinde kendisinden bolca nakiller yapılmış, bu yolla bu eserdeki siyer bilgileri bizlere ulaşmıştır.

Malumâtı literatüre kavuşturanlar: İbni İshak ve İbni Hişam

Bu dönemin en kâmil ve en câmi siyer kitabı İbni İshak’a aittir. Kitabın telif hikâyesini şöyle anlatır: Kendisi bir gün Bağdat’ta Abbasî halifesi Mansur’un yanına girer. Halifeyle birlikte oğlu Mehdi vardır. Mansur; “Ey İbni İshak, tanıyor musun bunu?” diye sorunca “evet, bu müminlerinin emirinin oğludur” der. Daha sonra halife “git, Allah’ın Hz. Âdem’i ya-ratmasından bu güne kadarki bütün tarihi anlatacak bir kitap yaz” diye emreder. İbni İshak kitabı yazıp getirdiğinde “bu çok uzun, biraz kısalt” deyince İbni İshak kitabı ihtisar eder.

İbni İshak, kendisinden önce yazılmış neredeyse bütün kaynaklardan beslenerek, yaratılıştan yaşadığı güne kadar çok geniş bir malumatla bu eşsiz eseri meydana getirmiştir. Maalesef bu eser de kâmil vaziyette elimize ulaşmış değildir. Kitap iki senetle günümüze ulaşmıştır. Biri talebesi Yunus bin Bükeyr rivayetidir ki bunu bizzat kendisi yazdırmıştır. Diğeri İbni Hişam yoluyla bugün elimizdeki meşhur siyer metnidir. İlki eksik bir halde Muhammet Hamidullah tarafından tahkikle neşredilmiştir. İbni Hişam rivayeti ise tam metin olarak

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3224

Page 25: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

mevcuttur. Fakat İbni Hişam bunu müellifin talebelerin-den Bekkaî vasıtasıyla elde etmiş ve eser üzerinde bazı tasarrufâtta bulunmuştur.

Bugün elimizde İbni Hişam olarak bildiğimiz eserin aslını İbni İshak’ın siyeri oluşturur. Aslında eser üzerinde eklemeler yapmaktan daha çok, çıkarmalar ve kısaltmalar yaptığından dolayı bu tasarrufları kitabın orijinalliğini bozmamıştır. Bun-dan dolayı bu eser İbni Hişam ismiyle anılsa da İbni İshak’ın eseri olarak kabul görmüştür. İbni Hallikân “İbni Hişam diye maruf olan bu eser İbni İshak’ın muhtasar ve tehzip edilmiş meşhur siyeridir” demiştir.

Cerh ve Tadildeki Müsamahakârlık İthamının Sürece Olumsuz Etkisi

Yeri gelmişken şu hususu söylemeden geçmeyelim: İbni İshak yaşadığı dönemde en ağır itham ve eleştirilere maruz kalmış, hatta yaşadığı dönemdeki hadisçilerle arasında geçen bu derin tartışmalar İbni İshak’ın Medine’den çıkarılmasına kadar varmıştır. Medine’den çıkarılmasında, özellikle vali üzerinde büyük tesiri bulunan İmam Malik’in etkili olduğu söylenir. En fazla eleştiriye uğradığı husus, rivayetlerde tedlis yapması ve rivayetleri birleştirerek metni nakletmesidir. Ha-disçiler kendi muvacehelerinden bakarak onun siyer rivayetle-rine uyguladığı yöntemi çok ağır biçimde eleştirmiş, hatta onu hurafeci kıssacılarla bir tutan ithamlarda bulunmuşlardır.

Hâlbuki siyer konusunda cerh ve tadil kriterlerinin ha-dislerdeki gibi uygulanmadığı, siyer rivayetlerinde daha mütesâhil olunması gerektiği hem o dönemde hem sonraki dönemlerde kabul edilir bir hakikat olmuştur. Çünkü siyerde nakledilen bir hadiseden eğer amelî hüküm çıkarılacaksa fıkhın, itikadî bir yansıması varsa akaidin konusuna girer ve o ilmin kendi iç disiplini içinde değerlendirilerek kabul ya da reddedilir. Siyer rivayetini bir hüküm bildirmediği halde hadis kriterlerine tabi tutmak çok kabul gören bir yöntem değildir. İbni İshak’ın başına gelenler maalesef siyer ilminin daha fazla gelişmesine engel olmuş ve dönemin ulemasında siyere olan temayülü olumsuz yönde etkilemiştir.

Vakidî ile Teliflerin Son Bulup Nakil Döneminin Başlaması

İbni İshak’tan sonra siyer ilmine en büyük hizmeti yapmış kişi Vakidî’dir. Eseri sadece Medine dönemini ihtiva eder. Vakidî, İbni İshak’tan intihaller yapmakla suçlanmıştır.

İbni İshak’a göre daha mürettep bir görünüm arz eden eseri, kendinden önceki siyerlerden farklı olarak zikrettiği rivayetler arasında tercihte bulunma gerekçelerini açıklar.

Vakidî’yle birlikte telif dönemi son bulur. Bundan sonra siyer çalışmalarında gelişmeden ziyade nakil dönemi başla-mıştır. Bu nakil döneminin eserlerini klasik nakil ve karşılaş-tırmalı nakil kitapları şeklinde iki kısımda mütalaa edebiliriz. Yukarıda İbni İshak’ın eserinden bahsederken konu ettiğimiz İbni Hişam’ın eseri, klasik nakil kitaplarının en meşhurudur. Karşılaştırmalı nakil eserlerinin başında Vakidî’nin talebesi ve aynı zamanda kâtibi olan İbni Sa’d gelir. Aslında bir tabakât olan kitabının başında siyere hayli geniş yer ayırdığı için İbni Sa’d’ın eseri siyer musannefâtı içinde sayılır. Önceki siyer kitaplarından farklı olarak ilk defa konu başlığı kullandığı gibi Peygamberin şahsî hayatı ve şemâili gibi konular da ekleyerek kitabını zenginleştirmiştir.

Tabakât tarzında yazılmış ve karşılaştırmalı nakil kısmın-da mütalaa edeceğimiz diğer eser Belazurî’nin kitabıdır. Özün-de bir belde ve şehirler ansiklopedisi olan eser, tıpkı İbni Sa’d gibi siyere çok fazla yer ayırdığı için siyer kaynakları arasında zikredilir.

Daha sonraki süreçte Taberî’nin Tarîhu’t-Taberî’si, İbni Esîr’in el-Kâmil fi’t-Tarîh’i, İbni Kesir’in el-Bidâye’si gibi eserler kaleme alınır. Çok yönlü bu âlimler, kendilerinden önce yazıl-mış bütün eserlerden beslenmek dışında hadis, tarih ve tefsir birikimlerinin de yardımıyla zengin bir ilmî miras bırakmışlar-dır.

Son Söz Yerine

Siyer ilminin tedvin, telif ve nakil merhalelerinden sonra, süreç halen devam ediyor. Bugün yeni siyer malzemelerinin keşfi gibi bir durum söz konusu değil elbette. Fakat süreç içerisinde birikip gelişen güçlü bir geleneğe ve yazılı kültüre sahibiz. Siyere dair malumat ve malzemeyi sadece siyer kay-naklarında aramamak gerekir. Bizce yapılması gereken, inter-disipliner bir anlayışla siyer müktesebâtını sahih bir zemine kavuşturmaktır. Bu şekilde yapılacak özgün çalışmalar için siyer oldukça elverişli bir alan. Yeter ki farklı sahaların sente-zine açık olmadan bu alanda gerçekten yeni şeyler söyleyen ilmî eserlerin mümkün olmadığını artık anlamış olalım.

العلم25 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Page 26: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Her millet kendi içinde düzeni sağlayacak belli

yasalar oluşturmuştur. Bu yasaların birçoğu ise tanrı ile ilişkilendirilmiştir. Bu toplumların hepsinde kendine has bir tanrı profili oluşur. Bu oluşan profil aynı zamanda onların ‘tanrı’ denen varlığa belli bir çerçeve çizmesi anlamına gelir. Şöyle ki; Antik Mısır mitolojisinde bulunan tanrıların özellikleri ile Yunan mitolojisinde bulunan tanrıların özellikleri birçok farklılık barındırır. Bunların dışında bazı toplumlar tanrılara, göklerde yaşayan varlıklar olarak inanırken bazıları su üstündeki krallıklarda olduğunu varsayar. Bazıları asla görünmez derken bazıları lahuti değer kattıkları objelerde onları arar.

Bu yazımızda Arap toplumunun yarattığı şirk anlayışını ve bu anlayışın psikolojik alt yapısını inceleyeceğiz. Olayı daha iyi anlayabilmek adına süje-obje-üstobje kavramlarından ve Freud’un ‘dolaylı tatmin’

teorisinden yararlanacağız. Aynı zamanda imanın epistemik değerini ve insandaki somutlaştırma güdüsünü araştıracak ve tüm bunlar ışığında bir neticeye varmaya çalışacağız.

İmanın Epistemik Değeri

İman adı verilen olgunun/edimin, gelişim/meydana geliş aşamalarını yüzeysel bir şekilde belirleyecek olursak; sırasıyla ‘ilgi’, ‘şüphe’, ‘zan’, ‘inanç’ basamaklarından sonra doğduğunu söyleyebiliriz.

Öncelikle imanın nesnesi, imanın kendisinde meydana gelecek öznede bir ilgi doğurur. İlgi; her hangi bir şeye önem verme, hoşlanma, kendisini onunla alakalı hissetme güdümünün adıdır. Bu aşamada öznenin belleğinde herhangi bir hükmün doğumu söz konusu değildir. Özne güzel, çirkin, küçük, büyük gibi en basit hükümlerden bile bu durumda uzaktır.

Öznede ilginin artışı peşi sıra

nesnesinin niteliğine odak meydana getirir. Bu odak ise nesnenin ne’liğine dair şüphe değerinde bir hüküm doğurur. Şüphe, olumluluk veya olumsuzluk açısından herhangi bir hükmün söz konusu olmadığı zihin durumunun adıdır.

Odağın/gözlemin artışı şüphenin düşüşünü sağlar. Üretilen fakat olumluluk ya da olumsuzluk açısından netleşmeyen hükümlerde yine kesin olmayan, ihtimalli bir tutum söz konusu olur. Bu ihtimalli, tereddütlü zihin durumu zandır. Artık nesne öznenin zihninde zanni olarak bir şekle/niteliğe sahiptir.

Bu aşamadan sonra gözlemin devamı nesne hakkında bilgi doğurur. Fakat nesne, öznenin gözlem yetilerini aşan bir yapıya sahipse aynı zamanda özne, nesne ile etkileşimini devam ettirmek, onun hakkındaki ‘şeyler’ hususunda tutum sahibi olmak isterse ona düşen inanç olacaktır. İnanç yarı olumlu yarı olumsuz bir tutumun adıdır.

Süje-Üstobje Bağlamında Şirk Psikolojisi Emre Gündoğdu

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3226

Page 27: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم27 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Örneğin; havanın kapalı olduğunu gören bir kimse kısa süre içinde yağmurun yağacağını geçirir zihninden. Bu tutum yağmurun yağacağına duyulan bir inançtır ve inancın olumlu kısmıdır. Fakat kişi aynı zamanda yağmurun yağmayabileceğini de geçirir aklından. Bu da inancın olumsuz tarafıdır.

İman ise netlik kazanmış inançtır. Bu noktada artık ihtimal söz konusu değildir. Özne tam

bir eminlik içerisinde zihnindeki mevcut hükmün geçerliliğine kani olur. İman doğruluk ve yanlışlığı hiçbir şekilde netleştirilemeyecek durumlarda söz konusu olur.

Örneğin; tanrının ve meleklerin varlığı, ölümden sonra yaşamın olup olmadığı gibi hususlarda verilecek hükümler imanın kendini göstereceği yerlerdir. Çünkü bu durumların doğru ya da yanlış olduğu dünyevî süreçte

hiçbir zaman belli olmayacaktır.

Süje-Obje İlişkisi

Yazımızın bundan sonraki kısmında cahiliye dönemi insanının putlar ve görünmeyen tanrı ile ilişkisini daha iyi anlayabilmek için süje-obje-üstobje kavramlarını kullanacağız. Ama bundan önce süje ve obje nedir, aralarındaki ilişki nasıldır bakalım.

En geniş anlamıyla süje; duyan,

Page 28: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3228

düşünen, irade eden, bilen, akıllı, bilinçli varlıktır. Obje ise; şuurun, düşüncenin, duygu ve iradenin kendisine yöneldiği şeydir.

Obje de pekâlâ irade eden, düşünen bir varlık olabilir. Fakat olay anında edilgen oluşu önemlidir. Yani kendi şuur ve iradesinin etkin olduğu zamanlarda bir süje olabilirken, şuur ve iradesinin etkin olmadığı, fakat başka bir şuur ve iradenin etkisinde olduğu zamanlarda obje olur.

Süje ve obje arasında bir etkileşimden bahsedebilmek için iki şey arasında fikirsel, duygusal ve tepkisel bir edimin söz konusu olması gerekir. Bu durumda süje, obje hakkında bir tasavvur sahibi olabilir, onun hakkında bir duygu hissedebilir ve ona dokunabilir.

Üstobje Nedir?

Üstobje, süjenin obje vasıtası ile etkileşime geçtiği varlık ya da kendisi yerine obje ikame ettiği nesnedir. Süje, üstobje ile fikirsel, duygusal ve tepkisel anlamda tam bir etkileşim gerçekleştiremez. Bu sebeple kendisiyle tam bir etkileşim gerçekleştirebileceği bir objeyi, üstobje yerine koyarak dolaylı tatmin yolunu tutar.

Örneğin; çok pahalı bir otomobil sahibi olmak isteyen birini düşünelim. Bu kişi

hayalini gerçekleştirebilmesi için gereken şartlara sahip olmasın. Bu durumda kişi arzusunu gerçekleştirebilmesi için dolaylı tatmin yolunu tutar ve sahip olmak istediği otomobilin ona yaşatacağı zevkleri kısmen de olsa yaşatacak şeyler yapmak ister. Mesela hayalindeki aracı ona anımsatan daha ucuz bir otomobil satın alabilir, son model araçların sergilendiği fuarları gezebilir, minyatür otomobil koleksiyonu oluşturmayı hobi edinebilir. Ne yaparsa yapsın -bu çok alakasız bir şey de olabilir- neticede zihnindeki üstobje ile bir şekilde etkileşime geçebilme amacı güder.

Putun Yaratılış Öyküsü

Bilindiği üzere insan beş duyu organına, bir akla ve ontolojik anlamda biyo-psişik bir yapıda olduğundan duygulara sahiptir. Bu üç özellik onun yaşamını idame ettirebilmesi için en önemli unsurlardır. Zira bilgi üretimi ve mevcut bilgilerin sentezi bu vasıtalar yardımı ile gerçekleşir. Ve insan için vazgeçilemez/inkâr edilemez bilgi, akıl, duyu ve duygunun kusursuz senkronizasyonundan geçer. Yani hem akla hem de duyu ve duyguya hitap eden malumat artık aklıselim bir insan için inkâr edilemez hale gelir.

Bu sebeple insan hayatı boyunca sahip olduğu bu üç özelliği hemen her edim ve düşüncesinde

süzgeç olarak kullanır. Biz bunu insanın somutlaştırma güdüsü olarak biliriz. Soyuttansa somut olan, görülüp dokunulabilen nesneler insan için daha caziptir.

Örneğin; Ayasofya ya da boyu arşa ulaşan, o gotik mimarinin paha biçilemez örnekleri saydığımız katedraller… Bu yapılar, ne kadar büyük olursa, tanrıya o kadar layık olur ve sahibinin şanını o derece yüceltir düşüncesi ile inşa edilmişlerdir. Ne kadar büyükse o kadar müşahhas ve ne kadar müşahhas ise o derece kıymetli…

Bunun bir diğer örneği kendilerine tanrı olarak put yaratan kavimlerdir. Büyük katedraller inşa eden melikler ile puttan tanrı edinen insanların beslendiği kaynak aynıdır. Öncelikle elle tutulup gözle görülemeyen bir tanrının varlığından emin olamazlar. Ona iman edemezler. Sunaklar sunup tütsüler yakarak ayinlerde bulunamazlar. Dualar edip adına şiirler yazarak ağıtlar yakamazlar. Bu sebeple ya mevcut bir nesneyi ilah olarak kabul ederler ya da kendilerine bir ilah yaratırlar.

Klanlar döneminde her kabile kendine has bir totem kabul ederdi. Yani doğadaki herhangi bir hayvana istedikleri vasıfları atfedip onu dokunulamaz ve eti yenilemez kılarak tanrılaştırırdı. İlerleyen dönemlerde biraz daha gelişen insan, vücudu da

Page 29: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم29 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

kendi tasavvuruna ait tanrılar yaratmaya başladı. Mesela; Asurlular döneminde saray kapılarının sağ ve solunda bulunan heykeller… Bu heykellerin baş tarafı zekâyı temsilen insan başına, gövdesi ise gücü temsilen bir hayvana benzetilir. Aynı zamanda sağ ve soluna yetenek ve beceriyi temsilen kanatlar konulurdu. Ve bu insan-hayvan-kuş karışımı tanrı saray kapılarında nöbet bekler, hanedanı kötü ruhlardan korurdu. Tüm bunlar gelişmemiş insan zihninin ve Frued’un tabiriyle üst-benin otoritesinin ben üzerinde tam anlamıyla aktif olduğu zamanlara ait faaliyetlerdir.

Şirk Psikolojisi

Bildiğimiz üzere cahiliye toplumunda put/şerik anlayışı diğer toplumlara nazaran farklılık gösterir. Örneğin; Mısır mitinde İzis adı verilen tanrının bir cismi/nesnesi vardır. Mısır halkı İzis’in önünde ona sunaklar sunar, dualar eder ve ayinlerini gerçekleştirirler. Bu nesne İzis’in ya kendisi ya da gökteki asıl varlığının yeryüzündeki izdüşümüdür. Her halükarda İzis, Mısır halkının tapındığı bir tanrıdır. Onları daha üst varlığa ulaştıran bir aracı değildir.

Cahiliye toplumuna baktığımızda adeta politeizm ardına gizlenmiş bir monoteizm söz konusudur.

Cahiliye dönemi Arapları süreç içerisinde oluşturdukları putları, tüm varlığı meydana getiren kadir-i mutlak bir tanrıya ulaşma vasıtası olarak kullanmışlardır. Örneğin; adını çok sık duyduğumuz Lat ve Menat putları tanrının hizmetçileri sayıldığından onlara gösterilen ilgi ve alaka tanrıya gösterilmiş gibi addedilir. Bu nedenle onlardan şefaat istenir, onlara adak adanır, ibadet ve taatte bulunulur.

Şimdi bu toplumun tanrıya ulaşmak adına put yaratmasının süje-üstobje bağlamında psikolojik alt yapısını inceleyecek olursak, şunları söyleyebiliriz; süje/müşrik, iman nesnesi olan üstobje/tanrıya ulaşmak için obje/putu bir vasıta olarak görür. Daha önce bahsettiğimiz üzere süje, üstobjeye ulaşamadığı durumlarda dolaylı tatmin yolunu tutarak kendisine bir obje yaratma arzusunda olur. Cahiliye toplumunda süje iman nesnesiyle fikirsel, duygusal ve tepkisel olarak tam bir etkileşime geçebilme isteği güder. Fakat gözle görüp elle tutamadığı üstobjeyle tepkisel anlamda etkileşim kuramaması onu bu tepkimeyi tamamlayacak bir obje yaratmaya iter. Bu obje hayatının her anında süjenin yanında olup üstobjeyle kuramadığı tepkisel etkileşimi tamamlamada ona yardımcı olur.

Böylece İzis ile cahiliye putu arasındaki ayrım biraz daha netleşmiş olur. İzis Mısır halkının iman nesnesi olarak bir objeyken, cahiliye putu süjeyi iman nesnesine ulaştıran objedir. İman nesnesinin kendisi değildir.

Sonuç

Tüm bunlardan yola çıkarak şunları söyleyebiliriz; süje fikirsel, duygusal ve tepkisel anlamda obje ile etkileşime geçer. İletişim zincirinin eksik olduğu zamanlarda ise obje, süje tarafından bir vasıta olarak kullanılır. Bu durumda süje, üstobje ile bir bağ kurabilme gereksinimi duyar.

Cahiliye Araplarının kadir-i mutlak, görünmeyen bir tanrıya imanı söz konusu olduğunda onların tam bir iman tutumu gösteremediklerini ve mevcut imanı temellendirme niyetiyle nesneleştirme/somutlaştırma yolunu tuttuklarını, bu sebeple kendilerine bir obje/şerik yarattıklarını söyleyebiliriz. Onları bu tutuma iten neden ise; mevcut iman nesneleriyle tepkisel anlamda iletişime geçememekten doğan içsel bir huzursuzluktur. Zira insan için mutlak geçerli bilgi/edim/tutum akıl, duyu ve duygu uyumundan doğar.

Page 30: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3230

Page 31: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم31 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Efendim, yeni hacdan döndünüz. Allah kabul etsin diyerek başlayalım.

Hac yapmadım, hayır.

Merv’den kafile ile gittiniz diye duydum.

Gittiğim doğru, fakat yarı yoldan dönmek zorunda kaldım.

Anlamadım, neden?

Birçok şehir geçerek Mekke’ye yaklaşmıştık. Bir çöplüğün yanından geçerken yiyecek arayan genç bir kız gördüm. Yanına gidip durumunu sorunca, babasının malları alınarak öldürüldüğünü, kardeşiyle yakın bir evde yalnız ve muhtaç yaşadıklarını söyledi. Çöplüğe atılan şeylerle karınlarını doyurmaya çalışıyorlarmış.

Çok üzücü! Belki paranın birazını kıza verip kalanıyla yola devam edebilirdiniz.

Tam aksini yaptım. Bin dinarın yirmisini kafileyle Merv’e

dönmemiz için ayırıp kalan hepsini ona infak ettim.

Maşallah! Gruptan itiraz eden olmadı mı günlerce yol geldik diye?

Onlara yaptığımız yardımın bu yılkı haccımızdan daha faziletli olduğunu anlattım.

O zaman asıl…

Benim için…

Pardon, siz tamamlayın.

Benim için aç birinin karnındaki bir lokma, bir mescit inşa etmekten daha değerlidir. Velev ki insan mescidi tek başına yapmış olsun.

Ben de o zaman asıl şeyi konuşmak lazım diyecektim; önceliklerimizi

Evet, evleviyyât fıkhı önemli.

Bizanslılarla yapılan gazvelere katılmanızı böyle anlamalıyız herhâlde.

Bittabi. En son Bizas diyarında çıktığımız gazvede yağmurlu bir gece kendi kendime dedim ki;

böylesi mühim şeyler dururken yıllarımızı ilâ ve zihâr konularıyla heba etmişiz.

Estağfirullah. Yahya İbni Maîn’in, Süfyan bin Uyeyne’nin size yaptıkları övgüler ortada. Yine önceliklere temas ettiğinizi anlıyorum.

Aynı nokta, evet.

Söz madem cihada geldi; naslarda ayrı bir yeri olan sınırda düşman gözetlemeyi sorayım size.

Ribât hakkında senin için tek şey şu: Nefsini Hakk’a o kadar rapteyle ki yine Hak ve hakikat üzere ihya olsun. İşte bu ribâtın en hayırlısıdır.

Yani benim önceliğim açısından söylüyorsunuz.

Hem öncelik hem temel açısından birçok insan için geçerli. Aileyi geçindirmek için çalışmak da cihattan daha faziletli.

Çalışmak evet, az önceki sadaka durumu böyle oluyor çünkü.

ABDULLAH İBNİ MÜBAREK İLE KONUŞTUM

Adı Abdullah İbni Mübarek. Künyesi Ebu Abdurrahman. Hicri 118’de Merv’de doğup 63 yaşında, Heys şehrinde irtihal ediyor. O hem hadiste müminlerin emiri hem cihad meydanlarının gazisi; hem meşrik ve mağribin fakihi, hem cevvad bir tüccar. Onun hakkında Süfyan bin Uyeyne’nin dediklerinden daha güzel bir cümle kuramam: “Bir sahabelere bir de Abdullah’a baktım. Nebi Aleyhisselamla olan sohbet

ve gazvelerini çıkarırsak, onların Abdullah’a karşı bir faziletini göremedim.” Selef pirini Horasan’ın bir köşesinde bulmuşken haddim olmayan bir sohbete koyulup aklıma gelenleri sordum. Ustalarından

kulluk sanatı meclisi bugün ilimden hikmeti, hayattan zühdü, ibadetten cihadı; sözden özü hülasa eylemiş bir şahsiyeti ağırlıyor. Gönülleri sık ve düzgün tutalım, buyurun.

Ust

alar

ında

n Ku

lluk

Sana

tı -14

- M

usta

fa A

lp

Page 32: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Ona da tercih edilecek şeyler var. Mesela şüpheli bir dirhemden kaçınmak, on binlerce dirhemi tasadduk etmekten daha değerlidir.

Üstadım, bütün bunlardan ilmi biraz hafife aldığınız izlemini uyanabilir.

Lakin ilimden maksat sırf bilmek değil ki; amel. Kimin harama karşı daha çok korkusu varsa, onun ilmi de fazla demektir. Yoksa nübüvvetten sonra böylesi ilmi insanlara yaymaktan daha değerli bir şey bilmiyorum.

Yaymak dediniz. Ya ilmini başkalarına aktarmaya karşı cimrilik eden biriyse?

İlminde cimrilik eden kişi için üç şeyden biri mukadderdir: İlmini alıp götüren ölüm, unutulup gitmek, sultana yağdanlıkla ilmin heba olması…

O halde doğru dürüst âlimin sizce tarifi de belli oldu.

Evet, büsbütün zühdle alakalı. Âlim ilgi ve himmetini dünyadan ahirete çevirendir. İtiraf edeyim ki biz de baştan ilmi dünya için öğrenmiştik; lakin zamanla o bize dünyayı terki öğretti.

Peygamber varisliği zaten böyle oluyor.

Güzel söylüyorsun da peygamber varisi olan âlimler dünyaya tamah ederlerse insanlar daha kime uyacak? Sade ilim değil mevzu tabii. Tüccar kesim, Allah’ın emin insanlarıdır. Onlar ihanet ederlerse daha kime güvenilecek? Gaziler Allah’ın misafirleridir. Onlar ganimetten çalarsa düşmana karşı kiminle zafer kazanılacak? İdareciler

sürüyü yöneten çobanlardır. Eğer çoban kurt olursa, sürüyü daha kim koruyabilir?

İsabet buyurdunuz gerçekten. Âlimi konuşuyoruz; fakat ilmin diğer kısmı ilmi talep eden.

Aralarında ciddi münasebet var aslında. Kişi, ilim tâlibi olduğu sürece âlimdir. Bildiğini zannettiğinde cahil olmuş demektir.

Bu kısım da tamam. Zühdü ilim çerçevesinde vurguladınız. Onu karşıtı olan şirk ve riya kavramları üzerinden değerlendirirsek ne dersiniz?

Şu misali vereyim: İki adamın beraber yolculuk ettiğini düşün. Biri kılmak istediği namazı arkadaşından sebep terketse bu riyadır. Yok, eğer arkadaşından sebep kılsa bu da şirktir.

Bu ihlaslı tutuma ilaveten siz zühdün insanlar üzerinde iktidar gücüne de inanıyorsunuz.

Hem de sultanın halk üzerindeki iktidarından fazla. Sultan ancak sopanın, polisin gücüyle insanları yönetir. Zahid ise insanlardan kaçtığı halde onlar kendisine yönelirler.

Bir bakıma zühdün şükrünü yine onunla ödüyor.

Mühim nokta evet. Aslında şükürde ahiretin ziyadesiyle dünyanın noksanlığı şart. Zira sizden biri ancak dünyadan eksilterek ahireti artırabilir. Dünyanın büyüyüp genişlemesinin, ahiretin zayıflamasından başka yolu yoktur.

O zaman işin nüansı, bu imkânla

pozisyonu değiştirmemek.

Zâhid tam da odur işte. Dünyalığa kavuşsa sevinmez. Dünyalığı kaybetse üzülmez.

Sizin ticaretle uğraşmanız gibi mi?

Konunun buraya geleceğini biliyordum.

Yanlış anlamayın. Yılda yüz binin üzerinde kar getiren bir ticarî sermayeniz var bildiğim kadarıyla. İnsanlar bunun izahını sizden duymak isteyebilir.

Elbette hakları. Bunu senden önce Fudayl bin Iyaz da sordu.

Öyle mi, ne dedi?

Sen bize zühdü, az dünyalığı, ihtiyaç miktarı malı emrediyorsun; lakin hayli kar getiren bir sermayen olduğunu görüyoruz, dedi.

Siz ne cevap verdiniz?

Birincisi, yaptığım ticaret canımı, ırzımı korumak ve Rabbime itaate daha fazla imkân bulmak için. İkincisi, kazandığım kârın yekününü âbidlere, zâhidlere ve tâliblere infak etmek için. Fudayl ve onun gibi destek olacağım müttakîler olmasaydı, kesinlikle ticaretle uğraşmazdım.

Tabii anlıyorum. Takva da buraya mı çıkıyor?

Özünde aynı ruh hali. Hazreti Davud’un oğlu Hazreti Süleyman’a söylediklerini düşün: Oğlum, bir adamın takvasını üç durum gösterir: Başına gelen şeylerde Allah’a tevekkül etmesi, bunlardan razı olması ve sabretmesi.”

Page 33: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Buradan tevazu ve kibir meselesine geçecektim; ama aklıma sultana yağdanlık ifadesi takıldı. Âlim için tehlikeli durum sadedinde söylemiştiniz. İktidara karşı emri bil maruf gibi bir görevi de yok mu âlimin? İki şey karışmasın diye soruyorum.

Açıkçası bana göre, emri bil maruf nehyi anil münker yapan, iktidar mevkiindekinin yanına girip onları uyaran değil, bilakis onlardan uzak duran kişidir.

Diyelim ben zalim yöneticinin terzisiyim. Bu durumda zulmü destekleyenlerden oluyor muyum?

Zalimlerin destekçileri o iğne ipliği sana satanlardır. Sense kendi nefsine zulmedenlerdensin.

Buradan sultanın gereksizliği ya da bu makamın kötü olduğu sonucunu çıkarabilir miyim?

Ne münasebet! Allah, rahmeti gereği dinimize arız olacak birçok sıkıntıyı sultanla defeder. İdareciler olmasaydı yollarımız güvensiz, gerçekte en zayıf kişiler en güçlülerimiz olurdu.

Siz dünyalığa karşı dini satmaktan bahsettiniz anladım. Şu halde kendimden birazcık emin olabilirim.

Sen yine de dört şeyden emin olma: Geçmiş bir günah ki Rabb Azze ve Celle’nin onu ne yapacağı bilinmez. Ömrün geri kalanı ki gelecekte hangi dertlerin çıkacağı kestirilemez. Kula verilen bir fazilet ki onun bir tuzak ve istidrac olup olmadığı anlaşılmaz. Kalbin kısacık bir sure kayması ki

o sıra kulun dini gider de farkına varmaz.

Çok kritik durumlar gerçekten, sağolun. Kibir ve ucuba gelelim. İsterseniz tersi olan tevazu ile başlayalım.

Tevazu zenginlere karşı kibirli olmaktır.

Ben her kesimi içine alacak şekilde soruyorum.

Geniş anlamda tevazuun başı şudur: Kendini senin kadar dünyalığa sahip olmayan birinden daha aşağı göreceksin. Öyle ki bu dünya nimetlerinin ona karşı sana bir üstünlük sağlamadığını o kişiye öğretmiş olacaksın. Yine kendini senden daha fazla dünyalığa sahip kişiden üstte göreceksin. O kadar ki sahip olduğu dünyevî şeylerin sana karşı bir üstünlük kazandırmadığını ona göstermiş olacaksın.

Peki, kibir ve ucub?

Biri karşı tarafı, diğeri kendini nasıl gördüğünle alakalı. Kibirde insanları aşağı addetme var. Ucub ise kendinde, başkalarında hiç olmayan bir şey var zannetme halidir. Müminler için ucubtan daha şerli bir şey bilmiyorum.

Bütün bu ahlakî meziyetleri canlı şahsiyetlerde görmek önemli tabii.

İşin hülasası o. Biz edebi, edep timsalleri aramızdan çekilip gittiği bir vasatta öğrenmeye çalışıyoruz. Gariplik burada.

Siz çok canlı bir örneksiniz Allah razı olsun. Şahsi hayatınızı biraz dinlesek. Rıhleleriyle meşhur bir

âlimsiniz. Haremeyn’den Irak’a ilim için seyahat ettiniz. Son yolculuğunuz mesela ne içindi?

En son Merv’den Rey şehirlerinden birine gittim. Günlerce süren zorlu seyahatten sonra Harun bin Muğire’ye ulaştım. Amacım ona Hasan el-Basrî’nin sözünü teyid ettirmekti.

Muhtemelen sözü duymuştunuz daha önce.

Yine de asıl ravilere ulaşmak istedim. Harun bin Muğire sözü bizzat Hasan’dan işiten İsmail bin Müslim’den dinlemişti.

Söz neydi bu arada?

“Bir adamın düşmanlığına karşı bin adamın sevgisini satın alma.” Ta Merv’den sadece bu cümle için kalkıp geldim.

Sübhanallah! Başka ne denir? Son olarak kişisel ricada bulunacağım. Bana nasihat eder misiniz?

Lüzumsuz bakmayı bırak ki huşuya kavuşasın. Lüzumsuz konuşmayı bırak ki hikmete erişesin. Lüzumsuz yemeği bırak ki ibadette muvaffak olasın. İnsanların ayıplarını araştırmayı bırak ki kendi nefsinin ayıplarını göresin…

Bu yetti. Fazlasıyla hem de. Ne diyeyim, dua buyurunuz. Yürekten teşekkür ederim her şey için.

Bütün övgüler O’nadır. Ben nefsimi temize çıkaramam. Namaz ve sabırla kalın.

Page 34: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3234

Din Felsefesi Tarihi Üzerineİbrahim Türkan

Din felsefesi, 19. yüzyıldan bu yana faaliyetlerini sürdüren

sistematik bir çalışma alanı olarak kabul edilir. Fakat mevcut jargon ve tekniklerin dışında bu alan üzerindeki çalışmaları insanlık tarihinin çok eski dönemlerine kadar götürebiliriz. Bunu da din felsefesi tanımında yapacağımız küçük bir genişletme ile başarabiliriz.

Şöyle ki; dar anlamda din felsefesini ele aldığımızda; temel dini inançlar hakkında felsefi bir birikime dayalı, felsefi bir yöntemle düşünmek ve değerlendirmeye çalışmak anlamına gelir. Geniş anlamda ise; buradaki “felsefi yöntemle düşünmek” tabiri yerine akılla veya sağduyu ile düşünmek tabiri konulabilir. Böylece o temel dini konular üzerine aklı kullanarak düşünmek demek olur. Bu geniş anlamıyla ele aldığımızda ise din felsefesinin tarihini, din üzerine akıl yürüten ilk insana kadar götürmüş oluruz.1

Bu durumda ilk defa din üzerine düşünme faaliyetlerinin başladığı toprakları Grek’ten de önce Mısır, Hindistan ya da Mezopotamya olarak belirleyebiliriz. Zira 18. yüzyıldan bugüne yapılan araştırmaların gösterdiğine göre, felsefi çalışmaların ana kaynağı Grek değil daha eski ve köklü medeniyetlerdir.

Bu konuda Alfred Weber şunları söyler; “onun gelişmesi üzerinde Doğu’nun yaptığı etkiden şüphe etmek kabil değildir. Mısır’la temasa girmeden, yani onlara memleketini açan Psammetik devrinden evvel, Yunanlılarda tam anlamıyla felsefe izine rastlanmaz. Bundan başka, Yunan felsefesinin babaları hep İyonyalıdırlar, Küçük Asya’dandır ki felsefe önce İtalya’ya ve oldukça geç bir dönemde Atina’ya, yani asıl Yunanistan’a getirilmiştir.”2

Yine Tahsılu’s-Saâde adlı eserinde bu konuyla ilgili Farabi şöyle der; “söylendiğine göre bu ilim eskiden Irak halkı Kaldeliler arasında mevcuttu. Onlardan Mısır halkına geçmiş, oradan Yunanlılara intikal etmiş, Süryaniler ve daha sonra Araplara geçinceye kadar onlarda kalmıştır.”3

Başka bir önemli felsefe tarihçisi olan Emile Brehier de Yunan felsefesinin kökenlerini ve kaynaklarını Mezopotamya’ya bağlamakta, felsefe tarihini Thales ile başlatmanın, felsefe tarihinden bihaber olduğumuz anlamına geleceğini belirtmektedir.4 Son olarak sadece bu konuyu ele alıp, yaklaşık üç asırdan beri sorulan “felsefenin çıkış yeri neresidir?” sorusunu cevaplamaya çalışan Martın Bernal’in “Kara Atena” adlı eseri oldukça doyurucu veriler sunması itibari ile okunabilir. 5

Yazılı kaynaklara itibarla din üzerine düşünme tarihini net olarak belirleyecek olursak, bu tarihi güçlü bir antropomorfizm eleştirisi yapan Ksenophanes’e (MÖ. 570-480) kadar geri götürmek mümkündür.6 Bundan sonra süreci felsefi teizmin en önemli ismi Platon ve ardından gelen Aristo ile devam ettirebiliriz. Dine veya teizme yakın bu iki filozoftan Platon daha idealist ve mistik bir dil ile din felsefesine öncülük ederken, öğrencisi Aristo daha realist ve rasyonalist bir dil ile din felsefesinin öncüsü olmuşlardır.7

Bu iki büyük ilkçağ filozofunun din felsefesine yaptığı katkılar çok fazladır. Tanrının varlığının kozmolojik ve teleolojik delillerinden, tanrı-evren, tanrı-insan, tanrı-ahlak ilişkilerine, ölüm-ölümsüzlük konularından, teodise olarak adlandırılan kötülük problemine kadar din felsefesinin ilgilendiği en temel konularda kalem oynatmış ve güçlü bir geleneğin oluşmasında büyük rol oynamışlardır.

Bunun haricinde Epiküros’un teodise problemi hakkındaki görüşleri ve Plotinos’un tanrı-evren ve tanrının sıfatları hakkındaki düşünceleri bugün hala din felsefesi içerisinde değerini korumaktadır.

İslam’ın “altın çağı” olarak adlandırılan dönemde, İbni Sina

Page 35: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم35 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

ve Farabi’nin kozmolojik delilin imkân versiyonuna, Gazali ve bazı ehli kelamın da yine kozmolojik delilin hudus versiyonuna yaptığı katkıları unutmamak gerekir. İbni Arabi ve Mevlana gibi kimi sufi ve mistik filozofların dini tecrübe delili üzerinde durup, onu geliştirmeleri, Kindi, İbni Rüşd, İbni Bacce ve Fahru’r-Razi’nin din felsefesinin bazı konularını irdeleyip etüt etmeleri bu anlamda oldukça önemlidir. Bu isimlerin yaptıkları katkıların çağdaş din felsefesinde yeterince ele alındığını söylemek zordur. Buna Müslüman din felsefecileri de dâhildir.8

Öte yandan Skolastik dönemde, Thomas Aquinas’ın deliller konusundaki “beş yolu”, akıl-iman ilişkisindeki aklı sınırlayıcı tutumu, Anselm’in geliştirdiği ontolojik delil kuramı Orta Çağın son dönemlerinde gelen katkılardır.

Yeniçağda Descartes ruh-beden düalizmi, Spinoza panteizmi, Pascal bahisçi iman tutumu, Leibniz mümkün dünyaların en iyisi teodisesi, David Hume teleolojik delil eleştirisi, Kant ahlak delili, Kirkegaard fideizmi, Witgeinstein dil oyunları ile din felsefesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.9

1960’lara gelindiğinde, din felsefesine “yeniden dönüş” olarak adlandırılabilecek bu dönemde; A. N. Whitehead’dan esinlenen, Charles Hartshone’un başını çektiği süreç felsefesi, daha sonra Witgeinstein merkezli D. Z. Philips tarafından geliştirilen Witgeinsteincı din felsefesi sahaya yeni bir ivme kazandırmıştır. Hemen hemen aynı yıllarda din bilimlerinin minnetle andığı Ninian Smart, John Hick gibi isimler, bu alanda çok temelli katkılar sağlamışlardır.10

1970 ve sonrasında din felsefesinin “yeniden doğuşu” diyebileceğimiz bir süreç başlamıştır. Önceden analitik felsefe tarafından hırpalanan bu disiplin, yine aynı alan içinde, onun felsefi araçlarını kullanmak suretiyle kendine oldukça sağlam yer edinmiştir. Bu dönemde A. Plantinga’nın reformist epistemolojisi, Richard Swinburne’un evidensiyalist din felsefesi, William Craig’ın doğal teolojiye çağdaş bilim destekli yaptığı katkılar ve benzeri daha nice gelişme yer almıştır.11

Daha önce de belirttiğimiz gibi din felsefesi çalışmaları sistematik bir şekilde; yani felsefi bir birikime dayalı, felsefi bir düşünme ve değerlendirme metoduyla 19. yüzyıldan beri devam etmektedir. Bu sahanın “din felsefesi” adıyla anılmasında ve bir disiplin kazanmasında Hegel’in katkıları çok büyüktür.

Öncelikle felsefenin disiplinlere bölünme ihtiyacı nereden doğdu?

Ülkemizdeki ilk din felsefecisi olan Mustafa Şekip Tunç bu konuda şunları söylüyor; “bir ilim felsefesi, bir sanat felsefesi, bir hukuk felsefesi olduğu gibi bir de din felsefesi vardır. Bu felsefelerin vücuda gelmesi aldıkları konulara karşı tamamiyle tarafsız kalarak gerçek mahiyet ve kıymetleri üzerinde bilgi nazariyesi, psikoloji ve ahlak bakımından incelemeler yapmak ihtiyacının duyulmasından doğmuştur.”12

Bu bağlamda din felsefesi, uzmanlık alanlarının daraldığı, yeni uzmanlık sahalarının doğduğu ve farklı disiplinlerin kendi içerisinde bölünmeye başladığı bir zaman diliminde doğmuştur. Ve felsefede mevcut din üzerine

yapılan çalışmaları ve oluşturulan nazariyeleri ayrı bir şablon altında toplayan, bu birikimi yeni bir çalışma alanına kanalize eden Hegel olmuştur.

Hegel, Berlin Üniversitesinde 1821 yılında “Din Felsefesi” adıyla bir ders verirken, ilk defa hem din felsefesi deyimini kullanmış, hem de bunu bir disiplin haline getirmeye çalışmıştır. Bu dersini 1824-1827 ve 1831 yıllarında tekrarlamıştır. Bu dersler, onun ölümünden bir yıl sonra 1832’de “Din Felsefesi Üzerine Dersler” adıyla Berlin’de Ph. Mazheineke ve Bruno Bauer tarafından yayımlanmıştır.13

Yukarıda söylediğimiz gibi din felsefesinin doğuşu hukuk, dil, biyoloji, sanat felsefesi ve bunlar gibi başka bölünmelerin de yaşandığı bir tarihsel arka plan ile ilgilidir. Ve din felsefesinin yeni bir disiplin halini alması kuşkusuz bu sahadaki felsefi problemlerin ve sorunların daha detaylı ve nitelikli bir şekilde ele alınmasında büyük faydalar sağlamıştır.

* Sonnotlar1. C. Sadık Yaran, Din Felsefesine Giriş, Ensar Neşriyat, S. 30-312. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, çev. H. Vehbi Eralp, Kabalcı Yayıncılık, S.113. Farabi, Mutluluğun Kazanılması (Tahsılu’s-Saâde), çev. Ahmet Arslan, Divan Yayınları, S. 88-894. Bayram Ali Çetinkaya, Felsefe Tarihi, AUZEF, S. 445. Martın Bernal, Kara Atena (Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi?), çev. Özcan Buze, Kaynak Yayınları6. Recep Alpyağıl, Din Felsefesine Dair Okumalar, İz Yayıncılık, S. 277. C. Sadık Yaran, Din Felsefesine Giriş, Ensar Neşriyat, S. 338. Recep Alpyağıl, Din Felsefesine Dair Okumalar, İz Yayıncılık, S. 289. C. Sadık Yaran, Din Felsefesine Giriş, Ensar Yayıncılık, S. 3410. Recep Alpyağıl, Din Felsefesi, AUZEF, S. 1811. Recep Alpyağıl, Din Felsefesine Dair Okumalar, İz Yayıncılık, S. 2912. Musatafa Şekip Tunç, Bir Din Felsefesine Doğru, Türkiye Yayınevi, S. 713. Mehmet Bayraktar, Din Felsefesine Giriş, Eski Yeni Yayınları, S. 13

Page 36: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3236

Yabancı bir dili öğrenmek beş süreçten meydana gelir.

Bunlar okuma, yazma, ezberleme, izleme ve konuşmadır. Yaklaşık üç sene boyunca bunları kısmen yaptım, ama hala rahat bir şekilde Arapça cümle kurup konuşmayı beceremiyordum. Aslında kelime dağarcığım yeterliydi ve dil kurallarını da biliyordum, fakat Türkiye’de yaşadığım için çok fazla pratik Arapça konuşma imkânı bulamıyordum. Daha sonra hocalarımın tavsiyeleriyle Ürdün’e gitmeye karar verdim.

İki temel hedefim vardı. Biri üzerimdeki “konuşmayı beceremiyorum” kompleksini atmak, diğeri ise ‘gevezelik’ yapmaktı. Kompleks yanlış cümle kurma, i’rab hatası yapma, gereksiz harf-i cer kullanma korkusu gibi bazı durumları ifade ediyordu. Bu kompleks doğru

söyleyebileceğin cümlelerde de hata yaptırabiliyordu. Bu kötü hasleti çokça gevezelik yaparak atabileceğimi hocalarım söylemişti ve öyle de oldu. Çünkü çok fazla konuştuğun zaman çokça hata yaparsın. Eğer hatalarından ders alıp düzeltmeye çalışırsan hatalar sana fayda verir. Hocam her zaman “Hata yapmaktan korkmayın” derdi. Çünkü hatalar tecrübe kazandırır.

Hedeflerime ulaşmak için daha uçaktayken yol arkadaşımla kendimize Türkçe konuşmayı yasaklamıştık. Çünkü hayatımızı Arapça konuşmaya endekslemek istiyorduk. Ürdün’e ayak bastığımızda artık “saçmala devresi”ne başlamıştık. Saçmala devresi Arapça kelimeleri yanlış yerde yanlış şekilde kullanma anlamına geliyordu. Bu konuşmayı tam bir şekilde yapamadığımızdan

kaynaklanıyordu. Ama cümle kurmaktan korkmuyorduk. Böylelikle hatalı cümleler kurup daha sonra nasıl kullanacağımızı Arapların bizzat kendisinden öğreniyorduk. Bunun sayesinde üzerimizdeki kompleksi atmaya çalışıyorduk.

Daha ilk günlerde ev için alışveriş yapmaya çıktığımızda ister istemez Araplarla konuşuyorduk ve bu bizi geliştiriyordu. Her ne kadar ammice konuşsalar da aralarında fusha konuşmayı bilenler oluyordu. Günler geçtikte ammiceyi de anlamaya başlamıştık. Aynı zamanda günümüzün belli bir vaktinde Arapça filmler izliyorduk. Daha sonra dil kursunda öğrendiğimiz yeni kelimeleri gün içerisinde tanıştığımız insanlarla konuşurken kullanıyorduk.

Ürdün’de Gevezelik YapmakYunus Emre Karadağ

Page 37: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم37 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Ardından dil kursunda bulunan ‘derdeşe’ (دردش ) dersinde pekiştiriyorduk. “Derdeşe” gevezelik anlamına geliyordu ve temel hedefimin isabetli bir görüş olduğu aklıma daha çok yatmıştı. Bu derste hoca belli başlı konular belirliyordu. Biz de içerisinden istediğimizi seçip onun hakkında konuşuyorduk. Konunun pek bir önemi yoktu. Çünkü amaç gevezelik yapıp yeni kelimeleri, yeni tabirleri cümle içerisinde kullanmaktı.

Arapça yazı yazmaya da başlamıştım. Hemen ilk günlerde günlük tutmaya karar verdim. Akşamleyin evde otururken yeni kelimelerle günlük yazıyor, yazdıklarımı da Türkiye’deki hocama Whatsapp’tan gönderiyordum. Eğer hatalarım varsa hocam düzeltiyordu.

Bu sayede her gün kendimi geliştirerek daha da iyi yazılar yazmaya başlamıştım. Şimdi kendim de ilk yazdığım günlük ile son yazdığıma baktığımda aradaki farkı görebiliyorum.

Bir süre sonra konuşmamızı ilerletince medya dili dersleri almaya başlamıştık. Arap kanallarındaki haberleri izleyip anlamaya çalışıyorduk.

Geçen günlerde sosyal medyada bir video meşhur olmuştu. Avusturya Dışişleri Bakanı BM’de Arapça konuşmuştu. Videoyu izlediğiniz zaman nahiv hatalarının bulunduğunu, kelime telaffuzunun iyi olmadığını göreceksiniz. Ama Bakan sıfır kompleksle ve hata yapmaktan korkmayarak konuşuyordu. Çünkü bu kurallar Arapça konuşmaya yeni başlayan kimseler için önemli

değildir. Kişi bu kaidelerde hata yapmayayım, dikkat edeyim derken kendini daha çok kasıyor ve bu sefer hiç konuşamıyordu.

لا مشاحة في الاصطلاح إذا عرف المفهوم“(Mana anlaşıldığı zaman ıstılahlara/kaidelere gerek yoktur.)” sözü hasebince Arapça konuşmak isteyen kardeşlerimin utanmadan konuşmalarını tavsiye ederim.

Son olarak derslerde görülen yeni kelimelerle birlikte yaşamlarını sürdürmelerini tavsiye ediyorum. Yani o kelimeleri defalarca gün içerisinde kullanmak ve özümsemek. Çünkü bu şekilde yeni kelimeleri kazanırız ve bizim olur. Bu bir anda değil zamanla oluşacaktır.

Page 38: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 3238

İnsanlar iki şeyden helak olurlar: Fazla mal, fazla söz.(İbrahim en-Nahaî, Mevsâtu İbni Ebi’d-Dünya)

Der

lem

e ve

Ter

cem

e: A

dem

Özç

elik

Allah Azze ve Celle seni insanlardan uzak tuttuğunda, anla ki seni kendiyle başbaşa bırakmak istiyor. (Mevsuatu İbni Ebi’d-Dünya)

Gösterişe en yakın kişi , ondan en çok emin olandır . (Abede bin Ebî Lubâbe. Tehzîbu’l-Hılye)

Gücün yetmiyorsa, bu affetme değildir(Katâde, Tehzîbu’l-Hılye)

Dinin alameti ihlas, ilmin alameti Allah korkusudur. (Rabî bin Enes, Mevsâtu İbni Ebi’d-Dünya)

Yapılan iyiliği üç şey tamamlar: Hızlı gerçekleşmesi, yapanın gözünde büyük görülmemesi ve insanlardan gizlenmesi. (Cafer bin Muhammed, Sıfatü’s-Safve)

Page 39: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

العلم39 ذى الحجة -صفر 1440 العدد 32

Bir adamın açıktan kendini zemmetmesi, gizliden methetmesi demektir. (Hasan el-Basrî, Uyûnü’l-Ahbâr)

İyiliğin en güzeli, karşı taraf istemeden yapılandır. Zira senden istediğinde, zedelenen onurunun bedelini ona ödemiş olursun. (Ubeydullah bin Abbas, Mevsâtu İbni Ebi’d-Dünya)

İNSANIN HAİN OLMASI İÇİN HAİNLER KATINDA GÜVENİLİR OLMASI YETERLİDİR.(MALİK BİN DÎNAR, SIFATÜ’S-SAFVE)

Tabibler ittifak etti ki tıbbın başı korunmaktır. Bilgeler ittifak etti ki hikmetin başı susmaktır. (Vüheyb bin el-Verd, Mevsâtu İbni Ebi’d-Dünya)

TEVAZU, HAK VE HAKİKATE BOYUN EĞMENDİR. ONU BİR ÇOCUKTAN YAHUT EN CAHİL İNSANDAN BİLE DUYSAN KABUL ETMENDİR. (FUDAYL BİN IYAZ, HILYETÜ’L-EVLİYÂ)

Page 40: CAHİLİYE DÖNEMİ - İlim Dergisi4 ilim EYLÜL-KASIM 2018 Sayı: 32 ميحرلا نحمرلا للها مسب Selamün aleyküm sevgili dostlar, yeni sayıyı istifadenize sunarken

Dâru’l-İlim Yeni Dönemde Başlayan Derslerimiz

Musa Sancak hoca ile Şerhu’l-Akâid

Abdullah Küskü hoca ile Muhtasaru’l-Kudûrî

Muhammed Yazıcı hoca ile Tefsîru’l-Keşşâf

emedrese.tv adresinden ve Dâru’l-İlim İslamî İlimler Merkezi YouTube kanalından tüm derslerimizi izleyebilirsiniz.