ben ÖĞretmenİm Çocuklar

263
1 BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi Mustafa ÖZÇELİK ODUNPAZARI BELEDİYESİ KASIM 2007

Upload: vuongmien

Post on 28-Jan-2017

322 views

Category:

Documents


35 download

TRANSCRIPT

Page 1: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

1

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

Mustafa ÖZÇELİK

ODUNPAZARI BELEDİYESİ

KASIM 2007

Page 2: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

2

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

Proje danışmanı: İsmail Köse

Editör Mustafa Özçelik

Yayın Koordinatörü Tayyib Atmaca

Sayfa & Kapak Tasarım M.Sinan ÜNALDI

Yapım Faktör | [email protected]

Baskı Olgun - Çelik

ISBN 978-975-6881-09-5

Odunpazarı Belediyesi yayınları- 15

Kültür dizisi-11

Page 3: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

3

İÇİNDEKİLER Sevgili Öğretmenlerimize/Burhan Sakallı v

Sunu/Mustafa Özçelik vi

ÖĞRETMEN HİKÂYELERİ 9

Hüseyin Cahit YALÇIN/Muallim 11

Ömer SEYFETTİN/And 19

Reşat Nuri GÜNTEKİN/Bir İstifa 26

Necip Fazıl KISAKÜREK/Öğretmen Bey 30

Sait Faik ABASIYANIK/Zemberek 33

Samet AĞAOĞLU/Öğretmen Gafur 38

Tarık BUĞRA/Gün Akşamlıdır 47

H. Latif SARIYÜCE/Çocuk ve Ekmek 54

Gülten DAYIOĞLU/Yalan Üç Ayaklıdır 58

Şevket BULUT/Eğitmen Bal Hasan 62

Sevinç ÇOKUM/Asmalı Köyün Öğretmeni 73

Sadettin KAPLAN/Aydın Öğretmen 86

Taki AKKUŞ/Küçük Nur Ali 91

Necati KANTER/Kent Okulunda İlk Gün 97

Ümit Fehmi SORGUNLU/Acılar Sevgiyle Biter 103

Reşat GÜREL/Öğretmenliğin Ölümü 109

Osman ÇEVİKSOY/Bekleyiş 112

Naci GÜMÜŞ/Öğretmenin Hikâyesi 116

A. Vahap AKBAŞ/Bu, O mu? 124

Page 4: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

4

Necdet EKİCİ/Gül Olacaksın 129

Zafer ALTUNKOZAOĞLU/ Korkut Hoca 139

Bestami YAZGAN/Yunus Emre Olmasaydı 146

Hüzeyme Yeşim KOÇAK/Alfabe 149

İbrahim ERYİĞİT/Ardında Kalsın Acılar 156

Celaledin KURT/Hocaların Hocası 160

Tacettin ŞİMŞEK/ Kavak Yellerimiz Oyy! 164

Sırrı ER/Gurbet Kuşu 181

Nevzat CANAN/Pasta 187

Ethem BARAN/Berhudar Olasın 194

Sadık YALSIZUÇANLAR/Tahakküm 199

Fatma PEKŞEN/Peri Kızları da Sevinir 207

Duran ÇETİN/Kiralık Ev 211

Mustafa OĞUZ/Kır Çiçeği Hüznü 219

M.Nihat MALKOÇ/Gümüş İşlemeli Çaydanlığın Buğusu 223

Recep Şükrü GÜNGÖR/Okul 230

Murat SOYAK/Bir Umut 234

Mehmet HARMANCI/Döne Çiçeği 240

Himmet KARATAŞ/Yayla Çiçeği 242

Abdullah HARMANCI/Beni Almaya Gelen Bulut 246

Osman KOCA/Hasret 249

Çağrı GÜREL/Yaka 252

Yazarlar Sözlüğü 256

Page 5: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

5

SEVGİLİ ÖĞRETMENLERİMİZE;

Eğitim ve öğretim sistemimizin temel taşı olan öğretmenlerimiz, birey ve toplum olarak her zaman değerlerini bilmemiz, hak ettikleri önemi verme-miz gereken saygın kişilerdir. Eğer bir toplum, öğretmenlerine bu gözle bakmazsa o toplumun bugünü sorunlu; yarını ise bütünüyle karanlık demektir.

Onlar ki yeni neslin mimarıdırlar. Fedakârlık anıtıdırlar. Bilge insan-lardır. Namsız, nişansız gönüllü hizmet erleridir. Hepimiz, onların bilgi ve irfanıyla yetiştik ve bugünlere geldik. Bireysel ve toplumsal aydınlanma onların sayesinde gerçekleşti. Dolayısıyla onlara karşı derin sevgi, saygı ve minnet borcumuzun yanında değerlerini bilmek ve bu bilmenin gereğini yapmak şeklinde bir görevimiz de var.

Biz de Odunpazarı Belediyesi olarak, görev, yetki ve sorumluluklarımız çerçevesinde eğitim ve öğretim meselelerine karşı duyarlı davranmaya ve bu mesleği büyük bir özveriyle yürüten öğretmenlerimiz için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Bu amaçla geçen son dört yılın 24 Kasım’ında öğret-menlerimiz için yararlı olabileceğini düşündüğümüz eserler yayımladık ve bunları öğretmenlerimize armağan ettik.

Bu yıl da yine 24 Kasım Öğretmenler Günü’ne bir katkı niyetiyle “Öğ-retmen” konulu hikayelerin yer aldığı bu antolojiyi öğretmenlerimize müte-vazı bir armağan olarak sunmak istiyoruz. Şüphesiz ki, öğretmenlerimize karşı borcumuzu ödemek için bu tür çalışmalar yeterli değil. Millet olarak, devlet olarak onlar için çok kapsamlı çalışmalar yapmak durumundayız. Çünkü onlar için ne yapsak azdır.

Bu vesileyle bütün öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü içtenlikle kutluyor, çalışma hayatlarında başarı ve esenlikler diliyorum.

En içten sevgi ve saygılarımla…

Burhan SAKALLI ODUNPAZARI Belediye Başkanı

Page 6: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

6

SUNU Ben öğretmenim çocuklar

Unuttuğunuz yüzleriniz bende Gülüşleriniz, gözleriniz

Dolaştığınız bahçelerde kalan İzleriniz bende

Coşkun ERTEPINAR

Söze bir şiirle, Coşkun Ertepınar’ın mısralarıyla başladık ama bu ça-lışmamız bir öykü antolojisi...Kuşkusuz, kitabın içeriğini de öyküler oluşturu-yor…Kahramanları, öğretmenler, öğrenciler, veliler…kısacası eğitimin bütün unsurları olan öyküler…Ama asıl kahramanlar ise her zaman öğretmenler... Biliyoruz ki, bu öyküleri hangi yazar yazarsa yazsın, onların asıl oluşturucusu bizzat öğretmenlerdir. Bu yüzden her öğretmeni binlerce öykünün-onları hangi yazar kaleme alırsa alsın- gerçek yazarları olarak görmek gerekir.

Edebiyatımızda öğretmen…

Türk Edebiyatında öğretmen teması/konusu en çok şiirlerde işlen-miştir. Fakat roman ve hikâyelerde de bu konuya oldukça geniş bir biçim-de yer verilmiştir. Bilhassa Cumhuriyet döneminde öğretmen tipi pek çok eserin ana konusudur. Çünkü yeni bir devlet kurulmuş, bu devletin temel felsefesinin yeni kuşaklara öğretilmesi ve benimsetilmesi meselesi en önemli konu olarak görülmüştür. Mesela konu ile ilgili fazla hikâyesi olmasa bile romanlarıyla öğretmen karakterini sıkça işleyen bir yazar olarak Reşat Nuri bu konuda aklımıza gelen ilk isimdir. Onun özellikle Çalıkuşu romanı öğretmen konulu eserler arasında tam anlamıyla bir klasik olmuştur. Reşat Nuri, başlıca kahramanları öğretmenler olan Çalıkuşu, Yeşil Gece, Kan Davası ve Acımak isimli dört roman yazmış ve kimi hikâyelerinde de bu konuya değinmiştir. Reşat Nuri gibi daha pek çok yazarımız da öğretmen konusunu işleyen roman ve hikâyeler yazmışlardır.

Reşat Nuri, konu ile alakalı eserlerinde öğretmen tipinin nasıl anlatıl-ması konusunda da bir örneklik de teşkil etmiştir. Buna göre sonraki zaman-

Page 7: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

7

larda yazılan eserlerde de öğretmenler, Reşat Nuri’nin eserlerinde olduğu gibi hep idealist, fedakâr ve mücadeleci kişilikleri canlandırmışlardır. Dolayı-sıyla öğretmen tipi, idealize edilmiş bir tiptir. Ve bunlar genellikle de ilkokul öğretmenleridir. Durumun böyle olmasında az önce belirttiğimiz hususun yani yeni devletin felsefesinin genç kuşaklara benimsetilmesi amacı ön plandadır. Fakat sonraki dönemlerde branş öğretmenleri de hikaye kahramanları arası-na girmiştir.

Bu eserlere genel olarak baktığımızda öğretmeni genellikle köyde gö-rürüz. Köyler, bilhassa cumhuriyetin ilk yıllarında bilgisizliğin, geri kalmışlı-ğın sorunlarını yaşayan merkezlerdir. Öğretmen köye gelir ve buraya bilgi adına, uygarlık adına yeni değerler aşılamaya çalışır. Bu uğurda karşısına sorunlar çıkar. Öğretmen bunlarla yılmadan mücadele eder ve genellikle başarılı olur. Şehirdeki öğretmenler de aşağı yukarı bu kapsam içerisinde ele alınır. Fakat, burada daha gerçekçi anlatımlar da yer alır. Öğretmen salt değerler aşılamakla kalmaz, ülkenin başta eğitim olmak üzere her türlü sorunuyla ilgilenen bir tipe dönüşür. Yine öğretmenin kişisel hayatı, ailevi sorunları, geçim zorlukları gibi meseleler de şehirli öğretmen tipinin anlatıl-dığı metinlerde ana konulara dönüşür. Ayrıca idealist tasvirler yanında öğretmen insan yönüyle de ele alınır. Çıkmazları, bunalımları da işlenir.

Biz bu çalışmada işte bu gerçek kahramanların gerçek hikâyelerinden bir bölümü sunuyoruz. Amacımız, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde öğretmen-lerimize kendi hikâyelerini anlatan bir kitap sunabilmektir. Bunu yaparken bilhassa şu hususa belirtmeden geçemeyeceğiz. Öğretmen, biraz önce söyledi-ğimiz sebeplerden dolayı bizde haklı olarak hep idealist, vefakâr ve fedakâr bir karakter olarak algılanmıştır. Bu algılama tabi ki yanlış değildir; ama öğretmen de sonuçta bir insandır. Onun da sorunları vardır. Her insan gibi o da hayatı boyunca geçim sıkıntısı çeker, idealleriyle gerçekler arasındaki çelişkileri yaşamak zorunda kalır. Sever, sevilir. Yaşadığı şartlardan bunalır.

Biz, işte bu sebeple, seçtiğimiz hikâyelerde öğretmen kavramını sadece idealist boyutuyla değil bütün yönleriyle vermek istedik. Bu yüzden hikâyeler-de yer alan kimi öğretmen tiplemelerinin –mesela Gafur öğretmen hikâyesin-

Page 8: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

8

de olduğu gibi-yadırganmaması gerektiğini düşünüyoruz. Biliyoruz ki, öğret-menlerimiz günümüzde çok zor şartlarda hizmet veriyorlar... Öyleyse onlara ilişkin her olayı bütün gerçekliğiyle sunmak objektif yaklaşımın bir gereği sayılmalıdır.

Öğretmen yazarlar…

Öğretmen hikâyelerini kimler yazar? Doğrusu bu hikâyeleri derlerken dikkatimizi bu husus da çekti ve gördük ki bu tür hikâyelerin gerçek kahra-manları nasıl öğretmenler ise yazarlarının çoğu da bizzat öğretmenlerdir. Bu yüzden edebiyatımızda öğretmen kökenli çokça yazar yetişmiştir. Bu durumun edebiyatımız açısından bir kazanç olduğunu da burada vurgulamak gerekiyor.

Bu antolojide otuz beşi öğretmen olan kırk bir yazarımıza ait kırk bir hikâye yer alıyor. Bunlardan bir kısmı aramızdan ayrılan yazarlara ait metinler… Diğerleri, yaşayan yazarlarından bizzat talep edildi. Onlar da bu talebimizi kırmayarak bu çalışmaya katkı sağladılar. Onların bu katkıları olmasaydı böyle bir çalışma ortaya çıkmayacaktı. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Bir teşekkür borcumuz da Odunpazarı Belediye başkanı sayın Burhan Sakallı Bey’e..Göreve geldiği günden bu yana eğitim sorunlarına karşı duyarlı davranan başkanımız her 24 Kasım’da bu özel günün anısına tüm öğretmenlerimize armağan edilmek üzere kitaplar hazırlattı. Bu kitap da bu projenin bir parçası olarak sunulmaktadır.

Bu çalışmaya hikâyeciliğimizin önemli isimlerinden 1874 doğumlu Hüseyin Cahit Yalçın’la başladık. 1976 doğumlu Çağrı Gürel’le bitirdik. Böylece öğretmen karakterinin bir buçuk asrı bulan serüvenine ışık tutmaya çalıştık. Çalışmamızın faydalı sonuçlara yol açmasını dilerken, tüm öğretmen-lerimizin “Öğretmenler Günü”nü içtenlikle kutluyor, kendilerine başarılarla dolu nice hizmet yılları temenni ediyoruz.

Mustafa ÖZÇELİK Kasım, 2007, Eskişehir

Page 9: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

9

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR Öğretmen Hikâyeleri

Page 10: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

10

Page 11: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

11

Hüseyin Cahit YALÇIN

d.1874-Balıkesir

MUALLİM

Bir taraftan kendisi tahsilini tamamlamak ile meşgul iken, ihtiyaç onu diğer bir tarafta çalışmaya mecbur kılıyordu. Orta halli bir aileye mensup idi. Lise tahsilini bitirip de yüksek okula başladığı zaman, çocukluğundan beri babasının omuzlarında gittikçe ağırlaşan bir yük halinde devam eden hayatını hiç olmazsa kısmen kazanmayı bir mecburiyet olarak hissetmişti.

Devam ettiği derslerin, okuduğu kitapların kalbine, düşüncesine ver-diği terbiye onu, pederinin parası ile olsa bile, kendisi çalışmayarak meydana gelen bir ekmeği yerken ruhunda acı bir küçülme hissi duyacak kadar utanma duygusuna sevk etmişti. Kendi gayretinin ötesinde, bağış-lanmış bir yardımı elde etme neticesi olarak vücuda geldiğini gördüğü başarılar, refahlar ona kendisine derin bir tiksinme ile beraber ani bir öfkelenme, şiddetli bir düşmanlık verirdi. Hayatın gerçekleri de henüz genç kalbinin, vicdanının doğruya olan meyli ile uyuşmak isteyen muha-kemesi bu garipliklerin varlığını kabul edemiyordu. Bunlar hep himayeye muhtaç bir takım yasallığın olağan dışı bir surette uğradığı sektelerden ibaret idi ki bunları, ah, hep ortadan kaldırmak isterdi. O vakit derin bir özlemle içini çekerek, gelecek günlerin düşüncesiyle ümidini okşayan hayaller içinde batar gider, düşünceden düşünceye geçerdi.

Bir gün, çalışabilmek, ailesine, kendi kendisine faydalı olmak için iyi bir fırsat doğmuştu. Vilâyetlerin birinde çiftlikleri bulunan bir kişi, adada geçir-meye başladığı muhteşem hayatın hiç şüphesiz gereğinden sayıldığı, konuşma

Page 12: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

12

arasında övünmeye benzer bir vesile teşkil edeceği için çocuklarına bir mual-lim istiyordu. Namuslu bir şekilde çalışarak ihtiyaçlarının temini için ortaya çıkan bu vesileyi ihmal edemezdi; sevinçle kabul etmişti.

İşte iki aydan beri haftada üç gün muntazaman adaya gidip geliyordu. Muallimlik etmeğe karar verdiği zaman, bunu yerine getirirken bir zorluk-la karşılaşacağını aklına getirmemişti. Fakat daha ilk günden kalbi, iki yüzlü bir düşman gibi gizli gizli gösterdiği etkiden, hafif bir yara almıştı. Adada gideceği köşkü kendisine ta'rif etmişlerdi. Gidip, "İstenilen mual-lim benim" demekte hiç sıkılacak bir şey görmüyordu. Sıkıntılı, sıcak bir havada ada iskelesine çıkmıştı. Bu andan itibaren yüreğinde bir eziklik hissetmeğe başlamıştı. Yürüdükçe daha ziyade utanılacak bir harekette bulunuyor gibi sıkılıyordu. Helecan içinde çıngırağı çekerken kapının hiç açılmamasını istiyor, kaçıp dönmek arzularına kapılmamak için kendini zorluyordu.

Kendisini kâhya gibi bir adam ilgisiz bir şekilde kabul etmişti. Muallim olduğunu bir iki defa tekrar edilen sual neticesinde anladıktan sonra bir oda göstererek:

— Peki, demişti, şuraya buyurunuz. Bir kabahatli gibi utanarak, bütün arzularının, doğal olan gururunun

keskin iğneleri üzerinde vakit geçiriyormuş gibi bu odada yalnızca bekle-diği saati unutamazdı. Öncelikle, soğuk bir çekinme ile bir iskemlenin köşesine ilişerek etrafına bakmadan bir hayli kalmıştı. Her geçen saniye nefsinin gururunu yaralıyor, burada bir yabancı odada ne beklediğini, buraya niçin geldiğini düşünmek kendisine pek alçaltıcı, pek haysiyet kırıcı bir işi kabul etmiş olmak acısını hissettiriyordu. Hâlbuki o bunda, hiç sıkılacak, utanılacak bir şey görmemiş, vazifeyi büyük bir memnuniyet ile kabul edebileceğini daha sonra para alacağını ve dünyada bu paradan daha başka vicdanını rahatlatacak hiç bir parayı harcayamayacağını dü-şünmüştü.

Page 13: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

13

Gerçekler bundan ibaret iken şimdi budalaca, aldatıcı bir nefis kibir-lenmesine kapılmak kendisi gibi hayatını hiç kimseye, hiç bir bayağılaş-maya düşmeden namusuyla kazanmak emelinde bulunan bir gence yakışır mı idi? İşte bunları düşünerek, bu muhakemeleri tekrar ede ede hissiyatını mağlup etmek, kendine cesaret vermek isteyerek üzerindeki ağır yükü bir dereceye kadar atabilmiş, etrafına bakmıştı.

Oda oldukça kıymetli eşya ile döşenmişti. Fakat her şey, asil bir zev-kin yokluğuna, yalnız servetin çokluğuna delalet edecek surette seçilmişti. Hiç şüphesiz kendisi de buraya böyle rastgele alınan şu iskemle gibi rastgele getirilmişti; kendisi de bu odada bir süs idi. Canları sıkıldığı vakit şu levhayı buradan kaldırıp atıvermek onlarca nasıl önemsiz ise kendisine:

— Haydi, al hakkını, artık git! demek de o kadar önemsiz, o kadar ko-lay idi. Ve hakikaten o da bu davranışa boynunu ezik bir şekilde bükerek gidecekti. Niçin başka bir adam kendisine böyle bir muamele edebilecek-ti? O adam bu ayrıcalığı, bu üstünlüğü ne ile kazanıyor, bu hakka nasıl, niçin sahip oluyordu? Bir güzelliğin, inceliğin mevcut olmaması ile uzlaşan bu üstünlük şimdi onun kalbini sıkıyor, kabarma arzusu, ne oldu-ğunu belirli bir surette bilmediği bir şeyi yıkma, yok etme hırsı veriyordu.

Bir aralık odaya bir uşak girmiş, yemek isteyip istemediğini sormuştu. Zaten eve girerken bir odadan çatal bıçak seslerini işitmişti. Kendisini burada unutmuşlar da şimdi hatırlıyorlardı, merhameten önüne bir kaç türlü yemek atacaklardı, değil mi? Kısık bir sesle:

— İstemem, dedi, yemiştim... O gün ilk dersi böyle aç bir halde verdi. Okutacağı talebeleri on üç, on

dört yaşlarında iki erkek çocuk idi. Bunlardan hoşlanmamak için hiç bir sebep yoktu. Çocuklar ilk defa gördükleri hocalarına karşı uyumlu davra-nıyorlar, zekâlarını ispat edecek surette sözler söylüyorlardı. Okuyacakları derslerin programını yaptılar, ilk günü boş geçirmemiş olmak için biraz imlâ yazdılar.

Page 14: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

14

İlk dersi verip çıktığı zaman ezici bir azaptan kurtulmuş gibi derin bir nefes almıştı. İlk aldığı darbenin etkisini yavaş yavaş kaybediyor, üzerine sebebi belirsiz hüzünlü bir düşünce çöküyordu. Vapurda kendi derslerinin sınavına çalışmak için yanına almış olduğu kitabını okuyamadı. Kolunu vapurun kenarına dayayarak boynu bükük bir şekilde suları yarıp ilerle-meğe çalışan eski vapurun etrafında sıçraşan, oynaşan, dalgalanan denize bakarak, sonsuz, sebepsiz ve belirsiz düşünceler içinde iken geri dönmüş, hayatın gerçekleri ile ilk defa böyle yüz yüze gelişi onun tecrübesiz haya-tını derinden sarsmıştı.

Bununla birlikte bütün gücünü toplayarak muallimlik hayatını devam ettirmekten vazgeçmedi. Sabahleyin erkence kalkar, kendi sınavı için biraz çalıştıktan sonra not defterlerini alarak vapura yetişirdi. Burada, iki saate yakın bir yolculuk esnasında derslerine çalışmak isteyerek, bazen bunda da başarılı olamayarak güzel bir vakit geçirirdi. Artık bu düzenli seyahate alışmış, yolcular içinde bazı çehreleri ezberlemişti. Bunların arasında soluk çehresiyle, nazik, sevimli, genç bir musiki muallimesi vardır ki her defasında mutlaka onu da vapurda görür, akşam vapurunda da ona tesadüf ederdi. Daha böyle hayatlarını daimi bir çalışma ile kazan-mağa mecbur olan bir kaç çehre vardı. Onlarla da uzaktan bir münasebet kurmuş, kendisine benzeyen bu hayat mahkûmlarına karşı uzaktan, kal-binde bir merhamet duygusu ve muhabbet ayırmıştı. Fakat bunların içinde bilhassa soluk çehresiyle, yüzündeki ince sızlatıcı çizgileriyle dikkat çeken ve zarif bir güzellik arz eden musiki muallimesine merhamet dolu bir ilgi besliyordu. Onun arkasında her vakit lacivert bir etek ile açık renk bir ceket görünce bazan tesadüf ettiği özenle yapılmış tuvaletleri hatırlar, eğer bir üstünlük noktası aramak lâzım gelirse bu narin, nazik bir çiçek gibi gençli-ğinin bütün tazeliği ile ruhları ışıklandıran musiki muallimesi en üstün olması lâzım gelirken o böyle eski bir etek ile gezdiği halde öte tarafta bir çok kadınların ne bu güzelliğe, ne böyle bir musiki yeteneğine, ne bu kadar ağırbaşlılık ve dürüstlüğe sahip olmadıkları halde refah ve servet içinde

Page 15: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

15

boğulmalarını bir türlü kabul edemezdi. Burada düzeltilmeye muhtaç bir haksızlık noktası ve hakkı elinden alınmış bir kişi söz konusu idi.

Sonra bu düşünceler onu kendi hayatını göz önüne getirmeye sevk e-derdi. Daha bir ay olmadan bıkmış, ümitsiz olmağa başlamıştı. İlk dersler-de çocuklara mümkün olduğu kadar çok ayrıntı vermek, birçok şeyler öğretmek isteğinde idi. Fakat bir iki defada, ne esaslı, ne güçlü tembeller karşısında bulunduğunu anlamıştı. İşte böyle düzeltilmesi mümkün olma-yan, şiddetli bir sarsılış gibi bütün dehşetiyle duran iki tembellik ile boğuşmağa mecburiyet onu yoruyor, ümidini kırıyordu. O sıcak havalarda, rüzgâr almayan odada, yüksek, geçim sıkıntısından uzak bulunan herkesin, uyku ile, istirahat ile vakit geçirdikleri bir saatte zihnine çöken yorgunluğu silkerek iki tembelin fikrine gramer kurallarını, tarihi olayları, memleket-lerin bulundukları yerleri sokmağa uğraşmak, buna mecbur olmak ona ıstırap veriyor ve bunun mecburiyetini hissetmek ruhunda yaralar açıyor-du. Bir aralık, öğrencilerinin tembelliğini yenmek için ilmin, fennin lüzumundan, hayat için ne kadar gerekli olduğundan bahsetmek istemişti. Fakat babalarının serveti karşısında her türlü ihtiyacın doymuşluğunu belli eden çocukların öyle dinleyişleri vardı ki yüzlerine karşı, adanın bütün o süslü, muhteşem köşklerine karşı bağırmak hırsının kalbinde kabardığını hissederek kendisini tutmak için susmağa mecbur olmuştu.

Düşündüğünü, hissettiğini söyleyememeğe böyle mecbur olmak da onun için ayrı bir ıstırap kaynağı idi. Bu durumdan dolayı karamsar olduğu zaman; ben gereğinden fazla önemsiyorum düşüncesiyle kendisini haklı çıkarmaya, avutmaya çalışırdı. Fakat ufak bir şey, hiç yoktan kendi-sinin şüpheye düşürdüğü bir bencilliğin, sevdiği bir hal olduğu, gerçek duygularını şiddetle ikaz eder, onu yeniden acılara, elemlere düşürürdü. Nefsine bu acı gelen haller arasında aylık almayı en fena dereceye düşmüş olarak görüyordu. İlk ay bittiği zaman o derse kalbinin çırpınışı ile gitmiş, odada yalnız bulunduğu vakit kâhyanın masa üzerine:

Page 16: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

16

—Size lâyık değilse de... Kusura bakmayınız, önsözüyle ve nezaketiy-le bıraktığı liralara dokunmağa cesaret edemeden bir müddet uzaktan bakmıştı. Çalışarak, yorularak, birçok defa vicdanının reddedişini yenerek hak ettiği bu paralara dokunursa eli yanacak gibi bir ürküntü hissine kapılıyordu. Fakat o küçük sarılar uzaktan bile gözlerini, ruhunu yakıyor-du. Niçin bu adamlar kendisine bu parayı verebiliyorlardı? Niçin kendisi bu adamlardan -bu adamlardan ki kendisinden üstün olmalarını gerçekten gösterecek ne fazla bir ilme, ne fazla bir erdeme, ne daha soylu bir zevke sahip idiler- işte bu adamlardan, böyle bir kâhya elinden bu parayı almağa mecbur bulunuyordu?

Bu ürküntüler, bu düşünceler kendisi ile öğrencileri arasında dolmaz bir mesafe bırakıyordu. Daima çekingen durur, derslerini verir, ilişkiyi kuvvetlendirmeye yol açmayacak, istediğini gösterecek şekilde öteden beriden pek az bahseder, vakti gelince ayrılırdı. Fakat çocuklar bir akşam kendisini zorlayarak alıkoymak istediler. Mehtap da vardı, gece gezerlerdi. O kadar ısrar ettiler ki bu teklifi kabul etmemek için hiç geçerli bir sebep göremeyerek, gerçekte hiç bir kabahati bulunmayan çocukları kırmak istemeyerek onlara eşlik eyledi. Akşamüzeri birlikte sokağa çıktılar. Şimdiye kadar hiç beraber gezmemişlerdi. Biraz yürüyünce o gece onlarla kalmayı uygun gördüğü için çok pişman oldu. Onların yanında, sıkı bir dostluk bağıyla bağlı olmadan, samimi bir hava estirmeden bir muallim sıfatıyla gezmeği sığıntılık sayıyor, feryat etmek isteyen haysiyeti, gururu üzerinde yürüyor gibi her adım attıkça bir azap duyuyordu. Çocukların kendisine karşı gösterdikleri saygıda bile bu acı duyguyu şiddetlendirecek bir koruma, güya bir üstün gelme kokusu fark ediyordu.

Çocuklar araba tutup tur yapmak istiyorlardı. O mümkün olduğu kadar az minnet altında kalmış olmak için:

— Yayan dolaşalım, dedi, daha iyi eğleniriz. Bu teklifine çifte bir hayret nidası geldi: — Arabasız, dediler, hiç gezilir mi?

Page 17: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

17

Şu kötü niyetle söylemediklerine emin olduğu sözlerinin ezici işaretini fark etmeyen öğrencilerine gamlı ve anlamlı bir nazarla baktı. Evet çocuk-lar, arabasız da gezilirdi. Hem hayatta araba ile gezebilenler bundan mahrum olanlara oranla pek az idi. Ah, bu sizin arabalarınızın camlarında nasıl bir aldatılmışlık büyüsü vardı ki pencereden baktığınız zaman size, geçerken savurduğunuz tozlar arasında yuvarlanan, beygirlerinize sarf ettiğiniz paraları bile bulamayan bir bir kesim muhtaç sınıfı hiç göstermi-yordu; hayatta yalnız kendinizi görüyor, yalnız kendinizi düşünüyorsunuz!

Bu acı düşüncelere dalarak hiç itiraz etmeden arabaya bindi. Rahat bir şosenin üzerinde süratle gidiyorlardı. Her tarafta arabalar, zengin tuvalet-ler, şenlik eserleri görülüyordu. Zevklerin gafleti içinde, gurubun aldatıcı güzelliği altında, ufkun karanlık bir tarafında ağlar gibi duran kanlı lekele-ri fark etmeden hep eğleniyorlardı. Akşamın hafif serinliği, çamların keskin kokuları herkesi okşuyor, arabaların gürültüsü düşünceyi uyuşturu-yordu.

Yemek için köşke dönecekleri zaman, ne düşündüğünü bilmeyecek bir halde derin bir bezginliğin, hüznün derinliğinde belirsiz düşüncelere dalmıştı. Öğrencileri yemek için kadınlara için ayrılan yere gittiler. Kendi-si odada yalnız kaldı. Daha gazı yakmamışlardı; karanlıktı. Panjuru iterek pencerenin önüne oturdu. Akşamın gamlı sessizliği altında bütün varlık, derin bir yorgunluk geçiriyor gibi güçsüz bir düşüncede idi. Deniz koyu bir örtü gibi yayılarak Heybeli'nin eteklerinde sahilin karanlık rengiyle birbirine karışıyordu.

Bu pencere önünde yapayalnız vakit geçirdikçe bütün etrafındaki ka-ranlıktan damla damla siyah bir yağmurun bütün benliğine dolduğunu hissediyordu. Ve burada bu yabancı çevre içinde kendi yabancılığını, kendi kısmetsizliğini düşünüyordu. Şimdi ona da yemek getirmişlerdi. Fakat içeride neşeli seslere karışık çatal bıçak gürültülerini işite işite o yemeğini burada yapayalnız yemeğe, lokmalarını yutarken boğulmamak için büyük çaba göstermeğe mecbur idi. Ve sanki her şey, karşısında bir

Page 18: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

18

karşı konum ile duruyor zannettiği uşaktan, bu odanın ilgisiz duvarlarına, bu yalnızlığa, bu muhteşem hayatlara dönüp dolaşılan yollara, çamlara, denizlere varıncaya kadar her şey onun yoksul hayatını, nasipsiz yaşantı-sını bir kusur, bir utanılacak şey gibi yüzüne çarpıyordu.

O gece iskele başındaki gazinoda akıp giden zamanı, sonra mehtapta araba ile yaptıkları gezintiyi bir rüya içinde gibi geçirmişti. O gece bir türlü uyuyamadı. Meçhul bir rahatsızlık kendisini boğuyor gibiydi. Niha-yet kalkmağa mecbur oldu; odada sıcaktan bunalıyordu. Bahçeye çıkarak ay ışığı altında parlayan denize karşı oturdu. Burada saatlerce kaldı. Düşünceleri arasında bir an oldu ki yorgunluğun, uykusuzluğun etkisiyle kendisini kaybetmiş gibi oldu. Akşamki, geceki gezinti şimdi zihninde garip akisler uyandırarak canlanıyordu. Bütün ada bir garip renge boyanı-yor, yollardan özenle yapılmış, görkemli arabalar içinde kıymetli maden-ler, taşlar akıyordu. Bütün çamlar, köşkler benlik satan bir heykel halinde gökyüzüne doğru yükseliyor, bu altın, bu servet suyunun ortasında birçok insanlar kaynaşıp duruyorlardı. Nihayet ufkun, şu karanlık gibi duran noktasından kırmızı bir duman kalkarak gittikçe büyüyor, yayılarak bunların üzerini örtüyordu. O vakit bu süslü âlem ve zevke düşkünlük bu kanlı rengin altında örtülü kalarak boğuk haykırışlar işitiliyor, derin bir deprem etrafı sarsarak her şeyi birbirine çarparken cehennemi bir kaynayış içinde boğuk sesler meydana geliyor, sonra her şey siyah bir yok oluş perdesi altında tükenip ve perişan inlerken, yavaş yavaş bu büyük âlemin pislik ve vefasızlığı altından yeni bir âlem meydana gelmeğe başlıyordu. Ve şimdi bu yeni âlemin bir mutluluk müjdesi gibi gülümseyen güneşi, doğu tarafının yaldızlı, renk renk bulutların altından bütün cihana sonsuz bir ışık ve ümit yayıyordu.

Page 19: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

19

Ömer SEYFETTİN d.1884-Gönen

AND

Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba ha-yalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiği-miz Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kestane tomurcuğu yüzen nehirciği, bizim yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Fakat beyaz bir unutulmuşluk dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder… Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği için nasıl üzüntülü olursa, ben de tıpkı böyle bir meraka, sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük ahşap köprüler, nihayetsiz tarlalar, alçak çitler hep duman içinde erir…Yalnız evimizle okulu gözü-mün önüne getirebilirim.

* Büyük bir bahçe… Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir

ev… Sağ köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda… Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarını oturtur, dersimi tekrar

Page 20: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

20

ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırları-mızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana’nın her gece anlattığı korkunç hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu korku ile rüya dinle-mek, tabir etmek merakında olan zavallı anneme, her sabah ayılı rüyalar uydurur, iri kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok:

— Hayırdır inşallah… Dedirtirdim… O, rüyalarımı tabir ederek benim büyük bir adam, büyük bir bey, bü-

yük bir paşa olacağımı, bana kimsenin fenalık yapamayacağını garanti ettikçe, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!

* Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum… Okul, bir katlı,

duvarları badanasız idi. Kapıdan girince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe… Bahçenin sonunda ayakyolu, gayet kocaman abdest fıçısı… Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. “Büyük Hoca” dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi eğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş, hain, hasta bir çaylağa benzerdi. Küçük Hoca erkekti. Büyük Hoca’nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde Büyük Hoca’nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından bana hep “Ak Bey” derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söyler yahut “Yüzbaşı oğlu” diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan “geldi-gitti” levhası yassı, cansız bir yüz gibi bizlere bakar, kalın duvarların tavana

Page 21: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

21

yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha çok ağırlaşır, bulanırdı…

Okulda yalnız bir çeşit ceza vardı: Dayak… Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise ölçüsüz tartısız idi. Küçük Hoca’nın ağır tokadı… Büyük Hoca’nın uzun sopası… Ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi gün bile yanıyordu. Kıpkırmızı idi. Hâlbuki kabahatim yoktu.

Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahati olmadı-ğını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca:

— Niçin yalan söylüyorsun, bu zavallıya iftira ediyorsun? diye kula-ğıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

* Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu ko-

parırken gözümle görmüştüm. Akşam tatilinde dayağı yiyen çocuğu tuttum: — Niçin beni yalancı çıkardın, dedim, musluğu sen koparmamıştın. — Ben koparmıştım. —Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle

gördüm. Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söyle-

meyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum.

Page 22: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

22

— Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.

— Ama sen niçin onun yerine dayak yedin? — Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuv-

vetliyim. Onu kurtardım işte. Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum: — And ne? — Bilmiyor musun? — Bilmiyorum. O vakit güldü. Benden uzaklaşarak cevap verdi: — Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna “and içmek” derler. And i-

çenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.

Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuklar birbirleriyle and içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında and içmişlerdi. Bir gün bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş bir sümüklü böcek kadar ağır, namazı-nı kılıyordu. İki çocuk tahta sapı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. And içerek kan kardeşi olmak… Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arka-daşsız, sahipsiz zannediyordum. Anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle and içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı:

— Öyle münasebetsizler istemem. Sakın yapma ha… diye tem-bih etti.

Fakat ben dinlemedim. Aklıma and içmeyi koymuştum. Fakat kimin-le? Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı.

Page 23: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

23

Cuma günleri bizim evin bahçesine bütün komşu çocukları toplandırdı. Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak-lar’ın benim kadar bir çocukları vardı ki en çok adı hoşuma giderdi. Mıstık… Bu kelimeyi söylerken çok hoşlanır, hep tekrarlardım. O kadar ahenkli idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık’ı bahçede sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi. Hâlâ hatırımda:

Mustafa Mıstık, Arabaya kıstık, Üç mum yaktık, Seyrine baktık!

Diye bağrışırlar, yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kız-mazdı. Gülerdi. Biz de bazı bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

Bu iki minimini beyit benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, bir-çok arsız kızın onu büyük bir muhacir arabasına sıkıştırarak, etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulamazdı. Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu… Hatta elleri… Bütün çocukları güreşte yenerdi… Yazın, her cuma sabahı, büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık, söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık ve diğer çocuklar sıralarını bekliyor-lardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O saatle aklıma bir şey geldi: And içmek…

Parmağımın acısını unuttum, Mıstık’a:

Page 24: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

24

— Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes… Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük, yuvarlak başını sal-

ladı: — Olur mu ya?… And için kol kesmek lazım… — Canım ne zararı var? diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha

koldan, ha parmaktan… Haydi, haydi… Razı oldu. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz derince kesti.

Kanı o kadar koyu idi ki akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyor-du. Parmağımın kanı ile karıştırdık. Evvela ben emdim. Bu, tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum. Aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay… Belki bir yıl… Mıstık’la kan kardeşi olduğumuzu âdeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca bizi yarım gün tatil etti. Tıpkı perşembe günü gibi… Mıstık’la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum. Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklam idi. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın telleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyor-du. Arkasından, birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize:

- Kaçınız, kaçınız, ısıracak!… Diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben kendimi toplayarak: —Aman, kaçalım… dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık: — Sen arkama saklan! diye haykırdı, önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra

tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yuvarlandılar. Mıstık’ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu boğuşma bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyor-

Page 25: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

25

du. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtna-la kaçtı. Mıstık:

— Bir şey yok… Acımıyor… Biraz çizildi… diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimizi koştum. Anneme başımıza

geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarını bastı. Öyle bir dua okuyarak yüzüme üfledi ki sarımsak kokusundan aksırdım.

Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi gün yine gelmedi… Anneme, Hacı Budaklar’a gidip Mıstık’ı görmemizi söyledim.

— Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.

Ondan sonra ben her sabah Mıstık’ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle o-kula gittim.

Fakat ne yazık ki… O hiç gelmedi… Köpek kuduzmuş… Baktırmak i-çin Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler… Oradan İstanbul’a göndereceklerdi.

Nihayet bir gün işittik ki; Mıstık ölmüş… * Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar herkes gibi bana da, çocuklu-

ğumu hatırlatır. Doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim ve daima, farkında olmayarak, sol elimin şahadet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi bence pek mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan karde-şimin sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençele-şen aslan hayalini görürüm.

Milletimizden, Türklükten uzaklaştıkça, bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve miskinlik cehennemin dibinde üzüntülü kıvranırken, saf ve nurlu geçmiş, kaybolmuş bir cennetin uzak bir hayali halinde karşımda açılır... Beni teselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık’ın hatırasıyla, bu saygı değer ve kıymetli matemin, eskiyip unutuldukça daha çok kıymeti artan mahzun acısıyla tatlı bir haz duyarım.

Page 26: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

26

Reşat Nuri GÜNTEKİN

d.1889-İstanbul

BİR İSTİFA

(Vak’a bir mektepte cereyan eder. Henüz askerden terhis edilmiş bir öğretmenin ilk dersi.)

Öğretmen- (Sözüne devam ederek) Deminden beri verdiğim izahatı şu noktada hülasa edebiliriz: İyi yazmak için en mühim şart: Mevzuunu iyi düşünmek, iyi anlayıp duymaktır... Gelecek ders için size Mevzu veriyo-rum… Serlevha “En Mesut Günüm” olacak… Tabiî birçok mesut günleri-niz olmuştur. Bunlardan birisini intihap edip yazarsınız.

Öğrencilerden Biri- Efendim, hayalî bir saadet yazsak olur mu? Öğretmen- Ne lüzum var oğlum? Yaşanılmış, hissedilmiş birçok şey-

ler dururken niye hayali yormalı?... Hem hayalî bir vak’a görülmüş, duyulmuş bir vaka kadar samimî olamaz. Dersin bitmesine biraz vakit var… Mevzuu nasıl tertip ve tevsi etmek lâzım geldiğini birkaç misal ile görelim… Siz kalkınız efendim… Üçüncü sıranın sonundaki efendi (Uçuk benizli, zayıf bir öğrenci ayağa kalkar) En bahtiyar gününüzü bildiğiniz gibi anlatın.

Öğrenci- (Biraz düşündükten sonra müteredditane) birçok defalar oldu öğretmenim… Fakat en bahtiyar günüm (sesi hafifçe titreyip alçalarak): Babamı hapse götürdükleri gün oldu.

Page 27: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

27

Öğretmen- (Mütehayyir) Suali galiba yanlış anladınız… En bedbaht gününüzü sormadım.

Öğrenci- (Mahcubane gözlerini indirerek) Samimi olunuz dediniz de…

Öğretmen- Peki, peki… Devam et çocuğum. Öğrenci- Babam fakir bir arabacı… Sert, ama pek sert bir adam, efen-

dim. Fazla olarak da çok içer… Aldığını bulduğunu meyhaneye götürür… Gece yarısı gelir… Gündüz kime kızmışsa gece onun hıncını annemden çıkarır, benden çıkarır. Dört yaşında bir kız kardeşim var… Gece oldu mu yatağını yükün içine sürükler… Tıpkı kedi yavruları gibi, efendim… Onlar da bizi kimse çiğnemesin diye köşelere saklanırlar ya… Babam, bir gün arkadaşının başını yarmış… On gün hapsettiler… Ekmeğimiz yoktu efendim ama, gönlümüz rahattı… Güzel güzel oturuyorduk… Ara sıra komşuya misafirliğe gidiyorduk… Kardeşim artık annemin koynunda uyumaktan korkmuyordu. Geceleri yüreğimiz titreyerek kapıların vurul-duğunu beklemiyorduk. Hülasa, bu an içinde çok mesut olduk öğretme-nim…

Öğretmen- (Kaşları çatılmış) Oturunuz oğlum… Galiba sınıfın en dertlisine tesadüf ettim… Siz söyleyiniz küçük efendi.

Sarışın bir çocuk- Efendim, ben Gureba Hastanesinde yattığım günü yazacağım.

Öğretmen- Amma yaptınız ha! Daha iyi gününüz yok mu? Öğrenci- Olmaz mı efendim. Daha ne iyi günler gördüm … Ama bu

başka… Ben küçükken fıtık oldum efendim… Komşumuz doktor bey, bana hastanede ameliyat yaptırdı. Ameliyat bana çok güç geldi, efendim… Aman, ne kadar acıyor. İlk günlerde insan acıdan ölmek istiyor… Ama sonu öyle rahat ki efendim… Beyaz yatak, beyaz entari… Temiz temiz hastabakıcı hanımlar insana çorba, et, süt her şey getiriyorlar. Bana orada yatak arkadaşım kestane şekerlemeleri bile verdi. Başka bir yerde bu kadar mesut olduğumu hatırlayamıyorum.

Page 28: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

28

Öğretmen- (Hafifçe sararmış) Sen de otur evladım. Siz anlatınız göz-lüklü efendi.

(Mahcup ve yorgun çehreli, kasîrülbasar sarışın bir çocuk ayağa kal-kar)

— Benim en güzel günüm ile en fena günüm bir arada geldi öğretme-nim. Babam, Anadolu’da askerdi. Yıllarca ondan para, mektup değil, hatta sağ haberini bile alamadık. Elimizdeki beş on para bitmiş bütün eşyamız satılmıştı. Vaktiyle iyi gün gördüğümüz için kimseye derdimizi söylemi-yorduk. Nihayet üç gün bir kuru ekmek parçasıyla yaşadık. Dördüncü gün açlıktan yüreğim ezilmiş, gözleri kararmış olduğu halde eve dönmüştüm. Annemi hasta buldum. Başına bir çatkı çatmıştı. Gözleri ağlamaktan şişmişti. “Babandan para geldi çocuğum. Sana yemek hazırladım,” dedi. Önüme sıcak bir çorba koydu. “Babam nasılmış?” diye sormaya cesaret edemiyor, aç bir kurt gibi çorbayı içiyordum. Bir aralık gözüm hücrede babamın kılıcına, saatine yüzüğüne ilişti. O vakit, annemin niçin ağladığı-nı anladım. Ben de ağlamak istiyordum. Fakat o kadar açtım ki… Arkamı anneme çevirdim, gözlerimi sıkarak yemeğimi yemeye devam ettim. Üç gün aç kaldıktan sonra sıcak bir yemek yediğim saate ömrümün en mesut zamanı diyecektim, ama çorbama gözyaşlarımın acılığı karıştı.

Öğretmen- Yetişir çocuğum… Oturunuz… (Bir başkasına) Siz de söy-leyin çocuğum.

Kibar kıyafetli bir çocuk- Benim en iyi günüm, annemin babamdan ayrıldığı gün oldu. Ama geçimsizlikten değil öğretmenim… O kadar iyi geçinirlerdi ki… Sadece beybabamı işinden çıkarmışlardı. O vakit zaten aylıklar da çıkmıyordu ya… Beybabam bir çare düşündü, anneme: “Seni bari terk edeyim de paşa babandan maaş bağlasınlar!” dedi.

Öğretmen- (Elleri cebinde, gözleri dalgın, sınıfın içinde boydan boya gezinerek) Kâfi… Bir sükût)

Öğrencilerden biri arsız arsız gülerek- Efendim bakın Vehbi E-fendi ne diyor? “Ben büyükannemin öldüğü geceyi yazacağım” di-

Page 29: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

29

yor…”Büyükannemin çekmecesinde kavurma vardı. Onları mideye indirdim. Sonra onun boş yatağında rahat yattım.!” diyor. Adam büyükan-nesinin öldüğüne sevinir mi?

Öğretmen- (Asabî bir hiddetle) İzin almadan söz söylemeyiniz. Eğer bir daha… (Teneffüs zilinin çınlaması öğretmenin sözünü keser.)

Öğrencilerden biri- Efendim, görev kaç sayfa olsun? Öğretmen- (Selâm vermeden dalgın dalgın kapıdan çıkarken) kaç say-

fa olursa olsun. *** (Birkaç dakika sonra müdür odasında) Müdür- (Öğretmenin uzattığı kâğıdı alarak) Nedir efendim? Öğretmen- İstifam. Müdür- (Şaşırmış) Ne söylüyorsunuz? Sebep?.. Öğretmen- Öğretmenliği bırakıyorum. Jandarmada bir hizmete talip

olacağım. Müdür- Ne söylüyorsunuz azizim? Buna sebep? Öğretmen- Biraz daha silah taşımaya, kan görmeye ihtiyacım var. Öğ-

retmenlik için lâzım gelen metaneti ve kalp katılığını belki bu sayede kazanırım.

Page 30: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

30

Necip Fazıl KISAKÜREK

d.1905-İstanbul

ÖĞRETMEN BEY

Bu köy, Anadolu'dan değil, cennetten bir köşe.. Baklava biçiminde taşların örgüleştirdiği muntazam kaldırımları ve ağaçları arasında kuş kafesine benzeyen şirin evleriyle eşi bulunmaz bir bucak... Eğer içinde Türkçe konuşulmasa, kendinizi, dünya ötesi bir kemal beldesinin örneklik köyünde farz edebilirsiniz.

Topu topu 57 hane ve 341 nüfus... Köy kadrosundan birinin not defte-rinde köyün nüfusuna ait şöyle bir döküm var:

15 yaşına kadar 91 15 — 30 arası 88 30 — 45 arası 79 45'den yukarı + 83 Toplam 341

Bu not defterinin sahibi, İmam-Hatip mezunu 29 yaşlarında bir genç-tir; ve bu köy, renk renk ve çizgi çizgi, eliyle işlediği bir halı gibi, topye-kûn onun eseridir. Köyde de ismi Öğretmen Bey...

Öğretmen Bey, 9 yıl önce bir çöplükten farksız olan bu köyün çocuğu ve 20 yaşında döndüğü köyüne kendisini vakfetmiş bir insan... Köyün ruh doktoru (İmamı ve öğretmeni) o, madde doktoru o, inzibat memuru o, iktisat nâzımı o, sandık emini o, tek kelimeyle her iş yönünden güdücüsü

Page 31: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

31

ve akıl hocası o... Dokuz yıl içinde bu köyü, vatan toprağında bütün benzerlerinden uzak, hattâ onlara taban tabana zıt, sessiz sedasız istiklâlini ilân etmiş apayrı bir vâhid haline getiren işte bu öğretmendir; ve 57 hane, 341 nüfustan ibaret köyün olanca madde ve ruh yapısı onun elinden çıkmadır.

İlk işi, ziraî ve sınaî temellerden hangisi üzerine oturulacağı kestirile-meyen bir vatanda, kasabaların yalancı iş sahalarına göç edici köylü akınını kendi küçük kadrosu içinde durdurmak olmuş, kendi küçük kadro-sunda toprakla köylüyü barıştırmıştır. Birkaç bin dönümü geçmeyen köy sahasında ekim yerleri, itina ile taranmış saçlar gibidir. Orada, meyve ağaçlarının yemyeşil ve kıpkırmızı kandillerle donatılmış neş'esi yanında akan sular ve zıplayan hayvanların şevkini görenler, sükût içinde işlerine dalmış insanlardaki huzur payını kestirebilirler. Bu insanlar arasında tek derbeder, kılıksız, ne yapacağını bilmez olanı yoktur. Her evin kadrosu bir bölük nizamiyle Öğretmen Bey’in emrinde ve herkese düşen iş, yine öğret-men Bey’in plânına göre herkesçe bilinmekte... Köyde kahvehane kaldı-rılmış ve tek bakkal ve aktar dükkânının vitrinlerinde hiçbir kötülük madde-si bırakılmamıştır. Hemen her evin kız çocuğu ile erkek çocuğundan kimle-rin kimlere ait olacağı, aşağı yukarı şimdiden belli... Genç kızlar arasında nişanlı ve sözlü olmayanı yok; ve bunlar öbür köy delikanlılarının gözünde birer hemşire... Adam öldüren değil, birbirine yumruk kaldıran, hattâ öfkelenen bile yok... Hâsılı, bu köyün maddî ve mânevi iş nizamındaki ahengi, en ince yapılı bir saatin çarklarında bile bulamazsınız! Ve bu saatin yapıcı ve kurucusu, tek başına Öğretmen Bey... O, ideal, ruh ve ahlâk ile maddeyi feth ve teshir etme gayesinin, daracık bir kadro içinde köy tipini kurmak dâvasındadır ve bu dâvada muvaffaktır.

* Odasına bir genç kız girdi: — Affedersiniz Öğretmen Bey, sizi rahatsız edeceğim! Öğretmen Bey, nazarlarında yılan şeklinde bir korku gölgesi, cevap verdi:

Page 32: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

32

— Buyurunuz! — Bana seçtiğiniz delikanlı ile evlenemeyeceğimi söylemeye geldim. — Neden? — Bir başkasını seviyorum da ondan! — Kim olduğunu söylemek ister misin? — Hayır! — Sevdiğin bu köyden mi, değil mi? Kız, bir vekar heykeli: — Hem bu köyden, hem değil! — O da ne demek? — Bu köyden ama, büyük şehirde piştikten sonra buraya dönen biri...

Onun da gözü bende.. Ama gidişi başka yolda... * Öğretmen Bey, köyün iman ve fikir merkezi camide köylülere hitap

ediyor: — Hemşehrilerim! Artık köyünüzden ayrılıyorum! Köyle arama nef-

sim girdi. Gayeme sadık olduğumu ispat etmek için nefsimi yenmek zorundayım. Çilemi büyük şehirde tamamlayacağım. Köyde tohumlaşan bu dâvanın ağacını büyük şehirde yetiştirmeye çalışacağım! Köy, yolunda devam etsin ve kimi kime ve hangi işe seçtimse onun üzerinde kalsın! Bundan böyle ayağım buraya uğrayamasa da tabutum gelecek ve bedenim kabristanınızda yer alacak... Ruhumsa sağlığımda ve ölümümde sizden hiç ayrılmayacak... Bana her ay halinize ait bir rapor göndereceksiniz!...

Bu sözlerinden hiçbir şey anlamayan ve Öğretmen Bey’e itaatten baş-ka bir şeye akıl erdiremeyen köylüler, onun ayrılışından bir ay sonra gönderdikleri raporda, mahsule, toprağa, havaya, insana ait kayıtlardan sonra şu değersiz haberi veriyorlardı:

— Köyün güzel kızı anlaşılmaz bir hastalıktan kabristanı boyladı. On-dan başka hepimiz sağ, salimiz ve ömrünüze duacıyız!

Sularda bir köpüğün belirip silinivermesi kadar basit bu vak'ayı, Öğ-retmen Bey’den başkası bilmeyecektir.

Page 33: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

33

Sait Faik ABASIYANIK d.1906-Adapazarı

ZEMBEREK Dedim: — Kaç dakika var? Birdenbire anlayamamış olmalı ki sordu: — Neye kaç dakika var? Yüzüne şaşkın şaşkın baktım: — Dersten çıkmaya canım! dedim. — Haa! dedi. Cebinden kocamanca bir gümüş saat çıkardı. Gözlerini tahtadan iste-

meye istemeye ayırarak, sakin, fakat korkak baktı: — On yedi dakika... Sınıfın içine sonbahar öğlesi dalga dalga birikiyor; sinekler, nebatat

hocasının etrafında ve büyük pencerelerin üzerinde mesut ve kayıtsız çiftleşiyorlar, hocanın bahsettiği nebatat tohumları, etrafımızı saran bol ve beyaz ışıkların içinde dönüp dolaşıyor sanki.

Bu esnada arka sıradan hızla dürtüldüm. Hiddetle dönünce: — Ne kadar var? Sorsana, dedi birisi. — Sen sorsana, ben şimdi sordum. Arkamdaki ses bana: — Hayvan, dedi. Sonra yanımdaki dalgın çocuğa: — Celil efendi kardeşim, dedi, kaç dakika var acaba?

Page 34: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

34

Arkadaşım, gene, neye kaç dakika var, diye sormak istediyse de gözle-rimden aldığı bir tedaiyle hatırlayarak: büyükçe saatini çıkarıp isteksiz:

— İki dakika var, dedi. Bu, her derste böylece devam etti: Sınıfın bir tek saatlisi olduğu için

onu, yeleğinin cebinden her derste birkaç defa çıkarıyor, kalın ve ağır sesiyle:

— On dakika... Beş dakika, yirmi dakika, tamam... diyordu. Dersler o zamanlar elli dakika sürerdi. Bir gün onun sabırsız ve mah-

cup "kırk beş dakika..." diye arkaya seslendiğini işittim. Bu garip ve yorucu vazifeyi, derslerini ve müzakerelerini yaptığı gibi

muntazaman başardı. Onun yalnız uzun teneffüslerde kendisi için saatine baktığını hatırlıyorum. Bazen da son mütalâada ince ve güzel kafası bulanıp, mahzun gözlerine uyku dolduğu zaman saate bakardı.

Ben ilk günden sonra kendisine saati "kaç dakika var..." diye sorma-dım, o bana, kendisi söylerdi.

Sınıfı geçme ümitlerimin birer birer kırıldığı, içime inkisar ve dert çöktüğü, hiç anlamadığım hendese derslerinde bile ona saati, ötekiler gibi, sormadım. Tembellerin bile bu derste kafaları işler ve saati soranlar azalırdı. Sınıfta hemen hemen yalnız ben, buharlaşan, ağdalaşan kafamla uyuklardım.

Gene bir hendese dersindeydik. Uzun zaman, dâvaları teşkil eden un-surlardan hangisinin hangisinden ve ne yüzden davacı olduğunu düşün-düm! Nihayet bulamayınca yavaşça arkadaşıma sokuldum.

Güneş yanığı yüzünde zekâ ve süratli bir şey vardı. Omuzumla, âdeta kazara gibi, kendisine dokundum. Döndü. Yüzüme tebessümle baktı. Göz-lerinde tahtadaki davanın zaviyelerinin birbirine müsavatı:

— İşte, dedi, şu müsellesin hariçteki zaviyesi, öteki müsellesin iki za-viyesine müsavi... Çünkü, dedi ve durakladı.

Page 35: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

35

Sonra beni hiç kırmayan ve mütalaalarda bana zorla hendese öğreten bu çocuk:

— Sana bunu sonra anlatırım; şimdi bakalım saate, dedi. Kalın ve uzun parmaklan yeleğinin cebinden saati garip bir alışkanlık-

la çıkardı. Mahzun gözleri, mahzun edici ve aynı zamanda güldürücü bir şevki tabiî ile saatin kadranı üzerine düştü. Oraya uzun müddet yapışıp kaldılar. Hâlâ davayı halletmeğe çalıştığı anlaşılıyordu.

Ben sabırsızlanıyordum. Hoca ona ve bana bakıyordu. İçleri mazlum renklerle dolu gözlerini benden yana birdenbire çevirdi:

— Kurmamışım galiba, dedi, saat işlemiyor. Kurmaya çalıştı. Fakat zemberek o kurdukça boşanıyordu. Mahzun mahzun;

— Zembereği kırılmış, dedi. Ben aldırış etmedim ve o gün ilk defa olarak bir hendese dersini hoca-

dan dinledim. Hoşuma gitti. Hendeseden sonraki ruhiyat dersiydi. Hoca bize heyecanları heyecan-

sız bir lisanla anlatıyordu. Ruhiyat hocamız ihtiyar bir adamdı. Sesi kendisinden daha çok ihtiyarlamış, bahsettiği heyecanlar ise onda çoktan sönmüş gitmişti. Ruhiyat dersi gibi hakikaten tatlı bir ders, bu monoton ve heyecansız sesten dinlenemezdi. Misalleri kötü, bulduğu ve yaptığı teşbih-lerin mevzu ile alâkası ya hiç yok, yahut pek uzaktandı.

Arkadaşıma saati soranlar çoğalmış, yakından ve uzaktan fısıltılar ge-liyordu. O, işitilir işitilmez bir sesle: "Zembereği kırıldı..." diyordu.

Tâ en arka sırada, derslerde nadiren gözüken bir neharî talebe yalnız başına otururdu. Belki bizimle aynı yaşta olan bu çocuk, insana şimdiden kocaman bir adam tesiri veriyordu. Cigara içişi, konuşuşu bir mahalle kahvesinin bize yabancı insanlarını hatırlatıyor; üzerinde sokak, bir kötü sokak hevesi esiyordu. Birdenbire gür, sevimsiz, heyecanını zaptedeme-miş bir sesle haykırdı. Sanki zavallı muallime bir heyecan numunesi gösteriyordu:

Page 36: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

36

— Yahu Celil! Kaç dakika var, Allah aşkına?... Arkadaşım kıpkırmızı olmuştu. İstikrah, hiddet ve teessür dolu bir

yüzle arkaya döndü. Hiç bir şey söylemeden dik dik baktı. Eminim ki, hoca bıraksa, bu karıncaya dokunmayan çocuk, o koca adamın oracıkta pestilini çıkaracaktı. Muallim daha fazla dayanamadı. Yüzü sapsarı, fakat nazik:

— Celil efendi, yavrum, lütfen saate bakar mısınız? Ben de bu sınıftan çıkıp gitmeme ne kadar kaldığını öğrenmek istiyorum, dedi.

Celil mahcup ayağa kalktı: — Efendim, dedi. Saatimin zembereği kırılmış. Arka taraftan bir

müddet ses çıkmadı. Sonra mühim bir şey bulmuş bir insan sesi: — Yuuu... Zembereği kırılmış... Vay zemberek Celil vay... Zemberek!

Zemberek! Arkadan ve önden birkaç kişi: — Zemberek! Zemberek!... diye bağrıştılar. Bu zemberek isminin dersten çıktıktan sonra bu kadar yayılacağını ne

ben, ne de arkadaşım tahmin edememiştik. Fakat Celil, daha derste bu isim telâffuz edilirken garip bir kablelvuku hisle ürpermişti.

Celil ismi birkaç gün içinde unutuluvermişti. Bense bu mahzun gözlü arkadaşımı ne zemberek, ne de Celil diye çağırabiliyordum.

Celil diyemiyordum; çünkü bütün sınıf zemberek diyordu. Gene aynı sebepten zemberek diye de çağıramıyordum.

Başkaları onu bu isimle çağırırken o hiç kızmış görünmeden başını e-ğiyor, birinci çağrılışta kasten bakmıyor, fakat ikinci ve üçüncü çağırılı-şında öfkesiz, fakat istikrahla dolu dönüyor, cevap vermiyordu.

* Son mütalaadaydık, o bir aralık yanımdan kalkmış, bir arkadaşına ders

anlatmaya gitmişti. Sıranın önünde bu mütalaanın başından beri yazıp çizdiği, nihayet temize çekilmiş, mektup duruyordu. Ayıp bir şey yaptığı-

Page 37: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

37

mı bile bile mektubu, sanki arkadaşım yerindeymiş gibi mektuba el sür-meden yan gözle okudum:

"Muhterem babacığım, Göndermiş olduğunuz 8 tarihli mektubu aldım. Ne kadar memnun ol-

dum, tahmin edemezsiniz. Burada havalar çok iyi gidiyordu. Fakat dün birdenbire gökyüzü bulutlarla kaplandı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Bu yağmurdan sonra "Nilüfer" ovası çok güzelleşirmiş. Pence-remden bütün ova gözüküyor. Sabahleyin bir deniz gibi üstünü sis kaplıyan bu manzara, bana her zaman Gemliği hatırlatıyor -arkadaşım Gemlikliydi- sizleri çok göreceğim geldi. Derslerime dediğiniz gibi mun-tazaman çalışmaktayım. Sonra babacığım, darılmazsanız size bir şey daha söyleyeceğim: Bana mektebe gelirken vermiş olduğunuz saat kırıldı. Hani içindeki demirden şey... Nasıl derler hani, o içindeki kıvır kıvır çelik şey... İşte o kırıldı. Bu hafta oraya giden olursa göndereceğim. Mektepte saat dolu babacığım. Saatin bana ne lüzumu var? Siz yaptırır, kullanırsınız. Annemin ve sizin ellerinizden öper, hayır dualarınızı beklerim, babacığım.

Oğlunuz: Celil

Page 38: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

38

Samet AĞAOĞLU d.1909-Bakü

ÖĞRETMEN GAFUR

Akşamdan beri odamı dolduran bu gürültüyü dinliyorum. Arada bir pencereden bakıyorum. Denizin olduğu tarafta beyaz gölgeler birbiri üstünden sıçrıyorlar, kayboluyorlar, yine gözüküyorlar! Bütün gürültü bunlardan mı geliyor? Bunlar benim aşina olduğum gölgeler! Hepsini birer birer tanıyorum. Neden penceremin altında feryatlarla, çığlıklarla koşuşuyorlar? Yapayalnız kalmak için kapandığım bu otel odasında beni nasıl buldular? Hayatımın şu veya bu gününde karşıma çıkmış olan insan-ların hepsi, bazısı dost, bazısı düşman, bir kısmı ölmüş, bir kısmı diri hepsi burada! Saf, küçük, acemi tahayyüllerimin çocuk yüzleri, kavuşa-madığım emellerin ihtiyarlamış, buruşmuş simaları, kinlerim, saadetlerim hepsi burada! Beni bırakmayacaksınız, anlıyorum, beni bırakmayacaksı-nız. Birazdan şafak ağaracağı sırada size geleceğim. Hepiniz beni kucak-layarak uzaklara, çok uzaklara götüreceksiniz!"

Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında, bir otel odasının dolabında bulduğum bir kâğıt parçasındaki bu satırları acaba kim yazmıştı? Otelci-den benden evvel bu odada kalanları sordum. Defterini getirdi. Birçok gelip geçenler arasında şu isim gözüme çarptı:

"Öğretmen Gafur" Bir ay önce gelmiş, yalnız bir gece kalmış!

Page 39: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

39

Otelci, iyi hatırlıyorum dedi, "perişan bir kıyafet; saç sakal birbirine karışmış; insanın yüzüne dik dik bakıyor. Yalnız yumuşak, sakin bir sesi vardı. Parasını akşamdan verdi; ertesi sabah kendisini görmedim."

Otelcinin tarif ettiği bizim Gafur’du, çok iyi bildiğim Gafur! Gece bulduğum kâğıdı ancak o yazmış olabilirdi. Gafur’u on beş sene evvel Ankara’da tanıdım. Bazısı memur, bir kıs-

mı lisede, orta mektepte öğretmen olan birkaç arkadaşla yaptığımız top-lantılara günün birinde o da karışmıştı. Zayıf, ortadan biraz uzun esmer bir insandı. İri siyah gözlerinde, zaman zaman parlayan heyecan ışıkları müstesna, hemen hemen devamlı bir melal okunuyordu.

O sene liseye edebiyat öğretmen yardımcısı olarak tayin edilmişti. Toplantılarımızda, edebiyat, felsefe, sanat, siyaset mevzularında hararetli münakaşalar yapıyorduk. Gafur bu konuşmalara pek az karışıyor, fakat söze başladığı zaman da, bilhassa insan ruhu üzerinde bize garip gelen fikirler ortaya atıyor, tahliller yapıyordu. Bu bahiste bilgisinin derinliği bizi şaşırtıyordu. Kendi kendine öğrendiği Rusça ve Fransızca sayesinde bilmediğimiz kitaplardan bize parçalar anlatıyor, Dostoyevski, Tolstoy gibi Rus romancılarından sahifeler okuyup tercüme ediyordu.

Gafur’un insan ruhunu tahlil ederken söylediği orijinal sözlerden biri-ni şimdi çok iyi hatırlıyorum:

"İnsan ruhu, herkesin kolaylıkla söylediği gibi karanlık bir kuyuya benzemez. Aksine olarak içi ışık dolu bir kuyudur. Sizi gözlerinizi kamaş-tırarak çeken bir ışık içinde iner, inersiniz! Işıklar durmadan renk değişti-rirler, her renk sizi biraz daha derine götürür. Böyle olmasaydı meselâ Stendhal'in, Tolstoy'un, Dostoyevski'nin kahramanlarındaki ruh haletleri-ni, bunların yaptıkları hareketlerin manalarını anlayabilir miydik? Böyle olmasaydı bir Raskolnikof, bir Karamazof, bir Anna Karenina, bir Goriot Baba bizim için bu kadar cazip olur muydu?"

Sonra Dostoyevski'nin Aptal'ından şu satırları Rusçasından ezbere o-kuyordu:

Page 40: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

40

"Acaba hakikaten bedbaht olunabilir mi? Bahtiyar olabilecek bir halde isem benim kederim nedir. Bir insanla konuşup ta onu severek bahtiyar olunamaz mı? Her adımda en dalgın adamın bile gözüne güzellikler çarpar. Bir çocuğa bakınız, gurubu seyrediniz, yerde biten bir nebata bakınız, hayran kalan, sizi seven gözlere bakınız!"

O senelerde ihtiyar babam Ankara’da, Keçiören bağlarındaki evimizi satmış, kitaplarının bir kısmını yerleşmeğe karar verdiği İstanbul’a daha sonra taşımak için evin yeni sahibine bırakmıştı.

Bir gün evimizin bu yeni sahibi bana, binayı tamir ettireceğim, gelip kitapları alsın diye haber gönderdi.

Kitapları almaya Gafur’la beraber gittik. Bulutlu bir sonbahar günü i-di. Çocukluğumu, ilk gençlik senelerimi içinde geçirdiğim bu bağlarla artık bütün maddî alâkamı kesmek üzereydim. Bu düşüncenin verdiği hüzün kitapların halini gördüğüm zaman büsbütün arttı. Babamın üzerine titrediği, her birinin tozlarını kendi eliyle temizlediği kitaplar karma karışık, bir samanlığın içine atılmıştı!

Bu harabenin karşısında durduk. Gafur kitaplara dalgın dalgın bakı-yordu. Bir aralık elimden tuttu. "Bu bir kaderdir, dedi, mel'un bir kader! Bu samanlık köşesine hoyratça atılmış olan hakikatte bu kitaplar değil, insanî fikir, his, san'at, düşüncedir, iyi ki baban bu manzarayı görmedi!"

Bu hadiseden birkaç ay sonra Gafur bana: "Bir roman yazıyorum dedi, cemiyetimizin bütün hastalıklarını bu romanda meydana koyacağım!"

Biraz tereddütle ilâve etti: "Ve kendi fikirlerimi!" Yüzüne baktım. Gözleri hiddet dolu ışıklar saçıyordu. "Evet, kendi fikirlerimi diye devam etti, kafamın içinde yıllardan beri

herkesten sakladığım düşünceler var. Bu düşünceler aynı zamanda bana, huzur ve sükûnumu yok eden hisler veriyor. Daha fenası etrafımda herke-

Page 41: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

41

sin fikirlerimi, hislerimi öğrenmek için gözlerini bana çevirdiklerini kulaklarını bana diktiklerini görüyorum. Herkes ağzımdan çıkacak tek bir kelimeyi kapmağa, bu kelimeden kafamdaki âleme yol açmağa çalışıyor!"

Gafur bu sözleri söyledikten sonra birden elimi yakaladı, yüzünü yü-züme yaklaştırarak fısıldar gibi bir sesle "senden rica ediyorum, bu romanı yazdığımı kimseye söyleme. Hele...'nın duymasını hiç istemiyorum." dedi.

İsmini söylediği, ara sıra toplantılarımıza gelen bir kadın öğretmendi. Evli idi, kocası da Gafur’un arkadaşlarındandı.

Acaba neden Gafur romanının bilhassa bu kadın tarafından bilinmesi-ni istemiyordu?

Gafur’un kadına karşı nasıl hisler duyduğunu bilmiyorum. Bu bir aşk mı idi? Yoksa yalnız bir aşk vehmi mi?

Bir kış günü Gafur çalıştığım vekâletteki büroya geldi. Sırtında palto-su, başında şapkası yoktu; yüzü sararmıştı; titriyordu.

Oturur oturmaz "Alçaklar, diye başladı, alçaklar, nihayet bana çoktan beri beklediğim hıyaneti yaptılar!"

"Ne oldu Gafur?" "İstifa ettim. Her şeyi göze aldım. Aç kalacağım; sefil olacağım; fakat

bunlarla beraber olmayacağım!" Tekrar sordum: "Neden istifa ettin? Sana ne yaptılar? Gafur gözlerini yüzüme dikti: "Ne yapacaklar? Fikirlerimi çalmağa kalkıştılar. O kadın vasıtasıyla!

Onu karşıma çıkardılar. O bir cadıdır! Dinle sana hepsini anlatacağım. Bir aydan beri, dikkat

ediyordum, mektepte bütün diğer öğretmenler, hatta talebeler yüzüme tuhaf tuhaf bakıyorlar, benimle konuşmaktan çekiniyorlar, rastladıkları zaman yollarını değiştiriyorlardı. Kendi kendime neden böyle yapıyorlar, diye düşündüm. Evet, kafamın içinde bu adamların hiçliğini ispat eden

Page 42: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

42

fikirler besliyordum. Bunlar birer hiçtir, birer et parçası! Bunu ispat edecek bütün delillerimi hazırladım. Bunları birbiri arkasından çıkacak kitaplarımda, romanlarımda birer birer anlatacağım. Bu kuklaların, insana benzeyen kuklaların mahiyetlerini meydana çıkaracağım.

Fakat işte o kadın bir ay evvel bana geldi. Gafur bey dedi, sizinle gö-rüşmek istiyorum! Buyurun dedim, ne istiyorsanız görüşelim! (Gafur burada kadının sesinin ve yüzünün taklidini yaptı). Siz birkaç lisan bili-yorsunuz. Bana yardım eder misiniz? Beğendiğiniz kitaplardan, sizin fikirlerinize uygun kitaplardan numuneler almak istiyorum. Sonra soraca-ğım bazı meseleler üzerine düşüncelerinizi söyler misiniz? Toplantıları-nızda birkaç defa bulundum. Dikkate şayan gördüğüm fikirleriniz var!

Kadının benden neyi koparmağa çalıştığını hissettim. Ancak bunu an-ladığımı belli etmedim. Peki dedim, ne zaman isterseniz konuşalım.

Kendi kendime karar verdim. Ona düşüncelerimin tam aksini söyleye-cektim. Öyle de yaptım. Evinde, kocasının yanında buluştuğumuz günler ona inandığım fikirlerin tam zıddını anlattım. Meselâ, bence insan cemiye-tin âletinden başka bir şey değildir. O yalnız bir makinedir. Kendisine verilen vazifeyi yapar işte o kadar dedim. Siz evvelce böyle düşünmüyor-dunuz diye itiraz etti, insan ruhunu içi aydınlık dolu bir kuyuya benzetmiş-tiniz! Cevap verdim: Bu benim hakikî fikrim değildi, yalan söylemiştim.

Bir başka gün daha ileriye gittim, kadınların insanla hayvan arasında bir mahlûk olduğunu iddia ettim. Bu sözüme şiddetle isyan etti. Ne kızı-yorsunuz dedim, işte bu kızmanız dahi fikrimin doğruluğunu gösterir!

Nihayet son görüşmemizde kadınların fikir ve düşünce meselelerine karışmaması lâzım geldiğini, onların birer çocuk yapma vasıtasından ibaret olduklarını haykırarak söyledim. Sonra, bir vazifeleri daha var diye ilâve ettim, şeytanın fenalık yapmak için yeryüzündeki yardımcıları kadınlardır. İşte siz benim fikirlerimi çalmak, bana bu suretle fenalık yapmak istiyorsunuz. Maksadınızı çok iyi anladım!

Page 43: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

43

Kadın da, kocası da bu sözlerimi duyunca ayağa kalktılar, hayretle a-çılmış gözleriyle yüzüme bakarak "Ne oluyorsunuz?" diye sordular. Kapıya doğru yürüdüm, dışarı çıkarken bağırdım: "Ahmaklar! Asıl fikirle-rimi öğrendiğiniz zaman yerin dibine geçeceksiniz!"

Gafur burada durdu. Bir eliyle alnını oğuşturmağa başladı. Sonra çok yorgun bir sesle, "Başım ağrıyor, durmadan ağrıyor.” diye mırıldandı. “Bunun ne müziç bir ağrı olduğunu bilmezsin. Sanki birisi parmaklarıyla başımın içini karıştırmakta, arada bir beynimin üzerinde bazı noktalara parmağı ile basmaktadır!”

İkimiz de bir zaman sustuk. Konuşmağa yine o başladı: "Kadının evinden çıktıktan sonra düşündüm; bana düşman olduklarını

göstermiş bulunan, fikirlerimi çalmağa kalkışan bu insanlardan uzaklaş-malıyım. Aralarında bulunmak benim için en ağır bir haysiyetsizlik olur!

Bu düşünce ile istifaya karar verdim. Dün de istifamı vekâlete yolla-dım!"

"Peki Gafur, simdi ne yapacaksın? Paran var mı?" Gafur bana çok garip gelen bir şekilde güldü: "Param yok. Paltomla şapkamı sattım; birkaç hafta geçinirim. Ötesine

Allah kerim!" Bir iki gün sonra sokakta o öğretmen kadına rastladım. Gafur’un ne-

den istifa ettiğini sordum. "Vallahi dedi, galiba Gafur’da asabî bir hastalık başlıyor. Kendisini kocam da, ben de büyük bir sevgi ile evimize kabul ettik. Onun yalnız geçen hayatına bu suretle bir canlılık vermeği düşün-müştük. Hoşumuza giden fikirleri vardı. Fakat Gafur hatta zaman zaman saçmaya benzeyen sözler söyledi, asabileşti, kendisinin fikirlerini çalmak-la bizi itham etti. Tekrar ediyorum, galiba hastalanıyor!"

Gafur’u aylarca görmedim. Sorduğum kimseler kendisinden hiç bir haber vermediler. Hemen her unutulmak üzere olduğu bir sırada bir sabah birden bire karşı karşıya geldik. Eskisinden birkaç defa daha zayıflamıştı.

Page 44: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

44

Kravatsız gömleğinin açık yakasından göğsü görünüyordu. Üstü başı perişandı. Ayaklarında terlikler vardı. Sapsarı yüzünde ateş gibi parlayan gözleriyle yüzüme baktı. Sonra emreder gibi sert bir sesle: “Gel dedi, bana bir kahvaltı ısmarla!”

Bir pastaneye girdik. Yumurtasından çeşitli pastalarına kadar ısmarla-dığı kahvaltıyı konuşmadan büyük bir iştahla yemeğe koyuldu. Sanki haftalarda beri aç kalmıştı. Lokmaları hemen hemen çiğnemedi. Yutuyor, uzamış bıyık ve sakalına takılan parçaları yalıyordu.

Son yudum sütünü de içtikten sonra birdenbire konuşmağa başladı: "Şimdiye kadar nerede olduğumu sormadın. Beni hastaneye götürdü-

ler. Daha doğrusu tımarhaneye. Sözde deli olmuşum! Sefiller! Onları mahvedecek fikirlerimi neşretmeyeyim diye bunu bana yaptılar. Hâlbuki hiç bir şeyim yok. Görüyorsun arslan gibiyim. Bunun acısını elbette onlardan alacağım!"

"Seni ne zaman hastaneye götürdüler? Hiç haberim berim yok." Dişlerini gıcırdatarak cevap verdi: "Herkesten gizli olarak kaldırdılar. Seninle o son konuşmamızdan bir-

kaç hafta sonra, sana söylemeğe vakit bulamamıştım, fikirlerimi çalmak isteyenlere, o kadına karşı mahkemeye başvurdum. "Bu fikir hırsızlarını mahkûm ediniz." dedim. İstidamı kabul etmek istemediler. "Siz de onlarla berabersiniz! Siz Allah’ın adaletini değil, şeytanın mel'ânetini temsil ediyorsunuz" diye bağırdım. Beni yakalamak istediler. Birkaç kişiyi yumruklayarak adliyeden çıktım, eve geldim. O gece beni alıp götürdü-ler!"

Gafur bunları anlatırken sesi gittikçe yükseliyor, etrafımızdaki masa-larda oturanlar bize bakıyorlardı. Teskin etmeğe çalışarak “Üzülme her şey düzelir, kalk gidelim.” dedim.

Page 45: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

45

"Hayır, hayır, ben burada kalacağım. Sen git. Dur sana bir şey soraca-ğım. Bana harfleri Türkçe olmayan, hangi dilde olursa olsun, tek Türkçe olmasın, bir daktilo bulabilir misin?"

"Ne yapacaksın? "Yazılarımı onunla yazacağım. Türkçe yazarsam çalacaklar diye kor-

kuyorum!" Gafur’u o günden sonra her defasında biraz daha perişan biraz daha

sefil gördüm. Saçları omuzlarına kadar uzadı. Sakal ve bıyıkları bütün yüzünü sardı. O zaman başı muhip bir manzara aldı. Bir arslan başına benziyordu. Sokaklarda terliklerini sürükleyerek avare avare dolaşıyor, kendisine para vermek isteyenlere dikkatle bakarak uzaklaşıp gidiyordu. Ahçılar ona parasız yemek yediriyorlar, kahveciler çay ve kahve ısmarlı-yorlardı.

Karşılaştığımız zamanlar beni bir köşeye çekiyor, uzun uzun konuş-mak istiyordu. Fakat artık fikirlerinden, onları çalmak istediklerinden hiç bahsetmiyordu. Bir gün: "Gafur, yazıyor musun?" diye sordum. Sakalını okşayarak tatlı bir sesle "Hepsini yazdım, hepsini. Şimdi rahatım. Bak herkes bana nasıl saygı gösteriyor" dedi.

Bir sonbahar akşamı yine karşılaştık. Elimden tutarak: "Seni arıyor-dum; konuşacaklarım var, gel biraz kırlara doğru açılalım" dedi. Yürüdük. Şehrin sayfiyelerine giden asfalttan ayrılarak küçük bir derenin kenarında oturduk.

"Su ne sakin akıyor, diye başladı, şimdi ben de onun kadar sükûnet i-çindeyim. Hasta olduğumu biliyorum. Elini alnına götürerek - şuradaki ağrı hiç geçmedi. Bu ağrı aklımdaki fikirleri durmadan yedi bitirdi. Bazen kendimi toplamağa çalışıyorum. O zaman ağrı korkunç bir hal alıyor. Dindirmenin tek çaresini hiç düşünmemekte buldum. Beynimin içinde bir harabe var. Bu harabenin her taşı ayrı bir hatırayı, geçmişte yaşadığım günlerde tattığım ayrı bir zevki canlandırıyor. Beynimdeki harabenin içinde dolaşmaktan sonsuz bir haz duyuyorum. Bazen o harabede kendimi,

Page 46: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

46

Öğretmen Gafur’u buluyorum. Bana, sen neden böyle oldun diye soruyor, neden böyle oldun? Ona, kardeşim diyorum. Böyle olmak mukaddermiş. Hem ne oldum ki! Sen hâlâ beyhude fikirlerin esirisin. Bense bütün fikirlerin sultanı oldum!"

Gafur batmak üzere olan güneşe bakarak devam etti: "Birazdan karanlık çökecek. Bu sizlerin uykuya dalmanız için bir işa-

rettir. Benim için ise ruhumun bütün ışıklarının yanacağı an geldi. Artık hepsi benim olan Çin’den Türkistan’a, Türkistan’dan Efgan’a kadar olan ülkelerde dolaşabilirim!"

Kalkmak istedim. Kolumdan tutarak "yanımda kal" dedi. "işittim ki sen bir kitap yazmışsın. Orada hayatla ölümü karşılaştırarak konuşturu-yormuşsun. Bu kitaptan bana ver. Onu çok uzaklara giderek, hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde okuyacağım. Ölümü anlamak için ölü sükûnetine ihtiyaç vardır."

"Ben böyle bir kitap yazmadım, Gafur". "Yazdın, iyi biliyorum. Bütün kütüphanelerde satılıyor. Yoksa fikirle-

rini çalacağımdan mı korkuyorsun?" Bu Gafur’la son konuşmam oldu.

Page 47: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

47

Tarık BUĞRA d.1918-Akşehir

“GÜN AKŞAMLIDIR”

Evliya Çelebi Seyahatnamesi kurşun gibi ağırlaşmış; bırak beni der gibi. «Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk bugün ölürüz.» diyen gene

Murad Hasekidir, ama artık sayfaların üzerinde sâdece kelimeler var; arka plân bomboş. Hoca ısrarın işe yaramayacağını iyi bilir, fakat bir daha deniyor:

«Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk bugün ölürüz.» Gün'e teselli olan büyü nerede? Bir kez yola çıkıldı mı, artık ölüm

karşısında bile benliğinden zerre bırakmayan, bütün sonuçları, sonuçların her çeşidini gönül dengesi bozulmadan karşılayan, dün'ünü inkârdan tiksinen yiğit nerede? Yenilmiş, fakat hâlâ başı dik, hâlâ güleç, fakat hâlâ dimdik ve güleç, hâlâ efendi adam nerede? O dimdik ve güleç baş ki, az sonra pala ile uçacağını bilir de, aman dileyecek yerde: «Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz» der, dâvasını bırakmaz.

Ama artık ne o değerler, ne de o ruh. Şimdi artık arka plân bomboş, şimdi artık her şey kelimelerden, üreyişlerini, beslenişlerini bilmediğimiz böcekleri andıran kelimelerden ibaret. Evliya Çelebi'ye insan her zaman lâyık değildir: «Hoca» pekâlâ der gibi gülümsüyor ve kitabı masaya bırakıyor.

Gönül genişleten bir eylül ikindisiydi. Bin iki yüz metre yüksekliğin insanda iyiliğe, sükûna ve dostluğa.. hattâ..cesursanız aşka karşı daya-

Page 48: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

48

nılmaz bir özleyiş uyandıran serin rüzgârı esmeye başlamıştı. «Hoca» okulun doğuya bakan bu odasına bayılırdı: Öndeki ağaçsız bayır birkaç yüz adım ötedeki yola kadar uzardı. Yolun karşı yakası göz alabildiğine tarlaydı; eylül başlangıcının bu altın dalgalı denizi bu saatlerde, bu serin rüzgârla, gelecek kış aylarına güven dolu ninnisini söylerdi.

Bu saatler her şeyin güzelleştiği, sevginin, dostluğun, hattâ aşkın mümkündür, mümkündür ve olmalıdır sanıldığı, geçen gelecek günlerin çırılçıplak tekziplerine rağmen mümkündür ve olmalıdır sanıldığı saatler-di.

Fakat artık işte Evliya Çelebi bile bu güzel saatlerle bağdaşamaz ol-muştu. «Hoca» biraz önceki gülümseyişi için şimdi özür dilemek istiyor-du.

O kadar istediği halde, göz göze gelmek korkusundan, Nesrin'e baka-madı ve; «İnsan gün akşamlıdır demesini bilmeli» diye düşündü. Nerede ise kendini kapkara bir üzüntüye kaptırıp gidecekti. Kelime dudaklarından kaçıverdi.

— «Yenildik.» — «Efendim?» Nesrin örgüsünü dizlerine indirmişti. Soru açık elâ gözlerinde, ona

bakıyordu. «Hoca» sarışın aydınlıklarının bütün gürlüğü ile pencereyi dolduran tarlaları gösterdi:

— «Ne güzel.» Bu sözü Nesrin'e geçen iki yılın eylüllerinde de, nisan veya şubatla-

rında da, böyle sarışın ikindilerde veya ovanın kül rengi bir duman ardında ve karların lapa lapa yağışı ile sonsuzlaştığı sabahlarda da söylemiş, belki yüzlerce defa söylemişti. Ama çok eskidendi; çünkü o zamanlar, bu sözün her söylenişinde görünüş yenileşir, an yenileşir, Doğanbeyli bucağı yeni-leşir, hayat, duygular yenileşirdi. Onlar çok eskidendi, bir ömür öncesi-

Page 49: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

49

nindi ve Nesrin, şimdi, bu söz ile, şu dar, şu değişmez görünüşe zincirleni-şini düşünebilir, sinirlenebilirdi: Büyü bozulmuştu bir kere.

«Hoca» böyle sanıyordu. Otuz yedinci yaşın metelik etmeyen üzgünlüğünü silkip atmak için de-

li bir hırs duyuyor, fakat hangi çareye başvurursa vursun bayağılaşacağın-dan korkuyordu: Kaderi, güzel bir şeylerin umulabileceği o günlerde değil, işte şimdi Nesrin'e bağlıydı.

Nesrin ise bu tatil günlerinin öğle sonlarında okula -şüphesiz gene «hoca» orada olduğu için- gene hep o aydınlık yüzüyle geliyor, fakat artık işte bu saatlerde, ötekinin bayırın altından, mindere çıkan bir başpehlivan gibi görüneceği sıralarda kapanıyor veya hırçın, hattâ alaycı bir hâl alıyor-du. Neden?

«Hoca» hayır, geçen günleri düşünmek, hesap defterlerini didiklemek istemiyordu. «Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz» diyebilmeliydi.

İnadına hantal bir yürüyüşle iskemlesine döndü ve zoraki bir esneyişle Evliya Çelebi'yi aldı. Sayfanın üstünde artık kelimeler de yoktu, sayfanın üstünde artık öteki vardı:

Öteki, her zaman olduğu gibi, sayfanın üstünde de ya kahkaha ile gü-lüyor, ya da kaşlarını gazapla çatıyordu; böööh der gibi. Ölçü ve gülümse-yiş nerede? Halbuki bu ona ne kadar yakışacaktı, yakışacak ve o zaman zafer onun kaderi, belki de mizacının bir ikinci adı olacaktı. Fakat o, işte sayfanın üstünde de ya kızıyor, ya da öfkeden de savaşçı kahkahalar atıyordu. Yazık. Sonra, kuvvet gösterilerine ne kadar da düşkündü öyle. «Hoca» beyhude gençlik diye düşündü ve aynı anda aczin küçültücü avun-tusuna kapılıvermiş gibi ürperdi.

Ama kendine karşı da haksızlaşmamalıydı: Mesele yalnız bu çatık kaşlı ve hırslı soluyuşlar, yalnız bu soluyuşlardan da öfkeli kahkahalardan, bu vahşi kuvvet gösterilerinden ibaret değildi ki... Onu Eğitim Enstitüsün-den bütün uzlaşmalara yabancı, yardım gücünden yoksun olarak, kafasına

Page 50: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

50

sekiz on savaş cümlesi çakılmış, yirmi iki yaşıyla salıvermişlerdi bucağa. Doğanbeyli'nin altı yıllık başöğretmeni Süleyman'a, yâni kendisine; sen çekil «hoca» demişler. Türkiye'nin özleyegeldiğini işte bu yapacak demiş-lerdi. Ne ile? Sekiz on cümle ile.

«Hoca»nın içi sızlardı bunu her düşünüşünde: Muhtara düşman, i-mama düşman, muhtarla imamı sevenlere, hattâ sadece beş vaktini kaçırmayanlara düşman ve öğretmen okullarından gelenlere düşman, sonra da Türkiye'nin özleye geldiklerini gerçekleştirmek! Bu iddia, bu tutumla olsa olsa bir işgal devletine yaraşırdı. «Hoca» böyle sanıyordu. «Hoca» sevginin, uzlaşmanın, uyarma çabasının olmadığı yerde her iddiayı böyle sanmadan yapamazdı. Ve ötekini, sevme, uzlaşma, uyarma gücünden yoksun olarak, sekiz on savaş cümlesi ile salıvermişlerdi kafesinden işte. O da ilk savaşı, gelir gelmez, daha ilk karşılaşmalarında «Hoca» ya karşı vermişti. Nesrin'e daha sonra. Çünkü Nesrin güzeldi, çok güzeldi ve neden «Hocam»dan yana olduğunun anlaşılması öteki için çok güçtü.

Nesrin, «Hoca»nın anlamını anlamamak için dişlerini kenetlediği bir sesle:

— «Geliyor» dedi. Nesrin «Hoca»ya, muhakkak ki, geçen iki yılımızı ne yaptın? demek

isterdi; öde demek isterdi. Ve bu, aylardan beri öyleydi. Yâni geçen iki yıldan işte yalnız bu kalmıştı.

Öteki, güneşten bronzlaşmış yüzüne pırıltıları düşen inci gibi dişler, kumral saçlar ve geniş omuzlarla pencerenin önünde ufkun maviliğini belirtti. Kocaman bir taşı başının bir karış üstünde tutuyordu. Demirci körüğünden gelirmiş gibi bir nefes boşalttıktan sonra taşı yere attı:

— «Her gün bir taş at, bahçen kurtulur.» «Hoca» bu sekizinci cümle diye düşündü. Öteki bir kaplan yumuşak-

lığı ile pencereyi açmış, içerde yaylanıyordu: . — «Günaydın, dedi; hâlâ Cevdet Paşa Tarihi mi hocam?»

Page 51: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

51

«Hoca» ona şöyle bir baktı: Başöğretmen gülüyordu; fakat bu gülüş de her zaman olduğu gibi, önceden verilmiş bir didişme kararını maskelemek içindi ve işini, her zaman olduğu gibi, iyi beceremiyordu. Hoca elinden geldiği kadar yumuşak bir sesle cevap verdi:

— «Hayır, Evliya Çelebi Seyahatnamesi.» Yirmi ikinci yaş bütün umursamazlığı ile gülüşünü tazeledi:

— «Yani gene tarih, öyle mi hocam?» «Hoca» hoş gör işte be çocuk der gibi gülümsedi. Ama yirmi ikinci yaş -otoriteyi keyfinde arayan öfke- tanzim atışına başlamıştı:

— «Dinden sonra iki numaralı afyon: Tarih.» «Hoca» bir yandan, bu birinci cümle diye düşünürken, öte yandan da her zamanki gibi, tatlı bir gülümseyişle:

— «Yok canım?» dedi. Başöğretmen: — «Bu milleti din ve tarihin uyuşturucu...» diye başlamıştı. «Hoca» alnını kırıştırarak; bırak bu milleti der gibi baktı. — «Haksız mıyım hocam?» Bir yay gibi gerilmişti, kısık gözleri cevap için ısrar ediyordu. Beride

Nesrin’in, kendinden haşin bir karşılık beklediğini bile bile, deminki gibi inadına hantal, hattâ miskin bir yürüyüşle kapıya doğru giderken:

— «Dünyanın bütün hakları senin olsun» dedi. Başöğretmen ardından, nereye? diye gürledi ve «hoca» o zaman yum-

ruğunu önleyemedi: — «İkindiyi kılmaya.» Ve her zamanki gibi aynı anda duyduğu pişmanlıkla, bir uzlaşma u-

muduyla nüktenin adiliğine razı oldu: — «Nerede ise iş inada binecek ve ben tam bir softa olacağım.» Fakat «hoca» odadan eli boş çıktı; Başöğretmen ya ezmeli, ya ezilmeli idi. Nesrin'e gelince, o, keşke gitse, keşke ikindiyi kılmaya gitse diye dü-

şünüyordu. Başöğretmen hızını alamamıştı, bir nutuk çekmeliydi o. Önce koskoca dosya dolabını bulunduğu köşenin öte ucuna taşıdıktan sonra:

— «Üçümüz el ele verip taassuba ve gericiliğe karşı savaşacak yerde, o, görüyorsunuz işte öğretmenim bize...»

Page 52: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

52

Nesrin cümleyi, beklemediği bir soğuklukla kesti: — «Gayet iyi görüyorum başefendi. Hem bir daha biz demeyin lüt-

fen» dedi. Okulu hemen bırakıp gitmek istemiyordu; yol ortasında ağlamaktan

korkar gibiydi. Göz pınarları daha şimdiden dolu doluydu. Yandaki sınıfa girerek ilk sıraya kapandı: Hayır, hayır; artık okula

gelmeyecekti. Dersler başlayınca da evden sınıfa, sınıftan eve, işte o ka-dar. Fakat eylül beş, eylül on beş, sonra ekim, sonra dinmeyecekmiş gibi yağan yağmurlar, yağmurlar. Ve biri kırk kilometre doğuda, öteki aynı uzaklıkla kuzeydeki iki ilçeyle eş kenarlı bir üçgen kuran yollar bu yağ-murlarla nadas tarlalarından farksızlaşacak, Doğanbeyli bucağı dünyadan kopmuş bir nokta gibi kalacaktı. Dünya sağnakların ardında, çamurun, tipinin ve ayazın ardında, Memurîn Kanunu'nun ardında kaybolup gide-cekti. Deliçay bütün kış boyunca bahçe duvarlarına kadar yükselir, boz bulanık, uğultulu, devrile devrile akar, dallar, kütükler sürükler getirir, vadinin vahşiliği bütün bütün artardı. Ufku büsbütün daraltan tepeler, toprak damlı evlerin üzerine iki yandan abanıverecekmiş gibidir. Bütün kış her şey, kül rengi bir gökyüzünün altında, her şey, toprak damlar, kerpiç duvarlar ve ebedî melankolileri ile çırılçıplak kavaklar birbirlerini eritmek, yok etmek içindir. Bu yokluğun içinde Nesrin, bu on dokuz yaşı ile ne yapsın? Ne yapabilir?

Yirmi yaşını bulmamış bu başöğretmen gelip de onun yerine geçince, Nesrin, Süleyman'ın, hiç olmazsa bir parça sinirlenmesini, üzülmesini, hattâ kıskanmasını ne kadar istemişti. Bu olsaydı herşey ne kadar tatlı olacaktı? Fakat «hoca», bir ikinciyi asla aratmayan o soğuk faziletlerinin arkasında her zamanki gibi sakindi; ne biraz fazla, ne daha az. Nesrin'e yakınlığı da her zamanki gibi idi. Her zamanki gibi ve dışardan gelecek yardımcı kuvvetleri iterek. Beriki budala ona «haksız mıyım?» diye so-ruyordu. Budala, budala işte: Haklı olan daima Süleyman idi; çünkü

Page 53: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

53

kendini bulan, kendini kurtaran, kendini sevgide, hoşgörürlükte ve anla-yışta bulan, kurtaran Süleyman idi:

Başöğretmenin istekleri, iddiaları vardı; fakat ne yapmak istediklerini, ne de iddialarını biliyordu. Süleyman'ın dediği gibi, onu, dudaklarına sekiz on cümle iliştirdikten sonra köyün binbir kördüğümü içine salıvermişlerdi. Başöğretmen birçok şeye savaş ilân etmişti, ama düşmanlarının yalnız adını biliyor, bu yüzden de kendi kuvvetlerinin çoğunu, hattâ en değerlile-rini karşıdan sanıyordu; sonunda, kurtaracağım dediği düşmanının ta kendisi olup çıkmıştı. Süleyman’ın dediği gibi «doldurma tüfek.» Süley-man, Süleyman, Süleyman.. Nesrin işte daima Süleyman demişti. Ama Süleyman nerede, nerelerde idi?

Dışarıda bir kapı açıldı. Bu hatır incitmemek ister gibi basan adımlar başöğretmenin olamazdı. Nesrin, gözleri ıslak, fakat anlamını artık bulmuş bir enerji ile dışarı fırladı. Süleyman'ın gölgesi esmer bir aydınlık içinde ona doğru yaklaştı. Öylece, göz göze saniyelerce durdular: İkisi de isim takamadıkları bir kuvvete kaderlerini devralması için dua eder gibiydiler. Sonra Nesrin onun elini tuttu ve:

— «Nereye? diye sordu. Süleyman: — «İçeri; Evliya Çelebi'yi kurtarmaya» dedi. Nesrin yalvaran bir

sesle: — «Bırak, nükteyi bırak. Sen nükteye katlanacak adam mısın? İnme

nükteye, diyeceğini düpedüz söyle. Asıl o zaman kurtarıcı olursun. Hadi gidelim» dedi.

— «Peki gidelim. Fakat alayım Çelebi’mi» Nesrin gülümsedi: — «Kalsa ne çıkar? Cevdet Paşa evde değil mi?» «Hocam» da gülümsedi. Çıktılar. Şimdi Nesrin'in eli Süleyman'ın e-

linde idi ve bunu Doğanbeyliler pek güzel buldular. Nesrin'e gelince, Nesrin; mutluluğa ancak bir noktadan ulaşılabileceğini daima biliyordum demek isterdi: Gün daima ve herkes için akşamlıdır, dün doğan bir gün ölür. Ama ölüme giden yollar ve gidişler hep aynı değildir, ölümün ötesi herkes için aynı değildir ki...

Page 54: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

54

Hasan Lâtif SARIYÜCE

d.1929- Sungurlu

ÇOCUK ve EKMEK

Öğretmenlik ettiğim köy, daracık bir derenin ağzında kurulmuştu. De-re içinden yaz kış dupduru ince bir su akardı. Köyün bayırlara doğru tırmanan düz toprak damlı evlerinin arasında küçük küçük bahçeler vardı.

Mart sonlarında esen ılık batı yeli, ilk önce bu bahçelere ilkbaharı ge-tirirdi. Çelimsiz ağaçlarda tomurcuklar patlar, uzun kavaklar ışıltılı gümüş yapraklarla donanırdı. Ben en çok kavak ağaçlarının salınışlarını sever-dim. Hışır hışır diye sesler çıkarırlardı durmadan.

Öğrencilerim otuz kırk kadardı. Her sabah yırtık pırtık giysiler içinde gelirlerdi okula. Tek öğretmendim. Okulun kuş yuvası gibi küçük bir odasında kalıyordum. Burası aynı zamanda müdür odasıydı da. Ben de hem müdür hem de öğretmendim. Hadememiz falan yoktu. Ortalığı çocuklarla ortaklaşa temizlerdik.

Birinci sınıfta on, on beş kadar öğrenci vardı. Onlara sokulmak, yakın olmak beni mutlu eden uğraşılarımdan biriydi. Çoğu zaman el ele oyunlar oynar, kendilerinden öğrendiğim şarkıları birlikte söylerdik. Bu şarkılar-dan bir tanesi vardı ki, söylerken el çırpa çırpa ve yerimizde döne döne oynardık.

Bu güzel şarkının şimdi yalnız iki dizesi kalmış aklımda:

Page 55: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

55

Tepeler tepeler yüksek tepeler, Orda yağmur yağar burda sepeler.

Bu iki dizeyi de unutmayışım, "Tepeler... Tepeler..." şarkısını döne döne ve el çırpa çırpa söylerken çocuklardan birinin birden yere düşmesi olmuştur. Koşup kucakladım. Baygındı, odama taşıdım. Sedirin üzerine uzattım. Sınıfta hiç konuşmayan kara kuru bir çocuktu. Adı Hüseyin'di. Kışın en soğuk günlerinde bile yamalı siyah bir fanila ile gelirdi okula. Hep tir titrerdi. Ayakları çıplak, hep çıplaktı.

Şakaklarına kolonya sürdüm. Öbür çocuklarla başında bir süre bekle-dik. Yavaş yavaş gözlerini açtı. Anlamsız anlamsız bizlere baktı. Onu sedirde yatar bıraktım. Çocuklarla dershaneye geçtik. Ders bitişi odama döndüğümde Hüseyin'i masa üstünde duran yarım köy somununu iki eliyle kavramış, yerken buldum.

Beni görünce başı önüne düştü. Ağzındaki lokmayı zorlukla yuttu. Somunu yavaşça sedirin üstüne bıraktı.

Ekmeği dilim dilim kestim. Üstlerine reçel sürdüm. "Haydi," dedim, "birlikte yiyeceğiz bunları." Gözü hep yerde, uzattığım dilimleri aldı, güçsüz güçsüz yemeye koyuldu. Arka arkaya üç dilim yedi.

"Karnın aç mı geldin okula Hüseyin?" diye sordum. "He," diye karşılık verdi. "Neden? Anne sabahleyin önüne yemek çıkarmadı mı?" "Anam, sabahleyin ekmek aramaya gitti, bulamadı." "Ekmeğiniz bitti mi?" "He, bitti... Unumuz da bitti." "Peki şimdiye kadar nereden un–ekmek alıyordunuz?" "Komşulardan," dedi. Sonra küçücük kara gözleri ümitsizlik içinde

yumulup gitti. "Ama artık kimse ekmek vermiyor. Un da vermiyor."

Page 56: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

56

Donup kalmıştım. Göğsümde bir şeyler düğümlenivermişti. O bunu hissetmedi.

"Anam," dedi, "yarın ninemin köyüne gidecek. Oradan un getirecek. Ninemin köyünde un çoktur."

"Elbette," dedim, "insanın ninesinin köyünde un çok olur." Sonra sordum: "Ninenin köyü neresi Hüseyin?" "Kabapelit," diye karşılık verdi. "Kabapelit... Kabapelit..." hatırladım. Bir iki saat uzaklıkta bir dağ kö-

yüydü. Bütün dağ köyleri gibi una ve ekmeğe özlem çeken yoksul bir köycük. Hüseyin'in annesi bu köye, un bulacağı için değil, umudunu yitirmemek için gidecekti herhalde. Her zorda kalan insanın annesine babasına koşması gibi. Kadıncağız da Kabapelit'te yaşlı annesine, babası-na varıp dert yanacak, ağlayıp sızlayacaktı.

"Baban yok mu Hüseyin?" dedim. "Var," dedi. "Peki, ne iş yapıyor?" "Hapiste..." Okul paydos olunca Hüseyin'in elinden tuttum. Evlerine gittik. Köyün

üst tarafında, en kıyıda, tek odalı toprak damlı bir kulübenin kapısı önünde durduk. Hüseyin kapıyı çalmadan itip içeri girdi. Beni de eliyle içeri çekti. İlk gördüğüm şey dipte, yanan kocaman ağızlı bir ocak oldu. Yanan çalı çırpılar ölgün ışıklar saçıyordu. Ocak önünde genç fakat zayıf bir kadınca-ğız, tahta tekne içinde hamur yoğuruyordu. Gözlerim odanın karanlığına alışınca içerde üç tane çocuk gördüm. Yarı çıplaktılar. Bir köşeye büzülüp kalmışlardı.

Kadıncağız böyle beni ansızın karşısında görünce şaşırdı. Elleri hamur içindeydi.

"Öğretmen hanım," dedi, "buyurun."

Page 57: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

57

Yerde bir kilim parçası gördüm. Üzerine oturdum. Kadın utanç içinde. İşine devam etsin mi, etmesin mi, bocalıyor.

"İşini bitir," dedim, "hamuru yoğur. İşin yarım kalmasın." Kadın gene teknenin başına oturdu. Bir süre konuşmadık. Sonra söz

sözü açtı. Önce tek tek kelimelerle başlayan konuşmamız, biz farkında olmadan saatlerce sürdü.

Ağzından kopuk kopuk öğrendiğim hayat serüveni, içinde bulundu-ğumuz oda kadar basitti. Kocasıyla yedi yıl önce evlenmişler. Dört çocuk-ları olmuş. Adamın tarlası tapanı yokmuş. Yazları Ankara'ya gider, inşaat-larda işçilik yaparmış. Giden yaz inşaatta bir kazma kaybolmuş. Polis arama yapmış. Kazmayı kocasının yatağı altında bulmuşlar. Sekiz ay ceza vermişler.

Evi terk edip dışarı çıktığımda karanlık gecede yıldızların göz kırptık-ların gördüm. O gece hiç uyuyamadım. Yatağımda döndüm durdum. Sabah olunca muhtara gidecektim. Köyden ve çevre köylerden bu aileye yardım toplamayı teklif edecektim. Komşusunun acısını kendi yüreğinde duyan ve onu paylaşmakta bir eşi bulunmayan Anadolu köylüsünün bu çağrımızı karşılıksız bırakmayacağından emindim.

Page 58: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

58

Gülten DAYIOĞLU

d.1935-Emet

YALAN ÜÇ AYAKLIDIR

Öğrenciler son derse girmişlerdi. Öğretmen tahtaya ertesi günün öde-vini yazıyordu. Birden kümelerden birinde gürültülü bir tartışma başladı. Öğretmen, çocuklara döndü.

«N'oluyor orada?» Öğrenciler hemen sustular. Tahtadaki yazıları defterlerine geçirmeye

giriştiler. Bu sessizlik kısa sürdü. Çocuklar yeniden fısıldaşmaya başladılar. Bu-

nun üzerine öğretmen tebeşirle silgiyi tahtanın kenarına bıraktı. Yavaş yavaş gürültücü kümeye yaklaştı.

«Bu kümede bir şeyler dönüyor. Hepiniz tedirginsiniz. Ders sırasında böylesine konuşup tartışmak, okul kurallarına aykırıdır. Bunu hepiniz bilirsiniz. Tartışmanın nedenini öğrenmek istiyorum.»

Küme başkanı, «Özür dilerim, öğretmenim,» diyerek söze başladı. «Ergun matematik kitabını yitirmiş, 'Siz aldınız,' diyerek küme arkadaşla-rını suçluyor. Bizde almadığını söyledik, çantalarımıza bakmak istedi. Tartışma o yüzden çıktı.»

Öğretmen kaşlarını çattı. «Ders sırasında olacak şey mi bunlar? Kümenizi çok kınadım...» Ergun ağlamaya başladı. «Öğretmenim, o kitaptan yarın için ödev verdiniz. Kitabım arkadaşla-

rıma karışmıştır diye düşündüm... ve...»

Page 59: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

59

Öğretmen, Ergun'un sözünü kesti. «Kitabının kaybolduğunu bana söyleseydin daha iyi olurdu. Çocuklar,

lütfen çantalarınıza bakıverin, yanlışlıkla size karışmış olabilir.» Öğrenciler hemen çantalarını açtılar. Kitaplarını, defterlerini birer bi-

rer sıranın üstüne çıkarıp gözden geçirdiler. Sonra art arda, «Yok, öğret-menim,» dediler.

«Bende de yok...» «Yok...» Öğretmen, Ergun'a döndü. «Kitabını başka bir yerde yitirmiş olmalısın. Belki de evde bıraktın.

Bundan sonra daha dikkatli ve düzenli ol. Haydi, çabuk ödevlerinizi yazın...» dedi.

Ödev yazma işi sona erince, öğrenciler resim yapmaya koyuldular. Dersin sonuna doğru Ergun'ların kümesinde yeniden kıpırtılar, fısıltılar başladı. Bu kez biri ağlıyordu.

Öğretmen, «Yine ne oldu? Niçin kıpırdaşıp duruyorsunuz?» diyerek çocukların yanına geldi. Eyüp'ün ağladığını görünce şaşırdı.

«Neden ağlıyorsun, oğlum? Bir yerin mi ağrıyor?» Eyüp ağırbaşlı ve çalışkan bir öğrenciydi. Gözyaşlarını silerek başını

önüne eğdi. Öğretmen üsteledi. «N'oldu sana? Söyle, oğlum.» «Matematik kitabım kayboldu, öğretmenim.» «Allah Allah, n'oluyor bu kitaplara? Ne zaman kayboldu?» «Biraz önce Ergun'un kitabını aramak için çantamdakileri sıranın üs-

tüne çıkarmıştım. Yerleştirirken matematik kitabının eksik olduğunu gördüm. Eve gidince yarının ödevini yapamayacağım, onun için ağlıyo-rum,» diyerek içini çekti Eyüp.

Page 60: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

60

O sırada zil çaldı. Öğretmen kümedeki çocuklara, «Siz durun lütfen, bir kez daha bakın çantalarınıza. Eyüp'ün kitabı sizinkilere karışmış olabilir...» dedi. Ama kitap bulunamadı. Eyüp ağlaya ağlaya evlerinin yolunu tuttu.

Ertesi gün ilk derste öğretmen ödevlere bakıyordu. Sıra Ergun'a gelin-ce durdu.

«Kitabını bulabildin mi?» «Evet, öğretmenim, evdeymiş. Ödevimi yaptım.» «Dün bizi boş yere tedirgin ettin. Bir daha böyle bir şey yapma. Dav-

ranışlarında ölçülü ol...» Öğretmen, Ergun'la konuşurken Eyüp başını önüne eğmiş, kara kara

düşünüyordu. Çünkü ödevini yapmamıştı. Öğretmen ona döndü. «Üzgün görünüyorsun. Kitabını bulamadın anlaşılan.» «Bulamadım, öğretmenim. Kitabımı bulunca, eksik kalan ödevlerimi

tamamlar, size gösteririm. Bulamazsam, cumartesiye harçlıklarımı birikti-rip yeni bir kitap alacağım,» dedi Eyüp.

Öğretmen öteki kümeye geçmişti. Birden Eyüp, «Öğretmenim,» diye bağırdı. Öğretmen dönüp baktığında, Eyüp'le Ergun'un ellerindeki mate-matik kitabını çekiştirmekte olduklarını gördü.

Eyüp, «Bu benim kitabım,» diyor, Ergun, «Hayır, benim o,» diye dire-tiyordu...

Öğretmen yeniden onların kümesine döndü, kitabı eline aldı. Ergun te-lâşla atıldı.

«Öğretmenim, benim kitabım o. inanmazsanız içine bakın, kapağın arkasında adım yazılı.»

Öğretmen kitabın kapağını çevirdi. «Evet,» dedi. «Ergun'un adı yazılı burada.»

Page 61: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

61

Eyüp kesinlikle, «Olamaz,» dedi. «Adını yeni yazmıştır. O kitap be-nim. Tanırım kitabımı."

Öğretmen, «Boşuna konuşuyorsun. Adını yazmış mıydın kitabına, bel-li bir işareti var mıydı?» diye sordu.

«Yok,» dedi Eyüp. «Adımı yazmamıştım, belli bir işaret olup olmadı-ğını da bilemiyorum. Ama tanırım kitabımı. Yapraklarının uçlarındaki kıvrımlarından bile tanırım.»

Öğretmen, «Olmaz öyle şey,» diyerek Eyüp'ü susturdu. Eyüp başını önüne eğip yerine oturdu.

Öğretmen, «Kitap konusu burada kapansın. Usandım artık... iki gün-dür bu yüzden derslerimiz aksıyor...» diye sert bir sesle konuşmayı kesti. Ödevlere bakmak için başka bir kümeye geçti.

Dördüncü dersin sonlarına doğru kapı vuruldu. Öğretmen, «Giriniz!» diye seslendi.

Küçük bir kız öğrenci çekine çekine sınıfa girdi, öğretmeni selâmla-dı.«Adım Nuray. Dün öğleden sonra köşedeki sıranın altında bu kitabı buldum. Öğretmenim, 'Sabahçı öğrencilerden birinindir,' dedi. Sonra okula biraz erken gelip bu kitabı size vermemi istedi...»

Öğretmen ilgiyle ayağa kalktı. Çocuğun elindeki kitabı aldı. Kapağını açtı. İlk sayfada Ergun'un adını ve soyadını görünce irkildi:

«Ergun, bu matematik kitabı senin mi?» Ergun bir an sustu, sonra kekeleyerek öğretmeni cevapladı. «Evet, öğretmenim, benim.» «Peki, biraz önce gösterdiğin kitap kimindi?» Ergun kıpkırmızı oldu. Eyüp sevinçle söze karıştı. «Benim, öğretmenim. O benimdi. Tanımıştım kitabımı...» Öğretmen elindeki kitabı Ergun'a uzattı. «Al kitabını. Eyüp'ünkini vermeden önce adını soyadını sil ve Eyüp'-

ten özür dile. Ders bitince yanıma gel, seninle yalnız görüşmek istiyo-rum,» dedi.

Page 62: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

62

Şevket BULUT

d. 1936-Kilis

EĞİTMEN BAL HASAN

Topal Derviş eşeğin yularını eline dolamış, ilçenin tozlu yollarında a-ğır ağır ilerliyordu. Eşeğin üzerinde, yaşlı ve hasta karısı uyukluyordu... Mevsim sonbahardı... Gün dönmüş, gölgeler iyice uzamıştı... Eşek, her adım atışta duraklıyor; gitmemek için âdeta direniyordu.

On dakika sonra, Eğitmen Bal Hasan'ı buldular... Eğitmen, oğlunun yazıhanesinde oturuyordu... Oğlu, ilçenin tanınmış avukatlarındandı... İki eski arkadaş boyun boyuna sarıldılar... Uzun uzun koklaştılar... Hasta kadın eşeğin üzerinde uyukluyordu ..

- Ne oldu Havva Bacı’ya? Geçmiş olsun... - Kötü hasta. Bal Hasan... Akşamları terliyor... Kötü kötü öksürüyor. .

Yelpik mi oldu, n'oldu? Altı saattir eşşek sırtında... Canı burnundan çıkacak... Hayrına, bizi doktora götür... Eğitmen, oğlunun yazıhanesini kapattı... Birlikte doktorun muayenehanesine doğru yürüdüler...

- Sizin oğlan nasıl, Derviş Ağa? Hâlâ Kadirli'de mi çalışıyor? - He ya! Kadirli'den evlendi... Bıldır yanına gettim. Üç gün kala-

madım. Doğrusu, bizim Ali hayırsız çıktı... Avrat esiri... Ne sılasına gelir, ne üç-beş kuruş harçlık gönderir... Okuttuk, adam ettik... Koskoca öğret-men oldu.. Ama bize faydası yok! "Bu çocuk, çok zeki Derviş Ağa." derdin... "Sınıfın en çalışkan öğrencisi... Malını-mülkünü sat, bu çocuğu okut..." Ahacık sözünü tuttuk; elde-avuçta ne varsa satıp savdık... Öğret-men oldu... Beş yıldır köye adımını atmadı... Torunlarımı doya doya

Page 63: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

63

sevemem.. Gelinimin elinden bir fincan kahve içemem. Bacıları ağlar, anası saçını yolar... Hısım-akrabalarımız hâlimize güler. Yanılmışık Bal Hasan... Oğlumuz gayri bizim değil... Naklini köye yaptır," derim... Köyü hor görür... "Beni dağlara mahkûm edemezsin..." deyi zavırlar...

Eğitmen Hasan başını önüne eğdi... Göğsünün ortasına bir bıçak sap-lanmış gibi oldu... Hızlı hızlı nefes almaya çalıştı... İçinden: "Al benden de o kadar Topal Derviş!" diye geçirdi... "Benimkisi, iyi bir kumaş mı ki? Baba demeye tenezzül etmez... Devlete otuz üç yıl hizmet eden Eğitmen Bal Hasan'ı hor görür... Elimden en az iki bin öğrenci geçti... Beni beğen-mez... Yazıhanesini süpürürüm... Çocuklarını hopuma bindirip gezdiri-rim... Hanımının çarşı-pazar işlerini görürüm... Gene de yaranamam... Hey gidi Eğitmen Bal Hasan... Sen, bu hallere düşecek adam mıydın? Oğlunun evinde, istenmeyen bir sığıntı mı olacaktın?"

— Köylü arkadaşlar nasıl? Leylim Ali, Çapar Duran, Fındık Nuri, E-nişte Recep?

—Leylim Ali, bir ay önce sana ömür... Fındık Nuri, İstanbul'daki oğ-lunun yanma getti... Köyün eski samimi havası yok... Yarısından çoğu, büyük şehirlere göç etti... Toprak millete yetmiyor... Mer'alar hep sürül-dü... Koruluklar sökülüp tarla açıldı... Hayvancılık iyicene köreldi... Köylünün çoğu, Çukurova'ya pamuk çapasına gidiyor... Gençler Alman-ya'ya kaçmak için, sıra bekliyor... Bu millet, nasıl oldu da kendi toprakla-rından böyle soğudu? Eskiden jandarma gücüyle şehre gönderemediğin köylüyü, şimdi jandarma gücüyle köyde tutamıyorsun... O köy düğünleri, o keklik avları, o kış eğlenceleri gayri tarihe karıştı... Sen bizim köyün eğitmeniyken, uzun kış gecelerinde sinsin oynardık... Güreş tutardık... köy odasına toplanır; hikâyeler, destanlar anlatırdık... O Köroğlu, Battal Gazi destanları nerede kaldı, Bal Hasan?

Bal Hasan iyice hüzünlendi... Uzun gençlik yılları gözünün önüne geldi. O köyde evlenmişti... O köyde çoluk-çocuk sahibi olmuştu... Derin bir of çekti...

Page 64: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

64

- Ahacık hana geldik, dedi... Hancı Yemliha'ya merkebi teslim ede-lim... Doktora öyle gidelim...

Geniş hanın bir köşesine yorgun eşeği bağladılar... Başına yem tor-basını geçirdiler... Zaman kaybetmeden doktorun muayenehanesine doğru yürüdüler. Bal Hasan, arkadaşıyla hasta hanımını aşağıda bıraktı... Yorgun adımlarla, merdiveni çıktı... Kalbi sık sık daralıyordu .. İnce-uzun yüzü kararıyor, nefes almakta çok güçlük çekiyordu... "Zavallı Havva! Her-halde, inceağrı'ya yakalanmış... Kesik kesik öksürüyor... Beti-benzi sapsa-rı..." diye düşündü... "N’olacak, köylük yerin baş yemeği bulgur aşıynan duru ayran... Bayramdan bayrama et yüzü görmezler... Sebze-meyve hak getire... Üstelik, çağımız geçti... Merdiveni çoktaaan yarıladık... Bina eskidi, duvarlar çatlıyor... Gayri, kara toprak gel gel ediyor..."

Doktorun bekleme salonunda müşteri yoktu... Sekreter kız, örgü örü-yordu.

- Doktor bey yerinde mi kızım? - Evet efendim... Fakat çıkmak üzere... Sanmam ki hasta kabul etsin...

Mesai saati doldu... Şehir kulübünde davet varmış; oraya gidecek... - "Eğitmen Hasan Efendi geldi" dersin... Oğlumun yakın arkadaşıdır...

Hele şuraya biraz çökeyim.. Dizlerimde derman kalmamış... Hey gidi kocalık... Nurhak Dağı'na, geyik avına çıktığım günleri düşünüyorum da...

Genç doktor. Eğitmen Hasan Efendi'nin sesini duyunca, hemen yanına koştu... Koluna girip onu muayene odasına aldı:

- Hayrola Hasan Emmi, yoksa gene mi rahatsızlandın? - Benim rahatsızlığımın önemi yok! Aşağıda, eğitmenlik yaptığım köy-

den gelen çok samimi bir arkadaşım var... Karısı hastalanmış... Gitmeden, bir zahmet bakıver... Kadının hali perişan... Çok uzak yoldan geldiler...

- Olur, Hasan Emmi, hemen bakalım... Bal Hasan, elini koynuna attı... İki yüzlük çıkardı... Doktora doğru u-

zattı.

Page 65: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

65

- Şu parayı da al, dedi... Yanlarında verirsem, belki razı olmazlar... Arkadaşım para teklif edince de kabul etme! Benim hatırım için, ücretsiz muayene etmiş ol...

Genç doktor gülümsedi: "Hey gidi eski insanlar... Şu inceliğe bak!" diye düşündü...

- Peki, parayı gerçekten almasam, daha iyi olmaz mı? Senin konuğun, benim konuğum sayılır...

- Olmaz, oğlum... Zaten sık sık muayene için, seni rahatsız ediyorum... Çoğu zaman para da almıyorsun... Ondan para alma, bundan para alma; neyle geçineceksin? Kazanın nüfusu ne kadar ki? Günde üç hasta gelmiyor...

Doktor kızararak iki yüz lirayı aldı..." Senin, aşağıya inmene gerek yok" dedi. "Sekreter, onları pencereden çağırsın..." Zile basıp sekretere emir verdi. İki dakika sonra, Topal Derviş'le karısı odaya girdiler...

Doktor, kadını iyice muayene etti... Ciğerlerini dinledi... Tansiyonunu ölçtü... Ağzını açtırıp baktı... Gelmişini-geçmişini sordu... "Hasan Efendi kalsın, sizler salona çıkın..." dedi... İlçenin biricik doktoruydu... Güleç yüzlü, esmer, karayağız bir gençti... Fakülteden yeni mezun olduğu için, daha gözünü para hırsı bürümemişti... Dağ köylerinden gelen birçok yoksul hastadan para bile almazdı...

- Hasan Emmi, dedi... Bu kadın verem... Hem de hastalık epeyce iler-lemiş... Lenf bezleri bile şişmiş... Bence, vilâyete gidip film çektirmeli... Belki sanatoryuma gönderirler... Bir an önce, sağlam insanlardan tecrit edilmeli... Biliyorsun, verem çok tehlikeli bir hastalıktır...

- Kurtulma umudu yok mu, oğlum? - Kesin birşey söyleyemem... Ciğerlerinin filmi çekildikten sonra belli

olur... Sonra, balgam tahlili yapılmalı... Verem tedavisi ücretsizdir... Kısa zamanda iyileşebilir... Yarından tezi yok, hemen vilâyete gitmeli... Verem Savaş dispanserinde gerekli müdahaleyi yaparlar... Şimdilik, bir reçete yazayım.. Bari rahat etsin...

Page 66: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

66

- Sağol oğlum... Kocasını çağırayım mı? Zile bastı... Sekreter girince, "Adam gelsin..." dedi. Topal Derviş ür-

kek adımlarla odaya girdi... - Gel bakayım dayı... Hanımının hastalığı önemli... Yarın vilâyete

gitmeniz gerekecek... Ciğerlerinin filmini çektireceksin... Hasan Efen-di'ye anlattım... Sana, durumu açıklayacak...

Topal Derviş boyun büktü: - Pekey doktor beyim, dedi... Elini koynuna soktu... Kopçalı cüzdanını

çıkardı,.. - Borcumuz ne kadar, doktor bey oğlum? Doktor, Hasan Efendiden aldığı parayı utana utana çıkarıp köylüye

uzattı: - Al, dedi... Şu iki yüz lirayı da yol parası yaparsın... Yazdığım şu ilaç-

lan da hemen eczaneden alın... Öksürüğü kesilir... Yol boyunca rahat eder...

- Çok sağol oğlum... Bu iyiliğini hiç unutmayacağım... Odadan çıktılar... Bal Hasan, evlerinin dış kapısını korkuyla çaldı... Topal Derviş, handa

yatmak istemişti... Fakat Bal Hasan buna razı olmamıştı... "Köylü milleti için en ayıp şey, şehirde tanıdığı varken, handa-otelde yatmaktır.. Hele yanında kadın olursa..."

Topal Derviş, utanarak: "Size zahmet olacak... Gelininin de huyunu bilmiyoruz:.. Üstümüz-başımız pasaklı... Eve girecek halimiz yok..." demişti... Bal Hasan: "Hiçbir şey önemli değil.. Seninle yıllarca komşuluk yaptık... Komşu hakkının ne demek olduğunu bilirsin... Üstelik, Tanrı misafirisin... Hiç keşüm etme; oğlum da misafiri sever..."

Kapıyı küçük torunu Selçuk açtı. Bal Hasan'ın üç torunu vardı... İkisi kız, biri erkek...

- Annen evde mi, Selçuk?

Page 67: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

67

- Yok, dedeciğim,.. Gülseren Ablamla gezmeye gittiler... Selma Ab-lam evde... Annem, nenemgile de uğrayacak... Herhalde biraz geç gelir...

Topal Derviş ile karısı eve çekinerek girdiler... Bütün odalar dayalı-döşeliydi... Oturma odasına geçtiler... Havva yorgundu... Kendini divanın üzerine attı. Topal Derviş, bir köşeye büzüldü... Çevresine ürkek ürkek bakmaya başladı... Ev, tek katlı ve bahçeliydi... Öndeki bahçede bir şadır-van havuzla çeşit çeşit ağaçlar vardı... Pencereleri, koyu yeşil sarmaşıklar kaplamıştı. Selma, iki konuğun da ellerini öptü... "Hoş geldiniz..." dedi. Yeniden çalışma masasına geçti...

Bal Hasan, hep gelininin nasıl davranacağını düşünüyordu... Konuktan hiç hoşlanmazdı... Gözü-gönlü dar bir şehirli kızıydı... Elinden süpürgeyi hiç bırakmazdı... İşi-gücü ev temizlemek, avlu yıkamaktı... Gününün yarısı mutfakta geçerdi... Hizmetçinin yıkadığı bulaşıkları beğenmez, yeniden yıkardı... Bal Hasan'ın öksürüp-aksırmasına kızar; zavallı ihtiyarı fırsat buldukça hırpalardı... Bal Hasan: "Bu işin sonunda ölüm yok ya!" diye düşündü..."Kırk yıllık arkadaşım köyden gelmiş... Handa yatarsa, ayıp olmaz mı? Biraz sokranır, biraz surat asar; sonunda, sesini çıkarmaz..."

Bal Hasan, torunu Selma’ya seslendi: - Yiyecek ne var, kızım? - Bizim de karnımız aç, dede… Annem öğle üzeri yemek pişirmedi.

Peynir, ekmek yedik... Dolapta dünden kalma patlıcan musakkası var... Isıtayım mı?

- Çok mu, bize yeter mi? - Hayır, sadece bir tabak... - Peki, baban nerede? - Az önce, şehir kulübünden telefon etti: Biraz geç gelecekmiş...

Kaymakamı yolcu ediyorlarmış... Kulüpte yemekli davet varmış... Bal Hasan cebinden para çıkardı: - Oğlum Selçuk, kasaptan bir kilo kuşbaşı et al... Beş-on tane de sıcak

pide... Konuklarımıza, şöyle avcarlı bir kebap yapalım...

Page 68: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

68

- Olur dede... - Sen de kömürü mangala koy Selma... Bu Derviş Amcan, benim çok

eski bir ahbabımdır... Yıllarca aynı köyde komşuluk yaptık... Bu amcanın oğluyla senin baban aynı sınıfta okudular... Baban avukat oldu, bu amca-nın oğlu öğretmen...

Kız, dedesini merakla dinliyordu... "Allah vere de, annem dedemin konuk getirdiğine kızmasa..." diye düşündü.

Bu amcanın oğlunun adı Ali'ydi... "Sakar Ali" derlerdi... Vurucu-kırıcı bir çocuktu... Babanın çoook başını yardı... Çok güzel sapan kullanırdı...

- Beni, o köye götürsene dede... - Olur yavrum... Babanı razı et; hep birlikte gidelim... - Köy güzel mi, dede? - Güzel ya... Ortasından Ceyhan ırmağı akar... Bir keresinde, Derviş

Amcan babanın hayatını kurtarmıştı... - Nasıl oldu dede? Hele anlat... - Baban beşinci sınıfta okurken, bir ilkbahar günü, balık avına gitmiş-

ler... Irmağa dinamit atmışlar... Suyun yüzü göbelek gibi balık dolunca, baban dayanamayıp cuuup suya atlamış... Ceyhan çok coşkun akıyormuş... Derken, akıntıya kapılmış... Çevresindeki çocuklar bağırıp çağırmışlar... Derviş Efendi, tarlada çalışıyormuş... Koşup babanın hayatını kurtarmış... Suda çırpınan, bulk bulk eden babanı çekip kıyıya çıkarmış... Ya, işte böyleee... Baban bu olayı her hatırlamasında, soğuk terler döker: "Ölüm burnumun dibinde soludu. Derviş Emmi olmasaydı, şimdiye kemiklerim bile çürürdü..." der.

- İyi ki babamı kurtarmış... Yoksa, bizim babamız başkası olurdu... - Tabiî ya.. Bu Derviş Deden, iyi bir insan... Karısı Havva da konuk-

sever bir kadındır... Bana, çook bazlama pişirdi... Köy insanının gözü-gönlü bol olur.. Beni, yağla-balla beslediler... Nenenin mezarı da köyde-dir... Gitseydim, mezarı başında bir Fatiha okurdum...

Page 69: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

69

Yarım saat sonra, Selçuk kasaptan döndü... Evin içine mis gibi bir ekmek kokusu yayıldı... Kebap yapıp karınlarını doyurdular... Hava kararırken, evin hanımı eve girdi... Uzun boylu, sarışın, yeşil gözlü bir Çerkez güzeliydi... Evde, iki yabancıyı görünce, hemen surat astı:

— Bunlar da kim, baba? Yaşlı adam. gelinini yandaki odaya çağırdı... Kadın konuşmasına fır-

sat vermeden bağırdı: - Senin bu pis konuklarından usandım... Gün yok ki, kapımız çalın-

masın... Canım, burası dağbaşı değil ki! Han var, otel var... Her insan eve alınır mı? Geçen hafta gelen köylü kadın, helanın ortasına pislemişti... Temizleyinceye kadar saatlerce uğraştık...

- Sus gelin hanım. Biraz yavaş konuş..: Bu gelenler yabancı değil.. Be-nim, çok yakınlarım... Eğitmenlik yaptığım köyde, kapı komşumuz-du... Derviş Efendi, hani oğlumun hayatını kurtarmıştı ya... Hep anlatırdık...

- Her gelene bir bahane... Kimisi hısımın, kimisi yakın ahba-bın...Burayı yol kesen hanına çevirdiler...

- Hanım kızım, biraz yavaş konuş... Duyarlarsa ayıp olur. Bu Topal Derviş, çok değerli bir insandır... Hanımı hastalanmış; doktora getirmiş... Bir saat önce, birlikte doktora gittik... Kadıncağız verem olmuş...

- Neee, verem mi? Aman Allah'ım! Bu körpe çocuklarıma da bula-şırsa? Elin veremli karısını ağırlamak bize mi kaldı? Vallahi deli olaca-ğım. Sokakta kimi bulsan, tutup eve getiriyorsun... Rica ederim, şunlara kibarca kapıyı göster... Yoksa, ben bu evi terk ederim...

- Ama çok ayıp ediyorsun, gelin hanım... - Rica ederim, münakaşa etmeyelim baba... Otel paralarını oğlun ver-

sin .. Bu mikroplu havayı nasıl teneffüs ederiz? Aman Allah'ım... Deli olacağım... Oğluna telefon edeyim.. Gelsin de, bu rezalete bir son versin...

Page 70: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

70

- N’olur bağırma gelin... Karınlarını doyurdular... Hava karardı... Sa-bahleyin erkenden kalkıp giderler... Beni rezil etme! Eve getirmeye mec-bur oldum.

Kadın telefonun bulunduğu odaya geçti... Yüksek sesle şehir kulü-bünden kocasını aradı... Telefonda uzun uzun münakaşa ettiler... Mi-safirler de kadının konuşmasını duymuşlardı... Derviş Efendinin canı sıkıldı: "Keşke gelmeseydik..." diye düşündü... "Bizim yüzümüzden Bal Hasan'ın huzuru kaçtı..." '.

Avukat Kemal Bey, hanımından çok korkardı,.. Kılıbık olduğunu ilçe-nin bütün insanları bilirdi... Yemekli daveti yarım bırakıp eve döndü... Kendisini dış kapıda hanımı karşıladı:

- Senin düşüncesiz baban, eve iki çingene bozuntusu getirmiş... Karı veremli... Çocuklara et aldırıp kebap yapmışlar... Her yan pis pis ko-kuyor... Eğer karı helaya girdiyse, taşı sana söktürürüm. İğreniyorum Kemal... Vallahi başımı alıp bu evden gideceğim...

-Dur karıcığım. Hemen sinirlenme! Şimdi babamla konuşurum... Ge-rekirse, onları otele götürürüm... Babamı bilirsin, çok konukseverdir... Yarım ekmeği, üç kişiyle bölüşmek ister... Eski bir alışkanlık! Ömrünün çoğu köyde geçmiş. Köyün gelenek-göreneklerine göre hareket ediyor... Ne yapalım... Atamız... Kapının önüne koyamayız ya...

- Ama canım, bir değil, beş değil... Burası lokanta mı, otel mi? - Sakin ol karıcığım... Tatlı canını üzme! Ben onları sepetlerim... Kemal Bey odaya girince, Topal Derviş uyuklayan karısının böğrüne

dürttü. İkisi de ayağa kalktılar. . Kemal Bey oldukça göbekli, kaim enseli, tombulca bir insandı... Soğuk bir tavırla "Hoş gelmişsiniz..." dedi. Bal Hasan, ezim ezim eziliyordu... Kırgın bir sesle:

- Derviş Emmini tanıdın mı Kemal? dedi... Oğlu, zoraki bir gülüm-semeyle:

Page 71: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

71

- Tamdım, dedi.. Tanımaz olur muyum? İlkokuldayken, hayatımı kur-tarmıştı. Nasılsın Derviş Emmi?

- Sağolasın oğlum Kemal... Seni gördük, daha iyi olduk... - Sen nasılsın Havva Ana? Geçmiş olsun, hastalanmışsın... - Sağolasın kadasını aldığım... Heç halim yok... Gayri, toprak gel gel

etmede... Kocadım... Derviş Emmin dedi ki... - Neyse, canını sıkma. İnşallah iyi olursun... Kemal Bey babasına: "Az biraz dışarıya gelir misin?" dedi... Birlikte

odadan çıktılar... Bal Hasan kesin kararını vermişti: "Geline uyup da, şu fukaraları kapı önüne atarsa, dinim hakkı için, ben de bu evi terk ederim..."

Kemal Bey, kızgınlığım gizlemeye çalışarak: - Bu veremli kadını eve nasıl getirirsin baba? dedi. Üstelik, biliyorsun

ki, gelinin kalabalığı sevmiyor,.. Şehirli kızı.. Konuğa alışmamış... Kendi çocuklarını bile eve sığdırmıyor..

- Peki, sen soğan erkeği misin bre oğul? Senin hanımın elden ayrık-sıysa, onun için, kırk yıllık töremizi mi bozalım?

- Hanımım hakkında böyle konuşma baba... Töre, töre, töre... Töre sözcüğünü diline pelesenk etmişsin... Gayri devir değişti... Herkes kendi geçiminden aciz... Otel hangi güne duruyor? Eğer paralan yoksa, handa yatsınlar...

-Ev varken, onları otele götüremedim Kemal... Yıllarca arkadaşlık et-tiğim iki insanı, sokak ortasında nasıl bırakırdım? Oldu bir kere... Eğer istemiyorsan...

- Dur kızma! Kalbin rahatsız.. Heyecanlanmak sana gelmez... Tıpkı çocuk gibisin... Şu parayı al, onları otele götür... "Eve başka konuk gele-cek", dersin... Tüberküloz tehlikeli bir hastalıktır... Derviş Dayı, bizi hoş görür... Anlayışlı bir insandır... Hadi aslan babacığım.. Huzurumuzu kaçırma!

Page 72: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

72

- Bana bak, Kemal... Bu saatte, o iki zavallıyı otele götüremem. Eğer ısrar edersen, ben de evi terk ederim.:. Bir daha da hiç dönmem...

- İnadı bırak baba... Çocuk değilsin... Aile huzurumuzu düşün... To-runlarını düşün... El için bozuşmaya değer mi?

- Senin için, herkes el bre oğlum... Ben bile elim... Öldüğüm gün. için için sevineceğini biliyorum... Gözünü dünya hırsı bürümüş... Karından, Allah'dan korktuğundan daha fazla korkuyorsun... Sen de Topal Derviş'in oğlu gibisin... Avrat esirisin... Hatır-gönül tanımıyorsun...

- Baba, çok ileri gidiyorsun... - Gel iki tokat vur da, beni sustur... Şunu bil ki, bir daha bu eve ayak

basmam... Benim Kemal adında oğlum yok. Sesi oldukça gür çıkıyordu... Titrek adımlarla konukların bulunduğu

odaya doğru yürüdü... Gözleri ıslanmıştı... Boynunu büktü... Kahredici bir sesle:

- Kalk Derviş Ağa, dedi... Otele gidiyoruz... Sözünün gerisini tamamlayamadı... İki elini göğsünün üzerine bas-

tırdı... Güçlükle nefes almaya çalıştı... Dizlerinin üzerine çöktü... Ke-keleyerek Kelime-î Şahadet getirdi... Yan üstü düştü... Ruhunu oracıkta teslim etti...

Page 73: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

73

Sevinç ÇOKUM d. 1943-İstanbul

ASMALI KÖYÜN ÖĞRETMENİ

Burası dağlarla çevrili, kibrit kutularından evleriyle gözden uzak, akla gelmez bir köydü. Yalnızca sonbaharda senede bir kez üzümlerin şahlan-dığı, parıldadığı zamanlarda üzüm bayramıyla dirilirdi buralar... Ondan sonra kar kümeleriyle kapanan yolların ötesinde alabildiğine öksüz kalır, tarihe karışırdı. Bu terkedilmişlik bahara kadar sürer, baharda sular yürür, yollar, açılır, insan sesleri duyulur, bağlara gidilir sonra yaz tozları gelir, yeşilin rengini sıvayıp kapatır, çöken sıcaklıklar insanları öteye beriye sindirir, bahçelerden yalnızca saatleri şaşırmış yalancı yağmur haberleri veren horozların sesi duyulurdu.

Öğretmen son mektubu da zarflayıp öteki zarfların üstüne bıraktı... Hışırtılı bağ rüzgârı sonbahar ferahlıklarıyla pencereden içeriye sızıp portatif masanın üzerindeki birkaç müsvedde kağıdının yerlerini değiştir-di, birini uçurup yere düşürdü... Öğretmen kalktı gerindi, hiç uykusu olmadığını düşündü.. Durulmamış yatışmamış bir heyecan dolaşıyordu gövdesinde. İçerde altını ıslatan veya kötü bir düş gören oğlu ağlıyor, anasının küçük şamarlarla sırtına vuruşu pışpışları duyuluyordu. Evet evet aklına gelen fikir, fikirlerin en güzeliydi. Kara, eski moda daktilosunda yazıp çoğalttığı mektupları yarın postaya verecekti... Kâğıt, zarf ve posta parası bir köy öğretmeni için göze görünür masraflardan sayılırdı, ama sonucu güzel olacağından bu sıkıntıya değerdi doğrusu... Elinin altında

Page 74: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

74

zarflanmış yirmi beş mektup. Bu yirmi beşten onuna cevap gelse sevinci yeterdi öğretmene. Zarflar ak güvercin güzelliğinde üstüste sıralanmıştı. Gözleri onların kapalı kanatlarına takıldıkça bu gece uyuyamayacağını düşünüyordu.

Kalkıp ayak sesi etmeden yaprak sessizliğince dışarıya kapı önüne in-di. Gecenin usulca nemini yüklenmiş bir mindere çöktü. İşte yıldızlar... İbrahim Ağa'nın bağı üstünde dinlenen yıldızlar iri iri parlıyor, kıpırdanı-yorlardı. Uzak şehirlerin ışıklarınca...

Yarın olsun bir, evet yarın. Yarın şu dağların ardında siyah kadifeden örtüsü altında uyuyor. Sabaha oradan nazla sarışın başını doğrultacak. Yarın o mektupları o beyaz güvercinleri salıverecek uzaktaki şehre... Yarın olsun da yarın. Böylece köy yeni bir soluğa, taze kana kavuşacak ve öksüzlüğünden kurtulacak.

Karısının ayak sesi eşiğe gelip yeniden geri döndüğüne göre onun bir hayalin peşinden sürüklendiğini anlamıştı... Kadın, kocasının uykularının kaçtığı gecelerde içerlere sızan bir ışığın veya yadırgadığı sessizliğin peşine düşer, öğretmeni o küçük odada bir şeyler okurken ya da kapı önünde yıldızlara, gece böceklerine, ot kokularına karışmış bulurdu. Bazen de yanına sokulup başına küçük kelebeklerce konmuş oyalarını sallayıp, kendi basit dünyasının içinde öğretmenin düşüncelerini, tasarıla-rını pek de anlayamadan oturur, sonra bir kuşun kanadından düşmüş tüy hafifliğince kalkıp giderdi. Ama onun da bir kadın olarak bu dağ başı köyünde değil, şehrin merkezinde birkaç katlı apartmanlardan birinde oturmak, yani şehir kadınlarının yaptıkları gibi çarşı pazar gezmek istedi-ğini biliyordu. Kahveye ve evlere giren televizyon, ister istemez bu dağ başı köylerine alışılmadık renkli dünyalar sunuyordu değil mi? Deterjanın, çelik mutfakların, beyaz eşyanın, karoların, muslukların, çocuk bezlerinin romantizmiydi yaşanan. Fakat bir raflık kitabı olmayan bir köydü hâlâ.

Seçimlerden önce kalkınma vaadlerinde bulunan adaylar meydanlarda kükreyip dururlardı. Ama bu garip ilçelere ve köylere kitaplık kurmak

Page 75: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

75

kimsenin aklına gelmezdi. Köylerde kasabalarda pişmiş, insan sarrafı olmuş devletliler her yerde olduğu gibi burada da birbirine benziyordu... Değişik partilerin temsilcileri arasında bile uygulamaya bakıldığında çoğu zaman hiçbir fark yoktu. Bunun için öğretmen bazen savaşı kaybetmiş birinin umutsuzluğunu duyuyordu... Ama sabahın buğusu tüterken karşı-sında gözleri mahmur nergislerce sıralanmış çocukları görmek, onların yarınlarını düşünmek, her şeyi unutturuyordu öğretmene.

"Çocuklar kâğıdın hikâyesini biliyor musunuz?" Öğrencilerin arasında o kirpiklerine kadar yeni bitmiş mısır sarısı oğ-

lancık, Ufuk, "Ben anlatayım mı öğretmenim?" diyor. Ve anlatıyor. "Ben kâğıdı çok severim. Hımmmm, ben kâğıdı yirim..." "Yer misin? Nasıl yersin peki?" "Şöyle... Benim babam her bayramda eve helva alır... Helvayı getirdi

mi anam misafirlere üleştirir. Üleştirdiğinden, biz kardeşimle o kâğıdı önce yalarız. Benim anam 'Şunlara bakın, koyunun tuz yalaması gibi neler ediyorlar,.' der. Biz o kâğıdı yalayıp ondan sonra yir yutarız öğretmenim."

Öğretmen kendini tutamayıp, kara saçlı başını eğip sarsıla sarsıla gül-müştü. Şimdi İbrahim Ağa'nın bağı üzerinde çakmaklarını yakmış yıldız-lara bakarken de gülüyor. Sonra kaymakam beyin güneş gözlükleriyle mikrofonun çığlığının müdahele ettiği konuşmasını işitiyor bir yerlerden. O konuşurken adamın yumuşak kumaştan iki yanı yırtmaçlı ceketinin rüz-gârda soluklana soluklana üreyişini hatırlıyor.

" Aziz çocuklarımız! Yarının milletvekilleri, bakanları, başbakanları olacaklar, yarının ilim adamları, araştırmacıları olacaklar... İşte bir de bakar-sınız bu dağ köyünden bir çoban çocuğu yarınların umudu oluvermiş...."

Evet ama nasıl? Kitaplığı olmayan bir köyde bu çoban çocuklarının yarınları nasıl hazırlanacak? Renkli televizyonların, deterjanların çağdaş bir hızla evlere süzüldüğü doğru. İki üç günde bir birilerinin getirdiği

Page 76: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

76

bulunmuş nimet gibi elden ele dolaşan gazetelerin kış günleri Ufuk'un sırtını ve göğsünü çamaşırının altından korumaya da yaradığını kim bilecek? Karlı günlerde bu dağ eteğinde bir at arabasının bile geçmediği yollara kahveden evlerden yansıyan televizyon sesleri, insana iç içe yaşa-nan farklı zamanları düşündürüyor.

Doğrusu kahveci Demir dükkâna televizyon koyarken sağa sola da-nışmış... Demiş ki, "Bu televizyonu kahveye koyacağım kazancım artacak emme, milletin de kanına gireceğim." "Ya peki dünyada olup bitenlerden nasıl haberleri olacak? Açık film olursa kanal değiştiririz canım.." deyip masalara çay götürüp getiren bir gözü görmez Nuri Dayı'yı kanalcıbaşı yapmıştı.. Ne var ki Nuri Dayı ekranı tek gözüyle seçinceye, kumanda âletine yetişinceye kadar iş işten geçerdi. Şimdi kahveci Demir yine diyesiymiş ki, "iyi mi ettik kötü mü? Baksana şimdi herbiri Riçırd oldular, Tom oldular, Mariya oldular... Bak şalvarınnan koşuyor dizi başlayacak diye tarladan eve... Bağlarda o filimlerden başka birşey konuşulmaz oldu. Eee, Kaymakam Bey ne diyordu? "Çağa ayak uyduracağız. Dursun varsın şu alet..." Geceleri o kadınlar ekranlardan çıkıp çıkıp rüyasına giriyor, tevbe estağfurullah, adamlar yarı aralık ağızlar ve puslu gözlerle ekranı seyredip, önlerindeki çayları soğutuyor, küçülmüş sigaraları parmaklarını yaktığında kendilerine gelebiliyorlardı.

İbrahim Ağa'nın bağı üstünde dinlenen yıldızlardan biri kaydı... Gidip köyü dört bir yerden sarmış dağlardan birinin ardına düşüp söndü. Öğret-men gömlek cebindeki, ancak önemli anlarda yaktığı paketinden bir sigara çekti... Mektep önlerinde orda burda rastladığı eğri büğrü altı parmaklı Beyaz Ana' nın iç çekişi gibi bir esinti dolaştı bağda... Birkaç gece böceği soluklandı soluklandı sustu. Beyaz Ana sanki beş yüz senedir burada yaşayan bir efsane kişiydi. Bilgece konuşurdu...

"İnsanlar artık özleri gibi değil öğretmen efendi." "İnsanoğlu ne zaman özü gibi olmuştur Beyaz Ana?" "Yok öyle deme... İnsanların özü gibi olduğu zamanları ben bilirim."

Page 77: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

77

Sır verirmişcesine ıslıklı sesiyle üst yanı bütünüyle dökülmüş boş da-mağı görünerek,

"Öyle deme, diyordu. Vaktin zamanında böyle değildi insanlar. Şöyle bir ortalığa bak bakalım. Ne pehlivanlar pehlivana benziyor, ne okumuşlar okumuşa... Yakası paçası herkesin bir yana gitti. Bir vakitler buralarda savaşlar oldu, nineler bilir, anlatırlardı. İnsanlarımız kıyıla kıyıla o nesiller tükendi de geriye eğrice bir dal kaldı. Biz de o eğri daldan türedik ve o yüzdendir ki doğrulup bir yola koyamıyoruz kendimizi."

Beyaz Ana'nın bu dediklerinden sonra düşünmeğe başlamıştı. Sahi ne kadar da sağlıksızdı bu insanlar... Kimini tavuk gagalamış, kimini at tepmiş, kimi bayır otundan zehirlenip bu hale gelmiş, kimi kemik dönme-si, kimi zemheri veremi, kimi başka birşey. Öğretmen bu köyün bağlı olduğu ilçeye ilk gelişinde otobüsten indiği zaman gözleri dükkânların arasına sıkışmış bir tabelaya ilişmişti. Yurtsev Gençlik Derneği. Bu tabela onun kafasındaki dünyaya bir seslenişti sanki. Köye yerleşmesinden kısa bir süre sonra oraya uğramıştı. Bu tozlu yaz gününde ortalıkta yalnızca sinekler vızıldarken, uykusundan olmuşcasına sersemlemiş, eli sineklikli, küt kambur bir genç açmıştı kapıyı... Öğretmen kendisini tanıtınca bu yeknesak günlerin gevşekliğini taşıyan genç birden dirilmiş, "Arkadaşlara haber vereyim" deyip sağa sola seğirtmişti.

Su dökülmemiş helâ kokusunun ortalıkta kol gezdiği iki katlı yapıda Yurtsev Derneği terzi berber arasında tek bir göz odadan ibaretti tabii. Bir kıçı kırık masanın bulunduğu odada eğri zeminde oynayan bir iskemleye ilişmiş beklemeğe koyulmuştu. Parmaklarını birbirine dolayıp evirip çevirirken, kapı ince bir feryatla açılarak içeriye bir genç girmişti. Şaman benizli, çökük yanaklı bu çocuk seksen yıl yaşamışcasma bezgin ve yorgun, kurumuş kemiklerini çatırdatarak bir eli böğründe yaklaşıp "Hoşgeldin Öğretmen Bey Abicim.." demişti... Öğretmen hani nerdeyse "Geçmiş olsun, nerde düştünüz?" gibisinden bir soru sormağa hazırlanır-ken, kapı ikinci bir iniltiyle açılıp gözleri termometreden akmış cıva gibi

Page 78: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

78

yerinde durmaz bir genç girmiş "Ööööööğretmen siz siz miydididiniz? Ho ho hoş geldidiniz...." demişti. Böylece on beş yirmi Yurtsev'li genç peşpeşe içeriye girdiklerinde öğretmen kiminin altı parmaklı, kiminin ço-lak, kiminin tikli olduğunu görmüş derin derin göğüs geçirip Âl-i Osman'-dan arta kalanlar bunlar mı?" diye düşünmüştü. O fütuhata çıkan, koca denizler aşan, Akdeniz'i fetheden, Rumeli'ye yürüyen, dünyada girmedik, ayak atmadık yer bırakmayan atalarından geriye bu bir avuç gıdasız, et yüzü görmez, doktor kulağı sırtına eğilmemiş, benzi soluk, ciğeri kelebek-li çocuklar kalmış ha?" diye doğrusu gece uykuları kaçmış sabaha kadar bu insanlar rüyasında, iniltili kapıları açıp açıp o sinekli odaya girip dur-muşlardı.

Öğretmen az çok eli kalem tutar, âmir memur kime "Buranın bir kitap-lığı var mı?" diye sorsa "Nerde efendim, nerde?" diyorlardı. "İlçede bile yok, değil ki köyümüzde..." "Buraya gazete gelir mi, diye sorsanız daha iyi olur.."

Kitap ve dergi türünden birkaç şeye Yurtsev Derneği'ndeki rafta rast-lamıştı. Onlar da üzerinde helva ve portakal yenmiş birkaç dergi, bir öğretmenden yadigâr kalan şiir antolojisi, şifalı bitkiler kitabı ve birkaç romandı...

Ama artık kararlıydı ve umutluydu da... Sabah ilçeye inen biriyle zarf-ları postaya yolladı mı, ciğerleri taze dağ havasıyla dolmuşcasına huzurlu bir gün başlayacaktı. Kimi yazarlara ve yayınevlerine yolladığı bu mek-tuplar şöyle başlıyordu:

"Saygıdeğer efendim. Ben Asmalı Köy'ün öğretmeniyim... Buraya ge-leli iki yıl oldu. Kitaplığı bulunmayan bir köyün öğretmeni olarak yüzüm eğik dolaştığımı söylersem şaşmazsınız herhalde... Evet bu çocuklar da ülkemizin çocukları, bu köy de yurdumuzun bir parçası ama kitaplığı yok. İnanın çocuklarımız bakkaldan aldıkları leblebilerin bir dergi sayfasından koparılmış külahını okuyacak kadar okumağa iştahlı ve aç... Yazık ki, bir yere kitaplık kurmak on tane otel kurmaktan daha zor oluyor... İnsanları-

Page 79: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

79

mız, kendi köylerinde kendi şehirlerinde ellerinin altındaki kitaplarla bilmediklerini öğrenseler daha iyi olmaz mıydı? Bunları düşünüp uykula-rım kaçtığından burada kendi çabamla bir kitaplık kurmağa karar verdim... Tabii bu da sizin yardımlarınızla gerçekleşecek. Ne olur, kapağı yırtılmış, sayfaları aşınmış da olsa kitaplığımıza kitap gönderin.. Dağların ardında kitaplarınızı özlemle bekliyoruz. Eğer birgün yolunuz düşerse sizin de çabanızla gerçekleşecek olan kitaplığı görmeğe gelin. Köyümüze misafir olun. Ağırlaması bizden... Sağlıcakla kalın. Kitaplarınızı dört gözle bekli-yoruz.."

Böyle yazmıştı. Bundan sonra sadece beklemek düşüyordu ona... Si-garasını kayan bir yıldızın peşinden fırlattı.

* * Ne kadar olmuştu mektupları yollayalı? Galiba ağaçların dalları yap-

raklıydı, şimdi ise o yapraklar gözle sayılacak azlıktaydı. Ayazla başlayan sabahlarda çocukların gözlerinde buğusundan sıyrılmış bir bekleyiş görü-yordu. Ufuk, sık sık parmağım kaldırıp, "Öğretmenim kitaplarımız geldi mi?" diye daha gelmeden sahiplendiği kitapları sorup duruyordu. Zayıf bilekli ellerini şakaklarına dayayıp dalıp gidiyordu. Belinden düşen uzun pantolonuyla ikide bir, güzün çekilmiş güneşiyle tenhalaşmış yola gölgesi ekleniyor, sorusunu tekrarlıyordu. Çocuk, kitapları uzaklardaki bir yakını-nı bekler gibi bekliyordu.

- Öğretmenim kitaplar nasıl gelecek? - Basbayağı... Paket kâğıdı gelecek... Ben de ilçeye inip postaneden

alacağım. - Kaç kitap gönderirler? - Belli olmaz ki? Bakarsın bir mukavva kutu dolusu. Bakarsın üç ta-

ne... Ama herbiri ilgilenip onar tane gönderse epeyce kitabımız olur. - Eğer gelmezse., o zaman ne yaparız? - Ne mi yaparız? Tabii yine mektup yazarız.

Page 80: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

80

Ama bu son cümleyi kırık dökük bezgince söylemişti öğretmen... Şimdi bu kitapları Ufuk için istiyor, Ufuk'un sevinmesi için tek bir kitaba razı oluyordu....

- Ufuk kâğıt nedir? Anlat... - Şey öğretmenim, kâğıt mı? Kâğıt kitap demektir, yani kitap kâğıtla-

ra yazılır, kâğıtlara basılır... Biz kitap okumalıyız. Kitaplar okunmak içindir.

İşte sonbaharın son otları da kış alacalarına büründü. Bulutlar kalın gri kürk mantolarını sırtlarına aldılar... Öğretmenle Ufuk'un gözleri aynı yolda birleşiyor. Sanki kitaplarla yüklü bir eski zaman atlı arabası ilçeden buraya ulaşan toprak yolun şu ulu çınarla gölgelenen yerinde belirivere-cek... Nal sesi tozları kaldırıp yaklaşacak... Bir düş gibi çıkıp geliverecek kitaplar...

Artık Kahveci Demir'in yeri, kapalı kısma dolan köylülerle buğulu sı-cak bir kış kahvesidir.... Televizyonun sesi içerde boğulmuş fakat çevrenin tenhalığında yine de varlığım duyuruyor.... Kış gelince yüzlerindeki kandırıcı pembelikleri silindi çocukların. Soldular güz yapraklarınca... Kara önlüklerinin altında inceldiler, saydamlaştılar... Sümükleri hiç önle-nemez inatçı akışlarıyla üst dudaklarında donup kaldı. Gözleri çipilleşti, elleri keçeleşti. Üşüdüklerinden, kâğıt hışırtılarıyla sallandılar oturdukları yerde. Öğretmen de soldu... Yüzü daha da ciddileşti, gerildi. Köşeli çerçe-veli gözlükleri ardında gözleri bulandı, kayboldu.. Yüzü kemik görüntü-süyle yaşlı birininkine döndü.

Kışın en kötü acımasız yelleri esmeğe koyulduğunda kar üstündeki iz-ler yalnızca kahvede düğümlenip birleşti. Bunun dışında köy terkedilmişcesine toprağın altında kalmış gibi kıpırtısızdı... Ufuk soru-yordu yine:

- Kitaplardan haber yok mu öğretmenim? -Henüz bir haber yok, Ufuk... Dur bakalım...

Page 81: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

81

Kolay mıdır tanınmış kimselerin yüzlerce binlerce mektup arasından bizimkini cevaplaması? Okuyacaklar, edecekler, ondan sonra ne yapılması lâzım geldiğini düşünecekler, sonra kitaplar paketlenecek, postalanacak...

- Kaç ayda gelir öğretmenim? - Mektupları yollayalı 4 ay olmuş.....Bugün yarın gelir desem yalan olur.

Çünkü yollar kardan kapalıdır. Öyle olunca karların erimesi beklenmeli.. - Kitaplar gelince onları nereye koyacağız? - Bir yer bulacağız elbette.. - Kapısına kitaplık diye yazar mıyız öğretmenim? -Yazarız elbet.. Karlar inadına erimeyip saçaklarda, kuru kış dikenlerinde buzlaşıp

kristalleşmişti. Öğrenciler üçer beşer hastalanıyor, okul yolunun çocuk kalabalığı giderek azalıyordu... Evlerin ışıkları geceleri kör kandil gibi yanıyor, buzlar çatırdıyor, ayak sesleri, tekerlek sesleri buzlu buzlu ses çıkarıyordu.... İbrahim Ağa'nın bağı üstündeki göğün yıldızları çoktandır silinip gitmişlerdi. Bağa kış karanlığı sinmişti. İşte o günlerde Ufuk'un ufak tefek yamrı yumru rençber babası, öğretmenin kapısına dayandı.

- Öğretmen bey sen bu çocuğa ne dedin ki hastalandı? - Hayrola nesi var? - Nesi olduğunu bilsem kapına gelir miydim? Bir akşam ateşleniver-

di... Ateşlendiğinnen ne dediğini bilmez oldu. "İlle beni ilçeye götürün kitaplar gelmiş mi bakayım," diyor da başka bir şey demiyor.... Dünkü gün sağlıkçı İbrahim uğradıydı. Bir tertip ilâçlar verdi. Neyse ateşi düştü, gel lâkin dilinden kitap sözü düşmedi. Yoksa bu oğlanın aklına bir dert mi geldi? Demek ki sayıklaması ateşten değilmiş. Oğlan kitap derdine tutuldu...

Bu toprak yüzlü içi dışı toprak kokan kavruk adam sabah ayazında ağ-zından dumanlar çıkarıp bütün derdini o dumanlara verip öğretmeni mahmurluktan sıyırmadaydı,

- Dur hele telâş etme dayı... Buyur bir çayımızı iç....

Page 82: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

82

- Ne çayı öğretmen bey ne çayı? Sen benim oğlumu eski haline dön-dürebiliyor musun, ondan haber ver.

- Tasalanma dayı, önemli bir hastalığı yoktur. Şimdi geliyorum.. Öğretmen giyinip adamın peşine düşmüş o sessiz, sadece soluklarla

belli yürüyüşten sonra öteden dumanı tüten hafiften bir yana kaykılmış dededen kalma bir eve varmışlardı. Ufuk'un anası işitilmez adımlarla varla yok arası bir esinti gibi esti dolandı, çocuğun yattığı çivit boyalı bir odanın kapısını açtı..

- Buyrun buyrun öğretmen bey... Ufuk kanaviçe işli yastıktan belli be-lirsiz, dalgın, bulanık baktı. Beyaz Ana da oradaydı. Çocuğun yanında bir mindere ilişmiş okuyup duruyor, arada var gücüyle üf üf diyor. Sonra yine soluklarını içine çekip, hafiften şapırtılı bir okumaya devam ediyordu..

Öğretmen çocuğun alnını tuttu. Gerçekten ateşi düşmüştü. Nabzını saydı sonra. Odadakiler öğretmenin bir köy için her şey demek olduğunu düşündüler o an. Öğretmen yine doktor tavrıyla ilâçlara göz attı.

- Öteki bazı çocuklar gibi grip geçiriyor olmalı... Üzülmeyin. Ufuk'un ak bir çizgi halinde uzanan kapalı kilitli ağzı kıpırdandı. - Öğretmenim kitaplar geldi mi? Geldi dese miydi? Bu altından kalkamayacağı koca yalanı sonra nasıl

düzeltecekti? - Gelmedi ama, galiba gelecek.. Üzüntüden gözleri mercimek gibi küçülmüş baba : - Bu kitap işi de neyin nesi öğretmen bey? -Hiç, dedi öğretmen... Bir kitaplık kuracaktık... Büyük şehirlerden ki-

tap istedik... işte o kitapları sorup duruyor.. Adamın iki kaşı arasına bir elif dikildi, mercimek gözleri nohutlaştı. - Yoo! Ben bunu okutmayacağım gayrı. Bu yıl beşi bitirdi mi alaca-

ğım mektepten.. - Aman böyle konuşmayın yanında...

Page 83: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

83

- Konuşayım da bilsin olacakları. Şehirde amcasıgilin yanına göndere-ceğim. Amcasıgil atöyle sahibi. Eh onu da koyar işe, aradan çıkar işte...

- Ufuk okumağa hevesli, yazık etmeyin. - Yok yok, diyordu adam. Alacağım okuldan... Zati ilersini okuta-

mam... Başbakan olacak değil ya? Mühendis, doktur olması için de hem kafa, hem mesarif, hem de şehir mekteplerinde okumuş olmak lâzım gelir...

Öğretmen adamın kızgınlıktan böyle konuştuğunu düşünüp konuyu başka zaman tartışmaya karar verdi.

- Öğretmenim kitaplar gelecek mi sahi? - Yollar açılınca Ufuk.... Karlar eridi mi gönderecekler kitapları... -Sahi mi? - Elbette sahi... Ufuk marazlı solgunluğu ile okula dönmüştü. Gözleri pencerenin dı-

şında toprağa, dağ yamaçlarına yapışmış inatçı beyazlıklarda. Ne zaman eriyecek? Ne zaman, ne zaman.. ne zaman? Tek bir bahar müjdecisi kuş görse ince boynunu uzatıveriyordu pencereden. Derken yamaçların ak lekeleri bir sabah eriyip birbirine katılarak yola koyuldular. İbrahim Ağa' nın bağı inceden yeşermeğe yüz tuttu. Solgun göğün rengi bahar aydınlığıy-la yıkandı. Yollara insan sesleri düştü. Şehrin kokuları geldi ötelerden...

- Öğretmenim yollar açıldığında kitaplar gelecek demiştiniz? - Demiştim demesine de, adreslerde belki değişiklik olmuştur, oturup

yeniden mektup yazdım. Hem canım belki işleri olduğundan cevap yaza-madılar... Vakit bulup da paket edememişlerdir kitapları. Neyse., bekleye-lim bakalım.

Sonra sıcak yaz günlerinin sessizliği çöktü yollara... Yalancı horozlar vakitli vakitsiz öterek, insanları yağmur haberleriyle yanılttılar. İbrahim Ağa'nın üzümleri olgunlaşıncaya, üzüm bayramı yaklaşıncaya kadar köy kendi kabuğunda tozlandı, unutuldu, yitti. Bir sabah öğretmen yol üstünde İbrahim Ağa'nın traktörünü gördü.. Traktörün arkasında Ufuk'la babasını ve bir kara bavulu hemen farketmişti. İbrahim Ağa traktörü durdurmuş,

Page 84: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

84

"İlçeye ineceksen atıverelim öğretmen bey!" diye seslenmişti. Ufuk'un, ufak tefek yamrı yumru babası düşüncelerini saklamak istercesine kaske-tini yüzüne eğmişti.

- İlçeye inmeyeceğim, dedi öğretmen. Sağol İbrahim Ağa. Yalnız U-fuk'u merak ettim... Nereye böyle Ufuk?

- Şeyy amcamın yanına gidiyorum öğretmenim.... Hem babam ortao-kula göndermeyecekti beni. Amcamın atölyesi var. Söylemiş miydim? Orda çalışacağım herhal.

- Bunu gerçekten istiyor musun? Sahi istiyor musun? Çocuğun saman kirpikleri bükülüp yere indi. Onun yerine babası ce-

vap verdi. - Dünyanın kaç bucak olduğunu görsün öğretmen efendi. Bizim gibi

bu dağ başlarına sıkışıp kalmasın... , Öğretmen birşeyler söylemeğe çalışmış, İbrahim Ağa traktörü sürdü-

ğünden sözleri rüzgâra ve motor gürültüsüne karışmıştı. Traktörün kaldır-dığı toz çabucak sildi onları. Gittiler.

O yazın sonunda birgün öğretmenin mektuplarından birine cevap gel-di. Bir yayınevi, aşınmış, berelenmiş kitaplarından yirmi beşini gönderi-yormuş. Yirmi beş kitap ne demek... Öğretmen hayalinde okulun bu iş için ayırdığı bölmesine raflar yaptırıyor, kitapları sıralıyor bir güzel. Kapının üzerine yağlı boyayla "Asmalı Köy Kitaplığı" diye yazıyordu. Geliyor-muş! Kitaplar geliyormuş... Keşke Ufuk da bileydi. Keşke onun da haberi olaydı... Ama neye yarar?

Asmalı Köy'ün öğretmeni sonunda küçük kitaplığını kurmuştu. Bunun için üç yıl boyunca yılmadan istek mektupları yazmış, umutsuzluğa kapılmadan bekleyip durmuştu. Ne var ki bu çabası ilçe yöneticilerinin nutuklarında onların başarısı olarak yer alacak, öğretmen bu nutukları şaşkınlıkla, öfkeyle ama ses çıkartmaksızın dinleyecekti.

"Aziz vatandaşlar! Okulsuz kitapsız kalkınma olamaz! Biz ilk iş ola-rak köylerimize kitaplıklar kurmayı plânladık. Bunun en güzel örneği

Page 85: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

85

Asmalı Köyü’ndedir... Gidin ve görün! Çocuklar geleceğimizdir... Onlar yarının milletvekilleridir, bakanlarıdır, başbakanlarıdır..."

Sonra bir sabah yanma uzun boylu, iri kemikli bir gencin gölgesi düş-tü...

- Beni tanıdınız mı? Ben Ufuk... - Ufuk mu? Koca adam olmuşsun Ufuk... Öteden kahvedeki televizyonun sesi yankılana yankılana kulaklarına

geliyordu. Yürüdüler. O sarı solgun çocuk gitmiş, büyük şehri az çok tanımış, üç yıl o çarklar içersinde az çok pişmiş biri gelmişti yerine...

- Amcamın konfeksiyon atölyesinde çalışıyorum. Aslında şoförlükte hevesim var. Taksicilikte yani... Özlemiştim bizimkinleri. Amcam bir hafta izin verdi... Geldim işte..

Öğretmen suskundu. O Ufuk'la bu Ufuk'u yan yana getirmeğe çalışı-yordu.

- Ufuk... Kitaplığı görmek ister misin? - Hangi kitaplığı? -Hani seninle... Hani yollara bakıp duruyorduk.. Ufuk eski ve ona çok acı çektirmiş bir hastalığı hatırlamışcasına, yüzü

çizgilenerek, - Evet hatırladım öğretmenim, dedi. - Sonunda kitaplar geldi, az da olsa... Kitaplığı kurdum... Görmek ister

misin? Ufuk bir taşı tekmeledikten sonra, - Boş verin öğretmenim, dedi. Benimkisi bi hevesti. Amma da takmış-

tım kafaya. Neyse... Hayırlı olsun kitaplık. Eh ben gideyim artık. İşinizden olmayın...

Çocuk bir ıslık tutturup gene öyle bir şeyleri tekmeleyerek, tozlu yol-dan kahveye yöneldi... Orda tanıdık birilerinin masasına yanaşıp bir iskemle çekti ve gerideki çınarın dallarından inen gölgelere boğdu yüzünü. Bir daha bakmadı öğretmene...

Page 86: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

86

Sadettin KAPLAN

d.1944-Ağrı

AYDIN ÖĞRETMEN

Adı Aydın’dı ama soyadı öğretmen değildi. Değildi de, herkes ona Aydın Öğretmen diyordu. Okulda, evinde, sokakta…O herkes için Aydın Öğretmen idi.

Yaşı kırk bile değildi. Fakat ellisinde gösteriyordu. Çileli yıllar, diken-li yollar onu zamanından önce ihtiyarlatmıştı…Ama ihtiyarlayan sâdece bedeniydi. Gönlü ve ruhu hep gençti Aydın Öğretmen’in…O, hiç büyü-meyen bir çocuktu. Çocuk yüreğinde herkese, her şeye yer vardı. Onu anlamak ve anlatmak öylesine zor ki…

Sokakta bir kedi yavrusu görse, yüreği burkulur; topallayan bir köpek, onu can evinden yaralardı…Belediye otobüsünde iyice kırlaşmış saçlarını, bitkin bedenini unutur; ruhunda esen gençlik meltemiyle kanatlanır, bazen kendinden daha genç birine bile yerini verirdi…

Asık yüzlü, dalgın yürüyen birine rastlasa; tanıdık olsun olmasın, he-men ilgilenir, varsa derdine derman olmaya çalışırdı. Bu yüzden yadırgan-dığı da olurdu…

İşte böyle bir adamdı Aydın Öğretmen…Kır saçları, çehresine çileli bir ömrü nakışlayan çizgileri, mahzun çocuk yüzü, dudaklarında sürekli açan buruk gülümsemesiyle tanınırdı Aydın Öğretmen…

Page 87: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

87

Uzun zamandan beri rahatsızdı. Göğsünün sol yanında kimi zaman dayanılmaz acılar duyar; çok az uyuduğu gecelerin sabahına bu acılarla uğunarak uyanırdı… Kimi zaman alnında tomurcuklanan ter damlacıkla-rıyla yüzü morarırken, yine de dersini gülümseyerek anlatırdı…Bir gün olsun dersi aksattığı olmamıştı. Gönlünde, hep yarınlara hazırladığı “ço-cukları” vardı…

O gün de göğsünde ve sırtındaki acı kasılmalarla uyanmış, fakat eşinin tüm uyarılarına rağmen umursamadan okula gelmişti…Kimse bunun farkında değildi. Çevre konusunda, yardımlaşma ve sevgi konusunda çok güzel şeyler anlattı. Zaten anlattığı her şey çok güzeldi. Onun anlattıklarını anlamamak için aptal olmak bile yetmezdi…

Teneffüs zili çalınca, dudağının kenarına taktığı eğreti bir gülücükle; “Çocuklar” dedi. “Önümüzdeki derste size bir konu verip, bunu bir

kompozisyonda işlemenizi isteyecektim, ama vazgeçtim…Konuyu şimdi-den veriyorum. Teneffüste üzerinde düşünün. Derste sözlü olarak soraca-ğım. En güzel cevabı da çerçeveletip sınıfa asacağım…” Tam çıkmak üzereyken geri döndü:

“Soruyu sormayı unuttum. Affedersiniz çocuklar…Soru şu: Öğretmen nedir?..Tamam mı?..Bu sorunun cevabını çok kısa bir cümle olarak vere-ceksiniz. En güzel olanı, o arkadaşın vecizesi olarak duvara asaca-ğız…Haydi artık kolay gelsin…”

Çocuklar, bu heyecanla öğretmenlerinin dalgınlığını anlayamamışlar-dı…Teneffüs boyunca düşünüp, en güzel cümleyi bulmaya çalıştılar... Herkes, birbirine göstermemeye çalışarak, öğretmeni en güzel şekilde anlatacağını umdukları cümleleri defterlerine yazdılar…

Öğretmenler odasında önüne konan çayı dalgın gözlerle seyreden Ay-dın Öğretmen’in durumu hiç de iyi görünmüyordu. Rengi uçuk, dudakları mosmordu. İkide bir yüzünü buruşturuyor, kendisine bakıldığını fark edince de, hemen toparlanıp gülümsemeye çalışıyordu…

Page 88: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

88

Öğretmen arkadaşları, Aydın Öğretmen’in rahatsızlığını elbette anlamışlardı. Hemen çevresini sarıp ilgilendiler.

Hasan Öğretmen; “Neyiniz var Aydın Bey?” diye sordu. “Rahatsız gibisiniz…” Aylâ Öğretmen, daha bir telaşlı; “Yoksa yine göğsünüz mü?” diye atıldı. Bu ilgi Aydın Öğretmeni daha çok rahatsız etti… “Yok bir şeyciğim arkadaşlar” diye inledi. “İnanın iyiyim. Lütfen ra-

hat olun…” Nasıl rahat olabilirlerdi. Öğretmenler odası çok sıcak olmadığı, hatta

soğuk bile sayılabileceği hâlde, Aydın Öğretmen ter içinde kalmış-tı…Israrla onu doktora götürmeyi ya da bir doktor alıp gelmeyi öneriyor-lardı. Fakat O, sürekli karşı çıkıyor, bir şeyi olmadığını söylüyordu. Neyse ki, bir süre sonra Aydın Öğretmen azıcık rahatladı. Yüzünün rengi norma-le döndü…Derin bir sessizlikten sonra, Hasan Öğretmen yeniden söze başladı:

“Böyle yapmamalısınız Aydın Bey…Hastalık ihmale gelir mi? Ne var yani? Bakın şimdi biraz daha iyicesiniz. Birlikte gidelim hastaneye. Güzelce bir muayene olursunuz. Doktora gitmek için mutlaka çok hasta mı olmak gerekir?..”

Diğer öğretmen arkadaşları da benzeri cümlelerle onu ikna ettiler. “Tamam” dedi. “Söz veriyorum. Hastaneye gidip, bir güzel muayene

olacağım. Ama bir sonraki teneffüste…” Aylâ Öğretmen; “Neden?” diye kızdı. “Neden ağabey?.. Neden şimdi değil de, önü-

müzdeki teneffüste?..Sürekli bunu erteleyip duruyorsunuz?..” Aydın Öğretmen, utangaç bakışlarını arkadaşlarının ısrarlı bakışların-

dan kaçırırken;

Page 89: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

89

“Çocuklara bir konu vermiştim.” Dedi. “ Emekleri boşa mı gitsin? Hevesleri kırılır,öğretmenlerinin sözüne güvenleri sarsılır. Söz veriyorum, teneffüste gideceğim…”

Hasan Öğretmen, diğerlerini yatıştırdı; “Tamam” dedi. “Artık kurtuluşu yok elimden. Önümüzdeki teneffüste

kendi arabamla ben götürecek ve baştan ayağa kontrolden geçirtece-ğim…”

Tam o sırada ders zili de çaldı…Herkes, Aydın Öğretmen’e geçmiş olsun dileğinde bulunup, mutlaka ders çıkışı doktora gitmesi konusunda uyardıktan sonra kendi sınıflarına gittiler. Onlar da öğretmen idiler ve öğretmenliğin nasıl bir feragat mesleği olduğunu elbette biliyor, arkadaşla-rını anlıyorlardı…

Aydın Öğretmen sınıfa girer girmez sevinçle ayağa kalkan çocukların gözlerinde heyecan vardı. Daha O;

“Hazır mısınız çocuklar?” der demez parmaklar havaya kalk-tı…Masasına geçen öğretmen, kalemini çıkarıp önündeki kâğıda bir şeyler yazdı ve onu ters çevirip masanın üzerine bıraktı.

Sonra da sırayla çocuklara söz verdi… O kadar güzel cümleler söylüyorlardı ki, Aydın Öğretmen hastalığına

rağmen büyük bir mutluluk duyuyordu… “Öğretmen; karanlığı aydınlatan bir mumdur.” “Öğretmen; sevgi peteği, ışık çiçeğidir.” “Öğretmen; hem anne, hem baba, hem de yarınlara hazırlayan bir reh-

berdir…” Ve daha neler-neler…Öğretmen, ancak böyle anlatılabilirdi… Birden Aydın Öğretmen fenalaştı…Çocuklar farkında değillerdi. On-

lar, kendilerini bu cevaplara kaptırmış, acaba kimin cümlesi sınıfın duva-rına asılacak diye merak ediyorlardı…

Page 90: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

90

Sâdece sınıf başkanı Hande bir şeyler sezer gibi oldu. Ağır-ağır masa-ya yaklaştı. Aydın Öğretmen, masaya abanmış, başını ellerinin üzerine koymuş, öylece duruyordu…

Hande, önce seslendi, sonra dokundu. Ve arkadaşlarına susmalarını işaret ederek;

“Susun arkadaşlar” diye fısıldadı. “Öğretmenimiz uyudu galiba…” Çocuklar sustular. Aydın Öğretmen’i hiç bu hâlde görmemişler-

di…Süleyman ve Orhan, yerlerinden kalkıp öğretmen masasına geldiler. Seslendiler, dokundular…Ama Aydın Öğretmen’de ne kımıldama, ne ses, ne de nefes vardı…

Hande, öğretmeninin elinin altında buruşan kâğıdı çekip aldı. Az önce yazıp da ters çevirdiği kâğıtta şu cümle yazılıydı:

“Öğretmen; kendini insanlığa adayan, aydınlık yarınlar için karanlığın ölümcül oklarına göğsünü siper eden silahsız savaşçıdır…”

Page 91: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

91

Taki AKKUŞ

d. 1947-Sivas

KÜÇÜK NUR ALİ

Eriyen kar suları havanın yeniden soğuması üzerine donmuş, okuldan giden asfalt geçen o kadar TIR’a rağmen buz bağlamıştı. Batmaya bir adam boyu kalan güneş, okulun karşısındaki tarlaları örten karların üze-rindeki buzlara vurunca parlaklığı artıyordu.

Ayaklarındaki naylon ayakkabıların patlaklarından karlar doluyordu. İran transit yolundaki arabaların çokluğundan korkuyor, yolun kıyısındaki karların üzerinde yürüyordu küçük Nur Ali. Naylonların arkası tamamen parçalanmıştı. Ayaklarında ayakkabı varmış gibi görünüyordu ama taban-ları doğrudan kara basıyordu.

İmranlı'ya yaz kış bu yoldan gelinip gidilirdi. Geriye döndü. Okulun tüm bölümleri gözlerinin önündeydi. Yemekhane, yatakhane, lojmanlar ve idare binası... Öğrenciler siyah önlükleri içinde, bahçedeki karların üze-rinde hareket edip duran kara benekleri andırıyorlardı.. Küçük Nur Ali, yıllardan beri gördüğü şeylere olanak dışı şeylermiş gibi bakıyordu. Ta yukarılardan, Kızıl Dağ’dan çıkan Kızılırmak, yer yer buzların altında kıvrıla kıvrıla akıyor, bazı kentlerde olduğu gibi, İmranlı'nın da içerisin-den geçerek, Karadeniz’e doğru akıp gidiyordu.

Küçük Nur Ali, görebildiği kadarıyla gözledi. İmranlı'ya yaklaştığı yerde, önce bir ağaç köprünün altından geçiyordu Kızılırmak… Ray

Page 92: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

92

demirleri üzerine yapılan bu daracık köprünün eski olduğu her haliyle göze çarpıyordu. Şimdi sadece yayalar geçiyordu. Şehir çıkışında, koca-man beton köprünün altındaki pislikleri de alan Kızılırmak, Zara'ya doğru uzanırdı.

İleride yolun kıvrımından biraz aşağıda, değirmenin suambarları göze çarpıyordu. Ambarların çevresini ve içini karlar doldurmuştu..

Değirmenin yukarısında, küçük bir sırta dayanarak, İmranlı'yı seyre-den köy sessiz ve sakindi. Buradaki köylere kış geldi mi araba işlemez artık. Yalnız, bazı köylüler, TIR’ların geçtiği yolun kıyısına ev yapmışlar-dı, öteki köylülerse daracık patikalardan yaya olarak gelir giderler ilçeye... Acil hastası veya ağır yükü olanlar, ya kızak kiralar ya da çarnaçar, hasta-larını sedyelerle ana yola dek indirirler... Kimi zaman da zorunlu olarak geri dönülürdü...

Küçük Nur Ali, hiç bir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne okuldaki arka-daşları, ne de yakalandıktan sonra öğretmenlerin ve idarecilerden yediği dayak aklında değildi.

Dövülüp dövülmeyeceğini de düşünmüyordu. Usunda yalnız bir şey vardı. Bu yolu yeniden yürümek ve geri dönmek zorunda oluşu...

Uzun uzun, bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Gözlerini ile-riye çevirince, değirmene yaklaştığını gördü. Değirmenin yanından geçip giden bu upuzun yol yer yer buz tabakalarından ve badallardan meydana gelmişti sanki. Yukarılardan inen patikalar asfalt yolla birleşiyordu. Tıpkı bir ırmağın kolları gibi…

Küçük Nur Ali, değirmene giden patikanın hizasına gelince durdu... Güneş battı batacaktı; soğuk da alabildiğine bastırıyordu. Önce değirmene gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçti. Küçükken hep anlatır dururlardı. De-ğirmenlerde kışın cinler, periler olurmuş, onların olduğu yere gidenleri çarparlarmış. Hatta bir defasında, bir adam, böyle bir kış gününde fırtınaya tutulunca, yola yakın olan bir değirmene sığınmıştı da., değirmene girme-siyle çarpılması bir olmuştu. Anlattıklarına göre, adam tam değirmene

Page 93: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

93

girdiği sırada, cinler yer sofrasının başına oturmuş; yemeklerini yiyorlar-mış. Adamdan kaçmamışlar... Adamı sofraya davet etmişler:

"Aklındakini demezsen gel misafirimizsin, yok aklındakini dersen, se-ni öldürürüz," demişler.

Soğuktan ve açlıktan takadı kesilen adam, sofraya otururken: "Bismil-lah,"der demez, cinler çarpıyor adamı. Ölüsü uzun süre değirmende kalıyor.

Küçük Nur Ali, korkan gözlerle değirmene baktı. Hızlandı asfalt yol-da "olmazsa ilerdeki değirmende kalırım" diye düşündü. Koşmaya başladı. Duyduğu gürültüyle geri döndü. Yolun şarampolünde bir TIR devrilmişti. Tekerlekleri boşlukta dönüyordu. Korktu, gerisin geri okula dönmek istedi. Yiyeceği dayak aklına gelince, ister istemez yoluna devam etti.

Küçük Nur Ali’nin gözleri delecekmiş gibi, dağa doğru uzayıp giden yola dikiliyor... Yolun sonundaki köyde, onu kucaklayıp bağrına basacak, sıcak bir ana ve baba kucağı olan köy... Ayakları üşümesin diye hızlı hızlı koşmaya başladı. Ama ayaklarında can yoktu sanki. Akşamın ayazı ile birlikte kar da adamakıllı serpiştiriyordu.

Küçük Nur Ali, köyüne biran önce varmak için kendisini zorluyordu. Soğuktan sızlayan ellerini ovuşturmaya başladı. Yağan karla birlikte yeğnil bir rüzgar esiyordu. Esen rüzgarla gözleri yaşarıyor, mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu. İçinde duyduğu bir eziklikle, annesini düşündü. Annesinin ağlamaklı hali geldi gözlerinin önüne. Okula ilk yazıldığı gün, annesi bağrına basarak doyuncaya değin ağlamıştı. Ama babası annesine kızmış, azarlamıştı. Günlerce annesinin o hali gözlerinin önünden gitmemişti.

Henüz karanlığa alışmamış gözkapaklarına, kar taneleri çarpıyordu. Ağır ağır sırtından içeriye doğru işleyen ıslaklık, Küçük Nur Ali’yi titret-meye başlatmıştı.

Okula ilk başladığı zaman sevmişti öğretmenlerini. Birinci sınıfta Nermin adında bir öğretmen okutmuştu onu. Sonrara bir şeyler olmuştu

Page 94: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

94

ama anlayamamıştı pek. Okula gelip gidenler Derken Nermin öğretmenle-ri çekip gitmişti bir gün. Bir daha da dönmemişti. Zamanla öğrendi olanla-rı. Dördüncü sınıftayken, okula ilgisi azalmaya başladı. Arasıra okuldan kaçtı. Okuldan kaçıyor diye, öğretmenler kızmaya başladılar gelen çekip, giden çekip, itekledi... Öğretmenlerin bazılarına kızıyordu, ama elinden bir şey gelmiyordu. Sevdiği öğretmenler de vardı. Ama onlarda ötekileri gibi davranıyordu kimi zaman.

Ufak tefek bir şeydi. Yaşıtları arasında en küçüğüydü.Yatakhanede ol-sun, yemekhanede olsun, nöbetçi öğretmen gider gelir, çubuğunu onun başında şaklatırdı. Nöbetçi öğretmenlere görünmemek için okulun tenha yerlerine gizlenir, uzun uzun düşlere dalardı. Sonunda da zorlu bir dayak ve azar işitirdi. Müdür yardımcısı haftada birkaç kez odasına çağırır, bir güzel paylardı:

"Yine mi sen ulan it herif!.. Sana kaç kez adam olacaksın, dedim. Ama sen yine aynı itliği yapmaktan geri kalmıyorsun," diyerek, zorlu bir dayak atardı. Küçük Nur Ali dayaktan sonra bir köşeye çekilir, sessiz sessiz ağlardı.

Alacakaranlıkta yüzüne çarpan kar ve rüzgarın etkisiyle sıyrıldı düşle-rinden. Giderek kararan gecenin dondurucu ayazından korkuyordu. İçine işleyen soğuktan, zangır zangır titremeye başladı. Ayaklarını daha da hızlı atmaya çalışıyordu... Ama ayakları birbirine dolaşıyor, zaman zaman karların üstüne düşüp kalkıyordu. Açlık ve yorgunluğu unutmuş gibiydi. Bir an önce köye varmak, sobaya iki tezek parçasını atarak bir iyice ısınmak, sonra da annesine doyasıya sarılmak, onu doya doya öpmek istiyordu. Babası kızarsa kızsın, annesi vardı. Dişleri birbirine çarpmaya başladı. Bir korku kelepçe oldu yüreğine. Uzaklardan hayvan sesleri geliyordu kulağına. Geçen TIR'ların gürültüsü kesilir gibi olduğunda bu sesler daha da net duyuluyordu. TIR’ların sesi başlayınca bu garip sesler duyulmaz oluyordu ama biraz sonra daha da yaklaşmış olarak yeniden duyuluyordu.. Arabaların gürültüsüyle korkusu azalıyor. Bu gürültüler

Page 95: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

95

kesilince korkusu çığlaşarak devam ediyordu. Olduğu yerde durup korku dolu gözlerle çevresine baktı. Birden dişleri bir daha takırdayamadı ve gövdesini bir titremedir aldı.

Çapaklanan gözlerini çevirip karşıya baktı. Bir şey göremiyordu... Rüzgarla birlikte yağan kar gözlerinin içine doluyordu sanki. Bir korku duydu kendi kendine, bir yere sıkıştırılmış vahşi bir korku. Koşmayı denedi yeniden. Bacaklarına tonlarca ağırlık bağlanmış gibi, sendeleyip düştü. Bağırmayı denedi ama başaramadı. Gırtlağından acayip acayip sesler geliyordu. Döndü, tek iz olan patikadan ikinci değirmene doğru yürüdü. Değirmene yaklaştıkça hayvan sesleri daha da yakınlaştı. Karşıda, Karaçayır köyündeki evlerin ışıkları bir bir sönüyordu artık. Yürüdüğü, patika yolun biraz ilerisindeki ahlat ağacının orada bazı karaltılar ilişti gözüne, sonra da kayboldu. Sırtındaki nemli ıslaklık bir hançer gibi sapla-nıyordu ciğerine derinden derinden. Boğazına bir şeyler takılıyordu sanki. Daha da hızlı yürümeye zorladı kendini... Göz kapaklarındaki karları silmeye çalışırken yuvarlandı. Kalktı. Birkaç adım sonra, yeniden düştü.

"Demem aklımdakini, demem ne olacak sanki!.. Onlar şimdi yemek yiyorlardır. Bir iyice de ateşleri vardır. Isınır, yemeği de yerim. Onlar da bana dokunmazlar " diye, söyleniyordu kendi kendine. Çevresinde bazı karaltıların dolaştığını sezinleyebiliyordu. Birde uykusu geliyordu ki, göz kapaklarına tonlarca ağırlık çökmüştü sanki. Donmakta olan parmaklarıy-la, gözkapaklarını yukarı yukarı kaldırdı birkaç kez. Sonra konuşmasına kaldığı yerde seslice devam etti. Birilerine anlatıyordu sanki:

"İnanın ki hiç suçum yoktu. Kimseye de karşı gelmedim. Ama onlar beni sevmiyorlardı. Neden sevmediklerini de anlamış değilim. Belki küçüktüm, belki de başka bir şeyden, “bir hasret çekti derinden derinden.” Nedense bizi dövmek, bize eziyet etmek hoşlarına gidiyor. Müdür ara sıra bize el atsa da bir işe yaramıyor. Oysa, ben okulu ne kadar çok severim. Okuyup bir şey olacaktım. Kendi çocuklarına el bebek gül bebek... Bize de pat küt..."

Page 96: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

96

Birkaç kez olduğu yerde sendeleyip düştü. Patikanın karları üzerinde, kara bir leke gibiydi. Zorla kalktı olduğu yerden, değirmene birkaç adım bir şey kalmıştı... Tipi çevresini bir duman gibi sarıp sarmaladı. Yüzüne çarpan karlarla nefesi daralıyor, çevresini göremiyordu. Küçük Nur Ali, ellerini ileriye uzatınca, elleri yumuşak yumuşak tüylere dokunuyordu sanki. Değirmenin kapısına yaslanarak zorladı. Bir süre uğraşmasına karşın kapıyı açamadı.

"İnanın ki aklımdakini demem; açın kapıyı, yalvarırım açın. Açlık ve soğuk öldürecek beni," dedi, küçük Nur Ali. Sonra ağır ağır yığıldı kapı-nın önüne. Boz tüylü bir şeyi karşısında görünce titredi. Yalvararak sür-dürdü konuşmasını. Sözcükler dudakları arasında parça parça dökülüyor-du; "İnan ki dayı!.. Demem aklımdakiniiii!.. Vallahi demem!.. İnankiii!.. " düştü, kalktı kapının önünde birkaç kez daha. Bir kez daha doğrulmaya çalıştı, ama başaramadı. Bir yontu gibi yığıldı karların üstüne yeniden.

Birinin kendisini sürüklediğini, bazılarının da bırakmamak için öteki yana çektiklerini sezinliyordu, Küçük Nur Ali...

Page 97: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

97

Necati KANTER

d.1949-Elazığ

KENT OKULUNDA İLK GÜN

Sabah töreninden sonra öğrenciler sınıflarına girerken o ayaklarındaki çamurlu Ankara lâstiklerine baktı, köyünü, yüksek kayaların üstüne oturtulmuş evlerini ve ağaç dalları üzerinde cıvıldaşan kuşların şarkılarını düşledi. Sonra hastaneyi… Babası için, doktorların kanser bu adam! Alın götürün! Sürünmesin buralarda! Size de paranıza da yazıktır dediklerini, annesi gibi amcasının da hıçkırıklara boğulduğu günü anımsadı...

O gün tanımıştı şehri… İlk kez o gün gitmişti lokantaya... Daha çok sevmişti o günden sonra amcasını… Ezogelin çorbası içmiş, acılı Adana kebap yemiş, Antep baklavasını o gün tatmıştı. Ama nedense şimdi anası-nın tarhana çorbası tütüyordu burnunda.

Gürültülü bir kamyon sesi ile irkildi. Zift kokan geniş asfalta, renkli parke taşlarıyla yapılmış kaldırımlara,

sonra sekiz on katlı apartmanların balkonlarında saksılara dikilmiş rengâ-renk çiçeklere baktı... Henüz isimlerini bilmediği okul arkadaşları geldi aklına… Bir korku sardı körpe bedenini. Başını indirdi, gözlerini toprağa yıktı, buruk bir sözcük döküldü uçuk dudakları arasında. ‘Baba!..’ dedi, kulaklarına kadar kızardı. Bir duyan oldu mu kaygısıyla ürkek bakışlarla etrafını taradı.

“Niçin sınıfına girmiyorsun evlâdım?”

Page 98: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

98

Vıraklayan kart bir kurbağa sesiydi sanki!.. Ya da ona öyle geldi. Gözleri karardı, yıldızlar uçuştu başı etrafında İsmail’in. “Şey” diyebildi, büktü boynunu. Vahşi bir bakış fırlattı, sonra koşarak

girdi okulun kapısından içeri. Yüreği çarpıyor, soluğu tıkanıyor, bacakları titriyordu. 6/A yazılı küçük bej tabelâdaki kırmızı yazıya doğru yanaştı, tam sınıfın kapısını çalmaya hazırlanmıştı ki, ani bir kararla fırlayıp çıktı.

Cadde kenarındaki geniş kaldırımın az ötesinde yaprakları sararmış bir akasya gölgesine sokuldu… Orta yaşlı, pamuk şekeri satan kasketli bir adamla kendi yaşlarında bir simitçi çocuğun şakalaşmalarını izledi… Gülümsedi… Utanmasa kahkaha atacaktı. Zor tutabilmişti kendini. Sonra daldı… Mahzundu; sanki yakın bir geleceğin daha acı günlerinin derinlik-lerine bakıyordu… Siyah saçlarını okşayan ılık bir meltem köyüne götür-dü onu.

Güneşin bir daha doğmazcasına battığı o günü düşledi… Çitlerle çevrili tek katlı ahşap evlerinin bahçesinde kara kazanların ku-

rulduğu, teneşir tahtası üzerine konup son yolculuğuna hazırlamak için yıkanmayı ve beyaz, yakasız gömleği giyinmeyi bekleyen babasının soluk yüzünü daha dünmüş gibi anımsadı… Annesinin “evim yıkıldı oyy!.. Evim yıkıldı!..” acı feryadıyla başlayan ağıtlarını, halasının saçlarını yolup başındaki yazmasını yırttığını, “Allah rahmet eylesin… İyi adamdı… Daha çok gençti!” seslerini yeniden duyuyor, yeniden yaşıyordu !..

Hafız Kâmil’in yakıcı sesiyle okuduğu salâ dalga dalga köyün yüksek tepelerinde yankılanırken ağlayanların bir gün susacağını; fakat kendisinin bu sesi, bu acıyı hayatının sonuna kadar duyacağını, gözyaşlarının hiç kurumayacağını biliyordu.

Aradan bir yıl bile geçmeden: “Anan gelin oluyor!...” Arkadaşlarının bu kahredici, aşağılayıcı seslerini duymaktansa yer o-

lup yedi kat yerin dibine girmeyi istiyor, ne gidecek bir yer, ne kaçacak bir

Page 99: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

99

delik bulabiliyordu. Okula da gitmiyordu artık. Köyün büyüklerinin acıyarak bakışlarından anlamlar çıkarıyor, öğretmenin kendisiyle daha çok ilgilenişi bile rahatsız ediyordu onu.

Anan gelin oluyor!.. Unutamıyordu bu sesi. İnsanların, hayvanların, kurtların, kuşların, dağların, taşların, bütün

börtü böceğin Koro halinde söyledikleri bir yergiydi bu. Bir zulümdü, bir ölümdü bu ses!..

Nasıl unutabilirdi bu sesi? “Hey!.. İsmail!..” “Oğlum İsot!..” “Bu gün anan gelin oluyor!” Halasının oğlu Bekir bile: “Yalan mı oğlum! İnanmazsan git anana sor” demişti. Kaçıyordu İsmail… Ama duyuyordu… Sanki dünyada tek bir cümle

tek bir ses vardı… “Anan gelin oluyor!..” Kimseye belli etmeden köşe bucak kaçıyor, sessiz hıçkırıklarla saat-

lerce ağlıyordu. “Anan gelin!...” “Anan!...” “Anan!...” İsmail dişlerini gıcırdattı, sıktı yumruklarını, “Vay senin o anan!..” “Tövbe tövbe!...” Lanetler yağdırıyordu… Şeytana da anasına da tüm insanlara da... Diken diken oldu tüyleri !.. Çok büyük bir günah işlemiş gibi ettiği küfürlerden ve düşündüğü tüm

kötülüklerden dolayı pişmanlık duyuyor, Allah’tan af diliyor, tövbe ediyor, o sesi duyunca yeniden başlıyordu küfürler savurmaya.

Page 100: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

100

Evden kaçıp dağlara sığınmıştı anasının gelin olacağı o acı günün şa-fağında.

Rüzgâr ipek saçlarını savururken yağmur damlaları yüzüne, oradan da yüreğine iniyordu. Sellerin köpürdüğü derelerden geçip yüksek kayalara tırmandı. Girdaplaşan boz bulanık çağlayanlara baktı... Böğürtlenler kanattı bebek yüzünü. Ellerini dikenler parçaladı, ayaklarını çalılar… Biryandan deliler gibi koşuyor, biryandan da küfürler savuruyordu… Kendisi de bilmiyordu kime küfür ettiğini… Sövüyordu işte!..

Saatler sonra olduğu yerde yığılıp kaldı… Bir kayanın üzerinde otur-du… Başını dizlerine dayadı, yaşları incileşti gözlerinde. Rüyadaymış gibi, “baba!..” dedi, suyun şırıltısını dinledi uzun uzun… Kalktı, ağır ve kararsız adımlarla yürüdü… Birkaç dakika sonra etrafı salkım söğütlerle süslü küçük bir dere kenarına gelip oturdu. Yosun tutmuş bir kaya üzerin-de patlak gözlerini ayırmış kendisine bön bön bakan çirkin bir kurbağaya dikti gözlerini. Kurbağa baktı, İsmail baktı !.. Büyüdü kurbağanın gözle-ri… Büyüdü, büyüdü, beyaz bir balon gibi şişti boğazı. Bir canavar olup anasını almaya gelen adamla bu çirkin kurbağa aynı kişi oldu… Alev saçıyordu İsmail’in gözleri öfkeden. Avucunu dolduracak büyüklükte bir taş aldı eline, kendisine alayla bakıp pis pis sırıtan bu çirkin adamı bir anda yok etmek, kafasını ezmek için kaldırdı kolunu.

Bakıştılar!... “Vırak !..” İsmail dişlerini gıcırdattı… “Vırak !..” Küfür mü alay mı ettiği belli değildi kurbağanın. Bir şimşek gibi parladı gözleri İsmail’in!.. Soluğunu tuttu, alnının or-

tasını hedefledi… “Vırak !..” dedi kurbağa. Bir daha geldiler göz göze.

“Vırak!.. vırak!.. vırak!..”

Page 101: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

101

Sıktı avucunun içindeki taşı.

“vırak!.. vırak!.. vırak!..”

Olanca gücüyle fırlattı elindeki taşı patlak gözlü kurbağaya.

Iskaladı!..

“Cup” dedi, göle daldı kurbağa.

Üzüldü!.. Hayıflandı!..

Bir yandan küfürler savuruyor, diğer yandan vıraklayan kurbağaların kökünü kazımak için yemin ediyordu. Özel bir sopa yapmıştı İsmail. O günden sonra onun işi köyde ne kadar kurbağa varsa kökünü kurutmak olacaktı. Kurbağa avcısına çıkmıştı adı...

Ellerinin üzeri siğillerle dolu olduğu için “Siğilli İsmail” diyorlardı köydeki arkadaşları ona. Umurunda değildi. Yeter ki anasını elinden alıp götüren patlak gözlü çirkin kurbağa ile özdeşleştirdiği o adamdan intikam almış olsun… Ne kadar çok kurbağa öldürdüğünün kanıtıydı bu siğiller.

Kente gönderilmeye karar verildiği gün, şafağın alaca karanlığında gök-yüzünü kaplayan kuş sürülerinin gurbete uçuşlarını izlemişti odasının küçük penceresinden. Daha o gün bile gurbetin acısını duymuştu yüreğinde. Amcası Çocuk Esirgeme Kurumuna başvurmuş öğretmenin ve muhtarın da yardımlarıyla kabul edilmişti. Heyecanlıydı İsmail. Görüntüler netleşiyor, renkler ve olaylar canlanıyordu gözlerinde. Hafız kâmilin verdiği salâ hala kulaklarında yankılanırken yaşlar akıyordu gözlerinden. Köyünden, arka-daşlarından ve çok sevdiği Munise öğretmeninden ayrılacağı için hem seviniyor, hem de üzülüyordu. Ne de olsa anasının çirkin bir kurbağa ile evlendiğini kimse bilmeyecekti gideceği yerde. Bu da bir şeydi onun için.

Anasının kendisini ne kadar çok sevdiğini, babası öldükten sonra bağ-rına basıp, “oğlum, yavrum senden başka kimim var” deyip koyun koyuna yattıkları geceleri tekrar tekrar yaşıyor, ama birden filmin şeridi kopuyor, yine o kurbağa suratlı adam giriyor araya. O güzel anasının da yosun

Page 102: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

102

renkli, ürkek, yapış yapış, tiksindirici patlak gözlü pis dişi bir kurbağaya dönüştüğünü kendi gözleriyle görebiliyordu. İşte o zaman cinleri tepesine çıkıyor, önüne ne gelirse yakıp yıkıyor, kırıp döküyordu.

Vurdular, dövdüler, sövdüler olmadı… Yatırlara götürdüler, olmadı… Hocalara götürdüler yine olmadı. Hırçın mıydı, deli miydi, manyak mıydı, inat mıydı? Kimse akıl erdirememişti.

Gömleği ile dövüşüyordu sanki.

İllallah dedirtmişti!

Ama yalnızdı İsmail… Yapayalnız!..

Ve o gece!..

Oda kapısının gıcırtısı ile irkildi. Bakışları bir çığlıktan daha acıydı İsmail’in. Hıçkırıklar içinde “yavrum!..” diyen anasının sesini duyunca diken diken oldu tüyleri... Sesi okşayıcı bir buse kadar tatlı, bakışları sabit ve anlamlı... Yüzü soluktu. Hüzünlü bir ayrılık şarkısı söylüyordu gece rüzgârı.

“Kınalı koçum!..” dedi, eğildi. Saçlarını, yüzünü, yanaklarını kokladı uzun uzun...

Sırılsıklamdı ikisi de.

Hüzün damla damla düşüyordu yere…

Sarmaş dolaştı ana oğul!..

Ağlıyorlardı.

Gür bir zil sesiyle irkildi İsmail!.. İri iri baktı etrafına; yalnızca ölüme yüz tutmuş akasya ağacını gördü… Bir de arı kovanından uğuldayarak dışarı fırlayan balarılarına benzettiği öğrencileri...

Ve bir rüya gibi kayboldu kentli öğrenciler arasında.

Page 103: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

103

Ümit Fehmi SORGUNLU

d.1949-Kayseri

ACILAR SEVGİYLE BİTER

Onunla okulun öğretmenler odasında tanıştık. Berrak, temiz bir eylül güneşi, pencerelerden içeri giriyor, duvarda asılı Türkiye haritasını parlak ışınlarıyla yer yer aydınlatıyordu. Bense oturduğum deri koltukta, sıkıntıy-la büzüldükçe büzülüyor, alnımda beliren ter tomurcukları ikide bir men-dilimle silmeye çalışıyordum. Okula yeni tayin edilişimle çektiğim acemi-liği belirtmemeğe gayret etmeme rağmen, diğer öğretmenlerin küçümse-yen, alaycı bakışlarından kurtulamıyordum. O, cana yakın, gülümseyen gözleriyle yaklaşmış; “Hoş geldiniz tayininiz hayırlı olsun” demişti. Nedense ilk kez o sesle birlikte derin bir huzura kavuşur gibi rahatlamış, koltuğumda biraz olsun gevşemiştim. Soluk bir eylül yaprağı renginde, uzun sarı saçların çevrelediği beyaz yüzün ortasında, yukarı doğru çıkan küçük burnun hemen bitiminde, sağlı sollu ayrılıp hilal gibi kavis çizerek uzayan ince kaşların altındaki, ilk bakışta mavi mi, yeşil mi olduğu anla-şılmayan bir çift güzel göz, insanı büyüler gibiydi.

Gülkurusu tayyörün içinde diriliğini her fırsatta belirten körpe vü-cudunu yanındaki koltuklardan birine bıraktığı zaman, hâlâ üzerimdeki garip acemiliği atamamıştım. Oysa ilk öğretmenliğim de değildi bu. Yıllarca köy ve kazalarda görev yaptıktan sonra gerçi ilk defa bir merkez ilkokuluna atanmıştım, ama ne de olsa bozkırın verdiği çekingenlik kolay kolay atılmıyordu. Hangi okuldan geliyorsunuz, nereden mezunsunuz? Gibi alışıla gelmiş soruları sıralarken, ben ona sıkılgan, mahcup tek tek

Page 104: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

104

cevap vermeye çalışıyordum. On dakikalık teneffüs boyunca onunla konuşup rahatlamış, gözlerimi onun lekesiz beyaz yüzünden ayıramaz olmuştum. O ise, gözlerini benden mütemadiyen kaçırıyordu. Telâşlı, kaçamak, masum bakışları ve yüzüne yer yer gelen kızarıklık, bakışlarım-dan etkilenmesinin utancını simgeliyordu. Neşeli gözükmeye çalışan mizacın altında, bir ruh burkuntusu içinde olduğunu anlamıştım.

Zil çaldığı zaman, ilk bakışta mavi mi, yeşil mi olduğu anlaşılmayan derin manayı yüreğime terk ederek, içimde beliren tuhaf duyguları kori-dorda ardı sıra sürükleyip, uzaklaşarak, sınıflardan birine girdiğinde ben yine ürkek, tedirgin yalnızlığımla baş başa kalmıştım.

O, sabahçıydı. Bense bir türlü ısınamadığım, donuk bakışlı, asık yüzlü müdüre rica etmeme rağmen öğleci olmuştum. İçimde bilmediğim, şimdi-ye kadar hiç tanışmadığım bir his beni ona doğru itiyor, hemen her gün ders saatim gelmeden okula koşuyordum. Çoğu kere yalnız gezen, ağır başlı, uysal ve gülecen bir kızdı. Her teneffüs boyunca bana bir dost gibi, zaman zaman, parça parça, kırık dökük kendinden bahsediyordu. Adı selinmiş, küçük yaşta babasını kaybetmiş. Annesi, babası öldükten sonra yatılı öğretmen okuluna vermiş. Diğer akrabaları babasından sonra onlarla hiç ilgilenmez olmuşlar. Şimdi ise hayatta hasta annesinden başka kimsesi yokmuş. İki odalı küçük bir evde kalıyorlarmış. Bütün bunları, alelâde, her gün dinlediğimiz bir olay gibi anlatmaya çalışırken, kendine acınmasını istemeyen, mağrur bir ifade takınıyordu. Ama içindeki ruh fırtınasını dindirmeyi beceremiyor, arada bir dalıp giden gözleri, duygularını ele veriyordu. Hoşuna giden küçük bir şey olunca bazen aşırı bir sevinç gösteriyor, olmadık şeylerle kendini mutlu etmeye çalışıyor; bazen gerçek-ten olumlu hadiseler bile onu etkilemiyor, yüzünü bir hüzün bulutu kaplı-yordu. 0 an onunla konuşmayı, tartışmayı ve düşündüklerimi yüzüne söylemeyi öylesine çok istiyordum ki...

Onunla çok ilgilenmem, onunla ilgili her şeye aşırı hassasiyet göster-mem, diğer öğretmenler tarafından fark edilir hale gelmişti. Bu ilgi onu da

Page 105: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

105

sıkmaya başlamış olmalıydı ki, ben olduğum zamanlar öğretmenler odası-na girmemeye, bahçede sessiz, yalnız dolaşmaya başlamıştı.

Bir buçuk ay Selin’i hiç görmemek için kendi kendime söz verdim, Okula tam saatinde gitmeye, böylece mümkün olduğu kadar onunla karşılaşmamaya çalışıyordum. Onu sömestri tatilinin sonuna kadar hiç görmedim. Bu süre bana öylesine uzun gelmişti ki, hiç bir şeyden zevk duymaz olmuştum. Eşim, çocuklarım ve arkadaşlarım bana birer yaban-cıymış gibi geliyor, ruhumu saran sinsi bir hüznü hiç bir şey gideremiyor-du. Akşamları dışarı çıkmak hiç adetim olmadığı halde, bazen çıkıyor, ara sokaklarda tek başıma saatlerce geziyordum. Bu saatler boyunca bana yalnız, bir türlü içimden atamadığım, atıp da kurtulamadığım ve sebebini günlerce çözemediğim, arada bir kaçamak bakışlarla yüreğimi delen, o ilk bakışta mavi mi, yeşil mi olduğu anlaşılmayan, bir çift göz refakat ediyor-du. Bendeki bu değişikliğe, bu sebepsiz, devamlı sessizliği arayışıma bir mana veremiyordum. Bir tarafta çekici, büyüleyici bir çift gözün verdiği tatlı düşünceler, diğer tarafta utanç duyduğum kupkuru duygular ve ardın-da gizlenen bir eş, iki çocuk... Sömestri tatili sonunda kendimi yenemeyip okula yine erken gittim. İçimde tuhaf şeyler kıpırdıyor, sebepsiz bir sıkıntı gelip boğazıma düğümleniyordu. Nihayet teneffüs zili çaldı ve kapıda o göründü. Kalbimin ona doğru emekleyip, koşmak ister gibi çarptığını hissettim. Üzerinden hiç çıkmayan gülkurusu bir tayyör, elinde bir kaç defterle beni görünce kızardı. Bir an gözlerimiz birleşti.

—Merhaba, dedi. — Merhaba, diyebildim sessizce. “Nerelerdesiniz, çoktandır gözükmüyorsunuz?” demesini bekledim

demedi. Yavaşça koltuklardan birine oturdu. Bir müddet hiç konuşmadan bekledi. Sonra birden:

—Size haberlerim var, dedi. Gözlerini benden kaçırmaya çalışıyor, yerde bir şeyler arar gibi amaçsız gezdiriyordu.

— Nedir? diye sordum mu bilmiyorum. Ama o ilave etti. — Söz kestik, evleniyorum.

Page 106: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

106

Birden yüreğimden bir şeyin koptuğunu, içimden bir yerlere doğru sinsi sinsi aktığını hisseder gibi oldum.

—Yaa! Dedim, Sesim yılgın, korkak ve boğuktu. — Kimle, diye ürkek, çekingen sordum. İstanbul’da bir inşaat mühendisiymiş. Müteahhitlik yapıyormuş. Evle-

nince buradan İstanbul’a gideceklermiş. Annesini de alacakmış yanına. Hayat, nihayet ona da gülüyormuş, mutluymuş. Dilimin döndüğünce evlilik üzerine bir şeyler söyledim, Güldü. Gülünce dudaklarının arasında sanki güneş açar gibiydi. Zil çaldı ve alelâcele kalkıp koridorda kayboldu. O günden sonra, onu seyrek görmeye başlamıştım. Belki de böyle olması benim için daha iyi olacaktı. Aradan aylar geçti. Bu zaman zarfı içinde onu iki kere de nişanlısıyla gördüm. Kısa boylu, çelimsiz esmer bir genç. İkisi bir okuldan çıkarken arkalarından uzun uzun bakar, Selin için dua ederdim. Selin... Bu ismi telaffuz ederken dahi yüreğimde bir şeylerin burkulduğunu hissediyordum. Yaz gelip okullar tatil olduğu zaman da görmemiştim onu. Görmemek için de bucak bucak kaçmıştım, Keşke son bir kez daha görsem, büyüleyici gözlerini saatlerce seyredebilseydim. Bir yaz boyunca ruhumda fırtınalar esti durdu. Dakikalarca olduğum yerde dalıyor, düşünceden düşünceye geçiyor, hayaller kuruyordum. Yüreği iyilikle dolu, sevgiye muhtaç, öksüz, yoksul ve gururlu kızın öyle yüce bir manası vardı ki bende... 0 büyüleyici gözlerinden ruhuma inen gizli bir geçit açılıyordu. Evet evet, bunu saatlerce düşünüp bulmuştum. O kızda beni ilgilendiren sadece dış güzellik değildi. Fiziki güzelliğinin ardında beni ona doğru çeken, maddeden öte bir mana, bir ruh vardı... Ve ben o ruhun peşindeydim. Eylül dönüşü onu okulda görememiştim. Gözlerim Selin’i ve o gülen gözlerini beyhude aradı durdu. Önce evlenip gittiğini sandım. Yanılmışım. Nişanın bozulduğunu, Selin’in alelâcele tayin isteyip, annesiyle birlikte Anadolu’nun bir kasabasına gittiğini, muavin arkadaştan öğrendim.

—Ama neden ille de tayin?diye sorunca arkadaşım yüzüme kuşkuyla baktı. — Bilmiyorum, artık buralarda kalamam, kimsenin yüzüne bakamam, di-

yordu.

Page 107: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

107

Galiba oğlanda aradığını mı bulamamış, yok ilgisiz miymiş ne? Zaten bili-yorsun çok hassas bir kızdı. Benim sormama bile gerek duymadan gittiği kazayı ve adresini verdi, Öyle tuhaf, öyle garip olmuştum ki, sanki okul tama-men boşalmış da, o olmadan kimselerle konuşamaz, arkadaşlık edemezmişim gibi bir hisse kapılmıştım. Ona yazıp yazmama konusunda kendimle günlerce mücadele ettim. Nihayet onun mıknatıs gibi çekiciliği kilometrelerce uzaktan da olsa tesirini göstermiş, içimdeki bene bir kez daha yenilmiştim. Bir bayram gününü bahane ederek kart attım. On gün sonra cevap geldi. Satırları hayatın çilelerinden bıkmış, acıyla kıvranan birinin ruh aynası gibiydi. Ama beni yine de hatırlamasına öylesine sevinmiş, öylesine mutlu olmuştum ki, oturup mektup yazdım.

“...Kartınız beni ne kadar mutlu etti bilemezsiniz. Karanlık bedbaht dün-yamdan beni çekip, yeniden gün ışığına kavuşturdunuz. Sanki yaşamam, soluk almam bu satırlarınıza bağlıymış gibi bana yeniden can verdiniz. Lütfen beni yanlış anlamayınız. Bu satırlarım bir hastanın doktoruna duyduğu minnet hissinden başka ne olabilir ki... Sizin yaşadığınız havayı teneffüs ettikten sonra bu okulun, hatta bu çevrenin ne manası kaldı artık, diyorum. Sizi bu tayine zorlayan sebeplere üzülüyor, üzülmekle de kalmıyor lanet ediyorum. Ama anlıyorum ki siz benden çok daha bedbaht ve teselliye muhtaçsınız. Şimdi bu egomdan dolayı kendimden utanıyorum. Ne olur, affediniz beni. Sakın üzüle-rek kendi kendinizi bitirmeyiniz. Attığınız adım yanlış değildi. Kim olsa evlenme vaadinde bulunan birine sempati duyardı. Bundan dolayı kendinizi suçlamanız yersiz ve manasızdır. Hayatı ve bütün insanları seviniz. Sevgi nedir diye sormayın bana. Sevgi iyiliktir, sevgi bayramdır, dostluktur. Sevgi şefkat-tir, yüreklerde burcu burcu açan çiçektir... Ve bütün acılar sevgide eriyip biter. Lütfen kendinize geliniz ve nefsinize ağır gelen, hakkınızda hayırlı olanıdır, yüce buyruğunu hatırlayarak teselli bulunuz. Mektuplarla birbirimize dert ortağı olalım, acıları ve hüzünleri birlikte satır satıra yenelim...”

Yazdığım mektuba cevap geldi. “...Satırlarınız bana değil, ruhuma hitap ediyordu. Biliyorum ki ben si-

ze yazmasam buna önce ruhum karşı koyacaktı. Kim bilir belki böylesi

Page 108: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

108

daha hayırlıdır...” Böylece her şeyimizi satırlarda unutup, hayatın acı gerçeklerini görmeden bir ümit kapısı haline getireceğimiz sırada, biz onları ne kadar görmezlikten gelsek de her an bizimle birlikte var oldukla-rını ortaya koyan mektubu geldi.

“...hayır, boşa çabalıyoruz. Biz ne kadar acılardan kaçsak da onlar bir kara bulut gibi peşimizi bırakmıyor. Dün gece annemi kaybettim. Bu gün cenazesi kalkacak. Bu satırları komşular cenazeyle uğraşırken, çekilmiş odamda büyük bir ruh sarsıntısı geçirerek yazıyorum. Artık yapayalnızım. Korkuyorum ve ölümü düşünüyorum. Çaresizim, ne yapacağımı bilemiyo-rum. Bana hayatı sevdirmeye çalışan, acıların sevgiyle biteceğini sık sık hatırlatan mektuplarınız da beni avutamaz gibi geliyor. Bilemiyorum, belki de o yüce sevgiyi hâlâ bulamayışımdan kaynaklanıyor. Bu...”

Son mektubu beni o gece uykusuz bıraktı. Bir şeyler yapmak, içine düştüğüm çaresizlikleri yırtıp atmak, duvarları yıkmak ona ulaşmak istiyordum. Sonunda oturup bir şeyler karaladım. “..Ne diye hayatın olumsuz gerçeklerini kendine dert ediyorsun. Bazen insan istemese de gün ortasında, masmavi gökyüzünü bir bulut kaplar ve yağmur yağar. Güzelim günüm mahvoldu, diye düşünürsün. Oysa yağmur rahmet getirir, bereket getirir, sevgi getirir ve ardından berrak, tertemiz bir güneş açar. Ölüm insan için yeniden doğmaktır...” diyerek teselli vermeye çalıştım. Gönder-diğim mektuba cevap gelmedi. Haftalarca, aylarca usanmadan tekrar tekrar yazdım. Nafile, bir tek satır bile yazmadı. Başka bir yere mi tayin oldu, başına bir iş mi geldi? Bir türlü çözüp aydınlığa çıkaramadım. Kaldığı kasabaya gitmek istedimse de yapamadım. Film kopmuştu artık. Onu yeniden takmaya ne cesaretim, ne de kudretim vardı. Okula gidip gelirken halsiz, mecalsiz ve neşesizdim, Bir yıl boyunca ektiğim umutla-rım, daha fide vermeden sararıp solmuştu. Şimdi her biri ruhuma bir mızrak gibi saplanıyor, beni içten içe yaralıyordu. Onu meçhul bir boşluğa fırlatan kader, beni de anlamsız, silik bir hedefe doğru sürüklüyordu.

Page 109: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

109

Reşat GÜREL

d.1950-Osmaniye

ÖĞRETMENLİĞİN ÖLÜMÜ

“- Valla hocam senin de her şeyin terstir. Bütün öğretmenler zil çalın-ca çıkıverir dışarı, sense bütün öğrencilerden sonra çıkıyon. Kapında çakıldım kaldı. Neyse benim boynuma borç değil. Müdür bey, seni isti-yor."

Müstahdemin yarı bilmiş, yarı saf sözlerini gülümseyerek dinledi, gü-lümseyerek teşekkür etti. Müdür odasına doğru ilerlerken kalabalık kori-dorlarda ince bir saygı yolu açılıyordu. Bu yolun nasıl kendiliğinden açılmakta olduğunu anlayamıyordu Müstahdem Ahmet Efendi. Nasıl oluyor da bu haylaz öğrenciler; dövmeyen, kızmayan ama hep gülümse-yen öğretmenlerini bu kadar çok seviyor ve sayıyorlardı. Biraz sesli düşündüğünün farkına varmadan; “Tuh, benim aptal kafam” diye seslendi. “Çorumlu gel.. Çorumlu git.. Çorumlu...” Bir tek oydu kendisiyle Ahmet Efendi diye konuşan, çocuklarından, evinden haber soran, en küçük hizmetinde binlerce teşekkür eden... Kapıyı çalıp içeri giren öğretmenin arkasından saygıyla biraz da onun tavrıyla gülümsedi.

Müdür, her zamanki ciddiyetiyle önemli bir yazı okuyordu, belki de incelediği o yazı kendisine söyleyeceği konuyla ilgiliydi. Öğrencilerle ilgili bir yarışma veya kutlama programı olabilirdi, onu fark edince önün-deki takvim yaprağına yazılı notu uzattı.

Page 110: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

110

“Eşiniz aradı. Dersinizi bölmek istemedim. Çocuğunuz hastalanmış, hasta sevk kâğıdı...”

Müdürün son sözlerini anlayamadı. Teşekkür ederek çıktı. Son dersi-nin olduğu 6 Fen B sınıfına doğru yürüdü. Derste ilk defa masasına otura-rak öylece kaldı. İlk defa bir öğrenciyi kaldırarak dersin anlatımını tama-men ona bıraktı. Bütün öğrenciler, öğretmenlerindeki ilklerin sebebini çözmek istercesine sessizce onu izliyorlardı. O, bütün bu bakışlardan habersiz eşini ve oğlunu düşünüyordu. Önemli olmasaydı aramazdı eşi. Telefon için hem ev sahiplerini hem okul idaresini rahatsız etmezdi Yu-suf'un hastalığı önemli olmasa. Doktor parasının hatta taksi parasının bile olmadığını bildiği karısının çaresizliğini düşündü. Her ay başında böyle günler için biraz para ayırmayı hatırlatan oydu. İşte ayın sonlarındaydılar ve son paralarını paylaşarak ayrılmışlardı bu sabah. Ekmek, Yusuf'a süt ve belki bir kilo da sebze. Yine de “Sen elin günün içindesin...”

Öğleden sonra gidip Yusuf'u muayene ettirmek mümkün değildi. Sevk kağıdını yarın için alıp ertesi sabah erkenden sıraya girmeleri gerekecekti. Dolmuşta kuyruk, hastanede kuyruk!.. Farkında olmadan programlarına göz attı. Yarınki bütün saatleri doluydu. Ertesi güne kalsa nöbetçiydi.

Belli belirsiz tebessüm siliniverdi yüzünden. Yarın, ertesi gün?.. Oysa eşi ve çocuğu ne hâldeydi şu an kim bilir? Bir an derste olduğunu hatırla-dı. Çok ağır bir suç işlemiş gibi masadan kalktı, tahtadaki öğrenciye teşekkür ederek yerine oturttu. Tebeşiri alıp yazmaya başladı. Beyni, eli ve dili arasında ahenk kuramıyordu. Hiçbir şey anlatamadan tekrar oturdu yerine. Ne akıp gitmez şeydi şu zaman. Belki de ilk defa çıkış zilinin geciktiğini hissediyordu. Yusufçuğunu, eşini silemiyordu gözlerinin önünden. Bütün gayretine rağmen derse dönemiyordu. Yusuf'un yerine zaman zaman Ayça'nın hayali beliriyordu. Daha, “baba” bile diyemeden toprağa verdikleri Ayça'nın hayali. Allah'ım ne kadar tatlı, ne kadar güzel-di onun bakışları. Sanki her şeyi anlıyormuş gibi bakan, yalvaran gözleri...

Page 111: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

111

Hacettepe Hastanesi'ne getirdikleri gün doktorlar, “neden bu kadar gecik-tiniz?” diye söylenmişlerdi. Ya Yusufları da..

Düşünmedi, bekleyemedi daha fazla. Koşar adım fırladı dışarı. Yağ-mur çiseliyordu. Kurtuluş Lisesi'nde bir sınıf öğretmensizdi o an. Seyranbağları dolmuş durağına doğru yürüdü, bir an önce evine ulaşmak, eşiyle göz göze gelmek ve Yusuf'unu bağrına basmak istiyordu. Kucakla-mak, koklamak ve gözyaşları dökmek... Oysa Ayça'yı hiçbiri geri getire-memişti. Hastaneye gitseler, doktorların gönlünü yapıp muayene ettirseler. İlaçların ödenecek yüzdesini tahmin etmeye çalıştı. Zihninde Ayça ve Yusuf ikilemesi. Bir an durdu... Kararlı adımlarla Cebeci'ye doğru yürüdü. Bir emlak bürosunun önünde durdu. Nefesini topladı ve içeri girdi. Emlakçı, yer gösterdi, çay söyledi hemen. Oturmadı. Bir çırpıda söyleme-liydi söyleyeceklerini. Düşünmeye, pişman olmaya fırsat bulamadan söylemeliydi.

- Kızınıza özel ders vermeyi kabul ediyorum beyefendi. Haftaya yazılı imtihanları var. Hemen yarın başlamalıyız. Yarın bu saatlerde, burada hazır bulunsun.

Söylemişti ama rahatlamıştı. Gözleri yerdeydi. Emlakçı, şaşkın ve daha çok memnun bir şekilde kasadan bir deste pa-

ra çıkarıp uzattı. - Teşekkür ederim hocam, beni kırmayacağınızı biliyordum. Bunlar

avans olsun. Daha sonra hesaplaşırız. Siz ders saatine ne isterseniz kabul edebilirim.

Page 112: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

112

Osman ÇEVİKSOY

d.1951-Çorum

BEKLEYİŞ

Otobüsten inmeden gördüm. Çantasını duvarın dibine koymuş, okul bahçesinde bir başına dolaşıyordu. Beni görünce koşmaya başladı. Ama nasıl koşuyor; felâketten sığınağa koşar gibi, doludizgin, delice... Bahçe girişinde karşıladı beni. Soluk soluğaydı. Yanakları, burnu soğuktan kızarmıştı. Gözleri sevinçle gülüyordu. Mutluydu.

- Hoş geldin öğretmenim, deyip elimi öptü. Dayanamadı, sarıldı bana. Uzun süre bırakmadı. Uzun sürmüş ayrılıklardan sonra iki oğlumun sarılıp “Babacığım, canım babacığım!” deyişleri gibi “Öğretmenim, canım öğretme-nim!” diyordu. “Seni ne kadar aradım, ne kadar özledim bilemezsin...” diyor-du. Sonra hesap soruyordu benden: “Niye gelmedin geçen salı?...”

Saçlarını sıvazladım. Çantamı yere bırakıp eğildim, üşümüş, kızarmış yanaklarını avuçlarımın içine aldım. Sevinç dolu gözleri ıslaktı. Ağlıyor-du.

- Niye gelmedin, diye sordu tekrar. - Stuttgart’ta toplantımız vardı, dedim. O gün, bu eyaletteki bütün

Türk Okulları kapalıydı... Bir eline çantamı aldı, ötekiyle elimi tuttu, yürümeye başladık. - Yine erken gelmişsin, dedim. - Geçen Salı da erken geldim, dedi. Hep durağa baktım. Oyun oyna-

madım, içeri girmedim, hep durağa baktım. Türk okuluna gelen arkadaşla-

Page 113: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

113

rım biraz bekleyince evlerine gittiler. Ben gitmedim. Karanlık oluncaya kadar durağa baktım. Gelmedin diye ağlamadım. Çünkü erkekler ağlamaz. Çünkü Türkler ağlamaz değil mi öğretmenim? Ama çok üzüldüm. Hasta-sın sandım. Hastasın da onun için gelmedin sandım. Karanlıkta evimize dönerken “Öğretmenimiz hastaysa iyileşsin!” diye Allah’a dua ettim.

Ötekilerden farklıydı. Ötekiler olur olmaz her şeye güldükleri hâlde bu gülmüyordu. Ötekilerin çoğu yapılmış ödev yerine uydurulmuş bahanelerle gelirlerken bu hazırlıklı geliyordu. Yalnızdı. Ötekilerle oynamıyordu. Ötekile-rin oyuna dalıp dünyayı unuttuğu zamanlar bu ya sınıfta kitap karıştırıyor, ya bir köşede derin derin düşünüyordu. Türkiye’den yeni gelmiş, bencileyin henüz alışamamıştı. Bana karşı duyduğu olağanüstü yakınlığı yeni gelmiş olmasına, yeterince Almanca bilmeyişine bağlıyordum.

- Peki, dedim. Beni o kadar beklemene annen kızmadı mı? Yere baktı. Belki kızmıştı annesi. “Niye arkadaşlarınla dönmedin?”

diye belki azarlamış, belki cezalandırmıştı bile. Başını yerden kaldırmıyordu. Annesinin kızdığını, azarladığını hesaba

katarak: - Haklı, dedim. İnsan hava kararıncaya kadar zamanında gelmeyen öğ-

retmeni bekler mi? Merak etmiştir kadıncağız... Büyüyünce senin de çocuğun olacak. Çocuğun arkadaşlarıyla beraber dönmezse kızmaz mısın?

Beni dinlemiyordu. Farkında olmadan elimi bıraktı. Böyle konuştu-ğum için bana darılmış mıydı, anlayamadım.

Her zamanki yerimize varıp çiçekliğin demirine yaslandık. Çantamı çan-tasının yanına yavaşça bıraktı. Konuyu değiştirmek istediği anlaşılıyordu.

- Daha kimse gelmedi, diye söylendi. - Doğru söyle, kızdı mı annen, diye üsteledim. Yüzünün şekli yine değişti. Yutkundu. Yalan söyleme alışkanlığı ol-

madığı için bu soruyu cevaplamak zor geliyordu. Olan olmuştur bir kere. Annesinin kızıp kızmadığını öğrenmiş olmam neyi değiştirirdi? Boşuna

Page 114: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

114

sıkıştırıyordum çocuğu. Bu sefer konuyu değiştirmeye ben karar verdim. “Ee!... Anlat bakalım. Türkiye’yi özledin mi?” diyeceğim sıra:

- Annem yok öğretmenim, dedi. Sesi ağlamaklıydı. Yüzüne baktım, gözleri dolu doluydu. Üzgündü.

Yine “erkekler ağlamaz” diye diye sessiz ve içten ağlayacaktı. Hatta ağlıyordu. Keşke hiç sormasaydım. Önceki haftalarda olduğu gibi hep o konuşsa ben dinleseydim.

İkimiz de sustuk. “Öldü mü?” demeye dilim varmıyordu. Yedi yaşındaki bir çocuk “an-

nem yok” diyorsa daha fazla üstüne varmak doğru değildi. Yedi yaşındaki bir çocuğu ancak ölüm ayırabilirdi annesinden.

Başını benden yana çevirdi. - Buraları sevmedim öğretmenim, dedi. Sonra ne düşündüğümü anlamak ister gibi yüzüme baktı. - Muti’yi sevmiyorum, babamı sevmiyorum, onlar da beni sevmiyor-

lar, dedi. Burada kimse kimseyi sevmiyor. Muti kendi çocuklarını bile sevmiyor, öğretmenim...

Meseleyi az çok anlamış olmama rağmen: - Muti kim, babanı niçin sevmiyorsun, diye sordum. Yutkundu. Anlatsam mı anlatmasam mı diye bir an bocaladı. Sonra anlatmaya ka-

rar verdi, ta gerilerden başladı: - Babam Almanya’ya geldiğinde ben dünyada yokmuşum, öğretme-

nim. Büyük ablam dört, küçük ablam iki yaş iki aylıkmış. Benim doğmam yakınmış. “Çocuk doğsun, bir iki aylık olsun, sizi de isteyeceğim.” diye yazmış babam. Allah’ın her günü anama mektup yazmış, her mektubunda da aynı sözü tekrarlamış. Ben doğmuşum, birden bire babamdan mektup gelmez olmuş. Bir ay, iki ay, bir yıl, iki yıl, ne babam gelmiş, ne mektubu gelmiş. Arada bir para geliyormuş, o kadar, kendisinden ses yokmuş. Annem hep ağlardı öğretmenim. Biz görmeyelim diye geceleri ağlardı.

Page 115: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

115

Dört yaşıma girince babamdan bir mektup geldi. Kısacık bir mektup-tu. “İzine geliyoruz.” diye yazmıştı. Kendisi gelinceye kadar annem her gece bu mektubu okudu, beddua etti, ağladı.

Öğretmenim, babam Almanya’ya gelmeden önce namazını kılar, oru-cunu tutarmış. İyi adammış. Herkes severmiş. Almanya’ya gelince namazı orucu bırakmış, azmış, kötü kadınlarla arkadaş olmuş. Annem böyle anlatırdı...

Dört yaşımdayken ilk izine gelişinde altında araba, yanında iki sarı çocuk, bir sarı kadın vardı. Bu yaz geldiğinde sarı kadın ve sarı çocuklar yine yanındaydı. Beni zorla getirdi. Kâğıtlarımı gizliden yaptırmış. Annem görmeden bindirdi arabaya, aldı, getirdi. Sarı çocuklarla, sarı kadınla konuşabilmem için bana Almanca öğretmeye çalışıyor. “Anneme gidece-ğim.” dediğim zaman dövüyor beni. Babam beni dövünce sarı çocuklar gülüyor. İnat ediyorum onların yanında ağlamıyorum. Annem gibi gecele-ri, kimseye göstermeden ağlıyorum öğretmenim. Aslında erkekler ağlamaz öğretmenim. Ama daha ben erkek değilim ki, çocuğum. Annem “Az kaldı erkek olmana.” derdi. Erkek olunca anneme ben bakacağım. Babamın yolladığı paraları geri göndereceğiz. Annemi çok özledim öğretmenim. O da beni özlemiştir. Ben yokum diye her gece ablalarımdan, dedemden saklı ağlıyordur. Okuma yazmayı öğrenince her gün mektup yazacağım. “Anneciğim!” diyeceğim. “Sana gelmek için para biriktiriyorum. Babamın verdiği paraları hiç harcamıyorum. Sarı çocuklar çikolata alıp yiyorlar. Sarı kadın bile çocuk gibi çikolata yiyor. Ben paramı yatağımın altına saklıyorum. Çok param olunca uçak biletimi alıp sana geleceğim anneci-ğim...” diye yazacağım. Daha neler neler yazacağım öğretmenim. Sarı kadına “anne” demediğimi, yalnızca “Muti” dediğimi de yazacağım. Fakat babamın beni dövdüğünü, geceleri ağladığımı yazmam öğretmenim. Yazarsam annem üzülür...

Ders zili çalıncaya kadar hep o anlattı ben dinledim.

Page 116: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

116

Naci GÜMÜŞ

d.1951-Ergani

ÖĞRETMEN’İN HİKÂYESİ

Öğretmenlik mesleğinde on yedinci yılımı da tamamladım. Her şey yeni gibi gözlerimin önünde parlak, canlı olarak duruyor. Sonbahar’ın son günleriydi. Esen rüzgârda düşen sarı yapraklarda bir hüzün havası olur derler ama ben aksine heyecanlı, umutlu ve mutluydum. Yıl 1970, ay Kasım, gün otuz; Hatay ili, Yayladağı ilçesi Sebenoba köyü... Ve Güney-doğu’nun şerha şerha yarılmış toprağının bağrında Diyarbakır güneşinin altın başak rengini almış ben, aydınlık ülkemin ay yıldızlı seherinde bir hazan günü, o engebeli arazide nar yanaklı çocuklarla bir gönül baharı yaşayacaktım.

Dört sütun üzerinde tek oda bir eve eşyalarımı yerleştirdim. Köy-de iki öğretmen arkadaşım daha vardı. Günümün çok zamanı onlarla geçerdi. Okulda öğrencilerle koşar, gülenlerle güler, ağlayanların çenesini baş parmağımla tutar, kaldırır; gözbebeklerinden niye ağladıklarını anla-maya çalışırdım. Şiir yazan öğrenci oldu mu mutlaka getirir bana gösterir-di. Okurdum, bazen de yazdıklarına mısra katardım. Portakal rengine nar renginin karıştığı tenlerde parlak günlerin pırıltısını görür, yasemin gibi nilüfer gibi onları koklardım. Ve bir güzel koku gibi geldi geçti dört yıl...

Page 117: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

117

İkinci görev yerim; Elazığ ili, Palu ilçesi, Bağgülü köyü...Uzun ve çetin süren kışlardan sonra en güzel baharı olan bir dağ köyü… Mircan Yaylası’nın en hoş kokularıyla yazları insanı sermest eden bir dikenli gül gibi. Köye gittiğimde okul ve lojmanı inşaat halinde idi. Bir tek odaya yerleştirdi beni muhtar. Yerleştiğim evin karşısında harman yeri olan bir düzlük, iki de söğüt ağacı vardı. Okul açılınca, okul inşaatı devam ettiğin-den sallanan eski sıraları ve yazı tahtasını söğüt ağacının altına sıraladım. Resmi binaya taşınana kadar orda ders yaptım. Okul binası on beş hanelik Bülbül mezrası ile Bağgülü köyünün hemen hemen orta yerinde yapılıyor-du. Oraya giden yanılmıyorsam sekizinci veya dokuzuncu öğretmendim ama resmi binada ilk kez uygulamaya geçilecekti. Bayrak, öğrenci kütük defteri ve mühür dışında teslim aldığım sallanan birkaç eski sıra idi. Lojmana taşındığımda kış iyice yaklaşmıştı. Okulu süratle düzenlemeye başladım. Köylü için ortaya çıkan bu muhteşem bina, lüks masa ve sıralar devlete karşı bir sempati uyandırıyordu.

Kütüğü incelediğimde kız öğrenci kaydı yoktu. Birinci yılda bunu sağlayamadım. Kaymakam ve İlköğretim müdürünün girişimleri de netice vermemişti. Muhtarla münakaşalarımız oldu. İşin kanuni yönünü dinlemi-yorlardı.”Burada ancak dağ kanunları geçer”diyen de oldu. Ama anlat-maktan bıkmadım, usanmadım. Kur’an ayetlerini, Hadis-i Şerifleri okuya-rak “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığını ”ilimin kadına da erkeğe de farz olduğunu anlattım. Okuma-yazma’nın, bilginin önemini anlattım. Köyde cami ve imam da olmadığından dini eğitimden de yoksun kalmış-lardı. Nihayet ikinci yılda altı kız öğrencinin kaydını yaparak okula devam etmelerini sağlamanın sevinci ban nasip olmuştu.

Okul tek derslikliydi. Hazırladığım en görkemli köşe; Atatürk fo-toğrafı, Türk Bayrağı ve Türkiye Haritasının bulunduğu ön cepheydi. Nizamettin’den, Hayati’ye, Fehmi’den Resul’e kadar ışıl ışıl gözler...Ama haşin, sert tavırlar,disiplinsiz davranışlar, kimi zaman ürkeklik ve utangaç-lık...Yerin mahrumiyeti, bina ve sıraların olmayışı eğitim öğretimin

Page 118: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

118

sağlıklı yürümesini engellediği içindir ki yirmi beş öğrenciden okuma-yazma bilen çok azdı.Beni zor çalışmalar bekliyordu.Fakat mükemmel bir bina ve ders aracı bana,öğrencilerime velilere de şevk ve heyecan telkin ediyordu.

Bir başka şeydi kış Bağgülü’nde. Geceler bitmek bilmezdi. Her gece bir evde toplanılır; eğlenceler, oyunlar tertiplenirmiş. Fakat yıllardır aynı oyunlar artık bir yerde köylüyü de bıktırmış. Benim isteğim ve iki üç köylü vatandaşın teşvikiyle on iki yetişkinle okuma-yazma kursu aç-tım.Karlı gecelerde yaz lambasının ışığı altında kara tahta başında ders yaptık.Biri lambayı tahtaya doğru tutar ben sıra ile ikişer öğrenci ile çalışırdım.

O kış çetin geçti ve uzun sürdü. Hayvanların yemi bitti. Evlerde un; gaz, yağ, çay şeker bitti, tüpler tükendi. Açlıktan ölen keçilerin baca-ğından tutularak atılıyordu. Açlıktan gözleri dönen kurtlar geceleri köy etrafında, okul ve lojman çevresinde fıldır fıldır dönüyorlardı. Benim de ihtiyaçlarım bitmişti. Çareler arıyordum. Çaresi zor diyordum. Greyder veya dozerle iki metrelik kar altında kalmış bir yolun açılması hayal bile edilemezdi. Duymuştum, kar makineleri varmış. Araştırdım,Elazığ’a ilk defa yeni üç adet kar makinesi gelmiş. Bu kadar ilçe,yüzlerce köy bu makinelerden medet beklemektedir. Acaba bu makineleri verirler miy-di?Yollarımızı açmaya gücü yeter miydi?Komşu köy öğretmenleriyle irtibata geçtim. Onlarında çare aramakla meşgul olduklarını gördüm.

-Muhtarla beraber valiliğe çıkalım, dedim. -Olur dedi, öğretmen arkadaşlar. Beş köyün muhtarını ve en az bir İhtiyar Heyeti üyesini de biz üç

müdür yetkilisi öğretmenle Elazığ yolunu tuttuk. Sabahın çok erken saatlerinde kar donmuş olduğundan batma olmaz. Onun için erkenden yola çıkarak kütür kütür yürümeye başladık.

Kar makinelerinin çok güç alınabileceğini anladık. Bir dilekçe ha-zırlayarak yem ve yiyeceklerin tükendiğini, hayvanatın öldüğünü, bulaşıcı

Page 119: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

119

hastalığın baş gösterdiğini yazarak acil yardım talebinde bulunduk. Ertesi gün sabah saat 07.30’da yola çıkan kar makinesi akşam 19.30’da ancak benim köye varabilmişti ki ancak üç köyün yolu açılabilmişti. Kardan tipiden yolun tekrar kısa bir sürede kapanacağını tahmin eden köylülerden katırı, beygiri, atı alan Kovancılar ve Palu yolunu tuttular. İhtiyaçlar alındığı kadar alındı, kalanı kaldı. İki üç gün sonra tipi borandan yol yine aynı şekilde karla dümdüz oldu. Köylülerde feryat figan başladı.”Aman hocam,yaman hocam...”On beş gün sonra tekrar bir muhtarla,aynı öğret-men arkadaşlarla vilayete giderek,dilekçe ile yalvarıp yakarmayla tekrar kar makinesini Bağgülü, Bülbül,Yenidam ve Değirmentaş köyleri yoluna sokmayı başardık. Devlete,millete ve bize dua edenin haddi hesabı yoktu.

Şubat tatilinde baba evine gitmiştim. Tatil dönüşünde karın daha fena yağmış olduğunu öğrenmiş bulundum. Yollar tamamıyla kapalıydı. Fakat ben mutlaka görevime dönmeliydim. Palu Kaymakamlığına çıktım. Kaymakam Bey’den jip istedim.

-Oraya jip nasıl çıkar hocam, dedi. -Altıncı kilometrede Emirhan köyü var. Oraya kadar çıkabilirim

efendim. Ötesini de yürüyerek gideriz. -Olmaz öğretmen bey mümkün değil. Zaten elimizde jip de yok.

Biri tamirde, diğeri Karakoçan ilçesine gitti. Sen geri dön. Hava iyi olunca geri dönersin. Amirin benim, birkaç gün daha izin veriyorum.

-Hayır efendim. Bir an evvel okulumu açmak ve öğrencilerime kavuşmak istiyorum, dedikten sonra Kovancı’lara geldim. Orada bir iki köylü vatandaşı görüp, köye gidip gitmeyeceklerini sordum.

-Hocam sen delirdin mi, bu havada gidilmez. Kar çok var. Şimdi hava açık ama güvenilmez. Tipi borana tutulursak boğuluruz, donar ölürüz, dediler.

Fakat ben kim ne derse desin bir elimde tüfek, bir elimde file ya-nımda hamile eşim gidecektim. Kar, tipi boran dinmezse de ben gidecek-tim. Kararımın kesin olduğunu gören iki köylü vatandaş:

Page 120: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

120

-Hocam seni böyle yalnız bırakmayız. Mecburi geleceğiz. Yoksa kurda yem olursunuz, ya da bir yerde donar kalırsınız dediler.

Yola koyulduğumuzda hava parçalı bulutluydu. Tahminen kırk beş dakika yürüdükten sonra kar yağışı başladı. Rüzgar esiyordu. Biz yürüdükçe inadına sanki hava sertleşiyordu. Nihayet görüş mesafesi azaldıkça azaldı.

-Hocam geri dönelim mi? Dediler. -Bunca yol alındıktan sonra geri mi dönülür? Emirhan veya Bilar

köyüne kendimizi atalım, orda istirahat edelim. Hava düzelirse devam ederiz.

-Emirhan köyüne gidemeyiz. Tipiden yolu çıkamayız, tehlikeye gireriz. Dere boyuna inersek, dere kuytudur ve yolumuzu da şaşırmadan dereyi takip ederek Bilar’a varırız, dedi birisi.

-Peki diyerek dere boyuna indik ve ilerledik. Kış bütün şiddetiyle üzerimizdeydi. Çok iyi giyinmemize rağmen gitgide soğuktan âdeta donmak üzereydik. Ellerimde eldiven olduğu halde parmaklarımın rahat çalışmadığını, hatta çok zor kımıldadığını gördüm. Hanımım mosmor kesilmişti. Gayret ha gayret diyerek kolunu çekiyordum. Bir kurt çıkarsa acaba tüfeği doldurup ateş edebilir miyim diye düşündüm. Denemek istedim, maalesef ellerim, parmaklarım adeta donmuştu. Saatime baktım çalışmıyordu. Eşimin saatini sordum o da çalışmıyordu. Köylülere sor-dum, saatlerinin durduğunu söylediler. Demek ki saatler donmuştu. Eşim çok zor yürüyordu. Direnmek lazımdı. Yola girmiştim bir kere, okulum öğrencilerim beni bekliyorlardı. Hayatın anlamı; soğukta, tipide, karda rüzgarda düğümlenmiş,gayret,sabır,metanet geçerli tek şey olmuştu.

Uzaktan köpek sesleri geliyordu. Kulak kabarttım. Yayan on,on beş dakikalık yoldan ancak geliyordu bu sesler. Demek köy yakındı.

-Hele şükür dedi birisi.

Page 121: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

121

Sisin pusun ardında köy arkeolojik bir harabe gibi görünmeye başladı. Bir hayal dünyasına girer gibi oldum. Artık geçmişi düşünemi-yordum.

- Celal Ağa’nın konağına gidelim dedi yolcu arkadaşlardan biri. Celal ağa, ağa değildir. Gönlü gibi geniş bir konağı, üç tane oğlu ve gelini var. Tanısın tanımasın, bilsin bilmesin gelen her yolcu, her misafir onun konağına gider. Cömert, mert bir adamdır. Konağa çıktığımızda hemen bizi karşıladılar. İçeriye girmek isterken ayakkabılarımızın çıkmadığını, çoraplarla beraber donduğunu gördük.

-Olsun, öylesine girin içeri, birazdan buzları erir, çıkar dediler. Kendimize geldikten sonra sobalı odaya aldılar. Arkasından da çörekli, börekli, yufka ekmekli, kavurmalı sofrayı önümüze koydular. Evi gibi gönlü de geniş bu adamın fevkalade bir zenginliği yokmuş ama gönlü zengin mi zengin ve de gözü tokmuş.

Konağın bir tarafına o gece hanımlar, diğer tarafına beyler dol-muştu. Gelenekmiş, bir misafir geldi mi hoş geldine gelirler, o gece oyun-lar,eğlenceler tertiplenir, menkıbeler anlatılırmış, yerine göre de misafir-lerden yeni şeyler öğrenmek isterlermiş.

Sabah erkenden Celal Ağa’ya çocuklarına ve Bilar’a nezaketle-rinden, misafirperverliklerinden dolayı binbir teşekkürle ayrıldık.

*** Birdenbire telefonun zili çaldı. Anılarımdan, tipili, dağdağalı gün-

lerimden beni uyandırdı.Bağgülü köyü şimdi çok uzaklardaydı.Yolları yeniden düzenleniyor,içme suyu halledilmek üzereydi.Taştan ve çamurdan bir cami de yapmışlardı.İmam da atanmıştı.Beraber kısa bir süre çalış-tık.Yaptığımız en önemli ilk mücadele başlık davasıydı.

Ahizeyi kaldırdım: -Efendim Merkez Uzundere İlkokulu...

Page 122: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

122

Telefon santral ve hatlarının değişmesi münasebetiyle hat ekiple-rince yeni telefon numaramız bildirilerek deneme yapıldığı söylendi.

-Hayırlı olsun, dedim kapattım. Yine o dağların ve fırtınaların içine girdim. Telefon, elektrik tele-

vizyon hayal bile edilemeyen nimetlerdi. Teyp ve radyo en lüks aracımız-dı. Fakat kitap okumaya geniş zamanımız vardı.

Bağgülü’nden sonra eşim ve çocuklarımla İzmir Bornova ilçesi Eğridere Köyünde, duralitle bölünmüş, haşere ve farelerin cirit attığı bir tek odada geçireceğim iki yıllık daha çilem varmış.Orada da içilecek suyum,yapacak hizmetim varmış.

Elimdeki evrakların kaydını bitirdim. Okulların açılmasına az kaldı. Sabırsızlıkla bekliyorum. Okul müdürlüğü görevim münasebetiyle bu yaz senelik izin kullanmadım. Çünkü okulu çok seviyorum. Daktilo başına geçerek öğrenci listelerini çıkarıyorum: Aslı Gül Kaya, Muharrem Demir, Yasemin Dal, Ahmet Okan...

On yedi senem doldu. Bunun yedi senesi İzmir Merkez Küçükkaya köyünde geçti. Mukaddes yedi sene. Öğretmen,muhtar,imam üçlüsünün diyalog ve elbirliği ile hizmetlerin meyve verdiği yedi yıl. Köy yolu dokuz kilometre kısaltıldı. Mükemmel bir cami ve minaresi yapıldı. Okulun bahçesi müthiş bir güzellik kazandı. Rahmetli Ömer Ali amcayla aşısını yaptığımız dut ve kayısıların, çekirdekten diktiğim şeftalinin meyvesini yiyerek öyle ayrıldım. Doktor, mühendis, avukat talebem çıkmadı ama bayrağın al rengi gönüllere, Hilal ve yıldızı gözlere sevgi çiçeği gibi nakşoldu. Fakat ben köyden ayrıldıktan sonra taşımalı eğitime geçildi, köyün okulu kapatıldı. Köydeki mum söndü. Emeklerimiz bir bakıma yavaş yavaş kayboldu.

1985-1986 öğretim yılında Buca Ahmet Kutsi Tecer İlkokulu Müdürlüğü görevinden sonra üç yılım Konak İlçesi Uzundere İlkokulun-da geçti. Uzunderede öğretmenlik, Müdür Vekilliği ve Okul Müdürlüğü yaptığım yıllardan kalan yorgunluk, çektiğim sıkıntılar, geçen aylarda

Page 123: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

123

yurdun değişik yerlerinden aldığım öğretmen olan öğrencilerimin gözle-rimi yaşartan mektuplarıyla önemli bir boyut, bir anlam kazandı. Hayatı-mın en büyük mânevi ödülünü aldım. Bu elektronik mektuplardan yüre-ğime bir serinlik, gönlüme bir ferahlık vereni, Yalova’da Türkçe Öğret-menliği yapan Aslı Gül Kaya’ya aitti. Teşekkür ederim Aslı.

Konak Eşrefpaşa Zafer Müfredat ilköğretim Okulunda geçen 5 yıl, 7 aylık asla unutulmayacak tatlı hatıralar, iftihar edilecek hizmetlerle dolu müdürlük görevinden bahsetmeyeceğim. Kitap olacak kadar ayrı bir yazı konusu çünkü. Şimdi görev yaptığım ve ikinci kez görev yaptığım Mimar Kemalettin İlköğretim okulu, evimin bulunduğu mahallede olma-sına rağmen beni pasifize etmek isteyen art niyetlilerin ittiği bir yer oldu. Hikâyesi uzundur ve hazindir.

Yıllarca ücra dağ köylerinde bayrağı dalgalandıran tek mektepli olmanın, devletin-milletin bir tek toplu iğnesini bir kâğıdını canımızdan kıymetli bilmenin onurunu hep yaşadım. Okullar açılacak diye Eylülleri çok sevdim. Daha nice Eylüllerde okullar açılacak, öğrenciler dolduracak bahçemizi... Dersliklerde Türkiye’yi soluyacaklar. Bilgiyle donanacak kafaları. Ve ben birçok seneler daha sevgili öğrencilerim, yavrularım diyeceğim. saçlarımda ak, alnımda kırışıklıklar ihtiyar bir bedenle elveda derken okul hayatına belki de ağlamaların en büyüğü tutacak beni...

Page 124: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

124

A.Vahap AKBAŞ d.1954-Batman

BU, O MU?

Gözlerime inanamıyorum: Bu, o mu? “Bırak sayıklamayı. Bu kim, o kim?” dediğinizi duyar gibiyim.

Bu: Kızılay’da, entelliğe özenen üniversiteli öğrencilerin takıldığı bir kahvehanede nutuk çeken genç adam. Üzerinde, yakası kalkık, geniş, yerlerde sürünen siyah bir palto… Boynunda upuzun, gri bir atkı… Sağ elinde kanyak şişesi; sol elinde kitaplıktan çıkmış, rulo halinde Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ı. Teatral jestlerle okey masasında-kilere sesleniyor: “Baylar ben şimdi size, ister dinlemek isteyin, ister istemeyin, neden bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm içtenliğimle söylüyorum, ben pek çok kez bir böcek olabilmek istedim. Ama bunu bile başaramadım...”

Masadakilerden biri keyifle okeyi ortaya koyuyor. Bambaşka dünya-larda gezindiği anlaşılan gence göz kırparak gülümsüyor. Diğerleri “Kafa ütüleyip durma.” mealinde işaretler yapıyor. Masada önce bir uğultu, hemen sonra büyük bir şangırtı… Taşlar yeniden dizilirken, o, önce şişeden bir yudum alıyor, sonra elindeki yırtık pırtık sayfalardan bir yeri bulup okumaya başlıyor: “Baylar, yoksa sizi güldürmek istediğimi mi sanıyorsunuz? Ama yanıldınız bunda da. Ben hiç de sizin düşündüğünüz ya da düşünebileceğiniz gibi şen bir adam değilim. Ama gene de bütün bu gevezeliklerime sinirlenerek (sizin sinirlendiğinizi anlıyorum) benim ne tür bir insan olduğumu sormak istiyorsanız, cevap vereyim size…”

Page 125: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

125

Nasıl bir insan olduğunu Dostoyevski’nin kahramanının hezeyanlarıy-la uzun uzadıya anlattıktan sonra birden susuyor. Masadakileri, yeni fark etmiş gibi bir süre süzüyor. Gazaba geliyor birden. Beddualar savuruyor. Duruluyor sonra. En dokunaklı sesiyle okumaya devam ediyor: “Siz hiçbir zaman yıkılmayacak billur bir köşke yani gizlice de olsa dilinizi çıkara-mayacağınız, nanik yapamayacağınız bir billur köşke inanmışsınız. İşte bu köşkten benim korkmamın asıl nedeni: Belki de billurdan oluşu, hiçbir zaman yıkılmayacağı ve karşısında gizlice de olsa dilimi çıkaramayı-şım…”

Masadakilere dilini çıkarıyor. Abartılı bir nanik hareketi yaparak be-nim masama geliyor. Bir “Turist Ömer” selamı çakarak oturuyor. Demin-den beri hissettiğim şaşkınlık, acımayla, burkulmayla, tuhaf bir heyecanla harmanlanıyor. Bütün gördüklerime, duyduklarıma rağmen beni tanıması-nı bekliyorum. “Hocam…” diyerek ellerime sarılmasını… Ama beni tanıdığına dair hiçbir işaret yok. Cildi dağılmış, sayfaları birbirine karış-mış “Yeraltından Notlar”ı masaya koyuyor. Sayfaları karıştırıyor. Parma-ğını bir yere koyuyor ve orada yazılanları gözleri kapalı, okuyor: “Eninde sonunda bayım, şu sonuca varıyoruz: En iyisi hiçbir şey yapmamak! En iyisi bilinçli bir şekilde hiç kıpırdamamak! Evet, yaşasın yeraltı!” Ve karşımda kıpırdamadan durmaya başlıyor. Rol icabı sahnede donar vazi-yette duran oyuncu gibi. Masanın üstündeki dağınık sayfalara bakıyorum, bir de gözlerine. Gözlerinin ta içine… Uçsuz bucaksız bir boşluğa düşüyo-rum. Hüngür hüngür ağlayacağım. Bu kitabı ona ben tavsiye etmiştim. Kaçar gibi çıkıyorum kahvehaneden.

O: Kara gözlü, kara kaşlı, yağız liseli delikanlı. Onu okuttuğum üç yıl boyunca hep sınıfın ön sıralarında oturdu. Devamsızlık etmedi. Okula bir gün bile hazırlanmadan gelmedi. Sorulan hiçbir soruyu cevapsız bırakma-dı. Övüldüğü zaman mahcubiyetten yanakları al al olurdu. “Ölçülü davra-nış nedir?” dense onu gösterirdim. Yüksek sesle konuştuğuna, güldüğüne tanık olmadım. Öfkelendiğine, abartılı bir hareket yaptığına da… Sınav

Page 126: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

126

kâğıtlarını cevap anahtarı olarak kullanırdım. Ne bir fazla yazardı, ne bir eksik. Kompozisyonlarını harfine dokunmadan okul dergisinde yayımlar-dım. İyi bir edebiyatçı olacağına inanıyordum.

Her kurala uyan ender öğrencilerdendi. Bayrak törenlerinde, öğrenci-ler kılık kıyafet konusunda uyarıldığında, örnek olarak o gösterilirdi. Böyle durumlarda, başı önde, huzursuz bir şekilde dururdu. Belli ki böyle teşhir edilmekten hoşlanmıyordu.

İyi bir kitap kurdu olmuştu. Hafif kitaplar kesmiyordu onu. Dünya klasiklerine başlamıştı. “Dostoyevski sardı beni” demişti bir defasında. Onu edebiyata yönlendiriyordum. Ama istikbali parlak bir genci edebiyat gibi gelecek vaat etmeyen bir yola sürüklediğim için herkes kızıyordu bana. En başta ailesi buna karşıydı. Babası, onun asker olmasını istiyordu. Bunun için Harp Okulu sınavlarına girmeye zorluyordu onu. O ise asker-likten nefret ediyordu. Sonunda Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni tercih etti. Zor girilen, mezunlarına hayatta ilerleme imkânları sağlayan bu okula kimse itiraz etmemişti. Liseyi iyi bir dereceyle bitirdi ve tercih ettiği fakülteye girmeyi başardı.

O zeki, çalışkan, terbiyeli çocuğa hayrandım. “Bir oğlum olacaksa, böyle olsun” diye dua ediyordum.

* Öyle bir genç nasıl bu hallere düşerdi; aklım almıyordu. Uykularım

kaçtı. Kendimi de sorumlu tutuyordum. Ailesiyle konuşmaya karar verdim. Kırk yaşlarında, kederi yüzüne resmedilmiş bir kadın beni içeri buyur

etti. Sade döşenmiş salona alındım. Evin erkeğinin benimle görüşmek istemediğini biliyordum. Telefonda, oğlunun öğretmenlerini suçlamış, gencecik dimağını zehirli fikirlerle iğfal ettiğimizi söylemişti. Muhteme-len evde değildi. On üç- on dört yaşlarındaki kızları, “Hoş geldiniz ho-cam” dedi gülümseyerek. “Ne içersiniz?” Bir şey içecek durumda değil-dim. Israr edilince “Çay” deyiverdim.

Page 127: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

127

“Oğlunuz nasıl?” diye sordum. Konuya girmek her halükârda zordu. Ve böyle bir soruyla girmekten başka çare gelememişti aklıma. Kadın, beklediğim gibi, ağlamaya başladı. Kocasının suçlamalarından bahsettim. “Belki de haklıdır…” dedim. Başını, “hayır” anlamında sert bir şekilde salladı. Kızı, elinde çay tepsisiyle salona girerken, kadın, duvardaki üniformalı resmi gösterdi. “Hiç kimseyi suçlamaya hakkımız yoktur. En büyük kabahat şundadır!” dedi.

Şu: Resimdeki. Kıdemli başçavuşluktan emekli… Biri oğlan, biri kız iki çocuk babası. Hanımın anlattığına göre: Birçok meslektaşı gibi disiplin ve mutlak itaati hayat tarzı olarak benimsemiş. Evini kışladan ayıramamış, çocuklarını ve eşini asker sanmış, onlara asker gibi davranmış, sonuç alamayınca “kafayı yeme” kertesine gelmiş.

“Günyüzü göstermedi bize” diyordu kadın. “Subay sınıfına geçmek için didindi durdu, olmadı. Bu defa, oğlumuz subay olsun, diye tutturdu. Hayalle-rini onda gerçekleştirmek istiyordu. Çocuk hep bir cenderede yaşadı. Kural-larla, programlarla yatıp kalktı. Başardıkça daha fazlasını istedi babası ondan. Kör bir başarma ihtirası sarmıştı ruhunu. Çocuğun mutsuzluğunu görmüyordu bile. Çocukcağızım bir defasında, ‘Okula bir kez olsun kravatsız gitmek istiyorum anne’ demişti. Arkadaşları gibi kabahat işlemeyi, azarlanmayı, hatta cezalandırılmayı arzuluyordu. Müdür onu örnek kılıklı öğrenci olarak arka-daşlarının karşısına diktiği gün, oğlum gelip evde ağlamıştı. ‘Anneciğim kendimi çok fena hissettim. Çok rezalet bir durumdu…’ diye yakındı. Babası-nın, okul idarecilerinin ondan hoşnut olması yetmiyordu ona. Arkadaşlarıyla kaynaşmak, onlar tarafından da sevilmek istiyordu. İnsanı fıtratının dışına sürüklemeye çalışırsanız böyle olur.”

Kadının anlattıkları hem üzdü hem de rahatlattı beni. Ortada üzücü bir durum varken, sırf bundaki sorumluluğum azaldı diye rahatlamıştım. Oysa neydi beni buraya getiren? Çok geçmeden, bu rahatlık hissinin utanç verici olduğunu düşünmeye başladım. Kızdım kendime. Bu ruh haliyle kadına ve kızına teselli edici birkaç söz söylemek istedim. Pek başardığım söylene-

Page 128: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

128

mez. “Tedavi görmeli, profesyonel yardım almalı…” dedim en son. “Evet” dedi kadın, “Onun da babasının da tedaviye ihtiyaçları var. İkisi de yeraltında çünkü.”

Kadın, beni uğurlarken dedi ki: “Hocam, siz çok okuyor ve öğreniyor-sunuz. Öğrendiklerinizi başkalarına da öğretiyorsunuz. Ben çok kitap okumam; ama yaşayarak şunu öğrendim: Sevgi, anlayış, hoşgörü olmadan gerçek anlamda hiçbir şey öğretilemez ve hiçbir başarı elde edilemez.”

Ben ki öğretmeyi meslek edinmişim, kapının eşiğinde, acılarla yoğrulmuş bu kadının huzurunda beceriksiz bir öğrenci gibi hissettim kendimi.

Page 129: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

129

Necdet EKİCİ d.1955-K.Maraş

"GÜL BİTİRMEK İÇİN TOPRAK OLMAK GEREK"

Sen küçüktün yavrucuğum. Beyaz, narin parmakların kurşunkalem kavrayalı ve gözlerin, zihnin renkli-resimli kitaplarla tanışalı daha ne olmuştu ki!... Henüz ilkokul ikinci sınıftaydın. Kâğıtla, kalemle, okulla tâ o zaman dost olmuştun.

Aslında akıllı çocuktun, uslu çocuktun. Evimize misafir geldiği günler hariç, fazla gürültücü, mızıkçı, kıskanç, yaramaz da sayılmazdın. Hepsi iyiydi, güzeldi de hani şu gereksiz ısrarların olmasa, kafana taktığın şeyi inatla sürdürmen olmasa, belki seni daha çok sevecektim.

O kadar işimin arasında, daktilomun başına oturduğum en hassas, en duyarlı, belki de en sinirli olduğum bir anda beni bölüverirdin. Elinde bir kâğıt, bir kalemle ansızın yanıbaşımda bitiveren "yedi belâ" sendin. Halbuki daha önce kaç kez ikaz etmiş, "Ben çalışırken odama girme!" diye yasaklar koymuştum sana. Hatta bir defasında "tak tak" kapıyı vur-mana çok kızmıştım da annen zor almıştı seni elimden. Bunu en iyi sen bilirdin. Bütün hafızamı topladığım, garip sancılar içinde kıvrandığım, ka-famda olgunlaştırdığım ayrıntıları henüz montajlayamadığım böyle duy-gusal bir "doğum" atmosferinde davetsiz misafirliklerin beni çok kızdırır-

Page 130: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

130

dı. Bil ki o günüm ölürdü. Niçin böyle yakardın bilmiyorum? Bütün tembihlerime rağmen yine anneni atlatır, ürkek gözlerle, yüreksiz bir kelebek gibi usulca ilişirdin masamın öbür ucuna. Bakışlarımdan anlardın her şeyi. Ne de olsa artık anlaşmış, orta yolu bulmuştuk: Dikkatimi dağıt-mayacak, ben sormadan cevap vermeyecektin. Emir tekrarını sanki gözle-rinle yapardın; "Tamam babacığım; hiç konuşmayacağım, soru sormaya-cağım, seni rahatsız etmeyeceğim!" Gözlerimin arkasına sakladığım o can tebessüme inat, aramıza düşen buzdan bir sessizlik, "Tamam" derdim kupkuru. Soru sormamak şartıyla artık yanımda oturabilecektin. Bu bile yeterdi sana. Sevinirdin. Baba ile oğul arasına düşen bu gizemli sessizlik sonradan yine de içime batardı. Vicdan azabı çekerdim. Biliyorum seni kahreden belki de benim ilgisizliğimdi. Belki de bunu sırf yanımda olmak, yakınımda, bulunmak, beni çok özlediğin için yapardın!

Haklı olan sendin aslında. Bir çocuğun gün boyu ayrı kaldığı babalıyla akşamları birlikte olmak, birlikte oynamak, konuşmak, soru sormak istemesinden daha tabii ne olabilirdi? "Veya babanın çocuğuna ayıracak vakti olmamalı mıydı? Annen bile bazen haklı olarak isyan ederdi. Yanın-da birşey okutmaz, elimdeki gazeteyi, kitabı zorla çekip almaz mıydı? "Hiç konuşmuyorsun, çok sessizsin!" diye sitemler etmez miydi? Yazmak baban için bir sevda idi yavrucuğum. Mecburdum yazmaya. Kolay mıydı devrilmiş; ihtiyar bir söğüt bedeninden yeşil bir sürgün yeşertmek. Bunu zamanla anlayacaktın...

Bazen bakardım sana, dirseklerin masada, yanakların iki avucunda, daha bana sarılmadan, kuş tüyü öpücüklerimi vermeden, yaptığın resimle-rini göstermeden, boynun yana bükük karşımda öylece uyuyakalmışsın. Düşmenden korkar, usulca kucaklar, yatak odana taşırdım seni. İçgüdüsel sarılırdın. Koklardım seni. Alnına kelebek dokunuşunda bıraktığım öpü-cükler, yavaşça çekerdim yorganı üzerine. Bazen de uyku vurgunu gözle-rin dalgın, esneyerek beni seyrederken görürdüm seni karşımda. İçime batardın. Yine de aklından geçenleri sormaz, anlaşmamızı bozmazdın.

Page 131: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

131

Yazımı bitirdiğimi, rahatladığımı yüz harlarımdan, bakışlarımdan anlar-dın. O zaman yüzünde güller açar, canlanırdın. Başlardın konuşmaya, dünyanın sorusunu sormaya! Sabırla dinlerdim seni. Artık Bremen Mızı-kacıları da bizimdi, karakucak güreşleri de. Elimize çarpa çarpa peşrev yapardık daracık odaya serili çayır rengi halı üzerinde. Dayın ezberletmişti ya o sözleri, artık en büyük cazgır da sendin:

"-Hani Ali, hani Veli? Hani Kurtdereli? Pirimiz üstadımız Hazret-i Hamza belli! Vur sarmayı künde at, Gönderelim Hazret-i Muhammed'e salâvat! Alta düştüm diye üzülme, Üste çıktım diye sevinme! Alta düşersen apış, Üste çıkarsan paça kasnaktan yapış! Korkma pehlivanım korkma! Şahin de küçüktür ama, Gökten indirir turnayı. Cenab-ı Allah vermesin kimseye illeti! Sizlere ihsan etti iman ile kuvveti! Varolsun yeryüzünde kahraman Türk Milleti!"

Kahkahalarla gülerdik. En çok da dedenin hoşuna giderdi. Gözlerinde

nemli bir ışıltı dimdik oturur, dudakları kımıl kımıl bir garip canlanırdı. Sayende hepimiz ezberlemiştik o uzun sözleri.

Güzel olan seni okumaktı...

Page 132: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

132

İşte yine yazı odamda karşımda oturduğun bir andı. Saatleri sabırla e-ritmiştik. Bitirmiştim yazımı, toparlanıyordum. Baktım, gözlerinde tatlı bir menevişlenme.

- Baba, demiştin. "Öğretmenler Günü"nde öğretmenime bil bakalım ne hediye edeceğim?

- Bilmem... Ne hediye edeceksin? - Kitap!... İşte ne olduysa o anda oldu. Seni üzen bir çift söz dilimden kurtulu-

verdi: - Hayır, kitap olmaz! Başka birşey hediye et... Şaşırmıştın. "Aferin!" dememi beklerken, "Seni tebrik ederim oğlum!"

dememi beklerken, bu ani, bu kesin reaksiyonum karşısında şaşırmıştın. Önce şaka yapıyorum sanmıştın. Şaka yapmadığımı, gülmediğimi, hatta gülümsemediğimi görünce de kaşların havada hayretle bakmıştın yüzüme. Bir anda gözlerin bulanık, yüzün karmakarışık olmuştu. Dudaklarında bir müjde gibi tomurcuklanan "kitap" coşkusunu daha doğmadan öldürmüş, ezmiştim. Kısa, isyanlı bir sükûttan sonra başını iki yana sallamış ve tiz bir sesle haykırmıştın:

- Hayır! Hayır, ben kitap hediye edeceğim!... Seni çok üzdüğümü anlıyordum. Çok üzüldüğün kesindi. Gerçekten

buna değer miydi? Öyle ya, kitaptan daha iyi bir hediye mi olurdu? Herkes öğretmenine "Öğretmenler Günü"nde kolonya, çorap, mendil, havlu götürürken; çiçek yaptırırken; hatta baklava, çikolata sardırırken; sen kitabı tercih etmiştin. Kalıcı olanı tercih etmiştin. Çocuk yaşma rağmen bu düşüncenden dolayı -dedim ya- kutlamalıydım seni. "Aferin oğlum!" demeliydim: "Her kitap, karanlık dağ başında bir ateş yakmaktır." Öyleyse niye? Söylesem, "Bak oğlum," desem ve tane tane anlatsam, gerçekten anlar mıydın? İnanır mıydın bana? Belki de hiç mi hiç anlamayacaktın beni. Şiddetle itiraz edecektin. Yoksa katı bir gerçekle seni biraz daha mı

Page 133: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

133

üzerdim? Oysa sen sırf bunu söylemek için bunca saat karşımda bekle-memiş miydin? Daktilomun "çat çat" seslerine katlanmamış mıydm? Düşünüyordun. Düşündükçe aklın daha da karışıyordu: "Nasıl olur da, kitaplarla, kâğıtlarla, yazmakla, çizmekle haşır-neşir olan; herkese (başta öğrencilerine) kitaplar tavsiye eden; "Kitapla dost olun" diyen bir baba, bir öğretmen "Kitaba gerek yok!" diyebilirdi?!" Ve haklı olarak isyan ediyor-dun: Bir yazarın oğlunun böyle bir günde öğretmenine kitap armağan etmek istemesinden daha tabii ne olabilirdi?

Gözlerinde bin bir soru işareti, yüzün perde perde solarken, ağlamaklı bir sesle:

- Ama benim öğretmenim kitap okumayı çok seviyoo! demiştin. - Mutlaka öyledir. Bunun tersini düşünmek bile istemem... - Ama öyleyse neden? . - .................... Sustum. Dilimi salladım yine söyleyemedim. Körpe yüreğinde belki

yorumlayamazdın söyleyeceklerimi. Sırf seni şaşırtmak veya üzmek için ise asla olamazdı.

Dudaklarımda yumuşak, ipeksi bir ses: - Kolonya veya mendil götürsen... Veya çiçek yaptırsak olmaz mı? Suratını asmış hiç cevap vermiyordun. Dokunsam ağlayacak gibiydin. - Bak herkes öyle yapmıyor mu? - Ama ben, senin yazdığın kitaplardan birini verecektim. "Bak öğret-

menim babam yazdı bu kitabı. Sizin için imzalattım." diyecektim. Boynum yana bükük, suçlu gülümsedim. Sanki teslim olmama saniye-

ler kalmıştı. - Ama şimdi istemiyorum! Hiçbirşey de götürmüyorum. - Neden? - Götürmüyorum götürmüyorum işte! -Ama neden?

Page 134: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

134

- Sen... - Söyle söyle: "Sen..." - Sen aslında kitaplarına kıyamıyorsun!!! -Oo..! - Kıyamıyorsun işte! - Yapma... Evimiz kitap dolu. İster benimki, ister başka bir yazarınki

olsun ne önemi var!? - Hayır, kıskanıyorsun! İstersen... -Evet... - Kızmayacaksın ama. - Tamam kızmayacağım. - Parasıyla sat bana. - Ah..hh...hu... Aynen böyle demiştin: "Parasıyla sat bana." Çok hoşuma gitmişti.

Kahkahalarla gülmüştüm. Gürültüye annen içeriye girdiğinde "Bak oğlun ne diyor!" demiştim. Sen hariç beraberce gülüşmüştük. Farkediyordum, biz güldükçe senin suratın buruşuyor, gözlerin buğulanıyordu. Sonra annen de sana destek çıktı. Anne-oğul beni köşeye fena sıkıştırdınız. Dayanma gücümü kaybettim, teslim oldum:

- Tamam, dedim. Getir ordan bir kitap, imzalıyorum. Ama parasını alırım haa! Veresiye filan da yok(!)...

- Tamam... Kitaba doğru bir gidişin vardı ki görmeliydin. Gözlerin su altında gü-

lümseyen çaytaşları gibi ışıl ışıldı. (Biliyor musun, şimdi lise son sınıftasın; bana olan borcunu hâlâ öde-

medin.) Sevindin. Hikâye kitaplarımdan biri çoktan önüme konulmuştu bile. Dir-

seklerin masada, iki gül demeti yanakların avuçlarında, gözlerin kalemimin ucunda: "Oğlumun öğretmeni Filiz Hanıma sevgi ile..." Rahatladın. Gözlerin-

Page 135: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

135

de bulgur bulgur bir kaynama. Dünyalar senin olmuştu. "Keşke biraz daha fazla yazsaydın babacığım-"demiştin. Fakat "Kitaba gerek yok" sözüm, içinde bir ukde bir düğüm olarak kalmış, uzun bir süre de kalmaya devam edecekti. Bunu bir gün en iyi sen anlayacaktın. Beraberce anlayacaktık.

Nihayet 24 Kasım... Öyle anlatmıştın: Herkes, renk renk jelatinlere sardırdığı hediye paket-

lerini sınıf başkanının okuduğu numara sırasına göre öğretmeninin elini öperek veriyormuş. Bir iki öğrencinin dışında hemen bütün sınıf o gün hediyelerle gelmiş. O iki öğrenci de çok fakirmiş. İsimleri okunduğunda kızarmışlar, ağlamaklı ağlamaklı olmuşlar da o gün hiç konuşmamışlar.

Gelen hediyeler arasında neler yokmuş ki: Havlular, çoraplar, masa örtüleri, dantelalar, yazmalar, kolonyalar, parfümler, çiçekler, çikolatalar. Hatta kırmızı kurdelalı çeyrek altın bile getirenler varmış! O kadar çok hediye gelmiş ki öğretmeninizin masası vitrinler gibi dolup taşmış. Bazı paketleri öğretmeniniz de sizin gibi çok merak ediyor, heyecanlanıyormuş. Hemen serçe parmağının uzun tırnağını bıçak gibi kullanarak çıtır çıtır açıyor, "Ay camım!" diyerek teşekkür ediyor, bağrına basıyor ve ya-naklarınızdan öpüyormuş. O gün herkes neşeliymiş. Ama en çok da öğretmeniniz!... Gözleri cıncık cıncık, herşeye kahkahalarla gülüyormuş. "Aferin çocuklar!" diyormuş1. "Diğer öğretmenlerinize karşı beni mahcup etmediniz. Sevginizi ispat ettiniz. Bu benim için bir onur meselesiydi."

Giderken hediyeler öğretmeninizin kucağına sığmadığı için yardım etmişsiniz. İki siyah poşete doldurmuş da öyle götürmüş evine. O gün yürüyüşü bile bir başkaymış. Senden başka öğretmeninize kitap hediye eden yokmuş. Ama çok sevinmiş öğretmeniniz. Hatta "Aa... Bakın Çocuk-lar arkadaşınızın babası yazarmış! Ay ne kadar güzeel! Çok severim kitap okumasını. Daha önce niçin söylemedin babanın yazar olduğunu?! Teşek-kürler! Babaya selâm!" diyerek seni taltif etmiş. O an çocuklar,"Keşke bizim de babamız yazar olsaydı!" diyerek sana gıpta ile bakmışlar. "Gör-

Page 136: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

136

meliydin baba beni" demiştin. "Seninle öyle bir gurur duydum ki! Şimdi sınıfta herkes seni merak ediyor. Öğretmenimiz bile!.."

Benim zamanımda henüz "Öğretmenler Günü" diye birşey yoktu oğ-lum. Ne öğretmenimize gül kesip götüreceğim çiçekli bahçemiz, ne de şimdiki gibi kitap dolu odamız vardı. Kolonya, çorap, mendil, havlu, çikolata gibi şeyler ise zâten adetten değildi.

Yağmurda akmasın diye çatısına içten naylon çekilmiş kırmızı ki-remitli, duvarları çamur sıvalı, bir odalı kutu gibi evlerde kitap mı olurdu? Dört mevsim küflü saman, sulanmış toprak kokan bu daracık evimizde birşe-yin hayali süslemişti içimi: Sabırla uç vermesini beklediğim bir şakayık... Tohumunu sarı bir "Vita" kutusuna özenle ekmiştim. Açınca onu verecektim öğretmenime. Onu vermenin hayalleriyle renklenmişti gönlüm. Nihayet bir sabah yeşil bir uç müjde gibi "Merhaba" dedi. Za-manla dallandı boylandı. Birgün tam tepesinde mercimek büyüklüğünde yeşil bir yoğunlaşma ve nokta nokta ışıklanın bir kızartı. Nihayet açmıştı şakayığım. Sanırdınız ki kırmızı küçük bir ampul... Annem her sabah o ışıklı, sessiz, yumuşak kızartıya bakar, "Bana memleketimizi hatırlatıyor" der, ardından derin bir "Of!" çekerdi. Anlardım ki o da çok seviyor.

Bir gün ne oldu biliyor musun? Okuldan döndüğümde gördüm: O ışıl-tılı, sessiz kızartı yerinde yoktu. Yüreğim, yüreğimdeki cemre yoktu. Ta başından koparılmıştı. Bir tuhaf oldum. Hüngür hüngür ağladım. Sonradan annem anlattı: Kapı komşumuz Tahir Emmi'nin Remzi diye sümüklü, yaramaz, saçları çiğdem gibi sarı bir çocuğu vardı. Ben yokken annesiyle evimize gelmişler. Minder atıp eşiğe oturtmuş annem. Fakat Remzi ikide bir kaybolup duruyormuş. Bir hınzırlık düşündüğü belliymiş. Az sonra elleri arkasında hırsız kediler gibi diken diken bakarak içerden çıkmış. Hani aklına da gelmemiş değil annemin. Bir de ne görsün, arkasında sakladığı benim şakayığım değil mi? Kor gibi yanıyormuş avuçlarında. Parçalamadan elinden zor almış. Çok canı sıkılmış, çok öfkelenmiş annem ama, misafirdir diye de hiçbirşey diyememiş- Dedim ya çok ağladım. Sapı

Page 137: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

137

bile olmayan o güzelim şakayık ne yapılırdı?.. Ben de ona çöpten kalem gibi bir sap takmış, ertesi gün öyle götürmüştüm öğretmenime.

Öğretmenimiz, koyu çimen yeşili gözlü, su gibi akan uzun siyah saçlı, Güler adında bir bayandı. Bekârdı. Sapı çöpten olan çiçeğimi utanarak sessizce uzatmıştım kendisine. Önce şaşkın şaşkın bir elimdeki çiçeğe, bir bana bakmış ve hafiften gülümsemişti. Yanaklarım ateş gibi yanıyordu. Galiba o an söyleyeceği tek kelime dahi beni darmadağın etmeye yetecek-ti. Dilim, ağzım kupkuru olmuştu. Ama söylemedi hiçbirşey. Sadece duygulu gülümsedi, hepsi o kadar. Eğer heyecanlanmasaydım: "Öğret-menim" diyecektim, "Bu çiçeğin tohumunu dayım ta memleketten gön-derdi. Kutuda annemle senin için yetiştirmiştik. Ama kazaya uğradı, kırıldı. Ne olur kabul edin!" Söyleyemedim hiçbirşey. Öğretmenimiz sanki söylemek istediklerimi anlamış gibi çimen yeşili gözlerini gözlerime dikmiş, "Anlıyorum seni" demişti. O an bana sarılıp yanaklarımdan öp-müş, neden bilmiyorum, ama gözleri buğulanıvermişti. Sonra sınıfa dönüp demişti ki: Çocuklar, bu benim için hediyelerin en güzelidir. Bana değişik şeyler hatırlattı. Arkadaşınız aslında bir gül değil, gül kadar güzel yüreğini verdi. Sınıfınız adına kendine teşekkür ediyorum." Aynen böyle demişti. Tabii dünyalar benim olmuştu!

Neyse, yine sana dönelim: 24 Kasım'ın üzerinden onbeş gün kadar bir zaman geçmişti. Bir akşam

eve omzunda askılı çantan, asık bir suratla döndün. Ne montunu vestiyere asmış, ne de ayakkabılarını çiftleyip ayakkabılığa koymuştun. Hani derler yüzünden düşen bin parçaydı. Dokunsam ağlayacak gibiydin. Birşeylerin olduğu kesindi. İçimden ya kavga etmiştir, ya zayıf almıştır; ya da öğret-meninden azar işitmiştir diye geçirmiştim. Başka ne olabilirdi? Oysa değilmiş... En iyisi senin anlatmandı.

- Hani öpücük yok mu? dedi annen. O gün ne anneni, ne de beni öptün. Hiçbirşey söylemeden gözlerin dolu

dolu önümüzde durdun. Diz çöküp çantanı açtın. Altını üstüne getirerek

Page 138: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

138

birşeyler aradın. Yüzündeki bozuk ifade hâlâ hükmünü koruyordu. Nihayet bulmuştun. Hiç konuşmadan, yorum yapmadan bana uzattın: Kapağı çıkmış, sayfa uçları buruşmuş, su değdiği için üzerindeki mürekkepli yazılar mavi mavi dağılmış biri kitap... Zor okudum: "Oğlumun öğretmeni Filiz Ha... İçimde bir kıvrılma, bir eziklik... Eserini, hele de imzalayarak verdiği eserini birgün bu halde görmek!.. Benim için bir hicran yarası olmuştur. Bunu en iyi yazarlar anlar yavrucuğum. Kitaplar insanın çocukları gibidir. Hep söylerim: "Kıymetini bilenlere verilmelidir." diye. O an açmadım sana yüreğimi veya açamadım. Fakat kardeşlerinden biri kaza geçirmiş de kuca-ğıma tutturmuşlar gibi bir his... Kitabım elimde.

Kırık, boğuk bir sesle: - Gördüm, böyleydi, dedin. Baktım, gözlerinde lacivert-mor renklerin oynaştığı buğulu bir mah-

cubiyet, "Böyleydi işte!..." dedin. Sesin iyice titremişti. Sonra devam ettin: "Öğretmenimiz sınıftaki diğer kitaplarla birlikte bunu da naylon bir poşete çıkınlayıp dolabın üstüne koymuş. Bugün söyledi: "Tatilde herkes bir kitap okuyacak!" diye. Öğrencilerin istedikleri kitabı seçmeleri için poşet-teki kitapları yere dökünce gördüm, böyleydi. Herkes kapış kapış kitap seçerken ben seninkini aldım. Hediye ettiğim kitabımı aldım!..."

Baktım ağlayacaksın. - Aa... Üzüldüğün şeye bak! dedim. Ne önemi var, bak aynısından

bizde bir sürü!... Ve yaşına rağmen en büyük lafını ettin: Babacığım biliyor musun, bundan sonra öğretmenler gününde ben de

öğretmenimize çikolata götüreceğim!? !"Anlat" dedin, anlattım işte. Bütün teferruatıyla anlattım. Şimdi lise

son sınıfa gidiyorsun. Yıllar sonra yine karşıma geçmiş: "Yarın yirmi dört kasım, öğretmenimize ne götüreyim?" diyorsun.

Page 139: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

139

Zafer ALTUNKOZAOĞLU

d. 1955-Artvin

KORKUT HOCA

Düşüncesizlik işte... Zararımıza olan şeylerle sevinmeyi âdet haline getirmiştik. Dersimiz boştu gene. Tebeşirler, silgiler havada uçuşuyordu. Ayıptır söylemesi, ahıra döndürmüştük sınıfımızı. Gürültü ve toz içindey-dik. Üstelik bağırarak konuşmaktan da zevk alıyorduk. Kara tahtanın hemen her köşesi, tuhaf yazılarla dolmuştu. Hem de ne yazılar!.. Acele ve beceriksizce çizilmiş kalp resimleri, kalbi delen oklar; deli ve kural tanı-maz duygularımızın ifadeleriydi. Kürsünün önünde, futbol topu görevini üstlenmiş eski bir ayakkabı duruyordu. Güreşenler mi, itişenler mi, boğu-şanlar mı dersiniz? Sıraların üstünde zıplayanlar da cabası. Bulunduğumuz anı doyasıya yaşamak yeterli miydi bizim için. Dün ya da yarın umuru-muzda değildi. Keskin bir ter kokusu kaplamıştı dersliğimizi.

Dışarıda ise tipi vardı. Küçük kasabamızı avuçlarının arasına almış, boğmağa çalışıyordu. İçerisinin o muazzam kokusunu birazcık hafifleten de, pencere aralıklarından sızan esintilerdi. Macunlan dökülmüş camları-mızın tıkırtısı durulmuyordu bile.

Bütün sınıf kayıtsızca kendi âlemini yaşarken, açılmayacağından emin olduğumuz, alt tarafı tekmelerimizle kapkara kesilmiş ve hatta kırılmış gri boyalı kapı, cırlayarak açılıverdi. Kendisini ilk defa gördüğümüz, bizlere yabancı, halim selim görünüşlü bir adam olup bitenlere aldırmadan kürsü-

Page 140: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

140

ye yöneldi. Curcuna sürüyordu. Bağrışmalar, çıkarılan acayip sesler, cızırtılar susmadı.

O, bir tek kelime dahi söylemeden, her hangi bir müdahalede bu-lunmadan kürsüdeki yerine oturdu ve sükût etmemizi bekledi. Yüzünün çizgilerinde hiçbir değişiklik yoktu. Belli belirsiz bir tebessüm yayılmıştı çehresine. Gayet dikkatlice izliyordu bizleri.

Sonunda, kürsüdeki yalnız adamın sabrı, biz şımarık yaramazların i-nadını yendi. Birbirimizle işaretleşerek susma konusunda anlaştık. Sessiz-lik sağlanınca, pencere tarafından başlayarak, her birimizi teker teker ve olağanüstü dikkatlice sözdü. Zeytin karası koca gözleri hangimizin üstüne dönüyorsa, o tedirgin oluyordu.

İki kolunu da kürsüye koyduktan sonra: - Adım Korkut Canatar, dedi. Karslıyım. On beş yıllık öğretmenim.

Edebiyat derslerini birlikte yürüteceğiz bundan böyle. Kısacık cümlelerini öylesine bir ses tonuyla bitirmişti ki, artık kendi-

siyle ilgili başkaca bilginin gelmeyeceğini anlamıştık. Sesinin rengi, samimiyeti, "hepi bu kadar" demişti sanki. Halbuki onun her şeyini merak etmeye başlamıştık. Evli mi? Çocukları var mı? Babası, annesi... Hasılı, oturup hiç olmazsa bu ders kendisinden bahsetmesini bekliyorduk. Öyle yapmadı. Çok sonraları, karısı ve oğlunu bir trafik kazasında kaybettiğini, kendisiyle birlikle kalan annesinin de, gelini söz konusu olduğunda "cey-lan gibiydi" dediğini işitmiştik.

Şimdi de sizleri tanıyalım, dedi giriş kapısının yanındaki arkadaşımızı göstererek.

"Hayır tanışmayacağız" diyemezdik tabii. Bu adamın insanı büyü-leyen bir yanı vardı galiba. Bizleri arzu ettiği yöne döndürmüştü he-mencecik. Sınıf, kendi yörüngesinden çıkmış; onun yörüngesine girmişti. Doğrusu şaşılacak durumdu bizler için.

Page 141: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

141

Tanışma işi ortalara kadar gelmişti. Bir kız arkadaşımızın dili tutul-muştu heyecandan.

-Adım... diyor, gerisini getiremiyordu bir türlü. Toto Tahsin durmadı. Alaylı bir ifadeyle: - Hoca duymuştur adını canım, dedi. Hale'yi bilmeyen mi var. Arka-

daş artizdir de hocam!.. Ve tabii kahkahayı bastı sınıf. Tahsin, arkadaşlarına yön vermiş olma-

nın keyfini yaşıyordu. Beklentimiz, Korkut Bey'in ile bağırmaya başlaya-cağı, hatta Tahsin'e vurmaya kalkacağı, Tahsin'in de onun elini tutacağı, böylelikle amacımıza ulaşacağımız şeklindeydi. Gene tahmin ettiğimizi yapmayarak bizleri şaşırttı, Hayret ki ne hayret! Hiç istifini bozmadan kaldı kürsüde. Ve hâlâ (tuhaf bir şey) gülümseyebilmekteydi.

- Sen devam et kızım, arkadaşın latife yaptı, dedi etkileyici sesiyle. Hâle, utana sıkıla bitirdi konuşmasını. Arkasından diğer arkadaşlar

devam etti. Kendisinin tanıtımını birkaç cümleyle geçiştirmesine rağmen, bizleri en küçük ayrıntıya değin sorgu sual ediyordu. Babamızın ne iş yaptığı, evimizin kaç oda olduğu, kardeşlerimizin sayısı... Ve onu benzer bilgiler. Bu tanışmanın usulen yapılmış bir şey olmadığını sonraları çok iyi anladık.

Zil çalınca, içeri girdiği gibi olgun, sabırlı, görmüş geçirmiş biri izle-nimini bırakarak çıktı. Sınıf birbirine girdi arkasından. Hepimiz dersin ve Korkut Hoca’nın yorumunu yapıyorduk. Bazılarına göre "ilk derste hava bastı", bazılarına göre de "başımıza bela olacak"tı.

Sonraki derslerimizde sürdü yaramazlıklarımız, fakat azalarak. Bir gün edebiyat dersimizin tam ortasındaydık. Fuzuli’nin "Beni can-

dan usandırdı, cefadan yâr usanmaz mı?" mısrası ile başlayan gazelini işliyorduk. Ağzından çıkan her kelimeyi yudum yudum içerken, arka sıralardan bir sakız patlatıldı. Sinek uçsa vızıltısı duyulacak kadar sessiz olan sınıfla bomba etkisi yapmıştı. Esasen eski numaralarımızdan biriydi

Page 142: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

142

bu. Yapan da Sülo idi. Yerinde bir kahraman edasıyla oturan Sülo, hoca-nın ağır ağır kendisine yaklaşmasıyla uygunsuz oturuşunu düzeltti, topar-landı. Sonra, kendisini yüreğinden vuran şu sözleri dinledi.

- Senden beklemiyordum!.. Senin gibi yiğit bir delikanlıya yakıştıra-madım!..

Hep Hazreti Eyüp sabriyle yaklaştı bizlere. Ne yaptıysak yüzündeki gülücükleri attıramadık, somurtmadı, kızmadı bir türlü. Dersliğe her girdiğinde ışıkların gereksiz yere yanıyor olması da sinirlendiremedi onu. Girdi söndürdü, çıktı yaktık. Böylece sürdürdük direnişimizi. Okula hayli uzak bir evde kalıyordu. Her sabah alacakaranlıkla birlikte koltuğunda kitaplar, soğukları büzülmüş bir halde gelirdi. Paltosu yoktu önceleri. İki ay kadar sonra siyah, kalın bir palto alınca, bizler de ısındık onunla bera-ber. Lacivert ceketiyle gri pantalonu pek değişmiyordu. Annesi tarafından dokunduğu belli olan kazağı da pek çıkarmadı sırtından. En fazla üç adet gömleği vardı. Ancak elbisesini ütüsüz ve kirli, gömlekleri yıkanmamış, kunduraları boyanmamış görmedik onu.

Evinde ve öğretmenler odasında zaman zaman saz çalıp türküler söy-lediğini duyuyorduk. En çok hoşlandığımız yanı da o idi. Güzel çaldığını, iyi söylediğini anlatıyorlardı.

Bir başka hoş yanı da derse girer, yoklama yapıp sınıf defterini yazar, kalemini iç cebine koyar ve önümüze gelerek parmaklarını birbirine kenetler:

— Bu gün nasılsınız bakayım? Der. Bu üç kelimeyi her gün yeniden ve içtenlikle tekrarladı. Ah o üç kelime!., Bizleri oracıkla mutlu ederdi. Güzel bir şarkının nağmeleri gibi gelirdi kulağımıza. Ne bileyim ferahlar-dık, hoş olurduk o sabah. Hepsinden en önemlisi kelimelerin kudretini öğrendik böylece. Belki de çoğumuzun düşünmeden söylediği o sözler nelere kadirmiş meğer. Türkçeyi mükemmel konuşuyordu. Okuma-yazma ve telaffuzu yeniden öğrendik âdeta. Dilimizin tadını ve inceliklerini gösterdi bizlere. Hasretle bekler olduk Edebiyat dersini. Lise ikinci sınıfa

Page 143: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

143

kadar yerini dahi bilmediğimiz kütüphane, uğrak yerimiz olmuştu, O gelinceye kadar yarı yarıya kapalı olan kitaplık açıldı; yeniden usulüne gö-re tasnif edildi, rafları düzenlendi. Dersi varsa sınıfta, yoksa kütüphanenin hemen girişindeki kalorifer peteğinin yanı başında kitap okumakta olurdu. Okumanın lezzetine geç vardığımıza hayıflanıyorduk.

…. Kış ortasındaydık, günlerimiz iyice kısalmıştı. Çıkış saatlerimiz karan-

lık oluyordu artık. Okulumuz paydos olmuş, sokaklar öğrenci çığlıklarıyla dolmuştu. Birbirlerini kovalarken buzda kayıp düşenler, ağlayanlar, çantasını kızak gibi kullananlar, alelacele boyunbağını çözüp ellerinde sallayanlar... Çocukça telaşlar hakimdi sokaklara.

Caddenin tam ortasına geldiğimizde ortaokuldan bir çocuğun ağ-ladığını gördük. Külahı, kitapları ve defterleri karların üstüne saçılmıştı. Sokak lambasının sarı ışıkları az buçuk ulaşıyordu bizlere kadar. Burnu, gözleri kızarmış, dudaktarı morarmıştı. Yerdeki eşyalarını gördükçe daha şiddetli ağlıyor, "herşeyim mahvoldu!" diyerek feryat ediyordu. Sanki yakınlarını ya da elinden ayağından birini kaybetmişti zavallı yavrucak. Yıkılmıştı bütün dünyası.

Çok geçmeden öğretmenlerimiz geldiler. Beklediğimiz üzere Korkut Bey kaldırdı çocukcağızı yerden. Durumdan çok etkilendiği, dişlerini gıcırdatışından belli oluyordu. Ufaklığı okşadı. Dağılan eşyalarının top-lanmasına yardım etti.

- Ne oldu sana çocuğum? diye sordu sonra. Göz yaşlarını silmekten ve hıçkırmaktan ötürü cevap veremiyordu u-

faklık. Üsteledi. - Hadi söyle!.. O sırada kasabamızın kabadayısı, umursamaz bir tavırla Korkut Bey'in

başına dikildi. Ağzında siyah kehribar ağızlık ve ona takılı sigara, sırlında uzun bir palto, boynunda beyaz bir atkı vardı. Bıyıklarını bürmekteydi

Page 144: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

144

sürekli. Bizler korkmaya başlamıştık. Düşündüğümüz olur da bu gözü kara, korkusuz adam öğretmenimize saldırırsa ne yapardık?

- Bunlara terbiye verin hoca! dedi Dayı Hasan, hükmedici ve kendin-den emin sesiyle.

— Ne gibi bir terbiyesizlik yaptı bu yavrucak sana? Korkut Bey'in sesinden de meydan okumalar seziliyordu. — Bu velet sigaramı elimin üstüne yapıştırdı! - Yanlış yapmış!.. Ama karşılığı, çocuğu bu hale getirmek mi ol-

malıydı? Dayı Hasan diklendi. - Bana hak hoca efendi!.. Ben talebelerinden bir değilim, dikkat el!

Kafamın tasını attırma, yıkarım asfalta!.. Son cümlenin ardından gözleri döndü Korkut Hoca’nın. Yumruklarını

sıktı. Alışık olmadığımız ifadeler belirdi yüzünde. Doğrusu hiç ummadı-ğımız bir atiklikle Dayı Hasan'm suratına bir yumruk patlattı. Hasan yere yıkılmış, beklenmeyen bu olay karşısında şaşkına dönmüştü herkes.

— Kalk sersem!., diyordu ağzından köpükler saçarak. Dayı Hasan kaç kere ayağa kalktıysa o kadar da uzandı yere. Ağ-

zından burnundan kanlar akıyordu. Karşı koyacak gücü kalmamıştı. Vere bir tükürük fırlatarak ve küfürler savurarak çekip yitti. Bizi sormayın... keyiften dört köşe olmuştuk. Dayı Hasan'ın yaptığı

densizlikler son bulacaktı. Bizlerin kötü adamı, kötü efsanesi bitiyordu artık. Dayı Hasan’ın yumrukla alt edildiğini, yere serildiğini bizzat gör-müştük.

Neden sonra Korkut Bey: — Ben ne yaptım?.. Aman Tanrım ben ne yaptım? dedi. Ardından yü-

rüdü karanlığın içine doğru tek başına.

Page 145: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

145

Sonraki günler, yeni efsanemizi yaratmakla meşgul olduk. Korkut Ho-ca'nın o küçük öğrenciyi korumak maksadıyla yaptığı kavgayı ko-nuşuyordu herkes. Attığı üç yumruğa beş, altı daha ilave edildiği gibi, Dayı Hasan’ın hastahaneye kaldırıldığı ve koma halinde yatmakta olduğu söyleniyordu.

… Baharı bu efsaneyle bitirdik ve yazı bu efsaneyle getirdik. … Ve Anadolu'nun doğu damında, toprağın uyandığı bir haziran günü,

tayininin çıktığını öğrendik. Bizler için yıkımdı bu, dayanılacak gibi değildi. Örnek insanımızı, daha da önemlisi kahramanımızı yitiriyorduk. Hayatın böyle bir yönünü (ayrılığı) da tanımış olduk.

Küçük bir kamyona yükledik eşyalarını. Kendisi de annesiyle birlikle şoför mahalline bindi. Orta Anadolu'nun orta yerindeki bir vilayetin bilmem hangi ilçesine gitti.

…… Lise son sınıf daha farklıydı bizim için. En azından sınıfımızın lamba-

larını açık bırakmıyorduk güpegündüz. Hoş bir seda, ılık bir esinti kaldı bize Korkut Hoca'dan.

Page 146: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

146

Bestami YAZGAN

d.1957- Osmaniye

YUNUS EMRE OLMASAYDI...

Meslekte yedinci yılımı doldururken, mezun olduğum liseye edebiyat öğretmeni olarak tayin edildim. Bu benim için çok güzel bir durumdu. Altı yıl öğrenci olarak bulunduğum, her köşesinde bir hatıram olan okuluma öğretmen olarak gelmek beni çok sevindirmişti. Birinci sınıfı şu köşedeki dershanede okumuştum, şu bahçede altı yıl koşmuş, oynamış; çocukluğu-mun ve gençliğimin en güzel günlerini burada geçirmiştim. Sıcak yaz günlerinde karşıdaki çeşmelerden kana kana su içmiş, okulun bahçeye açılan kapısı önünde başım dik, gözüm bayrakta yüzlerce kez İstiklal Marşı söylemiştim. İşte yıllarca önünden saygı duyarak geçtiğim öğret-menler odası.

Ve öğrencilerim... Her biri kır çiçeği saflığını ve güzelliğini taşıyan öğrencilerim. Onları seyretmeye doyamıyorum. Kendi öğrenciliğimi görüyorum onların her hâlinde.

Nihayet bugün ilk derse girerken, okula başladığım ilk günün heyeca-nını duyuyorum. Karşılıklı olarak kısa bir tanışma ve edebiyat hakkında bazı ön bilgiler verdikten sonra, defterlerinin birinci sayfasına Yunus Emre’nin:

Page 147: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

147

“Ben gelmedim kavga için, Benim davam sevi için, Gönüller dost evi için, Gönüller yapmaya geldim.” dörtlüğünü yazdırıyor ve ilave ediyorum: -Çocuklar, bu vatanın insanlarını seviniz! Güzel çirkin, iyi kötü, zen-

gin fakir ayrımı yapmadan bu milletin fertlerini seviniz! Bu millete hizmet etmekten şeref duyunuz! Şunu iyi biliniz ki, sevdiğiniz kadar sevilecek, hizmet ettiğiniz kadar yüceleceksiniz!...

İkinci ders, üçüncü ders derken günler, haftalar geçiyor. Zaman geç-tikçe birbirimizi daha iyi tanıyoruz. Gün be gün samimiyetimiz artıyor. Ben onları seviyorum, onlar da beni...

Günlerden salı, birinci dönem sonu yaklaştı. İlk dersim 4-G’ ye. Sınıfa girip selam verdim ve masaya oturdum. Not defterini çıkarıp üçüncü yazılıları okudum. Başarı durumu iyi. Arkasından birinci dönem ödevleri-ni dağıttım. Yanlışlarına bakmaları için on dakika zaman verdim. Bu arada ben de anlatacağım konuyu bir kez daha gözden geçirmeye başladım. Birkaç dakika geçmişti ki, bir kâğıt parçası uçarak geldi ve masanın önüne düştü. Gittim baktım; öğrencilerden biri kağıttan uçak yapmıştı.

Kağıdı açtım. Biraz önce dağıttığım ödev kağıdıydı bu. Böyle bir ha-reket beklemediğim için kızmıştım. Ahmet’in yanına gittikten sonra:

-Çocuklar, şimdiye kadar sizlere hiç tokat vurdum mu, dedim. Ses çıkmadı. Karar vermiştim Ahmet’i dövecektim; hem de tokatla. Vurmak için elimi kaldırdım. Tam o sırada İrfan, Yunus Emre’nin :

“Ben gelmedim kavga için, Benim davam sevi için, Gönüller dost evi için, Gönüller yapmaya geldim.”

Page 148: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

148

şiirini okumaya başladı. Şiirle beraber elim havada kaldı. Sanki gizli bir güç bileğime yapışmış, hareket ettirmiyordu. Şiir bitince elim kendili-ğinden aşağıya düştü...

Hatırlamıştım. Bu, öğrencilere ilk derste yazdırdığım dörtlüktü. Geri-ye döndüm, yavaş ve düşünceli adımlarla masaya oturdum... Evet, öfke ile kalkmıştım ve eğer Yunus Emre olmasaydı zararla oturacaktım.

Ey gönüller sultanı Yunus! Sen ne büyük bir insansın ki, asırlar önce-sinden uzattığın ışıklı el, nice karanlığı aydınlatıyor; nice yanlışları düzel-tiyor...

O gün akşama kadar Yunus’u düşündüm, Yunus’la yaşadım. Ne olur her zaman onunla olabilsek!..

Page 149: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

149

Hüzeyme Yeşim KOÇAK

d.1958-Tunçbilek

ALFABE

Orta yaşın dinginliği ve sükûnetinde şu ân hadiseleri daha iyi değer-lendiriyor; şerhler koyup, sayfalar açıyor.

Öğrenciler teneffüste. İlkler, annesinin elinden tutmuş gelen ürkekler, bir alfabeyi dolduran cümlelere belki destanlara yazılı özgün harfler, eserler..

Severek gülerek gururla seyrediyor. Manzara cıvıltılı. İrkiliyor, dışarıda boy atmaya çalışan taze bir baharla gelen şarkıyla.

“Baharın Gülleri Açtı.” Birden boy atmış, depreşmiş hüzün. Alışkın, ama güller dökülüveriyor

gibi geliyor. Yeşermesi için biraz çabalayacak. Anıların ayak sesleri…daha dün gibi. Batıyor çıkıyor; girip dalıyor,

kurcalıyor. Hatırlıyor, o meşum sabahı… “Dört köşe kutuların gönüllerine kurulmadığı, iletişimin kalpten ol-

duğu, çağca teslim alınmadığımız zamanlardı” diye düşünüyor. Nergis ölmüştü ve artık annesizdi. İlaçlar göz önüne geliyor, nöbetler,

pişmanlıklar, dokunaklı nasihatler, tartışmalar, insan ağırlıkları…

Page 150: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

150

Sevgi sözcükleri boynunu büktüler, içinde yığıldı kaldılar, haberi alın-ca. Kelimeler vurucu. Muhatabına dökülmedikten sonra neylesinler; kısı(t)lı sevdalarıyla büsbütün dilsizleştiler.

(Ya hayatlar? Neden hep başında gibiyiz, daima eksik yaralı ve ta-mamlanmamış gideriz? Hangi konumda nerede olursak olalım, hayatı neden asla yeterince anlamlandıramayız; daima aç tutkulu, gizli bir suçlu gibi ölümcül günahlarımızla “hikâyemizin” koynunda yaşarız.)

Sorular, sorular. Artık ne mânâsı vardı. Hiçbir şey yapamamıştı. Başında beklemeliydi. Refet izin vermemişti.

Ama kaldığı akraba evinde sabaha kadar sıkıntıyla kıvranmıştı. Ruhu sızlıyordu. (Hep geç oldu Allah’ım. Neden?) İçine dolan bir şey… Keder, sevgi dalgası.. Yoğun, kaçınılmaz, ka-

çılmaz… Bir ölüye sevgisini nasıl duyurabilir? Tekrar başlayabilir, mümkünün

güzelini, kararıp kalmayan geleceği gösterebilir, “Hep istediğin gibi olacak anne!” diye vaat edebilir?

Babası gelip, Bahri Amca’nın evinden onu alıyor, Gülizar Teyze’yle beraberce hastahaneye gidiyorlar.

Son ziyaret. Morgda… Bembeyaz yatıyor, dimdik, boylu boyunca. Bütün acıları dindi, huzurda. (Çok çekti! Niçin?)

Ölüm sebebi: Son zamanlardaki mevcut hastalıklardan en meşumu. Ona karşı durumu hep örtbas etmişler, eğlenceli yeşil zamanlarını, a-

cıya çalmasın diye alabildiğince uzatmaya yeltenmişlerdi. Nergis’in hastalığı sinsice ortaya çıkmış, sonra -çaresiz- kanserden söz

eder olmuşlardı. Tedavi fasılları. Şifa masalları. Yılan kuyruğuna bağlı umutlar.

Anlamaya toparla(n)maya çalışmıştı; bir de bakmışsınız, nereye gö-müleceği konuşuluyor filan. Yani bunun gibi.

Page 151: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

151

Ahmaklığı mazeret değildi halbuki. Düpedüz annesinin gittikçe yıkıl-dığını görmezden gelmişti; 2 kere 2’yi ekleyememişti.

Malûm, varı yoğu Nedret’ti. (Beni seviyor mu, aldatıyor mu, tekrar kazanabilir miyim, kafasını kırayım mı?)

Kız, fingirdeğin tekiydi. Bunaltıdan Nergisten fazla, kendisi hayale(te) dönmüştü.

Can çekilmiş.. Ölüye sarılıyor. Geç olduğunu bile bile. Saçmalasa da ses çıkarmayıp, göz yumuyorlar.

19 yaşında artık büyümeli… Soğuk. Çok üşüyor. Babasının sesi, uzak-tan:

“Mütevekkil ol Nihat! Sabret!” (Güzel kadındı. Her şey bu kadar ucuz mu? Güzellik, sağlık, zeka..

kolayca elden gidecek mi?) Boş bekleyişler, avuntular, sahte sahipliklerin tesellileriyle mi vakit

geçirdik geçireceğiz? Babası kâh başını okşuyor, kâh sırtını sıvazlıyor. Konuşmaları insi-

camsız. Zavallı o da şaşırdı. Bir başka Nihat devrede… İleri geri bozuk, Tanrı’ya söyleniyor. Ne

alıp veremediği var ailesiyle. Bellemiş işte, belâ hep evlerinde. Gene de.. (Nedret haberi duymuş mudur acaba, yeise kapılmış mıdır?) Bir film sarıldıkça, oynadıkça yüreğini kesiyor. Sigara tiryakiliği; Nedret yüzünden babasına alkollü yakalanışı; bazı

kız ailelerinden şikâyetler; “Sen evvelâ oğlunu eğit!” işittirmeleri; ailecek baş eğmeleri.

Annesi sanki sadece günlük ihtiyaçlarını karşılardı ve o.. deli dolu gençlik hızıyla yaşarken, kadını atlayıverdi, basıp geçti. Nasılsa, her ne yapsa affedileceğini zannederdi. Babaya ise zaten mesafeliydi.

Ki annesi kolay taşmaz, üzüntüsünü belli etmezdi. Yorulurdu, ağrırdı, kanardı ama incitmez yükletmezdi.

Page 152: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

152

“Sırtın terli, gene üşüteceksin Nihatçığım. Ben azıcık keyifsizdim, il-gilenemedim kusura bakma oğulcuğum”

“Nesiyle ilgileneceksin kazık kadar herifin!”. Refet fena kızardı. “Hassas çocuk. Akıllıdır zekidir, pek üstüne varma. Düzelecek, me-

raklanma.” Ata yadigârı, “evladiyelik” sözler resmi geçit yapardı. Hastahane yeniden gözlerine, burnunun dibine dayanıyor.… Sırtına almalı, bir lahza. Sevgisini belli etmeli. Mezara girmeden, gö-

mülmeden duygularını akıtmalı. Aksi takdirde yükünü nasıl taşımalı. (Belki beni duyar. Seni seviyorum anne! Hep sevdim) Esasen ne yapacağını da bilmiyor, “annesiz Nihat’ı” mı gebertsin, eli-

ne silah alıp, dünyaya mı sıksın, kurşun mu döksün. Hayır, havanda su dövsün.

İşte burada gülüyor; düzensiz dizginsiz düşünceler duygular. Her aza-sı mânâsız ve yük.. kalbiyse yekten.

Gülizar Teyze müdahale etmiyor, ağzı kıpır kıpır. Nihat’ın o zamanlar anlamadığı, ezberinden kendi alfabesinden okuyor.

Davranıyor. Anneyi kaldırmaya çalışıyor. Ağır.. yapamayacak. Dirisi-ni kaldırabildi mi de, ölüsünü kaldıracak.

Yıkıla yıkıla ağlıyor. Adamlıktan çıkmış, insan ağlayışı değil. (Neden.. keşke…) Bazı lâflar söylemek istiyor, sesi uçmuş. Ölüm Alfabesini okuyamıyor,

çok yabancı, hâlâ tıfıl. Bitkin, kör gözlerle geziniyor. (Annem olsaydı beni çoğaltırdı.) Görünmez bir el adeta onu durduruyor. Bakışları tek noktaya mıhlanı-

yor. Bebekler, küçük insan ölüleri… Şimdiye kadar hiç şahit olmadığı sahneler.

Beter üzülmesi gerekirken, annesinin kaybından duyduğu amansız ıs-tırap hafifliyor.

Page 153: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

153

Bebeklere, hayatları doğmadan bitmiş, hiçbir deneyimin malikiyetin sahibi olmamış, iki dünya arasında kalmış, herhalde “hayatları” hep sorgulanmış, asla “olgunlaşamayacak” “A(a)dem” uzantılarına odaklanı-yor. (Yedek bile değiller.) Ve sağanak boşanıyor.

“Biz hiç değilse güzel günler gördük.” Refet omzunu tutuyor. Teselli edici, dindarane sözler: “Hastaydı. İyileşme ümidi yoktu. Bu dünyada tam bir tutukluydu. Ar-

tık hür… Kazandı da gitti. Hastahanede ömür geçirmesini ister miydin.” Nergis’in bir defa daha yüzünü ezberliyor. “Allah’a ısmarladık öğretmenim! Tanrı’ya dua edeceğim; sana iyi

bakması için.” Bütün sözler, söylenecekler, içinden yükselenler, aminler ve çerçeveli

kimlikler karmakarışık oluyordu sonra.. Ezber bozan ölüm, oyunbaz kader. Önce ölüye ağlıyordu, bundan böyle özüne.. yaşama inançlarının yit-

mişliğine, fuzuli gelen cismine. Şimdi ne yapacaklar. Birbirlerinden başka kimseleri yok. Üstelik Ner-

gis…..YOK. Ankara caddelerinde babası Refet’le birlikte yürüyor. Ertesi gün anne-

siyle son bir yolculuk yapacak, cenazeyi kasabalarına taşıyacak, gurbet elde bırakmayacaklar.

Aslında yolların hepsi birdi. Mekân bir.. Önemsizdi cevhersizdi insan-lar.

İrinli tükenmiş zamanlar yaşardı. Hayat ölüm için vardı. Evrende her “rahim” cehennemin ağzına adam taşırdı.

Bay Ölüm’den nefret ediyordu. Gamdan, tasadan, hüsrandan, keder ve gussadan. Çileden, ıstırabın diş(l)isinden.. Çünkü tazeliğini ve “hayatın cildini” bozuyordu.

O zehirli bahar sabahını, “Baharın Gülleriyle” birlikte çizdiğinde, bu-na benzer duygular, izlenimler sökün ediyordu.

Page 154: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

154

Babasına ziyadesiyle üzülüyordu. Annesiyle birlikte tükenmişti. Ba-zen birlikte ağlıyorlardı. Ne yapacaktı koca adam. İki insan.

Böyle yalınayak, çıplak, kuru, bir başına… Başkent Ankara’da, kasa-bada, dünyada. En önemlisi yan yana. (Gömleğinde kirli, ah baba!)

Hastahane çıkışı, hallerinde herhalde bir tuhaflık vardı. Gelip geçenler acayip acayip bakıyordu. Yahut Nihat, tüm varlığı çiziyor yadırgıyordu.

Öfkeli, ters, acizdi. Muhtaç mutsuz ve terkedilmişti. Annesini tezden özlemişti. Artık yeterdi.

(Öğrencilerini bile bahçe kapısına kadar geçirirdi. Dudaklarından hiç kötü söz duymadım. Yalnızken, hoşlandığı için “Gülbeşeker” diye çağırır-dım, hemen koşup sarılır, başını göğsüme dayardı.... Fazlasıyla iyi bir eşti………… SEVGİLİ GÜLBEŞEKEEER!”

Zaptedilmiş kesik bir hıçkırık sesi. Nihat kendine geldi. Yan yana yürürken, babası ona doğru dönüp, kendine çevirmiş ve an-

sızın alnından öpmüştü. “Baba!” Kimi teselli ettiği belli değil, başını sallayarak: “Atlatıcaz oğlum

atlatıcaz!” dedi. Daima itidalli, metanetli görünen adam; ağladığını beceremese de gös-

termek istemiyor, merhamet davet eden bir gayretle nasılsa ayakta kalmış, “sıhhatli varlık kusurunu” örtmeye çalışıyordu.

Zihninde yüreğinde oynamalar; gelgitler… Ölüm marşları, türlü ezgi-ler. Ömür oyuncakları, dekorlu şık düşler, dirim üzerine cafcaflı söylev-ler…

Yanlarından üç tekerlekli arabasıyla, muz satıcısı geçti. Canı muz çek-ti.

(Tanrım ne alâka ama? Hayret! Acıkıyordu susuyordu yoruluyordu; tercih bile yapıyordu. Meslekler ve Kızlar!)

“Sana muz alayım Nihat”. Babaydı, sevdiğini bilirdi. Hayattan çook.. alacakları vardı. Ölümün “âli rehberliğine” karşılık…

Page 155: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

155

Refet: “Daha başındasın oğlum, öğreneceğin çok şey var.” diye, yüzüncü kez yineledi.

Haklıydı. Ne alfabeler söküp kitaplar devirecek, yaşamına harfler ekleyecek, çetrefil girift okuma yazmalar yapacak, ne devasa deryadil “hocalarla”.. kazanacaktı.

Heceleyecek, belleyecek, öğrenecek ve öğretecekti. A’dan Z’ye… Elbette hummalı “yüksek gerilimler” de yaşayacaktı.

Ama “Hayat Alfabesinin” neresindeydi, durduğu yeri kestirebilse. Neyse ki, “seçili sözcüklerle, gönül bilgisiyle” kendi dilini kura-

bilmişti. “Sevgi”… Gürültü artmıştı, pencereyi kapadı. Müzik usul usul içinde çalmaya başladı. Göğsündeki “yalnız tale-

benin” sesine; evrendeki tüm “baharlı” öğrenci nefeslerine karıştı. “Baharın Gülleri”… Nergis Öğretmenin en sevdiği şarkıydı.

Page 156: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

156

İbrahim ERYİĞİT

d.1958-Ankara

ARDINDA KALSIN ACILAR

Mart ayının ortalarına doğru sınıfın kapısı çalındı. İçeriye giren müdür yardımcısıydı.

“Öğretmenim, dersinizi böldüğüm için özür dilerim.” dedi ve yanında duran öğrenciyi göstererek,

“ Size ve sınıftaki öğrencilerimize yeni öğrencimizi takdim etmek is-tiyorum: Gökhan, artık bu sınıfın öğrencisi. Velisinin tayini nedeniyle il dışından geldi. Hepinize iyi dersler diliyorum.”deyip, sınıftan çıktı. Kapı-nın açılışından itibaren sınıftaki bütün öğrencilerin bakışları ister istemez Gökhan’a odaklanmıştı. Gökhan, sınıftaki öğrencilerden hem yaş, hem de fizik olarak daha büyük gösteriyordu. Metin öğretmen oturması için işaret edince, o hemen arka sıralara bakışını yöneltti ve en arkadaki boş sıraya oturdu. Metin öğretmen, konusuna kaldığı yerden devam etti ve zil çalma-sına çok az bir zaman kala konuyu bitirerek masasına oturdu. Gökhan’ı yanına çağırdı, ona ders işleyiş tarzını kısaca anlattı, alması gereken kaynak kitapların adlarını verdi. Zil çaldığında, sınıftaki öğrencilere ‘iyi günler’ dileyerek sınıftan çıktı.

Daha sonraki günlerde, Gökhan’ın konulara karşı ilgisizliğini fark e-den Metin öğretmen, diğer branşlardaki öğretmenlerle görüşerek sorunun

Page 157: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

157

ne olduğunu anlamaya çalıştı. Görüşmelerin sonucunda Gökhan’ın bütün derslerde aynı ilgisiz tavrının sürdürdüğünü öğrendi.

İlkbahar yağmurlarının yoğunlaştığı nisan ayı, güzelliğine bürünerek tüm coşkusunu insanlara ve doğaya hissettirmeye başlamıştı. Yine bir nisan günü yağmur sonrası güneş, yeşillenmeye başlamış ağaçları ışıl ışıl parlatmaya koyulmuştu bile. Kuş sesleri sınıfın açık pencerelerinden süzülerek Metin öğretmene adeta eşlik edercesine şakıyordu. Bütün öğrenciler, konusunu şiir gibi anlatan Metin öğretmeni beyinlerini ve yüreklerini açmış durumda dinliyorlar, not almaları gerektiğinde defterle-rine abanırcasına yazıyorlardı ama bir tek öğrenci hariç: Gökhan. Metin öğretmenin, Gökhan’a tanıdığı tolerans süresi neredeyse iki haftayı dol-durmuştu. Tahtada dersini anlatan Metin öğretmen zaman zaman Gök-han’la göz göze gelmesine rağmen Gökhan hiç istifini bozmuyor, aksine sırasının üzerinde defter ve kitabı olmadan rahat bir oturuş sergiliyordu. Bir de bütün bu olumsuzluğun üzerine bacaklarını üst üste atıp sıraların arasındaki koridora çıkartınca, Metin öğretmenin bu duruma sessiz kalma-sı mümkün değildi. Tebeşiri masasının üstüne atarcasına bıraktı ve hızla Gökhan’ın yanına gitti ve

“ Oturuşunu düzeltir misin, Gökhancım? ” dedi. Cümlenin yavaş tonda başlayıp sonuna doğru yüksek tona

evrilmesinin getirdiği olumsuzluk bile Gökhan’ın konumunu düzeltmesine yetmemişti. Sadece üstte duran ayağını yavaşça yere indirdi, hepsi o kadar; yüzündeki aldırmazlığı ve alaysı ifadeyi aynen korumuştu. Uzun bir sessizlik bürüdü sınıfı. Öğrenciler merak ve korku içinde izliyorlardı bu diyalogu. Metin öğretmen, sinirlerine hâkim olmaya çalışarak gözlerini Gökhan’dan ayırmadan:

“ Pekâlâ, yarın baban gelsin, onunla görüşelim” dedi. Gökhan’ın yü-zündeki alaysı ifade daha da çoğalarak,

“ Hocam! Ne varsa bana söyleyin. O adamla beni muhatap etmeyin!” şeklinde söylediği cümleyi, sanki önce sınıfın bütün duvarlarında yankı-

Page 158: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

158

lanmışçasına algıladı Metin öğretmen, sonra cümlenin içeriğinde yatan olumsuzluğu yok sayarcasına;

“ Tamam o zaman. Yarın okul çıkışında görüşelim!” dedi ve canının sıkıldığını öğrencilerine belli etmemeye çalışarak kaldığı yerden konusunu anlatmaya devam etti.

Ertesi gün okulda dersler bittiğinde, Metin öğretmen okuldan çıktı. Bahçede duran arabasına doğru yöneldiğinde, arabanın yanında duran Gökhan’ı gördü. Bir an anlam veremedi orada bulunmasına, boş gözlerle, ne arıyorsun, dercesine Gökhan’a baktı. Gökhan:

“ Bugün için görüşeceğimizi söylemiştiniz ya hocam” deyince dünkü olumsuz diyalogu hatırladı birden oysa dünkü yaşananları çoktan unut-muştu bile. Arabaya atla, dercesine eliyle işaret yaptı Gökhan’a, kendisi de seri bir şekilde bindi arabaya.

“ Nereye gidelim, Gökhancım?” “ Nereye isterseniz, hocam.” Metin öğretmen, ana caddeye çıkıp biraz gittikten sonra arabayı bir

kafenin önünde durdurdu. Birlikte arabadan çıkıp, bahar güneşinin ısıttığı ve ışıttığı oldukça bakımlı görünen bahçedeki bir masanın çevresindeki sandalyelere oturdular. Metin öğretmen gelen garsona iki çay söyledi.

“ Anlat bakalım, Gökhancım. Sorun nedir? Derslere karşı hiç ilgili değilsin.”

“ Hocam!” diye söze başladı Gökhan ve devam etti: “ Annemle babam yıllardır ayrı yaşıyorlar. Her ikisi de burada değil-

ler. Ben genelde halamlarda kalıyorum, ama onların evi hayli kalabalık olduğu için orada çoğu zaman aç yatıyorum, o da yatacak yer bulursam. O yüzden arkadaşların evinde kalıyorum çoğu zaman. Bazen hastanelerin acil bölümlerinde, bazen de terminalde sabahlıyorum. Sizin anlayacağınız, düzenli bir hayatım yok. Dahası ne annem, ne de babam maddi anlamda hiçbir destek sağlamıyorlar. Çoğu zaman yürüyerek gidiyorum gideceğim

Page 159: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

159

yere. Önceki gün babama telefon etmiştim para istemek için, bana yapma-dığı hakareti bırakmadı. Dün de siz bana, babanla görüşelim, deyince, kendimi tutamadım, size karşı o yüzden tepkili davrandım. Özür diliyorum hocam.”

Anlatılanlar karşısında bir müddet konuşamadı Metin öğretmen. O sı-rada çaylar da gelmişti. Çayından bir yudum alarak:

“ Seni anlıyorum. Tamamen haklısın. Keşke bunları daha önceden konuşsaydık. Ama bu koşullarda yaşamayı mazeret olarak kabul etmemen gerek, aksine bu koşullardan kurtulmak için daha çok çalışmalısın ki sen oldukça zeki birisin. Ayrıca ben nasihat vermeyi asla sevmem. Sadece sana güvendiğimi ve her zaman yanında olacağımı söylemek istiyorum ben.” dedi ve çayından bir yudum daha aldı ve kalktı, Gökhan’a sarıldı ve:

“Gökhancım, seninle her hafta okul çıkışı görüşelim, tamam mı?” de-di.

“ Tamam hocam!” dedi Gökhan, “Size minnettarım, iyi ki varsınız, teşekkür ederim.”

Saatlerce konuştular. “Zaman nasıl geçmiş?” dedi bir ara Metin öğ-retmen, “Hava kapandı, birazdan yağmur yağar, kalkalım.” Kalktılar. Güneş, daha bir anlamlı ısıtıyordu artık Gökhan’ın yüreğini: Yüreğinin genişlediğini, ferahladığını duyumsadı o an. Arabaya binerken ilkbahar coşkusunu iliklerine dek hissetti ve ışıltılı gözlerle öğretmenine baktı Gökhan önce, sonra da uzun soluklu bir dostluğun temelinin atıldığına inandığı bahçeye.

Page 160: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

160

Celaleddin KURT

d.1960-Elbistan

HOCALARIN HOCASI

"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik-Bin atlı o gün dev gibi bir or-duyu yendik" beytini okurken coşkuların en büyüğüne kapılıyor; heyecan-lanıyor; kendisini adetâ Mohaç Meydan Muharebesinde hissediyordu... Aslında şiir okumuyordu! Dilinde kelâm bulan şiirin, ihtiva ettiği mânâya kendini kaptırıyor; Mohaç'ta bin atlıyla beraber akınlara çıkıyor; düşman-larla kıran kırana çarpışıyordu. O, zamanki, okuduğu tarih kokan bir şiirin coğrafyasına girse, kahraman Türk askerlerinden birisi olup çıkıyor; İstanbul'un fethinde Ulubatlı Hasan, Çaldıran'da Hasan Paşa, Çanakkale'de 265 kiloluk top mermisini tek başına kaldıran Mehmet Çavuş oluyordu...

Derslerini bir ibadet hazzıyla işliyordu. Sık sık, Nurettin Topçu'dan okuduğu bir anekdotu aktarıyordu öğrencilerine... Nurettin Topçu'nun eserlerinin birinde geçen: "Tam kırk yıl boyunca, ibadet eder gibi sınıflara girip çıktım, çocuklara verdiğim eğitimi ibadet saydım" lafzını, eğitimcilik hayatında uygulamaya çalışıyor; kendisi de; eğitimciliği, eğitim hayatında gösterdiği hizmetleri ibadet sayıyordu...

Eğitim hayatında hiçbir engel yıldırmıyordu O'nu... Elinden tuttuğu nesillerin, yarınlarını düşlüyor, hiçbir fedâkârlıktan kaçınmıyordu onlar adına. Öğrencilerinin sadece öğretmeni değil, aynı zamanda onların anası babası konumunda kalarak; attıkları her adımı takip ediyordu. Geceleri,

Page 161: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

161

bekar öğrenci evlerine denetime gidiyor; kahvehanelerde öğrenci kontrol-leri yapıyor; sokakları bile denetim altında tutuyordu... Sırf öğrencilerinin yarınları aydınlık olsun, öğrencileri makam, mevkii sahibi olsunlar diye... Öğretmenlik yıllarının birkaç yılını vilayeti dışında çalışmış; bir vesileyle de ilçesine gelmişti. O zamanlar ilçesinde lise bulunmamasından dolayı da büyük üzüntülere bürünmüştü... Bu üzüntüyle, memleketine bir lise kazandırmanın heyecanına sarmıştı içini... Millî Eğitim Bakanlığı ile yaptığı yazışmalarının neticesinde; bakanlığın özel bir ödenek ayırtarak bina yapamayacağı, bina yapılsa bile öğretmen yetersizliğinden kadro verilmeyeceği söylenmişti.

Yazışmalar ve şifahî görüşmelerin neticesi böyleydi... Ancak aynı ya-zışmalarda, özel bir lisenin kurulabileceği söylenmişti hocaya!. O da, yoğun bir gayretle özel lise kurma teşebbüsüne girmiş; bir seferberlik çağrısı başlatmıştı eğitim-öğretim adına...

Ne yazık ki o dönemde öğrenciler, Elbistan'da lise bulunmadığından ya Antep'e, ya da yakın vilayetlerden birine gidip geliyorlardı. Gidip gelirlerken de, bin bir zorluk ve meşakkatlere katlanıyorlardı tabii... Bu da Hüsamettin Hoca'yı çok düşündürüyordu. İlçesine mutlaka bir lise kurul-malıydı; lise kurma fikri O'nda bir rüya olmuştu...

Yıl 1958'di... Gaziantep Lisesinde okuyan iki öğrenci, bayram tatili sebebiyle araba bulamamışlar; bir tomruk kamyonunun üzerinde yola çıkmak durumunda kalmışlardı. Gayeleri sılayı rahim olan öğrenciler; bir gün sonraki otobüsü beklemek yerine; "Bir gün beklemeyelim, memlekete erken gidelim" düşüncesiyle böyle bir yolculuğa razı olmuşlardı. Bindikle-ri tomruk yüklü kamyon, Göksun'un Fındık Köyü civarında kaza yapmış; öğrenciler devrilen tomrukların altlarında kalarak ölmüşlerdi... Daha gençliklerinin baharında, yaşları yirmi bile olmadan ölen gençlerin dram-ları; Elbistan'ı yasa boğmuştu...

Elbistanlı gençlerin trafik kazasında ölmelerinden, genç yaşta ahrete intikallerinden Hüsamettin Hoca çok etkilenmişti... Çünkü, lise kurma

Page 162: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

162

kaygısına; müessir trafik kazasından çok önceleri düşen hoca; bu ölümle-rin ardından lise kurma konusunda biraz daha kamçılanmıştı. Daha mem-leketine geldiği ilk günlerde düşlediği lise kurma projesi; artık mutlaka hayata geçirilmeli, hele ki bu kazadan sonra, mutlaka ilçesine lise kurul-malıydı. İlçesi için belki de en önemli proje buydu. Yoldan, berkten daha önemliydi eğitim işi! Çünkü aydın nesillerin yetişmesi, ilçesinin ufukları-nın aydın olması; eğitimin ayağa kalkmasıyla başarılırdı...

İşte o günden sonra, Hüsamettin Hoca önderliğinde pür telaş başlanı-lan lise projesi, çeşitli yazışmalarla onay almış; toplanılan yardım ve himmetlerle lisenin ilk temel harcı atılmıştı. Önemli olan bir işe başlamak-tı. Ne de olsa, başlanılan işin neticesi mutlaka alınırdı. Ayrıca da, gösteri-len gayret ve çabalarla başlanılan işin neticesi, çok kısa zamanda alınacak gibi görülüyordu.

Bir seferberlik başlatılmıştı eğitim-öğretim adına. Bütün ilçe halkı ka-rınca kararınca bu eğitim projesine destek veriyor; niyet hâlis olunca da başlatılan yol, aydınlık ufuklara doğru yol alıyordu. Bir sevinç kaplamıştı ilçenin okuma meraklılarının yüreklerini. Bundan böyle lise eğitimi için kalkıp başka vilayetlere gidilmeyecek; hem öğrenciler, hem de ana babalar hasret yaşamayacaklardı. Kurtlar, Krallar trafik kazalarında ölmeyecekler-di...

"Bana bir harf öğretenin kulu, kölesi olurum" anlayışıyla, herkes emek veriyordu eğitim projesine... Kimi parasıyla bu hizmete katkı sağlıyor; kimi malasıyla okul duvarlarını örüyor; kimisi de omzunda harç taşıyordu okul inşaatına....

Kısaca; halk, öğretmen, öğrenci bir bütün hâlinde eğitime yatırım ya-pıyordu... İlçe halkı çocuklarının yarınlarını, yapılacak lisenin harcında, taşında, betonunda görüyordu...

Netice çok kısa zamanda alınmış; Elbistan'ın ilk lisesi, özel statüde kurulmuş; okulun dershaneleri öğrencilerini bekler hâle gelmişti... Elbis-tan dışına artık öğrenciler bin bir zorluk içinde gidip gelmeyecekler; trafik

Page 163: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

163

kazalarında ölmeyecekler; kendi okullarında eğitimlerini yapacaklardı. Hüsamettin Hoca mutluydu, sevinçliydi... Tabii ki, böyle bir eserin ortaya çıkmasındaki en büyük emek de O'nundu... Hüsamettin Hoca; düşündüğü-nü hayata geçirmiş; Elbistanlıların gayret ve yardımlarıyla müstakil lise binalarını kavuşmuşlardı. O zamanlar fakrı zaruret hâlinde yaşayan halk, eğitimin önemini iyi bildiğinden, fakir bütçelerinden karınca kararınca bile olsa, bir yardım payı ayırtmışlardı liselerine...

Hüsamettin Hoca'ya Elbistan halkı, eğitim-öğretime gösterdiği feda-kârlık ve azminden dolayı liseye adını vermek istemişler; O, bu işe razı olmayarak: "Eğer rızanız olursa, benim adım yerine Mükrimin Halil Yinanç'ın adını bırakalım" demişti. Mükrimin Halil Yinanç; Elbistan'ın yetiştirdiği, dünya çapında ünlü tarih âlimlerinden birisi olup, ayrıca da Hüsamettin Bey'in kabilesindendi. Hoca kendisinin adını mütevazılıkla reddediyordu ama; layığı veçhile birinin adını da gündeme getiriyordu... O gün, lise müteşebbis heyetinin aldığı ortak bir kararla, lisenin adı; "Mük-rimin Halil Lisesi" olarak bırakılıyordu... Yine, bu lisenin sevk idare heyetinin başına, yani lisenin müdürlüğüne, Elbistanlıların ortak isteğiyle Hüsamettin Hoca getiriliyordu...

Yıl 1959 idi...Yarınlara kapı ve pencereler aralayacak eğitim hizmeti; Türk bayrağının göndere çekilip, coşkuyla okunan İstiklâl Marşıyla başlı-yordu... Yüreklerde nice nice umutlar, düşüncelerde; yarınlar adına taşınan coşkulu heyecanlar vardı...

Page 164: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

164

Tacettin ŞİMŞEK

d.1961-Gümüşhane

KAVAK YELLERİMİZ OYY!

1

Ah melankoli! Sen yoktun.

Bir dolu yüreğim vardı, olabildiğince dinç,

serâzâd...

Yok, hocam, yok. Eskidendi o. Bir asır önce belki. Toyduk ama güçlüydük. Yüreğimize tutunur, gözlerimiz acıyıncaya kadar ufka bakardık. Bütün uzaklar, uzaklıklar iki adım ötemizdeydi.

Çelişkiler o zaman da vardı. Ve benim yalınkılıç kelimelerim. Kalemimin ucunu öfkeye banardım bazen. Yüksek sesle düşünebilir, iri ve diri cümlelerle konuşabilirdim. Bütün kurallara ve 'kuram'lara aykırı parantezler açardım. Gönlümce bir gökyüzü çizerdim, gönlümce bir ufuk, gönlümce bir deniz. Bu denizin bir köşesine martılar iliştirirdim. Martılar, yani kelimeler. Gönlümce çizdiğim gökyüzüne içimden devşirdiğim yıldızları serperdim. Sonra, o gönlümce çizdiğim gökyüzüne kendimi eklerdim.

Page 165: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

165

İnce bir yanım vardı. Çiçeklere kıyamazdım meselâ. Gül kurusunu sevmezdim. Hâlâ sevmem ya!

* Ah melankoli. Niye böyle davetsiz gelirsin? Niye böyle davetsiz... Niye böyle... Niye... Niye çalışmadın Sıddık? * Evet, asırlar önceydi hocam. Sıddık yoktu, Sıddıklar yoktu. Sizin adınızı

bile duymamıştım. Bayram Bey’i de tanımıyordum henüz. Bayram Bey’in savunmalarını da, dilekçelerini de, kınama ve tevbih cezalarını da... Mesleğiniz mesleğim değildi çünkü.

Sizler yokken, Sıddıklar yokken biz vardık, hocam. Ben vardım. Döner bakardım kendime. Atımın terkisinde güneş vardı. Öyle bilirdim. Bilirdim ki, güneşin ikiz kardeşiyim ben.

Toyduk dedim ya! Öyleydi işte. Ama doğruydu, hocam. İnce bir yanım vardı. Yüreğimin ötesinde bir

yerden kırlangıçlar kanatlanırdı ben susunca. Ve nurtopu bir gelecek büyütürdüm konuşunca. İnanmazsınız hocam ama öyleydi. Aynen. Bir zamanlar tabiî. Asırlar önce yani.

O zamanlar da içerdim böyle. İki paket içerdim hem de. Ama dumanında gelecek zamanları düşlerdim. Şimdiki gibi değil.

* –Kalk Sıddık! Parmağı ağırdır Sıddık'ın. Hiçbir soruya kendini muhatap kabul etmez.

Konuşmaz Sıddık.

Page 166: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

166

Kulakları çınlasın, fakültede bir hocam vardı. "Vallahi biliyorsunuz çocuklar ama bildikleriniz parmaklarınızın ucunda değil." derdi. Sıddık da öyle.

Şöyle biraz tutuk, biraz aksak yürür Sıddık. Gülümseme konusunda bir hayli cimridir. Sıddık'ın sağ gözü sürekli yaşarır. Ağırbaşlıdır Sıddık. Ciddî çocuktur. Fıkralarımın, esprilerimin katı

yüzüne çarpıp tuzla buz olduğu çok görülmüştür. –Bu Sıddık sizde nasıl, hocam? * Kurallar, yönetmelikler, genelgeler, nöbet çizelgeleri, saygı duruşları,

çelenkler, müfredat programları, cevap anahtarları, bordrolar, yalnızlıklar... Off!

–Kolay değil be Kemâl Bey! Sahi hocam, sekiz yıllıksınız, öyle mi? * Haklısın Yakup Kadri. "Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır." Issız yerlerde kendin için bir kâinat ol! Gözünü seveyim Tibullus. Nerden çıktı bu beylik laf Allahaşkına? Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge Ne açar kimse kapım... Geç bunları bir kalem, geç! * –Anladın mı Sıddık? Sıddık'ın bakışları için tercüman gerek. –Anlamadın mı Sıddık? Sıddık yine öyle konuşmayan bakışlarıyla karşımdadır. Bak Sıddık! Gözlerin yoruluncaya kadar bak! Sağ gözün iyice

yaşarıncaya kadar bak! Ama n’olur bana değil. Arkadaşına bak Sıddık.

Page 167: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

167

Kitabına bak! Nereye istersen oraya bak! Hatta istersen dışarıyı seyret! Bana bakma Sıddık. Bakışlarının dilinden anlamıyorum. Ayıp değil ya!

* –Üç beklemiyordum, hocam. –Ben de beklemiyordum, oğlum. Buralara düşmeyi, acı duymayı,

yüreğimden harcamayı, güpegündüz ve gepegenç ölmeyi... Oldu bir kere. Üstelik sen kârlısın Sıddık. Üç almışsın. Ya benim yitirdiklerim?

Kınama beni Sıddık. Benim kahırlarım, hayıflanmalarım var. Seninle neyimi bölüşeyim, Sıddık? Bakışlarının boşluğuna eğilsem

başım döner. Öylesine uzaksın ve öylesine tenha. Ben böyle donuk göz görmedim, Sıddık. Senin bir derdin var. Mutlaka var. Söyle Sıddık!

Ahh, Sıddık! Sen bana öğrencisin, ben yönetmeliklere. Sen harf gelirsin bana, ben cümle olur gelirim. Hadi Sıddık! Bir soru sor!

* Bu oda. Bu dikdörtgen oda. Uzun duvarlarından birinde çerçevesiz bir

siyasî harita. Karşı duvarda sağ üst köşesi kırık bir ayna. Öteki duvarda boydan boya bir yağlı boya resim. Pencereyle yağlı boya resmin kesiştiği köşede dalları yer yer kurumuş bir Japon gülü. Ve ortada çiğ çimen yeşili kadife örtüsüyle uzun bir masa.

Küllükler. Kâğıt tomarları. Bir paket sigara. İki bardak çay. Ve Kemâl Bey. Ve Kemâl Bey’in akik yüzüğü. –Dersiniz var mı Hocam?

Page 168: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

168

Kemâl Bey otuz iki saat derse girer. Her ders çıkışı daha bir yoğunlaşan yorgunluğunu Şükrü'nün getireceği demli çayla dindirmek ister. Kemâl Bey’e üç sigara içimi teneffüsler gerekli.

* –Davolocira değil, Sıddık! Sıddık'ın edebiyatı zayıftır. Sıddık "ayriyeten" kelimesini çok sever.

Sıddık'ın kompozisyon kâğıtları "ayriyeten"le başlayan cümlelerden geçilmez. "Bazen" kelimesini yumuşak g'siz yazamaz Sıddık. "İleri" onun kaleminde "illeri"dir, "belli" de "beli". Yuvarlak ünlüleri de hep karıştırır Sıddık. “Kunu” der meselâ, “oyumak” der. Kırmızı kalemle dilediğin kadar çiz, düzelt, not düş, ünlem koy! Değişmez.

Sıddık'ın sekiz kardeşi vardır. Sıddık lâstik ayakkabı giyer. Oysa gençtir Sıddık, delikanlıdır. Bu yüzden bir parça eziktir Sıddık. İzzet Altınmeşe'yi sever Sıddık. "Bitlis'te beş minare"yi dinler. İyi

çocuktur aslında Sıddık. Dışındaki yoksulluktan yüreğinde eser yoktur. Ama Sıddık'ın bir derdi vardır. Ben... Ben, Sıddık'ın suskunluğundan şikâyetçiyim. Bir açılsa, bir

konuşsa Sıddık... –Oku Sıddık! Sen olmasan... Seni bir lâhza görmesem yâhut –Fena değil, Sıddık. Devam et! Sen olmasan... Seni bulmak hayâli olsa muhâl. –Fena değil, hiç fena değil. Anlaşıldı kerata. Sen o kara kuru sıska kıza

adamakıllı tutkunsun. Binnaz mıydı adı lan? Benim adım da Sıddık mıydı bir zamanlar? Gerçekten Sıddık mıydı

acaba? Neydi öyle? Kavak yellerim, türkülerim, şiirlerim, yürek çarpıntılarım...

Page 169: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

169

Bir zamanlar... Yok yok. Hayır de Galla. Aşk azapla beslenir yalnız. Sen... Sen nerden çıktın Martialis? * Oyy kavak yellerim, Yediveren güllerim oyy! Kalemimle barışmıyor ellerim. * Hocam, Servetifünuncular, hocam, niye bu kadar karamsar, hocam.

Bildiğim kadarıyla, hocam, hepsi varlıklı kimseler, hocam. Fikret'in âşiyanı filân, hocam. Öyleyse, hocam, bu adamların derdi ne, hocam?

Bugüne, bu saate tarih düşün! Sıddık konuştu bugün. Aranan Sıddık bulundu.

Sağ ol Sıddık! Senin için söylediğim bütün olumsuz sözleri geri alıyorum. Kırk beş dakikam sana feda olsun, Sıddık. Binnaz da sana feda olsun, Sıddık.

Ahh Sıddık, bugüne kadar neredeydin? * Ramazan'dan bir çift hünkâr selâmı. Ve bir çift gümüş kanat yüreğimde. Yakup'tan bir haber. İçimde duru bir seher vakti. Nuri'den bir mektup. Burası İrem Bağı mı? Temel'den sesime ses. Yalnızlık diye bir şey yok. Sahi, abidesi dikilseydi vefanın, adı Ramazan mı olurdu, Yakup mu?

Nuri mi, Temel mi? Hepsi. * Kapıda Arif Bey.

Page 170: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

170

–Ders zili çaldı arkadaşlar! Zil çalmış. Çalar hep. Yerli yersiz, olur olmaz vakitlerde çalar durur. Altmış yılda bir çiçek açan Puyalar sana, her dakika inatla çalan ziller

bana. Sözcüklerine sağlık Zeki Ömer Defne. Zil çalacak... Sizler derslere gireceksiniz bir bir. Zil çalacak, ziller çalacak benimçin, Duyacağım evlerden, kırlardan, denizlerden; Tâ içimden birisi gidecek uça ese... Ama ben, ben artık gidemeyeceğim. Dert etme şair! Biz senin yerine de gideceğiz. Dinle Hemingway! Çanlar kimin için çalarsa çalsın, fark etmez, ama ziller benim için

çalıyor. 2

OOyy kavak yellerim! Yediveren güllerim oyy!

Kalemimle barışmıyor

ellerim. MMalabadi Köprüsü'nden öteye. Malabadi Köprüsü... Malabadi... Malabadi? Hani var ya! Artukoğullarından İlgazi Oğlu Timurtaş'ın 1147’de yaptırdığı. Uzunluğu

150, genişliği 7 metre olan. Kırık çizgiler gibi uzayan. Batman çayına tek

Page 171: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

171

taşlı bir yüzük gibi takılmış. İşte o. sivri kemerli, yazıtlı, kabartmalı, taş köprü.

İşte o köprüden öteye silik, ince bir yol gider. Asfaltı yer yer kabarmış, yer yer sökülmüş uzun kara bir yol. Yol kenarında pamuk ve karpuz tarlaları boylu boyunca. Seyrek evler. Yol kenarına rastgele serpiştirilmiş toprak damlı evler. Evlerin damlarına kurulmuş yataklar. Üç yanı korkuluklarla çevrili demirden yataklar. Köşelerinde dürülmüş döşekler.

* Ok gibi hûblar beni yaydan yabana attılar Hayır, Şahin! Kimsenin kimseyi bir yere attığı yok. Biz ideal adamıyız.

Her yer vatan. Nerde bayrak dalgalanıyorsa... * Malabadi köprüsünden öteye, daha öteye gidersiniz. Daha doğuya ve

daha güneye. Bir fizikî haritanın ucunu, sınırını bulmak ister gibi. Erken saatlerinde Meram dolaylarından yola çıktığınız gün tükenmiştir artık. Gece de tükenmiştir. Sabahın eli kulağındadır.

O uzun, o kara yolda sürüklenirsiniz. Kelimeler, türküler gitgide daha bir anlaşılmaz olur. Coğrafyanın sertleştirdiği karayağız yüzlerde aşinalık kırıntıları ararsınız. Yalnızlıkla ilk defa bu kadar yakından tanışırsınız. Tanışmazsınız aslında. Onunla canciğer dost olursunuz. Hatta ikiz kardeş olursunuz onunla. O artık içinizdedir. Yakın, vefalı bir dost kimliğiyle.

(Yazar, bu yalnızlığı iyi tanır. Hilafsız yaşamıştır çünkü.) * Ok gibi hûblar beni yaydan yabana attılar Bilmediler kadrimi ucuz pahaya sattılar Etme eyleme Şahin. Say ki çay senin çeşme senin. Yaramı deşme benim. * Malabadi köprüsünden öteye çeyrek gün daha gidersiniz. Sonra elli bin

nüfuslu bir şehrin tabelasından içeri ürkek bir gölge gibi süzülürsünüz. Öyle

Page 172: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

172

ya! Her yolun kördüğüm olduğu bir nokta vardır. Ve her tahammülün bir sınırı. Siz tahammülünüzün en uç noktasını zorlarken bakarsınız ki yolunuz bitmiş. Tükenmişsiniz. Otobüsten bitkin inersiniz. O herhangi bir şehrin kaldırımları sizi yadırgar gibidir. Kaldırım ızgaraları üzerinde gözünüze ilişen KON-DÖK-SAN yazısı size ne kadar sıcak ve yakın gelir.

* Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime Yine mi sen Şahin? Sesine ve yüreğine sağlık! Ama düş yakamdan

n'olur. *

Arka bagajında bir koyun, üst bagajında havaleli bir yük taşıyan tıkış tıkış on sekiz kişinin bindiği bir dolmuşun orta koltuğunda kendinize bir yer bulursunuz. Adınız "hoca"ya çıkar. İlgi ve itibar da görürsünüz.

Derken Hısta'ya 48, Hakkari'ye 238 km. kala bir köprüden daha geçersiniz. Botan Köprüsü. Bir yolcu size Botan Köprüsü'nün Mezopotamya ile bağlantısından söz eder. Kaşlarınızı kaldırıp dudaklarınızı hayretle büker, merakla dinlersiniz onu.

Sonra Misifra Köprüsü. İki ucunda çalı çırpıdan örülmüş iki kulübede üzüm satan çocuklar. Canınız çeker. Ama çekinirsiniz.

Derken Paris'e varırsınız. Mezopotamya uzmanı yolcu "Bura Paris’tir, hoca!" derken ihtimal ki sizi şaşırtmaktan haz duymuştur. Olsun. Paris küçük bir köydür aslında.

*

Dolmuş bir yokuşu tırmanır tıknefes. Bir meydanda durur. Dolmuştan yorgun inersiniz. Ve hükümet konağının önündeki meydanda bir an çakılı kalırsınız. O an, biri çıksa da "Hadi dönelim!" dese diye beklersiniz. "Ne arıyorum ben, neyin peşindeyim, benim burda işim ne?" soruları dolaşır beyninizin yörüngesinde.

Page 173: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

173

(Yazar, bu duyguyu tatmıştır. Öyle ki, kaçmak, yitmek, yok olmak istemiştir.)

Anlık bir fırtınadır bu. Varlığınızı gereksiz bulursunuz. İki lokma ekmeği, diplomanızı, hayatınızı şöyle karşınıza oturtur, ayaküstü kendinizi sorgularsınız. Yüreğinizi yoklarsınız ki, bütün iyimserliklerinizin, bütün hülyalarınızın yerinde yeller esiyordur. Donuk bakışlarınız, bastığınız yeri, yürüdüğünüz taş döşeli yolu, girdiğiniz odayı, odadaki yüzleri seçemez. O bakışlar ki, Müdür Bey’e güven telkin etmemiş gibidir. "Kalıcı mısınız, gidici mi?" diye sorması bundandır. Oturursunuz. Oturmazsınız aslında, yığılıverirsiniz gösterilen koltuğa. Müdür Bey’in uzattığı pakete uzanırken gözleriniz kararır.

Tanışma. Memleket? Ya, öyle mi? Kararnameniz... Mehil müddeti... Bekliyorduk... Bir hafta önce... Kadromuz... Boş geçiyor... Umarım... Alışmak... Anlaşmak...

Ve sıkışan yüreğiniz. İçinizdeki boşluk sürekli büyümekte, başınız dönmektedir. Zaten sigaranızı da sehpada unutmuşsunuzdur.

Önünüzde Müdür Bey, bir odadan çıkar, daha geniş bir başka odaya girersiniz.

Yüzler, yüzler, yüzler...

El sıkışmalar...

Memnun oldum, memnun oldum.

Gerçekten memnun olup olmadığınızın farkında değilsinizdir. Dışınızda bir bilinmez dünya, içinizde bir tanımsız kahır boy atmaktadır. Daha derinden sorarsınız kendinize: Benim burda işim ne?

*

Senden bilirim yok bana bir faide ey gül

Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül

Page 174: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

174

Bırak yakamı Şahin! Allahaşkına bırak! Sırası mı şimdi Nevres’in, gül yağının, bülbülün? Bin parçayız işte, burdayız ve ayaktayız. Yetmez mi?

*

Gün akşam olur. Sizin içinizde çoktan akşam olmuştur. Ruhunuzun aynasında seyrettiğiniz yıldızsız bir gökyüzüdür. Hep gidecekmiş gibi, hep uyanıverecekmiş gibi birilerinin ardında takılır gidersiniz. Adınıza iliştirilmiş "Bey" kelimesini de peşinizden sürükleyerek. Sonra "Bey"likten sıyrılır, "hocam" olursunuz.

Vardığınız evde Kemal Bey’le, İsmail Bey’le, Özer Bey’le tanışırsınız. Ve ötekilerle. Kimi Karamanlıdır bu insanların, kimi Zonguldaklı, kimi Malatyalı, kimi Gümüşhaneli. Bu listeye bir de siz eklenirsiniz. Ekmek, diploma ve talih bu insanları bir lojman katında buluşturmuştur.

*

Kendinizi onlara eklemeniz günler alır. Derken bir de bakarsınız ki kaderi benimsemişsiniz. Kaderi ve kendinizi. Bir rüyadan uyanmanın imkânsızlığını kavramış, kabullenmişsiniz. Günün yorgunluğunu sigaraya, demli çaya ve kahkahaya emzirmektesiniz.

Gece ortası boşaltılan çaydanlıklar. Kemal Bey’in şakaları, Özer Bey’in fişleri, İsmail Bey’in çiçekleri. Bazı bazı tazelenen çocukluklar.

Maraşlı Türkçeci Ökkeş Bey gelir bazen. Gece yarılarına kadar Bergama hatıraları dinlersiniz. Uykunuzu ürkütmek için defalarca yüzünüzü yıkarsınız.

Sonra Biyolog Bayram Bey. Bayram Bey’in tenyaları. Kemal Bey’in ifadesiyle "Bismillah" demeyen obur tenyaları Bayram Bey’in. O yüzdendir belki, sizin bir günde yediğinizi bir öğünde yer Bayram Bey. Ama et üstüne dirhem et koyamaz yine de.

Ve Erdal'ın sazı, sevdası, "İpek Mendil"i.

Page 175: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

175

Gün boyu akşamın gelmesini beklersiniz. Çünkü ancak akşamları bütün karamsarlıklarınızı silkeleyip atabilirsiniz üzerinizden. Bir de otuz saat dersin o günki yorgunluğunu.

Akşamları seversiniz. Hele iftar akşamlarını. Domates ve peynir ekmekle Bakkal Ömer'in dükkânı önünde, asmalı örtme altında açılan iftarları. Özer Bey’in çekingenliğini, Kemâl Bey’in kahkahalarını.

Ve sahur yemeklerini. Konserve, pirinç pilâvı ve çaydanlıkta kaynatılmış kuru üzüm kompostosunu.

Hepsi... Hepsi günlük hayatınızın saklanmaya değer parçaları hâlini almıştır.

Gündüzleri kürsüdeki yalnızlığınız uzar gider. Ellerinizde tebeşir kokusu. Dilinizde bir şarkının nakarat kısmı. Aslında kürsüyü de, çocukları da çoktan sevmeye başlamışsınızdır. Nail’i, Nurettin’i, Vahap’ı, Behzat’ı, Hayriye’si, Hikmet’i ve Bülent’iyle... Selma’sı, Garip’i, Yüksel’i ve Fadime’siyle... Hatta onlarla kendi yazdığınız Başlık Parası adlı oyunun provalarına da başlamışsınızdır.

Oğlunuz, kızınız yoktur. Henüz babalık zevkini tatmamışsınızdır. Oğluymuş gibi, kızıymış gibi sevmek nasıl bir duygudur, bilmezsiniz. Ama onları oğlunuz, kızınız gibi seversiniz. Onlara doğru bin adım atmak istersiniz. Onlar size bir adım gelseler, bin adım daha yürüyebilirsiniz.

Mektuplar hasretleri körükler bazen. Bazen değil, her zaman. Duygusallığınız uyanır, depreşir de şiiri özlersiniz. Mektuplara "şiirsiz ellerde duyuşsuz ve deyişsiz kaldım. Nerdesiniz dostlar?" diye haşiyeler düşersiniz. Cevaplar gelir Ramazan'dan, Nuri'den, Yakup'tan, Temel'den. Kelimeleriniz yankısını bulmuştur. Kalbinize mukabil kalpler uzaklarda ve hep aynı sıcaklıktadır. Vefa bir semt adı değildir yalnızca.

Hep gündüzün armağanıdır kırgınlıklar, hayıflanmalar. Geceye sarkar çoğu zaman. Siz eski günlere dönmek, mısralara tutunmak istersiniz. Yapamazsınız.

Page 176: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

176

(Yazar bu duyguyu çok yaşamıştır. Çünkü bir zamanlar, "öyle bir şiir yazmalıyım ki," derdi, "Aragon, Elsa'nın Gözleri'ni yazdığına pişman olmalı. Öyle bir şiir ki Poe'ya Annabel Lee'yi unutturmalı. Öyle bir şiir ki büsbütün Mehlika Sultan olmalı." Ve derdi ki: “Bana bir Adam Smith bulun, ‘Milletlerin zenginliği şiirdir’ desin.”)

Oysa gündüzleriniz işgal altındadır. Otuz saat girip çıktığınız dersler, tutanaklar, emirler, kurallar, yasaklar, imzalar, genelgeler... Ve sarı zarflar... Hele Bayram Bey’in eline tutuşturulan sarı zarflar.. Ve savunmalar...

İçlenirsiniz. Gündüzünüzü siyaha boyamak, ama Kemâl Bey’in kahkahalarına tutunmak; unutmak, unutmak ve unutmak için akşam olsun istersiniz.

Sonra yine bir gündüz vakti, izin isteğinize aldığınız cevap olumsuzdur. Meselâ Kemâl Bey’e haber gelmiştir. Kemal Bey baba olmuştur. Ama dilekçesi işlem görmemiştir Kemâl Bey’in. Ve Kemal Bey, çocuğunu ancak iki ay sonra bir bayram günü görebilmiştir.

(Yazar bir fırsatını bulup bütün bunları kaleme almayı düşünmektedir. Ancak elleri kalemiyle bir türlü barışmamaktadır. İçinin köreldiğine dair bir korkudur yazarınki.)

Hafıza aynasında Şahin Aktaş. Namıdiğer “Hafız Burhan”. Fakülteden. Şair. Bayburtlu.

Titrerim mücrim gibi...

3 KKayıptır bir yanımız Bekler dururuz, niye Soğumuş bir yüreğin

külleri arasında güller açacak diye

Page 177: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

177

BBelkiler. Uzak yankılar. Cılız çağrışımlar. Hışımlar. Ve ben. Selim Bey, hayata yeni bir parantez açmıştır. Hayata ve çağa. Ve

kendine. Yine dalgındır Selim Bey. Yenilenmiş masa örtüsü üzerinde birleştirdiği

elleriyle, sütlü kahverengi örtüye çakılı bakışlarıyla. Çayı soğumuştur yine. Sigarasının izmarite yaklaşan külü birazdan

parmaklarını yakacaktır. Öylesine kayıptır Selim Bey. Uzak martılar, hafızasında bir yerlerde tok ama yorgun bir sesle çığlık

çığlığadır. Martılar yani hatıralar. Yani kısa ama kocaman bir geçmiş. Bir zamanlar... (Hep böyle başlar.) Evet bir zamanlar, kavak yelleri, yediveren gülleri, ulaşılması gereken

yıldızlar vardı. Bir dergi çıkarılacaktı. Şiirler, hikâyeler, oyunlar yazılacaktı. Bir zamanlar gök çadır, güneş bayraktı. Cehennem olsa gelen bağrında söndürürdü Selim Bey. Ateş kesilirdi geçse sabâ gülşeninden. Karşısına seng-i mezarı çıksa dönmezdi. "Zulmetin çâk edip ey şeb kılarım subha nazar" derdi Selim Bey.

Derken dar bir geçitte hayatla yüzyüze geldi. Hayatla, yani gerçekle. Yer çekimine yenildi Selim Bey. Oysa gök çekimiydi düşlediği. Yıldızlardı.

Azarlar, itilmeler, güvensizlikler, kararsızlıklar, sonra yılgınlıklar. Ölüp ölüp dirilmeler kısacası.

Ayağa kalk! Önünü ilikle! Eğil! Bana uy! Üç adım arkamdan yürü! Her şey Selim Bey yaşarken oluyor. Ve her gün Selim Bey’in içinde bir

şeyler ölüyor. Kıyametler kopuyor. İyimserlik çabaları sonuç vermiyor Selim Bey’in. Kahırlar vardır çünkü. Ve her zaman olacaktır. Hiçbir şey yapamazsınız. Elleriniz düşüverir yanlarınıza. Hani yıldızlara ulaşmak vardı.

Page 178: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

178

Ateş kesilirdi geçse sabâ gülşenimizden. Hani, cehennem olsa gelen... Bırak bunları Selim Bey. Peki bıraktım. Bıraktım bırakmasına da yüreğimin el değmemiş bir köşesinde hâlâ bir tutam cennet duruyor. Onu kaybetmekten korkuyorum. Kork Selim Bey! Ecele faydası yok deseler de inanma, vardır.. Korkulu kuşun ömrü uzun olur çünkü. Korku güzeldir aslında. Büyük hamleler yaptırmaz insana ama korur. Korkuyla büyük insan olunmaz; uyumlu insan olunur.

Neyse. Konuşturma beni şimdi. Ha, ne diyorduk? Burası önemli. Keşke o korkunun içine biraz da sevgi

sağabilseniz. Sevgi emzirebilseniz korkularınıza. Kime ve neye karşı? Haklısınız Selim Bey. Şu dilekçe var ya, şu tarihsiz ve talihsiz dilekçe. Tam üç aydır Selim

Bey’in cebindedir. Bir gün lâzım olacak diye saklar onu. Bu dilekçe Selim Bey’in ıtıknâmesidir. Kurtuluş belgesidir yani. Bu kelimeyi de Şinasî’den ödünç almıştır; Şinasî’nin o ünlü kasidesinden. Nasıldı hani? “Bir ıtıknâmedir insana senin kanunun./Bildirir haddini sultana senin kanunun.”

Selâmetlik Orhan Hoca, ne güzel okur ve yorumlardı. Burada, bu ufacık yerde acılara dair hasatlar, yitik ömürlerden kesitler

vardır. İşte onlardan biridir Selim Bey. Bir başkası... Gençlerbirliği genç takımında top koşturmuştur Tevfik Bey. Vitrininde o

günlere ait bir fotoğrafı özenle saklar. A takımına seçildiği ve çok istediği hâlde anlaşmaya imza atamamıştır. Babası "ya okul, ya futbol" demiştir çünkü. "Okul" demiştir Tevfik Bey. Ve yedi yıldır adresi okullardır.

Bir gün tayin edildiği bu küçük ilçeye gelir Tevfik Bey. Eşyası kamyon üstünde üç gün bekler. Ev yoktur. Tevfik Bey’in oturması gereken lojmanda mesleğine yabancı biri oturmaktadır. Hoca Hanım hamiledir üstelik. Öfkeler, koşuşturmalar... Lojman zor şer boşaltılır. Tevfik Bey eşyalarını yeni evine taşır. Ve kırılan vitrinine esefle bakar.

Page 179: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

179

Yırt dilekçeni Tevfik Bey. Oyunun kuralı bu. Geç kaldın. Çekip gitmek çözüm olmaktan çıkmıştır artık. Bölüşülecek yalnızlıklarımız var şimdi.

* Arif Bey fakültedeyken Arşiv'e girmeyi düşünmüştür. İstanbul, eski ve

vefalı bir sevgili gibi çağırmaktadır onu. İmtihana girmiştir Arif Bey. Kazanmıştır da. Ama gitmemiştir. Yaptığı yanlışlığın farkındadır.

Müstahaksın Arif Bey. Yaşa bakalım, payına düşen yalnızlığı. Gücünün yettiğince.

* Bayram Bey, hep fakültede kalma rüyası görmüştür. Araştırma

görevliliği, yüksek lisans, doktora, yardımcı doçentlik, doçentlik, profesörlük... Ama bölüm başkanı, Bayram Bey için kapıları hep kapalı tutmuştur.

Bayram Bey, bu bağa bizimle gül dermeye gelmiştir. Gül devşirememiştir belki ama savunmalar, cezalar devşirmiştir. Yönetmelik ezberlemiştir doyasıya.

* Hurşit Bey, Hukuk'tan seneye mezun olacak kardeşiyle birlikte çalışmayı

düşler. Oysa takdir koleksiyonu vardır Hurşit Bey’n. Ve dokuz yıllık meslek tecrübesi. Ancak Hurşit Bey’n izinleri, sevkleri ve raporları da vardır. Ve bu yönü meslek tecrübesinin hep üç adım önünde gider.

* Kemâl Bey’in arabesk bir yanı vardır. Ve tarihî Gencebay tutkusu. Bir

gün Osman amcanın karşısına dikilip "şarkıcı olacağım" demiştir liseli Kemâl. İzin alabilse gidip plâk ve kaset dünyasını o güzel sesiyle alt üst edecektir. Kararlıdır. İkinci bir Gencebay olacaktır. Bu arada sazı da bir hayli ilerletmiştir. Ancak Osman amcanın çatık kaşlarını bulur karşısında. Çaresiz, vazgeçer bu sevdadan. Ama Gencebay tarzını, Gencebay üslûbunu yüreğinden bir türlü söküp atamaz. Karaman ağzı arasına serpiştirdiği kahkahalarla hayıflanmalarına perde çekmektedir şimdi.

Page 180: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

180

* Bu bina, Resul'ün kahvesi ve Ömer'in dükkânı arasında salınır dururuz.

Bir sarkaç gibi. Ömer'in dükkânı akşamüstleri adresimizdir. Ömer'in ortaokul terk kardeşi Mehmet, ya saçlarını taramaktadır şimdi, yahut henüz terlemiş bıyıklarıyla oynamaktadır. Biraz tutuk konuşur Mehmet.

–Ben Pamukkale'yi gördüm hocam. –Bırak Mehmet. Sen orayı kartpostalda görürsün ancak. –Kartpostal mı? Ora ne tarafa düşüyor hocam? * Sen, ben ve onlar. Hep bir hayali sürükledik peşimizden. Gözü açık

rüyalar gördük. Hayata yüreğimizin aydınlık tarafından baktık. Yanıldık ve yenildik. (Diyebilir miyiz sahi?) Duyuşsuz ve deyişsiz kaldık. (Denilebilir mi acaba?)

Hayır! Şükür ki tutunacak bir kalbimiz var. Şükür ki sevmek, hâlâ en iyi bildiğimiz şey! Öyleyse haydi tiyatrocu Behzat’ım! Senin için en güzel rolleri biçsin hayat! Haydi filozof Bülent’im! Git ve kırk Bülent olarak geri dön! Haydi Ressam Suat’ım, gittiğin her yere bir ebemkuşağı götür! Haydi kürdan kızım Fadime’m, haydi Erkek Fatma’m Hayriye'm, gidin ve minyatür cennetler kurun!

Bana müsaade. Küçük bir ağıt yakmalıyım şimdi. Hayatla yüzleşmek kolay mı?

Kavak yellerimiz Yediveren güllerimiz Oyy!

Page 181: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

181

Sırrı ER

d. 1961-Ankara

GURBET KUŞU

Öğretmen okulu sınavını kazanmam, beni, annemi ve babamı sevince boğmuştu. Her yeni haber gibi, bu haber de kısa zamanda köye yayılmıştı. Beni görenler tebrik ediyor, bazıları da “hayırlı olsun” demek için evimize geliyorlardı. O kadar çok sevinçliydim ki tarifi zor duygular yaşıyordum.

Okula kayıt zamanı gelince babam Ankara’ya gitti. Öyle merak edi-yordum ki babamın gelmesini, dört gözle bekliyordum. Bakalım neler anlatacaktı.

Evimizin balkonundan köyün girişi görünürdü. Sık sık balkona çıkıp köyün arabası geliyor mu diye yola bakıyordum. Benim telaşlı hâlim, sonunda annemi kızdırdı:

- Gezinip durma oğlum. Köy otobüsünün her gün geliş saati belli. Sen telâş edince erken mi gelecek sanıyorsun?

- Biliyorum anne, elimde değil ne yapayım. Merak ediyorum. Babam bir gelseydi. Bir aksilik çıkar diye korkuyorum.

- Gelir inşallah oğlum. İçini ferah tut. Hadi bu arada hayvanların ye-mini veriver. Baban gelirse kızar sonra...

Haklıydı annem. Babam gelmeden hayvanların yemini vermeliydim. Giderken sıkı sıkı tembih etmişti. Bir yere giderken hep aynı sözler:

Page 182: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

182

“Onların da canı var oğlum. Biz nasıl açlığa dayanamıyorsak onlar da dayanamaz. Ağzı yok dili yok, acıktım diyemez ki...”

Ahırdaki hayvanlara yemlerini verdim, su içtikleri leğenleri doldur-dum ve tekrar eve çıktım. Balkondan bakmamla köyün otobüsünü gör-mem bir oldu. Köylüleri her gün şehre götürüp getiren bu küçük otobüs, mezarlığın yanından tozuta tozuta geliyordu.

Ocağın başında yemek yapan anneme “araba geldi” diye bağırıp hızla aşağıya indim. Yolcuların ineceği meydana kadar koşarak gittim. Nefes nefese kalmıştım. Babam elinde birkaç poşetle indi. Ben elinden poşetleri alırken yavaş bir sesle, tane tane konuştu: - Yürüyerek gelsen olmuyor mu oğlum? Gören de önemli bir şey var sanacak.

“Benim için önemli” dedim, kısık bir sesle. Babam güldü: - Anladım. Senin aklın fikrin yeni okulunda, dedi. Babamla eve doğru yürüyorduk. Ben arka arkaya sorular yöneltiyor-

dum babama. O, beni meraklandırmak için cevap vermiyor, “eve bir varalım, her şeyi konuşuruz, acele etme” diyordu.

Akşam evde her şeyi anlattı babam. Okula kaydımı yaptırmıştı. O an-lattıkça ben daha bir heyecanla dinliyordum. “Tamam mı küçük bey, başka sorun var mı?” dedi. Bakışları sevgi doluydu, o anda sarılıp öpmek geldi içimden. “Aslan babacığım” dedim. Sarıldım ve yüzüne kocaman bir öpücük kondurdum. O da karşılığını vermekte gecikmedi.

Okulların açılma tarihi yaklaştıkça bende bir tedirginlik başladı. İlk zamanlardaki sevinç ve coşku, yerini başka duygulara bırakmıştı. Hüzün mü desem korku mu desem bilmiyorum. İlk defa ailemden ve köyümden ayrılacaktım. Türkülerde ve şiirlerde söyleyip durdukları gurbetle tanışa-caktım. Dayanabilecek miydim? Ayrılık acısı şimdiden ince ince içimi sızlatmaya başlamıştı.

Page 183: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

183

Ben böyleydim ya, bir de annemin ve babamın halini görseydiniz a-cırdınız. Bir tanecik çocuklarını gurbete göndereceklerdi. Annem gözyaş-larına engel olamıyor, babam da ona kızıyordu, “çocuğun önünde ağlama, onu da üzeceksin” diye. Babamın da gözleri nemliydi, fakat duygularını belli etmek istemiyordu. Canım babacığım benim, ben yokken ne kadar gözyaşı döktüğünü bilmiyorum sanıyordu. Oysa annem her şeyi anlatıyor-du bana.

Köyden ayrılmamdan bir gün önce annem valizimi hazırlıyordu. Elin-de bir mendil, sık sık burnunu siliyor, ağladığını belli etmemek için bazen dışarı çıkıyordu. Babam bir yandan çay içiyor, diğer yandan bana moral vermek için konuşuyordu. Tarihte önemli insanların hayatlarından örnek-ler veriyordu. “Onlar da zamanında çok sıkıntı çekmişler. Büyük adam olmak kolay mı?” diyordu.

Ben ise boş gözlerle babama bakıyordum. Bazen dalıp gidiyordum u-zak diyarlara. Yarın benim için yeni bir hayat başlayacaktı.

Ayrılık günü geldi çattı. Bir gün sonra okullar açılacağı için, pazar günü köyden ayrılmadan önce babamla birlikte son hazırlıkları yaptık. Annem gözyaşları içinde uğurladı bizi. Başarılı olmam için dualar etti, birçok tavsiyelerde bulundu. Yüzümü, gözlerimi, saçlarımı öptü kokladı, öptü kokladı. Ben de annemin elini ve yüzünü öptüm. İkimiz de hıçkıra hıçkıra ağlıyorduk. Babam bu manzaradan oldukça etkilenmişti. Ağladığı-nı belli etmemek için sık sık arkasını dönüyor, gözyaşlarını mendille siliyordu.

Nihayet köyün meydanına geldik. Orada bulunanlarla tek tek vedalaş-tım. Hepsi de benim başarılı olmam için dua ettiler. Babamla birlikte otobüse bindik. Bizi uğurlayanlara defalarca el salladım. Annem yemeni-sinin ucuyla gözyaşlarını siliyordu. Canım annem. Bir tanecik çocuğunu gurbete göndermek onu ne kadar üzmüştür kim bilir. Evden çıkarken bana sarılıyor, “kara gözlü Selim’im, gurbet kuşum benim, sen olmadan anan nasıl duracak buralarda” diyordu. “Ben bu eve köye sığmam gayrı yav-

Page 184: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

184

rum” diyordu. Ben de içimden “Ya ben ne yapayım anacığım? Şimdiye kadar hiç ayrıldım mı senden? Aylarca sürecek bu hasrete nasıl dayanaca-ğım?” diyordum.

Otobüs köyün toprak yollarında ağır ağır ilerliyor, uzun ince yollar bi-zi köyden uzaklaştırıyordu. Geriye dönüp baktığımda görebildiğim tek şey, caminin minaresi oldu. Oldukça zarifti, bir kurşunkalemi andırıyordu. Babamla yan yana oturmamıza rağmen konuşmuyorduk. Anlaşılan ikimiz de hâlâ ağlama faslının etkisini üzerimizden atamamıştık.

Ankara’ya gelince vakit kaybetmeden öğretmen okuluna gittik. Şehrin dışında, oldukça ıssız bir yerdeydi. Çevrede kocaman boş tarlalar gözüme çarpmıştı. Araba okulun yakınında durdu. Bizimle beraber birkaç kişi daha indi. Babamın elinde bana ait iki valiz vardı. Okulun kapısında bir adamla karşılaştık. Okulun müdür yardımcısıymış. Babam beni kayıt ettirmek için geldiğinde kendisiyle tanışmış. Selamlaştılar. Bize “hoş geldiniz, delikanlı bu mu?” derken eliyle de saçlarımı okşadı.

Bizi odasına götürdü. Babamla sohbete başladılar: - Hocam burası da sanki köy gibi. Her zaman böyle sakin mi olur? - Bugün tatil olduğu için böyle. Okul açılınca cıvıl cıvıl olur, o zaman

da gürültüden rahatsız oluruz. - Bizim Selim alışabilir mi buraya hocam? İlk defa bizden ayrılıyor

da... - Alışamayacak bir şey yok. Birkaç günde alışır, hiç merak etmeyin.

Hepsi bunun gibi, birçok arkadaşı olacak. Müdür yardımcısı bizi yatakhaneye götürdü. Valizleri bir köşeye koy-

duk ve dışarı çıktık. Babam müdür yardımcısına veda etti: - Ben gidiyorum hocam, bugün köye dönmem lâzım. Selim önce Al-

lah’a sonra sizlere emanet. Herhangi bir şey olursa bize telefon edersiniz. Bir emriniz var mı hocam?

Page 185: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

185

- Emrimiz olmaz ricamız olur, dedi müdür yardımcısı. Konuşmaya devam etti: “Siz Selim’i merak etmeyin. Bundan sonra bir annesi babası da biziz burada. Ona moral verin. Buradaki bütün öğrenciler aynı şartlar-da. Göreceksiniz en kısa zamanda alışacak. O kadar çok arkadaşı olacak ki... Gözünüz arkada kalmasın. Ben sizi baş başa bırakayım, size hayırlı yolculuklar...

Babamla beraber okul bahçesinin kenarına gittik. Kavak ağaçlarının altındaki kanepeye oturduk. Babam oldukça duygulu bir sesle konuşuyor-du. Sesi titriyordu. Sanki ağlayacak gibiydi:

- Köyün hâlini biliyorsun oğlum. Yoksulluk diz boyu. İş çok, para yok. Bizim çektiğimiz sıkıntıları bir de sen çekme. Biliyorum zor olacak ama dayanmak zorundayız. Zahmet olmadan rahmet olmaz derler. Senin istikbâlin için sen de biz de bu gurbetliğe, hasretliğe dayanacağız oğlum. Okulu bitirince elinde bir mesleğin olur. Kimseye muhtaç olmazsın. Maaşın olur, gül gibi geçinir gidersin. Beni anlıyorsundur inşallah.

Başımı sallayarak söylediklerini onayladığımı belli ettim. Fırsat bul-dukça beni ziyarete gelmesini söyledim. Bu arada gözlerimden ince ince yaşlar süzülüyordu.

Babamla okulun bahçe kapısının önünde vedalaştık. Ağladığını belli etmemek için büyük çaba harcıyor, mendiline burnunu silermiş gibi yapıyor, ama aslında gözyaşlarını siliyordu. Onun bu halini görünce boğazıma bir şey düğümlendi sanki, konuşmakta zorlanıyordum.

- Ben gidiyorum oğlum, dedi ağlamaklı bir sesle. “Kendine iyi bak. Sık sık mektup yaz bize. Bir ihtiyacın olursa haberimiz olsun. Valizin içindeki cüzdanda para var. Gereken yerlere harcarsın. Sakın bizi düşünüp de derslerini ihmal etme. Ben işlerden fırsat buldukça gelirim. Allah’a emanet ol akıllı Selim’im benim...”

Babamın elini ve yüzünü öptüm. Ağlamaktan kısılmış sesimle zoraki konuşabildim:

Page 186: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

186

- Güle güle git babacığım. Anneme çok selâm söyle. Onu şimdiden özledim. Benim için üzülüp hasta olmasın.

Babam yüzümü ve gözlerimi öptü. Saçımı okşadı ve beni fazla üzme-mek için hızla ayrıldı. Hem hızlı hızlı yürüyor hem de ara sıra arkasına dönerek bana el sallıyordu. Arkasından bakakaldım. Otobüs durağına giden babam, ilk gelen otobüse bindi ve çekti gitti.

Hüzünlü duyguların etkisinde yatakhaneye gittim. Bir yatağın kenarı-na oturup uzun düşüncelere daldım. Annemin dediği gibi, ben artık bir gurbet kuşuydum.

Okulun diğer öğrencileri birer ikişer gelmeye başlamışlardı. Yeni ge-lenlerle uzaktan birbirimize bakışıyorduk. Onlarda da bir tedirginlik ve hüzün göze çarpıyordu. Yatakhane oldukça genişti. Ranzalar yan yana dizilmişti. Beton duvarlar ve soğuk ranzalar içimdeki hüznü daha da arttırıyordu. O anda annem aklıma geldi. Ben ayrılınca ardımdan ne kadar ağladı kim bilir.

İlk gece uzun süre uyuyamadım. Bir ara epeyce içlendim ve yorganı başıma çekip gizli gizli ağladım. Zaman zaman diğer ranzalardan da ağlama sesleri geliyordu. Anladım ki bu ilk gece ağlayan yalnızca ben değildim.

Benim için gurbet günleri başlamıştı. Anneme verdiğim sözler aklıma geldi. Bütün zorluklara sabretmeye karar verdim. Onların umutlarını boşa çıkarmamak için var gücümle çalışacaktım. Bütün bunlara alışmağa mecburdum. Babamın her zaman tekrarladığı atasözü aklıma geldi: “Zah-met olmadan rahmet olmaz.”

Page 187: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

187

Nevzat CANAN

d.1961-Kırklareli

PASTA

Güneşli, sıcak bir mayıs günü A.G. Lisesi’nde, öğleden sonraki ilk dersten çıkan, çoğu çay-sigara tiryakisi öğretmenler, 19 Mayıs törenlerin-de il gençliğini temsil etmek üzere seçilen Bahar Çiğdem Özülkü’nün, öğretmenlerine bir teşekkür olarak, öğretmenler odasının orta yerindeki büyük masaya bıraktığı kocaman pasta sürpriziyle karşılaştılar.

Ayın on beşiydi. Sıcak maaşlar ceplere yeni inmişti. Herkes keyifli bir hazım istirahatındaydı. Tatilin iyiden iyiye yaklaştığı şu güzel bahar gününde, fevkalade kaliteli el deseni bir çini tepside sunulmuş, kremalı, meyveli ve bol kakaolu kocaman pastayla ilk karşılaşanlar, Yunus Bey’le İsmet Bulut Bey oldu ve daha kıdemli bir öğretmen olan Yunus Bey’in “Ooo!”ları arasında, iki İngilizce öğretmeni, ikiz kardeşler kadar benzer tepkiler vererek birer çatal kaptılar ve pastaya oldukça etkili bir hava harekâtı düzenlediler.

Ne yazık ki zamanları azdı ve rakipsiz kalmanın sadece bir hayâl ol-duğunu ikisi de biliyordu. Felsefeci Cemâl Celali, sanki o meş’um kaziyyeyi bir daha kanıtlamak için kapıda birdenbire belirmişti. Hoca, kültürlü bir ses tonuyla “Merhaba arkadaşlar,” dedikten sonra hemen masaya yanaşıp, gayet sakin bir ruhla eline bir çatal aldı ve söktüğü

Page 188: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

188

kaymaklı parçayı, sanki yiyip yememesi armağanı edenin kimliğine göre değişecekmiş gibi elinde bekleterek:

— Nerden bu? Dedi.

O günlerde, kamuoyu, nerden buldun yasasıyla meşguldü. Nükte yapmayı pek seven güler yüzlü ve daima neşeli bir insan olan İsmet Bulut Bey, bu fevkalade espri fırsatını, başka zaman olsa kaçırmazdı, fakat bu defa, aceleden, hiçbir şey söylemedi ve onun cevap vermediğini gören Yunus Bey, ‘boşuna konuşma,’ der gibi:

— Ye, ye...Dedi.

Belki de İsmet Bulut; felsefeci Cemal Celali, başka bir liseden geldiği için biraz mesafeli kalmayı tercih etmişti. Fakat bunu hiçkimsenin düşün-mesine fırsat kalmadı, çünkü o esnada kapı bir daha açıldı. Dördüncü kişinin, pastanın tadını büyük ölçekte kaçıracağının üçü de farkındaydı. Onun için, kapının sesi duyulur duyulmaz, kamikaze yapan bir filo gibi, üçü bir olup, cesurca, aerobik bir saldırı tertip ettiler.

Fakat içeriye, gire gire, havaların düzeldiğini düşünerek nisan başla-rındaki bir hafta sonunda paklanmak için gittiği kaplıcadan çıkışta kendi-sini hava akımına kaptıran hizmetli Rüştü Muhtar Efendi girdi. Daha o gece boynunun nasıl tutulduğunu, bir aydan beri, kalorifercisinden memu-runa, katlarda rastladığı nöbetçi öğretmenlere kadar okuldaki tüm persone-le, bütün detaylarıyla kim bilir kaçar defa anlatmıştı. Rüştü Muhtar Efendi, kaplıcada sinirlerini gevşettiği o günden beri, paletli vasıtalar gibi ilerli-yor, ayaklarını kaldırmadan adım atıyordu. Zaten de biraz tembelceydi. Boynundaki boyunluğun herkesi ürkütmesinden cesaret bularak, okulun dümdüz koridorlarında, zifiri karanlıkta el yordamıyla ilerleyenlerden daha ağır gidiyordu. O an pasta hakkında bilgi verecekti. Tabiî, eğer pasta-nın yumuşak karnı, o mırıldamaya başlayana kadar dayanabilirse...

Neyse ki pasta büyüktü, bu sayede, Rüştü Muhtar Efendi ikramın esbab-ı mucibesini arz eyleme fırsatı bulabildi. Rüştü Muhtar Efendi’nin,

Page 189: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

189

pastanın tarihçesi hakkında verdiği kısa malumatı dinlerken, yaş haddine epeyce yaklaşmış olan Yunus Bey, soğuk bir tebessümle:

— Hıı, hıı, iyi, iyi...

Dedikten sonra, içerisi kalabalıklaşmadan birkaç yudum daha kapa-bilmek için, daha ağzındaki yağlı lokmayı yutmadan çatalını, “ya Allah” dercesine, güçlü bir hamleyle yaş pastaya yeniden çaldı. Okul dışı kurslar-la iyice yorulan İsmet Bulut Bey de, Rüştü Muhtar Efendi’nin mırıl mırıl verdiği haberi:

— İyi valla...Sözleriyle yorumladı ve yutma maratonunda zümre arka-daşından geri kalmamak ve hiçbir yorum yapmadan malı sessizce götüren Celal Celali’ye de meydanın boş olmadığını hissettirmek için pastaya profesyonelce bir kesme attı.

Kapı o esnada bir daha aralandı. Bu en sessiz açılış şekli olduğuna gö-re, içeri kimin gireceği belliydi, buna rağmen İsmet Bulut, göz ucuyla kapıya baktı ve sekiz-dokuz saniye içinde, en sevmediği meslektaşıyla yan yana geleceği için derince bir nefes aldı ve sonra içindeki sıkıntıyı burnun-dan boşalttı. Tarihçi Mehmet Sarper’den hiç hoşlanmıyordu. Ona göre, yirmi yıllık öğretmen olmasına rağmen, Mehmet Bey, çocuk gibiydi. Dün-yada ne kadar boş iş varsa, hepsi onun ilgi sahasına girmekteydi. Hayâlci de değil, daha ötelerdeydi. Arabası bile yoktu ve konuştuğu şeylerin ipe sapa gelir tarafı olduğuna kaç yıldır bir defa olsun tanık olmamıştı.

Tarihçiye göre ise, millete memlekete hiçbir faydası dokunmayacak ne kadar boş iş varsa onlarla mutlaka alâkadar olan şahısların birincisi İsmet Bulut’tur. Malın mülkün tarihe geçmeye yetmediğini düşünen Mehmet Bey; kirada iki dairesi, bir de dükkânı bulunan, ayrıca da iki kooperatife aidat ödeyen ve okuldan çıkar çıkmaz kurstan kursa koşan, çoğu zaman direksi-yonu döndürecek kuvveti kalmayacak kadar çalışan İsmet Bey’i, nasıl olmaması gerektiği hususunda idol olarak benimsemiş gibiydi. Tarihçi Mehmet Sarper’in, tuttuğu yolda ne denli samimî ve istikrarlı olduğunu ise dost düşman takdir etmekteydi. Öğrencilerine, görevini seven, zili kurtuluş

Page 190: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

190

saymayan öğretmeniniz kimdir? Diye sorulsa, onlardan hep bir ağızdan Mehmet Sarper Bey cevabının işitileceği muhakkaktı. Fakat o, iyi adının faturasını hayli ağır ödemekteydi. Örneğin, kışın sık sık anjine yakalanırdı. Nitekim şu mevsimde bile, yeni bir bademcik iltihabı yüzünden, dün sabah-tan beri oldukça keyifsizdi. Bununla birlikte, orta yerdeki ikramı o da es geçmedi. Masaya sokulup eline bir çatal aldı, fakat icraatten evvel:

— Bu nerden, İlhami Bey’in pastası mı? Diye sordu. Yani, “Nihayet İlhami Bey nişanlanıyor mu?” demek istedi.

Yunus beyin o günkü performansı cidden yüksekti. Mehmet Sarper’in sözünü de o karşıladı ve:

— İlhami biraz daha pedal çevirmeye devam etsin, pasta Abdülaziz Bey’den, dedi ve sözden boşalan ağzını hemen bir dilim pastayla doldur-du, ancak, daha çenesini kapattığı an içeriye resim öğretmeni İlhami Bey girdi ve sessizlikte bir şaşkınlık, şaşkınlıkta bir komplo havası sezince, içeridekiler gülüştüler.

İlhami Bey; gülüşlerle ve şaşkınlıkla ilgilenmek yerine, pastayla alâ-kadar olmayı yeğledi ve sayıları epeyce azalan çatallardan birini, ince parmaklarıyla, bir yağlı boya fırçasını tutar gibi son derece nazik bir biçimde eline alırken, içeriye, Türkçe öğretmeni Tevfik Bey’le, Almanca öğretmeni Mustafa Türen Bey, yüksek sesle konuşa konuşa daldılar. Gecikmelerinin nedeni olan vukuatla ilgili:

— Olacak şey değil, kaç defa söyledik bunlara!

Gibilerinden birşeyler söylüyorlardı. Pastayı derhal fark edememeleri-ne bakılırsa, hadise, kafalarını haylice meşgul edecek kadar ciddiydi.

Elbette bu gaflet sonsuza kadar sürmedi. Mustafa Türen Bey uzun boyluydu, hava sahasındaki hareketliliği fark etmekte gecikmedi. Derhâl çokluğun bulunduğu mahalle doğru seğirtti. A.G. Lisesi öğretmenleri içinde tavırları en rahat kişi oydu. Sözünü de sakınmazdı, bu dönem başındaki öğretmenler kurulu toplantısında, Müdür Yardımcısı Osman

Page 191: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

191

Bey’e “Dersim bittiği zaman ben, öğretmen değilim, cevizciyim, var mı diyeceğin!” Dediğinde, okul müdürü dâhil, hiçkimse ağzını açamamıştı.

Mustafa Türen Bey, yine o medenî cesaretli tutumuyla olay mahalline yaklaşınca, siper olmuş gövdelerden ötürü göremediği pastayı keşfettiği an, gür bir sesle:

— Beyler, tatlı yiyip, tatlı susuyorsunuz, bakıyorum!

Dedi ve suçüstü yakaladığı meslektaşlarına katıldı. Hiç olmazsa Tev-fik Bey’i solladığı için kendisini bir nebze şanslı addederek, çini tabağın desenlerini açığa çıkarmaya yönelik kazı çalışmalarına yeni ve dinamik bir enerji olarak iştirak etti.

Okulun en içten pazarlıklısı olan Tevfik Bey, beleşi sevmede ne Yu-nus Bey’den ne İsmet Bey’den ne de diğerlerinden aşağı kalır olmamakla birlikte, yine birtakım sosyo-ruhî oyunlara yöneldi. Yöntemlerinde hep rastlanan resmî tarz, bir bakıma şahsiyetiyle meczolmuştu. Muhterem, yine o yolu seçti ve çatalı eline alır almaz, önü ilikli mavi ceketinin içinde geniş göğsünü gerip günün anlam ve önemi üzerinde bir konuşma yapma ihtiyacı hissetti:

— Bu ne güzel ikram, bu ne güzel sürpriz, nerden acaba?

İlikli ceketi ve elindeki çatalı ile beleşçiler orkestrasının şefi gibi du-ran Tevfik Bey böyle bir girizgâhla kendisine yol açarken Mustafa Türen Bey, iki-üç lokmayı haklamıştı:

— Boş ver arkadaş suali, üzümü ye, bağını sorma! Diyerek, hem Tev-fik Bey’i yolunca yordamınca kınadı, hem de midesine kaymaklı bir lokmayı daha yolladı.

Pastanın tadına bakmakla yetinen Mehmet Sarper ile İlhami Bey, o esnada kenara çekilmişlerdi. Ortalığın artık iyice kalabalıklaşacağını sezen İsmet Bulut Bey’le Yunus Bey, her gelenin sinek gibi üşüştüğü pastanın başından, tarihçi Mehmet Sarper ve resim öğretmeni İlhami Bey’den daha kibar bir tarzda uzaklaştılar. Lobileri hükmündeki sehpalı bölüme intikal

Page 192: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

192

ettiklerinde yüz ifadeleri son derece masum ve sevecendi. Pastanın yarısı-nı götürdükleri hâlde, yüzlerinde, yarım yudum yiyip de kenara çekilmiş-lermiş gibi asaletli bir nezaket okunuyordu.

Pastaya son yetişen ise, fizikçi Nevriye Hanım’la Coğrafyacı Filiz Hanım oldu. Nevriye Hanım, öylesine:

— Aaa, bu nerden böyle? Soru tümcesiyle başlattığı usûlî tahkikatını hitama erdirmeden istihkakını haklamaya girişti. Çevreden, 19 Mayıs, gibi izahatlar yapılırken, Almancacı Mustafa Türen Bey,

— Doğrusunu isterseniz, bu ikramda benim de payım vardır, diyerek söze başladı. Anlaşılan bayağı enerji toplamıştı. Hem tıkınıyor, hem konuşuyordu:

— Çiğdem Özülkü’nün, babası Abdülaziz Bey, K. Lisesi’ne müdür tayin edildiğinde, bütünleme imtihanlarında ilk sınav çaysız geçti. Tabiî ki canımız sıkıldı ve ben, kendisine: ‘Bak arkadaş, dedim, ya kantini açtır, ya da önceki müdür gibi, evinden çay, pasta, börek, çörek getir veya bizi bir daha bütünleme mütünleme için buraya çağırtma!’ O günden sonra, Abdülaziz Bey’in de bu gibi işlere elinin alıştığının bir ispatı da işte meydanda...

Ondan sonra öğretmenler odasında bir pasta sohbeti başladı. Din dersi öğretmeni Abdurrahman Çengel Bey vanilya kokan salona girdiğinde, herkes bir koltuğa, sandalyeye kurulmuş, çayını içiyor, henüz sigara kanunları çıkmamış olduğu için, bazısı keyifli keyifli sigarasını tellendiri-yordu. Pastanın ise, sadece, ağızlarda tadı, dillerde sohbeti ve masada geniş, süslü, boş çini tabağı duruyordu.

Abdurrahman Çengel Bey, artık bir tarih olan süslü tabağı göstererek:

— Neydi bu böyle?Diye sorunca, karşıdan Mehmet Bulut Bey:

— Geç kaldın hocam, pastaydı, bitti.Dedi.

Abdurrahman Çengel Bey:

Page 193: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

193

— Afiyet olsun, afiyet olsun, ben şekerliyim, zaten yiyemezdim, diye-rek mevzuu kapatmaya çalışırken, pencere tarafındaki büro tipi, kısa ayaklı dirsekliksiz koltuklardan birinde Kızılderili kabile reisleri gibi dumanlar savurarak oturan Türkçe öğretmeni Tevfik Bey’in sesi geldi:

— Öyle deme hocam, ben böyle bedava pasta yüzünden rahmetlik o-lan kaç şekerli gördüm, sen iyi tam vaktinde geldin...

Bu esprinin ardından, gülüşmelerle beraber zil çaldı ve günün en tatlı teneffüsü sona erdi.

Page 194: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

194

Ethem BARAN

d.1962-Yozgat

BERHUDAR OLASIN Kuşluk vaktinin acemi aydınlığı çekilip gitmiş, sarısı bol bir ışık düş-

müştü avluya. Çocuk, lokmalarını acele acele yutarken, yüzünde asma yapraklarının ürpertisi gezinen dedesinin en ufak bir hareketini bile kaçır-mamaya çalışıyordu.

“Oğlum yavaş ye, acelen ne?” dedi annesi. Çocuk, dedesine "hadi" der gibi bir kez daha baktı; sofra bezini dizle-

rinin üzerinden sıyırıp, elinde bir dilim yağlı ekmekle sofradan kalktı. “Dökme ortalığa, daha yeni süpürdüm.” “Dökmem anne.” Dış kapıya gidip durdu. Gıcırdatarak açtı kapıyı. Aşağı doğru inen so-

kağa baktı: Dedesiyle beraber yürüyorlarken gördü kendini… Bir kuş gibi çırpınan ama bir türlü uçup gitmeyen bir korku vardı yüreğinde. "Okula kaydettireceğim seni," demişti dedesi. Fotoğrafçıya giderlerken de aynı şeyi söylemişti. Taş basamaklardan inip, karanlık bir odaya girmişlerdi. İçerisi loş ve havasızdı. Duvarlardan birinde tozlanmış, bordo renkli kadife bir perde vardı; onun önüne oturtmuşlardı. Çocuğu en çok şaşırtan; kocaman, ayaklı fotoğraf makinesi ve göz kamaştıran ışıklardı. Daha önce fotoğraf makinesi görmüştü ama onun böyle ayağı da ışığı da yoktu; hem bu kadar büyük de değildi. Fotoğrafı çekilip tekrar karanlıkta kalınca,

Page 195: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

195

okulun da böyle bir yer olabileceğini düşünmüştü. Öğretmen de fotoğrafı-nı çeken şu yaşlı amca gibi biri olmalıydı. Hiç konuşmayan, gülmeyen, iğne bakışlı bir adam…

Yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içindeydi okul. Merdivenlerden çıkıp, ağaçlıklı bir yoldan girmişlerdi içeri. Müdürün odasına girerken şapkasını çıkarıp eline almıştı dedesi. "Oğullarımı okutamadım ama bunu okutacağım müdür bey," demişti. Müdür şimdiye kadar gördüğü adamla-rın hiçbirine benzemiyordu. İnsanın içindeki korkuyu alıp götüren bir adamdı. Çocuğun üç numara kesilmiş kısa saçlarını okşamıştı. Çocuk, kafasında o sıcak elle çıkmıştı okuldan ve o sıcak el günler boyunca durmadan okşamıştı saçlarını.

Dün çarşıya inmişler, bayramlık giysiler almışlardı. Sabah da erken-den kalkıp bayram namazına gitmişlerdi babası ve dedesiyle. Döndükle-rinde annesi avluyu sulayıp süpürmüş, asmanın altına yer sofrasını kuru-yordu. Bayramlaştıktan sonra sofraya oturmuşlardı. Kaç gündür annesine ve ninesine söyleyip duruyordu. "Tamam," demişlerdi; "dedene söyleriz, götürür seni..."

Tek başına gitmeye utanıyordu. Dedesiyle beraber giderlerse utan-mazdı.

Mahalledeki çocuklar içinde en sessizi oydu. Okulda da öyle... Arka sıralardan birinde oturuyordu. Öğretmen soru sormazsa, kendiliğinden konuşmazdı. Sınıfın yüksek tavanına; uzun, çift camlı pencerelerine, oradan doğru karşıdaki tepeyi çam yeşiline boyayan ormana bakardı. Çam kokusu, karatahtanın önünde, tebeşir tozları içerisinde gelip yakalardı onu. Sırtındaki, artık okula gitmeyen halasının oğlundan aldıkları bozarmış önlüğün içinde olduğundan daha küçük görünürdü. Müdürün o sıcak eli imdadına yetişir, saçlarını okşamaya başlardı kimseye göstermeden. Sıralar arasında dolaşan, dünyanın o en büyük, her şeyi en iyi bilen insanı, bir türlü elini uzatmazdı saçlarına.

Page 196: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

196

Avluya, yükselen güneşin ılık bir suyu andıran alaca yeşili doluyordu. Evi sarıp sarmalayan er saatlere özgü görüntüler siliniyordu.

Yüzünü bir serinlik yaladı. Ekmeğini bitirmişti. Kulaklarında, bardak-larda dönen kaşık sesleri, burnunda demli çay kokusuyla, avluyu ağır ağır dolduran, asmanın altında iyice belirginleşen o gizemli yeşilin içine doğru yürüdü.

“Dede, çayın bitti mi?” Çelimsiz sesi, günün çoğalan kıpırtıları arasında bir yerlere çarparak

kırıldı. İhtiyar adam ne yapacağını bilememenin sıkıntısını yaşıyordu. Yap-

raklar gezinmeyi bırakmış, yüzünün ışık düşmeyen öbür yarısına, kaygılı, birazdan kalkıp gitmeye hazırmış gibi iğreti oturmuşlardı. Bakışları, bayram sabahının sevinçli ışıltısını, çok gerilerde kalmış bir köyün tozlu sokaklarında, yeni dikilmiş çarıklarının ince toprak üzerinde bıraktığı izlere bakarak koşan çok eski bir çocuğun gözlerinde arar gibiydi.

“Hatırını kırma çocuğun, al götür, ne var bunda?” dedi ninesi. Çocuk dedesinin bacakları arasına girdi, dizlerinden birine oturdu. “Gidelim dede, n'olur…” Akranlarının oyunlarını bir duvarın dibine oturup izleyen bu ince ya-

pılı durgun çocuk; kimi günler içinde biriken coşkunun boşalıvermesiyle kendisinden beklenmeyen bir canlılığa kavuşur, oynanan oyunların başki-şisi olurdu. Taş parçalarından, ağaç dallarından, ilk bakışta ne olduğu çıkarılamayan, hiçbir işe yaramaz sanılan ıvır zıvır eşyalardan öyle güzel oyuncaklar yapıp oyunlar geliştirirdi ki, bütün çocuklar onun bu büyülü hareketliliğine kapılıp giderlerdi.

Çocuk o ender canlanışını şimdi bir kez daha yaşıyordu. İhtiyar adam kaybolmasını istemediği bu canlılığın içinde boğulmak üzereydi.

- Rahatsız etmeyelim.. Ne düşünürler, ne derler sonra!..

Page 197: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

197

Gün doğmadan işe gidip, yine gün ışığı görmeden işten dönen, bir iki gün de olsa evde bulunmanın huzuruyla tertemiz gülümseyen babası:

“N'oluyor yahu, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Çocuk, dedesinin üç aydan üç aya emekli maaşını almaya giderken

giydiği kalın, kahverengi takım elbisesinin ucundan çekiştirip duruyordu. “Hadi dede!” İhtiyar adam, çocuğun okula başladığı ilk günleri düşündü. Her tenef-

füs gidiyor; öğrenci giriş kapısının demir parmaklıkları arasından, hepsi de birbirine benzeyen ve gün vurmuş bir suyun dibinde kaynayan kum tanecikleri gibi oynaşan kalabalıkta torununu bulmaya çalışıyordu. Çoğun-lukla çocuk fark ediyordu onu. Koşturarak kapıya geliyor, simit parasını aldıktan sonra simitçinin durduğu öbür köşeye doğru ağır adımlarla yürü-yordu. Elinde simitle o kaynayan kalabalığa karışırken, attığı her adımda biraz daha büyüyor, buradan bir başka okula, oradan bir diğerine doğru uzaklaşıp gidiyordu. Tatlı bir ağıt zorluyordu ihtiyarın gözlerini; burnu sızlıyordu. Çoğu zaman okul çıkışlarında da bekliyor, eve birlikte dönü-yorlardı. Sonraları bacaklarındaki ağrılar yüzünden pek gidemez olmuştu.

“Tutturdu öğretmenimle bayramlaşmaya gideceğim diye... Oğlum, ge-len giden olur, dedeni nereye götürüyorsun dediysek de dinletemedik,” dedi kadın, hâlâ sorusunun cevabını bekleyen kocasına.

Adam çayından bir yudum daha aldı. Tekrarladığı gülümsemesinin yumuşattığı ses tonuyla:

“İyi düşünmüş, aferin benim oğluma,” dedi. Sokağa çıkan çocukların sesleri artmıştı. “Kızım şekeri leblebiyi hazırladın mı? Çocuklar şimdi gelir; hem biz

de içeri girelim artık,” dedi ihtiyar kadın. İki kadın sofrayı kaldırmaya başladılar. Küçük oğlan bundan önceki bayramı çok iyi hatırlıyordu. Annesi eline

bir naylon torba tutuşturmuş; o da arkadaşlarıyla birlikte mahalledeki

Page 198: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

198

bütün evleri tek tek dolaşıp şeker ve leblebi toplamıştı. O zamana kadar girmediği sokakların, dar aralıkların sırrı bir anda çözülmüştü sanki. Fakat çarşı onun için hâlâ keşfedilmemiş sihirli bir ülkeydi. Dedesi her seferinde çarşının değişik bir yerine götürüyordu onu. Jilet kutularından yapılmış saat kulesini seyretmeye doyamadığı berber dükkânı, kunduracı, terzi, caminin karşısındaki kahve.. Kahveye oturdu mu kalkmak bilmiyordu dedesi. Selâm veren herkese çay ısmarlardı. Bazen faytonla dönerlerdi eve. Faytoncunun yanına oturur; atların ayaklarından çıkan nal seslerine kapılıp giderdi.

Bugün öğretmeninin elini öpmeye gidecekti. Kim bilir belki öğretme-ni de tıpkı müdür beyin yaptığı gibi okşardı saçlarını. Belki de yanakların-dan öperdi. Artık öğretmen denilince korkmuyordu. Öğretmenin o hiç konuşmayan, gülmeyen, iğne bakışlı fotoğrafçıya benzemediğini daha sınıfa ilk girdiğinde anlamıştı.

“Hadi bakalım, gidip de gelelim...” Hemen fırladı dedesinin dizlerinden. Ellerini yeşil kadife pantolonu-

nun ceplerine soktu. Parlayan gözlerle annesinin, babasının ve ninesinin gülümseyen yüzlerine baktı. Üç beş çocuk bağrış çağrış, ellerinde naylon torbalarla avlu kapısından içeri daldılar.

İçlerinden biri: “Nereye gidiyorsunuz lan?” diye bağırdı. Omuz silkti; büyük bir sır saklar gibiydi; çocuklara el öptüren dedesini

beklemeden kapıya doğru yürüdü.

Page 199: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

199

Sadık YALSIZUÇANLAR

d.1962-Malatya

TAHAKKÜM

Gözlerimi deniz yeşilinden aldım. Babam bunu yıllar önce sezdi, ‘Rengin’ dedi bana.

Karadeniz’e yeşil bir şerit halinde kavuşan çay bahçelerinin kokusunu duya duya Çayeli Lisesi’ne gidiyorum. Bakanlık ‘kararname’ diye bir kağıt tutuşturdu elime ve ‘felsefe öğretmenisin’ dedi.

Minibüste, yanımda Karadenizli olduğunu sandığım, yeşil gözleriyle arada bir beni süzen bir adam vardı. Sadece, ‘öğretmen’ olduğumu söyle-dim ona. Daha konuşmadım.

Kalbim denizle orman yeşilinin kaynaştığı bir heyecanla küt küt çar-pıyordu. Gördüğüm her çiçeğe çarpılacaktım. Yumuşacık, ipek kökler, kayalara keskin bir cazibeyle sarılmışlardı.

Düşte gibiydim. Öğrencileri merak etmiyordum. Müdürün, öğretmen-lerin bana karşı tutumları heyecanlandırmayacaktı beni.

Kolejden sonra fakültede geçirdiğim dört yıl, zehirli bir zar çekti haya-tıma. Babamın, güneyde inşa ettiği yazlık evlere bir kez olsun gitmemiş-tim. Annem, bütün gün fakültedeydi.

Deniz ve orman bitmiyordu. Yeşilliğin arasına serpilmiş küçük, ba-kımsız evler, kimsenin senelerdir buralara uğramadığı veya terkedilmiş olduğu izlenimi veriyordu. Anılarım bırakmıyordu beni.

Page 200: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

200

Tiyatro kürsüsündeki Zerrin’in ağız dolusu bir hakaret gibi yüzüme fırlattığı,‘annen, anlaşılan Fransa’dan getirdiği yeni psikoloji kuramlarını denemiş senin üzerinde’ sözü, geceleri balkonda dinlediğim Kocatepe müezzininin okuduğu ezan, Osman’ın birahaneler üzerine attığı nutuklar, Hacettepe Rehberlik Araştırma Servisi’nde çalışan Nilüfer’in evinde gece geç vakte kadar dinlediğimiz klasik müzik, Murad’ın Nietzsche artığı şiirleri, İsmail’in edebiyat dergisi çılgınlığı, sonra; büyük kentin damarıma şırınga edilen sevgi gösterileri, bitmeyen, tükenmeyen, seslenmeyen, aranmayan kış gecelerinde budala bir gebe kıvranıp durduğum varoluşçu-luk saatleri, küçük bir çocuk gibi aradığım, sağılmış küçük şehir hülyaları, beynimin hayretine bağlanmış puslu gelecek rüyaları içinde çay işleyen fabrikalar, deniz; görkemli orman ağaçları, tekrar deniz, arada bir martı sesleri, asık suratlı felsefe satıcısı, beyaz zehir kusmuğu, ecnebi rüya terbiyecisi, bilimsel asalet düşkünü, teknokrat yığını görüntüsü ve tekrar deniz, hep deniz arasında gidiyorum.

‘Gidiyorduk’ diyemiyorum. Minibüs sarsıldıkça ağırlaşan, başkalaşan; acılı, simsiyah keder bü-

yümelerine gömülüyordum. Yanımdakiler rahat ve güvenliydiler. Biraz dedikoducu biraz obur biraz sevimliydiler. Onları sevecek miy-

dim? Kederle ördüğüm karanlık dünya içinde gelişip serpilen düş sarsıntısı mı olacaktı? Bilemiyordum.

Lise binasını göstermek için küçük oğlunu yanımda gönderen manifa-turacıya teşekkür ettim. Çocukla neler konuştuğumu hatırlamıyorum.

‘İşte’ dedi, ‘burası, şuradan gideceksiniz.’ Gülümsedim. Saçlarını okşadım. Elimi öptü, koşarak uzaklaştı yanım-

dan, dönüp dönüp bakıyordu. Okula kış için odun getirdiğini sonradan öğrendiğim kamyon sürücü-

süne müdür odasını sormuştum. Tek odalı bir ev buldular bana. Bir iki eşya aldım, yerleştim.

Page 201: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

201

Dersler başladığında, antik yunan filozofların kuramlarını sakız gibi çiğneyip duruyordum sınıflarda. Öğrenciler her söylediğimi not ediyorlar-dı. Soruyordum, şaşkın bakıyorlardı; ezik, suçlu, başları eğik susuyorlardı.

Müdür, yine Karadenizli, İbrahim adında, İlahiyat mezunu, kasabalıy-la güçlü yakınlık bağı olan biriydi. Evli olduğunu küçük kızı okula gelene kadar bilmiyordum.

Dersler devam ediyordu, müdürle evinde geç vakte kadar oturup ko-nuşmamıştık henüz. Yalnızlık, kış akşamları denize sürüklüyordu beni. Evlilikten nefret ediyordum. Çayı sevmiyordum artık. Deniz, bir canavar gibi yutacaktı sanki. Kasabalıların zamanla beni alelade bir şeymiş gibi gördüklerini sanıyordum. Neyi seviyordum? Bunu, yalnızlığın keskin bir zehir gibi beni yok edeceğini sanmağa başladığımda sormuştum. Eve hapsedilmiş gibiydim. Kasabalı gençlerin bakışları üzerimde değildi. Hiç birini ilgilendirmiyordum. Almanca ve yeni mezun biyoloji öğretmeni önce yaklaştılar sonra kaçtılar. Biyoloğu çok ürkütmüş olmalıydım. Beni hiç mi hiç anlamıyordu. Kasabalılar bana ev bulmak, alışverişe çıktığımda ürkek, çekingen ilgilenmekten başka bir şey yapmıyorlardı.

Bir gün, müdürün çağırdığını söylediler. Akşam evine yemeğe gittim. Vücudum dağılmış, kalbim erimiş gibiydi. Fakat ev, deniz çeker gibi çekti kendine beni. Çocukları ilk kez seviyordum o akşam. Hanımıyla çok az konuştuk. Ağız ucuyla bir iki söyleşme. Sonra, felsefeden söz açmamı istedi müdür.

Eve döndüğümde, kalbimin varlığını iyice anladım. Çıldırmamıştım. Aç değildim .Sevmiyordum. Yaşadığımı anlıyordum. Oturdum, yorgun-luktan bitene tükene dek ağladım. Rüya başlıyordu.

Deniz acz iptilası oluyordu ruhum için. Orman fakr. Kendimi heybetli kayalara sarılmış köklerle bir hissediyordum.

Kasabalıların dışında seçilmiş, yüksek bir yerdi müdür oturuyordu. Bir gece korkuyla uyandım. Büyük bir çöldeyim. Kızgın ve geniş. Çö-

lün yüzünü karanlıklı, boğucu, kahredici bir bulut kaplamıştı. Işık, rüzgar,

Page 202: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

202

hayat yoktu. Hayatsız bir çöldeydim. Geçmiş boğucu karanlıklı anılarla arkamda. Gelecek yoktu. Hayatsızdı gelecek. Sevmiyordum. Hiçbirisi bulunmuyor, hiçbirisi bulunmuyordu. Anılar kapamıştı her yeri. Ardını göremiyordum. Mavera yoktu. Ruhumun maverası. Açılım yoktu. Rüyada ağlıyorum sürekli. Her şey karanlıklıydı. Etrafımı korkunçluklar donatmış-tı. Canavarlar çevrelemişti.

Uyanamıyordum. Bu kasabayı terk edemiyordum. Allı-telli bir gelin, yaşmaklı bir güzel gibi kendine bağlıyordu beni. Otobüs nereye sürüklerse oraya gidecektim.

Bir gün fındık torbalarını kamyonete taşıyan kadınlara rast geldim. Se-lam verdim. İlgiyle gülümsediler. Sevincime diyecek yoktu. Yanlarına gittim. Tanıştık. Söyleştik. Birisi, beni anlamadığını söyledi. Sonra, diğerleri katıldı buna.

‘Seni anlamıyoruz’ dediler. Kendimi anlattım. ‘Hayır!’ dedi birisi. ‘Gözlerini denizden almamışsın!’ ‘Kent çocukları ölüdür demek istiyorum’ dedim. ‘Kent nedir?’ dediler, hep bir ağızdan. ‘Size onu anlatmağa çalışıyorum’ dedim. ‘Ecnebisin’ dediler. Duymadım. Bana duyurmadılar. Kahroldum. Paramparça, kendimi

zeminin içine bıraktım. Ruhlarındaki inceliğe tutulmuştum. Yine bir gün, Rize’ye gidiyorum. Otobüste, yanımda duran gence ka-

ranlıktan söz ettim. ‘Işığı bilmiyorsun’ dedi. Donakaldım. ‘Karanlığı hiç bilmiyorsun!’ Karanlığı ışığın bildirdiğini anlatıyordu.

Page 203: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

203

Döndüm, yanımda değildi. Kasabanın cazibesinin farkına varıyordum. Kalbime, çölün arka tara-

fında ışıklı ve hayatlı bir dünyanın varlığı doldu. Oraya geçmeliydim. Paramparça varlığımla tünelvari bir mağaraya sürükleniyordum. Kasaba bomboştu. Komşu köyler boşalmıştı. Gençler yola işaretler bırakmıştı.

Çöl derinleştikçe, benden önce geçenlerin boğulmuş cenazelerine rast-lıyordum. Karanlık artıyor, vahşet derinleşiyordu. Yalnızlığım ve korkum şiddetleniyordu. Ayak izlerini izliyordum. Ayak izlerinin bittiği yerde bir zaman sesler işittim. Sonra sesler de kesiliyordu. Rüyanın ikinci yüzü açılmadan, uyandım ve okula koştum.

Müdür, ruhumdaki şiddet nöbetlerinin farındaymış ve bunlar olağan şeylermiş gibi rahat davrandı. Konuşamıyordum. Görevlilere, öğretmen arkadaşlarıma, koridorda, bahçede gezinen çocuklara selam verip verme-diğimi, sorularını cevaplandırıp cevaplandırmadığımı ayırt edemeden derse girmiştim. Çocukların hayretli bakışları yüzüme çivileniyordu.

Dayanamadım fazla. Sabah, horoz sesleriyle uyandım. Gece ile gün-düzün sınırına doğan horoz sesleri, eski anılarıma pencere oldular. Kasa-banın yarısı uyanmıştı. Camie, bağa bahçeye, işe koşuyorlardı. Biliyor-dum. Başım zonkluyordu. Haftalardır tek satır okumamıştım. O gün nasıl geçti, başucumda kimler vardı, kasabalı ne düşündü? Bilemedim. Kurşun bir yük gibi yüklendiğim gece, rüyanın ikinci yüzü açıldı. Karanlıklı, boğucu, kahredici bulut her yeri kaplamıştı yine, deniz kayalarla çevriliy-di.

Tanrı maskları olduğunu sandığım şekiller ellerimde canlanıyorlardı. Canlanan her mask, karşıdaki mağarayı işaretliyordu. Girdim. Duvarlarda raflar, raflarda kavanozlar, kavanozlarda ceninler.

‘Nedir bunlar?’ diyorum, takatim kesiliyor, yere yığılıyorum. ‘Yeni bir gelecek’ diyorlar ceninler için. Tekrar yığılıyorum yere.

Page 204: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

204

Kendime sahip değilim. Tecrübe ediyorlar beni. Sonra bir pencere açılıyor. Dayanılmaz bir ışık demeti karanlığı yok

ediyor. Şiddetle sarsılıyorum. Ruhum isyan ediyor. Gözlerim, gözlerimi bulamıyorum. Işık her tarafı

boğuyor. Keskin ve parlak bir dünya doluyor içime. Deniz hiddet ediyor bana. Fırtına beni tehdit ediyor. Her şey düşman-

mış gibi. Görkemli bir ışık demetinin ortasında ne yapacağını bilmez bir halde, gözlerim kararmış, yarı karanlık bir araç görüyorum. Uzanıyorum, şeffaf, saydam ve canlı bir binek oluyor.

Alıyor, paramparça ruhumu yükleniyor. Kasabanın yeşilliğine, denize çekiyor beni. Bana hiddet eden denize.

‘Işığı anlıyorsun’ ‘Karanlığı anladın çünkü’ ‘Kenti anlatma, kasabayı anla!’ bir aşka doğuyorum. Deniz yeşili bir aşka. Kentin zavallılığına rastlıyorum. Aşkımı doğdu-

ğu noktanın arkasına gizlenmiş, uğru bir şey. Çocuklar, çocukları anlıyo-rum. Her tarafta cenazeler bulunuyor. Saray.

Çekip alıyorlar ruhumu. Kendimi, mütevekkil ve asil bırakıyorum. Saray. Aşkımın doğduğu saraydan kalbime uzanan ince ve keskin bir yolda,

seyyahlar görüyorum. ‘Sonra bizi barındıran kasabanın şehre taşıdığı felsefe ölülerini defne-

deceğiz!’ ‘Beni anlıyorsunuz’ Yaşlı bir kadın, mahalli şivesiyle, ‘seni zaten anlıyorduk kızım’ diyor. Aşkımın bir ucu ihtiyara uzanmış.

Page 205: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

205

Müdür yüksek bir yerden gülümsüyor. Çocuklar koşuyorlar. İncelikleri kahrediyor. Utanç taşıyorum. Onlarsa, ‘siz, hocamızsınız bizim!’ diyorlar. Saray. Seyyahların cenazeleri ürpertiyor beni. Çocukların ve yaşlı kadının

kasabalıların adına verdiği müjde, ruhumdan ürpermeyi kaldırıyor. Sara-yın kapısından giriyoruz. Kalbim büyüyor büyüyor fakülte anılarıma, zehir artığı kürsü derslerinin felsefe telkinlerine, zavallı kentin coşkulu ölüm ağırlığına, şehri terk eden maria düşkünü verem sağnağı şair dostla-rımın kurduğu yabancı kaldırımlara, annemle babam arasında güdük bir ömrü hazırlayan pazarlama nikah masasına, Nitzsche’ye adadığım münze-vi gecelerime, kalbimi çiğ bir et gibi satılığa çıkaran kentsoylu gazetelere, amansız bir umum harplere çeken ecnebi gaddarların kalbime bağışlanan müjdeli dünyaya kurduğu tuzaklara, saltanat kötürümcülerine, Balkan, İtalyan harplerine, şerlerini; videolarla herkesin kafasına zehirli üfleyen saltanat düşkünlerine, yüce insan kaderinin ukdelerine telkin edilen gizli planlara, sonra; gizlenen, ağlayan hep ağlayan bin yıldır biriken çığlığını vahşiyane mahvların şerli vücutlarına fırlatan uygarlığıma sarılıyor. Kalbimin sarılmalarından sonra içim dışıma çevrilerek kasabaya bakıyo-rum. Kalbimin uzandığı umarsızlıklar arasında ecnebi muahedelerin icbarlarını görüyorum.

‘Kasaba değişimlerinin arkasına gizlenmiş felsefe tahakkümleri mi?’ diyor vicdanım.

‘Evet’ diyorum. ‘Sonra?’ ‘Dehşetli hasetler ve rekabetlerin çarpışmasıyla bir yeni umum harp-

ler.’ Hepsi birlikte vicdanlarını gökle birleştiriyor.

Page 206: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

206

‘Işığı anladın!’ diyorlar. Kasabaya ekmek sevinciyle koşan oyunsuzluk düşkünü çocuklar gibi-

yim. Kayboluyorum. Sarayın içice katlanmış alımlı bir yerinde ceninlerin ruhlarını görüyorum. Coşkuyla selamlıyorum onları.

Rüya kapanmıyor. Başlangıcı belli olmayan bir gerilişle, kasabanın i-çini görüyorum. Şehrin puslu akşam vakitlerini gösteriyor iç.

Saray, binlerce hayat içinden deniz yeşili birini seçiyor ve bana sunu-yor.

Duvağımla kayboluyorum. Sarayın sunduğu hayatı ömrüm oldukça saklıyorum. Büyüdükçe inceliyor, inceldikçe hayattar bir şehir bağışlıyor bana. Tahakkümden uzak bir site. Kasabanın şehirleştiğini gösteren akıl almaz değişimler, hayatın sun-

duğu en büyük armağan oluyor. Rüyanın ölümüyle şehrin hayatı başlıyor. Beni karşılıyorlar. Şehrin meydanında, ellerinde birer kasaba hayatı

ceninler. ‘Hayatınızı hayatlandırdınız!’ ‘Şehrimize hoş geldiniz. Büyüyen gözleriniz ve ellerinizle.’

Page 207: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

207

Fatma PEKŞEN

d.1962-Divriği

PERİ KIZLARI DA SEVİNİR

Allah’tan ecir ve mükâfat mı istiyorsun? İyilik yap ve karşılık bekleme. Zira iyiliğin hakiki bedeli, yaptığın hayrın kendisidir. (Kenan Rifai)

Boşuna adları ‘süpersınıf’a çıkmamıştı. Çocukların hepsinin gözünde

ayrı şimşekler parlıyordu. Çoğunluğun hoşlandığı, Türkçe dersinin öğretmeni Ethem Bey, mem-

nuniyetle gezdirdiği bakışlarını Melike’nin üstünde sabitledi birkaç daki-ka. Yüzü her ne kadar gamsız gibi görünse de, iri, parlak mavi gözlerinin arkasındaki hüzün kırıntıları kendini gizleyemiyordu. Bir derdi mi vardı, yoksa ilk gençlik bunalımlarını mı yaşıyordu?

-Çocuklar yıl sonu müsameresi için on kişiye ihtiyacım var. Kimler katılmak ister?

İştahla, şamatayla havaya kalktı parmaklar. Öğretmen, sınıftaki gönül-lülere göz atarken, bakışları yeniden Melike’ye sabitlendi. Parmağını önce kaldırmış, sonra da geri sarkıtmıştı. İlk gençlik döneminin gel-git’ leri olmalıydı.

Ethem bey, birşeyler daha söyleyerek gönüllüleri çoğaltmayı denedi:

Page 208: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

208

-Bu sefer ki oyunu ben yazdım. Harika oldu. Tam da sizin yaşınıza göre...

Karmakarışık sesler yükseldi sıralardan. Herkes ayrı şey söylüyordu. Öğretmen elleriyle “sus” işareti yaptı ve tek tek konuşmalarını rica etti. Uzun, ince bir çocuk ayağa kalkıp ilk konuşmayı yaptı:

-Buğra, Ahmet, Abdullah, İlker ve ben halkoyunlarındayız öğretme-nim. Meşgulüz yani. Şu sıralar Silifke oyunlarını çalışıyoruz.

Karşısındaki, tatmin olmuş bir vaziyette salladı başını. “Diğerlerinin ne engeli var?” gibisinden göz attı kalanlara. İnce sesli bir kızdı bu sefer konuşan:

-Fatmanur, Ece ve bando takımındayız Müsamereye katılamayız. “Bu da âlâ” gibilerinden göz kırptı öğretmen. -Kalanlar? dedi sonra da. -Beş kişi oratoryoya seçildik öğretmenim. İçinden, “geriye onbeş kişi kalıyor zaten. Onunu piyese, üçünü şiire

alsak iki kişi artar. O iki kişiye de bir rol verir gönüllerini alırız. Okulun en sosyali olan bu sınıfta, kalan o iki kişinin de mahzun duruma düşme-mesi lazım... bir şeyler edip onları da onore etmeliyiz.” diye geçirdi.

Gene de durumdan memnundu. Nerde kendi öğrencilik şartları, nerde şimdikiler?

-Didem, bir kağıt al yanıma gel. Müsamereye katılacakları tespit ede-lim.

Sınıfın çıtkırıldımlarından bir kız, nazlı hareketlerle denileni yaptı. Havaya yeniden kalkan parmaklara bakan öğretmen, yazılması için

sesli sesli söyledi isimleri: -En başa kendi adını yaz Didem. İki Yakup, üç Kaan, dört Hikmet, beş

Demet, altı Hümeyra, yedi Mehmet Akif... Yazdıysan revam et. Sekiz Banu, dokuz, Gülden ve on Köksal.

Page 209: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

209

Kalan beş kişinin yüzünde gezdirdi bakışlarını. Melike’yle gözgöze geldiğinde, kızın bakışlarını kaçırarak, “aman hocam, beni bir yere seçme” mesajı verdiğini hissetti. Ya da kendisine öyle gelmişti. Bir şekilde öğren-meliydi bu sorunu. Çünkü, sınıfın en iyilerinden olup, önceki yıllarda severek girdiği temsillerden kaytarmazdı. Üstelik rol kabiliyeti de yüksekti.

-Ferda, Çağla, Melike, Süheyl ve Orçun... Sizden de üç kişi şiire seçi-liyorsunuz, kalan iki kişi de sunuculuğu ve yardımcılığını paylaşıyor. Herkesin ne rol alacağını önümüzdeki ders açıklayacağım. Şimdi zil çaldı. Teneffüsten sonra görüşürüz, derken, Melike’nin endişeli halini yeniden yakalamıştı.

Bir iki dakika sonra öğretmenden önce dışarı fırlayan öğrenciler itişe kakışa sınıfı terkederken, en son çıkanlardan birisi olan Melike’yi yanına çağırıp, bir sıkıntısı olup olmadığını öğrenmek istediyse de... yapamadı. Kimbilir, belki de bozulurdu; arkadaşlarının yanında konuşmak istemezdi. Belki yalnız da olsa konuşmazdı. Gençlik, camdan, narin bir vazoya benziyor, özen istiyordu. En ufak bir örselenmeyle kırılabilirdi.

Masadaki listeyi, dikkatle klasörüne yerleştiren öğretmen, tenef-füs arasında çay içip sohbet ederken, bir başka öğretmen arkadaşından, Melike’nin babasının borsada yüklü bir miktar para batırarak sıfıra indiği-ni tesadüf eseri öğrenecekti. Şimdi anlaşılmıştı mesele. Öyle ya; her temsil, her rol için ayrı kıyafet isteyeceklerdi okul idaresi olarak. Elbette bakışlar kaçar, endişeli çizgiler belirirdi çehrelerde.

Pekâlâ, yirmisekiz kişilik sınıfın her bir ferdi ayrı dalda kendi yetene-ğini sergileme ihtiyacı hissederken, Melike boynu bükük mü kalacaktı? Önceki yılları, aydınlık yüzüne yakıyan rolleri hatırlayıp iç mi geçirecek-ti? Kırmadan, kimseye sezdirmeden bir hal yolu bulmalıydı...

*

Page 210: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

210

İkinci saatin ilk yarısında tiyatro ile ilgili ders yapan öğretmen, bir yandan da çözüm bulmanın yollarını arıyordu. Birden gözleri parladı. Bulduğu fikir hiç de fena değildi!

-Arkadaşlar. Geçen derste oyunumuzda rol alacak on kişiyi saptamış-tık ya. Kalan beş kişi için de şu teklifi getiriyorum: Şu anda müsvedde halinde defterimde duran bulunan oyunu, kim eksiksiz ve imlâsı düzgün olarak yazıp, bilgisayar çıktısı olarak elime teslim ederse, ona sunuculuk yaptıracağım. Üstelik de giyeceği kıyafeti benden!

Beş kişinin içinden, Melike’nin bakışlarının şimşek gibi çaktığını yal-nızca öğretmen farketti.

Dün gece yarısına kadar bilgisayar başında oturup yazıları bitirdiğine hayıflanmıştı.

* O yıl ki müsamerenin sunuculuğunu yapan Melike’in hem diksiyonu

konuşuldu okulda, hem de peri kızı gibi süslü kıyafeti. Peri kızları da sevinirdi zaman zaman...

Page 211: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

211

Duran ÇETİN

d.1964-Konya

KİRALIK EV

Henüz üniversite ikinci sınıftı. Ailesinin durumu ve şartlar onu evlen-meye zorlamıştı. Evlenmeden önce bile, kendine zar zor bakıyordu. Sonra bir de eşinin sorumluluğu yüklenmişti boynuna. Bir yıl sonra doğan ilk çocuğu… Arkasından diğeri... Onu çok sıkıntıya sokmuştu çok.

Öğretmen olmanın verdiği sevinç, mutlu olmasına yetti. Bugün içindi her şey. Yılların verdiği sıkıntı, bıkkınlık, üzüntü sona erdi.

Lise yıllarında başlayan hem çalışıp hem okula gitme, bitti. Sıkıntılı bir dönem; sabahın köründe kalkıp, ekmek parası için çalıştığı günler, geride kaldı.

Öğretmenliğe başlamasını sağlayacak belgeleri eline alıp “oh” demesi tüm maziye bir sünger çekti. Unutturdu çocuklarının yüzüne utanarak baktığı günleri…

Hiç vakit geçirmeden görev yerine hareket etti. Okula başlayacak, ev tutacak ve ailesini yanına götürecekti.

Gelişmiş bir kent görüntüsü veren bu şirin ilçede, ilk iş olarak bir otele yerleşti. Otel hizmetlileri ne kadar da nazikti?

“Ne de olsa medeniyet görmenin hali başka” dedi kendi kendine. Ote-lin temizliği çok iyiydi; her taraf pırıl pırıl…

Page 212: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

212

Elindeki küçük çantayla bir otel görevlisi eşliğinde, üçüncü kattaki yetmiş bir numaralı odaya çıktı. Tertemiz çarşaflı yatağa uzandı. Güzel günlerin yakın olduğunu düşünerek, kısa süre hayal yolcusu oldu. Yüzün-de gülücükler oluştu. Kızının her istediğini alıp sevindireceği ve mutlulu-ğu beraber paylaşacaklarını, düşündükçe gözleri parladı.

Gözleri duvarda asılı reklâm saatine takıldı. “Saat bir hayli olmuş” di-yerek lâvaboya gitti. Abdest alıp öğle namazını kıldı. Pencereye yöneldi. Gördükleri karşısında şaşırdı. “Ne kadar güzel bir bahçe” dedi. Kendi köylerinde de orman vardı. Ama şehrin ortasında bu kadarının da olacağı-nı hiç düşünmemişti; balta girmemiş orman gibiydi.

Otelin tam karşısında olan bu yere baktığında, kemerli bir kapının ü-zerinde “Zeki’nin Yeri” yazıyordu eğri büğrü yazılarla. Buranın bir çay bahçesi olduğunu anlamasıyla aşağı inmesi bir oldu. Resepsiyondakilerle başıyla selamlaştı. Personelin güler yüzü hiç eksik olmuyordu.

Ortadan bölünmüş caddeyi karşıya geçti. Kemerli kapıdan içeri daldı. Her taraf temizdi. “Temiz tutalım”, “Temizlik imandandır” yazıları süslü-yordu yolların kenarlarını. Bahçe çok geniş bir alana yayılıyordu. Bir ara “acaba bu ağaçlar kaç yıllık” diye aklından geçirdi.

Az ilerdeki ağaçlardan yapılmış, bir dağ kulübesini hatırlatan yere doğru yürüdü. Çok güzel görünüyordu. Yetenekli, usta bir ressamın fırçasından çıkmış, çok canlı bir yağlı boya resmi gibiydi. Parlak vernikle iyi şekillenmişti. Oradaki ağaç masalardan birine oturdu. Yanına kadar gelen garsona çay söyledi. Çam kokulu bu ortamda ciğerlerini temiz havayla doldura doldura çayını yudumladı.

Sigarayı bıraktığı günü hatırladı. “Bırakmasaydım, şimdi bir tane ya-kardım” diye aklından geçirdi. Tekrar çay içmek istedi. Ama kalkmalıydı. Bu gün göreve başlayacaktı. Nasıl olsa bundan sonra buraya gelmek için çok vakti olacaktı. Hatta uzun süre buranın devamlı müşterisi olacağını nerden bilebilirdi ki? İstemeyerek kalktı.

Page 213: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

213

Okulun yerini sordu. Yol boyunca ilerledi. Gözleri hep “kiralık” yazı-larını aradı. Anayol üzerindeki emlakçı vitrinlerine takıldı dakikalarca. Buraya göreve başlayıp ev tutmak için gelmişti. Bir an önce evi tutup geri dönecekti.

Okula vardığında, müdür kapıda karşıladı. Gerekli resmi işlemlerin tamamlanmasından sonra artık resmen öğretmendi. Müdür Beyle ilçeden konuştular bir süre. Ev bulmada zorlanacağını duyunca üzüldü.

Bulunur ümidiyle oradan ayrıldı. İki gün sonra derslere girmeye baş-layacaktı. O zamana kadar evi bulursa iyi olacaktı. Yoksa hem derse girip, hem de ev araması zordu, çok zor. Akşama kadar “bulurum” ümidiyle o sokak senin, bu cadde benim dolaştı durdu. Yoktu, yoktu…

Bu kadar büyük bir ilçede ev nasıl bulunmazdı? Akşam ezanlarıyla birlikte otele döndü. Yorgun bir halde merdivenleri tırmandı. İlk girişin-deki duygularının hiç birisi kalmadı. Bitkin bir halde odasına girdi. Yata-ğının ucuna ilişiverdi. Ayakkabılarını çıkardı. Kendi kendine “çok yorul-dum” dedi. Bitkindi; canı bir şey istemedi.

Kendisini zorlayarak ayağa kalktı. Çantasından çıkardığı terliklerini giydi. Havluyu boynuna atıp lavabonun yolunu tuttu. Koridorda bitkin yüzler gördü. Solgun benizli, birilerinin yardımıyla yürüyen birisi dikkati-ni çekti. “Hasta galiba” dedi. Tabanları sızlayarak yürümesine devam etti. Ayaklarını defalarca yıkadı. Biraz rahatladığını hissetti.

Odasına dönüp namazını kıldı. Küçüklüğünden beri namazını hep kılmıştı. Babasının sürekli öğüdü “Namazını kıl oğlum!” olmuştu. Babasını hatırladı. Onun için dua etti. Okumak için yanına aldığı kitabı çıkardı, okuya-madı. Geriye bıraktı. Uyuyamayacağını düşündü. Çünkü çok yorulduğu günlerde uyuyamazdı. Böyle durumlara alışması gerektiğini düşünürken, belki de uzun süre ev bulamayacağı aklına geldi. Morali bozuldu. Yatağına uzandı. Hayal bile kurmaya fırsat bulamadan kendinden geçti. Uyuyakaldı.

Yattığı şekliyle uyandı sabahleyin. Hiç oyalanmadan kahvaltı için çık-tı. Hemen arkasından ev aramaya koyuldu. Sabahın erken saatinde, perde-si olmayan boş olduğunu düşündüğü evleri araştırmaya başladı. İnsanlar

Page 214: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

214

pijamaları ile kapıya çıkıp, “bu saatte işin ne kardeşim!” der gibi bakıyor-lardı. Buna mecbur olduğunu hissetti. Çaresiz akşama kadar yine adım adım dolaştı.

Akşam olduğunda bıkkınlık içinde oteline döndü. İki gün önceki huzurlu yüzünde, sıkıntı, yılgınlık ve karamsarlık bulutlarının dolaştığını fark etti. “Ayaklarına kara su inmenin” ne demek olduğunu yaşayarak anladı.

Eşi ve çocukları aklına geldi. “Onlar için katlanmalıyım” dedi belli be-lirsiz bir sesle. Üzerindekileri bile çıkarmaya vakit bulamadan uyudu.

Sabah kalktığında rüya görüp görmediğini hatırlayamadı. Dışarı çıkıp ev arayacağı düşüncesi onu bunalttı. Bir gün sonra okula başlayacaktı. Bu durum sıkıntısını bir kat daha artırdı. Ne hayal etmişti, ne buldu?

Ev bulma düşüncesiyle kenar mahallelere kadar gitti. Araştırdı; sor-du… Gün akşam olmuş, yine ev bulamamıştı.

Otelde kalmaya devam ediyor, okula gidiyor, okuldan çıktıktan sonra da ev arıyordu. Aradan bir aya yakın zaman geçti. Her yere haber bırakı-yor, oturabileceği bir ev bulamıyordu. Gerçi birkaç tane ev vardı, ama oturmaya müsait olmadığını düşündüğü için tutmamıştı. Çocuklarına olan özlemini dindirmek için, hafta sonunda memleketinin yolunu tuttu.

Otobüse bindi. Yanındaki adamla tanıştı. Sıkıntısını anlattı. Anlatılan-ları sabırla dinleyen adam, “komşusunun boş bir evi olduğunu, rahatlıkla kiralayabileceğini” söyledi. İki gün sonra dönüşte buluşmak üzere anlaştı-lar. Artık daha rahattı. Bir ev bulma ışığı rahatlamasına yetti. Yüzü azıcık da olsa güldü. Bayramlıklarına sevinen çocuklar gibi neşelendi.

Yolun ne zaman geçtiğini anlamadan memleketine ulaştı. Ailesiyle hasret giderdi. Çocuklarını kucağına bastı; kokladı, kokladı. “Bir hafta sonra birlikte olabilecekleri” müjdesi çocuklarının kendilerine özgü sevinç naraları atmasına sebep oldu. Küçük kızının “ne olur baba, bizi bırakma!” yakarışına içi gitti, belli etmedi. “Tamam kızım! Bundan sonra hep bera-ber olacağız” sözleriyle teselli buldu. İki günün ne zaman geçtiğini anla-madan geri dönmüştü bile.

Page 215: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

215

İner inmez otobüste tanıştığı adamın yanına uğradı. Doğruca bahsedi-len yere gittiler. Ev sahibinin oğlu ile konuştular uzunca bir süre:

-Evin badanaya ihtiyacı olduğunu, söyledi utangaç bir tavırla. -Ne gerekiyorsa yapalım, dedi rahatlamış bir şekilde. Ev sahibi: -Hocam, birkaç ay oturup çıkacaksan; badana masrafına girmene de

gerek yok. Şimdilik idare eder, sözüne cevap verdi: -Nasip olursa; tayinim çıkıncaya kadar burada oturacağım. Tabii ki

sen benden, ben de senden memnun kalırsam. İnsanlık hali eğer benden memnun kalmazsan; söyleyeceksin. On gün içinde çıkarım. Hiç kimsenin benim yüzümden rahatsız olmasını istemem.

Ev sahibi, öğretmenin konuşmalarından çok memnun kalmıştı. Biraz önceki badana işine sözü getirerek:

-Hocam! Daha önce de söylemiştim, ben badanacıyım. Buranın bada-nasını ben yapacağım. Benden olsun.

Öğretmen çok sevindi: -Teşekkür etti içtenlikle. Anlaştıkları miktardan bir aylık kirayı çıkarıp

verdi. -Hafta sonu gidip getireceğim eşyalarımı. Ona göre badana işini ayar-

larsın. -Tamam hocam. Siz hiç merak etmeyin, diyerek gülümsedi. Öğretmen oteline huzurlu döndü. Hayata küskünlüğü bir anda yok ol-

du. Odasının penceresinden “Zeki’nin yerine” baktı. Unuttuğu güzelliğini şimşek hızıyla hatırladı. Ev aradığı günlerde yorgunluktan ve vakit bula-mamaktan dolayı çok istemesine rağmen gidememişti. Pencereden bu doyumsuz güzelliği birazcık seyretti. Evi bulması bütün yol yorgunluğunu bir anda unutturdu. Gözleri bahçenin bir köşesine kaydı. “Şu köşede çocuklarla oturur, çay içeriz” diye aklından geçirdi. Beş gün boyunca onun hayaliyle bekledi.

Page 216: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

216

Nihayet evini taşımak üzere hareket etmeden önce, tuttuğu eve uğradı. Her şeyin hazır olduğunu görünce, için için hislendi.

-Ben eşyayı getirmeye gidiyorum, diyerek ev sahibine veda etti. Mem-leketine gitti.

Hazırlanmış olan eşyayı, bir kamyona yükledi. Yola çıktığını ev sahi-bine telefonla haber verdi:

-Tamam, bekliyoruz, cevabıyla iyice rahatladı. Yakınlarıyla vedalaştı. Sallanan eller eşliğinde yola koyuldu.

Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte ilçeye girdi. Doğruca evin önüne gidip durdular. Çalan zille ev sahibinin oğlu aşağıya indi. Yüzünden düşenin bini bir para cinsinden; yüzü hiç gülmüyordu. Duygusuz ve donuk bir bakışla:

-Hoş geldiniz, dedi. Öğretmen neye uğradığını şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Eşyaları ta-

şımak için kamyona tırmanırken, ev sahibinin oğlunun: -Hocam! Bir dakika görüşebilir miyiz? sözüyle irkildi. Yanına kadar geldi: -Hayırdır, dedi. -Hocam! Başka bir ev bulsanız… Öğretmen, konuşulanın son kısmını hiç dinlemedi bile. Yüzü şiddetli

kasırgalarla gelen kararmış bulutlar gibi oldu. Olduğu yerde donakaldı. Ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini bilemedi.

Sabahın serinliğinde titreşen çocuklarına baktı; içinde kopan fırtınanın dehşeti yüzünde belirdi. Adama dönüp dehşetle baktı. Ev sahibinin oğlu gözlerini yerden kaldırmadı. Yaptığı yanlışın sanki farkındaydı.

Öğretmen ısrarla: -Neden? sorusunu sordu. -Öyle gerekiyor, dedi gizemli bir şekilde. Öğretmen yanlış yapmaktan endişeli bir tonda: -Bana makul bir gerekçe söylersen seni anlayabilirim, dedi.

Page 217: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

217

Adamın cevap vermemedeki inadı öğretmeni kızdırdı. -Kusura bakma! Ben sana daha dün telefonla geleceğimi söyledim.

Sen de gel dedin. Doğru mu? -Doğru, dedi işitilemeyen bir sesle, başıyla da onayladı. Öğretmen, gürlemeye hazır hava gibi konuşmasına devam etti: -Ben şimdi ne yapayım? Çoluk çocuk nerede kalacağım? Olmaz öyle

şey. Eşyamı taşıyorum. Sana bir aylık kiramı verdim. Bir ay boyunca oturacağım; eğer benden memnun kalmazsan söylersin, çıkarım.

Adam suçluluk duygusu içinde sessiz kaldı. Yüzü yine asık, yine şe-kilsizdi. Adam, evin sahibi yaşlı annesiyle ayaküstü cana yakın olmayan bir konuşma yaptı. Öğretmen bu konuşmadan huylandı. Evi vermeme düşüncesinin, adamın annesinden kaynaklandığını düşündü. Yaşlı kadına kendi kendine söylendi; kızdı için için. Yanından geçerken kadının seve-cen bakışına karşılık vermedi. Yüzüne bakmadı, hatta ilgilenmedi bile. Kadın oralardan hiç ayrılmadı. Hep bir şeyler yapmanın peşindeydi.

Ev sahibi kadının birkaç kez: -Oğlum! Şu divanı çıkarıver, sözüne aldırış bile etmedi. Bu olayın so-

rumlusu olarak onu gördü. Bir azarlamadığı kalmıştı yaşlı kadını. Kadın, öğretmenin eşyasının biraz fazla olduğunun görünce, kendisinin

eski eşyalarını koyduğu girişteki tek odayı boşaltmaya çalışıyordu. Öğretme-nin fazla eşyalarını koyması için yer açıyordu. Ama bunu bilmeyen öğretmen, karşılaştığı bu olumsuzluğun etkisiyle kızgınlığını önleyemiyordu.

Eşyaların taşınma işi sona yaklaştı. Kadının oğlu hiç ortalıkta görün-medi.

Kadın dayanamadı, tekrar seslendi: -Oğlum! Şunları dışarı çıkaralım da fazla eşyalarını buraya koy, dedi. Öğretmen duyduklarına inanamadı. Döndü saygıyla baktı yaşlı kadına.

Biraz önce yaptıkları ve düşündükleri aklına geldi. Utandı; kadının yüzüne bakamadı. Kızardı; renkten renge girdi. Dünya kendisine dar geldi. Mah-cubiyeti yüzünden döküldü. Ağlamamak için annesinin kızdığı bir çocuk gibi dudaklarını ısırdı. Yargısız infazla ne kadar yanlış yaptığını anladı.

Page 218: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

218

Ezik bir şekilde yanına yaklaştı. Kendisini affettirmeyi; helalleşmeyi düşündü. Oracığa, tahta divanın üzerine oturdular. Konuştular, gülüştü-ler…

Açık yüreklilikle düşündüklerini anlattı öğretmen. Kadının oğlunun sabahki tutumunun sebebini de öğrendi.

Kadının büyük oğlu itiraz etmiş: -Bir annesine bakamadı da anneleri evini kiraya verdi, denmesinden

korktuğunu söylemişti. Gece abisiyle konuşan kardeşi, sabahleyin evi vermek istememişti. Kadın anlattıklarıyla oradakileri oldukça rahatlattı:

-Ben veriyorum yavrum, sen hiç dert etme, dedi. Öğretmen yaptığından utanmaya devam etti. Hep bunun altında ezildi.

Bir daha hiç kimseye, böyle bir hatalı davranış yapmayacağına sayısız söz verdi.

Kadının yanındaki oğlu mu? Onunla tam bir ay görüşmediler. Öğret-men görüşmek istedi. O yaptıklarının altında ezilip utandı ve karşılaşmak istemedi.

Bir ay sonrasıydı. İş yerinde görüştüler. O gün olanları anlattı adam bir bir. Ev sahibi kadının oğlu, öğretmenden özür diledi:

-Biz memnununuz hocam; istersen kira vermeden otur, sözüyle rahat-ladılar. Öğretmen, ilçede kaldığı süre içinde iyi bir komşu ve en yakın dostları olarak orada oturdu.

Page 219: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

219

Mustafa OĞUZ

d.1969-Erdemli

KIR ÇİÇEĞİ HÜZNÜ

O gün sabah yine neşe doluydu herkes. Sınıf, cıvıl cıvıldı. Kuşlar bah-çedeki ağaçlara konuyor, ağaçtan ağaca uçuyor, ötüyor, etrafa sevgi saçıyordu. Güneş yine çok cömertti. Bahar, sınıfın penceresinden içeriye bütün güzellikleriyle giriyordu. Çocukları kendisine çağırıyordu hayat. Kendisine çağırıyordu kuşlar, kendisine çağırıyordu bahçe, ama ders zili çalmak üzereydi ve hepsi, baharı yeterince yudumlayarak gelmişti sınıfa.

Her şey iyiydi, hoştu, ama sınıfta bir yer boştu. Zil çalmıştı, ama Hilâl henüz gelmemişti. Gerçi hiç geç kalmayan Âdem Öğretmenleri de gel-memişti. Bu iki olay ilk dakikalarda kendisini fazla hissettirmiyordu.

Afra, yerinden kalkıp tahtanın önüne gelerek sınıfa: - Arkadaşlar, Âdem Öğretmen niye gelmedi acaba, diye sordu. Kimse

bu soruya bir cevap veremedi. Bunun üzerine sınıf başkanı müdür yardım-cısına sormaya gitti.

Müdür yardımcısı da Âdem Öğretmen’in gecikmesini anlayamamıştı ve sınıfta ses yapmadan oturmalarını istiyordu.

Onlar da öyle yaptılar ve sınıfa bir sessizlik çöktü. Aradan bir zaman geçtikten sonra Âdem Öğretmen geldi. Oldukça üzgün görünüyordu. Elinde bir demet kır çiçeği vardı. Hilâl, sık sık kır çiçeği toplar gelir ve bunu öğretmenine vermeyi çok severdi.

Âdem Öğretmen içeriye girdiği anda sesler kesilivermişti. Âdem Öğ-retmen, hiçbir şey söylemeden doğruca Hilâl’in oturduğu yere gitti ve Hilâl’in boş olan masasına elindeki çiçek demetini bıraktı.

Page 220: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

220

- Arkadaşınız Hilâl artık aramızda olamayacak çocuklar, dedi ve göz-lerinden yaşlar dökülmeye başladı.

Sınıfta herkes şaşkındı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Herkes o-turmuş, öğretmenleri gibi sessizce gözyaşı döküyordu. Bahçedeki kuşların da cıvıltısı kesilmiş, pencere camına dizilmişler, içerideki çocuklara eşlik ediyorlardı sanki. Bu sessizlik, bu kalpten kalbe geçen acıların paylaşımı dakikalarca uzadı, uzadı. Derken zil çaldı, ama kimse yerinden kalkıp bu ortamı bozmuyordu. Sınıfın kapısı hâlâ kapalıydı ve gelen giden de yoktu. Derken Âdem Öğretmen usulca yerinden kalktı ve hiçbir şey söylemeden sınıftan çıkıp gitti.

Teneffüs süresince sınıftaki sessizlik devam etti. Kır çiçeklerinin ko-kusu sınıfa yayılıyor, kalplerine kadar ulaşıyor ve acıtıyordu kalplerini. Acıtıyordu gözlerini. Hemen herkes Hilâl’le olan hatırasını yeniden canlandırıyor; bu acı habere inanmak istemiyordu. Daha dün yaptığı esprilerle bütün sınıfı neşelendiren Hilâl, bu gün aralarında yoktu demek!

İkinci dersin zili çaldığı zaman yine herkes sınıftaydı ve kimse ko-nuşmuyordu. Ölüm bir sessizlik olup çöküvermişti üstlerine.

Âdem Öğretmen ikinci ders için sınıfa girince bütün gözler onun üze-rine çevrildi. Bir açıklama, bir ayrıntı istiyorlardı ondan.

Âdem Öğretmen titrek bir sesle: - Çocuklar, okul idaresinden izin aldım. Ben Hilâl’in evine gideceğim.

İsteyen burada kalabilir, isteyen benimle gelebilir, dedi ve yine geldiği gibi sınıftan sessizce ayrılıp Hilâller’in evine doğru yola çıktı. Okul bahçesinin kapısından çıkarken bütün sınıfın arkasında olduğunu gördü Âdem Öğretmen.

Yolda Hilâl’in nasıl öldüğü ile ilgili bildiklerini anlattı öğrencilerine. Akşam, ödevini yapmış, çantasını hazırlamış, dişlerini fırçalamış, büyük-lerine “hayırlı geceler” diledikten sonra uyumak için odasına gitmişti. Sabah erken annesi uyandırmak için Hilâl’e seslenmiş, ama ondan cevap alamamıştı. Bunu birkaç defa tekrarlamıştı, ama ses gelmemişti. Odasına

Page 221: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

221

gidip uyandırmak için yatağına yaklaştığında görmüştü acı gerçeği. Yü-zünde bir gülümseme öylece donup kalmıştı. Sanki rüya görüyordu ve rüyasında gülüyordu. O hâlde kalakalmış ve ruhunu teslim etmişti. Yüzün-deki gülümsemeye bakılırsa ruhu, onu gülümseten bir bahçeye gitmişti.

“Güzel bir ölüm” diyordu bu duruma Âdem Öğretmen. Güzel miydi bilemiyordu çocuklar. Ölüm vardı ortada ve soğuktu. Elleri, dilleri bağla-yan bir şeydi ölüm ve arkadaşlarını yakalayıvermişti bu yaşta. Güzel ve ölüm sözcükleri ancak böyle bir durumda birbirine yakışıyordu. Yol boyunca Âdem Öğretmen bunları anlattı çocuklara ve Hilâller’in evine vardılar.

Âdem Öğretmen ve çocuklar Hilâllerin evine vardıklarında evin bah-çesine toplanmış insanların hepsinde bir suskunluk vardı. Ölüm soğuk bir yel olmuş, esmiş ve oradakilerin hepsinin kalbine, yüzüne yerleşmişti. Herkes susuyordu. Evde sessiz bir koşturmaca vardı. İçerilerden ağlama sesi duyuluyordu, ama bu da sessizliği bozmaya yetmiyordu.

Âdem Öğretmen’e ve bütün öğrencilere de gelip yerleşti ölüm sessiz-liği. Hilâl’in babasının yanına gitti Âdem Öğretmen ve onunla kucaklaşıp öylece sessiz sessiz ağlamaya başladılar. Kalpten kopup gelen gözyaşları pıtır pıtır dökülüyordu gözlerden. Bu durumu gören öğrenciler de ağlama-ya başladılar. Bu esnada Hilâl’in annesi gelip okul kıyafetiyle karşılarında duran Hilâl’in arkadaşlarına sarıldı. Hepsini yavrusu Hilâl olarak görüyor-du. Tek tek hepsini bağrına bastı ve gözyaşlarını paylaştılar, acıyı paylaştı-lar. Hepsi kalplerinin bir yerlerinde eksiklik hissediyordu ve hepsi bu eksik yerde Hilâl’i görüyordu. Hilâl hepsinde derin izler bırakarak ayrılıp gitmişti aralarından. Bir müddet sonra Hilâl’in annesi ve babası, başkala-rının yanına gitmek için onların yanından ayrıldı. Hep birlikte Hilallerden okula döndüler.

Çocukları okula bırakan Âdem Öğretmen Hilâl’in cenazesine katılmak ve onu son yolculuğuna uğurlamak için geri döndü. Çocuklar okul çevre-sinden topladıkları çiçeklerden bir demet yaptılar ve Hilâl’in masasına,

Page 222: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

222

sırasına koydular. Sınıfa tekrar bir sessizlik gelip oturmuştu. Herkes Hilâl’le ilgili bir hatırasını tekrar yaşıyordu ve kendi dünyasındaydı.

“Hilâl’le eve dönerken Hilâl elimden tutup: - Haydi Sevgi, kır çiçeği toplayıp annelerimize götürelim, demişti. -Ama onlar zaten her gün çiçeklerin içinde. Çiçek götürmenin anlamı

yok ki, demiştim. Hilâl beni dinlememiş ve ısrarla elimden çeke çeke kırlara götürmüştü de çiçek toplamıştık. Gerçekten de annelerimiz bu sürprizi çok sevmiş, sevgiyle bizi kucaklamışlardı. Daha sonra bunu sık sık tekrarlamaya karar vermiştik. Sen bir çiçektin Hilâl ve hep öyle kala-caksın.” Bu hatırayı tekrar yaşıyordu Afra.

Ünal da Hilâl’le yaşadığı bir hatırasına dalmıştı: “Bir gün mahalle arasında oynarken evimizin bahçesinde bir güvercin

görmüştük. Bizim değildi, Hilâllerin de... Merak dolu bakışlarla kuşa yaklaşıyorduk. Kaçmaya yeltense de kaçmamış, kaçamamıştı ve tutmuştuk onu. Yalvaran gözlerle bakıyordu bize zavallı güvercin. Niçin uçamadığını da merak ediyorduk bu arada. Elimizde tuttuğumuz güverci-nin bir kanadında ağır bir yara vardı ve bu yara, uçmasına mani oluyordu.

- Haydi kuşun kanadını tedavi edelim, demişti ve güvercini alıp bu iş-ten iyi anlayan Mahir Amcaya götürmüş, yarasını sardırmıştık. Kuşun kanadı iyileştikten sonra da güvercini serbest bırakmıştık. Güvercin uçup gitmişti, ama sık sık bahçemize gelir, penceremize konardı. Sen de bir kuş misali uçtun aramızdan. Sen de bir güvercindin Hilâl.”

Herkesi daldıkları Hilâlli dakikalardan ders çıkış zili uyandırdı. Ders-ler bitmişti, ama sınıftan kalkıp eve gitmek istemiyordu hiçbirisi. Giderler-se de bir yerleri eksilmiş olarak gideceklerdi. Sessizce kalkıp gitmeye başladılar ve kısa bir süre sonra sınıf tamamen boşaldı. Hepsi üzerine yapışmış ölüm sessizliğini de beraberinde götürdü ve sınıftan ölüm sessiz-liği de çıkıp gitti. Biraz sonra aynı sınıfa gelen öğleci öğrenciler içeriyi cıvıl cıvıl sesleriyle dolduruverdiler.

Page 223: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

223

M.Nihat MALKOÇ

d.1970-Trabzon

GÜMÜŞ İŞLEMELİ ÇAYDANLIĞIN BUĞUSU

Bahar bütün cömertliğiyle bağrını açmıştı kendisine umut bağlayan insanlara… Ağaçlar kışın kasvetini ve yorgunluğunu üzerlerinden atarak çiçeklerle bezenmiş yeni elbiselerini giyip düşmüşlerdi yollara… Gökyüzü sislerden ve bulutlardan arınmış, ak pak olmuştu. Güneş bir ateş topu halinde gök kubbede gülen yüzünü gösterse de sıcaklığı ısıtmıyordu kışın o soğuk günlerinde üşüyen ve büzülen tenleri…

Aliye’nin yüzüne de baharla birlikte renk gelmişti. Artık sıkı sıkıya kapattığı pencereleri ve üzerlerindeki perdeleri açmakta bir mahsur gör-müyordu. Basık bir sokak üzerinde inşa edilen binanın altıcı katında oturuyorlardı. Oysa o; dağları, bulutları ve denizi bir arada görebileceği bir tepe üzerinde yaşamayı hayal etmişti hep… Fakat bahtına böyle bir yer düşmüştü. Zaman zaman içi kararsa da, bu mahalleye alışmıştı doğrusu…

Sonbaharda kaybettiği kocasının acısı henüz küllenmemişti içinde. Rahmetli kocasının, evlilik yıldönümlerinde aldığı gümüş işlemeli çaydan-lık oturma odasının en görünen yerinde duruyor, ona baktıkça taptaze hatıraları gözlerinin önünde canlanıyordu. Çaydanlığın sağında burma bıyıklı kocasının, solunda ise kendisinin gençlik günlerinden kalma siyah beyaz fotoğrafları duruyordu. Gözü onlara kaydıkça gözlerinin ıslandığını

Page 224: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

224

hissediyor, iki küçük yavrusunu üzmemek için gözyaşlarını içine akıtıyor-du.

Aliye, çayı çok seven kocasına çelik çaydanlıkta koyu çaylar hazırlar, fakat bunu gümüş işlemeli yeşil çini çaydanlığa aktarır, onda demlenmesi-ni beklerdi. Bu süslemeli demlik, evliliklerinin canlı bir hatırası olarak anılarını beslerdi. İlk evlilik yıldönümlerinde Aliye’ye alınmıştı. Maddi değeri çok fazla olmasa da evliliklerine dair sembol olmuştu. Ondan sonraki yıllarda alınan hediyeler daha pahalı cinsten olsa da bunun önüne geçememişti.

Aliye Hanım ve kocası bu çaydanlıkta demlenen çaydan başka bir ke-yif alırlardı. Çocuklarını erken denebilecek bir saatte yatırır, kendileri baş başa sohbet ederlerdi. Hatta zaman zaman biri kitap okur, orada anlatılan-ları beraberce mütalaa ederlerdi. Nefislerini böylelikle dizginlerlerdi. İbadetlerinde berdevamdılar. Hatta herkesin uyuduğu saatlerde gece namazlarına kalkmayı da ihmal etmezlerdi. Öyle ki ibadetlerinin biriktir-diği nur, yüzlerine yansımıştı. Tavır ve davranışlarında sadakatin ve vefanın en güzel örnekleri görülürdü.

Kim derdi ki bu güzellikler saman alevi gibi kısa sürecek… Masmavi gökyüzünü kapkara yağmur bulutları kaplayacak. Fakat mukadderat Allah’ın tasarrufundaydı. Bir saat ötesini bilmeyecek kadar acizdi insan. Lakin bu acziyetini göremeyecek kadar da kördü. Onun içindir ki insanoğ-lu gücün kendisinde olduğunu düşünürdü pervasızca. Oysa güç ve kudret hakikatte onu dünyaya gönderen ve nimetlendiren yüce Yaratan’ın katın-daydı.

Aliye’nin kocası Mümtaz, bir haftalık İstanbul seyahatinin hasret yük-lü dönüşünde ecel arabasının içinde vermişti son nefesini. Vuslat hayalleri kurarken bir anda hicranın karanlığına gömülmüştü hatıralar… Acı haber eve düşünce yer gök gözyaşıyla dolup taşmıştı. İki körpe kuzu yetim kaldığının farkında bile değildi. Gelecekteki güzel günler camdan bir kâse misali yere düşmüş, bir anda tuz buz olmuştu. Aliye’nin sol yanı viran

Page 225: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

225

kalmıştı. Onu teselli edecek, acısını dindirecek ne olabilirdi ki… İki yavrudan başka dayanağı ve umudu yoktu. Onlar için direnmeli, güçlü olmasa da dosta düşmana karşı güçlü görünmeliydi.

Artık uzun gecelerde yapayalnızdı. Eskisi gibi çocukları erken de ya-tırmıyordu. Çünkü yalnız kalmak, yüreğindeki hasret nöbetlerini iyice depreştiriyordu. Kapı zilinin hiç çalınmayacağını bilse de yine de cılız bir umut içerisinde kulağı oradaydı. Giden gelmez, kalan gülmezdi elbet… Fakat alışkanlıklar kolay kolay unutulamazdı.

İlk evlilik yıldönümlerinin hatırası olan çini çaydanlık onun için daha bir anlamlı ve önemliydi. Gözünü hiç ayırmıyordu ondan. Fakat bir ak-şam, çayın demlenmesini beklerken çini çaydanlık gözlerinin önünde ortadan ikiye ayrılmıştı. Buna bir anlam veremiyordu. Ne olmuştu da çaydanlık bu hâle gelmişti. Üzüntüsünden lokmalar boğazında düğümle-niyordu. Çaydanlığın kırılmasıyla onca hatıraları da yok olmuştu. Üzüntü-sü ikiye katlanmıştı.

Mümtaz’ın ölümünden sonra hayat bütün zorluklarıyla göstermişti o acı yüzünü. Yaşamak gitgide zorlaşıyordu onun için. Bahar gelmesine gelmişti de, onlar hazanı yaşıyorlardı hâlâ. Anlaşılan o ki onların en uzun mevsimi hazan, en sadık dostları hüzün olacaktı bundan sonra. Evlerinin direği yıkılmış, desteksiz ve bir başına kalmışlardı. Kolay mıydı iki kız çocuğunu hayata hazırlamak ve geleceklerini inşa etmek? Babalarının boşluğunu doldurmayı nasıl becerecekti Aliye Hanım… Küçük kızları Dilara hâlâ sofraya dört bardak koyuyordu. Bunu gören anne kahroluyor, içindeki acıları gizlemekte zorlanıyor, yüreğinde biriken hüznü gözlerin-den boşaltıyordu. Fakat çocuklarının önünde metanetli ve güçlü durmaya gayret ediyordu. Yıkılmışlığını çocuklarına belli etmemeye çalışıyordu.

Aliye Hanım, her sabah kocasını aynı saatlerde kaldırır, kahvaltısını hazırlar, okula uğurlardı. Öğretmen olan Mümtaz Bey, eşinin yanakların-dan öper, sanki çok uzaklara gidiyormuş gibi hüzünlenirdi. Böyle bir sevgiydi içlerinde besleyip büyüttükleri. Aliye Hanım, sabahleyin kalka-

Page 226: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

226

rak eşini hazırlayıp uğurlamaya o kadar alışmıştı ki bu adeta bir davranış haline dönüşmüştü onda. Eşinin ölümünden sonra da sabah ezanıyla birlikte kalkıp namazını huzur ve huşu içerisinde kılıyor, mutfağa geçi-yordu. Fakat eşinin yokluğunu hatırlıyor, bir yanı boş kalmış yatağına uzanarak gözlerini tavana dikiyordu. Sabit bir noktada yoğunlaşan bakışla-rı onu geçmişin güzelliklerine götürüyor, bugünü düşününce içindeki yangınlar, hatıralarını kül ediyordu. Ruhunu döven hırçın dalgalar geçmiş-le bugün arasında sıkışıp kalan hayallerini ve yaşanmışlıklarını kum taneleriyle denizlerin ötesine sürüklüyordu.

Mümtaz Bey’in hayatı pek çok öğretmende olduğu gibi evden ve o-kuldan ibaretti. Sabahleyin evden çıkar, okul paydosuna kadar minik yavrularını aydınlatmak, hayata hazırlamak için çırpınıp dururdu. Meslek hayatı boyunca bir kez olsun derste saate bakıp zilin vaktini hesap etmiş değildi. Derse girdiğinde zaman sular seller gibi akıp geçerdi. Zil sesleri onu huzursuz eder, konusu bölündüğü için rahatsız olurdu. Hele o akşam paydosu zili yok mu, işte ondan hiç hoşlanmazdı. Çünkü paydos ziliyle beraber canından çok sevdiği goncalarından ayrılır, sabah olana kadar onları özlerdi. Gerçi köyde yaşadığı için bir kısım öğrencilerine mahalle içinde rastlardı. Fakat okul dışındaki vakitlerinde evden pek çıkmaz, kitaplarıyla hemhal olur, yeni dünyalar keşfetmek için kitaplar âleminde dolaşırdı.

Aliye’nin çocukları henüz okul çağına gelmemiş olsalar da gelecekte-ki mesleklerini bugünden belirlemişlerdi. Küçük kızı doktor olmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Büyük kızı Gülşah mühendis olmak istiyor-du. Fakat hiç hesapta yokken babasız kalmışlardı orta yerde. Bu onların aklının ucundan geçen bir durum değildi. Kolları kanatları kırılmıştı. Bundan sonra kime “baba” diyecekler, kimin boynuna sıkıca sarılacaklar-dı. Ölüm vardı ama bu kadar da yakın mıydı? Henüz kırkına bile gelme-yen bir babanın ölümü körpe beyinlerde nasıl olur da doğal karşılanabilir-di? Dünyaları başına yıkılmıştı bir anda. Kum ve çakıl dağları arasında

Page 227: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

227

sıkışmış, susuz balığa dönmüşlerdi. Bu hüzün sağanağına hazırlıklı değil-lerdi.

Aliye Hanım canı sıkıldığı bir gün evleri düzeltip temizlerken gardı-robun üstünde mavi kapaklı bir defter buldu. Herhalde eşinin plan defte-riydi. Eline alıp sayfalarını çevirmeye başladı. Fakat bu bir günlüktü. Mümtaz Bey’in günlük yazdığını hiç görmemişti. Demek ki kendisinden gizli yazıyor, kimse görmesin diye dolabın görünmeyen bir yerinde saklı-yordu. İlk günlüğün tarihi bundan altı ay evveline aitti. Aliye, temizliği unutup yatağına uzandı. Canından çok sevdiği eşiyle konuşuyormuşçasına günlüğü okuyor, gözyaşları sayfaları ıslatıyordu. Her satırında eşine, çocuklarına, öğrencilerine duyduğu sevgi ve muhabbetten bahsediyor, öğretmen olduğu için Allah’a hamd ediyordu. Sanki içine doğmuşçasına genç yaşında bu dünyadan göçüp, planlarının yarıda kalmasından endişe ediyordu. İlk günler defteri saklasa da çocuklar onu bulup çıkardılar. Satır satır okuyup babalarının duygu dünyasını yakından tanımış oldular. Defterde Gülşah’ın en çok ilgisini çeken bölümler babasının mesleğine ve minik öğrencilerine duyduğu derin sevgiydi. Bu satırları okuyan Gülşah’ın gönlü sanki mühendislikten öğretmenliğe doğru kayıyordu.

Mümtaz Bey, öğretmenliği bir ideal olarak görüyordu. Gayesi para kazanmak olsaydı, mühendis, doktor veya işadamı olurdu. Zira üniversite-ye giriş puanı, pek çok mühendislik bölümünü kazanmasını mümkün kılacak kadar yüksekti. Fakat o bir kere öğretmen olmayı koymuştu kafasına. Dünya nimetlerinde hiç mi hiç gözü yoktu. Anadolu’nun ücra köşelerine gidecek, kurutulmuş goncaları sulayacak, iri güller olmalarını sağlayacaktı. Nitekim öyle de yaptı. En ücra bir Anadolu köyünde on yılını feda etti. Gerçi yakın çevresindekiler “Senelerini heba ediyorsun” derlerdi ona. O da bunu kabul etmez; “Heba değil, feda ediyorum feda!…” diyerek ne kadar geniş ufuklu ve fedakâr bir insan olduğunu cümle âleme gösterirdi.

Page 228: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

228

Büyük kızı Gülşah babasının hikâyesini en ince ayrıntısına kadar an-nesinden dinledikten sonra mühendis olmaktan vazgeçmiş, öğretmen olmaya karar vermişti. O da babasının yolundan gidecekti. Çünkü onun bıraktığı boşluğu doldurmalıydı. İnsanların daha çok kazanmak, daha lüks yaşamak için birbirleriyle yarıştığı bu kapitalist dünyada birileri bu gidişa-ta ‘dur’ diyebilmeliydi. Aksi takdirde hayat her geçen gün yaşanmaz hale gelecekti.

Ölüm sevdiklerimizi alıp götürse de hayatın öte yanında kalanlar ya-şamaya mecburdu. Aliye’nin acıları her geçen gün külleniyordu. O artık kendini çocuklarının eğitimine adamıştı. Pek çok taliplisi olmasına rağmen gencecik yaşında yeni bir yuva kurmayı aklının ucundan bile geçirmemiş-ti. Yeniden evlenmeyi Mümtaz’ın hatırasına ihanet olarak görüyordu. O artık evinin hem annesi, hem de babasıydı. Eşinden kalan küçük bir maaş geçinmelerine yetiyordu. Dünya yiyip içme, keyif çatma yeri değildi onlar için… Doğumla ebedî hayat arasında bir duraktı dünya… Mühim olan hoş bir seda, iyi bir hatıra bırakmaktı. Onlar da bunun mücadelesini veriyor-lardı zaten. Dünyada en zor iş, hayat denen zor süreci iyi bir şekilde nihayetlendirmekti. Mümtaz bu kısa süreçte arkasında güzel hatıralar ve dostlar bırakmıştı.

Yağmakla yağmamak arasında tereddütte kalmış kararsız bir göğün al-tında balkonda kahvaltılarını yaparlarken geleceğe dair hesaplarını gözden geçirdiler. Tam o sırada bir yıldız kaydı semadan. Bunu bir fırsat bilen Gülşah dilek tutmuştu oracıkta. Bunu annesiyle paylaşmış, annesi de onun öğretmen olma arzusuna destek olmuştu. Seneler bir su gibi akmış, Gülşah için üniversite sınavı senesi gelip çatmıştı. Babalarının ölümünden bu yana on seneden fazla bir zaman geçmişti. Fakat bu uzun süre zarfında onun hatıralarını tüketememişlerdi.

Geceleyin uykularında bile “Ben öğretmen olmalıyım” diye sayıklayıp duruyordu Gülşah… Hem de bir ilkokul öğretmeni... Çünkü çocuklara duyduğu sevgiyi tarif etmek imkânsızdı. Nerde bir küçük çocuk görse

Page 229: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

229

kucağına alır, başını okşar, yanağına öpücüğünü kondururdu. Nejat Sefercioğlu’nun “Öğretmen Olmak İstiyorum” adlı uzun şiirini kısa zamanda ezberlemiş, eş dost meclislerinde okur olmuştu: “Ben öğretmen olmak istiyorum./ Ben, şairimin mısralarında dil, / Genç kızımın gergefin-de nakış nakış gül, / Âşığımın sazında tel, / öpülesi bir el olmak istiyorum: / Ben, öğretmen olmak istiyorum...” diyor, bunun için emin adımlarla ilerliyordu. Sınavı başarılı geçmiş, hayırlı neticeyi beklemeye başlamıştı.

Günler her zamanki gibi tabiî mecrasında akmış, bazılarına umut, ba-zılarına hayal kırıklığı, bazılarına da hasret getirmişti. Gülşah, hayaller kurup içinde yaşattığı öğretmenliği kazanmış, üniversiteyi büyük şehirde okumak üzere biricik annesinden ayrılmıştı. Aliye Hanım küçük kızıyla baş başa kalmış, başlanmamış dört yılı nasıl tüketeceğini düşünmeye koyulmuştu. Fakat zaman değirmeni günleri bir bir öğüterek acılı anneye, kızının öğretmen olmasını da göstermişti. Gülşah, gönüllü olarak uzak bir Anadolu köyünde göreve talip olmuştu. Fakat bu sefer annesini ve karde-şini de yanında götürmüştü. Babasının bıraktığı yerden kutsal emaneti devralmış, yeni ve iri güller yetiştirmek için bahçıvanlığa soyunmuştu.

Page 230: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

230

Recep Şükrü GÜNGÖR

d.1971-K.Maraş

OKUL

O gece şehre sis çöktü. Yağdı yağacaktı ama yağmadı. İlk önce temizlikçiler geldi. Sonra güvenlikçiler... Onların ardından

kantinciler, nöbetçi öğretmenler… Okulun yerinde market, kuyumcu, giyimci, telefoncu, tuhafiyeci ve

simitçi vardı. Temizlikçiler, kantinciler, nöbetçi öretmenler şaşırıp kaldılar. Müdür yardımcıları geldi, öğretmenler geldi. Bir gazaba mı uğradık,

diye söyleniyordu edebiyat öğretmeni Muhsin. Daha akşam yerli yerin-deydi, dedi süngüsü düşük tarihçi Tahsin, üstündeki rengi uçmuş cekete aldırmadan.

Öğrenciler geldi birer birer. Arabalara tıka basa doluşup geldiler. Se-bilhane bardağı gibi dizildiler. Selma da geldi. Fakat okul yerinde, yukarı-da söylediklerimiz vardı.

Selma, Muhsin Hoca’nın gözlerine baktı. Aşkla şevkle ders anlattığı-nız sınıflar nerede, diyordu. Nutku tutulmuş gibi susuyordu edebiyat hocası. Tarihin o gününün o saatine denk gelen dakikaları dondurulmuş gibi kalakalmışlardı.

Kül kesilmişlerdi. Selma ağlamak istiyordu ama donukluğundan kurtulamıyordu. Leyle-

ğin yuvadan attığı yavru gibi yapayalnız hissediyordu kendini. Bir iğneli beşikteydiler.

Page 231: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

231

Öğrenciler dükkânlara dağıldılar. Arkadaşını alan simitçiye, telefon-cuya, markete gitti. Nöbetçi öğretmen, o donan sahneden sıyrılıp çocukları toparlamaya çalıştı ama nafile; her biri bir deliğe girmişti. Yorgun argın meydana döndü. Meydanda toplanan öğretmenlerin şaşkınlığına, donuklu-ğuna katıldı. İşte şurası her sabah toplanılan yerdi, şurası İstiklal Marşı söylenen yer. Şurada futbol oynuyorlardı. Hatta dün öğleyin de oynamış-lardı. Şurada basket potası vardı. Şuradan taa oraya kadar ihata duvarı çevriliydi. Ama şimdi yerinde bir taş bile yoktu.

Mahşer tilkisi gibi şaşalayıp kaldılar. Çarşı esnafı da şaşkındı. Bu kadar öğrenci ve bu kadar öğretmen sabah sa-

bah buraya neden toplanmışlardı? Öğrenciler neden seyip seyip dağılıvermişti dükkânlara? Öğretmenlerin meydandaki şaşkınlıkları neydi? Senelerden beri dükkân işleten esnaflar böyle bir hadiseyi ilk kez yaşamaktaydı.

Zaman kötü kötü şahitlik ediyordu. Mekân mübarekliğinden habersizlerin elindeydi. Eski çamlar bardak olmuştu. Meydanda Atatürk büstünün ön cephesinde: “Öğretmenler! Yeni nesil

sizin eseriniz olacaktır!” yazıyordu. Ama yeni nesil öğretmenlerin eseri miydi?!

Çocukların sevinç çığlıkları duyuldu. Öğretmenler çözülüp, konuyu anlatmaya başlayınca dükkân sahipleri

bir kez daha şaşırdılar. Çünkü kimisi yirmi, kimisi on beş yıldır burada dükkân işletmekteydi.

Okulun varlığı üzerine ihtimal hesapları yapmaya başladılar. Öğretmenler daha dün buranın okul olduğunu söylediler. Fizikçi sınav

yaptığı ikinci kattaki dokuz b sınıfının yerini işaret etti. Muhsin öğretmen, Selma’nın meraklı sorularına cevap verdiği üçüncü katın koridorunu anlattı. Okul gazetesi bile vardı dedi. Hatta Selma’nın “Mevlâna’nın Sevgi Seli” başlıklı yazısından bahsetti.

Şurada çay içmişlerdi… Şurada kartopu oynamışlardı. Şurada şiirler okumuşlardı.

Page 232: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

232

Burayı kendi elleriyle süslemişti resim öğretmeni Bünyamin. Omurgayı besleyen unsurları anlatmıştı biyolojici. Avrupa Birliği’ne

giremeyeceğimizi iddia etmişti milli güvenlik hocası, herkes de onu tasdiklemişti.

Sokaklar doldu. Evlerden boşanan insan kitleleri dükkânlara, fabrikalara, okullara, so-

kaklara akıyordu. Bir büyük meçhulün içinde, yağsız kalmış kapı gıcırtısı gibi tatsız tat-

sız yürüyordu insanlar. Sönmüş bir yanar dağ gibi dağınıktı sokaklar. Düşmandan çeken, dosttan çeken bir millet akıyordu. Her şey çatallı geyik boynuzu gibiydi. Ne olacak, diyordu Cemil Hoca, ne yapacağız, buna bir çare bulalım.

Tarihçiyle milli güvenlikçi şiddetli bir tartışmaya girmişti. Hizmetçiler, güvenlikçiler de söylenip duruyorlardı.

Esnaf bu konuşulanlardan bir şey anlamadığı gibi ziyadesiyle sıkıldı. Nerden neşet ettiği belli olmayan bu kadar öğretmeni ne yapacaklarını düşündüler! Öğrenciler kısa sürede dükkânlara dağılıverdiklerinden o mesele hemen çözülüvermişti. Ya öğretmenler!

Delirdiniz galiba, üstümüze iyilik sağlık, dedi biri. İyi saatte olsunlar mı bastı burayı ne oldu?

Martaval okumayın be! Adamın biri söylenip durdu. Ama kimse esmayı üstüne sıçratmak,

başkalarının hücumunu gerektirecek, sataşmaya sebep olacak bir davranış-ta bulunmak istemiyordu.

Eve ekmek götürmek lazımdı. Ne yapacaklardı, neyle geçineceklerdi? Bir kaygı sarmıştı muallim efendileri.

Esnaflar, öğretmenlerin neden böyle bu sabah burada toplandıklarını dü-şünürken, çarşının sözü sohbeti dinlenirlerinin önerisiyle onları çalıştırmaya karar verdiler. Öğretmenler birer ikişer dükkânlarda çalışmaya başladılar.

Önemli olan çalışmaktı: Öğretmen öğretmenliğini yitirmişti.

Page 233: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

233

Öğrenciler artık müşteriydi. Evvel ar idi, şimdi kâr oldu. His yoksulu bir nesil türemişti. Onlara bilgi dağıttıkları, irfan kazandırdıkları okul yerine, çay verdik-

leri, telefon sattıkları, kolye beğendirdikleri dükkânlar vardı. Ve onlar orada çalışıyordu. Müşteriler de çok memnundu hâllerinden.

Alan memnun satan memnun. Ne diyelim, türediler türedi işte. Memnuniyetler değişti. Artık ders anlatan öğretmenden değil, iş üre-

ten öğretmenden memnunuz. Eğitim mefluç bir acuze, olsa ne olur, olmasa ne olurdu. Bulutlar karardı. En son müdür geldi. Tarihçi, müdürden hoşlanmazdı. Mart içeri pire dı-

şarı. Müdür gelince tarihçi ile matematikçi iş yerlerine doğru yürüdüler. Güney gözlü Selma’nın kudretten süslü, allı dudakları büzüldü. Muh-

sin’nin gözlerine baktı. Olan olacaktı. Olan olacaktı. Muhsin, işçiliği kabul etmemişti. Selma da, dükkânlara dalıp gitmemişti. Koca okuldan bir öğretmenle bir öğrenci kalmıştı.

Okul yoktu. Öğrenciler dağılmış, öğretmenler dükkânlarda işe girmiş-lerdi. Kriz geçirecekti neredeyse. Sağa koştu, sola koştu. Önüne çıkan herkese okulu sordu ama nafile. Suya pala çalıyordu. Meydana bağdaş kurup oturdu. Kafasını iki elinin arasına aldı. Yo hayır, delirmemişti, ruh sağlığı iyiydi. Öyleyse bu öğretmenlere ne olmuştu? Öğrenciler nereye dağılmıştı? Tutarağı tutmuş gibi titriyordu.

Din kültürü hocası, Muhsin hocaya, Nuh Nebi’den başlayarak anlatı-yordu:

“Tarih yağmalandı. Din kovuldu. Milli şuur talan edildi.” Müdür okulu aramaya çıktı.

Page 234: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

234

Murat SOYAK

(d.1971-Niğde)

BİR UMUT

-Yarın daha güzel olacak anne !.. Anne başını kaldırıp kızına baktı bir süre. Yüzünde acının, hüznün izleri

çizgi çizgi sıralanmıştı. Yıllar var ki anne hep kırgın, küskündü hayata. -Kızım… Sözün devamını getiremedi. Sustu. Söyleyecekleri vardı ama nedense

kelimeler düğümleniverdi. Soba için için yanıyor. Küçük oda hemen ısınıvermiş. Odanın büyük penceresinden içeriye günün son ışıkları düşü-yor. Radyo köşede sessiz. Hemen yanındaki televizyon açık. Ölüm haber-leri dolduruyor odayı. Sanki her akşam ölüm boca ediliyor televizyondan. Haberler yine iç karartıcı. Bitmeyen bir tekerrür…

Mutfakta durulacak gibi değil, buz gibi. Öğleden kalan yemek ısıtıldı. Salata hazırlandı. Bir tepsi üstünde iki tabak, iki çatal, iki kaşık, su barda-ğı, ekmek, bir kâse içinde yoğurt, tabak dolusu turşu… Akşam yemeği için sofra özenle serildi. Sofraya karşılıklı oturdular. Anne, kız birbirleri-ne destek olmanın çabasında iki dost gibi.

“Şükürler olsun” dedi anne. Bir süre sonra kalan ne varsa tepsi üzerin-de mutfağa taşındı. Sofra kaldırıldı.

Masa üstünde imtihana hazırlık kitapları, defter, kalemler... Okumaya başlayıp da bir türlü bitiremediği kitabı masa üstünden aldı. Okumak bir sığınak gibiydi. “Okuyunca daha bir anlamlı hayat.” diye söylendi. Kita-bın ismini heceler gibi okurken sesi birden yükseldi.

Page 235: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

235

-Ne oldu kızım ? -Elimdeki kitabın adı… -Eee… Ne oldu ki ? -Yok bir şey anne. Televizyonu kapattı. Anne başını öne eğmiş, düşünceli bir hali var.

Yıllar önce gelmişti buraya. Yakınları şimdi çok uzakta. Kardeşleri ile küs değildi ama bir türlü görüşemiyordu işte. Arada aşılmaz dağlar var sanki. “Ah fakirlik, ah gariplik…” diye söylendi. Anılar kuşlar gibi uçuşup durur zihninde. Geçmiş günlere sığınırdı. Doğup büyüdüğü köy hiç aklından çıkmazdı ki…Nasıl unutur insan ana yurdunu ! Babasını hiç tanıyamamış-tı. Küçük yaşta iken yetim kalmış. Birkaç yıl sonra da annesi ölmüş. Hep acılara tanık. Köyde ağabeylerinin evinde büyümüş. Yaşadığı zorlukları anlatırdı bazen. Kış günlerini hatırlardı en çok da. Sonra dilinden hiç düşürmediği birkaç türkü ve gizemli masallar… Masal anlatmayı çok severdi. Hemen her akşam bildiği birkaç masalı döne döne anlatırdı. Anlatmaktan hiç usanmazdı. Çocuklarını o masallarla büyütmüştü. Kendi-si de masal anlatırken çocuklaşıverirdi. Rahmetli kocası bazen sesini yükseltirdi ama kim dinler. Çocukların ısrarı ile anlatmaya devam ederdi.

-Hey gidi günler heyy... Sobanın üzerindeki demliği alıp masaya doğru yürüdü. Tepside iki

bardak hazır zaten. Hemen çayları doldurdu. Çayların biri açık, diğeri demli. Şimdi iki can, iki yoldaş…

-Anne yakında her şey daha güzel olacak !.. -İnşâallah kızım. Dışarıda insanı ürperten bir tipi. Pencereye, kapıya hücum eden rüzgâr

korkuyu çoğaltıyor. Anne çayını alıp pencereye doğru yürüdü. Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Savrulan karlar küçük küçük tepecikler oluştur-muş. Pencerenin kırık yerinden içeriye yürüyen soğuk hava bir ân titretti. Geriye çekildi.

-Elif, bu sene kış iyi olacağa benzer. -Evet, kar dünden beri yağıyor.

Page 236: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

236

-Yağsın, aman yağsın da toprak suyunu alsın. Kışı iyi olan memleke-tin baharı da iyi olur derler.

Elif elindeki kitabı bir kenara bırakıp annesinin yanına vardı. Perde aralığından dışarıya korku ile baktı. Annesinin varlığı ile içindeki o kor-kuyu bastırıyordu. Ya annesine bir şey olursa… Söylemek, hatırlamak bile istemiyordu. O kara düşünceyi başından hemen savmaya çalışıyordu. Karanlık içinde ağaran kara baktı bir süre. Çocukluğunda yağan kar hep sevinç duyguları uyandırırdı onda. Kardan adam yapacağım diye, kartopu oynayacağım diye sevinirdi. Şimdi ise korku ve tedirginlik hali vardı üzerinde. Yağan kar, hayatın zorluğunu hatırlatıyordu sanki. Uzakta şehrin ışıkları… Perdeyi çekip annesine yakın oturdu.

-Anne, zaman ne de çabuk geçmiş. Okula başladığım yılı hatırladım şimdi. Bir kumaş parçasından diktiğin okul çantası hâlâ gözümün önünde. O çanta ile okula gitmek istemezdim. Ağlardım çanta alın diye, sızlanır-dım. Bir de devamsızlığım her geçen gün artıyordu. Hiç unutmuyorum, soğuk günlerde beni okula göndermek istemezdin. Kızım hasta olacak diye mi korkardın ?

-Ah kızım, fakirlik işte… Baban amele pazarına giderdi her gün; iş bulursa ne âlâ ama çoğu zaman eli boş dönerdi garibim. Kapıdan mahcup bir halde girerdi. O gün iş bulamadıysa hiç konuşmak istemezdi. Bir köşeye çekilip sessizce otururdu. İşte o günlerin zorluğu, sıkıntısı kızım. Hasta olmandan korkardım. Doktor parası, ilaç parası nerde !..

-Anne o fakirliğimize rağmen okuduk işte. Bir de şu imtihanı geçip göreve başlarsam, işte o vakit daha bir sevineceğim.

-Her zorluğun ardınca bir kolaylık vardır. Yeter ki sabret kızım, sabret bakalım.

Varı yoğu bir annesi bir de kitapları… Annesinden kitaplara, kitaplar-dan annesine doğru sürekli bir yolculuk. Yıllar yılı bu böyle. Kitaplar yaşanan hayatın üstünde, ötesinde bir zenginliği sunuyordu. Annesi ise hayatın gerçeklerini duyuruyordu. Lise yıllarında okuduğu kitaplar ile

Page 237: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

237

kendi içinde bambaşka bir dünya kurmuştu. Edebiyat öğretmeni bir gün sınıfta diğer öğrencilere örnek göstermişti onu, övgüyle söz etmişti. Hiç unutmuyordu o günü.

-Anne çayın soğudu. Neden içmiyorsun ? -Kızım bir ân için dalmışım. -Düşünme o kadar anne, bak sobamız yanıyor. Yakacağımız bu sene

yeter. Allah’a şükür kimseye de muhtaç değiliz. -Öyle ama kızım, yine de düşünüyor insan, kaygılanıyor. Yarın ne o-

lacak? -Allah kerim anne, hele ben şu imtihanı bir geçeyim. -Yıllarını verip çalıştın, çabaladın; nihayetinde fakülteden mezun ol-

dun ama bir de imtihan çıktı şimdi. - Her geçen yıl yeni bir engel çıkarıyorlar anne, hayat ne de zormuş ! - Hayırlısı … Gözleri iki kanepe arasındaki halının desenlerinde gezindi. Elif sanki

yitik bir nesneyi arar gibi bakıyordu. Bu dalıp dalıp gitmeler sıkça yaşa-nırdı. Ev birden sessizliğe gömülürdü.

Karın yağışı aralıklarla devam ediyor. Toprak damda biriken karı sa-bahleyin mutlaka kürümeli. Yoksa karlar eriyince dam akmaya başlar.

Köpeklerin uzaktan uzağa havlaması duyuluyor. Karanlık iyice çök-müş. Sokak bir ölüm sessizliğinde.

Elif kalkıp çayları tazeledi. Sobanın yaydığı sıcaklık insanda güven hissi uyandırıyor.

-Anne, ağabeyim uzakta şimdi. Babam vefat edeli de on beş sene ol-muş. Bir zamanlar şu evde dört kişiydik. Şimdi ise bir sen, bir de ben.

-Böyle konuşup da hem kendini hem de beni üzme kızım. Ne yapar-sın, yazgımız böyle imiş.

-Tamam da neden sıkıntıyı hep bizler çekiyoruz ? -Kızım şükret haline, daha nice dertliler var.

Page 238: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

238

-Anne şikayet ediyor gibi konuşuyorum ama bazen kendimi tutamıyo-rum işte, dilime geleni söylemek istiyorum. Bunalıyorum. Bir çıkış arıyo-rum, bir ışık…Sanki bir boşluğa, karanlığa düşüyorum. Elimden tutan olmayacak diye korkuyorum. İnsanın halleri işte. Bazen umutluyum, bazen karamsar…

-Sabret hele, sabret… Gün ola hayr ola !.. Kitaba döndü. Elleri bir süre kitabın kapağında gezindi. Kapakta bir

köprü resmi belirgin. “Mostar köprüsüne benziyor” diye söylendi. Nehrin iki yakasında ağaçların, çimenlerin yeşilliği hakim. Arka kapaktaki tanıtım yazısını tekrar okudu. Sonra kitabı kaldığı yerden okumaya devam etti.

Anne, elinde çay bardağını sıkıca tutmuş bir halde kızını izledi bir müddet. Sobada yanan odunların çıtırtıları duyuluyor. Alevler arada bir yükselip çekiliyor. Oda kapısına yöneldi anne. Kapıyı açıp kapattı.

-Şu kapı da bir türlü düzen almadı. Bak, yine tam kapanmıyor. -Ağabeyim gelsin de söyleyelim anne, baksın bir yol çaresine. Anne gün görmüş; hayatın acılarına, sevinçlerine tanık olmuş. Evinde

dağ gibi duruyor şimdi. Varlığı bir kuvvet, varlığı sevinç işareti. Anne yatsı namazını kıldıktan sonra bir köşeye çekilip uyumağa çalı-

şırdı. Artık dayanamazdı uykusuzluğa. Anne yorgun… Elif bazen şakalar yapar, güldürür; uyutmak istemezdi annesini. Kendisine yoldaş olanı kaybetmek korkusu belki de. Annesi uyuduğu zaman içinde bir korku başlardı. Yalnızlığın çoğaldığı zamanlar… Kimsesizlik derin bir sızı şimdi. Elif böyle zamanlarda daha çok okurdu. Kitaplardaki kişiler, duy-gular, düşünceler sarmalında kaybolmak isterdi adeta. Bir yanı çalışmanın, sabretmenin çabasında; bir yanı endişeli, korkulu. Sorular, yılan gibi sorular zihninde kıvrılıp duruyor. Uyumak, unutmak istiyor. Uyuyunca bütün dertlerden, sıkıntılardan uzaklaşıyor. Bu, yaşanan bir halden kaçış değil de nedir? Evet, bir süreliğine de olsa kaçmak istiyordu. Ya sonrası… Her gecenin sabahında aynı endişe ve korku ile uyanmanın getirdiği usanç, yılgınlık.

Page 239: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

239

“Ne zamana kadar bu çile? Mezuniyet sevincimi yaşatmadılar. Mezu-niyet bir kapı açmadı bana. Oysa hayallerim vardı. Gerçekleşmedi. Bunca yıllık emeğim heba olup gidiyor.” diye öfkeyle söylendi.

Demlik ve bardakları alıp mutfağa götürdü. Odaya kaçar gibi döndü. Soba neşesiz. Oda soğuk.

Bir süre tavanda gezindi gözleri. Toprak dam yağmurlu günlerde a-kardı hep. Sızan yağmur suları tahtalarda iz bırakmış. Hezenlerde yer yer çatlaklar görülüyor. Lambanın olduğu yerde hezen hafiften eğik. Bu evde çocukluğu, ilk gençliği; bu evde iyi günleri, kötü günleri…

Annesinin yatağını hazırladı. -Anne kalk artık , yatağın hazır. Burada böyle üşüyeceksin. Lambanın ışığı rahatsız etmişti. Elini gözlerine siper eder gibi tuttu.

Yattığı yerden doğrulup cevap verdi: -Sen daha uyumadın mı? Bu vakte kadar niye durursun, bilmem. Yat

da dinlen biraz. -Boş ver, düşünme beni anne. Senin yatağın hazır. Haydi bakalım

kalk artık. Anne istemeye istemeye yerinden kalkıp yatağa yöneldi. -Sen de uyu artık kızım. Bu günlük çalıştığın yeter. Elif bir cevap veremedi. Elindeki kalemi çevirip duruyor. Bir alışkanlık

hali bu; can sıkıntısı işte. Kitabı kaldığı yerden okumaya devam etti. -Kızım her gecenin bir sabahı var. Böyle kara kara düşünüp durma !.. Elif perde aralığından dışarıya bakıyor. Komşu evlerin ışıkları sön-

müş. Karanlık ve kar yığın yığın … -Bir gün ama mutlaka !.. Anne başını çevirip şaşkınlıkla sordu: -Ne söyledin kızım ? Anlayamadım. Elif, perdeyi kapatıp tekrar çalışma masasına döndü. Kararlı bir ses

evin içinde yankılandı: -Her gecenin bir sabahı var anne, her gecenin bir sabahı !..

Page 240: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

240

Mehmet HARMANCI

d.1972-Konya

DÖNE ÇİÇEĞİ

Kuşlar anlar ağaçların dilinden. Çiçeklerin dilinden börtü böcek… Köy yerinde bahar vakti ders işlemek güç olur. Tarlaya tapana gider çocuklar. Hayvan haşatla uğraşırlar. Bahar ilkin dağ eteklerinde teslim alır kışı. Karlar çekilir yükseklere. Karın kalktığı yerde binatlıdır kardelenler. Daha, daha diyerek baharın sancağını taşır yükseklere. Baharın sultanlığı-na ilk iltica leyleklerden... Onlardır "evvelûn". Onlar muhacirleri baharın. Onlar hacıdırlar: İlk muhacirlerin ülkesi Mekke'den gelmektedirler.

Şimdi İlyaslar'a da gelmiştir bahar. Arkadaşlar ders işleyemez olmuş-lardır. Okula gelen üç beş öğrenciyle ağaç gölgelerini serinletmekte, okul bahçesini mâmur etmektedirler. Okulun köşesinde koyu bir gölge olur. İncecik esen bir yel... Sıcaklar arttıkça oraya doğru sokulur, yaz gelince kendinizi tam köşede bulursunuz.

Orta üçüncü sınıf kızları çay yapar, su dağıtırlar. Ellerine de iş yakışır hani. Birinci sınıflar çevrenizde sorulardan bir ağ örerler. Bunaltıncaya kadar da vazgeçmezler...

Şimdi İlyaslarda okulun bahçesine diktiğimiz çiçekler açmış, tomur-cuklar patlamıştır. "Eğitim öğretim normal seyrinde sürmektedir."

Page 241: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

241

Umuttur öğrenciler! Onlarcasını önümüze katıp da başladınız mı der-se... dünyanın merkezi oluverirsiniz. Gürültülerinde kafa dinler, dertlerini paylaşarak mutlu olabilirsiniz ancak.

Bahar gelmiş neyime... Bu gürültüler baş ağrıtıyor sadece. Ambulans sirenleri... doktor anonsları... hasta ziyaretçileri... hepsi gittikçe anlamsız-laşan; anlamsızlaştıkça acı veren şu zalim gürültünün anneleri. Öğrencile-rim de gelmiyor, gelemiyor artık! Burası İlyaslara çok uzak. Burası met-ropol. İnsanlığa uzak...

Yalnızlığın kuyusu hastaneler... koğuşlar... demir sedir, kuru döşek... Ağrıyan azalarım, çürüyen etimle yatağa bağlıyken bile yaşamaya azm ü cezm ü kasdettiren şey: öğrencilerim. Onların düzeltilmeyi bekleyen bozuk Türkçeleri... Binlerce soruyla yollarımı gözleyen bakışları; payla-şılmayı bekleyen dertleriyle umudum öğrencilerim.

Bir de şu yeniden yeşeren döne çiçeği. Döne çiçeği demişsem böyle bir çiçek türü olduğundan değil. Bitkibilime göre bu çiçeğin adı kim bilir nedir? Bana göre o, döne çiçeği. Onu bana Döne getirmişti, mezun olma-dan önce. "Nedir bu çiçeğin ismi Döne?" dedim. "Ne bileyim, çiçek işte hocam." dedi. "Öyleyse, bu 'döne çiçeği' olsun." demiştim ben de.

Bu metropol hastanesinde... bu yalnızlık kuyusunda... sabır yatağında bu acıyla savaşırken bu kadar söyleten, çocuklarımı özleten şey bu çiçek...

Doktorlar, hızla iyileştiğimi söylüyorlar. Öbür döneme dönersin oku-luna, diyorlar. Zaten sonbaharda ölü olarak getirdiğim döne çiçeğim de yeşermedi mi?

Artık keder yok bana!

Page 242: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

242

Himmet KARATAŞ

d.1972-Antalya

YAYLA ÇİÇEĞİ I. Yağmurlu bir şubat günüydü. Uzun ve yorucu bir yolculuğun son basamağında İlçe Milli Eğitim

Müdürlüğünü sordu, direksiyona tutunarak durabilen sürücüye. El kol hareketleriyle karışık bir şeyler söyledi. Söylediklerini anlamadı bile… Onun işaret ettiği yöne doğru yürüdü. Yüzüne vuran yağmur taneleri bir türlü yatışmak bilmeyen heyecanını okşuyordu. Onu , hiçbir sokağını bilmediği bu kasabaya –evet ilçeden çok bir kasabayı andırıyordu- bırakan köhnemiş yolcu otobüsü , yüzünde yağacak bulutlar taşıyan yolcuları ile gözden çoktan kaybolmuştu.

Tedirgindi . İlk bakışta anlaşılabilirdi yabancı olduğu. Mahzun ve ağırdı devinimleri… Bir şeyler arayan –belki de tanıdık bir

yüz - soran bakışlarının ardında dönüşü olmayan bir yolculuğun yorgunlu-ğu vardı.

Ürperdi merdivenleri çıkarken. Bu büyük ve ışıklı koridorda daha çok üşüyordu. Okulun bulunduğu

köye gidemeyeceğini, gitse bile bugün dönemeyeceğini öğrendiğinde pardesünün içinde yok olup gitmişti adeta. “ Gidip de dönülemeyecek köyler de mi vardı? ” İnanmak istemedi buna… Bir gece boyu süren yolculuğunda neler hayal etmişti oysa…(Asfalt yolun ikiye böldüğü uzun

Page 243: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

243

serviler ardında kırmızı kiremitli evler…Az ötede şırıl şırıl akan bir de-re…Ve okul…Ve ağaçlar,ağaçlar küçük köyün semaya uzanan elleri….)

Merdivenlerde sadece saçları ıslaktı. Şimdiyse bütün düşleri… Yağ-mur, kumlara yazılan sevi sözcükleri gibi alıp götürmüştü hayalleri-ni…Denizaşırı memleketlere.

İlçeye gelişinden birkaç gün sonra gidebildi köye. Issız bir ovanın ortasında uzayıp giden yolda ilerliyorlardı. Çamurlu

ve kaygandı yol. Ağaçları görmek istedi en çok. Çiçekleri ve güneşi… Yoksa umut hayallerinin sınırları içinde mi kalmıştı? Gün açmaz mıydı buralarda?

Aralıksız Neşet Ertaş dinleyen bu sürücü nerelere götürüyordu onu? Bu yol cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle varolabilen bir bahçede mi bitecek-

ti?.. Bir an geriye dönse öğrenciliğini yakalayabilir miydi? Bir an bile olsa o birlikteliğin mutluluğunu tekrar yaşayabilir miydi?

Artık hiçbir şey düşünemiyordu. Durdu birdenbire çarpan yüreği. Her şey durmuştu, yağmur dahil… Ovanın ıssızlığı çöktü yüzüne. Sarardı ve bir yağmura döndü gözleri.

Binlerce çiçek birden açtı yüzünde… Şoföre baktı. Mavi bir önlük giymiş-ti. Gülümsüyordu…Tebessümü çiçeklere bir teğet geçti.

Sürücü görmedi yüzünde açan çiçekleri… “ Hoca, ” dedi, “ Buraların güzel yoğurdu olur. Bütün yayla köyüdür

buralar. ” Sustu. İçeride rahatsızlık veren bir sessizlik büyüyordu. Aynaya baktı. Sol-

gun bir resimdi gözüne çarpan . Geride kalanlar bu resimde çoğalıyordu. Şoför aynayı yerinde göremeyince ürperdi. Değişti birdenbire yüzün-

deki perde. Elini uzatıp bir gül aldı aynanın yerinden. Kaygılarına yenili-yordu. Çamurlu ve kaygandı yol. Çantasında çarpan bir yüreği taşıyordu.

Page 244: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

244

Şoförden gizledi vuruşlarını. Yüzündeki çiçeklere dokunuyor. yollara da atıyordu onlardan…Yollara çiçek…Yolculara muştu…

Her yer buz tutmuştu. Kuru bir dal kırılır gibi sesler çıkıyordu her a-dımında. Bütün kemikleri kırılıyor, tekrar toparlanıyor sonra tekrar dağılı-yordu…

Şoför çiçek tarlasında yolunu kaybetmişti. Hava iyice kararmış, gök-yüzü yeryüzüne kavuşmuş gibiydi. Çantasındaki yüreğini verdi ona. Yolu o gösterecekti çünkü…

Şoför, mavi önlüğünü çıkarıp uzattı ona…

II. Sağır edercesine sesler çoğalıyordu kulağında. Başını ellerinin arası-

na almış dişlerini kenetlemişti. Nefes alamıyordu. Elini uzattı okul müdürü, “Hoş geldiniz! ” diyerek. “ Çiçekler..” dedi, ” Yolumuzu….” Konuşamıyordu. Müdür görmedi

çiçekleri. Tuhaf bir mahzunluk vardı yüzünde öğretmenlerin. “ İlk atama mı? ” “ Memleket neresi? ” “ Hangi okulu bitirdiniz? ” “………………….” Müdür, elinde göreve başlama yazısına bakarken ilk yıllarını -

Erzurum yaylalarını- hatırladı . Çocuklar ellerinde kardelenler oradan oraya koşuşturuyordu.

“ Çay alcen mi hoca? ”dedi ihtiyar hizmetli. Çayından dem düşülmüştü biraz. Bir parça hüzün dalı atılmıştı içine

belli ki… Uzun yoldan gelenlere köylülerin bir ikramıymış bu. Buruk bir tadı vardı çayın. Yayla çiçeği kokuyordu ama…Bu kokuya bayıldı.

“ Sizi sınıfınıza götüreyim, ”dedi müdür. Erzurum ayazı kadar keskin sesiyle.

Page 245: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

245

Hiçbir şey söyleyemedi çocuklara… Öylece kalakaldı yüzlerce soru yüklü bakışların karşısında. Evet bu ânı hiç unutmayacaktı. Korkulu, suskun ama soru yüklü bakışları da…

“ Çocuklar”, dedi müdür: “Bundan sonra sizi yeni öğretmeniniz oku-tacak…”

Tahtaya ismini yazarken tuhaf bir çocukluk dağıldı yüzüne. Tebeşir ne kadar da beyazdı öyle… Her yer bembeyaz kesilmişti. Çiçekler…. Çiçekler yoktu! Ha bire çocuk sesleri geliyordu dalgalanan beyazlar arasından. Çocukların ellerinde kardelenler, bir kurşun gibi sıyırdı yüreğini. Bendini zorlayan bir ırmaktı heyecanı. Susturmak güçtü. Üstelik gurbete düşmüştü. Buradan yükselen feryat aks-i sedasız giderdi. O kadar uzaktı memleketi…

Çayından dem düşülmüştü biraz. Biraz hüzün dalıydı rengi veren. “ Alışırsın, ” dedi müdür. “İlk gün olur böyle şeyler.” Erzurum yay-

lalarını hatırlamıştı. Öğretmenliğinin ilk günlerini… “ Müdür bey, ”dedi. “Buralarda hiç çiçek açmaz mı?

III.

Akşamdı. Güneş çok uzaklarda, bir tepenin ardında kaybolup gitmişti. Yüzünde

yağmur yüklü yolcuları anımsadı. Gözleri ufukta öylece kalakaldı. Çocuklar koşuyordu ona doğru. Koşuyor koşuyor yetişemiyorlardı. Rüzgara tutunup saçlarına karıştı çocuklar… Kanına karıştı… Bütün hücrelerine.

“ Güneşi yakalayalım! ” dedi çocuklara.. “Haydi, verin elinizi!” Öğrencileri el ele tutuşmuş, etrafında dönüyorlardı. Yer-gök çiçek

yağmuruna tutulmuştu… Çiçek yağıyordu saçlarına, yüzüne…-Yağmuru severdi çünkü.-

Bir resim düştü cebinden yere. Eğilip aldı onu birileri… Baktı. Kurşunkalemle çizilmiş bir yayla çiçeğiydi. Hiçbir şey anlamadı….

Page 246: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

246

Abdullah HARMANCI

d.1974-Konya

BENİ ALMAYA GELEN BULUT

Şair Ahmet Aka’ya

Bir gün öğrencilerimden birini, caddelerden birinde gördüm. Simit sa-tıyordu. Başında eprimiş bir kep. Üstünde renkleri birbirine karışmış ekose bir gömlek. Ayağında dedem zamanından kalma, sarısı iyice bozulmuş bir “mekap”. Dudağının ucunda izmaritine kadar içilmiş, dumanı bitmiş bir Samsun.

Beni görünce sigarasını, bir hürmet ifadesi olarak, sözümona belli etmeden, üç tekerli simit arabasının altına bırakıverdi. Yüzünde mahcup çizgiler.

Sorulması gereken soruları sordum. Verilmesi gereken cevapları verdi. Aradan her zaman olduğu gibi, yıllar, teneffüsler, dersler, tatiller, yazılılar, karneler, “bak ödev yapmayanları ben ne yapıyorum alimallah”lar gelip geçmiş, “öğrencilerimden biri” büyümüş, aklı başında laflar eder olmuştu. Bizimki de iş değil ki hocam, diyordu, zamanında olacakmış ne olacaksa, diyordu, millet parayı “hamuduyla” götürüyordu. Hayat okuldaki gibi değildi. Askerlik yaklaşmıştı. Nişanlısının babası bir taraftan hık mık ediyor, nişanlısı bir yandan somurtuyordu. Bizimki de iş değilmiş, hocam, diyordu. Hata etmişiz hocam. Baştan bir sanata başlayacakmışız. Şimdi ben bu okulu bitirsem ne olacak? Bitirmesem ne olacak? Valla Allah sonumuzu hayreylesin amma…

Page 247: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

247

Tavırlarında vaktinden evvel olgunlaşmış bir insanın ağır başlılığı. Sakinliği. İçimde bir yerlere dokundu bu çocuk. Sesinin kasveti gözlerime doldu, doldu… Ayrılacak oldum, elime davrandı. Estağfurullah dedim, hadi hayırlı işler Muratçığım…

….. Bir gün öğrencilerimden birini, vitrinlerden birinin önünde gördüm.

Bileğine bağladığı ince eşarp da, gerdanının üzerine bıraktığı fular da, halka küpelerinin ortasında sallanan elips küreler de, alt dudağının altına sapladığı pirsing de, baş parmağına taktığı yüzüğün oval taşı da, belindeki kemer, spor ayakkaplarını saran kalın şerit de… hepsi “mor”du. Yüzünü vitrin camının yansımasından görebiliyordum. Bir an, vitrinde gördüğü bir ayakkabının güzelliğine dikkat çekmek için, iki eliyle arkadaşının kolunu hızla asıldı. Arkadaşı sakız çiğniyordu. Boyu iki metre kadar vardı. Elleri-ni kotunun ceplerine sokmuştu. Kemerine taktığı küçük teypten fışkıran this is my life bana kadar ulaşıyordu. Arkadaşı onunla ilgilenmiyor, ayak parmaklarının üzerinde vücudunu esnetiyor, esnetiyordu. Az sonra tramp-lenden havuza dalış yapacak bir yüzücüyü andırıyordu.

Zihnim, tam da bu “yüzücü benzetmesi”yle meşgulken, ummadığım, beklemediğim bir şey oldu. Öğrencilerimden biri, beni, vitrin camının yansıması içindeki beni, kendisini izleyen beni gördü! Hızla döndü. Birkaç kısa adım atıp iki kolunu birden sonuna kadar açıp Hocammmm!!! diye haykırır haykırmaz küçük gövdeme sarıldı. Oradan geçmekte olanlar bize baktı; bu mutlu genç kızı ve bu şanslı orta yaşlı adamı görmek için bir saniye başlarını çevirip yollarına devam ettiler. Bu sırada, iki metrelik arkadaşı, sakız çiğnemeyi, ayakları üzerinde esnemeyi ve this is my life’ı bir an için unutup döndü. “Kız”ının sarıldığı adam orta yaşlı görünüyordu, çelimsiz biriydi ve iddiasız giyinmişti; “tehlike” yoktu, işler yolundaydı; sol tarafındaki vitrine doğru adımladı.

Bedenime sarılan mor “hale”yi büyük bir zorlukla sakinleştirip kendi-siyle söyleşilebilecek bir insan haline getirdim. Sorulması gereken soruları sordum. Verilmesi gereken cevapları verdi.

Page 248: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

248

Hocam en süper hocamız sizdiniz yeminle… Siz başkaydınız, siz… Hocam duydunuz mu, Necati “Popstar”a çıktı… Millet gülmekten yıkıl-dı… Okan’la tanıştırmadım sizi değil mi? Okan erkek arkadaşım hocam, bakmayın biraz odundur ama… Aaa hocam, bizim devreden Murat vardı, hani çilliydi, şu ilerde simit satıyor da, eğer yolunuz düşerse…

….. Bir gün öğrencilerimden birini, televizyonlardan birinde gördüm. Şarkı

söylemeye çalışıyordu. Askılı bir atlet giymiş, pazulu kollarını açığa çıkar-mıştı. Söylediği şarkıyı hiç duymamıştım. Öğrencilerimden biri şarkısını söylerken, jüri üyelerinden biri kahkahalar atarak güldü. Öğrencilerimden biri, şarkısını yarım bırakıp ağlamaya başladı. Çocukla kimsenin ilgilendiği yoktu. Üyeler kendi aralarında konuşuyorlar, biri diğerini elindeki yelpazeyle serinletiyordu. Öğrencilerimden biri, kendine bir şans daha verilip verileme-yeceğini sordu. Bunun üzerine jüri üyeleri yeniden güldüler. Kanal değiştir-dim. Birkaç saniye sonra yeniden aynı kanala döndüm. Hâlâ öğrencilerimden birini gösteriyordu. Ona bir hak daha tanımış olmalıydılar. Bu defa hareketli bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ya da bana öyle geldi. Jüri üyelerinden kadın olanı (saç uçları yandaki üyenin yelpazesiyle havalanıyordu), öğrenci-lerimden birine uzun uzun baktıktan sonra, olmadı Necati, dedi, üzgünüm, gidebilirsin… O zaman, Necati, ansızın dizleri üzerine yığılıp, lütfennnn, dedi, lütfennnn… Ama lütfennnn…

Televizyonu kapatıp balkona çıktım. Karanlık göklerin ortasında bir bulut, kapkara bir bulut, devâsâ bir bulut gördüm. İçinde binlerce küçük helezon kaynaşan, kaynaşan, kaynaşan bir buluttu gökteki. Beni almaya gelmiş bir gemi, dedim karıma, beni almaya gelmiş olmalılar, hadi karıcı-ğım, başka bir zaman diliminde, yeni konuklar eşliğinde yeniden görüşmek dileğiyle! Her zamanki garipliklerimden birini yaptığımı düşünen karım, elindeki yemek dergisinin sayfaları arasında derinleşirken, ben bulutun yumuşacık kollarına bıraktım kendimi. Bıraktım, bıraktım, bıraktım…

Belki Murat’la Selin’i de alırız yoldan. Necati’yi görürsek teselli ederiz.

Page 249: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

249

Osman KOCA

d.1975-İstanbul,

HASRET Gelmedi... Ertesi gün gelmedi... Daha ertesi günler gelmedi... Meraklanmıştım. Okuldan çıktığımız gibi bir solukta vardığımız şirin

tepeciğimiz, onsuz adeta teslim bayrağı göndere çekilmiş bir kale gibiydi. Tepeyi ellerine geçirmek için her türlü hileye ve kurnazlığa başvuran aşağı mahallenin çocukları karşısında, o olmadan hiçbir varlık gösteremiyorduk.

Kalemizin her düşüşünde yaşadığımız ezikliği, kekremsi kokusuna rağmen acı bir hap gibi yutmak zorunda kalmanın çaresizliğiyle arkadaş-larla göz göze gelmekten kaçınıyorduk.

Yenik ordular kadar sahipsiz, ekinler gibi çürümüş, çil yavruları misa-li dağınık haldeydik yani.

Çok zaman imrenerek bakardık bir vakitler bizim olan, bizden biri saydığımız tepeciğimize. Sürgün havasıyla geçmek bilmeyen uzun saat-lerde, hep onu ve dolayısıyla tepeciğimizin gönderine çekeceğimiz bayra-ğımızı hayal eder dururduk. Bayrak dediğimiz de Sevda’nın evinden aşırdığı kenarları oya işlemeli, ortası beyaz bir gül deseniyle bezeli iki metrelik masa örtüsü, bir bez parçası yani.

Ama o denli kıymetli ve değerli mi değerli... Devrildi güneşler... Üstüne üstüne devrildi aylar... Ama gelmedi... Bir türlü gelemedi Oğuz... Yokluğuna akıl sır erdiremedik. Bir yanımız çocuktu çünkü. Saçları-

mız üç numara, üstümüz başımız her ne kadar kirlenmiş olsa da fiyakalı ve

Page 250: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

250

hedeflerimiz en az tepeciğimiz kadar yüksekti... Ya göğün asık suratı ağlıyor yahut yağmur yağıyordu şehre. Böylesi vakitlerde bir başına kalırdı tepeciğimiz.

İstilasız, hücumsuz, savunmasız... Annemle mutfakta konuşurken duymuştum canım babamı. Oğuz’u,

Siyami bilmem nereye yatırmışlar. Hastaymış. Göğüs kafesinde ve kalbi-nin çeperlerinde genişleme varmış. Bizim Minnoş’tan, kafesin ne demek olduğunu biliyordum ama çeper daha önce hiç duymadığım bir sözcüktü. Babacığıma sormaya cesaret edemedim. ‘Olsun sabah öğretmenime sorarım’ diye geçirdim içimden. Ne de olsa o, her şeyi bilir. Bir çırpıda deyiverir çeperin ne demek olduğunu... Sabah oldu, okula gittim, sordum çeperi. Duvar, bölme, zar dedi öğretmenim.

Demek ki dedim içimden, kalp de bir ev gibi... Duvarı, bölmeleri var. Ama zar, iyi bir şey olmasa gerek diye düşündüm. Soğanın zarı vardı çünkü. Bir de sözlükten çok bizim sokağın kahvesinden öğrendiğim zar tutan insanlar kötüydü...

Siyami kim, kimse nerede oturuyor? Açık adresi falan vardır kesin. Öğretmenim bilir. Her şeyi bilir o.

Siyami’yi de, uzayı da, matematiği de, hayat bilgisini de, feni de... Yağmur yağmadı ertesi sabah. Açıldı göğün perdeli yüzü. Tepeciği-

miz yine işgal altındaydı. Direnemedik. Yediğimiz çamurların, sövgülerin haddi hesabı yoktu.

Çünkü havada bulut, yanımızda Oğuz yoktu... Nihayet Nisanın 25’inde geldi okula. Saçları kazılıydı. Ağzında ma-

vimsi bir poşet. Ela gözleri çukurlaşmış, gözbebekleri yumrulaşmış, iri gövdesi bir deri bir kemik kalmış. Tepeciğimizi yitirdiğimiz anlarda olduğu gibi şaşakalmıştık Oğuz’u bu garip halde görünce. Sorduk. Ko-nuşmaması gerekiyormuş. Bilmem ne ‘siyon’ kaparmış yoksa. Herhalde mikrop ve virüs gibi bir şey olsa diye düşünüp sormadım öğretmenime. Nuran, iki gün önce bayram için aldığı kıyafetlerini anlattı ballandıra

Page 251: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

251

ballandıra. Sevda, sunduğu mini gitar resitali, Yeşim açtığı sergiyi söyledi. Sınıfın züppe çocuğu Mıstık yeni aldığı cep telefonunu gösterdi.

Ama hiçbir tepki göstermedi Oğuz. Tıpkı sinirleri çekilmiş bir diş gi-bi, bembeyazdı yüzü. Meğer vedalaşmaya gelmiş. Çıkarken hüzünle baktım donuk gözlerine.

“Tepecik” dedim Oğuz’a, “Sen gittiğinden beri yalnız ve öksüz.” Biliyorum dercesine kırptı gözlerini. Sol yanağındaki gamze, bir gül

gibi açılıverdi. Yahut bana öyle geldi. Hasretle baktım ardından. Genzim yandı. boğazım kurudu. Koridorda

koştum ardı sıra. Yarısında yetiştim. Dokunsalar ağlayacak gibiydim. Yutkunarak son bir gayretle; “Nereye gidiyorsun?” diye sordum.

Oğuzun kemikli, damarlı ellerinden tutan irikıyım adam, dingin göv-desinden beklenilmeyecek incelikteki kadınsı sesiyle cevap verdi:

“Oğuz, Rize’ye gidecek bir süreliğine...” Yürüdüler birlikte. Ardını dönmeden ekledi gizemli adam: “Yeşille mavinin kavuştuğu yere, memleketine gidiyor Oğuz. Uzunca

bir tatil için...” “Peki ya ne zaman dönecek?” diye sormak, daha doğrusu haykırmak

istedim. Çıkmadı sesim. Ağır ağır, sanki salına salına, sanki düşecekmiş gibi yürüyordu Oğuz... Baktım ardından. Bakakaldım koridoru bitirip merdivenlerden inene

kadar. Adam, Oğuz’u kucağına aldı. Bahçenin girişine bakan pencereye seğirttim ben bu arada. Onları gözledim. Oğuz, bir ambulansa bindirildi.

Sirensiz, tepkisiz, gürültüsüz gidiverdi ambulans... Tepeciğimize koştum hemen. Bir daha asla bizim olamayacak tepeci-

ğimize. Oturdum... ve... doyasıya ağladım... O günden sonra gelmedi bir daha Oğuz... O günün ertesi sonralarında da öyle... En ertesi sonlarda bile... Yoktu işte...

Page 252: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

252

Çağrı GÜREL

d.1976-Osmaniye

YAKA

Seni içine çeken toprak orada, bütün canlılığıyla duruyor. Sen gittik-ten sonra biraz bakım yapılmış o kadar. İlerideki ana caddeden araçlar aynı şekilde geçiyor. Aynı şekilde seyrediyoruz onları, renk yarışı yapıyo-ruz, bugün en çok mavi renkli araçlar geçti.

Geliyorlar, geçiyorlar ve gidiyorlar. Bak, karşıdaki bayırda ağa-beyin Barış koyunları güdüyor yine, ablan Hülya, ağabeyine, annenin hazırladığı azığı götürmüş eve dönüyor. Bilirsin “yaşı büyüdü” denip okulu bırakalı bir hayli oldu. Aynı sırada otururdunuz.

Küçüğün Bayram’ı yaşı tutmasa da okula aldık. Senin okula ilk başla-dığın zamanlardaki gibi onunla da tarzanca konuşup anlaşıyoruz. Arkadaş-larına çabuk alıştı. ‘Ömer* Ağabeyin Cennet’te’ diyoruz ona… Merak etme, emanetindir.

Annen, babanın acısına sabrettiği gibi senin de gidişine alışmaya çalı-şıyor. Bütün eşyalarını ceviz sandığına kaldırdığını söylüyor, 5’lerle dolu karneni bile. Önlüğünü, pantolonlarını, kazaklarını, sen göçüp gitmeden karne hediyesi olarak verdiğim mendili...

Çeşme gibi akardı burnun, lakabın Çeşme’ydi, hatırlar mısın? Giderayak geldim yanına. Sana veda edeyim dedim. Kusura kalma, bir

mezar taşı bile yaptıramadık sana. Söyledik, annen kabul etse de öyle

Page 253: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

253

havada kaldı sözümüz. İmam Seyda izin vermedi. ‘Hayır hasenat yapacak-san yardım et, durumları iyi değil, hem bizim kültürümüzde böyle şeye yer yok’ dedi. Doğru da der. Baksana, babanın da yeri seninki gibi. Hiçbir şey yapılmamış, etrafı çevrilmemiş bile…

-Öretmenim, öretmenim! -Söyle Mehmet Ali. -Seni Eyüp Öretmen çağırıyo öretmenim. -Hayırdır, servis mi geldi yoksa? -Yok öretmenim, şey, imzalayacağın bir kaç kâğıt kalmış. Biraz çabuk

olmanı söyledi. -Olur oğlum, geliyorum, sen git hemen geliyorum. -Tamam öretmenim. -Şey, Mehmet Ali, Mehmet Ali! -Buyur öretmenim. -Gel hele, oğlum, gel, şey… Ben gidiyorum ya bugün, asker öğret-

menlik bitti artık. Eski okuluma dönüyorum. Diyorum ki, senden bir şey istesem.

-Ne öretmenim, emredin? -Bak, diktiğimiz çiçeklerin yanına yenilerini diktim. Buraya şöyle ara

sıra su taşıyıp arkadaşının mezarını sulasan. -Ne demek öretmenim, başım gözüm üstüne, isteyin her gün... Zaten

bilirsiniz; Ömer benim de can ciğer arkadaşımdı. -Hah! Aferin, sana zahmet, iyi bakasın buraya. -Sen merak etme öretmenim. -Sağol, son isteğim de... -Buyur öretmenim.

Page 254: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

254

-Şuraya mezarın yanına yanaş da üç gulhu bir elham oku. O güzelim sesinle oku da Ömer’le birlikte dinleyelim. Nasıl olsa caminin şu yaşta müezzini sensin.

Ve Ağrı Dağı’na doğru ünlenen güzel bir nağmenin yanına neler ka-

tılmıyor ki… Şimdi geride bir okul var, arkadaşların, evin, ailen ve küçücük bir

dünya. Önümüzde uçsuz bucaksız çorak topraklar. Yanımızda Ağrı Dağı. İleride sen... ... Bir büyük köy uzaklaşınca küçülüyor. Servisin peşinden koşa koşa

yorulan öğrencilerimin elleri havada. Öğretmenler, üzgün olduğumu bildiklerinden minibüsün arka tarafını bana ayırmışlar. Ellerim havada. Birden yan camı açıp seğirtiveriyorum dışarıya. Ellerim, gövdem dışarıda.

Hiç görmemiştim köyün bu şekilde bulutlarla kaplı olduğunu. Belki de geri dönüp hiç bakmamıştım.

Rüzgâr doluyor içime. Köyün bütün nefesini kucaklıyorum. “Gitmesen olmaz mı öretmenim?” “Gitmesem olmaz (mı?)” Birazdan o köy kaybolacak. Yokuşu aşınca bir resim kalacak geriye.

Bir tebessüm etmeyi unuttuğum çocuk kaldı mı Allahım? Şoseyi kıvrılıyoruz artık. Köy iyice gözden kaybolmaya başlıyor. Yol

kenarında, kavak ağaçlarıyla çevrili, beyaz badanalı, tezek kokulu bacası ve birazdan başları önlerinde, yerden okul çantası olarak kullandıkları poşetleri alarak birbirlerine hiçbir şey demeden, diyemeden, şakalaşama-dan evlerine doğru gerisin geriye gidecek öğrencileriyle yalnızlığına bürünecek iki sınıflı okul, bütün samimiyetiyle selamlıyor beni, Ömer

Page 255: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

255

selamlıyor. Köy selamlıyor; kapıların önüne çıkmış yaşlılar, camiden imam, yolun altında virana dönmüş evlerin altında kalanlar ve yine tarla-larda çalışan adamlar, kadınlar, koyun süren çobanlar, ırmak, mezarlık, Ömer, Virandağ, Ağrıdağı, hepsi… Ömer selamlıyor…

Birazdan kaybolacak Allahım. Birden: -Dur! -Ne Hocam! -Nuri bir dakka. -Niye Hocam? -Ya dur, dursana! Ani bir fren. -Bir dakika. Kusura bakmayın, bekletiyorum hocalar. İniveriyorum minibüsten. Minibüsün durduğunu görünce çocuklar

tekrar koşmaya başlıyorlar. Ellerimle durmalarını gerektiren bir işaret yapıyorum onlara. Anlıyor bir çoğu, sonra da geri kalanı...

El sallıyorum, el sallıyorlar yine. Minibüstekilerin gülüştüklerini tah-min edebiliyorum. Öğrenciler vedalaşmak için okulun önünde sıra olduk-larında, vedalaşmadan evvel tahtaya yazdığım kelimeler dökülüyor dudak-larımdan. Yarın görecekler ama, ben yine de, avazım çıktığı kadar haykı-rıyorum:

Sizi seviyorum!. *( Ömer: Bir tatil günü tarlada çalışırken elektrik kablolarının top-

rakla teması sonucu hayatını kaybetti. İkinci sınıf öğrencisiydi.)

Page 256: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

256

YAZARLAR SÖZLÜĞÜ ABASIYANIK SAİT FAİK: (Adapazarı, 1906- İstanbul,1954) Bursa Erkek lisesi ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki öğrenimini yarıda bıraktı. İsviçre’de bir süre İktisat öğrenimi gördü. İstanbul’a dönünce kısa bir süre öğretmenlik yaptı. Ardından ticarete atıldı. Bu işte başarılı olamayınca geçimini yazarlıkla sağla-mak amacıyla gazete muhabirliği yaptı. Nerdeyse bütün ömrünü annesiyle birlikte Burgaz adasındaki köşklerinde geçirdi. Hikaye ve şiir türlerinde eserler verdi. 1934’ten itibaren kendini bütünüyle öyküye veren yazar; denizi, emekçileri, çocukları, yoksulla-rı, işsizleri, balıkçıları yalın ve şiirsel bir dille anlatarak Türk edebiyatına yeni bir öykü anlayışı getirdi. Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Havada Bulut en tanınmış kitaplarıdır. AĞAOĞLU, SAMET: (Bakü, 1909-İstanbul,1982) İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Ekonomi ve Ticaret bakanlıklarında avukatlık, milletvekilliliği ve bakanlık yaptı. Varlık ve Yücel dergilerinde yayımladığı hikâyelerle dikkat çekti. Psikolojik tahlillere önem verdiği hikâyelerinde Dostoyevski’nin tiplerine benzer bulunan suça eğilimli, kuruntulu tipleri işledi. Hikâye dışında anı, inceleme gezi türlerinde de eserler verdi. Öğretmen Gafur, Büyük Aile, Hücredeki Adam, Babamdan Hatıralar, Arkadaşım Menderes… en tanınmış eserleridir. AKBAŞ, A. VAHAP: (Batman, 1954-)Batman Lisesi ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Milli eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yönetici-lik yaptı. Şiir ve yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. Bir süre Yeni Devir gazetesinde kültür-sanat sayfasını yönetti. Şiir ve roman dallarında çeşitli ödüller aldı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Efgân, Gül Kıyamı, Kuş Olsun Yüreğim, Dünyayı Kaplayan Ağaç, Mavi Sesli Şiirler, Hüzün Coğrafyası, Bir Şehre Vardım… AKKUŞ, TAKİ: (Sivas, 1947-)Sivas İlk öğretmen okulunu bitirdi. Uzun süre öğret-menlik yaptı. Edebiyatla ilişkisi öğrencilik yıllarında başladı. Ilgaz, Oluşum, Karşı Edebiyat, Edebiyat81, Öğretmen Dünyası, Yogoslav Çevrem, Temmuz, Dönemeç, Eylül, Öykü, 4 Eylül Ortak Kitap, Berfin Bahar, Dergibi, Birikinti, İzedebiyat, Edebiyat Dünyası, dersimiz forum, gibi dergilerde öyküleri yazıları yayınlandı. ALTUNKOZAOĞLU, ZAFER: (Artvin, 1955-) Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümünü bitirdi. Erzurum Pasinler Lisesi'nde, Tekirdağ Anadolu Lisesi'nde, Çorlu M. A. E. Anadolu Lisesi'nde, özel bir dershanede ve Çorlu Reşadiye İ. Okulunda yöneticilik ve öğretmenlik yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı'nın düzenlediği: 1992 Çocuk Kitapları Yarışmasında üçüncülük, 1993 Öğretmenler Arası Ödüllü Kitap Yarışmasında mansiyon aldı. Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle Türk Edebiyatı Vakfı'nın düzenlediği 1982 Çocuk Yayınları Yarışmasında birincilik, 1996 Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında üçüncülük, 2001 Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında birincilik

Page 257: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

257

ödülleri aldı. Geceler ve Gündüzler, Dağlar ve Atlar, The Scarlet Crane, Yolculuk Düşünceleri basılan diğer eserleridir. BARAN, ETHEM: (Yozgat, 1962-) Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Plânlaması bölümünden mezun oldu. İlk desen, resim ve öyküleri 1978 yılında Hisar dergisinde yayımlanmaya başladı, daha sonra çeşitli dergilerde öykü, deneme, eleştiri ve desenlerine yer verildi. İlk öykü kitabı Sonrası Ayrılık 1991 yılında yayımlandı. İkinci öykü kitabı Kurutulmuş Gül Mevsimi ile Türkiye Yazarlar Birliği 1994 Hikâye Ödülü’nü, Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı ile 2005 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazandı. Bozkırın Uzak Bahçeleri adlı son öykü kitabı 2006’da yayımlandı. BUĞRA, TARIK: (Akşehir,1918 –İstanbul, 1994)Lise öğreniminden sonra çeşitli aralıklarla İstanbul Üniversitesi'nin Tıp, Hukuk ve Edebiyat fakültelerinde ikişer üçer yıl okuyup vazgeçti. Akşehir'de çıkardığı Nasrettin Hoca gazetesi ile gazeteciliğe başladı. İstanbul'a gelince Milliyet, Yeni İstanbul, Haber ve Tercüman gazetelerinde fıkralar yazdı, sanat sayfaları düzenledi. Haftalık Yol dergisini çıkardı. Hikaye, roman, gezi türlerinde eserler verdi. Eserlerinden bazıları: Oğlumuz, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Düşman Kazanmak Sanatı, Küçük Ağa, İbişin Rüyası, Firavun İmanı, Osmancık… BULUT, ŞEVKET (Kilis, 1936-, K. Maraş, 1996) Erzurum Tekniker Okulunu bitirdi. Çeşitli kurumlarda inşaat teknikeri olarak çalıştı. Askerliğini yedek subay öğretmen olarak yaptı. Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Milil Kültür, Töre gibi dergilerde hikâyeleri yayımlandı. Hikayeleri Al Karısı, Sarı Arabalar, Dilek Çınarı, Kefensiz Ölüler, Sınırdaki Tarla, Yıkık Minare, Baharı Göremeyen Çocuklar isimli kitaplarında toplandı. CANAN, NEVZAT: (Kırklareli, 1961-) Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakül-tesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Halen öğretmenlik yapıyor. Ağırlıklı olarak hikaye ile ilgileniyor. Hikayeleri Ağlayan Çınarlar Parkı ve Sandal Sefası isimli kitaplarda toplandı. ÇETİN, DURAN: (Konya, 1964-) Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi. Halen Konya’da öğretmenlik yapmaktadır. Hayata, gerçeğe ilişkin olarak yalın bir dille yazdığı öyküleriyle tanındı. Roman türünde de eserler verdi. Bir Adım Ötesi, Yolun Sonu, Bir Kucak Sevgi, Gözlerdeki Mutluluk…yayımlanmış eserlerinden bazılarıdır.

ÇEVİKSOY, OSMAN: Çorum,1951-) GEE Türkçe Bölümünü 1979’da bitirdi. 1982–1987 yılları arasında öğretmen olarak Almanya’da çalıştı. Daha sonra Gazi Üniversite-si Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. 1977’den beri çeşitli düşünce, sanat, edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1981’de Kültür Bakanlığı “100. Yıl” yarışmalarında “Beyaz Yürüyüş” ile öykü dalında birinci oldu. Türkiye

Page 258: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

258

Yazarlar Birliği tarafından 1985’te “Duvarın Öte Yanı” ile “yılın hikâyecisi” seçildi. Eserleri: Beyaz Yürüyüş, Tutuklu Yürek, Ağlamak Yasak Duvarın Öte Yanı, Kar Yağar Gül Üstüne, Derdimi Gül Eyledim, Geriye Hüzün Kalır, Sana Seni Anlatmak …

ÇOKUM, SEVİNÇ :(İstanbul, 1943-) İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Bir süre edebiyat öğretmenliği yaptı. 1975'te öğretmenlikten ayrılarak kendisini edebî çalışmalara verdi. Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yürüttü, Türkiye gazetesinde yazdı. Edebiyat dünyasına hikâye ile girdi. Hikâyeleri Hisar, Türk Edebiyatı, Töre dergilerinde çıktı. Sonra Romana yöneldi. Sosyal ve tarihî romanlar kaleme aldı. Bir Eski Sokak Sesi, Evlerinin Önü, Onlardan Kalan, Bizim Diyar, Hilâl Görününce Ağustos Başağı…eserlerinden bazılarıdır. DAYIOĞLU, GÜLTEN: (Emet, 1935-) İstanbul’da Atatürk Kız Lisesini bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okudu. Dışardan sınavlara girerek ilkokul öğretmeni oldu. Uzun süre bu mesleği yaptı. İlkokul yıllarında n beri yazıyor. Çocuk edebiyatımızın ülkemizdeki en önemli yazarlarındandır. Çocuk edebiyatının yanı sıra yetişkinler ve gençlere yönelik eserler de yazdı. Yabancı yazarlardan uyarla-malar yaptı. Fadiş, Suna’nın Serçeleri, Ölümsüz Ece, Yeşil Kiraz, Kaf Dağına Yolcu-luk…eserlerinden bazılarıdır. EKİCİ, NECDET: (Kahramanmaraş, 1955-) Samsun Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünü bitirdi. Milli Eğitim kurumlarında öğretmen olarak görev yaptı. Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Güneysu, Kardelen gibi dergilerde hikâyeleri, deneme ve incelemeleri yayımlandı. Çalışmaları çeşitli kuruluşlarca ödüle layık görül-dü.Eserlerinden bazıları şunlardır: Yüreğimi Sana Bıraktım, Yüreğimdeki Cemre, İdeoloji ve İnsan.. ER, SIRRI: (Ankara, 1961-) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. 1979 yılından beri birçok yayın organında yazı ve hikâyeleri yayımlanmıştır. Çalışmaları çeşitli kurumlarca ödüllendirildi. Yayımlanmış eserlerinden bazıları şunlardır: Canım Babam, Öykü Yumağı, Kırık Kolla Gelen Mutluluk, Efsane, Suç Ortağı, Kümesteki Tilki, Canım Öğretmenim, Okumayı Seviyorum… ERYİĞİT, İBRAHİM: (Ankara, 1958-) Gazi Eğitim Fakültesi Matematik Bölümünü bitirdi. Çeşitli lise ve dershanelerde öğretmenlik yaptı. Halen, bir dershanede öğret-menlik yapmaktadır. Şiir ve yazıları Aylık Dergi, Yönelişler, Dergâh, Yedi İklim, Kayıtlar, İkindi Yazıları, İktibas, Edebi Pankart, Kardelen, Kırağı, Ayane, Albatros, Düş Çınarı, Ünlem, Edebiyat Ortamı, Hece, Ardıç ve Yolcu dergilerinde yayımlandı. GÜMÜŞ, NACİ: (Ergani, 1951-) Anadolu Üniversitesi Türkçe Bölümü Lisans mezunu. Pek çok okulda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. Sanat ve edebiyat çalış-

Page 259: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

259

maları Türk Edebiyatı, Hisar, Fikir ve Sanatta Hareket, Mavera, Sızıntı, Kırkikindi, Yağmur, Yeniden inkişaf, İzmir İzmir, Yeni dergi, Yedi iklim, Ayvakti ve Millî Eğitim dergilerinde/ Ergani, Çiğli, Millî Hakimiyet (Yerel Gazeteler), Zaman, Yeni Şafak gazetelerinde yayınlandı. Şiirleri Bir Özge Mevsim isimli kitapta toplandı. Basıma hazır çok sayıda eseri vardır. GÜNGÖR, RECEP ŞÜKRÜ: (Kahraman Maraş, 1971-)Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Güngör, Martı edebiyat seçkisi (1995-1998) ve Yitik Düşler (2001-2004) dergisini çıkaran kadro içinde yer aldı. Öyküleri; Martı, Okuntu, İnsan Saati, Yalnızardıç, Yitik Düşler, Sühan, Kaşgar, Edebiyat Yaprağı, Tasfiye, Yedi İklim, Hece Öykü, Sızıntı, Yağmur, Ardıç dergilerinde yayımlandı. Basılmış eserleri şunlardır: Yüreğimin Mevsimi, Kuruluş/Kurtuluş, Hüsn ile Aşk, Âdem ile Havva, Yas Ayini, Can Ağrısı GÜNTEKİN, REŞAT NURİ : (İstanbul, 1889- Londra, 1956) İstanbul Darülfünûn Edebiyat şubesini bitirdi. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik, Milli Eğitim Bakan-lında müfettişlik ve milletvekilliği yaptı. Eserlerini sade bir Türkçe ile yazdı. Hikaye-den romana, gezi yazılarından oyun yazarlığına birçok türde eser verdi. Türk edebiya-tında öğretmen ve eğitim meselelerini en çok işleyen yazarımızdır. Kahramanı bir öğretmen olan Çalıkuşu, onun en sevilen eseridir. Yine Dudaktan Kalbe, Acımak, Yaprak Dökümü, Bir Kadın Düşmanı çok ilgi gören eserleri arasındadır. GÜREL, ÇAĞRI: (Osmaniye, 1976-) 100. Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümünü bitirdi. Ihlamur, Hazan, Seyir, Kırağı dergilerinde çalıştı. Şiirleri ve yazıları birçok dergide yayımlandı. Şiir, hikaye ve deneme türlerinde eserler verdi. Şehrin ve Şarabın Adamları, Vakit Çıkmadan, Her Masal Yarım, Yüzyılın Maçı…yayımlanmış eserleridir. GÜREL, REŞAT: (Osmaniye, 1950-) İlk, orta ve liseyi Osmaniye’de bitirdi. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi mezunu. “Rahime Hatun, Sadaktaki Üç Ok, Çelikten Damlayan Sular, Düşler Seninle Ulu, Her Dem Yeniden Doğarız, adlarında tiyatro, hikaye ve hatıra alanında yayınlanmış eserleri vardır. Osmaniye Zorkun Yaylası çocuk şenlikleri ve karaoğlanoğlu koşusunun ilk tertip ve düzenleyicisidir. HARMANCI, ABDULLAH: (Konya, 1974-) İlk öyküsü 1995 yılında Dergâh dergisinde yayınlandı. O tarihten itibaren başta Dergâh ve Hece Öykü olmak üzere çeşitli dergilerde öyküleri yayınlandı. Selçuk Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı bilim dalında doktora öğrencisi. Öykü kitapları : Muhteris , Ertesi Dünya, Yerlere Gökle-re…. HARMANCI, MEHMET: (Konya, 1972-) Halen, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, İslam Felsefesi Ana Bilim Dalında araş-tırma görevlisi ve S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde İslam Felsefesi alanında doktora

Page 260: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

260

çalışmasını sürdürüyor. İlk öyküsü Kasım 1994'te Dergah'ta yayımlandı. O tarihten sonra, Gülyağmuru, Çerağ, Jurnal, Yürüyüş, Absürdistan, Hece ve Kökler’de öyküler yayımladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Güneş Ağlayınca, Davul Tozu Minare Gölgesi… KAPLAN, SADETTİN, (Ağrı, 1944-) Astsubay Okulunu bitirdi. Jandarma teşkilatın-da yurdun muhtelif il ve ilçelerinde 20 yıl hizmetten sonra, 1986 yılında emekli oldu. Hareket, Boğaziçi, Ece, Kültür ve Sanat, Edebiyatta Çığır, Size ve Türk Edebiyatı gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayınlandı. Edebiyatın hemen her dalında eser veren Kaplan’ın, kitapları dışında tiyatro, senaryo ve radyo oyunları da bulunmaktadır. Yayınlanmış eserlerinden bazıları şunlardır: Kara Kasırga, Şahidim Kılıcımdır, Plevne’ye Saplanan Tuğ, Uçurumun Çağrısı, İğde Dalı, Yunus Meltemi, Sığ Sular, Camda Sinek Ezmek,Ferman, Sular Susadıkça, Gönül Cemresi, Gülendam, Esmâ’dan Esintiler.. KANTER, NECATİ, (1949, Elazığ-)Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde tamamladı. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. Fırat Üniversitesi İlahiyat fakültesinde “Türk İslam Edebiyatı” uzmanı olarak görevini sürdürmekte olan yazar “Bizim Külliye” dergisi kurucuları arasında yer aldı. Öykü ve yazıları Günışığı gazetesi, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Muştu, Türk Edebiyatı, Berceste, Kültür Dünyası, Yedi İklim ve Bizim Külliye Dergilerinde yayınlandı. Hikâyeleri henüz kitaplaşmamıştır. KARATAŞ, HİMMET: (Antalya, 1972-) Lise son sınıftayken, yerel bir gazetenin düzenlendiği şiir yarışmasında üçüncü oldu (1989) . Burdur Eğitim Fakültesinde yüksek öğrenimine devam ederken bir grup arkadaşıyla İlkyaz adında bir kültür sanat dergisi çıkardı (1992). Evli ve iki çocuk babası olan Karataş, öğretmen olarak çalışma hayatını sürdürüyor. Şiir, öykü ve deneme yazıları: Hazan, Kırağı, Çerağ ,Yedi İklim, Seyir, Rayiha, Likâ, Taşra Edebiyat, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dergilerinde yayımlandı. KISAKÜREK NECİP FAZIL, (İstanbul, 1905- 1983) İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı. Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı. Başka şiir olmak üzere edebiyatın hemen her türünde eserler verdi. Çile, Bir Adam Yaratmak, Reis Bey, Hikâyelerim, İdeolocya Örgüsü…eserlerinden bazılarıdır. KOCA, OSMAN: (İstanbul, 1975-) MEB bünyesinde öğretmenlik yaptı. Başta Dergah, Türk Edebiyatı ve Yedi İklim olmak üzere değişik edebiyat dergilerinde öykü ve incelemeler yayınladı. “Hayata Dair” isimli öyküsüyle 2003 yılı “Orhan Kemal”

Page 261: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

261

öykü ödülüne layık görüldü. Yine aynı yıl “Kral Suban” adlı eseriyle “Beyan Yayınla-rı/Romancı/2003/ İlk Romanlar” ödülünü kazandı. Doğu ve Türk klasikleri üzerine çeviri ve transkrip ürünleri hazırladı. KOÇAK, HÜZEYME YEŞİM: (Kütahya/Tunçbilek, 1958) İlk ve Ortaokulu Tavşan-lı’da, liseyi İstanbul’da tamamladı. Türk Edebiyatı Dergisi’nin düzenlediği Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda; 1997, 2000, 2001 yılında ödül aldı.2002’de, Beyan Yayınları’nın açtığı “İlk Romanlar Yarışması’nda” “Sinderella’nın Pabucu” isimli romanıyla üçüncü oldu. Yedi İklim, Edebiyat Otağı, Berceste, Bilgi Yolu, Barem, Gözyaşı, Sarmaşık gibi dergilerde ve bazı gazetelerde öykü ve çeşitli yazıları yayın-landı. Yayımlanmış eserleri şunlardır: Saklı Değerler, Bırakın Güzel Konuşsun, Muhabbet Buyursun Gelsin, Bana Gönülden Çalıp Söyle, Bekleyen, Çoban Aşkın Çocuğuydu, Ey Ruh(um) Geldinse Masaya Vur. KURT, CELÂLETTİN: (Elbistan, 1960-) İstanbul Atatürk Eğitim Enstitü'sünü bitirdi. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde öğretmenlik görevini sürdürdü. Çalışmaları Dolunay, Türk Edebiyatı, Uzun Sokak, Erguvan, Konevi, Kar Çiçeği, Güneysu, Seviye, Gündönümü, Millî Eğitim, Tebeşir, Bizim Kalemler, Yeni Ufuk, Berceste, Türkiye Çocuk, Şafak Çocuk gibi yayın organlarında yayınlandı. Eserledinden bazıları: Gönlünüz Çiçek Tarlası, Üç Gül Düştü Gönlümüzden, Çiçekler Artık Solmasın, Gülnâre, Adın Kaldı Yüreğimde, Dibâce-i Aşk, Mavi Kuşun Rüyası…. MALKOÇ, M.NİHAT: (Trabzon,1970-)KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü bitirdi. Gümüşhane Lisesi’nde başladığı öğretmen-lik görevini halen Trabzon Anadolu Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Bugüne kadar, pekçok dergi ve gazetede fikrî, edebî, felsefî ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdı. Karadeniz Yazarlar Birliği kurucula-rındandır. Halen bu birliğin üyesidir. Şiir, deneme ve araştırma yarışmalarında birinci-lik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyon olmak üzere onlarca ödül kazandı. OĞUZ, MUSTAFA: Erdemli, 1969-) 9 Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Yurtiçinde ve dışında eğitimci olarak görev yaptı. Yazı ve şiirleri Hece, Yedi iklim, Dergâh, Kayıtlar, Kırkikindi, İkindiyazıları, Karde-len, Lamure, Ardıç, Ayvakti, Dergibi, Martı, Bir Nokta, Kitap Postası, Yitik Düşler… dergilerinde yayınlandı. Yayınlanmış eserleri Gül Çağıran Çocuk, Şehrin Hâkimi, Ramazan Çiçeği, Cennetlik Anne, Aynalar ve Renkler, Hicret Resimleri yayımlanmış kitaplarından bazılarıdır. ÖMER SEYFETTİN:(Gönen, 1884- İstanbul,1920) Harbiye mektebini bitirdi. Anadolu ve Rumeli’de subay olarak görev yaptı. Daha sonra ordudan ayrıldı. Öğret-menliğe başladı. Ziya Gökalp ve A. Canip Yönetme’le Milli Edebiyatın öncülüğünü yaptı. Edebiyatımıza hikaye türünü yerleştiren ilk önemli yazarımızdır. Hikayelerinin

Page 262: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

262

konularını günlük hayattan, çocukluk ve askerlik hatıralarından, efsanelerden, halk fıkralarından ve tarihten aldı. Hikayelerinin yanı sıra roman ve şiirler de yazdı.İlk Düşen Ak, Yalnız Efe, Bomba, Falaka en çok tanınan eserleridir. PEKŞEN, FATMA: (Sivas/ Divriği, 1962-)İlkokul yıllarından beri haşır-neşir olduğu hikayelerini 80’li yıllardan sonra gün ışığına çıkardı. Hikaye, deneme, yemek ve folklor ağırlıklı yazıları Kardelen, Yemek Zevki, Motif, Erciyes, Derkenar gibi dergilerde, genel ve bir çok yerel gazetede, bazı TV ve radyolarda yayınlandı. Hikaye, deneme ve folklor araştırma çalışmalarını sürdüren yazarın basılmış eserlerinden bazıları şunlardır: İpek Hayâller, Mavi Hayal Pembe Düş, Kızlar Yurdu, Çılgın Kızlar Kantini, Menekşe Kokulu Bahar, Kavak Yelleri SARIYÜCE ,HASAN LÂTİF :(Sungurlu, 1929-) Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat bölümünü bitirdi. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. 1965 seçimlerinde bir dönem mellitevikilliği yaptı. Çocuklar için masallar başta olmak üzere roman, hikaye v eşir dallarında çok sayıda eser verdi. Ayrıca mesleki kitaplar, kaynak ve ders kitapları yazdı. Birçok dergide şiir, deneme ve hikayeleri yayımlandı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Çocuk ve Şiir, Gökten Üç Elma Düştü, Anadolu Efsaneleri, Altın Öğütler, Keloğlan Masalları, Üç Ayaklı Oğlak… SORGUNLU, ÜMİT FEHMİ, (Kayseri, 1949-) Sümer Lisesini bitirdi. Çeşitli kurumlarda memur olarak çalıştı. Sanat hayatına 1969 yılında şiirle başladı.1976 yılında “Doğuş” edebiyat dergisini çıkardı. 1995 yılında “Öncü” edebiyat, kültür ve sanat dergisinin genel sanat yönetmenliğini yaptı. Akın Günlük ve Hakimiyet gazetele-rinde “Divit Sanat” adında bir kültür, sanat eki hazırladı. 1970 yılından beri Hisar, Eğitim ve Kültür, Bilim ve Düşünce, Doğuş (Ankara), Yağmur, Dergâh ve Türk Edebiyatı gibi birçok edebiyat dergisinde şiir ve hikâyeleri yayınlandı. Basılmış eserleri şunlarıdır: Acılar Nerede Başlar, Yağmur Yağmıyordu , Eylül Vurgunu, Gülün Müjdesi SOYAK, MURAT: (Niğde, 1971-) Marmara Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Halen bir lisede Türk Dili ve Edebiyatı öğret-meni olarak görev yapıyor. Yedi İklim, Düş Çınarı, Çerağ, Yitik Düşler, Ay Vakti, Likâ, Taşra Edebiyat, Eğitim, Mavi Yeşil, Türk Dili, Yolcu, Yağmur, Ardıç, Değir-men, Akpınar, Genç Kardelen, Bir Nokta isimli sanat-edebiyat dergilerinde şiir, öykü ve deneme türünde yazıları yayımlandı. “Irmaklarca” isimli şiir kitabı 2006 senesinde yayınlandı. ŞİMŞEK, TACETTİN: (Gümüşhane, Torul- Altınpınar 1961). Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Halen, Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi’nde Türkçe Eğitimi Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Akademik araştırmaları ve bilimsel dergilerde yayımlanan makaleleri

Page 263: BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi

263

yanında hikâye ve şiir, deneme, tiyatro gibi türlerde çalışmalar yaptı. Şiir ve yazıları Köprü, Türk Edebiyatı, Doğuş Edebiyat, İlkyaz, Mina, Karçiçeği, Yedi İklim, Palan-döken, Hece, Taşra, Sühan, Cümle, Türkçem gibi dergilerde yayımlandı. Eserlerinden bazıları: Türkçem Eyvah!, Çocuk Edebiyatı, İlköğretimde Drama, Okul Tiyatrosu, Eylülce… YALÇIN, HÜSEYİN CAHİT: (Balıkesir, 1874- İstanbul,1957) Yüksek öğrenimini Mekteb-i Mülkiye'de tamamladı. Vefa ve Mercan İdadilerinde Türkçe ve Fransızca öğretmenliği yaptı. 1900 yılında Servet-i Fünun Dergisi yönetimini üstlendi. II. Meşrutiyet'in ilanından sora memurluktan ayrıldı. Tanin'i çıkardı. Milletvekili seçildi. İstanbul'un işgal edilmesi üzerine İngilizlerce tutuklanıp Malta Adasına sürgüne yollandı. Dönüşünde yeniden Tanin'i çıkardı. Ulus Gazetesi'nde başyazarlık yaptı. Roman, hikaye, anı, biyografi, makale türlerinde eserler verdi. Nadise, Hayal İçinde, Hayat-ı Muhayyel, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Kavgalarım,Edebi Hatıralar en tanınmış eserleridir. YALSIZUÇANLAR, SADIK: (Malatya, 1962-) Hacettepe Üniversitesi Türkoloji Bölümü'nden mezun oldu. Bir süre öğretmenlik ve yayıncılık yaptı. TRT'de yapımcı olarak çalışıyor. Şiir, öykü, dreneme, masal, inceleme türlerinde eserler verdi. Eserle-rinden bazıları şunlardır: Şehirleri Süsleyen Yolcu, Gerçeği İnciten Papağan, Kuş Uykusu, Güzeran, Yakaza, Rüya Sineması, Düş Gerçekleri ve Sinema, Korku ve Ümit ve Aşk, Düşkırığı, Geçen Gün Ömürdendir, Tarafsızlık Masalı, Televizyon ve Kutsal, Mavi Kanatlı Bir Kuş, Düş Bahçesi. YAZGAN, BESTAMİ: (Osmaniye, 1957) Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesin-den mezun oldu. Halen edebiyat öğretmenliği yapan şair; Osmaniye’de on yedi yıl yayınlanan Güneysu Kültür Sanat ve Edebiyat dergisinin de genel yayın yönetmenliği-ni yaptı. On dördü şiir, otuz beşi masal ve bir tanesi hikaye kitabı olmak üzere, toplam elli basılmış eseri bulunan yazar; 1994 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Çocuk Edebiyatı dalında “Yılın Yazarı”, 2003 yılında Çocuk Edebiyatçıları ve Yayın-cıları Birliği tarafından “Yılın Şairi” seçildi. Eserlerinden bazıları şunlardır: Yıldızlara Astık Yüreğimizi, Uçtu Uçtu Şiir Uçtu, Güneşle Ay Duymasın, Hazinenin Şifresi..