İlim ve sanat

59
. „ s . ... ni H wıi> •'« O 9 İLİM, SANAT S h .mEMt- sîr^ss! I

Upload: ercn-gkyldz

Post on 23-Mar-2016

273 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

ilim sanat

TRANSCRIPT

Page 1: İlim ve Sanat

. „ s . — . . . n i H w ı i > •'«

O 9

İLİM, SANAT

S h .mEMt- sîr ss!

I

Page 2: İlim ve Sanat

3

11 Prof .Dr . M . Esad COŞAN

12 Prof .Dr . Mulıammed H A M İ D U L L A H

19

20 Yusuf YAZAR

25 Fikret S Ö N M E Z

29 Prof .Dr . A. Nihat E S K İ O Ğ L U

33 Sadett in ELİBOL

36 İ .Hakk ı ÜNAL

43

44 Mehmet YAŞAROĞLU

49 Mahmut KAYA

İki Ayın Getirdikleri W hat Tun Montks B'ing

En Hayati İhtiyacımız ve En Güçlü Silah: İLİM Our Vital Necrstity and Poweıfull Weepon: Al-Ilm

Hz. Peygamber s.a.s. Gayrı Müslimlere Nasıl Davrandı? How Thf Messenger oj Allah Behaced Tounrd Nonmuslims

Gündemdeki İslâm islam un thc Agenda

İslâm'ın Dinamik Yapısı ve Günümüz The Dinamit Strıulure of islam

Saray Çatısı Altında İlmî Faaliyetler: Huzur Dersleri l'he Leclures in the Presence of The

Sultan

Hilalin Tesbiıi Rü'yctlc mi Hesapla mı Olmalı? How The Crescent Phase Oj Moon Should Be Determıned - Through CaUulatton Ot Vısıbilty?

S.Hayri Bolav'la "Konvansiyonalizm" Üzerine Bir Konuşma .4 n Intervieıv With S. Hayri Bolay on The ' 'Conrentıonalism

Sadece Kur 'an ' la Yetinilebiliııir mi? Hadislerden Müstağni Kalmak Mümkün mü? Is The Kur an Sujficrnt is il Possibl" Keep Aloof From Hadi t h3

Medine'ye Veda Fareıvell Tu Madına

Bir Zamanlar Medine M adına At One Time

İslâm Düşüncesi ve \ ı •• Mantığı The Islamu Thtmght u t Logic

vV

1

Page 3: İlim ve Sanat

52 İsmail K I L L I O Ğ L U İslâm Düşüncesi vc Yeniçağa Etkisi Islamıc Thought and Its /njluencr on The Modern Age

58 Dr. Emin E R T Ü R K Refah Devleti. Teori ve Pratiği The Theory and Practice oj The Wfljare State

66 Ahmet H A T İ P O Ğ L U Nazîra Yahya Efendi ve Bestelenmiş Bir Na't ı Nazım Yahya Ajandı and His Composed Eulogy

68 Ali BULAÇ

'6 Şakir KOCABAŞ

Modern Bilim ve Hakikatin Bilgisi Modem Scttnct and Knoıvledge oj The Truth

İslâm'da Bilgi Edinmenin Yollan vc Modern Bilgi Nazariyesini Tenkidi Ways oj Acçuıung Knoıvledge ın islam and a aıtısızm lo The Modern Epıstemology

83 Dr. Adnan Bir "Tezkiretü' l-KARAİSMAİLOĞLU Evliya" Tercümesi

Hakkında Concerning The Translalion oj "Tezkiratul Evliya "

86 İ .E thcm BİLGİN Afrika'da İslâm'ın Yayılışında Tasavvufun Rolü The Hole oj Sujısm on The Spreadınç oj islam in Ajrica

96 Ebubeki r EROĞLU Ret ve Kabul Rejection and Conjırrnatıon

98 i lhan K U T L U E R

100 A.Celil GUNGOR

Diriliş Neslinin İlmihali The Catechism of The " Resurreclion Generation

Bir Arayışın Otuzbeş Yılı Queld Esi Veritas? 35 Years oj Searching

İLİM SANAT

Modern Çağ ve İslâm'ın Çağla rüştü

İl i m ve s a n a t ç e v r e l e r i n d e g e n i ş ilgi u y a n d ı r a n d e r g i m i z e l i n i z d e k i

s a y ı s ı y l a i k i n c i y a y ı n y ı l ı n a g i r m e k t e d i r .

G a y e m i z , t e m e n n i l e r l e g e r ç e k l e r i k a r ı ş t ı r m a d a n , t ah l i l c i d ü ş ü n ü ş ü ve i l m î ob j ek t i f l i ğ i t e m e l a l a n b i r yo l i z l e m e k t i r . B u n u . g e n i ş b i r t o p l u m u p r o b l e m l e r i İle b i r l i k t e k u c a k l a m a n ı n , o n a g e r ç e k ç i ç ö z ü m l e r ge t i r ecek s a m i m i h i t a b ı n i lk ş a r t ı o l a r a k k a b u l e t t i k .

Bu a r a d a y e r i g e l m i ş k e n z a m a n z a m a n t e n k i t l e r eılan k u l l a n d ı ğ ı m ı z di l ü z e r i n e gene l k a n a a t i m i z i i f a d e e t m e k i s t e r i z . B u n a l ı m l ı d ö n e m l e r y a ş a m ı ş , değ i ş ik e k o l l e r d e n g e l m i ş a y d ı n l a r ı m ı z ı n k u l l a n d ı k l a r ı f a r k l ı k e l i m e l e r i y a d ı r g a m a m a k l a b e r a b e r , h e r k e s t a r a f ı n d a n a n l a ş ı l a n , n e s i l l e r a r a s ı k o p u k l u ğ a s e b e p o l m a y a n , ak l - ı s e l i m i e s a s a l a n b i r d i l i t e r c i h e t t i ğ imiz i be l i r t i r i z . Di l in f i k r i n ç o k ö n ü n e ç ı k m a s ı n a , di l ve f i k i r y e r i n e k e l i m e c i l l k l e o y a l a n ı l m a s ı n ı d a a r z u e t m i y o r u z .

Bu s a y ı m ı z d a n i t i b a r e n , ü l k e s ı n ı r l a r ı n ı n d ı ş ı n d a k i o k u y u c u t o p l u l u k l a r ı y l a i l e t i ş imi d a h a d a iyi k u r a b i l m e k i ç in T ü r k ç e d ı ş ı n d a k i d i l l e r l e öze t l e r ve İng i l i zce b a ş l ı k l a r v e r i y o r u z . Başl ı b a ş ı n a s a n a t o l a n k a p a k ve s a h i f e d ü z e n l e m e l e r i n d e de d e ğ i ş i k u y g u l a m a l a r a b a ş l a d ı k .

Bu s a y ı m ı z d a , g ü n d e m i m i z d e a ğ ı r l ı k l ı k o n u o l a r a k İ s l â m b u l u n m a k t a d ı r . D a h a ç o k k e n d i d o ğ r u l a r ı m ı z ı ö n e s ü r e r e k , b i r t a k ı m y a n l ı ş l a r a b i r n e b z e o l s u n d o k u n m a k i s t ed ik .

A y r ı c a r ü y e t - i h i l â l k o n u s u n d a d a c idd i ç a l ı ş m a l a r s u n m a k n i y e t i n d e y i z .

S e l a m l a r ı m ı z l a . . .

Page 4: İlim ve Sanat

En Hayatî İhtiyacımız ve En Güdü Silah: İLİM

#

Prof.Dr. M.Esad COŞAN

O r t a d o ğ u ' n u n son sıcak çatışmaları, yani Amerika vc Libya arasındaki kısa fasılalarla devam eden deneme kavgaları, bizim için çok ibret veri-cidir. Krallığın devrilmesinden sonra Libya, millî gelirinin büyük bir kısmını silahlanmaya tahsis et-miş. güçlü SAM füzeleri, Mig uçakları, radarlar v.s. sahibi olmuş; kızları dahi askere almış; halkı-nı harbe hazır olması için çeşitli teçhizatlarla do-natmış; her apar tmanı ayrı bir askerî birlik halinde savunmasını hazırlamaya mecbur kılmış; ortaokul-lise ve yüksek okulları birer askeri kışla şeklinde düzenlemiş, öğrencilere rütbe vc silah dağıtmış; dünyanın her yerindeki çatışmalarda kendinin uy-gun bulduğu tarafa petrol, silah ve personel yardı-mı yapmış; Akdeniz'de İsrail vc ABD için gerçekten bir tehlike teşkil e tmeğe başlamış idi. Kendine gü-veniyor, yarı blöf. yan ciddi Amerika 'ya N A T O ' -ya. komşu ülkelere tehdit yağdırıyor, düşmanın saldırı tehdidinden korkmuyor, ısrarla gelirlerse lıarbc hazır o lduğunu vurgulayarak meydan okuyordu.

Fakat çıkan çatışmalarda Amerikan silah, tec-hizat, teknoloji metod ve eğitim standartlarının Lib-ya 'n ın elindekilerden çok üstün olduğu derhal görüldü. Amerikan saldırıları hedefini şaşmadan buluyor, Libya füzelerinin bazısı ise hedef şaşırıp kendi şehirleri üzerine düşüyordu. Amerikan uçak-ları uzak menzillerden geldiği halde Libya uçak-savarlarının tesir sahası dışından ve üstünden işini icraya devam edebiliyordu.

Libya'nın güvendiği dağlara kar yağmış, Sov-yetler Birliği onu Amer ika 'n ın karşısında -bile bi-le. haberli ve danışıklı olarak- yalnız bırakmıştı. R u s teknisyenler Libya 'ya yardımcı olmamış ve-ya olamamışlardı . Acı gerçek şu idi: Amerika, da-yandığı yüksek ilim, metod, disiplin, politika, eğitim ve teknoloji gücü ile hasımlarına net bir üs-tünlük sağlamıştı. Olay bizi çok yakından ilgilen-diriyor, çünkü Libya bizim dünkü Trablusgarb vilâyetimizdir. Birinci Cihan Harbi evvelinde ora-

ları bizler müdafaa etmekle idik.Düşmanbizi bir-birimizden kopardı, hasım haline getirdi, böldü, parçaladı, şimdi lokma lokma yutma durumunda-dır . Libya'nın başına gelen pek âlâ bizim da başı-mıza gelebilir.

Ar t ık iyice an l ama l ıy ı z k i , t e f r i kada hiç fayda y o k t u r . Biz ve t ü m i s lâm â lemi , b i rb i r i -ne şiddetle muhtaç parçalar hal indeyiz; hepimiz ayn ı d ü ş m a n ı n m u h a t a b ı y ı z . Kimimizde petrol, kimimizde gıda, kimimizde ilim ve teknoloji, ki-mimizde jeopolitik üstünlük, kimimizde nüfus po-tansiyeli, kimimizde finans gücü var; bir leşt iğimiz zaman d ü n y a n ü f u s u n u n dör t t e b i r i n i teşkil eden e n ka laba l ık , en zengin , en kuvve t l i , en adale t l i , en insancı l bloğu teşkil edeceğiz. Ce-haleti, adaveti, inadı, çekişmeyi, çatışmayı, bölün-meyi, hasis şahsi menfaati, düşmanın oyununa alet olmayı,hasmı dost edinip beslemeyi, destekleme-yi. . . bir yana bırakmalıyız.

Önce birbirimizi anlamalı, yakınlaşmalı, des-teklemeli, her türlü güçlerimizi birleştirmeliyiz.

Sonra var gücümüzle ilme, sanata, kültürel ve moral çalışmalara, araşt ırmalara, teknolojik geliş-meleri yakından takibe sarılmalı, hasımları aşıp, her şeyin daha iyisini ortaya koymağa, bağımsız, bağsız, gerçek ve orijinal ilim ve teknoloji mües-seselerini kurmağa yönelmeliyiz. Kendi otomobi-limizi,tankımızı, uçağımızı, radarımızı, füzemizi, a tomumuzu , uydumuzu kendimiz yapmalı , *ağ-yar 'a muhtaç d u r u m d a n kurtulmalı , taşıma su ile değirmen dönmeyeceğini bunca acı tecrübeden son-ra anlamalıyız.

Gaye, bütün İslâm ülkelerinin birlik beraber-liği olmalıdır. H e r şeyimizi bu gayeye tevcih et-meliyiz. Çünkü bu, İslâm için bir ölüm-kalım meselesidir. Bu konuda var gücümüzle çalışıp, eli-mizden geleni ortaya koymak hepimizin her işten önce gelen aslî, hayatî, dinî, vicdanî vc insanî bor-cudur. Ne mutlu bu gerçeği görüp anlayanlara ve bu uğurda çalışanlara.

11

Page 5: İlim ve Sanat

Hz. Peygamber s.a.s. Gayrı Müslimlere Nasıl Davrandı? Prof.Dr. Muhammed H A M İ D U L L A H

Çeviren: Suphi Seyf

Bu makalede Hz . Peygamber ' in Medine 'de-ki hayatını, (özellikle-S.S.) oradaki icraatlarına il-ham kaynağı olan müsamaha mevzuunu incelemeyi düşünüyorum.

Gerçekte Hz. P e y g a m b e r i n biyografisi engin bir okyanustur: Bu konuda, sahip o lduğumuz bil-, gilcrin tümünü ihtiva etmekten uzak ciltler dolu-su kitap mevcuttur. Bu d u r u m , özellikle Mekke 'de İslâm'ın ilk yıllarından daha çok Medine için ger-çektir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber ' in hayatı iki büyük döneme ayrılır: Mekke dönemi ve Medine dönemi. Hz. Peygamber Mekke 'de başlar İslâm'ı tebliğ etmeye; zulme uğrar , büyük sıkıntılarla kar-şılaşır, ama hiç cesareti kırılmaz. Anavatanını, doğ-duğu şehri, şan- şeref için veya başka bir yerde daha iyi çalışma ümidiyle terketmemiştir. Eğer O Mek-ke'yi terketmişse, bu kendisine karşı, ciddî sonuç-la r d o ğ u r a b i l e c e k b i r s û i s k a s t ı n t e r t i p edilmesindendir. Hakikaten, şehrin tüm halkını bir araya toplamış olan Mekkeliler, bu yeni akıma, ya-ni İslâm'a karşı tek çarenin, O ' n u n davetçisini, yani İslâm'ın Peygamberini , Hz. M u h a m m e d ' i öldür-mek olduğu sonucuna varmışlardı.

Ama, o çağın Arabistan ' ında bu kolay bir şey değildi. Ailevî ve kabilesel destekleri de hesapla-mak gerekiyordu. Şayet bir kimse öldürülürse, maktulün yakınları, ona karşı hisleri ne olursa ol-sun, kanını müdafa etmek için hemen harekete ge-ç i y o r l a r d ı . İşte Mekke l i l e r , P e y g a m b e r ' i n kabilesinin diğer yirmi kabileyle tek başına döğü-şemiyeccğini düşünerek, birçok kabileden birer üye ihtiva eden bir cinayet timini, bu nedenle kurma-ya karar verdiler. '

Bu yazı " La Tolerance dom l'oeuvre du PropK^te a Medine" orijinal odıykı "l'l»lam-lo Philosophie et Los Sciences-Ouatre conferences publiques organisees par L'Unesco, 1981, p. 15-29" de yayınlanmış olup, muhterem müellifinin müsaa-deleriyle tercüme edilmiştir. Ibn Hisam, es-Sîrefu'n-Nebevıyye, Beyrut, b. , l l ,126 (Bu ve müteakip dipnotlar, tarafımızdan konulmuştur. Çev.)

Biyograflar tarafından aktarılan küçük bir ha-diseye bakılırsa, Mekke 'yi terkettiği akşam Hz. Peygamber , amcası oğlu Ali ile, put lar panteonu olan Beytullah, yani K a ' b e ' n i n önüne gelir. Ali'-den, Ka 'be 'n in çatısına çıkıp orada bulunan en bü-yük putu devirmesi için o m u z u n a çıkmasını ister. Ali de gayret sarfederek, bu heykeli devirmeyi ba-şarır ve her ikisi de oradan kaçar.

Medine 'de Hz. Peygamber yeni bir hayata başlayacaktır. Şunu hatır latmak gerekir ki, İslâm tâ b a ş ı n d a n ber i ne b i r kab i le d i n i , ne b i r ı rka m e n s u p d i n , ne de b i r A r a p d in i o l m u ş t u r . Ak-sine, tâ ilk günden be r i bu d i n i n çağrıs ı ev ren -seldi . Bunu, İslâm hakkında bilgi verirken aşağıdaki cümleyi de ilâve eden Hz. Peygamber ' -in gayr-i müslimlere söylediği şu sözlerde de gö-rüyorum: "Şayet siz benim dinime girer ve Allah 'ırı bana bildirdiği emirleri yerine getirirseniz dünyanın iki büyük gücünün, Bizans imparatorluğu oe İran Kisra 'sının ha-zineleri önünüze serilecektir!". Demek ki İslâm sade-ce Arabistan'ı değil, o çağın iki büyük devleti, yani Bizans vc İran İmparator luğu da dahil , tüm dün-yayı alâkadar ediyordu.

Mekke dönemine ait diğer küçük bir olay ise, Hz . Peygamber ' in bir şeyi yapma hürriyet ine sa-hip olduğu zaman neleri yapabileceği konusunda bize bir fikir verecektir. Medine 'ye hicretinden ön-ceki son yıllarda bazı Medineliler İslâm'ı kabul et-tikleri zaman, onların her birine hangi kabileye ait o lduğunu sormuştu. Gerçekte, her biri o gün ts-l âm 'a girmiş olanlan temsilen küçük bir g rup yol-lamış bulunan, oniki kadar kabile bulunuyordu . Hz . Peygamber, o gün her kabile için, n a k î b ismi alt ında yetkili bir delege atamıştı . Bir de, şeflerin şefi mânasına gelen ve halk için bir tür vardımcı kral (vice-roi) anlamtnı ifade eden Nak îb l e r na-k î b i tayin etmişti. Demek ki, ilk günden itibaren O , cemaati teşkilatlandırmayı düşünüyordu. Bu ör-nek bize Hz. Peygamber' in, Medine 'de, ilk fırsatta ne yapacağının bir ön bilgisini vermektedir.

12

Page 6: İlim ve Sanat

Medine 'ye varır varmaz H z . Peygamber iki ciddî problemle karşılaşır. Mckke^yi terketmiş olan sadece kendisi değildir. Yüzlerce Mckkeli, malla-rını, mülklerini vc servetlerini bırakarak ülkeleri-ni terketmişler ve tek zenginlikleri olan sırtlarındaki elbiseleriyle Medine 'ye sığınmışlardır.

Mültecilcr ve göçmen müslümanlar sorunu çok hassas bir konu idi: Bu topluluğu, yeni ülke-nin, yani Medine 'n in ekonomisine ka tma yolları-nı temin etmek son derece zor olan tatbikî bir iş idi. Bizler, X X . yy. da, mültecilerin, en güçlü yö-netimlere bile çıkardığı müşkilatı bilmekteyiz. Doğ-rusu Medine 'ye sığman Mckkeliler fazla kalabalık olmayıpT>lrl<aç y^üz kişi kadardılar; a m a unutma-mak gerekir ki Med ine şehri, günümüzdeki Paris şehri gibi büyük bir şehir değildi. Medine 'n in nü-fusu topu topu 10.000'i aşmıyordu, beşyüz göçme-ne 10.000 kişi arasında yer bulmak kolay bir şey değildi. Birinci problem bu göçmenleri Medine ' -nin ekonomik hayatına entegre e tme yollarını bul-maktı. İkinci problem de, ayni şekilde oldukça ciddi ve önemliydi: Bu durumdan hoşnut olmayan Mek-ke'liler, Medine' l i lcrc bir ül t imatom yollamışlar-dı: ''Düşmanlarımızyanınızda bulunuyor. Ya öldürürün, ya da kovun! Aksi halde almamız gereken zaruri tedbirini alacağız!". Korkunç bir tehdit olan bu ül t imatom karşısında Mekke 'n in gücüne karşı, askerî bağla-şıkları taraf ından desteklenen bu son derece zen-gin şehre karşı kendini savunabilmek için çareler bulmak gerekiyordu. Oysaki Medine 'de sadece bir-kaç yüz müslüınan bulunuyordu .

Mülteci birkaç yüz Mekke'liyi ilgilendiren bi-rinci problem çok çabuk şekilde çözüme kavuştu. Hz. Peygamber, Medine şehrinin tüm müslüman aile reislerini toplantıya çağırdı ve onlara şunu dedi: ' 'Bunlar, sizin nazarınızda da çok kıymetli olan islâm uğruna göç ederek yurdunuza gelmiş olan kardeşler ınizdir. içinizden her ailenin göçmen bir aileyi yanma almasını öne-riyorum. Bir araya gelmiş, büyümüş ve bundan böyle de birtek aile gibi çalışacak olan bu iki aile birlikte kazana-caklar, birlikte harcayacaklar ve sadece bir büyük aile teş-kil edecekler!". Bu teklif karşısında Medincliler öylesine coştular ki, tereddütsüz bu öneriyi kabul ettiler. Göçmen müslümanlar böylece hcmcncecik sığınacak bir çatı ve geçinme vasıtası buldular . Mültecilerin problemi işte böylece çözümlendi.2

Hz. Peygamber daha sonra müşterek savun-ma meselesine el attı. O zamana kadar Medine ' -de hiçbir devlet o lmamış t ı ; tar ihçi lerimizin söylediklerine göre, sadece yüzyirmi yıldan beri ara-larında savaşan kabileler bulunuyordu. Onları tek

bir liderin .otoritesi al t ında toplayıp, tek bir devlet şeklinde teşkilatlandırmak çetin bir işe benziyor-du. Üstelik birbirlerine karşı olan ön yargılarını vc anılarını da hesaba katmak gerekiyordu. Hz. Pey-gamber , Medine halkını teşkil eden topluluklann temsilcilerini: müslümanları ve gayri müslimlcri, meselâ yahûdileri, hıristiyanları, putperestleri top-lantıya çağırdı ve onlara, yabancıların saldırısı kar-ş ıs ında kabi le ler in tek b a ş l a r ı n a s a v u n m a yapmalarının zor olduğunu söyledi: "Şu ana kadar kendinizi tek başınıza savunuyordunuz; diğer kabileUrse tarafsız kalıyordu. Bu durum, size saldırmak isteyen düş-manlarınızı cesaretlendiriyordu. Bütün kabilelerin bir Şe-hir devleti kurmak için bir araya gelmeleri, acaba daha iyi olmaz mı? Ne dersiniz? Böyle bir durum muhtemelen, düş-manlarınızın size saldırma cesaretini kıracak; böylece en güçlü kabilelere karşı bile kendinizi müdafa etmek için ye-terli güce sahip olacaksınız'Birkaç sene önce Medi-ne şehri kanlı, kırıp geçirici vc öldürücü bir iç savaşa sahne o lduğundan, herkes bu fikre iştirak etti. Çünkü bu savaşın tarafları olan Evs'liler ve Hazreç'lilcr savaştan usanmışlar, bu işe şerefli bir çözüm yolu arıyorlardı.

Herkes, bu Fikrin sahibinin, hikmetli ve cö-mert insan, İslâm Peygamberi 'nin lideri olacağı bir kent Devleti kurmayı kabul etti.

işte bu Kent devleti bize müsamahadan bah-setme fırsatı vermektedir . Hz. Peygamber ' in okuma-yazması yoktu; bir devlet başkanı tarafın-dan ilân edilmiş ve yazdırılmış bu ilk Devlet ana-yasasının, böyle okuma-yazması olmayan bir kişiden neş'et ettiğini düşünmekse harikulâde bir şeydir. Ne antik Romalılar , ne Yunanlt lar . ne Hindliler ne de Çinliler, hiçbir bölgede kimse, ya-zılı olarak, anayasal bir devlet yasası ilân etmeyi düşünmemişt i r . Gerçi kanunlar olagelmiştir: me-selâ Hammurab i kanunları gibi. Ne var ki Medi-ne Anayasası 'nm metni tam olarak bize kadar ulaşmıştır. Burada, o dönem devletinin tüm ihti-yaçlarını konu alan elli iki madde ihtiva eden bu

2 Müslümanlar ikişer ikişer kardeşlestirıliyorlardı (Ibn Hişam, es-Sîre, II. 150). Muûhât voiuyla 186 Mekkeli, Medinel. en sar ile körde? olmuştu. Islâmi cemaatleşme ruhunu çok şa-heser biçimde sergileyen bu olayda, yine bu toplum îsor ve feragatin evcibaline çıkmıştı: Abdurrahman b. Avf ile eşle-şen Medineli kardeşi Sa'd ibn er-Robî (Ibn Hişam, es-Sîre, II, 122, 151) O'na şöyle der: "İşte malım, yarısını sana ve-reyim. İki tane karım var, onlardan birisini senin için boşa-yayım, sen de onunla evlen! . ." (Muhammed Hamidullah, te Prophtt» de /'/s/dm, I, 4 eme *d.. 1399 H.-1973 ch., p. 175/327 nolu poragraf).

13

Page 7: İlim ve Sanat

i

dokümanın bir veya iki maddesini hatırlatacağım.' Anayasa metni, her topluluğun vicdan hürri-

yeti ve din özgürlüğüne sahip olacağını ilan eder . Yahudiler kendi dinlerini, müslümanlar kendi din-lerini, vb. tatbik edeceklerdir.4 Karşılıklı dinî mü-samaha, özellikle şu hususu kapsamaktadır : Her topluluk, sadece dinî uygulama ve ibadet bakımın-dan hür olmayacak, ama ayni şekilde, sadece men-subu bulunduğu dinî cemaatin yasalarına boyun eğme konusunda da hür olacaktır; böylece yahu-dîler yahudî yasasına göre, hıristiyanlar hıristiyan kanununa göre, vb. yargılanacaklardır.

Özellikle ilginç olan diğer bir nokta da şudur: Bu anayasa çok modern bazı meseleleri de, mese-lâ sosyal sigorta, ele alır. Dikkat çekici olmakla bir-likte. bu husus bir düzine kadar maddede açıkça zikredilmiştir. Buna göre, bir fert bizzat kendisi-nin ödemesi imkansız olan malî ağır vergiler öde-mek zorunda kalmışsa toplum onu himaye ediyor ve destekliyor; bu masrafları üstlenen, onun yeri-ne toplum oluyordu.5 Sosyal sigorta sistemi pira-midal bir şekilde kurulmuştu . Şöyle ki: Şayet bir topluluk, yükümlülüklerini şerefli bir şekilde yeri-ne getirmek için yeterli paraya sahip değilse diğer bir kabilenin, komşu veya akraba, diğer bir sigor-ta g rubunun onun yardımına koşması gerekiyor-du. En son çare olarak, onun yerine Devlet borçlu oluyordu.6 Bu tür bir sosyal sigorta, günümüzde olduğu gibi, sadece hastalık ya da yangın, vb. nin sebep olduğu harcamaları kapsamıyor, o zaman-lar şimdikinden daha sık olan çok geniş bir âfet ve kaza alanının masraflarını da içeriyordu. Meselâ, evin yanması çok ciddî bir kaza olarak mütâlaa edil iniyordu; çünkü herkes evini kendi eliyle yapıyor-du've yangın halinde, bir başkasını inşa edebilirdi. Aynı şekilde bu insanlar açık havada yaşıyorlardı ve normal olarak modern konfora alışmış olanlar kadar çok sık hastalığa yakalanmıyorlardı .

3 Anayasa metni ve metnin değerlendirilmesiyle ilgili olarak bkz., M. Hamidullah. Mecmûotu'l-Vesâtkı's-Siyâsiyy», 4. bask., 1403/1983, Beyrut, s. 57-64; Le Prophete de l'lshm, I, 341-358 nolu paragraflar.

* Bkz. md. 25 a : " . . . Yahudilere kendi dinleri, müslü-manlaro da kendi dinleri (uygulanacaktır)".

» Bkz. md. 12 a : "Müminler içlerinden hiç kimsevi, ister fidye parası olsun isterse kan parosı, tüm cömertlikle onun yeri-ne tediye etmeden, ogır vecîbeler altında (tek başına) bı-rakmayacaktır"; "bu durumda ödemeden sorumlu olan kabile cemaati oluyordu, suçlu kimse değil" (Le Prophdte de L'lslam, I, 337 nolu paragraf).

Buna mukabil bir başkasını öldürmek çok sık rastlanan bir şeydi. Genel yasa olarak bu gibi du-rumda kısas kanunu tatbik ediliyordu.7 A m a kati kasıtlı ve t eammüden değilse, kan parası ödenme-si gerekiyordu ki, bu bedel bir hayli yüksek idi. Maktû lün yakınlarına 100 deve verilmesi gereki-yordu. Hz. Peygamber ' in sözlerinden biliyoruz ki, bir deve bir günde 100 kişiyi besleyebiliyordu; 100 deve ise, demek ki, bir günde 100 x 100:10.000 ki-şiyi veya bir kişiyi 10.000 gün, yani kamerî yirmi yıl kadar müddetle besleyebilirdi. Adıgeçen zara-rı telâfi etmenin önemini göstermek için diğer bir hesap şekli de şudur: Hz. Peygamber zamanında bir devenin en aşağı değeri 40 di rhem, en fazla de-ğeri ise 500 dirhem idi. Alım gücünden dolayı Hz. Peygamber Mekke valisine aylık 30 dirhem veri-yordu. bir dirhem ise, hali vakti yerinde bir aile-nin bir günlük bütün masrafları için yeterliydi. 4000 ile 50.00 dirhem arasında (veya mukabilinde -S.S.) bir kan parası ödemek, değil halktan suçlu bir kimse için, bir yönetici için bile m ü m k ü n değildi.

İkinci d u r u m da aynı şekilde sıkıntı vericiy-di: fidye-i necât ödemek. Esaret d u r u m u n d a , fid-yenin bedeli, aynı şekilde 100 devenin bedeline

6 "Bu sebeple kapitalist esasa mebni sigortalar İslâm'da ya-soklonocak , ancak karşılıklı yardımlaşmayı esas alan si-gortalarsa bizzat Hz. Peygomber tarafındon kurulacaktı. Hz. Ömer zamanındaysa bir gelişme daha kaydedilmiştir ki, bu-na göre Hz. Ömer kamu gelirlerinden tüccara borç para ver-mekte, elde edilen geliri de onlarla Devlet arasında paylaşmaktoydı. Burada miktarı belirlenmiş bir faiz söz ko-nusu olmayıp, riskleri karşılıklı paylaşılan bir ticaret ortaklı-ğı tesis edilmektedir " (Le Prophete de L'lslam, II, 1645 nolu paragraf).

Hz. Ebu Bekir zamanındaki şu uyaulamaysa, hâlâ göz alıcılığını muhafazo etmektedir. Hıre kentini fetheden Ho-lid b. Vetîd Hatife adına yaptığı antlaşma metnine şöyle bir madde koyor: "Onlara şunu temin ediyorum ki; çalışmaya gücü yetmeyen veya bir felakete maruz kalon, ya do zen-gin iken fakir düşüp de böylece dindaşlarının yardımına muh-taç hale gelen yaşlı kimse, tarafımdan, cizyeden muaf tutulacak, ona ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerine Devlet Hazinesi'nden yardım yapılacak. Bu yasa o kimse hicret* ya da İsl&m diyarını terlcederse, Müslümanlar onun evlâd ü iyaline yardımda bulunmayacaklar" (M. Hamidul-lah, Mecmua tu' I- Ve sâik, s. 381; 291 no'lu vesika; Le Prop-hete de l'lslam, II, 868: 1634 no'lu pragraf). *Dâru'l-hicre: Hz. Peygamber zamanında hicretin anlamı, bir müslümanın harp ve küfür beldesinden çıkıp, İslâm di-yarına yani, Medine veya hovalisine yerleşme»! mânasına geliyordu. Hülefây-ı Râşidin zamanındaysa hicret, Irak, Şom ve diğer fethedilen ülkelerde tovattun etmek idi (M. Hami-dullah, Mecmuatu'l-Vesaik, *., 642, HCR md.)

7 Bkz. md. 21: "Eğer bir kimse bir mü'mini, tüm sarohatiyle, haksız yere öldürürse, ono kısas tatbik edilecektir. Maktûlün velisi diyet mukabilinde razı olursa müstesna ( . . . ) " .

Page 8: İlim ve Sanat

eşdeğer olabiliyordu. Normal bir suçlu, tek başına, maktulün ya-

kınlarının taleplerini karşılama imkanına sahip de-ğildi. Tazmina t ın t amamından vaz geçilmesini önlemek için M a ' â k ı l denilen sigorta şirketlerine müracaat edilmesi gerekiyordu. Daha sonraları, ha-lifeler zamanında bu sigorta şirketleri zanaat lara, mesleklere, şehirlere hatta mahallelere göre düzen-lenmeye başladı. Öyleyse gayr-i müslimler de bu şirketlerden yara r lanma hakkına sahiptirler.

Biraz daha geç bir dönemde birkaç gayr-i müs-lim, düşman taraf ından esir alınınca, zamanın ha-lifesi Ömer b. Abdilaziz, gayr-i müslim bile olsalar, herkesin fidye-i necatının beytülmâlden ödenmesi için, ilgili taşranın yöneticisine direktif vermiştir.

K u r ' a n ' ı n ikinci sûresi olan Bakara Süresi, Medine 'de nazil olan ilk sûre kabul edilir. İçinde, çokça tanınmış olan İslâm'daki dinî müsamaha es-prisini açıklaması bakımından bu sûre çok önem-lidir: Lâ ikrâhtJt'd-din (Bakara Sûresi, 2/256), ya-ni din konusunda zorlama yoktur. Böylcce Hz. Peygamber'in döneminden günümüze kadar, gayr-i müslimleıi İslâm Devleti 'nin vatandaşları olarak kabul e tme konusunda hiçbir problem çıkmamış-tır. Ç ü n k ü Devlet ' in vatandaşı olmak için, müs-lüman olmak gerekmiyordu. Aksine, bü tün dinler, hıristiyanların ve yahudilcrin vahyedilmiş dinleri kadar, müşrik inanç la rda , müsamaha görüyordu. Bu din vc inanç mensuplar ının hepsi vatandaş ka-bul ediliyordu; tek şu şartla ki, devlete sadık kal-sınlar! Bu şart müslümanlar için bile, " o l m a z s a o l m a z " (s ine q u a n o n ) tü ründen bir şart idi. Ve şayet bir müslüman devlete isyan ederse, ona hiç merhamet edilmez, hatasına göre cezası verilirdi.

.Yine bu ikinci sûrede, İslâm'ın amentüsü ko-nusunda beni daima çok heyecanlandırmış olan bir ayet vardır . Hıristiyanlar nezdindc amentü esas-ları (credo), Hz. İsa taraf ından değil, fakat hava-riler taraf ından ikame edilmişlerdir: 4 tKâdir-i Mutlak olan T a n r t ' y a inanıyorum; İsa 'ya inanı-yo rum. . . " şeklindeki hıristiyan amentüsü bizzat di-nin kurucusu tarafından tesbit edilmemiş olup, çok sonraya aittir. İslâm'ın îman esaslarımla, aksine, bizzat dinin banîi tarafından belirlenmiştir. Biz ora-da (Bakara, 2/285, vd.), Kur ' an ' ı temel almış olan ve müslümanlann inanç esaslarının şeklî ifadesi ola-rak Hz. Peygamber tarafından öğretilen metni oku-yoruz: "Allah'a, meleklerine, göndermiş olduğu kitaplara, insanlardan seçip görevlendirdiği elçilere, yani peygamber-lere, vd., iman ediyorum.. ". Hz. Peygamber: " V a h -yedilmiş bir kitaba inanıyorum" dememiştir. Böyle

demiş olsaydı, bu muhtemelen Kur ' an- ı Kerîm ile sınırlanmış olacaktı. Kur 'an- ı Ker îm, Allah tara-fından vahyolunmuş tüm kitaplara, Hz . Adem' -den Hz. M u h a m m e d ' e kadar gelip geçmiş bütün peygamberlere inanılması gerektiğini söylemekte-dir. Demekki, sadece yahudilerin kitabı olmayan Tevra t , sadece hıristiyanların olmayan İncîl, Hz. İbrahim' in kitabı, Hz. N û h ' u n kitabı, hat la , bir dönem içinde yar olmuşsa Hz . Adem' in ki tabı , . . . bütün bunlar İslâm taraf ından ilahîlikleri kabul edilmiş kitaplardır; zira hepsi de Allah tarafından insanlığa gönderilmişlerdir. Sonra: "Allah'ınyol-ladığı peygamberlere iman ediyorum " denilmektedir. Ya-ni sadece b i r p e y g a m b e r e d e ğ i l , b ü t ü n peygamberlere. Demek ki peygamberlerin hepsi-ne iman etmek lazım: İslâm Peygamberi, yani biz-zat Hz. M u h a m m e d s.a.s bize, Allah 'ın 124.000 peygamber yolladığını kesinlikle bildirmiştir.

M ü s a m a h a n ı n en mükemmelini biz, Müslü-manların amentü ' sünde bulmaktayız. Müslüman-lar bütün peygamberlere ve vahyolunmuş tüm kitaplara iman ederler.

Başka bir sûredeyse bu îman ın sahasını alâ-kadar eden şaşırtıcı bir şey vardır . Kur 'an- ı Ke-rîm, nümûne olarak yirmi kadar peygamber ismi zikrettikten sonra, şunu ilave eder: "işte bunlar Al-lah 'ın hidayete erdirdikleri kimselerdir; (ey Muhammed) sen de onların yoluna (''rehberliklerine'') uy!'' (En 'ân ı . 6/90). Başka ifadeyle, önceki peygamberlerin ya-saları da, yeni gelen vahiy, yani Kur 'an- ı Kerim değiştirmedikçe, müslümanlar için yürürlüktedir . Bu. ilahî vahiy yoluyla Hz . İsa muhtevasını değiş-tirmedikçe, Hz. Musa 'n ın getirdiği kanunlann hı-ristiyanlar için yürürlükte kalmasına benzer.

Aynı şekilde, İslâm süreklilik ve evrensellik di-ni olmuştur; Hz. Adem'den beri devam etmesi ve her çağdaki tütn (ilahî-S.S.) dünya dinlerinin ev-rensel oluşu (aynı mesajı vermelcri-S.S.). Öyley-se, Hz. Peygamber taraf ından kurulan Devlet ' in Anayasası ve K u r ' a n vahiyleri, müsamaha özelli-ğini, müslümanlar için yeni dinin politikasında za-rurî bir ilham kaynağı olarak açıklamaktadır .

Diğer ilginç nokta şudur: Çağımızda herhangi bir kimseyi vatandaşlığa kabul etmek, merkezî yö-netimin bir imtiyazı olarak o n a y a çıkan ayrıcalık-lı bir iştir. Ama az önce bahsettiğim Medine Devleti'nin Anayasas ında bu hak Devlet'in her va-tandaşına verilmiştir; hat ta , ahalî içindeki en ha-kîr kimse dahi dilediği kimseye civâr (himayesine girme) hakkına sahip olacak, bundan sonrada bu haktan yarar lanan kimse (câr) kabilenin tüm üyc-

15

Page 9: İlim ve Sanat

leri gibi muamele görecektir . ' Böylece bir yahudî diğer bir yabancı yahudiyc kendi kabilesinin tâbi-iyyetini verebiliyor, bu sonuncusu otomatik olarak Medine Dcvleti 'nin yurttaşı o luyordu . ' Bir müs-lüman veya hatta bir müs lüman köle bile aynı şe-yi yapabiliyordu.

Hakikatte bu dinin amacı fertlere ve milletle-re hakim olup onları sömürmek değil, ama tüm in-sanlık için bir barış iklimi yaratmakt ı . Bu suretle o, sonraki çağlara takip edilecek yolu gösteriyor-du ; oysaki bu gün biz, bundan ondört asır önce K u r ' a n tarafından bildirilmiş olan kuralların sevi-yesine ulaşamadık.

Medine Devleti 'nin Anayasast 'na göre, nüfu-sun farklı unsurlarının muhtariyet hakkına sahip olduğunu söylemiş, kanunun adem-i merkeziyet-çi olduğu vakıasında İsrar etmiştim; Islâmi yasa-lar müslüman olmayan nüfusun başka üyelerine tatbik o lunmuyordu . K u r ' a n ' ı n meşhur bir ayeti ısrarla bunu açıklamıştır: "İslâm Devleti'nin ahalîsi arasındaki) hıristiyanlar İncîl ' in buyruklar ına gö-re hükmetmek zorundadırlar"(Maide. 5/47). Kur ' -an değildir onlara tatbik edilecek olan. Böylece hıristiyan partilerin, hıristiyan hakimlerin, hıris-tivan mahkemesinin ve hıristiyan kanunlarının muhtariyeti olacak, temyiz için bile olsa, müslü-man mahkemesine başvurmak mecbur iyd i olma-yacaktır.

Bu müsamaha anlayışı bir devletteki farklı ce-maatlerin kendileri hakkında besledikleri saygıyı

anlayışlakabule kadar gidiyordu. Ne yazık ki, hâlâ X X . yüzyılda, Uncsco 'nun çatısı altında bile biz böyle bir şey görmedik. Bu anayasada, dâvâlı ta-rafların farklı cemaatlerden olması halinde, anlaş-mazlıkları farklı kanunlar arasında hail ü fasl etmeye dair ihtiyatî kayıtlar bile bulunuyordu .

Biz müteakiben görülecek gelişmelerin temel-lerini Hz . Peygamber çağında bulmaktayız. Bu müsamaha , kanunlar ın adem-i merkeziyetçi olu-şu vc dinî cemaatlerin muhtariyeti , müslümanla-ra maddî plânda da faydalı olmuştur. Hz. Peygamber ' in vefatından bir yirmi sene kadar son-ra , halife Hz . Ali zamanında müslümanlar , arala-ınndaki ilk iç-savaşla tanıştılar. Ne oldu? Daha önce müslümanlar büyük toprak parçalarını fethetmiş-

8 "Himaye altındaki kimse (câr), himaye edenle bir tutulacak-tır, ne zulmolunacaktıc ne de zulmedecektir" (Md. 40).

9 "Yahudilerin arasına girenler (bitânah) bizzat yahudîler gibi mütâlâa edilirler" (Md. 35).

lerdi vc Hz . Peygambcr ' in vefatından sadece 75 yıl sonra üç kıtada hüküm sürüyorlardı: Asya, Av-rupa ve Afrika. Şaşırtıcı olan şudur ki, bu büyük toprak parçalarında hiçbir isyan vuku bulmamış-tır. Meselâ, büyük Hollandalı şarkiyatçı De Goe-je , Hz. Ebu Bekir ' in o rdusunun , bir gezinti yapıyormuşcasına Suriye'yi işgal etmiş olduğunu anlattıktan sonra, ülkenin hıristiyan halkının bu is-tilacıları düşman olarak değil, a m a hürriyet bah-şeden kimseler gibi karşıladığını ilave eder. Bu, Hz. Ebu Bekir ve o r d u l a r ı n ı n m ı ı s a m a h a s ı y l a açıklanır.10

Dördüncü Halife"nin hükümranlığı sırasında, Bizans İmpartorluğu'nun büyük toprak parçalarını fethetmiş olan müslümanlar arasında bir iç savaş patlak vermişti. Kaybedilmiş topraklan geri almak için ne güzel bir fırsat! İmpara tor Konstantin II, İslâm devleti içindeki hıristiyan tebaaya elçiler yol-layarak başkaldırmalarını ister: "Bu. Tanrı tarafın-dan verilmiş bir fırsattır, yönelime karşı başkaldırın! Ben de. bu ortak düşmanımızı süpürüp atmanız i(in bir ordu yollayacağım". Cevap ne olmuştu? İslâm Devleti'-nin hıristiyan tebaası ona şu cevabı vermişti: ''Di-nimizin düşmanlarını sana tercih ederiz! '. Gerçekte, hır ist iyanlann yararlandıkları hürriyet , hıristiyan yönetimlerde bile bir benzerini asla görmedikleri kadar genişti. Çünkü Bizans İmpara tor luğu 'nun dinî politikası mezhep esasına göre idi: Şayet impa-rator bir mezhebe müntesipse, diğer mezheplere; daha kuvvetle de diğer dinlere müsamaha etmiyor-du. İslâm'ın politikasına göreyse, bilâkis, nüfusun her unsuruna tam bir muhtariyet -kültürel, dinî vc hukukî- verilmişti. Bu kendi idarelerinde bile ta-nımadıkları bir serbestî idi. Bizans imparatorluğun-daysa muhteris imparator lar , zaman zaman mezhep değiştiriyorlar, bu gün N e s t û r î , " yarın

10 Nitekim Suriye'nin işgalinden, takriben 15 yıl sonra bir Nes-turi piskoposu arkadaşlarından birisine şu mektubu yazar: "Günümüzde Tanrı'nın kendilerine hakimiyet vermiş oldu-ğu bu Araplar, efendilerimiz oldular; ama papazlarımıza ve azizlerimize saygı gösteriyor, kilise ve manastırlarımıza bağışlar yapıyorlar (Assemani, Bibi. Orient, III, 2, p. XCVI'-den M. Homidulloh. le Prophete de L'lslom, II, 821; 1544 no'lu paragraf).

11 Nestûrîler, başpiskopos Nestorius (428-431)'un •araftarla-rıdır. İskenderiyeli teologlar Hz. İsa'nın u'uhiyyetini savu-nurlarken, Nestûrîler beseriyyetini kabul ederler. Romo (430), Efes (431) ve Kadıköy (451) konsilleri tarafından moh-küm edilen Nestüriler Hülefây-ı Râşidîn devrinde Arabistan'-da, Suriye ve Filistin'de rahat bir hayat sürmüşlerdir (E. Royston Pike, odapt. fr. Serge Hutin, Dictionnaire des reli-gions. ». 228).

9

Page 10: İlim ve Sanat

Monote l i t , 1 1 sonra M o n o f i z i t , ' 1 vs. oluyorlardı. Halk da sürekli imparatoru izlemek ve o da mez-hep değiştirmek zorunda kalıyordu. Halbuki , in-sanın genellikle din konusundaki dirençken karakteri göz önüne alınınca, imparatorun nasihat-lerine uymak istemeyen kimselerin, ya burun ve kulakları kesiliyor, ya öldürülüyor, ya da her tür-lü işkenceye maruz bırakıldığı oluyordu. Buna kar-şılık m ü s l ü m a n l a r d iğe r d in l e r e özgü r lük veriyorlardı; öyle ki, iç savaş sırasında müslümanlar birbirlerini öldürürlerken onlar sakince yaşıyorlar, ticaret yapıp zengin oluyorlardı.

Şayet, daha önce gösterdiğim gibi İslâm, ön-ceki peygamberlerin koyduğu yasaları benimsiyor-sa, bu , K u r ' a n taraf ından açıklanan (Nisa, 4/24) prensibin sınırları içindedir. Şöyle ki: "Haram kı-lınanların dışında kalanlar size helal kılındı". Yani, ya-saklanmamış olan şey helaldir. Bu kural öyleyse genelde araplar ınkine olduğu gibi putperestlerin, müşriklerin uygulamalar ına vc âdetlerine tatbik edilmektedir. Ve. daha sonra, müslümanlarm yer-leşmiş olduğu dünyanın bütün mıntıkalarında tat-bik edilecektir. Bu yolla İslâm yasası yabancı unsurlann katkısıyla zenginleşecek, diğer şeyler ara-sında, yol gösterici olarak bizzat Hz. Peygamber' in tatbikatı yer alacaktır. Sahih-i Buharî 'de, Hz. Pey-gamber direkt bir vahiy, apaçık bir hüküm, yani bir K u r ' a n ayeti telakki etmediğinde ehl-i kitabın âdetlerine göre amel ederdi , diyen bir hadis bulunmaktadır.14 Sonuç olarak Hz . Peygamber di-ğer din mensublarının uygulamalarını da göz önün-de b u l u n d u r u y o r d u . Mese lâ İkinci Hal i fe döneminde, yani Hz . Peygamber ' in vefatından dört ya da beş yıl sonra, yabancı yasaları İslâm ka-nunları gibi kabul ettirecek bir tarzda, bu olgunun açıklanmış şeklini bulmaktayız. Bir gün, bir sınır vilayetinin vâlisi, Halife 'ye bir mektup yazarak şu soruyu sorar: "Ticaret yapmak için yabancılar ülkemi-ze girmeyi arzuluyorlar. Onlara nasıl bir gümrük tarifesi uygulamalıyız?". Cevap şu olur: "Bu yabancıların ül-kesinde (müslüman tüccara-S.S.) tatbik edilen gümrük la-

'2 Monotelitler, Hz. İsa'nın sadece bir iradesi olduğunu söy-leyen; iki tabiatlı İsa'nın biri ilahî diğeri beşeri olmak üzere iki iradesi olduğunu, sonuncu iradenin birincisiyle daima uz-laşma halinde bulunduğunu benimsemis bulunan Ortodoks doktrinine muhalif VII yy. heredikleri. 680 İstanbul konsili tarafından mahkum eailmiştir (o.e., s. 218)

13 V ve VI. yüzyılda, Hz. İsa'nın, aynı anda hem ilahi hem de beşeri olan tek bir tabiato sahip olduğunu savunan doktrin (o.e. , a .y . )

rifesi'\ F a r z e d e l i m ki b i r i s i B i z a n s İmpara to r luğumdan gelsin; ona tatbik edilecek gümrük tarifesi için, kendi topraklarına giren müs-lüman tacire uygulanan gümrük vergisinin mik-tarını bilmek lazım. Şayet bir İranlı bir Çinli , vb. tüccar söz konusuysa, kendi ülkelerinde tatbik edi-len gümrük tarifesi, mütekabiliyet esası içinde tat-bik edilecektir . Şayet herhangi bir ülkede müslüman tüccar gümrük vergisinden muaf tutu-lursa. o zaman bu ülke tüccarına da gümrük tari-fesi uygulanmayacaktır . Şayet bir başka ülkede, müslüman bir kadının ticaret emtiası gümrük ver-gisine tâbi tutulnıuyorsa, müslümanlar da bu ül-kenin kadın tüccarına vergi tatbik etmeyeceklerdir.

Açıktır ki, bu tatbikatı her şeye vc nasıl olur-sa olsun, uygulamak söz konusu değildi. Bir mi-sâl: İslâm öncesi Mıs ı r 'da genç güzel bir kızı, bereket kaynağı olan Nil tanrısına kurban olarak sunmaktan ibaret olan bir tatbikat hüküm sürüyor-du . Her sene, böyle bir genç güzel kız araştırılıp bulunuyor , diri diri Nil nehrine at ı lmadan önce, zînet vc süs eşyalarıyla donatı l ıyordu. Nil ' in bere-ket dolu taşmaları, Tanr ı tarafından kabul edilmiş olan bu kurban takdimine atfediliyordu. Müslü-manlar Mıs ı r 'a geldikleri zaman, ordu kumanda-nı Amr ibn el-As bu uygulamayı yasak etti. Gel gör ki, tesadüfen o sene yağmurlar gecikmiş ve Nil nehrinin taşması gerçekleşmemişti. Halk endişelen-meye, mırıldanmaya başladı; müslüman validen bu uygulamayı zorunlu kılmasını istediler. Vali de, de-taylannı açıklayarak, durumu halifeye bildirdi, der-ken şöyle cevap geldi: "Bu zarfta Nil'e hitaben bir mektup var, mektubu alıcısına gönder". Hakikaten de, aşağıdaki şekilde kaleme alınmış, Nil 'e hi tap eden bir mektup bulunuyordu: "Ey Nil! Eğer kendi ira-denle kabarıyor san, bil ki sana ihtiyacım yok! Eğer, bilâ-kis seni taşıran Allah ise, Allah 'tan seni taşırmasını niyaz ediyorum". Bu mektup Nil 'e atıldı vc ertesi gün o ana kadar duyulmamış seller oldu: Yalnız bir ge-cede su, oniki dirsek yükseldi. İşte o zamandan beri bu canî ve vahşiyanc âdet kaldırılmış oldu.

Bir başka örnek de şu: Hz. Ö m e r zamanın-da, Hindis tan 'a giden müslümanlar orada, b i r ö n -

' 4 Muhtemelen aşağıdaki hadis söz konusudur: "Hz . Peygam-ber, vahiy gelmeyen hususlarda ehl-i kitaba muvafakat et-meyi severdi. ( . . . ) " (SahJh-i Buhari, Libas, 7'). Bu konuda bir tetkik için bkz. Muhammed Hamidullah, "İslâm Huku-ku'nun Kaynaklan Açısından Kitab-ı Mukaddes", çev. Dr. İbrahim Canan, İslam! İlimler Fakültesi Dergisi, 3. sayı, yıl 1979, s. 379-390.

17

Page 11: İlim ve Sanat

ccki kadar acımasız ve vahşî, ama esasında açıklanabilir bir uygulamayla karşılaştılar: Evlilik ebedî bir ilişki o lduğundan, zevce kocasından son-ra yaşayamazdı. Şayet, tesadüfen koca karısından önce ölürse dul kadın, kocasının cesedi yakılırken kendisini ateşe atarak canına kıymak zorundaydı . Müs lümanla r hakim oldukları bölgelerde bu uy-gulamayı kaldırdılar.

Diğer ifadelerle denilebilir ki, müsamaha, han-gi ülkenin olursa olsun, iyi uygulamaları için carî idi. Hz. Peygamber şöyle dememiş miydi?: "Hik-met müsliimanınyitiğidir, onu nerede bulursa alır''. De-mek ki. yabancı kanunlarla ilgili bir dokunulmazlık yoktur; iyi uygulamalar kabul edilir. Kötülcriyse reddolunur ve müslüman olmayanlara bile, bun-lara uymak yasaklanır. Sıkça rastlanan bir şey dc, müslüman fatihler tarafından ibtal edilmiş olan uy-gulamaların sonraki bir çağa ait olması ve inancın orijinal yapısında bulunmamasıdı r . Meselâ Zer-düştlük, İranlılara kendi öz kızı, kızkardeşi. hatta annesi gibi yakın bir akrabayla evlenme ınüsadesi tanıyordu; böyle bir evliliğin yabancı bir kadınla yapılan evlilikten daha iyi olduğu kabul ediliyor-d u . Bu. akrabalar arası yasak evlilik idi, ama on-lara göre bu mübarek ve kutsal bir işti. Halife bu uygulamanın kaldırılmasını emretti; zira Zerdüşt-lüktc böyle bir şey bu lunmuyordu . Bu uygulama ancak sonraki bir çağda ortaya çıkmış, kendi öz kız-kardcşiyle evlenmek isteyen bir kral tarafından hal-ka zorla benimsetilmişti.

Konu hakkında muhakkak ki söylenecck çok şey vardır . Bununla beraber ben, düşmana nasıl .muamele edildiği hakkında birkaç noktayı daha be-lirtmek istiyorum. Mckkeliler Hz. Peygamber"» do-ğum şehri olan Mekke 'den kovmuşlar, on sene kadar s o n r a d a Peygamber, doğduğu şehri fethet -mişti. İşkencelerin ilk on yılı da ilave edilirse, Mck-keliler yirmi yıldan beri Peygamberlerine işkence ediyorlar, savaş yaparak, acı vererek, mallarını im-ha ederek, vs. dinini yaymasına mani oluyorlar-dı. Mekke'yi fethettiği zaman Hz. Peygamber münadîler çıkarttı: ' 'Herkes Ka 'be 'nin önüne, Muham-med s.a.s sizinle konuşmak istiyor!" Endişeli biçim-de herkes toplandı; binlerce gayr-i müslim Mckkcli 'nin yanında müslüman askerleri de bu-lunuyordu. Öğle namazı vakti idi. Hz . Peygam-ber müezzini Bilâl-i Habeş î 'ye ezan okumasını emrett i . Hemen Bilâl, K a ' b c ' n i n damına çıktı ve okumaya başladı: "Allah'tan başka İlâh yoktur!". Orada hazır bulunan gayr-i müslimler arasında bü-yük bir kabile reisi olan At tâb b. Esîd dc bulunu-

y o r d u . Es îd , a r k a d a ş ı n ı n k u l a ğ ı n a ş u n u fısıldıyordu: "Allah 'a şükür ki babam öldü, yoksa (... bu-na) katlanamazdı!"." Hz . peygamber öğle namazı-nı kıldırdı, sonra Mckkelilere dönerek, sordu: "Benden ne yapmamı bekliyorsunuz?". Hepsi utandı , hak etmedikleri bir merhameti isteyecck söz bula-mayarak, başlarını önlerine eğdiler."' Hz. Pcygam-ber ' in, tüm düşmanların kılıçtan geçirilmesi emrini verme imkânı, hat ta diyebilirim ki. hakkı vardı. Ama O, bunu yapmadı . Güç elindeydi, tüm Mck-kclilcrin mallarını müsadere e tme vasıtalarına sa-hipti. İktidar elindeydi, herkesi köle yapma gücüne sahipti. Bunların hiçbirini yapmadı O . Ne yaptı? Mekkelilcıin utancı karşısında onlara şunu dedi ' 'Bugün hiçbir şeyden sorguya çekilmeyeceksiniz. Gidiniz, hepiniz hürsünüz!".

Az önce, Mekkelilcri eleştirmeyen, ama Tan-n 'y ı tebcil eden ezana bile kat lanamayan bu gayr-i müslimlerin tepkisi ne oldu? Söz konusu büyük At tâb hemen sıçradı, kendisini Hz. Peygambcr 'e takdim ettikten sonra O ' n a şunu dedi: "Muham-medi ben, bir büyük Attâb'tim -yani islâm 'tn büyük bir düşmanıŞimdi şehadet ediyorum ki, Allah 'tan başka hiç-bir Tanrı yoktur ve yine şehadet ediyorum ki, Muhammed Allah'ın elçisıdir!"."

Tek O olmadı müslüman; günbegün tüm Mekke şehri İslâm'ı kabul etti.

Ama Attâb İslâm'a girince, Hz. Pcygambcr'in mukabelesi ilginç oldu. Bir an bile tereddüt etme-den Hz . Peygamber At tâb 'a şunu söyledi: "Seni Mekke valisi tayin ediyorum". Böylece O . hemen az önce, düşman olan kimseyi vali tayin etmiş, sonra da şehrin fethi için gelmiş olan Mcdineli askerler-den bir tekini bile bırakmaksızın, şehirden çekil-miş vc Medine 'ye geri dönmüş tür .

BÖylccc Hz. Pcygamber ' in , ister dinine ister politikasına yabancı olsun, diğer bü tün yabancı-lara karşı nasıl muamele yapmış olduğunu görmüş olduk.

'5 "Bunu duymomokla babam ne şanslıymış! Yoksa ondan (Bilâl-i Habeşî) hoşuna gitmeyecek şeyler duyacaktı" (Ibn Hişâm. es-Sîre, 56).

»6 Ibn Hişam'ın noklettiâıne göre Mekkeliler. cevaben söyie de-mişlerdir : "Senden hayır umarız; (a.g.e, IV, 54-55).

17 Hz. Peygamber, Attâb'ı mekke valisi atar atamaz hemen Hevazin kabilesiyle savaş etmeye gitmiştir (Ibn Hişâm, es-Sîre, IV. 83). Bu kadar kısa bir zamanda Hz. Peygamber'in güvenine bu derece mazhar olan Attâb ile alâkalı şu habe-ri anlatmadan geçemiyecegiz: " ( . . . ) Hz. Peygamber vefot ettiği zaman, Mekke holkının bir çoğu İslâm'dan dönmeye niyetlenip bu arzulannı izhar edince Attâb b. Esîd onlan kor-kuttu da, çıkacak bir fitne yatrşh..." (a.e. , IV, 316).

Page 12: İlim ve Sanat

Gündemdeki İslâm

Bu sayımızda dosya olarak, dünyan ın da gündeminde olan İslâm sunu lmaktad ı r .

Batı modellerinin, çağımızın ana meselelerine ait çözümlerindeki acizliği karş ıs ında, dikkatleri biraz olsun yenilemek istedik.

Aslında batı ve uygarlığını t a r t ı şmak bu dosyanın konusu değildir. Ancak İs lâm' ın yeniden güç kazanmasıyla batı güneşinin k a r a r m a y a yüz t u t u ş u aras ında yakın b i r ilişki vardır . Dolayısıyla, yazılarda is ter istemez, ağırlıklı o lmamakla birl ikte batı düşüncesine de değinilmiştir.

Dünyamız 21. yüzyıla girerken İbretli günler yaşıyor. Hikmet ve gerçek esprisini kaybetmiş bir bilim-teknoloji lküemi ve k u p k u r u bir materyalizm anlayışı hegemonyasını s ü r d ü r ü y o r . Ve şaşkınl ık içindeki bü tün beşerî sistemler, elbirliği İle kaybettiği insanı , şimdi yanlış yerlerde arıyor.

Dünya. İslâm'ı yeterince tanımıyor. Tıpkı çoğumuz gibi. İslâm kimine göre sadece yaşlı lar için b i r İbadet şekli, k imine göre arkaik-folklorik bir ilgi alanı veya kimimize göre dedemizden, ninemizden kalma kokulu bir teşbih, beyaz başör tüsü ile süslü bir çocukluk hat ı ras ıdır .

Batı için ise d u r u m biraz daha farkl ı . O yanlış değerlendirmesini kendi mant ık k o n u m u İçinde doğru yapıyor. Konfüçyüs 'e Brahma'ya . Tao'ya gösterdiği müsamahan ın çok azını bile İs lâm'a göstermiyor. İnkâr , ihmal ve istihza duygular ıyla İslâm yerine, olsa olsa oryantalizme ağırlık veriyor. Ve İslâm, çoğu kere bunlar ın öğrettikleri kadar ı ve şekliyle, yani batı gözlüğü İle öğreniliyor, biliniyor.

Bundan dolayıdır kl müs lümanın problemi bitmiyor. Bugün, müs lümanın meselesi olarak ele a l ınmayan bir Arap ve Filistin davasının geleceği yoktur . Dünyanın en anlamlı , en muhteşem zirvesi olan Hac. serbest bırakılacağı yerde engellenip sınır landırı l ıyorsa; İslâm birliği çal ışmalarında, ha lklar a ras ı samimi İlişkiler yerine, sadece şaşaalı, diplomatça ölçülerle yetlnlliyorsa; Kudüs . Afganistan. Eritre, Moro birşeyler ifade etmiyorsa bat ının monologu bir süre daha devam edecek, demektir .

Bütün bu o lumsuzluklara rağmen Allah'ın dini İslâm, Yaradan 'm vaadi doğru l tusunda e t raf ında ku ru lan maddi ve manevi ablukayı k ı rmaya başlamıştır .

Artık çanlar, yaşayış s tandard ından başka bir değer kr i ter i olmayan b i r bâtü uygarl ık için çalmaktadır .

İngiliz tarihçisi Toynbee "Dolu so runu herşeyden önce Batı s o r u n u d u r " derken çok şey ifade ediyordu. Biz ise "İs l im meselesi tamamiyle insanlık meselesidir" diyoruz.

Bunu derken de "emanet i yüklenen zalim ve cahil i n s a n ı n " günümüzde yaşadığı çağdaş cahiliye( 'neo-cahlllyye ,)dönemlnin bir an önce son bulmasını diliyoruz.

Şu otokritiği de unu tmadan tesbit etmeliyiz kl, b u g ü n ü n müs lüman ı , çoğunlukla . İs lâm'ın kendi dinamiği ile kazandığı hıza ayak uydurabi lmiş değildir. Aksiyoner olacağı yerde genellikle, reaksiyonerdir . Onu bile tam anlamıyla becerememektedir . Hayat gailelerine dalışı ve önemsiz detaylarla oyalanışı entellektüel canlılığını engelleyen başlıca ayakbağıdır . Ondan dolayıdır ki en çok ürettiği şey bahanelerdir.

Oenelliyecek olursak gönülsüz bir kafa ile çağımız aydınının olayları bütün boyutları ve tam anlamıyla kavrıyamıyacağı açıktır. Bilim sadece eşyalar arası ilişkileri araşt ırdığı sürece, çağımız insanının hüs ran ı devam edecektir.

Ondandır ki, bu dosyayla, zarardaki insanın mut luluğu için İslâm, büyük imkândı^ demek istiyoruz.

Ancak, sınırlı sayfa lar içinde hiç birşey tam anlamıyla söylenemiyor, sadece denmek isteniyor. İs lâm' ı konu eden ilimler, İs lâm'la bir l ikte doğan k u rumla r . İs lâm'la gelen bakış açısı ve kazandan zihni formasyon, İs lâm'ın günümüzde anlaşılması başlı başına esaslı konulard ı r . Bunlara, detay veremeden sadece d o k u n m u ş olsak da. muradımız, sorumluluklar ımızı kendi adımıza serbestçe idrak edip. bundan as la kaçamıyacağımızı bilmemiz ve anlamamızdır . Kendimize, kendi düşüncemize ve yapımıza dönmemizde aktivasyon kazan mamız dır.

Bundan dolayıdır ki. gündemimizde İslâm vardır . O'nun esprisi vardır .

19

Page 13: İlim ve Sanat

İslâm'ın Dinamik Yapısı ve Günümüz

Yusuf YAZAR

j r ÖZET X \ h . c n d i bütünlüğü içinde düşünülmedikçe

İslâm'ı anlamak, insanı ve evreni kuşatıcılığını görmek m ü m k ü n değildir.

İs lâm'ı anlamak bir kulluk vc insanlık görevidir. İnsan, İslâm'la kişisel ve toplumsal

çerçevede gelecek olana suya ya da havaya olandan daha şiddetli bir ihtiyaç içindedir.

İslâm'ı anlamanın bir şartı hâkim kültürlerin etki ve şart landırmalarından kurtulmakt ı r . Allah'ın kitabına, dinine

bağımsız bir zihin ve gönülle yaklaşma, iğretilikler taşımayan bir anlama için zaruridir . İs lâm'ın pazarlık edilmeksizin bir bü tün olarak kabullenilmesi ve pratiği için çaba gösterilmesi,

iman etmiş olmanın tabii ve gerekli sonuçlandır .

İslâm'ın canlanışı ve geri dönüşü ütopik bir beklenti değildir.

SUMMARY

/

t is impossible to undasland islam and ils capasity to encompass the world and mankind unless one considers it as an integral entity

Understanding islam is a majör human responsibiliiy and duty. Man as an individual and as a society needs the spiritual sustenance of islam mor e than eotn he needs ıvater and air.

One majör condition to understand islam is first of ali to escape from the effects of dominant ıvestern culture and relaied prejudiees. To approach the Koran and religion of Allah one needs an independent menlality and a pure heart.

The natural and necesssary results of faith are ufusing to compromise islam 's integrity and to striving to imlement ils practices.

The revival and return of islam isn 't just a utopistic expectation.

20

Page 14: İlim ve Sanat

Bu Sayıda

3 İlim ve Sanal

11 Prof.Dr.M. Eftad COŞAN

12 İlim ve Sanal

13 Yusuf Y A / A R

16 Rasim ÖZDEN ÖREN

25 Zeki KUNERAI P

28 Ahmet ARSLANOĞLU

32 Şakir KOCABAŞ

42 Ali BU1.AÇ

49 Erol ÖZBtLGEN

59 İsmail KILLIOCLU

İki Ayın Getirdikleri Whai Two Months Bring

İhtisaslaşma vc İş Bölümü Specialization and Division of Labour

Kavramlar Üzerine On Concepts

Kavramların Kimliği The Ideniity of Concepts

Kavramlar Üzerine Genellemeler Generalization on Concep.*

Devletler Hukuku Ne Değildir Nedir? What International La w Is and Is Not

Mimarimizin Karakteri ve İnsanî Değerlerimiz İşığında " K o r u m a " Kavram Olgusu The Phonenıena and Concept of Protectionısm in Lıght of Our Architectura! Characteristics and Our Human Values

K u r ' a n ' d a Millet Kavramı The Concept of Nation in Kur'an

Kavramlara Yeni Bir Anlam ve Tarif Arayışı Kültür Üzerine Bir Çalışma A Search for New Meaning and Definition of Concepts, A Study on Culture

İlim vc Bilim Farklılaşmasının İslâm Kültür Değerleri İçindeki Yeri Differentiation of "Um" and "Science" in Islamıc Cultural Values

Endülüs Kültür ve Medeniyeti: Bekir Karlığa İle Bir Konuşma A Talk with B. Karlığa on .4 ndalusian Civilization and Culture

1

Endülüs Kültür ve Medeni-yeti: Bekir Kartla ile Bir Konuşma. 59

Page 15: İlim ve Sanat

Undört yüzyıl boyunca oluşmuş İslâm kültürünü ve bu kültürün ürünlerine sahiplenmeyi İslâm 'ı anlamaya engel olarak görmek şaşırtıcı bir paradoksu bünyesinde bulunduruyor. Müslümanların islâm'ın pratiğinin denendiği ve gerçekleştirildiği yüzyıllara dikkat sarfetmesinin şanlı tarih'le oyalanma ve

avunma ve hatta bir tür sapma olarak değerlendirilmesindeki insafsızlık dikkatleri saadet asrına çekme niyet ve çabasına bağışlanabilir.

Bir inanış, düşünüş ve yaşayış tarzı olarak İs-lâm; razı o lunmuş " d i n " hüviyetiyle, nev-i şahsı-na münhas ı r bir vakıa olarak insanı içi ve dışıyla kuşatan nitelikler taşır. Bu nitelikleriyle İslâm, in-sana dört bir yanında kendini, evreni, olmuş ve ola-cak olanı anlama ve kavramada özgün yollan açar, sayısız imkânlar sunar .

Tar i fe gelmeyen ve da r sınırlara t ahammül edemeyen nitelikleriyle İslâm'ı herkes anlayabildiği, tanıyabildiği, görebildiği yanıyla ve kadanyla zih-ninde şekillendirir; anlar ve anlatır . Mcvlana 'n ın ünlü misalinde olduğu gibi; özellikle yaşamakta ol-d u ğ u m u z benzeri geçiş dönemlerinde, farklı kül-t ü r l e r i n etkisi a l t ı n d a a r ı - d u r u b i r bakışı yakalayamayan müslümanlar, bir bütünlük dikka-tinin uzağında İslâm'ı kendini oluşturan parçala-ra, bölümlere indirgemek gibi b i r eğilim içinde bulunur lar . Parçaların tek tek bü tünü ' i f ade ede-meyeceği, İs lâm'a ait bir parçanın, bir k u r u m u n bir diğer sistem içinde düşünülmesinin ve işlerli-ğinin beklenilmesinin yanlışlığı, g ü n ü m ü z müslü-manla r ın ın üzer inde önemle durduk la r ı bir noktadır. Parçalar, yalnızca bütünün habercisi ola-bilirler ve ancak kendi sistemleri içerisinde konum-l a n d ı r ı l a b i l i r l e r . Bu d i k k a t l e r i n d e ı s r a r d a müslümanlar haklıdırlar ve çağımıza has bir mantık^ yanlışını yakalamış olmaktadırlar:0 da İslâm'ı kendi mantığı içerisinde eksiksiz ve fazlasız olarak bilmek; sistemi bölmeden, kendi içerisinde bir bü tün ola-rak değerlendirerek anlamaya çalışmaktır. G ü n ü -müz müslüman aydınının zihnine ve bakışına kazandırmaya çalıştığı formasyon budur . Yaratı-:ıyla pazarlığa oturmayı düşünmeyen, tcslimiyct-;i ve ancak hikmet arayıcı bir zihnî formasyon. Bu nantık içerisinde, şarabın terki za ra r l anndan do-ayı değildir. Şarap, yalnızca ve yalnızca yaratıcı-ıın yasağı dolayısıyla terk edilir ve bu terkedişte, nü 'm in için bir ibadet duygusu ve lezzeti vardır, fasağın hikmet ve yorumları ise bir diğer konu-lur. Yirmidört saati boyunca müslüman, kulluğun derini sürer. Haya ta bakış ibadet merkezlidir.

İslâm, öteye ve hesap gününe ait haberleriyle dalet fikri ve duygusunu toplum içinde canlı bir tokontrol mekanizması haline getirdiği gibi, mü-afatlandırılmanın vc mükafat landıranın gerçek imliğine tanım getirerek insanın insandan olan

beklentilerine, insanın insana olan boyun büküş-lerine, insanın insan üzerinde vücut bulabilecek egemenliklerine de bir sınır çizgisi çekmiştir. İs-l âm' la birlikte doğan adalet anlayışı, bir bilim ko-nusu olmaktan çok, insanı zulm ve baskıya maruz kalmaktan koruyan, zulm ve baskı eğilimlerine en-gel olan bir yapıyı beraberinde getirir, getirmiştir. Böylelikledir ki insan için bir varoluş esprisi bü-tün zamanlara örnek olacak boyutlanyla ortaya çı-kabilmiştir. Yalnızca Rabbinden isteyen, istemeyi bir kulluk görevi bilerek isteyen, varlığını diğer var-lıklara bir hizmet şansına dönüştüren bir kulluğun bilinç, ahlâk ve sorumluluğuna sahip oluşuyla müs-lüman , ideal ve örnek insandır. İsyan üzere olma-yana faydalı olmak, m ü ' m i n i n varoluşunun bir t ezahürüdür .

Kültür Birikimi

' M ü b i n ' -açık- olmasına rağmen, efendimiz ve yol gösterici olan Allah Rasu lü 'nün yaşayış ve sözlerine baktığımızda 'Kitab ' ın anlayışlanmız nez-dinde kazandığı yeni boyutlar bu açıklığın belli bir seviyede vc hür -peşin hükümlerle zincirlenmemiş bir zihin ve gönül gerektirdiğini or taya koyar. Yol göstericinin vaktiyle aramızdaki 1400 yıllık bir za-man diliminin beri yakasında bulunan bizler açı-sından; Allah'ın kitabını, yani dinini aslî yapısıyla, saflığıyla ve eksiksiz olarak anlamak ve içinde duy-mak isteyenler açısından bu zaman dilimi içinde tesbit edilmiş ya da oluşmuş bilgi vc disiplinler -bütünüyle İslâm kültürü- önem kazanır. Yabancı kültürlerin istilasına uğramış ülkeler ve ülkemiz in-sanının K u r ' a n ' ı n mesajını algılayıştaki paradoks-lar ından kurtulabilmesi noktasında kendi kül tür

ve yapısını tanıması; inkâ ra kültürlerin etkilerinin yok edilmesi ve mukavim bir yapının o luşumun-da mesafe katettiricidir. Bir M e v l a n a ve Y u n u s ' -un , bir Şeyh Gal ib ve Haf ız ' ın , bir Gazali ve Ebu Han i fe ' ı ı i n , bir İ m a m Şaf i î ' n in ve İ m a m Buha-r ı ' nin tanınması ve bilinmesi müslümana ait man-tık ve düşünüş tarzının yerleşimini hızlandırır .

Ondör t yüzyıl boyunca oluşmuş İslâm kültü-rünü ve bu kül türün ürünler ine sahiplenmeyi İs-lâm' ı an lamaya engel olarak görmek şaşırtıcı bir paradoksu bünyesinde bulunduruyor . Müslüman-

21

Page 16: İlim ve Sanat

Allı çizilecek olan şey; saadet asrını model almanın, yüzyıllar içinde oluşmuş İslâm kültür ve medeniyetine sahip çıkmakla, bu kültür ve medeniyetin üzerine

eğilmekle çelişmeyeceğidir. Bu kültür ve medeniyetlerin değerlendirmesi, eksiğinin-yanlışının belirlenmesi gerçek modelin yapısının daha iyi anlaşılmasını ve

belirginleşmesini sağlar.

ların İslâm'ın pratiğinin denendiği vc gerçekleştiril-diği yüzyıllara dikkat sarfetmesinin şanlı tar ih ' le

oyalanma ve avunma ve hat ta bir tür sapma olarak değerlendirilmesindeki insafsızlık dikkatleri saadet a s n n a çekme niyet ve çabasına bağışlanabilir . ' Müs lüman için gerçek model Allah Rasulü ve ra-şid halifeler dönemindedir . Geçmiş yüzyıllar için-de yaşamış müslütnanların da modellerini saadet asr ında aradıkları ve rehber olarak Allah'ın kita-bını ve Rasu lü 'nün sünnetini kabullendikleri bir realite olsa gerektir. Mahallî özellikler, mizaçlar, değişik şart vc imkânlar , aynı bir modele bakıldı-ğı halde ayrı zaman ve çevrelerde birbirine göre nüanslar taşıyan uygulamalar, medeniyetler ve kül-türler o luş turmuştur . Tek tek kişilerin ve kurum-ların muaheze edilebilme hakkı saklı kalmakla birlikte, bu medeniyetleri genel olarak İslâm Me-deniyeti diye isimlendirmenin vc bu medeniyeti sa-hiplenmenin yadırganacak bir yanı yoktur. Nitekim bugün de Allah'ın güç ve kudret ihsan ettiği bir topluluk güne ve hayata rengini verebildiğinde şöyle veya böyle bir medeniyet vc uygulama ortaya çı-kacaktır. Sonraki nesiller dc bu yeni medeniyeti bel-li bir isim altında anacaklar. İslâm Mcdeniyeti 'nin bir parçası olarak mütalaa edecekler, sevabı ve gü-nahıyla değerlendireceklerdir. Altı çizilecek olan şey; saadet asrını model a lmanın, yüzyıllar içinde oluşmuş İslâm kültür ve medeniyetine sahip çık-makla, bu kültür ve medeniyetin üzerine cğilmek-

' "Şanlı tarih"in müslüman için bir engel olmadığını, olama-yacağını; tersine, " san" ı bir yana, bir "torih"in her hal ve (carda kaçınılmaz olarak, bir vakıa olarak mevcut buluna-cağını, böyle bir " tar ih"e de kimin sahip çıkacağını zaten bu tarihin mahiyetinin belirleyeceğini söylemek belli bir tavra ayarlanmış bir muhakeme silsilesi olarak mı değerlendirile-cektir, yoksa fazla gözükapalılık olarak mı? Yapılması ge-reken ' miras ı tümüyle yüceltip benimsemek ya da tümüyle karalayıp reddetmek değil; ideal örnek ve ölçüler ışığında değerlendirip, yerini belirlemektir. Müslümanların, "geçmiş-teki başarıları gündemde tutması" olayını İslâm'ın günde-me getirilmesine engel olarak değerlendirmek ve görmek de bir başka açmaza yol açar. Geçmişteki başarıların gün-demde tutulmasını; İslâm'ın daha sağlıklı onlaşılmosı ama-cına hizmet eden, pratiâinin elle tutulur hale gelmesine vesile olon yol ve yöntemlerden birisi olarak görmek gerekir. Bu-rada eleştiri, belki, olayın mevcut mahiyeti ve şekline yö-neltilebilinir. Geçmişteki başarıların, devletsiz kolınıldıâı günlerin, bir diğer söyleyiş şekliyle devleti çağıran aünlerin bir geleneği olduğunu, olmak zorunda olduğunu aa unut-mamak gerekir.

lc çelişmeyeceğidir. Bu kültür ve medeniyetlerin değerlendirmesi, eksiğinin-yanlışının belirlenme-si gerçek modelin yapısının daha iyi anlaşılmasını ve belirginleşmesini sağlar. Şu veya bu ismi, şu veya bu uygulamayı sanık sandalyesine oturtsanız da ; bu tür münferit şeylerin içinde kaybolduğu bütü-ne sahip çıkmak, değerlendirmek, bu birikimden ve gelenekten yarar lanmak herhalde müslümana düşer .

İslâm'la Gelen Dünyayı bir sınav yeri olarak tanımlayan İs-

lâm'la , insanın kendisine olduğu kadar , dünyaya ve eşyaya olan bakışında da devrim çapında bir de-ğişim gerçekleşmiştir. Hardal tanesi diye tarif edi-lerek en küçük bir iyiliğin ve kötülüğün bile karşılıksız kalmayacağı inancı, bu dünyadaki ha-yatın bitimsiz olan öte hayatımızın yer vc şeklinin belirlenmesinde bir sınav yeri olduğu ve geçiciliği düşüncesiyle oluşan öte duyarlığı müslümanı bir duygu, düşünüş ye davranış zenginliğine ve ber-raklığına kavuşturur . Yanı lmayan, görme ve işit-mesinde sınır bu lunmayan bir yaratıcı-otorite inancı ve idraki müs lümana sürekli huzurda bu-lunuş disiplini kazandırır . Müs lüman , Hâkim vc Kudret sahibinin kim olduğunu bilendir; bundan dolayı, herkesten önce kendine karşı dürüst olan-dır, kendisinden hesap sorandır, kendisine karşı da sorumluluk taşıyandır, güvenilendir ve kendisine özenilendir.

Kötülüğü dc isteyebilen bir nefs sahibi olarak ve yaratıklar içerisinde en şerefli o lduğuna işaret edilen insan için dünya , muhtemel düşüşlerin ya da yükselişlerin yeridir. Rahmeti âlemleri kuşatan Yaratıcı, lütfuyla insana, tövbe, günahından geri d ö n m e gibi bir imkânı da kazandırmışt ır . Bütün bu açık kapılara rağmen bu dünya tarlasından bir güzel ü rün kaldıramayan için, hükmünde kusurlu olan insan bile kabul eder ki bir öte cezası haktır , yersiz değildir.

İslâm'la gelen çizgi, bir yanıyla ilk insan-ilk peygamberle başlayan ve insanüstü bir boyut ta-şıyan, Y'aratıcının yol göstericiliğini, büyüklüğü-nü, Rahmet vc Kudret ini yansıtan bir tevhid çizgisidir. İman gerçekliğinin ve yaratılış amacı-nın uzağında olduğu, bilginin kaynak ve mahiye-

22

Page 17: İlim ve Sanat

İslâm; insanı, Rabbi önünde baş eğmeye, kulluğu çağırıyor. Kula kul olmamağa, baskıya ve zulme direnmeğe, Yaratıcının hitabını duymağa ve

duyurmağa çağırıyor, islâm; insanı, zihnini ve yüreğini kirliliklerden, çarpıklıklardan ve bağımlılıklardan arındırmağa, ahdine vejaya, içini ve dışını

imara çağırıyor.

t inin çarpıtıldığı bir zaman kesitinde, uyarısına, bildirisine ve muştusuna muha tap olduğu şekliyle İslâm, insanı bir i tminan, hayret , sevinç ve haş-yet dünyasına çeker, çıkarır.

İslâm, insana son ve tamamlanmış uyarıdır, mesajdır, muştudur. Dinin İslâm'da tamam olması vc " d i n " olarak İslâm'dan razı olunmuşluktaki hik-metler, önceki habercilerle gelenin bozulması ve unutulmasıyla ilgili olduğu kadar, insan idrakinin geçirdiği serüven ve vaktin ömrüyle de ilgilidir. Vakt in de bir ömrü olduğu bilgisiyle donatılmış müslüman için " f e n a " vc 4 ' b e k a " kavramları ye-rine göre direniş, yerine göre sabır eylemini bü-tünleyen ve gönlünde ferahlık, u ikunda enginlik doğuran boyutlar taşır.

İslâm, insana "nefs inde o l an ı " değiştirmesi, değiştirebilmesi için teklif o lunmuş, kaynağı ilahî olan bir emanet t i r , bir imkândır .

Belli bir anlayışı kendi bütünlüğü içinde edin-miş olan müs lüman; insana, insanlığa, eşyaya ve evrene; farklı bir açıdan, farklı bir noktadan ve fark-lı bir gözle bakar . Görme işinde göz, araçlardan yalnızca birisi olarak faaliyettedir. Özgün mantı-ğıyla müs lüman , dışarıdan bakan için, ' üzüm da-lında erik ' yiyendir.

Gönlün sonsuz vadilerinde at koşturan müs-lümanın "içini kaplayan bir sevinç" olarak islâm'ın bü tün zaman vc mekânları kuşatan hitabı bugün de tek kurtarıcı umut kaynağıdır .

İslâm'ın Çağrısı İslâm; insanı, bir olan, kudretli vc yaratıcı olan

Allah 'a inanmaya ve ona kulluk etmeye çağırıyor. Yol gösterici olan, Allah' ın mesajını ve uyarısını insanlara ulaştıran peygamberlerine inanmaya, on-ları örnek almaya çağırıyor. Görünmeyen dünya-nın mensubu meleklerine, ekilenin biçileceği, her fiilin değerlendirileceği, ceza ile ya da mükâfa t ile karşılanılacak bir öte hayat ına inanmaya ve bu inançla ölçülendirilmeye çağırıyor. İnsan için dai-mi bir ışık ve uyan niteliği taşıyan kitaplarına inan-maya , son ve mükemmel kitabı olan K u r ' a n ' l a yaşamaya çağırıyor. Bir insanlık ufku ve evrenin ö m r ü n ü n tamamlanması diyebileceğimiz kıyame-te inanmaya ve kıyamet için hazırlıklı bu lunmaya çağınyor. Olaylarda ve günün akışında insanın mü-

dahalesini t a r i feden kaza ve kader olgusuna inan-maya çağırıyor.

Namaz , oruç vc zekât gibi kurumlanyla in-sana yaratılış amacı ekseni çevresinde bir faaliyet alanı tanıyan İslâm, diğer insanların da İslâm'ı ta-nımasının bir yolu ve yöntemi olarak değişik tür ve şubeleriyle cihadı müslümanın bir sorumlulu-ğu olarak tarif etmiştir. İslâm müslümanlan ciha-da çağınyor.

İslâm; insanı, Rabbi önünde baş eğmeye, kul-luğa çağırıyor. Kula kul olmamağa, baskıya ve zul-me direnmeğe. Yaratıcının hitabını duymağa vc duyurmağa çağırıyor. İslâm; insanı, zihnini ve yü-reğini kirliliklerden, çarpıklıklardan ve bağımlılık-lardan ar ındırmağa, ahdine vefaya, içini ve dışını imara çağırıyor.

İslâm; aklı, gücünün ötesindekini anlama vc yorumlamada yeni vc geniş imkânlar sağlayacak olan gönülle donanmağa çağırıyor.

İslâm; insanı; bilimi, aklı, gönlü ve kitabı ait o lduklar ı yere k o n u m l a n d ı r t n a ğ a çağı r ıyor .

Günümüzde islâm

Yakın zamanlara kadar kurulu bir devletinin olmay,ışı İslâm'ı müzelik bir inanç sistemi olarak görmek ve göstermek isteyen batılılarca bir propa-ganda unsuru olarak kullanılabiliyordu. Mensup-lannın dağınık oluşu, değişik coğrafyalarda, değişik etkiler altında bulunuşları ve organize olamayış-lan batının, batılının ve batıcıların işlerini kolay-laştıran bir görünüş arzediyordu.

İkinci Dünya Savaşı müslüman ulus ve top-luluklara siyasal planda olduğu kadar kültürel plan-da da bir başkaldırı ve kendine dönüş fırsatı verdi. Bugün, belli zaafları taşısalar da, yabancı ve in-kârcı kültürlerin etkilerini üzerlerinden t amamen kaldtnp atmış olmasalar da, yekpare bir yapıyı karşı güçler karşısında gerçekleştiremeseler de; reddi m ü m k ü n olmayan bir " İ s l â m ' ı n geri d ö n ü ş ü " olayı vardır.

Bütün öğretiler, ideolojiler son sözlerini söy-lemişler, birtakım doğrulanyla birşcylcri kurtarır-larken insanı heder etmişler, insana kulluğuyla birlikte mutluluğu, iç derinliğini ve gönül durulu-ğunu da unut turmuşlard ı r .

23

Page 18: İlim ve Sanat

Müslüman aydınlar hesap, davranış ve planlarını sonuçlarını uzun vadede devşirebilecekleri istikrarlı strateji ve programlar üzerine bina etmelidir. Daha yorucu ve fakat sonuçları yüz güldürücü uzun vadeli program ve çalışmalar,

çabuk sonuçlar vadeden ve fakat rahatsızlıkları beraberinde getirebilecek politika ve programlara tercih edilmelidir.

Kendini tekrara başlayan ve insani değerleri dışlayan yapısıyla batı düşüncesi ve uygarlığı ken-di içinde ciddi eleştiriler almaktadır . Hat ta , kimi batılı düşünürler , batı uygarlığının artık bir çök-me sürecine girmiş olduğu, d ö n ü m noktasının ol-dukça gerilerde kalmış olduğu kanısındadırlar. İnsanî değerleri koruyan ve yücelten nitelikleriyle İslâm'ın dirilişi bir bakıma kaçınılamaz bir geliş-me olarak değerlendiriliyor.

Bir tarih şartı olarak, söz vc meydan yeniden gerçek sahibine dönse gerektir. Sosyolojik veriler yakın gelecekte İslâm vc kurumlar ından daha yo-ğun şekilde söz edileceğini göstermektedir. Kimi tarihçi ve sosyologların tesbiti ya da beklentileri 21. yüzyılın " İ s l â m ' ı n geri d ö n ü ş y ü z y ı l ı " olacağı yönündedir . En küçük ve özelinden, en büyük ve geneline kadar İs lâm'ın yeniden güçlenişinin işa-retleri görülmektedir. Sosyal, ekonomik şart ve ge-lişmelerle oluşan vasat,böyle bir güçleniş için uygun olan özellikler taşıyor.1

Diğer toplumların tarihinde olduğu gibi İslâm t o p l u m u n u n da t a r i h i n d e in iş le ı i -ç ık ış lar ı , alçalışlan-yüksclişlcri var . Her düşüş döneminde bir ayağa kalkış çabası başlar, toplum kendi öz de-ğerleriyle, kendisine kabul ettirilmek istenen değer-ler vc ön yargılar arasında bir gerilimi yaşar. Bu gerilim bir büyük değişimin işaretidir. Mevcut de-ğer, kurum vc yargılarla hesaplaşılır. Toplum kendi temellerini, değerlerini arar . Allah'ın bir bağışla-

2 İslâm'ı ana esprileriyle veren, ilk olmak gibi bir özelliğin yo-nsıro benzersiz olmak gibi de bir özelliği taşımaya aday gö-rünen öç eseri burado anmak gerekir. Bunlor Sezai Karakoç'un "İslâm", "İslam'ın Dirilifi" ve "İslâm Toplumu-nun Ekonomik Strüktrü"dQr. Üç eserin de kısa zaman önce yeni baskılon yayınlandı.

ması olarak diri olan ve hep diri kalacak olan çizgi yeniden gün ışığına çıkar, toplum yapısında bir ye-nilenme heyecanı ve aşkı doğar, isiınli-isiınsiz ha-kikat erleri ve önder le r i bu m a y a l a n m a y ı hızlandırır, "as la d ö n ü ş " ü n verdiği i tminan ese-re yansır ve yükseliş başlar.

İslâm'ın dönüşüne ilişkin yorumları ütopik bir beklentinin ürünleri olarak değerlendirmemen. Müs lüman aydınlar hesap, davranış vc planlarını sonuçlarını uzun vadede devşirebilecekleri istikrarlı strateji vc programlar üzerine bina etmelidir. Da-ha yorucu vc fakat sonuçlan yüz güldürücü uzun vadeli program ve çalışmalar, çabuk sonuçlar va-deden vc fakat rahatsızlıkları beraberinde getire-bilecek politika ve programlara tercih edilmelidir.

Müslümanlar kendi değerlerini, tarz ve araç-larını, kurumlarını yeniden tanıyorlar. Yaşamak-ta o lduğumuz geçiş döneminde ve benzerlerinde kimi araç ve tarzlar üzerinde ihtilaflar zuhur ede-bilir. Bu, biraz da dönemin tabiatıyla ilgilidir. Asıl olan; hangi araç ve yöntem olursa olsun o araç vc yöntemi kullanan kişinin t u tumu , ahlâkı, disiplini ve kabiliyetleridir. Bir diğerini karalaınaksızın bi-rinci dereceden önem atfetmek bir şeyler yapabil-menin ve başarabilmenin şart larındandır .

Üzerinde dikkadi olunması gereken, yapılmak istenilen işin-çalışmanın mahiyeti ve niyettir.

Ondör t yüzyıllık tarihi içinde kendi yolunu, yöntemini ve aracını şu veya bu şekilde, ama mut-laka özgün bir şekilde bulan, geliştiren müslüman-lar, fonksiyonuna ihtiyaç duydukları araç vc yöntemleri karakterize edebilecek, onlara rengini vcrcbilccck ana esprileri vc prensipleri çıkarabile-cekleri bir gelenek ve bilgi birikiminin mirasçısı-dırlar.

24

Page 19: İlim ve Sanat

Saray Çatısı Altında İlmî Faaliyetler:

Huzur Dersleri Fikret SÖNMEZ

" H u z u r Der s i " tarihimizde, Hicri 1172 Ramazan-ı Şerifinde, Milâdî 28 Nisan C.er t . 1759 gününden başlayarak, her sene Osmanl ı Padişa-hı 'n ın huzurunda sayısı muayyen, ilim vc takva-sıyla tanınmış zatlardan müteşekkil olmak üzere, sarayda teşkil edilen ilmî mecliste " K a d i Beyzavî Tefs i r i"nin münazaralı bir şekilde tedrisini ifade etmek üzere kullanılan bir ıstılahtır.

Huzur Dersleri sadece Ramazan aylarında ve-rilmiştir. Dersin hususiyeti, mübahase ve müna-zaralı o lmasıdı r . M u h a t a p denilenlere ders verilirken, dinleyen ilim sahiplerinin, mukarrir de-nilen dersi verene suâl sormaları vazifeleri icabı-dır. Bu derslerde soru sormak asıldandır. Her muha t ap ayrı ayrı sual sorarlar.

H u z u r Dcrsleri 'nin, padişahın resmî vazife yaptığı yerlerde belirli bir merasimle tedrisi asıldır.

Huzu r Dersleri her R a m a z a n ' d a en az sekiz defa verilir. Bu dersler, H. 1172/M. 1759 yılında başlamakla beraber, H. 1200/M. 1785 yılı 28 Nisan Çar şamba gününden itibaren Fâtiha suresinden başlamak suretiyle Mushaf-ı Şer i fdeki ; muayyen sırayı takip ederek H. 1341/17 Nisan 1922 Salı gü-nü başlayan Raınazan-ı Şer i f e kadar aynı sıra ta-kip edilerek 14. Cüz 'dc yer alan Nahl suresinin 31. âyet-i kerimesi ile dersler sona ermiştir .

Huzu r Dersleri 'ne en son muhatap olarak ka-tılan Kula ' l ı M u h a m m e d Emin Efendi 4 Kasım 1962 yılında vefat etmiştir.

Huzur Dersleri 'nde söz ve fikir hürriyeti esas-tır. Bu cümleden olarak Padişah III. Selim zama-nında mukarr i r ve muhataplar ın her birine Çekinmeden ve her türlü tesirden uzak kalarak dü-şüncelerini olduğu gibi or taya koymaları dersten . evvel padişah taraf ından kat ' î bir dille bildirilirdi."

Hükümet erkânının da dinleyici sıfatıyla ha-zır bulundukları bu derslerde her türlü baskıdan uzak bulunulurdu . Bununla birlikte, saraylarda Huzur Derslcri 'ndcn başka okutulması alışılmış olan Tefsir Dersleri de vardı .

Huzur Dersleri, Osmanlı Padişahlarından III. Sultan Mustafa tarafından H . / l 172'de bir irade ile başlatılmış ve Osmanlı Devleti 'nin yıkıldığı 6. Sul-tan Mehmed ' in vc hatta son Halife Abdülmecid Efendi zamanına "Hilafetin ilgası ve Hanedan-ı Os-mânî'nın Türkiye Cumhuriyeti memâliki haricine çıkarıl-masına dâir'' olan 341 sayılı 26 Recep 1342/7 Şubat 1923 Perşembe, tarihli Kanunun yürürlüğe girme-siyle son bulmuştur . III. Sultan Mustafa'nın, padişah oluşunun 2. senesi Ramazan-ı Şerifinde 1172 tarihinde H u z u r Dcrsleri 'ni dev-letin resmî teşkilâtına dahil etmesi, onun dindarlı-ğı ve takvasına bir n ü m u n e olarajc gösterilir.

Sultan III. Mus ta fa 'n ın , sır kâtibi taraf ından-tutulan zabıtlarda, 5 vakit namazı cemaatle edaya kararlı ve sabah namazlarını müteâkiben de saray-da verilen Tefsir Dersleri 'ne devamlı geldiği ka-yıtlıdır. Padişahların harem hayatı dışındaki bütün yaptıkları işler, sır kâtiplcrince yazılmıştır. Padi-şahları tanımada bu notlar son derecc ehemmiyet taşımaktadır . Avrupalıların yıllarca korkup titre-

Huzur Derjleri ile ilgili bilgileri en genij biçimde Ord.Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin merhumun 1. cildini hazırladı^ ve 1956 yılında İstanbul'da İsmail Akgün Matboası'nda basılan eser-den, ayrıca 2. ve 3. ciltleri birlikte 1966'da aynı matbaada basılan. Prof.Dr. ismet Sungurbey ile, eski İstanbul Hâkim Muavinlerinden Semiha OMAY Hanımefendi'nin hazırlayıp bastırdıktan, "Huzur Dersleri İle llaHi Konulmalar ", 1. bö-lüm İstanbul 1965 Hüsnutobiat Matboas., isimli eserden; Ho-lit Ziya Uşaklıgil'in "Saray ve ötesi" isimli eserinden, Ankara Eğitim Bilimleri Fakültesi dekan Yardımcısı Sn.Prof.Dr. Yahya Akvüz'ün 1.baskısını 1982'de, genişletilmiş 2. baskısını 1985'de yaptığı, "Türk Eğitim Tarihi" Ankara 1985 Anka-ra Ü. Basımevi'nde basılan eserinde; aylık İslâm Mecmua-sı'nın 1 Haziran 1984, sayfa 56-57'deki Sn.Doç.Dr. Osman öztürk'le yapılan mülakatda; Sn.Ord.Prof.Dr. İsmail Hak-kı Uzunçarşılı'nın T.Tarih Kurumu'nca basılan, "Osmanlı Devleti'nde İlmiye Teşkilatı", Lütfi SimovTnin, "Sultan Meh-med Reşad Han'ın ve halefinin sarayında gördüklerim", 2 ks. /bir arada/İstanbul 1340 Kanoat Kütüphanesi 8° ; ileTay-yorzâde Ahmed ATA'nın, 'larih-i Ata" 2 C . İstanbul. 1291-1293; Şeyh Yahya Efendi Matbaası 8 ° gibi eserlerde "Huzur Dersleri" ile ilgili mevzu işlenmiştir.

Page 20: İlim ve Sanat

dikleri ve aleyhlerinde iftiralar uydurduklar ı geç-mişimizi, şerefli mazimizi ilim ve kılıç kalemiyle bizzat yazanları , rahmetle yad ederiz.

Konuya ilgi duyanlar halen İstanbul Müf tü-lüğü olarak kullanılan, eski Meşihat-i İslâmiye'nin bu lunduğu , Süleymaniye'deki " Ş e r ' î Siciller Ar-ş i v i n d e n faydalanabilirler.

" H u z u r Dersler i"ni ilk defa seviyeli bir bi-çimde ele alıp araşt ıran, merhum Ebu ' l -Ulâ Mar-din olmuştur .

a Ebu ' l -Ulâ Ali Zeynel Abidin

Mecelle 'nin meydana gelişi ve Ahmcd Cev-det Paşa'nın bu eserdeki hizmetlerini anlatan "Me-deni Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa" isimli kitabı ile 1956'da 1. cildini yayımladığı "Huzur Dersleri" isimli, konumuzu teşkil eden eserinde:

a. Huzu r Derslcri 'nin tarif ve mahiyeti , b . H u z u r Dersleri 'nin tarihçesi c. Meclisler ve teşkil tarzı, d . Huzur Dcrslcri 'nde riâyet olunan kâideler, e. Mukarrir ve Muhataplarda aranan vasıflar, f. H u z u r Dersleri usûlünün, başlangıcından

sonuna kadar mukarrirlikte bulunanların isimleri, g. H u z u r Dersleri usûlünün, başlangıcından

sonuna kadar Muhatapl ıkda bulunanların isimleri, bulunmaktadır . Ayrıca,

h. Huzur derslcri 'nin senelik içtimâ heyederi, başlıklarını taşıyan eser, 615 sayfadan ibaret olup, merhum hayattayken basılmıştır.

Huzur Dersini Veren Mukarr i r ve Muhataplar Nasıl Seçilirdi?

İstanbul ruûsunu hâiz müderrislerden (pro-fesör) olması, talebesi ziyade müret tep tahsile na-zarajı.dersi ileri bulunması , meleke ve ihtisası ve zâtı kemaliyle muhit inde şöhret yapmış olması gi-bi vasıflar aranırdı .

Bunları seçme hakkı Şeyhü'l-İslâın' ındır. Se-çim, padişahın iradesiyle tekemmül eder, bu vazi-feden ayrılmalar da aynı usûlle yapılırdı.

Gerek Şeyhu'l-İslâm ve gerekse Padişah, bu vasıf lan olmayan birisini " M u k a r r i r " veya " M u h a t a p " tayin edemez. Başkalarının tavsiyesi ile hele hiç kimse tayin olunamazdı . Üst meclis-lerdeki mukarr i r ve muhatapl ıklarda boşalma ol-duğunda , usûle ve sıraya göre, üst kadrolar doldurulur, doldurulamayan yerler için yeniden se-çim ve tayîn edilirdi.

Birinci meclisi teşkil eden zevatın ruûs dere-celeri "Kibâ r - i Müder r i s in" mertebesi olup, Dâru ' l -Hadis , Hâmise-i Süleymaniyc, Süleymani-

yc, Musıla-i Süleymaniyc olarak görülmektedir .

Derslerin Şekli " H u z u r Dcrs lcr i"nin yapılacağı yeri bizzat

padişah tayin ederdi . Dersler, saray salonlarının bir inde öğle-ikindi arası takrir o lunurdu. Salonda bir Mukarr ir Efendi'ye, diğerleri dc MuhatapEfen-dilcre mahsus olmak üzere 16 rahle bu lunurdu . Mukar r i r ' in rahlesi işlemeli, muhataplar ınki ise, ceviz,boyalıydı. H e r bir rahleye birer de minder konulurdu.

Mukarr i r ve muhataplar ı resmî biniş (clbise-lcr)leriyle, nişanlarını da takmış olarak ve beyaz sanklan üzerine s ınna takarak önde mukarr i r , ar-kasında kıdem sırasıyla muhataplar, Padişah'ın hu-zuruna girerlerdi. Padişah ' la maiyetindekiler, o sırada ayakta bulunur Ulemay-ı Kirâm ihtiram se-lâmı verdikten sonra. Hünkâr ın oturması üzerine, diğerleriyle birlikte mukarr i r ve muhataplar da mevkilerini işgâl ederlerdi. Mukarr ir Padişah'ın sa-ğına, muhataplar ise, mukarr i r in yanından başlı-yarak kıdem sırasına göre yanın dâire şeklinde bir kavis teşkil ederlerdi.

Ders alenî olmakla beraber, erkek veya kadın dersi dinleyecek kişiler hakkında Padişah'a bilgi ve-rilir, Padişah da iltifat olarak bazı güzide şahısları dersi dinlemek için alıkoyabilirdi. Dersi dinleyen-lerin tamamının mukarrir ve muhataplar gibi min-der üzer ine o t u r m a l a r ı as ı ldandı . Mazere t bulunmadıkça, padişahlar da umumiyet le dersleri böyle dinlerdi.

İlk defa " H u z u r Ders i" verilen 1172/1759 se-nesinde biri mukarr i r ve beşi muha tap olmak üze-re 6 kişiden teşekkül eden " H u z u r Dersleri 8 meclis halinde sekiz gün sürmüştür. Sonralan bir mukarrir 15 muhatapdan oluşan sekiz meclis teşkil edilmiştir.

Resmen 169 sene devam eden " H u z u r Ders-ler i" , her Ramazan- ı Ş e r i f d e 8 meclis halinde ya-pıldığı dikkate alınırsa, bu derslerin 169 x 8 - 1352 defa yapıldığı or taya çıkar.

İlk başladığı gibi 6 zatdan ibaret kalsaydı, 1352 x 6 - 8112 kişinin; 16 âlim kişinin iştiraki göz-önüne alınırsa, 1352 x 16 = 21632 bilginle bu işin başanldığı, bu rakamın onalaması alındığında tak-riben 10.000 (onbin) civarında, devrinin en ileri seviyedeki bilginler tnanzumesiylc padişahlarının da hazır bulunduğu için adına " H u z u r Ders i" de-nilen bu huzurlu ve saadetli derslerin, devlet rica-linin dc iştirakiyle, çok ciddî bir ehemmiyeti olduğunu söylemeğe bilmem lüzum var mıdır?

Başlangıçta 6, sonra 13 olan H u z u r Dersi ho-calannın H.1327 /M. 1909 yılında Meşrutiyet ' in 2.

26

Page 21: İlim ve Sanat

kez ilânıyla M u h a t a p sayısının 13'tcn 16'ya çıka-rıldığı (Huzur Dersleri, c. 1, s. 550) görülmektedir.

Bir H u z u r Dersi Örneği Bu dersi hazırlayan aslen Arnavut luk 'da Ma-

nastır vilâyeti, Debre Sancağı Rekalar kazası Per-seniçc köyünde 1269/1853 tarihinde doğan, Vildan Fâik Efendi, verdiği 4 Huzur Dersi'ni bir kitap ha-line getirmiş vc "el-Mevâizü'l-Hisan " ad ın ı vermiş-tir. Babası çiftçidir. Baba adı: İslâm Ağa'dır . Sekiz yaşındayken babasıyle İs tanbul 'a gelmiş ve Üskü-dar 'da oturmuştur . O sırada Üsküdar Fıstıklı Mek-tebi muallimi Selimiye Camii Şcrilî Başimamı İsparta ' l ı Hoca Hâfız Sabri Efendi 'den ilk ilimleri okumuş , 12 yaşında hâfız olmuştur .

İlm-i vücuhtan seb 'a ve aşere k ı r aadanndan da mezun olup, Üsküdar 'da "Lemeât-ı berkiyyefi şerh-i kaside t i 'l-Mimıyeti 'l-hamıdiyye'' isimli eserin müel-lifi dcrsiâm Alâiye'li Kara Mustafa Efendi 'ye de-vamla ondan icazet almıştır.

1299/1882'de Üsküdar Yeni Camii Şerifi 'nde ders vermeye başlamıştır. 1303/1886'da açılan ruûs imt ihanında muvaffak olarak, İstanbul ruûsu hü-mayununu kazanmış ve Üsküdar dcrsiâmlığı ken-disine verilmiştir.

1314/1899'da talebesine icazet vertniştir. Hu-zur Derslerine önce 1324/1906'da muha tap , 1327/1909 senesinde de mukarrirliğe yükselmiştir.

"El-Mevaizü 'l-hisân " isimli eseri, 1327/1909 Ramazan-ı Şerifinden 1330 senesine kadar ki 4 der-sini ihtiva eder.

Muhatapl ığı sırasında 4. ve 5. rütbeden ni-şanlarla taltif edilmiştir. Ruûs derecesi " M u s ı l a - i Süley m a n i y e "d i r . 1304/189l 'dc Toptaşı Askeri Rüşdiyyesi 'ndc Farsça vc bir müddet sonra da Arapça muallimliği yapmıştır .

Meşrutiyetin i lânından sonra (1908) meşru-tiyet fikrinin yerleştirilmesi gayesiyle " A r n a v u t İt-t iha t K u l ü b ü " n ü n kararları vc Bâb-ı Ali 'nin tensibiylc Manas t ı r , İşkodra vilâyetlerine gönde-rilen nasihat heyetinin başında bu lunmuş tur .

Vildan Fâik Efendi , uzun seneler Üsküdar ' -da oturduğu için (Üsküdarlı Vildan Efendi) namıyle şöhretlidir. H . 1343/1926 senesinde Üsküdar 'da Sultan Tepesi 'ndeki evinde vefat etmiş, vasiyeti üzerine de Selimiyye'de Çiçekçi T r a m v a y Durağı civarında Selimiye Dergâh-1 Şerifi karşısındaki ha-zireye defnedilmiştir . Kabrini hayattayken kendi-si inşa ettirmiştir.

Basılmış eserleri şunlardır: 1. H u z u r Dersleri Takrirleri "el-Mevâizü'l-

hisân" adiyle kitap halinde basılmıştır.

2. İlm-i fıkıhtan ' 'el-Kavlu 's-sabitfi kazâi-fevdıt'' Maârif Nezâret-i celilesinin 153 no.lu ruhsatname-siyle Dersaâdet Matbaa-i Osmaniye 'de 1307'de ba-sılmıştır.

3. Esrârü 's-savm. 4. İlm-i sarftan "Teshılu's-sarf" 5. Edebiyat - ı A r a b i y e ' d e n T u ğ r â y î ' n i n

"Lâmiyetü'l-Acem" kasidesini "Tevşihü'l-kalem f i Lâmiyyeti'l-Acem'' ismiyle arapça olarak şerhetmiştir.

Padişah Sultan Mehmed Reşad ' ın huzurun-da 1327 senesi Ramazan- ı Şerifinde yedinci ders mukarriri olarak derse iştirak eden Vildan Fâik Efendi, bu derste Hûd sûresi 'nin 17.âyetinin tef-sirini yapmıştır. Hûd sûresinin mecmuu 123 âyet-tir. Sûre-i celile Mekkî 'dir (Mekke 'de nâzil olmuştur). Tevhid , adi, nübüvvet , maâd gibi nice muhkematı hâvi olduğu gibi kısas, iber (ibretler) mevâiz, endaz (atıcılık) tebşir (müjde) gibi fevâid-i celileyi (yüksek faydalan) hâvidir (anlatmaktadır).

Bu sûre-i celile H û d a .s ' ın kıssasının ehem-miyetini işaret eder. Bu mübarek senede dersimi-zin bu sûre ile başlaması güzel bir rastlamadır. Zira sûrenin beliğ bir cümlesi vardır ki, bü tün hüküm-ler vc K u r ' â n ' ı n emirlerini toplamaktadır . Huzu-runda b u l u n d u ğ u m u z Halife-i M ü s l i m î n ' i n istikâmet vc adalete muvaffak olacağına tefe'ul sa-yılır, dedikten sonra "şeyytbetni sure-ı Hûd( Beni Hûd sûresi iht iyarlat t ı . ) ' ' hadis-i şerifine temas ederek yine bu surc-i celîlede vâki "Festakim kemâ ümirte" ( H û d suresi 112. âyct )emr- i Rabbanîsidir . İstika-metten maksat , bütün ukûd ve ilâhî hududları îfa ve doğru yola koyulmaktır . Bu da her hususta or-ta yolu takiple olur. Harekât , ahlâk, itikat, ibadet ve muâmelat ta istikâmetle olur. Harekât , strat-ı müstakimdir .

İstikâmet, dünyada âhirette kurtuluşa ve sa-adete sebeptir. İstikâmet, büyük kerâmet vc saa-dettir. Kerâmet , istikâmetin bir eseridir. Kemal eserde değil, onu yapandadır . İstikâmet bü tün in-sanî güzellikleri, insanın meziyetlerini toplayan, yüksek bir haslettir. İnsanın insanlığı her işini doğru bir terazi ile tartarak, zahirini halk ile, içini de Hak ile süsleyip Allah'a yakın olmaktır . Rabbaniyyu-nun sözleri rabbânîdir .

Akıl cevheriyle din-i mühin-i Ahmedî 'nın doğ-ruluğuna yani isbat-ı vacib, isbât-ı vahdaniyet ve nübüvvetin isbatı gibi dinin aslını, aklî delillerle isbat eder vc bu dosdoğru iddiasına Allah tarafın-dan gönderilen Kur ' ân- ı azîmüşşan da şahittir. K u r ' â n ' d a n evvel Hz. Musa 'ya ve ümmetine, uy-ması için, rahmet olarak gönderilen T e v r a t ' d a İs-lâmiyet bir çok sûrelerinde zikredildiğinden, Tevrat

27

Page 22: İlim ve Sanat

d a bu aklî delillerin sahibi K u r ' â n gibi şahit de-rnektir.

Kur ' ân- ı Kcr îm ' in fazileti şâhid ve şâfi oldu-ğunu beyanda ise: Kur 'ân-ı Kcrîm' in Allah indimde kitâb-ı münzel bir semavî kitaptır. Kıyamete ka-da r değiştirilmekten ve bozulmaktan korunmuştur . Zira onu koruyan Cenâb-ı Hakk 'd ı r . Kur ' ân - ı ce-lîl libas-ı hudûsa b ü r ü n m ü ş bir strrullahdır. Yük-sek mânâlar ı , mülevves kalblerc hulûl edemez. Allah' ın hidayeti ve nuru ile nur lanmış olan kalb-lere nakş olur . Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde ' 'Ne bir nebi ne bir melek ve ne de hiç bir kimse Allah 'ın indinde Kur'ân 'dan daha büyük şefaatçi olamaz. Ehl-i Kur ân ehluüahdır ve havass-ı ibaddtr'' buyurmuş-lardır.

Aklî delillerle ikinci isbat: zikredilen âyet-i ke-r îmede Cenab-ı Hakk ' ın vasfcylcdiği mü' ın inler , ne suretle aklî delillerle vacibi ve dini isbat ediyor-lar ki. dinlerinde metanet ve istikâmet gösteriyor ve Allah indinde makbul oluyorlar. Bu konu şöyle anlatılır: İkinci isbat hakkında, bü tün kâinata dik-katli bir şekilde bakılırsa, incclcnirse en büyük var-lıktan cn küçük a toma kadar , kâinattaki bü tün yaratıkların her bir inden binlcrcc aklî delil ortaya çıkar vc gözükür. Bu konuda Mcvlânâ Celâleddin-i Rumî k.s Hz.leri Mesnevisinde:

Ez ademhâ suyi hestî her zaman , Hest Yarcb kârvan der kârvan.

beytiylc kâinatın umumî görünüşünde Cenab-ı Hak ' ın varlığını birliğini isbat için de r ki: Her ân arkası hiç kesilmeden varlık âlemine kaille kafile gelen yaratıklar, neşeli vc güzel seslerle şan sahibi yaratıcılarını takdis ediyorlar. Nereye yüzümüzü çevirirsek çevirelim, gördüğümüz bütün eşya, hatta kendi benliğiınizdckiler de dahil düşünürsek, bir ezel ve ebed sulttfnı o lduğunu, her şeyi yoktan ya-ratma gücünü, yerli yerinde tanzim etmeyi bilen birisi olduğunu kat ' î bir şekilde an l anz .

He r şey, varltğıyle birlikte, her şeye gücü ye-ten ve onları yoktan yaratıveren bir düzenleyici-nin varlığına şâhit ve delil, her maddede benzeri o lmayan tek Allah, her şeyin ihtiyacını karşılayan bir Allah, birliğin işaretleri gizlenir veya açığa çı-kar. Zemin, feza, bitkiler, canlılar ve bilhassa in-sanlar, bunların cümlesi, kâinatın yaratıcısının kudretinin nişanlarıdır.

Netice olarak, ne kadar yaratık varsa hepsin-de sanatkârını gösteren nihayetsiz bir sanat, süs-lenmiş bir tertip, insanı hayrette bırakan bir intizam görülüyor. Böyle çeşit çeşit yaratıklar ve sanatlar apaçık*sanatkârını gösterirken, aynı zamanda bu yaratıkların devam etmeleri, varlığı inkâr edileme-yen bir zatın bu lunduğunu onunda her şeye gücü

yettiğini, kudret ve hikmet eliyle istediği her şey i o n a y a koyabildiğini, katî bir şekilde kabulet-mektedir .

Sıvâd-ı kâinat âsâr-ı sun 'u bî-suhan söyler, Kitâb-ı kâinat esrâr-ı Hakk ' ı bâdehen söyler. Hz . Fahr-i Kâinat Efendimiz, tefekkür etme-

nin ibadet etmek gibi o lduğunu "Siz ey ümmet ve eshab, kudret-i ilâhinin sanatı olan eserleri yarattığını gö-rünüz; düşünürseniz, Hakkın büyüklüğünü anlarsınız. " buyurmuşlardı r .

Peygamberliği isbat ederken dc: Hz. Muham-med s.a.s Efendimiz, Hak 'dan gönderilmiş bir nebî ve rasûldür. Ümmî olduğu hâlde, geçmiş vc gele-ceğin bü tün ilimlerini bilir. Kimsenin bilmediği-ni, geçmiş Peygamberlerin baş lanndan geçenleri bilir vc haber verirdi.

Bu suretle insan kudretinin üstünde, kendi-sinde yüksek hasletler ve kudsî kuvvetler vardır ki. 0 da ancak Allah'ın öğretmesiyle olabilecek işler-dir. Bu da vahiy yoluyla olmaktadır .

Rasûlullah s .a .s Efendimiz, insanlann en şe-reflisi o lduğundan, cömcrtliğiyle de bü tün insan-lardan ileriydi. Mizac-ı saadetleri, adaletle meze olduğundan fiili, en güzel; ahlâken de en güzel ah-lâk sahibiydi. Abdullah b. Abbas r .a: "Vallah Ra-sûlullah ümmetine hayır ve menfaat hususunda rahmet için gönderden rüzgârdan nasıl menfaat ve istirahat görülüyorsa, yahut yağmursuzluktan muzlar ip ve huzursuz kalanlara karşı yağmuru çeken rüzgârdan nasıl büyük fayda görülü-yorsa, Rasûlullah s.a. s Efendimiz'in hayır ve menfaate ümmetine daha büyük ve daha faydalıdır".

Enbiyâ 'n ın vc semâvî kitapların, ümmetleri-ne karşı rahmet olduğunu beyan ederken: Kitab-ı Musa imam ve rahmet, Kur 'ân-ı azimüşşan şifau'r-rahmettir . Semâvî kitapların tamamı, gönderildik-leri ümmetlere rahmet olduklan gibi her biri şanlı peygamberler olan nebî ve rasûllcr de ümmetleri-ne rahmettir. Çünki, Ccnâb-ı Hakk kullan n saâdet-1 dareyne, tevhid-i bâriyye ve öldükten sonra diri-leceğine îman ve âlemin intizamına sebep olmala-rı için peygamberler göndermiştir . Hususiyle Rasûl-i Ekrem s.a.s Efendimiz, bütün kâinatın ya-ratılmasına ilk ve asıl sebeptir. Varlığı vc lâtif vü-cudu, yaratılmışların cn faziletlisidir. Ter temiz ruhları pek olgun olduğu gibi mü 'min le rc şefkatli vc merhametl idir .

İşte bu şefkatli vc merhametl i , şerefli isimle-rinin mazhariyetidir ki, Efendimiz s.a.s bütün hal-ka, mü ' tn ine , kâfire, insanlara ve cinlere yakın; garibe, fakire ve zengine hatta kölesine, bütün hay-vanlara vc yaratıklara şefkatli vc ince davranıştı ve merhametliydi.

28

Page 23: İlim ve Sanat

Hilalin Tesbiti Rü'yetle mi Hesapla mı Olmalı? Prof.Dr.. A.Nihat ESKİOĞLU

Amaç İlim ve Sanat ' ın 2. sayısında yayınlanan bu

konu ile ilgili Dr. Mahmut Kalcli 'nin yazısında' gördüğümüz gibi, 1978 yılında çeşitli İslâm Ülke-lerinde dört ayrı günde R a m a z a n ' a başlanmış ve yine dört ayrı günde bayram ilan edilmiştir. Ge-çen yıl ise yine çeşitli İslâm ülkesinde üç ayn gün-de Bayram yapıldığını biliyoruz. Dünyamızın yuvarlak oluşu sebebiyle gök cisimlerinin batışı (uf-kumuzun altına inişi), boylamları büyüdükçe, çok farklı zamanlarda vuku bulur; bu yüzden çeşitli ül-kelerde hilâlin görülmesi de iki güne yayılabilir. Fa-kat yukarıda örnek olarak bahsettiğimiz 1978 ve 1985 yıllarında olduğu gibi hilâlin ilk defa görül-mesiyle yeni ayın başlangıcında 3-4 farklı güne ya-yılması hiç bir şekilde izah edilemez; böyle bir d u r u m eğer bir art niyet yoksa şüphesiz insanla-rın yanı lmalar ından 1 kaynaklanmaktadır . Müslü-manları bu yanılgıdan kurtar ıp birliği sağlamak m ü m k ü n müdür? Elbette bu birlik ilerde sağlana-caktır; fakat kısa sürede gerçekleştirilebileeği ka-nat ında değiliz. Zira fikrî seviye, asırlar boyunca İslâm âleminde düşmüştür . Belli bir düzeye yük-selinceye kadar ' bu düşüncc kargaşası, büyük ve-

1 Koldi, Dr. Mahmut, "Kim Haki.?" İlim ve Sanat S.2 ».63 2 Ufuk çok parlak, hilal çok ince olduğundan ufuktaki bir dal

parçası, insanın kosı-kirpiği, şehir civarlarında rasat yapıl-dığı için otmosferdeki bir kirliliğin insanı yanıltması çok muh-temeldir.

3 Bu maksatla dinî eğitim yapmış olanların fizik, astronomi, coğrqfyo mevzularını do okumaları, dünyevî bilgiler tahsili yapmış olanların (bilhassa astronomi eğitimi) da dinî konu-laro eğilmeleri çok yerinde olocoktır. Bu sadece rü'yet prob-lemi için değil, toplumun sağduyulu, üstün karokterli olması ve fertler arası münasebetin ideal bir seviyeye doğru git-

ya ufak çapta devam edecektir. Biz bu yazımızda belirtmeye çalışacağız ki: Ye-

ni ayın ilânı için nasslara göre rü 'yet şarttır. Ama rü'yet astronominin imkânsız dediği zamanda ilân edilemez, edilmemelidir.

Giriş Dünyamız üzerindeki ve kâinattaki olayları

dikkatle, sabırla incelediğimizde gelişi güzel vuku bulmadığını, belirli kurallara bağlı olarak meyda-na geldiğini görmekteyiz. Bu kuralların farkına va-rılıp tesbit edilmesiyle Astronomi, Botanik, Hidroloji, Mekanik, Jeoloji, Zooloji v.s. gibi ilimler meydana gelmişlerdir. Astronomi ve Meteorolo-j i 'den biliyoruz ki, üç oksijen a tomunun meydana getirdiği ozonlar yerden 200 kilometre yüksekte ült-raviyolc ışınlarının zararlı miktarlarını tutarlar, bu ilahî bir kanundur . Botanikten biliyoruz ki yaprak-lar canlıların çıkardığı karbondioksiti alıp klorofil vc glikoz yaparlar, böylece hem havayı temizler-ler hem de insan ve hayvanların bir temel gıdasını hazırlamış olurlar.

Solucanlar gözsüz olarak dünyaya gelirken, yeryüzünde yaşayan diğer hayvanların gözleri var-dır. Bunlar ilâhi kanunlardır . Yarasalar doğuşta kulaklarında radar misali bir yapıyla dünyaya ge-lirler, bu sayede karanlıkta uçarlar.

Çeşitli ilimlerin tesbit ettiği bu harika düzen-deki örneklerden daha binlercesi verilebilir. Biz bu

mest için de yerinde ve gerekli bir davranış olacaktır. Ay-dınlarımız, toplumun geleneklerine hürmetkar, insanlara karşı sıcakkanlı ve yardım sever bir tavırla cemiyet seviyesi-nin yükselmesi yönünde çok büyük hizmetler verebilirler.

Page 24: İlim ve Sanat

düzen içerisinde yaşarken, yumur tadan çıkmak üzere olan civcivi gözsüz; soluncanı da gözlü ta-savvur etmeyiz. Ya civcivimiz gözsüz olursa, ya üzüm asmasının yapraklan üzüm tanelerinde bi-rikecek tatları hazırlamazsa, ya ozon ultraviyole-nin fazlasını tutmazsa diye endişe etmeyiz. Biliriz ki bu ilahî kanunlar kıyamete kadar devam ede-cektir.

İşte bunlar gibi ilahî kanuna bağlı olarak gök cisimleri de belli bir nizam içinde hareket etmek-tedirler. Ayın, gezegenlerin ve gezegenlerden biri olan dünyanın hareketi çok iyi bilinmektedir. Bun-dan dolayıdır ki, güneş vc ay tutulmaları çok ön-ceden h e s a p l a n m ı ş o lup e l imizde l isteleri mevcuttur. Bunlann dünyamızın nerelerinden göz-lenebileceği, bu yerlerdeki tu tulmanın tam tutul-m a mı. kısmî tu tu lma mı, yoksa halkalı tu tulma mı olduğu dahi önccden tesbit edilebilmektedir. Bunlar Yüce mevlâmızın insan oğluna öğrenmeyi nasip ettiği ilahî kanunlardandır . Bu astronomik olaylan meterolojik olaylarla, yani havanın rüzgârlı mı yağmurlu mu olacağını bildiren hava tahmin raporlanyla kanşt ı rmamalıdı r . Hava şartları üze-rinde yürütülen fikirler birer t a h m i n d i r . Halbuki yukanda bahsettiğimiz olaylar kesin ilahî kanun so-nucudur. K e s i n b i lg i ler 'd i r . Şimdi bu yazının ga-yesi olan hilal durumuyla sıkı ilişkisi bulunan k a v u ş u m olayına bir göz atalım.

Kavuşum Şekil 1 'de görüldüğü gibi4 dünyamız kendi ek-

seni etrafında, güneşin etrafında ve ay, dünyamızın etrafında bir sağ dönüş ile dönerler. "Sağ sistem" ve-

4 Şekilde dünyanın yörüngesi olarak çizilmiş bulunan elips ha-kikatte çok daha az basıktır. Güneşin, dünyanın, avın bir-birlerine nazaran uzoklıklan ve büyüklükleri burada görüldüğü gibi değildir. Meselenin iyi anlaşılabilmesi için böyle yapılmıştır.

ya " sağ dönüş" dediğimiz saatin akrep ve yelkovanının dönüşlerinin tersine olan bir dönüştür. Şimdi kabul edelim ki ay ile güneş, dünyamıza na-zaran şekilde görüldüğü gibi aynı yönde vc dünya-ay-güneş bir doğrultuda bulunsunlar. Bu hale kavu-şum (içtima) hali denir. Eğer bu bir doğrultuda oluş çok dakik bir doğrultuda oluş ise güneş tutulması olur. Her zaman bu dakiklik vuku bulmadığından, her ka-vuşumda bu güneş tutulması olmaz. Yukarıda söy-lediğimiz gibi hangi k a v u ş u m l a r d a güneş tutulmalarının olacağı önccden hesaplanmıştır; bun-lar ilgili kitaplarda vc tahminlerde yayınlanırlar.

Gök cisimlerinin (güncş.ay,yıldızlar v.s.) gökyü-zünde doğuş-batış arasında gördüğümüz harekede-rine zahirî (görünen) hareketler denir. İşte bu görünen harekette ay, her gün güneşe nazaran takri-ben 48 dakika gecikir. Yani bir E şehrinde, kavuşum sebebiyle güneş ile ay birlikte batmışsa, ertesi gün ay-nı şehirde güneş battıktan 48 dakika sonra ay bata-caktır.

Bir örnek olmak üzere + 40° enlemi (arzı) dü-şünelim. E şehrinin de bu enlem üzerinde olduğunu kabul edelim. Yine aynı enlemde D şehri E'nin do-ğusunda ve F şehri batısında bulunsun. E 'de kavu-şum halinde batışı seyreden şehir halkı elbette hilali

DOĞU D E F BATI

Şekil 2

göremeyecekler. Fakat kâfi miktarda uzakta iseler D vc F şehirleri sakinlerinden hilali gördüklerini iddia edenler bulunabilecektir. Doğuda bulunan D şehri sa-kinleri hilali sabaha karşı görmüşlerdir; bu eski ayın son hilalidir. Böyle bir hilal güneş doğmadan az ön-ce doğuda gözlenebilir. F'deki ise yeni ayın ilk hilali olacaktır, bu hilali de batıda güneş battıktan sonra görmek mümkün olabilir.

Rü'ye t in Takribi Zamanı Yukarıda örnek olarak ele aldığımız D ve F

şehirleri için " k â f i m i k t a r d a u z a k t a iseler '* de-dik. Burada elbette şu soru hatıra gelecektir: Bu kâfi miktardaki uzaklık nedir? Kavuşumu takip eden günde E şehrinde ayın güneşden 48 dakika sonra batacağını daha önce söylemiştik. Bu olay ayın görünen hareketinin daha yavaş oluşundan kaynaklanmakta idi. Böylece kavuşumda 0 ° olan güneş-dünya-ay açısı bu olaydan sonra sıfırdan iti-baren ar tmaya başlar. Bu açı belli bir miktara ulaş-

Page 25: İlim ve Sanat

66 Nazif VELİKAHYAOGLU

74 Doç.Dr.Ferruh MÜFTÜOĞLU

82 Abdullah ÇALIŞKAN

84 tlbubekir ÇELEN

86 t. Et hem BİLGİN

92 Yusuf KAPLAN

96 M.Çetin DEM İ RH AN

98 Sadeddin ELİBOL

Vakıf Eserlerinin Gayelerinin Dışında Kullanılması A buse of the Vaqfs

Âlem Modellerimiz ve Sözde Bilimsel

Modeller Our Cosmological Models and Pseudor Scientific Models

Beşir Ayvazoğlu İle "Aşk Estetiği"Üzerine Bir Konuşma A Talk with Beşir Ayvazoğlu on "Aşk Estetiği"

Deccal'ı Yardıma Çağıran Aydın An Intellectual Calling for Help from Deccal

Güney Asya'da İslâm'ın Yayılmasında Tasavvufun Rolü The Role of Tasavvuf in the Spread of islam in Southern Asia

Mimcssis'in Eleştirisi Criticism of "Mirnesis"

Malina ya da Çağdaşlığın Trajik Boyutları Malina or Tragic Dimensions of Being Contemporary

Kenan Gürsoy'la J .P.Sartre Ateizminin Doğurduğu Problemler Üzerine Bir Konuşma A Talk with Kenan Gürsoy on the Problems Arising from Sarı re's Atheism

SI on sayımız için kayda değer bir yankı alamadan

yeni sayının yayın hazırlıkları içinde bulduk kendimizi. Vakıa, okuyucunun İlgisini gösteren ve benzer bir çizgide yayın politikasını belirleyen dergilere nasib olmayan ve giderek artan abone ve satış sayısı reel bir yankıdır ama dergi hazırlayıcıları okuyucusunun mektuplarına, gazete ve dergilerdeki değerlendirmelere özel bir önem verirler

Değerlendirme, eleştiri ve özeleştirinin fonksiyonunu önemsediğimizden dergimizin ilk sayfalarım dergilerin son sayılarına, yeni çıkan kitaplara ya da somlner. konferans tûrö kültürel yanı olan faaliyetlerin duyuru ve değerlendirmelerine ayrıldı. "Yeşil sayfalar" diye aramızda andığımız bu sayfalar derginin en dinamik bölümünü oluşturuyor. Çok sayıda arkadaşın katkısıyla hazırlanan ve giderek daha zenginleşmesini planladığımız bu bölüm u luBa l sınırların ötesini de tarayan bir projektör olma arzusunda.

Bu sayımızın ağırlıklı bölümü. Müslümanların tanzlmattan bu yana zaman zaman sözünü ettikleri "kavramlar" ya da "kavram kargaşası" konusuna ayrıldı. Konu dil. kül tür ve İnançlarla yakından ilgili.

Merkezimizin istanbul 'a taşınması dolayısıyla bu sayının yayın hazırlıktan İstanbul'da tamamlandı. İstanbul'la bir dergi olmanın ne getlrlp-ne götüreceğini zaman gösterecek. Ancak yine de bizim olan bir çevre içerisinde soluk alıp veren bir çalışmanın Ankara'nın temlzlenemeyen havasında yapılan çalışmalardan farklı olmasını beklemek okuyucular açısından haklı bir beklenti olsa gerek Ankara'lı dost çevre istanbul ' la açıkça bir işbirliği içindedir

Gelecek sayılarımızın ağırlıklı bölüm konularının "Bdeblyat", "Çevre" ve "Aile" olarak belirlendiğini de katılım için pusuda bekleyenlere bildirelim.

Selamlarımızla

2

Page 26: İlim ve Sanat

31

Page 27: İlim ve Sanat

malıdır ki, normal , sağlıklı bir göz, hilali fark edebilsin. Fotometrik çalışmalara dayanan astro-nomik kaynakların bildirdiğine göre, bu açı 6-8° olmalıdır.5 Ayın kavuşum dolanımını yaklaşık 29,5

Şekil 3

günde tamamladığını düşünerek 6-8° 'ye tekâbul eden zamanları hesaplarsak bunun aşağı-yukan 12-16 saate tekâbül ettiğini buluruz. Bunun anla-mı şudur: Şekil 2 ' de E şehrinin doğusunda ve ba-tısında tasavvur ettiğimiz D ve F şehirleri E 'den saat farklan 12-16 olan sahanın iki şehri olmalıdır.

1986 Ramazan Hilali Rü 'yet in in Dünyada ve Ülkemizdeki D u r u m u

İlgili almanaklardan öğrendiğimize göre 1986 Şaban-Ramazan ayları arasındaki kavuşum Türk-iye'de uygulanan bugünkü saat ile Mayıs ayının 9. C u m a günü 1 h lOm'da (yani gece biri on geçe) vuku bulacaktır. İşte bu kavuşum anında 12 ila 16 saat sonra arzımızın nerelerinde güneş batıyorsa oralarda hilal görülmeye başlanacaktır, (şekil 4)

Yukarıdaki mülahazalarımızın ışığı altında 4. şeklimizde verdiğimiz dünya hari tasından anlaşıl-dığı gibi takriben memleketimiz enlemlerinde bu-lunan Türkis tan , Keşmir, Afganistan vc Pakistan ülkelerinde hilal görülmeye başlayacaktır. Bu su-retle C u m a akşamı (Cuma 'y ı Cumar tes i ' ye bağ-layan akşam) hilali. Türk iye 'de görmek mümkün olabilir. Perşembe sabahı Şaban ayının son hilali uilcun doğusunda görülebilir.

5 llyos, Muhommed, -New Moons First Vısibılity. Islomic Cul-ture Jon. 1982

1986 Şevval Hilali Rü 'ye t in in Dünyadaki ve Ülkemizdeki D u r u m u :

Ramazan hilalinden sonra ay, her iki kavu-şum arasında olduğu gibi aşağıdaki evrelerden (saf-halardan) geçip tekrar kavuşum d u r u m u n a gelir.

• • C > © 0 0 ® « # » H | i ı AMD »«M» »il »M İmtMH— WMM> «•••)••

Şekil S

Ramazan ile Şevval arasındaki kavuşum 7 Ha-ziran Cumartes i günü Türk iye saatiyle 17'de vu-ku bulacaktır. 12-16 saatlik hilalin görülebilirlik zaman sonrasını düşünel im. Bunu yine şekil 4 'dc görüyoruz.Budcfa rü 'yet in ilk vuku bulacağı saha Büyük Okyanus ' ta (-120) ile (-180) boylamları* ara-sına düşmektedir . Bu saha Havai adalarının bu-lunduğu mıntıkadır . Hilalin görülebilmesi için kavuşum anından itibaren en az 12 saat geçmesi lazım geldiğini unutmayal ım. Kavuşum Cumar -tesi 17'de o lduğuna göre 1 7 + 1 2 - 2 9 veya 29-24 - 5 bu 8 Hazi ran Pazar sabahının beşi de-mek olur; akşamı bekliycceğiz. Şu halde en erken Türk iye 'de hilal Pazar günü görülebilir.

Eğer İslâm ülkeler inden b a z d a n ka lk ıp pa-zar g ü n ü n ü b a y r a m ilan edecek o lursa , bu de-m e k t i r ki r ü ' y e t l e değil k a v u ş u m o lmuş tu r gerekçesiyle, hesab la , h i la l i g ö r m e d e n b a y r a m e t m e k t e d i r l e r .

Sonuç: Açıklamalarımız dikkatle incelenecek olursa

görülür ki, Ramazan , Ramazan bayramı ve "Kur-ban bayramının ve diğer mübarek günlerin ilan-larında kavuşum ve kavuşumdan sonraki 12-16 saatlik süre gözönüne alınmalıdır. Buna göre bü-tün bir yıl boyunca müslümanlar hilali takip etme-lidirler. Bu mevzuda konferanslar da yapılmalıdır. Sözlerimi cümlemize şuur lanma ve izzete kavuş-ma yönünde de faydalanacağımız bir Ramazan te-mennisiyle bitirmek istiyorum.

4 Boylamlar dokuya do$ru (+) , batıya do$ru (—) sayılır.

Page 28: İlim ve Sanat

S.Hayri Bolay'la "Konvansiyonal izm"

Üzerine Bir Konuşma Sadettin ELİ BOL

^ J Ikemiz üniversiteleri, kendi mensuplarını formalizmin kalıpları içine sıkıştırarak bir

yerlere v a r m a y a çalışıyorlar. Tabii bu sınırlayıcılık, sosyal ve ekonomik problemlerin çözümü için gerekli düşünce üretimini önemli ölçüde engelliyor. O r t a y a konan çalışmalar, bilinen şeylerin belli kalıplar içinde, yeniden

sunulmasından başka bir şey olmuyor. Şimdilerde, sahip oldukları akademik

fo rmasyonun , bir a n l a m d a formalizmin sınırlarını a s a r a k fikir üretenlerin, yazanlar ın

sayısı faz la değil . İşte, Doç. Dr. S. H. Bolay, bu sayısı faz la

o lmayan isimler a ra s ında önemli yeri olan bir fikir adamıd ı r . Özellikle, iki eseriyle kitlelere

ulaşmış bulunuyor: Türkiye'de Ruhçu veMaddeci Görüşün Mücadelesi, Felsefi Doktrinler Sözlüğü.

Kendisine, yakında tamamladığı orijinal bir çalışması üzerine bazı sorular yöneltiyoruz: İlmi Nominal izme Karşı Konvansiyonalizm ve

ilmin Değeri Meselesi.

D ü n y a d a o lduğu gibi , ü lkemizde de i lmin ya-pısı , s ın ı r ı ve değer i ü z e r i n e çeşitli ça l ı şmalar va r . Şüphesiz, bun l a r ı n istenilen düzeyde ve ha-c imde o lduklar ı söylenemez. Sizin yeni çal ışma-n ı z l a d a h a b i r g ü n d e m e g e t i r d i ğ i n i z konvans iyona l i zm de i lmin yapıSı, s ın ı r ı ve de-ğeri k o n u s u n d a aşı lması güç b i r yak laş ımı ifa-de e d i y o r . 19. yüzyı l sonuyla 20 . yüzyı l ın ilk y a r ı s ı n d a k i baz ı gel işmeler b u yak l a ş ıma kay-nakl ık e t t i . Bun la r ı özet le v e r m e n i z m ü m k ü n mü?

18. asırda ansiklopediciler ve aynı zamanda me-kanik materyalizme bağlanan mütefekkirlerin sa-nayi inkılabından sonra ilimdeki vc teknolojideki gelişmelerin değişik yorumları ile fizikte, astrono-mide ve biyolojide mekanist ve determinist görüş-ler hakimiyet kazandı. Külli bir determinizme ait yorumlarla materyalist yorumlar Batı 'nın fikir ve inanç hayat ında çeşitli bunal ımlara yol açtı. Yeni felsefî yorumlar , ilmin ulaştığı neticeleri bilhassa din, ahlâk vc sanat gibi değerler sahasına yaymak gayretine girmişlerdi. Bu. insan hürriyetinin fizik kanunlar ına tâbi kılınması demekti . Bunun üzeri-ne bazı filozoflar, bilhassa Kan t ' ı n getirdiği ten-kitçiliğin de tesiriyle ilim ve teknolojideki gelişmelere dair materyalist ve mekanist yorumla-ra karşı çıktılar. Bunun için evvela tâbiat ilimleri-nin dayandığı ' tümcvar ış ' metodu ele alındı. J . Lachelier, 'Tümeoaıtşın Temeli' adlı kitabında bu meseleyi tartıştı ve temelinde gaye-sebebin de bu-lunduğunu ileri sürdü. Bu, mekanizme karşı ileri sürülen değişik ve yeni bir yorum idi. Sonra onun talebesi filozof E. Boutroux, tabiat ilimlerinin ve

33

Page 29: İlim ve Sanat

kanunlar ının zorunlu olamıyacağına dair meşhur doktrinini ileri sürdü ve yetiştirdiği talebelerinin çeşitli araştırmaları ile tabiat ilimlerinin yapısını tenkit etti. Buna Renouvier 'nin tenkitlerini de kat-mak lazımdır. İlmin elde ettiği neticeler ne derece itimada şayandır, ilim, hakiki bilgi vermeden yap-ma pratikler mi ortaya koymaktadır? Bu vc ben-zeri meseleler üzerinde duru ldu . Bout roux 'nun zorunsuzluk doktirininden tesir alan büyük mate-matikçi H. Poincarö bu tenkitleri matematik ilim-ler üzerine kaydırdı. Dolayısıyla konvansiyonalizm denen uzlaşmacı ilmî-felsefi meslek ortaya çıktı. Bu meslek, ilmin yapısı hakkında bir çeşit şüpheyi ih-tiva etmektedir . E. Boutroux vc Poincare bu şüp-hede aşırı gitmedikleri halde P. Duhcm ve E. Le Roy aşın gitmişlerdir.

E . B o ı ı t r o u x ' n u n baş la t t ığ ı ' i l imler i t enk i t ha-reke t i ' n in çal ışmanızda bel i r t t iğ iniz gibi , iki te-mel özelliği vard ı r . Felsefeden doğmamış olması, b i r ; değişmez b i r t ak ım ilkelere başvura rak i l im-ler in p rens ip l e r in i a r a ş t ı r m a ' y a ça l ı şması , ik i . Bun la r ı b i r az aça r mıs ın ız?

İlimleri tenkit hareketi , do rudun doğruya felsefe-den doğmamıştır. Çünkü, önce belirttiğim gibi, fi-zik, k imya, as t ronomi ve biyolojideki ilmî gelişmelere dayanmaktaydı . İlmî gelişmeler, biz-zat ilim adamları tarafından değişik şekillerde yo-ı u m l a n m ı ş l a r d ı . İ l im a d a m l a r ı n ı n k e n d i araştırmaları üzerindeki iddialı yorumları , bunla-rın çoğu kimse taraf ından son ve kesin bir hakikat olarak kabul edilmesine yol açmıştır. İlim adam-larının yorumlanna bazı felsefeciler de katılmış, ya-hut onlar da aynı istikamette değişik yorumlar yapmışlardır . Bütün canlı-cansız varlıkların, âle-min ve insan cemiyetlerinin küllî determinizmin ve mekanizmin boyunduruğu altında olduğu fik-ri, görev, mesuliyet, liyakat ve liyakatsizlik esas-larına dayanan gelenekçi ahlâkı, insanın hür davranışlarını mânâsız kılıyordu. Bunun için, di-ne, ahlâka ve sanata fizik ve matematik kanunla-rın zaruretini ve kesinliğini getirmeye karşı olarak, yine ilmî gelişmelerden güç alan felsefi hareketle-rin doğması zaruri idi. Zira. ilmin yapısı, kaynağı vc mahiyeti or taya konmayınca gücünün derecesi ve geçerliliği anlaşılamayacaktı. Bu bakımdan, ilim-leri tenkit hareketinin ilmî gelişmelere dayanan fel-sefi tenkitleri ihtiva etmesi tabiidir.

Bununla beraber bu tenkit hareketi, bazı ge-nel ilkeler üzerinde oluşup şekillenmiştir. Poziti-vizmin her türlü metafiziği ve sebep araşt ırmayı

reddetmesine karşı ilimlerle metafiziğin ilgisini or-taya koymuş böylece ahlâk, din ve sanat yani de-ğerler sahasını pozivitizmin vc onun aşırı şekli olan siyantizmin işgalinden kur ta rmak istemiş vc bun-da da muvaffak olmuştur . Bu hareket, Kan t ' ı n saf akıl için çizdiği sının, bü tün tabiat ilimleri için çiz-miştir .

Söz konusu ' t enk i t h a r e k e t i ' n e ka t ı l an G . \ l i l -haud i lmin değer in i i n k â r nok ta s ına v a r m a d ı -ğı ha lde , P . D u h c m ve E . Le Roy i lmin objekt i f değer in i t a r t ı şma konusu ha l ine get i rmiş ler ; gi-derek -yine de- ilmî denen b i r nominal izme ulaş-mış l a rd ı r . Sizce bu ' k a y m a ' n ı n öğret ic i h içb i r y a n ı yok m u d u r ?

Pierrc Duhem ve E. Le R o y ' u n ilmî nominalizme kaymalarının çeşitli tesirlerinden vc hatta bazı fay-dalar ından bahsetmek m ü m k ü n d ü r .

Bu iki ilim adamı ve mütefekkir, koyu birer katolik idiler. Dinî inançlarını ilmî görüşlü bazı yo-r u m l a n n baskısından kur tarmak için ilmin yapısı ve zihnin işleyişi üzerine eğildiler. Araşt ı rmalan-nı derinleştirdiler; bunları çeşitli yayınlar halinde ortaya koydular. Mesela Duhcm* in 'Alemin Sistemi' adlı on ciltlik eseri ile 'Fizik Teorilerin Yapısı' isimli eseri, hem ilim tarihi hem de ilim felsefesi açısın-dan fevkalade önemlidir . E. L. Roy da bilhassa 'İlim ve Felsefe* başlıklı iki büyük makalesi ile muh-telif yazılarında getirdiği izahlarla çok faydalı ol-m u ş t u r . H içb i r fadası o l m a m ı ş olsa bi le , Poincarc'ye 'İlmin Değeri'ni müdafaa ettiren o kıy-metli kitabı yazdırmış olması dahi başlı başına bir faydadır . Kaldı ki meselâ E. Le R o y ' n u n zihnin işlemesi vc kavramlann taşekkülü ile ilgili fikirle-ri, kavram (concept) ile mefiıum (notion) u ayır-mış olması da ayrı bir faydadır .

Zaten bu iki güzîde mütefekkir -daha sonra da olsa- ilmin objektif değerini inkâr etmek iste-mediklerini beyan etmişlerdir.

P . D u h e m ve E. Le R o y ' d a e k s t r e m örneğ in i bu l an bu yak laş ımı cn tu t a r l ı b i ç i m d e e leş t i ren he rha lde H . P o i n c a r C d i r . O n u n b u k o n u d a k i eleşt i r is ini ana ha t la r ıy la özet leyebi l i r mis in iz?

Önce konvansiyonalizmin ne olduğuna işaret ede-lim. İlimlerin bü tün ilkelerini birtakım itibarî hü-kümler , zihnin yarattığı sembollerden yapılan seçmeler vc bunlar arasında bir uylaşım olduğu-nu kabul eden doktr ine konvansiyonalizm denir. Burada esas olan, uylaşma ve benimsemedir . Yal-nız burada zaruri olarak değil, 'uygun-elverişli ' ol-

34

Page 30: İlim ve Sanat

duğu için bir kabullenme bahis konusudur . Bu doktrine göre, ilmî teoriler, matematikteki aksiyom ve postülalar, çeşitli kavramlar, birtakım uzlaşmalar ve itibari hükümlerden ibarettirler; dolayısıyla iza-fidirler. Bunlar, ilim adamlar ının itibari seçmele-rinin mahsulüdür ler . Konvansiyonaliztnin temel problemi,i l im ve ilmî kanunlar ın objektif değeri, yani bunlar ın realitede geçerliliği problemidir .

Bu doktrinin esas tezi şudur : Birtakım ilmî problemleri yalnız deneye dayanarak çözmek müm-kün değildir. Bunlar deney verileri ile birlikte çö-züme imkân veren bazı itibarları (conventions) kabul etmekle halledilebilir. Deney verileri hiçbir zaman bize çözüm dikte ettiremezler. Bu hüküm-ler âlimin seçmesine bağlıdırlar. Çünkü o, serbest bir şekilde, problemi çözecek itibarları değiştire-bilme du rumundad ı r . Poincare. âlimin ilmî bilgi-ler yolu ile âlem hakkındaki tasavvurunun kendi icad ettiği dil ile m ü m k ü n olduğunu söyler. E. L. Roy, âlimin kullandığı dilin keyfi seçildiğini, da-ha doğrusu u y d u r m a o lduğunu ileri sürer.

E. Le R o y ' a karşı Poincare, zihnin aktif mü-dahalesini göstermek vc ilmin ideolojiye âlet edil-mesini önlemek üzere tenkitlerde bulunmuştur . O , ilmin, pratik reçeteler yazdığı ve bunları âlimin uy-durduğu dil ile formülleştirdiği iddiasına karşı çık-mıştır.

Bildiğiniz gibi ba t ı ldaşma olgusu, insanımız için ne y e n i ne d e bağlay ıc ı değer le r s is temi get i r -mi ş t i r . Bu sebeple , ü lkemiz , sonuçlar ı yeni ye-ni be l i r en b i r a n o m i sürec ine g i r iyor . H . P o i n c a r e ' n i n b u n o k t a d a be l i ren ö n e m i n i açık-la r mıs ın ız?

Batılılaşma idealinin ve bu doğrultudaki gayretle-rin insanımıza yeni bir değerler sistemi getirme-mesi kadar tabii bir şey olamazdı. Fakat bu husus,

bir çok aydınımız taraf ından henüz anlaşılmış de-ğildir.

Aslında Poincarö nin bu meseleyle doğrudan bir ilgisi yoktur. Bizim için onun önemi, ilmin ya-pısını iyi incelemiş olması vc ilmî esaslara daya-nan bir ahlâk kurmanın m ü m k ü n olamayacağım vukufla ortaya koymuş olmasından ileri geliyor. O n a göre ilim ilkeleri emredici değildir; dolayısıyla ilim hakikati ile ahlâk hakikati ayrıdır . İlim 'şöyle yapacaksın, böyle yapmayacaksın ' diye emredici bir ahlâki kaide koyamaz. İlimle ahlâk kavga ha-linde değildir. Bu ikisi arasında içiçe bir temas var-dır. Ahlâk, ulaşılacak hedefi, ilim, bu hedefe ulaştıracak vasıtaları verir. İlim deterministtir. Ah-lâk ise determinist olamaz; eğer olursa insanın hür fiilinin mânâsı ve maksadı kalmaz. Poincare, ah-lâk ile ilmi bir formülle birleştirir: Ahlâk dışı bir ilim olamaz, nasıl ki ilmî bir ahlâk da olamaz.

Poincare, ilmin tckbaşına gelenekçi ahlâkı yıkamayacağına, bir ahlâk yaratamayacağına, dolayısıyla insana saadet vereıniyeceğinc kânidir .

Tabia t ilimlerinin ahlâk ve din yerine kulla-nılmayacağını bizde kaç aydın vc ilim adamı an-lamışt ır? Poincare , B o u t r o u x ' n u n olağanlık (zorunsuzluk)doktrininin dc tesiriyle,meselâ şunu söyleyebilmiştir: Biz hergün güneşi doğudan do-ğar, batıdan ba ta r görürüz! Ama bi rgün batıdan doğup doğudan batmıyacağını hiç kimse iddia vc ispat edemez. Poincar£, böylece tabiatta determi-nizmin sabit vc devamlı olamıyacağını, sebep-netke münasebetlerine dayanan ilmî bilgimizin değişe-bileceğini ifade etmiştir. Bundan dolayı ilme, de-t e r m i n i z m e d a y a n a r a k bir ah lâk m e y d a n a getirilemez. Müeyyidesiz ve mesuliyetsiz ahlâk ol-maz. Poincar£ gibi net düşünebilen kafalara ne ka-da r muhtacız.

35

Page 31: İlim ve Sanat

Sadece Kur'an'la Yetinilebilir mi?

Hadislerden Müstağni Kalmak Mümkün mü?

i.Hakkı ÜNAL

P> ÖZET eygamber s .a .s . ' in Sünneti İslâm şeriatının

ikinci kaynağıdır . Sünnct-i şerifeye karşı açık ve gizli saldırılara rağmen sünnet , ilâhî

şeriattaki kıymetli yerini muhafaza edecektir. Müslümanlar ın onu müdafaa vc muhafaza için

gösterdikleri gayretler dc sürecektir. Hadis âlimleri bu görevi icra etmişler ve hadisin zayıfı

ile sahihini birbirinden ayırmışlardır. Bunun için, araş t ı rma usulü ve ilmî incelcmc

yönünden çağımızda bile araştırmacıların dikkatlerini çeken usul ve prensipler

koymuşlardır . Bugün dc Müslümanlar ın üzerine düşen görev büyük âlimlerimizin

sarfettiği gayretlere ilaveten gayret sarfetmeleri ve Sünneti Kur ' an- ı Kcr i ın ' in ışığında

mantığın ve akl-ı sefim'in kuralları çerçevesinde ilmî ve tarihî gerçeklere de iht imam göstererek

yeniden incelemeleri ve K u r ' a n ' ı n İslâm için tek kaynak o lduğunu dolayısıyla onunla iktifa

edilebileceğini vc sünnetten müstağni kalınabileceğini iddia edenlere gerekli cevabı

vermeleridir. Bu iddia (yani sünneti kabul etmeyenlerin iddiası) Müslümanlar üzerinde bir

etki yapamıyacaktır . Çünkü iddianın sahipleri ya kötü niyetli kimseler yahut K u r ' a n ve

Sünnc t ' i bilmeyen cahil bir gruptur . On la r bu iddialarıyla K u r ' a n üzerinde Rcsulullah

s .a .s . ' in uyguladığı ilmî metodu inkâr etmekte ve âdeta Peygamber ' in yaratıcı ile yaratılanlar

arasındaki rolünü or tadan kaldırmak istemektedirler.

Or tada , Kur ' an- ı Ker im' in ihtiva ettiği birtakım gerçekler vardır ki Peygamber s .a .s . ' in sünnetine müracaat edilmeden

anlaşılması m ü m k ü n değildir. Bu, İslâm'la az da olsa bir bağlantısı bulunan herkesin

anlayabileceği bir gerçektir. Ancak inatçılık ve ihlas ruhunun olmayışı insanı gündüzün

aydınlığında güneşi görcmiyecek kadar kör eder.

J*T

Sir>l ^ ^ İİ-JI Jka- İ J J * ^ >LJl J.UU, ir* gjU» J Jy i - i t ^ ^ ^ .^fifl j

Jy s ^ JUJ ^ j j L l »LJU (li aiij j UU. Ui J^S V V ^ j , JJJÜ U^ J ^ jUI W» yy J ^ j , ^J» Jy^

s* J1 M o* J ^ 1 J*J -W 1 JAJİ, jkJJ tyj y «U» -^jjt fU*Jı ÜUİ» Ui,

oy-Jt J* j t , . ^ j ü l j ( JJ I J f l j * f\f>Vl ^ (Tİ-JI

j* » U f e J ^ »Li^ / I J&b J ^ y t ^Lâ l l y» j î ^ l

Irk^ı JÜ Jyi-li J» Jk; J .o* 01 .«İ-JI •o* j ^ j .«L-J» Vj oTyÜ» J / V iUür Ulj <V ^ sU 4» J ^ v rii ^ÖJI ^ ı J ^ J I . O t f ^ JJU-I j * j j ^ rrifj

CJtT j l j {OUftt İL» «J J 0 J T ^ «V 4 * 1 V ^ 1

V ^ OV-JVI j , y i c j , ^ j â , .«lv-«

•M fc>> j

36

Page 32: İlim ve Sanat

1. Giriş İslâm dininin Kur ' an ' dan sonra ikin-

ci ana kaynağını teşkil eden hadis vc sün-net, müslümanlar nazarında asırlardır önemini muhafaza etmiş olmakla beraber, zaman zaman münakaşa konusu yapılan bir alan hal ine de getirilmiştir. Bu alan-daki münakaşaİann odak noktasını, mev-cut hadis külliyatının Hz. Peygamber s .a .s . 'e isnadının sıhhati meselesi teşkil et-mektedir Ayrı ta hadislerle'jihticâc) yani onları hüküm kaynağı olarak"değcrfcndir-me meselesi de bilhassa fıkıh usulü âlim-leri arasında tartışılan bir konu olmuştur Bunun dışında sünnet telakkilerinde gö-rülen bazı farklılıklar, yani hangi şeylerin sünnet sayılıp sayılmayacağı şeklindeki mütâlaalar da tartışılan konular arasında bulunmaktadır .

Bunlardan t amamen ayn mütalaa edilmesi gereken başka bir g rup da, ha-dis ve sünneti t amamen yok farzederek, sadece Kurân-ı Ker im 'e dayanmanın ye-terli olacağı görüşündcolanlardır .Kcndi-lerini adeta Hz . Peygamber s .a .s . 'den müstağni sayan bu kimselerin ne kadar tehlikeli bir yolda oldukları ve ne derece çürük bir temele dayandıkları şu kısa ve sathî araştırmamızın gözden geçirilmesi ile dahi anlaşılabilir.

_Ge£en asrın sonlarıyla bu asrın baş-larında Hind i s tan 'da görülen vc kendile-rini "Ehl-i Kur ' ân " diye isimlendiren bu görüşe mensup kimselere karşı son devir Hind uleması uzun araştırmalara dayanan ilmî ve ciddî eserler kaleme alarak, bun-ların idlâl edici görüşlerini etkisiz hale ge-tirmişlerdir. Maalesef yurdumuzda da bu görüşe meyyal olan bazı şahıs veya grup-ların bulunduğu işitilmektedir. Muhteme-len İslâmî kültürleri yeterli seviyede olmayan, az sayıdaki bu kimselerin İslâ-mî ilimler sahasındaki ana kaynaklara mü-r a c a a t l a r ı a r t t ı k ç a , bu t eme l s i z görüşlerinden vazgeçecekleri ümid edil-mektedir. Biz bu yazımızda , hadis vc sün-nete olan ihtiyacı bir kaç yönden ele alarak fazla derinliğine inmeden bir özet yapmak istedik. Zira konu, böyle bir yazının ka-pasitesini kat kat aşacak bir genişliğe ve öneme sahiptir.

2. Hz . Peygamber s .a .s . ' e İtaatin Lüzumu:

Bilindiği gibi Peygamberlere inan-mak, iman esaslarımızdan birini teşkil et-mektedir . İslâm'ın ilk ş an ı olan kelime-i şehadetle de Hz. Muhammed s.a.s. ' in Al-lah' ın kulu vc Rasûlü olduğunu ikrar ede-riz. Şüphesiz bu iman ve ikrar, Rasü l 'ün mücerred varlığına iman etmekten daha öte bir anlam ifade eder. Yani bu imanla söz konusu olan, O ' n u n Allah'dan alıp bi-ze bildirdiklerine, bu çevçeve dahilinde irad etmiş olduklan emir , nehiy, tavsiye, tavır ve açıklamalara ve bunlar ın doğru-luğuna inanmaktır . İşte bu iman, Hz . Peygamber s .a .s . ' c itaatin de ilk adımını teşkil eder. Kur 'an-ı Kerim bu konuda bi-ze açık ve kesin ölçüler veriyor. İlgili ayet-leri gözden geçirelim:

"Ey Peygamber de ki: Eğer Allah 'ı sevi-yorsanız, Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin. Allah çok bağışlayla ve merhamet edicidir".1

"Ey Peygamber de ki: Allah 'a ve Peygam-ber 't itaat ediniz. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez"1

"Allah a ve Peygamber 'e itaat ediniz ki, size merhamet edilsin. ' 'l

"Ey iman edenler, Allah 'a itaat edin, Pey-gamber 'e ve sizden emir sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz •şayet Allah 'a ve âhıret gününe inanıyor sanız -onun çözümünü Allah 'a ve Rasûlüne bırakın. Hayırlısı ve netice itibariyle en güzel olanı bu-dur*

' 'Kim Peygamber 'e itaat ederse Allah 'a ita-at etmiş olur".'

' 'Allah 'ın Rasûlü 'nde sizin için güzel bir örnek vardır. '*

"Allah 'ın Rasûlü bir şeye hükmettiği za-man, mü 'min erkek ve kadına kendi işlerinde bu-na aykırı hareket etme muhayyerliği yoktur. Allah 'a ve Rasûlüne isyan eden, şüphesiz apa-çık bir sapıklığa düşmüş olur.7

' 'Peygamber size neyi veriyorsa onu alın, yasakladığı şeyden de uzak durun. "*

Bu âyetler, Hz. Peygamber 'e itaatin ihtiyarî değil zorunlu olduğunu açıkça or-taya koymaktadır . Zaten bu itaat olma-dan müslümanlığımızın bir mana ve değer taşımayacağı açıktır. Çünkü Allah'ın

' Âl-i lmrön/31.

2 Âl-i lmrân/32

3 Âl-i lmrön/132.

« Ni»û/59

» Nijû/80

« Ahzûb/21

' Ahzûb/36

Ho y/7

37

Page 33: İlim ve Sanat

nini ve kitabını bize ulaştıran, tebliğ eden, öğreten tek aracı O ' d u r . Allah bu d in i b i -ze v a h y e t m e d i ğ i n e göre, O ' n u n Rasû-l ü n ü a r a d a n k a l d ı r m a k , d i n i k e n d i s i n d e n öğ rend iğ imiz tek k a y n a ğ ı i n k â r e t m e k d e m e k t i r k i , bu h e m ima-nı n o k t a d a n , h e m de m a n t ı k î aç ıdan çok v a h i m b i r d u r u m teşkil ede r .

3. İlk Mübelliğ, İlk Muall im ve ilk Müfessir Hz . M u h a m m e d s.a.s.

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indiri-leni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O'nun el-çiliğini yerine getirmemiş olursun, "* âyetine göre Hz. Peygamber ' in ilk ve en mühim vazifesi Allah'tan aldıklarını insanlara teb-liğ etmekti. Bu tebliğ görevinin konusu da şüphesiz kendisine indirilen Kur 'ân- ı Ke-r im' in insanlara duyurulması ve öğretil-mesinden ibaretti . Bunu şu âyetten anlıyoruz: "insanlara, kendilerine indirileni beyan edesin diye, sana zikr (Kur'an)'i indir-dik, ola ki onlar da düşünürler 10 Ayetteki "indirileni beyan" ibaresinden görevin sa-dece tebliğle bitmediği, tebliğ edilen vah-yin açıklanmasının da söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu nokta Hz . Pey-gamber ' in mübelliğlik görevinin yanı sı-ra bir de muallimlik vc müfessirlik görevinin bulunduğuna işaret etmektedir. Diğer bir deyişle bu üçü, Hz. Peygamber'-in risâlet görevini hakkıyla yerine getir-mede bir sac ayağı oluşturmuşlardır .

Hz . Peygamber ' in ilim öğrenme ve öğretmeye teşvik eden hadisleri, zaman za-man ashabını toplayıp yeni dinin vecibe-lerini onlara öğretmesi, bu maksatla Medine mescidini bir eğitim ve öğretim yeri haline getirmesi, Ashabın her müş-kilini bıkmadan, usanmadan çözmeye ça-lışması ve onlara anlayış seviyelerine göre hi tap etmesi, meseleleri zorlaşt ı rmadan açık ve net cevaplar vermesi, O ' n u n mu-allimlik yönünün bazı hususiyetlerini gös-teren örneklerdir.

Hz. Peygamber ' in cn önemli görev-lerinden biri de, inen K u r ' â n âyetlerinin anlaşılmıyan yönlerini açıklamasıdır. Bu-nunla ilgili pek çok örnek vardır ve bun-la r b i r çok h a d i s m e c m u a s ı n d a

" T c f s î r u ' l - K u r ' â n " bölümleri altında yer almışlardır. Bunlardan bir kaçını burada zikredelim:

Bakara Suresi 'nin; "insanlara şâhit ve JirneÇolmanız içinr, sizi vasat bir ümmet yaptık

meâJindeki 143. âyetinde geçen " v a s a t ' kelimesini H z . Peygamber s.a.s. " â d i l " kelimesiyle tefsir etmişlerdir . ' !

Yine Bakara Suresi 'n in; "namazlara ve orta namazına devam edin. " mealindeki 238. âyetinde yer alan "Sa lâ tu ' l -Vus tâ : O r t a n a m a z ı " ibaresini Hz. Peygamber s.a.s. "Salâtu ' l -Asr : İkindi N a m a z ı " ola-rak tefsir e tmiş lerd i r . "

Zilzâl Sûresinin "o gün yer bütün ha-berlerini anlatacaktır" meâlindeki 4. âyetinde yer alan " a h b â r a h â : Haber ler in i"kel ime-sini açıklayan Peygamber imiz s .a .s . bunu " y e r yüzünün, üzerinde bulunan er-kek ve kadınlardan her birinin neler yap-tıklarını s a y m a s ı d ı r " şeklinde tefsir etmişlerdir.1 1

Çoğaltılması mümkün olan bu örnek-ler vahye direkt muhatap olan en yetkili kişinin ağzından K u r ' â n ' ı n anlaşılmayan bazı noktalarının tefsirini göstermektedir ki, bu O ' n u n tebliğ vazifesinin aynlmaz bir parçasıdır.

Kur 'ân- ı Kcrim' in tefsiri konusunda sünnete o kadar önem verilmiştir ki, Yah-yâ b. Kcsîr; "sünnet Kur'ân'a kâdidir, Ki-tab ise sünnete kâdi değildir" demektedir . ' 4

Bu söz Ahmed b. Hanbe l ' e söylendiğin-de "bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sün-net Kitab 'ı tefsir ve tebyin eder derim'' demiştir.15

Yine sünnetin Kur ' ân- ı Ker im âyet-lerini açıklamadaki önemine işaret eden ilk devir âlimlerinden İ m a m Evzaî; "sün-netin Kitab 'a olduğundan çok, Kitab 'ın sünne-te ihtiyacı vardır,"" diyerek Kur ' ân- ı Ker im ' in manasını en iyi bilen ve anla-yan insanın Hz . Peygamber s.a.s. oldu-ğunu ve dinî uygulamalarda O ' n u n açıklama ve tatbikatının son derece önemli o lduğunu belirtmek istemiştir.

4. Fıkhın İkinci Kaynağı Olarak Sünnet ve Hadis:

Hz. Pcygamber 'c iman ve itaati em-reden âyetleri nazar ı dikkate alan İslâm

' Mâ ıd e/67.

'0 Nohl/44.

" Tirmizî, Sünen, c XI. sh. 83

12 o.g.e. ıh. 105

'3 o.g.e. c XII. sh. 254-255. Bu konuda genij bilgi bkz. İsmail Cerrahoglu, Kur'an Tefsirinin Doğusu ve Şuna Hız veren Âmiller, i. 24-44.

u Tehiru'l-Kurtubİ, c. I. sh. 39

15 Ahmed b. Hanbel, Mûsned. sh. 215.

<6 Ibn Abdi'l-Berr, Camiu Beyâni'I-llm, c. II. sh. 191

38

Page 34: İlim ve Sanat

âlimleri , sünnet ve hadisin dinî hüküm-lerde delîl olarak l e rd j r . Meselâ Şafiî , sünne t i . K u r ' â n ' ı .

"açıklaması yönünden o n d a n ayrı görme-yerek her ikisini de h ü k ü m çıkarma (is-tidlâl) bakımından bir sayar ve " n a s s " adı al t ında birleştirir. Q ' n a görye K i t a b vc Sünne t , hükümler i birlikte vc yardımla-şarak beyân e d e r l e r . ' " 7

Şâtıbî de bu k o n u d ^ s a n l a ı i - s ö y l e -mektedi r 'HüJdîmçıkarırkenyalnız Kur'ânjj bakmak vc O nun bir açıklaması olan sünnete bakmamak doğru olmaz. Çünkü Kur ân küüL hükümleri ihtivâ eder. Namaz, zekât, hacct oruç. ve benzeri emirleri açıklamak için sünnete bak -mak zaruridir. ""

İ s lâm' ın ilk devir ler inden alınan şu örnekler de bu hususa açıklık getirmekte-dir: A b d u r r a h m â n b. Yczıd, Hacc zama-nı dikişli bir elbiseyle ih rama girmiş birini görür vc ona , bu elbiselerini ç ıkar tarak, Hz. Pcygamber ' i n giydiği şekilde dikişsiz elbise ile ih rama girmesini tavsiye eder. O zat ın; "bana elbisemi çıkartmamı emreden bir âyet oku bakalım" demesi üzerine Ab-d u r r a h m a n ona yukar ıda zikrettiğimiz şu âyeti okuyarak cevap verir: "Peygambersize ne verdiyse onu alın^size neyi yasak ettiyse on-dan sakının ". "

Görü ldüğü gibi her konuda K u r ' â n -ı Ker im'dcn delil arayan birine Abdurrah-man b. Yezid bu âyeti okumakla sünne-tin dc h ü k ü m kaynağı o lduğunu belirtmiş olmaktadır . Ç ü n k ü Kur ' ân - ı Kcrirn'-lc yukarıda zikredilen olaya açıklık getirecek bir h ü k ü m b u l u n m a m a k l a beraber , Hz . Pcygamber ' in uygulaması, meseleyi çözü-me kavuş tu rmaktad ı r .

Tabi î ler in ileri gelenlerinden T a v û s b. Keysan' ın ikindiden sonra iki rek'at na-maz kıldığını gören sahabî Abdullah b . Abbas ona , bir daha bu namazı kılmama-sını söyler. Buna karşılık Tâvûs , Hz. Pey-g a m b e r s . a . s . ' i n s ü n n e t h a l i n e getir i lmesinden çekindiği için bu namazı yasakladığını, devamlı o lmamak şartışla bu iki rekat namazı kı lmakta b i r sakınca olmadığını söyler. Fakat Abdullah b. Ab-bas Rasûlullah s.a.s. ' in ikindiden sonra bir başka namaz kılınmasını kesinlikle yasak-lamadığını söyleyerek yukar ıda zikret-tiğimiz "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği

zaman mü 'min olan erkek ve kadına kendi idle-rinde ona aykırı hareket etmek muhayyerliği yoktur" âyetini o k u r . "

• ' K i t a b u ' 1 - K i f â y c f î İ l m i ' r -R i v â y e " adındaki meşhur eserine *'A1-l a h ' ü T K i t a b ı n ı n h ü k m ü y l e , Rasûlul lah s i a . s . ' ı n h ü k m ü n ü n ame l vücöb iye t i vc teklif l ü z ü m i y e t i a ç ı s ından eşit o lduğu-n u b i l d i r e n h a b e r l e r b a b ı " konusuyla başlayan Ha t ib Bağdadî (Ö.463). bu bö-lüm alt ında konuyla ilgili Peygamberimiz s .a . s . ' den gelen rivayetlere yer verir, bun -lâ rdan bîr kaç örnek görel im:

M i k d â r i r f t - M â > a r K £ n b cl-Kindî , Rasûlul lah s.aTs.'ın bazı şeyleri h a r a m kıldığını d u y d u m dedi .Ehlî eşeklerin de bunlar arasında olduğunu zikretti ve sonra Rasulullah s.a.s. ' in şöyle dediğini nakletti: "Rahat köşesine oturup benim hadisimden bir luıdis zikrederek, sizinle bizim aramızda Allah 'ın kitabı vardır. O'nda helal olarak ne bulursak O 'nu helal, haram olarak ne bulursak O'nu da haram sayarız'' diyecek bazı kimseler gelmek üze-redir. Dikkat ediniz! Allah 'ın Rasûlü 'nün ha-ram kıldığı şey, Aziz ve Celil olan Allah'ın haram kıldığı şey gibidir. ""

Rasûlul lah s .a .s . şöyle b u y u r d u : "Sa-kın sizden birinize, rahat koltuğuna oturmuş va-ziyette, benim emrettiklerimden bir emir. veya nehyettiklerimden bir nehiy ulaştığı zaman, 'böyle bir şey bilmiyorum, biz Allah'ın kitabında ne bulursak ona tabi oluruz, ' derken rastlamıyayım

Benî Esed Kabi les i 'nden bir kadın Abdullah b. M c s ' û d ' a gelerek şöyle dedi: "Senin 'döğme yapan da yaptıran da lanetlenmiştir' dediğini duydum. Halbuki ben, iki levha arasındakileri (Kur'ân'ı) okudum, Jakat senin dediğin gibi bir şeye rastlamadım Üste-lik senin hanımında da döğme olduğunu zannediyorum " dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes 'ûd ' 'Öyleyse içen gir bak'' dedi. Kadın girdi baktı, bir şey göremedi. Dışarı çıktı ve bir şey göremediğini söyledi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ûd kadına "Rasûl size neyi veriyorsa onu alın, neden yasaklıyorsa ondan sakının" âyeti-ni hiç okumadın mı?" diye sordu. Kadın "evet okudum", deyince Abdullah Ibn Mes 'ûd, "iş-te bu odur" dedi"

Bütün bunları gözönünde tutan fıkıh usûfu âlimleri, hadis ye sünnetin belli başlı dört şekilde hüküm kaynağı olduğunu be-

39

Muhammed Ebû "Zehro, İslâm Hukuku Metodolojisi, (çev. Abdulkadir Şener). $h. 93.

'« Şâtıbî, el-Muvabkâl. c. III. sh. 369

Ibn Abdi'l-Berr, a.g.e. c. II. sh. 88

*> Şâtıbî. a.g.e. c IV. sh. 25.

d-Ktâye. sh. 8

M a.g.e. sh. 10

23 a.g.e. sh. 12

Page 35: İlim ve Sanat

yan etmişlerdir: 1. K u r ' â n - ı K e r i m âye t l e r ine uy-

gun o larak gelip onlar ı tc 'y id eder . Böy-lece bir hükmün biri âyet, diğeri hadîsten ibaret iki kaynağı vc iki delili olmuş olur . Hz . Peygamber s .a . s . ' in , Kur ' ân - ı Kc-rim'de belirtilen, namaz, zekat, oruç, hac, gibi ibadetleri emretmesi ; Allah'a ortak koşmaktan, yalan şahitlikten, ana baba-ya isyandan, haksız yere insan öldürmek-ten men etmesi, hadislerle teyid edilen emir ve nehiylcrdendir. Mesela Kur ' ân - ı Ker im 'de "Ey iman edenler, mallarınızı ara-nızda batıl yollarla yemeyin " " buyurulmuş , buna uygun olarak Hz. Peygamber s.a.s. de kendi rızası o lmadan bir müslümanın malının, başkasına helal olmayacağını ifa-de e tmiş le rd i r . "

2. Asıl ları K u r ' â n ' d a sabi t o lan fa rz la r ı t amamlay ı c ı h ü k ü m l e r ge t i r i r . Meselâ K u r ' â n *1 i â n ' ı bütün teferrua-tıyla b i ld i rmiş , " sünnet de l iân 'dan son-ra karı-kocanın birbir inden ayrılacağını, çünkü aralar ında artık itimad kalmadığı-nı, esasen aile hayatının temelini itimadın teşkil ettiğini aç ık lamış t ı r / '

3. K u r ' â n - ı K e r i m ' i aç ık la r . O ' -nun m u h k e m ve mücmel âyet ler ini izah ede r . M u t l a k h ü k ü m l e r i n i kay ı t l a r , u m u m î h ü k ü m l e r i n i tahsîs eder . Saha-be inen âye t l e rden a n l a m a d ı k l a r ı veya a n l a m a k t a zor luk çekt ik ler i yer ler i P e y g a m b e r i m i z s . a . s . ' e so ra r la r , O da bu âye t l e rden ne kas ted i ld iğ in i on la ra aç ık l a rd ı . Meselâ K u r ' â n - ı K e r i m ' d e n a m a z ı n fa rz o lduğu b i ld i r i lmiş , ancak kaç vak i t ' k ı l ı nacağ ı , kaç reka t olacağı ve h a n g i şekil ler d a h i l i n d e k ü ı n a c a ğ ı be l i r t i lmemiş t i . Bu k o n u d a bilgi a lmak isteyen sahabeye Hz . Peygamber s .a .s . ; ' 'Bent namaz kılarken nasıl görüyorsanız öyle ktUnız " " buyurarak bu konudaki müphem ve mücmel olan âyederi açıklığa kavuştur-muştur . Hac ve zekatla ilgili olarak onla-rın nasıl ve ne şekilde ifa edileceğini açıklayan hadîsler de böyledir.

Kur ' ân - ı Ke r im 'de geçen; "...Jecrde beyaz iplik siyah iplikten farkedilinceye kadar yi-yiniz içiniz"39 âyetindeki ' ip ' kelimesini gerçek manada ip olarak anlayan sahabeye Peygamberimiz s.a.8. bunların, gündüzün aydınlığıyla gecenin karanlığına delalet et-

tiğini belirterek izah etmişlerdir." ' Aynı şekilde ' 'Allah alışverişi helal, fa-

izi haram kılmıştır"." Hadisler ise alışve-rişin doğru ve yanlış olanını, haram olan faizin türlerini açıklamıştır. Kur ' ân- ı Ke-r im 'de ölü hayvan eti yemek h a r a m kı l ınmış ," hadis ise, deniz hayvanlarının ölüsünün b u n u n dışında bu lunduğunu , "denizin suyu temiz, ölüsü de helaldir şek-linde açıklamıştır. Bu hadis aynı zaman-da , "deniz avı yapmak ve onu yemek size helal kılındı ki hem size hem de yolcu olanlarınıza fay-dalı olsun",34 âyetine dayanmakta ve onu açıklamaktadır.

Mutlak hükmün kayıtlanmasına ge-lince; şu hadîsle âyette belirtilen ölü eti ve kanın yenilmesinin haramlığı hususu ka-yıt lanarak, iki şeyde b u n l a n n helal oldu-ğu belirtilmiştir: 'JJkı ölü ve iki kan bizlere helal kılınmıştır. İki ölü, çekirge ve balık, iki kan da ciğer ve dalaktır".1'

' 'Kadın halası, teyzesi, kızkardeşi kızı ve erkek kardeşi kızı üzerine nikahlanamaz, " " ha-disinin " . . . bunlardan başkaları size helal kılındı, " , 7 âyetini tahsis etmesi, sünnetin K u r ' â n ' d a k i genel bir hükmü tahsis etti-ğini gösteren örnektir.

4. Had i s le r K u r ' â n - ı K e r i m ' d e ol-m a y a n h ü k ü m l e r k o y a r . Mesela deniz-den çıkan ölü balığın yenilcbileccği, katır, ehlî eşek, arslan, kaplan, fil, kurt , may-mun, köpek gibi hayvanlarla; doğan, şa-hin a tmaca, kartal gibi yırtıcı kuşların etlerini yemenin haram olduğu h ü k m ü , Kur ' ân- ı Ker im 'de belirtilmediği halde hadislerden çıkartılmıştır. Erkeklere altın takmanın vc ipekli giymenin yasaklanması, neseb ile haram olanın süt yoluyla da ha ram olacağı prensibi K u r ' â n ' d a olmadığı halde hep hadîslerde açıklanan hususlardır. Diyetlerle ilgili bir çok hükümleri tesbit eden hadîsler de bu gruba girer. Kur ' ân 'da olmadığı halde ha-dis ve sünncüe sabit olan diğer bazı hü-kümler de şunlardır:

— Alışverişte şart koşma muhayyerliği. — Ş ü f a kaideleri — Büyükannenin mirası. — Hayızlı kadının namaz kılamaması ,

oruç tu tamaması . — Vit r namazının vâcib oluşu. — Vakıf Müessesesinin mcşrûiyeti.

40

2< Niıû/29

25 Müslim, Sahih, Kitobu'l-Musâkât. 30

2* Nür/4-9.

27 Müslim, a.g.e. Krtâbu'l-Liân, 1.

2» Buharf, Sahih, Kitâbu'l-Ezân, 18

2» Bakara/187

3' Bakara/275.

32 Mâ id e/3

33 Ebü Davud, Sünen, c . I. sh. 54

3* Mâ ide/96

35 Muhammed b. İsmail es-San'anî, Subulu's-SeİĞm, c. IV. sh. 76

34 Buharı, a.g.e. Kitobu'n-Nikâh, 27.

37 Nisa/24

Page 36: İlim ve Sanat

Sünnet ve hadis, Kur 'ân- ı Kcr im 'dc bu lunmayan hükümler koyarken prensip itibariyle yine Kur ' ân - ı Ker im'e dayanır . O n u n için bazı âlimler "her sünnetin uzak veya yakın Kufin-1 Kerim'de bir temeli var-dır", demiş lerdi r ." Mesela namazın mik-tarını ve kılınma şeklini açıklayan sünnet , namazın farz olduğunu beyan eden âyete dayanmaktadı r . Ehlî eşeklerle yırtıcı kuş-ların etinin ha ram kılınması da " 0 «>/ i ç miz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar"" âyetine râcidir. Hadislerde geçen diyetle ilgili hükümler de " . . . ölenin ailesine diyet öde-mek gerekir"*9 ve " . . . öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, bağışlayanın örfe uy-gun hareket etmesi, kâtilin de güzellikle diyeti ödemesi gerekir. " 4 I âye t le r ine dayan-maktadır .

Herhangi bir sünnetin Kur ' ân - ı Ke-rim âyctleriyle şeklen bir bağlantısı kuru-lamasa bile. Kur 'ân- ı Kcr im ' in temel espirisi içinde bir yeri bulunması gerekir. Bu espriye aykırı düşen hadis ve sünnet , sahih kabul edilmez.

Buraya kadar verdiğimiz örneklerden anlaşıldığına göre, müslümanlar önce Al-lah 'a sonra da Hz. Peygamber s.a.s. 'e ita-atle yükümlüdür le r . Hz. Peygamber s .a .s . 'e itaat, O ' n u n sünnetine tâbi olmak-la olur. Allah'ın insanlara bildirdiği emir ve nehiyler, O ' n u n açıklaması ve tatbikatı doğrul tusunda anlaşılmış ve uygulanmış-tır. Bu hususu gözönünc alan mezhep imamları ve müetehidler de, fıkhî mese-lelerin çözümünde da ima Kur ' ân- ı Ke-r im 'den sonra ikinci kaynak olarak hadis vc sünnete başvurmuşlardır. Böylccc sün-net ve hadîs, İslâm hukuku kaynaklarının ikincisini başka bir deyişle ikinci teşrii kay-nağı yani h ü k ü m elde e tme kaynağını o luş turmuştur .

5. Hadis ve Sünnetin İslâm Kül tür Tar ih i Açısından Önemi :

Hadis ve sünne t , fıkhı yönden oldu-ğu kadar İslâm kül tür tarihi açısından da son derece önemlidirler. Onbinlerlc ifade edilen hadis malzemesi ve bunları bir ara-ya getiren muazzam hadis külliyatı, sahi-hiylc zayıfıyla hatta uydurma olanıyla

İslâm toplumunun dinî, siyasî, iktisadî, iç-timaî ve kültürel gelişiminin takip edile-bilmesi açısından son derece zengin bir "Kaynak teşkil ederler.

Bu kaynak İslâm'dan önce ve İslâm'-ın ilk devirlerinde yaşayan insanların ve toplumların örf, âdet, yaşayış ve folklorik özellikleri yanısıra, onların başka dinden topluluklarla olan ilişkilerine açıklık getir-me bakımından da büyük öneme sahip-tir. Arap edebiyatı vc filolojisi için hadisler vazgeçilmez malzemelerdir. Ayrıca hadiste tatbik edUen isnad sistemi, tarih, coğraf-ya vs. gibi, diğer ilimlerde de kısmen tat-bik edilerek, eskilerin malumatı daha sonraki dönemlere aktarılabilmiştir.

Bu konuda M . Tayy ib Okiç şunları söylemektedir: "Hadis ilminin diğer muhte-lif ilimlerle olan ilgisi de önemlidir, islâmiyet'-in başlangıcına, ilk devirlerine ve hatta islâmiyet 'ten önceki devirlere dair bir hayli kıy-metli malumatı ihtiva eden hadisler, bize, o za-manki çeşitli halk inanışlarını, yaşayış tarzlarını ve geçmiş devirlerin bazı mühim özelliklerini, çe-şitli kavim ve kabilelerin aralarındaki münase-betleri, meşgul oldukları çeşitli iş ve güçlerini, garip âdet ve alışkanlıklarını, nihayet o zaman-ki efkâr-t umumiyyeyi canlı bir şekilde tasvir eder-ler. Böylece hadisler Arap filolojisi, etnolojisi, folklor ve diğer bazı disiplinler için tükenmez bir hazinedir. Dolayısıyla hadis ilminin tetkikiyle hem nazarî ve tarihi, hem de pratik bir çok fay-dalar sağlanır.

Hadisin bu ikinci derecede önemi dolayı-sıyla bu ilim, eskiden olduğu gibi bu gün de mo-dern ilim adamlarının bu sahalardaki araştırmalarına geniş ve zengin birer kaynak ol-maktadır. Nitekim batılı müsteşriklerin bu yol-daki devamlı tetkikleri bilhassa bir asırdan beri hayli ilerlemiş bulunduğu gibi, bu sahadaki araş-tırmaların gittikçe önem kazanmakta olduğunu da halen müşahede etmekteyiz. "41

İslâıııî ilimlere malzeme temin etme açısından en büyük kaynak olan hadis ve sünnetin bir an tümüyle yok farzedümesi halinde bu ilimler namına ortada fazla bir şey kalmayacağı açıktır. Çünkü te f s i r , fı-kıh, kelam, İslâm tarihi, mezhepler tari-hi, akaid, siyer ve benzer ilimlerin hem meşgul oldukları alanlar, hem dc üzerin-de tartıştıkları meseleler bakımından en fazla muhtaç oldukları saha, hadis ve sün-

3« Şötıbî, a.g.e. c. IV. sh. 12-13

39 A'rûf/157.

Nisa/92

<1 Bakara/178.

»î M. Tayyib Okiç, Bazı Hadis MeseMeri Üzerinde Tetkikler. sh. 4-7

41

Page 37: İlim ve Sanat

Dergiler

İslâm Dergici l iğimizde y e n i b i r

çığır a çmı ş o lan İ s l âm Mecmuas ı M a r t s a y ı s ı n d a T a s a v v u f u n temel k a y n a k l a r ı m ı z d a k l ye r in i be l i r lemeye yöne l ik yaz ı l a ra ağır l ık verdi . Değerli â l imle r imizden M. E m i n E r H o c a ' n ı n son derece İlmi aç ık l ama la r ı t e k r a r t e k r a r o k u n m a y a değer . M. E m i n E r Hoca şöyle d iyor : " . . . t e f e k k ü r i çe r i s inde ibadet eden (...) M ü s l ü m a n a b l d ' a t i ş l i yo r sun de r sek Al lahu Teâlâ haz re t l e r i bizi elim bi r azap la a z a p l a n d ı r ı r " .

M e c m u a n ı n N i s a n s a y ı s ı n d a ise M ü s l ü m a n o l d u k t a n s o n r a ün ive r s i t e hocal ığ ın ı b ı r a k ı p İ s p a n y a ' y a göç e d e n Ömer F a r u k Abdu l l ah ' l a yap ı l an b i r k o n u ş m a y e r a l ıyor . M ü s l ü m a n a y d ı n l a r a öneml i h a t ı r l a t m a l a r d a b u l u n a n Ömer F a r u k Abdu l l ah ' 'Bilgi bizim için ya ln ı z ' m a l u m a t ' ( In fo rmat ion) deği ldi r , ya ln ız d ü ş ü n c e deği ldir . Bizim an lad ığ ımız bilgi i n s a n l a r ı n h a y a t l a r ı n ı değ i ş t i rmeye y ö n e l i k t i r " d e m e k t e d i r

TÜRK fDffiİTfffl T ü r k E d e b i y a t ı ' n ı n M a r t

sayıs ı . Mehme t Kap lan ' l a ilgili yaz ı l a ra ay r ı lmı ş . Nisan s a y ı s ı n d a . A h m e t Kabak l ı ve Doç.Dr. Mim. Kemal Öke Ue Su l t an II . Abdu lhamıd üze r ine k o n u ş m a l a r y e r al ıyor . Bu s a y ı d a ay r ı ca Beşir Ayvazoğ lu ' nun " T a n p ı n a r ' d a Mus ik i . M i m a r i ve Ş e h i r " baş l ık l ı b i r ince lemesi va r .

MAVERA 112 Sayısı N i s a n ' d a

ç ı k a n M a v e r a ' d a ilk o l a r a k Cahi t Z a r l f o ğ l u ' n u n Meral M a r u f a şeh i t babas ı M u h a m m e d Maruf için yazdığı h ü z ü n l ü m e k t u p y e r a l ıyor . . .

"Ş imdi a n n e d i y o r u m Bum d i y o r u m Bismil lah d i y o r u m

Bismil lah M a m a y a b a ş l a r k e n E m e k l e r k e n U y u r k e n

Bismil lah diyeceğim İlk ad ımı a t a r k e n "

Yine Z a r l f o ğ l u ' n u n " N i n e " ad l ı " b e b e " ş i i r i nden y u k a r ı d a k i s a t ı r l a r .

Çeşi t lemeler b ö l ü m ü Alim K a h r a m a n ' m iç inde ş i i r do laşan metn iy le baş l ıyor : " K ü l l ü Nefs in Za ika tü l Mevt" .

Bu b ö l ü m d e k i b i r kaç yazı , e l e ş t i r in in ü s l u b u k o n u s u n d a güzel b i r örn&kleme ile Mave ra ' ya t e k r a r " m e r h a b a " d iyen Ahmet Ned im ' in imzas ın ı t aş ıyor .

MEKTEP " İ ş k e n c e n i n , haks ız y e r e

a d a m ö l d ü r m e söy len t i l e r in in a y y u k a çıkt ığı b i r ü l k e d e İ s l â m ' ı n b a k ı ş aç ıs ın ı g ü n d e m e ge t i rmek te say ıs ız f ayda l a r g ö r ü y o r u z " . " Ç ı k a r k e n " , bu sa t ı r l a r ı i çer iyor .

Geçtiğimiz n i s a n b a ş ı n d a y a y ı n l a n a n İlk sayıs ı . Mektep ' ln . seviyeli ve c iddi b i r yay ın o l a r a k k e n d i s i n d e n söz e t t i receğini gös te r iyor . "İs lâm' ı Tar ih Anlay ı ş ı " baş l ık l ı yaz ı , b u baş l ık t an bek lenen i ve remese de, n a d i r e n ele a l ı n a n b i r k o n u y a yöne lmes iy le o l u m l u .

H a s a n G ü n e ş ' i n k a p a k ve s a y f a düzen lemes ındek i " s a d e güze l l ik" t e a y r ı c a t a k d i r e değer.

KİTAP DERGİSİ

Bir b a ş k a " Ç ı k a r k e n " yaz ıs ı d a Ki tap Dergts i 'ne a i t :

" . . . yay ınc ı l ığ ımız ın s o n on y ı lda ü m i t verici b i r ge l i şme t a k i p et t iğini , y e n i yen i o l u ş u m l a r ı yaşad ığ ın ı bel i r tmel iy iz . Bu, h e r ş e y i n y o l u n d a g id iyor o lmas ı a n l a m ı n a ge lmemekle b i r l ik te , b u a l a n ı n en a z ı n d a n u ğ r a ş ı l m a ğ a değer b u l u n m a s ı n ı n ü s t ü n d e d a h a c iddiyet le ele a l ı n m a s ı ge rek t iğ in in de i fades id i r . Gal iba en b ü y ü k eks ik l i k , ş imd iye k a d a r yay ınc ı l ık d e n e n b ü y ü k o lay ın c iddiyet le ele a l ı n a m a m ı ş o lmas ı , m u h a s e b e s i n i n bu t ü r derg i le rde y a p ı l a m a m a s ı d ı r . ' '

İ s l â m i yay ıncü ığ ın en öneml i eks iğ in i i f ade e tmede bu s a t ı r l a r a ilave edi lecek b l r ş e y b u l u n m u y o r .

İ lk iki s ay ıya genel o l a r a k bak ı l acak o l u r s a , ( ed i tö rün f i k r i n i n aks ine ) b i r inc i s a y ı d a k i derl i-t o p l u l u ğ u n İkinci s a y ı d a b i r dağ ı lmaya y ü z t u t t u ğ u söylenebi l i r . Bu dağ ı lma , k a r m a k a r ı ş ı k l ı ğ a v a r m a tehl ikes i gös te rmese , böyles ine iyi d ü ş ü n ü l m ü ş , güzel bir t e şebbüse h e n ü z ik inc i s ay ı s ında e leş t i r i y ö n e l t m e k acele sayı lab i l i rd i . . . Mar t s ay ı s ı nda Ali Bulaç ' ın " K i t a p " baş l ık l ı yaz ıs ı , m ü s l ü m a n l a r m k i t a b a b a k ı ş ı n ı i rde l iyor , "b iz i n u r l a a y d ı n l a t a n " k i t ap la r l a , " k i t a p hays iye t i n i k a z a n a m a m ı ş n e s n e l e r i " iyi a y ı r t edebi lmeye çağ ı r ıyor . İk inc i s ay ıda M u s t a f a K u t l u ' n u n " O k u m a k " üze r ine ka l eme aldığı ne f i s d e n e m e ve .İsmet öze l ' ln . İ k b a l ' i ve " İ s l â m ' d a Dini D ü ş ü n c e n i n Yeniden D o ğ u ş u " ad l ı e se r in i k o n u ed inen yaz ı d i k k a t e değer .

Page 38: İlim ve Sanat

nettir. Bu yüzden İslâm kültür tarihini araşt ı rmak isteyecekler için hadis ilmi, müracaat edilmesi gereken vazgeçilmez bir kaynaktır .

6. G ü n ü m ü z d e Hadis ve Sünnet 'e Duyulan İhtiyaç:

İslâm dini, bü tün zaman lan ve me-kânları kuşatan cn son ve mütekâmil bir din olduğuna göre, onun vaz' ettiği pren-sipler de her yerde ve çağda geçerliliğini koruyacaktı. Şartların ve ihtiyaçların de-ğişmesiyle, teferruata ilişkin bazı husus-larda değişikliklerin beklenmesi normal olmakla beraber, esas prensiplerin, baş-ka bir deyişle özün muhafazası mecburi idi. Öyleyse, zamanla gelişen vc değişen hayat şartlarının hızla ar tan ekonomik ve teknolojik imkânların doğurduğu yeni problemlerin çözümünde hadis ve sünne-tin rolü ne olacaktı? Asırlar sonra ortaya çıkan meseleler için Hz . Peygamber s.a.s. ' in bir çözüm önermesi düşüneleme-ycccğine göre ne yapılması gerekiyordu?

İslâm top lumunun sünnete bağlılığı burada kendisini göstermelidir. Çünkü hangi devirde olursa olsun Kur ' an- ı Ke-rim ve Hz. Peygamber ' in getirdiği pren-sipler ışığında bü tün problemlere çözüm bulmak m ü m k ü n vc aynı zamanda zaru-ridir. İşte İslâm toplumunun yüzyüze gel-d iğ i çeş i t l i p r o b l e m l e r k a r ş ı s ı n d a müslümanlar ın K u r ' â n ' d a n ve O ' n u n açıklaması olan hadis vc sünnetten hare-ketle yeni çözüm yollan araştırmaları ve bun lan on lann Peygamberlerine bağlılık-larının başka bir deyişle, sünnet vc hadi-sin asırlar boyu İslâm toplumu üzerinde eksilmeyen etkisinin göstergesi olacaktır.

Bu noktada halkımızın sünnet anla-yışı üzerinde de bir parça durmak istiyo-rum. Bu anlayış dar kapsamlı olduğu kadar, sünneti bazı şekil hususlara mün-hasır kılma tehlikesini de taşımaktadır . Şöyle ki; sünnet denilince ilkönce, nama-zın sünnetleri, çocuklann sünnet edilme-si, sakal bırakılması, duada ellerin nasıl tutulacağı gibi müşahhas ve ilk planda

göze çarpan hususlar akla gelmektedir. Şüphesiz b u n l a n n her biri sünnet olmak-la beraber , bun lan da içine alan küllî bir sünnet mefhumu üzerinde durmak gerek-lidir. Buna göre Hz. Peygamber s .a . s . ' in bi 'set ten ö lümüne kadar geçen 23 senelik hayatı bütün yönleriyle, O ' n u n sünneti olarak telakki edilmelidir. Bu meyanda O ' n u n devlet idaresi, savaşı, banşı, insan-larla ilişkisi gayr-i müslimlere karşı tu tu-m u , m ü s a m a h a ve m e r h a m e t i , dürüst lüğü, ahde vefası, emîn oluşu, sa-de yaşantısı, K u r ' a n ' ı açıklama ve yeni meselelere çözüm bulma tarzı, insanlar arasında hüküm verme şekli, sosyal faali-yetleri, herkesin anlayış seviyesine göre davranış^ AJlah'-in.emirlerinden taviz ver-meden fak?t meseleleri de zorlaştırmadan leBTığde bulunuşu, şefkati, nezaketi, vel-hasıl bütün yönleriyle topyekün hayatı, bi-zim için uyulması, örnek alınması gereken bir sünnet t i r .Zaten Cenab-ı Hak , "sizin i(in Allah 'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır buyurmuyor mu? Öyle ise sünneti , şeklî olduğu kadar icrası da kolay olan bir iki şeye inhisar ettirip, dikkatleri vc müna-kaşalan bunlann üzerinde yoğunlaştırmak ve y u k a n d a sadccc bir kaç tanesini say-dığımız tatbiki zaruri, fakat o nisbette in-san iradesine matuf daha önemli hususlan göz ardı etmek müs lümanlann meselele-rini çözmede hiç de tutarlı ve^ıkar bir yol değildir. Yüce Peygamber ' in ferdî ve iç-timaî hayat ından elde edeceğimiz ana prensipler bu gün müslümanlar ın karşı-laştıklan bir çok problemi çözmede son de-rece faydalı ve yol gösterici olacaktır.

Hz. Peygamber s .a .s . ' e bağlılık, O ' -nun istediği ve örneğini verdiği insan ti-p i n e u y g u n o l a r a k y a ş a m a k s a ,

müslümanların bu anlayış doğrul tusunda yapt ıklan bü tün faaliyetler, O ' n u n sün-netinin günümüzde hâlâ canlı bir şekilde yaşadığının ve etkisini sü rdürdüğünün açık bir delili olacaktır. O halde geçmişte olduğu gibi günümüzde de Hz . Peygam-ber s.a.s» 'in hadis ve sünneti, hiç bir müs-lümanın vazgeçemeyeceği ve müstağnî kalamayacağı bir müracaat kaynağıdır.

42

Page 39: İlim ve Sanat

Medine-i Münevvere'ye Veda Ey meh-i burc - ı r i sâ le t ey şeh-i â l e m - m u t â Katre-i ş e b n e m gibi m i h r û n l e b u l d u k i r t i f â Ayn-ı u ş ş â k a g e l ü r k e n nur - ı z a t ı n d a n ş u a Hayli m ü ş k i l d ü r f i r a k u in f i sâ l u i nk ı t a Geldi ruz- ı f ü r k a t . o l d u kâr - i r ih le t i s t imâ Elveda u elveda u elveda u elveda

Doğmuş iken b a ş u m a s a y e n d e devlet gün le r i Gül gibi gön lüm a ç a r k e n mah- ı r a h m e t gün l e r i N â g e h a n e r d i k ı y a m e t gibi h a y r e t gün l e r i Ayrı l ık eyyamı , h i c r a n vakt i , f ü r k a t gün le r i . Ya Resu la l l ah bizi y a k t ı b u h a s r e t gün l e r i Elvedâ u elveda u elvedâ u elveda

Cennet-i k ö y ü n o l u p t u r ehl-i d ü n y a d a n ı rak V a r a m a z l a r d ı k a p u n a o l m a s a a ş k u n b u r a k Yolumuz sah râ -y ı gam. d i r pür -e lem. menzi l

uzak D o y m a k o lmaz g ö r m e g e . g i tmez g ö n ü l d e n

iş t iyak E l f i r â k u e l f i r âk u e l f i r âk u e l f i râk Elvedâ u elvedâ u elvedâ u elvedâ

Mülk- i d ü n y a pâd i şâh ı , â h i r e t s u l t a n ı s ı n On sekiz b in â l e m ü n b i r şâh- ı â l i - şan ıs ın Ü m m e t ü n ayt i ına H a k k ' u n nokta - ı g u f r a n ı s ı n Baş ına d e r m a n ı yok b içâ re le r L o k m a n ı s ı n Mihr- i devlet â s u m â n ı s ı n , ş e f âa t k â n ı s ı n Elvedâ u elvedâ u elvedâ u elvedâ

Ey çehâr e r k â n - ı d in ü çâr yâ r - ı kâm-b in Ey gül i s tan- ı ş e h a d e t gül ler i Âl-i güz in Adı güzel k e n d ü güzel şâh id in- i ş âh ı d'ın E y b u ye r l e rde y a t a n Ashab-ı H a y r ü l - m ü r s e l ı n Evve l in ü â h i r i n ü t ayy lb in ü t â h i r i n Elvedâ u elvedâ u elvedâ u elvedâ

Cem o lu r l a r zâ l r in- i türbe-1 Fah r - i c ihân Dağı lur lar âk ıbe t . manend-1 âh- ı â ş ı k â n Geldügi y e r e g ider le r c a n gibi p i r ü cevan Gökte b u l u t l a r y ü r ü r , y e r d e k ı t â r - ı k â r b â n Her b i r ine â h u zâr ile o l u r vlrd-1 zeban "E lvedâ u elvedâ u elvedâ u e lvedâ"

Rûz-ı r ih le t o ldu g i t t ü m Şâm-ı g u r b e t t e n y a n a Yola d ü ş t ü m nâ le ü â h ile m a n e n d - i s a b â Yol gibi b o y n u m b u r u p k a l d u m garıb û m ü p t e l â D ü n d ü m ey YAHYA ı r a k l a r d a n d e d ü m , e t t ü m

d u a " E y R e s û l ü n Türbes i , ey Şehr-1 F a h r ü ' l e n b i y â Elvedâ u elvedâ u elvedâ u e lvedâ"

Taş l ıca l ı Y a h y a Bey

43

Page 40: İlim ve Sanat

M Mehmet YAŞAROĞLU

ekke, Medine ve Kudüs, müslümanlar için asırlardan beri büyük önemi olan, Allah elçileri peygamberlerin, Hakk'ı tebliğ ettikleri; insanlığa numune bir hayatı ortaya koydukları ve her bir taşında, toprağında binlerce mânânın gizli olduğu şehirlerdir. Mekke, tâ Hz. Âdem'den; Kudüs, Hz. Süleyman ve babası Hz. Davud'tan; Medine ise Hz. Peygamber'den geriye kalan binlerce hatıra ile doludurlar.

'İlk'ler Şehri

Daha önceki peygamberlere gelen şeriatları da içinde bulundurması, insan hayatı için gerekli bütün hususları ihtiva etmiş olmasından dolayı "Allah katında yegâne din

îslâm"; Allah'ın bu dinini insanlığa tebliğ ettiği için de Hz. Muhammed s.a.s., "Âlemlere rahmet olarak gönderilen" son peygamberdir. Hz. Peygamber'in peygamberliğinin 13 yüı Mekke'de geçti. Daha sonra, Allah'ın emriyle Medine'ye hicret etti. Burada İslâm Devletl'ni kurdu. Bunun için "îslâm Devleti"nin"ilk müesseseleri burada kurulmuştur: İlk mescit, ilk başkent, düşmanlara karşı savunma

apmak için ilk mevziler, insanlığa slâm'ın öğretilmesi için ilk açık

öğretim müessesesi hep burada teşekkül etmiştir. Bütün bunlar Medine'nin taşında, toprağında müslümanlar için çok önemli mânâların gizli olduğunu göstermektedir.

Bütün bu hususiyetlerinden dolayı, Hz. Peygamber'den sonraki devirlerde, dört halife, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde Medine'ye özel bir önem verilmiş bilhassa Mescid-i Nebevi

i

44

Page 41: İlim ve Sanat

Bir Zamanlar Medine

AW<*r«/ //

başta olmak üzere, Hz. Peygamber'in namaz kıldığı diğer mescitler, savaşların cereyan ettiği yerler ve sahabilerin medfun bulunduğu mezarlıklar, asırlarca dikkatle korunmuştur.

Yakın Tarihte Gördüğü Önem

Yakın tarihimizde, sadece ecdâdımızın bile buraya yaptıkları hizmetler ne yazmakla, ne de anlatmakla biter. Anadolumuzdaki eski vakıf eserlerin vakfiyelerine baküdığında. hemen hemen bir çoğunda, vakıf gelirlerinin bir kısmının Medine ve Mekke'deki mescitlere ve ihtiyaç sahiplerine ayrüdığı görülür. Ayrıca her Şaban ayında, padişahların özel olarak hazırlatıp, başlarında Surre Emini'nin

bulunduğu "Surre Alayları"nın ve hac kafilelerinin, beraberlerinde Mekke ve Medine'deki mescitlere, emirlere, fukaraya hediyeler göndermeleri, o beldelere gösterilen ehemmiyetin delilidir. Hele asrımızın başlarında II. Abdulhamid Han'ın, ucsuz-bucaksız çölleri aşarak, en az üç bin kilometrelik Hicaz demiryolunu yaptırmış olması, müslüman ülkelerin bugün bile gerçekleştiremedikleri, hiç unutulmayıp, takdirle anılması gereken bir teşebbüstür.

Osmanlının Zarafeti

Yapılan bütün bu hizmetlerin dışmda, Medine ve Mekke'de bulunan mescitler, zamanlarındaki en modern yapı teknikleri ile inşa ve tamir edilmiş, bunların tarih içindeki sundukları mânâlar dikkate alınarak, eski yapıların özelliklerinin

45

Page 42: İlim ve Sanat

bozulmamalarına dikkat edilmiştir. Meselâ: Kabe'nin etrafına yapılan ve halen mevcut olan revaklı kısımların, Kabe'den yüksek olmamasına dikkat edilmiştir. Medine'deki Mescid i Nebevi ise, Hz. Peygamber ve sonraki dönemlerde yapılan ilavelerle oldukça genişletilmiş, buğun burayı gezerken, dikkatlice bakılacak olursa hemen hemen bu ilavelerin hangi kısımlar olduğu görülür. Halen Osmanlının yaptırdığı kısımda bulunan her sütunun dili vardır. Bunların renkleri, sütun başlıkları, yükseklikleri, üzerindeki yazıları hep ayrı ayrı mânâlar ifade etmektedirler. Hz. Peygamber'in "Benim evim (kabrim) le mimberimin arasındaki yer cennet bahçelerinden bir bahçedir." buyurduğu kısmın sütunları beyaz, diğer sütunları ise bir başka renktedir. Ayrıca mescidin Hz. Peygamber dönemindeki yüksekliği sütunlara konulan işaretlerle belirtilmiş, Hz.

Peygamber zamanındaki mescidin genişliği. Hayber'in fethinden sonra yapılan genişletmeler v.s. hep bu sütunlara bakılarak anlaşılabilir.

Bugün

Mescid-i Nebevi için gösterilen titizlik diğer mescitlerde de vardı. Meselâ; şimdi yıkılmış bulunan Kubâ Mescidi'nin eski şeklinde, "Üssise' âyetinin nazil olduğu yerde bir kitabe bulunmaktaydı. Bugün bu yoktur. Kıbleteyn Mescidi de bugün eski tarihi vasfını kaybetmiştir.

Bugün Medine'de yapılan mescitleri modernleştirme çabaları aynı titizlikle ve dikkatle yapılmamaktadır. Nitekim Kubâ Mescidi ve Kıbleteyn Mescidi yıkılmış,yerlerine inşa edilen yapüar, tarihi durumlarını muhafaza etmemektedir. Osmanlı döneminde Uhud ve Hendek harblerinin yapıldığı

46

Page 43: İlim ve Sanat

yerlerde inşa edilen, içlerinde yıllarca nöbetçi askerlerin bulunduğu kaleler de bugün belli belirsiz yıkıntı halindedirler. Hicaz Demiryolu'ndan ise iz bile kalmamış. Giderseniz halen Medine'de, Anbâriye denilen yerde bulunan gar binasmı pek mahzun görürsünüz. Geride kalan sadece istasyonun adını belirleyen sülüs yazılı

kitabesi ile, yanmış bir binanın içinde, kapısı, penceresi dağılmış, yülar öncesinin hatıralarını taşıyan üç adet harap lokomotif.

Medrese ve Ribatların Durumu

Yine çeşitli zamanlarda Medine'de bulunan bazı zevât tarafından, talebe-i ulumun ikâmeti ve ilim tahsili için yaptırılmış olan medrese ve kütüphaneler; çeşitli yerlerden gelip mücavir olarak yaşayanların ve

Medine'yi ziyarete gelenlerin ikâmet etmeleri için yapümış ribatlar ile bütün bunlara gelir temin etmek İçin yapılmış vakıf binaların,maalesef bugün bir çoğu kaybolmuş, bazıları da ilgisiz durumda bulunmaktadırlar. Meselâ Arif Hikmet Kütüphanesi, Beşir Ağa ve Şifa Medreselerimle Erzurum Ribatları bunlardan bazılarıdır.

'Fotoğraflarla Medine"

Bütün bu ihmaller tarih sevgisinin yeterli olmadığını gösterdi. Yeni yeni başlayan, eski Medine'yi belirleme çalışmaları ise yetersiz durumda. Geçtiğimiz aylarda Medine'de Sheraton Oteli salonlarında sergilenen, "Fotoğraflarla Medine" sergisini gezdiğimizde, önümüzdeki yıllarda Medine'de yapılması düşünülen inşaat ve düzenlemelerin durumunu gördük. Bu arada bir de eski Medine'yi

47

Page 44: İlim ve Sanat

gösteren resimler bulunmaktaydı. Bunların da en eski tarihlisi 1938 yılına aitti. Bir fotoğrafta da Kubâ Mescidi'nin eski mütevazi yapısı görülmekteydi.

Medine'nin eski durumunu gösteren bu fotoğrafları görünce, istedik ki. daha eski tarihli fotoğraf ve gravürlerin de burada sergilenerek, şehrin mütevazi durumu hakkında bir fikir sahibi olunabilsin. Biz bu düşüncemizin bundan sonraki senelerde gerçekleşeceği kanaatindeyiz.

75 Yıl Önce

Biz bu meyanda, Medine'nin eski durumunu gösteren dört adet; Arafat'ın durumunu gösteren bir adet kartpostal tesbit etmiş bulunmaktayız. Şimdiye kadar hiç bir yerde yayınlanmamış olan. belge niteliğindeki bu fotoğrafları

yayınlıyoruz. Bunlar siyah beyaz fotoğrafların sonradan renklendirilmesiyle meydana getirilmiş ve 1330/1911 tarihinde, Kazan'lı Cedit Abdurrahman tarafından tab ettirilmiştir.

Medine fotoğraflarının üzerindeki ifadelerden anlaşıldığına göre bunlar. Medine'nin bundan 75 yıl önceki umumi manzarasını (Fotoğraf I), Mescid-i Nebevi'nin içten görünüşünü (Fotoğraf II), Askerlerini (Fotoğraf III) ve Medine'ye gelen ziyaretçilerin develerinin konakladıkları yerleri (Fotoğraf IV) göstermektedir. Bir fotoğraf da Arafat'ın umumi manzarasını (Fotoğraf V) sergilemektedir.

Bu bir kaç fotoğraf büe bize. Medine-i Münevvere'nin eski durumu hakkında bir fikir vermekte, birçok tarihi yapının ise kaybolduğunu göstermektedir.

48

Page 45: İlim ve Sanat

İslâm Düsürıcesi ve Aristo Mantığı Mahmut KAYA

Bilindiği gibi, Hz. Muhammçd s.a.s'in peygam-ber olarak yaşadığı yirmiüç yıl zarfında Kur 'an ayet-leri" inmeye devarn ediyor, İslâm toplumu dinî, hukukî, ahlâkî ve sosyal alanlarda ortaya çıkan prob-lemlerinin çözümünü Kur ' an 'da bulabiliyordu. Ay-rıca yeni bir durum karşısında herkes doğrudan Hz. Peygamber'c başvurma imkânına salıip bulunuyor-du. Böylece ortaya çıkan her yeni problemin cevabı-nı yeni indirilen ayetlerde bulmak mümkün oluyordu. Yirmiüç yıl devam eden bu mutlu dönemde mümin-ler, İslâm'ın ruhlara sunduğu ilâhî ncş'eyle dinî bir vccd vc heyecan içinde, hayatlarından son derece memnun, fikir ve gönül Birliği içinde yaşıyorlardı, fs-lâm'ın bu ilk safvet döneminde -ferdî zevk vc temâ-yüllerin dışında- müslümanlar arasında hiç bir inanç vc düşüncc ayrılığından söz etmek mümkün değildir

İslâm toplumunda görüş ayrılığına yol açan ilk ciddî olay hilâfet meselesidir. Hatırlanacağı gibi Hz.

"Peygamber vefar edince (11/632) Medine'li yerliler (Ensar) ile Mekke'li muhacirlcr (Muhâcirûn), dev-leti yönetmek üzere peygamberin yerine geçecek olan halifenin kendilerinden olmasını istiyorlardı. JDinî ol-maktan çok siyasî vc sosyal, bir maiuyct ar«xje»T5u~ <>!.ı\ Hz. Ebu Bekir r.a'iıı halife seçilmesiyle çok kısa bir zamanda çözüınlcnmişsc de. sonradan "Şiil ik" gibi bir mezhebin doğmasına yol açtığı için önemli bir olandır,. _

İkinci halife Hz . Ömer r.a devrinde İslâmiyet, Arap yarımadasının hudutlarını aşmış İran, Irak, Su-riye, Filistin. Doğu Anadolu ve Mısır gibi çok geniş ülkeler İslâm coğrafyasına katılmıştı. Fethedilen bu bölgeler, eski çağlardan beri çeşitli din, mezhep ve felsefî fikirlerin arenası halindeydi. Mesela İran 'da Mazdaism ve Maniheism'den başka hepsi de İran'-daki dualism'in yorumuna dayanan birçok mezhep bulunmaktaydı. Diğer yandan felsefi düşünce, kurul-duğu tarihten ( M . O . 306) itibaren Hcllcnistik kültü-rün cn önemli merkezi durumunda olan İskenderiye

Okulu kanalıyla Akdeniz havzasına ve O n a Şarka ya-yılmış durumdaydı. Özellikle Milâttan sonra ikinci yüzyılda başlayıp altıncı yüzyıla kadar devam eden ilk patristik felsefe, kilise okullarında vc manastırlar-da Kilise Babalan tarafından tedris edilmiş ve böyle-ce felsefe dinî bir renge boyanmıştı. Artık İslâm Coğrafyası'nın birer parçası olan Mezopotamya böl-gesindeki Süryaniler arasında yeni-pîatonculuk; iran'ın Cündişapur şehrinde Anuşirvan (521-579) ta-rafından kurulmuş olan tıp okulunda ycni-platoncu felsefeyle beraber İran ve Hind düşünceleri okutulu-yordu. Yukarı Mezopotamya'dakı Harran şehrinde yaşayan paganlar (sabiiler) arasında ise matematik \'e astronomi gibi pozitif ilimlerin yanısıra ycni-platoncu vc yeni pthagorculuk yaygın haldeydi.

Buralarda yaşayan halkın çoğu müsiümanlığı ka-bul etmiş, kabul etmeyenler de İslâm'ın tanıdığı en-gin din vc düşüncc hürriyetinden âzami şekilde yararlanarak müslümanlarla birlikte içiçe yaşı-yorlardı.

Şu bir gerçek ki. çarpışan iki araçtan hızı da-ha çok olan d iker in i sürüklerken, kendi hızını vc şeldjğLd^if t inrTTBirolayV nasıl normal bir fizik hadisesiyse, b i n d i n i n vc b i r kül türün de -ne ka-dar güçlü vc hcyecanlı olursa olsun- hükümranl ı -ğı alt ına aldığı d in ve kül tür lerden etkilenmesi o kadar tabiî vc normal b i r sosyal hadisedir . Böyle-sine çok vc çeşitli dinlerin, mezhep vc felsefi düşün-celerin yaşadığı bölgelere yayılan İslâmiyet'in de fikir planında uzun süre kendi birlik vc homojenliğini ko-ruması kolay değildi. Fakat biz burada, müslüman-ların Hellenistik kültürle olan ilişkileri konusuna değinmeden önce İslâm'ın kendi iç bünyesinde mey-dana gelen ilk fikir hareketlerinin hangi problemler üzerinde gelişip yoğunlaştığını ve sistematik akıl yü-rütmenin nasıl başladığını kısaca özetlemek istiyoruz.

Hemen ifade edelim ki, İslâm dünyasında fikir hareketlerinin öncüleri, dinî nasları akılla tevil ve tef-

49

Page 46: İlim ve Sanat

2 emen ifade edelim ki, İslâm Dünyası 'nda fikir hareketlerinin öncüleri, dinî nasları akılla tevil ve tefsire çalışan, islâm inançlarını rasyonel bir temele

oturtmak isteyen kelamcılar olmuştur.

sirc çalışan, İslâm inançlarınıraşyongl bijLjcrncle myl^F-^İTrn^ur Kelâm'* aiı

"'meseleler daRîrSafiabc döncmin3eiârtışılmaya baş-lanmış vc yüzclli yıl sonra.Abbasi Halifesi Harun er-Rcşid'in (İ 70-193/786-809) döneminde ketim tam bir iîîm haJîrhle teş^tüTcnniSt i : Çünkü Tari^mayn îâP

Tnruhnri5nnneseîcyc. çeşitli nesiller farklı boyutlar kazandırarak zamanla ayrı ayrı kelâm okulları (fır-kalar) or taya çıkıyordu. Meselâ üçüncü halife^Hz. Osman r-a'ın şehid cdilmesiT Hz. Ali r.a. ile H z . W u a v i y c r.a. arasında cereyan eden savaşlarda her iki taraftan ölenlerin durumu ve bu cinayetlerde so-rumluluğu bulunanların dinî ve hukukî statüleri tar-tışma konusu olmuştur. ' 'Büyük günah" kavramı üzerinde yapılan bu münakaşalar sonucunda, büyük günâh işleyeni kâfir savarı Hariciler, fibıkteûnahk'ıı m ü m m j saydın Fhl-i"sünnet (selefiye) ve Hana sonra-ki bir tarihte ortaya çıkarak büyük günah işleyeni ne mümin, ne ile kâfir (el-ıneıızile bcyne'l-menzilcteyn) sayan MJtez i lc 'y İ görmekteyiz

Ayrıca, birinci hicri yüzyıl sona ererken İslâm toplumunda, üzerinde tartışılan cn önemli konunun "irade hürriyeti" dinî terimiyle "kaza ve kader" problemi olduğu şüphesizdir. Tarih boyunca insan düşüncesini meşgul edenTju mesele, dinî olduğu ka-dar felsefî, ahlâkî ve sosyolojik boyutları olan bir me-seledir. Konu üzerinde tartışmalar sürüp giderken insan iradesinin hür olduğunu savunan Mâbcd cl-C u h c n î (80/698) ile G a y l a n c d - D ı m a ş k î (105/722)'nin temsil ettikleri ve sonradan Mu'tczi-le'nin de benimsediği bu görüş mensuplarına " K a d e r i y e " adı verilmişti. İrade hürriyetini inkâr eden Cehm İbn Safvan (128/745)'in temsil ettiği ke-lâm okulu ise " C c h m i y e " veya " C e b r i y e " (Fata-lism) adıyla anılacaktır. Daha sonra Hicri üçüncü, Milâdî onuncu yüzyılda yaşamış olan Ebu ' l Hasan cl-Eş'ari (324/936) gelerek irade konusunda orta yolu savunacak ve temsil ettiği fikir " E ş ' a r i y e " adını ala-caktır.

Buraya kadar satır başı halinde geçtiğimiz ' 'bü-yük günah" vc "irade hürriyeti" problemleri ve te-mas etmeğe imkân bulamadığımız vc kelâm'ın cn önemli konularından olan "tevhid", " i m a n " vc "ilâ-hî sıfatlar" gibi meseleler etrafında gelişen ilk fikir hareketleri, tez vc antitez olarak kaynağını Kur 'an ve Sünnetten almıştır. Özellikle bu meselelerde ya-bancı kültürlerin direkt olarak etkisinden sözetmek oldukça güçtür. Gerçekte bu gibi problemler bakımın-dan çeşitli din ve kültürler arasında bir benzerlik ve-ya paralellik kurmak her zaman için mümkündür.

Bize göre bunlar beşeriyetin ortak meseleleridir ve akıl için daima yol birdir. Zaten şu lacivert kubbe altın-da söylenmedik söz mü kalmıştır!

Bununla beraber İslâm'la sistematik aklî tefek-kürün zaruretler neticesinde ortaya çıktığı bilinmek-tedir. Nitekim ınüslümanlığı kabul eden birinin, tümüyle eski inançlarından kopamaınası. İslâm'ı de-jenere etmek için dine sokulmak istenen bazı bidat-lann ortaya çıkması, İslâm karşısında yenik düşmeyi bir türlü içlerine sindiremeyen daha çok İran kültü-rüne bağlı bazı "Zenâdıka" ve "Melâhide" hareket-lerinin görülmüş olması; müslümanlarla Hıristiyan nastûrîler arasında cereyan eden teolojik tartışmalar ve İslâm toplumunun kendi içinde ortaya çıkan bazı problemler, sistematik tefekkürün başlamasında vc Kelârn'ın teşekkülünde itici faktör olmuştur. Zaten Kelâm ilminin şu tarifinden de, onun konusunu ve gayesini tespit etmek mümkündür: " K e l â m , vahiy ile sabit olan dinî inançların doğruluğunu akıl vc mant ık yoluyla isbat etmek, bu konuda or taya çı-kan şüphe vc tereddütleri gidermek, İs lâm'a so-kulmak istenen bidatlarla mücadele etmek ve hasımları ta raf ından İs lâm'a yöneltilen eleştirile-re bir metot dahilinde cevap vermekten ibare t t i r . "

Burada şöyle bir soru hatıra geliyor: Her ilmin dayandığı bir mantık vc kullandığı bir ınetoı bulun-ması gerektiğine göre. acaba Aristo mantığının ke-lâmcıtar üzerinde ne gibi bir etkisi olmuştur? Hemen ifade edelim ki. İslâm'ın rasyonalist filozofları olarak bilinen ve yabancı fikirlere cn çok açık olduğu iddia edilen Mu'tezile kclâmcıları. daima fikir hareketle-rinin merkezini teşkil ettikleri halde, mezhebin ku-rucusu sayılan Vâsıl İbn Ata (130/748Vdan itibaren vconu temellendirip geliştiren Ebu'l-Huzcyl el-Ali ât (228/849)'a kadar tam bir asır boyunca mantık ve fel-sefe terimlerine pek rastlanmaz. Oysa Organon 'un ijkjjç kitabı ile Porphvrius'un ( ö f 3 0 İ Y İ s â ğ ü n ^ \ T P sag..-- İbnu l Mukaf fa ' ( I 4 >/7V>, t.ı.-afındaıı IV], levî dilinden (eski Farsça) Arapça'ya teıcmne'cfilîîuşıu HaIife~Mc'mwn 2I8/8 Î3 . • iurduğu Beytu ' l -Hikmc'dcki tercüme faaliyeti sırasında ise Orgaııon'-un tamamı tercüme edilmiş; hatta KclAııı'.daıi-lilsc-fer ye geçişi sağlayan ilk Mcşşâi filozofu «4-Kindi (2 '">07873) mantık alan ında sekiz eşer kaleme al inişli. Buna rağmen Aristo Mantığı onikinci yü/.yifin son-larına kadar İslâm toplumunda genel bir kabul gör-memiştir. Bunun sebeplerini biraz sonra göreceğiz.

Genellikle Batılı oryantalistler İslamada aklî te-fe k k u rü ( r as y o n. 11 i / j n) Yıı n a n FeJse I e s i' n i n u:dk i ki v«> onun jjcclâmc ı la r ı arafından kıgmLkabiilü île "başla-

Page 47: İlim ve Sanat

A • . . . . . . . -tJL risto 'nun l(llk Muharrik" diye nitelendirdiği ve kendi zatından başka

hiçbir varlığı tanımayan âtıl ve pasif tanrı anlayışıyla islâm 'daki her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, her an varlığa müdahelesi söz konusu olan Allah

inancının bağdaşmasına imkân yoktu. Ayrıca Aristo'nun monoteism'i tam anlamıyla politeism *den kurtulmuş ve arınmış sayılmazdı.

tırlar. Ama anık bugün ilmî araştırmalar gösteriyor ki, kclâmcılar. aklî istidlâllcrinde metot olarak fıkıh-cıların kullandığı metodu kullanmışlardır. Daha Hz. -Peygamber devrinde başlamış olan re'y ile içtihad (el-ictihad bi'l-rc'y) metodundan, iki asır gibi uzun bir müddet îslâm Hukuku 'nun (fıkh'ın) tedvininde isti-fade edilmiş ve sonra İmam Şifi» (204/819) tarafın-dan Usulu'l-Fıkh adıyla bir hukuk metodolojisi; eğer tabir yerindeyse bir.İslâm mantığı vaz'edilmiştir, Fı-kıh usulü'ııüıı fıkıhla olan ilişkisi mantığın felsefeyle olan ilişkisine benzetilebilir. Bilinmeyeni bilinenle mukayese (kıyasuTgâıb alc'ş-şâhid) ederek hüküm çıkarma metodu, henüz Aristo mantığı bilinmezken hem fıkıheılann ve hem dc kelâmcıların kulandıkları bir metoddu. Dolayısiyle pratik hayatın icabı olarak Sahâbe devrinden beri fıkıh, İslâm dünyasında merkezî-ilmî bir disiplindi. Kclâmcılar da fıkıh ala-nında tahsil görmüş ve böylece hukuktaki sistematik akıl yürütme ilkesini kelâmda kullanmışlardır.

Şimdi gelelim "Kclâmcılar Aristo mantığına ni-çin karşı çıktılar?" sorusunun cevabına: Bu sorunun cevabını aşağıda zikredeceğimiz bir kaç hususta bul-mak mümkündür. Bize göre kelâmcılar temelde Aris-to metafiziğine karşıydılar; çünkü Kur 'an ' ın getirdiği ilahî hakikatlarla Aristo metafiziğinin birbirine zıt ol-duğunu biliyorlardı. Nitekim Kur 'an, âlemin, Allah'-ın hür vc mutlak iradesiyle yoktan ve hiçten yaratılmış olduğunu bildirirken, Aristo âlemin ezelî ve ebedî ol-duğunu söylüyordu.' Aristo'nun "İlk Muharr ik" di-ye nitelendirdiği ve kendi zatından başka hiçbir varlığı

tanımayan âtıl ve pasif tanrı anlayışıyla İslâm'daki her şeyi bilen vc her şeye gücü yeten, her an varlığa müdahelesi söz konusu olan Allah inancının bağdaş-masına imkân yoktu. Aynca Aristo'nun monoteism'i tam anlamıyla Grek politeism'inden kurtulmuş ve annmış sayılmazdı. O ' n u n eskataloji hakkındaki dü-şünceleri ile ruhun ölümsüzlüğü konusundaki görüş-leri tam bir belirsizlik arzediyordu. Bütün bu önemli hususlar dikkate alınacak olursa kelâmcıların, böyle bir metafiziğin dayandığı mantığa karşı çıkmakta ne kadar haklı oldukları daha iyi anlaşılır. Zira onlar, bu mantığın metafizikle olan ilişkisini, özellikle Aristo kategorilerinin ontolojik değer ifade ettiği konusunu tanışmışlardı. Burada bir başka hususu daha hatır-latmamız gerekiyor: Kclâmcılar, fizikte atomizmi be-nimsedikleri için Aristo'nun statik fizik anlayışına da karşıydılar. Çünkü onun fiziği metafizik için bir baş-langıç ve bir hazırlık niteliği taşımaktaydı.

Onikinci yüzyılın sonlarına kadar devam eden bu anlayış, bir Eş'arî kelâmcısı olan ünlü Gazzalî (505/1111) tarafından kınlmış ve hukuk metodoloji-si alanında yazdığı " c l -Mu» ta s f a " adlı eserinin gi-riş kısmında "mal t t ık b i lmeyenin i lmine güven o l m a z " diyerek İslâm dünyâsında Aristo mantığını "meşrulişurmıştır.

Netice olarak denebilir ki, İslâm düşüncesinin teşekkülü vc İslâm dünyasında ilk metodik akıl yü-rütme, Mu'tezilc kelâm okulu etrafında başlayıp ge-lişmiş ve Aristo mantığı Gazzalî 'ye gclinceyc kadar, felsefe okulları dışında genel bir kabul görmemiştir.

51

Page 48: İlim ve Sanat

r

İslâm Düşüncesi ve Yeni Çağa Etkisi Meselesi

İsmail K I L L I O Ğ L U

| ÖZET JLslâm düşüncesi, bütün insanlann, h e r / a m a n

için yararlanabilecekleri engin ve geniş bir zenginlik kaynağı olma niteliğini korumuştur .

Bu bakımdan tarih içinde çeşitli zaman ve bölgelerde karşılaştığı düşünceleri etkilemede zorlanmamışt ır . Batı düşüncesi de bunlardan

biridir ve bu etkinin sınırları ve boyutları aslında bütünüyle tesbit edilmiş değildir.

Bununla birlikte, batı düşüncesi, İslâm düşüncesinden etkilenmiş olmasına rağmen, mahiyet vc özellikleri bakımından farklıdır.

Batı düşüncesi beşyüz yıllık bir uygulamadan sonra anlaşılmıştır ki, insanlığın geleceği için

umut olma özelliğinden yoksundur . İnsanlığın bu beklentisine İslâm düşüncesinin kaynaklık

edebileceği anlaşılmıştır. İslâm düşünürler inin meseleyi yeniden gündeme alarak tar t ışmaya ve

incelemeye başlamaları zorunludur .

SUMMARY

/

'.slamic thought has been preserved as a rich and projaund inspiration for ali people and ali times. Because oj this, islam ıvas easily able to ajfect

other thought s in othtr times and regions, Western thought is such a case and the dimensions oj islam 's influence have not yet been fully determined. Although ıvestern thought was injluenccd by islamic thought it dijjers from it in regard to its origin and character.

After 500 years oj domınance, il is understood t hat ıvestern thought ojfers little hope jor the juture oj hurnanity. It has also been ıvell understood that islam can juljill the expectations oj hurnanity. Müslim seholars should study and discuss islamic knoıvledge in relation to today's problems and needs.

52

Page 49: İlim ve Sanat

D in 1 'hayat ve kudretin şahsî bir şekilde temessülü '' durumunda ortaya çıkar, Jertde özgür bir şahsiyet oluşur. Oluşan bu şahsiyet, ''kendini şeriatin kayıt ve şartlarından azad ederek (boşlayarak) değil, ancak kendi şuurunun (benliğinin)

derinlikleri içinde şeriatın hakiki kaynağını'' bulur.

1. Genel Olarak Bir düşünceyi , sistem (dizge) olarak

adlandırdığımızda, onun mahiyet inden kaynaklanan belli özellikleri taşıdığını da kabul ediyoruz demekti r . Çünkü bir dü-şünce dizgesi kendine özgü bir mahiyeti haiz olmalıdır ki, onun anlaşılmasında bu mahiyet, bağlayıcı bir görev üstlenebilsin. Ayrıca düşünce sisteminin mahiyetinin anlaşılabilmesi, kendini açığa vurmasını veya dış dünyada objektif nitelik kazana-cak şekilde kendini belirginleştirmesini ge-r e k t i r m e k t e d i r . Bir b a k ı m a " g i z l i h a z i n e " 1 olan mahiyetin ortaya çıkarak (veya çıkartılarak) anlaşılabilir ve kavra-nabilir bir şekle dönüşmesi , düşünce diz-gesinin bir gereği ve sonucudur .

Düşünce dizgesinin anlaşılması bir şeyi daha gerektirmektedir , o da düşünce dizgesinin mahiyetinden gelen özellikleri-dir. Gerçekten bir düşüncenin mahiyeti-nin anlaşılması özelliklerinin bütünüyle tebarüz ettirilmesiyle yakından ilgilidir. Ancak bir düşünce dizgesinin özellikleri-nin belirtilmesi, o düşüncc dizgesinin ma-hiyetinin dc aynı şekilde ve kısa yoldan belirlenmesini sağlamayabilir. Gerçekten düşünce dizgelerinin mahiyetlerinin anla-şılması daha uzun ve daha farklı bir yön-temi zorunlu kılabilir. Çünkü mahiyet , özellikleri belirleyen teknik kavramlar, akıl yürütmeler , kıyaslamalar v .b: gibi usûle ait araçlar ile her zaman için kavranma-yabilir. Öyle ki özellikleri dc aşan bazı du-rumlar ın , araçların varlığını zorunlu kılabilir. Başka söyleyişle özellikler, ma-hiyeti bütünüyle yansıtıcı bir görevi üst-lenemeycbilirier, ama yine de düşüncenin mahiyeti kavranmış olabilir. Böyle bir du-rumda kavrama veya an lama yetenckle-rinin,deyim ycrindeysc,mc£azi bir şekil de kullanıldıkları belirtilmelidir. Gerçekiey-sc, kavrama veya anlama yetenekleri du-yularımızdan vc aklımızdan kaynaklanan bir kavrama veya an lama yetenekleri ol-mayacaklardır . Pascal ' ın " L o g i q u e d u

c o c u r " kavramıyla ifade etmeye çalıştığı bu olgu. çok öncelerden Gazali tarafından " i ç g ö z ü " veya daha yerinde söyleyişle " K a l b g ö z ü ' ^ n ü n , bir bakıma vasıtasız kavrama veya anlamasını burada düşüne-biliriz.

2. Düşünce Dizgesi ve Din: Bir anlayışa göre dini hayatı iman,

düşünce ve marifet ya da irfan-ı hakikat ' olarak üç evreye ayırmak m ü m k ü n d ü r . Üç evrenin ilki olan inıan evresinde, tin-sel (manevî , ruhanî) hayatın f en ve top-luma ilişkin yönleri iman olgusunun buyruğu altında anlam kazandığı söylen-melidir. Bu evrede hayat, genel olarak top-luluk veya millet seviyesinde, toplumsal, siyasî, iktisadî önemli değişimleri başlat-ma ve yerleştirmede önemli işlevler yük-lenebilir. Bu evrede hayat ferdî p landa, yani ferdin iç evresinin düşüncc oluşu-munda daha yavaş seyredebilir. Fakat fer-d in , iman evres inde u y d u ğ u iman buyrukları onun içdünyasınııı düzene vc uyuma kavuşturulmasında önemli bir po-tansiyel hazırlığını da gerçekleştirir. Böy-Icce düşünce (tefekkür) evresine geçilir ki,, tinsel hayal , özünü , evrenin esasını, «le-yim yerindeyse metafizik boyutta a rar vc kurmaya çalışır. Bunu üçüncü evre olan marifet (ya da keşfetme) izler. İkbal ' e göre bu evrede metafizik yerini psikolojiye (ru-hiyat) bırakır ve tinsel hayat mut lak ha-kikat ile doğrudan temas istek ve eğilimini duyar . Böylece d i n " h a y a t vc k u d r e t i n şahsî b i r şeki lde t e m e s s ü l ü " d u r u m u n -da o r t a y a ç ıka r , f e r tdc özgür b i r şahsi-yet o luşur . Oluşan bu şahsiyet, "kendini şeriatin kayıt ve şart larından azad ederek (boşlayarak) değil, ancak kendi şuurunun (benliğinin) derinlikleri içinde şeriatın ha-kiki kaynağın ı" 4 bulur .

Son tahlilde elde edilecek sonuç, di-nin hayatın bü tünlüğünü parça lamadan, aksine hayatın anlam vc değerini bir yet-kinlik (mükemmellik) vc bütünlük (külli,

53

Bir hodit-i kudsîde; "Ben. gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı, bilinmem için yarattım." Duyurulduğu nakledilir. Ibn. Arabî, Fütuhat-ı Mekkiyc'de bu hadi» için "keşfen sahih" ancak 'naklen sabit değildir" derken, Suyuti "asılsız" okluğunu söyler. İsmail Hakkı Bursevi ise şu görüşü ileri sürer: 'Keşif ehline

aöre, bu Hadis-i Şerif sohihtir. (sterse, hadis ezbercilerine göre sahih olmasın. Zira keşif ehli olanlar, bizzat Peygamber s.a.s efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise, nakil yolu ile rivayet ederler. Sonra bir şeyin belli bir senedi olmayınca sabit olmadığını icab ettirmez... Zira, kesif halinde, vehim ve hayal olmaz." (Bursevi, I. Hakkı: Kenz-i Mohfi (Gizli Hâzine),' İstanbul 1967, s. M 3)

7 Ülken. R Ziya: İslâm Felsefesi (Kaynakları ve Tesirleri), Ankaro 1967, $. 124 vd; 326 vd, Gazoli için ayrıntılı bir çalışma: Karlığa, Bekir: Tehafütü'l-Felasjfe (Filozofların Tutarsızlığı). İstanbul 1981; Wensmck. A . J . La Pense de Ghazzali

Page 50: İlim ve Sanat

Etkiyi kabul ederek özümleyen düşünce sistemi, belli niteliklere sahip olabilmelidir ki, etkilenme sağlıklı sonuç verebilsin. Aksi takdirde etki kabul etmeyen bir şeyin etkilemesi de aynı şekilde zorluk gösterebilir. Önemli olan

etkilenmenin olumlu yönde sürdürülerek yararlı sonuca ulaşıcı bir süreci izleyebilmesidir.

üniversel) içinde anlamlandırmak ve de-ğerlendirmektir. Bu anlamlandırma vc de-ğerlendirmenin zihni bir ameliyeye tâbi tutulmasıyla düşünce dizgesine doğru ilk adım atılmış olmaktadır .

Buraya kadar olan ön açıklamada İs-lâm'ın düşünce olgusunu nasıl anlamlan-dırmak gerektiği işaret edilmeye çalışıldı. Ancak soyut olarak bir hareket noktası tes-bit ' ' tmek için " İ s l â m d ü ş ü n c e s i " ' deyi-minin tahlili yoluna gidilmedi, fakat bir veri olarak alındı.

Ö t e yandan batı düşüncesinin ve bi-limin kaynağı d u r u m u n d a olan İlkçağ dü-şünce vc biliminin kurulmasında iki önemli kavram göze çarpmaktadır : Eidos (somut görüş) ve Logos (anlamlı söz). Bu kavramların İlkçağ düşünce ve biliminde zorunlu şan la r olduğu, buna bağlı olarak somut görüş o lmadan Logos 'un olamıya-cağı, somut görüşün ifade edilmesi demek olan Logos olmadan da bilimin,* dolayı-sıyla düşünccnin olmayacağı sonucuna va-rılmalıdır. Gerçek bilgiyi ve düşünceyi iki kavram (yani Eidos ve Logos) aracılığıy-la temellendiren İlkçağ anlayış ve zihni-yetinin O n a ç a ğ boyunca da benimsenerek kabul edildiği bilinmektedir. Daha açık bir şekilde söylersek gerçek bir düşünce diz-gesi demek, batı düşünce vc bilim anla-yışında " b i r şeyi bilmeye u ğ r a ş m a " ve bilmek istenilen şeye aynı zamanda " h â -kim o l m a y ı ' " amaçlamaktır . Bu anlam-da batı düşüncesiyle İslâm düşünce dizgesinin karşılaştırılması pek yerinde ol-mamakla birlikte, mahiyet ve özellikleri-nin belirlenerek daha iyi anlaşılmasını sağlamak için farklarının ortaya çıkartıl-ması da gerekmektedir . Nitekim buraya kadar verilen açıklama belli bir farkın ol-duğunu sınırlı da olsa duyurmuş veya sez-dirmiş olmalıdır.

3. Düşünce Dizgesi ve Etki

Düşünce dizgeleri arasında çeşitli za-

manlarda ortaya çıkan etkilenmelerin, oran ve niteliği tartışılmış olsa bile, ger-çekliği açıktır. Nasıl İlkçağ Yunan düşünce ve bilimi Akdeniz havzası ve Or tadoğu bölgesinde yaşayan çeşitli ırkların düşün-ce, kültür ve tekniklerinden yarar lanarak etkilenmişse, kendi içinde bir bütünlük sağlayan Yunan düşünce ve bilimi de baş-kalarını etkilemekten geri kalmayacaktır. Sözgelimi Bahilonya veya H a r r a n sabit-liğinin mythos ile örülmüş astronomi ve astroloji siyle Mıs ı r ' ın pratik amaçlı geo-metri vc matematiği, İyonya 'da başlayan Yunan düşünce ve bilimini köklü bir şe-kilde etkilemiştir. Fakat bu etkileme Yu-nan d ü ş ü n c c ve b i l imini etki leyen düşüncelerin basit bir araç, sürekli yapı-lan bir taklit çizgisinde tutmamışt ı r . As-lında etkiyi kabul ederek özümleyen düşünce sistemi, belli niteliklere sahip ola-bilmelidir ki. etkilenme sağlıklı sonuç ve-rebilsin. Aksi takdirde etki kabul etmeyen bir şeyin etkilemesi de aynı şekilde zorluk gösterebilir. Öneml i olan etkilenmenin olumlu yönde sürdürülerek yararlı sonu-ca-ulaşıcı bir süreci izleyebilmesidir. Me-sela şartlan birbirine denk olan iki insanın kuracağı bir ilişki her ikisini pişmanlığa götürmeyecek bir sonuca ulaştırabilir. Bu-na karşılık şartları oransız veya dengesiz, özetle yetişkin bir kimseyle bir çocuğun ilişkisi dengeli ve yararlı sonucu doğuru-cu bir ilişki olamıyacaktır.

Bu bir bakıma düşünce ameliyesinin insana ilişkin yönüyle ilgilidir. Etkilenme bu bak ımdan insanî bir çerçevede ve bo-yutta cereyan edebilmektedir. Fakat etki-l e n m e n i n bu ç e r ç e v e vc b o y u t u görmezlikten gelinerek, düşünce ameliyesi yerine düşünce dizgesinin mahiyet ve özel-liklerine hamledilirse tutulan yöntem gi-bi varılacak sonuç da yanlış olacaktır. Çünkü mahiyet o şeyin esası demek oldu-ğundan, özellik de mahiyete ait olması do-l ay ı s ıy l a , e t k i l e m e d e n b ü t ü n ü y l e farklıdırlar. Eğer etkileme olayıyla mali-

5 4

Librairied Amerıgue et d'Orient, Paris 1940.

'»İkbal. Muhammed: İslâm'da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü (çev: Sofi Huri), İstanbul 1964, s. 199. Aynı kitabın bir başka çevirisinde dini

yojoy^n öç devreye ayrılması föyle adlandırılmaktadır: inanma, düşünme ve keşfetme (İkbal. Muhammed: İslâm Ruhu (Çev: E .A. ) , İstanbul 1963. s. 55. "Mari fet" kavromı "keşfetme" kavramından daha geniş bir anlamı içerir. Son çevirinin çeviriden çok bir özet şeklinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu bakımdan Sofi Huri çevirisi metin için esas alındı.

< İkbal, a.g.e. aynı yerden.

3 "İslâm Düşüncesi" konusunu ortaya çıkışı bakımından ele alan şu eserlere bakılabilir: Wott. W. Montgomery: İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devn (Çev: Ethem Ruh. Fglalı) , Ankara 1981; Karlığa. Bekir: " İ s l im Düşüncesinin Doğuşunu Etkileyen Sosyo-Politik, Kültürel ve Ekonomik Nedenler", M.Ü.

Page 51: İlim ve Sanat

Düşünce dizgeleri arasında etkileme-etkilenme olayı, bir yönüyle de düşünce olgusunun doğasında vardır. Çünkü düşünceler arasında alış-veriş demek olan etkileme-etkilenme durumu sözkonusu olmasaydı, 1'düşünce tarihinin bu kadar

gelişmesi'' de gerçekleşme imkânı bulamayabilirdi.

yet ve özellik öyle olmaktan yıkıyorlarsa, aslında o düşünce bir dizge seviyesinde oluşmamış dense yeridir. Bu nitelikte olan düşünceler yok mudur? Yukarda sözko-nusu edilen sabiilik, ' mitolojik bir inanış olması ve astronomi bilim disiplinine kat-kısı bakımından dikkat çekmiş olsa bile. bir düşünce dizgesi mahiyet ve özelliği gös-teremediği içindir ki, etkilediği İlkçağ Yu-nan düşünce ve bilimi karşısında varlığını sürdürememişt i r . H e m dc etkileyen ken-disi olduğu halde.

4. İslâm Düşüncesi nin Yeniçağa Etkisi Genel çizgiler içinde söylendiğinde,

İslâm dini, üst üste düşünce, inanış, kül-tür ve uygarlık katmanlarından oluşan Ak-deniz havzasında etkinliğini göstermiştir. Arabistan (suudi değil) yarımadası da doğ-rudan Akdeniz havzasına bitişik olmasa bile, onun ikinci kuşağı sayılır. Tar ih in kaydettiği kadarıyla İslâm dininin çok kısa bir süre içinde Akdeniz havzası başta ol-mak üzere Kuzey Afr ika 'ya , O n Asya, İç Asya, hatta Uzakdoğuya yayılması, çeşitli kültürler, inanışlar, düşünce ve kurumlar ile karşılaşarak ilişki ku rma d u r u m u n a geçmesidir. Böyle bir karşılaşmayla ger-çekleşen ilişki sonucu kültürler, düşünce-ler ve k u r u m l a r a r a s ı n d a b i r etkilernc-etkilenmc sürecinin başlaması da doğaldır . Etkilcme-eıkilenmenin getirdi-ği meselelerin olumsuz veya olumlu yön-ler inin tar t ış ı lması her z a m a n için yapılacak verimli bir konudur . Ancak bu yazının güttüğü amaç bu konuyu tartış-mak değil, doğrudan doğruya etkilenme d u r u m u n u n bir düşüncc dizgesinin ma-hiyet ve özellikleri ilişkisinin ayrımına dik-kat çekebilmektir. Bu a rada belirtmek yerinde olur ki, düşünce dizgeleri arasın-da etkileme-etkilenme olayı, bir yönüyle dc düşünce olgusunun doğasında vardır .

Çünkü düşünceler arasında alış-veriş de-mek olan etkileme-etkilenme durumu söz-konusu olmasaydı, "düşünce tarihinin bu kadar gelişmesi de gerçekleşme imkânı bulamayabil irdi denebilir .

Nitekim yaklaşık olarak IX. yüzyıl '-dan itibaren İslâm düşüncesinin böyle bir etkileme olayını gerçekleştirdiği bilinmek-ledir. Ve yeni yeni yapılan araşt ı rmalar bunun sanıldığının aksine çok derin, Uzun süreli ve geniş lx>yutlu o lduğunu ortaya çıkarmaktadır. Gerçekten batıda rö ne san-sa doğru uzanan düşünce sürecinde İslâm düşüncesinin çok önemli bir etkileme du-rumunu sağlamasıdır. Buıuııı bir kaç yön-den değerlendirmesi mümkündür :

a. i s lâm düşüncc vc b i l imin in sağ-ladığı b i r i k i m d e n , ki l ise baş ta o lmak üzere f ayda lan ı lmas ıd ı r . Endülüs, Sicil-ya ve Güney İtalya'da kurulan İslâm med-rese le r i ( ü n i v e r s i t e l e r ) y a l n ı z c a müslümanlarm öğrenim gördükleri ku-rumlar değillerdi. Hıristiyan vc Yahudi öğrenciler dc bu ku rumla rda müslüman-lar ile birlikte eğitim vc öğretim imkânla-r ı n d a n eşit b i r ş e k i l d e yararlanabiliyorlardı. T t b d a n felsefeye, matematikten astronomiye, kağıt kullanı-mından litografı (taş basması)ye, mima-riden tarım tekniklerine kadar çok geniş bir alanda İslâm düşünce ve biliminin, kı-saca İslâm düşüncc dizgesinin etkisi söz-konusuydu. Böylece bir yandan bu birikim tanınıp özümlenme yolları açılırken, öte yandan düşünce ve bilim metodu batı dü-şünce dünyasını yönlendirici bir fonksiyo-nu üstlenmiş oluyordu. Ayrıca İslâm öğretim kurumlar ında yetişen düşünce vc bilim adamları batıda kısa zamanda baş-layacak olan Röncsansın temellerini atı-yorlardı. Nitekim batıda oluşturulan ilk öğretim kurumları , düşünce ve bilim mer-kezleri olan Salcrno, Sorbonnc, Oxford , Köln gibi üniversiteler mimar ide , ders programlar ında İslâm öğretim kurumla-

55

ilohiyet Fakültesi, dergisi, Sy: 3, İstanbul 1985. S. 179-204; Ülken, HBmi Ziya: İslâm Düşüncesine Giriş, İstanbul 1954, Corbin, Henry: İslâm Felsefesi Tarihi (Çev: H. Hatemi). İstanbul 1986.

6 Hızır, Nusret: Bilimin Işığında Felsefe, İstanbul 1985, s.31.

7 Asfer, Ernst Von: Felsefe Tarihi Dersleri I, İstanbul 1943, s.3.

8 Sabiilik için: Corbin, a.g.e, s. 19 ve dn. 9'doki açıklamalar.

9 Keklik. Nihat: Türk-lslâm Filozoflarının Avrupa Kültürüne Etkileri, Felsefe Arşivi, s. 24'den oyrı bası. Istonbul 1984, s . l .

Page 52: İlim ve Sanat

Düşünce dizgesi olarak ortaya çıkmış düşünce oluşumlarının mâhiyet ve özellikleri, deyim yerindeyse kendine özgü olmalarıyla tebarüz ederler, islâm

düşünce dizgesi, insanın imkân ve şartlarına göre oluşmuş düşüncelerden. kaynak, mâhiyet ve özellik bakımından ayrılır.

rını kendilerine örnek seçeceklerdir. Öy-le ki, Napoli Kra l ı Fr iedr ich II sarayında müslümaniann kıyafetlerini giyerek Arap-ça konuşmayı yeğleyecek kadar bu etki-lenmeyi benimseyecektir.

b. İs lâm düşünce ve b i l i m i n i n b i r başka y ö n d e n e lk is iysc İ lkçağ Y u n a n k ü l t ü r ü n ü n yeni y o r u m l a r ile b i r l ik t e ba t ıya k a z a n d ı r ı l m a s ı şek l inde o lmuş-t u r . . Gerçekten batı dünyası İslâm kül-türüyle karşı laşmadan öncede İlkçağ düşüncesini biliyordu, ama bu çok sınırlı ve kavrayış bakımından da oldukça yüzey-sel ve sığ olmalıydı. Bundan dolayı olma-lıdır ki, bir çok müslüman düşünür ve bilginin İlkçağ felsefe ve bilimini tanıtan ve yorumlayan eserleri Arapça 'dan Latin-ce 'ye vc Romence 'ye çevrilmişlerdir. Bu çevirilerden sonra İlkçağ Yunan Kültürü-ne karşı ilginin yoğunlaştığı gözlenecek-tir. Sözgelimi Köln Ünivers i te l i 'nde bulunan ve Yeniçağ düşüncesine geçiş de bir köşe sayılan Albertus M a g n u s ' u n , Aristoteles'i bile İslâm düşüncesinin ba-kış açısıyla anlayıp değerlendirdiği yaygın bir gerçektir. Hatta İslâm düşüncesi o ka-da r etkisini duyurmuş tu r ki, " L a t i n İ b n Sinacı l ığ ı" , " L â t i n İbn Rüş t çü lüğü" bi-rer ekol hüviyeti içinde belli bir zaman hâ-kimiyetlerini sürdürmüşlerdir . Kelâm' ın konuları ban üniversitelerinde yoğun tar-tışmalarla gündeme gelmiştir.10 Çarpıcı ol-ması bakımından Gazali 'yle Rönesans düşünürlerinden bazıları arasında bir kar-şılaştırma yapılabilir.

1. Gazali: " K ö p e k , bir kere odunla (değnekle) dövüldü mü, a n ı k değneği her gördüğünde hemen k a ç a r . "

2. Lcibniz: "Mese l â köpekler, ken-dilerine değnek gösterildiği zaman değne-ğin sebcb olduğu acıyı hatırlar vc bağırıp kaça r l a r . "

3. Hume: "Meselâ köpeğe kamçımı-

zı kaldırıp onu tehdit ettiğimizde hayva-nın kamçıdan korkması, evvelce geçirdiği tecrübcdcn dolayı değil mid i r?" 1 1

Bütün etkileme örneklerini günümüz batı düşünürler i açısından söylemek de mümkündür . Gazali nin Bergson üzeren-deki etkisi tartışılmayacak kadar açıktır.

Bütün bunla rdan sonra, şu hususun gözönünde bulundurulması gerekir: Bel-li zamanlarda İslâm düşünce dizgesinin batı düşüncesini etkilemesi bir gerçek ol-makla birlikte, bu demek değildir ki. batı düşüncesi hep öyle kalmıştır. Oysa yak-laşık 13. ve 14.yüzyıllardan itibaren batı düşüncesinin, bu etkilenmeye rağmen kendi mahiyet ve özellikleri doğrul tusun-da bir oluşumu sürdürdüğü de önadad ı r . Başka bir söyleyişle, düşünceler arasındaki etkileme-etkilenme durumuyla düşünce-lerin mahiyet ve özelliklerinin farklı bo-yutlarda değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu anlamda batıda Rönesansın gerçekleş-mesinde önemli bir fonksiyon üstelenen İs-lâm düşüncesiyle, batı düşüncesi mahiyet ve özellik yönünden bir benzerlik göster-miş olmuyorlar. Yani İslâm düşüncesinin etkisine rağmen; nasıl oluyor da batı dü-şüncesi mahiyet vc özellikleri bakımından hemen hiçbir çizgi taşımayacak kadar farklılık gösterebilmektedir? türünden so-rular da, ihtimal ki geçerli olamıyacak-lardır.

5. Sonuç Buraya kadar yapılan açıklamaları

özetlemek gerekirse şunları söylemek m ü m k ü n olmalıdır:

Düşünce dizgesi olarak ortaya çıkmış düşünce oluşumlarının mâhiyet ve özel-likleri, deyim yerindeyse kendine özgü ol-malarıyla tebarüz ederler. İslâm düşünce dizgesi, insanın imkân ve şartlarına göre oluşmuş düşüncelerden, kaynak, mâhiyet ve özellik bakımından aynlır. Fakat bu de-

56

10 Ülken, o.g.e $. 304 vd.,

" Keklik, o.g.e, s. 4. Keza Gozali'yle Descartes'in "cevher" kavramı ve epistemoloji (bilgi kuramı) açıklamasında "balmumu" örneği de ilginçtir. Korsılasl (orşılaştırmalı metinler için: Keklik, a.g.e, s. 6 vd.

Page 53: İlim ve Sanat

atı düşüncesi insan için insanlığın geleceği için umut olma özelliğinden yoksun bulunduğunu ortaya koymuştur, insanlığın bu umuduna ve beklentisine islâm düşünce dizgesinin cevap olması, arayışına kaynaklık edebilecek mahiyeti

taşıması giderek, yavaş da olsa; anlaşılmaya başlanmıştır denebilir.

mck değildir ki İslâm düşüncesi insanın kabiliyet ve imkânlarına kapalı olup, on-ları yoksaymaktadır . Aksine bü tün bun-ları değerlendirmeye alır, onları koruyup gözetir, düşünme ameliyesini yücelterek onaylar. Bu bak ımdan kendi mahiyet ve özelliklerine aykırı gelmeyen düşünceleri hemen yargılamaz, onları yerli ycrincc de-ğerlendirmeye çalışır: Hikmet müslüma-nın yitiğidir. Bilim nerde (ve kimde) görülürse, o radan alınır. Böylece doğru, iyi, güzel olarak tanınan düşünce vc de-ğerler, İslâm düşüncesinin ilgi alanı dışın-da bırakılmamışlardır. Aynı şekilde İslâm düşüncesi, bü tün insanların, her zaman için yararlanabilecekleri engin ve geniş bir zenginlik kaynağı olına niteliğini koru-muştur . Bu bak ımdan , tarih içinde çeşit-li z a m a n ve bölgelerde karşılaştığı düşünceleri etkilemede zorlanmamışt ır . Batı düşüncesi de bunlardan biridir ve bu etkinin sınırları ve boyutları aslında bü-tünüyle tesbit edilmiş değildir. Bununla

birlikte, batı düşüncesi, islâm düşüncc diz-gesinden etkilenmiş olmasına rağmen, ma-hiyet vc özellikleri bakımından farklıdır. İki düşüncenin mahiyet ve özelliklerinin hangi yönlerden farklı oldukları ayrıca in-celenmeye muhtaçtır lar . Ancak şu husu-sun b u r a d a t esb i t i , bu fa rk l ı l ığ ın anlaşılmasında bir ipucu görevi üstlene-bilir: Batı düşüncesi yaklaşık olarak beş-yüzyıllık bir uygulama ve yaşanma d u r u m u n d a n sonra anlaşılmıştır k i " in-san için insanlığın geleccği için umut ol-ma özelliğinden yoksun bu lunduğunu ortaya koymuştur. İnsanlığın bu umuduna vc beklentisine İslâm düşünce dizgesinin cevap olması, arayışına kaynaklık edebi-lecek mahiyeti taşıması giderek, yavaş da olsa, anlaşı lmaya başlanmıştır denebilir . Fakat İslâm düşüncesinin vc bu düşünceye mensup düşünür ve bilginlerin meseleyi yeniden gündeme alarak tanışmaya, araş-t ırma ve incclcmcye başlamaları zorunlu-luk kazanmıştır .

«2 Kıllıoglu, İsmail: VenıçojJ Felsefesi Tarihi (Ders Notları), İstanbul 1986.

57

Page 54: İlim ve Sanat

Refah Devleti, Teori ve Pratiği

Dr. Emin E R T Ü R K

< i p Ö Z E T X \ - e f a h " ve " re fah ekonomisi"

kavramları bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğimiz " r e f ah devlet i" kavramından daha

eskidir. Refah programlarının toplumsal düzeyde tatbiki is lâm' ın ilk devirlerinden

başlatıldığı ve batıdaki aynı uygulamalardan çok önceye götürülebileceği kesinlikle

söylenebilir. Doğu 'nun Batı 'ya nazaran daha parlak olduğu dönemlerdckinin aksine, bugün

aynı refah programlarının Batı 'da daha gelişmiş olduğunu görüyoruz. Önemli kesinti dönemleri

bir yana bugün refah devleti deyince akla Doğu 'dan çok Batı gelmektedir. Bırakınız

düşük ücret almayı işsiz kalmanın bile riskinin sıfıra yöneldiği Batı ülkesi az değildir. Kanunla emredilen kurumlar ın İslâm

toplumunda işletilmemesi vc b u n u n yerine mahalli olarak malî vc idarî muhtariyeti olan yeni kurumların yaygınlaşması, yine devletin

zamanla içine düştüğü iktisadî kriz nedeniyle, sözkonusu mahallî kurumlaVı kaynak aktarma

mekanizması olarak kullanması, refah kurumlarını zayıflatmış olması bir yana,

yerlerine başka kurumların oluşmasını da iktisaden imkânsızlaştırmıştır.

SUMMARY

T, "ıvelfare'' and "ıvelfare economy" concepis are older than the ' 'ıvelfare state'' concept ıvhichıve ıvould like to Jocus upon in this

essay. It can be said ıvith certaınty that ıvelfare programs ıvere in application in the early Islamic ages, much earlier than ıvelfare programs int the ıvest. But today, in contrast to the situation when the east was mor e advanced than the ıvest, ive see these ıvelfare programs mor e deceloped in the ıvest. Altough t here ıvere some important exceptions in the post today the "ıvelfare state" concept calls to mind the ıvest mor e than the orient. Not only are low ıvages not a problem, even unemployement has been reduced to zerro in some ıvestern countries.

In Islamic }bciety, Islamic ıvelfare institutions ıvere not operated, and some neıv local institutions (those are autonomous financially and administratively) took theır places. Also ıvhen the state fell into economic crises, these institutions ıvere used as the resource transfer meehanism. For these reasons the Islamic ıvelfare institutions, ıvere not only ıveakened but ali possibilities for neıv institutions ıvere destroyed.

58

Page 55: İlim ve Sanat

" R e f a h " ke l ime o la rak iyi l ik , iyi d u r u m d a o lma , s ıhha t şar t la-r ı n ı n iyi o lmas ı , m u t l u l u k a n l a m l a r ı n ı i fade e d c r . " İ k t i s a d i re fah " k a v -ramı d a ke l imeye y ü k l e n e n bu m a n a d a n ha reke t l e , A .C Pıgou t a r a f ı n d a n " sosya l r e fah ın pa ra ile ölçülmeğe u y g u n ya d a o n u n l a iliş-kil i b ö l ü m ü " diye tanımlanmışt ır . Gerçi refah hem maddî , hem de ma-nevî şartların bir a rada bulunmasıyla vücut bulur ama, yukarıdaki tanınfı, maddî ciheti ifadedeki yeterliliği dolayısıyla biz dc uygun buluyoruz. Çünkü iktisadî refah mal ve hizmetleri tüketme potansiyelidir vc refah da zaten bu anlamıyla iktisadın konusu olmuştur . Belirtmek gerekir ki, iktisadî re-fahtaki bir artış.sosyal refahın diğer bölümlerini, sadece kendi parasal katkısı ile değil, fakat aynı zamanda para ile ölçülmesi m ü m k ü n olmayan deruni bir takım değişiklikler hasıl etmesiyle de etkileyebilir, ya da başka faktör-lerin zıt tesirlerini azaltabilir.

" R e f a h " ve " r e f a h ekonomis i" kavramları bu yazıda asıl üzerinde du rmak istediğimiz " r e f a h d e v l e t i " kavramından daha eskidir. Refah devleti kavramı YVebstcrs'da "va tandaş lar ına iş, tıbbi yardım, sosyal gü-venlik gibi garantiler sağlayan devle t" olarak ifade ediliyor. Aynı kavram-dan ilham alınarak T ü r k ç e ' y e " re fahç ı l ık" olarak aktarabileceğimiz "VVel fa r i zm" kavramı da refah devleti ya da bu devletin unsurları tara-fından refahı a r t ı rma yolundaki uygulamalar ve takip ettikleri politikalar olarak ifade edilebilir. ' Demek oluyor ki refah devleti, vatandaşlara mini-n.um hayat s tandardının garanti edildiği ve bu hayatı sağlamaktan ken-dini sorumlu tutan bir yönetim biçimidir. Belirtmek gerekir ki refah kavramı yönetim amacı olarak bu asrın buluşu değildir. Amerika Birleşik Devlet-leri Anayasası 'nın önsözünde genel refahtan Anayasanın amacı olarak söz edilir. A m a " r e fah devlet i" kavramı ikinci Dünya Savaşı yıllarında kul-lanılmağa başlanmıştır.1 S leeman 'a göre ifade Başpiskopos YVilliam Temp-le'in Vatandaşlar ve Kilise a d a m ı " adlı 1941 tarihli bir risalesinde ilk defa kullanıldı. Sözkonusu risalede "güçlü dev le t " yerine 44 refah devleti kav-ramının kullanılması gerektiği vurgulanmış t ı r " diyor vc orijini ne olursa olsun bu ifade hükümederin sosyal sorumluluklanndaki artışa paralel olarak 1945'tcn sonra kullanılmağa başlandığını ilave ediyor.3

Biz biraz daha gerilere giderek bugünkü refah devletinin köklerine yönelmek istersek karşımıza çıkacak ilk şeyin anayasal haklar olacağı açıktır. Çünkü refah,özelliklc toplumsal anlamıyla çok sesliliğe yönelmekle paralel-lik arzeder. Demokratikleşme süreci sosyal güvenliğin mal v c c a n güven-liğinden sonraya itilmesini zorunlu kılmaktadır. Bizim toplumumuzda bunun çok can alıcı bir ifadesi de vardır: 44Kül haşlayıp yemek" gibi. Kralın hakları daha doğrusu haksızlıkları Batı'da cn önemli darbeyi 1215'te Magna C a r t a L ibe r t a tum ' l a yemiştir.4 Kralın haklarını sınırlamak toplumun hak-larını genişletmek anlamını taşımaktadır. Ama bu alandaki gelişmenin çok hızlı o lduğunu ve anayasal hakların topluma süratle yayıldığını söylemek ne yazık ki zordur . Toplumun,yaşamalar ı için yemeleri gereken canlılar-dan oluştuğuna Kral ' ın inanması için Ma gn a C a r t a ' d a n sonra üç asırdan fazla beklemek gerekmiş ve ilk Poor L a w Act 1598 tar ihinde kabul edil-miştir. Sözkonusu belge fakirlere yardımı ve yoksulluğun önlenmesini amaç-lıyordu. Bundan tam 64 yıl sonra bu defa Act of Sett lcment kabul edilmekte ve çalışabilecekleri işe yerleştirmek, çalışamayacaklara ise huzur vermek amacıyla oldukça mevzi mahiyette düzenlemeleri içermekteydi. '

17.yüzyıl baştan başa Laises fa i re ideolojisinin o turmağa başladığı vc ekonomide kralların çoğaldığı yıllar olmuştur . Açıktır ki bu gelişmeler re-fah hizmetlerindeki gelişmelerin aleyhindedir . Kralların çoğalması mer-kezî idarenin tavr ına da engel o lmuştur . Doktriner sahada Laises faire

59

1 Websfr's New Twentieth Century Dıctonary Of The Englısh Language, Second Edition, The World Publıshing Compony. 1971

2 International Encylopedia Of The Social Sciences, The Macmillian Compony and The Free Press, Ne w York. 1972

3 Sleeman, J .F. The VVe/fore State, its Aims, Benefits and Cosfs, Unwin Universitiy Books, 1973 s . l

4 Bilindiği gibi sözkonusu belge Anayasa Hukukunun gelişmesinde önemli bir belge olarak halen tahlil edilmektedir.

5 Sleeman, a.g.e. , s. 109

Page 56: İlim ve Sanat

içinde kalmak şartıyla çoğu insan bunu tuhaf bulmayacaktır".* Yani devlet yeni gelir yaratı lmasa bilc.geliri fertler arasında vergi ya da primlerle yeniden dağıtarak az gelirli kesimin refahını yüksek gelirli kesim aleyhine yükselt-mek d u r u m u n d a kalabilecek vc ödeyenler bundan şikayetçi olmayacaktır.

Yukarıdaki fonksiyonunu icra etmeyi planlayan devlet etkinlikten de uzaklaşmıyacaktır . Refah devletinin üzerine istinat ettiği refah iktisadı-nın prensiplerini rafa kaldırmağa hiç gerek yok. Yani devlet bir yandan kaynakları üretimin çeşitli bölümleri arasında -bunlara sektörler dc diyebiliriz- o şekilde dağıtmalı ki marj inal sosyal verim o kaynakta ya da sektörde marj inal sosyal maliyete eşit olsun. Bununla da kalmıyarak gelir dağı l ımını , gelir in mar j ina l faydasını top lumun b ü t ü n tüketicileri ara-s ında eşit olacak şeki lde aya r l ama l ıd ı r . " Bunun dışındaki oluşumlara sebep olacak politikalar refah devleti anlayışı ile bağdaşmaz. Fakat çağ-daş kapitalizm bu sapmalarla doludur . Yani yukarıdaki şartların yerine gelmesini dışsal ekonomiler ve negatif dışsallıklar önlemektedir. Bu duru-ma çare olarak kullanılabilecek araçlar da kuşkusuz yine sistemin içinde bulunabilir; o da sapmalar kadar bir maliyetin kaynağa ödettirilmcsidir. '0

Aktarılacak maliyetin ne kadar alacağı, nasıl olacağı vc cn etkin hangi araç-larla aktarılacağı tamamıylc teknik bir meseledir; içinde bulunulan şart-larda makul bir yöntem seçilebilinir.

Refah devletini, kapitalizm ve sosyalizm ortak olarak doğurmuşlar-dır. İktisadî sistemleri doğuran , merkezî iktisadî kavram kıtlığı önleme metodudur . Bütün toplumların vc sistemlerin kıtlığı halletmek çabası içi-ne düşmeleri ekonomik sistemlerin de bize göre temel biçimlendiricisi ol-maktadır . Sistemleri farklı da tanımlasak çözmek istedikleri temel iktisadî problem kıtlıktır. O halde sistemler bolluk sistemleri değil hem sosyalizm hemde kapitalizm kıtlık sistemleridir. Kapital izmin sosyalizme dönüşme-si hiç bir ülkede kullanılan kaynakların kıtlık meselesini çözecek d u r u m a getirmeyeceğine göre, sistem üzerinde ısrar hiç bir anlam ifade etmiye-cektir. Nitekim etmemiştir de. İktisatçının ister kapitalist ister sosyalist olsun uğraşacağı temel iktisadî problem aynıdır. Her iki iktisatçının da kafasını kaynakların nasıl tam vc etkin kullanılarak, elde edilen hasılanın eşit olarak bölüşüleceği, ve yine bölüşümden zaman içinde herkesin ala-cağı payın nasıl artırılacağı meselesi meşgul edecekt i r . " Böyle olsa da ik-tisat mezheplerinin doğuşunun temel sebebi insan hak ve hürriyetlerinin ne olacağı sorusunda düğümlenmektedir . Bu sorudan iktisatçının payına düşen hakların maddî kısmıdır ama, insan ve vatandaş olarak sorunun tamamının muhatabı durumundadır . Seçim hakkını belirleyen şanlar onun istediği gibi olmasa da , iktisatçının da istediği çocukların talihsizlik ya da babalannın ihmalkârlığından ötürü kemik hastalığına yakalanmaması, yok-sulların ameliyat vc bakımları içiıı yeterli paraları olmadığından dolayı gençken ölmemeleri , yaşlıların min imum bir gelir seviyesiyle hayatları-nın sonuna kadar yaşamağa muktedir olmaları yanında bunların dışında-ki kesimin çalışma şartları ve hürr iyet ler inin de sağlanmasıdır . Samuclson'dan aldığımız Abraham Lincoln'un şu cümlesi söylediklerimizin güzel bir ifadesidir. "Devletin meşru amacı: Halk için yapılması gerekliyi, ama onların kendi gayretleriyle hiç ya da iyi yapamadağmı onlar için yapmaktır. " " Gerçekten bugünkü batı ekonomilerinde bu alandaki gelişmeler Lincoln 'un temennisini büyük ölçüde yerine getirmiş d u r u m d a d ı r . "

Buraya kadar refah devleti anlayışının kavramsal temelleri üzerinde durarak gelişmelerin özetini sunmaya çalıştık. Burada refah devletine yö-neltilen eleştirileri de belirterek bir sonuca ulaşmağa çalışacağız.

61

8 Somuelson, P.A. İktisat, (Çcv: D. DemirgH), s. 176.

9 Noqvi, a.g.e. $.79

'0 Etkinliğin temel şortlarının iyi bir açıklaması olarak bkz. Khler. H. VVetfare and plannıng: An Analysis ol Capitalism and Socializm, John Wiley and Sons, london 1976.

o.g.e. s.4-5

Somuelson a.g.e. s. 182

" Galçen ülkelerde savunma harcamaları yanında, savunma dış» harcama

Page 57: İlim ve Sanat

Refah devletine yöneltilen eleştirilerin çoğu, sosyal hizmetlerin etkin-likleri ve eşitlikçi amaçlan üzerine yoğunlaşmaktadır. Sosyal politika amacı olarak ulusal düzeyde asgari bir gelir sağlama politikası devamlı bir eşitli-ğin sağlanması anlamına gelmemelidir. Ha ge nb u rg ' a göre sosyal hizmet-ler için daha modern politikalar takip edilmeli ve aynı amaca kalkınma politikalarıyla ulaşılmalıdır, gelirin yeniden dağıtılmasıyla değil. Bu teş-hise göre 1948'den beri refah devleti politikalarının hatası amaçla aracı karıştırmak olmuştur . Bir başka deyimle eşitliğin anlamı zenginden faki-re doğru geliri bölüştürmek değildir. Yükü dağı tmada nimet vc külfet den-gesi bozulmakta, hatta bu uygulamalarda ifrata kaçılmaktadır. Bunun sonucu olarak da yukarı ve or ta sınıflar fakirlcşıirilmekte, bu da ihtiyaçla-rı olmadığı halde bazı kesimlere kaynak aktarılması sebebiyle olmaktadır .

Bu konuda bir başka iddia da Moileod ve Dovvell'dcn gelmektedir. Yazarlar test y a p m a d a n sosyal hizmetin sağlanmaması gerektiğini savun-maktadırlar. Ödenenle elde edilen arasında yakın bir ilişki bulunmalı, sosyal güvenlik tamamıyle sigorta sistemine dayandırı lmalıdır . Böylece her sos-yal hizmet kendi mekanizması içinde f inansmanını da bağlamalıdır. Bu yapılmadığı taktirde, halkın büyük çoğunluğu min imum hayat standar-dının üzerinde yaşama temayülü gösterecck, orta sınıflara özcneceklcrdir. Refah devleti bunun mantıki sonucu olarak orta sınıf devleti olacaktır. Hiç kimse ihtiyacı o lmadan vergi gelirlerinden yarar lanmaınahdır .

Bir başka iddia da refah programlarının toplumda ataleti teşvik ede-ceği çalışma şevkini azaltacağı büyük kitleleri devlete bağımlı kılacağı bu-nun da serbest teşebbüs yeteneğinin vc politik ferdiyetçiliğin altını oyacağı iddiasıdır.14

Bütün bu endişelere Samuelson 'un kendi sorusuna verdiği cevapla karşılık verebiliriz. Acaba refah harcamaları kapitalizmin aleyhine midir? diye soruyor Samuelson ve "bu harcamalar birinci raundda doğrudan doğruya mal oe hizmet tüketmezler, fakat bunları ellerinde bulunduranların sat inal ma güçleri artarak ikinci raundda özel teşebbüs için yeni siparişler ve yeni iş imkânları meydana getirirler" şeklinde yine ke'ndisi cevap ver iyor . " Zaten sistemde destekle-nen, desteklenmeğe ihtiyacı olan kimse alacağından ve bu kesim de faal üretim faaliyetinin dışında bulunacağından üçüncü endişeye katılamıyo-ruz. İkinci endişenin odaklaştığı orta sınıf devletinin sistem açısından makul bir gelişme olacağı açıktır. Üst sınıflardaki talep kifayetsizliği, gelirin alt sınıflara yayılmasıyla üretimin motoru du rumundak i talep canlılığına dö-nüşür . Kaldı ki şimdiye kadarki gelişmeler hiç de yukarıdaki iddiaları des-tekler sonuçlar ortaya çıkarmamıştır .

Buraya kadarki izahlarda refah devleti doktrininin üzerine oturtul-duğu ve kapitalist ve sosyalist iktisatçılar arasında hürriyet ve iktisadî et-kinlik tart ışmalarına büyük ölçüce konu olan refah iktisadı üzerinde, kısa bir makalenin boyutlarını açtığı için durulmamıştır .1* O n u bir başka ça-lışmanın konusu olmaya bırakarak İslâm tarihinin refah devleti kavramı karşısında d u r u m u n u n ne olduğu üzerinde durmak istiyoruz. İslâm'ın ka-pitalizm ya da sosyalizmle karşı karşıya getirilip, müesseseler itibariyle bir kıyasa kalkılmasında yapılacak hataların, refah devleti kıyaslamasında ya-pılması muhtemel hatalarla kabili kıyas değildir. Aşırı ölçüde dünyevileş-miş, ahlâkî esaslardan tecrit edilmiş ya da mekanik bir ahlâk anlayışına o tu rmuş bir sistemle İslâm ahlâkına istinat etmiş bir sistemin mukayese-sidir bu çünkü. Bunun da çok yapılmış bir hata olduğu tartışma götür-mez bir sarahettir .

Öyle olsa da refah devletinin insan için yapmayı planladığı şeylerle İslâm'ın bazı kurumları çakışmaktadır; fakat İslâm'da devletin yanına bü-

62

kelemleri önemli gelişme göstermektedir. Hatta yer yer savunma aışı harcamaların payındoki artısın nisbi olarak daha büyük olduğunu görmekteyiz. Bkz. bleeman o.g.e. s.80 özellikle transfer harcamalannın iktisadi tahlili için bkz. Buchanan, J.M. Public Fınance, An introduetory Text Book, Richard lrwin, Homevood Illinois, Third Edition 1970.

Bkz. Tıtmus, R.M. Assev on The VVe/rare State, Unv.n University Books, Second Edition. london 1963 s.35-36.

Samuelson, o.g.e >.176

Bu tartışmaların boyuttan hakkında bilgi için bkz. Rowley. C.K. and Peacock A.T. VVe/fore Economics: A Liberal restatement York Studies in Economics, London 1977.

Page 58: İlim ve Sanat

tün hayırlı işlerinde ona destek sağlayan bir refah cemaatı emredilmekte-dir ki fakirin, düşkünün, zayıfın elinden tutmak bu cemaat şuuruyle adeta maşeri vicdan haline dönüşmüştür . Cemaa t şuuru mevzi bir hadise olma-yıp müslümanın nerede bulunursa bulunsun yanında yanıbaşında hisset-tiği bir şuurdur . İslâm toplumu bu şuurla vasat (orta yolu izleyen ifrattan ve tefrit ten uzak) bir toplum olarak tarif edilmektedir. "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara fâhıt olasınız. Peygamber de size şahit olsun. " 17 Bu ayetten anladığımız o ki. müs lüman toplumu,kapitalist top-lumla sosyalist toplumun ortasına değil birbirlerine karşı çok hassas un-surlardan oluşmak hasebiyle onların üzerinde bir yere oturtulmak icabeder. Naqvi dc aynı konumu vererek İslâm "ferdi ve toplumsal düzeyde gayri tabii aşırılıkları reddeden bir genel hayat düsturunun adıdır" diyor.1 1

Refah devletinin zuhurunu hazırlayan sebepler üzerinde dururken da-ha önce belirttiğimiz ekonomik ve politik rahatsızlıklar İslâm'daki ideal denge kurumları sayesinde hiç yaşanmadığı noktasından da bugünkü sis-tem anlayışından farklılık arzetmektedİF. Kanun koyucu (Allah) bu tür huzursuzlukların cahiliye döneminden İslâm toplumuna yansımasını ya-saklamıştır. Üzerinde ençok durulan konulardan biri iktisadî ve siyasî ra-hatsızlıklara meydan verecek unsurları or tadan kaldırmaya yönelik kurumlar vaz ' ıdır . Otuzu aşkın ayette adaleti, altmışa yakın ayette zeka-tı. o tuzdan fazla ayette dc sadakayı emrederek hem siyasî hem de iktisadî adaletin toplumda tesisini zaruri kılmıştır. Bu müesseseler örgüsünün di-ğer halkaları da vaz edilerek mükemmelliğe ulaşmanın yollan gösterilmiştir. Güç lünün yan ında değil hak l ın ın y a n ı n d a o lmanın prens ip ler id i r b u n -la r . Öyle anlaşılıyor ki kalkınma, büyüme vc gelişme gibi kavramlar top-lumsal miller haline hiç mi hiç getirilmemiştir. Hem siyasî hem de iktisadî

olarak üzerinde en çok durulan husus adil bir bölüşüm meselesidir. Bütün toplum kesimleri bu birinci amacın tahakkukunu mümkün kılacak dav-ranışlar içinde bulunacaktır . Bu bakış açısı vc emirler manzumesi gelir artışı olmasa da gelirin bölüşümü her safhada ve d u r u m d a daha zengin olanlardan fakirlere doğru bir akımı ifade etmektedir . Bu akım mecburî olduğu (zekat) gibi ihtiyarî dc (sadaka) dar an lamda olabilir. Buradaki " i h t i y a r î " kavramı mecburiyet safhasına da çıkabilir. Bu çıkış devlet zo-ruyla olabileceği gibi cemaatin bir ferdi olarak müslümanın kendi vicda-nıyla da olabilir. Kur ' an ' ın meseleyi vaz edişi çok dikkat çekici mahiyettedir. "Alallarında sail ve mahrum için bir hak vardı"" Yani zengin müslüman ken-di başına bırakılmamıştır. Ayette geçen sail, isteyen, dilenen; mahrum ise ihtiyacı olmadığı zannedilen vc sadakadan dahi m a h r u m bulunan kimse-yi ifade eder. Peygamber s .a .s . ' in de özellikle bu lunup gözetilmesini em-rettiği kişilerdir bunlar . Yine bir başka ayette Allah "Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları temizleyesin " buyurmaktadır . 2 0

İhtiyacı olmadığı halde cemaati kendi hesabına istismar eden kimse-ler yerilmiştir. Peygamberimiz s.a.s 4 'Hayatım kudret elinde olan Cenab-ı Hakk 'a yemin ederim kı sizden biriniz urganını alıp arkasına dağdan odun yüklenerek getir-mesi ve satıp geçinmesi bir zengine gelip de sadaka istemesinden çok hayırlıdır" buyurmuş tu r . ' 1 Bu hadis toplumda ihtiyacı olanın dışındakilerin çalışma-sını emrettiği gibi kişisel onu run muhafazasının da toplumsal sıhhatin te-mellerinden olduğunu vurgulamaktadır . Görülüyor ki batıda geliştirilen refah devleti doktrininin endişeleri İslâm'da esasından yok edilmiş bulun-maktadır .

Burada imkân ölçüsünde yer verdiğimiz ayet ve hadislerin, belirtil-mesi gerekenin yanında çok az kaldığına da değinelim. Ama bizi esas ilgi-lendiren hususun bu kanunlara İslâm tarihinde uyulup uyulmadığı, hayata

63

" Bokoro: 143

18 Naqvi, a .g.e . , $.79.

19 Zöriyût: 19. Buradaki "hale" kavramını zekâta hamledenler olduğu gibi surenin Mekke'de nazil olması, zekatın da Medine'de farz kılınması dolayısıyle bunu farz olmayan, ama taahhüt edilen bol bir na$ip diye tefsir etmişlerdir. Bkz. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili c. 6, $. 4532. Buhari, Tecnd-ı Sarih c. 5, $. 276

'0 Tevbe: 103. Baz. yazarlar da iş yapabilecek durumda olan fakirlerle, sürekli bir maaşa ihtiyaç göstereni ayırarak birincisini gerekli malzeme sağlanınca üretip hayatını kazanacak duruma gelebilecek kimse, diğerini ise devletten sürekli maaş alocak durumda olan ve bir iş tutamayan kimse olarak anlamaktadır. Bkz. Mabid Ali Alcarhi, Toword an İslamic Macro Model of Distrubution.- A Comperative Approach, Journal of research in İslamic Economics King Abdülaziz University Vol.2 No:2 Winter 1985 s. 1-27

2» Buhari, Tecrid-i Sarih c. 5, s.95

Page 59: İlim ve Sanat

m cd nc ol

Tez A.Ö. İlahiyat Fakültesi

talim Hukuku Anabtllm Dalı'nda Dr. İbrahim Çalışkan tarafından hazırlanan "İ8LÂM CEZA HUKUKUNDA GAYR-İ MÜSLİMLER! N STATÜSÜ" adlı doktora tezi geçtiğimiz günlerde Jüri huzurunda savunulmuş ve kabul edilmiştir.

Tez. İçindekiler. Önsöz. Giriş. Beş bölüm ve Sonuç ile Bibliyografya'dan meydana gelmektedir.

Giriş bölümünde, konunun önemi üzerinde durulmuş, konunun sınırlanması yapılmış ve bölümlerde ele alınan konular hakkında özet bilgi verilmiştir. Genel Bilgiler adını taşıyan Birinci Bölüm'de, İslâm'ın insanlara bakış açısı ele alınmakta ve buna dayanarak dünyadaki insanların tasnifleri yapılmaktadır. "Daru'l-İslâm" ve "Daru'l-Harb" kavramlarının mahiyeti, ortaya çıkışı tarihi seyri içinde İncelenmekte ve bu kavramların İslâm hukukçularına göre tanımları mukayeseli olarak yapılmaktadır. Ayrıca. Tez'ln esas konusunu teşkil eden "Zımmi" ve"Müste'min" kavramlarının tanımı ve bunlarla İslâm devleti arasında var olan "Zimmet Akdi" ve "Eman"ın mahiyeti, hukuki

dayanağı, İslâm hukuku açısından kronolojik olarak İncelenmekte ve zımmiler ile müste'minlerin hukuki statüleri genel prensipler halinde ortaya konulmaktadır. Bu bölümde ayrıca. İslâm hukukunun uygulama alam ile zımmi ve müste'minlerin kendi aralarında ve onların müslumanlarla olan davalarında yetkili mahkeme ve bunlara tatbik edilecek hukuk tespit edilmektedir.

İkinci Bölüm'de. bagy (lsyân). hlrâbe (yol kesme ve yağma), casusluk suçları ve cezaları. "Devletin Varlığı Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında incelenmektedir.

Üçüncü Bölümde, adam öldürme suçu ve müessir fiiller ve cezaları. "Şahıslar Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında ele alınmaktadır.

Dördüncü Bölümde, zina suçu ve cezası, kazf (zina iftirası) suçu ve cezası, şarap içmek ve sarhoşluk suçu ve cezası, "Umumi Adap ve Aile Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında incelenmektedir.

Beşinci Bölüm'de, hırsızlık suçu ve cezası ile hırsızlık sayılmayan cürümler ve cezaları. "Mal Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında ele alınmaktadır.

Bu bölümlerdeki cürümler ve bu cürümleri işleyenlere

uygulanacak cezalar, önce genel olarak ele alınmakta, bu cürümler ve bunları işleyenlere tatbik edilecek cezaların diğer dinler ve hukuk sistemlerindeki durumlarına kısaca temas edilmekte ve Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddelerine yeri geldikçe atıfta bulunulmaktadır. Daha sonra. İslâm hukukunun bu cürümler ve bunları işleyenlere uygulanacak cezalar hakkındaki hükümleri, çeşitli mezheplere göre ortaya konulmaktadır. Bu cürümler, zımmiler ve müste'mlnler tarafmdan işlendiği takdirde nasıl cezalandırılacakları, konusunda İslâm hukukçularının görüşleri tespit edilerek değerlendirilmektedir.

Tez'ln sonuç bölümünde, incelenen konular hakkında varılan kanaat ve görüşler yer almaktadır.

Tez, konu Üe doğrudan ve dolaylı olarak ilgili zengin bir bibliyografyayı ihtiva etmektedir. Birinci derecede Arapça kaynak eserlerin yanında Osmanlı devri kaynaklarından İngilizce. Fransızca ve Almanca eser ve makalelerden geniş ölçüde istifade edildiği anlaşılmaktadır,

K Haber

ur'an-ı Kerim'in nüzülundan itibaren onun Arapça anlamayan müslümanlar tarafından da anlaşılmasını temin için başka dillere tercüme edilmeye başlandığı bilinmektedir.

Günümüze kadar tesbit edildiğine göre K.Kerim'in 65 dilde 561 ayrı müellif tarafından tercüme ve tefsiri yapılmıştır. Bunların yamnda Kur'an-ı Kerlm'den çeşitli sure ve âyetlerin seçümesiyle bu yekûn 883'e ulaşmaktadır.

İşte Kur'an-ı Kerim'in bugune kadar yapılan çeşitli dillerde tercümeleri Ük defa olarak uluslararası düzeyde bir 8empozyum'da ele alındı. Geçtglmlz ay. 21-23 Mart 1986 günlerinde İstanbul'da yapüan bu 8empozyum. kanaatimizce şimdiye kadar yapüanlann en anlamlısı idi.

Bu anlamlı Sempozyum merkezi Libya'da bulunan İslâm'a Davet Cemiyeti üe İslâm Konferansı Teşkilatı'na bağlı. İstanbul'da faaliyetlerini sürdüren İslâm Tarih. Sanat ve Kültür Merkezi Tarafından müştereken düzenlendi.

Tebliğlerin konusu daha ziyade, yabancı dillerdeki Kur'an tercümelerinin kimler tarafından ve ne maksatlarla yapüdıkları ve tercümelerdekl yanlışlıklar üzerine idi Sunulan tebliğlerden bazılarının müşterek kanaati, bilhassa Batı dillerinde yapılmış olan tercümelerin önsözlerinde İslâm'a ve Kur'an'a sataşmaların olduğu şeklinde idi. Ayrıca yapılan bu tercümelerin doğrudan Arapça'dan yapılmadıkları, bir (Ülden dlger dillere yapılan tercümenin tercümesi şeklinde oldukları da ifade edildi. Bir

düden diğer düe yapılan tercümelerle eserin orijinalinin kaybolduğu gerçektir. Bunun İçin toplantıda üzerinde durulan en önemli hususlardan biri de Kur'an'ı gerçekten anlamak isteyen, kim olursa olsun, onun Arapça aslından okuması gerektiği konusuydu.

Bu toplantıda üzerinde durulan ve ortak kanaat haline gelen hususlardan biri de, gayr-i müslimlerln okuyup istifade etmeleri için Kur'an-ı Kerim'in Müslüman âlimler tarafından Arapça dışındaki dillere tercüme edilmesinin lüzumu İdi. Çünkü gayr-i müslimlerln yaptıkları tercümeler. Arapça bilseler bile kâfi degü, bilakis asıl manadan çok uzaklaşmaktadır. Sempozyum'da bunun birçok misalleri verildi.

10