buket uzuner - kumral ada mavi tuna

220
BUKET UZUNER Kumral Ada Mavi Tuna REMZĐ KĐTABEVĐ BUKET UZUNER (1955 Ankara) Hikâye, gezi ve roman yazarıdır. Üç kıtanın kuzeyinde öğrenci ve araştırmacı olarak yaşamış, uzun tren yolculukları yapmıştır. Yerleşememek, uzak — uzun yollara düşmek ve yazmak en bilinen zaaflarıdır. Hâlâ uzun - uzak tren ve uçak yolculukları, kısa-yakın vapur ve otobüs gezilerinde "öbür ben"inin ulaşılmaz albenisi peşine takılarak yazmaktadır. Buket Uzuner, Balık izlerinin Sesi adlı romanıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülleri'nden birini almıştır. Kumral Ada ~ Mavi Tuna (1998 istanbul Üniversitesi iletişim Fak. Roman Ödülü), yazarın dokuzuncu kitabıdır. Buket Uzuner'in yayımlanmış kitapları: ,? Hikâye: Benim Adım Mayıs, Ayın En Çıplak Günü, Güneş Yiyen Çingene, Karayel Hüznü, Şairler Şehri; Gezi: Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notlan, Şehir Romantiği'nin Günlüğü, New York Seyir Defteri; Roman: iki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babalan, Sevgilileri ve Diğerleri; Balık izlerinin Sesi (1993 Yunus Nadi Roman Ödülü), Kumral Ada ~ Mavi Tuna (l.Ü. iletişim Fakültesi Roman Ödülü). Bu romandaki karakterler gerçeğe ne denli yakın görünseler de kurmacadırlar. Roman kahramanlarının yazarla ve/ya yaşayan kişilerle benzerlikleri bir tesadüf olabilir. Bu kitabın yazılışı sırasında bazı makale, kitap ve yaşayan kişilerin deneyimlerinden yararlandım. Bunlar: Robert El-bish'in "Peering Into the Nanofuture" (Sky, Mart '97), Cengiz Bektaş'ın "Kuzguncuk" (istanbul, Haziran "92), Douglas Waller'm "Onward Cyber Soldiers" (Time, Ağustos '95), "As-kerler-dosya" (Foküs, Ocak '96), Şenay Kalkan'm "Aleviler" (Radikal, Aralık '96) makaleleri ile Hans Magnus Enzensber-ger'in iç Savaş Manzaraları (Çev: Ersel Kayaoğlu), Sun Tzu'nun Savaş Sanatı (Çev: Sibel Özbudun, Zeynep Ataman), Yves Michaud'nun Şiddet (Çev: Cem Muhtaroğlu), John Kee-gan'ın Savaş Sanatı Tarihi (Çev: Füsun Doruker), Robert F. Burges'in Ships Beneath The Sea, Thomas Hobbes'un Leviathan ve Thucydides'in History of the Peloponnesian War adlı kitaplarıdır. Kitabın yazımı sırasında bana yardım eden herkese, özellikle Juliette Binoche, Can Dündar ve anneme teşekkür ediyo- BUKET UZUNER KUMRAL ADA MAVÎ TUNA 29, Đstanbul Üniversitesi iletişim Fakültesi 1998 Roman Ödülü Remzi Kitabevi KUMRAL ADA - MAVĐ TUNA / Buket UzUHCr Kapak ilüstrasyonu: Ali Murat Erkorkmaz Arka kapak fotoğrafı: Karen Thirman Kapak düzeni: Ömer Erduran KUMRAL ADA ~ MAVÎ TUNA AttüaÖhan'a... ISBN 975-14-0390-1 BĐRĐNCĐ BASIM: Haziran, 1997 YĐRMĐ DOKUZUNCU BASIM: AğUStOS, 2000 Remzi Kitabevi A.Ş., Selvili Mescit Sok. 3, Cağaloğlu 34440, istanbul. Tel (212) 513 9424-25,5i3 9474-75, Faks (212) 522 9055 WEB: http://www.remzi.com.tr E-POSTA: [email protected] Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. "Akıl, aşk ve can! ..,,,. Bu üçü üçgendir. Her derde çare, her yaraya merhemdir." Mevlânâ Celâleddin Rumî (II. Divan Kebir) SALI SABAHI . 'I! Bir salı sabahı uyandım. Bütün gazeteler hayatta en çok sevdiğim kadının bir

Upload: pl-bir

Post on 05-Dec-2014

128 views

Category:

Documents


14 download

TRANSCRIPT

Page 1: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

BUKET UZUNER Kumral Ada Mavi Tuna REMZĐ K ĐTABEVĐ BUKET UZUNER (1955 Ankara) Hikâye, gezi ve roman ya zarıdır. Üç kıtanın kuzeyinde ö ğrenci ve ara ştırmacı olarak ya şamış, uzun tren yolculukları yapmı ştır. Yerle şememek, uzak — uzun yollara dü şmek ve yazmak en bilinen zaaflarıdır. Hâlâ uzun - uzak tren ve uçak yolculuk ları, kısa-yakın vapur ve otobüs gezilerinde "öbür ben"inin ula şılmaz albenisi pe şine takılarak yazmaktadır. Buket Uzuner, Balık izlerinin Sesi adlı romanıyla 1 993 Yunus Nadi Roman Ödülleri'nden birini almı ştır. Kumral Ada ~ Mavi Tuna (1998 istanbul Üniversitesi ileti şim Fak. Roman Ödülü), yazarın dokuzuncu kitabıdır. Buket Uzuner'in yayımlanmı ş kitapları: ,? Hikâye: Benim Adım Mayıs, Ayın En Çıplak Günü, Güne ş Yiyen Çingene, Karayel Hüznü, Şairler Şehri; Gezi: Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notlan, Şehir Romanti ği'nin Günlü ğü, New York Seyir Defteri; Roman: iki Ye şil Susamuru, Anneleri, Babalan, Sevgilileri ve Di ğerleri; Balık izlerinin Sesi (1993 Yunus Nadi Roman Ödülü), Kumral Ada ~ Mavi Tuna (l.Ü. ileti şim Fakültesi Roman Ödülü). Bu romandaki karakterler gerçe ğe ne denli yakın görünseler de kurmacadırlar. Roman kahramanlarının yazarla ve/ya yaşayan ki şilerle benzerlikleri bir tesadüf olabilir. Bu kitabın yazılı şı sırasında bazı makale, kitap ve ya şayan ki şilerin deneyimlerinden yararlandım. Bunlar: Robert El-bish 'in "Peering Into the Nanofuture" (Sky, Mart '97), Cengiz Bekta ş'ın "Kuzguncuk" (istanbul, Haziran "92), Douglas Waller'm "Onward Cyber Soldie rs" (Time, A ğustos '95), "As-kerler-dosya" (Foküs, Ocak '96), Şenay Kalkan'm "Aleviler" (Radikal, Aralık '96) makaleleri ile Hans Magnus Enzensber-ge r'in iç Sava ş Manzaraları (Çev: Ersel Kayao ğlu), Sun Tzu'nun Sava ş Sanatı (Çev: Sibel Özbudun, Zeynep Ataman), Yves Michaud'nun Şiddet (Çev: Cem Muhtaro ğlu), John Kee-gan'ın Sava ş Sanatı Tarihi (Çev: Füsun Doruker), Robert F. Burges'in Ships Beneath The Sea, Thomas Hobbes'un L eviathan ve Thucydides'in History of the Peloponnesian War adlı kitaplarıdır. Kitabın yazımı sırasında bana yardım eden herkese, özellikle Juliette Binoche, Can Dündar ve anneme te şekkür ediyo- BUKET UZUNER KUMRAL ADA MAVÎ TUNA 29, Đstanbul Üniversitesi ileti şim Fakültesi 1998 Roman Ödülü Remzi Kitabevi KUMRAL ADA - MAVĐ TUNA / Buket UzUHCr Kapak ilüstrasyonu: Ali Murat Erkorkmaz Arka kapak foto ğrafı: Karen Thirman Kapak düzeni: Ömer Erduran KUMRAL ADA ~ MAVÎ TUNA AttüaÖhan'a... ISBN 975-14-0390-1 B ĐRĐNCĐ BASIM: Haziran, 1997 YĐRMĐ DOKUZUNCU BASIM: AğUStOS, 2000 Remzi Kitabevi A. Ş., Selvili Mescit Sok. 3, Ca ğalo ğlu 34440, istanbul. Tel (212) 513 9424-25,5i3 9474-75, Faks (212) 522 9 055 WEB: http://www.remzi.com.tr E-POSTA: [email protected] m.tr Remzi Kitabevi A. Ş. tesislerinde basılmı ştır. "Akıl, a şk ve can! ..,,,. Bu üçü üçgendir. Her derde çare, her yaraya merhemdir." Mevlânâ Celâleddin Rumî (II. Divan Kebir) SALI SABAHI . 'I! Bir salı sabahı uyandım. Bütün gazeteler hayatta en çok sevdi ğim kadının bir

Page 2: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

cinayet i şledi ğini yazıyordu. Bunu hiç beklemiyordum. Beynimden vu rulmu şa döndüm, iç dengelerim şiddetle sarsıldı. Oysa gerçe ği biliyordum ama bana kimse tek bir şey sormamı ştı. Onu mahkûm etmi şlerdi! Kapı çalındı. iki asker beni almaya gelmi şti, îç sava ş çıkmı ş, seferberlik ilan edilmi şti. Bunu bekliyordum. Hiç şaşırmadım. Bunu uzun zamandır korku ve kuşkuyla hep bekliyordum. Hazırlandım ve o salı sabahı evden çık tım. ÖZGÜRLÜK "insanlar özgür olarak do ğar, ama her yerde zincire vurulmu ş olarak yasarlar." Jean Jacques Rousseau Herkesin bir mucizesi vardır, benimki de o! "Her sabah uyandı ğında aynı şeyleri yapabilmek, özgürlüktür!" dedim geni ş, aydınlık bir gülümsemeyle gerinerek. "Kendi istedi ğin, kendi seçti ğin aynı şeyleri ama!" diye düzeltti. "Özgürlük, her sabah uyandı ğında istedi ğin aynı şeyleri yapabilmektir!" Haklı oldu ğuna inandı ğında hep yaptı ğı gibi kendisine hayran, biraz şımarık bir bakı şla burnunu bükerek güldü. O gülünce içim şenlenir. Nerede ara vermi şsem, oradan yapı şırım ya şama. "Düşünsene Tuna, her gün istemedi ği i şleri 'mecburen' yapan milyarlarca insan var ve gündelik ya şam yalnızca bu nedenle bile korkunç, berbat ve çok... çok sıkıcı!" dedi. "Yine de insana en az sıkıcı gelen kurallar, kendi koydu ğu kurallardır!" "Kuralsız olsak, özgür ve ba ğsız!.." dedim içimi çekerek. "Biz insanlar çeli şki dolu tuhaf yaratıklarız. Baksana halimize, kendi in şa etti ğimiz hapishanelerde ya şıyoruz - adına ev, aile, akrabalar, töreler diyerek... Sonra bu duvarların arasında bo ğulup, çıldırıyor, ama yıkılmasın diye de u ğruna hayatımızı siper ediyoruz... Hah ha ha!.." O hep böyledir. Dı şardan bakınca kibirli, çok bilmi ş, dikba şlı, alaycı ve korkusuz görünen, halbuki yakını olmasına izin verd ik-lerince duyarlı, kırılgan ve ölümüne gururlu oldu ğu iyi bilinen biridir. Ama uzaktan ve/ya yakından bakan herkes iç in resmin de ği şmez üç temel özelli ği vardır: 1) alımlı, 2) ki şilikli, 3) çok çok kumral bir kadın. "Hem Allaha şkına Tuna dü şünsene, senin gibi güne erkenden ba şlamanın bereketine tiryaki bir adamla, sabah uykusunu en de ğerli mücevheri gibi herkesten gizleyen benim gibi bir kadın aynı yatakt a uyansaydı, ne sabah keyfi kalırdı, ne de özgürlük!" Yine burnunu büktü, yine aynı gülü ş! Bazılarına biraz ukala, kendini be ğenmi ş, gere ğinden fazla özgüvenli görünen, belki de bu nedenle bazan zor, bazan ba şa çıkılamaz gelen bu kadın, aynı nedenlerle benim için benzersiz, çok öz el birisi. Yine de aynı yatakta birlikte uyanı şımızı çizdi ği tabloya gülü şü bana pek komik gelmedi, aksine acıklı renkler ta şıyordu, içimde bir sevinç teli koptu. Belli etmemeye özen gösterek konuyu de ği ştirdim: "Halbuki Şair Dayı, özgürlü ğün, zorunlulukların ayırdına varmak oldu ğunu yıllarca bize ö ğretmeye çalı ştı. Belki de ancak bunu ö ğrenince özgür olaca ğız!" dedim bıyık altından gülerek. "Sakın alay etti ğin ki şi Şair Dayı olmasın? Biliyorsun buna katlanamam." Alay etti ğim kendimizdi ve o bunu bal gibi biliyordu. Şair Do ğan Gökay, çocuklu ğumuzdan beri bizi ciddiye almı ş, dü şünsel e ğitimimizin ba ş mimarı oldu ğu yadsınamaz, çok sevdi ğim, ya şantımın asıl parçalarından biriydi. Bütün tutkusal insanlar gibi o da, sevdi ği ki şilerin kendisi için kutsal oldu ğunu vurgulamaktan zevk alıyordu ve bu şamatanın asıl nedeni buydu. Üstelik Şair Do ğan Gökay onun öz dayısıydı, "kontenjandan" ye ğen olan bendim. "Doğan Dayım, o vakitler hap kadar çocuk olan bizlere, 'Kari Marx der ki;' diye ba şlayan aynı tanımı yapmı ş olsaydı, ya anlamaktan korkar, dinlemez,

Page 3: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ya da marka dü şkünleri gibi etikete takılır, kalırdık... Oysa o bi zim düşünmemizi istiyordu Tuna." Doğru söylüyordu. "Kendinizi tanımaya ba şladıkça özgürle şirsiniz diye arada bir ortaya çıkartıp, sonra hemen kaldırdı ğı cümlenin, aslında Sart-re'ın ünlü sözlerinden biri oldu ğunu ancak lise yıllarında fark etmi ştim," dedim, aniden ya şlanmı ş gibi ba şımı sallayarak. "Kendi durumunu kavramak noktasına eri şmek, özgür bir varlık olmaktır!" diye düzeltti tiyatral bir sesle. 1O Durdu , yüzüme dikkatle baktı, bir şey hatırlamı ş gibi; "Eskiden koyu Hıristiyan olan, ben tanıdı ğımda ateistli ği seçmi ş Kanadalı bir adam vardı, incil'in yeni ahitinde 'gerçe ği buldu ğunda özgürle şeceksin' dendi ğini anlatmı ştı bana," dedi. Birden bakı şları daldı, çabucak derin bir uykuya dü şmüş gibi gev şedi ve uzaklara gitti. Bu Kanadalı'mn kim oldu ğunu biraz da bozularak dü şünmeye başlamı ştım ki, aklım araya girdi; "Annem koyu müslümandır ama anlamadı ğı hiçbir duaya 'amin' demez," dedim. "Efendim?" diyerek şaşkın gözlerini yüzüme yapı ştırdı. Bana geri dönmü ştü ve ne kadar güzel kumral gözleri vardı! "Annem diyorum, annem Kuran'ı Türkçe çevirilerinden çok sık okur. Hele o olaydan sonra... biliyorsun i şte... elinden Kuran dü şmez oldu kadınca ğızın..." Der demez, "o olay"in ate şi dü ştü ortamızda bir yere, ama atik davranıp yeni bir yangına sürüklenmemizi engelledim; " 'islam'a göre insanlar do ğuştan hürdür,' der annem sık sık," diye ekledim aceleyle. Sustuk ve dü şündük. "Galiba hepsi benzer şeyler söylüyor... Yine de bizi bu i şlere ilk bula ştıran o!" Doğru. Biraz ö ğretmen, biraz baba, biraz a ğabey, ama en çok arkada ş... "Doğan Dayım'ın en güçlü yanı, kendine güveni şindeki içtenlik olmu ştur..." Gözgöze geldik, ikimizin de çok sevdi ği birini, sevdi ğimiz gözlerde payla ştık. Tutkuyla sevdi ği bir ba şkasının da ben oldu ğumu sanmamın şımarıklı ğıyla bütün sevgimi bakı şlarıma yüklemeyi denedim. Ama gözlerim bu elektrik yüküne dayanamadı, doldu. Gözlerimi kaçırd ım. "Amerikalılar," dedi, güç durumlarda ilk yardıma ko şan gönüllüler gibi abartılı tavırlarla; "Amerikalılar, 'özgürlük para gibidir, harcamadan ö nce kaza-nılmalı' derler... Fakat bizim bu konuyla ilgimiz olmadı ğından atasözü ve deyimler sözlüklerimizin Ö harfi özgürlük özürlüdür. Özgürlük üzerine atasözü üretmenin lüks oldu ğu bir kültürümüz var," dedi. Damarıma basmakta üstüne yoktur. Hemen oltaya yakal an-dim. "Belki özgürlük üzerine atasözümüz yok ama, bu u ğurda derisini yüzdüren Nesîmî, sonra Dadalo ğlu, Şeyh Bedrettin ve Nâzım var," dedim. "Ah evet, tabii ya unutmu şum . . ." dedi kötü bir oyuncu sesiyle, " 'bu özgürlük hazin şey yıldızların altında' der dü şüncelerinden ötürü özgürlü ğü elinden alınıp, hapse atılan büyük şairimiz." Alaycılı ğmdaki keskin di şleri aslında en çok kendine batırdı ğını ayırt edemeyenler, onu hiç anlamamı ş olanlardır ve o da bu gibileri gerçekten önemsemez. Fakat aynı aymazlık sevdi ği birisinin dikkatsizli ğine denk düşerse, kalbi tuzla buz olur. Onun incinmesi, onun az ıcık acı çekmesi bile benim kesinlikle en dayanıksız oldu ğum sahnedir, engel olmak için her şeyi yaparım! "Fikret'in 'fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şair' tanımlamasını da unutmamalı tabii. Belki de özgürlü ğü bizim sözlükleri-mizde H harfi altında aramak daha uygundur?" "Yapma Tunaaa ! . ." diye isyan etti, "Fikret'te de, Nâzım'da da do ğal olarak, hâlâ bireysel özgürlüklerden söz eden ruha rastlayamayız. Sonuçta şiir dehası olsalar bile yazdıklarında kendi ülkelerinin ko şulları etkilidir. Yani, farklı ideolojik nedenle de olsa o ikisi kolektif kurtulu ş ruhunun şairleridir bence. Onlar ne Fransız

Page 4: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ihtilali'nin, ne de Amerikan îç Sava- şı'nın çocuklarıydı . . . Baksana bize, görmüyor musun? Biz de onların çocuklarıyız . .." Dayısından kopyalanmı ş mimik ve hareketlerle nutkunu attı. Söylediklerini beğendi. Bana baktı. Abartılı sesinin ve yüksek gerili mli ifadesinin bendeki yansımasını gördü. Yüzümde o çocuklu ğumuzdan kalan, onun her ukalalı ğı ardından yanaklarımızı şi şi-rip, burundan gelen hırıltılı seslerle patlattı ğımız gülü şün provasını fark edince o da hazırlandı. Tıpkı köşkün bahçesinde çocuklu ğumuz boyunca attı ğımız o abartılı kahkahalardan birini sevinçle payla ştık. Ama gülü şümüz çabuk söndü. Belki de özgürlükler konusunda şakala şacak ku şak henüz biz olmadı ğımızdan, bizden sonrakileri biraz da kıskanarak sustuk. H "Kimbilir, belki de haklı olan sensindir Tuna. özgü rlük, belki dfi her sabah kendi istedi ğin şeyleri tekrarlayabilmektir, hı?" 12 • "Belki, " dedim hüzünlü bir sesle. "Kim önce bulursa, öbürüne haber versin, tamam?" .. .s, "Peki," dedim. Çocukken, dedemin "h" harflerini yiyip, yutan o ho ş aksanı içinde en çok "ürriyet" deyi şine deliler gibi gülü şümüz geldi aklıma birden. Nasıl da alınır, küserdi dedem... Hafifçe gülümsedim. O da gülümsedi. Onun gülü şü içimi şenlendirir. Ayrı şeylere gülümseyerek birbirimize baktık. DI ŞARDA BiRiLERi ÖLÜYOR! "Gerçekte iç sava ş çoktan metropollere girdi; metastazları büyük kent lerde günlük ya şamın bir parçası haline geldi." Hans Magnus Enzensberger O sabah da erkenden uyandı. Yanında yatan kadını uy andır-mamaya özen göstererek yataktan kalktı, gözlü ğünü aldı, sessizce odadan çıktı. Her sabah çok severek yaptı ğı aynı şeyleri yeniden yapmaya koyuldu. Ne kadar geç yatsa ve yorgun olsa, sabahın köründe uyanır, "gün" henüz halka açılmadan ba şlayan son provayı kaçırmazdı. Yaz-kı ş, i ş-tatil demeden sabahları erkenden uyanmaya şimdiye dek ne aklı, ne de bedeni zorluk çıkarmı ştı. Çocuklu ğunda bir aile alı şkanlı ğı, ilkgençli ğinde ödevlerden kazanılacak ciddi miktarda bir zaman geliri, şimdiyse artık tamamen kendi özelli ğiydi bu. Önce kapının önündeki sepeti içeri aldı. iki katlı küçük apartmanın kapıcısı yoktu. Bakkalın çıra ğı küçük bir bah şi şle sabahın en erken servisini onların kapısına yapmayı kabul etmi şti. Hasır sepetteki şi şe sütü ve taze ekme ği aldı, mutfa ğa geçti. Gazeteler henüz gelmemi şti. Pastörize sütün kırmızı alüminyum kapa ğındaki üretim ve son kulanma tarihlerini kontrol etti, sonra çıtır çıtır tazeli ğine dayanamayıp ekme ğin dirse ğini kopartıp, yedi. Eğilip, üzerinde "Kumral" yazan kâseye süt koyarken n eşeli mırıltılarla bacaklarına dolanan koyu sarman bir kedi belirdi mu tfakta. Genç adam, küçük bir çocukla konu şur gibi yumu şak bir sesle halini hatırını sordu onun ama kedi çoktan bütün kafasıyla süt çana ğına gömülmü ştü bile. Ocağı yakıp, içme suyu doldurdu ğu çaydanlı ğı ate şe, üç ölçek çay koydu ğu demli ği de çaydanlı ğın üstüne koydu. "i şte Türk semaveri, Kumral!" diye kediye seslendi. ' Kedi ilgilenmedi. 14 Otomatik bir hareketle mutfaktaki küçük radyolu teypte hazır " bekleyen kasetin çal tu şuna bastı. Yumu şak bir caz melodisi mutfa ğa, oradan da evin içine yayıldı. Tela şla müzi ğin sesini kıstı. Mutfa ğa açılan küçük balkonun kapısını açınca, yaz sabahının ılık nefesi çarptı yüzüne. Çiçeklerle şımartılmı ş balkondaki küçük çay masasına iki ki şilik kahvaltı hazırladı. Çayı demledi. Kapıdaki tıkırtıdan, bakkalın çıra ğının gazeteleri getirdi ğini anladı, ama kapıyı açtı ğında ufaklık çoktan buharla şmış, gazeteler paspasın üzerinde duruyordu. Her gün iki gazete alırdı, ama bu sabah neredeyse piyasada satılan bütün gazeteleri bırakmı ştı küçük çırak kapıya.

Page 5: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Hoppala... Niye böyle yaptı bu yaramaz? Musa'dan a zar i şitecek şimdi..." diye söylenerek gazete tomarını alıp, içeri girdi. Gazeteleri alıp balkona çıktı, tam şöyle bir göz atacakken gökyüzünü yırtarak bir helikopter geçti çok üstünden. Canı sı kılarak ba şını kaldırdı, ama helikopteri göremedi. Yeniden gazetelere uzandı ğında içerden gelen cam kırılması sesiyle irkildi. Kedi biraz daha süt içme k umuduyla şi şenin yanına tırmanınca, şi şe dü şmüş, paramparça kırılmı ştı. "Amma sakarsın be Kumral!" diye canı sıkılarak ba ğırdı. Kedi korkup, kaçmı ştı. Mutfak dolabından süpürge ve fara şı çıkarttı, yeri temizlemeye koyuldu. O sırada banyonun kapısı kapan dı. "Gördün mü yaptı ğını Kumral?.. Kızca ğızın izin günüydü, bak uyutmadın i şte!" Kedi saklandı ğı yerden homurdanarak yanıt verdi. Hiç altta kalmaz dı. Aynı anda açık balkon kapısından içeriye şiddetli bir gürültüyle yakınlarda uçan birden fazla uça ğın gürültüsü doldu. "Ne oluyoruz yahu! Hiç rahat yüzü yok mu bana bu sa bah?" diye söylendi genç adam. Üzerinde hâlâ şort ve ti şörtten olu şan pijaması ve ayaklarında ortopedik ahşap terlikleri vardı. Mutfa ğı temizledikten sonra ince belli çay barda ğına açık bir çay koydu, balkona çıktı. "Artık bir aksilik çıkmadan bir sabah çayı içebilse m bari..." f diye geçirdi içinden. Gazeteleri arka sayfadan ba şlayarak okuma alı şkanlı ğı vardı. Bunu bozmadı. "Bursasporlu Egemen 125 bin mark ve üç yıllık yükse k tahsil kar şılı ğında Belçika'ya transfer oldu." "Dünya Kupası'na ilk turda veda eden Kolombiya Mill i Takı-mı'nın defans oyuncusu Escobar öldürüldü. ABD'ye 2-1 yenildikleri maçta kendi kalesine gol atan Escobar'm öldürülmesinde mü şterek bahisçilerin ve uyu şturucu mafyasının parma ğı oldu ğu sanılıyor." "Ruanda'daki iç sava ş bütün vah şetiyle sürüyor. 500 bin ki şinin öldü ğü tahmin edilmekte." "Cezayir'deki iç sava ş yabancıları da yok ediyor. Yedi italyan denizcisi boğazlan kesilerek öldürüldü." " Şiddetli bir iç sava şın ya şandı ğı Yemen'de güneyliler Birle şik Yemen'den ayrıldıklarını açıkladılar." "israil uçakları Do ğu Lübnan'daki Bekaa Vadisi'nde bulunan Hizbullah e ğitim kampını vurdu." "Talabani ve Barzani kuvvetleri arasındaki çatı şmalar Halep-çe'de devam ediyor, en az 600 ki şinin öldü ğü bildirildi." "Azerbaycan, Rusya'nın ça ğrısı üzerine dün gece bütün cephelerinde ate şkes ilan etti." "FBI, Rusya'nın ba şkenti Moskova'da bir büro açtı." "Almanya'nın Hannover kentinde bir cami saldırıya u ğradı. Hamburg'da bir Türk lokaline patlayıcı madde atıldı." "Angola'da resmi ordu ile silahlı muhalefet hareket i UNITA arasında on be ş yıldır süren iç sava ş şiddetlendi." "Kunta Kinte'lerin ülkesi Liberya'da iç sava ş sürüyor. Siyasi iktidarla kabileler çatı şıyor." "Sri-Lanka'da on bir yıldır süren iç sava şta otuz binden fazla insan öldü." "Kafkasya patlamaya hazır bir bomba! Gürcistan, Abh azya, Çeçenistan'dan her an yeni ölüm haberleri geliyor." "Güneydo ğu'da yapılan operasyonlarda 3905 PKK'lının öldü ğü açıklandı. Bölgede güvenlik önlemleri için harcanan para 400 t rilyon TL." "PKK militanları kaçırdıkları altı ö ğretmeni öldürdü." "Dünyanın en büyük temerküz kampı diye tanımlanan S a- raybosna, ku şatma altındaki 1000. gününe yakla şıyor. BM kaynaklarına göre bu süre içinde 1572'si çocuk, toplam 10068 ki şi 16 öldü." "Allah kahretsin!" diye di şlerinin arasından tükürür gibi söylendi. "Dı şarda hep birileri ölüyor!"

Page 6: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Sonra yazılardan birinin altındaki küçük foto ğrafa baktı. Kot pantolon giymi ş, lastik spor ayakkabılı bir kadın yerde yüzüko,-yu n yatıyordu. Ölmeden önce üzerine kapanarak korumaya çalı ştı ğı çocu ğun küçük ayakkabıları kan gölü oldu ğu anla şılan koyu bir sıvı içinde yüzüyordu. t; "Allah kahretsin! Allah hepinizi kahretsin be!" diy e inledi. Gazetelerin iç sayfaları büyük harflerle doluydu. ' > IRA, ETA, FNLA, PKK, IBDA-C, TÎKKO, THKP-C, S PLA, UNITA... Savaşan ülkelerin listesiyse uzayıp gidiyordu. Gazetelerdeki haberler midesini bulandırıyordu. Buz gibi olmu ş çayından bir yudum aldı. Alır almaz a ğzındaki tadın da dayanılmaz derecede i ğrenç oldu ğu düşüncesiyle doldu. Kusacak gibi oldu. Tükürdü çayı ba lkona. Kalktı, boşalan yatak odasına dönüp, giyindi. Uçuk mavi ti şört ve mavi kot pantolonunu giyi-•! -•••• nirken bütün mahalle yine şiddetli uçak gürültüsüyle sarsıldı. "N'oluyor Allaha şkına? Nedir bu şiddet ya! Şimdi annem ür-kecek..." diye söylendi alt kata bakarak. Yatak odasından çıktı ğında, bu kez banyo bo şalmı ştı. "Hayret bu sabah du ş yapmamı ş!" diye dü şündü. Acele tıra ş olmaya ba şladı. Tıra ş olurken çalan telefonu duydu, "Nasılsa açar" diye istifini bozmadı. Bu sırada artan uçak gürültüleri onu çok rahatsız e diyor, sinirleri iyice geriliyordu. "Tanrını dı şarıda çok birileri ölüyor!" diye içini çekerken yan ağını kesti. Küçücük kesikten fı şkıran kana deh şet içinde baktı, içi bulandı, ba şı döndü. Onu kan tutardı! Hemen gözlerini kaçırdı ve havluyu yana ğına sımsıkı bastırdı. Uzun bir süre gözlerini aynadan kaçırarak bekledikten sonra yana ğına el yordamıyla bir yara bandı yapı ştırdı. Tıra ş losyonu sürdü, saçını taradı, gözlüklerini temizledi. Artık temizlenmi ş ve giyimli olarak balkona çıktı ğında kadın yoktu. Kahvaltıya el sürmemi ş, yalnızca çayının yarısını içmi şti. Masanın üzerine açık bıraktı ğı gazeteler bir da ğ gibi yı ğılmı ştı. Dağınıklık canını sıktı. "Meriç! Meriç evde misin?" diye seslendi. "Hiç böyle habersiz gitmezdi, ne oldu acaba?" diye kaygılandı. O sırada notu gördü. Sarı iskoç kâ ğıda acele bir el yazısıyla yazılmı ştı: "Tuna, Çok acele çıkmamı gerektiren bir telefon aldım. Ken dine dikkat et ve umudunu yitirme. Gazetedeki haberi ciddiye alma, ti raj sıkıntısmdandır. Tuna, senin için yatak odasına antibiyotik, a ğrı kesici ve yatı ştırıcı haplar bırakıyorum. Kendine iyi bak. Hatırım için! Meriç." "Hoppala! Ne demek oluyor şimdi bu böyle?" diye balkon masasının ba şına çöktü. "Ne biçim not bu? Delirdi mi bu kız?" Gökyüzü yeniden uçakların delirten gürültüsüyle del inmeye ba şladı. "Ba şlayaca ğım şimdi hepsine be!" diye elini kaldırıp, hesap sorarc asına salladı göklere. "Neden her şey üstüme geliyor bu sabah? Tanrım neden her şey aksi gidiyor? Boğulaca ğım şimdi, kesin bo ğulaca ğım!.." Sonra hepsinin birinci sayfaları üstüste katlanarak bırakılmı ş gazetelere kaydı gözleri. Daha do ğrusu, güçlü bir mıknatıs gözlerini gazetelerin ilk sayfalarında tekrarlanan habere do ğru çekiver-di. Önce birini okudu, hiçbir şey anlamadı. Öylece kakakaldı. Uyu şmuş gibi a ğır a ğır öbürlerinin ilk sayfalarına da baktı. Allak bullak oldu, bedeninin sarsıldı ğını hissetti, nefesi tıkandı. Sandalyenin arkalı ğına sımsıkı yaslandı, derin derin soluk almaya ba şladı. Üstüste yutkunarak kendini yatı ştırmaya çalı ştı. Kocaman renkli foto ğrafları birinci sayfalarına dolduran gazetelere yen iden baktı. Hepsinde onun foto ğrafları vardı. Sürman şet haberi bir daha okudu ve içinden bir yıldız kaydı. "YILLARCA G ĐZLENEN ÜNLÜ CiNAYET!" "Cinayetin ünlüsü mü?" derken, dondu kaldı.

Page 7: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Sinemamızın ünlü çifti Süreyya Mercan ile Pervin G ökay'ın KAM 2 biricik kızları, yıllar önce kaza süsü verilerek ör tbas edilen cinayeti kendisinin i şledi ğini itiraf etti. Kumral güzeli ünlü genç kadın bir katil çıktı!" Haberin yanındaki renkli foto ğrafta alımlı, çok kumral bir kadın kendinden emin, fakat hüzünlü bir bakı şla gülümsüyordu. Bir elinde sigara vardı. Foto ğraf bir lokantada çekilmi şti ve kadının yanında gözlüklü, kıvırcık siyah saçlı, bıyıksız, sakalsız bir genç adam oturu yordu, onun elleri boştu. "Ama bu benim!" diye ba ğırdı. Sesi kâbuslardaki gibi fısıltı olarak duyuldu. "Haksızlı ğın böylesi de olmaz ki ama!" diye yerinden fırladı. "Ne çirkin bir foto ğrafını basmı şlar onun, hiç kendine benzemiyor ki... Hem nereden bulmu şlar bu foto ğrafı?" O sırada kedi balkona çıktı, bacaklarına sürünerek mırıldanmaya ba şladı. Tuna bir kediye, bir masadaki gazetelere baktı. Son ra Meric'in notuna ili şti gözleri yeniden. Kendini çok yorgun hissetti, iç i çekiliyor, bütün iç dengelerinin bozuldu ğunu hissediyordu. Sanki biraz sonra iç organlarının tümü patlayacak ve o paramparça olacaktı... "Görüyor musun Kumral, onu mahkûm etmi şler! Onu katil ilan etmi şler... Onu çok incittiklerini hiç dü şünmemişler bile! Ne hak, ne hukuk! Yazmı şlar ve basmı şlar, o kadar..." Kedi mırıldanarak oturdu ve sabah temizli ğine başladı. "Halbuki bana sormaları gerekirdi... Ben orad aydım ve..." Aniden, gökyüzü alçaktan üçer üçer uçan sava ş uçaklarıyla doldu. Gürültü dayanılır gibi de ğildi. Kedi gürültüyü şiddetle, protesto eden miyavlamalarla içeriye kaçtı. "Bak bunları unutmu ştum!" diyerek öfkeyle o da içeriye girdi. "Ama her şeyden önce onu aramalıyım! Çıldırmı ştır şimdi!" Telefonun ba şına gidip, parmak hafızasına iyice kaydoldu ğu anla şılan bir numarayı tu şladı. "Onu bulmalıyım, onu mutlaka bulmalıyım! Tanrım, ne çok incinmi ştir şimdi..." Kar şısına bir telesekreter çıktı ama o her zamanki yaba n çiçekleri gibi özgürlük kokan sesiyle: "Günaydın veya iyi geceler! E ğer şimdi sabahsa uyuyorum, ö ğ-leyse evde yokum, geceyse çalı şıyorum demektir. Siz yine de lütfedip mesajınızı bırakın. Te şekkürler!" "Hello, this is my message-box. If you leave a mess age, I'll call you back. Thank you!" demiyordu. Fonda Kızılderili flütçü Carlos Nakai'nin müzi ği de duyulmuyordu. Hayır, bunun yerine kaygılı bir sesle, acele konu şuyordu: "Sevgili Mabel, Bu notu yalnızca senin için bırakıyorum. Kötü şeyler oluyor. Gazeteleri gördüm. Bunu fazla rahatsız edici buluyo rum. Şimdilik buradan gidiyorum. Cehennemi daha kaç kez ya şayaca ğız? Tek parça olarak kalmaya çalı ş. Mutlaka! Sen benim tek tanı ğımsın! Ah Mabel, hep güçlü olmak zorunda kalmamız ne yoruc u... Hoşçakal, ho şçakal!" Yeniden aynı numarayı tu şladı, yine aynı telefon notu vardı kar şısında, i şte kapının zili o sırada çaldı. "Odur, mutlaka odur, bana gelmi ştir!" diye sevinçle kapıya ko ştu, ama gelen o de ğildi. Kapıda iki asker vardı. Yakı şıklı, tertemiz yüzlü üste ğmen resmi bir gülümsemeyle sordu; "Günaydın! Ö ğretmen Tuna Atacan'ı arıyoruz." "Buyrun, benim." "Sizi almaya geldik." "Anlayamadım?"

Page 8: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Haberiniz olmadı mı yoksa?" askerler şaşırmı ştı. "Ama o katil de ğil ki! Gazetelerin uydurması! Medya şiddeti bu!" diye isyan etti Tuna. Askerler iyice şaşırarak birbirlerine baktılar. "Yanlı ş anladınız hocam, biz sizi askere almak için geldik ." "Ama... ama ben askerli ğimi yaptım!" îki asker içlerini çekerek yeniden bakı ştılar, ba şlarını salladılar. "Haberiniz olmadı herhalde. Gazetelerin bugünkü bas kısına yeti şmedi ama bütün resmi ve özel radyolar, televizyonlar sabah y ayınlarını kestiler, hatta dünyada ve ülkede yalnızca bu konu şuluyor şimdi..." "Nasıl yani? Herkes neyi konu şuyor şimdi?" "Hocam seferberlik ilan edildi, yedekleri askere al ıyoruz." "Seferberlik mi? Ne zaman? Nerede?" ellerini açarak sordu Tuna. "Yani... kime kar şı sava şıyoruz? Dü şman kim?" "Eee... şey... Bu bir iç sava ş, hocam." ./ "iç sava ş mı? Aman Tanrım demek sonunda oldu..." , Askerler ku şkulu ve şaşkın bakı ştılar bu kez. "Hemen çıkalım hocam!" dedi üste ğmen toparlanarak. "Küçük bir çanta alabilirsiniz yanınıza." "Bunu bekliyordum," dedi Tuna, dalgın dalgın bakara k, "Bunu bekliyordum... Yıllardır ku şkuyla bekliyordum... Çünkü dı- şarda birileri ölürken, hiçbirimizin 'iç'i temiz kalamazdı!" Arkasını döndü. Ve içindeki bütün lifler koptu. KUMRAL ADA: MABEL! "Ol kızlar içinde birperizâd, Kays ile muhabbet ett i bünyâd." Fuzûlî (Leylâ ve Mecnûn) Onu ilk gördü ğümde ya şantımda çok önemli bir yer tutaca ğını sezmi ştim. Bu tıpkı, bir filmin daha ilk karesinden bütününü kavr amak, sonunu tahmin etmek gibi bir duyguydu. Onu ilk gördü ğümde bundan böyle artık benim için çok önemli olaca ğını sezmi ş ve ürkmü ştüm. O andan ba şlayarak ya şantım de ği şecek, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bunu nasıl güçlü hissetti ğimi ve sarsıldı ğımı iyi hatırlıyorum. Fakat elimden gelen hiçbir şey yoktu. Çünkü güçlü bir çekim alanının etkisine girmi ş, büyülenmi ştim. Bütünüyle "tuhaf olarak tanımlanacak bir zevkle bu albeniye kapılmı ştım. Tamamen kendi iste ğimle ve tamamen "ben" olu şumla ilgili olarak. Onu ilk gördü ğümde kendi kendine konu şuyordu. Biraz dikkat edince aslında çömeldi ği yerde benim göremedi ğim bir şeyle konu ştu ğunu anlamı ştım. Ona bakmaktan kendimi alamıyor, merak etmeme kar şın bir türlü yerdeki şeye gözlerimi çeviremi-yordum. Tam anlamıyla büyülenmi ştim. Hani anlatmak için sözcüklerin yetersiz kaldı ğı, ancak mecazla, metaforla ifade edilebilecek insanlardandı o. Onu anlatmak için, "güzel", "boylu poslu", "sarı şın/esmer", " şahane" gibi sözcükler kullanmak haksızlık olurdu. Onun için, bu dünya dı şından gelmi ş kadar de ği şik, bir kuyruklu yıldız kadar etkileyici, iyi pi şmiş kahve kadar tiryakilik yaratıcı, gezegene yalnız yollandı ğı için e şsiz, bir ipek böce ği kadar dikba şlı denildi ğin- de bir şeyler söylenmi ş sayılırdı ancak. Dingin ve içe sinmi ş bir güzellikti onunkisi. Asıl önemlisi beni bir manyeti k alana çeker 22 gibi güçlü etkisi ve çok kumral oldu ğuydu. Onu ilk gördü ğümde bunları böyle bilinçli şekilde dü şünemeyecek kadar gençtim tabii, ama hissedebilecek kadar da büyümü ştüm. Yerde konu ştu ğu şeyi göremeden, ba şına dikilmi ş, daha do ğrusu büyülenmi ş olarak onu seyrediyordum. Birden döndü ve beni görd ü. Kocaman kahverengi gözleriyle ilk kez orada tanı ştım ve gözlerin ne kadar önemli oldu ğunu orada ö ğrendim. , Kumral ka şlarının altında çam balı renginde akan bir ırmaktı gözleri. Kıvamlı kahverenginin ye şille karı ştı ğı ela rengin içine dikkatle bakınca, yeşilin özünde ta şıdı ğı sarı ve maviye de rastlamak olasıydı. Bazan ye şil,

Page 9: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bazan mavi-sarı dalgaların kıvrılarak sürekli harek et etti ği kumral gözlere kilitlenip kaldım. Ya şantımda ne daha önce, ne de sonra bu kadar kumrala boyanarak do ğmuş ba şka bir kız gördüm ben! Ve o andan sonra hiçbir kadı nın gözleri onunkinden daha derin ve güzel olmadı! Ayağa kalktı, beni süzdü. Biraz dü şündü. "Ada," dedi. Sesi yaban çiçekleri gibi özgürlük kokuyordu, zeyti n ezmesi tadındaydı. "Efendim?" diye sordum bön bön bakarak. "Ada!" dedi yeniden. Yüzünde yanıt bekleyen bir ifadeyle bana bakıyordu. Elim aya ğıma dola şmıştı. Ne demem gerekti ğini bilmeden orada duruyordum öylece. "Ada" diyor, ba şka şey söylemiyordu. Yani ne diyordu? "Ada ha?" dedim vakit kazanmak için. Hiç aldırmadı. O muhte şem kumral ı şıkları üzerime dikmi ş, sabırsızca bekliyordu. Tuhaftı. Bekleyi şinde öyle bir kafa tutma, öyle tılsımlı bir albeni vardı ki, de ğil kaçıp, saklanmak, aksine artık yanından hiç ayrılma mak tutkusuna çılgınca çağrı yapıyordu. Bedeninin kasları ko şmaya hazır taylar gibi gergin, ağzının bükülü şü hüzünlü bir gülümsemeden yeni dönmü ş yumu şaklıkta, ka şları kahverengi soru i şaretleriydi. Ada. "Ada"nın bendeki ilk ça ğrı şımlarını dü şündüm. Uzak, serin, esrarengiz, elips şeklinde bir sözcüktü bu. Ada. Denizle ilgiliydi. Vapurla "ada"ya giderdik, "ada"d a faytona binerdik, sonra "ada" şarkıları da vardı ama o içinde bulundu ğum durumda ve anda "ada"nın ba şka ne gibi anlamlar ta şıyabilece ğini çıkartamıyor, sıkıntıdan terliyordum. Ayrıca bekledi ğinin bir yanıt mı, yoksa bir tepki mi oldu ğunu da kavrayamamı ştım. Utancımdan dudaklarımı kemiriyor, gözlerimi ka çırıyor ve tabii üstüste yutkunuyordum. "A-da!" diye heceledi biraz öfkeyle. Tutulmu ş kalmı ştım. Artık orada yıllarca dikilip kalaca ğım, hiç kımıldayamayaca ğım diye korkmaya ba şlamı ştım. Bu anı günlerdir bekledikten sonra böyle bir fiyaskoyla şansımı yitirmemi nasıl affedecektim? Benden umudunu kesti ğini belli eden bir dudak bükü şüyle arkasını döndü, yerden aldı ğı o şeyi avucunun içinde tutarak yürümeye ba şladı. Gidiyordu yani. Bir şey yapmalı onu mutlaka durdurmalı ve aptal olmadı ğımı ona kamtlamalıydım. Çabucak kendi sözcük hazinemi yokla dım. Belle ğimdeki bilinmez, uzak, gizemli ve albenili bütün sesleri t aradım. "Mabel!" diye sevinçle ba ğırdım aniden. Do ğrusu bu bir haykırı ştan çok bir çı ğlıktı. Durdu ve yüzünde soru i şaretleri asılı olarak bana döndü. "Mabel mi?" Oh i şte! Şaşırma sırası ondaydı şimdi. En azından aptal durumuna dü şmemiş, üstelik gidi şine engel olabilmi ştim. Benim de anla şılması güç, gizemli bir sözcü ğüm vardı i şte! Mabel o sıralarda en sevdi ğim çikletin markasıydı, ama benim için özel olan çikletin ambalajındaki resimdi. Kahverengi bir dikd örtgenin üzerinde, açık hardal sarısı bir aynada beliren esrarengiz, biraz ürkütücü, güzel bir siyah kadın resmi vardı. Bu resmin tam altında, inc e uzun bir dikdörtgen içinde iri kırmızı haflerle şöyle yazardı: MABEL Balonlu çiklet Başına, üzerinde beyaz kırık çizgi desenli kırmızı bir fuları korsanba şı bağlamı ş sütlü çikolata renkli kadının tek kula ğında iri kırmızı bir halka küpe vardı. Baygın, alımlı, çekik gözleriyle uzakta bir yere veya birine bakan Mabel'in şahane kırmızı dudakların-24 dan dalgın, bembeyaz bir gülü ş akardı. Çıplak boynunda üç sıra inci kolye vardı, fakat matbaada bir renk ayrımı hatası olarak bunlar açık kahverengi basılmı ştı. Mabel, her aldı ğım çikletin üzerinde ne duru şunu, ne de gülü şünü deği ştirirdi. Bana kızdı ğını, ya da bir şeye üzüldü ğünü hiç görmemi ştim.

Page 10: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Yaz, kı ş, sabah, ak şam bana alınan bütün Mabel çikletlerinin üstünde o hep gülümserdi. • Neşeli, sa ğlıklı, güzel bir genç kadındı Mabel. Yine de dikkat le bakınca gözlerinin derininde sakladı ğı hüznü görürdüm ve bu nedenle sık sık dikkatle bakmazdım gözlerine. Hüznün içindeki keyfi o zamanlar bile tanır, üstelik bundan ho şlanırdım, ama dokunaklı oldu ğunu gizleyemezdim... Hafif vanilya kokusu kadar bol şekerli tadı ve öbür çikletlerden daha büyük olu şu ama, ama en çok Mabel'in uzak, gizemli, biraz da be ni ürküten imgesi... Sanırım beni en çok bunlar ba ğlıyordu Mabel çikletine. Daha okula başlamadan bana okumayı söktüren sözcük onun adıydı: M ABEL! Bir de rengi... O ya şa dek hiç siyah insan görmemi ştim. Benim büyüdü ğüm kültürde kara derili insanlar bir duda ğı yerde, öbürü gökte cinler olarak ya masallarda, ya da ya ğmurla birlikte camdan bakan simsiyah "arap kızları" olarak tekerlemelerde anılırlardı. Gururla yineledi m: "Mabel!" "Senin adın Mabel mi?" diye hayretle sordu. "Hiç de bile de ğil! Benim adım Tuna!" diye ba ğırdım. "Mabel demi ştin de..." dedi dudak bükerek. Bakı şlarında yine o ba ştan çıkarıcı kafa tutu ş canlandı. Avucu-nun içindeki o şeyi ok şamaya ba şladı. O zaman elindekinin beyaz, yedi-sekiz santim çapında, daireden bozma elips şeklinde, ince bordo damarları olan bir ta ş oldu ğunu gördüm. Zor yumurt-lanmı ş küçük bir yumurtaya benziyordu. Demek bu kız bir ta şla konu şuyordu!.. "Ama sen de Ada demi ştin..." derken geç de olsa kavramı ştım. "Senin adın Ada mı yani?" O zaman gülümsedi. Kendinden ho şnut, kendinin farkında ve gururlu, beri yandan çok be ğendi ği besbelli adının yarattı ğı co şkudan baygınımsı gülümseyerek ba şını "evet" anlamına salladı. "Ada ha! Ne tuhaf adın var, hiç kimsede duymadım bu nu!" Ada yeniden o muhte şem gülü şünü sundu bana. Bakıp bakıp duyamayaca ğım bir güzellik, bir zarar gelmemesi için dokunmaya kıyama yaca ğım bir şahaserdi o gülü ş... Ve bütün parlaklı ğına kar şın, sanki içinde gizli bir hüzün saklıyordu. Bu hüznün nasıl ve hangi ölçüde o gülüm seyi şin içine eklendi ği bir bilmeceydi. Acaba bir gülü şü öbürlerinden ayırıp, e şsiz kılan nedir? Belki de yalnızca gülü şün kendisidir! Öylece bakı ştık bir süre. O gülümsüyor, ben hayran hayran ona b akıyordum. "Ben sana Mabel diyece ğim bundan sonra," dedi. "Mabel adı sana çok yakı şıyor." Gözlerimi elindeki ta şa sakladım. Ta şı sol elinde tuttu ğunu ve solak oldu ğunu henüz farkında de ğildim. Ö ğrendikten sonra bütün solaklara hep imrendim. Köşkün bahçesinde tanı ştı ğımız o günden sonra Ada beni daima Mabel diye ünledi. Bunu ikimizden ba şkası bilmez. Ada, bana sadece ikimiz yalnızken Mabel diye seslenir. Mektupları Mabel diye ba şlar. Ah Sevgili güzel Ada! Ah canımın içi, kumral kız! Ada. Ada. A-da. A. Da. Ada: Ma belle! 25 KORKUYORUZ, KUŞKUDAYIZ! "E ğet dünya Hakkında azıcık bir şey anlamak istiyorsak, htnç-tanve nefretten anntmmtz gereMf," , ' Jean Genet "Her isteneni bir koyun uysallı ğıyla yerine getirmenin dayanılmaz bir çekimi olmalı ki..." diye dü şündü Tuna.

Page 11: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Kapıdaki askerlerin ondan istedi ğini yapmak için yatak odasına gitti. Hafta sonlan orman yürüyü şü yaptıklarında içine termos, kitap, çikolata koydu ğu küçük sırt çantasını dolaptan çıkarttı. Şort, çama şır, çorap koydu içine. Çok hızlı ve otomatik olarak hareket ediyordu. Şifoniyerin üzerinde duran ilaç kutularını o sırada gördü. Üzerlerinde "doktor numunesidir", "satılmaz" damgaları olan birkaç kutu antibiyotik, ağrı kesici, çok yönlü vitamin ve son zamanlarda sık sık kullandı ğı psikosomatik düzenleyici haplar üstüste konmu ş, onu bekliyordu. Onları da attı sırt çantasına. Başucundaki etejerin çekmecesini açtı, oradan Şair Do ğan Gökay'ın "Kumral Ada" adlı şiir kitabını çıkarttı, kitabın kapa ğını ok şadı bir süre. Özenle yerle ştirdi çantasına. Sonra yeniden "ba şla" dü ğmesine basılmı ş robot gibi kaldı ğı yerden sürdürdü hazırlı ğını. Aynı etejer çekmecesindeki bir paket fıstıklı çikolatayı çantasına koydu. Cüzdanını çıka rttı, içindekileri kontrol etti: biraz para, kimlik, banka tele-kartı, ehliyet ve telefon kartı. "Uzun bir yolculu ğa yetecek her şeyim var!" diye dü şündü. Düşündüğü anda Meric'in tuvalet aynasında kendi yüzünü görd ü. Aynada ortaboylu, gösteri şsiz, zayıf bir beden üzerinde duran gözlüklü, kıvır cık siyah saçlı, mavi gözlü genç adamın gözlerine sinmi ş ku şkular ona birkaç yıl önce deh şet içinde okudu ğu bir haberi anımsattı. Haftalık bir haber dergisinin bir istanbul şehir hatları vapurunda sahneye koydu ğu garip, acıtıcı oyundu bu. Siyah gözlüklü ve parde sülü iki adam (yakalar kalkık, eller ceplerde) aniden yolcu gemis inin güvertesinde belirmi ş ve yolculara "Çabuk yere yat!" diye sert bir sesle emretmi şlerdi. istisnasız bütün yolcular hiçbir tepki vermeden bu emre uymu ştu. Deney amacına ula şmış, bilinen gerçek, bir kez de canlı la-boratuvarda kanıtlanmı ştı: / <• "Türkler soru sormaya korkarlar!" "Türkler haklarını aramayı bilmezler!" "Türkiye'de ya emir alınır ya da verilir!" "Türkler, yukarlarda bir yerde şimdiki ve gelecek zamanda ceza vermek için bekleyen bir varlık ve/ya bazı insanların korkusuyl a titreyerek, ezik ve boynu bükük ya şadılar." "Peki Türkler hep böyle mi kalacaklar?" "Yalan mı?" diye haykırmı ştı Tuna, "Aynı deneyin Osmanlı Imparatorlu ğu'nun monarşik ortamında bu sonucu vermesi çok abes kaçmayabili rdi ama yüzyıl sonra demokrasiyle yönetilen Türkiyeli yolculardan bir tanesi bile pardesülü iki adamın kim oldu ğunu sormadan yine yere kapanınca... Kanıma dokunuyor ya!.. Kahroluyorum dü şündükçe be!.." Üzüntüsünü kontrol etmek için dudaklarım kemirerek arkasını dönmü ş, ama daha büyük bir öfkeyle akmı ştı sözcükler örselenmi ş dudaklarından; "Bal gibi Pavlov'un köpeklerde denedi ği şartlı refleks deneyi bu ve bunlar bizim insanlarımız... Biz de onlardan biriyiz aslın da !.." Sinirden tir tir titriyordu. "Ah Mabel!.." demi şti Ada, nihayet a ğzını açıp, "Daha yüz yıl bile olmadı ki... Ö ğreniyoruz i şte... Canımız yana yana, içimiz dı şımız kanaya kanaya özgürlü ğü ö ğrenece ğiz... Tıpkı sen ve ben gibi..." Onu duymazdan gelmi şti Tuna. "Sormak... sormak cesaret ister! Sorabilmek ba ğımsız olmayı gerekli kılar ve i şte bizde eksik olan bu cesaret! Gö ğsünü jiletle-meyi, ölüme ko şarak gitmeyi ben cesaret saymıyorum, o ancak bir cinnet olmalı!" "Ben de onu diyorum ya, a benim iki gözüm, Mabelcii m. Yal- nız... nasıl demeli bilmem ki? Bence seni asıl raha tsız eden nokta, orada olsaydık bizim de aynı öbür insanlar gibi yere yata cağı-28 mız olasılı ğını dü şünmen..." "— Nasıl da gücüne gitmi şti Tuna'nın. Hayır, Ada'nın tepkisine alı şkındı. O, teorik açıklamalar, tarihsel açılımlar ve duygus al ba ğlantıları insanı çatlatacak bir serinkanlılıkla kurar ve kendi kendi ne hayran bir tavırla çevresindekilere sunardı!!! O, tıpkı dayısı Şair Do ğan Gökay'a benziyordu ve onları seven birisi içjn ikisi de ba ğımlılık yaratacak denli derinlikli, içten ve az bulunur en-telektüllerdi. Fakat Tuna'nı n gücüne giden vapurdaki

Page 12: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"yere yat" emrine katıksız uyulu ş psikolojisiydi ve asıl önemlisi, Ada haklı olabilirdi... Bu olayı günlerce kafasında ta şımı ş, acı çekmi şti. "Ama sorabilmeliyiz! Artık bizler sorabilmeliyiz!" dedi yüksek sesle şimdi yatak odasında. Aynadaki sureti canlanmı ş, aslıyla arasındaki yabancılık duygusu kaybolmu ştu. Kararlı bir hareketle sırt çantasını aldı, soka k kapısına yöneldi. Kapıyı açtı ğında deminki iki asker hâlâ oradaydı. (Gerçeklerdi demek ki...) "Bir dakika!" dedi Tuna biraz sert ama kararlı bir sesle. "Sizin gerçekten siz oldu ğunuza nasıl inanayım ben?" Askerler şaşkın bakakaldılar. "Yani belge, kanıt, kimlik istiyorum ben! Asker kıl ı ğına girmi ş herhangi birileri, hatta terörist olabilirsiniz pekâlâ!" îlk toparlanan yine üste ğmen oldu. "Haklısınız hocam," dedi gülümseyerek, "Hepimizin k uşkuda oldu ğumuz bu günlerde siz sormadan biz evrakları göstermeliydik, i şte sefer görev emriniz, buyrun!" Eline uzatılan bilgisayar yazıcısından çıkmı ş kâ ğıdı aldı Tuna. "Aslında devlet radyo ve televizyonunda sabaha kar şı sıfır dört elliden beri özel seferberlik yayını yapılıyor... Özel rady o ve televizyonlar da tamamen konuyla ilgili bilgi veriyorlar... tabii ya yınlarını sürdürebilenler..." "Yayınını sürdürebilenler mi?.." "Evet. i şte bu da benim kimli ğim. Ben Üste ğmen Birol Onay, bu da er Demir!" Kimlik kartında ciddi bakı şlı bir vesikalık foto ğraf, so ğuk damga, Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri ve Kara Kuvvetlerini simgeleyen kısaltmalar ve logo ile bir de do ğum tarihi vardı. l "Benden be ş ya ş küçüksünüz!" dedi Tuna biraz şaşırarak. •, ' Gülümsedi Üste ğmen Birol. ' ' "Artık gidebilir miyiz hocam?" "Kedi!" dedi Tuna aniden hatırlıyarak, "Kediye yedek yemek hazırlamalıyım, ak şam be şte acıkır da..." Acele mutfa ğa ko ştu. Erzak dolabından bir konserve kutusu kedi mamas ı çıkarttı. Ci ğer kokan jöleli mama kokusunu duyan kedi çoktan mut fa ğa koşmuştu. Sevinçle mırıldanarak günün sürpriz ö ğününe saldırdı. "Sahiden gidiyorum galiba Kumral..." diye fısıldadı Tuna. Kedi oralı olmadı. Tuna kedinin yanına çömeldi, saç larını ok şadı. "Türkçede kedilerin saçı olmaz!" diye kızacak hiçbir dil uzma nına aldırmadan kedisinin kumral saçlarını ok şadı. Yemek yerken ellenmeyi hiç sevmeyen kedilerin bu huyunu da bile bile ok şadı Kumral'ı. "Demek sahiden gelip götürüyorlar insanı iç sava şa ha? Peki sence bu biraz tuhaf de ğil mi yani?" Kedi birden durdu, yalanarak Tuna'ya baktı. Gözleri ni kırpı ştırdı ve onu dinler gibi bekledi. "Görüyorsun i şte kızım, yıllardır korkuyla bekledi ğim bu iç sava şla artık yüzle şmem gerekiyor! Anlıyorsun de ğil mi?" Kedi yeme ğini bırakıp, oturdu. "Belki de Kumral... Gerekli bir sava ştan kaçılamıyor kimbilir? Ne dersin, hımmm?.. Ve benim de artık bunu ö ğrenme vaktim geldi galiba..." Kedi her şeyi anlamı ş gibi gözlerini kırptı, huzursuzca miyav-ladı. Kedi ler evdeki gerilimi hissederler. Son bir kez KumraPın su kabını da kontrol ettikten sonra mutfa ğın kapısında durdu Tuna. Kedi sarımsı bakı şlarını Tuna'nın gözlerinin tam içine dikmi şti. "Hoşçakal Kumral!" Aniden bir şey hatırladı. Salona ko ştu, camlı dolabı açıp, içinden küçük, beyaz, elipse benzer bir ta şı çantasına attı. Kapının önünde hâlâ kendisini bekleyen askerlerin yanına gitti; "Hazırım beyler!" dedi. Kapıyı çekti.

Page 13: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Dar merdivenleri Üste ğmen Birol önde, er Demir arkada iner- lerken, onların ortasında kalan Tuna kendini tutukl anmış gibi hissetti. Fakat iftiraya u ğramı ş bir masum mu, yoksa gerçekten 3J0 suçlu mu oldu ğu kendisi için de karmakarı şık bir denklemdi, tç " sava şlarda kimlerin masum, kimlerin suçlu oldu ğuna dair yeni bir iç tartı şmaya ba şlamı ştı ki, üste ğmen Birol konu ştu: "Hakkınızda pek fazla bir şey bilmiyoruz ama ünlü Gökay soyadıyla bir akrabalı ğınız oldu ğunu..." "Hakkımda ara ştırma mı yaptırdınız yani?" diye sordu Tuna huylana rak. "Herkesinki kadar... Sizin lise ö ğretmeni, e şinizin doktor oldu ğunu, kısa dönem askerlik yaptı ğınızı..." "Hay Allah!.." diyerek zınkk diye durdu Tuna. O dur unca askerler de durdu. "Meriç! Tabii ya... Nasıl da unuttum. Ona haber bır akmalıydım ... Annem de merak edecek şimdi... Hay Allah!" "Biz doktor hanıma haber verdik, hocam," dedi dostç a bir sesle üste ğmen Birol. "Ne zaman haber verdiniz Meric'e?" "Bu sabah. Siz banyodaymı şsınız o sırada." "Ama bana hiçbir şey söylemedi..." diye sayıklar gibi geveledi Tuna. "Erkekler sava şa giderken, e şler ve anneler çok duygusal olurlar," dedi üste ğmen Birol bir sır verir gibi fısıldayarak. Yeniden merdivenlerden inmeye ba şladılar. Zaten iki katlı, o küçücük binanın merdivenleri o salı sabahı bir gökdeleninki kadar bitmez tükenmez geliyordu Tuna'ya. "Meric'i bu sabah hiç görmedim. Kaçar gibi çıkmı ş evden... sonra o tuhaf not... sanki..." "Kadınlar bize benzemezler hocam!" dedi üste ğmen Birol. Sertçe ve bilinçli olarak durdu bu kez Tuna. Askerl er de durdular. Dik dik üste ğmenin yüzüne baktı. Dikkatle aradı ama ne alaycı, n e a şağılayıcı, ne de dı şlayıcı bir iz vardı bu yakı şıklı genç yüzde. "Onlar biz erkekler gibi standart tepkiler vermezle r," diye açıklama ihtiyacı duydu üste ğmen Birol. "Her birinin ayrı tepkisi vardır, tektip davranan b iz erkekler bununla ba şa çıkamayınca onları anla şılmaz ve tahmin edilemez olmakla suçlarız hemen!" "Kadın, dalgalı denize benzer komutanım!" diyerek s ırıttı er Demir. Sonra bu yaptı ğının haddini a ştı ğını dü şünerek daracık basamakta ıkına sıkına hazırola geçti. "Komutanım!" diye ba ğırdı. . ...;- . Sesi apartmanın aydınlık bo şlu ğunda yankılandı. . , / Kafası iyice karı şan Tuna ku şkuyla üste ğmen Birol'a baktı. Kaygan ve yo ğun düşünce yumakları büyük bir hızla kafasının içinden ak ıp gidiyordu: "Meslekten asker bir erke ğin böyle modern, böyle evrensel dü şünmesi olası mı? Dahası dü şüncelerini böyle açıkça anlatması kurallara uygun m u? E ğer askerlik, kurallara tamamen uymaksa, bu üste ğmen ne yapıyor şimdi? Bu durumda iki seçenek var: birincisi bu üste ğmen henüz çarka tamamen girmemi ş bir asker veya... veya bu ya şadıklarım gerçek de ğil!" Daha merdivenler bitip, sahanlı ğa gelmeden, bu ikinci olasılı ğa sevinçle sarılmı ştı bile: "Tabii ya, bu sabah olanların hiçbiri gerç ek de ğil! Gerçe ğe de benzemiyor zaten... Bunların hepsi bir rüya! D üş görüyorum ben... Evet, evet hepsi bir karabasan bunların ... Birazdan uyanaca ğım ve bu karabasan bitecek!.. Beynimin kötü bir oyunu bu bana... Kendi beynimin bana oyunu..." Ani bir ı şıkla gözleri kama ştı, ama o kendini zorlayarak gözlerini açtı. KUZGUNCUK, ISTANBUL "Beykoz'da oturmalı Beykoz'da çalı şan adam <>f; • Fakat Kuzguncuk şirin yerdir ' Ve gayet nefis yapar gül reçelini pansiyoncu Madam ve kızı Raşel..." Nâzım Hikmet Ben Kuzguncuk'ta do ğdum.

Page 14: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bana sorarsanız hâlâ bir Bo ğaziçi köyüdür Kuzguncuk. 1776'da da Bo ğaziçinde bir köymü ş. Kauffer haritasında tabanı deniz kıyısı olan üçgen biçimli bir yerle şme olarak gösteriliyor. Bilenler, Çengelköy'ün Ermeni, Kuzguncuk'un Yahudi a ğırlıklı köyler oldu ğunu anlatırlar. Müslümanlar azınlıkmı ş ilk zamanlar. Zengin muhiti de ğilmi ş, şimdi de öyledir. Kibarca "orta halli", "dar gelirli" de den ebilir. "Kuzguncuk'un hırdavatı, Beylerbeyi'nin te şrifatı, Çengelköy'ün zerzevatı me şhurdur" deyi şinin altında da bu yatar. Do ğrudur, hırdavatçısı, zanaatkarı, esnafı çoktur bizim Kuzgu ncuk'un ve ben de onlardan birinin çocu ğu olarak do ğdum burada. Dört ayrı kültürün istanbul gibi şahane bir Akdeniz kentinde istanbul'un özgün sihri ve bereketiyle yo ğrulması sonunda bilinen lezzet, keyif ve güzellikler dörde katlanmı ş elbette. Tıpkı yabancı diyarlar gezip, görgüsü, bilgisi artan gezginler misali, Kuz-guncuklular da ayaklarına gelmi ş dört kültürün ayrı tadını birle ştirmi şler... Şimdi iyice kaybolan bu çok renklili ği ucundan kenarından yakalayan son ku şak Kuzguncuklular'damm ben. iskorpit balı ğı yemeyi Ermenilerden, gelincik balı ğını da Ya- hudilerden ö ğrenmi ştir Kuzguncuklu. Rumlar gümü ş balı ğını iyi yaparlar, lakerdaları me şhurdur ve zeytinya ğlı sebze yemekleri müthi ş lezzetli, çok süslüdür. Ermenilerin midye dolmasını dedem anlata anlata bitiremezdi. Yahudilerin incir reçeli, elma ve ayva tatlıları me şhurmuş. Annem ilk çikolata makinesini kom şusu Madam Ester'de görmü ş, ev çikolatasını orada tatmı ştı. istanbul müslüman mutfa ğıyla yeti şen babaannemin zeytinya ğlı enginarı, tereya ğlı kuzu kebabı, iç pilavı, zerdesi, dereotlu nohutu , kıymalı börekleri, etli sarmalan, me şhur imambayıldı ve hünkârbe ğendisi Osmanlı mutfa ğının inanılmaz incelikli zenginli ğini ta şırdı soframıza. A şçılarla, dadılarla büyümesine ve e ğitimine erkek çocu ğu kadar de ğer veren akıllı bir babası olmasına kar şın, babaannem bu yemekleri kendi elce ğiziyle pi şirirdi bize saatlerce u ğra şarak. Babaannemin asıl ilgi alam tatlılardı ve biz çocukl ar onun tat-lılarıyla şımararak büyüdük. Misk ve amberle pi şirilmi ş elma ve armut tatlıları, yazın buz gibi içimizi serinleten çe şit çe şit şerbetleri, güllaç, tavuk göğsü ve yalnızca dini bayramlarda kom şu kadınların da yardımıyla yapılıp, misafirlere da ğıtılan dillere destan bademli baklavası, fıstıklı k adayıfı aklıma ilk gelenler. Dedem yemek konusunda terzilik kadar usta mı de ğildi, yoksa babaannemle rekabet etmek mi istemezdi, hâlâ pek bilemem. Babaa nnem hayattayken dedem bazan babamın yalvarmalarına dayanamaz, Bulgar kuru fasülye yahnisi yapardı. Babaannemin vefatından sonra mutfak kültürünün hiç de kötü olmadı ğını kanıtladı bizlere. Meyveli turtasını hâlâ a ğzım sulanarak özlerim. Babamı yemek yaparken hiç görmedim. Babam hiçbir ko nuda heyecanlı veya tutkulu oldu ğunu bizlere göstermemi ştir. Annem-se Do ğu'dan getirdi ği lezzetleri arma ğan etti mutfa ğımıza. Onun Çerkez tavu ğu, çe şit çe şit bazlamaları, gerdan ku şbaşı ve bulgurla yaptı ğı ke şkeği ve a şuresi meşhurdur. Ben çocukken şeker ve kurban bayramlarında, müslüman olmayan kom şularımıza da şeker ve et da ğıtır, onlar da paskalya ve yortularda bize boyalı yumurta, tatlı ve çörek getirirlerdi. Kimse varlıkl ı de ğildi ama ne kavga, ne a şağılama, ne de abartma, kibirlenme vardı aramızda. Evlerden canlı müzik seslerinin Kuzguncuk'a aktı ğı yılları gören şanslılardanım ben. Akordeon, piyano, keman çalmak y aşam- KAM3 .13: larının bir parçası olan insanlar elbette ya şamdan tat almasını da bilirler. Me şhur Arapzâde yangınında, her evden bir piyano çıktı -J4 ğını söylerdi dedem. "***"" Babannem ve dedem ikisi de tambur çalarlardı . Bazı ak şamlar kom şumuz Yahya Amca kanun taksimi yapar, kemancı Yorgo ve de dem hep beraber Rum, Bulgar, Türk şarkıları söyler, pilaki, balık yer, rakı içerlerdi. Biz

Page 15: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

çocuklar müzi ğe bayılırdık. Çünkü müzik e ğlendirir, çünkü müzik yapıp dinleyen büyükler kavga etmezler. Daha sonra Ada'nın babası o şahane sesiyle katıldı ğı fasıl konserleri için müzisyenleri davet eder oldu kö şke. Ama bunlar daha çok "aile içi" eğlencelerdi. Yalıların bugünkü yüksek duvarlar ve koruma polisle riyle kendi hapishanelerini kurmu ş olduklarına bakmayın siz. Onlar zaten Kuzguncuklu değildirler, adresleri Bo ğaziçi'dir. Kuzguncuk hissedilmeden ya şanılacak yer de ğildir! Yalılar için, "Kuzguncuk'a sırtlarını dönmü ş" deniyor artık buralarda. Asıl Kuzgun-cuklularsa, Kuzguncuk Çar şı Caddesi'nin içerisinde yaşıyorlar. Kuzguncuk'ta ya şam hâlâ îcadiye Caddesi'nin dengeledi ği bir eksende sürmektedir. Oysa ben çocukken yalılar da Kuzguncuklu'ydu. Zengi nli ğin gösterilmesi, paranın konu şulması ayıptı, görgüsüzlük belirtisiydi, insanlık v e kom şuluk tedavüldeydi hâlâ, ama kimse kimsenin i şine ve özgürlü ğüne burnunu sokup, kendi inanç ve âdetlerini de dayatmazdı. Ba şkasını rahatsız etmedi ği sürece kimsenin inancı veya inançsızlı ğı öbürününkinden daha önemli ve/ya kutsal değildi. Belki de en çok bu yüzden, 6-7 Eylül olayları nda dı şardan gelip karga şa çıkartmak isteyenlerin en ba şarısız oldu ğu semt Kuzguncuk olmu ştur. O zamanlar, yalı sahipleri şimdikinin aksine özellikle kapılarını komşularına açarlardı. Biz çocuklar yalıdan bir arkada şımız oldu ğunda, onlara kar şı en ufak bir eksiklik hissetmez, tersine denize gi rece ğimiz yeni bir yer daha buldu ğumuza sevinirdik. Aslında yalılar mü ştemilatları deniz tarafında, yüzleri Kuzguncuk'a dönük yapılmı şlardır. "Padi şah geçerken sırtlarını dönmeleri ayıp olaca ğından cepheleri yola bakar, sırtlarını denize verirlermi ş kızanım..." derdi dedem. Eski haritalarda sahil yolu olmadı ğını söyleyenlere kızar; "Bre Osmanlı'dan önce, Bizans yıllarmdandır o çizgiler!" diye homur-danırdı. Denize girecek bir dolu ayazma, sırtında ko şacak bitmez tükenmez çayırlık, üstüne tırmanacak fazlasıyla a ğaç vardı. Mocan korusunda ( şimdi eski adıyla Fethi Pa şa diye anılıyor yeniden) doyasıya ko şar, oynardık. Yukarıda dere akar, etrafında fıstık çamları ve ceviz a ğaçlarının çevresinde aileler piknik yapardı. Kimse öbürünü ne müzi ği, gürültüsü, ne çöpü, yeme ği ne de aç-gözü veya kemgözüyle rahatsız, taciz ederdi! (Ta nrım... ve bütün bunlar şimdi yalnızca ilk otuzlarında olan bir insanın geçm i şi!) Ben Kuzguncuk'ta do ğdum. Ba şka bir deyi şle, benim Kuzguncuklu olu şum Ada'nınki gibi sonradan de ğildir. Evet onların Kuzguncuk'a ta şınması, o vakte kadar bizim gösteri şsiz ama çok sesli Bo ğaziçi köyümüzün farkında bile olmayan bazı sanatçıların ilgisini buraya çekm i şti. Ardından kimi gazeteler de Kuzguncuk'u konu etmi ş, belki biraz bu nedenle artık yıkılmaya terk edilmi ş o şahane evlerin bazıları onarılmı ştı. Ayrıca Ada'nın ünlü annesi, babası ve dayısının Kuzguncuk'a kaliteli bi r şöhret, hatta saygınlık kattı ğı da rahatlıkla söylenebilir. Ama onların Kuzguncuk 'a ta şınmasından en çok etkilenen aslında Kuzguncuklu bir ailedir. Ada ve ailesinin Kuzguncuk'a yerle şmesi buralı bir ailenin bütün kaderini ve gelece ğini geri dönü şsüz olarak, tamamen de ği ştirmi ştir. O aile, benim ailemdir! Kuzguncuklular dillere dolanan bu iki ailenin hikây esini hiç unutamazlar. Ada'nın ailesi Kuzguncuk'a yerle şmeseydi, benim ve ailemin ya şantısı tamamen bamba şka olacaktı... Elbette onlarınki de... Nasıl olacak tı, nece yaşanacaktı? Bunu hiç kimse, hiçbir zaman bilemeyecek! Bildiklerimiz yalnızca ya şanmış olanlardır. Büyükdedem terzi Osman, 1913 Balkan Sava şı'ndan sonra Anadolu'ya göçen Bulgar müslümanlarındanmı ş. Kuzguncuk, hiçbir zaman Trakya müslümanlarının ra ğbet etti ği bir semt olmamı ş. Onunki biraz da tesadüf sonucu rotası deği şen kaptan hikâyelerine benzer. Akrabaları daha çok Silivri çevresine yerle ştikleri sırada büyükdedem karısı ve o ğluyla Üsküdar'daki bir yakınının yanında kalıyormu ş. Dedem o sıralar henüz altı ya şla-nndaymı ş ve Bulgaristan'da kalan arkada şlarını özler dururmu ş. Kuzguncuklu Ermeni terzi Ohannes Usta'yla tanı şınca büyük-

Page 16: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

dedem genç karısını ve o ğlu Muharrem'i alıp Kuzguncuk'a gelmi ş ve geli ş o geli ş! Burada küçük bir terzi dükkânı açmı ş. Daha çok el i şi kravatlarıyla ünlü Ohannes Usta'nın biti şi ğinde, büyük-dedem Osman da gömlek üzerine çalı şır, tanınır olmu ş. Sava ş yıllarında çok sıkıntı çekmi ş, Çanakkale sava şından mucize eseri geri döndü ğünde de yarı aç ya şamışlar ama Cumhuriyet'ten sonra özellikle o ğlu Muharrem'in adını duyan "istanbullu kibar beyler" kravat ve gömlek için özel olarak Kuz guncuk'a gelmeye başlayınca i şleri düzelmi ş. O zamanlar Yahudi, Ermeni ve Rumlar Kuzgu/ıcuk'un y erlileri sayılırmı ş. Müslüman ve Türk aileler azınlıkta da olsa bir arad a kaç-göç olmadan ya şar, birbirleriyle evlenebilirlermi ş. Bir müslü-manla evlenen gayri-müslim genellikle din de ği ştirir ama Kuzguncuk'a ait sayılan ortak kültürü bozmadan sürdürebilirmi ş. Daha varlıklı ve okumu ş olanlar Ortaköy'e ra ğbet ederken, bizim Kuzguncuk o yıllarda da yine orta ha llilerin semtiymi ş. Nüfusunun çe şitlili ği ve co ğrafyası açısından, ho şgörü ve iyi kom şulu ğun böylesine açık ya şanabildi ği çok az istanbul semti vardır. Ve bütün Kuzguncuktular gibi ben de buna yürekten inanır, gu rur duyarım. Büyükdedemin yanında terzili ği ö ğrenen dedem ilkgençlik yıllarında Kuzguncuk'un güzel Yahudi kızlarından Rozita'ya tut ulmu ş. Rozita'yla dedemin a şkı o yıllardan sa ğ kalanların hâlâ anımsadıkları bir büyü, bir tılsım ta şımaktadır. Henüz on altısındaki kıvırcık kızıl saçlı Kuzguncuk lu Rozita'yla, on dokuz yaşında mavi gözlü Plevneli terzi Muharrem'in a şkı öyle dallanıp budaklanmı ş ki, kısa zamanda dillere destan olmu ş. Dedemin yazdı ğı şiirler, Rozita'nın hülyalı bakı şları, özel ulaklarla yollanan a şk mektupları... Rozita'yla dedemin Paskal-ya'da üzerine halılar ser ilerek kapatılan îcadiye Caddesi'ndeki panayır 'ak şamları... Laterna dinlenerek kutlanan panayırı o yıl üç gün üç gece dans edi şleriyle belleklere kazıyı şları... Dillerde dolanan a şkları kar şısında onları evlendirmekten ba şka bir şey yapmayı dü şünemeyecek kadar Kuzguncuklu olan aileleri ertesi y ıl orta halli bir dü ğün dernek kurmu şlar. Rozita müs-lüman olmu ş, Gülkız adını almı şsa da herkes onu daima Rozita diye ünlemi ş, kimse adına dokunmamı ş. Benim babaannem Rozita de ğildir. Babaannem Mür şide Hanım çok sonraları gelin gelmi ş Kuzguncuk'a. Rozita'nın ertesi yıl tüberkülozdan ölmesiyle yıllarca sürecek yasa giren dedem dünyadan elini ete ğini çekip, kendini tamamen i şine vermi ş. Ölümüne bir türlü inanamadı ğı gencecik karısının Yahudi mezarlı ğına gömülmesine izin verecek kadar yüce gönüllü bir adam olan dedem, gerçekten de çok hassa s, incelikli biriydi. Avrupa Yahudilerinin vaat edilen topraklara varmada n önceki son durak olarak kabul ettikleri Kuzguncuk'un ba şka bir özelli ği daha vardır. Kudüs'e varamadan ölen Yahudiler'in Kuzguncuk'ta gömülmeyi vasiyet ettikleri de söylenir, î şte özellikle bu nedenle dedemin o gencecik ve yaslı döneminde verdi ği kararını saygıya de ğer buluyorum. Plevneli terzi Muharrem'in ruhundaki incelik, dikti ği elbiselere de yansır, elinden çıkan giysiler sanat eseri gibi hemen dikka t çekerdi. Onu sık sık anar ve onu hâlâ çok özlerim. Dedem dü şünceleriyle babamdan daha genç ve daha yakın olmu ştur hep bana. Babam, içe dönük, sessiz, sabırlı, ça lı şkan bir adamdı. Dedem onu Mür şide Hanım'a benzetirdi daima. "înce hastalıktan" ölen küçük karısının ardından dü nyaya küsen, kendini yalnızca i şine adayan dedemin çalı ştı ğı dükkânda artık kendi adı yazılıdır: Plevneli Terzi Muharrem Atacan. Şimdi Şi şli'den, Mecidiyeköy'den varlıklı mü şterileri vardır, artık eli para tutmakta, anne ve babasına o bakmaktadır. Bir süre sonra babasının Bulgaristan'dan gelirken getirdi ği üç-be ş kuru ş ve annesinin akınlarıyla aldıkları evin yanındaki Rum evini satın alır. Rum evleri de Ermenilerinki gibi kagirdir ama üst katları ah şap çatkı üzerine ah şap kaplamalı, zevkli konutlardır. Ama Hıristiyan evlerinde banyo yoktur (onlar hamama giderlermi ş). Tabii dedem öbür müslümanlar gibi, evi alır alma z hemen bir banyo yaptırır. Dedemin varlıklı mü şterilerden birinin modern görü şlü, e ğitimli, zarif bir dul kızı vardır ve bu kız bir gün beybabasıyla Kuzg uncuk'a dedemin

Page 17: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

dükkânına gelir. Mür şide Hanım, kendinden yedi ya ş küçük, kendisi gibi dul, Plevneli terzi Muharrem'i görür görmez ona tutulur. Sonra yava ş yava ş engin sabrı, kültürü ve sevgisiyle dedemin-acıyla kilitle nen yüre ğini çözmeyi başarır. Evlenirler, ertesi yıl babam do ğar. Babannem, o yıllarda çok erken doğurmak zorunda olan kadınlara kıyasla geç sayılacak bir ya şta anne olmu ştur ve bundan hep utanır. Ah sevgili Mür şide Hanım, sevgili babaannem, sizden iki ku şak sonra Türk kadınları arasında mesleklerini, e ğitim ve özben-lerini, anne olmaktan daha çok önemseme fırsatı bulan ve bundan utanmayanlar ç ıktı. Müsterih olun, rahat uyuyun! Rozita'nın Ortaköy'de ya şayan kuzeninin torunu Nesim, akrabalarını ziyarete Kuzguncuk'a her geli şinde bizim evde özel olarak a ğırlanırdı. Benden birkaç yaş büyük olan Nesim'i çok severdik. Dedem onu bizden ayırmaz, sanıyorum öz torunu gibi görürdü. Oysa "Ortaköylüler horoz ötü şüyle, Kurguncuklular e şek anırmasıyla uyanır!" diyen Nesim'in anneannesini hiç sevmezdi dedem. Anl aşılan Rozita'nın kuzeni Kuzguncuk'ta ya şayan akrabalarını küçümserdi. Nesim'le ben kıkır kı kır gülerdik bu sözlere, dedem feci homurdanırdı. Belki dedemin de etkisiyle Nesim'i hâlâ yakın bir a rkada şla, yakın bir akraba arasında güzel bir yerde severim, ikimizin d e hiç tanımadı ğı, (dedemden bana yadigâr)eski-püskü, siyah beyaz bir foto ğrafta hülyalı gözlerle bakan küçük kızı konu şuruz ara sıra... ikimize de sıcak, düşmanlı ğı olmayan, ortak bir geçmi ş duygusu veren, sevgi, dostluk ve a şk renkleri ta şıyan o kızı... Onun anneannesinin kuzeni, benim ded emin ilk karısı Rozita'yı! Ve her telefon konu şması ya da kar şıla şmada birlikte onun mezarım ziyarete söz verir, fakat bunu bir türlü ba şaramayız. Belki mezarlı ğa gitme fikrinin cazip gelmeyi şi, belki gerçekten Orta-köy'le Kuzguncuk'un birbiri ne günümüzde daha uzak duru şundan ... Soyadı kanunu çıktı ğında Bulgar göçmeni akrabalarımız "Terzi", "Terzio ğlu" gibi meslekten soyadlarını tercih ederken büyük-ded em, Atatürk'e hayranlı ğından Atacan'ı seçmi ş. Dedem bu seçimle hep gurur duyardı. Belki de bu gururun etkisiyle babaanneme hep "Mür şide Atacan" diye hitap ederdi. "Bre çok zerafetli olmu şsunuz Mür şide Atacan!" "O sizin iyi görü şünüz Muharrem Bey!" Dedemin elinden çıkma şık tayyörleriyle hayal meyal anımsarım babaannemi. Bana anlatılanlarla, elimdeki foto ğraf imgelerini birle ştirince onun, modern, bakımlı, çekingen ve mesafeli bir kadın old uğunu söyleyebilirim. Başbaşa kaldıklarında da içindeki heyecanı koyuvermedi ğini bir kez a ğzından kaçıran dedemle ili ş- kilerinin, dedemin Rozita'yla olan ili şkisine pek benzemedi ğini dü şünürüm. "O vakitler iyi tahsil yapmı ş kızlar böyleydi bre kızanım... §j» Mür şide Atacan kendini şööyle bir bırakamazdı Tuna gözlüm!" derdi dedem. Kuzguncuk a şka doymayan bir Bo ğaziçi köyüdür. Babam on ya şlarına geldi ğinde bu kez, genç bir doktorun, kendinden büyük bir evli kadına olan ümitsiz aşkıyla çalkalanmaktadır. Frenk tepesinde genç doktor un yazdı ğı şiirler okunur, genç kızlar iç çekerek onlara imrenir ve bu a şkın öyküsü ünlü bir şarkı olup Fehmi Ege'nin içli sesinden istanbul'a ya yılır: "Temmuzun on sekizi A ğlattı ikimizi Bo ğazın sularına Dü şsün mehtabın izi... Ey ilahi sevgili Doymam a şkın tadına Sarı kelebek derim Sevdamızın adına..." Dedeme Rozita'yı hatırlatan bu a şk şarkısı Mür şide Hanım'ı çok yaralamı ş olmalı ki, annem daha sonra bu şarkıyı ö ğrenip, söyledi ğinde babaannem kapıları vurup, odadan kaçarmı ş. Babaannem ben küçükken öldü. Ölümüyle ilgili gözya şı ve çı ğlıktan çok, derin bir sessizlik, a ğırba şlı bir keder kaldı aklımda. Karakterine yakı şır biçimde ölümü de sakin ve olgun kar şılandı. Dedem onun tamburunu babama, çoğu Osmanlıca kitaplarını bizlere, eli şi i şlemelerini de anneme vermi şti. Ruhuna okunan kırk mevlü-tünden sonra Mür şide Atacan'ın sevdi ği şarkılardan olu şan bir saz eserleri konseri verilmi ş, mahalledeki çocuklara tatlı dağıtılmı ştı.

Page 18: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Zaten geride kalmayı ve uzaktan sevmeyi tercih eden babaannemin yoklu ğu, evin içinde açıkça hissedilmedi... Sanki o, üst kat taki odasında kahve içiyor ve kitap okuyordu da biraz sonra hayal meyal anımsadı ğım melek sesiyle: "Mavi Tuna torunum, zencefilli kurabiye arzu eder m isin acaba?" diye soracaktı bana. Babaannemin varlı ğı evin içinde kalmı ştı ve hiç gitmedi... ikinci karısının ölümü ardından, ilki gibi yas tutm ayan de- MASAL DEĞĐLDĐ ONLAR! "iç sava ş dinarlardan gelen, bir yerlerden bula şan bir virüs de ğil, içsel bir süreçtir. Her zaman bir azınlık tarafından ba şlatılır; her yüz ki şiden birinin onu istememesi, uygarca birlikte ya şamayı olanaksızla ştırmak için yeterli olabilir." Hans Magnus Enzensberger Onlar çocukken Kuzguncuk'ta yaz güne şinin do ğumuyla deniz saatleri başlardı. O zaman deniz temizdi, onlar çocuktu... Nesi m, Musa, Sefer, Aret, Kosta, Ara ş, Ada ve Tuna... Aslında Ada'yla Tuna arada bir öbü r çocuklara katılırlardı. Onlar daha çok kö şkün bahçesindeki incir a ğaçlarının gölgesinde dü şler kurar, resim yapar, oyun oynarlardı yaz tatille rinde. "O zaman"ın üzerinden yalnızca yirmi yıl geçmi şti ama her şey yüzyıl kadar çok deği şmişti. Kolunu gözlü ğünün üzerinden siper ederek, Kuzguncuk güne şiyle kama şan gözlerini açtı ğında bir askeri kamyonla burun buruna geldi Tuna. Ü ryanizâde sokakta, evinin kapısında bekleyen bu kocaman asker i kamyon bir göz yanılsaması olabilir miydi? Başım kaldırıp, güne şten kama şan gözlerini zorlayarak baktı ğında sokaktaki evlerin pencere ve balkonlarından sarkan insanları gördü. Bunların tümü de kadın ve çocuklardı. Kendi soka ğında bu kadar çok kadın ve çocu ğun ya şadı ğını hiç bilmiyordu. Ama bu olası mıydı? Bu kadar kadın ve çocuk bu evle re sı ğabilir miydi? Belki de seferberlik ilanıyla birlikte akrabalar bi r araya toplanmı ş, iç sava şa giden erkeklerin ardından yalnız kadın ve çocukla rdan olu şan sava şsız bir dünya kurmaya ba şlamı şlardı bile... Ama böyle bir şey gerçek olabilir miydi? Hep söylendi ği gibi androjen hormonu ve erkekler miydi bu insanlık tari- hiyle ya şıt kıyımın, bu kahreden şiddetin kayna ğı? Erkekler tek ba şlarına bunca kanın ve ölümün günahını yüklenebilir miydi? Yo hayır, hayır öyle şey olamazdı... Çocukların ve kadınların da kendi iç sa vaşları vardı ve sava ş, insan denen canlının bulu şuydu. Yalnızca insana özgüydü, kadın, çocuk fark etmezdi. "'Sineklerin Tanrısı' romanında Golding yalnızca ye ti şkin erkek insanın değil çocukların da kötülük üretebilece ğini anlatmadı mı?" diye fısıldadı yanındakine. Ve ardından yeni bir soru patladı beyninde: "Peki ya o ıssız adadaki çocuklar kız olsaydı?" Yanındakine dönüp baktı ğında üzgün gözlerle kendisini izleyen yakı şıklı üste ğmen Birol'la kar şıla ştı. (Demek rüya devam ediyor!) "Hadi hocam binin araca, daha gidecek çok yolumuz v ar!" dedi üste ğmen hafifçe Tuna'nın sırtını sıvazlayarak. Askeri kamyona binerken son bir kez görmek için ba şını kaldırıp baktı ğında, pencere ve balkonlardan sarkan kadın ve çocuk yüzle rinde, birazdan izleyecekleri esaslı bir korku filmine hazırlanan y arı sinirli, yarı kuşkulu ifadeleri fark etti Tuna. "Ya henüz inanamıyor veya gerçek olmadı ğını onlar da biliyorlar!" diye fısıldadı yeniden. Gökyüzüne öylece asılmı ş gibi hareketsiz duran onlarca, elli-lerce, yüzlerce yüz, sanki Fellini filmlerinden dondurulmu ş bir kareye sıkı ştırılmı ştı. Ve tıpkı yüzlerindeki oyunsallık, özellikle yar atılmı ş gerçek-dı şılık gibi iç sava ş da yalnızca filmlerde, romanlarda ve televizyon haberlerinde ancak ba şka ülkelerden nakledilen ama gerçekte

Page 19: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

insanın kendi ba şına ve/ya ülkesine gelmeyecek dü şsel bir hastalıktı sanki... (Ama ya rüya de ğilse ?..) Hâki renkli branda beziyle kapatılmı ş askeri kamyona binmek için güçlü bir zıplayı şla sıçrarken son anda pencerelerin birinde ba şına beyaz bir tülbent başörtüyü öylesine kondurmu ş, dudakları kımıldayan nur yüzlü ya şlı bir kadın takıldı gözüne. Yeniden bakmak için kamyondan ba şını uzattı ğında kadın yoktu. "Tanrım, bu Mür şide Hanım de ğil mi?" diye heyecanla mırıldandı. Sonra hemen vazgeçti. "Ama babaannem ba şını hiç örtmezdi ki..." Mürşide Hanım be ş vakit namaz kılar, sık sık Kuran ve Yasin MASAL DEĞĐLDĐ ONLAR! "iç sava ş dinarlardan gelen, bir yerlerden bula şan bir virüs de ğil, içsel bir süreçtir. Her zaman bir azınlık tarafından ba şlatılır; her yüz ki şiden birinin onu istememesi, uygarca birlikte yasamayı o lanaksızla ştırmak için yeterli olabilir." Hans Magnus Enzensberger Onlar çocukken Kuzguncuk'ta yaz güne şinin do ğumuyla deniz saatleri başlardı. O zaman deniz temizdi, onlar çocuktu... Nesi m, Musa, Sefer, Aret, Kosta, Ara ş, Ada ve Tuna... Aslında Ada'yla Tuna arada bir öbü r çocuklara katılırlardı. Onlar daha çok kö şkün bahçesindeki incir a ğaçlarının gölgesinde dü şler kurar, resim yapar, oyun oynarlardı yaz tatille rinde. "O zaman"ın üzerinden yalnızca yirmi yıl geçmi şti ama her şey yüzyıl kadar çok deği şmişti. Kolunu gözlü ğünün üzerinden siper ederek, Kuzguncuk güne şiyle kama şan gözlerini açtı ğında bir askeri kamyonla burun buruna geldi Tuna. Ü ryanizâde sokakta, evinin kapısında bekleyen bu kocaman asker i kamyon bir göz yanılsaması olabilir miydi? Başını kaldırıp, güne şten kama şan gözlerini zorlayarak baktı ğında sokaktaki evlerin pencere ve balkonlarından sarkan insanları gördü. Bunların tümü de kadın ve çocuklardı. Kendi soka ğında bu kadar çok kadın ve çocu ğun ya şadı ğını hiç bilmiyordu. Ama bu olası mıydı? Bu kadar kadın ve çocuk bu evle re sı ğabilir miydi? Belki de seferberlik ilanıyla birlikte akrabalar bi r araya toplanmı ş, iç sava şa giden erkeklerin ardından yalnız kadın ve çocukla rdan olu şan sava şsız bir dünya kurmaya ba şlamı şlardı bile... Ama böyle bir şey gerçek olabilir miydi? Hep söylendi ği gibi androjen hormonu ve erkekler miydi bu insanlık tari- hiyle ya şıt kıyımın, bu kahreden şiddetin kayna ğı? Erkekler tek ba şlarına bunca kanın ve ölümün günahım yüklenebilir miydi? Y o hayır, hayır öyle şey olamazdı... Çocukların ve kadınların da kendi iç sa vaşları vardı ve sava ş, insan denen canlının bulu şuydu. Yalnızca insana özgüydü, kadın, çocuk fark etmezdi. " 'Sineklerin Tanrısı' romanında Golding yalnızca y eti şkin erkek insanın değil çocukların da kötülük üretebilece ğini anlatmadı mı?" diye fısıldadı yanındakine. Ve ardından yeni bir soru patladı beyninde: "Peki ya o ıssız adadaki çocuklar kız olsaydı?" Yanındakine dönüp baktı ğında üzgün gözlerle kendisini izleyen yakı şıklı üste ğmen Birol'la kar şıla ştı. (Demek rüya devam ediyor!) "Hadi hocam binin araca, daha gidecek çok yolumuz v ar!" dedi üste ğmen hafifçe Tuna'nın sırtını sıvazlayarak. Askeri kamyona binerken son bir kez görmek için ba şını kaldırıp baktı ğında, pencere ve balkonlardan sarkan kadın ve çocuk yüzle rinde, birazdan izleyecekleri esaslı bir korku filmine hazırlanan y arı sinirli, yan ku şkulu ifadeleri fark etti Tuna. "Ya henüz inanamıyor veya gerçek olmadı ğını onlar da biliyorlar!" diye fısıldadı yeniden. Gökyüzüne öylece asılmı ş gibi hareketsiz duran onlarca, elli-lerce, yüzlerce yüz, sanki Fellini filmlerinden dondurulmu ş bir kareye sıkı ştırılmı ştı. Ve tıpkı yüzlerindeki oyunsallık, özellikle yar atılmı ş

Page 20: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

gerçek-dı şılık gibi iç sava ş da yalnızca filmlerde, romanlarda ve televizyon haberlerinde ancak ba şka ülkelerden nakledilen ama gerçekte insanın kendi ba şına ve/ya ülkesine gelmeyecek dü şsel bir hastalıktı sanki... (Ama ya rüya de ğilse ?..) Hâki renkli branda beziyle kapatılmı ş askeri kamyona binmek için güçlü bir zıplayı şla sıçrarken son anda pencerelerin birinde ba şına beyaz bir tülbent başörtüyü öylesine kondurmu ş, dudakları kımıldayan nur yüzlü ya şlı bir kadın takıldı gözüne. Yeniden bakmak için kamyondan ba şını uzattı ğında kadın yoktu. "Tanrım, bu Mür şide Hanım de ğil mi?" diye heyecanla mırıldandı. Sonra hemen vazgeçti. "Ama babaannem ba şını hiç örtmezdi ki..." Mürşide Hanım be ş vakit namaz kılar, sık sık Kuran ve Yasin okurdu. Ama gösteri şi ve abartıyı hiç sevmezdi. Bu yüzden böylesine din dar olan bu Müslüman kadını Tuna ba şörtüsüyle hiç görme-44 misti. Nur beyazı saçlarını küçük bir topuzla ensesine toplar, uzun, ' dar etekli elbiseler giyerdi. Kendine özgü çok sade bir şıklı ğı vardı. Kamyonun lo ş ortamına alı şana kadar bir süre yarı körle şti Tuna. Tahta oturmalı ğı eliyle yoklayıp, ucuna ili şti. O sırada eli yanında oturan birinin baca ğına de ğince, hızla geri çekip, özür diledi ve yalnız olmad ı ğım anladı. Yanındaki hiç ses vermedi. Gözlerini sımsıkı yumdu Tuna, derin derin soluk alı p vermeye çalı ştı. Dı şardan Üste ğmen Birol'un sesini duyuyordu. Ne söyledi ğini anlamasa bile, sesinin ritminden bir emir aldı ğım ve "ba ş-üstüne komutanım!" tonunda, kararlı bir sesle ba ğırdı ğını seziyordu. "Demek ki, kamyonun önünde Birol'dan daha yüksek rü tbeli bir asker daha var," diye dü şündü. Araç yola çıkmadan önce, son anda çevik tek bir sıç rayı şla kamyona binip, yanına oturan askerin üste ğmen Birol oldu ğunu anlayınca sevindi. (Neden seviniyor ki?) Er Demir de kar şı uca oturmu ştu. Üste ğmen Birol'un rahat oturması için biraz sa ğa kaymak isteyince Tuna yeniden biraz önce dokundu ğu ki şiye çarptı. "Pardon sizi rahatsız ediyorum..." diye geveledi hi ç bakmadan. Yanındakinden yine ses çıkmadı. "îç sava şlarda evler, dükkânlar ya ğmalanır, ta şlanır, sokaklar-lar ko şan, canını kurtarmak için kaçan insan çı ğlıkları ve ba şıbozuk silah sesleriyle yankılanır, yerlerde ölü ve yaralılar yatar... Yang ınlar çıkar... Çocukları bile öldürebilen caniler, kadınların ırzına geçen s apıklar ve fırsatçı fanatikler ortaya dökülür sanırdım ... Ortalık yanı k, ezilmi ş umut ve korku kokusundan geçilmez. Yani filmlerde, romanlarda iç sava şlar böyle anlatılır ya hani... Bosna'dan televizyonlara ta şınan manzaralar gibi... de ğil mi Birol Bey?" "Kentin bazı kesimleri ne yazık ki biraz o anlattı ğınız durumda hocam. Buralar soka ğa çıkma yasa ğına uyulan, şimdilik kontrol altındaki bölgeler. Bir de... hocam..." diye fısıldadı üste ğmen Birol, "Bana Birol Bey yerine 'üste ğmenim' demeniz gerekiyor. Benim tercihim bu olmasa da kurallar böyle, anlarsınız i şte..." "Ah tabii tabii..." diye toparlandı Tuna biraz utan arak. "Yalnızca üste ğmen bile de ğil, üste ğmenim dememi istiyor, istiyor çünkü bu i şe dahil oldu ğumu bana kanıtlamak için u ğra şıyor! Birol'un suçu yok tabii, bunları planlayan tamamen kendi beynim!.." diye dü şündü çarçabucak. "îç sava şlarda kimin kime kar şı oldu ğunu saptamak daha güçtür ve her ko şula her an hazırlıklı, çok dikkatli olmak gerekir hocam ..." "Her an çok dikkatli olmak!.." diye içini çekti Tun a. "Demek sonunda oldu ha! Korktu ğum, yıllardır endi şeyle bekledi ğim şey ba şıma geldi!.." "Stratejik olarak dü şmanın net ve belirgin oldu ğu sava şlar nispeten homojenlik ve çalı şma kolaylı ğı gösterir, oysa Hobbes'un dedi ği gibi 'herkesin herkese kar şı sava şı' olan iç sava şlar en güç olanıdır hocam..." "Kurban ve katil karı şıyor yani!" diye mırıldandı Tuna. Kendini aniden çok bitkin hissetti. Yıllardır süren yorgunlu ğun, tedirginli ğin ve sürekli uykusuzluk çekmenin a ğırlı ğını du-yumsadı

Page 21: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bedeninde. Bir yandan da uykuya yeni dalan birinin kâbus gördü ğünü yava ş yava ş ayrımsamasına benzer bir huzursuzluk yayılıyordu b eynine. Evet kâbus büyüyerek, katmerle şerek geliyordu, ne yapıp etmeli, bir yolunu bulup uyanmalı ve yakla şan büyük i şkenceden kurtulmalıydı şimdi. Hemen şimdi! Oysa ne yapaca ğını, bu kâbustan nasıl kurtulaca ğını hiç bilmeden öylece oturuyordu askeri kamyonun içinde. "Beynim beni korur!" diye dü şündü sevinçle, "insan beyni güçlüdür ve kendi bedenini korumak güdüsüne sahiptir!" diye mırıldand ı. Ama sevinci yarım kaldı. Dü şünceleri inanılmaz bir hız ve yo ğunlukla aniden saldırmaya ba şladı. Bunlar birer dü şünce olmaktan çok ate şli silahlardan fırlamı ş öldürücü parçacıklardı sanki... Her yönden saldırı p, canını yakıyor, a ğırlıklarını fiziksel olarak hissettirip, onu bedens el olarak da yorgun dü şürüyorlardı. Aslında ya şadı ğı bu yo ğun taarruz yeni de ğildi. Uzun zamandır dü şünceleri içten içe onu kemiriyor, yıpratıp, yiyip bitiriyord u. Kendi dü şüncelerinden kaçıp kurtulamıyor, dü şüncelerinin yarattı ğı korku, endi şe ve tehdit duygularını söküp atamıyordu. Dü şüncelerinin ve endi şelerinin esiri oldu ğunu hissediyordu. Ko- 45 nuşabildi ği tek ki şi Ada'ydı ama onu da bıktırmaktan çekiniyordu. Her şey endi şe vericiydi. Evde, okulda, kendi içinde, sokakta, 4 6 kentte, ülkede ve dünyada olanlar kimi kez ba şa çıkamayaca ğı ka-*"""" dar karma şık, ilkel, barbar, çirkin ve yakı şıksız, kimi kez hiçbir mantık, do ğa ya da fizik yasasıyla açıklanamayacak kadar anlamsız ve d ehşet vericiydi. Yeni fikir ve projeler üreterek çözümler geli ştirmeye çalı şıyor, hattâ bazan umutlanıyor, ö ğrencilerine ve ailesine umut veriyor, ama o sırada yeniden patlak veren bir şiddet, bir sömürü ya da vurdumduymazlıkla tekrar if las ediyordu. Kendisine ö ğretenlerin içtenlikle ba ğlı kalarak ona aktardı ğı bütün değerler artık çökmü ş, kıymetsiz, bo ş, saçma kavramlar olarak çöpe atılmı ştı. Dostluk, a şk, sevgi, insanlık, e şitlik, vefa, sa ğduyu, affetmek, hoşgörü, özgürlük, güvenmek, inanmak, adil olmak, aklı n yolları... hepsi, hepsi kullanımdan kalkmı ş veya tamamen içerik de ği ştirmi ş, üstelik ciddiye alınması toplumsal yasalarla yasaklanmı ş kavramlardı artık. Ve Tuna bu yüzden uzunca bir süredir içindeki sava şın kaçınılmaz oldu ğunu biliyor, kapısını çalmasını bekliyordu. Tuna bekliyordu. Birçok insan gibi bekledi o da. Be klemek bu ça ğın yazgılarındandı nasılsa. Hayır korkuyla de ğil. Ku şkuyla bekledi daha çok "Ne zaman, hangi kılıkta kapımı çalacak?" ku şkusuyla ... Daha sonra "Ne olacaksa artık olsun!" sabırsızlı ğıyla... "Yüz-le şelim artık ve bu i ş bitsin!.." i şte sonunda olan olmu ş bu salı sabahı kapısı çalınmı ş, "Seferberlik ilan edildi" diyerek onu askere almı şlardı. Aslında korkularıyla yüzle şip, bedellerini ödeyece ği ve sonunda onu uzun zamandır özlemini çekti ği iç huzura kavu şturabilecek bir iç yolculu ğunun ba şladı ğını bal gibi biliyordu. Yani bu askerlik ve seferberlik hikâyeleri ancak ke ndi beyninin yarattı ğı bir senaryo olabilirdi. Gerçek de ğildi ve gerçek olamazdı! "iyi misiniz hocam?" diye soran üste ğmen Birol'un elini omu-zunda duydu o an. "iyiyim, sa ğolun üste ğmenim... Gerçeklik duygum arızalandı sanmı ştım da..." Kahverengi gözlerini yüzüne dikmi ş şaşkın şaşkın bakan üste ğmene gülümsedi. "Seferberlik ha!" diye mırıldandı sonra. "Arapça bi r sözcük. Savaşa hazırlık demek. Sözcü ğün kökü 'sefer', yalnız ba şına yolculuk olarak kullanılır. Bir de bizim fırıncı, benim çocukluk ar kada şım Sefer var tabii..." dedi gülümseyerek. Konu ştukça rahatlayaca ğını sananlara hep kızardı oysa. Dedesi geldi aklına. Mahallede oyun oynarken fırınc ının o ğlu, arkada şı küçük Sefer'i de ça ğırıp, onlara seferberlik anıları anlatı şı... Kuzguncuk'un iç donduran kuru ayaz-yaman kı şlarında ailenin dehası büyük torunu Aras'ı bir yanına, elbebek-gülbebek küçük to runu "Mavi Tuna"sım da öbür yanına alıp, sobanın kar şısına oturu şları... Annesinin Đğdır'dan gelen

Page 22: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

pestilleri sobada hafifçe ısıtıp, içlerine dizdi ği kavrulmu ş kayısı çekirdekleriyle durum yaparak çocuklara da ğıtı şı... "Masal de ğildi onlar!.." diye mırıldandı kendi kendine. Üste ğmen Birol dönüp endi şeyle baktı ona. Tuna Ö ğretmen'in küçük bir şok yaşadı ğını dü şünerek hiç ili şmedi. "Dedemin anlattı ğı seferberlik anıları masal de ğildi, ama o zamanlar masal gibi gelirdi bize..." diye açıkladı Tuna. Birinci Balkan Sava şı sırasında Osmanlılar'ın yenilmesiyle istanbul'a g öçen büyükdedesinin aya ğının tozuyla Çanakkale sava şına katılması ve yiten yüz doksan bin ki şiye kar şın bir mucize olarak geriye tek parça ve canlı olar ak dönüşü... Elli be ş bin şehit, on bin kayıp, yüz bin yaralı ve yirmi be ş bin hasta insan... Aklında kalanlar arasında yoksulluk hikâye leri, açlık ve kıtlık acıları var. Büyükdedesigillerin akrabalarının yanı nda önce Silivri'de sonra Üsküdar'da kalı şları ve Kuzguncuk'a yerle şmeleri ... Bir de içine her defasında derinden i şleyen "Çanakkale içinde vurdular beni/Ölmeden mezara koydular beni/Vah gençli ğim eyvah!" türküsünü a ğlayarak söyleyen Muharrem dedesi... Sık sık dedeleri ve büyükdedelerinin katıldı ğı sava şlar ve yıllar birbirine karı şsa da, o sırada iki karde şin ilgilerini en fazla dedelerinin seferberlikte gösterdi ği kahramanlık hikâyeleri çekerdi. Bu hikâyeler, mitolojik kahramanların mucizevi serüvenlerine benz er, ola ğandı şı tatlar, gerçeküstü boyutlar ta şırdı. Babasının Balkan Sava şı anılarını dinledi ğinde kendisi de bir çocuk olan dedesi Muharrem belki bunun etkisi, kimbilir belki de bilerek ve isteyerek her şeyi abartıyla anlatırdı. O sıralar ilkokul Ça ğındaki Tuna va Ara ş, iri cüsseli Türk askerlerini güçlü masal kahramanlarına benzetir, her şeyden soyutlanan cesaretlerinin sonsuzlu ğunda onlarla özde şle şmeye bayılırlardı. Ama ne olursa 48 Ada onlara katı ldı ğında olur, iki karde şin "ya şasın!", "na na no-om!" gibi zafer çı ğlıkları atarak dinledi ği seferberlik anılarını "bi dakka Muharrem Amca" di yerek kesmesiyle büyü bozulurdu. "O zamanlar tank yoktu ki! Hem üç metre boyunda ins an olmaz, ayrıca kanatsız canlılar uçamaz bence!.." s "Bre kızanım, arp sırasında er şey farklı gözükür adama!" der- • < di yalvaran bir sesle zavallı dedesi. "Biz de biliyoruz herhalde, ama böylesini seviyoruz !" diye sertçe araya girer, dedesini korurdu Ara ş. Gülümserdi Tuna. Dedesinin serüven dolu masallarınd aki sihirden, Ada'nın dikba şlı ve atak cazibesine gönüllü olarak geçive-rirdi. Ada'nın bir kötü niyet gösterisi de ğil, bir düzeltme yapmak iyili ğinde bulundu ğunu dü şünürdü hep. Dedesine olan sevgi ve ba ğlılı ğı, bu kez Ada'ya hayranlık ve tutku olarak akmaya ba şlardı. "Kız milleti arp ikâyesi sevmez!" diye fısıl dardı dedesi Ada'nın > arkasından. Onu bu nedenle ba ğı şladı ğını anlar, susarlardı. "Sava ş öyküleri sevmeyen biri erkek olamaz mı dede?" diye korkarak sorardı Tuna. ı "Sen daha küçüksün bre Mavi Tunam!" diye onu gö ğsüne bastırır, koklardı dedesi sevgiyle. Tuna, farklılıkları hep ho şgörülecek küçük torunu olarak kaldı Plevneli Terzi Muharrem'in. "Tek yumruk olduk bre kızanlar!" diye sürdürürdü de desi yumru ğunu sıkarak. "Türkün vatanını dü şman çizmesine ezdirmedik, ba şta yüce • Rabbimin sonra büyük Atatürk'ün sayesinde tek yumruk olup, vurduk yüzüne gâvurun!" , Dedesinin ballandırarak anlattı ğı seferberlik hikâyelerinin da- ha somut ve gerçekçi bölümleri bizzat kendisinin de katıldı ğı Ulusal Kurtulu ş Sava şı'ydı. "Bre i şgal kuvvetleri i şi öyle azdırmı ştı ki kızanlarım, şirket-i ayriye vapurlarında elindeki kırbacı Türk zabitinin yüzünd e şak-, latmaktan çekinmezlerdi. Ah evlatçıklarım, Allah kimseyi vata nsız, iç kimseyi yurtsuz

Page 23: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

komasın! Büyük Allahım bu memleketi bi daha dü şman çizmesi altında ezdirmesin! Allah sizleri korusun!.. Yüce Rabbim iç kimseyi vatanından mahrum, sürgün etmesin!.." Dedesinin titreyen sesi ve dolan gözleri Tuna'yı hü zünlendirir, ona güç verece ğini sanarak koluna yaslanır, bir eliyle dedesinin k olunu ok şardı. "Nasıl ate ş ettin dede? Çok dü şman öldürdün mü? Çiyuv çi-yuv çiyuv! Ahhh!.." diye heyecanla sorup, sonra hem ölen, hem öldüreni oynar, yere yatarak ölürdü Ara ş. "Göz gözü görmez bre kızanlar! Allah Allah! diye in ler muharebe alanı... Kalbin gö ğsünden kopar, senin önünde ko şar... Ölürsen şehit, kalırsan gazi! îç bi şey gözünde yoktur... Allah ve vatan a şkı... Ananı ve yavuklunu düşünürsün... Evladın varsa o gelir gözüne... Bir de A tatürk, onu düşünürdük... Ama en sonunda ölüme giderken kör olursu n, sa ğır ve dilsiz... Allah Allah! diye ba ğırarak seller gibi akan sen de ğilsindir artık!.." "Atının adı neydi dede?" diye sorardı Tuna. "Ne atı sayıklarsın bre kızanım! Fakirlik, fukaralık vardır, abe soba borul arını top gibi yanyana dizer, dü şmanı kandırmaya çabalar, süngü takar yayan taban ko şardık..." Atsız sava şçılar, masalın tüm sihrini alıp götürür, çocuk düny asının gizemini bozardı. Kıkır kıkır gülmeye ba şlardı iki karde ş. "Ne gülersiniz bre kızanlarım? Sakın unutmayın, vat an elden giderse, içbir şeyin manası kalmaz artık! Ürriyet can kadar tatlıdı r!" H harflerini atlayarak konu şan dedelerinin Hürriyet'i çocuklara iyice komik gelir, artık katıla katıla gülerlerdi, i şte buna çok kızardı muhacir terzi Muharrem, torunlarının henüz birer çocuk oldu ğunu unutup, öfkeyle ba ğırıp, gürlerdi. Yaşadı ğı yıllarda babaanneleri, daha sonra da anneleri ko şar, arabuluculuk yapmak için didinirlerdi. Ama "keçi inatlı" olmakla övünen dede, karısına veya gelinine naz yapar, olay büyürdü. "Muharrem Bey, onlar çocuktur, her şeye gülmeleri bu sebeple tabiidir. Biz de çocukken olurdu bu çe şit kazalar..." "Sen onlara ne bakıyosun beybaba? Onlar bi avuç beb e daha!" Dede uzun uzun homurdandıktan sonra sobada ya da mangalda pi şmesi ko şuluyla az şekerli bir Türk kahvesi rü şvetiyle torunlarının laubalili ğini affetmi ş görünür, annesi her seferinde; "Sanki tiyatro yapmasa kahve pi şirmezmi şim gibi, tövbe tövbe beybabam da böyle çocukla çocuk olmaz mı ama! Ya şlılık i şte..." diye söylenirdi. O kahvenin kokusu nedendir bilinmez çok daha güzel, daha KAM 4 katmerli gelirdi Tuna'ya. Küçük oldu ğu için henüz kahve içmesine izin verilmez, ama o büyüyünce annesinin kendisine de ay nı :f£» kahveden yapması için yalvarırdı. """'"" "Sen büyü, aslanlar gibi ol, sana ne kahvele r yaparım Mavi Tuna'm, gökgöz o ğlum," derdi annesi onun kıvırcık siyah saçlarını ok şayarak. Bu kâbustan kurtulur kurtulmaz annesinin elinden o müthi ş kahveyi içmek için kendine söz verdi Tuna. "Sava ş neden çıkar dede?" "Ürriyetin elinden gider, vatanın i şgal edilirse, esir olursun bre evlatçı ğım," der, o yılları dü şünerek ince ince a ğlardı dedesi. Dedesi esaretten söz edip a ğlayınca Ara ş bozulur, sava şlar kazanmı ş koskoca gazi dedesine bunu yakı ştıramaz ve odadan kaçardı. Oysa Tuna asıl böyle zamanlarda dedesine daha büyük yakınlık duyar, onun özgürlük ve ba ğımsız vatan derken ne kadar önemli şeyler söyledi ğini kavramasa da hissederdi. Koskoca dedesinin bir çocuk gibi a ğlaması onda bir çe şit akranlık duygusu yaratırdı. "Peki şimdi dü şman kim dede? Kim nereyi i şgal etti ve hangi özgürlük için ölmeye gidiyoruz?" "tyi misiniz Hocam?" "Hıı?" Üste ğmen Birol artık gizlemeye çalı şmadığı bir endi şeyle yüzüne bakıyordu Tuna'mn. Kar şısında oturan er Demir'in kuca ğında dik olarak ta şıdı ğı makineli tüfe ği o sırada ayrımsadı Tuna. "Dolu mu?" diye sordu i şaret ederek.

Page 24: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ne dolu mu?" Dalga geçip geçmedi ğini anlamak için sert bir bakı ş fırlattı er Demir ona. "Siz iyi de ğilsiniz hocam!" diye içini çekti üste ğmen Birol. Kucağında küçük sırt çantası, iki büklüm oturmu ş, tedirgin gözlerini kar şıdaki tüfe ğe dikmi ş öylece kaldı Tuna. Sık sık burnunun üstüne dü şen ince tel çerçeveli gözlü ğünü itiyor, olup bitenin asıl sorumlusunun kendisi oldu ğunu dü şünerek huzursuz, kesik soluklarla içi daralıyordu. "Hiç tasalanmayın hocam," diye fısıldadı üste ğmen Birol. "Bu ,ı şoku sizden daha yo ğun ya şayanlara tanık oldum ben, her şey gerçekle yüzyüze gelince düzelecektir." "Hangi gerçekle?" diye sordu Tuna. "Tabii ki kı şlaya varmak ve fiziksel ko şullan ya şamak gerçe ğiyle," diye biraz da şaşırarak yanıtladı onu üste ğmen Birol. "Ah bu benim beynimden çekti ğim nedir Tanrım!.." diye inledi Tuna. "Allanın dedi ği olur Tuna ö ğretmen!" dedi yanında oturup, şimdiye kadar hiç ses etmeyen ki şi. Adının ünlenmesinden büyük bir sevinç duydu Tuna. D önüp, yanında oturan adama dikkatle baktı. Gördü ğü uzun, neredeyse göbe ğine uzanan kapkara sakallı, saçları ba şının üstünde azalmı ş, biraz göbekli, orta ya şlı bir adamdı. "Ne o beni tanımadın mı 'Mavi Tuna'?" dedi adam boz ularak. "O kadar mı yabancı olduk artık?" "Musa sen misin? Şu sakaldan olacak, valla hiç çıkartamadım önce..." sevinçle konu ştu Tuna. Çocukluk arkada şı, daha do ğrusu a ğabeyi Aras'ın ya şıtıydı Musa. Baba mesle ğini sürdürüyor, Kuzguncuk'taki bakkalı şimdi o i şletiyordu. Son yıllarda fazla kilolanmı ş, saçları dökülmü ş, kendini tamamen dine vermi şti. Camiye gitmeyenlere öfkeleniyor, eski arkada şlarına bu konuda baskı yapıyor, o da olmazsa selamı sabahı kesiyordu. "Okullar tatil oldu, yüzünü görürüz artık diyorduk, ama sen bırak camiyi, dükkâna da hiç u ğramaz oldun be ö ğretmen!" Musa'nın sesinde sitemden daha acı bir alınmı şlık vardı. "Halbuki severiz seni de aileni de... Ne olacak şunun şurasında hep beraber büyüdük, Elhamdülillah Müslümanız!" "Pek vakit olmuyor be Musa! Okul, sınav kâ ğıtları, ödevler, yazın da özel ders vermeye ba şlayınca i şte..." "Sen de çok içine kapandın be Tuna, insan içine çık maz oldun ha! Ne camiye gelirsin, ne bakkala u ğrarsın... Olmaz ki ama." Musa'nın sesi biraz yumu şamış, genç ve henüz ümit kesilmedik birine sunulan bir ho şgörüyle ılınmı ştı. "Bu olanlara inanmak çok güç Musa," diye içini dökm eye ba şladı Tuna. "Sen hep böyle saftın be Tuna!" diye acıyarak konu ştu Musa. "Aç gözünü be muhterem karde şim. Bunların hepsi oyundur, kâfir oyunu! Hıristiyan ve siyonist emperyalizmi her zaman Osmanlı'ya kar şı oyun kurar. Ayrıca kendi içimizde de hainler var... Maneviyat sıfır, Allah k orkusu kalmadı!" j Sonra e ğilip, daha yumu şak bir sesle fısıldadı: "Gafil uykusu derler seninkine Tuna, uyan artık, uy an yoksa günaha girersin vallahi de billahi de!" "Ben de uyanmak ve gerçe ğe dönmek istiyorum Musa. Bak sana ne diyece ğim, yakla ş biraz..." diyerek Tuna da Musa'nın kula ğına fısıldadı: "Bütün bu olup bitenin aslında benim kendi kâbusum oldu ğunu biliyorum ben. Şiddetten nefret eden bir beynin, endi şe ve panik duyguları içinde yazdı ğı bir senaryo... Anlıyor musun Musa?" Yüzünü buru şturarak ona baktı Musa. Kulaklarını ka şıdı bir süre. Sonra, "Sen iyi misin be Tuna karde şim?" diyerek elini Tu-na'nın alnına koydu kuşkuyla. "Vay be, sen yanıyorsun zavallı karde şim! Ate şten sayıklıyorsun demek ki..." "Bütün suç bende... Hepsini benim korkularım, benim sava ştan, şiddetten nefretim yarattı... Sizler aslında yoksunuz... Bütü n bunlar benim kâbusum

Page 25: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ve şu anda buradaki halinizle bulunan sizler aslında ge rçek de ğilsiniz!" diye çok üzülerek itiraf etti Tuna. Kamyondaki öbür adamlar güldüler. (Demek kalabalıkt ılar!) "Ne diyo bu yaaa!" .,•.; "Kafayı şimdiden yemi ş gariban!" "Susun muhterem karde şlerim! Görmüyor musunuz ö ğretmen karde şimiz hasta, ate şler içinde sayıklıyo... Allah a şkına gitmeyin üstüne..." diye korudu onu Musa. "Sen tabii sabahki gazeteleri okuyunca hastalandın di mi? Şu sinemacıların kızıyla ilgili o haber kafanın tasını artırmı ştır... Ben sana bi şey söyleyim mi muhterem karde şim, Allah affetsin, zaten o kızı hiç gözüm tutmamı ştır benim..." diye fısıldadı Tu-na'nın kula ğına sonra. "Yine de... bak iftira atmak çok günahtır haa! Bo ş ver Tuna karde şim, bu medya şeytanla i şbirlikçi oldu zaten. Daha çok satmak için özbabasın ı da katil ilan eder bunlar... Ne din kalmı ş, ne iman... Tövbe esta ğfurullah!" "Ada!" diye birden anımsadı Tuna. Sesinde, vuruldu ğunu yere dü şerken yeni ayrımsayan bir şaşkınlık vardı. "Tabii ya, nasıl olur da ben hâlâ buradayım? Onu he men bulmalıyım!" Ayağa fırladı ve şoför duysun diye yırtınırcasına haykırdı: "Durdur şu kamyonu, hemen inmem gerek, hemen şimdi!" "Hocam sakin olun, lütfen oturun!" diyerek onu tutm aya çalı şan üste ğmen Birol'un sesini hiç duymadı Tuna. "Adayı bulmalıyım, onu mutlaka bulmalıyım! Bana iht iyacı vardır!" diye bar bar ba ğırıyordu. "Sıkı tutun atlayacak!" ."Delirmi ş bu adam!" Kollarına ve bacaklarına sımsıkı sarılan bakkal Mus a ve üste ğmen Birol'un arasından sıyrılıp kamyondan atladı ğında hâlâ ba ğırıyordu Tuna: "Ada'yi bulmalıyım!" YILDIZLAR NEREYE YA ĞAR? =f "Yıldız kümelerini ilk ke şfedip, onlara ad verenler öykücülerdi." JohnBerger Yanlı ş anlamı ştık! Küçük bir yanlı ş anlamanın, nasıl büyük sonuçlar yarataca ğının ulusal uygulamasını yapmaktaydık. Hepimizin bir an önce modernle şmek istedi ğimiz yıllardı. Birçok şey hızla de ği şiyordu. Eskiden kalan her şeyi atarsak, ça ğdaş ve yepyeni ba şka birisi olaca ğımızı sanıyorduk. Bütün eksikler ve yanlı şlar zaten eskimi ş geçmi şle birlikte atılacak, geriye kalan sıfır üzerine en kısa zamand a mükemmel bir ülke ve yepyeni bir kültür olu şacaktı. Daha do ğrusu, modern olmak için kendimize ait birçok özellikten vazgeçmemiz gerekti ği yanlı ş anlamasının en hızla sürdü ğü talihsiz yıllardı. Hiçbir yanımızı be ğenmiyorduk! Kadıköy ve Üsküdar'ın yüzyıllarla olu şan güzellikleri de bu ve buna ba ğlı para hırsıyla zalimce yok ediliyordu. Pembeçavu ş üzümleriyle ünlü Erenköy, çitlenbik a ğaçlarıyla süslü şık Moda, fıstık çamları ve kokulu incirleriyle başdöndüren Salacak, leylak, sümbül, erguvanlarıyla di llere destan Fenerbahçe çılgın bir hızla betonla şıyordu. Yalnızca bizim yaka de ğil, istanbul'un iki yakası da tümden ye şilini ve tarihini silmeye u ğra şıyordu. Çilekleriyle ünlü Kuzguncuk'ta da ba ğlar azaldı, o güzelim iki katlı evleri onartmak yerine çirkin beton apartmanlar yapılıyord u. Acelecilik ve açgözlülük, zevksizlik, kalınlık ve kaba-sabalı ğın en kallavisini doğuruyordu. Dedim ya, yanlı ş anlamı ştık... Annem, vaktiyle büyükdedemin Kuzguncuklu bir Ermeni 'den satın aldı ğı üç katlı kagir evin yerine apartman yapılmasını isti- yordu. Đğdır'da do ğup büyümü ş annem için "beton" modernlik, apartmansa kolaylıktı. Dedem babasının evinin ve biti şi ğinde daha sonra kendisinin satın aldı ğı, şimdilerde terzi dükkânı olan Rum evinin yıkılmasına şiddetle kar şı çıkıyor, hep sevdi ğini söyledi ği gelinine ilk kez kar şı koyuyordu.

Page 26: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Babam, karısı ve babası arasında sıkı şıp kalmı ş, her zamanki sessiz, etliye sütlüye karı şmaz tavrıyla insiyatifi almaktan çok, i şi ya Allah'a, ya da oluruna bırakmı ş görünüyordu. Sonunda kısmen annem kazandı ve evimiz üç katlı bir gri apartmana dönü ştü. Dedem sonuna dek biti şikteki küçük Rum evini cansiperane korudu ve her ge ce bir misafırmi ş gibi bizden çıkıp, cumbalı terzi dükkânının üst ka tındaki iki odalı "kendi evi"ne gitti. Bizler harıl harıl modernle şmeye çalı şırken, kar şımızda yüzyıl önce bir Osmanlı valisinin yaptırdı ğı söylenen, ama yıllardır sahiplerinin uğramadı ğı, terk edilmi ş harabe kö şk bozuntusunda bir hareketlenme ba şladı. "Nihayet akılları ba şlarına geldi, o bahçeyle birlikte iki apartman diki lir oraya," dedi annem. "O caanım incir a ğaçlarını kesenin ne bu dünyada, ne âhirette iki yak ası gelir bir araya Zübeyde gelin!" diye homurdandı ded em. Sustu babam. Bütün kı ş ve ilkbahar boyunca, hepimizi şaşırtacak kadar çok i şçi, hiç durmadan çalı ştı. Beklenenin aksine kimse hiçbir şey yıkmamı ş, o zavallı köşk harabesi onarılmı ş, boyanmı ş, ortaya göz kama ştıran bir eser çıkmı ştı. Bahçesindeki küçük havuz ve balıklı fıskiyesi bile çalı şıyordu. Bahçe düzenlemesi neredeyse kö şkün restorasyonu kadar uzun sürmü ş, sonunda rengârenk çiçekleri, halı gibi çimenleri, asma yapr aklı çarda ğı ve bahçe salınca ğıyla rüya gibi bir bahçe olu şturulmu ştu. "Bu masrafa Ni şanta şı'nda apartman alınırdı beybabacıım..." diye şaşırdı annem. "istanbul'da Kuzguncuk'tan güzel yurt yoktur bre kı zanlar!" dedi dedem. Sustu babam. "Mirasyedi falan olmasın bunlar?" "Kaçakçı oldukları söyleniyor, bunca parayı nereden bulur insan ayol?" 55 "Amerikalılar almı ş kö şkü, diyorlar..." >• , i "Canım Amerikalılar ne yapsın Kuzguncuk'ta ?.." 56 Oymalarının inceli ği ve i şlemelerinin zerâfeti ortaya çıktıkça, pembe-beyaz renkleriyle göz kama ştıran kö şk, o ilkbaharda Kuzguncuk'ta en çok konu şulan konu oluvermi şti. Kö şkün sahipleri hakkındaki şaibeler sürerken, iki kamyon dolusu e şya dayandı kapısına, birkaç aylık şeker mi şeker bir Sivas kangal yavru getirildi bahçeye, sonr a da ortaya şlı tombul bir karı-koca yerle şti içine. Bunların bahçevanla a şçı oldu ğu fısıltıları ortalı ğa yayıldı ğında, yanında daima esmer, tela şlı ve güleryüzlü bir kadınla dola şan o kız belirdi Kuzguncuk'ta. Kızın yanındaki kadı nın adının "dadı" oldu ğunu ö ğrenmi ştik ki, asıl bomba patladı: "Süreyya Mercan'la Pervin Gökay almı şlar kö şkü!" "Ah inanmam vallahi! Ay kalbim duracak heyecandan şimdi!.." "Amaan, yani onlar Ni şanta şı, Şi şli, Bebek dururken buraya gelirler mi karde ş?" Köşkün sahiplerinin önemli ve sevilen birileri oldu ğunu anlamı ştım ama ne i ş yaptıklarını çıkartamamı ştım. Heyecan ve sevinç dalgası en çok bizim evde esiyordu, annem ba şımıza talih ku şu konmu ş gibi bayram yapıyor, diki ş makinesinin ba şında sessiz karıncalar gibi titizlenerek çalı şan babamı bilgilendiriyordu: "Rüyamda görsem inanmazdım Nairn, şimdi biz Süreyya Mercan ve Pervin Gökay'la kom şu olaca ğız, dü şün hele bir! iki hizmetçi, bir bahçevan ve aşçıları var diyorlar! Bir de kızın dadısı..." "Anne, o kızın annesi yok mu? Neden hep dadıyla gez iyor?" Annem beni duymuyordu bile... "Mahallemize yıldızlar ya ğdı! Ke şke rahmetli hanımannem de görseydi bu günleri..." "Mür şide Hanım bu beton evde ya şayamaz, kahrından ölürdü bre!" diye homurdanırdı dedem. Susardı babam.

Page 27: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Perdelerin arkasına saklanarak Süreyya Mercan ve Pe rvin Gö-kay'ı evlerine girerken görebilmeye çalı şan annem, bunu bir türlü ba şaramıyor, biraz da düşkırıklı ğıyla; "Yıldızların ya şantısı çok düzensiz olmalı..." diye içini çekiyordu . "O kızın annesi yok mu anne?" "O kızın hem annesi, hem de babası yıldız o ğlum!" •••;.,'•?• ; Demek o yıldızların kızıydı! Bir yıldız kız! : <„•:• "Yıldızlar çok me şgul olurlar, seyahat ederler, filim çevirirler... s onra davetlere felan giderler... ne bileyim i şte... yani bize benzemez, bizim gibi ya şamaz onlar!" Vay canına, o hem yıldızların kızıydı, hem de bize hiçbir bakımdan benzemiyordu demek! "Hani geçen yıl yazlık sinemada oynayan Balıkçı Osm an filmi vardı ya, i şte Süreyya Mercan oydu!" "Yani o kızın babası balıkçı mı? Hani yıldızdı anne ?" "Hayır Mavi Tuna'm, ah benim saf o ğlum, Süreyya Mercan o filimde balıkçı gibi rol yapan o yakı şıklı adamdı. Her filimde ba şka ba şka biri olur o!" Tanrım ne biçim bir kızdı bu böyle ki, bende bilinm ezlerle dolu heyecanlı bir sevinç yaratıyordu? Gidip onu yakından görmek, onunla konu şmak için can atıyor, ama çekiniyordum. "Karde şi yok mu o kızın anne?" "Tek çocuk o, Tunacı ğım." Onlardan söz ederken annemin sesine yayılan hayranl ıkla karı şık hülyalı ton benim çekingenli ğimi iyice artırıyordu. Ağabeyim Ara ş hep oldu ğu gibi ölçüp, biçmi ş, kararını verip, konuyu bağlamı ştı. Onun kararlarından ötürü pi şman oldu ğunu da hiç görmedim. Akılcı, atik, zeki ve güçlü Ara ş! Her zaman be ğenilen, ba şarılı ve özgüvenli a ğabeyim. "O kız kendini be ğenmi şin teki!" diyerek, kesip atmı ştı. Aras'ın bu tavrı annemi güldürmü ş, birkaç yıl önce yitirdi ği babasına çok benzetti ği büyük o ğlunun kararlılı ğıyla gururlan-mı ştı. Yine de yıldızlarına toz kondurmaya kıyamamı ş; "E tabii o ğlum, dadılarla büyüyen kızlar kibirli olur," demi şti. "Bre neden öyle dersin Zübeyde gelin, Mür şide Atacan şımarık mıydı, de ele bakalım ?.." "Hanımannem bi taneydi beybaba, nur içinde yatsın!" Umurumda de ğildi. Ben bu kızı çok merak ediyor, onunla tanı şmak için deliriyordum. Halbuki onun benden haberi bile yoktu ve ben ona kendimi göstermek konusunda çekingendim. Yıldızların kızı mahallemize ya ğdı ğından beri Aras'a olan hayranlı ğım ve ilgim azalmı ş, a ğabeyim bunun nedeninin "o kız" oldu ğunu bildi ği için huzursuzlanmaya ba şlamı ştı. Aklım fikrim kö şk- teki kıza emanet, uykuda gezer gibi onu sayıklar ol muş, yemekten, içmekten kesilmi ştim. 58 Aras'ın arkada ş sıkıntısı çekti ği görülmü ş de ğildi. Cesurdu Ara ş. Gözüpek ve atak. Adildi ve akıllıydı. Tanı bir li derdi. Mahallede onunla oynamak, onun tarafından kabul görmek bir on urdu. Bazan onu tahtından indirmek isteyen çocuklar peydahlanır, am a bütün oyun ve yarı şlarda kimse Aras'ın bile ğini bükemezdi. Yetenekliydi Ara ş. Saatlerce sabırla u ğra şarak kartondan oyuncaklar yapardı. Günlerce çalı şarak tamamladı ğı maket uçak ve gemileri, ince ayrıntılarıyla görenleri hayran bırakırdı. Denizalt ı ve gemilere a şın düşkündü, çok iyi yüzer, a ğaçların en üst dallarına tırmanabilir, kocaman ta şlan kaldırabilirdi. Beni korur, çaktırmadan gözetir ama kayırmazdı a ğabeyim. Onunla gurur duyar, ona çok güvenirdim. Bu duygularım hâlâ tapta zedir. Ama ben ona hiç benzemezdim. Ben a ğaçlara tırmanıp, kovboyculuk oynamak yerine, hayall er kurup, filmler izlemeye, masallar dinlemeye bayılır dım. Oynayan çocuklardan biri olmak yerine, onları seyredip, haklarında hikâ yeler uydurmayı severdim.

Page 28: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Köşke yeni ta şınan yıldızların kızıyla ilgili yüzlerce farklı öyk ü uydurmu ştum bile. O kızı bir gün prenses, öbür gün bir bulu t, sonra çiçek, başka bir gün de iyilik perisi olarak dü şlüyor, hayalimde onunla konu şuyordum. Benim bu melankolik halime Ara ş bozuluyor, annem kıkır kıkır gülüyor, dedemse; "Bre, erken büyür artık kızanlar!" diye içini çekiy ordu. Babam beni sık sık dükkânına götürüp, yardım etmemi istiye-rek hem dikkatimi da ğıtmak hem de ilerde i şini benim devralmamı hazırlamak istiyordu. Kapısında artık: ÇAĞDAŞ TERZi NAlM ATACAN yazan terzi dükkânımız, hazır giyim sanayiinin büyü meye ba şlamasıyla eski bereketini yitirmekte, mütevazı ya şantımızın ekonomik kayna ğı eski gücünü kaybetmekteydi. Yazın ortalarıydı. Bir sabah babamın dükkânından ka rarlı adımlarla çıktım ve kö şke do ğru yürüdüm. Çekingenli ğimle sava şan "bu i şi ba şaramazsam bittim" tutkum beni uyu şturmu ştu sanki. Köşkün bahçe kapısı hep oldu ğu gibi açıktı, bahçevan Şakir Amca şarkı söyleyerek çalı şıyordu. Beni görünce sevindi, hasır şapkasını çıkartıp selam verdi. "i şte ilk misafir sonunda geldiii!" dedi. O sırada evi koruması için orada ya şadı ğını hâlâ fark etmemi ş yavru kangal belirdi bacaklarımın dibinde. Benimle oynamak için hoplayıp, zıplıyor, sevinçle kuyruk sallıyordu. "Sivri! Dur o ğlum, rahat bırak misafirimizi, gel kuçu kuçu, gel S ivri!" Korkudan nasıl olup da altıma yapmadım, bilmiyorum. Sahte bir ciddiyetle Sivri'nin beni koklamasını beklerden dudaklarımı ke miriyordum. Artık dönü ş yoktu. Yıldız kızı bulacaktım! O sırada elinde bir vazoyla bahçeye çıkan bahçevanın karısı Ya şar Kalfa imdadıma yeti şti. Önce şaşırdı, dikkatle beni süzdü, sonra gülümseyerek ba şımı ok şadı, eliyle arka bahçeyi i şaret etti. O gün kö şkün bahçesinde rastladı ğım herkes benim varlı ğımı onaylamı ş, sanki beni zaten bekliyor gibi davranarak cesaretlendirmi şti. Ve nihayet arka bahçede buldum onu. Hemen birkaç me tre ötemde, çarda ğın altında yalnızdı. Onu ilk gördü ğümde ya şantımda çok önemli bir yer tutaca ğını sezmi ştim. Bu tıpkı, bir filmin daha ilk karesinden bütün ünü kavramak, sonunu tahmin etmek gibi bir duyguydu. Onu ilk gördü ğümde kendi kendine konu şuyordu. Biraz dikkat edince aslında çömeldi ği yerde benim göremedi ğim bir şeyle konu ştu ğunu anladım. Ona bakmaktan kendimi alamıyor, merak etmeme kar şın bir türlü yerdeki şeye gözlerimi çeviremiyordum. Hani anlatmak için sözcük lerin yetersiz kaldı ğı, mecazla, metafor-la ifade edilebilecek insanlardand ı o. Biraz sonra konu ştu ğu şeyin aslında beyaz, yedi-sekiz santim çapında daireden bozma, ince bordo damarlı bir ta ş oldu ğunu ö ğrenmi ştim. O ise çoktan bana "Mabel" adını takmı ştı bile. Onu ilk gördü ğümde ya şantımda çok önemli bir yer tutaca ğını ben anlamı ştım, ama henüz o, bunu bilmiyordu. Anlamasın diye elinde ki ta şa sakladım gözlerimi. Bunu hissetmi ş olmalı ki, o ta şı bana arma ğan etti ve aslında gözlerimi bana geri verdi. Ada'yla tanı ştı ğımda ben be ş ya şındaydım, o benden iki ya ş büyüktü ve çok kumraldı. Ada hep öyle kaldı. TUTKUNUN RENGĐ KIRMIZIDIR "Zamanın geriye do ğru akması huzursuzlu ğa neden olur. " Friedrich Nietzsche Eline bula şan kanın parlaklı ğı gözlerini kama ştırdı Tuna'nın. Kırmızının böyle güzel ı şıltılarla insan bedeni içinde dola şması dü şüncesi ne ho ştu. Belki de insano ğlu ve insankızının kırmızı renge olan tutkusu, ölüm e kafa tutu şun bir simgesi olarak ortaya çıkmı ştı? Kanın rengi sarı ya da ye şil olsaydı, tutkunun rengi de kırmızı olmayacaktı belk i ?.. "Tutkunun rengi kırmızıdır!" diye fısıldadı. Hareket halindeki askeri araçtan atlayıp, feci hald e sürüklendi ğini ancak hayal meyal hatırlasa da eline bula şan parlak kırmızı kanın rengine duydu ğu hayranlı ğı çok net anımsıyordu.

Page 29: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Oysa onu kan tutardı. Tuna'yı kan tutardı ve eline bula şan parlak kırmızı sıvının kan, kendi kanı oldu ğunu farkına vardı ğı ilk anda, pat diye bayıldı. Gözlerini açtı ğında beyaz duvarlı, çıplak bir odada yatıyordu. Başı, korkunç bir a ğrı çemberiyle sıkılıyor, sol kolu ve sa ğ baca ğı beyaz sargılar içinde, kımıldamaya cesaret edemeden upuzu n yatıyordu. Her şey beyaz, bembeyaz ve bulutluydu. Gözleri ne denli u ğra şsa da ba şka hiçbir renk göremi-yordu. "Sonsuzlu ğun rengi de beyaz olmalı..." diye mırıldandı. "Fazla sürmez!" dedi donuk bir ses. O zaman üzerine e ğilerek, bir eliyle göz kapa ğını kaldırmı ş içine bakan, bembeyaz bir yüzü, balıkgözü kameradan izler gibi s eçti Tuna. Adamın beyaz gömle ği görü ş açısını beyaza boyayarak kapatıyordu. "Biraz canınız yanacak ama..." Aynı anda canı yanan Tuna di şlerini sıkıp, yüzünü buru şturdu. Acının dinmesini bekledi. Alnının sa ğ tarafına yüzlerce i ğne batmı ş gibi felaket bir acıydı bu. Çok canı yandı. Canı çok yandı. "Tamam bu günlük de bu kadar hocam!" dedi beyaz göm lekli adam. Kaç gündür buradaydı da, "bugünlük DE bu kadar" oluyordu acaba ? " Şimdi çok daha iyisiniz hocam, ucuz kurtulmu şsunuz inanın. Hayatta kalmanız tam bir mucize! E ğer şoför son anda frene bas-masa ve yanınızdaki arkada şınızla, üste ğmenim sizi tutmasaymı ş, parçanız kalmazdı dikmek için..." "Kediler," diye dü şündü Tuna. "iyilik yapıp, besledi ğin her kedi, seni mutlaka bir gün bir kazadan, bir beladan korur!" derdi annesi. "Kediler korudu beni," diye fısıldadı gülümsemeye ç alı şarak. Ama ağzının kenarlarındaki kaslar ona güçlük çıkarttı, ca nını yaktılar. "Efendim?" diye şaşırdı beyaz gömlekli adam. Yüzü net de ğildi. "Size a ğrı kesici verdim, artık kendinizi daha iyi hissedec eksi-niz"dedi hemen toparlanarak. "Bugün artık çorba ve jöle yemeye ba şlayacaksınız." "Kaç gün oldu ben buraya geleli?" diye sordu Tuna k ımıldamaya cesaret ederek. "Amman hocam, acele etmeyin, biraz daha sabırlı olu n!" diyerek yanına ko ştu doktor. "Daha üç gün oldu siz revire geleli, yarın ka şınızdaki diki şler alınacak, daha sonra yava ş yava ş kolunuz ve baca ğınız da iyile şecek..." "Üç gün ha!" diye ba ğırdı Tuna. Sesi uzun süre hapsedilmi ş ı şı ğın aniden özgür kalmasıyla fı şkırı şı gibi kontrolsüz, atak ve sert dökülmü ştü dudaklarından. Doktor tela şla onu yatı ştırmaya çabaladı. "Hiç merak etmeyin hocam, hızla iyile şiyorsunuz, yakında taburcu olursunuz." Yüzünü acıyla buru şturarak doktora baktı Tuna, ama yine net de ğildi yüzü. "Burası da askeri bir hastane mi?" 6l "Evet hocam," dedi doktor biraz rahatlamı ş olarak. "Ben doktor binba şı Kutlu Çeçen, burası da tugay reviri." ' 62 "Böyle söyleyece ğinizi biliyordum," diye fısıldadı Tütafc ' ' Elindeki deftere bir şeyler yazarken konu ştu doktor Kutlu» •'•••••• "E şiniz de doktormu ş diye duydum hocam?" "Evet," dedi Tuna neresinin a ğrıdı ğını tam çıkartamacfcınacıyla yüzünü buru şturarak. "A ğrılar zamanla tamamen geçecek. Bran şı nedir?" ' "Kimin bran şı?" ' "E şinizin tabii..." Bran şı neydi e şinin? Meriç hangi konuda uzmanla şmak istemi ş de sonra hiç ilgisiz bir dalda ihtisas yapmı ştı? "Patoloji," derken duydu kendi sesini Tuna. "O-ohh! Allah kolaylık versin, kadınlar için zordur !"

Page 30: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

i şte o zaman artık doktor Kutlu'nun yüzünü iyice görm ek ve tanımak istedi Tuna. Kadınlar ve erkekler üzerine genel fikir ve k esin yargıya sahip insanların yüzleri, özellikle gözlerine dikkatle ba kıp, nerede incinip, nasıl bu hale geldiklerini görmeye çalı şırdı Tuna. Gördü ğü gençten, ince, orta boylu bir adamdı, ama hâlâ ne t de ğildi. Netlemek için gözlerini kısınca cam yandı. "Gözlü ğüm? Gözlü ğüm yok benim! Nerede gözlü ğüm?" diye panik içinde sordu. "Ah!" dedi doktor Kutlu hatırlayarak. "Gözlü ğünüzün camları kırılmı ş, ona birkaç gün içinde bir çare bulaca ğız." "Doktor!" diye fısıldadı Tuna. "îç sava ş çıktı ğı do ğru mu? Gerçekten seferberlik ilan edildi mi?" Yüzünü net göremedi ği için ifadesini bir türlü kestiremedi ği doktorun donuk sesinden de ipuçları yakalamakta zorlanıyordu. "Evet," dedi doktor Kutlu. Bekledi Tuna. Bir şeyler duyabilmek için bekledi, fakat çıt yoktu. Eve t ha! Hepsi bu mu? Sorulan soruya net ve kesin bir yanıt: Evet! Daha ne desindi ki? "Evet"in içinde ne ararsan vardır, ama "evet"in içinde en çok netlik bulunur. ; O sırada elinde tepsiyle bir hastabakıc ı girdi odaya. Tepsiyi ya- ta ğın kenarında duran portatif masaya bıraktı. Tuna'nı n yata ğı- nın ba ş kısmını bir mekanizmayla yükseltti, portatif masay ı da önüne çevirdi. "Afiyet ossun hocam!" dedi sırıtarak. Nefesi sarıms ak kokuyordu. Tepsideki yemeklere baktı Tuna. Beyaz bir çorba ve pembe bir jöle gördü. "Aç de ğilim," diyerek gözlerini tepsiden kaçırdı. "Yemeniz şart!" dedi doktor Kutlu odadan çıkarken, "Yemekleri miz lezzetlidir." Doktor çıkar çıkmaz Tuna'nın yanına yakla şan hastabakıcı; "Doru diyo dohtor bey. Yimezsen iyile şmen, bak zâti ka şşık kadar kalmı ş yüzün hocam. Üflesem uçan valla... Yi hadi!" dedi. "Sava ş çıktı ğı do ğru mu? Đç sava ş yani?" diye sordu Tuna yemekle hiç ilgilenmeden. Yuvarlak yüzlü, esmer ve tombulca oldu ğu dı şında ba şka özelliklerini seçemedi ği hastabakıcı kısa bir süre bakakaldı, sonra yakla ştı; "Sen hâlâ şaka neym sanıyon galiba? Hakkat iyisin be hocam! Zâ ti senin için biraz şeyy dediylerdi ya niyse..." "Ne dediler benim için?" diye sinirlenerek yerinden fırlamaya kalktı Tuna, ama bu ani hareket bedenini ve yüzünü müthi ş bir acıyla cezalandırdı. Portatif masaya çarptı ğı dirsek kemi ği, insanın içine i şleyen o hiç ba şka kemi ğinkine benzemeyen özgün, iç bayıcı acısıyla solu ğunu kesti. "Bırak dellenmeyi, a ğzını yidi ğim hocam. Ahlını ba şına al, yi yime ğini hadi!" Acısıyla birlikte öfkesinin de terk etmesi için bek leyen Tuna isteksizce sordu: "Ne çorbası bu?" "Yayla çorbasıylan, çilekli çöle verdiler. Sarsakla rına iyi gelecek bah bunlar... N'öricen hocam birkaç gün bunlarla idare et-cen, sonra a ğzına layık yimek buluruz sana." isteksizce ba şladı ğı çorbayı, acıktı ğını hatırlayan midesi sevinçle kabul edince sonuna kadar içmeyi ba şardı. Jölenin hafif ve yumu şak tadı ho şuna bile gitmi şti. "Ha sole... Afferin sa ğa hocam! Can bo ğazdan gelir, bo ğazdan gider mazallah. Yiyecenki iyile şcen!" dedi hastabakıcı sırıtarak yemek tepsisini alırken. "Sorması ayıp olmassa, sen ni ö ğretmeni oluyon hocam? Fen, metematik neym felan mı?" 64 "Ben edebiyat ö ğretmeniyim," dedi Tuna gizli bir gururla. "Yaaaa..." diye dü şkırıklı ğı dolu bir ses çıktı hastabakıcıdan.

Page 31: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Onu duymazdan geldi Tuna. Edebiyat ve sanatın gider ek kül-türsüzle ştirilen, tüketim merkezli bir toplumda önemsiz bulunmasına b ir türlü alı şamasa da, bunun kendini yaralamasına engel olmaya çalı şıyordu. Tabii olamıyordu. "Bah benim adım hastabakıcı Hasan. Çavu ş.Hasan. B i ihtiyacın neym olursa şo zile bas, hemen gelirim hocam." "Hasan," dedi Tuna kendini biraz daha iyi hissedere k, "Hasan sence neredeyiz biz?" "Amaniin... Bilmiyon mu hocam, askeri hastanedeyiz ya!" "Canım onu anladık! Sen asıl nerede oldu ğumuzu farkında mısın diye merak ediyorum ben!" diye öfkelendi Tuna. "Vay ba şıma gelenler ki vay vayy!.. Senin gözünün önü dönmü ş hoca ifendi. N'öricez şimdi? Dur şu dohtorun verdi ği yatı ştırıcı ilacını iç de biraz sakinle ş bari..." "Uyumak istemiyorum!" diye ba ğırmak istedi Tuna, ama sesi inlemeye dönüşerek çıktı a ğzından. "Aksine uyanmak istiyorum Hasan. Ülkede iç sava ş var, seferberlik halindeyiz diyor ve beni uyutuyor, net görü şümü önlemek için gözlü ğümü alıyorsunuz. Hayır! Ben aksine uyanmak, bu kâbustan ve buradan kurtulmak istiyorum!" B a ğırdıkça sesi açılıyor, a ğrıları ço ğalıyor, canı daha çok sıkılıyor, öfkesi artıyordu. Zaten iddia edilenin aksine, Tuna için ba ğırmak rahatlatıcı olmamı ştı hiçbir zaman. Sesini duyarak odasına ko şan binba şı doktor Kutlu Çeçen ve bir ba şka doktor tela şla hastabakıcı Hasan'a sorular sorup, ona çıkı ştılar. Doktor Kutlu acele bir yatı ştırıcı i ğne yaptı Tuna'ya. "Bütün bunlar gerçek de ğil! Anlamıyor musunuz? Her şey aslında bir kâbus! Buradan çıkıp, Ada'yı bulmalıyım! Onun bana ihtiyac ı var, anlamıyor musunuz?" diye ba ğırıyordu Tuna hâlâ. "Üstelik bu benim kâbusum ve sizler onun içinde oyu ncular-.siniz. Endi şelerim ve korkularımla sizleri beynimde ben yarattı m. Hepiniz birer düş ürünü, birer hayalsiniz!" "Tamam hocam. Biraz dinlenin her şey düzelecek, inanın düzelecek... Sakin olun, yormayın kendinizi böyle," diyen doktor Kutlu'nun donuk sesini duydu ğunda şekiller ve sesler solmaya, ritimler düşmeye ba şlamı ştı. "Yakında uyanaca ğım! Daha ne kadar uyutacaksınız ki beni? Bir zaman sonra mutlaka uyanaca ğım! i şte o zaman bu karabasan da, içindekiler de kalmayacak... Korkunç tela şınız da bu yüzden ya zaten! Karabasan bitmesin, uzasın istiyor, beni her yolu deneyerek daha uzun u yutmak istiyorsunuz. Kâbus uzarsa, kâbustan yararlanananlar daha uzun ya şarlar! Yok ama... ya ğma yok artık! Eskisi kadar uzun uyutamazsınız bizleri! Ha... yır. îs... te... mi-yorum... Uyu... ma... ya... ca... ğım... uyumak yok... ar... tık!.." Ağzı ve gözleri kapanmaya ba şladı ğında kendi sesini çok uzaklardan hayal meyal i şitiyordu. "Kâbus... kara... basan... dü ş bu... uyan... mak... is... ti... yo... rum... Oyun... Bun... ların... tümü... bir... oyun. .." Başı dü ştü. Daldı gitti. KAM5 KERTENKELE KUYRUĞU "Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden anlamıyorlar. Onlara hep bir şeyleri açıklamak zorunda olmak, çocuklar için ne sıkıcı bi r durum." Küçük Prens ve/ya Antoine de Saint-Exupery "Benimle oynamak istiyorsan, üç kertenkele kuyru ğu suyu iç-melisin!" Şaka yapıyor sandım, ama hiç gülmüyordu. "Kertenkele kuyru ğu suyu mu?" dedim şaşırarak. "Evet, aynen öyle!" Daha sonraları "senin için çi ğ tavuk bile yerim" deyimini ö ğ- j rendim ama "kertenkele kuyru ğu suyu içmek" hâlâ Türkçe'de hiç j bilinmez. "Nasıl yani? îlaç gibi bi şey mi bu?" diye yüzümü buru şturdum. "Çok basit. Üç kertenkele yakalarsın, kuyruklarını koparır ve J suya atarsın. Bu, kertenkele kuyru ğu suyu olur. i şte sen onu içeceksin!"

Page 32: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Öğğğh..." diyerek midemi tuttum. "Korkma, kertenkeleler ölmez, onların yeniden kuyru kları çıkar." "Hayır hayır, ya kuyruklar a ğzıma kaçarsa?" dedim korkarak. » "Canım kuyrukları yutmak zorunda de ğilsin sen de!" Sesinden büyük incelik gösteriyor olmanın havası ve bilgili olu şundan ötürü kendine duydu ğu hayranlık apaçık okunuyordu. Daha önce hiç prense s görmemi ştim ama bence bir prenses i şte tam böyle biriydi. O da bunu biliyor olmalıydı. Çünkü, halk- j tan birine kendisiyle oyun oynamasına izin verebile ceğini duyurmu ş ve artık iç rahatlı ğıyla sarayına dönüyordu. (Prensesler zalim olmak zo runda mıdır?) Önce a ğlayacak kadar kötü hissettim kendimi, sonra sarkan dudaklarımı sımsıkı gererek, burnumu çektim, di şlerimi sıkarak bu korkunç sınavın korkusuna kapıldım. Ba ğırıp, ça ğırmak: "sen kendini ne sanıyorsun!" diye haykırmak geçmedi de ğil içimden... Fakat sustum. Sonuçta, kapısı açık durmasına kar şın kö şkün bahçesine girmeye ilk cesaret eden çocuk ben ol muş, onun bana "Mabel" demesine izin vermi ştim. O halde sonuna dek gitmeli, onu gerçekten hak etmeliydim! Çok sonraları farkına varaca ğım önemli bir ö ğretinin ortasına bu kadar genç yaşta dü ştü ğümün ayırdında de ğildim tabii. Ne o sırada tam be ş yıllık tüm yaşantım boyunca, ne de daha sonraları sevgisini ve il gisini kazanmak için bu denli u ğra şıp, didindi ğim, u ğruna acı çekti ğim bir ba şkası olmayacaktı hayatımda. Bir tek o. Bir tek Ada. Ada! Kumral Ada. Şimdi artık biliyorum ki, bütün ya şantımız içinde ancak bir/ kaç ki şiye böyle bir hak tanırız. Onu şımartır, yüz verir, alttan alır ve hatta ona teslim bile oluruz. O da bunu, zaten taa en ba şından bilmektedir. E ğer çok şanslı de ğilseniz, kar şınızdaki şımarır, ipin ucunu kaçırır. Bin pi şman olur, incinir, dü şkırıklarıyla yaralanır ve acı çekersiniz sonunda. B azan, çok ender de olsa şanslısınızdır ve bir mucize ya şarsınız. Çünkü, kar şınıza dilinize akraba biri çıkmı ştır. (Tanrım mucizeleri ne çok seviyoruz böyle!) O sırada kaç ya şında oldu ğunuzun kesinlikle hiç önemi yoktur. (Hayır yoktur!) Ve ben şanslıydım! "Tamam Ada!" diye ba ğırdım arkasından, ya ş akmaması için sımsıkı kıstı ğım gözlerim yanarken. "Tamam, üç kertenkele kuyru ğu suyu!" "Peki Mabel, görü şürüz!" dedi, arkasına hiç bakmadan kö şke girerken. Emin adımlarla çıktım kö şkün bahçesinden, i şte bu kadardı. Yine yenilmemi ştim kar şısında. Hiç de bile! Üstüne üstlük o benden tam iki ya ş büyüktü, a ğabeyim Ara ş kadar, kocaman bir çocuktu ve yıldızların kızıydı! O gece a şırı ne şeli oldu ğumu çok net anımsıyorum. Anneme kertenkele kuyru ğu ve "Mabel" dı şında her şeyi anlatmı ştım ama 68 galiba "asıl her şey" bu ikisinde gizliydi. Onun "MabeF'i olmak bütün ya şantımda derin bir iz bırakacaktı. Kertenkele kuyru ğu suyu içemezsem de onun arkada şı olamayacaktım. Annem zevkten dört kö şe olarak beni dinledi. "Küçük, nazlı mavi Tuna"sını n koskoca yıldızların biricik prenses kızıyla arkada şlık ediyor olması ba şını döndürüyordu. (Ah bir de şu kertenkele kuyru ğu suyunu bilse, bakalım sevinir miydi?) Klasik Anadolu kadınının kara ka şlı, kara gözlü, dayanıklı, sabırlı özellikleriyle, Kafkas atalarının ince uzun çizgile rini bedeninde ve ki şili ğinde birle ştirmi şti annem, ilkokuldan sonra babasının deste ğiyle Kars'taki akrabalarının yanına gönderilmi ş, orada ortaokulu bitirmi şti. Annesinin vefatı nedeniyle liseye devam edeme-' yip , Đğdır'a dönmek zorunda kalı şına hâlâ üzülürdü. Babamın yanında terzilik yapsa d a o resmen bir ev kadınıydı. Uzun, siyah, gür saçları, "Do ğu'nun Gülü" Đğdır'la ve bizlerle gurur duyardı. O sıralar Türk sinemasının en Avrupai, en modern yı ldızlarından biri sayılan, sarı saçları, incecik bedeni ve güzel sana tlar dalında üniversite diplomasıyla dillere destan olan Pervin Gökay, anne m için çok ula şılmaz, çok farklıydı.

Page 33: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Pervin Gökay, sanki gerçekli ğin dı şında, bizim ve kom şularımızın varoldu ğu dünyanın üzerinde kurmaca bir gezegenden gelmi ş bir konuktu ülkemize. Yarı mistik, çok gizemli ve şahane bir varlık! Hem güzel, hem kültürlü, hem başarılı bir kadındı. Hem sanatçıydı, hem bir ailesi v ardı, hem de hâlâ istedi ği i şte çalı şabiliyordu. Anne ve e ş olduktan sonra ya şantısı bitmemi ş, o hâlâ ya şıyordu! Avrupa ayarında bir Türkiye ürünü. Tam Atatürk'ün arzu etti ği Türk kadını! Mükemmel bir imgeydi! Bakı şlarından tutku ve a şk fı şkırarak kadınların gözlerinin tam içine bakmayı ba şaran Süreyya Mercan ise duda ğının üzerindeki incecik Gable bıyı ğıyla zaten ancak "yıldız"lara layık bir kocaydı. Bütün kocaların itaat ettikleri yazısız kanuna inat , evlendikten sonra bile romantik ve karısına â şık olmaktan utanmayacak kadar cesurdu. ("Çünkü karısının gözleri parlıyor ve ancak mutlu kadınları n gözbebekleri parlar!" diyordu annem. Ve ben bunu hiç unutmadım, mutlulu ğunu merak etti ğim kadınların gözlerinde o ı şıltıyı daima ararım. Çünkü annem haklıdır.) Üstelik Süreyya Mercan simsiyah saçları ve yandan ç arklı çapkın gülü şüyle tam Akdeniz renklerinde müthi ş yakı şıklı bir erkekti. î şte şimdi bu iki tanrısal varlı ğın bir tanecik kızları, annemin küçük oğluyla arkada şlık ediyordu. Zaten tutkusal bir insan olan Zübeyde , hu şu içinde bana bakarken, artık üstüme bula ştı ğına inandı ğı yıldız tozlarını görüyor olmalıydı. (Ah şu kertenkele kuyruklarını bir duysa!..) Ertesi gün ve sonraki gün hiçbir yerde kertenkele b ulamadım. Yaz sıca ğının aniden bastırdı ğı günlerdi ve duvar diplerini kontrol ederek saatle rce kertenkele aramı ştım. Sonraki iki gün de ba şarısız ve keyifsiz geçti. Beni artık unuttu ğunu veya alaya aldı ğını dü şünerek kahrolurken kö şkün bahçe kapısından bana seslendi ğini duydum. Yüre ğim hop a ğzımdaydı. "Tunaaa! Acele etme, ben beklerim!" Demek beni gözetlemi ş ve unutmamı ştı. "Nasılsa bulaca ğım, merak etme!" dedim havalı olmaya çalı şarak. Ama sesim çok güçsüz ve a ğlamaklı çıkmı ştı. Aslında kertenkele bulsam bile yakalayamayaca ğımı bal gibi biliyordum. Yırtıcı, vuru şkan, atak ve lider karakterli erkek çocuklardan de ğildim. Hiç olmadım. Ben ikili ili şkilerde iyiydim ve sakin, güvenli ortamlarda daha başarılıydım. Ara ş ve öbür o ğlanlar a ğaçlara tırmanıp, sapanla ku ş avlarken, ben babamın biten iplik makaralarını boya r, iplere dizerek oyuncaklar yapardım. Ara ş ve arkada şları futbol oynayıp, gürültüyle boğuşurken, ben eski dergilerden resimler kesip, defterl ere yapı ştırır, eli şi kâ ğıtlarından elbise modelleri yapardım. Tanrıya şükür, Ara ş bir erkek çocuktan beklenen tüm özelliklere fazlas ıyla sahipti de, ben evin en küçüklerine hep gösterilen o lavanta kokulu hoşgörüyle bir sorun olarak görülmekten kurtuluyordum. "Kertenkele ailesi üyeleri dört bacaklı, be şer parmaklıdır ve kapanabilir göz kapaklan vardır." Evdeki tek ansiklopediden defalarca okudu ğu satırları sabırla yineleyen babam, bendeki kertenkele tutkusunu ilerde seçece ğim meslekle ilgili sanıyordu. "Zübeyde, bu küçük o ğlan büyüyünce baytar olacak galiba..." "Hayvan doktoru mu? Aman istemem ben öyle şeyler!" "Nesi varmı ş baytarlı ğın? Bre mesle ğin iyisi, kötüsü yoktur! Memleketin er meslekten insana ihtiyacı vardır Zübe yde gelin!.." diye homurdandı dedem. "Gözbebekleri yuvarlak, dilleri uzun ve çatal uçlu olan kertenkelelerin sırtlarında yanyana dizilmi ş sert pullar vardır." "Veteriner dede, baytar de ğil, veteriner!" diye düzeltti Ara ş. "Bu caanım Türkçeyi de a bire de ği ştirirsiniz bre kızanlar! Ecnebi lisan gibi lügat ister anlamak için vallahi!" "Elli çe şit sürüngenin ortak adı olarak kullanılan kertenkel elerin ba şı koni biçiminde olup, kuyrukları çok iyi geli şmiştir." Demek kuyrukları çok iyi geli şmişti! Ve ben bu çok iyi geli şmiş üç kuyruk suyundan içecektim. Tanrım, neden ben de öbür çocuk lar gibi kendili ğinden

Page 34: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

kurulan arkada şlıklarla yetinemiyor da, oyun oynamak için bile ön şartı olan bir kıza çatıyordum sanki? insan be ş-altı ya şlarından yeti şkinli ğine fazla resim ta şıyamı-yor belle ğinde. Benim en net hatırladı ğım foto ğraflar arasında dedemin yüzü var. Oysa artık iyice unuttu ğum bu nurlu, sevecen, sonuna dek umutlu, mavi gözlerle gülümseyen yüzü ancak kertenkele bunalımı sırasındaki çizgileriyle korumu şum belle ğimde. Kâ ğıtlara usanmadan yüzlerce kertenkele çizi şime bakıp bakıp, iç çekerken yüzünde beliren şaşkınlık ifadesiyle dedem! Dedemin yüzünü ba şka hiçbir durumda böyle net hatırlıyamıyorum... "Bre bizim zamanımızda attı, e şşekti kızanların merakı. Şimdi olmu ş kertenkele... Ne i ştir bu i şler, iç anlamadım, bilesiniz!" Annemi o yıllarda evi şleri, yemek ve babamın te ğel, dü ğme i şlerine yardıma koşturmaktan yorgun halinden çok, bana bir dergiden ke sti ği kertenkele resmini uzatırken anımsıyorum. Yüzünde komik bir gü lümseme var. Mahcup, sakin, çalı şkan babamı geceler boyu diki ş dikmekten kançana ğı olmu ş gözleriyle de ğil de, evdeki tek ansiklopedinin K harfli cildiyle dola şıp, bana kertenkele maddesini okurken bugünmü ş gibi net seçebiliyorum. Çocuklu ğumla ilgili anılarımın tazeli ğine şaşıranlar, hatırladıklarımın tümünün Ada'yla ilgili oldu ğunu bilmiyorlar. Bilemezler de. Mucizeyle tanı şmamışlar! "A ğlamayı bırak da sen ondan ne istiyeceksin onu dü şün!" Kagir çıkmalı eski Ermeni evimizin yerine yapılan ü ç katlı apartmana yerle ştikten sonra dedemle aynı odada uyumak keyfim de bi tmi şti. O, biti şikteki terzi dükkânının üst katına ta şınmı ştı. Gündüzleri vaktinin ço ğunu bizimle geçirirken, geceleri gerçek Kuzguncuklu kagir evine dönerek, içindeki yabancıla şma tela şını yatı ştırıyordu. Ben artık Aras'la aynı odayı payla şıyordum. "Kimden ne isteyecekmi şim?" diyerek burnumu çektim. "Tabii ki o kızdan!" Kar şılıklı yataklarda iki karde ş birbirimize baktık. "Biliyorsun i şte..." dedi canı sıkkın bir ifadeyle. "Yani kertenk ele bulduktan sonra sen ondan ne isteyeceksin?" "Ama o benimle oynayacak!" "Yetmez!" diye ba ğırdı Ara ş. "Sen de o şımarık kızdan bir şeyler istemelisin!" Bir sıçrayı şta yanıma geldi, yata ğıma oturdu, bir kolunu omu-zuma attı. Artık güvencedeydim. Bilenler, a ğabey deste ğinin tadını tanırlar. Hele benimkisi gibi güçlü, cesur ve akıllı bir a ğabeyi olanlar... (A ğabey kavramının üç erkek özelli ği!) "Ben kertenkele yakalayana kadar, sen de o kızdan n e isteyece ğini dü şün tamam mı?" "Peki Ada'nın benden kertenkele istedi ğini nereden biliyorsun?" dedim artık rahatlamı ş olarak burnumu çekerken. "Ben bilirim!" dedi kasılarak. Sokak lambasının ı şı ğıyla aydınlanan yüzündeki özgüveni, gururu ve güzelli ği görünce a ğabeyime bininci kez yine hayran olmu ştum. Ertesi gün iki kertenkele yakalanmı ş, kuyrukları kutuya konmu ştu bile. Aras'ın bütün kar şı çıkmalarına kar şın bir kuyru ğu ikiye kesip, toplam üç taneymi ş gibi göstermek konusunda inat ettim. Köşkün bahçe kapısı hep oldu ğu gibi açıktı, içeri girdim ve onu gördüm. Bu kez dadısıyla birlikteydi. Beni elimde bir kutuyla görünce yüzü aydınlandı. O sırada sevinçle üstüme atlayan Sivri, eski dostun a kavu şmuşcasına zıplayıp hoplayarak havlıyordu. Ada'ya mahcup olmam ak için köpeklerden korktu ğumu söyleyemiyor, ödüm patlayarak Sivri'ye katlanma k zorunda kalıyordum. (Kertenkele kuyru ğu içmek yanında, köpek korkusunun sözü mü olur! Yahu nedir benim bu kızdan çekti ğim be? Ah-ha! Ama her şey daha yeni başlıyormu ş da benim haberim yokmu ş!..) Arka bahçeye geçtik, incir a ğacının altına oturduk. Önce ba şımı ok şayarak bana gülümseyen dadısı "Hadi siz oynayın çocuk-

Page 35: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

lar," diyerek, ön taraftaki bahçevan Şakir Amca'yla sohbete daldı. , ..-,- ;•. 72 "Buldun mu üç tane?" '••' '*< Başımı "evet" anlamına salladım. Kutuyu açtı, baktı. •'••" "Aferin Mabel!" diye fısıldadı. (Tanrım ne müthi ş bir andı o!) " Şimdi su getirelim." "Acaba içmesem olmaz mı?" "Olmaz!" diye kestirip attı. (Bütün prensesler ille de zalim olacaklar ya!) "Cihan Teyzece! Bir bardak su getirsene, Tuna susam ı ş da..." Bizi yan gözle izleyen dadısı ko şarak kö şke gidince, bütün cesaretimi toplayıp sordum. "Peki kar şılı ğında sen ne yapacaksın?" Çok şaşırdı Ada. Öyle ya, talep eden hep kendisi olmu şken... "Seninle oynayaca ğım ya!" "Olmaz!" dedim, Aras'tan ödünç alınmı ş bir kararlılıkla. O zaman hiç beklemedi ğim bir şey oldu. "Peki ne istersin bakalım Mabel?" "Sen de oynamak için bizim eve geleceksin!" dedim. "Peki. Cihan Teyze'yle birlikte geliriz," dedi Ada derin bir nefes çekip, rahatlayarak. Biraz sonra bir bardak su gelmi ş, kertenkele kuyrukları içine atılmı ş, önümde duruyordu. Ada bir eliyle elimi tutmu ş, bana gü-lümsüyordu. (Tanrım ne güzel bir el, ne ho ş bir tutu ş ve ne ılık bir duygu da ğılı şıydı o!) "Içiyormu ş gibi yapsam olmaz mı Ada?" "Tabii ki olmaz Mabelciim!" Barda ğı iki kez a ğzıma yakla ştırdım ama yapamadım. O kuyrukları orada burnumun ucunda görünce donup kalıyordum. Bir yanda n Ada'yı kaybetmek, öte yandan o kuyruklu suyu içip ölmek korkusu... Üzerim de yüzlerce kilo basınç varmı ş gibi eziliyor, ci ğerlerim patlayacak gibi soluksuz kalıyordum. Ağlamak ve kaçmak üzereyken Ada'nın üzerime ballar gi bi akan kumral gözlerini görüyor ve çaresiz, ufacık oturuyordum kö şkün arka bahçesindeki incir a ğacının altında. Kusmak istiyordum ama utanıyordum. i şte tam o sırada arkamda kurtarıcımın sesini duydum: "Bırak onu, o küçük! Çok istersen ben içerim!" Köşkün bahçesini çeviren, üzeri sarma şıklarla yemye şile bo- yanmı ş bir metrelik alçak duvarın üstüne oturan Ara ş, kafa tutan bakı şlarla Ada'ya bakıyordu. Onu gören Ada önce dondu kaldı. A ğabeyimin güzelli ği o denli çarpıcı, o denli ön plandaydı ki, hiç tanımadı ğımız insanlar yolda ona bakıp, sık sık "Maşallah! Allah nazardan korusun!" derlerdi. Çok yakı şıklı bütün erkeklerin, çocukken duymaya alı şkın oldu ğu sözler olmalıydı bunlar. "Bahçeye kapıdan girildi ğini bilmiyorsun herhalde!" diye Aras'ı azarladı Ada. "Bahçenize girmek isteyen kim? Ben karde şimi senden korumak için geldim!" Dik dik bakı ştılar. Tanrım ne kadar benziyorlardı! Aslında topar lanmak için zaman kazanıyordu Ada. Fena çarpılmı ştı. Onu bir kez daha çarpılmı ş olarak gördüm; yıllar sonra! Ada, Aras'ı görünce çarpılmı ştı ve ne yazık ki bunu onlardan önce ben anlamı ş ve ben görmü ştüm, içimde kocaman bir şangırtı koptu, çocuklu ğumun camları tuzla buz oldu. Kimse iç kırıklık seslerimi duymasın diye haykırdım: "Durun durun! Ben içerim bunu, tamam mı?" Ayağa kalkıp, o gururlu dikili şiyle artık toparlanan Ada hemen kar şı ata ğa geçti. "Ben zaten onun içmesine izin vermeyecektim ki, yal nızca sözünü tutup tutmayaca ğını sınıyordum!" dedi. "Hah! Zorda kalınca hep böyle korkak konu şursunuz!" dedi Ara ş bir çizgi roman kahramanından çalınmı ş bir tiradla. "Kim? Ben mi? Yok camım! Sen de kim oluyorsun bakal ım!" Artık beni unutmu şlardı. Olan olmu ş, iki güçlü karakter, filmin asıl oğlanıyla, asıl kızı sonunda kar şıla şmışlar ve hep bir ara oyuncu olarak

Page 36: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

kalacak beni (figüran demeye dilim varmıyor!) unutm uşlardı. Onların artık birbirlerinden hiç kopamayacakları-nı anlamak için çok akıllı olmak gerekmiyordu. Ama duyarlı olmak şarttı. Bardaktaki o i ğrenç suyu bir defada diktim kafama ve ba ğırdım: "Kavga etmeyin! içtim i şte!" (Beni unutmayın ne olur!!!) Sonra dü şüp bayılmı şım. 73 BIRAK, SU DENiZE VARSIN! ' > ' "Elbet acı duyar tomurcuklar açarken Ac t duyar büyürken her şey zorlanır." 1 Karin Boye Uyanınca kâbusun hâlâ bitmedi ğini görmek, en kötü kâbustur. Tuna uyanınca hâlâ aynı revir odasında yattı ğını gördü ve müthi ş canı sıkıldı. Dört bir yanı renksizce dolduran beyaz ren k ve olmasa bile duyulan lizol kokusu... Tepesine dikilmi ş onu inceleyen bir beyaz gömlekliyle gözgöze geldi: "Size iyi haberlerim var hocam!" dedi doktor binba şı Kutlu, donuk sesiyle. "Bugün taburcu oluyorsunuz!" "îyile ştim mi yani?" "Hemen hemen... şevkinizi birkaç gün içinde yaparlar." "Cepheye mi?" diye haykırdı Tuna. "Sefer görev yerine!" diye düzeltti doktor binba şı Kutlu aynı donuk ve kesinlikle katılmı şız sesiyle. "Bir de özel bir haberim var; gözlüklerinize cam ta ktırdım. Yalnız..." "Yalnız ne?" "Eksi be ş derecelik cam kalmamı ş ellerinde, üç derecelik mi-yopi camı taktılar. Malum seferberlik zamanı, daha sonra onu da hallederiz!" diyerek gözlü ğü uzattı. "Te şekkür ederim," dedi gülerek Tuna. "Ucuz da olsa iyi bir numara!" "Efendim?" diyerek şaşırdı doktor binba şı Kutlu. "iyi bir kâbus numarası bu!" dedi, Tuna doktorun şaşkın bakı şları altında gözlü ğünü takarken. "Eksik numaralı gözlükle her şeyi biraz görebilirim ama asla net göremem. Anlıyorsunuz de ğil mi?" Hiç anlamamı ş bo ş bir ifadeyle baktı doktor. "Korku filmlerinde kullanılan bir teknik!" 75 "Yani ku şkularım ve endi şelerim nedeniyle içine dü ştü ğüm bu karabasan var ya... î şte onun yarı bulanık manzaralarla daha da deh şet verici olması isteniyor!.." Derin derin içini çekti doktor binba şı Kutlu. "Sizce kim istiyor bunu?" "Tabii ki beynim!" dedi Tuna acı acı gülerek. "Bakı n doktor, çocuklu ğumdan beri çok zeki iki ki şiye hayran olarak büyüdüm ben. ikisini de çok sevdi m ve hâlâ da..." Durdu, gözlerini kaçırdı. Kendi bildi ği bir zamana kısa bir yolculuk yaptı. Sonra toparlandı ve devam etti: "Onlara hayranlı ğım ve sevgim o denli büyüktü ki, zekâ ve yetenekler ini kıskanmak aklımın ucundan bile geçmedi. Anlıyor mus unuz bunu? Şiddetli sevginin insana sunabilece ği en yo ğun ho şgörü düzeyinde ya şamanın ne oldu ğunu hiç dü şündünüz mü? E ğer dü şünmediyseniz, bir dü şünün... Şiddetli sevmek nasıl bir şeydir? Çıldırmadan dü şünün ama!" Doktor binba şı Kutlu Çeçen, Tuna'nın yata ğına yakla şmış, dikkatle dinliyordu onu. "Onlarla; o ikisiyle öyle yakındım ki, kendimle ve zekâmla ilgili ne bir düşüncem, ne de şikâyetim oldu. Hiç! Asla! Aslını sorarsanız doktor, ben Ara ş ve Ada'yla büyümedim. Ben o iki mucize insanı sade ce sevmekle de kalmadım. Ben onları ya şadım, ben onlar oldum, ben onların bedenlerinde de varoldum yıllar boyu! Ve bir gün..."

Page 37: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Sustu yine. "Evet, bir gün?" diye sordu doktor donuk sesiyle. "Bir gün onlar artık yanımda olmadı ğında... o gün, evet böyle olmu ş olmalı... tabii ya! Demek ki o sıralarda kendi zekâ mı, kendi beynimi kücümsedi ğimi farkına varmı ş olmalıyım... Evet, bakın bu anlattıklarım son derece mantıklı de ğil mi sizce?" Gözlü ğünü çıkartıp, baktı. " Şimdi de beynim benden intilkamını alıyor! Kendi öz zekâmı böyle aşağılamamın, ba şkalarına ;a şırı hayranlı ğımın cezası! Hah 76 ha hah! Ne hoş de ğil mi doktor!" Gözlü ğünü taktı yeniden. "Bakın her şeyi görüyorum arma tam olarak netleyemiyorum. Valla hi iyi plan!" "Plan mı?" diye ku şkuyla sordu doktor Kutlu. "Kendi beynimin, kendi biliniçaltımla birlikte bana kurdu ğu plan! En büyük darbeyi en yakın oolan vurur!" "Hocam artık siz dinlenin biraız. Dü şünmeyi de bırakın, rahatlayın azıcık. Şimdi gözlü ğünüzü çıkartın da alnmızdaki şu diki şi alalım. Merak etmeyin, canınız hicç acımayacak." Sesi donuk ve mesafeliydi. Uysalca söyleneni yaptı Tuna, sessizce diki şlerinin alını şını bekledi. "Eweet... î şte bu kadar! Belkii küçük bir iz kalacak ama esteti k bir sorun yaratmayacaktır. Ba ş; dönmesi var mı?" "Hayır, iyiyim doktor. Sa ğolun," dedi Tuna zoraki bir gülümsemeyle. "Size a ğrı kesici ve yatı ştırıcı ilki ilaç verece ğim, ikisi de hafiftir, rahatlıkla kullanabilirsiniz. Seçkinizden önce bir kez daha görece ğim sizi." Doktor susunca derin bir sessıizlik doldurdu bo şlu ğu, insanın kolayca içinden çıkıp gidemeyece ği, yo ğun bir sessizlik! iki genç adam ne yapacaklarını bilemedenı kısa bir süre sıkıntı için de kaldılar. Uzanıp başucundaki komidinin üstünden gözlü ğünü alan Tuna, eksik numaralı camların aırkasından dikkatle doktor binba şı Kutlu Çeçen'e baktı. Nasıl b:iri oldu ğunu ele vermemek için çok çaba gösterdi ğini dü şünerek onu süzdü. Ciddi görünü şlü, çirkin sayılmayacak, ama yakı şıklı da denemeyecek bir adamdı gördü ğü. Saçları alnının iki yanımda dökülmeye ba şlamı ştı, orta boyluydu. "Lisede en sevdi ğim derslerde:h biriydi edebiyat," dedi doktor paste l renkli bir gülümsemeyle Tuna'yı şaşırtarak. "Bunun nedeni çok iyi bir ed.ebiyat ö ğretmenimiz olmasıydı. Kitapları sevmeyi, kitapların içinde izler sürmeyi ve onların arasına saklanmayı o öğretti bana diyebilirim." Demek saklanmayı sevdi ğini ittiraf ediyordu... "Edebiyat, özellikle roman ve hikâye, biz erkek ö ğrencilerin pek ciddiye almadı ğı, daha çok kızlarla özde şle ştirdi ğimiz, fazla duygusal, lâf salatası, uydurulmu ş tâli i şlerdendi. Halbuki Vasfi Hoca bize iyi edebiyatın zekâ ve yetenek ürünü oldu ğunu ö ğretti. Edebiyatın söz ve anlam bilimi oldu ğunu anlattı, îyi ileti şim olmadan ne dü şünce, ne uygarlık olurdu. Edebiyata saygı duyup, ondan zevk alma serv etini onun sayesinde kazandık!" "Edebiyat ö ğretmeni oldu ğum için beni kazanmaya çalı şıyor, pofpofluyor aklınca..." diye dü şündü Tuna. "Akıllıca sözler söylüyor ama ya ğlamak için..." Sonra sordu kendine: "Ama neden yapsın bunu?" "Herki yıllarda hem özel ya şamımda, hem de psikiyatri e ğitimimde edebiyatın çok yardımını gördüm. Demem o ki, iyi ö ğretmenin önemini bilirim..." "Psikiyatri mi?" diye şaşırdı Tuna. O sırada yüzünden eksilmeyen geni ş gülümsemesi, dünya yıkılsa umurunda olmayacak tavırlarıyla hastabakıcı Hasan girdi içer iye. "Emrinizle hocamı almaya geldim binba şım!" Tuna'mn tüm kar şı çıkmasına ra ğmen onu tekerlekli sandalyeye oturttular.

Page 38: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Demin de söyledi ğim gibi siz bize lazımsınız hocam! îyi ö ğretmen sadece öğretmez, sevdirir, bilgiyi kullanmayı kolayla ştırır. Ve i şte bunun için kendinize iyi bakacaksınız!" dedi doktor binba şı Kutlu donuk sesiyle. Hastabakıcı Hasan, Tuna'mn tekerlekli sandalyesini sürerek odadan çıkartıyordu ki, "Siz cerrah de ğil miydiniz doktor?" diye sordu Tuna kuşkuyla. "Hepimiz biraz öyle de ğil miyiz?" diyen doktorun sesini güçlükle duydu koridora çıkarken. "Ne diye acele ediyorsun Hasan, doktorun cevabını d uyamadım senin yüzünden!" diye çıkı ştı Tuna. Sonra da kendi sesindeki öfkenin fazlalı ğından kendisi rahatsız oldu. Neden böyle çok kızmı ştı sanki Hasan'a? "Kusura kalma amma hocam, sen de durdu ğun yirde celalleni-veriyon valla! Acele ediyom çünküm yaralılar geliyomu ş... Zâti çok ölü var diyolar!" 77, "Çok ölü mü varmı ş?.." diye ürperdi Tuna. "Tanrım, dı şarda hep birileri ölüyor!.." Sesi çaresizlikten bo ğulmu ştu. "Dur, dellenme gene hocam, rahat dur oturdu ğun yirde, tansiyon neym yapar şimdi, n'öricen o vakit he?" Dar, beyaz koridor hiç bitmeyecek kadar uzun geldi Tuna'ya. "Halbuki, oturarak geçilen yol, yürünenden daha kıs a duygusu vermeliydi..." dedi. "A ğzını yidi ğim hocam, ni diye ahlını bunlara yorarsın? Bah mese la ben Anadolu insanıyım, ööle kafamın yatmadı ğı i şlere heç girmem. Bilmedi ğim şiylere heç bula şmam. Amma sonunda Allah'ın dedi ği olur. Bah şu alnına ne yazılmı şsa, o çıkar bahtına. Gel sen şu Hasan'a kulak vir, o gozel canım heç sıkma. Aslan gibi gençsin Ma şallah, eh biraz kuru kalmı şsın amma olsun, ziyanı yok, toparlarsın..." "Ke şke senin gibi dü şünebilseydim, ke şke kadere inanabilsey-dim Hasan! Özenmedi ğim olmuyor mu sanıyorsun? Do ğru söylüyorsun; yalın ve küçük güzeldir. Ama olan olmu ş bir kez, akıl ve bilinç i şin içine girdi mi geri dönüşü yoktur!" "Valla hocam, senin a ğzın iyi laf ider, gozel, ho ş konu şursun amma kusura kalma, biraz bo ş söylersin gibime gelir. Canını bo şuna sıkarsın! Heç zorlama kendini, bırak akan su denize varsın! Ni de miş atalarımız, akacak kan damarda durmaz. Korkunun ecele faidesi yohtur! Annıyon mu?" "Nasıl oluruna bırakırım Hasan? Bir sava ş ya şıyoruz diyorsunuz ama hiç kimse bunu konu şmuyor! Sanki böyle bir şey yokmu ş gibi davranıyor, sanki ölümler ba şka ülkedeymi ş gibi uzakta kalıyorlar! Ne zaman bu sava ştan söz açsam, çevremdekiler konuyu de ği ştiriyor, bana deli muamelesi çekiyorlar! Savaş yok, bütün bunlar benim endi şelerimin yarattı ğı bir karabasan diyorum, bu kez de kimse inanmıyor! Sorun bende de ğil, sorun bizlerde! Asıl sen anlıyor musun?" "Vah hocam vah sana! Çok yoruyon kendini, zâti ku ş kadar canın kalmı ş şonca ğız!.." Bir servis asansörüne binip zeminin iki kat altına indiler, yeniden bir koridor geçip, labirentin sonunda bir ba şka asansörle üç kat çıktılar ve nihayet ko ğuşa geldiler. Ko ğuş lo ştu ve bo ş görünüyordu. Onu ranzalı yataklardan birinin alt katına bırakan has- tabakıcı Hasan bir ilaç içirtti, bir saat sonra içm esi için de bir ba şka hap bıraktı. "Benim acilen gitmem gerek hocam. Bah seni sevdim. Mert adamsın amma ahlına mukayyet olacaksın! Şimdi heç bi şey dü şünme, uzan, dinlen. Yakında çok ihtiyacın olacak, güç, kuvvet toplamana bah sen!" "Sa ğol Hasan, te şekkür ederim," dedi Tuna gülümseyerek. "Ha bah sakın unutma amma..." diye ekledi hastabakı cı Hasan çıkarken, " Şu Anadolu ermi şlerinin vardır bi bildi ği hocam... Sen bırak suyu aksın, su denize varsın!" Gülümsedi Tuna. "Su hepimizi sürüklüyor Hasan..." diye mırıldandı. Hasan çoktan çıkmı ştı.

Page 39: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Su hepimizi sürüklüyor..." diye esnedi. Yine uykuya yenik dü ştü. ĐLK GECE ZORDUR "...Korku ve kan daha her şeyin sonu de ğildir. Bir şey, tek bir şey tüm yıkıma kar şı ayakta kalır; insanın insanla kar şıla şması.. . gün oldu, bir yabancının bakı şlarıyla, bize göz kır-pı şıyla uçurumun kenarından döndük." Cesare Pavese (L'unita gazetesi, insana Dönü ş) O çok özlenen ve sevilen, aniden insanın kar şısına dikildi ğinde sevinçten nutku tutulabilir. Öyle de oldu. "Ara ş sen misin?" diye seslendi Tuna ama sesi çıkmadı. "Ara ş?" Sesi dudaklarında kilitlenmi şti. Sonra hâlâ aynı kâbusun içinde, ko ğuşta oldu ğunu ayrımsadı. "Allah kahretsin! Ne zaman bitecek bu karabasan!" d iye tükürür gibi söylendi. Sesi çıkmı ştı bu kez. "Salak! Hâlâ Aras'ı arıyorsun!.." diye kızdı kendin e. "Hi şşşt!" diye fısıldadı yata ğının önünde duran gölge, "Uyuyan var, yava ş konu ş!" Yata ğında do ğrulan Tuna, ko ğuşun küçük pencerelerinden içeriye sızan sarı ı şıkta gölgeyi seçmeye çalı ştı ama gözlüksüz ba şaramadı. Üzerinde yalnızca bir atlet, bir de kilot oldu ğunu fark etti ğinde, kendisi gibi çama şırla dola şan gölge de yata ğının ucuna oturmu ştu bile. "Beni kim soydu? Ne zaman gece oldu? Daha ne saçmal ıklar olacak bu Allahın cezası karabasanda?" diye ba ğırdı. "Sakin ol. ilk gece hep zordur, ama alı şırsın," dedi gölge. "Sen mı şıl mı şıl uyuyordun, hastabakıcı geldi, sana ilaç verdi. B u sıcakta eşofmanla pi şmemen için seni soydu." "Beni sürekli uyutuyorlar!" diye öfkeyle fısıldadı Tuna. "Beni uyutarak benden kurtulmaya çalı şıyorlar! Çünkü ben farkındayım!" "Sen zaten hep böyle hayaller kurardın!" dedi gölge . "Ben mi? Sen de kimsin?" "A şkolsun Tuna, beni hâlâ tanımadın mı be?" "Ses yabancı de ğil ama..." "Uy çocukluk arkada şın Sefer'i nasil tanimazsun daa? Fırıncı Sefer'i de mi unuttun yoksam u şağum?" "Sefer sahi sen misin?" diye sevinçle ba ğırdı Tuna. "Ta kendisudur daa! Uyy bi türlü Trabizonsporlu yap amadi ğı-muz Tuna öğretmen, haçen nasilsun Kuzguncuklu hem şerum?" Tuna altın bulmu ş hazine avcısı co şkusuyla Sefer'le kucakla ştı. Sefer ilkokuldan sonra okulu bırakmı ş, babasının fırınında çalı şmaya ba şlamı ştı. Böylece ayaküstü sohbet edilen, bir fıkralık kahkah a payla şılan, uzaktan yüksek sesle selamlanan, yoklu ğu ancak uzun süre sonra fark edilecek ikinci ligde bir çocukluk arkada şı hanesine yazılmı ştı yeri. Halbuki şimdi Tuna bir can dost, çok yakın arkada ş sıcaklı ğıyla kucaklıyordu Sefer'i. Sefer, gerçekle arasında kurulacak bir ba ğdı ve o, karabasandan kurtulmak için gerçe ğin kırıntılarına bile gereksiniyordu. Tuna'nın sırtını sertçe patpatlayan Sefer hiç bekle medi ği bu ilgiden hoşnuttu. "Nasılsın Tuna yav? Seni görmek için ille askere mi gelece ğiz yani? Hâlâ takım tutmuyo musun sen?" "Tutmuyorum be Sefer. Ben futbolla çok ilgilenmezdi m, bilirsin. Bunlar Aras'ın konuları..." "Aslanım sen kö şkün bahçesinden çıkmazdın ki... Varsa yoksa sinemac ıların kızı, o kız mahalleye geldikten sonra bizi unuttun sen! Neyse, bo şver şimdi bunu... Haçen çocuk var midur ufukta, sen onu deyüv er Sefer karde şine daa?" "Ne çocu ğu?" diye şaşırdı Tuna. "Haçen bildi ğimiz u şak derim, çocuk, bebek, evlât falan i şte daa..." "Haa... Yok canım, daha erken..." "Erken olur mu u şağum, benim u şaklar ortaokula ba şlayacak seneye, ellerinden öperler ma şallah!" "O kadar oldular mı sahi Sefer?"

Page 40: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

KAM 6 8l "Sen ne diyosun ö ğretmen? Otuz dört ya şımıza geldik be, bunun sonu kırktır, artık i şin boktur! Hah ha ha! Uy benim saf u şa-ft* ğum!" " "Vay canına, senin o kadar büyük çocu ğun var ha!" "Tabii ya, biri on bir, öbürü on ya şında aslanlarım, Allah ba ğı şlarsa ... Yakında senin ö ğrencin olurlarsa şaşma! Ha bak onları, ikisini de okutaca ğım... Beni babam okutmadı, ben onları okutaca ğım..." Sustular. Askeri yatakhanede, yanyana oturmu ş iki çocukluk arkada şı sustular. "Sahi sen dü ğün dernekle de evlenmedin be Tuna! Bi duyduk, aaa b izim Mavi Tuna, mahalle arkada şımız sessiz sedasız evlenmi ş, hem de yıldırım nikahıyla... Uyy şaştık kaldık. Hem de doktor hanımla! Uyy buna da şaştık tabii... Neyse... Haçen olur mu u şağum daa? Öyle göbekli, danslı, çalgılı, dansözlü bir dü ğün kuracaktın ki, Sefer karde şin sıkacaktu kur şunu, kutlayacaktu arka-da şinun mutlulu ğunu daa!.. Haçen rakilari toku şturacaktık ismet Baba'nın meyhanesinde daa!.." Güldü Tuna. "Yine yaparız be Sefer!" Tekrar sustular. "Sefer?" diye fısıldadı Tuna, "Sefer, iç sava ş çıktı ğı do ğru mu? Sence şu anda ikimiz seferberlik ilan edildi ği için bir ko ğuşta iç çama şırlarıyla yanyana oturmu ş konu şuyor muyuz gerçekten?" Çok sevdi ği Laz aksanıyla arkada şlarına gösteri ş yapmaya bayılan Sefer, bütün ne şesini bir kenara bırakıp dikkatle Tuna'nın yüzünü i nceledi. Kaşlarını çattı: "Dalga mı geçiyosun sen ya? Yoksa..." Susup, ka şlarını çattı bir süre, "Yoksa, senin hakkında söyledikleri do ğru mu? O ğlum sen kafayı mı yedin be? Bu dediklerinde ciddiysen sen ya manyaksın, ya da k orkak!" "Demek gerçek!" diyerek bir kez daha çöktü Tuna. "B irisi de çıkıp, bütün bu görüntülerin aslında bir dü ş, bir karabasan oldu ğunu onaylasa... Bir ki şi... Tek bir ki şi!.. Tanrım bir tek insan yetecek bana!.." "Bana baksana sen Tuna! Yav sen keçileri mi kaçırdı n, rol mü yapıyosun? Ne biçim erkeksin sen arkada ş? Korkuyo musun yok- saf "Evet korkuyorum Sefer. Hem de çok korkuyorum! E ğer gerçekten bir iç sava ş yaşıyorsak, neden konu şmuyoruz, niçin görmezden geliyoruz diye korkuyorum... Ya şamıyorsak... ya şamıyorsak, o zaman bu kâbusu ba şıma açan beynimin intikamından korkuyorum." "Vah aslanım be! Yazık olmu ş sana koçum be!" diye canı sıkılarak dudaklarını büzdü Sefer. "Kız yüzünden mi oldu bu i ş? Ne bileyim, seninki kara sevda gibi bi şeydi o kıza kar şı... Öyle derlerdi..." "Saçmalama Sefer. Ben ne anlatıyorum sana, senin ak lın nerede? Hakkımda ne dedikleri umurumda bile de ğil! Ben gerçe ği arıyorum, o kadar! Yalnızca gerçe ği!.." Yükselen öfkesinin yatı şması için bekledi, üstüste yutkundu. "Bak Sefer, sen akıllı adamsın, beni dinlersen, ası l delirenin ben olmadı ğımı anlayacaksın. Dinleyecek misin?" "Mecburen" dercesine ellerini iki yana açtı Sefer. "Bak Sefer, çevrene şöyle bir bak, şiddet, terör ve baskıdan canı yanmamı ş, canına tak etmemi ş veya bezmemi ş kimse kaldı mı? Ha? Söylesene? Sivil, asker, kadın, çocuk, bebek... Hergün insanlar ölüyo r mu? Evet. Ve bizler de bunu seyredip, susuyor muyuz? Evet. Bak susuyorsun, bak bak, sen de susuyorsun! Gördün mü i şte!.. Hepimiz susuyoruz zaten... Ben de sustum ama sustukça... sonunda ba şıma bu i ş geldi!.." "Vah sana ki, vah vah be aslanım!" dedi Sefer üzüle rek. "Artık yakında bir iç sava ş çıkar diye endi şe içinde aylarca, yıllarca bekledim Sefer. Korkumun ve endi şemin boyutlarını anlatamam sana."

Page 41: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Sustu. Konu ştukça açıldı ğını, rahatladı ğını şaşırarak fark ediyordu. Aylardır, hatta yıllardır bu konudaki endi şelerini kimseyle payla şmayı şının yarattı ğı yük hafifliyor muydu? "Ve bir sabah uyandım. Günlerden salıydı. (Bu benim en sıkıcı buldu ğum gündür zaten!) Kapı çalındı, iki asker kapıda bekli yordu. Beni askere aldılar. Seferberlik ilan edilmi şti. Çok korkarak bekledi ğim şey tıpkı ama tıpkı dü şündüğüm biçimde ba şıma geldi! Anlıyor musun Sefer?" Sefer hiç ses etmedi. "Sence bu gerçek olabilir mi? Sırf ben dü şledim diye, benim ', düşledi ğim biçimde sava ş çıkabilir mi Sefer?" 84 Endi şeyle dudaklarım ısırarak onu dinleyen Sefer hâlâ su su- ~^" yordu. "Ben Türkiye'de de ğil, ba şka bir co ğrafyada da ya şıyor olabilirdim. Mesela Bosna'da, Sri-Lanka'da, Makedonya, ya da ne bileyim Ruanda'da... Hiç fark etmeyecekti Sefer, inan bana hiç fark etmeyecekti! Bu endi şe ve korkularla orada da ba şıma aynı şey gelecek, kaygılı dü şlerim aynen gerçekle şecekti!" "Sen doktora falan gittin mi Tuna?" "Hah ha! Bakıyorum sen de çıldırdı ğımı dü şünenler arasına katıldın Sefer!" diye sinirli bir kahkaha attı Tuna. "Bak Tuna seni severim bilirsin. Seni mahallede sev meyen yoktur. Deden Muharrem Amca, Kuzguncuk'un en sayılan insan-larınd andı, Allah rahmet eylesin! Keza ailen, namuslu, helal süt emmi ş, milliyetçi, dini bütün insanlardır hepsi. Ve tabii Ara ş!.. Ara ş bir efsane addır orada..." ikisi de susup, Aras'ı dü şündüler. Yarı aydınlık gecenin içinde sessizce geriye döndüler bir süre. "Tamam, anlıyorum, ba şından çok talihsiz bir olay geçmi ştir ama aslan gibi genç adamsın. O kadar okudun, tahsil gördün, toparl an be karde şim! Bırak bu kâbus masallarını, aç gözünü, gerçekçi ol yav!" "Benim gözüm açıldı Sefer. Dı şarda; evimizin ve bedenimizin dı şında sürekli birileri öldürülüyorken, öldürülen her insan için b izim de biraz öldü ğümüzü anlamak ne çok zaman alıyormu ş meğer!" îçini çekti Tuna. Sefer de aynısını yaptı. "Her ölü şümle bu kâbusu yeniden ya şamaya ba şladım. Şiddet ve çılgınlık artıyor, vurdumduymazlık ço ğalıyordu. Bir iç sava ş çıkaca ğı endi şesi içimi kemiriyor, bu endi şe giderek bütün sevinç ve umutlarımı gölgeliyordu.. . Kimseye bu korkularımı açamı-yordum... Ya kaçıyor, ya da abarttı ğımı söyleyip, kafalarım kuma sokmaya devam ediyorlardı. Tek ki şi vardı konu şaca ğım, o da..." Derin ve uzun bir nefes aldı Sefer, çenesini ka şıyarak yere bakmayı sürdürdü. "O ki şiyle konu ştun mu peki?" diye sordu ba şını kaldırmadan. "Onu sıkmaktan korktum. Onun çok güç günleri oldu.. . Biliyorsun..." "O kız mı? Şu sinemacıların kızı?" - 85 "Evet o, Ada!" dedi sesi pırıl pırıl ı şıyarak Tuna. "Ve bak ne — oluyor? Aynı sabah, o salı sabahı, tam bu kâbusun ba şladı ğı gün, aynı anda en fazla korktu ğum bir ba şka şey daha ba şıma geliyor. Gazeteler Ada'yi katil ilan ediyorlar! Ha bak, ne bir ara ştırma, ne bir sorgu... Pat diye, öylece... Satı şları artsın diye... Tamamen keyfî... Ve Ada ortadan kayboluyor! Tanrım, hayatta en çok korktu ğum şeylerden biri onu yitirmektir! Bunu dünya âlem bilir!.." "Bak i şte bu do ğru! Sen o kıza çocuklu ğundan kafayı takmı ştın o ğlum!" ' "Bak gördün mü Sefer? En çok korktu ğum, ya ba şıma gelirse diye endi şeden boğuldu ğum iki olay, aynı sabah, aynı anda ve birlikte gerç ekle şiyor! Yani ?.." "Yaniii?" "Yani bu olanlar gerçek de ğil Sefer! Tamamen planlanmı ş, tamamen beynimin kurguladı ğı bir bilinçaltı oyunu! îç dengelerim öyle bozulmu ş, öyle yıpranmı ştı ki, beynim bana bir ders vermeyi dü şündü herhalde... Yani dostum, burada olanlar ve şu an ya şadıklarımız gerçek de ğil. Ada kaybolmadı ve seferberlik ilan edilmedi! Sen aslında şimdi burada de ğilsin,

Page 42: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Kuzguncuk'tasın. Bunlar bir yanılsama, bir karabasa n, bir dü ş! Bütün hepsi benim beynimin bir ürünü!" "Bak Tuna ö ğretmen," diye sinirli sinirli konu ştu Sefer, "Bak, e ğer hastaneden yeni dönmemi ş olsaydın, Allah yaratmı ş demez, burnunun üstüne bir yumruk kordum ki... Valla, kendine gelir, elimi öperdin ama zaten yaran beren kurumamı ş daha... Biraz sert ol be koçum, erkek adama yakı şır mı bu zayıflıklar? Tövbe tövbe, deli edeceksin beni de be !.." "Rahat bırak adamı be karde şim," diyen davudi bir ses duyuldu. "Belki de gerçek ta şıyamayaca ğı kadar a ğır geliyor ona? Hangimize gelmez ki zaman zaman ?.." Tuna'nın arkasındaki yatakta yarı do ğrulmu ş bir gölge, biraz uykulu bir sesle onlara sesleniyordu. "Gitme üstüne ö ğretmenin, baksana nasıl bunalmı ş adam, görmüyor musun?" "iyi de birader, bu bizim mahalle arkada şımız, bırakalım da tımarhaneyi mi boylasın? Sevmek kollamaktır bizim oralarda!" 86 "Do ğru dersin de, kollamak baskıya dönü şünce, ters tepiyor görmez misin? Bana sorarsan, sevmek baskı yapmadan kollayabil-mektir." "Güzel söylediniz!" diye araya girdi Tuna arka yata ktaki adama dönerek. Sanki hakkında konu şulan ki şi kendisi de ğilmi ş gibi rahattı. "Sefer'in hiç suçu yok. O iyi bir insandır. Onu böy le konu şturan benim beynim. Bilirsiniz, bilinç beynin i şlevine ba ğlıdır. Yani bu bence böyle... Bilincin bastırdı ğı veya dı şladı ğı korkular da bilinçaltına atılıyor, i şte benim ve dolayısıyla sizlerin de şu anda ya şadıklarımız tamamen bunlardan ibaret!" "Valla ö ğretmene hak vermemek imkansız! Bu ya şadıklarımızın son derece pis bir oyun oldu ğuna ben de inanıyorum. Bizleri piyon olarak kulland ıkları aşşağılık, çirkin bir kurgu bu!" "Taamam! Papazı bulduk!" diye ofladı Sefer. "Kendimi tanıtayım," dedi öbürü, acı bir gülü şün bula ştı ğı alaycı bir sesle. "Adım Mutlu. Fakat pek mutlu sayılmam arkada şlar. Ankara'da avukatlık yapıyorum. Kürt aydını dedikleri ve hiç kimsenin se vmedi ği adamlardanım. Hani Türkler'in ve Kürtler'in toptan gıcık kaptı ğı karakter! Beni de geçen salı sabahı getirdiler buraya." "Avukat, sen bu ö ğretmeni iyile ştirece ğine, yangına körükle gidiyorsun... öyle ayrılıkçı laflar mahvetti bizi bak hâlâ dersin i almamı şsın sen koçum! Kürt mürt yok birader, sadece Türk vardır, istiklal sava şını yanyana kazandık aslanım, bundan sonra da aynen öyle olacak !.." diye kesip, attı Sefer. "Bakın bakın!" diye sevinçle haykırdı Tuna. "Bakın i şte yeni bir kanıt daha belirdi, iç sava ş senaryosuna uygun olsun diye kar şıma hep özellikle seçilmi ş insanları çıkartıyor bilinçaltını. Laz Sefer, Kürt Mutlu, Anadolu köylüsü Hasan, Kafkas Kutlu, islamcı Musa, aydın Ke malist Türk askeri Birol! Gördünüz mü nasıl ince ince planlar yapıyor o benim hep küçümsedi ğini beynim? Ha? Artık bana inanırsınız belki? Bu bi r rüya!" "E zaten Türkiye co ğrafyası da bu halklardan olu şmaz mı ö ğ- retmen? Ama neden olmasın, belki de bunlar yalnızca bir kötü rüyadır?" "Hop hoop! Durun bakalım şöyle! Tamam muhabbettir, arka- 87 da ş hatırıdır dedik ama, öyle kutsal şeylere dil uzattırmazlar ada-ma. Bölücülük yapmak yok! Kafamın tasını attırmayın, va lla gözüm dönüverir aniden!" "Tamam tamam Sefer karde ş. Ben zaten sıkıldım artık bu oyunlardan... Beni daha çok bu ö ğretmenin ba şındaki sevda hikâyesi ilgilendiriyor. Zaten aslolan ya şam ve a şktır be karde şler! Demin siz konu şurken, istemeden kulak misafiri oldum; kaybolan Ada adlı bir kadından bahs ettiniz. Eh gelenektendir, nereli, kimlerden oldu ğuna bakmaksızın â şı ğa şefkat gösterilir bu memlekette. Her şey ölse de bu gelenek ölmedi daha! Yoksa sen hiç sevdalanmadın mı Sefer biraderim?" "O ba şka i ş!" dedi Sefer, sesindeki ani yumu şamayı saklamaya çalı şarak. "Erkek adam sevdalanmaz olur mu hiç. Elbet biz de ç ektik sevda ate şini avukat, ama bu ö ğretmen evlidir be!"

Page 43: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ne olmu ş yani evliyse? Evlenince yürek zincire mi vurulmalı yani? Hem belki karısına â şıktır? Olamaz mı sanki?" "Olabilir tabii... Ama, Ada benim karım de ğil," diyerek aya ğa kalktı Tuna. Loş ı şıkta avukat Mutlu'yu biraz olsun seçebilmek için ba şucu-na bırakılmı ş gözlüklerini taktı, ona do ğru ilerledi. "Ada... o benim ya şamımda çok çok özel birisi... Üzerine titredi ğim, çok sevdi ğim, çok özledi ğim bir insan... Beni mutsuz etmesi pahasına bile ol sa, mutlulu ğunu kendiminkinden daha çok önemsedi ğim ki şi... Hayran oldu ğum, incinmesine, üzülmesine kıyamadı ğım şahane bir kadın!.." Ada'yla ilgili dü şüncelerini ilk kez ba şkalarına açık edebiliyor olmasından şaşkın, ama müthi ş ferahlamı ş kalakaldı ko ğuşun ortasında. "Ola ğanüstü bir şey bu!" diye hayranlıkla fısıldadı avukat Mutlu. "A şk! Hevin! Love!" Kısa bir sessizlik oldu. Keyifsiz bir sessizlik de ğildi bu. Üçü de kendi aşk kavramlarının aydınlattı ğı alanda ı şık ya ğmuruna yakalandılar. l "Evet belki..." diye mırıldandı Tuna, "Belki ona du ydu ğum bu mucizevi duyguya a şk denebilir ama söz konusu Ada olunca, bence a şk yetersiz bir sözcük kalıyor." "Valla bu dediklerin benim o ğullarıma duydu ğum sevgiye çok benzer Tuna. Koçlarımı öyle severim, onlarla öyle gurur duyarım ki, uyy dünyayı de ği şmem uşaklarıma valla!.." "Benimkisi evlat sevgisinden de öte Sefer." "Sen nereden bileceksin be Tuna? Babalık duygusunu tatmamı şsın bile..." "Ben bilirim ama..." dedi avukat Mutlu, "iki tane d ünya tatlısı kızım var. Bal damlası, can süzmesi yavrular... Ama bizimkisi olsa olsa ö ğretmenin dediklerinin içinde yalnızca bir parça... Onunkisi daha ballı, daha canlı bir a şk!" "Ha bak i şte!" diye atıldı Sefer, "Bir o ğlun olsa anlarsın a şkın ballısını sen avukat! Erkek evlat i şin rengini de ği ştirir!" "Evladın kızı erke ği olur mu Sefer?" diye çıkı ştı Tuna. "Olmaz olur mu, benim iki o ğlum bir kızım vardır, erkekler soyumu sürdürecek, kız elo ğluna hizmet edecek!" "Sefer usta, seni do ğuran anan erkek miydi de kadınları sevmez oldun? Yo ksa anan seni erkeksin diye kızından az mı sevdi acaba? "Hop hoop! Anama söz söyletmem!" diye dikeldi Sefer . "Durun yahu, durun! Ne yapıyorsunuz siz Allah a şkına? Yıllardır ilk kez konu şabildi ğim bir konuyu berbat ediyorsunuz!-Hem a şk tartılıp, ölçülebilir mi de siz hangisinin a ğır oldu ğunu tartı şıyorsunuz orada?" "Orası öyle..." dedi Sefer alttan alarak. "Ada..." diye fısıldadı Tuna. "Ada bir anlamda beni m çocu ğum olabilir, belki de ben onun evladıyım... Ablam, kız karde şim, annem, arkada şım, imkânsız a şkım ve belki de Ada aslında 'ben'im... Bizimkisi fa rklı bir tutku olmalı..." Kendi söylediklerine şaştı sonra. Bunları kendisi mi söylüyordu? Bunları biliyor muydu önceden ?.. "Her a şk ba şkadır, birbirine asla benzemez!" dedi gülerek Mutlu . O sırada güçlü bir projektör dı şardan yatakhaneyi hızla tarayıp geçti. Gözleri kama şan Tuna, o kısacık aydınlanma sırasında avukat Mutlu'nun davudi sesinin aksine zayıf, kara kuru bir genç adam oldu ğunu gördü. Ve ko ğuş bo ştu! "Ötekiler nerede? Biz neden üç ki şiyiz koskoca ko ğuşta?" diye panik içinde bağırdı. "Dün," dedi Mutlu, bir sigara yakarak, "Dün sevkiya t vardı, hepsi gittiler." "Yani her gün yüzlerce askerin düzenli olarak cephe ye gitti ğini mi söylüyorsun sen şimdi bana?" Sesindeki endi şeli ton geri dönmü ştü. "Cephe demek do ğru kaçmaz sanıyorum," dedi sigarasını ihtirasla eme rek Mutlu. "Sefer görev yeri diyorlar adına ki, içinde bulundu ğumuz ko şullar itibarıyla daha uygun dü şüyor kanımca."

Page 44: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Tabii senin bir hukukçu oldu ğunu unutmu ştum," diye mırıldandı Tuna. "Ama yüzlerce ki şi adı ne olursa olsun o yere gidip, ölüyorlar, de ğil mi?" Çıt çıkmadı. "Saçma bu! Dü şman kim? Sınır, cephe neresi? Kime kar şı sava şıyoruz? Kendi iç organlarını kemiren bir virüs bu! Sonunda kimse kazanamayacak, hiç kimse! Anlıyor musunuz? Çünkü ken- -dimizle sava şıyoruz!" diye, yüksek sesle öfkelenmeyi sürdürdü Tuna. Çıt çıkmadı. "Susun, susun siz daha! Kayıtsız kalın bakalım. Ama bilin ki, saçmalık bütün bunlar!" "Bütün sava şlar saçmadır," dedi Mutlu serinkanlı bir sesle. "Am a iç sava şlar daha da saçmadır!" "Allah kahretsin bu benim beynimi ve bilinçaltımı!" diyerek yata ğına döndü, bir çuval gibi attı bedenini yata ğa Tuna. Çıt çıkmadı. "Sizce de bir gariplik yok mu bu olanlarda ha?" diy e yeniden sordu Tuna. Sesi daha sakindi şimdi. "Büyük mantık ve gerçeklik hataları var bu senaryod a. Dü şünün hele bir; seferberlikte en önce, en son terhis edilenler geri ça ğrılmazlar mı? Ha?" Çıt çıkmadı. "Peki nasıl oluyor da, altı yıl önce terhis edilen ve dört aylık kısa dönem askeri olan bendeniz, benden yıllar önce terhis ola n Sefer'le aynı zamanda sefer görev emri alıyorum? Ha ?.." 89r Çıt çıkmadı. . r ı "ilkokul mezunuyla, üniversite mezunu askeri ne zam andır 90 aynı ko ğuşa koyuyorlar ha?" Çıt çıkmadı. "Gördünüz mü, her şey çok tuhaf. Çünkü gerçek de ğil! Beynim, geçmi şimle ili şkimi korumam, tamamen çıldırmamam için çocukluk ark adaşlarımı kar şıma çıkartıyor, ama maddi hatalar yaptı ğını göremeyecek kadar da kendi zaferiyle sarho ş! Hah ha! Beni kandıramıyorsun bay beyin!.." "Olanlar garip de ğil ö ğretmen," dedi Mutlu. "Olanlar vahim. Durumun vehâmeti ve âciliyeti itiba rıyla, mevcut birlikleri yüzde yüz seviyede korumak, yedekleri de yüksek kap asitede tutmak için geriye do ğru altı yedi yıllık tarama yapmı şlar." "Doğru söylüyor avukat," dedi Sefer, "Durum öyle âcildi ki, ço ğumuza sefer görev emri bile gelmedi. Radyodan, televizyondan ne duyduysak... Gazetelere bile ancak çar şamba günü yansıdı." "Velhasıl, umumî bir kararla müeyyideleri artırmak durumu hâsıl olurken, mufaharetten müfahemeye imkân kalmamı ştır hakim bey!" dedi Mutlu abartılı bir sesle. "A ğbi tam avukat gibi konu ştun ha!" dedi Sefer. "Daha hukuk dilimizi ça ğdaşla ştıramadık biz!" diye homurdandı Tuna. "Bu bile tek ba şına bir iç sava ş nedeni olabilir." "Senin kafan iyice karı şmış be ö ğretmen, yak bir sigara,"dedi Mutlu. "Sa ğol, içmiyorum," dedi Tuna. "Bıraktın mı?" "Hayır, hiç ba şlamadım. Sigaraya hiç heves etmedim ki... Ama o iki si, onlar sigara içerlerdi..." "Yaa bırak artık onları! Her kimseler, bırak, hem o nlar rahat etsin, hem de sen bi soluk al be karde şim! îç sava şın ortasında, ya da senin dedi ğin gibi bu karabasanın göbe ğinde senin gibi iç hatları fena karı şmış olmak duble felaket yahu!.. Yak bi sigara şimdi!" "Sa ğol, istemem." "Ne ö ğretmenisin sen arkada şım?" "Edebiyat." "Beynim beni sınıyor!" diye dü şündü tuza ğa dü şmekten son anda kurtulan birinin gerginli ğiyle Tuna. "Beynim beni sınamak için her şeyi deniyor." "içki de içmez misin sen?" "Ara sıra şarap içerim, bir iki kadeh."

Page 45: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Peki karde şim sen gev şemek, biraz rahatlamak için ne yaparsın?" "Biraz uyusun, hiç bi şeyci ği kalmaz avukat a ğbi!" diye öfkeyle söze karı ştı Sefer. " Şiir okurum," dedi Tuna ona aldırmadan, gülümseyerek . "Eh söylesene be birader!" dedi Mutlu yata ğında do ğrularak. Sonra çelimsiz bedenine sanki yanlı şlıkla hapsolmu ş davudi sesi duyuldu: "Ak şamüstü oturdum yol kıyısına Dü şündüm Ne kalacak bizden geriye Balkan yaylasından ve bozk ırdan Kafda ğına giden şu bulut Sonsuz mevsimlerle esmerle şen Şu toprak ve derin çınar a ğacı Biz yokken de vardı" Sustu. Çıt yoktu. "Çocukların şu gülen son feneri Ayı şı ğı Kırmızı biberlerle üzgün ya şlıları Aynı mandalda kurutan güne ş Çayırda gölgeler bırakacak Dalgın yeryüzünden çekilirken" "Helal olsun avukat a ğbi sana be! A ğzına sa ğlık valla ne güzel okudun hislenerek ööle. Ben de bir cigara yakmaz mıyım şimdi ..." diyerek sigara yaktı Sefer. "Aradahi bölümleri unutmi şam ama sonu aklımdadir a ğalar," dedi avukat Mutlu yoğun bir Kürt aksanı takınarak. Sonra yine yüre ğinin sesiyle okudu ğu duyumsanan şiirine döndü: "Kiraz ve kamı ştan kavalımızın < ı ı ı Sesleri , ' , ' 92 Da ğılıyor havada ı Bir kuyu a ğzından geçiyor gibi , ı, Rüzgârı mor fistanlı zamanın ,v ı ;{., Bu güzel şarkı da unutulacak *; < ı , • ı Kıyımlar acılar kanlar içinde Savrulurken ya şadı ğımız günler ><$'/! ı Bu soruyu mutlaka soracaksın . : ^; Ne kaldı ne kaldı bizden geriye?" "Sen mi yazdın bu şiiri avukat a ğbi?" diye sordu Sefer. "Ah nerde bizde o şiir kanı Sefer karde ş. Bizim oralarda büyümü ş bir şairin şiiridir bu..." "Onat Kutlar," dedi Tuna kendi kendine konu şur gibi. "Ee hadi sıra sende ö ğretmen!" Kısa bir sessizlik oldu. Ardından sözcükler usul us ul döküldü Tuna'nın dudaklarından: "Bilmez kimse söylemem Pek mahremdir aslında Kaçı şım her kendimden Bir dönü ştür , buzlu aydınlı ğıma. Köpekler ulur, itler pusuda Sisli sokaklarda kalle ş çı ğlıklar Hem yalnızım, hem korkuyorum, lâkin erkeklik var serde susuyorum Susuyorum Ada Sen orada Bildi ğini biliyorum Ada." Sustu, içinde biriken özlem ve öfkenin giderek büyü düğünü, büyüyerek bütün iç organlarına saldırdı ğını, dev bir kasırga gibi üzerine geldi ğini hissetti. Birazdan bu güçlü basınç nedeniyle bedeni içten çatlayacak, önce kaburgaları kırılacak, ardından iç organları dı şarıya fırlayacak ve kendisi de bu son anı seyredecekti... Midesi bulandı. Gözle rini yumdu. "Bu şiir, Do ğan Gökay'ın me şhur 'Kumral Ada'sından de ğil mi?" diye sordu Mutlu. "Hah!" dedi Sefer yata ğından do ğrularak, "i şte o adam, adını unutmu ştum. Bunlar Şair Dayı derlerdi, i şte o şair, o adam bunların kafalarını böyle hayali dü şüncelerle doldurdu. Kimle konu şsa etkisi altına alır o adam. Televizyondaki konu şmalarını dinlemeyi kızıma yasak ettim!" "Sen, Do ğan Gökay'ı tanır mısın ö ğretmen? Müthi ş bir adamdır o yahu! Yoksa gerçekten dayın mı olur? Ne şans be! Eee anlat-sana biraz..." diye heyecanlandı Mutlu.

Page 46: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Belâ tohumlarını ta şır elma Kendi çekirde ğinde Bundan önce ve bundan böyle Ne yapsa, ne etse insanın En büyük dü şmanı Sessizce Kendi derisinin içinde Susuyorum Ada Sen orada soru yorsun ve nerede nerede nerede?" "Hah bak, gördün mü şiirin içinde ihanet ve inançsızlık var. Ben dedim s ana avukat a ğbi, bu şair Do ğan Gökay iyilik etmedi Tuna'ya diye... Futbol takımı tutmasını bile engelledi bu çocu ğun!.." "Yeter artık Sefer!" diye ba ğırdı Tuna. "Yeter sus artık! O bana aklın ı şı ğını gösteren ilk ki şidir, ona laf etmeni istemem!" "Aklın ı şı ğı mı? I şık falan yok o ğlum, aç gözünü artık, bir erkek gibi davranmayı ö ğren, yoksa..." "Yoksa ne olacakmı ş!" diyerek hiç beklenmedik ani bir atakla Sefer'in üzerine yürüyen Tuna, öfkeden titreyerek ona saldır dı. "Çekil yolumdan Sefer! Sen yoksun burada diyorum sana! Bunlar benim beynimin oyunu, anlamıyor musun? Bıktım senden de senin bu kâbustak i hamasi rolünden de!.." "Dur sakin ol u şağum! Deliriverme Kuzguncuklu arkada şım benim!" diyerek Tuna'nın ellerini tutmaya çalı ştı Sefer. "Bak fena mı oldu, biraz damarına basınca, kendine geldin be koçum!" 9| "Çek ellerini üstümden!" diye ba ğırdı Tuna. "Hiçbirinizi istemiyorum, hiçbirinizi! Mantık hatalarıyla dolu bu karabasanda n uyanmak, hepinizden kurtulmak istiyorum. Lanet olsun banim beynime! All ah kahretsin!.." Öfke, sıkıntı ve panik içinde savurdu ğu kolları sert bir şeylere çarpınca acı içinde kıvranmaya ba şladı. "Durun beyler, n'apıyorsunuz orada siz yahu?" diyer ek yanlarına ko şan Mutlu, onları ayırmaya çalı ştı ama Tuna kendine mi, onlara mı savurdu ğu pek anla şılmaz biçimde etrafına saldırıyordu. Şiddetle şiddetli şiddet saçarak... "O bir casus! Evet Sefer bir casus! Bu kâbusun casu su! Beni kontrol etmek için beynimin casus rolü verdi ği birisi! Ondan kurtulmalıyım!" BÜTÜN KIZLAR CADI, ERKEKLER DOMUZ! "Kelebeklerle tanı şmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı ö ğrenmek zorundayım (. . .) Kelebekler de, yani tırtıllar da olmasa kiminle dostluk edece ğim ki?. ." t An toine de St. -Exupery (Küçük Prens) "Artık kızlarla oynama ya şın bitti!" dedi Ara ş kararlı bir sesle. "Yani kızlarla hiç oynayamayacak mıyım artık?" diye dudaklarımı büktüm. Üzüntümden ölebilirdim. "Artık erkeklerle oynayacaksın!" Sesinde beni korumak istedi ğinde takındı ğı büyümü ş de küçülmü ş tınılar vardı. O güne dek Aras'ın arkada şlık konusunda özellikle cinsiyetçi davrandı ğını pek görmemi ştim, ama onunla oynamak isteyen çocuklar hep oğlanlardı. Kızlar daha çok şıp şıp ve seksek oynamayı, ip atlamayı seviyorlardı ve Ara ş bunları bir kez bile denememi şti. Ada ortaya çıkıp, mahallede ilgi uyandırmaya ba şladıktan sonra, kendi ünü gölgelenen Aras'ın rahatı kaçmı ştı. Henüz yeni yeni ayrımına vardı ğı cinsiyetine toplumun yükledi ği abartılı ayrıcalıklara sı ğınacak kadar Ada'dan çekindi ğini daha sonraları anlayacaktım. Benim umurumda de ğildi ve hiç de olmadı. Cinsiyetler arası farkın, sa ç, göz renkleri gibi ve kadar önemsiz oldu ğunu dü şünmüşümdür hep. Kendi cinsiyetimden veya kar şı cinsiyetten birisiyle dürüstlük, zekâ ve do ğallık önemlidir benim için. Kadın ya da erkek olmaktan da ha fazla önemsedi ğim değerler vardır benim dünyamda. Ada'yla oyun oynamak ç ok zevkliydi ve cinsiyetler arası güç sava şları umurumda de ğildi. Halbuki o ikisi birbirlerine benziyordu ve onların adamakıllı umuru ndaydı. "Sen kendini ne sanıyorsun bakalım! Daha okuma yazm ayı sökmemi şsin, sayı saymayı bilmiyorsun! Türkiye'nin kom şularını 96 tanımıyorsun bile... Sen daha çocuksun!" '"'' Ada'nın bunları söylerken yüzünde bel iren zafer duygusu

Page 47: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Aras'ı derinden etkilemi ş, kendisiyle ya şıt, henüz ilkokula ba şlamamı ş bir kızın ona böyle kafa tutu şuyla fena yaralanmı ştı, îlk birkaç saniye kafasına ta ş dü şmüş gibi afallayıp, bo ş bo ş baktı. Ama toparlandı ve en büyük kozunu oynadı: "Ben bunları nasılsa ö ğrenece ğim, ama sen hiçbir zaman erkek olamayacaksın i şte!" "Erkek olmayı isteyen kim akıllım? Enayi miyim ben? Hem sonra sünnet falan olacaksınız... Biliyorsun nereni kesiyorlar sünnett e..." Yutkunarak korkusunu gizleyen Ara ş, hiç takmıyormu ş gibi davrandıysa da bükemedi ği bir bilekle kar şı kar şıya kaldı ğını ikimiz de anlamı ştık. Büyük yarı ş ba şlamı ştı! Kertenkele kuyru ğu serüveni sırasında fazla heyecan ve tiksinti duyg usuyla fenala şıp, bayıldıktan sonra iki gün yataktan çıkmamı ş, anneme naz yapmı ştım. Bana ne oldu ğu konusunda çaresiz kalan mahalle doktorumuz Etyen Amca, ba şıma güne ş geçti ği ya da bayat bir yiyecekten zehirlendi ğimi düşünerek ya ğsız diyet ve dinlenme tavsiye etmi şti. Ne ben, ne a ğabeyim, ne de ertesi gün ziyarete gelen Ada, kertenkele mesele sini açıklamı ştık büyüklere. O üçümüzün ilk sırrıydı! önce Ada'nın dadısı Cihan Teyze anneme haber yollay ıp, zi-; yarete gelmek istediklerini bildirmi ş, ardından bütün mahallenin hayranlık dolu fısıltıları e şli ğinde bize "geçmi ş olsun"a gelmi şlerdi. Unutulacak bir gün değildi! Ada'nın kumral saçları minik bir topuzla ense sine toplanmı ş, üzerinde kırmızı bir entari ve ayaklarında kırmızı pabuçlarla kesinlikle gözden kaçırılamaz bir güzellik olu şturmu ştu. Ona ait bütün ayrıntılar bayatlamadan bekler hafıza dosyalarımda... "Ne zarif bir çocuk! Çok terbiyeli yeti ştirmi şler ma şallah!" "Zenginlik ve şöhret hiç bozmamı ş kızı, bravo yani!" "Pek canlar yakacak büyüyünce bu kız, canım!.." Bu sözden sonra gülerek bana bakmı şlar, ben de utanmı ştım ... "O şeyi içmesem bize gelmezdin de ğil mi?" diye fısıldamı ştım sözde yatak yorgan yattı ğım sedire yakla şan Ada'ya. Gülümsemi şti tatlı tatlı, ama "hayır" dememi şti. Bir prensesin evimize ziyarete gelece ğini ö ğrendikten sonra çeyiz sandı ğında lavanta kokuları arasında özel günler için sak ladı ğı dantelli çar şaflan, yastık kılıfları ve örtüleriyle salondaki se dire gösteri şli bir hasta yata ğı hazırlayan annemin heyecanı hepimizi şaşırtacak kadar güçlüydü. Sanıyorum Ada ve ailesinin bizlere yaşattı ğı heyecan, her birimiz için özel ambalajlanmı ş ve her ya şa özel dozda hazırlanmı ş mutluluk haplarına benziyordu; kar şıko-nulamaz çekicilikte, gizemli, dü şsel... "Ah inan Zübeyde Hanım, vallahi hep yanlarındaydım. Zaten Hanımefendi uzaktan bile olsa mutlaka bir gözümü üstünde tutmam ı ister Ada'nın... Senin oğlun, ma şallah pek şeker, pek sessiz evladım, bahçeye gelince yanlarınd a durmayayım da rahat etsinler diye şöyle bir uzakla ştım, ama ekmek kuran çarpsın ki, hep gözlüyorum onları. Su istediler ben den. Getirdim. Sonra bir ara kayboldular azıcık, ama bahçe güvenli nasılsa.. . Aslında bu mahalle, buradaki insanlar çok güvenilir, çok iyi insanlar, sizden iyi olmasınlar!.." Cihan Teyze annemin gözüne girmek için elinden gele ni esirgemiyordu ama zaten çaba harcamasına da gerek yoktu. Zaten ne ann em, ne de mahalledeki öbür kadınlar Adalar'm evinde çalı şan insanlara hizmetkâr olarak bakmamışlardı. Onlar Ada'nın ailesinin parçaları olarak kab ul gördüler. "Derken bir çı ğlık, bir ba ğırtı duydum, bir ko ştum ki ne göreyim o ğlun yerde yatıyor, Ada'yla yanında bir ba şka çocuk bunu kaldırmaya çalı şıyorlar. Aklım ba şımdan uçtu o anda! Hangisine ko şayım bilemedim vallahi... Öbür çocuk daha büyük bunlardan, nasıl g irdi bahçeye, o mu senin oğlana bi kötülük yaptı derken, me ğer o da senin büyük o ğlun de ğil miymi ş!.. Ma şallah ne yakı şıklı evladım, adı Ara ş olan... büyük o ğlun de ğil mi? Hay Allah!.. Çok şükür önemli bi şey yokmu ş çocukta, sevindim, yüre-ci ğime su serpildi valla..." Cihan Teyze çantasından küçük, bordo bir kadife kut u çıkarttı, içinde mavi kurdelalı bir altın vardı.

Page 48: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Hanımefendiyle beyefendi küçü ğe 'geçmi ş olsun'a gelemediler diye bunu yolladılar. Vallahi çok üzüldüler... Hanımefendi KAM 7 dedi ki, 'Zübeyde Hanım bu küçük arma ğanı kabul ederse ailelerimiz arasında ilk köprüyü kurmu ş oluruz,' - gibi bi şey söyledi -îlk fırsatta kendileri de tanı şmak istiyorlar in şallah! Ama onların çalı şma hayatı çok düzensiz... Uzaktan ho ş gelir adama lâkin ben içlerini biliyorum... Vallah i film çekerken aile hayatı falan kalmaz ... Gece gündüz ç alı şırlar. Zor i ş... Fakat sizden iyi olmasınlar, dünyanın en iyi kalpli , kibirsiz insanlarıdırlar. Hep söylerim, altın kalpli ikisi d e..." Bu bir mucizeydi ve annem tamamen erimi şti artık! Üzerinde Arap harfleriyle "Maşallah" yazan o küçük altın annem için dünyanın en d eğerli arma ğanıydı. Çünkü onu yıldızlar yollamı ştı, hem de bizzat kendisine!.. Onlar konu şurken sessizce yanıma yakla şan Ada, "Ben de sana bunu getirdim, altını ne yapacaksın sa nki?" diye fısıldayarak elime kocaman yassı bir kutu verdi. O güne dek gördü ğüm en büyük suluboya takımıydı bu. Büyülenmi ş gibi kutuya çakıldı gözlerim. Tam kırk sekiz rengin gö-zalıcı b içimde dizildi ği kutunun kapa ğında piknik yapan bir tav şan ailesinin resmi vardı. Anne tav şan mavi bir entari giymi ş, dört yavru, kırmızı tulumlar içinde havuç yiyorla rdı. Bir elinde piposu tüten baba tav şanın köstekli saati vardı ve kırmızı yelek giymi şti. Kırlarda, yemye şil çayırlara oturmu ş, yere serdikleri kırmızı beyaz kareli örtünün üstünde duran piknik sepetinin ba şında gülümsüyorlardı. Gök masmavi, uçu şan birkaç beyaz bulut pamuk şekeri kadar lezzetli görünüyordu. "Büyüyünce biz de böyle piknik yapalım mı?" diye so rdum Ada'ya. "Olur ama biz tav şan de ğiliz ki Mabel..." diye fısıldadı kula ğıma. Yüzünde o Adaca hınzır gülü ş, gözlerinde gizlice ta şıdı ğı hüzünle bana bakarak... Yatak faslı bitip, yeniden soka ğa çıkma izni aldıktan sonra artık her gün köşkün bahçesinde Ada'yla oynuyordum. Arada sırada Ada da dadısıyla bizim eve oynamaya geliyordu. Bütün bunlar olurken annem gençle şip, güzelle şiyor, saçının modelini de ği ştiriyor, babam sessizce izliyor, dedemse büyük bir şevkle Ada'nın "normalle şmesi"ne çalı şıyordu. "Bu kızanı erkek gibi yeti ştirmi şler bre!.. Çok konu şur, soru sorar, gözünü budaktan esirgemez kerata! Hah hah ha! Aslında severim yaramazı, çok güvenir kendine... Topra ğı bol olsun, Ro-zita'yı atırlatır bana cevvalli ği... fakat kız dedi ğin anım anımcık olmalı az birazcık kızanlar!" Aras'a gelince... A ğabeyim kö şkün bahçesindeki o ilk kar şıla şmadan sonra aniden sanki Ada diye biri yokmu ş ve hiç olmamı ş gibi davranmaya ba şladı. Başa çıkamadı ğı bir gerçe ği toptan inkâr ediyordu. Ada'nın bize ilk ziyarete geldi ği gün birlikte payla ştı ğımız odadan dı şarı çıkmadı. Ama zaman geçip de bizim Ada'ya kar şı artan ilgimiz evin her yanına bula şmaya başladı ğında zavallı Ara ş için kaçacak delik kalmamı ştı. Nereye elini atsa Ada'nın izi vardı, hangi ta şı kaldırsa kar şısına Ada çıkıyor, daha önceleri tamamen kendine ait olan hayranlık ve ilgi bahçesin deki mülkiyet alanı daralıyordu. Onun için hiçbir zaman rakip olmayan b enimle bir sorunu yoktu, ama Ada gerçek bir rakipti ve Aras'ı hırçın-la ştırıyordu. Ben çok mutluydum. Ada'yla oynamak büyük keyifti. C ömertti, âdildi ve hayal gücü geni şti. Çok oyun biliyordu, genel kültürü ya şının fazlaca üstündeydi, çok oyunca ğı vardı ve çok güzeldi. Bal renginde, bal gibi bir kızdı! Tanrım nasıl da akıyordu o bal gözleri içime tatlı tatlı.. . Çabucak yeni oyunlar kuruyor, hiç bilmedi ğim ülkelerin, kültürlerin içinde hayaller dünyasında dola şıyorduk birlikte. Özgüveni, zekâsı ve etkileyici ki şili ğiyle bana Aras'ı hatırlatıyor, "a ğabeyim kız olsaydı tıpkı Ada'ya benzerdi" duygusu veriyordu. Birlikte oynarken bana bir arkada ştan çok, onun küçük bebe- ğiymi şim gibi davranıyor, oyunlarda annem oluyordu. Bundan sıkılı p, mızıtmaya ba şlarsam gönlümü almak için onun anne oldu ğu oyunlarda benim de baba olmama izin veriyordu ama yine de bana bebekmi şim gibi davranmaktan vazgeçmiyordu.

Page 49: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Olsun, ben onunla olmaktan öylesine mutluydum ki, a slında gerisi umurumda değildi ve hiç de olmadı! Köşkte oyun oynadı ğımız zamanlar onunla birlikte yemek yiyorduk. Yemek ten önce alt kattaki banyoda ellerimizi sabunlayıp, hav aya köpük balonlar uçuruyor, kahkahalarla gülerken birbirimizin elleri ni sabunluyorduk. Ada bize geldi ğinde, o da bizimle ak şam çayı içiyor ve annemin nefis çöreklerinden yiyordu. Yani ben artık Ada'ya hayran olarak Ada'yla yaşıyordum ve Ara ş yalnız kalmı ştı. Sonbahar yakla ştı ğında bende alarm zilleri çalmaya ba şlamı ştı. Onlar ilkokula ba şlayacaktı, benimse daha iki yılım vardı... An-neme beni de okula kayıt ettirmesi için yalvarmaya ba şlayınca, onlar bunu "okuma a şkıma" ve "büyük adam olaca ğıma" yordular, Tabii "büyük adam" olmak herkes için deği şik anlama geliyordu: Annem için bu, subay, dedem iç in *ünü Balkanlar'a ta şmış bir terzi, Ara ş için denizaltı kaptanı, Ada içinse; yalnızca ve yalnızca şair dayısı Do ğan Gökay olmaktı! Babam ne dü şünürdü, bilemiyorum. Olsa olsa tahminlerim var... Halbuki benim tek derd im Ada'dan ayrı kalmamaktı ve görünü şe göre bunu fark eden yoktu. Okullar açılmadan kısa bir süre önceydi, Ada ve Cih an Teyze bize gelmi şlerdi. Ada hep yaptı ğı gibi oyuncak sepetini de getirmi şti. Ara ş da hep yaptı ğı gibi odamıza saklanmı ş, dı şarı çıkmıyordu. O gün öyle olmadı. Ara ş, az sonra kapıları çarparak soka ğa fırlamadan az önce Ada onun yanına gitti. Pat diye odaya girdi. "Ara ş sana bir şey getirdim, e ğer sevmezsen geri verebilirsin!" Her şey öyle çabuk olmu ştu ki, Ara ş gibi ben de şaşırmı ştım. Ayrıca odanın kapısında dikilmi ş bal renkli, bal gibi bir kız elinde süslü bir pake tle beklerken hangi çocuk buna kar şı koyabilirdi? Tabii ki, Ara ş! "Hadi açsana!" diyerek yanına yakla ştı Ada. Onda da çabuk vazgeçecek göz yoktu. Kapının yanında dikilmi ş "ya şantımdaki iki muhte şem" arasındaki maçı izliyordum nefesimi tutarak. Ara ş önce hiç bakmadı. Sonra isteksizce ba şını kaldırdı. Bir pakete, bir Ada'ya baktı. Ka şlarını çattı, içini çekti, tavam seyretti. Gururlu ve güçlü de olsa Ara ş da bir çocuktu. "istemez! Gerek yok!" dedi isteksizce. Ada hiç tereddüt etmeden elindeki paketi açtı. Yırt ılan ambalajın içinden rengârenk bir gemi maketi kutusu çıktı. Sevinçten d udakları uçuklayan Ara ş yerinden fırladı; "Vay bee! Nereden buldun bunu?" "Babam Amerikan Pazarı'ndan aldı. Tabii senin için BEN ısmarladım bunu." i şte bu kadardı! " Şahane bu yav! Nasıl yapılıyormu ş bakalım..." diye kutuya atladı Ara ş. "Be ğendi ğine sevindim," dedi Ada yaramaz bir sesle, "Bende b unlardan daha çok var. i şte biz Tuna'yla hep bu oyunlardan oynuyoruz yaa!.." Afallayıp kaldı Ara ş. Bugüne dek böyle maketlerle oynamayı mı reddetmi şti yani? Yok canım... Ama hiç sesimi çıkartmadım. Ada son kozunu daha oynamamı ştı henüz, ama hazırdı: Ara ş daha toparlanmadan gidip ona sarıldı ve yana ğından öptü. Sonra beni elimden sürükleyerek odadan çıkarttı, birlikte oturma odasına, annemle, Cihan Teyze'nin yanına döndük. Ara ş elinde gemi maketi, aklında kaçırdı ğı oyunların pi şmanlı ğı, yana ğında bal tadında bir öpücükle kalakalmı ştı odanın ortasında. Daha yedi ya şındaydı ve ikinci Ada şokunu ya şıyordu. Sonrakilerde çok daha güçlü olacaktı. Aras'ı bir daha hiç öyle afallamı ş görmedim! 101 ŞÎMDÎ OKULLU OLDUK! "Sevgimizin tam bu saatinde duta çtkardı kirpiler l eylak dü ştü ğü mevsim Kuzguncu ğun saçlarına." Erdal Alova (Sevgi Dönümü) "Yıldızlar nazlı olur!" demi şti annem.

Page 50: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Öbürlerini bilmem ama benim tanıdı ğım o ikisi hiç öyle de ğildi. Ada'nın annesi ve babası Kuzguncuk'a ta şındıkları sırada ve sonraki on yıl boyunca Türkiye'nin en ünlü ilk on sinema oyuncusu arasında ydılar. (Bana sorarsanız bugün bile en sevilmi ş "ilk on"a girerler), Bu ba şarı ve ilgiye kar şın her ikisi de mütevazı ve sıcak insanlardı. Mahallede çok sık görülmezlerdi. Görüldüklerinde el lerini sıkmak, yanaklarından öpmek isteyenlere içtenlikle yakla şır, asla sahte ve/ya şımarık davranmazlardı. Onlar şi şirilmi ş, günübirlik imgelerle ünlenmemi şlerdi, ikisi de gerçek yıldızlardı! (Annem onlara i lle de "yıldız" demeye bayılırdı.) Süreyya Mercan, Kuzguncuk'a ta şındıklarından birkaç ay sonra şimdiki Çmaraltı kahvesine girip, tıpkı "Balıkçı Osman" fil mlerindeki gibi: "Selamün Aleyküm Abilerim, Ablalarım!" diyerek me şhur selâmını çakmı ş, herkese Türk Kahvesi ısmarlamı ştı. (Biz çocukken henüz Amerikan filtre kahvesi, sıcak suda çabuk eriyen neskafe falan yokt u tabii... kahve deyince zaten bol köpüklü kallâvi Türk kahvesi anla şılırdı.) O günden sonra Süreyya Mercan haftada bir kahveye u ğrayıp, mahallenin erkekleriyle bezik oynayarak, kahve içmeyi alı şkanlık haline getirmi şti. Bu davranı şıyla Kuzguncuklu olmak istedi ğinin dilekçesini vermi ş, içtenli ğindeki katıksızlık nedeniyle dile ği kabul edilmi şti. Daha sonraları mahallemize ba şka ünlü ve/ya varsıl ki şiler de geldi ama asla "buralı" olamadılar. Ço ğu çekip gitti, ka-lanlarınsa "dı şarlıklı" oldukları unutulmu ştur. Gerçekle sahte arasındaki farkı en çabuk anlayan halktır, ama en geç tepki veren de yi ne odur! Ve tepkisi en güçlü olandır halk! Güzelli ği kadar kibarlı ğı ve yalınlılı ğıyla da gerçek bir yıldız olan Pervin Gökay, kocası kadar giri şken de ğildi. O biraz çekingen, biraz utangaç görünüyordu ki, "mahremiyet"e önem verilen bir aileden geldi ğini sonradan ö ğrenecektim. Tam bir "halk çocu ğu" olan Süreyya Mercan'ın ta şkın coşkusu yanında Pervin Gö-kay'ın incelikli sessizli ği ilk anda "so ğukmuş" izlenimi uyandırıyordu. Onun gerçek sıcaklı ğı kandil ve dinî bayramlarda ortaya çıkma şansına kavu ştu. Böyle günlerde kom şulara helva, kandil simidi ve/ya a şure da ğıttırır, ya şlıları bizzat ziyaret eder, çocuklara şeker ve defter-kalem arma ğan ederdi. Kuzguncuk yoksul bir semttir ama gururlu dur. Pervin Gökay'ın içtenli ği kabul görmese, kapılar yüzüne kapatılırdı. Onların mahallemize ta şınmasıyla ö ğrendi ğim şeylerden biri, halk tarafından gerçekten sevilmek için halka gerçekten yakın olmak gerekti ğiydi. Onları daha önce kö şkte bir kez görmü ştüm. Hem de öyle özel bir durumda görmüştüm ki, ya şantım boyunca aklımdan silinmez o güzel resim. Ama onlarla resmen tanı şmamız kertenkele kuyru ğu suyu içmemden biraz sonraydı. Sıcak bir ö ğlesonrası kö şkün giri ş katındaki serin salonda Ada'yla birlikte tahta küplerden bir şehir kurmaya çalı şıyorduk. Önce Cihan Teyze yerinden fırladı, sonra hizmetkâr Hatice Teyze ve kocası bah çevan Hasan Amca koşuşturmaya ba şladı. Evdeki heyecan dalgasının etkisiyle oyunu bır aktım. "Ne oldu Ada?" "Yok bi şey Mabelcim, ya annem, ya da babam geliyordur..." d edi, oyun oynamayı sürdürerek. Onu geli şiyle heyecanlandıran ki şi dayısı Do ğan Gökay olurdu. Şair dayı köşke geldi ğinde Ada sevinçten çıldırır, gözü ba şka kimseyi görmezdi. (Yani beni bile görmezdi demek istiyorum tabii...) Oysa A da annesiyle babasına pek dü şkündü ve özellikle iö§ babası onu çok şımartırdı. Fakat o herkesin a şırı ilgi gösterdi ği hiç kimseye kendi ilgisini belli etmiyordu. Aras'a yapt ı ğı gibi. 104 Şair Do ğan Gökay da ünlüydü, ama entelektüel bir alanda ünlü o lmak dünyanın her yerinde kitlelerle ili şkisi sınırlı olmak demektir. Bu anlamda şarkıcı ve sinemacılar kadar ünlü olan şair ve yazar çok çok azdır. Zaten onların ço ğu bunu bilerek bu i şe girerler. Pervin Gökay sarı saçlarını o sıralar moda olan koc aman bir topuzla toplamı ş, mavi bir elbise giymi şti. Kolsuz, yakasız, diz boyunda. Sonradan onun tekstil ve tasarımla ili şkisini ö ğrenecek, bu yalın ama her daim

Page 51: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

şıklı ğının asıl kayna ğını ke şfedecektim. O yıllarda Chanel çizgileri ta şıdı ğını şimdilerde fark ediyorum. "Adacım, anno şa ho şgeldin öpücü ğü yok mu?" "Hoşgeldin anne, oyun oynuyorduk da..." Anne kızın sarılıp, kokla şmaları tıpkı filmlerdeki gibiydi. Bana tiyatral gelmi ş, biraz da burnumun dire ği sızlamı ştı. Biz annemle hiç böyle cilvele şmezdik. Annesi Ada'nın bal rengi saçlarını ok şadı, öptü, kokladı. Yanaklarını küçük yuvarlak ok şayı şlarla mırıl mırıl sevdi. Ada sevgiden şımarmı ş bir kedi yavrusu gibi gev şemi şti. Bir süre gülümseyerek gözgöze, dizdize oturdular, sonra beni hatırlayıp, bana dönd üler. "Küçük adam, sen benim kızımın me şhur Tuna'sı olmalısın!" dedi Pervin Gökay. Utananarak ama sevinçle ba şımı salladım. "Canıımm, pek minikmi şsin sen daha... Ne de mavi ş gözlerin var senin öyle..." "Dedesi 'Mavi Tuna" diyor ona," diyerek araya girdi Ada. "Hımmm... Bu durumda Kumral Ada'yla Mavi Tuna oluyo rsunuz siz demek ki..." Sonra uzanıp, benim de ba şımı ok şamıştı Pervin Gökay. Yanaklarıma de ğen elleri yumu şacık, bembeyaz, tırnakları kırmızı ojeliydi. Çok gü zel kokuyordu. Annemin esmer ve yemek kokan ellerine be nzemiyordu. Bu yüzden kadın ve anne eli farklıymı ş gibi bir çocukluk izlenimi hâlâ saklı durur içimde bir yerlerde. Süreyya Mercan çok gürültülü ve ne şeliydi. Onunla ilk tanı şmamda beni kuca ğına alıp, bebek gibi havalara hoplatmı ştı. Utanmı ştım ama ho şuma gitmi şti. "Seni çapkın seni... Buldun benim fıstık kızımı, çı kmıyorsun bizim evden di mi? Hah hah hah!.." Hep güler, iri kahkalar arasına saklanırdı. "Afferin sana delikanlı, bak ben de annesini aynen böyle kafes-lemi ştim, anlarsın ya hah hah ha!.. Hadi gel seninle erkek er keğe bir tavla oynayalım." "Babaaa! O daha küçük, tavla bilmez, hem Tuna benim arkada şım, senin değil!" "Vay vay vay... Bakın benim prensesime, kıskandı ya vuklusunu şimdiden... Afferin delikanlı, i şini iyi biliyorsun... Hah hah ha!.. Ama gel şimdi, ben sana tavla ö ğreteyim, erkek adam tavla bilmeli!.." Hâlâ tavla bilmem ve oynamaya da hiç heves etmedim. Süreyya Mercan daha sonra Aras'la tavla, bezik, poker ve briç oynadı ve ço ğunlukla da yenildi. "Bana bak Ara ş dehâsı! Aya ğını denk al! Süreyya Mercan'ı yenip yenip durma be! Baban ya şında adamız şunun şurasında... Gariban Balıkçı Osman halk çocu ğudur, oynama gururuyla icabında ..." diye acındırır dı kendini. Ara ş çocukken bile, o ciddi yüzüyle hiç duymamı ş gibi oyunu sürdürürdü. Sonbahar gelip, okullar açıldı ğında Ada'nın da mahalle ilkokuluna yazdırıldı ğı haberi sevinçle yayıldı kulaktan kula ğa. O da bütün Kuzguncuklu çocuklar gibi mahallenin mütevazı okulu na gidecekti. Öyle de oldu; Ada bizlerle aynı okulun ö ğrencisi oldu ama o hiçbir zaman bizlerden biri olmadı! Onun suçu de ğildi. Yaratılı şı, karakteriyle birlikte ta şıdıkları ve yeti şme tarzı farklıydı. Duru şu, yürüyü şü, gülü şü, hatta ellerinin hareketleri bile bana bir prensesi ça ğrı ştırıyordu. (Bu izlenimim hiç de ği şmedi!) Uzaktan bakınca aramıza yanlı şlıkla karı şmış soylu bir küçük hanımefendi oldu ğu hemen göze çarpıyordu. Evet, giysileri bizim ancak özel günler için giydi ğimiz türden, hep yeni, ütülü ve çok şıktı ama yalnızca giysiler değildi... Ada'nın özgüveni, kendine hayran ve farkınd a bakı şları, dikkafalı dikili- şindeki tahrik edici gurur, bal rengi güzelli ğiyle birle şince ortaya öyle bir bile şim çıkıyordu ki, ister istemez etkileyiciydi. Hayır sanmayın ki, ona olan özel hayranlı ğımdan böyle anlatıyorum. Evet, ona ilk gördü ğüm günden ba şlayarak özel bir ilgi duydu ğumu gizlemiyorum, ama yalnızca ben de ğil, okuldaki çocuklar da Ada'dan etkilenirler, onun la arkada şlık etmeye çekinir-

Page 52: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

lerdi. Yıldızların kızı olmasının avantajını asla k ullanmamasına kar şın Ada'nın imgesi ula şılmazdı, oysa dostlu ğu sıcak ve çok ĐOÖ renkliydi. *" Ada ve Ara ş, Nezihe Ö ğretmen'in sınıfına dü ştüler ve ilkokulu bitirene dek aynı sırayı payla ştılar, îlk zamanlar Ada'yı kaybettim sanıp, için için a ğlar, yemekten kesilirken, bunun do ğru olmadı ğını anladım. Ada ile Ara ş kavga etmeyi kesip, arkada ş olduktan • sonra Ara ş da benimle birlikte kö şke gidiyordu. Onlar ders çalı şırken ben oyuncaklarla oynuyor (yan gözle onları hep izleyerek tabii), dersleri bi tince hep birlikte oynuyor, ya da Cihan Tey-ze'nin hazırladı ğı ak şam kahvaltısını ediyorduk. Ada'yı yitirmemi ştim, ama Ada'yı bir ba şkasıyla payla şıyordum. Tek tesellim Ada'yı payla ştı ğım ki şinin hayattaki ilk kahramanım, a ğabeyim olmasıydı. Ayrıca benim için asıl önemli olan Ada'yla birlikte olmak ve onun beni sevdi ğini bilmekti. Daha fazlasını hiç istemedim. Sanırım herkesin bir sevme tarzı vardır ve benimki de buydu... ilkokuldaki ilk iki yıl sınıf ba şkanı olarak tek aday vardı ve kayıtsız şartsız hep o seçiliyordu: Ara ş Atacan! Mahallenin en gözü-pek, atılgan, akıllı ve güçlü çocu ğu; benim a ğabeyim! Ama üçüncü sınıfa geçtiklerinde (ki, ben de o yıl okula ba şlamı ştım) bir aday daha belirdi: Ada Mercan! Mahallenin bal prensesi, akıllı, zarif, görgülü kız ı, üstelik sınıf birincisi. O yıl Ada sınıf ba şkanı seçildi. Aras'ın buna belli etmeden içerledi ğini biliyordum. Bildi ğim ba şka bir şey de a ğabeyimin asla pes etmeyece ğiydi. O ikisi "adrenalin tipi" denen insanlardandı. Yarı şmak, meydan okumak, sürekli kendilerini yeniden sınamak ve a şmak heyecanıyla ya şamayı seviyorlardı. Ada ve Ara ş bu heyecanla besleniyorlardı, düz ve güvenli bir hayat onları açlıktan öldürürdü! i şte bu yüzden dördüncü sınıfa geçtiklerinde araların da kıran kırana bir sınıf ba şkanlı ğı yarı şı ba şlamı ştı. Küçük çapta bir seçim kampanyası kadar ciddile şen yarı şta Ada çok cüretkâr ve yenilikçi, Ara ş tutucu ve gelenekseldi. "Beni seçerseniz," diyordu Ada, "Beni seçerseniz ay da bir kez herkese bir masal kitabı arma ğan ederim, do ğum günlerinizde ailenizle foto ğraf çektirir, gofret ve kola ikram ederim." Sonra Ara ş çıkıyordu bahçedeki Atatürk büstünün önüne, "Beni seçerseniz, hepinize sırayla gemi maketi yaparım ve çıka- madığınız a ğaç dallarından meyve toplarım. Sonra matematik ödev lerinize yardım ederim..." Öbür sınıflarda ya şanmayan bu sınıf ba şkanlı ğı seçim rekabeti bütün okula, sonra mahalleye yayılarak günlerce konu şuldu. "Sinemacıların kızı, Terzi Naim'in o ğluyla yarı şıyormu ş! Kız bir bilmi ş, bir fettan ki, o ğlan nasıl ba şa çıkacak onunla?" Sonunda bütün ö ğrenciler Ada ve Aras'ın sınıfına toplanıp, öyle gür ültü yaptılar ki, okulun en sevecen ö ğretmeni Nezihe Ö ğretmen zıvanadan çıktı. Ne Ada'ya duydu ğu sempati, ne de Aras'a olan sevgisi i şe yaradı, avaz avaz bağırarak olaya el koydu. Ama o ikisi bu kez de el alt ından propagandalarını sürdürdüler. O yıl Ara ş yeniden sınıf ba şkanı seçilmeyi ba şardı ama bütün yıl boyunca sınıftakilerin ödevlerini yapmaktan da cam çıktı. O nlara söz verdi ği maketleri yapmaksa onun için i şten bile de ğildi ve bundan çok ho şlanıyordu. Ama karton, boya ve yapı ştırıcı masrafı çok fazla tutuyordu. Harçlı ğı yetmeyince bu i şi yarıda bırakmak zorunda kaldı ki, bu yüzden gurur unun incindi ği anla şılıyordu. Ara ş az konu şan, içe dönük insanların pek ço ğu gibi fazla hassas ve gururluydu. Sözünü tutamamak a ğabeyimi çok üzmü ştü. Son sınıfta Ada'nın seçim vaadleri arasında dans ve şarkı ö ğretmek de vardı. Yıllardır evde özel piyano dersi alan Ada, m üzi ğe özellikle yetenekli de ğildi ama daha çok annesini ho şnut etmek için bu derslere devam etti ğini bana fısıldamı ştı. On iki ya şlarının son çocukluk haritasında dola şan sınıf arkada şları dans ve müzi ğin albenisi kadar Ada'nın çekimine de kapılarak yeniden onu sınıf ba şkanı seçtiler.

Page 53: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Benim için hava ho ştu. Hangisi seçilirse seçilsin ben mutluydum, okuld aki havam bozulmuyordu. ilkokulu "hepsi pekiyi" karneler ve ö ğretmenlerinin övgüleriy-le bitirdiklerinde ikisinde de ergenlik ça ğının önbelirtileri hissediliyordu. Aras'ın sesi çatlamaya, yüzünde sivilceler çıkmaya başlamı ştı. "Anne a ğbim hasta mı oldu, sesi kısılmı ş gibi?" Annem gülümser, gururlu bir sesle; "Ara ş erkek oluyor!" derdi. Babam i şinden ya da gazetesinden ba şını kaldırmadan gülümserdi. Dedem gürül gürül akar; 107 "Bre cihan parçası ertayım, ya ğız bir at olmaktadır kızanlar, ewelallah!" diye sevinirdi. l şo8 "Ama biz iki yıl önce zaten erkek olmamı ş mıydık anne?" *" Ben sekiz, Ara ş on ya şındayken sünnet oldu ğumuzda herkes bize artık erkek oldu ğumuzu söylemi şti. "Ah benim küçük Tunam, kalbi kocaman, tertemiz o ğlum!.." Sünnet dü ğünümüzün ba ş konu ğu ku şkusuz Ada'ydı. Cihan Teyze'yle gelmi ş, süslü püslü yatakta yatan Aras'la bana üzüntüyle, a cıyarak bakmı ştı. Armağan olarak birer kol saati getirmi ş, babam bu arma ğanları pahalı bularak bundan rahatsız olmu ştu. Ama asıl rahatsızlı ğının nedeni o ğullarına sünnet arma ğanı olarak kendisinin de birer kol saati almı ş olmasıydı. Ada'nın getirdi ği son model sayısal ve su geçirmez saatlerin yanınd a, babamın kendi gençli ğinin şıklık anlayı şından kalma model saatler bize pek çekici gelmemi ş, fazla yüz vermemi ştik. Zavallı babam sevinçleri gibi sıkıntı ve dü ş kırıklıklarını da ifade edemedi ğinden o gün ya şadı ğı buruklu ğu hiçbirimiz algılayamamı ştık. Klasik kol saatlerini iade edip, yerine büyük bir duvar saati alan babam, belki de o saate her bakı şta oğullarının sünnetinde ya şadı ğı bozgunu yeniden anımsıyordu. Ke şke babamın armağanı saatleri alıp, sak-lasaymı şız diye dü şünürüm şimdi. Ama çocukların anne ve babalarını anlamaya otuz ya şlarında ancak ba şlayabildi ğim yeni yeni öğreniyorum... Başucumuzun bo ş kaldı ğı kısacık bir anda sünnet yata ğımıza yakla şan Ada, merakla sünnet entarimi kaldırıp sargı beziyle fî-y onklanmı ş "pipi"me baktı ğında nasıl utanmı şsam aynı hareketin kendisine yapılmasını önlemek uğruna kartal gibi Ada'nın eline atılıp, koparırcasın a ısıran Aras'ın öfkesini de unutamam. Acı içinde çı ğlık atan Ada'nın gözlerinden ip gibi yaşlar akıyor, ama Aras'ın önünde küçük dü şmemek için di şlerini sıkarak gık demi-yordu. (Oysa Ada, benim bal prensesim benden b öyle sakınmadı hiçbir zaman. O benim yanımda kendisini salıverecek, salya sümük a ğlayabilecek kadar rahat olmu ştur hep!) Annemle babam Aras'ı azarlayıp, buz küpleri ve oksi jenli suyla Ada'nın kanayan elini tedavi ediyorlardı. Üçümüz de bu gari p davranı şın ve kazanın neden oldu ğu konusunda a ğzımızı açmıyor, vahvahlanıp duran annem ve Cihan Teyze'yi deliye çeviriyorduk. "Bre gitmeyin üstlerine... Vardır kızanın kudurması nın iyi bi sebepca ğızı..." diyordu dedem durumu anlamı ş gibi sırıtarak. "Tuna'nınkini tamamen kesmemi şler, ama seninkinin hepsini kesip atmı ş olmalılar! Biliyorum i şte!.. Göstermekten korktu ğuna göre..." Elinin çok acıdı ğı yüzündeki sıkıntılı ifadeden besbelli Ada için na sıl üzülüyorsam, acısını belli etmemek için direni şine de öyle şaşırıyordum. Tanrım, o ikisi nasıl da birbirlerine benziyor-lard ı! Zavallı Ara ş, iki arada bir derede kalmı ş, suratını asıp bütün gün sünnet yata ğında somurtmu ş, ne Karagöz-Hacivatçıya, ne de dondurmacıya yüz verebilmi şti. Aklı fikri Ada'daydı. Ya sahiden "pipi"siz kald ı ğına inanıyorsa? O gece ben a ğabeyimin "pipi"siz kaldı ğına inanıp gizlice ağlamı ştım. Bir hafta sonra kö şkün bahçesinde Ara ş kısa pantalonunu indirip yerinde bir şeyler kaldı ğını Ada'ya gösterdi. Elindeki yara hâlâ kapanmamı ş olan Ada çok ciddi ve ikna olmu ş bir sesle; "Tamam, şimdi içim rahatladı!"demi şti.

Page 54: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bunun ne demek oldu ğunu tam olarak anlamadan üçümüz de gülümsemi ştik. Artık üçümüzün de içi rahattı! GENERAL TURHAN ÖZSOY "Askerler di ğer erkeklere benzemezler, (...) Sava şçı sınıfın kültürü, uygarlı ğın kültürüyle aynı olamayaca ğından aradaki mesafe hiçbir zaman kapanmaz. Bu insanların ya şamı da di ğerlerinin günlük ya şamına paraleldir, ama kesinlikle ba ğlılık göstermez." John Keegan :• (Sava ş Sanatı Tarihi) "Özellikle aydınlar, askerleri kaba ya da aptal ola rak karikatü-rize etmek eğilimindedir," dedi general. Önce saç ve sakal tıra şı yapılan Tuna, kendisine verilen aste ğmen üniformasını giymi ş, bir askeri ciple apar topar garnizonun en gösteri şli binasına getirilmi şti. Eline tutu şturulan gözlü ğün zayıf camları nedeniyle net görme şansının elinden özellikle alındı ğına inanıyordu. Buna ra ğmen tıra ş edilirken aynada gördü ğü yüzün yara bere içinde oldu ğunu seçebilmi şti. Sol gözü morarmı ş, sağ ka şının üzerinde bir yara izi vardı. Burun kemi ği şi şmiş, dokununca feci acıyor, ensesinde bir şi şlik sürekli kendini hatırlatıyordu. Aynadaki üç numara tıra şlı ba şın ve berelenmi ş yüzün tek tamdık yanı mavi gözleriydi. Generalin makamına alınmadan önce emir astsubayının buram buram Arap sabunu kokan odasında bekliyordu. Aynada gördü ğü yüzü ısrarla gözünden silmeye çalı şıyor fakat bunu bir türlü ba şaramıyordu. O sırada umut rengi gözleri ve beyaz gülü- şüyle üste ğmen Birol içeri girdi. Önce hazırola geçip, jilet gibi bir selam çaktı: "Aste ğmenim!" dedi. Ne yapaca ğını bilemeden öylece kalan Tuna, aya ğa kalkma kararı vermekte pek hızlı sayılmazdı. Önce alt rütbeli askerin selam ve rmek zorunda oldu ğunu hatırlıyordu ama bütün bu sahnelerin gerçek dı şı oldu ğuna inandı ğından, kendini uyu şmuş olarak izliyordu. Ayakta durdu, şapkasını inceledi, önünü bulup, giydi ve sonunda yalap şulup bir selam verdi. Hiçbir şey olmamı ş gibi sol elini uzatıp, hararetle Tuna'nın elini sık tı üste ğmen Birol. Sanki yazlıkta kar şıla şmış iki yakın dosttular. O zaman fark etti Tuna. "Siz de mi solaksınız?" diye sevinçle sordu Tuna. " O da öyledir ı » de... "Umarım solaklarla ilgili batıl inançlarınız yoktur hocam," dedi üste ğmen Birol. "Onların çok zeki olduklarını dü şünürüm ki, bu da bir kör inanç sayılır. Ama o... o, solaklı ğının u ğursuzluk getirdi ğine inanıyor ..." "Tu ğgeneral Turhan Özsoy'un sizi görmek istemesi büyük bir şans hocam. Onu tanıyınca ne demek istedi ğimi anlayacaksınız; müthi ş bir insandır!" diyerek konuyu de ği ştirdi üste ğmen Birol. Onu dikkatle inceledi Tuna. Sa ğlıklı, do ğal, iyi niyetli ve dürüsttü. Belirgin biçimde öne çıkan olumlu bir yanı vardı ki , bu kâbusta ne zaman çaresiz kaldı ğını dü şünse kar şısında onu buluyor ve kara bulutlar bir süre dağılıyordu. Sanki üste ğmen Birol bu kâbusa uygun bir karakter de ğildi veya kendi bilinçaltı onu yanlı şlıkla yaratmı ştı. "Oturun hocam, ayakta kaldınız." "Bu kadar nazik ve güleryüzlü olması gerçek olabili r mi?" diye dü şündü Tuna sıkıntıyla otururken. "Tu ğgeneralim aydın, ileri görü şlü ve akıllı biridir. Dü ş kurmanın yapıcı yanlarını reddetmeyen buna ra ğmen gerçekçi bir askerdir. Böyle insanlardan daha fazla yeti ştirebilseydik, bugünkü duruma dü şmezdik." "Bugünkü durumla iç sava şı mı kastediyor, yoksa kâbusu mu?" diye dü şündü Tuna. "Aslına bakarsanız hocam," diyordu üste ğmen Birol pırıl pırıl kahverengi gözlerini Tuna'ya dikmi ş, "Psikolojik sorunlarınız oldu ğunu dü şünerek sizi daha fazla üzmelerine razı olamadım. Ben onların ak sine sizin son derece akıllı, aydın sorumlulu ğu ta şıyan ııj

Page 55: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ve belki biraz fazla hassas birisi oldu ğunuza inanıyorum. Ayrıca... ayrıca özel bir sempati nedeniyle belki size azıcık iltima s ge-112 çiyor da olabilirim..." '"" ' "Özel bir sempati mi ? O neden kuzum?" diye i şkillendi Tuna. "Bunu geni ş bir zamanda konu şuruz," dedi üste ğmen Birol biraz utanarak gözlerini kaçırırken. "Tu ğgeneralim beni o ğlu gibi sever, sizden söz edince sa ğol-sun, görmek istedi. Göreceksiniz beni öz o ğlu kadar sever..." Belki de gerçekti? Belki de kendi gerçe ği olan kâbus de ğil de iç ,,... sava ş asıl gerçekti. Yanılan ba şkaları de ğil, asıl kendisiydi... "En korkuncu bu olur," diye mırıldandı Tuna. "En ac ıtıcı ya- ; ra, asıl yanılamn insanın kendisi oldu ğunu anlamasıdır. izi hiç si- . linmeyen tek yara, kendine ihanet eden bilinç t arafından kanatıl- , mistir! En güç affedilen hata, insanın ken disine ait olanlardır aslında..." Zaman duygusunu yitirmi şti ve bu da gerçeklik duygusunun ;, en önemli etmeniydi. Belki de bu nedenle gerçeklik kavramının sınırları çatlamı ş, şimdiki zamanı parçalanmı ştı. Fakat ya geçmi ş •/ •. zamanı da?.. "Buna asla katlanamam!" dedi. Ya kâbustakiler gerçek, gerçektekiler yanılsamaysa? Yani bu kâbustan bir türlü uyanamayıp, küçük güzel balkonunda kahvaltı e demeyi şi, kedisi Kumral'ı sevemiyor, ö ğrencilerine şiirler, kitap-it lar okuyamıyor, annesiyle kahve içemiyor, Meric'in sakin, serin var lı ğını hissedemiyor, Şair Do ğan Gökay'ın doyumsuz dostlu ğunu ya şayamıyor ve... Ve Ada'yı göremiyor, onun ya şam içinden , akı şını zevkten çıldırarak izleyemiyor olu şu... Ya sandı ğı, hatta :, inandı ğı gibi bu bir karabasan de ğilse? Bunca zamandır (ne kadar ; zamandır?) uzak ve haber siz kaldı ğı sevdiklerinden ayrılmasının ı asıl nedeni ya gerçe kten bir sava şsa? Peki ya içindeki o çok güçlü "Bekle! Bekle bitecek! " duygusuna ne demeli? Beri yandan, uzun zamandır zaten korkuyla geli şini bekledi ği iç sava şın bir kâbus oldu ğunu dü şünüp, şimdi de bitmesini beklemek de neyin nesiydi? Bilmiyordu. Artık hiçbir şey bilmiyordu. Bildi ği bütün önceki ve şimdiki zamanlarında yo ğun bir bekleyi ş durumunun hâkim oldu ğuydu. "Aman hocam," diyordu üste ğmen Birol alttan alan bir sesle, "Lütfen içeride tümgeneralimin yanında sinirlerinize hâkim olun!" D oğru, önce askeri araçtan atlamı ş, sonra revirde ve ardından ko ğuşta olay çıkartmı ş, herkesin inandı ğı iç sava şı o şiddetle reddetmi şti. Üstelik kar şısına çıkan herkese sahte olduklarını söylemi ş, onlara hayaletlermi ş gibi davranmı ştı. "Rahat davranmamanız için bir neden yok, ama biraz kontrollü olmanızı rica ediyorum sizden, anlıyorsunuz de ğil mi hocam?" Bu genç adam kibarca "psikolojik sorunlar" olarak söz ediyordu ama adını n "deli"ye çıktı ğını hastabakıcı Hasan'dan kendi kulaklarıyla duymu ştu. Belki de üste ğmen Birol'un sözleri "deli"nin resmi söylemiydi? Arap sabunu kokan, emir astsubay odasında bir haber ci er belirdi ve iki selam arasında generalin, aste ğmen Tuna Atacan'ı kabul edece ğini sert ve kesin bir cümleyle haykırdı. Bu sırada Tuna, üste ğmen Birol'la birlikte aya ğa kalkıp, hazırola geçti ğini ve haberci erin selamını aldı ğını şaşkınlıkla aynmsadı. Beyninden sonra bedeni de mi kon trolünden çıkıyordu? Biraz kaygılı bir gülümsemeyle ona "iyi şanslar" dileyen üste ğmen Birol geldi ği gibi çabucak kayboldu. Önce korkarak ba şlamasını, şimdi de sabırsızca bitmesini bekledi ği bu karabasanda en fazla yakınlık duydu ğu ki şinin genç bir asker olmasına artık şaşırmadı ğını o sırada anladı Tuna. Önden giderek yol gösteren, sonra o gösteri şli kocaman kapıyı vurup içeri giren haberci er çelikten yapılmı ş gibi dimdik bir selam çakarak büyük bir aşkla haykırdı: "Aste ğmen Tuna Atacan emirlerinize hazırdır komutanım!.." içeri girdi ğinde onu ilk çarpan şey mekanın geni şli ği ve yüksekli ği oldu. Aydınlık ve ferahlık çok etkileyiciydi. Ama yalnızca boyutlar d eğil, e şyalar da heybetliydi. Solda on iki ki şilik maun bir toplantı masası, üzerinde iri

Page 56: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bir kristal kesmeli sürahi ve bardaklar vardı. Süra hinin su dolu olu şu dikkatini çekti Tuna'nın. Birazdan bir toplantı mı yapılacaktı bu salonda? Yerler duvardan duvara uçuk nefti, kısa tüylü halı kaplıydı ve generalin çalı şma masasının tam önünde şahane bir Türk halısı seriliydi. "El dokuması olmalı..." diye içinden geçirdi Tuna. Generalin kocaman çalı şma masasının arkasında sa ğda tek yıl- KAM8 dızlı tugay flaması ve bir Türk bayra ğı vardı. Camlı dolapta sırmalı bir sancak görülmekteydi. Masada kocaman bir pirinç pla kaya "Tu ğgeneral Turhan Özsoy" yazılmı ştı. Yıldızlı bir Türkiye Cum-huriyeti forsu, altın kaplamalı ikiz dolma kalemlik ve bordo bir sumen de masanın ü zerindeydi. Arka duvarda odayı dü şünceli gözlerle seyreden kocaman siyah-beyaz bir At atürk portresi asılıydı. Her şeyin böyle heybetli oldu ğu bu geni ş odada kendini küçücük hissetti Tuna. "Sakın bu oyuna dü şme!" diye uyaran iç sesinin pek yararı olmadı. Hazırola geçti ve çok şatafatlı bir selam çaktı. "Generalim!" diye haykırdı. Sesi çocukken ulusal ma r şı söyledi ği o co şkum, inançlı tonla fı şkırdı ci ğerlerinden. "Nedir bu?" diye dü şündü. "Oyunu kurallarına göre oynamak oyunu mu yoks a? Ne yapıyorum ben?" General okudu ğu yazıdan ba şını hiç kaldırmadan ka şlarını ve gözlerini yükselterek onu dikkatle süzdü. Gözgöze geldiler. O zaman general yazıyı bıraktı, ba şını da kaldırdı. "Rahat aste ğmen, rahat! Gel otur şöyle," dedi bir eliyle önündeki koltu ğu göstererek. i şaret edilen siyah deri koltu ğa otururken yeniden ku şkulanmaya ba şlamı ştı Tuna. Koltuk da heybetliydi, Tuna'yı içine çekti, y aladı, yuttu. General, saçları ba şının üstünde ve yanlarda azalmı ş, yuvarlak yüzlü, kilolu bir adamdı. Tombul ellerinin uzun parmakları ndan ötürü onun uzun boylu oldu ğunu dü şündü Tuna. Uzun ve gür ka şları simsiyah iki keskin yay gibi yüzüne en önemli iki çizgiyi kondurmu ştu. Oysa saçlarının şakaklarındaki uçlarına kır dü şmüştü, iri yuvarlak yüzüne göre küçük kalan yuvarlak gözleri ; simsiyahtı. "Aydınlar, askerleri kaba ya da aptal olarak karika türize etmek eğilimindedirler," diye ba şladı söze general. "Gö ğüsleri madalyalı, yüzleri sert ve bo ş ifadeli diktatörler çizer dururlar!" "Eyvaah!" diye inledi Tuna. "Aydınlara olan hırsını benden alacak şimdi!" Öyle olmadı. Generalin sesi ne öfkeli ne de bilgiçt i. Kötü ve/ya f cahil halkı do ğru yola çevirmeye kararlı papaz ya da imamların J i kna edici tonu da yoktu. Yalnızca yanlı ş buldu ğu bir genellemeyi i şaret ediyordu ve biraz alınmı ştı sanki... "Bu tiplemeye uyan askerler yok de ğil tabii... ama binlerce adsız, kahraman ve şerefli asker de bu genellemeyle cezalandırılmakta, tabir yerindeyse kurunun yanında ya ş da yanmaktadır." "Neden bana bunları anlatıyor?" diye ku şku içinde bekliyordu Tuna. "Türk ordusunda aydın, ilerici, hümanist ve sanata hayranlık besleyen subaylar daima olmu ştur ve olacaktır da..." "Elbette efendim!" derken duydu kendi sesini Tuna. "Sizin edebiyat ö ğretmeni oldu ğunuzu biliyoruz," dedi general dü şünceli bir bakı şla bir elini çenesine dayayarak. "Ayrıca çok okuyan , kültürlü ve hassas ruhlu bir insan oldu ğunuz yolunda bilgilendirildim." "Birol'un i şi bu!" diye endi şelendi Tuna. " Şimdi yandık i şte! Artık uzun uzun erkek adamın hassas olmaması gerekti ğini, sert erkek olmakla askerlik arasındaki ili şkiyi burnuma sokacak... Ah Birol ah, bi bu eksikti yani..." "Askerlerin sizin gibi insanlara şu sırada daha çok ihtiyacı var aste ğmen," dedi general. "Beni sınıyor!.. Evet beni sınıyor! Ya şadıklarım gerçekse general, bir karabasansa beynim beni sınıyor!" diye daha da huzu r-suzlandı Tuna. "Bu iç sava şın, biliyorsunuz seferberlikteyiz, fazla demokrasi sebebiyle çıktı ğını savunan meslekta şlarıma katılmıyorum." "Efendim?"

Page 57: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Aniden generalin dedikleriyle ilgilenmeye ba şlamı ştı Tuna. Yine de "biliyorsunuz seferberlikteyiz" sözlerine takılmada n edemedi. "Biliyorsunuz" diyerek altını çiziyordu general, ya ni; artık kabul etmelisiniz, ortalı ğı birbirine katmaktan, bir deli ya da bir çocuk gib i davranmaktan vazgeçmelisiniz, anlamına uyarıyor olm alıydı. "Bence demokrasinin azı, ço ğu olmaz aste ğmen. Demokrasi ya vardır, ya da yoktur! E şitli ğin yaygınla ştırılmayı şı, adaletin resmi-le ştirilmemesi olabilir ama demokrasinin eksi ği, fazlası olamaz! Demokrasinin de kuralları ve disiplini vardır. Demokrasi sonsuzluk ve sorumsu zluk de ğil, sorumluluk ve sa ğduyu rejimidir. E şit uygulandı ğı ülkelerde iç sava ş çıkmaz!" "Yok bu kadarı da fazla! Artık çok fazla..." diye i çi çekildi Tu-na'nın. "Bir askerden demokrasi dersi almak da çok fazla!" "insanlar, tarih boyunca korku ve umut adlı iki duy guları sö-mürülerek yönetildiler," diyordu general. H6 "Belki de kendini anlayacak genç bir entelektüel buldu ğunu dü şünmenin heyecanına kaptırmı ş, gerçek dü şüncelerini aktarı-yordur ?.. O vakit bu yaşadıklarımın bir kâbus olma şansı kalmıyor ve bitmesini beklemem de tamamen anlamsızla şıyor..." Rengi soldu, günlerdir, belki haftalardır ya şadı ğı sıkıntıların ve yaralarının etkisiyle bitkin dü şen bedeni titredi, midesi a ğrımaya ve ba şı dönmeye ba şladı. Kulaklarında tiz düdükler ötüyordu. "îyi misin aste ğmen?" dedi general masasının altındaki zile ivediyl a basarak. "Bana tuzlu bir ayran getir, çabuk!" diye gürledi k apıda beliren emir erine. "Emredersiniz komutanım!" Emir eri, haberci erin klonlanmı ş bir e şi kadar ona benziyordu. Selamlar, hazırollar ve rahatlar arasında çabucak bir bardak soğuk tuzlu ayran bulunmu ş, içmesi emredilmi şti. Biraz sonra renkler ve şekiller yava ş yava ş yerine gelmeye ba şladı, derin derin soluk aldı Tuna. "iyi misin evladım?" Evladım mı? O anonim ses tonu gitmi ş, ilgili ve ki şisel bir anlam gelmi şti yerine. "Bak aste ğmen," dedi general hemen eski mesafeli tutumuna ger i dönerek. "Bütün bunları gere ğinden fazla küçümsemek nasıl yanlı şsa, fazla büyütmek de do ğru de ğil. Ne güzel söylemi ş atalarımız; sa ğlam kafa, sa ğlam vücutta bulunur diyerek!" "Evet efendim!" "Hangi toplumdaki büyük de ği şimler çatı şmasız gerçekle şmiştir, hı? Bizim toplumumuz da büyük bir de ği şim geçiriyor, hepsi bu. De ği şim zorunludur, çünkü de ği şim kaçınılmazdır! Ba şka türlü daha iyiye yükselmek ihtimali kalmaz!" "Beni tutan ne?" diye sordu kendi kendine Tuna. "Bu adamı sevmekten beni alakoyan ne?" "Deği şiklikler dalgalar gibi dinamiktir. Dalgalar birbiri ne çarptıkça güçlü ters akıntılar olu şur. Amerikalılar bunu anlayabilmek için Toffler den en adamın kitap yazmasını beklediler." "Popüler mopüler de olsa kitap okuyan bir general.. ." diye sürdürdü Tuna iç konu şmasını. "Gerçekte bugün ya şanan çatı şma sanıldı ğı gibi do ğu-batı, ku-zey-güney dengesizli ği ya da daha kli şe deyimle dini ve etnik sebeplerle do ğmamıştır aste ğmen." Sözünün burasında aya ğa kalktı general. Hayır, Tuna'nın sandı ğı kadar uzun boylu bir adam de ğildi. Orta boy bir göbe ği vardı, ama boyu 180 sdhtimi bulmazdı. Fakat kendine güveni ve şi şmanlı ğı ona da makam odası gibi heybetli bir görüntü veriyordu. Oldu ğundan iri ve uzun gösteren şanslı insanlardandı. Tamamen etkileyiciydi. "Derinde asıl mesele, büyük bir ekonomik ve stratej ik de ği şim ya şamakta olu şumuzla ilgilidir. Sorunu yaratan sebep çok basittir ; bu de ği şimi destekleyenlerle, yüzyıldır ellerinde tuttukları ay rıcalık ve çıkarları

Page 58: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

kaybetmemek için de ği şimi engelleyenler arasında şiddetli bir çatı şma vardır." Başka bir ortamda, örne ğin Kuzguncuk'ta kö şkte ya da îsmet Baba'nın meyhanesinde sivil elbiseleri içinde (bir golf şapkası, keten bir pantolon ve polo gömlekle dü şündü generali) kar şıla ştı ğı bir "aile dostu" olsaydı, örne ğin filanca üniversitede "uygarlık tarihi" profesörü Turhan Özsoy... ili şkisi farklı olacaktı... Bunu anladı Tuna. "Ko şullar, ili şkilerimizi nasıl da kökten etkiliyor," dedi hayıfla nan bir sesle. "Çok do ğru aste ğmen!" dedi general, "Ama unutmamalı ki, ko şulları bir ölçüde kontrol altına almayı ba şaran tek canlı da insandır." Heybetli odasının içinde heybetli bedeniyle bir a şağı bir yukarı dola şarak, kendi anlattıklarının albenisine kapıldı ğı rahatlıkla anla şılan general, sanki harp akademisinde ders veriyordu. "Toprak tarımından sanayile şmeye geçildi ği uygarlı ğın ilk yıllarından beri insano ğlu tabiat şartlarını ve kendi yetersizliklerini kontrol altınd a tutmaya çalı ştı. Bir ölçüde de ba şardı. Bakınız, köylüler şehirlere ta şındıkça yeni cesur fikirler ortaya çıktı ve yayıldı , ilerleme dedi ğimiz teknoloji ve demokrasi ancak; aydınlanma, laiklik v e yöneticilerin halk tarafından seçilmesi gibi fikirlerin kabul edilmesi yle olabilmi ştir. Siz baskı ve korkunun oldu ğu hangi ülkede bilim ve teknolojide bir bulu ş, bir icat gördünüz?" "Bu kesinlikle gerçek olamaz!" diye dü şündü içi yeniden sıkı şarak Tuna. "Fakat unutmayınız, bütün bu cesur ve yeni fikirler ilk ba şta Avrupa'da da şiddetli ve kanlı kar şı koymayla kar şılandı. Ba-tı'daki iç sava şlar sanayi ve ticaret erbabıyla, büyük toprak a ğaları ve kilise arasında çıkmı ştır. Çünkü her yeni ve ileri şey ilkönce ' şeytan icadı'dır!" Durdu ve bir şeyler arar gibi sa ğ elinin i şaret parma ğını havada çevirdi. Yavaş yava ş o heybetli çalı şma masasına do ğru ilerledi general. Rahat görünü şlü, davetkâr deri koltu ğuna oturdu, Tuna artık onu ilgiyle dinledi ğini biliyordu. Anlattıkları yeni de ğildi, ama anlatan ki şi konuyu ilginç kılıyordu. "Biz Batı'nın iddia etti ği gibi çapa ile montaj sanayii arasında de ğiliz aste ğmen. Evet bilgi ça ğım yakalayamadık henüz ama ülkemiz üretim dönemine geçmi ştir pekâlâ..." dedi gururla. "Çok çalı şkan ve üreten bir ulus olmamız kurtulu şumuzun asıl formülüdür! Bir de bizi çok korkutan şeyin ne oldu ğunu bulmamız gerekiyor. O vakit korku silinip atılacak, öcü kılı ğındakilerin asıl yüzlerini görüp, elimizin tersiyle iterek yolumuzda ilerleyebilece ğiz. Çünkü bu iç sava şın asıl sebebi yenile şme ve modernle şmeye çelme takan ekonomik çıkarın son çı ğlıklarıdır!" Derin bir soluk alarak masasına döndü general. Azam etle oturdu ve koltu ğuna yaslandı. Sorunu çözebilen insanların ma ğrur ifadesiyle hatta gülümsedi bile. Etkilendi ğini kabul etti Tuna. Üste ğmen Birol haklıydı, akıllı bir adamdı general Turhan Özsoy. "Sen zaten bunları biliyorsun delikanlı. Diyeceksin ki, tu ğgeneralim bana bunları neden anlattı şimdi? Ben sana neden anlattı ğımı söyleyeyim aste ğmen: anlattım çünkü sen bir askerin de bunları bild i ğini veya düşündüğünü bilmiyorsun!.." Artık zaferi tamamen kazanmı ş olmanın keyfiyle bakıyordu general, Tuna'ya. Gülümsedi Tuna. Kara subayı olan büyük dayısı Musta fa ile hava astsubayı olan küçük dayısı Kemal geldi aklına. Kız karde şleri Zübeyde ve ye ğenlerini ziyaret için Kuzguncuk'a geldiklerinde onların ünif ormalarına hayran hayran bakan annesinin mutluluktan parlayan yüzü çıktı anı larından. Annesinin Türk askerine duydu ğu katıksız inanç ve gururu Tuna'ya aktarı şındaki mutluluk... "Biz asker milletiz o ğlum," derdi annesi, "Geçmi şimizde iki kara illetten; dü şman ve cehaletten hep asker sayesinde kurtulduk." O sırada salonda tam televizyonun üzerinde asılı du ran yakı şıklı Atatürk foto ğrafına derin bir a şkla bakardı annesi. Foto ğraftaki Atatürk de asker üniformalıydı. Đğdır'da do ğup, büyüyen ve ortaokul mezunu olan annesi,

Page 59: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

halkın nabzını tutmakta yüksek lisanslı bir îstanbu llu'dan çok daha ustaydı. Fazla söze ne hacet, annesi tek cümleyle u zun ve karma şık tartı şmaların bir türlü varamadı ğı yere nokta koyardı. "Bu memlekete aydınlık hep askerle geldi ği içindir ki, bu millet askeri sever!" Oysa şair Do ğan Gökay farklı bir bakı şla ele alırdı aynı konuyu, "Sava ş sanatı tarihini inceleyen herkes Türklerin askeri d ehasını kabul etmi ştir. Beğensek de, be ğenmesek de Türkler daima iyi sava şçı ve asker olmu şlardır." Şair Do ğan Gökay kendi do ğrusunu göstermeyi sevmezdi. O, gerçekleri ve bilgiyi kaynaklarıyla birlikte do ğru yerde ve zamanda ortaya atar, sonra geri çekilirdi. Reçete aramak için ona gelenler, ke ndi dü şünce ve birikimleri olmadan havalarını alır, avuçlarını yal arlardı. Tuna gepi döndü ğünde, "iki o ğlum, bir kızım var," diyordu general Turhan Özsoy, "O ğullarımdan biri benim gibi baba mesle ğini seçti, asker oldu. ikincisi turizmcilik yapıyor. Aralarındaki fark ina nılmaz derecede büyüktür. Kara subayı olan o ğlum disiplinli, ciddi ve sorumlu bir genç adamdır, küçük o ğlum haylazın teki oldu çıktı. Ne memleket meseleler iyle ilgilenir, ne dünyayla... Varsa yoksa para ve kızla r... Her şeye gülen, sulu, idealsiz adamın biri... Sadece bugün için ya şamak hayvanlara mahsustur!" "Bizim mahalle doktoru Etyen Amca'nın - topra ğı bol olsun! - torunu, çocukluk arkada şım Aret çok bilinçli, tutarlı ve sorumluluk sahibi bir turizmcidir oysa. Çalı şma disiplini ve özsaygı insanın içinde olmalıdır, üniformasında de ğil," demek için a ğzını açtı Tuna ama, "Anlıyorum efendim," dedi. "Elbette her meslekte çalı şkan ve sorumluluk sahibi insan vardır ama bazı meslekler daha disiplinli ve daha sorumludur demek istiyorum..." Kısa bir sessizlik oldu. Sonra general yumu şak, ki şisel bir sesle asıl sözüne ba şladı: 119 "Bak evladım, biliyorum kabul etmesi hepimiz için g üç lâkin, bir iç sava ş yaşıyoruz ve aklı selime her vakitten çok ihtiyacımız var." Kısa bir sessizlik daha... "Bunun asıl sebebinin bir de ği şim, bir geli şim mücadelesi oldu ğunu, yüzeyde görülen veya gösterilen resimlerin bir oyun oldu ğunu - ki, bütün iç sava şlarda bu böyledir - unutmazsak, aklımıza mukayyet o lma gücümüz artacaktır." Bir oyun mu? Oyun ile karabasan arasında gizli bir ili şki olabilir mi? Bir şifre gizli olmasın bu sözlerde ?.. General aya ğa kalktı. Duru şunda bu bulu şmanın sona erdi ğini anlatan bir ifade asılıydı. Tuna hemen yerinden fırladı, hazıro la geçti ve bekledi. "Seni sevdim aste ğmen Tuna Atacan!" dedi general gözlerini kısarak. "Yurtsever ve aydın bir delikanlı, aklının kendini terk etmesine izin vermeyecektir diye inanıyoruz!" Hemen hemen hiç konu şmamış, arada bir de fenalık geçirerek "asker" ve "erkek" imgesine yakı şmayacak zayıflık sergilemi şti, ama general yine de onun be ğenmi şti. Olacak şey miydi bu? Ya önceden planlanmı ş bir oyunun içine itiliyordu, ya da... evet ya da bütün bunlar zaten gerçek de ğildi. (Oh be!) Elbette ya, annesinden ba şlayarak bütün yakın, uzak ve en uzak çevresi, dedesi, ö ğretmenleri, kom şuları, yayınlar ve masallar onun askerlere bunca sempati duymasını hazırlamı şken, şimdi gördü ğü karabasanın içinde kar şıla ştı ğı bütün askerler hep aydın, ho şgörülü, sevecen ve çok olumlu tipler olacaktı elbette, i şte üste ğmen Birol, i şte tu ğgeneral Turhan Özsoy! Yardımsever, anlayı şlı, aydınlık karakterler... "Hepimizin ailesinde, akrabaları arasında mutlaka b ir asker vardır. Ordu, tıpkı okul ve cami gibi Türkiye'nin bir parçası olm uştur artık!" derdi annesi. "Oysa... oysa her meslekte kötü, pis insanlar oldu ğunu bilen beynim, bilinçaltıma yeniliyor ve bu bitmez tükenmez kâbust a bir tane kötü asker tipi yaratamıyor!" diye dü şündü.

Page 60: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

General Pinochet'den takıntısal olarak şiddetle nefret eden şair Do ğan Gökay'ı dü şündü Tuna. "Acaba bir Şilili aydının böyle bir sorunu olmu ş mudur? Ya da sıkıyönetim sırasında i şkence görseydim, böyle dü şünebilecek miydim?" O bilinçaltını kontrol etme çabalarını sürdürürken siren sesleri dalga dalga yayılmaya ba şlamı ştı. Kapı dövülür gibi vurulduktan sonra, "gir" emri beklenmeden kan ter içinde bir emir eri belirdi. Se lam durdu; "Yangın komutanım! Cephaneli ğe yakın bir sabotaj komutanım!" diye haykırdı. General so ğukkanlılı ğım hiç yitirmeden şapkasını aldı, "Anla şıldı asker, derhal görevinin ba şına dön!" diye emretti. "Ba şüstüne komutanım!" Sonra Tuna'ya döndü, " Şimdi birli ğine dön ve aklım korumaya yetecek kadar serinkanlı ol aste ğmen!" dedi. Tuna beceriksiz bir selam çaktı, "Ba şüstüne komutanım!" mı yoksa "Emredersiniz komutanım!" mı demesi gerekti ğine karar veremeden beklerken siren sesleri iç burkan yo ğunlukta tüm garnizonu kaplamı ştı. Tam dı şarı çıkarken generalin sesini duydu ğunu sandı. "Üste ğmen Birol'u çok severim. O ğlum kadar severim. Özellikle büyük o ğlum Güneydo ğu'da şehit oldu ğundan beri..." Oldu ğu yerde durdu. Çakıldı kaldı. Üzüntüyle gözlerini y umdu. Sonra döndü baktı. General yoktu. Kendini koridorda ko şuşturan askerlerin arasında buldu ğunda buraya nasıl geldi ğini anlamaya çalı ştı. Bu karabasan senaryosunu çözebilmek için bütün ayrıntıları bilme liydi. Tıpkı iyi bir dedektif gibi kendisine ihanet eden beyninin suç iz lerini toplaması gerekiyordu. Ancak o zaman bu kâbus bitecekti! Generalin makam odasına girmeden önce getirilip bek letildi ği emir astsubay odasına dönmedi ğine göre generalin odasının iki çıkı şı olmalıydı ki, bu düşünce pek de tutarsız gelmedi ona. Fakat şimdi de acil durum nedeniyle sağa sola ko şturan askerlerin ortasında sürüklendi ği bu koridorda nereye gidiyordu? Zayıf olan yön duygusu bu karabasanın et kisiyle iyice yalnız bırakmı ştı onu. Çocukken Ada'yla birlikte çözdükleri labire nt bulmacaların içine dü şmüş gibi duyumsadı kendini. "Biraz da Kafka'mn şatosu gibi," diye dü şünürken gülümsedi- ğinin farkında değildi. "Her şey uzaktan görülebilir netlikte ve gerçekmi ş duygusu ya- ratmaya yetecek verilerde... Ama yakla ştıkça bulanıyor, dü şselle- şiyor ve sonra artık dı şına çıkılamaz bir labirent içinde labirente TO2. dönü şüyor. Bütün yolllar kör, bütün çıkı şlar yalancı... Bu kara- —*- basan içinden çıkmak istedikçe daha çok sarıp sarmalıyor, yalayıp yutuyor insanı..." Koridorun iki ayrı çıkı şa açılan kapıları önünde durdu, dü şündü. Omuzlarını silkti; "Zaten karabasanın kendisi böyle bir şey de ğil mi?" diye mırıldandı. Kapılardan rasgele birini açtı ve aste ğmen Tuna Atacan, o yöne do ğru adımını attı. ŞAĐR TUTULMASI "Yazar, insan denen hayvanların en yalnızıdır." Lawrence Durrell "Adımı dayımın çok sevilen bir şiirinden almı şlar." Daha önce bir şiirden esinlenilmi ş hiçbir çocuk adı duymamı ştım. Tanıdı ğım çocuklara ço ğunlukla dede ve büyükannelerinin adları verilir, ya da tarihi/dini bir ki şinin, en fazla da sevilen bir ünlünün adı konurdu. (Mahalledeki Barı ş'a adı anlamı yüzünden de ğil de, şarkıcı Barı ş Manço yüzünden verilmi şti.) Ama roman kahramanlarının veya şiir ba şlıklarının çocuk adlarına kaynak olması son derece soyut ve ye niydi. Adeta büyülenmi ştim. Fakat bunun altında kalamazdım. Hemen kendi ad ımla ilgili bir mit yaratmalıydım: "Benim adımı da dedem koymu ş!" dedim gururla. "Dedemin eskiden ya şadı ğı uzak bir yerde çok güzel bir nehir varmı ş. O kadar güzelmi ş ki, görenler baydırmı ş. Nehrin içinde deniz kızları yüzer, dibinde de den iz kızlarının babası olan kral ya şarmı ş... i şte dedem de demi ş ki, gözleri bu nehir gibi mavi bir torunum olursa adı Tuna olsun demi ş... Yaaa!.."

Page 61: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Mabelciim, bi kere deniz kızları denizde olur, ama aslında onlar denizde de yokturlar. Çünkü bütün bunları çocukları kandırm ak isteyen ve kendilerini çok akıllı sanan büyükler uyduruyorlar ... Sonracıma, nehirler mavi olmaz, ye şildir!" Aslında do ğan ilk çocuk erkek olursa annemin, kız olursa babam ın çocukluk coğrafyasını sulayan nehirlerin adlarını kararla ştırmı şlar. Ara ş ve Tuna! Ama iki çocukları da erkek olunca harıl harıl bana isim aramaya koyulmu şlar ki, dedem o sırada kar şı çıkmı ş. "Bre Tuna'nın eri, di şisi mi olur da böyle tela ş edersiniz? Tuna bu kızanlar! Bereketin, güzelli ğin avradı, erke ği olmaz, koyacaksı-nız adını Tuna küçük torunumun, vasiyetimdir bilesiniz..." Babaannem Mür şide Hanım da araya girince annemin aklı yatmı ş... "Dur, hemen üzülme Mabelciim!.. Bak istersen Tuna n ehrinde ya şayan ye şil nehir kızlarının mavi gözlü, çok şeker, minik bir erkek karde şleri varmı ş diye bir masal kuralım, hıı ne dersin?" Dudağım sarkmı ş, a ğlamaklı olmu ştum. Onun adı bir şiirden esinlenilmi şti, benimkisi rengi mavi bile olmayan bir nehirden... "Bu minik nehir prensi bir gün rüyasında Kuzguncuk' ta oturan Kumral Ada'yı görmüş ve nehirden çıkıp, kuyru ğunu kaybetmi ş. Artık insan olmu ş. O gün bugündür Kuzguncuk'taki kö şkte çok mutlu oyunlar oynarlarmı şşş..." Ah Ada, ah yaramaz kız! Gerçeklerle çabucak kırılan yüre ğimi dü şlerinle sevince bo ğmayı nasıl da bildin ve hep basardın sen! "Yani senle ben bir prensle bir prenses miyiz?" diy e sevinçle sordum. , / "Tabii ya!.." dedi bunu daha yeni anlamama şaşarak. c "Bir de Ara ş var ama..." ?fi "Ara ş da bir kral mı?" diye sordum, hem yanıtın "evet" o ldu ğunu bilerek, hem de duymaktan ürkerek. "Siz ikiniz de birer nehirsiniz!" dedi Ada bamba şka bir sesle. Sanki o masal dünyasına hiç girmemi şiz gibiydi. "Bense hem dayımın şiirindeki hem de denizin ortasındaki tek | ba şına duran adayım..." Sesinde o gizemli pırıltılar, anlamını b ilmedi ğim bir gurur ve malum Adaca tonlar... Aslını sonradan ö ğrenece ğim "Kumral Ada" adlı şiir, yazıldı ğı i yıllarda dillerde dola şan ve Do ğan Gökay'm adıyla özde şle şen çok | ünlenmi ş bir şiirmi ş. "Bilmez kimse söylemem/Pek mahremdir aslında" diye başlayan, genç bir adamın içsel zayıflıklarının büyük bir cesaret ve u s- J talıkla dile getirildi ği bu muhte şem şiir, sık sık nerede ve kim oldu ğu asla anla şılmayan Ada adındaki kadına ça ğrılar yaparak yıllarca kadınları hayran bırakıp, erkekleri yüreklendirmi şti. Bizden önceki ku şağın romantik ve sosyalist aydınları tarafından çok l sevilen "Kumra l Ada" şiirini bizim kuşak da eskitmedi. Tuna Nehri'ne gelince onun ne ye şil, ne de mavi olmayıp, kirli kahverengi, gri renkli bir nehir oldu ğunu nedense üzülerek ö ğrenecektim. Halbuki tıpkı dedem gibi, o ğul Strauss da ona mavi rengi yakı ştırmı ştı. "Babamla annem aynı filmde oynarken tanı şmışlar. Babam 'Kumral Ada' şiirini okuyormu ş, annem ona 'isterseniz bu kitabı sizin için a ğbime imzalatayım,'" demi ş. "Peki imzalatmı ş mı?" "Evet. Ondan sonra bu şiiri birlikte okurlarken babam anneme â şık olmu ş. Vee bu şiir de onların şiiri olmu ş... Bir daha da hiç ayrılmamı şlar..." "Ne ho ş!" diye dü şünürdüm. Bazı çocukların anne ve babalarının şiirleri ve aşk öyküleri var, ama benimkiler arasında tanık oldu ğum en romantik şey "ilahi hanım!" ya da "seni yaramaz Nairn seni..." g ibi ba şı ve sonu bizden saklanan bir şeylerin devamında gelen bakı şmalardı... Oysa her ili şkinin bir hikâyesi vardı ama ku şaktan ku şağa akıp, keyifle bereketlenece ğine, çoğunlukla çocuklardan saklanır, ayıp ve günahmı ş gibi gizlenirdi. "Â şık olmak ne demek Ada?" "Biliyorsun i şte..." der kıkır kıkır gülerken, gözlerini şaşıla ştı-rıp, dudaklarını neredeyse burnuna dek uzatarak öpücük s esleri çıkartırdı. Ama bu sesler ve o komik suratla birle şince i ştahla biberon emen bir bebek, ya

Page 62: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

da su içen bir ata benzerdi ki, pastörize edilmi ş şi şe sütüne hâlâ direnerek açık süt satan sütçünün ya şlı beygirini aklıma dü şürürdü. Artık ikimiz de katıla katıla güler, gözlerimizden ya şlar akarken yerlerde yuvarlanarak hâlâ a şk sesleri oldu ğunu dü şündüğümüz su içen at seslerini tekrarlayarak gülmekten baygınlık geçirirdik. O sır ada hemen ba şımızda beliren Cihan Teyze önce ku şkuyla bize bakar, sonra gülerek ba şını iki yana sallar ve içini çekerdi. "Ah çocukluk ahh! Vara yo ğa gülün bakalım! En iyi günleriniz bunlar, gülün bakalım gülün!.." (Hayatta ne zaman mutlu olsam, bunun en iyi günleri m oldu ğunu hatırlatacak bir mutsuzluk habercisi daima kar şıma çıkmı ştır. Ya bizim kültürümüz bunlardan çok fazla yeti ştiriyor ve ihraç edilemez olduklarından ba şımıza kalıyorlar, ya da dünkü mutsuzluklarını şimdiki zamanda yenmeye uğra şmayanlar, ba şkalarının mutluluklarını da sınırlayarak teselli buluyorlar!..) 125 Böyle bir gülme krizinin ardından Ada bir gün bana anne ve babasının siyah-beyaz foto ğraflarıyla dolu şahane bir albüm gös-126 terdi. Foto ğrafların çoğunda Süreyya Mercan elinde sigara ve içki kadehi, g özlerinde çapkın bir bakı şla karısına bakıyordu. Pervin Gökay dekolte tuvalet ler içinde incecik güzelli ğiyle biraz utangaç ama mutluluktan baygın bakı şlarla kocasına sokulmu ş gülümsü-yordu. Kimi foto ğraflarda elele, kolkola ve gözgöze görülüyorlardı ki, bu romantik pozlara bakarken Ada arı gibi vızlıyor, ben de ona katılarak vızzzz'lar arasında kıkır kıkır gü lüyorduk. (Neden çocuklar cinselli ği ke şfederken şahit oldukları her öpü şme sahnesi onları biraz utandırarak böyle güldürür? Büyüklerin bahçes ine ilk adımı atmanın heyecanı mı yoksa müthi ş bir güzelli ği ke şfe çıktıklarının ilk ipuçları mı onları mutlandırmaktadır?) Bir foto ğrafta Ada'nın anne ve babası öpü şüyorlardı. Belki bir filmden alınmı ş bir sahneydi, belki gerçekti, bilmiyorum. Ama ikis i de gözlerini yummuş, mutluluktan uçmu ştu. "i şte a şk budur!" dedi bilmi ş bilmi ş Ada. "Hadi gel biz de yapalım!" dedim heyecanla. Elele tutu ştuk, yanaklarımızı birbirine yapı ştırdık, gülümseyip gözlerimizi yumduk. O yedi, ben be ş ya şındaydım ve bence â şık olmu ştuk! Bir alkı ş sesiyle gözlerimizi açtı ğımızda hırsızlık yaparken yakalanmı ş gibi feci utanmı ştım. "Harika, pek ho şsunuz çocuklar!" diyerek el çırpan, siyah iri | dal galı saçları ba şında haylaz bir da ğınıklıkta oyna şan, uzunca boylu, gözlüklü, yakı şıklı genç bir adamdı. Tüvit ceket ve süet ayakkabı giymi şti. (Bu giyim tarzı hâlâ de ği şmedi ği için anımsadıklarımdan ku şku duymuyorum.) "Dayı! Do ğan dayıcıım!" diye sevinçle yerinden fırlayan Ada, bizi gülümseyerek alkı şlayan adamın kollarına bir maymun gibi zıplayarak tırmandı, boynuna sarıldı. (Beni â şık pozisyonunda yalnız bırakmakta hiçbir sakınca görmeksizin!) O ikisi burunlarım birbirlerine sürterek şakala şırken benim kıskançlıktan yüre ğim burkuluyordu tabii. "Gel bakalım genç adam! Sen şu meşhur Tuna olmalısın. Bir de a ğabeyin Ara ş var, do ğru mu?" Her şeyi biliyordu Ada'nın dayısı. Elini uzattı ve benim le bü-yükmü şüm gibi el sıkı ştı. "Ne güzel adlar vermi ş aileniz sizlere, pek be ğendim do ğrusu!" Ada'nın çok sevdi ği Do ğan dayısı adımı be ğendi ği için sevinmi ştim. "Hadi jonglör numarası yapsana dayı!.. Hadi, hadi.. ." O gün hayranlıkla izledi ğim üç elmalık jonglörlü ğünün ardından bir misketi kaybedip, kula ğımın arkasından bulma ve kendi cebine koydu ğu kalemi, perdenin arkasından çıkartma numaralarından sonra a rtık şairlerin ne i ş yaptıklarını iyice anlamı ştım: Hokus pokus!.. Yıllar sonra bugün de iyi şairlerin birer sözcük ilüzyonisti olduklarına dair fikrim de ği şmedi. Yazar ve şairlerin aslında ne denli yalnız insanlar olduklarını ve bu hokus pokus i şini en çok kendilerini e ğlendirerek,

Page 63: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

yalnızlıklarının acısını azaltmak için düzenledikle rini anlamamsa daha yıllar alacaktı. Ertesi gün anneme, büyüyünce sirklerde çalı şan bir şair olmak istedi ğimi söyledi ğimde zavallı kadın a ğlamaklı olmu ştu. KORKTUKLARI HER ŞEYÎ YAKARLAR! "Kim söyleyebilir, belki nice zamanlardır ölmedi ğimizi..." Ingeborg Bachmann Her şey çok çabuk oldu. Yangının cephaneli ğe yakın bir yerde çıkması ve sabotaj olasılı ğı panik yaratmı ş, ortalık aniden karı şmıştı. Garnizonu kasıp kavuran siren sesleri arasında aceleyle ciplere binen ve koyu bir dumanın yükseldi ği do ğuya do ğru giden askerlerin arasında bu-luverdi kendini Tuna. Etraftaki bütün karma şa ve pani ğe ra ğmen, askerlerin hızlı bir emir-komuta zinciri içinde hâlâ düzenle hareket edebiliyor olu şlarını hayranlık uyandırıcı buldu. "Tıpkı Vietnam filmlerindeki sahneler gibi..." diye dü şünmeden edemedi. Onun ya şında birinin ikinci Dünya ya da Kore sava şı filmlerini anımsaması da beklenemezdi. Kıbrıs Sava şı sırasında on ya şla-rındaydı ve Kıbrıs'ı çok uzakta bir "ada" sanıyordu. Savaş romanları ve filmlerini sevmezdi ama onun ilkgençl ik yıllarında salgın olan Vietnam filmlerine insan istese de iste mese de yakalanmak durumundaydı, O yıllarda dünyanın hemen her yanında Amerikahlar'a "iyi i ş" yaptıran Vietnam filmleri zorunlu bir moda olmu ş ve tabii Türkiye de bundan kaçamamı ştı. Herkese göre ayrı bir senaryo vardı. Gülmek, a ğlamak, şiddet görmek ya da sava ş kar şıtı olmak, birkaç tane Vietnam filmi görmek için ayrı ayrı iyi birer nedendi. Para verip bilet almay anlar bile, evine sakat dönen Vietnam gazileriyle, geride bıraktıkları karı ları veya dostları arasında geçen içburkucu filmlere ya televizyonda, rek- lamlarda veya dergilerde mutlaka yakalanıyordu. Ya Jane Fonda, Jön Voight, ya da Robert de Niro ve Meryl Streep, o da olmadı R obin Williams ile hemen dünyanın hemen her yerinde bir parça Vietnam ya şanmıştı. "Haydi atla te ğmen!" Birisi kolundan yakaladı ğı gibi, hareket etmekte olan cipe do ğru çekti Tuna'yı. Buna hiç hazırlıklı olmadı ğı için gövdesini cipin içine çekmekte gecikince ayak bilekleri aracın çamurlu ğuna sür-tünerek feci berelendi. Cipe yerle şince acıyla di şlerini sıktı Tuna. E ğilip baktı ğında sa ğ paçasının yırtıldı ğını, yırtılan yerden kanayan bile ğini gördü. Onu kan tutuyor ya, hemen bakı şlarını kaçırdı. "Canım bu kadar yandı ğına göre yoksa bu bir rüya de ğil mi?" diye söylendi acıyla di şlerini sıkarak. Kimsenin onu duyacak hali yoktu. Neresinin yaralanı p, kana-dı ğı kimsenin umurunda de ğildi. Cipin içindeki askerler patlamaya hazır bomba gibi ürkütücü görünüyorlardı. Hepsinin makineli tüfe ği vardı ve hiçbiri konu şmuyordu. Artık dünyadan kopmu ş, ba şka bir boyuta ta şınmı ş gibiydiler. Üzerlerinde komando arazi üniformaları vardı ve göz leri tek bir noktaya kilitlenmi şti: do ğudaki yangına! Çevresine bakınca uzun bir konvoyun ortasında olduk larını anladı Tuna. Arkalarından içleri asker dolu cipler gelmekteydi. Bazan bir hoparlörden anons yapılıyor ama tıpkı havaalanları ve otobüs te rminallerindeki gibi söylenen asla anla şılmıyordu. Yine de anonsu yapan erkek sesinin tonun dan ivedi ve sert tınılar yayılıyordu havaya. Kara dumanların yükseldi ği do ğuya yakla ştıkça yaz sıca ğına rahmet okutacak şiddetli bir sıcak dalgasıyla birlikte yanık kokusu da duyulmaya ba şladı. O zaman itfaiyeye yardım eden askerlerin olu şturdu ğu insan zincirini gördü Tuna. Her ne kadar kendini yangını görüntülemeye ge lmi ş bir gazeteci ya da sinema salonunda film izleyen biri kadar olayın dı şında hissetse de olaydan etkilenmedi ği söylenemezdi. Dumanlara do ğru yakla ştıkça artan bir ba şka şey de seslerdi. Bazan bir patlama, ço ğu zaman da yangını söndürmeye çalı şan insan sesleri... "Yangını, cephaneli ğe ula şmadan söndüremezsek, hepimiz ge- KAM9

Page 64: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

beririz!" diye ba ğırıyordu yüzü gözü kapkara olmu ş bir asker panik içinde koşarak. "Allah belasını versin o kancık soysuzların! Allah iki dünyada da soylarını kurutsun o hainlerin! Orospu çocukları!.." "Sabotaj oldu ğu anla şıldı mı?" diye sordu Tuna. Sesi havada eridi, döküldü, kayboldu. "Orospu çocuk ları ha!'.." dedi, cipin içinde tek ba şına kaldı ğını farkında olmadan. "Hiç de ği şmemiş demek ki... Katil, daima garson, kötü de orospu ço cuğudur zaten!.." Cip durmu ş, içindeki askerler çoktan inmi şti. Hemen ilerde alevler, yanan binaların iskelete dönü şen siluetleri arasından yükseliyor, kırmızı, bordo ve siyah dev kılıçlar gibi enkazı kesip biçiyor, ba zan da Fakir'in flütüyle dans eden yılan gibi cilveyle salınarak ve buharlar salarak yükseliyorlardı. Sanki öbür alevleri yalamak için şehvetle yakla şan arzu dolu kırmızı bir ate ş damlası, aniden kapkara bir canavara dönü şüyor, kırmızının ya şamsal çekicili ğinden, kırmızının ölümcül deh şetine do ğru dengeleri bozu-veriyordu. Alevlerin dansı Tuna'yı öylesine büyülemi şti ki, hipnotize olmu ş gibi ate şe çakılmı ş, nerede oldu ğunu unutmu ştu. Kaldı ki, nerede oldu ğu konusunda bir karan oldu ğu da söylenemezdi. Alevlerin dansı çok güzeldi, inanılmaz bir uyum ve estetik ta şıyordu ama mutluluk vermiyordu. Üstelik acıtıyordu... "Bir güzellik ne zaman mutluluk vermekten vazgeçer? " diye dü şündü. Bu ate ş bir şöminede olsaydı ?.. Hayır, şöminedeki alevler bile artık acıtıyordu onu. Çünkü, onun sözlü ğündeki ate ş ve alev kavramları "yakmak" anlamıyla yüklenmi şti. Zorbalar, ba şa çıkamadıkları, korktukları her şeyi tarih boyunca daima yakmı şlardı. Zorbalar, insanları, kitapları ve binaları h ep yaktılar... Zorbalar korktukları herkesi "cadı" ya da " şeytan" diyerek cayır cayır hep yaktılar! "Düşünceler ve dü şler yanmaz maddeden yapılıyor oysa..." diye mırılda ndı ter içinde. Ate şin kendisi bu kadar kötü de ğildi de zorbalar ate şi çok seviyordu ... Yakarak yok etmek, tarih boyunca öbür i şkence ve öldür- 1 me yöntemlerinden daima daha cazip gelmi şti zorba katillere... "Ate ş, onların en çok korktu ğu ba şka bir şeyi ça ğrı ştırdı ğından mı acaba? Katillerin hep cinayet yerine geri döndükleri gibi, l zorbalar ve gericiler de 'ate ş'le 'aydınlanma'nın ili şkisinden bilinçaltı bir korku duyarak belki ?.." Ter içinde oldu ğunu pek farkında de ğildi de susadı ğını hissediyor, ama yerinden kımıldıyamıyordu. içi yanıyor, bedeni ısın ıyor, ama alevlerin büyüsünden kopamıyor, belki de kopmak istemiyordu. Herkesin ayaklarının yere çakıldı ğı bir zaman olur; Tuna'nınki o zamandı. "Tuna! HeyTunaa!.." Ne? Yoksa birisi adını mı ünlüyordu? "Tunaa!.." Eğer duydu ğu do ğruysa, uzun zamandır ilk kez birisi ona adıyla sesleniyordu. Ne "hocam", ne "ö ğretmen", ne de "aste ğmen" ... Hayır hayır, birisi ona Tuna diyordu i şte... Ah ne güzel bir şeydir insanın kendi adıyla çağrılması ve insanın kendi adına kattı ğı bütün o özel baharatların birden ortalı ğa salınması... "Tamam, gördü ğüm kâbus bitiyor, birisi beni uyandırmak için adıml a sesleniyor bana... Elbette ya... Biliyordum, ba şından beri bunun bir karabasan oldu ğunu biliyordum ben..." "Tuna! Yav Tuna baksana ?.." "Annemdir uyandıran... Belki de Meriç... ya da o... O'dur tabii... geri dönmüştür, onu ne kadar merak etti ğimi dü şünüp, beni daha fazla üzmemek için... Kıyamaz o bana... Ama o olsaydı... 'Mabel' derdi... 'Haydi Mabel, kâbus bitti, uyan artık!..' falan. Şeyy... bu bir erkek sesi... Ara ş? Ara ş yoksa ?.. Ara ş neredesin?.."

Page 65: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Tuna dikkat etsene be birader!" diyerek birisi kol undan tuttu ve sürüklemeye ba şladı. "Neredeyse yangının içine girmi şsin... sanki yanmayı bekliyorsun!" Dönüp bakınca, asker üniformalı, kırmızı kısa saçlı bir adamla kar şıla ştı. Tıpkı bütün öbür askerlere benzeyen bir asker! "Al şunu, cebimde küçük bir limon kolonyası kaçırdım, ko kla iyi gelir!" Asker, bir avuç limon kolonyasını Tuna'nm yüzüne sü rüverdi. Kolonya ate ş gibi sıcaktı ama sertti. Tokat yemi ş gibi sarsıldı Tuna. Derin derin soluk aldı. O zaman ter içinde oldu ğunu ayrımsa-dı ve kendini reflekssel olarak geri çekti. Yabancıla şmış gözlerle çevresini süzdü. Gördü ğü şey yine aynıydı. Çok yakınında yanan 13*, binaları söndürmek için canla ba şla ko şturan itfaiyeci ve asker üniforması içinde onlarca, ellilerce erkek ba ğırıyor, su ta şıyor, emrediyor, yaşamlarını tehlikeye atıyordu. "Demek yine uyanamadım..." diye mırıldandı kederle. "iyi misin Tuna?" Bütün gücünü kullanarak kendisini hâlâ adıyla ça ğırmaya devam eden, üstelik ölümden de kurtaran askere dikkatle baktı. "Bütün g ücü" bile son zamanlarda dikkatini toplamaya yetmez olmu ştu ya, neyse... Kırmızı saçlı askerin gözlerini buldu, dikkatle uzu n uzun baktı gözlerine. Dünyanın her yerinde bütün askerlerin gözleri farkl ıdır! "Nesim?" diye sevinçle haykıran kendi sesini duydu hemen sonra. Gülümsedi öbürü. "Az daha beni hiç tanımayacaksın sanarak, korkmaya başlamı ştın," dedi. Coşkuyla kucakla ştı iki asker. "$alom be Nesim!.. Seni tanımaz olur muyum hiç? Ded emin büyük a şkı, biricik Rozitası'nın yadigârısın bana... Rahmetli babaannem duymasın ama!" "Dur bakayım, ne olmu ş senin bileklerine? Vah vah be!.. Dur biraz da oray a kolonya sürelim... Sen cephe gerisinde gazi olmu şsun birader!.." Acıyla di şlerini sıktı Tuna ama "kan görürüm" korkusuyla hiç bakmadı ayak bileklerine. "Yangın kontrole alındı! Yangın kontrolde!.." sevin çli çı ğlıkları yükselmeye ba şladı. "Cephaneli ği patlatamadı orospu çocukları!" diye sevinerek ba ğırdı Tuna, kendi acısını unutup. Onun insanların anneleri ve karılarına küfür etmedi ğini iyi bilen Nesim şaşırarak baktı. "Yangını anneleri fahi şe olanların çıkarttıkları saptanmı ş da..." diye zorlama bir gülü şle şaka yapmayı denedi. Hem yangının kontrole alınması, hem de Nesim'e rast laması onu rahatlatıp, gev şetmi şti besbelli. "Gel biraz şöyle kenara!" diyerek Tuna'yı çeki ştiren Nesim, kaygılı gözlerle etrafı süzüyordu. "Beni askere aldılar, ama bizlere silah vermiyorlar ," dedi. "Yah udisin diye mi? Ama o uygulama kalktı demi şlerdi..." "Bo şver şimdi bunu. Dinle, beni askere aldıkları salı sabahı gaze telerde Ada'yla ilgili bir haber okudum. Görmediysen bile duyar, fena olur sun diye söylüyorum. Yok yıllar önce cinayet i şle-mi şmiş de... zart zurt!.. Sakın takma kafana, tamam mı dostum? Ben Ada'yı çocuklu ğundan beri tanırım, bilirsin. Bence o katil olamaz!.. Beni dinliyor musun Tuna?" "Onu mutlaka bulmalıyım Nesim!" diye inledi Tuna. " Bu kâbus artık bitmeli, uyanmalı ve onu bulmalıyım, anlıyor musun beni?" "Nasıl anlamam be dostum, nasıl anlamam! Ama uyanma k o kadar kolay mı sanıyorsun?" Elinin tersiyle yüzünü silen Tuna, umutla Nesim'e b aktı. "Bak Tuna, aslında çekilen sıkıntıların nedeni, söz ünü etti ğin büyük uyanı şın bedelidir! Ve göreceksin, görece ğiz hep birlikte in şallah, bu millet de artık öyle her karartmada gece oldu sanıp , mı şıl mı şıl uyutulamayacak bu iç sava ştan sonra..."

Page 66: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"îç sava ş mı?" diye içi ezilerek sordu Tuna. "Ben bunun hâlâ bir kâbus, fazla uzamı ş bir karabasan oldu ğuna inanıyorum..." Anlatmaktan yorgun dü ştü ğü şeyleri bir kez de Nesim için yineledi sonra ve ekledi: "Ah Nesim! Bu olanların kötü bir rüya oldu ğuna birisi daha inansa ve bitece ğini söylese, öyle rahatlayaca ğım ki..." Nesim Tuna'ya baktı, biraz dü şündü, sonra bir kolunu onun omuzuna attı, sırtını sıvazladı. "Bitecek Tuna. Bekle! Bitecek bu karabasan bir gün nasılsa. Fakat beklerken aklını koru ve yerinde sayarak, çürümesine göz yumm a." "Demek sen de bunun bir kâbus olabilece ğini söylüyorsun!" diye sevindi Tuna. "Valla..." dedi Nesim ders anlatır gibi, "Hepimiz i ç sava şları farklı biçimde algılıyoruz. Kimimize göre asıl kartların o rtaya döküldü ğü gerçek oyun bu! Kimimize göre silah tüccarlarının gelir sı kıntısı var, silah ve uyu şturucu kaçakçılı ğının kanlı büyük kazancını payla şanları devlet kendi içinde besliyor... Kimimize göre, bütün sorun, insa n denen canlının etobur olmasından kaynaklanıyor !.. Kimileri de geçmi şiyle ilgili meseleleri hâlâ çözememenin bedeli olarak ya şıyor iç sava şını... Bazıları bilgi ça ğını hazmedeme- yen karanlık çevrelerden söz ediyor... Sen de bunu bir kâbus olarak algılıyorsan, kim ne karı şır birader?" 134 "Bak inanmıyorsun ama... 'Bekle!' diyor sun, karabasan oldu-" ğuna inanmama kar şı çıkmıyorsun ama sen kendin inanmıyor- sun!" diye bozuldu Tuna. "Seferberlik ilan edildi ğinde," dedi Nesim ellerini beline dayayarak, "Ben tam o sırada, XX. yüzyılın bir 'korku ça ğı' oldu ğunu söyleyen Camus ile aynı yüzyılın bir 'bekleyi ş ça ğı' oldu ğunu savunan Beckett üzerine bir makale hazırlıyordum. Ba şlık şuydu: 'Korkulu bekleyi ş yüzyılı biterken' Altba şlık olarak soruyordum: 'Batılı edebiyat felsefesi X X. yüzyılı do ğru değerlendirebildi mi?' Arayıp fikir danı şacaklarım arasında birkaç yazar arkada şla senin adın da vardı aklımda... Ama i şte o salı sabahı... Kısmet burada kar şıla şmakmış..." Konuştu ğu ki şinin Nesim oldu ğunu unutup unutup, yeniden hatırlayan Tuna, bu kez de nerede olduklarını unutarak sordu, "Nesim se nin doktora tezinle ilgili bir sorunun vardı. En son görü ştü ğümüzde tezinle, ya da jüriyle ilgili bir şeyler anlatmı ştın da..." "O i ş çoktan halloldu canım! Geçen yıl doktoralı bir fel sefeci olarak Boğaziçi Üniversitesi'ne intikal ettik efendim... Şimdi Ph. D'li biri olarak ölebilirim artık, hah hah hah!.." Bir gülü şten çok çı ğlı ğa benzeyen bir kahkaha attı Nesim. Bu ses Tuna'yı acıttı. "Gerçekten seferberlik sırasında kar şıla şan iki çocukluk arkada şı asker arasında bu konu şma mı geçer?" diye dü şündü çabucak. "Olacak i ş mi yani!.." dedi. "Yangın kontrol altında! Araçlara bin!" diye ba ğıran bir ses duyuldu. Sevinçli bir hareketlenme, daha önceki rahatsız ko şuşturmanın yerini aldı. Askerlerin ter ve is içindeki yüzlerinde rahatlamı ş bir sessiz heyecan görülüyordu. Çok kalabalık ve karı şık görünen ortalık aniden düzene girdi. Tuna gidip, Nesim'in bindi ği cipe atladı, yanına oturdu. Birden kimsenin kendisine emir vermedi ği, emir de almadı ğını ayrımsadı. O sanki şeffaf ya da dokunulmazdı da, kimse ona karı şmıyordu. "Ya şadıklarımın gerçek olmadı ğına dair iyi bir kanıt bu!" diye mırıldanarak, gülümsedi. Nesim aniden durgunla şmış, elinde biraz önce yarısını Tu-na'nın kendine gelmesi için bo şalttı ğı küçük plastik kolonya şi şesini sıkıntıyla çevirip duruyordu. Birden "ya ona kötü bir şey olursa... ya Nesim ölürse..." diye bir dü şünce hızla akıp geçti Tuna'nın aklından. Beyni ve k ültürü böyle geli şmiş, incelmi ş insanların ne kadar az ve zor yeti şti ğini dü şününce daha da fena oldu. Onu elinde kitapları, heyecanla anlatırken, yazarke n ve tartı şırken bir daha göremeyece ği olasılı ğı aklına dü şünce... Çocukken Kuzguncuk'ta

Page 67: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

birlikte incir a ğaçlarına tırmanı şları ve dedesinin Rozita'yı anlatırken çapkınla şan sesini duyunca gözgöze gelip, çocuk kahkahaların ı yanaklarına doldurarak saklayı şları birer birer film şeridi gibi önünden geçince... Soluk alamaz oldu birden. Her insan de ğerlidir, öyle olmalı ama neden saklamalı, hiç tanı şmamış olsak, uzaktan bile olsa, sevdiklerimiz daha de ğerlidir! Hele tanıyıp da buna ra ğmen sevebildiklerimiz!.. "Sen neden gitmedin Nesim?" diye haykırdı aniden. Onu yitirmek korkusu kontrolsüz bir öfkeye dönü şüvermi şti. "Nereye gitmedim ki?" diye şaşırarak sordu Nesim. Sevdiklerimizi yitirece ğimizi hissetti ğimizde yüzümüze gözümüze bula şan korku, daha önce sessiz kalmamızın ya da beceriksiz davranmı ş olmamızın intikamını daima alır bizden. "Akrabalarının yanına, Jerusalem'e tabii ki..." "Neden gidecek misim?" dedi Nesim, artık bu sorunun kendisine yöneltilmesinden bıkmı ş bir sesle. Sonra aniden o da ba ğırmaya ba şladı. Öfke en kolay bula şan duygudur! "Ne dedin sen şimdi bana? Ha? Farkında mısın ne dedi ğini bana? Göya beni korumak için bunu söyledin, de ğil mi? Ha? Öyle de ğil mi? Ha?" Tuna şaşkın bakıyordu. "Allah kahretsin! Peki sen neden gitmedin? Ya da şöyle sorayım kabul buyurursan e ğer? Pa şa gönlün isterse sen nereye gideceksin? Hıı ?.. Söylesene? Hadi kartlarımızı açık oynayalım birader ... Sen bile beni kendinden farklı görüyorsun, de ğil mi? Sen bile yalnızca dinlerimiz farklı diye Kudüs'e kaçmamı öneriyor-sun... Ha? Yanlı ş mı? Hadi söyle ?..." Böyle bir çıkı şı hep sakin bildi ği Nesim'den hiç beklemeyen Tuna şaşırıp kaldı. Şaşkınlık, alı ştı ğımız davranı ş biçimlerimizi altüst eder. "Gitmedim, çünkü tıpkı senin gibi ben de buralıyım, burada do ğdum ve burada yaşamak istiyorum! Allah kahretsin! Gitmedim, çünkü be n de bu ülke için vergi veriyor, çalı şıyor ve burayı seviyorum! Duyuyor musun? Türkçe bağırıyorum sana! Öfkemi, a şkımı ve acımı Ibranice de ğil, Türkçe bağırıyorum çünkü, geri kafalı adam!" Sustu, derin bir nefes aldı. Sakinle şmek için kendini zorladı ğı belli oluyordu. Ba şını yere e ğmiş olarak, gözleri sımsıkı kapalı kaskatı oturan Tuna'ya baktı, daha yava ş ama sinirli sinirli söy-lenmeyi sürdürdü. "Bak popüler dille söylersem, o kalın kafan ancak a lır diye yeniden anlatayım istersen! Gitmedim, çünkü; Bo ğaz'da balıkla rakı, Ada'da dolunay, Ege'de zeytinya ğlılar, Akdeniz'de Toroslar, Safranbolu'da, Asos'ta, Ka ş'ta evler, bu anadilim, bu atasözleri, di şiliklerini yitirmeden akıllı olmak sava şı veren buralı kadınlar ve Anadolu Akdenizi'nin özg ün duyguları... Gitmedim çünkü bütün bunlar yalnızca buradayken güz el... Yalnızca kendi kültüründe ya şarsan varolan de ğerler... Kli şe de! Duygusal bul, alay et! Arabesk, vıcık vıcık diye yargıla! Umurumda de ğil! Hepimizin hamuru aynı, hepimizde bu duygular var!" Yine sustu. Sakinle şti. Acıyla yüzünü buru şturup, ta ş gibi oturan Tuna'ya doğru e ğildi: "Ne zaman ki 'Türkiyeli olmak' kavramını hepimiz sa hiden anlayaca ğız ve kabul edece ğiz, i şte o zaman kurtulaca ğız!" dedi, fısıldayarak. O sırada cipe askerler bindi ve hareket ettiler, ik i arkada ş yan-yana hiç konu şmadan bir süre oturdu. Sessizlik keskin bir bıçak g ibi Tuna'nın etini kesiyor, canını yakıyordu. "Leviathan'ı okudun mu Tuna?" diye sordu Nesim. Kendini toparlamı ş, yatı şmıştı artık. Yumu şak ve alttan alan bir sesle konu şuyordu. "Paul Auster'ın bütün kitaplarını severek okudum," dedi Tuna, Nesim'in yüzüne bakamadan. "Canım o dünkü çocuk, ben şu ya şlı Hobbes'un Leviathan'ı demek istemi ştim." f "Thomas Hobbes adını duydum ama hiç okumadım desem, yalan olmaz."

Page 68: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Üç yüz yıl önce barı ş ve güç ili şkisini analiz etti ği için ülkesinin krallarını rahatsız eden ingiliz filozof! Hobbes ca nını kurtarmak için Fransa'ya kaçtı ve Leviathan'ı oradayken yayınladı. " "Desene okumak şart bu kitabı..." diye gönlünü almaya çalı ştı Tuna. " Şart diyemem, ama Hobbes'un Leviathan'ı iç sava şla ilgili ilk ciddi analiz sayılabilir. Atinalılar ve Ispartalılar arasındaki Pelepo-nez sava şını yazan Tusidides'i de unutmazsak..." Birden sınıfta ders anlatmadı ğını fark ederek Tuna'ya kaçamak bir bakı ş attı: "Cambridge'de lisansüstü çalı şırken Prof. Macpherson adında bir hocamız vardı. O bize her derste sorardı: 'Neden XX. yüzyıl ın ikinci yansında hâlâ Hobbes okuyoruz genç bayanlar ve beyler?' diye. Biz , dünyanın dört bir yanından Cambridge'de toplanmı ş her ırktan ve cinsiyetten ö ğrenciler artık bu soruya alı şmıştık. Ö ğrenci psikolojisi i şte... kıkırda şır, gülerdik. Mister Macpherson bize aldırmaz ve üzgün bir ifadey le; Thomas Hobbes bir erk ana-listiydi. Ve maalesef dünyamız güç sahibi o lmak tutkusu ve bunun yarattı ğı problemlerle hâlâ kan gölü olmaktan kurtulamamı ştır!' der, her defasında yanıtı kendisi verirdi." "Anlıyorum," dedi Tuna yumu şak bir sesle. "Ne diyosunuz karde ş siz orda öyle? Hobbes, Mobbes falan... Kim oluyorm uş bu herifler yani? Bir de şu profesör var arada... Hangi tarafın adamı bu? Adını hiç tutmadım valla..." diye gülmeye ba şladı yanlarında oturan asker. "Abicim, herkes kafayı ba şka türlü yiyor i şte... Ho şgöreceksin artık!" dedi bir ba şkası sırıtarak. Sonra bir elini havada çevirerek "deli" i şareti yaptı ve isterik bir kahkaha attı. Yüzü gözü isten kapkaraydı, besbelli yangını söndürmek için çok yorulmu ştu. "Sen haklıydın Nesim," dedi Tuna, askerleri görmezd en gelerek. "Seni kendimden farklı gördü ğümü biraz öncesine kadar ben de bilmiyordum. Bunu kendimden bile gizliyor olmalıymı şım. Sen beni ba ğı şlarsın da, ben kendimi nasıl ?.." Utangaç mavi gözlerini nereye sa klayaca ğını bilemeden, beceriksiz hareketlerle göz- lü ğüyle oynadı, zorda kaldı ğında hep yaptı ğı gibi üstüste yutkundu. "Bu kâbusu bunları ö ğrenmek için ya şıyoruz ya Kuzguncuklu hem şerim!" dedi Nesini gülümsemeye çalı şarak. "Türkiyeli hem şerim!" dedi Tuna, ba şını çevirmeye cesaret edemeden, Nesim'in eline dokunarak. Fakat dokundu ğu el canlı bir insan elinden çok, buz kesilmi ş bir metal parçası gibiydi. "O da korkuyor!.." diye içi ezildi Tuna'nın. "Bu ikisi iyice kafayı yemi ş ki ne yemi ş valla..." dedi yanlarındaki asker, gülerek. Öbürleri "Oooooo!" diye bir a ğızdan ba ğırıp, ıslık çalmaya ba şladılar. Askeri kamyonun içi biraz önce ya şadı ğı gerilimi iri kahkahalarla bo şaltan askerlerin sesleriyle dolmu ştu. "Rahat bırakın büyük â şıkları, hah hah hah!.." "Sa ğol Tuna!" diye fısıldadı Nesim. O sırada garnizonun kapılarından birine gelmi şlerdi. Kapıya yakla şan bütün araçlar duruyor, kontroller yapılıyor, emirler veri liyor, alınıyor, büyük bir hareketlilik ya şanıyordu. Havaya ak şamın suyu dü şmüştü. Aniden cipten indirildiler, bir dalgalanma oldu. Tu na'yı öbürlerinden ayırıp, büyük bir askeri kamyona aldılar, eline büy ük bir sırt çantası ve bir makineli tüfek verdiler. Dönüp panik içinde Nesim'i aradı. Ama Nesim yoktu. Sanki hiç olmamı ş gibi hiçbir iz bırakmadan kaybolmu ştu. Veda bile edemeden böyle çabucak ve çok aniden... "Nesiim!" diye seslendi. Sesi kalabalıkta eridi gitti. Sesi bütün karabasanl arda oldu ğu gibi hiç duyulmadı. Sesi a ğzıyla kula ğı arasında yo ğunla şıp, küçülmü ştü. Etrafındaki askerlerin saçlarına baktı, kırmızı saçlı biri var mı diye? Askerler komando üniforması giymi ş, kep takmı şlardı, saç rengi yoktu. "Mutlaka akıl galip gelecektir sonunda!" dedi biris i. "Nesim?" diye arandı. Bu Nesim'in sesiydi, ama Nesim yoktu. Her şey çok fazla hızlı ve çok fazla "fazla" oluyordu! Bir olaydan öbürüne, bir duygudan ve/ya dü şünceden

Page 69: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

tamamen farklı bir ba şkasına geçi şte durup, soluk alacak fırsat bulamıyor, böylece daha da çok yoruluyor, bunalıyor ve daha da çok parçalanıyordu. Çok parçalanıyordu! Eline verilen makineli tüfe ğe baktı. Madeni, a ğır gövdeyi süzdü. "Hep öldürüyor ve ne çok ölüyoruz!" diye inledi. Ar tık dayanacak gücü kalmadı ğım seziyordu. "Acemisin sen!" dedi yanında asker azarlar gibi. "Usta de ğilim!" dedi Tuna hiç bakmadan. "Kırk yıllık kom şuların mezhebi farklı diye aileni öldürürse öyle bi r usta olursun ki!" Sesteki öfkeye bula şan nefret Tuna'nın üstüne aktı. O zaman dönüp yanında oturan şi şman askere dikkatle baktı Tuna. Fakat o gözlerini bir tek kendinin gördü ğü bir noktaya dikmi ş, çene kasları gerilmi ş vaziyette ta ş gibi oturuyordu. Bu kez de sakallan kesildi ği için onu tanımakta güçlük çekti Tuna. "Musa? Sen misin?" "Musa yok artık!" diye nefretle yanıtladı öbürü, hi ç bakmadan. Askeri kamyondan atladı ğında parçalanıp ölmediyse bunu biraz da Musa'ya borçluydu. Hem o, hem de üste ğmen Birol kollarından tutmasaydılar çok daha hızla dü şecekti ve... Bir kâbusun içinde bile olsa, insanın kendini ölümd en kurtaran birine rastlaması minnet duygusu yaratıyordu i şte... "Dün haber aldım, karımı ve çocuklarımı öldürmü ş kâfirin soyları... O ğlum daha bebekti be Allahsızlar! Bunu onların yanına ko yarsam namussuzum, nağmerdim!.. "Nasıl yani?" diye şaşırdı Tuna. "Dün bizim Kuzguncuk'ta mı olmu ş bu katliam?" " Şeytanın u şakları, aynı acıyı ben de onlara ya şatmaz mıyım sanıyorlar!" diye nefretle inledi Musa. "Olamaz!" diye dü şündü Tuna. "Bu kötü rüya artık dozunu kaçırdı!.. Bu kadar kötülük bir arada olabilir mi?" Musa onu duymadan, di şlerinin arasından öfkeye dönü şen acısını kusuyordu. "Otuz yıl sava şları!" diye bulu şuyla heyecanlandı Tuna, "On yedinci yüzyılda, nüfusunun üçte ikisini otuz yıl süren mez hep sava şlarında yitirdi Almanya," dedi Musa'yı rahatlataca ğını dü şünerek, "intikam duygusu, şiddeti en çok körükleyen duygudur Musa. insanı caydırıcılı ktan en fazla uzakla ştıran duygu, intikamdır." "Kes sesini be ukala! Adam acı çekiyor, görmüyor mu sun?" diye ba ğırdı bir başka asker Tuna'ya. "Ama bu yalnızca bir kâbus!" dedi Tuna onları sevin direce ği-ne inanarak. "Birazdan uyanaca ğım ve her şey bitecek! Anlamıyor musunuz bunların tümü benim bilinçaltımın kötü bir oyunu? Hepsi bir oyun! " "Ölümle oyun olmaz ö ğretmen!" dedi Musa di şlerini gıcırdatarak. Ve askeri kamyon hareket etti. Ak şamın karanlı ğı içinde son kez dönüp arkasına baktı ğında Nesim'i gördü Tuna. Onu garnizonda bırakmı şlardı. Son anda Nesim elini kaldırıp havada bir L harfi çizdi. Sahi Leviathan ne demekti? "Nereye gidiyoruz?" diye sordu, okul gezisine çıkar gibi hafif bir sesle. "Ananın nikâhına!" diye ba ğırdı öfkeli bir ses. "Cehenneme..." dedi Musa, "Cehennemin taa dibine!" iYi Kî DO ĞDUN ADA! "Yol kenarındaki ya ğmur mazgallarını Kumbara sanıp, harçlı ğımı atardım Bu yüzden en çok Denizden alacaklıyım." Sunay Akın "Ben senden büyü ğüm ya!" Aslında yalnızca bir gün arayla do ğmuşlardı. "Hatta bana 'abla' demelisin!" Aynı yılın 12 Mart'ında Ada, bir gün sonra da Ara ş dünyaya gelmi şti. Fakat onlar birbirleriyle didi şmeye, birbirlerini yorgun dü şürmeye bayılıyorlardı. Bu nasıl bir ki şilik yapısıdır ki, ben onları izlemekten bile bitap dü şerken, o ikisi hiç bıkmadan yarı şı sürdürebiliyorlardı? Birbirlerini yenmekten aldıkları zevk kadar, yenilm i ş olmanın yarattı ğı bir sonraki didi şmeye hazırlık safhasından da ayrı bir haz duyduklar ını hissediyordum. Tam birbirlerinin di şine göre yaratılmı şlardı!

Page 70: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Saçma! Aramızda yalnızca yirmi dört saat var!" Böy le söylese de bu yirmi dört saatlik gecikme için a ğabeyimin içten içe anneme bozuldu ğunu seziyordum. "Bir saat bile olsa, ben senden büyü ğüm ama Ara ş!" Sonra o müthi ş özgüvenli, do ğuştan kendisine â şık gülümse-mesiyle Aras'a bakar, partiyi kazananlara özgü bir alçakgönüllük-le ona bir ba ğı şta bulunurdu: "Sana söz veriyorum bunu üçümüzden ba şkası bilmeyecek. Büyüdü ğümüzde nasılsa senin boyun benimkini geçecek ve bak burada ant içerim ki, bu sırrımızı kimseye söylemeyece ğim!" Büyüdüklerinde de beraber olacaklarına dair aldı ğı bu gizli mesajın sevinciyle i şi daha fazla uzatmazdı Ara ş. "Tamam anla ştık ama, bir daha sakın sana 'abla' dememi isteme, oldu mu?" 142 Sessizce gülümserdi Ada. Üçümüz de bili rdik bu gülü şün an-*~~~ lamını. Zafer kazanmı ş olmak, Ada için her şeyden daha önemliydi! Bu, onun hep en zayıf yanlarından biri olarak kaldı. Onlar bütün "çocuk sevgililer" gibi, sonsuza kadar birlikte ya şayacakları yaşamın provasını yapıyor, gerçe ğin de şimdiki gibi bir oyun olaca ğını sanıyorlardı. Kimbilir, aslında belki de öyleydi? D aha şimdiden aralarındaki güç dengelerini kurmaya çalı şıyor, ço ğu zaman da birbirlerinin hayranlık duydukları güçlü yanlarına çarpıp, küçük kafalarını kanatıyor, canlarını yakıyorlardı. Neyse ki, çocuklar çabuk un uturlar! Büyüdü ğümüzde Ada'nın Aras'la evlenece ğini dü şününce feci bozuluyor, en değerli oyunca ğım kırıldı ğında duydu ğum acıya benzer şekilde sancılanıyordum. Sonra, yine de onu tümden yitirmey ece ğim diye teselli buluyordum. Hiç de ğilse onu kaptırdı ğım ki şi rakibim olmasını aklıma bile getiremeyece ğim, "do ğuştan galip" a ğabeyimdi ve buna isteksizce seviniyordum. Fakat sevmedi ğim bir yemek ya da istemedi ğim bir durumla kar şıla ştı ğımda bu konuyu kullanmaktan da geri durmuyordum. "Anne ben ıspanak yemek istemiyorum! i ştahım yok annece! Hem madem büyüyünce Ada, Aras'la evlenecekmi ş, ben niye ıspanak yiyeyim anne? Neden güçlü olayım hıı? Zaten bu ıspana ğın içinde bir tane bile demir göremiyorum ben!.." Gülmemek için dudaklarını kemiren annem, ıspanak ko nusunda aniden yumuşayıverirdi. Sonuçta iki o ğlu arasında payla şı-lamayan kız çocu ğu, onun hayran oldu ğu yıldızların biricik evladı de ğil miydi? "Yaa anne yaa, ben bugün okula gitmek istemiyorum. Okulda her gün aynı şeyleri yaptırıyorlar insana anne yaaa!" "Hadi Tuna, hadi nazlı o ğlum, giy şu önlü ğünü de okula git! Daha şimdiden okuldan bıkılır mı be çocu ğum?" "E bıkılır tabii ki... Ada'yla aynı sınıfta olsaydı m, yan yana otursaydım ben de giderdim okula heralde..." "Gel benim Ferhat gibi hisli o ğlum, gel hele bi seveyim seni..." diye gülerdi annem. Annesinin zayıf noktasını bulan bütün çocuklar gibi iyice cıvı-; tirdim hemen. Bütün çocuklar diyorum ama a ğabeyimi bu konu- da istisna tutmalıyım. Aras'ın bir çocuktan çok, ço cuk bedenine hapsedilmi ş bir yeti şkine benzedi ğini daha önce mutlaka söylemi şimdir. "Zaten onlar evlenince ben yapayalnız kalaca ğım. Hiç arkada şım olmayacak... Tek ba şıma ve kimsesiz..." diye sızlanırdım. Annem acındırma tuzaklarına annelerin ço ğu gibi gönüllü olarak dü şerdi. Gülü şünde dü şler uçu şarak beni sever, ok şar ve iki adım ötedeki okula o gün elimden tutarak beni kendisi götürürdü. Annemin dü şlerle uçu şan gülü şünde, beyaz gelinlikler içindeki alımlı Ada ile daha şimdiden yakı şıklılı ğıyla dikkatleri çeken Ara ş belirir, son model, üstü açık bir arabada mutlu bir sonsuzlu ğa do ğru uçarlardı. Bundan adım gibi eminim, çünkü o yıllarda kadınlara hayran olmaları için sunulan paket rüya buydu. Kadınlar da bu paketi pek sorgula madan alıyorlardı. Annem bu kadınların en tipik olanıydı ve bunu yaparken öy le içten, öyle saftı ki, onu ancak çok sevebilir, daha çok korumak gereksini mi duyardım. Bütün filmler ama en çok Süreyya Mercan ve Pervin Gökay'm filmleri sonsuz a şkın

Page 71: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ve yüzde yüz mutlulu ğun resimleriydi. Benim çocuklu ğumdaki filmlerin ço ğu evlilikle biterdi ve buna "mutlu son" denirdi. Annemin büyük o ğlu i şte bu dü şlere lâyıktı. Ara ş güçlü, zeki ve kararlıydı. Bir erkekte aranacak en önemli özellikler onda vard ı ("kimin aradı ğı özellikler?" diye sormayın, yanıtından hep korkarım bu sorunun...) Üstelik çok yakı şıklıydı, ne istedi ğini biliyor ve mutlaka kazanıyordu. Tıpkı dayılarına çekmi şti. (Yani kendi sülalesine...) Evet... belki o ğlu Ara ş zengin bir aileden gelmiyordu ama yoksul da sayılma zlardı... Hem Aras'ın çok ba şarılı biri olaca ğı daha şimdiden belliydi ve o yıllarda i şlerinde başarılı in şaların aynı zamanda zengin olacaklarına da inanılır dı. Oysa annemin küçük o ğlu farklıydı. Anneme göre, ben babamın sülalesine çekmi ştim. Tatlı, yumu şak, hırsları olmayan, hassas ve biraz nazlı. Nazlı mı? Nazlı falan de ğildim ama evin küçük çocuklarına ço ğu kez biçilen giysi budur. Evin en küçük çocukları ne kadar büyüse ve k endilerini kanıtlasalar da annelerinin gözünde hep bebek kalırlar! (Ne yazı k ki...) Ağabeyimle benim do ğum günlerimiz aile içinde hiç de tantanalı olmayan bir ev tatlısı ve limonatayla mütevazı biçimde kutla- 143 nırdı. Babam artan kuma şlardan yeni bir pantolon/gömlek diker, annem üzümlü kurabiye ve tatlı yapar, kuru pasta al ır, babaan- 144 nem hayattayken tıpkı bayramlarda yaptı ğı gibi eli şi mendil için- '"''' r":~'~ de harçlık verirdi bize. (Çocuklar i çin çok sıkıcı olan o mendiller, ninenin aniden ölümüyle nasıl da kıymetlenir, ah na sıl özle- nir!..) Doğum günlerimizde dedem bizi vapurla gezmeye götürür, bize istanbul'un büyük tarihi camilerini tanıtırdı. A ğabeyimle ben caminin avlusunda kâ ğıt helva yerken o iki rekat şükür namazı kılardı. Camiden çıkarken dedemin yüzü nur gibi ı şıldar, dudaklarından fısıltılarla dökülen dualar ar asında ikimize bakıp, bizimle nasıl gurur duydu ğunu ve Tanrıya şükretti ğini hissederdik. Bir çocuk için asla satın alınamayacak çok gerekli gıdadır bu güven duygusu. Sonra cami avlusundaki güvercinlere yem atardık. E ğlenirdik, çok e ğlenirdik... Ada'yla arasında bir günlük ya ş farkı ortaya çıkınca Ara ş kendi do ğum gününü iptal etti. On üç Mart'ta ortadan kaybolan a ğabeyim, ortaya çıktı ğında huysuz ve aksi bir çocuk oluyordu. Sekiz 1 ya şında başlayan bu durum ergenlik ça ğına dek sürdü. Ne yazık ki onun bu garipli ği, on iki Eylül'de pastırma yazının ılık renklerine denk gelen benim do ğum günlerimi de etkiledi. Aras'ın erken erkeklik gu ruru yüzünden dedemle yaptı ğımız cami gezilerinin eski tadını bir daha yakalayamadık asla... Oysa Ada'nın do ğum günleri farklıydı. Onlar Kuzguncuk'a ta şındıktan sonra bir yıl hariç her on iki Mart bütün mahalle çocukla rı için bayram günüydü. Mahalledeki çocuklar için hazırlanan masada üzeri m umlarla süslü kremalı pasta, kuru pasta ve kekler, çe şit çe şit gazoz, meyve suları ve kolalar bollu ğuyla göz kama ştırırdı. Bütün çocuklar tıkabasa doyar, da ğıtılan balon ve oyuncaklardan edinir, kuklacı ve palyaço ile e ğlenir, dans ederdi. Askeri darbenin oldu ğu yıl dı şındaki "on iki Mart"ların mahalle çocuklarının belleklerinde bir kutlama günü olarak kalması ne ironiktir. Yıllar sonra Ada; "ikimizin de do ğum günlerinde birer askeri darbe yapılması | sence yalnızca bir tesadüf olabilir mi?" diye sordu ğunda şaka yapmadı ğım biliyordum... Ada'nın do ğum günü kutlamalarına ma- ;| halle dı şından ba şka çocuklar da katılırdı. Bunların bazıları akra- ba, bazıları da arkada ş çocuklarıydı. Ço ğu bize benzemeyen, şımarık, kibirli çocuklardı. Bize yüz vermez, kendi araların da oynarlardı. Bazan içlerinden birkaçının aramıza katıldı ğı olurdu ama genellikle iki grup olarak günü tamamlardık. Ada onları çok önemsemezdi ama getirdikleri armağanları be ğendi ğini sezerdim. Ne yalan söylemeli, o büyük kutularda ki pahalı ve daha önce görülmemi ş kocaman bebekler, pilli trenler, rengarenk küpler, lego-lar ve yurtdı şından getirilmi ş oyuncaklar hepimizi büyülerdi.

Page 72: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ertesi gün onlarla oynamak ayrıcalı ğına kavu şaca ğımı bilerek sevinirdim, içim içime sı ğmazdı. Ben Ada'ya üzerinde MABEL yazan çikletlerden bir ku tu alırdım do ğum günlerinde. Bu, aramızdaki en büyük sırdı ve beni z engin çocuklarla zaten kaybedece ğim bir arma ğan yarı şına girmekten korurdu. Ah güzelim Ada, ah balkız, ah kumral güzellik, nasıl da incitmeden kor urdu beni herkesten... Her yıl o çikletleri alı şındaki sevinç yalancı olamayacak kadar sıcak ve özeldi. MABEL çikletlerinin fabrikatörüymü ş gibi sevinir, derin bir "off'la rahatlardım. Artık piyasada bulunmayan MABEL sakızl arını şimdi özel koleksiyon parçası gibi yalnızca Kadıköy'deki ve Ni şanta şı'ndaki iki dükkândan temin edebiliyorum; tabii onun için... Ada'nın Kuzguncuk dı şından gelen arkada şları ve akrabaları arasında en çok ilgilendi ği çocuk, büyük dayısının kızıydı. Şair dayı bekâr ve çocuksuzdu, fakat Kuzguncuk'ta bir kez dahi görmedi ğimiz mimar büyük dayısının kızı sık sık Ada'lara gelir, hafta sonlarında onlarda kalırd ı. Çekingen, kırılgan ve pek sessiz bir kız olan kuzen i, Ada'ya hiç benzemezdi. Ada'nın inanılmaz kumrallı ğı, özgüveni, meydan okuyan zekâsına kar şılık kuzeni yeni kızaran bir şeftali pembeli ğinde, sapsarısın, utangaç ve içedönük bir kızdı. Herkes bu kız kuzenin ne kad ar güzel oldu ğundan, sarı ipek saçlarının ı şıltısından konu şur, ona övgüler ya ğdırırdı ama benim gözüm Ada'dan ba şkasını görmedi ği için bu konuda tarafsız kalırdım. Tek çocuklarda sık sık görülen gizli karde ş özlemiyle kuzenini çeki ştiren Ada; "O benim kız karde şim!" diye bir oyuncak gibi sahiplenirdi onu. Öbürü de hiç ses çıkartmadan Ada'nın oyunca ğı olmayı kabullenirdi. Kız kuzeni görenler onun güzelli ğinden hemen etkilenir ve KAM 10 ona övgüler ya ğdırırdı. Bu sırada eli aya ğına dola şan ve nereye koyaca ğını bir türlü bilemedi ği güzelli ğiyle çaresiz kalan zavallı 146 kız kuzeni yalnız bırakan Ada beni yakalar, kendinden emin o şa-hane sesinde küçük ürpertilerle fısıldardı: "Sen de onu çok güzel buluyor musun Mabelciim?" Böy le bir şeyi nasıl olup da dü şünebildi ğine şaşkınlıktan a ğzım açık kalır, herkesin duyaca ğı biçimde bağırırdım: "Bence sen dünyadan bile güzelsin Ada!" (Ertesi yıl evreni ö ğrenecek ve "evrenden bile güzel" oldu ğunu söyleyecektim.) Gülümseyerek bize dönen ba şları sevinçli bir bakı şla geçi ştiren Ada kaldı ğı yerden kuzenini çeki ştirmeyi sürdürürdü. i şte tam o sırada "asıl o ğlan" belirir, kimseyi görmemi ş gibi salona girer, feci utangaçlı ğı ve kalabalıktan nefret edi şini asık suratının arkasına saklar, somurtarak bir koltu ğa otururdu. Misafirlerin papyonlu şık erkek çocukları ve dantelli etekleri, ponpon çoraplarıyla süslü kız çocukları kadar olmasa bile biz Kuzguncuk-lu çocuklar da o gü n nedeniyle temiz, özenli giyinmi ş olurduk. Ama Ara ş annemin tüm diretmelerine aldırmadan özellikle en eski, pırtıl giysisini giymi ş olarak Ada'nın do ğum günü partisine gelmeyi i ş edinmi şti. O zaman Ada üst kattaki odasına çıkar o prenses giysilerini çıkartır, melek topuzunu çözer, günlük giysilerinden biriyle a şağıya inerdi. Saçlarını hep yaptı ğı gibi iki yandan kuyruk yaparak lastikle ba ğlardı. Ada ve Aras'ın günlük giysileri bizimkilerin yanınd a sırıtaca ğına, aksine aniden biz fazla süslü ve kullanı şsız, kazulet gibi kala-kalırdık ortada. Şeffaf bir gerilim ya şanır, süslü çocuklar rahatsız olurlardı. Ara ş kimsenin yüzüne bakmaz, yalnız kendisinin bildi ği çok önemli ve tehlikeli şeyi saklıyormu ş gibi bir ifadeyle tek ba şına otururdu. Ondan büyük ve gösteri şli bazı misafir çocukları a ğabeyime çok içerler, fakat bir şekilde çekinirlerdi. Şeffaf gerilim kararmaya ba şlarken Ada her zamanki gibi çabucak durumu görür, insiyatifi ele alır, Aras'ı b ahçeye çıkartırdı. Orada Ara ş, Ada için günlerce ellerini kanatarak hazırladı ğı bir gemi veya uçak maketini ona verirdi. Bu sırada yanlarına gitmez, o nları pencereden izlerdim, ama orada olmayı çok canım çekerdi. Kendi mi dı şlanmı ş, itilmi ş hissetsem de birisinin karde şi, öbürünün "Mabel"i olu şumu dü şünerek teselli bulmaya çalı şırdım. (Ba şka çarem yoktu ki...)

Page 73: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

î şte kendimi böyle öksüz hissetti ğim sıralarda yanıma mis gibi kokan o sarı şın kız kuzen sokulur, utangaçça gülümser, onunla il gilenmemi beklerdi. Yalnız oldu ğum bir anda benden daha zayıf birisinin bana yönelm esi çok hoşuma gider, gururumu ok şardı. Üstelik bu kız herkesin güzelli ğini ve "hanım hanımcık" olu şunu çok övdü ğü birisiydi. Evet, bence de çok güzeldi ama Ada kadar güzel de ğildi yine de... Ayrıca o "hanım hanımcık olmak" ne demekse hiç ho şuma gitmiyordu. Bir şekilde bu özelli ğin Ada'da bulunmadı ğını seziyor, belki onu korumak kaygısıyla, kuzenine sert davramyordum. Ada ve Ara ş bahçedeyken, Ada'nın güzel kokan kuzeni bana yiyec ekler ta şır, beni ho şnut etmek için çırpınırdı. Bu iyi niyetli davranı şı sırasında bir dilsiz gibi yalnızca gülümseyerek yüzüme bakar, ama bakı şlarının derin dibinde yatan sıcaklık bir şekilde tenime ula şır, neredeyse beni yakardı. Ondan sıkılmazdım ama sessizli ğini hiç sevmezdim. Yine bu do ğum günü partilerinin birinde, artık Aras'ın boy far kı atmaya, Ada'yı geçmeye ba şladı ğı ilk yıllardı. Galiba onlar on bir ya şına giriyorlardı, ben dokuz olmalıyım, kız kuzen de on. Ada bilmi ş bir sesle: "Demek ki annemle babam tam on bir yıl, dokuz ay, o n gün önce beni yapmı şlar," dedi. Yaşıtlarıma göre cinsel konularda daha ilgisiz bir çoc uktum. Yine de bu ilgimi çekmi şti. Şaşırarak sordum: "Seni nasıl yapmı şlar Ada?" "Bunu çocuklara anlatamayız de ğil mi Ara ş?" Ne Ada'nın yava ş yava ş kabaran göğüslerinin, ne de Aras'ın yüzünde yava ş yava ş patlamaya ba şlayan sivilcelerinin farkınday-dım. Beni böyle dı şlamalarından çok rahatsız oldum. "Ben de bilmek istiyorum Ada, annenler seni nasıl y aptılar? Hadi söyle yaaa, hadisene Ada!.." "Uff sen daha çok küçüksün ama Tuna!.." Ara ş canı sıkılmı ş bir ifadeyle odadan çıkmı ş, kız kuzen de utancından bir kö şeye saklanıp, kendini her zamanki gibi fark edilmez kılmı ştı. Ben hâlâ diretiyor, Ada'nın da bu i şi bilmedi ğinden ıkınıp sıkındı ğını bir türlü anlamıyordum. Hiçbirimiz bilmiyorduk! Ama o ikisi birbirlerine ve bize biliy or MU Ş GiBi davranıyordu. Halbuki Ada bilseydi, hiç çekinmeden "çocuk nasıl yapılır?" konulu açık ve net bir konferans(l) çekme ye can atardı ku şkusuz. "Canım, i şte anne ve baba soyunur ve öpü şürler... falan..." "Hiiii!.. Yani senin annenle baban çırçıplak olarak mı öpü ştüler Ada?" "Saçmalama Tuna, senin annenle baban da böyle yaptı lar!" "Hiç de bile, benim annemle babam hiç dudaktan öpü şmez ve asla soyunmazlar akıllım... Benim annemle babam çok terbiyelidir bi kere..." "Aman Tuna, çocuk olma, bu i ş giyinikken olmaz!" "Hangi i ş?" "i ş ha?.." Bu "i ş" konusunu sırf dı şlanmı ş olmamak için öyle çok de ştim ve öyle ba ş ağrıtan bir ısrarla üstüne gittim ki, sonunda Ada day anamadı ve bu "i ş"i tamamen halletmeye karar verdi. (Bir kez karar verd i mi, kimse durduramaz artık onu!) Birkaç hafta sonra kö şkün banyosuna götürdü beni. Türk hamamına benzeyen kurnalı ev banyomuzdan sonra kö şkün küvet-li, pisüvarlı, pembe tüllerle dekore edilmi ş, yerleri halı dö şeli, mis kokulu banyosu bana çok gerçeküstü görünürdü hep. Daha önceleri alafranga tuvaleti de ilk kez orada gördü ğüm köşkün alt kat-tındaki misafir tuvaletini kullanırdık. Hayranlıktan çok şaşkınlık içinde banyoyu seyrederken kapıyı içerden kitleyen Ada yüzünde biraz abla şefkati ve sorumluluk duygusuyla soyunmaya başlamı ştı. Önce ne yapaca ğımı bilemeden bakakalmı ştım ki, artık ö ğrenmem gereken bir konu için beni de soyunmaya ikna ediver di. Çıplak olarak küvetin içine oturduk. Küvet buz gibiydi, ü şümüş, heyecan ve utançtan tüylerim diken diken olmu ştu. Baston yutmu ş gibi dimdik kalmı ştım. Hani kımıldarsanız çevrenizdeki her şey kırılıp paramparça olacak tedirginli ği vardır ya, i şte öyle "dona" kalmı ştım. Tanrım, ona minnettar olmaktan ba şka hangi seçene ği bıraktın bütün ya şamım boyunca bana?

Page 74: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Şaşkınlık ve utançtan perperi şan vaziyette küvette oturuyordum ve o beni eğitmek, beni aptal duruma dü şmekten korumak için hiç kimseye yapmayaca ğı bir şeyi yapıyor, yeni kabaran memelerini ve henüz tüyle nmemiş cinsel organını göstermekten çekinmiyordu! Bu arada beni k endisine iyice ba ğlıyor, beni sahiple- niyormu ş falan... Böylesi suçlamaları ilerde çok duyacaktım ama ne gam! Seçme şansım olsaydı bile, onunla ya şadıklarımın en öldürücü olanları dahil, bir tanesinden bile vazgeçmezdim. Onu ele ştirenlere hep acıdım. Çünkü onlar Ada gibi biriyle tanı şmak bir yana, yeryüzünde böyle zengin, böyle lezzetli bir ruhla ya şayan bir kadın olabilece ğini bile dü şlemekten yoksun ki şilerdir. (Onunla ilgili suçlamalar söz konusu oluca nasıl bu kadar öfkelendi ğimi asla anlamıyorum!) "i şte anne ve babalar böyle soyunup, böyle birbirlerin i ok şar ve... böyle dudaktan öpü şürler Mabelciim." Bunları anlatırken uygulamalı açıklamaları içimi gı dıklamı ş, gülmeye başlamı ştım. Ama aniden aklıma gelen bir dü şünceyle yüzüm asıldı. "Bunları ba şkasına da ö ğretiyor musun Ada?" "Saçmalama Tuna! Sen benim tek Mabel'imsin!" Gev şeyip, gülümsemi ştim ama... "Peki ya Ara ş?" "Onunla nasılsa evlenece ğiz, o zaman bu i şi yaparız i şte!" "O zaman da soyunacak mısınız ?.. Siz ikiniz yani..." "Mabel! Şimdi sana her şeyi öğretmedim mi sanki?" Do ğru! O elinden geleni yapmı ş, bildi ği her şeyi öğretmi şti, ne diye soruyordum ki? "Peki Ada şimdi anne babalar gibi yaptıysak, bizim çocu ğumuz mu olacak yani?" "Ah benim saf, küçük, tatlı Mabelim! Olur mu hiç! B iz evli de ğiliz ki!.." "Haaa!" Ertesi yıl Aras'la Ada'yı öpü şürlerken ilk defa gördüm. Onlar beni görmemi şlerdi. Önce a ğladım, sonra günlerce somurttum. Ama Ada'nın bana kar şı ilgisi ve sevgisi de ği şmemişti, bununla teselli buldum. Sonra onları sık sık öpü şürken görmeye alı ştım. Hayır alı şamadım fakat bu resmi hiç yaşanmamış gibi aklımdan silmeye ba şladım. Bir süre sonra buna inandım ve bütün korkaklar gibi yüzle şemeden ya şamayı sürdürdüm. "Peki siz evlenince ben ne olaca ğım?" "Sen de bizimle oturursun Mabelciim. Ben sensiz ne yaparım?" "Madem istiyorsun... peki, sizinle otururum ben de. .." Gelece ğe dair planlar yaptı ğımızda Ada'ya yalnız olurduk daima. Ara ş böyle konuların konu şulmasından utanır, sıkılır ve ora-||O dan kaçard ı hemen. Ada, kendinden emin bütün insanlar gibi as-"""" la üzerine gitmezdi bu konunun. ilkokul yıllarının sonuna do ğru, güzel kokan kız kuzen artık neredeyse köşke yerle şmişti. Yaz tatillerinde Ada'lar bir ay o sıralar henüz pek bilinmeyen Köyce ğiz'deki evlerine gittiklerinde ya da annem izin ver di ğinde bizi de alıp haftasonlannda Here-ke'deki yazlıkları na götürdüklerinde mutlaka kız kuzen de onlarla oluyordu. Bir süre son ra ona öyle alı ştık ki, Kuzguncuktular gibi biz de onu evin kızı sanmaya ba şladık. Dördümüz beraber oyun oynadı ğımızda ben nasıl Ada'yla e şle şmek için çırpmıyorsam, güzel kokan kız kuzen de benim pe şimden öyle ko şuyordu. Aramızdaki tek fark vardı: ben sesimi duyurmak için ba ğırıyor, çırpmıyordum, o kız daima sessiz bir gülümsemeyle b aşına gelenlere katlanıyordu. Sonuç de ği şmiyordu. Ara ş ortada oldu ğu vakitler Ada daima onu tercih ediyor, oyun e şi seçiyor, ben de mecburen kız kuzene kalıyordum. Ada ve Aras'ın ilkokulu bitirdikleri yıl hepimiz iç in önemliydi. Ara ş devlet ortaokuluna yazdırıldı, Ada şair dayının bütün kar şı çıkmalarına kar şın Amerikan kolejine kayıt ettirildi. Üsküdar Ameri kan Koleji'ne bizim mahalleden giden hiçbir çocuk yoktu, aniden Ada'yı yitirmi şiz gibi dertlenmeye ba şladık. Hüzünlü bir dönemdi. Bütün düzenimiz bozulmu ş, huzurumuz kaçmı ştı. Kız kuzenin annesi hastalandı ğı için Ada'larda yaşayaca ğı söylenmi şti bize ama mahallede "zavallı küçük kızın annesiyl e babası bo şandı ğı için ortada kaldı ğı ve iyi kalpli halası ve eni ştesinin onu evlat edindikleri" dedikoduları fısıldanıyordu.

Page 75: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Gördün mü Nairn, parayla saadet olmuyor, bak yuval arı yıkılınca o Grace Kelly kadar güzel yavrucak sokaklarda kaldı. Allah kimsenin yuvasını yıkmasın... Annesi alkolik, babası kumarbaz-mı ş diyorlar..." "Bize ne Zübeyde, dinleme sen dedikoducuları..." "Öyle deme Nairn... Şeytan kula ğına kur şun!.." Annem kula ğını çekip, dudaklarıyla köpek ça ğırır gibi gıcırtılı bir ıslık çalıp tahtalara vurmaya bayılırdı. Şeytanlar kaçıp, u ğursuzluk bizi terk ederdi bu sesi duyunca. Güzel kokulu kuzene çok acımı ştım. Demek annesi ve babası onu soka ğa atmı ştı ha! îyi ki benim ve Ada'nm aileleri bunu yapmıyo rdu. Ben de kula ğımı çekip, dudaklarımı büzerek, köpek ça ğırma ıslı ğı gibi gıcırtılı bir ses çıkarttım ve i şaret parma ğımı pencerenin camına vurarak, tıklattım. "Tahtaya vurmazsan şeytanı kovamazsın!" diye uyardı annem. Bugün hâlâ vurdu ğum maddenin ah şap olmasına gizlice özen gösteririm. Ada'nm zengin çocuklarıyla beraber kolejde okuyor o lması en çok Aras'ı üzüyordu. Her zamanki gibi bunu belli etmemeye u ğ-ra şsa da hepimiz ondaki fazla sakinli ğin ortaokullu bir ergenlik adayı olması kadar, Ada' nm kolejde bir hazırlık ö ğrencisi olmasıyla ilgili oldu ğunu biliyor, acısına saygı gösteriyorduk. i şi o kadar büyütmü ştük ki, zaman zaman Aras'a sava ş gazisi, özürlü ya da arabesk şarkıların onulmaz kadersiz â şı ğı gibi abartılı davranır olmu ştuk evde. Halbuki büyüdükçe Ada'nın Aras'a olan tutkusu artıy or, önüne çıkan olanaklar arttıkça o Aras'a daha çok yakla şıyordu. "Bu yaprakları senin için okulun bahçesinden toplad ım Ara ş." Romantik sahnelerin topluluk içinde ya şanmasından hiç haz etmeyen Ara ş, homurtuya benzer bir te şekkürle yaprakları avuçlar, bazılarının kırılıp, dökülmelerine neden olurdu. "Bizim sınıfın kızları 'ne o, yoksa yaprakları sevg iline mi top-ladın?' diye gülmeye kalktılar. Tek bir darbeyle a ğızlarının payını aldılar tabii: tak tak!" Ada'nm sevgisinden duydu ğu gururu yıllardır çaktırmadı ğını sanarak ta şıyan ağabeyim o zaman hayranlıkla Ada'ya bakar, ikisi birb irlerine gözlerinden çakılıp kalırlardı. Dokuz ya şındaydım artık ve hâlâ tela şla atılırdım: "Bana yaprak toplamadın mı Ada?" "Öyle şey olur mu Tuna? i şte senin için de bu minik yaprakları topladım okulun bahçesinden." Küçük yapraklar hep benim payıma kalırdı... Büyüyünce evlenip evlenmeyeceklerini son kez sordu ğumda onlar on üç, ben on bir ya şındaydım. "Evet Mabelciim. Sanırım büyüyünce Aras'la ben evle nece- giz;; "Peki eviniz küçük olursa ben nerede kalaca ğım o zaman?" "Mabelciim, büyüyünce sen de evleneceksin!" "Neee? Delirdin mi sen? Ben senden asla ayrılamam!" "Tatlı Mabelciim benim. Ben de senden ayrılmaya day ana-152 mam. Ne yaparım senin mavi Tuna gözlerini görmez, 'hani bana, hani bana?' diyen sesini duymazsam ben sonra? Ama seninle evlenmeyi çok iste yen ba şka bir kız var!" Şaşırmı ştım. Demek beni de çok seven biri vardı yeryüzünde. "Kimmi ş o?" "Hâlâ bilmiyor musun Mabelciim? Kim olacak, tabii k i kuzenim!" Evet, bu do ğru olabilirdi. Yine de biraz şaşırmı ş, ho şlanmı ştım böyle çok seviliyor oldu ğumu duymaktan. Fakat sevinmemi ştim. Ada'nın kuzeni güzeldi ve şahane kokuyordu ama Ada'ya hiç benzemiyordu. "O çok tatlı bir kızdır Mabel ve ilk gördü ğü günden beri sana bayılıyor!" Bakı şmıştık Ada'yla. "Ama o sana hiç benzemiyor Ada!" "Sen de Aras'a benzemiyorsun benim tatlı Mabelim, a ma ben seni çok seviyorum!" Doğru söylüyordu. Ada do ğru söylüyordu. içimdeki bütün uçurtmaların ipleri koptu ve hepsi h avaya savruldu.

Page 76: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ada'nın kuzeninin adı Meriç'tir. ÖZYIKIM "iç sava ş hakkında her tartı şma bir iç sava ş denemesidir." Hans Magnus Enzensberger Cehenneme do ğru giden askeri araçlar konvoyu yola çıkalı otuz ik i saat olmu ştu. Birkaç kez ihtiyaç molası verilmi ş, kuru tayın da ğıtılmı ştı. Durdukları yerlerdeki co ğrafyadan önce kuzeye, sonra güneye, şimdi de doğuya gittiklerini dü şünen Tuna, üzerinde takvimi, pusulası, hesap makinesi, çatalı, bıça ğı olan sayısal saatlerden almaya neden hep kar şı oldu ğuna şimdi kahroluyordu. (Yoksa isviçre ordu çakısıyla mı karı ştırıyordu?) Hani akrep ve yelkovanlı klasik saatler e dü şkün olmakla ovunurdu ya, oh olsun i şte! ("Canım saat de saat oldu ğunu bilmeli ama karde şim!" nutukları... Teknolojiden bu kadar korkmanın â lemi var mıydı? O kahverengi kız teknoloji konusunda onu evcille ştirmek için yıllarca canla başla çalı şmadı mı sanki... Ne oldu şimdi, ha ?..) Şimdi hem yön, hem tarih duygusunu yitirmi şti ama ne gam, kolunda akrep ve yelkovanı olan klas ik bir saati vardı ve zamanın bir yerine asılmı ş olarak aptal aptal dönüp duruyorlardı i şte! Kendini, kendi ele ştirilerinden korumak ve biraz rahatlamak için, zaten zayıf olan yönelim duyusunun şimdi intikam aldı ğını düşünmeyi tercih etti. Araçta kimse konu şmuyor, askerlerin ço ğu ya uyukluyor, ya dü şünceli gözlerini kısmı ş oturuyor, arada kimileri de yanık yanık türkü mırıldanıyordu. Yola çıktıklarında bütün askerlere, içine battaniye , konserve yiyeceklerden olu şan kumanya paketi, diki ş seti, bir çift temiz çama şır, komando bıça ğı, boğma ipi, kibrit, di ş fırçası ve macunu, kalın çorap konmu ş birer sırt çantası da ğıtılmı ştı. Öbür askerler yola çıktıklarında zaten komando üniforması giymi şlerdi, ilk molada Tuna'ya da aynı üniformadan verildi, o da tamamen öbürle-15 4 ri gibi giyindi ve biraz sonra onlar gibi davranmaya ba şladı. Artık onun da boynunda çelikten yapılmı ş, üzerinde bir numara yazılı künye vardı. Ölürse, d i şlerinin arasına konulacaktı, öbür ölülerle karı şmasın diye... Komando üniforması giydikten sonra ba şka bir araca bindirilmi ş, Musa'yı da kaybetmi şti artık. Bütün veriler uzun ve güç bir yola çıktık larını doğruluyor, Tuna bunu kendi algılama diline çevirdi ğinde, bu kâbusun öyle pek yakında bitmeyece ğini anlıyordu. Oysa her an bitece ği beklenen bir kâbusun, aksine uzayaca ğına dair ipuçları toplamaktan bitap dü şmenin de bir sınırı olmalıydı. Tıpkı gerçek ya şamdaki gibi... Kendini tamamen bırakıp, kapkaramsar olmaması için tek bir nedeni kalmı ştı; hep oldu ğu gibi küçücük bir umut! Kendisine verilen askeri s ırt çantasının içine evden çıkarken hazırladı ğı özel e şyaları da konmu ştu. Belki bütün öbür askerlere de özel e şyaları verilmi şti, kimbilir ?.. Ya da sıkıldı ğında hep yardımına ko şan "hızır eli" yine küçük bir mucize yaratıvermi şti. (Bütün romantikler gibi buna inanmayı tercih etti.) Her ne şekilde olmu şsa olmu ştu i şte ve bu karanlık yolculu ğa çıkarken şimdi yanında bir şiir kitabı vardı, hem de Şair Do ğan Gökay'ın özel olarak imzaladı ğı "Kumral Ada" kitabı! Bunun nasıl bir mucize oldu ğunu sava şa gitti ğinin bilincindeki askerler anlar ancak... insanın e li kitaba her dokunu şta, kitaptaki sevgi ve derin özlem sözcükleri ısıya dönü şerek, tene fiziksel olarak de ğer, buram buram yayılır... Sava şa giden askerin duyuları ve duygulan günlük ya şamın içindeki askerden çok farklıla şmıştır artık. Bunun yalnızca ölüme gitmek psikolojisi oldu ğunu sanmak i şi hafifletmekten başka bir şey de ğildir. Halbuki sava ş psikolojisi çok daha karma şıktır ve örne ğin idama gitmek psikolojisine de hiç benzemez. Tuna'nın ki şisel e şyaları arasındaki üzerinde "doktor numune-sidir, satılmaz" yazan Meric'in ilaçları, huyunu suyunu bi ldi ği çama şırları, tadını çok sevdi ği karbonatlı di ş macunu ve şamfıstıklı bir paket çikolata vardı. Daha ne olsun? Kendini ve geçmi şini do ğrulayan her kanıta minnettarken, şimdi bütün bunlar bir muci- J zeydi! Gerçekle arası na köprü kurabilecek tek çöp parçasına bile

Page 77: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

gereksiniyordu. Direnecekti!.. Direnecek ve bu kâbu sun biti şine kadar aklına sahip olacaktı. Var mıydı öyle çabucak tesli m olmak! "Var mı üç köfte be ş kuru şa?" derdi Balıkçı Kosta'nın kızı Ma-rika Kuzguncuk' ta oynarlarken... Marika ne güzel kızdı ve Aras'a nası l da hayrandı... Nesim de Marika'ya asılırdı ama Rumlar ve Yahudiler birbi rleriyle evlenme gelene ğine mi sahip de ğildi, neydi? Yoksa Ermenilerle Yahudiler mi evlenmezlerdi? Müslümanlar ne yapardı? Neydi sahi? Neydi aynı mahallenin çocuklarının arkada şlı ğını serbest ama a şkını imkânsız kılan gelenekler böyle? Marika şimdi nerde? Icadiye yoku şunda çocuklar ko şup, oynuyorlar mı yine? insanın kendi çocuklu ğuyla bitmeli mi güzel bilinen her şey? Ya Nesim... "Mektubun dü ştü arkada ş!" Kar şısında oturan bir askerin sesiyle irkildi Tuna. Önc e yanlı ş anladı ğını sandı ama öbür asker e ğilip yerden bir kâ ğıt aldı ve hareket halindeki askeri aracın içinde dü şmemeye çalı şarak Tuna'ya uzattı. "Bu benden mi dü ştü?" diye geveledi Tuna. Yarım yamalak te şekkür etti. Öbürü bunun saklanmı ş bir yavuklu mektubu oldu ğunu dü şünerek, bilmi ş bilmi ş gülümsedi. Merakla kâ ğıdı açınca inci gibi bir el yazısıyla kar şıla ştı Tuna. Karanlı ğa kafa tutan notlar: " 'Gözlerimiz için ı şık ne anlama geliyorsa, insan aklı için de özgürlük (dü şünce ve yayın özgürlü ğü) o anlama gelir,' der Wieland. "Oysa biz öyle mi yapıyoruz, ah hayır! Biz XVIII. yy. ispanyası gi biyiz henüz. Evde ve özel ya şamda Newton'a göre ara ştırıyor, soruyoruz ama resmi yerlerde başımıza bir i ş gelmesin diye hâlâ Aristo'ya göre açıklıyoruz bulduklarımızı, ikiyüzlü ve korka ğız! Aile içinde, arkada ş arasında konu ştuklarımızı toplumda söyleye-miyoruz ama yine de bi zden kahramanı yok yeryüzünde!" "Nesim mi?" diye dü şündü Tuna durup. Nesim mi yazmı ştı bunları? Peki ne zaman ve nasıl girmi şti bu kâ ğıt çantasına. Neden onun çantasına? Nesim'in el yazısı bu kadar güzel miydi? Bir türlü adam edem edi ği kendi el yazısını düşünmekten acele kaçınarak, birden Nesim'in el yazısı nı hiç bilmedi ğini fark etti. Bunu normal kar şılayaca ğına, içini hüzün kapladı. Nesim'in el yazısını bile tanımıyordu ve yakın arkada şı sayıyordu ha! "Pilati adındaki filozof diyordu ki, fanatikler kar anlı ğı, körlü- ğü ve bilgisizli ği korumak istiyor, ı şı ğın yükselmesinden nefret ediyorlardı. Neden acaba? Halbuki Montesquieu adınd aki ba şka 156 bir adam ı şı ğa övgü ya ğdırmaktan çekinmiyor, sabahları ı şı ğı gör-""""' menin sevinciyle uyanıyordu. "Ba şka çaresi yok bayku şlar ve köstebekler! Bizim de aydınlanma vaktimiz geldi. Do ğma vakti gelen bir bebe ği nasıl durdura-mazsanız, bu topraklarda yüzyıllardır ı şı ğı bekleyerek ya şayan bu insanların da aydınlanmasını öyle önleyemeyeceksiniz! Nasıl mı bu kadar eminim? Hem d e sava şın ortasında ve silahsız olarak askere alınmı şken..." "Bu Nesim, kesinlikle Nesim!" diye haykırdı Tuna. B aşını kaldırınca askeri araçtaki bütün askerlerin canları sıkılmı ş olarak kendisine baktı ğını gördü. Beceriksizce gülümseyerek elindeki kâ ğıdı suçlar gibi i şaret etti. "Nasıl bilmem şapşallar, günü gelen bebe ğin do ğaca ğını bilmek için ille de doktor mu olmak gerek? Annemin adı gibi biliyorum a ydınlı ğa ko şan toplumların hikâyelerini ben!" "Ah Nesim, ah ke şke haklı olsan!" diye geçirdi içinden Tuna. Bu kez temkinli davranmı ş, yalnızca dudaklarını kıpırdatmakla yetinmi şti. Yine de onu garip buldu ğunu gizlemeyen bazı askerlerin göz hapsine girdi ğinin farkındaydı. Kimsenin dikkatini çekmemeye çalı şarak elindeki kâ ğıda sakladı ba şını. "Sevinme hemen! "i şte ilk kar şı vaka: Almanlar! "Felsefesi, sanatı ve bilimi aydınlanmı ş bir gelene ğin ortasındaki Almanya'da Naziler'in seçtikleri insanları göz göre göre yakmalarına nasıl olanak sa ğlanmı ştır? "Adorno'nun negatif diyalekti ğine göre soru: 'Bu kültürün mü, yoksa aydınlanmanın mı ba şarısızlı ğıdır?'"

Page 78: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bu soruları sanki sakıncalı sorular olarak saklardı Tuna. Elbette bütün Almanları Nazilikle suçlamak büyük şaşkınlık, hatta canilik olurdu ama yakın insanlık tarihinin en barbar askeri ideolojis i de Almanya'da do ğmuştu i şte. Hem de sanatı felsefesi ve bilimiyle son derece geli şmiş bir uygarlık yaratmı ş olan Almanya'da... Neden Naziler, "az geli şmiş", "do ğuştan barbar" diye damgalanan kültürlerde de ğil de... Asıl yanlı ş, asıl sorun nerede yatıyordu da... Günün birinde bir Almanla kar şıla şıp da Nazileri o kültürün yarattı ğını ağzından kaçıraca ğı kaygısıyla ortada hiç Alman falan yokken günlerce sıkıntı çekti ği zamanlan anımsıyordu. Saçı dökülmü ş arkada şının yanında durup dururken "kel fıkraları" anlattı ğına göre... Üstelik hiç fıkra anlatma alı şkanlı ğı ve becerisi de yokken... "Sırada öbürü var! "ikinci kar şı vaka: Sovyetler Birli ği! "Sovyetler Birli ği'nde devrimler aydınlanma vaat ederken, devrim son rası terör ve baskı neden bizzat aydınlanmacılar tarafın dan artırılmı ştır? "Asıl soru: Şiddet, uygarla şmanın bir parçası mıdır? Bu mutlaka yanıtlanmak! Çok yönlü bir çalı şma yapmalı!" "Ah Nesim, ah sevgili dostum!" diye içi yanarak sız landı Tuna. O sırada yeni bir mola verildi, tutulmu ş ihtiyaçlar uzun uzun giderildi, kasılan bedenler, a ğrıyan bacaklar açıldı, kuru kumanyalar yendi, su içildi, sigaralar yakıldı, ama yine de kimse konu ş-' kan de ğildi. Araca bilmem kaçıncı kez yeniden yeniden bindikleri nde kapanan göz kapaklarına hiç direnmedi Tuna. Bir rüyanın içinde bile uykuya dalmayı bilmek gerekiyordu. Uyku, kısa/uzun, delikli/ delik siz, ıslak/kuru ya da siyah-beyaz/renkli hiç fark etmiyordu. Uyku ça ğırdı ğında artık direnmiyor, hemen uykuya ko şuyor, bu kâbustan canlı çıkabilmesi için güçlü kalm ası gerekti ğini biliyordu. Bu bir hayat memat meselesiydi artık . Uzun ve rahatsız bir uyku oldu. Yanındaki asker dür terek onu uyandırdı ğında yine kâbusun içinde uyandı ğını gördü, ama kendini hırpalamadı bu kez. Artık bir ad bile koydu ğu bilmem kaçıncı uyanı ş, tıpkı ortasından açıldıkça içinden daha küçük yeni bebekler çıkan Rus bebek Ma tru şka'ya benziyordu. Yeniden, yeniden ve tekrar yeniden... Onunkilerse i çice küçülece ğine büyüyordu ve adı: "kâbusa uyanmak"tı. Dağlık bir arazide durmu şlardı. Kuru, verimsiz bir bölgede olmalıydılar; toprak sa ğlıksız bir insanın yüzüne benzer renkte kavrulmu ştu. Buna ra ğmen yer yer yabani çiçekler kafa tutarak fı şkırmı ştı aynı topraktan. Sümbülleri tanıdı Tuna, öbürleri bilmedi ği çiçeklerdi. Ötede beride ince gövdeli birkaç a ğaç yalnız ve mutsuz dikiliyordu. Ak şam olmak üzereydi, yaz olmasına kar şın serindi, oldukça yüksekteydiler öyleyse ?.. 157 Hepsi araçlardan indirildiler. Emirler verildi, emi rler alındı. Verilen bütün emirlere düzenli olarak uyuyor olu şuna şaşıyordu Tuna. Çünkü bu hızlı disiplin sistemi içinde kendini son derece hazırlık sız ve yava ş buluyordu. Yine de genç bedeni ve refleksleri onu utandırmıyor , bir şekilde başarıyordu i şte... Örne ğin şimdi o da iki sıra dizilmi ş askerlerin arasında "hazırol"da bekliyordu. "Orta Anadolu'da mıyız arkada ş?" diye sordu kendisiyle e şle şen askere. Asker ta ş gibi sessiz, çelik gibi gergin, ba şka dünyadaymı ş kadar uzak görünüyordu. Çok fazla gençti. "Bu askerlerin hepsi benim rüyamda rol alan figüran lar aslında!" diye iç geçirdi Tuna. "Hiçbiri ölmeyecek! Tanrıya şükür, hiçbiri ölmeyecek! Ben uyandı ğımda bu korkulu sahneler bitecek nasılsa!" "Burası Do ğu Anadolu'ya daha çok benziyor hocam!" diye fısılda dı yanında ta ş gibi duran asker hiç kımıldamadan. Eğilip yakından baktı genç askere Tuna. Tanıyor muydu bu genç adamı yoksa? Hayııır. Dikkatle bakınca o kocaman komando giysisi içinde aslında genç irisi küçücük bir çocuk oldu ğunu gördü. Mavi berenin altında daha bebek nefesi kokuyordu. "Tarkan? Aman Allahım olamaz! Sen de ğilsin de ğil mi? Lütfen sen olmadı ğını söyle!" diye inledi birden. ı "Benim hocam!" diye sevinçle gülümsedi

Page 79: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Tarkan. "Ama sen daha on sekiz ya şında bile de ğilsin ki..." "Ben gönüllüyüm aste ğmenim!" diye gururla haykırdı Tarkan. Dudaklarını ı sırarak sustu Tuna. Uzun bir at kuyru ğuyla ensesinden ba ğladı ğı simsiyah saçları, tek kula ğında küpe, elinde şiir kitaplarıyla Ortaköy'de dola şan Tarkan'a rastladı ğı yaz akşamlarını anımsadı. Yanında sırtları çıplak, uzun et ekli elbiseler içinde zarif, incecik kızlar salınırdı şiir gibi... Tuna'yı görünce biraz gururlu, biraz havalı bir selam verir, duyulacak bir sesle e debiyat ö ğretmenlerinin geçti ğini ilan ederdi Ortaköy'e. "Kafa hocadır ha!" derdi gülerek. Kızların yanında bir ö ğretmenine "kıyak çekmi ş" olarak yürüyüp giderdi sonra. Okullar açıldı ğında saçlarını kestirmemek için patırtı kopartmı ş, ancak "kafa hoca" Tuna araya girince i ş tatlıya ba ğlanmı ş, saçlar gelecek yaza kadar kesilmi şti. Bu yıl lise sona ba şlayacaktı Tarkan. "Sava ş kar şıtı bir gösteriye katıldı ğı için polisle ba şı derde giren sen değil miydin o ğlum?" diye kafası karı şmış olarak sordu Tuna ö ğrencisine. 159 "O ba şka, bu ba şka hocam! Vatan elden giderken sava ş kar şıtı-yım diye evde oturamazdım herhalde! Benim büyük dedem Kurtulu ş Sava şı'nda aldı ğı mermileri ölene dek bedeninde ta şımı ş, yaa!.. Önce vatan hocam!" "Hey Allahım, sen aklımı koru! O ğlum bu bir iç sava ş, iç sava şlarda dü şman kimdir hiç dü şündün mü bir saniye durup da, ha?.." "Hı şşşt! Kes sesini sersem herif!" diye sinirli sinirli b ağırdı önden birisi. "Bak Tarkan bu ba şından kalkmadı ğın bilgisayarlardaki oyunlara benzemez oğlum!" diye sürdürdü fısıltısını Tuna kimseye aldırm adan. "PC ya da dizüstü bilgisayarla înternet'te sörf yap ıp, geri dönmek yok burada. Sanal gerçeklik de ğil bu o ğlum!" "Yanılıyorsunuz hocam, bu kez siz bilmiyorsunuz!" Öğretmeninin yanlı şını bulmanın keyfiyle sevinen bütün bü-yümemi ş insanlar gibi sırıttı genç asker. Büyüyenlerse, ö ğretmenlerinin yanlı şlarını bulmaya başladıklarında müthi ş kederlenirler! O sırada gelen bir emirle "Rahat! "ladılar. Bir dal galanma oldu. Askerler arasında fısıltılar, kopuk sözcükler uçu ştu. Bir bekleme durumuna geçildi. "Aste ğmenim!" diyen bir ses gelip Tuna'nın kula ğına dayandı. Havada hızla uçan sesin bütün aste ğmenler içinde kendisini aradı ğını sezdi Tuna. Gerçekten de bu Birol Üste ğmen'di. "Birol Üste ğmen, sizi gördü ğüme nasıl sevindi ğimi bilemezsiniz!" "Yüzba şı oldum!" dedi Birol gururla gülümseyerek. "Ben bu kâbusa ba şlayalı o kadar oldu mu?" diye sıkıntıyla geveledi T una. "Tabii bu i şler A ğustos'ta olur normal şartlar altında de ğil mi?" Onu duymazdan gelen Yüzba şı Birol, bir elini Tuna'nın omuzuna atarak kendine doğru çekti, öbür askerlerden ayırdı. Birlikte, ilerde ki tek tuk a ğaçların altına do ğru yürümeye koyuldular. "Tümgeneralim sizi çok be ğenmi ş. Aslında zor be ğenen biridir ama tahmin etti ğim gibi sizi anlamı ş. Umarım siz de onu sevmi ş-sinizdir." "Beni be ğenmi ş mi?" diye şaşırdı Tuna. Ayrıca bu "sizi anlamı ş"ın altında ne yattı ğı da kafasını karı ştırmı ştı. "Sava ş bitti ğinde... Sa ğsalim dönersek in şallah, evinde büyük bir kutlama yemeği verecek generalim. Birlikte davetliyiz bu yeme ğe!" Yüzbaşı BiroPun sözleri bu kâbusun daha ne kadar uzayaca ğına dair bilinçaltının bir uyarısı mıydı, yoksa beyninin bir tehdidi mi? "Ama asıl söylemek istedi ğim ba şka bir şey var... Sizden bir şey rica edece ğim..." diye biraz çekinerek konuyu de ği ştirdi Yüzba şı Birol. "Ni şanlını," dedi sa ğ elindeki alyansı sevgiyle ok şayarak. Birol'un solak oldu ğunu hatırlıyordu ama daha önce bu alyansa hiç dikka t etmemi şti Tuna. insanların evli, bekâr ya da ni- şanlı olup olmadıkları onu hiç ilgilendirmiyordu ve ba şkalarına da kendi özel ya şamım açıklamak zorunlulu ğu hissetmiyordu. Onun için alyansın anlamı buydu. O ysa Meriç ilk günden beri alyans takar ve bunu çok önemserdi. Fak at kendisine bu konuda ne bir imada bulunmu ş, ne de duygusal bir baskı yapmı ştı. "Meriç, hep sessizdir, tıpkı babam gibi..." diye dü şündü.

Page 80: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Size özel bir sempatim oldu ğunu söylemi ştim, hatırlarsınız hocam. Ni şanlım Neşe, şair Do ğan Gökay'ın koyu bir hayranıdır. Sizin, şairin ye ğeniyle evli oldu ğunuzu dü şünerek... acaba diyecektim..." "Meric'i kastediyor..." diye dü şündü Tuna. " Şehit olmaz da dönersek, şairin imzalı bir kitabını Ne şe'ye ar-ma ğan edebilmeyi çok isterdim... Özellikle şu çok me şhur kitabı vardır ya, hani..." "Kumral Ada!" dedi derin bir nefesle huzur bularak Tuna. "Evet, ben de onu diyecektim... Bu iyili ği yaparsınız de ğil mi? Unutmazsınız herhalde..." Başını "olur" anlamına salladı Tuna. Konu şmaya kalksa Ada'yı anlataca ğını biliyor, bunu yapmamak için dudaklarını ke-mirerek kilitlemeye çalı şıyordu. Halbuki hiç de ğilse onu anlatabilmeyi ne çok özlemi şti... Onun yüzündeki karı şık duyguları ba şka yönde de ğerlendiren Yüzba şı Birol'un gözlerinde ı şıltılı dü şler belirdi. "Belki... Bo ğaz'da... sizin Kuzguncuk'ta bir ak şam balık yer, rakı içeriz eşlerimizle birlikte..." Sesi, ni şanlısına şimdiden e şi deyivermesinin yarattı ğı cinsel heyecanla dalgalanmı ştı, utanarak bakı şlarını kaçırdı. "Kuzguncuk'ta ismet Baba'nın Bo ğaz'da yüzen meyhanesinde..." diye mırıldandı Tuna. "Sevdi ğimiz kadınlarla..." O da gözlerini kaçırdı Birol'dan. Kısa bir kaçı ştan sonra gözleri birbirini buldu. Komando üniforma sı içinde iki genç erkek, sevdikleri kadınları, Kuzguncuk'tak i ismet Baba'nın meyhanesini, Bo ğaz'ı, bol limonlu, rokalı mis gibi kızarmı ş balıkları ve buğulu uzun bardaklarındaki buz gibi rakıları fena hal de özlediler. Çok fena halde özlediler. Biri konu şsa öbürü de sürdürecekti ama konu şmanın çok zor oldu ğu o anlardandı. Kaçacak ne bir fıkra, saklanacak ne bir bahane vardı... O zaman, kollarını açıp, hellalle şir gibi kucakla ştılar. Gibi mi ?.. "Tıpkı filmlerdeki gibi..." diye dü şünmeden edemedi Tuna. Filmlerde de ölmeye do ğru uzanan yola çıkacak askerler, o son anda, artık ölümün nefesini duydukları o çok son anda sevdikleri kadın ları dü şünürler... Aklına Vanessa Redgrave, Catherine De-neuve, Türkan Şoray ve Liz Taylor'dan daha eski bir ad gelmedi. Ve tabii aklından hiç çık mayan o ad... Onu bir daha görememek dü şüncesi bile çıldırması için yeterliydi. Ölümü en in safsız kılan şey, insanı o çok sevdiklerinden kopartmasıdır! "Neyse ki, bu yalnızca bir kâbus!" diye derin bir n efes aldı sonra. "Hakkını helal et Tuna karde şim!" dedi Yüzba şı Birol. "Kendini iyi koru!" Ayrıldılar. Gözleriyle Tarkan'ı aradı Tuna. Oradayd ı. Öylece dikilmi ş bekliyordu öbür askerlerle birlikte. Yanına gidip, o da katıldı onlara. "Rahat!" diye gümbürdeyen bir ses duyuldu. Yüzlerce asker otomatik olarak "rahat"ladı. "Hazrol!" KAMU Oldular. ''•'••" ; : .....' •••. ' '•' <• " " -' •-.' "Arkada şlar! Şu anda kutsal vatan topraklarımızın üzerinde-162 yiz. Nerede oldu ğumuzu sormayın. Bulundu ğumuz nazik ko şul-lar nedeniyle bunu açıklamamamızın daha yararlı olaca ğı görü şündeyiz." Yüzbaşı Birol'un sesi miydi bu? "Arkada şlar, Biz Türk ordusuyuz. Cesaretimiz ve gücümüzle d ünyanın saygısını kazanmı ş şerefli ve çok köklü bir milletin çocuklarıyız. Biz Türk ordusuyuz ve sava şı bitirmek için buradayız! Caydırıcı olaca ğız arkada şlar! intikamcı de ğil! Türk askerine intikam yakı şmaz! Sava şı körüklemek i şimize gelmez! insanlık ve sava ş kurallarına uymak şerefli bir ordunun askerlerine yakı şan yüce bir davranı ştır. Ancak teröristler bu kurallara uymazlar! Onlar, kaos, anar şi ve şiddeti severler! "Arkada şlar! Kin ve öfkeyle hareket etmeyiniz. "Allah hepimizin yardımcısı olsun!

Page 81: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Hakkımı anamın ak sütü gibi sizlere helal ediyorum ! Siz de hakkınızı helal edin arkada şlar!" Kısacık fakat çok derin bir sessizlik oldu ve arkas ından yer gök "Helal olsun!" diye patlayan bir şimşekle sarsıldı, insan bedenlerinden fı şkıran elektrikle dolmu ş olarak topra ğa dü şen bu iki sözcük, aynı zamanda insanı allak bullak edecek hu şu dolu bir ilahi müzi ğin notalarını da ta şımı ştı. Yüzlerce erkek sesi hiç provasız olarak ola ğanüstü bir koro olu şturmu ş, aynı notalardan haykırmı ştı. Da ğ ta ş bu iki kelimenin içine yürekten konmu ş duyguların gücüne kar şı duramamı ş, inlemi şti. Bu seste ancak ilahilerde ya da gerçek bir a şkla bestelenmi ş büyük eserlerde bulunabilecek inanılmaz bir duygu yükü vardı ki, yanlı şlıkla bir yere çarpsa önünde yıkmadık hiçbir şey bırakmadan günlerce akacak güçlü bir sel felaketine yol açabilirdi. Ya da tam tersine, ta ş yüreklili ğin erdemleri üzerine kurulmu ş bir senaryonun kahramanını serseme çevirerek, dizlerinin ba ğını çözüp, insafa getirebilirdi. Bu sesin içinde ölüm ve umut, ya şam ve korku yanyanaydı. Bu sesin içinde insan vardı; çırılçıplak ve yapayalnız . Bu sesin içinde tıpkı doğduğu ve öldü ğü gibi e şitti herkes! "Helal olsun!" diye ba ğıran seslerden birinin de kendisine ait oldu ğunun henüz farkına varmadan ya şanmakta olan toplu hipnoz olayının şokuyla sarsıldı Tuna. Kendini toplamakta güçlük çekiyordu, kendinden geçmi ş, sanki vecdolmu ştu... Futbol maçlarındaki toplu histeriye hiç katılmamı ştı ama onun şimdi ya şadı ğına hiç benzemedi ğini seziyordu. Neden böyle bo ğazı yanarak, eli aya ğı uyu şarak etkilendi ğini anlamaya çalı şıyordu. Hakkını daha önce hiç tanımadı ğı yüzlerce genç adama helal ediyor, yani onlarla kar şı hiçbir kötü duygu, kin, nefret beslemedi ğine ant içiyor, beslemi ş olduklarım da toplu olarak affetti ğini açıklıyordu. Ama en önemlisi ölüme gitmeden önce, s on i ş olarak bunu yapıyordu ve i şin sırrı burada olmalıydı. Kendisinin de aralarında oldu ğunu henüz farkına varmadı ğı bu insanlar, kendi istekleriyle bir ideal için gözlerini kırpmadan ölmeye gidiyorlardı! (Ya rüya d eğilse?) "Bunu ölüme gitti ğimi dü şünerek yapmam, sinir sistemini alarm tempoda çalı ştırıyor olmalı," diye dü şündü aniden kendisinin de dahil oldu ğunu keşfederek. (Yok canım, kesinlikle bir rüya bu!) Artık ya şam kadar hafif7 ölüm kadar a ğır iki sözcü ğe dönü şen "helal olsun!" aynı anda bu kadar çok bedenden fi şkırınca kendi gücünü yaratıyor, yarattı ğı gücün etkisiyle bedenlerin sahiplerini de adeta s arho ş ediyordu. "Biraz meditasyon gibi..." diye mırıldandı derin bi r soluk alırken. Peki ya o sözcüklerin aniden büründü ğü ilahi müzik? Uyduruyor muydu yoksa? Ama biraz önce yeri gö ğü inleten "helal olsun!" çı ğlı ğı babaannesinin Yunus Emre ilahilerini dinlerken çocuk tüylerini diken di ken eden o serin ho şluk gibi doldurmamı ş mıydı içini? Hani neden oldu ğunu anlamadan a ğlamaya başlardı da, babaannesi ba şını ok şayıp, "Sevgiden yavrum, içimizi yıkayan ilahi sevgiden," derdi anlayı şlı bir gülümsemeyle nur saçarak. Peki aynı anda kula ğına neden Wagner'in Tannhauser'i gelip takılmı ştı şimdi? Tannhauser'in uvertüründe yükselen nefesli sa zları dalga dalga izleyen yaylıların yaydı ğı benzer serinlik duygusu da bir çe şit hu şu muydu? Yine bir hu şu duygusu muydu böyle çok duyarlı bir anda içinde s ımsıkı sıkı şıp kaldı ğı çember? Tannhauser'i dinlerken aldı ğı o derin hazzın içinde, insan idealizmi, tutkusu ve güzelli ğe övgünün yanında aynı zamanda insana dair zayıflık ve vah şetin sergileni şindeki dürüstlü ğe duyulan hayranlık yok muydu? içimizden birileri çıkıp, bize ait olan güzellikler kadar pislik ve kötülükleri de böyle incelmi ş bir estetik ve tutkusal iradeyle anlatıyordu... Ve biz anlatılan ve anlatan dan çok kendimize duydu ğumuz sevgi ve acımayla vecdoluyorduk... ("Do ğru 164 mu?" diye soraca ğı ne Şair Dayı ne Kumral Ada var yanında... Onların yerin e ba şını sallıyor mecburen...) "Wagner'in, insan ruhunun delili ği ve hayvansal ikili ğini Tannhauser opera müzi ğinde çok iyi i şledi ği söylenir," demi şti Şair Dayı. Nazilerin Wagner'e sahip çıktı ğım ö ğrendikten sonra Wagner dinlemekten pat diye vazgeçi şi geldi aklına birden.

Page 82: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ben size unutun demiyorum çocu ğum," demi şti Şair Do ğan Gökay, o sesini yükseltmesine hiç gerek bırakmayan özgüveninin sa ğlam gövdesine yaslanarak. "Unutmak, yanlı şları tekrarlatması bakımından sakıncalıdır. Aptalla r unuturlar. Unutmak cahilli ğe yol açar. Kinciler, unutmaz ve bilgilerini kendilerini de yok edecek yönde harcarlar. Akıllıla r, unutmayan ama bilgilerini kendileri ve idealleri için olumlu ener jiye çevirebilenlerdir." O konu ştu ğu zamanlar hep oldu ğu gibi nefes almaktan bile ürkerek tek sözcü ğünü kaçırmadan dinlemeye, ö ğrenmeye çalı şan Tuna, kendisini dayısının akranı sanan Ada'nın araya girip, ukalalık etmeleri ne bazan feci bozulurdu. Evet, evet, Ada'ya bozulurdu. Ama Ada'ya engel olma yı denemezdi. Çünkü bu üçgenin içinde Ada'nın rolü buydu ve ona çok yakı şıyordu. "Ben size hatırlayın diyorum çocu ğum. Fakat belli bir estetik zevk düzeyine eri şmek bir olgunluk ve kültür meselesidir. Hatırladıkl arınızın, hayattan zevk almanızı engellemesine izin vermeden hatırlayı n! Zevkten sarho ş olmak için bilinci yitirecek kadar içmeye hiç gerek yoktu r! Hatta hiç içmeden de sarho ş olunabilir pekâlâ..." "Hocam siz de hakkınızı helal edin, çok kahrımızı ç ektiniz okulda..." Tarkan şimdi üzerine bol gelen hamasi sözleri bir kenara bı rakmı ş, ya şına dönmüştü. Gözlerinde hüzün ve özlem vardı. Gözleri çocuk çocuk bakıyordu. Ortam uygun olsa, ko şup Tuna'nın boynuna sarılaca ğı besbelli, bekliyordu öğretmeninin ona güç vermesini. Tuna birden kendini çok ya şlanmı ş hissetti. Oysa Tarkan'ın babası olacak yaşta de ğildi. Ta ş çatlasa on be ş-on altı ya ş farkları vardı ama sonuçta ö ğretmenlik kurumunun insanı ba şça koydu ğu yerde bazan yaşça da büyümek durumunda kalıyordu insan. "Helal olsun o ğlum!" dedi kendini bile şaşırtan babacan bir sesle. Yoksa Şair Dayı'dan rol mü çalıyordu ?.. Sonra dayanamadı, yalnızca, ama yalnızca onu sevindirmek için fısıldayarak sırrını açtı: "Aslında bütün bunlar gerçek de ğil Tarkan. Bütün bu ya şadıklarımız benim rüyamın içinde geli şiyor. Çok şükür ki, sadece bir karabasan bu..." Durdu ve "Demek ki insanın bir karabasan gördü ğüne sevinece ği zamanlar da oluyormu ş hayatta..." diye ekledi. Sonra onu garip garip süzen Tarkan'a dönüp, fısıltı sını sürdürdü. "Tabii, gönül isterdi ki, güçlü korkularım yerine, mutlu hayallerim daha fazla olsaydı, o zaman mutluluk resimlerim dü şlere dönü şürdü... ve belki... belki de biz de şimdi sava ş yerine deniz kenarında tatil yapıyor olurduk o zaman..." Tarkan'ın yüzüne genç, pembe bir gülümseme yayıldı hemen. Biraz önceki gerginli ği geçmi şti. Belki de deniz kenarında tatil yaparken yanında olacak sevgilisini dü şünüyordu. Ortaköy'de yanında gezen şiir gibi kızlardan biri belki... On yedi ya şın sevgilisi ne güzeldir! (De ğil mi Ada?) "Uyandı ğım zaman bu karabasan da bitecek ve sen evine dönec eksin ... Sakın, sakın korkma olur mu?" "Korkan kim hocam!" diye ba ğırdı Tarkan. "Tamam tamam, sus ba ğırma. Korkan benim, Allah kahretsin, korkan bir tek benim herhalde ki bu kâbus benim ba şıma bela oldu." Halden anlar bir gülümsemeyle Tuna'ya do ğru hafifçe e ğilen Tarkan, "Yine de te şekkür ederim hocam. Şu karabasan hikâyeniz ho şuma gitti. Güzel bir kurgu... Darda kalınca bunu dü şünüp, rahatlar insan... Eh insanın edebiyat öğretmeni ba şka oluyor tabii." "O da inanmadı..." diye içini çekti Tuna. "Hiç kims e inanmıyor bana... Tanrım, dünyadaki en büyük yalnızlık buymu ş meğer!" "Her neyse, bu karabasan bitince okulda görü şece ğiz nasılsa..." diye geveledi sonra durumunu kurtarmak için. "Ölmez, sa ğ kalırsak hocam!" dedi Tarkan bo ğazına dü ğümlenen kederi bu kez saklamadan. Sonrası hızla geli şti. Emirler verildi, alındı. O mistik heyecanın yer ini sakin bir ba şeğmişlik, sessiz bir kabullenmi şlik duygusu almı ştı. Tuna'nın da dahil oldu ğu asayi ş bölü ğü havanın karar-masıyla birlikte harekete geçti. Sırtlarında çantaları, ellerinde makineli tü fekleri karanlıkta bulundukları tepeden a şağıya inmeye ba şladılar. Düzenli spor yapan birisi

Page 83: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

değildi ama hareketli olu şunun yararını görüyor, bedeninin inisiyatifinde önündeki askeri takip ediyordu. Be ş dakika geçmi şti ki, a şağılardan büyük bir patlama sesi duydular. Ardından bir ı şık görüldü, sesler duyuldu. (Hayır, lütfen çı ğlık olmasın bu sesler!) Daha da hızlanarak tepeden aşağıya inmeyi sürdürdüler. Tuna yüre ğinin atı şlarını güçlü bir hoparlöre bağlanmı ş gibi gümbür gümbür i şitiyordu. Uzun süren bir "biraz sonra" bir kasabaya girdiler. Sokak lambaları yanmıyordu, sokaklar bo ştu. Yanık kokusunu takip ederek ve duvar diplerini siper ederek aydınlı ğa do ğru ilerlediler. Atatürk anıtının oldu ğu meydana geldiklerinde yerlerde hâlâ yanan e şyalar çevreyi aydınlatıyordu. Gördü ğü manzara kar şısında aklı ba şından giden Tuna aniden kusmaya ba şladı. Yerlerde kolları, bacakları parçalanmı ş cesetler vardı. Tek kalmı ş ayakkabılar, çocuk giysileri, yemeniler ve iri ta şlar, sopalar... Etraf yanık et kokuyordu. Aklı gözlerine isyan ediyor, kan görmeye dayanamaya n sinir sistemi gördüklerini inkâr etmek için yollar arıyordu. Bir duvara yaslanıp, midesinin iyice bo şalmasını bekledi. Üstüste yutkunarak rahatlamaya çalı ştı. Rahatlamak mı? Hah! Rahatlamak nasıl bir şeydi, artık bilmiyordu bile... Gözlerini yumsa ve açtı ğında bu kâbustan uyansa, ah bir uyansa!.. "Bu vah şeti neden yeniden ve yeniden ya şıyoruz Tanrım?" diye inledi ve yeniden kusmaya ba şladı. Midesinde artık bir şey kalmayınca üstüste ö ğürmeye ba şlamı ştı ki, bir duvar dibinde yorgunluktan iki kat olup, yere çöme- lip kalmı ş oldu ğunu farkına vardı. "Ya rüya de ğilse?" diyen o iç sesi çabucak bo ğdu. Bu bir karabasandı! Yerinden do ğrulmaya çalı şırken korkunç bir gürültü koptu. Hemen yanıba şından gelen müthi ş bir patlamanın etkisiyle yere düştü. Önce bir sıcaklık yaladı yüzünü. Hemen geri çek ti kendini. Bir kolu o hiç farkına varmadan yüzüne siper olmu ştu bile. Kolunun üzerinden baktı ğında havada uçu şan kollar, bacaklar gördü. Her şey kırmızı, kıpkırmızıydı... Kan fı şkırıyordu! Sonra çı ğlıkları duydu: "Yandım anam!" "Ahh anam ahh!" "Allah, Muhammet a şkına yardım edin, ölmek istemiyorum bennn!" îlk tepkisi hemen kaçıp kurtulmak iste ği oldu. Madem uyanıp kurtulamıyordu, o halde kaçıp kurtulacaktı bu cehennemden. Al-lahın belası bu kâbus, canından bezdirmi şti onu artık! Başı a ğrımaya ba şlamı ştı, kulakları yanıyordu. Birden etrafındaki çı ğlıkları artık hiç duymadı ğını fark etti. Ne yardım isteyenleri, ne de can havliyle inleyenleri... Çıt bile duymuyordu Tun a. Hatları kesilmi şti! "Sa ğır oldum herhalde!" diye dü şündü, kendi serinkanlılı ğına şaşarak. Sonra eliyle gözlerini yokladı. Yerindeydiler. Bütü n organlarını acele kontrol etti, korkarak avucuna baktı. Hayır eline h enüz kan bula şmamıştı. Yerinden kalktı. Aptal aptal çevresindeki sessiz ko rku filmini izledi. Sanki gerçe ğin tamamen dı şına dü şmüştü (Hangi gerçe ğin?) Alacakaranlıkta ate ş, kan ve insan acısı dolu bir yerde donmu ş kalmı ş, öylece dikiliyordu. Hiçbir şey yapamadan ve duymadan hatta kaçamadan kalakaldı Tuna. O sırada Musa'yı gördü. Baktı. Evet, bu Musa'ydı. K uzguncuk-lu Musa biraz ilerde, yerde yatıyor, kanlar içinde baca ğını göstererek ba ğırıyordu. Bir film izler gibi baktı. Onun sesini duymuyordu ama b ağırdı ğını anlıyordu. Birden duda ğının şiddetle acımasıyla kendine geldi. Di şlerini duda ğına geçirmi ş olmalıydı. O zaman çözüldü Tuna. Aniden sesleri du ymaya ve hareket edebilmeye ba şladı. Ko şup Musa'nın yanına gitti. Yere çömeldi, sa ğlam baca ğından yırttı ğı pantolon kuma şıyla yaralı baca ğı ba ğladı, belki kan kaybını önlerdi, i şte o vakit artık kan görmeye dayanabildi ğin! fark etti. Onu artık kan tutmuyordu! "Ben Musa. Kuzguncuklu Musa. Ölmek istemiyorum! Ya Allah, ya Bismillah! Ben Musa. Allahuekber!" diye sayıklıyordu Musa. Musa'yı sırtına alıp, ko şarak sakin bir yere, yardım alabilece ği bir yere götürmek istedi Tuna. Ama Musa iri yarı, a ğır, kendisi 168 ince, zayıf ve çok yorgundu.

Page 84: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ba şlayaca ğım şimdi filmlere..." diye söylendi. "Hepsi mi güçlü, i ri yarı bu askerlerin o filmlerde be!" Sürükleyerek çekmeye ba şladı Musa'yı. Önce Atatürk Meyda-nı'ndan çıktılar, dar, karanlık sokaklarda inleyerek dola ştılar. Musa yarı baygındı, Tuna'nın kendinde oldu ğu da söylenebilir miydi? Bazan duruyor, yere oturuy or, Musa'nın ba şını dizine koyup, alnını siliyordu. Kanaması durmu ş ama ate şi çıkmı ştı Musa'nın. Her molada matarasından su akıtıyordu Musa'nın a ğzına. "Ölmeyeceksin Musa, sakın korkma arkada şım. Bu bir kâbus, yalnızca bir kâbus! Uyanaca ğım ve bitecek! Her şey düzelecek, inan bana... Bak söz veriyorum artık bakkalına da u ğrayaca ğım. Senin bana baskı yapmandan çekinmeden u ğrayaca ğım. Birbirimizi kabul etmeyi ö ğrenene kadar sana gelece ğim. Sakın ölme Musa, sakın... Ah Meriç, neredesin!. ." Bir doktora gereksindi ği için mi Meric'i sayıklıyordu? Yeniden kalkıp, Musa'yı çeki ştirerek kasabanın sokaklarında dola şıp durdu sonra. Nereye gitti ğini, kimden yardım isteyece ğini bilmiyordu. Labirente benzeyen, kesme ta şlı sokaklarda kayboldu ğunun bile farkında de ğildi. Güzel şeyler dü şünüp, rahatlamak istiyor, aklına Kuzguncuk, çocuklu ğu, Ara ş, Ada, dedesi ve annesinden ba şka kimse gelmiyordu. Kö şkün bahçesinde oynuyorlardı. Şair Dayı onlara bir şeyler anlatıyordu; mutluydu. Çok mutluydu! O zamanlar mutluydular!.. Sonunda artık kımıldayamayacak kadar bitkin dü ştü. Bir duvarın dibine oturdu. Musa'yı da duvara yaslayarak yatırdı. Bir s üre öyle kaldılar. Çıt yoktu, karanlıktı. Hava serindi. Tuna birdenbire ne oldu ğunu anlamadan avazı çıktı ğı kadar ba ğırmaya ba şladı ğını fark etti. Delirmi ş gibi bağırıyordu: "insan kılı ğındaki bütün caniler, bütün katiller! Size sesleni- ; .yorum çocuk kasapları! Kan emiciler, soysuzlar, vampirler ! Ulan siz insan değilsiniz be! Hangi din, hangi millet cinayet i şleyerek yücelmi ştir ha! Kudurmuşsunuz siz be! Allah belanızı versin! Ölen bebekleri n kanında boğulun nefret tüccarları! Arkada şımı öldürüyorsunuz be! Nefret ediyorum, i şte ben de nefret ediyorum sizden! Oldu mu ha? Ba şardınız mı ha?" Çıt yoktu. Yalnızca kendi sesinin öfkeli yankısı ge ldi geriye. Çıt yoktu. "Konu şsanıza be! Hadi konu şsanıza bebek kasapları! Nasıl kesiyorsunuz bebekleri kıtır kıtır ha? Bombalarla, yangınlarla n asıl kıyıyorsunuz insanlara ha? Nasıl ö ğrendiniz öldürmeyi inancınız u ğruna ha? Böyle inancınızın Allah belasını versin be!" -; Çıt yoktu. Sanki bu topraklarda hiç insan ya şamamıştı ve Tu*-na sonsuza dek burada yapayalnız kalacaktı. ; ; "Kalle şler! Korkaklar! insan olamamı şlar!.." diye ba ğırdı. ' Sesi çatalla şmaya ba şlamı ştı. • Çıt yoktu. i şte o zaman da ğılmaya ba şladı Tuna. Parçalara ayrıldı ğını hissediyordu. Ter içindeki bedeni gözünün önünde hücrelerine ayrı şıyordu. Katıla katıla ağlamaya ba şladı. Her hıçkırıkla bir parçasını daha yitirerek, umutsuz bir gözya şı bombardımanına tutuldu. "Hı şşt asker! Asker beri baksana asker!" diyen bir ses d uydu ğunu sandı bir ara. "Ne var be!" diye çemkirdi. "Hı şşt asker be, sana derim be o ğlum, az beri baksana!" Ba şını kaldırıp, bakınca tam kar şısındaki bir kapının yarı aralık oldu ğunu güçlükle seçebildi. Önce hayal gördü ğünü sandı ama aralık kapıdan şalvarlı bir kadın silueti kendini gösterdi. Bir eliyle "gel" i şareti yaptı. Fi şek gibi yerinden fırladı Tuna. Musa'nın iyice a ğırla şan bedenini kendi bitkin bedenine yaslayarak sürükledi. Yarı açık kapıdan iç eri girdiler. Daha içeri girer girmez kapı arkasından sertçe kapatıldı ve üs tüne kilitlendi. 169 ŞAiR EVLENMESĐ "Mara ş'lan Mu ş'ları hep geze geze istanbul'dan hiç çıkmadım. Nice senler saysam yol boyunca sevdi ğim Tepeden tırna ğa ay şemayşe" Metin Elo ğlu "Doğan Dayım Paris'ten döndü, yıldırım nikahıyla evleni yor-mu ş!"

Page 85: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Yıldırım nikâhı mı? Gerçekten mi? Vah vah vah!.." Evlenenleri duymu ştum, hattâ Kemal Dayım'ın orduevindeki nikâhına da gitmi ştik, ama bu evlilikte adı geçen "yıldırım" sözcü ğü beni ürkütmü ştü. Yıllar sonra benim de yıldırım nikahıyla evlenece ğimi nasıl tahmin edebilirdim ki ?.. "Yıldırım nikâhı kötü bir şey sayılır, de ğil mi Ada?" "Ah benim melekler kadar saf Mabelciim, kötü olur m u hiç! Birbirlerini çok, ama çok sevenler yıldırım nikahıyla evlenirler. Mes ela annemle babam öyle evlenmi şler. Sanırım ben de Aras'la yıldırım nikahıyla evle nirim... Heralde yani..." "Yaa..." diyerek dudaklarımı sarkıtmı ştım. Aslında ikimiz de bozulmu ştuk Şair Dayı'nın evlenmesine. Çocuklar ya da yeti şkinler, hiç fark etmez; sevdi ğiniz birisinin (hele hiç tanımadı ğınız birisiyle) evlenmesi üzücüdür. Büyük olasılıkla sev di ğiniz ki şiyi aynı kentte ve gözünüzün önünde kaybet-mi şsinizdir artık. Kaybetmemeye uğra şanlar ço ğunlukla seçmedikleri yeni birisiyle arkada şlık etmeyi öğrenmek zorunda kalırlar. Bu, bir terzinin eski bir elbiseyi bozup, yeniden kullanılır bir ba şka elbise haline sokmaya çalı şmasına benzer. Tahmin edilece ği üzere, bu çaba yeni bir kuma ştan, yeni bir elbise dikmeye çalı şmaktan daha zordur ve sonuç her zaman iç açıcı olma z. (Babam, ça ğdaş terzi Nairn öyle derdi.) Ada'lar Kuzguncuk'a ta şındıklarından bu yana, Şair Do ğan Gökay hemen her hafta sonu kö şke gelir, daima aynı sabırlı, bilge güleryüzlü ifad esiyle bizlere zaman ayırırdı. Onun öbür yeti şkinlerden çok farklı oldu ğunu biz çocuklar daha ilk görü şte anlamı ştık. En önemli farkı, bizlere e şit davranıyor olu şuydu ki, çocuklar buna bayılırlar. Bunu yaparken yeti şkinlerin ço ğu kez dü ştü ğü yanlı şı yineleyerek, kendisi çocukla şmıyor, sesini yapay şekerle tatlandırıp, kediyle konu şur gibi inceltip, uzatıp, çeki ştirmiyordu. Şair Do ğan Gökay'ın çocuklarla ve gençlerle çok iyi ileti şim kurabilmesinin asıl sırrı, onların yaratıcı yanl arını açı ğa çıkartmalarını te şvik edici bir özgür ortam yaratabilmesinde yatıyord u. Kendi deyi şiyle, çocuklar ve gençlerle "suç ortaklı ğı" yapabiliyordu. Hâlâ gençler tarafından okunuyor ve seviliyor olu şunun tılsımı buradadır. Merak etti ğimiz, sevdi ğimiz ya da bozuldu ğumuz her şeyi ve herkesi rahatlıkla sorup, ya şımıza göre tatmin edici yanıtlar aldı ğımız, her sorumuzla ufkumuzu geni şletecek ba şka bir soruya bizi gönderen Şair Dayı evleniyordu demek! Yani artık onu ba şka biriyle payla şmak zorunda kalacak, hatta belki de yitirecektik... Belki artık kö şke gelmeyecek ve onu bir daha hiç göremeyecektik! Zaten Ada'nın büyüyünce a ğabeyimle evlenece ğini düşündükçe hüzün dolan çocuk kalbim, bu ikinci evlilik haberiyle iyice kırılmı ştı. ("Evlilik kurumuna kar şı mesafeli olu şumun altında bu ilk deneyimlerin izleri mi yatmaktadır?" diye dü şünürüm bazan...) Şair Do ğan Gökay, daha ilkgençlik yıllarında o sıralar yaza r ve sanatçıların kâbesi sayılan Paris'e gitmi ş, birkaç yıl orada ya şamıştı. Onun ilkgençlik yıllarında, şiirleri ve dü şünceleri nedeniyle hapiste yatmakta olan şair Nâzım Hikmet'i kurtarmak için Paris'te uluslara rası bir kampanya ba şlatılmı ş, genç Do ğan Gökay bu kampanyanın önemli adlarından biri olmu ştu. Türkiye'ye döndü ğünde kendi adı da kara listeye alınan şair dayı, yalnızca şair Nâzım Hikmet'in özgürlü ğünü istedi ği için, şiirleri bahane edilerek hapse atılmı ştı. Bize ya şantısının bu kısmından pek söz etmezdi. Ne kadar ve nerede hapis yattı ğını konu şmayı sevmez, sırası geldi ğinde de acı acı gülerek, "Baskı, en çok gençler üzerinde geri tepen yöntemdi r. Caydın- cı olmanın yolu hiçbir zaman baskı olmamı ştır! Ama bizimkiler bunu öğrenmemeye kararlı görünüyorlar. O yüzden de silahla rı 172 hep geriye tepiyor..." derdi. '....... Buna kar şılık onun Fransa'daki ya şantısıyla ilgili pek çok şey biliyorduk. Dünyanın farklı kö şelerinden gelmi ş yazar ve şairlerle ya şadı ğı ilginç anılarını ne şeli ve enerjik üslubuyla marine ederek anlatırdı. P aris kafeleri, sokakları, sinemaları ve müzelerini a ğzımızın suyu akarak

Page 86: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

dinlerdik. Sonunda bizim de kendimize göre birer Pa ris'imiz olmu ştu tabii... Dolayısıyla, yıllar sonra Paris'e giden Ad a büyük dü şkırıklı ğı yaşamıştı. "Doğan Dayım'ın Paris'i belki de gerçekte hiç var olmad ı. O bize kendi Paris'ini yazdı ve anlattı galiba Mabel..." demi şti dönü şünde. Zaten bizim ku şak için Paris hiçbir zaman tutkuların, sanatın ve ö zgürlü ğün baştan çıkarıcı davetiyesiyle bekleyen bir sembol olma dı ki... Bizim ilkgençli ğimizde artık ileri teknoloji, para ve güç heyecan v ermekteydi ve bizim ku şağın gözü Amerika'ya çevrilmi şti. Ada ve ben belki ki şiliklerimiz uygun oldu ğu için ama daha çok Şair Dayı'ya büyük hayranlı ğımızın etkisiyle olmalı, hâlâ Paris'in sembolize etti ği güzelliklerden heyecanlanan istisnalardık. Benim için hiç önemli de ğildi. Aslolan şair Do ğan Gökay'ın bizleri çocuk olarak ciddiye alıp, küçük bir dünya turuna çıkartm ası, bize bizimkinden farklı ulusların, ırkların ve dünya görü şlerinin de oldu ğu bilincini vermesiydi. Üstelik bu sırada çok e ğleniyor olu şumuzu nasıl unutabilirim? Hangi yeti şkinlerin keyifli bir çocukluk geçirmi ş oldukları, dikkatli bir bakı şta anla şılmaz mı zaten? Parasız kaldı ğında barmenlik yaptı ğını, gazete da ğıtıcısı olarak çalı ştı ğını anlatırdı bize kahkahalar arasında. Bazan da Pa ris sokaklarında sonradan ünlenecek bir ispanyol şair arkada şıyla jong-lörlük gösterisi yapar, kitap ve kahve parası toplarlarmı ş... ( Şairlikle jonglörlük arasında bir ili şki oldu ğuna dair inancım iyice peki şiyordu tabii.) Soğuk ve karanlık Paris sabahlarında uyanıp çalı şmanın, sisli Paris bulvarlarında romantik a şklar ya şamak kadar ne şeli ve e ğlenceli olmadı ğını hayal meyal anlayacak ya ştaydım ama onun ya şanmış bitmi ş bir şeye başkalarının önünde asla a ğlamayan, ya şa- dı ğı sırada da gerçekçi davranan birisi oldu ğunun mesajlarını al-rnak için biraz fazla gençtim. Doğan Gökay, ben farkına vardı ğımda ho ş, çekici bir erkekti ve hâlâ gençti. Ne klasik anlamda yakı şıklı, güçlü kuvvetli, ne de saçı, sakalı ve/ya bakı şlarıyla gönül çelen biriydi. Do ğan Gökay, boyu ortanın biraz üstünde ince, zarif, bıyıksız ve sakalsız bir adamdır. Daha ilk bakı şta ellerinden cildine, duru şundan bakı şına kadar kentli ve entelektüel oldu ğu anla şılır. Çok sofistike birisi olu şu kadar, ne şeli ve enerjik ki şili ği de onun albenileri arasındadır. Hiç kibirlenmeyen ama ki şili ğinin güçlü ve cömert yanlarıyla daha ba ştan büyük saygı ve sevgi toplayan o özel insanlarda n biridir o. Sanırım, insana serüvenler vaat eden ren kli ki şili ği ve hep gencecik kalan bakı şları onu yakı şıklı erkeklerden daha fazla çekici kılıyordu. Kadınlar ondan daima ho şlandılar. Onun ilkgençlik yıllarında şimdikinin aksine ortalarda fazlaca görünen, pek çok ili şkiye adı karı şmış bir genç adam oldu ğunu sonradan ö ğrenecektim. Ada'nın annesi, Şair Do ğan Gökay'ın Paris'te "çapkın Türk Şair" diye anıldı ğını fısıldamı ştı kızına. (O da bana elbette...) istanbul'da kültür yönetmenli ğini yaptı ğı gazetenin sahibiyle, aralarında nedenini yıllar sonra ö ğrenece ğimiz ciddi bir sorun çıkmı ştı. Biz duydu ğumuzda gazeteden istifa etmi ş ve yeniden Paris'e gitmi şti şair dayı. Yaz tatiliydi, onun yoklu ğunu önce pek fark etmedim. Aradan bir ay geçti ğinde Ada ve ben sık sık onu anar, özler olmu ştuk. Ama aradan sekiz ay geçti ğinde artık ona kızıyor, bizi terk etti ği dü şüncesiyle feci bozuluyorduk. "Türkiye'ye dönerken yolda tanı şmışlar. Bilirsin o hâlâ vapurla yolculuk eder. italya'dan aynı vapurla istanbul'a dönmü şler. Yıldırım a şkı olmalı!.." "Yıldırım a şkı mı?" Daha nikâhının etkisini üzerimden atamadan bir de a şkı çıkmı ştı ba şıma... Bu "yıldırım" konusu hem büyüleyici hem de ürkütücü bir ihti şamla çökmü ştü üzerime. "Annem bunun ilk bakı şta a şk oldu ğunu söyledi. Tıpkı üstüne yıldırım dü şer gibi pattadanak, bir bakıyormu şsun ki, â şıksın..." diye gözlerini süzerek kırpı ştırdı, abartılı biçimde titreyerek beni güldürdü Ad a.

Page 87: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Onun abartılı tiyatral küçük komedilerine bayılır; o oynama- ya, ben izlemeye duyamazdım. Ama aramıza bir üçüncü ki şi geldi ğinde Ada'nın tarzı de ği şir, daha az komik, daha kontrollü bir 174 üslupt a sürdürürdü oynamayı. O sırada yanımıza Ara ş gelmi şti. """ Birden ciddile şen Ada; "Birini ilk gördü ğünde elektrik çarpmı ş gibi kendini kaybeder, feci etkilenirsen, bunun adı: yıldırım a şkıdır!" dedi. Sonra dönüp Aras'a baktı. O bakı şını unutmam ne mümkün! Keskin bir bıça ğı yalamı ş ve a ğzı kan içinde kalmı ş gibi bir bakı ştı... Ara ş önce çakılıp kaldı, soluk almakta zorlanır gibi görünüyordu. Son ra utandı ğı zaman hep yaptı ğı gibi çok önemli bir ba şka şey dü şünüyormu ş gibi dudaklarını büzüp, kaşlarım çattı ve ba şını yukarlarda bir yere çevirip, saklandı. Aras'ın ili şkiye girece ği ba şka kızlarla kesinlikle sorun yaratacak bu davranı şının asıl anlamını daha küçücükken okumayı söken Ad a, bilirdi. Ada, Aras'ın sözsel ifadesinin geli şmedi ğini ama zekâsının ve duygusallı ğının nerelerde ye şerdi ğini çoktan kavramı ştı. Ara ş o yıl liseye ba şlayacaktı. Ada ingilizce hazırlık sınıfında okudu ğu için Aras'ın bir yıl arkasına dü şmüştü. Kuzeniyle birlikte Üsküdar Amerikan Lisesi'ne giden Meriç, orta ikideydi ve artık tamam en Adalar'a yerle şmiş, halasıyla eni ştesinin kanatları altına girmi şti. Zamanla sanki onun hiç kendi ailesi olmamı ş da, gerçekten Ada'nın kız karde şiymi ş gibi algılamaya başlamı ştım durumunu. Meric'in annesini yalnızca bir kez gö rmüştüm, babasınıy-sa foto ğraflarından tanıyordum. O benden sadece bir ya ş büyüktü ama ben onun yanında iki boy küçük kalıyordum. Sık sık onun annesi gibi uzun boylu olaca ğını konu şan yeti şkinlere kulak misafiri olurdum. Ya şından daha iri gösteren, yoldan geçenleri dönüp baktıraca k kadar güzel bir genç kız olup çıkan Meriç, annesinin Makedonya kökenli p embe-beyaz renklerini ta şır ve açık kahverengi-ela renkli kuzeni kumral Ada' ya zerre kadar benzemezdi. Bana sorarsanız Meric'in en önemli özel li ği bunlar de ğildi. Ben en çok Meric'in kokusunu be ğenirdim. Hâlâ onun kadar güzel kokan ba şka birine rastlamadım. Özel bir parfüm falan de ğil, bu koku Meric'in kendi kokusudur; tazedir, çiçekçedir. Meyveli parfümlere bayılan Ada'nın aksine, Meriç hiç parfüm kullanmaz. Güzelli ğinin ve ho ş kokusunun tadını çıkartamazdı Meriç. Utangaç, sıkılgan bir çocuktan, sessiz ve silik bir genç kıza dönü şüyordu. Onu kızları Ada'dan ayırmamaya özen gösterek evleri ne alan hala ve eni ştesinin yanında evlatlık gibi i ğreti ya şıyordu. Meriç, benim bile ço ğu kez 'evin o ğlu' gibi davrandı ğım o güzelim kö şkte hep bir misafırmi ş gibi yaşadı ve okul masraflarını ödeyen babasını bir türlü affedemedi. Hâlâ öyledir. Bence Meric'in varolu şuyla ilgili sorunları vardı ve sanki kendi varlı ğının yükü altında eziliyordu. Ona kar şı acımaya benzer bir ilgi duyuyor, onu kendisinden korumak, daha fazla acı çekmesini önlem ek istiyordum. Benden hoşlandı ğını bilmek gururumu ok şuyordu, çünkü Meric'i gören o ğlanların gözleri yuvasından fırlıyordu. Benim gözümse zekâsı ve cesaretiyle bütün yaşamı boyunca beni büyüleyen balrenkli bir kızın üzer ine çakılmı ştı. Bu kız a ğabeyime â şıktı ve şahane kumrallı ğına çok yakı şan gizemli hüznünü bazan hoyratlı ğa varan bir şakacılıkla örtmeye u ğra şıp durdu bütün ya şamı boyunca. On be ş ya şındayken, birden, o talihsiz olaya denk dü şen yılda Meric'in boyu durdu, o ya ş için uzun sayılacak 165 santimde dondu kaldı. Sonr a ben onu yakaladım ve geçtim. Yıllar sonra şiddetli üzüntünün büyüme hormonlarını etkiledi ğini bana anlatırken, onun aslında hepimizin üzüldü ğü o korkunç olaydan çok, bunun sonucunda beni kaybedece ği korkusuna kapılarak sarsıldı ğını deh şet içinde kavrayacaktım. Bazan yanıba şımızda ya şanan felaket ve/ya mucizelere nasıl kör kalabildi ğimiz sorusu, kahrolası bir bilmece olarak asılı duruyor kafamın üstünde... Gözlerimin miyop oldu ğu o yıl ortaya çıktı ve on iki ya şımda birdenbire "dörtgöz" oluverdim. Yava ş yava ş yüzümü sarmaya ba şlayan ergenlik sivilcelerim ve ya şıma göre ufak tefek, çelimsiz bedenim derken, bir d e gözlük çıkmı ştı ba şıma. Yeti şkin bir erkek oldu ğumda da varlı ğımla fark edilecek, kızların dönüp çapkın çapkın bakaca ğı bir erkek olamadım hiçbir

Page 88: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

zaman. (Annem hiç ho şlanmasa da, benim ku şağımın köylü, kentli ve/ya gecekondulu her inançtan kızları, be ğendikleri erkeklere artık baygın baygın de ğil, çapkın çapkın bakıyorlar.) Yakı şıklılık konusu Aras'ın tekelindeydi; herhangi bir y ere adım atar atmaz yakı şıklılı ğı ve erkeksi varlı ğı hemen fark edilir, adeta ortamın atmosferi deği şirdi, istisnasız bütün kızlar mutlaka a ğabeyime dönüp dönüp bakarlardı. O ise bütün çekici insanlar gibi artık buna alı şmıştı. Üstüne üstlük, kibirsiz ve sakin davranı şlarıyla kızları iyice ba ştan çıkarırdı. Asla çapkın bir delikanlı 176 olm adı Ara ş. O, taa en ba şından beri Ada'ya sevdalanmı ştı. *Ada'nın e şi güç bulunur renkli ki şili ği ve güçlü karakterine vurgundu a ğabeyim. Kimsenin görmedi ğini sandı ğı kaçamak anlarda Ada'nın ela gözlerine bakı şlarını nasıl unutabilirim? Onun Ada'ya verdi ği de ğer, bir erke ğin bir kadına ne kadar çok â şık olabilece ğinin uç örneklerinden birisi olmu ştur benim gözümde. Tabii benimkinden sonra... "O da şair miymi ş peki?" "Kim, karısı mı?" Evlendikten sonra ilk kez karısıyla birlikte kö şke gelecek olan Şair Dayı'yı neredeyse bir yıldır görmemi ştik. "Hayır, karısı moda ressamıymı ş." "Moda ressamı mı?" Hoppala, bula bula ne tuhaf bir meslek kadım bulmu ştu Şair Dayı böyle... "Aslında stilist, tasarımcı falan diyorlar ama ben bu meslek için moda ressamı diye bir ad uydurdum. Hem daha Türkçe, hem de acaip havalı!.." diyerek omuzlarım silkti Ada. Konuşan hep oldu ğu gibi ikimizdik. Meriç inanılmaz titizli ğiyle sanki bilgisayar yazıcısından çıkmı ş kadar düzgün ev-ödevleri hazırlıyordu. Ara ş da o sıralar Ada'nın yeni abone oldu ğu Amerikan co ğrafya dergisi National Geographic'in şahane foto ğraflarına göz atıyordu, ikisinin de kula ğı bizdeydi. "Nefis bir sarı şınmı ş, annemler tanı şmışlar!" Benim anlamadı ğım, bizi "nefis bir sarı şın" u ğruna terk eden şair Do ğan Gökay'a kızaca ğı ve o kadını kıskanaca ğı yerde olup l ' bitenden adeta heyecanlanan Ada'nın tutumuydu. "Artık buraya eskisi kadar sık gelemez!" dedi, gizl emeye hiç gerek duymadı ğı bir sevinçle Ara ş. "Eyvah!" diye dü şündüm. " Şimdi fırtına kopacak!" "Gelir!" dedi Ada nihayet ondan bekledi ğim sert tepkiyi vere- i rek. "Dayım köşke yine sık sık gelecek, karısıyla tabii!" Sesinde bunun aksine asla katlanamayaca ğını belli eden sinirli titre şimler vardı. Ara ş, onun şair dayısıyla arasında kimsenin giremeyece ği o özel alana burnunu soktu ğunu anlayıp, hemen geri çekildi; firtına kopmadı. Şair Do ğan Gökay ve Ada Mercan, ben bildim bileli inanılmaz güzellikte bir dayı-ye ğen ili şkisi ya şadılar ve mucizevi biçimde bunu hâlâ korurlar. Yıllar geçip, biri ya şlanmaya öbürü olgunla şmaya ba şladı ğında ilerleme hızlarını bozmayan iki ayrı araba gibi hâlâ yanyana yola devam etme şansını sürdürdüler. Bu tesadüfen yakalanmı ş bir şans de ğildir. O ikisi, algılamaları, entelektüel kapasiteleri, kıvrak zekâ ları, ya şama bakı şlarındaki incelikleri ve kendilerine bile çaktırmad an arkasına sakladıkları mizah anlayı şları bakımından birbirine çok benzeyen, bilinçleri sürekli teyakkuzda ya şayan insanlardır. Bana sorarsanız Ada ne annesine, ne de babasına ben zer. Onun ki şili ği tamamen dayısının genlerinden kodlanmı ştır. "Kız halaya, o ğlan dayıya çeker" diye sananların tam tersine, Ada tıpatıp day ısının kızıydı. Dedi ği gibi de oldu. Şair Dayı yine eskisi gibi sık sık kö şke geldi, bize döndü! Hiç de ği şmemişti. (Demek evlilik sandı ğım kadar öcü de ğildi - acaba?) Yüzünde her an bir hınzırlı ğa hazır bekleyen bilge gülümsemesi, camları biraz daha kalınla şmış gözlü ğünden ta şan zeki bakı şları, ince fitilli kadife pantolonu, tüvit ceketiyle yine aynı Şair Dayı'ydı. Karısı gerçekten güzeldi, gençti ve şaire sırılsıklam hayrandı. Bunu her ya ştan hepimiz

Page 89: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

görebiliyorduk. Korktu ğumuz gibi Şair Dayı'yı tekeline almamı ş, aksine köşke, geçerken tek ba şına u ğramı ş gibi ba ğımsız ve rahat davranan, fakat bizlerle dost olmak için de kılını kıpırdatmayan bi riydi o. De ği şik bir kadındı. Çevresindeki hemen her şeye kar şı kayıtsızlı ğa varan bir ilgisizli ği vardı. Beni en çok rahatsız eden adıydı. Daha önc e ve sonra hiç duymadı ğım, bende huzursuz ça ğrı şımlar uyandıran bir adı vardı. Önyargılarımdan kurtulmak için verdi ğim sava ş, öbür insanla şma çabalarım kadar çetin geçmi ştedir ama Şair Do ğan Gökay'ın karısının adıyla ilgili önyargı sorunumu bir türlü çözememi şimdir. Tanrım, insan adları ne kadar önemli! "Be ğendin mi karısını?" diye fısıldadı kula ğıma Ada. "Bilmem... Güzel galiba..." "Amaan Mabel, onu sormadım. Tabii ki çok güzel! Ben senin fikrini merak ediyorum." "Adını sevmedim! Çok çirkin adı var!" "Olur mu hiç akıllım? Bi kere onun adı yanarda ğ anlamına ge- KAM12 gibi artık buna alı şmıştı. Üstüne üstlük, kibirsiz ve sakin davranı şlarıyla kızları iyice ba ştan çıkarırdı. Asla çapkın bir delikanlı 176 olm adı Ara ş. O, taa en ba şından beri Ada'ya sevdalanmı ştı. ^ Ada'nın e şi güç bulunur renkli ki şili ği ve güçlü karakterine vurgundu a ğabeyim. Kimsenin görmedi ğini sandı ğı kaçamak anlarda Ada'nın ela gözlerine bakı şlarını nasıl unutabilirim? Onun Ada'ya verdi ği de ğer, bir erke ğin bir kadına ne kadar çok â şık olabilece ğinin uç örneklerinden birisi olmu ştur benim gözümde. Tabii benimkinden sonra... "O da şair miymi ş peki?" "Kim, karısı mı?" Evlendikten sonra ilk kez karısıyla birlikte kö şke gelecek olan Şair Dayı'yı neredeyse bir yıldır görmemi ştik. "Hayır, karısı moda ressamıymı ş." "Moda ressamı mı?" Hoppala, bula bula ne tuhaf bir meslek kadını bulmu ştu Şair Dayı böyle... "Aslında stilist, tasarımcı falan diyorlar ama ben bu meslek için moda ressamı diye bir ad uydurdum. Hem daha Türkçe, hem de acaip havalı!.." diyerek omuzlarını silkti Ada. Konuşan hep oldu ğu gibi ikimizdik. Meriç inanılmaz titizli ğiyle sanki bilgisayar yazıcısından çıkmı ş kadar düzgün ev-'':•':•'•;•• ödevleri hazırlıyordu. Ara ş da o sıralar Ada'nın yeni abone oldu ğu Amerikan co ğrafya dergisi National Geographic'in şahane foto ğraflarına göz atıyordu, ikisinin de kula ğı bizdeydi. "Nefis bir sarı şınmı ş, annemler tanı şmışlar!" Benim anlamadı ğım, bizi "nefis bir sarı şın" u ğruna terk eden •":. ~ şair Doğan Gökay'a kızaca ğı ve o kadını kıskanaca ğı yerde olup bitenden adeta heyecanlanan Ada'nın tutumuydu. "Artık buraya eskisi kadar sık gelemez!" dedi, gizl emeye hiç gerek duymadı ğı bir sevinçle Ara ş. "Eyvah!" diye dü şündüm. " Şimdi fırtına kopacak!" "Gelir!" dedi Ada nihayet ondan bekledi ğim sert tepkiyi vererek. "Dayım köşke yine sık sık gelecek, karısıyla tabii!" Sesinde bunun aksine asla katlanamayaca ğını belli eden sinirli titre şimler vardı. Ara ş, onun şair dayısıyla arasında kimsenin giremeyece ği o özel alana burnunu soktu ğunu anlayıp, hemen geri çekildi; fırtına kopmadı. Şair Do ğan Gökay ve Ada Mercan, ben bildim bileli inanılmaz güzellikte bir dayı-ye ğen ili şkisi ya şadılar ve mucizevi biçimde bunu hâlâ korurlar. Yıllar geçip, biri ya şlanmaya öbürü olgunla şmaya ba şladı ğında ilerleme hızlarını bozmayan iki ayrı araba gibi hâlâ yanyana yola devam etme şansını sürdürdüler. Bu tesadüfen yakalanmı ş bir şans de ğildir. O ikisi, algılamaları, entelektüel kapasiteleri, kıvrak zekâ ları, ya şama bakı şlarındaki incelikleri ve kendilerine bile çaktırmad an arkasına sakladıkları mizah anlayı şları bakımından birbirine çok benzeyen, bilinçleri sürekli teyakkuzda ya şayan insanlardır.

Page 90: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bana sorarsanız Ada ne annesine, ne de babasına ben zer. Onun ki şili ği tamamen dayısının genlerinden kodlanmı ştır. "Kız halaya, o ğlan dayıya çeker" diye sananların tam tersine, Ada tıpatıp day ısının kızıydı. Dedi ği gibi de oldu. Şair Dayı yine eskisi gibi sık sık kö şke geldi, bize döndü! Hiç de ği şmemişti. (Demek evlilik sandı ğım kadar öcü de ğildi - acaba?) Yüzünde her an bir hınzırlı ğa hazır bekleyen bilge gülümsemesi, camlan biraz daha kalınla şmış gözlü ğünden ta şan zeki bakı şları, ince fitilli kadife pantolonu, tüvit ceketiyle yine aynı Şair Dayı'ydı. Karısı gerçekten güzeldi, gençti ve şaire sırılsıklam hayrandı. Bunu her ya ştan hepimiz görebiliyorduk. Korktu ğumuz gibi Şair Dayı'yı tekeline almamı ş, aksine köşke, geçerken tek ba şına u ğramı ş gibi ba ğımsız ve rahat davranan, fakat bizlerle dost olmak için de kılını kıpırdatmayan bi riydi o. De ği şik bir kadındı. Çevresindeki hemen her şeye kar şı kayıtsızlı ğa varan bir ilgisizli ği vardı. Beni en çok rahatsız eden adıydı. Daha önc e ve sonra hiç duymadı ğım, bende huzursuz ça ğrı şımlar uyandıran bir adı vardı. Önyargılarımdan kurtulmak için verdi ğim sava ş, öbür insanla şma çabalarım kadar çetin geçmi ştedir ama Şair Do ğan Gökay'ın karısının adıyla ilgili önyargı sorunumu bir türlü çözememi şimdir. Tanrım, insan adları ne kadar önemli! "Be ğendin mi karısını?" diye fısıldadı kula ğıma Ada. "Bilmem... Güzel galiba..." "Amaan Mabel, onu sormadım. Tabii ki çok güzel! Ben senin fikrini merak ediyorum." "Adını sevmedim! Çok çirkin adı var!" "Olur mu hiç akıllım? Bi kere onun adı yanarda ğ anlamına ge- KAM12 liyor, hem sonra koskoca dünyada tek bi tane var o addan... Dü şünsene tek bi tane... O da dayımın karısı!" 178 Adı Bu rkan'di. "Hepiniz ne kadar da büyümü şsünüz böyle!.." demi şti Şair Dayı sevinçle ünleyerek. "Bir yıl çocuklar için ne kadar uzun, yeti şkinler için ne kısa bir süredir!" Mutluydu. Gözlerinde her zamankinden farklı ı şıklar çakıyordu. "Paris çok de ği şmiş! O devrimci, o dikba şlı hava solunmuyor sokaklarında Paris'in artık," demi şti üzüldü ğünü belli etmeyen ama önemli bir gerçe ği aydınlatan sorumluluk sahibi bir sesle. "Ben gemi mühendisi olmaya karar verdim!" dedi patt adanak Ara ş. Artık büyüdü ğünü, hiç uzatmadan, dosdo ğru anlatmak istemi şti anla şılan. Sesinde kafa tutan ve asla Şair Dayı'nın kanatlarına gereksinmedi ğini ilan eden genç bir adamın kararlı fakat hâlâ toy çı ğlıkları... "Ne diyorsun!" diye sevinçle ona döndü Şair Dayı. s Belki aralarında bir ili şki kurulur ümidinde olmalıydı. "Pek yerinde bir karar. Gemi in şaat mühendisli ği gelece ği parlak bir meslek ve sana da pek uygun Ara ş." Ara ş yanıt vermedi. Aralarındaki ileti şim bu kadardı ve Ara ş için birkaç haftalı ğına yeterdi. "Eeee, öbür meslekler belli oldu mu bakalım?" diyer ek bize döndü Şair Dayı. "Valla ben sosyal konularla ilgiliyim Do ğan dayı," dedi bilmi ş bir sesle Ada. "Bilmez miyim!" diye güldü dayısı. "O nedenle toplum bilimci veya insan psikologu fala n olurum sanıyorum..." Gülmemeye çabalayarak ba şını salladı şair Do ğan Gökay. "Ben," dedim atılarak, "Ben büyüyünce şair olabilirim!" "Hah ha! Sen bir harikasın Tuna! Ama biliyor musun ki, şair olmanın okulu yoktur." "Daha iyi ya! Okula gitmeyi kim sever?" dedim sırıt arak. "Ben çok seviyorum," dedi zor duyulan bir sesle Mer iç. "Okulda kendimi çok mutlu hissediyorum." Derin bir sessizlik oldu. Henüz hepimiz çocuktuk am a Meric'in ne demek istedi ğini anlayacak kadar da büyümü ştük.

Page 91: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Baban da okullarına hep severek devam etmi ştir Meriç. Oysa Pervin halan ve ben pek okulluk tipler de ğildik," dedi Do ğan Gökay durumu kurtarmak için yaramaz bir ses yakalayarak. Ertesi yıl halasını ikna eden Meriç, Üsküdar Amerik an Lise-si'ne yatılı olarak kaydoldu. Onu ancak hafta sonları görebiliyo rduk. Yoklu ğunu çok hissettik mi ?.. Bilemiyorum... "Eee, söyle bakalım ciddi hanım, sen ne olacaksın b üyüyünce?" "Ben doktor olmayı dü şünüyorum ama annemle babamla konu şmam gerekir tabii..." dedi Meriç çekingen bir sesle. Yalan söyledi ğini hepimiz biliyorduk. Annesi yine tedavi için has tanede yatıyordu, babası aylardır u ğramıyordu. "Elbette prensesim, en do ğrusunu sen yapıyorsun. Ben bu ya şta bile senin kadar akıllı olamıyorum. Sen bizim sülalenin haylaz yanına çekmemi şsin çok şükür!" dedi. Gerçekten de Meriç çok ba şarılı, inanılmaz disiplinli bir ö ğrencilik ya şamı sürdürdü, girdi ği okullardan daima derecelerle mezun oldu. Onun kad ar başarılı olan Aras'ın önder ki şili ğinin aksine, Meriç hep sessiz ve derinden gitti. O gün hepimiz salondan çıktıktan sonra Ada'nın bir punduna getirip, dayısına sülalenin en özel çocu ğu oldu ğunu do ğrulattı ğına adım gibi eminim. Ada, sevdi ği ki şilerin "en önemlisi" olmazsa ya şayamayan insanlardandır. Bu birkaç sevdi ği ki şi dı şındaki-lerse ona vız gelir, tırıs gider. "Durun da ğılmayın hemen, size bir sürprizim var bugün," dedi Şair Do ğan Gökay. Sanırım Kuzguncuk'u ince ince kemiren kuru ayazları n yo ğun oldu ğu bir kı ş günüydü. Dördümüz yine hafta sonunda kö şkte toplanmı ştık. "Sürpriz mi?" diye sevinçle haykırdı Ada. "Sürprizl ere bayılırım..." "Bugün buraya bir dostum gelecek ve bize çok özel b ir gösteri sunacak." "Jonglör mü gelecek Şair Dayı?" diye atladım. "Hayır çocuklar, jonglör de ğil, bu ak şam buraya gelecek arkada şım bir hayâli." "Bir hayâli mi ?.." "'• ' »'• •• •• O ak şam kö şke Hayâli ismail adında ince uzun, hüzne çalan 180 ciddiyetiyle bize hiçbir ipucu vermeyen ortaya şlı (tabii o vakit bi-ze göre "ya şlı") bir adam geldi. Şair Dayı'nm karısı onunla Karagöz ve Hacivat kostüm lerinin modernle ştirilerek nasıl geli ştirilece ğini konu ştu uzun uzun. Bürkan'ın giysileri, bildi ğimiz kadın giysilerinden hep çok farklıydı, beni bi raz ürkütür, onun uzaylı oldu ğunu dü şündürtürdü. "Aman Mabelciim, sen çok hayalperestsin yani... Bu uzaylı hayallerin de hiç de orijinal de ğil. Bak bu Burkan var ya, i şte o haute couture giyiniyor, uzaylılarsa çıplak gezer akıllım!" Ada'nın yorumlan ve bilgiçli ğinden bir tek ben ho şlanıyordum galiba... "Ot kotür mü giyiniyor o? Aman Tanrım, ne korkunç!" Çocukluk yıllarımız Karagöz ve Hacivat e ğlencelerine denk dü şmemişti. Biz daha çok televizyon ve sinema ku şağıydık. Şimdiki gibi Türkiye'nin onlarca yerli renkli kanalı ve uydu aracılı ğıyla onlarca yabancı kanalı yoktu ama ilk televizyon ku şağı bizdik. Bizim çocuklu ğumuzda gölge oyunu Karagöz ve Hacivat oyunu için ge reken atmosfer çoktan bozulmu ştu. Mürekkep yalamak, kitap kurdu olmak, kültürlü aileden gelmek kavramlarının yerini, test çözmek, b oş vakitlerde kitap okumak ve zengin olmak almı ştı bile. Gölgeler çoktan gizemini yitirmi şti 1970'lerde... Annemlerin ku şağı için şahane çocuk e ğlencesi olan Karagözle Hacivat bizler için artık sıkıcıydı, yava ştı, bayattı. Esprileri ve hızı bizim dünyamıza uymuyordu. Yalnızca folklorik bir ö ğe olarak kalmı ştı arkamızda. Ama o gece ba şkaydı. Ö gece hepimiz Karagöz gösterisinden zevk al dık, hatta kahkahalarla güldük, e ğlendik. O gece kö şkte şair Do ğan Gökay ve dostları için özel olarak kurulan sahnede gerçek deve derisi nden yapılmı ş Karagöz takımıyla Hayâli ismail ömürboyu unutamayaca ğım kadar güzel bir gösteri sundu. Esprileri güncel, dili yalın ve kıvraktı.

Page 92: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Köşkte bazı hafta sonu ak şamlan şair Do ğan Gökay'ı ziyarete gelen konuklar olurdu. Bunların tanınmı ş yazar, şair, müzisyen ve ressamlar olduklarını fısıldardı Ada gururla bana. Aralarında filmlerden tanıdı ğım bazı aktörler ve aktrislere rastladı ğımda heyecanla anneme ko şar, onları anlatırdım. Annem özellikle kadın yıldızları defalarca anlattırırdı bana. Aras' a bu konuda soru sorulmazdı, çünkü o yıldızlarla ilgilenmezdi. Bu konuklar bizim Kuzguncuklular'a hiç mi hiç benze mezlerdi. Erkeklerin bazıları, askılı pantolonlar, papyon kravatlarla do la şan keçi sakallı veya tuhaf saç modelli adamlardı. Kadınlar daha da tuhaf tı. Bir kere kadınların çoğunun saçı erkeklerden bile kısaydı. Giysileriyse, y a kı şın bile kollan, omuzları açık elbiseli olanlar ya da pantolondan ba şka bir şey giymeyenler olmak üzere iki çe şitti, içlerinden saçları patlıcan renkli ve en kısa olanı hep pipo içerdi. Onu hiç sevmezdim, çünkü pip osunun tütünü üstüme siner, yıkandıktan sonra bile çıkmazdı. Böyle kalabalık konuklu gecelerde özellikle Süreyya Mercan mahalleliyi rahatsız etmemeye çok özen gösterirdi. Kuzguncuklu- lar arasında bu avant-garde sanatçı toplulu ğunun ziyaretlerinden haz etmeyenler oldu ğunu ama mahallede Süreyya Mercan'a duyulan sevgi nedeniyle bu konuda ho şgörü gösterildi ğini yıllar sonra annemden ö ğrenecektim. Birkaç yıl önce, belki daha geçen yıldı, resmi tari hin satır aralarında hokkabazlık yaparak asıl tarihimizi ö ğrenmeye çabalamanın güçlü ğünü anlatan Ada'ya dönüp; "Bak çocu ğum, bazan sembollerden faydalanmayı hatırlamalıyız. Karagöz, Osmanlı'yı bize en iyi anlatan semboller ta şır. Bunun 1850'lere uzanan yazılı metinlerle de desteklendi ği görülür," demi şti şair Do ğan Gökay. "Anadolulu, Laz, Kastamonulu, Kayserili, Karamanlı, E ğinli, Harputlu, Kürt, Baba Himmet tiplemelerinin arkasında gerçek yatmakt adır çocuklar. Bunları okumayı ö ğrenirseniz, şifreleri daha kolay çözersiniz." Deve derisinden yapılmı ş her biri sanat eseri kuklalarıyla, biz çocuklara bu tipleri tanıtan Hayâli Đsmail müthi ş heyecanlıydı. "Çelebi, Tiryaki, Beberuhi... bunlar istanbullu tip lerdir. Gayr-ı müslimlere gelinceee: Ermeni, Yahudi, Rum diye anıl ır onlar Karagözde. Agop, Nesimi, Kirkor da diyenler olur." "Bir de Anadolu dı şından tipler vardır çocuklar, i şine burnumu sokuyorum, kusura bakma Hayâli..." "Esta ğfurullah hocam! Sizin engin bilginizden yararlanırı z ancak!" l "Acem, Arap, Arnavut..." diye saydı Şair Dayı. Hayâli ismail'in ona neden "hocam" dedi ğini anlayamamı ştım. Jonglörlük dı şında şairlerin Karagöz ö ğretmenli ği yapmak gibi bir i şleri de mi vardı da ben bilmiyordum ?.. "Kabadayı tiplemelerini unutmayın ha! Ayıp olur del ikanlılara sonra icabında de ğil mi ama?" dedi Balıkçı Osman filmlerindeki sesiyl e Süreyya Mercan. Sıcakkanlı, alçak gönüllü, keyif ehli, dünya tatlıs ı bir insandı Süreyya Mercan. Onun da şiir yazdı ğını ve bunları kayınbiraderi Do ğan Gökay'a okudu ğunu Ada bana fısıldamı ştı. Daha sonra Süreyya Mercan'ın bazı şiirleri genç Türk Sanat Müzi ği bestecilerine ilham verdi. Çok ünlenen birkaç şarkıda Ada'nın babasının şiirleri okunmaktadır hâlâ. "Babam keyif için içiyor, Meric'in annesi gibi alko lik de ğil!" demi şti Ada, sinirli bir sesle. Ama hep içerdi Süreyya Mercan. Lıkır lıkır de ğil ama elinde bir rakı barda ğı, içinde buzları şıkırdayan anason kokulu beyaz sıvıyla dola şırdı köşkte oldu ğu zamanlar. Salonun her yanında Cihan Teyze'nin sık sık doldurdu ğu sarı leblebi, tuzlu fıstık ve badem dolu tahta ça naklar olurdu. "Tuzsuz Deli Bekir, Külhanbeyi, Efe, Zeybek, Matiz. .. sonra imam, Tablah, Büyücü, Cazuhan, Cin ve Canavar..." diye gururla ek ledi Hayâli ismail, bu karakterleri tek tek kuklalarla tanıtarak. "Köçek, çengi, hokkabaz, kantocu da farklı etnik gr upların temsilcisidir aslında."

Page 93: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"i şte Osmanlı'nın dehası azizim!" diye aya ğa fırladı Süreyya Mercan rakının iyice co şturdu ğu feci heyecanlı bir sesle. "Tıpkı bir mozaik bulmaca gibi farklı parçaları ust alıkla yan-yana koyup, resmi tamamlıyorlardı!" "Puzzle yani," diyerek söze karı ştı Ada. Nihayet ona da söz hakkı do ğduğu için sevinmi şti. " Şu pazıl kelimesine artık Türkçe bir kar şılık bulun, ayıp oluyor elin kelimelerini hırsızlamak ama!.." diye güldü dayısı. "Yahu, Birle şmiş Milletler gibiymi ş bizim Karagöz oyunu da l canım! Hay gözünü sevdi ğimin memleketi be! Şimdi bir kürdili hicazkâr dinlenmez mi be rakının yanında beyaz peynirle!" "Hayatım içmesen artık..." diye o zarif sesiyle uya rdı kocasını Pervin Gökay. "Son, bak inan olsun bu son sevgilim, güzel karım b enim..." diyerek kolunu onun beline doladı Süreyya Mercan. "Artistlerin evli kalamayaca ğını söylerler ama - aman nazar de ğmesin! - bak Pervin Gökay'la Süreyya Mercan, Ma şallah hâlâ yeni â şıklar gibi... Aman Allah bozmasın muhabbetlerini..." diyerek hülyalı g özlerini babamın üstüne dikerdi zaman zaman annem. Eli aya ğına dola şan babam, böyle durumlarda iyice çekingen-le şir, sanki orada yokmu ş gibi davranırdı. Zavallı annem monologunu iç çeki şler arasında sürdürmeye alı şmıştı. "Baksana Süreyya Mercan'ı kötü durumda gören falan yok. Eh Pervin Gökay da zaten asil kadın... Ah ahh!.. Görgü ba şka şey tabii... Aile görgüsü almı ş insanlar ba şka oluyor..." Hangisine acıyaca ğımı şaşırırdım. Annemin tutkulu hayalleri ve dü şkırıklı ğı dolu inlemeleri arasından kaçıp, terzi dükkânına sı ğınan babama mı, yoksa ondan kapasitesi dı şında şeyler bekleyen anneme mi? içimizde en akıllı olan Aras'tı. O hemen odamıza çe kilir, ya maket yapar, ya bilim teknik dergileri okur ya da uçak ve gemi r esimleri çizerdi, e ğer ders çalı şmıyorsa tabii... Ara ş, asla annemle babam arasındaki bir konuya karı şmaz, kendini dı şarda tutmasını bilirdi. Ben hep yufka yürekli ve ke ndi başına çorap ören biri oldum. Hep ama hep! Kendimden n efret etsem de gider, sorunu bulur ve bir güzel bula şırım içine... Ba şka deyi şle, belayı hemen çekerim üstüme. "Fakat dikkatinizi bir noktaya çekmek isterim beyle r!" diye söze karı ştı pipolu kadın ressam. "Her şey öyle sandı ğınız gibi günlük güne şlik de ğildi o resimde. Gölgeler, hatta çok koyu renkler vardı. Karagöz oyununun için de şakayla karı şsa da zaman zaman azınlıklarla alay edildi ğini, a şağılandı ğını hepimiz biliriz." "Bu çok do ğal," diye söze karı ştı aktör Süreyya Mercan, "i şin do ğasında bu kar şıtlık var, benim şair kayınbiraderimin deyimiyle diyalektik bi durum yani... Anlatabiliyor muyum acaba..." "Hayatım hani içmeyecektin ama..." "Sanıyorum önemli bir noktayı atlıyorsunuz burada," diyerek herkesi dinlemeye te şvik eden sesiyle konu ştu şair Do ğan Gökay. "Türkler'in askerlikte ve sava şmaktaki dehası, Osmanlı'da 184 devlet kurma ve bunu koskoca bir imparatorluk olara k çok uzun bir zaman devam ettirebilme ba şarısı küçümsenmemeli ve zamanın konjonktürü içinde takdir edilmelidir." "Afferin benim aslan kayınbiraderime! Son kadehimi onun için kaldırıyorum. Sevgilim, bak valla son, billa son bi tanem, üzüm g özlü nazlı karım..." "ikinci husus, Anadolu Müslümanlı ğı dedi ğimiz, bugün memleketin geneline hâkim ve geleneklerimize uygun olan din kültürünü b ize Osmanlılar'ın kazandırmı ş olmasıdır. Müslümanlı ğın ça ğdaş uygulanı şını da Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiyesi eninde sonuda mutlaka kazanacaktır. " Göstermelik kalktı, Hacivat bir semai okuyarak perd eye indi: "Hayy hayi haak!" diye seslendi, "Yar bana bir e ğlence gerek! Amaaan bana bir e ğlence gerek!" Ve Karagöz perdeye indi:

Page 94: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Vaaay Karagözüm, demek okula ba şladınız iki gözüm. Mürekkep yaladınız, kâğıt paraladınız mı a canım? Yazı çıkarabilir misiniz ?" "Mürekkep de yaladım, kâ ğıt da paraladım. Yazı çıkarması bir şey mi? Gel haddin varsa kı şı çıkar. Evde ne odun, ne kömür var. Kesede para ha k getire!" u Eve dönerken kula ğımda en çok kalan tekerleme; "n "Ey Hay-ü Hak! Yıktım perdeyi, eyledim viran, Varayım sahibine haber vereyim hem'an. Efendim her nice dilimiz sürçtüyse affola!" olmu ştu. AŞKIN KAÇ ÇE ŞÎDI VAR? "Bakı şlarını kaldır Ama bakma bana..." Ingeborg Bachmann "Acı verir! "dedi. "A şkın her çe şidi acı verir!" Sustu. Bekledim. Bekledik kar şılıklı. Sabrımı ölçüyor olmalıydı. Uzun bir süre sonra dudakları kıpırdadı: "Diyor, Do ğan dayım." Gözlerinin kumrallı ğında ince kum taneleri gibi beliren ela renkler içi mi ı şıldatmaya yetiyordu. Bu bakı şlardan fı şkıran ya şama sevincinin altında saklı hüznü benden ba şka gören var mıydı, bilmiyorum... Ama Şair Do ğan Gökay'dan fena halde ku şkulanıyordum! "Ona sorarsan..." Ada öyle diyorsa, sormamam ne mümkün... "Ona sorarsan, çocukluklarından beri tanı şan, fakat bir türlü iyi geçinemeyen, sürekli birbirlerini i ğneleyerek ya şamış iki erkek arasındaki ili şki de bir çe şit a şkmı ş!" Biraz kafam karı şmıştı, ama hem şair dayısı, hem de Kumral Ada bunu yapmaya bayılmaz mıydı zaten? "Yıllarca birbirlerini çekemeyen bu iki arkada ş sonunda ya şlanıp, emekli olmu ş iki aksi ihtiyara dönü şürler. Ve do ğal olarak içlerinden biri daha önce ölür. i şte o zaman geride kalan, sata şacak birinin yoklu ğunu çekmeye başlar. Yoklu ğunu çekti ği ki şi öyle bi- ridir ki; çocukluklarından beri tanı şmakta, birbirlerini iyi ve kötü yönleriyle çok iyi tanımakta, aynı zamanda bütün do muzluk, itlik ve keçiliklerinin ardında aslında gizli gizli birbirle rini kollamaktadırlar. Bunlar kadar önemli olan bir ba şka nokta da bütün bu çocuksu iti ş kakı şa ra ğmen 'öbürü'nün hep 'orada' oldu ğunu bilmek güvencesidir. Çünkü a şkın doğası çocuksudur ve i şte bu yüzden geride kalan, gideni fena halde özlemektedir..." Sustu ve sanki geride kalan kendisiymi ş gibi özleyerek bana baktı. (Belki de ben öyle oldu ğunu sandım?) "Biliyor musun Mabel, hiç kimsenin büyümek istememe sinin asıl nedeni de bu!" diye fısıldadı. Sesi Kuzguncuk'taki yakamozlar gibi parlıyordu. Bu kız beni öldürecek! Her ne kadar dayısının sözcü klerini araklasa da hem o ve hem de dayısı şahane birer hikâye anlatıcısı olarak do ğmuşlar ve bana da onları hayran hayran dinlemek rolü biçilmi şti! (Acaba bu benim kendi yeteneklerimi engelleyen bir şanssızlık mı aslında? diye gizlice dü şünmedim değil. Çünkü ortalama yeteneklerle do ğan birisi için kendinden çok daha yetenekli insanlarla ya şamanın ço ğu kez kendi geli şimini engelleyici bir etken oldu ğunu gözledim. Ama hayır, kader-kısmet oynamayı seçt i ğimden değil, bundan zevk aldı ğımın bilincinde olarak, bu kumral yolda yürümeyi tercih ediyorum ben.) "i şte Do ğan dayım diyor ki, bu iki ya şlı adam arasında, dı şından keskin sirke kokan ili şki aslında onların damaklarına göre bal tadmdadır v e kesinlikle bir çe şit a şktır!"

Page 95: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Hem de "kesinlikle" üstelik! Do ğan Gökay'ın şiirindeki dirilik bu kafa tutu ştaki tahrikten kaynaklanmıyor mu zaten? Ve Ada'ya d ayısından geçen dikkafalı güzellik aynı iklimin rüzgârlarıyla esmiy or mu? Bu tanımlama ho şuma gitmemi şti. "Ne yani birbiriyle sürekli kavga eden ama bir türl ü ayrılama-yan bütün evliler de bu 'bir çe şit a şk' kapsamına mı girecek şimdi? Sırf Şair Dayı böyle diyor diye..." Meric'in anne ve babasından söz etti ğimi bal gibi biliyordu. J Dudaklarını büzdü, "suç bende de ğil" der gibi ellerini iki yana açtı, gözlerini yumd u. O gözlerini yumunca yeryüzündeki bütün ye şiller, san ve kahverengi ı şıklar kayboldu. Ye şildeki mavi yüzünden olmalı, maviler de silikle şti. "Ona sorarsan evet!" dedi o şahane kumral gözlerini açarak, bütün kayıp renkleri tekrar yeryüzüne kazandırırken. "Ona göre a şkın yüzlerce çe şidi var. Ba ğımlılık, alı şkanlık gibi çok heyecan vermeyen duygulardan tut da 'onsuz olamamak ' gibi tutkusal olanı da bir çe şit a şk..." Bazan kendi dü şüncelerini yaldızlı sözcüklere sarıp, bana şair Do ğan Gökay'a aitmi ş gibi yutturdu ğunun artık ayrımındaydım. Kimi zaman da ortama uygun dü şece ğini dü şündüğü fantezilerini sanki birisinin ba şından geçmi ş gibi anlatıyordu. Küçükken lopur lopur yuttu ğum bu şahane hayallerin (yalan demeye dilim varmaz!) artık farkında oldu ğumu bilecek kadar zekiydi ama bu ikimiz arasındaki düzinelerce oyundan yalnızca biri ydi. Üstelik benden başkasıyla oynamadı ğını bildi ğim bu oyunların saklı bir tadı vardı benim için. "Bilirsin Mabelciim, Do ğan dayım hep kozmik bakmamızı ister dünyaya. Yukardan, ku şbakı şı bakınca her şeyin birbiriyle ili şkisi daha net seçiliyor tabii..." Mayıs ortasındaydık, okulların kapanmasına az kalmı ş, yaz burnunu göstermeye ba şlamı ştı. Baylan Pastanesi'nin arka bahçesi açılmı ştı, bundan daha iyi bir yaz müjdecisi olamazdı. Bahçe sarma şıklarla yarı yarıya örülmü ş asma tavanıyla neredeyse lo ştu ama bu lo şluk yaz sıcaklarında do ğal klima gibi i şe yarardı. Baylan Pastanesi'nin yalnızca yazları açılan bu ark aya saklanmı ş bahçesini bize Ada ö ğretmi şti, istanbul'un Asya yakasına denizden asıl giri ş noktası olan Kadıköy iskele meydanı ve Bahariye alı şveri ş merkezi bana hep kasvetli, özensiz ve çirkin gelmi ştir. Zevksizce betonla şmış, kalabalık, gürültülü Kadıköy'ün bir gün ye şili, parkları ve pastaneleri bol güzel bir meydana kavu şaca ğını hayal ederim hâlâ... Ben, Kadıköy meydanını biz im Üsküdar kadar güzel bulmadım hiçbir zaman. Havalar ısındı ğından beri cuma ikindileri Ada ile Ara ş okul çı- . kı şlarında Kadıköy'de bulu şuyorlar, onlar yanımda oldu ğu için annem bazan benim de Kadıköy'e inmeme izin veriyordu. Artık ort aokula gidiyordum ama evin küçük çocu ğu oldu ğum için Aras'a aynı ya şta tanınan haklar bana tanınmıyordu. Ada'ya sorulacak olursa, annem haklıy dı, ben daha küçüktüm ve tabii onlar büyümü ştü! 187 Annem ve Cihan Teyze, bizi ancak Kuzguncuk'tan tanı dık bir taksi şoförüne emanet ederek Kadıköy'e yolluyorlardı. îki yıl sonr a modern Türkiye Cumhuriyeti'nin elli yedi yıllık tarihindeki üçüncü askeri darbe yaşanacaktı, ortalık müthi ş huzursuzdu. Bütün anne babalar gibi bizimkiler de çok endi şeliydi. Türkiye yine istikrarsız ve huzursuzdu. Biz e oyun gibi gelen politik çalkalanmaların yarattı ğı rahatsızlı ğı en çok şair Do ğan Gökay ve asker olan Mustafa ve Kemal dayılarımın üs tündeki gerginlikten anlıyordum. Büyüklerin; "ne olacak halimiz? -çık çı k cık-"lı ve "ordu gelsin, hadlerini bildirsin!, valla-"lı konu şmaları aklımı karı ştırıyordu. Gazete man şetleri ve televizyon haberleri ne şesiz, mutsuz sözcüklerle doluydu. Bunları şimdi anladı ğım anlamda anlatmamın haksızlık olaca ğını düşünüyorum. Ben o sırada daha çocuktum ve o yılları a nımsarken tıpkı o vakitler ya şadı ğım haliyle geri ça ğırmaya çalı şıyorum. Ara ş, annemle babamın bütün uyarılarına kar şın, biraz da efelik taslayarak ortalık karardıktan sonra eve dönüyor, gitti ği her yeri eve haber vermiyor,

Page 96: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

yani bizimkilerin yüre ğini a ğızlarına getiriyordu. O gün, Baylan Pastanesi'ndeki bulu şmaya da geç kalmı ştı. Ben fırsattan yararlanıp Ada'yla bir pastanede ba şbaşa kalmanın tadına varıyordum. Sanıyordum ki, Ada'yl a başbaşa pastaneye gidince herkes benim onun sevgilisi old uğumu dü şünecek, ben de kısacık da olsa bu mutlulu ğu ya şayacaktım. Sanmak ile olmak arasındaki uçurumdan hep nefret ettim! Sanmak, içinde umutlar, dü şler ve heyecanlar vaat eden çok boyutlu bir kavramken, olmak gerçe ğin sert, kalın, kö şeli ve katı üç boyutunu ta şır yalnızca... Ne mutludur o, olu şlarının içine sanı şlarını da katmayı ba şaran insanlara... Bu konuda şaire ve büyük ye ğenine nece hayran oldu ğumu yeniden anlatmama gerek kalmayacak kadar beni tanıdı ğınızı dü şünüyorum artık. Ada, annesinin yurtdı şından getirdi ği sırt çantasına saklı bir göz dikmesi için Cihan Teyze'yi kandırmı ş ve oraya büyük sırrını saklamayı ba şlamı ştı. Sırt çantasının saklı gözünden biı paket Maltepe si garası ve bir de gümü ş çakmak çıkarttı. Daha on altı ya şına yeni girmi şti ve püfür püfür sigara içiyordu. Hem ona, hem a ğabeyime çok bozuluyordum. Hangisi öbürünü zehirlemi ş-ti bilmiyorum, ama ikisi de son aylarda birdenbire yüzyıllık tiryaki gibi sigara içer olmu şlardı. Dedem sigara içerdi ama koyu tir- yaki sayılmazdı. Dedem; "yanında kahve ve manzara o lmazsa bu meretin tadı kalmaz!" derdi. Şimdi bile, Ada ne zaman sigara içse içimi bir üzünt ü kaplar, zehirleniyor, kanser olacak diye içim titrer. Ama susarım, söyley emem. Ara ş gecikince garson ba şımıza dikilip, ne ısmarlayaca ğımız konusunda ısrarlı ve ha şin davranmaya ba şladı. Garsonun hı şmından çekinip, Aras'ı beklemeden Baylan'ın me şhur Küp Gri-ye'sinden ısmarladık. Garson sipari şimizi aldı ğı halde tepemizde dikilmeye ve bize ters ters bakma ya devam ediyordu. Garsonlar çocukları ve gençleri sev mezler mi? Aradan yıllar geçti ama ben hâlâ garsonların sevdi ği cebi şi şkin, bol bah şi ş bırakan yeti şkinlerden olamadım bir türlü. O zaman garsonun aslında "bacak kadar" kızın püfür püfür sigara içmesine bozuldu ğunu anladık. Bana göre olmasa da Ada, o sırada bize çok ya şlı görünen otuz ya şlarındaki garsona göre "bacak kadar" olmalıydı. Ser t sert bakıp; öfkeli bir "çık çık çık!" çekti. "Zamane gen çleri" bir öncekiler için ço ğunlukla can sıkıcıdırlar. Altta kalmamak için Ada hemen bana dönüp garsonun d uyaca ğı sesle beni azarladı: "Sen daha çok küçüksün Tuna! Sigaraya ba şlamak için benim kadar büyümeyi beklemelisin!" Garson söylenerek gitti. Meriç de ben de sigaraya hiç ba şlamadık. Hiç ba şlamayanlar, sigaradan, özellikle de tütün kokusundan hiç ho şlanmazlar. Küp griyelerimizi i ştahla ka şıklamaya ba şladı ğımızda Ara ş hâlâ ortada yoktu ve Ada yüksek sesle dü şünmeye devam ediyordu. "Bence Do ğan Dayım'ın Bürkan'a olan a şkı, bildi ğimiz kadın-erkek a şkından çok farklı... Yine de maalesef a şkın yüzlerce çe şidinden biri olmalı onlarınki de..." Tanrım, sadece on altı ya şındaydı ve hâlâ çocuk olan bana "bildi ğimiz kadın-erkek a şkı" nutukları atıyordu! Pek bir şey bilmeden ve anlamadan onu dinliyordum. Ah benim sevgili ukala serserim! "Burkan güzel bir kadın ama Do ğan Dayım'ı anlayamaz o!" dedi dudaklarına bula şan dondurmayı peçeteyle silmek yerine diliyle yalam aya çabalıyarak. 189 A-ha! Bir şeyler olmu ş ve Ada Bürkan'ı kıskanmaya ba şlamı ştı. "Bence dayım, o dilinden dü şürmedi ği o Fransız şair kadınla 190 evlenmeliydi, adı Brigitte olanla... Ama o kadın da lezbiyenmi ş, ne yapsın dayım ?.." "Lezbiyen mi? Nasıl yani..." "Canım i şte anlarsın ya, kadın kadına yani..." "Kadınlar birbiriyle mi evleniyormu ş orada?" diye şaşkınlık içinde ba ğırdım ve tabii ba şta bizim garson olmak üzere öbür masalarda oturan h erkes eşcinsellik üzerine konu şan biz iki çocu ğa bozularak baktılar.

Page 97: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Tam o sırada kolunun altına sıkı ştırdı ğı çantasıyla çok yakı şıklı bir genç girdi Baylan Pastanesi'nin arka bahçesine. Pırıl pı rıl bir "Merhaba!" çekti. Bütün bahçe ı şıldadı. Öbür masalarda oturan kızlar ya büyülenmi ş gibi bakıyorlar, ya da dürtü şerek kıkırda şı-yorlardı. Ben buna alı şkındım. Ağabeyim nereye gitse ilk anda hemen bütün kadınların ilgisini ve erkeklerin kıskançlı ğını üzerine toplardı. "Ba şladınız mı?" diye sorarak oturdu. Geç kaldı ğı için ko şmuş, yanakları kızarmı ştı. Onu ba şından beri "yerli James Dean" diyerek hayranlıkla seyreden Pervin Gö- kay haklıydı. Ara ş, James Dean'in daha koyu renklerle basılmı ş bir foto ğrafı kadar yakı şıklıydı. Ama yakı şıklılı ğı ve ya şından büyük gösteren iri ve havalı duru şu kadar etkileyici bir ba şka özeli ği daha vardı a ğabeyimin. Onun yüzünde elde edilmesi güç oldu ğuna dair ba ştan çıkartıcı ciddi bir ifade vardı ve bu ifade bir çe şit meydan okuyu ş duygusu yaratıyordu. Aras'ı iyice çekici kılan da buydu! Kızlar onun yakı şıklılı ğı kadar ciddi tavırlarından da tahrik oluyorlardı bence. Kolay elde edilecek du ygusu yayarak dola şan ve öyle pek de yakı şıklı sayılmayan benimse, kızlar üzerinde bu çe şit bir etkim olmadı ğını açıklamama gerek yok sanıyorum. Ada kendi kupundan bir ka şık alarak Aras'ın a ğzına uzattı. .? Ara ş dondurmayı Ada'nın elinden yemek yerine, kendisine uzatılan ka şı ğı alıp, dondurmayı kendisi yedi. Öyle anlar vardır ki, anca k iki ki şi ve ka şla göz arasında ya şanır. Öyle bir andı. (Ve ben onlar arasında ya şanan o "öyle anlar"m pek ço ğunun tanı ğı olarak ya şamaya mahkûmdum!) Ada, çevredeki kızlara Aras'ın "kızı" oldu ğunu göstermek istemi ş, Ara ş bunu yarı yarıya doğrulamı ştı. Sahiplenmek duygusundan korkanların ço ğu gibi Ada da içten içe Aras'ı sahipleniyor, ama bunu açık etmeyi kendine yedi-remiyordu. Sahiplenilmekten hiç ho şlanmayanların tümü gibi Ara ş da a şırı alıngan davranıyor ama Ada'yı yitirmekten feci korktu ğu için dengeyi korumaya çalı şıyordu. Fakat asıl önemlisi Ara ş a şırı utangaç, Ada fazlaca, cüretkârdı. Bir sigara da Ara ş yaktı, kar şılıklı dumanaltı oldular. Çok pis kokuyorlardı. "Nasıldı?" diye sordu Ada. "On!" diye kestirip attı a ğabeyim. "Eh!" dedi Ada sevinçle, "Cebir on, kimya on, geometri on, demek ki fizik de on oldu şimdi..." Sonra yüzünde çapkın bir gülücükle uzanıp Aras'ın y anağını ok şadı. Hâlâ Aras'a gözlerini dikmi ş öbür masa kızlarına bir ihtar olmalıydı bu. Bu dokunu ştan keyiflendi ğini anladı ğım Ara ş, yine de utangaçlı ğını yenememi ş, yere dü şen bir şeyi arıyormu ş gibi saklanmı ştı. Dı şardan bakanlar ciddi ve yakı şıklı bir delikanlının yanındaki bal damlası kumral kızın ok şayı şına ilgisiz kaldı ğı resminin yanlı ş yorumunu algılıyorlardı ama Ada onun ruhunu okumayı çoktan sokmu ştu. "Fizikçi, gelecek yıl da bu not ortalamasını tuttur ursan belki Amerika'dan bir burs bulabiliriz sana," dedi. Ada heyecanla atladı, "Ay ne iyi olur! Ben de gelir im Amerika'ya, birlikte okuruz üniversiteyi orada." "Ben ne olaca ğım peki?" diye korkuyla inledim. Sesimde kalabalık bir tren istasyonunda anne ve babasını kaybetmi ş o küçük bir çocu ğun feryadı vardı. "Üzülme Tuna, okul bitince dönece ğiz!" dedi Ada biraz da paylayarak. "Ama ben gitmek istemiyorum ki..." diye yarım kalan sözünü tamamladı Ara ş. Sessizlik dü ştü ortamıza. "Yani Amerika'da üniversite bursun olsa bile gitmey ecek mi- / sin?" diye ağzı açık kalakaldı Ada. Başını e ğip, gözlerini sakladı Ara ş. "Ben" dedi usulca, "Ben, teknik üniversitede gemi i nşaat mühendisli ği okuyaca ğım. "Amerika'da gemi in şaat mühendisli ğinin âlâsı var akıllım!" diye öfkeyle atıldı Ada. içimizde en çabuk öfkelenen, duygularını en kolay b elli eden ve en çabuk affeden hep oydu.

Page 98: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ben deniz subayı olarak okumak istiyorum," dedi Ar aş en yumu şak sesiyle ve Ada'nın gözlerinin içine bakarak. "Üniforma mı giyeceksin yani?" diye yeniden hayretl er içinde kaldı Ada. Başını "evet" anlamına salladı Ara ş. Hâlâ Ada'nın gözlerinin içine bakıyordu. Ara ş çocuklu ğundan beri böyleydi i şte. Sorunlarım kendi içinde çözmeye çalı şır, kararlarını tek ba şına verir ve uygulardı. Ona akıl vermeye çalı şmak, en ba şından fiyaskoyu kabullenmek demekti. Dedem, kıssada n hisse yoluyla, annem de ba ştan övgüyle girip, çaktırmadan tavsiyelerini sırala mak yöntemiyle ona ula şa-biliyorlardı. Bu ikisi dı şında bir tek Ada vardı Aras'a di ş geçirebi-len. Ada'nın kimse için özel yöntemi yokt ur. O oldu ğu gibi ya şa-yabilen çok ender cüretkâr ve şanslılardandır. Yalnızca bu kadar farklı olu şu bile Ara ş için etkileyiciydi ama en önemlisi Ara ş, Ada'ya hayrandı, Ara ş, ona â şıktı. Bu kez de aynen öyle olmu ştu. Ara ş gelece ğiyle ilgili planını yapmı ş, kararım vermi şti. O, gemi in şaat mühendisi bir deniz su-bayı olup, Ada'yla evlenecekti, içindeki serüven heyecanı mı, yoksa ai lede subaylara duyulan sevgi mi, bilemiyorum. Ama en çok, babamın terzi ge liriyle geçinmemizin giderek güçle şti ğini ayrım-sayan "evin büyük o ğlu sorumlulu ğu" bu kararın müsebbibiydi sanıyorum. Ara ş kararını vermi şti vermesine de Ada'nın tepkisinden çekiniyordu. Çü nkü gelecekteki dü şlerini süsleyen kız tıpkı onun kadar özgürlü ğüne dü şkün, bağımsız, dikkafalı ve güçlü ki şili ği olan biriydi. A ğabeyimin tek ba şına karar verme dönemi bitmi şti. Biz aile içinde Aras'ın arkasından, artık dikkafasını toslayaca ğı bir ba şka dikkafaya çattı ğına takılırken... o hiç aklımıza gelmeyen, o Allanın belası kara felaket he pimizi yanıltacaktı... "O zaman Amerika'ya ben yalnız giderim," dedi Ada k ırgın ama kafa tutan bir sesle. Ara ş ısmarladı ğı küp griyeye yeni ba şlamı ştı ki, ka şı ğını bıraktı. "Ama sen bizi özlersin oralarda," dedi ciddi bir if adeyle. Sanki bu "biz"in içine kendisi dahil de ğilmi ş gibi mesafeliydi, "ille de birinizin uzaklara mı gitmesi gerekiyor!" diye mızm ız-landım. "Gençlik, yeni hayatlara ve yeni dünyalara uçmak iç in kanat sahibi olmaktır, diyor Do ğan Dayım. Bir bakıma ya şamın diyalekti ği bunu zorunlu kılarmı ş!" Darda kaldı ğında sık sık yaptı ğı gibi şair Do ğan Gökay'a sı ğınmı ştı Ada. Bazan tıpkı a ğabeyim gibi ben de Şair Dayı'ya kızıyordum yani... "Çocukken ne güzel, hiçbirimiz bir yerlere uçmazdık !" diye mızmızlandım yeniden. "Sen hâlâ çocuksun Tunacıım," dedi Ada bana dönerek . O zaman beni gördü. Beni görünce yüzüne yumu şacık bir gülümseme yayıldı. Ben ona mutluluk hormonu etkisi yapıyordum. Ara ş ise onun heyecan ve di şilik hormonu seviyesini artırıyor olmalıydı. Elbette kendisi böy le söylemez; "sen benim serotoninim, Ara ş adrenalin ve östrojenim" derdi. Bu üçünün etkisini bir kadında yaratacak tek bir erkek olmadı ğına göre erkeklerden biri daima dı şarda kalmak, kadınlar da yakınmak durumunu sürdürec ekler anla şılan! Belki bir gün bir hormonbilimci bu i şe el atacak, ya da ahlak anlayı şımız tümden de ği şecek... "Sen hiç büyüme emi Tuna!" dedi sonra sürekli yanın da ta şıdı ğı hüznünü artık gizlemeden kırgın sesine dö şeyerek... E ğilip kula ğıma fısıldadı; "Canım Mabel'im benim!" On altı ya şında bir genç kızdı ve benim büyümemi istemiyordu. Oysa o, hızla büyümek ve geli şmek için adeta ko şuyordu. Onu ya şından büyük gösteren yalnızca Şair Dayı'nın geli şimini hızlandırdı ğı do ğuştan kıvrak zekâsı değildi. Ada'nın a ğabeyimle ili şkisinin cinsel boyutları o sıralar sandı ğımdan daha ileriydi. Kadınların a şka ve duygulara dair kararlılıkları ve cesaretleri biz erkeklerden çok daha güçlüdür. B iz erkekler bunu görmezden geliriz ama aslında bilir ve bundan içten içe korkarız. "Okullar bitince beraber gezmeye gideriz Amerika'ya ," dedi Ara ş küpünü yemeye ba şlayarak.

Page 99: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bu, "ben dü şündüm ve kararımı verdim" demekti Arasca dilinde. A ma ağabeyim hâlâ Adaca anla şmak konusunda deneyimsizdi ... KAM 13 193 Ada bir süre sustu. Gözlerinin kumrallı ğında oyna şan hüzünlü ela ı şıklar içimi burkuyordu. Ada'yı üzdü ğü vakitler a ğabeyime 194 feci bozuluyordum. Onu üzdü ğünü anlayan ama nasıl gönlünü alaca ğı konusunda inanılmaz beceriksiz olan Ara ş, çaresizli ğinin hırsını dondurmasından alıyordu. Hayatımda bundan daha hızlı yenmi ş bir dondurma görmedim. Oysa ben bilirdim. Ada'yı yatı ştırmayı, gönlünü almayı çok iyi bilirdim. Yalnızca Ada de ğil, ba şta annem olmak üzere sevdi ğim ve beni seven kadınların gönüllerini almayı hep ba şarmı şımdır. Özür dilemekten gocunan biri olarak do ğmamışım ben. Özür dilemenin birbirinden güzel yüzlerce y olu vardır. (Bu biraz Şair Dayı'nın a şkın yüzlerce çe şitlemesinden a şırma gibi oldu ama, e ğer do ğruysa, a şkla aralarındaki yakın ili şki dü şünüldü ğünde özrün de aynı sayıda türü olması do ğal de ğil mi?) Halbuki okulunun karate ve satranç takımlarında bir inci olan, fizikte dâhi oldu ğu sık sık söylenen, kendi ba şına bir yabancı dili Ada'yla yarı şacak kadar söken, herkesin gözbebe ği yakı şıklı a ğabeyim, o çok sevdi ği Ada'nın gönlünü almayı bilmiyordu. Becere-miyordu! O kadar ba şarılı ve güçlü olan Ara ş, benim için çocuk oyunca ğı olan şeyi beceremiyordu. Bunu o zamanlar hiç anlayamazdım. Çocuklar ve hiç b üyümeyenler mükemmele inanırlar! "Sen istersen Amerika'ya gidersin tabii..." dedi Ar aş koca dondurmayı bir solukta midesine indirmenin sancısıyla dudaklarını kemirerek. Kırgın bakı şlarını ona çeviren Ada; " Đstersem evet!" dedi. Ah aptal Ara ş, görsene kız sana "bunu istememe engel ol!" di-, y or apaçık! Kim inanıyor o kadınları anlamanın zor oldu ğu yalanına! "istersen tabii..." diye beceriksizce geveledi a ğabeyim. Bir film izler gibi izliyordum iki kahramanımı. Neredeyse Cyrano kesilip, Aras'ın konu şma metnini yazıp, eline verecektim ama hâlâ kahramanımın kendi ba şına zorlukların üstesinden gelece ğine inanıyordum. Birbirlerine baktılar. O ilk a şkın daha hiç kırılmamı ş dü şleriyle baktılar birbirlerine. Çok güzel baktılar birbirlerine, itir af et- meliyim ki, kıskanmanın ötesine uçacak kadar sevdim o bakı şmalarını ... "Gitme!" dedi Ara ş, dünyanın en zor i şini yapar gibi zorlanarak. Sonra günah i şlemi ş bir dindar gibi pi şmanlıkla ba şını öne e ğdi, yerin dibine geçti. Ada yanıt vermedi ama şimdilik konunun kapandı ğı anla şılıyordu. Biraz önceki sıcak öfkeyi izleyen serin hüznün yerini ılı k bir sevgi almı ştı yüzünde. Demek ki lise bitince çıngar çıkacaktı. Ama lise bitince çıngar falan çıkmadı. Hiçbirimizin aklının ucuna bile gelmemi ş bir belâ çıkıp geldi ve hepimizin ya şamını, hatta gelece ğini deği ştirdi. Hepimizin!.. Durumu kurtarmak için artık sahneye çıkma vaktim ge lmi şti. "Do ğan Dayı ne demi ş biliyo musun a ğbi?" Neden bazılarına hep "durumu kurtarmak rolü" kalır daima?, diye sormuyorum artık... "Gıcık oluyor dayıma!" dedi Ada kırgınlı ğına uygun bir kılıf buldu ğuna sevinerek. "Ne münasebet, senin akrabalarının tümü kibar insan lar," diyerek i şi iyice zora soktu Ara ş. "Anlamıyorum ki, Do ğan Dayım ne yaptı sana? Halbuki senin hep zeki ve gururlu bir genç oldu ğunu söyler her yerde..." "Doğan Gökay çok bilmi şin teki, üstelik kendini be ğenmi şin biri!" diye ağzından kaçırdı Ara ş. "Tıpkı senin gibi!" diye gülmeye ba şladı Ada. Bu mucize gülü şten yararlanıp, yeni bir hamle yaptım; "i şte Do ğan Dayı demi ş ki, sen ona kızsan bile aranızdaki ili şki bir çe şit a şkmı ş!"

Page 100: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Neee?" diye ba ğırdı Ara ş, "Ben Do ğan Gökay'a mı â şık mı- şım?" Ada sırıttı. "Öyle de ğil akıllım... Tunacıım demek istiyor ki, içinde nef ret bile olsa alı şkanlık, ya da ba ğımlılık yaratan her ili şki biraz a şktır!" "Saçma! Bütün bunlar saçma! Ve siz de bunlara inanı yorsunuz.. . Siz ikiniz bazan çok tuhafsınız!" Ada'yla bakı ştık. Bazan bile olsa "biz ikimiz" olu şumuzun tadına vararak içime doldurdum kumral gözlerini. "Meriç de inanmıyor!" dedi Ada onun damarına basara k. "Çok iyi ediyor!" dedi Ara ş bir sigara daha yakarak. Yan masadaki kızlar, bizim tartı ştı ğımızı görüp, Aras'a iyice 196 ye şil ı şık yakmı şlar, açık açık sırıtmaya ba şlamı şlardı. Ara ş, yan masalar ve ba şka kızlar konusunda oyun oynamayı hiç sevmezdi. Bunu Ada'dan çekindi ği, ya da onu yitirmekten korktu ğu için yaptı ğım hiç sanmıyorum. Ara ş "aklar ve karalar" felsefesinde, bazılarına göre t utucu ve sıkıcı sayılabilecek derecede istikrarlı, disiplinl i ve düz bir insandır. O bir kızı seviyorsa, öbür kızlar ilgi alanı dı şındadır artık. "Bizim okulda," dedi canı sıkkın bir sesle, " Şair Do ğan Gö-kay'ı pek tutmuyorlar. Onun 'komünist u şağı' oldu ğunu söylüyorlar. Ba şkalarıyla konu şurken ikiniz de dikkatli olun, etrafta her çe şit adam dola şıyor!" "Uşak mı?" diye hiddetlendi Ada, "Do ğan Dayım Türkiye'nin en milliyetçi ve gerçekçi şairlerinden bi kereiTürkçe'nin ve cumhuriyetin en a te şli savunucularından o!" "Benim bilmem bir şeyi de ği ştirmez, yalnızca dikkatli olun dedim. Siz ikiniz dü şler dünyasından gerçek dünyaya geçmekte biraz zorla nırsınız çünkü..." "Artık gidelim!" dedi Ada öfkeyle aya ğa fırlayarak. Yan masadaki kızlar artık iyice Aras'a yazılmı şlardı. Ada'nın umurunda değildi. Ara ş onu en zayıf noktasından vurmu ş, bu raundu nakautla kazanmı ştı. Masadaki sigara ve çakma ğı çantasına tıkı ştırırken çantası yere düştü ve içinden bir kitap fırladı. Ara ş atılıp kitabı yerden aldı. "Aragon mu okuyorsun?" diye yumu şacık sordu. Nasılsa çeki şmeyi kazanmı ştı. "Evet efendim!" diye çemkirdi Ada. "Aragon'un Else'ye mektuplarım okumu ştum," dedi Ara ş. Aşın milliyetçi, fanatik nasyonel etkilerin hâkim old uğu bir erkek lisesiydi Aras'ın okulu. Fen derslerine duydu ğu ilgi do ğuştan geliyordu. Edebiyata olan ilgisiyse tamamen Ada nedeniyle ba şlamı ştı. Ne zaman ki, Doğan Gökay felsefe ile matematik arasında ciddi bir i li şki oldu ğunu bize anlattı, a ğabeyimin edebiyata ilgisinin göstermelik olmadı ğını dü şünmeye başladım. Evdeki asıl edebiyat tutkunu bendim. Aç kurtlar gib i okurdum. Önce annem ve dedem, sonra Şair Dayı beni te şvik etmi şlerdi. Şair Dayı neleri okumam gerekti ği konusunda çaktırmadan önerilerde bulunurdu. Benim kitap merakım pahalı bi r meraktı ama Ada bütün kitaplarını benimle payla şır, bazılarını bana arma ğan ederdi. Gizlice şiir yazdı ğımı da bir tek o biliyordu. Ara ş zaman zaman benim roman ve şiir kitaplarıma göz atar, onları ödünç alırdı. Fakat o kadar kısa sürede kitaplarımı iade ederdi ki, onları okumu ş olma olasılı ğı bile uzak gelirdi bana. Ben sindirerek, be ğendi ğim satır altlarını çizerek, sayfa kenarlarına notlar yazarak okurum kitapları. Sonra, yeri geldi ğinde, laf arasında, Ara ş birden bir alıntı yapar ve beni feci şaşırtırdı. Onun kadar hızlı okuyup, okuduklarını anla yan insanlara hayran olmu şumdur daima. "Aritmeti ği ve sesi ho ş şiirler!" dedi Ada'nın Aragon kitabını uzatırken. Tamam! Ada tavlanmı ştı i şte. Sandalyesine oturdu. Öfkesi geçmi şti bile. "Senin için bir şey yapmı ştım," diyerek cebinden kirli bir kutu, çıkarttı Ara ş. •*" -""'

Page 101: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Özenle açtı ğı küçücük kutunun içinden ince bir telden yapılmı ş bir köpek biblosu çıktı. Çok güzeldi. Dikkatle bakınca Ada'la rın Si-vas-kangal köpe ği Sivri'ye benzedi ği anla şılıyordu. Ada, Aras'a baktı. Ara ş, Ada'ya baktı. Gözleri birbirine kilitlendi. Ben utanıp ba şımı çevirdim. O zaman yan masadaki kızların kıskanç bakı şlarına çarptım. Gözlerimi Baylan'ın arka bahçesini saran s armaşıklara sakladım. Akşam ezanı okunmaya ba şladı. "Artık gidelim, sizinkiler merak eder," dedi Ara ş, sanki bizimkiler etmezmi ş gibi. Kasaya üç küp griye ödemek için paralarımızı birle ştirecekken, Ara ş biraz da hava atarak, "Ben öderim!" dedi Ara ş lise birden bir çocu ğa fizik dersi veriyordu. On altı ya şındaydı ve para kazanıyordu. Ses çıkartmadık. Tam Baylan'dan çıkıyorduk, "Öyleyse," dedim, "Öyley se benim Ada'yla olan ili şkim de bir çe şit a şk olmalı!" ikisi de güldüler. Birinin küçük erkek karde şi, öbürünün Ma-bel'iydim ve asla ciddiye alınmıyordum. Aras'la elele yürüyen Ada bo şta kalan elini bana uzattı, ben de elini tuttum. "Ama a şk acı verir, diyor o adam," diye kıkırdadı Ada, hen üz o acıyı hiç tatmamı ş birinin rahatlı ğıyla. I -.s "Ah o çok bilmi ş adam!" diye takıldı Ara ş. ı "Belki de do ğru söylüyordur?" dedim, yine güldüler bana. 198 Üçümüz elele çıktık Baylan'dan. ----- i Eve döner dö nmez, kütüphanemdeki tek Aragon kitabına ko ş- kım ve o gece ödev falan yapamadım. < ( ş; "Dü ş görürsün kocaman açılmı ş gözlerinle ' Bilmem ne geçer acaba : Hayalinden se nin önünden • > Krallı ğındır senin o kapısı yok ; O bana geçi ş izni olmayan ülke." '• • HATIRLIYORUM J__ T "Elliyorum, biliyorum, biliyorum Elli ya şında bir adamın Elleri temizdir hep Ve ben günde üç kezyıkartm ellerimi Ama yalnız ellerimi kirli görünce Hatırlıyorum Çocuk oldu ğum günleri." Federico Fellini (Amarcord: Hatırlıyorum) "Ölüm, hayat enerjisinin bitmesi demektir. Radyonun fi şini çekerseniz, müzik biter, î şte ölüm tıpkı böyledir. Bir gün, bir yerde fı ş çekilir ve doğduğunuzda ba ğlanan enerji cereyanı kesilir. Hayat bitmi ştir!" "Hepsi bu olmamalı ama!" dedim, öfkeyle isyan edere k. Gözlerim a ğlamaktan kan çana ğına dönmü ş, yüzüm şi şmişti. "Güzel çocu ğum, maalesef hepsi budur. Geliriz ve gideriz," dedi gülümseyerek Şair Do ğan Gökay. Sanki kendisi ölümsüzmü ş gibi rahat konu şuyordu. Her zaman hayran oldu ğum o bilge gülümsemesi ilk kez sinirime dokunuyordu. Bir isini sevmekle gelen o inanılmaz ho şgörünün gücü azaldı ğında, ayrıntılar bile batar insana... Daha fazlasını görmemek için yerimden kalkıp, pence renin önüne gittim, sırtımı onlara dönüp, yüzümü camın öbür ucundaki ba hçeye sakladım. "Tıpkı tiyatro gibi," dedi Ada. Sesi hipnoza girmi ş birinin bedeninden yayılır gibi yava ş ve uzaktan geliyordu. "Hepimizin bir rolü var, ama küçük, ama büyük, ama kısa, ama uzun... Hatta başrollerden birini de oynuyor olabiliriz... 200 Fakat eninde sonunda oyun bitiyor ve perde kapanıyor..." Sustu.

Page 102: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ve hepimizin rolü mutlaka bir gün bitiyor." Onları görmüyordum ama anla ştıkları zaman hep yaptıkları gibi ba şlarını salladıklarını biliyordum. Dedemin ani ölümü en çok beni etkilemi ş, günlerdir kendime gelememi ştim. Son yıllarda nefes darlı ğı çekiyor olmasına kar şın elden ayaktan dü şmeden aktif kalı şı, onun yakında ölebilece ği dü şüncesini aklıma bile getirmemi şti. Ani bir enfarktüs ve pat diye gitti. Artık ya şantımda çocuklu ğumdaki kadar etkin bir yer tutmasa da dedem benim i çin önemliydi. Özel bir yeri vardı yüre ğimde. Her ko şulda ve her zaman onun gözünde haklı oldu ğumu bilmenin çocuksu şımarıklı ğını doya doya ya şadı ğım ilk ki şiydi o. Yerine göre anneme kar şı bile beni savundu ğu olurdu. Kurguyla gerçe ği ustalıkla karı ştırarak anlattı ğı anılarıyla beni dü şler dünyasına yollayan yetenekli bir öykücüydü o. Bana baktı ğında ona hatırtlattı ğım çoktan ölmü ş akrabalarının özlemi ve hiçbir zaman umutsuz olmadı ğı dünyanın gelece ğiyle coştu ğu küçük torunuydum ben onun. Kuzguncuk'u ve istanbu l'u ne kadar sevse de çocuklu ğu ba şka diyarlarda geçmi ş göçmenlerin ço ğu gibi ya şlandı ğında doğduğu toprakları özleyen, özlerken "Mavi Tuna"sı olarak bende konaklayan Plevneli romantik terziydi o. Ya şamdan tat almasını bilen, geçmi şi, şimdiki zamana yük etmeden koruyabilen bir insandı o. Hem b en neden bunları anlatıyorum ki? Bunca söze ne gerek var? O koca yür ekli ya şlı adam benim dedemdi ve artık gitmi şti. "Kitap gibi konu şuyorsunuz!" diye ba ğırdım. "Ama ben bir kitap sayfası değilim, anlamıyor musunuz!" "Çünkü çocu ğum, ate ş dü ştü ğü yeri yakar!" dedi Do ğan Gö-kay, yumu şak bir sesle. Sonra kö şkün salonunda oturmaya alı şık oldu ğu berjer koltuktan kalktı ve bana do ğru yakla ştı. "Yakınına sıkılmadıkça, kokusu duyulmayan mücerret bir koku gibidir ölüm. Tabii şimdi mücerret nedir diye soracaksınız... Ah dilimiz i fakirle ştirmeden modernle ştirebilseydik e ğer... Her neyse, mücerret: soyut, abstre anlamına gelir... Ne zaman ki vak- ti gelir, yakınlarda birine denk dü şer ve i şte o zaman kokusu duyulur ölümün. Uzun süre havasız kalmı ş bir odanın içi gibi koyu, tozlu ve a ğırdır bu koku ve siner adamın üstüne... Taa ki..." "Taa k i ne?" diye döndüm. Kendimi bile şaşırtacak kadar saldırgandı sesim. Kibarlı ğını ve istifini hiç bozmadan sürdürdü Şair Dayı; "Ta ki, insan beyni ortaya çıkıp, hadiseye el koyun caya kadar. Artık hayata geri dönmenin, acıyı hüzne çevirmenin vakti gelmi ştir, insan beyni acıyı unutturacak kimyasallar salgılar ve hatta mutlu olu p, kahkahalar bile attırır adama. Çıldırmamanm tek yolu budur. 'Ölenle ölünmez' atasözü bunu anlattı ğı için güzeldir çocu ğum." "Haksızlık bu ama!" diye yine isyan ettim. "Dedemi unutmamı nasıl bekleyebilirsiniz? Unutmak ne kelime, ben hep hatır lıyorum. Hatta yıllardır aklıma gelmeyen dedemle ilgili ayrıntıları, anıları , bütün unuttuklarımı, her şeyi yeniden, yeniden hatırlıyorum!" Soluk solu ğa kalmı ştım. Sustum. "Ben hep hatırlıyorum!" diye inledim s onra. Haksızlık eden asıl bendim. Ada ve ailesi, ölen ken di dedeleriy-mi ş gibi bize yakınlık göstermi ş, yardımcı olmu şlardı. Cenaze namazına ve naa şın defnine bizzat Süreyya Mercan da katılmı ştı. Bütün kom şulara helva dağıttırmı ş, Kuran okutturmu şlardı. Hem Pervin Gökay, hem de Süreyya Mercan evimize gelip annemle babama ba şsağlı ğı dilemi ş, kahve içmi şlerdi. "Unutmak bazı durumlarda bir lütuftur, çocu ğum! Fakat ne yazık ki bundan nasibini alamamı ş bazılarımız... O bazılarımız ... biz hep hatırları z!" Sustu ve gözlüklerinin arkasındaki kahverengi gözle ri daldı gitti. Kimi anımsıyor diye merak etmemeye çalı ştım. "Deden Plevneli terzi Muharrem, muhterem bir adamdı . Ho şgörülü, akıllı, çelebi insandı," dedi sonra, anımsadıklarım çabucak saklayarak. Dedemle ancak iki kez kar şıla şmıştı. Bir keresinde dedemin artık tek tuk kalan ya şıtlarıyla kurdu ğu çilingir sofrasından yayılan sohbet ve müzik keyfî kö şke yayılmı ştı. Tambur sesine, alaturka müzi ğe ve de çilingir

Page 103: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

sofrasına tamamen dayanıksız olan Süreyya Mercan, k ayınbiraderini de sürükleyerek bizim eve gelmi ş, ya şlı- lar grubuna çabucak dahil olmu ştu. Şair Do ğan Gökay sevecen bir gülümsemeyle ortama "hafif yabancı" kalsa da ben uy uduktan sonra dedemin gönlünü fethetmeyi ba şarmı ştı. Ertesi sabah de-dem; "Abe, şu sizin fettan kızın artiz babası civan adamdır. Al lah için tam alk adamıdır! Ammaa, o kızın dayısı pek münevver bir be y imi ş de ben iç bilmemi şim me ğersem... Bre bizim Plevne'nin neredeyse sokaklarını bilir be! iç gitmemi ştir oralara kızanım! Tarih anlatır ama sanki bizzat oralarda bulunmu ş gibi bir ikâye eder, a ğzından çam balı damlar mübare ğin! Bir de alçakgönüllü ki, mahcup oldum inan olsun! Milliyetç i adamdır, Gazi Pa şa'ya ayrandır, iç dedikleri gibi de ğilmi ş, elal olsun şaire!" Sonraki günlerde dedem Şair Do ğan Gökay'ın şiirlerini okumamı istedi benden. Kurtulu ş Sava şı ve halk destanlarıyla ilgili olanları çok sevdi. "Deden giderken bizlere kendinden ho ş izler bırakmayı ihmal etmemi ştir nasılsa..." diyerek, bana gülümsedi Şair Dayı. Ada da yanıma gelmi şti. Üçümüz kö şkün salonunda, pencerenin önüne toplanmı ştık. Yaz tatilindeydik, sıcaklar bastırmı ş, Ada'lar yakında yazlık evlerine gidecekler, o yaz Ara ş üniversite sınavlarına girecekti. "Babam," diyerek kahkahayı bastı Şair Do ğan Gökay aniden, "Babam Milli Eğitim müfetti şi olarak gitti ği Mara ş'ın me şhur kayma ğına dayanamamı ş, bir oturu şta bir güzel yarım kiloyu mideye indirivermi ş. Yarım kilo kaymak, yanında baklava, börek derken, tabii oracıkta oluve rmi ş! Hah hah ha!.." Bu kadarı da fazlaydı ama... Kendi babasının ölümüy le e ğleniyor muydu bu adam? "Ne kadar duygusuzsunuz Şair Dayı!" diye ba ğırırken duydum kendi sesimi. Duygusuz mu? Aman Tanrım, ne dedim ben? Şiirleriyle binlerce insanı duygulandıran, incelikleri, duygu yüklü metaforları şarkılarla dillere dolanan şair Do ğan Gökay mı duygusuzdu? Birden çok utandım. Feci utand ım. Kendimi zayıf ve çaresiz hissettim. Böyle hissettikçe kederim artıyo r, daha çok bocalıyor ve çuvallıyordum. Her şey üstüme üstüme geliyordu. Daha fazla dayanamadım ve ağlamaya ba şladım. Yanımda sanki acil bir durum için hazır bekleyen Ad a hemen kucakladı beni. Ben de ilk gördü ğümden beri hep içimden geldi ği gibi sımsıkı sarıldım ona ve a ğlamaktan biraz da zevk alarak ıslattım boynunu ve y anaklarını. Ona sarılmak içimdeki fırtınaları durdurmak yerine co şturuyordu. Ona sarılmak yatı ştırmıyor, onu kucaklamak gev şetmiyordu. Zafer sarho şlu ğuyla ona ko şan bir kralı yeni zaferler için hemen yeniden yollara düşürecek bir kraliçe olurdu o. Tahrik eden, ba ştan çıkartan, bir türlü ele geçirileme-yen, albenisi biraz da bu gizeminde saklı insanlardandı. Onu ele geçirmek yalnızca güç de ğildi, aynı zamanda insafsızlıktı, çünkü ele geçiril ince eriyip, kaybolaca ğı besbelliydi. Kumral Ada bir kadında yatı ştırıcı, yumuşak, sakin rüzgârlar arayan erkeklere göre olmadı hi ç. Bense ne aradı ğımdan henüz emin olamayacak kadar gençtim. Başımı kaldırdı ğımda Ada'nın hüzünlü kumral gözleriyle kar şıla ştım. Sevgiyle bakan iri ela gözler... O bana acıyarak, k oruyarak bakmadı hiç. Onun bakı şlarında hep, "yanında olaca ğım, seni anlayaca ğım, ama sana ait olmayaca ğım" altyazıları okudum ben. "Canım Mabelim benim!" dedi, "Hepsi geçecek, hep birlikte atlataca ğız, birlikte, inan..." Birlikte: sen, ben, Ara ş ve şair Do ğan Gökay demekti. Belki böyle demek değildi de, ben yanlı ş anlıyordum ba şından beri... Bana Mabel demesinden salonda yalnız oldu ğumuzu anladım. Şair Dayı bizi yalnız bırakıp, çıkmı ştı. Belki de incinmi ş, ya da kızmı ş olarak... "Onu bulmalıyım, saçmaladım! Ne yaptım ben?" dedim Ada'nın uzattı ğı kâ ğıt mendille yüzümü kurularken. "Dert etme, böyle şeyleri ciddiye almaz o. Senin çok üzgün oldu ğunu biliyor." "Sanki dalga geçiyordu... sanki hiç üzülmemi şti..." "Büyükbabama en dü şkün olan çocu ğu Do ğan Dayım'mı ş oysa. Aylarca toparlanamamı ş babasının ölümünden sonra, öyle kaymak, baklava yiyerek de öl memiş büyükbabam. Mide

Page 104: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

kanseri olmalı diyor annem. Mara ş'ta tefti şteyken hastalanmı ş, istanbul'a dönmüş, iki ay kadar hastanede yatmı ş ve orada ölmü ş. Sustu, dudaklarını kemirdi bir süre; "Korkularını ve üzüntülerini ciddiye almamaya çalı şıyor i şte, anla şana Mabel! Sonuçta o da bir insan bizim gibi... Kitapla ra 20| saklıyor korkularını ve acılarını... Yazıp, kaldırı yor raflara. Annem onun için 'peygamber gibi adam' diyor ama... acaba Bür-2 04 kan da öyle düşünüyor mu, bilmiyorum valla? içimizde onu en '""''' ''''""'•" yakından tanıyan Burkan olmalı..." Bu son cümleyi kıskanarak mı söylemi şti, anlayamadım, istedi ği zaman Ada da kendini çok güzel saklar. "Benim dedem hasta oldu ğunu biliyordu ve bile bile tedavi olmayı reddediyordu," dedim sayıklar gibi. "inatçı Plevneli dede, n'olacak!" dedi Ada gülümsey erek. Yeniden a ğlamama engel olamaya çalı şıyordu. Ellerini tıpkı dedem gibi — rahmetli dedem demeye d ilim varmıyor ama... beline dayadı, onun sesini taklit ederek konu ştu: "Bak zerafetli kızım, sen da-a bilmezsin ya, su boz uldu mu, er- şey bozulur gayri... Burda su bozuldu, deniz bozuldu, ya ğmur bozuldu. Ze-irledik sularımızı be kızım... îç şi şede su satılır mı a be kızanım? Bakasın ne allere dü ştük evlatcım! Tuna bile bozuldu derler ama şu yürek elvermez inanmaya bre! Hey gidi koca Tuna Nehri be! Breh, br eh breh!.." Komikti. Hâlâ komiktir Ada. istedi ği zaman istedi ği insanı hâlâ güldürebilir. Güldüm. Gülümseyerek baktık birbirimi ze. Salonda yalnızdık. Birden yıllar sonra aynı salonda yeti şkin iki insan olarak birbirimize bakarken gördüm ikimizi. Ada büyümü ş genç bir kadın olmu ştu, ben genç bir erkek. Üzgündük. Nedenini bilemiyordum ama yıllar s onra ikimizi üzgün görüyordum. O yine beni güldürmeye çalı şıyordu fakat hüzünleniyorduk. Yüzü pek de ği şmemişti, gözleri aynıydı. Birden ürperdim. Gelecekten ça lınmı ş bir resmi bu kadar net görmekten çok, o resimde beni ür küten a ğır duygu yüküyle huzursuzlandım. Daha fazlasını görmemek için gözler imi yumdum. "Hey şuraya baksana!" diyen Ada'nın sesiyle açtım gözleri mi. Hâlâ o yaz basındaydık. O on yedi, ben on be ş ya şındaydım. Önümde aniden beliren gelece ğe dair o foto ğrafa daha çok zaman vardı. Derin bir "off çektim, rahatlamı ştım. Baktı ğımda bahçevan Hasan Amca'yla bol kahkahalı bir sohb eti koyula ştıran Doğan Gökay'ı gördüm önce. Sonra kö şke bahçe kapısından girmemeye yeminli ağabeyimi bahçe duvarının •'' , üzerinden, eli nde maket bir uçakla atlarken yakaladım. Olacak i ş mi? demeye kalmadı Ara ş, Şair Dayı'nın burnunu dibine yumu- şak bir ini ş yapıverdi. Onları duyamıyordum ama Aras'ın bu duru mdan nasıl rahatsız oldu ğunu anlıyordum. Bunu benim kadar iyi anlayan ba şka birisi daha vardı: "Hadi ko ş, Aras'ı kurtaralım!" diyerek bahçeye fırladı Ada. Aras'ı kurtarmak mı? Daha kötüsü olamaz! Sevgilisi Ara ş olan birinin onun yanma koşmak için uyduraca ğı en berbat bahane bu olmalıydı! (Ada da bir insan sonunda...) Ara ş dedemin ölümü sırasında bile üzüntüsünü açık etmem i ş ya da Ada'nın dedi ği gibi "vah şi hayvanlar gibi yalnız ba şına acı çekmi şti". Şimdi camın arkasında tek ba şıma kalmı ştım, i şte oradaydılar! Zeki, yakı şıklı, güçlü a ğabeyim Ara ş, gelece ği fethetmeye hazır... Hâlâ çekici, özgüvenli, entelektüel ünlü şair ve gazeteci Do ğan Gökay, kadınların sevgilisi, edebiyat çevrelerinde kıskançlık yaratma kta birebir... Ve tabii o... Onu anlatmak için, "güzel", "havalı", "ba şdöndürücü", " şahane" gibi sözcükler kullanmak haksızlık olur. Onun için, bu d ünya dı şından gelmi ş kadar de ği şik, bir kuyruklu yıldız kadar etkileyici, iyi pi şmiş kahve kadar tiryakilik yaratıcı, gezegene yalnız yollandı ğı için e şsiz, bir ipek böce ği kadar dikba şlı denildi ğinde bir şeyler söylenmi ş sayılır ancak. Demlenmi ş ve içe sinmi ş bir güzellik onunkisi. Ama asıl önemlisi beni güçl ü bir manyetik alan gibi çeken etkisi ve çok kumral oldu ğu... Ada orada, dayısı

Page 105: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ve sevgilisinin ortasında, sevildi ğinin sonuna kadar ayrımında, albenisinden emin, mutluluktan yapılmı ş fosforlu iç çama şırları giymi ş... pırıl pırıl... Hemen birkaç metre ötemde duruyorlardı. Çok yakınım da. Ara ş bahçe duvarından atlarken yakalanmaktan rahatsız, Do ğan Gökay "delikanlı"yı esir almanın keyfinde, Ada çok sevdi ği iki erke ğin arasını yapmaya çalı şmakta. Çok yakınımda duruyorlardı, aramızda yalnızca camda n bir duvar, incecik, camdan bir duvar ... Yine de onlar üçü orada cam du varın öbür yanında, beni çoktan unutmu ş, ben cam duvarın bu yanında tek ba şıma... Üstelik artık dedem de yok... Kendimi tamamen yalnız hissedip, bundan ötürü acı ç ekti ğim ilk net anım o güne denk dü şer, ilk kez o üçünü benden bu kadar uzak, kendimi b u kadar yalnız yakalamı ştım ve ilk tepkim çok ola ğandı: Kaçıp, onları terk etmek iste ği! Artık neden orada kal- malı? Kaçıp, saklanmalı ve dedemin acısıyla birle şerek katmerle- şen yalnız bırakılmayı tek ba şıma ya şamalıydım. Sertçe döndüm ve ko şmaya hazırlandım. Ama ko şamadım. Sertçe döndü ğümde sertçe bir şeye çarptım ve o şey yere düştü. "Meriç özür dilerim... Burada oldu ğunu bilmiyordum... îyi misin?" Düştü ğü yerde kanayan burnunu tutarak bana gülümsüyordu. O çok yalnız oldu ğumu dü şündüğüm sırada, tam arkamda Meriç duruyormu ş... Elinden tutup kaldırdım, banyoya gidip, yüzünü yıka dık, kanaması dinene dek burnunu sıktık, bekledik. Bunları yaparken küvetin kenarına ili şmiştik. Meriç birden ba şını gö ğsüme yaslayıp, gözlerini yumdu. Ben de do ğal olarak diye dü şünerek, onu kucakladım, (Neden do ğal olarak? Her gö ğsünüze yaslananı kucaklar mısınız da?..) Sonra durup durur ken a ğlamaya ba şladı. Burnu kanarken, canı yanarken de ğil de ben ona sarılınca a ğlamaya başlayınca şaşırıp kaldım. Okuldaki kız arkada şlarım arasında sulu gözlü olanları vardı ama Meriç gibi sessiz sakin bir kızı n böyle içlenerek ağlamasına hiç alı şık de ğildim. Onu teselli etmek için saçlarını ok şamaya başladım. Saçları sarı ve ipek gibi yumu şacıktı. Bu çok ho şuma gitti ve okşamayı sürdürdüm. Ayrıca hep ok şanan, yatı ştırılan biri olmak yerine ilk kez ben birisini ok şuyor ve yatı ştırıyordum. Bu da ho şuma gitmi şti. O sırada hiç beklemedi ğim ba şka bir şey daha oldu ve o utangaç sessiz Meriç aniden boynuma sarılıp beni dudaklarımdan öptü. Yum uşak, lezzetli dudakları vardı ve çok güzel kokuyordu. Yüzüm alev alev;! yan maya ba şladı, sonra bu ate ş bütün bedenime yayıldı. Okulda"' bana cilve yapan bir kız vardı ama benim aklım fikrim kumral bir kızda oldu ğu için elim ondan ba şkasına değmemişti, î şin kötüsü o kız a ğabeyimin sevgilisi oldu ğu için elim elinden başka bir yere de de ğemiyordu. Yani Meriç benim öptü ğüm ilk kızdı. (Beni | öpen demeli...) ' Daha önce hiç alıcı gözüyle bakmadı ğım için bedenime sertçe batan gö ğüsleri beni şaşırtıyor ama heyecanlandırıyordu da...* A ğabeyime kıyasla geç kalmı ş bir cinsel uyanı şla Meric'in öpü şü- î ne kar şılık verdim. O, sanki kıtlıktan çıkmı ş gibi beni yiyerek ;j öpüyor, arada da a ğlıyordu. Heyecanlı, tela şlı, ate şliydi. ; Cinsel heyecanları ke şfedi şim kadar, Meric'in o sessiz, solgunj 1 görünü şüne hiç uymayan ate şli yanının co şkusuyla kö şkün banyosunda öpüşüyorduk. Sonra aniden durdu Meriç. Birden utandı, b aşını e ğip, gözlerini sakladı. "Onlar bize göre de ğil!" diye fısıldadı. Sesinde yıllardır sakladı ğı sırrı sonunda açıklamanın rahatlayı ş sevinci vardı. Cinselli ğimin ilk kez bacaklarımın arasında sertle şmiş bir organ ve ate ş basmı ş bir beden olarak farkına varı şıma o sessiz sedasız Meric'in yol açtı ğına inanamıyordum. Bu, Ada'ya kar şı ya şamayı belki de bilinçaltımda engelledi ğim bir olaydı! Bilmiyorum...

Page 106: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Neredesiniz yahu?" diyerek bir hı şımla banyoya giren Ada, adeta birbirine yapı şmış olarak biraz da suçlu bir ifadeyle küvetin kenarın da otururken bizi bulunca fena halde irkildi. Irkildi! Sanki tok at yemi ş gibi sendeledi. "Ne yapıyorsunuz burada siz ikiniz?" diye azarladı bizi. Ada beni daha önce hiç azarlamamı ştı. Meric'i çeki ştirerek banyodan çıkartırken azarlıyordu hâlâ; "O daha çocuk, sakın elini sürme ona!" Banyoda ne yapaca ğımı bilemeden öyle kalakaldı ğımda içerden Meric'in hıçkırıklarını duyuyordum. Meriç a ğlıyor, Ada öfkeleniyordu. Dedemin ölümünü hep böyle hatırlarım. Hatırlarım. DÜŞLERĐMDE BÎLE KENDÎMÎM! "Bilinç, gerçekten varoldu ğumuzun tek gerçek kanıtıdır." Rene Descartes "Bu asker ölmü ş!" dedi ya şlı kadın. "Hayır! Hayır Musa ölmedi!" diye haykırdı Tuna. "Öl emez o! ölemez, çünkü bütün bu Allanın belası şeyler gerçek de ğil! Anlamıyor musunuz? Gerçek değil! Hepsi, ama hepsi yalnızca bir karabasan, bir rü ya!.." Sesindeki vah şet ve öfke insanın kanını donduracak kadar korkunç, geri dönüşsüz ve artık önlenemezdi. Daha fenası o artık kendi sesini i şitmemeye başlamı ştı. Yüzü sapsarı, gözleri patlamı ş gibi açılmı ş, bedeni şiddetli gergindi. En ufak bir tıkırtıda ya yerinden metrele rce zıplayacak, ya da kar şısındakini öldürecek kadar gergindi. Gözlükleri toz içinde, üniforması kirliydi. "Ben anlatmaktan yoruldum, ama siz anlamamaktan bık madınız be! Daha kaç kere söyleyece ğim bilmem ki? Bakın, korkacak bir şey yok, tamam mı? Tamam mı diyorum size? Ha?" diye haykırdı. Yaşlı kadın ürkerek bir adım geri çekildi. "Sakın korkmayın, bu Allahın belası sava ş, bu şiddet ve nefret tamamen benim lanet olası bilinçaltımın bir intikamı! Tamam mı? Anlıyorsunuz de ğil mi? Bekleyin, biraz daha sabredin... Nasılsa bu ülk ede do ğanlar hep bekler ve sabrederler zaten... Yüz-, yıllardır... Allah ke rim! Anlarsınız ya! Tevekkül şart! Siz parma ğınızı kıpırdatmayın, susun ve bekleyin! Allah kerim! Devle Baba, Toprak Ana! Ohhh! Bekleyin, bekl eyin, daha çok beklers niz! Anlıyorsunuz de ğil mi? Bekleyin siz de... Bu kez de benul uyanmamı bekleyiverin... N'olacak nasılsa asırlardır bekliyo rı hep birlikte!" Soluk solu ğa kalmı ştı. Durdu, sonra kendi kendine konu şuyormu ş gibi fısıldadı: "Bir uyanabilsem, ah bir uyanabilsem şu Allahın cezası uykudan ... Hemen şimdi uyanabilsem... Hepimiz kurtulaca ğız bu karabasandan. Hepimiz... Siz, ben ve bu kâbusun içindeki bütün karakterler..." Sonra ya şlı kadına döndü: "Anlıyorsunuz de ğil mi?" diye azarladı. Hiçbir şey anlamamı ş ama acıyarak bakan gözlerle kar şıla ştı. "Anlıyorsanız neden öyle bakıyorsunuz bana? Haa?" Öfkeyle kadının üstün e do ğru e ğildi ama kadın pek de korkmu ş görünmüyordu. "Vah evladım vaahh! Olanlar olmu ş sana çocu ğum!" diyerek dizlerini dövmeye, dudaklarını hızlı hızlı kımıldatıp, duyulmayan bir sesle dualar okuyup, üflemeye ba şladı. O sırada hemen arkasından gelen çocuk sesini duyan Tuna, sırtına dayalı sert bir cismin varlı ğını ayrımsadı. "Ana, bu asker kafayı yemi ş be!" Dönüp bakınca, siyah dik saçlı, bakımsız, on ya şlarında cin gibi esmer bir oğlan çocu ğu gördü Tuna. "Eller yukarı! Yakarım ha!.." diye panik içinde ba ğırdı çocuk. Çocu ğun elinde bir tabanca vardı ve oyuncak de ğildi. "Tamam tamam, sakin ol! Çizgi filmi izlemiyoruz burada tamam mı? Robokop'luk fala n taslama sakın! Bırak o silahı, şimdi yaralanırsın falan da... Bir de ba şıma sen çıkma Allah a şkına yahu! Rüyada bile olsa silahları sevmiyorum ben... Hadi bırak o tabancayı küçük!"

Page 107: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Kes sesini asker! Ben küçük de ğilim tamam mı! Bu tabanca rüya de ğildir, içi doludur. Yürü bakalım şimdi!" Canı sıkılarak yüzünü buru şturdu Tuna. "Yeniden ba şlıyoruz desene..." "Çok konu şma, bırak tüfe ğini yere ve içeriye yürü... Sallanma, hiç acımam, yakarım ha!" Tüfe ğinin omuzuna asılı oldu ğunu da o zaman ayrımsadı Tuna. Çıkartıp, yere bıraktı ve neredeyse karanlık avludan geçerek eve g irdi. "Çok film izliyor olmalısın. Ve tabii şiddet filmleri... Televizyon Anadolu'ya ba şka şeyler de getirdi mi acaba?" KAM u 209 "Çok konu şma asker, yürü!" "Tamam, biliyorum. Hiç acımaz, yakarsın ha!" Küçük bir antrede postallarını çıkarttı ve kilimle kaplı bir oda-ya girdi. Çocuk arkasında, içi dolu gerçek bir tabancayı üzer ine çevirmi ş onu izliyordu. "Geç şu sedire otur bakalım!" "Dur o ğlum, dur can Ali'm. Bırak o zavallı askeri. Görmüyo n mu aklı uçmu ş, başka ellere gitmi ş garibin..." diyerek arkalarından yeti şti ya şlı kadın. "Gel asker, gel uzan bakiim şu sedire. Allah hepimizi tezelden kurtaracak in şallah! Sen Allah'ın birli ğine inancını sakın kaybetme o ğlum, gel hele, sole uzan evladım..." Tuna kadının sesindeki şefkati avuç avuç süründü yaralarının üstüne. Uysalca söz dinledi. Çiçekli basmadan fırfırlı bir entari giymi ş olan sedire uzandı ve hemen kendinden geçti. Uyandı ğında kendini hâlâ aynı evde, aynı sedirde yatarken buldu. Üstelik ortalık hâlâ lo ştu. "Allah kahretsin!" diye ba ğırdı. "Anaa, deli asker uyandı, beddua ediyo!.." Yer sofrası kurulmu ş, sofranın ortasındaki kırmızı teflon bir tencerede n mis gibi kokan buharlar yayılıyordu. "Hâlâ yer sofrasında yemek yiyorlar. Anadolu köylüs ü hâlâ masaya yükselemedi desene!.." diye homurdandı yattı ğı yerden do ğrulup. O zaman ölü bir ı şık yayan, üzeri el i şlemesi bir örtüyle kapatılmı ş gaz lambasını gördü. "Hâlâ elektrik gelmemi ş köy kaldı mı Türkiye'de? Neredeyim ben?" diye bağırdı canı sıkılarak. "Anaa deli asker nerede oldu ğunu da bilmiyo!" Elinde üç alüminyum ka şık ve üzerinde buharlar tüten gözleme ekme ğiyle yaşlı kadın girdi odaya. "Meraklanma o ğlum, iyi insanların arasındasın. Bizden kötülük gel mez sana," diyerek yer sofrasının ba şına ba ğdaş kurup, oturdu. "Ama neredeyim ben? Adı ne bu kasabanın, hangi co ğrafyasına dü şer dünyanın? Gözlü ğüm nerde benim?" "Gel asker o ğlum, gel bi lokma geçsin bo ğazından. Bak bi deri, bi kemik kalmı şsın. Biraz yiyesin ki, güçlenesin hele. Güçlenince bulursun yerini, yurdunu, yönünü, co ğrafyanı... Çan'lar sa ğol-sun önce... Al gözlü ğün burada, uyurken rahatsız etmesin diye aldım, cam larını da temizledim, iyi göresin diye..." "îyi görmek mi?" diye alaycı küçük bir kahkaha attı Tuna. "Dalga mı geçiyorsunuz? îyi görmeyeyim diye eksik mercek, yan i cam taktırttı gözlü ğüme..." "Kimdir o densiz öyle?" diye kızdı kadın. "Kim olacak, bilinçaltını tabii... Bilinçaltını, ya ni bu kâbusu düzenleyen şey... Benim beynimin bir parçası..." diyerek gözlü ğünü taktı. Kadın çok üzülerek oturdu ğu yerde iki yana sallandı, dizlerini dövdü. "Vah can evladım vah! Bu sava ş neler etmi ştir hepimize bole... Vah çocu ğum vah!.." "Uzadıkça uzuyor acılar, korkular, daha da büyüyor öfke ve nefret... Tabii sonuçta şiddet iyice şahlanıyor..." diye homurdandı Tuna.

Page 108: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Hemi de okumu ş yazmı ş bir insanmı şsın besbelli... Bu dediklerinin bazısını anlamam, etmem amma a ğzın iyi laf yapar... Vah evladım vah!.. Gel otur şuraya, biraz çorba iç. Gel o ğlum... Sen sakın inancını kaybetme çocu ğum, bitecek bu kötü günler, bitecek yüce yaradanın izni yle yakında..." Ayağa kalkınca ba şı döndü Tuna'nın, sendeledi önce. Sonra yer sofrası nın başına çöküverdi. Fakat rahat etmedi. Yer sofrasında o turmanın bir yolu olmalıydı. Baktı. Kadın ba ğdaş kurmu ştu. O da denedi ama ku şaklar boyu masada yemek yeme ğe alı şmış bacakları bu i şi ba şarmakta pek usta de ğildi. "Annemin sülalesi de yerde mi yemek yiyordu acaba?" "Buyur?" diye sordu kadın. "Yok bi şey... Kendi kendime konu şurum ben..." "Geçecek can evladım, in şallah şifa bulacaksın..." Ali de gelip oturdu. Gözleme ekme ğinden kopartıp yeme ğe ba şladı. Ekme ğin sıcak kokusu çabucak yayıldı odaya. Bağdaş kurmu ş bir bedenin ortasında sıkı şmış olan midesini doldurmakta fiziksel sıkıntı çekse de açlık galip geldi ve orta daki aynı tenceden çalaka şık yenen ev yapması tarhana çorbasına neredeyse sal dırdı. "Kusura kalma, evde fazla erzak kalmadı, artık Alla h ne verdiyse..." "Elinize sa ğlık, çok lezzetli olmu ş. Uzun zamandır sulu ev ye- meği yememi ştim." "Afiyet olsun! Şifa niyetine can evladım!" dedi kadın sevecen bir sesle. "Anaa..." diye ba ğırdı çocuk içerden. Dondu kaldı Tuna. Çünkü çocuk yanında çorba içiyord u. "Ana, bu asker inliyo be! Galiba kendine geliyo, ko ş kız ana!.." "Musa mı?" diye heyecanla yerinden fırladı Tuna. Onu çoktan unutmu ştu oysa. Yandaki odaya geçince önce küçük Ali'ye ikiz karde ş kadar benzeyen bir başka o ğlan çocuyla kar şıla ştı. Onun da elinde tabanca vardı ve siyah perdeyle sımsıkı örtülmü ş pencerenin önünde nöbet tutuyordu. Bu çocuk Ali'den iki beden küçüktü, yedi-sekiz ya şlarında olmalıydı. Belki daha büyüktü ama gözlü ğü net görmesine yetmedi ği için bu kadarını çıkartabiliyordu. Sonra Musa'yı gördü. Geni ş bir karyolada yarı çıplak yatıyordu Musa ve bir baca ğının yarısı yoktu! Üzerinde kan lekeleri olan beyaz bir çar şafla ba ğlanmı ştı eksik baca ğının dizi. Yarı baygın, inliyordu. "Ne yaptınız Musa'ya?" diye ba ğırdı Tuna. "Nerede Musa'nın baca ğı? Katiller, kasaplar, canavarlar! Nasıl kestiniz adam ın baca ğını?" Sonra kendi elini şiddetle ısırarak a ğlamaya ba şladı. "Tanrım bu i şkence niye? Neden bu kâbusun devam etmesine izin ve riyorsun? Neden insanlar birbirlerine kar şı bu kadar zalim olabiliyorlar?" Yaşlı kadın kolundan tutup, yatı ştırmak istedi Tuna'yı. Ama bu hareketi hiç beklenmedik sert bir tepkiye yol açtı. Bu kez de şiddetli bir öfke krizine kapıldı Tuna, kadının üstüne yürüyüp, çıldırmı ş gibi ba ğırmaya ba şladı. "Hangi hakla, hangi yetkiyle? Kimsiniz siz? Operatö r doktor mu, yargıç mı, Tanrı mı? Ne sanıyorsunuz kendinizi ha! Kendi çocu ğunuza yapar mıydınız bu cellatlı ğı ha? Yanıt istiyorum!.. Bütün sorularıma yanıt ist iyorum! Adalet istiyorum! Allanın cezaları, bıktım hepinizden, anl adınız mı? Bıktım!.." Tabancasını Tuna'ya do ğru kaldırmı ş Ali'nin iki beden küçük karde şi annesini korumak için çırpınıyordu. Oysa kadın pe k etkilenmi ş görünmüyordu. "Dur o ğlum dellenme gene... Aliii, ko ş o ğlum su getir asker a ğbine, ko şuver Alim!" Kadın son derece sakin ve olaya hâkim görünüyor, Tu na'yı yatı ştıraca ğına kesinlikle inanıyordu. Ufak tefek cüssesinden hiç b eklenmedik bir kuvvetle Tuna'yı kolundan çekip, zorla oturttu sedire, Ali'n in getirdi ği sert ve lezzetsiz suyu adeta akıttı bo ğazına. Gözlü ğünü çekip aldı yüzünden ve hâlâ sinirden titreyen genç askeri iri köylü ellerine av uç avuç doldurdu ğu kolonyayla yıkadı, ovaladı. Do ğum kontrolü tanımamı ş rahminin can kattı ğı kimbi-lir kaç çocu ğu büyütmü ş, yıllarca topra ğı ok şamış, toprakla sava şmış

Page 109: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ellerinden yayılan şifa duygusu kendini annesiz bir çocuk kadar çaresiz hisseden Tuna'yı şaşırtarak yatı ştırdı. Kolonyanın keskin alkolü gözlerini yakınca kendine geldi Tuna. Kolonyadan yayılan limon kokusu ona birini anımsattı. "Nesim!" diye inledi. "Ah Nesim! Neredesin Nesim? Hani dünyayı güzelle ştirece ğine inandı ğımız felsefeler, hani yeni, cesur, uygar dünya? Seni sus turdular, beni de ben olmaktan çıkartıyorlar Nesim! Ben yok oluyorum Nesi m!.. Nesim... Uyuşturuyorlar beni... Duyarsız, alı şmış, tepkisiz biri olana dek bu kâbusu sürdürecekler... Nesim!" "Üzülme can o ğlum!" dedi ya şlı kadın. "Her gecenin bir sabahı vardır. Kul sıkı şmadıkça hızır yeti şmez!" Sonra, Tuna'nın yanma oturup, sırtını sıvazlayarak bir ilahi okumaya başladı. Yunus Emre miydi? Sesi ne kadar yanık, ne yat ı ştırıcıydı ... Sonra sustu ve sessizce dua okumaya ba şladı. Aslında dudaklarını hızlı hızlı kıpırdarak bir şeyler fısıldıyordu. Sözcükleri duymak olanaksızdı. Fakat yüzündeki huzur dolu ifadeden ve bedeninin üst kısm ında ancak dikkatle bakınca hissedilecek mistik bir dans ritminden onun dua okudu ğunu düşünüyordu Tuna. Babaannesi Mür şide Hanım'ın, dedesi Muharrem Usta'nın onu bütün tehlikelerden koruyaca ğına inanarak okudukları duaları anımsadı. Güvenceli ve mutlu çocukluk günleri... Zorda kalınc a hep sı ğınılan hep o liman de ğil midir? Tabii e ğer öyle bir çocukluk şansınız olduysa... Ona uzun gelen bir süre böyle kaldılar. Tuna yatı şmıştı. Kendini biraz önceki kadar çaresiz hissetmedi ğini ayrımsadı. Dönüp, alıcı gözüyle kadına baktı ilk kez. Kadın, h iç de sandı ğı kadar yaşlı de ğildi. Bakımsız, yorgun ve her yanı kat kat giysiler le örtülü oldu ğu için insanda ya şlı bir kadın imgesi yaratıyordu. Es-. mer tenli, el a gözlü, tombuldu. Kalın ka şları biraz inceltilse, ba şına öyle lafın geli şi ili ştirdi ği çiçek baskılı tülbent örtüden fırlamı ş da ğınık, beyaz saçları taranıp, boyansa, biraz kilo verip, bir kadın kıyaf eti giyse, en fazla kırk beş ya şlarında görünece ğine karar verdi Tuna. "Hadi bilemedin kırk sekiz!" Yalnızca "ana" kimli ğinin içine sıkı şmış, aslında güçlü, kuvvetli, soğukkanlı, akıllı bir kadın olmalıydı. Evde iki o ğlundan ba şka kimse olmadı ğına göre, Musa'nın baca ğını o kesmi şti. "Dedemin 'Osmanlı Kadını', babaannemin 'Türk Kadını ' dedi ği 'Anadolu Kadını' tiplemesi bu olmalı," diye dü şündü. Birden ne dü şündüğünün bilincine vardı. "Sen mi kestin Musa'nın baca ğını?" diye hayretle yerinden fırladı. "Benim herif askerdeyken ba şladım kesmeye..." dedi kadın kaderini kabullenmi ş bir sesle. "Tavuk, horoz derken koyun bile keser oldum. Baktım aslan gibi asker, şoo senin arkada şın gitti gidiyo... o bacaktan hayır kalmamı ş ona... da ğladım bizim koyun bıça ğını, ya Allah, ya Bismillah, ya Ali, La ilahe lllal ah, i şte kesiverdim. Zati çürümü ş, paramparça da ğılmı ştı bacak..." Ağzı bir karı ş açık, bir bilim kurgu hikâyesi dinler gibi hayretl e ona bakan Tuna'yı sevindirmek için ekledi, "Meraklanma ha!.. Baca ğını bahçeye gömdüm, usulüne uygundur..." "Bu kadarı gerçekten çok fazla..." diye fısıldadı T una. "inanılmaz bir hayal gücü... Bilinçaltını benim kendi hayal gücümü a şıyor, ba şa çıkamıyorum artık..." diye hayretle ekledi. "Ammaaa, alev alev yanar garibim... Ate şi dü şmezse, dayanamaz bu can Mehmetçik... Ben kulun elinden geleni yaptım, geris i Allanın emridir!" Sustu. Yine dudaklarını hızlı hızlı kıpırdatarak du alar okudu, üfledi. "Kimbilir anası nerededir, ne dualar eder evladı iç in... Ah, aahh, gözü çıksın bu sava şın da onu çıkartanların da... ilaç felan kaldı mı ki de içirelim garip askere... A ğrısa dinsin, ate şi dü şsün diye..." "Çantam nerde? Çantamı bulun bana!" diye heyecanla atıldı Tuna. "Çantamı verin bana! ilaç var çantamda!" Sesi sevin çten titriyordu. "Aliii, getir bakiim asker a ğbinin çantasını... bi ko şu hadi aslan Ali'm!"

Page 110: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ali neredeyse boyuna e şit sırt çantasını güçlükle sürükleyerek getirip, Tuna'nın önüne bıraktı. Sonra tabancasını kaldırıp, "Bi oyun edersen, hiç acımam ha!" dedi. "Biliyorum Ali, hiç acımaz, yakarsın!" Çantasından Meric'in bıraktı ğı antibiyotik ve a ğrı kesicileri çıkarttı. "Belki kurtarabiliriz onu! Belki ölmez Musa!" diye sevinçle ortaya konu ştu. "Bunun bir kâbus oldu ğunu kanıtlaması için onun ya şaması şart!" Alev alev yanan Musa'yı kadının yardımıyla do ğrultup, bir ekstra güçlü antibiyotik, iki tane de a ğrı kesici yutturmaya çalı ştı. Kendinde olmayan birine bir şey yutturmanın ne kadar güç olabilece ğini hiç dü şünmemişti daha önce. Bir süre Musa'yla bo ğuşması gerekti. Yutmanın bir refleks oldu ğunu sanıp durmu ştu yıllarca, oysa yutkunma va yutma ayrı i şlemlerdi... Sonunda ilaçları suda ezip, eriten kadın onları ka şık ka şık yutturmayı ba şardı Musa'ya. Musa'nın a ğzından akan sularla hem yatak, hem de üstleri sırılsıklam olmu ştu. "Allah senden razı olsun can evladım! Bir can kurta rmak ne sevaptır bilirsin? Allah; 'öldürmeyin!' diye buyurmu ştur. Yani, 'ya şatın!' demi ştir. Bak bu dünya senin gibi Çan'ların yüzsuyuna hâlâ ba tmamı ştır! Evvel Allah sizlerin sayesinde kurtulup, huzura kavu şacaktır memleketimiz in şallah!.." Sonra yine gözlerini yumup, dudaklarını hızlı hızlı kımıldatarak dualar okumaya, bedenini hu şu içinde sa ğa sola sallamaya ba şladı. Tuna onlara belli etmeden çantasından beyaz, elips şeklindeki küçük bir ta şı çıkarttı, ok şayarak cebine koydu. Sonra öbür odaya dönüp, çorban ın kalan kısmını içmeye heves etmi şti ki, Ali'nin küçük karde şinin çoktan çorbayı silip süpürdü ğünü gördü. Çocukla gözgöze geldiklerinde onun biraz utandı ğını hissetti. Rahat-216 latmak için kocaman gülümsedi çocu ğa. Uzun zamandır gülüm-semeyen insanların çene kasl arı, unuttukları bu hareket sırasında gerilirler. Tuna'n ın çene kasları gerildi, ağrıdı. "Adın ne senin?" diye sordu sevecen bir sesle. "Lütfüüü!" dedi çocuk a ğzındaki son lokmayı çi ğnerken. Lütfü'nün ne kadar küçük oldu ğunu dü şündü Tuna. Kendini onun yaşlarındayken, Kuzguncuk'ta hatırlamaya çalı ştı sonra. Ne mutlu, ne güzel bir çocukluktu onunkisi... Ada, Ara ş, Şair Dayı, dedesi, annesi, Cihan Teyze... Çocukluk ya şamının ilk karakterleri, ki şili ğinin olu şumundaki asıl çizgiler... Oysa bu çocukların sevgiyle anacakları, bunaldıklarında sı ğınacakları bir çocuklukları bile olmayacaktı... Lütfü yer sofrasının örtüsüne a ğzını sildi. "Yarabbi şükür," diyerek kalktı ve simsiyah perdelerle kapatı lmı ş pencere kenarında nöbet tutan Ali'nin yanına gitti, iki kar deş, hiç konu şmadan nöbet devredip, devraldılar. Ali sedire yatıp, çabu cak derin bir çocuk uykusuna daldı. Tabancasını yastık olarak kullandı ğı minderin altına saklamı ştı. Onun rüyasında neler görebilece ğini az çok tahmin edebilece ğini düşündü Tuna. Ba şını kaldırınca tam sedirin üstünde asılı resmi ve s azı gördü. Resim Hazreti Ali'nindi, yanındaki saz süslü eli şi bir ba ğla duvardaki çiviye asılmı ştı. O sırada kadın sofrayı topluyordu ki, üst katta bir gürültü koptu. Sanki iri bir cisim yere dü şmüştü. Sonra ayak sesleri duyuldu. Daha sedire yeni oturmu ş Tuna yerinden fırladı: "Tüfe ğimi verin, çabuk tüfe ğimi getirin bana!.." diye ba ğırdı. Sonra durdu, kısa bir süre dondu kaldı. "Tanrım bu ben miyim?" diye üzüntüyle sordu. "Kendimi korumak için silaha mı gereksiniyorum ben de?" "Onu sakladık!" dedi, "oh olsun i şte!" der gibi sırıttı küçük Lütfü. "Korkma kediler falandır," dedi sonra üst katı i şaret ederek. "He yaa, korkma can o ğlum, kediler felandır!" diye geçi ştirdi kadın da. Gürültüyle uyanan Ali, hiçbir şey olmamı ş gibi öbür yana dönüp, yeniden uyudu. "Üst katta bir şey saklıyorlar. Bu evde biri, belki birileri saklan ıyor," diye dü şündü Tuna. "Madem öyle, ben de oyunu kurallarına göre oynarım. .." diye mırıldandı.

Page 111: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Islak üniformasını düzeltti, bo ğazını temizledi, omuzlarını geri atıp, kaymı ş gözlü ğünü burnunun üstüne do ğru iteledi. "Silahlanma döngüsü, içsava ş dinami ğinin bir parçasıdır!" dedi ders anlattı ğı sesi bularak. Ana-o ğul şaşırarak birbirlerine baktılar. "Önce herkes silahlanır, satanlar da, alanlar da ho şnuttur. Hatta resmi politikalarla te şvik edilir bu alı şveri ş!" Lütfü tabanca tutmayan elini havaya kaldırıp, havad a çevirerek deli i şareti yaptı. Eli minicikti. Yüzünde afacan bir sırıtma va rdı. Şimdi tam ya şını gösteriyordu. "iç sava ş üzerine güzel kitaplar yazan Hans Enzensberger adl ı bir adam böyle diyor," dedi sakin bir sesle Tuna. Bu karabasanda kendisine biçilen rolün "rüya delisi " oldu ğunu biliyordu artık. "Benim adım Tuna. Ö ğretmenim, istanbulluyum. Bo ğaziçi'nin bir köyü olan Kuzguncuk'ta do ğdum ve büyüdüm. Sizin adınız ne?" Kadın aniden "normal" bir insan gibi konu şan Tuna'nın kendisine "siz" diye hitap etmesini farkına varmı ş olacak, kar şıla ştıklarından beri ilk kez kendine güvenini yitirdi, eli aya ğına dola ştı. Yalnızca "ana" kimli ğine sıkı şmış varlı ğı aniden anonimlikten çıkmı ş, ki şiselle şmişti ve o bu konuda tamamen donanımsız, yapayalnızdı. "Bizim adımız Hatice'dir," dedi utanarak. "Memnun oldum Hatice Hanım. Kusura bakmayın, içinde bulundu ğumuz ko şullar nedeniyle kendimi ancak tanıtabildim... Acaba çok l üks kaçmazsa, bir kahve, şöyle bol köpüklü orta şekerli bir Türk kahvesi olsa diyecektim. Bilmem çok şey mi istemi ş olurum?" Bu kez de "hanım" olarak hitap edilmi ş olmanın tedirginli ğiy-le kadın başörtüsünü düzeltti, ete ğinin altındaki şalvarına çeki düzen verdi. "Lüküs falan olur mu, ba şımız üste yeri vardır misafirin can öğretmen Bey o ğlum, ama şu sava şın gözü çıksın kahve bulunmaz oldu..." 218 Birden kadının gözünde deli bir askerde n, konuk bir ö ğret-men sınıfına atladı ğını aynmsadı Tuna. "Dur hele!" dedi kadın gözleri parlayarak, "Nohut k ahvesi ya-pıvereyim sana..." "Nohut kahvesi mi?" diye yüzünü buru şturdu Tuna. < • , Kadın güldü. Alt çenesinde altın di şleri vardı. c, "Ruhun bile duymaz a Ö ğretmen Bey!" "Bunlar sahte kahve tüccarı falan mı?" diye dü şündü Tuna. Üstü dantelli bir örtüyle örtüldü ğü için televizyon oldu ğunu ancak şimdi fark etti ği kocaman kutunun durdu ğu komidinin ka pa ğını açtı ve içinden bir kavanoz çıkarttı. Kavanozun içinde sarı şın bir toz vardı ki, Tuna'ya annesinin kı ş gecelerinde havanda dövüp, toz şekerle karı ştırdı ğı leblebi tozunu ça ğrı ştıverdi aniden. Hani Ada'nın dadısının da onlara öz enip, yaptı ğı ama toz şeker yerine pudra şekeri kullandı ğı için aynı çıtırtıh lezzeti asla tuttu-ramadı ğı mistik tadlı leblebi tozu... Hatice Hanım'ın biraz sonra içinde köpüklü kahve bu lunan kilim desenli Sümerbank fincanıyla getirip sundu ğu şey son derece kahveye benziyordu. Ama en önemli albenisi do ğuştan eksikti. O insanı ba ştan çıkartan, zevkten çıldırtan ve katıldı ğı ortamı aniden keyif renklerine boyayan dünyanın e n güzel kokularından birini: kahve kokusunu ta şımıyordu. Beğensin diye gözünün içine bakarak bekleyen kadını in citmeye yüre ği elvermedi. "Eline sa ğlık Hatice Hanım. Ne niyetine içersen o oluyormu ş demek ki..." dedi. "He ya... N'apıcan i şte can..." diye içini çekti kadın. "Afiyet şeker olsun, ananın ak sütü gibi helal olsun iyi yürekli evladım, in şallah bu sava ş bitti ğinde artık can yavuklunu da alır gelirsin de sahici kahvemi içer, elimi öpersin. Hatice Teyze'ni unutmazsın can asker o ğlum." "Bu kâbus bitti ğinde... Ada'yla buraları dola şmak..." diye mırıldandı Tuna. Birden yerinden fırladı Tuna. Çantasmdaki ilaçların hepsini çıkartıp sedirin üstüne bıraktı. Tela ş içindeydi.

Page 112: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Benim gitmem lazım Hatice Hanım! Bunları altı saat te bir Musa'ya içirin. Etsuyu falan içmesi gerek onun, çok kan kaybetmi ş olmalı. Bak bu vitamin haplarında demir vardır, alın bunları da içirin ona ... Ben hemen gitmek zorundayım!" "Dur o ğlum, dur hele! Tam düzeldin felan sandımdı... gene dellenme gözünü seveyim can evladım!" "Bu kâbusun bir çıkı ş noktası, bilinçaltırnın bir zayıf tarafı olmalı! Mutlaka olmalı! Bunu benden daha iyi kim bilebilir ha? Hiç kimse! Çıkmalıyım bu labirentin içinden, hemen... Gidip Ad a'yı bulmalıyım. Gazeteler onu katil ilan ettiler... Duymu şsunuzdur çoktan! PaparaZziler peşindedir Ada'nın çoktan... Ah onu mutlaka bulmalıyım !.." "Dediklerini anlamam ama öbür asker iyile şmeden seni bi yere komam asker, bilesin!" diye sertçe çıkı ştı kadın. "Ama bu çok uzun sürebilir ve benim beklemeye taham mülüm kalmadı artık! Kuzguncuk'a dönmem gerek, orada bana gereksinen ins anlar var!" Acı acı güldü kadın. Yine altın di şleri ortaya çıktı. i "Burada da sana ihtiyaç vardır ö ğretmen." Başını yarım yamalak örttü ğü siyah çiçek baskılı yemeniyi düzeltmek için açtı. Uzun saçörgü yaptı ğı atkuyru ğuyla birlikte kırla şmış saçları tamamen ortaya çıktı. Usul usul, hiç acele etmeden yeniden bağladı ba şını. Artık Tuna'yı haneden biri saydı ğını anlatmak istemi şti böylece. Yani evin erke ği ve sorumlulukları olan üyesi... "Artık sen de ö ğrenmelisin Ö ğretmen Bey o ğlum! Beklemeyi, sabırla ve hiç kara kuyulara dü şmeden beklemeyi ö ğrenmelisin. Hepimiz gibi... Sen de..." "Kimseyi arayamadım..." diyerek kolları yanına dü ştü Tu-na'nın. "Nerede ve ne zamandır uyuyorum kimbilir? Merak etmi şlerdir beni. Ada, Meriç, Şair Dayı... Ve tabii annem... Annem bir acıyı daha kald ıramaz artık!.." Derin bir iç geçirdi kadın. "Analar," dedi, rüzgârdan, ya ğmurdan, güne şten ve topraktan söz edercesine doğal, "Analar, Allahın yarattı ğı en güçlü candır cihanda. Her mahlukun anası o mahlukların en kuvvetlisidir! Yüce Allah'ın kanunu budur. Bo şuna cennet anaların aya ğının altında durmaz ya!" 219 Aniden gözlerinden süzülen ya şlar, bakımsızlıktan kurumu ş cildinin üstüne yağmur gibi ya ğmaya ba şlamı ştı. "En büyük acı evlat acısıdır, Allah dü şmanıma bile vermesin! Amma ne yaparsın... Kalan tek evladın bile olsa ya şar, kol kanat gerersin ona..." Kısık kısık hıçkırarak a ğladı kadın bir süre, sonra burnunu çekerek konu ştu yeniden, "Ba şkalarının evladını kendi çocu ğu gibi korumayandan Allah razı gelmez, bizim inancımızda o ğlum... 'Huzuruma kul hakkıyla gelmeyin' der, Tanrı." Ne yapaca ğını bilemeden dikilip kaldı Tuna. A ğlayan birisi kar şısında kesinlikle yufka yürekli olmak dı şında ba şka hiçbir seçene ği yoktu. "Kaç tane o ğlu öldü kimbüir?" diye içi titreyerek dü şündü. "Kal burda asker can o ğlum. Kal, sana gerek vardır bu hanede. Arkada şın iyile şirse onu da alıp gidersin, ölürse, bahçeye, öbürler inin yanına gömersin." "Ölü gömmek mi? Öbürlerinin yanına mı? Aman Tanrım, nedir bu ba şıma gelenler? Neden herkesinki gibi rüyalar görmüyorum ben de ?.." diye haykırarak sedire çöktü Tuna. Musa yerine hiç tanımadı ğı bir ba şka yaralı askeri bu eve getirmi ş olsaydı da yine aynı sorumlulu ğu duyacak mıydı? insan daha önce hiç tanımadı ğı ki şilere kar şı da ya şam sorumlulu ğu ta şır mıydı? Ta şımalı mıydı? Ta şıyorsa bu edinilmi ş, ö ğrenilmi ş yani uygarla şmış insan davranı şı mıydı? Yoksa bazıları bu sorumluluk duygusu genlerine kodlanmı ş olarak mı do ğarlardı? "Allah kahretsin, ben adam olmam!" diye ba ğırdı. "Kendi icat etti ğim, tamamen kendi bilinçaltımın senaryosu olan rüya larımda bile yine yufka yürekli, yine sorumluluk ta şıyan ve ba şkalarını kendimden çok dü şünen, aynı hıyarın tekiyim! Allah cezamı versin ben im! Verdi... verdi i şte! Daha ne cezası kaldı ki..."

Page 113: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Sus can o ğlum, Allahın gücüne gider, kötü söz etme kendine öy le. Nedir senin derdin çocu ğum? Kara sevda mı çekersin? Sevdi ğine mi kavu şamadın? Niye böyle yer bitirirsin kendini? Neden huzur bulm az altın kalbin evladım?" Tuna onu duymuyordu bile. " Şimdi çekip gitsem, belki bitecek bu kâbus. Belki ku rtulaca ğım bu lanet olası karabasandan... Yalnız ben de ğil, sizler de be- nim kâbusuma sıkı şıp kalan sizler de kurtulacaksınız... Anlıyor musun Hatice Hanım?" Başını "nafile" anlamına iki yana salladı kadın üzüntü yle. "Ama ben ne yapıyorum? Ha? Ben ne yapıyorum? Çekip gidece ğim yerde, burada kalıp Musa'nın iyile şmesini bekliyorum! Biliyor musun Hatice Hanım, Ara ş asla böyle yapmazdı! Asla! Ara ş ne yapıp, edip bu kâbustan çoktan kurtulmu ştu şimdiye dek. Hem kendini, hem de Ada'yı kurtarmı ş olurdu çoktan. Ara ş ne zaman çekip gitmesi gerekti ğini çok iyi bilerek do ğan insanlardan oldu daima! Amacına giden yolda asla yufka yürekli olmaz dı o! Çünkü onun adı Aras'tır ve insanlar onun gibilere hayran olurlar h ep!" Eline büyük gelen tabancasıyla pencerenin dibinde n öbet tutan Lütfü, Tuna'ya bakarak "deli" i şareti yapıyor, Hatice Hanım üzgün gözlerle bakarak, dualar okuyup, üflüyordu. "Gördünüz, tanıksınız i şte! Dü şlerimde bile Ara ş gibi güçlü olamıyorum ben! Düşlerimde bile yufka yürekli, sorumlu ve romanti ğim! Dü şlerimde bile kendimim!" "Bu kadar kendini yeme can Mehmetçik o ğlum. Can dayanmaz bu senin kendine etti ğin i şkenceye be evladım!" "Anlıyorsunuz şimdi de ğil mi?" diye mırıldandı Tuna. "Sen de anlıyor musun Lütfü?" Küçük Lütfü hınzırca güldü. "Düşlerimde bile..." Di şlerini sıktı Tuna. Derin nefes aldı. Çok yorulmu ştu. Usulca sedire uzandı ve gözlerini yumdu. Uykuya kaçtı Tuna. '223. ARAŞ NEREYE? "Sevgili karde şim, ne zaman bir sal yapaca ğız kendimize ve yelken açaca ğız gökyüzünden a şağıya?" Ingeborg Bachmann Ben geldi ğimde o da öbürleri gibi bizim evde ya şıyordu; tıpkı annem, babam ve tıpkı dedeni gibi. Ben geldi ğimde Ara ş da bizim evde ya şıyordu. Aileye en son katılan bendim ve öbürlerinin varlı ğını do ğal bir miras gibi hiç dü şünmeden kabul etmi ştim. Beni sevmelerini, beni koruyup, beslemelerini doğal olarak bekledi ğim gibi... Çocuktum ve çocuklar sahip oldukları şeylerin nasıl kazanıldı ğını hiç bilmezler. Çocukluk böyle ya şandı ğı zaman güzeldir! Ara ş da onlardan biriydi. Vardı ve hep olacaktı. Onsuz yaşamanın nasıl bir şey oldu ğunu bilmiyordum, aklımın ucuna bile getirmemi ştim. Neden getirecektim ki? Benden önce gelmi şti, oradaydı. Sa ğlamdı, güvenilirdi, akıllıydı. Beni sever, beni korurdu. A ğabeyimdi, a ğabeyim olarak da kalacaktı. Ama öyle olmadı. Ara ş bir gün gitti. Öylece ansızın, hiç haber vermeden ve bizi yoklu ğuna hiç hazırlamadan ... Ara ş bir gün çekip gitti. Temelli gitti. Gidi şi de kendi efsanesine uygundu. Tam kahramanlara özg ü biçimde ayrıldı Ara ş. Yakı şıklı, genç ve cesur! Zeki, yetenekli ve ba şarılı! Yine yapaca ğım yapmı ş, giderken de bir kahraman olmayı ba şarmı ştı a ğabeyim. Oysa gitmek isteyen Ada, kalmak isteyen Aras'tı. Ve aslında temelli gidecek olanın Ara ş oldu ğuna dair hiçbir i şaret yoktu. O yaz bir sınav hengâmesiyle geçti Ara ş için. Liseyi okul birincisi olarak bitirmi şti. Karate ve yüzmede liseler arası dereceler yapmı ş, satrançta bölge şampiyonu olmu ştu. Deniz Kuvvetle-ri'nin askeri ö ğrenci sınavlarım kazanmı ş, üniversite sınavlarına girmi ş, sonuçları bekliyordu. Üniversite

Page 114: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

sınavlarında ilk tercihi ĐTÜ gemi mühendisli ğiydi. Aras'ın ba şka tercihi yoktu. ÖSYM sonuçlarını beklerken bo ş duracak de ğildi ya ?.. Amerika'da gemi in şaat mühendisli ğiyle ünlü Michigan Üniversitesi'nin mühendislik ö ğrenci derne ği'ne yazıyor, denizcilik, sava ş gemileri teknolojisi, navigasyon konusunda ne bulursa sömürürcesine okuyor, gözlerin den ve ellerinden ta şan zekâsını nerelere yönlen-dire'ce ğini bazan şaşırıyordu. Ve tabii Ada... Ada'yla daha sık ve daha uzun ortadan kaybolmaya ba şlamı şlardı. Ada tamamen Aras'a hayran, Ara ş Ada'nın hayranlı ğını kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazır görünüyordu. A şk bu muydu, bilmiyordum? Ama ikisinin de aslında birbirlerinden çok kendilerini sevdiklerini çocuksu bir içgüdüyle en başından beri seziyordum. Aras'ın Ada'yı, benim sevdi ğim gibi sevmi ş oldu ğuna hiçbir zaman inanmadım. Ara ş, zor be ğenen ve zor elde edilen bir kızın ilgisini ve hayra nlı ğını seviyordu. Ada ise kendisi gibi zeki ve ho ş bir kızın hayranlı ğını kazanabilmi ş yetenekli, gözüpek ve feci yakı şıklı bir delikanlının ilgisiyle sarho ştu. Onlar, egosu çok geli şmiş insanların hep ba şına geldi ği gibi öz-a şklarının yansımasını a şk sanıyorlardı. Daha sonra ö ğrenece ğim gibi, e şitler arasındaki a şk da buydu zaten. Oysa ben Ada'yı, Ada oldu ğu için ve oldu ğu gibi seviyordum. Birini sevmenin onun en berbat yanlarını, hatta bazen insanı kahred en en boktan özelliklerini bile kabul edebilmek oldu ğunu bilerek do ğmuş biriyim ben! Başka bir deyi şle egosu geli şmemiş, o salaklardan biri! Oyunu do ğuştan kaybetmi şlerden biri! Her neyse... Öyle ya da böyle, insan karakterini ya şamaktan kaçamaz ki... Bu yüzden ben Ada'yı hâlâ böyle severim. Annem ve babama gelince, onlar artık Aras'la eskisi gibi yüksek sesli bir gurur duymuyorlardı. Ba şarı da alı şkanlı ğa dönü şebilir! Ara ş, elini attı ğı her şeyde nasılsa ba şarılı oluyordu. Satranç 22J: şampiyonasına giriyorsa, zaten derece alacak, yüzme yarı şlarına katılıyorsa nasılsa bir madalyayla eve dönecekti. Hiçbir büyük ba-224 sarıya imza atamamı ş olan benim bütünlemeye kalmadan sınıfı-""*""mı geç mem evde bayram havası yaratırken, a ğabeyimin bir haftada yaptı ğı gemi maketlerinin yüksek fiyata alıcı buluyor olması, artık solunan hava den li do ğal kar şılanıyordu. "Ingitere'de yapılan iki Nordenfelt denizaltısmı sa tın alan Osmanlılar onlara ne ad vermi şler, bil bakalım?" "Aman Ara ş, Osmanlılar zamanında denizaltı mı vardı da yani.. ." "Maşallah Ada hanım, bu ya şta bu cehalet! Denizaltı fikri Leonardo zamanından beri biliniyor efendim! Ne eder bakalım? Dört , yüz elli falanca yıl yani... Sonra 1899'da Narval var ki, el bette iki t tekneyle donatılmı ş ve çok öncü bir denizaltıydı..." "Tamam Ara ş tamam pes! Ay içim çekildi vallahi! Ben teknik ayr ıntı istemiyorum, neymi ş Osmanlı'nın ilk denizaltısının adı onu söyle sen." "Daha önce şunu hatırlatmalıyım ki, periskopun icadından sonra denizaltı asıl kimli ğine kavu şmuş ve Birinci Dünya Sava şı sırasında askeri amaçla kullanılmaya ba şlanmı ştır." "Ara ş vallahi mahsus yapıyorsun sen! Beni çıldırtacaksın di mi? Ya söylesene şu denizaltının adını, çatlatırsın insanı sen!" "Parçaları birle ştirilmek üzere istanbul'a yollanan denizaltılar-; dan yalnızca bir tanesi tamamlandı. Bunun takma adı Balina idi ama asıl adları..." "Tamam Ara ş, artık sormuyorum ve seni bu i şkence zevkinden mahrum bırakıyorum!" "Dur gitme, tamam söylüyorum. Ada dursana be! Bak, ilk Osmanlı denizaltılarının adları Abdülmecit ve Abdülhamit id i!" Tembelli ğiyle tanınan bir lise ö ğrencisine bir sömestir yüksek ücretle fizik dersi verdikten sonra, çocuk sekiz alarak büt ünleme sınavını vermi ş, ailesi pahalı arma ğanlar ve minnet dolu sözcüklerle gelip mahalleyi ay ağa

Page 115: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

kaldırmı ştı. Annemler yüzlerinde mü-• tevazı bir gülümseyi ş, mutlu olduklarını belirtmekle yetinmi şlerdi. Onun adı Aras'tı ve adı şimdiden imza de ğerindeydi. Buna kar şılık on be ş ya şıma girmeye iki ay kalmı şken - hem annemin, hem de Ada'nın henüz on dört ya şında oldu ğum konusunda benimle iddiala ştı ğı sırada, bana hâlâ çocuk muamelesi ya- pılıyor olu şu özellikle Ada'nın yanında beni oldukça utandırıyo rdu. Belki geleneksel anlamda annemleri gururlandıracak bir "er- 225 kek çocuk" profili çizmiyordum ama geleneksel erkek profili de büyük kentlerden hareketle de ği şmeye ba şlamı ştı zaten. Bebek arabası süren kapıcı babalar ve âşık olmaktan utanmayan "top-lumcu-gerçekçi sert erke k" prototipler bugünkü kadar çok olmasa da benim ergenlik dönemimde belirm eye ba şlamı ştı istanbul'da. Evet edebiyata, kitaplara ve ayrıntılara duydu ğum aşırı ilgi, geleneksel erkek çocu ğu için çok sık rastlanan özellikler de ğildi. Şiir okumaya bayılıyor, gizlice şiir yazıyordum. Bir gün şiirlerimi şair Do ğan Gökay'a gösterebilme cesaretine kavu şaca ğımı dü şlüyordum. Bisiklete binmek dı şında spora ilgim yoktu. Bisiklet de spor de ğil, bir oyundu benim gözümde. Annemin benden şikâyetçi oldu ğunu hiç hissetmedim. Sa ğlıklı bir çocuktum, kızlara ilgi duyuyordum — bu, a ğabeyimin sevdi ği kız bile olsa, erkekli ğim konusunda aileme ipucu verdi ği için ho ş görülüyordu. Ve bir de okumaya meraklıydım. Bunlar anneme yetiyordu. Bana hiç söylemese de, annemin ilk erkek çocuktan s onra özlemini çekti ği kız evladın yerine beni koyup, öyle sevdi ğinden ku şkulandı ğımı itiraf etmeliyim. Belki de şu dünyanın en çileli a şkı, "evlat sevgisi" dedikleri şeyi bilmedi ğim için, annelerin çocuklarını yeteneksiz, ba şarısız oldukları halde bile sevebilme yetisini algılamaktan acizim v e annemin günahını alıyorum. Bilmiyorum! Hâlâ bilemiyorum. Sonuçta ben "Bir Ara ş Projesi"nden çok farklı bir evlattım ailem için. Belki de bu anlattıklarımın tümü benim kuruntularım dır, kimbilir... Belki, tıpkı Franz'ın babası Hermann Kafka gibi benim baba m (ve annem de) bende çok miktarda bulunmadı ğına inandıkları bazı önemli özellikler nedeniyle benden büyük beklentiler içinde olmamı şlardır. Kuruntulu olu şumu kime çekti ğim konusuysa aydınlanmamı ş yüzlece genetik harita bölgelerimden biri olarak durur ki şisel DNA ar şivimde. Aras'ın pırıl pırıl parlayan gelece ği, neon ı şıklarla aydınlanmı ş bir kuzey Amerika kentinin geni ş caddesi gibi görünüyordu bana. KAM 15 Onun istediklerini ba şaraca ğı konusunda hiç kimsenin ku şkusu yoktu. Ba şarı, istediklerini gerçekle ştirme yolunda elde edildi ği 226 zaman önern kazanır. Aras'a bakıp, istedi ği gibi ba şarılı ("çakı gi-* bi badem şekeri" diyordu annem) bir deniz subayı mühendis ola - cağını görebiliyorduk. Ada ile Aras'ın gelecekleri konusunda üç ki şi dı şında kaygılanan yoktu. Bunlardan biri Ada'nın annesi, öbürü küçük dayısıy- dı. Kızını çok iyi tanıyan Pervin Gökay, onun subay kocasının sık sık tayin olaca ğı farklı sahil kasabalarında sosyal faaliyetlere katılıp, ço cuk büyütecek bir e ş olmak hayaliyle yeti şmedi ğinin ayrı-mındaydı. Ada, kılıçların altından gelinli ğiyle geçip, içinden güvercinler fırlayacak altı kat lı dü ğün pastasını dü şleyen bir kız çocu ğu olmamı ştı hiç. Böyle dü şlerle büyüyen kızın Meriç oldu ğunu sonradan ö ğrenecektim. Pervin Gökay, kızının Aras'a olan ilgisini daima se mpatiyle kar şılamı ş, Aras'ın daha alt bir sosyal sınıftan geliyor olması nı kesinlikle önemsememişti. Bundan hepimiz emindik. Çünkü kendi kocası da b öyleydi. Pervin Gökay sınıf derdinde olmayacak kadar kendine güvenen, kültürlü ve gerçek bir insandır. Onu rahatsız eden Aras'ın plan ladı ğı gelece ğin Ada için çok dar ve bo ğucu olabilece ği endi şesiydi. Şair Do ğan Gökay ise, Ada'nın özgür ve dikkafalı karakterin i kendi karakteri kadar iyi tanıdı ğından olacak, daha farklı endi şeler ta şıyordu. Ona göre, Ara ş bütün olumlu özelliklerine kar şın geleneksel anlamda tutucu bir erkek profili çiziyor ve bu nedenle ba ğımsız ruhlu, modern bir kadını uzun süre sevip, ya şantısını onunla payla şma yetene ğini do ğuştan

Page 116: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

eksikleniyordu. ; Belki beni hâlâ çoc uk saydıklarından, belki de o sıralar anla- madığım ba şka bir nedenle iki karde ş ben kö şkün salonundan bir şeyler almak için bahçeden içeriye girdi ğim sırada konu şmalarını kesmeden tartı şmayı sürdürüyorlardı. Bu konu şmalar Aras'ın li- şeyi bitirmesiyle ba şlamı ştı ve bir çocukluk a şkının sevimli hikâyelerine atılan yeti şkin kahkahaları yerini artık ciddi konu şmaların endi şeli tonlarına bırakmı ştı. Ada ve Aras'ın gelece ği konusunda endi şelenen üçüncü ki şr bendim. Benimkisi daha çok ki şiseldi. O ikisi ya şantımdan çıkınca ben ne yapacaktım, falan türünden tipik Tuna kuruntuları... Bu üç ki şi dı şında herkes bir peri masalının pe şine takılmı ş gi-,1 diyordu. Koyu bir romantik olan Süreyya Mercan, "ba lkızı" Kumral Ada'smın düğününde yapaca ğı konu şmanın metnini yazmaya ba şlamı ştı bile. Ondan hiç aşağı kalmayan annem de en büyük eseri olan büyük o ğlunun mürüveti kadar, dünürü ailenin Türk Sineması'nın büyük yıldızları o laca ğının sevinciyle başı dönmü ş, uçuyordu. Meriç sessizdi ama bu evlili ğin gerçekle şmesini dört gözle bekledi ğinden emindim. Meriç sessizce bekliyordu. Babama gelince... Babam üzüntüleri gibi sevinçlerin i de ifade etmeyi bilmiyor, ö ğrenmek için de hiç çaba sarfetmiyordu. Babam çalı şıyor, uyuyor, gazete okuyor, yemek yiyor ve televizyon izliyordu. Bunların dı şında yaptı ğı ba şka bir şey varsa annem biliyor olmalıydı ama annemin beden dilini okumaya çalı şınca bundan da ku şkulanıyordum. Babama mı, yoksa anneme mi acıyaca ğıma uzun yıllar karar veremedim... O yaz, aslında son çocukluk yazımızdı. Artık üniver siteli olacak Ara ş bundan böyle aramıza sık sık katılamayacaktı. Gelec ek yaz üniversite sırası Ada'ya, bir sonraki yıl Meric'e ve sonunda da bana gelecek, çocukluk kapısı arkamızda tümden kapanacaktı. O yazın hayatımızda ö nemli bir yer tutaca ğını tahmin ediyordum ama hepimizin hayatını tümden de ği ştirece ğini hiç beklemiyordum. Kimse beklemiyordu! O yıllarda Süreyya Mercan'ın "Balıkçı Osman" filmle rinin artık diziye dönüşen yurtdı şı bölümleri çekiliyordu. Film çekimleri için sık sı k yurtdı şına giden aktöre bazen karısı ve kızı da e şlik ediyordu. Kuzguncuk'a dönüşlerinde bize uzak, mistik, egzotik ça ğrı şımlar yapan Mısır, Fas gibi ülkelerden arma ğanlar ve foto ğraflar getiriyorlardı. Türk Sineması'nın can çeki şti ği son yıllardı. Popüler tiplemesi "Balıkçı Osman"la sanat ya şamının ikinci baharını sürdüren Süreyya Mercan'ın aksine Pervin Gökay ilk mesle ği tiyatroya dönmüştü. Bulvar tiyatrolarının tekliflerini kabul etse, adının dolduraca ğı koltuklarla o da kendi kesesini doldurabilirdi. Ama o cep tiyatrolarında Çehov oynamayı tercih ediyor, bir yandan da Bürkan' la ortak oldu ğu tekstil atölyesini i şletiyordu. Sıcaktı. O gün... Aras'ın gitti ği gün sıcaktı. Bahçe sıcak oldu ğu için köşkün serin salonundaydık. Süreyya Mercan Atina'dan f ilm çekiminden yeni dönmüştü. Bize Yunanlılar'la nasıl anla ştı ğını anlatıyordu. 227 "Yunan mutfa ğının Türk mutfa ğından tek farkı bizim yemek çe şitlerimizin yalnızca yirmide birine sahip olmaları! Onun dı şın-228 da her şey aynı azizim! Şahane bir lezzet! Uzo'lan bizim rakının 7 şekerli karde şi yahu!.. Hah hah ha!.." Doğan Gökay berjer koltu ğa oturmu ş bir film izler gibi eni ştesini izliyor, gerekli buldu ğu yerlerde onun sözünü keserek, daha biraz önce ve tesadüfen öğrenmi ş mütevazı ğıyla Osmanlı-Yunan ili şkilerine dair tarihi notlar düşüyordu. Bürkan'la, Pervin Gökay salonun öbür ucundaki on ik i ki şilik yemek masasının üstüne serdikleri paftalarda yeni giysi m odellerini konu şuyorlardı. Meriç bir kö şede suç i şler gibi gitar çalıyor, Ada telefon ba şında Aras'ın aramasını bekliyor, ben de Ada'nın ba şında, onun endi şelenmesini engellemeye çalı şıyordum. Cihan Teyze sık sık salona gelip, ya taze, so ğuk limonata, ya da evde yapılmı ş dondurma servisi yapıyordu.

Page 117: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bir ara Meriç yanıma gelip, kula ğıma bir şeyler fısıldadı. Anlamadım. "Bi dakka gelsene, lütfen..." diyerek elimden çeki ştirmeye başladı. Ali Sami Yen'de oynanan Galatasaray maçına giden Ar aş çıkı şta Ada'ya telefon edece ğini söylemi ş ama hâlâ aramamı ştı. Ada huzursuzdu, onu bırakıp Meriç'le ilgilenmek istemiyordum. "Mızmızlık edece ğime ben de gitseydim," diye homurdanıyor-du Ada. Birlikte futbol maçlarına gittikleri olmu ştu ama bu çok sık yaptıkları kolektif bir faaliyet sayılmazdı. "Gelsene Tuna, bi şey söyliyece ğim sana." Ada'yı bırakmak istemedi ğimden Meriç'le gidemiyordum. O sırada Cihan Teyze korkudan gözleri fal ta şı gibi açılmı ş olarak salona koşarak girdi. "Gayrettepe taraflarında anar şistler bomba patlatmı şlar!.. Ha-mmefendiciim, Aras'ın gitti ği maç oralarda mıdır, Allah korusun!" Bir anda hepimiz donduk. En çabuk toparlanan şair Do ğan Gökay oldu. "Haberleri mi dinledin Cihan Dadı? Tam olarak ne za man, nerede patlamı ş bomba?" diyerek yerinden kalktı. Ada sapsarı kesilmi şti, hemen bir kolumla omuzunu tuttum. "A ğbime bi şey olmaz, korkma!" dedim korkarak. Süreyya Mercan anar şistlere küfrederek televizyonu açtı, Pervin Gökay a naç bir güdüyle kızını yatı ştırmaya ko ştu. Ben annemi dü şünüyordum. Do ğan Gökay önce Milliyet Gazetesi'ne telefon edip, bilgi edinm eye çalı ştı. Sonra Cumhuriyet ve Hürriyet'i aradı. "Geldi, bakın orada!" diye sevinçle ba ğıran Meriç hepimizi şaşırttı. Bakınca bahçe duvarının üzerinden atlayarak kö şke do ğru gelmekte olan Aras'ı gördük. Ara ş ya şıyordu. A ğabeyime bir şey olmamı ştı. Derin bir "ohh!" çekildi. "Verilmi ş sadakası varmı ş!" dedi Cihan Teyze gözleri dolu dolu. "Allah sevdiklerine ba ğı şladı aslan damadımı!" diye en abartılı tiyatral sesiyle co ştu Süreyya Mercan. Gördü ğü a şırı ilgiden hiç ho şlanmayan Aras'ın patlamadan haberi bile yoktu. Ada'ya telefon edebilmek için arkada şlarından ayrılmı ş, telefonların başındaki uzun kuyrukları görünce bir belediye otobüsü ne atlayıp do ğruca Üsküdar'a gelmi şti. Üsküdar'dan Kuzguncuk'a ko şarak varmı ştı, soluk solu ğaydı. "Arkada şların da evlerine salimen vardı mı acaba?" diye sor du Pervin Gökay. "Bakkal Musa'yla, fırıncının o ğlu Sefer... Şimdi gider bakarım gelmi şler mi, diye." Ada, sanki biraz önce üzüntüden sararan kendisi de ğilmi ş gibi sakin, maçın sonucunu soruyordu Aras'a. "Bi dakka gelsene Tuna, sana bi şey söyliycem!" Bu defa Meric'i dinlemek için vaktim vardı. Nasılsa artık Ada'nın bana gereksinimi kalmamı ştı. Nasılsa Ara ş yanındaydı... "Annem tamamen iyile şti Tuna. Hastaneden taburcu oluyor haftaya," diye sevinçle fısıldadı Meriç beni salondan çıkartırken. Meric'in annesi önce depresyon, sonra da alkolizm t edavisi görmü ş, fakat bu tedaviler bitip bitip, yeniden ba şlamı ştı yıllarca. Merih adında eski bir THY hostesi oldu ğundan ba şka bir şey bilmiyordum annesi hakkında. Bir kez de bana bir foto ğraf göstermi şti Meriç. Foto ğrafta çok güzel bir kadınla, bana o zaman ya şlı görünen da ğınık saçlı bir adam yanyana oturmu şlardı. Kadının kuca ğında sapsarısın bir bebek vardı. 229 . •. ı "Annem, nihayet babamın ona dönmeyece ğini kabul etti. iyi- 1| Đeşiyor bu kez!" dedi. , Pek inanmamı ştım ama onu kırmak istemedim. "Çok sevindim," dedim kibarca. "Hastaneden çıkınca benimle oturmak istiyor, ama be n Kuzguncuk'tan ayrılmak istemiyorum." "Ama annenin sana ihtiyacı var, onunla ya şamalısın bence."

Page 118: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Evet ama... Kuzguncuk'ta ya şamazsam seni göremem ki..." dedi ba şını e ğip, parmaklarını kopartacak gibi hızla çeki ştirerek. "Zaten yatılı okuyorsun Meriç. Hafta sonları gelirs in kö şke yine... Annene yardım etmelisin!" Bunları Meriç'ten kurtulmak için mi, yoksa yufka yü reklili ğimden mi söyledi ğimi bilmiyordum. "Heyy, gene ne dolaplar dönüyor burda?" diyerek tep emize dikilen Ada, çoktan her zamanki yaramaz, çok bilmi ş duygu durumuna dönmü ştü. "Konu şuyorduk," dedi Meriç. ı "Hadi bo şverin konu şmayı, çıkıp biraz dola şalım sahilde. Yaz bitiyor, bu akşamları bulamayız bir daha... Bak gelip a ğlamayın y sonra bana ha! Tamam mı? O. K. Let's go folks!" "Ben yürümek istemiyorum, siz gidin," dedi Meriç kı rgın bir sesle. "Aman Meriç be, canlan biraz! Hadi nazlanma!" diyer ek onu daha da kapattı Ada. Artık Meriç birkaç gün bu şoku ya şardı. "Gelmiyor musunuz, hâlâ?" diyerek Ara ş da yanımızda belirdi. "A ğbi anneme haber verseydin, haberleri duyduysa merak eder seni şimdi." ] "Dert etme birader! Buraya gelmeden ıslık çaldım bi zim evin önünde." !; Aras'ın kendine özgü altı notluk bir ıslı ğı vardı. Bu ıslık artık bütün mahallede tanınır olmu ştu ve arkada şları arasında özel mesajlar ta şırdı. Annem çocuklu ğundan beri hep o ıslı ğı dinleye-rek a ğbimin nerede oldu ğunu takip etmi ştir. jj "Haa Tuna, yolda bizim Rozita'nın Nesim'ine rastlad ım. Sana i çok selamı var. Bo ğaziçi Üniversitesi, sosyal bilimler ilk tercihiy- ''* mis... 'Bir gün bulu şalım, Muharrem dedeyi analım,' dedi. Unutmadan söy liyeyim," dedi Ara ş. "Hadii Atacan brothers, yolda konu şursunuz. Let's move biraderler! Annee biz sole bi tur atıyoruz! ismet Baba'nın oralardayı z. Yeme ğe yeti şiriz. Bizde yeriz di mi çocuklar? Tamam tamam, hadi fırla yalım artık bu olgun insanlar evinden!.." Akşam olmak üzereydi. Daha hava kararmamı ştı ama renkler usul usul solmaya, güneş batma hazırlıklarına ba şlamı ştı. Meriç bir kö şeye saklanmı ş, bizimle gelmeyi yine üstesinden gelemeyece ği bir i ş olarak görmü ş olmalıydı. Ara ş ve Ada onun için fazla zorluydu, bense onların yörü ngesinde dönüyordum. Üçümüz yola çıktık. Hava serinlemi şti. Mahallede hemen herkes Ada ile Aras'a artık "sözlü" gözüyle baktı ğından onlar hiç çekinmeden elele geziyor, a şklarını te şhir etme döneminin tadını çıkartıyorlardı. Benim varlı ğımsa onların birlikteli ğini resmile ştirip, ahlâki bir boyut katıyordu. Saçma sapan fıkralar anlatıp gülüyorduk. Neden sonr a kendimizi Fethi Pa şa korusunda bulduk. A ğaçların altına oturup, biraz daha konu ştuk. Ara ş geçen yıl okulda bir o ğlanın sıra gözünde buldukları Playboy dergisinden s öz ediyordu. Playboy'daki çıplak kadın resimlerine bak arken müdür muavini içeri girip hepsine temiz bir sopa çekmi ş ama giderken Playboy'u alıp, özenle çantasına saklamı ştı. A ğabeyim kahkalarla anlatıyordu bu olayı. Ada'ya göre de bu çok komik olmalıydı ki, o da gülü yordu. Elele, dizdize oturmu ş kahkahalarını payla şıyorlardı. Kalkıp biraz yürümek geldi içimden. Ellerimi babamın dikti ği kadife pantolonumun ceplerine soktum, omuzlarımı çekip, uzakla ştım. Gitti ğimi fark etmediler bile. Geri döndü ğümde orada de ğildiler. Seslendim, yanıt yoktu. Hava kararmı ş ve serinlemi şti. Ürktüm birden. Beni bırakıp gitmezlerdi. Ho ş eve yakındık ama benimkisi kaybolmak ürpertisi de ğildi zaten. Benimkisi, yalnızlık ürpertisiydi! Koruya daldım ve artık yava ş yava ş dökülmeye ba şlayan yaprakları ezerek yürüdüm. Biraz sonra yumu şak mırıltılar duydum, iyice kulak kesilince tanıdım. Hemen oradaydılar ve sevi şiyorlardı. Oldu ğum yere çöktüm. Ne yapaca ğımı bilemeden kaldım. Ko şup kaçmak istiyordum ama yapamıyordum.

Page 119: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Birden Ada'nın çıplak bedeninin Aras'ın çıplak bede nine dokundu ğunu, birbirlerinin kulaklarını öptüklerini ve dillerini birbirlerinin a ğzında dola ştırdıklarını dü şündüm. Belki de a ğabeyim Ada'nın gö ğüslerini elli- yor, boynunu kokluyor, sırtını ok şuyor, dizlerini öpüyor, ayaklarını ısırıyordu ve belki de... Yok, yok o kadarını yapma zlar artık, diye kendimi rahatlatmaya çalı ştım. Çünkü sonra Ada gebe kalırdı ve... Aman Tanrım o zaman ben Ada'nın bebe ğinin amcası olurdum! tnsan acı çekti ği durumu ya düzeltmeli, ya da oradan ayrılmalıdır. Ben ikisini de yapamadan acı çekiyordum. Tıpkı Meriç gi biydim. Sevdi ğim ki şinin de beni sevmesini şiddetle arzu ediyor, ama kendimi ona lâyık bulmuyor dum. Ve sevdi ğim ki şinin benden daha çok sevdi ği ba şka birisi vardı! Bu yüzden, a ğabeyimle kendi dü şsel sevgilim sevi şirken yanı-ba şlarında ta ş kesilmi ş oturuyordum. Birden ü şümeye ve şiddetli titremeye ba şladım. Hava o kadar so ğuk de ğildi ama ben Artik Dairesi'nde çıplak kalmı ş gibi titriyordum. Di şlerim birbirine vuruyor, akla ziyan bir şekilde tamamen titriyordum. Beni duymazlar umuduyla döndü ğümde karanlıkta parlayan bir çift kedi gözü gördüm, inanılmaz bir sahneydi. O ka ranlıkta Ada beni görmüştü, gözleri insan gözünden çok vah şi kedi gözü gibi yanıyordu. Üstünü ba şını çeki ştirip, giyinmeye çalı şarak yanıma geldi, bana sarıldı. "iyi misin Mavi Tuna?" diye sordu. O sırada homurdanarak Ara ş belirdi yanımızda. O da giyinmeye çalı şıyordu. "Bunun ate şi var galiba," dedi Ada endi şeyle bana bakarak. "Aman be Tuna, biraz dayanıklı ol be! Erkek adam ol acaksın!" diye sitem etti Ara ş. Onun istedi ği gibi bir erkek karde ş olmadı ğımı biliyordum zaten. "Hadi eve dönelim, Tuna hastalanmasın," diye üstele di Ada. "Bak küçük birader, çivi çiviyi söker! Gel seninle şu ilerden denize atlayıp biraz yüzelim, hiç bi şeyin kalmaz, ta ş gibi olursun!" "Eve dönelim!" dedim titreyerek. "Bu havada yüzülür mü a ğ-bi?" "Süt kuzusu olma be o ğlum, kızlar kuvvetli erkek severler, di mi Ada?" "Amaan Ara ş, bırak şimdi..." "Ben şimdi surdan denize atlarsam ho şuna gitmez mi?.. Hı?"| diye sırıttı Ara ş. Yürümeye ba şladık, ben hâlâ titriyordum, Ada benim koluma girmi şti. Pa şa Limanı'na inmi ştik. "Ben buradan denize balıklama atlar, yüzer gelirim! " dedi Ara ş yeniden. Sesinde kafa tutan, meydan okuyan bir ton vardı ki, meydan zaten tamamen onundu... Hiç anlamıyordum. Zaten o Allahın cezası titreme krizinden ötürü kendimde sayılmazdım. "Sen yaparsın Arascım!" dedi gururla Ada. Aniden soyunmaya ba şladı Ara ş. Ti şörtünü bana verdi, lastik ayakkabılarını, meşhur "converse"leri iplerinden birbirine ba ğlayıp, Ada'nın omuzuna astı. "A ğbi atlama!" diye ba ğırdım. Ara ş, Ada'nın yana ğından bir makas aldı. Ada cilveyle gülümsedi ve a ğbim denize do ğru ko ştu. Kör uçu şu balıklama atladı. "TAK!" diye bir ses duyduk. O kadar! Ba şka hiçbir şey duymadık. TAK!.. Sert bir cismin ba şka bir sert cisme sertçe çarpma sesi. Hepsi o kadar! Bir daha Ara ş olmadı! Ara ş atladı ve bitti. "Çabucak gitmi ş!" dedi doktor Aret. "Acı çekmeden." Ardından, Ada için " şoka girmi ş" dediler ve onu hastaneye kaldırdılar. On sekiz ya şında hiç acı çekmeden gitmi şti Ara ş. Ada günlerce hastanede kaldı. Elimde Aras'ın ti şörtüyle kalmı ştım. Annem hiç a ğlamadı. Önce tiz uzun çı ğlıklar attı, sonra kendini dövmeye başladı. Ona engel olmak için iri yarı üç erkek yeters iz kalınca, doktor yatı ştırıcı i ğne yaptı. O zaman yava şlayan annem, o güne dek hiç duymadı ğım bir dilde a ğıtlar yakmaya ba şladı. Annemin Gürcü olan anneannemden Gürcüce öğrendi ğini hiçbirimiz bilmiyorduk. Annemin ba şına kom şu kadınlar dolu ştu.

Page 120: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ada'nın anne ve babası hastanede kızlarının yanında gecelediler. Babam o günden sonra hiç konu şmadı. Babam tamamen sustu ve o gece saçları tamamen a ğardı. Elimde Aras'ın ti şörtü ortada kalmı ştım. I Ada hastaneden çıktıktan sonra da aylarca kö şke kapattı kendini. Onu uzun, çok uzun süre göremedim. Biraz babamın yanında oturdum. O gözlerini halının üzerinde bir noktaya dikmi ş öyle oturuyordu. Yatak odasında kom şu kadınlar annemin ba şında nöbet tutuyor, mutfakta helva pi şiriyor-lardı. Kapımız açıktı, mahalledeki herkes eve girip, çıkıyor, yemek getiriyor, fısılda şarak konu şuyorlardı. Dı şarda polis arabaları vardı. Ara ştırıyor, soru şturuyorlardı: Aras'ın intihar ya da cinayet sonucu mu... Ada ertesi yıl okulu bıraktı. Her şey kötü bir film gibiydi. Ya da bir karabasandı. Ya film bitecek, ı şıklar yanacaktı, ya da uyanacaktım. A ğır çekim bir film karakteri gibi çevremde hareket eden insanları izliyordum. Serseml e-mi ştim. Uyu şmuştum. Hareket eden benim bedenimdi de içinde ben yoktum a slında. Ben bedenimden soyunmuş, bir gözlemci olarak dola şıyordum ortalıkta... Elimden Aras'ın bana teslim etti ği ti şörtü bırakmadan Aras'la payla ştı ğımız odamıza gittim. Çalı şma masasının üzerindeki kitapları elledim. "Submari ne Boats" yazanını açık bırakmı ştı. Ma-ket gemilerine dokundum. Defterlerini karı ştırdım. Bekledim. Bekledim ki, arkamdan gelecek ve omuzuma güçlü bir yumruk atıp, "Hey birader, şiir okumaktan vazgeçip, mekanikle mi ilgileniyorsun?" desin diye... "Ba şkasının acısını asla anlayamazsın!" demi şti şair Do ğan Gökay. Omuzuma bir el dokundu ğunda sevinçle döndüm. Meriç hıçkırarak boynuma sarıldı, güzel kokan ba şını omuzuma gömüp, hıçkıra hıçkıra a ğlamaya başladı. Oh be! Nihayet birisi a ğlıyordu. Ben de ona sarıldım ve a ğlamaya ba şladım. içimdeki acı gözya şı olup aktıkça rahatladım, biraz kendime geldim. Am a Meriç hâlâ hüngür hüngür a ğlıyordu. Sanki Ara ş benim de ğil de aslında onun ağbisiydi... Yüzünü sildim, limon kolonyasıyla ellerine masaj ya ptım. Burnunu silmesi için bir rulo tuvalet kâ ğıdı getirdim. Biraz sonra öylece, giysilerimizle Aras'ın yata ğına uzanıp, birbirimize sarılarak uykuya kaçtık. Bu na uyku denmezdi. Kısa aralıklarla kendimizden geçiyorduk, o kadar. Sık sık Meric'in hıçkırıklarıyla uyanıyordum. Sarıl ıp, yana ğından öpüyordum yatı şsın diye, daha da fazla a ğlıyordu o zaman. Meriç ne için a ğlıyordu? Ara ş gittikten sonra yalnız kalan Ada nedeniyle beni tü mden kaybedece ğine mi? Meriç kendi gelece ğine mi a ğlıyordu, a ğbimin gidi şine mi? Islak burnunu göğsüme dayayıp, mis gibi kokarak Meriç, neden a ğlıyordu, hâlâ bilemem. O gece Kuzguncuk uyumadı. O gece Aras'la birlikte benim de bir parçam gitmi ş, tümden yok olmu ştu. O gece hepimiz bir şeyler yitirmi ştik. Gelece ğimizden bir parça, umutlarımız ve ne şemizden kocaman bir parça. O geceden sonra hiçbir şey bir daha eskisi kadar güzel olmadı. Hiçbir şey! Ah Ara ş, ah böyle nereye ?.. Bir hafta sonra ÖSYM sonuçları geldi. Ara ş birinci ve tek tercihini kazanmı ştı. 235 GEÇÎCÎ MUCĐZELER "Kendine bir ho şça bak; âlemin özüsün sen; varlıkların gözbebe ği olan insansın sen." Şeyh Galip "Ya şayacak kadar güçlü de ğil, ölmek de istemiyor!" dedi Tuna üzgün bir sesle. "Sabredeceksin can o ğlum. Sabırsız adam ya kendi ba şını yer, ya da maskara olur!"

Page 121: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Daha ne sabrı kaldı ki Hatice Hanım? Sabrede sabre de sabır ta şına döndüm... Bütün ya şamım sabırla beklemekle geçti... Baksana bu evde de tam üç gündür bekliyorum i şte..." Gözleme ekme ği yiyip, şekersiz çay içiyorlardı. Ne gözlemenin içine koyup durum yapacak peynir, reçel, bal, ne de çay için şeker kalmı ştı. "Be ş gündür," diye düzeltti kadın. "Son iki gündür bayg ın dü ştün evladım. Nece yorgun dü şmüşsen ööle kana kana uyudun ... Ben de hiiç ses etmed im, canlar huzura kavu şsun diye..." "Be ş gün mü?" diye dalga geçti Tuna. "Yok artık devenin nalı! 'Bunun nasılsa aklı kaymı ş,' diyerek sen beni i şletmeye ba şladın Hatice Hanım, di mi? Ah Tanrım sen benim aklımı koru!" "Haşa! Niye ööle şeyler etcekmi şim ki..: Ama bak, 'Allahım sen aklımı koru,' dedin ya, şimcik akıllı bir kelam ettin can Ö ğretmen Bey! Senin aklın, cüssenden fazla büyümü ş, yiyip durur onu... Bir deri bir kemik şunca ğız adama o kadar akıl çok geliyo tabii, didi şip dururlar... Olan sana olur be evladım! Yeme kendini bole, biraz da olurun a bırak i şleri. Sonunda nasılsa Allahın dedi ği olur!" "Bakıyorum bu karabasanın havasına girip, sen de öb ürleri gibi konu şmaya başladın Hatice Hanım, ha ?.." "Tövbe esta ğfurullah, tövbe tövbe!" "Yani ben bu eve geleli tam be ş gün be ş gece oldu ve kırk sekiz saattir de burada böyle uyudum, bunu mu söylüyorsun sen şimdi" "Hiç ööle olur mu can evladım! Aç kor muyum seni be n? A ğzına çorba, su felan akıttık, sonacııma, Ali'm koluna girdi, arada bir hacetini yaptırmaya götürdü. Hiç hatırlamaz mısın?" "Hatırlasam sormazd ım di mi?" diye çemkirdi Tuna. "Ööle çok sayıkladın, öyle bo ğuştun ki... rüyalarında bile hu-zursunsun sen o ğlum. Seni okutmak mı lazımdır, nedir? Büyüye, cinle re falan inanmak yoktur bizim inancımızda, amma nedir bu hal lerin? Bilemem ki?" "Rüyalarımda bile huzursuz oldu ğum çok do ğru, çünkü şu anda benim bir rüyamın içindeyiz!" "Tövbe tövbe... Yapma can evladım, seni sevenleri, sevdiklerini dü şün... Karın mı, yavuklun mu neyse ne, şu adı Ada mıdır, Adalet midir, onun hatnna toparlan asker o ğlum..." "Ada benim karım de ğil!" diye yeniden tersledi kadını Tuna. "Benim üstü me vazife de ğildir amma... sen o kıza pek dü ş-künsündür..." "Evet, öyleyimdir!" diye yerinden kalkıp, sinirli t ikler yapmaya, volta atmaya çalı ştı Tuna. Ama ani kalkı şla birlikte ba şı döndü ve duvara yaslandı. Gözlerini ondan kaçıran kadın dualar okuyup, üfledi . Sonra kalkıp çay bardaklarını topladı. Mutfa ğa giderek yalnız bıraktı onu. Neden sonra yan odadan seslendi, "Davran bakiim ö ğretmen o ğlum, gel can arkada şına yardım et hele!.." Kadının kırk sekiz saat olarak iddia etti ği uykusundan uyanalı beri birkaç kez bunu yapmı şlardı. Tuna, Musa'yı koltuk altlarında tutup, do ğrultuyor, sırtına yastık dayıyor, kadın da bebek besler gibi ona ka şık ka şık çorba içiriyordu. "Ya şayacak kadar güçlü de ğil, ölmek de istemiyor..." diye yineledi Tuna. Çoklukla olumlu yanıt veriyordu Musa. Ate şi dü şmüştü ama bir türlü bilinci yerine gelmiyordu ve rengi sapsar ıydı. Bazan gözlerini açıyor, Tuna'ya bakıp yarım yamalak gülümsüyordu. B u 238 gülümsemenin kendisi için oldu ğundan ku şkuluydu Tuna. Çorba içirme i şlemi sırasında Musa'nın a ğzının kenarından akan damlalar yata ğa ve üstündeki fanilaya dökülüyordu. Yaz sıca ğının da etkisiyle olacak ev ek şimi ş çorba, idrar ve hasta insan kokuyor, fakat Tuna dı şında öbürleri bundan rahatsız olmu ş görünmüyorlardı. Sanki kadın ve çocuklar bütün yaşamları boyunca bu ko şullar altında ya şamışlar gibi durumu kabullenmi ş, hatta kanıksamı şlardı. Tuna'ya göre, onların ya şamının yalnızca üç ana elementi vardı: korku içinde ya şamak, ellerindekiyle yetinmek ve beklemek! Kendini belli etmek, farklılıklarını göstermek ve d aha fazlasını, daha iyisini istemek henüz bu topraklarda yasak ve günah tı... Ve tabii en önemlisi: beklemek! Artık ne için ve neyi bekledikl erini unutarak

Page 122: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bekliyorlardı... Korkusuz, özgür ve bolluk içinde b ir ya şama kavu şsalar ne yapacaklarını şaşıracak kadar uzun zamandır bekliyorlardı... "Korkuyu ve sorgusuz beklemeyi gen kodlarından silm emi ş insan toplulu ğu geli şemez Hatice Hanım!" dedi Tuna aniden. "Kendine güve nmeyi ö ğrenmemi ş hangi insan üretebilir? Ha?" "Bırak gene söylenmeyi de şimdi sen beni dinle hele," dedi kadın, Tuna'nın söylediklerine hiç şaşırmamı ş görünerek. "Bak bu Musa arkada şın benim evladım sayılır ama bana namahrem dü ştü ğü için altını sen temizleyeceksin... yemek yeme ğe ba şladı ya artık..." Yata ğın Musa'nın belden a şağısına gelecek kısmı bir mu şamba örtüyle kaplanmı ştı, îçi kalksa da, kussa da Musa'nın tuvalet temizl i ği Tuna'ya kalmı ştı. Bu sırada gözlerini ba şka yöne çevirip bekleyen kadının daha sonra çar şafları yıkamak gibi i şin daha da zor kısmını üstlendi ğini fark etti ğinde, onun cesaretine ve özverisine bir kez daha ha yran oldu Tuna. Evlerine geldi ği filanca gündür bu kadının kocasına ve öbür çocukl arına ne oldu ğunu merak ediyor ama sormaya da çekiniyordu. O sırada bir müzik sesi duydu ğunu sandı. Sanki birisi saz çalıp, yanık sesle türkü söylüyordu. "Ne iyi olurdu... Müzik olsun da her çe şidine razıyım..." di-| ye dü şündü ve duydu ğunu sandı ğı sesi unutmaya çalı ştı. Fakat müzik sesini duymaya devam ediyordu. Musa'nın altır temiz çar şaf ve mu şamba sermekte olan kadına döndü, heyecanla sordu; "Sen de duyuyor musun Hatice Hanım? Birisi türkü sö ylüyor yukarda, ha?" Kadın ilk defa öfkelendi, çok öfkelendi. Ka şlarını çatıp, ba ğırmaya başladı; "Ne türküsü, ne müzi ği? Hiiç bi şey duymam ben! Yetti artık deliliklerin senin ama!" Kadından böyle sert bir tepki görece ğini hiç beklemeyen Tuna şaşırdı. Müzik alenen devam ediyordu, ses çok netti ve bu bir kadı n sesiydi. "Ama ben duyuyorum!" diye sevinçle tekrarladı Tuna. Ko şarcasına öteki odaya geçti, "Bak, yok i şte! Burada, tam burada, duvarda asılı duran saz yok yerinde. Yukarda birisi saz çalıp şarkı, türkü her neyse i şte, bir şeyler söylüyor!" Ali uyuyor, küçük Lütfü nöbet tutuyordu. "Saz-maz y ok! Kim çalacak ki... Geldiler sana yine, uydurursun!!!" diye azarladı ka dın onu. Ellerini beline dayamı ş, ka şlarını çatmı ştı. Kö şeye sıkı şmış kedi öfkesindeydi. "Ama yukarda biri var!" diyerek fırladı Tuna. Ah şap merdivenleri iki şer-üçer zıplayarak tırmandı, üst kata çıktı. Kadın çıl dırmı ş gibi ba ğırarak arkasından geliyordu. "Dur diyom sana, dur ırz dü şmanı... Yoktur kimse dur, dur ba şına ta ş düşesi!.. Bak evimizde yılan mı besledik yoksa, dur ta htaya gelesice dur!" Üst kata çıkınca kar şısındaki buldu ğu ilk kapıyı açtı ve korku içinde ta ş gibi donmu ş kalmı ş bir genç kızla burun buruna geldi Tuna. Kız, en fa zla on yedi ya şlarındaydı. Uzun siyah saçları omuzlarından a şağı sarkmı ştı. Doğallık, tazelik ve saflı ğın böylesi güzel resmedildi ği bir resim az bulunurdu. "Rönesans resimlerindeki sarı şın melek resimleri Do ğu Akdeniz'de yapılmı ş olsaydı bu kızı çizeceklerdi" diye bir dü şünce şimşek gibi geçti aklından. Duyduğu ve belki de tanık oldu ğu şiddet hikâyelerinin aynı anda yüzlerce baskı yapması kızın gözlerinde uçurum renkli bir ko rku yaratmı ştı. Daha önce kendisinden korkmu ş hiçbir kadına rastlamayan Tuna feci üzüldü. Tam kızı rahatlatacak sözcükleri ararken, kız çözüldü ve a ğlayarak, titremeye ba şladı. 240 O sırada öfkeli vah şi bir hayvan gibi içeri giren kadın, genç kı- zın önüne geçip, gö ğsünü kıza siper etti. Soluk solu ğa kalmı ştı, gözlerinden ate ş fı şkırıyordu. O anda artık her şeyi göze aldı ğı besbelliydi. "Canımı almadan kızıma el süremezsin! Ceylanıma el sür-\durtmem, bilmi ş ol canavar!"

Page 123: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Tehdit ve korku duygularının annenin bedeninden kız a, kızdan anneye geçti ğini elektrik dalgaları gibi net görebiliyordu Tuna. Tehdit kan kırmızısı, korku acı sarı renkteydi. Her ileti şimde bu iki duygu daha da büyüyerek yayılıyor, odanın içindeki bütün öbür duy guları ve renkleri ezerek yok ediyordu. Sonunda her yan tehdit ve kork uyla dolmaya, soluk alacak hava azalmaya ba şladı. Kan kırmızısı ve acı sarı renkler yayıldıkça önce gözler, sonra sinir sistemleri rahatsız olmaya , saldırganlık do ğmaya hazırlanıyordu. O sakin, ho şgörülü, kalender ve güçlü kadın gitmi ş, yerine her an Tuna'yı tavuk, inek ve/ya Musa'nın baca ğı gibi kesebilecek öfkeli ve vah şi bir ba şkası gelmi şti. "inanılmaz bir şey bu... çok üzgünüm... gerçekten çok..." diye geve ledi Tuna kahrolarak. "Ben yalnızca müzik dinlemek istemi ştim..." Sonra arkasını dönüp, dü şmüş omuzları ve kederli adımlarıy-' , la, söylenerek merdivenlerden inmeye ba şladı.. "Tanrım!.." diye inledi, "Nasıl çıldırdık biz hep b irlikte? Nerede yitirdik sağduyumuzu? Neden sürekli korkuyoruz... birbirimizden ve Tanrıdan ?.." "Eller yukarı asker!" Ali uyanmı ş, Tuna'nın tüfe ğini Tuna'ya çevirerek kar şısına dikilmi şti. Korku ve heyecandan tir tir titriyerek Tuna'nın ell erini - ' kaldırmasını bekliyordu. Küçük Lütfü de korku ve me rakla onları izliyordu. Bu sırada Tuna'yı asıl şaşırtan Ali'nin çocuk kollarının öyle a ğır bir makineli tüfe ği ta şıyabiliyor olmasıydı. "Ablama dokunanı şi şlerim! Tamam mı asker? Nalları diker-, sin bak, hiç karı şmam ha! Güç bende!.." Ellerini kaldırıp, Ali'ye teslim oldu Tuna. Üzüntüd en ölebilir-di. "Ben yalnızca müzik dinlemek istemi ştim..." dedi. Ağzından dökülen bütün harfler acı siyahtı. Görülen m anzarayı sözcüklerle yeniden betimlemek, görme duyusunun tek ba şına ba şa çıkamayaca ğı bir güçle kaydettirir resimleri hafızaya. Ve Tuna bunu yine y aptı... " Şiddet filmleriyle büyüyen ekstra X ku şağındansın sen. Ve zaten senin kuşağının kızılderilileri sevip, kovboylara bozulan eski ku şaklarla hiçbir ili şkisi yok... Oysa şimdi sen okulda bilgisayarlarla e ğitim alıyor ya da arkada şlarınla oynuyor olmalıydın..." "Ne diyon sen ya?.. Manyak mısın nesin, töbe töbe.. ." Ağabeyinin sözleriyle şenlenen küçük Lütfü bir elini havada çevirerek deli i şareti yapıyor ve "deli deli kulakları küpeli" diyer ek tekerleme söylüyordu. "Demem o ki Ali," diye söze ba şladı Tuna. Sonra vazgeçti. "Bo şver, zaten bütün bunlar bir karabasan..." O sırada elinde uzun bir urganla a şağıya inen Hatice Hanım, Tuna'yı bir sandalyeye oturtup, ba ğlamaya ba şladı. Tuna hiç kar şı koymadan kendini elleri ve ayaklarından saldal-ya ye ba ğlayan kadını ve kar şısında tüfekle dikilip bekleyen çocu ğu izliyordu. "Çıldırmı şsınız siz!" dedi sakin bir sesle. "Bana deli diyen siz, asıl siz çıldırmı şsınız... Ö ğrencim ya şında küçük bir kıza saldıraca ğımı sanıyor, beni böyle ba ğlıyorsunuz. Bu kadar korku, deliliktir!" "Anaa, bu askerin ö ğretmen oldu ğu do ğru mu, yoksa onu da mı kafadan atar?" "Ne bilcem Ali'm. Bakarsın bi akıllı uslu konu şur, efendi biridir, bi bakarsın zırvalar, kendini yerlere vurur, her şeyi inkâr eder, sayıklar durur..." Başını kaldırıp seslendi sonra, "Kız geel! Artık ikisi de zararsız bunların!" Tekrar Ali'ye döndü, "i şte bole bi saati, bi saatine denk dü şmeyenlere hiç güvenmem ben!" dedi. "Ne ö ğretmenisin sen abi?" diye sordu Ali elindeki makine li tüfe ği Tuna'ya doğrultmu ş pozisyonunu bozmadan. "Edebiyat," dedi Tuna elleri ve kollarından sandaly eye ba ğlı oturarak. "Ne demek oluyo yani?" KAM i6

Page 124: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Hikâye, roman, şiir, tiyatro hatta masal... Sözcüklerin bilimi de denebilir..." Đ42 "Yani masal mı ö ğretiyosun sen okulda?" diye şaşırarak güldü ^~ Ali. ilk kez gülmü ştü, yanaklarında iki gamze belirdi. "Hee belli oluyo zaten!" dedi kadın artık sakinle şmiş olarak. Merdivenlerden çekinerek inen genç kız, şimdi korkunun yerine yerle şen merak dolu bakı şlarla Tuna'yı inceliyordu. "Bu çok çelimsizmi ş..." diye fısıldadı annesine, "Öbürü gibi iri yarı değil..." "Musa'yı görmü ş, onu tanıyor," diye dü şündü Tuna. Kıza bakarak, dostça bir sesle konu ştu: "Sana herhangi bir anlamda kötülük etmek aklımdan b ile geçmedi. Uzun zamandır, çok uzun zamandır hiç müzik sesi duymadım ... Öyle özlemi şim ki... Müzik bana insan oldu ğumu anımsattı ... Çok heyecanlandım. Bir mucizeydi sanki..." Sustu, bileklerini acıtmaya ba şlayan kalın urgan çemberinde kımıldamaya çalı ştı. "Tıpkı ya şam gibi..." dedi, "Ya şam, kime ne zaman ve nerede güvenece ğimizi fısıldayan sa ğduyumuzun geçici bir mucizesidir." Sustu. Bo ğazını temizledi. "Yine de seni korkuttu ğum için Özür dilerim." Kız şaşırmı ştı. "Dediydim sana, gariptir diye... Kötü de ğil belki - bak bilmem ama ha!.. ama gariptir... Birden cellallenir, abuk subuk konu şur, sonra sakinler, efendi biri olur çıkar. Güvenilmez böyle-lerine can kızım..." Kadının "efendice" bulaca ğı bir şeyler söylemeyi sürdürürüse bileklerini kesmeye ba şlayan urgandan ve bu komik durumdan kurtulabilece ğini hisseden Tuna kendini zorlayarak konu şmaya ba şladı. "Benim karım da şarkı söyler, gitar çalar," dedi. Fakat aklına Meric 'in söyledi ği şarkılardan hiçbiri gelmiyordu. "Senin adın ne?" diy e vakit kazanmak için sordu. "Suları," dedi kız utanarak. "Meric'in, karımın yani, sesi güzeldir. Biraz utang aç bir tip oldu ğundan ancak yalnızken ya da bir iki akraba yanında söylet ebilirim onu..." l "Hay Allah! Meriç hangi şarkıları söylerdi?" diye kendine kızarak düşünüyordu aynı zamanda. "Beatles, Suzanne Vega ve Tracy Chapman şarkıları," diyecekti ki, sustu. Türkçe şarkılar bulmalıydı. Sahi hiç Türkçe şarkı söylemez ve dinlemezler miydi? "Yok canım..." diye mırıldandı, "Yeni Türkü, Timur Selçuk, Livaneli, Sezen Aksu şarkıları çalar, söyler mesela..." "Ben Pir Sultan söylerim... Biz türkü severiz ama, senin dediklerini de bilirim," dedi genç kız utangaç gülümseyerek. Güneşsizlikten sararmı ş teni pastel renklerde aydınlandı bu kaçamak gülü şüyle. "Annemin," diye hemen yakaladı sözü Tuna, "Annemin pek hüzünlenerek dinledi ği bir şarkı vardır. Hani 'hem annemi, hem babamı ben köyüm ü özlerim" falan diye bir şey... Bildiniz mi? Kuzguncuk'a gelin geldi ğinde ailesini çok özlermi ş, Meriç de anneme gitarla çalar bunu." "Anan istanbullu de ğil midir?" diye ilgilendi kadın. "Annem I ğdırlı'dır. Ara ş nehri co ğrafyasından. Babam Kars'ta askerlik yaparken vurulm uş anneme. Bana sorarsan, annem hâlâ güzel kadındır. Biraz Gür cü kanı da var, kara kaşlı, kara gözlü, uzun boyludur." "Anadolu kadını desene," dedi kadın kıvançlı bir se sle. "Adı nedir ananın?" "Zübeyde." "Adı güzelmi ş," derken "tanı ştı ğımıza memnun oldum" dermi ş gibi kırıttı kadın. "Bir gün tanı şırsan, o ğlunu evinde besledin diye sana te şekkür edecektir," dedi Tuna fırsatı yakalamı şken. "Yok canım, kim olsa yapar," dedi kadın ve sonra ut anarak ba şını e ğdi urganla sımsıkı ba ğladı ğı Zübeyde Hanım'ın o ğlunu görmemek için.

Page 125: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Kadının yumu şaması bitmeden atıldı Tuna, "Ya Hatice Hanım ya, ne zaman çözeceksin şu ellerimi be? Bak kollarım, ayaklarım uyu ştu ya! Sırtım da ağrıyor. Hem ben sana ne kötülük ettim ki, ba ğladın beni böyle?" "Hadi anaa, çöz bu askeri! Kötü birine benzemiyo ba ksana..." "Sus kız! Sen ne anlarsın erkek milletinden? Hepsi birdir bunları n! Akılları fikirleri hep et derdindedir!" "Et mi?" diyerek yüzünü buru şturdu Tuna, içi kalkmı ştı. Kendini kasap vitrinine asılmı ş çi ğ etleri seyreder gibi hissetti. 244 "Ananın başına yemin edersen..." dedi kadın kararsız bir ses-" "•""•'*- le, "Ananın ba şına yemin edersen kızıma dokunmayacam di-ye..." "Anaa ko şsana kız! Bu yaralı askere bi şeyler oluyo kızz!" diye yandaki odadan canhıra ş haykıran küçük Lütfü'nün sesiyle irkil-diler. Tuna dı şında hepsi ko şarak Musa'nın yattı ğı odaya ko ştular. "Kız su getir!" diye ba ğırdı kadın tela şla. "Dur evladım, dur can o ğlum..." diyordu sık sık. "Ko şsana abla! Ver o şi şeyi bana. Tut ucunu, sıkı tut, çek şimdi" "Ne oluyor orada? Nesi var Musa'nın?" diye ba ğırdı Tuna. Kimse onu duymadı. "Konu şşanıza be!.. Gelin çözün beni! Çözün beni diyorum!" diye ba ğırdı. "Sakın bırakma, çok sıkı tut!" diye ba ğırdı kadın. . "Ne yapıyorsunuz arkada şıma? Neresini kesiyorsunuz adamın şimdi? Çabuk çözün beni barbarlar!" diye bö ğürdü Tuna. Sesi vah şi bir hayvan çı ğlı ğı gibiydi. Kendi sesini duysa çok şaşırırdı. Duymadı. Birden sesler kesildi, derin bir sessizlik kapladı evi. " Şimdi ne oldu? Öldü mü Musa? Konu şşanıza be!" Çıt yoktu. "Çözün beni, bu kâbustan kurtulmam lazım! Bu evden, bu kasabadan ve sizden bıktım! Hepinizden kurtulmam gerek, anladınız mı be ni Allahın cezaları!" Sandalyeyle birlikte kendini yere attı sonra. Sa ğ kolunun üzerine sertçe düştü. Kolu rezalet acıdı ama o, öfkeyle yerde sürün-m eyi sürdürdü. Daha doğrusu kendini ve sandalyeyi sürüklemeye çalı ştı. Birazdan Musa'nın yattı ğı odaya varaca ğını dü şünüyordu ki, kafasını sert bir şeye çarptı. Her şey karardı. ,;' Çıt yoktu. YENi HAYAT ' "Yeni hayat ba şlıyor. Eyvahlar olsun, bundan böyle sık sık ' derde girecek basım!" Alighieri DANTE ' (Yeni Hayat) "Kahvene şeker ister misin?" Başını "hayır" anlamına iki yana salladı. Türkiye'de s özsüz "hayır" demek için ba şımızı kaldırır, geriye do ğru bir kez sallarız. Bu sırada genellikle kaşlarımızı kaldırır ve "çık" gibi bir ses çıkartırız. Onun aynı anlam için başını sa ğa sola sallayarak yaptı ğı bu i şaret Batılı'ydı, bizde "vah vah!" anlamına gelirdi. O bunu yeni edinmi şti. "Peki süt ister misin?" O güzel ba ş yine iki yana sallandı: hayır! "Midene dikkat etmelisin Ada. Günde bilmem kaç yüz fincan siyah, sert kahve içiyorsun... Sonra sigarayı da artırmı şsın..." Yorgun gülümsedi. O zaman hüzün saçıldı her yana. Ü stüme bula ştı. Elledim. Kumral renkteydi. "Çok şükür sen Meric'in yerine tıp okumuyorsun da..." ded i yorgun bir sesle. "Senin ukalalık alanın benim canımı yakmaz." Kahve fincanı yeniden kafaya dikildi, kana kana içi ldi. "Meriç nasılsa ukalalık etmeyecek kadar sakin ve pr oblemsizdir!" "Sa ğol be!" diye homurdandım. Bir hüzünlü gülümseme daha. Ama bu kez biraz daha k eyifli; beni gıcık etti ya!.. "Büyüdü ğümüzde seni şair, Meric'i de senfoni orkestrasında cellist olaca k sanırdım, ben çocukken..." Daldı gitti. "Ama... her şey öyle de ği şti ki..."

Page 126: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Oysa Meriç gitar dı şında ba şka enstrüman çalmamı ş ve tıp doktoru olmayı da küçükten kafasına koymu ştu. Bense "saklı şair" denen insanlardanım. Zaten bu topraklarda do ğan herkesin biraz şair oldu ğunu söyler dururuz yüzyıllardır. O sonbahar edebiyat fakültesine kaydo lacaktım. Öyle derin dalmı ştı ki, elindeki kahve fincanı kaymı ş, yerdeki şahane Kayseri halısına kahve damlamaya ba şlamı ştı. Kalkıp yanına gittim. Fincanı usulca elinden alıp, sehpaya koydum. Yanına oturdum, bir kolumla s arılıp, saçlarını okşadım. Ba şını uysalca omuzuma yasladı. Öylece kaldık uzun bir süre. "Unutmak çok zor be Mabel!" diye inledi. "Unutmayaca ğız Ada. Unutmadan ya şamayı ö ğrenece ğiz... Ba şka şansımız yok. Kaldı ki biz..." Sessizlik... "Biz hep hatırlarız!" dedi burnunu çekerek. Duygusal bütçesi artık a ğlamayı kaldırmıyordu. Sonra birden bana döndü, dikkatle yüzüme baktı. San ki biraz Önce kısacık gördü ğü bir şeyi yeniden bulmak istiyordu. "Ne var? Neden öyle bakıyorsun?" dedim. "Sen büyümü şsün Tuna," dedi gülümseyerek. Birden utandım. Aras'ın gidi şiyle en büyük hasar gören iki ki şiden biri Ada olmu ştu. O korkunç kazanın ardından günlerce hastanede kaldı, köşke döndükten sonra bütün kı ş dı şarı adımını atmadı, kendine hapis cezası vermi şti. Annesi, babası, şair dayısı ve benim dı şımda kimseyle görü şmedi. Ona görü şmek denirse... Okulu bırakmı ştı, ilgilendi ği her şey kaplama alanı dı şında kalmı ş, gözya şlarıyla yıkanan ilgi alanı çekmi ş, küçülmü ştü. O kı ş, elimi tutup konu şmadan yanımda oturu şlarını izlemek Aras'tan sonra onu da yitirdi ğim duygusuyla beni terörize etmi şti. Ve onu da yitirmemek için artık yapmayaca ğım hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey! ilkyaz ba şında annesi Ada'yı alıp, Kuzey Amerika'ya göç etmi ş ikinci dereceden kuzeninin yanına götürdü. Bir yıl sonra K uz-guncuk'a döndü ğünde Ada, insan içine çıkmaya ba şlamı ştı ama melankolikti, uzaktı. Benim yaramaz, hınzır, kumral ı şıklar saçarak yürüdü ğü yolu aydınlatan balkızım yoktu. Galiba o Aras'la birlikte gitmi şti. Kuzey Amerika'dan gelen Ada'ysa neredeyse bir y abancıydı. Kabul etmem gerekir ki, Ara ş gittikten sonra hiçbir şey eski lezzetine kavu şamadı bir daha. Hiçbirimiz doya doya gülemedik ve y aşamlarımızın güneşi hep tutulmu ş kaldı. Yıllarca parmaklarıyla tarayarak geriye do ğru da ğınık bir özgürlükte omuz başına kadar uzattı ğı bal rengi saçlarım, kulak hizasında kestirmi şti. Yandan ayırılmı ş kısa saçlarının, alnına kumral gölgelerle dökülen gev şek kahkülleri onu ya şından büyük ve daha gizemli gösteriyordu. Ka şlarını inceltmi ş, küpe takmaya ba şlamı ştı. Daha çok siyah renkler giyer olmu ştu. Annesinin klasik Dior zevkine hiç benzemeyen dar pa ntolonlar, çizmeler, yarım kollu, dik yakalı kazaklar giyiyordu. Birkaç yıl, bir üniforma gibi, yaz kı ş, pamuklu ya da yünlü, siyah, nefti, ya da bordo, hep bu modelle ya şadı. Boynu kapalı, kolları açıktı... Şair Dayı bir bakı şta "Çok avangart!" diyerek kesip attı. Ne oldu ğu umurumda de ğildi, Ada'yı ikinci ilk görü şümde de büyülenmi ştim. Ada kendini tümden de ği ştirmeye çabalamı ş ve bunu dı ş görünü şünde gerçekle ştirmi şti. Ona hiç yakı şmayan durgun ve ciddi tavırlarına alı şamasam da hiç de ğilse insan içine çıkıyor ve gülümsüyor diye umutlanmı ştım. Önceleri yeni tanı şmış iki genç gibiydik. Havadan sudan ve Kuzey Amerika'dan söz ediyor, Aras'ın adını anmamaya, hat ta A harfinden bile uzak durmaya çabalıyorduk. Onu biraz olsun ne şelendiren, hatta azıcık co şturan tek konu foto ğrafçılıktı. Kuzey Amerika'da özel bir foto ğrafçılık kursuna yazılmı ş, kendini tamamen bu konuya vermi şti. Sonunda hiçbirimizin bilmedi ği bir yetene ğini ke şfetmi ş, aslında foto ğraf Ada'nın hayatını kurtarmı ştı. Önce özel kurs bitmi ş, sonra foto ğrafçılık dergileriyle ileti şim başlamı ştı. Getirdi ği örneklerin çoklu ğundan, yemeden içmeden çılgın gibi

Page 127: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

foto ğraf çekti ği anla şılıyordu. Yıl sonunda üç foto ğrafı yayımlanmaya de ğer bulunarak Kuzey Amerika kıtasının tanınmı ş bir foto ğrafçılık dergisi tarafından kabul edilmi ş, "amatörler" sayfasında iki ayrı sayıda yayımlanmı ştı. "Düşünsene çekti ğim foto ğraflardan para kazandım Mabel!" derken o kazadan beri ilk kez gözlerinde kısacık sevinç ı şıkları $48 yanmı ştı. """" Pervin Gökay, kızının bir üniversi tede foto ğrafçılık eğitimi al- masını istiyor, Ada'yı bu yönde etkilemek için anaç bir çabayla didiniyordu. Ama önce " şu lise" bitmeliydi. Oysa şair Do ğan Gökay, "Sanatın okulu, diploması olmaz. Sanatçının yetene ği ve çalı şma disiplini yoksa gerisi sadece kendini aldatmaktır. Bırakın, g erçekten istiyorsa ve yetene ği varsa o kendi e ğitimini tamamlar!" diyordu. Süreyya Mercan'ıh tek iste ği "bir tanecik Kumral Ada"sının yanında ve mutlu olmasıydı. Kızına sarılıp abartılı duygusal ses ton uyla özlem şiirleri okuyor, gözleri ve içki barda ğı sürekli doluyordu. Ada'nın yetene ği vardı. Günlük ya şamın kenarına kö şesine sıkı şmış, her gün önünden geçilir ve/ya sık sık ya şanırken dikkat çekmeyen ya şamın asıl güzellik ve çirkinliklerini görüp, yakalamaya pogramlanmı ş bilgisayar çipli gözlerle do ğmuştu sanki. Cipin adı yetenekti ve kimbilir aile a ğacının hangi dallarında programlanmı ştı... " Şunlara bir daha bakabilir miyim?" diye sordum. Kanepede yanyana oturup, saçlarını ok şamak güzeldi ama üzerimizi sımsıkı örten yo ğun yas ve keder tabakası feci bo ğucuydu. Konuyu de ği ştirip, onun ilgi alanına çekmek için foto ğrafçılık dergilerinde yayımlanan foto ğraflarına yeniden bakmak istemi ştim. Hiç direnmedi. A ğır a ğır kalkıp, sehpanın üzerindeki onlarca dergi arasından aradıkl arını seçti. (Tanrım, onun "a ğır a ğır kalkıyor" olmasını izlemek ne i şkence! Ada yerinden kalkmazdı. O yerinden fırlar ve uçarak bir yerlere ula şırdı. Arkasında hep bir gök-' . • ' , ku şağı ve hayranlık/kıskançlık duyguları bırakarak...) Birinci foto ğraf: The Hole in Love (siyah-beyaz) Akşam karanlı ğının çöktü ğü ve ı şıklı reklamların parladı ğı bir büyük kent caddesi. Metro istasyonuna inen merdivenlerde tutku yla öpü şen genç bir çift. Kızın saçları sıfır numara tıra şlı, erke- ğinki omuzlarından sırtına sarkıyor. Đkisi de grunge giyinmi şler. Delik kot pantolonlar, yamalı, dağınık, bakımsız kazaklar, topuk- lu ayakkabı içine soket çorap ve asker botları. Del ikanlı kızın ba şını iri eliyle kavramı ş, elinin üstünde kanatlan açılmı ş bir kartal dövmesi var. Kız bir baca ğını dizinden bükerek arkaya do ğru kaldırmı ş, ayakkabısının tabanında küçük bir delik. Derginin kenarına kur şun kalemle Türkçe not dü şmüş: "A şkın Bo şlu ğu" mu yoksa "Delik De şik A şk" mı? Yanında f:2. 8 1/15 min. yazıyor. ikinci foto ğraf: The Guitar Box f renkli) Fonda dev gökdelenlerin yükseldi ği günlük güne şlik i şlek bir cadde, başlarında şapkaları, rengarenk pançoları omuzlarında salınan s imsiyah uzun saçlı Güney Amerikalı müzisyenler konser veriyorlar . Etraflarına insanlar toplanmı ş, yüzlerinde mutlu ifadelerle dinliyorlar. Ortada k apağı açık bir gitar kutusu, içinde birkaç kâ ğıt ve bozuk para... Kutunun önünde on yaşlarında bir o ğlan çocu ğu elindeki bozuk parayı kutuya atarken Ada'nın kamerasını fark etmi ş ve o anda dönüp objektife şaşkın bir ifadeyle yamuk yumuk gülümsemi ş. Çocuk bu "farkında"lıkla çevresindeki seslerden v e insanlardan tamamen soyutlanmı ş, sanki ba şka bir boyuta geçmi ş. Gitar kutusuna do ğru yola çıkan bozuk para kameraya havada yakalanmı ş ve bulanık bir UFO resmine benzemi ş. Foto ğrafın bulundu ğu sayfanın altına "ah çocuk!" diye Türkçe bir not yazmı ş. Yanında 100 ISO. Bu foto ğraf hepimizi altüst etmi ş, di şlerimizi acıyla sıkıp, yutkunarak foto ğrafa çakılıp kalmamıza yol açmı ştı. Foto ğraftaki çocuk inanılmaz derecede onun çocuklu ğuna benziyordu! Çocuk tıpkı Aras'tı! Üçüncü foto ğraf: Harbourfront Series (siyah-beyaz)

Page 128: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Liman serisi adını verdi ği foto ğraflar üç taneydi ve aynı derginin son sayısında, biti şik iki sayfada yayımlanmı ştı. Seyyar sosisli sandöviç arabasının ba şında, beyaz önlü ğünü beline dolamı ş orta ya şlı bir kadının aynı günün farklı saatlerinde çekilmi ş foto ğraflarıydı bunlar. îlk bakı şta birbirine oldukça benzeyen foto ğrafların altında gün ve saat kayıtları var. Pazartesi, sabah 11:23 Sosisçi kadın önünde kısa bir kuyruk olu şturmu ş dört mü şte- 249 riye sandöviç hazırlıyor. Sosis arabasının yanında kötü bir el yazısıyla yazılmı ş HOT DOG $1.99 tabelası asılı. Bizim kokoreç arabal arına benzeyen sosis arabasının önü, aile boyu plastik ketçap ve h ardal şi şeleri, çe şitli tur şu ve so ğan kutularıyla tıklım tıklım dolu. Pazartesi, ö ğle sonrası 2:45 Sosisçi kadın elleri önlü ğünün ceplerinde limanda bekleyen bir e ğlence gemisine bakıyor. Yandan gördü ğümüz kadının omuzları sarkmı ş, kamburu çıkmı ş, boynu hafifçe sola kaymı ş, profilinde keyifsiz bir yarım surat var. Bezgin! Sosis arabasının önüne çıkmı ş, sosisler biraz arkasında kalmı ş, ayaklarında sabolar... Hiç mü şteri yok. Şen şakrak bayrak ve flamalarla bezenmi ş e ğlence gemisinin gö ğsünde süslü harflerle serüvene ça ğrı davetleri yazılı. Limanda boyunlarındaki foto ğraf ve video kameralarından turist oldukları anla şılan insanlar geziniyor. Pazartesi ak şam 5:50 Sosis arabası yine aynı limanda, yine aynı yerde du ruyor. Foto ğrafın bir kenarında kay-kay yapan iki genç kız, tekerlekli sa ndalyeyle dola şan genç bir adamın iki yanından geçiyorlar. Limandaki e ğlence gemisi ve sosisçi kadın foto ğrafta yok. Son foto ğrafın altına yine kur şun kalemle Türkçe bir not dü şmüş; "Gitmi ş!" (Ilford 200 ISO) Elimde foto ğraflarının yayımlandı ğı dergilerle öylece kaldım uzun süre. Kar şıma oturmu ş sabırla beni bekliyordu. (Tanrım onun sabırla bekleyebilece ğini rüyamda görsem inanmazdım.) "Gerçekten be ğendin mi Mabel?" diye sordu sonunda. "Evet," dedim gözlerimi dergideki foto ğraflardan ayırmadan. Çekti ği foto ğraflar güzeldi, anlattı ğı hikâyeler kadar yalın dili de beni etkiliyordu, ama hepsinin üstüne lavanta kokusuyla serilmi ş incecik hüzün tabakası içimi burkuyordu. "Daha iyilerini çekece ğim Mabel! Daha iyi foto ğraflar çekmek zorundayım, anlıyor musun beni?" "Biliyorum Ada." Ada sonraki dört yılı yine Kuzey Amerika'da geçirdi . Bir lise, bir de sanat koleji diploması aldı, ama en önemlisi Ada bir foto ğ- raf sanatçısı olarak kendini Amerika'nın kuzeyinde kabul ettirmeye ba şladı. Sarı, turuncu ve kırmızı sonbahar ve beyaz kı ş foto ğraflarını kartpostal olarak bastırıp yerel kitabevlerinde sattırmayı ba şardı. Son iki yıl artık ailesinden yardım almadan ya şamını kazandı ğını gururla yazdı bana. Mektupları haber a ğırlıklıydı. Özel ve duygusal bir şeyler yazmamaya özen gösterdi ğini anlamak hiç de güç de ğildi. Yüre ği sımsıkı kapalıydı ve yakınına bile yakla şmak yasaktı. O dört yıl içinde kimlerle ne ya şadı, hangi ili şkilerde avunmayı denedi bilmiyorum. Hiç anlatmadı, hiç dokunmadı. Hiç soramadım. Üzerine bula şmış bir iz görmedi ğim için ya şadı ğını düşündüğüm ili şkileri geçici, gereksinilen kısa şeyler olarak dü şündüm, rahatladım, izleri temizlemek için çok özen gösterd i ğini aklıma bile getirmemeye çabaladım. Yine de her yıl yanında yakı şıklı ve sa ğlıklı bir Mr. Orient-sever ile çıkıp gelecek diye ne çarpıntı lar geçirdim... Her yaz tatilinde üç ay için döndü ğü Kuzguncuk'ta vaktinin ço ğunu birlikte geçirdik. Yakındı, dosttu, sıcaktı ama Ada o eski A da de ğildi. Hüznüyle yarı şan ne şesini, canlılı ğını ve yaramazlı ğını koparıp paketlemi ş, yalnızca kendisinin bildi ği bir a ğacın dibine gömmü ştü. A ğacın co ğrafyasını kestirmek güç de ğildi de insanın kendi bedeninden koparıp attı ğı bir parçasını ancak kendisinin bulup, geri getirmek ist emesi gerekti ğini artık öğrenecek kadar "büyümü ş"tüm. Söz vermemi şti ama ümidimi kesmedi ğimi biliyordu. Ada'nın benim ümitsizli ğe kapılmamam içim u ğra ştı ğını, daha da fazlasını deneyece ğine şiddetle

Page 129: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

inanıyordum. Hatta kendini toplamak için kendisiyle didi şerek ayakta durmaya çalı şmasının asıl nedeninin ben oldu ğumu bile dü şünüyordum. Ben onun için önemli oldu ğumu hep hissettim, herkesten önemli... Çünkü ben on un Ma-bel'iydim ve hep öyle kalacaktım. "Te şekkürler Mabel!" diyordu, "Anlayı şına ve beni terk etmeyi şine te şekkürler..." Kuzguncuk'a döndü ğü her yaz tatilinde Ada'ya benzeyen o alımlı kızın gözlerinde hep bunları okudum ben. Yaşantımın en karanlık saydı ğım o dört yılında yalnızca Ara ş ve Ada'yı yitirmekle kalmamı ştım. Zeki bakı şlarını üzerime dikerek doyulmaz sohbet ve yaşam deneyimleriyle beni zenginle ştiren şair Do ğan Gökay da gölgeler arasına kaymı ştı. Onu ancak yaz ta- 25». tillerinde Ada Kuzguncuk'a dönünce görebiliyor ama çok özlü-yordum. 2tfS O yılların tek kahramanı, şimdiye dek kendisine pek de rol -—•— şansı verilmemi ş birisiydi. Sorun rol da ğıtımında de ğil, öbür adayların varolu şlarında gizliydi. Ama artık meydan tamamen ona kalm ı ş ve o da hiç tereddüt etmeden çıkıp ba şrolü almı ştı. Geriye kalan tek ki şi Meriç'ti. Her hafta sonu okul çıkı şında kö şke eşyalarını bıraktıktan sonra bize geliyor, bizimle yi yip, bizimle içiyordu. Sessizce sokuluveren sıcak varlı ğı, aniden ölüm kokusuyla sessizle şen evimizin oda içleri ve perde kıvrımlarına sarı şın susamlı taze simit kokusuyla yayılıyor ve biz bunu hiç yadırgamıyorduk . Galiba biz Meric'e biraz da minnettar oluyorduk... O hep aynıydı. Sessiz, uysal ve yapıcıydı. Varlı ğı gözle görülmez, dikkati çekmezdi. Bu saydı ğım özelliklerin oldukça güzel bir genç kızda toplan ıyor olması ne denli çeli şkili gelse de, bir kadına canlılık, özgüven ve espr ili olu şun kattı ğı albeniye tutkun olan bencileyin erkekler sözlerim i anlayacaktır, Meric'in bizim eve "neredeyse" yerle şmesinden en çok annem ho şnuttu. Hafta sonları yakla ştıkça onun sevdi ği yemekleri pi şirir, yollarını gözler olmu ştu. Geceleri yatmak için kö şke, ya da yatılı okudu ğu okuluna dönerken Meriç için hüzünlenir, arkasından bakakalırdı. Yıll arca bir kız çocu ğu hasreti çeken annem için Meriç, artık hiç kavu şamayacağı kızının ve aniden çekip giden büyük o ğlunun yerini tutuyor olmalıydı. Meriç de onu dü ş kırıklı ğına u ğratmadı. Mutfak i şlerine, ev i şlerine yardım etti, çayının, böreklerinin lezzetini öve öve bitiremedi. Bana kal ırsa Meriç bizim evde hiçbir zaman sahip olmadı ğı aile ya şantısı ve anne sevgisinin gecikmi ş hazzını arıyor ve buluyordu. Bazan hiç konu şma-: dan annemle mutfakta dakikalarca yanyana çalı ştıklarına şahit oluyordum, içime afakanlar basıyordu. Evdeki de ği şikliklerden bir ba şkası da a ğabeyimin gidi şinden sonra çıldıracak sandı ğım annemin, bunun yerine kendini aniden be ş vakit namaz kılmaya, sürekli te şbih çekip, yasinler okumaya adamasıydı. Oysa o vakt e kadar, yalnızca Ramazan'da oruç tutan, kandillerde mevlüt dinleyen biriydi. Ara ş'in acısına katlanma ve ya şama direncini Tanrı'ya sı ğınmakta bulan annem yıllarca ba şını seccadeden kaldırmadı, fakat asla giyim ve ya şam tarzını de ği ştirmedi. Meriç bana olan ilgisini hiçbir zaman gizlememi şti. Yalnız kaldı ğımızda yanıma sokulur, ba şını omuzuma yaslar, bazan da yana ğımdan öperdi. Biraz kar şılık versem ate şli bamba şka bir Meric'in arzulu kıvrımlarında heyecanlı bir yolculu ğa çıkaca ğımdan ku şkum yoktu; ilk öpü şmemizi unutmamı ştım. Ama kar şılık vermem için gereken kıvılcım bir türlü çakmıyo rdu! Meric'in klasik anlamda Ada'dan daha güzel ve daha kolay oldu ğunu kabul etmeye yana şsam bile aklımı ba şımdan alıp, içimde fırtınalar kopartmayan bu pastel güzellik ve ba ş e ğmişlik duygusu bende acımayla, koruma duygusu arasında bir şeyler yaratıyordu daima. Oysa gözlerinden zeki pırı ltılar, dudaklarından yaramaz gülücükler saçarak ve açıkça meydan okuyarak yürek hoplatan Ada son derece seksiydi. Kıvılcım da söz m ü, Ada etkiledi ği erke ği tehlikeli şimşeklerle, gökku şağı arasında sürekli teyakkuzda tutabilen tutkusal di şilerdendi!

Page 130: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Meriç ve Ada hâlâ beyledirler ve ben hâlâ aynen böy le dü şünürüm! Aras'ın gidi şinden en fazla etkilenen öbür ki şi babamdı. Zaten dünyayla ili şkileri zayıf olan babam o kazadan sonra bir daha to parlanamadı. Dünyaya küstü ve sustu. Sanki diline felç gelmi ş, sanki o gece dilsiz kalmı ştı. Bir daha hiç konu şmadı. Gazete okumadı, televizyon izlemedi. Annemin yüzüne bakmadı, beni tanımadı. Haksızlı ğa tahammül edemeyen yüre ği, her bakımdan istedi ği gibi yüzünü güldüren, ilk göz a ğrısı o ğlunun boktan bir kazada çekip gitmesini en büyük ve en son haksızlık olarak algıladı, i şleri aksadı, çalı şamaz oldu. Ya şam tamamen bir yük olmu ştu ona. iki yıl sonra ben liseyi bitirirken sa ğ yanına felç indi. Bir yıl sonra da sessizce öldü. Mahalledeki hemen herkes "o ğlunun acısından ölen" babam için: "kurtuldu!" diye avundu. Cenazeden dönerken koluma yaslanan annem; "Nairn, sonunda o ğluna ve babasına kavu ştu!.." diyerek içini çekti. Bu iç çeki şte biraz ferahlama olsun istedim... Çok istedim. "Haklısın anne," dedim. Elimi belli belirsiz sıktı annem. (Ya da ben öyle s anmak istedim.) Felaketler ve mutsuzluklar sırasında dedikodu üreti mini artı- ran insanların bir kısmı (çok şükür ki, Kuzguncuk'ta sayıları azdır!) ailemizden dört yılda üç erkek cenazesi çıkmasının bir u ğursuzluk i şareti oldu ğunu fısıldamaya ba şlamı şlardı bile. Müslümanlıkta sinemanın ve resmin günah olması nedeniyle sinemacıların şeytan kızının ba şımıza u ğursuzluk getirdi ği safsatasını zevkten titreyerek dillerine doladıla r. Bu acımasız söylentileri her duyu şumuz, yeni bir ölüm kadar acıttı annemle beni. Bizi gerçekten dü şünselerdi, asla bu kadar zalim olamayacaklarını bil di ğimizi fark etmediler bile... iri ve güçlü elleri sanki son yıllarda çabucak küçü lmü ş, zayıflamı ş olan annem elimi biraz önce dü şledi ğim gibi sıkınca çok sevindim. Herkes gidiyordu ama i şte annem burada, yanımdaydı ve ya şamla ili şkisini kopartmamak için direniyordu. Eve girerken dönüp baktım: Süreyya Mercan ve Pervin Gökay da hep oldu ğu gibi yanımızdaydı. Ama Ada yoktu. Ada, sanki Aras'la gitmi şti... "Ara ş artık yalnız de ğil," dedim annemi sevindirmek için. "Sen de de ğilsin evladım," dedi annem çok yorgun, zoraki bir g ülümsemeyle. Başını a ğır a ğır öbür tarafa çevirdi. Annemin öbür kolunda a ğlamaktan gözleri şi şmiş, sarı şın çok güzel genç bir kız vardı. Annemle Meriç sarılıp, birbirlerini teselli ettiler. Yanlarında d urup, onları izledim. Her şey benim dı şımda ve benden ba ğımsız geli şiyordu. Annemle Meric'e baktım. Onları izledim. YAĞMUR KIZ, ROMANTiK ASÎ ve DURU SU "Yarın usulca ilerler Kördür daha gözleri." John Berger 'ı f "Sizin bu yaptı ğınıza S. Y. denir, Do ğan dayı!" "Haydi bakalım şimdi..." diye güldü şair Do ğan Gökay Kızmaya kıyamayacak kadar sevdi ği ve/ya takdir etti ği birisi ters bir laf etti ğinde mutlaka böyle söyler, ardından sevgisi ve/ya t akdirinin derecesine göre gülümserdi. "Batı'da P. C. dedikleri şeyin tersi yani!" "Buyrun bakalım!" diye bir kahkaha attı bu kez Şair Dayı. Kahkahası, çocukken tel halkalar içinden havaya üfl emeye bayıldı ğımız sabun köpü ğü balonlar gibi yayıldı salona, uçu şarak da ğıldı kıyıya kö şeye. Düştü ğü herkesin üzerinde ı şıldayarak patlayan sabun balonları çam kokulu bir serinlik yaydı ortalı ğa. Çam fıstıklarının koktu ğu bir koruda yürümeyi çekti canım. "Bilim adamı de ğil, bilim insanı demelisin dayı! 'Siyasi Yanlı şlık', insan hakları ve özgürlükler konusunda hassas ki şilerin zayıf yanı olmamalı!"

Page 131: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ada Türkiye'ye kesin dönü ş yapmı ştı, kö şkte toplanmı ş, bir ak şam yemeğiyle bunu kutluyorduk. Annem dahil "geride kalan" hepimi z oradaydık ve Ada eski hınzırlıklarına ba şladı ğı için seviniyorduk. "EskF'ye dair duyulan sevinç, hep oldu ğu üzere özlediklerimizle ilgiliydi. "Bu memlekete mühendis, doktor, iktisatçı, teknisye n kadar sanatçı, dü şünür ve bilim adamı lazım geldi ği ulusça anla şıldı ğında zaten ikinci büyük adımı atmı ş olaca ğız, insano ğlu, ruhu ve beden maddesi ile bir bütündür, bu sebeple ruh da m ateryalizmin alaka sahasına dahildir," demi şti biraz önce şair Do ğan Gö-256 kay. "Ayrıca," diye sürdürdü Ada, tamamen bıraktı ğını söyledi ği sigaradan bir tane aranırken, " Şu 'insano ğlu' devrini kapatma vakti de geldi geçiyor, însankızları her alanda insan olduklarını o ğullarına onların anlayaca ğı dilde kanıtlamayı süratle sürdürürken 'siyasi do ğruluk' açısından 'insanlık' sözcü ğünde bütünle ş-: meyi ö ğrenmemiz gerekir!" • Onun sigara aradı ğını benden ba şka hisseden oldu ğunu san-;ı! ' mıyorum. iradesiyle kendine meydan okumak hastalı ğına yakalandı ğı dönemlerde, aslında kendi canına okudu ğunu iyi bildi ğimden huzursuzlandım. "Bunları fîlanca-ist ve/ya-izm söylem olarak de ğil, politik açıdan değerlendirirsek kimsenin de damarına basılmamı ş olur." - "Vay vay vay! Bakın şu yaramaza... Büyümü ş de koskoca da- • '<• yısına ders veriyor be... Hah hah ha!.. Deli kız, Kumral Ada, -, Balkız! Gel bir öpeyim o ukala ba şını!" Süreyya Mercan daha iki kadehle sarho ş olmu ştu, asıl sevinci kızına kavu şmasıydı. Masadan kalktı, biraz sallanarak Ada'ya ya kla ştı. Gösteri şli biçimde kızım kucaklayıp, öptü. "Haklısın çocu ğum!" dedi, şair Do ğan Gökay keyifli bir sesle, 1 "Dil, canlı bir organımız kadar ya şayan bir ortamdır ve biz uygar -la ştıkça, biz öğrendikçe dil de geli şir!" Yeni bir durumu kendi süzgecinden geçirip, kendi sö zcükleriyle yerli yerine oturtmadan rahatlamazdı. Kontrol onda olma-; hydı! , "Dilimizin ve uygarlı ğımızın yeni kazanımı şerefine içelim!" diye rakı kadehini kaldırdı Süreyya Mercan. Biz de bardaklarımızda ne içiyorsak onu diktik kafa mıza. Su içiyordu. Şair Do ğan Gökay üç yıl önce zaten fazla tüketmedi ği alkol ve tütünü tamamen bırakmı ş, su içiyordu. Bildi ğim kadarıyla bir hastalı ğı veya ciddi bir sa ğlık sorunu yoktu. Ama aynen Ada gibi öz-irade yoluy la kendine duygusal i şkence yapma yetene ği nede-niyle(!); "elli ya şıma kadar ya şarsam, alkol ve tütüne elimi sürmeyece ğim!" diye bir söz vermi şti kendine. Elini sürmek ne kelime, bu sözcükler bile silindi ya şamından... Onun elli üç ya şında oldu ğuna inanmak güçtü. Bana göre en fazla kırklarının ortasında, hâlâ yakı şıklı, hâlâ albenili bir adamdı. Yalnızca bana göre değil... Kadın okurları ve hayranları arasında 257 lis e ö ğrencileri bile vardı ve kıskanç bir kadın olmamasına kar şın Bürkan'ın kocasına yönelik bu ilgiden bunaldı ğım sezmek güç de ğildi. Şair Do ğan Gökay, bir yıl önce yayımlanan onuncu şiir kitabı "Ya ğmur Kız" kadar, birkaç ay önce kitapçı raflarında sahneye çı kan son romanı "Birden Saatler Durdu" ile kültür dünyamızda hummalı bir ta rtı şmaya yol açmı ştı. Ve tabii keyfine diyecek yoktu. Halbuki Süreyya Mercan hâlâ ve artan miktarda içiyo rdu. "Yahu Do ğancım dile kolay be, bu merete on yedi ya şımda ba şladım diyelim - tabii kesin kayıt falan yok bu ya ş için ama... varsayalım yani ha ?.. Bak, günde bir litre içti ğimi efendi bir birim olarak kabul etsek, otuz be ş yılda ne eder diye merak etmez misin ha? Hah hah hah!" •'"'.' : Ne zaman bu alkol matemati ği gündeme gelse eni ştesini kırmamak için zoraki bir tebessümle donup kalan Do ğan Gökay yine öyle yaptı, burnunun üstüne düşen gözlüklerini i şaret parma ğıyla iterek isteksizce dinlemeyi sürdürdü. "Yılda ortalama üç yüz litre içtim desek, toplamı o n iki bin litre ediyor üstat! Tam on iki bin litre yahu, hah hah hah! Şimdi bunları şi şelesek, bu

Page 132: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

sefer de on altı bin şi şe ediyor. Bu şi şeleri yanyana dizsek kaç kilometre eder, onu biliyor musun azizim7." "Gençlerin önünde övündü ğün şeye bak Süreyya! Sana hiç yakı şıyor mu yani? Hem zaten doktorlar artık içkiyi kesinkes bırakmanı istiyorlar." "Bo şşver doktorları be sevgilim! Ben gençler içmeye ba şlamasın diye anlatıyorum bunları yavrum, güzel karım, zarif pren sesim 'v benim! Hem bak benim fıstık ye ğenim de doktor olmak üzere... Artık ba şka doktora falan gitmek yok! Tamam mı Meriçcim?" Artık olmayan Türk Sineması bu iki yetenekli sanatç ı gibi birçoklarını da ortada bırakmı ş, Türkiye'nin en popüler aktörlerinden Süreyya Merc an'ın içkiye ilgisinin artmasında bu bunalım da rol oynam ı ştı. Pervin Gökay daha mantıklıydı. Sinemanın ekonomik ve yaratıcılık sıkı ntılarıyla bo ğuldu ğunu görünce önce tiyatroya yönelmi ş, ondan da umudu kesince televizyon dizi ve filmle-KAM 17 . ^^JâûüJtl rinde rol almaya ba şlamı ştı. Fakat zamanının daha büyük bölümünü Bürkan'la ortak kurdukları küçük tekstil şirketinin tasarım 258 ve planlama bölümlerinde de ğerlendiriyordu. Bildi ğim kadarıyla şirket iki orta ğını ne zengin ediyor, ne de aç bırakıyordu. Pervin Gökay, annemden sekiz-dokuz ya ş kadar büyüktü ama annem onun ablası gibi duruyordu. Pervin Gökay'ın kadın olu şuna bakı şı anneminkinden çok farklıydı. Kaderci de ğildi, aklını ve zihnini kullanmaya bedeni kadar öne m veriyordu ve ko şulları daha iyiydi. Ayrıca hem bakımlıydı, spor yap ıyordu, hem de genç gösteren bir aile a ğacından geliyordu. Ve o evlat acısı yaşamamıştı. (Asla da ya şamamalıydı!) Burkan hâlâ çok ho ş ve seksiydi. Korktu ğumuz gibi şair dayıyı bizden kopartmaya hiç çabalamamı ş, aksine kendisi bizden uzak durmu ştu. Bunun bir tercih mi, yoksa mecburi durum mu oldu-; ğunu bugün bile bilemem. Burkan konu şmayı sevmezdi. Şair Do ğan Gökay'la ortak yanlarının cinsellik oldu ğunun sık sık dü şünmüşümdür. Aslında iyi dost olduklarını gecikerek anlayacaktım. "Romantik asi: Mavi Tuna'mız edebiyat tarihçisi, Ya ğmur Kız: Kumral Ada'mız foto ğraf sanatçısı, Duru Su: Sarı Meric'imiz de tıp dokt oru! i şte ülkemizin medar-ı iftiharı gençlerimiz. Kadehimi şimdi de bu gençler için kaldırıyorum! Çocuklarımıza!.." Süreyya Mercan içmek için yeni ve müthi ş bir bahane bulmanın keyfiyle bir kadeh daha devirdi. Yanlı ş hatırlamıyorsam, ço ğu kez oldu ğu gibi yine rakı içiyordu. Burkan, Ada, annesi ve ben rose şarap, annemle Meriç meyve suyu içiyorlardı. Artık a şçılık yapan Ada'nın dadısı Cihan Teyze, bahçevan Şakir Amca ve karısı kö şkün emektarı Ya şar Kalfa da o ak şam bizimle yiyorlardı. Doğan Gökay, ilk şiir kitabı "Kumral Ada"yı yazarken dü şündüğü ve sevdi ği kadın her kimse, onun adını pattadanak ye ğenine ta şıyan kızkarde şi ve eni ştesine sitem etmemi şti. Fakat kendine özgü yumu şak ve kibar bir "ad devrimiyle"(!) Ada'nın lakabını yıllarca "Ya ğmur Kız"a dönü ştürmeye çalı ştı. Ba şarısız oldu ğu söylenemez ama Ada daha çok "Kumral Ada" olarak kaldı ve "Ya ğmur Kız" bir göbek adı kadar yakında yine de saklı durdu. "Duru Su" da şair dayının öbür ye ğeni Meriç için buldu ğu bir lakaptı ve di ğerleri gibi son derece uygundu. Takımın eksik ele-m anıysa "Kaptan Dean" olarak adlandırılmı ştı. Oysa Ara ş böyle oyunlardan sıkılır, aslında utanırdı. O gece o masada "Kaptan Dean" da olabilseydi, deniz ci üniforması içinde pırıl pırıl ı şıldayaca ğını dü şündüm. Taze bir gemi mühendisi, genç bir subay ve büyük olasılıkla Ada'nın kocası olacaktı . .. Bu dü şünce feci halde gözlerimin yanmasına, bo ğazımın kurumasına yol açtı. O yakı şıklı gemi mühendisini kovmaya çalı ştım beynimde çakılı durdu ğu resimden... Ama onun gidi şinden beri bunu yapmayı asla ba şaramıyordum. "Edebiyat tarihçisi, ya da akademisyen olmak güç," dedim, her zamanki yumuşak sesimle, "Ko şullar elveri şsiz!" "Buyrun bakalım şimdi!" diye gevrek bir kahkaha attı Şair Dayı- "Aman Tuna, yazarlıkta ba şaramamı şların ço ğu her yerde edebiyat ara ştırmacısı kesiliyor da sen dört yıl edebiyat e ğitimi aldıktan sonra

Page 133: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

neden ko şullar elvermiyormu ş bakalım?" diye çattı Ada. "Hem de yüksek notlarla mezun oldu!" diyen Meric'in gururlu sesini hayal meyal duyduk. "Ben ö ğretmenlik yapaca ğım," dedim. Yeni mezun olmu ştum, yapmak istedi ğim bazı şeyler vardı ama babamın ölümünden beri içine girdi ğimiz parasal sıkıntıya çözüm bulmam önümdeki en ivedi sorundu. Mesleki hovardalık şansım yoktu. Anneme kar şı sorumluluk duyuyordum. Babam çalı şamaz oldu ğunda annemin yarım kalan i şleri tamamlamasıyla ite kaka bir süre idare etmi ştik. Babamın tamamen gidi şinden sonra dedemin ya şadı ğı, giri ş katı terzi dükkânımız olan üç katlı ah şap binayı satmı ş, faiziyle birkaç yıl kıt kanaat geçinmi ştik. Bu sırada Pervin Gökay incelik gösterip hafta sonlan tasarım atölyes inde çalı şmama izin vermi ş, böylelikle üniversite yıllarında eve biraz katkım olmu ştu. Aslında giysi tasarımı konusunda o kadar da fena sayılmazdı m, ama dedem kadar iyi olmadı ğımı da biliyordum. Ayrıca hiçbir zaman hırslı biri olmadım ben. Düşlerimde ne ünlü bir modacı, ne de dillerden şiirleri dü şmeyen bir şair olmak vardı. Dü şlerimin tek kahramanı vardı... Şiirlerim orta halli, giysi tasarımlarım oldukça iyiydi, ama bir dâhi de ğildim! Yetenek, ancak ba şarma hırsıyla birle şecek kadar inandırıcı oldu ğunda engebeli yollar katedilebilir. Ada ve Ara ş böyleydiler, artık siz de biliyorsunuz. "Ciddi misin?" diye şaşırdı Ada. "Evet bazı okullara ba şvurdu bile," dedi Meriç, bana herkesten daha fazla yakın oldu ğunu vurgulamak istercesine. 260 Şair Dayı sevgiyle gülümsedi: ' "Çok güzel bir tercih, seni kutlar ım Tuna. Ö ğretmenlik güçtür ama çok önemli bir i ştir. Ö ğrencilerinin çok şanslı olacaklarından eminim oğlum." Bana ilk kez "o ğlum" demi şti. Şimdiye dek bizlere "çocu ğum" derdi. "Bence de!" diyerek sevinçle atıldı Ada'nın babası, "Biz ortaokuldayken tabiat bilgisi dersimiz vardı, siz şimdi onun adını kim-bilir nasıl deği ştirmi şsinizdir... Her neyse, tabiat hocamız Lâmia Hanım, yaşıyorsa Allah uzun ömür versin, öldüyse Allah rahmet eylesi n, mini minnacık, ya şlı başlı bir teyzecikti. Sanki torununa masal anlatırken, ya da ne bileyim bula şık yıkarken mutfaktan çıkmı ş da yanlı şlıkla bizim sınıfa dü şüvermi şti. Biz de ne biz ama ha!.. Ha hah hah... Erkek lisesin in kırk tane azılı erkek bozuntusu !.. Yahu Lâmia Hoca'ya dokunsan elinde ka lacak. Mikro bi kadın Doğancımı! Ne azgınlı ğın tadı kalır, ne de essek şakasının tabii..." Süreyya Mercan o do ğuştan aktör insanlara özgü do ğaçlama yetene ğiyle neyi anlatsa o şey ve/ya ki şi can bulur, aynen önümüze dü şerdi. A şka gelip bir ta ş parçasını anlatsa, bedeni ta şa, dili ta ş sesine dönü şür, inandırıcı oldu ğu denli de mutlanırdı. Şimdi de aya ğa kalkmı ş, Lâmia Hanım'ı canlandırıyor, biz tabiat bilgisi ö ğretmenini görmü ş kadar canlı hayal edebiliyorduk. " 156 Süreyya Mercan, bugün yine çalı şmadın tabii..." "Hocam saatimiz bozuldu, annem hastalandı, babamın teyzesi öldü, karde şim kızamık çıkarttı, ben de çalı şamadım yani..." , "Otur, sıfır!" "Hiç insafın yok mu hocam, bak Allah ne verdiyse be ni bulmu ş be! Kendimi iyi hissetmiyorum be hocam..." (Tabii sınıf kahkahadan kırılıyor, ben hâlâ direniy orum.) "Sen derslerde kendini hiç iyi hissetmedin ki hayla z! Burası tiyatro de ğil, okul!" (Tabii çakıyoruz azizim! Hah hah hah!..) Gözümün önünde on be ş ya şlarında yüzü ergenlik sivilceleriyle dolu, yaramaz bir Süreyya Mercan canlanıyor. Tam bir fırlama! "Çaka çaka aldık tasdiknameyi elimize sonunda. Anca k yıllar sonra dı şardan imtihanlarla bitirdik orta ve liseyi yani... Haaa, kıssadan hisse: ö ğretmeninizi seviniz, çakmadan sınıflarınızı geçiniz ! Hah hah hah!.." "Ama ö ğretmeniniz 'burası tiyatro de ğil' derken haklıymı ş Süreyya Eni şte. Siz konservatuvarda okusaymı şsımz ba şarılı olacak -mı şsınız..."

Page 134: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Zavallı Meriç darda kalan herkesin yardımına ko şmak zorunda oldu ğunu sanır. Bu kez de eni ştesini kurtarmaya çalı şıyordu. Oysa Süreyya Mercan yoksul bir ailenin dördüncü ve en yaramaz çocu ğu olarak ba şladı ğı ya şamını şimdi bulundu ğu yere getirebilmekle müthi ş gururlanır, bu memlekette herkese şans oldu ğunu defalarca anlatır, dururdu. "Bazı meslekler için belli bir e ğitim almak şarttır. Mesela doktor olmak için tıp fakültesine gitmek gibi... ama bu her mesl ek için geçerli olmadı ğı gibi, bazen mektep bitirmek tek ba şına i şe yaramaz. Aslolan hayatın içinde başarılı olabilmektir!" diye kestirip attı şair Do ğan Gökay. "O bir euphemist!" diye fısıldadı kula ğıma Ada. Merakla bize bakan Meriç'le gözgöze geldim. Gülümsedim. "Peki Ada, oralarda bir az da olsa kendini kabul ettirdin de buralarda ne yapacaksın? Kimsin, kimler densin, senin foto ğraflarında kimler olacak?" diye sordu şair Do ğan Gökay. Sustu Ada, gülümsedi belli belirsiz - hâlâ sigara a ranmakta oldu ğunu seziyordum. "Bizim memlekette neden bir di şi Ara Güler yok? diye sordum durdum kendime günlerce." "Canım bizim de kadın foto ğrafçılarımız var, haklarını yeme şimdi..." diye kar şı çıktı annesi Ada'ya. "Ara Güler'den beri kaç tane uluslararası foto ğrafçı çıkarttık ve kaçı kadın? Ezbere sayabilir misiniz?" isimler sayıldı, soyadlar anımsanmaya çalı şıldı. Sınava çekilmi ş olmaktan çok yılba şlarında tombala oynayan çocuklara ben-ziyorduk. Hep birlikte keyifle katılaca ğımız bir oyunu oynamaya nasıl da hasret kalmı ştık... "Saydıklarınız moda, reklam foto ğrafçıları, yani stüdyonun cici kızları... Doğa ya da arazi foto ğrafçılı ğı denen i şe soyunan var mı? Yani şıklık olsun diye de ğil, 'A ğbi ben bunu ba şaraca ğım!' diye giren birileri?" 261 "Tamam, anla şıldı... Bizim ya ğmur kız biraz gazeteci, biraz sinemacı olacak, sırtında kameralarla yollara dü şecek!" "Eh, benim kızım foto ğraf çeker, karımla ben film çekeriz - bi zamanlar tabii... artık unuttuk o heyecanları... Neyse yani kıssadan hisse; ben bu foto ğraf ve film makinesinin mucidi zatlara bilhassa müt eşekkir olmalıyım ablalarım, a ğabeylerim! Graham Bell miydi gâvurun adı?" "Aaa olur mu?" diye itiraz ettik. "Canım niye olmasın, insanlık yararına bütün bulu şları gâvur diye beğenmediklerimiz yapmı ş, biz gâvur olmayanlar sadece bö-ölee bakımsızdır tembel tembel esneyerek..." "Canım o kısmı do ğru da kâfirin adı yanlı ş, sen fazla içtin yine hayatım..." "Haa bak güzel karıcıım, sizler kadar süslü diploma larımız olmasa da bir halk çocu ğu olaraktan, annadın mı, Thomas Edison ve Lumiere b iraderleri icabında şahsen tanımı ş kadar iyi biliriz, sultanım benim! Ben sizi deneme k istemi ştim, o kadar, hah hah hah!" "Aman Süreyya bir ele ştirmen falan duyar da, cehaletini anla-yıverir sonr a. Espri, mizah, fantezi yok, birebir gerçekler var bu memlekette..." "Beni Ara Güler kadar Amerikalı Dorothae Lange'in f oto ğrafları da etkiliyor. Sanırım do ğa ve insan kar şıtlı ğı, insan manzaraları ve do ğayı evcille ştirme sava şının foto ğrafçısı olabilmek fikri ba ştan çıkartıcı geliyor bana." "içinde hikâye olan foto ğraflar yani..." dedi şair Do ğan Gö-kay. "Kesinlikle," diye atıldı Ada, heyecanlanmı ştı. "Dorothae Lange'in pek çok foto ğrafını inceledim. O kadının karelerinde beni müthi ş çeken ve ilgilendiren bir şeyler var. Onun ya şadı ğı yıllar ve co ğrafyalar Steinbeck'inkiyle çakı şıyor. Ama asıl dünyaya bakı şlarındaki benzerlikten ötürü, Dorothae Lange'in foto ğraflarına, Steinbeck romanlarının bir çe şit görsel çevirisi denebilir!" "Bravo yahu! Bir foto ğraf için bu kadar laf edebilmesi, bu kızın benden ç ok senin kızın oldu ğunu gösteriyor Do ğancıım! Ne yapalım bu kadar kusur artık kadı kızında bile bulunur yani hah hah hah!.."

Page 135: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

" Şu görsel çeviri de 'tercüme-i foto ğraf olsa gerek Zübeyde Hanım, ne dersiniz?" diyerek sessizce masada oturmu ş, sık sık ya-nıba şındaki Meric'e sevgiyle bakan anneme laf attı Şair Dayı. "Herhalde öyledir, ben bu i şlerden pek anlamam ki... Ama gençlerin heyecanını görmek içimi co şturur benim." "Benim içimi de sizin kol börekleriniz co şturdu Zübeyde Hanım. Nefis olmu ş, ellerinize sa ğlık!" diye araya girdi Pervin Gö-kay. "Afiyet şeker olsun ama Cihan Hanım'ın yemekleri yanında ben imkinin sözü mü olur..." dedi utanarak annem. "Vallahi bu Cihan Dadı'nın dolmaları kesin sihirli çocuklar! Yedikçe yediriyor insana. O lezzet, o ısırdıkça insanın a ğzına dolan ek şili yaprakla, yo ğurtlu iç'in nefaseti Allahın bir hikmeti olmalı. Ve rin surdan bir tabak daha bana ya!.." "Süreyyacı ğım, artık yemesen diyorum, fazla kaçacak, gece yine uyutmayacaksın beni..." "Bak bak Do ğan, karımın sitemine bak! Dolma ve seks ba ğlantısı yapıyor, anlıyorsun ya, hah hah ha!" "Onu bilmem ama ben Ya şar Kalfa'nın ek şili bamyası kadar lezzetlisini hiçbir yerde tatmadım. Müthi ş bir yetenek, ellerine sa ğlık!" "Afiyet olsun, gene yaparım, n'olcek ki Dayı Bey." "Ezogelin çorbasını kim yaptı bilmiyorum ama ben de onu övmeden geçemeyece ğim. Nefisti," dedi Meriç. "Yarasın güzel doktor kızıma," diyerek gülümsedi Ci han Tey- 263 ze. Ada onları i şitmiyordu bile, "Dorothae Lange 1940'larda Gug-genh eim'dan Amerikan çiftlik ya şamını fbto ğraflamak için bir burs istemi ş. Ba şvuru formuna yazdıklarını okudu ğumda o kadının foto ğraflarında beni asıl etkileyen şeyi buldum." "Neymi ş o?" "Demi ş ki Lange; 'insanın-toprakla ve insanın-insanla ili şkisini belgelemek gelecekteki endüstriyel toplumumuzun ara ştırmalarına anahtar belge olacaktır.'" Öyle heyecanlanmı ştı ki, güzel gözlerinden bütün Kuzgun-cuk'u aydınla tmaya yetecek yüksek voltajlı kumral bir enerji yayılıyor du. O zaman, foto ğrafın onun için nasıl önemli oldu ğunu anladım. Tanrım ne kadar da özlemi şim! içimde uykuya yatmı ş bir çocuk silkelendi, gözlerini açmaya cesaret etme se de gülümsedi. O çocu ğu iyice görebilmek için ben de gözlerimi yumdum. Şa-2164 hane bir bulu şmaydı. Gözlerimi açtı ğımda Meric'in bakı şlarına ""* çarptım. Korkuyla beni arıyordu yüzümde. Ah neden hepimiz bi r şeyleri korkuyla bekleyerek geçiriyoruz ya şamlarımızı ?.. "Onun foto ğraflarında toplumsal sömürü, ideolojik propo-ganda ve ki şisel kaygılar öne çıkmadan göçmenlerin umutsuzlu ğu, çiftçilerin ku şkuları, 'büyük bunalım' yıllarındaki açlık ve mutsuzluk ifa deleri ve duru şları inanılmaz bir netlik ve estetikle anlatılmı ştır." "Yoksulluk ticareti yapmamı ş kadın desene... Bizim köy romanları ve devrimci foto ğrafların kalite yoksullu ğunu siz pek bilmezsiniz, bebektiniz o sıralar..." "Aynı yıllarda Ara Güler ve Fikret Otyam'ın foto ğraflarında insan ve estetik unsuru vardır ama a ğbi..." diye isyan etti Pervin Gökay. "i şte ben de onu söylüyorum ya! Steinbeck foto ğrafçı olsaydı Dorothae Lange, Sait Faik ve/ya Sabahattin Ali foto ğrafçı olsaydı Ara Güler olacaklardı..." "Erkek toplumun foto ğrafçısı erkek olur tabii, çaktınız mı abi-lerim, ablalarım ha hah hah!" diye güldü Süreyya Mercan. Birden yerinden kalkan Ada heyecanla çıktı salondan . "Ne oldu şimdi buna böyle? Bir gaf falan mı yaptım acaba?" "Yok Süreyyacı ğım, aklına bir şey geldi, onu hemen şimdi bize gösterecek. Yoksa çatlar!" diye gülümsedi Do ğan Gökay.

Page 136: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Dayı Bey do ğru söylüyor, çocukken de böyleydi ela ceylanım," di ye sevgiyle gülümsedi Cihan Teyze. "Hep aceleci, kıpır kıpırdır bizim küçük hanım," di yerek söze karı ştı Ya şar Kalfa. "Maşallah, ma şallah!.." diye içini çekti Şakir Amca. Kendi sesimi i şittim o sırada. "Ada, ne zaman nereye uçaca ğını bir tek kendi bilen özgür kumral bir ku ş. Asla kanatları kırılmamalı, asla yönü sorulmama-h. Böylesi ne çok yakı şır ona!.." diyordum. Sesim aptallık derecesinde hayranlık yüklüydü, adet a yapı ş yapı ştı. Kimbilir yüzüm nasıldı o sırada? Şapşal bir â şı ğın budala ifadesi belki de... Derin bir sessizlik oldu. Sinek uçsa duyulacaktı. S inek uçmadı. Annem ve Meriç'le gözgöze gelmemeye çalı şarak sessizlik bitene kadar yerdeki Kayseri halısının kırmızısına sakladım gözl erimi. "Ben kahveleri yapsam artık, kimler sade içecek aca ba?" 265 "Hay aklınla bin ya şa Cihan Dadı. Ben en sadesini istiyorum. Atatürk'ün ki gibi ha!.." "Atatürk orta şekerli Türk kahvesi içmez miydi Süreyya A ğbi?" Burkan ilk kez konu şmuştu. Kahveler yola çıktı ğında Ada fırtına gibi salona döndü. Elinde büyük bo y bir albüm-kitap vardı. Çevresine hiç bakmadan kaldı ğı yerden konu şmaya devam etti - Ah o kendine güveninin albeni- "Bakın şu foto ğrafa! Yıl 1936, yer Kaliforniya. Bir göçmen kadın, delik deşik bir çadırın önünde bebe ğini emziriyor. Önünde içi bo ş bir metal çanak, kırık dökük bir gaz lambası. Bebe ğin el örgüsü patikleri kirli ve delik. Kadının giysileri eskimekten bıkmı ş. Bezelye tarlasında o yılın mahsulü donmu ş ve aile aç kalmı ş, înanır mısınız bilmem ama kadın yalnızca otuz iki ya şında!" Albüm-kitap masa ba şında elden ele dola ştı. Foto ğraftaki kadının çizgilerle dolu yüzü tamamen endi şeyle kaplıydı. Yüzünde ba şka hiçbir duyguya yer kalmamı ştı. Endi şe ve kederin şiirsel bir anlatımı ustalıkla o foto ğraf karesine yerle ştirilmi şti. Kar şı sayfada aynı göçmen kadın, endi şeli bakı şlarını objektiften kaçırmı ş, uzak bir noktaya ta şımı ştı. Omuzuna ba şını yaslayarak, kendini saklayan sekiz ya şlarında bir erkek çocu ğu duru şuyla sıkıntısını foto ğrafa yansıtmı ştı. Bir kolunu dizine yaslayıp, elini çenesine daya yan kadının kuca ğında meme emdikten sonra uykuya dalan bebe ği vardı. Kadın iki çocu ğunun ortasında uzaklara dalmı ş, bekliyordu. "Bu haliyle bile güzel kadınmı ş..." diye üzüntüyle içini çekti Süreyya Mercan. "Çapkınlı ğı bırak da kızının neden bu foto ğraflardan etkilendi ğini dü şün Süreyyacı ğım." " Şu meşhur Fransız foto ğrafçı vardır, hani öpü şen çiftlerin siyah beyaz foto ğraflarıyla girmi ştir evlere. Doisneau de ğil midir o?" "Evet dayı, do ğru." "Onun foto ğraflarının kurmaca oldu ğu dedikodusu çıkmı ştı bir ara. Bu durum birçoklarını hayal kırıklı ğına u ğrattı tabii." "i şte Dorothae Lange için asla bu söylenemez. Bakın bu foto ğraftaki kadına, o bir Steinbeck kahramanıdır bence ve beni en çok i lgilendiren foto ğrafçının kullandı ğı dildir. Bakın bu foto ğraf bizde acıma ve/ya tiksinme duygusu uyandırmıyor. Acıyı, endi şeyi ve yalnızlı ğı anlatan çok iyi bir şairin yarattı ğı estetik bir şiirsellikte kederleniyor, etkileniyoruz. Ve bu acımak duygusundan daha kalıcı ve etkili!" "Ben bu foto ğrafları bir yerde gördüm galiba..." dedi Meriç. "Mutlaka doktor, bunlar çok ünlü foto ğraflardır!" diye yanıtladı Ada. "Ya ğmur kız sen bu i şi anlamı şsın!" diye sevindi şair Do ğan Gökay. "Artık neyin foto ğrafını çekece ğini biliyoruz." Asıl ustasının takdirini kazanan Ada zevkten dört k öşe oldu ve o içimi aydınlatan şıngır mıngır gülümsemesini bizlere bah şetti. Biraz şımarık, biraz cilveli, biraz da utangaç pırıl pırıl bir ı şık yayıldı içime.

Page 137: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ola ğanüstü güzel ve çok kumraldı. Dünyanın en mutlu ins anı oluverdim o kısacık zaman biriminde. O kadar! "Bana müsaade ederseniz, artık eve döneyim ben," di yerek kalktı annem. Eve dönüp yatsı namazını kaza edecek, te şbih çekip, dualar okuyacaktı. Güzel bir gece geçirmi şti, daha güzelleri ya şansın diye, içinde benim ve Meric'in adları geçen dualar edecekti. "Kahvenizi içseydiniz kom şu!" dedi Ya şar Kalfa. "Geceleri kahve içemiyorum, kafein mi bilmem ama bi şey uyutmuyor sonra." "Sizi geçireyim Zübeyde Hanım. Geli şiniz bizi şereflendirdi. Artık daha sık bekleriz, tamam mı? Biz eski dost, eski kom şu neredeyse akraba sayılırız artık! iki günlük ölümlü dünyada daha sık görü şüp, e ğlenmeliyiz... Bak biz de ya şlanıyoruz artık..." "Aman Süreyyacı ğım, şimdi bu firaklı konu şmaların sırası mı? Ne gerek var böyle şeyler söylemeye yani? Siz ona aldırmayın Zübeyde Ha nım. Zaten hassas bir bünyesi var, biraz içince de böyle bebekle şiyor i şte. Bilirsiniz altın gibi kalbi vardır. Her zaman bekleriz. Güle güle." Annemi eve bıraktıktan sonra geri döndü ğümde masa toplanmı ş, Bürkan'la Pervin Gökay bir kö şede i ş konu şuyor, Meriç, bahçevan Şakir Amca'yla tavla oynuyor, Süreyya Mercan, Do ğan Gökay ve Ada hâlâ Dorothae Lange'ın albümüne bakıp, konu şu- yorlardı. Onlara pasif olarak katıldım. Onları dinl edim ve Ada'yi seyrettim. Ada bize dönmü ştü, evet yıllardan beri ilk kez eski ne şesi, canlılı ğı ve tutkusallı ğıyla buradaydı ama bunun ne kadarı gerçekti ve ne k adarını ben düşlüyordum ?.. Biraz sonra Ada'nın ayrı bir stüdyo-ev kiraladı ğını, artık Be-yo ğlu'nda yaşayaca ğını ö ğrenmi ştim. Kızlarının yeniden ya şama dönmesi için her türlü özveriye hazır olan anne ve babası bu fikri pek be ğenmeseler de kar şı çıkmamı şlardı. Donup kaldı ğımı anımsıyorum. Ada yeni bir ya şama ba şlamak için hazırdı ve yola çıkmı ştı bile. Yerinde sayan, kararsız ve şaşkın bekleyen bendim. Ben hep bekliyordum. Kendimi becer iksiz ve i şe yaramaz hissettim, iyi ama ne bekliyordum ki? Aptalın biris i oldu ğuma bininci kez karar verdim. Herkesle vedala ştım ve hemen kar şıdaki evimize gidip saklanmak için ayrıldım. Bizim evin ikinci katında, annemin odasından solgun , sarı bir ı şık yayılıyordu. Annem seccadesine oturmu ş, yasin okuyor olmalıydı. Annem. Geride kalan tek ailem. Annem. Hâlâ direnen ve ya şamı savunan kadın. Annem. Elinde kalan tek umuduna canla ba şla sarılan güçlü kadın. Tek umudu ve yaşam kayna ğı küçük o ğlu, Mavi Tuna'sı hâlâ kararsız ve beceriksiz... Ara ş, ah Ara ş, neden atladın o karanlık denize? Neden gittin Ara ş? Neden hep yanımda olacakmı ş gibi güçlüydün, ve neden çabucak çekip gittin? Ned en kandırdın beni? Anneme ko şup, küçük çocukken yaptı ğım gibi sarılmak, ba şımı omuzuna dayayıp, onu yatı ştırıcı ok şayı şlarıyla sakinle şmek istedim. Ne kadar huzursuzdum, ne kadar gergin! Ara ş gitmeseydi ne olacaktı sanki? Ne mi olacaktı? Ada'yı hep yanımda bulacaktım, mutl u görecektim, ondan ayrılmama gerek kalmayacaktı... Belki! Şimdi yine kaybediyordum onu. Benden, kö şkten, mahalleden, Kuzguncuk'tan, ailesinden, ona Aras'ı anımsatan her şeyden kaçıyordu. Belki de en çok benden... Gözlerim karıncalanıyor, burnum akmaya ba şlıyordu ama ben a ğlamak için hazır olan bedenime kar şı koymaya çalı şıyordum Belki de Ada'yı kibirli, so ğuk ve bencil bulanlar haklıydı. Bu ya ğmur kız, bu kumral hüzün, bu halkız aslında bencilin tekiydi ve benim sevgimi hak etmiyordu bile! Evet evet, şımarıktı, kibirliydi ve daha küçücükken ta şlarla konu şurdu. Küçük, beyaz mermer ta şla konu şurdu, ona o gün rastlamı ştım. Ne güzeldi ve ne çok kumraldı! Bir e şine rastlanmayacak kadar bir taneydi! "Tuna!" Heyecanla döndüm. "Annem evlenmek istiyor," dedi Meriç.

Page 138: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

. Karanlıkta yüzünü seçemiyordum ama kahve kokan nefesinden burnumun dibine sokuldu ğunu anlıyordum. "Bana ne!" diye ba ğıraca ğıma sustum ve: "Aman ne iyi!" diye geveledim. "Aslında uzun zamandır beraberlermi ş, ama şimdi adam karısından bo şanmış ve evlenmek istiyormu ş annemle. Evlendiklerinde annem onlarla ya şamamı istiyor." Meric'in anlattıkları o anda bana uzayda ke şfedilen iki yaratı ğın evlilik hikâyesi kadar uzak ve ilgisiz geliyordu. Kö şkün bahçesinde beni beklemi ş olmalıydı. Belki de ben kendi kendime konu şarak Ada'nın beyaz mermer ta şını özlerken o da yanımdaydı ve her şeyi i şitmi şti... "Annene destek olmalısın Meriç," dedim hiç dü şünmeden. "Ben onlarla ya şamak istemiyorum ki... Ben Kuzguncuk'tan ayrılamam. Anla şana Tuna! Hem zaten okulun bitmesine bir yıl kaldı şunun şurasında!.." Neredeyse a ğlayacaktı, sesindeki yalvarı şı anlamamak için essek olmak lazımdı. "Yurda çıkarsın!" dedim essek sesiyle. ' O zaman Meriç a ğlayarak kö şke doğru ko şmaya ba şladı. Ben ne dedim şimdi? Meriç, incitmeyi en son isteyebilece ğim insanlardandı ve ben zaten incitmeyi sevmezdim. Yoksa herkesin incitebilece ği birileri oldu ğu do ğru muydu? Öylece kalakaldım orada bir süre. Meric'in ne demek istedi ğini bal gibi anlıyordum ama anlamamak i şime geliyordu. Tanrım, neden her şey böyle karı şık ve ters olurdu hep? Ardından gidip gönlünü alabilir, ortada kalmadı ğını, isterse okul bitene kadar bizde kalabilece ğini söylerdim. Kaldı ki son yıllarda yatmak dı şında tamamen bizim evde annemle ya şadı ğı da söylenebilirdi. Ayrıca halası ve eni ştesi onu soka ğa atmıyordu ya... Donmuştum. Ayaklarım topra ğa yapı şıp kalmı ştı. Kapkaranlık bir yaz gecesi köşkün bahçesine çakılıp kalmı ştım. Külçe gibiydim ve ya şamın diretmesinden bıkmı ştım artık. 269 Neden sonra arkamı kö şke döndüm ve annemin odasından ------ yayılan ı şı ğa do ğru sürüklenen adımlarla yürüdüm. Yürüdüm. .,...:;:•;•.. ŞlMDl'NlN GEÇMi Ş OLDUĞU ZAMAN "Sevgili nedir, cennet >MS buny bilselerdi hiç kims e bugünü yarına vermezdi." , , Şeyh Galip "Hiç kimseyle hemfikir de ğilim, artık kendimle bile," dedi Tu- na. "Sayıklıyo gene bu senin ö ğretmen, can Musa o ğlum. Uyandır şunca ğızı da biraz huzura kavu şsun canı." "insan uykuda bole düzgün konu şur mu anacıım. Görmez misin bu meftun öğretmen yarı baygın ya şıyo." "Kendimi yıllardır tehdit altında hissediyorum, îns an olarak, erkek olarak, âşık olarak, politik olarak hep tehdit altında ya şadım..." "Bak demedim mi sana anacıım," diye yineledi Musa, "Uykuya yattı ğında bile tamamen uyuyamıyo biçare. Zebaniler, şeytanlar çıkıyo kar şısına. Zehirli sularla yunup yıkanıyo dü şlerinde..." "Cin mi çarpmı ş ö ğretmeni ana?" diye üzülerek sordu küçük Lütfü. "Cin diye bi şey yok ki salak!" dedi sırıtarak Ali. "inançsızlık kahrediyo onu anacımı. Biraz fazla oku muş, yazmı ş bunca ğız insanların inançları zayıf olunca, i şte bole sapıtıve-rirler, evlerden ırak, selamün kavlen..." Kula ğını çekip, i şaret parma ğının eklem kemi ğiyle sedirin tahtasını üç kez tıklattı Musa. "Dünyayı kurtarmaya kalkar ama sonunda ya ukala düm bele ği olup, yapayalnız kalırlar, ya da bunun gibi da ğılır, kendilerini

Page 139: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bile kurtaramazlar! Bak biz esnaf adamız, evvel All ah hemencik anlarız insanın hamını, pi şmişini. Allah selamet versin, Tuna iyi çocuktur, pek d e inançlı bir aileden gelir, lâkin..." "Ben de sevdim bu dörtgöz kara o ğlanı amma ne yapicez ki? Kalk kız, kolonya neym kaldıysa getir. Naneli su kaynat... biraz okuy ayım, sevaptır adama... O da anasının kuzusudur, ne de olsa..." Her uyanı şında kendini aynı kasaba evinde, aynı aile ile birl ikte yoklukta bir yere sıkı şmış olarak bulmak Tuna'mn dü şkırıklık sınırlarını çoktan aşmıştı. Bilinmeyen bir co ğrafyada, kaybolmu ş bir zamanda ve belirsiz bir bekleme noktasında asılı kalmı ştı. Gerçek dünyayla tek ba ğlantısı Musa'ydı ve ona canıyla di şiyle tu-tunuyordu. Uyansa, ah bir uyansa bu karabas andan tamamen kurtulaca ğını biliyordu ama Allah kahretsin, bir türlü uyanam ı-yordu i şte. Uyanmak bu kadar zor muydu gerçekten? Uyanmak h ep zor ve acılı mı ya şanır sahi? Elleri kollan saldalyeye ba ğlı yere atlayıp, sürünürken kafasını çarptı ğında sevinmi şti. Bu kez uyandı ğında mutlak çıkacaktı bu kâbustan. "Bir şeyi çok istersen olur," derdi ya dedesi, i şte o yüzden ... Ama yine öyle olmadı. Uyandı ğında iç odada Musa'nın yata ğının kar şısında yatıyordu ve elleri, kolları çözülmü ştü. Musa tıra ş olmu ş, yüzüne hayat renkleri konmu ş, üstüne biraz küçük gelen sivil giysiler içinde yanıba şında oturuyordu. Bir baca ğı yoktu ama yüzünde öyle umutlu bir sevinç ı şıldıyordu ki, eksik bacak akla bile gelmeyecek kadar gölgeli, uzak bir geçmi şte ka-lıvermi şti. insanın yüzüne böyle bir mutluluk ancak iki durumda yayılır: â şıkken ve â şık oldu ğu ki şiden kar şılık bulmu şken! Musa'yı çocuklu ğundan beri böyle canlı, güler yüzlü görmemi şti Tuna. Gördüklerine inanamadı ğı için gözlerini yokladı. Evet gözlü ğü yoktu. "Gözlü ğüm nerde?" diye pani ğe kapıldı. "Al can o ğlum, kırılmasın diye sakladıydım." "Sa ğol muhterem karde şim, Allah senden razı olsun. Hatice Ana'm, senin sayende kurtuldu ğumu söyler. Hakkında kötü dü şüncelere kapılmı şlı ğım olmu ştur. Allah affetsin. Sen de ba ğı şla, hakkın kalmasın üstümde ö ğretmen!" Son yıllarda o, kısık gözlerinde tek bir umut ı şı ğı parlamayan ve camiye gitmeyen herkese dü şman kesilen bakkal Musa gitmi ş, yerine çocukluk arkada şı, sevecen Musa gelmi şti. Ho şgörüyle yıkanan yüzünde düşmanlık izi kalmamı ştı sanki. 272 "Rica ederim Musa, ben ne yaptım ki..." Kendisine te şekkür edilmesinden feci utanan insanların tümü gibi rahatsız olup, kasıldı kaldı Tuna. "Çantandaki ilaçlar olmasa kurtulamazmı şım, der Hatice Ana'm. Allah tutu ğunu altın etsin Tuna karde şim." "Hatice Hanım olmasaydı ikimiz de yoktuk. Bir kâbus bile olsa içinde sa ğlam kalmak gerekir, yoksa uyanma şansın kalmaz..." "Buyur?" "Asıl onlara te şekkür etmek lazım," diyordum. "Onları Allah çıkarttı kar şımıza. Hepsi ama hepsi Allahın sevgili kulları..." "Ni demek can evladım, kim olsa yapardı. Dinimiz in san sev-gisidir can oğullar. Allah, 'seni seveni severim' buyurmu ş." "Su ister misin Musa Abi?" O zaman kızı yeniden gördü Tuna. Saz çalan melek yü zlü kız sanki o uyudu ğu sırada büyümü ş, serpilmi ş, genç kız çocuksulu- / ğundan genç kadın güzelli ğine atlamı ştı. Uzun simsiyah saçlarını at kuyru ğu yapmı ş, kendince süslenmi ş, sesinde çapkın pırıltılarla ortada salınıyordu. "Su gibi aziz ol, ellerin dert görmesin Suları," de di Musa, nereden bulduysa utangaç bir delikanlı sesiyle. "Afiyet olsun!" diye kikirdedi Suları. "Tamam, bir bu eksikti şimdi!" diye içini çekti Tuna. Doğrulup, oturdu sedire. Gözlüklerinin yetersiz m ercekli camlarını artık le ş gibi olmu ş komando üniformasına sildi. Dikkatle Musa'yı ve kı zı

Page 140: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

süzmeye ba şladı. O ikisinin gözleri çoktan birbirlerinden ba şkasına kör olmu ştu. -4 "Ne zaman oldu bu? Çok mu uyudum be n Musa?" : Sesi olup biteni henüz kavramamı ş insanların şaşkın sakinli- ğindeydi. "Uyumak denmez seninkine muhterem karde şim. Kendinden l geçip durdun günlerdir," dedi Musa gözleri mahcup bir sevgiyle , Suları'ya kilitlenmi ş olarak. "Anla şıldı. Yine aynı terane... Bu kez içine biraz romans katı-1 larak çeşitlendirilmi ş bir senaryo. Sandı ğım kadar zeki bir sena-1 rist de ğilsin sevgili bilinçaltını!" "Buyur karde şim?" "Gene dellenmeye ba şladı bu çocuk bak can o ğlum!" •; Aniden yerinden fırlayan Tuna, sevinçle ba ğırdı. "Tamam, buldum! Şimdi faka bastırdım onu!" "Kimi? Ne diyorsun karde şim?" '"' " Şimdi bir çıkı ş yolu buldum Musa! Madem iyile ştin artık çıkıp gidebiliriz bu kasabadan. Sonra geldi ğimiz yolları da aynen takip ederek ilk kâbusa döner ve bu beladan kurtuluruz! Anlıyor musun ha?" "Selamün kavlen... Bela deme karde şim. Dur bi yol, sakin ol yahu!.." "Bak, sen iyile şmeden gitmeme onlar izin vermediler, ben de kaçmak istemedim, ama şimdi, şimdi gidebiliriz... Hem benim bu karabasandan uyanmam hepinizin kurtulu şu olacak, yemin ederim Musa!" Boş bulunan Musa isyan etti, "Ama ben daha iyile şmedim ki!" "Musa Abi gidecek kadar iyile şmedi ki..." diye atladı Suları. "Hem o giderse bizi kim koruyacak?" "Sen sus kız!" diye azarladı annesi Sul arı'yı. "Harika, i şte bu harika!" diye di şlerini gıcırdattı Tuna, kolları yanına dü şerken. Sinirlenmeye ba şladı ğını hissediyordu. Daha bir zaman önce - ne kadar za man bilmiyordu artık - aynı askeri kamyonla bu kasabaya do ğru gelirlerken mezhep farklılı ğı nedeniyle ailesinin öldürüldü ğünü anlatan ve intikam andı içen Musa, şimdi aynı farklılık nedeniyle ölüme kar şı direnen öbür mezhepteki insanları korumaktan söz ediyordu. "Peki onları kime kar şı koruyacaksın Musa? Ha?" Gözgöze geldiler. Musa gözlerini kaçırdı, bakı şlarını sakladı Tuna'dan. "Sen bizi dü şmana kar şı korursun, di mi Musa Abi?" dedi hayranlık dolu bi r sesle Suları. "Hangi dü şmana acaba?" diye sinirli sinirli içini çekti Tuna. "Hangimiz dü şman, hangimiz dost? Kim kimi kime kar şı koruyacak? Nasıl ayıraca ğız birbirimizi bizden?" Birden yirmi yıl ya şlanmı ş hissetti Tuna kendini. Çaresiz ve yorgun, ama aynı zamanda öfkeli. Yanaklarındaki kaslar seyriyor , di şleri çaresizlik ve öfkeyle birbirine kilitleniyordu. Yeniden sedi- KAM18 re oturdu. Daha do ğrusu çöktü. Ya şlanmanın en belirgin etkisi yorgunluktur. Î Đ74 Aniden pencereleri sımsıkı örten simsiyah perdel erden iç av-"***' luya bakan birinin açılmı ş oldu ğunu ayrımsadı. Hava kararıyor-du. Akşamüstlerinin hüzünlü yalnızlı ğı doldu içine, iyice yabancı ve yalnız duydu kendini. Hatice Hanım elinde kısık fitili yak ılmı ş bir gaz lambasıyla odaya girdi. Küçük Lütfü uyuyor, Ali yan odada nöbe t tutuyor olmalıydı. Her şey hep aynıydı. Daima geçici ve tehlikeli ko şullar altında hep bekliyorlardı. Korku ve ku şkuyla, tevekkül ve alı şkanlıkla... "Hadi kız dedi ğimi yapıver!" diye fısıldadı kadın plastik bir teps ide çay servisi yaparken. Çaylar özenle demlenmi ş, yanında şeker ve peynirli durum ekme ği vardı. "Bu da nereden çıktı, hani şeker, un, peynir bitmi şti?" diye şaşırdı Tuna. Taze demlenmi ş çayın ve yeni pi şmiş durum pidesinin kokusu öyle i ştah açıcıydı ki, bir zamanlar ya şam sevincinin ne oldu ğunu bildi ğine dair bir şeyler hatırladı ğını duyumsattı Tuna'ya. "Hiiç i şte... Ööle, sevinçli, kutlanacak bi durum falan içi n ayırıvermi şidim, afiyet şeker olsun can o ğlum!" "Özel kutlanacak ne oldu ki? Sava ş dedi ğiniz karabasanım bit-tiyse ne demeye buradayız? De ğilse neyi kutluyorsunuz?"

Page 141: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Anne kız anlamlı anlamlı bakıp, gülümsediler. Hatic e Ha-, nım'ın gülümseyebiliyor olu şu şaşırttı Tuna'yi. "Hadisene kız, hemencik ba şlasana şuna!.." Onlar çaylarını içip, dürümlerini yerken, Suları na zh bir gülümsemeyle sazına uzandı ve gencecik soprano sesiyle odayı has ret rengine boyadı. "Yüksek yüksek ovalara ev kurmasınlar, A şrı a şrı memlekete kız vermesinler, Annesinin bir tanesini hor görmesinler, Uçan da ku şlara malum oldu, ben annemi özledim, Hem annemi, hem babamı ben köyümü ö zledim. "Babamın bir atı olsa, binse de gelse Annemin yelke ni olsa, açsa da gelse Karde şlerim yollarımı bilse de gelse Uçan da ku şlara malum oldu, ben annemi özledim, ;'.$ Hem an nemi hem babamı ben köyümü özledim." / Aniden bastıran müzik Tuna'yi sakinle ştirdi ama türkünün anımsattıkları ve Suları'nın incecik sesi de feci kederlendirdi. Özle m yakasına yapı şıp silkelemeye, canını acıtacak denli itip kakmaya ba şladı. Durumu ve çayı bıraktı. Üstüste yutkunarak özlemi gözlerine hapset ti. Ama özlemin yağmurdan sonra çamuru önlemek için yere serpilen tala ş kokusuna benzeyen incecik dumanlı kokusu genzine doldu. Bundan kaçama yaca ğını anlayınca özlemin kokusunu doya doya çekti içine. Acıtaca ğından korkularak ertelenmi ş duyguların ço ğu gibi bu da sandı ğı kadar çok acıtmadı, hatta ferahlattı onu kısa bir süre. Konu şursa kendini ba şka bir duygu durumuna ta şıyıp, özlemi maskeleyece ğini dü şünerek Musa'ya sordu. "Musa, biz çocukken sen, Sefer ve ben Kuzguncuk'ta bir şarkı söyler sonra da kahkahalarla gülerdik, hatırladın mı onu?" "Hatırla sevgilim, o mesut geceyi!" diye güldü Musa . "Hani o tombul bi kadın vardı, abisi keman çalar, o da bahçede bu şarkıyı söylerdi. Biz, kadını taklit edip, gülmekten çatlar idik. Hah ha! Sen de amma mızmızlanırdın be Tuna... Kadın da, söyle adın ı... şu bizim Hovik'in evde kalmı ş halası canım..." "Tabii ya," dedi Tuna gülümseyerek, "Madam Terziyan ... Kravatçı Agop'un kızı. Sesi çok güzeldi. Bize kızar, annelerimize şikâyet edece ğini söylerdi." Gözgöze geldiler. Tuna yine aniden ciddile şti. "Haklısın Musa," dedi, incindi ğini hissederek, "O kadın Madam Terziyan, bizim, evet BiZiM Hovik'in halasıydı..." Sustu, tekrar kederlenmi şti. "Ve bizi asla annelerimize şikâyet etmezdi." Musa bakı şlarını kaçırdı. Tuna inatla onu bekledi, îki erkek arasında gözle görülür bir gerilim belirdi ve elektrik renginde od aya yayıldı. Erkekler arasındaki sürtü şmeler konusunda içgüdüleri güçlü olan bütün kadınla r gibi Hatice Hanım hemen araya girip, çayları tazeledi, S uları da yeni bir koşmaya ba şladı. "Bülbül olsam varsam gelsem Hakkın divanına dursam .. . Ben bir yanıl elma olsam ı \' • •. ',,> - ;.. ?;•• •••,i\fy^, i,«j.»/":,. ;.;•} -^if ^ •..-. •,..-. Dalında bit sem ne dersini. .•. •.• •) Mivw'i'n»^ «:• .vi •••?::.«}?:«'. «^/v* ,ufi. Sen bir yanıl elma olsan ;<. .;;;?j.v:^ >5ih • :-'. ^:.>. ^^i'^tv;^1" • ..;.;/ Dalımda bitmeye gelsen ^KX;*:*/ !£/•*«• i',«;•;£;:. Ben bir gümü ş çövmen olsam Çeksem indirsem ne dersin Sen bir gümü ş çövmen olsan Çekip indirmeye gelsen Ben bir avuç d arı olsam Bir bir toplasam ne dersin Sen bir avuç darı olsan Yere saçılmaya gelsen ben B en bir yavru şahin olsam Kapsam kaldırsam ne dersin? Suları'nın gençli ğiyle getirdi ği tazelik, henüz masum olu şuyla ta şıdı ğı umut, sesinin güzelli ğiyle birle şince odaya huzur renkleri yayıldı, sanki gaz lambasının fitili aniden sonuna dek açılmı ş gibi aydınlandı mekân. "Eline, diline sa ğlık Suları. Pek güzel söyledin!" "Te şekkür ederim Musa Abi, sen be ğenirsen, hep söylerim," diye cilveli gülümsedi kız. Gülümsediler.

Page 142: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ne iyi ki, güzellik ve iyilikler tek bir ırkta, ci nsiyette, hele hele tek bir din ve mezhepte toplanmıyor..." diye sevinerek fısıldadı Tuna. "Biliyorsun artık Musa!" Musa ne diyece ğini bilemedi. Tuna'nın i ğneli sözleri canını sıkıyordu ama Suları'nın hayran bakı şları altında daha önce hiç bilmedi ği biçimde yumuşayıp, eriyordu. "Kusura kalmayın, ben bi abdesthaneye gitcem. Tuna öğretmen gel, sen bi yardım et bana hele." Tuna nasıl yardım edece ği konusunda şaşkın, daha çok kesilen bacak nedeniyle huzursuz bakakaldı. "îlk ö ğrendi ğimde, yarım adam olaca ğıma ke şke ölseydim, diye dü şündüm ama sonra... Allahü tâlâ öyle istemi ş, kaderi- mizmi ş deyip, halimize şükrettik. Şikâyet etmek günahtır, Allah'ın gücüne gider. Hem sonra, şey... Şu de ğneği uzatıver ba- na.. Kalın bir a ğaç dalından yapılmı ş uyduruk koltuk de ğneğini o zaman gördü Tuna. Kaba saba, şekilsizdi ama i ş görüyordu. "Hadi koluma gir ö ğretmen, hela bahçede." Yıldızlı bir yaz gecesinde bahçeye çıktıklarında Tu na ilkönce şaşırdı kaldı. Geceleri dünyanın tavanına yıldızlar asıldı ğını unutmu ştu. Hemen sonra sevinçten çıldıracak gibi hissetti kendini. "Musa biz hâlâ ya şıyoruz! Bak temiz hava, yıldızlar, toprak, bahçedek i ağaç! Musa buradan kaçıp, ilk kâbusa dönersek, ben uy anabilirim! Yemin ederim uyanabilirim!" "Dur karde şim, dur, bırakma beni dü şcem valla! Daha alı şamadık tek bacakla yürümeye yav! Hem kessene şu sesini sen! Yapma Allah a şkına! Yav şaka değil, sava ştayız, bi duyan olursa..." Tuna'nın ani ne şesi, aniden kedere dönü şüverdi. Sevincin kırılmı ş parçaları sinsi kıymıklar gibi battı bedenine. "Bak muhterem karde şim, seni mahsustan bahçeye çıkarttım. Çünkü sana diyece ğim vardır. Dinle Tuna, ben burada kalıcam ve Allah nasip ederse, Allahın emri, peygamber efendimizin - sallah ve sel am üstüne olsun - kavliyle, hem de onların geleneklerine göre Suları' yla evlenecem." "Nee? Musa sen delirdin mi be!" diye haykırdı Tuna, "Yav sen evli barklı, üç çocuk babası kocaman adamsın... Hem Suları senin kızın ya şında... Çocuk o daha!" Başını öne e ğdi Musa. Utangaç bir sesle konu ştu; "Genç kadın daha hamdır, bilirsin i şte..." "Onları etkilemek çok kolaydır, demek istiyorsun! A hh Tanrım, bu kolaycılık zihniyetini hiç anlamamı şımdır zaten." Ani öfkesi, yine aniden hüzünle yer de ği ştirdi, îçi yanarak, şiir okur gibi başını gökyüzüne çevirdi; "Halbuki a şk... a şk imkânsızın zaferi oldu ğunda doru ğa ula şır!" Musa sesi titreyerek sözünü kesti Tuna'nın, "Ailemi kör bıçakla kesmi şler, kalan kimsem yoktur Kuzguncuk'ta." "Musa Kuzguncuk'ta böyle şey olmaz! Hâlâ anlamıyor musun, bütün bunlar şu benim lanet olası beynimin korkuları ve bela rengi fantezileri... Bütün bunlar bir kâbusun parçaları!" "Selamün kavlen... Bela anma karde şim..." dedi Musa ba şını kaldırmadan. Sesi yumu şak, hatta şefkatliydi. "Kızmıyorum sana artık. Sen de bole kurtarıyosun ke ndini... Az kahır çekmemi şsindir bilirim... Hem aslan gibi a ğbin, hem baban... Kolay de ğil, haklısın. Beri yandan... Sevdi ğin kız da... insan sevince... Me ğer insan sevince ba şka olurmu ş halleri..." Sustular. Yıldızların gökte fınk attı ğı şahane bir yaz gecesinde iki çocukluk arkada şı Anadolu'nun herhangi bir yerinde karartma altında bir kasabada konu şmadan kaldılar. Bir tek cırcır böcekleri konu şuyordu. "Bu kız beni hayata çekiyo Tuna," dedi çekinerek Mu sa. "Daha önce cinsi latiften birine hiç bole bi şey duymu şlu ğum yoktur. Benim hanım, Allah rahmet eylesin, görücü usulüyle helâlim olmu ş, iyi ahlaklı, dini bütün bi

Page 143: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

hanımdı... Amma bu kız... O içime bi ate ş dü şürmüştür ki... Helâlim olmadan konu şmam doğru değildir..." "A şk!" dedi Tuna yıldızlara bakmayı sürdürerek, "A şk nasıl da yakar insanı... Önce sevinçten, sonra da acıdan... Ne güz eldir ve ne çok acıtır!" "Bi tuhaf oldum ben Tuna... Çocuk gibi bi hallere d üştüm, içim içime sı ğmaz, yerimde duramaz oldum." "A şk kimseye lüks olmamalı Musa." "Yüzüme nur ya ğıyor onu görünce..." "A şk, sevdi ğini her gördü ğünde yeniden do ğmak sevincidir." "Sanki bir peri, bir melek o! Cennette bir a ğaç, zemzem Suları..." "A şk, onun her fiskesinde bir kez daha kanlar içinde u zun uzun can çeki şerek ölmektir." "Beni istemez, be ğenmez diye ne azaplar çektim, utancımdan ölecektim az daha." "A şk, teyakkuzda tutmadı ğı vakit tavsamı ştır." "Onu mutlu etmek, yüzünü güldürmek, hayat kadar aziz bi vazifedir bana artık ." "A şk, azapların en e şsizi, sevinçlerin en derinidir." "Ahhh Tuna, bir bilsen!.." diye içini çekti Musa. "A şka inanmayan biri olsaydım, acaba kâbuslarımda bile a şkın bu denli yeri olacak mıydı?" diye sordu kendine Tuna. O sırada uzaktan bir köpek uludu. '•'•• •'"•" ''••>••• •' "Peki aranızdaki farklılık ne olacak Musa? Hani u ğruna kan dökülen, kini yüzyıllardır taze tutulan farklılık, hı?" 279 "Onlar ba şka ama!" diye isyan etti Musa. "Rahmetli babası -bu sava şta öldürülmü ş, Allah o yattıkça çocuklarına ömür versin, Cem Ded e'si imi ş. imam Zeynel Abidin soyundan gelirmi ş. Pek muhterem, yolu Allah'a dönük bir zat yani... Hem sonra hepimiz elhamdüllillah Müslüm anız, aynı dinin çocuklarıyız." "Offf!" diye derin derin içini çekti Tuna. "Onlar f arklı diyorsun Musa. Hepimiz farklıyız, iyiyiz, güzeliz de neden hepimiz hepimizi öldürüyoruz Musa?" Sustu Musa. Bir süre hiç konu şmadılar. "Hazır bahçeye çıkmı şken hacetimi görsem, zahmet olmazsa?" dedi Musa son ra. Tuna sırtını Musa'ya dönüp, ona yaslanarak destek o ldu. Musa kendine küçük gelen pantolonun fermuarını açıp, bahçenin ortasına i şedi. "Kusura bakma ama Tuna," dedi i şini bitirirken, "Senin asıl sıkıntın ne biliyo musun? Sen fazla dü şünüyosun karde şim. Bırak derin dü şünmeyi. Savaştaysan sava şı, barı ştaysan barı şı ya şamaya bak. Sen hayaller âlemindesin ve hep rüya görüyosun! Ayakların yere b asmıyo senin. Bak bozulma ama sen çocukken de böyleydin, hiç abine be nzemezdin! Sana ne lazım biliyo musun?" "Bana ne lazım Musa?" diye sordu bezgin bir sesle T una, Musa'nın yambaşında, üstelik böyle güzel bir gecede ortalık yere i şemesini bir hakaret gibi algılamı ştı. "Sana inanç ve a şk lazım karde şim. Hemen iyile şir, şifa bulursun inan olsun." Bir yandan koltuk de ğneğine, sırtından da Tuna'ya yaslanmı ş olarak güçlükle pantolonunun fermuarını kapattı, i şi bitmi şti. "Siz daha adını bilmezken tattım ben a şkların en güzelini," dedi Tuna buruk bir gülümsemeyle, "A şkların ve dostlukların en güzelini." "Yine mi o kız?" "Evet Musa, benim a şk adresim hep o kumral kızın co ğrafyasına yazılıdır." "Peki ya karın?" ' "O da bir çe şit a şk olmalı Musa... A şkın bin çe şidi var, derler ya..." 280 "Hani senin itibar etti ğin düzen tek e şli de ğil midir Tuna?" di- ye damarına bastı Musa.

Page 144: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Evet öyle. Bir insan aynı anda birçok ki şiyi sevebilir, ama bir ki şiye âşıktır Musa," diye fısıldadı Tuna. Sesinde rengârenk balonlar hülyalı hülyalı uçu şuyordu. Musa, balonları görünce şaşırdı, onları havada dans ederken izlemeye koyuldu. Yüzünde şaşkın bir gülümseme belirmi şti. "Ama bir erkek ya şamı boyunca aslında bir tek kadını sever. Önce ve sonrakiler birer arayı ş, kaçı ş ve aldanı ştır!" Sesinde uçu şan bütün renkli balonlar gürültüyle patlayıp, yere düştüler yumuşacık. "Kendimi ve Ada'yı mutlu edemedim Musa... Hiç de ğilse beni seven birini mutlu edeyim diye Meriç'le evlendim ve onunla ya şıyorum. Hem insanları hoşnut etmekten zevk alan, do ğuştan 'iyi' olmak zorunda birisiyim ben... Bilmezmi ş gibi gelme üstüme..." Sustu. "Enayinin, sala ğın teki de diyebilirsin... Nasılsa arkamdan söyleni yor..." "Yapma karde şim... Harap etme kendini... Allah-ü tâlâ, 'inancını zı kaybetmeyiniz' diye buyurmu ştur, istersen sen bunu 'umudunu kaybetme' diye yorumla ama bırakma kendini... Hem Ada..." "O çok farklı bir konu!" diye Musa'nın sözünü kesti Tuna, "Ada bir ı şık, bir serap, bir mucize gibi soyut bir kavram... Ada, artık benim derimin altında, canımın içinde, Musa!" "Zor be karde şim!" dedi Musa içini çekerek, "Sevda, Allah'ın ; bize hayattan sonra sundu ğu en büyük nimettir." Bu kez şaşırdı Tuna, "Konu şan sen misin Musa? Sahi sen misin, ha?" diyerek eğilip yanında duran Musa'nın yüzüne baktı Tuna. Musa ona aldırmadan sürdürdü konu şmasını, "Yüce rabbim, 'kinden, nefretten arınınız!' buyurmu ştur. Bak bi iç sava ştayız, kim öle, kim kala... Şehitlik mertebesine yükselmek de var... Bari kaçınılmaz son a varmadan yunup yıkayalım içimizi dedik..." "Tabii ya!" diye acı acı gülümsedi Tuna, "Ben de bu nu yutaca- ğım sanki... Her şey böyle çabuk ve inanılmaz de ği şsin, yıllardır senden duymak istediklerimi şimdi bir çırpıda duyayım ve bunların gerçek oldu ğuna da inanayım? Ha ?.. Yok öyle ya ğma! Bütün bunlar bir kurgu, bir rüyanın bölümleri... Her şey çok iyi düzenlenmi ş görünse de uygulamada asıl belirleyici etken sapıtıyor!" Üzülerek ona baktı Mu sa. "Zaman!" dedi Tuna, "Farkında mısın, zaman kavramı yok bu ya şadıklarımızda, ha?" "Fesuphanallah!" "Zaman, olayların birbirini izledi ği ortam, ya da şimdinin geçmi ş olmasını sağlayan kesintisiz hareket diye tanımlanır, de ğil mi? Tamam. Peki neden fizik ve felsefe 'zaman'ı ayrı ayrı tanımlarlar, hi ç dü şündün mü?" "Hayır." "Çünkü Musa, çünkü aslında iki türlü zaman vardır. Birisi olayları art arda geli ş sırası içinde i şaretler, öbürü ruhun yaradılı şından sonra ortaya çıkmı ştır ve ruhun de ği şmedi ği durumlarda zaman bilinmez olur, örne ğin uyurken!" "Gene kitap gibi konu şmaya ba şladın sen..." diye hayıflandı Musa. "Doğru, zaten bu söylediklerimi ben de filozoflardan ö ğrendim. Ve madem zaman, 'eylemsel olarak var olan kavramın ta kendis idir", yani her türlü gerçe ğin onaylandı ğı yerdir de neden şimdi zaman denen şey yok burada? Hı?" Canı sıkılarak içini çekti Musa. "Çünkü Musa, şimdi ben uyuyorum ve bu kâbus ba şlayalı beri zaman kavramı yok oldu!" "Peki Tuna, peki muhterem karde şim, öyle olmu ştur, üzme kendini artık..." diyerek bo şta kalan eliyle Tuna'nın omuzunu pat patladı Musa. "Ben gidece ğim Musa. Buradan çıkıp, ilk kâbusa dönece ğim ve oradan da gerçek dünyaya geçece ğim. Sen burada kalmak ve bu a şkı ya şamak zorundasın. Nasılsa sonunda Kuzguncuk'ta görü şece ğiz!" "in şallah Tuna karde şim. Allah o günleri, barı ş, akıl bütünlü ğü ve huzur dolu günleri görmemizi nasip eder in şallah!" "i şte bu dediklerin için önce

Page 145: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

benim uyanmam gerek Musa!" "Allahım bu zavallı kulu na akıl ihsan et yarabbim!" 281 "Sen inanma bana Musa, olsun, alı ştım ben buna." "Hakkını helâl et Tuna karde şim. Kendine mukayyet ol. Allah 282 hepimizi korusun!" Sarıldılar. "Tıpkı filmlerdeki gibi," diye dü şündü Tuna. "Hoşçakal Musa. Bir rüyanın içinde bile olsa a şkı ve farklı olana ho şgörüyü tanıman beni çok mutlu etti, bilmeni isterim." Güldü Musa, "insan, Allah'ın suretidir Tuna. Ben se nin kadar çok okumadım, cahil sayılırım ama hiç kimsenin kendinden kaçamaya cağını bilirim karde şim." Kırık dökük gülümsedi Tuna. Vedala şmayı hiç sevmezdi. "Bırak artık kaçmayı Allah a şkına Tuna!" "Hatice Hanım'a, Lütfü, Ali ve Suları'ya selam söyl e, acele gitmesi gerekti de Musa." "Meraklanma, onlar bunu zaten biliyorlar." Bahçe kapısına do ğru ilerlerken cebindeki beyaz, elips şeklindeki küçük ta şı sımsıkı tutuyordu. Tam çıkıyordu dönüp fısıldadı, "Söyle Ali'ye, benim tüfe ğim bo ştu," dedi. "Ali'nin tabancası da," dedi Musa gülerek, "Anaları hepsini bo şaltmı ş!" ĐŞARETLER ÖNCE MASUMDUR ve neden ü şüyor çocuklar koca bir şehir yanmı şken?" Hüseyin Yurtta ş (XX. Yüzyıl A ğıdan) "Ellerini kaldır! Arkana dönme!" Yıldızlı gö ğün altında, dar, kesme ta şlı yollarda kaybola kaybo-la yürüyor, aniden gelen eksik özgürlü ğün şaşkınlı ğını ya şıyordu. Bedeni güçsüzdü ama kendini uzun süredir hissetmedi ği kadar iyi hissediyordu. Kurtulu şun uzakta olmadı ğı umudu bir kez insanın kanına girmeye görsün, artı k en u ğursuz i şaretler bile anla şılmaz sevinç kırıntıları ta şır! Yakında Kuzguncuk'a dönecekti. Balkonda yarım bırak tı ğı o canım kahvaltıyı bitirecekti önce. Hayır hayır, daha önce Ada'yı bul up, gazetelerdeki o "yargısız infaz"ın açtı ğı yaraları saracaktı. Baylan'a gidip, arka bahçe kapanmadan birer küp griye yerlerdi. Ada çekti ği yeni foto ğrafları gösterir, sergi haberleri verirdi. Sonra koluna gir er, "seni özledim be Mabel!" derdi. O böyle deyince çekti ği bütün sıkıntılar biter, yeniden doğardı. Biliyordu, bu hep böyle olurdu ve ölene kadar da böyle... "Ellerini ensene koy!" Tam şu iç sava ş saçmalı ğını ve kâbusu bir kenara bırakmı ş... Tam Ada'ya ula şmayı dü şleyebilmi ş... Tam ellerini ceplerine sokmu ş, ne sırt çantası, ne tüfek... Evet, şiir kitabı da çantasıyla birlikte o evde kalmı ştı ama ne gam! Nasılsa tüm şiirleri ezbere biliyordu. Hem belki Musa bu gidi şle şair Doğan Gökay'ın şiirlerini okumaya da ba şlardı ?.. Üstelik en önemlisi, o beyaz, elips şeklindeki beyaz ta ş yanında, cebindeydi. "Bir numara yapayım deme asker, mıhlarım!" Sırtının daha çok beline yakın bölgesine dayanan ko caman sert cisim, etine batırıldı ğı için şimdiden acıtmı ştı. Silahın dayandı ğı noktadan arkasındakinin kısa boylu, sesin tonundan da genç b iri oldu ğunu dü şündü Tuna. "Yürü bakalım!" Elleri ensesinde birbirine kenetli, sırtına dayalı silah zoruyla yıldızlı bir yaz gecesinde yürümeye koyuldu. Birbirine benze yen daracık sokaklarda sanki yönünü kaybettirmek amacıyla yaptırılan bu uz un yürüyü ş sırasında, kasabanın tahmin etti ğinden daha büyük oldu ğunu fark etti. Oysa yön duygusu zaten zayıftı ve nerede oldu ğunu hiç anlamamı ştı... Giderek evlerin azaldı ğı, kasabanın dı şında bir yere vardılar. Çevredeki tektük binaların gecekondu oldu ğunu dü şündü Tuna. Her yerle şim biriminin çevresinde mutlaka bir gecekondu şeridi olması gerekiyor muydu? "A şağılanmı şlı ğın bir iç sava ş nedeni oldu ğunu Hegel mi söylemi şti?" diye sordu Tuna.

Page 146: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Kes sesini!" diye emretti arkasındaki kısa boylu, genç erkek sesi. Kesti sesini Tuna. Terk edilmi ş bir yerde, derme çatma bir kulübenin önünde durdular. Birkaç saat önce ordan burdan toplanan ta hta ve ta şlarla alelacele yapılmı ş gibi görünen bir barakaydı burası. Onu kapının önü ne itekleyen silahlı adam kapıya dört kez vurdu. "Eyvahh, yeni bir iç-kâbus bölümü ba şlıyor!" diye inledi Tuna. Açılan kapıda, kafasındaki siyah kar maskesinden al ev alev yanan gözleri fı şkıran bir ba şka adam belirdi, elinde makineli tüfek vardı. Tuna' ya baktı, elini uzatıp omuzundan bir böcek tutar gibi yakaladı ve hı şımla içeriye çekti. Sonra yere itip, delirmi ş gibi dövmeye ba şladı. Önce gözlü ğünün yere dü ştü ğünü ve birinin postalları altında çıtırdadı ğını duydu Tuna. Ne oldu ğunu anlamadan kafasına, sırtına ve kasıklarına inen tekmelerden korunmaya çalı şırken, acıdan katıldı ğını hissediyordu. Onu dövenin on -on be ş baca ğı, aya ğı ve kolu vardı ve aynı anda onlarca a ğızdan huşu içinde küfür ediyordu. Bütün a ğızlardan annesine ve karısına hakaret yağıyor, sülalesinin binlerce kez ırzına geçiliyordu. Bu insanları bu kadar öfke ve kine sürükleyecek ne yaptı ğını dü şüne-çek durumda de ğildi, içi çekiliyor, acıdan çıldıracak gibi hissediyordu. "Delirmi şsiniz siz!" diye ba ğırdı, "insan de ğilsiniz siz!" Sert bir cisimle kollarına ve gö ğsüne vurduklarını hissetti ğinde artık acı duymadı ğını sandı. A ğzından akan ılık şeyin kan oldu ğunu dü şündüğünde, artık onu kan tutmadı ğını anımsadı. "Rüyamda ölüyorum," diye dü şündü. Midesi bulanıyordu, gözleri kararmı ştı. "Bu kadar nefret ve şiddet nasıl sı ğar insan bedenine?" diye ba ğırdı. Sesi çıkmadı. "Ama ya rüya de ğilse..." derken kendini kaybetti. Gözlerini açtı ğında ilk duydu ğu şey felaket pis bir koku, ilk gördü ğü şey üniformasının üzerine sıçramı ş ve artık kurumu ş kan lekeleriydi. Ne zamandı ve ne kadar zaman geçmi şti, artık hiç bilmiyordu. Geni şçe bir odada, elleri arkadan ba ğlı olarak duvar dibinde oturur buldu kendini. Oda hemen hemen bo ştu ve çok pis, ama feci pis kokuyordu. Midesi bulandı, birkaç kez ö ğürdü. Gözlükleri olmadı ğı için her şey bulanıktı. Biraz kımıldamaya çalı şınca bedeninin şiddetle a ğrımaya ba şladı ğını hissetti. Önce kollarının çok a ğrıdı ğını, sonra boynunun daha fazla, ardından sırtı ve gö ğsü ve sonunda ba şının en fazla a ğrıdı ğını anladı. Her hissetti ği organı, önce ke şfetti ğinden daha fazla a ğrıyor, soluk alırken sırtında batma acısı duyuyordu. "Kaburgalarımı, kollarımı ve kafatasımı kırdılar ga liba!" diye korkuyla ürperdi. Biraz ilerde üstüste yı ğılmı ş bir şeyler vardı ve kötü koku oradan yayılıyordu. Net görebilmek için gözlerini kıstı, a ma yine de gördü ğü şeyleri çıkartamadı. Göz kaslarını sıkmak için u ğra şırken yüzü çok acıdı. Yüzünde de yaralar oldu ğuna bu sırada karar verdi. Kendini sonuna kadar zorlayarak o ilerde duran yı ğını netle-meye çalı ştı ve birden gördü ğü şeye inanamayarak haykırdı; "Ama ceset bunlar!" O zaman kusmaya ba şladı. Kustu, kustu, kustu. Midesinde hiçbir şey kalmayınca bu kez ö ğürmeye ba şladı. "Bizi de öldürecekler!" dedi bir ses. Odada canlı bir ba şkası daha vardı. Canlı birisi! Ya şayan bir ba şkası! Yaşamak umudu olan öbürü! Tuna sesin geldi ği tarafa çevirdi ba şını heyecanla. "Fena dövmü şler sizi hocam," dedi ses. 285 Ses tanıdıktı ama odanın ortasında duran ceset yı ğını nedeniyle tam olarak göremedi ği sesin sahibini çıkartamıyordu. Ho ş, tam 286 olarak görse bile gözlüksüz yine seçemeyecekti ya... "Ben sizi kurtuldu sanıyordum hocam?" "Yüzba şı Birol? Siz misiniz?" diye sevinçle haykırdı Tuna.

Page 147: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Evet, bunca i şkenceden sonra kendime benzemesem de... Beni bırakı n şimdi de siz nasıl dü ştünüz bunların eline?" "Bir evde saklanıyordum," dedi Tuna, "Ama bu karaba sandan kurtulmak için oradan çıkıp, ilk kâbusa dönmem gerekiyordu. Biliyo rsunuz, ben buralara ait değilim, bu yalnızca..." "Ah tabii..." diye içini çekti Yüzba şı Birol, "Nasıl unuturum, bütün bunlar yalnızca sizin karabasanınızın bir parçası, gerçek değil!" "Evet." "Ah hocam ah! Sizi Kuzguncuk'tan aldı ğım o günden beri aynı şeyleri söyleyip duruyorsunuz. Oysa neler ya şadınız, neler çektiniz ama hâlâ aynen diretiyorsunuz! Baksanıza şu halinize, kanlar içinde esir alınmı ş vaziyettesiniz ve hâlâ bir Kafka romanının içinde o ldu ğunuzu iddia ediyorsunuz. Birazdan öldürecekler bi- zi. "Daha iyi ya!" dedi Tuna çürüyen insan eti kokusund an bayılaca ğını düşünerek, "Öldürsünler beni, hemen öldürsünler de bu i ş bitsin! Çünkü bu kâbustan sıkıldım artık!" "Yoksa bir çe şit reenkarnasyon inancınız mı var sizin hocam?" "Ne münasebet!" diye bozuldu Tuna, "Bu ya şadıklarımın benim bir karabasanım oldu ğuna dair öyle çok kanıtım var ki, asıl bunun gerçek oldu ğuna inansaydım aklımdan şüpheye dü şerdim!" "Hâlâ mı hocam?" "Elbette. Bakın Yüzba şı Birol, siz kendinize bakın bir yol. Ne görüyorsunuz? Hı? Genç, aydın, pozitif, yapıcı ve m odern bir asker. Siz şair Do ğan Gökay'ın dü şledi ği ulusal sentezin parlak bir ürünüsünüz. Avrupalı standartlarında bir genç Türk! Ba ğnaz, fanatik biri de ğilsiniz. Kendinize güveniyorsunuz, kültürlü ve akıllısınız. Çağdaş bir subay tipi! Ben Türk ordusunda hep böyle askerler olsun isterdi m ve bu nedenle bilinçaltını sizi yarattı bu rüyada... Bilmem anlat abiliyor muyum?" "îlahi hocam!' diye acı acı gülümsedi Yüzba şı Birol. "Sa ğolun, hakkımda böyle övgü dolu konu şmanız beni sevindirdi ama zaten ordudaki subayların büyük bölümü hâlâ benim gibi askerlerden olu şmaktadır. Görüyorsunuz, gerçek her zaman korkunç olmak zorund a de ğildir hocam! Ve bir asker ne kadar yapıcı ve modern olursa olsun hedefi 'dü şman' olarak yeti ştirilmi ş bir sava ş taktik-çisidir. Dü şman olmazsa asker olmaz, bunu anlayabiliyor musunuz?" "Bunu anlamak zor," dedi Tuna, "Dü şmansız bir dünya için çocuk yeti ştirmek varken..." "Ah hocam, gerçek dedi ğimiz şey yalnızca insanların dünyasında ve insanlarca yaratılmı ş bir şey de ğil ki... Bizler aslında do ğanın esirleriyiz ve onun bir parçası, bir ürünüyüz. Siz daha iyi bilirsiniz, edebiyat ve insan sizin alanınız aslında..." "Yava ş yava ş, usul usul birikiyor kötülük..." diye fısıldadı Tu na, "Toplumun bölünmesi, gammazlı ğın özendirilmesi, mafya, gizli örgütler, teröristler, tarikat tüccarları her yerde, her ülke de yerle şik düzene geçiyorlar. Gündüzleri normal insan kılı ğında dola şan kom şu erkekler, bir akşam bir maç sonrasında gözü dönmü ş katil holiganlara dönü şüyorlar... Bir daha Nazi vah şeti ya şamayız diye inanırken, Bosna'da bebekleri kesiyor Avrupalı fa şistler!.. Onvell'ın romanında bunlar..." O sırada dı şardan makineli tüfek sesleri geldi. Konu ştu ğu zaman unuttu ğu çürüyen insan eti kokusu yeniden içini bulandırmaya ba şladı Tuna'nın. Bulundukları odanın kapı önünde erkek sesleri duyul du. Hangi dilde konu ştukları anla şılmıyordu ama arada Türkçe sözcükler de duyuluyordu . Hızlı, kaba ve sert sesler... "Birazdan bizi öldürecekler!" dedi Yüzba şı Birol, di şlerinin arasından tükürür gibi. "Aste ğmen Tuna, vakur ol, metin ol! Sakın korktu ğunu belli etme ve asla celladından merhamet dileme! Onlara bu zevki verme, onurunla öl!" "Bir ölünün onuru neye yarar?" diye sordu Tuna. "Kelimeyi şahadet getir hocam!"

Page 148: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Kapı kırılır gibi açıldı, içeriye simsiyah kar mask esi takmı ş, makineli tüfekli iki adam girdi. Kısa boylusunun kendini esi r alan oldu ğunu dü şündü Tuna. Yüzbaşı Birol'un önüne gidip durdular. Siyah ti şört ve siyah bol pantolon giymi şlerdi, ayaklarında postallar vardı. Kollan sim- 287 siyah bir halı gibi kıllarla kaplı olan daha uzun b oylusu, Yüzba şı Birol'a bir tekme attı ve tükürdü. Sonra aralarında konu ştular. 288 Konu ştukları dil birkaç dilin karı şımı olmalıydı ve konu şanların bu dili hırpaladıkları hemen anla şılıyordu. Arada Türkçe sözcükler de duyuluyordu. Ka vga ediyorlardı. Bu sırada arka bahçeden , önce bir erkek çı ğlı ğı sonra bir silah sesi duyuldu. Maskeli ve si-- lahlı adamla r fırlayıp, çıktılar. "Demek böyle sakin ve çaresiz öldürülmeyi beklemek yalnızca filmlerde olmuyormu ş," diye dü şündü Tuna. "Kim bunlar? Neden öldürüyorlar bizi?" diye sordu T una. Sesi kütüphanede ara ştırma yaparken profesörüne rastlamı ş . bir akademisyeninkine benziyordu. "B. T. O. diyorlar kendilerine," dedi Yüzba şı Birol, acı dolu bir sesle, "Birle şik Terör Ordusu. Her inanç ve siyasi görü şteki bütün terörist ve anar şistlerin birle şti ği yeni ve büyük bir grup. > Kuralları mutlak kuralsızlık, hedefleri b u ülkeyi ve sistemi yok et- ' mek. Yöntemleri cinayet!" "iyi ama böyle bir ittifakın sonu olamaz ki..." "Ah hocam ah! Bu artık tamamen bir özyıkım, toptan silme, bir kendini yok edi ş! Saldırganlık ve nefretleri yalnız kendilerinden olmayana kar şı de ğil! Artık kendi yaşamlarına yönelik katli-- . amlar yapıyorlar. Baksana ekmek yedikleri fabrikaları, kendi çocuklarının tedavi edildi ği hastaneleri ve ailelerinin ö ğrenim gördü ğü okulları bombaladılar. Haçları, ameliyat aletlerini, okul , sıralarını kırıp, döktüler, yakt ılar. Dün de 'davaya ihanet'ten ken-' di arkada şlarını öldürdüler. Artık ne için kurban vereceklerine dair ölçülerini yitirmi ş bir güruh onlar!" "Kolektif çılgınlık bu!" dedi Tuna, beyni kaynar su da ha şlanmı ş gibi acıyla. "i şaretler vardı, derken bunu kastediyordum, i şaretler önce kansız ve masumdur," dedi Yüzba şı Birol. Sonra inlemeye ba şladı aniden, "Allah kahretsin, artık dayanamıyorum bu acıya... Sol kolumu kırdılar, içime oturuyor bu acı ... Uuhhh!.. Gözümden akan ya ş üzüntüden de ğil, acıdan..." Kendi kollarını ve bacaklarını yokladı Tuna. Tamame n uyu şmuştu. Hiçbir şey hissetmedi... Yok, hayır... Bir acı hissediyordu am a bu bütün bedenine yayılmı ş çürümü ş et acısı ve koku şuydu. "Açgözlülük, alkolizm, tüketim hırsı, kısa yoldan v e her şeye ra ğmen zengin olmayı destekleyen politikacılar, medya grupları, ı rkçılık ve aile içi şiddetin artması..." son treni yakalamak zorunda ola rak ko şan birinin son çabasıyla acele acele sayıklıyordu Yüzba şı Birol, "Bunlar masum i şaretlerdi..." "îyi misin Birol?" Öbürü Tuna'yi duym adı bile. " Şiddet ve saldırganlık bu nedenlerle beslenip, büyüd ü... Biliyorsun hocam! Sen bunları o kadar iyi... Uuffff kolum... o kadar fazla biliyorsun ki... yıllardır ya şadı ğın kâbus bu yüzden..." "Ne garip..." dedi Tuna, "'Ölmek üzere' olan iki ge nç erkek son anlarında bunları konu şmaz sanırdım..." "iki asker!" diye düzeltti Yüzba şı Birol. O zaman, Birol'un bilincinin yerinde oldu ğunu anladı Tuna. "Hem ne fark eder ki..." "Fark eder!" dedi, çabucak, "Eder, çünkü bu konu şma böyle bir ortamda gerçek olamaz! Olsa olsa yıldızı bol bir yaz gecesi nde Bo ğaz'da rakı-balık, ya da peynir- şarap keyfi çatan iki entelektüel arasında bu rahatl ıkla geçebilir. Görüyorsun Birol, her şey bu ya şananların gerçek oldu ğu tezini hep çürütüyor ve ben haklı çıkıyorum!" "Sen bunun bir rüya oldu ğunu sanarak öleceksin galiba hocam!" diye içini çekti Yüzba şı Birol.

Page 149: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Algılar, tıpkı bir göz aldanması gibidir, bir anda tersine dönebilir demi ş adamın biri..." diye dalgın dalgın söylendi Tuna. Sesi uykuda konu şur gibi derin, sakin ve uzaktı. "E ğer... e ğer ölmez sa ğ kalırsak," dedi Yüzba şı Birol, "Senden bir şey isteyece ğim hocam... Yani beni şehit etseler bile..." sesi bu ğulandı, " Şair Doğan Gökay'ın imzalı bir şiir kitabını ni şanlım Ne şe'ye benim tarafımdan armağan edersen, çok sevindirirsin beni..." Sustular. Bedenlerini yakan acılar, içlerini kaldır an kokular, akıllarını oynatan şiddet ve yüreklerini da ğlayan özlemleri saldılar ortaya. Hiç ses etmeden, öylece seyrettiler onları. "Birde.." "Bir de?" "Bir de... bak ölmez, sa ğ kalırsan... şu u ğruna ölümü göze aldı ğın kadını sıkı tut, sıkı tut ki bilsin a şkını..." KAM 19 Korkunç bir gürültü bozdu sözcüklerin sesini. Kapıy ı tekmeyle açanlar bu kez üç ki şiydi ve öbür ikisine eklenen üçüncü, mas-keli bir k adındı. Onları görünce sakin bir sesle kelimeyi şahadet getirmeye ba şlayan Yüzba şı Birol'un şahadeti yarım kaldı, içeri girer girmez hiç konu şmadan Yüzba şı Birol'un kar şısına geçen maskeliler, ellerindeki makineli otomat ik tüfeklerle koro halinde onu taradılar. Bedeninden k anlar fı şkırarak, delik deşik zıpladı durdu genç asker. Katiller, kurbanlarını n öldü ğünü bile bile kendilerinden geçmi ş, hu şu içinde hâlâ ate ş ediyor, cinayetin süresini uzatıyor, hâlâ ate ş ediyorlardı. Korku ve deh şetten sersemlemi ş olan Tuna'nın kulakları u ğul-duyor, midesi şiddetle a ğrıyor, dizleri titriyordu. "Tanrım, şiddetten zevk alıyor bunlar!" diye hıçkırdı, a ğlıyordu. Sonra başını önüne e ğdi ve sırasını bekledi. Bu sırada aklına hâlâ "Katil Do ğanlar"ı yazarken ve "Ucuz Roman"! çekerken Tarantino'nun da böyle zevk alıp almadı ğı sorusunun gelebilmesine şaşırıyordu. Ama, ölmeden az önce aklına gele gele bu geliyordu i şte! Tek bir gürültü duydu. Nefesini tuttu, bekledi. Sırılsıklam gözlerini açınca odada canlı olan tek k i şinin kendisi oldu ğunu anladı. Katiller kapıyı vurup, gitmi şlerdi. "Beni bir sonraki şölene ayırdılar," diye inledi. Başını kaldırdı. Gözlüksüz gözleri şimdi sanki miyobu düzelmi ş gibi son derece net görüyordu odanın öbür ucunda kanlar için de iki büklüm kalmı ş Yüzbaşı Birol'un cesedini. Kan, ter, gözya şıyla ıslanan bedeni sarsılarak a ğlamaya ba şladı. "Tanrım, ah Tanrım biraz daha ya şayaca ğım diye sevindi ğim t için çok utanıyorum!" Altına i şedi ğinin henüz farkında de ğildi. SEKS YALANLARI "insanların ço ğu seksin zevkli oldu ğu görüsüne katılacaklardır. Ama cinsel enerjinizi dönü ştürmez ve onun dı şarıya sızmasına izin verirseniz, canlılı ğınızın tükenece ğinin bilincinde olmalısınız. Bu tükeni ş gittikçe yorgunluk ve bunalım gibi psikolojik, sırt ve böbre k a ğrısı gibi fiziksel acılara neden olacaktır." Chia & Chia (Kadınlar için Taocu Sevi şme Sırları) "insanların bir semtte ya şamak için hiç de ğilse tek bir nedeni olmalı!" dedim. "Bizim artık Kuzguncuk'ta ya şamak için hiçbir nedenimiz yok!" Annem elinde te şbih, yüzünde ı şıklı bir gülümseme, seccadede oturmu ş, dudaklarını usul usul kımıldatarak te şbih çekiyordu. Ba şında, saçının üstüne şeffafmı ş gibi kondurup, iki yandan omuzlarına sarkıttı ğı i şlemeli fildi şi renginde dikdörtgen bir tülbent vardı. I şıltılı siyah rengi ve gürlü ğüyle hep gurur duydu ğu saçları artık iyice kırla şmıştı ve tıpkı babaanneminki gibi bir topuzla onları ensesinde top luyordu. Ve yine tıpkı onunki gibi uzun, dar etekli elbiseler giymeye ba şlamı ştı. Annemin babaanneme bu kadar benzemek isteyi şi ve bunu ba şarması beni mutlu ediyordu. Babaannemi severdim.

Page 150: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Sıkı ştık burada... Her yan anılarla dolu... Soluk alamıy oruz..." dedim gözlerimi kaçırarak, "Ba şka bir yere ta şınıp, yeni bir ya şam kuralım anne." Teşbihini çekmeyi sürdürdü annem. Aramızdaki sessizlik huzur doluydu, ama ben huzursuz, sıkıntıdan çatlayacak gibi şi şmiş hissediyordum kendimi. "Neden siz erkekler bazı konularda böyle dolambaçlı ve korkak davranırsınız, evladım?" dedi yumu şacık bir sesle annem. "Ben ne yaptım ki anne?" "Daha ne yapsaydın be güzel o ğlum? Bu kız sana gelmi ş, ortada kaldım, uzat elini demi ş... Sen çekip gitmi şsin." "Anneee... Ne deseydim yani? Gel bizde kal mı? Hıı ?..." "Elbette," dedi annem son derece sakin bir sesle, k alkıp seccadesini toplarken, "Bu kızın çocuklu ğundan beri sana tutkun oldu ğunu sa ğır sultan bile duydu, sen habersizmi ş gibi davranıyorsun be evladım. Ondan iyisini mi bulacaksın? Hem çok güzel, hem meslek sahibi, kültü rlü, hem de hanım hanımcık. Üstelik hırçın ve kibirli de de ğil!" "Anneee!!!" Aras'ın ve babamın gidi şinden sonra Meric'in anneme çok destek oldu ğunun, bir bakıma annemi kurtardı ğının elbette far-kındaydım. Bu nedenle ona minnettar oldu ğumu da saklamıyordum, ama bu daha çok bir borçluluk duygusu sayılmaz mıydı? Öte yandan hırçın ve kibirli olan, ama meslek sahib i, hele hele hanım hanımcık hiç olmayan (gelecek için de hiç umut verm eyen) Ada'ya laf atıyordu tabii. Annem, yalnızca askerlerin, terzi, öğretmen, doktor ve mühendislerin meslek sahibi sayıldı ğı bir ku şağın ve ortamın kadınıydı. Foto ğrafçılık meslek de ğildi onun gözünde... Halbuki Aras'la birlikte bir gelecek kuracaklarına kesin gözüyle bakıldı ğı yıllarda Ada'dan daha akıllı, kaliteli ve soylu bir kız yoktu annemin dilinde. O "felaketten" sonra Ada mı çok de ği şmişti yoksa annem mi? Belki de Aras'ın güçlü ki şili ği ve bin-bir yetene ğiyle kar şısına kondu ğunda ideal gelin olarak görülen aynı Ada, benim yanıma uygun d üşmüyordu annemin gözünde... "Bak güzel evladım, ben size yük olmam. Siz kendi e vinizi, yuvanızı kurar, diledi ğiniz gibi dö şersiniz. Ben alt kattaki küçük odaya tuvalet, banyo eklettirip, oraya ta şınırım. Hiç rahatsız etmem sizi. Ne olacak, fâni dünya... Hayat pamuk ipli ğine ba ğlı evladım..." Giri ş katına kiracı istemedi ği için, oradaki iki odalı daire artık depoya dönüşmüş, tuvaleti iptal edilmi şti. Demek, orada ya şamaya bile razıydı annem... Sesi titredi ama hemen toparlandı. Ben de duymazdan geldim, ikimiz de acı çekmekten ve a ğlamaktan yorgunduk. "Anneee, ortada fol yok, yumurta yok, sen neler pla nlamı şsın me ğer!.. Yapma Allah a şkına!.. Hem daha erken..." "Ne için erken?" Seccadesini ince, uzun bir rulo yapıp, kapının arka sına koydu. Yanıma gelip, beni oturdu ğum koltuktan kaldırdı, koluma girdi, biraz da sürükleyerek oturma odasına götürdü. "Seninle şöyle ana-o ğul kar şılıklı kahve içmeyeli epeyi oldu. Otur şuraya bakiim, ben iki orta kahve getiriyorum. Rahmetli Mü r şide Hanım - nur içinde yatsın! - usulü pi şirece ğim." Sesinde ne şeli, hatta hınzır tınılar vardı. Sevindim ve ürktüm . "Sakın kaçma, bekle beni!" Pencerenin önüne gittim, tül perdeyi açtım, Üryaniz âde soka ğına baktım. Kı ş ortasıydı, geceydi. Kar şıda hep ı şıl ı şıl parlayan kö şkü aradım. Kö şkte şimdi tek bir ı şık ölgün ölgün yanıyordu. Bahçevan Şakir Amca'nın kanserden ölmesiyle bahçenin canlılı ğı da kaybolmu ş, sala ş, da ğınık herhangi bir bahçe kalmı ştı geriye. Küçük fıskiyeli havuz, sümüklü ve bakıms ız bir sokak çocu ğu gibi hüzün vericiydi. Altında nice ho ş sohbetin, çocukluk ve ilkgençlik ke şfinin gerçekle şti ği asma yapraklı çardak bildi ği ve şahit oldu ğu bütün gerçekleri de beraberinde alarak, solup git mişti. Sivri'nin kulübesine sonradan gelen hiçbir köpek tutunamamı ş, o ortama uyum sağlayamamı ştı. Bazan bütün malzemeler ve ölçüler do ğru da olsa yemek lezzetsiz olabilir! Sonunda kö şkün bahçesi köpeksiz kalmı ştı. Kö şkün

Page 151: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bahçesi mevsimlik bahçevan ve i şçilere ra ğmen hiçbir zaman Şakir Amca'nın zamanındaki görkemli güzelli ğine dönemedi bir daha. Süreyya Mercan çok hastaydı. Cihangir'de kendine bi r stüdyo-ev kiralayan Ada sık sık kö şke gelip, Kuzguncuk'ta kalıyordu. Ben de haftada ik i üç kez uğruyor, hem onu hem de şair Do ğan Gö-kay'ı görebiliyordum. Meric'in annesi evlenmi ş, Meriç ö ğrenci yurduna ta şınmı ştı. "Mür şide Hanım, Türk kahvesinin şekerini kahve kaynadıktan sonra eklerdi, bakalım onu kadar iyi yapacak mıyım?" diye seslendi annem mutfaktan. Mutfaktan ne şeli bir sesle seslenen annemi nasıl da özlemi şim. Gülümsedim. Öğretmenli ğimin ilk sömestiriydi ve ö ğrencilerden çok ben ders çalı şıyor, çok yoruluyordum. Yeterlilik sınavını atlattıktan s onra i ş için ba şvurdu ğum okullar arasında beni ciddiye alan ve bekledi ğimden daha iyi ücret telâffuz eden ilk teklifi kabul etmi ş, apar topar çalı şmaya ba şlamı ştım. Özel Atacanlı Lisesi'nde edebiyat, kompozisyon ve y edek felsefe öğretmenli ği yapıyor, üniversiteye hazırlık kurslarında sözsel test dersine giriyordum. Üzerimde büyük bir baskı, a ğır bir yük vardı. Pani ğe kapılıyor, belli etmemek için geriliyor, gerildikçe kendime be nzemeyen kasılmı ş birine dönüşüyordum. Kar şımda kimi parlak, kimi bıkkın, kimi de alaycı bakı şlarla dikilmi ş gençler vardı ve deneyimsizli ğimi her an yüzüme çürük bir yumurta gibi fırlatmaya hazır bekliyorlardı. Büyük ço ğunlu ğu edebiyatı ve sosyal dersleri "fasulyeden" sayıyor, hayatta en hakiki re hberin yalnızca matematik ve fizik oldu ğuna şartlanmı ş olarak, at gözlükleriyle uygun adım yürüyorlardı. O sıralar onları olası bir tehlike gi bi görüyor ve yakınlık duymuyordum. Okulun adıyla, soyadımın benzerli ği nedeniyle okulun sahiplerinden oldu ğuma dair yayılan dedikodu benim kula ğıma dek gelmi şti. Bu benzerli ğin bir tesadüf oldu ğunu anlatmak için didinmem tam tersi bir tepki yara tıyor, öğrenciler; "tabii tabii hocam, benim de Sabancı'yla akraba oldu ğum söyleniyor" diyerek dalga geçiyorlardı. Birkaç ay s onra ben de i şin ucunu bıraktım. "î ştee, o sizin uyduruk neskafelerinize ölsem de ği şmeyeceğim caanım Türk kahvesi!.." Annem, özellikle benim ö ğrencilikten çıkıp, i ş hayatına girmemden sonra ilk kez eskisine benzer renklerde gülümsemeye, telefon sohbetleri, kom şu ziyaretleri yapmaya, gazete okumaya ba şlamı ştı. Her şeye ra ğmen yolunda giden bir tek şey vardı ve annem şiddetle o şeye tutunuyordu. Annesi güçlü olan bütün erkekleri bilemem ama, ben belki de bu y üzden güçlü, ya şama bağlı kadınlara hayran olurum daima. "Dur şöyle bir alıcı gözüyle bakayım benim Mavi Tuna'ma h ele!.." "Eyvaah!.." diye hayıflandım. Böyle bir giri şin ardından konu şmamızın hangi yörüngede dola şaca ğını kestirmek hiç de güç de ğildi. Annesi tarafından bir türlü yeti şkin sayılmayan evin tek-nedibi kazazedelerindenim y a... Beri yandan "o felaketin" ardın- dan önce o ğulsuz, sonra kocasız kalan annem isteksizce de olsa beni "evin erke ği" dedi ği, kendince ya şamın en önemli yerine oturtmak zorunda kalmı ştı. Yine de i şine geldi ği yerlerde beni hemen "bıcı bıcı" sevdi ği minik o ğluna dönü ştürüveriyordu i şte. Eskiden olsa bütün bu tavırlara ve taktiklere feci bozulur, aksile şirdim ama acıyı ya şamak insanı deği ştiriyor... Annem hâlâ ayaktaydı ve o ailemden kalan son ki şiydi. Bir borçluluktan çok, kendi varolu şumun sallanan temellerini güçlendirmek içgüdüsü belki... Ve tabii, bu dünyada "iyi rol" al mak üzere do ğanlardandım ve ba şkası elimden gelmiyordu. "Güzel olmu ş mu kahve?" "Eline sa ğlık, senin kahven hep güzeldir Zübeyde Hanım." "Afiyet olsun, yarasın o ğluma!" "Eyvaahh!.." diye ürperdim yeniden. Vıcık vıcık bir anne-çocuk muhabbeti geliyordu besbelli. "Tuna, ben dü şündüm de..." "Annece!.." "Ne var canım? Ne bakıyorsun öyle? Daha a ğzımı açmadım bile..." "Ne söyleyece ğini biliyorum Zübeyde Hanım!"

Page 152: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ne söyleyecekmi şim bakalım?" "Tabii ki Meriç meselesi..." "Sandı ğın gibi de ğil!" "Nasıl sandı ğım gibi de ğil?" "Cinsellik sandı ğın kadar önemli de ğildir o ğlum, insanın cinsel arzuları zamanla ve sevgiyle birlikte büyüyebilir." Efendim ?.. A ğzım açık kalakaldım. Yanlı ş duymu ş olmalıydım. Elimdeki fincandan kahve aktı pantolonuma. Beceriksizce silm eye çabaladım. Hayır, olacak şeyler vardır, olmayacak bazı şeyler vardır... Annem, benim Do ğu Anadolu kökenli, ortaokul mezunu, ev kadını, mahcup ve hatta bazen tutucu annem, yirmi üç ya şındaki o ğluna seks tavsiyeleri ediyordu ve ben de buna inanacaktım, öyle mi ?.. Annemle babamı bir kez bile elele, dizdize görmemi ştim. Birbirlerine "hayatım", "sevgilim" dediklerini hiç duymamı ştım. Sinema ve televizyondaki öpüşme sahnelerinde bile aniden ba şka şeylerle ilgilenip, gözlerini kaçıran utangaç annem şimdi bana seks dersi mi veriyordu? Ben mi çok geri kalmı ştım da, annemin "MS arkasına dü şmüştüm? Yoksa annem mi de ği şmişti de ben farkına varamamı ştım? 296 Seks benim sandı ğım kadar önemli de ğildi demek! îyi ama benim seksi ne kadar önemsedi ğimi nereden biliyordu annem? Seks benim önemsedi ğim kadar önemli de ğilmi ş ha? Pöh! Hah! Yok canım! Ne laf ama!.. "Neden yemek yemek, su içmek, uyumak, dı şkılamak ve i şemek önemli de seks değilmi ş bakalım? Sekssiz ya şanabilirmi ş de... Cart, curt, curt!.. Ha, görüyoruz cinsel yoksulluk ya şayanların ya da seks sorunları olanların mutsuzluklarını, sapkınlık ve şiddetlerini..." diye ba ğırıp, anneme bunları anlatmak istedim ama yapmadım, sustum. Annemle seks konusunu tartı şmamın ne anlamı olacaktı ki ?.. "Cinsellik elbette önemlidir ama senin sandı ğın kadar çok de ğil. Hem cinsellik kar şılıklı sevgiyle büyür o ğlum. Tek taraflı sevgi insana huzur vermez evladım!" Şaşkınlı ğım yüzümden apaçık okunuyor olmalıydı ve galiba ann emle cinsellik konu şmaktan utanan bendim. "Bunları konu şmamız gerekmiyor anne... Hem ben bu konularda sandı ğın kadar beceriksiz sayılmam," dedim. Sesim, oyunca ğı elinden alınmı ş bir çocu ğunkine benzetilebilirdi. Güldü annem; "Hiç kimse de ğildir Tuna." Bakınca annemin gözlerinde parlayan tanımadı ğım ı şıltılar gördüm. Annem haklıydı ve belki de kli şe dü şünceleri olan bendim... "Dünya hızla de ği şiyor o ğlum ve zaman denen insafsız şey insanın yirmi be ş yaşından sonra öyle hızla geçip gitmeye ba şlıyor ki, akıllara selamet! Bir bakıyorsun ya şlanıvermi şsin... Sıkıca tutmadı ğın şeyler akıp gidiveriyor ellerinden... Hatta... bazan sımsıkı tuttukların bi le..." Sustu, ikimiz de birbirimize belli etmeden ellerimi ze baktık. "Kibirle ve kararsızlıkla geçirilen gençlik kimseye mutluluk getirmemi ştir." Yine sustu. Annem beni şaşırtmaya karar vermi şti bir kez anla şılan. "Sen Aras'a benzemezsin Tuna. O..." derin bir soluk aldı. ilk kez Aras'la ilgili bu kadar so ğukkanlı konu şabiliyor ve adını telâffuz edebiliyordu. "Ara ş çok kararlı, bazan fazla gözü kara bir çocuktur." Sessizce dudaklarını kımıldatarak kısacık bir dua okudu a ğabeyim için. "Sen... sen çocukken bile uzun süre kararsız kalır, karar verdi ğinde de artık çoktan şansını kaybetti ğin için çok üzülür, bu üzüntünü günlerce sürdürür, burnumdan getirirdin. Biraz rahmetli baba na çekmi şsin." Sustum. Kalbim kırılmı ştı ama annem haklıydı ve bunları sitem etmek için anlatmıyordu. Belki de benim asıl sıkıntım, kendimi oldu ğum gibi kabul edemeyi şimden kaynaklanıyordu, insanın kendisini hiç be ğenmedi ği yanlarıyla

Page 153: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

birlikte benimsemesi, ortalama olarak insan ömrünün kaçıncı yılına denk düşüyor acaba? "Kadın-erkek münasebetleri filmlerdeki gibi olmuyor gerçek hayatta o ğlum." Hoppala... bu konu şan kim gerçekten? Cinsel e ğitimimin ilk sayfası, sinema, çizgi romanlar, telev izyon ve kitaplardan çok önce Ada'nın anne ve babası tarafın dan yazılmı ştı aslında. Beş ya şlarındaydım ve kö şke yeni yeni gider oldu ğum günlerdi. Bahçede Ada ile oynarken kapıda bir taksi durmu ş, içinden hiç unutamayaca ğım güzellikte, siyah üzerine eflatun ve beyaz iri çiçe kli emprime elbisesiyle ipil ipil bir prenses inmi şti. Taksi şoförü, bir özel şoför gibi ko şup, bu prensese kapıyı tutmak gereksinimi duymu ştu. Kö şkün kapısında aniden beliren bahçevan ve dadı heyecanla prensesi kar şılamı ş, köpek Sivri bile hayranlı ğını gizleyememi şti. O sırada kö şkten fırlayan Süreyya Mercan ate şli bir heyecanla ko şup, prensesin elini öpmü ş, koluna girmi şti. Gözleri kimseyi görmeden birbirlerine kilitlenmi şti. Prensesin pek çok bavulu vardı ve pastaya benzer ba zı renkli kutular da getirmi şti. Bahçevan bunları kö şke ta şıyordu. "Annem film çekmek için Roma'daydı da..." dedi Ada benim ilgimi geri almak iste ğiyle. Demek Ada'nın annesi bu prensesti! Onlar tam kö şke girecekken prenses kızını anımsadı. Yüzüne suçlu luk duygusu yayılmı ş olarak ko ştu ve Ada'ya sarıldı. Ona çantasından çıkarttı ğı süslü çikolata paketleri verdi. Bavullarında 297 bir dolu oyuncak oldu ğunu müjdeledi. Belki daha fazla kalacak ve beni de fark edecekti ama Süreyya Mercan neredeyse kıskanç- 298 lıkla çekerek prensesi kö şke götürdü. Büyülenmi ştim! "Â şık kumrular!" demi şti Ada çikolata paketlerini açarken, bilmi ş bilmi ş. Şair Dayı'nın taktı ğı bu ismi papa ğan gibi tekrarlayan Ada'nın yüzünde çocuklarını ho şgören bir annenin ifadesiyle, annesiyle babasının birbirlerine olan a şkıyla dı şlanmı ş hisseden bir çocu ğun kıskançlı ğı karmakarı şık duruyordu. Aynı gün, şimdi tam olarak çıkartamadı ğım bir nedenle kö şke girmi ştim. Belki kaybolan bir oyuncak pe şindeydim, belki merak ... Bilmiyorum, anımsamıyorum... O sıralar, kö şkte biz çocukların giri ş katında bulunan her yerde oynamamızın serbest ama yatak odalarının oldu ğu ikinci kata , çıkmamızın yasak oldu ğu kuralını bilmiyordum henüz. Üst kattan gelen yumu şak, tatlı kıkırdamaların ve fısıltıların büyüsüne kapılıp, me rdivenleri tırmanmaya başlamı ştım. O insanı gev şeten, yumu şacık fısıltılara do ğru mıknatısla çekilir gibi yakla şırken o ğlan çocu ğu yüre ğim yerinden fırlayacak gibi gümbürdüyordu. Sonunda kapısı aralık banyonun önünd e çakılıp kalmı ştım. Bir kere banyo inanılmaz güzel gözükmü ştü gözüme. Duvarlar aynalarla, yerler beyaz pelü ş halılarla kaplıydı. Küvet ve lavabo sarı renkteydi ve sonra... Sonra köpüklerle dolu küvetin içinde • o nları görmü ştüm. Ada'nın annesi ve babası çırılçıplaktı ve bir-. birlerini o kşayıp, gülüyorlardı. Babası, annesinin memelerini ısırıyor, bu sırada an nesi a ğlayaca ğı yerde gülümsüyordu. Birlikte küvetin içinde sarılmı ş olarak yaylanıyor, zevkle inliyorlardı. Birbirlerini yalamalarına ise hiç anl am veremiyordum; benim yalamayı sevdi ğim tek şey sakızlı dondurmaydı. Beş ya şında bir çocuk bunların ne oldu ğunu azbuçuk hissedebilir ama adını koyamaz, anlayamaz ve bu yüzden rahatsız olur. Beni m ilk gördüklerim zevkli ve keyifli bir sevi şmenin resimleriydi ve bende pozitif bir iz bırakmı ştı. Yine de yeti şkinlerin dünyasını çocuklarınkinden farklı ve biraz ürkütücü bulmu ş oldu ğumu itiraf etmeliyim. Neyse ki, benim annem ve baba m bunları yapmayı bilmiyorlardı, onlar farklıydı. Daha sonra çocuk yapmak konusundaki cehaletime(i) a cıyarak aynı küvetin içinde bana çıplak bedenini gösteren ve nikâh kı- yılmadan çocuk sahibi olunamayaca ğına dair inancını açıklayan küçük Ada'nın deneysel cinsel dersi var seks anılarımda.

Page 154: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bundan sonra kenar kö şelerde sık sık Aras'la Ada'nın öpü ştüklerine şahit olmu ştum. Ama ilk cinsel heyecanı dedemin ölümünden sonr a yine kö şkün banyosunda küvetin ucuna oturup, Meric'in kanayan b urnunu silerken onun beklenmedik bir ihtirasla bana sarılıp, öpmesiyle y aşamıştım. O öpü ş bende gerçek bir cinsel uyanı şa yol açmı ştı ve Meric'in ate şli sokulu şları, benim de bir kız tarafından arzulanabilece ğim! bana hissettirmi şti. Meriç'le ya şadı ğım kısa dokunu şlar ve ate şli öpü şmeler bende tuhaf duygular yaratırdı daima. Onun gibi sessiz ve utangaç görüne n bir kızın böyle tutkusal ve arzulu bir ba şka di şiye dönü şüver-mesi beni heyecanlandırır ama biraz da ürkütürdü. Daha sonraları rahat ve sa ğlıklı görünen kadınların da yatakta nasıl utangaç ve/ ya sorunlu olabildiklerin i ö ğrenecektim. Meric'in beni kö şe bucaklarda sıkı ştırıp bütün bedeniyle titreyerek öpü şmek arzusunu hiç reddetmedim. Ama kısa birkaç ok şama dı şında i şi ileri götürmekten hep kaçındım. Birincisi: "hayır" demeyi ö ğrenemeyecek kadar aptal olmam, ikincisi: Meric'e acımakla karı şık duydu ğum sevgi, üçüncüsü: güzel bir kız tarafından böylesine arzu edilmeye ka r şı koyacak hiçbir erkek olamayaca ğından. Karmakarı şık yani... Dördüncü ve asıl neden, kendimi birisine saklamak g ibi zavallı, salak ve çocuksu bir şeydi. Sanki bir gün Ada benim de bir erkek oldu ğumun ayrımına varacaktı ve ben ona, onu kimseyle aldatmamı ş olarak gidecektim!!! Bir mucize, bir sihir, bir gizem!.. Tanrım, mucizelere yalnızca aptallar mı inanır, yoksa mucizeler yalnızca onlara inananlar i çin mi gerçekle şir? Üniversite yıllarımda üç kızla seks hayatım oldu. B ir tanesi sınıf arkada şımın ablasıydı ve benden üç ya ş büyüktü. En yakın arkada şıyla kendisini aldatan kocasından yeni bo şanmıştı, kalbi kırık, feci yaralıydı. Karde şiyle bulu şmak için okula geldi ği bir gün beni de birlikte gidecekleri sinemaya davet etmi şti. Kı ştı; istanbul'un sis ve lodosla küsüp, ü şüdüğü bir gündü. Tam, insanın içindeki bütün kurtların ay aklandı ğı bir hava. Sinema çıkı şı bir kafede salep içmi ştik. Gözlerimin içine bakıp; "Kadınları aldatmayacak bir erkek var mıdır dünyada , bir tanecik bile ?.." diye sormu ştu. Sesinde sırtından bıçaklanmı şların acısı, masumiyeti öldürülmü şlerin kederi ve erken büyümü ş çocukların şaşkınlı ğı vardı. 300 Zeytin esmeri teni, siyah darmada ğanık gür saçlarıyla alev alev yanıyordu. Simsiyah g özlerinde dokunsan a ğlayacak kederli bu ğular uçu şuyor, huzursuzca hareket eden parmakları birazdan kendi bo ğazını sıkacakmı ş gibi gergin görünüyordu. Ah bir parça sevgili dokunu şa ve huzura ne çok gereksiniyordu... "Ben, sevdi ğim kadını hiçbir zaman aldatmayaca ğım!" dedim usulca. "O bunu hiç sormayacak ama hep bilecek." O zaman a ğlamaya ba şladı. Elimi tutup hüngür hüngür a ğlamaya ba şladı. Ba şka bir zaman olsa, bir kafede elimi tutup a ğlayan genç bir kadınla görünmekten utanırdım. O gün hiç rahatsız olmadım. Birlikte kal ktık ve onun evine gittik. Sis nedeniyle Üsküdar vapurları çalı şmıyordu. Anneme telefon ettim ve onun evinde kaldım. O gece gerçek anlamda ilk kez bir kadınla sevi ştim. Kar şımda çok acı çekmi ş, yaralı, genç bir kadın vardı ve bazan vah şi bir di şi aslan, bazan umutsuz küçük bir kız çocu ğu olarak bedenimin her karısıyla sevi şiyordu. Önce onu mutlu etmek için öpüp, ok şadı ğı-mı sandım, ama az sonra dolgun memelerini öpüp, küçük küçük ısırmaktan, iri kalçal arını avuçlayıp, acıtarak sıkmaktan ve içine girip uzun uzun gezinme kten çok zevk aldı ğımı anladım. O da bunu fark etti ğinde kısa uyku ve atı ştırma aralıklarını saymazsak sabaha kadar defalarca sevi ştik. Bir kadını sevi şirken mutlu edebilmenin erke ğe de zevk verdi ğini o zaman ö ğrendim. Ve bir kadının aldatıldı ğında ne çok yaralandı ğını o zaman anladım. Onunla ili şkimiz ate şli ö ğlesonrası sevi şmeleriyle altı ay kadar sürdü, iyile şiyor, kendini "aptal yerine konmu ş alık kadın" hissetmekten çok özsaygısını korumu ş biri olarak duyumsamaya ba şlıyordu. Evlenince ayrıldı ğı eski i şine tekrar döndü. Yüzündeki ye şil ihanet acısının yerini olgun ve seksi bir gülümseme almaya ba şladı. Sevi ştikçe güzelle şiyor ve kendine güveni geliyordu. Ondan ho şlanıyordum. Beni bütün küçük ve kaçamak seks

Page 155: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

deneyimlerinden kurtarıp erkek yapan oydu ve bunu o na söylemeyi önemle istemi ştim. Bu ona iyi geliyordu. "Tuna sen benim en romantik mucizemsin!" diyerek gö zlü ğümü çıkartır, ba şımı elleri arasına alıp uzun uzun öperdi dudaklarımdan. "Ama senin mucizenin ben olmadı ğını biliyorum canım!" derdi hiç bozulmadan. Bozulmazdı, çünkü bana â şık de ğildi. Birbirimizden ho şlanmı ştık ve ikimizin de dokunmaya, öpmeye ve öpül-meye çok ihtiyacı vard ı. Yine de beni tanıyan herkes bilir ki, cinsel yanı a ğır basan bir ili şkide bile duygusal doyumlar olmadan bulunamam. Birbirimize hiç benzemiyorduk, ortak yanlarımız yok tu. Đkimiz de "bir süre için" beraber olmak dı şında bir beklenti ta şımıyorduk. Ben onun için çok toydum, o benim için... Yaz ba şında Ada, Türkiye'ye tatile gelmi şti ve ben Kuzguncuk-lu Balkız'ın çekim alanı dı şına çıkamaz olmu ştum yine. Kadınlar, "öbür kadını" hissetmekte inanılmaz yeteneklidirler! Ama o, hiç s item etmedi. (Belki de Ada tam anlamıyla bir rakip de ğildi!) Yaz sonunda bana ba şka biriyle tanı ştı ğını söylemek için telefon etti. "Seni aldatmadım Tuna. Daha yeni ba şladık çıkmaya. Ondan çok hoşlanıyorum..." O kı ş evlendi. Nikâhına davetliydim, gittim. "Seni Tuna'yla tanı ştırayım," dedi kocasına, "Bundan sonra hiç görmesem de iyiliklerini hep şükranla anaca ğım hakiki bir in-. san!" Bir daha hiç görü şmedik. ikincisi Aliye 'ydi. Ada'nın yaz tatili dönü şlerinde yava ş yava ş Türkiye'deki foto ğraf çevreleriyle tanı şmaya ba şladı ğı, Kuzey Amerika'da çekti ği saydamları küçük ilgi gruplarına gösterdi ği yıllardı. Beyo ğlu'nda amatör bir foto ğraf kulübünde çalı şan bir kız "resmen" yakamıza yapı ştı, nereye gitsek kar şımıza çıkmaya ve ille de bizimle arkada ş olmaya çabalıyordu. Önceleri ona sempati duymu ştuk, istanbul'a adını bir sır gibi sakladı ğı "uzak bir doğu şehri"nden göç etmi ş, gece lisesini bitirmi şti. Bir şirkette çalı şırken yabancı dil ve foto ğrafçılık ö ğrenmeye çalı şıyor, tırnaklarıyla hayata tutunmu ş, dü şmemek için her şeyi göze almı ştı. Onun bu tek ba şına verdi ği mücadele Ada'yı etkilemi şti. "Bu kız evinden kaçıp buralara gelmi ş olmasın sakın? Pe şinde eli tabancalı namus temizleyici erkek karde şleri falan ?.." Ada onu arkada şlarıyla tanı ştırıp, çevresini geni şletmesine ve kendi foto ğraflarıyla ilgili i şler uydurup, bütçesine katkıda bulun- joı maya yardım ediyordu. Aliye, Ada'ya hayrandı, bana kar şı ilgisiz de ğildi. 302 "Bu kız yetenekli Tuna. Aklını da kulla nmayı dü şünürse, iyi *""— bir sanatçı olabilir," diyordu Ada. Aliye'nin sorunlu oldu ğunu anlıyordum ama ilk ba şlarda bu sorunun boyutları hakkında hiçbir fikrim yoktu. O kendini do ğuştan haksızlı ğa u ğramı ş ve eksik hissediyor, bu e şitsizli ğin öfkesini önüne çıkan herkese yerli yersiz kusuyordu. Şaka yaptı ğı sanılırken aniden ciddile şiyor, duygulandı ğı bir anda tamamen katı bir alaycılıkla önce kendini sonr a kar şısındakiler! altüst edebiliyordu. Durup dururken, en olmadık yer de yüksek sesle türkü söylemeye ba şlar, a ğlanacak bir olayda kahkaha atardı. Büyük bir kentte , bolluk içinde yeti şmemiş olu şunun öfkesi, özyıkıcı bir nefrete dönü şmüştü. Deği şik bir fizi ği vardı, ince ve uzundu. Elmacık kemikleri dikkati çekecek denli çıkık, hafif çekik kahverengi gözleri yüzüne Uzak-Do ğulu izler ta şıyarak onu oldukça seksi denebilecek bir kıza dönü ştürmü ştü. Girdi ği yerde dikkatleri çekerdi. Ama ya şamı boyunca yanında ta şımaya boyun e ğmiş göründü ğü ve hatta bundan zevk aldı ğı şiddetli huzursuzlu ğu, genç, ho ş, özgür ve kendi-ba şarmı ş bir kadın olarak ya şamın tadına varmasına engel oluyordu. Her şeyi, güçlükle kurdu ğu şeyleri bile ba ğnaz bir hırsla tamamen yıkabiliyor, sonra elleri yeniden bo ş kalınca iyice hırslanıyordu. Önceleri kıt kanaat edindi ği dar pantolonlar ve ucuz kazaklar, eli biraz düzeldi ğinde deri pantolonlar ve pahalı sitreç bluzlara dön üştü. Ama

Page 156: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

renkleri hep aynı kaldı. Aliye hâlâ yalnızca siyah renkler giyer ve dudaklarını bordoya boyar. Müebbet yasa mahkûm etmi ştir kendini! Onu çekici bulan erkekler, sivri uçlar arasında sık sık ve şiddetli yolculuklara çıktı ğım görünce ürker kaçarlardı. Erkekler, kadınların duygusal patlamalarından korktukları kadar ba şka hiçbir şeyden korkmazlar. Ada, Kuzey Amerika'daki foto ğraf okuluna geri döndü ğünde, Meriç yurtta yaşamanın sorunları ve a ğır ders programıyla me şguldü. Eski sevgilim, yeni kocasıyla halayına çıkmı ştı, i şte tam o sıralarda Aliye sık sık beni telefonla aramaya, ders aralarında gitti ğim Sultanahmet'teki çay bahçesine gelmeye ba şladı. Sanırım şair Do ğan Gökay'ın dedi ği gibi "tabiat bo şlukları sevmez ve hemen doldurur "du! Onu pattadanak kar şımda bulunca hep irkiliyordum. i şinden nasıl izin aldı ğını ve nasıl bir i ş yaptı ğını bir türlü anlayamıyor-dum ama ilgisinden hoşnutsuz da sayılmazdım. Her ya ştaki erkekler yanlarında seksi bir kadınla görülmekten ho şlanırlar. Kimisi bunu itiraf etmez, saklar, kimisi inkâr eder, karalar... Ama sonuç aynıdır. Önceleri sakin ve dengeliydi. En zayıf yanımdan yak alamı ş, usul usul ama emin adımlarla ilerliyordu. " Şu Ada ne ola ğanüstü bir yaratık ya!.. Ben bööle bi kadın görmedi m daha!" "Öyledir!" "inanılmaz bir kadın valla! Müthi ş gözlemci bi kere... Seninle konu şurken arka gözleri ve arka kulaklarıyla çevrede ne varsa tarar ve deklan şöre basar!" "Yeteneklidir." "Ayrıntılar konusunda gösterdi ği inceli ği öve öve bitiremedi Semih Hoca. Tabii asılıyor da Ada'ya... Eh, güzel kız, çok hava lı, acaip kültürlü... Ada'nın en sade, en paspal halinde bile güzelden öt e, bole... şey... sanki prenses gibi bir havası var ya, i şte o ba ştan çıkartıyor erkek milletini." Şu Semih Hoca konusu canımı sıkmı ştı. Kimdi bu herif ve ne hakla Ada'ya asılabiliyordu? Ve tabii ne zaman bu yolda bir dü şünceyle için için öfkelensem aklıma gelen o berbat sözler mideme ta şlar diziyordu. "Sana ne? Senin derdin mi Ada'nın kimi seçip, kimin le ne ya şadı ğı? O özgür bir genç kadın ve sana verilmi ş hiçbir sözü yok! Siz yalnızca iki çocukluk arkada şısınız! Haddini bil Tuna! Eh, heralde Kuzey Amerika kıtasının kalabalık, ı şıltılı büyük bir kentinde o so ğuk kı şlarda yapayalnız evde oturup, televizyon seyrederek marsh-mellow yedi ğini, uslu uslu okuluna gidip geldi ğini dü şünmüyorsun umarım? Hem zaten öyle olmasına gönlün r azı olur muydu?" Bir süre sonra Aliye'yle birlikte senfoni konserler ine ve sinemaya gitmeye başladık. Çılgınlar gibi okuyor, ö ğrenmek ve açıklarını kapatmak için didiniyordu. Onun bu azmini takdir ediyordum ama ö ğrenmenin keyifli yanı yaşanmadı ğı zaman geriye bir zorunluluk silsilesi kalır ki, s evilmeyen dersler ve okul dertleri ta- mamen bunun eseridir. Aliye, bir şeyleri ö ğrenip zenginle şmek ve ya şamdan daha çok tat almak arzusunda de ğildi. O, bilgisiyle in-tikam almak için donanıyordu. Ö ğrenirken bile hırsı öfkeli, co- şarken bile rengi siyahtı. "Okşizensiz bir toplum olduk, baksana herkes ba şkasının havasını çalıyor!" Sözcük hazinesini ve diksiyonunu geli ştirmek için çalı ştı ğını biliyordum ama şu oksijen sözcü ğünü bir türlü do ğru söylemezdi. Sonradan bunu başardıysa da sinirlendi ğinde hâlâ "ok şizen" çıkar a ğzından. "Sen Ada'ya sırılsıklam â şıksın!" diye ba ğırdı. Emek sinemasındaydık. Sinema Günleri henüz Đstanbul film festivali adını almamı ştı ve bir ispanyol filmi izliyorduk. Adını anımsamı yorum ama bir kralın ümitsiz a şkını anlatan bir masalın kara mizahla yeti şkinlere hazırlanmı ş bir versiyonuydu, galiba ispanyol filmiydi. " Şı şşşt! Yava ş..." Ne oldu ğunu anlamamı ştım. "Ama o seni sevmiyor! Sen bir oyuncaksın onun için! " sesinde zevkten inleyen birinin hazzı vardı.

Page 157: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Canım sıkıldı. Bütün sinema izleyicilerinin benim A da'ya â şık oldu ğumu bilmeleri de ğil de onun beni sevmedi ği yanlı ş fikriyle etkilenmeleri incitmi şti beni. "Saçmalama Aliye. Sus!" Öyle yapmadı, iyice saldırgan ve kırıcı davrandı ve salondaki-ler bizi şi şşt'layarak salondan attılar. Kaçmak zorunda kaldık. "Bak, a şkın binbir çe şidi vardır," dedim istiklal caddesinde Tünel'e do ğru yürürken. "Ve her çe şidi de acıtır! Do ğan Gökay'ın şiiri di mi?" "Evet. Bir sır de ğil ki bu!" "Sen ve senin gibilere sinir oluyorum Tuna!" Aniden durup, caddenin ortasında bana ba ğırmaya ba şladı. "Sizler yasamızın her anını birinci elden ya şıyorsunuz ve bu- ı nün çok do ğal oldu ğunu sanıyorsunuz! Şımarık ve kibirli piçler, n'olacak! Ben daha şair Do ğan Gökay'ın adını bilmezken siz onunla sohbet ederek büyüyordunuz! Ben soluk alamaz ken, siz hep ok şizen bollu ğundan yakındınız! Allah cezanızı verme»5 ki!-- " î Yoldan geçen insanlar durup, caddenin ortasında yan ındaki delikanlıya bağıran simsiyah ve daracık giysiler içindeki iri bord o dudaklı bu genç kadına baktılar, ilk bakı şta histerik görünmüyor ve bu ilgiden ho şlandı ğı anla şılmıyordu. "Bırak bu oyunları Aliye. Ya yürü gidelim, ya da be n yokum artık! Ya şamak yerine acı çekerek, çevrendekileri acıtarak zevk al ıyorsun! Bıktım artık senin saçmalıklarından!" Saldırganlık kesinlikle bula şıcıdır. Ben de caddenin ortasında durup ona bağırmı ştım sonunda. Sonra arkamı dönüp sinirli sinirli yür ümeye ba şladım. Kendime kızıyordum. Aliye beni huzursuz ediyordu. A rkamdan ko şarak bana yeti şti, koluma girdi; "Zevk almak mı demi ştin? Gel benimle!.." O günden başlayarak onun Be şikta ş'taki küçük, bakımsız ve sürekli ya ğlı kom şu yemekleri kokan iki oda, bir mutfak evinde sık sık sevi ştik. Aliye inanılmaz yo ğunlukta bir seks güdüsü ve enerjisiyle doluydu. Doy mak ve yorulmak bilmiyor, beni sürekli heyecanlandırıyordu . Günlük ya şamda oldu ğu gibi yatakta da mazohist zevkleri vardı. Kimi istek leri bana barbarca geldi ği için yerine getiremiyordum. Sevi şti ğim bir kadını kanatıncaya kadar ısırmak, ya da ona vurmak benim duygusal dünyamı pa ramparça ediyordu, yapamıyordum. O sıralarda derslerimin zorlu ğu nedeniyle zayıfladı ğımı düşünen annem beni daha çok beslemek için kollan sıvam ı ştı. Aliye yirmi altı ya şındaydı (yine benden büyük bir kadınla...) ve sevi şme konusunda bana inanılmaz gelecek kadar çok bilgiliy di. Taocular'dan Iranlılar'a, Japonlar'dan Amazon yerlilerine kadar gizli ve açık bütün seks tekniklerini biliyor, bunları benimle deniyordu. Am a asıl etkileyici olan onun oral seks konusundaki yetene ği ve deneyimiydi. Gerçekten de kilo kaybediyordum. Aliye sakin ve keyifli bir süreci ya şamaktan feci korktu ğundan, daima gerilim ve huzursuzluk pe şindeydi. Onunla ya şanan her şey fırtınalı, tipili ve dolu sa ğanaklıydı. Ailesinin hiç istenmeyen ve sevilmeyen d ördüncü kızı olarak do ğduğu güne sürekli lanet ederdi ama ba şardıklarının sevinciyle bir kez bile sarho ş olmayı denememi şti. Aliye korkuyordu. Yalnızlıktan, aşağılanmaktan, alay edilmekten, sevmekten, terk edilme kten, düzenli bir ili şki ve/ ya ya şam kurmaktan... Ya şamı ya şam yapan bütün güzelliklerden kaçıyor ve kaçarken de yoluna çıkan her şeyi yıkıyordu. KAM 20 J05 Ona elimi uzatmak, azıcık yardım etmek istedi ğimde saldırıp, beni paramparça parçalıyordu. Bir yıla yakın süren ili şkimizde $06 ona asla yakın olamadım, inanılmaz bir hareketlilik ve vah şilik ' içinde geçen sevi şmelerimiz ardından o kötü ya ğ kokan odasında yatarken onunla konu şmaya çalı şırdım. Birkaç saniye bo ş bulunup, sevgiye aç, kırık yüre ğini gösterse hemen pi şman olup, hakaretler ya ğdırmaya ba şlar, canımı sıkana dek

Page 158: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

saldırırdı. Aslında her saldırıda kendini yok etmek arzusu ta şıdı ğını artık öğrenmi ştim. Odasını ne şelendirmek için aldı ğım poster, renkli çar şaf takımları ve desenli kahve fincanlarını çöpe atar, onun sınıfınd a onun kurallarının geçece ğini söylerdi. Oysa bütün çabası sınıf atlamaktı ve bu çeli şkileri onu yıpratıyor, yok ediyordu. "Biliyor musun ben biriyle beraber hiç orgazm olmad ım!" dedi bir gün yatakta uzanırken. Buna inanmamı bekleyemezdi. Öyle aktif ve tutkulu s evi şiyordu ki, aniden yüksekten dü şmüş gibi afalladım. "Bana o derece yakın olacak bir erke ğe rastlamadım daha! '•:•'• Hepsi terk edecek nasılsa..." Terk edilmek fobisi! Bu duyguya yabancı oldu ğumu söyleyemem. O yaz, Ada Kuzguncuk'a döndü ğünde, Meric'i de alıp dördümüz bir Bo ğaz gezisine çıktık. O gezi sırasında, yanında sanki Ad a dı şında kimse yokmu ş gibi abartılı bir ilgiyle yalnızca Ada'ya yapı şan Aliye için Meriç; "Ben bu kızdan ürküyorum Tuna," dedi. "Sana yakınlı k duydu ğu için kendini bana kar şı suçlu hissediyor galiba..." diye yorumladı Ada. Daha sonra onu unutup, o yazı da Ada'nın sihirli sa manyolu-nun ucuna takılarak geçirdim. Bu özellikle Aliye'ye kar şı yaptı ğım bir şey de ğildi. Ada söz konusu oldu ğunda, ya şayan di ğer canlılara ilgim azalıyordu. Açıkçası benim açımdan zaten bir ili şkiye dö-nü şemeyen bu sancılı gel-git olayını yava ş yava ş terk ediyordum, O sıralarda, zaman zaman Beyo ğlu'nda kaşıla şıyorduk, yanında marjinal giyimli gençlerle sokakta n geçen bütün insanların ilgisini çekmeye çabalayarak kahkahalar atıyordu. "Bu kız kendisini yok edecek. Bir gayret el vermeli ," dedi Ada. Bunu bana mı söylemi şti yoksa kendine mi, anlayamadım, çünkü az sonra Ku zey Amerika'ya dönecekti. Döndü de. Aliye'yle birkaç kez daha bulu ştum. Her keresinde bana hakaretlerinin dozu artıyor, beni iyice uzakla ştırıyordu. Böyle bir iti ş-kakı ş arasına sıkı şan bir cinsellik mekanikle şiyordu, yürümüyordu. Ondan tamamen ayrılmaya, daha doğrusu kurtulmaya karar verdim, iyice öfkelendi. Artık onu bilerek aramamaya ba şlamı ştım. O zaman pe şime dü ştü. Telefonlarına çıkmadım, görünce yolumu de ği ştirdim. Bir keresinde Kuzguncuk'a gelip olay çıkartmı ş. Annem o gün Kara-caahmet'e dua etmeye gitti ğinden evde yokmu ş. Bakkal Musa ve fırıncı Sefer onu bir taksiye bindirip, geri yollamı şlar. Beni çok yoruyor, sinirli ve hırçın bir yanımı orta ya çıkartıyordu ve ben bu yanıma hiç alı şkın de ğildim. Sınavların yo ğun oldu ğu dönemdi ve kafamı kaldıracak vaktim yoktu. O ise ba şka bir sevgilim oldu ğunu sanıyor ve buna şiddetle inanıyordu. Hatta Tıp Fakültesi'ne gidip Me ric'i bulmu ş, haftalardır görü şmedi ğimizi ö ğrenince Meric'i rahat bırakmı ştı. "Bu kızla senin nasıl bir ili şkin olabilir ki, beni sorguya çekmek için okula gelsin?" diye a ğlamaklı sormu ştu Meriç, "Sen öyle bir kızın elini bile tutmazsın!" Bu gibi durumlarda bütün erkeklerin söyledi ği yalana sı ğınmı ştım. "Abartıyor, kendi kendine gelin-güvey oluyor i şte!" Sevdi ğini mükemmel sanan bütün kadınlar gibi Meriç de ban a inandı. Aliye'den nasıl kurtulaca ğımı bilmiyor, açıkçası ondan çekmiyordum. Dengesizli ğinin sınırı konusunda tamamen umutsuzdum. Ama hiç b eklemedi ğim kadar çabuk bitti her şey. Onunla son kez, "bitti ğini" anlatmak için bulu ştum. Kibar ve arkada şça davranmakta kararlıydım. Bazı ili şkilerin yıpratıcı oldu ğuna dair kırıcı olmamaya çabalayan nutuklar atıyord um ki, sözümü kesti, "Tamam, tamam kendini üzme. Ben terk edilmeye alı şkınım. Yaşam bana tokat vurmak için fırsat kaçırmaz!" Kalkıp, gitti. Ho şçakal bile demedi. (Demeli miydi sanki?) Daha sonra uzun süre görü şmedik, fakat aldı ğım duyumlar feci üzücüydü. Uzun süredir aktif olarak uyu şturucu ba ğlantılarına karı şmış oldu ğu söyleniyordu. Bir şirkette çalı ştı ğı falan yalandı. Gözaltına alındı, sonra kanıt yete rsizli ğinden serbest bırakıldı, intihardan son anda kurtarıldı ğını duydum. Ne yalan

Page 159: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

söyleyeyim, hiçbirinde yanına gidip, elini tutmak i stemedim. Ne içimden gel- $07 di, ne de cesaret edebildim. Onun dengesizli ğinden ürküyor, hatta korkuyordum. Aliye'nin, kendisini yok etmeden tedav i edilme-308 si gerekiyordu. Yıllar sonra Ada onu bulup getirdi ğinde toparlanmı ş ve sakin görünüyordu... Bunun yalnızca bir görüntü aldanı şı oldu ğunu o zaman anlamamı ştım. Üçüncüsü, bazı hafta sonlarında çalı ştı ğım Pervin Gökay'la ve Bürkan'ın moda tasarım atölyesinde tanı ştı ğım bir manken kızdı. Sempatik ve alımlıydı. Şimdilik yalnızca küçük defilelere çıkıyor, ilerde ü nlü bir model olmayı dü şlüyordu. Dü şledi ği rol için fazla duygusal ve sempatik oldu ğunu dü şünüyordum. Ayaküstü sohbetlerde canlı, sevinç dolu haliyle beni küçük mutluluklara boyuyor-du. Bir gün pat diye kah ve içmeye davet etti, ben de kabul ettim. Önceleri yalnızca birlikte yiyo r, e ğleniyorduk. Küçük öpüşmeler ve kucakla şmalar. Bir gün ortak bir arkada şımızın evinde sevi şmeye ba şladı ğımızda; "Bekâretimi bozmadan yapalım!" dedi. ? Şaşkınlıktan a ğzım açık kaldı. "Babam mankenli ğe izin verdi ama her istedi ğinde bekâret kontrolüne götürmek şartıyla..." Üzüntüden içim ezildi. Bu çifte standartlı ahlak an layı şı, bu ikiyüzlü dürüstlük beni kahretmi şti. Hemen giyinip, onu da giydirdim. A ğlıyarak özür diliyor ve benden gerçekten ho şlandı ğını yineliyordu. Birkaç kez daha bulu şup, konu ştuk. Sonra babasının da onayladı ğı varlıklı bir i ş adamıyla evlendi. Yakınlarda Pervin Gökay, hınzır bir gülüms emeyle onun ikiz çocuk doğurdu ğunu fısıldadı kula ğıma. "Ne diyorsun Tuna?" "Hm?" Annem yüzünde, yalnızca annelerin çocuklarına baktı klarında görebilecekleri güzellikleri bulmu ş olmanın mutlulu ğuyla bana bakıp, gülümsüyordu. Ne kadar zamandır benim iç-konu şmalarımın bitmesini bekliyordu, tahmin edemedim. "Su ister misin yavrum?" diye sabırlı bir sesle yum uşacık sordu. "Yok, sa ğol," derken toparlanmaya çalı şıyordum. "Bak o ğlum, Ada artık kendi hayatım kurdu sayılır. Senin d e öyle bağlandı ğın ba şka biri yok, bildi ğim kadarıyla. Meriç, diyo- rum ... Meriç, hiç istemeden, şartlar sebebiyle ba şka biriyle evlenmeden diyorum..." "Anne! N'olur gelme üstüme üstüme... Tamam haklı ol abilirsin, ama evlilik öyle bir şey ki... Ismarlama olmuyor i şte... Hem..." "Hem ne?" "Hem evlilik beni korkutuyor. Ba ğlılık sözü vermek, ömür boyu aynı ki şiye bağlı kalmak... Kim tutabilmi ş bu sözü? Hiç alda-tılmadı ğına ve aldatmadı ğına inandın mı Zübeyde Hanım?" Konuyu de ği ştirerek annemden kurtulaca ğımı sanmı ştım, ama o kararlıydı. Kızmadı bile, bilmi ş bilmi ş gülümseyerek yüzüme baktı. "E ğer çok sevdi ğin birisi söz konusuysa onu incitmeye kıyamazsın Tu na. Üzerine titrersin sevdi ğin insanın. Bunu sen yıllardır zaten yapıyorsun oğlum." içimi çektim. "Fakat..." Sesi birden titredi, koyula ştı; "Bu dünyada ya şamayı en çok hak eden Aras'ın gidi şinden beri o 'ömür boyunca verilen sözler'den sıtkım sıyrıldı o ğlum. Bir i şe ba şlarsın, yolunda gitmesi için u ğra şırsın, farklı yollar denersin, dürüst olursun amma hâlâ yürümüyorsa zorlayamazsın çocu ğum. Asla zorlayamazsın!" Sesi titredi, iyice sendeledi, yere dü şüp, paramparça olacakken toparlandı. Acıyla ba şa çıkabilecek kadar tanımı ştı acıyı annem. "Sen Ada'yı nasıl seviyorsan, Meriç de seni öyle üm itsiz seviyor Tuna. Ada kadar zalim olmak istiyorsan, devam et ama sen seve cen, uyumlu bir insansın. Bu kıza i şkence etme artık." "Anne!.. Haksızlık ediyorsun... Ada, sırf Aras'ın a nısına böyle davranmak durumunda kalıyor!"

Page 160: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Kalktı, bir eliyle saçlarımı ok şadı kısacık, "Ben yatmaya gidiyorum, Allah rahatlık versin, huzur, barı ş versin. Allah hayırlısı ne ise onu versin evladım. Dualarım seninle Mavi Tuna'm." Çekti gitti. Gerçekten de beni oturma odasında yüzl erce soru çemberine sıkı ştırıp gitti annem. Kendimi görücü usulüyle evlendir ilecek kurbanlık koyun gibi hissediyordum. Sıkıntıdan bo ğulacak gibiydim. Annem bal gibi haklıydı, haklı olmasına da... Kalkıp odada dola ştım, sonra pencerenin önüne dikilip artık 309 karanlıkta kalmı ş kö şkte bir ı şık görebilmek için u ğra ştım. Yoktu. Sıkıntıyla yeniden dolanmaya ba şladım odada. Sonra aniden de-demden kalan ceviz camlı komidinin önünde çakılıp kaldım. Vit-ri nde bir şey beni orada tutuyordu. Küçük, gümü ş bir şamdan etrafına sarılmı ş ye şil bir kurdeleyle en öne konmu ştu. Birisi bize gümü ş bir şamdan getirmi şti ve hayrettir, annem bu haberi bana söylemeden edebilmi şti. Şeytan dürttü, kapa ğı açıp, şamdanı aldım. Ho ş, ince bir i şti. Şamdanı alınca, hemen arkasına dayanmı ş kart da yere dü ştü. E ğilip kartı aldım. "Sevgili Zübeyde Teyze, Henüz ilk maa şımı almadım ama ilk paramla size bir şey almak geldi içimden. Sizin gibi bir annem olmasını ne çok istedi ğimi hep anladınız. Sonunda ne olursa olsun ben sizin kızınız sayılırım. Daima sev gi ve saygıyla, Kızınız: Meriç" Dudaklarıma sevecen bir gülümseme, bo ğazıma bir türlü yu-tamadı ğım bir tükürük takıldı kaldı. Hiç farkında olmadan gümü ş şamdanı ok şamaya başladı ğımda, "Ah Meriç, ah!" diye inledi ğimi i şittim. Komidinin camlı kapa ğını kapatıp, yatmaya gidecekken gözüme o ta ş takıldı. Yıllar önce, onu ilk gördü ğümde konu ştu ğu küçük beyaz ta ş. Ada'nın bana ilk armağanı olan o konu şan ta ş. Gözlerimi ta şta bırakıp, kör olarak odama döndüm. BENi SENDEN KORU! "Ellerimde bir gözta şı/gözlerim bo ş gidiyorum Ne bileyim/bir damlanın böyle deniz oldu ğunu Şaşttm/mavi bir fal gibi açılınca önümde" Can Yücel "Tıpkı eski günlerdeki gibi Ada... Baylan'da küp gr iye yiyerek ... Arka bahçe de açılmı ştır belki..." "Ah Mabelcim, ah bu senin iflah olmaz romantikli ğin, nostaljin... Ve ah bu benim..." "Senin ne?" Telefonun öbür ucunda incecik bir iç çeki ş yükseldi, biraz havada kaldı, ama fazla dayanamadı yere dü ştü. "Ah bu senin ne, Ada?" diye sinirli sordum. "Benim sana kar şı iflah olmaz zayıflı ğım, elbette!" "Tamam o zaman, yarın saat onda Baylan'da bekliyoru m. Kadife kabanlı, miyop gözlüklü, siyah kıvırcık saçlıyım. Ancak dikkat edi lirse utangaç mavi gözlerim oldu ğu anla şılacaktır. Umarım beni tanırsınız..." "Aaa deli misin Tuna, ben sabahın onunda nasıl Kadı köy'de olurum ya! Taksim'den Asya'ya geçmek en az bir buçuk saat alır sabahın o vaktinde... insaf yani!" "O zaman sizin istedi ğiniz bir renkte ceket giyeyim, belki böylelikle tanırsınız beni..." "Öğleden sonra olsun Mabel, n'oolursun, hi?" "Ö ğleden sonra iki saat dersim var ve bilmem hatırlar mısınız ama hocalar ders asa mazlar! Hem benim öğlesonrası renkte kabanım yok ki..." "On birde, tamam mı?" "Tamam." 312 "Görü şürüz hocam. Sen yine kahverengi kadife kabanını giy , mavi ş gözlerine pek yara şır." "Elveda Kumral Ada." "Eyvallah Mavi Tuna." Deli miyim neyim? Bu kadın bana ne zaman "Mabelcim" dese ben sevinçten eriyor, çikolata fabrikasında kaybolmu ş çocuk gibi heyecan çı ğlıkları

Page 161: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

atıyorum. Adrenalinim artıyor, o günüm güzelle şiyor ve hiç büyümemi ş oldu ğumun keyifli hüznünü ya şıyorum. Onu görece ğim her seferinde sevgilisiyle ilk kez bulu şacak en erken delikanlı heyecanlan pır pır pır... Onu ilk gördü ğüm-deki be ş ya ş o ğlan çocu ğu büyüleni şi: vay be!!!.. "Gördün mü bak!" diyor yanaklarımdan öperken, Başında siyah bir bere, üstünde siyah angora bir peler in, boynunda şair dayısıyla ikizledi ği bordo bir atkı vardı. Şeftali kokulu bir parfümle içimi ısıttı, burnu buz gibi yana ğıma de ğdi. "Gördün mü bak, daha arka bahçesi açılmamı ş Baylan'ın. Ve ben bu tozlu, dar iç salonu hiç ama hiç sevmiyorum." Sesinde ve yüzünde sabahları erken uyanamayan insan ların sinirli mahmurlu ğu, küçücük bir alevle hırçınlı ğa patlayacak uyku açlı ğı vardı. Böyle durumlarda hiç ili şmemek gerekti ğini bilerek bu şahane kadını seyrettim. Pelerini çıkartıp, bo ş bir sandalyeye koydu. Üstüne de torbaya benzeyen çantasını attı. Yakası kahverengi güderi s iyah spor bir ceket giymi şti. Bu benim onun için tasarladı ğım modeldi, annesi diktirmi şti. içinde fıstık ye şili balıkçı yaka bir kazak vardı ve ben onun yarım kollu oldu ğundan emindim. Kuzey Amerika'daki bir dükkânın bu m odel kazak stoklarını eriterek, yıllarca rengârenk bir üniform a olarak hep onları giyecekti. Giysilerde tekdüzelik bilinçli seçilen b ir yolsa, bunun altında kendini cezalandırma güdüsü aramak gibi bir saplant ım vardır. "Ayrıca sabah sabah küp griye yenir mi yani Mabel?" diye homurdandı. Öğle olmasına bir saat kala gülümseyerek ona bakıyord um. Tanrım, bu kadın olmasaydı dünya(m) ne kadar bo ş, eksik ve yapayalnız kalacaktı? Onsuz bir Kuzguncuk, Üsküdar, bir istanbul, onsuz bir Türkiye , dünya, bir evren düşünebilir miydim ben? Dü şünmüş muydum hiç! Olmu ş muydum yoklu ğunda? Onun bana kattı ğı incelikler ve sürprizlerle dolu sevinç, yürek a ğızda heyecan, umut edebilme enerjisi, yitirme korkusuyla uyarılma hali ... Sürekli bir çıldırı ş durumu... Daimi yüksek kalma yorgunlu ğu... Hiç bitmeyecek olu ş sevinci... Aldatılmayaca ğına inanmak masumiyeti ... Ortada kalmak tedirginli ği... Ve yeniden ona dönü ş güveni... Bunları toplu halde bu kadar uzun süre h angi kadın bir erke ğe ya şatabilmi ştir? Bir mucizenin bu kadar yakın ve sürekli olabilmesi ayrı bir destan konusu sayılmaz mı? "Böyle sırıtarak beni seyredeceksen çekip giderim M abel!" dedi öfkeli bir çocuk sesiyle. Uykusunu almamı ştı, yapardı. "Tıpkı eskisi kadar mutluyum burada, şu anda," diye fısıldadım. "Romantik serseri seni..." dedi çabucak yumu şayarak. Gülümseyince Baylan'ın kasvetli iç salonu ı şıdı. Garsona iki ekspresso kahve ısmarlayıp, başımızdan savdık. "Söyle bakalım Mabel, bu acelen nedir? Tam i şlerimin yo ğun oldu ğu kı şın ortasında ve sabahın köründe çı ğlık çı ğlı ğa beni buraya neden ça ğırdın? Nedir şu 'çok önemli mesele'?" "Çok acil, ivedi ve acele b ir konu!" "Umarım öyledir. Yoksa canına okurum, bilmi ş ol! Açıkça söyleyeyim Mabel, benim aklım fikrim uykumun içinde yarım kalan dü şlerimde ha! Hem ajansın foto ğraflarını yarın teslim etmem lazım. Sergiye de az k aldı... Uff ne çok i ş var yeti şecek be!.. Ama bunların tam ortasında Mavi Tuna tel efon edip, 'imdat Ada!' deyince akan sular duruyor tabii.. Niy e??? Çünkü... çünkü bu böyledir! Herkesin zaafları vardır ya, hani..." "Be ni senden koru Ada!" dedim pat diye. Bu tamamen onun tarzıydı, benden hi ç beklemiyordu. Şaşırdı kaldı. Toparlanmasını bekledim. Bir paket Camel sig ara çıkarttı. Türkiye'ye kesin dönü ş yaptıktan sonra Kuzey Amerika'da bıraktı ğı tütüne yeniden başlamı ştı. Bir süre sigara paketini seyredermi ş gibi sol elindeki deve resmine baktı. Sonra ku şkuyla yüzüme döndü. Süzdü beni. "Güzel bir vuru ştu Mabel!" dedi gülümseyerek. "Bakar mısınız, burad a sigara içilebiliyor mu?" Elinde ekspresso fincanlarıyla ma saya yakla şan garson böyle bir soruyu hayatında ilk kez duymaktan şaşkın baktı, "Elbette," dedi alay edilmi ş oldu ğunu sanarak. 313 l

Page 162: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

; Çok abartılı bir hareketle atılıp, Ada'nm siga rasını yaktı, çapkınca gülümsedi. "Meriç mi?" diye sordu Ada sigarasını içerken. "Biraz o, biraz annem ama asıl ben..." .;;.,' Uzanıp elimi tuttu. Elleri buz gibiydi. "T una," dedi kederli bir sesle, "Tuna biliyorsun..." Bildi ğim şey neyse, onu duymak için bekledim. Bo şta kalan eliyle sigarasını ezercesine sıktı. Emer gibi içine çekti tütün duman ını. "Sen benim için sandı ğından çok daha önemli ve de ğerlisin! Bu hep böyle oldu, hep de böyle olacak!" dedi. Elini avuçlarımın içine tutup ısıtmaya çalı şıyordum. Yüzüne bakamıyordum. Ağır a ğır, sözcükleri ba şka cümlelerin içinden tek tek ayıklayıp, yanyana dizer gibi konu ştu sonra; "Sen hiç kimsenin olamayaca ğı kadar çok şeyimsin benim... Yüre ğimde sana ayrılan yer herkesinkinden büyük. Yalnızca bir arka daş, bir kan karde ş, bir sırda ş, bir çok yakın dost de ğil, bir büyük sevgisin sen... Yanında sonsuz şımarabilece ğim ve hâlâ kaybetmekten korkmayaca ğım tek ki şi... yani biraz annem, biraz babam, hatta hiç görmedi ğim dedem, belki hiç do ğmayacak o ğlum ... Sonra daimi hayranım, ve tabii dokunulmamı ş sevgilim ... Sen benim masumiyetimsin Tuna... Benim en yakınım-sın! Aslınd a belki öbür yarımsın? Bütün bunlar ne demek anlıyor musun? Hı?.." Gözlerimi yumdum. Söylediklerini kana kana içtim, a ma hâlâ susuzdum. Çünkü, duymak istedi ğim sözcük yoktu saydıkları arasında. Gözlerimi açtı ğımda ağladı ğını gördüm. "Bunu sana hiç söylemedim ama..." Çekinerek bekledim. Kumral gözlerinden aceleyle dök ülen ya şlar kumral yanaklarında yuvarlanıyordu. "Sen... aramızda hep bir engel oldu ğunu sandı ğın Aras'ın hiç olmadı ğı ve olamayaca ğı birçok şeyimsin benim... Sen olmazsan ... Bunu bilmelisin.. . Sen olmazsan çok eksilirim ve artık bu-1 T ja na dayanamam Tuna!" Elini çekti, Yüzünü sildi. Yorulmu ştu. Başını e ğip, mırıldandı sonra, "Bütün dünya bana ihanet etse , dünyadaki herkes birbirine yalan söylese ve dahi galaksilerar ası kolektif bir depresyon ya şansa... Herkes sarsılsa, diz çökse, yere düşse bile ben ayakta kalabilirim. Çünkü benim Mavi Tu na'm, benim Mabel'im var ve o farklıdır!" içini çekti. Üzerinde deve resmi olan sigara paketi yle oynadı, "Ve tabii dünyanın tanıdı ğı en bencil kızım ben!" Sustu. Artık konu şmayacağını anladım. Bekledi ğimin aksine kendimi fena hissettim. Sabah sabah kızı buraya ça ğırıp üzmü ştüm. Yoksa bunu yapmayı planlamı ş mıydım ben? "Biriyle birlikte bir ya şam kurmak için yıllarca bekleyip ve artık hiçbir engel olmadı ğını dü şünürken, asıl engelin insanın kendisi oldu ğunu anlaması feci acıtıyor!" dedim ve şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum. Bu çok önceden özenle dü şünülmü ş bir cümleydi ve sevdi ğim herkes üzerine yemin ederim ki, biraz öncesine kadar bu dü şünceden haberim yoktu. "A şkın her çe şidi acıtır, demi şti ya o adam... Allah kahretsin, hep haklı olmak zorunda mı bu Do ğan Gökay?" O sırada bizim garson tepemize dikilmi ş, nefretle bana bakıp, yanındaki kadını a ğlatan zalim erke ğe gözleriyle kin kusuyordu. "Bir kahve daha ister miydiniz?" diye sordu Ada'ya şefkatli bir maço sesle. Önündeki kahveye daha dokunmamı ş oldu ğunu ayrımsayan Ada burnunu çekip, yüzünü kâ ğıt peçeteyle kuruladı, "Yaa çok iyi olurdu... Sıcak , taze birer ekspresso getirir misin bize sahi?" Toplu yerde a ğlamak, gülmek konularında hiçbir kompleksi olmayan Ada'nm bu rahatlı ğından ki şisel yakınlık payı çıkartan garson sırıttı, "Hemen hamfendi." "Seni sık sık dü şündüm Tuna. Özellikle yurt dı şındayken... Seninle nereye kadar gider, nasıl gideriz diye... Ama..."

Page 163: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Ama ne?" "Ama hep korktum!" "Delisin sen. Neden korktun, neden korkuyorsun?" "Seni yitirmekten Mabel! Elimi sürdü ğüm şeyi yitiriyorum. •,' Sevdi ğim şeye yakınla şırsam kaybediyorum onu..." "Kahveniz! Afiyet olsun. Sigaranızı yakayım." Garson benim kahvemi tazelememi ş, üstelik yüzüme pis pis bakmayı da ihmal etmemi şti, îyi, tamam, herif bana gıcık olmu ştu, n'apayım yani? 315 "Hayır, hakkımda çıkartılan 'u ğursuz kız' söylentilerini alıp giymedim üstüme ama çok küçüktüm ve bunlardan fena etkilen-d im. Öyle zamanlarım oldu ki Mabel... Aras'ı ben öldürdüm di-ye inanmaya ve k ahrolmaya ba şladım. Gerçekten inandım buna ben. Hatta şu solaklı ğımın u ğursuzlu ğuna bile takacak kadar tırt-tı ğım oldu Tuna... Hâlâ gelir, gider bu zamanlar..." "Yapma Ada, hadi bırak bunları," diye geveledim. "O gece... O son gece... bir busen Tuna..." yine a ğlamaya ba şladı. "Ada ben... Ada, ben seni, bildi ğinden, sandı ğından ve hatta düşünebilece ğinden daha çok seviyorum... Ve artık a ğlamanı istemiyorum, tamam mı!" dedim elini tutarak. "Ba şka bir şey ister miydiniz?" Kurtarıcı garsonumuz tepemize dikilmi şti yine. "Hesap!" diye ba ğırdım. Parmağıyla, bir gerizekâlıya gösterir gibi masada duran h esap pusulasını gösterdi, "Burada hesap, kasada ödenir!" dedi. Doğru, bunu unutmu ştum. "Bizim a şkımız imkânsız bir a şk Tuna," dedi Ada, garsonla aramda geçmekte olan aptalca diyalogu hiç duymamı ş, hatta garsonun varlı ğından bile habersiz bir sesle. "Bu a şkın sürmesi tek bir ko şula ba ğlı." Garson tepemizden ayrılmıyordu ve ben adamı bo ğmak için bir ka şık su bile istemiyordum. "Biz bir araya gelmemeliyiz Mabel!" "Bu çok saçma Ada!" diye isyan ettim, artık ben de garsonun masamızın çevresinde uyduruk i şler yaratarak bizi dinlemesini umursamıyordum. "Bu söyledi ğin şey ancak filmlerde ve romanlarda olur, oysa biz can lıyız. Bak ben kanlı canlı, genç bir erke ğim ve sensizlikte soluksuz kalıyorum!" "Hadi gel, şimdi sevi şelim desem, ba şarabilir miyiz sanıyorsun Tuna? Hıı?" diye heyecanla ba ğırdı Ada ve garson o zaman gitti. Şaşırıp kaldım. Evet kar şımdaki kızı iyi tanırdım ve o, böylej bir cümleyi söyleyebilirdi ama böyle şimdi ve bana? "A şkı günlük ya şama indirgersek yok ederiz. Her şeyi bitirip riz... Herkes gibi oluruz. Birbirimize kızmaya, öfkelenmeye, ha k ötüsü birbirimizi eskitmeye ve sıradanla ştırmaya ba şlarız.. J Ara ş... O ya şasaydı... Belki çoktan ayrılmı ş, ya da bo şanmıştık... Yada..." "Ya da ne? Çıldırtma adamı Ada!" "Bilmiyorum... Ondaki a şırı kararlılık, gözükaralık beni hep ba ştan çıkartırdı ve belki de sırf inadına ayrılmazdık..." "Ona hep â şıktın sen..." dedim kırık ama anlayı şlı bir sesle, (neden anlayı şlıysa?) "Bir kadın her erke ği farklı sever ve her kadın bir ya şamda pek çok erke ği birden sever. Biliyor musun kadınların ba şka şansı yoktur Tuna. Çünkü erkekler..." Yine bir sigara yakmaya davrandı. Elinden aldım sig arayı. Son söyledikleri içinde dü şünerek uzun gezintiler yapaca ğım engin bir deniz gibi uzanmı ştı önüme ama benim kaderim o son sözcükte kilitlenmi şti. "Çünkü erkekler ne?" diye sordum. "Çünkü erkekler s ürprizsizdirler!" Şaşırdım. "Erkeklerin en çok yönlüsü bile monotondur, bu yüzd en asıl çoke şlili ğe gereksinen kadınlardır! Çünkü cinsel çe şitlilik ihtiyacı insanı öldürmez ama duygusal yetmezlik öldürür!"

Page 164: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Üzüldüm. O "bütün erkekler"e dahil edilmek ne pis b ir yüktür, bilenler bilir. Erkek milletinin yeti şkin olamayan ki şili ği, kaba güç e ğilimi, kadın-aklına dü şmanlı ğı ve uçkur dü şkünlü ğü gibi evrensel sakatlıklarından nasibimi almamak için ne kadar e ğitilmi ş olsam da aynı kategoriye her sokulu şumda içim ezilir, kalbim kırılır. "Ah canım! Benim bi tane Mabel'im sen elbette farkl ısın." "...Evet çok farklıyım ve sen o yüzden benim imkânsız sevgilim o lmaya bayılıyorsun..." "Kalk gidiyoruz! Hemen şimdi. Bana gidiyoruz!" "Dur delirme hemen Ada, benim dersim var iki saat sonra..." "Ben seni dersi ne yeti ştiririm. Ama bunu şimdi, bugün yapmalıyız! "Neyi Ada?" sesimde duyaca ğım yanıtın bende yarataca ğı heyecan ve biraz korkuyla titreyi şler vardı. "Gidip, sevi şece ğiz Tuna!" Tanrım, bu çıldırmı ş gibi tepinen benim kalbim mi de bedenimden ayrılıp , tek ba şına bir beden oldu, yoksa? 318 Kolumdan çekerek beni sürüklemesine, kasaya bir tom ar para bırakmasına ve garsonun kıskanç bakı şlarına hiç direnmeden pe şine takıldım. Elden dü şme yerli arabasına nerede, nasıl bindik, emniyet kemer ini ne zaman taktık ve Cihangir'e nasıl vardık bilmiyorum. Yolda bana nele r anlattı ğı ve kasetçalarda Madon-na'nın "Bir bakire gibi!" diye b ağırdı ğı şarkıya nasıl katlandı ğım da meçhul. Eski bir apartmanın bakımsız merdiven lerinden beşinci kata çıkarken ve buz gibi stüdyo-evine girerke n ba şka bir Tuna'yı bir buzlu cam arkasında a şırı hızlanmı ş bir filmde izler gibi orada olmadı ğımı hissediyordum. Evin içinde iyi programlanmı ş ve iyi i şleyen bir robot gibi tela şlı dola şan Ada'yı izlemeye ba şladı ğımda sakinle şmiştim. Önce elektrikli radyatörün düğmesine bastı. O anda kırmızı ı şı ğı yanan şeffaf dü ğmeye taktım gözlerimi. Sonra hazır bekleyen kahve makinesinin d üğmesine bastı. Geni ş stüdyoya acilen yayılan mis gibi kahve kokusuyla bi rlikte kahve makinesinin ı şı ğı yanan kırmızı dü ğmesine çevirdim bakı şlarımı. Bu kez müzik setinin düğmesine bastı ve bir Mozart yayıldı içimize. Müzik s etinin dü ğmesi de kırmızı ı şıkla yandı. O ı şıklı dü ğmeye de kilitlendim. Onun ba şka bir yerde oldu ğunu fark etti ğimde pe şinden gittim. Banyodaki elektrikli şofbenini düğmesine basmı ş, o da kırmızı ı şıkla yanıyordu şimdi. "Ne çok kırmızı dü ğme var," dedim. "in şallah sular kesik de ğildir. Hidrofor bir hayal bu semtte," dedi. "Ada... Bunu yapmak zorunda de ğiliz," diye kolundan tutup, kendime çektim. O zaman Ada'nın ne kadar gergin oldu ğunu ayrımsadım ve çok şaşırdım. Elektrik çarpmı ş gibi bedenim titredi ondan bula şan gerilimle. "Hayır, bunu denemek zorundayız Tuna! Senin kendi y aşamını kurmana daha fazla engel olmak istemiyorum!" hırçın bir sesle, b irine öfkelenmi ş gibi konu şuyordu. Öfkelendi ği ben olabilir miydim? Yoksa Ara ş hâlâ buralarda bir yerde dola şıyor ve onu Ada'dan ba şkası göremiyor muydu? "Ama böyle olmaz ki..." diye isyan ettim. "Ba şka türlüsünü ba şarabildik mi Tuna?" Beni yeni yeni ısınmaya ba şlayan stüdyoya çekti, kanepenin kenarına oturttu. Ve soyunmaya ba şladı. Tanrım, kendimi feci kötü hissediyordum. Hayatımda hiç geneleve gitmedim ve k iralık a şklara tamah etmedim ve şimdi sanki... , ' "Ada, güzelim... Dur Allah a şkına! Yapma üzme bizi..." V'i Beyaz dantel bir sutyen ve kilotla kalmı ştı. Çok güzeldi. "Ada... zorlayarak olmayacak belki tek şey bu... Sen biliyorsun ... Lütfen yapma, acıtma kendini..." Sutyeninin kopçasını açmaya çabalıyor ama bir türlü ba şaramıyor, iyice öfkeleniyordu. O sanki bir şeyden intikam alır gibi (mi) ydi ?... Sonra vazgeçti, aniden kolları yana dü ştü, kendini bıraktı, çok sinirliydi. Yakla şıp, sarıldım. Buz gibi olmu ştu. Kanepenin üzerindeki iskoç battaniyeye sardım onu. Büzülüp, kuca ğıma sı ğdı. Saçlarını koklayıp, öptüm. Küçük bir çocuk gibi inledi. Tanrım, bu kadını ne ç ok seviyordum ben! Sen aklımı koru Tanrım!

Page 165: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Hiç konu şmadan öylece oturduk, Mozart dinleyip, kahve kok-la dık. Birden eğilip, öptüm onu. Hiç katılmadan yalnızca e şlik etti. Dudakları sandı ğımdan lezzetliydi. Yava ş yava ş omuzlarını ok şamaya, kulaklarını, ensesini öpmeye ba şladım. Yine kendini vermeden e şlik etti. Ellerimi göğüslerine dokundurdu ğumda heyecandan ölece ğimi sandım. Çünkü o da heyecanlanmı ş, soluklan hızlanmı ştı. Ama birden a ğlamaya ba şladı. Orgazm olurken öldürülen biri gibi, ölmeden önce çatladım. "Suç i şliyor gibiyim... Büyük bir günah, korkunç bir insan lık suçu bu! Yapamam, hayır yapamam!" diye haykırdı. Birden ben de utandım. Ablasıyla sevi şmeye çalı şan toy bir o ğlan çocu ğu gibi kaldım ortada. Ya da a ğbisinin karısından yararlanmaya çalı şan zayıf karakterli, ucuz bir çapkın. Oysa biraz önce böyle hissetmiyordum ve e ğer o isteseydi... Fakat öyle güçlü çı ğlıklar atıp, titriyordu ki, korktum. Çok korktum. "Tamam canım, tamam güzelim. Haklısın sen!" dedim o nu yeniden kucakhyarak. Bu kez gerçek bir karde ş sıcaklı ğıyla sımsıkı sardım onu. Aklını yitirecek, yine o hastaneye ya da okyanus ötesine gidecek ve a ylarca, yıllarca geri gelmeyecek diye ödüm koptu. Daha yeni yeni toparlad ı ğı duygusal iskeleti dağılıp, paramparça olacak diye aklım çıktı. Korktum, korktum, korktum!.. Yeti şkin olmak, öncelikler arasında akıl yoluyla tercih yapabil- 319 mekse, o gün orada bir yeti şkin olmu ştum ben. Ada'yı yitirmemek için her şeyi yapmaya yeminli do ğmamış mıydım zaten? Hayır, madem bu onu çok üzecekti, ben yine ve belki sonsuza dek onun cinsiy etsiz a şkı Mabel olarak kalmaya razıydım! Biraz sonra onu yatı ştırmayı ve giydirmeyi ba şarmı ş, kahve içerek camdan görünen uzak Bo ğaziçi manzarasına bakıyorduk. Aslında benim gözümün manzara falan gördü ğü yoktu. Ben, ona bakıp bakıp hem üzülüyor, hem sev iniyordum. Onu hem yitirmi ş, hem de bulmu ştum. Allah kahretsin bütün bu ikilemlerden yorulmu ştum. "Seni okula yeti ştirmem için hemen çıkmamız gerek," dedi yumu şacık. "Kabanımı bulamıyorum." "Arkadaki odaya bak Tuna." Arkadaki küçük oda, onun yatak odasıydı, girip kaba nıma baktım, yoktu. Tam çıkarken yata ğın ba şucundaki komidinin üstünde gümü ş bir çerçevede duran bir foto ğraf dikkatimi çekti. Renkli, eski bir foto ğrafta iki erkek çocuk beceriksizce dikilmi ş, objektife bakıyordu. Ada'nın çekti ğini aniden anımsadı ğım bu foto ğrafta ben on iki, Ara ş on dört ya şlarında olmalıydık. Ara ş, foto ğraftan nefret eden insanların hep yaptı ğı gibi kasılmı ş, ben şimdi şirin gelen ama o sıralar nefret etti ğim gözlüklerimin arkasından sivilceli suratımla sırıtıyordum. Ara ş o çocuk halinde bile dikkati çekecek kadar yakı şıklı, ben hep çok(!) sevimliydim... O zaman bir kez daha anladım ve yedi ğim darbenin şiddetiyle yata ğa oturmak zorunda kaldım. Tanrım, bu yeti şkin kadın, yata ğının ba şucunda iki çocu ğun foto ğrafıyla ya şıyordu hâlâ! iki çocuk! Ya şamını bu biri çoktan ölmü ş, öbürü beceriksizce ortalarda dola şan iki o ğlan çocu ğu yüzünden yaşayamıyordu Ada! Aras'ın hayaletiyle, benim kararsız lı ğım bu kızın büyümesine izin vermiyor, üstelik onu özgür de bıra kmıyordu(k). Ada, kalbini Aras'ın öldü ğü ya şa kilitlemi ş, bir daha açamıyordu. Tanrım, bu kız bizi bu kadar çok seviyordu ve bu sevgi yüzünden as lında hiçbirimiz hayatımızı ya şayamıyorduk! Neden bu kadar kilitlenmi şti üçümüzün ya şamı böyle? Neden bir sevgi böyle yük olmu ştu gencecik ya şamlarımıza? O zaman aklıma Meriç geldi. Bu resimde ismi akla bi le gelmeyen dördüncü zavallı da oydu ve hepimiz bencilce onu dı şlıyor- duk. Oysa Meriç en ba şından beri hep bizimleydi, îçim kanıyor gibi acıdı. Midem feci yandı.'Midem mi kanıyor?' diye i şkillendim. Bu ğulanan gözlüklerimi çıkarttım. Gümü ş çerçevedeki foto ğrafı alıp, yakından baktım o iki çocu ğa. E ğer... e ğer ben yolundan çekilirsem, belki Ada da kendi yaşamını özgürce ya şamak gücünü bulacaktı? E ğer ben Ada'nın yolundan çekilirsem, Meriç mutlu olacaktı. Annem sevinecekti . Galiba herkese iyilik etmi ş olacaktım e ğer... "O son gece..." diyerek omuzuma dokundu Ada, tam ar kamda duruyordu.

Page 166: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"O son gece... Sen bizi a ğaçların altında yakaladı ğında Aras'la ben, ilk kez gerçekten sevi şmiştik. Yarım yamalak, kaçamak şeyleri saymazsan, ilk kez o son gece gerçekten birbirimizin olmu ştuk..." Yutkundum. Bunu bilmiyordum. Yani aslında ben onlar ın gerçekten sevi ştiklerini hiç sanmamı ştım. "Belki de o sevincin sarho şlu ğuyla öyle aptalca atladı ölüme?" Sesi titredi, ama toparlandı. "Çünkü... çünkü Ara ş o gece çok mutluydu. Artık onunla evlenece ğime inanmı ştı. E ğer ona engel olabilseydim..." içini çekti. "Atlama deseydim, yolunu kesip, ba ğırıp, ça ğırsaydım..." Dönüp, a ğzını kapattım. "Hiç de ğilse," dedim, "Hiç de ğilse bakir ölmemi ş a ğbim, hiç de ğilse ölmeden biraz önce dünyada en çok sevdi ği kızın erke ği olmu ş ve Ada... Bırak artık geçmi şe üzülmeyi, hiç de ğilse a ğbim çok mutlu bir genç erkek olmayı başarmı ş ölmeden önce! Ha?.." Dalga mı geçiyorum diye yüzüme baktı Ada. Ben de ke ndi yüzüme bakmak isterdim. Ama söylediklerimde samimiydim. Elini tut up, yatak odasından ve stüdyo-evinden çıkarttım onu. Kabanım arabasındaymı ş. O günkü derste resmî ders programını bir kenara bır aktım ve dünyanın en güzel a şk şiirleri ve en unutulmaz a şk öykülerinden söz ettim öğrencilerime. A şkın, do ğanın bize en de ğerli arma ğanı oldu ğunu, a şksız yaşamanın ölüm anlamına geldi ğini ö ğrettim ö ğrencilerime. Önce cıvıtanlar, gırgır geçenler oldu. Biraz sonra aşkın binbir Çe şidi ve biyokimyasına girmi ş, bütün varlı ğımla a şkı dillendir- KAM21 mistim. Sınıfta çıt yoktu. Yaramazı, tembeli, zengi n şımarı ğı, uslusu, zekisi, çalı şkanı, kızı, erke ği bütün gençler büyük bir ilgiyle beni dinliyorlardı. Onları ilk kez o gün sevmeye ba şladım. Aylardır ba şaramadı ğımı o gün ba şarmı ş, ö ğrencilerimi etkilemeyi, gözlerine girmeyi becermi ştim. Zil çaldı ğında kimse yerinden kımıldamamı ş, benim kendimden geçerek adeta gözle görülür şahane bir canlıya dönü ştürdü ğüm aşk'a a ğızlarının suyu akarak bakıyorlardı. Kısa sürede okuldaki ö ğrenciler arasında ünüm yayılıp, koridorlara ta ştı. Bahçede yürürken genç kızların hülyalı, delikanlıla rın hayran bakı şlarına sevinçle cevap verir olmu ştum. Ertesi gün Meric'i aradım. Ona evlenme teklif ettim . Hayatımda hiç kimseyi bu kadar mutlu etti ğimi anımsamıyorum. Onu mutlu etmek ho ştu. O yaz daha okulu bitmeden, yıldırım nikahıyla evlen dik. Meriç dünyanın en mutlu geliniydi. Ne zaman çalı şan bir aletin yanan kırmızı dü ğmesini görsem, kuca ğımda yarı çıplak otururken öptü ğüm Ada'mn lezzetli dudaklarını anımsarım. KÖTÜLÜĞÜN OLAĞANLAŞMASI "söyle küçük prens/bir çöle dü şmek midir yokluk/ en yakın köy yine bin mil uzak mı söyle/ gelip minik gezegeninden/ bu belalar be şi ği dünyamıza/ bulacak mısın yine onu o çölde?" Hüseyin Yurtta ş (XX. yy. A ğıdan) " Şı şşşt, orada beni duyan varsa, bu demire uzansın! Şı şştü! Içerdekiler, canlı birileri var mı orda ?.." Şı ştlayan sesi duydu ğunda önce bir yanılsama sandı Tuna. " Şı şşşt, şıı şşt! Beni duyan varsa tutsun şu demir çubu ğun ucundan... Hadi koçlarım, hadi aslanlarım... Bi gayret edin hadi!.. " Başını güçlükle sesin geldi ği yana çeviren Tuna, derme çatma barakanın hemen yakınındaki duvarına açılmı ş bir delikten içeriye uzatılan uzun bir metal çubuk gördü. Gözlerini kısıp, görüntüyü netle meye çalı ştı ama duydu ğu acı içine oturdu, kasıldı kaldı. Elleri ve ayakları ba ğlıydı ve odanın duvarına yaslanmı ş olarak yerde yarı uzanmı ş biçimde oturuyordu. Oda eskisinden daha yo ğun olarak çürümü ş et kokuyordu. Bu kokunun çürümü ş yumurta, beklemi ş çöp ve kedi çi şinden daha berbat yanı, çürüyerek yok olanın aynı türün bir ba şka üyesinden kaynaklandı ğının bilinciydi. Üstü

Page 167: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

başı kan, ter ve idrar lekeleriyle berbat bir haldeydi . Sık sık geri dönen kusma refleksini üstüste ö ğürtüler olarak atlattı. Tam kendine acımaya başlayacaktı ki, aklına geldi: Yüzba şı Bi-rol'u öldürdükleri sırada bayılmı ş olmalıydı. Yüzba şı Birol'u öldürdükleri sırada mı? Gerçekten öldürmü şler miydi Birol'u? Evet, hem de gözünün önünde... E vet, hem de tekdüze ve alı şılmı ş bir üslupla. Evet, günlük ola ğan bir i ş yapar rahatlı ğıyla... Sakız çi ğner, video oyun oynar, çizgi roman okur gibi... Tarantin o filmi 324 izler gibi... Onlar so ğukkanlı, profesyonel katillerdi, daha da korkuncu ( olur muydu?) i şlerinden zevk aldıklarını belli oluyordu. Öldürmeyi ola ğan ve zevkli bulan insanlara ne denir ?.. O zaman çabucak ve tamamen kendine geldi. Aniden, az sonra teröristlerin içeri girip, kendisini de öldüreceklerini anladı. Bütün a ğrıları ve çaresizlik duygusu bitti, yerine hayatta kalma güdüsü ve arzusu şiddetle yayıldı bedenine. Bu bir karabasan bile olsa ölmek istemiyordu, insan rüyalarında bile ya şamak zorundadır! Kendiüstü bir çabayla yere yattı, metal çubu ğun uzatıldı ğı deli ğe do ğru sürünmeye ba şladı. O kısacık mesafeyi a şabilmek için verdi ği sava ş inanılmaz gözükse de ba şka şansı yoktu. Her kımıldanı şında acıdan katılıyordu, ama hayatta kalmak güdüsü sandı ğından çok daha güçlüydü. Oraya vardı ğında ter içindeydi ve bitkindi. Son bir gayretle bi rbirine ba ğlı ellerini uzatıp, çubu ğu yakaladı ve çekti. "Ha gayret aslanım, asıl bu demire, sakın bırakma, sakın salma kendini!" diye fısıldadı dı şardaki ses. Tuna sımsıkı tuttu metal çubu ğun ucunu. Bu çubuk onunla ya şam arasındaki tek ba ğdı. O elleriyle sımsıkı yakaladı ğı ya şamı tutarken, dı şardaki fısıltı, suntadan yapılmı ş uyduruk duvarda ancak ince bir insan bedeninin güç lükle geçebilece ği daracık delikten Tuna'yı dı şarıya do ğru çekmeye ba şladı, ikisi için de zor, sıkıntılı ve uzun bir i şti bu. Tu-na'ya göre saatlerce süren bu ya şam sava şı bedeninin yaralarını kanatmaya, morarmı ş etini yeniden çürütmeye ba şlamı ş ve artık katlanılamaz bir boyuta gelmi şti. Duydu ğu acıdan yüzü gözü ya ş içinde kalmı ştı, ama ikisi de vazgeçmeye niyetli değillerdi. Sonunda birlikte yaralı bedenini dı şarıya ta şımayı ba şardılar. Özgürlük alacakaranlık renkteydi. ilkin temiz havay la bayram etti Tuna. Topra ğa de ğen yaralı yana ğı açı şa da toprakla temas etmekten ho şnut oldu ğunu hissediyordu. Ba şını güçlükle kaldırıp* gökyüzüne baktı, yıldızlar belirmeye ba şlamı ştı bile. Sevindi. Yıldızları yerinde bulmak ne büyü k umuttur! "Senden ba şka canlı yok mu içerde?" diye fısıldadı kurtarıcı. "Sanmam," dedi Tuna ama sesi çıkmadı. "Tuna? Uy sen nıisundur yoksa Kuzguncuklu u şağum da?" "Sefer?" "Uyy kahbenin dölleri, neye benzetmi şler benim karde şimi! Hay Allah belalarını versin kalle ş kancık soyları!!!" 'Sefer... sahi sen misin?" "Tabii benim, ba şka kim olacak? içerde senden ba şka canlı olmadı ğına emin misin Tuna?" "Yok, kalmadı." "Hadi öyleyse davran koçum, çabuk gidelim buradan. Gel seni çözeyim hele. Vah be aslanım ne etmi şler sana, şu haline bak yav, vay kahbenin dölleri vay!!!" Sefer'in bedenine yaslanıp, omuzuna tutunarak, tama men can havliyle sürünmeli bir ko şuya dönü şen uzun bir kurtulu ş yoluna çıktıklarında Tuna sayıklıyordu: "Bak i şte, sen misin Sefer?' diye sordu ğumda; 'tabii benim ba şka kim olacak ki?' diyor. Neden böyle diyor? Çok basit! Bu kâbusu yazan ve yöneten bilinçaltını Sefer'in bu sahnedeki rolünü çok önced en zaten belirlemi ş de ondan! Bu da gösteriyor ki... Bu neyi gösteriyor? N eyi mi? Tabii ki her şeyin bir kurmaca oldu ğunu! Yani? Yani... bütün bunlar gerçek de ğil. Hiçbiri gerçek de ğil... Olsaydı... E ğer bu ya şadıklarım gerçekten gerçek olsaydı... deli-rirdim ben! Evet, evet, dayanamazdı m bu kaosa ve acıya... Kötülü ğün böyle çok ola ğanla şması beni çıldırtırdı... Kesinlikle..."

Page 168: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Dayan aslanım, dayan koçum! Sık di şini, hepsi geçecek evvel Allah! Bitecek bu kara günler, haddini bildirece ğiz o vatan haini kancıklara, az kaldı aslanım, hadi, hadi diren, gözünü sevdi ğim u şağım!" Düşe kalka, dura ko şa, yata sürüne saatlerce kaçtılar, kaçtılar, kaçtıl ar. Ölümden, ya şama ko ştular. Zor bir yoldu. Dinlenmek için durduklarında Sefer matarasından su içiriyordu Tuna'ya. O zaman Tuna gö zlerini güçlükle açıp, bomboş bakı şlarla onun yüzüne, sonra yamuk bir gülümsemeyle yaz gecesine dizilmi ş yıldızlara bakıyordu. "Bak bilinçaltını, ne yaparsan yap, yıldızlarımı ve gökyüzümü alamazsın benden! Tıpkı, tıpkı Ada'yı alamayaca ğın gibi... Tamam mı?" "Tamam koçum, tamam yi ğidim, sen sakın üzme kendini, iç ?u sudan biraz daha." "Gökler benim kalacak... Anlıyor musun? Gökler bütü n in- 325 sanların ülkesidir. Yıldızlar... onlar hepimizin um udu... Sakın onları alma benden, sakın, sakın ha!" "Tamam karde şim, tamam aslanım, hadi davran az yolumuz kaldı, ka lk şöyle..." "Kötü, çok kinci bir bilinçaltısın sen! Yılan gibi beslemi şim ben seni yıllarca kafamda... Ada... Ada'yı kimse alamadı ben den! Hiç kimse, Ara ş bile! Sen kim oluyorsun be!" "Peki Tuna, tamam anladım. Aferin koçum, yürümeye ç alı ş, yaslan bana, tamam arkada şım." Gece yarısına do ğru askeri birli ğin konu şlandı ğı tepeye vardılar. Birkaç kez parola ve güvenlik çemberinden geçtikten sonra Tuna'yı bir sedyeye yatırıp, sıhhiye çadırına ta şıdılar. Canı o kadar yanıyordu ki, kırılan parmakları, çatlak kaburgaları, ezilmi ş dokuları ve pansuman yapılan yaralarının acısını artık duymadı ğını sanıyordu. Doktor ve hastabakıcı askerlerin seslerini uzak bir gezegenden gelen anla şılmaz sinyaller gibi algılıyordu. A ğrı kesici i ğneler, serumlar, temizlik sözcükleri havada uçu şurken kendinden geçti. Kendine geldi ğinde hâlâ sabah olmamı ştı, belki de çoktan ba şka bir gündüzün gecesine geçilmi şti bile. Üzerinde bir şort vardı, kolundan serum hortumu sarkıyordu ve her yanı şiddetle a ğrıyordu. Yakın bir yerlerden inleyen insan sesleri geliyordu, içi çekildi, ah, içi çok ç ekildi!.. "Ucuz atlatmı şsın hocam, valla virilmi ş sadakan varmı ş!" i şte güne ş do ğmuştu sonunda ve karanlık bitmi şti. Çadırın perde kapısı açılmı ş içeriye güne ş girmi şti. "Sa ğol," dedi hiç ilgilenmeden Tuna, aklı fikri güne şteydi. "Hiç yüz virmezsin, tanımadın mı yoksam hocam?" "Hasan? Sen olamazsın? Ne i şin var burada?" "Sen niye burdaysan, bah ben de aynen o yüzden bura dayım hocam! Vatan hizmeti!" "Onca hasta bakıcı arasından çıka çıka senin kar şıma çıkman da ne inandırıcı bir tesadüf ama Hasan!" "Eee, n'öricen hocam, hayat bole i şte... Bah, kim derdi o katliamdan bi tek senin sa ğ çıkaca ğını? Da ğ gibi askerler ölmü ş gitmi ş, kuru, dayanıksız sandı ğımız sen direnivermi şsin derler... Sonunda gazi oldun a ğzını yidi ğim hocam." "Gazi mi? Ben mi?" "He ya gozel hocam!" "Sakat mı kalaca ğım yani?" "Yoh canım, iyile şicekmi şsin. Ööle der doktor binba şım." "Sinek öldürür gibi insan öldürüyorlar Hasan! Gözüm ün önünde öldürdüler Yüzbaşı Birol'u... Tam önümde... Tam gözümün önünde onu.. ." Aniden gözlerinden fı şkıran ya şlar ve bo ğazında patlayan hıçkırıklar sesini kesti. "îyi misin sen hocam? Amman çok yorma kendini ister sen..." "insan de ğil onlar! Hayvan da de ğiller! Onlar yaratık, belki bilmedi ğimiz bir tür... Varolmak için öldüren canlılar!"

Page 169: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Para vardır ardında hocam. Para hir şeyi yaptırır insana... Malum çi ğ süt emmişiz hepimiz!" "Ne parası yahu Hasan! Terörist bunlar; kin, nefret ve a şağı-lanmı şlıkla yıkanmı şlar! Artık ne kendilerinin, ne de ba şkalarının ya şamı bir anlam ta şımıyor onlar için..." "Sen de pek safsın be hocam! Bütün bu tiröristlerin arkasında para, tonla kara para döner de sen hâlâ heç bi şeycik annamazsın ha!" "Senin obsesyonun para Hasan!" diye azarladı Tuna. "Valla o didi ğin siyi bilmem amma, bu dünya kuruldu ğundan beri para çevirir onu, ben bunu bilir, bunu dirim!" "Hasan! Nerede bu çavu ş yine? Çeneyi bırak da ko ş gel baki-imP "Ba şüstüne binba şım!" "Hadi giçmi ş ossun hocam, yine görü şeci ğiz nasıl ossa!" Derin bir ohh çekip, rahatladı Tuna. Açık perdeli kapıdan görünen güne şli yaz sabahı parçasına baktı. Ku ş sesleri duydu. Gev şedi. Gülümsedi. Gülümseyince yüzü acıdı, ama o hiç aldırmadı. "Uyy Kuzguncuk'lu mavi u şağum iyile şmiştur da, yüzünde gülücükler açmi ştur daa!" "Sefer! Sefer, sana nasıl te şekkür etsem diye..." "Haçen ne te şekkürü dersun daa, seni kurtarmasak ne yapar Kuzguncuklu k arılar daa!" "Sa ğol Sefer! Sa ğol!" "Kim olsa yapardı... Sen olsan beni kurtarmaz miydi n Tuna! Hadi bo şver bunu da, iyi misin sen onu söyle?" Sefer dostça gülümseyerek çadıra girdi ve Tuna'ya y akla ştı. "Sefer, ben sana casus demi ş, vurmu ştum... Sense benim hayatımı kurtardın! Affet beni desem bir i şe yarar mı?" "Bo şver ya... Vatan sa ğolsun be Tuna! Erkek adamlar arasın-da olur böyle şeyler. Sen helal süt emmi ş, milliyetçi çocuksundur. Ne dinsizli ğini, ne komünistli ğini görmü şüzdür. Benim için önemli olan budur aslanım. Arada olur böyle şeyler koçum. Eee, a şk erkek adamı bile zayıf kor bazan i şte..." Sustu Tuna. "Neydi o kâbuslar falan, sayıklayıp duruyordun. Tut up Rus komünist ajanı yaptın beni bir de hah hah ha!" "Rus de ğil, Nazi," dedi Tuna. "Gene ba şlama ama bak!" "Tamam tamam, meraklanma. Artık senin canını sıkmay aca ğım bu konuda." "Hah i şte şöyle koçum!" "Ne oluyor Sefer, ne durumdayız, anlat sana?" "Ne olsun koçum, sessizli ğimizi yakında, çok yakında bozup, hiç beklemedikler i bir anda tepelerine çökece ğiz. Bütün kancık yuvalarını bir gecede yok edece ğiz. Pi şman olacak do ğduğuna o orospu çocukları!" "Di şe di ş yani... "Aynen öyle abisi! Bak seni tanınmaz hale getirmi şler, kaç vatan evladını kahpece yok ettiler. Te şekkür mü edecektik yani?" "Ah Sefer be, şiddet daima şiddeti do ğuruyor, hâlâ görmüyor musun?" , "Allah seni ıslah etsin Tuna, ne diyeyim?" Can ı sıkılan Sefer, ba şını salladı. "Benim gitmem lazım... Gidip bu i şi bitirmek gerektir! Hadi hakkını helal et karde şim. Gitmek var dönmek yok bu yolda, kimbilir? Bak şehit olur da dönmezsem e ğer..." Sustu. Duygulanmı ştı. "Dönmezsem e ğer, o ğullarıma anlat beni Tuna. Cesurdu de, korkusuzdu, v atanı için öldü de. Okusun, tahsillerini tamamlasınlar. V atanlarını canları gibi sevsinler! Erkek adam olsunlar!" "Kızına bir sözün yok mu Sefer?" Tam çıkarken irkilerek durdu Sefer. Bekledi. "Namuslu, itaatkâr olsun kızım." "Cesaret ve akıldan payını almasın mı kızın?" "Ulan Tuna, ne manyak herifsin sen be!" diye homurd anarak geri döndü Sefer. Gelip, dikildi Tuna'nın kar şısına. Dik dik baktı gözlerinin içine. Sonra dudaklarını ısırdı. "Kıza da aynı şeyleri söyle, o da birdir kalbimde, bak Allah çarps ın yalan diyosam... Kes şu sulugözlülü ğü sen de aslanım. Karı gibi a ğlama kar şımda böyle yaa!.. Erkekli ğin yüz karası Kuz-guncuklu u şağum daa!" Sargısız ve hortumsuz kalan sol omuzuna dokundu, ha fifçe sıktı ve çıkıp gitti.

Page 170: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Hakkım helal olsun Sefer," diye fısıldadı Tuna ark asından. Dı şarda yazsonuna inat çatır çatır çatlamı ş bir güne ş ve ona e şlik eden ku ş cıvıltılarına ra ğmen ince ince a ğladı yattı ğı seyyar yatakta. Bu a ğlayı şta kederin a ğır, baygın gülsuyu kokusundan çok hüznün yumu şak, taze ak nergis kokusu vardı. Bu şahane kokuyu iyice içine çekmek için derin bir solu k almaya çalı şırken, ba şından ba şlayarak bütün organlarının feci a ğrıdı ğım iyice duyum-sadı. Daha önce bu a ğrı vardı da farkında mı de ğildi, yoksa şimdi aniden mi artmı ştı? Biri gelip, bir a ğrı kesici verir diye umut etmeyi denedi, ama kimse gelmiyordu. Gözlerini yumdu, di şlerini sıktı, a ğrımayan birkaç santimetre karelik bir yerini aradı, ama yoktu. Hâlâ ku ş seslerini duyabiliyor olmasına sevinsin mi, karar veremedi. "Binba şım bu asker baygın mı hâlâ?" "Hayır, uyuyor olmalı. Serumu de ği ştir, a ğrı kesici yap, sonra sarsmadan ambulansa yükleyin öbür ikisiyle. A ğır yaralılarla aynı ambulansa koymayın bunları." "Ba şüstüne binba şım." "Bu askerin dosyasını en üste koyun. Raporu gözden kaçmasın, SASARUT hastası o." "A ğır mı durumu binba şım?" "Bedenen üstesinden gelecek de... Ruhsal bakımdan a ğır..." "Vah be aslan gibi gencecik adam daha be!" "Gerçekle yüzle şecek kadar güçlenebilirse kurtulur. Bunun gibi hass as ve aşırı duyarlı tiplerde böyle uç reaksiyonlar görülür. " "Bi de a şk meselesi varmı ş derler ba şında. Karasevda falan diye duydum." "Olabilir. Ama sava şın gerçeklik kazanması bile bazan sava şın 329 etkisi kadar güçlüdür çavu ş. Evet, sarsmadan ta şıyın sedyeyi, ben öbür hastaların yanına gidiyorum." "Gerçekmi ş!" diye fısıldadı Tuna kendi kendine. "Hangi gerçek? Bunların tümü gerçek olsaydı, neden gelip tepemde bu konu şmayı yapacaktınız ki sanki? Gerçek olsaydı, neden c asus diye dövmeye kalktı ğım Sefer gelip ba şkasını de ğil de beni kurtaracaktı sanki? Bunlar da yetmezmi ş gibi, neden herkes ölüyor da ben bir türlü ölmüyor um?" Ağrıları biraz hafiflemi şti. "Çünkü beynim ölmemi istemiyor. Ölürsem bu karabasa n bitecek ve uyanaca ğım. Hah, ben de bunları yutacaktım di mi?" "Binba şım, bu hasta gülümsüyor!" diye ba ğırdı çavu ş, Tuna'yı sedyeyle ambulansa ta şırken. "Daha de ğil," diye mırıldandı Tuna. * Ambulans hareket ett i. CEHENNEM CENNETE DAHÎL "Ya ğmurları unuttuk, bir kurak iklime tutsa ğız, t • Çatladı içimizin toprakları, ta ş bile yandı i şte." ı Hüseyin Yurtta ş '' (Kirli Tarih) Önce pencereden içeriye bakan sonbaharı gördü. "Yap raklar ne zaman sararmaya ba şladı?" diye sordu. Kimse yanıtlamadı. Hafifçe do ğruldu, çevresindeki her şey bembeyazdı. O zaman tamdı; "Yine bir hastane odası!" diye inleyerek yata ğa bıraktı kendini. Şöyle yan gözle bedenine baktı çekinerek. Kollan, ba cakları yerindeydi. Kolundan bir serum hortumu sarkıyordu, ayak parmakl arı, sol eli ve sa ğ baca ğı alçıya alınmı ştı. Duyduğu tek şey bıkkınlık ve çok yo ğun bezginlikti. Artık bu kâbustan kurtulma şansı kaldı ğına inanmakta güçlük çekiyordu, isteksiz, hevessiz ve umutsuz olmak hâli feci yorucudur! "Günaydnn hocam! Uykulara doyamadın gittin amma bah , sonunda kendine giliverdin i şte." "Hasan? Yine mi sen!" "Heç yozunu gözünü buru şturma hocam! Ben n'iittim ki, sevmezsin beni yav? Bah iyile şiyon, daha ni istersin?" "Dalga mı geçiyorsun Hasan? Ben sana her rastladı ğımda gerçeklikten daha fazla uza ğa dü şmüş oldu ğumu anlıyorum, iyile şmeye gelince..."

Page 171: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Tamam tamam hocam, sen şimci gene uzun, tumturaklı laflar ideceksin amma heç yorma kendini..." Bir figürana, gere ğinden fazla rol vererek, öbür oyunculardan rol çalan yönetmene fena halde bozulan sinema seyir cisi gibiydi Tuna. "Sen çok fazla görünüyorsun Hasan." "N'ööricen hocam, bu benim vazifemiz!" ' ; •:•', "Bu kadar da olmaz ki!" ; "Yoh camım, sen ni diyosun hocam, daha niler var bi lsen, haline şükrederdin vallahi de billahi de!" Fıldır fıldır dönen gözleri ve fazla meraklı bakı şlarıyla Tuna'yı huzursuz eden hastabakıcı Hasan eli çabuk biriydi. O arada ç abucak tansiyonunu ölçmü ş, serum şi şesini de ği ştirmi şti. "Öbürlerini bilsen, senin hikâyen süt kokan bebe ka lırdı yanında hocam! Ah ne dertler vardır öbür askerlerin ba şında, ah ki ahh!.." "Benim bir derdim falan yok! Tek istedi ğim bu kahrolası karabasandan kurtulup, gerçe ğe dönmek, anlıyor musun? Anlamıyorsun! Çünkü hepini z beni deli sanıyorsunuz! Çünkü ancak size ö ğ-retilmi ş şeylere inanıyorsunuz. Hiçbiriniz daha kendi do ğrularınızı yaratmaya cesaret edemiyorsunuz!" "Tamam hocam, tamam delleniverme yine. Bah tansiyon un felan düzelmi ş, bozma sağlı ğını neym... Dohtorlar karar virecek evine gitme vak tine, sen de ğil hocam." "Rüyaların da bir kaderi mi var yoksa Hasan?" diye aniden sakinle şmiş bir sesle sordu Tuna. "Ben heç karı şmam bu i şlere valla. Bah seni SASARUT'a aldılar ya zati..." "Beni neye aldılar, neye?" "SASARUT ünitesi derler ya, ona canım!" "Hah bir bu eksikti! Hay benim çalı şkan beynim, şimdi de bunu mu uydurdu yani?" "Ne uydurması hocam, heç ööle siy olur mu?" "Eeveeet, aste ğmenimiz nasıl bugün?" "Doktor Kutlu! Sizi gördü ğüme çok sevindim. Yani ne i şiniz var burada sizin?" "Benim i şim burada olmak da, in şallah siz çabucak kendi i şinizin ba şına dönersiniz hocam," dedi doktor Kutlu donuk bir sesl e. "Yani istanbul'a döndüm mü ben?" diye sevinçle sord u Tuna. "Evet, geçen hafta sefer görev yerinden dönen grubu n içindeydiniz. Sa ğlam bünyeniz varmı ş, sizi kurtardık..." "Kurtaramadıklarınız oldu yani..." "Eee sava ştayız aste ğmenim... Ölümle ya şam ancak bir sava ş sırasında bu kadar yanyana gelirler." 333 Sustular. "Sonbahar gelmi ş," dedi Tuna, "Çok severim yazsonun kı şa kavu şma renklerini... Bir an önce buradan kurtulup, sonyaz sokaklarına atmalıyım kendimi..." "O da olacak, îlk getirildi ğiniz günden bu güne kadar çizdi ğiniz tablo oldukça umutlu." Hangi ilk geldi ği günü kastediyordu doktor, bilemedi Tuna. Sormaya da cesaret edemedi. "Bu SASARUT konusu nedir doktor?" diyerek konuyu de ği ştirmeye çalı ştı aceleyle. "Sava ş Sonrası Asker Ruh Tedavi ünitesi, Türk ordusu için oldukça yeni bir proje. Aslında önceleri asayi ş, iç güvenlik, terörle mücadele birlikleri için tasarlanmı ştı ama şu anki gereksinmeler nedeniyle bütün asker birimlerine hizmet vermekte- "Sava ş sonrası asker ruh tedavi ünitesi ha! Vay canına!" diye alaycı bir gülü şü konuk etti yüzünde Tuna. Onu duymazdan gelen doktor Kutlu Çeçen, yata ğın yanına dikilerek donuk sesiyle devam etti; "Genellikle konsantre olma güçlü ğü, karanlıktan korkmak, yüksek sese kesinlikle tahmmülsüzlük - örne ğin araba alarmları, sert kapı kapanı şları,

Page 172: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ani bir kahkaha, çocuk çı ğlıkları, su borusu sesi ve elbette depresyon, ani yorgunluklar, hiçbir nedeni olmayan şiddetli öfke nöbetleri..." "îyi ama doktor, bu saydıklarınızdan sonra bu insan lar nasıl bir daha gülebilir, kime güvenir ve... nasıl sevi şebilirler? Yani... Kim korkuyu, kuşkuyu, ihanete u ğramı şlı ğı ve umutsuzlu ğu hastanede tedavi edebilece ğini iddia edebilir ki ?.." Doktor Kutlu'nun şaşkın bakı şlarına çarpınca aklı ba şına geldi ve kendisinin burada bir ziyaret nedeniyle bulunmadı ğını hatırladı, îkisi de ne yapacaklarını bilemeden sıkılarak kaldılar bir s üre. Önce doktor Kutlu toparlandı ve bo ğazını temizleyerek hiçbir şey olmamı ş gibi konu ştu: "Zor tabii... Sava ş kimseyi galip çıkartmaz ö ğretmen. Canlı kalanların tümü yenilmi ştir aslında." "Benzeri tedavi çalı şmaları Vietnam ve Körfez Sava şı'ndan dönen Amerikalı askerler üzerinde yapılmı ştı sanırım?" §34 "Evet," dedi Doktor Kutlu, Tuna'nın yatak ucuna asılı hasta """"^ tak ip tablosunu incelerken. "Ben bunları dergilerden, gazetelerden okumu ştum," diye dalgın dalgın söylendi Tuna. "isteyerek gitmedikleri Vietnam'dan geri dönen genc ecik askerlerin toplum yaşamına ve barı ş ortamına uyum sa ğlayamadıklarını çok üzülerek hatırlarım. O insanların ya şamlarının kalan kısmı artık cehennemdir. Cennetteki cehennem!" "Biz de zaten Amerikalı meslekta şlarımızdan danı şmanlık yardımı aldık. Tabii asıl kurucu kadroyu kendi doktorlarımız olu şturuyor." "Müthi ş dramatik bulmu ştum bütün bunları ve feci etkilenmi ştim." "Doğrusu size katılmamak mümkün de ğil aste ğmen." "Tabii tabii," dedi Tuna aniden içine dü ştü ğü tuza ğın ayrımına varmı ş bir vah şi hayvan öfkesiyle ba ğırmaya ba şlayarak; "Tabii doktor siz de gelip bütün bunları olanca ayr ıntısıyla bir hastanıza anlatmakta hiçbir sakınca görmüyorsunuz, de ğil mi? Ha? Hatta tarihçe ve kaynaklar bölümünü de aktarıyorsunuz ki, eksik bir şey kalmasın aklımda, öyle mi? Konu şsanıza doktor ha? Tabii ben de o kadar deli ve diva neyim ki bütün bunları yutuyorum!!! Bu kadarı çok fazla dokt or! Yok artık bence devenin nalı!.." Aniden şiddetli bir öfke krizine giren Tuna'nın tepkisinden ürken doktor Kutlu, elindeki hasta takip tablosunu nereye koyaca ğını bilemeden kalakaldı. . "Her şey ne kadar planlı, ne kadar düzgün hazırlanmı ş, öyle de ğil mi doktor? Ha? Ve siz de benim uslu uslu bu masalları dinlememi bekliyorsunuz, yanılıyor muyum binba şı doktor Kutlu Çeçen, haa???" "Bakın Tuna ö ğretmen, bu ani ve nedeni bulanık öfke nöbeti biraz önceki konu şmamızda i şaret etti ğimiz davranı ş bozuklu ğunun bir örne ğidir. Sizinle açık açık konu şmama gelince..." Elindeki hasta takip tablosunu yine Tuna'nın ayak u cundaki plastik şeffaf zarfa yerle ştirdi, sakin görünmeye özen göstererek Tuna'ya do ğru yakla ştı. "Birincisi siz, tedaviye en pozitif cevap veren SAS ARUT hasta- sısınız, ikincisi son derece bilinçli ve kültürlü b ir insansınız. Bu nedenle sizinle açık açık konu şmakta bir sakınca görmedim. Üçüncüsü..." "Sakınca görmemi ş-mi ş! Güleyim bari, hah hah hah!!!" dedi Tuna sinirli sinirli gülerek. "Baksanıza doktor, neden itiraf etmiyorsunuz artık? Bal gibi biliyorsunuz ki, bütün bunlar aslında benim beynimin tasarıları, dü şleri, bunlar benim korkularım, kâbuslarım... Hiç de ğilse yüreklilik gösterin ve buna kolektif kâbus adını takın, ama kar şıma geçip gerçekçilik nutukları atmayın Allah aşkına!" Üzülerek içini çekti doktor Kutlu. Ba şını e ğip, sessizce dü şündü bir süre. Sonra kederli bir sesle usul usul konu ştu; "Bence siz, henüz ne oldu ğunu anlayamadı ğım, ama kesinlikle i şlemedi ğinizi düşündüğüm bir suç yüzünden kendinizi cezalandırıyorsunuz T una ö ğretmen." Onun gerçekten üzgün olup olmadı ğı konusunda ku şkuya dü şen Tuna, sakinle şti.

Page 173: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Korkularınız, gerçekle yüzle şmemek için kullandı ğınız koruyucu bir bariyer olu şturmu ş. Oysa korkularınız şiddetlendikçe patolojik boyut kazanıyor. Size travmatik sava ş nevrozu te şhisi koyduk," diyerek yeniden içini çekti doktor Kutlu. "Bu prototip, heyecana ba ğlı bir psikonevroz, psiko-fizyolojik paroksizm modeli olu şturur." "Vay canına!" diyerek gülmeye ba şladı Tuna. O ani öfke krizinden böyle gönülsüz bir gülme psiko lojisine geçmesine pek de şaşırmamı ş görünen doktor Kutlu sabırla onu izliyordu. "Doktor, hah hah hah! Doktor buna inanamıyorum vall ahi!.. Kusura bakmayın n'olur... Hah hah hah, şu benim tuhaf beynime gülüyorum inanın ki... Yani ne cevherler varmı ş orada da ben küçümsemi şim hazreti, hah hah hah! Baksanıza isterse nasıl tıbbi ve ciddi cümleler haz ırlayabiliyor ve ben de neredeyse durumun gerçekli ğine kanıverece ğim!" "Bakın Tuna ö ğretmen," dedi doktor Kutlu a ğırba şlı ve mesafeli tutumunu hiç bozmadan, "Do ğal olarak hepimizin korkuları vardır ve bunlar çocu kluk yıllarımıza dayanırlar. Ancak bazı özel durumlarda, terörün artması, ki şisel sorunların açmaza girmesi ve asla çözülemeyece ği umutsuzlu ğu bizi panik ve deh şet durum- 335 larına sürükler. Ya da yapay bir manipülasyon sonuc unda hiperbolik olarak adlandırdı ğımız aynı sonuçlar olu şur." "Pes do ğrusu!" diye onun sözünü kesti Tuna, "inanın korku v e psikoloji üzerine okuduklarımı böyle iyi hazmetmi ş olmama hayret ediyorum doktor. Son yıllarda bu konuya merak sardım ve bol bol okudum, ama ço ğunu unuttu ğumu sanıyordum. Gelin görün ki, şimdi öyle olmadı ğını şaşkınlıkla fark ediyorum, insan kendi beynini asla hafife almamalı! " "Bu şekilde daha ne kadar kaçabilece ğinizi sanıyorsunuz Tuna ö ğretmen?" Bekledi. "Bu yöntemle buradan kurtulamazsınız. Ne zaman ki, bu iç sava şın ve yaşadıklarınızın gerçek oldu ğunu kabul edeceksiniz i şte özgürlü ğünüzü o zaman geri kazanacaksınız!" Sustu, iki genç adam sessizce birbirlerine baktılar . Biri yata ğın içinde yarı oturarak, öbürü ayakta, gözgöze kaldılar. En a nlamlı konu şmaların sessizce gözgöze gelindi ği anlarda yapıldı ğını ikisi de biliyordu. "Tabii, ya şadıklarımızın bir karabasana benzemedi ğini kim iddia edebilir ki?" diye mırıldandı doktor Kutlu, gözlerini pencer eden görünen sonbahara saklayarak. Gülümsedi Tuna. "Anlıyorum doktor," dedi. Sessizlik yeniden dola ştı aralarında. "Gözlü ğünüz," diyerek elini önlü ğünün cebine attı doktor Kutlu, "Sizin üç derece miyop oldu ğunuz kalmı ş aklımda. Umarım yanılmıyorumdur? Ordu pazarındaki optikçiden eski çerçevenize benzer bir tane seçip, cam taktırdım. Kabul ederseniz, çerçeve benim size arma ğanım olsun." Deri taklidi plastik siyah bir kılıf içinde, ince m etal çerçeveli bir gözlük çıkarttı ve Tuna'ya uzattı. "Ne incelik doktor!" diye sevinerek gözlü ğü kaptı Tuna. "Sa ğolun, bunu hiç beklemiyordum." Gözlü ğü taktı. Çevresindeki dünya bir ölçüde netle şmişti. Elini uzatıp, doktora te şekkür için tokala şmak istedi ğinde sol elinin alçı nedeniyle, sa ğ elinin de kolundaki serumdan ötürü kullanı şlı olmadı ğını fark etti. Doktor Kutlu anlayı şla yakla şıp, Tuna'nın sa ğ elini sıktı. "Siz iyi bir insansınız doktor. Bu rüyanın, ah pard on sava şın demeliyim tabii, olumlu karakterlerinden birisiniz, i şini iyi bilen, prensip sahibi, güvenilir insan tipi." "Te şekkürler." "Kendinizi açık etmemeye yeminli, gücünü bu sessizl ikten alan yaygın erkek tipi..." "Bakın hele," diyerek onun sözünü kesti doktor, "Bu gidi şle siz bizim i şimizi elimizden alacaksınız ö ğretmen." Sustu.

Page 174: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Yanıldı ğınız bir tek nokta var Tuna ö ğretmen: ben bir zamanlar kendini rahvan bir tay sanan, yürümek nedir bilmeyen, dere tepe ko şan bir Çerke ş tayıydım." "Tıpkı 'Da ğlara Yazılıdır'daki gibi..." diye gülümsedi Tuna. " Okudunuz mu o romanı?" diye heyecanlandı doktor Kutlu. Ba şını "evet" anlamına salladı Tuna. "Binbo ğa da ğları, tıra şı yarım, yüzü sabunlu Türkmen beyine benzerdi. Nevruzlar, çi ğdemler, kar çiçekleri açardı. Kuzukulakla-rı, çiri şler, madımaklar gö ğerirdi. Ve ninem 'otur yerine, ki şneyip durma evin içinde' derdi." Gülümseyerek bakı ştılar. Dostlu ğun insanın içine dü ştü ğünü hissetmek için bir saniye bile uzundur bazan. "Ak şama yeniden u ğrarım Tuna ö ğretmen. Size kitap, dergi getirece ğim. Ayrıca bir walkman ve klasik müzik kasetleri de bul maya çalı şaca ğım." "Doktor Kutlu," diye seslendi tam çıkarken Tuna, "B ildi ğinizi biliyorum. Hepsini, gözlerimin üç de ğil, be ş numara miyop oldu ğundan ba şlayarak her şeyi bildi ğinizi ve bunların tümünün de... yalnız..." Sustu. "Yalnız ne?" diye durdu doktor Kutlu. "Yalnız, kendini bir Çerke ş tayı sanan o çocuk var ya... i şte bir tek o gerçek..." Geri dönüp, yata ğa yakla ştı doktor Kutlu, "Bu rüyadan uyandı ğınızda sizi özleyece ğim Tuna ö ğretmen," dedi ve çıktı. 337 KAM 22 EŞCĐNSEL, KARŞITCÎNSEL ve/ya iKÎClNSEL "Her erkekte veya kadında kar şı cinsin cinsel organlarının izleri bulunur." Sigmund Freud (Cinsel Sapmalar) ' "insan otuz ya şına girmeye utanır be!" Şaka mı yapıyor?, diye baktım. Hayır, ciddiydi. Otuz ya şına girmek onu çok incitiyor olmalıydı. Köşkte toplanmı ştık ve bunun toplu halde kö şkte yiyece ğimiz son yemek oldu ğunu hiçbirimiz bilmiyorduk. "Daha otuz olmana bir yıl var kızım. Bugün yirmi do kuz ya şını bitiriyorsun, acelen ne Adacı ğım?" Bir on iki Mart günüydü ve ya şasaydı ertesi gün de Aras'ın do ğum günü kutlanacaktı. "Açık prova anne sultan! Ha bu yıl, ha gelecek yıl, ne fark eder? Şu çirkin ve ürkünç otuz sayısını telaffuz etmeye alı şmalıyım. Hepsi bu!" "Duyan da seni elli ya şından söz ediyor sanacak, ya biz ne yapalım Adacı ğım?" "Sen hep genç kalmaya mahkûmsun anne sultan!" Son ü ç yıldır ba şkasının karaci ğeriyle ya şayan Süreyya Mer-can'ın sa ğlık sorunlarıyla hem fiziksel, hem de duygusal olarak çok yıpranan Pervin Gökay, h er şeye ra ğmen bakımlı, zarif ve incelikli olmak mucizesini sürdürüyordu. Ada ya şlanmaktan korktu ğunu gizleyenler sınıfına katılmak-tansa, erkenden üstüne giderek bu i şi kolayla ştıraca ğını sanıyordu. Oysa yıllar onu fazla deği ştirmemi şti. Hüznü artmı ş olsa d~' yaramaz, geçmi şten kaçıp, saklanmaktan bıkmasa da o hep aynı ya ğmur kızdı! "Ey ev halkı ve dı şardan gelen dostlar, duyduk duymadık demeyin, kar şınızda duran bu kumral, ufak tefek kadın artık otuzla-mı ştır! Peynir ekmek yemeyin!" "Ya şşa moruk!" "Çok ya şa Ada!.." "Nice yıllara Kumral Ada!" sesleriyle birlikte alkı şlar yükseldi kö şkün salonunda. Kısa süren sessizlik Şair Do ğan Gökay'ın etkileyici, umut dolu sesiyle terk etti salonu. "Ne kadar gençsin çocu ğum!" Şu anda üç, yalnızca üç yıl önce, otuz ya şındayken şimdikinden ne kadar toy ve genç oldu ğumu dü şündüğüme göre... Şair Dayı'yine haklıydı. "Gençli ğin şerefine!"

Page 175: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Artık oturmaya bile gücü zor yeten Süreyya Mercan, bir deri, bir kemik kalmı ş bedenini dik tutmaya çalı şarak, elindeki su dolu kadehi kızının şerefine güçlükle havaya kaldırdı. O zaman eli titre di ve su üstüne döküldü. "Camım, sularımızı hep ziyan ediyorsun, belediye ba şkanı kızacak bize!" diyerek kocasının yardımına ko şan Pervin Gökay, onun aldı ğı her nefesi şükranla kar şılıyordu. Bazan biz bile varlı ğının, kocasının ya şamasına bağlı oldu ğuna inanıyorduk. Süreyya Mercan, kızının otuzuncu do ğum gününden birkaç hafta sonra yine ağırla şarak hastaneye kaldırıldı, kısa bir süre sonra da ö ldü. Ölürken bile, hastaneden çıkınca çevirece ği filmlerin dü şlerini kuran Süreyya Mercan devlet töreniyle gömüldü. Cumhurba şkanının da katıldı ğı görkemli cenaze töreni için Türkiye'nin en uç kö şelerinden bile insanlar istanbul'a aktı. Kuzguncuk'ta tavla oynamaya gitti ği kahvenin soka ğına adı verildi. Adına sinema ödülü kondu. Televizyon kanalları, gaz eteler hakkında belgeseller hazırladı, eski filmleri toplu gösterim e girdi. Bu kadar sevildi ğini kendisi bile bilmiyordu herhalde... Onun beklenen ölümü en çok Pervin Gökay'ı sarstı. O tuz iki yıldır ya şamını sımsıkı payla şıp, gözünden sakındı ğı sevgilisi gidince sanki Kuzguncuk'a küstü ve ani bir kararla kö şkü sattı. Ada'ya ve şair Do ğan Gökay'a yakın olsun diye babasından kalan 339 Valide Çe şme'de bir apartman katına yerle şti. Elindeki parayı Süreyya Mercan vakfı için kullanmak üzere kollarını sıvadı. 34®- Kö şkün yeni sahipleri onu yıkıp, a ğaçları kestiler, yerine ace-"'•••". leyle ki şiliksiz ve çirkin iki apartman yaptılar. Tam burnum uzun ucuna, kö şkün mezarını diktiler. "Bu kadar ya şlandı ğına göre biz gençlere hangi tavsiyelerde bulunur Ad a Mercan acaba?" Bu sesi tanıyordum, hem de çok iyi tanıyordum. Salo nda Ada'nın arkada şı olarak bulanan sekiz-on ki şilik gruba alıcı gözüyle baktım, ama bildik birini çıkartamadım. Ses benim arkamdan geliyordu, dönünce gözgöze geldik. Aklıma ilk dü şen sözcük: "olamaz!" idi. Yırtıcı, saldırgan ve yaraları açıkta kanayan bu se si nasıl unutabilirdim? "Hemen ö ğütlerimi sıralıyorum efendim," dedi Ada, "Bol bol y aşayın. E ğer âşıksanız so ğutmadan, ek şitmeden ve bayatlatmadan yiyin yeme ğinizi gen'çler! Otuz ya şındaki teyzeniz size böyle buyuruyor!" Gülü ştük. Aliye'ydi. Yıllar sonra burnumun dibinde yeniden or taya çıkmı ş, kar şıma dikilmi şti. Eski sevgilisine rastlayınca insanın içine ince cik bir heyecan, hafif bir hüzün ve dostça bir sıcaklık yayıl-malı d iye dü şünüyor benim gibiler. Oysa Aliye'ye rastlamak, çok uzun ve iti ş-kakı ş bir evlilikten sonra mahkeme ve medyada bütün özel ya şamını zevkten titreyerek ilan eden intikamcı bir eski e şle kar şıla şmak gibi rahatsız etmi şti beni. Aliye bulundu ğu yerde olay çıkartmadan, kendini kepaze edene kada r belli etmeden ra-\ hat edemezdi. Meriç kula ğıma e ğilip; "Bu, yıllar önce fakülteye gelip, beni sorgulayan k adın de ğil mi?" diye sordu. Evet oydu. Vaktinden önce çökmü ş yüzüne alkolle a şınmı ş yorgun bir kadın ta şınmı ştı. Hâlâ seksi bir yanı vardı ama son sahneyi oynuy ordu. "Ada hâlâ bu kadınla görü şüyor mu?" "Galiba öyle," dedim Meric'e, sakin görünmeye çalı şan bir gülümsemeyle. Dört yıldır evliydik ve yeni evli bir çiftten çok, iyi iki arkada şa benziyorduk. Meric'in mutlu oldu ğunu sanıyordum. Benimle sevi şmekten heyecanlanıyor, sessiz ve sakin gülümsüyordu. O zat en hep sessiz ve sakindi; asla içini açmaz, kendini anlatmazdı. Anla ttı ğı bir ki şi olsa rahatlayacaktım, ama bundan da ku şkuluydum... Meric'i diri tutan beni kazanmak için sürekli sava şmak durumunda olmasıydı belki de... Bilmiyorum... Meriç, biz evlendikten bir yıl sonra okulu bitirmi ş ve önceleri pratisyen kalmakta Đsrar etmi şti. Bunun asıl nedeninin lise ö ğretmeni kocasının erkek

Page 176: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

gururunu korumak amaçlı bir özveri oldu ğunu anladı ğımda kesinlikle kar şı çıktım ona. Gidebildi ği, yükselebildi ği yere kadar onu desteklemeye kararlıydım. "insan karısının i ş ba şarılarını kıskanıyorsa erkek de ğildir, çünkü daha insan olamamı ştır!" diye yumurtladım birden. Sakin sakin baktı, şaka mı yapıyorum diye yüzümü aradı ve sordu: "Sahi mi?" Sahi miydi? Bilmem? Heralde öyleydi, yani öyle olma lıydı. Bildi ğim, iddiasızlı ğım yüzünden mutlu edebildi ğim tek ki şinin Meriç oldu ğuydu. Ben birini mutlu ederek mutlu olabilen egosu geli şmemiş salaklardanım. (Bunu daha önce kaç kez söyledim siz e?) "Sen çok farklısın!" derdi Meriç, boynuma sarılarak . (Ne i şe yarıyorsa bu?) "Psikiyatriyi seçmek istesem, rahatsız olur musun?" "Hoppala! Yahu Meriç, uzmanlık çalı şmasını sen yapacaksın, bran şının konusuna ben nasıl karı şabilirim ki?" Her adımını kocasına sorarak atan bir kadınla ya şamayı seven bir erkek var mıdır, bilmiyorum ama ben, kendi kararlarının alıp, uygulayan kadın(lar)a hayranım. Oysa Meriç alı ş veri ş için bile bana danı şır! "Bilmem ki? Psikiyatrisi bir karısı olmasını isteye n erkek var mıdır?" "Meriçciim, bize ne öbür erkeklerden? Sen istiyorsa n psikiyatrisi de olursun, ne bileyim patolog da... Kim karı şır senin kariyer tercihine senden ba şka?" Bu davranı şımı ilgisizlik olarak algıladı ğı için içten içe kırılıyordu. Ama ne kadar u ğra şşam da ona bazı şeyleri anlatamayaca ğımı biliyordum. Meriç akılsız, duyarsız ya da tembel de ğildi. Ha- P! yır, o son derece azimli, çalı şkan ve akıllıydı. Ama Meriç, Ada'ya hiç benzemezdi. Gitti patolojiye girdi. Bana da kadrosuzluktan ötür ü bu seçimi yaptı ğını söyledi. Hiç sormadım fakat hep ku şku duydum. Annem planladı ğı gibi giri ş katındaki iki odaya yerle şti. Oraya mutfak ve banyo yaptırdık ve o, sanki bir saraya ta şınmı ş gibi sevinçle yerle şti yeni mekânına. Kısa sürede çocuklu ğumdan beri sıradan bir giri ş olarak bildi ğim bizim evin giri şini cennete çevirdi. Çiçekler önce merdivenler ve a ntreden başlayıp, pencere önlerine, oradan da sokaklara ta ştı. Dedem ve babaannem hayattayken alı şkın oldu ğum ama özellikle Aras'ın gidi şiyle kaybolan menekşelerin geri dönü şü hiç beklemedi ğim kadar iyi geldi bana. Bunu açıklamak sanırım zor olacak. Evin içine ve dı şına cömertçe serpi ştirilmi ş bakımlı çiçeklerin, yalnızca renk ve kokularıyla se vinç saçtıklarını anlatmak, aslında hiçbir şey anlatamamaktır. Çünkü bu manzarayı arkadan asıl destekleyen duygu; devamlılık, ya şama ba ğlılık ve gelece ğe dair umuttur. Bu çiçekler, sorumluluk alacak kadar iyi h issetmeyi, ilgiyi, yaşama "evet" demeyi, direnmeyi ve ayakta kalmayı simg eler. Tek tek ilgilenilmesi gereken yirmilerce, otuzlarca saksı ç içek en azından, ba şka canlıların sorunlarına zaman ayıracak kadar kendi s orunlarını çözebilece ğine inanmı ş olmayı gerektirir. Evinin içini ve dı şını kendi bakaca ğı çiçeklerle dö şemek, insanın yerle şebilecek kadar huzurlu, cesur ve kararlı oldu ğu anlamlarını da ta şır. Çiçek sa ğlıktır! Annem ve saksılar dolusu çiçekleri, ya şamımda yeni bir dönem açıldı ğını bütün ba şka i şaretlerden daha iyi anlatmı ştı bana. Küçük iki üst daireyi de Meric'in halasının evlilik arma ğanı sayılacak yardımlarıyla yeniden düzenleyip, daha keyifli bir mekâna dönü ştürmeyi başarmı ştık. Modern ve iddiasız bir dublekse dönü şen evin (evimizin, demem gerekir!) küçük sayılacak balkonunu anneme özenerek çiçeklerle şımarttım. "Oooo, Tuna Atacan! Sizi görmek ne büyük şeref böyle!!!" "Aliye, nasılsın?" diye isteksiz bir sesle, zoraki sordum. "Ben daima iyiyim, asıl seni sormalı Mavi Tuna?" Sesinde tehlike çanları, zehirli oklar savurarak ta m zamanlı çalıyordu. Son derece saldırgan bakıyordu. Hiç bula şmak istemedim, ama o çoktan kararını vermi ş, belki de sırf bula şmak için buraya gelmi şti. -> "Beni karınla tanı ştırmayacak mısın yoksa Tuna?"

Page 177: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Yine simsiyahlara boyanmı ştı. Siyah postallar giymi ş, ince siyah çoraplı hâlâ güzel bacaklarını süper mini deri bir etekle s onuna dek açmı ştı, istanbul'un acımasız Mart so ğuğuna kafa tutan incecik, askılı siyah dekolte bluzunun altında küçük gö ğüsleri çıplaktı. "Tabii, sizi tanı ştırayım," dedim, elimle Meric'in sırtını pat-patlay arak, "Bu Meriç ve bu da Aliye." El sıkı ştılar. Aliye'nin elini sıkarken isteyerek Meric'in canını acıtmı ş oldu ğunu dü şünerek, canım sıkıldı. "Sizinle daha önce tanı şmıştık küçük hanım!" dedi Aliye alaycı bir sesle. "Evet, hatırlıyorum. Sahi, beni ziyarete gelmeniz n e incelikti !.." Meric'e baktım. O her zamanki gibi yumu şacık, sakin ve güzel görünüyordu. Yanıtı ho şuma gitmi şti. "Eh, ne de olsa Gökay kanı ta şıyor," diye düşünürken yakaladım kendimi. "Sen hep dört ayak üstüne mi dü şersin Tuna Atacan?" diye bozulmu ş bir sesle sordu bana. Demek o sessiz, iddiasız Meriç tek vuru şta Aliye gibi profesyonel bir dövü şçüyü sendeletebilmi şti. Sessiz atların tekmesi pek mi olurdu sahiden? Fakat Aliye'yi iyi tanıyordum ve onun böyle küçük t okatlarla asla yere düşmeyeceğini, aksine daha da öfkeli saldıraca ğını biliyordum. "Eee, evcilik oyunu dı şında neler yapıyorsunuz bakalım? Yav sizin çocu ğunuz mu olmuyor, yoksa ba şka planlar mı var ufukta? Dört yıldır teyze yapmayı becerememi şsiniz Ada'yı?" Terbiyesizli ğin ne kadar ucuz oldu ğunu anlamak için sık sık ya şamak gerekmiyor herhalde. So ğukkanlı bir yanıt bulmak için dü şünürken Meriç soğukkanlı bir sesle konu ştu (yani her zamanki sesiyle): "Balayımız dikkat çekecek kadar uzun sürmü ş olmalı. Yani... Kusura bakmayın, yanlı ş mı anladım sorunuzu acaba? Yok e ğer tıbbi açıdan merak ettiyseniz, bir gün bizim hastanenin fertilizas-yon klini ğine u ğrayın, size bilgi vermelerini rica ederim." Kulaklarıma inanamıyordum! Benim sessiz, sakin, uyu mlu, her dem yumu şak bildi ğim Meric'in pabuç kadar dili vardı ve ben bunu ilk kez fark ediyordum. Yuh bana ki, ne yuh! Gözlerime inanmamam söz konusu de ğildi, çünkü Meriç her 343 zamanki gibi sakin ve iddiasız duruyordu Aliye ile aramda. Peki o zaman, eğer bu hazır cevaplı ğı ve sivri dili "tek bir kez"lik bir vahiy de ğilse, neden bu yanını yıllar boyunca hem benim, hem de Ad a'nın ailesinden gizlemi şti? Belki de bu, istedi ğini elde etmek için planlanmı ş bir stratejik takti ğin parçasıydı? Belki Ada'ya rakip olmaktan çekinmi ş, ya da yalnızca sevgisinden ötürü saklanmı ştı. Bilemedim. Hâlâ da anlamı ş sayılmam. Çünkü yeri geldi ğinde ba şkalarına açılan Meric'in a ğzı, bana ve Ada'ya kar şı hep kapalı kalmaya devam etmi ştir. E ğer bu yalnızca bir taktikse, Meriç beni ürkütecek denli kontrollü bir insandı ve bunu bir tehdit olarak görmekten kendimi alamadım. Aslında çocuk istemeyen bendim. Çocukları sevmedi ğimden de ğil, ama... galiba baba olmak fikri beni korkutuyordu. Bazı kad ınlara ba ğlanmaktan korkulur, bazılarına ba ğlanmak içinse can atılır! Meriç, yumu şak geçi şlere inandı ğı için hiç üstüme gelmiyor, çocuk yapma planımızın kendi uzmanlık sınavları nedeniyle ertel endi ğini uygun bir dille gereken insanlara anlatıyordu. Bir yıl önce kürtaj oldu ğunda, kendimi bir cani gibi hissetmeme engel olmak için beni teselli eden oydu. Acaba bizi sevenleri üzmenin gizli bir albenisi mi var? "Heyyy, neler oluyor orada? Benim çocuklarıma iyi d avran Aliye!" diyerek Ada yakla ştı yanımıza. Yemek yenmi ş, birazdan Ada'nın do ğum günü pastası kesilecek, sonra hâlâ genç sayılan bizler hep birlikte Ada'nın açılı şı özellikle o güne denk düşürülen yeni foto ğraf sergisine gidecektik. Süreyya Mercan ilk kez kızının bir sergi açılı şına katılamayacaktı. Pervin Gökay, kocasını yalnız bırakmazdı. Şair Dayı açılı şlardan nefret ederdi. Annem, zaten kalabalıkları sevmezdi, üstelik o sırada bizi ziyar ete istanbul'a gelen Kemal dayımlarla me şguldü. Sanırım Burkan, bir tek o gelecekti bizlerle .

Page 178: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Dudaklarını büzdü ğünü görünce Aliye'nin okkalı bir saldırıya geçti ğini anladım ve derin bir nefes alarak bu darbeyi kar şılamaya hazırlandım. "Çocuklarına benim sevgilim oldu ğunu anlattın mı bari bayan Kumral Ada?" "Neee ?.." diye haykırdı Meriç. \. Yok, aldı ğım soluk bu darbeyi kar şılamama yetmemi şti, bur- numdan kanlar bo şanarak ringe dü ştüm, nakavt oldu ğumu anlamı ştım. Aliye asıl darbeyi sona saklayabilmi ş büyük boksörlerin zafer sevinciyle titriyordu. Ada'yla gözgöze geldik. Kısacık, çok kısacık bakı ştık. O zaman, nedense dilimi feci ısırdım. Canım çok yandı. "Ah Ada, neden?" diye sordum, "Ama sen de aynı kadı nla..." diye yanıtlıyordu bakı şlarımı. Kendini ilk toplayan Ada oldu. Sanki şen şakrak bir sesle konu ştu; "Birden aklıma bizim çocukluk yıllarımızda oynayan şu ünlü Bob Fosse filmi geldi." Şaşırma sırası Aliye'deydi. "Ne olmu ş yani?" der gibi baktı Ada'nın yüzüne. "Kabare canım, hatırlarsınız!" "Lisa Minelli'yle, Michael York'un oynadı ğı film mi?" diye sordu Meriç toparlanmayı deneyerek. "Tastamam o!" dedi Ada. "O filmde bir fa şist subay vardır. Çok yakın iki arkada şı ayrı ayrı aldatarak, ikisiyle de cinsel ili şkiye girer. Bu oyunun çok geç kalarak farkına varan kadın ve dostu e şcinsel erke ğin aşağılanmı şlık duygusu, bize fa şizmin asıl anlamını anlatır bence." Baktım. Ada çoktan toparlanmı ştı. "Çünkü fa şizm, kendi ili şkilerimizde ba şlar ve daha fazla incitmek, daha fazla yaralamak, ezmek ve a şağılamaktan zevk almaktır aslında!" Eh, fena sayılmazdı. Yenilmi şti Ada, ama şık ve soylu bir şekilde çekiliyordu ringden. "Her ikisi de istekliydi ama o fa şistle yatmaya! Satılık olmayan ne var ki!" diye ba ğırdı Aliye tükürür gibi. O zamana kadar bir kö şede dikkat çekmeden hararetle bir şeyler tartı şıyor görünüyorduk, ama Aliye son sözlerini özellikle ba ğırarak söyleyince, salonda bulunan herkesin bize şaşkınlıkla bakmasına neden oldu. (Nasıl da bayılır bu ilgiye!..) "Senin hemen ve sonsuza kadar burayı terk etmeni is tiyorum!" dedi Ada üzgün ama kararlı bir sesle fısıldayarak. "Sana verilen hiçbir şansı de ğerlendirmedin Aliye! insan dostlarını ve aşklarını hak etmek zorundadır. Sen bizleri hak etmiy orsun!" 345 <-' "Ben Aliye'ye yolu göstereyim," diyerek atıldım ortaya. ' "Böyle pat diye bitiriyor musun yani?" diye son bir atak yaptı Aliye. "Çoktan bitmi şti," dedi Ada içimi burkarak. "Pi şman olacaksın, çok pi şman olacaksın Ada!" dedi Aliye ve postallarıyla yeri döve döve çekip gitti. Salonda derin bir sessizlik ve merak vardı ama kims e soru sormaya cesaret edemiyordu. Böyle bir günde tatsızlık çıkması talih sizlikti ama tatsızlıklar da hep böyle günlerde fı şkırırlar! "Çocuklar, haydi gelin, daha pastayı kesmedik!" Pervin Gökay üzüntüsünü saklamayı pek de becerememi ş bir sesle seslendi. Ada'yla gözgöze gelmemeye özen göstererek Pervin Gö kay'ın yanına gittim. "Gece mavisi bolero size çok yakı şmış efendim. Son zamanlarda sizin için hiç ceket çizmedi ğimi hatırlatacak kadar meydan okuyucu bir model bu, " dedim. Dilim feci acıyordu. "Tunacıım, ö ğretmenlik benim gözümde öyle kutsal bir meslek ki, seni oradan çalıp, tasarım dünyasına çekmek için hazırladı ğım bütün hileleri engelliyor. Ama sen de biliyorsun ki, e ğer moda tasarımı yapsan kısa sürede hem büyük servet, hem de şöhret kazanman i şten bile de ğil..." "Meriç, ne biçim kadınsın sen yahu! Bak, dikkat et bak, bu senin halan, kocanı çalmaktan söz ediyor açık açık kızım!"

Page 179: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Yamuk bir gülümsemeyle eni ştesine bakan Meric'in aklı hâlâ Ada ile Aliye'nin ili şkisinde olmalıydı. Yüzü allak bullaktı. Ada, tutup bir Nirvana kaseti koydu müzik setine. M üzik özellikle arkada şlarına iyi geldi, biz aile takımıyla ilgilenmeyi ke sip, kendi aralarında e ğlenmeye daldılar. "Amaan Süreyyacıım, bırak takılmayı bize camım. Biz çizgilerden giysilere geçen tasarımcılarız ama Tuna, o hakiki ve çok iyi bir terzilik gelene ğinden geliyor, anla şana... Ama ille ö ğretmenlik diyor i şte... Oysa senden ö ğrenecek çok şeyimiz var." "Esta ğfurullah efendim. Bir prenses halktan ne ö ğrenebilir ki?" dedim konunun aniden modaya çevrilebilmi ş olmasına sevinerek ama hâlâ feci gergin olarak. "Halktan ö ğrenilecek çok şey vardır," dedi şair Do ğan Gökay, o so ğuk Mart başı ak şamına aldırmadan bahçeye çıkarken. ; Kalkıp, ben de pe şinden gittim. Sanki, canım fena halde bir belâya bula şmayı çekiyordu. "Siz de biliyordunuz de ğil mi?" diye sordum, ellerimi cebime sokup, daha şimdiden ü şümeye ba şlayarak. "Böyle şeyler bilinmez çocu ğum, ancak sezilir!" Bakımsız da olsa bize eski ne şeli günleri ça ğrı ştıran çarda ğın altında, ellerimiz pantolon ceplerinde bir süre yanyana durd uk. Canım o kadar sıkılmı ştı ki, sata şacak birini aramak konusunda hiçbir tercihim ve öze l nedenim yoktu. "Ne kadar zamandır?" diye öfkeyle sordum. "Bilemiyorum," dedi dalgın bir sesle, "Uzun sürdü ğünü sanmam. Ada, klasik bir biseksüel de ğil. Ne diyorsunuz siz ona, iki-cinsel mi, çiftcinse l mi? Bana sorarsan, Ada ısrarla kendini cezalandırma pro sedürüne devam ediyor. Bu kızla ya şadı ğı ili şki de bunun son çırpını şları..." "Hâlâ mı?" diye inledim. "Yıllardır süren bu cinayet psikolojisinden kurtulm ası gerekiyor. Artık ruhunu hür bırakması ve huzura kavu şması şart. Yoksa kendi hayatını yaşayamayacak o çocuk!" "Cinayet de ğildi o! Ben oradaydım ve her şeyi gördüm!" diye ba ğırdım. "Senin durumun sanki farklı mı çocu ğum? Ruhlarınız esir olmu ş sizin, hürriyeti bir ölüyle gömmü şsünüz Kuzguncuk'a. Artık ikinizin de bu ölüden kurtulmanız şart!" Birden kendimi ba ğırırken duydum; "Aras'ın anısını söküp atamayacaksınız!" diyordum. Sonra ya şantımda ilk kez birine yumruk attım. Tanrım, yumruk attı ğım ki şi Türkiye'nin ya şayan en büyük şairlerinden biriydi ve benden otuz ya ş büyüktü!!! Ben tam yumru ğumu savururken Şair Dayı'nın bana uzak bir yerden gelmi şim gibi yabancıla şmış bakı şlarını gördüm ve o bakı şları ömrüm boyunca unutamayaca ğımı anladım. Şair Do ğan Gökay sendeledi, yere dü ştü. Çelimsiz, çıt kırıldım biri de ğildi ama bir boksör tipi de yoktu. Tam bir salon entelek tüeliydi, istese kendini koruyabilirdi ama o kadar beklemezken saldırmı ştım ki ona... Yumruk attı ğım sağ elimin acısından ne kadar kuvvetle vurdu ğumu anlamaya ba şladı ğımda, utançtan donup kalmı ştım. 347 Çocukken oynadı ğımız bahçede benim attı ğım yumrukla yere yuvarlanan büyük bir şairi gözlü ğünü arar ve toparlanmaya 348 çalı şırken gördü ğümde beynim ha şlanmı ş yumurta gibi ısınmı ş-ti. "Tanrım, ne yaptım ben?" diyerek onun kalkmasına ya rdım etmek istedim. Uzanan elimi reddetti, yava ş ama kendi ba şına kalktı. Bir eliyle çenesini tutuyor, öbürüyle kırılıp kırılmadı ğını merakla inceledi ği gözlü ğünü tutuyordu. O zaman duda ğının kenarından sızan incecik kanı gördüm. Ne diyece ğimi bilemeden, utanç içinde kendimden tiksinerek ka r şısında dikilemedim bile. Beni kan tutar (artık biliyorsunu z ya...), ba şımı ba şka yana çevirerek, üstüste yutkunmaya ba şladım.

Page 180: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Aniden karayel şiddetiyle bahçeye esen Ada önüme dikildi. Yüzüme kö tü kötü baktı. Kötü mü dedim? Yanlı ş. Ada bana çok kötü, feci kötü baktı. Tamam, artık bitmi ştim ben! "Dayı ne oldu size Allah a şkına?" Şair Do ğan Gökay toparlanmı ş, cebinden çıkarttı ğı kâ ğıt mendille duda ğının kıyısından sızan kanı siliyordu. "Bu genç adam bana iltifat ederek, beni genç buldu ğunu dolaylı bir yoldan anlatmaya kalktı. Ama şimdi kendisi de anladı ki, ben artık genç de ğilim!" dedi alaylı bir sesle. ' "Sen... sen yoksa ona vurdun mu?" d iye inanamaz, şaşkın kumral gözlerini getirip, yüzüme yapı ştırdı Ada. "Saçmaladım i şte..." "inanmıyorum! Gerçekten inanmıyorum..." dedi Ada, d erin bir dü şkırıklı ğını yüzüme üfledikten sonra. "Sen erkek milletinin yüz akıydın göya... Ama sen b ile... sen de şiddeti seviyorsun ve darda kalınca vuruyorsun ha? Hem de k ime? Kime vurdu ğunu düşünmek bile..." Sözünü bitiremeden a ğlayarak kö şke ko ştu. Onu hiç bu kadar üzmemi ştim şimdiye dek. Ben onu hiçbir zaman üzmemi ştim ki, "bu kadar fazla"sı olsundu... Üstelik do ğum gününde, üstelik çok korktu ğu otuz ya şıyla tanı ştı ğı sırada, üstelik Aliye'nin densizli ği üstüne... Üstelik ben sala ğın biriyim!!! "Hayır, biz senle bu meseleyi halledebiliriz de, se n Ada'yla nasıl ba şa çıkacaksın, i şte onu pek kestiremiyorum," dedi şair Do ğan Gökay, tamamen toparlanmı ş olarak. I "Sizden özür dilemem bir şey de ği ştirir mi bilemiyorum Şair Dayı?" dedim utanarak. "Deği ştirmez mi hiç çocu ğum!" dedi yine eski dost, muzip, hep genç bakı şlarım yüzüme tutarak. "Özür dilerim, çok mahcubum. Bu nedenle kendimi asl a affetmeyece ğim!" diyerek elimi uzattım. Elimi tutup, sıkıca sıktı. "insan önce kendisinden ba şlamalı affetmeyi ö ğrenmeye. Bunlar be şerî şeyler çocu ğum." El sıkı ştık ve kö şkün bahçesinde kolkola kısa bir yürüyü ş yaptık. "Ara ş ya şasaydı da evlilikleri uzun sürmezdi bunların," dedi . "Ada bağımsız, deli fi şek bir kız. Ara ş, fazla yakı şıklı ve çok klasik bir delikanlı. Bu özellikler ilk ba şta müthi ş cezbetti onları tabii. Ama düzenli ve yerle şik ili şki aslında bir disiplin i şidir." Sustum. Ben de hemen herkes gibi, Ara ş ya şasaydı, "onlar ermi ş muradına, biz çıkalım kerevetine" masallarına ço ğu kez inanmı ş mıydım acaba? Yoksa içten içe bekledi ğim bir ba şka son olmu ş muydu? Bilemiyorum. En içtenlikli halimde bile kendimle tamamen yüzle şemiyorum. Yüzle şebilen var mı? "Ama..." diye sürdürdü şair Do ğan Gökay konu şmasını, daha çok bir roman, ya da film hikâyesi anlatır gibi heyecanla, "Ama Ara ş erkenden ölünce, Ada onun imajına saplandı kaldı. Yurt dı şında ve burada ya şadı ğı ba şarısız ili şkilerine bakarak kendisini daha iyi tanımaya çalı şarak, kendi formülünü bulaca ğı yerde... o hâlâ Aras'ın ne kadar mükemmel oldu ğu imajına saplanıp kalmı ş bir kız çocu ğu duygusallı ğıyla perperi şan ya şıyor. Ve elbette bu sebeple, yanlı şlarını tekrarlıyor ki, onun kadar zeki bir kadın iç in bu çok tehlikelidir çocu ğum." Demek yurt dı şı ve içinde ba şarısız da olsa erkek arkada şları, sevgilileri olmu ştu ve Ada bir suç i şler gibi bunları saklıyordu benden... "Buradan hareketle Ada'nın kısa bir süre bir tecrüb e geçirmesi onun artık eşcinsel oldu ğunu göstermez, însan ya e şcinsel e ğilimlerle do ğar, ki şimdi modern tekniklerle bu tezi gen çalı şmalarıyla da destekliyorlar, ya da eşcinsel do ğmaz. Sonradan seçerek, şuurlu olarak cinsel tercihlerle belki oynanabilir. Yani, bir vakitler feministler arasınd a moda oldu ğu üzere erkeklere reaksiyon olarak

Page 181: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

lezbiyen ya şamak gibi... Ama o kadar. Tabiat sonunda galip geli r ve herkes kendi do ğal cinsel çekim cinsiyetine yönelir." 350 K aranlık çökmü ş, hava iyice so ğumuştu. Ü şüyordum ve ken- dimi çok yorgun hissediyordum. Sanki yumruk yiyen b endim, onlarca, yirmilerce yumruk... "Ada'nın tipik bir heteroseksüel oldu ğunu dü şünüyorum. Ne diyorsunuz ona siz şimdi, kar şıtcinsel mi? Her neyse... Kaldı ki, Ada lezbiyen ol saydı bunu asla saklamayacaktı." Sevinmi ştim. Hayali de olsa rakiplerimle sava şırken erkekleri tercih ederdim. (Ne kayıp vakayım ben ama!!!) "Üşüdün sen çocu ğum, içeri girelim istersen?" "Sizden nasıl özür dilesem ki..." "O konu kapandı. Ama asıl kapanması gereken konu Ar as'tır." Bir yumruk daha yer mi, diye çenesini tutarak, muzi p bir bakı şla baktı bana. "Siz ikiniz Aras'ın neredeyse tabiatüstü yaptı ğınız anısını rahat bırakmalısınız. Ara ş olmadan da mutlu olmayı ö ğrenmeniz şart çocu ğum!" "Amca, Tuna! Ne yapıyorsunuz bu so ğukta dı şarda siz? Hasta olacaksınız vallahi." Hep oldu ğu gibi sahne bitip, perde kapanırken Meriç göründü. "Peki doktor hanım, peki geliyoruz." Baktım. Bahçe ı şıkları yanmı ştı. Meriç yine her şeyden habersiz, masum varlı ğıyla belirmi şti kö şkün merdivenlerinde. Üzerinde iddiasızlı ğının bir sembolüne dönü şen sıradan bir kot pantolonla, sıradan bir kazak va rdı. Uzun sarı saçlarını at kuyru ğu:] yapmı ştı. "O da ayrı bir vak'a tabii..." diye fısıldadı Şair Dayı. Sonra gevrek bir kahkaha attı; "Hepimiz gençken birilerini mükemmel sanmadık mı ya hu? Hah hah hah!" Gülünce duda ğının kenarındaki taze yara gerilmi ş olmalı, eliyle çenesini tuttu. "Siz asıl o kıza, Aliye'ye dikkat edin. O çocuk rah atsız. Tehlikeli olabilir!" "Siz ikiniz neye gülüyorsunuz orada amca? Bana da a nlatsanı- za? Aaaa! Sizin duda ğınız kanıyor. Hemen pansuman yapayım. E, a şkolsun Tuna, amcamın duda ğı kanıyor, sen oralı bile de ğilsin. Aslında Tuna'yı kan tutar..." "Tela şlanma çocu ğum. Önemsiz bir sıyrık. Ama Tuna'ya hiç gücenme. Do ğrusu o elinden geleni yaptı. Hem öyle bir yaptı ki, kendim i genç bir adam gibi hissettirdi bana." Utanarak ba şımı e ğdim. Kö şke girdik. TANIKLAR KONUŞUYOR "Toplu a ğaç kesimleri sırasında yerinde alıkonulan ve kesilm esi yasaklanan ağaca tanık a ğaç denir." B. Larousse Sözlü ğü ADA MERCAN Foto ğrafçı. Bekâr. Türk sinemasının ünlü çifti Süreyya M ercan ve Pervin Gökay'ın kızı. Şair Do ğan Gökay'ın ye ğeni. Hiç katılmıyorum. Not at ali! Hakkımda söylenenlere katılmıyorum. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim size. Tuna beni gözünde büyütüyor. Yalnız o mu? Çocuklu ğumdan beri çevremdeki insanların büyük bir bölümü bunu bana hep yapıyorla r. Belki de sorun bendedir? Ben, belki de insanlara "mükemmel bir img e" vermek yanlı şıyla doğmuşumdur. insanlar beni çok güçlü, çok akıllı, zeki ve ba şarılı bulur daima. Böyle damgalanmı ş birinin yanlı ş yapmak ve/ya zayıf olmak hakkını da elinden aldıklarını asla dü şünmezler ama... En sevdiklerim bile bir hata yaptı ğımda şaşırır, zayıflıklarımla tanı şınca bunalır, tela şa kapılırlar. Tüm bildiklerim arasında benimle ba şa çıkabilen yalnızca iki ki şi olmu ştur. Albenili ve ho ş bir kız oldu ğum söylenir durur hep. Hâlâ neremin albenili oldu ğunu da anlamı ş de ğilim. Ne annemin ba şdön-dürücü zerafeti, ne Meric'in kalemle çizilmi ş güzelli ği, ne Bür-kan'ın seksi kadınlı ğı... Bende hiçbiri

Page 182: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

yok. Erkeklerin beni çekici bulmalarının nedeni bir bilinmezlik benim için. Şimdi tutup da dı ş görünü şümü be ğenmedi ğimi söylesem kimse inanmaz bana. Söylemiyorum. Şair Do ğan Gökay. Ola ğanüstülük! A miracle! Bir bilge, bir zerafet örne ği, imkânsız ensesi a şkım. Guru'm benim. Tuna, Mabel! Bir gündüz dü şçüsü, küçü ğüm. The rebellious romantic! KAM 23 O ikisi... Yalnızca o ikisi... Tüm bildiklerim aras ında yalnızca ikisi... 354 Bir de Ara ş vardı. *~ Ara ş, sevgilim. O bir fenomendi. A multi-talented beauty! Aras'la benzedi ğimiz yalnızca iki konu vardı: a şırı gururumuz] ve alkı şlanma ihtiyacımız. Ben bunları açık açık ya şamaktan zevk;] alırken, Ara ş ortaya dökülmeden, sessiz ve derinden ya şanmasınaj önem verirdi. Örneğin Ara ş, küçük erkek karde şinin ve sevgilisi nin kahramanı olmayı çok önemserdi, ama bunun yüzüne vurul| masından utanır, hatta canı sıkılırdı. Oysa bunu korumak ve sa ğ lamak için canını bile verirdi. Verdi de! Şimdi şu korkunç ve i ğrenç otuz rakamıyla tanı ştı ğım ya şımda' aslında benim bile Aras'a haksızlık etmi ş oldu ğumu anlıyorum. Şimdiki deneyimlerimle ben Aras'ı de ğerlendirebilirken, Aras'ınj artık böyle bir şansı yok! Çünkü, o on yedi ya şında kaldı! Ama aslında kim kime haksızlık ediyor? Son yıllarda sık sık gördü ğüm bir dü ş var ve sanki benim hikâyemi tam özetliyor. Bu dü şü daha çok sabaha kar şı görüyorum. Uyandı ğımda sabah ezam okunuyor ve bir daha uyuyamıyorum. Düşümde Aras'ı camdan yapılmı ş bir kutu içinde görüyorum. Sırt üstü yatmı ş, uyuyor. Öyle yakı şıklı ve genç ki... Ah onu tanımlayamam ... Bunu anc ak Aras'ı tanımı ş, o güzellikte yanan dikkafah erkeksi ate şi görmü ş olanlar anlayabilirler. Annemin;; onu esmer bir James Dean olarak tanımlaması, tam bir kli şe! Ürkütmemeye çalı şarak içinde yattı ğı camdan kutunun çevre sinde dolanıyorum. Güzel burnunu, etli dudaklarını, uzun bacak larını ve uzun parmaklı ellerini süzüyorum. O çok be ğendi ği seksi kalçalarını göremiyorum, ama biliyorum. Ne kadar albenili] oldu ğunu dü şünerek heyecanlanıyorum. Bir kadının erkeksi güzellikten yayılan o inanılmaz çek imle sarsılı şının on katı heyecan lanıyorum. Hayır yirmi, yok yüz katı!. . Sonra ho ş bir erke ğin çe-l kim alanına giren kadınların ilk istekleri can lanıyor içimde vı onun da beni fark etmesini istiyorum. Onun da beni be ğenip, he yecanlanmasını arzu ediyorum. Bunu her şeyden çok arzuluyo^i rum. Sanki o beni tanıdı ğı ve bundan sonra tanıyaca ğı butu: öbür kadınlardan daha fazla be ğenmezse dünya duracak, ya d bütün yanarda ğlar aynı anda lavlarını fı şkırtacaklar. Yanaca ğı ya da küller arasında bo ğulaca ğım! Yani, o beni be ğenmezse öle ceğim! Yani, o bana hayran olmazsa ben yok olaca ğım! Yani, kadınlar â şık olduklarında bütün i şlevlerini böyle yitirirler ya hani... Aynen öyle oluyorum. O sırada yaydı ğım titre şimlerden olacak, Ara ş uyanıyor. Bana bakıyor. Ara ş bana bakıyor. Gözlerinde bana baktı ğında bir tek benden gizleyemedi ği hayranlık! Tanrım, Ara ş bana hayran, o bana hâlâ hayran!!! Gözgöze geliyoruz. Bana gülümsüyor. Bembeyaz di şleri, ma ğrur bakı şları, saklı kırılganlı ğıyla bana gülümsüyor. Tam elimi uzatıp, onu dı şarı çıkartmak için camdan kutuyu açacakken Aras'ın kafa sı büyümeye ba şlıyor. Sonra ayaklan ve elleri büyüyor. O, korkunç bir def ormasyon geçirirken, ben çı ğlıklar atıp, Tuna'yı yardıma ça ğırıyorum, "Tunaaa, ko ş, Allah a şkına ko ş, a ğbine bir şeyler oluyor, ko ş Tuna, Mabel!ü" Ama sesim çıkmıyor. Deh şetle bo ğazımı tutup, panik içinde soluksuz kaldı ğımı fark ediyorum. O zaman Aras'ın artık o cam kutu ya sı ğmadığını, sıkı şmaya ve ezilmeye ba şladı ğını görüyorum. Gözümün önünde can çeki şiyor, kutuyu kırmak için tepini-yor, tekmeler, sessiz çı ğlıklar atıyor. Onun bu deforme halinden ürküyorum. Uzakla şıyorum kutudan. Güçlü ve dayanıklı bildiklerimiz aciz duruma dü şünce nasıl utanır, nasıl üzülürsek, öyle hissediyorum. Gözgöze geliyoruz. Tanrım, gözgöze ge liyoruz. Yalvarıyor

Page 183: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bakı şlarıyla, "çıkart beni buradan Ada!" diyor gözleri. Ben o bakı şları artık hiç unutamıyorum! "Özgür bırak beni artık Ada! Artık bırak beni", Release me! Taş kesilmi ş kalakalıyorum. Onu, o ilkgençlik a şkımı camdan bir tabuta on yedi ya şında hapsetmi ş, öylece seyrediyorum, kederden delirerek. Ter için de uyanıyorum yüzlerce kere. Sabah ezanı okunuyor, ben yatakta a ğlıyorum: Ah Ara ş, ah, nereye? Onun gidi şinden on üç yıl sonra hâlâ ikimizi de özgür bıraka- mayı şıma ağlıyorum. Otuz ya şında bir kadının on yedi ya şında bir delikanlıya â şık olması ne derece gerçekçi olabilir? Bir o ğlan çocu ğu, genç bir kadına nereye kadar, ne verebilir ki? Yanlı ş. Bu yanlı şı uzatmaktan yırana yıprana aynı karabasanı sık sık görmeyi sürdürüyorum... Sabah ez anından hemen önce... Sonra uyuyamıyorum... Dayıma anlatıyorum. 355 "Rüyalar, onları görenden ba şkasını ba ğlamaz çocu ğum," diyor gülümseyerek, "Rüya sahiplerinin kiracı olmaktan çıkıp, mal 356 m ülk derdine dü şmeleriyse hiç sa ğlıklı de ğildir. Aman ba şka rü-yalara ta şın, ya ğmur kız!" Peki ya Tuna? Benim ve Aras'ın küçük, sevimli, duyg ulu, kepçe kulaklı Mavi şimiz. Küçük Tuna. Mabel!.. Beni gözünde fazlaca büy üten, tanrıçala ştıran Tuna. Artık iki sosyal etiketli: evli -barklı erkek ve öğretmen Tuna. Sonsuz sevincim, en önemli tanı ğım benim. Tek tesellim onu özgür bıraktı ğıma inanmam. Onun Meriç'le evlenip kendi ya şamını kurabilmesi, bu yangının külleri arasında kurtulan tek de ğerli şey belki de bu... Kimbilir? Meriç. Pastellik. White waters! Bütün foto ğrafların en güzel ama en silik karakterli objesi. G ölgeleri üstüne çekmekte usta kuzenim. Annemin açıklaması ne reye kadar örtüyor Meric'in seçilmi ş pasifli ğini? Anne sevgisinden, baba güveninden uzak büyümeseydi ne kadar daha farklı olacaktı Meriç? Pe ki ama bu sabırlı sessizli ğinin altında yatan o "ate şli di şi" inatçılık de ğil mi sanki, sonunda çocuklu ğundan beri istedi ği her şeyi elde etmesinin sırrı? O hep Tuna'yı isterdi, ilk gördü ğü günden beri aklına Tuna'yı koydu. Ve sonunda Tuna'yı aldı. Doktor olmak istiyordu, oldu. Kuzgunc uk'ta ya şamak istiyordu, yaşıyor. Zübeyde Hanım'ın bana olan hayranlı ğını hep kıskanırdı, sonunda onu da aldı elimden... Dördümüz arasında en çelimsiz ve iddiasız görünen M eriç, bir tek o, istediklerini topladı bir bir... Biz üçümüz parampa rça kanarken, o üzerinden hiç çıkartmadan uslu, masum, iffetli, ma ğdur kız kıyafetiyle a ğır ağır yürüdü. Hep ikincil kalmaya özen göstererek hede flerine do ğru gitti. Gözyaşlarını ve sıkıntılarını ustalıkla farklı adreslere gönderdi. Aras'ın öldü ğüne de ğil, bu durumda Tu-na'nın bana ko şaca ğına a ğladı. Sanırım orta ikide veya üçteydim, Üsküdar Amerikan Koleji'nin em ektar kantincisi Mustafa Amca bunların şamatası yüzünden kalp krizi geçirip, ölmü ştü. Bütün kızlar ağlıyordu. Bir tek Meriç, orada öyle duruyordu. Hiçbi r1 şey olmamı ş gibi sakin ve sessiz! Yok bunlara o ğlanlar laf atmı şlar da, bunlar da gidip Mustafa Amca'ya şikâyet etmi şler falan... Zavallı kantinci Mustafa Amca da heyecanla o ufaklıkların pe şinden ko şarken ... Meriç'ti şikâyet eden, adım gibi biliyorum. O gün i şgüzarlık ederek, hep bayıldı ğı o ahlaklı, cici kız kostümünü giyip, laf I atan o ğlanları şikâyet eden mutlaka oydu. Kaç kez sorduysam, ta ş gibi kaldı ve sonra hiçbir şey olmamı ş gibi sakin geçi ştirdi olayı. Aynı yıl bizim sınıfta kan kanserinden ölen arkada şım için a ğladı ğımda, yine ta ş gibiydi ve bana bo ş bo ş bakıyordu... Meric'in babamı ve annemi yalnızca parasal destek o larak de ğerlendirdi ğini sanıyorum. Dayımın bana özel ilgisini hep kıskandı. Çünkü Meric'in "sevmek" yerine "sahip olmak" duygusuyla yönlendi ğini dü şünüyorum. Bu yüzden Tuna'yı sevdi ğine de inanmıyorum. Meriç, Tuna'ya sahip olmak iste di yalnızca. Fakat

Page 184: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

bu olanaksızdır! iyi biliyoruz ki, Mavi Tuna ile Ku mral Ada arasına şimdiye dek ne Ara ş girebilmi şti, ne de Meriç girebilecektir. Biz, onların anlayamayaca ğı bir ba ğla ba ğlıyız birbirimize. Taa bizim kö şkün bahçesine girdi ği ilk günden beri. Çünkü... çünkü aslında benim bir yanım Tuna, Tuna'nın bir yanı da ben! Ah zavallı, güzel, sinsicik kuzen! Dalgasız, heyeca nsız küçük tatlı su! Yüzeylerde dola şmak, derinlerdeki güzellikleri asla göremeden ölmek gibi bir a ğır ceza ta şır daima! Meric'e kar şı bir dü şkünlü ğüm hiç olmadı. Belki bizim kö şke ta şındı ğı ilk yıllarda acıyordum ona? Güzelli ği, çalı şkanlı ğı ve disipliniyle gelen başarılarını doya doya ya şayamadı ğına üzülüyordum. Yakın olmaya, iki kız karde ş olmamıza gerçekten u ğra ştı ğım da oldu. Ama o ta ştan yapılmı ş bir duvar gibiydi. Yine de itiraf etmeliyim ki, ondan h içbir zaman nefret de etmedim. Bende nefret bile uyandıramadı Meriç. Di şime göre de ğildi, küçük lokmaydı ve hep de öyle kaldı. Bu nedenle olmalı, M eric'i hiç kıskanmadı ğımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bende kıskançlık uya ndıran tek kadın Bürkan'dır. Dayımdan ba ğımsız olmadım hiç. Benimkisi gönüllü bir ba ğımlılıktır. Sigarayı bırakmak için önce istemek gerekir. Bütün bağımlılıklar böyledir. Sıkı bir alı şkanlıktan kendi iste ği olmadan, ancak zorla kopartılabilir insan! Dayımın bazan benimle ilgili dü şkırıklıkları ya şadı ğını sezerim ve o anda on tane sevgili yitirmi şçesine kedere batar, yerlerde sürünürüm. Dayımın gözünden dü şmemek için yapmayaca ğım çok az şey vardır herhalde. Ona benzedi ğimi söylerler, insanın hayran oldu ğu birine benzetilmesi çocukken güzeldir ama yeti şkin birinin kendisi olabilmesini geciktirirse tadı kaçar. Bana öyle olmadı. Büyüdükçe dayı- 357 ma zaten çok benzedi ğimi ayrımsadım ben. Büyüdükçe onu daha iyi anlamaya ve değerlendirmeye ba şladım galiba... Bilinen anlamda sahip olma arzusuna yakın olmadı ğımı dü şünürüm. Yani, sevdi ğim, tutkuyla ba ğlandı ğım insanlar ille de yanımda ya şasınlar, ya da benim bir şeylerim olsunlar istemedim] hiç. Belki Ara ş hariç, demeliyim? Evet, galiba öyleydi... Ara ş öyleydi! Fakat Aras'tan sonra, yanımda olması gerekmez sevdiklerimin ... Yürekte ve akılda olmak tutkusu daha güçlü bir sahiplenme duygusudur belki de... Bu nedenle dayımı n aslında en çok bana ait oldu ğunu dü şünmüşümdür hep. Bir kez, o da Burkan ortaya çıktı ğında korktum. Ama Burkan, benim zaten hiç içine giremeye ceğim bir alanın kraliçesi oldu. Aslında ye ğeni olmasaydım ve belki ya şım da uygun olsaydı dayımın sevgilisi olmayı arzu ederdim... Onunla ya şanacak bir a şkın ne zor, ne acıtıcı ama ne şahane ve ba ş döndürücü olaca ğını dü şlemek bile uçuruyor beni! Sanki ensest bir gizemi var bu dü şün kendi içinde (mi acaba?) Ne zaman dayımla ya şanması imkânsız olan a şkımı dü şünsem, bunun bütün zamanların ba ş klasi ği olaca ğından hiç ku şku duymam, imkânsızlı ğın albenisidir bu! The incredable seduction of unimagi nable! Bunu kimse bilmez! Ara ş gitti ğinde perperi şan oldu ğum do ğru. Ama bazılarının iddia etti ği gibi hâlâ ya şamımı düzene sokamadı ğım konusu bana saçma geliyor. Kim ya şamını tamamen düzene sokabilmi ş ki? Düzene girecek bir şey midir ya şam? Her an her şeyin olası oldu ğu, sahiplenilmi ş hiçbir a şkın soluk alamadı ğı, süreklilik denen şeyin delik de şik edildi ği bir zaman tünelinde, ya şamı düzene sokmak ne demektir Allah a şkına? Kim uydurur bu kavramları ve salar toplumun üstüne? Ara ş gitti ğinde feci yıkıldım. Çok gençtim ve gidenlerin yalnı zca uzaktaki yaşlılar ve kurgu karakterleri oldu ğunu sanıyordum ... îlk yanılgılar, ilk ihanetler, ilk dü ş kırıklıkları... Ama ölmedim! Fakat dayım ve/ya Tun a giderse dayanamam. Ölür ve onlarla giderim sanki... O ikisi o kadar önemli... Yani... Neyse, bu konuyu dü şünmek bile bana acı veriyor. Çok! Annem ve babam bana klasik anlamda sevgi ve güven v eren ebeveyn oldular. Delirmeyi şim veya intihar etmeyi şim tamamen sa ğlam ve sevecen bir anne-baba

Page 185: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

ili şkisi içinde büyümem yüzün- j dendir diye dü şünürken yakalarım kendimi zaman zaman... Babam çok romantik bir çocuktu. Bir baba olarak har ikaydı. Annem iyi arkada ştır. Müthi ş bir sırda ş. Bir azizedir benim gözümde. Ke şke onun kadar sabırlı olabilseydim. Aliye. Şeytan! Lucifer! Ona yardım için uzanan bütün elleri kopartıp atmı ş, kanla beslenen bir şeytan. Hayatımda ondan daha çok tahrik etti ğim bir kötüye henüz rastlamadım! Evet, hiçbir şey yapmasam da insanları tahrik eden bir, duru şum, bir tavrım var. Belki de bazı erkek tiplerinin beni albenili bulu şları gibi, daha a ğzımı açmadan bana gıcık kapanların gizemi de buradadır, bilemiyorum. Ben psikolog de ğilim! Onu bir foto ğraf galerisinde buldu ğumda oranın yöneticisi olmak isteyen bir offıce-girl idi. Yetenekli ve hırslıydı. Çok hırslı ydı! Önce yalnızca yardım etmek duygumu tatmin için ilgilendim. Aynı a landa yetenekli olan birisine yardım etmek, öncelikle rü ştünü ispat etmi ş bir özgüven ve o ki şinin ilerki bir tarihte rakip olmayaca ğına dair bir ön-onay gerektirir. Kimin mi? Ki şinin kendi sa ğduyusunun tabii! Kimi bilerek, kimi bilmeden, ama bu herkes için böyledir. Tersine inanmıyorum. Kompozisyonu, kadrajı, ı şık algılaması ve hırsı foto ğrafçı olmak için idealdi. Görgüsü, bilgisi ve parası yoktu. Hayırsever bir ruha ve sabırlı iç kadrolara sahip o lmadım hiç! Acımasız, katı biri de ğilimdir ama çocukken bile Kemalettin Tu ğ-cu'nun romanları ağlayarak okumaktan zevk alan Meric'e e şlik etti ğimi anımsamıyorum doğrusu... Aliye, yaz aylarında istanbul'a dönü şlerimde hep ilerleme kaydetti. Hırçın ve kaprisli oldu ğunu elbette anlıyordum ama çok güç geçti ğini zaman zaman anlattı ğı çocuklu ğunun sancılarından çabucak kurtulamayaca ğını hissediyordum. Geçmi şi so ğuk ve acımasız anılarla doluydu, ya da o öyle anlatıyordu. Belki bu bile benim için bir cazibeydi . Tanıdı ğım en kötü çocukluk Meriç'inkiydi ve onunkinde bile Aliye'nin anlattı ğı dayak, i şkence, cinsel taciz, açlık ve intihar denemeleri yo ktu. Yaşam standartı yükselirse içindeki nefret azalır, ya da bunu çok yetenekli oldu ğu foto ğraf sanatına yöneltebilir diye umuyordum. Kimbilir, birini yeti ştirip, "ben yaptım!" diye böbürlenme kompleksiydi b enimkisi belki de... Deği şti. Ta şralı bakı şlarını ve yürüyü şünü attı. Okudu, okudukça bakı şlarındaki bo şluklar doldu, dü şündükçe yüzüne anlarr) 359 geldi. Giyimini düzeltti. Ama nefreti ve yıkıcılı ğı arttı. Uyu şturucuya başladı ğını ö ğrendi ğimde şaşırmadım. Ama denedi ği hiçbir şey içindeki öfke ve şiddeti söküp atamamı ştı. Aliye kendisiyle ba şa çıkmak için yanlı ş yollara gidip, yeniden yaralanmaktan sanki vah şi bir zevk alıyordu. Bana kar şı belirgin bir sarkastiklik, kafa tutar bir tavır aldı ğı yaz, Tuna ile kısa sayılmayacak bir ili şki ya şadı ğını kaba saba sözlerle satır aralarına sıkı ştırmaya başladı. Tuna'nın cinsel performasyonu ve bedeniyle il gili abuk subuk dokundurmalar, hiç zekice sayılmayacak sözde espril er yapıyordu. Kalabalık bir ortamda Tuna'nın oral sekse bayıldı ğım ve bunun için Aliye'nin kölesi olaca ğını el i şaretleriyle anlatırken, yüzüme oturan üzüntülü resm e bakıp, zevkten titredi ğini unutmuyorum. Tuna'yı elimden aldı ğını sanmasının zevki olmalıydı bu. Oysa... Zavallı Aliye... Daha sonra, araları iyi olan çiftlerle arkada şlık kurup, onların aralarını bozmak seri oyununa girdi ğini duydum. Erkeklerin en dayanıksız oldu ğu cinsel zayıflıklarını kullanarak birkaç ni şanlı ve evli çiftin ayrılmalarına neden olu şu onun için bir yıkıcılık zaferi olmalıydı. Hiç sormadım Tuna'ya. O da bana yurtdı şında ya şadıklarımı sormadı. Kısa ve sancılı a şklardan, kimi gerçekten uzun ili şkiye ta şınabilecek kadar de ğerli ve ho ş erkek arkada şlarımdan hiç söz etmedim ona. incinece ğini biliyordum. Geçen yazdı. Aliye'nin hemen bütün çevrelerden afor oz edildi ği zamanların başı. Bir gece arkada şlarla sinemadan çıktı ğımızda onu istiklal Caddesi'nde

Page 186: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

yapayalnız yürürken gördüm. Yanıma yakla ştı ve sigara istedi. Darmadağanıktı. Acıdım mı? Bilmiyorum, iyi oldu ğumdan mı? Ben iyi biri miyim? Ben Tuna kadar iyi de ğilim ki!.. Kimse Tuna kadar iyi olamaz. "Sen de gel, çocuklarla bana gidiyoruz," deyiverdim . Geldi. Bir şeyler yenildi, içildi. Konu şuldu. Eski foto ğraflara bakıldı. Derken herkes gitti ama Aliye kaldı. Eski foto ğraflar, içki, gece derken, birden eskiyi çok özledim... Kö şkü, Kuzguncuk'u, babamı, dayımı, annemi, Tuna'yı, Cihan dadımı ve Aras'ı... Ah . Aras'ı... Çok sarho ştum ve çok özlüyordum. Birden bir ölüyü özlemenin ne oldu ğunu anlatmaya ba şladı ğımı anımsıyorum. Onu öldürenin aslında ben oldu ğumu haykıra- rak a ğladım mı? Bilmiyorum? Yapmı ş olabilirim... O son noktaya gelince genelde böyle yaparım... Aniden Aliye beni öpmeye b aşladı. Çok ate şliydi ve aceleyle beni soyuyordu. Ne oldu ğunu anlamadım ama o sıcaklık, o ate şli dokunu şlar ho şuma gitti. O sırada dokunmaya, ok şanmaya çok ihtiyacım vardı. Ve Aliye'nin benimle sevi şmesine kar şı koymadım. Ayrıntılar çok silik... Feci ba şım a ğrıyor ve bir daha içmemeye yemin ediyordum. Ertesi sabah Aliye'nin bedenimi nasıl tırmalayıp, nasıl kanattı ğını deh şet içinde gördü ğümde, bir gece önce gerçekten bilincimin yerinde ol madığını anladım. Hayır, kendimi masum çıkartmak için söylemiyorum bu nları, ilk ba şta onun öpüşleri ho ştu ve bundan ho şlandı ğımı yadsımıyorum, ister inanın, ister inanmayın ama o sırada bir erkek tarafından öpülüp, ok şanmaktan farklı bir haz ya şamadım ben. Ama... ama benim için önemli bir şeyin eksik oldu ğunu hissedecek kadar da ayıktım. Tıpkı bir do ğa foto ğrafı gibi. iyi bir do ğa foto ğrafı çekmek için ı şık şarttır ve ı şık iyi kullanılmak ister. Benim için de iyi bir sev i şmenin bir erkekle olması şartı oldu ğunu o gece anladım. Çünkü, bir erkek bedeninin, içimde benimle bulu şması olmadan cinselli ğin bana eksik ve yavan geldi ğini öğrenmi ş oldum. Tartı şılmayacak tek konunu zevkler olması ho ş do ğrusu! Ertesi sabah uyandı ğımda Aliye yoktu. Onu ancak yarım yıl sonra gördüm. Doğum günümde çıktı, geldi. Hayır, Tuna'nın sandı ğı gibi onu ben davet etmedim. Gelece ğinden haberim yoktu. Sonra da ortalı ğı birbirine kattı, gitti. Olay çıkartmayı planlayarak kö şke geldi ğine adım gibi eminim. Hakkımda tıpkı o deh şet gecesi Aras'ı benim denize itip öldürdü ğüme dair oldu ğu gibi, şimdi de e şcinsel, lezbiyen oldu ğum dedikoduları çıkmı ş. Çıksın! Ne yapayım? Lezbiyen olsaydım bunu saklamaz dım, bilirler beni. Aras'a gelince... Bir anlamda onu ben öldürdüm. Bu duygu daima vizörümde. Suçluluk duygusu derinizin altına girdi mi, artık, çekti ğiniz bütün foto ğraflara hâkim olur! Hepimiz biraz suçlu de ğil miyiz engel olamadı ğımız ölümlerden ve mutsuzluklardan sanki? Yangınları, ci nnetleri, yoksullukları, sava ş ve hırsızlıkları seyrederken, hepimiz biraz katil, biraz hırsız ve biraz da fesat de ğil miyiz yani? Haydi canım, don't be shy! Hepimiz öyleyiz! Bunu en iyi Tuna anlar. Tuna anlar! 361 ZÜBEYDE ATACAN T Ev kadım. Dul. iki erkek çocuk annesi. Çocuklarında n biri ölü. Konu şmama hakkını kullandı. MERiÇ ATACAN Tıp doktoru. Patolog. Evli. Şair Do ğan Gökay ve aktris Per-vin Gökay'ın yeğeni. Yanılıyorlar. Size söyleyebilece ğim tek şey budur. Hakkımda yanılıyorlar. Yani beni küçümsüyorlar. Bun u en çok Ada ve Tuna yapıyor, ama böyle i şte... Nasıl desem, yani... hiçbiri, ama hiçbiri gerçekten denemedi. Hayatım boyunca kimse beni gerçekten tanımaya çalı şmadı. Belki Pervin Halam ve biraz da Do ğan Amcam. Onlar da çabuk vazgeçtiler. Biri aktris; oynadı ğı sahneleri gerçek sanır, ya şamınıysa sinema. Öbürü şair; imge dünyasında yaşar, kendi dü şlerine â şıktır, ikisi de egoları fazla geli şmiş, bu yüzden

Page 187: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

başkalarına ayıracak vakitleri az insanlar. Bana kar şı sabırsız davrandılar. Yani, i şte öyle oldu... Tabii Ada için durum ba şkaydı. Onun durumu hep özeldir. Herkesin onun için vakti vardır. Bana gelince, yani benim öz annem bil e kendi çocu ğu için sabırsızdı ve benim için vakti yoktu. Kısacası hiçb ir akrabam, hiçbir arkada şım, hatta kocam dahil, beni ne yüreklerine, ne de a sıl dünyalarına kabul ettiler. Yani... bütün bu duraklarda hep bir konuk, hep bir arka plan resmi oldum ben. Do ğan Amcam'ın dedi ği gibi hayat gerçekten de bir tiyatro olsaydı, o zaman ben bütün güçlü ki şiliklerin çoktan sahne aldıkları, bütün büyük rollerin da ğıtıldı ğı bir anda kimsenin dikkatini çekmeden kulise giren ve kimsenin be ğenmedi ği son figüran rolüne razı olan sonuncu sınıf bir aktris olurdum. Nasıl desem bilmem ki, onlar, a ynı sahneyi payla ştıklarım öyle güçlü ki şiliklerdi ki, daha ba şından benim şansım kalmamı ştı yani. Bence, yani kanımca, tanıkların kimli ği önemlidir, insanların genetik haritalarından, kriminal ipuçları çıkartılabilir, e ndokri-364 nolojik servetlerinden davranı ş analizleri yapılabilir. Benimkisi "çok tipik ve basittir. Çok genç, güzel ama zayıf karakterli host es kız Merih, varlıklı, yakı şıklı, ortaya şlı ama karaktersiz çapkın erkek Demir Gökay'la evle nir. Tabii hemen çocuk yaparlar ve adam vakit kaybetmede n yeni sevgililere do ğru gider. Yani, ne derler, hani, tam bir kli şe! Aslı şöyle: bence annem de babam da hayatta kaybeden insa nlardan. Bencilce sürekli yeni ve daha genç kadın bedenleri arasında koşan bir erkek, heralde kendi özsaygısını bile hak etmedi ğini bilecek kadar zavallının biridir. Kanımca, benim babam böyle biri. Bir yerlerde iki-üç tane üvey karde şim, terk etmek ve kaçmaktan ba şka bir şey ba şaramayan babamın arkasından beddualar eden filanca sayıda üvey annem, şimdi de bir adet üvey babam var. Şimdi, hiçbir zaman çocuk sahibi olmak istemeyen, ya ni, ne derler hani, bu sorumlulu ğu fazla bularak, kararını en ba şta veren Do ğan Amcam'ı i şte bu nedenle takdir ediyorum. Aynı nedenle de babamdan, ne yazık ki, tiksiniyorum. Anneme kar şı duydu ğum en belirgin duygu, olsa olsa, yani acımaktır sanıyorum... Çocuklu ğumda sık sık ya şamak zorunda kaldı ğım cehennemi şimdi karabasanlar olarak bütün adreslerime ta şıyor olmamın, yani sanırını, ciddi bir nedeni vardır. Küçücük bir kızken annem kendini banyoya ki tler, saatlerce çıkmazdı. Hafta sonlarında yalnız ve aç olarak evde bekler, çok korkardım. Yani, gerçekten çok korkardım. Ev ölüm sessizli ğinde olurdu. Babam eve hiç uğramazdı. Sokakta aileleriyle gezmeye giden, arabala rıyla pikni ğe Çıkan komşu çocukları görürdüm, burnum sızlardı. O kocaman, p ahalı mobilyalarla müze gibi dö şenmi ş salonda tek ba şıma birilerinin gelmesini ve beni kurtarmasını beklerdim. Annem banyodan çıkar, babam eve döner, yani... ne bileyim, şey... i şte, yani beni de dü şünen birileri olur sanırdım... Ama telefon çaldı ğında arayan hep Pervin Halam olurdu. v "Meriçciim, ben Pervin Hala. Annen evde mi bi tanec im?" i "Anne yok. Anne banyoya gitti. Gelmedi. Anne kapıyı kilitledi. Hiç gelmedi." "Sen yoksa orada yalnız mısın yine küçü ğüm?" "Bebeklerim var ama. Onların saçlarını taradım. Ann e yok. Gittiii. Anne banyoya gitti!" "Yemek yedin mi Meriçcim, aç mısın bi tanem?" "Yemek yok. Anne gittiii. Baba gelmedi. Bebekler ço k aç." "Hay Allah!.. Bak şimdi..." "Sen gel hala, sen gelsene bize halacıım! Burası ço k siyah." "Bak Meriçcim, sen şimdi ı şıkları yak, müzi ği aç ve annene söyle, Pervin Halam rica ediyormu ş, telefona gelsin diyormu ş, der misin?" Annem çıkmazdı, inler, a ğlayan köpek yavruları gibi sesler çıkartır, sonra sonsuzca susardı. Yani öyle sanırdım. "Anne öldü halacıım. Hiç çıkmıyor. Anne gittiii, ce nnete gittiii." "A ğlama bakiim. Sen şimdi cici bir kız ol ve oturup beni bekle. Hemen geliyorum. Sakın kapıyı benden ba şkasına açma, emi Meriçciim."

Page 188: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Saatler kadar çok sonra, sanırım bana öyle gelirdi, apartmanın önünde bir taksi durur, daima şık, prenses zerafetindeki Pervin Halam ko şarak içeri girerdi. Yani nasıl söylesem, çok güzel bulurdum on u... Ona kapıyı açardım, bana sevgiyle sarılır, belli etmemeye çalı şarak a ğlardı. Yani, nasıl derler, bana acırdı halam. Herkes bana acırdı. Bana hâlâ acırlar! Sonra Pervin Halam yüzümü yıkardı mutfakta. Sanırım ... sonra bombo ş buzdolabımızı açar ve üzüntüyle incelerdi. Giyinmem i isterdi. Ardından, yani ben giyinirken, anneme yalvarmaya ba şlar, dakikalarca sonra artık hayalete benzeyen yarı baygın, yarı çıplak annemi b anyodan çıkartmayı başarırdı. Neyse, sonra onu bebekle konu şur gibi konu şarak giydirirdi. Bizi bir taksiye bindirir, annemi teyzemin evine bırakır , beni kendi evlerine götürürdü. Onların evini çok severdim. Orası ne şeli ve güvenliydi. Orada herkes bana iyi davranırdı. Yani, Ada bile bana iyi davranırdı. Ve Ada... Tartı şmasız tek ilgi oda ğı, kar şıkonulmaz kraliçe, ma ğrur tanrıça! Evet, sanırım... Yani sanırım Ada'nın, yani onun sa ltanatını ne bir karde ş, ne bir kuzen, ne de bir ba şkası yıkabilirdi. Öyle kendinden emin, öyle kendinden ho şnuttu ki, yanına yakla şan herkes ondan yayılan özbenlik sevgisinin alevlerini hisseder, ona 365 daha fazla yakla şamayacağını anlamak zorunda kalırdı. O yanlı şlarını bile severdi. Benden bir ya ş büyüktü ama benim gözümde her şeyi bilen, çok akıllı ve özgüvenli kocaman bir kızdı Ada. Ara-mızd a bilinen anlamda bir rekabet olmayı şı, yani klasik ve gözle | görülen bir rekabet demek istiyorum, belki de bu yüzdendir. Benim girece ğim her yarı şın o önceden galibiydi zaten, yani sanırım... Onlar Kuzguncuk'taki kö şke ta şındıktan sonra oraya gitmeyi daha da sever oldum. Nasıl söylesem, yani, galiba kö şk bana saray, bahçesi de cennet gibi gelirdi. Orada sı ğıntı gibi hissetmedim kendimi. Ama oraya da ait de ğildim sanki... Yani, bütün asıl ro!7 j ler ben gelene kad ar da ğıtılmı ş, ben yine geç kalmı ştım. O sıralar 'î annem alkol tedavisi için hastane ye yattı, babam yeniden evlendi. Bana onların uzun bir yolcul uğa çıktı ğını söylediler, ama sanırım j ben anlamı ştım... Başıma gelen felaketlerin kötü bir rüya oldu ğuna inanmak isterdim. Yatmadan önce Allah'a dualar eder, beni seviyorsa korumasını isterdim. Uyanınca annem ve babam yine aynı evde olacaklar ve hiç kavg a etmeden birlikte yaşayacaktık. O zaman ben de bizim evin Ada'sı olacakt ım. Dualarım kabul olmadıkça, ben daha çok dua edip, a ğlardım. Yani, galiba ben o dua edi şlerim sırasında kurdu ğum hayâllerle mutlu olurdum, yani öyle sanıyorum ... Köşke hafta sonları getirilip, bırakıldı ğım sıralarda ona rastladım. Ona ilk rastladı ğım gün sanki hayatım de ği şti. Abartmı ş gibi olmasın ama, yani, gerçekten öyle... Onu ilk gördü ğümde, bir gün benim olaca ğını sanki hissetmi ştim. Benim, yalnız benim olacaktı o. Sanırım o, o b unu, yani o ilk günü hatırlamaz bile. Orada kum havuzunda kumdan ku leler yapıyordu. Henüz gözlük takmıyordu. Askılı, kısa kırmızı bir pantolo nu vardı ve Ada'nın gözüne girmek için dili dı şarda çalı şıyordu. (Herkes bunu yapar!) Kıvırcık siyah saçları uzundu ve daha mavi ş gözlerini görmemi ştim. Büyülenmi ş gibi ona baktım. Kocaman kulakları çok sevimliydi. Yanın a gittim. Yani, şeyy... Nasıl söylemeli? Kendimi belli etmek için dikildim yanında, olmadı. Yardım etmeyi denedim, olmadı. Ben de kumdan kulesinin üst üne yerde duran küçük, beyaz oval bir ta şı koydum. O zaman beni fark etti. Ama galiba kızmı ştı ... "O ta şa sakın dokunma!" diyerek çekip aldı ve cebine attı . Ada yanıma gelip, bana kızdı. Ada ilk kez beni azar ladı. Sonraki azarlamaları da hep ben Tuna'ya yakla ştı ğım zamanlar geldi. Sanırım, galiba o çocuk Ada için çok önemliydi. Ama Ada'nın zaten h er şeyi vardı. Herkes onunla arkada şlık ederdi. Ada istedi ği her şeyi hep almı ştır. Bense yalnızca onu istedim. Adı Tuna'ydı! Aslında, Ada'nın Tuna'ya "Mabel" dedi ğini biliyorum. Bu sözcü ğün "Ma bella" yani "güzelim" anlamına geldi ğini anlamadım mı sanki? Herhalde ortak bir

Page 189: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

şarkıdan esinlendiler. Yani şarkının adı falan olmalı... Aralarındaki bu şifreyi çook eskiden beri biliyorum ben. Sanırım, on lar bildi ğimi bilmiyorlar. Hiç önemli de ğil. Ben korku ve yalnızlıklarımı sessizli ğimle, (suskunlu ğumla mı demeliydim acaba?) örtmeyi çocukken ö ğrenmi ştim nasılsa... Bildi ğim ba şka şeylerden de habersiz onlar. Örne ğin, ben, Tu-na'nın Aliye'yle ciddi bir ili şkisi oldu ğundan da haberdarım. Çünkü ben... nasıl söylemeli, yani insana tuhaf gelebilir ama, b en Tuna'yı takip ederdim... Yani özellikle Kuzguncuk'tan ayrılıp, yu rtta ya şamaya başladıktan sonra onu hiç göremez oldu ğumda ... Çok özlerdim ve bilirdim ki, o beni pek özlemezdi... Bazan gizlice gidip, ok ul kantininde onu seyrederdim. Sultanahmet'te çay içip, ders çalı ştı ğı o çay bahçesine de gittim birkaç kez. Elinde şiir kitapları, ço ğu kez yalnız ba şına, bazan arkada şlarıyla oturup, çay içerken Tuna'yı uzaktan severdi m. Ben onu hep uzaktan sevdim... Yani şimdi bile aslında... nasıl denir, yani, sanırım ben kocama yakın sayılmam... O da bana... Yani ben hâlâ , galiba Tuna'yı uzaktan seviyorum. Fakat bundan çok şikâyetçi de ğilim. Benim için önemli olan, yani asıl konu, Tuna'nın benimle olması ... Aslında, ben im olması! Sonra o çay bahçesinde Aliye'yi Tuna'yla görünce... Tanımı ştım onu. Tanınmayacak gibi de ğildir. Yani çok seksidir. Tamamen seksi... Onu orad a, Tuna'yla samimi biçimde görünce... yani e ğilip kula ğını öpüyordu Tuna'nın... içimde bir şeyler kırılmı ştı. Yani... yani Tuna'yı Ada'ya bile kaptırmamı şken, tutup öyle birine... O zaman Aliye'yi izlemeye ba şladım. Sandı ğımdan daha kolaydı. Durumu çok zavallıydı. Bulu ştu ğu, konu ştu ğu ki şiler onu itip kakıyorlardı. Uyu şturucu kullandı ğını anlamam güç olmadı. Tuna'yla sevi şti ğinin farkına vardı ğımda, yani, tabii 367 insan biraz da içgüdülerini falan kullanıyor... yaz başında imzasız mektuplar yollamaya ba şladım Aliye'ye. Uyu şturucu kullanması Jtf8 yüzünden ba şına dert açılaca ğına dair biraz sert mektuplar... Sa-"'"";'"'• nırım, o zaman heralde ku şkulanmaya ba şlamı ştı. Beni sorguya çekmek için bizim okula gelmi ş, sonra da benim kimseye kötülük yapamayacak kadar temiz oldu ğumu dü şünerek çekip gitmi şti.; Fazla temiz, masum, fazla sessiz ve aptal derecesinde saf!.. Be-1 nim için herkesin dü şündüğü budur! Bazı insanlar aklın tekelle-! rinde oldu ğunu, herkesin fazlaca saf oldu ğunu sanırlar ya, i şte Aliye onların dikâlâsıdır! Ada öyle de ğildir. Ada'nın umurunda de ğildir. Ada kendince önemli olmayanlarla ilgilenmez bile. Ayrılmalarında mektupların etkisi şöyle olmu ştur sanıyorum. Yani... Aliye daha da sinirli ve saldırgan olmu ş ve Tuna da buna katlanamamı ştır falan gibi... Bilmiyorum. Bence zaten Tuna onunla uzun bi r ili şki kuramazdı ama belki Aliye bir plan yaparak Tuna'yla evlenirdi fal an... Yani, ben bundan çok korktum... Ama olmadı. Tuna'yı bir kez daha kaz anmayı ba şardım. Tuna, benim yazgımdı, bunu biliyordum ben. Bir dönem, yalnız bir dönem, Ara ş öldü ğünde çok korkmu ştum. O sırada yaşadı ğım derin kederi herkes ama herkes Ara ş için 1 sandı. Oysa ben Ada'nın şimdi Tuna'yı elimden alaca ğını dü şünerek çıldırıyordum. Yani... bütün hayallerim hiç beklenmedik bir ölümle altüst olacaktı. Ada hiç şüphelenmedi. Çünkü o sırada iki hafta hastanede yat ırmı şlardı onu. Kimseyle konu şmuyor, ya şamak istemiyordu. E ğer dı şarda olsaydı ve Aras'ın ölümüne herkesten çok benim üzüldü ğümü görseydi anlardı. Ada hemen anlar. Tuna anlamadı bile. Aras'a dü şkünlü ğüm yoktu ama o benim için bir garantiydi! Onun beni adam yerine koydu ğunu sanmıyorum. Yani, şeyyy, Ara ş bence çok kibirliydi ve Ada'ya olan tutkunlu ğu mahallenin en zengin ve önemli ailesinin kızını e lde etmekle ilgiliydi... Bütün kızlar onun pe şindeydi ve Ara ş bunu bal gibi biliyordu tabii, ama... Ada ba şka... Yani, kanımca Ara ş aslında Ada'yı sevmiyordu. Fakat Tuna... O Ada'ya hep hayrandı. Hâ lâ da öyledir... Ben Ada'yı görümcem gibi görmek oyunu oynarım. Yani, Tu na dominant karakterli ablasının delice etkisinde kalan bir kocadır benim için... Güzel oldu ğum söylendi bana daima. Annem kadar olmasa da !

Page 190: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

güzel oldu ğum do ğru galiba... ama bence aynaya bakınca kendini be ğenen kadın güzeldir. Yani, kanımca Ada bu yüzden benden güzeldir. Çünkü, kanımca Ada aynaya bakarken zevkten titriyor-dur. Hayatım boyunca yani, hatırlayabildi ğim en küçüklük günlerimden beri yanında gerçekten güvende oldu ğum tek ki şi Tuna oldu. Onu ilk gördü ğüm günden beri, güven ve huzur verdi varlı ğı bana. Onu kaybetmemek için her şeyi yaptım. Saf ve masum oldu ğumu dü şündüğü için bu imgeyi bozmadım. Onun benim olarak kalması için yine her şeyi yaparım. Yakınlarda artık çocu ğunu da do ğuraca ğım. Bir çocu ğum olacak ve ben çocukken ya şamak istedi ğim her şeyi onunla ya şayaca ğım. Her şeyi... Tuna yufka yüreklidir. Çocu ğumuz olduktan sonra asla beni terk edemez, biliyorum... Ama acelesi yok. Onu ürkütmeden ve ses sizce... Sessiz ve derinden gitmenin bir zararını görmedim ki... Son olarak, sessizli ğin gücü ile kazandı ğım zaferle alay edenlere sessizce güldü ğümü söylemek isterim. Sessizli ğin gücünü küçümseyen ya da inkâr edenler, kanımca önemli bir silahın farkında de ğiller. Oysa, sessizlik yava ş yava ş yayılır ve kar şınızdaki üzerinde büyük bir denetleme gücüne dönüşür. Yani sessizlik, sabır ve istikrarla dünyanın en önemli gücü haline gelir... i şte bu nedenle ben Meriç Atacan oldum ama o hâlâ Ada Mercan! Sanıyorum, yani kanımca hep öyle kalacak... Benim a macım asla onun hayatını çalmak olmadı. Ben ona bir fenalık etmeyi neden ist eyeyim ki? Ben yalnızca, yani ben yalnızca Ada olmak istedim, hepsi bu. 369 KAM 24 ARAŞ ATACAN Lise ö ğrencisi. Ölü. DOĞAN GÖKAY Şair, yazar, gazeteci. Evli. Çocuklar biraz abartıyorlar. Hem zaten gençlik, rüyaların gündüz süsleri olarak gözbebek-lerine takılıp kalması de ğil midir hani? Evet, onlara şahsi meseleleri aktarmadı ğım do ğrudur. Beni ta-biatüstü bir roman kahramanı gibi görmek yolundaki e ğilimleri belki bir parça bununla bağlantılı olabilir. Gençken hep oldu ğu gibi... Ben de çocukken Nâzım'ı ve Marx'i bir parça idealize ederdim do ğrusu. O ilk gençlik saatlerimde... Toplumcu gerçekçi yolu seçtikten sonra zaten birile rini efsanele ştirmek gibi bir çocukluk durumu söz konusu de ğildir. "Hürriyet, zaruretlerin idrakidir," der Marx. Sorum lulukların idraki on altı, on yedi ya şıma denk dü şer. O zamandan itibaren şuurlu olarak şahsi hayatımdaki sorumlulukları kısıtlı tutarak özel hür riyetimi geni şletmi şimdir. Öncelikle "sahip olmak" denen mefhumu silmi şimdir hayatımdan. Şimdi, ellili ya şlarımın sonlarını ya şarken ne kendime ait bir gayr-1 menkulüm, ne de emval-i menkulem vardır. Hâl â kirada otururum, ne arabam vardır, ne de evim. Bankada bir miktar paray ı acil sa ğlık durumu için korurum, o kadar. Karımın çalı şan ve ba ğımsız bir kadın olması benim için bir tercih sebebi olmu ştur. Onun kendine ait yerli bir arabası ve bankada parası vardır. Ne miktarım bilirim, ne sora rım. Bunu takdir edecek bir kızdır Burkan. Kadınlar ço ğu zaman, kendi di şiliklerine duydukları hayranlık sebebiyle, sahip oldukları akıl kapasitesinin hakkım yerler. B unun farkında bir erkekle kar şıla ştıklarında da kendilerine iltifat edildi ğini sanırlar. Gerçi şimdiki kızlar her ikisine de sahip olduklarını fark ettiler ama bu çok uzun zaman aldı. Bana sorar sanız, kadın denen di şi insanın, hayat ve akıl kapasitesi tabiatın en büy ük mu- 372 cizelerindendir. Ve bu yüzden de hayat denil en hikâyenin aslı ka- ^~ dınlann eflatun renkli haritalarında dola şmaktan ibarettir. Kimi erkek bunu zevkle, kimi öfke ve şiddetle ya şar. Oysa kadınlar her şeyin çoktan farkında olarak do ğmuşlardır ve erkekler çatlasa da, patlasa da hayat haritası yalnız kadınların elindedir. Bunu fark ett ikten sonra onları çaresiz çok seversiniz.

Page 191: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Evin kirası ve masrafları daima benim sorumlulu ğumda olmu ştur. Hayatımı daima yazarak kazanmı şımdır. Rahmetli annemin Alanya'daki mülklerinden payıma dü şen gelir, zaman zaman • Pervin ve Demir'le aramızda bölü ştürülerek hesabıma yollanır. Para i şlerinden hiç anlamam, bunlar Bürkan'ın sahasına gir er. isteseydim, bana sık sık gelen siyasi hayat teklifl erini de ğerlendirerek şaşaalı bir ba şka hayatın adamı olabilirdim. Tanıyanlar yakından b ilirler. Elimin tersiyle itmi şimdir bu teklifleri. Ben hiçbir partinin veya grubu n mensubu de ğilim. Oldu ğum takdirde ele ştiri şansım biter, elim kolum bağlanır. Görüyoruz maskarala- Bu sebeple benden çekindikleri do ğrudur. Bütün hayatım boyunca hiçbir anlamda ne rü şvet aldım, ne de verdim. Ne kimseye boyun e ğdim, ne de eğdirttim. Haa, bak fikren diz çöktürttü ğüm pek çok rakibim olmu ştur, o başka! Hah hah ha! Bu konuda hiç kimsenin gözünün ya şına bakmadım. Açıkçası kimseye borcum, minnetim yoktur ve bu büyük bir hür riyet, tabii büyük bir yalnızlıktır! Homoseksüel, Osmanlı eliti, liberal sosyalist gibi yakı ştırmalarla beni yıpratmaya çalı ştıkları oldu. Fakat ne edebiyat çizgimi, ne siyasi görü şümü, ne de şahsi hayatımı gölgeleyebildiler. Cinselli ğe gelince, şimdi ona kösnüllük, seks gibi adlar taktılar, ama asıl u ygunu cinselliktir ve kesinlikle insanın çok şahsi lezzet alanıdır. Cinsellik, payla şılan ki şilerden ba şkasının bu alana girmesini lüzumsuz kılar. Kimsenin kimseye hesap vermesi mecburiyeti olmamalıdır! Merak ettikl eri her şeyi, ama her şeyi Burkan bilir. Mesleki yanım apaçık ortadadır. Kitaplarım defalarc a yeni baskı yapar, gençlerle iyi münasebetim vardır. Halkla ili şkim geni ş tabanlıdır. Dincisi, dinsizi, sosyalisti, milliyetçisi, lezbiyeni, homos eksüeli, kadını, erke ği hep arar, gelir, bulur beni. Çünkü ben çizgimi korumu şumdur. Kendime saygım vardır ve asıl önemlisi gençl erle küçük suç ortaklıkları yaparım. Hah hah ha! Bu çok basit ve hayati bir meseledir. Yasak ve günahlarla bunalan 373 gençlerle yapılacak küçük bir suç ortaklı ğı onlar için ihtiyaç olan ----- hava deli ğini açar ve nefes almalarını sa ğlar. Hepsi budur! Çocuklar bilirler ki, samimiyimdir, istikrarlıyımdır. Hayattayken ya şadı ğı ça ğın dı şına dü şmek bir yazar için en önemli talihsizliklerden biridir. Bizim aydınlarımızın ço ğu Tanzimat'tan beri konformist, hedonist ve oportünist davranmı ştır. Sınıf atlama hırsını, bir türlü entelektüel hırslarının arkasına atmayı ba şaramamı ştır. Hem halktan, hem de ça ğından kopmak gibi bir yanlı şı tekrarlar durur. Fazla okumaz, kulaktan dolma bir tek yanlı hayranlıkla, sadece ye tene ğine dayanarak bu i şi ömür boyu devam ettirece ğine inanır. Ve tabii aldanır! Türk aydını Türkiye'nin de ğil de, mesela Fransa'nın, mesela Sovyetler'in (vakt i zamanında), şimdi de Birle şik Amerika Devleti'nin aydını oldu ğunu sanır. Yok efendim, olur mu öyle şey? Hem tembellik edeceksin, hem kendine benzemeyeni ve kendi kültürünü hor göreceksin, hem de topluma mal olmu ş bir yazar olmayı hayal edeceksin!.. Olmaz öyle şey! Olmuyor da... Kendi ahbapları ve yardakçıları dı şında kimsenin okumadı ğı kitaplar yazmak i şte bu sebeple "makûs bir kader"e dönü şüveriyor. Oysa bir yazarın yetene ği kadar mühim bir mesele, taze kalmak ve halka bağlantısını korumak olmalıdır. Tazelenmek önemlidir. Gençler bunu bilirler. Asıl bilinen ya ş, gençliktedir. Ya şlanınca, sadece hatırlanır. Yaşlılık bilmedi ğini ve yanılgılarını anlamaktır. Bu sebeple gençler i severim, bilirler. Yine bu sebeple gençler, içi bo ş, kof, yutturmacı ve dayatmacı ya şlıları hemen ke şfeder, hemen görürler. Ve gençler acımasızdır! O dördünün çocuklukları ve ilkgençlikleri elimde ge çti diyebilirim. Artık otuz ya şlarının ortalarına gelseler de bu mânâda benim için hâlâ biraz çocukturlar. Bunların, Ada, Meriç, Ara ş ve Tuna'nın hayatları yazılsa ortaya hayli enteresan bir roman çıkacaktır. Yo ğun ve karma şık yollardan geçtiler. Halen geçmekteler. Hayatın ne getirece ğini kim bilebilir ki?

Page 192: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ada'yı biraz kendime benzetirim. Fakat büyüdükçe ba basına daha çok çekmeye başladı ğını görmekteyim. Rahmetli Süreyya çok çocuklu, faki r bir ailenin evladıydı ve a şırı duygusaldı. Aklına eseni, esti ği gibi ya şadı ve öyle öldü. Süreyya'nın sorumsuzca içmesine, yerli yersiz çapkınlıklarına, kaprislerine, çocuksu denge-374 sizliklerine hep tahammül eden kız karde şimin kocasına olan sev- ..........:": gisini hiçbir zaman anlayamadım. Perv in'in sonuna kadar sadık ve â şık bir e ş kalmasını, ba ğımlılı ğın ihtirasa dönü şmüş şekilde tezahür eden bir çe şit a şk oldu ğunu dü şünmüşümdür. Tabii, a şkın binlerce çe şidi vardır ve a şk acı çektirir, i şte Ada böyle adanmı ş bir a şkın meyvesidir. O, tanıdı ğım öteki çocuklara benzemezdi. Hassas, fazla gururl u, zeki ve güçlü bir çocuktu. Daha küçükten, kendisiyle barı şık bir karakteri vardı. Ne yazık ki hayat, tıpkı tabiat gibi e şitlikçi de ğildir ve anlamsızdır. Buna bir mânâ katmaya çalı şan tamamen biz insanlar olmu şuzdur. Ada'nın şanssızlı ğı, çok erkenden çok uzun bir yolun planlarını yapma sı oldu ki, burada babasına çeken a şın duygusallı ğı ve şimdilerde iyice su yüzüne çıkan büyümek istemeyi ş sancılarının ipuçları yatmaktaydı. Bu iki mesele beni biraz endi şelendirmektedir ama nihai kararda onun ba şının çaresine bakacak kadar akıllı oldu ğuna inanmaktayım. Meriç öyle de ğildir. Bütün sakin, akıllı uslu, istikrarlı ve ba şarılı hayat çizgisine ra ğmen, o çocu ğun kendi içinde fevkalâde huzursuz oldu ğunu ve korktu ğunu sanıyorum. O tabii, egoist bir babayla, zavallı bir annenin kurbanı olmu ştur. Demir a ğabeyim çocukken de son derece sorumsuz ve şımarıktı. Onun sorumluluklarını da üstlendi ğim için herkes beni ondan büyük sanırdı. Demir'in dü şüncesizliklerinden daha vahim olanı, o zavallı hostes kızca ğız Merih'in anne olmak arzusu biçiminde görünür göz üme. Çocuk sahibi olarak bir erke ği elinde tutaca ğına inanan kadınlara hep acımı şımdır. Çünkü güçlerini tanımayan, yanlı ş silahlarla sava şan askerlere benzetirim onları. Meriç annesine benzemez umarım. Merih'in tek güvendi ği şey güzelli ği ve gençli ğiydi. Gerçekten de çok güzeldi. THY'nin en. güzel hosteslerindendi. Ve bu durumdaki kızların ço ğu gibi elindeki hazineyi yitirmekten do ğan korkusu, öbür yeteneklerini i şleme enerjisini yok ediyordu. E ğer o çocu ğu do ğurmasaydı, Merih o evlilikten daha az hasarla kurtulup, kendisini yeniden yaratab ilirdi. Hem kendini, hem de o çocu ğu peri şan etti. Meriç, annesi ve babası hayatta oldu ğu halde öksüz ve yetimdi. Allahtan, Pervin ve Süreyya insaf lı çıktı ve kızı onlar büyüttüler. Ben yapamazdım1. Hayır, yapamazdı m, îlkgenç-li ğimde verdi ğim bir kararla, ancak şahsi sorumluluklarımı kısıtlı tutarak, yapmak istediklerime do ğru yol alabilece ğim hususunu netle ştirmi ştim/Bu sebeple çocuk sahibi olmayacaktım. Çocuklar, anne ve babala rı için ba ğlayıcı, zorlayıcı, dayatmacı canlılardır. Ebeveynin gözünün ya şına bakmazlar, hep haklıdırlar ve hep talep ederler. Sonsuz zamanınız olsa hepsini alır ve dahasını da isterler. Ben, kontrolü elimden çıkmı ş bir hayatın içine atamazdım kendimi. Bürkan'la evlenmemin en önemli s ebeplerinden birisi budur. O en ba şından bu arzumu kabul etmi ş ve şimdiye kadar da aksini talep etmemi ştir. Bürkan'ın en mühim özelli ği, ne istedi ğini bilmesidir. Zaman zaman içinden anne olmak arzusu geçer mi bilemem, a ma öyleyse, bu evlili ğin zorla devam etmeyece ğini ikimiz de biliyoruz, istese hâlâ anne olabilece k yaştadır. Ama do ğrusu beni bu nedenle terk etmesi en son arzu edece ğim bir durumdur. Tuna'ya gelince. Bu çocuk her ne kadar Aras'ın gölg esinde kalmı ş gibi gözükse de, bence bulu ğ ça ğına kadar Aras'tan daha sa ğlıklı, co şkulu bir çocuktu. Tek talihsizli ği a ğabeyinin sevdi ği kıza â şık olmasıydı ve bu durum, a şk üçgenlerinde hep oldu ğu gibi, üçü için de trajik bir durum yaratmı ştır. Ara ş fazla içine kapalı ve sinirli bir çocuktu. Ba şarısızlı ğa ve ikincili ğe tahammül edemeyecek kadar hırslı, kaybetti ğinde hırçın, sahip oldu ğunda tutkusal, karar verdi ğinde ba ğnazdı. Yetenekli ve zekiydi, ama asıl önemlisi Ara ş çok yakı şıklı ve erkeksi bir delikanlıydı. Hani şu şeytan tüyüyle do ğan keratalardan. Biraz serseri bakı şlar, biraz kibirli yok saymalar, biraz da a şırı bir kendine güvenin

Page 193: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

yakı şıklı bir fizikle paketlenmi ş haliydi. Buna dayanacak kadın pek yoktur! Yaşasaydı, kadınlar Aras'ı asla rahat bırakmayacaklard ı ve Ada da bir erke ğin pe şinden ko şacak mizaçta olmadı ğından ayrılacaklardı. Fakat daha önce, ayrılmaları için çok ba şka sebepler tezahür edecek ve kıskançlık bölümlerine sıra gelmeden bitecekti o ili şki. Çünkü Ada'nın renkli, canlı, avangard bir kadın olaca ğı belliydi. Halbuki Ara ş, temkinli, düz, monoton ve geleneksel bir adam olacak ve bu iki mizaç yanya na nefessiz kalacaktı. Eğer Ara ş ya şasaydı, ili şkileri tabii biçimde bitece ğinden hiçbir suçluluk duygusu olmayacak ve Ada asıl mutlu olaca ğı erke ğin, Tuna'nın farkına varacaktı. Ama maalesef öyle olmadı!.. 375 Tuna esrarengiz de ğildir. Dı şardan bakınca kızları sürükleyecek macera dolu arka sokaklar vaat etmez. Oysa incelikleri ve çok' derin bir iç dünyası vardır. Utangaçtır ve a ğabeyinin dominant karakterinin altında fena halde ezilmi ştir. Fakat hayat bir romana hiç benzemez ve bazılar ımız olacakları çok önceden sezebilsek de tarihin akı şını de ği ştirenleyiz. Buna ancak romanlarda ve filmlerde yeter gücümüz ve bu yüzden çılgınlar gibi tutkunuzdur sinema ve edebiyata. Ada babası gibi ihtiraslıdır. Ara ş onun bir ihtirasıydı. Onu kaybedince Tuna'dan uzak durmaya gereksiz bir çaba gösterdi. H albuki asıl o ikisi birbirlerine uygunlardı... Kadınlar ve erkekler günün birinde e şit haklara sahip olacaklardır, fakat birbirlerini anlamaları asla mümkün olmayacaktır. C inselli ğin fiziki bünyesi bakımından tabiatın kadına verdi ği ma-zohist hazlar, erkekte sadizm istikametinde geli şti ği için bu hep böyledir. Kadınları iyi tanırım. Esmerler, beyazlar, siyahlar ve bir de Do ğu'nun sarı tenlisini tanıdım. Ne kadınlar girdi hayatıma... Evrensel olan, hangi sın ıf ve ırktan olursa olsun kadınların erkeklerle her konuda giri ştikleri haklı yarı şı bir tek yatakta kaybetmekten zevk almaları ve buna gönüllü olmalarıdır. Ada'nın cinsel tercihi olan Ara ş, birçok okumu ş kızın dü ştü ğü hatalı ili şkide oldu ğu gibi duygusal ihtiyaçlarını kar şılamayacaktı ama Ara ş bir bakıma haksızlık edip, onun bunu anlamasına fırsat tanımad an öldü. Bunları bildi ğimi hissetti ği için Ara ş benden hiç ho şlanmazdı. O ya şta adını koyamasa da onun Ada'ya yetmeyece ğini sezdi ğimi anlıyordu. Yazık oldu! Üçüne de yazık oldu hakikaten. içlerinde en kârlısı Meriç'tir. Denilebilir ki, Mer iç sonunda kendi limanını buldu, güvenlikte oldu ğu bir ev kurdu. Fakat ben bu limanın uygun bir yere in şaa edildi ğinden ku şkuluyum. Limandaki denizcinin içinde kopan fırtınaları dindirmeye Meric'in yetece ğini sanmıyorum. Bu bakımdan çocukları olmayı şını sevinçle kar şılıyorum. Meriç kendini kurtarır. Mesle ği var. Dayanıklıdır. Ada da öyle. Beni asıl endi şelendiren Tuna'nın durumu. Son zamanlardaki halleri ni hiç beğenmiyorum. Fazlaca içine kapandı, insan hayatı bir roman olsaydı, Tuna'yı o ailenin tek o ğlu olarak yazar ve pek çok talihsizlikten kurtulmasını sa ğlayabilirdim. Şimdilerde gözle-j rindeki mavi ı şıklar söndü, kitap okumaktan, ya şamaya vakit bulamayan fıksiyon karakterlere benzedi. O çocuk hasta olacak diye fazlasıyla rahatsızım. Belki üçüncü ve yeni bir kadınla, uzak bir memlekete gitmeli... Sanki yakında onun kendi içinde ölümcül bir iç sava şın patlak verece ğini hissediyorum. Tehlikeli ve ciddi! Onun sa ğ kalması gerek. O delikanlıya bir şey olursa kız karde şim, iki ye ğenim ve kendi annesi dahil dört kadın bir daha iyile şemeyecek kadar batarlar. Birinin bu çocu ğa yardım etmesi lazım, ama kimin? Biz yazarlar ve şairler, insanları iyile ştirmeyiz. Biz uyarır, silkeleriz ve bu da bazan daha fenala ştırıcı bir etki yaratabilir. Dayanıklı ve güçlü olanlar daha sonra kendi kitapla rını yazarlar. Dayanıksızlar psikologlara giderler. Belki de Tuna kendi kitabını yazarak kurtulacaktır. Kimbilir? "Nihai olarak" hangimiz ha yatımızın bir döneminde bir sava şın neferi olmadık ki? 377 ALÎYE YILDIZ Sekreter. Bekâr. Sabıkası var.

Page 194: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Hepsi yalancı! Bu manyakların hepsi korkak ve yalancı. Hakkımda sö ylenenlerin hiçbirine katılmıyorum. Zaten konu ben oldum mu, hep yalan sö ylenir. Beni daima yok edeceklerini, tarihten sileceklerini j dü şünürler. Ama yemezler! Beni kimse yok edemedi, edemezij de!.. Beni yok edebilecek tek ki şi vardır, o da benim! Evet, sabıkalıyım. N'oolmu ş yani? Kimin yok ki? Kimse bana masum, temiz aile çocu ğu numarası yapmasın şimdi! Herkes kendi sabıkalarını iyi bilir. Bok gibi bilir i şte! O iki burjuva piçi beni evden kovdu. Herkesin önünd e kovdu- ] lar beni! Evden, ya şamlarından ve geleceklerinden çıkartıp attılar. Öyl ece, pattadanak! i şte onlar için her şey böyle kolaydır. Gerek- \ sindikleri her şey önlerine hazır konmu ş bu insanlar, bi bardak çay, bi sigara teki için mücadele etmek, azcık sevilmek, kabul gör- ; mek iç in çırpınmak nedir bilmeyen züppelerdir! Onlar için insan | kovmak kol aydır. Kovdular beni. Zaten kimse katlanamaz bana ve sonunda kovulurum he r yerden... Bir tek o, o biraz ta şaklı : çıkmı ştı... O sanki cesurdu, sanki sevdi mi, sonuna kadar seve- i çek bi herifti... Tuna! Evet Tuna... Onun d ayanabilece ğini san- ] mistim. Hah! Aptallık tabii... O da korktu, o da ka çtı. Kaçarken J kovdu beni... Ama beni kovanları iyi pi şman ederim... Anala-1 rından do ğduklarına ağlatırım sonunda. Bilirler! Bilmeyenler de ] ö ğrenecekler! Beni sinir eden insan çoktur. Aslında herkese gıcık olabilirim. Burjuva ahlak kurallarına, "cici kızlıklara" ve "ba şka erkeklere benzememler"e feci takarım. Herkes aynıdır bence ve farklı takıl- malar feci kıl eder beni. Bütün karılar ve erkekler düzü şmek için fırsat arar, bekler ve bulunca üstüne atlar. Bunun aksine karnım tok benim! Ama neymi ş, hepsi ayrı bir etiket takarmı ş, yok a şk-mı ş, yok tutkuymu ş, sanatsalmı ş, dinmi ş, ahlakmı ş, toplumsal-mı ş, mı ş, mı ş da mı ş babam, ohh oh!.. Yok ya! Yahu kör müsünüz be, bu dünyada geçerli tek bok orman kanunudur, hâlâ ne edebiyat yapıyorsunuz bana be? Her şey güç üzerine kurulmu ş, salak mısınız siz be? Güçlü olan kazanır, öbürleri ezilir . Seks ve para dünyanın tek hâkimidir abicim. Yok ba şka bi şey! Kimse kimseyi kesmesin artık! O ikisi, Ada ve Tuna, onlar kadar beni sinir eden o lmadı ömrü hayatımda billahi! Ne o sapık babama, ne de o manyak anneme o nlar kadar gıcık oldum ya!.. Tamam babam pisli ğin tekiydi. Yedinci çocu ğu da kız do ğduğu için bizi hiç sevmedi. Yani kızları olarak sevmedi, ama ba şka türlü iyi severdi. Sıkı ştırıp, kö şelerde her yerimizi avuçlar, öper, çocuklu ğumuzu çalardı bizden. Ne oldu ama? "Ormanda avlanırken yanlı şlıkla vurulmu ş"muş göya. Hah güleyim bari!.. Neden bacak arasından yemi ş o kur şunları peki? Neden kalbinden vurulmamı ş hani yanlı şlıkla bakalım? Kalbi yoktu ki, dürzünün! Kim vurdu onu peki? Niçin köy ahalisi hiç üstelemed i, çabucak gömüp, kurtuldu o pislikten acaba? Yoksa, ha ?.. Hah hah h a! Ben biliyorum onu kimin temizledi ğini. Çok iyi biliyorum. Annem olacak manyak, babamın bizi her bakımdan taci z etti ğini, Meryem ablamın dü şük yaptı ğı bebe ğin babamın dölü oldu ğunu bile bile hâlâ o herifin altına yatar ve erkek do ğurmaya çalı şırdı. Soysuz karı! Ne oldu ama? Hem de o ğlanmı ş son do ğurmaya çalı ştı ğı... bö ğüre bö ğüre öldü kırk yaşında... "Kanamadan ölmü ş"müş! Hah güleyim bari! Neden kanama olmu ş-muş acaba? Bi yerde, bi şekilde kanamaya neden olan bi durum mu olu şmuştu acaba, bilmem ki ?.. Rahat ve mutlu çocukluk geçiren bütün şımarıklar aynıdır! O ikisi bunu kanıtladı bana. Onların farklı oldu ğunu dü şündüğüm için hem kendimden, hem de onlardan tiksiniyorum! Bu yüzden onlardan acaip nefret ediyorum. Onları sevdi ğim için kendimden nefret ediyorum! Zaten sevmek, bana göre de ğil abiciim! Ve tabii acaip gecikerek çakıyorum ki, Ada ve Tuna birbirleriyle düzü şememenin acısını benden çıkartıp, beni kovuyorlar y a- 379 samlarından. Tuna, kendisiyle bi türlü yatamayan Ad a'nın benim: sevgilim oldu ğunu dü şününce çıldırdı. Ulan bu ne a şktır o adamın, şu suratında bulutlu küçük kız resmiyle gezen frijit karıya duyd uğu be! Ne şanslı

Page 195: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

karıymı ş o Ada denen narsist yaratık be! Evet, Tuna kıskanç lıktan çıldırdı, gerçekten çıldırdı. Ya da kendine geldi. Belki bi e lektro şoka girdi. Ben iyi bilirim elektro şoku.) Orada insana dilini ısırmaması için çenelerin in arasına kauçuk biı yastık koyarlar. Tuna bunu bilme di ği için dilini feci ısırdı o günj Dilini a ğzının içinde dola ştırıp yüzünü ek şitmesinden bilirim.' Elektro şok öncesi bize barbitürat verirler, zavallı Mavi Tu nacık bundan da yoksundu. Ben gitikten sonra öfkesini mas um, zavallı-kız rolü oynayan yılan karısından mı çıkarttı, artık bilemiy orum! Meriç onlara benzemez, tanırım o tipleri. Ada ve Tuna kendilerin i akıllı sanacak kadar saftır, ama Meriç iyi bir oyuncu. Küçük ve önemsiz rolüyle ba şlayıp, şimdi başrolü kapmı ş görünüyor, iyi rol kesiyor masum bakire. Sarho ştu. Ada o gece çok sarho ştu. Herkes gittikten sonra foto ğrafları yerden toplarken şu meşhur ölü kahraman Aras'ın bir foto ğrafı çıktı ortaya. Onu görünce birden a ğlamaya ba şladı. Delirmi ş gibi a ğlıyordu. O gösteri şli çocuklu ğunu, dadılar, a şçılarla geçen çocuklu ğunu çok sıradanmı ş gibi tiksindirici bir mütevazı-lıkla anlatıyordu yeniden . Köpe ği Sivri'yi bile özlüyordu. Aman ne soylu özlemler, ne kusturucu nos taljiler! Hiç tanı şmamış olsam da o acaip yakı şıklı Aras'ın ne üstün, ne şöyle, bole bi yaratık oldu ğunu bininci kere dinliyordum. O sırada beni Tuna'da n ayıranın Meriç de ğil de Ada oldu ğunu anladım. Ve bütün hayatım boyunca aslında hep Ada'nın yerinde olmak istedi ğimi çok net olarak görüverdim. Kim onun yerinde' olmak istemez ki? îçimi küçük, küçücü k bir intikam arzusu kap-J ladı. Bayılırım o parlak, gururlu yılanın süz ülerek içime akması-; na. Öyle çekici, öyle tahrik edici biçimde ba şını uzatır ki, ona kar-1 sı koyacak insanın henüz anasından do ğduğuna katiyyen? inanmam! intikam, davet edildi ğinde gelmeyen, ancak çok ama| çok arzulanarak yerinden kımıldayan ı şıltılı, nazlı bir yılandır ve i geldi ğinde bana verdi ği hazzm yanında seks bile sıfır kalır. Ok şi-' zen gibi dolar ci ğerlerime. O gece o yılan geldi ve şahane dilini çıkartıp, öpmeme izin j i. Orada, o gece Ada'dan intikamımı almaya karar verdim, j Benim hiç tatmadı ğım güven ve sevgi gölünde adeta bo ğulmakta olan yetenekli, ba şarılı, ünlü, akıllı ve çekici Ada Mercan'ı soyup, o nunla sevi ştim, itiraz edecek hali yoktu, ama zevk aldı ğını da anladım. Her yanını kanata, açıta sahip oldum bedenine! O hep a ğlıyor, inliyor ve "Ara ş" diye mırıldanıyordu. Kedi gibi kıvrılıp, kaldı ğında, "onu ben öldürdüm" dedi ğini duydum. "Kimi sen öldürdün?" "Aras'ı ben öldürdüm. Onun ölümüne ben neden oldum! " dedi inleyerek, sonra sızdı. Alkol, seks ve pi şmanlık. Hiçbir i şkence yöntemi insanı bu üçü kadar konu şturamaz. Bülbül gibi ötmü ştü Tuna'nın sonsuz a şkı. O zaman ortada buldu ğum birkaç foto ğrafı alıp, çantama attım. Bunlar daha çok Ada ve Tuna'nın grup halinde lokantalarda, sergi açılı şlarında çekilmi ş olan pozlarıydı. Bir gün lazım olaca ğını biliyordum. Çok iyi biliyordum! Beni kovdular. Beni yalnızca evlerinden de ğil, ya şamlarından ve geleceklerinden de kovdular. Pi şman edece ğim onları. Öyle bi intikam alaca ğım ki, bundan böyle iki yakaları yanyana gelemeyece k artık! Onları en çok yaralı oldukları yerden vuraca ğım. Hem de tek bir darbeyle. "Ünlü sinema sanatçılarımız ve şairimizin gözbebe ği, yurtdı şında bizi feci onurlandıran foto ğraf sanatçısı Ada Mercan'ın i şledi ği cinayet..." Hah hah ha!.. Bitecek i şleri. Savcılı ğa bile gider anlatırım da... Yalan mı sanki? Bana itiraf etmedi mi cinayeti, hem de a şk yata ğımızda? Helâl valla, birinci sınıf, şık bir skandal olacak bu. Gazetelerin ba ş kö şesine, en ciddi haber programlarının, en entel eski solcu sun ucularının ba şucuna yerle şmez miyim ben şimdi ha? Haydi bakalım, görsünler kim kimi nereden kovarmı ş, kolay gelsin! Bana kazık atan, beni dı şlayan, itip kakan, sevgi kırıntılarını bile esirgeyen herkese ders olacak bu ! Tabii o iki domuzu cezalandırarak, insanlık yararına bi i ş yaptı ğımı da biliyorum. Suç, cezasız kalmamalı! Babam ve annemin suçları gibi... Şimdi sıra Kumral Ada ve Mavi Tuna'da...

Page 196: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Güzel. Çok güzel. Belki de ya şantımda yapaca ğım en güzel i ş bu olacak! 38l PERVÎN GÖKAY Sinema oyuncusu. Tekstilci. Evli. Bir çocuk annesi. Merhum aktör Süreyya Mercan'tn e şi, Şair Do ğan Gökay'm kız karde şi. Sanıldı ğı gibi de ğildi. Öncelikle bilmenizi isterim ki, yanılıyorlar. Onlar beni görmez, bilmez ve duymaz sanıyorlar. Süreyya'nın çapkınlıklarını hep sezerdim. Sonradan bilmeye de ba şladım. Topluma mal olmu ş bir ki şi oldu ğunuzda, toplumsal bir ka-raktersinizdir artık. O andan itibaren özel hayatınız daima gözlen ir. Mahremiyetiniz biter. Öyle ki, sizi izlemek ve ili şkilerinizi yıpratarak skandal yaratmak üzere maa şlı görev yapan ki şiler bile beliriverir etrafınızda, inanın. Hele benim gibi düzenli bir aile hayatı kurup, bunu sürdürmeyi düşlemi şseniz, bu sık sık sevgili de ği ştiren ve/ya bo şanan kadın sanatçılardan daha büyük bir konu, hatta bir sorun olarak konur kar şınıza. Magazinciler pe şinizi bırakmaz, bazan çok inandı ğınız arkada şlarınız bile bundan rahatsız olduklarını gizlemezler. Belki de ö rnek olmanızdan korkulur? "îki sanatçının evlili ği uzun sürmez, sizin mutluluk formülünüz nedir?" diyerek tepenize ek şirler. Hayır, ben bir de nazara falan inanan birisi yim de üstelik. Yemin ederim, elim aya ğım bo şa- j lıverir bu soru her soruldu ğunda. Ya nazar de ğerse? Hem canım, J mutlulu ğun reçetesi olur mu? Laf i şte! Her a şkın bir bedeli vardır. Uzun ili şkilerde bir taraf mutlaka fedakârlık etmek durumundadır. Bir bakıma ezilen ve ezen vardır bütün aşklarda. Süreyya ile | benimkisi müthi ş bir a şktı ve elbette bedelleri de ağırdı. Belki en ideali, bu bedelin ödeni şi olarak "ezilen tarafın, ya da "fedakârlık eden"in diyerek yumu şatabiliriz bunu, belli dönemlerde saha deği ştirmesidir ki, bu da programlı bir görev da ğıtım düzenlemesiyle olmaz tabii... Bazan olaylar öyle uçurum saatlerde, öyle beklemeden geli şir ki, yüksekten atan taraf büyük bir hata yapar ve bunun bedeli olarak nöbet deği şebilir. Ondan sonra fedakârlıkları o üstlenir. Bizd e durum böyle olmu ştur. Bu bakımdan, "Ah Pervin Gökay çok şanslıdır! Hem güzel ve me şhur bir kadın, hem de yakı şıklı, ideal bir kocası ve ailesi var!" diyerek iç ç ekenlere kızarım. Bir kere nazar de ğecek diye fena halde korkarım. Ayy, Allah korusun, insanın kendine bile nazarı de ğiyor yerine göre! ikincisi içimden gülerim. Pervin Gökay, bakımlı, me şhur olabilmek ve kalabilmek için çok çalı şmıştır. Herkesin bayıldı ğı o yakı şıklı ve beyefendi kocası çapkın, çocuk ruhlu, dengesiz bir adamdır ve o çok şanslı Pervin Gökay bu aileyi korumak için neleri sineye ç ekmi ştir, bilmezler. Davulun sesi uzaktan ho ş geliyor tabii! Uzun bir ili şkiyi sürdürmenin ola ğanüstü güçlü ğü üstüne eklenen bir de hep "gözaltında" ya şamanın baskısını kaçınız bilirsiniz? Size bir rol biçilmi ştir artık ve bunun esiri olmak durumun-dasınızdır. Yani imajınızın kurbanı! Benimkisi soylu, şık, zarif ve genç kadın rolüydü ki, artık yalnız filmlerinizde de ğil, özel hayatınızda da böyle olmanız beklenir. Hel e bizim gençlik yıllarımızda Türk Sineması'mn o tantanalı, televizyonsuz, tek radyolu ve az sayıda gazeteli günlerinde, biz bir a vuç sinema oyuncusu hep gözler önündeydik. Sonraları yerinize zıplamaya can atan gençler belir ir piyasada ve bu defa da yerinizi korumak, yükselme döneminiz kadar yoruc u bir çaba halini alıverir. Bir de bakarsınız otuzlu ya şlar kapıda beklemekte, sanki kendileri ya şlanmıyormu ş gibi herkes hep daha ve daha genç kadınları beğenmektedir. Benim en büyük şansım Do ğan A ğabeyim olmu ştur. Onun beni e ğitti ğini, yönlendirdi ğini her zaman şükranla tekrarlarım. Kültür, ya şamın hem monotonlu ğuna hem de acılarına kar şı daha dayanıklı kılıyor insanı. Gerek onun katkıları, gerek okuyup, ö ğrenmekten aldı ğım zevk ki, bunlar rahmetli

Page 197: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

babacı ğımdan miras hazinelerdir bize, beni pek çok yol ayr ımında akıllı ve sakin olmaya sevk etmi ştir. Babam son derece münevver, Atatürk hay- 383 ram bir e ğitimciydi ve üçümüzü de ayırmadan okutmu ştur. Ama maalesef Demir Ağabeyim sadece içgüdüleriyle ya şamayı seçerek, 3J84 hem kendini, hem de etrafındakilerin hayatını rezil etti. Annem, "* "nazara geldi bu Demir" derdi rahmetli. Her aileden bir fire verildi ğine inanmak mı lazım, ne? Bizim zamanımızda "iyi aile kızları"mn sinema oyunc usu, şarkıcı gibi meslekleri seçmesi hiç makbul de ğildi. Rahmetli babam ya şasaydı, o münevverli ğine ra ğmen asla izin vermezdi bana. Onların ku şağının kadınlarına ve kızlarına tanıdı ğı özgürlü ğün içinde "namus" denen sınırları belirsiz mefhumun mânâsı, özgürlü ğün kendisinden daha büyüktü. Öyleydi. Ben Güzel Sanatlar'a kaydoldu ğum yıllarda babam rahmetli olmu ştu. Do ğan Ağabeyim yurtdı şından yeni dönmü ştü ve beni arkada şlarıyla yeme ğe, içmeye götürürdü, i şte o zamanlarda sine: maçı arkada şları ille benimle film çekmek istediler. Uzun hikâ? ye... Sonunda Şerif Bey beni ikna etti. Şerif Bey, sa ğolsun gençli ğinde bile şimdiki gibi iri yarı, kocaman ve ho ş bir adamdı v< dedi ği dedik, kesti ği kestikti. Halbuki o sıralarda benden anc; sekiz ya ş büyükmü ş... "Bu kızın tipi Avrupai. Sinemamızın böyle zarif ve kültürlı kız ihtiyacı fevkaladedir! Şair sen ne yap et, kız karde şini ayaı yarın sete gelsin!" Hep kendinden emindir Şerif Bey ya, tabii annemin a ğlamalai n, benim çekingenliklerim bir i şe yaramadı ve ben "Hicranlı Yol? lar" filmiyle oyunculu ğa ba şladım. Allaha bin şükür ki, anneci ş ğim rahmetli olmadan bir müslüman ülkesinde haysiyetli, saygıı ve ba şarılı kadın oyuncuların da varolabilece ğim gördü, benimlı gurur duydu. Şimdiki kızlar bunu bilmezler. ilk filmimde fena halde donuk ve ba şarısızdım. Settekilerdeı utanıyordum. Ne olduysa ikinci filmimde oldu ve o filmle haya-l tim de ği şti. Öyle ki, "Son Tren" filmi Türk Sineması tarihi içindi hâlâ ö nemli filmler arasındadır. O filmin çekimleri sırasında Süreyya i le tanı ştım. O, çoktan meşhur olmu ş, özellikle kadınları] kalplerinde taht kurmu ş bir genç aktördü. Esmer Akdeniz yakı şıklısı, serseri bakı şlı, çok ho ş bir adam. Doğan A ğabeyim: " Şeytan tüyü var bu keratada!" derdi. Şimdi anlatırken bile heyecanla nıyorum, inanın. Bakın tüylerim diken dik en oldu vallahi. Alla! rahmet etsin, belki bu pozitif enerjim şimdi onun ruhunu yatı ştıs rıyordur, kimbilir! Amaan, yine a ğlamaya ba şladım bakın. Sulu-gözlü diye ona kızarken, şimdi ben de ona benzedim. Annem öyle derdi ya; "bir yastıkta kocayanlar, sonunda huylarını birbirleriyle de ği ştirirler!" Pardon, bir mendil bulayım, izninizle... "Son Tren"in Sirkeci garında çekilen o me şhur ayrılık sahnesi bizim birbirimize â şık oldu ğumuz ânın canlı kaydıdır aslında ve çok zahmetli çekilmi ştir. Ama o kadar gerçektir ki, sinemamızın Kazablan ka'sı olmu ştur diyebilirim. Setteki i şçilerin bile a ğladı ğını hatırlarım. "Farzedin ki, birbirimize deliler gibi â şı ğız Pervin Hanım. Far-zedin ki, sizsiz bir saniye geçiremeyecek kadar tapıyorum siz e. Narin boynunuz üzerindeki o muhte şem yüz, hayatımın güne şi ve bu ğulu gözlerinizdeki hüzün alnımın yazısı!" Utanıp, ba şımı e ğmiştim. Saatlerdir bir türlü beceremedi ğim bir ayrılık sahnesi yüzünden herkes bozuk ve yorgundu. So ğuk bir kı ş sabahı, ayakta durmaktan buz kesmi ştik, kesin sistit olurum diye endi şeleniyordum. Artık benden vazgeçerler diye panikleniyordum ki, "Ve yine farzedin ki, siz de bana tutkunsunuz. Tek bir dokunu şumla titreyerek kollarımda eriyor, bensiz geçecek bir ha yat yerine ölümü hayal edebiliyorsunuz," diyerek eliyle çenemden tutup, ba şımı yava şça kaldırmı ş, o güzel ela gözleriyle taa kalbime bakmı ştı. Sesi yumu şak ama merak uyandıracak sırlarla doluydu. "Bizi ayırıyorlar. Çetelerin kanunu ve aramızdaki s osyal fark sebebiyle bu son görü şmemiz. Bir daha hiç ama hiç görü şemeye-ce ğiz! ilelebet elveda!" diye fısıldadı saçlarımı ok şayarak.

Page 198: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Öyle etkilenmi ştim ki, dudaklarım titremeye ve üzüntüden kahrolmay a başlamı ştım. Daha bir hafta öncesine kadar sadece filmlerin den tanıdı ğım bir adamı bir daha göremeyece ğim için dayanılmaz bir acı çekiyordum. Hiç anlayamadım ama aniden Süreyya'nın boynuna sarılıp, a ğlamaya ba şladım. "Motor!" diye ba ğırdı Şerif Bey. "Çabuk çabuk! Bu defa olacak, nihayet ba şardı kız! Çok iyi! Fevkalade çocuklar! Daha sıkı sarılın, bu son temasınız!" O ne sarılı ştı! O ne kenetlenmeydi Allahım! Ve ne öpü ştü! Hepimiz çarpılmı ştık. Saatler sonra elele ve ba şbaşa oturur ve hiç konu şmazken, ben hâlâ burnumu çekiyor, o da beni kuruluyor, pı şpı şlıyordu. Yani KAM 25 385 biri anlatsa alay ederim, ama insanın ba şına gelince... Sanırım fazlaca tesir altında kalmı ştım ve neyin gerçek oldu ğunu ayırt edemiyordum artık. O vakte kadar biraz da şakınlıkla beni seyre-den Süreyya sonunda heyecanla bağırarak herkese ilan etti. "Peki kız, o zaman hiç ayrılmayız biz de!" Öyle yaptık! Sonraki filmlerimde oyunculuk açısından onun çok ya rdımını; ve deste ğini gördüm. Süreyya do ğuştan aktördü. Do ğaldı, rahattı, i Gerçek hayatta da oynar, kendini sınamaktan fena halde zevk] alırdı. Süreyya'nın beni ne Ingrid Bergman'a, ne de Grace K elly'e] benzetti ği doğrudur. O beni daima, Tiffani'de Kahvaltı filminde- i ki Audrey Hepburn'a benzetti. Evlenmeye karar verdi ğimizde Süreyya dı şardan lise diploması l almak için deliler gibi çalı şmaya ba şladı. Hoca tuttu, ders aldı, l gururunu incitmemeye çalı şarak, ben yardım ettim. Malum, er- j kekler, kadınl ardan bir şeyler ö ğrenirken çok üzülürler. Ada do ğ- j du ğunda Süreyya'nın artık lise diploması vardı ve "kültürlü zum-J reden" dedi ği ailemize layık olmaya çalı şan bir iç güveysi rolünü« severek üstlenmi şti. Özellikle Do ğan Ağabeyim'in çok tesiri altında kalır, onun a ğzından çıkan her kitap adının peşinde ko şar, okurdu. Yine de Süreyya bir yanıyla hep kenar m ahallenin bıçkın delikanlısı kaldı ki, bu da galiba benim içi n alı şılmamı ş, cazip bir J noktaydı. Bu serseri yan ilk yıllar ho ştu ama sonraları, içkici, gürültücü,] plansız, programsız ve da ğınık bir adamı da beraberinde getirdi eve. O böyle bir ailede büyümü ş, böyle görmü ştü. Fakat ben onu j seviyordum. Ben onu hep sevdim ve sevildi ğimi de biliyordum. Onda birçok erkekte eksik olan b ir şey vardı ki, beni yıllarca ba ğladı kendine. Süreyya şefkatli ve içtendi. Yalan söylerken bile sa- j mimi oldu ğuna ve beni üzmemek için böyle yaptı ğına inandım. Başka bir kadın olsaydı, Süreyya'yı defalarca terk ede rdi. Bir bebek gibiydi, aniden co şar, aniden derin kederlere batar, ne zaman nerede n asıl davranaca ğını kendisi bile bilmezdi. Fakat asıl önemlisi, ben i birçok defa aldatmasıdır! ilkinde, Ada daha bebekken son derece baya ğı bir kadınla ili şkisi oldu ğunu öğrendi ğimde tiksinmi ştim ondan. O zaman onu terk etmeye kararlıydım. Bizimle ya şamayı hak etmiyordu! "Bu son!" demi şti. "Bir daha olmayacak Pervin! Ailemi, kızımı, dostlar ımı ve seni alma elimden! Bunları elde etmek için çok u ğra ştım. Tek bir şans ver bana mele ğim!" Ufak tefek kaçamaklar ve bol dedikodularla geçti yı llar, ama o felakete kadar bir daha aramızda bu meselenin adı bile anılm adı. Daha do ğrusu, kendini maskara etmeden, bana ve kızımıza kar şı sevgi ve ilgi dolu bir hayat sürdü. Ama... ama evladım, o aslanlar gibi ço cuk, can parçası Aras'ın başına gelen kazadan sonra, (kesinlikle nazara geldi o çocuk!) ben Ada'yı kuzey Amerika'ya götürüp, orada kaldı ğım sırada, me şhur bir piyanist hanımla ili şkisi olmu ş. Adını vermeyeyim hanımın şimdi. Ben ö ğrendi ğimde Süreyya artık hastaydı, o hanım da çok zengin bir i ş adamıyla evlenmi şti.

Page 199: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Süreyya'ya bu ili şkiyi bildi ğimi hiç söylemedim. Ama tuhaftır, ölmeden önce insanlarda bir itiraf tutkusu mu nedir, bir şeyler oluyor galiba? "Pervin, güzel prensesim, hüzünlü gözlerin sahiden de kaderim oldu, gördün mü kız? Sana layık olmaya çok çalı ştım... ama bilirsin, i şte seni üzdü ğüm de çok oldu... Sana hiç sormadım, sormam da, yani a klımın ucuna bile gelmez ama ben, siz yurt dı şındayken bir halt..." Elele a ğlamı ştık hastane odasında. Tıpkı "Son Tren"in ayrılık sa hnesinde oldu ğu gibi. Bir farkla, bu defa sahiden ayrılaca ğımızı biliyorduk ve spotlar, kameralar yoktu ortada. Tabii ona Şerif Bey"den hiç söz etmedim. Doğan A ğabeyim bile bilmez... Kuzguncuk'a ta şınmamız da Süreyya'nın arzusuydu. Kuzguncuk ona çoc uklu ğunun geçti ği mahalleyi hatırlatıyordu. Kö şkü ve Kuzguncuk'u sevdim. Çok güzel günlerimiz oldu orada. Do ğan A ğabeyim, Burkan, Meriç hep orada, bizimle payla ştılar o Bo ğaziçi köyünü... Sonra Atacanlar. Ah o aile! Ne tali hsiz, ne kadersiz insanlarmı ş... Hepimize nazar de ğdi, biliyorum! Aslında Arascı-ğım ve mavi ş boncuk Tunacı ğım bir mânâda bizim de çocukları-mızdı. O me şum kaza olmasaydı Ara ş benim damadım olacaktı... insanın çıldırası geliyor dü şündükçe yani... Sen o kadar zeki, ba şarılı, yakı şıklı, pırıl pırıl delikanlı, karanlıkta tut atla de nize ve bir daha çıkma. Ah nasıl kahrolduk, nasıl yandı içimiz... Ad a'ya bir şey olacak diye gerçekten endi şelendi ğimi biliyorum. O cıvıl 387 cıvıl kızım, dondu kaldı. Yemedi, içmedi, konu şmadı günlerce. Aklım alındı başımdan... Çok seviyordu Aras'ı, çok tutkundu ona... Ya o zavallı Zübeyde Hanım? O kendi kendini yeti ştirmi ş, kendi halindeki kadınca ğız ne çekti? Oğlu, arkasından kocası gitti... Allah kimseye vermes in bu acıyı, dü şmanıma bile... O olaydan sonra biz ve Atacan ailesi sanki tek bir aile olduk. Kaderlerimiz aynı kulvara ta şındı... Evlatlarımız öyle yanyana büyüdüler ki, sanki karde şlerdi ve biz bunu o u ğursuz kaza sırasında anladık! Ada, Do ğan A ğabeyim'e çok benzer. Adildir, kendine güvenir ve ga ni gönüllüdür, ikisinin küçük hesaplarda gözü yoktur, burunları dü şse e ğilip almazlar. Belki de bu yüzden Aras'tan sonra, bana s orarsanız en ba şından beri asıl sevdi ği Tuna'ya dönemedi bir türlü. Bir tür gurur meseles i yaptı bunu. Tuna evladım, ince ruhlu, romantik ve kızıma delice tutkun, eriyip, soldu güzel huylu çocu ğum... Ada'yla konu şmayı çok denedim. O her konuda arkada şım olan, hatta yer yer bana ablalık taslayan kızım, konu Tuna oldu mu, ta ş gibi sessiz kalır, konu şmaz benimle. "Tuna'yla birbirimize dü şkün oldu ğumuz do ğru anne, ama ben onu evlenmek istemeyecek kadar çok seviyorum." Doğan A ğabeyim de yıllarca annemi benzer sözlerle üzüp durm uştu. Bürkan'ı göremeden vefat etti anneci ğim. Aynı ifade, aynı gurur... Beni rahatsız eden asıl husus, Ada'nın kendini u ğursuz kabul edip, Aras'tan sonra Tuna'ya da bir zarar verece ğini dü şünmesi ihtimali... Solaklı ğını bile u ğursuzluk saydı yıllarca çocu ğum. Halbuki rahmetli babam da solaktı ve şanslı bir insandı yani... însan anne olunca hayatta kalmak ilk içgüdüsü olmak tan çıkıyor ve yerini evladını hayatta tutmak, korumak güdüsü alıyor. Elb ette benim öncelikli arzum, Ada'nın hayatı ve mutlulu ğu ile ilgilidir, ama Tuna'yı da evladım kadar severim. Meriç'le izdivacına sevindim elbette ama kör de ğilim ki, onun gözümün önünde eriyip, da ğıldı ğını görmeyeyim. Tuna'nın durumunu hiç beğenmiyorum, içine kapandı, dalgın ve dü şünceli bir adam oldu çıktı son zamanlarda. Arada bir atölyeye u ğrayıp zevkli tasarımlar hazırlar, genç bir çizgi getirirdi bize. Artık onu da yapmıyor. Hastal anacak diye korkuyorum. Ona da bir şey olursa ne annesi, ne Atla kaldıramaz bu yükü artık. Tuna'nın ba şına kötü bir şey gelirse, bu iki ailenin de sonu olur! Kaç defa gıyabında kur şun döktürdüm onun için ama... Meriç, sakindir. Kötü bir çocukluk geçirdi evladım, îyi kızdır. Tuna'dan bir ya ş büyüktür ama onu babası yerine koyarak sevdi ğini dü şünmüşümdür daima. Tuna'nın ya şından büyük şefkat dolu yüre ği vardır. Bence yazık oluyor bu çocu ğa... Bu sessizli ğini hiç hayra yormuyorum vallahi... Onun

Page 200: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

yardıma, belki profesyonel bir yardıma ihtiyacı var ! Ne yapmalı, bilmiyorum? Do ğan A ğabeyim, "Atlatacaktır!" diyor. Bazan hayat sahnesindeki bir oyuncunun oyunu terk e tmesi bütün eseri nasıl da altüst edebiliyor. "Her ölüm, erkendir," diyen şair haklıydı. 389 BURKAN GÖKAY i ş kadını. Şair ve yazar Do ğan Gökay'ın karısı. Her insan ili şkisinde bir kral/kraliçe ve köle(ler) vardır. Do- ğan'la beraber olmak onun krallı ğını kutsamaktı. Hâlâ da öyledir. Dedi ği dediktir, inatçıdır. Hırçındır. Çocuk istemez ve hep haklıdır . Yani gerçekten de sonunda o hep haklı çıkar. Belki hep haklı çıktı ğı için bu böyledir... Zariftir. Şıktır. Her şeyi bilir. Özellikle de bir kadına nasıl davranılaca ğı konusunda inanılmaz yeteneklidir. Kibar ve olgund ur. Asla yüzlemez insanı. Do ğan çok incelikli bir erkektir. Yani... hepimizin zaafları vardır. Bilmiyorum. Do ğan zordur. Daha ne kadar onun gönüllü kölesi olarak kalırım? Onu da bilmiyorum... Pi şman de ğilim. Çok renkli, inanılmaz deneyimlerle zenginle şmiş akla hayale sı ğmayacak bir hayatım oldu onunla. Ba şka da söyleyecek bir şeyim yok! SÜREYYA MERCAN Türk sinemasının ünlü oyuncusu. Evli. Bir kız babas ı. Gerçek adı: Abidin Ölçer. Ölü. •.. C ĐHAN UMAR Hizmetifc Çocuk bakıcısı. Emekli. Befc^r. Çok iyiliklerini görmü şümdür. Neden yalan diyeyim ki yani size şimdi? Hem hanımefendi, hem de beyefendi çok iyi insanlardır. Allah razı olsun. Beyefendiye Allah rahmet eylesin. Hiç bi gün yan gö z, kem söz olmadı evlerinde. Ben onların yanına girdi ğimde gençtim, yirmi yoktum. Ada, melekler mele ği, ceylan gözlü kızım daha bir aylık bebe idi. Ah ne g üzel bebekti, ah ne tombul ve şirindi Allahım! Kara talihliymi ş evlatcı ğım. Aras'ın ba şına gelenlerden sonra toparlanamadı bi türlü. Allahın gücüne gitmesin ama ben o Aras'a hiç ısmamamı ştım. Hep yava şça ve aniden kö şkün bahçe duvarından atlar, yüre ğimi hoplatırdı. Hiç konu şmazdı bizimle. Şımarık de ğildi, kibirli belki... Evet pek yakı şıklıydı... Aman ne olmu ş sanki, önünde sonunda Bulgar göçmeni terzinin oğlu. Benim babam da saraçmı ş, ben göremeden rahmetli olmu ş da annemle ben istanbul'a gelip, el kapılarına i şe girmi şiz. Yok ben insanın i şini küçümsemem de... o Ara ş... tövbe tövbe... Ama bak o boncuk gözlü karde şi Tuna, o bamba şkadır. Onu herkes sever. Ah ne bahtsız çocuktur o.. . Tuna, çocukken de pek tatlıydı. Konu şkandır, iyi kalplidir, elim kolum doluysa dayanamaz, ko şar yardım eder... taaa be ş ya şından beri böyledir... Benim prensesimin pe şinden ayrılmazdı, ona kara sevdalı büyüdü o çocuk. Kader i şte! Sonunda o Ara ş kılıklı Meriç yakaladı Tuna'yı, ba ğlayıp, avucuna koydu. Hem benim mahsun prensesim, hem de m avi o ğlum için içim yanar vallahi. Ne demi şler, iyiler hep kaybeder. Hanımefendinin Valide Çe şme'deki evinde refakatçi olarak kalıyorum. Yemek, ev i şi falan ama aslında can yolda şı gibiyiz birbirimize. Sa ğolsun, sigortamı da yaptırdılar. Hem emekli maa şımı alırım, hem aylı ğımı. Allah razı olsun! Dünya gözüyle şu talihsiz kızımın bir mürüvvetini görsem, gam yemem, in şallah helal süt emmi ş bir adamla yuvasını kurar da... Ne de olsa onu ben büyüttüm, yarı annesi sayılırım yani... Ne diyeyim, Allah selamet versin. En kötü günümüz b öyle olsun. Ba şka diyece ğim yoktur. 393 AYNADAKĐ BEN =r ' "Dü şümüzde dü ş gdföföjpjinüzü görmeye ba şlayınca, uyanma zamanı yakındır." < :':''. ; ;, (Friedrich Leopold) •'': -"•• '•-.":. NOV ALIS Uyandı ğımda geceydi.

Page 201: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Önce çıplak bir ayna gördüm. Dikdörtgen ve çerçeves iz. Çırılçıplak bir duvara, iri, kaba saba bir çiviyle asılmı ştı. E ğri ve özensizdi. Elliye, otuz santim olmalı. Aynanın kenarları sanki kırarak , parçalanarak kopartılmı ş, e ğri bü ğrü kesilmi şti. Đnsanın eli yanlı şlıkla de ğse, parmağını tamamen kesip, kopartacak denli keskin ve çok t ehlikeli kenarları vardı. Aynanın kar şısına geçip, yüzüme tıra ş kremi sürüyordum. Ama krem yüzüme yayılmıyor, aksine yapı şıp kalıyordu. Birkaç kez deniyordum, denedikçe yüzümde beyaz bir maske olu şuyordu. Beyaz, so ğuk ve katı. Đşte o sırada beliriyordu. Tam o anda. Boyu benden bi r ba ş daha uzun. Tam arkamda duruyordu. Bedenini göre-miyordum, aynada g örünen yalnızca ba şı. Kısa, kumral, iri dalgalı kısa saçlı bir ba ş. Küçük, biçimli bir burun, buğday ten. Bir Apollon ba şına benziyordu. Evet, evet, aynen öyle. Yine de ne kadın, ne erkek. Yani ilk bakı şta bir erkek ama güzel yüzünde hem maskülin, hem de feminen çizgiler var. Arkamda durmu ş, aynada dümdüz bana bakıyor. Bakı şları dü şmanca de ğil. Düşünceli belki de. Ürkütücü de ğil, hatta çok uçuk bir gülümsemeden bile söz edilebilir. Beni irkilten bunlar de ğil. Aniden aynada, hemen arkamda belirivermesi. Geldi ğini ne duyuyorum, ne de hissediyorum. Arkamı dönüp bakınca kayboluyor. Tekrar aynaya dönüp, hâlâ o kötü tıra ş kremini sürmeye çalı şırken, yeniden beliriyor aynada. Dönüp bakınca yok, ama aynada var! Bu oyun birkaç kez yinelenince canım sıkılıyor. Eee , ne oluyoruz yani ?.. Karar veriyorum, bu davetsiz misafirin oyununu boza cağım, sıktı artık! Onunla aynada yeniden gözgöze geldi ğimizde, ürkütüp, kaçırmamaya özenerek, elimi usul usul kaldırıyor ve arkaya do ğru yava şça uzatıyorum. Yerimden hiç kımıldamadan, aynadan izleyerek ona do ğru uzattı ğım elimden kaçmıyor. Yerçekimsiz bir mekândaymı şız kadar yava ş ve sabırla uzanıyorum. Kalbimin atı şları hızlanıyor, ani bir sıcaklık yayılıyor bedenim e. Birden korkuyorum. Elimin dokunaca ğı yüzün temas anını dü şünerek ürperiyorum. Derin bir bo şlu ğa dü şme korkusu duyuyorum. Đçim hop ediyor. Ama artık geri dönemeyece ğimin de farkındayım. Ve elim, arkamda beliren o tuhaf yabancının yüzüne de ğiyor. Önce sıcak bir ten dokunuyor parmaklarıma, sonra hi ssettiklerimin dehşetiyle donup kalıyorum. Öbür elimdeki tıra ş kremi yere dü şüyor, küçük dilimi yutuyorum, kalbim deh şet içinde saatli bir bombaya dönü şüyor. Hiç kımıldayamıyorum. Bacaklarıma felç inmi ş olmalı. Bedenim bana ba şkaldırmı ş, beynimden gelen kaçıp, kurtulma sinyallerini "trene bakar gibi" izliyor, boğulacak gibi oluyorum. "Bittim ben!" diyorum. Aynı anda aynadaki Apollon ba ş gülümsüyor. Serin bir gülümseme. Daha da tedirgin oluyorum. Tanrım... 395 , çünkü, çünkü... çünkü dokundu ğum o yabancı yüz aslında benim kendi yüzüm! Aynada gördü ğüm o yabancı aslında "ben"imü! Aslında "ben" o ba şın içindeyim ama bunu bilmiyorum. "Ben" aslında o yabancıyım! "Ben" o'yum. O, "ben"im. Peki yıllardır aynada bakıp da "ben" sandı ğım öbürü kim? Ben hangisiyim? "Ben" hiç oldum mu? Hayırrr! Ben varım! Ben hep vardım! Ben olaca ğım!!! Kendi çı ğlı ğımla uyanıyorum. Ter içindeyim. Bunun bir kâbus old uğuna sevinece ğim yerde hâlâ deh şet içinde aynadaki "ben"i görüyorum karanlıkta. Gözlerim açık veya kapalı o ba ş hep gözümün önünde. Biri beni gözetliyor! Soluma dönünce, yanımda yatan Meriç'le burun buruna geliyorum. Ba şucu lambasını yakıyorum. "iyi misin?" diye soruyor endi şeyle. "Tabii iyiyim," diyorum kendimi kötü hissederek. Meriç yüzüme bakıyor. Meriç bakınca hangi "ben"i gö rüyor? "Hadi uyu artık. Yarın günlerden salı, senin u ğurlu günün," diyor çok i şe yararmı ş gibi.

Page 202: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Yarın salı. Balkonda iyi bir kahvaltı hazırlarım," diye dü şünerek kendimi iyile ştirmeyi deniyorum. Olmuyor. O yabancı ba şa dokunu şumda, kendimle temas edi şim sırasında duydu ğum deh şet içime oturmu ş, çıkmıyor. "Kalkıp yüzümü yıkayayım," diyorum. Aynadaki "ben"e rast- l lamaktan ürküyorum. Bu korkuyu yenmek için kalkıp, banyoya g idiyorum, Meriç çoktan uyumuş. ACININ SESiNi DUYDUK "Auschwitz'de Yahudiler'in topluca imha edilmesi kü ltürün ba şarısızlı ğım tartı şmasız biçimde ispat etmi ştir." Theodor W. Adorno (Negatif Diyalektik) "Kı ş gelmi ş!" dedi Tuna hayretle. "Bah sen hâlâ camdan üüüle dı şarları mı siyredersin yav hocam? Yat, dinlen biraz, a ğzını yidi ğim hocam!" "Ne çabuk oldu bunlar? Ne zaman soyundu a ğaçlar, küstü gök, neden acele etti sonyaz çekip gitmek için bu yıl Hasan?" "Eee hir şeyin bi vakti zamanı vardır hocam. Zamansız olmakta nsa, bölesi daha iyidir." "Kı ş geldi ve ben hâlâ buradayım... Bu nasıl bir karaba san ki, ben hâlâ uyanamıyorum ha? Sen bilirsin be Hasan. Sen sa ğduyusu, pragmatizmi ve inancıyla bu rüyanın en gerçekçi karakterisin. Hadi söyle bana..." "Amaniin, seni gine efkâr bastı hocam. Kı ş boledir amma, n'örecen i şte, her kı şın sonunda da bi bahar vardır, i şin kerameti, kı şı salimen çıkartabilmektedir gozel hocam. Annıyon di mi?" "Nasıl anlamam Hasan. Daha net ve do ğru konu şan var mı çevremde sanki?" "Yoh canım, o kadar da de ğil yani hocam. Sen okumu ş, yazmı ş adamsın, sana akıl vermek ne haddimize... ben sadece seni sevdi ğim için, ööle konu şurum i şte..." "Bahara varabilmek için kı şı salimen çıkartmak!" diye içini çekti Tuna. "Asıl güç olan da bu ya..." "Bah ni diycem gozel hocam. Sen haline heç şükretmiyon yav! Senin asıl derdin bu! Ne tipler var bu SASARUT serv isinde sen bi bilsen, kendi haline bakıp, sevinçten çiftetelli oynarsın a mma... 398 insano ğlu di mi, çi ğ süt emmi ş bi kerre. Bah, yeni bi hasta, yani bi yedek subay var, iki hafta önce getirdiler. Onun hali içler acısı va lla. Avukatmı ş garibim, incecik, kara kuru, tahta gibi bi adam. Kendi kendi ne konu şur sabah ak şam. Yemez, içmez neym... Heç bize bahmaz, tanımaz, etme z. Adı gibi kaderi olmamı ş zavallının. Anası Mutlu komu ş adını amma..." "Adı Mutlu olan bir avukat mı? Aaa, avukat Mutlu bu rada mı?" diye şaşırarak sordu Tuna. "Ööle derler adına amma, kendi çok mutsuz garibin.. . Kahrolası tiröristler de bir kula ğını kesmi ş zavallının." "Acaba o mu? Beni ona götürsene Hasan, belki benim bildi ğim Mutlu'dur o?" "Valla bilmem hangi Mutlu oldu ğunu hocam... Amma götüremem yani." "Hadi Hasan, yapıver bir iyilik i şte. E ğer benim sandı ğım ki şiyse, ona yeniden rastlamak çok ho şuma gider." "Bah sona dohtor binba şım duyar neym de, çok kızar bana..." "Duymaz duymaz. Hem o benim tanıdı ğım Mutlu de ğilse za-; ten hiç konu şmayacağım. Ne öyle bakıyorsun canım? Söz veriyo-! rum bak! " Koridorun sol tarafındaki son odaya girince, hâki r enk e şofmanlı, zayıf, esmer bir genç adam gördüler. Sırtını duvara yaslam ı ş, gözlerini ellerine dikmi ş, dikkatle inceliyordu. "Bah i şte dedi ğim adam budur hocam." Tuna dikkatle baktı. Yetersiz gözlüklerinin arkasın da gözlerini kısarak netlemeye çalı ştı. "Mutlu? Mutlu sen misin?" diye kararsız sordu yava şça yakla şırken yanına. Adam hiç oralı de ğildi. Sanki kendi içinde daldı ğı derin bir hesapla şmanın en hareketli yerindeydi ve bütün kapılarını dı şarıya kapatmı ştı. "Sen o'sun! Sen şiir seven avukat Mutlu'sun! Kürt Aydını oldu ğu için kimseye yaranamayan Mutlu!" diye sevinçle ba ğırdı Tuna. "Sus, delleniverme Allah a şkına hocam! Duyarlar neym, ba şı-; ma dert açarsın valla..."

Page 203: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Açarsam açayım be Hasan. Bu adam kendini böyle tan ımlıyorsa, ba şkaları ne yapabilir artık?" >, "Bah, söz vermi şidin, unutma!" "Tamam, tamam Hasan!" Mutlu ba şını kaldırıp, ilgisiz bakı şlarla Tuna'ya baktı. Gözlerindeki bütün ı şıklar sönmü ştü. "Benim, ben! Hani birlikte şiir okudu ğumuz, a şkı konu ştu ğumuz o yaz gecesi... Ben ö ğretmen Tuna Atacan." "Ellerim ya şlandı," dedi Mutlu, ellerini uzatarak. f "Bak nasıl ya şlanıyor insanın elleri." Tuna kendine uzatılan, esmer, ufak bir çift ele bak tı. Titriyorlardı. "Sigaran var mı senin?" "Yok, ben sigara içmem. Ama Hasan belki bulur sana bir tane, ha Hasan?" "Olmaz hocam, cigara neym bulamam ben," dedi Hasan aksi-le şerek, sonra Tuna'ya fısıldadı; "Valla, konu ştu bu seninle hocam!" "Hadi bir sigara bul be Hasan, bak o feci tiryakidi r, belki sevap i şlersin. Ha?" "Cigaraylan sevap olur mu a benim saf hocam? Amma d ur bi banalım. Konuşturdun sen bu zavallıyı ya... Yalınız, ben gelene k adar ne sen delilencen, ne de bu nikotinci avukat ha!" "Tamam tamam, aslansın sen Hasan be!" "Çok uzundu. Upuzundu," diye fısıldadı Mutlu, büyük bir dikkatle ellerini incelemeyi sürdürerek. "Uzun bir iç sava ştı. Sava şmak için son derece haklı nedenleri olan her kesimden çok ölü verdik. Hepsi kendi ölülerimiz, öl enlerin hepsi biz! Kan gördük, çürümü ş et kokladık, acının sesini duyduk. Sava şların en katmerlisi, en evlat acılısı, en derindeki bir iç s ava ştı bu... ve çok ama çok uzun sürmü ştü." "Mutlu, beni tanımadın sen. Hani o gece sen Onat Ku tlar, ben Do ğan Gökay şiirleri okumu ştuk da..." "Sevinenler vardı tabii. Silah tüccarları, uyu şturucu kaçakçıları ve din, millet tacirleri. Bunların bazılarına i ş adamı, hatta i ş kadını... bazılarına da politikacı denebiliyor, biliyor musun ? Ironik de ğil mi?" Ellerine bakarak, ba şını salladı. "Ayrıca ülkenin nüfusu azaldı ğı ve i şsizlik sorunu kalmadı ğı 399 için yürekleri kabaran vatanseverler de vardı. Ama i şin garibi, biz hep ölüyorduk." "Mutlu, Mutlu bak yüzüme! Bu ya şadıklarımızın insanlık dı şı oldu ğunu ben de biliyorum. Ve yemin ederim senin nasıl bunaldı ğını anlıyorum. Belki de bu yüzden, evet bu yüzden seninle ben bu kâbusun tam b u noktasında aynı koridorda kar şıla ştırılıyoruz ... Anlıyor musun, hı?" Mutlu bu kez, kendini zorladı ğı anla şılır biçimde u ğra şarak Tuna'nın yüzünü baktı, ku şkuyla inceledi. Tanımak için çaba göstermesi Tuna'y ı umutlandırmı ştı. "Mutlu, bak bunların tümü bir karabasan. Ben ve bel ki de sen uyandı ğında her şey düzelecek, inan bana, inan ki, yeniden şiir okuyabilesin... Düşünsene bir, bu kadar aptalca biçimde birbirimizi do ğramamız gerçek olabilir mi sence? Haa? Susuyorsun bak, olamaz de ğil mi? Hani Nazi dehşetinden ders almı ştık? Hani uy-garla şmış, aya bile gitmi ştik de teknoloji ve ileti şimde bütün insanlık tarihinin en ileri dönemine gur urla girmi ştik? Ha? Bir terslik var bu i şte de ğil mi? Var tabii..." Dudaklarını ısırarak onu izleyen Mutlu, birden di şi a ğrıyor-mu ş gibi yüzünü buru şturarak, yana ğını tuttu. "Sana inanması güç gelebilir ama ben kimseyi öldürm edim," dedi, inleyerek. "Elime silah almayı reddetti ğim için sürgüne yollandım. Göz hapsi yedim. Hakkımda açılan dört ayrı dava hâlâ sürüyor, însan öldürmemeye te şebbüs etmek, barı ş propagandası yapmak, askerleri silahtan so ğutmak ve sava ş kar şıtı Finli, ispanyol ve Türk şa-* irlerini okumak..." içini çekerek, onun yata ğının ucuna çöktü Tuna.

Page 204: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Sonra öbürleri kaçırdı beni. Halk mahkemesi dedikl eri bil engizisyonda şov yaptılar aslında. Dönek dediler bana. Aslını i kâr edeni parça parça keseceklerini anlattılar ve bak kula ğımı ke-fl sip attılar." Başını yana çevirince görünen korkunç manzara kar şısınd^I Tuna gözlerini kapatmak zorunda kaldı, içi ezildi. "Aylarca da ğlarda gezdim. Dü şünecek ve delirecek çok vaktir oldu. O kadar umutsuzdum ki, tek beklentim 'ölüm'ün bizzat ken|j di şiydi. Her ta şın altında, her sonraki adımın uçundaydı ölür Ama çevr emdeki herkese de ğip geçen ölüm bir türlü bana u ğramı-l yordu. Bak sana ne söyleyece ğim, genç ve sa ğlıklı bir insanın ölümü kurtulu ş sanmasından daha kötü hiçbir şey, ama hiçbir şey yoktur dünyada. Bunu sakın ama sakın unutma! Tamam mı?" "Tamam Mutlu, bunu unutmam," dedi Tuna iç geçirerek . "Çünkü, ölümü kurtulu ş olarak gösteren ko şullardan daha zalim, daha berbat bir düzen olamaz!" "Valla senin hatırına cigara kaçakçısı bile oldum h ocam, al ba-hahm şunu, hem de Amerikan cigarası bah!" diyerek hastabakıcı Hasan girdi odaya. Sigarayı görünce Mutlu'nun yüzünde soluk bir ı şık yandı. Hemen uzanıp aldı. Hasan cebinden çıkarttı ğı bir kibritle Mutlu'nun sigarasını yaktı, sonra gidip, kapının önüne dikilerek koridoru gözetlemeye koyuldu. Kulakları iki genç adam arasındaki konu şmaya müthi ş bir merakla kenetlenmi şti. "Cehennemi gördüm. Kendi gözlerimle cehennemi gördü m ben," dedi Mutlu, şehvetle sigarasını içerken. "Biliyor musun çıtır çıtır kırdılar beni? Artık ne olursam olayım, asla eski 'ben' olamayaca ğım. Gördü ğü kötülüklerden sonra, eskisi gibi bakamayacak kadar de ği şti gözlerim. Tenimin dokusu de ği şti. Ve asıl tuhafı, ellerim ya şlandı bak!" Sigarasını dudaklarının arasına sıkı ştırıp, yeniden ellerini uzattı. Ellerinde gördü ğü her neyse, fena halde rahatsız ediyor olmalıydı o nu. "Yeryüzünün en zalim ve intikamcı yaratı ğının insan oldu ğuna bizzat şahit olanlar artık yalnızdır arkada şım. Onlar artık hiçbir insano ğlu ve insankızıyla akraba, arkada ş, yakın olmak istemezler, i şte ben bu nedenle ben kimsesiz kaldım! Artık tamamen yalnızım!" "Mutlu... Seni gerçekten de çok üzmü şler. Ama yemin ederim yalnız değilsin!" dedi Tuna, gözlerine dolan ya şları güçlükle oraya hapsederken. "Beni kullanmalarına izin vermedi ğimi sanarak böbürlenirken, aslında beni tanık olarak çoktan kullandıklarını anladım. Fakat artık çok geçti," diye mırıldandı Mutlu. "Seni tanımamı ş bu avukat be gozel hocam. Konu şşuyo amma ööle havaya, suya bahsana!" "Tuhaf de ğil mi, duyguların kıkırdaktan yapıldı ğını sanırdım ben. Oysa kemiklerimi kırdılar!" dedi Mutlu, Tuna'ya bakarak. KAM 26 401 "Saat be şe gelir hocam, biz gidelim artık. Dohtor binba şım he- J ran gelebilir valla. Hadi!" 40a Tuna gönülsüzce kalktı yerinden. —•'-•'- "Ho şçakal Mutlu. Artık yalnız kendim için de ğil, senin için de uyanmak istiyorum. Bu kâbustan uyanmayı çok isti yorum!" "Hepimiz çok öldük," dedi Mutlu yere bakarak. "Haklısın Mutlu. Haklısın." Tam koridora çıkıyorlardı ki, Tuna durdu, yüzyıllar dır unut- s| tu ğu bir şeyi aniden anımsar gibi şaşkın bir ifadeyle uyu şmuş olarak konu ştu; "Orada, gözlerimin önünde elleri kolları ba ğlı yüzba şı Birol'u makineliyle dakikalarca tarayan o manyakları öldürebilirdim ' | Mutlu," dedi. "Karınca ezmemeye çalı şarak yürüyen ben, elimde silah olsaydı, o katilleri n tümünü gözümü kırpmadan öldürür ve bundan da asla p i şman olmazdım!" dedi. Sesinde şaşırmı ş bir ton vardı. Ne söyledi ğini i şittikten ve kavradıktan sonra içini çekti. "i şte böyle Mutlu. Sa ğlıcakla kal." Sonra ayaklarını sürüyerek odasına do ğru yürümeye ba şladı! O sırada Mutlu'nun davudi sesi koridorda yankılandı;

Page 205: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Peki sen o kızı, 'Kumral Ada'yı bulamadın mı hâlâ? " DÖRTYOL "Algılar tıpkı bir göz aldanması gibi bir anda ters ine dönebilir." Hans Magnus Enzensberger "Müjde, müjdee! Hadi gözün aydın hocam!" Elinde zarflarla Tuna'nın odasına giren hastabakıcı Hasan, sıtma görmemi ş sesiyle ba ğırıp, bakımsız di şleri tamamen ortada sırıtıyordu. "Valla bu haberimden sona, sen artık beni sevecen g ibime gelir sanki..." Yata ğına uzanmı ş, kitap okuyan Tuna hiç ilgilenmedi. Elindeki kitap Thomas Hobbes'un Leviathan'ıydı ve bir hafta önce adına yo llandı ğı söylenmi şti. Zarfın üzerinde ne yollayanın adı, ne de adresi var dı. Pul yırtılmı ştı. Kitap Penguin Yayınları tarafından basılmı ştı. "Sana mektup var a ğzını yidi ğim hocam. Hemi de dört dane, hemi de üçü kadın mektubu!" "Mektup mu?" diye şaşırdı Tuna. "Bana mı?" "Evet de ööle kuru kuru te şekkürle olmaz hocam, artık bi iyilik neym de sen yap bize yani..." "Bana mektup gelmi ş!" diye sayıkladı Tuna. "Oohooo! Artık sen beni dinlemezsin ki..." Eline tutu şturulan zarflara şaşkınlıkla baktı Tuna. Sanki bütün ya şamı boyunca hiç mektup görmemi ş, görmekten de ümidini kesmi şti. Dı şardan bakıldı ğında, tanımlanamamı ş uzay cisimleri inceliyor duygusu uyandırıyordu. Zarfları uzun uzun elleyip, kâ ğıdın dokusunu tenine sindirdikten sonra heyecanlanmaya ba şladı. Ve o zaman yüre ği yabani bir ku ş olup, gö ğüs kafesini parçalayarak, uçup gitmek istedi. "Valla çok âlem adamsın hocam yani... Ööle hayaller e dalaca ğına, açıp, okusana şunnarı yav..." 404 Zarfların ikisi ince uzun, ikisi küçük dikdörtgendi. Biri mavi, -*-—- biri sarı, biri beyaz, biri de yeniden kull anılmı ş, dönü şümlü kağıdın uçuk kahve kumrallı ğındaydı. Hepsinin üzerinde farklı el yazısıyla Tuna Atacan yazıyordu ama adreslerin üzeri siyah ka lemle karalanarak okunmaz hale getirilmi şti. "Eee, bu zarfların hepsi açılmı ş ama! Ne demek oluyor bu şimdi?" diye bağırdı aniden Tuna. "Senin iyili ğin için hocam. Şimcik sen azcık... yani hassas neymsin ya... i şte seni üzecek bi şey varsa diye... Yani..." "Kontrol ediyorlar! Özel mektuplarımı bile okuyorla r, beni burada zorla tutuyorlar! Allah kahretsin, artık uyanmak istiyoru m!" "Dur dur, bah sevinece ğine delleniverdin gine be gozel hocam yav! Sen açsana şu mektupları hele... Bah bakalım kadınlar ne - yazıvirmi şler sana hele!" Sesinde fazla yaramaz, sorunlu bir çocu ğu, suyuna giderek ya-i tı ştırmayı planlayan beceriksiz bir yeti şkinin fazla şekerli tadı var-| di. Tuna, yapı ş yapı ş olmu ş gibi sildi ellerini birbirine. "Beni yalnız bırak Hasan!" diye azarladı onu, "Nası lsa bunla-j rın her satırını okumu şsundur sen..." Hiç ses çıkartmadan sıvı ştı Hasan. Çıkarken odanın kapısınıj yarım çekti. Yalnız kalınca elindeki zarflara yeniden baktı Tuna ve ilk kez ol zaman yüzünde bir gülümseme belirdi. Bunlar mektuptu, yaz ılıl belgelerdi, kesin kanıtlardı. Demek? Olabilir miydi yani? Vej e ğer... Dört mektubu da yanyana dizdi. Ok şadı onları ve hiç tereddütsüz kumral zarfı aldı önce. "7 Şubat, Çar şamba, istanbul. Sevgili Mabel, Çok özledim. Seni çok göresim geldi. ' Sensiz kalmak, sensiz kalmanın nasıl bir şey oldu ğunu dü şünmekten çok farklıymı ş. Ö ğrendim bunu Mabel. Dayanılır gibi de ğil. E ğer ya şadı ğını bilmesem, heralde çıldırırdım. O korkunç salı sabahından beri, Tanrım ne çok zaman geçti...

Page 206: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

O salıdan beri her şey bozuldu! Sen gittin, ben gittim. Biz gittik Mabe l! Gazeteler nasıl da saldırdılar bana öyle? Sorup, so ru şturmadan ... insanın kendi ba şına gelince fenaymı ş, gerçekten fenaymı ş Tuna. Ne Aras'm anısı, ne ailesi, ne de ben... Hiçbirimiz hiç kimsenin umurun da de ğildik! Kimsenin kimseyi umursamadı ğı saat ve co ğrafyalarda asıl sevginin de ğerini anlıyor insan. Geç bile olsa anlıyor. Anladım Tuna. Burnuma şiddetli bir yumruk yemi ş gibi yıkıldım, ilk tepkim kaçmak oldu. Uzaklara, çok uzaklara... Kimsenin beni bulamayaca ğı bir yere. Kaçtım, kaçtım, kaçtım... Az gittim, uz gittim, bir de dönü p bakınca, ne göreyim? Aslında sı ğındı ğım yer Kuzguncuk'tu. Orada kendime bir ev kiraladım. Uzun süre Kuzguncuk 'ta kaldım. Çocuklu ğumuzun ayak izlerini sürdüm. Bu bana iyi geldi. Çün kü geçmi şin ayak numarası, şimdiki zamanınkine uymuyor, çok dar kalıyormu ş be Mabel!.. Aliye. Zavallı küçük akrep! Bu hikâyenin ihanetçisi de oymu ş meğer. Yalnızca gazetelere de ğil, savcılı ğa da gidip, suç duyurusunda bulunmu ş. Hakkımda soru şturma açıldı. Mahkemeye gidi şlerimi görseydin, üzülürdün Mabelcim. Bazı gazete ve televizyonların bu konuya gösterdi ği abartılı ilgi inanılmazdı. Sanki bir iç sava ş ya şayan biz de ğildik de sansasyonlarla ilgilenecek halimiz kalmı ştı. Bizim çocuklu ğumuzdan hayatta kalan bütün tanıklar birer birer yargıç önüne çıkıp, anlattılar . Sanırım o acılı olayı bir daha ya şamak hepimizi üzdü. Özellikle anneni. Velhasılı küç üğüm, yedi sülâle acaip me şhur olduk! We are all celebrities now! Mahkemenin sonlandı ğı gün, benim için çok önemliydi. Fena halde geciker ek anladım ki, Ara ş ölmü ştü, ama ben ya şıyordum. Bu kadar basit bir gerçe ği sahiden anlamak, bazan ne kadar uzun zaman alıyormu ş meğer! Üstelik, suçum her ne ise, cezamı çekmi ştim. Galiba artık geçmi şimden özgürdüm. Biliyor musun dün ne yaptım? Hani giderken Aras'm i plerinden birbirine bağlayarak omuzuma astı ğı 'converse'leri vardı ya, onları artık dolaptan çıkarttım ve kapıcıya verdim. Kapıcı baktı baktı; ' abla bunlar kırk üç numara, kimsede yoktur böyle dev ayaklar!' dedi. De v ayakkabıları çöpe attım o zaman. Tuna, bunu ba şardım ben! Ah canımın içi Mavi Tuna, çocu ğum, a ğabeyim, Mabelim, bir tanem, sevdi ğim, en yakınım, seni nasıl özledim, ah nasıl!.. 405 Seni ziyaret için kaç kez yollara dü ştüm. Ama içeri girmeme izin vermediler bir türlü. Olsun. Bizi ayıramazlar romantik âsi! 40 6 §u slfalar sana evden haberler ula şaca ğını biliyorum, o yüzden ------- ben haber yazmıyorum. Nasılsa birileri bunu yapar. Ben sana ba şka bir şey söylemek istiyorum. Beni dikkatle dinle duygu yuma ğım; Sakın ama sakın kendini bırakma Tuna. Sana ne dedik leri, ne anlattıkları hiç önemli de ğil. Sen kendini nerede ve ne yapıyor olarak biliyor san, doğrusu odur! Kimse, tek bir ki şi bile sana inanmasa dahi, ben sana inanıyorum ve daima kefilim Mabel! Sakın teslim olm a küçük sevgili. Aslolan tek parça olarak buraya geri dönmen, gerisi, anlatı lanlar ve anlatılacaklar boş laf. Sakın kendinden ku şkuya dü şme. Orası neye benziyorsa öyledir ve bence sen mutlaka haklısındır Mavi Mabel. Seninle ve daima sevgiyle. ADA. P. S. Bakkal Musa'yı anımsarsın de ğil mi? Senin ilkokuldan arkada şın, hani dinci olup, bizi dü şman gibi gören, selamı sabahı kesen Musa'yı... Feci bir trafik kazasında bütün ailesini kaybetti. Bir baca ğı kesilmi ş, sakat kaldı. Fakat, ameliyatı sırasında tanı ştı ğı bir Alevi hem şireyle evlenip, Sivas'a damat gitti sonunda, inanabiliyor musun Tuna? Belki de ya şamın albenisi bu gizeminde saklı umuttur? Ne dersin?" Mektup burada bitiyordu. Kâ ğıdın üzerindeki el yazısını ok şadı Tuna. Yüzünde pırıl pırıl bir gülümsemeyle baktı zarfa. U zaktaki sevilen, yosunlu deniz kokar. Rengi turkuvazdır. Derin derin içine ç ekti Tuna. Gidip, çekmecede sakladı ğı beyaz ta şı çıkarttı, ok şadı bir süre. Sonra sarı zarfı aldı eline. Annesinin o kendi ku şağına özgü, evcil ve dolgun el yazısıyla yazdı ğı mektubu okumaya koyuldu. "27 Ocak, Cumartesi. Kuzguncuk. Canım O ğlum, Biricik Evladım Tuna,

Page 207: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Allahıma bin şükür sa ğlık haberlerini alıyoruz ve bir an önce , evimize dönmen için dua ediyoruz. Hayattaki y egâne arzum, senin , sa ğlıklı ve mutlu olmandır evladım. Tabii memleketimiz in ve dün- . yanın sulh içinde olmasını ve kendi dinimiz den olsun, olmasın, bütün insanların evlat acısı ya şamamaları için de duacıyım, Allah j kabul etsin. Sen sa ğlıklı ol, gerisinin çaresi bulunur çocu ğum. Tatlı canını sıkma. Diren, inancını kaybetme evladım. Ben ve Meriç, çok şükür iyiyiz. Meriç, altın parçası evladım, bana sah ici evlatlık eder, Allah razı olsun ondan da senden de. .. Per-vin Hanım haftada bir gün mutlaka Cihan dadıyla birlikte bize geliyor , çok hanımefendi insan. Senin 'Kumral Ada'n bile u ğrar oldu bize. Eskisi kadar so ğuk ve kibirli değil artık. Seni sahiden sevdi ğine bir anne olarak şimdi kanaat getirdim. Bir zaman onun için kötü dü şündüğüm için Allah beni affetsin, in şallah o da kendine uygun bir helal süt emmi ş delikanlı bulur da mutlu olur, bu durumda başka ne diyeyim o ğlum? Meric'in sevinçli bir haberi var, onu kendisine bır akıyorum, artık karı-koca arasında bir şey. Kedin Kumral iyi, hiç merak etme. Önceleri seni pek özledi kerata, i ştahı kesildi ama şimdi iyi. Eh malum, kediler sahiplerine değil evlerine ba ğlıdırlar! Artık geceleri çapkınlı ğa bile çıkıyor. Mart yakla şıyor tabii. Seni, mavi ş gözlerini pek göresim geldi o ğlum. Evlat kokunu özledim yavrum, in şallah yakında kavu şaca ğız, bu hasret bitecek. Seni metanetle bekliyorum Tuna'm. O çok sevdi ğin Mür şide Babaanne kahvesini hazırladım, bekliyorum. Hasretle öpen annen, Zübeyde Alacan. Not: Yavrum, bilmem önemli mi, ama yine de yazayım dedim. Geçen ak şam, senin çocukluk arkada şın fırıncı Sefer u ğradı, elimi öptü, seni sordu, ne zaman taburcu, yani... terhis olaca ğını merak etmi ş. Sen hatırlamazsın belki, iki o ğlu, bir kızı vardır onun. Kızı, Allah evlerden uzak etsin, beyninde ur çıktı ğı için, pat diye oluverdi yavrucak... On ya şında ya var, ya yoktu çocuk. Ellerime sarıldı Sefer , 'Teyzecim, ben kızımı o ğullarımdan ayırırdım. O ğlanları daha çok severdim, Allah bana cezamı verdi!' diye a ğlayıp, yüre ğimi da ğladı. Ben onu pek astı ğı astık, kesti ği kestik bilirdim. Biraz insafsız derlerdi hakkında. Kökü Türk olmayan kom şularımızı rahatsız ederdi delikanlılı ğında. Ama Allah hiçbir kulunu ölümle terbiye etmesin, çok de ği şmiş. Tövbekar olmu ş çocuk, "îuna'ya söyle anacı ğım, artık cinsiyet ayrımı yok, Sefer tövbekar olmu ş de!' diye a ğladı. Neden bunu sana söylememi istedi, ben anlamadım ama belki sen anlarsın diye yazdım. Sağlıcakla kal evladım." 407 "Ah anneci ğim!" diyerek elindeki mektubu kokladı Tuna. Sonra m ektubun omuzuna yaslanıp, saçlarını ok şattı. Yüzünde, bütün ya şlarda ancak "anne" yanında ortaya çıkan insanın ilk bakı şları ve en çıplak gülümsemesi vardı. "Anne özlemi" fırından yeni çıkmı ş ev kurabiyesi kokar. Rengi ye şildir. Derin derin içine çekti anne özlemi kokusunu Tuna. "Artık seninle, şu Đğdır'a mutlaka gidece ğiz, Zübeyde Hanım!" diye fısıldadı mektubun kula ğına. Üçüncü olarak mavi zarfı eline aldı. Ve zarfa konu ştu: "Kediler evlerine ba ğlıdır!" Zarfın üzerindeki yazı, doktor reçeteleri gibi okun ması güç, şifreli bir karakterdeydi. u; "12 şubat, Pazartesi. •'• Sevgili Tuna, Bilirsin ben mektup yazmayı hiç beceremem. Fakat iç inde bulundu ğumuz koşullar nedeniyle, yani şimdi yazmam gerekiyor. Fakat ne yazaca ğımı da pek bilmiyorum, insanın kocası edebiyat ö ğretmeni olunca, elim aya ğıma dola şıyor i şte... Kusura bakma artık...

Page 208: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ben iyiyim. Annen iyi. Kedi de iyi. Pervin Halam, D oğan Am- ' cam da iyiler. Ada sık sık u ğruyor. Bence en iyisi o. Â şık mı oldu acaba? Çünkü çok güzelle şti... Yani Ada sanki iyile şti gibi geliyor bana. Kime diye sorma, bilmiyorum. 'iç Sava ş Manzaraları' konulu iki foto ğraf sergisi açtı. ikisi de çok beğenildi. Yabancı haber ajansları foto ğraflarını satın aldılar. O abes mahkemeler nedeniyle adının sık sık basında olması, foto ğraflarına ilgiyi artırdı bence. Malum, insanlar böyle şeylere bayılırlar ya hani... Neyse, herhalde o sana yazıyordur zaten, öyle de ğil mi? Hastanede hâlâ çift vardiya çalı şıyoruz. Malum, i şte o nedenle yaralı, ölü sayısı çok arttı. Yeni bir ba şhekim atanacakmı ş bizim hastaneye. Adını tam çıkartamıyorum ama Dr. Kutlu olabilir... 'E şiniz onu iyi tanır,' dediler, ama bildi ğim kadarıyla, yani sen faz- :>i la doktor tanımazsı n ki... Her neyse belki ba şkasıyla karı ştırıyor-lardır. Ben, şu sıra özel bir nedenle izinliyim. Tuna, nasıl söyleyeyim, bilmem ki ama ben hamileyim . Yani sen baba olacaksın. Ultrasonda bir kızımız olaca ğı belli oldu. Tabii yüzde yüz de ğil ama büyük olasılıkla bir kız bu. Ada bizim kıza 'Ir - mak' adını önerdi. 'Siz ikiniz de birer nehirsiniz, çocu ğunuz ırmak olsun. Göbek adı da Gökay,' dedi. Irmak Gökay Atacan. Ne dersin? Sen döndü ğünde kuca ğımda Irmak'ı görürsen hiç şaşma, do ğuma iki ay kaldı. i şte böyle. Sana iyi şanslar diliyorum. Sevgiler. Karın: Dr. Meriç Atacan Not: Senin Bo ğaziçi Üniversitesi'nde felsefe doktoru olan Musevi arkada şın, Muharrem Dede'nin ilk karısının akrabası olan hani, adı Besim mi, Nesim miydi, şimdi çıkartamıyaca ğım... hatırladın mı? i şte o u ğradı Kuzguncuk'a geçen ay. Uzun bir yolculu ğa çıkıyormu ş. Sana veda etmeye gelmi ş. Çok durgun ve yorgun görünüyordu. Aynen şöyle dedi ve sana iletmemi istedi; 'Öbür "ben"i aramak için çıkılan bütün uzun yolculu klarda aynı kafa, aynı beden üzerinde bizimle beraber seyahat etmektedir.' Felsefeci i şte! Tam Do ğan Amcam'lık bir cümle. Haa, sana söz verdi ği kitabı yollayacakmı ş, her ne ise o? Hepsi bu kadar. MA." "Baba mı oluyorum şimdi ben?" diye şaşkın kaldı Tuna. Sevindi mi, rahatsız mı oldu belli de ğildi. Endi şeyle, sevincin birbiriyle köşe kapmaca oynadı ğı saatler vardır. O vakti geldi. Sonunda gülümsedi. "Bir bebek hanım ha?" Bunun nasıl bir şey oldu ğunu dü şlemekte güçlük çekti ği anla şılıyordu, însan deneyim sahibi olmadı ğı konularda hâlâ gençtir! "Bir kızım olacakmı ş, duydun mu Hasan?" diye sevinçle ba ğırdı. "Yeni bir hayat, yeni bir insan... Tanrım ne mucize !" Yüzünde güller açtıran dü şlere daldı bir süre. Sonra ka şlarını çattı; "Ne diye Hasan'a sesleniyorum ki? Bu bir iç sava şsa, o zaten bütün özel mektuplarımı okudu ğu için bu haberi biliyordur. Yok ama bu bir karabas ansa, baba maba olaca ğım da yoktur!" Sonra deh şetle fark etti. 409 "Yedi ay geçmi ş demek ki ?.." Sinirlendi ve elindeki beyaz zarflı son mektubu ser tçe açtı. Bu ıjfif> bir erkek el yazısıyla yazılmı ştı ve şair Do ğan Gökay'dan geliyor- '" '"''•'" du. "Sevgili Çocu ğum, Duyduğuma göre iyiymi şsin ve daha da iyi olaca ğından hiç şüphem yok. Ben hep bildi ğin gibiyim. Şu ya şadı ğımız karı şık ve karanlık günlerin içinde kim şiir duyar, kim roman okur diye dü şünmeden yazıyorum. Yazmak, bir eylemdir ve siyasidir! Biliyorsun son yıllarda pek roman çalı şmadım ama senin gidi şinden sonra oturup bir romana ba şladım. Roman yazarken öncelikle

Page 209: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

karakterlere çalı ştı ğımı söylemi ştim sana. Roman karakterleri ete kemi ğe büründükten sonra çatıyı çatmak artık çocuk i şidir. Bu defa karakterlerim zaten fena halde canlıydılar. Sıkı dur, çünkü ben sizlerin, sizin Kuzguncuk'ta geçen çocuklu ğunuzdan ba şlayarak, ki şisel dram ve mutluluk arayı şlarınıza yansıyan yanıyla memleketin ve dünyanın hikâyesini yazmaktayım. Toplumsal gerçekçi bakı ş açısıyla sizlerin; Ara ş, Meriç, Ada ve senin son derece uygun karakter param etreleri oldu ğunuz aşikâr. E ğilimleriniz, meslekleriniz ve hayatlarınız 1990'lar Do ğu Akdeniz'inin iyi resimlerinden biridir. Bakmasını b ilene... Roman bitmek üzere, adını 'Kumral Ada ~ Mavi Tuna' koymayı dü şünmekteyim, hoşuna gider diye ilk sana söylüyorum. Bür-kan'ın bile henüz haberi yok. Sonunu ancak sen geri döndü ğünde ö ğreneceksin, çünkü henüz yazmadım. Oğlum, orada neler ya şadı ğını tahmin edebiliyorum. Hem çetin bir askerlik yaptım, hem de dü şüncelerimden ötürü bana uygulanan insanlık suçu seb ebiyle bir süre psikolojik tedavi görmek zorunda kaldım. K âbuslara gelince... Onlar hiç eksik olmadı ki... Bu sebeplerle çocu ğum, ba şına gelen duruma hangi ad veriliyorsa ve/ya sen hangisini ya şadı ğına inanıyorsan, bu bana yabancı sayılmaz. Zordur, ama direneceksin. Yıkılma yacaksın. Geri döndü ğünde de dimdik ayakta kalıp, hayata dü şman bütün cellatlara, yobazlara ve zorbalara inat hayattan zevk alıp, zev k alacak gençler yeti ştireceksin. En azından onların yolunu açacaksın. Bu nu yapabilecek kadar güçlü ve donanımlı oldu ğuna inanıyorum o ğlum. Cahiller korkak olur. I şıktan ve kültürden geçen yolda her gün daha uygar v e insani bir dünya kurmak için ancak bir avuç da olsak, bizler mücadel e edece ğiz. Ba şka çaremiz yok! Seni özlüyor ve bekliyorum romantik âsi! Gözlerinde n öperim çocu ğum. 411 Şair Dayın. 18 şubat Pazar. Valideçe şme. istanbul. Hamiş: Geçen hafta bir arkada şın ricasını kıramadı ğım için Kadıköy'de yeni açılan Leviathan kitabevinde bir imza gününe katıld ım. (Bunlar Livyatan'ın bürokratik diktatörlük anlamına da geldi ğini bilmiyorlar, Tevrat'taki deniz canavarı sanıyorlar galiba.) Genç, zarif, ya ğmur damlası gibi bir kız gelip, beni buldu. Solgun, yaralı bir ku ş misali. Adı Ne şe. Şehit Yüzba şı Birol'un ni şanlısı. Bende ona verilmek üzere adına imzaladı ğım bir şiir kitabı var imi ş, onu almaya gelmi ş. Dokunsam cam parçalarına ayrı şacak, elleri güz yaprakları... Böyle bir kitaptan haberim yok ama gel gör ki, çocu ğa bakınca çoktandır onu bekledi ğimi anlayıverdim. 'Sizi çoktandır bekliyordum ve saçlarınızın bu renk oldu ğunu tahmin etmi ştim," dedim. Kızıl saçlarından hüzünlü bir 'ne şe' aktı yanaklarına. Ni şanlısının ona bıraktı ğı kitabı almak için kitabevi-nin tuvaletine gidip, cebimde sakladı ğım Kumral Ada'nın yeni baskısını adına imzaladım. Kitabı sevinçle ok şadı. Bana öyle geldi ki, o aslında ölü ni şanlısına dokunmaktaydı. Genç ölülere cellatlık eden bütün se bepleri lanetledim bir defa daha!.. Tam çıkarken, elimi sıktı ve 'Tuna Bey'e de selamla rımı iletin lütfen,' dedi. Hoppala! Ben bundan bir mânâ çıkartamadım ama belki sen çıkartırsın diye yazdım. Tekrar öperim çocu ğum." Tuna son mektubu okuduktan sonra içini çekti, gözle ri daldı gitti. "Baba özlemi" tütün kokar. Bu özlem, deve tüyü rengindedi r. Tütün kokusunu özlemle içine çekti Tuna. Tuhaf... Oysa ne Şair Dayı, ne de kendisi tütün kullanırdı. Babası Terzi Nairn? Çıkartamadı birden. Babası hep geride, hep uzak bir hayal olarak kalmayı seçmi şti sanki. Şimdi onun alı şkanlıkları bile silinmi şti belle ğinden. Ne kendini, ne de a ğabeyini bir kez bile baba kuca ğında şımartılırken hatırlıyordu... Halbuki Süreyya Mercan kızını nasıl da şefkatle şımartırdı... Ne zaman sonra geri döndü ğünde Tuna'nın yüzünde ciddi ve kararlı bir ifade vardı. Yataktan kalktı, kapıya gidip, son derece 41 2 kararlı bir sesle seslendi; ""*"Hasan! Hasan, beni ba şhekime götür. Onunla konu şmam gerekiyor!"

Page 210: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

MAVĐ TUNA VALSI "Ancak ölüm cezasından kurtulmu ş birisi zamanı bir arma ğan gibi düşünebilir." John Berger "Heyecanlanıyorum, gerçekten de çok uzun zamandır i lk kez heyecanlanıyorum," diye gülümsedi Tuna. "Bir şeyler olaca ğını hissediyorum, insan ancak hazır oldu ğunda bunu hissedebilir. Sanırım ben... ben artık hazırım." "Ööle oturup kendi kendine fıslayıp, sırıtaca ğına, kak giyin hocam. Eşofmanla neym gitmeycen Tu ğgenaralimin evine herhal. Bak üniforman dolapta cilet gibi ütülü bekler. Kalk hele bi sinek kaydı t ıra ş ol, yüzün gözün açılsın. Şu sakal sana heç yakı şmadı valla..." Çabucak fırladı yataktan Tuna. Ba şhekimle görü şmek iste ğini ciddiye almayan Hasan'dan umudunu kesmesi günlerce sürmü ş, sonunda bu dile ğini doktor binba şı Kutlu Çeçen'e açmı ştı. Kısa zamanda ba şhekim yerine Tu ğgeneral Turhan Özsoy'dan davet aldı. "Yav a ğzını yidi ğim hocam, sen Tu ğgeneralimi neym tanırmı ş-sın da bizim heç haberimiz yokmu ş dimek ki... Vay canına... Sen ne yere bakan, yürek yakanmı şsın me ğerse... Yani, bilseydik biz de ona göre... yani ica bında... hani bizim de bi i şimiz neym dü şerde..." Gözlü ğünü takıp, yetersiz camla da olsa Hasan'a alıcı göz üyle baktı Tuna. ilk kez kızmadan, onun tombul, yusyuvarlak yüzündek i iyi ve kötüyü gördü. Gülümsedi. "Dur sana bi haller oldu hocam, şirinlik muskası neym mi tak-dırttın yoksam? Valla o aksiliklerin neym azalıverdi çok şükür!" Tıra ş için berbere gitmesi gerekirken bu kez berber odas ına geldi ve saç-sakal tıra şını yaptı. 414 "Sen artık torpillisin yav hocam... Ah ah, bilseydik bunu ba ş-" tan, bööle mi olurdu şimcik!" Üniformasını giydikten sonra odasındaki lavabonun ü stüne asılı aynada kendine baktı Tuna. Şimdi gördü ğü yüzde morluklar ve şi şlikler yoktu. Sa ğ kaşındaki diki ş izi dı şında yüzü artık kendisine benziyordu. Oldukça zayıflamı ştı, solgundu ama bunlardan daha ba şka bir şey, küçücük ama daha dikkat çekici bir de ği şiklik vardı yüzünde. Bakı şları derinle şmişti. Gözlerinin mavisi koyu-la şmıştı sanki. Karanlık bastı ğında hastanenin önünde onu bir jip bekliyor-^ du. J ipin şoförü er ko şarak yanına geldi, selam verdi ve kapıy açarak Tuna 'nın binmesini hazırol'da bekledi. Bu er, generalir emir erine çok benziyordu. Fakat yüzünde Tuna'yı daha önceden! tanıdı ğına dair hiçbir iz yoktu. Tanımamı ş bir ifadesi de yoktu. < Şoförün yüzünde hiçbir ifade yoktu. Tuğgeneral Turhan Özsoy'un evi, subay lojmanlarının bi tti ği yerde, kı ş ortasında bile çiçekli bir bahçe içinde iki katlı b ir villaydı. Bahçenin giri şi bir otoparka dönü ştürülmü ş, bazısı kordiplomatik plakalı arabalarla şimdiden dolmu ştu. Güvenlik önlemlerinin ve etrafta dola şan askerlerin çoklu ğu Tuna'nın dikkatini çekti. Generalin lojmanının kapısı küçük Türk bayrakları, kırmızı, beyaz balonlarla süslenmi ş, renkli fenerlerle aydınlatılmı ştı. Bez bir pankartta "yurtta barı ş, dünyada barı ş" yazısı, ingilizce çevirisiyle birlikte göze çarpıyordu. "Barı ş ve ordu" diye gülümsedi Tuna jipten inerken. Ak şam iyice çökmü ştü. Yıldızlar şimdiden pıtır pıtır açmı ştı gökte. Hava V so ğuk ve tertemizdi. Temiz havayı sevinçle içine çekti Tuna. içeri girerken bir ba şka er Tuna'nın adını davetli listesinden kontrol etti. içerisi bekledi ğinden daha kalabalıktı, ellerinde kadehlerle şık giysili kadınlar ve kimi fraklı sivil, ço ğu üniformalı yüksek dereceli subay erkekler konu şuyor, kahkaha atıyorlardı. Konu şmalar arasında yabancı dilden sözcükler uçu şuyor, parfüm kokuları havayı di şi renklere boyuyordu. Salonun bütün kapıları açılmı ş, bir kö şeye büyük ve çok zengin bir açık büfe masası yerle ştirilmi şti. Vals tempolu incecik bir müzik duyuluyordu. "Bu bir yemek davetinden çok bir kutlama olmalı," d iye dü şündü Tuna. "Bu ak şam burada bir şey kutlanıyor!"

Page 211: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Yaşadı ğı uzun, çok uzun sessizlik dönemi ve sivil ya şam yoksullu ğundan sonra insan sesleri, parfüme karı şan alkol ve yemek kokuları arasından duyulan müzik sesi birden fazla geldi Tuna'ya. Ba şı döndü, gözleri karardı. Düşmemek için duvara yaslanıp, bu kısa baygınlı ğın geçmesini bekledi. Evet bunlar vardı. Müzik, güzel yemekler, kadınlar, erke kler, e ğlenmek, konu şmak, sevmek... Bunlar hâlâ vardı ve ya şam sürüyordu. Bu kadar uzun süre dı şında kaldıktan sonra ya şamın içine do ğru ilk adımı atmak ne zordur! "Bu karabasan bitiyor mu yoksa?" "Aste ğmen Tuna Atacan, ho şgeldin!" Dönünce kar şısında özgüvenli, babacan ve kocaman bedeniyle gene ral Turhan Özsoy'u buldu. Gözleri pırıl pırıl yanarak, sanki T una'yı kucaklamak istercesine kollarını açmı ştı. Belki de Tuna öyle olmasını istiyordu. "Generalim!" diyerek hazırola geçip, zıpkın gibi bi r selam çaktı Tuna. Oysa koşup boynuna sarılmak, hadi o olmasa tombul, iri elin i tutup, sıkmak istiyordu. "Bırak canım resmiyeti, ho şgeldin ö ğretmen, seni çok iyi gördüm," diyerek kolunu Tuna'nın omuzuna atıp, patpatiadı general. O zaman hepsini birden özledi. Dedesini, babasını, Aras'ı, Süreyya Mercan'ı, Nesim'i, Birol'u, Sefer'i, Tarkan'ı, hatt a Musa'yı ama en çok şair Do ğan Gökay'ı... Ona dost olan bütün erkekleri, genera lin sıcak ilgisi ve kısacık temasında feci özledi. Burnunun dire ği sızladı. Özlemini açık etmekten çekindi. "Kadınlar bunu nasıl da rahatlıkl a yaparlar oysa" diye düşünerek gıpta etti. "Bak i şte sonuna geldik evlat!" dedi general, "Zor oldu ama ba şardık. Sana söylemi ştim ben!" "Sava ş bitiyor mu?" diye sevinçle sordu Tuna. "Eli kula ğında ö ğretmen!" dedi general onu kolundan çeki ştirerek. "Karabasan bitiyor!" diye çevirisini yaptı Tuna. "Ne dedin, duyamadım ö ğretmen? Gel gel, seni bir dostumla tanı ştırmak istiyorum." 415 O zaman bir akordeon, keman, kontrabas ve bateriden olu şan döıt müzisyeni gördü. 416 "Müzik canlıymı ş!" diye sevindi. "ı ' 5; "Gel bak seni tanı ştırayım." ; "Mavi Tuna valsi bu!" diye fısıldad ı Tuna, Ada'yla konu ştu ğu- nu sanarak. "Muzafferdim, i şte sana sözünü etti ğim genç ö ğretmen bu! Tuna Atacan. Bak öğretmen, bu adama iyi bak, gelecek bilim konusunda d ünyanın sayılı adlarmdandır. Muzaffer Bey'in kafası şimdiki zamanı çoktan bitirdi ği için, artık gelecek projelerine yönelmi ştir. Gururumuz!" "Aman Turancımı, beni delikanlının yanında mahcup e diyorsun. Merhaba öğretmen, Turan senden çok söz etti bana!" Gelecek bilimci Muzaffer Bey, inanılmaz derecede in ce ve uzundu. Boyu bir doksan olmalıydı, sıska denecek zayıflıktaydı. J Sa çları dökülmü ş ba şı ve uzun burnuyla çok sevimli bir kelaynak î ku şuna benziyordu. Bu çok alı şılmadık boyutlar arasında küçücük ye şil gözleri şaşırtıcı bir parlaklıkla yanıyor, sanki çevresini l ı şınlıyordu. Kocaman a ğzının çevresinde incecik bir ip gibi dola- Đ şan dudakları birileriyle gizlice dalga geçen muzip bir gülümsemeye takılmı ş, kalmı ştı. O da general gibi ellilerin ba şında geziniyor olmalıydı. Tuna'mn elini sıkmak için elini uzatırken bile enerjik biri oldu ğu hemen anla şılıyordu. "Aramıza ho ş geldin!" "Sa ğolun," dedi Tuna, kabul edilmi ş oldu ğu için mecburen. "Bak, bu da genetik mühendisimiz Feza!" dedi Tu ğgeneral j Turhan Özsoy. Otuz ya şlarında, balık etinde, ye şil şık bir döpiyes giymi ş, gamzeli bir kadındı Feza ve inanılmaz derecede Turhan Özsoy'a b enziyordu. "Bu kız, dünyayı ve gelece ği altüst edecek bir bilimin ajanlarından, taze bilgileriyle bizi gençle ştiriyor, dikkat et ona ö ğretmen!"

Page 212: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Aman baba, sen beni hâlâ küçüklü ğümdeki gibi tanı ştırıyorsun dostlarına, mahcup oluyorum vallahi. Siz ona bakmayın, bizimkis i tipik bir baba-kız aşkı i şte! Nasılsınız Tuna Bey?" : Genetik mühe ndisi Feza'nın şahane gülü şünü çift yıldızlayan l gamzeleri ne şelendirdi Tuna'yi- "Doğrusu, sizi kıskanmamak olası de ğil," derken duydu kendi sesini, Feza'nın elini sıkarken. "Sizi de o ğlu gibi seviyor, çoktan anlamı şsınızdır!" diye fısıldadı Feza göz kırparak. "Bu çocuk açtır, bir şeyler yesin, sonra konu şuruz," dedi Tu ğgeneral Turhan Özsoy, Tuna'yı açık büfeye do ğru iteleyerek. "Karnın doyunca üst kattaki çalı şma odama gel. Parola sibernetik, unutma üste ğmen!" Gülümsedi Tuna. "Anla şıldı mı asker?" diye sertçe sordu Tu ğgeneral. Tuna şaşırdı ve bunun bir şaka olup olmadı ğını, tıpkı kâbus ve gerçekten kuşkulandı ğı gibi karı ştırdı. "Ba şüstüne komutanım!" diyerek selam verdi. Bunu yüksek sesle yaptı ğı için salonda kısa bir sessizlik oldu, herkes onlara baktı. Tu ğgeneral hiçbir şey olmamı ş gibi selamı aldı ve, "Rahat aste ğmen!" diyerek ortadan kayboldu. Mavi Tuna valsi bitmi ş, Dede Efendi'nin "Gülnihal" valsi ba şlamı ştı. "Biz hâlâ ya şıyoruz ve mutlaka bu dansı etmeliyiz Ada!" diye fıs ıldadı gülümseyerek. Sonra bir süre beyaz porselen tabakların, rakı bard akları ve kristal kadehlerin önünde kalakaldı Tuna. Gerçek bardak ve tabak görmek bile heyecanlandırıyordu artık onu. "Bunlar i şaretler!" diye fısıldadı, yeniden heyecanlanabiliyo r olmanın heyecanıyla. Bir tabak aldı ve masanın etrafında şehvet dolu bir yolculu ğa çıktı, îlk gördü ğü en fazla özledikleriydi. Zeytinya ğlı dolmalar, üzerleri cilalanmı ş gibi pırıl pırıl yanyana dizilmi şlerdi. Limonları birer gül gibi kesip, biber ve yaprak dolmalarının ortasına oturtmu şlardı. Sonra ba ştan çıkartan albenisiyle bekleyen sarımsaklı haydari, domates so slu patlıcan salatası, mücver, kadın budu köfte, Çerke ş tavu ğu, çi ğ köfte, fasulye pilakisi, sigara böre ği, paçan-ga, su böre ği, mantarlı pilav, imambayıldı, zeytinya ğlı enginar, Arnavut ci ğeri, mercimek köftesi, humus, bademli tarator, Rus salatası ve acılı ezmeyi seyretti hu şu içinde. iri ah şap bir peynir tepsisinde domates ve maydanozlarla s üslenmi ş beyaz peynir, eski ka şar, tulum, dil, cevizli Kars ve otlu Erzincan peyni ri ağzının suyunu akıtarak yanyana bekliyorlardı. KAM 27 417 Tam peynirlerin ortasında zeytinya ğlı kekikli sos içinde sefahat âlemi yapan siyah Gemlik zeytinleriyle, kırmızı biberli y eşil zey-418 tinleri gördü. Hemen yanı ba şında limonlu, dereotlu sos ile sunu-lan çiroz balıkları, limon kabuklarından yelkenli teknelere b inmi ş gibi yola hazır dekore edilmi şlerdi. Sık sık sıcakları getirilerek takviye edilen minik lahmacun ve Karadeniz pideleri çabucak tükeniyordu. Ama asıl aklını ba şından alan tur şular oldu. Minyatür salatalıklardan, lahana, sivri biber, acur, havuç, kavun, patlıcan, kabak, gambe, karpuza kadar uzayan tur şu çe şitleri bir natür-mort tablo gibi boyanmı ştı küçük servis tabaklarına. Salata çe şitleriyse artık i şi azıtmı ş, en azılı etoburu bile tahrik edecek i ştah açıcılıkta sunulmu ştu. Ekmek ve pide çe şitleri bereket kokusu saçarak, kendilerinden emin b aş köşeye kurulmu şlardı. Sıcak yemeklerin bulundu ğu şık kazanların ba şına geldi ğinde taba ğında birkaç zeytinya ğlı dolma, cevizli Kars peyniri, salata, lahana tur şusu ve haydari vardı. Bir garson da eline orta Anadolu üzü mlerinden yapılmı ş bir kadeh muskat şarabı tutu şturmu ştu.

Page 213: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Pastırmalı kuru fasulye, hünkârbe ğendi, terbiyeli sulu köfte, etli pazı sarma, sarımsaklı mantı, hamsili pilav ve döner keb abımız var efendim," dedi güleryüzlü genç bir a şçı bembeyaz giysisi içinde. "Ola ğanüstü, inanılmaz!" dedi Tuna a ğzı kulaklarında. "Sa ğolun. Yerimiz dar oldu ğu için kebap ve balık çe şitlerine hiç giri şemedik efendim." "Bu yemek çe şitlili ği bana Karagöz ve Hacivat oyunundaki karakter zenginli ğini anımsatıyor." "Efendim?" diye şaşırdı a şçı. "Önemli de ğil. Ben biraz sonra gelece ğim." Tatlıların sunuldu ğu masa daha küçüktü ve salonun öbür ucuna konmu ştu. Önce baklava çe şitlerini gördü Tuna. Cevizli ve fıstılı baklavalar bas bas bağırarak insanı davet ediyorlardı. Şöbiyet, kaymaklı ekmek tatlısı, bülbül yuvası, hanı m göbe ği, vezir parmağı, revani, yassı kadayıf insanı çıldırtacak bir caz ibeyle bekliyorlardı. Fırın sütlaç, kazan dibi, bademli ke şkül, tavuk gö ğsü, aşure, lor peyniri tatlısı ve güllaç ba şka bir grup içinde bulu şmuştu. Kaymaklı kuru kayısı, kaymaklı ayva, kabak, cevizli incir, cezerye, vi şneli ekmek tatlısı sonbahar yapraklarının sandan tu runcuya kızaran canım renkleriyle cilveli cilveli bekliyorl ardı. Bir de meyve tabakları vardı ki... Ne yiyece ğini bilemedi Tuna. Birkaç dolma ve bir parça peynir le tıkanmı ştı. Aslında gözü doymu ş, heyecandan i ştahı tıkanmı ştı. "Hocam, böyle bo ş tabakla gezilir mi bu gece hiç?" "Birden tıkandım i şte" dedi Tuna ve der demez de sesin geldi ği yöne döndü. îçki servisi yapan çok genç bir garsondu bu. Bir gö zü siyah deri bir korsan gözlü ğü bantla kapatılmı ştı. "Bizim tek göz, sizlere ömür hocam! N'apahm kalanla r sa ğol-sun, di mi?" dedi delikanlı kara bir gülümsemeyle. "Tarkan?" "Bildiniz hocam, size 10 veriyorum!" Gözlerini yumdu ve yedi ği tokatı içine sindirmeye çalı ştı Tuna. "Yok ya hocam, o kadar da feci de ğil yani. Baksanıza siz de fena çökmüşsünüz yani, çok zayıflamı şsınız... Tabii bir bedeli olacak barı şın, hani öyle ö ğretmiyor muydunuz bize? Aydınlanıyoruz çocuklar fal an..." Di şlerini sıkarak Tarkan'a baktı Tuna. "Yapma hocam ya... Hepsi geçer. Hiç de ğilse biz SASARUT denen yere düşmedik. Oraya kafayı yiyenleri alıyorlarmı ş. Hiç de ğilse bizim kafalar yerinde. Hem bu korsan bant, kızlara daha havalı ge lebilir!" diye sırıttı. Sesinden çocuksu bir gururla saklamaya çalı ştı ğı acı sarı bir sıkıntı akıyordu. "Sava ş bitti mi Tarkan?" "Siz burada bile beni sınıyorsunuz di mi? Bence bit ti. Yani silahlı kısmı bitti... Bundan sonra sivillerin sava şı ba şlıyor hocam! Artık okulda görü şürüz." "Aste ğmenim?" Bir er hazırolda durarak Tuna'yı selamladı. "Tu ğgeneralim sizi çalı şma odasında bekliyor, aste ğmenim!" Tarkan'a veda etmek için döndü ğünde, o çoktan gözden kaybolmu ştu. Emirerini izleyerek üst kattaki çalı şma odasına çıkan Tuna içeri girmeden kapıyı çaldı, içerden generalin kalın sesi duyuldu. 419 "Parola?" '-<"' '-'"— ' '' "">"•>..... ';' •- ••• •'•>••*•<•*-'•;?-''-^> r,;- "Efendim?" diye şaşırdı kaldı Tuna. 420 " Şaka olmalı bu," diye düşündü ama general bu kez daha sert ------- bir sesle sordu içerden; "Parola?" - , ı • "Sibernetik," dedi Tuna. GELECEĞiN GELECEĞĐ ve S ĐBERNETĐK SAVAŞ "Dövü şte usta olanlar öfkelenmez, kazanmakta usta olanlar sa korkmazlar. Dolayısıyla akıllılar dövü şmeden önce kazanır, cahiller kazanmak için dövü şürler."

Page 214: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"i Zhuge Liang (Sava ş Sanatı) Generalin çalı şma odası, sarı-türkuvaz dikey çizgili perdesi ile d ikkat çeken bir pencere dı şında kitaptan duvarlarla örülmü ş geni ş bir mekândı. Son derece zevkli, modern ve yalındı. Yerler duvard an duvara gri bir halı giyinmi şti. Geni ş çalı şma masası yekpare camdandı ve biri sarı, öbürü siya h metalden iki tane Z bacak üzerinde duruyordu. Sol t arafta arkalıksız, parlak turkuvaz renkli bir Art Deco kanepe vardı. K anepenin iki yana ğına ili ştirilmi ş püsküllü rulo sarı minderler bön bön ambalajları k adar çekici ve çocuksuydu. Yanıba şındaki sehpaya, çalı şma masasının hık diyerek burnundan dü şmüş yavrusu denebilirdi. Ayakucunda bir Osmanlı pufla son derece konforlu görünen sarı-mavi çizgili berjer ko ltuk, tıpkı şair Do ğan Gökay'ın kö şkteki koltu ğuna benziyordu. Çalı şma masasında ı şıklandırılmı ş kocaman bir yerküre vardı ve üzerinde bazı kentlere çarpı i şareti konmu ştu. "Bir generalin bu kadar modern zevklere sahip olmas ı gerçek olabilir mi?" diye dü şündü Tuna. General Turhan Özsoy ve gelecek bilimci Muzaffer Be y masanın üzerine eğilmi ş dikkatle bir haritayı inceliyorlardı. Bir süre aya kta dikilip bekledikten sonra varlı ğını anımsatmak gere ğini duydu ve öksürdü. "Haa, gel ö ğretmen gel, bak şuna!" dedi general ba şını kaldırmadan. Masada simsiyah zemin üzerine çizilmi ş bir uzay haritası vardı. Güne ş sistemi gezegenleri, yıldızlar ve uzay olu şumları ola ğanüstü albenili bir geometrik bir sanat eseri olarak serilmi şti önlerine. Bu harita aynı zamanda çok uzun, serin, tehlikeli sürprizleriyle t ahrik eden, gizemli bir yolculu ğun ça ğrılarıyla insanı ürpertiyordu. Ve bu harita, insand a sonsuzluk kavramının derinli ğine dair dipsiz bir bo şlu ğa dü şme duygusu yaratıyor ve kaybolmu ştuk kokuyordu. "içinde birbirine rölativ yön ve pozisyonu olan nes nelerin ve olayların varoldu ğu, üç boyutlu, sınırsız bir bo şluk!" dedi Muzaffer Bey haritayı gururla göstererek. "Nasıl?" diye sordu general, kendi eseriyle gururla nırmı ş benzeri bir sevinçle. Haritanın geometrik esteti ğinden mest olan Tuna, uzayın içinde neredeyse kaybolmu ş yerküreye bakıp sıkıntıyla içini çekti. "Bu iç sava ş senaryosu içinde şimdi bir de uzay sava şlarına mı bula şacak bu benim bilinçaltını yoksa?" diye dü şündü çabucak. "Bırak genç adamı heyecanlandırma şimdi Turan, îlk bakı şta çok komplike görünür bu haritalar." "Canını o bir de Feza'nın genetik haritalarını görs ün de komplikasyonu anlasın bakalım, hah hah hah!" "Babaa... Takılmadan duramazsın bana di mi?" O zaman çalı şma odasının kapısına yakın bir yerde kütüphaneye ya slanmı ş, elinde konyak kadehiyle dikilen genetik mühendisi F eza'yı gördü Tuna. Tombullu ğunu hiç dert etmedi ği anla şılan genç kadın özgüvenli gülümsemesini gamzeleriyle yıldızlıyordu yine. "Eh bu kadar da hava atalım kızımızla de ğil mi yani?" "Çinliler'in manyetik mıknatısı icat etmesiyle kâ şifler, yabancı yıldızlarla kaplı gökler altında kör kalmaktan kurt uldular. Böylece keşiflerin ve dolayısıyla insanlı ğın kaderi de ği şti." "Çok da iyi oldu hani! Marco Polo'dan sonra geçen y edi yüz yıl içinde, bak güneş sistemini bitirmek üzereyiz üstat! Bu da düpedüz i nsanlı ğın başarısıdır." "Aslında daha bu i şin ba şındayız Turancımı! Bak şöyle söyleyeyim, e ğer bütün evrenin tarihini bir yıllık bir zaman dilimin e sıkı ştıracak olsaydık aşağı yukarı şöyle bir takvim çıkardı önümüze: Şimdi birinci ay Ocak, kozmozun ba şlangıcı olsun. Yani Big Bang Ocak"ta oldu diyelim, tamam mı?" "Tamam tamam, eee?" diye heyecanla ba şını salladı general. " Şubat'ta ilk yıldızlar, galaksiler, gökadalar olu şsa, ancak Ey-lül'de güneş ı şıldamaya, meteorlar bebek sayılacak dünyamıza ve Ay 'a ya ğmaya başlarlar. Efendime söyleyeyim... Ekim'de ilk atmosfer olu şup, algler

Page 215: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

belirmeye ba şlar desek, Kasım'da da Ay, yerküreden uzakla şır ve ancak ve ancak Aralık'ta..." "Arahk'ta ne?" "Aralık'ta erken memeliler belirmeye ba şlarlar!" "Vay canına! Yahu bu ne rezalet bir takvim Muzaffer ciim. Yani zaten uzayda nokta gibi bir gezegendeyiz. O gezegende belirmemiz de zaman mefhumu içinde on ikide birlik bir dilim, desene... Neler ke şfedip, neler icat ediyoruz diye tam da böbürlenirken..." "Dahası," diye güldü gelecek bilimci Muzaffer Bey, "Dahası, bütününü bir yıllık bir zamana kondens etti ğimiz evren tarihi içinde ma ğara insanından, günümüze kadar tespit edilmi ş uygarlık tarihi sadece ve sadece 31 Aralık'ın kırk saniyesine sı ğacaktı!'" "Nee? E bu kadar da olmaz ki ama!" diye bozuldu gen eral. "Bunlara kar şın, zamana ve ya şama anlam katan tek canlı insandır ama!" diye pat diye ortaya atıldı Tuna, bunu hiç planlama-mı şken. "Doğru! Henüz evrimimizin çok ba şında olmamıza kar şın bilinç, bizi şu ana kadar bildi ğimiz bütün canlılardan farklı kılıyor ve kurtarıyor ," dedi genetikçi Feza. "Kurtarıyor mu, batırıyor mu, orası biraz karı şık?" diyerek içini çekti Tuna. "Gelecekte, biyolojinin tek ba şına ba şaramadı ğını, biyotekno-loji ba şaracak ve insan beyninin kapasitesini artıracak." Bunları söylerken Feza'nın sesi fırtmasız, yüzü bul utsuzdu. Onun tutkusal bir insan olmadı ğını dü şündü Tuna aniden. "Bilmem nano-makineler konusuna ne kadar yakınsınız Tuna?" "Nano-makineler mi?" "Evet, gelece ğin gelece ğini görmekte nano-makineler bize çok yardımcı oluyorlar. Onlar sayesinde 2100 yılına kadar senary olar kurabiliyoruz," dedi gelecek bilimci Muzaffer Bey. "Nanometrenin, metrenin milyarda biri oldu ğu dı şında ba şka bir şey bilmiyorum," diye, merakla araya girdi Tuna. "iri bir atom büyüklü ğündeki nano-makineler, bir çe şit mikro robottur ve çok yakın gelecekte canlıları onarmakta n ba şlayarak > pek çok yaşamsal i şlevde ciddi rol oynayacaklardır," dedi, genetikçi F eza gamzeli gamzeli gülümseyerek. "Yani insan bedenine bu küçük robotların sokulup, h asta yerlerin onartılaca ğım mı söylüyorsunuz siz şimdi bana?" "Evet ama, bu şimdi sizi deh şete dü şürdü ğü kadar mekanik bir olay de ğil. Bu moleküler robotlar, hücrelerin tıpkısını yaparak on aracaklar insan bedenini. Dolayısıyla ya şam süresi şimdi dü şlenenden çok çok daha fazla uzayacak gelecekte." "Bu kısa haliyle bile onu istedi ğimiz gibi doldurup, doya doya ya şamayı beceremezken..." diye homurdandı Tuna. "Hem bu söyledikleriniz bizim ö ğrencilerin tekno-ütopya dedikleri şey de ğil mi?" diye ekledi sonra. "Pek de ğil," diye gülümsedi Feza gamzelerini çırılçıplak su narken. "Artık ütopya sayılmaz. Genetik mühendisleri çoktan bakteri DNA'sım do ğal nano-makinelerle programlayarak, insülün yapmayı ba şardılar bile..." "Öte yandan," diyerek söze karı ştı Muzaffer Bey, "insanın ö ğrenme kapasitesinin, bezelye büyüklü ğünde bir nano-bilgisayarı ba ş içine yerle ştirerek inanılmaz ölçüde artırılaca ğı günler kapıda." "Tabii bütün bunların bize nasıl sosyal ve etik sor unlar getire- | ce ğini düşünmek bile istemiyorum vallahi, hah hah hah!" diye güldü general. "Yani siz şimdi, gelecekte dünyayı robotlara teslim edece ğimi- | zi mi söylüyorsunuz?" diye canı sıkılarak sordu Tuna. "Bir bakıma öyle," dedi Feza. "Ama sakın unutmayın Tuna, o robotlar da yine bizim aklımızın çocukları olacaklar." "itici ve karı şık!" diye içini çekti Tuna, canı sıkılarak.

Page 216: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Hiçbir şey sanıldı ğı kadar karma şık de ğil de, asıl Turan şu as- | keri haritalarını gelecekte nasıl basitle ştirecek, biraz ondan söz etsin bize şimdi." "Neee ?.. Gelecekte de askerlik olaca ğım mı söylemeye çalı şıyorsunuz şimdi de?" diye hayretle haykırdı Tuna. Öbür üçü birbirlerine baktılar ve kısa bir süre sus tular. "Bu konuda ittifak halinde de ğiliz ö ğretmen!" dedi general, en general sesiyle. "Gelece ğin sava şları, silah yerine bilgisayar, nükleer bomba yerine , mantık bombalan olaca ğını söylemek artık kehânet sayılmaz..." Sustular yine. "Avrupa'da orduların küçültülüp, 2000 yılında profe syonel askerli ğe geçilmesi projesi var. Sonra bizzat kendisi askerli k kar şıtı olmaya ve orduda e şcinsellerin haklarını savunabilmeye cüret etmi ş Bili Clinton'ın Birle şik Devletler ba şkanı seçilebilmesi olayı var. Bu iki olayın tam yirminci yüzyılın sonlarına denk dü şmesi birer tesadüf de ğildir," diye ekledi general Turhan Özsoy. "Ama siz gelecekte askerlik olaca ğında hemfikirsiniz aslında!" diye isyan etti Tuna. "Bildi ğimiz mânâda de ğil! Kitlelerin ölümü, sivillerin bombalanması kalmayacak. Teknoloji ve üretim sava şları, bir çe şit bilgisayar oyunu gibi masa ba şlarında hallolacak. Tabii gelecek yüzyılın ilk çeyr eğinin bir terörizm dönemi olaca ğını öngörmek için gelecek bilimci olmaya da hiç ger ek yok!" "Bize de kanyak versene Feza. Yanında birer kahve d e fena olmaz." Kahve istemek için çalı şma odasına garson ça ğrıldı ğı sırada, açılan kapıdan içeriye insan sesleri ve müzik doldu. Küçük orkestr a şimdi bir Azerî vals çalıyordu. "Yalnız de ğiliz!" diye dü şündü Tuna. Konuştukları konular onu şimdiki zaman ve dünyadan öyle soyutlamı ştı ki... "Dı şarda insanlar var," diye sevindi. " Şimdiki zaman ve dünya mı? Bunları hissediyor muyum ben artık... yani?" Sevinçten ba şı döndü. Duvara yaslandı belli etmeden. "ileri teknoloji kullanan ülkelerde," diye kaldı ğı yerden sürdürdü general, "Oralarda, uçaklardakine benzer bir kumanda ekranı askerlikte akıllı mi ğfer olarak kullanılmaya ba şlandı bile. Hafif plastikten zırhlı olarak imal edilen akıllı mi ğfer, biyoelektrik alıcıları ile sinir gazlarını ve biyolojik sava ş etkilerini saptıyor, kızıl ötesi gözlükler gece gö rü şü sağlıyor. Ayrıca plastik holografik yansıtıcı ile aske rlerin görüntüsüne göre taktik bilgisi yansıtıyor. Akıllı mi ğferin üzerinde bulunan radyo bağlantısıyla sürekli olarak askere bulundu ğu yeri bildiriyor ve komutandan gelen taktik bilgisini aktarıyor. Mi ğferde bir kamera, mikrofon, kulaklık, seyir sistemi ve bilek terminali de bulunmakta." "Bilek terminalini daha önce anlatmamı ştın Turancıım?" dedi, Muzaffer Bey konya ğını yudumlarken. "Mi ğfer bilgisayarından gelen yazı ve grafiklerin okunm ası için kol saatine yüklenen bir terminal bu sadece," derken, "ileri te knoloji inanılmaz bir olay, üstat!" diye hayranlıkla ba şım salladı general. Midesinde hissetti ği yo ğun a ğrının aç karnına konyak içmesi yüzünden oldu ğunu sandı Tuna. O sırada garson mis gibi kokan kahveleri getirip, b ıraktı. " Şu mantık bombası dedi ğiniz neydi generalim?" diye sordu Tuna, bir eliyle midesini tutarak. "Bak görüyor musunuz, en çok ilgilendi ği şey, en önemli silah oldu! Ben onun çok zeki bir genç oldu ğunu size söylememi ş miydim?" diyerek gülümsedi general. "Mantık bombası, bir çe şit bilgisayar virüsüdür denilebilir. Örne ğin bir diktatörlük sistemini birbirine ba ğlı dört-be ş kademeli i şlemle ama tek darbede çökertmek için, o ülkenin ileti şim ve ula şım a ğını felç edecek bir virüsün hikâyesidir. Elbette sözü edilen ülkenin ta mamen bilgisayar

Page 217: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

sistemleriyle yönetilmesi gerekmektedir ve bu da ço k uzak bir gelecekte değildir." "Kar şı propaganda ve psikolojik yıpratma konusunda da bi lgisayar virüsleri ve mantık bombalarından yararlanılabilecek tabii.. ." diye keyifle ekledi general. "Yani sava şa girmeden, sava şı kazanmak!" O zaman midesindeki a ğrının asıl nedeninin dü şkırıklı ğı oldu ğunu anladı Tuna. Usulca aya ğa kalktı ve bu kez hiç öfkelenmeden ve ba ğırmadan konu şmaya ba şladı. "Doğrusu üçünüz de beni dü ş kırıklı ğına u ğrattınız bu ak şam ve üzüntüden midem a ğrıyor şimdi. Gelecekle ilgili dü şler ya da senaryolar kurmak için üçünüzün de hayranlık uyandıracak birikim ve donanı mınız olmasına kar şın, konu ştuklarınız ve üretti ğiniz senaryolar belki teknolojik olarak etkileyici ama çok büyük bir eksi ği var. Öyle önemli bir şeyi atlıyorsunuz ki, umutsuzluktan midem a ğrımaya ba şladı." "Bak sen delikanlıya! Nedenmi ş o bakalım?" diye sordu general. Tuna sevinçle, artık öfke krizlerine girmeden kar şı çıkabiliyor, korkmadan konu şabiliyor olu şunu izliyordu iç gözüyle. "Sence neyi atlıyoruz Tuna ö ğretmen?" diye ilgilendi, gelecek bilimci Muzaffer Bey. "Duygusal algılamayı elbette!" dedi Tuna. Ne ba ğırmı ştı, ne de ter ter tepiniyordu ama buna ra ğmen etkili olabiliyordu. Olabiliyordu i şte! Olabiliyordu yani. Ara ş gibi, Ada gibi, Do ğan Gökay gibi... Ne feci yakı şıklı ve yetenekli, ne ola ğanüstü özel, ne de büyük bir şairdi ama "olabiliyor"du artık! "Yüzyıllardır yaptı ğımız yanlı ş yineleniyor burada bu ak şam. Duygularımız ve dü şüncelerimiz birbirinden ayrıymı ş gibi, gelece ği ve gelecekteki sava şları konu şuyorsunuz." Konuyla direkt ilgisi olmayan dü şünceler ortaya ilk döküldü ğünde hep oldu ğu gibi sözcükler buz gibi dondu havada önce ve çatır çatır döküldü yere sonra. Ama bu kez hiç ezilip büzülmedi Tuna. Gülüms edi. O gülümseyince, öbür üçü bir şeylerin ili şkisini kuramayanın kendileri olabilece ği kuşkusuna dü ştüler. "Yüzyıllarca dü şünceyi taçlandırıp, erkek ba şlara uygun görürken, için için yanıp tutu ştu ğumuz, içimizde cinsel kimli ğimizin arkasına gömdü ğümüz duygulan, ço ğu kez zayıflık sembolü olarak kadınlara fırlatıp at tık. Ama bu yüzyılın sonunda içlerinde erkek bilimcilerin de ol duğu insanlar ortaya çıkıp, bütün algılamalarımızın önce duygusal oldu ğunu ayrımsayıp, itiraf ettiler. Asıl önemlisi, i şin özünde 'duygusal zekâ' oldu ğunu kabul ederek biz erkekleri azıcık özgürle ştirdiler!" "Duygusal imleme genetikçiler için ilginçtir," dedi Feza dikkatle Tuna'yı dinlerken. " Şimdi sen diyorsun ki genç adam, bütün mantıksal çık arımlar, bütün düşünsel varı şlar önce duygusal olarak algılanır ve sonra ba şka taraflara transfer edilir. Bu duygusal zekâ konusunda ben de bazı makaleler okudum, ama do ğrusu fazla ciddiye almadım." "Matematik, fizik ve s ibernetik bile böyledir. Çünkü mantık önce duygusal olarak algılam ak ve bunu inkâr etmemektir! Her türlü zihinsel faaliyet önce mutlak a duygusal bir kavrayı ştan geçmektedir ve bu da utanılacak bir şey de ğildir." Midesindeki a ğrının azaldı ğını hissetti. Ya da öyle sandı, "însanı duygusal algılamasından soyutlamaya çalı şarak vardı ğımız noktada, onu mutlu edemedik. Gelin sonraki yüzyıllarda bunu yapmayalım. Genetik mühendisli ğine, gelecek bilime insanı sinir sisteminden soyutlayarak girmeyelim." Art deco kanepeye oturup, kahvesini yudumladı. Kend ini iyi hissediyordu. "Ve bu nedenle gelece ğin sava ş üniforması üzerine yazdı ğınız süslü senaryolar, kimse kırılmasın ama bence gelece ği daha iyi de ğil, yalnızca daha gösteri şli yapacaktır, o kadar!" "Bu çocuk bir idealist!" dedi babacan bir sesle gen eral Turhan Özsoy. "Romantik!" dedi genetik mühendisi Feza. "Ve âsi!" diye ekledi gelecek bilimci Muzaffer Bey.

Page 218: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Burnunun üstüne dü şen gözlü ğünü itip, düzeltti Tuna. Midesi j a ğrımıyordu artık. Burada olsaydı; "ya şşa be Mabel!" derdi Ada, diye dü şünerek gülümsedi. "Ben hep bir tıp doktoru olmayı istemi şimdir!" diye içini çekti general aniden. "Bunu hiç söylememi ştin baba?" diyerek şaşkınlık içinde ba-kakaldı Feza. "Ben de profesyonel bir balık adam olmayı istemi ştim gençken, hah hah ha!!!" "Sen mi Muzaffer? Hah hah ha... yapma yahu? Hah hah !" "Vallahi öyle... hah hah hah!" "Peki ya sen Feza?" "Ben halimden memnunum ama..." "Ama ne?" "Ama do ğrusu bir şarkıcı olmaya çok heves ederdim çocukken. Şöyle siyah dantel bir elbiseyle, piyano ba şında şarkı söylerken beni dü şünsene baba." "Bundan hiç haberim yoktu?" diyerek şaşırdı babası. "Fakat... do ğru, senin sesin çok güzeldir. Bıktırırdın lojmandak i kom şuları çocukken... Tabii ya..." Odaya bir sessizlik yayıldı. Herkes kendi dü şlerinde bir yolcuj lu ğa çıkmı ştı ki, Tuna konu ştu; "Ben en çok uyanmak, yani eve dönmek istiyorum," de di. "Hıı? Ah tabii!.." diye içini çekti general. "Hay Allah! Bu gece seni buraya, yarın eve dönecek olmanıl kutlamak için davet etmi ştim, ama hâlâ söylememi şim baksana!" "E, a şkolsun baba! Bilmiyor muydu yani?" "Ona ilk söyleyen ben olayım istedim, biliyorsun Bi rol'un emaneti o bana..." "Yarın eve mi dönüyorum?" diye ba ğırdı, Tuna küçük dilini yutarak, "Ben yarın eve dönüyorum. Karabasan bitiyor!" Yüre ği önce zıplamaya ba şladı. Sonra i şi azıttı, bedenini dövmeye, solu ğunu kesmeye çalı ştı. Gözleri karardı. Ama bu kez bayılmadı. Uyanı şını kaçırmak istemiyordu. Gözlerini yumdu, ba şını arkaya attı ve sonsuz gülümsedi. 429 I YENiDEN SALI SABAHI ' "Sen olmasan... Seni bir lâhza görmesem yâhud, Bili r misin ne olur? Sen olmasan... Seni bulmak hayali olsa muhal, Yasar mıyım dersin?" Tevfik Fikret O sabah uyandım. , • : Günlerden salıydı. , O salı sabahı artık uyandım. Karabasan bitmi şti. Eve dönebilirdim. Ayrılırken beni evden bir cemse almı ştı. Şimdi eve Tu ğgeneral Turhan Özsoy'un makam arabasıyla dönüyordum. Üzerimde evde n ayrılırken giydi ğim uçuk mavi ti şört ve mavi kot pantolon vardı. Bir de generalin sa vaşta ölen büyük o ğlunun bordo kabanı. Elim kabanın cebindeydi. Cebimd eki elimde küçük, oval, beyaz bir ta ş vardı. Sımsıkı tutuyordum o ta şı. Kı ş sonuydu, hava çok so ğuktu ama gök masmaviydi ve yakında ilkyaz gelecekti. Tuğgeneralin şoförü bizim evin yolunu biliyordu ve Turhan Özsoy'u n daha önce iki kez bizim evi ziyaret etti ğini anlatıyordu. Annem evden bir ambulansla ayrıldı ğıma inanıyordu. Ve belki generalin aslında ba şhekim oldu ğunu anlatacaktı bana. Belki gelecek bilimci Muzaffe r Bey, aslında dünyaca ünlü bir sualtı ara ş-tırmacısıydı ve genetik mühendisi Feza da tanınmı ş bir caz şarkıcısıydı. Belki Meric'in gözü, kızımız Irmak'tan ba şkasını görmüyordu artık ve onun başından beri asıl tutkusu, yitirdi ği çocuklu ğunu Irmak'la yeniden yaşamaktı kimbilir? Şair Do ğan Gökay yazmakta oldu ğu "Kumral Ada ~ Mavi Tu- na" romanının çözemedi ği son bölümünü artık tamamlamı ştı belki de...

Page 219: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Ve hatta Ada... O da beni sevdi ğini biliyordu artık!.. Makam arabasının camından hızla akan istanbul resimlerine gülümseyer ek baktım. . ••, i»- -i^, Günlerden salı. ;<«,:', Otuz dört ya şındayım. '"•'•'"• * Gözlüklü, siyah kıvırcık saçlı, orta boylu, bıyıksı z, sakalsız Wr adamım. Öğretmenim. Sıradan bir insanım ve tabii bütün sıradan insanlar gibi sjradı- şıyım. Sigara içmem, arada bir içki içmeyi severim. Babam terziydi, annem ev kadını. A ğabeyim ö ğrenci. Bir iç sava ştan dönüyorum. Uzun ve çok zor bir kâbustan uyanıyorum. Leviathan'ın anlamını artık ö ğrendim. Yorgunum. Çok yorgunum ama kendimi iyi hissedebiliy orum, iyi olmaya hazırım artık. Ben bunu hak ediyorum şimdi. Birazdan sokaklarında oynadı ğım, gülüp e ğlendi ğim, a şkı, dü ş kırıklı ğını, acı ve yalnızlı ğı tattı ğım mahallemde olaca ğım. Arabanın içinden bakınca camın dı şındaki eski ayak izlerim yabancı görünecek bana. Ama birkaç dakika sonra araba durac ak ve ben camın öbür tarafına geçece ğim. Gerçek ve yeni ayak izleri olu şturmam için toprak hazır, ben hazırım. Dönüyorum. Eve. . Kendime. • '•,.". Uyanmak güzel, diye gülümsüyorum. Durum ne olursa olsun, uyanmak güzel! : .• Camdaki suretim de bana gülümsüyor. Hem artık beni kan tutmuyor. 1994-1997 (Izmir, Cambridge, Duisburg, Berlin, Toronto, Montreal, Iowa City, ,••:•, , New Y ork, Istanbul.) 431 "Ku şkusuz Buket Uzuner, 'iç sava ş' konusunu i şleyerek toplumumuzun ya şadı ğı bir konuya tam zamanında parmak basıyor." Orhan Duru / Yeni Yüzyıl "Kimilerince bir sava ş romanı olarak algılanan bu kitap, son günlerin en fazla ele ştirilen kitabı." Gazete Pazar "Buket Uzuner, 'Kumral Ada ~ Mavi Tuna' ile pek çok toplumsal yaramızı irdeliyor." Cumhuriyet "Buket Uzuner, 'Kumral Ada - Mavi Tuna' ile bizleri a şkın tutkusunu ve kendimizi yeniden ya şamaya davet ediyor." Kadınca " 'Kumral Ada - Mavi Tuna'nın ana motifi bir türlü telaffuz edemedi ğimiz sava ş. Alt metindeyse a şk var." Radikal xxx 3ir salı sabahı uyandım. •ütün gazeteler hayatla en çok sevdi ği ' kadının bir cinayet i şledi ğini ya/ıyordu. Sunu hiç beklemiyordum. leynimden vurulmu şa döndüm. ç dengelerim şiddetle sarsıldı. Oysa gerçe ği biliyordum ama bana kimse tek bir şey sormamı ştı. Ünü mahkûm etmi şlerdi! K.apı çalındı. Đki asker beni almaya gelmi şti. Đç sava ş çıkmı ş, seferberlik ilan edilmi şti. Bunu bekliyordum. Hiç şaşırmadım. Bunu uzun zamandır korku ve kuşkuyla hep bekliyordum. Hazırlandım ve o salı sabahı evden çıktım.'

Page 220: Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Türk edebiyatında bir kadın yazarın elinden çıkan ilk Đç sava ş romanı olma özelli ği ta şıyan'Kumral Ada—'Mavi Tuna", edebiyat ve politika ç evrelerinde epey ses getirece ğe benzer." 'Buket Uzııner,'Kumral Ada—Mavi Tuna" romanında, bi reysel ve toplumsal iç sava ş metaforlanyla bizi iç barı şa; 'içimizle barı şmaya1 ça ğırıyor." "Buket Uzuner'in 'Kumral Ada—-Mavi Tuna'smı okuyunc a sarsılacaksınız."