“bütün ülkedeki öğretmenlere özel olarak seslenmek ......“bütün ülkedeki öğretmenlere...

85

Upload: others

Post on 13-Feb-2021

6 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • “Bütün ülkedeki öğretmenlere özel olarak seslenmek istiyorum. Türkçe bizim dil bayrağımız, Türkçe bizim ana sütümüz ve her birinizin

    Türkçeyi daha güzel kullanma konusunda bir ömür vakfetse bile alacağı mesafe var. O sebeple öğretmenlerimizin Türkçeyi daha iyi kullan-

    maları konusunda ne tür desteğe ihtiyaçları varsa biz buradayız, öğretmenlerimizin hizmetindeyiz. Bu kadar kirletici atmosfere rağmen,

    bu kadar zayıflatılan bir dil alanına rağmen biz de ödevimizi yapacağız. Bununla ilgili giderek derinleşen bir şuur sahası oluşturmayı da

    hedefleyeceğiz. “

    Prof. Dr. Ziya SELÇUK

    Milli Eğitim Bakanı

  • 2023 EĞİTİM VİZYONU HEDEFLERİNİ HEP BİRLİKTE GERÇEKLEŞTİRECEĞİZ

    Türkiye’nin, yeni yönetim sistemiyle birlikte her alanda yeni bir döneme girmesinin ardından Millî Eğitim Ba-kanlığımız 2023 Eğitim Vizyon Belgesini açıkladı. Öğrenci, ebeveyn, öğretmen ve okul olmak üzere dört temel sütuna daya-nan Vizyon Belgesi, aynı zamanda ülkemi-zin eğitim öğretimdeki atılım stratejisi. Sa-yın Cumhurbaşkanı’mızın ülkemizin önünde yeni ufuklar açan 2023 Eğitim Vizyonu çerçevesinde ortaya koyduğu irade, yol ha-ritasını hayata geçirmenin bir millet ödevi olduğunu göstermektedir.

    İl Millî Eğitim Müdürlüğü olarak bir yılını dolduran 2023 Eğitim Vizyonu perspekti-fiyle bilime sevdalı, kültüre meraklı ve du-yarlı, ahlaklı bireyler yetiştirmeyi hedefli-yoruz. Bilim-kültür temelli, beceri ve ahlak eksenli, yerli, millî ve aynı zamanda evrensel vizyonlu olarak belirlenen bu hedeflere ula-şabilmek için gelişim yolculuğumuz planlı bir şekilde devam ediyor.

    Çocuklarımızı ilgilendiren tüm alanlarda ortak iyilere ulaşmak için umut verici adım-lar atmayı sürdürüyoruz. Erken çocukluk eğitiminden, ortaöğretime, mesleki teknik eğitimden kültürel mirasımıza, öğretmen-lerimizin mesleki gelişiminden temel eği-time uzanan kapsayıcılıkta bir dizi projeyi hayata geçirdik. 2023 Eğitim Vizyonu çer-çevesindeki ilham verici, farkındalık yaratıcı etkinlikler içeren projelerimiz ve yeni etkin-liklerimiz tam manasıyla bir koro hareketi oluşturmayı başardı.

    İnsanı ontolojik birlik ve bütünlüğü içinde yeniden ele alan 2023 Eğitim Vizyonu, sa-dece uygulamaya dönük hedefleriyle değil, aynı zamanda felsefi teklifiyle çok değerli.

    Zira eğitim ekosistemlerinde sağlanan bü-yük dönüşümlerin altında hep bütünlüklü bir felsefi yaklaşım yer alır. Hakikatin bü-tünlüğüne saygı duyan 2023 Eğitim Vizyo-nu’nun, 21. yüzyıla dair eğitim önerisinin çift kanatlı bir okumaya dayanması sebepsiz değildir. Bu bakımdan Sayın Bakan’ımızın geçmişten geleceğe köprüler kuran, mer-kezine insanı alan kavramsal çerçeveleri ve felsefi yaklaşımlarıyla şekillenen eğitim liderliğine hepimiz teşekkür borçluyuz.

    2023 Eğitim Vizyonu, eğitimi çocukları-mızı her anlamda muvaffak kılmanın yanı sıra insanlığa hizmet etmek suretiyle evren-sel medeniyete katkı sağlamak olarak görü-yor. İçinde bulunduğumuz eğitim-öğretim yılında ülke ölçekli pilotlamalar ve tasarımı biten eylemlerin uygulamaları gerçekleştiri-lecek. Önümüzdeki eğitim öğretim yılında ise ana hedefler altında sıralanan eylemlerin tümü hayata geçirilecek ve bazı eylemlerin etki analizleri yapılacak. Bizler çocuklarımı-zı ilgilendiren bütün alanlarda 2023 Eğitim Vizyonu doğrultusunda mutlu yarınlara ulaşmak için hep beraber çalışıyoruz.

    Sorumluluk duygusuyla, azimle, karar-lılıkla ve iyi uygulamaların doğuşuna kay-naklık eden heyecanımızla her çocuğumu-zun değerine değer, mutluluğuna mutluluk katmaya devam edeceğiz. Eğitimle ilgili bütüncül bir felsefeyi yansıtan 2023 Eğitim Vizyonu’nun tüm hedeflerini birlikte ger-çekleştirebilmek umuduyla.

    Levent YAZICI İstanbul Milli Eğitim Müdürü

  • 6 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Covid-19 salgını dünyada yaşamın tüm boyutlarını olumsuz etkile-meye devam ediyor. Bu kapsamda eğitimde ilk kez bu kadar büyük bir kü-resel ölçekte etkilenim söz konusu oldu ve çoğu ülkede okul öncesinden yükse-köğretime kadar tüm kademelerde eğitim kurumları hızla kapatıldı. Şu anda dünya ölçeğinde tüm kademelerde bir milyarın üzerinde öğrencinin geleneksel eğitim or-tamlarından uzaklaştığı biliniyor. Ülkeler eğitimdeki bu zorunlu boşluğu hızla deği-şik uzaktan eğitim platformlarıyla kapat-maya başladı ve sürecin eğitim üzerindeki olumsuz etkilerini en az hasarla atlatmaya çalışıyorlar.

    Tüm dünyada beklenmedik bir şekil-de eğitim kurumlarının kapatılması ve karantina günleri nedeniyle evde dijital platformlardan eğitim sürdürülmeye ve desteklenmeye başlanması doğal olarak ülkeleri hazırlıksız yakaladı. Çoğu ülke bu şekilde kitlesel bir uzaktan eğitime ha-zırlıksız yakalanırken ülkelerdeki mevcut farklı sosyoekonomik gruplar arasında-ki imkân farkları ve dijital okuryazarlık farkları da uzaktan eğitimin uzun vadeli sonuçlarını tartışmaya açtı. Okullar açık-

    ken de hemen hemen tüm ülkelerde farklı sosyoekonomik arka plana sahip ailelerin çocukları arasında belirgin akademik ba-şarı farklarının Covid-19 salgını nedeniy-le özellikle okulların kapatılmasıyla çok daha derinleşeceğinden endişe ediliyor.

    Ailelerin sosyoekonomik durumları ve eğitim seviyelerinin çocuklarının akade-mik başarılarında çok önemli etkiye sahip olduğu yıllardan beri bilinen bir gerçek. Okul dışı olup okul performansını bu ka-dar etkileyen dışsal bir faktörün eğitim-deki etkilerini azaltmak da eğitim sistem-lerinin yüzleşmek ve üstesinden gelmek zorunda oldukları en önemli sorun alanı-nı oluşturuyor. Bu sorun alanına ülkelerin dikkatini çekmek için OECD PISA ulus-lararası araştırması yıllardan beri ülkele-rin bu bağlamda performanslarıyla ilgili detaylı raporlar hazırlıyor. Bu bağlamda eğitimde fırsat eşitliğinde öne çıkan ülke-lerde farklı sosyoekonomik arka planlara sahip öğrencilerin bu durumlarının okul performanslarına etkileri ve öğrenciler ve okullararası başarı farkları önemli ölçüde azaltılıyor. Bu kapsamda sıklıkla örnek gösterilen Finlandiya eğitim sistemi, PISA sıralamasındaki yerinden çok okul dışı bu

    tip faktörlerin etkisinin en az olduğu ül-kelerden birisi olmakla dikkat çekiyor.

    Covid-19 salgınıyla mücadele günlerinde UN, UNICEF ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar, ev ortamında sürdürülmek zorunda kalan yeni eğitim koşullarının ülkelerde mevcut başarı farklarını daha fazla artırmaması ve yeni bir toplumsal sorun alanı oluşturmaması için raporlar yayımlıyor ve ülkelere çağrı yapıyorlar. Örneğin, Birleşmiş Milletler (UN) Eğitim Ajansı tarafından nisan ayında yayımla-nan ‘Covid-19 Yayılırken Dijital Öğren-mede Ürkütücü Ayrışmalar Oluşuyor’ başlıklı yeni raporda, dünyadaki yaklaşık 830 milyon öğrencinin okul dışında kul-lanabildiği bir bilgisayara sahip olmadığı, bu öğrencilerin yüzde 40’ından fazlasının ise erişebildiği bir internet bağlantısının bulunmadığı ifade ediliyor. Diğer taraf-tan, bilimsel araştırmalar özellikle yaz tatil dönemlerinde gerçekleşen öğrenme kayıplarının ailelerin sosyoekonomik se-viyelerine göre farklılık gösterdiğini ve bu durumdan en fazla düşük sosyoekonomik grupların olumsuz etkilendiklerini gös-teriyor. Dolayısıyla, Covid-19 salgınında okul kapanmalarının da önlemler alın-

    COVİD-19 SALGINI SONRASI DÜNYADA EĞİTİM

    Prof D. Mahmut Özer

  • 7EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    mazsa benzer etkiye yol açacağı, dolayısıyla mevcut farkların daha da derinleşeceği ve bunun toplumsal maliyetinin de artacağı uyarısı yapılıyor.

    Uluslararası raporlarda, Covid-19 salgını-nın eğitime etkisiyle mücadelede iki ana konunun öne çıktığı görülüyor. Birincisi, alt sosyoekonomik arka plana sahip öğrencile-rin sağlıklı beslenmeyle ilgili okullarda al-dığı yemek desteğinden bu süreçte yoksun kalmasının yol açabileceği sorunlar. Bu öğ-renci grubu için okul, eğitimin ötesinde an-lamlara sahip. Beslenme, bunlardan sadece birisi. Çoğu ülkede, bu öğrenciler günlük sağlıklı beslenme desteğini sadece okullar-da alabildikleri için bu desteğin bir şekilde sürdürülebilmesi için ülkeler farklı inisi-yatifler alıyor. Örneğin, İrlanda’da yaklaşık 250 bin öğrenciye günlük beslenme kolisi dağıtımıyla ilgili çok paydaşlı girişimlerin arttığı görülüyor. Özellikle çevrimiçi kay-naklara erişim sıkıntısı çeken bu grup öğ-rencilere beslenme kolisiyle birlikte eğitim materyal desteklerinin de dağıtılma imkân-ları tartışılıyor.

    İkincisi ise, dijital ortamda sürdürülen evde eğitim imkân farklılıklarının yol açabileceği

    sorunlar. Bir taraftan evlerde tüm öğrenci-ler aynı çalışma ortamına sahip olamazken diğer taraftan bilgisayar ve internet erişimi de ayrı bir sorun olarak ortada duruyor. Bu süreçlerin ekonomik etkileri de göz önüne alındığında bu koşullardan en fazla alt gelir gruplarının olumsuz etkilenmeleri, normal koşullarda da çocuklarının eğitimlerine evde kısıtlı olan aile desteğinin tamamen ortan kalkma riskini beraberinde getiriyor.

    İkinci sorun alanında eğitimin dijital kana-la girmesinin uzun vadeli etkilerini belirle-yecek en önemli faktörlerden birisini de di-jital okuryazarlık oluşturuyor. Bu kapsamda eğitim evde devam ettiği için hem ailelerin hem de öğrencilerin dijital beceri seviyeleri eğitimin performansını doğrudan etkiliyor. Dijital beceriler açısından ülkeler arasında ciddi farklar olduğu görülüyor. Örneğin, halen AB ülkelerinde, nüfusun yüzde 44’ü temel dijital becerilere sahip olmazken iş piyasasındaki çalışanların da yüzde 37’sinin yeterli dijital becerilere sahip olmadığı, bu nedenle dijital becerilerin arttırılması için farklı projelerin üretildiği biliniyor. Örne-ğin, Eurostat 2018 verilerine göre, dijital becerisi olmayan nüfus oranı Danimar-ka’da yaklaşık yüzde 2’ler seviyesindeyken

  • 8 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    bu oran, Almanya’da yaklaşık yüzde 10, İrlanda’da yaklaşık yüzde 20, Yunanis-tan’da ise yaklaşık yüzde 30’lar seviyesin-de. Dolayısıyla çocuklarının evde dijital eğitimine destek olması beklenen yetiş-kinlerin dijital becerilerinin çok hetero-jen bir yapıya sahip olduğu görülüyor. Bir de buna öğrencilerin dijital okuryazarlık beceri farkları eklenince sonuçta en fazla olumsuz etkinin yine alt sosyoekonomik grupta gerçekleşeceği, bu süreç sonunda toplumlarda zaten var olan dijital bölün-menin (digital divide) farklı bir biçimde süreceği öne sürülüyor.

    Bu bağlamda, Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Covid-19 ile mücadele günlerine diğer ülkelere göre daha hızlı tepki verdi. Okullar kapatıldıktan sonra hem internet üzerinden hem de internet erişiminde sıkıntı çeken öğrenciler için televizyon üzerinden uzaktan eğitim des-teğini hemen hizmete sundu. Uzaktan eğitimde, ihtiyaç duyulan ders içerikleri tüm kademeler için hızla üretildi ve uzak-tan eğitim platformlarına taşındı. Tüm kademelerde eğitim uzaktan eğitimle sür-dürülürken her hafta uzaktan eğitimdeki çeşitlilik de arttırılmaya devam ediyor. Te-

    levizyon yayınları sonraki günlerde hafta sonlarına da yayıldı ve hafta sonları liseye geçiş sistemi kapsamındaki merkezi sınav ve üniversiteye geçiş kapsamındaki yük-sek öğretim kurumları sınavına hazırla-nan öğrencilere destek olmak üzere yayı-na başladı. Yaz aylarında da bu yayınların devam etmesi kararlaştırıldı. Özel eğitim ve rehberlik alanında da öğrenci, veli ve vatandaşlara destek olmak için çok sayı-da psikososyal destek paketi geliştirildi ve hızla uygulamaya alındı. Diğer taraftan “meslek liseleri” bu süreçte toplumun ih-tiyaç duyduğu dezenfektandan maskeye, yüz koruyucu siperden tek kullanımlık önlük ve tuluma kadar ihtiyaç duyulan tüm ürünleri üretip hızla ihtiyaç noktala-rına ulaştırırken sonraki aşamalarda solu-num cihazından maske makinesine, video laringoskop cihazından hava filtrasyon cihazına kadar çok sayıda ürünü üretti. Türkiye’de öğrenci ölçeğinin boyutu göz önüne alındığında ilk kez bu kapsamda üretilen hizmetlerin değeri, tüm eksiklik-lerine rağmen daha iyi anlaşılabilecektir.

    Sonuç olarak Covid-19 salgını tüm sek-törleri etkilediği gibi eğitimi de derinden etkiliyor ve yeniden şekillendiriyor. An-

    cak yeniden şekillenen eğitim yöntemleri-nin etkisi herkes için eşit gerçekleşmiyor. MEB, bu süreçte tüm birimleriyle senkro-nize bir şekilde eğitim, araştırma ve top-luma hizmet boyutlarında oldukça aktif oldu ve dinamik davranabildi. Bununla birlikte, tüm ülkelerde olduğu gibi ülke-mizde de okullar arası başarı farklarının boyutu bilinen bir gerçek. Uzaktan eği-timle öğrencilerin eğitimden kopmama-ları ve yüz yüze eğitim başladığında telafi eğitiminin hızla yapılabilmesi için okulda hazır bulunuşluğun arttırılması hedefleni-yor. Dolayısıyla uzaktan eğitim sürecinin bu farkları daha fazla arttırmaması için te-lafiye yönelik program hazırlıkları devam ediyor. Özellikle dezavantajlı okullardaki öğrencilere ve çeşitli imkânsızlıklar ne-deniyle verimli bir uzaktan eğitim süreci geçiremeyen öğrencilere daha fazla ağırlık verecek şekilde destekleme ve yetiştirme kursları telafi eğitiminin ana merkezi ola-cak şekilde planlama yapılıyor.

  • 9EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

  • 10 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Bazı yabancı sözcükleri, imleri, işaretleri alıyoruz kullanıyoruz; bir süre sonra bunlar geleneksel deyimi ile dilimize “pelesenk” oluyorlar. Zaman içinde bizimmiş veya bizdenmiş gibi o yanından bu yanından eğip büküp çarpıtarak, bu yabancı sözcüklerin içini yerli algılamalarla doldurarak kullanımını sürdürüyoruz. Örnekse; “liderlik.” Atlan-tik ötesinden geldi yönetsel yazımların, yönetici tanımlamalarının ya da türle-rinin içine oturdu. Sanki artık şef, amir, müdür, usta, ustabaşı, ağa, bey sözcükleri kalmadı, her düzeyde lider beklentisi hat-ta tutkusu oluştu. Bana yıllar öncesinin bir yaşantısını hatırlatır, bu lider özlemi ve yaygınlığı.

    Trabzon’un seçkin “Saka” ailesinden Hasan Saka’nın Başbakan olarak (1947-1949) ziyaret ettiği kurumlarda, tüm çalışanlarla tanışmak gibi bir iletişim iz-lencesi vardır. Ziyaret ettiği kurumlardan birinde hemen her düzeydeki çalışanlarla tanışırken, elini uzatan her memur, önce unvanını “Şef…” diye başlar ve sonra is-mini söylermiş. Bir seferinde bu süreç o kadar tekrarlanır ki, Başbakan kurumdan ayrılırken kapıdaki görevliye elini uzatır ve hemen sorar “Sen de mi şefsundur da!”

    Bu “lider” sözcüğü merakımıza karşı-lık var olan eğitim sistemimizin de lider yetiştirme yönünden çok fazla verimli olduğu söylenemez. Bu tür sarmaşık gibi dilin anlatım alanlarını saran bir kaç ke-

    lime için aklımın erdiğince, gönlümün sevdiğince karşılıklar bulup kullanmaya çalışıyorum. Hatta bazen Batı dillerinden gelen kelimeler yerine kültürümün dil bö-lümünde harmanlanmış Arapça, Farsça kelimeleri bile kullanmaya yöneliyorum (yukarıdaki pelesenk kelimesinde olduğu gibi). Faks yerine ilk kez “belgegeçer” de-dim tuttu; email yerine elektronik mektup kısaltması “elmek” geliyor içimden. İnter-net adresleri için kullanılan @ işareti “ed” yerine “kıvrık a” diyorum tutunmasına ça-lışıyorum. Vizyon kelimesi yerine “firaset” veya “ferâset” olabilir mi? Misyon “dava”-mıdır? Profesyonel kelimesini para ile iliş-kili olmadan kullanırken “erbâb” sözcü-ğü düşünceyi anlatmaya yeter mi? Lider,

    ÖNDER OLMAK

    ÖNDE OLMAK

    Prof. Dr. Aytaç AÇIKALIN

  • 11EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    liderlik kelimeleri yerine önder, önderlik desek daha mı az eksik anlatmış oluruz li-derlerimizi? Savunduğum, özel ve mesleki yaşamıma yansıtmaya çalıştığım bir inan-mışlığım var: Dilini yitiren uluslar aklını ve onurunu da yitirirler.

    Sanırım toplumsal gelişmeler sonucu yetkin yöneticilerden umut kesilince gele-neksel kültürün ürünü “komutan” yerine, daha sivil, demokratik ve güncel liderlik tanımlaması kullanılmaya başlandı. Bu yeni yönetsel tanımlama öylesine rağbet buldu, öylesine geniş alan kapsadı ki alan uzmanları, körlerin fili tarif ettiği gibi li-derliği şurasından burasından büyütüp, isimlendirmeye giriştiler. Bunlardan bir düzine örnek: Paternalist, karizmatik, dönüştürücü, öğretimsel, vizyoner, etik, otantik, kuantum, dönüşümcü, işlemsel, otokratik, stratejik (liderlik).

    Okul yöneticisi meslektaşlarımla ön-derliğe ilişkin paylaşmak istediğim kendi-me özgü, farklı düşüncelerim var.

    1- Önder doğulmaz, önder olunur. Önderlere özgü kişilik özelliklerinden bazılarının genetik olduğuna ilişkin bul-gular var, ancak bu genetik yapı ancak uygun çevre koşullarında etkin konuma geçmektedir. Önderlerin kendilerini ge-liştirilmeleri için özgür öğrenim çevreleri gereklidir. Bu bakımdan bizim eğitim ku-rumlarımızın önder yetiştirme özellikleri bakımından gözden geçirilmesi gerekebilir.

    2- Toplumlar mı koşullar mı önderleri ortaya çıkarır; önderler mi koşulları oluş-turup toplumları tutuşturur? Sorularının tek cevaplı çözümleri ihmal edilmekte, hem hem de yaklaşımı tercih edilmek-tedir. Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesi kitabının kahramanlar ve millet bölümünde bu ikilemi farklı yazarların görüşlerini de ortaya koyarak tartışmak-tadır. Sonuç: Hem, hem de.

    3- Önderlik bir insan kümesinin varlı-ğına bağlıdır. Önderler topluluklara yeni, farklı, özgün düşünceler, durumlar, çö-zümler, yönelimler getirirler; izleyenleri ikna eder, eyleme geçirir ve başarıya gö-türürler.

    4- Önderler vasat insan kaynağı ile üs-tün işler başarırlar.

    5- Her önder aynı zamanda iyi bir yö-neticidir, fakat her yöneticinin aynı za-manda gerçek bir önder olduğu söylene-mez.

    Liderlik söyleyişinden uzaklaşıp, ön-derlik kapsamında sürdürdüğümüz pay-laşımlarımızın bu aşamasında, liderler kimdir, ne yaparlar, nasıl yetişirler, nasıl başarırlar sorularına ışık tutması bakı-mından yaşanmış bir yönetim öyküsünü aktarmak isterim.

    İl yöneticilerinin köy ziyaretleri, ba-zen yönetimin bir güç gösterisi ya da top-lumun sorunları ile yakından ilgilenme “halkla ilişkiler” olarak değerlendirilebilir. Valinin bir köye “teşrifleri” köylüye moral,

    köyün ileri gelenlerine prestij sağlar ge-nellikle. Bu çok amaçlı gezilerden birin-de, valinin otomobili köyün girişindeki bataklığa saplanmış, şoförün tüm çaba-larına karşın çıkarılamamıştı. Haber kısa zamanda köye ulaştı, Sayın Vali kenarda söğüt ağaçlarının altında dinlenirken, köylüler mandalarla, iplerle çıkıp geldiler.

    İçlerinden biri ayaklarını soyundu, arabanın yanına geldi, ipi kendisine at-malarını istedi. İpi arabanın tamponuna bağlarken makam şoförü karşı çıkacak oldu, orta yaşlı adam, “bir dakika sabırlı, karışma” diye onu susturdu. Sonra iplerin uçlarını kenardakilere uzatarak ne yönde

    nasıl çekeceklerine ilişkin emirler verme-ye başladı. Bu sırada vali, “mandalarla çe-kilse daha iyi olacağını” söylediyse de ara-bayı kurtarma işini yürüten adam, başını “hayır” anlamında sallayarak çevredekile-re talimat vermeyi sürdürdü. Hazırlıklar tamam olunca iki kişi ile arabanın arkası-na geçti ve buyruğunu “ben haydi deyince hepiniz birden iplere asılıp çekeceksiniz” biçiminde tamamladı.

    Sonra çıplak ayaklı adamın “Haydi çekin!..”komutuyla iplere asıldılar; araba yavaş yavaş bataklıktan kurtuldu. (Okul Yöneticiliği, Pegem Yayınları s.72)

    Kimdi bu adam? Köyün en ileri gelen-lerinden biri miydi? Hayır. Bataklıktan araba çıkarma uzmanı mıydı? Hayır. Kö-yün en güçlü adamı mıydı? Sanmam. Tek cevap bu adam orada bataklıktaki araba-yı çıkarmada kendiliğinden başkalarının hareketini tasarlayan, eylemi başlatan, bir küme insanın aklını ve gücünü bütün-leştiren, işe koşan, kümedekilerin güçle-rinin birleştiren, bütünleştiren işe koşan ve arabayı bataklıktan kurtaran adamdı. İlin en üst yöneticisini kenarda bırakıp kendi sözünü dinletiyor, yönetiyor. Kimdi bu adam? O, kendi düzeyinde küçük bir

    grubun önderiydi. Her ulusun tarihinde, çağı-nın, ya da yaşadığı dönemin bilinen, anılan, duyulan

    ve izlenen önderleri vardır. Biz, Türkiye bu konuda dünyanın en ge-çerli örneği olan Atatürk’ün önderliğin-de ayağa kalkmış bir ulus olarak, önder model aramak yerine O’nun önderliğini günümüzün bilim ve değerleriyle yeniden yorumlayarak, aydınlık şafaklara yürüye-biliriz. O zaman medeniyetin ilk ışıkları önce bizim alnımızı ışıtacaktır.

  • 12 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    UZAK DENİZLERİN AŞKI

    Op. Dr. Kemal TEKDEN

    John Hopkins Üniversitesi’nde 7.948 öğrenci üzerinde yapılan bir araştır-mada, gençlere hayatlarında neyin eksikliğini hissettikleri sorulmuş. Öğren-cilerin yaklaşık % 78’i, bu soruya karşılık hayatlarında bir “amaç ve anlam” olmadı-ğını ve bunun kendilerinde en büyük ek-siklik olduğunu ifade etmişler. Aynı anket Fransa’da da yapılmış; oradaki sonuçta ise % 89 öğrenci, “uğruna ölünebilecek bir ide-al” sahibi olmak istediklerini söylemişler. Ben bu eksikliği hissetmelerinin bile mü-kemmel olduğunu düşünüyorum. Ger-çekten hayattan bir beklentisi ve gayesi ol-mayan bir insan, niçin yaşadığına anlam veremediği gibi, kendisini motive edecek bir güç de bulamaz. Son zamanlarda gö-rüyoruz ki insanlar pek çok araca sahip oluyorlar, fakat amaçları yok. O durumda, “Rotası olmayan bir geminin yelkenlerini şişirecek bir rüzgârda bulmak mümkün de-ğildir.” Dolayısıyla, nereye gideceğini bil-meyen bir insanın hangi araca bindiğinin önemi yoktur.

    Bu konuda fikir sahibi herkesin ortak kanaati, ideallerin insana yaşama azmi verdiği, onu daima dinamik tuttuğu ve hayat mücadelesinde güçlü kıldığı yö-nündedir. İdealler, insanları yüceltir ve güçlendirir. Dolayısıyla insanlar idealleri oranında kıymetlidirler. W. Irwing, “Bü-yük insanların ideali, küçük insanların ise hevesleri vardır.” diyor. Heves şahsî ve nef-sanîdir. Sadece kendi heves ve arzularını tatmin için uğraşan insan başkalarının beğenisini değil, belki tepkilerini alırlar.

    Oysa insanlar başkalarına hizmetleri ora-nında değerlidirler ve sevilirler. Bu hizmet isteği ise ideal içinde değerlendirilir.

    İdealler manevî dinamiklerdir, sahip-lerini aynı zamanda dayanıklı ve muka-vim yapar. Victor Frankl, “İnsanın An-lam Arayışı” kitabında kendi hayatını ve mücadelesini anlatmaktadır. Nazi kamp-larına düşmüş, elindeki yazmakta oldu-ğu kitap askerler tarafından yırtılıp çöpe atılmıştır. O kitabı mutlaka yazması ge-rektiğini düşünerek bunu hayatının ideali haline getirmiştir. Kamplarda şartlar çok kötüdür ve âdeta insanların yaşamama-sı üzerine kurgulanmıştır. İşkenceler ve kötü muamelelerin haddi yoktur. Yıllar içinde mahkûmiyete birlikte başladığı in-sanların yaklaşık % 95’i ölmüş, kendisi o kamplardan kurtulan çok az insan arası-na girmiştir. Yaşama direncinin sebebinin kafasındaki kitabı yazma ideali olduğunu anlatmaktadır.

    Eğitimde de ideal sahibi olan gençlerin hiçbir zorlamaya gerek duyulmadan belli konularda koşturdukları bilinmektedir. İdealin temelinde onları âdeta ateşleyici bir faktör olarak aşk yatar. Bir yazarın şu sözü beni çok etkilemektedir: “Siz gençle-re gemi yapmayı öğretmeyin, onlara uzak denizlerin aşkını verin, onlar donanma yaparlar.” Bunu pek çok genç de gözlem-ledim. O aşk idealdir, ülküdür. Çok arifa-ne bir atalar sözümüz var; “Aşk olmadan meşk olmaz.” diye. Meşk, öğrenme demek-tir. Dolayısıyla öğretmenin de, öğrenme-

    “Rotası olmayan bir geminin yelkenlerini şişirecek bir rüzgâr da

    bulmak mümkün değildir.”

  • 13EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    nin de temelinde aşk olmalıdır. O aşkı alan kişi, artık sizin zorlamanıza gerek duyma-dan öğrenmesi gereken her şeyi öğrenir, o bilgiyi kullanılır hale getirir, yani hayata geçirir. Aşkla insanlığa hizmet etmek ise “ibadet” sayılır. Ahmet Hamdi Tanpınar: “Müslüman sanatçı, inşa etmez, ibadet eder.” derken bunu kastetmektedir. Mesela Koca Sinan, o muhteşem eserleri yaparken ibadet şuuru ile yapmıştır. Süleymaniye ve Selimiye onun ibadetidir.

    Bir ilim insanı, bilimini Allah rızası-nı gözeterek insana hizmet aşkıyla, onun bütün çalışmaları da ibadet kabul edilir. Buradan hareketle bir hekim, hastasına aynı düşünceyle yaklaşıyorsa, bir öğret-men öğrencisini bu anlayışla kucaklıyorsa yaptığı iş ibadet hükmündedir. Bu anlayış bütün meslek ve işler için geçerlidir. Böyle bir çalışma insanın hem kendisini hem de muhataplarını mutlu eder. Felsefeye âşık olduğunu söyleyen bir felsefe öğretmeni şöyle diyor: “Ben çok sevdiğim bir alanda öğretmenlik yapıyorum. Üstelik bir de maaş veriyorlar.” İbadet aşkıyla yapılan her iş insanlığın ufkunu açar. İnsanlığın önünü açan bütün büyük insanlar bu aşka ve ide-alizme sahiptir.

    Çocuklara bu aşkla verilen millî, dinî, insanî ideallerin onları nasıl heyecana ka-vuşturup hamle yaptırdığına tarih sık sık şahit olmuştur. Girişimci gençlerin ideal sahibi olduklarında yorulmadan çalıştık-larını gözlüyor ve bu yüzden bu konuda ısrarcı oluyorum.

    Hastanelerdeki ve okullarımızdaki yo-ğun işlerim arasında vakıf çalışmaları ve konferanslar için farklı şehirler arasında gidip geldiğim için bana sıklıkla sorarlar, “Niçin bu kadar koşturuyorsun?” diye. Ben de “Birileri içime sanki bir dinamo koymuş-lar, ben biraz yavaşlayacak olsam, o beni durdurmuyor.” diye cevap veriyorum. Evet, bendeki o dinamo, ideallerimdir. Ülkem ve inançlarım adına yapmam gereken çok şey olduğunu düşünüyorum. Bu dinamoyu içime takanlara ne kadar dua etsem azdır. Benim hayatıma müthiş bir anlam kattılar. Fakat bazı fikir adamları ideal için yaşama-nın, ideal için ölmekten daha zor olduğunu söylemektedirler. Bunu ben de fark etmek-le birlikte, idealin temelindeki aşk ve he-yecanın onu gerçekleştirme çabası içinde bana mutluluk verdiğini itiraf etmeliyim. Tabii, bu uğurda, karınca misali kaybet-meyi bile galip gelmek olarak görüyorum. Çünkü bu öyle bir ideal ki bu uğurda mağ-lubiyet bile zaferdir.

    Bu sözlerimin sonunda bana “Senin idealin de ne?” diye sorarsanız, idealimin “ölümsüzlük” olduğunu söyleyebilirim. Ölümsüzlüğün sırrını buldum ve onun için yaşıyorum. Benim “Ölümsüzlük Ha-disi” dediğim hadisi bilirsiniz: “İnsan ölün-ce amel defteri kapanır. Ancak o üç şekilde amel defteri kapanmaz. Birincisi sadaka-i cariye (eser bırakmak), kendisinden başka-larının faydalandığı ilim sahibi olmak ve salih evlat.” Bu üçüne de talip olduğumu söylemek isterim. Eser ve ilim konusu ma-lum…

  • 14 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Salih evlat konusuna gelince, bu sadece evdeki evlat değildir. Gücü ve yetkisi oranında bu evlatların sayısı değişir. Mesela be-nim şu an altı bin civarında salih evlat adayım var. Evdeki üç evladım dışında okullarımızdaki ve vakfımızdaki (TÜZDEV) ço-cuklar benim salih evlat adaylarımdır. Bunların içinde geçici ola-rak konferanslarıma katılan binlerce genç dâhil değildir. Bütün bu çocukların salih evlatlar olarak yetişmeleri bizim boynumu-zun borcu. Buradan milyonlarca salih evlat adayına sahip Millî Eğitim Bakanımıza ve onun çok daha fazlasına sahip Cumhur-başkanımıza “Allah yardımcıları olsun.” diyorum. Makam yüksel-dikçe vebal artmaktadır.

    Bütün toplumlarda büyük aşk ve ideal sahipleri için “bilge insan” nitelemesi yapılır. Bilge insan, herkes tarafından takdir gören, daima başkalarının mutluluğu için çalışan ve insanlığa dair ideali olan ve bundan daima heyecan duyan insandır. Bilge insanlar, toplumların yüce şahsiyetleri olmakla birlikte, mede-niyetler için de kurucudurlar. Bunun zirvesindeki insan için İs-lam’a göre üç tavır vardır: Onlar, adalet, liyakat ve meşveret sahi-bidirler. Bilge insanlar çevrelerinde daima adaletle hükmederler, insanlar arasında liyakate (ehliyete) önem verirler ve kararlarını istişare üzere alırlar.

    Bununla beraber, bilge insanlar akl-ı selim, zevk-i selim ve kalb-i selim sahibi olurlar. Onlar, akıl tutulmalarından uzaktırlar ve nefislerinden yalanı, dolanı, sahtekârlığı, insanların aleyhine düşünceleri yok ederler, temiz ve objektif akla sahip olurlar. Aynı zamanda selim akıl sahipleridirler ki bilim yaparak kâinat hak-kında düşünürler, araştırırlar. Bununla beraber, evrenin bütün güzelliklerini gören, sanat erbabı ve selim zevk sahipleridirler. Diğer yandan da onlar, kalplerinden kin, haset, nefret, kibir gibi kötü duyguları atmış tertemiz selim bir kalbe sahiptirler. Onlar kötülük yapmayan değil, kötülüğe mani olup, iyiliğin önünü açan kişilerdir. Bu üç vasfa sahip olan bilge insanları insanlık daima “kahraman” olarak görmüştür. Bizim vakfımızda ve okullarımız-da yetiştirmek istediğimiz insan tipi işte budur. Büyük şair Ab-durrahim Karakoç’un, böyle dik duruşlu, adanmış, ideal adamla-rına söyledikleriyle bu bahsi bitirelim:

    Ben, milletim uğruna adamışım kendimi,Bir doğrunun imanı, bin eğriyi düzeltir.Zulüm Azrail olsa, hep Hakk’ı tutacağım, Mukaddes davalarda ölüm bile “güzeldir”.

  • 15EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplikBir güzellik doğuyor yüreğime şiirden. Martılar konuyor omuzlarıma, Gözlerin İstanbul oluyor birden.

    Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince Yalnız gözlerime bak diyeceksin. Ellerim usulca ellerine değince Kaybolup gideceksin

    Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde Sonra seni kaybetmek hemen her yerde Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak Yapayalnız kalmak iskelelerde.

    Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım Şiirlerim rüzgârdır uzak dağlardan esen Durgun sular gibi azalacağım Bir gün birdenbire çıkıp gelmesen.

    Bir elim seni çizecek bütün pencerelere Bir elim seni silecek. Kalbim ebemkuşağı günde bin kere Senin için yeni baştan can kesilecek.

    Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik, Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden. Martılar konuyor omuzlarıma, Gözlerin İstanbul oluyor birden.

    Yavuz Bülent Bakiler

    GÖZLERİN İSTANbULOLUYOR bİRDEN

  • 16 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    “Gökten inmiş bir şehir”dir İstanbul… Denizin, göğün, ayın, güneşin şehridir... Ağacın, dalganın, duvarların, çeşmele-

    rin, hat yazılarının şehridir...Hayatın, aşkın, sevincin şehridir…Üstad Sezai Karakoç, her şeyde olduğu

    gibi İstanbul konusunda da benzersiz du-yuşu ve söyleyişi ile karşımızda:

    “Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsunYaklaştıkça büyüyenAyrıntıları setleri bahçeleriYumuşak çizgileriyle ortaya çıkanİşte ben o şehri yaşadım yıllarcaİstanbul’da parça parçaÇeşmelerinde ayı yaşadımServilerinde ayla birlik bölündümAyla birlik yaralandımİstanbul mezarlıklarını aydınlatan aylaSoludum bölük bölük ahiretinKeskin çizgili özgürlüğünü...”

    İstanbul hakkında neler söylenmemiş ki? Ama bitecek gibi değil o sözler bile...

    Bakın 1700’lerde Nedim meşhur şiiri ile nasıl tanıtmış güzelim şehrimizi:

    “Bu şehr-i Sıtanbûl ki bîmisl ü bahâdırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedâ-

    dır.Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasındaHurşîd-i cihântâb ile tartılsa sezâdır.”

    Şunu diyor: “Bu İstanbul şehri benzer-siz ve paha biçilemeyen bir şehirdir. Öyle ki bütün İran ülkesi bile bir taşına değ-mez. İki deniz arasında kocaman bir mü-cevherdir. Dünyayı aydınlatan güneş ile tartılsa bile yeridir.”

    Şair Feyzi Halıcı da Boğaziçi’ne bakar ve şöyle söyler:

    “Allı pullu ışıklarla belirginCanım İstanbul’un iki yakasıGeçilmez işvesinden nazındanBoğaz’ın dillere destan fiyakası.”

    İstanbul baharı Cahit Sıtkı Tarancı’ya bakalım neler söyletmiş:

    “Hayranım bu şehrin bacalarınaİrili ufaklı, hep bir ağızdan, Nasıl derinden gökyüzüne doğru Bir türkü söylüyorlar öyle sessiz! Dumanı daim olsun güzel baca!

    GÖKTEN İNMİŞ ŞEHİR: İSTANbUL Savaş Ş. Barkçin

  • 17EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    “Yuvası saçakta kalan kırlangıç, Yuvası dallara emanet serçe Derken camiler üstünde güvercin Minareler katında geçiyorumGökyüzü mahallesi İstanbul’un.Dost illerin canıdır İstanbul.”

    Bir yanına Buhara’ya kadar uzanan Asya’yı, öte yanına Endülüs’e kadar uza-nan Avrupa’yı almıştır. Dost illerin de bu-luşma, kavuşma, kaynaşma yeridir. İstan-bul herkesindir.

    İki kıtanın, iki denizin birleştiği bu yer eşsiz bir güzellik beldesidir.

    Fatih Sultan Mehmed’den beri dost illerin inci

    gerdanlığıdır İstanbul. Necip Fazıl’ın di-linden:

    “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuş-lar

    Onu İstanbul diye toprağa kondurmuş-lar

    İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim

    O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim

    Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludurAy ve güneş ezelden iki İstanbulludur Denizle toprak, yalnız onda ermiş vi-

    sale Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda mi-

    sale.İstanbul”

    benim canım Vatanım da vatanım İstanbul

    İstanbul... İstanbul tek başına bir dünyadır. Çün-

    kü dünyanın her yerinden gelen insanlar burada benzersiz bir insanlık resmi çiz-miştir.

    Peygamber şehri olan Medîne ile İs-tanbul arasında özel bir bağ vardır. İstan-bul’u fethetmek için Medine’den buraya gelen İslam ordularındaki başka sahabe-ler de İstanbul’da vefat etmişler. İstanbul’u toprağın altından şereflendiriyorlar. İstan-bul’a ruh verenlerin başında Peygamberi-miz’in Medine’ye hicret ettiğinde evinde kaldığı sahabe Ebu Eyyûb el-Ensarî gelir. Bugün, Eyüpsultan denilen semtte türbesi bulunan ve hemen yanı başına cami ya-

    pılan bu büyük sahabe her gün, her an ziyaretçi kabul eder.

    Şehrin sahibi O’dur.

  • 18 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Peygamberimizin süt kardeşlerinden olan Ebû Şeybe de İstanbul’da yatıyor. Kendisi İstanbul kuşatmasına katıldığında 89 yaşındaymış. Eyüp Sultan’ın kabri gibi onun mezarını da Akşemseddin bulmuş. Mezarı üzerine Fatih Sultan Mehmet bir türbe yaptırmış. Hazreti Musa ve Hazreti Hızır’ın Kur’an’da anlatılan seyahatlerin-de adı geçen “iki denizin birleştiği yer”de, Hazreti Musa’nın dostlarından veya pey-gamberlerden olduğu rivayet edilen Haz-reti Yûşâ’nın makâmı var.

    Bugün bir metro durağı ismi olarak gördüğümüz Ayrılık Çeşmesi, aslında İs-tanbul’dan hacca veya gazâya giden insan-ların eşle-dostla vedâlaştığı yerdi. Elbette aynı zamanda kavuştuğu da... Peygam-ber efendimizin ve halifelerin mukaddes eşyaları hâlâ Topkapı Sarayı’nda özel bir mekândadır. Yavuz Sultan Selim zama-nından beri burada 24 saat Kur’an okuna-rak muhafaza edilmekte… Yine Medineli olan Aziz Efendi de Osmanlı bestekârları arasında önemlidir.

    Asla ayrı-gayrımız olmadı. Meselâ İs-tanbul’u açan kutlu kişi Fatih’in iki büyük hocası olan Molla Gürani ve Akşemsed-din de Şam doğumludur. Bu büyük insa-nın kişiliğine, bilgisine ve hizmetine en büyük katkıyı onlar yapmıştır.

    Zaten Molla Fenarî, Ahmedî, Hacı Paşa, Şeyh Bedreddin gibi ilk dönem Os-manlı bilginlerinin önemli bir kısmı da Kahire’de tahsil etmiş.

    İstanbul’un Türkistan ile kardeşliği de o kadar sağlamdır ki, İstanbul’da birisi Anadolu, birisi Rumeli yakasında iki tane adına “Özbekler” denilen tekke var… İs-tanbul’a gönül sermayesini taşıyan ilk bü-yük Türkistanlı Murad-ı Buhari’dir. Buha-ra’dan gelip İstanbul’a dergâhını kurmuş.

    Meselâ Ali Kuşçu… 1403’de Semer-kand’da doğan bu büyük matematikçi, gökbilimci ve dil bilimcidir. Fatih onu İstanbul’a davet etmiş ve orada büyük ih-sanlarla bilim yapmasını sağlamış. 1474’de İstanbu’da vefat etmiş.

    Başka bir büyük gök bilimci Taki-yüddin’dir. 1521 yılında Şam’da doğmuş. 1571’de İkinci Selim tarafından saray mü-neccim başılığına atanmış. 1574 yılında Galata Kulesi’nde gözlem çalışmalarına başlamış. 1577 yılında Tophane sırtların-da Takîyüddîn için bir gözlemevi kurul-muş.

    Uygarlığımızın batısından İstanbul’a gelenler de o kadar çok ki… Saraybos-na’dan kalkıp gelen meşhur matematikçi ve ressam Matrakçı Nasuh’u unutmamak gerek…

    Meşhur Şafiî bilgini Seyyid Abdür-rahîm el-Abbâsî de Kâhire’de doğmuş, 1955’de İstanbul’da vefat etmiş.

    Büyük sufi Seyyid Nizâm ise Bağdat’ta doğmuş, İstanbul’a gelmiş. 1550’de burada Hakk’a yürümüş. Bağdat’tan gelen başka bir meşhurumuz da şair Ahmed Hâşim’dir.

    Ud virtüözü Şerif Muhiddin Targan da İstanbul’dan gidip Bağdat konservatuarını kurmuş, oniki yıl boyunca Arap müzik ca-

  • 19EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    miasına katkı yapmıştır. Hâlâ her yerdeki müzisyenlerin hayranlık duyduğu bir sa-natçıdır.

    İstanbu’un simgelerinden birisi olan Sultanahmet Camii’nin mimarı olan Se-defkâr Mehmed Ağa ise Arnavutluk’tan gelmedir. 1562’de Elbasan’dan İstanbul’a gelmiş. 1590’da Mısır’a gitmiş, oradan bü-tün Arabistan’ı dolaşmış. İstanbul’a dön-dükten sonra sultanın emriyle Rumeli tef-tişine çıkmış. Selanik, Arnavutluk, Malta, İspanya, Bosna, Budin, Erdel, Eflak, Boğ-dan, Kırım, bugünkü Bulgaristan’daki Si-listre, Niğbolu ve Belgrat’ı ziyaret etmiş. Şam’da Havran nahiye hâkimi olmuş. Ama onun bu gezginliği elbette başka bir İstanbullu olan Evliyâ Çelebi’nin yanında hafif kalır. Çelebi uzak beldelere, ülkelere yıllarca sefer ederek bize kendi çağının portresini sunmuş.

    İstanbullu olup dost illere giden, ora-larda ilim öğrenen ve öğreten çok kişi var. Meselâ büyük Osmanlı bestecisi Zekâî

    Dede Mısır’da uzun süre kalmış. Oranın müziğini öğrenmiş, kendisi de Kahire’de Mısırlı dostara müzik öğretmiş.

    Büyük dâvâ adamı ve gezgin Abdür-reşid İbrahim Kazan’dan kalkıp İstanbul’a gelmiş. Hatta Süleymaniye Camii’nde hal-ka sohbetler ederek meşhur olmuş. Meh-med Âkif ’in “Süleymaniye Kürsüsünden” başlıklı şiirinde bahsettiği güzel insan odur. Abdürreşid İbrahim hayatı boyunca hakkı tanıtmaktan bir an bile geri durma-mış. İstanbul’dan Japonya’ya giderek ora-da İslâm’ı yaymış. Bugün Tokyo’da Türki-ye tarafından yeniden yaptırılan cami de onun eseridir. Nihayet orada vefat etmiş.

    Kafkasya da İstanbul ile gönül bağı en kuvvetli bölgelerden birisi… Meselâ meşhur bilgin Ömer Hulusi Efendi Da-ğıstanlıdır. İstanbul’a gelerek fıkıh eğitimi görmüş. 1918’de Osmanlı şeyhülislamı olmuştur. İstanbul aynı zamanda büyük mücâhid ve mutasavvıflardan Şeyh Şâ-mil’i ve Abdülkâdir Cezâirî’yi de misafir

    etmiştir.Bizim illerin arasındaki ilişki o kadar

    güçlüdür ki, meselâ Hindistan’daki muh-teşem Tac Mahal’in mimarları da İstan-bul’dan gitmedir. Eseri Mimar Sinan’ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi yapmıştır. Burada-ki hat yazılarını ise İstanbullu Hattat Ser-dar Efendi yazmış.

    Bugün İstanbul’da bir Bağdat Cadde-si vardır. Modern bir alışveriş bulvarıdır. Osmanlıların İstanbul’u fethetmesinden önce ile Anadolu’ya birbirine bağlayan bir yoldu.

    Gençken Somali’de çalışmış bir Türk profesörden dinlemiştim. Orada kız ço-cuklarına İstanbul ismi koyanlar var diye...

    İstanbul ismiyle, cismiyle insanî me-deniyetin, dost coğrafyaların kucaklaştığı yerdir.

    Kısacası İstanbul’un kucağı, herkese hep açık duran bir kucaktır.

  • 20 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Prof. Dr. Semavi Eyice, 96 yaşında iken 2018 Mayı’ta vefat etti. 9 Ara-lık 1922 tarihinde Selimiye’de dün-yaya gelen Eyice’nin babası emekli deniz subayı Kolağası Kamil Bey, annesi ise Amasra eşrafından Hacı İbrahim Bey’in kızı olan Hatice Hanım’dır. Doğduğu za-man “Semavi” adını ona komşularının kızları olan Vahdet Hanım koymuştur.

    Gözünü 1920’lerin İstanbul’unda açan Eyice, bu yıllara dair izlenimlerini net ola-rak hatırlar. 1930’lu yılların İstanbul’unda sadece 3 trafik polisinin görev yaptığı zamanları, bu trafik polislerinin isimleri-ni, lâkaplarını, ek görev olarak yaptıkları işleri, 1930’lu yıllarda sokakta oynanan oyunları, yeme-içme kültürünü, bayram adetlerini...Eyice, 1932’de 10 yaşındayken oturdukları Haydarpaşa’da, Ayasofya’nın hemen yanında bulunan Darülfünûn binasının yanarak yok oluşuna şahit ol-muştur. Bu onun ilk tarihî eser tahribine şahit olmasıdır. Daha sonra tarihî eserlere zarar gelmemesi için mücadeleler verecek ve bunun bedelini de ödeyecektir. Çocuk-luk yıllarına dair bir hatırası da 1935 yı-lında Fatih Sultan Mehmed’in türbesinin Ramazan Bayramı dolayısıyla açılması ve ziyaret edilip dua edildikten sonra tekrar kapatılmasıdır. Henüz cami iken girdi-ği Ayasofya’da bir çocuk olarak halıların üzerinde yürürken mabedin cami olarak işlev gördüğü dönemin de canlı şahidi ol-muştur.

    Semavi Eyice’nin ilk yazısı, yine 1932

    İSTANbUL SEVDALISI bİR bİLGE: SEMAVİ EYİCE Sefa ÖZKAYA

  • 21EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    yılında, daha 10 yaşındayken yayınlan-mıştır. Akşam gazetesine yazmış olduğu bu basit hikâye tarzı yazı, “Semavi” imzası ile yayınlanması bakımından önemlidir. İmzanın “Semavi Eyice” olmamasının se-bebi, henüz Soyadı Kanunu’nun (1934) çıkmamasından, yani Semavi Bey’in o yıl-larda henüz bir soyadına sahip olmama-sından kaynaklanmaktadır.

    Semavi Eyice’nin İstanbul’u araştırma macerası çocukluk çağında başlar. Daha 12-13 yaşlarındayken öğretmeninin ver-diği ödevi yapmak için İstanbul’u gezme-ye başlayan Eyice, Ernest Mamboury’nin “İstanbul Rehberi” kitabını eline geçirin-ce, bu gezileri daha da bilinçli bir şekilde yapmaya başlar. Peşine taktığı arkadaşla-rıyla Suriçi’ndeki tarihî binaları keşfetme-ye koyulan Eyice, Avratpazarı’ndaki Arca-dius sütunu ile tanıştığında 12 yaşındadır. Merhum Prof. Halil İnalcık, Semavi Eyi-ce’yi tanımlarken “İstanbul tarihini ortaya çıkaran büyük Türk” ifadesini kullanırken, Prof. İlber Ortaylı da “Arcadius Sütunu’nu bulan küçük çocuk” şeklinde bir ifadeyle, onun henüz küçük bir çocuk iken İstan-bul’u araştırmaya başladığına atıf yapar.

    Genç Semavi’yi tarihî eserleri araştırdığı için taltif eden iki hocası vardır. Bunlar-dan biri hem ortaokulda öğretmeni, hem de üniversite senatosunda Eyice’nin pro-fesörlüğünü onaylayan senato üyesi olan Ord. Prof. Dr. Cavit Baysun’dur. Türki-ye tarihinin en büyük kitap meraklısı ve koleksiyonerlerinden biri olan Baysun,

    “Ne mutlu bana ki, henüz ortaokulda Se-mavi’nin bu mesleği tercih etmesini isteyen ben, şimdi onun profesörlüğünü onayla-mak için burada bulunuyorum” diyerek Eyice’yi tebrik edenlerden biri olmuştur. Yine Eyice’nin hayatına dair az bilinen bir husus da profesörlüğünü onaylayanlardan birinin de Ahmet Hamdi Tanpınar olma-sıdır. Nitekim yıllar sonra İstanbul şehri-nin yazarı olan Eyice, bir kitabını Ahmet Hamdi Tanpınar’a imzalarken müellif is-minin altına “Bir şehrin yazarından, beş şehrin yazarına” diye imzalayacaktır.

    Eğitim hayatını Saint Louis ve Sainth Joseph okullarını bitirerek liseyle devam ettiren Eyice, lise tahsili için Galatasaray Lisesi’ne kaydolur. Eyice’nin burada pek çok arkadaşı olmuştur. Bunlardan biri de Türk Ocağı’nın kurucularından olan Hasan Ferit Cansever’in oğlu olup, gele-ceğin önemli mimarlarından biri olacak olan Turgut Cansever’dir. Sık sık münaka-şa eden iki arkadaş bazen Canseverlerin Bayazıt’taki konağında buluşur.Eyice, bu konaktan çıktığı bazı günler Vezneciler Elektrik İşletmesi binasının altındaki göz göz kemerlerin içinde kitapçılık yapan Ermeni sahaflardan kitaplar satın almak-tadır.

    Koleksiyonunu 12-13 yaşlarından iti-baren topladığı kitaplarla oluşturmaya başlayan Eyice, zamanla Fransızca, İngi-lizce ve Almanca’nın yanında Ermenice ve Rumca gibi farklı dillerde de eserler toplamıştır. Elde ettiği bilgi birikimiyle

    Bizans mimari ve sanatına merak salmaya başlayan Eyice, tahsil yapacağı alanı daha o zamanlar belirler: Bizans sanatı. Galata-saray Lisesi’ni bitirdikten sonra yurtdışına gitmeye karar verir ve Almanya’yı tercih eder. Çünkü Prof. Alfons Maria Schnei-der’in talebesi olmak istemektedir. Meslek hayatına rahip olarak başlayıp daha sonra sanat tarihi doktorası yaparak akademiye devam eden Schneider, İstanbul, Filistin ve başka yerlerde sanat tarihi ve arkeoloji alanında araştırmalar yapan ve bu araş-tırmaları saha araştırmalarıyla destekle-yen bir araştırmacıdır. Semavi Eyice, bu sebeple Almanya’ya gitmek istemektedir. Fakat yıl 1943’tür ve yaklaşık 70 milyon insanın öldüğü, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük savaşı olan II. Dünya Savaşı, Almanya’nın aleyhine dönmeye başlamıştır. Eyice, umduğu gibi Schnei-der’e talebe olamasa da önce Avusturya’da bulunan Viyana Üniversitesi’ne, ardından da Almanya’daki Berlin Üniversitesi’ne kaydını yaptırarak burada bulunan hoca-larından çok istifade eder. Eyice, bir süre sonra Berlin’in işgali söz konusu olduğu için Türkiye’ye dönmek zorunda kalır. Fa-kat Türkiye Almanya’daki büyükelçiliğini kapattığı için muhatap bulamaz. Tarafsız İsviçre Sefareti üzerinden İstanbul ile irti-bat kurulur ve o sırada kendisi de Alman-ya’da öğrenci olan arkadaşı, merhum Prof. Dr. Kazım Çeçen ile birlikte birkaç ay sü-ren bir deniz yolculuğuyla İstanbul’a gelir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

  • 22 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Sanat Tarihi Bölümünü1948’de Prof. Er-nest Diez danışmanlığında hazırladığı “İs-tanbul Minareleri” konulu teziyle bitirir.

    Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en bü-yük savaşının içinden çıkarak Türkiye’de yapacağı akademik faaliyetlere dönen Semavi Eyice’nin ilk ilmî yayını Hıramî Ahmed Paşa Mescidi’dir. İstanbul tarihi ve kültürüne ışık tutan, fakat sadece G har-fine kadar olan 11. cildi yayınlanabilmiş olan İstanbul Ansiklopedisi’ni çıkartan Reşat Ekrem Koçu ile karşılaşan Eyice, Re-şat Ekrem’e ansiklopedilerindeki Bizans’la ve mimariyle ilgili yazıları kimin yazdığı-nı sorar. Reşat Ekrem de bunun üzerine “Zat-ı âliniz yazın” deyince, Semavi Eyi-ce, Hıramî Ahmed Paşa Mescidi’ni ince-leyerek bir madde kaleme alır ve böylece 1949 yılında ilk ilmî çalışmasını yayınlar. Böylelikle İstanbul tarihine kazandıracağı 1500’den fazla makale, ansiklopedi mad-desi, kitap bölümü, kongre-sempozyum tebliği ve kitaptan oluşan “İstanbul hafı-zası” hazinesinin ilk ürününü ortaya koy-muş olur.

    Eyice, iş aramak niyetiyle Arkeoloji Müzesi’ne başvurur. O sırada edebiyat fakültesi koridorlarında gördüğü felsefe profesörü Macit Gökberk ile karşılaşır. Gökberk, Eyice’ye onun yerinin akade-mi olduğunu, başka bir yere gitmemesini tembihler. Eyice bu sözler üzerine kararını değiştirir ve edebiyat fakültesi’ne asistan olarak girer. “Side’nin Bizans Dönemine Ait Yapıları” teziyle doktorasını tamamlar. Artık “Asistan Doktor” olmuştur.

    1950-53 yılları arasında arkeolog Prof. Dr. Arif Müfid Mansel’in yönetiminde sürdürülen Side kazılarına katılan Eyice, sadece İstanbul değil, Anadolu ve Rumeli topraklarında da kazılara katılmış, bizzat tarihî eserler tespit etmiş, bunları yayın-lamış ve iki büyük imparatorluğun tarihî mirasının kayıt altına alınmasında 20. yüzyılın en büyük ismi olmuştur. Anado-lu’da Toros Dağları’nda 12 seneye yayılan saha araştırmaları, onun “İstanbul’un dı-şına çıkmadan İstanbul anlaşılmaz” sözü-nün bir ispatı olmuştur.

    Semavi Eyice, 1954 yılında Kamuran Eyice ile evlenir. Artık önünde, sadece ilmî faaliyetler ve düzenli bir aile hayatı vardır. Başarısının sırlarından biri de bu düzenli hayatı ve çalışma ilkeleridir. Sıra doçentlik imtihanlarına çalışmaya gel-miştir. Doçentliğine hazırlandığı sıralarda askere giden Semavi Eyice, Kağıthane’de bulunan İstihkam Okulu’nu bitirdikten sonra Anadolu’ya öğretmen-asker olarak gitse de, bir müddet sonra İstanbul’a gön-derilmiştir. Yeni görev yeri Deniz Müzesi Komutanlığı’dır. O tarihte Deniz Müzesi olarak Dolmabahçe Sarayı’nın protokol camisi olan Dolmabahçe Camii kullanıl-maktadır. Bu sıralarda yapılan tramvay yolu sebebiyle Dolmabahçe Camii’nin avlu duvarının yıkılması emri gelmiştir. Eyice, her ne kadar müze komutanı olan Binbaşı Haluk Şahsuvaroğlu’na bunun yanlış olduğunu söylese de söyledikleri dikkate alınmamıştır.

    Yedek subaylığı esnasında “Son Devir Bizans Mimarisi” kitabıyla doçentlik imti-hanına girer ve başarılı olarak “Doç. Dr.” ünvânını almaya hak kazanır. Bu çalışma ona Fransız hükümeti tarafından verilen ve şövalyelik statüsüne tekabül eden Le-gion d’Honneur Nişanı’nı da kazandırır. Avrupa’nın en muteber nişanlarından biri olan bu nişandan başka, zaman içinde Alman Arkeoloji Enstitüsü Asli Üyeliği, Belçika Kraliyet Akademisi Üyeliği gibi payelere de sahip olmuştur. 1957 yılında Bizans tıp tarihine dair yazdığı bir makale ile Türk Tıp Tarihi Enstitüsü üyeliğine se-çilen Eyice, Bizans devri hastane ve lepro-zeri (cüzzamhane) yapıları, Osmanlı’da modern tıbbın kurucusu sayılan Dr. Karl Ambrois Bernard’ın Mekteb-i Tıbbiye’nin modern anlamda kuruluşuna katkıları gibi çalışmalarla tıp tarihine de biyografi, mimari ve sanat tarihi açısından o güne kadar yapılmamış katkıları yapar.

    Semavi Eyice, doçentliğini aldıktan bir müddet sonra Humboldt Bursu ile Mü-nih’e gider ve burada 13 ay boyunca ders vererek Avrupalı sanat tarihçilerinin ye-tişmesine katkıda bulunur. 1959 yılında

    İstanbul’a dönerek ders vermeye, makale yazmaya, kongre düzenlemeye, kitap telif etmeye devam eden ve bu hızını hiç dü-şürmeyen Eyice, 1963 yılında Bizans Sa-natı Kürsüsü’nü kurar. Artık Türkiye’deki Bizans eserleri Türkler tarafından da tet-kik edilecektir. Eyice, bu topraklardaki bu eserleri sahiplenerek, Türk kültürüne mâl etmiş, korunmaları için elinden geleni yapmıştır. Bizans eserlerinin yanı sıra pek çok Osmanlı eserini de incelemiş, pek çok yeni tespitlerde bulunmuştur. Böylelikle hem Bizans, hem de Türk sanatını bir ara-da incelemiş, işlemiş, anlatmış ve koru-muştur. Yok olmaktan kurtardığı pek çok eserden bazıları onun için çok önemlidir. Bunlardan biri, inşa ettiği 400’den fazla sanat harikası ile Türk kültürünün büyük mimarı olan Mimar Sinan’ın mütevazılığı sebebiyle “Yenibahçe kurbünde (civarın-da) bu fakirü’l-hakirin mescidi” diye tasvir ettiği, kendi adına inşa ettiği mesciddir.Semavi Eyice, Mimar Sinan Mescidi’ni yıkmak isteyenlere “canhıraş” bir şekilde karşı koyarak günümüze ulaşmasını sağ-lamıştır.

    Semavi Eyice, 1964 yılında “İlk Osmanlı Devrinin Dinî-İçtimaî Bir Müessesesi: Za-viyeler” başlıklı teziyle profesör olur. O yıllarda doçentlik sınavı için bir yabancı dil, profesörlük için ise ikinci bir yabancı dil zorunluluğu vardır. Eyice bu sınavları Fransızca ve Almanca dillerinde başarıyla verir. Bu iki dile olan vukûfiyeti sayesin-de İstanbul’a gerek Bizans, gerek Osmanlı devrinde seyahat etmiş olan yabancıların seyahatnamelerinde Türkiye ve bilhassa İstanbul’la ilgili kısımları Türkçe litera-türe kazandırmıştır. Eyice’nin en büyük hizmetlerinden biri de gerek tarih, gerek sanat tarihi, gerekse kültür tarihine dair Avrupa dillerinde yayınlanmış olan çalış-malara kendi eserlerinde yer vererek Türk ilim çevrelerine tanıtması olmuştur. Nite-kim pek çok Batılı çalışma ilk defa onun sayesinde Türkiye’de duyulmuştur. Batı dillerinde toplamaya devam ettiği eserler-le koleksiyonunu ve dolayısıyla çalışmala-rını zenginleştirmiştir. 1950’lerde İtalya’da

  • 23EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

  • 24 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    çıkan bir dergide Şehzadebaşı’nda inşa edilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin altından çıkan Bizans devri saray mozaik-leriyle ilgili bir makalenin bulunduğu der-giyi de, K. Wulzinger’in 1925’te İstanbul’la ilgili eserlerin rekonstrüksiyon önerileri-nin yapıldığı Hannover baskılı bir eseri de Türkiye’ye getirmeyi vazife addetme-si, onun mesleğine duyduğu saygının en önemli göstergelerindendir.

    Edebiyat fakültesi’ndeki değişik bölüm hocalarıyla kurduğu samimi ahbaplıklar ve ilişkilerle farklı disiplinlere dair sohbet-lerden beslendiğini her zaman ifade eden Eyice, özellikle Alman Profesör Schwein-furth ve Profesör Erdmann, Fransız Al-bert Gabriel, Wolgang Müller-Wiener ve Alman Profesör Emin Bosch gibi İstanbul uzmanlarıyla birlikte İstanbul tarihine katkı sağlamıştır.

    Semavi Eyice, Türkiye’de verdiği ders ve seminerlerin yanı sıra yurtdışındaki çe-şitli üniversite ve kurumlarda da dersler, seminerler ve konferanslar vermiştir. Boc-hum Üniversitesi’nde 1974 yılında yaptığı bir dönemlik misafir öğretim üyeliğinden başka, 1976 yılında Paris’te bulunan Sor-

    bonne Üniversitesi ve yine Paris’te bulu-nan College de France’da da dersler ver-miştir. Bundan 7 yıl sonra yeniden misafir üyesi olarak Fransa’ya gelen Eyice, 1983 yılındaki bu gelişinde de Ecole de Hautes Études’de misafir öğretim üyeliği yapmış-tır.

    1982 yılında Bizans Sanat Tarihi Kürsü-sü’nün diğer bölümlerle birleşmesinden meydana gelen Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nün başkanlığına getirilen Se-mavi Eyice, bölüme kazandırdığı eserler, yetiştirdiği öğrenciler ve yaptırmış olduğu tezlerle tek başına bir okul gibi çalışmıştır.

    İlk kurulduğu zaman Türkiye’nin baş-tanbaşa bütün tarihî eserleri hakkında ka-rarların alınmasından sorumlu olan Anıt-lar Kurulu’nda 1958’de başlayan vazifesi, kimi zaman üyelik, kimi zaman başkanlık olarak 1997’ye kadar sürer. Taksim cami projesinde tarihî Maksem’in yıkılmasına karşı çıkarak dönemin kültür bakanı ile girdiği münakaşa sonucu tatsız bir şekilde kuruldan uzaklaştırılır. Benzer uzaklaştır-maları aslında daha önce de yaşamıştır. 1980’de idareyi devralan askerî yönetim, gençleştirme adı altında Türk Tarih Ku-

    rumu üyelerinin üyeliklerini iptal etmiş, “Siz artık işe yaramazsınız” denilerek mevcut üyeler kapının önüne konulmuş-tur. Eyice’nin yerine “gençleştirme” adıy-la kendisinden 10 yaş daha büyük (!) bir üye yerleştirilmiştir. Fakat hatalarının bir kısmından dönen idare, Halil İnalcık ve Semavi Eyice gibi mesleğin zirvelerini teş-kil eden iki ismi üyeliğe geri davet eder. Böylelikle Eyice’nin deyimiyle “kovul-muş” olan iki kaderdaş, atıldıkları kurum üyeliklerine birlikte dönerler. Fakat hayatı boyunca hiçbir haksızlığa tahammül ede-meyen Semavi Eyice, mahkeme kanalıyla neden kurumdan uzaklaştırıldığına dair bir müracaatta bulunur. Bu yaptığı ham-le ona, kendi deyimiyle “Türk Tarih Ku-rumu’ndan iki defa atılma şerefine nail olan tek kişi” olma ünvânını (!) kazan-dırmıştır. Eyice’nin bu küskünlüğü uzun yıllar devam eder. Nihayet yıllar sonra kurum adına Eyice’den özür dilenecek ve bir törenle yeniden üyeliğe alınarak hem kuruma, hem de Semavi Eyice’ye yakışan bir şekilde Eyice’nin TTK macerası tatlıya bağlanacaktır. Bu doğrultuda Atatürk Dil Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr.

  • 25EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Turan Karataş, 2015 yılında yapılan bu törende, Semavi Eyice’ye Atatürk Dil Ta-rih Yüksek Kurumu bünyesinde bulunan Atatürk Kültür Merkezi Şeref Üyeliği’nin takdimini yapmıştır.

    Semavi Eyice, 2011 yılında Türk kültür tarihinin en büyük ödüllerinden biri olan T.C. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne sanat tarihi dalında la-yık görülmüştür. Aslında bir müze gibi olan evi baştan başa ödüllerle, beratlarla, nişanlarla ve plaketlerle dolu olan Semavi Eyice, ömrünün son demlerinde bu ödül-lerin de gösterdiği gibi unutulmamış ol-duğu için mutlu olmuştur.

    Semavi Eyice’nin kitap koleksiyonu günümüzde Tepebaşı’nda İstanbul Araş-tırmaları Enstitüsü’nde bulunmaktadır. Ziyaretçiye ve araştırmacıya açık olan bu koleksiyon, İstanbul tarihi ve kültürüne dair en büyük şahsî koleksiyondur. Dün-yanın çeşitli yerlerinden toplanmış olan bu koleksiyon, kitaplar, düzenli olarak ta-kip edilmiş olan süreli yayınlar, broşürler, ayrıbasımlar, tıpkıbasımlar, el yazmaları, gravürler, haritalar, planlar ve daha pek çok kalem malzemeden müteşekkildir.

    Semavi Eyice’nin makaleleri, İslam An-siklopedisi bünyesinde 25 yıla yakın bir süre yardımcılığını yapmış olan Sema Doğan tarafından derlenerek Türk Tarih Kurumu’ndan seri halde yayınlamaya baş-lamıştır. Semavi Eyice’nin çalışmalarının bibliyografyası Sema Doğan ve Yasemin Akçaoğlu tarafından hazırlanmıştır.

    28 Mayıs 2018 tarihinde vefat eden Se-mavi Eyice, Fatih Camii haziresine def-nedilmiştir. Artık hazire, Fatih Sultan Mehmed, Gazi Osman Paşa gibi Türk tari-hinin büyük isimleriyle birlikte üç büyük tarihçiyi misafir etmektedir.Semavi Eyice ebedi istirahatgâhında Ali Emiri Efendi ve Halil İnalcık’a komşu olmuştur.

  • YAVUZ bÜLENT bâKİLER: ‘DİL OLMAZSA MİLLET OLMAZ!

    Usta Şair Yavuz Bülent Bakiler ile kendisinde iz bırakan öğretmenleri, İstanbul’u, kitapları ve beslendiği kaynakları konuştuk.

    Röportaj: Fatma Gülşen KOÇAK

    26 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Sizde iz bırakan öğret-menlerle başlayalım. Sivas Ziya Gökalp İlko-kulu’nda okudum. Bi-zim sınıf öğretmenimiz Makbule Yurderi’ydi. Bir gün sınıfa girdi ve bize,

    “Çocuklar bir duvar gazetesi çıkaracağız. Duvar gazetesi için şiir yazanlar şiirlerini, hikâye yazanlar hikâyelerini, hatıra tu-tanlar hatıralarını, alıp getirsinler.” dedi. Bende o duvar gazetesi için şiir yazmaya heveslendim. Çünkü benim çocukluğum halk edebiyatının önemli isimlerinin tesi-ri altında geçti. Sivas, değerli bir arkada-şımın ifadesine göre, dünden bugüne bin civarında halk şairi yetiştiren, yaşatan bir şehir. Benim çocukluk yıllarımda halk şa-irleri sazlarını sırtlarına vurur, sokak so-kak dolaşırdı. Birtakım kimselerin isteği üzerine çalıp söylerlerdi. Biz mahalle ço-cukları olarak onların arkasına düşerdik. Halk şairlerimizin vezinli kafiyeli sözleri dikkatimi çekerdi. O bakımdan sınıf öğ-retmeni “Şiir yazanlar şiirlerini getirsin-ler” diyince ben de şiir yazmak hevesine

    kapıldım, Sivas üzerine bir şiir yazdım ve götürdüm kendisine. Şiirimi beğendi ve duvar gazetesine koydu fakat arkadaşla-rım bu şiiri babamın yazdığını söylediler. Çok hassas bir çocuktum. Ağlaya ağlaya eve geldim ve durumu babama anlattım. Babam, “Oğlum niye üzülüyorsun? Aksi-ne çok sevinmen lazım. Çünkü arkadaşla-rın bu şiiri benim seviyemde görmüşler.” dedi. Makbule Hanım’ın o talebinden sonra ben sınıfın şairi olmuştum. Mese-la, biyoloji dersinden sindirim sistemini okuyorduk. Sınıf öğretmenimiz, “Çocuk-lar, yarın sindirim sistemini okuyacağız. Sınıfın şairi, sindirim sistemi üzerine bir şiir yazıp gelecek.” dedi. Sindirim sistemi üzerine nasıl şiir yazılır? Vezinli ve kafi-yeli ama saçma sapan birtakım mısralar yazıyorum. “Sindirimin yollarında, bağır-sakların kollarında…” O yıllarda yazmış olduğum bu saçma sapan şiirleri bir sarı deftere toplamıştım, sonra o defteri imha ettim. Çok yanlış yaptığımı şimdi anlıyo-rum. Keşke yırtmasaydım, beni çok gül-düren şiirlerle karşı karşıya kalacaktım. Bu şiirlerle edebiyatla daha doğrusu şiir

    dünyasıyla kuvvetli bir bağım oluştu. Şiirlerinizi yayınlamaya ne zaman baş-ladınız?Lise ikinci sınıftayken, Malatya’da orta-okulun üçüncü sınıfında olan kız karde-şim elektrik kazasında vefat etti. Okuldan çıktıktan sonra her gün mezarına uğrar, mezarının başında onunla konuşur, ağlar-dım. Sonra o duygularımı yazmaya baş-ladım ve o tarihte İstanbul’da çıkan Türk Sanatı dergisine gönderdim. Ve böylece dergide şiirlerim yayımlandı. Derginin sa-hibi Abdi Mümtaz Kısakürek, bana mavi pelür kâğıda yazılmış uzun bir mektup gönderdi. Mektubunda beni dergisinin şairlerinden biri kabul ettiği yazıyordu. “Bundan böyle her dergimiz için bize bir şiir gönder.” diyordu. Bu beni teşvik etti ve ondan sonra şiirle alakam 1953-1954 yıl-larından bugüne kadar devam etti. Okul yıllarınızda hangi yazarlar sizde derin etki bıraktı?Ortaokulda ve lisede son derece vasat bir öğrenci olarak derslere devam ettim. Beni lisede derslere bağlayan, bana çalışma şev-

  • 27EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    ki veren biyoloji öğretmenim Cemalettin Bey’dir. Bunun dışında bana ilkokuldan itibaren öğretmenlik yapan, bana yol gösteren iki kişiden biri Necip Fazıl’dır. İlkokulun dördüncü sınıfında babamın zoruyla Necip Fazıl okumaya başladım. İlkokul dördüncü sınıfta okuyan bir insan Necip Fazıl’dan bir şey anlamayacağı için ben de hiçbir şey anlamadan okudum ve Necip Fazıl’ın anlatılmaz ölçüde hayranı oldum. Yani o kadar ki babam artık lise son sınıfa geldiğim zaman bana Necip Fazıl’ın yazılarını okutmuyordu. Bizzat kendisi okuyordu. Çok otoriter bir adam-dı. Onun Büyükdoğu’yu okumasından ve o dergiyi bırakıp yatağına çekilmesinden sonra okuyabiliyordum. Ortaokul ve lise sıralarında bana İstanbul ve Ankara ba-sınından çok tesirli olan iki kişiden birisi Neci Fazıl’dır, ötekisi Osman Yüksel Ser-dengeçti’dir. Yüksek tahsil için Ankara’ya geldiğimde bunlara üçüncüsü eklendi; o da Arif Nihat Asya’dır. Benimle ilgili yazı yazan, şiirlerim, nesirlerim üzerinde du-ran kimseler âdeta ittifak halinde diyorlar ki: Yavuz Bülent Bakiler’in şiirlerinde ve nesirlerinde Necip Fazıl’ın ve Arif Nihat Asya’nın tesiri ayan beyan gözükmekte-dir. Yüzde yüz doğru bir tespittir ve bun-dan iftihar duyuyorum. Röportajlarınızda ve konuşmalarınızda çok anlamlı, çok yerinde ve ısrarla ifa-de ettiğiniz bir konu var. Öğretmenlerin okuması, kitapla daha çok dost olması ve bir öğretmenin evinde mutlaka zengin bir kütüphanesinin olması noktasındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?Uzun yıllar Kültür Bakanlığında vazife gördüm, önemli noktalarda bulundum, sonra üniversitenin birinci sınıfından itibaren edebiyat dünyamızla daha yakın-dan ilgilendim ve şunu tespit ettim. Bizim

    annelerimiz evlendikleri zaman babala-rının evinden kocalarının evine sadece bir tek kitapla gelirler. İki kitap yoktur ve bizim evlerimizde kütüphane bulunmaz. Bir Türk ve Müslüman evinde kütüpha-nenin bulunmaması kadar insana dehşet verici bir durum olamaz. Biz kütüphane-siz evlerde büyüdük, o bakımdan biz ev-lerimizin güdük insanları olarak yetiştik. Çok basit bir Türkçeyle konuştuk; gittim, geldim, baktım, gördüm, yattım, kalk-tım, acıktım, gördüm gibi sokak Türkçe-si. Okula başladığımız zaman okuldaki öğretmenlerimiz, devletin takip etmiş olduğu dil politikası yüzünden belirli bir çerçeve içerisinde kaldılar. Öğretmenleri-miz de okuyan zümreden, edebiyatımızı yakından bilen insanlar değildi. Necip Fazıl’ın bu konuda çok doğru bir tespiti var. “Millet edebiyatı olan topluluktur.” diyor. Çok doğru, çünkü edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil olmazsa edebiyat ol-maz, dil olmazsa millet olmaz. Kültür Bakanlığında vazifeli olduğum yıl-larda önümüze konulan dosyalardan ak-lımda kalan rakamlar var. Mesela İngiliz devleti, ilkokuldan üniversite sıralarına kadar okutulan çocukların ders kitapla-rını 71.000 kelime ile yazıyor. Bu rakam Japonya’da 44.000, İtalya’da 32.000. Bu ra-kam Atatürk’ün ifadesi ile “çağdaş mede-niyet seviyesine sıçramak mecburiyetinde olan Türkiye’de” 6-7 bin civarındadır. Ve bizim çocuklarımız da bu 6-7 bin kelime-nin yüzde onuyla konuşmaktadırlar. Bu kadar kısır bir dünya içerisinde bulunan çocuklarımızın edebiyatımıza hizmette bulunmaları, ciddi eserler ortaya koy-maları mümkün değildir. O bakımdan üniversite sıralarına gelen bazı çocukla-rımızın, üniversitedeki hocalarının ders kitaplarını anlayamadığını, bizzat hoca-lardan şikâyet olarak dinledim.

  • 28 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Türkiye’de 75 civarında üniversitede ko-nuştum. O üniversitelerde daha ziyade dil üzerine sohbetlerimiz oldu. Üniversite-lerdeki hocalarımız, “Çocuklar üniversite tahsiline başladıkları zaman önlerine ko-nulan kitabı okuyup anlayamıyorlar, ken-dilerine yeni baştan Türkçe üzerine ders veriyoruz.” dediler. Eğer ilkokul ortaokul ve lisede okuyan çocuklar eğer ciddi bir dil çerçevesi içerisinde okumuş olsalardı üniversitelere devam ettikleri zaman öyle bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmazlardı.Öğrencilere edebî zevkin verilmesi nasıl mümkün olur?Dergileri ve kitapları öğrencilerimize sev-dirmekle mümkün olur. Bir İngiltere seya-hatimde gemi kaptanına sordum: Siz, Sha-kespeare’nin eserlerini okuyor musunuz? Kaptan, “İngiltere’de Shakespeare’yi oku-mayan, anlamayan kimseye biz katiyen münevver nazarında bakamayız. Elbette okuyoruz.” dedi. Shakespeare’nin kullan-mış olduğu İngilizce’nin devlet tarafından yetişen çocuklara teşvik edilip öğretilmesi sayesinde okuyabiliyorlar. Türkiye’de her 40 yılda bir, aşağı yukarı bizden önceki edebiyatın eserlerinden veya o edebiyata kuvvet veren kimselerin dilinden mah-rum kalıyoruz, onları okuyamıyoruz. 40 yıl sonra yeni birtakım kişiler ortaya çı-kıyor, böylece hep kopukluklar meydana geliyor. Bu kopuklukları ortadan kaldır-mak önce devletimizin asli vazifelerinin başında geliyor. Bundan şikâyetçi olanlar, bunun önemini ortaya koyanlar var. Fa-kat böyle bir kopukluk var ve o kopukluk bizde büyük bir boşluk meydana getiriyor. Çünkü insan kelimelerle düşünür, kelime-lerle konuşur. Batı’daki ilim adamlarının eserlerini okudum. Onlar diyorlar ki her insan dünyaya bir deha merkeziyle bir-likte gelir. Her insanın kafasında bir deha merkezi var. Ağzımız, burnumuz, elimiz, ayağımız olduğu gibi… Bu deha merkezi-ni çalıştırmak, zengin bir dil dünyasından geçer. Ancak çok zengin dil dünyasına sa-hip olanlar deha merkezini çalıştırırlar ve onlar gelecek yıllara lider ve önder sevi-

    yesinde çıkarlar. Bizde yetişen kimselerse dünkü edebiyatımızın kelime dünyasın-dan koparak yetişiyorlar. Kendinizi yetiştirirken dilin imkanların-dan nasıl istifade ettiniz?Çocuklarımızın bazı televizyon program-larında hitabetlerine konuşmalarına dik-kat ediyorum, son derece bariz zavallı bir dil dünyası içerisinde konuşuyorlar. Çün-kü evlerinde kitap yok, kütüphane yok; annelerinin ve babalarının edebiyatla bir ilgisi yok. Çocuklar ikide bir “şey, yani, aaaaaa, atıyorum” gibi birtakım kelime-lere bulaşmadan konuşamıyorlar. Çün-kü hafızalarında yeterli kelime yok. 1955 yılında hukuk fakültesine kaydolduğum zaman bir topluluk karşısında beş daki-ka irticalen konuşma kabiliyetine sahip değildim. Bir gün Namık Kemal’in bir yazısını okudum. “Devlet-i Âliye’nin du-raklaması ve gerilemesi dildeki bozukluk-tan, zayıflıktan kaynaklandı. Dünyadaki bütün insanlar gibi bizim insanlarımız da kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşur. Hafızasında yeterli miktarda kelime zen-ginliği olmayan kimseler, toplum karşısın-da konuşamazlar, konuşulanı anlayamaz-lar, düşüncelerini rahat bir şekilde ifade edemezler.” diyordu. Ben o zaman neden topluluk karşısında rahat konuşamadığı-mı anladım ve kendi kendime dedim ki: Sen, Türk ve Müslüman olarak Ankara’ya geldin, Türk’ün ve Müslüman’ın en büyük eksikliği okumamaktır ve okumadığın için hafızanda yeterli miktarda kelimen yok ve bu yüzden konuşamıyorsun. Aklı-nı başına alıp ayağını kır, otur oku ve ha-fızandaki kelime zenginliğini artır, ondan sonra Namık Kemal’in tavsiyesinin ne kadar faydalı olduğunu gör. Çok okudum. Okudukça çok cahil bir insan olduğumu gördüm, okudukça hafızamda yeni keli-meler boy vermeye başladı. Günün birin-de yeterli miktarda kelime hazinesine sa-hip olduktan sonra, bir zamanlar topluluk önünde beş dakika konuşamadığım halde dört saate kadar hiç durmadan ve bu süre içerisinde “yaaa, şeyyy, yani tamam mı,

    atıyorum” gibi birtakım zayıflıklara bulaş-madan konuşma imkânlarına kavuştum.

    Şiirin eğitimdeki gücünden nasıl yarar-lanabiliriz? Öğrencilerin şiir ezberleme-leri, şiirle daha çok vakit geçirmeleri eği-timlerine nasıl bir fayda sağlar?Herkes, şiir konusunda başarılı olup şiire ilgi duyabilir mi? diye bir soru soralım. Eğer şiire karşı bir kabiliyetiniz yoksa sa-dece ezberinizde kalır ama mutlaka şiirle meşgul olan kimselerin şiir ezberlemeleri ve kendilerine kayıtsız şartsız bir usta seç-meleri gerekir. Nasıl terzi olmak isteyen bir kimse bir terzi yanında bir çırak olarak çalışıyorsa, marangoz olmak isteyen bir kimse bir marangozun yanında bir çırak olarak çalışmak mecburiyetindeyse şiire ilgi duyan kimseler için de bu böyledir. Kabiliyeti varsa bu konuda adım atabilir, kabiliyeti yoksa istediğiniz kadar gayret sarf edin o başka noktaya kayacaktır. Doğarken şiirle ilgili özelliklere sahip bir kimse olarak doğmuşum. Bunu annem evdeki masallar ve türküleriyle geliştirmiş, okulda öğretmen geliştirmiş, sokakta halk şairleri geliştirmiş. Günün birinde kalemi elime alarak kendime has birtakım şiirler söylemeye başlamışım. O bakımdan sa-dece şiir ezberlemek veya sadece ben şiir yazmak istiyorum, diyerek hareket etmek yetmez. Herkes kendi kabiliyetinde başa-rılı olabilir. Benim resim yapma kabiliye-tim yoksa birtakım kimselerin de şiir yaz-ma kabiliyeti yok. O bakımdan bana göre önce yaradılış üzerinde durmak lazım ve o yaradılışı değerlendirmek lazım.İstanbul’da öğretmen olmak, İstanbul’u yaşamak, İstanbul’un farkına varmak, tarihini ve kültürel zenginliğini yaşamak öğretmenlere ne katar? İstanbul’da öğret-men olmanın farkına nasıl varılabilir?İstanbul’da öğretmen olan kimseler etra-fındaki bu güzelliklerin farkında değiller ise İstanbul’da bin yıl yaşasalar bile bunun o öğretmenlere tesiri olacağını sanmıyo-rum. Önce öğretmen bakmış olduğu her

  • 29EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    güzellikten birtakım neticeler çıkarma ka-biliyetine sahip olmalı. Güzel sanatlara ait bir eser karşısında dikkatle davranmalı. Heykel, manzara, eski Türkçe bazı yazılar, kitabeler karşısında öğretmenlerin her-hangi bir dikkati yoksa, onlara herhangi bir nesneye bakar gibi bakıp geçiyorsa bunun İstanbul’da yaşayan kimselere fay-da sağlayacağını sanmıyorum. Yaradılış meselesidir bu. Önce öğretmenlerimiz etraflarına çok dikkatle bakmalıdırlar. Ni-tekim İstanbul’da böyle çok insanlar var. İstanbul’un güzelliklerinden istifade ede-rek ortaya başka güzellikler koyan kimse-ler de var. İstanbul’a en güzel şiirler yazan şairler-den birisiniz. İstanbul size hangi nokta-larda ilham oldu? İstanbul’da yaşamak size ve şairliğinize hayatınıza neler kattı?Bunu cevaplandırmak kolay değil. Bu an-cak yaşanabilir, bu ancak birtakım eserler-le ortaya koyulabilinir, fakat anlatılamaz. Şimdi ben İstanbul’u görmeden önce okumuş olduğum kitaplardan şu bilgile-re ulaştım: Osmanlı Devleti 622 yıl hü-kümran olmuş ve 622 yıl içerisinde 14. asırdan 18. asra kadar dünyada 322 yıl boyunca lider devlet olarak hüküm sür-müş. Bu konuda başka devletlerin böyle bir başarısı yok. Fransa 14. asırdan 18. asra kadar hükümran olmuş, İngiltere 132 yıl hükümran olmuş; fakat Devlet-i Aliye 322 yıl. Osmanlı’nın ve İstanbul’un dünyanın merkezi olması münasebe-tiyle böyle muhteşem bir idare kurmuş olması, muhteşem güzelliklerle zaman geçirmesi ve İstanbul’u tarihî eserlerle güzelleştirmesi İstanbul’u görmeden de dikkatimi çekmişti. İstanbul’a geldikten sonra her gün İstanbul’un başka bir ca-misine gittim, o camiler içerisinde na-maz kıldım ve camilerin güzelliklerini büyük bir hayranlıkla seyretmeye baş-ladım. Bunlar beni çok duygulandırdı. İstanbul’un sokakları, İstanbul’un evleri, İstanbul’un denizi, İstanbul’un mimarisi bende hayranlık uyandırıyordu. Bunlar beni İstanbul’a bağladı. İstanbul bana

    her noktasıyla tesir etmiştir.Ömrünü Türkçeye adamış bir şairsiniz. Türkçe için ciddi bir mücadele veriyorsu-nuz. Türkçeyi gelecek nesiller, gençler, ço-cuklar daha iyi kullanabilmek için hangi eserleri okumalı?Bu soruyu rahatlıkla cevaplandırmak mümkün değil. Çünkü evvel emirde genç-lerimiz okumanın bir ihtiyaç olduğunu kabul etmelidirler. Okumanın bir ihtiyaç olduğunu kabul etmeyen çocuklara bunu anlatmak ve edebiyatı sevdirmek müm-kün değildir. Ben, nasıl Namık Kemal’i okuyarak cehaletimi, gafletimi tespit edip ve bunu gidermeye çalıştıysam, çocuk-larımızda okulda ve aynı zamanda evde bugünkü ve dünkü edebiyatımızı çok iyi okumaları gerektiğini telkin etmeliyiz. Ka-yıtsız şartsız Cumhuriyet edebiyatını çok iyi bilmeliyiz. Milletimizin dilinin karma bir dil olduğunu kabul etmek zorundayız. Dünyada saf dil olarak hiçbir milletin dili

    yoktur. Eskimolar bile beraber çalışmış oldukları veya alışveriş yapmış oldukları milletlerin dillerinden kelimeler alıp on-lara kelime veriyorlar. Biz büyük devletler kuran bir millet olduğumuz için ister iste-mez dilimize beraber yaşamış olduğumuz milletlerin dillerinden birtakım kelimeler girecektir ve bizim dilimizden de onların dillerine birtakım kelimeler geçecektir.

    Önce öğretmen bakmış olduğu her güzellikten birtakım neticeler çıkar-ma kabiliyetine sahip ol-malı.

  • 30 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    Dünyanın, yaşadığı çağa adını ve-ren yegane mimarının muhteşem hikâyesi, tam da büyük anlatıcı Tolstoy’un söylediği gibi başlar..1512 yılında doğup büyüdüğü Ağırnas Köyü’ne gelen ‘yabancılar’, Sinan’ı da alıp giderler. Muhteşem bir hikâye için bütün temel şartlar hazırdır. Şehrine değil, kasabasına değil, köyüne gelen yabancılar tarafından seçilen ve dünyanın en çok arzulanan taht merkezi-ne götürülen Sinan, dünyanın en üretken mimarı olacaktır. Mimarbaşı olduğu 1537’den ebedi yolcu-luğuna çıktığı 1588’e kadar elli bir yıl sü-ren dönem ‘SİNAN ÇAĞI’ olarak adlan-dırılır. Son deminde kaleme alınan tezkiresinde devşirilme hadisesini şu satırlarla ifade edecektir;“Bu değersiz kul , Sultan Selim Hanın sal-tanat bahçesinin devşirmesi olup,Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı.”Aldığı terbiyeden ötürü mütevazi bir us-lupla yazılsa da, yaşadığı gurur ne kadar açık değil mi?Evet, yeteneklidir. Evet, yüzlerce, hatta binlerce çocuk arasından seçilmiştir. Dev-şirmeciler, ‘kıyafet ilmi’ sayesinde doğuş-tan gelen yeteneği ve zekâyı da, karakter özelliği olan dürüstlüğü ve hatta çalış-kanlığı da yüz ve vücuda bakarak seçecek donanıma sahiptir. Ancak fakir köylü ço-cuklarından asırlarca aşılamayacak nite-likte mimarlar, nakkaşlar, sedefkarlar, şa-irler, bestekarlar çıkaran da, medeniyetin onlara verdiği eğitim ve sunduğu olanak-lar değil midir?

    Sinan’lar Nasıl Koca Sinan Olur?Devşirilen bütün çocuklara ilk iş kırmızı renkli bir aba giydirilir ve bundan böyle ayrıcalıklı olacakları hissettirilir. Devlet, ilk ödülünü vermiştir. Her bir devşirme, bir sürücüye zimmetli-dir. Eşkâl defterine kaydolmuşlardır. Ar-tık koruma altındadırlar. Değerlidirler. Başlarına gelecek herhangi bir şeyin hesa-bı sorulacaktır. Turnacıbaşı ile yola koyulurlar. Günlerce sürecek yürüyüş sırasında, ken-dilerine tanınan ayrıcalığın hem tadına varmaya başlarlar hem de, başlarına ko-nan talih kuşunu kaçırmamak için gayret etmek gerektiğini idrak ederler.Her menzilde kervana katılan di-ğer seçilmiş çocuklarla birlikte, Selçuklu medeniyetinin en güzel kervansaraylarında, hanlarında konaklayacaklardır.Sinan, yolculuk sırasında çocuk-luğunda öğrenmeye başladığı taş işçiliğinin en güzel örnekleriyle karşılaşmış, dünyasının artık Ağır-nas ve Kayseri ile sınırlı kalmayaca-ğını, kat ettiği mesafelerle birlikte ta-nık olacağı güzelliklerin de artacağını elbette keşfetmiştir. Üsküdar’da son bulan yürüyüş de aslında yeniden kültürlenmelerinin, ‘Osmanlı’ medeniyet dairesine da-hil olmak için alacakları eğitimin bir parçasıdır. Hep merak ederim, Üsküdar’dan karşı kıyıya geçmek için bindirildik-leri kayıklar Boğaziçi’nin berrak su-larında süzülürken Sinan’ın ilgisini en çok çeken ilk kez gördüğü deniz

    SİNAN çAĞI

    Sultan POLAT

  • 31EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    mi olmuştur yoksa görkemli kubbesiyle Ayasofya mı?Ne dersiniz; gün gelip o kayıktan onlar-casını içine alacak genişlikte üç kadırga yapıp orduya zafer yolunu açacağı ya da Ayasofya’nın kubbesiye yarışacak, ancak çok daha sağlam kubbeler inşa edeceği kulağına fısıldansa acaba ne düşünürdü?Şurası muhakkak ki, daha o ilk anda; bü-yüleyici yapıları ve doğal güzelliğiyle İs-tanbul, Sinan’ı bir kez daha devşirmiştir.

    En Güçlü İmparatorların Himayesinde Bir Ömür“Acemi Oğlanlar arasından sağlam karak-terlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim,”der-ken hayatındaki değişiklik ve yaşadığı or-tamdan memnuniyetini de ifade eder.Nasıl memnun olmasın ki Enderun’da devrinin en iyi eğitimini almaktadır. Üs-telik daha yolun başındayken bile tercihte bulunabilmektedir.

    Çağdaşları; Floransa’da, Vedenedik’te, Napoli’de zengin bir bankerin ya da tüccarın himayesine girmek için ya-rışırlarken, bütün bir imparatorluğun olanakları Sinan’ın önüne serilmiştir.16. yüzyılın en büyük ve en güçlü imparatorluğunun merkezinde yaşa-maktadır. Öyle bir merkez ki, Sultan 2. Mehmet, şehri fethedip başkenti-ni taşıyalı yalnızca elli yedi yıl geç-miştir. Ve o elli yedi yılda İstan-

    bul, çağının yükselen sanat ve bilim merkezine dönüşmüştür.

    Şehir devletlerini Ortaçağ’ın bağnazlığından ve elbette

    Papa’larının zulmünden kurtarmaya çalışan değer-li sanatkarlar, İstanbul’a gelip padişahların hima-yesine girmek için bir-birleriyle yarışmaktadır.

    Örneğin, Leonardo da Vinci, çok değil daha

    on yıl önce Sultan 2. Bayezıt’a “Ben

    Kulunuz...” diye başlayan bir mektup gön-dermiş ve bu efsane şehre gelebilmek için yeteneklerini övmüş, projelerini sayıp dökmüştür. Tarihin bu en çarpıcı iş baş-vurusuyla ilgili belgeler Topkapı Sarayı arşivlerinde mevcuttur. Avrupa Rönesansının başat isimlerinden Mikelanjelo’nun da aynı arzuyu taşıdığı, çağdaşı ve ezeli rakibinden daha cüretkar olduğu, gizlice yola çıkmak üzere eşyaları-nı toplarken afaroz tehdidiyle alıkonuldu-ğu da kaydedilir. Nedir İstanbul’u sanatkârlar için bu kadar cazip kılan?Elbette güçlü taht, muzaffer ordu, dola-yısıyla güvenlik ve zenginliğin etkisi ilk sıralardadır. Ancak daha da önemlisi, ye-teneğe, emeğe duyulan saygı, gelişme ve eğitime verilen değerdir İstanbul’un muh-teşem çağını hazırlayan. Avrupa’ya yön veren dahiler ve sanatkar-lar İstanbul’a gelmek için can atadursun, payitaht kendi medeniyetini ihya edecek insanları yetiştirmektedir. Bir devlet ki etki alanındaki coğrafyanın en zeki, en yetenekli, en çalışkan ve dürüst çocuklarını seçmeyi ve yetiştirmeyi başa-rırsa, onun önüne kim set çekebilir? Yeniçeri Ocağında Bir SanatkârSinan, 1517 yılında Yeniçeri Ocağı’nda atlı sekbandır. Çaldıran ve Mısır seferlerinde Kayseri’de dört gün konaklanınca ailesini görme fırsatı yakalamıştır. Yavuz Sultan Selim ile birlikte Anadolu’yu baştan başa geçmiş, Şam ve Kudüs’ten İs-kenderiye’ye kadar gitmişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın komutasında Belgrad, Rodos, Mohaç seferlerine katıla-rak bu kez Batı medeniyetinin eserlerine tanık olacaktır. Bu arada gösterdiği yarar-lılıklardan ötürü rütbesi sürekli yüksel-mektedir. Yine Kanuni Sultan Süleyman da Ira-keyn seferi sırasında Kayseri’de dört gün konaklamıştır. Bugün de Ağırnas’ın ve Kayseri’nin gururu olan Sinan’ın ailesi ve doğduğu topraklar ile irtibatı hiç kopma-mıştır.

    Çok geçmeden Reis-i Mimaran-ı Der-gah-ı Ali yani Yüksek Dergah Mimarları Başkanı olur. Kara Boğdan seferinde Prut Nehri’nin bataklıkları üzerine iki hafta gibi kısa bir sürede ahşaptan bir köprü inşa ederek as-kerin geçişini sağlar ve artık Hassabaşı’dır.Yeniçeri olduğu yıllarda Sinan’ı yükselten, ordunun coğrafya nedeniyle karşılaştı-ğı sınırları aşmak için bulduğu hızlı ve sağlam çözümlerdir. Bu yıllar, bir asker olarak savaşırken, mimari birikimini de geliştirdiği yıllardır ki, askeri seferleri eği-timinin bir parçası olarak görüp değerlen-dirmektedir; “Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi göz-ledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için di-yarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkele-rinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İs-tanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak ka-pıya çıktım.”

    İşlevsellik mi Estetik mi?Günümüz mimarlarının sıkça karşılaş-tıkları ve zaman zaman tercih yapmak zorunda kaldıkları bir sorudur; İşlevsellik uğruna estetikten vazgeçilmeli midir?Sinan, askeri bir mühendisken, çevredeki arkeolojik kalıntılar ve mimari şaheserler de gözünden kaçmamıştır. Güzeli görme-ye talimli gözleri elbette taşa kazınan her hikâyeyi okumuştur. Ona göre öğrenmenin yeri yoktur; ister bir saray kubbesi olsun, ister bir harabe. Yapım teknolojileriyle birlikte, zamanın veya insanların verdiği tahribatları göz-lemler. Sinan, ahengin ve mukayesenin olduğu bir çağın insanıdır. En büyüğü, en gör-kemliyi yapmak uğruna, güzellikten ödün vermez. Tezkiretül Bünyan’da bahsettiği gibi, Ayasofya’yı aşmayı elbet ister. Ama

  • 32 EĞİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

    önce güzellikte, bütünlükte aşmalıdır. O nedenle taa Edirne’de inşa edilir Selimiye.Sinan’ın yaşadığı çağda ve çevrede hayat şiir gibi-dir ve şiirle ifade edilir. Devrinin büyük şairlerin-den Bakî, Süleymaniye’nin inşası sırasında bina emini sıfatıyla iki yılını büyük üstadın yanında geçirir.Ustasının,mimarlığın zirvesi olduğunu gören Baki, onu aşamayacağı için, yeteneğini şi-irde ortaya koymaya karar kılar. Açıklıkla ifade etmiştir: “Mimar Sinan’ın taşta yaptığını kelimede yapma-ya karar verdim, ne oldumsa böyle oldum.” Sinan Çağı’nın insanı, haddini ve ufuklarını bil-mekle de mahirdir. Günümüz insanının kendini bilmemekten kaynaklanan maluliyetini aşabil-mesi için 16. yüzyıldan alacağı çok ders var gibi görünüyor.

    Çağlara Meydan Okuyan Bir MimarSinan, cami de inşa eder, hazire de, türbe de, şifa-hane de, kale de, köprü de, gemi de... Hazire, çünkü modernizm henüz ölümü kentin dışına sürmemiştir. Memat da hayatın bir cüzü-dür. Ve tıpkı kul gibi, yeryüzünün şekli gibi, yani toprak gibi; inşa edilen her eser eşsiz, benzersiz-dir.Sinan Çağı’ndan günümüze erişen eserler her ne kadar inşa ettiklerinin ancak yarısına yakını olsa da, onun hiçbir yapısı sağlam olmadığı için ya da zamanın tahribine yenik düşerek yok olmamış-tır. Maalesef üstadın yapıları, doğal nedenlerle değil, daima insan eliyle, hoyratça yıkılmıştır.

    Bazen yerine yeni bir yapı inşa etmek için so-rumsuzca, bazen de bir medeniyetin izlerini yok etme emelleriyle kasten yok edilmiştir. Bugün onun yaptığı bir çeşmeden su içmeyeni-miz yoktur. Köprülerinden geçmiş, hanlarında, medreselerinde kahve içmiş, camilerinde secde-ye varmışızdır.Sinan Çağı’ndan bu yana, bu topraklardan geçip de onun bıraktığı bir eseri görmemiş bir ölümlü yoktur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sinan’ın eser vermediği coğrafyanın Osmanlı toprağı olmadığını” kayde-der. Günümüzde, Sinan’ın bütün eserlerini gezmeyi başaran bir insan, zamanımızın önemli seyyah-larının arasında sayılacaktır.

    Öyleyse, Sinan; dülgerdir, atlı sekbandır, haseki-dir, mimardır, şairdir, filozoftur, mühendistir... Yaşamı boyu taşıdığı unvanlar ve geride bıraktığı eserlere bakarak ona pek çok paye biçilebilir. An-cak hepsinden öte, Sinan seyyahtır. Bağdat’ı, Tebriz’i, Şam’ı, Halep’i, Kudüs’ü, İsken-deri