başyazısomuncubaba.net/pdf/0136/ · başyazı sebahaddin ateŞ kÜltÜr ve el sanatlarinin...
TRANSCRIPT
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
KÜLTÜR VE EL SANATLARININ MERKEZİ
One of the oldest cities and culture centres of Anatolia is Kahramanmaraş. Kahramanmaraş is famous for the scholars and craftsmen grew up there, besides the richness of education, culture, crafts and folklore it has. It is a city of men of wisdom. The plenty number of madrasas it has proves its being a culture center. The libraries there have many manuscripts and religious and other types of books, and this is one of the most important proofs that how much importance this city gives to knowledge and education. Maraş was also awarded for its struggle and sacrificing acts during the War of Independence and given the title “hero” by TBMM (TNA) in 7 February 1973. With the declaration of Republic, as seen in many parts of our country, there made many improvements in education in Kahramanmaraş, too, and in 1992, there founded Kahramanmaraş Sütçü İmam University, which is still another medal of the city.
THE CENTER OF CULTURE AND CRAFTS
Anadolu’nun en eski şehirlerinden ve kültür merkezlerinden biri de Kahramanmaraş’tır. İlim, kül-
tür, el sanatları ve folklor zenginliğinin yanında yetiştirdiği âlimler ve sanatçılarla da ünlü olan Maraş;
kalem ehli insanların harman yeridir. Medresesinin çokluğu bir kültür merkezi olduğunun işaretidir.
El yazması dinî ve çeşitli ilmî kitapları kapsayan kütüphanelerinin halen varlığı, bu kadim şehrimizin
ilim ve irfanla olan irtibatının en canlı şahididir.
1515 yılında Maraş ve çevresi Osmanlılar tarafından fethedilmekle birlikte, Dulkadiroğlu Beyliğinin
bölgedeki tesiri bir müddet daha devam eder. Dulkadiroğlularından kalma birçok cami, medrese, mes-
cid vs. eserlere rastlanmak mümkündür.
Maraş şehri Milli Mücadeledeki fedakârlığından ötürü TBBM tarafından 7 Şubat l973 tarihinde
“Kahramanlık “ payesiyle ödüllendirilir. Kahramanmaraş’lı 1925 yılından beri her yıl kurtuluş günü
olan 12 Şubat Bayram’ında İstiklal Madalyasını Şanlı Bayrağına törenle takarak, geçmişini yâd eder...
Cumhuriyetle birlikte, bütün yurtta olduğu gibi, eğitim ve öğretim alanında Kahramanmaraş’ta da
yeni bir devreye girilmiş ve günümüze kadar hızlı gelişmeler devam ede gelmiştir. 1992 yılında kurulan
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi şehrin bir başka madalyasıdır.
Altın işlemeciliğindeki maharet, genç kızların kollarına “Maraş Burması” olarak takılarken, aslın-
da el sanatları olarak genç kuşakların bir meslek sahibi olmasını da sağlıyor. Sim sırma işlemeciliği
Kahramanmaraş’a has bir işleme sanatıdır. Bu zarif işlemeciliğin örneklerine eskiden Osmanlı Saray-
larında rastlanırken, yörede zarif ellerin emeği olarak her evde güzel örnekleri gelişerek sunulmaya de-
vam edilmektedir. Ağaç oyma sanatı ürünlerinde ise; çeyiz sandığı, mücevher kutuları, rahle, gazete-
lik, sehpa takımları yine güzel ortamları tezyin eden emek mahsulü, göz nuru yaşayan sanat dallarının
mamulleridir. Bakırcılar çarşısındaki canlılık, tarihte olduğu gibi günümüzde de hayatiyetini devam et-
tirmekte, ustaların çekişlerinin sesleri gök kubbede yankılanmaktadır. Bakırla birlikte imalatı yapılan
alüminyum, krom, çelik mutfak araç-gereçleri ve pirinçten yapılan (mangallar, saksılıklar) çeşitli ak-
sesuarların yurt içine ve yurt dışına satışı yapılmaktadır. Bu satışlar Kahramanmaraş ekonomisine bü-
yük gelir sağlamaktadır. Afşin-Elbistan Termik Santrali, Elbistan yöresinin kalkınmasına önemli kat-
kılarda bulunmaktadır.
Biz de Şubat sayımızda bu kahraman şehrimizi dergimizin sayfalarında yâd ederek, Kurtuluş günü
olan 12 Şubat Bayramı’nda nice huzurlu yıllara diyoruz… Selam ile…
34
42 52 68
ASHÂB-I KEHF KISSASINDAN EVRENSEL MESAJLAR - Ali AKPINAR (06)
AĞLIYOR - Bilal YAVUZ (15)
El-HAMÎD - Ramazan ALTINTAŞ (20)
GÜNAH ÇUKURU - Kadir ÖZKÖSE (24)
MARAŞ’TA YAŞANAN HATIRALAR - Musa TEKTAŞ (28)
OLMUŞUZ - Servet YÜKSEL (33)
BETON KUTULARA HAPSEDİLMİŞ YAŞAMLAR - Enbiya YILDIRIM (38)
RUBAİLERLE NECİP FAZIL - Bekir OĞUZBAŞARAN (45)
DOĞU’NUN KADİM BİLGESİ SÂDÎ ŞİRÂZÎ - Mustafa ÖZÇELİK (46)
ZAMANDAN ÖTEYE - Yusuf DURSUN (51)
ÂSIM B. ÖMER B. EL-HATTÂB (R.A.) - Bünyamin ERUL (57)
SILA-İ RAHİM - Abdullah KAHRAMAN (58)
LÂMİÎ ÇELEBİ - Özlem DEĞİRMENCİ (62)
ASHAB-I KEHF MUCİZESİ - Sefa SAYGILI (66)
BİR MECRADA AKAR GİDER! - Rıfat ARAZ (71)
LATÎFE LATÎF GEREK - Vedat Ali TOK (72)
MARAŞ ŞERENGİZİ - M. Nihat MALKOÇ (75)
GAZİANTEP VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)
VASİYETNÂME - Ali Rıza MALKOÇ (79)
BABAMI UNUTTUM - Selim TUNÇBİLEK (80)
DERGİLERİN DERGİSİ - Hanifi KARA (83)
BROKOLİ - Şifalı Bitkiler (86)
PEYNİRLİ HITAP - Mesude SARI (87)
DOST SIRRINA MİHMÂN OLMAK
SAHİP OLMA DUYGUSU
KURTULUŞ SAVAŞINDA MARAŞ SAVUNMASI
ÇOCUKLARDA ROL KARIŞIKLIĞI
KAHRAMAN ŞEHİR MARAŞ
KUL HAKKI
12Gerçek aşk katre iken ummana karışmaktır; bir damlanın uçsuz bucaksız bir denize kavuşarak yok olması, ya da gerçekten var olması.
Etrafınıza bir bakın, insanların konuştuğu konulara… Ya alıp sattıkları ya da alıp satmayı hayal ettikleri nesnelerden bahsettiklerini görürsünüz.
Birinci Dünya Harbinin sonlarına doğru üttefiklerin yenilmesi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu Mondros Mütarekesini imzaladı. Birçok yeri gibi Maraş da işgal altına girdi.
Ergenin çok yönlü gelişimine bağlı olarak; davranışlarında tutarsızlık, ders çalışmaya karşı isteksizlik, çabuk sinirlenme, çabuk ağlama, küsme, duygusal yoğunluğa bağlı olarak öfke patlamaları...
Beni yaz diyor bu kez, beni söyle. Maraş yedi iklim, yedi bölge, yedi güzellik bir birine dolanmış. Nereden başlamalı, nereye varmalı, nereye değmeli, neyi kime söylemeli?
Hak kavramının İslâm dininde çok özel bir yeri vardır. İslâm yazılı kaynaklarında çeşitli anlamlarda kullanılan hak kelimesi sözlükte, “gerçek, sâbit ve doğru olmak; bir şeyi gerçekleştirmek;...
16Abdülmecit İSLAMOĞLU
Rukiye KARAKÖSEM. Emin KARABACAK
Meryem Aybike SİNAN Mehmet SOYSALDI
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 136 Şubat 2012 Basım Tarihi: 01 Şubat 2012
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak ULU CAMİİ / K. MARAŞ
Foto: Sertaç AKKUŞ
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Saliha AYATA
Reklam Yusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20
Tek Sayı : 8 TL - Kurum Abone : 140 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 85 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 134 dahiliyi arayınız.
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
Resul KESENCELİ
7Şubat 20126
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Yüzbeşinci Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
Muhterem Cemâat-i Müslimîn!
Mevlid, Müslümanların en büyük bay-
ramıdır, sevinç günlerinden biridir. Mev-
lid demek dünyada en büyük, en şerefli ve
en feyizli bir inkılâp vücûda getiren Hazret-i
Muhammed (s.a.v) efendimizin doğduğu
mübarek gün demektir.
Mevlid, yerlere ve göklere nur saçan Pey-
gamberler sürürü Hazret-i Muhammed
(s.a.v)’in dünyaya geldiği tarihî bir gündür.
Mevlid, beşerin semâyı efkârını kaplayan
küfür ve cehalet bulutlarının parçalandığı
en şerefli gündür.
Mevlid, zulüm namına, istibdâd namı-
na yükselen kalelerin temelinden sarsıldığı,
putların yerlere serildiği binlerce seneden
beri durmadan yanan sapkınlık, ateşinin
söndüğü harikalar mucizeler günüdür.
Müslüman Kardeşler!
Rabiyyü’l-evvelin onikinci Pazartesi ge-
cesi Mekke-i Mükerreme’de Benî Hâşim
nam mahallede “Daru’n-Nâbığa” denilen
evde nur-ı hüda pertev-efzâ-yı tulü’ oldu.
Yani serâir-i vahdâniyyetin hâsıl-ı zî-şerefi
Hazret-i Muhammed Mustafa salla’llâhu
teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz arsa-i
şuhûda kadem bastı.
Azîz Müslümanlar!
Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretle-
ri bu yeri ve bu gökleri ve başka nesnele-
ri yaratmadan önce kendi nurundan Pey-
gamberimizin nurunu yaratmış ve Âdem
aleyhi’s-selâmı topraktan halk ettikten son-
ra arkasına tevdî etmiş idi. Bu nûr daima
Âdem (a.s)’in alnında parlar ve ondaki nur-
ların hepsinden ziyâde bal kar idi.
Bu nûr; Âdem (a.s)’den, Şit (a.s)’e geç-
ti. Ondan da Peygamberimizin babala-
rına geçe geçe en sonra büyük babası
Abdulmuttalib’e ve ondan da kendi babası
Abdullah’a geçmiş idi.
Babası Abdulmuttalib, Abdullah’a
Kureyş’in en asil kızlarından biri olan
Amine’yi almış ve kadınların en bahtiya-
rı olan bu kadın ezelden beri gelen “Nur-ı
Muhammedî’ye hâmil olmuş idi. “Nur-ı
Muhammedî”nin bu kadına intikâl eyledi-
ği gece yerler gökler sevinç içinde kaldı ve
gök kapıları açıldı ve âlemlere rahmet saçıl-
dı. İşte bu mübarek Mevlid, âlemlerin şahı
ve gönüller burcunun mâhı olan seyyidü’l-
beşer, şefi’-i arsa-i mahşer, Hatemü’l-
enbiyâ ve’l-mürselin efendimiz hazretleri-
dir.
Allâhu Teâlâ hepimizi kıyamet günün-
de şefâat-i seniyye-i Muhammedîyelerine
mazhar eyleye.
9Şubat 20128
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
Kur’ân’da, geçmiş kavimlerle ilgili pek
çok kıssa yer alır. Bu kıssalarda anla-
tılan olaylar, tarihte ve gerçek hayat-
ta yaşanmış olaylardır. Kur’ân, bunları sonrakile-
re ibret olsun diye anlatır. Bu kıssaları okumaktan
amaç, yalnızca geçmiş hakkında bilgi sahibi olmak
değil; geçmişte yaşananlardan ibret almak, onla-
rın iyileri gibi olmak, kötülerin düştüğü durumla-
ra düşmemektir. Anlatılan bu kıssalardaki olaylar
tarihseldir, ancak onların mesajları evrenseldir.
Kur’ân okuyucusu onları evrensel bir okumay-
la okumalıdır. Bunun için önce kıssanın yaşandı-
ğı döneme gitmeli, o dönemi yaşamalı, oradan ala-
cağı mesajı kendi yaşadığı döneme getirmelidir.
Kendisini, anlatılan olaydaki kahramanların yeri-
ne koymalıdır.
Evrensel Mesajlar
Ashâb-ı Kehf kıssası da Kehf sûresi 9-27.
âyetlerinde anlatılan bir kıssadır. Kıssayı dikkatli-
ce okuduğumuzda şu evrensel mesajları çıkarabi-
liriz:
Ashâb-ı Kehf kıssası, Allah’ın âyetlerinden sa-
dece bir tanesidir.1 Yüce Allah’ın daha pek çok
kevnî/fıtrî ve teşri’î/kitabî âyeti vardır. Dolayısıy-
la O’nun âyetlerini bütünüyle görmek, okumak ve
ibret almak gerekir. O’nun âyetlerinin en büyü-
ğü, en kapsamlısı ve evrensel olanı ise Kur’ân’-ı
Kerim’dir. Bu yüzden olacak ki kıssanın anlatıldı-
ğı sûreye, “Hamd olsun Allah’a ki, O, kuluna, ken-
disinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dos-
doğru Kitab’ı indirdi.”2 şeklinde Kur’ân’a dikkat
çekilerek giriş yapılmıştır.
KISSASINDAN EVRENSEL MESAJLAR
ASHÂB-I KEHF
“Ashâb-ı Kehf kıssası ile Yüce Allah, öldükten
sonra dirilişin gerçek olduğunu, dünyada
insanlar üzerinde canlı ve etkili bir örnekle
göstermek istemiştir. Erişilmez güç ve
kudretin sahibi olan Allah, her şeye kâdirdir.”
Serta
ç AK
KUŞ
Şubat 201210 11
Ashâb-ı Kehf kıssası ile Yüce
Allah, öldükten sonra dirilişin
gerçek olduğunu, dünyada
insanlar üzerinde canlı ve
etkili bir örnekle göstermek
istemiştir. Erişilmez güç ve
kudretin sahibi olan Allah, her
şeye kâdirdir.
Kehf Sûresi, Mekke müş-
riklerinin inanan insanlar üze-
rinde baskı ve işkenceyi iyi-
ce artırdığı Mekke’nin zor
dönemlerinde inmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.v)’e, sayıca
az ve güçsüz bir tevhîd erinin
ilâhî yardım ve korumaya maz-
har oldukları anlatılarak Yüce
Allah’ın kendisiyle beraber
inananları asla yardımsız ve
yalnız bırakmayacağı etkili bir
örnekle anlatılmak istenmiş-
tir. Elbette bu mesaj, günümüz
mü’minleri için de geçerlidir.
İnsanlar lâyık olursa Yüce Al-
lah, hiç beklenmedik yerden
çıkış yolları açabilir, ümitlerin
tükendiği anda kullarına yar-
dım edebilir.
Ashâb-ı Kehf, inanan, ama
imanları üzerinde titizlik göste-
ren, sayıca küçük bir grup genç-
ti.3 Onlar, büyüklerine ve top-
lum içerisindeki konumlarına
rağmen gerçeğe inanmaktan
geri kalmayarak kirli toplumda
temiz kalınabileceğinin en çar-
pıcı örneğini vermişlerdir.
Şartlar ne kadar olumsuz
olursa olsun insan, aklını
kullanarak, vicdanının sesine
kulak vererek doğruları
bulabilir. Nitekim Ashâb-ı Kehf,
kirli bir toplum ve çevrede ger-
çeği bularak temiz kalabilmiş-
lerdir. Onların yaşadıkları çevre
ve içerisinde bulundukları ko-
numları, gerçeğe ulaşmalarına
engel olmamıştır.
İman etmek yeterli değildir.
İmanı korumak ve bunun için
gerekli tedbirleri almak da
önemlidir. Nitekim Ashâb-ı
Kehf, iman ettikten sonra bu-
lundukları yerde kalmanın,
imanlarına zarar verebilece-
ğini anladıkları için, yerlerini
terk etmişler, yapılması gereke-
ni yaptıktan sonra Yüce Allah’a
dua etmişlerdir.
İnsan, imanını koruyabilmek
ve inandığı gibi yaşayabilmek
için yardım ve desteğini
göreceği salih arkadaşlar edin-
melidir.
İmanda Karar Kılmak
Yüce Allah, sayıca az olmala-
rına rağmen güçlü bir iman do-
nanımına sahip olanları hem
yardımsız ve sahipsiz bırak-
mamış, hem de onları Kitabın-
da anarak dillere destan etmiş-
tir. Gerçeği kabul etmelerinin
mükâfatı olarak Yüce Allah, on-
ların imanlarını güçlendirmiş,
tüm baskılara rağmen iman-
da karar kılmalarını sağlamış
ve onlara yardım ederek onla-
ra, imanlarının gereğini yerine
getirebilme güç ve kuvveti ver-
miştir.4
Ashâb-ı Kehf başta olmak
üzere, Kur’ân’da anlatılan kıssa-
lar, bazılarının iddia ve zan et-
tikleri gibi, ütopik birer hikaye
değil; fiilen gerçekleşmiş olay-
lardır.5
Yüce Allah, kendini kendi yo-
luna adayan insanları yardım-
sız ve sahipsiz bırakmamıştır.
Ashâb-ı Kehf’e de sahip çıkmış,
onların dualarını kabul etmiş
ve rahmeti ile onları kuşatmış-
tır. Onları mağarada koruma-
ya almış, uzun bir süre onla-
rı dinlendirmiş, onların sağlıklı
bir biçimde uyuyacakları ortamı
sağlamıştır.6
İyilerle bir ve beraber olmak,
erdemlerin başında gelir ve
bu birliktelik herkese dünya
ve âhirette şeref kazandırır.
Ashâb-ı Kehf’in peşine takılan
köpek bile Kur’ân’da anılmaya
değer bulunmuştur.7
Mağara yaranı genç-
ler dünyada dillere destan
olmuşlar, bulundukları yerler
mâbed edinilmiş, dünyada pek
çok mağara, onların yaşadıkları
yer diye dünya insanı tarafından
sahiplenilmiştir. Onlar âhirette
de yüce makamlarda olacaklar-
dır. Zira Allah’ın dinini yaşama-
nın kazanımı hem dünyevî hem
de uhrevîdir.
İnanç göçü demek olan
Hicret, kaçış değil, bir çıkış
yoludur. Uzlet de insanlarla
irtibatı tamamen kesmek de-
ğil, tıkanma noktasına gelindi-
ğinde insanın kendini dinleme-
si ve geleceğe hazırlamasıdır.
İnanan insan, bulunduğu şart
ve çevrede inancını koruyama-
yacağını yahut inandığı gibi ya-
şayamayacağını anladığı zaman,
orayı terk etmelidir. Bu yöneliş,
ona yeni çıkış yolları ve alterna-
tifleri beraberinde getirecektir.
En azından böyle bir girişimle iç
huzuru elde edecektir.
Tedbir ve dua hedefe ulaş-
mak için gerekli en önemli un-
surlardandır. Ashâb-ı Kehf de
uykuya yatırılmadan önce ve
sonra aslâ tedbiri elden bırak-
mamışlar, kul olarak yapılma-
sı gerekeni yaptıktan sonra,
Allah’a güvenip dayanmışlar-
dır. Bu meyanda gizlice toplum-
larından ayrılmışlar, uyandık-
tan sonra da alışveriş için şehre
gönderdikleri arkadaşlarına
tedbirli ve dikkatli olmasını sıkı
sıkı tembih etmişlerdir.8
Allah’ın Verdiği İstirahat
Ashâb-ı Kehf, yıllar son-
ra uyandıklarında mağarada ne
kadar uyuduklarını kestireme-
mişlerdir. “Bir gün yahut bir
günden daha az kaldık.” de-
mişlerdir. Bu durum, uyuduk-
ları bu uzun süre içerisinde
fizikî bünyelerinin değişmedi-
ğini gösterir. Konu ile yapılan
bazı filmlerde onların saç, sa-
kal ve tırnaklarının aşırı bir şe-
kilde uzadığı gösterilmiştir ki bu
âyetlerde anlatılanlarla bağdaş-
Şubat 201212 13
mamaktadır. Şâyet onların fi-
ziklerinde gözle görülür bir de-
ğişiklik olsaydı, “bir gün yahut
daha az kaldık” demezlerdi. On-
lar, karma bir toplumda yaşa-
yanlar olarak yiyecek ve içecek-
lerine dikkat etmişler, helal ve
temiz yiyecekleri almaya özen
göstermişlerdir.9
Yüce Allah onları istirahata
aldıktan sonra tekrar uyandıra-
rak Yüce Allah’ın inananları yal-
nız ve yardımsız bırakmayaca-
ğını ve diriliş gününün gerçek
olduğunu hem onlara, hem de
tüm insanlara göstermek iste-
miştir.10
İnsanları aciz bırakan
harikulade olaylar demek
olan mucizeler, Yüce Allah’ın
erişilmez gücünü göstermek ve
insanlığı tevhîde davet için ger-
çekleştirilmiştir. Ne var ki ta-
rih boyunca insanlar mucizele-
ri temel amaçlarından saptırmış
yahut onun asıl amacını gölge-
leyen lüzumsuz tartışma ve ay-
rıntılara dalmışlardır. Kur’ân ise
diğer kıssalar gibi Ashâb-ı Kehf
kıssasını da bize mesaj verecek
yönleriyle anlatmış ve Ashâb-ı
Kehf’in sayısı, isimleri, ne kadar
süreyle uyutuldukları, nerede ve
ne zaman yaşadıkları gibi ayrın-
tılar hususunda gereksiz tartış-
malara girilmemesini istemiş-
tir.11
ilâhî Yardımlar
Ashâb-ı Kehf’e gelen ilâhî
yardımlar, onların yolunda
olunduğu sürece diğer insanla-
ra da gelecektir. Bu yardımla-
rın keyfiyet ve şekli değişebilir.
Ama Yüce Allah dinine sahip
çıkanları asla yardımsız bırak-
mayacaktır. Bu, O’nun değiş-
mez va’didir. Yeter ki bu, hak
edilebilsin; tıpkı Ashâb-ı
Kehf gibi iman, sabır ve ka-
rarlılıkla, iknâ edici deliller-
le tevhîd mücadelesi içerisinde
olunabilsin.
Ashâb-ı Kehf kıssasında
anlatılanlar ile bu âyetlerin in-
diği sıralarda Mekke’de yaşa-
yan Peygamberimiz ve ona bağlı
Müslümanların yaşadıkları ara-
sında pek çok benzerlik vardır.
Şöyle ki: Ashâb-ı Kehf’in sayı-
sı azdı, Mekke dönemindeki ilk
Müslümanların sayısı da azdı.
Ashâb-ı Kehf, makam mansıp
sahibi babaları karşısında güç-
süz durumda idiler, Mekke’de-
ki Müslümanlar da öyle idi. İlk
Müslümanların büyük bir kıs-
mı genç ve kölelerden oluşmak-
ta idi. Her iki grup da inanma-
yanların baskı ve işkencelerine
maruz kalmıştı. Her iki kesim
de rahatlarını terk edip Allah
yolunda zorlukları göze almış-
lardı. Ashâb-ı Kehf tarihe geç-
miştir, Mekke’deki ilk Müs-
lümanlar da öyle. Mekke’deki
insanların çoğu lüzumsuz tar-
tışma ve işlerin içerisinde idi-
ler. Ashâb-ı Kehf kıssasında
lüzumsuz tartışmalardan
insanlar sakındırılmaktadır.
Nitekim mesajın evrensel
olması için, kıssanın geçtiği
yer, zaman ve kahramanları
açıklanmamıştır.
Tevhîd tarihinde genel ola-
rak Tevhîd hareketinin başla-
rında zorlu mağara dönemleri
olmuştur. Hz. Yusuf’un haya-
tında kuyu ve zindan, Ashâb-ı
Kehf’in hayatında mağara gibi,
Hz. Peygamber (s.a.v)’in ha-
yatında da Hirâ günleri gibi.
Ancak Tevhîd erlerini yetişti-
ren bu zorlu günler, gelecek-
teki parlak günlerin haberci-
si olmuştur. Peygamberimiz
bir hadislerinde, “Cuma günü
Kehf Sûresini okuyan kimsenin
iki Cuma arası nurla aydınla-
nır.”12 buyurarak ümmetini her
Cuma Kehf Sûresini okuma-
ya yönlendirmiştir. Bu şekilde
Ashâb-ı Kehf kıssası ve sûrenin
diğer mesajları her hafta hatır-
lanacak ve insanlara ışık saça-
caktır.
Ashab-ı Kehf İlham Kaynağı
Ashâb-ı Kehf kıssası, pek
çok düşünür ve edebiyatçıya
ilham kaynağı olmuş, kıssa ile
ilgili çok sayıda hikâye13, piyes14
yazılmış, filmler15 yapılmıştır.
Burada dikkat edilmesi ge-
reken bu çalışmaların Kur’ân
başta olmak üzere sahih haber-
lere uygun olmasıdır. Ashâb-ı
Kehf’in bulunduğu muhtemel
yerleri ziyaret, pek çok kişide
dinî heyecan uyandırmış, hat-
ta bazı kişilerin Müslüman ol-
masını sağlamıştır.16 Bu neden-
le bu yerlerin inanç turizmine
hazır hale getirilmesi için çok
yönlü çalışmaların yapılması
kaçınılmaz görünmektedir.
Bu yerlerin ziyareti, Kur’ân
âyetlerinin daha canlı ve coşku-
lu bir şekilde anlaşılmasına kat-
kı sağlayacaktır. Zira okuma or-
tamının anlamaya etkisi açıktır.
İnsanlığın din, vicdan ve
ifade özgürlüğüne dünden
daha fazla muhtaç olduğu
günümüzde Ashâb-ı Kehf
kıssası, hem baskıcı zâlimler,
hem de onların zulmüne maruz
kalan mazlumlar tarafından iyi
okunmalı ve gereken dersler
alınmalıdır.
Kehf Sûresini Detaylarıyla Okumak
Son olarak Ashâb-ı Kehf
anılırken, onların yaşadıkları
muhtemel yerler ziyaret edilir-
ken ve Kehf Sûresi okunurken
tüm bu mesajlar hatırlanmalı
ve o evrensel mesajların gere-
ği yerine getirilmelidir. İşte an-
cak o zaman olay, sıradan bir
hikâye gibi okunmaktan; ola-
yın kahramanları, folklorik bir
anıştan; olayın muhtemel yer-
leri de, yüzeysel turistik bir zi-
yaretten kurtarılmış olacaktır.
Ashâb-ı Kehf’e rahmet, o
ruha sahip olanlara selam ol-
sun!
“İyilerle bir ve
beraber olmak,
erdemlerin başında
gelir ve bu birliktelik
herkese dünya
ve âhirette şeref
kazandırır.”
1 18/Kehf, 92 18 Kehf 1.3 18/Kehf, 104 18/Kehf, 135 18/Kehf, 136 18/Kehf, 14-177 Nitekim Ashab-ı Kehfin köpeği, edebiyatımızda
pek çok şaire ilham kaynağı olmuştur. Örnek: “Kıtmir’inim ey Şâh-ı Rusul kovma kapından; Âlemlere rahmet dedi Rahman diye sevdim.” (Hasan Basri Çantay). 8 18/Kehf, 199 18/Kehf, 1910 18/Kehf, 2111 18/Kehf, 22 12 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, VI, 198. (Hâkim, Beyhakî/
Sahih)13 Bkz. Abdülhamid Cevdet es-Sehhâr, Ashâbu’l-
Kehf/ Mağara Arkadaşlığı, Çeviren: S. Oğuz-C. Şeyhâni, Ankara, 1983; Yalsızuçanlar Sadık, Kur’an’dan Öyküler, Mağara Dostları, s, 144-157, İstanbul, 2003.
14 Bkz. Tevfik el-Hâkim, Ashab-ı Kehf adlı dört bö-lümlük piyes çalışması, merhum Prof. Dr. Talat Koçyiğit tarafından dilimize kazandırılmıştır. İstan-bul, 1980.
15 Ashab-ı Kehf, Yönetmen: Farazullah Silahshur, 14 VCD.
16 Bkz. Menekşeoğlu H. Ali, K. Kerim ve Tefsirlere Göre Eshab-ı Kehf, s, 93, Tarsus, 1963.
Dipnot *Prof. Dr.
15Şubat 201214
Hulûsi Kalb’denAbdülmecit İSLAMOĞLU*
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s),
Dîvân’ında baştan sona ilâhî aşkı an-
latmaktadır desek yerinde olacaktır. Bu
aşk, kimi zaman gazel ve mesnevîlerle terennüm
edilmekte, kimi zaman ise kıt’a, rubâî, müfred ve
mısralar hâlinde söze dökülmektedir. Ama hep-
sinde dikkat çeken husus, bu ulvî duygunun saf,
hâlisâne ve coşkun bir edâ ile dile getirilmesi; sa-
nat kaygısı gütmeksizin nazma dökülmesi olmuş-
tur.
İşte, “Düştünse aşkın dâmına” diye başlayan
bu tür manzûmelerden birisi…
Aşktan, aşk tuzağından,
Dost sırrına mihmân olmaktan,
Zerre iken kân, katre iken ummân olmaktan,
Nûra inkılâb eden nârdan,
Makâm-ı hayrete ermekten,
Sevgiliye kavuşmanın bayram oluşundan,
Ve sonunda handân olmaktan, mutluluğa er-
mekten bahseden bir manzûme:
1. Düştünse aşkın dâmına
Bî-ad u san olsan gerek
Erip visâli kâmına
Bir özge cân olsan gerek
Âşık tıpkı bir kuş gibidir. Sonunda aşk tuzağı-
na yakalanır. Bu esaret, istenmiş, arzu edilmiş bir
tutsaklıktır.
Hakiki âşık şandan ve şöhretten uzak, benlik
davasından geçmiş olandır. Sevgiliye kavuşmanın
verdiği haz ile artık o, o değildir.
2. Yâr ile zinde cân olup
Ağyâr-ı yâr yeksân olup
Dost sırrına mihmân olup
Ol dürre kân olsan gerek
Sevdiğinden ayrı olan insan yaşıyor mudur
gerçekten? Sevgili varsa, hayat vardır. Sevgi-
li bir tarafta, onun dışındakiler diğer taraftadır.
Bir sevgili vardır, bir de diğerleri… İşte böyle bir
mahbûbun sırlarına ortak olmaktan, onun inci
tanelerine ev sahipliği yapmaktan daha güzel ne
vardır?
3. Zerre iken kân edeler
Katreni ummân edeler
Hep tenlere cân edeler
Cân u cihân olsan gerek
Gerçek aşk katre iken ummana karışmaktır;
bir damlanın uçsuz bucaksız bir denize kavuşarak
yok olması, ya da gerçekten var olması. Varlığının
şuuruna ermesi. Küçücük bir zerre iken işin kay-
nağına ermek, dıştan geçerek, öze ulaşmak…
4. Ref’ ola her yüzden nikâb
Her yan ola bin feth-i bâb
Nâr olup nûra inkılâb
Mihr-i nihân olsan gerek
Mihr; hem güneş hem de sevgi anlamına ge-
lir. Bu itibarla herkese nasip olmayan, ulaşılması
zor ve gizli sevgiyi elde eden/saklı bir güneş olan
ve her yeri aydınlatan kişinin gözlerinin önünden
tüm örtüler kalkacak, her şey ayan beyan görüne-
cektir. Ateşler nûr olacak, karanlıklar aydınlığa
kavuşacaktır.
“Gerçek aşk katre iken ummana karışmaktır; bir
damlanın uçsuz bucaksız bir denize kavuşarak yok
olması, ya da gerçekten var olması.”
DOST SIRRINA
mİHMÂN OLMAkSertaç AKKUŞ
17Şubat 201216
AĞLIYOR
Izdırab azığımdır, yüklüyüm Kaf dağından Tur dağı, Kaf dağıma heyhât, deyip ağlıyor
‘Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam’Hürriyet göz kırparak gayret deyip ağlıyor
Kederle gönül rebab, inlerim, yutkunamam!Neyle mey dolar içim; mahzun feryat ağlıyor
Âşığım sandım, amma kendimi kandıramam!Şu cefâkâr yüreğim çekip hasret ağlıyor
Çile yok, saflar yıkık, âh, hangisine yansam!Mâbedimde nâmaharem, bağ-ı cennet ağlıyor
Derdime çare için cananıma sarılsam!Hangi tuzu bastırsam; yaram bin dert ağlıyor
Gözlerim kan yaş döker firkatten sırılsıklam Her damla umman olup bulut bulut ağlıyor
Bir kere Allah desem koparcasına cândan Kucaklaşsam yâr ile bütün millet ağlıyor
Bilal YAVUZ
5. Envâr-ı zât ola yüzün
Esrâr-ı zât dola özün
Âyât-ı zât ola sözün
Mağz-ı Kur’ân olsan gerek
Hakiki âşığın yüzü nûrlarla dolmalı, aydın-
lanmalı. Özü mahbûbun sırlarıyla dolmalı. Her
sözü Yüce Yaratıcıya işaret eden hakikatler olma-
lı. Hâsılı Kur’ân’ı yaşamalı, ona uymalı.
6. Hüsn-i kitâbı her varak
Okuyasın andan sebâk
Yüz göstere tâ vech-i Hak
Bakıp hayrân olsan gerek
Öğüt almak isteyen için her şey O’na işaret et-
mektedir. Dağlar, taşlar, gökyüzü ve denizler; et-
rafımızda gördüğümüz canlı cansız her varlık,
O’na çağırmakta, O’nun varlığına şahitlik etmek-
tedir. Yeter ki kalpler mühürlü olmasın, yeter
ki içimizde ve çevremizde bulunan bu işaretler
okunmak istensin…
7. Ey âşık derd ü mihnete
Sabreyle er ol devlete
Erip makâm-ı hayrete
Bî-nâm u şân olsan gerek
Hakiki saâdete, gerçek mutluluğa ermek iste-
niyorsa, meşakkatlere, belalara sabretmeli. Sabre-
derek hedefe ulaşmalı. Sabrın acı, meyvesinin tat-
lı olduğunu hatırdan çıkarmamalı. Yüce Allah’ın
tecellileri karşısında hayrete düşmemek mümkün
değil şüphesiz. O halde, O’nun yüceliği karşısın-
da, kul olma bilinciyle hareket etmeli, ad-san da-
vasından vazgeçmeli.
8. Dâim hayâlinde ânın
Seyr-i cemâlinde ânın
Îd ü visâlinde anın
Cânla kurbân olsan gerek
Âşığın en önemli alâmetlerinden birisi de sev-
diğini daima düşünmesi, onu hatırdan bir an olsun
çıkarmamasıdır. Âşığın gıdası sevgilinin cemâline
durmaksızın bakmasıdır. Âşık maşûkundan feyz
almakta, onunla aydınlanmaktadır.
Sevdiğiyle bir türlü bir araya gelemeyen ve
gece gündüz onun hayaliyle yaşayan âşık için ger-
çek bayramın ne olduğunu sormaya gerek var mı?
Onun için gerçek bayram, cânânına kavuştuğu an-
dır. Mahbûbun yoluna kurban olma, vuslata erme
ve bayram etme…
9. Hulûsî cümle kîl ü kâl
Ana erende pâymâl
Yüz gösterip şevk-i visâl
Ol dem handân olsan gerek
Bu geçici dünyaya duyulan ilgi ve sevgi, eb-
edî âleme nisbetle bir dedikodudan başka ne-
dir? Malın ve evlatların fayda vermediği o günde,
yalnızca akl-ı selimin geçer akçe olduğu o saa-
tte, bu dünyaya ait her ne varsa ayaklar altına
alınacak, kıymetsizleşecek. O hâlde henüz fırsat
eldeyken, Yüce Yaratıcının huzuruna gelip hesa-
ba çekilmeden, hesabımızı yapmak… Vuslatı ar-
zulayarak, alnı açık, yüzü pâk olanlar zümresine
katılmak.
*Yrd. Doç. Dr.
19Şubat 201218
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
KAHRAMAN ŞEHİR
MARAŞ Şehirlerin en hası, en hasbisi, en ozanı ve yi-
ğidi olan şehir;
Beni yaz diyor bu kez, beni söyle. Maraş
yedi iklim, yedi bölge, yedi güzellik bir birine do-
lanmış. Hangi yana baksak gönül söyleniyor, sa-
ğanak sağanak güzellik ve hatıra dile geliyor. Ne-
reden başlamalı, nereye varmalı, nereye değmeli,
neyi kime söylemeli?
Kalenin Burcunda Şanlı Maraş var!
Kısakürekler, Karakoçlar, Sütçü İmamlar ve
Maraşlı Şeyhoğlu, söylemiş söylenmesi lazım ge-
leni. Dört bir yana ulaşmış temenniler, dilekler.
Anlayan anlamış, gören görmüş, bilen bilmiş. Biz
yeni baştan hatırlatmak, unutulanı dile getirmek
sevdasındayız!
Maraş kahraman, Maraş şanlı, Maraş yiğit,
Maraş unvanlı!
Akdeniz başını uzatsa da Maraş Ovasına,
Gâvur Dağı kesse de yolları, Ceyhan Irmağı dola-
sa da belini Maraş’ın, bütün yollar Maraş’a çıkı-
yor. Zemheri de donmuyor Maraş Ovası, yaz sıca-
ğında yanmıyor şehirlerin şanlısı. Sırtını Malatya
gibi bir Alperen şehre yaslamış, ellerini Torosla-
ra uzatmış, Çukurova’ya baş koymuş, güney illeri-
ne göz kırpıyor!
Baharın Koynunda Bir Nazlıcadır Maraş
Asırlara meydan okuyan camiler her dem göğe
uzanmakta, geçmişi hale yaklaştırmakta, zama-
na gönül dokumaktadır. Ulu Camii avlusunda ak
kanatlı güvercinler beş vakit gelip giden mümine
imrenircesine çığlık çığlığa coşmakta, engin gök-
lerin masmavi sonsuzluğunu sunmakta ve eski za-
manların yasını tutan pervazlara tüneyip Hakk’a
niyaz eylemektedir sanki.
Maraş’ta camiler hem mü’min hem eren, hem
yiğit ağırlamaktadır.
Hatuniye Camii, Haznedarlı Camii yüzyılla-
ra gidip gelen zümrüdü ankadır düşünene. İkli-
me Hatun Mescidi, Taşhan Çarşısı, Kâtip Hanı,
gelene geçene geçen yüzyılların sevincini, kederi-
ni, hasretini ve vuslatını hatırlatır gibidir. Zaman
geçmiş, taş ustaları göçmüş, devir değişmiş, lakin
onlar hala iklime, zamana meydan okumaktadır.
Huzura Bağdaş Kurup Oturanlar
Ashab-ı Kehf Afşin’de huzura bağdaş kurup
oturmuştur. 33 mekân 33 yer gösterilse de Maraş-
lı en güzel misafirhane kendini bilmiş, kendini ka-
Serta
ç AK
KUŞ
Malik Bin Eşter (r.a.)’in Kabri
Bakırcılar Çarçısı
Ahşap Oymacılığı
Şubat 201220 21
bul etmiş, kendini en fazla yakıştırmıştır. Yakışır
sana Maraş, zira en kahraman sen, en yiğit sen, en
mert olan sensin!
Atalar yadigârı olan hamamlar, şehri akçalı-
ğın ve pakçalığın şehrinin emaresidir; Çukur Ha-
mamı, Tüfekçi Hamamı, Acar Hamamı, Paşa Ha-
mamı hala misafirlerini beklemekte, temizliğin
adresi olduklarını usulca fısıldamaktadır adeta.
Mağara inzivanın kutsal şehridir bilene!
Alişar bölgesinin gönül ehli insanları tebes-
sümdür, ağlayana gülene. Elbistan; dost mec-
lislerinin güzel sohbetlerine şahittir. Mağaranın
çeşit çeşidi Maraş’ta sıra sıradır. Döngel Ma-
ğarası, Gümüşkaya Mağarası, Savruk Mağara-
sı, Bulut Deliği Mağarası bütün gizemli sırları-
nı kendilerinde saklar gibidir. Bütün saklanası
güzellikler ve düşünceler o mahrem köşklerde-
dir bir bakıma gidip göz vurulası. Maraş onlarla
Kahramanmaraş’tır zira!
Coğrafyanın En Gözdesi Olan Şehir!
Tekir Yaylası şöhretlidir, yüksektir ve serin-
dir. Maraş serinliği ve derinliği denince Maraş
dondurması gelmelidir akla ve gönüle. Bütün
dünyaya bir Maraş lezzeti yayılmış ve Maraş’ı
şöhretinin en zirvesine çıkarmıştır.
Maraş dondurması soğuktur lakin Tirşik Çor-
bası bir o kadar sıcaktır. Maraş mutfağında za-
man kaynamaktadır. Yüzyılların yemekleri bakır
tencerelerde yeni baştan hayat bulmakta, zama-
nı oyalamaktadır adeta. Mutfaklar yenilense de
yemekler hala eski ve gelenekseldir.
Kahramanmaraş kırmızıbiberi yemeklerin
tadı tuzudur. Boranı, Mumbar, Dövme pilavı,
Ekşili turşu, Sulu yağlı köfte asırların içinden
başını uzatıp gelene geçene “Buyurunuz!” der gi-
bidir.
Maraş Gâh Dondurmadır, Gâh Ozandır!
Maraş gâh kahramandır, gâh erendir! Maraş
bazen Sütçü İmam, bazen üç kuşaktan Kısakürek-
tir!
Ey bağrından ozanların en hasını doğuran ve
onları kendinle yoğuran şehir! Şehirleri şehir ya-
pan ne coğrafyadır, ne koynundaki zenginlikler,
ne parası puludur. Şehirleri şehir yapan bağrın-
daki insanlardır, o insanların gönül seferberliği-
dir!
Kendini Savunan Şehir
Maraş, insanlığın anıtlaştığı şehirdir. Milli Mü-
cadele bayrağının mertçe dalgalandırıldığı, Sütçü
İmam ve Davulcu Halil Ağanın bayraklaştığı, Ma-
raşlı Hüseyin’in devleştiği kent... Kendini savu-
nan şehir Maraş, düşmeyen, yenilmeyen, teslim
olmayan kenttir. Kadınıyla erkeğiyle bayrağı ve
namusu kirletmeyen kahraman şehir! Tarihin en
eski ve en köklü şehirlerinden. Malazgirt’ten bu
yana kalbini İslâm’a teslim etmiş, İslâm’ın bay-
raktarlığını yapmış, İslâm’ın sözcüsü olmuş şehir.
Gönüller sultanı nice insanı bağrından Diyar-ı
Rum’a bağışlamış, hak için, adalet için, iman için,
İslâm için yollara hem kahraman, hem şanlı, hem
eren olan nice Maraşlı yetiştirmiş.
Ey güvercin kanatlı şehir, ey şanlı şehir,
Kahraman ve ermiş şehir,
Ezelden ebede kadar vakarınla kal, geçmişi ge-
leceğe bağlayan bütün köprülerini sağlam tut, yı-
kılmasın, sönmesin bağrındaki Alperen ocakla-
rı, tükenmesin ozanlarının bağrındaki hakikat
meş’alesi, bitmesin Sütçü İmam’ın vatan aşkı!
Sen hep böyle kal, anlı kal, şanlı kal.
Kahraman olan Maraş kal!
Serta
ç AK
KUŞ Abdülhamithan Camii ve Kahramanmaraş’tan Genel Görünüm
23Şubat 201222
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
Hamd, isteğe
bağlı yapı-
lan bir iyili-
ğe karşı gönül hoşluğu ile o iyi-
liğin sahibine saygı ifade eden
bir övgü sözüdür. Allah için
hamd, O’na fazîletlerle dolu bir
övgüdür. Çünkü nimetleri O ve-
rir, kullarına sayısız ikram ve
lütuflarda O bulunur. Şüphe-
siz, hamd, medih ve şükür kav-
ramları arasında farklar var-
dır. Hamd, medihten daha özel,
şükürden daha geneldir. Çün-
kü medih insanda, kendi iste-
ğiyle olan şeyler için söylenir.
Meselâ insan, boyunun endâmı
ve yüzünün güzelliği ile övüne-
bileceği gibi, cömertliği ve bil-
gisiyle de övünebilir. Hamd ise,
ikinci için olur, birinci için de-
ğil. Şükür ise, ancak bir nimete
karşılık olarak söylenir. Bu an-
lamda her şükür hamddir, fakat
her hamd, şükür değildir. Her
hamd, medihtir ama her medih
hamd değildir. Çünkü medih,
canlılığı ve istediği gibi hare-
ket etme yeteneği olana da ol-
mayana da yapılır. Mesela güzel
bir inci ve güzel bir at da övül-
müş olabilir. Fakat onlara ham-
dedilmez. Hamd, inci ve atı ba-
ğışlayan, istediğini yapmakta
serbest olan sadece Allah’a öz-
güdür. Çünkü Allah, övülmeye
layıktır ve yücelerin yücesidir.
Şu âyetlerde olduğu gibi:
“Hamd, âlemlerin Rabbi
olan Allah’a mahsustur.”1
“Biz sana hamdederek
dâimâ seni tesbîih ve takdîs
ediyoruz.”2
“Hamd, gökleri ve yeri ya-
ratan, karanlıkları ve aydın-
lığı var eden Allah’a mahsus-
tur.”3
“Hamd, bizi buna eriştiren
Allah’a mahsustur.”4
“O, övülmeye lâyıktır, şânı
yücedir.”5
Medih bağıştan önce de on-
dan sonra da yapılabilir. Hamd
ise kesinlikle bir iyilikten son-
ra yapılır. Şükür ise, gelmiş
olan bir nimete sözlü, fiilî veya
kalp ile nimeti verene saygı-
da bulunarak ona karşılık ver-
mektir. Şu halde medih, yerine
göre gerçeğe göre boş bir ümit
ile kuru bir yalandan, soyut bir
dalkavukluktan ibaret kalabi-
lirken, hamd ve şükür dâimâ
gerçeğe uygun bir doğruyu ifa-
de eder. Hamd ve şükür tama-
men meşru ve ahlâka uygun bir
davranış olurken, çoğu zaman
medih, ahlâka uygun bir davra-
nış değildir; İslâm’a göre yasak-
lanmış ve yerilmiş de olabilir.
Hamd ile şükürde esas maksat,
bize sayısız nimeti vereni takdir
etmektir. Bu açıdan, hamdin,
saygı ve değer verme mânâsı
daha yüksektir. Bundan do-
layı, sadece Allah, Hamîd’dir.
El-Hamîd ise, O’nun en gü-
zel isimlerinden birisidir. Çün-
kü O, ilâhî zâtında her güzelli-
ği, her üstünlüğü toplayıcı, her
türlü hamd ve hürmete müsta-
haktır.6
Müslüman Her Halükarda
Yüce Allah’a Hamdetmelidir
Bir Müslüman, kendisine
“Nasılsın?” denildiği zaman,
“Her halükarda Allah’a ham-
dolsun” demeye dilini alıştır-
malıdır. Gündelik hayatımızda
O’na hamdedecek, O’na şükre-
decek o kadar çok nimete sa-
hibiz ki, saymakla bitireme-
yiz. Başta Müslüman olmamız,
Müslüman bir coğrafyada ya-
şamamız, Müslüman bir anne
ve babadan dünyaya gelmemiz,
salih bir eşe ve çocuklara sahip
olmamız, organlarımızın sağ-
her güzellİğİ VE üstünlüğü toplayAN, hürmete müstahak olan:
El-HAMÎD“Hamd ile şükürde esas maksat, bize sayısız nimeti vereni takdir etmektir.
Bu açıdan, hamdin, saygı ve değer verme mânâsı daha yüksektir.”
H. G
ÜLS
EREN
25Şubat 201224
lamlığı, iyi kimselerle dostluk-
lar ve arkadaşlıklar kurmamız,
bizi Hakk’a götüren bir cemaa-
te mensup olmamız vb… Bunla-
rın hepsi sonsuz hamd ve şük-
rü gerektirir. Unutmayalım ki,
dilimizdeki el-Hamîd zikri kal-
bimizle buluşursa, hem Hamîd
olan Allah’a sonsuz güven ve
bağlılığımız artacak, hem de
bizde kanaat ahlakı oluşacak-
tır. Sürekli şikâyet eden, sız-
lanan bir kimse, şekâvet ehli
olur. İçini hüzün kaplar, gam
ve kasâvetten kurtulamaz. İçi-
ni karamsarlık ve hüzün kapla-
dığı için de iç mutluluğunu kay-
beder. Burada âcilen mânevî
eğitim devreye girmelidir. Bun-
dan dolayı Allah dostları, tasav-
vufu, “Ssıkıntı anında gönülde
neşe ve ferah duymaktır.” diye
tanımlamışlardır. Aşk ehli, hep
hamd ehlidir. Onlar, “Nârın da
hoş, nûrun da hoş.” demişlerdir.
Nitekim Hz. Mevlâna şu beyitle-
rinde bunu çok güzel anlatır:
Bu denizde ne ölmek var bize,
Bu denizde ne gam, ne dert
ne keder var bize,
Bu deniz alabildiğine muhabbet,
Bu deniz, iyilikten, cömertlikten
ibâret
Gerçekten de Müslüman ol-
maktan daha güzel bir nimet var
mıdır?
Nimetlere Hamdetmek
İnsanlık açısından bütün
mutlulukları iki kelime ile özet-
lemek gerekirse, bunlardan biri-
si nimet ve bolluk içinde bulun-
mak mânâsına gelen tenâüm,
diğeri ise, nimet verme anlamı-
na gelen in’âmdır. Hayatımız-
da Yüce Allah’ın bize verdiği
nimetleri saymaya kalksak say-
mamız imkânsızdır. Bu nimet-
ler içine, maddî ve mânevî bü-
tün nimetler girer. Dolayısıyla
herkes, Allah’ın kendisine ver-
diği nimetleri bir düşünmeli, bu
nimetlerin kaybından ortaya çı-
kacak felaketi bir tefekkür etme-
lidir. İnsanda şuurlu hamdetme
duygusu, nimet ve bolluk içinde
bulunulduğu his ve takdir edil-
diği zaman meydana gelir. Çün-
kü mutluluk, refah içinde bulun-
manın kendisinde ve niceliğinde
değil, niteliğindedir. Zâten bol-
luk içinde bulunmanın mânâsı
budur. Ne zaman insan, iç dün-
yasında mutluluk hazzını his-
sederse, o zaman kalpten gelen
“hamd” zikrini ve takdir duy-
gusunu dille ifade eder. İşte bu
makâm, hamd makâmı olup,
âriflerin de makâmıdır. Nimet
verme makâmında bulunanla-
rın mutluluğu da yalnız nimet
vermede değil, verilen nimetin
değerini bilecek ve zevki ile mut-
luluk duyacak, lâyık olan yere
ulaştırmasında ve ulaştığını açık
delil ile görmesindedir. Bu delil
ise hamd edenin hamdidir. Yu-
karıda da ifade ettiğimiz gibi,
bizler, nimet verme makâmının,
nimete erme makâmından daha
üstün olduğunu biliriz. Bundan
dolayı Mahmûdiyet (kendisi-
ne hamd edilmeye layık olma)
makâmı, rütbelerin en mükem-
meli ve hedeflerin en sonudur.
Elbette bu makâmın mutluluğu
da en büyük mutluluk olacaktır.
Bu mutluluğun zevkindeki coş-
ma ise, doğal olarak bir hamd ile
sonuçlanmayı gerektirir. Hamd
etmeye lâyık olana hamd etmek
demek olan bu hamd ise, nime-
ti artırmaya ve dolayısıyla faz-
la hamdetmeye ve hamdedil-
meye sebep olur. Böyleler için
Yüce Allah’ımız şöyle buyurur:
“Eğer şükrederseniz elbette size
(nimetimi) artırırım. Eğer nan-
körlük ederseniz, hiç şüphesiz
azâbım çok şiddetlidir.”7
Hülâsa-i kelâm, her Müs-
lüman hamd etme makâmında
olmalıdır. Yine iyi bilelim ki,
aynı zamanda Hâmid ve Mah-
mud, Ahmed ve Muhammed
Yüce Peygamberimizin müba-
rek isimlerindendir. Gerçekten
Makâm-ı Mahmûd (en yüksek
şefâat makâmı) bilhassa pey-
gamberlerin sonuncusu olan
Efendimiz’e va’d olunan ve onu
hamd etme makâmından hamd
edilen (övülen) makâmına yü-
celten yüksek bir makâmdır. Bu,
büyük şefaat makâmı olup bura-
da “livâü’l-hamd” sancağı onun
sağ eline teslim olunmuştur.
Âhirette Makâm-ı Mahmâd’un
bol şefaati iledir ki, livâü’l-hamd
sancağı altında toplanacak olan
ümmet, Allah’a hamd etmele-
rinden paylarını alacak ve cen-
net ehlinin dualarının sonu da
Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd
olsun8 olacaktır. Böyle hamd
etme ve övülme vasıflarını top-
layan Allah’ın dostunun, Ah-
med olması ve Muhammed ol-
ması, hamdin bu toplayıcı ve
birleştirici derecesini dile geti-
rir. Gerçekten lafız ve mânâ iti-
bariyle hamdin esası, Efendimiz
Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ait bir
gerçektir. Bu gerçek ise, ham-
din, başlangıç ve sonuç itibariy-
le Allahu Teâlâ’ya ait olması ger-
çeğini pekiştirir.9 Yüce Allah’ın
el-Hamîd isminden nasibini al-
mış her Müslümanın; inançları,
ahlakı, amelleri, sözleri hep gü-
zeldir ve övülmeye layıktır. Bu
alanda ne kadar özen gösterilir-
se gösterilsin, yine de insanların
hamdi, kusurdan hali değildir.
Bu bakımdan mutlak kusur-
suz ve övülmeye layık olan an-
cak şanı Yüce Allah’tır. Öyleyse,
sözlerimizin başında da sonun-
da da hamdin O’na ait olduğunu
hep dile getirelim ve aklımızdan
hiç çıkarmayalım.
1 1/Fâtiha, 2. Ayrıca bkz. 10/Yûnus, 10.2 2/Bakara, 30.3 6/En’âm, 1.4 7/A’râf, 43.5 11/Hûd, 73.6 Bkz. Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredat, İstanbul, 1986,
s. 186–187.7 14/İbrâhîm, 7.8 10/Yûnus, 10.9 Krş. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an
Dili, İstanbul, 1979, I, 57-61.
* Prof. Dr.
Dipnot
“Bir Müslüman,
kendisine “Nasılsın?”
denildiği zaman, “Her
halükarda Allah’a
hamdolsun” demeye
dilini alıştırmalıdır.
Gündelik hayatımızda
O’na hamdedecek,
O’na şükredecek o
kadar çok nimete
sahibiz ki, saymakla
bitiremeyiz.”
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A
27Şubat 201226
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE* Farsça bir kelime olan ve sözlükte “suç”
anlamına gelen günah, dinî emirlerin
yerine getirilmemesi veya yasakların
çiğnenmesiyle ortaya çıkan dinî, ahlâkî ve vicdanî
açıdan sorumluluk gerektiren bir olgudur: Nasıl
beşerî kanun ve kuralların çiğnenmesi suç diye
adlandırılıyorsa, dinî alandaki hatâ ve davranış-
lar da günah olarak nitelendirilmektedir.1
Nevvâs b. Sem’ân (r.a.) bir gün Peygamber
Efendimize, “İyilik ve günah nedir?” diye sorar.
Hz. Peygamber (s.a.v) de ona şöyle cevap verir:
“İyilik, ahlâkın güzel olmasıdır. Günâh ise, kal-
bini tırmalayıp insanların muttalî olmasından
hoşlanmadığın şeylerdir.”2
Vâbisa adlı sahabeye ise Peygamber Efendi-
miz, “Nefsine danış, kalbine danış ey Vâbisa!
İyilik, nefsinin kendisine ısındığı ve kalbinin
mutmain olduğu şeydir. Günâh ise, nefsini tır-
malayan ve göğsünde tereddüde yol açandır.”3
telkîninde bulunmuştur.
Günahkârlara Kurtuluş Yollarını Sunma Zorunluluğu
İslâm bizlerin günaha bulaşmasına hoş bak-
maz. Günah bir tür çirkinliktir. Öyle ki, Kur’ân’da
bazı günahlar için, “Şeytanın işlerinden bir pis-
lik.”4 ifadesi kullanılmıştır. Buna göre günaha yö-
neldiğimiz ölçüde, çirkinliğe doğru kaydığımız
ortaya çıkmaktadır. Müslüman, işlenen günahla-
ra tepki gösterirken, günahkârlara acıyıp merha-
met eder. Günah çukuruna düşenleri oradan kur-
tarmanın çabasını güder. Bize düşen günahkârı,
günahı içinde boğmayıp onu müsâmaha, af, mer-
hamet ve muhabbet ikliminde, tevbe deryasında
arındırmaktır. Bu gerçeği Ebü’d-Derdâ Hazretle-
ri şu şekilde ortaya koymaktadır:
Şam’da kadılık yapan Ebu’d-Derdâ bir gün,
halkın bir günahkâra sövüp saydıklarını işitti.
Onlara:
“Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne ya-
parsınız?” diye sordu. Oradakiler:
“İp sarkıtıp çıkarmaya çalışırız.” deyince,
Ebu’d-Derdâ (r.a.) bu defa:
“Öyleyse günah kuyusuna düşmüş bu
adama da niçin bir ip sarkıtıp onu kurtarmayı
düşünmüyorsunuz?” diye sordu. Şaşırdılar:
“Sen bu günahkâra düşmanlık duymaz mı-
sın?” dediler. Ebu’d-Derdâ (r.a.) şu hikmetli ce-
vabı verdi:
“Ben, onun şahsına değil, günahına düşma-
nım.”5
Günaha Devam Ediyor Olmak Büyük Günahtır
Günahkârlara acımak, onları maruz kaldıkları
günah illetinden kurtarmak vazifemizdir. Ancak
günahı alışkanlık haline getirenlerin nefisleri-
ni ciddi olarak muhâsebe etmeleri de gerekmek-
tedir. Çünkü bir kötü eylemin bir kere yapılma-
sıyla o eyleme devam etmek arasında fark vardır.
Yani, günaha devam ediyor olmak; büyük günah-
tır. Günahı tekrar etmek de bir süre sonra kişi-
deki maneviyatı bozar. Maneviyat, anne karnın-
daki, fetüsteki zar gibidir; bebeğin etrafındaki zar
gibi. O zar bir kere delinince içindeki bebek yaşa-
yamaz hale gelir. Onun için spiritüel hayatı yaşa-
yan insanlar, o mukaddes maneviyat zarını koru-
mak zorundadır. Günahlar, o zarı deliyor fakat bu
bir kerede olmuyor, günahlar tekrarlandıkça bir
müddet sonra zar, artık yamanmaz bir hale geli-
yor. Hayırlarda da böyledir bu; bir hayrın çok bü-
yük faydası var ama hayır tekrarlanırsa insanda
yer etmeye başlar artık, mânâsını getirir kişiye…6
İşlenen günahlar sahibini perişan eder. Gü-
nah çukuru insanlık yürüyüşünü kesintiye uğra-
tır. Günahlara alışkanlık kazanmak daha büyüğü-
nü celbeder. Ali el-Müzeyyin (ö. 328/939) işlenen
günahın en önemli cezasının kişiyi başka bir gü-
naha sürüklemek olduğunu, işlenen sevabın en
güzel mükâfatının da başka sevaplı işlere kapı
aralaması olduğunu belirtmektedir.7 Dolayısıy-
la işlenen iyi veya kötü davranışlar kişide karak-
ÇUKURU“İslâm bizlerin günaha bulaşmasına hoş bakmaz. Günah bir tür çirkinliktir. Öyle ki,
Kur’ân’da bazı günahlar için, “Şeytanın işlerinden bir pislik.” ifadesi kullanılmıştır. Buna
göre günaha yöneldiğimiz ölçüde, çirkinliğe doğru kaydığımız ortaya çıkmaktadır.”
GÜNAH
Şubat 201228 29
ter haline dönüşmektedir. Alışkanlık haline gelen
günahlar zamanla imanın nurunu söndürmekte-
dir. Bu durumu Ebû Hafs Haddad (ö.265/878)
“Hummâ nasıl ölümün habercisi ise, günahlar da
küfrün habercisidir.”8 diye ifade ederken, Yahyâ
b. Muâz (ö. 258/871) da, “Bir kimse açıkça değil
de içinden ve gizlice Allah’a hıyanet ederse, Allah
onun ar ve namus perdesini yırtar ve kendisinin
rezil eder.”9 şeklinde beyan kılmaktadır.
Günahın Acısını Hissetmek
Kişinin işlediği günahların farkında olmaması,
günahlara karşı duyarsız kalması nefsin esareti al-
tına girmesine yol açmaktadır. Ahmed b. Hadra-
veyh (ö.240/854)’in ifadesiyle söyleyecek olur-
sak, “Gafletten ağır bir uyku yoktur. İnsana en
çok mâlik olan ve onu kul olarak kullanan nefsânî
arzulardır. Üzerinde gafletin ağırlığı olmasaydı
nefsânî arzular sana karşı zafer kazanamazdı.”10
Dinî ve ahlâkî yükümlülükleri yerine getir-
memek, fırsatı kaybetmek ölümden daha zordur.
Çünkü dinî yükümlülükleri yerine getirmemek
Hak’tan ayrı düşmek, ölüm ise halktan ayrılmak-
tır.11 Kişinin âfiyette olması günah işlememesi-
ne bağlıdır.12 Fudayl b. İyâz (ö.187/802) Allah’a
karşı itâatsizlik ettiğini, eşeğinin ve hizmetçisi-
nin huyundan anladığını belirtmektedir. Bunun
nasıl olduğu sorulduğunda ise onların kendisine
itâatsizlik etmelerini kendisinin Allah’a isyanına
bağlamaktadır.13
“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz”14 âyeti
ashâb-ı kirâmı ağlatmış, Cehennemden söz eden
âyetler ashâb-ı kirâmın tüylerini ürpertmiştir.
Onlar Allah korkusuyla ağlayan kimsenin cehen-
neme girmeyeceğini, ısrarla günah işleyenin de
cennete giremeyeceğini idrak etmişlerdir. Günah
işlemek insan olarak hepimizin mayasında bulun-
maktadır. Önemli olan hatâmızı fark etmektir.
Muhammed İkbal şu dizleri ile kötülüğe ve gü-
naha yol açan psikolojik kaynağını korku, hüzün
ve ümitsizlik olarak görmektedir:
“Ümit kesilirse hayat biter.
Ümitsizlik hayatı zehirler.
Gam ile ümitsizlik bir çadırda yaşar.
Keder, hayat damarına vurulan bir neşterdir.
Eğer içinde irade ölmüşse
Ve sazın telleri kopmuşsa, ondan olduğunu bil.
Eğer korkunun kulağını çekersen telin seslenir
ve sesi göklere yükselir.
Eğer himmet ve iradeyle güçlenmiş isen
Güçlükler bile seni sevindirir.”15
Günah Yollarının Panzehiri İslâm Ahlâkı
Korku, ümitsizlik ve karamsarlık hastalığından
kurtulan mü’min inandığını, tutum ve davranışla-
rıyla ispatlamadıkça, hiçbir zaman, imanını eksik-
likten kurtaramaz. Bunun içindir ki:
Kalbimiz, dilimizle bir olmadıkça;
Sözümüz, işimize uymadıkça;
Yakınlarımız, komşularımız, şerrimizden em-
niyet ve selâmette kalmadıkça;
Kendimiz için, hoş gördüğümüz şeyi, başka-
ları için de, isteyip, hoş görmedikçe, imanımızın
tamamlanamayacağı, Peygamberimiz tarafından
haber verilmiştir.
Gerçek ve olgun mü’minler, imanlarını fiilen
yaşayan insanlardır. Hz. Ali (k.v.) bu gerçeği şu
şekilde dile getirmektedir:
“Mü’minler, yalnız sözde kalmazlar, aynı za-
manda, imanlarını fiilen de yaşarlar.
İmanın aydınlığı onların üzerlerinde göze çar-
par.
Onlar her ne yapar ve her ne işlerlerse, bilerek,
inanarak yapar ve işlerler.
Hiç kimseye kötü gözle bakmak ve hiç kimseyi
kötülemek, onların akıllarından geçmez.
Onların düsturları, yaratılmışları, yaratanın-
dan ötürü hoş görmektir.
Onlar kimseyi çekiştirmez, kimseye kötü söz
söylemezler.
Hayrı, iyiliği yapıyor desinler diye yapmazlar,
gösteriş nedir bilmezler.
Mahcup etmek, utandırmak için, soru sormaz-
lar.
Sordukları anlamak içindir.
Anladıkları da yapmak içindir.
Onlar, hiç kimseye iftirâda bulunmazlar.
Bilmedikleri işe karışmazlar.
Kalb ve gönlün, içinden geçirdiği şeylerden;
Kulağın, duyduklarından;
Gözün, gördüğü şeylerden sorguya çekilecekle-
rini düşünürler.
Bunun için de, iyice bilmedikleri, iyice duyma-
dıkları ve iyice görmedikleri şeyleri, bildim, gör-
düm, duydum demezler.
Onların, acınacak kimselere acımaları samimi
olup yapmacık değildir.
İleri, açıktır; hayra hayır demezler.
Onlar, hiç kimseye karşı kibir ve gurur tasla-
mazlar.
Onların hükümlerinde ve kararlarında zulüm-
den ve haksızlıktan bir iz bulunmaz.
Onlar, söyledikleri sözleri, vaadleri yerine ge-
tirirler.
Böyle olan mü’minlerin huyları yumuşak, üst-
leri başları pâk, alınları açık ve aktır.
Susmaları söylemelerinden çok, sözlerinde ve
konuşmalarında sıkıcılık yoktur.
Onlar, kızdıkları zaman bile, haktan, adaletten
ayrılmazlar ve sapmazlar.
Haklarını isterken ve alırken de, kıyasıya iş
yapmazlar.
Üzerlerine lâzım olmayan işe ne ellerini, ne de
dillerini sokmazlar.
Hiç kimsenin felâketine “oh” demezler”16.
Özetle İslâm ahlakına bürünen kişiler günah
bataklığını kurutur, günah işlemekten utanç du-
yar, günah yerlere varmaktan sarf-ı nazar eder,
günahkârlarla düşüp kalkmaktan kaçınır ve gü-
nahın karanlıklarından sevabın aydınlığına yol
alırlar.
1 Harman, “Günah”, TDV İslâm An-siklopedisi, c. XIV, s. 278.
2 Müslim, Birr, 5;Tirmizî, Zühd, 52.3 Dârimî, Buyu’, s.2.4 5/Mâide, 90, 6/En’âm, 145.5 Topbaş, Vakıf İnfak Hizmet, s. 182-
183.6 Kılıç, “Kimin Mürşidi Yoksa…”,
Yenidünya Dergisi, Sayı: 211, s. 48.7 El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 432. 8 El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 406. 9 El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 414.
10 El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 410. 11 El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 414. 12 El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 393. 13 El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 424. 14 53/Necm, 60.15 İkbal, Benlik ve Toplum, s. 108-110;
Albayrak, “İkbal’de Tanrı’nın Kud-reti ve Kötülük Problemi”, Tasav-vuf Dergisi, yıl:3, S.7, Eylül-Aralık 2001, s. 192.
16 Köksal, Dini ve Ahlâki Sohbetler, c.III, s. 97-115.
*Prof. Dr.
Dipnot
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A Abdülhamithan Camii / Kahramanmaraş
31Şubat 201230
EdebiyatMusa TEKTAŞ Askerlik hatıraları asla unutulmaz.
İnsanın gençlik yıllarında, zihnin
berrak zamanlarında, yeni bir or-
tamda, yeni arkadaşlarla geçirmiş olduğu zaman
dilimleri tatlı hatıralar olarak dilden dile anlatı-
lır. Sohbet ortamlarının samimi duyguları ola-
rak paylaşılır. Hele de büyük zatların hayatları-
nın birer parçası ise, her ânı örnek davranışlarla
dolu, taze ve canlı hatıralardır. Biz de bu yazımız-
da Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin
Kahramanmaraş’ta bıraktığı hatıraları yâd edece-
ğiz.
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin 04.10.1940 tarihin-
de içtiması ve 05.10.1940 tarihinde de sevki VII.
Kolordu Muhabere Taburu’na yapılmıştır. Ace-
mi birliğini Diyarbakır’da tamamlamış, oradan
da Kahramanmaraş’a gelmiş ve askerliğini orada
bitirmiştir. Darendeli asker arkadaşı çoktur, an-
cak en çok bilinen şahıslar şunlardır: Şamil Yaz,
(Mercan) Mehmet Ali Türkyılmaz, Ömer Aydo-
ğan, Mustafa Güleç ve Hacı Mustafa Erdemir’dir.
Askerlikte başlayan ahbaplığın daha sonra da de-
vam ettiği göz önünde tutulursa, Osman Hulûsi
Efendi’nin vefa duygusunun çok güçlü olduğunu
görülür.
Bir İlahinin Doğuşu
Asker Arkadaşı H. Ömer Aydoğan bir soh-
bet esnasında askerlik hatıralarından şöyle bah-
setmişlerdir: “Diyarbakır’dan hüzünle ayrıldık,
Maraş’a geldik. Orada da geniş bir arkadaş çev-
remiz oldu. Bir gün çarşı iznine çıktık, arkadaşım
dedi ki: ‘Osman Hulûsi Efendi, ben çay, sema-
ver temin ettim. Bir camiinin bahçesine gidelim,
orada oturalım.’ Ben de ‘belki bir şey diyen olur’
dedim. Fakat arkadaş ısrar edince, onu kırama-
dım. Camiinin bahçesine girdik, arkadaş sema-
veri yakmaya başladı. Ben de şadırvanda abdest
alıyordum. Biraz sonra caminin müezzini söyle-
nerek geldi. Hakaretler etmeye başladı. Arkada-
şa eşyaları toplamasını söyledim. O anda bir ilâhî
yazdım. Arkadaşa verdim, ‘bunu müezzine ver,
arkana bakmadan dön gel’ dedim. Camiden ay-
rıldık. Müezzin yazıyı okumuş, arkamızdan ko-
şarak, Asker Efendi! Asker Efendi! diye çağırdı.
Ama dönüp bakmadık. Orada şu ilâhî doğdu:
Bî-çâre hâfız gönlümüz
Ayîne-i Rahmân bizim
Bilsen serâpâ sînemiz
Hep menşed-i Kur’ân bizim2
Bu ilâhîde Osman Hulûsi Efendi gönüllerini
inciten insana hitaben: “Ey Kur’an’ı ezberleyip
manasından habersiz olan ve gönülleri inciten
kişi. Sen bizim sinemizde Hakk’ın tecelliyatını,
Kur’an’ın ulvî ve manevî süsünün olduğunu bil-
sen bize böyle yapmazdın.” demek istemektedir.
Yine Kahramanmaraş’taki askerlik vazifesin-
de de rütbeli subayların, asker arkadaşlarının ve
halkın teveccühünü kazanmıştır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi örnek kişi-
liğini her ortamda sergileyen hâl ve tavırlarıy-
la dikkat çeker. K.Maraş’ta, Bölük komutanı,
Hulûsi Efendi’yi çok güvenilir ve dürüst bulduğu
için bütün malzemelerin bulunduğu ve dağıtıldı-
MARAŞ’TA yAŞANANHATIRALARSe
rtaç
AKKU
Ş
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Kale Kapısı / Kahramanmaraş
33Şubat 201232
ğı depoya onu görevlendirir. Daha önce bölük ko-
mutanları depoculara yapacağı işi kendileri tarif
edermiş. Hulûsi Efendi depoyu o kadar intizam-
lı bir şekilde düzenlemiş ve yerleştirmiş ki bölük
komutanları görünce hayret içinde kalmışlar.
Depo görevlisi olması hasebiyle, güvenilir ol-
duğu kadar, tertip ve düzen konusunda subaylar
tarafından örnek gös-
terilmiştir. Bu hususta
Osman Hulûsi Efendi
bir sohbette buyurur-
lar ki:
“Maraş’ta depo so-
rumlusu olduk. Bir gün
bir hemşehrim geldi,
potin bağı istedi. Mü-
saadesiz veremeyeceği-
mi söyledim, cebimden
yirmi beş kuruş ver-
dim, çarşıdan alırsın
dedim. Depodan vere-
medim; çünkü depoda
bulunan her şey ema-
net idi.”
Maraş’taki Askerlik
Günlerinde
Askerlikle alâkalı
olarak yaşamış oldu-
ğu ilginç bir hatırası da
şöyledir:
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, K. Maraş’taki asker-
lik günlerinde bir binbaşısı vardır, zaman zaman
kendisiyle sohbette bulunur. Pazar günü oldu-
ğunda askerlerin büyük bir çoğunluğunun Hulûsi
Efendi’nin peşine gittiğini ve onun sohbetlerine
katıldığını görür. Binbaşı buna çok sevinir. Bin-
başı başka bir mürşide intisaplı olduğu için, ken-
di mürşidine Osman Hulûsi Efendi’den bahseder;
“Efendim bizim bölükte bir er var, Pazar günü
tatil olduğu zaman koyunun tuza gittiği gibi, as-
kerler peşinden gidiyor.” deyince mürşidi de bin-
başıya: “ Öyleyse getir bir de biz görelim.” karşı-
lığını verir.
Bir gün kumandan, durumu Hulûsi Efendi’ye
anlatır ve beraberce binbaşının mürşidinin yanına
gitmek için yola çıkarlar. Yolda, sohbet esnasın-
da Osman Hulûsi Efendi, binbaşıya “Sizin mür-
şidinizin derecesi kalp-
te.” diye söyler. Daha
sonra gidecekleri yere
varılır ve huzura çıkılır.
Komutanın mürşidi, Os-
man Hulûsi Efendi’ye:
“Size ders tarif edelim de
onunla meşgul olursu-
nuz.” der.
Osman Hulûsi Efen-
di de “Efendim, bir evin
mutfağında suyu olsa,
banyosunda suyu olsa,
hatta ve hatta bütün
odalarında su bulunsa,
o evin suya hiç ihtiyacı
olur mu?” sorusunu yö-
neltir. Komutanın mür-
şidi durumu anlar, sükût
eder. Daha sonra abdest
tazelemek için dışarı çı-
kan komutanın mürşi-
di döndüğünde Osman
Hulûsi Efendi’ye yak-
laşarak: “Evet, benim
mürşidim, bana kalbe kadar ders tarif etti, benim
dersim kalpte.” diye söyler. Askerlik zamanında
yazıldığı bilinen ilâhîlerden
Ey abd-i makbûl dönme sağ u sol
Budur doğru yol Hakk’ı zikr eyle
beyitiyle başlayan ilâhîsinin yazılması şöyle
anlatılmaktadır: Bir hafta sonu K.Maraş Çarşıbaşı
Camii’nde öğle namazını kılmak için giden Hulûsi
Efendi, abdest alırken bir doğuş olur ve şadırva-
nın mermerine bu beyitleri yazar. Daha sonra bir
kâğıt kalem bulunca oradan o yazıyı siler.
Yine nöbet ânında nöbetçi kulübesinde asker-
lerin çeşitli olumsuz yazılarını görünce; nasihat
mahiyetli olarak;
Nefsin başı hoş olur gerçi bî-namâz ile
Sen namâzı bırakma mi’râc et namâz ile
beyitiyle başlayan ilâhîsini yazdığı bilinmekte-
dir.
Asker arkadaşı Hacı
Ömer Aydoğan anlatı-
yor:
“Bir gün Hacı Fevzi
diye bir arkadaşla çar-
şıya çıktık. Çarşıda ar-
kamızdan biri seslendi.
Gittik baktık ki Hulûsi
Efendi tabur komuta-
nıyla birlikte sivil bir kı-
yafetle dondurmacıda
oturuyorlar. Biz tabur
komutanını görünce bi-
raz çekindik. Tabur ko-
mutanı, “Gelin evladım,
gelin.” diye bizi çağırdı.
Tabur komutanı da
tarikatlı imiş onun için
görüşüyorlarmış. Bir
gün içtima alındı. Aske-
rin biri de namazda ol-
duğu için gelmedi. Ku-
mandan askerin yanına giderek bunu çizmesiyle
dövdü. Bunu gören Hulûsi Efendi hemen askerin
yanına gitti. Olayı duyunca tabur komutanı bir yer
tahsis etti ve bütün ihtiyaçları almak üzere Hulûsi
Efendiyi görevlendirdi. Hulûsi Efendi lazım olan
malzemeleri temin ederek namaz kılınacak bir yer
oluşturdu. Tabur komutanının emriyle herkes ra-
hatça namazını kılabildi.”
İşte Hulusi Efendi Hazretlerinin tesis etti-
ği mescid hâlen namaz kılınan bir mekân olarak
hizmete açıktır. H. Hamidettin Ateş Efendi çe-
şitli vesilelerle Maraş’ı teşrif ettiklerinde o mes-
cidi ziyaret edip, o unutulmaz hatıraları yâd et-
mektedir. Askerlik yıllarında beraberinde olan,
Darendeli asker arkadaşlarıyla Diyarbakır’da,
Kahramanmaraş’ta her cumartesi, pazar günü
buluşup, onun etrafına toplanarak sohbette bu-
lundukları ve arkadaşlarının müşküllerini hallet-
meye çalıştıkları bize iletilen nakillerden anlaşıl-
maktadır.
Hizmet Ehline Vefa
Askerlik vazifesin-
den sonra da K.Maraş’la
olan irtibatını her za-
man canlı tutan Hulûsi
Efendi Hazretleri, çe-
şitli hizmetler ve soh-
betler vesilesiyle birçok
kez Maraş, Elbistan, Af-
şin, Göksun, ve Alişar’a
ziyaretlerde bulunmuş
oralarda tatlı hatıralar
bırakmıştır. Askerlik-
ten yıllar sonra Maraş’ta
yaşanan bir hatırayı bir
arkadaşımız şöyle nak-
lediyor:
Hulûsi Efendi Haz-
retleri K. Maraş’ı bir teş-
riflerinde Mağaralı Ca-
miinde öğle namazını
kıldık eve doğru çıkar-
ken yukarı doğru baktı. “Oğul, eğitim yaptığımız
yere ev yapmışsınız.” dedi. Ben de “Efendim sizin
ayağınızın bastığı yerler ihvana nasip oldu.” de-
dim.
Maraş’ta şu anki bulunan sosyal tesis ve yurt
binası yeri de Hulûsi Efendi Hazretlerinin eğitim
yaptığı yerlerde inşa edilmiştir.
Eve geldik sohbette: “Oğul, askerliğimiz bura-
da geçti, biz askerdeyken nöbet yerine yakın bu-
lunan baraka tahtalarının dışına askerler ayıp ya-
zılar yazmışlar. Bunu da tabur komutanı görmüş.
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin asker mektubu
35Şubat 201234
Biz nöbet tutarken ayıp yazıları sildik, yerine o
anda gönlümüze doğan ‘Nefsin başı hoş olur ger-
çi bî namaz ile/Sen namazı bırakma miraç et
namaz ile’ ilâhîsini tahtalara yazdık. Nöbeti dev-
rettik. Kollarımı sığadım, matarayı yan tarafıma
bıraktım, ellerimi göğsüme bağladım duruyor-
dum. Tabur komutanı gelmiş tahtalara yazdığı-
mız ilâhîyi okumuş. Arkamızdan gelip mataramı-
zı alıp arkamıza durmuş. Döndüm matarayı alıp
abdest almak için, baktık ki matara tabur komu-
tanının elinde, ani olarak elinden almak istedim.
Matarayı bağrına basıp, ‘Hulusi Efendi bizi eli-
ne su dökmeye de mi layık görmüyorsun?’ dedi
ve ağladı.
Elimize su döküp bize abdest aldırdı.”
Maraş’ta bazı aileler, Tabur komutanı Binbaşı’yı
evlerine davet ederlermiş. Binbaşı “Bundan böy-
le Hulusi Efendi olmadan davetlerde lokma ha-
ram olsun.” demiş. Davete gelenlere, “Gidin Hu-
lusi Efendiye söyleyin peki derse olur yoksa yok.”
dermiş. Bir gün Şirikçi İbrahim Efendi davet et-
miş, peki demiş akşam namazını Çarşıbaşı Cami-
inde kılıp gidecekler. Efendi Hazretleri camiye
erken varmış, camiinin şadırvanında abdest alır-
ken beyit doğmuş bakmış üzerinde kâğıt yok, ka-
lemi çıkarmış şadırvanın dışına,
Ey abd-i makbul dönme sağı sol
Budur doğru yol Hakkı zikreyle
ilâhîsini yazmış. Abdesti tamamladıktan son-
ra camiye girmiş. Binbaşı iki kişiyle beraber gel-
miş, bakmış şadırvanın dışında ilâhî yazılı, ya-
nındakilere dönerek “Hulusi Efendi bizden önce
gelmiş.” demiş. Akşam namazını kılıp çıkınca ta-
bur komutanı olan Binbaşı Efendi Hazretlerine
“Efendim ne hikmet bu ilâhîyi buraya yazdınız?”
demiş. Efendi Hazretleri de “Kâğıt yoktu.” diye
buyurmuşlar. Bir kâğıt bulup ilâhîyi kâğıda geçi-
rip şadırvanın dışından silmişler.
Hulûsi Efendi Hazretleri yine K. Maraş’ı bir
teşriflerinde bir evde otururken başını kaldı-
rıp “Öğle namazını Ulu Camide kılalım olur mu
oğul?” diye buyurur. Peki, Efendim derler. Kal-
kıp Ulu Camiye gidilir. Caminin avlusuna giril-
diğinde musalla taşında bir cenaze vardır. Efen-
di Hazretleri cenazeye yakinen durur. Tabutun
başında hafif durup, tabuta bakıp dua eder. Na-
maz eda edildikten sonra cenaze namazı kılınır,
Efendi Hazretleri hafifçe geriye döner, yanında
beraber gittiği arkadaşa “Oğul, bu hanım askerli-
ğimizde bize bir gün hizmet etmişti.” der. Cami-
den çıkıp tekrar eve gelinir.
Örnek kişiliği ve sevecen tavırlarıyla askerlik
hizmetini tamamlayan Hulûsi Efendi askerden
memlekete dönüşünü de şöyle anlatırlar:
Üç Yıllık Askerlik Tamamlandı
“Üç yıllık askerlik vazifemizi tamamlayarak
terhis olup geldik. Fakat 350 Türk Lirası borçla
geldik. Babam kızdı, oğlum niçin bu kadar borç-
lu geldin, dedi. Ben de; baba evet borçlu geldim
ama alnım açık, yüzüm ak geldim, dedim. O za-
man babam ağlayarak: “Aferin, oğlum!” dedi,
beni bağrına bastı.”
OLMUŞUZ
Bir katrede gizli âlem olmuşuz.‘Oku’yup, yazmaya kalem olmuşuz.
Gönüller ki, güzelliğe müptela,Sevgiyle yoğrulmuş adem olmuşuz.
Boynumuzda kement olan gurbetin,Derdiyle, gamıyla hemdem olmuşuz.
Her nefeste yâr adını sayıklar,Bir ince sızıdan verem olmuşuz.
Toprağına yüz sürelim o gülün,Yaprağına düşen şebnem olmuşuz.
Yarın belki, gün batıdan doğacak,Ufuklara bakıp elem olmuşuz.
Yan ki küllerini savursun rüzgar,Göklerde açmaya Kerem olmuşuz.
Sararıp solmayan baharlar hani?Biz ömürden yana çiğdem olmuşuz.
Gafletin tahtında saltanat sürmek,Bir iğne etmezmiş, Ethem olmuşuz.
Hikmet ikliminden huzur devşirdik,Çağın illetine merhem olmuşuz.
Münzevi hayatlar nefsin hapsinde,İsyan zulmetinde matem olmuşuz.
Duyguları gözyaşıyla yeşerttik,Bedbaht yüreklere meltem olmuşuz.
Aşkına düşene ateş neylesin,Ey yâr sırılsıklam özlem olmuşuz.
Servet YÜKSEL
Çarşıbaşı Camii
37Şubat 201236
DüşünceMehmet SOYSALDI* Hak kavramının
İslâm dininde çok
özel bir yeri vardır.
İslâm yazılı kaynaklarında çeşit-
li anlamlarda kullanılan hak ke-
limesi sözlükte, “gerçek, sâbit ve
doğru olmak; bir şeyi gerçekleş-
tirmek; bir şeye yakînen muttalî
olmak” gibi anlamlara gelmekte-
dir.1 Terim olarak “gerçeğe mu-
tabık olan hüküm” olarak tarif
edilmiştir.2 Bâtıl kelimesinin zıd-
dı olarak kullanılan hak kelime-
sinin çoğulu ise “hukûk”tur.3
Her hak, bir takım sorum-
lulukları da beraberinde getir-
mektedir. Her insanın üzerinde
birçok hak ve sorumluluk bulun-
maktadır. İnsan üzerindeki bu
haklar, “Allah’ın hakları” ve “ya-
ratılmışların hakları” diye iki kı-
sımda özetlenebilir.
Allah’ın üzerimizdeki hakla-
rı, O’nun varlığına ve birliğine
inanmak, hiçbir şeyi ortak koş-
madan O’na ibadet edip emirle-
rini tutmak ve yasaklarından sa-
kınmaktır.
Kul hakkı, hayatta daha çok
insanların canları, bedenleri, ırz
ve namusları, mânevî şahsiyet-
leri, makam ve mevkileri, dinî
inanç ve yaşayışları gibi konu-
lardaki kişilik haklarıyla, malla-
rına ve aile fertlerine ilişkin hak-
lardan oluşmaktadır. Bunlara
yönelik olarak yapılan kötülük-
ler, verilen zararlar kul hakkına
tecâvüz sayılmakta ve bu tecâvüz
de “mazlime” ve bunun çoğulu
olan “mezâlim” kelimeleriyle ifa-
de edilmektedir.4
Kur’an’da “hukûkullah” ta-
biri geçmemekle birlikte bir-
çok âyette hak, adalet, kıst ve
zulüm gibi kavramlar kul hak-
larıyla ilgili olarak kullanılmış-
tır. Ayrıca birçok âyette insanla-
rın haklarına saygı gösterilmesi
istenmiş ve kul hakkına saldırı
mâhiyetindeki tutum ve davra-
nışlar yasaklanmıştır.
Kul Hakkı İhlallerini Önlemek
Kul haklarını iki kısım-
da değerlendirmek mümkün-
dür. Birincisi, insanların sahip
olduğu maddî ve mânevî hak-
lara tecâvüz etmek, zarar ver-
mektir. İkincisi ise; dinî, ahlâkî
ve hukûkî hükümlerin onlara
verilmesini gerekli kıldığı şeyleri
vermemektir.5
Hırsızlık, ölçü ve tartıda hile
yapmak, emanete hıyânet, ku-
mar, tefecilik v.b. gayr-i meşrû
yollarla insanların birbirlerinin
mallarını yemeleri, birbirinin
canlarına kıymaları gibi günah-
lar maddî mânâdaki kul hakları-
na örnektir.
Bu tür kul hakkı ihlalleri-
ni önlemek için Yüce Allah şöy-
le buyurmaktadır: “Aranızda
birbirinizin mallarını haksız
yere yemeyin. İnsanların mal-
larından bir kısmını bile bile
günaha girerek yemek için onları
hâkimlere (rüşvet olarak) ver-
meyin.”6, “Ey iman edenler!
Karşılıklı rızâya dayanan tica-
ret olması hali müstesnâ, malla-
rınızı, bâtıl (haksız ve haram yol-
lar) ile aranızda (alıp vererek)
yemeyin. Ve kendinizi öldürme-
yin. Şüphesiz Allah, sizi esirge-
yecektir.”7
İftirâ, alay, arkadan çekiştir-
me, kötü lakap takma, sû-i zan,
kusur arama, gıybet gibi günah-
lar da insanların mânevî şahsi-
yetlerine zarar veren kul hakkıy-
la ilgili günahlara örnektir.
Bu tür kul hakkı ihlallerini
önlemek için ise Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Ey iman eden-
ler! Zannın çoğundan sakını-
nız. Çünkü zannın bir kısmı gü-
nahtır. Birbirinizin kusûrunu
araştırmayın. Biriniz diğerini
arkasından çekiştirmesin (aley-
hinde konuşmasın). Biriniz, öl-
müş kardeşinin etini yemekten
hoşlanır mı? İşte bundan tiksin-
diniz. O halde Allah’tan korkun.
Şüphesiz Allah, tevbeyi çok ka-
bul edendir, çok esirgeyendir.”8
Yukarıda zikretmiş olduğu-
muz âyetlerde açıkça görüldüğü
üzere, Yüce Allah, her türlü
insan haklarına son derece
önem vermiş ve bu hakların
gözetilmesini emretmiştir. Kul
hakkı, insanın işlediği günahlar
arasında en büyüklerinden biri
kabul edilmektedir. Her ne su-
retle olursa olsun insanların
haklarına tecâvüz edip onlara
haksızlık yapanlar, zâlimler gru-
buna girmektedir ki Cenab-ı Al-
lah Kur’ân-ı Kerim’in birçok
âyetinde onları şiddetle yermiş
ve onlar için büyük azaplar ha-
zırlandığını bildirmiştir: “So-
rumluluk, ancak insanlara zul-
KUL HAKKI
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A
Şubat 201238 39
medenlere ve yeryüzünde haksız
yere taşkınlık edenlere aittir.
İşte böylelerine acı bir azap var-
dır.”9; “Zâlimlerin varacağı yer
ne kötüdür!”10; “Zâlimler için
yardımcılar yoktur.”11; “Biliniz ki
Allah’ın lâneti zâlimlerin üzeri-
nedir.”12
Kur’ân-ı Kerim’de, Kul Hakkı
Kur’ân-ı Kerim’de, kul hakkı
ile ilgili ve kullar arasındaki ada-
let esaslarını tespit eden birçok
âyetten sonra, “İşte bu Allah’ın
hudûdudur, onu tecâvüz etme-
yin.”13 meâlinde ilâhî ikazlar gel-
mektedir. Demek ki, kul hakkı-
nı çiğnemek, Allah’ın hudûduna
tecâvüz olarak kabul edilmek-
tedir. Artık böyle bir cinâyeti
işleyen insan kime ilticâ edecek,
kimden yardım dileyecektir? İn-
san, Allah’ın kulu olduğundan
onun hukûkuna riâyetsizlik ilâhî
azabı gerektirmekte ve bu nokta-
da hukûklar birleşmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v) Hak İhlallerinden
Sakındırmıştır
Hz. Peygamber (s.a.v) kul
haklarının ihlali niteliğinde-
ki tutum ve davranışların yan-
lışlığını, kötülüğünü, dünya ve
âhirette doğuracağı zararları bir-
çok hadiste anlatmış ve insanla-
rı bu türlü kul hakkı ihlallerin-
den sakındırmıştır. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.v) insanların bir-
birlerine şefkat ve merhamet-
le davranmaları gerektiğini şöy-
le ifade etmektedir: “İnsanlara
merhamet etmeyene Allah’ta
merhamet etmez.”14
Hz. Peygamber (s.a.v) de,
olgun mü’mini şöyle tarif
etmektedir: “Hiç kimse kendisi
için beğenip istediğini din kar-
deşi, komşusu için de istemedik-
çe, komşusu onun kötülüğünden
emin olmadıkça olgun mü’min
olamaz.”15, “Müslüman, elinden
ve dilinden başka Müslüman-
ların zarar görmediği kimse-
dir.”16, “Müslüman Müslümanın
kardeşidir; ona yalan söylemez,
ihânet etmez, kötülük yapmaz,
onu aşağılamaz, kötülük edebi-
lecek birinin eline bırakmaz.”17,
“Müslümanların kanları, malla-
rı, namusları ve şerefleri kendi
aralarında kutsal Mekke kadar,
hac ayları ve günleri kadar say-
gındır, dokunulmazdır.”18
Gerçek Müflis
Kul haklarını ihlal eden kişi-
yi müflis (iflas etmiş) olarak nite-
leyen Hz.Peygamber (s.a.v), Ebû
Hureyre (r.a)’ın rivâyet ettiği bir
hadiste bunu şöyle açıklamıştır:
Rasûlullah (s.a.v) ashabına:
“Müflis kimdir bilir misiniz?”
diye sordu.
Ashab: “Bizim aramızda
müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası
olmayan kimsedir.” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.v) şöyle buyurdu: “Benim
ümmetimden müflis o kimse-
dir ki kıyâmet gününde namaz,
oruç ve zekât gibi ibadetlerini
yerine getirmiş olarak Allah’ın
huzuruna gelir. Ancak bu
ibadetlerin yanında öyle günahlar
da işlemiştir ki, kimilerine sövüp
saymış, kiminin kanını akıtmış,
kiminin malını yemiş, kimine
zinâ iftirasında bulunmuştur.
Bu durum karşısında onun
ibadetlerden elde ettiği sevap-
lardan alınıp hak sahiplerine
dağıtılır. Eğer ibadetleri ve iyi-
likleri bu hakları ödemeye yet-
mezse hak sahiplerinin günah-
larından alınıp hak yiyenin
günahlarına eklenir. Böylece se-
vapları elinden gitmiş, günah-
ları ise daha da artmıştır. İşte
böylece müflis durumuna düş-
müş olan bu kişi cehenneme atı-
lır.”19
İslâm âlimleri çeşitli âyet ve
hadislere dayanarak günahla-
rı “büyük günahlar” ve “küçük
günahlar” şeklinde iki kısma
ayırmışlardır. Büyük günahla-
rın çoğu ise, kul haklarıyla ilgili-
dir. İşlenen günahlardan kurtul-
mak için tevbe etmek gereklidir.
İslâm âlimleri, yapılan tevbe-
nin kabul olunması hususunda
şöyle demişlerdir: Şâyet işlenen
günah yalnız Allah’a karşı olup
kul hakkına taallûk etmiyorsa bu
gibi günahtan tevbe etmenin üç
şartı vardır:
1) O günahı işlediği için piş-
man olmak
2) O günahı terk etmek
3) O günahı bir daha işleme-
meğe azmetmek.
Bu üç şarttan biri eksik olursa
tevbe geçerli değildir.
Eğer işlenen günah kul hak-
kı ile ilgili ise bu türlü günahtan
tevbenin dört şartı vardır. Bun-
ların üçü yukarıda zikredilen üç
şarttır. Dördüncüsü de hak sahi-
bine hakkını ödeyerek arınmak-
tır. Şâyet bu hak, mal ve benzeri
ise tevbe eden kimse onu sahibi-
ne iade ederek helallık alır. Eğer
bu hak, zina iftirası atmak sebe-
biyle lazım gelen hadd cezası ise,
hak sahibinin o haddi icra et-
mesine imkân verir yahut affını
diler; eğer o hak gıybet ise kişi,
gıybet ettiği kimseden helâllik
almadıkça bu günahın cezasın-
dan kendini kurtaramaz.
Kul Hakkı Hariç
İslâm dini kul hakkına çok
önem vermiştir. Allahu Teâlâ
tevbe ettikleri takdirde insan-
ların yaptıkları çeşitli günahla-
rı, affettiği halde kul hakkını,
hak sahibi affetmedikçe affet-
memektedir. Şehitlerin bütün
günahları affolunduğu halde,
kul hakkı ile ilgili günahları
affedilmemektedir. O bakımdan
Müslümanlar çok dikkatli
olmalı, üzerlerine kul hakkı
geçirmemelidirler. Aralarında
sık sık helalleşmeyi âdet edin-
meli, geçmişte bir kulun hakkını
yemiş ise onu hemen iâde etmeli
ve helalleşmelidir. İnsan hakları
kavramı, günümüzde çokça sözü
edilen kavramlardandır. Ama bu
sözler nedense uygulamaya bir
türlü konulamamaktadır. Sadece
beyannamelerde, bildirilerde,
makalelerde mahpus kalmak-
tadır. Ama “kul hakkı” ifade-
si böyle değildir. Bu ifadeyle
insanın başıboş bir varlık olma-
dığı, Allah’ın kulu, O’nun mülkü,
O’nun mahlûku olduğu zihinlere
iyice yerleştirilmekte ve nefisler,
‘kul hakkına tecâvüzün kesinlik-
le cezasız kalmayacağı’ tehdidiy-
le karşı karşıya kalmaktadır.
Fakat günümüzde bazı in-
sanlar, madde, menfaat ve gaf-
let karışımı bir ortamda yaşaya-
rak, kul olduklarını unutmuşlar
ve kul hakkını da hatırlamaz ol-
muşlardır. Kul hakkının bu ilk
basamağında tökezleyenler, in-
saf, merhamet, adalet duygula-
rını da kaybetmektedirler. “Ben
kulum” diyen insan, bu kullu-
ğun gereğini yerine getirmelidir.
Çünkü âlemlerin Rabbine ina-
nan ve O’nun kulu olduğunu id-
rak eden bir insan, kul olarak ya-
şamaya mecburdur.
İnsanoğlu her nasılsa,
başkalarının hakkını çiğnerken
âdetâ o insanların Allah’ın kulu
olduklarını unutuyor; “Ben,
Allah’ın bir kuluna zulmeder-
sem, O’nun kahrına hedef olu-
rum.” diye düşünemiyor.
Netice olarak diyebiliriz ki,
Allah’ın haklarına riâyet etmek-
le emrolunduğumuz gibi; kul-
ların haklarına da dikkat etmek
zorundayız. İnsanları huzursuz
edecek fitne ve fesattan, kendi-
mize yapılmasını istemediğimiz
şeyleri başkalarına yapmaktan
son derece sakınmalıyız.
Bütün insanların malını, ka-
nını, namus ve şerefini kendimi-
zinki kadar kutsal saymalıyız. İn-
sanlara hakaret etmekten, maddî
ve mânevî haklarını zedelemek-
ten, yalan ve iftiralarla insanla-
rın şahsiyetleri ile oynamaktan
her zaman uzak durmalıyız.
1 İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Dâru Sadr, Beyrut 1990, X, 50.
2 Taftazânî, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, (nşr. Ahmet Hicâzî es-Sekkâ), Kâhire 1987, s. 12-13.
3 İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, X, 50; ez-Zebîdî, Muhibbüddîn Ebî Fayz Seyyid Muhammed Murtazâ el-Hüseynî el-Vâsıtî, Tacu’l-Arus, Beyrut trs., “hkk” mad.
4 Çağrıcı, Mustafa, “Kul Hakkı”, İslam Ansiklopedisi,T.D.Vakfı Yay., Ankara 2002, XXVI, 350.
5 Çağrıcı, agm, XXVI, 351.6 2/Bakara, 1887 4/Nisâ, 298 49/Hucurât, 129 42/Şûrâ, 4210 3/Âl-i İmrân, 15111 5/Mâide, 7212 49/Hucurât, 1213 2/Bakara, 22914 Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fazail, 66.15 Buhârî, Îmân, 7, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 71-73.16 Buhârî, Îmân, 4-5; Müslim, Îmân, 64-65.17 Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 32, 58; Tirmizi,
Birr, 18.18 Buhârî, Hac, 132; Müslim, Kasame, 29.19 Buhârî, Mezâlim, 10; Müslim, Birr, 59.
*Prof. Dr.
Dipnot
Hüs
amet
tin A
TEŞ
41Şubat 201240
KültürEnbiya YILDIRIM*
HAPSEDİLMİŞyaşamlar
Beton kutulara
“Esasında apartman içinde koşamama, gürültü yapamama sadece çocuklarımız için
bir elem değil elbette. Televizyonun, radyo veya başka bir cihazın sesini açamayız.”
Modern şehir hayatı yaşama şekli-
mizi değiştirdiği gibi kökümüz-
den gelen pek çok değerlerin de
kaybolmasına neden oldu. Bir arada yaşama, pay-
laşma, dertleşme, yardımlaşma, ziyâretleşme
kültürü neredeyse kayboldu. Bir zamanlar bizi
başkalarından ayıran değerler diyerek öğündüğümüz
meziyetlerimizi bir bir kaybetmeye; biz de başka-
laşmaya, yerdiklerimiz gibi olmaya başladık. Orta-
lama elli yaş civârında olanlar ne demek istediğimi
çok iyi anlayacaklardır. Çünkü onlar bu savrulma-
yı en iyi gözlemleyenlerdir. Bunun neden böyle ol-
duğu hususunda söylenecek elbette çok şey vardır.
Ancak hiç şüpheniz olmasın, bunun birinci nedeni
apartman hayatıdır.
Şehir Hayatının Yoğunluğu
Tanımadığımız insanlarla göğe doğru uzanan
bir acayip yapının içine itiş kakış doluşuyoruz. Şe-
hir hayatının yoğunluğu nedeniyle insanlar bura-
da birbirlerini tanımaya fırsat bulamıyorlar. Bir
güvensizlik hâkim; bbu şekilde kurulan yaşam bu
minvalde devam edip gidiyor. Gerçi, beğenmesek
de mecbur kaldığımız bu yaşam bizlere bazı so-
rumluluklar da yüklemektedir. Zira müstakil bah-
çeli evimizde yaşamıyoruz artık.
Apartman hayatının en kötü tarafı insanı kısıt-
lamasıdır. Çocuklarınız gönüllerince sağa sola ko-
şamazlar. Hemen bir uyarı tıkırtısı gelir. Alt kom-
şumuz eline geçirdiği süpürgenin sapını alttan
duvara vurmaya başlamıştır bile. Ya yaşlıdır pat
pat seslerine dayanamamaktadır, ya hastası var-
dır, ya da sabırsız titiz biridir. Neresinden bakar-
sanız bakın, haklı. Sizin gürültünüze katlanmak
zorunda değil. Bu durumda hemen Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in hadislerini hatırlarız: “İnsanlara
merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.”1
“Utanmadıktan sonra dilediğini yap!”2 “Hiçbiri-
niz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için is-
temedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.”3 “Müslü-
man Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez...
Kim, (mü’min) kardeşinin bir ihtiyacını giderir-
se Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim Müs-
lümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Al-
lah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden
kurtarır. Kim bir Müslümanı(n kusurunu) örter-
se, Allah da kıyamet günü onu(n kusurunu) ör-
ter.”4 “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse,
komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve âhiret gününe
iman eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve
âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin
veya sussun.”5
Bizim çocukluğumuz köyde, tamamen ahşap-
tan yapılma evimizde geçti. Kimse koşana bağır-
mazdı. Birimiz koştuğunda sanırdık ki evin tama-
mı sallanıyor. Hem koşanlar sadece bizler değildik
ki. Farelerin oradan oraya koşturmaları da ayrı bir
zevkti. Gerçi onlar koşarken korkardık, uyumak
istemezdik, gece bizlere zararları dokunur diye.
Ama her zamanki gibi kısa sürede uyku göz kapak-
larımızı bitiştirirdi.
Ses dedim de, aklıma, evimizin çatısının altın-
da yağmurda oturmak geldi. Yağmur taneleri bir
kısmı kiremit bir kısmı saç olan çatıya değdiğinde
müthiş bir müzik dinletisi oluştururdu. Bu tıkır-
tıların verdiği hazzı çocuklarımız elbette bilemez.
Onlar çatının saçaklarından dökülen yağmurun al-
tında yürümenin tadını da bilemezler elbette.
43Şubat 201242
Onlar yeşillik diye parktaki üç ağacı,
oyun alanı olarak da bu ağaçları çevre-
leyen birkaç yüz metrekarelik oyun sa-
hasını bilirler.
Apartman Dairesinde Yaşamak/ Öfkeye Hakim
Olmak
Esasında apartman içinde koşama-
ma, gürültü yapamama sadece çocuk-
larımız için bir elem değil elbette. Tele-
vizyonun, radyo veya başka bir cihazın
sesini açamayız. Alt, üst, yan, bir altta-
ki, bir üstteki komşularımız aklımıza
gelir. Dudaklarımızı ısırarak, kendimi-
zi zapt etmeye gayret ederek sesimizi
kısarız. O halde sesimizi ne kadar yük-
seltebiliyorsak o kadar işte. İçimizden
geldiği gibi bir rahatlayamayız.
Sesimizi komşularımızın duyacağı-
nı ve yarın göz göze geleceğimizi dü-
şünerek zirveye çıkan coşkumuzu bile
birden yatıştırma telaşına gireriz. Si-
nirlilik hali apartman hayatına hiç gel-
mez zaten. Hz. Peygamber (s.a.v.) in-
san sinirlerince kızgınlığını gidermek
için abdest almasını tavsiye etmişti:
“Öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten
yaratılmıştır. Ateş su ile söndürülür. Bi-
riniz öfkelendiği zaman abdest alsın.”6
Bugün ise apartman dairesinde yaşa-
mak mecburi olarak bu işi görüyor. Bir
fark var ki, sinirimiz geçmeden sinirle-
rimize hâkim oluyoruz. Abdest ise in-
sanı gerçekten sakinleştiriyor. O yüz-
den abdest alınmaya devam edilmeli.
İnsanî İlişkiler Sıfır Noktasında
Yabancıları bir araya getiren ve her-
kesi yabancı olarak bir arada tutan
apartman hayatı insânî ilişkileri sıfır
noktasına getirmiştir. Yaşadığımız bi-
nalarda komşularımızla o kadar yaban-
cıyız ki, aynı binayı paylaşmamıza rağ-
men ilk karşılaştığımızda bu binada mı
oturuyor diye tereddüt ettiğimiz insan-
lar olmaktadır. Özellikle de çok daire-
li binalarda. Bu sebeple karşı karşıya
geldiğimizde bir tebessümü, bir selam
vermeyi bile çok gördüğümüz olmakta-
dır. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştu: “(Mü’min) kardeşine te-
bessüm etmen sadakadır. İyiliği em-
redip kötülükten sakındırman sada-
kadır. Yolunu kaybeden kimseye yol
göstermen sadakadır. Yoldan taş, di-
ken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman
da senin için sadakadır.”7 Görüldüğü
üzere, insanlarla kaynaşmayı sağlayacak
küçük fırsatları bile heba ediyoruz.
Bir sorunumuz olduğunda, acil bir
şeye ihtiyaç duyduğumuzda, hasta ol-
duğumuzda veya çocuğumuz geldiğin-
de eve girebilsin diye anahtarı bıra-
kabileceğimiz güvenilir birine ihtiyaç
duyduğumuzda, komşumuzun kapı-
sını çalamayışımız ne acıdır?! Muhte-
melen apartmanda oturanların önemli
bir kısmı da aynı şeyleri düşünüyor-
dur. İnsanlar birbirine şüpheci gözler-
le bakmaktadır. Oysa Rabbimiz şöyle
buyurmuştu: “Ana babaya, akraba-
ya, öksüzlere, yakın komşuya, yakın
arkadaşa, yolda kalmışlara ve elleri-
nizdeki kölelere yardım edin.”8 Bir de
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ne buyurdu-
ğuna bakalım: Peygamberimizin arka-
daşlarından olan Amr’ın oğlu Abdullah
bir koyun kestirince kölesine şöyle der:
“Yahudi komşumuza da verdin mi?
Ona da bundan ikram ettin mi? Çünkü
ben Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu
işittim: “Cebrail bana komşuya iyi
davranmayı o kadar tavsiye etti ki,
neredeyse onu mirasçı kılacak zannet-
tim.”9
Bir özlemim daha var: Eski binalar-
da hiç olmasa soba yakardık. Hiç dü-
şündünüz mü, modern apartmanla-
rın elimizden alıp götürdüğü şeylerin
başında soba nimeti gelmektedir. Biz
anamın evinde kömürlü soba ile bü-
yüdük. İçine tıka basa kömürü doldu-
rup gürültüsünü dinleyerek etrafında
oturmaktan ve üzerinde ekmekleri kı-
zarttıktan sonra tereyağı sürmekten
müthiş haz alırdık. Kardeşler arasında
kavga çıkardı zaman zaman, kim han-
gi ekmek dilimini alacak diye. Kesta-
ne kızartırdık, bazen fındık, bazen de
çekirdek. Bugün kaloriferli evlerde bu
tatları tekrar yaşamaktan uzağız. Hepsi
mâzîde kalan birer hâtıra oldu.
Çocuklarımıza bunları anlattığımız-
da hikâye dinliyor gibi bakıyorlar. Oysa
anamın köydeki evde kuzinede yaptı-
ğı ekmekler ile ateşin közünde pişirdiği
mısırları nasıl unutabilirim?!
Nimet-Külfet Meselesi
Apartman hayatını bütünüyle kö-
tülemek elbette doğru olmaz. Kalori-
fer sisteminin sağladığı rahatlık, her
an sıcak su temin edebilmek, daha in-
tizamlı bir yuva kurma imkânı gibi
imkânlarına baktığımızda, hayatın ka-
çınılmazlarından biri haline gelen “be-
ton içi yaşam” maddî durumu “çok çok
iyi” olmayanların vazgeçemeyecekleri
yaşam alanları haline geldi. Bu haliyle
apartman yaşamı belki pek çok nimeti
ve rahatlığı sunmaktadır, ancak unut-
turduğu birçok güzelliklerimiz yanında
aynı zamanda birçok sorumluluğu da
beraberinde getirmektedir. Nimet-kül-
fet meselesi...
Bu sebeple kul hakkı açısından has-
sas olmayı gerektirmektedir. Bu açıdan
baktığımızda, apartman hayatı kul hak-
kının en çok yenildiği yerlerden birisi-
dir. Komşuyu rahatsız etmek, ona ait
eşyaya veya araca zarar vermek, apart-
mana ait araç gereci bozmak gibi hu-
suslar bu bağlamda zikredilebilir. Oysa
Allah Rasûlü iyi Müslümanın özellikle-
rini sayarken, komşusunun kendi zara-
rından emin olmasını zikretmişti.10
1 Tirmizî, 18452 Buhârî, 32243 Buhârî, 124 Buhârî, 22625 Buhârî, 5559
6 Ebû Dâvûd, 41527 Tirmizî, 18798 4/Nisâ, 369 Tirmizî, 186610 Muslim, 66
* Prof. Dr.
Dipnot
Şubat 201244 45
dair konuşmayı unuttuk. Dost
meclislerinin sohbetleri bile
artık tüketim nesneleri üzerine
olmaya başladı. “Şu elbiseyi, bu
ayakkabıyı muhakkak almam
lazım, arabaya şunu taktırdım,
evin bilmem neresine şundan
kaplattım, eşyalarımı şu model
seçtim…” gibi açgözlülüğün iti-
rafları. Bunlar gerçek bir soh-
bette en fazla yüzde on oranın-
da yer tutabilecekken, bugün
maalesef dostlarla paylaşım-
larımızın neredeyse tamamını
satın alma ve sahip olma his-
terisi oluşturuyor. Ama kimse
daha fazla tükettiği için mutlu
değil.
Benlik Saygısı Satın Almak!
Çokbilmiş bir şovmen,
programındaki bayan konuğa
“Ben tam bir alışveriş manya-
ğıyım, evdeki tişörtün aynısın-
dan 3 tane alırım.” diyor. Ko-
nuk da katılıyor “Evet, ben de
aynen öyleyim.” Arada konu
sıkıntısı çeken sakil magazin-
ciler “Hangi mankenin kaç
yüz çift ayakkabısı var?” ko-
nulu haberler yapıyorlar. Şim-
di efendim bu durum hakkın-
da meslekî bir yorum yapacak
olursam şunu söyleyebilirim:
İnsan “homo ekonomi-
kus” olarak tanımlan-
madan çok önce de bir
şeylere “sahip olma”yı seviyor-
du kuşkusuz. Yaşamak için bir-
takım nesnelere sahip olmak
durumundayız. Ama kendi-
ni sadece mülkiyeti ile tanım-
lamak ve kendine bunun üze-
rinden değer biçmek modern
zamanların hastalığıdır. Etra-
fınıza bir bakın, insanların ko-
nuştuğu konulara… Ya alıp sat-
tıkları ya da alıp satmayı hayal
ettikleri nesnelerden bahset-
tiklerini görürsünüz. Mütema-
diyen evler, arabalar alınıyor,
yenileniyor. Hadi alındı bit-
ti diyelim, ondan sonra da me-
sela dekorasyonla kafayı bozup
“Şurasına bunu yaptırmalı, bu-
rasını da modifiye etmeli” diye
diye ömürler tükeniyor. “E, in-
sanız, ihtiyaçlarımız var. Hiç
mi bir şey almayalım?” diyen-
lerimiz olacaktır. Onlara da de-
riz ki: “İhtiyaca binaen bir şey
edinmek ve ondan sonra hay-
li zaman o konuyu dert etme-
mek ayrı, ihtiyaçların hiç ama
hiç bitmemesi ve sürekli dilimi-
zi/gönlümüzü meşgul etmesi,
dünyamızı kaplaması ayrıdır.”
Artık neredeyse duygula-
rımızdan bahsetmeyi, hayata
Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE
SAHİP OLMADUYGUSU
“Etrafınıza bir bakın, insanların konuştuğu konulara… Ya alıp sattıkları ya da alıp
satmayı hayal ettikleri nesnelerden bahsettiklerini görürsünüz.”
“Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı…”
Yûnus Emre
Şubat 201246
Alışveriş hastalarındaki “sa-
tın alma” eylemi, düşük olan
benlik saygısını arttırma ve ki-
şiyi aşan stres, engellenme ve
depresyon ile baş etmede kul-
lanılıyor. Yani insan lüzum-
suz yere harcama yaptığı zaman
ürün almıyor, benlik saygısı sa-
tın alıyor. O markayı kullanın-
ca, o telefona sahip olunca, o
arabaya binince kendini daha
değerli hissedecek. “Ben buna
değerim.” diye bir reklâm sloga-
nı vardı hatırlarsınız. Zımnen,
“Kullanmıyorsan değmezsin.”
demiş oluyor seyirciye.
Alışveriş hastalığı kadınlarda
daha sık görülüyor ve ortalama
17- 30 yaşları arasında başlıyor.
Alışveriş hastalığı nedeniyle
tedavi gören hastaların çoğun-
luğu, alışveriş öncesi büyük bir
arzu, hoşnutluk ve mutluluk ile
kontrol edilemez bir istek hali
yaşadıklarını, ancak sonrasın-
da da gerginlik ve yoğun bir suç-
luluk hissi duyduklarını belirti-
yorlar. Alışveriş olayı kişiliklere
göre farklılık gösterse de kadın-
ların tercih ettikleri genelde el-
bise, kozmetik eşya ve mücev-
her olurken, erkekler elektronik
eşya, büyük ev aletleri almakta-
dırlar. Cinsiyetler arasındaki bu
fark, erkeklerin daha çok bağım-
sızlık ve hareketliliği yansıtan
araçları alma eğiliminde olduk-
larını, kadınların ise görünüş ve
duygusal yönlerini ön planda tu-
tan simgesel ve kendilerini ta-
nımlayan eşyaları tercih ettikle-
rini gösteriyor.
Dünyayı Yutma Arzusu
Filozof-psikanalist Erich
Fromm “Sahip Olmak ya da Ol-
mak” (To have or to be) adlı ki-
tabında konuyu derinlemesi-
ne analiz etmiştir. Ona göre var
olmak, bir şeylere sahip olmak-
la eş anlamlı hale geldi. Çünkü
tüketim ideolojisi dünyayı yut-
ma arzusuyla doludur. Tüketici
ise sürekli ağlayarak biberonunu
isteyen ve hiç büyümeyen/doy-
mayan bir bebek olarak kalır bu
toplum düzeni içerisinde. Temel
olan, ihtiras sahibi bir kişinin
hiçbir zaman yeterli şeye sahip
olamayacağı ve mutlu, halinden
hoşnut ya da doyum içinde bulu-
namayacağı gerçeğidir.
Tüketim, günümüzün kapita-
list toplumunun en önemli sahip
olma biçimidir. Tüketilen şey ar-
tık bizim malımız olduğu ve geri
alınamayacağı için bu durum
korkularımızı geçici olarak azal-
tıyor. Ama her tüketilen şey de
tükendiği anda, artık kişiyi tat-
min edemez olduğu için insanlar
yeniden ve daha fazla tüketime
yönelmek zorunda kalıyorlar.
Bu sonu gelmeyen çarkın hep
tatminsiz, hep bir çırpınış içinde
kalan modern tüketicileri, ken-
dilerini şu formülle özdeşleştir-
mektedirler: “Ben, sahip oldu-
ğum ve tükettiğim şeyler dışında
bir hiçim.”
Yine Yûnus’tan:
Mal da yalan mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan…
47
RUBAİLERLE NECİP FAZIL
NECİP FAZIL YOK MU?
Örümcek Ağı, Ağaç, Sabırtaşı, Tohum’u Çöle İnen Nur, Çile; Esselâm, aşk sunumuBir Adam Yaratmak’ta, kader sırrı konumuBu Necip Fazıl yok mu, bu Necip Fazıl yok mu?
NECİP FAZIL VE ŞİİRİ
“Çile ve Büyük Köklerin Şâiri”“Kafiyenin Virtüözü, Mâhiri”Vasfi Mahir, “Rûhun Şiiri” diyorMiyasoğlu “…ve İnancın Şiiri”…
NECİP FAZIL İŞTE O…
Angarya’yı anlarsan, Necip Fazıl işte o…Ve Parya’yı anlarsan, Necip Fazıl işte o…Çile’yi anlamak zor, yaşamaksa bir akkor…Sakarya’yı anlarsan, Necip Fazıl işte o…
O
Örümcek Ağı’nda gizi buldu OKaldırımlar’da bizi buldu OBen ve Ötesi’nden, Çile’den geçipÇöle İnen Nur’da izi buldu O…
NECİP FAZIL DİYOR Kİ
Değil hiçbir sözü, onun âfâkîHer ne söylediyse ayniyle vâkîÜstad Necip Fazıl, “derdimiz” diyor“Sâdece ahlâkî, yalnız ahlâkî”…
Bekir OĞUZBAŞARAN
49Şubat 201248
EdebiyatMustafa ÖZÇELİK
Doğu’nun kadİm bİlgesİ:
SÂDÎ ŞİRÂZÎ
Mehmet Akif Ersoy, Sâdî’den bahseder-
ken “Azim” şiirinin başında “Hem li-
san hem de bulduğu konular itibariy-
le Fars şairlerinin en büyüğü” olarak gördüğü Sâdî’yi,
“Bizim Şark’ımızın rûh-i kemâli” olarak görür ve onu
“Üstad-ı İrfan” şeklinde anar. Akif’in Sâdî’ye hayranlı-
ğı bununla da kalmaz. Ondan manzum tercümeler ya-
par ve bazı makalelerinin altına Sâdî imzasını atacak
şekilde ona meftunluk gösterir. Zira Sâdî, ona “İnsan-
lığa hizmet etme yolunu gösteren adamdır.”
Akif’in bu ifadeleri, aslında Sâdî’nin Osmanlı kül-
tür ortamında nasıl bir algıyla ele alındığını gösterir.
Gerçekten de Sâdî, sadece Mehmet Akif’i değil hemen
bütün Osmanlı ediplerini etkileyen, onların kendi-
sinden hayranlıkla bahsettiği, eserlerini okuduğu bir
isme dönüşmüştür. Mesela Ziya Paşa da Harabat mu-
kaddimesinde ondan bahsederken
Bir kimse okursa Bûstan’ı
Anlar o zaman nedir cihanı
diyerek bu durumu ortaya koyar. Bütün bunlar şu
anlama gelmektedir. Sâdî, sanat anlayışı ve anlatım
tarzıyla hem kendi kültür coğrafyasında hem de Os-
manlı ülkesinde bilinip tanınan bir bilgedir. Bilgedir
dedik, zira onun sevilip benimsenmesinin asıl sebebi
ondaki bu irfanî yöndür. Onunla ilgili olarak daha pek
çok değerlendirme yapmak mümkündür ama bu bü-
yük bilgeyi tanımak için önce hayatına bir bakmak ge-
rekecektir.
Bilginin Bilgeliğe Dönüşmesi
İran edebiyatının en büyük şairlerinden biri olarak
kabul edilen Sâdî’nin asıl adı Ebu Abdullah Muşar-
rif b. Muslih el-Şirazî’dir. Ancak o, Sâdî-i Şirazî yahut
Şirazlı Sâdî olarak tanınmıştır. Sâdî, 1193’te Şiraz’da
dünyaya geldi. 12 yaşında yetim kaldı. Moğol istilası
üzerine M. 1225 yıllarında Bağdat’a geldi ve tahsilini
burada bulunan Nizamiye Medresesinde tamamladı.
Burada Sühreverdi ve Ebulferec bin Cezvi gibi hoca-
lardan dersler aldı.
İşte Sâdî’i Sâdî yapan, bu eğitimler sonucunda
edindiği bilgilerdir. Fakat Sâdî, “bilgi” ile yetinme-Muhammed GÜLSEREN
Sadi Şirazi Türbesi / İran-Şiraz
Şubat 201250 51
miş “bilgelik” yolunu seçmiştir. Onda bilginin bil-
geliğe dönüşmesi daha çok yaptığı seyahatler ve
bu esnada kazandığı tecrübelerle olmuştur. Sâdî,
eğitim sürecinde sonra başta Hemedan ve Hora-
san olmak üzere, hemen bütün doğuyu gezip do-
laşmış, bir süre Mekke, Şam ve Kuzey Afrika’da
ikamet etmiştir. Bir ara Kudüs’e giderken Frenk-
lerin eline düşen Sâdî, daha sonra Trablusşam’da
esirlerle birlikte hendek kazarken, ileri gelen bir
Halepli tarafından 10 dinar karşılığında esirlikten
kurtarılmış ve Halep’e götürülerek kızıyla evlen-
dirilmiştir. Sâdî, işte böylesi uzun ve maceralı yol-
culuktan sonra, M. 1257 yılında Şiraz’a döner.
Sâdî’nin eser telifi, bundan sonra başlar. Zira
ülkesine döndüğünde devlet başkanları Ebu Bekr,
Moğollarla sulh yaparak ülkesini rahata kavuştur-
muştu. Bundan yararlanan isimlerden bir de Sâdî
olmuş ve bu hükümdar tarafından kabul görmüş
ve böylesi uygun bir ortamda eser telifine başla-
mıştır. Dikkat çeken bir nokta da Sâdî’nin bu sı-
ralarda elli yaşında olmasıdır. Bu, şu anlama gel-
mektedir. Yazar, o tarihe kadar herhangi bir eser
kaleme almamış ve yıllarını bilgi ve tecrübe edin-
meye harcamıştır. Eserlerini bundan sonra ver-
meye başlayan yazar, kısa zamanda tanınmış ve
şöhreti memleketinin dışına taşmıştır. Bilhassa
Osmanlı coğrafyasında büyük bir ilgi görmüştür.
Birkaç sene sonra ülkesindeki şartlar değişti. Ha-
mileri olan Ebu Bekr bin Sa’d bin Zengi ve oğlu
İkinci Sa’d vefat etti. Yerine çocuk yaşta bulunan
ikinci Sa’d’ın oğlu Muhammed geçti. Bu hüküm-
darla birlikte Salgurlu Hanedanı çöktü. 1264’te
de Moğol hakimiyeti altına girdi. Sâdî, bu olay-
lar üzerine tekrar Şiraz’dan ayrılıp Mekke’ye git-
ti. Hac yaptı. Ardından Şiraz’a tekrar döndü. Bun-
dan sonraki hayatını ise mezarı için ayrılan yerin
yanındaki dergâhta ibadet edip ilim öğretmekle
geçirdi. 1292’de Şiraz’da vefat etti. Mezarı Şiraz’ın
kuzeydoğusunda, şimdi kendi adıyla anılan han-
gahının bulunduğu yerdedir.
İki Büyük Şaheser: Bostan ve Gülistan
Sâdî’nin “Bisütun” diye tanınan eser külliyatı
içinde çoğu kayıp 16 kitap ve 6 risale bulunmakta-
dır. Fakat Sâdî denildiğinde akla hemen hem do-
ğuda hem de batıda klasikleşmiş olan Bostan ve
Gülistan gelecektir. Dolayısıyla önce onlar hak-
kında bilgi verelim:
Sâdî, Bostan adlı eserini büyük yardımlarını
gördüğü Sultan Ebu Bekir adına 1257’de yazdı.
Bostan, tamamen manzum bir eserdir. 4000 be-
yitten çok tutan eser, Fe û lün Fe û lün Fe û lün Fe
ûl kalıbıyla ve mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır.
Sâdî bu eseri yazma sebebini şöyle açıklar: “Dün-
yanın her tarafını gezdim dolaştım, çokça insan
tanıdım. Bununla beraber Şiraz’ın temiz insanları
gibi mütevazı insan görmedim. Bu insanları mu-
habbeti beni Şam’dan Rum illerinden çekti, artık
Şiraz’a dönmek istedim. Fakat buralardan döner-
ken dostlarımın yanına eli boş dönmek çok ağı-
rıma gitti. Mısır’dan dönenler gittikleri yere Mı-
sır şekeri götürürler ben ise eli boş dönüyorum.
Dostlarıma şeker götüremiyorsam da şekerden
daha tatlı sözler götüreceğim dedim ve bununla
teselli buldum. Ne yazacağımı düşündüm ve ter-
tibini yazdım. Düşündüğüm şeyden adeta güzel
bir saray oldu ve o saraya on kapı yaptım: 1. Ada-
let, 2. Cömertlik, 3. Aşk, 4. Alçakgönüllülük, 5.
Kadere boyun eğme, 6. Kanaat, 7. Terbiye, 8. Şü-
kür, 9. Tevbe, 10. Münâcât… Sâdî’nin söylediği bu
kapılar, eserin bölümleridir.
Gülistan ise Bostan’dan bir yıl sonra aynı şekil-
de kendisine büyük saygı gösteren Veliaht İkin-
ci Sa’d adına kaleme alınmıştır. Bostan’dan daha
çok meşhur olan ve bir edebiyat şaheseri olarak
görülen Gülistan ise nazım ve nesir karışık halde
yazılmıştır. Eser, 1. Hükümdarların Hâl ve Hare-
ketleri, 2. Allah Dostlarının Ahlakı, 3. Eldekiyle
Yetinmenin Güzellikleri, 4. Susmanın Faydası, 5.
Aşk ve Gençlik, 6. Güçsüzlük ve İhtiyarlık, 7. Ter-
biyenin Önemi, 8. Sohbet Yöntemi bölümlerin-
den oluşmaktadır. Bu eserinde bir yazılış hikâyesi
vardır. Buna göre Sâdî, bir dostunun çok zengin
gül bahçesine ziyarete gitmiştir. Orada dostu gül-
leri ile iftihar ederken Sâdî bu güllerin geçici ol-
duğunu asıl ve kalıcı gülleri edinmemiz gerekti-
ğini belirterek içinde asırlarca solmayan taptaze
güller olacak bir bahçeyi yani Gülistan’ı yazaca-
ğını söyler.
Her iki eserin pek çok ortak tarafı bulunmak-
tadır. Mesela, ikisi de klasik eserlerin tarzı doğ-
rultusunda münacat ve naat ile başlar. Diğer yan-
dan yazar, Ezop Masalları’nda olduğu gibi daha
çok kendi deneyim ve gözlemlerini anlatıyor gi-
bidir. Yine Ezop’ta olduğu gibi ders verici hayvan
hikâyelerinden yararlandığı da dikkati çekmekte-
dir. Amaç, bireysel ve toplumsal sorunları daha iyi
anlatabilmek ve insanlara benimsetilmek istenen
ahlakî telakkileri kalıcı bilgi ve davranışa dönüş-
türmektir. Bu iki esere, bu yönleri itibariyle aynı
zamanda bir “nasihatname” gözüyle de bakılabi-
lir. Zaten, yazar da her hikâyenin sonunda kıssa-
dan hisse çıkarmış ve o hikâyeyi yorumlayarak
okura adeta nasihatlerde bulunmuştur.
Bostan da Gülistan gibi asırlarca İslâm
âleminde büyük rağbet görmüş, medreseler-
de ders kitabı olarak okunmuş, birçok şerh ve
tercümeleri yapılmıştır. Yakın zamana kadar
Anadolu’da okunan bu eserler, muhtelif kimseler
tarafından şerh ve tercüme edilmiştir.
Bu eserlerin bu kadar şöhret bulmasının bir
sebebi de hemen bütün doğu edebiyatının insana,
hayata bakışıyla ilgili tutumudur. Bu edebiyatta
insanın mutlak mutluluğa ve erdemli varlığa ulaş-
ması işlenir. Bu sebeple yazılan eserlerde ya ideal
insan modeli işlenmiş ya da bu yolda yürüyenle-
rin hikâyeleri anlatılmıştır. Böylesi bir anlatımın
o devrin şartlarıyla da ilgisi vardır.
Sâdî, Moğol istilasına tanık olan bir devri ya-
şamış, bu istilanın sıkıntılarını hem kendi çekmiş
“Sâdî’nin “Bisütun” diye tanınan eser
külliyatı içinde çoğu kayıp 16 kitap
ve 6 risale bulunmaktadır. Fakat Sâdî
denildiğinde akla hemen hem doğuda
hem de batıda klasikleşmiş olan
Bostan ve Gülistan gelecektir.”
Muh
amm
ed G
ÜLS
EREN
Sadi
Şira
zi’n
in K
abri
/ İra
n-Şi
raz
Şubat 201252 53
hem de diğer insanların sıkıntılarını gözlemlemiş-
tir. İşte her iki eser de insanlara bu sıkıntılardan
kurtularak nasıl mutlu insan olacaklarının yolla-
rını göstermektedir. Eserlerin yöneticilere ithafı
da önemlidir. Müellif, bilgeliğini bu anlamda da
göstererek onarla iyi ve adaletli bir yönetimin na-
sıl olabileceğine ilişkin fikirlere de yer vermiş ve
eserlerine aynı zamanda bir “siyasetname” özelli-
ği de kazandırmıştır.
Denizden Birkaç Damla
Sâdî’nin eserleri tam anlamıyla birer hik-
met denizidir. Sözün sonunda bu denizden bir-
kaç damla sunarak nasıl bir bilgelikle karşı kar-
şıya olduğumuzu
görmekte fayda
vardır: Şöyle diyor
Sâdî: “İnsan ruhu-
nu iki şey karar-
tır: Susulacak yer-
de konuşmak ve
konuşulacak yerde
susmak.”, “Ne ka-
dar okursan oku;
bir bilgine yakışır
şekilde davranma-
dığın sürece, cahil-
sin.”, “Gönlünün
dertli olmasını iste-
mezsen, dertli gö-
nülleri dertlerin-
den kurtar.”, “Üç
şey sürekli kalmaz;
ticaretsiz mal, tek-
rarsız bilgi, cesaret-
siz iktidar.” , “Hal-
kın bahçesinden
padişah bir elma yerse, adamları ağacı kökünden
sökerler.”, “Kendi ahlakını düşmanından dinle;
dostun gözünde her yaptığın iyidir.”, “Kurdun ka-
fasını, halkın koyunlarını paraladıktan sonra de-
ğil, önce kesmek gerekir.”
Sâdî, bu hikmetli sözlerini bir kıssadan son-
ra söyler. Onun bu yönünü görmek adına bir kıs-
sasını da buraya almak uygun olacaktır: “Bağdat
şehrinde bir gün şöyle bir haber duyulmuş. Şeh-
re gelen bir dervişin duası kabul oluyormuş. Bunu
duyan Bağdat valisi, onu yanına çağırmış ve de-
miş ki: “Benim hakkımda hayırlı bir dua et.” Der-
viş, valinin çok zalim olduğunu biliyormuş. Bu
yüzden şöyle bir dua etmiş: “Ey Allah’ım! Bu ada-
mın canını hemen al.” Vali, dervişe: “Bu ne biçim
bir duadır” diye bağırmış. Derviş demiş ki: “Sen
benden hayırlı bir dua istemedin mi?” “Evet” de-
miş vali. Derviş de bunun üzerine “Öyleyse hayırlı
olan senin ölmendir Böylece hem sen yeni zulüm-
ler yapma imkânını kaybedersin. Hem de halk
senin zulmünden kurtulmuş olur. Sen zalim bir
adamsın. Yaşamandansa ölmen daha hayırlıdır.
Ben onun için böyle bir dua ettim.” demiş.
Türkçe’de Sâdî
Sâdî’nin Türk
şair ve yazarları üze-
rinde büyük etkisi
olmuştur. XIV. yüz-
yıldan itibaren Türk
edebiyatında yeti-
şen şair ve yazarlar
onun eserlerinden,
özellikle de Bostan
ve Gülistan’dan et-
kilenmiş, bu etki-
yi eserlerine yansıt-
mışlardır. Bu şair
ve yazarlardan ilk
akla geleni 14. yüzyıl
mesnevi şairi Hoca
Mes‘ûd’dur. Ahmet
Paşa, Müniri, İznik-
li Bekayi, Yahya Bey,
Ömer Fuadi, Sünbülzâde Vehbi, Tanzimat Şairle-
rinden Ziya Paşa ve son dönemde Mehmet Akif,
Sâdî’yi üstad kabul eden yazar ve şairlerden ba-
zılarıdır.
Sözün burasında bu büyük bilgenin Bostan ve
Gülistan’ını Türkçe’ye çevirerek çok önemli bir
kültür hizmeti yapmış olan Kilisli Rıfat Bilge’yi de
burada özellikle anmak gerekir.
ZAMANDAN ÖTEYE
Sana sevgilerin en güzelini,Canımla süsleyip sunmak isterim.Rüyalar içinde tutup elini,Gonca güller gibi yanmak isterim.
Sevgiden bir tüle bürünmek için,İçimdeki benden arınmak için,Sana Senin gibi görünmek için,Nurdan yüreğinde yunmak isterim.
Sonsuzluk suyundan içeyim diye,Aşkın kilidini açayım diye,Zamandan öteye geçeyim diye,Muhabbet mülküne konmak isterim.
Say ki ben Ferhat’ım, Mecnun’um say ki,Kerem gibi yanmak öyle kolay ki,Gönlümden yükselen sesimi duy ki,Her nefeste seni anmak isterim.
Sen yoksan yoğum ben, sen varsan varım,Seninle sonsuzum, seninle bir’im.Her nereye gitsen oradır yerim,Peşinde kuş gibi dönmek isterim.
İnan ki Rasul’üm muhtacım buna,Dünya amber olsa doymam kokuna,Ebedî âlemde en son uykunaKarışıp aşkına kanmak isterim.
Yusuf DURSUN
Sadi Şirazi’nin Temsili Resmi
53Şubat 201252
Birinci Dünya
Harbinin son-
larına doğ-
ru üttefiklerin yenilmesi üze-
rine, Osmanlı İmparatorluğu
30 Ekim l9l8’de Mondros Mü-
tarekesini imzaladı. Bu anlaş-
maya göre, Anadolu’nun bir-
çok yeri gibi Maraş da işgal
altına girdi. Maraş önce, İngiliz
kuvvetleri tarafından 23 Şubat
l9l9’da işgal edildi. 8,5 ay sü-
ren İngiliz İşgali sırasında pek
kayda değer bir olay cereyan
etmedi. Bunun da en büyük ne-
deni işgal kuvvetleri arasında
çok sayıda Cezayirli, Tunuslu
ve Hintli Müslüman askerlerin
bulunmasıydı. Ancak şehirde
bulunan yerli Ermeniler bun-
dan rahatsızlık duyuyorlardı.
İşgal Komutanlıklarına yap-
tıkları başvuru neticesinde 29
Ekim l9l9’da İngiliz işgali sona
erdi. Şehir bu defa da Fransız
kuvvetlerinin işgali altına girdi.
Fransız kuvvetlerinin şehre gi-
rişleri yerli Ermeniler tarafın-
dan büyük bir coşku ve taşkın-
lıklarla karşılandı. Bu durum
yerli Maraş halkını çok rahatsız
etti. Şehir içten içe kaynamaya
başladı.
Sütçü İmam Olayı
Fransızların Maraş’ı işgalin-
den kısa bir süre sonra olaylar
başladı. Olaylar ilk anlarda yer
yer küçük grupların karşılıklı
sataşma ve atışmalarla meyda-
na geliyordu. Bu arada asıl adı
Ali olan Sütçü İmam, Uzunoluk
Caddesinin kenarında hem süt
satarak geçimini sağlıyor, hem
de fahrî olarak imamlık yapı-
yordu. Ermenilerin ilk taşkın-
lık ve şımarıklıkları 31 Ekim
1919 Cuma günü sabah saatle-
rinde görüldü. Fransızlardan
güç alan Ermeniler, şehre da-
ğılarak önlerine gelen Türklere
hakaret ediyorlar, Türk Mille-
tinin örf, âdet, gelenek ve gö-
renekleri ile dinine dil uzatı-
yorlardı. Çeşitli mahallelerde
yer yer olaylar patlak verme-
ye başladı. Fransız askerleri de
bu duruma seyirci kalıyorlardı.
Fransız ve Ermeni askerler
üçer-dörder kişilik gruplar ha-
linde çarşı-pazar ve mahal-
leleri dolaşıyorlardı. Türkle-
rin bazılarını dövmelerinin
yanında, Türk Milletini ve
Türk Hükümeti’ni aşağılayıcı
sözler sarf ediyorlardı. Sataş-
ma, dövme, yaralama gibi taş-
kınlıklarda yetmiyormuş gibi,
sarkıntılık etmeye de başladı-
lar. Dinine, vatanına, milletine,
ailesine, namusuna bayrağı-
na, kitabına, şeref ve haysiye-
tine bağlı; başkalarının boyun-
duruğu altında yaşamaktansa,
ölümü bile tercih eden Maraş-
lılar adeta kükrediler. Fran-
sız askerleri, Türklerin cesaret,
azim ve kararlılığını henüz ta-
nımıyorlardı. Fransızlar ve Er-
menilerin bu taşkın hareketle-
ri, Türklerin azim ve iradelerini
artırıyordu. Türkler için artık
TarihResul KESENCELİ
SAVUNMASI
MARAŞKURTULUŞ SAVAŞINDA
Serta
ç AK
KUŞ
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A
Şubat 201254 55
tahammülü mümkün olmayan
bir yere gelinmişti. Bardağı ta-
şıran son damla, Fransız asker-
lerinin Uzunoluk Hamamı’ndan
çıkan Türk kadınlarına sarkıntı-
lık etmeleri oldu. Bir grup Fran-
sız ve Ermeni askeri ikindi üze-
rinde Uzunoluk Caddesi’nden
kışlaya dönüyorlardı. O anda
Uzunoluk Hamamı’ndan yüz-
leri peçeli iki Türk kadını çıktı.
Üç kişi olan ve sarhoş durumda
olan Fransız ve Ermeni askerle-
rinden birisi, hamamdan çıkan
Türk kadınlarına saldırdı ve pe-
çesini yırttı. “Artık burası Türk-
lerin değildir, Fransız memleke-
tinde peçe ile gezilmez.” diyerek
kadıncağıza ilişmek istedi. Peçe-
si yırtılan ve zor durumda kalan
kadıncağız bayılıp yere düştü.
Diğer kadın da imdat isteye-
rek bağırdı. Olayı Kel Hacı’nın
kahvesinden gören Türkler dı-
şarı çıkarak, askerlerin üzeri-
ne yürüdüler. Türkler, Ermeni-
lere ihtarda bulunarak yollarına
gitmelerini söylediler. Ermeni-
ler kötü sözler sarf ederek silah
kullandılar. Bu arada Çakmakçı
Sait orada kurşunla yaralandı ve
şehit oldu. Gaffar Osman da ya-
ralandı.
İlk Kurşunu Atan Sütçü İmam
Bu sırada Sütçü İmam,
Karadağ tabancasını alarak
dükkânından hızla olayın ol-
duğu yere geldi. Silahını Er-
meni askerlerinin üzerine bo-
şalttı. İlk kurşunu atan Sütçü
İmam’ın silahı ile yaralanan Er-
meni askeri arkadaşlarının yar-
dımı ile kışlaya götürüldü. Ya-
ralı asker bir gün sonra öldü. 1
Kasım 1919 tarihinde ölen Er-
meni için büyük bir cenaze töre-
ni düzenlendi. Sütçü İmam ise
Nalbant Bekir’den aldığı bir atla
Bertiz’in Ağabeyli Köyünde bu-
lunan Beyazıt oğlu Muharrem
Bey’in yanına gitti. Sütçü İmam
Ermeni ve Fransızlar tarafından
sürekli arandı. Bulunması için
de Maraş’ın resmî makamları
çok sıkıştırıldı. Bütün çabalara
rağmen Sütçü İmam bulunama-
dı. Sütçü İmam’ın bu unutul-
maz kahramanlığından dolayı
halk adeta birbirine kenetlene-
rek kardeş oldu. Birlik ve bera-
berliğin en güzel örneği bundan
sonra da yaşandı. Sütçü İmam
olayı, Kahramanmaraş harbin-
de de yeni bir ışık, yeni bir zafer
yolunu açmış oldu. Fransız as-
kerlerinin ölmesi, Fransızlarla
Ermeniler arasındaki sıkı ilişki-
yi daha da artırdı. Fransız asayi-
şinin bozulmasına Türk düşma-
nı Ellik Ermenileri sebep oldu.
Çünkü Fransızlar; Türklerin va-
tan ve namusuna bu kadar sada-
katle bağlı olduklarını bilmiyor-
lardı.
Olayların Gelişmesi
Sütçü İmam hadisesinden
sonra gözleri dönmüş Erme-
niler, çılgınlıklarını artırmaya
başladılar. Ermeniler sağa sola
ateş ederek Zülfikar Çavuş oğlu
Hüseyin’i şehit ettiler. Bu ara-
da Türkleri öldürüp kadınları-
nı alacaklarını, camilerine çan
takacaklarını söylemeye başla-
dılar. Gaziantep yolu üzerinde-
ki Zeytinlikte Tiyeklioğlu Kadir
isimli genci boğazlayarak bur-
nunu ve kulaklarını kestiler. Ti-
yeklioğlu Kadir, Sütçü İmam’ın
dayısının oğlu olduğundan,
özellikle işkence sonucu öldür-
düler. 1 Kasım 1919 Ermenile-
rin yaptıkları cinayetler artarak
devam etti. Şekerli Mahallesin-
den Nasıroğlu Mehmet, arka-
dan kamalanarak Ermeniler ta-
rafından haince şehit edildi. 14
Kasım 1919 günü yine, Çiçekli
Mahallesindeki evinden komşu-
suna gitmekte olan Âşık Musta-
fa oğlu Ökkeş’i şehit ettiler. Bu
arada Kuyucak Kümbet, Çiçekli
ve Haydarlı Mahallelerinde top-
lanan Ermeniler, silahlanarak
Türkleri tek tek yakalayıp işken-
ce etmeye başladılar. Maraşlıla-
rın gitgide sabrı taşıyordu. Bu
sırada haberleşme telgrafla ya-
pılıyordu. Telgraf makinelerin-
den Türkler de gizlice yararla-
nıyorlardı. Türkler tarafından
Cancık Mağarası’na yerleştiri-
len Telgraf makinesi sayesinde
Sarıgüzel, Maksutlu, Bertiz, Sa-
rıçukur ve Kavlaklı Köyleri ve
Pazarcık’taki Kılıç Ali Beyle ha-
berleşme sağlanıyordu.
Bayrak Hadisesi
İşgalci güçlerin şehirde
yaptığı taşkınlıklar tam bir terör
havasına dönmüştür. Olaylar bir
türlü durmak bilmez. 27 Kasım
l9l9 gecesi Ermenilerin ileri ge-
lenlerinden Hırlakyan’ın evinde
işgal komutanının şerefine bir
balo tertiplenir. Baloda komuta-
nın dansa davet ettiği genç Er-
meni kızı “Sizinle dans etmek-
ten mazurum. Çünkü kendimi
esarette hissediyorum. Kalede
Türk Bayrağı dalgalandığı sü-
rece, sizinle dans edemem!” di-
yerek teklifini reddeder. Bunun
üzerine askerlerine derhal emir
veren komutan, kaledeki Türk
Bayrağını indirtir. 28 Kasım
l9l9 Cuma günü Maraş’ın kara
sabahıdır. Yatağından kalkan
Maraşlılar, asırlardan beri kale
burcunda dalgalanan şanlı bay-
raklarını göremezler. Bu olay
şehri infiale sürükler. Savcı-
Avukat Mehmet Ali Kısakürek
derhal kaleme sarılarak “Âlem-i
İslâm’a Hitap” beyannamesi-
ni yazarak şehrin muhtelif yer-
lerine dağıttırır. Halkı, bayrağın
indirilmesine tepki gösterme-
ye davet eder. Bir milletin is-
tiklaline son verilmesi anlamı-
na gelen bayrağının indirilmesi
karşısında Maraşlılar sessiz kal-
mazlar ve Cuma namazı vak-
ti Ulu Camii’de toplanır. Ezan
okunduktan sonra, camide top-
lanan halka Cuma hutbesinde
cami imamı Rıdvan Hoca “Aziz
Cemaat, kalesinde düşman bay-
rağı dalgalanan bir millet hür-
riyetini kaybetmiş sayılır. Hür-
riyet olmayan bir yerde cuma
namazı kılmak caiz değildir.”
der. Maraş halkı ise “Bayraksız
namaz kılınmaz!” diye bağırır.
Dağıtılan beyannamenin doğru
olduğunu tasdik ederler. Bunun
üzerine Maraşlılar topluca kale-
ye hücum ederek, indirilen bay-
rağı yeniden kale burçlarına di-
kerler.
Büyük Savaş Başlıyor
Türk Bayrağının Maraş
Kalesi’ne çekilmesinden son-
ra gerginlik iyice artar. Sa-
vaşın patlak vermesi an me-
selesidir. Fransızlar, hazırlık
yaparken, Türkler de kendi ara-
larında öbek öbek toplanmaya
ve fikir alışverişinde bulunma-
ya başlarlar. Veziroğlu Mehmet
Alpaslan’ın evinde bir toplan-
tı yapılır. Maraşlıların düşman-
la savaşa teşkilatlandırılması-
nın biri de burada sağlanmıştır.
Maraş’ın ileri gelenlerinden Ve-
ziroğlu Mehmet, Sandal Osman,
Cerrahoğlu Zekeriya, Başkâtip
Rıza, Karcı Hacı, Kocaoğlu Ev-
liya, Veliefendioğlu Ziya ve Ho-
caoğlu Nuri’den oluşturulan 8
kişilik Temsil Grubu doğrudan
Sivas Heyet-i Temsiliyesi ile iliş-
ki kurma hazırlıklarını yaparlar.
Ayrıca, Maraş’ın Hatuniye, Şe-
kerli, Bayazıtlı, Kayabaşı, Di-
vanlı, Acemli, Ekmekçi, Dereiçi
Mahallelerinde de toplantı ya-
pılarak teşkilatlanma çalışmala-
rı başlarlar. Bu teşkilatlandırma
çalışmaları düzenli bir hale ge-
tirilerek “Maraş Müdafa-i Hu-
kuk Cemiyeti” kurulur. Cemi-
yet üyelerine savaş taktikleri
öğretilerek, savaş sırasında ne-
ler yapılacağı, nasıl hareket edi-
leceği üzerinde temel bilgiler
verilir. Teşkilatlanma hazırlı-
ğı tamamlandıktan sonra savaş
harekâtına geçmek için Sivas Heyet-i Temsiliyesi’ne başvu-
rulur. Sivas Heyet-i Temsiliye-
si, o zamanlar da merkez karar
organı durumunda idi. Sivas
Heyet-i Temsiliyesi, savaş için
Yüzbaşı Kurtoğlu Salim Bey ile
Üsteğmen Kılıç Ali Bey’i görev-
lendirilir. Kahramanmaraş’ta
savaş hazırlıkları artık tamam-
lanmıştır. Herkesi heyecanlı
bir bekleyiş sarar. Herkesi her
an şehit olma, yok olma duru-
Sütçü İmam’ın KabriUlu Camii / K. Maraş
Şubat 201256
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Âsım b. Ömer b. el-Hattâb (R.A.)
Adı : Âsım b. Ömer
Künyesi : Ebû Ömer (Ebû Amr)
Doğum yılı : Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatın-
dan iki yıl önce (630) veya H. 6. yılında (628)
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Ömer b. el-Hattâb el-Kureşî el-
Adevî
Anne adı : Cemîle bint Sabit el-Ensâriyye
Eş(ler)i : Tespit edilemedi.
Akrabaları : Halife Ömer b. Abdilaziz’in anne
tarafından dedesi; Âsım b. Sâbit ise dayısıdır.
Oğulları : Hafs, Ubeydullah
Kızları : Ümmü Asım,
Kabilesi : Kureyş
İslam’a girişi : Doğuştan
Sohbet süresi: 2 veya 4 yıl
Rivayeti : Hz. Peygamber (s.a.v)’den baba-
sı aracılığıyla bir rivayeti var.
Yaşadığı yer : Medine, Kuba,
Mesleği : Tespit edilemedi.
Hicreti : Yok
Savaşları : Tespit edilemedi.
Görevleri : Tespit edilemedi.
Fiziki yapı : Uzun boylu, iri yapılı, uzun kol-
luydu.
Mizacı : Asaletli, cömert, kimseyi incit-
meyen ve kimsenin aleyhinde bulunmayan din-
dar, fakih bir kişiydi.
Ayrıcalığı : Şairdi, fasih, beliğ konuşan bir
edipti.
Ömrü : 62 veya 66 yaşında
Ölüm yılı : H. 70.
Ölüm yeri : Rebeze
Ölüm sebebi : Yaşlılık veya hastalık
Hakkında : Ağabeyi Abdullah b. Ömer:
“Ben ve kardeşim Asım insanlara sövmeyiz” di-
yerek kendisine rahatsızlık veren kişiye karşı-
lık vermemiştir. Yine onun ölümüne çok üzülen
abisi Abdullah: “Keşke ölüm (Âsım’ı) geri bırak-
saydı da; ya birlikte yaşasaydık yahut beraber öl-
seydik” diye şiir söylemiştir. Âsım’ın çocukluğu,
Hz. Ömer’den boşandıktan sonra Abdurrahman
b. Yezîd’le evlenen annesinin yanında geçmiştir.
Henüz dört veya sekiz yaşlarında iken, Hz. Ömer
onu almak istemişse de, Âsım’ın anneannesi buna
engel olmuş ve neticede iki tarafı da dinleyen ha-
life Hz. Ebû Bekir, Âsım’ın ninesine verilmesi-
ni uygun görmüş, Hz. Ömer de karara uymuştur.
Ancak daha sonra o, Hz. Ömer’in himayesinde ye-
tişmiş ve onun tarafından evlendirilmiştir.
Hadisleri : “Gece şuradan geldiğinde, gün-
düz de şuradan gittiğinde ve güneş battığında
oruçlu artık iftar eder.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 236; İsâbe, V. 3; Üsd, I.
554; DİA, III. 478-479; İbn Sa’d, Tabakât, V. 15;
Nübelâ, IV. 97.
*Prof. Dr.
57
munun yanında sevinç, gözya-
şı ve savaşın kazanılması gibi
düşünceler sarmıştır. 21 Ocak
l920 günü şehir harbi başlar.
22 gün ve gece süren bir müca-
deleden sonra yediden yetmişe
her Maraş evladı silaha sarıla-
rak tek yürek, tek bilek halinde
bütün mevcudiyetini ortaya ko-
yar. Sonunda kendisini yok et-
mek isteyen düşmanı yerli iş-
birlikçileri ile birlikte mağlup
eder, büyük bir zafere imzasını
atar. Bu uğurda pek çok evladı-
nı şehit verir. Maraş’ın düşman
istilasından kurtulması, Türk
Kurtuluş Savaşının da ilk ha-
reketini teşkil eder. Maraşlılar,
daha o tarihte “Kendini Kurta-
ran Şehir” unvanı ile anılmaya
başlamakla birlikte, çevre ille-
rinde yardımına koşarak millî
dayanışmanın en güzel örnek-
lerini verir.
İstiklal Madalyası ve “Kahramanlık”
Unvanının Verilmesi
Maraş’ın Kurtuluş Savaşında
şehir halkı ile birlikte topyekûn
direniş göstermesi ve çevre vi-
layetlerin de yardımına koşma-
sı büyük takdir toplar ve Kurtu-
luş Savaşı sonrasında Maraş’a
bir yazı gönderilerek Millî
Mücadeleye katılanların listesi
istenir.
Şehrin ileri gelen yöneticileri
toplanır, bir durum tespiti yapar.
Sonunda Ankara’ya “Maraş’ta
Millî Mücadeleye katılmayan
tek fert bile yoktur.” cevabı ve-
rilir. Bunun üzerine 5 Nisan
1925 yılında toplanan Türki-
ye Büyük Millet Meclisi İstiklal
Madalyası’nın Maraş’ta fertlere
değil, şehir halkına verilmesi ka-
rarlaştırılır. Maraş bir adet kır-
mızı şeritli İstiklal Madalyası ile
ödüllendirilir.
Maraş şehri yine Millî Müca-
deledeki fedakârlığından ötürü
TBBM tarafından 7 Şubat l973
tarihinde de “Kahramanlık” pa-
yesiyle de ödüllendirilir.
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A
61Şubat 201260
FıkıhAbdullah KAHRAMAN* İnsan medenî bir varlıktır. Bu onun ken-
di başına değil, ancak başkalarıyla birlik-
te yaşayabileceğini göstermektedir. Bu se-
beple insanlar tarih boyu cemiyet halinde yaşaya
gelmişlerdir. Birlikte yaşamak insanın sıkıntıla-
rının azalmasına ve dertlerini paylaşmasına yar-
dım eder. Toplumla barışık olarak yaşayan insan-
lar, kendini soyutlayarak yalnız yaşamayı tercih
edenlere göre daha sağlıklı ve daha mutludur-
lar. Dinimiz de yalnız yaşamayı değil, toplum içi-
ne karışmayı ve birlikte yaşamayı teşvik etmiştir.
Namazın cemaatle kılınmasına öngörülen yirmi
yedi derece sevabın bir anlamı da budur. Başka
insanlarla karşılıklı haklara riâyet ederek yaşama
teşvik edilirken akrabâlarla ilişkilerin geliştiril-
mesine ve koparılmadan sürdürülmesine ayrı bir
önem verilmiştir. Zira insan hayatının her safha-
sında akrabâsına ihtiyaç ve özlem duyar. Başına
bir felaket geldiğinde yanında öncelikle yakınla-
rını görmek ister. Sevincini de yine yakınlarıyla
paylaşmaktan hoşlanır. Bu Allah’ın insan fıtratı-
na yerleştirdiği bir duygudur.
Akrabâlık Bağlarının Yaşatılması
Dinimizde akrabâlık ilişki-
lerinin sürdürülmesine ve
akrabâlık bağlarının yaşa-
tılmasına sıla-i rahim
denilmektedir. Buna
göre aynı kan ba-
ğını taşıyan-
lar ve rahimleri geriye doğru gidildikçe tek rahim-
de birleşenler ilişkilerini aslâ kesmemelidirler.
Çünkü bu, rahmin parçalanması anlamına gelir
ki, merhamet sembolü olan rahim sahipleri bun-
dan ıstırap duyarlar.
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim akrabâlara iyi-
likte bulunmaya, onlarla ilgilenmeye ve onlara
yardım etmeye çok önem vermiştir. Konuyla il-
gili âyetlerden birinde akrabâlık ilişkisini kes-
mek Allah’la yapılan ahdi bozmakla aynı seviye-
de görülmüş ve böylelerinin ziyân edenlerden
olduğu şu şekilde ifade edilmiştir: “Onlar öyle
(günahkâr) kimselerdir ki, (“iman ettim, Müslü-
man oldum” dedikleri halde) Allah’a vermiş ol-
dukları teslîmiyet ve itâat sözünü bozarlar, hem
de Allah’ın kesilmemesini emrettiği akrabâlık
ilişkilerini keserler ve yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar. İşte (dünya ve âhirette) ziyâna uğra-
yanlar onlardır”1.
Akrabâya yardımın ilahî dinlerin temel ve or-
tak noktalarından biri olduğunu görmekteyiz.
Nitekim bir âyette şöyle buyrulmuştur: “Biz İs-
railoğullarından şöyle söz almıştık: “Allah’tan baş-
kasına kulluk yapmayacaksınız, anaya, babaya,
akrabâlara, yetimlere ve yoksullara yardım ede-
ceksiniz...”2. Bu konuda dikkat çeken hususlardan
biri de şudur: Kur’an’da yardımlaşmayı emreden
hemen her âyette mutlaka akrabâlara da yer veril-
miştir3. İlgili âyetlerden birinde şöyle buyrulmuş-
tur: “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz
iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a, âhiret gününe,
SILA-İ RAHİM“Dinimizde akrabâlık ilişkilerinin sürdürülmesine ve akrabâlık bağlarının yaşatılmasına
sıla-i rahim denilmektedir. Buna göre aynı kan bağını taşıyanlar ve rahimleri geriye
doğru gidildikçe tek rahimde birleşenler ilişkilerini aslâ kesmemelidirler.”
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A
Şubat 201262 63
meleklere, Kitaba ve Peygam-
berlere inanan; sevdiği malını
yakınlarına, yetimlere, yoksul-
lara... veren kimsenin iyiliği-
dir...”4 Çünkü Müslümanlar ve
komşular arasında söz konu-
su olan iyilik, ikram, yardımlaş-
ma, dayanışma, ziyaretleşme,
hoşgörülü davranma, acıyı ve
tatlıyı paylaşma, davete katıl-
ma, bayramlaşma, tebrikleşme,
hasta ziyareti ve taziye gibi sos-
yal ve ahlakî görevler akrabâlar
arasında daha fazla geçerli ve
gereklidir. Bu konularda mey-
dana gelecek ihmal ve aksak-
lık yakın akrabâları daha faz-
la rencide eder ve üzer. Mesela,
bir bayramda arkadaşını arama-
mak hoş bir davranış olmamak-
la beraber bazı sebeplerden do-
layı hoş görülebilir.
Fakat ana, baba, amca, dayı,
hala, teyze, kayınbaba, kayna-
na gibi yakınların aranmama-
sı kolay kolay hoş görülmeye-
ceği gibi, ciddi kırgınlıklara da
yol açar. Müslümanlar arasında
oluşmuş bulunan sahih ve ma-
kul örf de bunu gerektirir.
Bağların Güçlendirilmesi
Sıla-i rahmin dinî, sosyal,
psikolojik yönlerinden dola-
yı Sevgili Peygamberimiz de
aile bağlarının güçlendirilme-
si üzerinde çokça durmuştur.
Bir hadislerinde akrabâlık iliş-
kilerini sürdürmeyi ve ilişkiyi
kesenle irtibatı yeniden kurma-
yı fazîletlerin en üstünü sayarak
şöyle buyurmuşlardır: “Bütün
faziletlerin en üstünü, senden
ziyareti kesen akrabânı ziyaret
ederek ilişkiyi yaşatmandır”5.
Hadisin devamında vermeye-
ne vermek, zulmedeni affetmek
ve kötülük edene iyilik etmek de
en faziletli davranışlar arasında
sayılmıştır. Yine Rasûl-i Ekrem
Efendimiz, ziyaretleşmenin rız-
kı bollaştıracağını ve ömrü ar-
tıracağını6, akrabâya mâlî yar-
dımda bulunmanın başkalarına
yapılan yardımdan iki kat daha
fazla sevap kazandıracağını bil-
dirmiştir7.
Yüce dinimiz İslâm’da hü-
kümler konulurken belli, makul,
anlaşılabilir, insan ve toplum
yapısına uygun bir sıra takip
edilmiştir. Fıkıh dilinde buna
“tedricilik” (aşamalılık) denil-
mektedir. Buna göre hükümler
bir anda konulmadığı gibi, hep-
si de ilk etapta yerleştirilmemiş-
tir. Aksine zamana yayılarak ko-
laydan zora doğru bir aşama ve
sıra takip edilmiştir. Bu yönden
Mekke dönemindeki hükümler-
le Medine dönemi hükümleri
arasında farklılık vardır. Önem
sırası bakımından da hükümler
arasında öncelik ve sonralık sı-
rası gözetilmiştir. Akrabâlık bağ-
larını geliştirme ve akrabâlarla
iyi ilişki içerisinde olma, İslâm
dininin en önce ortaya koydu-
ğu hükümlerdendir. Nitekim
daha Mekke döneminde inen
âyetlerde bu hususa işaret edil-
miş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in
ilk tebliğ ettiği hususlar arasın-
da sıla-i rahim de yer almıştır.
Amr b. Abese adlı bir sahâbînin
anlattıkları bu hususa işaret et-
mektedir. O, şöyle demektedir:
“Câhiliye dönemindeyken in-
sanların tamamen dalâlete sap-
tıklarını, hiçbir işe yarayacak
harekette bulunmadıklarını ve
putlara taptıklarını biliyordum.
Günün birinde bir zatın bazı
şeyler söylediğini duydum. Me-
rak edip Mekke’deki makâmına
gittim. Kendisine “Sen kimsin?”
diye sordum. “Ben Peygambe-
rim.” dedi. “Peygamber ne de-
mek?” dedim. “Yani Allah beni
elçi olarak gönderdi.” dedi. “Al-
lah senin vâsıtanla neler bildir-
di?” diye sordum. “Sıla-i rahmi
yaşatmayı, yani akrabâlık iliş-
kilerini kesmemeyi, putları kır-
mayı ve Allah’ı bir bilip O’na or-
tak koşmamayı bildirmek üzere
beni gönderdi.” dedi. O sırada
yanımda Ebu Bekir ve Bilal var-
dı. Ben de ona tabi oldum.
Dinî ve İnsanî Bir Görev
Bütün bunlar göstermektedir
ki, akrabâlık ilişkilerini geliştir-
mek ve kesmemek sosyal ve psi-
kolojik yönden olduğu kadar dinî
yönden de son derece önemlidir.
O zaman bu hususa aykırı dav-
ranmak elbette ki dinimizde hoş
karşılanmayacaktır. Nitekim ge-
rek Kur’ân-ı Kerim’de gerek-
se hadislerde akrabâlık bağları-
nı kesenler yerilmiştir. Mesela
ilgili Kur’an âyetlerinden birin-
de şöyle buyrulmuştur: “Söz ve-
rip bağlandıktan sonra Allah’a
verdikleri sözü bozan, Allah’ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi
(yani iman ve akrabâlık bağını)
kesen ve yeryüzünde bozguncu-
luk yapanlar, ziyâna uğrayan-
lar işte onlardır.”8 Kudsî bir ha-
diste akrabâlık ilişkisini devam
ettirene, Allah’ın ilgisinin sü-
receği, akrabâlarından ilişkisi-
ni kesenden ise Allah’ın ilgisini
keseceği ifade edilmiştir9. Başka
bir hadiste de akrabâlık ilişkisi-
ni kesenler cennete giremeye-
cekler arasında gösterilmiştir10.
Akrabâlar arasında dere-
ce farkı bulunmaktadır. Bun-
dan dolayı sıla-i rahmi devam
ettirmenin sevabı ve kesme-
nin günahı da ona göre olacak-
tır. İslâm bilginleri genel anlam-
da akrabâlık ilişkilerini devam
ettirmenin farz, kesmenin ise
büyük günah olduğunu söyle-
mişlerdir. Akrabâlık ilişkinin
mutlaka devam ettirilmesi ge-
reken akrabâlar ise, birbirlerine
mirasçı olanlar ve nikâhı düş-
meyenlerdir. Sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz ki, akrabâlık iliş-
kilerini devam ettirmek dinî ve
insanî bir görevdir. Bayramlar,
özel günler, statü ve iş değişik-
likleri bu iş için önemli fırsatlar-
dır. Bu ilişkiyi devam ettirmenin
asgari sınırı, selamı ve konuş-
mayı kesmemektir. Hem ya-
kın akrabâları ile hem de diğer
toplum kesimleriyle iyi ilişki-
ler kurabilen ve toplumsal barı-
şa katkı sağlayan fertler öldük-
ten sonra da her zaman hayırla
yâd edilirler. İlişkiyi kesenler
dünyada tesellî yollarından biri-
ni yok etmiş, öldükten sonra da
dua alacakları kaynaklarından
birini kurutmuş olurlar.
1 2/Bakara, 27.2 2/Bakara, 83.3 2/Bakara, 177, 180, 215, 4/Nisâ, 8, 36, 135.4 2/Bakara, 177.5 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438.6 Buhari, Edeb, 12; Müslim, Birr, 20, 21.7 Tirmizi, Zekât, 26.8 2/Bakara, 2.9 Buhari, Edeb, 13.10 Buhari, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18, 19.
Dipnot
* Prof. Dr.
“Hem yakın
akrabâları ile hem
de diğer toplum
kesimleriyle iyi ilişkiler
kurabilen ve toplumsal
barışa katkı sağlayan
fertler öldükten sonra
da her zaman hayırla
yâd edilirler.”
65Şubat 201264
KitapÖzlem DEĞİRMENCİ
Bursa… Osmanlı’nın tarih ve kültür
başkenti… Bu ilim, irfan ve kültür
başkenti nice âlim, mutasavvıf,
tarikat şeyhi, şair, edip ve tarihçiler yetiştirmiş-
tir. Bir şehri yaşatan, ayakta tutan sadece fizikî
yapısı değildir. Onu her daim canlı kılan kültür
ve medeniyetidir.
Bilal Kemikli’ye göre bu kültür sözle maya-
lanmıştır. Sözle, yani kelamla… Bu bakımdan
Bursa, sözün, yani kelamın şehridir. Bursa, şiir
şehirdir. Şiir şehirdir, çün-
kü ‘Büyük Şair’ Bursa’yı, san-
ki nazlı ve edalı bir gelin olan
Uludağ’ın eteklerinde, suyuy-
la, havasıyla ve verimli top-
raklarıyla adeta baştan sona
şiir olarak yaratmıştır. Şeh-
ri İslam medeniyetine açan
başta Orhan Gazi olmak üze-
re burada hüküm süren sul-
tanlar, bu şiirin üzerinde ka-
lem oynatmış, şehri imar
etmiş genişletmiştir. Bursa
sokaklarında dolaşırken, ulu
çınarların gölgesinde serin-
leyip, şadırvanlarından akan
suya dokunurken, aslında
hep bu şiiri okuyoruz.
İşte bu şiir şehri kaleme alanlardan biri de
Bursalı Lâmiî Çelebi’dir. Bursa’nın yetiştirdi-
ği bilge şair Lâmiî Çelebi, Fatih Sultan Meh-
med (1451-1481)’in son yıllarıyla II. Bâyezid
(1481-1512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ve
Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devirle-
rinde yaşamış olan dönemin edebiyat ve kültür
hayatının önemli temsilcilerinden birisidir. Asıl
adı Mahmut’tur. Eserlerinde kullandığı mah-
lası ise Lâmiî’dir. Bursa’da doğmuştur. Doğum
tarihi hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi bu-
lunmamakla birlikte 878 (1472) yılında doğdu-
ğu ihtimali kuvvetlidir. İlim ve irfanla dolu ha-
yatı Bursa’da geçmiştir. Babası, II. Mehmet ve
II. Beyazıt dönemi defterdarlarından Osman
Efendi’dir. Dedesi ise Yeşil Cami’nin nakışlarını
yapan Nakkaş Ali’dir. Nakkaş Ali, Timurlenk ta-
rafından İran’a götürülmüş ve orada nakkaşlık
öğrenip Bursa’ya gelmiştir. Lâmiî Çelebi hak-
kında bilgi veren bazı kaynaklarda onun Lem’î
mahlasıyla şiirler de yazan Mehmed Çelebi, Ah-
med Çelebi ve Abdullah
adlarında üç oğlu ve Safi-
ye Hatun adında bir kızın-
dan bahsedilir. İbrahim
Çelebi adında bir oğlu ve
Zeynep Hatun adında bir
kızı daha bulunmaktadır.
Lâmiî, dönemi için zo-
runlu olarak tahsil edil-
mesi gereken ilim ve
fenni, Bursa’nın ilim ve
kültür tarihimize kazan-
dırdığı meşhur müder-
risleri Mevlânâ Ahaveyn
ve Hacı Hasanzâde’den
almıştır. Yazdığı eser-
lere bakılırsa, Arapça
ve Farsça’dan tercüme-
ler yapan, farklı ilmî disiplinlere vâkıf ve bun-
ları şiir diliyle anlatabilen bir donanıma sahip
olduğu görülür. Şair, bu tahsiliyle bilgin(âlim)
olmuştur. Bilgelik(âriflik), âlimin iç âleminde
yaşadığı inkılâpla ulaştığı yüksek bir düzey-
dir. Bu ise bir süreç işidir ve bu süreç, şairin ta-
savvuf yoluna girmesiyle başlar. Lâmiî, bilge-
lik yolunda bir adım atmış ve devrin mümtaz
şahsiyetlerinden Emir Ahmed-i Buharî’ye bağ-
lanmıştır. Emir Ahmed-i Buharî, Fatih döne-
LâmİîÇelebİ ve Dönemİ
“Devlet bürokrasisi içinde önemli bir mevkie gelebilir, sarayın gözdeleri
arasına girebilirdi. Ama O, Emir Ahmed-i Buharî’nin irfan mektebinde ilmin
yüceliğinin farkına ve hürriyetin tadına varmıştır.”
67Şubat 201266
minde Buhara’dan Anadolu’ya gelerek burada
yerleşen bir mutasavvıftır. Anadolu’nun dini ta-
rihi içerisinde önemli bir yere sahip olan Emir
Ahmed-i Buharî, Simavlı Abdullâh-ı İlâhî’den
sonra Nakşibendîlik yolunun ikinci ismi ola-
rak kabul edilir. Bilgelik yolu, Defterdar Osman
Çelebi’nin oğlu medreseli Mahmut Efendi’yi
Lâmiî Çelebi’ye dönüştürmüştür.
Gerçekten de O, ömrü-
nü ilme vakfetmiştir; sa-
hip olduğu sosyal ve eko-
nomik imkânlardan, eğitim
ve öğretiminden yararlana-
rak devlet bürokrasisi için-
de önemli bir mevkie ge-
lebilir, sarayın gözdeleri
arasına girebilirdi. Ama O,
Emir Ahmed-i Buharî’nin ir-
fan mektebinde ilmin yüce-
liğinin farkına ve hürriyetin
tadına varmıştır. Bu sebep-
le siyasî meselelere mesafeli
kalarak kendi gündemi etra-
fında çalışmalar ortaya koy-
muş ve geride büyük bir külliyat bı-
rakmıştır. Lâmiî, bütün vaktini tetkik ve telife
vakfeden bir münevverdir. İlim ve sanat dün-
yamıza, manzum ve mensur 30’u aşkın eser ka-
zandırmıştır.
Daha çok din, tasavvuf, ahlak ve aşk gibi ko-
nuları içeren bu eserlerin bazıları tercümedir.
Manzum eserleri Dîvân-ı Eş’âr, Ferhâdnâme
(Ferhâd ü Şîrîn), Vâmık u Azrâ, Kıssa-i Evlâd-ı
Câbir (Câbir-nâme), Lugat-ı Manzume (Tuhfe-i
Lâmiî), Maktel-i Hüseyin, Selâmân ü Ebsâl, Şem’
u Pervane, Gûy u Çevgân, Şehr-engîz-i Bursa,
Vîs ü Râmîn, Heft Peyker, Mevlidü’r-Resûl’dür.
Mensur eserleri Tercüme-i Şevâhidü’n-
nübüvve, Tercüme-i Nefehâtü’l-Üns, Hüsn ü
Dil, Münâzara-ı Bahâr u Şitâ, Dîbâce-i Gülistân,
İbretnâme, Şerefü’l-İnsan, Letâifnâme’dir.
Bu eserlerden başka, Nefsü’l-emr, Münşeât-ı
Mekâtib (Nisâbü’l-belâğa), Hall-i Muammâ-
yı Mîr Hüseyin, Esmâ-i Hüsnâ, Mir’âtü’l-esmâ
Menâkıb-ı Üveys el-Karanî, Risâle-i tasavvuf,
Risâle-i Arûz, Risâle-i Usûl-mine’l-funûn ve
Risâle-i Hall-i Fâl adlı eserleri de kaynaklarda
geçmektedir.
938(1531-1532) yılında vefat eden Lâmiî’nin
kabri Hisar’da, Tophane yakınlarında bulunan
Nakkaş Ali Mescidi’nin haziresindeki aile me-
zarlığındadır.
16. yy Bursa’sı
Sözümüze “Bursa” diyerek
başladık ve Şehrengiz-i Bursa ya-
zarı Lâmiî Çelebi’den bahsettik.
“Bursa’nın bu önemli değeri şeh-
rin görmek ve duymak istemeyen
sakinlerince unutulmuştu.” diyen
Bilal Kemikli öncülüğünde onu
hatırlamak, yeniden eserlerini in-
celeme konusu etmek ve onun eş-
liğinde Bursa’yı yeniden okumak
için Lâmii Çelebi ve Dönemi Sem-
pozyumu projesi hayata geçirildi.
Türkiye’nin çeşitli üniversitele-
rinden değerli ilim adamının ka-
tılımıyla 15-17 Nisan 2011 tarihleri
arasında Ördekli Kültür Merkezi’nde dü-
zenlenen sempozyumda Lâmiî Çelebi ve 16. yy
Bursa’sı farklı bakış açılarıyla tanıtıldı. O dö-
nemde Bursa’nın sosyal ve iktisadî hayatı, ta-
rihi, mahalleleri, hane sayıları, mescitleri, bel-
li başlı aileleri ve şairleri hakkında bilgi verildi.
Lamiî Çelebi’nin terekesi, okuduğu kitaplar,
KitaplıkDehanı Keşfet Zekanı ve
Hafızanı Geliştir
Ali Erkan Kavaklı, Sefa Saygılı, Ali Akben
Hayat Yayınları
Tel: 0212 613 11 00
Kınalı Küheylanlar
Harun Tokak
Kaynak Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
Beyin Gücünü Etkili Kullanma
Sanatı
Ali Erkan Kavaklı, Sefa Saygılı
Nesil Yayınları
Tel: 0212 876 38 68
Hitabet
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
Işık Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
Aşk Bir Davaya Benzer
H. Nur Artıran
Sufi Yayınları
Tel: 0212 511 24 24
evinde kullandığı eşyalar, komşuları,
mektupları, eserleri ayrıntılı olarak ta-
nıtıldı. Lamiî Çelebi’nin gazellerine yazı-
lan nazireler, eserlerine dair yurt içi ve
yurt dışında yapılan çalışmalar hakkın-
da bilgi verildi. Lamiî’ye ait minyatürler-
deki beden dili ve göz teması gibi konu-
lar dile getirildi.
Bursalı Lâmiî Çelebi ve Dönemi ki-
tabı Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin
Şiir Şehir Bursa projesi kapsamında dü-
zenlediği Bursalı Lâmiî Çelebi ve Döne-
mi sempozyumunda sunulan bildiriler-
den oluşmaktadır. Bu kitap sayesinde
16.yy Klasik Türk Edebiyatı ve Lamiî
Çelebi’nin yaşadığı dönem, muhiti ve o
dönemdeki siyasi ve sosyal hayat hak-
kında genel bir bilgi sahibi olabilir, şairin
Bursa’nın sanat hayatına katkılarını öğ-
renebilir, onun şiir dünyasında gezintiye
çıkabilir, eserleri hakkında bilgi sahibi
olabilir, onun eğitimci ve öğretici yönü-
nü görebilir ve en önemlisi Bursa’nın ye-
tiştirdiği güzide şair ve edebiyatçılardan
biri olan Lamiî Çelebi’yi anlama imkânı
bulabilirsiniz. Bursalı Lâmiî Çelebi ve
Dönemi kitabı, tarih, sosyal tarih ve ede-
biyat bilimini bir araya getiren kapsamlı
bir çalışmadır. Bu çalışmanın kitap ha-
line getirilmesi gelecek nesillere aktarıl-
ması açısından önemlidir.
Bursa’nın görmek ve duymak isteme-
yen sakinlerince unutulan bu bilge şai-
ri bize hatırlatan ve bu kitabın hazırlan-
masına öncülük eden değerli hocamız
Bilal Kemikli başta olmak üzere bu çalış-
mada emeği geçen ilim adamlarımıza te-
şekkürü bir borç bilirim. Söze Bursa’yla
başladık Lamiî Çelebi’nin gazeliyle biti-
relim:
Ârif ol kimsedir ki her hâle
Şükr idüp Hakka ittika eyler
Cahil oldur ki gark-ı ni’met iken
Yine Rabbinden iştika eyler
“Bursalı Lâmiî Çelebi ve
Dönemi kitabı Bursa Büyükşehir
Belediyesi’nin Şiir Şehir Bursa
projesi kapsamında düzenlediği
Bursalı Lâmiî Çelebi ve Dönemi
sempozyumunda sunulan
bildirilerden oluşmaktadır.”
69Şubat 201268
Kur’an-ı Kerim’in on sekizinci su-
resinde sözü edilen Ashab-ı Kehf
kıssası ile ölümden sonra dirilişin
bir misali olarak uzun süre mağarada uyuyup
yeniden uyanan gençlerin hikâyesi anlatılmıştır.
Müşrik bir kavmin içinde Allah’ın varlığına ve
birliğine inanan birkaç genç mü’min, bu inançla-
rını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkmış,
taşlanarak öldürülmekten veya zorla din değiştir-
mekten kurtulmak için dağda bir mağaraya sığın-
mışlardır. Yanlarındaki köpekleriyle birlikte ora-
da derin bir uykuya dalan gençlerin kaç yıl sonra
uyandıkları hususu Kur’an’da; “Onlar mağara-
larında 300 yıl kaldılar, dokuz da ilâve ettiler.”
şeklinde belirtilmektedir.
Buradaki 300 yıl şemsî (güneş) takvimine
göre süredir. Kamerî (ay) takvimine çevrilecek
olursa tam tamına 9 yıl eklenmesi gerekmektedir
ki Kur’an bu farka işaret etmekte, iki ayrı takvime
göre de kalma süresini bildirmektedir. 15 asır ön-
ceden gelen bu bilginin ancak ilahî kelâm olabile-
ceği bellidir.
Kehf Suresinin günümüze seslenen mucizeleri
bununla bitmemektedir. Surenin 17. ayetinde “Ve
(yıllarca) güneşin, doğarken onların mağarası-
nı sağ yandan yalayıp geçtiğini, batarken de on-
lara dokunmadan sol yandan geçip gittiğini ve
onların, mağaranın genişçe bir odasında bulun-
duğunu görürdün. Rabbinin alametlerinden bi-
riydi bu.” buyrulmaktadır.
Gerçekten güneş ışınının insan cildine devam-
lı temas etmesi halinde; güneş yanığı başta olmak
üzere deride kırışıklıklara, cilt kanserlerine, fo-
tosensitivite denilen alerjik deri reaksiyonlarına,
ürtiker gibi çok çeşitli kalıcı rahatsızlıklara sebep
olacağı muhakkaktır. Ancak mü’min gençlere gü-
neş ışığı direkt olarak değmemiş, dokunmadan
yalayıp geçmiş ve uyuyan gençler bu şekilde ko-
runmuşlardır.
Tersine yetersiz güneş ışınlarına maruz kalı-
nırsa bu defa D vitamini eksikliğine zemin hazır-
lanmakta; eksiklik ise kemik mineralizasyonunu
bozmakta ve osteomalasi ile osteoporoz denilen
kemik zayıflığını ortaya çıkarmaktadır. Mağara-
da uyuyan gençleri yalayıp giden güneş ışınları
bu rahatsızlıkların ortaya çıkmasını engellemek-
tedir.
Surenin bir başka mucizevî yönü ise; 18. aye-
tindeki “Biz onları bir sağa çeviriyorduk, bir
sola” ifadesidir. Yatağa bağlı hastalar devam-
lı aynı pozisyonda bırakıldıklarında dekübitis ül-
serleri denilen vücut yaraları ortaya çıkmaktadır.
Giderek bu yaralar derinleşmekte, genişlemekte;
geri dönülemeyecek ve düzelmesi imkânsız hale
bürünmektedir. Korunmada en önemli tedbir ise
yatan kişinin pozisyonunun sık değiştirilmesidir.
Kur’an-ı Kerim’de bu koruyucu unsura dikkat
çekilmesi ve uyuyan gençlerin Rabbimizce sağa
sola döndürüldüğünün bildirilmesi ise bugünkü
bilgilerimize göre gerçekten başlı başına ayrı bir
mucizedir.
Sadece Kehf Suresine bakıp da, “İnandım Ya
Rab, inandım ki 15 asır önce inen Kur’an Senin
kelâmındır.” diye haykırmamak elde değildir.
PsikolojiSefa SAYGILI*
*Prof. Dr.
ASHAB-I KEHFMUCİZESİ
“Gerçekten güneş ışınının insan cildine devamlı temas etmesi halinde;
güneş yanığı başta olmak üzere deride kırışıklıklara, cilt kanserlerine,
fotosensitivite denilen alerjik deri reaksiyonlarına, ürtiker gibi çok çeşitli
kalıcı rahatsızlıklara sebep olacağı muhakkaktır.”
71Şubat 201270
EğitimM. Emin KARABACAK
12 yaşında başlayıp 21 yaşına
kadar devam eden süreç,
çocukların çocukluktan çıkıp
yetişkinliğe geçiş süreci olarak
tanımlanmaktadır.
Bu dönemde gelişim için
tek bir bölge yoktur. Gelişim
fizyolojik ve duygusal olmak
üzere çok yönlü bir şekilde
olmaktadır.
Bu dönemde çocukların fizy-
olojik olarak boyları uzar, vücu-
dunda kılları çıkar ve cinsel-
likleri belirginleşir. Çocukların
vücudu fiziksel olarak
yetişkinliğe doğru gelişirken
diğer taraftan da çocuklar kim-
lik arayışı içine girerler.
Bu dönemin en belirgin
özelliği ergenin benlik duygu-
sunu kazanmaya çalışmasıdır.
Ergen, benlik duygusunu
kazanırken sosyal ortamlarda
da rolünü belirlemek için kim-
lik arayışı içine girer.
Ergen, bu dönemde kim-
lik arayışı adı altında, benliğini
geliştirmek için toplum içinde
seçtiği kişileri kendisine mod-
el almaya çalışır. Ergen, mod-
el alacağı kişiyi aklî olarak
değil de duygusal yakınlığa
göre seçer. Bu alanda ergen,
kendi zevklerine uygun, kendi
görüşlerine daha yakın bulduğu
kişileri model alır. Bunun için
ergen, model aldığı kişiyle
kendisini özdeşleştirmeye
çalışır. Ergen, model aldığı
ve özdeşim kurduğu kişileri,
duygularının değişkenliğine
bağlı olarak değişebilmektedir.
Ergenin, fiziksel olarak
yetişkinliğe doğru değişime
uğraması sonucu toplum içinde-
ki rolü ve toplumun ondan
beklentileri de değişmektedir.
Ergen bu dönemde bir taraf-
tan çocukluktan kurtulma-
ya çalışırken diğer taraftan
da yetişkin gibi davranmaya
çalışır.
Ergenin duygusal gelişimi
fiziksel gelişimi kadar hızlı
olmamaktadır. Ergenin fizik-
sel görünümü, yetişkin gibi
olmasına rağmen ergen duy-
gusal olarak çocuksu kalır.
Fiziksel büyümeye karşı duy-
gusal olarak çocuksu kal-
mak ergeni sıkıntıya sokar.
Ergen bir taraftan duygu
yoğunluğu yaşarken bir taraf-
tan da toplumun beklentileri-
ni gerçekleştirememe kaygısı
yaşar.
Ergen bu duygu yoğunluğu
içinde kendisine uygun bir
model arayışıyla birlikte önce-
likle anne babanın etkisin-
den kurtulmaya çalışır. Ken-
“Ergenin çok yönlü gelişimine bağlı olarak; davranışlarında tutarsızlık,
ders çalışmaya karşı isteksizlik, çabuk sinirlenme, çabuk ağlama,
küsme, duygusal yoğunluğa bağlı olarak öfke patlamaları, olmadık
şeyler hakkında tartışma, yalnız kalmayı ve hayal kurmayı çok sevme,
sosyal etkinliklere katılmada isteksizlik gibi özellikleri bulunur.”
Çocuklarda Kİmlİk Duygusuna Karşılık
ROL karışıklığıÇocuklarda
Kİmlİk Duygusuna Karşılık
ROL karışıklığı
Şubat 201272 73
di kimliğini oluşturmak adına
önce onları örtülü sonraları ise
açıktan eleştirme davranışları
içine girer. Ergen bir taraftan
anne babasını eleştirirken diğer
taraftan da büyüdüğünün ifa-
desi olarak bağımsız bir kimlik
geliştirmeye çalışır.
Ergen bu dönemde kend-
isinin varlığını hisset-
tirme amacıyla büyükleriyle
tartışmaya, olaylar hakkında
görüşlerini bildirmeye çalışır.
Ergenin fiziksel gelişimi
baştan aşağıya doğru olduğu
için sakarlıklarının arttığı bir
dönemdir. Ergen, gelişimine
bağlı olarak bazı küçük hatalar
yapabilir. Bu da ailenin ergene
karşı olumsuz tepkisine neden
olur.
Ergenin fiziksel ve duy-
gusal gelişiminin aynı oran-
da olmamasına bağlı olarak
davranışlarında da tutarsızlıklar
olur. Ergenin bu şekildeki
davranışları anne baba
tarafından yerine göre “Koca-
man kız/adam oldun.” yerine
göre de “Sen daha çocuksun.”
söylemleri ergenin farklı duygu-
lar yaşamasına neden olur.
Ergen, daha önceleri toplu-
mun içine karışmaktan zevk
alırken bu dönemde fiziksel ve
duygusal gelişimine bağlı olarak
yalnız kalmayı tercih eder. Er-
genin çok yönlü gelişimine
bağlı olarak; davranışlarında
tutarsızlık, ders çalışmaya karşı
isteksizlik, çabuk sinirlenme,
çabuk ağlama, küsme, duy-
gusal yoğunluğa bağlı olarak
öfke patlamaları, olmadık
şeyler hakkında tartışma, yalnız
kalmayı ve hayal kurmayı
çok sevme, sosyal etkinliklere
katılmada isteksizlik gibi özel-
likleri bulunur.
Ergenlik dönemini her çocuk
değişik şekilde atlatırken; ailel-
erin çocuklara yaklaşımı farklı
olmaktadır.
Ergenlikte de Çocuk Kalan Ergenler
Anne babaları, bu çocuk-
lara gerekli desteği vermedikleri
gibi bu dönemin özellikleri-
ni yaşamaya çalışan çocuklara
aileleri, gerekli anlayış ve sabrı
da göstermezler.
Anne babalar, bu çocukların
büyüdüklerini kabul etmek bir
yana, onların kişilik gelişimleri
adına yaptıkları hal ve
hareketlere tepki verirler. Anne
babaların ergenle konuşmaları
genelde “Sen daha çocuksun
senin aklın ermez” şeklinde
olur.
Ergenlikte Yetişkin Olan Ergenler
Bu çocukların anne babaları
ergene duygusal olarak
olduğundan fazla görev ve so-
rumluk verirler. Bu çocuklar-
dan yaşlarının üstünde bir ol-
gunluk beklenir. En küçük
çocuksu hareketleri tepkiyle
karşılanır. Bu çocuklar, ergenliği
yaşamadan yetişkin gibi davran-
mak zorunda kalırlar. Bu da er-
genin yetersizlik duygusuna
sebebiyet verir. Bu ve benzer
ergenin kimlik karmaşası içine
girmesine ve benlik saygısını
geliştirememesine neden olur.
Bu nedenle ergen kendi benliğini
geliştiremeyecektir. Kimlik duy-
gusunu geliştiremeyen ergen,
bağımlı bir kişilik geliştirecektir.
Bu durumda çocuğun ileride
kendi kararlarını veremeyen
bağımlı, başarısız, kendisiyle ve
toplumla barışık olmayan, yalnız
kalmayı ve yalnızları oynamayı
seven bir kişi olmasına sebep
olacaktır.
Bu dönemde çocukların
sağlıklı kimlik geliştirebilmeleri
için başta anne babalar, ergen-
lere uygun bir model olmalı,
Çocukların bir geçiş süreci
yaşadığı unutulmamalı, onlara
gerekli anlayış ve sabır göster-
ilerek gerekli destek verilmeli-
dir.
BİR MECRADA AKAR GİDER!...
Tevhîd odu yüreğimiHer nefeste yakar gider Aşkım eler eleğimi Nefsim nefsi yıkar gider
Gönül, nedir senlik, benlikMalın, mülkün bir kefenlikBu garip can bir tek anlıkEcel gelir söker gider
İlm’el-yakîn eyle yolu Dört kapıda gör usulüBir kul olan bu mahsulüArzdan Arş’a eker gider
Vecd ile gir bu devrâna Yatıp duran baht uyana Garip canın yana yana Derdi derde döker gider
Ayn’el-yakîn bir aşk hâliGel hâlde gör istikbâli İki âlem gül misâli Sekiz cennet kokar gider
Irak değil Hakk’el-yakînKalpte olmaz uzak, yakın Can Dost ile zâhir, bâtın Bir mecrada akar gider
Rıfat ARAZ
75Şubat 201274
EdebiyatVedat Ali TOK
İnsanlar yaratılışının gereği birbirleriyle
zaman zaman şaka yapma gereği de du-
yar. Şaka, hayatın bir nevi tadı tuzudur.
Fakat şakanın mutlaka bir dozu olmalıdır. Baş-
kasına maddî veya manevî bakımlardan zarar ve-
recek davranışlar şaka olamaz. Başkasının hoşu-
na gitmeyecek söz ve hareketler de şaka değildir.
Muhatabının, duyduğu zaman hoşlanmayaca-
ğı, üzüleceği isimlendirmeler, lakap takmalar da
şaka değildir. Eskiler güzel bir ölçü koymuş bu-
nun için: Latife latif gerek. Yani yapacağımız la-
tifeler insanda bir güzellik duygusu uyandırmalı,
ince bir düşünce olmalı latifede.
Müslümanlar için bir ölçü olan Peygamber
Efendimiz “Kendine yapılmasını istemediğin bir
şeyi sen de başkasına yapma.” buyurmuş ve riva-
yetlere göre O da zaman zaman latifeler yapmış-
tır. İşte Peygamber Efendimizden iki güzel latife:
Cennete Kocakarılar Giremez
Bir koca karı, Peygamberimize gelip “Ya
Resûlallah! Beni, Cennete koyması için Allah’a
dua et!” dedi. Peygamberimiz “Ey Ümmü filan!
Yüce Allah, koca karıyı, Cennet’e koymaz!” bu-
yurdu. Namaz vakti girince, Peygamberimiz, na-
maza çıktı. Peygamberimiz, namazdan dönünce-
ye kadar, kadıncağız, ağladı durdu. Hz. Aişe, Ya
Resûlallah! “Koca karı, Cennete girmez!” dediğin
için, bu kadıncağız, ağlayıp duruyor, dedi. Pey-
gamberimiz, güldü. “Haber veriniz ki: O, Cennete
koca karı olarak girmeyecek! Çünkü yüce Allah
“Biz, cennet kadınlarını, dünyadaki yaratılışla-
rına benzemeyen bir yaratılışta yarattık. Onla-
rı, bâkireler kıldık. Onlar, kocalarına gönülden
âşıktırlar ve hepsi de birbirinin yaşıtıdır.” (Vâkıa
suresi, 35-37) buyuruyor, diye haber gönderir.
Gözlerdeki Beyazlık
Peygamber Efendimizin dadılığını yapmış bu-
lunan Ümmü Eymen, bir gün Peygamber Efendi-
mize gelerek O’na:
-Ya Resûlullah, kocam sizi çağırıyor, der. Bu-
nun üzerine Peygamber Efendimizle dadısı ara-
sında şu konuşmalar geçer:
Allah Rasûlü:
-O da kim, hani şu gözlerinde beyazlık olan
adam mı?
Ümmü Eymen, heyecanlanır:
-Kocamın gözlerinde beyazlık yok, yâ
Resûlullah! Fahr-i kâinât efendimiz ısrar eder:
-Evet, gözlerinde beyazlık var!
Bir anda beti benzi atmış olan Ümmü Eymen:
-Vallahi yok, ya Resûlallah!” diye yeminler et-
meye başlar. Âlemlere rahmet, o güzel nebî, dadı-
sının bu nükteyi anlayamadığını fark ederek, onu
tesellî eder:
Latîf olsa latîfe hoştur elbet
Velâkin hâriç olmaya edebden
Kastamonulu Beyânî
(Latife güzel olunca, edep dairesinin dışında
olmayınca güzeldir, hoştur.)
LATÎFELATÎF GEREK
“Bazı Dîvân şairleri şiir yoluyla latife yapmışlardır. Edebiyatımızda çokça örneği
bulunan bu latifelerin bir kısmı içinde estetik güzellikler de bulunan latifelerdir.”
LATÎFE
77Şubat 201276
-Hiçbir insan yoktur ki, gözlerinde beyazlık
bulunmasın!
Bazı Dîvân şairleri şiir yoluyla latife yapmış-
lardır. Edebiyatımızda çokça örneği bulunan bu
latifelerin bir kısmı içinde estetik güzellikler de
bulunan latifelerdir. Bu tür şiirlere hezl (hezel)
deniyor. Hezellerde incitme, yerme, kötüleme
amacı yoktur. Hatta bazı kendinden habersizleri
kendine getirme düşüncesi vardır.
Hâkî, Dîvân edebiyatının nüktedan şairlerin-
den biridir. Anlaşılan bir vezire kaside yazıyor, fa-
kat bunun karşılığında umduğunu alamıyor. Bu-
nun üzerine şöyle bir beyit söylüyor:
Gel beyim sen vezareti bana ver
Beni medheyle gör atâ nic’olur
(Gel beyim sen vezirliği bana ver. Beni öv de
bağış nasıl olurmuş gör.)
Latifenin bazı insanları kendine getirmek için
de bir araç olarak kullanıldığını söylemiştik. Me-
sela Dîvân şairlerinden biri olan Kebirî, son dere-
ce gururlu biri olduğu için çağdaşı şairlere kibrin-
den dolayı önem vermezmiş. Bu yüzden onlar da
Kebirî’yi şairden saymazlar, şiirlerine değer ver-
mezlermiş. Kâtip Şevkî isimli bir şair Kebirî hak-
kında şu kıtayı söylüyor:
Kebirî şi’r-gûlar arasında
Hemîn ta’dâd içinde sıfra benzer
Tezâyüd verir a’dâda egerçi
Hesâba saymaz anı ehl-i defter
(Kebirî, şairler arasında, sayılar içindeki sıfıra
benzer. Sıfır, sayılara fazlalık verse de muhasipler
onu hesaba katmaz.)
Nüktede mutlaka incelik olmalıdır. İncelik için
de zekâ gerektiği muhakkak. Zararsız ve zekice ya-
pılan latifede estetik vardır, diğerleri kaba şakadır.
İznikli Celilî, günahlarının çokluğunu biliyor,
dolayısıyla günahların karşılıksız kalmayacağını
da anladığı için kurtuluş yolunu deliliğe vurmak-
ta buluyor. Hani deliler mükellef olmaktan kurtu-
luyor ya!
Dopdolu harf-i cünûndur nâme-i âmâlimiz
Ey kirâmen kâtibîn mâzûr dut ahvâlimiz
(Amel defterimiz baştanbaşa cinnet harfleri ile
doludur. Ey yaptıklarımızı yazan kâtip, bizim hali-
mizi hoş gör.)
Bir başka şairimiz de amel defterinin olumsuz
anlamda kabarık olduğunu bildiği için Allah’tan
kendisinin yerine amel defterinin yakılmasını arzu
ediyor. Güya günahlar kendinin değil de günahla-
rın yazılı bulunduğu amel defterinin…
Bakma ya Râb sevâd-ı defterime
Ânı yak ateşe benim yerime
(Ya Rab, benim günahlarla kararmış bu siyah
defterime bakma. Ne olur, benim yerime onu ate-
şe-cehenneme- at!)
Kastamonulu Beyânî, insanların latîfeye de ih-
tiyacının olduğunu biliyor. Fakat latîfenin ince ol-
ması, insanda güzellik duygusu uyandırması ge-
rektiğini söylüyor. Hele bir şart daha var onun hiç
ihmal edilmemesi gerekir ki o da edep dairesinde
olmalı. Şair şunu demek ister: Edep, hayâ duygu-
larını zedeleyen sözler, fıkralar, şakalar insanları
bir anlık güldürse bile bunları konuşmanın da din-
lemenin de bedeli olduğunu akıldan çıkarmamak
gerekir.
MARAŞ ŞERENGİZİ
…Üstad Necip Fazıl’ın memleketine…
Yâdıma düştün yine, ey madalyalı şehir!.Gönlüm aşkınla yanar, vuslatı etme tehir!
Düşmana kan kusturdun Akdeniz’in incisiŞairler yatağısın gönlümün birincisi
Dilden tele dolaşır türküleri, sözleriAhşap oymacılığı kamaştırır gözleri
Gelinlerin kolunu süsler Maraş burmasıSelçuklu yadigârı güzelim sim sırması
Sütçü İmam düşmana ilk kurşunu atmıştıYurda nefer olmanın şerefini tatmıştı
Trabzon Caddesinde nabzı atar Maraş’ın Ilıcaları tene sıhhat katar Maraş’ın
Bu şehir (bir)incidir bulamazsın eşiniMaraş’ın dondurması söndürür ateşini
Bizlere gurbet elde geçen her mevsim hazanGönlüme şifa olur Ulu Cami’de ezan…
Medeniyete tanık Direkli MağarasıYolun düşse Maraş’a, iç tarhana çorbası…
Ahşabın saltanatı sürer konaklarındaNice hatıran saklı saçımın aklarında
Taşhan’da durur zaman, mazi kuşatır arşıGönlümün aynasından yansır Kapalı Çarşı
Eshab-ı Kehf, Afşin’in ruhu, gönül gözüdürGermenika, Maraş’ın düne bakan yüzüdür
Ceyhan Köprüsü dünü, kavuşturur bugüneSüleymanlı’da tarih çıkar bir adım öne
Çukurhisar’da gez gör Kaya Mezarları’nı Esirgeme Maraş’tan şehla nazarlarını!
Andırın Kaleleri dünden yadigâr bizeCan verir kahramanlar, Maraş çıkar gündüze
M. Nihat MALKOÇ
“Haber veriniz ki: O, Cennete koca karı
olarak girmeyecek! Çünkü yüce Allah “Biz,
cennet kadınlarını, dünyadaki yaratılışlarına
benzemeyen bir yaratılışta yarattık. Onları,
bâkireler kıldık. Onlar, kocalarına gönülden
âşıktırlar ve hepsi de birbirinin yaşıtıdır.” (Vâkıa
suresi, 35-37) buyuruyor, diye haber gönderir.
Meh
met
KIR
MIZ
IKAY
A
79Şubat 201278
Ülkemizin metropollerinden olan Ga-
ziantep Anadolu’nun ilk yerleşim
alanlarından birisidir. Taş devrin-
den Türk-İslâm devrine kadar her döneme ait ka-
lıntılara rastlanılan kent ve yöresi tarih öncesi
dönemlerde de önemli merkezlerindendir. Hat-
ta bugün şehrin 10 km. kuzeyinde bulunan antik
Dülük şehri Hititlerin en önemli din merkezidir.
İlk uygarlıkların doğup geliştiği Mezopotam-
ya ve Akdeniz arasında bulunması gibi önemli bir
stratejik konumu itibariyle tarih boyunca hem
siyasî hem de iktisadî ve ticarî açıdan önemli bir
merkez olan Antep, buna paralel olarak bir kültür
muhiti olma vasfını kazanmış ve bunu uzun yıllar
muhafaza etmiştir. Şehrin kültürel zenginliği de
her dönemde artan bir birikimle yıllar boyu de-
vam etmiştir.
Hz. Ömer zamanında İslâmiyet’in Arap ya-
rımadası dışında yayılması için sürdürülen mü-
cadelelerden biri olan Yermük Savaşında Bizans
ordusunu mağlup eden İslâm orduları, İyaz/İl-
yas Bin Ganem komutasında Gaziantep yöresini
İslâm topraklarına dâhil etmiştir. Yöre halkı da
o tarihten itibaren Müslümanlığı kabul etmiş ve
fethin sembolü olarak o dönem şehre ünlü Öme-
riye Camii yapılmıştır.
Gaziantep Osmanlı Döneminde ise vakıflar
yoluyla yapılan birçok medrese ve kitaplıklar ile
yetiştirdiği ilim ve tasavvuf erbabı sayesinde bir
ilim ve kültür merkezi olma konumunu devam et-
tirmiştir.
Aydî Baba
Asıl İsmi Mehmed olan Aydî Baba1812 yılında
Antep’te doğdu. Babası âlim bir zat olan Mehmed
Nami Efendidir. İlk tahsilini Antep’te alan Aydî
Baba sonra, tahsilinin devamı için önce Halep’e
daha sonra Kayseri ve İstanbul’a gitti.
İlim tahsilini tamamlayıp bir müddet Kayse-
ri Medresesinde müderrislik yapan Aydî Baba
bir arkadaşı ile beraber tekrar İstanbul’a giderek
ilk tasavvufî terbiyeyi aldığı Kuşadasılı İbrahim
Efendiye talebe oldu. Kısa sürede tasavvufî eği-
timini tamamladıktan sonra hocasından Halvetî
tarikatı üzerine icazet aldı.
Antep’e dönüşünde Gaziantep camileri içeri-
sinde minaresi iki şerefeli tek cami olduğu için
halk tarafından “İki Şerefeli Cami” de denilen Şir-
vani Camiinde imamlık yapmaya, dergâh haline
getirdiği evinin bir bölümünde de insanlara doğ-
ru yolu anlatmaya başladı.
Örnek Hayat Yusuf HALICI Bir süre sonra
Allah aşkı ile yanan
Aydî Baba talebeleri-
ne; “Biz şeyhlik yapıyor-
duk ama talebe bile olama-
mışız. Ben size hoca olmaya layık
değilim. Eğer halktan uzak olmazsak,
Allah’a yakın olamayız.” diyerek dersleri,
imamlığı ve hatipliği bıraktı.
Aydî Baba, Allah aşkı ile çok güzel şiirler söy-
ledi. Fakat cezbe halinde söylediği bazı sözleri
ve davranışları yüzünden tenkitlere uğradı. Bir
ara Birecik’e sürgün edildi. Sonra tekrar Antep’e
geldi. Dönüşünden kısa bir süre içinde 1865’te
Antep’te vefat etti. Eski Mezarlığa defnedildi ise
de kabri sonraları kurulan Yeni mezarlığa nakle-
dildi.
Aydî Baba, Allah aşkı ile Yunus Emre gibi şi-
irler söylemiştir. Gündüz yazdığı şiirlerinde Aydî,
gece söylediği şiirlerinde ise Ayanî mahlasını kul-
lanmıştır. Aydî Baba’nın şiirlerinin toplandığı bir
divanı vardır. Yazması, Süleymaniye Kütüphane-
si olup 1937’de Gaziantep’te yayımlanmıştır.
Fethullah Efendi
Hazret-i Ebu Bekr (r.a)’in soyundan olduğu
rivayet edilen Fethullah Efendinin hayatı hakkın-
da fazla bilgi yoktur. Gaziantep’te doğan Fethul-
lah Efendi zamanın âlimlerinden ilim tahsil edip
icazet aldıktan sonra
inşa ettirdiği cami tek-
kesinde insanları İslâm’ı
anlattı.
Fethullah Efendi fakir bir
kimse idi. Caminin inşası sırasında,
“Sen fakir birisin bu inşaatı tamam-
lamak için parayı nereden bulacaksın?”
diye alaylı bir şekil soru soran kimseye; “Al-
lahu Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, taşa bak-
salar altın olur.” diyerek bir taşa baktı. Taşın o
anda altın olduğunun görülmesi üzerine soruyu
soran kimse hatasını anlayıp özür diledi.
Cami ve tekkenin inşaatı devam ettiği günler-
de Fethullah Efendinin hanımı hamama gider.
Burada iyi muamele görmez ve kendisine kullan-
ması için kirli bir su verilir. Olup bitenleri Fethul-
lah Efendiye anlatır ve fakirliği yüzünden uğradı-
ğı muameleden dolayı yakınır. Fethullah Efendi;
“Hanım kovayla kuyudan su çek!” der. Hanımı
kuyudan kovayı çekince altınla dolu olduğunu
görür. Fethullah Efendinin emri ile bunu kuyu-
ya boşaltır. İkinci bir kova daha çeker. Bunun da
içerisi yılan, akrep ve çiyanla doludur. Fethullah
Efendi; “Ey hatun! Eğer dünya malı olan altına
rağbet etseydin, bu haşerat senin içindi.” der. Ha-
nımı bu kovayı da boşaltır. Üçüncü kere kovayı
çektiğinde çıkan suyu kullanır. Bu durum üzerine
Fethullah Efendi caminin yanına bir de hamam
yaptırır. Hamam yapıldıktan sonra yedi sene bir
mumla ısıtılır. Ancak durumun açığa çıkıp hal-
kın öğrenmesi üzerine mum söner ve odun kul-
lanılmaya başlanır. Fethullah Efendi bir talebe-
sini vazifeli olarak bir yere gönderirken ayaküstü
nasihat ederek kendisine, “Evladım, gittiğin yer-
de sakın ola “Allahlık” ve “Peygamberlik” dava-
sında bulunmayasın” der. Şaşıran talebe, “Tevbe
hocam, hiç öyle şey olur mu” deyince Fethullah
Efendi; “Bak evladım, her dediğim olsun dersen,
‘hâşâ’ Allahlık dava etmiş olursun. Çünkü yalnız
Allah’ın her dediği olur. Eğer, bana uymayan kö-
tüdür, bozuktur dersen, bu da peygamberlik da-
vasıdır.”
VELÎLERİGAZİANTEP
Şubat 201280
Fethullah Efendinin
1563 senesinde vefat ettiği
rivayet edilmektedir. Yaptırdığı
caminin bahçesine defnedildi.
Mehmed Hasib Dürrî
1848 yılında Antep’de doğan Mehmed Ha-
sib Dürrî Efendinin babası, Şam ve Mısır’da ilim
tahsil etmiş âlim ve fazıl bir zat olan Hacı Hafız
Ahmed Efendidir. İlim ehli bir ailenin çocuğu ol-
ması nedeniyle küçük yaşta ilim tahsiline başla-
dı. İyi bir medrese tahsili gördü. Arapça ve Fars-
çayı çok iyi öğrendi. Antep evliyalarından olan ve
İsmi halk arasında Ali Baba veya Ali Akif Efendi
Hazretleri diye anılan Şuaybzade Ali Akif Efendi-
nin feyzli sohbetlerine katılarak ona talebe oldu.
Mehmet Hasib Dürrî Hazretleri bir gün sohbet-
lerinde Peygamber Efendimizden bahsederken,
Sevgili Peygamberimiz çok mütevazııydı, buyur-
du. Dinleyenler, nasıl meselâ, dediler ve o anlat-
maya başladı:
- Şöyle ki, kendi hizmetçisiyle oturup yemek
yer, pazardan aldığı eşyaları evine kendi taşır,
kimseye taşıttırmazdı. Ayrıca hayvanına kendi ot
verir, devesini bağlar, koyununu sağar, evini sü-
pürürdü. Onun nazarında efendinin köleye, be-
yazın da siyaha bir üstünlüğü yoktu. Kim davet
etse, kabul edip gi-
der, önüne konan şey az
da olsa, basit ve aşağı gör-
mezdi. Allah’ın Sevgilisi gü-
ler yüzlü idi, ama söylerken gül-
mezdi. Üzüntülü görünürdü, ama
çatık kaşlı değildi. Heybetliydi, ama
kaba değildi. Cömertti, ama israf etmez-
di. Mübarek başı önüne az eğikti.
Enes bir Malik; “Rasûlullah’a on sene hizmet
ettim. Bana bir defa “üf” demedi. “Bunu niçin yap-
madın?” buyurmadı, demiştir.
Yine Enes bin Malik anlatıyor:
Allah Rasûlü, bir gün beni bir yere gönderdi.
Ben, vallahi gitmem, dedim. Ama gidecektim. Ni-
tekim hemen çıktım. Çocuklar sokakta oyuyordu.
Aralarından geçip giderken bir ara arkama bak-
tım. Rasûlullah arkamdan geliyor ve tebessüm
ediyordu. Yâ Enes! Gidiyor musun, diye seslendi-
ler. Evet Yâ Rasûlallah, dedim, canım sana feda
olsun.
Bir gün de sahabe-i kiram, kâfirlerin helâk ol-
ması için dua etmesini istediler Efendimizden.
Ama o razı olmadı. “Ben, lânet etmek için gelme-
dim, rahmet olarak gönderildim” buyurdular.
Mehmed Hasib Dürrî Efendi sohbetini şöyle
bitirdi:
- Velhâsıl yer ve gökler, Arş ve Kürsî ve kâinatın
cümlesi, hep “Rasûlullah Efendimizin şerefine ya-
ratılmıştır. Sallallahü aleyhi ve sellem...
Mehmed Hasib Dürrî Efendi, Dürrî mahlasını
kullanarak yazdığı çok sayıda şiir ve gazeli vardır.
Bu şiir ve gazellerinin yer aldığı Âteş-i Sûzân adlı
şiir risalesinin yanında tecvid kaidelerinin anla-
tıldığı Tecvîd-i Dürrî ve İslâm hukukunda miras
taksiminin anlatıldığı Zübdet-ül-Ferâiz adlı eser-
leri vardır.
VASİYETNÂME
Ey oğul! atandan, al öğütünüGördüğün dost bilme, dara düşmedenKimse kara bilmez, ayran-sütünüSırtım sağlam sanma, zora düşmeden
Virüs girmiş, muhabbettin bağınaLeke sürmüş, altın neslin çağınaYorgun düştük, gönüller otağınaHer kayan yıldıza, fire düşmeden
Adamın da posası var hatırlaAnlatamam meramımı satırlaVariyeti ha kamyonla, ha tırlaTemkinli ol, özü nar’a düşmeden
Raf ömrü tükenmiş, kof kafalarlaGübresi çok amma, bakımsız tarlaGünahını taşıyamaz katarlaDüzeltme hakkı ver, süre düşmeden
Masum masum gizli, akıyor sellerYürek yaralıyor, bu necis hallerTefekkürün önündeki engeller;Kalkmalı, gönüller kor’a düşmeden
Kâinat’ın aynası ve mayasıGönlümüzün nuru, kalbin ziyasıİnsanlığın, ortaklaşa hülyasıKabul görsün artık, yere düşmeden
Karlı dağlar, kar mı ağlar her zaman?Güneş vurur, canlanır gök-yer-zamanTomurcuklar, yeşerirler bir zamanYeter ki sâfi kal, kire düşmeden
Ali Rıza MALKOÇ
83Şubat 201282
HikâyeSelim TUNÇBİLEK
BABAMIUNUTTUM
“Otobüs çok fazla homurdanmadan çalıştı. Eskiden şehirler arası otobüsleri
de yolcuları gibi büyük bir isteksizlikle çok fazla homurdanarak çalışırlardı.
Otobüs çalışınca küçük bir erkek çocuğunun feryat eder gibi arkamdan
yükselen sesiyle kendime geldim.”
Otobüs yolculuklarını hiç sevmem. Sıkı-
cıdır. Her zaman yan koltukta oturan
insanın soğukluğunun verdiği tedir-
ginlikten değil sevmemem. Oldum olası çekilmez
geldi bana otobüs yolculukları. Yan koltuktaki
yolcuyla nereden başlanacağı belli olmayan zora-
ki konuşmaların ilk cümleleri bile yeter bu sıkın-
tının içimizde kökleşmesine. Yan koltuk bizden
daha tedirgindir hep. Yüzünü sizden yana çevir-
meye mani olan ciddi bir engel varmış gibi dışa-
rıyı seyretmeler dayanılması güç ağırlık verir in-
sana. Cam kenarında olmak ne demek daha ilk
dakikada anlarsınız. Bilet almak için gişeye var-
dığınızda ilk cümleniz ‘cam kenarı olsun lütfen’
olur. Cam kenarları sizden önce bitmiştir neden-
se. Koridor yolcusunun tek dostu otobüs muavi-
nidir. Muavinin Gelip gitmelerinin ilk başındaki
tedirginlik yok olduktan sonra koridor yolcuları
firma ikramlarından imtiyazı ele alırlar. Huyum
kötüdür yemesini içmesini hiç sevmem. Evde bile
öyleyim. Hanımın yaptığı çeşit çeşit yemeklerden
ancak birer ikişer kaşıkla yetinirim. Çoğu zaman
kaşık bile değdirmediğim olur.
Ne zaman otobüslere binsek nedense en im-
tiyazlı ve seçkin yolcusu bizmişiz gibi gelir. Oto-
büsün merdivenlerine daha ilk adımı atar atmaz
kendimiz olmaktan çıkarız. Diğer bütün yolcula-
ra koltuklarında oturmuyor olmasalar bile tepe-
den bakarız. Neden. Neden içimizden geldiği gibi
davranma şeklimiz kaybolur yolculuklarda bil-
miyorum. Buna kusur gözüyle bakılacaksa kusu-
run tamamı bende olamaz. Sanki tüm yolcuların
bu itici ve gergin ortamı oluşturmak için işbirliği
yapmış gibi halleri vardır. Kimse kimseden sakla-
masın bir otobüs dolusu yolcular hep birlikte tik-
sinerek soluyoruz bu havayı. Sanki bu sıkıcı hava-
nın hazırlayıcıları biz değilmişiz gibi.
Ankara’dan hasta abimi ziyaretten dönerken
aynı düşüncelerle gergin bir halde otobüse adım
attım. Otobüsün ön tarafından binince korido-
run başında koltuklara şöyle bir baktım. Önem-
li yolcuyu bildiniz mi der gibi. Aldırış eden olma-
dı. Yüksek derecede soğutulmuş yüzüyle bir bayan
bana bakmıyormuş edasıyla baktı. Ben yüzündeki
soğukluğu önemsemedim. Zihnimden sıraladığım
koltuk numaralarına uygun davranışlarla önemli
yolcu koltuğuna doğru ilerledim. Numaradan san-
ki eminmiş gibi beni değil pencereyi umursayan
orta yaşlı tıraşsız bir beyin yanına oturdum. Yan
koltuktaki gözü penceredeki yol arkadaşım saç-
larını omuzlarında dinlendiriyordu. Dinlendirsin
bakalım. Selamımı duymamış gibi yaptı. Ben de
onu umursamadım. Yolculuklarda zaten ilk önce
kimse kimseyi umursamaz. El çantamdan kitabı-
mı çıkarıp sevgili dostuma göz gezdirdim. Daha
sayfanın ortasına gelmeden ve daha değerli dos-
85Şubat 201284
DERGİLERİN DERGİSİ
Uzun soluk, içerik, baskı kalitesiyle Dergilerin dergisi, elbet Somuncu Baba. Hacı Osman Hulûsi, Vakfı öncülüğünde Ümmetin ortak derdi, hayrat Somuncu Baba.
Aşkın çilesin çeken, onun bâdesin içen Ayrım gözetmeksizin, herkese kucak açan Dârende’den doğarak, dünyaya ışık saçan Hem sıla hem de gurbet, berat Somuncu Baba.
Yükü îman olanın, elbette düşmanı çok Bu yol çile yoludur, her taraftan yağar ok Ümitsizlik küfürdür, hiçbir zaman yılmak yok Biraz daha ha gayret, gayret Somuncu Baba.
Yeni gelişmeler var, bunlar hayra alâmet Daha çok çaba gerek, istenir mi melâmet? Her şeyin başı O dur, sabrın sonu selâmet Özlenen günler yakın, sabret Somuncu Baba.
Ruhları arıtıyor, o güzel nefesiyle Gönüllere serilen, mânevi sofrasıyla Türbe, Kudret Hamamı, Kalyon’u, Tohma’sıyla Arıyorsan bir ibret, ibret Somuncu Baba.
Kaldır da o perdeyi, gözünle gör de mânen Dünden beri bu böyle, şifâdır derde mânen Hem röntgen, hem de emar, çekaptır birde mânen Kendini test edene, mir’ât Somuncu Baba…
Hanifi KARA
tumun ne dediğini tam kavrayamadan. Tepemde
dikilmekte ısrar eden genç bir delikanlının; ‘amca
bu koltuk benim’ itirazına takıldım. Elinde tam
da benim oturduğum koltuğun numarası yazı-
yordu. Biletimi çıkardım numaraya tekrar baktım
14 no’lu koltuk benimdi. Peki, ben neden on iki
diye hatırlıyordum ki? İçimdeki gerginliği bütün
bir bedenime yayarak istemeye istemeye doğrul-
dum. Yolculuğumun bütün bir sihri kaybolmuş-
tu. Önemi fark edilemeyen yolcu on iki numaralı
koltuktan kalmış, Gogol’un sıradan memurların-
dan biri on iki numaralı koltuğa sanki iteklenerek
oturmuştu.
Otobüs çok fazla homurdanmadan çalıştı. Es-
kiden şehirler arası otobüsleri de yolcuları gibi
büyük bir isteksizlikle çok fazla homurdanarak ça-
lışırlardı. Otobüs çalışınca küçük bir erkek çocu-
ğunun feryat eder gibi arkamdan yükselen sesiy-
le kendime geldim.
Anne anne babam yok. Babam neden gelmedi?
Anne babam yok. Babam nerde?
Otobüsün kaptanı bu çocuğun iç burkan yük-
sek sesli feryadına aldırış etmeden aracı hareket
ettirdi.
Çocuk sesinin eski şiddetini yok etmişti ama
her üç beş dakikada bir durmadan şunları tekrar-
lıyordu:
Anne babam nerde? Babam neden gelmedi?
Babamı orda unuttuk anne. Neden unuttuk anne?
Dönüp babamı alalım anne
Hiç durmadan bu kelimeleri tekrarlayıp duran
çocuğa dönüp baktım. Üç dört yaşlarında var yok-
tu. Sevimli halleri ve güzel Türkçesi dikkatimden
kaçmadı. Bu çocuk bütün tedirginliğimi alıp dışarı
attı. Anne çocuğun ısrarlı sorularına nedense ce-
vap vermiyordu. En sonunda
Baban sonra gelecek dedi. Hadi sen şimdi dı-
şarıyı seyret. Dışarının nesini seyredeceğim bil-
miyorum ki?
Çocuk haklıydı içimizde olup bitenlerden son-
ra dışarısı ne yapabilirdi ki? Anne cevap vermedi.
İster istemez çocuk kendisine duyduğum ilgiyi ke-
sik kesik konuşmalarıyla diri tutuyordu.
Anne senin adın neydi? Aybik miydi?
Aybike anneciğim Aybik değil Aybike
Hııııı ben seni anne sanıyordum.
Öyle değil miyim oğlum.
Bilmem kafam karıştı.
Çocuk benim de kafamı karıştırmıştı. İster is-
temez kulağımın dibinde söylenen sözleri umur-
samazlık edemiyordum. Bu cümlelerden sonra
otobüsün içi gözümde bambaşka bir yer olup çık-
mıştı. Bu sevimli ve dünyada olup bitenleri umur-
samayıp kendi içini kelimelere aktaran çocuk du-
alar kadar temiz ve pırıl pırıldı.
Anne bu otobüs Kayseri’ye mi gidiyor?
Evet oğlum.
Geri Ankara’ya mı dönecek?
Evet oğlum.
O zaman biz Kayseri’de inmeyelim. Biz baba-
mızı unutmuşuz diyelim Ankara’ya gidip babamı
alıp gelelim.
Hadi sen dışarıyı seyret.
Dışarının nesini seyredeceğim anne? Dışarıya
bakmak istemiyorum. Sen niçin benimle konuş-
muyorsun ki?
Konuşuyorum ya oğlum.
Hayır konuşmuyorsun. Babamı neden orada
unuttuk söylemiyorsun.
Belli ki çocuğun babasından ilk ayrılışıydı.
Onu unuttuklarını sanıyordu. Çocuğun soruları
karşısında ne diyeceğini bilemeyen anneyi anlı-
yordum. Çirkinlik asla onun masumiyet dolu so-
rularından değildi. Çirkinlik her yolculukta kay-
bettiğimiz ve öldürdüğümüz masumiyetimiz ve
çocuksu yönümüzdü.
87Şubat 201286
SağlıkAkın DİNDAR
YEMEK KEYFİNİZKÂBUSA DÖNMESİN
“Diş hassasiyeti dişleri kaplayan dentin tabakasının zarar görmesi sonucu ortaya
çıkar. Dişlerin kökleri diş eti ile kaplıdır. Fakat diş etlerinin çekilmesi ile birlikte diş
tamamen ortaya çıkar.”
Halk arasında diş kamaşması olarak
bilinen diş hassasiyeti ağız ve diş
sağlığı için önemli bir konu. Bir-
çok insan soğuk ya da sıcak bir şeyler içtiğinde ya
da yediğinde dişlerinde bir ağrı hisseder. Fakat bu
konuyu önemsemez. Dikkate alınmayan diş has-
sasiyeti yeme ve içme keyfini kâbusa çevirebiliyor.
Diş Hekimi Çağdaş Kışlaoğlu toplum arasında diş
kamaşması olarak adlandırılan diş hassasiyetini
nedenlerini ve alınabilecek önlemleri anlatıyor.
Diş hassasiyeti dişleri kaplayan dentin tabakası-
nın zarar görmesi sonucu ortaya çıkar. Dişlerin
kökleri diş eti ile kaplıdır. Fakat diş etlerinin çe-
kilmesi ile birlikte diş tamamen ortaya çıkar. Bu
şekilde de sıcak, soğuk, tatlı ve ekşi besinler tü-
ketildiğinde dişlerde ani bir tepki ve sinir uya-
rılmalarına neden olur. Bu durum özellikle sıcak
gıdanın ardından soğuk bir şey yenmesi ya da içil-
mesinden sonra daha fazla hissedilir.
Diş Hassasiyetine Sebep Olan Faktörler
Diş Eti Çekilmesi: Diş etlerinin çekilmesi diş-
lerin dentin tabakasının ortaya çıkmasına sebep
olur. Bu şekilde koruyucu tabakanın zarar görme-
si diş hassasiyetini artırır.
Dişlerin Sert Fırçalanması: Dişlerin sert
ve hızlı fırçalanması ile diş etleri zarar görür. Diş-
lerin dentin ve enamel adlı tabakaların aşınması-
na neden olur.
Diş Gıcırdatma: Dişlerin bir birbirine sür-
tünmesi ile birlikte dişin enamel tabaksı zarar gö-
rür ve dişler hassaslaşır. Buna bağlı olarak ta sinir
uçları daha fazla acı hisseder.
Diş iltihapları: Dişler üzerinde kalan tartar
ve bakterilerden oluşan iltihaplar diş etine zarar
verir. Şiş olan diş etleri zarar görerek diş kökünü
destekleme ve koruma özelliğini kaybeder.
Diş plakları: Diş köklerine yakın bölgeler-
de birken plak ve tartarlar diş hassasiyetine ne-
den olur.
Diş Beyazlatma Ürünleri: Piyasada satılan
peroksitli ve sodalı malzemelerden yapılmış olan
diş beyazlatıcılar da diş hassasiyetine sebep verir.
Kırık ve çürük dişler: Ağız içerisinde olu-
şan kırık ve dişlerdeki çürükler de diş ve diş etle-
rinde hassasiyete neden olur. Bu sebeple diş sağlı-
ğı için mutlaka rutin kontrollere gidilmelidir.
Asitli yiyecek ve içerecekler: İçerisinde
asit bulunan asitli yiyecek ve içecekler dişlerin
enamel tabakasını eriterek zarar verir. Bu neden-
le limon, narenciye veya meşrubat gibi ürünler ki-
şilerde diş hassasiyetine neden olur.
Ağız çalkalama solüsyonları: Piyasada sa-
tılan asit içerikli solüsyonlar diş hassasiyetine se-
bep olabilir.
Dişler Hassasiyete Karşı Nasıl
Korunabilir?
- Dişlerinize yumuşak diş fırçalarını kullanın
ve sert değil daha yumuşak hareketlerle dişlerini-
zi fırçalayın
- Ağız içi ve diş temizliğinize dikkat edin.
- Hassas dişler için üretilmiş diş macunlarını
kullanın.
- Florlu diş bakım ürünlerini kullanın.
- Yediğiniz ve içtiğiniz gıdalara dikkat edin.
- Sıcak ve soğuk gıdaları birlikte tüketmeyin.
- Rutin olarak diş kontrollerinizi yaptırın.
Diş Hassasiyeti İçin Hangi İşlemler Uygulanabilir?
- Dişlerin açığa çıkan yüzeyleri düzeltilebilir.
- Diş etlerine müdahaleler yapılabilir.
- Dişlerde tartar ve plaklar varsa temizlenebilir.
- Dişlerin eksilen tabakalarına dolgu malzeme-
leriyle yenileme işlemi yapılabilir.
- Diş gıcırdamasına sebep olan sorunlar gide-
rilebilir.
Şubat 201288 89
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
BrokoliKüçük yeşil yumrular hâlinde bir tür
sebze olan ve haşlanarak yemeği hazır-lanan Brokoli bitkisi, başta C, A ve E vi-taminleri olmak üzere bol miktarda vita-min içeren, ayrıca demir, bakır, potasyum ve kalsiyum mineralleri açısından da zen-gin bir besindir.
Brokolinin Faydaları
Bütün bu önemli tıbbi etkilerinden yararlanılmak üzere, brokolinin diyetimi-ze konularak öncelikle yenilmesi öğütlen-mektedir. Lifli yapısı ile sindirimi kolaylaş-tırır ve şişmanlığa karşı faydalıdır. Mikrop öldürücüdür. Bağışıklık sistemini güçlen-dirir. Başta meme, akciğer ve bağırsak kanseri olmak üzere, kansere karşı çok iyi bir koruyucudur. Doğuştan belkemi-ğinde açıklık hastalığının önlenmesinde etkilidir. İdrar yolu hastalıkları ve prosta-
ta karşı koruyucudur. Kemik erimesi ve kansızlığa iyi gelir.
Brokoli Nasıl Kullanılır?
Brokolinin yemeği ve salatası yapı-lır. Ayrıca, kaynatılıp elde edilen suyu
da içilir. Brokoli bedenin iyot emilimini azaltır. Haftada 2-3 kezden fazla bro-koli yiyen kişiler, iyotlu besinler ya da iyotlu tuzu almayı ihmal etmemelidir.
Özellikle içme suyunun az iyot içer-diği yörelerde, bu önemlidir.
Şifalı Bitkiler
Peynirli HıtapMalzemeler
Dışı İçin Malzemeler
1 Yumurta
1 Çay Fincanı Yoğurt
1 Paket Kabartma Tozu
Tuz
Alabildiği Kadar Un
Kızartmak İçin 2 Su Bardağı Sıvı Yağ
İçi İçin Malzemeler
2 Su Bardağı Rendelenmiş Peynir
1 Kahve Fincanı Kıyılmış Maydonoz
Hazırlanışı
Hamur yoğurma kabına yoğurt, yumurta, kabartma tozu, tuz konulup, elimiz ile malze-meleri karıştıralım. Yavaş yavaş unumuzu ila-ve ederek yoğuralım. Hamur kulak memesi yu-muşaklığında olunca 2 eşit parçaya bölelim ve 10 dakika dinlendirdikten sonra orta kalınlıkta açmaya başlayalım. Açtığımız hamuru kompos-to kâsesi yardımı ile yuvarlak şekilde keselim. İçerisine rendeleyip maydanoz ile karıştırdığı-mız peynirden koyup, “d” şeklinde kapatalım ve bez serili tepsiye dizelim. Bu işlemler bitince, hazırladığımız malzemeyi kızartma tenceresin-deki kızgın yağa bırakalım. Arkası önü pem-beleşince havlu kâğıt serili tabağa alalım. Arzu edilirse içine peynir-maydanoz koymadan boş olarak da kızartabiliriz.
Afiyet olsun.
Şubat 201290 91
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85 TL
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Hulûsi Efendi Romanı
GÜL KOKUSU
YazanRaziye SAĞLAM
SeslendirenLeyla KANVEREN
1