yÜksek - gazi
TRANSCRIPT
YÜKSEK
LİSANS
TEZİ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALITÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI
MART 2017
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ESİN EKŞİ
TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK
MA
RT
2017
ES
İN E
KŞ
İ T
ÜR
K D
İLİ
VE
ED
EB
İYA
TI A
NA
BİL
İM D
AL
IT
ÜR
K H
AL
K E
DE
BİY
AT
I B
İLİM
DA
LI
TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK
Esin EKŞİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
MART 2017
iv
TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK
Yüksek Lisans Tezi
Esin Ekşi
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
Mart 2017
ÖZET
İnsanoğlu ilk anlarına itibaren birey olarak kendini doğaya hâkim hissetmeğe başladığında
mitlerin ortaya çıktığını görmekteyiz. Birey aklını kullanarak kendinden daha güçlü olay
ya da durumlara çözümler üretmiştir. Mitler aynı zamanda toplumun ahlak düzenini
sağlayan kuralları içermesi bakımından da önem arz etmektedir. İlkel uygarlıkta mitler
ahlakı koruyan, aktaran, dini kuralları güvence altına alan, insan davranışlarını pratik kılan
kurallar içermektedir. Bunlarda bir toplumun dünya görüşü ve inançları bulunmaktadır.
Yalnız bu kurallar sembolik olarak halkın dilinde ve bilincinde yer almaktadır. O
dönemlerde insan zihni soyut olanı somutlaştırma yani anlamlandırma adına eylemlerde
bulunmuştur. Mitoloji denilen olgu aslında insanoğlunun üstesinden gelemediği veya
oluşuna anlam veremediği birçok olaya yönelik çözüm üretme bilincine varmasından
ibarettir. Kimi destan metinleri mecaz ve semboller aracılığıyla mitlerin gizli anlamını
verecek şekilde yüksek bir anlam seviyesi sezdirirler. Bu yüksek anlam ilk bakışta fark
edilmeyen bir gizem içerir ve kahramanın benlik bulma yolculuğunda adeta şifreler gibidir.
Oğuz kağan kendini bulma evresine geçişte bir takım zorluklar yaşamıştır. Tanrısal, siyasal
ve örfi iktidar biçimlerini kendi merkezinde toplayan kahramanımız canavarı öldürmekle,
göğün ve yerin kızlarıyla evlenmekle ve yeni coğrafyalara yayılarak gerçekleştirdiği
fetihlerle kendi benliğini tamamlamış ve Tanrısal, siyasi ve örfi iktidarın tam merkezinde
durma eğilimini göstermiştir.
Bilim kodu : 1170
Anahtar Kelimeler : Mit, gerçek, birey, toplum, ahlak, erdem
Sayfa Adeti : 155
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Pakize AYTAÇ
v
REALITY IN TURKISH MYTHOLOGY
(Master’s Thesis)
Esin EKŞİ
GAZİ UNIVERSITY
INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES
March 2017
ABSTRACT
Humans started to create myth when they formed consciousness. Individual created
solution to stuations which are made powerfull than them by using their mind. Myth
includes rudes which supplys people's order to morat so it present importance in primitive
civilization product the morals transfer protect the religion rules and make prodical to
humans behaviour, include of the rules. Those have a society's vision of world and planets.
Only these rules take plase in people's mind tried to concrete the obstracts. The evenr
called mthyology is actually is that mankind reache to producing solution consciousness
for many incident which mankind can not overcome and is not able to understand its
formation. Some saga texts shadow out high meaning of myths via metaphars and symbols.
This high meaning contains a secret which is not distinguished at firstglance and is almost
like codes that is the travel of finding ego of our character. Oguz Khagan had some trauble
with the stage which is about finding himself. Our character who gethered deific, political
and customary remiges in his own center consummeted his ego by murdering beast and
getting married the doughters of sky and ground and spreading new lands and was tend to
stand at the right place of deific, political customary regimes.
Science Code : 1170
Key Words Myth, reality, individual, society, morality, virtue
Page Number : 155
Supervisor : Prof. Dr. Pakize AYTAÇ
vi
TEŞEKKÜR
Bu çalışmayı hazırlamamda yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Pakize
Aytaç’a (Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Halk Edebiyatı Alanında Öğretim Üyesi)
sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim. Bu çalışmanın Halk edebiyatı alanında faydalı
olacağını can-ı gönülden dilerim.
vii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET .............................................................................................................................. iv
ABSTRACT .................................................................................................................... v
TEŞEKKÜR .................................................................................................................... vi
İÇİNDEKİLER ............................................................................................................... vii
ŞEKİLLERİN LİSTESİ .................................................................................................. viii
RESİMLERİN LİSTESİ ................................................................................................. ix
KISALTMALAR ............................................................................................................ x
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
1.1. Araştırmanın Konusu, Amacı ve Yöntemleri ...................................................... 1
1.2. Mit/Mitoloji ve Türk Mitolojisinde Gerçeklik Olgusunu Araştıran Çalışmalar . 2
İKİNCİ BÖLÜM
KAVRAMSAL ÇÖZÜMLEME
2.1. Mit/Mitoloji Tanımları Kapsamında Gerçeklik .................................................. 23
2.2. Mit ve Mitolojinin Diğer Bilim Dalları İlişkisinde Gerçeklik ............................ 46
2.3. Mit/ Mitoloji- Düşünce/Sanat Akımları İlişkisinde Gerçeklik ............................ 67
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MİTOLOJİ VE GERÇEKLİK İLİŞKİSİ
3.1. Mit/Mitoloji-Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Altay Yaratılış Destanının
Çözümlenmesi .................................................................................................... 79
3.2. Mit/Mitoloji- Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Oğuz Destanı’nın Çözümlenmesi 108
SONUÇ ........................................................................................................................... 145
KAYNAKLAR ............................................................................................................... 147
ÖZGEÇMİŞ .................................................................................................................... 155
viii
ŞEKİLLERİN LİSTESİ
Şekil Sayfa
Şekil 1.1. J. P. Roux’a göre XI. Yüzyıldan önce olmak kaydıyla gök ve yer
kavramlarına bir de yeraltı eklenmiştir. Yeraltı daha sonraları cehennem
olarak algılanmıştır. ........................................................................................ 14
Şekil 2.1. Paris ile Melenous’un karısı Helena’nın Truva’ya kaçışları 12.2.2016
tarihinde alıntılanmıştır................................................................................... 47
Şekil 3.1. Han Ülgen ile Erlik Han’ın karşılaştırılması .................................................. 106
Şekil 3.2. Oğuz Kağan’ın destan süresince geçirdiği evreler ......................................... 112
Şekil 3.3. Oğuz Kağan destanındaki Kozmik âlemi anlatan bir şekil ............................. 118
Şekil 3.4. Türk mitolojisinde yönler her alanda kullanılmıştır. ...................................... 118
Şekil 3.5. Kutup yıldızıyla Oğuz boylarının özdeşleştirilmesi ....................................... 119
Şekil 3.6. Hakan otağlarının yönleri esas alması ............................................................ 125
ix
RESİMLERİN LİSTESİ
Resim Sayfa
Resim 1.1. Zeus’un cezalandırdığı Prometheus ............................................................. 17
Resim 2.1. Savaş devam ederken, kehanetlerin ön gördüğü şekilde Hector'un kardeşi
prens Paris tarafından öldürülebileceği tek yer olan topuğundan
vurularak öldürülür ...................................................................................... 49
Resim 2.2. Gılgamış Destanından Gılgamış tarihteki ilk kral kahraman....................... 54
Resim 2.3. Al kanatlı Pegasus Sanata yansıması ........................................................... 55
Resim 2.4. Zümrüd-ü Anka Sanata Yansıması .............................................................. 55
Resim 2.5. Picasso, Minotaur’un olduğu tablosu........................................................... 56
Resim 2.6. Iron Maiden’in yerel halkı temsil eden bir çizimi ....................................... 57
Resim 2.7. Sisyphus mitinin heykel sanatına yansıması ................................................ 58
Resim 2.8. Veronese The Danaides Heykeli 3lü Kadın ................................................. 59
Resim 2.9. Ixion’un çömlek üzerine İşlenmesi .............................................................. 60
Resim 2.10. Mitolojide sembolizmin kullanılması ......................................................... 76
Resim 3.1. Türk runik yazısında, “Baş” okunan harfin göksel izdüşümü Orion
Takımyıldızıdır. 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır. ................................. 119
Resim 3.2. Mısır Tanrısı Osiris ve eşi İsis ‘i özdeşleştiren Orion ve Venüs yıldızları
12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır ............................................................. 120
x
KISALTMALAR
Bu çalışmada kullanılmış kısaltmalar, açıklamaları ile birlikte aşağıda sunulmuştur.
Kısaltmalar Açıklamalar
A.G.E. Adı geçen eser
A.G.M. Adı geçen makale
BKZ. Bakınız
ÇEV. Çeviren
DER. Derleyen
ED. Editör
MÖ Milattan önce
MS Milattan sonra
ÖZET. Özetleyen
RES. Resim
SF. Sayfa
VB. Ve benzeri.
VD. Ve diğerleri
1
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
1.1. Araştırmanın Konusu, Amacı ve Yöntemleri
Araştırmanın konusu Türk mitolojisi olgusunun gerçekliğidir. Amaç ise hazırlanmış olan
bu çalışmayla hem Türk halk edebiyatına katkıda bulunmayı hem de milli bilinci oluşturan
ana unsurlardan olan mitlere karşı farkındalık uyandırarak Türk halkının davranışlarının
kökenine inmek suretiyle yeni nesilleri bilinçlendirmek ve Türk toplumunun kültürel
temellerini mit gerçekliği kapsamında belirlemektir.
Yüksek lisans çalışmamda Türk mitolojisini bünyesinde barındıran halk anlatılarında yer
alan olay, kişiler ve durumların gerçekliğini ortaya koymayı amaçlamış bulunmaktayım.
Bunun ardından çalışmama kültür öğesi olan mitlerin serbest piyasada işler hale gelmesi
için devam etmek arzusundayım. Kültürel kaynaklar film sektöründe, giyim sanayinde ve
görsel sanatlarda vb. yerlerde icra edilmelidir. Kültürü, bilim, teknoloji ve ekonomiyle bir
araya getiren temel kavram “yaratıcılıktır”. Daha düne kadar birbirinden ayrı bir şekilde
ele alınan “ekonomik yaratıcılık, teknolojik yaratıcılık ve artistik/kültürel yaratıcılık”
olguları, yaratıcılık ekonomisi ya da endüstrileri başlığı altında özerkliğini ilan etmiştir.
Belirtilen olgular arasındaki çok türlü ve zorunlu etkileşim, çağdaş yaratıların ortaya
çıkmasına neden olmaktadır. Hayal etme, karar verme ve çekicilik, bu türden yaratıcılık
faaliyetinin temelini oluşturmaktadır (Özdemir,2009: 78).
Radyo, televizyon, internet kültür mirasından yararlanmaktadır. Kitle toplum kültürünün
yaratıcıları olarak ifade edilen dinamikler kendi ürünlerinin yaratılma sürecinde sözlü
kültür belleği olarak değerlendirilmiştir. Kültürel bellekten hareketle geliştirilecek olan
kültür ekonomisi, sürdürülebilir kalkınma ve hızlı ekonomik gelişmenin temel dinamiği
olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültür ekonomisi alanında gelişmek için dijital arşivlere,
veri bankalarına, sanal yayın ve kütüphanelere, sanal dijital müzelere, otomatik çeviri
sistemlerine, süreklilik kazandırılacak kapalı ağ sistemlerine ihtiyaç vardır(Özdemir,
2009:84-85; İncekara ve Hobikoğlu, 2013: 3).
2
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) 2008 Yaratıcı
Ekonomi Raporu’na göre, 1996’da 227,5 Milyar dolar olan kültürel ürünler
ihracatı,2005’te 424.4 Milyar Dolara yükseldi. Dünya çapında 800 Milyar Dolara yaklaşan
bir ekonomiden söz edilmektedir. Bu ekonominin ülkelerin GSYİH’si içindeki oranları da
giderek yükselmektedir. Örneğin Danimarka’da gıda sektörünün oranı 2.1, emlak
sektörünün oranı 1.0 iken, kültür endüstrilerinin oranı 2.6’dır (Erataş, Alptekin, Uysal
2013:29)
AB ülkeleri arasında özellikle Almanya, bu konuda her geçen gün daha da ön plana
çıkmaktadır. UNESCO gibi kuruluşlar kültür ekonomisi sektöründeki gelişmeleri
gözönünde tutarak kültür istatistiklerini güncellemiş bulunmaktadır. Çin ve ABD gibi
ülkeler bunu ölçmektedirler. AB’de kültür ekonomisi özellikle İngiltere’de yaratıcı
endüstri ve yaratımcı sektör olarak ele alınmaktadır. Hollanda’da kültür sektörünün her
geçen gün büyüdüğü görülmektedir. 2009 yılında Almanya’da kültür ekonomisi 137
milyar Euro sınırını aşmış bulunmaktadır (Şen, 2013: 1).
Çalışmamda Türk mitolojine ait değerlerin kültür piyasasında yer edinmesini sağlamak için
bu değerlerin gerçekliği ve toplum için önemini vurgulamak yerinde olacaktır. Çalışma
disiplinler arası metin merkezli karşılaştırmalı yöntem dikkate alınarak hazırlanmıştır.
1.2. Mit/Mitoloji ve Türk Mitolojisinde Gerçeklik Olgusunu Araştıran Çalışmalar
Mitler insanın doğadan ayrılarak kendi farkındalığının bilincine ulaşması sürecini sembolik
bir anlatım tarzıyla ifade eder. Mitler insanın önce doğaya ve diğer canlılara daha sonra da
diğer insanlar topluluklarına hâkimiyet kurma çabasıdır.
Lord Raglan; Nasıl olmuştu da mit ortaya çıkmıştı? ( …) İlk insanlar öğrenmek isteğiyle
yanıyorlardı, kuşkusuz. Mevsimlerin birbirlerini kovalayışlarını, sayısız yıldızları, ayı ve
güneşi, hayatı ve ölümü düşünüyorlardı (Karadağ,2004:127) demekle insanın şahit olduğu
fakat anlamlandırmak istediği olay ve durumların bir sembolü olarak mitler görülmektedir.
İnsan yaşadığı hayatın amacını ve anlamını sembolik düşünme kabiliyeti ve hayal gücü ile
belirlemek ister. Bu da mitleri oluşturur. Bu anlamda mitler eski insanın yaşayış ve
düşünüş deneyimleridir (Özakpınar,2002:23).
3
Mitler, bir toplumun manevi değerlerini yansıtan dolayısıyla dikkate alınması gereken
anlatılardır. Mitler her zaman insanların zaruri ihtiyaçlarından doğmuştur. Mitlerin,
medeniyetlerin kurulmasından çok önce, belki de insanlar konuşma dilini geliştirmeden de
önce korku ve içgüdülerinin –temelde yatan bilinçaltı ve hayal gücünü– etkisiyle çıktığını
düşünürsek, mitosların en temel ve derin ihtiyaçlardan biri olduğu savını öne sürebiliriz.
Bronislaw Malinowski; Mit, asla bilimsel bilgiyi doyurmaya yönelik bir açıklama değil,
toplumsal gereksinimlere ve isteklere dayalı, pratik gereksinimlere yardım eder, dinsel
gereksinimleri ve ahlaksal özlemleri derinden doyurmaya yönelik eski bir gerçekliğin
yeniden anlatılmasını oluşturuyor. İlkel uygarlıkta mit kaçınılmaz bir işlevi yerine
getiriyor. İnançları yükseltiyor, bir düzene koyuyor, dile getiriyor. Ahlakı koruyor ve
kayırıyor. Ayinin etkinliğini güvence altına alıyor ve insan davranışı için pratik kuralları
içeriyor. Demek ki mit, insan uygarlığı için yaşamsal bir katkı maddesini oluşturuyor (
Malinowski, 1999:105-106)
Bu öyküler bir toplumun dünya görüşünü ve önemli inançlarını temsil ettikleri için, o
toplumun kültürü tarafından değer verilen ve korunan insani deneyimlerin birer simgesidir.
Bu yaşantılar halkın dilinde sembolik olarak ifade edilmiştir.
İnsan algı kanallarından gelen içerikleri sembolik olarak zihinde temsil etmekle kalmıyor o
verilerden soyutlama yaparak kavramlar oluşturuyor ve o verilerin ötesine geçen sonuçları
muhakeme ile çıkarıyor algıya asla girmeyecek şeyleri hayal gücü ile tasavvur ediyor. İşte
insanın sembolik dünyası bu kabiliyetlerle şekillenen bir temsil ve tasavvur dünyasıdır.
Ahlakı yaşatan biyolojinin üstünde kurulan sembolik temsil ve tasavvur dünyasıdır.
Kültür ve medeniyet kavramlarıyla ilgili olarak açıklanan teorik yaklaşımda iki ana öğe
vardır: Birincisi; toplum hayatında düzen, eylemlere yön vererek ve kurallar koyarak
istikrarı sağlayan bir inanç ve ahlak nizamıyla mümkündür. İkinci olarak inanç ve ahlak
nizamı kavramsal düzeyde rasyonel esaslara dayandığı zaman insan zihni muhakemeyle
yeni sonuçlar çıkararak eylemlerini bilinçli gerçekleştirir (Arslanoğlu, 2016:2)
Tanzimat’la birlikte Batı’nın her anlamda örnek alınmıştır. Özellikle Osmanlı
İmparatorluğu gücünü kaybetmeye başladığında, Batı’nın gelişimi kabul edilmek zorunda
kalınmıştır. Bu süreçte mekteplerin kurulması, gazetelerin çıkarılması ve çeşitli alanlarda
4
çeviriler ile bazı türlerde ilk örneklerin oluşturulması ve bu örnekler doğrultusunda telif
eserler meydana getirilmesi Batı’yı tam anlamıyla tanımak ve çizdikleri yolu doğru
anlamak içindi. Araştırılmaya başlanan konulardan biri de mitolojiydi.
Tanzimat’la beraber yüzünü Batı’ya dönen edebiyatçılarımız sadece Batı edebiyatını örnek
almakla kalmamış, aynı zamanda bu edebiyatın ilham kaynağı olan Yunan ve Roma
edebiyatlarına da eğilmeye başlamıştır. (Tökel, 2000: 73)
Tanzimat’tan evvel Türk edebiyatının mitolojiden uzak olduğunu söylemek edebiyatımıza
ömürlerini adayan ilim insanlarımıza haksızlık etmek olur diye düşünmekteyim. Gerek
destanlarımız, gerek masallarımız hatta fıkra ve halk hikâyelerimiz kısacası halkın
oluşturduğu her türlü anlatıda mitolojik unsurlara rastlamaktayız. Yalnız yapılan hata
mitolojinin işlenmesi değil mitolojinin yeterince araştırılmamasıdır. Tanzimat’a kadar eski
Yunan’a ve özellikle mitolojiye mesafeli duran edebiyatçılarımızın ilgisi felsefeden öteye
gitmemiştir. Her ne kadar Fatih Sultan Mehmet’in Yunan ve Latin dillerinde yaptırdığı
tercümeler ile Saray Kütüphanesi’nde bu edebiyatlara dair o dillerde yazılmış bazı
örneklerin bulunduğu bilinse de yeterli olmamıştır.
Bu doğrultuda bir kaynaktan alınan alıntıya göre ; “Müslümanlar, Antik Yunan felsefesiyle
haşır neşir olduğu halde, şiirine ve mitolojisine hiç iltifat etmemiş, çok iyi bildikleri
Eflatun’un Devlet’inden ve Aristo’nun Poetika’sında sık sık adı geçen Homeros’u hep
anlamlı bir sükutla geçmişler.” deniyor. ( Gökçe,2010:15)
Dursun Ali Tökel’in aktardığına göre Tanzimat’tan önce mitolojiden bahseden tek isim
Johan Corion’dan tercüme ettiği Tarih-i Frengi adlı eserle Katip Çelebi’dir. (Tökel, 2000:
73) Hatta son zamanların iddiası ve gerçeği antik mirasın Müslümanlar sayesinde
Avrupa’ya aktarıldığı düşüncesidir. Avrupa’ya Orta çağ boyunca unuttuğu Antik Roma ve
Yunan kültürünü hatırlatan İslam dünyası olmuştur denir. Bizans ve Sasani
imparatorlukları bu kaynakları değerlendirmiş ve Rönesanslarını ilan etmişlerdir. Bir
ülkenin yaptığı fetihler sonrası karşılaştığı başka kültürler ve kendi kültürlerinin yanında
karşılaşılan bu yeni kültürün etkisinde kalınarak oluşturulan karma kültür, kültürlerin
birleşimidir. İslamiyet’le karşılaşan yerli halklar İslam’ı benimsedikleri gibi kendi kültür
ve adetlerini de yeni inancın içine taşımışlardır.
5
Bu bilgilerin ışığında Yunan ve Roma mitolojisi Türk aydınlarının ilgi alanına
Tanzimat’tan sonra girmiştir.
Tanzimat’tan sonra edebiyatımızda ilk defa mitolojiden bahseden müstakil eser ise
Şemsettin Sami’nin Esatir’dir. Şemsettin Sami bu eserin önsözünde mitolojinin tanımını
avam ve havas ayrımıyla ortaya koyar. Buna göre avam yani halkın geneli “manevi
cisimlerin güya tasvirleri niyetiyle yapılmış heykellere tapınmaktadır.” (Sami, 2007: 221)
Ancak havas ve dolayısıyla şairler bunlarla neyin ifade edilmek istendiğini anlamış ve
eserlerinde bunlardan faydalanmıştır. Bu açıklamaya göre mitolojinin edebiyattaki
kullanımı imgeler üzerinedir ve dolayısıyla yapılan bir duygu, düşünce veya kabulün
objektivasyonudur. Objektivasyon: varlığı henüz düşüncede olan bir şey ile varlığı bilinen
bir nesnenin bütünleştirilmesidir. Mitsel bir ögenin objektional bir surette anlatımı, o
mitsel ögenin anlatının bizatihi konusu olduğu anlamına gelir. Fakat objektivational bir
biçimde kullanılan mitsel bir figür anlatının bizatihi konusu değil, anlatılmak istenenin
imgesi ya da sembölüdür. ( Tökel,2006:77)
Aslında ilkel insanın da yaptığı tamamıyla buydu. Yaşadıklarını, tanık olduğu olayları,
anlamlandırmakta güçlük çektiği olguları bir sebebe bağlayarak onları daha anlaşılır hale
getirmekti.
Yine dönemin ünlü yazarlarından Ahmet Mithat Efendi mitlerin gerçekliği hakkında
şunları ifade etmektedir. Ona göre: “… Bunlarda kuvve-i uluhiyye ve rububiye olmadığını
erbab-ı mütalaa’ya ihtar bile iktiza etmez. Bunlar bir takım zevat-ı muhayyeledir ki kimisi
şecaate nispet edilerek (şecaat ilahı) ve kimisi hüsn ve cemale isnat edilerek ( hüsn ilahesi)
namıyla yâd olunmuştur. ( s. 183) sözleriyle hikâyelerdeki kahramanların ilahi olmadıkları
ve nasıl isimlendirildiklerinden bahseder. Ahmet Mithat “Ahmet Metin ve Şirzat”
hikâyesinde Nikolsen adlı kahraman mitolojinin “birer kocakarı masalından ibaret
olduğunu söyleyince, mitolojinin müdafaasını Ahmet Metin’le yapar.” ( Okay, 1991:247)
Vakıa pek zahir halde ve pek sathi bir suretle onlara benzer ise de kendimden beri birçok
milletlere mu’tekadat ve diyanetlerinin esasını teşkil etmiş ve edebiyat ve hikemiyat
mevzularına temel atmış ve hala dahi Avrupa gibi müterakki ve mütekadim bir kıt’ada
sakin ve üç dört kavmiyet ve lisan-ı mühimme münkasım ahalinin edebiyat ve sanayi-i
6
nefsiyyelerinin ruhu olmak ehemmiyetini muhafaza eylemekte bulunmuş olan esatir’ül
evvelinin öyle tandır başında uydurulmuş masallara teşbiye edilmeyeceği gayretini ele aldı.
(A. Mithat,1309:314)
Ahmet Mithat Efendi’nin de dediği gibi Batı, mitolojisini oldukça iyi kullanmaktadır.
Aydınlanma döneminde mitin gerçeklik boyutunun bulunmadığını ve tarihi bir alanda
kullanılmaya yeterli olmadığı iddia edilmiştir. Ancak aydınlanma sonrası dönemde
özellikle Romantiklerin de etkisiyle mite yaklaşım değişmiştir. Aydınlanma dönemine
tamamen ters bir yaklaşımla mitin şiir gibi, hakikat ve hakikate eşdeğer olarak kabul
edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Mitlerin önemini vurgulamak için tarihe ve bilime
katkısının büyük olacağından bilimi ve tarihi bütünleştirici rol oynayabileceğinden
bahsedilmiştir. Mitleri önemsemek ve onların toplumun ahlak nizamını sağlayan derin
kurallar içerdiğini fark etmek bir millet için devrim niteliğinde yenilikler getirilmesini
sağlayacaktır.
Sosyal devrim yeni bir hayat yaratmak demektir ki bu da yeni iktisat, yeni aile, yeni sanat,
yeni felsefe, yeni ahlak, yeni hukuk ve yeni siyaset demektir. Yeni bir hayat, o hayatı
özlenir yapan yeni değerlerle mümkündür (Özakpınar 1999: 5)
Yeni değerleri, hayatın her alanına ilişkin incelemelerle bulmak gerektiğini düşünen Ziya
Gökalp, hiçbir araştırıcının kendi hükümlerini kesinmiş gibi ileri sürmesini istemiyor ve
yeni değerlerin evrimle yani başlangıcı irdelemekle (mitleri anlayarak) ortaya çıkacağını
söylüyordu.
Ziya Gökalp, daha Diyarbakır'daki ilk mücadele günlerinde, toplumun geleceği ile ilgili
"ülkü"yü, bir hayal dünyası gibi uzaklarda görür; fakat hayatına anlam verecek kadar
yakınında hisseder. İflasın eşiğine gelmiş devlet, daha yüksek bir toplum hayatı kurularak
kurtarılmalıdır. Bu hisle o, belirsizliğiyle daha da çekici olan ülküye hayatını adamıştır.
Onun ne olması gerektiğini bir taraftan toplum hayatını gözleyerek, bir taraftan da
toplumun tarihini araştırarak belirlemeye çalışır. Toplumun bütün kurumlarını köhnemiş
bulur. Ziya Gökalp bir sosyal devrimcidir.
Fakat devrim niteliğindeki değişiklere ulaşmak için uygun gördüğü yol, halkın
bilinçaltındaki gerçek değerlerin sosyoloji ve tarih incelemeleriyle meydana çıkarılması ve
7
onlara göre reformlar yapılmasıdır. İşte Ziya Gökalp burada mitolojinin önemini kavramış
ve mitolojik çalışmalar yapmaya önem ve özen göstermiştir.
Ziya Gökalp'in, 1911'de Selanik'te çıkan Rumeli gazetesinde ve Genç Kalemler dergisinde
yayınlanan "Turan" şiiri Türk aydınlarını çok etkiledi. Şiirin son iki dizesi Turancılığın
sembolü oldu:
"Vatan ne Türkiye'dir bizlere ne Türkistan.
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan." (Özakpınar 1998:124)
Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak'ta yer alan "Türk Milleti ve Turan" ile "Millet ve
Vatan" başlıklı makalelerde Turan ülküsünü yine işler. Bununla birlikte Ziya Gökalp, bu
ülküyü ortaya atarken, onun gerçekleşme olasılığına bel bağlamaktan çok, siyasi ve askeri
felaketlerle sarsılan ülkede Osmanlıcılığın ve İslamcılığın politik çıkmazının yarattığı
hayal kırıklığını gidermeyi amaçlar. Doğuracağı coşku ile yaşama enerjisi verecek bir
büyük tutkuyu topluma aşılamak ister gibidir. Turancılık, Ziya Gökalp için bir siyasi
program olmaktan çok, Türklük ve tarih bilincini uyandırmanın gerekli bir parçası
olmuştur. "Hars Toplumu, Medeniyet Toplumu" adlı makalede hars dediği milli kültür
kavramı ile medeniyet kavramı arasında ayrım yapar. Kültür sübjektif nitelik taşır;
medeniyet objektiftir. İnançlar, ahlak görevleri, güzellik anlayışı ve ülküler kültür
ögeleridir. Bir milletin kendi tarihinden, sosyal yaşayışından, törelerinden, ahlakından,
toplumsal olaylar karşısındaki duygu ve heyecanlarından, sanatından oluşan ve toplumu
kendine özgü yapan manevi birikimi de "hars" (millî kültür anlamında "kültür") adı altında
kavramlaştırır. Hars yani kültür milletlerin mitolojilerinde yatmaktadır (Özakpınar
1998:125).
Ziya Gökalp, Türk destan ve menkıbelerini bir bütün olarak değerlendirme taraftarı olan
araştırıcılardan olmuştur. O, Türk destanlarını bütün olarak ele alıp müstakil destan
parçaları arasında ilgiler kurma yoluna gitmiştir. Gökalp’e göre, Oğuz Han, Afrasiyab,
Boğaç Han, Şah İsmail menkıbe ve hikâyelerini aynı menkıbenin muhtelif şekilleri olarak
düşünmek mümkündür. Zira adı geçen kahramanların adsız kalışları, evlenmeleri ve
babalarıyla olan mücadeleleri benzerlikler taşımaktadır (Gökalp, 1331:413).
8
19. yüzyılın 2. Yarısından itibaren Türkoloji sahasında en değerli metinleri toplayan
Radloff, Verbitskiy, Potanin ve diğer Türkologların Altay, Yenisey, Yakut ve öteki Türk
boylarının dünyanın başlangıcı hakkındaki bilgi ve kanaatleri Türkoloji çalışmaları için son
derece önemli gelişmelerin başlangıcı olmuştur (Ögel,1989:419-492).
Toplumun istikrarını ve sürekliliğini sağlayan kurallar, belirli amaçlara ulaşmak isteyen
bireylerin ilişkilerini düzenler. Topluma düzen, bireylere huzur veren kuralların kaynağı
bir inanç ve ona bağlı bir ahlak nizamıdır.
Mitlerin insan yaşamındaki bütün hareket ve davranışları düzenleyip insanı yönlendirdiğini
belirten, Kemal Abdullah, mitlerin bir takım yasaklar getirdiğini ve bu yasakların hukuki
ve ahlaki olmak üzere ikiye ayrıldığını düşünmektedir.
Bu yasaklar toplumu tamamıyla kuvvetlendirmek amacı güder. Bununla birlikte bu
yasaklar maneviyat ve yapı bakımından toplumun tamlığını, iç bütünlüğünü, manevi tek
renkliliğini koruyup saklamaya hizmet etmektedir (Abdullah 1997:106-107)
Hayatımızın her alanında mitolojik temalarını görmekteyiz. Bunun ilgi çekici örneklerini
Kenneth C. Davis’in “Don't Know Much About Mythology” (Mitoloji Hakkında Çok
Bilinmeyenler) adlı eserinde görmekteyiz. Davis diyor ki: “Son zamanlarda, sinemalar
Matrix, Nemo, X-Men ve Terminator üçlemesi gibi filmlerle dolu. Bütün bu Hollywood
filmleri efsanevi bir tema çizmekte ve sıklıkla özel mitik kaynaklar içermektedirler (Davis
2006:12). Genellikle tüm bu filmlerde kullanılan efsanevi temalar üzerine çok belirli
mitolojik göndermeler vardır. (Örneğin Matrix Üçlemesi’nde Morpheus, Niobe ve Oracle
isimleri doğrudan mitolojik Yunan karakterlerinden alınmıştır.) Belki bazılarının dünya
çapında en yüksek hâsılat yapan filmler arasında olmaları bir rastlantı değildir. Harry
Potter fenomenini ele aldığımızda- sıradan bir çocuk olağanüstü güçlere sahip olur ve
uçmayı öğrenir. Yıldız Savaşları ‘nın Luke Skywalker’ı ve Matrix ‘in Neo’su örnek olarak
verildiğinde mitolojiyi ne denli sevdiğimize dair güçlü bir kanıt daha elde etmiş olursunuz.
Davis, bu eserde mitin kullanım alanlarının geniş olduğunu kanıtlamak için örnekler
vermeye devam ediyor. Ona göre: “Mitlerin etkisinin diğer bir göstergesi olması için,
sadece takvime bile bakılabilir. Gün ve ay isimleri Roma, İskandinav ve Yunan
mitolojisinden geliyor. Dünya hariç tüm Güneş sistemindeki gezegen isimleri gibi –
9
bunların hepsi Roma mitolojisinden Tanrı adlarıdır - dilimiz mitik geçmişimizden
kelimelerle doludur. “Amazon.com’dan kitap mı satın alıyorsun? Bir çift Nike ayakkabı mı
giyiyorsun? Bir Truva atı virüsünün bilgisayarını etkilediğinden mi endişeleniyorsun? Her
derde deva ilaç fikri seni umutlandırıyor mu? Ya da belki de arachnophobia seni
paniklendirir? “Hipnoz” “morfin” “Golden Fleece” “Herkül’ün gücü” “cüce,” “Tayfun” ve
“kasırga” bu kelimeler mitolojiden gelen kelimelerden sadece birkaçı. Cüzdanında bir
Amerikan Express Kartı var mı? O zaman evden Hermes (ya da Mercury) olmadan
çıkmıyorsun. Çünkü Hermes Yunan ticaret tanrısıdır ve kartın üzerinde onun resmi vardır.
Aynı zamanda iddialarını siyasi boyuta taşıyarak birtakım liderlerin eylemlerini mitolojik
kaynaklı olduğunu ifade etmektedir. Örneğin Hitler’in “arı ırk” düşüncesinin mit kaynaklı
olduğunu iddia etmektedir.
“Mitler tarihte de ciddi bir rol oynamışlardır. Mesela; en önemli tarihsel etkisi 2. Dünya
Savaşı’nda Adolf Hitler’in tüm ülkeyi büyülemek için Alman mitlerinden yararlanmasıyla
olmuştur. Klasik tarih Hitler'in tırmanışını, William L. Shirer'in “The Rise and Fall Of The
Third Reich” adlı eserinde şöyle yazmıştı: “Sıklıkla insanların mitleri onların ruhları ve
kültürlerinin en yüksek ve doğru ifadesidir ve başka yerde Almanya’dan daha doğru
değildir.” demiştir. Shirer Hitler’in sözlerini yenilemiştir: “Kim Ulusal Alman Sosyalistleri
anlamak isterse Wagner’i bilmelidir.” Hitler Wagner’in operasından çok etkilenmiştir.
Wagner operasında Alman kahramanlık mitlerini, pagan tanrıları ve kahramanları, iblisleri
ve ejderhaları canlı bir şekilde çizmiştir. Hitler bu mitlerin, sembollerin derin duygusal
gücünü özünde çok iyi anlamıştı. 1930'larda Nuremberg'de Büyük Eski Alman tanrılarının
devasa heykelleri Nazi kitlesel mitinglerinde önemli bir rol oynadı. Hitler, iktidarı ele
geçirmiş, bunun yanında Almanya’yı üstün ırk yapmak için propaganda imkânlarını da ele
geçirmiştir. (Davis 2006: 13)
Kendi gelenekleri içinde bin yıllar boyunca hevesli bir şekilde kabul görmüş kadim
mitoloji, etkilediği çağın sahip olduğu zihinsel algının beslediği imgelerle bir bütünlük
içinde harmanlanmıştır. Bu imgeler, basit ve anlaşılabilir bir biçimde de işlenmiş olabilir;
karmaşık bir yapıya da sokulmuş olabilir. Sonunda hepsi bir biçimde, başlangıcın ve
sonucun ifade edilmesi bağlamında birleştirilirler. İmgelerin şiddeti, günümüze yansımaları
bakımından etkin bir biçimde hissedilmektedir. İmgeler biçiminde ortaya konulan
düşünceler, ortak semboller üzerinden bir insan fikrini açıklamaya, bu noktadan da ortak
10
bir bilincin yaratım sürecini nasıl etkilediğine gönderme yaparlar. Örneğin, Tanrıların
ölümsüzlüğü aslında insanoğlunun çaresiz bir biçimde ölüme yenik düşeceğinin bilincine
varmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, mitosların çoğunda Tanrılar her zaman insanlara
meydan okur, insanlar ise Tanrılara boyun eğerler. Bu açıdan incelendiğinde, rasyonel
aklın katı, eleştirel tavrı karşısında bir nevi düşünce tarihinden soyutlanırlar. Ancak bu
mitosların rasyonel, felsefi sistemlerin ortaya çıkışından çok önce yaratılmış olmaları
unutulmamalıdır. Bir biçimde varlar ve bir düşünce etkinliği olarak günümüze değin
aktarılmış olmaları sebebiyle de gerçekler. Bazı mitoslar, gündelik yaşamın gerçekliğini
yansıtan bir anlatım ve aktarım değeri taşır.
Mitler de masallar, destanlar, halk öyküleri gibi halkın ortak yaratılarıdır ve bu ürünler
bilinç ve bilinçdışının karşılıklı etkileşiminden meydana gelmiştir. Yüzyıllar boyunca
yaşanmış ve tecrübe edilmiş deneyimleri barındırır mitler. Eski insanın yaptıkları,
yarattıkları günümüze kadar canlılığını korumuş, dikkate alındığı takdirde birçok problem
çözmede bize fayda sağlamıştır. Yapmamız gereken mitleri önemseyip doğru anlamaktır.
Bu şekilde insan bilincinin gelişimini takip edebiliriz. Doğada insanı hayvanlardan ayıran
en önemli şey bilincinin gelişimini sağlamaktır. Nesnelikten özneliğe geçişin ilk adımı
bilinçlenmektir. İnsan bilinci sayesinde güçlenecek, özgürleşecek ve yaşadıklarını
aktararak tarihini zenginleştirecektir. İnsan bilincinin temelleri mitlerde atılmıştır. Temel
olmadan yapılan bina sağlam olmaz. Bu sebeple günümüzde edebiyat, psikoloji, sosyoloji,
antropoloji, felsefe vb. ilimler hakkında yapılan çalışmaların kaynağı mitler olmalıdır.
“Mitoslar usdışı olsalar da gerçeğin yolunu açarlar. Çünkü daima üstü örtülü olarak
anlatmak istedikleri bir gerçek vardır. Mitoslar, temel ve içsel gerçekleri şifreli biçimde
taşıyan ve açıklayan alegorilerdir; bu nedenle genellikle herkese teslim olmayan inisiyatik
ve aşkın bir niteliği vardır. İlkel insanın ‘başlangıç’a, kökenlere ve arketiplere duyduğu
özlem en açık biçimde mitoslarda dile gelir. Mitos her zaman ibret dolu öyküler çağında,
başlangıç zamanlarında gerçekleşmiş bir olayı anlatır; bir yaratılışın, bir oluşun öyküsüdür
ve insanı dünyanın başlangıç çağlarına geri götürür (Tecimer, 2005:90).
Hayal gücünün zengin ifade gücüyle, t ab ia t olaylarını vurgulayan bu simgesel anlatıların
aynı zamanda insanlık için kutsallığı vardır. Bu sebeple, ne denirse densin m i t o s l a r ı n ,
çok eski zamanlardan bu yana kulaktan kulağaya yayılarak, kimilerinin de bazı kişiler
tarafından kayda alınarak, günümüze ulaşmış olduğu ve bu süreçte birbirlerinden
11
beslenerek zenginleştiği bir gerçektir. Eldeki kaynaklara bakıldığında ise mitosların,
büyük bir çeşitlilik içinde, evrenin ve insanın yaratılışından, doğa güçlerinin birer dev
olarak türettiği Tanrılara kadar pek çok soruyu yanıtladığı ve toplumsal inançların hangi
yönde seyrettiği gibi konularda da uygarlık tarihine ışık tuttuğu doğrulanmaktadır.
Levent Yılmaz, “Antik Dünya ve Geleneksel Toplumlarda Dinler ve Mitolojiler
Sözlüğü”nün ilk sayfasında mit ile ilgili şu görüşlere yer vermektedir: “En eski zamanlara
ait olan, insan topluluklarının aktara aktara bugüne getirdiği, insanların, şehirlerin,
dünyaların, Tanrıların ve evrenlerin nasıl ortaya çıkmış olduklarını anlatan hikâye,
hikâyeler, bu süreçte başka işlevlerde yüklendiler. Evreni, dünyayı, Tanrıları ve insanı, yani
açıklanamaz olanı anlatıp açıkladılar. Bununla kalmayıp inandırdılar, bu inanışın
gerektirdiği davranışları belirleyip kurumsallaştırdılar. İnsanlar arası ve “bu ve öteki”
dünyalar arası ilişkileri düzene koydular. Geçmişten geldiler; ama hep bugüne ait oldular.
Anlattıkları olayların özel olan yanları silindi, unutuldu. Hep daha fazla genelleştiler,
bugün de yaşayanlar için örnek haline geldiler. Ancak dikkat edilmeli, bu hikâyeler mit
adını almadılar, bu ad altında sınıflandırılıp ona göre anlamlı kılınmadılar. Bu hikâyelere
inanıldı. Nasıl ve niye inanıldığı da ayrı… Bu inanışın hakiki olup olmadığı da sorulabilir.
Fakat toplumlar bu hikâyeleri anlattı, aktardı. Anlatır ve aktarırken, toplumda oluşan yeni
ağırlıklara göre hikâye farklılaştı, değişti. Yeni kesintiler eklendi, kimi kesintiler atıldı.
Toplumların örgütlenişi ve sürekliliği açısından bu hikâyeye inanış ve kendiliğinden
olduğu ölçüde hikâyede var oluşunu sürdürdü. Hikâyenin anlattıklarının gerçek olup
olmadığı, kanıtlanıp kanıtlanmayacağı “acaba” kipinde dahi düşünülmedi. Oysa bir an
geldi, toplumların ağırlık noktaları, değerleri ve düzenleri, iç ya da dış, bir takım etkenlerle
farklılaştı. Değişim keskindi kimi kez, işte o zaman, hikâye öldü. Hikâye, hikâyeye artık
inanılmadığı için öldü. “Doğru değil” dendi: Oysa “hikâye doğru değil” demek, aslında bir
başka doğru hikâye olduğunu söylemek de demekti. Mythos işte bu doğru olmadığı
söylenen hikâyeye Yunanlıların verdikleri ad (Bonnefoy, 2010: 78).
Modern dünyada mitler, imgeleme alanı bulduğu gerçekliğin bir parçası olarak
algılanmalıdır. Hiçbir gösterge anlam birimi olamadan hareket edemez, her gösterge
anlama bağlıdır. Kendi başına anlam kazanmaktan ziyade zihnin ona anlam yüklemesi
gerekir. İşte mitler de bulundukları zaman ve şartlara göre anlam kazanmışlardır. Onları bu
zamanın şartlarına göre değerlendirmek geçmişimize haksızlık olur. Eski insanımızın
hiçbir şey yaşamadığını, hiçbir şey düşünmediğini iddia etmek bir yanılgı olacaktır.
12
Roland Barthes, yukarıda bahsettiklerimizi destekler nitelikte şunları ifade etmektedir.
“Mitoslar, kitle kültürünün dili, gizli mesaj taşıyıcılarıdır. Bir mitos, sosyolojik ve tarihsel
bir çözümleme niteliği taşır. Mitos incelemesi aynı zamanda kültür incelemesidir.
Dolayısıyla mitos çözümlemesi, görünür olanın altında yatan, görünür olmayan bir referans
alanına göndermelerde bulunur.
Mitolojik temelli eski tabuların, çağdaş bilimler tarafından dejenere edilmeye başlamasıyla,
geçmişten gelen ve sıkı sıkıya tutunulan manevî değerler bozulmakta; bu değerlerin çöküşe
geçmesi ve insanın bağlarından kopuk şekilde aidiyetsizlik yaşaması ise, çağdaş dünyanın
her yerinde ahlaksızlığı ve suç olaylarını, akıl hastalıklarını, intiharları ve uyuşturucu
bağımlılıklarını, yıkılan yuvaları, sokak çocuklarını, şiddeti, cinayet vakalarını ve
umutsuzluk, çaresizlik gibi depresif duyguları hızla arttırmaktadır. Bu nedenle, geleneksel
olarak mitsel varlıklara ve olaylara gerçekler olarak bakılmalı ve bu, böyle öğretilmelidir.
(Segal,2006:116) Segal’in dediği gibi mitler safsatadan ibaret değil aksine yaşadığımız
dünyayı anlamlı kılmanın yollarını gösteren gerçeklerdir.
Mitoloji denilen kültür kodlarının milletlerce önemsenmesi sosyal, psikolojik, ekonomik vb.
birçok sorunun çözüme kavuşmasını sağlayacaktır. Toplumun sosyal ve psikolojik açıdan
ideal boyutlara ulaşmasında en zaruri olarak evliliklerin doğru ve düzeyli olması
gerekmektedir. Evlilik ruhani kimliğin kabul edilmesidir. Ayrı iki çiftin birleşmesidir İkinin
bir olmasıdır. Doğru insanla evlenerek Tanrı’nın ete kemiğe bürünmüş imgesini yeniden
inşa ederiz ve evlilik de budur. Evlilik ikinin bir olması demektir. İki bedenin tek beden
olması demektir. Evlilik yeterince uzun sürerse ve sürekli kişisel kaprisler yerine ona rıza
gösterirseniz, bunun gerçek olduğunu fark edersiniz, işte o zaman iki gerçekten bir
olmuştur. Utanılacak bir durum olduğunu düşünmüyorum yeri geldiği için değinmek
istedim. Evet, evlilik ruh eşini bulmaktır. İkinin bir olmasıdır. Cinsel anlamda birleşmede
iki ayrı vücudun bir olmasıdır. Yüce yaratan da bunu bu şekilde istemiştir.
Evliliğin bu kutsal yükümlülüğünü anlayamayan ve birbirini benimsememiş, sadece şahsi
çıkarlarını düşünerek yapılmış maddi kaynaklı evlilikler ilerleyen zamanlarda ciddi
problemlere sebep olmaktadır. Kişisel menfaatler ve gereksiz kıskançlıklar yüzünden
evlilikler henüz taze bir fideyken yetişip serpilememekte, kökünden yok edilmektedir.
Hâlbuki hayat denilen bu geçici dünyada eski insanlarımız dünya malının ve saltanat
hevesinin ne kadar geçici olduğunu, aslolanın maneviyat olduğunu yüzyıllar öncesinde
13
destanlarda, halk hikâyelerinde, masallarda belirtmişlerdir. Hayatın her anlamda güzel ve
yaşanabilir olmasını sağlayan insanın kendisidir. Bakınız ki paranın miktarının azlığı veya
çokluğu insanı belli bir zaman mutlu etmektedir. Önemli olan ruhun arzu ettiğini
bulabilmekte… “Mutluluğumuzun peşinden gittiğimiz zaman kendimizi aslında hep orada
var olan ve size bekleyen bir yola sokuyorsunuz; yaşamanız gereken hayat, yaşadığınız
hayat oluyor. Nerede olursanız olun – mutluluğunuzun peşinden gidiyorsanız, her zaman o
canlanmanın içinizdeki o hayatın tadına varırsınız.“ diyen Joseph Campbell’ı örnek
gösterebiliriz (Campbell 2013: 63)
Toplumun üretkenliğe geçmesiyle, yaklaşık on bin yıl önce tarımın keşfiyle birlikte yeni
bir besin kaynağı ortaya çıkar. Böylelikle aşkın olan, kutsal olan kendini başka bir doğa
gerçekliğinin içinde sunar. Örneğin bitki tohumlarının meyve vermesi, tanrısal bir
birleşmenin örneği olarak kabul edilir. Bu kutsal evlilik imgesinin ilk örneğidir. Toprak,
dişil karakterlidir. Çünkü toprak, doğurgandır ve verendir. Gökyüzü, erkek karakterlidir.
Çünkü o doğurganlığı destekler ve özün sahibidir. Örneğin erken neolotik çağ mitoslarında
yağmur, toprağın ve göğün cinsel birleşmesiyle oluşur. Bundan dolayı o çağda, çiftçiler
tohum ekimi sırasında yaptıkları birleşme ayinini bir kutsal törene dönüştürmüşlerdir.
Türün devamının sağlanmasında temelde göksel gücün varlığı esas alınıyordu. Buna örnek
olarak Oğuz’un ilk eşinin kutsal bir ışıkla gökyüzünden indiğini verebiliriz.
“Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan, bir yerde Tanrı’ya yalvarmaktaydı. Karanlık bastı.
Gökten bir ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve gördü
ki, o ışığın içinde bir kız var. Yalnız oturuyor. Başında ateşli ve parlak bir taç bulunuyordu.
Kutup yıldızı gibiydi. O kız öyle güzeldi ki gülse gök gülüyor, ağlasa gök ağlıyordu. Oğuz
Kağan onu görünce aklı gitti, sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğine sahip oldu.”
Oğuz Kağan Destanı’ndan verilmiş bu bölümde, bireye kutsiyet atfetmek için gök motifi
kullanılmıştır. Oğuz Kağan gibi bir kahramanın elbette karısı ve çocukları da onun gibi
kutsiyet sahibi kişiler olarak gösterilecektir. Gökyüzü, yüce yaratıcının bulunduğuna
inanıldığı yerdir. Oğuz’un ilk eşinin gökyüzünden geldiğine inanılması bu sebeptendir.
Oğuz’un ikinci eşi yeri temsil eden ağaçtan gelecektir. Yer ve gök sembolleri Türk
kozmogonisini oluşturan önemli kaynaklardır. Oğuz kağan destanını incelerken bu
gerçekliklere daha detaylı değinilecektir.
14
Şekil 1.1. J. P. Roux’a göre XI. Yüzyıldan önce olmak kaydıyla gök ve yer kavramlarına
bir de yeraltı eklenmiştir. Yeraltı daha sonraları cehennem olarak algılanmıştır.
Bender, Türklerde mitolojinin doğuşunu şu şekilde ele almaktadır: Toprak sisteminden
sonra insan gökyüzünü de merak etmeye başlamıştır. Ona yağmurları taşıyan bulutların,
zaman zaman patlayıp çatlayan yıldırımların, şimşeklerin, gündüzünü aydınlatan güneşle
gecelerini parlatan Ay’ın durumları ilginç gelmiştir. Yerin sarsılması, lavların fışkırması,
tufanlar insanoğluna yaşadığı gezegende yalnız olmadığını söylüyordu. Doğaüstü güçler
böylece Antikçağda inançların ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Doğa olaylarına
“olağanüstü güç” gözüyle bakılarak, doğaüstü her güce Tanrılık, Tanrıçalık sıfatı layık
görülmüştür. Güneş Tanrısı, Ay Tanrısı, Su Tanrısı, Bereket ve Bolluk Tanrısı, Savaş
Tanrısı gibi Tanrı ve Tanrıçalar sıralanıp gitmiştir. Bu yüzden çoktanrılı dinlere doğa
dinleri de denilebilir. Güneş, Ay, yıldızlar Tanrı oldukları için onları kutsamak, onlara
kurban ve adak sunulması gerekiyordu. Tanrı ve Tanrıçalar için mabetler yapılmalıydı.
Onlara özel törenler düzenlenmeliydi. (Bender, 2007: 16).
Evrenle ilgili olan simgelerden biri de Lotus ( Nilüfer) çiçeğidir. Bu simge Uygur ve Budist
metinlerde görülmektedir. Uygurca yazılmış çeşitli efsanelerde, masallarda ve hikâyelerde
karşılaşmaktayız. Lotus çiçeği yeniden doğuşu, dirilişi, yaratılışı, kâinatı sembolize etmektedir.
Budist kozmolojisinde her yersularla kaplıyken toprak Lotus’un üzerindedir. Lotus temizliği,
evrenin seslerini, ölümsüzlüğü, oluşları, sayıları sembolize eder.
Evreni simgeleyen şekillerden birisi de Mandala’dır. Kozmolojik merkez anlamında
kullanılan mandala Türk mitolojisinde yeryüzü ve hükümdar şehri planlarıyla da ilişkilidir.
Samsara ise varoluş tekerleğidir. Dünyeviliği sembolize eder. Doğum ve ölüm gibi her
şeyin bir başı ve sonu vardır. Türk mitolojisinde yer alan, yeryüzünün oluşumu ve insanın
yaratılmasıyla ilgili mitos şöyledir:
GÖK
YER
YERALTI
15
İlk çağda durmaksızın yağan yağmur sele yol açıyor, dört bir yanı suyla dolduruyordu. Bu
yağmur suları Karadağcı dağında bulunan bir mağaraya sızarak buradaki yarıkları
doldurdu. Bu yarıklar insan biçimindeydi ve onun içinde bulunan su ve toprak balçığa
dönüşmüştü. İşte o zaman güneş güçlü ısısıyla balçığın nemini kuruttu ve yarıkların içinde
kalıplaşmasına yol açtı. Ardından dokuz ay rüzgâr esti. Böylece mağara yarığından Ay
baba olarak bilinen Ay Atam adında bir insan doğdu (Gezgin, 2009: 74).
Mitolojide Tanrı Ülgen’e Ak Ana’nın “yaptım oldu” demesiyle yer ve göğün yaratıldığı
görülür. Bunları söyleyen Tanrı Ülgen olanlar karşısında bir şaşkınlık duymaz. Bu
olağandışı, büyüsel unsurlar hayatın hakikatinden farksız biçimde görülür. Mitte
kahramanların şaşkınlık duymadıkları diğer bir motif de dünyanın üç tane balık tarafından
taşınmasıdır. Ayrıca altı günde yaratılmıştır. Bu motifler ilk insanların dünyayı
anlamlandırma düşüncelerinin sonucunda oluşmuş, kutsal nitelik taşıyan inançlarıdır. İlk
insanlar bu olaylarda bir mantık aramamış, büyüsel niteliğe sahip bu olaylara hayatın
gerçekleri olarak bakmışlardır. (Bars, 2013:219)
Ebru Onay milli folklor dergisinde yayımladığı bir yazısında bu düşünceyi destekler
biçimde ifadeler vermiştir. Ona göre; büyülü gerçekçi metinlerde kahramanlar olağanüstü
bir şey gördüklerinde bu duruma şaşırmaz ve bunu yadırgamazlar. Olağanüstü olan
garipsenmez, aksine sıradan olanın dil oyunlarıyla, kurgulanış biçimiyle sıra dışı hale
getirilir (Onay, 2011:221).
Yine bunu destekler nitelikte görüşlerini ifade eden Toyman; “büyülü gerçekçilikte
mucizeler ve olağanüstü olaylar, alışılagelmiş olaylar biçiminde algılanır. İnsanların,
yaşadığımız dünyanın geçerli yasalarının ötesinde özelliklerle donatılmış olduğu, gizem
dolu bir dünyayı ifade eder. Bu özelliğe sahip olan kurgular, hayatta gerçekleşmesi
imkânsız olan durum, olay ve kahramanları, itibari âlemde normalmiş gibi gösterir.
Gerçeği ve fantastiği birleştirerek her şeyi doğal bir şeklide sunar. Böylelikle sıradan
olayları gerçek dışı bir masal gibi anlatır.” demiştir ( Toyman, 2006:26).
Büyülü gerçekçilikte, fiziksel ve metafiziksel iki dünya birleştirilir. Büyülü gerçekçilikte
birbirine aykırı iki boyut okuyucuyu şaşırtmadan kaynaştırılır. Karaorman Tatarlarında
ateşin bulunuşunu anlatan aşağıdaki mitte bu nitelikler göze çarpar. Bu mite göre Kuday
insanı yaratır. İnsanı soğuktan korumak amacıyla ateşi bulması için Ülgön’in üç kızını
16
yollar. Kızlar ateşi bulamaz. Tanrı Kuday kızların yanına gelirken sakalına takılır, düşer.
Ülgön’ün kızları buna güler. Kuday kızarak geri döner. Yolda giderken kızların taşın
keskinliğini ve demirin sertliğini bulamadıkları halde kendisine güldüklerini söyler. Üç kız
bu sözleri gizlice dinler ve sonunda taşın keskinliğinden ve demirin sertliğinden
yararlanarak ateşi bulurlar ( Seyidoğlu, 2005:52-53).
Bu olağandışı durum yani taş ile demirin sürtünmesinden ateşin bulunması hali gerçeklik
boyutu ile metne sokulmuştur. Ustalıkla gerçeklik ile olağandışı arasında bir denge
kurulmuştur. Olayların kahramanlarında yaşananlar esnasında ve sonrasında herhangi bir
şaşkınlık yaşanmaz. Hatta dinleyiciler bile anlatılanlara gerçek olmadığına dair tepki
göstermez. Anlatılan bu olaylar sıradan hayatın bir unsuru gibi algılanır, bu da şunu
gösteriyor ki ilkel dediğimiz insan sıra dışı ile olağanı çok iyi sentez etmiştir.
Yunan Mitolojisi’nde de anlatılan birçok efsane günümüz gerçeklerini içerir. Yine buna
benzer bir örneği Yunan Mitolojisinden verebiliriz: Prometheus, Tanrılar’dan önce varolan
Titanlar’dan İapetos’un oğludur. Zeus’un bir kuzenidir denilebilir kendisi için kile şekil
vererek ilk insanları yaratan olarak geçmektedir. Oysa Hesiodos’un Theogonia isimli
eserinde, insanın yaradılışı bu şekilde anlatılmamıştır. Hesiodos’a göre Prometheus ilk
insanın yaratıcısı değil, velinimetidir.
Efsaneye göre; Prometheus, bir kurban töreni sırasında, kestiği sığırın etlerini ve iç
organlarını hayvanın işkembesine sararak derisinin altına, sıyrılmış kemikleri ve arta kalan
kısımları da içyağına sararak Zeus’a sunar. O’na kendi payını seçmesini ve diğer kalan
payı da insanlara vereceğini söyler. Zeus iç yağına sarılmış olanı tercih eder, tabii yağı
kaldırdığı an kemikleri görecek ve Prometheus’un onu bu şekilde aldatmasına kızacaktır.
Bu durum üzerine Zeus, insanlara ateş göndermemeye karar verir böylece eti
pişiremeyeceklerdir. Fakat insanları her zaman destekleyen Prometheus, Hephaestios’un
ocağından çaldığı ateşi insanlara yollar. Bir başka anlatıma göre Prometheus bu ateşi,
güneşin tekerleğinden çalmıştır.
Prometheus’un kendisini aldatmasına ve insanlara verdiği cezayı hiçe sayarak onlara
yardım etmesine kızan Zeus, Prometheus’u Kafkas Dağları’na zincirlemiştir. Ayrıca bir
kartalı da Prometheus’un ciğerini yemesi üzerine başına musallat etmiştir. Kartal her gün
17
Prometheus’un yanına geliyor, karaciğerini yiyor ve ertesi gün karaciğer yeniden
oluşuyordu.’ Prometheus daha sonradan Heracles tarafından kurtarılmıştır.
Resim 1.1. Zeus’un cezalandırdığı Prometheus
Kaynak:(http://ozlemmozmen.blogspot.com/2012_06_01_archive.html) 10.12.2016 tarihinde alınmıştır.
Efsane ilk bakıldığında, insanın ateşle tanışmasının öyküsü veya en basitinden
Prometheus’un cezalandırılmasının öyküsüymüş gibi algılanmaktadır. Tabii ki efsane
bunları da içermektedir. Ama günümüz gerçeklerine baktığımızda, buhikâyedeki en önemli
unsurun ‘Karaciğerin Yenilenmesi’ olduğu kanısına varmaktayız. Günümüzden 2700 yıl
önce karaciğerin bu özelliği biliniyormuşçasına bir efsane anlatılmıştır. Belki bu gerçek ilk
defa bu efsane içerisinde belirtilmiştir, belki de bilinen bir gerçek kullanılarak efsaneye bir
detay katılmıştır.
Mitler ilk insanlar için gerçekte olan olayları anlatır. Bu hikâyeler onlara göre gerçektir.
İlk insanlar yaşamları boyunca karşılaştıkları her nesnenin canlı olduğuna inanırlardı.
Tabiattaki her unsurun bir ruhu olduğu söylenirdi. İşte bu sebeptendir ki bizim hayal ürünü
kabul ettiğimiz şeyler atalarımız için kutsal ve gerçekti. O dönemde yaşayanlar için
mitolojik olaylar tam anlamıyla gerçektir. Çünkü mitler sosyal hayatı düzene sokan ahlaki
kuralları da içermektedir. Bu kuralları belirleyenin Tanrı olduğunu düşündükleri için mitler
ne anlam içerirse halk ona göre davranır ve yaşardı. Mitler inanç içeren öğütlerdir. Onlar
sadece tarih öncesinde yaşamış kişilerin hayal ürünleri değil, çevrelerinde karşılaştıkları
olayların onlara göre yorumlarıdır. Mitler yaşadıkları bağlamlarda kutsal ve gerçek kabul
edilmişlerdir.
18
B. Malinowski şöyle diyor: “Mit, bilimsel bir merakı gidermeye yönelik bir açıklama
değil; ancak bir ilk gerçeği yeniden yaşatan bir anlatıdır. İlkel uygarlıklarda mitin
vazgeçilmez bir işlevi vardır: inanışları dile getirir, belirgin kılar ve düzene koyar, ahlak
ilkelerini savunur ve onları zorla kabul ettirir, rite ilişkin törenlerin etkililiğini kesin olarak
sağlamayı üstlenir ve insanın uyması için yarar sağlayıcı kurallar sunar. Demek ki mit,
insan uygarlığının temel bir öğesidir, boş olaylar dizisi değildir. Tersine sürekli
başvurulacak olan yaşayan gerçekliktir. Soyut bir kuram veya imgeler gösterisi değil, ilkel
dinin ve pratik bilginin gerçek bir düzenlemesidir. Malinowski, 1999: 105-106)
Mitler her zaman herhangi bir noktada insanı ilgilendiren hayat hakikati ile karşılar ve onu
kendine has bir şekilde açıklar. (Bayat, 2005:86)
Mitler Tanrılarla ilgili hikâyeler ya da kahramanların maceralarından öte daha çok dünya
düzenini ilgilendiren bir durumdur. Bu sebeple eski insanların dünya düzeniyle ilgili ne
düşündüklerini, neler tasarladıkları ancak mitler sayesinde öğrenilebilir.
Mitolojinin ekseni, kaos’tan kozmos’a, varoluşa düzen getirme çabası kapsamında insanın
ve toplumun, varoluş içindeki yerinin belirlenmesidir. Mitler, dünyanın, bu dünyada
olmadan önceki haline, dejenerasyon öncesine, Tanrıların /ataların zaman ötesi
serüvenlerinin yaşandığı orijinal dünyaya ait hikayelerdir. Var olan dünya, insanın tüm
eylemleriyle birlikte orijinal/ gerçek dünyanın ve o dünyanın insanüstü sakinlerinin
eylemlerinin tekrarıdır, hakikilik kazanabilmek için tekrarı olmak zorundadır. Mitlerin
anlattığı ritlerde uygulanır, denenir/sınanır/pekiştirilir. (Saydam,2011:9)
Mitler kültürleri oluşturan en önemli unsurlardır. Mitler bireyleri ve toplumları bir arada
tutan öykülerdir. O dönemlerde insanların bir arada yaşamalarını sağlayan toplumsal
kurallar mitlerde yatmaktadır.
Mitler önemlidir çünkü insan korkularıyla, kaygılarıyla, umutlarıyla, sevinçleriyle,
üzüntüleriyle yani kısaca yaşadığı her türlü duygu ve düşünceyle bilicinin gelişimini
sağlamıştır ve bu gelişim sürecini ancak mitleri inceleyerek öğrenebiliriz. İnsanı anlamak
mitleri anlamaktan geçer. Yaradılış mitlerinden kahramanlık mitlerine kadar hepsi insanın
bilincinin oluşum ve gelişim aşamalarını verir bize. Yalnız üzücü olan şey bunun farkına
daha yeni varmamızdır. İnsanın doğadan ayrışması ve nesnelikten özneliğe geçmesini fark
19
ettiği an gelişimin başladığı andır. İnsanın bilinci kültürü oluşturmuştur. Bu süreç mitlerde
bulunmaktadır.
Tarihte yeni bir dönem başladığında, çoğu zaman o dönemle ilgili bir mit de ortaya çıkar.
Mit, o dönem içinde olacakların bir ön habercisi gibidir ve çağın psikolojik öğeleriyle
uyum sağlayabilmek için gerekli bilgece öğütler içerir. (Johnson,1992:19)
Mitler insan doğasının kalıcı ve evrensel köklerine ait yansımalar olabilecekleri gibi yerel
sahnenin, manzaranın, tarihin, söz konusu halkın toplumsal yapısının işlevi olarak da
değerlendirilebilirler. (Campbell,1992:315)
Anadolu tarihinde Türk mitolojisinin mitleri de Türk halkının toplumsal yapısı hakkında
mesajlar vermektedir. Tarih boyunca Anadolu’dan çıkan ya da ona sahip olan uygarlıklar,
başta iklim ve verimli topraklar olmak üzere insan kaynağı, limanlar, otlaklar ve stratejik
savunma noktaları gibi avantajlara sahip olmuşlardır. Ancak bu avantajlar, ona sahip
olanların refahını ve mutluluğunu arttırdığı gibi, ona sahip olmak isteyenlerin de iştahını
kabartmıştır.
Anadolu’ya Türk göçleri, aslında Malazgirt Savaşı’ndan yüzyıllar öncesine dayanır. 8.
yüzyılda Orta Asya’dan çıkan yarı Şamancı yarı Müslüman Oğuz boyları, Battal Gazi’nin
önderliğinde Anadolu’ya göç etmişlerdir. Ancak bunlar küçük grupların yaptığı münferit
yolculuklardır. Bu tip göçler 11. yüzyıla kadar sürmüştür. Oğuzların ya da Türklerin batıya
büyük göçleri başlıca iki aşamada olmuştur. Birincisi, Türklerin Selçuklular önderliğinde
1020’lerden başlayarak Azerbaycan’ı istila ederek Anadolu’ya akınları ve Büyük Selçuklu
Sultanı Alparslan’ın 1071’de Malazgirt Zaferi’yle, Bizans Anadolu’sunun istilaya
açılmasıdır. Bizans direnci kırıldıktan birkaç yıl sonra Türkler, Ege Denizi’ne kadar tüm
Anadolu’yu istila ettiler. Rum ahali kıyılara kaçıyor veya şehirlerde yeni gelenlerle
uzlaşma içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu istila Anadolu tarihinde kesin dönüm
noktalarından biridir ( Gündem; 2011:2)
İkinci büyük göç, 1220’lerden sonra doğudan gelen yıkıcı, acımasız Moğol istilası sonucu
Türklerin Orta Asya’dan ve yoğun yerleşme merkezleri olan Azerbaycan’dan Anadolu’ya
göçleridir. Göç, her sınıftan dehşet içindeki ahali için bir çeşit kavimler göçü niteliğini
almıştır. Selçuklu Sultanları, Oğuz boylarını vergi kaynağı olan tarım alanlarından
20
uzaklaştırmak için, batı sınırlarına sürmeye çalışıyordu. Maveraünnehir (günümüzde
Kazakistan, Özbekistan ve Türkistan’ın kesişme noktası), Horasan ve Azerbaycan’dan
gelen ikinci büyük göç sonucu, Anadolu’da kırsal kesimde ve şehirlerde Türk nüfusu
eskisine göre çok daha yoğun bir hal almıştır. Bu göçmenler arasında şehirli halk, ulema,
tüccar ve sanatkârlar da vardı. 13. yüzyılda Anadolu, bir Türk yurdu görünümünü almıştır.
1279’da Doğu Anadolu’dan geçen Marco Polo, Anadolu’yu “Turkmenia” diye anar.
Türklerden önemli bir kısmı, elverişli buldukları yerlerde köyler kurarak yerleşik hayatı
tercih etmekteydiler. 13. yüzyılın sonlarında, Denizli bölgesinde 200.000 çadır,
Kastamonu’da 100.000 çadır ve Kütahya’da 30.000 çadır Türk nüfusu bulunuyordu (
Gündem; 2011:2)
Bu büyük göçler sırasında yeni bir yurt edinme psikolojisiyle insanlar yaşadıklarını,
tasarladıklarını ve hissettiklerini mitlerde dile getirmişlerdir. Mitlerde yatan aslında
insanlarımızın bilincinde ve bilinçaltlarında biriktirdikleridir.
Günümüz insanı bir şekilde mitolojiyi göz ardı veya inkâr etse de hala mitolojik insandır.
Her ne kadar insan yiyen devler, kötülük saçan cinler, ateş saçan ejderhalar, sihirli
değeneğiyle her türlü dileği yerine getiren periler, teke-tanrı Pan, yılan saçlı Medusa, kırk
adam boyunda ifrit Guzende cadı, dünyayı omuzlarına yüklenmiş Atlas, Zümrüd-ü Anka,
Yılanların kraliçesi Şahmeran, ölümsüzlüğün peşinde koşan Lokman Hekim ancak çocuk
aklının ürünleri olarak değerlendirilse de bunlar insana ait vazgeçilmez ve gerçek olan
insan zihninin modelleridir. Örneğin çözümlemeci psikolojinin benlik, üstbenlik, altbenlik
gibi kavramları, Prometheus, Zeus, Dionysos vb. gibi Tanrı veya yarı Tanrı ve ayrıca
kahramanların yüksek düzeyde soyutlanmış ardıllarından başka bir şey değildir. Jung’un
öğrencisi olan James Hillman’ın ifadesiyle“ mitolojik antik zamanların psikolojisi,
psikoloji ise modern zamanların mitolojisidir (Hillman 1973:237-321).
Mit bir ihtiyaçtır, ihtiyaçtan doğmuştur. Modern insanın yaptığı gibi onları anlamlı kılmaya
çalışmak hata olur. Mitolojinin simgeleri (ister ele gelir görüntüler, ister soyut düşünceler
biçiminde olsun) en derin dürtü merkezlerine dokunup onları harekete geçirir, eğitim
görmüşleri ve cahilleri aynı biçimde etkiler, yığınları, uygarlıkları harekete geçirir
(Campbell 1992: 11-12). Her toplum doğaüstü tasarımının kendine düşen mühür ve
damgasını almış, onun kahramanlarıyla iletişim kurmuş ve halkının günlük yaşamında ve
deneyimlerinde bunu kanıtlamıştır.
21
Mitler de masallar ve rüyalar gibi aynı tarzda düşlemelerdir. Bunlar hayal unsuru gibi
görünür ama bilinçdışıyla ilgilidir. Rüyalar kolektif şuurun bireysel yansımasıdır. Masallar
ve mitler gibi ortak bilinçdışının resimlenmiş yani somutlaştırılmış gerçekleridir. Joseph
Campbell’e göre rüyalar kişiselleştirilmiş mittir, mitler ise kişisellikten arındırılmış
rüyalardır. Ortak bir durumu yansıtırlar ve bu sebeple kültür gelişimi ve aktarımı açısından
önem arz ederler.
Mitler eski insanların çocuksu tarzda dünyayı algılama biçimi değil aksine bilimselliğin
son derece içinden gelen, yanılsama ve saçmalıklardan uzak, gerçeklik ve geçerlilikleri
olan milli kaynaklardır. Mitler milletlerin temelleridir, öz olmalarının yanında
evrenseldirler. Temel varoluşu temsil ederler. İnsanlar için anlamlı mesajlar verirler. Mitsiz
ya da mitdışı yaşadığını zannedenler köklerinden kopmuş başka bir mekânda yaşamaya ve
yaşatılmaya çalışan ağaçlar gibidirler. Bu kişiler, ne geçmişle ne de kendi içinde yaşattığı
atalar kültüyle, ne de içinde bulunduğu zamanın insanlarıyla gerçek bir ilişki içindedir
(Jung 1971: 161).
İnsanların yaşamları boyunca aradıkları şey hayatlarını anlamlandırmaktır. Bu da mitlerde
yatmaktadır. Yalnız çoğu insan bunun farkında değildir. İyi bir lider Oğuz kağan gibi mitik
ve milli bir kahramanla kendini özdeşleştirmiyor, Oğuz’un tecrübe ve davranışlarını kendi
şahsında yeniden canlandıramıyor. Bunun yerine ırkçı, cinsiyetçi, milliyetçi düşmanlıkların
meşrulaştırılmasında mitlerin en kötü versiyonlarını kullanıyorlar. İyinin yanında her
zaman kötü vardır. Ama önemli olan iyi mitlerin daha fazla olması ve daha çok dikkate
alınmasıdır.
Her toplumun kendine özgü mitolojisi vardır ve bunlar temsil ettiği topluluğun aynası
gibidir. Mitolojiler toplumdan topluma farklılık gösterdiği gibi ortak yanları da çok
bulunmaktadır. Mitolojide geçen öykülerin hepsi hayal ürünü değildir. Buna bir örnek
verecek olursak, bütün kutsal kitaplarda geçen tufan olayı, aynı zamanda çok eski
uygarlıkların mitolojik destanlarında da yer almış, yapılan kazı ve araştırmalar sonucunda
da gerçek olduğu ispatlanmıştır (Erdoğan, 2007: 3).
Her birey aslında birer mit kahramanıdır. Gelişen günümüz imkânlarıyla insanoğlu
mekanikleşmiş, hayatı sorgulamaktan vazgeçmiş, mevcut düzensiz yapı içerisinde
kendisinin bir şey yapamayacağını düşünerek ataletsiz bir şekilde yaşamını sürdürmeye
22
devam etmektedir. Bu konumdaki ‘donuk bilinç’ kriz durumlarında sarsılmaya, bazen de
parçalanmaya mahkûmdur. Aksi takdirde farklılıkları algılayacak uyanıklıktan ve yeniden
uyumu sağlayacak esneklikten yoksun kalacaktır.
Mitler kutsalın öyküleri olarak ilahi yaşamın doğaüstü dünyasını, insanlığın doğal
dünyasına yaklaştırır. İnsanoğlu doğum, yaşam ve ölüm dramasını mitlerde öyküleştirmiş
ve aynı zamanda sembolleştirmiştir.
Mitler aslında tecrübelerin ürünleridir. Tıpkı atasözleri, deyimler ve özdeyişler gibi. Her
insan bu tecrübeleri dikkate almalıdır hayatını buna göre devam ettirmelidir. Zaten
insanların kendilerini kabul etmeyip farklı bir kimliğe bürünmek istemeleri sosyal ve
psikolojik anlamda birçok problemi beraberinde getirmektedir. Her birey mesleki, sosyal
ve bireysel anlamda üstüne düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirse dünya bu durumdan çok
farklı olurdu. Bir anneden tutalım küçük bir çocuğa kadar, sorumluluk sahibi bir babadan
tutun da aile büyüklerine kadar herkes için geçerli bir durumdur. Bir kadın nasıl iyi bir eş
olunuru mitlerden öğrenmelidir. Çünkü mitler atalarımızın yaşamlarını ifade eden önemli
kaynaklardır.
23
İKİNCİ BÖLÜM
KAVRAMSAL ÇÖZÜMLEME
2.1. Mit/Mitoloji Tanımları Kapsamında Gerçeklik
James Macdonald “Religion and Myth” (Din ve Mit) adlı eserinde mitleri; “insan kaderinin
ve gelişen düşüncesinin saf gerçekliğinin ifadesi” (Macdonald, 1893: 133) olarak tanımlar.
İşte gerçeklikten bahseden ilk tanımlardan berini görmekteyiz. Macdonald 1893 yılında
mitlerin, eski insanların yaşamsal düşüncelerinin gerçek yansımaları olduğunu ortaya
koymuştur.
Karl Abraham’a göre; “Felsefi ve dini düşüncelerin sembolik ifadeleri” (Abraham, 1913:
32) olan mitler; “tarihsel olarak gerçek gibi görünen dini anlatılardır” (Conybeare, 1910:
xxii) mitlerin gerçekliği üzerine yapılan tanımların artış gösterdiğini görmekteyiz.
Mitleri sadece mit olarak değil tarihte yaşamış gerçek kişilerin anlatımı olarak gören
Chapin’e göre mitler; “Eski antikitedeki savaşlarda komutanlar ve kahramanlar olarak yer
alan tarihi kişiliklerin gizemli ve abartılı maceralarıdır” (Chapin, 1917: 18) Chapin’in de
dediği gibi destanların gerçekliğe uygun taraflarının ağır bastığını kaynakgöstererek
mitlerin tarihte yaşamış ünlü kişilerin yaşam mücadelelerini yansıttıklarını rahatlıkla ifade
edebiliriz. Mit inançtan çok ilkel aklın düşünce sistemi ile ilgilidir.
Ünlü dilbilimci Tylor “Primitive Culture” (İlkel Kültür) isimli eserinde ilkel ve modern
yaşamın benzerlikleri üzerine yaptığı araştırmaların sonucunda insan zekâsının en eski
tarihinin, kesinlikle soyut aklın verileri olmadığını belirterek, günlük yaşamın gerçekleriyle
meşgul olan aklın bu gerçekleri felsefi bir biçimde yorumlama şekline dayandığını ve
mitlerin bu felsefi düşünce yapısının bir ürünü olduğunu söyler. Mitlerde günlük yaşamın
gerçeklerinin şekillendiğini belirterek mitlerin; ilkel insanın içinde bulunduğu dünyanın
farkına varmasının ve kişisel yaşamını düzenleyişinin anlatıldığı ilkel bir düşünce sistemi
olduğunu savunur. Tylor’a göre; mitler doğanın ilkel, basit ancak tutarlı ve gerçekten ciddi
bir şekilde ifade edilmiş geniş bir felsefesidir. Mitlerde hayatın, doğanın ilksel felsefesi
yatar. Mitler sayesinde doğadan gittikçe uzaklaşmış olan insan onla gene sarmaş dolaş
olmaya giden yolu açmış olur; bizi dünyanın gençlik, hatta çocukluk yıllarına, insanlarına,
24
çiçeklerine, denizlerine götürür (Tylor, 1920: 68, 273-315). Mitlerin bu anlamda ilkel
insanın uydurduğu hikâyeler olarak görmenin yanlış olacağını söylemeliyiz.
Bütün mitolojilerin ve doğa bilimlerinin insanoğlunun devinimin gizemli varlığına olan
ilgisinden doğduğunu belirten Oswald Spengler’e göre mit; varlığın yapısını en derinden
sarsan ve bilinçli aklın her köşesini kurcalayan canlı gerçekliğin bir parçasıdır (Spengler,
1928: 15, 290)
Devlet Efsanesi adlı eserinde Ernest Cassirer; Mit, insanlığı ölüm düşüncesinden
kurtarmakta, sadece yaşam biçiminde değişikliğe sebep olduğuna ikna etmektedir. Ölümün
gizi, söylence bilimsel düşüncede bir imgeye dönüştürülürken, ölüm bu dönüşüm
sayesinde güç ve katlanılmaz bir algı olmaktan çıkmış, anlaşılır ve kabul edilebilir bir hale
gelmiştir.” Kısacası mitler insanlığın karşılaştığı problemlere duygusal ve mantıksal bir
çözüm getirmektedir.
Ünlü toplumbilimci Malinowski, mitin geçmiş zamanların yalnızca değersiz masallar
olarak yaşamaya devam eden ölü ürünü değil, sürekli yeni fenomenler yaratan canlı bir güç
olduğunu belirtir. Aynı zamanda mitin ilkellerin, şeylerin kökenine ilişkin bir
spekülasyonu olmadığını belirterek felsefi ilgiden ya da doğayı gözlemlemelerinin sonucu
doğmadığını, aksine doğa yasalarının bir tür sembolik temsili olduğunu söyler. Ona göre
mit; gerçekte boş bir rapsodi, budalaca düşüncelerin anlamsız bir taşması değil, çok etkili,
olağandışı önemli bir kültürel güç, yaşayan bir gerçekliktir. Uzak geçmişteki bir
gerçekliğin anlatı biçiminde yeniden yaşatılmasıdır (Malinowski, 1990: 72-73, 84-88).
Tillich’e göre mit ve sembol insan bilincinin daima var olan formlarıdır. Dolayısıyla mit ve
sembolleri insan hayatının dışına atmak mümkün değildir. Sadece bazen mitler yeni bir
mitle yer değiştirir. Tillich’e göre bunun nedeni mitlerin insanın nihai kaygısının
sembollerinin bileşimi olmasıdır. Yani insan her zaman geleceğini merak etmiş ve
ölümden korkmuştur. İnsanın nihai kaygısı da ona göre zorunlu olarak sembollerle ifade
edilmelidir. Bu bağlamda o sembolün özelliklerini şöyle sıralar:
Semboller kendilerinin ötesinde bir şeye işaret ederler.
İşaret ettikleri şeyin gerçekliğine iştirak ederler. Dolayısıyla da semboller
değiştirilemez. Sadece örneğin temsil ettiği ulusun gücüne iştirak eden bayrak ulusun
gerçekliğini değiştiren tarihi bir felaket gibi bir durumla değişebilir.
25
İnsana kapalı olarak gerçeklik seviyelerini sonuna kadar açmasıdır. Buna sanatı örnek
veren Tillich, bütün sanat dallarının başka hiçbir yolla erişilemeyecek bir gerçeklik
seviyesi için semboller yarattıklarını ve bu şekilde ifade edilen gerçekliğin bilimsel
olarak alınamayacak bir boyuta sahip olduklarını söyler.
Sembol, sembol olmaksızın ulaşılamayacak olan gerçeklik boyutlarına ve öğelerine
karşılık gelen boyut ve öğelerini de açığa çıkarır.
Semboller istenilerek üretilmezler. Semboller bireysel ya da kolektif bilinçaltından
çıkarlar ve yine bilinçaltı tarafından kabul edilirler.
Semboller de canlı varlıklar gibi bir hayat çizgesine sahiptirler ya da bir anlamda
canlıdırlar. Onlar da doğar, gelişir ve ölürler. Bilinçaltından kaynaklanan sembol yine
bilinçaltı tarafından kabul edildiği sürece hayatiyetini devam ettirir. Mitler hem
sembolik dili kullanmaları açısından hem de yukarıda ifade edildiği şekilde kendisi
sembolik bir söylem olması açısından sembollerle doğrudan ilgilidirler. Tillich’e göre
mitler her iman eyleminde her zaman mevcutturlar çünkü imanın dili semboldür
(Tillich,2000:52).
Simge; soyut, anlaşılmaz, gösterilmez bir kavramı somutlaştırmak için kullanılan bir nevi
işarettir. Ancak işaret gibi belirtici bir denkliği veya alegori gibi kavramı dilden tasarruf
ederek ekonomik tarzda ifade etmez. Sembol, bir çeşit tecellidir. Anlatılmak istenen
kavramla semantik, dilsel veya başka her hangi bir denkliği yoktur ya da doğrudan akıl
yürütmeyle algılanamaz. Ancak dolaylı referanslarla algılanabilir. Bu dolaylı referanslar
ise tecrübe, eğitim ve kültürel değerler gibi unsurlardır (Duymaz, 2005:38).
D. Rosenberg; Söylenceler, bir toplumun manevi değerlerini yansıtan ciddi öykülerdir. Bu
öyküler bir toplumun dünya görüşünü ve önemli inançlarını temsil ettikleri için, o
toplumun kültürü tarafından değer verilen ve korunan insani deneyimlerin birer simgesidir.
Söylenceler, kökenleri doğal olayları ve ölümü konu edinebilir; ilahların özellik ve
işlevlerini betimleyebilir ya da kahramanlık öyküleri anlatarak, kahramanca ve erdemli
davranışlara birer model oluşturabilirler.
Mitlerin uydurma oldukları ya da gerçek olmadıkları ile ilgili tanımlamalar 19. yüzyıldan
sonra değişir. Böylelikle mitler arkaik toplumlardaki gibi algılanmaya başlanır. Eliade
bunu şu şekilde ifade etmiştir: Yarım yüzyıldan daha uzun bir süredir, Batılı bilginler
mitlerin incelenmesini, söz gelimi 19. yüzyılınkiyle açıkça çelişen bir bakış açısı içine
yerleştirmişlerdir. Tıpkı kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi miti, terimin yaygın
anlamıyla yani fabl, “uydurma, kurmaca” olarak ele almak yerine, onu arkaik toplumlarda
anlaşıldığı biçimiyle benimsemişlerdir. Bu gibi toplumlarda mit, tersine “gerçek bir
26
öyküyü” belirtir, üstelik kutsal sayıldığı, örnek oluşturduğu ve anlamlı olduğu için son
derece değerlidir (Eliade, 2001: 11).
M. Eliade mitosların özeliklerini şu maddeler altında toplamaktadır:
1. Mitos, doğaüstü varlıkların eylemlerinin öyküsünü oluşturur;
2. Bu öykü, kesinlikle gerçek ( çünkü gereklerle ilgilidir.) ve kutsal (çünkü doğaüstü
varlıklar tarafından yaratılmıştır olarak kabul edilir;
3. Mit, her zaman için bir “yaratılış” la ilgilidir, bir şeyin yaşama nasıl geçtiğini ya da bir
davranışın, bir kurumun, bir çalışma biçiminin nasıl yaratılmış olduğunu anlatır; işte
bu nedenle de mitler, insana özgü her anlamlı eylemin örnek tiplerini oluştururlar;
4. İnsan, miti bilmekle nesnelerin “köken”ini de bilir, bu nedenle de nesnelere egemen
olmayı ve onları istediği gibi yönlendirip kullanmayı başarabilir;
5. Şu ya da bu biçimde insan, miti yeniden anımsatılan ve yeniden gerçekleşme
aşamasına getirilen olayların kutsal, coşku verici gücünün etkisine girmek anlamında
“yaşar”.
Rosenberg mitlerin; bir toplumun manevi değerlerini yansıtan ciddi öyküler olduklarını
söyleyerek onların önemini vurgular (Rosenberg, 2003: 17).
John Fiske, ilkel insanların alegori ile sürdürebilecekleri derin bir bilime sahip
olmadıklarını iddia ederek, mitlerin sadece birer açıklamadan ibaret olduklarını belirtir.
Ona göre mit; “doğal bir olgunun uygar olmayan bir zekâ tarafından açıklanmasıdır. Bir
alegori ya da özel bilgi gerektiren sembol değildir, mitler sadece birer açıklamadır” (Fiske,
2006: 34). Fiske aynı zamanda mit ve efsane arasında ayrım yapar. Etimolojik açıdan
paralellik gösteren bu iki kelime birbirlerinin yerine kullanılıyor olsalar bile tam bir
doğruluk gerektiğinde bu iki kelimeyi farklı düşünmek gerektiğini söyler. Fiske mit ve
efsane ayrımını şu şekilde yapar: Efsaneler genelde bir ya da iki mekânla sınırlıdır ve bir
ya da ikiden fazla kişi tarafından anlatılmaz, fakat mitlerin genel özelliği şu ya da bu
şekilde tüm dünyada yaygın olmalarıdır. İsimler ve olayları tetikleyen güdüler değişse de
temelde olaylar hep aynı kalır. Bunun sebebi belki de mitlerin kökenlerinin çok eski
çağlara dayanmasıdır (36).
Türk kaynaklarında mit ve mitoloji tanımlarının Batı kaynaklarına göre çok daha sonraları
yapıldığını görmekteyiz. Bunun sebebi Tanzimat’a kadar mitolojiye gereken önemin
27
verilmemiş olması veya mitolojide anlatılanların birer hayalden, safsatadan ibaret
sayılmasıdır.
Mitleri bilimin başlangıcı olarak gören Behçet Necatigil’e göre mitos (mit); “ilkel insan
topluluklarının evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz
sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına
bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir” (Necatigil, 1969: 7) Necatigil, ayrıca
mitosların eposlara malzeme oluşturduklarını söyleyerek aralarındaki ilişkiyi belirtir.
Aralarında böyle bir ilişki olmasına rağmen bu iki tür arasındaki ayrımı şu şekilde ifade
eder: En kısa tanımıyla mitoslar; tabiat kuvvetlerinin kişileştirilmesi, canlı varlıklar
veya ölümsüz varlıklar halinde tasarlanmasıdır, eposlar ise tarihten önceki insan
topluluklarının ilkel tarihleri olduğuna göre mitoslarla eposlar arasında yer yer aynı
malzemeyi kullanmak, aralarında bağlantılar olan konuları değişik oranlarda ve farklı
açılardan işlemek bakımından bir kesişme görülür (8). Bahaeddin Ögel Mitolojiyi; “bir
milletin fikir ve düşünce tarihi” (Ögel, 1971:VI) olarak tanımlar. Selahattin Göktepe
Psikoloji Sözlüğü’nde mitleri; “efsane, destan, masal, hurafe” (Göktepe, 1974: 41) olarak
tanımlar.
Erhat’a göre; söylenen veya duyulan söz, masal, öykü, efsane anlamına gelen “mitos” bir
toplumun kutsalı, evreni, insanı, geçmişe bağlı kalarak geleceği algılama biçimi ve
anlamayı sağlayan bu algının ürettiği tasavvurun bütünüdür. (Erhat, 1978:5 ) çünkü o
dönemde bilim, inanç, eğlence, ritüel ve kutsal bir aradaydı.
Bilge Seyidoğlu; mitler gerçekte olan şeyleri anlatır. Mitlerdeki karakterler olağanüstü
varlıklardır. Onların ne yaptıkları çok eski zamanlardan “başlangıç” zamanında
biliniyordu. Mitler bu kahramanların yaratıcılıklarını gösterir. Onların kutsal ve olağanüstü
oluşlarını açıklar. Kısaca mitler, çeşitli kutsal, olağanüstü değerleri açıklarlar. Bunlar bütün
dünyayı kuran ve bugüne kadar getiren gerçek değerlerdir ( Seyidoğlu 2009:15) Bu denli
önemli yaratılar olan mitler bize kendimiz hakkında bilgiler verirler, geçmişin gerçeklerini
yansıtırlar.
Yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan mitoloji tanımlarının ortak noktası; mitlerin tarih
öncesinde yaşayan insanların evren karşısında, evreni kavrama ve açıklama
gereksiniminden doğan ilkel bir bilinçle zengin bir bilinçaltının ürünü olmasıdır.
28
Belirli bir uygarlığa ya da dinsel geleneğe özgü inançları, ritüelleri, kurumları ya da doğa
olaylarını açıklamak amacıyla görünüşte gerçekten yaşanmış olayları aktaran ama özellikle
ayin ve törenlerle bağlantılı, çoğunlukla kökeni bilinmeyen ve en azından kısmen geleneğe
dayanan söylenceler toplamı mitoloji olarak adlandırılmaktadır. Bununla birlikte
dilbilimciler ya da etnologlara göre mitoloji; eski çağların ve ilkel toplumların,
doğaolayları, insan yaşantısı, evrenin oluşumu ve yazgısıyla ilgili felsefi ya da bilimsel
merak ve sorunlarını açıklamaya yönelik efsaneler olarak tanımlanmaktadır (Taşdeviren
2015: 2)
Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlüğü’nde mit ve mitoloji tanımı daha geniştir. Miti;
“kuşaktan kuşağa yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren, tanrılar,
tanrıçalar, evrenin doğuşu vb.yle ilgili imgesel alegorik bir (Karşılaştırmalı Edebiyat ve
Mitoloji İlişkisi: 190- 191) anlatımı olan halk öyküsü, söylence olarak, mitolojiyi ise;
“mitleri konu alan, doğuşlarını araştıran anlamlarını inceleyen, yorumlayan bilim”
(Püsküllüoğlu, 1997: 742) olarak tanımlar.
Mitlerin insan yaşamındaki bütün hareket ve davranışları düzenleyip insanı yönlendirdiğini
belirten, Kemal Abdullah, mitlerin birtakım yasaklar getirdiğini ve bu yasakların hukuki ve
ahlaki olmak üzere ikiye ayrıldığını düşünmektedir. Bu yasaklar toplumu tamamıyla
kuvvetlendirmek amacı güder. Bununla birlikte bu yasaklar maneviyat ve yapı bakımından
toplumun tamlığını, iç bütünlüğünü, manevi tek renkliliğini koruyup saklamaya hizmet
etmektedir (Abdullah,1997: 106-107)
Kemalettin Özden; Mit, tabiat olaylarının bir açıklamasını yapar veya ataların hayatıyla
ilgili sayılan olayları canlandırır. Mitler, hemen her zaman dramatik ve kutsaldır. Bu
sebeple sinema vb. kullanımına uygundur. Mitler insana zaman içinde yerini tayin etme,
geçmiş ve gelecekle bir bağ kurma imkânını vermektedir. Bundan dolayı, mit dünyası,
gerçek dünyaya sıkı sıkıya bağlı durumdadır (Özden, 2003: 13)
Mitler yaşamaktadırlar ve gerçek öyküleri anlatmaktadırlar. Onların gerçek olmadıklarını
ya da uydurma olduklarını söylemek insanlar için ne kadar değerli olduklarını göz ardı
etmektir.
29
Mitoloji, Budunbilim Terimleri Sözlüğü’nde; Tanrıların, insanların, kahramanların ve
evrenin yaratılışının yanı sıra ilk günahı, ilk ölümü, tufanı, tanrıların insanları nasıl
cezalandırdıklarını, ikinci planda ise avcılığın ve hayvancılığın başlangıcını, bitkilerden
nasıl yararlanıldığını, ateşin ilk kez elde edilişini, cinsel hayatın başlangıcını, ilk ailelerin,
törenlerin ve toplumsal kurumların ortaya çıkışını konu edinen, bunları destansı ve şiirli bir
dille anlatan, çoğu zaman kutsal sayılan öyküler olarak tanımlanmaktadır(Kaya, 2003:19).
İşler’e göre mitler; “gerçeği, yaşamı, tanrıyı, evreni, kısacası insanı dolaylı yoldan da olsa
bir anlama ve algılama biçimidir” (İşler, 2004: 29).
Mit, kutsal bir öyküyü anlatır, en eski zamanda “mitik zamandaki” masallara özgü olup
bitmiş bir olayı anlatır. Bir başka deyişle, mit, doğaüstü varlıkların başarıları sayesinde,
ister eksiksiz olarak bütün gerçeklik yani kozmos olsun, isterse onun yalnızca bir parçası
(sözgelimi bir ada, bir tür bitki, bir insan davranışı, bir kurum) olsun, bir gerçekliğin nasıl
yaşama geçtiğini anlatır. Demek ki mit, her zaman bir “yaratılış”ın öyküsüdür. (Karadağ,
2004:65).
Fuzuli Bayat’a göre; “ Mit, değerler paradigmasında dünyayı algılama, şekillendirme,
sembolleştirme kısaca ifade etmek gerekirse hayatın ve olayların genelleşmiş modelidir.
Anlam paradigmasına göre; mit, bir düşünce tarzı, bir şuur ve bilinç nevi’dir. Şu hâlde mit,
dünya hakkındaki gerçekliğin ta kendisidir ve diyalektik mantığın sonucu olarak meydana
çıkar. Aslında mitoloji olayları değil, olayların ortaya çıkma sebeplerini açıklar, gerçek
dünyanın resmini çizmez; bu âlemin sembollerle kavranılmasını sağlar.(Bayat,2005:11).
Bayat; mitler, çocukluk devrinin gerçekleridir. Ecdadımızın tabiat, cemiyet ve Tanrılar
hakkındaki kanaatleridir. İlkel insanlar hayattaki tüm varlıkların canlı olduğuna inanırdı.
Onlara göre tabiat, ruhlar tarafından idare edilen bir varlıktı. Bu sebepten bizim hayal
ürünü gibi kabul ettiğimiz şeyler atalarımız için hayatın gerçekleriydi (Bayat, 2007c).
Yukarıda verilen paragraflarda Bayat’ın mitlere dair düşüncelerini alıntılamış
bulunmaktayız. (Bayat, 2010:11)
Celal Beydilli’nin hazırlamış olduğu “Türk Mitolojisi Ansiklopedik Lûgat” adlı sözlük
çalışmasında mit, “Gerçekliğin eski kültürde sembolik-motifli şeklinde bilinen tek
30
açıklaması” olarak tanımlanırken; mitolojinin “millî geleneksel kültürün kaynağı ve
tarihsel olarak en eski şekli” olduğu belirtilmiştir. (Beydilli, 2005:373).
Mitlerin zamanın başlangıcındaki kutsal hikâyeleri içerdiğini söylemek yanlış olmaz. Bu
hikâyeler, evreni, dünyadaki varlıkları onların yaratılışı ve oluşumu gibi konuları içine
almaktadır. Gerçekte mit, yaratılışın hikâyesidir ve olup bitmiş şeylerden söz eder. Mitler
inanca dayalı anlatımlardır. Onların inanca dayalı dokuları destanlara, efsanelere, halk
inanışlarına kadar taşınır. Taşınan inançlar çoğu zaman parçalanarak, azalarak veya
değişerek devam eder (Önal, 2007:2).
Azra Erhat; mit tanımını yaparken mit ile epos üzerinden yola çıkar ve bu iç içe geçmiş iki
kavramın aslında ne kadar ince bir ayrımı olduğunu gözler önüne serer: Mythos’la epos
arasında bir yakınlık vardır, mythos söylenen sözün, anlatılan öykünün içeriği ise, epos da
onun doğal olarak aldığı ölçülü süslü ve dengeli biçimidir. Epos ne kadar güzelse myhos o
kadar etkili olur, eposla mythos’un bu başarılı evlenmesidir ki, ilk çağdan kalma
efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve myhtos kavramının çağlar ve
uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır (Erhat, 2008: 5).
Fiske, Erhat, Grimal ve Necatigil’in mit ve efsane – epos ayrımı yapmalarının aksine mitleri
kutsallaştırılmış efsaneler olarak yorumlayan Soury böyle bir ayrımda bulunmaz. Mitleri
ağacın çiçeklerine benzeten Soury, onları anlamak için ağacı bilmek gerektiğini söyler: “Mitler
yani kutsallaştırılmış efsaneler; kökleri ulaşılmaz derinliklere uzanan çok büyük bir ağacın
sadece çiçekleridir. Çiçeği anlamak için kendi özsuyunu hatta hayatı için gereken şeyleri
toprak, iklim ve gökyüzünden alan ağacı bilmek gerekir” (Soury, 2008: 14).
Verdiğimiz örneklerden sonra mitin yapılan tanımlarını incelemeye devam edelim: Farsça
kaynaklarda mit anlamında bilinmekte olan “ustûre” kelimesinin köküyle ilgili iki farklı
görüş mevcuttur. Birinci görüşe göre; “ustûre” kelimesi Arapça’dan alınmış bir kelimedir.
Bu kelimenin anlamı da yazılmış yalan hikâyelerdir. Bilindiği gibi ustûre halk arasında
yazılmamış, kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarılmış efsaneler ve hikâyelerden ibarettir.
Böylece bu görüş tamamıyla reddedilmektedir. “Ustûre” yazmak anlamında olan kökten
türetilmez. İkinci görüşe göre; ustûre kelimesi Arapça’dan alınmış bir kelime değildir. Bu
görüşe göre ustûre kelimesinin kökü, Latin dillerinden Arapça’ya geçmiş,
Arapçalaştırılmış, sonra Farsça’ya geçmiştir. Farsça’daki ustûre kelimesi ikinci teoriye
31
göre, “Historia” kelimesinden ( söz ve doğru haber anlamında) türetilmiştir. “Historia”
kelimesi bugün Fransızca’da “Histoire” şeklinde, İngilizce’de de “Story” şeklinde tarih,
hikâye, efsane anlamında yaşamaktadır (Kezzani, 2008:1-5). Seyidoğlu’na göre mit;
gerçek hikâye ve bunun ötesinde sahip olunan çok değerli şeyler, kutsal, değerli ve manalı
olandır (Seyidoğlu,2009:15).
Bugün elimizde hemen her öykünün devşirilmiş olduğu yere ve zamana öyküyü aktaranın
meşrebine göre anlatımları bulunuyor. Bu çeşitlilik rahatsız edici değil. Tarihleri boyunca
pek çok medeniyet, şehirlerinin kökenine ilişkin birçok mit üretmişlerdir. Örneğin, Yunan
kültürünün temelini mitler oluşturur, herkes de bunları bilir. Evrenin bilinmezliği
karşısında iç huzuru sağladıkları için de herkes bu mitlere inanır (21).
Selçuk Budak’ın “Psikoloji Sözlüğü”nde mitleri; “kaynağı, yazarı bilinmeyen, ancak
genellikle bazı doğa olaylarını ya da belli bir kültürün veya toplumun tarihini,
geleneklerini, kurumlarını, dini törenlerini vb. açıklamayı hedefleyen masalsı anlatılar”
(Budak, 2009: 492) olarak tanımlar.
Mitlerin özellikle de belirli bir dini ya da kültürel geleneğe ait olanların bir bütünü; yaygın
anlamda benimsemiş fakat abartılmış veya kurgusal bir hikâyeler veya inançlar kümesi;
mitlerin incelenmesi bilimi olarak tanımlanmaktadır(Öztürk, 2009:7). Aktulum söyleni
(miti); “kutsalla ilgili olan ve bir toplumda bireylerin kendi kimliklerini buldukları,
kendilerini tanıdıkları kurucu bir anlatı” olarak tanımlar (Aktulum, 2011: 468).
Kelime kökeni itibariyle mit, Yunanca’daki “Mythos” kelimesinden gelmektedir. Anlam
olarak ise mit veya mythos, söylenen veya duyulan söz, masal, öykü, efsane anlamlarını
taşır. Eski Yunan’da mythos, tarihi değeri olmayan söylenti, uydurma, boş ve gülünç masal
olarak tanımlanır. Buna karşılık “epos” ; ölçülü ve dengeli söz olup tanrının insana
armağanı olarak düşünülür. Bunların yanında yine “söz” anlamına gelen “logos” ise
gerçeğin insan gözüyle görülmesi, doğruların keşfi, bilime giden yol olarak ifade
edilmektedir. Bu durumda mit, söylenen söz; logos ise bilimin keşfi olarak alınınca
birbirinden farklı iki teşekkülün birlikteliği söz konusudur. Bu birliktelik mitin baskın
olduğu mecrada devam edip gitmiştir. Öte yandan antik dönemin tamamen dışında logosun
hâkim olduğu prensiplere bağlı kalarak eserler vermişlerdir. Bilindiği gibi mitoloji sözlü
kültürün en önemli unsurlarından biridir. Dolayısıyla mitoloji, söylenen sözün kişiden
32
kişiye, nesilden nesile aktarılmasıyla ortaya çıktığı için zamanla başkalaşıma da uğramıştır.
Böylece kelimelerden başlayarak temaya kadar her şey değişmiş ve başka değişik
versiyonlara da dönüşmüştür (Duran,2012:4-5).
Son yıllarda yapılan tanımlar mitlerin gerçekliği üzerinde daha çok durmuştur. Mitler, ilkel
insanın anlamlandırmaya çalıştığı yaşamın ve doğanın tabii(doğal) akışıyla kendini onun
bir parçası olarak görme çabasının bir sonucu ortaya çıkmıştır. Aslında mit bu çabanın
kendisidir. İnsanoğlu dünyadaki yerini kanıtlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken mitleri
yaratmıştır.
Mitler, halkların yaşamı algılama biçimidir, hayatta karşılaştığı zorluklar, mücadelelerdir.
İnancın yansımasıdır. Doğal koşulların bilinmesidir. İlkel insanın felsefesidir,
psikolojisidir. Mitler kültürel genetiği yansıtan kaynaklardır.
Mitler, Tanrılar, kahramanlar hakkında önceki çağlarda anlatılan öyküler olmaktan ziyade
fazlasıyla mühim olan, insanların düşünüş ve yaşayışlarının izlerini bulabildiğimiz çok
önemli temel yapı taşlarıdır. Bu anlatıların hikâye, masal tarzında olması bize ilk başlarda
bu tür anlatıların birer hayal ürünü, kurmacadan ibaret olduğunu düşündürmüş; fakat daha
sonra yapılan çalışmalar sonrası bu hikâyelerin milletlerin dünyayı algılama ve akıllarına
takılan her türlü sorunun cevaplarını oluşturdukları kaynaklar olduklarını anlamaktayız.
Ayrıca mitlerin sembolik bir anlam taşıması da onların bu zamana kadar algılanmasında
zorluk yaşanmasını doğal kılmıştır. İlkel dediğimiz insanların bu kadar engin düşünce
sistemini oluşturmuş olmaları bizleri şaşırtmıştır. Bu sebeple yapılan tanımlar mitlerin,
söylenen veya duyulan söz, masal, öykü, efsane anlamlarında kullanılsa bile bu tür
anlatıların bir toplumun kutsalı, evreni, insanı nasıl gördüğünü, nasıl algıladığının
gerçeğini bize vermektedir.
İnsan yeryüzünde yaşadığı sürece merak ettiği soruların cevaplarını mitlere yüklemiştir.
Mevsimlerin geçişi, yıldızların ve dünyanın hareketleri, ayın ve güneşin gün içinde
yaşadığı değişimiyle merak ettiği bu sorularda, bilimin ilk temellerinin mitlerde atılmış
olduğunu görmekteyiz.
Mitler insanların korktukları durumları da en aza indiren, yardımcı, kurtarıcı kaynaklar
olmuştur. Mesela; ölüm korkusunu taşıyan insanoğlu ölümden sonra yaşam olduğu
33
düşüncesini mitlere taşımıştır. İnsan ölümü sadece yaşam biçiminde bir değişiklik olarak
algılamış, bu sebeple de ölümü alışılması zor, katlanılması güç bir durum olarak görmekten
çıkmıştır. Kısaca mitler, insanlığın karşılaştığı bir takım problemlere duygusal ve
mantıksal çözümler getirmiştir.
Mitlerin gerçekliği üzerinde yapılan çalışmalar son dönemde hız kazanmıştır. Çünkü
mitler, dünyanın ve hayatın kökeni, tabiat olaylarını, Tanrılar ve efsanevi kahramanlarla
ilgili anlattıklarında bizlere insanların yaşamlarından izler göstermek suretiyle bu
anlatılanların tamamıyla geçek olduğunu hissettirmektedir. Mitler o kadar gerçektir ki ibret
alınacak yaşanmış ve tecrübe edilmiş birçok olayla doludur. Mitin yapılan tanımlarını
kronolojik olarak sıraya soktuğumuzda son zamanlarda yapılan tanımlarda bilim
adamlarının mitin gerçekliği konusunda hemfikir olduklarını görmekteyiz.
Mitler her ne kadar tasavvur ve düşüncelerden ibaret sayılsa da bu tasavvur ve düşünceler
eski insanların yaşamlarından izler taşıdığı için gerçeklikten uzak tutulamazlar. Mitler
sözlüklerde masal, rivayet gibi anlamlar taşıdığı için birçok ilim adamı, mitleri birer
safsata ve yalandan ibaret saymıştır. Hâlbuki mitler temelsiz değildir. Gerçeklikten uzak
görünür fakat mitler özünde ibret alınacak yaşanmış ve tecrübe edilmiş birçok olayla
doludur. Mitler, ilkel dediğimiz fakat araştırdığımızda hiç de ilkel sayılmayan eski
insanların yaşam mücadelesini taşıyan hayatın gerçekleridir.
Bu maddede mitlerin bilinç ve bilinçaltıyla ilgisinden bahsetmek yerinde olacaktır. Bilinç,
kendinin ve nesnelerinin–bulunduğu ilişkiler içinde- farkındalığıdır. Bilinç işlevselliği,
yalnızca kendiliğin ve nesnelerin üzerine ışık tutmayı, onları görmeyi, bilmeyi, yani
nesnelerin bilincinde olmayı değil, bu bilginin de bilincinde olmayı, yani biliyor
olduğunun farkındalığını, iç ve dış nesneleri ve imgelerini kullanmayı, onlarla oyna(ş)mayı
(homo ludens; Huizinga 2010), zaman ve uzam içinde öykülendirerek anlamlandırmayı
(homo narrans; Niles 1999) da içerir. Bu eylemliliğin kaynağı özne’liktir; kazanımı da
yine özne’liktir. Özne, kendilik ve nesne tasarımlarının bütünüdür. Benlik, bilincin
taşıyıcısı olarak, öznenin (ayrıştırırken) bütünleştirici işlevselliğe sahip merkezileştiren)
kurumudur. Bilince o anki anlam içeriğini veren, güncel iç ve/veya dış nesne ilişkileridir.
(Saydam, 2011:41), (Huizinga,2010), (Niles,1999).Açıkçası Türk insanı, karşılaştığı
zorluklarla mücadele ve kültürleri özümseme anlamında bilincini oluşturmuş ve bu bilinci
mitlere yansıtmıştır. Bu sebeple diyoruz ki mitler milletlerin özlerinin yansımalarıdır ve
34
çözülmesi mühim şifrelerdir. Mitlerde yatan bireysel bir bilinç değil kollektif bir bilincin
yansımasıdır. Hayatın gerçekleri, dünyayı anlamlandırma çabaları bireysel
değerlendirilmemiş, toplumun tepkileri dikkate alınmıştır.
‘Dışarısı’ olarak tanımlayabileceğimiz bir nesneler dünyası içinde yer alan özne için bir de
‘içerisi’ söz konusudur. İçerisi, ‘özne- insanın duyumları, duyguları, düşünceleri ve
kurgularından oluşan bir örüntüdür ve dış dünyanın türevidir. Özne dış gerçeklikle ilişki
içinde kendi iç gerçekliğini oluşturur. (Hacıkadiroğlu, 1988: 61)
“Benlik” ya da “ben” bir örgütlenmedir. Kendi başına bir anlamlılığı yoktur; boştur,
doldurulması gerekir. Benliği dolduran, nesne ilişkileri içindeki kendiliğe ait imgelerdir.
Bu kendiliğe ait imgelerin mitler olduğunu düşünürsek benliğimizi, bilincimizi oluşturan
ve geliştiren önemli unsurlar olduğunu idrak etmek zor olmayacaktır. (Saydam,2011:46)
Soyutun somutlaştırılması ‘kullanılabilir’ bir dizgeleştirmeye olanak sağlar. ‘Bütün’ün
parçaları görünür hale gelir. Yansıtılan içerik ve dinamiklerin –yorumlanarak- geri
alınması yani kendiliğe ait içerik ve dinamikler olarak yeniden içselleştirilmesi ve
kendilikle bütünleştirilmesi ile bu dış araçlar (semboller) içerikleri boşaldığından
işlevlerini kaybederler, mecaz niteliğine bürünürler.
İnsan yaratıcılığını mitlerin oluşumuyla başlatabiliriz: Bilinmeyenin bilinir hale gelmesi
her zaman paradigmatik bir sıçrayıştır (Kuhn,1982:56) , yaratıcılıktır. İnsan tarihinin
başlangıcını ‘mitolojik insanın’ doğuşuyla paralel görebiliriz. Mitolojik insan, bilinçsizin
(doğanın) esaretinden ve kuşatıcılığından çıkmaya başlayan bilinçlenmekte olan
‘benlik’tir.
Bir mitin genel olarak bütün insanlıkla ilişki derecesi, bir düşün özel olarak onu gören
bireyle yakınlığı kadardır. Bir düşün onu gören bireye kendisi hakkında önemli bir gerçeği
işaret etmesi gibi, bir mit de bütün insanları ilgilendiren önemli bir psikolojik gerçekliğin
göstergesidir. Gördüğü düşü anlamlandırabilen kişi öz “ kendi”sini daha iyi tanır. Bir mitin
saklı anlamını kavrayabilen birey de yaşamın hepimizden yanıt istediği evrensel ve tinsel
sorularla ilişki kurar ( Johnson, 1992:12).
35
Bilinç düzeyi yalnızca, karşıtların çatıştığı burada, yani dünyadaki yaşamda daha üst
düzeye yükseltilebilir ve bir bireyin metafiziksel görevi de budur, ama bu olgu ‘mitoloji
üretmeden’ elde edilemez. Mitler bilinçsiz bilgiyle bilinçli bilgi arasındaki doğal ve
vazgeçilmez iletişimi sağlarlar. Bilinçdışının bilinçten çok daha fazla şey bildiği doğrudur
ama bilgisi, sonsuzlukla ilgili farklı bir bilgidir. Entelektüel dile dayanmaz ve ‘buraya’ ve
‘şimdiye’ bağlı değildir…(B)ilinçdışının ifadesi genişletilirse, algılama sınırlarımızın içine
girebilir ve yeni bir açıyı algılayabiliriz (Jung, 2001: 314). Burada mitlerin öneminden
bilimsel düzeyde bahsedilmiştir. Mitler olmadan kültürlerin devamı sıkıntılı bir süreçte
ilerlemektedir. Benliğimizi, bilincimizi oluşturan bu ana kimlik kodlarını ne kadar yaşatır
ve günümüze uyarlarsak birey kendini gerçekleştirme adına fazlaca yol kat edecek
demektir. Amacımız toplumu oluşturan bireyin kendini tanıması, kontrol etmesi ve
kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktır.
Yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan mit ve mitoloji tanımlarının ortak noktası bilinç ve
bilinçaltı kavramlarıyla ilgili olmasıdır. Mitler tarih öncesinde yaşayan insanların evren
konusunda, evreni kavrama ve açıklama gereksiniminden doğan ilkel bir bilinçle zengin bir
bilinçaltının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuyla ilgili “Deli Dumrul Bilinci”
adı kitabıyla Bilgin Saydam dikkat çekmektedir.
Bilgin Saydam’a göre; Masallar, mitler, destanlar, halk öyküleri, bilincin bilinçdışı ile
karşılıklı etkileşim içinde yapılandırdığı ortak ( kolektif) ürünlerdir.
Mitolojinin ekseni, kaos’tan kozmos’a, varoluşa düzen getirme çabası kapsamında insanın
ve toplumun, varoluş içindeki yerinin belirlenmesidir. Mitler, dünyanın bu dünyada
olmadan önceki haline, yozlaşma öncesine, Tanrıların/ataların zaman ötesi serüvenlerinin
yaşandığı orijinal dünyaya ait hikâyelerdir. Var olan dünya, insanın tüm eylemleriyle
birlikte orijinal/gerçek dünyanın ve o dünyanın insanüstü sakinlerinin eylemlerinin
tekrarıdır, hakikilik kazanabilmek için tekrarı olmak zorundadır. Mitlerin anlattığı ritlerde
uygulanır, denenir/sınanır/pekiştirilir(Saydam,2011:9).
Mitler, kültürleri oluşturan en önemli unsurlardır. Mitler bireyleri ve toplumları bir arada
tutan öykülerdir. O dönemlerde insanların bir arada yaşamalarını sağlayan toplumsal
kurallar mitlerde yatmaktadır. Halk sel, yangın ve depremin, hastalık ve ölümün, işlenen
günah ya da suçların sebebi olduğunu düşünür ve daha dikkatli davranırdı. Av zamanı
36
kendisini o an idare edebilecek kadarından fazlasını istediğinde ve avladığında, bunun
sonucu stokladığı balıklardan zehirlendiğinde açgözlülüğü yüzünden Irmağın Ruhu’nu
kızdırdığını anlar, bir dahaki sefere evine yetecek kadar av götürürdü.
Karibu Eskimosu Igjugarjuk… Şamanların yiyecek kıtlaştığında ülkesine gittikleri
hayvanların dişi koruyucusu ‘pinga’nın hayvanların ruhlarını koruduğunu ve çok fazlasının
öldürülmesinden hoşlanmadığını söyler(Campbell,1992:315).
Av hayvanlarının koruyucusu genelde avın kontrolünü elinde tutan avcılık hamisidir…
Altay-Sayan Türklerinde… Orman ruhunun kızı olan av hamisi, Karaçay-Balkarlarda
erkek olup Apsatı adıyla bilinmektedir… Gereğinden fazla avlanan avcıları… sert bir
şekilde cezalandırır (Bayat,2007b:195).
Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türklerin göç hikâyesi basit bir hikâye değildir. Bu
hikâyede göç eden bir neslin geçtiği coğrafyalarda tanıştığı farklı kültürler bulunmakta, bu
nesil farklı inançlarla karşılaşmakta, yeni oluşum ve değişimler yaşamaktaydı. Bu süreçte
yaşananlar ele alındığında halkın yaşadıklarının bilinçaltında neler oluşturduğu
anlaşılacaktır. Yüzyıllar süren bu süreçte Türk halkının bilinci oluşacaktır.
Mitler önemlidir çünkü insan korkularıyla, kaygılarıyla, umutlarıyla, sevinçleriyle,
üzüntüleriyle yani kısaca yaşadığı her türlü duygu ve düşünceyle bilicinin gelişimini
sağlamıştır ve bu gelişim sürecini ancak mitleri inceleyerek öğrenebiliriz. İnsanı anlamak
mitleri anlamaktan geçer. Yaradılış mitlerinden kahramanlık mitlerine kadar hepsi insanın
bilincinin oluşum ve gelişim aşamalarını verir bize. Yalnız üzücü olan şey bunun farkına
daha yeni varmamızdır. İnsanın doğadan ayrışması ve nesnelikten özneliğe geçmesini fark
ettiği an gelişimin başladığı andır. İnsanın bilinci kültürü oluşturmuştur. Bu süreç mitlerde
bulunmaktadır.
Tarihte yeni bir dönem başladığında, çoğu zaman o dönemle ilgili bir mit de ortaya çıkar.
Mit, o dönem içinde olacakların bir ön habercisi gibidir ve çağın psikolojik öğeleriyle
uyum sağlayabilmek için gerekli bilgece öğütler içerir(Johnson,1992:19). Joseph
Campbell’ın da söylediği gibi eskiden bir hikâye vardı, bu hikâyeyi herkes bilirdi. Bu
hikâye bize kim olduğumuzu hatırlatırdı.
37
Mit yaşayan bir nesnedir ve her bireyin içinde yer alır. Eğer onun, içini de örülüp
biçimlendiğini fark edebilirseniz, mitin katkısız ve gerçek özünü elde edebilirsiniz…
Herhangi bir mitten alabileceğiniz en değerli ürün, onun kendi psikolojik yapınız
çerçevesinde ne denli canlı olduğunu görme olanağıdır (20).
Kemalettin Özden’in de dediği gibi mitler atalarımızın hayatlarıyla ilgili dramatik ve kutsal
sembollerdir. Tarihin devamlı tekrar ettiğini görmekteyiz. Tarihte yaşadıklarımıza yabancı
durduğumuz sürece önceki yıllarda yapılan hataların tekrar edilme olasılığı artacaktır.
Zengin bir sözlü kaynağa sahip ve diğer milletlere göre daha çok yaşam mücadelesi vermiş
atalarımızın yaşam felsefelerini, hayat tecrübelerini, zorluklar karşısında ürettikleri
çözümleri, karşılaştıkları durumlar sonrası verdikleri tepkileri mitlerde bulabiliriz. Tarih
akışı içerisinde birçok kültürle karşılaşan ve özünü karşılaştığı bu kültürlerle sentezleyen
Türk milleti, özüne ait en saf, en arı davranış, düşünüş ve algılayışını mitlerde bırakmıştır.
Batı dünyası teknolojik anlamdaki gelişimini bu seviyeye getirebilmek için geçmişinde
saklı kalan mitleri ortaya çıkarmaya önem vermiştir. Çünkü Batı, kendisini en iyi tanıtan,
onun özünü içeren unsurların mitlerde yatmakta olduğunu bilmektedir.
Son zamanlarda yapılan mit ve mitoloji tanımları bunlarla anlatılanların gerçekliğini
desteklemekte ve bunların milli ve geleneksel olanı taşıyan şifreler olduğunu ön plana
çıkarmaktadır.
Çocukluğumuzda içinde ruh bulduğumuz aile ve toplum; bize vatan-toprak-bayrak- iman
gibi kavramların, millî varlık için Türk varlığının bekası için ne kadar vazgeçilmez
değerler olduğunu büyük bir heyecanla anlatırlardı.
Yeni Türk devletinin temeli olan Anadolu’nun varlık mücadelesinde hangi ateşler içinde
kaynayarak yaratıldığını, Anadolu ruhunun ihtişamını, asaletini, incelik ve zarafetini,
düşmana karşı yıkılmaz direnişini, yaratıcı hamle yeteneğini, toprağın nasıl
vatanlaştırıldığını bıkıp usanmadan dillendirirlerdi (Aytaç,2014:2).
Bahaddin Ögel eserinin dipnotunda göç destanındaki olaylar ve yerlerin tarihi gerçeklerle
son derece uyumlu olduğunu aslında burada vatanın elden çıkışının Türklerin perişanlığına
38
sebep olduğuna işaret ettiğini belirtmektedir. Uygurların II. Rivayet göç destanından Çin
Kaynaklarına Göre):
Turfan Uygur kaganlarına İdi-kut derlerdi. Onların ataları da eski Uygurların oturduğu yer
olan Karakurum’dandır.
Yulun Tigin tahta çıktığı vakit, Çin’in T’ang hanedanıyla savaşlara girişti. Kendi halkını
rahata ve huzura kavuşturmak, Çinlilerle çarpışmaları kesmek amacıyla, Çin sarayından bir
kız alarak, akrabalık tesis etti. Ordusunu savaş meydanlarından çekti, oğlunu da bir Çinli
prensesle evlendirdi. Bu hatun Karakurum’daki bir dağda oturuyordu. Burasının ismi için
“Hatunun oturduğu dağ” da deniyordu. Bu dağa “Tengri Kolu Tagı” adı da verilmişti.
Onun da güneyinde kayalık bir mevki mevcuttu. Bunun ismi de Kutlug Tag’dır. Manası
“iyi talih ve saadet getiren” demektir.
Bu sırada Çin imparatorunun elçileri geldi. Onlar Uygur ülkesi hakkında bilgi toplamak
istiyordu. Bunlar kendi aralarında şöyle konuştular. “Karakurum’un kudret ve zenginliği
bu dağ sayesinde olsa gerek. Biz bu dağı yok edip, Türklerin devletini zayıflatalım.”
Bunun üzerine Uygur kaganına: “Siz bizim bir prensesimizle evlendiniz. Biz de sizden
bazı yardımlar için ricada bulunacağız. Kutlug Tag’ın taşları sizin ülkenizde kullanılmıyor.
Sizin yerinize bunları biz değerlendirelim.” dediler. Bu konuda kagan ile anlaştılar. Onları
Çin’e götürmek istediler, ama çok iriydiler.
Kaldırmanın imkânı yoktu. Onun için de taşlara ateş verip, yaktılar. Sonra da üstlerine asit
döktüler. Taşlar küçük parçalara ayrıldı ve arkasından onları yüklenip Çin’e götürdüler.
Taşların götürülmesinden kısa bir zaman sonra bütün hayvanlar ve kuşlar “göç, göç” diye
bağırmaya başladı. Yulun Tigin de on beş gün içinde öldü. Onun yerine geçen
hükümdarlar da peşi sıra hep vefat ettiler. Böylece Uygurlar Turfan’a göç etmek zorunda
kaldılar. Turfan’ın diğer bir adı da Koço’dur. Onlar Beş Balık bölgesini de kendi
egemenlikleri altında bulundurdular (Gömeç,2009:237).
Mitolojik anlatımlarda ifade edilen olay, düşünce ya da tasavvurlar yaşanan hayatın
gerçekliğiyle ilişkilidir. Mitoloji, ilkel insanların yaşadıklarından izler taşır. İlyada ve
Oğuz Kağan Destanı gibi milletlerin hafızalarında derin izler bırakmış destanlarda sadece
39
savaş görünmez. Savaştan bahsedilirken Yunan ve Türk milletlerine ait sosyal, kültürel,
politik düşünce ve davranışlara dayer verilir.
Eski hikâye bizi uzun zamandır idare ediyordu. Duygusal tutumlarımızı şekillendirdi.
Hayatımıza bir amaç, eylemlerimize enerji verdi. Acımızı takdis etti. Eğitime rehber oldu.
Sabah kalktığımızda kim olduğumuzu biliyorduk. Çocuklarımızın sorularına cevap
verebiliyorduk. Her şey yolundaydı çünkü hikâye oradaydı. Artık eski hikâye işlevsiz
kaldı. Yenisini ise öğrenmedik. Bu hikâye bizi diri tutuyordu. Yaşamak için bir amacımız
vardı (Campbell,2013:181-182). Campbell “Aslında hâlâ iyi olan eski bir hikâye var ve bu
hikâye ruhsal arayışın hikâyesi. Özümüzde ne olduğunu belirleyen içimizdeki o şeyi
bulmak için çıkılan arayış bu hikâyede.” diye söylemektedir.
Mitler ekonomiden, eğitime; sağlıktan politikaya kadar her türlü insan aktivitesinin içinde
yer almaktadır. Günümüzde çocukların vazgeçilmez çizgi film kahramanları Örümcek
Adam, Batman, Ben 10, Süpermen, Winks, Barbie, Monster High vb. mitolojik
kahramanlarla benzer olağanüstü özellikler göstermektedir. Bu mitolojik kökenli
kahramanlardan ilham alınarak meydana getirilmiş çizgi karakterler finansal sektörün
içinde önemli bir role sahiptir. Dünya serbest ticari piyasasında önemli bir gelir kaynağı
olarak görülmektedir. Yunan mitolojisinde görülen üst bedeni insan alt bedeni at olan
sentorlar Monster High serisinin yeni oyuncak ve filmlerinde görülmektedir. Barbie adını
taşıyan oyuncak bebek markası, uçma, sihir yapma vb. doğaüstü özellikler taşıyan serisini
piyasaya sürmüş, çizgi film ve sinema sektörüne de girmiştir. Örümcek Adam, Marvel
Comics tarafından yaratılmış bir çizgi karakterdir. Türkçeye Örümcek Adam olarak
çevrilmiştir. Orijinal ismi Spider-Man olan kurgusal kahraman beyaz perdeye uyarlanmış
ve oldukça başarılı olmuştur. Örümcek Adam, kendi duygusal ve kişisel problemlerini
süper güçleriyle çözemeyen, süper güçlerinin çoğu zaman ilişkilerini olumsuz yönde
etkilediği bir kahramandır. Kariyerinin ilk yıllarında "Daily Bugle" gazetesine Örümcek
Adam fotoğrafları satarak yaşamını sürdürmüş ve adını yaygınlaştırmıştır. Birçok sorunu
olmasına karşın, suçla mücadeleye büyük önem atfeder. Örümcek Adam'ın amcası Ben
Parker'dan aldığı ilkesi "Büyük güç büyük sorumluluk getirir"dir. Bu ilke, tüm çizgi
romanın temel konusunu özetler. Örümcek Adam karakterinin insani boyutları ve yaşadığı
iç çatışmalar çizgi romanının popülerliğini artırmıştır. Örümcek adam Peter Parker, zehirli
bir örümceğin onu ısırması sonucu kendisinde bir takım değişimler görmüştür. Artık bir
40
örümcek kadar duyularına hâkim olacak ve bir örümcek gibi avını yakalamak için ağ
yapabilecektir (Vikipedia; 2016: 1)
Ergenekon destanının I. rivayetinde (Chou-Shu adlı Çin kaynağındaki I. Kayıt) geçen
Göktürkler, Lin ismini taşıyan bir millet tarafından mağlup edilip soykırıma tabi
tutuldukları anda içlerinden yalnızca on yaşında bir çocuğun kurtulup bir dişi kurtla
birleşmesinden doğan çocuklarla soyun devamının sağlanması anlatılmaktadır. Destanda
geçen dişi kurdun bir kadın olabileceği üzerine yapılan çalışmalar bulunmaktadır. J.
Deguignes bir eserinde aslında dişi kurdun tamamen çocuğu koruyan ve büyüten bir kadın
olduğu fakat daha sonraki dönemlerde bu olayın Türkler tarafından yakın ve kutsal
gördükleri kurdun kişiliğinde özdeşleştiğini söylemektedir. Kurt motifi Türklere ait
anlatılarda ayrı bir yere sahiptir. Kurt halk anlatılarında koruyucu, kutsal ve rehber vb. gibi
belirli özellikler taşır. Türklerin baskından kalan tek temsilcisi olan çocuk ile kurdun
birleşmesi semboliktir. Birleşmenin sadece cinsel boyutlu düşünülmemesi gerektiğini ifade
etmiştir. Cinselliğin daha önemli bir boyutu var ki o da manevi boyutudur. Kurt kutsal
atfedilir ve burada cinsel birleşmeyle kastedilen kutsal olanın Türk’e yardım edişidir. Tanrı
Türk’ün soyunun devamını istemiş ve mucizesini göstermiştir. Mitik özellikler taşıyan
kahramanlar dikkate alınarak meydana getirilen çizgi karakterler tüm dünyada çocukların
ilgisini çekmektedir ve bu çizgi karakterlerin serbest ticari piyasada yer alması özellikle
Türkiye’de fazlaca ilgi görmesi üretim yapan ülkeye harı sayılır bir gelir kazandırmaktadır.
Lisanslı dediğimiz bu çizgi karakterler oyuncak, yiyecek, giyecek, ayakkabı ve tekstil ve
daha birçok sektörde rahatlıkla görülmektedir. Adaletiyle, hoşgörüsüyle, anlayışıyla tüm
dünyanın hayran kaldığı Oğuz Kağan, hocaların hocası, beyliğin akil kişisi, Aksakallı
Dedem Korkut, hazır cevaplılığıyla, zekâsıyla tüm âlimlere baş eğdirten Nasrettin Hoca,
sivri aklıyla, tuz almaya giderken padişah kızını kendine eş diye alıp gelen cesur ama zayıf,
kel başlı çocuk Keloğlan ve daha birçok destan kahramanı serbest sektörde daha çok yer
edinmelidir. Geçen sene “Sevimli Dinazor” adıyla vizyona giren yabancı bir çizgi filmde
şu olay örgüsü bulunmaktadır: Anne baba dinazor, üç tane yumurtanın başında bekler.
Yumurtalar birer birer çatlar ve yavrular yumurtadan çıkmaya çalışır. En büyük yumurta
çatladığında en küçük yavru ürkek bir biçimde yumurtadan çıkar. Baba dinazor bu güçsüz,
küçük yavruya hep destek olacaktır. Yavru dinazorlar büyümeye başladıklarında ailesine
mısır hasatı için yardımda bulunmalıdır. Ama küçük dinazor her işi eline yüzene bulaştırır.
Her yavru büyüdüğünü, sorumluluğunu aldığı işi en iyi şekilde yaptığını gösterdiğinde
kanıtlar. Kendini gerçekleştirme yolunda verilen mücadelenin ödülü tarlanın içinde yer
41
alan değirmenin duvarına ayak izi bırakmaktır. Küçük dinazor bu değirmen duvarına iz
bırakmak için elinden gelenin fazlasını yapacaktır. Bu durum filmde kendini
gerçekleştirmenin bir adımı olarak verilir. Dede Korkut Hikâyelerinden biri olan ‘Boğaç
Han Hikâyesi’nde de benzer bir davranış görülmektedir. Boğaç Han ergenlik dönemine
geldiğinde “Boğaç Han” adını azgın ve güçlü bir boğayı yendiği zaman Dede Korkut’tan
alır. Boğaç Han kendini gerçekleştirme adına kızgın boğayı yenmiştir. Filmdeki iz bırakma
motifi de kendini gerçekleştirme yolunda önemli bir adım attıktan sonra olacaktır.
Mit; anlaşılmaz, şaşırtıcı olayların açıklaması olarak görülür. Aklın, farklı olaylar arasında
ilişki kurabilmesi için, evrenin bazı görüşlerini anlamaya ihtiyacı vardır. Akıl günümüzde
insanoğlunun hala çözemediği birçok problemin kaynağıdır. İlkel insanın engin düşünce
tarzı, mitle ilgili pasif tanımlar yapanları yanıltmıştır. İlkel insanların tek eksiği günümüz
şartlarına sahip olmamaktır. Sahip olduğu şartlar sonucunda en üst düzey düşünüş tarzını
göstermiştir.
Mit, şiir ya da müzik gibi diğer yaratıcı faaliyetlerle denk görülür. Mitin kendine özü ifade
şekilleri gerçekleri, kuralları vardır. İnsan aklının bir yansıması, dünyanın sembolik bir
yapısı olarak bakılabilir. Mitler bazen şiir içinde bazen de müzik eşliğinde ifade edilmiştir.
Bunun sebebi mitlerin de insan yaratısı olmasıdır. Fakat şiirden çok daha önce mitlerin
oluşumu başlamıştı. Şiir ve müzik güzel sanat etkinlikleri, mitleri ifade etme aracı olarak
doğmuş olabilir.
Mit alt tabaka ile ilgili olarak görülür ki bütün insanlar tarafından kısmen paylaşılır. Sadece
kısmen aynı ırk, millet, kültürden olanlar tarafından (Xleo-Jungian ırksal- genetik veraset
yerine, toplumsallaştırmaya ve kültürel gruba önem verir.) Freud, mit için model olarak
“hayaller” ( day-dream) kavramını teklif eder. Bilinçaltının tasarımı gelenek tarafından,
kısmen hayatın gerçekleri tarafından kontrol edilir. Günümüzde mitlerin önemi giderek
artmakta ve mitler bilinç- bilinçaltı kavramlarıyla ilişkili olarak verilmektedir.
Mitlerde insan, toplumun, kültürün ve doğanın temel problemleri ile yüz yüze getirilir.
Mitler hem toplumsal gereksinimleri hem de ferdi eğilimleri tatmin eden farklı unsurları
seçme şansı sunar. Bu unsurlardan aynı zamanda kişisel olan, geleneksel bir dünya görüşü
ortaya koymak mümkün olur.
42
Mit geçmişin örnekleri olarak çağdaş durumlar karşısında anlamlı bir değerlendirme
koyarak kabul edilen davranış şekillerine destek verir. Mitler sorumluluk ve ayrıcalıklar
için geçerli bir sebep sağlar. Mitler emniyet supabı işlevini görür. Halkın duygularını,
toplumca yıkıcı pratikler olmadan açıklamayı mümkün kılar.
Mitler geleneklere destek olur. Dinsel törenlerle birlikte, genel dini değerlere anlam verir
ve kendilerini pekiştirir. Mitler uzun yıllar boyunca kutsalı anlatmak ya da kutsalı insani
terimlerle ifade etmek için kullanılmıştır. Yalnız mitler sadece kutsalı ifade ediyor
denemez çünkü mitler ilkel insanın hayatının her alanında bulunduğu için dünya düzeninin
birer işaretleridir. İlkel insanın nasıl yaşadığı, neler düşündüğü, neler tasarladığı mitler
tarafından anlaşılır. Bu bakımdan geçmişle olan bağımızı ancak mitleri açıklayarak
kuvvetlendiririz. Fuzuli Bayat’ın da dediği gibi; “Mit, tahkiye edilen hadise değil yaşanan
gerçekliktir. Şu halde miti, insan düşüncesinin ürünü değil, sosyal bir kuvvet gibi
algılamak lazımdır” (Bayat, 2005:28)
Mitleri sosyal düzenin temelleri olarak görürsek her milletin kendine has yaşanmışlığının,
kendine has mitleri oluşturduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle mitler aslında her milletin
yaşayışını, düşünüşünü, inanışını barındıran “kültür kodları”dır. Metinlerde benzerlik ve
farklılıkların bulunması bundandır. Diğer mitolojilerde olduğu gibi Türk mitolojisinde de
insanlar devamlı kendilerini ve yaratılışlarını sorgulamışlardır. Etraflarını saran bu sınırsız
boşluğun ne ve nasıl olduğunu merak etmiş ve düşünmüşlerdir. Gerek ulaşılması güç yüce
dağları Tanrı’nın evi saymış, gerekse güçlü gördüğü için ve tek başına yenemeyeceğini
düşündüğü boğayı kutsal saymıştır. Suyun ne kadar kudretli olduğunu görmüş, felaketlere
yol açtığını gördüğünde Tanrı’yı kızdırdığını düşünmüştür. Eski insan bu sebeple doğadaki
her unsuru yaşayan bir canlı olarak görmüş ve ona bir kutsiyet kazandırmıştır.
19. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan sanatta gerçekçilik birçok sanat adamı tarafından bakış
açısına göre farklı işlenmiştir. Kimi gerçekçiler sanatta gerçeği yansıtmak için toplumsal
sınıf düzeniyle yakından ilgilenilmesi gerektiğini vurgulamış, kimileri ise nesnel yaşamın
bilimsel bir bakış açısıyla tamamen nesnel ele alınmasını tercih ve tavsiye etmiştir. Ünlü
fizik adamı Einstein gerçekliğin bağıntılı olduğunu iddia eder. Yani ona göre gerçek “saltık
ve soyut değil, bağıntılı ve somuttur. Bu anlamda mitolojideki her tür yaşanan aktarım
somut ve bağıntılıdır..
43
Mistik anlayışa göre gerçek, hiçbir zaman salt gözlem ve düşünce ile bilinemez. Gerçeğe
mistik deneyimle varılır.
Mistik deneyim; gerçekliğin akıl-dışı ve doğrudan doğruya yaşanması demektir. Bu
deneyimde duyu, algı ve düşünce dünyası aşılır, bilinen nesne yaklaşımı ortadan kalkar.
Kişisel benlik, farklılaşmamış bütünselliğe katılarak Gerçeklikte Gerçek olur. Bu yolla
gerçeğe ulaşanlar evrendeki tüm nesne, olgu ve olayların bütünselliğini ve karşılıklı
etkileşimlerini kavramış olurlar. Dünyadaki her görünüm, "tek ve bütün" olan bu gerçeğin
parçasal dışavurumudur.
Mitleri gerçek olarak algılamamak ancak yaşananların üzerinin örtülmesine ya da yaşanan
bu gerçekliğin saptırılmasına neden olur. Bundan doğan bilinç boşluğuyla bireyin
uyarılması, uyandırılması güçleşir. Toplumsal olarak da birçok sıkıntının yaşanmasına
neden olunur.
Mitolojik anlatılarda gerçek olanla büyülü olan uyumlu bir bütünlük gösterir. Anlatıcının
olaylara açıklama getirmeye kalkışması büyülü olanı sorgulama kapısını açar. Oysa
anlatıcının yapması gereken büyülü gerçekçi dünyaya inanan bir durum ortaya koymaktır.
Kahramanlar da büyülü durum karşısında bir şaşkınlık duymazlar. Metinlerde dille çeşitli
oyunlar oynanarak düş ve gerçekçilik daha belirgin hale getirilmeye çalışılır. Dil özgün bir
biçimde kullanılır, mecazlı ifadeler geniş yer tutar. Dil aracılığıyla büyülü gerçekçiliğin
büyülü ve gerçek düzlemleri bir arada kullanılır. Büyülü gerçekçilikte olaylar, doğrulukları
sorgulanmadan ve herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duyulmadan anlatılır. Bu anlatılanlar
öykünün bağlamında oldukları gibi kabul edilir. Doğaüstü sıradan olarak algılanır. Anlatıcı
gerçeklik ya da olağanüstünün yanında yer almaz. Gerçek olan büyülü bir biçimde
sunulurken büyülü olan da sıradanlaştırılır. Gerçek olan ile büyülü olan aynı düzlemde yer
alır. Evrenin yasalarına göre açıklanamayacak olaylar gerçekten olur. Olağanüstünün
sıradanlaşması, gerçekliğin bir parçası haline getirilmesi için detaylı tasvirlere başvurulur.
Bu dünyayla ölülerin dünyası, gerçekle kurmaca birlikte birbirlerinden ayrılmadan işlenir.
Zaman ve yer kavramları geleneksel anlamda kabul edilen biçimleriyle sorgulanırlar
(Onay, 2011: 222) Doğal olanın yanı başında kullanılan doğaüstü unsur okuyucuyu
şaşırtmaz. Kullanılan doğaüstü unsurun doğal olanla bütünleşip kaynaşması şarttır. Mit
kutsal bir hikâye içerir. İlkel zamanlarda meydana geldiğine inanılan bir olayı anlatır. Bazı
şeylerin nasıl meydana geldiğini anlatır. Karakterlerinin çoğu olağanüstü varlıklardır.
44
Mitler olağanüstü niteliklere sahip varlıkların yaratıcılıklarını, kutsal ve olağanüstü
oluşlarını, kutsal hikâyelerini anlatırlar. Bu hikâyelerin gerçek olduğuna inanılır.
Olağanüstü varlıkların kutsal ve gerçeküstü hikâyelerini açıklarken insanlara model
sunmuş olurlar. Kahramanları ilahî varlıklardır. Cennete veya gökyüzüne aittirler. Halkının
kurtarıcısı olur; onları canavarlardan, açlıktan, kıtlıktan, her türlü tehlikeden kurtarır. Halk
için güzel ve iyi olanı yapar. Mitlere kutsal ve büyüsel özelliğinden dolayı saygı gösterilir.
Birçok kabilede kadın ve çocukların önünde mitler anlatılmaz. Sadece kutsal sayılan
gecelerde anlatılır (Seyidoğlu, 2005: 15-19; Bayat, 2007c: 31-32)
Araştırmacı yazar Aranyosi Ulusoy, bu durumu şu şekilde açıklamıştır. Ona göre; büyülü
gerçekçiliğin büyüsü, metnin evrenindeki gerçekler kadar olağandır. Büyülü gerçekliğin
anlatı kişisi, olağanüstü ögenin kendi evreninde yer almasına şaşırmaz, büyü ile gerçek
arasındaki sınırlarda gezinir. Bununla beraber büyülü gerçekçilik metinlerinde fantastik
olarak nitelendirebileceğimiz kurgularla yapılandırılmış metinlerdeki durumun aksine
metin evreninin bir bütün olarak alternatif bir gerçeklik oluşturmadığı görülür; yani aktüel
gerçeklikle olağanüstü olan hep bir aradadır ve anlatı kişisi iki düzlemde gerçekleşenleri
aynı derecede olağan bulur. (Aranyosi,2011:192)
Başka bir ifadeyle gerçeküstülüğün gerçekle ilişkisi sorgulanmaz. Yazar ve karakterler
gerçeğin içindeki gerçeküstü olaylarına kayıtsız bir tavır takınır. Olaylar gerçek bir evrende
gelişir, bu evren gerçekdışı olaylarla süslenir, karakterler de bu gerçek dışılıklara kayıtsız
görünür. Olağanüstü öğelerin son derece sıradanmış gösterilmesi büyülü gerçekçi
metinlerin en önemli özelliklerindendir. Bu özellik sürekli işleyen bir dengeleme çabası,
hileli bir şekilde işlemekte ve her zaman gerçekliğin büyülü düzeyinin biraz daha ağır
basmasını sağlamaktadır. (Erdem,2011:176)
Büyülü gerçekçi anlatım biçiminde “…hayaletlere, kayıplara karışmalara, mucizelere,
olağanüstü melekelere, gerçekdışı sahnelere yer vardır; ancak sihirbazlık gösterilerinde
görülen türden büyülere rastlanmaz” ( Çoban, 2011:197). Bu anlatım biçiminde yer alan
evren, birtakım gerçeküstü öğelere sahiptir. Bu gerçeküstü öğeler metnin yazarı, metindeki
kahramanlar ve okuyucular tarafından gerçekdışı olarak değerlendirilmez, gerçekliğin bir
parçası olarak görülür.
45
Büyülü gerçekçilik Latin Amerika’nın roman alanında en üretken dönemi olarak bilinen
1950’ler ve 1960’larda farklı şekillerde ortaya çıkmış bir anlatım tarzıdır. Büyülü
gerçekçilik kavramı, Türkiye'ye bir akım niteliğiyle 1980'li yıllarda ulaşır. Büyülü
gerçekçilik, 20. yüzyılda postmodern sanat anlayışıyla önemli ölçüde işbirliği içinde
görülür. Bu tarzla birlikte folklorik anlatım tarzı yeniden canlandırılmıştır. Büyülü
gerçekçilik yeni bir sanat yaklaşımı değil, folklorik eserlerde geçmişten günümüze kadar
uygulanan bir anlatım üslûbudur. Bu üslûba sadece edebiyatta değil sanatın, başta resim
olmak üzere, hemen her dalında rastlamak mümkündür.
Büyülü gerçekçi akımın uygulama alanı ilk olarak halk anlatıları olmuştur. Bu anlatılarda
halk anlatılarında olduğu gibi okur ya da dinleyiciler, kahramanların olağanüstü
durumlarını sıradanmış gibi karşılar. Her iki anlatıda da okurun tutumları aynıdır. Okur
anlatılanlara gerçekten öyleymiş, gerçekleşiyormuş gibi yaklaşır. Bu bakımdan büyülü
gerçekçilik halk anlatılarında çokça kullanılan bir anlatım stilidir” (Bars, 2012a: 998).
Büyülü gerçekçi metinlerde anlatının her aşamasında olağanüstü ile gerçek bir arada
bulunur. Yazar bu iki unsuru dengede tutan bir anlatım stratejisi uygular. Bu tür metinlerde
büyü ile gerçeklik arasında kurulan bu denge biraz hileli bir şekilde işlemektedir. Roland
Walter büyülü gerçekçi metinlerin üç özelliğinden söz eder: İlk özellik olarak bu tür
metinlerde yazar, anlatıcı ve karakterler olağanüstünü oldukça olağan bir durummuş gibi
karşılar ve okuyucu da bu durumu sorgulamaz. İkincisi gerçekçiliğin gerçekçi ve büyülü
düzeyleri arasında uyumlu bir bütünlük bulunur. Son olarak bu tür anlatılarda yazarın
ketumluğudur. Yazarın ketumluğundan kastedilen yazarın büyülü olanla gerçeğin uyumlu
bütünlüğünü zedelemeyecek şekilde olaylara yaklaşmasıdır. Yazar, olaylara açıklamalar
getiren bir gözlemci gibi yaklaşmaz (Erdem, 2011: 177)
Büyülü gerçekçilikte gerçekdışı olay ve olgular, gerçek dışılıklarına dikkat çekilmeden,
kayıtsız bir tavırla anlatılır. Gerçek ile gerçekdışı bir araya getirilir, birbirine katıştırılır.
Zamanda kasıtlı olarak kaymalar görülür. Tuhaf olanlar sıradan hale getirilir. Olağanüstü
ve gerçek aynı çerçevede ele alınır. Birinin diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. “Daha
açık bir ifade ile büyülü gerçekçilik, hayatta ve insanların eylemlerindeki gizemin
keşfedilmeye çalışıldığı bir dünya yaratır; bu bağlamda olağanüstü ile gerçek olan
arasındaki sınırlar silikleşir, gerçeğin olağanüstüne ya da olağanüstünün gerçekliğe karşı
yüceltilmesi gibi bir durum olmamalıdır” (Dilek, 2011: 206)
46
2.2. Mit ve Mitolojinin Diğer Bilim Dalları İlişkisinde Gerçeklik
Truva’nın 1870'li yıllarda keşfiyle birlikte Homeros mitolojisine ilişkin bütün eski
yargıların değişmesi gereken an gelmişti artık. Mitlerin gerçekliğine dair kanıtlar
kullanılmaya başlandı. Kazıtçılar üstelik bir tek Truva değil, tam dokuz Truva bulmuşlardı.
Üst üste dokuz şehrin yalnızca bir katında 50 oğlu olan Piriamos'un kutsal İlyon şehri ve
destanda öve öve bitirilemeyen zengin hazinesi bulunuyordu (Kaçmaz 2016:3)
Alman yurttaşı Scheliman'ın Truva’yı keşfi, hiç olmazsa Avrupa'da bir volkan patlaması
etkisi yarattı. Scheliman, Türkiye ve Yunanistan'da kazıt çalışmalarını sürdürdü; Truva’dan
beş yıl sonra bu kez Agamemnon'un mezarını ve o zamanki söylentiye göre, bizzat
Agamemnon'un kemiklerini de buldu. 1876' da Bay Schlieman, bu olaydan haberdar etmek
için Yunan kralına çektiği telgrafta, sanki 3000 yıl önceki bir 'mit'ten değil de, birkaç gün
önce aralarında bulunduğu dostlarından bahseden bir insan rahatlığı içinde şöyle
yazıyordu: "Klytaimestre ve sevgilisi Egisthe tarafından, hepsi de yemek masasındayken
öldürülen Agememnon, Kassandra ve Eurymedon'un mezarlarını bulduğumu büyük bir
kıvançla majestelerine bildiririm (Kaçmaz 2016:5)
Böylece, bütün bir Avrupa bilim dünyasını yetiştiren antik yunan öğretisinin temeli olan
destanlar, nereden kaynaklandığı belirsiz bir "mitolojik anlatım" olmaktan çıkmış, 5000
yıldır var olan Truva’yı konu edinen genel bir tarih anlatım biçiminden başka bir şey
olmadığını bütün dünyaya yüksek sesle ilan etme olanağına kavuşmuştu.
Truva, insanbilim tarihinde Lewis Morgan'ınkinden aşağı düzeyde olmayan çığırlardan
birini başlatmıştır. Kazıt bilimin antik vazo toparlama uğraşı olmaktan çıkıp başlı başına
bir bilim hale gelmesinin Truva’nın keşfine bağlı olması bir yana; bu keşif, 'mitoloji'nin de
hiç olmazsa sözünü ettiği şeylerin tarihte yaşanmış olduğunu herkese göstermiş; Mısır'da,
Sümer Mezopotamyası’nda ve Türkiye'de cesurca ve emin olarak kazıtlara başlanması için
bilimsel bir coşku temeli de yaratmıştır (Kaçmaz 2016:8)
Okuyucuyu dağların en yükseği Olimpus'a, yerleri ve gökleri titreten Baba-tanrı Zeus
katına çıkaran, oradan denizin kenarına, Agememnon ile Aşil arasında Biriseis kız için
yürüyen onur tartışmasına taşıyan; Menelaos'un karısı güzeller güzeli Helene ile Paris
arasındaki doyumsuz aşkı dinleten; Odisseia' da kahramanıyla birlikte yeraltı Hades'ine
47
indiren, Piriam ve elli oğlunun Truva’sını anlatan destanlar aslında o denli gerçekti ki,
Alman define arayıcısı, elinden düşürmediği Homeros'un kitabındaki tanımlardan
hareketle, Menderes nehrinin süzülüp aktığı ovaya ulaştı ve oradan destana göre şehrin batı
kapısındaki ulu meşe ağacının izini süre süre Çanakkale'de Homeros'un Truva’sını eliyle
koymuş gibi ortaya çıkarıverdi.
Şekil 2.1. Paris ile Melenous’un karısı Helena’nın Truva’ya kaçışları 12.2.2016 tarihinde
alıntılanmıştır
Truva’nın keşfinin ardından, eski tarih araştırıcılığı, kazı bilimine tam olarak o tarihlerden
itibaren yöneldi ve bugün olduğu gibi dün de Asya, Avrupa ve kuzey Afrika ile bağları
olan Anadolu, eski Sümer, Asur, Hitit uygarlıkları, ölçülmez değerdeki yazıtlarıyla
kendilerini bize tanıtmak için sıraya girdiler. Kil tabletlerin okunmasını kendilerine borçlu
olduğumuz Avrupalı bilim adamları, daha önce sadece Kutsal kitaplarda adı geçen bu
topluluklara ait bulguları Londra, Paris, Berlin ve New York'a taşımaktan yorulduklarında
bir kısmını da İstanbul ve Ankara müzelerine de teslim etmişlerdi. Gün yüzüne çıkan
tabletler bu kez de bir yüz yıl boyunca Türkiye müze depolarının tozlu raflarına
sıralandılar ve büyük hedef sahibi aydınlarımızın küçük uğraşlarından başlarını
kaldırmalarını sabırla ve biraz da boşuna beklemeye başladılar. (Kaçmaz 2016:10)
Eski insanın tabletlerin bir bölümüne kaydettiği ilahiler, cenaze törenlerinde, yeni yıl bahar
şenliklerinde, kardeşlik anlaşma şölenlerinde, tanrılara adanmış tapınak korolarında kör
ozanlar, çalgıcılar, rahipler ve doğrudan topluluk bireylerince, bütün bir topluluğun onayını
alma süreci içinde zenginleşerek zaman içinde oluşmuş, yaratılıp düzenlenmiş tarih
kayıtlarıdır.
48
Başlangıçta toplumun eski ilişkilerinin tanımı ilahilerin içinde yer aldığını ve sonraki
nesillere davranış düzenlemeleri bakımından yol gösterdiğini ifade edebiliriz. Homeros
adıyla anılan bu destanlar, bu nedenle yalnızca bir savaş anlatımı, hatta öncelikle bir savaş
anlatımı değildir. İlyada, ister istemez kendisine savaşı konu alırsa da, orada, bir bütün
olarak savaş yergisini de okuruz. Destanlar öte yandan, insan yaşamının hemen her
kesitindeki ilişkilerini sonraki kuşaklara öğreten bir töre aktarım biçimi olarak
şekillenmiştir aynı zamanda. Orada, gür naralı Diomedes, toplanan kurultayda söz alınca,
"önce sana çatacağım, Atreusoğlu Agamemnon, ey kral, darılmaca falan yok, toplantıda
bize verilen hak bu" dediği zaman, bu dizeler, sonraki krallar arası ilişkide de kullanılan bir
uygulama kılavuzu da oluyordu (Kaçmaz 2016:11)
İster Olimpus'lu Tanrıların, ister Truva önünde savaşanların şölenlerinde olsun, katılımcılar
eşit pay alır, yakınmazdı bir tek kişi. İnsan, kanla, çamurla kirliyken, arınmamış ellerle
Zeus'a yalvaramazdı. Truva içinde Atena'ya bir yaşında iki buzağı kurban edilmişti.
Dışarıdan gelen konuk, önce eşikte karşılanır, yedirilir, içirilir, ancak bundan sonra adı-
sanı sorulurdu; yabancı konuk girişte silahlarını kapı dibine koyar, evin erkeği veya genç
kızı tarafından yıkanırdı.
Savaşta iki tarafın temsilcilerinin düellosunda kuralar tolgaya konup sallanır, düello alanı
ölçülür, öteki savaşçılar yerlere çömelir, kurası çıkan ilk mızrağı atardı. Nestor bir kam
olarak Agememnun'a söz geçirirdi. Karşılıklı ant içmenin yolu yordamı belirlenir,
ihtiyarlar meclisi toplanır, yaşlı temsilci asa'sı üzerine ant içer, taraflar ant'ın konusunu ve
uyulmamasının neticelerini yüksek sesle beyan edip tanrılara yakarırlar; Gök Tanrıya ak
koyun, Yer Tanrıya kara koyun kesilirdi. İlyada'dan Tanrı sunularının nasıl hazırlandığını,
yaban domuzu veya koyundan bir tutam kıl-tüy kesilip onun paylaştırılması gerektiğini
öğreniriz (Kaçmaz 2016:15)
Homeros dünyasının savaşlarında kişinin ölmesinden çok, ölü bedeninin karşı tarafa
kaptırılmaması, soykalarının soydurulmaması çok daha önemlidir. Truva anlatımında ölüm
törenlerinin, yas tutma günlerinin, cenazeyi ateş payı vererek yaktıktan sonra kemiklerini
toplamanın, mezar dökmenin, 'piç' veya 'kusursuz' oğul ve kızların ilişkilerini anlarız, bir
Tanrıçadan veya ölümsüz Tanrıdan olan ile bir ölümlüden doğanın saygıda bir
olamayacağını saptarız. Aleksandır, Paris, karşılıklı ant içildikten sonra, Menelaos'la teke
tek dövüşü yitirince, Helene'nin, Akha'lardaki geleneğe göre, Paris'in yatağına artık
49
çıkmaması gerektiğini, bunun hoş karşılanmadığını anlarız. Yalvarana saygıyı, kurtulmalık
kurumunu, köleleştirme ilişkilerini, krallar arası ganimet onurlandırma paylaşımlarını
izleriz. Kısaca bu destanlar, tıpkı öteki eski toplum destan örnekleri gibi, bireyin doğum
öncesinden ölüm sonrasına değin geçecek varlık dönemi boyunca karşılaşacağı hak ve
yükümlülük tanımlamalarının; bütün bir toplu yaşam kurallarının anlatımını içerir.
“Truva’nın keşfinden otuz yıl kadar önce, ''her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal
alanında ve hayal aracığıyla egemenlik kurar" diye ilan edilmesinin karşısına Yunan
mitolojisi Truva, Hektor, Priam ve Agememnon'la, elle tutulur bir gerçek olarak karşımıza
dikilince, eski tutumların düzeltilmesi beklenirdi. Ama anlaşılıyor ki, genellikle olduğu
gibi, ortaya çıktıktan sonra teoriyi düzeltmek her zaman zordur ve neredeyse Politzer'e
gelinceye kadar bu konularda tam bir sessizlik hüküm sürüp gitmiştir.”
Resim 2.1. Savaş devam ederken, kehanetlerin ön gördüğü şekilde Hector'un kardeşi prens
Paris tarafından öldürülebileceği tek yer olan topuğundan vurularak öldürülür
(http://tarihiveilgincbilgiler.blogspot.com.tr/2016/07/efsanevi-savasc-asil-ve-truva-savasnn.html) 12.12.2016
tarinde alıntılanmıştır.
Köleci Atina etrafındaki Hellen ittifak uygarlığı, onun ulaşmış olduğu kültür dünyası,
Homeros'un İlyada ve Odisseia 'sı olarak bilinen destanlarla doruk noktasını bulan eski
kültür; sonrasında Zeus'u İsa'ya dönüştüren gücün düşünsel dile getiricilerinin fikirleri
Aristo, Platon vb. ile Roma üzerinden bütün Avrupa’ya; Büyük İskender aracılığıyla da
Küçük Asya ve Hindistan'a kadar uzanmıştı.
50
Kutsal Kitap'larda dönüşmüş biçimlerinin yer aldığı olayların bundan dört bin yıl önce,
yeraltına gömülmüş kil tabletler üzerinde de bulunuyor olması, kutsal kitap sözlerinin
tarihsel ve dolayısıyla hukuksal belge olarak da okunmasını gerektirir. Çünkü bütün
bozulmuş örnek ve anlayışları içermesine karşın destanlar, eski toplum işleyişinin ve
kavramlarının anlaşılmasında bir tarih aktarım biçimi olarak da bize ulaşmışlardır.
Tarihsel kanıt eksikliği bulunduğu dönemin modern Avrupa materyalizmi, hem mitoloji ve
hem de onun özel biçiminden başka bir şey olmayan din kaynaklarına ve genel olarak dine
karşı da sarsıntılar geçirmiştir; onun için, mitoloji, destan vb. bir sanat biçiminden öte
değer taşımaz ve insan ruhunun ürünüdürler; mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında
ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir!
Azra Erhat ve A. Kadir'in Türkçe çevirileriyle okunması doyumsuz İlyada ve Odisseia,
eski insanın gerçek yaşamının gerçek değerlerinin tarihteki en güzel anlatımlarından
biridir. Yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı üzere mitler gerçeklikle yakından
ilişkilidir. Bu sebeple mitleri tarihle de ilişkilendirmek yanlış olmayacaktır.
Araştırmacıların birçoğu tarafından mitlerin tarihle ve gerçeklikle bağlantılı olduğu
ispatlanmıştır (Kaçmaz 2016:18)
Mitler üzerinde yapılan ilk değerlendirmeler onların birer uydurmaca ve safsata olduğu
yönündeydi. Fakat son zamanlarda mitlerin gerçekliği üzerinde birçok çalışma yapılmış ve
mitlerin tarihi gerçeklerin aşırı süslenmiş halleri olduğu görüşüne varılmıştır. Mitlerin iki
yönden gerçekliği kabul edilebilir. Birincisi kutsal olmaları, ikincisi ise fayda
sağlamalarıdır.
Mitlerin tarihle birçok benzer yönü olduğunu söyleyebiliriz. Mesela; mitler anlatıldığı
anda, anlatıldığı döneme aittir. Fakat konuları bakımından ise geçmişe, gerçek geçmişe
böylelikle de tarihe aittir.
Tarih toplumun zaman içindeki gelişme yönünü belirleyen, insanın kendi toplumu ile
diyalog kurmasını ve bütünleşmesini sağlayan ondaki toplum şuurunun canlı tutan bir
kültür hazinesidir ( Turan,2002: 189). Tıpkı mitler de toplumun şuurunu canlı tutarken bir
yandan da geçmişte olan bir olayın unutulmamasını sağlamaktadır.
51
Eski Türklerde avlanma geleneğini örnek olarak verelim: Geçmişte ava çıkmış bir grup
insan av esnasında birtakım kötü olaylarla karşılaşmış olabilir. Bu belki bir yaralanma,
belki bir ölüm ya da bereketsiz geçen bir avlanma olabilir. Böyle bir olayın tekrar meydana
gelmemesi için “orman koruyucunsa” bir adakta bulunmuş olabilirler. Hala günümüzde
istenilen bir şey için adak adanmakta ve istenilen şeyin gerçekleşmesi sonucu adak kurban
edilmektedir. Neticede işlevsellik bir yorumdur ancak tarihselliğin gerçek olmadığını iddia
etmek de güçtür (Akçam, 2015:399).
Öcal Oğuz; “Tarihsellik, en kısa ifadesiyle devralmak, devralınanı geliştirmek ve
devretmektir. Diğer bir ifadeyle “zamanın geçmiş, şimdi ve gelecekten oluşan üç
boyutuyla diyalektik ilişki içinde olmak, geldiğini, şimdi-burada olduğunu ve gideceğini
bilmek, demektir” diyerek tarihselliğin bir devinim içerdiğini dile getirmektedir(Oğuz,
2011:1478). Bu açıdan baktığımızda mit ve mite ait pratikler de tarihle alakalı ve
tarihseldir. Çünkü mit geçmişe ait bir bilgidir ve geçmişte yaşanmış bir olayın tekrarı
şeklinde ortaya çıkar. “Miti her okuma ya da anlama çabası farklı bir mitolojik açılım
meydana getirirken aynı zamanda onun tarihselliğini de ortaya koyar. Yani miti her anlama
ya da anlamlandırma süreci tarihseldir.” (Batuk, 2006: 20) Mesela; Yakut ve Altay
Türklerine ait bir mitte çam ağaçlarının her mevsim yeşil yapraklı olmasının açıklaması şu
şekilde anlatılır: İnsanlara can vermek için görevlendirilen bir kuzgun yolda acıkınca
konuşmak için ağzını açar ve gagasındaki can ormandaki çam ağaçlarına dağılır, bu
yüzden çam ağaçlarının yaprakları yaz-kış yeşildir (Bars, 2013: 224).Bu anlatıda mit-
zaman ilişkisi göze çarpmaktadır. Zira olay geçmiş dönemde gerçekleşse de çam ağaçları
yaprakları “sonsuz şimdiki zamanı” temsil etmektedir. Bu mitte geçmiş zaman ile yaşanan
zaman birbirine paralel olarak algılanmakta, bu iki kavram eş zamanlı olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Gerçeğin anlatısı olan mitler gerçekte var olmuş, tarihi bir olayı anlattıkları için de tarihle
ilgilidirler. Şahitlik edemediği dönemde meydana gelen bu yaratmalar insan zihninde bir
olgu olarak mitler ile yaşamaktadır. Mitler şahit olunmayan geçmişin bir şekilde izahıdır
ve bu yüzden kutsaldır. Tarihi olan mitler aynı zamanda anlatılarak /uygulanarak
tarihselliğini de sürdürmektedir.
Mitler gerçek ile ilişkili anlatmalardır. Çünkü gerçek, bir bellekte diri olarak tutulan
geçmişin tekrarıdır. J. Campbell “Efsanevi kahramanların yaşamlarını, doğa tanrılarının
52
güçlerini, ölülerin ruhlarını ve topluluğun totem atalarını anlatır görünen mucize öyküleri
aracılığıyla insan davranışlarının bilinçli düzenlerinin altında yatan bilinçdışı arzu, korku
ve gerilimlere simgesel bir anlatım verilmiştir” (Campbell, 2010: 289) diyerek, bilinç
kavramına dikkat çekmiştir. Bilinçte var olan bir olay bilinçdışı etkilerle anlatılmıştır.
Tekrarlar yoluyla bellekte devamlı yaşayan bir tarih, mit olarak anlatılagelmiştir. Ayrıca
mitler, “yazısız ve belgesiz toplumlar için toplumlar için geleceğin, şimdiye ve mümkün
olduğunca yakından bağlı kalmasını güvence altına alan” (Levi-Strauss, 2013: 23) anlatılar
olarak tarihle ilişkisini sürdürmektedir.
Mit ve felsefenin ilişkili olduğu yeni çalışmalar sayesinde daha belirgin hale gelmiştir.
Mitlerin daha önceki yıllarda uydurulmuş hikâyeler olduğunu düşünen bilim adamları
mitleri herhangi bir bilim dalıyla yakından alakalı görmedikleri için mitlere yeterince ilgi
göstermemişlerdir.
Felsefe bilim adamı olan Vico’ya göre; şiirsel hikmet dünyanın ilk hikmetidir. Homeros’un
eserleri o dönemin sosyal ve siyasi kurumları hakkında bize ipuçları verir. Mitolojiyle
felsefe arasında ilişki kuramayan bilim adamları dilbilimi ve felsefe ararsında her zaman
ilişki kurmuş ve bu iki bilim dalı ortaklaşa ilk insanların düşünme biçimiyle ilgilenmiştir.
Bu iki bilim dalı birbirlerine yardım ederek bu ilk insani kurumları incelemişler ve
insanların düşünüş tarzlarına ulaşmışlardır. Ulaştıkları bu sonuçlar en eski gelenek ve
göreneklerin doğru ve güvenilir tarihleridir. Bu tarihler doğal olarak halkın hafızasında
korunmuştur. Çünkü bu ilk uluslar da küçük çocukların harika bir şekilde işleyen güçlü
bellekleri gibi belleklere sahiptiler. Bu insanlar maddeden çok canlı duyularla onları
kavramada ve genişletmede güçlü imgeler, kendine has tutkularından, duygularından
mitler yarattılar.
Halk dillerindeki mecazlara bakıldığında en parlak ve bu yüzden en çok gereken ve sık
kullanılan metaforlar göze çarpar. Metafor yukarıda söz konusu edilen metafizikle uyum
içinde cansız şeylere duygu ve tutku verir. İlk şairler kapasitelerince bu cisimlere canlı
varlıklarmış gibi duygu ve tutku yüklemişlerdir.
Metaforların bu derin ve içsel anlamları felsefe bilim dalıyla da incelenmelidir.
Günümüzde incelenmiş sanatlar ve derinlemesine gelişmiş bilimlerin ihtiyaç duyduğu
terimlerin büyük çoğunluğu kırsal kökenlidir. Dünyadaki ilk insanlar doğal olarak doğru
53
olan çocukların basitliğine sahip oldukları için ilk fabllar (yani metaforlar) hiçbir şeyi
yanlış taklit edememiştir; bu yüzden bu anlatılanlar gerçek hikâyelerdir. (Vico,1725: 240)
Vico’ya göre; ilk bilim mitolojidir. Ulusların tabiatı hakkında araştırma yapmak istiyorsak
öncelikle ulusların mitolojilerine bakmamız gerekir. Bu mitolojik anlatılar bize ulusların
toplumsal kurumlarını verecektir. O halde Vico için mitler anlamsız, çarpık birtakım
anlatılar değil, gerçeği anlatan hikâyelerdir. Çünkü ona göre insan anlamadan insan
olmuştur. Anlama bir refleksiyon gücünü gerektirir. Yani bir konu üzerinde yoğunlaşıp o
konu üzerinde tekrar tekrar düşünmeyi gerektirir. Bu ise soyut düşünme yeteneğini gerekli
kılar. Soyut düşünme ilk insanlarda olmadığı için düşünme güçlerinden ziyade hayal
güçleri ve imgelemleri gelişmiş, içinde yaşadıkları evreni somutlaştırma yoluna
gitmişlerdir. Örneğin, tepe veya başlangıç için “baş” , bir yamaç için “sırt” ya da “omuz” ,
tırmığın dişleri, ayakkabının dili, saatin kolları, yelkenin karnı, taşın damarı vb. verilebilir.
Felsefedeki “insan her şeyin ölçüsüdür” tartışma konusu mitolojik döneme kadar
götürülebilir. Çünkü bilinmedik şeyler elde olan ya da bilinen şeylerle açıklanabilir. Bu
sebeple soyut düşünme yeteneği gelişmiş günümüz insanı eski insanları anlayamaz.
Mitler bir sosyal mirastır. Mitler sadece tabiatın kanunlarını da ifade etmez. Mitler bir
halkın sosyal düzeni, ekonomik uğraşları, sanatları, becerileri, dini ya da sihirsel inançları
ve dini törenleri hakkında bilgi verir. Ahlaki değerlerin geçmişteki ilkel şeklini verir
bizlere. Mitin fonksiyonu, geleneği genişletmek, toplumun değerlerini yüceltmek ve daha
büyük, daha yüksek, daha doğaüstü ve daha etkili bir gerçeklik değerine bağlamaktır
(Malinowski, 1990: 87-88).
Schelling’in de dediği gibi; mitolojinin şuur dışında gerçekliği yoktur. O yalnızca şuurda
meydana gelebilir fakat mitolojiyi yaratan şuur değildir. Ancak ondan şuurun belirli bir
hali yani mitolojik şuur doğar. Hayal gücünün üretimidir. ( Ülken,1986:308-309)
İlim ve felsefenin doğuşundan sonra da mitolojinin kalıntıları kalmıştır. Yalnız primitif
düşüncenin yerini objektif düşünce aldıkça mitoslar gerçek olmaktan çıkarak mecaz
olmuşlardır. Felsefe adeta bu iki şuurun ortasında doğmuştur. Hesiod’un Thegonie’sinden
başlayarak Eflatun’un diyaloglarına kadar mitoslar mecaz ve sembol halini almışlardır. Bu
semboller Platon’da gerçekleşmiştir ( 313-316).
54
Mitoloji, ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve doğa olaylarını kişileştirerek
yorumlama ve anlamlı bir biçimde açıklama ihtiyacından doğmuş öykülerdir. Mitoslar,
dinlerinde başlangıcıdırlar.
Mitoslar, insanın doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koyarak, sanatın yararlandığı
önemli bir esin ve kültür kaynağını oluştururlar. İlkçağın mitosu laiktir ve din adamının
değil sanatçının uğraşıdır. Sözlü ya da yazılı edebiyat ve sanat kollarının hepsinde konu
edilen ve işlendikçe değişen mitoslar; ne kadar ozan ya da sanatçı varsa, o kadar farklı
yoruma ve biçime dönüşmüş, hiçbir zaman tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları gibi
değişmez ve mutlak bir hale gelmemiştir. Öylesine bir çeşitlilik ve özgürlük vardır ki,
Tanrıça Artemis Batı Anadolu'da başka, Yunanistan'da başkadır. Bölge bölge Tanrıların
özellikleri değişir. Daha eski yerel bir inancın etkilerini, yeni inanca aktarılmış olarak
bulmak mümkündür. Mitosun gerçekle ilişkisi olup olmadığına gelince, mitosun gerçeği
kendi içinde aranmalıdır.
Mitoloji insanların kendi dünyalarının; kahramanlıklarının, özlemlerinin ve sevdalarının
dışa vurumudur. Yenilmezlik ve kahramanlık düşlerinin imgeleri; Herakles ya da Gılgamış
olarak çıkar karşımıza.
Resim 2.2. Gılgamış Destanından Gılgamış tarihteki ilk kral kahraman
(http://kokler-ve-kanatlar.webnode.fr/products/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F-destan%C4%B1-
/)12.12.2016 tarinde alıntılanmıştır.
Yeryüzünün ölümlü insanları tanrıların ışığını ve ateşini çalmak için Prometeus olmayı
göze alacaklardır. Kaf Dağlarının kayalarına zincirlenmek pahasına da olsa… Yaşamın
başlangıcındaki cinsel arzuyu ateşlemek için kanatlı aşk melekleri Eroslar, ok atıp
duracaktır gözüne kestirdiği âdemoğullarına ve kızlarına. Aslında, insanların
mitolojilerindeki tanrıları kendilerine yada ütopyalarındaki insan yaşamına benzer.
55
Ölmezler, kaybetmezler ve yenilmezler. Yüce dağların başlarında, Ambrosia (tanrıların
ölümsüzlük yiyeceğini) yerler, Nektar (tanrıların ölümsüzlük içkilerini) içerler.İnsanların
düşledikleri imgelerinin masalsı dünyası ve tiplemeleri onların yaratıcı güçlerini ortaya
koyar. Bunlar tragedyalara, heykellere ve duvar resimlerine dönüşerek çıkar karşımıza.
Mitolojinin sağladığı imgesel düşlerimiz olmasaydı; ne uzak dağları aşabilen bin bir renkli
Zümrüdü Anka Kuşu, ne kanatlı at Pegasus ne de Homeros’un destansı İlyada’sı olurdu…
İşte bu yüzden, mitoloji sanatsal yaratıcılığın özünü oluşturmaktadır.
Resim 2.3. Al kanatlı Pegasus Sanata yansıması
Resim 2.4. Zümrüd-ü Anka Sanata Yansıması
(http://izlerveyansimalar.blogspot.com/2013/11/adremytteion-oren-pegasusun-kanatlar.html)12.12.2016
tarinde alıntılanmıştır.
Eski çağ insanı, gerçeküstü kişiler, tanrılar, yarı tanrılar ve insanüstü kahramanların
serüvenlerini öğrenmekle, geçmişin ve günlük olayların gizini ve anlamlandıramadıklarını
çözdüklerine inanmışlardır. İsimler, kişiler, olayların yaşanışı ve kökenler farklılık
göstermekle birlikte hemen hemen her toplumda ve coğrafyada, insan yaşamını etkilediği
için tanrılaştırılan bazı ortak nesneler, doğal olay ve kavramlar hatta olağanüstü kişiler
56
olmuştur. Örneğin; bereket arzusu; kutsal hayvan, ana tanrıça, hasat ve bereket figürlerini;
ölmek, yok olmak korkusu; yeniden dirilişi, öbür dünya tanrıları inancını ya da cinsel arzu;
soyun devam etme isteği, aşk tanrılarını ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte bu efsaneler
betimlenmeye ve sanatın pek çok dalını oluşturmaya başlamıştır(Mutlu,1997:1273).
Tanrılar bazen insan bazen de ilkel hayvan toteminin gelişmiş biçimiyle betimlenmişlerdir.
Yeni tanrılarsa genellikle kentlerin efsanevi kurucu ya da koruyucuları olarak ortaya
çıkmıştır. Efsanevi kahramanların bazıları belki gerçekten ilk çağlarda yaşamış kişiler,
yerli hükümdar sülalelerinin ataları, bazıları da insanoğlunun doğaya hükmedip onu
ehlileştirmesini simgeleyen kişiler olmuştur. Ayrıca Tufan, insan ve evrenin yaratılışı ve
tanrılar arası mücadeleler ile ilgili efsaneler hemen hemen bütün toplumlarda
görülmektedir.
Batı uygarlığının temelini oluşturan, Greko-Latin hümanizmasının dinsel kaynağı, Yunan
mitolojisi ile bunun Roma’daki uzantısı olarak yorumlanmıştır(1274).
Mitolojilerde geçen karakterler, isimler, yer adları, canavarlar hem gerçek anlamlarında
hem de benzetmeler ile edebiyat, müzik, sinema, resim gibi sanat dallarının birçoğunda
kendini göstermiştir. Ben şahsım adına tanrıların yiyeceği olan ambrosianın adının birçok
filimde geçtiğini duymuşumdur. Bu gün konuyla hiç ilgisi olmayan bir insanın bile
Tanrıların kralı Zeus’un adını duymuş olması kuvvetle muhtemeldir. Geçmişten günümüze
kadar birçok kültür sanat alanında mitleri konu alan eserler vermiştir. Ünlü İtalyan ressam
Picasso tablosunda Minotaur’u kullanırken kim bilir neleri düşünerek bu eklemeyi
yapmıştı.
Resim 2.5. Picasso, Minotaur’un olduğu tablosu
(http://de.wahooart.com/@@/8EWNB4-Pablo-Picasso-Minotaur-und-Pferde-1-) 12.12.2016 tarinde
alıntılanmıştır.
57
Roma dönemi ve sonrası birçok Tiyatro eserinde özellikle Yunan mitlerinden alıntılar
bulma şansınız oldukça yüksektir. Günümüz sineması bile hiç alakasız bir filmde Yunan
mitolojisinden alıntı bir isim kullanabilmektedir. Özellikle 80’lerin sonrasında Rock, Glam
Rock ve Metal müzik türünün zirvesinde olduğu yıllarda birçok müzisyen ve grup Yunan
mitolojisinden etkilenerek şarkılar hazırlamıştır. Örneğin geçen sayıda da adından
bahsettiğim büyük Yunan kahramanı Achilles adına yazılmış Manowar grubunun 28
dakika süren Achilles Agony and Ecstasy şarkısı gibi. Aynı şekilde Metal müziğin en iyi
isimlerinden olan Iron Maiden’da Yunan mitlerinden birçok defa esinlenmiştir.
Resim 2.6. Iron Maiden’in yerel halkı temsil eden bir çizimi
(http://ironmaiden.com/)12.12.2016 tarinde alıntılanmıştır.
Yunan mitlerini bu kadar ön plana çıkaran nedir, sorusu kafalarımızda oluşmaktadır.
Yunanlılar Helenistik çağ olarak bilinen dönemde kültürel anlamda muhteşem bir uygarlık
kurmayı başarmışlar. Bir şehir devleti olarak dönemin en büyük ve en önemli ticari
şehirlerini kurarak kendilerini gelişime duyarlı hale getirmişler. Bu gelişim içerisinde ise
birbirine bağlı çoğunluğunda tutarlı ve hayal gücünü zorlayan büyük kültürel miraslarını
da örmeye başlamışlar. Bu dokuma uzun süreli olmuş, hataları düzeltmek ve yapılan
düzenlemeleri mükemmelleştirmek içinde çok fazla zamanları olmuş. Sonuç ise binlerce
yıl sonrasına taşınan ve günümüzde dahi birçok konuda adı geçen muhteşem bir yapı
ortaya çıkmış. Daha sonra Roma buna benzer bir yapı oluşturmaya çalışmışsa da
Yunanlıların yaptıklarının üzerine kendi renklerinde boya atmaktan ileri gidememişler.
Tartarus, Yunan mitlerinde, ağza alınmayacak korkunç suçların cezasının verildiği, sonsuz
işkenceler mekânı, Hades’in en korkulan yeri olarak betimlenir. Hades’in derinliklerinde
bulunan bu sisli ve dumanlı yere, düşecek kadar korkunç suçlar işleyenler, yeraltının
58
efendisi Hades’in gözetiminde sonsuza kadar sürecek korkunç işkencelere maruz kalırlar.
Bu suçlar bazen tanrıların yiyeceği Ambrosia ile şarabın tanrısal versiyonu kabul edilen
Nektar’ı çalmaktan, tanrıları sınamak için kendi oğlunu öldürüp onlara yemek olarak sunan
Yunan Kralının işlediği suça kadar çeşitlilik gösterebilmektedir. Ephyra krallığının
kurucusu olan Sisyphus bu örneklerden biridir. Kral Sisyphus’un büyük günahı, yeraltını
tanrısı Hades’i kandırmaya çalışmak olmuştur. Ölümü yenmeye çalışarak birçok defa
yeraltından kaçmış ve sonucunda sonsuz işkence cezasına çarptırılmıştır. Sisyphus ilk
ölümünden önce (ki birçok defa ölüp geri yeryüzüne dönmüştür) karısına cenaze töreninin
tanrıların isteklerine uygun yapılmamasını isteyerek aklında bir plan oluşturmaya başlamış,
ölümünden sonra karısı isteğine uyarak naşına uygun cenaze törenini yapmayarak merakla
beklemeye başlamış. Sisyphus o sıralarda Hades’in karşısına çıkarak cenazesine yapılan
saygısızlıktan ötürü duyduğu üzüntü ve şaşkınlığı dile getirerek bu olayın suçlularını
cezalandırabilmek için yeryüzüne dönme izini istemiş. Tatlı diliyle oyuna getirdiği
Hades’ten izini alınca yeryüzüne dönen Sisyphus bir süre Hades’a gözükmeyerek ölümünü
ertelemeyi başarmış. Bunu birkaç kez daha tekrar eden Sisyphus sonunda tanrının gazabını
üzerine çekerek sonsuz işkenceye çarptırılmış. Cezası ise sonsuza kadar çok büyük bir
kayayı uzunca bir mesafe götürerek bir tepenin zirvesine çıkarmak olarak uygun görülmüş.
Sorun şu ki o bahsi geçen kayanın ne zaman zirveye yaklaşsa geri aşağı düşmenin ve başa
dönmenin bir yolunu bulabiliyor olması imiş.(Yılmaz, 2009:2)
Resim 2.7. Sisyphus mitinin heykel sanatına yansıması
(http://www.felsefetasi.org/category/mitoloji/) 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.
59
Argos Kralı Danaus’un kızları olan Danaidesler (biri hariç hapsi) düğün törenlerinin
yapıldığı gece müstakbel eşlerinin yüreklerini söküp kafalarını keserek büyük ödülü
almaya hak kazanmışlardır. Bu kızların işkencesi ise Styx ırmağının kıyısından
doldurdukları kovalarla Tartarus’da bulunan dipsiz bir kuyuyu sonsuza değin doldurmaya
çalışmak olarak belirlenmiş.
Resim 2.8. Veronese The Danaides Heykeli 3lü Kadın
(http://www.ehobim.com/VERONESE-THE-DANAIDES-HEYKELI-THE-DANAIDES-THREE-WOMEN-
WITH-CALDRON_u_r_n_3471.htm)12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.
Tanrıların tanrısı Zeus’un eşi olan Hera’yı baştan çıkartmayı planlayan Ixion’dan
bahsedilir. Bu şahısta bu eyleminin Zeus tarafından anlaşılması üzerine Hera yerine Hera
kılığında olan bir bulutla cinsel ilişkiye girmiş ve sonrasında ise Tartarus’da yanan bir
tekerleğe bağlı olarak sonsuza kadar dönerek işkencesine başlamıştır. (Yılmaz, Kayıp
Dünya)
60
Resim 2.9. Ixion’un çömlek üzerine İşlenmesi
( https://www.pinterest.com/pin/558376053772517963/ 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.
Afacan’a göre Mitologya insanın toplumsal tarihinde bilim ve sanatın oluşumu
açısından geriye bakıldığında, ortak bir zemin konumundadır. Şiirin, tiyatronun,
heykelin, mimarînin, resmin, müziğin kökleri ilkel tapınma törenleridir. Bu türlerin
hepsinde, hatta sinema ve tiyatro gibi türlerde de mitoloji, başvurulan önemli bir
kaynaktır. Mitoloji, insanlığın kültürel gelişiminde önemlidir, Bütün halklar,
gelişimlerinin bir noktasında kendilerine efsaneler, yani bir süre için inandıkları
olağanüstü anlatılar yaratmışlardır. Bu anlatılar, neredeyse tüm sanat yapıtlarına esin
kaynağı olabilecek bir güce sahiptir. Resim, müzik, edebiyat gibi sanat eserlerinde bu
etkiyi belirgin bir şekilde görmekteyiz. Ayrıca, sanatçıların esinlerini mitolojiden alıyor
olduklarına dair anlatılan mitik anlatılar da ilginçtir:
“Yunanca musiki anlamına gelen “mousikos” sözcüğünün mitolojideki “Mousalar”la ilgili
olduğu, bu sözcüğün ayrıca şiir ve öteki sanatları da kapsadığı öne sürülmektedir. Zeus ile
Mnemosyne’nin hepsi bakire dokuz kızı olan Mousalar ‘esin ve sanat perileri ya da
tanrıçaları’ olarak nitelendirilirler. Mousalar’ın başı olarak adlandırılan Kalliope lirik şiirin
esin perisidir. Erato ise koro halinde söylenen aşk şiirlerine esin kaynağı olmuştur”
Türk mitolojisinde de, yaratılış efsanelerinde adı geçen Ak Ana, Tanrı’ya yaratma ilhamını
veren bir özelliğe sahiptir. Bu motif, mitolojideki Tanrı’nın yaratıcılığı ile insanın sanatsal
yaratıcılığı arasında kurulabilecek bir bağ açısından oldukça önemlidir.Mit, hayal gücü ve
yaratıcılık arasında da önemli bağlar vardır.
61
Eliada, “Mitler Yeryüzünde çok büyük olayların olup bittiğini ve bu ‘görkemli geçmiş’in
belli ölçüde yakalanıp geri alınmaya elverişli olduğunu sürekli biçimde yansıtır.
Paradigmatik jestleri taklit etmenin bir de olumlu özelliği vardır: Mit, insanı kendi
sınırlarını aşmaya zorlar; onu, Tanrıların ve mitsel kahramanların yanında yer almak
zorunda bırakır; bundaki amaç, onların eylemlerini insanın da yapabilmesini sağlamaktır.
Mit, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak insanın ‘Yücelme’sini sağlar” der.
Mitleri ezberden söyleyen kişi, her zaman ya belleğinin gücü ya da hayal gücü ya da
yazınsal yeteneğiyle çevresindekilerden ayrılır. Ezberden söylenenlerin her zaman klişe
gibi olması gerekmez. Bazen varyantlar ilk örnekten (proto tip) hissedilir biçimde
uzaklaşır. Her ne kadar bu süreçte, yeni bir mitin uydurulmasından ziyade önceden var
olan bir mitin değiştirilmesi söz konusu ise de, geleneksel taslaklar ile yenilikçi bireysel
değerlendirmeler arasındaki bağıntılar şaşmaz nitelikte değildir. Güçlü bir dinsel kişiliğin
yarattığı şokun etkisiyle geleneksel taslak sonunda değişikliğe uğrar; çünkü Geleneksel
mitoloji konusunu yenileyen, dinsel hayal gücü düzeyindeki bir yaratıcılıktır. Eliade,
sanatsal yaratıcılığa sahip olan bu kişilerin esin kaynakları hakkında ise şunları
söyler: “Bunlar ‘krizler’dir, ‘karşılaşmalar’dır, ‘vahiyler’dir. Kısacası, özellikle canlı ve
dramatik imgeler ve senaryolar topluluğunun eşlik ettiği ve zenginleştirdiği ayrıcalıklı
dinsel deneyimlerdir, yaşantılardır. Geleneksel mitoloji motiflerini besleyen, çoğaltan ve
hazırlayanlar, esrime olgusunda ustalaşmış kişiler, fantastik evrenlere yakın olan
kişilerdir.” Köprülü, ilkel toplumlarda bediî hissin ilk görünüşünün raks şeklinde olduğunu
düşünür, fakat bunda ‘şiir’ ile ‘musiki’nin tohumları vardır. Şiir, rakstan ayrıldıktan sonra,
daha uzun zaman musiki ile alakasını muhafaza eder ve mutlaka bir beste ile yahut bir
musiki aletinin eşliğinde terennüm olunur der. Eski toplumların mitolojileri, genellikle
destan gibi edebiyat ürünleri yoluyla olmuştur. Örneğin, çoğu İÖ yaklaşık 2100’den
1800’e tarihlenen Sümer edebî belgelerinin büyük çoğunluğu da, diğer kadim milletlerde
de olduğu gibi, şiir biçiminde yazılmıştır. Mitoloji ile şiir arasında bu yüzden de çok sıkı
bir bağ vardır. Hatta şiirin mi dinden doğduğu, yoksa dinin mi şiirden doğduğu bile
tartışma konusudur. Kimi araştırmacılar şiir, müzik, dans, vb. sanatların dinî ayinlerden
doğduğunu düşünürler. Bunlardan biri olan Köprülü: “ ‘Güzel sanatlar’ ismi altında
toplanan şiir, musikî, heykeltıraş, resim, mimarî, raks’ önce dinden yani dinî ayinlerden
doğmuş, uzun müddet tamamıyla dinî bir mahiyette kalmıştır. İnsan cemiyetlerinde
insanlığın zihnî faaliyeti yavaş yavaş ‘dinî şekiller’den ‘Lâdinî=dindışı’ şekillere geçerek
‘dinî ayinler’ daha sonra ‘dindışı oyunlar’ mahiyetini alır ve itikâdları doğuran faaliyet,
62
sanat eserlerini de vücûda getirir” der. Kimi araştırmacılarda da dinin şiirden doğduğu
fikrini görüyoruz. Caudwell, bu konuda, “Dinlerin doğuşuna gelmiş bulunuyoruz. Toplum
yapısının bir ürünü olduğu için herkesin bireysel yaşamına karışan şiirin bu kolektif
fantezisi (bu yapı, işbölümüyle farklılaştıkça) daha gelişmiş, daha olgunlaşmış bir biçimde,
dünyasal yaşamın maddi yapısından ayrı bir din dünyası biçiminde yeniden ortaya çıkar”
der. Ayrıca, İnsan ırkının çocukluk döneminde nasıl ayırabiliriz dini şiirden? diye de sorar.
O’na göre ikisinin de ekonomik bir işlevi ve toplumsal bir özü vardır. Şiir sanatında
devamlı akıcı bir yenileşme vardır ve Bu, dinin de bir özelliğidir, ama yalnız ilk
aşamasında, henüz şiirle iç içe bulunduğu dönemde. Din mitolojidir o zaman; mitolojinin
de özelliği olan, iç zıtlaşmanın bütün o kendiliğinden yaratıcılığını ve pervasızlığını dinde
de görürüz. Mitolojide şiir, tanrıların ya da insanların üzerine, doğru olmasalar bile, onların
coşkuları üzerine bir şeyler söyler. O halde şiirin özü bilinçli bir yanılsamadır. Platon,
Cumhuriyetine şairleri sokmaz. Şair sözü şüphe ile karşılandığından şiire şüpheyle bakılır,
hatta dindışı şiirler bazı dinî düşüncelerde hoş görülmez. Şair, yanılsamayı yaratan bir şey
yapar, bu onun yaratıcı özelliğinden ileri gelir. Şaire esin veren, ondaki coşkuyu harekete
geçiren mitolojik unsurlar davardır: “Sokrat, ozan İon’la konuşur: Seni coşturan,
Euripides’in mıknatıs, halkın ise Herakles dediği taştaki cinsten bir tanrısal güçtür. (…)
Çünkü bizim hayran kaldığımız o büyük şiirleri yazanlar, o yüceliğe herhangi bir sanatın
kuralları aracılığı ile erişmezler; mısralar biçimindeki o güzel ezgilerini kendilerinin
olmayan bir ruhun elinde, bir esinlenme halinde söylerler.” der (Ünsal 2010:2)
Sokrat’a göre, şairler ruhlarında dinsel bir görev duygusu taşırlar. Hava kadar hafif, kanatlı
ve kutsal bir şeydirler; esinleninceye, yani kendinden geçinceye kadar, tüm aklını
yitirinceye kadar şiir demeye değer bir şey yaratamazlar. Şiirlerinin ilhamını, herhangi bir
sanat dalında ustalık kazandıkları için değil, içlerindeki tanrısal gücün esinlerinden alırlar.
Bu esin kavramını, Yunan mitolojisinde şairlerin babası kabul edilen Homeros’ta da
görürüz: İlayda’yı anlatan ozan kimse, destanına esin istemek için bir “tanrıça”ya seslenir.
Yunan mitolojisine göre, Musa’lar adı verilen ve şarkı, müzik, oyun, şiir ve bilimden
anlayan bu tanrıçalar, Zeus’un kızlarıdırlar.
Bu fikirlerin benzerleri Türk mitolojisinde de vardır. İlk şiirleri söyleyen ve şaman adı
verilen din adamlarının şamanlığa girişleri ve ayinlerde şiir söyleyip dans ederken bir tür
cezbe hâline geçişleri ilginçtir. Ayrıca, şaman olmaya kişi kendisi karar vermemekte ve
şamanlık sanatı bu bilgilerin öğrenilmesiyle elde edilmemektedir. Şamanlığa giriş,
63
geçmişte yaşamış bazı büyük şamanların ruhlarının şaman olacak kişilere musallat olması
şeklinde olmaktadır. Bu hâle Altaylılar töz basıp yat (ruh basıyor) derler. İnanca göre, ata
ruhları kişileri etkileyebilmektedir, örneğin, Altaylıların inancına göre bütün şamanların
canları ölümden sonra yeryüzünde varlığını sürdürme hakkına sahip körmösler grubuna
dâhildir. İnan’a göre şaman (kam), Şamanistlerin inançlarına göre, tanrılar ve ruhlarla
insanlar arasında aracılık yapma kudretine malik olan kişidir. İnançlara göre, kudretin
kaynağı ilâhîdir, gökten verilmiştir. Çoruhlu’ya göre, “Her şeyden önce şamanın kolaylıkla
vecde ve istiğrak haline geçebilecek karaktere sahip olması gerekmektedir. Şamanlık
belirtileri ise ‘gerçek üstü varlıklar görme, sık sık baş dönmesi ve bayılmanın meydana
gelmesi, ruhsal ve bedensel acılara maruz kalma, sinirli olma, yemeden içmeden kesilme,
insanların yaşadığı yerlerden uzaklaşma, ruhlarla ve öteki âlemlerden varlıklarla konuşma,
sürekli düşünceli bir hâlde olma gibi davranış biçimleri’ şeklindedir ve özellikle ergenliğe
geçiş evresinde kendini gösterir.”
Gerçi Şamanizm’i bir ruhsal hastalık olarak açıklamaya çalışanlar da vardır: Ohlmarks’a
göre şamanizm, halkın ruhundaki asabî-marazî istidad ve tamâyüle dayanan ve yarı din
seviyesine çıkarılan canlı bir ananedir. Eliade, şamanizmin herhangi bir ruh hastalığı ile
özdeşleştirilmesine karşı çıkar: “Burada bir başka noktayı daha göz önünde tutmak
zorundayız: Şaman adayının ‘sırra-erme’ süreci sadece esrime deneyimlerini değil, (…),
bir hastanın kavrayamayacağı kadar karmaşık bir kuramsal ve uygulamalı eğitimi de
kapsar. Gerçek sara ya da histeri nöbetlerine kapılıyor olsalar da olmasalar da, şamanlar,
büyücüler ve genel olarak otacılar sıradan ruh hastası sayılmazlar: Onların psikopatolojik
deneyimlerinin kuramsal bir içeriği vardır; zira kendi kendilerini iyileştirebiliyorlarsa, bu,
hastalığın mekanizmasını –daha iyi bir deyişle, kuramını bilmeleri sayesindedir. (…) İster
Tanrılar veya ruhlar tarafından onların sözcüsü olmak üzere seçilmiş olsun; ister böyle bir
göreve bazı fiziksel bozukluklar yüzünden önceden yatkın veya eğilimli olsun; ister
sihirsel/dinsel bir ‘iç çağrısı’ değerindeki bazı kalıtım özelliklerinin taşıyıcısı olsun, şaman
düz insanların dünyasından ayrılıp tekilleşir; bunun nedeni de kutsallıkla daha dolaysız
ilişkide olması ve kutsallığın dışavurumlarını daha etkili biçimde
denetleyebilmesidir.” (Eliade, 2006: 6)
Buluç’a göre de, “(…) şamanı sadece bir ruh hastası olarak göstermek asla doğru değildir.
Aksine olarak ruhlar tarafından şamanlığa davet edildiğine inanılan bu kişiye, Sibirya
halkları arasında korku ile karışık bir saygı gösterilir. Husûsî kabiliyeti sâyesinde tabîat-
64
üstü kuvvetlerle temasta sayıldığı için, ona, mensup olduğu boy veya oymağın koruyucusu
gözü ile bakılır. Nitekim ilk şamanın zuhûruna dâir Sibirya’da anlatılan efsânelerde de
ruhlarla münâsebette bulunduğuna inanılan şamanın, üstün kabiliyetleri ile farklı yaratılışa
sâhip bir varlık olduğu belirtilir. Kamlar, umûmiyetle zeki, hayalperest ve şâir tabiatlı
insanlardır.”(Ünsal 2017:3)
Gök Tanrı inancına sahip olan Eski Türkler’de şaman, din adamlığının ve diğer
özelliklerinin yanı sıra, şairlik özelliğine de sahipti. Türk boylarındaki şaire kutsallık
vermeye, Türkmenler ve Harezm Özbekleri arasında şamanların ve müzisyenlerin pîri
olarak kabul edilen Âşık Aydın adlı mitolojik varlığı da örnek olarak gösterebiliriz.
Mitolojik inanca göre dutar çalmak veya baksı (şaman) olmak isteyen herkes Âşık
Aydın’ın mezarını ziyaret etmeli, geceyi dutar çalarak onun mezarı başında geçirmelidir.
İnanca göre Âşık Aydın, ziyaretçinin gözüne görünür ve ona hayır-dua vererek şairlik
kudreti verir. Görüldüğü gibi, farklı milletlerin mitolojilerinin şaire ve şiire bakış açılarında
büyük benzerlikler vardır. Perrin ise, şaman ile sanat arasındaki ilişkiye değinir ve
günümüz sanatçılarını kastederek Kimi sanatçıların, resim, şiir, tiyatro, müzik ve dans gibi
değişik sanat dallarındaki yapıtlarını ve esinlerini “şamancıl” deyimiyle tanımladıkları
gözlenmektedir diyerek bu ilişkiyi sorgular.
Mitler, millet olma şuurunu korudukları gibi, bazen de bu şuurun tekrar kazanılmasına
katkıda bulunurlar. Mitolojiden etkilenmiş olan İngiliz yazarlarından ve şairlerinden olan
W.B Yeats (1865–1939), miti, bilime, materyalizme ve Anglosakson soyutlamaya karşı bir
“görme biçimi” olarak düşünüyordu. Onun yapıtında, rüya ve simgelerin hüküm sürdüğü
bir evreni düşünmeye ve böylece köklere, yani yaşam ve bilgi ağaçlarının köklerine
inmeye davet vardır. İrlanda mitolojisi ile ilgilenen şairin gözünde mit, aynı zamanda
İrlanda milletini tekrar diriltebilecek bir olanaktı. Bu yönelişinde siyasi bir amacı da vardı;
mit, efsane, folklor gibi ögelerle İrlanda’nın İngiliz etkisinden tamamıyla kurtulabilme
ümidini taşıyordu. Gerçekten de tarihte Alman, İran ve Fin gibi bazı milletler folklor
malzemelerinden de faydalanarak kendi milli şuurlarının oluşmasını sağlamışlar ve millî
benliklerini korumuşlardır. Başka milletlerin etkisinde veya esaretinde olan milletler için
bu mit, efsane, destan, vb. ürünler hayatî derecede önem taşımaktadır. Bu milletler, bilinçli
bir şekilde bu folklor ürünlerine yönelirler. Antikçağ mitlerinin edebiyatta ele alınıp
işlenmesi Yunan toplumu gibi kadim milletlerde ise doğal bir şekilde olmaktadır ve bu
durum temel ve vazgeçilemez bir ögedir. Batı’da, Yunan mitolojisini konu olarak ele alıp
65
da işleyen çok sayıda sanat eseri mevcuttur: Daha eski Yunan devrinden, başlayarak,
mitoslar ve destanlar, fikir ve sanat eserlerine tükenmez kaynak olmuştur. Zengin bir
mitolojiye sahip olan milletlerin destanları da zengindir. Dünya edebiyatında mitolojik
öğeleri de içeren ve en yaygın olarak bilinen epik edebî ürünlere, Gilgameş (Sümer-
Mezopotamya), İlyada ve Odysseia (Yunan), Kalevala (Fin), Ramayana ve Mahabharata
(Sanskrit-Hint), Nibelungen (Cermen), Chanson de Roland (Fransız), Manas (Kırgız),
Aeneas (Roma), Şehname (İran) destanları örnek olarak verilebilir. Bizim mitolojimiz
dünyanın en eski ve zengin mitolojileri arasındadır. Sözlü gelenekte hâlâ yaşayan Oğuz
Kağan, Maaday Kara, Ural Batır, Dede Korkut, Manas ve Köroğlu Destanları bize Türk
mitolojisinin zenginliği hakkında bilgi verir.
Türk toplumu, tarihin destan devirlerini yaşamış, eski bir millet olduğu için bu devirlerin
folklor ürünleri günümüz edebiyatını da etkilemiştir; fakat bazı aydınlarımız batı ile ilişkilerin
bir sonucu olarak ve Yunan klâsiklerinin de çevrilmesiyle ilk olarak batı mitolojisi ile
ilgilenmeye başlamışlardır. Doğan, bu ilginin sebepleri hakkında şu bilgileri verir:
“Avrupalı entelektüelin de, ‘Osmanlı münevveri’nin de Yunan destanları İlyada ile
Odysseia ilgisini, hümanist felsefe ve ‘evrensellik’ düşüncesi yönlendirmiştir. Avrupa için
yaratıcı bir hamle değeri taşıyan Rönesans, Antik Yunan’ın değerlerini, skolastik
zihniyetin aşılması sürecinde, anılan destanlarla güncellenir. Antik Yunan felsefesine âşina
olan Osmanlı münevveri; Devlet, Tanzimat (1839) ve Islahat fermanlarıyla (1856)
geleceğini Avrupa’da görmeye başladığı süreçte, divan şiirinin estetik zeminini oymaya
yönelir. Namık Kemal, Celâleddin Harzemşah (1888) adlı tiyatro eserine yazdığı
‘Mukaddime-i Celâl’de, divan şiirinin ‘güzel’iyle bir bakıma dalga geçerken sadece bir
mazmuna değil, bir dünya görüşüne ve estetik zevke de karşı çıkar (Namık Kemal 1975).
Onun talebi, edebî olmaktan çok siyasîdir; ama açtığı yol, edebiyatta bir dünyadan
vazgeçerek yeni güzeller peşinde koşmak isteyenler tarafından genişletilip Yunan
mitolojisine çıkarılır.”
İslâm’dan sonra, kendine has referanslarıyla divan şiiri, bütünlüklü bir dünyanın, daha
yerinde bir tabirle bir zihniyetin ürünüdür. Bu bütünlük içinde mitoloji de vardır elbette;
ama bu mitoloji, kaynağını büyük oranda Firdevsi’nin Şehnâme’sinden alır. Eski dinlerin
inanç sistemlerine karşı ise bir ilgisizlik görülmektedir. Batı’ya yönelişle birlikte mitoloji
konularına da ilgi artmıştır. Doğan, Yunan mitolojisine yönelen dikkatler ve ilk çalışmalar
66
hakkında şu bilgileri verir: “Osmanlı münevverinin bir dünyadan başka bir dünyaya geçme
isteğinde Antik Yunan tarihi ve mitolojisi önemli bir göstergedir. ‘Yusuf Kâmil Paşa’nın
1859’da Türkçe’ye çevirdiği Télémaque, Eski Yunan tarihine ve mitolojisine karşı oldukça
geniş bir ilgi uyandırmıştır.’ (Toker 2009:4) Bu ilgiyle Yunan ve Latin tarihine, felsefesine
ilişkin bazı yazılar da Türkçe’ye çevrilir.” Şemseddin Sâmi, Esâtir adlı kitabını 1890’da
yayımlar. Ahmet Midhat, Tercüman-ı Ahval gazetesinde yayınlanan Şiir ve Mitoloji (27
Mart 1890), Yine Şiir ve Mitoloji (29 Mart 1890) ve Tekrar Şiir ve Mitoloji (31 Mart
1890) adlı yazılarında mitoloji hakkındaki görüşlerini kaleme alır. Yahya Kemal ile Yakup
Kadri, Nev-Yunânîlik i esas alan bir edebî mektep kurmaya çalışırlar. Tevfik Fikret de
Promete adlı şiiriyle bu akıma destek verir. Bu çalışmalarla, İran mitolojisinin etkilerinden,
Yunan mitolojisinin etkilerine geçilmeye çalışılmaktadır; fakat Ülkenin zor yıllarında bu
girişim, bir fantezi olarak kalır. Bu fantezinin aynı zor yılların beslediği “milliyetçilik”
düşüncesi ve bu düşünce doğrultusunda gelişen edebiyat için bir kapı araladığı
söylenebilir. Aralanan kapıdan Türk mitolojisine girilir.
Yunan mitolojisine ilgi, Cumhuriyet döneminde de devam eder. Aydın Afacan, Şiir ve
Mitologya adlı eserinde, Cumhuriyet Dönemi Şiiri’nde Yunan ve Latin Mitologyası’nı
araştırmıştır. Eserinde mitologya-şiir ilişkisini açıkladıktan sonra Türkiye’nin kültürel
ortamında bu mitolojinin nasıl algılandığını ve bu mitolojiden etkilenen şairleri inceler.
Yunan mitolojisinden etkilenmiş olan Türk şairlere; Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Salih
Zeki Aktay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Zeki Ömer Defne, Mustafa Seyit Sutüven, Hasan
İzzettin Dinamo, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret
Aksal, Arif Damar, Mehmet Başaran, Can Yücel, Edip Cansever, Ahmet Oktay, Cengiz
Bektaş, Ali Püsküllüoğlu, Özdemir İnce, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Fikret Demirağ gibi
şairlerimiz örnek olarak verilebilir. Bizde, sanatta ve fikirde Türk mitolojisini konu olarak
kullanmak isteyen kişi, Ziya Gökalp’tir. Onu, Orhan Seyfi, takip eder. Ziya
Gökalp,‘Fransız klasizmi’ gibi bir Türk klasizmi yaratmak için Fransızların gittiği yolu
izlemek gerektiğini belirterek şunları söyler: ‘Bizde klasik bir edebiyat meydana gelmesi
için bizim de eski Yunan ve Latin edebiyatlarına kadar çıkmamız, onların meziyetlerini
almamız ve bunu kendi bünyemize uydurmamız lazım gelirdi.’ Gökalp’in bu sözü ile
kaynaklanma noktasında Türk mitolojisinden saptığını söylemenin imkânı yoktur. Çünkü
o, Yunan ve Latin edebiyatlarının ‘özü’nü değil, biçimini almak gerektiğini vurgular. Onun
söylemi içinde öz, Türk mitolojisinde vardır; bu özü, yani ‘mitos’u söyleyecek, başka bir
67
deyişle ‘epos’a dönüştürecek şairler yoktur ve iyi niyetli mevcut denemeler de
yetersizdir.” (Candoğan 2009:56)
1920’li ve 1930’lu yıllarda İslâmiyet’ten önceki Türk tarihi ve edebiyatı araştırmaları
hızlanır. Bu yıllarda artan millî duyarlılık sebebiyle Türk mitolojisi de sahiplenilir: Başta
Hüseyin Nihal (Atsız) olmak üzere, Sabahattin Ali, Fethi Tevetoğlu ve başkaları şiirlerinde
Türk mitoslarını kullanır. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu da destan şairi sıfatıyla,
edebiyatımızda önemli bir yer edinmiştir. Behçet Necatigil, modern Türk şiirindeki
arayışları şu sözleriyle adeta özetler: “Batı şiiri hiçbir zaman mitolojiden ayrılmamıştır.
Bugün Avrupa şiirinde, bütün Batı şairlerinde mitos imajlarına rastlarsınız. Bizde niye
olmasın bu? Serapa istiareler dünyasıdır menakıpnameler, dervişlerin hayatları. Modern
şiir Batı’da Hıristiyan mitoslardan yahut Yunan mitoslarından yararlanıyor. Bizde bakir ne
kadar çok değerli menkıbeler var. Kerametleri, dervişleri düşünün. Kısası Enbiya ise ayrı
bir deryadır.”
2.3. Mit/ Mitoloji- Düşünce/Sanat Akımları İlişkisinde Gerçeklik
Edebiyat akımları sadece bireyin değil toplumun da gelişimini sağlar. Bu akımlar
olmasaydı edebiyat yapıtları gelişim ve değişim yaşayamayacak ve okurları tek düze
anlayışla boğacaktı. Her akım edebiyata değişik bir yön vermiştir, değişik bir görüş açısı,
yaşantıyı sağlamlaştırıp güzelleştiren bir hamle kuvveti verir. (Karaalioğlu, 1974:5)
Edebiyat akımları, değişik sanat görüşlerini amaç edindiklerinden, halkın çeşitli yapıtlarla
karşılaşmasını, okuma zevkinin gelişmesini, toplumun aynı duygularla aynı fikirler
çerçevesinde kümelenmesini uygarlıkların beraber yürümesini hazırlar. Bir ağaç mevsim
mevsim nasıl yapraklarını dökerse edebiyat ağacı da çağ çağ akımlarını tazeler. Edebiyat
ağacına can veren köklerdir akımlar.
Gustave Flaubert’e göre; Yunan sanatı, sanat değildi. Bütün bir halkın, bütün bir ırkın,
memleketin öz benliğinin yapısıydı. Edebiyat akımlarına Hümanizm’den başlamak daha
doğru olacaktır. Çünkü Rönesans’ın doğuşu temelleri Hümanizm’le atılmıştır. Hümanizme
inanmış, onunla bütünleşmiş şairler olmasaydı Klasisizm beki hiçbir zaman doğmayacaktı.
Bunu destekler nitelikte Richard Alcock şöyle diyor: “Hümanizm, en iyi, en eski Yunan ve
Roma yazarlarının estetik ideallaerine bir bağlanma, onların yapıtlarını sevme, üsluplarını
68
benimsemedir. Yine Roger Gaundy; söz konusu olan aklın elde etmiş olduğu kazançlardan
hiçbir şey yitirmeyen ama yeni kültür ufuklarına kanat açan gerçekten evrensel bir
hümanizmanın geliştirilmesidir… Bugün hiç kimse bütün çağların kültürüne, bütün bir
hümanizmanın gerçekleşmesine herhangi bir katkıda bulunamaz.
Gerçekten de insana değer veren bir anlayışı benimseyen milletlerin birliğini hiçbir
emperyalist kuvvetin yıkamayacağı söylenebilir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nda insana ait
değer yargılarımızı bütün dünyaya tek tek göstermiş olduk.
Dünya tarihi, büyük, ibretli bir deneme sahnesi olarak, fertlerin, milletlerin, toplulukların
birbirinin boğazına sarılmasında, ayırıcı noktaların taassupla ön plana alınmış olmasının
büyük rolünü göstermektedir. Savaş önce insanların kafasında başladığı için gelecek
savaşları önlemenin, insanlığı huzur içinde gelişime götürmenin başlıca aracı hümanist
ruhu geliştirmektir.
Hümanizm düşüncesi her milletin ortak duygu, düşünce ve hayallerinin mahsulü olan
mitlerde bulunmaktadır. Mitleri iyi bilen insan sosyal, kültürel ve psikolojik anlamda
kendini tanıyacak ve ona göre davrandığı vakit dünyada her şey daha düzenli ve huzur
verici olacaktır. Üzerimize düşen vazifeyi gerçekleştirmiyor olmamız ve egomuzun bizi
esir alarak cömertlik, dürüstlük, anlayışlılık gibi özellikleri kaybetmemiz, bu değerlerin
yerini alan maddesellik, menfaatçilik, kıskançlık gibi olumsuz düşünceler ve duygular
ararsında kalan insanın nelere sebebiyet verdiğini tarih bize defalarca göstermiştir. İnsan
birey olarak kendini düzeltirse dünya da ona göre düzelecektir.
Rönesans, Avrupa’da Ortaçağ’da bilim ve sanatta hüküm süren geriliği yıkan uyanış
hareketi olarak tarif edilebilir. Bu bilim sanatta ilerleyişi sağlayacak olan temel
Hümanistler tarafından atılmıştır. Hümanistler bu insan verdikleri değer düşüncesini kendi
tarihlerine, kültürlerine ya da gözlemledikleri başka kültürlerden öğrenmişlerdir. Yeni ve
büyük uygarlıkların ancak eski uygarlık temelleri üzerinde yükselebileceği anlaşılmıştır.
Bu sebeple de Hümanistler kendilerini tanımaya ve eski uygarlıklarını kendilerine uygun
bir biçimde yenileştirmeyi denemişlerdir.
Daha önceki bölümlerden hatırlayacak olursak mitlerin kültürlerin devamlılığını sağlayan
en temel kaynaklar olduğunu söylemiştik. Demek ki Rönesans denilen gelişim hareketi
69
ancak milletlerin kültür birikimlerini dikkate alarak sağlanmıştır. Bu birikim de mitlerde
yatmaktadır.
Yeniçağ edebiyat akımlarının kaynaklarına indiğimiz zaman Hümanizm ile Rönesans
karşımıza çıkmaktadır. Yeniçağda yani XV. Yüzyıl başlarında Hümanizm akımının
kuvvetlenmesinden, Rönesans’ın İtalya’da doğmasından sonra Klasisizm’i görürüz. Andre
Gide; “ Klasisizm doğal olarak bir erdemler topluluğudur. Klasik sanat yapıtı; düzenin,
ölçünün, iç romantizmin üzerindeki üstünlüğünü anlatır.” der.
Klasisizmin gayesi; tabiatı aka uygun bir şekilde taklit etmektir. Klasisizme göre sanatın üç
temeli vardır: akıl, sağduyu, tabiat. Bir eser güzelliğini, değerini akıldan alır. Sağduyuya
uymayan hiçbir anlatımın estetik değeri yoktur. Hiçbir şey gerçekten daha güzel olamaz.
Ancak gerçek sevimlidir. İnsan ruhu inanmadığı hiçbir şeyden heyecan duymadığı için
tabiatı taklit gerekir.
Burada bizim için daha önemli bir akımın adı geçmektedir. Neoklasisizm, yeni kalsikçilik
anlamına gelmektedir. Neoklasisizm; klasisizmi eski klasik üslup zevkini yeniden
canlandırmak için ortaya atılan edebi bir harekettir. Neoklasisizmin gayesi; şiirde aklın
üstünlüğünü klasik biçimleri, Yunan mitolojisinden faydalanmayı ön plana almaktadır.
Jean Racine şöyle der: “Gerek Euripides’ten gerekse Homeros’tan taklit ettiğim şeylerin
tiyatromuz üzerinde yaptığı etki karşısında, insana iyiyi, kötüyü bildiren sezinin ve aklın
her çağda aynı olduğun sevinçle gördüm. Paris zevki Atina zevkine uygun düştü.
Seyircilerin vaktiyle Yunanistan’ın en bilgin halkını gözyaşlarına boğan aynı şeylerle
heyecanlandılar.
Neoklasiklere göre insan aslında her yerde aynıdır. Gerçi çeşitli ülkelerde ve çağlarda
başka adetler, inançlar, yaşayış tarzları vardır ama bunlar geçici veya o yere, o çağa özgü
şeylerdir. Bütün bunların altında ortak olan bir insan tabiatı yatar. İnsanların tutkuları, aşk,
acı duyguları, çocuklarına sevgisi vb. esasta birdir, değişmez. İnsan tabiatının özünü
yansıtmak demek, bu ortak yanları belirtmek, bireysel olanı, yöresel olanı anormal olanı
bir tarafa bırakmak demektir. Böylece geneli yaratırken sanatçı özü yaratmış olur. (Moran,
2012: 185) Romantizm, kavram, köken olarak “romance” kelimesinden gelmektedir.
“romance” Roma imparatorluğunda halkın konuştuğu ve Latincenin bozulmuş hali olan
70
konuşma dilidir. Halk ilim dili olan asıl Latinceyi bilmez. Zamanla “romance” halkın ilgi
duyduğu doğa üstülüklerle dolu tabiat güzelliklerinin anlatıldığı şiir ve nesir türü eserlerin
bu niteliğini belirten sıfat olmuş ve söz konusu nitelikler için kullanılmaya başlanmıştır.
Bu sebeple ilk anlamı; “eski şövalyelik romanlarını, saz şairleri çağını hatırlatan şey” olan
romantik kelimesinin sıfat olarak kullanılması isi olarak kullanılmasından daha öncedir.
Rasyonalizmin söz konusu olduğu XVIII. Yüzyılda kelimenin manasında belli bir kayma
olmuş ve “gerçek dışı, hayali, duygusal” manasında kullanılmıştır. Kelimeyi bugünkü
manasına yakın bir biçimde ilk kullanan kişi ise J. J. Rousseau’dur. Rousseau, bir eserinde
Bienne Gölünden bahsederken buranın “romantik bir yer” olduğunu söyler. Fransız
akademisi buradan hareketle kavramı 1789’da “romantik, umumiyetle insana şiirlerdeki ve
romanlardaki manzaraları tahayyül ettiren yerlere denir “ şeklinde tarif etmiştir.
(Perin,1942:11)
Romantizmin doğuşu Fransız İhtilali sağlamıştır. Klasisizm nasıl mutlaka monarşi
döneminin akımı ise romantizm de hürriyetin, eşitlik, demokrasi ilkelerini savunur.
Hümanizm’den sonra kendi kimlik ve değerlerinin farkına varan birey bunun topluma
kabul ettirmek için uğraşmışlardır.
Romantizm klasisizme karşı, değişmez ruhsal durumları kaldrırarak edebiyat türlerine
güzel sanatların diğer kollarına özgürlük, kişisellik kazandırmıştır. Romantizm; edebiyatta
liberalizmden başka bir şey değildir. ( Hugo, 1827: 5)
Romantizm; 18. Yüzyıl sonunda başlayan klasik edebiyatın yerine geçen duygu ve hayale
fazla yer veren edebiyat çığırıdır. Romantizmin babası Rousseau’dur. Kant, Fictte,
Schelling romantizmin felsefi hazırlayıcılarıdır.
Klasisizme tepki olarak doğmuş olan bu akımı sistemli hale getiren Victor HUGO’ dur. Bu
akım bütün Avrupa ve İngiltere’de çok büyük ilgi görmüştür. Klasisizmin sadece aklı
temel olan ideal, tek düze insan tipini oluşturmaktan daha çok duygulara, hayallere ve
bireyselliğe hitap eden bir dünya görüşü olarak insanların karşısına çıkmıştır. Sanatçılar
taklitçiliği bırakarak Shakespeare, Goethe, Schiller hayranı olmuştur.
71
Romantizmin ana koşulu; sanat için sanattır. Önemli olan bireyin kendini istediği gibi
anlatmasıdır. Dilinin anlaşılır olup olmaması önemli değildir. Romantik yapıtta duygu
klasik yapıtta irade üstündür.
Romantizm; sanatkârın kalemi, muhayyilesi, yaratıcı gücü ve duygularına getirilebilecek
hiçbir kısıtlama, sınırlama ve kuralı kabul etmez; ona kesin bir hüviyet verir
(Çetişli,2014:79).
Victor Hugo bunu açıkça ilan eder:
“Şiirde iyi veya kötü konular değil sadece iyi ve kötü şairler vardı. Kaldı ki her şey
konudur; her şey sanatla ilgilidir. Her şeyin şiire girmek hakkıdır. Sanatın dizginlerle,
kelepçelerle, ağız tıkaçları ile işi yok! O size; “Yürü!” diyor ve sizi yasaklamış meyvesi
bulunmayan o büyük şiir bahçesine salıveriyor. Zaman da mekân da şairlerin. Şair istediği
yere gitsin, hoşuna gideni yapsın; kanun budur… Şair özgürdür (Yetkin,1967:98).
Kuramlara, şiir ilkelerine ve sistemlere çekici indirelim. Sanatın gerçek yüzünü
maskeleyen bu eski alçıları alaşağı edelim. Ne kurallar ne de ölçüler
yoktur(Göker,1982:32).
Romantikler sosyal hayatta ve sanatta her şeye karşı çıkarlar. Mevcut düzeni ve değer
yargılarını hiçe sayarlar. İnsan tecrübesinden doğan yeni anlayış ve değer yargılarını
benimserler. Topluma göre değil, fert odaklı tecrübeler esas alınmıştır.
“Batı edebiyatlarında romantizm, felsefede hümanizm, ekonomide liberalizm ve köktenci
ferdiyetçiliktir. 19. Yüzyılda romantik akımla insan, evrenin merkezi olmuş, tanrı merkezli
evren fikri yıkılmış, insan ahlaki değerlerin hem kaynağı hem de ölçüsü olmuştur. XIX.
Yüzyılın romantizmi, kültür ve medeniyette Hıristiyanlık sentezini yetersiz bulup
neoplatonik felsefeyi kendisine mit olarak seçmiş mistik bir akımdır. Ancak romantikler,
nihai gerçeği öğrenmede sezgiyi seçmekle beraber, maddeyi ve insan hayatını inkâr
etmemişlerdir.
Klasik dinlerin cennet ve cehennem kavramlarını zamana ve mekâna taşıyan romantikler,
mistik oldukları halde, edebiyatta insanı tanrılaştıran ilk dünyevi akımının öncüleri
olmuşlardır(Kantarcıoğlu, 2009: 82-83).
72
Yukarıda anlatılanlardan romantizmin mitten kopuk olmadığını, kural ve değerleri yeniden
oluşturmalarına rağmen cennet ve cehennem kavramlarını zamana ve mekâna taşıdıklarını
söylenebilir. Edebiyatta insanı tanrılaştırma çabaları da aslında mitlerin gerçekliğinde
vurgulamak istediğimiz mitlerde anlatılan tanrı, yarı tanrıların aslında o dönemde yaşamış
güçlü, soylu ve zengin kişiler olduğu görüşünü destekler biçimde görülmektedir.
Romantiklerin dikkate alınması gereken önemli bir tarafları da tabiatı algılama
biçimleridir. Onlar tabiatı edebiyatın ortak ve temel konularından birisi yapmışlardır.
Onlar için kuşlar, çiçekler, kırlar, ormanlar müthiş bir ilham kaynağı oldu. Romantikler
bununla kalmadılar. Aynı zamanda tabiatı yeniden keşfettiler. Yani dünya yeniden
yaratılmış ve onlar da ilk görenmiş gibi tabiata yepyeni bir gözle baktılar. Tıpkı eski
insanların dünyayı, tabiatı algılama anında mitleri oluşturdukları gibi onlar da tabiata o
gözle baktılar. Onlara göre tabiat, insan gibi tanrının madde de vücut bulmuş halidir.
Tabiattaki bu felsefede denge, çokluk ve çeşitlilik bütünlüğüyle ahengin ta kendisidir.
Sanatkâr tabiattan bahsederken bu ilahi güzelliği ve uyumu eserine mutlaka aktarmalıdır.
Romantiklerin bir başka yönü ise kendi kültürlerine, halk edebiyatlarına folklorüne, milli
ve mahalli değerlerine ilgi göstermeleridir. Böyle bir duyarlılığın sonucu olarak özellikle
orta çağın masal ve efsanelerini dinleyip sırlara nail olmayı ve tabiatüstü özelliklere sahip
bu olay, mekân ve insanları tahayyül etmeyi arzulamışlardır.
“İnan ki sanatçının yarattığı her şey gerçektir. Benim zavallı Bovary’im şimdi şu saatte
Fransa’nın yirmi şehrinde birden acı çekiyor, gözyaşı döküyor.” diyen Gustave Flaubert
realizmin gelişinin ifadesini yansıtmıştır. Realizm, gerçekçiliktir. Yani tabiatı olduğu gibi,
görünüşte çirkinlikleriyle, güzellikleriyle, bayağılıklarıyla anlatmaya çalışır.
Realizm, romantizmin duygulu ve şahsi hayal yüklü anlatımına bir tepki olarak ortaya
çıkmıştır. Devamlı hayal gücünün etkisinde bulunup hayatın gerçeklerinden kopan
romantikleri eleştirirler. Onlar sanatta insanın ve insan topluluklarının hayatlarını,
oluşlarını bütün gerçekliğiyle ve sebepleriyle görmek ve göstermek endişesi taşırlar.
Realizm Augusto Comte’nin kurduğu Hippolyte Taine’nin uyguladığı hayal alanından
gerçek âleme dönüşün göstergesidir.
73
Gerçekliğe uyun olmasını tarihle benzer kabul edebiliriz. Fakat ayrımı Jules ve Edmond de
Goncourt, şöyle izah etmiştir: tarih, yazılı belgelerle meydana getirildiği gibi bugünkü
roman da anlatılmış veya tabiattan çıkartılmış belgelerden doğmalıdır. Tarihçiler mazinin,
romancılar ise halin hikâyecileridir.
Gerçekçi eserlerde olaylar dikkate alınır. Bu olayları yaşayan kişilerin hayat tecrübelerine
fazlasıyla yer verilir. Olaylar çarpıtılmadan gerçekte olduğu gibi göstermeye çalışılır.
Okuyucu yazarın tesirinden uzak eseri okurken serbest bırakılır. O istediğini düşünmekte
ve hayal etmekte serbesttir. Zira Remy De Gourmani’in dediği gibi; gerçek insanın hayat
yolcuğunda dayandığı bastondur… Gerçek bir hayal, hayal de bir gerçektir. Gerçekçilere
göre çevrenin insan üzerindeki etkisi büyüktür. Bu bakımdan tasvire, gözleme ve
kompozisyona büyük önem verilir.
Gerçek dolayısıyla gerçekçilik bütün sanat akımlarının problemidir. Çünkü “gerçek”in ne
olup olmadığı tam olarak belirlenememiştir. Zira tek bir gerçek tarifi üzerinde hemfikir
olunamamıştır. İkinci husus ise “gerçek”in nasıl yansıtılacağı ve yansıtılması gerektiğidir.
Aslında daha önceki dönemlerde gerçekçilik adı koyulmadan işlenmiş bulunuyordu.
Mesela; Leonardo da Vinci; “Yaptığınız resim konu olarak aldığımız objelere tam olarak
benzeyip benzemediğini anlamak istiyorsanız bir ayna alın ve bu objelerin onda nasıl
yansıdığına bakarak gördüğünüzü yaptığınız resimle karşılaştırın.” der.
Realizm akımındaki gerçek ancak akıl yoluyla ulaşılabilecek gerçekken bir de sadece
bilimin üzerinde konuşabildiği medde ile sınırlandırılmış bir gerçektir. Başka bir ifadeyle
realizm, klasisizm gibi akıl/sağduyu ile yetinmez; bir anlamda akı bilimin emine verir veya
gerçeği bilimle sınırlamak ister. Bu sebeple realistler eserlerinde romantikler gibi
olağanüstülüklere, mucizelere, tesadüflere, hayali olanlara ve soyut genellemelere yer
vermezler(Çetişli, 2014:92).
Bununla birlikte realizmin söz konusu gerçek anlayışını ve gözlem endişesini, bir aynanın
yansıtması ile eş değer görmemek gerekir. Realist sanatkâr gerçeğe öncelikle kendine ait
bir perspektifle yaklaşacak; buna göre gerçekte birtakım seçmeler, ayıklamalar ve yeniden
düzenlemeler yapacaktır. Aksi takdirde eser, bir yığın lüzumsuz bilgi yığını olmaktan
öteye geçemeyecektir; “tarih”, “hatıra”, “biyografi” ve “belgesel” sınırları içinde
74
kalacaktır. Bu noktada hatırlatılması gereken bir başka husus, sanatın gerçeği ile hayatın
gerçeğinin ayrı şeyler olduğu hakikatidir.
Mitlerin sembolik bir dille görüneni, yaşananı olağanüstü, inanılması güç biçimde ifade
etmesi bu anlamda gerçeklikten uzak gelmemelidir. Realizmde olduğu gibi mitlerde de
sanatçı görüneni, yaşananı elemiş, kendine ait bir perspektiften bakmış ve ona göre
düzenlemiştir.
Naturalizm akımı, ayrı bir başlık olarak ve aynı zamanda realizmin hemen arkasında
verilmesi realizmin zıddı olarak düşünülmesine neden olmaktadır. Fakat aksine maturalizm
realizmin bir devamı sayılır. Çünkü her ikisi de aynı dünya görüşüne, felsefidüşünce,
aynısosyal, ekonomik ve kültürel şartların sanat, edebiyata yansımış halleridir. Naturalizm
realizmin roman, hikâye ve tiyatrodaki görüntüsüdür. “Tabiatçılık, doğacılık, doğalcılık”
manasına gelen “naturalizm” köken itibariyle “tabiat, doğa, yaratılış, mizac, yapmacıksız”
anlamındaki “nature” ; “tabiatla ilgi; tabii, doğal, olağan, yapmacıksız” anlamındaki “
naturel” kelimesinden gelmektedir. Bu manaya göre naturalizm; “sanat, tabiatın kopyası
olmalıdır” fikrini güden, nazariye; “tabiatın safiyene bir şekilde taklidi”; “sanatın gerçek
konusunun doğa olduğu”; sanatçıyı ilgilendiren tek şeyin fiziksel çevrenin özelliklerini ve
davranışını gözlemlemek ve kaybetmekten ibaret bulunduğunu savunan görüş”; “bilimsel
zorunluluk prensibi ve deney metodunu esas alan sanat felsefesi ve edebiyat akımıdır”
(Çetişli,2014:102) Naturalizmden bahsederken gerekircilik (determinizm) üzerinde de
durmaya ihtiyaç vardır.
Determinizm, felsefe sözlüklerinde şöyle açıklanır: evrende olup biten her şeyin bir
nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştirdiğini, fiziksel evrendeki ve dolayısıyla da insanın
tarihindeki tüm olgu ve olayların mutlak olarak nedenlerine bağlı olduğunu ve nedenleri
tarafından koşullandığını savunan anlayıştır(Cevizci, 2014:223).
“Zorunsuzluk ve hür iradeyi kabul etmeyip, fiziki, ruhi, ahlaki bütün olayları birtakım
zaruri sebepler zincirinin zarurette tayin ettiğini iddia eden teori.(…) Gerekircilik bir şeyin
diğer bir şeyle şartlandırılması, bir hadiseyi onu meydana getiren şartların bütünüyle tayin
etmek manasına gelir.” (Bolay, 1984:61)
75
Determinizmle anlatılmak istenen insan ve insan topluluğunun yaşadıkları sebep-sonuç
ilişkisi taşır. Aynı şartlar altında insan hep aynı davranır. Sebepler gerçekleştiğinde olayın
olmaması mümkün, tesadüf, mucize ve olağanüstüyü reddeder. Bir de bunları kabul
etmediği için her türlü manevi değer, güç ve insan iradesini de reddeder. Böylece bilimsel
kadercilik ortaya çıkmış olur. Charles Darwin’in Evrim Teorisi de bu düşüncenin ardından
ortaya çıkmıştır.
Darwin’e göre, Tanrı bir enerji kaynağıdır. Yaratıcı güçtür. Fakat bu enerji maddeye
dönüşmüş ve bütün bitki, hayvan, insan, melek ve Tanrı’dan oluşmuş bir varoluş zinciri
içinde kendini gerçekleştirmektedir.
Darwin’den önce ilahi enerjisinin önce melekleri, sonra insanı, sonra hayvan ve bitkileri ve
cansız tabiatı yarattığına inanılırken, Darwin’den sonra önce maddenin, sonra bitkilerin,
hayvanların ve insanın yaratıldığına inanılmıştır. Bu düşünce batı kültürünün ve Hıristiyan
dünyasının bütün kuralarını, inançlarını sarsmış büyük fikir kavgalarının yaşanmasına
sebep olmuştur. Bu durum mitlerde anlatılan tanrı ve yarı tanrı hikâyelerinin inanılmasını
güçleştirmiştir.
Sembol, bir duygu halinin, bir fikrin, bir hayalin, bir olayın, bir manzaranın geleneksel
veya bilinen zihni sanatların ötesinde ama anlatılmak istenileni başarıyla temsil edebilen
bir şeye ( soyut ya da somut) dönüştürülerek ifade edilmesidir.
Sembolistlere göre gerçek, görünen değil görünenin arkasında gizli olan ruhtur. Sonbaharın
solgun ve sararmış renklerinin hâkim olduğu bu dünyada kızıl gün batışları, hüzünlü
akşamlar, alacakaranlıklar, ölgün ay ışıkları ve mehtap, durgunsular, sakin ve kimsesiz
yollar ve kırlar esastır. Söz konusu atmosferi çok daha başarılı bir biçimde okuyucuya sevk
edecek olan masallar, efsaneler, hayal ve çeşitli ruh hallerinin ifadesi sembolizmin temel
konularını teşkil eder
Sembolizm, hem gerçeği göstermek hem de onun sınırlarını aşmak arzumuza cevap veren
bir sanat biçimidir. Doğrudan doğruya sözle anlatılamayan derin duygularla heyecanları
sembolik kelimelerin müziğiyle anlatmaya çalışan bu akım 19. Yüzyılın son yarısında
Fransa’dan bütün Avrupa’ya yayılmıştır.
76
Resim 2.10. Mitolojide sembolizmin kullanılması
(https://turkcetarih.com/mit-ve-masallardaki-geyiklerin-olumsuzlugu/) 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.
Açıklıktan kaçınıp sembollü anlatımlara yer veren edebiyatta sözcüklerin müzik özelliğiyle
bütün duygu inceliklerini, doğrudan doğruya anlatılamayan ruh durumlarını duyurmayı
isteyen bir akımdır(Karaalioğlu;1974:211).
Bruntiere: “Her türlü sembol bir açıklamadır.” der. Litre’ye göre; Bir sembol, bir başka
şeyin yerine kullanılan bir mecaz veya bir hayaldir. Alber Camus ise “Sembolik bir eseri
anlamak kadar güç bir şey yoktur. Bir sembol, kullananı her zaman aşar ve ona gerçekte
belirttiğine inandığından daha fazlasını söylettirir.”
Hayatı ve insanı akıl, madde ve ilimle sınırlayan söz konusu felsefeler, bir noktadan sonra
insanın bunalıma düşmesine ve yeni arayışlara yönelmesine sebep olmuştur. Bu arayışın
düşünce hayatındaki en önemli temsilcisi Alman filozofu Kant’tır. Kant, insanın yaratıcı
hayal gücüne inanır. Bu inanç mitlerin oluşumunu açıklamaktadır. Mitler de yaşanan,
düşünülen ve anlamlandırılmak istenen olaylar için sembolik bir yaratıcı hayal gücünün
eseridir.
Yaratıcı hayal gücü; insanın duyularla kazandığı izleminleri, duyular ötesi bir seviyede
sezgiye dayanan akı yardımıyla “fikir öbekleri” olarak isimlendirilen kavramlara
dönüştürme gücüdür. Ancak insanın yaratıcı hayal gücü daha yüksek ve duyular üstü bir
seviyede, dış dünyadan bağımsız olarak kendi sentezlerini oluşturabilmektedir. Yaratıcı
77
hayal gücü, dış dünyanın yokluğunda da duyular üstü bir seviyede sezgiye dayalı akıl
seviyesinde oluşturulan kavramlardan yepyeni kavramlar veya sentezler oluşturabilir.
Efsane, masal ve destanlardaki sembolik anlatılar da yaratıcı hayal gücüyle, duyular üstü
bir seviyede oluşturulmuş yaratılardır. Bu sebeple Oğuz Kağan’ın doğduktan sonra
annesinin sütünü bir kez emdiğine, daha sonra kımız ve çiğ et istediğine şaşırmamalıyız.
Oğuz kağan tipinde bu kadar hızlı gelişim gösteren ifadeler tamamen sembolik anlamlar
içermekte, aslında Türklerin yaşayışlarına istinaden ne kadar hareketli ve hızlı bir yaşam
sürdüklerini anlatmaktadır.
78
79
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MİTOLOJİ VE GERÇEKLİK İLİŞKİSİ
3.1. Mit/Mitoloji-Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Altay Yaratılış Destanının
Çözümlenmesi
Dünya mitolojisinde olduğu gibi Türk mitolojisinde de insanlar sürekli kendini ve
yaratılışını sorgulamıştır. Etrafını saran bu sınırsız boşluğun ne ve nasıl olduğunu merak
etmiş ve düşünmüştür. Gerek ulaşılması güç yüce dağları görmüş, güçlü ve tek başına
yenemeyeceğini düşündüğü boğadan korkmuş, suyun nelere yol açabileceğine şahit olmuş
ve bundan dolayı ilkel insan hayattaki her varlığa can katmış, onların canlı olduğuna
inanmışlardır. Altay yaratılış destanlarının birkaç versiyonuyla karşılaşmaktayız. Bunlar
Verbistskiy’in derlediği Altay yaratılış Destanı, Radloff’un derlediği Altay Yaratılış
Destanı, Türk- Memlük Yaratılış Destanlarıdır. Bu çalışma öncelikle Radloff’un derlediği
yaratılış efsanesini ele alacaktır.
Radloff’un Derlediği Altay Yaratılış Destanından…
Yerin yer olduğunda sularla kaplıydı her yer,
Ne gök vardı ne de ay, ne güneş ne de bir yer.
Tanrı uçar dururdu, insanoğluysa tekdi.
O da uçar dururdu, sanki Tanrıyla eşdi.
Uçar, hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı.
Radloff’un derlediği Altay Yaratılış Destanı’nda şeytan Erlik insanın ta kendisidir. Hâlbuki
Verbitskiy’in Altay yaratılış Destanı’nda dünyanın yaratılışından insanın yaratılışı çok
sonra anlatılmaktadır. Türklerin tek Tanrı düşüncesinin Verbitskiy’in derlediği yaratılış
Destanı’na etki ettiği görülmektedir.
Hemen hemen tüm mitolojilerde dünyada yaratılıştan önce her yer suyla kaplıdır. Peki
Türkler neden dünyanın yaratılmadan önceki halinin sularla kaplı olduğunu düşünmüştür?
Bunun cevabını Thales’te bulabiliriz: Thales’in öğretisinde su, temel ögedir. Ve diğer
ögeler bundan doğmuştur. Su yoğunlaşarak katı cisimleri meydana getirir. Su buharlaşır,
havaya dönüşür, hava da ateşi doğurur. Evrenimizin temelinde ve kökeninde su vardır.
80
Suyun sonsuz kütlesi, evreni her yandan sarar. İlkel insan yıldızların, üst suyun içinde
yüzdüğünü düşünür ve yer, alt suyun üzerinde yüzer. Bu da Yer’in ve atmosferin tüm
düzensizliklerini açıklar. Bu sebeple eski insanlar yeryüzünün sularla kaplı olduğunu
düşünmüş ve en büyük Tanrı’yı Su Tanrı’sı saymıştır. Aynı zamanda Türklerde su göksel
olanı temsil ettiği için kutsal sayılmaktadır. Yağmur gökten gelerek toprakla bütünleşir ve
canlılığın devamını sağlamaktadır.
Radloff’un derlediği Altay Yaratılış Destanı’nda temel bakımından İran mitolojisinin
etkileri görülmektedir. Göktürklerde de İranlılarla kültür münasebetlerinin izlerini
görmekteyiz. Göktürklerde VII. yüzyılın yarısından sonra Çin tesirini görmekteyiz. İran
mitolojisindeki Hürmüz gökte oturan, iyilik Tanrısıdır. Ehrimen ise karalıklar
hükümdarıdır. Her ikisi de ezelden beri vardır. Tıpkı destanda denildiği gibi “Tanrı uçar
dururdu, insanoğluysa tekdi. O da uçar dururdu, sanki Tanrıyla eşdi.” Her iki Tanrı da
birbirini yaratmamıştı. İkisinin gücü de aynıydı. Ama insanoğlu Hürmüz’ü daha çok
sevmiştir. Çünkü o sevgili ve iyi bir tanrıdır. İran mitolojisinde görüldüğü gibi yaratılışta
ikilik düşüncesi hâkimdir. (Dualizm= iyilik-kötülük) Türk mitolojisinde Tanrı ve insanoğlu
vardı. Radloff’un derlediği destanda Tanrı Hürmüz gibi iyilik Tanrısı, İnsanoğlu ise
Ehrimen gibi kötülük ve karanlıklar tanrısıdır.
Radloff’un derlediği Yaratılış Destanı’nın İran mitolojisinin etkisi altında olduğunu
söylemiştik. Zira Tanrının kişioğluyla birlikte uçması her ikisinin de eşit güçlere sahip gibi
gösterilmesi bundandıur. Fakat garip olan şu ki eski Türklerde tek tanrı inancının izleri
kuvvetli bir şekilde görülmektedir. M. Necati Sepetçioğlu Radloff’un derlediği yartılış
Destanı’nda hareketle mensur oluşturduğu çalışmasında “yokluk içinde bir Tanrı, kara han
bir de su vardı” diyerek yaratıcının yalnız olduğunu ifade etmiştir. “Tanrı Kara Han suyun
üzerinde beyaz bir iri kaz olmuş uçuyordu.” demesi tanrıyı yalnız düşündüğünü gösterir.
Aka ana da “Ben senden önce yoktum: kendi dünyamdaydım. Gördüm ki sen yalnızsın,
ölümün ne demek olduğunu bilmeyen senin için ölüm yalnızlık demektir…” sözleriyle Ak-
Ana Tanrıdan sonra tanrı tarafından yaratılmıştır. “ Ben senin kulunum” derken bunu
kanıtlamıştır.
Ayrıca Tanrı’nın beyaz iri bir kaz olarak gösterilmesi de tesadüf değildir. Beyaz renk
Türklerde ulu, yüce, soyut varlıklara yakıştırılan bir renkti. Kaz ise suyun altında ve
üstünde uzun zaman kalabilen bir canlıdır. Tanrının her yer su kaplı bir mekânda kaza
81
benzetilmesi doğaldır. Türkler kazın bu özelliklerinden hareketle Tanrının uzun zaman su
üzerinde kalmasını bağdaştırmıştır.
Tanrı idiler çünkü ondan yorulmazlardı.
Yoktu Tanrının hiçbir işiyle düşüncesi
İnsanoğlunun ise durmadı hiç hilesi
Bir rüzgârçıkarmıştı, suları kaynatarak,
Tanrıyı kızdırmıştı yüzüne sıçratarak,
Sandı ki insanoğlu bununla bütün oldum,
Ben çok güçlendim artık, Tanrıdan üstün oldum.
Altay yaratılış efsanesinde kâinatın başlangıcında yalnızca iki varlık vardı. Bunlar Tanrı
Ülgen ile kişioğlu ( Erlik ) idi. Erlik başlangıçta Tanrının yardımcısı olan bir insan iken,
sonradan şeytan olmuş ve Ehrimen’in yerine geçmiştir. Eski Türk Maniheizm’inde bu
ikilik düşüncesi iki yıldız yani “iki kök” şeklinde ifade edilmiştir. Bu kök, gerçekte bir
ağaç köküdür. Bazıları bu köklerin ölüm ağacı ile hayat ağacının kökleri olabileceğini
söylemişlerdir. Bu ağaçlar yine yaratıcı Hürmüz ile felaket veren Ehrimen’in birer
sembollerinden başka bir şey değildir (Ögel, 2010:454).
İnsanoğlunun hilelerinin durmaması, yine bu ikiliğin göstergesidir. İyilik- kötülük
kavramları destanda Tanrı ve insanoğlunda somutlaşmıştır. İnsanoğlu egosunun esiri
olarak karanlık yönünü göstermiştir. Aslında bu durum bilinç- bilinçsizlik kavramlarını da
hatırlatmaktadır. Burada mitolojik ve ruhsal dinamiklerin paralelliği varsayımı, bize
başlangıçta var olan derin, karanlık ‘bilinçsiz’ (su) , ondan yaratılan ve üzerinde yükselen,
doğayla bağlantılı, ancak artık üzerinde ayağa kalkılabilen somut işlevli ‘bilinç’ ( yeryüzü)
; en son olarak da aşağıdaki oluşumlardan tümüyle soyutlanmış ‘tin’ , yani soyut bilinç
(gökyüzü) çağrışımlarını yapmaktadır. Bu değişmeceli sistematik ve dinamiğin kültürötesi
/evrensel geçerliğinden söz edebiliriz (Saydam,2011:125).
82
Ama nasıl olduysa sulara kaydı birden
Gömüldükçe gömüldü, denize daldı yerden,
Tanrıya yalvarmıştı, sularda boğulur iken,
“Kurtar beni ey Tanrı!” diye bağırır iken
İnsanoğlu yaptığı kötülüğün cezasını canıyla ödeyecekti. Burada kişinin ilk ihaneti dile
getirilir. Kişi kendisini Tanrı’ya denk, belki Tanrı’dan daha üstün görmektedir. Tanrı ise
bunun farkına varmıştır ve onu ölümün eşiğine kadar cezalandırır. Her defasında kişi
yaptığı hatanın farkına varır gibi görünür ve yalancı özür dilemelerini yapar.
Su, burada tekrar karşımıza çıkıyor. Suyun arındırıcı özelliğinin kullanıldığı düşünülebilir.
Su, hem arınmanın hem de evrensel kozmik bilginin simgesidir. Su, dünyanın oluşumunu
sağlayan dört ana unsurdan ilkidir. Diğer unsurlar sudan meydana gelmiştir. Yer, suyun
dibindeki topraktan yaratılmış, gök ise yerden ayrılmıştır. Ateş ise gök yerden ayrıldığı
zaman ortaya çıkmıştır.
Türklerde üremenin sudan olma motiflerine sık rastlarız. Yağmurdan, ırmaktan, doludan
gebe kalma mitolojimizde yer almaktadır. Bu mitlerin yağmurun gökten toprağa düşmesi
(Gök: erkek, Toprak: dişi) gök ile yerin yani dişi ile erkeğin birlikteliğini yansıttığını ifade
edebiliriz. Gün ışığıyla ilgili mitlerin birinde bir Hakan’ın Su Tanrısı’nın kızıyla evlendiği,
saraya kapatılan bu kızın güneş ışığından hamile kaldığı belirtilmektedir. Bir diğer mite
göre su içip hamile kalan bir kuştan söz edilmiştir. Manas destanında Yakup Han eşinin
kısırlığının geçmesi için onun pınar kenarlarında gecelemesi gerektiğini ifade etmiştir.
Dede korkut hikâyelerinde bir kadın çocuk sahibi olmak için kuru çayın üzerine şarap
dökmüştür. Kırgız ve Kazaklarda bir kadın eğer kısır ise bir kuyu veya suyun yanında
koyun kesip orada bir gece gecelemeyi adet edinmiştir. Ayrıca İnan Başkurtlar’da köye
gelen gelini karşılama merasimini şöyle anlatır: “gelinin geldiği günün ertesi sabah, köyün
kadınları ve kızları toplanır gelini ırmağa veya göle götürürler. İhtiyar bir kadın gelini
suya, suyu da geline gösterip dua ederdi. Ayrıca Anadolu’da Hıdrellez günü dilek yazıp
suya atma âdeti de yaygındır (Türköne 1995:124-7).
Suyun üremeyle olan ilişkisi, ırmak kenarlarının, pınarların kadınların gebeliğinde rolü
olduğu inancı ve bu yüzden de kutlu sayılmaları ile farklı biçimlerde, geç dönemlere kadar
ve yaygın bir şekilde karşılaşılmaktadır.
83
Tanrı insafa geldi, gitmedi üzerine,
Dedi: “ Ey İnsanoğlu, çık suların yüzüne!”
Tanrının buyruğuyla insanoğlu kurtuldu,
Gitti Tanrı yanına orada uslu durdu.
Tanrı birgün buyurdu: -Yaratılsın, katı taş!,
Denizlerin dibinden nasılsa çıktı bir taş
Taş birden yüzerekten geldi Tanrı önüne,
İnsanı da alarak çıktı taşın üstüne
Suyun dibinden çıkan taş yeryüzünün oluşumunun göstergesidir. Artık Tanrı ve insan için
duracakları bir mekân yaratılmış oldu. Eski insanların yeryüzünün oluşumunu taş ve toprak
motifleriyle dile getirmesi çok doğaldır. Karşılaştığı coğrafyada anlamlandırdığı kadarıyla
yeryüzü topraktan oluşmaktadır. Sularla kaplı yeryüzünde ilk taş ve toprak, son derece
güçlü ve kudretli Tanrı emriyle yeryüzüne getirilecektir.
Tanrı bir gün insana şöyle bir buyruk verdi.
“İn suların dibine bir toprak getir !” dedi.
İnsan daldı sulara, aldı bir avuç toprak
Sulardan çıkıp verdi, Tanrısına sunarak,
“Yaratılsın yer !” dedi, Tanrı sulara saçtı
Yeryüzü yaratıldı, denizler karalaştı.
İnsana şöyle dedi: Tanrı ona bakarak
“Dal suların dibine getir, yine az toprak
İnsan dedi: - “Ben artık, bu defa da dalayım.
“Kendi payıma olsun, biraz toprak alayım.
Daldı sular dibine, bu düşünce üstüne,
İki avuç toprakla, çıktı sular yüzüne,
Birini özü için soktu kendi ağzına,
Birini de uzatıp sundu Gök Tanrısı’na
84
Kişi ağzında sakladığı toprağı tükürür ve etrafa saçılan toprak dağları, tepeleri oluşturur.
İkinci kez Tanrı’ya ihanet etmiştir. Burada Sigmund Freud’un id, ego,superegokavramları
dikkat çekmektedir. Freud’un tanımladığı id; kişiyi, superego; Tanrı’yı sembolize
etmektedir. İnsanoğlu “superego” seviyesine ulaşmayı amaçlar ama bazen “id” seviyesine
düşebilir. Kendini gerçekleştirme yolunda insan, “id” seviyesini geçerek “ego”ya ulşamalı
ve en son “superego”da kendi kişiliğini tamamlamalıdır.
İnsanı toplumsal gelişim teorisi ekseninde ele alan Freud bilinci id, ego ve süperego olarak
üç ayrı ruhsal kategoriye ayırır. Buradan yola çıkarak insanın toplum içerisindeki sosyal
durumu analiz edilmektedir. "İd", içimizdeki doyumsuz hayvandır. Kendisini yalnızca
ihtiyaçlara göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan yanımızdır.
Buna verilebilecek en iyi örnek cinsellik, saldırganlık, açlık, kin vb. Bu yönü ağır basan
birey vicdan olgusundan yoksundur. Bilincin orta aşaması olarak da, Freud'un izah ettiği
Benlik (Ego), doğa ya da çevre ile id arasinda bir denge unsurudur. Çevrede ya da doğada
bulunan maddelerin uygunluğunu yine tarafsız bir zeminde kontrol eder ve bu nesnelerin
uygun olup olmadığını belirler. Aynı zamanda eleştiri yapan bölüm olup, güdüleri
durdurma ile ilgilenir. Örneğin alt bilinç olarak izah edilen id acıktığı zaman hemen bir
şeyler bulup yemeyi amaçlar. Ancak benlik (ego) bunun daha uygun bir zamanda olması
veya olmaması gerektiğini hatırlatıp onu dizginler. Üst benlik (süperego) kural ve değerler
bütünlüğü içinde insana yön veren bölümdür. Bu bölüme vicdan da denilebilir. Bu bölüm
daha çok emir ve yasaklara göre bir yol belirler. İyi ya da kötüyü birbirinden ayırmaya
başladığımız süreçlerde gelişir ve olgunlaşır. Zamanla aile, anne ve baba, çevre, okul, din,
geleneklerden öğrendiklerimiz içselleştirilir ve bizim değer ve kurallar bütünlüğümüzün
oluşmasına yardım eder. Bu açıdan bu üç temel bilinç şekillenmesinin belli düzeylerde
bizlerde yetersiz olması gerçekten iyi olmaz. İnsan, düşünen bir varlık ve zararı önceden
hesaplayabilecek; sonradan öğrenebilecek bir yapıya sahiptir (Vikipedia 2010: 4)Kabul
edilir davranışlar Tanrısaldır superego ile ifade edilir. Mitlerde anlatılan superegoya
taşıyan tavırlardır. Bu anlatım şekli insanoğlunun dünyanın yaratılışını anlamlandırma
sürecinde çok da yadırgamadığımız bir durumdur Bunun sebebi mitlerin alegorik ve
sembolik olarak insanoğlunun zihninde somutlaştırma yönünün ağır basmasıdır.
Su, toprak, hava, ateş evrenin oluşumunu sağlayan 4 temel unsurdur. Bu durum İran ve
Önasya miştolojisinde karşımıza çıkmaktadır. Rüzgâr, ateş, su ve toprak insan yaratılışında
çok önemli rol oynuyordu. Altay ve Sibirya Türklerinin insan yaratılışıyla ilgili
85
efsanelerinde toprak ilk ve ana motiftir. İlk insanın balçıktan yapıldığı inancı, çok eski
çağlardan beri Türkler arasında yaygındır. Efsaneye göre saratan yani Yengeç burcu
zamanı yaz başında güneş ile toprak ve su pişmiş, Türklerin ilk ataları olan Ay-Ata
türemişti. Sünbüle zamanı yani sonbahar başı hava sıcaklıklarının azalmaya başladığı
dönmede Türklerin kadın ataları Ay-Va meydana gelmiştir. Kadınla erkeğin mizacı da bu
sebeple değişiktir.
Toprak miti, Türk mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Toprak, Türkler için her zaman
kutsal sayılmıştır ve hükümdarların tek isteği Tanrı buyruğu saydıkları kut inancına göre
yeryüzünün hâkimi olmak ve Tanrı’nın adaletini, tüm insanlığa yaymaktır.
Kendi kendine dedi: “- Dur bunu saklayayım,
“Denizlere saçarak, payıma yer alayım.
Tanrı toprağı aldı, tutup sulara saçtı.
Tanrının isteğiyle birden yer kalınlaştı.
İnsanın ağzındaki, gizlice saklı toprak
Büyümeğe başladı, boğazını sıkarak
Tıkadı nefesini, boğulur gibi oldu.
Ölür gibi olurken etrafa koşa durdu.
Oh, Tanrıdan kurtuldum, deyip düşünürken
Etrafına bakındı, Tanrıyı hazır buldu.
Boğulmak üzereyken, becerdi demesini
“Ey Tanrı, gerçek Tanrı, ne olur kurtar beni,
Tanrı kızıp söylendi, “-Ne yaptın sen, ne yaptın!
“Saklayacağım diye ağzına toprak attın.
“Niçin böyle düşünce yer alıyor aklında
Toprağı nene gerek, saklarsın sen ağzında
86
İnsan ihanetlerine devam etmektedir. İnsanın yaptığı bu üçüncü ihanet olmuştur.
İslamiyetten sonra Allah’ın hakkı üçtür ifadesi bu metin kaynaklıdır. İnsan kendine ait bir
toprak parçasına sahip olmak için hileler yapmaktadır. Tanrı’ya şirk koşmak düşüncesinin,
davranışının cezasının büyük olduğunu görmekteyiz. Bunu bizden daha çok yeteneğe sahip
kişileri engellemek yerine, onları takdir etmenin erdemini kavramak diye de
yorumlayabiliriz. Ayrıca Tanrı’nın İnsanoğlunun neden böyle bir şey yağtığını
anlamlandıramaması da dikkat çekicidir. Tamamen saf, temzi, arî düşünce ve davranışlarla
bezenmiş Tanrı, kişinin bu davranışları neden sergileme gereği duyduğuna anlam
verememektedir. İnsan, üçüncü ihaneti sonrası artık cezalandırılacaktır.
İnsan dedi: “ Ey Tanrı, düşündüm ben payıma
“Yerim olsun diyerek toprak aldım ağzıma
Tanrı insanoğluna : “Tükür!” diye bağırdı.
Tükürdü insanoğlu tükrük yere dağıldı
Yeryüzü dümdüz iken kırışıp birden soldu
Sanki bitti yerlerden, tepeler, dağlar doldu
Tanrı bu hale kızıp, insanoğluna döndü
“Kötü düşüncen ile şimdi günahkâr oldun
Bana kötülük için kötü hislerle doldun
Saklasın hep içinde senin halkın da sana
Onlar da öyle olsun nasıl duyduysan bana
Benim halkımın düşüncesi ise hep arı,
Gözleri güneş görür, aydınlıktır ruhları
Gerçek Kurbustan diye adlandırırlar beni
Erlik, şeytan diyerek adlandırsınlar seni
Benden suç sakalayanlar senin halkın olsunlar
Günahkâr olanlarsa senin malın olsunlar
Senin suçundan kaçan gelsin kul olsun bana
Günahından gizlenen gelip sığınsın bana
87
Tanrı Erlik’e kızmıştır. Çünkü dümdüz evren onun tükürdüğü toprak yüzünden tepelerle,
dağlarla dolmuştur. Eski insanların somutlaştırma düşüncesini burada tekrar görmekteyiz.
Evreni anlamlandırmaya çalışan eski insanlar yeryüzündeki coğrafi şekillerin oluşumunu
kendinden daha üstün yüce varlıklara atfetmiştir. Bu sebeple de insanoğlu zihninde
oluşturduğu bu olayla dağların, tepelerin meydana gelişini mantıklı bir sebebe bağlamıştır.
Mitler eski insanların bilimidir. Evrenin yaratılışını, varlıkların nasıl ve neden oratay
çıktıklarını anlatır. Ontoloji ile ilgili sorulara cevap verir. Ve insanlar bu cevapların ekseni
çevresinde bir dünya görüşü oluştururlar. İşte bu anlatım, eski insanların dünya görüşüdür.
Bahsetmek istediğimiz başka bir husus ise Tanrının bir diğer adının da Kurbustan
olmasıdır. Ve artık Tanrı insana Erlik adını burada verir.
**
Günlerden bir gün idi, Tanrı dolanıyordu.
Baktı bir ağaç gördü, göğe tırmanıyordu
Garip bir ağaç idi, dalsız budaksız idi.
Tanrı bunu görünce kendine şöyle dedi.
“çıplak kalmış bir ağaç, böyle dalsız budaksız
Zevk vermiyor gözlere, görünüşü pek tatsız
Tanrı yine buyurdu, “Bitsin, dokuz dalı da!”
Dallar çıktı hemence dokuzlu budağı da
Kimse bilmez tanrının düşüncesi ne idi,
Soylar türesin diye şöylece emir verdi.
“dokuz kişi kılınsın, dokuz dalın kökünden
Dokuz oymak türesin, dokuz kişi özünden
Tanrı dalsız bir ağacın büyüdüğünü görür ve onun dalsız olması hoşuna gitmez. Bu ağaçtan
dokuz dal olmasını ve bu dokuz daldan dokuz insan boyu türemesini ister. O, ol der ve
olur. Bu dokuz boy Çin kaynaklarında: Bugular, Hunlar, Bayırku, Tongra, İzgil, Chi-pi, A-
pu-sse, Ku-lun-wu-ku, Edizler’dir. Oğuzlar da ataları Hun olan bu dokuz boydan birinden
gelmiştir ( Taşağıl, 2014:198).
88
Bir gün Erlik Tanrının yanına konmuş idi
Tanrının karşısında çöküp oturmuş idi
Birçok gürültü geldi, tarının sarayından
Bu ne diyerek erlik, ölmüştü merakından
Bunun duyunca Erlik hemen sordu Tanrıya
“Nedir bu gürültüler, geliyor dışarıya?
Tanrı dedi: “ne olsun sen de hansın ben de Han
Onlar benim ulusum benim emrime bakan,
Şeytan bunu duyunca birdenbire sevindi
“Bu ulusu bana ver ne olur Tanrı dedi
Şeytanın bu sözünden Tanrı sezmişti işi
“Hayır veremem sana deyip, bitirdi işi
Şeytan bunu duyunca dalmış bir düşünceye
Kendince plan yapıp başlamış hep hileye
Ne eder eder elbet ben bir yol düşünürüm
Tabrının ulusunu ben yerinde görürüm
Varmış yola koyulmuş uzun uzun yürümüş
Yetmiş bir günde bulmuş ama çok şeyler görmüş
Bakmış Tanrının halkım kimi insanalr gibi
Kimi yaban hayvanı kimi de kuşlar gibi
Şeytan sormuş kendine: “Tanrı bütün bunları
Ne yaptı, nasıl aldı, almalıyım şunları
Bu da benim isteğim ne edip almalıyım
Bütün bu ulusları ulusum yapmalıyım
Böyle söyleşen şeytan kendikendine sorar.
Ne yiyip ne içerle? Ne il eyaşar bunlar
Bakmış ki halk toplanmış bir ağacın başına
Meyve yeyip dururlar ağacın tek dalında
89
Yemiyormuş hiç kimse karşıki dallarından
Meyvayla dolu iken geçmezmiş yanlarından
Şeeytan bunu görünce şaşırmış doğrusu bu,
Demiş bari sorayım, nedendir acaba şu:
“Şimdi gördüm, buradan sizlere bir bakınca
“Niçin sizler yersiniz şu dallardan yalnızca
Tanrının ulusunda biri de şöyle demiş:
Bu dallardan yiyoruz, tanrı bu emri verdi.
Biz onun kullarıyız. Tanrımız böyle dedi.
Tanrı bize dediki, görün şu dört budağı
Yemeyin hiçbirinden değdirmeyin dudağı
Dedi, gün doğusundan beş dal uzanıyor ya
Sizin aşınız olsun uzanın bu meyvaya
Bunu diyen Tanrımız, çıkıp göklere gitti
Bu ağacın dibine bu iti bekçi dikti.
Giderken ite dedi: “sakın uyuyup kalma.
Eğer şeytan gelirse, sakın onu bırakma
Bekçi itin yanına bir de yılan vermişti.
Yılana da ayrıca şöyle tenbih etmişti.
“Eğer şeytan gelirse sok hemen sen şeytanı
Ayrıca tenbihledi hem iti hem yılanı
Dedi: “-Gün doğusuna uzanan şu beş daldan
Kim ona yanaşır da alırsa meyvalardan
Uzak tutun onları, dala yanaştırmayın!
Bu dallardan birine hiç el uzattırmayın
İşte ne yapalım biz, bu beş daldan yiyoruz.
Tanrının emri böyle, buyruğa uyuyoruz
90
Bu metinlerde dini kuralların ilk oluşumlarını görmekteyiz. Dört büyük din dediğimiz
Yahudilik, Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyette bu metinlerin etkilerini bulabiliriz.
İslamiyette Âdem ve Havva’nın cennetten kovulmaları da yasak meyvayı yemeleri
yüzündendir.
Şeytan bunu duyunca, ağaca doğru vardı
Törüngey adlı biri, halk içinde yaşardı.
Şeytan ona yaklaştı, kurnazca şöyle dedi.
Tanrı size demiş ki beş dala uzanmayın!
Sizin aklınız yok mu yalana inanmayın!
Bu beş dallık meyvayı yasak etmişmiş size
Bu nasıl bir söz imiş, inanmayın bu söze
Bu büyük bir yalandır, gerçekle ilgisi ne!
Dört daldan yenmez diye kim demiş kendisine?
Şeytan bunu söylerken yılan uyumuş imiş
Dışarda olanları sezip duymuyor imiş
Şeytan girmiş yavaşça ta yılanın içine
Akıl vermiş yılana ne uygunsa işine
Demiş: “Yılan uyuma! Tırman da çık ağaca
Yılan başlamış birden, tırmanmış sık ağaca
Bu yasak meyvalardan, ilk defa yılan tatmış
Şeytanın arzusuyla kendini kötü yapmış
Rodloff’un derledeği ve Verbitskiy’in derlediği yaratılış destanlarında şeytan insanları
kandırmak için harekete geçmiştir. Destanda şeytan önce yılanı kandırır, ilk yasak meyveyi
o yer. Daha sonra Tanrının kullarında Törüngey ve Eci ‘yi çağırır. Onlardan Tanrının
yasakladığı meyvelerden yemelerini ister. Ancak Törüngey akıllıdır ve yasak meyveyi
yemek istemez. Yılan Törüngeyi kandıramayacağını anlayınca Eci’yi kandırmaya çalışır ve
başarılı olur. Kadın erkeği de işlediği suça alet etmiştir. Bu sebeple metinlerin toplumu
etkilidiğini söyleyebiliriz. Arap toplumunda islamiyete kadar kadın hep günakhar olarak
91
görülmüş ve toplum hayatında ikinci plana atılmıştır. Ayrıca denizcilikte uzun zaman
kadınların gemide bulunması halinde uğursuzluk getirecekleri de bilinmektedir.
Hani Törüngey adlı, bir er kişi vardı ya
Vurulmuştu gönülden Eci adlı bir kıza
Yasak meyva yer iken, bağırmış şöyle yılan,
“Eci ile Törüngey siz de yiyin bnlardan
Törüngey akıllıydı, dedi: “Yemem onları!
Biz nasıl yeriz onu, yemek yaak bunlkarı
Tanrı bize buyurdu, yemeyin ondan diye
Ben ağzıma vuramam, sen bana versen bile!
Yılan bunu duyunca, olmayacak bu baktı.
Bir parça meyva alıp Eci kıza uzattı.
Eci meyvadan alıp yardı ikiye böldü
Meyvanın sularını, yavuklusuna sürdü.
İnsan doğası gereği kadınsı ve erkeksi iki cins içerir. Anatomik olarak yıllarca beynin iki
yarım küresi sağ ve sol lobları olduğu bilinir. Bunlardan sol lob erkeksidir, bu sebeple
erkeklere de mantık daha ön plandadır, denir. Sağ lob ise kadınsıdır, duygular ağır basar.
Eğer sağ lob zedelenirse kişi hissiz olur, sol lob zedelenirse kişi konuşamaz olur. Batı
medeniyeti yıllarca bu mantık üzerinden hareket etmiştir. Ta ki Aristo’ya kadar. Eski
Yunan’a baktığımızda kadınları yetiştirilenlerin bile erkekler olduğunu görmekteyiz.
Türkler de ise daha anaerkil bir anlayış vardır. Erkekler annesi anneanne, teyze, komşu gibi
kalabalık kadınları topluluğu tarafından yetiştirildiği için erkekler yetişkinlik döneminde
anneden kopmakta zorlanmaktadırlar. Kemal Tahir’in deyimiyle bizde devlet baba değil
anadır. Çünkü babanın sevgisi koşulludur. Anne ise tıpkı doğa gibi koşulsuz verir. Türk
toplumunun devletine bağlılığı buradan ileri gelmektedir.
92
Tam bu çağlarda iken, insanlar tüylü imiş
Bu meyvayı tadınca tüyler dökülüvermiş
Kalmışlar her ikisi de, tüysüz, donsuz, ap ayaz
Utanmış, aramışlar sakalnacak yer biraz
Hemen kaçmış birisi, bir ağacın ardına
Öbürününse koşmuş bir gölge yardımına
Altay yaratılış destanının Tevrat-ı Kadim’in tesiri altında kaldığı bir gerçektir. İbranice de
âdhâm, insan demek değildir. Âdem daha çok insanlığın sembolü olan bir Homo’dur.
İnsanlık âdem sembolü ile kendi yüzü ve sureti ile yaratılmıştır. Tanrı insanı yaratmış, onu
kendisi de beğenmişti. Yasak olan meyvayı ( bunlar semboliktir) yiyerek âdem iradesini
kullanabilen iyi ile kötüyü ayırtedebilendir. Fakat daha zayıf olan havva yılanın sözüne
kanmış ve eşini de felakate sürüklemiştir. Ölümsüz olarak cennette yaşayan insanlık, yere
inince ölümlü olacak ve orada yaşamak zorunda kalacaktır.
Eski Tevrat’ta Tanrı âdemi bizzat kendisi yaratmaktadır. Fakat doğurma yoktur. Bu durum
Tevrat’ın İncil’de dejenere edilmiş halidir. Âdem ve havva aile bağı ile tek kadın ve koca
hayatı ile bir ahlak sembolüdür.
Tanrı çıkagelmiş, bakmış herkes dağılmış
Törüngey! Törüngey!Eci! diye çağırmış
Nerdesiniz? Diye de Tanrı aramış yine
İnsanlar cevap vermiş, bu soru üzerine:
“Biz ağaçlardayız ama gelemeyiz size biz
Tanrı demiş: “Törüngey, ne yaptınız böyle siz!
Erkek demiş: “Ey Tanrı, benim yavuklum kadnı,
Yasak olan meyvayı, dudaklarıma bandı!
Tanrı dönmüş kadına, şöyle demiş Eci’ye
“Ben neler duyuyorum, nedir yaptığın böyle!
Kız da demiş: “-Ey Tanrım, ben bakmadım meyvaye
93
“Yılan söyledi bana, bu meyveyi ye diye!
Tanrı yılana demiş: “-Uymadın sen sözüme!
Yılan boynunu bükmüş : “- şeytan girdi özüme
Bilmedim nasıl oldu, gittim şeytan hilesine
Göktürk yazıtlarına göre insan, yer ve gökten sonra yaratılmış en kıymetli varlıktı. İslam
tasavvurunda da insan, Tanrının yarattığı en son ve en olgun mahlûktur. Hatta
yaratılmışların en şereflisidir.
Tanrı demiş, “-Ey yılan , şeytan senin içine
Nasıl oldu da girdi, uydun şeytan işine!
Yılan demiş: “-Ey tanrı düşmedim ben peşine
Sende idi kulağım, hazırdım her esine
Ben burada uyurkeni şeytan bana sokulmuş,
İçime girerekten beni bu hale koymuş!
Tanrı dönmüş köpeğe, “ey köpek , sen ne yaptın!
Köpek demiş, “vallahi şeytan nedense benim
Gözüme görünmedi, nasıl onu göreyim?
Bunları duyan tanrı yılana demiş bir yol:
Ey yılan bundan sonra Şeytan’ın kendisi ol!
Bir diğer açıdan bakıldığında insanoğlunun yaşadığı ilk kıtanın Mu kıtası olduğu iddia
edilmektedir. Bu kıtada yaşayan insanlar diğer kıtaları fark edecek teknolojik imkâna sahip
olamadıklarından yeryüzünde başka kıta olmadığını düşünerek yaratma olmadan önce
yeryüzünün sularla kaplı olduğunu düşünmüş olabilirler. (Tarihi Gerçekler ve Komplo
Teorileri)
Kayıp kıta “Mu”, Atlantis gibi bir efsanedir. Efsaneye göre büyük tufan sırasında sulara
gömülmüştür. Asya ve Amerika kıtaları arasında yer alan Mu, Avustralya’nın iki katı
büyüklüğündedir. Mu kıtasının varlığını ilk olarak ileri süren James Churchward adında bir
İngiliz araştırmacıdır (1868).
94
Anlatılanlara göre James Churchward Hindistan’da bulunduğu dönemde bir Budist rahiple
tanışır. Bu rahip James’e bir sır vereceğini söyler ve onu bir tapınağın altında bir mahzene
götürür. Buradaki eski tabletler ve eserleri gösterir. Bu eserlerde gördükleri bilgilere göre
Mu kıtasını ortaya atar ve bir kitap yazar. Hatta Atatürk bu kitabı okuduktan sonra Mu
kıtası hakkında bilgi toplanması için talimat verir.
Mu kıtasının efsane olmadığını savunanların görüşlerine göre; Mu kıtası yeryüzündeki ilk
kıtadır ve Polinezya, Mikronezya ve Melanezyao adaları Mu kıtasının kalıntılarıdır. Mu
kıtasında 70.000 yıl önce tek Tanrılı bir din vardı. Kıtada yaşayanlar Mu kıtası dışındaki
kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ve bu kolonilerin en büyüğü Uygur
İmparatorluğuydu. 64 milyon nüfuslu kıtada tek Tanrı ve ruh göçü inancı mevcuttu.
Kıtanın altında bulunan gaz odalarının patlaması sonucu sulara gömüldüğü de söylentiler
arasındadır. Mu kıtasında yaşayanlar teknolojik ve manevi açıdan üstün durumdaydı.
Telepati, durugörü, astral seyahat gibi mistik güçlere sahiptiler.
Mu kıtasının varlığını destekleyen bazı bulgular bulunmaktadır. Büyük okyanusta
sıradağların uzandığı Pasifika plakası keşfedilmiştir. Mikronezya’nın Carolin Adaları’nda
az nüfusla yapılması mümkün olmayan bazı büyük kalıntılar bulunmuştur. Ponape
Adası’nda boyu 10 metreyi aşan duvarlara sahip bir tapınak, bazalt bloklar ve piramitler
keşfedilmiştir. Ayrıca 2. Dünya Savaşı’ndan önce Japon dalgıçlar denizin altında
mercanlarla kaplı caddeler, taş kubbeler, anıtlar, sütunlar, ev kalıntıları, platin tabutlar ve
yazılı taş levhalar bulmuşlardır. Cambier adasında Mısır’da bulunan mumyalardan daha
eski mumyalar bulunmuştur. Tüm bu bulgular efsaneyi desteklemek için birer delil olarak
gösterilmemiştir ve Mu kıtası bir efsane olarak kalmıştır.
Yer değiştirmeler göçebeleri, hayatlarının yegâne sabit değerini ve hayatın besin kaynağı
olan çevreyi en yakından tanımaya götürür. Toprak ve çevre her bir birey için dikkatin,
dürüstlüğün, hayranlığın, yürekten bağlılığın ve saygının tek nesnesi haline dönüşür.
Göçebe, insanın hâkim olduğu bir dünyada oturduğu inancında değildir. Bu dünya insanlar
tarafından değil, nesneler tarafından denetlenmektedir. Onun evreni insanbiçimli değildir.
Beşeri olmayan varlıklarla ilişki kurmak için, ne aracı olarak işe yarayacak simgelere, ne
de başka bir şeye ihtiyaç vardır. Göçebe içinde yaşadığı ortamı iyileştirmeye çalışmaz. Bu
anlamda göçebe, nesneler ve yaban bir dünya tarafından denetlenmektedir ve o doğayla
doğrudan temas halindedir. (Bonnefoy 2000:341)
95
Göçebeliği yaşamın bir parçası haline getiren Türkleri Orta Asya’da belli bir mekânda
toplanmış, tek ve homojen yapıda bir toplum olarak görmek yanlış olacaktır. Gerçekte Orta
Asya gibi geniş bir bölgede çok çeşitli Türk toplulukları ve farklı kültür çevreleri vardı.
Bunlar sürekli bir kültür alışverişinde bulunuyorlardı. Aynı zamanda sık aralıklarla
birleşiyor ve kısa sürede de dağıldıkları oluyordu. Türklerin bu özelliklerini göz önüne
alarak hipotezler geliştirmek yerinde olacaktır.
Destanın devamından…
İnsan düşmanın olsun, canın alsın,
Kötülük timsali ol adında öyle kalsın!
“vefasızlık örneği, Ey Eci adlı kadın!
Şeytan sözüne kandın onun aşına bandın!
Benim yeme dediğim meyveyi alıp yedin
Üstelik eşine de, al bunu ye dedin!
Bundan sonra çocuğu, hep kadınlar doğuracak,
Doğum ağrılarıyla, ızdıraplar boğacak’
Tanrı erkeğe dönüp, ona da şöyle dedi:
Sen de kadına uydun tuttun şeytan sözünü,
Şeytan aşını yeyip kaybettin sen özünü!
Benimkini tutmadın, şeytan sözünü tuttun,
Yerini bende değil, şeytan yanında buldun!
İnsanların yeryüzüne inme sebebi meydana gelmiştir. Eci yasak meyvayı yemiş Törüngey’i
de suçuna ortak etmiştir. Yaptıkları bu hata sıonucunda Eci doğum yapacak, doğum
ağrılarıyla acı çekecek, Törüngey ise Eci’ye uyduğu için evi geçindirme sorumluluğu
taşıyacaktır.
96
….
Senin yerin ben değil, karanlık yerler olsun,
Kalbin aydınlık değil, karanlıklarla dolsun.
…
Şimdi artık kendine, kendi öz yolunu seç,
Sizler çocuk doğurun, türetin soyunuzu,
Dokuz kız dokuz oğlan, türetsin boyunuzu
Tanrı döndü şeytana kızarak şöyle dedi:
“Sen nasıl aldattın, insanı böyle,
…
Bir kat var sana göre, üç kat yerin dibinde
Ne ay var ne de güneş, karanlıklar içinde
Seni gökten aşağı sürüp, indireceğim!
Seni yerin altında, tutup sindireceğim!
Karanlıklar hâkimi şeytan, yerin üç kat dibinde ulusunu bekleyecektir. Artık gök dünyanın
yaratıcıları ile birlikte yukarı âlemde yaşamayacaktır. Kıskançlık, bencillik, hilekârlık gibi
tutum ve davranışları sonucunda tamuya yani cehenneme gönderilir. Orada kendi yasasını
ve düzenini kuracaktır. İnsanları kutsallıktan uzak tutmaya, düzenden saptırarak kendi
himayesine almaya çalışacaktır.
Bundan sonra da Tanrı, insana şöyle dedi:
Bekleme benden artık yemek, benden yardım yok!
Kendiniz çalışınız, aşınızı yapın çok!
Bundan sonra ben size, görünmem artık bitti!
Benim elçim Mai-Tere, sizinle yere gitti!
O artık ne gerekse, sizlere öğretecek!
Bana elçim olarak, haber iletecek.
Gönderdi mai-tereyi tanrı gitti katına,
97
Öğretti ne gerekse insanın hayatına
Arpalı kara ekmek, şalgam aşıyla doyduk
Tanrı aşı yerine türlü soğanı koyduk
Günün birinde şeytan mai-tereye giderek
“Ne olur ey Mai-tere, ne olur benim için,
Tanrıya yalvarıver, varı ver benim için
Kurtulur da çıkarım belki tanrı katına
Belki de kavuşurum göklerin hayatına!
Mai-tere kabul etti, tanrı katına vardı
Altmış iki yıl derler tanrısına yalvardı.
Tanrı gelip insafa şeytana şöyle dedi.
“Ey şeytan, bana eğer, düşmanlık yapmaz isen
İnsanlara hoş bakıp kötülük saçmaz isen
Affettim haydi seni katında otur, dedi.
Tanrının affı ile şeytan göklere gitti.
Tanrıya vardı bir gün şöylece rica etti.
Ne olursun ey tanrı ben de gökler yapayım
Kut ver bana ne olursun payıma gökler alayım!
Bu rica üzerine kut verdi Tanrı ona
Dedi: “sen de gökler yap al kendi hesabına
Şeytan kutu alınca kendine gökler yaptı
Gökler şeytanla doldu cinlere köşkler yaptı
Ayrıca göklerde de kutsal kişiler vardı.
Tanrıya yardım eder, semada dururlardı.
Mandı-şireydi biri düşünüp durdu birden
Şeytanları görünce kalbi buruldu birden
Bu ne kötü düzendir! Şeytanlar hep azarlar!
98
Tanrının insanları yeryüzünde yaşarlar.
Şeytanın adamları gökyüzünü basarlar.
Tanrıya doğrusu bu mandı- şire darıldı.
Düşman oldu şeytana harbe hazırlanıldı.
Şeytan da karşı geldi vuruştular bir zaman
Mandı- şireyi yakdı ateş püskürdü şeytan
Mandı- şire kaçarak yüzün tanrıya sürdü
Onun haline bakan tanrı sorarak güldü.
Dedi: “ey mandı-şire gelişin nerden?
Mandı-şire dert yandı sordu: bu düzen neden?
Ey tanrım şöyle bakın bu ne kötü düzendir
Anlatayım size bir beni en çok üzendir.
Şeytanın adamları gökte hayat sürerler.
Tanrının insanları kara yerde tünerler.
Ben atıldım şeytanı gökyüzünden koğmağa
Anladım ki bende güç yok onları boğmağa
Mandı-şireyi duyan tanrı doğruluğ dedi:
“korkma ey mandı-şire benden kuvvetlisi yok,
Şeytanın gücü şimdi, elbet senden daha çok
Her şeyin zamanı var, bu çağ bir gün gelecek.
Bugün git mandı-şire diye tanrı diyecek!
Bekledi mandı-şire yata yata yılgeçti
Bir gün uykuda iken güzel bir rüya seçdi
Düşündü mandı-şire o gün mü geldi diye
Şeytanlşa vuruşacak hoş gün mü geldi diye
Demişti hani tanrı elbet bir gün gelecek
Mandı-şire git hemen diye tanrı diyecek
99
Beklediğim o günler artık gelmiş olmalı
Aradan yıllar geçti, zaman dolmuş olmalı
Gerçekten tanrı onu görerek şöyle dedi:
“Ey Mandı-Şire artık sen bugün varacaksın
Gökleren onu kovup yerlere atacaksın
Muradına kavuşup onları kovacaksın
Ondan kuvvetli olup çok güçlü olacaksın
Kutladım kutla seni güçlüdür benim kutum
Her işte sana yetsin, sendedir hep umudum
Duyunca mandı-şire güle güle katıldı
Bu ne biçim güç diye sormak için atıldı.
Ne okum, ne okluğum, ne tüfeğim var benim,
Ne kargım, ne mızrağım, ne kılıcım var benim!
Yalnız var yalın kolum, biliyorsun ey tanrım!
Bir kolun kuvvetiyle ben ona ne yaparım?
Tanrı dedi: “- Ne ile gitmek istersin ona?
Mandı-şire söz aldı, dedi ki Tanrısına :
Benim hiçbir şeyim yok göreceğim ben onu
Kendi öz ayağımla tepeceğim ben onu
Kendi kolların ilşe ben onu tutacağım
Havaya kaldırarak onu fırlatacağım
Tanrı dedi: “- Al şunu, al bu mızrağımı al!
Şeytanı görünce de mızrağımı ona sal
Mandı-şire alınca bu mızrağı eline
Göklere çıkıp daldı, gitti şeytan iline
Erlik’i buldu yendi, şeytanı yakaladı.
…..
100
Tanrı halkına dönüp nasihat verdi şöyle:
“Davar yaratıverdim aş oldun diye size
Dünyada akıp giden suları yine size
Arı ve duru yaptım içiniz diye size
Yardım edin diyorum, size yardım ederken
Gidiyorum şimdi ben dönmem artık pek erken
Sonra yardımcı olan ruhlarına döndü.
Bu senin görevindir Ey Şal-Yime dinle sen
Rakı içip de sarhoş olanları koru sen
Küçücük çocukları kuzuları koru sen
Küçük buzağıları toy tayları koru sen
Sen koru insanları iyi ölümle ölen
Kabul etmem kim vars kendisini öldüren
Tanrıya hizmet için hakan’a hizmet için
Harpte savaşıp ölen hizmette ölmek için
İnsanalrı sen topla bana getirmek için
Şeytanı senden uzak, ırak yerler sürdüm
İnsanoğlu bunu bil! Mutluluk olsun diye
Eğer gelirse şeytan sana aş vermek için
Bil yapıyor bu işi kötülük olsun diye
Şeytan aş veriyorsa düşün bu aş ne için?
Arzuluyor, bil seni ulusum olsun diye
Unutma bu sözümü adımı her an için
…..
Tanrı bunları deyip oradan uzaklaşmıştı.
Tanrının gökyüzüne çıkması Türklerdeki deist ( tek tanrı inancı) anlayıştan gelmektedir:
tanrılar yaratılışı gerçekleştirdikten sonra gökyüzüne çekilip insanlardan uzaklaşmışlardır.
101
İnsanlar tarıyla bağlantıyı şamanlar sayesinde gerçekleştirirlerdi. Sonraları bu iletişimi
peygamberler üstlenmiştir. Göktürk yazıtlarındaki
“Yukarıda kök tengri
aşağıda yağız yer” ifadesi ve Oğuz Kağan destanındaki “..ağız açıp över olsam
üstümüzdeki Tanrı güzel yazılıp düzülüp gökten indi.” denmesi bundandır.
Altay ve Sibirya mitolojilerine göre tanrı, insanı çamurdan yapmış ve bu cansız şekillere
ruh bulmak için göklere gitmişti. Şeytan bunu kıskandı ve insanlaa bekçilik yapan tüysüz
köpeği altından tüy vaadiyle kandırdı. Şekilleri birer birer alan şeytan onlara tükürdü ve
pislik içinde bıraktı. Tanrı geriye dönünce bu hali görüp çok üzüldü, insanların pislik dolu
dışlarını içlerine çevirerek onlara ruh vermiş ve canlandırmıştır. İnsanların kimi zaman dış
güzelliğine aldanıp içsel olarak kötü düşüncelerle dolu olduğunu göremeyişimiz bu sebebe
bağlanmıştır.
Altay mitolojisindeki insan zaman zaman şaytanınta kendisi olurdu. İçinin şeytan tükürüğü
ile belenmiş olması da belki bunu düşündüren sebepler içindedir.
En eski ve en yeni Türk inanışında tın, yani ruh doğarken bedenimize gelir ve ölürken de
kuş gibi ağzımızdan uçar ve kendi yerine giderdi. Tanrı özenerek yarattığı ve ruh verdiği
kullarına kut da verir ve bu iyi şans onun hayatındaki başarısını temin ederdi.
Türk – Memlük yaratılış destanında ise efsanede adı geçen Ata mağarasının bulunduğu
Karadağ’ın adı ile Türklerin ve insalığın ilk atası olan Ay-Atam’ın adı da Türkçedir.
Efsanenin Türkler arasında derlenmiş olması muhtemeldir.
Destanda insanın yaratılışında dört ana unsur ve balçık esasına dayanan bir inanç vardır.
Bu durumda efsanenin Önasya ve İran mitolojisiyle ilgili olduğu daha sonradan Türkçe
isimler verilerek Türklere mal edilmiş olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.
102
Verbistkiy’in Derlediği Altay Yaratılış Destanından…
“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı ne bir yer
Uçsuz bucaksız, sonsuz sular içreydi her yer!
Tanrı Ülgen uçuyordu, yoktu bir yer konacak
Uçuyırdu, arıyordu katı bir yer bir bucak
Okyanus ve denizler, sonsuzluğu, bilinmeyen gizleri ve derinlikleri, ihtişamı ve bütünlüğü
temsil etmektedir. Tanrı her şeyi sudan yaratmıştır inancı hâkimdir. İnsan da bir su terkibi
olan spermden türemektedir. Kuran’da geçen “ İnsan,bizim kendisini az bir sudan
(meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.” ( Yasin
suresi, 77. Ayet)
Yaradılış efsanesinde dile getirilen” her şeyden önce var olan, su ve suda var olan ‘Ak
İne’ ( Ak anne) dir. Türklerdeki bu anaerkil durum daha eskidir. Ak İne’nin somut
şekillenmiş halini evvel zamanda var oluşun kendisinden çıkacağı bir durum olarak
saymak doğru olacaktır. Yer, suyun dibindeki topraktan yaratılmış, gök de yerden
ayrışarak oluşmuştur. (İnan,1987:46)
Kutsal bir ilhamla nasılsa gönlü doldu
Kayıptan gelen bir ün ona bir çare buldu.
Göklerden gelen bir ses Ülgen’e buyruk verdi.
“Tut önündeki şeyi, hemen yakala! Dedi.
Ülgen bu emre uydu, uzattı ellerini,
İçinden tekrarladı semanın sözlerini
Türk mitolojisinde de diğer mitolojilerde de yaratıcı ilham kadındır. Kadın güzeldir ve
güzelliklerin yaratıcısıdır. Türk yaratılış mitinde de yaratıcıya ilham veren odur. Bu da
gösteriyor ki Türk’ün kolektif bilincinin altında yatan temel kaynak dişildir.
Denizden çıkan bir taş fırladı çıktı yüze
Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne
Artık ülgen memnundu, rahatı bulmuş idi
103
Üzerinde duracak bir yeri olmuş idi.
Göklerin emri ile bulunca Ülgen durak
Artık vakit gelmişti gökleri yaratacak.
Ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak
“Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım.
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım.
“Bir Ak-Ana ( Ak-Ene) var idi. Yaşardı su içinde
Ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde
“-Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen
Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren!
De ki hep: “ Yaptım oldu! Başka bir şey söyleme!
Hele yaratır iken “Yaptım olmadı” deme
Sudan gelen bu ses birçok kaynağa göre Ak Ana’nın sesidir. Ona “yarat” emrini veren Ak
Ana Kuday Han’dan daha büyük bir tanrı olarak düşünülmemelidir. Çünkü
Sepetçioğlu’nun metninde Ak Ana: “Ben Ak Ana’yım; suların perisi, senin bir kulunum.
Bir can sıkıntısı ve bir yalnızlık içindeydin beni unuttun.” der. Buradaki “ben senin
kulunum” ifadesi Ak Ana’nın da Tanrı Kara Han tarafından yaratıldığını düşündürür.
Sudan çıkan Ak-Ana kozmik bilginin ortasında duruşuyla masumiyeti ve tanrısal saf
bilginin özelliklerini anımsatır. Türk dehası diğer mitolojilerden farklı olarak su, kadın ve
ışık kompozisyonunu oluşturmuştur. Tanrı’ya yaratma ilhamı veren kadın, kâinatı
kaplayan uçsuz bucaksız suyun dalgaları içinde görünmüştü.
İlk var olan ve yaratılışı gerçekleştiren Ak İne’nin kendisidir. Ak İne dişil olarak kendisini
Han Ülgen’e (erkek) dölletmiştir. Ak İne Han Ülgen’e göre daha bilge ve daha akıllıdır.
Çünkü yaratılışa cesaret veren ve yaratılışı destekleyen kendisidir. Han Ülgen’in arka
planında gizli kalmış bir güçtür. Destanlarımızın çoğunda dişiyi bu sebeple arka planda
gözüken fakat erkeğe sonsuz destek ve cesaret veren bir güç olarak görmemiz bundandır.
Günümüz kadını da bu anlamda yuvasını ayakta tutan önemli bir güç olarak karşımıza
çıkmaktadır.
104
“Altın Köl II” kitabesini inceleyen Roux, kitapta geçen “kuyda” kelimesinin nehir
kıyısında kutsal yer anlamında kullanıldığına dikkat çeker. Türkler bu terime dini bir
anlam yüklemişlerdir. Bir çeşit aile beşiği görevi gören nehir suyu kadının doğurganlığını
temsil etmektedir.
Suyun içinde ( bilinçsiz’in derinliklerinde ) kaybolup giden Ak İne, yaratılış sonrasında,
yeryüzünde çok sayıda Ana Tanrıça temsilcilerine ayrışmış olarak ortaya çıkacak, ileri
dönemlerde giderek eril güçler baskın hale gelecektir. Bilinç doğmuştur ve giderek
ayrışacak, ayrıştıkça da güçlenecektir. Tutulamayan, kavranamayan kaotik ve şekilsiz
bilinçsiz, bilinç tarafından nesne niteliğiyle ayrıştırılmaya başlanacak, yeryüzünün ve
yeraltının, yani tümüyle doğanın bileşenleri, Umay, Ot-İne( Ateş Ana) gibi ve İduk Yir-
Sub (Yerin ve Suyun Hâkim/Kutsal Ruhları) gibi ruhların işlevlerine bağlanacaktır. (Bayat,
2007b:67)
Bilinçdışı- bilinç karşıtlığına koşut bir sembolizasyon, bilinçdışının dişil/anne, bilincin ise
eril/baba nitelikleriyle tanımlanmasında karşımıza çıkar. Bilinçdışı doğurgandır ve yaşam
enerjisinin kaynağıdır, besleyicidir. Aynı zamanda da yutucu, içine çekici, ayrışmayı
tersine çeviricidir. Bilinç iradenin, karar vermenin, seçim yapmanın ve doğrudan etkinliğin
taşıyıcısıdır. Bilinçdışı her zaman birincil, bilinç ise ikincildir: bilinçdışı, ya da daha
anlamlı bir tanımlamayla bilinçsiz, bilincin(henüz) var olmayışı, bir veridir; bilinç ise
sonradan gelişen bir oluşum, bir kazanımdır. Ancak tanımlamaları yapan ‘ruhsal kurum’
bilinç olduğundan, bilincin kendini ve kendi (bilinç) dışını, kendi merkezî konumundan
çıkarak tanımlaması kaçınılmazdır. (Saydam, 2011:311)
Ak- ana bunu dedi, sonra kayboluverdi
Denize dalıp gitti, bilinmez noluverdi
Ülgen’in kulağından bu buyruk hiç çıkmadı.
İnsana bu öğüdü iletmekten bıkmadı.
“dinleyin ey insanlar, var’ı yok demeyiniz
Varlığa yok deyip de yok olup gitmeyiniz
….
105
Han Ülgen yaratılış mitlerinde oynadığı birincil rolle dikkat çekmektedir. Han Ülgen
insanoğlunu yeryüzünde Ana Tanrıça’nın temsilcileri olan doğa güçleriyle baş başa
bırakmıştır. Yukarıda eril ilkenin taşıyıcısı Gök Tanrı, aşağıda insanoğluyla iç içe Ana
Tanrıça’nın temsilcisi ‘Yağız Yer’ ( dişil İlke) ve son olarak da onunla birlikte Han
Ülgen’in karşıtı kötü ruh Erlik. İnsanoğlu yeryüzünde bu iyi ve kötü güçlerin ortasında
kalmıştır. Yaşam, doğanın yani Ana Tanrıça’nın kontrolündedir. Orta Asya’nın zor
şartlarına dayanan Türkler cömert olduğu kadar acımasız ve cezalandırıcı doğasıyla Ana
Tanrıça’ya saygı göstermek zorundaydı. Göçebe yaşam, kalıcı bir kültür ve teknoloji
oluşturmaya izin vermiyordu. Göçebeliğin anlamı doğa ananın verdiğini kabullenmek ve
koruma olanakları sağlamaktı. Doğa Ana’nın koruyuculuğu azaldığında göç ediliyordu.
Nur ve ışık evrenin büyük tanrısı Han Ülgen’di. Tengere Kayra Han varlıkların başlangıcı
insanoğlunun anası ve atası olduğuna inanılan göğün on yedinci katında oturarak, evreni
yöneten kendi özünün taşması yoluyla üç yüksek Tanrı’yı yarattığı, bunların ilkinin Bay
Ülgen olduğu kabul edilen Tanrı’dır. Karanlık evrenin Tanrısı Erlik Han’dır. Yer evreninin
Tanrısı ise Kara-Tanrı’dır.
Ülgen, Altay Şamanistlerinin dua ve ilahileriyle en büyük Tanrılarına verdikleri isimdir.
Altay Türkleri Tengere Kayra Han adını en büyük Tanrı diye kullanırlar. Ülgen gezegen
olarak Jüpiter şeklinde adlandırılır. Ülgen’e kurbanlar verilir. Kurban törenleri belli bir
zamana göre yapılır. Üç, altı, dokuz ya da on iki yılda birdir. Bu da Jüpiter’in döngüleri ile
örtüşür. Ülgen sözcüğü Türk sözlüklerinde ulu, yüce anlamlarındadır.
Altay Türklerine göre gökyüzündeki, en büyük Tanrı Kayra Han’dır. Sarı han olarak da
bilinen bu Tanrı demir dağ motifiyle de ilişkilendirilir. Ülgen ve Kayra Han nur âleminin
temsiliyken, Erlik Han karanlıklar âleminin temsilidir. Atalarımıza göre insanoğlunun
yapması gereken şey Tanrı Ülgen gibi olmaktır. Türk insanı kendi bedeni ile ruhunun
bütünleşmiş bir evren olduğunun farkına varmış ender milletlerden biridir. Öyle ki demir,
köpek, ateş, at, köprü, merdiven, ağaç gibi pek çok sembol alt yapısı ve epik değeri olan
kozmik âlemin derin sembolleridir. Bu parçaların hepsi bir araya gelerek müthiş bir
kombinasyonu oluşturmuştur. Bu da şüphesiz Tanrı gibi üstün bir yaratıcının tezahürüdür.
106
Şekil 3.1. Han Ülgen ile Erlik Han’ın karşılaştırılması
Atalarımıza göre insan hayatta her durunda Tanrı Ülgen’i örnek almalıdır. Türk örf ve
adetleri bunu üç ana prensipte yaşar. Bunlar eş alma, çocuk sahibi olma ve bahadırlık
itikadlarıdır. Bu ana inançlar Türk örf ve adetlerinde zaten bulunuyordu. İslamiyetin
kabulü ile de İslam’da kendini bulmuş ve Müslümanlığın temeli teşkil edilmiştir. Evren
anlayışını önce kendinde başlatan Türk insanı bu anlayışı toplumsal hayata taşımıştır.
Böylelikle kolektif bir eşşiz kültürel sistem ortaya konmuştur. Türk insanı kendi bedeni ve
ruhu ile bir bütün, evren olduğunu bilmiş, ikiliğe dayalı yani karşıtlığa dayalı bir hayat
felsefesi meydana getirmemiştir. Fakat diğer toplumlarda zıtlığın daha çok olduğunu
görmekteyiz. Mesela; Yunan mitolojisinin en önemli destanlarından İlyada’da Tanrı Zeus,
insanların işine çok fazla karışmakta, istediği kavmin galip gelmesi için olağanüstü
durumlar yaratmaktadır
Yine günlerden bir gün Tanrı Ülgen denize
Bakarak duruyordu şaşırdı birdenbire
Bir toprak parçacığı sularda yüzüyordu.
Toprağın üzerinde bir de kil duruyordu.
Toprak üstündeki şey nedir acaba?
İnsanoğlu bu olsun, insana olsun baba
Görünmeye başladı insan gibi bir şekil
Birden insan olmuştu toprak üstündeki kil
107
İnsanda toplanmıştı her çeşitten yeterlik
Bu ilk insanın ise adı olmuştu Erlik,
İnsan yaratan tanrı ortalardan kayboldu.
Erlik de yola çıktı arayıp onu buldu.
Tanrı’nın gönlü temiz, yücelerden yüceydi.
“- Bir küçük kardeşim ol’ diye Erlik’e dedi.
Erlik Tanrı Ülgen’in kardeşi olmuş idi.
Fakat nedense kalbi hırs ile dolmuş idi.
Tanrı Kuday Han insandaki rahmani yönü, erlik ise şeytani yönü anlatmaktadır. Yaratılış
destanlarında görülen dualizm ( yani ikilik ) düşüncesi dikkat çekmektedir. Bunlar iyilik-
kötülük, aydınlık-karanlık, Tanrı-şeytan, yükseklik- alçaklık, acıma-zalimlik, sabır- hiddet,
sadakat-ihanet, bilgi- cehalet vs. şeklinde devam etmektedir.
Kıpçak Türklerinin yaratılış efsanesine göre ise; Karadağ’da bir mağara vardı. Yağmurun
yağması sonucu oluşan seller bir defasında dağdaki mağaraya çamur sürükledi ve bu
çamuru mağaranın içinde insan biçiminde olan yarıklara döktü. Güneş saratan burcunda
idi. Güneş ısısının etkisiyle toprak ve su bu kalıbın içinde pişti. Su, toprak, güneş ısısının
üzerinden dokuz ay boyunca rüzgâr esti. Dört unsurun birleşmesi sonucu dokuz ayın
sonunda mağaradaki bu yarıktan insan şeklinde bir yaratık çıktı. Bu insana Türk denilince
Ay Atam denildi. Ay Atam sulu ve sağlam havalı yere indi. Kırk yıl boyunca tek başına
yaşadı. Kırk yılın sonunda mağarayı tekrar seller bastı, insan biçimindeki yarığa toprak
doldurdu. Güneş, Sünbüle yıldızında olduğu için ısıtma etkisi az idi. Güneşin Sünbüle
yıldızında olduğu dönem, onun aşağı indiği zamana tesadüf ediyordu. Çamurun az pişmesi
nedeniyle mağaradaki yarıktan yaratılan kişi eksik yaratılmış oldu. Bu kişi Ay Atam’ın
tersine bir kadın idi. Buna Ay-va adı verildi. Ay Atam ile Ay-va evlendiler; yarısı erkek,
yarısı dişi olmak üzere kırk çocukları dünyaya geldi. Bu çocuklar birbirleriyle evlenip
çoğaldılar. Ay atam 120 yıl yaşadı. Ondan kırk yıl sonra Ay-va öldü(İnan 1986: 33)
Holmberg’in derlediği Tatar Türklerinin yaratılış efsanesinden hareketle şunları
söyleyebiliriz: Kara Tatarlarda Büyük Pajana bir toprak parçasından insanların ilk grubunu
yaratınca onlara hayat veremedi. Mecburen cennet gidip Kuday’dan onlara hayat veren ruh
vermesini istedi. Cennete giderken de insanları özetlemek için bir köpek bıraktı. O yokken
108
şeytan çıktıkları mağaraya gömdüler. Bu mağara daha sonra Türklerin tapındıkları bir yer
haline geldi.
Tanrının insanı, yerden şeytanın getirdiği bir avuç toprağı yoğurarak yarattığı düşüncesi,
XII. Yüzyılda Moğollarca da benimsenmiş bir inanış olduğu Rubruck Seyahatnamesinde
verilen bilgilerden anlamaktayız (Boratav 1984:13).
Buradan şunu anlamalıyız: İnsanoğlu her an nefsinin sınavıyla karşılaşmaktadır. Bu durum
eski insanlarca şeytanın insana tükürmesi, pisliğini bulaştırması gibi bir takım ifadelerle
verilmiştir. Tanrının insana göz kulak olması için köpeği görevlendirmesi de köpeğin
sahibine son derece bağlı olduğu özelliğinden dolayıdır denilebilir.
Tüm yaratılış destan metinlerinde ortak olarak erkekten sonra kadının yaratıldığını ve
kadının erkeğe göre kötülüğe daha meyilli olduğunu görmekteyiz. Kadının yaratılışındaki
bu eksiklik metinlerde farklı bakış açılarıyla ama ortak yönüyle ( yani nefsin zayıflığıyla)
anlatılmıştır. Aynı zamanda yaratılış destanlarında Türkler tek Tanrı inancına sahiptir.
Ayrıca insanoğlu yaratılmadan önce hayvanların yeryüzünde olduğunu insanı yaratan
Tanrı’nın onun başında durması için bir köpeği görevlendirmesinden anlıyoruz.
Türk kozmogonisi, yani evren ile insanın yaratılışı ve Türk devletinin doğuşu paralellik
göstermektedir. Türklerde devletin toprağı mukaddestir. Devlet insan ile topraktan
meydana gelmiştir. İnsansız devlet olmaz.
3.2. Mit/Mitoloji- Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Oğuz Destanı’nın Çözümlenmesi
Oğuz Kağan destanı hem mitolojik hayatımızı tüm gerçekliğiyle gözler önüne serer hem de
mitolojik sembollerle oluşturulduğu için anlatımı yönüyle edebi eser özelliği de gösterir.
Mircea Eliade; “Mitsel tutumun içgüdülerin patolojik bir yoğunlaşması, hayvanlara özgü
ya da çocukça davranışlar olarak değil de insana özgü olgular, kültür olguları, düşünceden
doğan yaratı olarak kabul edilmesi gerektiğini belirterek yaşayan mit deyişinden mitin
insan davranışı için model oluşturması ve bu yolla yaşama anlam ve değer kazandırılması
olgusunun anlaşılması gerektiğini söylemektedir.” (Eliade1993:10-11). Aynı konuyu
modern psikolojinin önemli bir temsilcisi olan C. G. Jung, kolektif bilinçdışı kavramıyla
açıklamaktadır. Kolektif bilinçdışında “arketip” denilen insanlığın en eski simgeleri
109
yatmaktadır ve arketipler bilinçli aklın gizli esaslarıdır veya diğer bir benzetmeyle bunlar
ruhun dar anlamda yalnızca toprağa değil tüm dünyaya saldığı kökleridir.(Stevens
1999:54-57) Oğuz Kağan destanı bu yönüyle örnek bir eserdir. Çünkü destanda Türk
milletinin ortak zihin özellikleri bulunmaktadır. Destanda bu, ortak zihin özelliklerinin bir
çoğunun simgesel anlatımını görmek mümkündür.
Oğuz kağan destanı Türklerin Oğuz boyunun tarihî hayatını destani biçimde dile getiren
millî destanlarından biridir. Oğuzlar zengin bir sözlü gelenek ve devlet destanları
oluşturma özelliği ile tanınmaktadırlar.“Oğuz Destanı, Türklerin milli birlik döneminde
sözlü kültür geleneği üzerinde şekillenen ve söz sanatımızın bilginleri olan ozanların
repertuarında uzun zaman icra edilen, ancak Orta Çağda yazıya aktarılmak suretiyle yazılı
abideye dönüşen, hükümdarların şecerelerini, cihan devleti kurma ülküsünü yansıtan tarihî
salnamelere çevrilmiş ve nihayet edebî-tarihî sürecin mantıksal bir sonucu olarak şairlerin
eserlerinde bediî destan türü gibi yeniden biçimlenmiştir” (Bayat, 2006: 13).
Uygurca Oğuz Kağan Destanı epik destan türündedir. Epik destan sözlü kültür ortamında
meydana gelen, yüz yüze bir iletişim bağlamında tiyatral (theatral) çizgilere sahip biçimde
anlatılan, kahramanlık ana temalı öykülerdir. Epik destanlar kahramanlarının başarılarının
veya hayatlarının hikâyesi olarak ulusların kahramanlık çağındaki uluslaşmalarının
hikâyeleridir. Geçirmiş oldukları değişim ve dönüşümlere rağmen gerçek olduklarına
inanılan âdeta sözlü tarihlerdir (Çobanoğlu, 2003: 16).
Türk edebiyatında mevcut destanlar, genellikle tarihi devirlerden gelişen Türk yaşantısının
karakteristik özelliğini vermektedir. Türk milleti, tarihi akış içerisinde, çeşitli zamanlarda
birçok devlet kurmuş ve bu devletleri kurarken birçok eziyet çekmiştir. Bu devletlerin
yaşadığı felaketler birçok destanın doğuşunu hazırlamıştır.
Türk destanlarında görülen kişi ve davranışları milletin istiklalini korumaya, istiklalini
oluşturmaya, toplumla özdeşleşmeye, ülküsüne bağlı olmaya yöneliktir. Bu düşüncelerin
uygulayıcısı olarak destan kahramanımız Oğuz’u görmekteyiz. Oğuz kendisini diğer
kağanların başı olarak görmüş, halkının refahını sağlayacak özellikleri kendinde gördüğü
için diğer kağanların da onu tanımalarını istemiştir. Bu çalışmada Uygur harfli Oğuz
Kağan Destanı dikkate alınarak hazırlanmıştır.
110
Destanlarımız her anlamda ideal olanı vurgulamaktadır. Oğuz Kağan’ın doğumunun
mükemmel bir şekilde anlatılmasından tutalım da eşleriyle karşılaşmaları ve evlilik sonrası
doğan çocukların isimleri bile dünya dengesini korumak amacını taşımaktadır. Böyle
destanlara sahip millet olarak ideal olanın bu kadar güzel anlatıldığı destanlarımızı dikkate
almamakla hata yapmaktayız.
Bir toplumun yaşadıklarını olduğu kadar bilinçaltını da yansıtan mitler, her zaman bir söz
ustası tarafından kayıt altına alınmamış olabilir. Bir şekilde derlenip zamanımıza kadar
ulaşan destan, masal, efsane ve halk hikâyelerinde toplumların mitleri yer alır ve yaşar.
Dolayısıyla “amaç mitin hiç de bir kurmaca anlamına gelmeyip yalnız gerçekliklerden söz
ettiği için en üstün hakikati dile getirdiği kültürleri incelemek olmalı.” Ve böylece bir
kültürün ürettiği insanlık durumlarına ilişkin derin bilgileri, evrensel bir kazanç olarak
değerlendirmelidir (Eliade, 2000:783).
Kimi destan metinleri mecaz ve semboller aracılığıyla mitlerin gizli anlamını verecek
şekilde yüksek bir anlam seviyesi sezdirirler. Bu yüksek anlam ilk bakışta fark edilmeyen
bir gizem içerir ve kahramanın benlik bulma yolculuğunda adeta şifreler gibidir. Oğuz
kağan kendini bulma evresine geçişte bir takım zorluklar yaşamıştır. Tanrısal, siyasal ve
örfi iktidar biçimlerini kendi merkezinde toplayan kahramanımız canavarı öldürmekle,
göğün ve yerin kızlarıyla evlenmekle ve yeni coğrafyalara yayılarak gerçekleştirdiği
fetihlerle kendi benliğini tamamlamış ve Tanrısal, siyasi ve örfi iktidarın tam merkezinde
durma eğilimini göstermiştir.
Oğuz Kağan Destanından:
...
Yine günlerden bir gün Ay Kağan’ın gözü parladı. Doğum ağrıları başladı ve bir
erkek çocuğu oldu. Bu çocuğun yüzü gök, ağzı ateş gibi kızıl, gözleri ela, saçları ve
kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.
Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve
kımız istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı.
Oğuz Kağan destanında oğuz doğuşu itibariyle olağanüstü özellikler taşımaktadır. Fiziksel
olarak kahraman “ yüzü gök” , “ağzı ateş kızılı” ayakları öküz ayağı, göğsü ayı göğsü, beli
kurt beli” gibi ifadelerle tasvir edilmektedir. Bu durum Türk milletinin bilinçdışındaki
ideal insan modelinin ölçüleridir. Folklorlaşmış metinlerde gördüğümüz kahramanların
111
bedensel tasvirlerinde veya bedenle ilgili benzetme, eğretileme gibi simgesel yorumlarda
bir yandan Türk kültürünün kozmogonik mitlerinin izlerine rastlanırken diğer yandan tarih
şuurunun ilk izlerini taşıyan etnogonik mitlerle de karşılaşırız ( Duymaz, 2007: 58) Ayrıca
annesinin sütünü bir kez emip arkasından dile gelerek çiğ et ve şarap istemesi de anaerkil
merkezli bir toplumun arkadan ataerkil anlayışla biçimlendiği erkekçe bir davranışla
göçebenin dünyasında önemli bir yere sahip olan “çiğ et” ve “şarap” sembolik olarak Türk
milletine ait bilinçdışı ve müşterek davranışların kahramanda belirgin olmasıyla gün
yüzüne çıkarılmıştır. Oğuz Kağanın aileye bağlılık sürecini bu kadar hızlı aşmış olması
Türk töresinin bir gereğidir. Ayrıca göçebe toplum yaşayışındaki pratiği ve hızı Oğuz’un
çabuk erginleşmesinde de görmek mümkündür. Oğuz alp tipinin anlatıldığı bu tasvir dolu
semboller medeniyet seviyesinin ve yaşayış tarzının göstergesidir. Bu ibareler Oğuz
Kağan’ın ileride nasıl bir kişi olacağının anlatımıdır. Bir insanın yedisinde ne ise
yetmişinde de o olacağı düşüncesinde hareketle Oğuz’un karakteristik özelikleri verilmeye
başlanmıştır. Yalnız Oğuz kendini gerçekleştirme, benliğine kavuşma anında birçok
denemeyle karşılaşacaktır.
Annesinin sütünü bir kez emmesi sonra çiğ et, şarap istemesi kahramanımızın hayata
atılmanın ilk şartını gerçekleştirmesindendir. Hayata atılmanın ilk şartı anneden kopuştur.
Türklerde çocuklar kız olsun erkek olsun anne, teyze, babaanne, anneanne tarafından
yetiştirilirdi. Oğuz ilk eyle olarak bu kopuşu başarır. Çiğ et istemesi de ataerkil toplumun
biçimlendirdiği erkeksi davranışın yansımasıdır. Kırk gün sonra dile gelmesi, kolektif
bilinçdışının Oğuz’a verdiği olgunlaşma sürecidir. Türk milletine ait bilinçdışı, müşterek
yürüyüşü içerisinde millî ve mukadder bir kahramanda olması gereken “davranış
repertuarını”(Stevens 1999:63) tamamlayarak bu davranış kompleksini Oğuz Kağan’ın
şahsına atfetmiştir.
Oğuz geçirdiği evrelerle kolektif bilinçdışının yarattığı olgunlaşmayı yaşar. Bu durum
Türk milletinin bilinçdışı özelliklerinin milli ve mukadder bir kahramanda olması gereken
ideal davranışların Oğuz’un şahsında birleşmesidir.
Oğuz ister yaşamış bir kişi olsun, ister simgeler aracılığıyla anlatılan bir kozmoloji miti,
Türk milletinin en derin duygu merkezlerine dokunur ve onu harekete geçirir (
Bilgili,2015: 2)
112
Jung; mitosları, “arketiplerin simgesel biçimi ve ortak bilinçdışının kendine özgü bir dili
olarak tanımlamaktadır.”(Gökeri 1979:31). Böylece “arketip” ve “mitos” kavramlarını
birleştirmektedir. Mitsel yapıyı bir bütün olarak değerlendiren Jung, mitolojik çeşitlenmeyi
ana mitosun kendisini bölmesi şeklinde tanımlamakta ve bu bölünmenin bir basamağı olan
“erkeklerin çocukluk ve gençlik dönemlerine ait arketipik görevlerini, dünyanın her
yerinde mevcut olan kahramanlık mitlerinde sembolleştirdiğini söylemektedir.”(Stevens
1999:76). Bu anlamda yapacağımız arketipsel bir inceleme Oğuz Kağan Destanında
“kahramanlık mitosunun gelişimini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Kaldı ki
Pellıot’unifadesiyle: Oğuz Kağan’ın doğuşu anlatılırken olağanüstü özelliklerin dile
getirilmesi, onun bireysel var oluşunu ifade eden “yüzünün gök”, “ağzının ateş (gibi) kızıl,
“gözlerinin ela”, “kaşlarının kara” ve “perilerden güzel olması” gibi özellikler aslında Türk
milletinin kolektif bilinçdışındaki ideal insanının ölçüleridir.
Şekil 3.2. Oğuz Kağan’ın destan süresince geçirdiği evreler
Oğuz Kağan’ın doğumundan itibaren anlatılanların normal bir çocuğun gelişimine göre
daha hızlı olması onun Türk insanının savaşçı, çevik ve pratiklik özelliklerini dile getirmek
için verilmiştir. Burada Oğuz Kağan’ın tasvirinde kullanılan mitolojik unsurlar aslında bir
milletin hafızasındaki kahramana yakışır cinsten benzetmeler içermektedir. Halkın o
zaman diliminde böyle bir yaklaşımla kahramanını tasvir etmesi, tasvir ederken kullandığı
113
hayvanların belirgin özelliklerini vermesi tesadüf değildir. Türk halkının özünde yatan
yaşarken dahi her daim belli ettiği milli düşünüş ve davranış biçimleri bu tasvirlerde
yatmaktadır. Yeni nesil gençleri tarihi bir kahramanının bu şeklide tasvir edilmesinden
gurur duymalı, adil bir lider çıkarımını bu metinden yapmalıdır.
Destana devam edersek: “Ayakları öküz ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur
omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu tamamen tüylü idi. At sürüleri güder, at
biner, ava gider, kuş salardı. Günlerden ve gecelerden sonra bir yiğit oldu.”
Destanın devamında dile getirilen Oğuz’un fiziksel tasvirinde kullanılan hayvanlar
Türklerin yaşadıkları coğrafyada karşılaştıkları baş etmesi güç hayvanlardır. Ancak bir
kahraman bu güçlü hayvanların belirgin özelliklerine sahip olabilirdi. Bu şeklide tasvir
edilmesini son derece makul görmek gereklidir. Ayrıca halkın Oğuz’a verdiği kutsiyet
Tanrı’nın Oğuz’a verdiği doğaüstü kişilikten doğmuştur. Altay Yaradılış Efsanesi’ndeki
Kuday Han’ın Ülgen’e dünyayı yaratma ve düzene koyma gücünü vermesiyle benzerlik
göstermektedir. Ülgen de Ak Ana’nın emriyle dünyayı yaratmıştır. Oğuz da bu inancı
kişiliğinde yüceltir ve istenilen bir destan kahramanı olarak karşımıza çıkar. Oğuz, savaş
seferlerinde onu başarıya götüren bir Tanrı elçisi kişiliğindedir. Bu durum Oğuz’u adım
adım başarıya götürmüş ve Tanrı’nın istediği gibi görünen bu zaferler sonrası Oğuz soyu
dünyaya hâkim olmuştur.
Göktanrı inancına göre kağan Göktanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi ve elidir. Tanrı
nizamını yeryüzünde sağlamak ve yürütmek için kağanı görevlendirmiştir. Bu inanış da
cihan hâkimiyetini, Türkün ülküsünü ve kızıl elmasını yaratmıştır. Töre devlet nizamı,
Türk kağanının yeryüzünde tatbik edilecek olan Tanrı nizamının da adıdır. Oğuz Kağan:
“Ben Gök Tanrı’ya borcumu ödedim. Gök Tanrı’nın kendisine verdiği kuta saygı
göstererek Gök Tanrı’ya olan borcumu ödedim demek istiyor.
Oğuz kağanın kahramanlığını kanıtlamak için gergedanı öldürdüğünü anlatan satırlara da
değinmek istiyorum.
114
…
Bu zamanda, orada büyük bir orman, birçok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen
avlar ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir canavar yaşıyordu.
Bu canavar at sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir
şekilde halka cefa etmişti. Oğuz Kagan cesur bir adamdı. Bu canavarı avlamak istedi.
Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele
geçirdi. Onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve oradan ayrıldı.
Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki canavar geyiği almıştı.
Arkasından Oğuz Kagan bir ayı tuttu. Onu altın kuşağı ile ağaca bağladı, gitti. Yine
sabah oldu. Tan ağarırken tekrar geldi ve gördü ki, canavar ayıyı da almıştı.
Bu sefer ağacın altında kendisi durdu. Canavar geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına
vurdu. Oğuz kargıyı canavarın başına sapladı ve onu öldürdü. Kılıcı ile başını
koparıp, aldı gitti. Tekrar geldiği zaman gördü ki; bir ala doğan canavarın
bağırsaklarını yemektedir. Yay ve okla ala doğanı öldürdü ve başını kesti. Sonra dedi
ki : “Canavar geyiği ve ayıyı yedi. Kargım demir olduğundan dolayı onu öldürdü.
Canavarı da ala doğan yedi, okum bakır olduğu için onu öldürdü.
Oğuz kendini gerçekleştirme yolunda aşamasının ilk adımı ormana girmek ve oradaki
canavarı öldürmek olacaktır. Kahraman ya canavara yem olup ölecek ya da aklı ve bilek
gücü onu galibiyete sevk edecektir. Nitekim Oğuz canavarı öldürür ve sınavını başarıyla
geçer. Canavarı avlama sürecinde üç motifle karşılaşılır. Bunlardan ilki “geyik”tir. Geyik
Yakut ve Kazak-Kırgız Türklerinde Umay için yapılan törenlerde plesentanın karşılığı
olarak serbest bırakılan hayvandır. Doğurganlık törenlerinde şamanların geyik boynuzlu
maskeler taktıkları görülmektedir”(Ateş 2001:125). Geyik birçok kültürde “kadın”
motifinin karşılığıdır. Arketipsel sembolizm açısından ise geyik kahramanın içinde
yuvalanan animasıdır. Ruhsal aşama beldesinde yani ormanda karşılaştığı bu durum
Oğuz’un animasını kontrol altına almasını simgelemektedir.
Aynı aşamanın ikinci ayağı olarak gördüğümüz ayı ve gergedan ise kahramanın ferdi
bilinçdışıdır. Buna gölgesi de diyebiliriz. Bilinçlenen kahraman ferdi bilinçdışındaki
bastırılmış içgüdüleri veya kara güçleriyle yüzleşmiştir. ( Fordham1994:62-63) Kahraman
gergedanı yenerek tecrübesiyle bilgisini birleştirmiştir.
Dünyaya gelen kahraman erişkinlik yaşına kadar tabiatın bir parçası olan görünmektedir.
Kahramanın kendi kişiliğini tamamlaması için tabiattan uzaklaşması gerekir. Tabiattan
uzaklaşma ise tabiattaki bir sorunu ortadan kaldırmakla mümkündür. Tabiatın sorunu olan
genelde yenilmesi zor bir hayvan olarak karşımıza çıkar. Bu durum semboliktir. Canavar
115
sembolüyle kuralsızlık, karmaşa, düzensizlik kastedilmiştir. Ayrıca Oğuz’un gergedanı alt
etme girişiminen sonra Oğuz Kağan’ın adı zikredilmeye başlanmıştır. Bu durum
Türklerdeki, çocuğa bir yiğitlik gösterdikten sonra ad koyma geleneğinin destana
yansımasıdır.
Oğuz kağan destanındaki canavar motifi halka zülmeden, halka korku salmış bir yaratık
olarak karşımıza çıkmıştır. Bu sembolle kastedilen göksel yani ideal kaynakların olduğu
kadar karanlık ve kötü diye nitelendirdiğimiz kaynakların da varlığına dikkat çekmek
doğru olacaktır. İçinde yaşadığımız sosyal ve kültürel hayatın bir gerçeği olarak temel
ihtiyaçlara bile mani olabilecek kötü niyetli kişilerin varlığı ve bu kişilerin düşünce ya da
eylemleri canavar sembolüyle dile getirilmiş olabilir. Ayrıca canavarı öldürmeye teşebbüs
destan kahramanın erginleşme aşamasının ikinci ayağını oluşturmaktadır. Kahraman
ormana canavarı öldürmeye ve benliğini tamamlamaya doğru ilerlemektedir. Kahraman
yolculuğu esnasında üç sembolle karşılaşır. “geyik”, “ayı” ve “ala doğan” . Geyik
mitolojik olarak erkekteki bilinçdışı kadın tarafının “anima”yı temsil etmektedir. Geyiği
avlayan Oğuz Kağan, onu canavarı avlamak için söğüt dalına bağlamakla ruhsal ve
bedensel büyüme yolunda önemli bir adım atmıştır. Oğuz Kağan canavarı yenerek Alpliğe
geçiş ritüelini gerçekleştirir. Toplum ve devlet hayatında söz sahibi olmak erginlenme ve
statü kazanma yani kendini gerçekleştirmeyle mümkündür. Kendini gerçekleştirme
aşamasının ilki Oğuz’un canavarı öldürmesidir.
Destandan alınan bu bölümde av avlamak, silah kullanmak Türklere ait özelliklerden biri
olduğu için Oğuz’un şahsında değer kazanmıştır. İyi silah kullanmak başarıya ulaşmak için
temel şartlardan biridir. Oğuz iyi silah kullanarak halkın başına bela olmuş bir canavarı
öldürerek halkının takdirini kazanmıştır. Burada canavar olarak adı geçen “gergedan”
Türklerin yaşadığı coğrafyada görülmediği için şüphe yaratmaktadır. İbn Fadlan, Bulgar
yurdunda yaptığı geziler sırasında buna benzer vahşi bir hayvan hakkındaki rivayetler
anlatılırken; Marco Polo Sumatra adası civarında işittiği tek boynuzlu, öküze benzer bir
canlıdan bahseder. Babur da Hindistan’daki hayvanları sayarken “Gürk” denilen bir
hayvanı bu özelliklere yakın tarif ediyor. Aynı zamanda buradaki canavar motifiyle
anlatılmak istenenin Türk milletinin karşılaştığı büyük bir düşman olduğu da
söylenmektedir. (Babur, 1970:448) ( Fadlan,1975:62) ( Polo, 1976:136)
116
Türk destanlarında özellikle de Oğuz Kağan destanında destanî özellikler kazandıran
mucizenin o günkü toplum yaşantısının, toplumun maddi ve manevi gücünün üst düzey
olduğundan kaynaklandığını görmekteyiz. Her ne kadar ideal kahraman alp tipini Oğuz
yansıtıyor görünse de destan kahramanlarına bu özellikleri uygun gören toplumun anlayışı
ve yaşantısından meydana gelen imkânlardır. Emel Esin “ Alp Şahsiyetinin Türk Sanatında
Görünüşü” başlıklı inceleme yazısında, eski Türk dini ve terbiyesinin kahramanlığa özel
bir değer verdiğini, bu vasfı her erdemden üstün tuttuklarını dile getirmiştir. Bu dünya
görüşünün Türklerin hayat ötesi hakkındaki kavramlarının da bu inançtan gelen hayat
anlayışının Türk yaşantısına destan özelliği kattığını belirtmiştir. Bu inanca göre; her şahıs
düşmana galip geldiği ölçüde öbür dünyada aziz olmaya namzet addedilir. Alp’in
kahramanlığı sayesinde edindiği her ganimet, tutsaklar, atlar, gökyüzündeki hayatında da
onun malı sayılırdı.
Kağan kelimesinin anlamı kak- kökünden gelmektedir. Kak: kakmak veya itmek, sürmek,
sevk ve idare etmek, yerleştirmek anlamlarına gelmektedir. Yusuf Has Hacip hakanların
görevlerini esasta ikiye ayırır. Birincisi hakanın görevi dışarıdan gelebilecek tehlikelere
karşı kılıcını kaldırmak, iç huzuru sağlamak adına da töreyi devreye sokmaktır. Türk devlet
geleneğinde Hakanla halk arasında dikkate değer bir bağlılık vardır. Türk halkı sadece kılıç
zoruyla hakanına itaat etmiş bir millet değildir. Aksine adaletli, kutsal bir görevi icra eden
hükümdara sonsuz itaat söz konusudur. Bu durum Oğuz Kağan’ın askerlerine ve halkına
danışmasının bir sonucudur. Oğuz Kağan tek otorite gibi görünse de ordusu ve halkı ile
beraber hareket etmektedir.
Oğuz Kağan destanında Oğuz atlı göçebe medeniyetinin hayat karşısında aldığı tavrı, hayat
felsefesini ve ideal insan tipini yansıtır. Türk ideal tipinde; yiğitlik, kahramanlık,
cihangirlik, adaletli, devletli, hoşgörülü, birliğe sevk eden vs. kavramlar bulunmaktadır.
Aynı zamanda Tanrı tarafından kutsanmış olduklarını düşünen bir millettir Türkler. Oğuz
Han hâkimiyetini ilahi bir menşeden almıştır, Uygur Hanları semavi bir nurdan doğmuştur,
Kırgızlar gökten gelen bir soya mensup olmakla övünmüştür.
117
…
Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan, bir yerde Tanrı’ya yalvarmaktaydı. Karanlık
bastı. Gökten bir ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya
yürüdü ve gördü ki; o ışığın içinde bir kız var. Yalnız oturuyor. Başında ateşli ve
parlak bir tacı bulunuyordu. Kutup yıldızı gibiydi. O kız öyle güzeldi ki; gülse gök
gülüyor, ağlasa gök ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti, sevdi aldı. Onunla
yattı ve dileğine sahip oldu.
Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra gözleri parladı ve üç erkek çocuk
doğurdu. Birincisine Kün( Gün) adını koydular. İkincisine Ay adını verdiler.
Üçüncüsüne de Yılduz (Yıldız) ismini taktılar.
İlk avını ve ilk savaşını yaparak Alpliğini ortaya koyan kahraman, erişkin olmuş, ilk cinsel
temasa veya toplumun onadığı şekliyle evliliğe hazır hale gelmiştir. Oğuz Kağan
Destanı’nda evliliklerin bir tören boyutu yoktur. Oğuz Kağan iki eşini de yalnızken görür,
sever, alır ve yatar. Ayrıntı yoktur (Duymaz, 2005:53).
Gök, kendi kendine hareket etmez. Gök, Tao denen kendi kanununa ve düzenine göre
döner güneş, ay, yıldızlar da bu düzene göre döner. Tüm insanlık da bu düzen göre hayatını
kurmalıdır. Gökyüzündeki düzen insanlara da düzen getirmelidir. Türk destanlarında bu
düzenin temsilcisi kağanlardır. Oğuz kağan destanı da kozmolojik bir kağanı
anlatmaktadır. Bu düzenin temsilcisi kağanları, kurallar da töreyi ifade eder.
Oğuz’un gökteki ışıkla yeryüzüne inen ilk karısından doğan çocuklara gökle ilgili isimlerin
verilmesi tesadüf değildir. Gökle yerin kozmogonisi oluşturulmaya çalışılacaktır. Oğuz’un
ikinci eşinden olan çocuklara da yeryüzünü temsil eden isimler verilerek aslında gök
(erkek) yer ( dişi) in birleşimi amaçlanmıştır. Türk mitolojisiyle ilgili yapılan araştırmalar
“Tanrı” kavramının gökle yerin birliği şeklinde düşünülen ilahi düzende ve bu düzeni
yaratıp yaşatan ulu gökle bağlı olarak ortaya çıktığını göstermektedir ( Beydilli 2005: 534).
Oğuz’un eşleriyle karşılaştığı parçaların anlatımında kullanılan ifadeler ancak bir
kahramana yakışan kadınları anlatır tarzda olağanüstüdür. Oğuz’un doğaüstü ve ilahi
kişiliklerle donatılmış kızlarla evlenmesi Tanrı’nın ona bahşettiği bir imparatorluğu kurma
amacının kutsiyeti gereğidir. Oğuz’un eşlerinden birinin kutsal bir ışıkla yeryüzüne inmesi
gerçekte olmasa bile ona yakıştırılan bir olgudur. Türklere ait metinlerin birçoğunda büyük
saygı ve değerle anılan Umay Ana’nın da gök kuşağına benzeyen bir ışık halinde
yeryüzüne indiğine inanılır (Potapov, 1996:227).
118
Şekil 3.3. Oğuz Kağan destanındaki Kozmik âlemi anlatan bir şekil
Evrenselci dikatomi. Yeryüzü dörtgendir. İçindeki daire gökyüzünün merkezinde kutsal
dağdır, Ötükendir. Ve dünya ağacı, göğü ve yeri birleştiren kaynaktır. Yeryüzü dört ana
yönle ifade edilir. Bu ifadeler ana yönlerin kozmolojik diyagramında temsil edildiği saatle
birlikte ele alınır.
KUZEY
BATI DOĞU
GÜNEY
Şekil 3.4. Türk mitolojisinde yönler her alanda kullanılmıştır.
Destanı oluşturan halk kahramanı yüce, ulu sembollerle bezenmiş ve onu göğün kızıyla
karşılaştırmış, onunla bir evlilik müessesesi oluşturmuştur. Eski çağlardan beri göksel
semboller kahraman için kullanılmıştır. Göksel savaşçı, göksel avcı, göksel hayvanların
efendisi gibi ifadeler destan kahramanları için sıklıkla kullanılmıştır.
İbn-i Arabiye göre, İslam mistisizminde melekler gezegenlerle ifade edilirdi. Mesela;
Rukyail Güneş’le, Cebrail Ay’la, Mikail Merkür’le, İsrafil Jüpiter’le, Azrail ise Mars’la
119
karşılanmıştır. Yunan mitolojisinde ise Kronos Satürn’le, Zeus Jüpiter’le Ares Mars’la,
Afrodit Venüs’le Hermes Merkür’le özdeşleştirilmiştir. Türk mitolojisinde ise Kara-Han
Satürn’le, Ülgen Jüpiter’le , Kızagan Tanrı Mars’la, Umay Venüs-Ay’la , Merkür Mergen
Tanrı’yı karşılamaktadır. Yunan ve İslam mitolojilerindeki gibi en yüce tanrı olan Kronos,
Rukyail’in Türk Mitolojisindeki Kara-Han ile benzerlik göstermesi de dikkat çekicidir.
Çok eski çağlardan beri Orion Takımyıldızı göklerin koruyucusu ve baş tanrısı olarak
görülürdü. Göksel semboller kahraman arketipinin sembolleridir. Ay ve boğa ile
özdeşleştirilen ve boynuzlu olarak tasvir edilen Tammuz, Dumuzi, Adonis, Dionysos,
Osiris, Thor, Odin tanrıları Orion takımyıldızıyla ifade edilmiştir.
Resim 3.1. Türk runik yazısında, “Baş” okunan harfin göksel izdüşümü Orion
Takımyıldızıdır. 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.
Kutup yıldızı Direkler
Kırgız
Moğollar Başkurt
Kalmuklar Teleütler Sibirya
Buryatlar
Şekil 3.5. Kutup yıldızıyla Oğuz boylarının özdeşleştirilmesi
İnsanoğlu yeryüzünde yaşadığı ya da karşılaştığı her olay ve olguya mantıklı bir sebep
vermek ister. Destanlarda da bunun bir yansıması olan simgeler, söylenceler, sembolleri
ve kapalı bir anlatımı görmekteyiz. İlkel dediğimiz insanlar göksel sembolleri tanrısal
düşünmüştür. Gezegenler, yıldızlar ile tanrıları örtüştürmüştür. Buna göre Jung şunları
120
söylemiştir: “Anima” (tanrıça) ve “animus” (tanrı) arketiplerinin göksel karşılıkları eril
ve dişil nitelik verilen gezegenlerdir.
Resim 3.2. Mısır Tanrısı Osiris ve eşi İsis ‘i özdeşleştiren Orion ve Venüs yıldızları
12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır
Yine bir gün Oğuz Kagan ava gitti. Önündeki göl ortasında bir ağaç gördü. Bu
ağacın kovuğunda bir kız duruyordu. O da yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı.
Gözü gökten daha gök idi. Saçı ırmak gibi dalgalıydı. Dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki
eğer yeryüzünün halkı onu görse, “eyvah ölüyoruz” der ve tatlı süt, acı kımız olurdu.
Oğuz Kagan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı
ve dileğine sahip oldu. Ondan da üç oğlu oldu. Bu oğlanlara Gök, Dağ, Deniz ismini
taktılar.
Oğuz Kağan’ın iki kadınla birleşmesi ve bu kadınların birinin göksel diğerinin yersel
olandan gelmesi dikkat çekicidir. Birinci birleşmeden doğan çocuklarına “Gün, Ay,
Yıldız”, ikinci birleşmeden olan çocuklarına “Gök, Dağ, Deniz” adlarını vermeleri tesadüf
değildir. Bu isimlerin gökyüzü ve yeryüzüne ait olması kahramanın gök ve yerle olan
sembolik bütünleşmesini anlatmaktadır. Kullanılan mitler arasında anlamca bir ilgi
bulunmaktadır. Buradan destanlarda kullanılan mitlerin arka planında derin mantıksal
anlamlar taşıdığı söylenebilir.
Kendi bilinçdışıyla uzlaşarak yeni yolculuğuna çıkan kahramanın karşısına bu kez de Türk
milletinin kolektif bilinçdışına ait arketiplerin mitolojik sembolleri olan “ışık, kadın, göl ve ağaç”
unsurları çıkar. Işık, güneş kültünün ve hayatın (dirilişin) sembolüdür; “kadınsa, doğurganlık
özellikleriyle yaratıcı gücün temsilcisidir ve bu da bereketin sembolleşmesi anlamına
gelmektedir. Bunun için dünyanın ilk düzeni anaerkil bir düzendir.” (From 1990: 247).
121
Gökten düşen kadın motifi esasında av kültüründen gelmektedir. Avcılıkla uğraşan halk
gökten yani Tanrı’dan geleni kutsal saymıştır. Topraktan gelen kadın ise tarım kültüründen
gelmektedir. Oğuzun ikinci eşinin yeri temsil eden ağaçtan gelmesi toplumun artık tarımla
uğraştığının bir göstergesidir.
Farklı bir bakış açısıyla “ağaç” motifini ele alalım: Destanlarda ve diğer halk anlatılarında
ağaç motifi çok anlamlı ve kutsal bir motif olarak karşımıza çıkmaktadır. Ağaç kökleriyle
yerin altını gövdesiyle yeryüzünü dallarıyla gökyüzünü temsil etmektedir. Mitlerde ve
efsanelerde yeri, göğü ve yerin altını birbirine bağlayan bir hayat ağacı motifidir. Şaman
mistik yolculuğu sırasında hayat ağacını göğe çıkmak için bir araç olarak kullanır.
Türklerin yeryüzü inancı dikdörtgen idi. Bu dikdörtgen içinde bir dağ ve dünya ağacı
çeşitli katlara ayrılmış göğü ve yeri birleştiriyordu.
Ağaç motifi Türklerde her zaman kutsal sayılmıştır. Derbent yakınlarındaki Kumukların
“Tenkrihan” dedikleri kutsal bir ağacın varlığına inandıkları bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı
Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin rüyasında ülkesinin genişleyeceği sınırları bir
ağaçtan öğrenmesi, Sayan Altay Türklerinde Ulu Ana motifli ağaç, Evliya ağa, Dünya
ağacı, Şaman ağacı, Hayat ağacı, Oğuz Kağanın göksel eşinin bir ağaç kavuğundan
çıkması gibi örneklere rastlanmaktadır. Şamanist Türklerin kutsal ağaçları kayın ağacı,
şaman ayinlerinde yer alır. Şamanı besleyip büyüten ağacın adı Ara ağaçtır. Yerle göğü
birbirine bağlayan dünya ağacıdır.
Hayat ağacı dünyanın merkezinin sembolüdür. Bu ağaç gökyüzü ve yeryüzünü birbirine
bağlayan dikey merkezdir. Kozmolojik olarak hayat ağacı yeryüzünün ortasından yükselir,
dünyanın göbek kordonu olan ağacın üst dalları Bay Ülgen’in sarayına kadar ulaşır. Bay
Ülgen de semanın onaltıncı katında bir atın dağ üzerinde yaşamakta ve altın bir taht
üzerinde oturmaktadır.
Ağaç motifi Türklerde soyun türediği bir kaynak olarak görülürdü. Göktürklere göre; Oğul,
soy ağacının kütüğü, kardeş ise o ağacın yaprakları gibidir. Uygurların türeyiş destanında
da Uygurların ağaçtan türediklerini görmekteyiz. Oğuzlar da ağacın kutsiyeti İslamiyet’i
kabul ettikten sonra da devam etmiştir. Bunun örneğini Dede Korkut Hikâyeleri’nde
görmekteyiz:
122
Basat’ın tepegöz’ü öldürdüğü hikâyede de Basat Tepegöz’e
“Atam adın sanar olsan kaba ağaç
Anam adın sanar olsan kağan aslan
Menüm adum sorarısan Aruz-oğlu Basattur”
cevabını verir.
Salur Kazan’ın oğlu Uruz ağaca asılmak için getirildiği zaman , “Kon meni bu kaba
ağacıla söyleşeyim” der ve ağaca şöyle hitap eder.
“Ağaç ağaç derisem sana arlanma ağaç
Mekke ile Medinenün kapusu ağaç
Musa kerimün asası ağaç
Büyük büyük suların köprüsü ağaç
Kara kara denizlerin gemisi ağaç
Şah-ı Merdan Ainün Düldülünün eyeri ağaç
Zülfikârun kınıyılan kabzası ağaç
Şah Hasanılan Hüseyinün beşiği ağaç
Eğer erdür , eğer avratdur korhusu ağaç
Başun ala bakar olsam başsuz ağaç
Dibün ala bakar olsam dipsüz ağaç
Götürecek olunsan yiğitligüm seni tutsun ağaç
Bizim elde gerek idün ağaç
Kara Hindu kullarıma buyurayıdum
Seni pare pare doğrayaırıdın ağaç” (Gökyay,1973: 55)
Yer ile göğün aslında bir olduğu, bunların sonradan ayrıldığı ile ilgili mitler Uygur
Türklerindeki “Yer ile İlahi Öküz”, Kazak Türklerindeki “ Gök Nasıl Yükseldi”,
Salurlardaki “Huda’nın Gök ve Yeri Üfleyerek Yaratması” , Tuygunlardaki “Gök ile Yerin
123
Oluşması”, Moğollardaki “Gök ile Yerin Oluşması, Mançulardaki “Tanrının Dünyayı
Yaratması” başlıklı mitler bu tezi destekler niteliktedir.
Yer iyesi birçok Türk boyu için ortak bir varlık sayılabilir. İnsan nerede yaşarsa yaşasın
hep kendisinin topraktan var olduğuna inanmış, bu yüzden Yer Ana’ya özel bir saygı
göstermiştir. Toprağı verimli hale getirmek kutsal iş sayılmıştır. Yer, yani toprak erkekler
tarafından “tohumlandırılmış” ( Tohumu toprağa erkekler atmış) ve bu uğraşın sonucu
olarak toprak bol hasat vermiş, yani “doğurmuş”. Anlaşılan yer bir ana vazifesi yüklenmiş.
Bu yüzden toprak, yer kadın cinsinden sayılmıştır ve ona saygıyı ifade için Toprak Ana,
Yer Ana denmiştir. Toprağın bu anlamda önemi günümüze kadar devam etmiştir.
Ergenekon destanında soykırıma uğrayan Göktürklerin anavatanlarını geri almak için
verdikleri mücadeleyi örnek gösterebiliriz.
Yaşadığımız ortamların kutsallaştırılması mitolojinin temel fonksiyonlarından biridir.
Bunun bir örneğini Navaholar’da görebiliriz. Bir Navaho evinde kapı her zaman doğuya
bakar. Kozmik bir merkez olan ocak ortadadır, dumanı tavandaki delikten çıkar, böylece
tütsü kokusu Tanrıların burun deliklerine gider. Ortam, yaşanılan yer, bir ikon, kutsal bir
resim haline gelir. Nerede olursanız olun kozmik sisteme ile aranızda bir bağ vardır. Orta
Asya Türklerinde hükümdarın çadırı da aynı sistemle kurulmuştur.
Hakanların “Otağ” ve “Bayrak”, birbirinden ayrılmayan deyimlerdi: “Otağ” sözünün
kökleri, henüz daha karanlıktır. Esasen Göktürk ve Uygur çağında, henüz daha otağ sözünü
göremiyoruz. Fakat bu deyimin, biz Anadolu Türklerince iyi anlaşılması sebebi
ile,“Hakanların Çadırı” için eserimizde, otağ sözünü kullanmayı daha uygun bulduk.
Çinliler, Türk Hakanlarının saltanat çadırlarına, “Ta” derlerdi. Aslında ise, “Ta” sözünün,
Çincede de bir anlamı yoktu, öyle anlaşılıyor ki bu deyim, Çinlilere dışarıdan gelmiş ve
Çinliler de bunun manasını anlamadan kullanmışlardı. Çinliler “Ta” sözünü, bir yandan
Türk hakanlarının çadırları için söylerler iken; diğer yandan da, Türk hükümdar
bayraklarını ifade etmek için kullanırlardı. Çin tarihlerini iyi okuyanlar, Türklerde “bayrak-
sız otağ, otağsız da bayrak olmadığını” kolaylıkla anlarlar. Uygur çağında Çinliler, Türk
Hakanlarının çadırları hakkındaki anlayışlarım, biraz daha açığa vurmuşlardı. Artık bu
çağda Hakan çadırlarına, Ta çadırı”, yani “Bayraklı çadır”lar demeye başlanmıştı. Öyle
anlaşılıyor ki bu otağlar, aynı zamanda, “Bayraklı Karargâh”lar idiler.
(https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=905363199487923...0)
124
Savaştan Önce, “Otağ” ve ‘Tuğ”lar dikilir ve davullar vurulurdu: İki ordu karşılaşınca, eski
Türklerin ilk yaptıkları iş, “Hanlık Otağı”nı kurmaları olurdu. Çinlilerin “Ta” dedikleri
kağan veya komutan çadırları, Türk ordularının en önemli savaş sembolleri idiler. XL
yüzyıldan sonraki Türk kaynakları, bu büyük Hakan çadırlarına, “Kurvt kuvaç” adını
verirlerdi. Bu deyimin, Hakan çadırlarının yuvarlak ve kubbeli oluşları ile bir ilgisi olmalı
idi. Hakan çadırı kurulduktan sonra, tuğlar ve bayraklar dikilir ve davullar çalınırdı.
Bunlardan başka, Hakanın çadırından verilen, savaşla ilgili diğer alamet ve dikkat işaretleri
de vardı. Yalnız Hakanların değil, ordu komutanlarının ve eski Göktürk Şad’larının da
böyle çadırları bulunurdu.
Çok eski bir Türk şiiri, böyle bir savaşı, şöyle anlatıyordu:
“Hanlık çadırı kuruldu, önüne tuğlar dikildi!
“Savaş davulu vuruldu, düşman ot gibi biçildi!
“Nereye kaçmak istesen, yine gelir tutarlar!”
Türk Hakanlarının otağları kubbeli olur ve göğün de, yerdeki bir sembolü gibi sayılırdı:
Çinliler, Hun, Göktürk ve Uygurların Hakan çadırlarına, “King-lu” adını verirlerdi. Bu
Çince deyimin de, Çincedeki anlamı pek açık değildir. Çinliler Türk çadırlarının, özellikle
kubbelerine önem veriyorlardı. Bu deyim, Çin edebiyatı efsanelerinde, önemli bir yer
tutmuştu. Çinliler sonradan mezarları da, gök kubbesine benzetmiş ve onlara da, “kiung-
lu” demişlerdi. Eski Türklere göre, “Gök kubbesi devletin, çadır ise aileni n”, birer örtüsü
ve kubbesi gibi düşünülürdü. “Gök altında devlet, çadır kubbesi altında ise aile düzeni” yer
alı-yordu. Bu sebeple eski Türklerde, “Devlet düzeni” ile “Aile düzeni” arasında da bir
benzerlik doğmuştu. Onlara göre, çadırın direği de nihayet, “göğün bir direği” gibi idi.
Çadırın bacası ise, gökten Tanrı’ya açılan, bir “gök kapısı” na benzetiliyordu. Türklere
göre, gökten Tanrı’ya açılan kapı, ancak Kutup yıldızı olabilirdi. Bu sebeple de Kutup
Yıldızına, “Demir Kazık” demişlerdi.
Destanda “otağ kurdurmak” evrene hâkim olma sembolizmini taşımaktadır. Bu sembol,
kudret, varlık ve servet anlamının yanında gökyüzü ve yeryüzüne hâkimiyetin
göstergesidir. Ayrıca ev-evren sembolizmindeki kubbe-gökyüzü-yay, orta direk-hayat
ağacı-ok ilişkilerine değinmek gerekir. Bunlar kozmik âlemin sembolik yansımalarıdır.
125
Toyların bir diğer özelliği ise yeme-içme eyleminin önemidir. Tanrının yeryüzündeki
misyonunu yüklenen hükümdar cömertliğini göstermelidir.
Şekil 3.6. Hakan otağlarının yönleri esas alması
Hakan otağları, maiyet çadırları gibi değişmez ve Hakan otağları belirli bir düzenle
çevrilirlerdi: Eski “Türk Töresi” ne göre herkes, çadırlarını istedikleri yere kuramazlardı.
Ailelerde, boylarda ve devlette, herkesin çadırını nereye kuracağı, yüzyılların meydana
getirdiği inançlarla bir alışkanlık haline gelmişti. Türkler, bu “oturma ve yerleşme düzeni”
ne, “Orun” sistemi derlerdi. Bu düzen, hem sulh ve hem de savaş zamanında, değişmeden
devam ederdi. Zaten eski Türklerde, toplumun sulh ve savaş düzeninde, pek büyük ayrılık-
lar da yoktu. Kuzey Türklerinde, mesela Kırgızlar ‘da, Hakanın çadırı bir çitle çevrilir ve
devletin ileri gelenlerinin çadırları da, bu çitin dışında yer alırlardı. Orta Asya Türk
devletlerinde ve Oğuzlarla Uygurlarda ise, bir “kamp düzeni” vardı. Toplumdaki
derecelerine göre dizilen çadırlar, halka halka, dışa doğru açılıyorlardı. Bu sebeple, Oğuz-
ların dışında bazı Türkler, bu düzene “Ordu kuvrağ diyorlardı. “Kuvrak” eski Türkçede,
“toplanma, yan yana gelme, derecelere göre sıralanma”, anlamına gelirdi. “Kurultay” sözü
de, köklerini bu söz ve anlamdan almıştı. Yine bazı Türkler hakan çadırına, “Han Tozu” da
derlerdi. Bu deyimde tek çadırlarla değil; “çadırlar düzeni” ile ilgili olsa gerekti.
(https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=905363199487923...0)
Otağların renklerine göre, herkesin devlet içindeki dereceleri belli olurdu: Göktürk ve
Uygur Kağanlarının çadırlarından söz açıldıkça, bunlar için, “Altın Otağ” deyimi
kullanılırdı. “Altın” veya “Altınlı Çadırlar”, Göktürk ve Uygur çağının bir özelliği idi. Bu
çadırın içinde oturan Türk Kağanı da, kırmızı elbiseler giyinirdi. Türk ananelerinin tesirleri
altında kalan, “Altın Ordu” hanlarının çadırları da, altınlı idi. Fakat üçüncü Moğol Hanı
126
Küyük’ün çadırı ise, sarı renkte idi. Bu sebeple “Şıra-Orda”, Moğollarca büyük bir önem
taşıyordu. Sarı renk, daha çok Çin imparatorunun özel ve belirli rengi idi. Bu sebeple renk
konusunda Çin tesirlerini de gözden uzak tutmamak lazımdır. Harem çadırları ise, Cengiz
Han çağında beyaz renkte olurlardı.
Yine Navahoların kumdan resimlerine baktığınız zaman çevreleyen bir figür olduğunu
görürsünüz – bu bir serap veya gökkuşağını ya da başka bir şeyi temsil edebilir ama her
zaman yeni ruhun girebilmesi için doğu tarafında bir açıklığı olan çevreleyen bir figür
olacaktır. Buda Bo ağacının altında otururken, yüzü doğuya –doğan güneşin yönüne-
bakıyordu (Campbell, 2010:125).
İnsanların toprağa sahip çıkma duygusu yeni değildir. Onlar toprağa kutsal yerler olarak
bakarlar. Hayvanları, bitkileri mitolojik semboller haline getirirler. Toprağa manevi bir güç
büründürürler. Örneğin Navaholar kumdan resimlerinden görüldüğü kadarıyla resmedilen
hayvanlar doğal halleriyle karşımıza çıkmıyor. Resmedilen hayvanların fiziksel özellikleri
Navaholar tarafından nasıl yorumlanıyorsa o şekilde görüyoruz. Mesela; Navaholar çölde
yürürken omzumuza konan bir sineği mitlerinde - Büyük Sinek veya Küçük Rüzgâr olarak
da adlandırıyorlar- gizli bilgeliğin temsilcisi, kutsal ruhun sesi olarak kahramanlara
atalarının sınavlarından geçerken sorulan tüm soruların cevabını veren hayvan olarak
geçer. Bir insan birey olma yolunda belli bir yaşa geldiğinde sınavdan geçer. Günümüzde
insanlarımızı bu şekilde bir sınava tabi tutan sistem olmadığından insan olma gereğini
zamanında öğrenemiyoruz. Eğer amaç açısından bakarsak sınavların amacı kahraman
olmayı amaçlayan kişinin gerçekten kahraman olup olmadığını görmektir. Bu kişi bu
göreve gerçekten uygun mu? Tehlikelerin üstesinden gelebilir mi? Gerekli cesarete, bilgiye
ve kapasiteye sahip mi? Bizler üç büyük dinin de dediği gibi hayat boyu kahramanın
karşılaşacağı sınavların yaşamın önemli bir parçası olduğunu, fedakârlık olmadan, bedelini
ödemeden ödül de olmayacağını unuttuk. Kuran’da şöyle diyor: “ Sizden öncekilerin
geçtiği sınavlardan geçmeden Cennet’e gireceksiniz mi sandınız? Matta İncili’nde İsa ise
şöyle diyor: Yaşama giden kapı büyük, yol ise çok dardır, onu çok az kişi bulacaktır.
Yahudi geleneğinde de kahraman kurtuluşa ermeden önce birçok sınavdan geçer.
Hayatımızdaki her anın sınav olduğunu söyleyen dinimiz bile insanların hatalar yapmasını
engelleyemez hale gelmiştir. Yazıktır ki birey yaptıklarına mantık çerçevesinde bir sebep
uydurmakta ya da yaptığı hatayı göz göregöreinkâr etmektedir. Esas problem yüce bir
amaç için veya bir başkası için kendimizden vazgeçmeyi fark edememektir. Öncelikle
127
kendimizi ve kendi kendimizi korumayı düşünmekten vazgeçtiğimiz zaman gerçek ve
kahramanca bir bilinç dönüşümü geçiririz. Tüm mitlerin konu aldığı şey aslında bilinç
dönüşümleridir. Eskiden böyle düşünürken artık başka düşünmek zorunda kalırız.
Toprağın insanlarda bir kutsiyet yeri olmasının sebebini sorarsak cevabını şu şekilde
verebiliriz. İnsan yaşadığı yeri ruhsal açıdan bağlı oldukları bir yer haline getirmeye
çalışırlar. Hazreti Musa kendisine vaat edilmiş topraklara baktığı zaman diğer ruhani
liderler gibi toprağa sahip çıkıyordu. Hazreti Yakup’un rüyasını anlatan hikâyede de
böyledir. Yakup rüyasında Bethel’i görüyor. Uyandığı zaman orasının Tanrı’nın evi olarak
manevi anlamda enerjilerin saçıldığı bir yer olarak anlamlandırıyor. Toprağın
sahiplenilmesi düşüncesi günümüzde devam etmektedir. Bunu İsrail ile Filistin arasında
yaşanan yüzyıllar süren kutsal topraklara sahip olma yarışından anlayabiliriz ya da
Osmanoğullarının sınırlarını toprağın kutsiyetinden ötürü genişlettiğini örnek
gösterebiliriz.
Oğuz Kağan’ın evlendiği kadın tipleri başka yapı ve kişiliklerdedir. Fakat doğaüstü
özelliklere sahip olarak gösterilmişlerdir. Diğer Türk destanlarında da kadınların bu şekilde
kutsal ifade edilişi tesadüf değildir. Bu tip kadınların sıkça görünür olması Türk’ün soy
üstünlüğünün ve dünyaya sahip olma ülküsünün bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Oğuz’un destanda söylediği gibi;
“Ben Türk-Uygurlarının Kaganıyım ve yeryüzünün dört yanının hükümdarı olsam
gerek. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul
ederek, onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, düşman sayarak, ona
karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp, onun astırır, yok ettiririm.” …
Oğuz Kağan burada Tanrının verdiği fetih gücüyle yeryüzünün her bir karesini fethetmek
arzusunda olduğunu ve Tanrının merhametini, adaletini halkına göstereceğini ifade
etmiştir.
Sonra Oğuz Kagan büyük bir toy tertip etti. Halka emir gönderdi… Oğuz Kağan halkı
çağırınca, halk birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kagan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü
yemekler, türlü şuruplar, tatlılar ve kımızlar yediler, içtiler. Toydan sonra Oğuz Kagan
beylere ve halka buyruk verdi ve:
128
Ben sizlere oldum kagan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan,
Kök Börü olsun bize uran,
Demir kargı olsun orman
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş bayrak, gök kurıkan,
dedi.
Burada Oğuz’un üstün lider ve yenilmez savaşçı olarak görülmesi Türk’ün ülküsündendir.
Tabi ki zaman zaman İskit ve Hunların düşmanları ile yapılan savaşlarda yenilgiler
yaşanmıştır. Fakat halk bunu ifade etmek istememiştir. Çünkü halkın inancına göre Oğuz
bir halk kahramanı olarak Tanrı kişiliğinde özdeşleşmiştir. Benliği Tanrı ile beraberdir.
Yine o çağlarda sağ yanda Altun Kagan adında bir hükümdar vardı. Bu Altun
Kagan, Oğuz Kagan’a elçi yolladı. Pek çok altın, gümüş takdim etti ve yakut taşlar bir
sürü mücevher göndererek, bunları Oğuz Kagan’a saygı ile sundu. Ona itaat etti, iyi
hediyelerle dostluk kurdu ve onunla dost oldu.
Sol yanında Urum(Roma) adında bir kagan vardı. Bu kaganın askeri ve şehirleri pek
çoktu. Bu Urum Kagan, Oğuz Kagan’ın emrini dinlemezdi. Onun arkasından
gitmezdi. “Ben onun sözünü tutmam” diyerek, emrine bakmadı. Oğuz Kagan gazaba
gelerek, onun üzerine yürümek istedi. Bayrağını açarak, askerleriyle ona karşı yola
çıktı. (Gömeç, 2009:51)
Destanda dualizmin izleri görülmektedir. İtaat eden Altın kagan, itaati reddeden Urum
Kagan sağ ve sol yönleriyle sembolize edilmiştir. Kahramanlık mitosunun özelliği mutlak
itaattir. Kahramanın mitolojik varlığındaki asıl bölünme kendisini bozkurt simgesiyle
gösterecektir. Bozkurt; “onun ruhsal gelişiminin tohumu niteliğindeki iç benlik
arketipidir.” (Gökeri 1979:24)
Destanlardaki kahraman tipler bu ülküyü gerçekleştirme adına asla hain olmamış, kişisel
kaprisleriyle soyu sıkıntıya sokmamış, yersiz arzu ve isteklerin esiri olmadan tamamen
insani vasıflarla aynı ülküyü ve hayat anlayışını yaşatacak veya devam ettirecek tavırlar
129
sergilemiş ve Türk geleneğinin ve Türk ideal insanının genetik kodlarını oluşturmayı
başarmışlardır. “Gök Tanrı’ya borcumu ödedim.” diyen Oğuz Kağan sözünde durmuş,
bütün bir Asya’ya buyruk olmuş, dünya kağanlığını kurmuş, soyuna üstünlük
kazandırmıştır. Şimdi ise devlet dairelerinde çalışan işçi ve memurların yine bürokrat ve
yöneticilerin aynı zihniyete sahip olmadığını görmek üzüntü vericidir. Hükümdar ona
verilen görevi Tanrı buyruğu saymakta ve görevini hakkıyla icra etmek için elinden geleni
yapmaktadır. Halkın oylarıyla seçilen belediye başkanları, milletvekilleri ise kendine çıkar
sağlamak adına türlü dalaverelere ortak olmaktadırlar. Rüşvet alanlar, yolsuzluk yapanlar
vicdanlarının sesini unutmuş durumdadırlar. Günümüz yazarlarından Kahraman
Tazeoğlu’nun da dediği gibi “Öfkeye kapılıp acımasız olma! Sesini gereğinden fazla
yükselten insan vicdanının sesini duyamaz!”
…
Kırk gün sonra Muz Tag (Buz Dağ) adında bir dağın eteğine geldi. Çadırını kurdurdu
ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kagan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O
ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt peyda oldu. Bu bozkurt Oğuz’a
seslendi ve “ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; senin önünde yürümek
istiyorum” dedi.
Ondan sonra Oğuz Kagan çadırını dürdürdü ve gitti. Gördü ki askerin önünde gök
tüylü ve gök yeleli bir erkek kurt yol göstermektedir. Kurdun ardı sıra da ordu
gitmektedir.
Oğuz’un yanında Tanrı elçisi Bozkurt vardır. Bozkurt görünür olunca Oğuz’a yol gösterici,
koruyucu misyonlar yüklüdür. Bozkurt ve Oğuz ikizleşme yaşayarak bölünecektir. Bu
bölünme şaşırtıcı değildir. Çünkü her ikisinin de çıkışı ve hedefi birdir. Sürekli ileriye
doğru hamle yapan bu iki kahraman doğal hayat içerisindeki savaşçı ve mücadeleci yanıyla
mitosun iki yüzüdür (Campbell 1993:15). Oğuz Kağan’ın Bozkurt’la karşılaşması onun
ruhsal gelişiminin tohumu niteliğindeki iç benlik karakterini yansıtır. Bozkurt, adeta yol
gösterici, rehber özelliklerini taşımasından dolayı göksel olanı yani Tanrısal olanı temsil
etmektedir.
Bozkurt kişiliğinde Tanrısal olan güç bulunmaktadır. Bu durum Türklerde “bozkurt”a
kutsal vasıflar yüklendiğinin ve kağanlar tarafından bilge kişilere verieln itibarın bir
göstergesidir. Türk’ün yanında yol gösterici, rehber vasfında Tanrı bulunmaktadır. Tanrı
aynı zamanda göksel olan yani soyut bilinci temsil etmektedir. Freud’un süperego kavramı
130
tanrısal olanı ifade etmesi bakımından benzerdir. Oğuz ise somut bilinci temsil eden yani
görünen, belirgin bilinçtir. İç benlik Tanrısal özellikler taşımalıdır, denir.
Türklere ait birçok destan metninde kurdun yol gösterici, yardım eden, besleyen, büyüten
durumlarda görmekteyiz. Hayvan kültü ilkel dinlerle başlamaktadır. Dini açıdan her
millete ait farklı bir hayvanın kutsal sayıldığını metinlerden çıkarabiliriz. Bu kutsal
hayvanlar bazılarının Tanrı’nın gönderdiğine, bazılarının topraktan yeryüzüne çıktığına
bazılarının ise cennetten ya da sudan geldiğine inanılırdı. Eski Türklerde kurdun çok
önemli ve kutsal bir yönü vardır. Kurt Ergenekon’dan çıkarken Türklere İslam’ı yaymak
adına Hz. Muhammed’in gönderdiği üç adamı temsil etmiştir. Oğuz Kagan’a seferlerinde
yol gösterici ve kurtarıcı olmuş, Hiyung-Nuların hakanlarından birinin Tanrı’ya vermek
istediği kızlarına, Tanrı kurt şekline girerek koca olmuştur. Başka bir efsaneye göre de
Cengiz Han’a baba, “assena” efsanesinde de ana olmuştur. Kurt motifi Dede Korkut
hikâyelerinde de çok geçer. Kurt, uğurlu, hayırlı bir hayvan görüldüğü için Anadolu’da
hala devam eden inanışları vardır. Mesela, yeni doğum yapmış kadınları korumak için
lohusanın yastığının altına bir parça kurt derisi konur. Böylelikle kadın ve bebeği kötü
ruhlardan korunmuş olacaktır. Başka bir inanışa göre; her kim kurdun böbreğini ve
yüreğini yer ve memesi şişen bir koyunun memesine dokunursa onu iyileştirecek güce
kavuşur. Çocuğu çok yaşamayan kadınlar bir kurt derisini ortasından deler ve çocuğunu
oradan geçirirse o çocuk uzun yaşar ve uzun ömürlü olur. Uykusu ağır olanlar ve çok fazla
uyumak isteyenler cebinde kurt gözü taşıdığı sürece az uyur. Kurdun aşığı beşiğe asılırsa
çocuk nazar olmaz gibi birçok inanış hâlâ Anadolu’da yaşamaktadır. Günümüzde de kurt
motifini birçok yerde kullanmaya devam etmekteyiz. Bu da şunu kanıtlıyor ki mitler hâlâ
içimizde, hâlâ bizden.
Türk mitolojisinde kutsal ataların ve onların boylarının ortaya çıktığını anlatan “türeyiş
mitleri”ne rastlanmaktadır. Gök-Tanrı’yı hükümdarın atası sayan evrensel merkeziyetçi
devlet dininin sahibi olan Türkler; türeyiş ve kahramanlık mitlerini bu temel üzerine
oturtmuşlardır. Yüksek bir topluluk bilinciyle Tanrı’nın dünya hâkimiyetini kendilerine
emanet ettiğine inanan Türkler, tarihlerini ve mitolojilerini bu milli felsefeyle
şekillendirmişlerdir. (Esin, 2001:19)
Türk mitolojisinde kutlu Türk boylarının bağlandığı en önemli menşe, kurttan türeyişi
anlatan destan metinlerinde yer almaktadır. Kurdu Türk milletinin atası sayan ilk efsane
131
Türk boylarının kendi aralarında yaptıkları bir savaşı anlatmaktadır. Efsaneye göre
“MÖ 140 senelerinden sonra doğuda yaşayan Wu- Sun’lar batıya kaymışlar ve Tanrı
Dağları bölgesine yerleşmişlerdir. Hun hükümdarı Wu-Sun hakanına taarruz etmiş ve
onlardan sadece Kum-mo adındaki bir çocuğu öldürmeyerek çöle bırakmıştır. Çocuk çölde
emeklerken bir dişi kurt yanaşarak çocuğu emzirmiştir. Bunu gören Hun hükümdarı
çocuğun kutsal bir yavru olduğuna inanmış, himayesine alarak büyütmüştür. Daha sonra da
Kum-mo’ya babasının eski devletini vermiştir.” (Ögel, 2014: 14)
Çin tarihlerinde yer alan kurttan türeyiş destanlarından biri de Gök Türkler’in atası kabul
edilen Kaoçı’lara ait bir destandır. “Kaoçı kağanının iki kızı vardır. Kağan kızlarını
Tanrı’yla evlendirmek için bir tepenin başına koyar. Kızlar bu tepede uzun bir süre
Tanrı’yı bekler. Tepenin başında bir erkek kurt belirir. Küçük kız bu kurdun Tanrı
olduğunu düşünüp onunla evlenir. Kaoçı halkı hükümdarın kızıyla bu kurttan türer.” (18)
Türk mitolojisinde genel olarak “kurt ana” motifi hâkimken bu metinde kurt erkektir.
Türklerin Tanrı algısının genel felsefesi gereğince burada kurdun Tanrı olmasından ziyade;
kutlu Türk hükümdarlarının doğum motiflerinde görülen “ışık” benzeri kurdun, kutsiyetini
kuvvetlendirmek amacıyla Tanrı kabul edildiği düşünülmelidir. Kurt, Türk mitolojisinde
Tanrı’nın verdiği hükümranlık nişanının timsalidir. Bu nedenle kurttan türeyen boylar
devlet idare etmeye muktedir sayılmış, sancakların başına altından kurt başı takılmış, Türk
ordusu ve ordu komutanları kurda benzetilmiştir. ( Çoruhlu, 2006: 138)
Türk sözlü kültüründe önemli bir yeri olan Bozkurt Destanı da yok olma felaketine
uğrayan Gök-Türk soyunun yeniden dirilip çoğalmasını anlatmaktadır. Destana göre
“Türklerin ilk atası olan Aşine boyu komşu milletlerden biri tarafından yok edilir. Bu
baskından bir çocuk sağ kalır. Tanrı yardımına uğrayan dişi bir kurt, çocuğu Altay
dağlarının ortasına getirir. Onunla evlenir ve on oğlan doğurur. Bu oğlanlardan birinin
soyu Aşine boyu olur ve Türklere hükümdarlık yapar. ( Banarlı, 2001:24)
Kahramanlık mitosunun bir diğer yönü de akıllı olmaktır. Sadece galibiyet için güç
istenmez o gücü yöneten bir akla da ihtiyaç vardır. Kurt burada akıl veren, yol gösteren bir
unsur olarak karşımıza çıkar.
Toplattı çadırını, Oğuz duyunca bunu, ordusuna gidince, hayretle gördü şunu; bir
büyük erkek bir kurt, askere öncü gibi, gök tüyü, gök yelesi, yol veren izci gibi!Yürür
132
durur önlerden, nihayet durdu, bir gün neçe sonra günlerden, duruverdi, Oğuz’un
ordusu da ardından, bir nehir vardı burada, İdil-Müren adında, savaş başladı birden,
nehrin kıyılarında, ok ile kargı ile Kara Dağ sırtlarında, askerler arasında çok çok
vuruşu oldu, halkın gönlü bunaldı, kalplere kaygu doldu, bu vuruşma, döğüşme öyle
yaman oldu ki, İdil-Müren suyu kıp-kızıl kanla doldu. Oğuz Kağan başardı, Urum
Kağan da kaçtı, kağanlığını aldı, halkı iline katdı.
Oğuz Han’ınotağı, ganimetlerle doldu.
Ölü diri ne varsa, onun tutsağı oldu
Destanın devamında eski Türk halklarından biri olan Kıpçakları görmekteyiz. Destanda
Kıpçak adının nereden geldiği anlatılmaktadır. Kıpçaklar tarih sahnesinde 9. 11. yüzyıllar
arasında İrtiş boylarında Kimeklerle iç içe çıkmışlardır. Bunlar daha 8. 9. Yüzyıl civarında
Orta Asya’dan Urallara geçmiş ve burada üstünlük kurmuşlardır. Sonra onları Siriderya
boylarında Oğuzlarla yan yan ve Orta Asya’ya dağılmış halde görüyoruz. Destanda
bahsedilen kısımların Kıpçaklar için gerçek olduğunu söyleyebiliriz. Destanıun devamında
artık yer ve kişi adlarının tarihte yaşamış gerçek kişiler ve yaşanmış mekânlar olduğunu
söylemekte fayda vardır.
Oğuz Han’ın Kıpçak Akını:
Uruz adlı kardeşi vardı Urum kağan’ın
Uruz Beyin oğlu da kurtarıverdi canın
Uruz bey göndermişti oğlunu bir şehire
Dağ başında kurulmuş gizlenmiş bir nehire
Uruz beğin dedi ona: “ Kenti korumak gerek.
Vuruş bitinceye deg, şehri saklamak gerek
Vuruş bittikten sonra halkını al gel dedi
Oğuz bunu duyunca ne içti ne de yedi.
Oğuz aldı ordusunu hemen bu şehre yetti
Uruz beyin oğlundan Oğuz’a elçi gitti.
Çok çok altın gümüşle hediye inci gitti.
Dedi : “Ey Oğuz Kağan! Sen benim kağanımsın
Babam bu kenti verdi, dedi. “sen benim oğlanımsın
Sakla bu kenti bana bunu korumak gerek
133
Vuruş bitinceye deg, şehri saklamak gerek
Harpten sonra kentini al, emrine bana gel
Bu Uruz beğin oğlu sözüne devam etti.
Düşmanı ise eğer oğuz kağan’ın babam
Beni hiç suçlamayın, suçluysa eğer atam!
Ben seninleyim her an, emrine bağlanmışım
Emrini emir bilip sana bel bağlamışım
Kutumuz olsun sizin kutlu devletinizin
Soyunuzdandır bizim tohumu neslimizin
Tanrı buyurmuş size yeryüzünü al diye
Başımla kutumu da veriyorum al diye
Hediyeler gönderip vergini suncağım
Dostlukltan çıkmayacak karşında duracağım
Bu yiğidin hoş sözü Oğuz’u sevindirdi.
Uruz beğin oğluna gülerek yarlık verdi.
Dedi: “Bana çok altın, çok hediye sunmuşsun
“Şehrini kentini de çok iyi korumuşsun
Kentini saklayarak iyi korudun diye
Saklap adını verdim sana ad olsun diye
Dostluk kıldı Oğuz Han sonra ordusun aldı
İdil nehrine gelip kıyılarında kaldı
İdil denen bu ırmak çok çok büyük bir suydu.
Oğuz baktı bir duya bir de beğlere sordu.
Bu idil sularını nasıl geçeceğiz biz?
Orduda bir Beğ vardı, Oğuz Han’a çöktü diz
Uluğ Ordu beğ derler, çok akıllı bir erdi.
Bu yönde Oğuz Han’a yeterince akıl verdi.
134
Uzlar, Oğuzlar olarak bilinen kadim Ötüken boyu Göktürk devletinin yıkılmasından sonra
Asya’da tutunamamış, batıya doğru göç ederek kuzey karadeniz sahillerine kadar ulaşmış,
1068 yılında Kıpçaklar tarafından yıkılarak Doğu Avrupa’ya dağılmışlardır. Türk tarihinin
en köklü en kalabalık boyu olan “Uzlar” ( Oğuzlar) Göktürk birliğinin yıkılmasıyla diğer
Türk boylarıyla anlaşamamıştır. İç Asya’daki Türk boylarıyla girdiği mücedeleler
sonucunda batıya doğru göç ederek önce hazar coğrafyasına oradan da Kuzey karadeniz’e
ulaşarak Doğu Avrupa’ya Türk izlerini taşımışlardır. 11. yy. da diğer Türk kavimleri olan
Kuman-Kıpçaklar tarafından mağlup edilip tarih sahnesinden silinmişlerdir. İç Asya’daki
kadim Türk devletlerinin temelini teşkil eden Oğuzlar batıya doğru ilerledikçe Kuz ve Guz
ünvanlarını alarak tarih kayıtlarına Uz olarak geçmişlerdir.
Baktı ki yerde bu Beğ çok ağaç var, çok da dal!
Kesti biçti dalları kendine yaptı bir sal
Ağaç sala yatarak geçti İdil nehrini
Çok sevindi Oğuz Han, buyurdu şu emrini
Kahver sen burada oluver bir sancak Beğ
Ben dedim öyle olsun densin sana “Kıpçak” beğ
Oğuz Orduya geldi yol erlere göründü
Yürümeye başlarken, kurt onlara göründü.
Destanlarda sadece savaşları, kahramanlıkları görmemekteyiz. Aynı zamanda hayata dair
yaşanmışlıkları da görürüz. Uluğ Ordu Beyin İtil ırmağının etrafındaki ağaçları kesip onları
sal gibi kullanarak karşıya geçmesi onun aklı sayesinde doğaya hükmettiğini gösterir.
Oğuz yürüdükçe ilerledikçe şifrelerle karşılaşmakta ve bu şifreleri çözerek macerasını
tamamlamaktadır.
“Karluk” Türk Boylarının Türeyişi:
Bir kurt ki erkek bir kurt!
Gök tüylü, gök yeleli!
Bu kurt döndü Oğuz’a bakmadan sağa sola
Ddi: Ey Oğuz şimdi, ordunu çıkar yola
135
“Halkını, beğlerini, atlandır çıkar yola
Baş çekip göstereyim doğru yol nerde ola!
Oğuz baktı ki erkek kurt önler gider,
Ordunun öncüleri bozkurtu gözler gider.
Oğuz bunu görünce ne çok sevinmiş idi.
Alaca aygırına severek binmiş idi.
Apalaca aygırın Oğuz severdi özden
Ama at dağa kaçtı, kayboldu birden gözden
Bu dağ, buzlarla kaplı, çok büyük bir dağ idi.
Soğuğun şiddetinden başı da ap ağ idi.
Çok cesur çok alp bir Beğ ordu içinde vardı.
Ne Tanrı ne şeytandan korku içinde vardı.
Ne yorgunluk ne soğuk erişmez idi ona
O beğ dağlara girdi, dokuz gün erdi sona
Aygırı yakaladı, memnun etti Oğuz’u
Atamadı üstünden dağlardaki soğuğu
Olmuştu kardan adam kar ile sarılmıştı.
Oğuz bunu görünce gülerek katılmıştı.
Dedi: “Baş ol beğlere sen de artık burda kal
Sana “Karluk” diyeyim. Ölmeyen adını al!
Çok çok mücevher ile hediye verdi ona
Soyurgadı Karluk’u devam etti yoluna
Karluklar da 8. ve 12. Yüzyıllar arasında Orta Asya’da varlığını sürdürmüş Türk
boylarındandır. Karluk adının anlamı destanda anlatılanlarla ilişkili görünmektedir.
“Karluk” anlam olarak “kar yığını” demektir. Zaten destanda Oğuz ne tanrıdan ne de
şeytandan korkan, karın içinde saatelrce durabilen, soğuktan hiç etkilenmeyen bu yiğidine
“Karluk” adını vermiştir. Karlukların türk soyundan geldiği ve bir Gök-Türk boyu olduğu
Çin kaynaklarında belirtilmiştir. Divan-ı Lügati’t-Türk’te Karluklar için “ Göçebe
136
türklerden bir bölük adıdır. Oğuzlardan ayrıdırlar. Oğuzlar gibi Türkmedirler.”
denmektedir. ( Atalay, 2006: 473)
Oğuz Kağan’ın kaybolan atını Buz Dağı’nda bularak kahramanlık gösteren ere “Karluk”
adını vermesi ile Uygur devletinin kurulmasına yardımcı olan, Talas savaşının kaderini
değiştiren, Karahanlı ve Gazneli devletilerinde önemli roller oynayan, Altay- Tanrı Dağları
ve Fergana bölgesi gibi farklı alanlarda uzun süre etkili olan Karluklara gönderim
yapılmaktadır ( Taşağıl, 2014:75)
Kalaç Türk Boylarının Türeyişi:
Oğuz yolda giderken ağzında kaldı eli
Çok büyük bir ev gördü gümüşten pencereli
Duvarları altından demirdendi çatısı
Anahtarı da yoktu, kapalıydı kapısı
Tömürdü Kağul adlı bir er, arana durdu.
Becerikli bir erdi. Oğuz ona buyurdu.
Sen burda kalacaksın, kapıyı açacaksın
Eve girdikten sonra orduma varacaksın
Bu ere de Oğuz han dediği için, Kal! Aç!
Böyle münasip gördü adına dedi “ Kalaç”
466 yılında Avrupa Hunlarına bağlı Ağaçeri Türk boyu Azerbaycan yoluyla Doğu
Anadolu’ya gelmiştir. Sasni kaynakları bunları Akkatlar, Bizans kaynakları Akatzir olarak
tanımlamaktadır. Ağaçerilerin bir bölümü Halep; Şam yörelerine kadar inmişlerdir (Önder,
2005: 66). Bu da Oğuzların sınırlarının Suriye ve Şam’a kadar uzandığını kanıtlamaktadır.
Destanın devamında bundan söz edilecektir.
Cürced Akını ve “Kanglı” Türk Boylarının Türeyişi:
Yine günlerden bir gün
Gök tüylü gök yeleli Bozkurt kaybolmuş idi.
Oğuz bunu görünce o yerde durmuş idi
Anladı ki bu yerde otağı urmak gerek
137
Tarlasız, çorak yerde düşmanı vurmak gerek
Çürced adlı bu ilin çok büyük otlakları
Çok malı çok sığırı, vardı pek çok atları
Çok altın çok gümüşler vardı Çürced Kağan’da
Sayısız mücevherle bulunurdu hep onda
Çürced kağan’ı aldı halkıyla ordusunu,
Geldi karşılamağa Oğuz Han ordusunu
Ok ile kılıç ile döktü düşman kanını
Baş geldi Oğuz Kağan basdı Çürced Han’ını
Oğuız öldürdü onu, kesti hemen başını
Böldü ganimetleri tabi kıldı halkını
Oğuz’un askerleri halkıyla maiyeti
Aldılar, topladılar, sayısız ganimeti
Az geldi atlar ile öküz ve katırları
Yüklemeğe taşımağa harpde alınmışları
Oğuz da bir er vardı, akıllı tecrübeli
Barmaklığ Çosun billig yatındı işe eli
Yapıp koydu içine bir kağnı arabası
Harpte ne alınmışsa Oğuz’un bu ustası
Kağnıyı çekmek için canlı öne koşuldu
Cansız ganimetler de üzerine konuldu.
Oğuz’un beğleriyle halkı şaşırdı buna
Onlar da kağnı yaptı benzeterekten ona
Kağnılar yürür iken derlerdi: “Kanga!kanga!
Bunun için de dendi, bu halka artık “Kanga”
Oğuz bunu görünce güldü kahkaha ile
Dedi: “Cansızı çeksin, canlılar kanga ile
Adın Kangaluğ ( Kanglı) olsun belgeniz de araba
Bıraktı onları da, gitti başka tarafa
138
Kanglılar, Türk tarihinin ve coğrafyasının önemli bir bölümünde rol oynamış Türk
boylarından birisidir. 12. Yüzyıl öncesi tarihleri pek bilinmemektedir. Kanglıların
kökenleri son derece karışıktır. Bu karışıklığın sebebi yeterince kaynak olmayışındandır.
Bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlara göre Kanglılar; Kanglardan, Peçenek-
Kangarlardan veya Kıpçaklardan geldikleri şeklindedir. Kaşgarlı Mahmud’un ünlü eseri
Divanü Lügati’t-Türk’te “Kanglı Kağnı ve Kanğlı Kıpçaklardan büyük bir adamın
adıdır.” diye yazılmıştır. Bu da şunu ispatlıyor ki Oğuz kağan destanında gerçekler
anlatılmıştır.
Oğuz Han’ın Güney Akınları:
Gök yeleli, gök tüylü, göründü kutsal Bozkurt
Hint (Sındu) , Tangut illeri de oldu Oğuz’a yurt
Oğuz yürüyüp gitti, Suriye ( Şağam)nin yoluna
Baş kesti, savaş yaptı kattı kendi yurduna
Sz dışında kalmasın bilsin bunu da herkes
Güneyde barkan adlı, bir il var idi bu kez
Av kuşları çok olan zengin bir bucak idi
Vahşi hayvan yurduydu, havası sıcak idi.
Mücevher gümüşü, çok altını da paradır,
Halkın yüzünün rengi tanrıdan kapkaradır.
Bu yerin kağanının adına derler Masar
Oraya giden Oğuz yaman vuruşur basar
Savaşı kazanınca Masar kağan da kaçar
Alıp onun yurdunu kendi yurduna katar
Sayısız at, mal alır dostları hep sevinir.
Döner evine gider, düşmanları yerinir.
139
Oğuz Han’ın altı oğluna hanlık vermesi:
Söz başında kalmasın bilsin herkes bu işi
Oğuz hanın yanında vardı bir koca kişi
Akalı ak saçı boz çok uzun tecrübeli
Asil bir insan idi akılllı düşünceli
Ünvanı Tüşimel’di. Yani kağan veziri
Uluğ Türük’tü adı, Oğuz’un seçme eri.
Türk geleneklerinde ulu, bilge kişiden her zaman söz edilir. Destan metinlerinin hemen
hepsinde, masallarda ulu, bilge kişiler her zaman vardır. Bu kişiler destan kahramanlarının
en zor durumlarında ortaya çıkarak onlara yardım ederler. İslamiyette Hızır AS.’la
benzerlik göstermektedir. Yine Dedem Korkut da kahramanın her zaman yanındadır.
İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet’i yönlendiren Akşemsettin Efendi gibi.
Altından bir yay gördü, uyur iken uykuda
Yayın bulunuyordu, üç gümüşten oku da
Ta doğudan batıya, altın yay uzanmıştı.
Üç gümüş ok kuzeye sanki kanatlanmıştı.
Altın yay ve üç gümüş ok sembolik olarak karşımıza çıkmaktadır. Altın yay ve üç gümüş
ok Atilla’nın kılıcı gibi bir hükümdarlık sembolüdür. Bunun rüya motifiyle dile getirilmesi
de dikkate değerdir. Çünkü eski Türk metinlerinde rüyalarda görülenler gerçekleşecekmiş
gibi hep dikkate alınmıştır.
Destanda görülen altın yay ve üç gümüş ok anima( içteki kadın) ve animus( içteki erkek)
arketiplerinin sembolleridir. Altın yay kuşatıcılığı ve kıymeti bakımından anaerkil düzenin
kadın sembolüdür ve Türk toplum hayatında kadının yerini göstermesi bakımından
önemlidir. Üç gümüş ok ise animusun ataerkil toplumlardaki yayılmacı karakterini
yansıtmaktadır. Bu semboller arasında uyum, yaşanılan olayların nihayetinde Oğuz
Kağan’ın kişiliğini bulma yolunda bir hayli mesafe aldığını göstermektedir. Aynı ritmi,
devlet ve milletin bütünleşmesi olarak da düşünebiliriz. Altın yay ve oklar arasındaki bu
uzlaşmayı “yay, devlet düşüncesi; okların bir ayağı millet, bir ayağı vatan, bir ayağı da
siyasi iradedir” (Çonoğlu 2001:355) şeklinde de açıklanabilir.
140
Yay Türklerde bir hâkimiyet sembolüdür. Oğuz artık yaşlanmıştır ve ülkenin bekası için,
fetihlerin devamı için gerekli işaret gelmiştir. Daha sonra Oğuz çocuklarına durumu
anlatmış ve çocuklar yolları üzerinde yayı ve okları bulmuşlardır. Bu olay artık ülkenin
oğulları arasında paylaşılması gerektiği inancını kuvvetlendirmiştir.
Destandaki yay gökyüzüyle ilgili bir semboldür. Çünkü Oğuz yayı göksel eşinden olma
çocuklarına vermiştir. Bu yay, Tanrısaldır. Tanrının Türkleri kutsiyeti inancı devam
etmektedir. Türklerde ok, bir elçilik sembolüdür. Bir yere giden elçiler ellerinde kendi
hükümdarlarının oklarını taşırlardı. Fakat destanda bu durum kastedilmemiştir.
Oğuz hanın altı oğlu vardı. Göğün kızından doğan çocuklar Boz-oklar, yerin kızından
olanlar Üç-okları temsil ediyordu. Bu yolla altı çocuk ikiye bölünmüş ve üçlü bir düzen
meydana getiriyorlardı. Yani on iki saatin, on iki ayin ve hatta on iki burcun yarısı olan
çocuklar yine bölümlere ayrılıyorlar ve takvim biriminin bir çeyreğini meydana
getiriyorlardı. Oğuz hanın 24 torunu vadı. Çin kaynaklarına göre 3, 6, 12, 24 rakamları
yalnız zaman birirmi olarak önemli değildi, aynı zamanda kutsaldı. Türkler Oğuz Kağan
destanını Çin düşüncesine göre düzenlemişlerdir.
Anlattı Oğuz Han’a uyanınca uykudan
Rüyayı tabir etti içindeki duygudan
Dedi: “Bu düşüm sana drilik ve düzenlik getirsin
Hakanıma inşallah birlik güvenlik versin
Rüyada ne gördüysem Gök tanrının sözüyle
Seni de öyle yapsın tanrı kutsal özüyle
Yeryüzünün ki hepsi dolup taşar boyuna
“Tanrım bağışlayıver Oğuz kağan soyuna
Oğuz han çok beğendi, Uluğ Türük’ün sözünü
Öğüd ver dedi bana tuttu onun öğüdün
Sabah olunca gördü kedninden büyükleri
Çağırtarak getirtti, kendinden küçükleri
Dedi: “Hey! Gönlüm benim! Avlansana haydı, der
141
Başa geldi ihtiyarlık, cesaretin hani der?
Gün, Ay ve Yıldız sizler gidin gün doğusuna
Gök, Dağ ve Deniz siz de gidin gün batısına
Oğuz han oğulları bunu hemen duyunca
Gitti üçü doğuya, üçü batı boyunca
Av avlanıp kuşlanan Gün ike Yıldız ve Ay
Buldular yolda birden som altından bir yay
Sundular Oğuz hana han sevindi hem güldü.
Aldı bu altın yayı kırarak üçe böldü.
Dedi: “Ey! Oğullarım kullanın bir yay gibi
Oklarınız erişsin göğe deg bu yay gibi
Av avlayıp kuşlanan, Dağ ile Deniz ve Gök
Buldular yolda birden som altındamn tam üç ok
Sundular Oğuz hana han sevindi hem güldü
Aldı üç gümüş oku kırarak üçe böldü.
Dedi: “Ey Oğullarım sizlerin olsun bu ok
Yay atmıştı onları olun siz de birer ok
Oğuz Han’ın Büyük Şölen Vermesi:
Bunu diyen Oğuz Han çağırdı kurultaya, beğ geldi, halkı geldi, selam verdi otağa
Herkes geldi oturdu. Oğuz han büyük otağ ( eksik)
Oğuz han kendi büyük otağında
(eksik)
Kırk kulaçlık bir direk sağa dikip sağladı
Direğin üzerine altın bir tavuk koyup
Direğin altına da bir ak koyun bağladı.
Kırk kulaç bir direk de sola dikip solladı,
142
Direğin üzerine gümüş bir tavuk koyup
Direğin altına da kara koyun bağladı.
Sağ yanında Bozoklar, sol yanında da Üç-oklar
Oturup eğlendiler kırk gün kırk geceden çok
Yediler hem içtiler erip muradlarına
Oğuz böldü yurdunu verdi evlatlarına
Dedi: “Ey! Oğullarım!
Ne vuruşmalar gördüm ne çok sınırlar aştım,
Ne kargılar ile ne okları fırlattım
Ne çok atla yürüdüm! Ne düşmanlar ağlattım
Nice dostlar güldürdüm
Ben ödedim çok şükür
Borcumu Gök Tanrıya
Veriyorum artık ben sizin olsun bu yurdum!
Oğuz Kağan Destanı’nda da görülen Türk kültür tarihinde karşımıza çıkan toylar değişik
amaç ve şekillerde kutlanan törenlerdir. Yılda bir kez düzenlenen han toyları, hacet için
düzenlenen toylar, ilk av dönüşü toyları, ad koyma toyları yanında düğün, zafer, yağma ve
akın toyları gibi değişik biçimleri görülen toyların simgesel bir anlam dünyası vardır. Bu
anlam dünyası içinde en önemli alanlardan birisi cihan hâkimiyeti ülküsü ve bu hâkimiyet
gerçekleşirse paylaşımın nasıl ve ne oranda yapılacağıyla ilgili ipuçları içermesidir.
(Duymaz, 2005:38) Divanü Lügat-it Türk’te toy sözü “ordu kurağı, ordu karargâhı; ilaç
yapılan bir ot; çanak yapılan çamur; toy kuşu” anlamlarında kullanılmıştır. ( Atalay
1992b:141)
Artık Oğuz, ülkeyi oğulları arasında paylaştırmıştır. Bu paylaşımdaki altın yay ve oklar da
tanrısallığı anlatmak için seçilmiştir. Çünkü hükümdarlık Türklerde Tanrının verdiği bir
görevdir. Adaletli, anlayışlı, halkının refahını düşünen hükümdar adeta Tanrının
yeryüzündeki suretidir.
143
Oğuz kağan destanındaki Oğuz’un Hun hükümdarı Metehan olduğu düşünülmektedir.
Çünkü Metehan ile Oğuz’un yaşamlarındaki benzerlikler epey fazladır.
“Uğuz destanında epik olgulara bir hayli özen gösterilmiştir. Uğuz Han’ın ağzından dile
getirilmiş kafiyeli sekizer dizeden oluşan iki kıtanın ‘Oğullarım, ben çok yaşadım/
Vuruşmaları, çok gördüm/Mızraktan başka, çok ok attım/ Aygırımla çok yol aldım/
Düşmanları ağlattım/Dostlarımı güldürdüm/Gök Tanrıya karşı görevimi yaptım/ Sizlere
yurdumu veriyorum’ mısralarında, serüvenini tamamlayan bir kahramanın öykü anlatıcısı
rolüne soyunduğunu görmekteyiz.” (Pelliot, 1995: 95).
Altın yay, göğü temsil eden bir motiftir. Altın yay göksel kadından doğan çocuklara pay
edilmiştir. Yersel kadından doğan çocuklara ise üç gümüş ok paylaştırılmıştır. Bu demektir
ki gümüş oklarda yerseldir. Destanın son kısmında altın yay ve gümüş oklarla anlatılmak
istenen sembolik olarak Oğuz Kağan’ın (Mete Han) ülkeyi oğulları arasında
paylaştırmasıdır.
144
145
SONUÇ
Mitler ilkel insanların yaşamına, düşüncelerine, hayallerine dair her şeyi içermektedir. Mitlerin
birer hayal ürünü olduğunu söylemek yanlış bir varsayımdır. İlkel insanların o dönemin şartlarına
göre oluşturduğu mitleri incelediğimizde mitlerin arka planda yaşanan gerçekliğin anlatımı
olduğunu fark etmemiz kaçınılmaz olur.
Mitler aynı zamanda o dönemin ahlak kurallarını belirleyen, tolumu bir arada tutan kuralları da
içermesi bakımında önem arz etmektedir. Buradan hareketle şu önerilebilir: Türk mitolojisinden
hareketle geçmişimize ait olan bu değer ve kaynaklar tekrar modern hayatın içine sokulup ideal
davranışların gün yüzüne çıkarılması sağlanabilir. Bunu sağlamak modern hayatın birçok
problemine ışık tutabilir. Sosyal, siyasi, ekonomik, psikolojik sorunlara çözüm noktasında fikir
sağlayabilir. Segal’in de dediği gibi çağdaş bilimler mitleri dejenere etmiş ve insanların sıkı
sıkıya bağlı oldukları manevi değerler önemini kaybetmiştir. Bununla beraber aidiyetsizlik
kaynaklı problemler, psikolojik hastalıklar, ahlaka ters düşen tavırlar, yıkılan yuvalar gittikçe
artış göstermektedir. Fakat modern insan bile hala mitolojik bir insandır. Geçmişe ait manevi
değerler hala korunmak istenmektedir.
Postmodern toplumsal dinamiklerin ve kitle iletişim araçlarının atomize ettiği, parçaladığı bireyin
toplumsal bağının kurulmasında tarihi ve kültürel yönelişlerin neticesi ortaya çıkan bilinç
durumunun etkisi artık tartışılmalıdır. Çünkü mitlerin ve destanların önemi olay örgülerinden
değil taşıdığı anlam ve sembollerdedir. Bu anlam ve semboller toplumun kuruluşunda ve
kültürün yeniden üretiminde ana sütun işlevi görürler. Böylece hem özneyi binlerce yıla uzanan
bir köke sahip olmakla şereflendirir hem de bilinç kaybına uğrayarak atomize bir yapıya
dönüşümü önlenmiş olur ( Vurucu 2014:6)
Türklere ait destanları müstakil ve birbirinden bağımsız olarak görmek yanlış olacaktır. Altay
Türklerine ait Yaratılış Destanı’ndan İslamiyet sonrası destanlara kadar hepsi bir bütündür.
Türklere ait boyların yaşanılan, gerçek anlatımlarıdır. Bu sebeple Türk destanları yapısında
edebi, tarihi, mitolojik, sosyolojik vb. birçok öğe bulundurmaktadır. Bu öğeler belirli bir yöntem
ve eleştirel okuma olmadan tam anlamıyla anlaşılamaz. Anlaşılmadığı takdirde bu öğeler birkaç
masalsı, fantastik çıkarımdan öteye gidemez. Özellikle günümüz gençliği bu destanlara ilgi
çekici olarak değil mizah olarak bakacak hatta saçma ve sıkıcı olarak algılayacaktır.
146
Bu çalışmanın hareket noktası destanlarımızı saçma bulan gençlerimizin bu anlatılanlardan sonra
destanlarımızın önemini fark etmelerini sağlamak ve mitlerin yaşanan gerçekliğin birer parçası
olduğunu anlatarak destanlarımızda anlatılanların atalarımızın yaşadıkları ve kutsal saydıkları,
değer verdileri doğa ve davranış unsurlarını ele almaktır.
Destan metinlerinden eski Türklerde yönetim sisteminden ve savaşlardan, doğuma, hayatın
sonuna gelinmesine, kadın- erkek ilişkilerine, doğanın önemine, hayvanlara verilen değere, halka
karşı olan yaklaşımlara, sayıların anlam değerine, yemek kültürüne kadar adeta arkeolojik bir
araştırma yapar gibi birçok veri elde edilmektedir. Böylece tarihi metinlerin sadece tarihte
kalmadığını, kalmaması gerektiğini, günümüz yaşam tarzı ve bakış açısı ile de bir değer
olduğunu ve bu metinlerin daima yaşama dönük bir yüzünün olduğunu göstermeye çalıştık.
Özellikle Oğuz Kağan Destanı’ndaki Dünya ve Evren tasavvuru günümüz coğrafi düşüncesi ile
önemli ölçüde örtüşmektedir. Oğuz Kağan’ın iki eş ve bu iki eşten olan çocuklarına verdikleri
isimler Türklerdeki evren ve dünya tasavvuru hakkında önemli ipuçları vermektedir. Ayrıca
destan dönemin siyasi ve sosyal kültürüne ait izler taşıması bakımından önem arz etmektedir.
Siyasi coğrafi bakımdan önemli ögeler içeren ve Türklerin devletleşme sürecinin başlangıcına iat
bu destanda yayılmacı ama toprağa bağlılığın zayıf olduğu bir siyasetin izleri görülmektedir.
Destanda eski Türklerin ekonomileri, yaşam biçimleri ve yönetim şekilleri savaşmak ve çeşitli
düşmanlarla mücadele etmek üzerine kurulu olduğundan bunları tipik bir feodal toplumsal yapısı
olan yarı göçebe ordu-millet olarak tanımlayabiliriz.
Oğuz Kağan Destanı her ne kadar adını taşıdığı “Oğuz” veya “Uygur” gibi Türk milletinin birer
mütemmimi olsa da Türk kimliğinin kozmik tasavvurlarını siyasi, idari, sosyal, kültürel,
duygusal ve bilişsel yapıyı en mütekâmil şekliyle tazammum ettiği görülmektedir. Başka bir
deyişle Oğuz Kağan destanı zaman ve mekânın sınırlarını aşarak bunun ötesinde bir anlamlar ve
semboller kaynağıdır. Bu haliyle de kültürün ve toplumun koruyucu, geliştirici ve dönüştürücü
bir güç kaynağıdır (Campbell, 1992: 15)
Mitlerin gerçekliği noktasında amacımıza ulaştığımızda bir sonraki çalışmamız Türk’ün estetik
beğenisindeki ideal davranış değerlerini ortaya koymak olacaktır. Mitlerin evrensel olduğunu
ifade eden yaklaşımlar olsa da mitler ulusal değerler de taşımaktadır. Milli değerleri ön plana
çıkaran Türk mitolojisini serbest piyasada görmek için çalışmalarımıza bu yönde devam etmeyi
planlamaktayız.
147
KAYNAKLAR
Abdullah, K. (1997). Mitten Yazıya Gizli Dede Korkut, Ötüken Yayınları.
Abraham, C. (1913). Dreams and Myths: A study in Race Psychology. New York: The
Journal of Nervous and Mental Disease Publishing Company. ( Medine Sivri, Işıl
Köylü, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas Dergisi, 2013, Sayı
2, Güz Dönemi, Tekirdağ)
Mithat, A. (1309). Ahmet Metin ve Şirzat, İstanbul
Akçam, H. (2015). Mit, Tarih ve Tarihsellik İlişkisi Üzerine Bazı Notlar, TİNSAD, 2, 2.
399.
Aktulum, K. (2011). Metinler arasılık/Göstergeler arasılık. İstanbul: Kanguru Yayınları.
Aranyosi, U.E. (2011). Edebiyatta Büyülü Gerçekçiliğin ‘Büyü’sünün Menşei Üzerine:
Sosyal Adaptasyonn Araçları Olarak Masallar. Milli Folklor, 91.
Atalay, B. (2006). Divanü Lügati’t-Türk, Ankara, TTK basımevi, I. 473.
Ateş, M. (2001). Mitolojiler ve Semboller, İstanbul, Aksiseda Matbaası
Banarlı, N.S. (2001). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 1, MEB Yayınları.
Bars, M. E. (2012a). Ferhat ile Şirin Hikâyesi’nde Büyülü Gerçekçilik. Turkish Studies,
7(4), 995-1008
Bars, M.E. (2013, Haziran). Mitlerde Büyülü Gerçeklik, Uluslararası Türkçe Edebiyat
Kültür Eğitim Dergisi, C.2, S.2, 219-230.
Barutçu 1984
Batuk, Cengiz (2006). Mitoloji ve Tarihsellik Hıristiyanlığın Asli Günah Mitinin Tarihsel
Dönüşümü, İstanbul: İz Yayıncılık.
Batuk, Cengiz (2009). Mit, Tarih ve Gerçeklik Sorunu Üzerine Notlar, Milel ve Nihal, 6
(1),27-53.
Bayat, F. (2005). Mitolojiye Giriş, Çorum, Nisan, Ötüken Neşriyat, s.11
Bayat, F. (2007b). Türk Mitoloji Sistemi/ 2 ( Kutsal Dişi- Mitolojik Ana, Umay
Paradigmasında İlkel Mitolojik Kategoriler- İyeler ve Demonoloji), İstanbul:
Ötüken, s. 195-6
Bayat, F. (2007c). Mitolojiye Giriş, İstanbul: Ötüken Neşriyat
Bender, C. (2007). Kürt Mitolojisi. (3. Basım). İstanbul: Berfin Yayınları.
Beydilli, C. (2005). Türk Mitolojisi Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Yurt Kitap Yayınları
148
Bilgili, N. (2015). Türk Uygarlığı ve Mitolojisi, Oğuz Boyları ve Türk Beylikleri Sanatı
Kültürü ve Mitolojisi,
Bolay, S.H. (1984). Felsefi Doktrinler Sözlüğü, İstanbul: Ötüken Yayınları,
Bonnefoy, Y. (haz.) (2000), Antik Dünya ve Geleneksel Toplumlarda Dinler ve Mitolojiler
Sözlüğü, 2 cilt, çev. Levent Yılmaz, Ankara: Dost Kitabevi.
Budak, S. (2009). Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları
Buluç, S. (1970). “Şamanizm”, İslam Ansiklopedisi, Millî Eğitim Basımevi, Birinci
Basılış,11. İstanbul
Campbell, J. (1992). İlkel Mitoloji/ Tanrının Maskeleri, Çev. Kudret Eminoğlu, Ankara,
İmge, s. 315
Campbell, J. (2010). Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Campbell J., Moyers B. (2013). Mitolojinin Gücü (Çev. Zeynep Yaman), 3. Baskı,
İstanbul, Media Cat.
Cevizci Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, s. 223
Chapin, Harry L. (1917). Mtyhology Poetry and Prose, New York: Shakespeare Press.
(Medine SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi,
Humanitas Dergisi, Sayı 2, Güz Dönemi, Tekirdağ)
Conybeare, C. (1910). Myth, Macig, and Morals: A Study of Christian Origins. London:
Watts & Co 17, Johnson‟s Court, Fleet Street( Medine SİVRİ, Işıl KÖYLÜ,
Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas Dergisi, Sayı 2, Güz
Dönemi, Tekirdağ)
Çetişli, İ. (2014). “Batı Edebiyatında Edebi Akımlar” Ankara: Akçağ Yayınları.
Çoban, S.B. (2011). Dede Korkut Kitabı ve Büyülü Gerçekçilik. Milli Folklor, 91.
Çonoğlu, S. (2001). Annaguli Nurmemet’in Romanları, Ankara: Devran Yayınları
Çoruhlu, Y. (2006). Türk Mitolojisinin Anahatları, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, İkinci
Basım,
Çubuk, N. (2005). Mitoloji ve Sanatsal Yaratıcılık, Sunak Dergisi 2. Yıl, Mayıs, Haziran,
Temmuz, sayı: 14 [email protected] [email protected]
Davis K.C. (2006) “Don't Know Much About Mythology”(Mitoloji Hakkında Çok
Bilinmeyenler), Amazon Yayınları,
Dilek, E. D. (2011). Efsaneden Büyülü Gerçekçiliğe. Millî Folklor, 91, 204-209.
Duran Remzi (Editör), (2012). Mitoloji ve Din, Anadolu Üniversitesi, Açık Öğretim
Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 4-5
149
Duymaz, A. (2007) , Oğuz Kağan Destanı’ndan Dede Korkut Kitabı’na Kahramanların
Beden Tasvirlerinin Sembolik Anlamları Üzerine Değerlendirmeler, Milli Folklor
76: 50-58
Eliade, M. (2000). “Mit, Bir Tanım Denemesi”, Mitolojiler Sözlüğü (Yöneten: Yues
Bonnefoy) II. Cilt (Türkçeye baskıyı hazırlayan: Levent Yılmaz) Ankara: Dost
Yayınları 783.
Eliade, M. (2001). Mitlerin Özellikleri ( Çev . Sema Rifat) İstanbul: Om Yayıncılık, 28
Emir ve Diler 2011
Erataş, F., Alptekin, V., Uysal, D. (2013). Türkiye’de Kültür Ekonomisinin Gelişimine
Yerel Bir Bakış, Anemon Dergisi, c.1, s. 2
Erdem, S. (2011). Büyülü Gerçekçilik ve Halk Anlatıları. Millî Folklor, 91, 175-188
Erdoğan, B. (2007). Sorularla Türk Mitolojisi, İstanbul: Pozitif Yayınları.
Erhat, A. (1978). Mitoloji Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Erhat, A. (2008). Mitoloji Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Esin, E. (2001). Türk Kozmolojisine Giriş, Ankara: Kabalcı Yayınevi.
Fiske, J. (2006). Mitler ve Mitleri Yapanlar, Çeviren: Şebnem Duran, İzmir: İlya İzmir
Yayınevi,
From, E. (1990). Rüyalar, Masallar, Mitoslar, çev. Aydın Arıtan, Kaan Ökten, İstanbul:
Arıtan Yayınevi
Fordham 1994
Gezgin, D. (2009). Su Mitosları. İstanbul: Sel Yayıncılık.
Gökalp, Z. (1331). Eski Türklerde İçtimai Teşkilat, Milli Tetebbular Mecmuası, I, 3, 413.
Gökçe, M. S. (2010). Yunan Mitolojisi ve Türk İslam Kültürü, Türk Edebiyatı dergisi, 440,
15-20.
Göker, C. (1982). Fransa’da Edebiyat Akımları, Ankara: DTCF Yayınları.
Göktepe, S. (1974). Psikoloji Sözlüğü. İzmir: Yeni Yol Matbaası.
Gökyay, O. Ş. (1973). Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul: M. E. Basımevi
Gömeç, S. (2009). Türk Destanlarına Giriş, Ankara: Akçağ Yayınevi.
Hacıkadiroğlu, V. (1988). Zihin ve Gerçeklik, Felsefe Tartışmaları/4. Kitap: 61-73,
İstanbul: Panorama.
Hillman, J. (1973), “The Dream and the Underworld”, Eranos 42 ( M. Bilgin Saydam’ın
Deli Dumrul Bilinci adlı eserinden alınmıştır. )
150
Honko, L. (2003). Miti Tanımlama Problemi (Çev. Nezir Temür) Milli Folklor, 59, 100-
101.
Huizinga, J. (2010). Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul: Ayrıntı.
İnan, A. (1987). Makaleler ve İncelemeler/I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
İnan, A. (1986). Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK.
İncekara, A., Hobikoğlu, E.H. (2013). “Kültür Ekonomisi Kapsamında Kültür
Sektörlerinin Türkiye’de Gelişimi ve Yansımaları”. İktisadi Araştırmalar Vakfı.
http://www.iav.org.tr/makale.asp?id=17. (02.12.2016).
İşler, E. (2004). Andre Gide’i Mitlerle Okumak. Ankara: Anı Yayıncılık.
Johnson, R.A. ( 1992). Erkek Psikolojisini Anlamak, Çev. K. Kutlu, İstanbul: Gül, s. 19
Jung, C.G. (2001). Anılar, Düşler, Düşünceler, Çev. İris Kantemir, İstanbul: Can
Kaplan, M. (1992). Türk Destanlarında Alp Tipi, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar,
C.1, İstanbul, Dergah Yayınları
Kantarcıoğlu, S. (2009). Edebiyat Akımları ve Temel Metinler, Paradigma Yayınları, 82-83
Karaalioğlu, S.K. (1974). Edebiyat Akımları, İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri Koll. Şti.
Karadağ, M. (2004). Türk Halk Edebiyatı Anlatı Türleri
Kezzani, M. (2008). Roya, Hemase, Ustûre( Rüya, Epik, Mit) , Tahran, s.1-5
Kuhn, T.S. (1982), Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul:Alan.
Levi-Strauss, C. (2013). Mit ve Anlam, İstanbul: İthaki Yayınevi.
Losev, A.F., Dialektika Mifa, İz. Rannıh Proiz ve Deniy, Leningrad, 1990, s. 27
Malinowski, Bronislaw. Büyü, Bilim ve Din. Çeviren: Saadet Özkal. Kabalcı, 1990.
Malinowski Bronislaw, İlkel Toplum (1999) , İstanbul: Kabalcı, s. 105-106
Malinowski, Bronislaw. (1999). İlkel Toplum, (çev: Hüsen Portakal), Öteki Yayınevi,
Ankara.
Malinowski Bronislaw (2002), Büyü, Bilim ve Din ( Çev. Saadet Özkal) İstanbul, Kabalcı
Yayınevi.
Necatigil, B. (1969). 100 Soruda Mitologya. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Necatigil Behçet, Düzyazılar 2/ Konuşmalar Konferanslar, Cem Yayınevi, İstanbul 1983.
Oğuz, Öcal (2011). Gündelik-Tarihsellik Kavramları ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti
Romanı, Turkish Studies, C. 6/3, 1477-1486.
151
Okay, O. (1991). Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, İstanbul: MEB
Yayınları,
Onay, E. (2011). Gölgesizler’de Masal, Efsane ve Büyülü Gerçekçilik. Millî Folklor, 91,
221-225
Ögel, B. (1971). Türk Mitolojisi, Cilt: I. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Ögel, B. (1989). Türk Mitolojisi I, Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Önal, M.N. (2007). Türk Mitinin Oluşumunda Işığın Rolü, Turkish Studies, 31-2, 2.
Özakpınar, Y. (1998). Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Özakpınar, Y. (2002). İnsan Düşüncesinin Boyutları, İstanbul: Ötüken Yayınları.
Özden, K. (2003). Tıp, Tarih, Mitoloji, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Özdemir, N. (2009). “Kültür Ekonomisi ve Endüstri ile Kültür Mirası Yönetimi İlişkisi”.
Milli Folklor Dergisi, 21(84), 73-86.
Öztürk, Ö. (2009). Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, İstanbul: Phoenix Yayınları.
Pelliot, P. (1995). Uygur Yazısıyla Yazılmış Uğuz Han Destanı Üzerine, çev. Vedat Köken,
Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları.
Perin, C. (1942). Fransız Romantizmi, Ankara: DTCF Yayınları.
Potapov, L.P. (1996). “Etnografik Verilerin Işığında Eski Türklerin Tanrısı Umay”, çev.
M. Turanlı, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, I(227).
Püsküllüoğlu, A. (1997). Karşılaştırmalı edebiyat ve mitoloji ilişkisi, Yapı Kredi Yayınları.
Rosenberg, D. (2003). Dünya Mitolojisi: Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi (Çev.
Koray Akten, Erdal Cengiz, Atıl Ulaş Cüce, Kudret Emiroğlu, Tuluğ Kenanoğlu,
Tahir Kocayiğit, Erhan Kuzhan, Bengü Odabaşı), 2000, Ankara, İmge Kitabevi,
s.17
Sami, Ş. (2007). Esatir Dünya Mitolojisinden Örnekler (Haz. Cengiz Batuk) İstanbul:
İnsan Yayınları.
Saydam, M.B. (2011). Deli Dumrul Bilinci, Metis Yayınları.
Segal A.R. (2006). Joseph Campbell’in Mit Teorisi ( çev: Kürşat Öncül )
Seyidoğlu, B. (2005). Mitoloji Üzerine Araştırmalar Metinler ve Tahliller. İstanbul:
Dergâh Yayınları.
Seyidoğlu, B. (2009). Mitoloji Üzerine Araştırmalar Metinler ve Tahliller (3. Basım).
İstanbul: Dergâh Yayınları.
Soury, J. (2008). Mitoloji Işığında İsrail Dini. (Çev. Harun Güngör ve Ġbrahim Açmaz).
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık.
152
Sözen, M., Uğur, T. (2007). Sanat, Kavram ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi
Yayınları.
Spengler, O. (1928). “The Decline of the West Perspectives of WorldHistory”.Volume: II,
Translation: Charles Francis Atkinson, New York: Alfred A. Knopf Inc.( Medine
SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas
Dergisi, 2, Güz Dönemi, Tekirdağ)
Stevens, A. (1999). “Jung”, çev. Ayda Çayır, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Strauss, L. (2013), Mit ve Anlam Çev. Gökhan Yavuz Demir. İthaki Yayınları.
Şen, F. (2013). “Kültür Ekonomisi Bugün Kadar Ölçülmedi”. www.haber.com.
(10.12.2016).
Taşağıl, A. (2014). Kök Tengri’nin Çocukları (2. Baskı), İstanbul.
Tecimer, Ö. (2005). Sinema Modern Mitoloji, Plan B Yayınevi.
Tillich, P. (2000). İmanın Dinamikleri (Çev. Fahrullah Terkan ve Salih Özer), Ankara
Okulu Yayınları.
Toyman 2006
Tökel Dursun Ali, Edebi Metin ve Mitoloji Samanlıkta İğne Aramaya Dair, Hece Dergisi
“Şiir ve Mit”, 19, 76-85
Tökel, D.A. (2000). Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Ankara: Akçağ Yayınları.
Turan, R. (vd) (2002). Kültür Alanındaki Gelişmeler, Türkiye Cumhuriyet Tarihi, C.II,
Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları.
Türköne, M. (1995). Eski Türk Toplumunun Cinsiyet Kültürü, Ankara: Ark.
Tylor, E. B. (1920). Primitive Culture. Volume: I, Jon Murray Albemarle Street W.
London( Medine SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi,
Humanitas Dergisi, 2.)
Uraz, M. (1967). TürkMitolojisi. İstanbul:HüsnütabiatMatbaası.
Ülken, H.Z. (1986). Varlık ve Oluş. Ankara: A.Ü. İlahiyat fakültesi Yayınları.
Vico, Giambattista. New Science, 1725. Paragraf 811, 819. Translated by Thomas( Medine
SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas
Dergisi, 2, Güz Dönemi, Tekirdağ)
Yetkin, S.K. (1967). Edebiyatta Akımlar, İstanbul: Remzi Kitabevi.
153
Tez Kaynakları:
Çetin, A. (1983). Tanzimattan Cumhuriyete Türk Aydınlarının Mitolojiye Bakış Tarzı, Ege
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir.
Toyman, Y.Ö. (2006). Nazlı Eray’ın Roman Dünyasında Düşsü ve Büyülü Gerçekliğin
Kurgusu ile Fantastik Unsurlar. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta
İnternet Kaynakları:
http://www.anadoluaydinlanma.org/yazilar/gercek_kavrami.pdf
Afşin Selim, Mankurtlaşma Tehlikesi
Web:http://orhun2023.blogcu.com/mankurtlaşma-tehlikesi/533130 adresinden 12 Şubat
2015 tarihinde alınmıştır.
http://devlet.com.tr/makaleler/y53-KERIM_DEVLET_SEFKAT_DEVLETI.html -Prof.
Dr. PakizeAytaç, Kerim Devlet-Şefkat Devleti
https://gundemvetarih.com/2011/07/05/turklerin-anadoluya-gocu/
Türklerin Anadolu'ya Göçü | Gündem ve Tarih
http://www.dunyadinleri.com/mitoloji/mitoloji/oku_mitoloji-kavrami-tarifi-ve-mitlerin-
ozellikleri Zeynep Taşdeviren
toplumvetarih.blogcu.com/mitoloji-bir-tarih-aktarim-bicimidir/13176524
http//tdkterim.gov.tr/?kategori=terimarat&kelime=s%F6ylence - Bilim ve Sanat Terimleri
Ana Sözlüğü,
http://www.edebiyatkonulari.com/romantizm-akimi.html
www. tarihvearkeoloji.blogspot.com.tr - Önder Ali Tayyar (2005) ,Türkiye’nin Etnik
Yapısı
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0d,_ego_ve_s%C3%BCperego
http://www.tarihkomplo.com/2015/03/kayp-kta-mu.html
(https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=905363199487923...0)
www.tarihtarih.com - Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, Türk Düşünce Trarihinde Ziya
Gökalp’in Yeri
http://www.bilinmeyenturktarihi.com/mu-kitasi-efsanesi.html
https://tr.wikisource.org/wiki/Yarat%C4%B1l%C4%B1%C5%9F_destan%C4%B1
http://www.bilinmeyenturktarihi.com/hakan-cadirlari-ve-otaglar.html
154
GÜRKAN, M.Bülent, Gerçek Kavramı Üzerine, Anadolu Aydınlanma Vakfı
http://www.anadoluaydinlanma.org/Yazilar/gercek_kavrami.pdf, s.1-10, Erişim
Tarihi: 14.10.2015
Kaçmaz Safa, Mitoloji Bir Tarih Aktarım Biçimidir
toplumvetarih.blogcu.com/mitoloji-bir-tarih-aktarim-bicimidir/13176524
Yılmaz Kenan, http://www.kayipdunya.com
Yücel Doğukan Murat, Gerçek Nedir, Eylül 11, 2014 Felsefe , www.dmy.info/gerçek-
nedir/
http://ankaenstitusu.com/category/turk-uygarligi-ve-mitolojisi/turk-beylikleri/ (Nuray
Bilgili – Kozmolojik Bir Kağan, Oğuz Kağan)
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0d,_ego_ve_s%C3%BCperego
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96r%C3%BCmcek_Adam
Makaleler:
Arslanoğlu, İ. Kültür ve Medeniyet Kavramları
Doğan, M.C. (2009). Modern Türk Şiirinde Mitolojiye Bağlı Kaynaklanma Sorunu, Gazi
Türkiyat Sayı 4 Bahar
Duymaz, A. (2005). Oğuz Kağan Destanından Dede Korkuta Toy Geleneğinin Simgesel
Anlamı ve Türk Paylaşım Modeli, Karadeniz Araştırmaları, Bahar, Sayı 5
Vurucu, İ. (2016). Millet ve Mit: 21. Yüzyılda Oğuz Kağan Destanı’nı Düşünmek (Özdemir
Ali Rıza, Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, Kripto Yayınları
Özakpınar, Y. (1999). Türk Düşünce Tarihinde Ziya Gökalp'in Yeri,
Ergün, Uysal, A. (2010). “Mitoloji ve Şiir”, Gazi Üniversitesi, Genç Bilim Adamları
Sempozyumu, Ankara.
Yılmaz, K. (2009). Mitoloji, Eros, Tartarus, Pskhye.
Kerimoğlu, D. (2015). Mircea Eliade “Şamanizm”
155
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Soyadı, adı : EKŞİ, Esin
Uyruğu : T.C.
Doğum tarihi ve yeri : 08/06/1983 - İZMİT
Medeni hali : Evli
Eğitim
Derece
Yüksek lisans
Eğitim Birimi
Gazi Üniversitesi
Mezuniyet tarihi
Devam ediyor
Tezsiz Yüksek
Lisans
Sakarya Üniversitesi 2007-2008
Lisans Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 2002-2006
Lise Abidin Sarhoş ÇPL 2001
İş Deneyimi
Yıl Görev
2007-2008 Özel Gebze Koleji Edebiyat Öğretmenliği
2008-2012 Kaynarca İmam Hatip Lisesi Edebiyat Öğretmenliği
2012-2014 Erenler Yunus Çiloğlu Kız Teknik ve Meslek Lisesi Edebiyat
Öğretmenliği
2014- Serdivan Farabi Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Edebiyat
Öğretmenliği
Seminer ve Kurslar
Diksiyon, Osmanlı Türkçesi, Hızlı Okuma Teknikleri, Öğretim Yöntem ve Teknikleri,
Drama.
GAZİLİ OLMAK AYRICALIKTIR...
YÜKSEK
LİSANS
TEZİ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALIHALK EDEBİYATI BİLİM DALI
MART 2017
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ESİN EKŞİ
TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK
MA
RT
2017
ES
İN E
KŞ
İ T
ÜR
K D
İLİ
VE
ED
EB
İYA
TI A
NA
BİL
İM D
AL
IH
AL
K E
DE
BİY
AT
I B
İLİM
DA
LI