yÜksek - gazi

169
YÜKSEK LİSANS TEZİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI MART 2017 T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ESİN EKŞİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK

Upload: others

Post on 21-Oct-2021

89 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: YÜKSEK - Gazi

YÜKSEK

LİSANS

TEZİ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALITÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI

MART 2017

T.C.

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ESİN EKŞİ

TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK

MA

RT

2017

ES

İN E

İ T

ÜR

K D

İLİ

VE

ED

EB

İYA

TI A

NA

BİL

İM D

AL

IT

ÜR

K H

AL

K E

DE

BİY

AT

I B

İLİM

DA

LI

Page 2: YÜKSEK - Gazi
Page 3: YÜKSEK - Gazi

TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK

Esin EKŞİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

MART 2017

Page 4: YÜKSEK - Gazi
Page 5: YÜKSEK - Gazi
Page 6: YÜKSEK - Gazi

iv

TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK

Yüksek Lisans Tezi

Esin Ekşi

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

Mart 2017

ÖZET

İnsanoğlu ilk anlarına itibaren birey olarak kendini doğaya hâkim hissetmeğe başladığında

mitlerin ortaya çıktığını görmekteyiz. Birey aklını kullanarak kendinden daha güçlü olay

ya da durumlara çözümler üretmiştir. Mitler aynı zamanda toplumun ahlak düzenini

sağlayan kuralları içermesi bakımından da önem arz etmektedir. İlkel uygarlıkta mitler

ahlakı koruyan, aktaran, dini kuralları güvence altına alan, insan davranışlarını pratik kılan

kurallar içermektedir. Bunlarda bir toplumun dünya görüşü ve inançları bulunmaktadır.

Yalnız bu kurallar sembolik olarak halkın dilinde ve bilincinde yer almaktadır. O

dönemlerde insan zihni soyut olanı somutlaştırma yani anlamlandırma adına eylemlerde

bulunmuştur. Mitoloji denilen olgu aslında insanoğlunun üstesinden gelemediği veya

oluşuna anlam veremediği birçok olaya yönelik çözüm üretme bilincine varmasından

ibarettir. Kimi destan metinleri mecaz ve semboller aracılığıyla mitlerin gizli anlamını

verecek şekilde yüksek bir anlam seviyesi sezdirirler. Bu yüksek anlam ilk bakışta fark

edilmeyen bir gizem içerir ve kahramanın benlik bulma yolculuğunda adeta şifreler gibidir.

Oğuz kağan kendini bulma evresine geçişte bir takım zorluklar yaşamıştır. Tanrısal, siyasal

ve örfi iktidar biçimlerini kendi merkezinde toplayan kahramanımız canavarı öldürmekle,

göğün ve yerin kızlarıyla evlenmekle ve yeni coğrafyalara yayılarak gerçekleştirdiği

fetihlerle kendi benliğini tamamlamış ve Tanrısal, siyasi ve örfi iktidarın tam merkezinde

durma eğilimini göstermiştir.

Bilim kodu : 1170

Anahtar Kelimeler : Mit, gerçek, birey, toplum, ahlak, erdem

Sayfa Adeti : 155

Tez Danışmanı : Prof. Dr. Pakize AYTAÇ

Page 7: YÜKSEK - Gazi

v

REALITY IN TURKISH MYTHOLOGY

(Master’s Thesis)

Esin EKŞİ

GAZİ UNIVERSITY

INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES

March 2017

ABSTRACT

Humans started to create myth when they formed consciousness. Individual created

solution to stuations which are made powerfull than them by using their mind. Myth

includes rudes which supplys people's order to morat so it present importance in primitive

civilization product the morals transfer protect the religion rules and make prodical to

humans behaviour, include of the rules. Those have a society's vision of world and planets.

Only these rules take plase in people's mind tried to concrete the obstracts. The evenr

called mthyology is actually is that mankind reache to producing solution consciousness

for many incident which mankind can not overcome and is not able to understand its

formation. Some saga texts shadow out high meaning of myths via metaphars and symbols.

This high meaning contains a secret which is not distinguished at firstglance and is almost

like codes that is the travel of finding ego of our character. Oguz Khagan had some trauble

with the stage which is about finding himself. Our character who gethered deific, political

and customary remiges in his own center consummeted his ego by murdering beast and

getting married the doughters of sky and ground and spreading new lands and was tend to

stand at the right place of deific, political customary regimes.

Science Code : 1170

Key Words Myth, reality, individual, society, morality, virtue

Page Number : 155

Supervisor : Prof. Dr. Pakize AYTAÇ

Page 8: YÜKSEK - Gazi

vi

TEŞEKKÜR

Bu çalışmayı hazırlamamda yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Pakize

Aytaç’a (Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Halk Edebiyatı Alanında Öğretim Üyesi)

sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim. Bu çalışmanın Halk edebiyatı alanında faydalı

olacağını can-ı gönülden dilerim.

Page 9: YÜKSEK - Gazi

vii

İÇİNDEKİLER

Sayfa

ÖZET .............................................................................................................................. iv

ABSTRACT .................................................................................................................... v

TEŞEKKÜR .................................................................................................................... vi

İÇİNDEKİLER ............................................................................................................... vii

ŞEKİLLERİN LİSTESİ .................................................................................................. viii

RESİMLERİN LİSTESİ ................................................................................................. ix

KISALTMALAR ............................................................................................................ x

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ

1.1. Araştırmanın Konusu, Amacı ve Yöntemleri ...................................................... 1

1.2. Mit/Mitoloji ve Türk Mitolojisinde Gerçeklik Olgusunu Araştıran Çalışmalar . 2

İKİNCİ BÖLÜM

KAVRAMSAL ÇÖZÜMLEME

2.1. Mit/Mitoloji Tanımları Kapsamında Gerçeklik .................................................. 23

2.2. Mit ve Mitolojinin Diğer Bilim Dalları İlişkisinde Gerçeklik ............................ 46

2.3. Mit/ Mitoloji- Düşünce/Sanat Akımları İlişkisinde Gerçeklik ............................ 67

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MİTOLOJİ VE GERÇEKLİK İLİŞKİSİ

3.1. Mit/Mitoloji-Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Altay Yaratılış Destanının

Çözümlenmesi .................................................................................................... 79

3.2. Mit/Mitoloji- Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Oğuz Destanı’nın Çözümlenmesi 108

SONUÇ ........................................................................................................................... 145

KAYNAKLAR ............................................................................................................... 147

ÖZGEÇMİŞ .................................................................................................................... 155

Page 10: YÜKSEK - Gazi

viii

ŞEKİLLERİN LİSTESİ

Şekil Sayfa

Şekil 1.1. J. P. Roux’a göre XI. Yüzyıldan önce olmak kaydıyla gök ve yer

kavramlarına bir de yeraltı eklenmiştir. Yeraltı daha sonraları cehennem

olarak algılanmıştır. ........................................................................................ 14

Şekil 2.1. Paris ile Melenous’un karısı Helena’nın Truva’ya kaçışları 12.2.2016

tarihinde alıntılanmıştır................................................................................... 47

Şekil 3.1. Han Ülgen ile Erlik Han’ın karşılaştırılması .................................................. 106

Şekil 3.2. Oğuz Kağan’ın destan süresince geçirdiği evreler ......................................... 112

Şekil 3.3. Oğuz Kağan destanındaki Kozmik âlemi anlatan bir şekil ............................. 118

Şekil 3.4. Türk mitolojisinde yönler her alanda kullanılmıştır. ...................................... 118

Şekil 3.5. Kutup yıldızıyla Oğuz boylarının özdeşleştirilmesi ....................................... 119

Şekil 3.6. Hakan otağlarının yönleri esas alması ............................................................ 125

Page 11: YÜKSEK - Gazi

ix

RESİMLERİN LİSTESİ

Resim Sayfa

Resim 1.1. Zeus’un cezalandırdığı Prometheus ............................................................. 17

Resim 2.1. Savaş devam ederken, kehanetlerin ön gördüğü şekilde Hector'un kardeşi

prens Paris tarafından öldürülebileceği tek yer olan topuğundan

vurularak öldürülür ...................................................................................... 49

Resim 2.2. Gılgamış Destanından Gılgamış tarihteki ilk kral kahraman....................... 54

Resim 2.3. Al kanatlı Pegasus Sanata yansıması ........................................................... 55

Resim 2.4. Zümrüd-ü Anka Sanata Yansıması .............................................................. 55

Resim 2.5. Picasso, Minotaur’un olduğu tablosu........................................................... 56

Resim 2.6. Iron Maiden’in yerel halkı temsil eden bir çizimi ....................................... 57

Resim 2.7. Sisyphus mitinin heykel sanatına yansıması ................................................ 58

Resim 2.8. Veronese The Danaides Heykeli 3lü Kadın ................................................. 59

Resim 2.9. Ixion’un çömlek üzerine İşlenmesi .............................................................. 60

Resim 2.10. Mitolojide sembolizmin kullanılması ......................................................... 76

Resim 3.1. Türk runik yazısında, “Baş” okunan harfin göksel izdüşümü Orion

Takımyıldızıdır. 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır. ................................. 119

Resim 3.2. Mısır Tanrısı Osiris ve eşi İsis ‘i özdeşleştiren Orion ve Venüs yıldızları

12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır ............................................................. 120

Page 12: YÜKSEK - Gazi

x

KISALTMALAR

Bu çalışmada kullanılmış kısaltmalar, açıklamaları ile birlikte aşağıda sunulmuştur.

Kısaltmalar Açıklamalar

A.G.E. Adı geçen eser

A.G.M. Adı geçen makale

BKZ. Bakınız

ÇEV. Çeviren

DER. Derleyen

ED. Editör

MÖ Milattan önce

MS Milattan sonra

ÖZET. Özetleyen

RES. Resim

SF. Sayfa

VB. Ve benzeri.

VD. Ve diğerleri

Page 13: YÜKSEK - Gazi

1

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ

1.1. Araştırmanın Konusu, Amacı ve Yöntemleri

Araştırmanın konusu Türk mitolojisi olgusunun gerçekliğidir. Amaç ise hazırlanmış olan

bu çalışmayla hem Türk halk edebiyatına katkıda bulunmayı hem de milli bilinci oluşturan

ana unsurlardan olan mitlere karşı farkındalık uyandırarak Türk halkının davranışlarının

kökenine inmek suretiyle yeni nesilleri bilinçlendirmek ve Türk toplumunun kültürel

temellerini mit gerçekliği kapsamında belirlemektir.

Yüksek lisans çalışmamda Türk mitolojisini bünyesinde barındıran halk anlatılarında yer

alan olay, kişiler ve durumların gerçekliğini ortaya koymayı amaçlamış bulunmaktayım.

Bunun ardından çalışmama kültür öğesi olan mitlerin serbest piyasada işler hale gelmesi

için devam etmek arzusundayım. Kültürel kaynaklar film sektöründe, giyim sanayinde ve

görsel sanatlarda vb. yerlerde icra edilmelidir. Kültürü, bilim, teknoloji ve ekonomiyle bir

araya getiren temel kavram “yaratıcılıktır”. Daha düne kadar birbirinden ayrı bir şekilde

ele alınan “ekonomik yaratıcılık, teknolojik yaratıcılık ve artistik/kültürel yaratıcılık”

olguları, yaratıcılık ekonomisi ya da endüstrileri başlığı altında özerkliğini ilan etmiştir.

Belirtilen olgular arasındaki çok türlü ve zorunlu etkileşim, çağdaş yaratıların ortaya

çıkmasına neden olmaktadır. Hayal etme, karar verme ve çekicilik, bu türden yaratıcılık

faaliyetinin temelini oluşturmaktadır (Özdemir,2009: 78).

Radyo, televizyon, internet kültür mirasından yararlanmaktadır. Kitle toplum kültürünün

yaratıcıları olarak ifade edilen dinamikler kendi ürünlerinin yaratılma sürecinde sözlü

kültür belleği olarak değerlendirilmiştir. Kültürel bellekten hareketle geliştirilecek olan

kültür ekonomisi, sürdürülebilir kalkınma ve hızlı ekonomik gelişmenin temel dinamiği

olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültür ekonomisi alanında gelişmek için dijital arşivlere,

veri bankalarına, sanal yayın ve kütüphanelere, sanal dijital müzelere, otomatik çeviri

sistemlerine, süreklilik kazandırılacak kapalı ağ sistemlerine ihtiyaç vardır(Özdemir,

2009:84-85; İncekara ve Hobikoğlu, 2013: 3).

Page 14: YÜKSEK - Gazi

2

Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) 2008 Yaratıcı

Ekonomi Raporu’na göre, 1996’da 227,5 Milyar dolar olan kültürel ürünler

ihracatı,2005’te 424.4 Milyar Dolara yükseldi. Dünya çapında 800 Milyar Dolara yaklaşan

bir ekonomiden söz edilmektedir. Bu ekonominin ülkelerin GSYİH’si içindeki oranları da

giderek yükselmektedir. Örneğin Danimarka’da gıda sektörünün oranı 2.1, emlak

sektörünün oranı 1.0 iken, kültür endüstrilerinin oranı 2.6’dır (Erataş, Alptekin, Uysal

2013:29)

AB ülkeleri arasında özellikle Almanya, bu konuda her geçen gün daha da ön plana

çıkmaktadır. UNESCO gibi kuruluşlar kültür ekonomisi sektöründeki gelişmeleri

gözönünde tutarak kültür istatistiklerini güncellemiş bulunmaktadır. Çin ve ABD gibi

ülkeler bunu ölçmektedirler. AB’de kültür ekonomisi özellikle İngiltere’de yaratıcı

endüstri ve yaratımcı sektör olarak ele alınmaktadır. Hollanda’da kültür sektörünün her

geçen gün büyüdüğü görülmektedir. 2009 yılında Almanya’da kültür ekonomisi 137

milyar Euro sınırını aşmış bulunmaktadır (Şen, 2013: 1).

Çalışmamda Türk mitolojine ait değerlerin kültür piyasasında yer edinmesini sağlamak için

bu değerlerin gerçekliği ve toplum için önemini vurgulamak yerinde olacaktır. Çalışma

disiplinler arası metin merkezli karşılaştırmalı yöntem dikkate alınarak hazırlanmıştır.

1.2. Mit/Mitoloji ve Türk Mitolojisinde Gerçeklik Olgusunu Araştıran Çalışmalar

Mitler insanın doğadan ayrılarak kendi farkındalığının bilincine ulaşması sürecini sembolik

bir anlatım tarzıyla ifade eder. Mitler insanın önce doğaya ve diğer canlılara daha sonra da

diğer insanlar topluluklarına hâkimiyet kurma çabasıdır.

Lord Raglan; Nasıl olmuştu da mit ortaya çıkmıştı? ( …) İlk insanlar öğrenmek isteğiyle

yanıyorlardı, kuşkusuz. Mevsimlerin birbirlerini kovalayışlarını, sayısız yıldızları, ayı ve

güneşi, hayatı ve ölümü düşünüyorlardı (Karadağ,2004:127) demekle insanın şahit olduğu

fakat anlamlandırmak istediği olay ve durumların bir sembolü olarak mitler görülmektedir.

İnsan yaşadığı hayatın amacını ve anlamını sembolik düşünme kabiliyeti ve hayal gücü ile

belirlemek ister. Bu da mitleri oluşturur. Bu anlamda mitler eski insanın yaşayış ve

düşünüş deneyimleridir (Özakpınar,2002:23).

Page 15: YÜKSEK - Gazi

3

Mitler, bir toplumun manevi değerlerini yansıtan dolayısıyla dikkate alınması gereken

anlatılardır. Mitler her zaman insanların zaruri ihtiyaçlarından doğmuştur. Mitlerin,

medeniyetlerin kurulmasından çok önce, belki de insanlar konuşma dilini geliştirmeden de

önce korku ve içgüdülerinin –temelde yatan bilinçaltı ve hayal gücünü– etkisiyle çıktığını

düşünürsek, mitosların en temel ve derin ihtiyaçlardan biri olduğu savını öne sürebiliriz.

Bronislaw Malinowski; Mit, asla bilimsel bilgiyi doyurmaya yönelik bir açıklama değil,

toplumsal gereksinimlere ve isteklere dayalı, pratik gereksinimlere yardım eder, dinsel

gereksinimleri ve ahlaksal özlemleri derinden doyurmaya yönelik eski bir gerçekliğin

yeniden anlatılmasını oluşturuyor. İlkel uygarlıkta mit kaçınılmaz bir işlevi yerine

getiriyor. İnançları yükseltiyor, bir düzene koyuyor, dile getiriyor. Ahlakı koruyor ve

kayırıyor. Ayinin etkinliğini güvence altına alıyor ve insan davranışı için pratik kuralları

içeriyor. Demek ki mit, insan uygarlığı için yaşamsal bir katkı maddesini oluşturuyor (

Malinowski, 1999:105-106)

Bu öyküler bir toplumun dünya görüşünü ve önemli inançlarını temsil ettikleri için, o

toplumun kültürü tarafından değer verilen ve korunan insani deneyimlerin birer simgesidir.

Bu yaşantılar halkın dilinde sembolik olarak ifade edilmiştir.

İnsan algı kanallarından gelen içerikleri sembolik olarak zihinde temsil etmekle kalmıyor o

verilerden soyutlama yaparak kavramlar oluşturuyor ve o verilerin ötesine geçen sonuçları

muhakeme ile çıkarıyor algıya asla girmeyecek şeyleri hayal gücü ile tasavvur ediyor. İşte

insanın sembolik dünyası bu kabiliyetlerle şekillenen bir temsil ve tasavvur dünyasıdır.

Ahlakı yaşatan biyolojinin üstünde kurulan sembolik temsil ve tasavvur dünyasıdır.

Kültür ve medeniyet kavramlarıyla ilgili olarak açıklanan teorik yaklaşımda iki ana öğe

vardır: Birincisi; toplum hayatında düzen, eylemlere yön vererek ve kurallar koyarak

istikrarı sağlayan bir inanç ve ahlak nizamıyla mümkündür. İkinci olarak inanç ve ahlak

nizamı kavramsal düzeyde rasyonel esaslara dayandığı zaman insan zihni muhakemeyle

yeni sonuçlar çıkararak eylemlerini bilinçli gerçekleştirir (Arslanoğlu, 2016:2)

Tanzimat’la birlikte Batı’nın her anlamda örnek alınmıştır. Özellikle Osmanlı

İmparatorluğu gücünü kaybetmeye başladığında, Batı’nın gelişimi kabul edilmek zorunda

kalınmıştır. Bu süreçte mekteplerin kurulması, gazetelerin çıkarılması ve çeşitli alanlarda

Page 16: YÜKSEK - Gazi

4

çeviriler ile bazı türlerde ilk örneklerin oluşturulması ve bu örnekler doğrultusunda telif

eserler meydana getirilmesi Batı’yı tam anlamıyla tanımak ve çizdikleri yolu doğru

anlamak içindi. Araştırılmaya başlanan konulardan biri de mitolojiydi.

Tanzimat’la beraber yüzünü Batı’ya dönen edebiyatçılarımız sadece Batı edebiyatını örnek

almakla kalmamış, aynı zamanda bu edebiyatın ilham kaynağı olan Yunan ve Roma

edebiyatlarına da eğilmeye başlamıştır. (Tökel, 2000: 73)

Tanzimat’tan evvel Türk edebiyatının mitolojiden uzak olduğunu söylemek edebiyatımıza

ömürlerini adayan ilim insanlarımıza haksızlık etmek olur diye düşünmekteyim. Gerek

destanlarımız, gerek masallarımız hatta fıkra ve halk hikâyelerimiz kısacası halkın

oluşturduğu her türlü anlatıda mitolojik unsurlara rastlamaktayız. Yalnız yapılan hata

mitolojinin işlenmesi değil mitolojinin yeterince araştırılmamasıdır. Tanzimat’a kadar eski

Yunan’a ve özellikle mitolojiye mesafeli duran edebiyatçılarımızın ilgisi felsefeden öteye

gitmemiştir. Her ne kadar Fatih Sultan Mehmet’in Yunan ve Latin dillerinde yaptırdığı

tercümeler ile Saray Kütüphanesi’nde bu edebiyatlara dair o dillerde yazılmış bazı

örneklerin bulunduğu bilinse de yeterli olmamıştır.

Bu doğrultuda bir kaynaktan alınan alıntıya göre ; “Müslümanlar, Antik Yunan felsefesiyle

haşır neşir olduğu halde, şiirine ve mitolojisine hiç iltifat etmemiş, çok iyi bildikleri

Eflatun’un Devlet’inden ve Aristo’nun Poetika’sında sık sık adı geçen Homeros’u hep

anlamlı bir sükutla geçmişler.” deniyor. ( Gökçe,2010:15)

Dursun Ali Tökel’in aktardığına göre Tanzimat’tan önce mitolojiden bahseden tek isim

Johan Corion’dan tercüme ettiği Tarih-i Frengi adlı eserle Katip Çelebi’dir. (Tökel, 2000:

73) Hatta son zamanların iddiası ve gerçeği antik mirasın Müslümanlar sayesinde

Avrupa’ya aktarıldığı düşüncesidir. Avrupa’ya Orta çağ boyunca unuttuğu Antik Roma ve

Yunan kültürünü hatırlatan İslam dünyası olmuştur denir. Bizans ve Sasani

imparatorlukları bu kaynakları değerlendirmiş ve Rönesanslarını ilan etmişlerdir. Bir

ülkenin yaptığı fetihler sonrası karşılaştığı başka kültürler ve kendi kültürlerinin yanında

karşılaşılan bu yeni kültürün etkisinde kalınarak oluşturulan karma kültür, kültürlerin

birleşimidir. İslamiyet’le karşılaşan yerli halklar İslam’ı benimsedikleri gibi kendi kültür

ve adetlerini de yeni inancın içine taşımışlardır.

Page 17: YÜKSEK - Gazi

5

Bu bilgilerin ışığında Yunan ve Roma mitolojisi Türk aydınlarının ilgi alanına

Tanzimat’tan sonra girmiştir.

Tanzimat’tan sonra edebiyatımızda ilk defa mitolojiden bahseden müstakil eser ise

Şemsettin Sami’nin Esatir’dir. Şemsettin Sami bu eserin önsözünde mitolojinin tanımını

avam ve havas ayrımıyla ortaya koyar. Buna göre avam yani halkın geneli “manevi

cisimlerin güya tasvirleri niyetiyle yapılmış heykellere tapınmaktadır.” (Sami, 2007: 221)

Ancak havas ve dolayısıyla şairler bunlarla neyin ifade edilmek istendiğini anlamış ve

eserlerinde bunlardan faydalanmıştır. Bu açıklamaya göre mitolojinin edebiyattaki

kullanımı imgeler üzerinedir ve dolayısıyla yapılan bir duygu, düşünce veya kabulün

objektivasyonudur. Objektivasyon: varlığı henüz düşüncede olan bir şey ile varlığı bilinen

bir nesnenin bütünleştirilmesidir. Mitsel bir ögenin objektional bir surette anlatımı, o

mitsel ögenin anlatının bizatihi konusu olduğu anlamına gelir. Fakat objektivational bir

biçimde kullanılan mitsel bir figür anlatının bizatihi konusu değil, anlatılmak istenenin

imgesi ya da sembölüdür. ( Tökel,2006:77)

Aslında ilkel insanın da yaptığı tamamıyla buydu. Yaşadıklarını, tanık olduğu olayları,

anlamlandırmakta güçlük çektiği olguları bir sebebe bağlayarak onları daha anlaşılır hale

getirmekti.

Yine dönemin ünlü yazarlarından Ahmet Mithat Efendi mitlerin gerçekliği hakkında

şunları ifade etmektedir. Ona göre: “… Bunlarda kuvve-i uluhiyye ve rububiye olmadığını

erbab-ı mütalaa’ya ihtar bile iktiza etmez. Bunlar bir takım zevat-ı muhayyeledir ki kimisi

şecaate nispet edilerek (şecaat ilahı) ve kimisi hüsn ve cemale isnat edilerek ( hüsn ilahesi)

namıyla yâd olunmuştur. ( s. 183) sözleriyle hikâyelerdeki kahramanların ilahi olmadıkları

ve nasıl isimlendirildiklerinden bahseder. Ahmet Mithat “Ahmet Metin ve Şirzat”

hikâyesinde Nikolsen adlı kahraman mitolojinin “birer kocakarı masalından ibaret

olduğunu söyleyince, mitolojinin müdafaasını Ahmet Metin’le yapar.” ( Okay, 1991:247)

Vakıa pek zahir halde ve pek sathi bir suretle onlara benzer ise de kendimden beri birçok

milletlere mu’tekadat ve diyanetlerinin esasını teşkil etmiş ve edebiyat ve hikemiyat

mevzularına temel atmış ve hala dahi Avrupa gibi müterakki ve mütekadim bir kıt’ada

sakin ve üç dört kavmiyet ve lisan-ı mühimme münkasım ahalinin edebiyat ve sanayi-i

Page 18: YÜKSEK - Gazi

6

nefsiyyelerinin ruhu olmak ehemmiyetini muhafaza eylemekte bulunmuş olan esatir’ül

evvelinin öyle tandır başında uydurulmuş masallara teşbiye edilmeyeceği gayretini ele aldı.

(A. Mithat,1309:314)

Ahmet Mithat Efendi’nin de dediği gibi Batı, mitolojisini oldukça iyi kullanmaktadır.

Aydınlanma döneminde mitin gerçeklik boyutunun bulunmadığını ve tarihi bir alanda

kullanılmaya yeterli olmadığı iddia edilmiştir. Ancak aydınlanma sonrası dönemde

özellikle Romantiklerin de etkisiyle mite yaklaşım değişmiştir. Aydınlanma dönemine

tamamen ters bir yaklaşımla mitin şiir gibi, hakikat ve hakikate eşdeğer olarak kabul

edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Mitlerin önemini vurgulamak için tarihe ve bilime

katkısının büyük olacağından bilimi ve tarihi bütünleştirici rol oynayabileceğinden

bahsedilmiştir. Mitleri önemsemek ve onların toplumun ahlak nizamını sağlayan derin

kurallar içerdiğini fark etmek bir millet için devrim niteliğinde yenilikler getirilmesini

sağlayacaktır.

Sosyal devrim yeni bir hayat yaratmak demektir ki bu da yeni iktisat, yeni aile, yeni sanat,

yeni felsefe, yeni ahlak, yeni hukuk ve yeni siyaset demektir. Yeni bir hayat, o hayatı

özlenir yapan yeni değerlerle mümkündür (Özakpınar 1999: 5)

Yeni değerleri, hayatın her alanına ilişkin incelemelerle bulmak gerektiğini düşünen Ziya

Gökalp, hiçbir araştırıcının kendi hükümlerini kesinmiş gibi ileri sürmesini istemiyor ve

yeni değerlerin evrimle yani başlangıcı irdelemekle (mitleri anlayarak) ortaya çıkacağını

söylüyordu.

Ziya Gökalp, daha Diyarbakır'daki ilk mücadele günlerinde, toplumun geleceği ile ilgili

"ülkü"yü, bir hayal dünyası gibi uzaklarda görür; fakat hayatına anlam verecek kadar

yakınında hisseder. İflasın eşiğine gelmiş devlet, daha yüksek bir toplum hayatı kurularak

kurtarılmalıdır. Bu hisle o, belirsizliğiyle daha da çekici olan ülküye hayatını adamıştır.

Onun ne olması gerektiğini bir taraftan toplum hayatını gözleyerek, bir taraftan da

toplumun tarihini araştırarak belirlemeye çalışır. Toplumun bütün kurumlarını köhnemiş

bulur. Ziya Gökalp bir sosyal devrimcidir.

Fakat devrim niteliğindeki değişiklere ulaşmak için uygun gördüğü yol, halkın

bilinçaltındaki gerçek değerlerin sosyoloji ve tarih incelemeleriyle meydana çıkarılması ve

Page 19: YÜKSEK - Gazi

7

onlara göre reformlar yapılmasıdır. İşte Ziya Gökalp burada mitolojinin önemini kavramış

ve mitolojik çalışmalar yapmaya önem ve özen göstermiştir.

Ziya Gökalp'in, 1911'de Selanik'te çıkan Rumeli gazetesinde ve Genç Kalemler dergisinde

yayınlanan "Turan" şiiri Türk aydınlarını çok etkiledi. Şiirin son iki dizesi Turancılığın

sembolü oldu:

"Vatan ne Türkiye'dir bizlere ne Türkistan.

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan." (Özakpınar 1998:124)

Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak'ta yer alan "Türk Milleti ve Turan" ile "Millet ve

Vatan" başlıklı makalelerde Turan ülküsünü yine işler. Bununla birlikte Ziya Gökalp, bu

ülküyü ortaya atarken, onun gerçekleşme olasılığına bel bağlamaktan çok, siyasi ve askeri

felaketlerle sarsılan ülkede Osmanlıcılığın ve İslamcılığın politik çıkmazının yarattığı

hayal kırıklığını gidermeyi amaçlar. Doğuracağı coşku ile yaşama enerjisi verecek bir

büyük tutkuyu topluma aşılamak ister gibidir. Turancılık, Ziya Gökalp için bir siyasi

program olmaktan çok, Türklük ve tarih bilincini uyandırmanın gerekli bir parçası

olmuştur. "Hars Toplumu, Medeniyet Toplumu" adlı makalede hars dediği milli kültür

kavramı ile medeniyet kavramı arasında ayrım yapar. Kültür sübjektif nitelik taşır;

medeniyet objektiftir. İnançlar, ahlak görevleri, güzellik anlayışı ve ülküler kültür

ögeleridir. Bir milletin kendi tarihinden, sosyal yaşayışından, törelerinden, ahlakından,

toplumsal olaylar karşısındaki duygu ve heyecanlarından, sanatından oluşan ve toplumu

kendine özgü yapan manevi birikimi de "hars" (millî kültür anlamında "kültür") adı altında

kavramlaştırır. Hars yani kültür milletlerin mitolojilerinde yatmaktadır (Özakpınar

1998:125).

Ziya Gökalp, Türk destan ve menkıbelerini bir bütün olarak değerlendirme taraftarı olan

araştırıcılardan olmuştur. O, Türk destanlarını bütün olarak ele alıp müstakil destan

parçaları arasında ilgiler kurma yoluna gitmiştir. Gökalp’e göre, Oğuz Han, Afrasiyab,

Boğaç Han, Şah İsmail menkıbe ve hikâyelerini aynı menkıbenin muhtelif şekilleri olarak

düşünmek mümkündür. Zira adı geçen kahramanların adsız kalışları, evlenmeleri ve

babalarıyla olan mücadeleleri benzerlikler taşımaktadır (Gökalp, 1331:413).

Page 20: YÜKSEK - Gazi

8

19. yüzyılın 2. Yarısından itibaren Türkoloji sahasında en değerli metinleri toplayan

Radloff, Verbitskiy, Potanin ve diğer Türkologların Altay, Yenisey, Yakut ve öteki Türk

boylarının dünyanın başlangıcı hakkındaki bilgi ve kanaatleri Türkoloji çalışmaları için son

derece önemli gelişmelerin başlangıcı olmuştur (Ögel,1989:419-492).

Toplumun istikrarını ve sürekliliğini sağlayan kurallar, belirli amaçlara ulaşmak isteyen

bireylerin ilişkilerini düzenler. Topluma düzen, bireylere huzur veren kuralların kaynağı

bir inanç ve ona bağlı bir ahlak nizamıdır.

Mitlerin insan yaşamındaki bütün hareket ve davranışları düzenleyip insanı yönlendirdiğini

belirten, Kemal Abdullah, mitlerin bir takım yasaklar getirdiğini ve bu yasakların hukuki

ve ahlaki olmak üzere ikiye ayrıldığını düşünmektedir.

Bu yasaklar toplumu tamamıyla kuvvetlendirmek amacı güder. Bununla birlikte bu

yasaklar maneviyat ve yapı bakımından toplumun tamlığını, iç bütünlüğünü, manevi tek

renkliliğini koruyup saklamaya hizmet etmektedir (Abdullah 1997:106-107)

Hayatımızın her alanında mitolojik temalarını görmekteyiz. Bunun ilgi çekici örneklerini

Kenneth C. Davis’in “Don't Know Much About Mythology” (Mitoloji Hakkında Çok

Bilinmeyenler) adlı eserinde görmekteyiz. Davis diyor ki: “Son zamanlarda, sinemalar

Matrix, Nemo, X-Men ve Terminator üçlemesi gibi filmlerle dolu. Bütün bu Hollywood

filmleri efsanevi bir tema çizmekte ve sıklıkla özel mitik kaynaklar içermektedirler (Davis

2006:12). Genellikle tüm bu filmlerde kullanılan efsanevi temalar üzerine çok belirli

mitolojik göndermeler vardır. (Örneğin Matrix Üçlemesi’nde Morpheus, Niobe ve Oracle

isimleri doğrudan mitolojik Yunan karakterlerinden alınmıştır.) Belki bazılarının dünya

çapında en yüksek hâsılat yapan filmler arasında olmaları bir rastlantı değildir. Harry

Potter fenomenini ele aldığımızda- sıradan bir çocuk olağanüstü güçlere sahip olur ve

uçmayı öğrenir. Yıldız Savaşları ‘nın Luke Skywalker’ı ve Matrix ‘in Neo’su örnek olarak

verildiğinde mitolojiyi ne denli sevdiğimize dair güçlü bir kanıt daha elde etmiş olursunuz.

Davis, bu eserde mitin kullanım alanlarının geniş olduğunu kanıtlamak için örnekler

vermeye devam ediyor. Ona göre: “Mitlerin etkisinin diğer bir göstergesi olması için,

sadece takvime bile bakılabilir. Gün ve ay isimleri Roma, İskandinav ve Yunan

mitolojisinden geliyor. Dünya hariç tüm Güneş sistemindeki gezegen isimleri gibi –

Page 21: YÜKSEK - Gazi

9

bunların hepsi Roma mitolojisinden Tanrı adlarıdır - dilimiz mitik geçmişimizden

kelimelerle doludur. “Amazon.com’dan kitap mı satın alıyorsun? Bir çift Nike ayakkabı mı

giyiyorsun? Bir Truva atı virüsünün bilgisayarını etkilediğinden mi endişeleniyorsun? Her

derde deva ilaç fikri seni umutlandırıyor mu? Ya da belki de arachnophobia seni

paniklendirir? “Hipnoz” “morfin” “Golden Fleece” “Herkül’ün gücü” “cüce,” “Tayfun” ve

“kasırga” bu kelimeler mitolojiden gelen kelimelerden sadece birkaçı. Cüzdanında bir

Amerikan Express Kartı var mı? O zaman evden Hermes (ya da Mercury) olmadan

çıkmıyorsun. Çünkü Hermes Yunan ticaret tanrısıdır ve kartın üzerinde onun resmi vardır.

Aynı zamanda iddialarını siyasi boyuta taşıyarak birtakım liderlerin eylemlerini mitolojik

kaynaklı olduğunu ifade etmektedir. Örneğin Hitler’in “arı ırk” düşüncesinin mit kaynaklı

olduğunu iddia etmektedir.

“Mitler tarihte de ciddi bir rol oynamışlardır. Mesela; en önemli tarihsel etkisi 2. Dünya

Savaşı’nda Adolf Hitler’in tüm ülkeyi büyülemek için Alman mitlerinden yararlanmasıyla

olmuştur. Klasik tarih Hitler'in tırmanışını, William L. Shirer'in “The Rise and Fall Of The

Third Reich” adlı eserinde şöyle yazmıştı: “Sıklıkla insanların mitleri onların ruhları ve

kültürlerinin en yüksek ve doğru ifadesidir ve başka yerde Almanya’dan daha doğru

değildir.” demiştir. Shirer Hitler’in sözlerini yenilemiştir: “Kim Ulusal Alman Sosyalistleri

anlamak isterse Wagner’i bilmelidir.” Hitler Wagner’in operasından çok etkilenmiştir.

Wagner operasında Alman kahramanlık mitlerini, pagan tanrıları ve kahramanları, iblisleri

ve ejderhaları canlı bir şekilde çizmiştir. Hitler bu mitlerin, sembollerin derin duygusal

gücünü özünde çok iyi anlamıştı. 1930'larda Nuremberg'de Büyük Eski Alman tanrılarının

devasa heykelleri Nazi kitlesel mitinglerinde önemli bir rol oynadı. Hitler, iktidarı ele

geçirmiş, bunun yanında Almanya’yı üstün ırk yapmak için propaganda imkânlarını da ele

geçirmiştir. (Davis 2006: 13)

Kendi gelenekleri içinde bin yıllar boyunca hevesli bir şekilde kabul görmüş kadim

mitoloji, etkilediği çağın sahip olduğu zihinsel algının beslediği imgelerle bir bütünlük

içinde harmanlanmıştır. Bu imgeler, basit ve anlaşılabilir bir biçimde de işlenmiş olabilir;

karmaşık bir yapıya da sokulmuş olabilir. Sonunda hepsi bir biçimde, başlangıcın ve

sonucun ifade edilmesi bağlamında birleştirilirler. İmgelerin şiddeti, günümüze yansımaları

bakımından etkin bir biçimde hissedilmektedir. İmgeler biçiminde ortaya konulan

düşünceler, ortak semboller üzerinden bir insan fikrini açıklamaya, bu noktadan da ortak

Page 22: YÜKSEK - Gazi

10

bir bilincin yaratım sürecini nasıl etkilediğine gönderme yaparlar. Örneğin, Tanrıların

ölümsüzlüğü aslında insanoğlunun çaresiz bir biçimde ölüme yenik düşeceğinin bilincine

varmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, mitosların çoğunda Tanrılar her zaman insanlara

meydan okur, insanlar ise Tanrılara boyun eğerler. Bu açıdan incelendiğinde, rasyonel

aklın katı, eleştirel tavrı karşısında bir nevi düşünce tarihinden soyutlanırlar. Ancak bu

mitosların rasyonel, felsefi sistemlerin ortaya çıkışından çok önce yaratılmış olmaları

unutulmamalıdır. Bir biçimde varlar ve bir düşünce etkinliği olarak günümüze değin

aktarılmış olmaları sebebiyle de gerçekler. Bazı mitoslar, gündelik yaşamın gerçekliğini

yansıtan bir anlatım ve aktarım değeri taşır.

Mitler de masallar, destanlar, halk öyküleri gibi halkın ortak yaratılarıdır ve bu ürünler

bilinç ve bilinçdışının karşılıklı etkileşiminden meydana gelmiştir. Yüzyıllar boyunca

yaşanmış ve tecrübe edilmiş deneyimleri barındırır mitler. Eski insanın yaptıkları,

yarattıkları günümüze kadar canlılığını korumuş, dikkate alındığı takdirde birçok problem

çözmede bize fayda sağlamıştır. Yapmamız gereken mitleri önemseyip doğru anlamaktır.

Bu şekilde insan bilincinin gelişimini takip edebiliriz. Doğada insanı hayvanlardan ayıran

en önemli şey bilincinin gelişimini sağlamaktır. Nesnelikten özneliğe geçişin ilk adımı

bilinçlenmektir. İnsan bilinci sayesinde güçlenecek, özgürleşecek ve yaşadıklarını

aktararak tarihini zenginleştirecektir. İnsan bilincinin temelleri mitlerde atılmıştır. Temel

olmadan yapılan bina sağlam olmaz. Bu sebeple günümüzde edebiyat, psikoloji, sosyoloji,

antropoloji, felsefe vb. ilimler hakkında yapılan çalışmaların kaynağı mitler olmalıdır.

“Mitoslar usdışı olsalar da gerçeğin yolunu açarlar. Çünkü daima üstü örtülü olarak

anlatmak istedikleri bir gerçek vardır. Mitoslar, temel ve içsel gerçekleri şifreli biçimde

taşıyan ve açıklayan alegorilerdir; bu nedenle genellikle herkese teslim olmayan inisiyatik

ve aşkın bir niteliği vardır. İlkel insanın ‘başlangıç’a, kökenlere ve arketiplere duyduğu

özlem en açık biçimde mitoslarda dile gelir. Mitos her zaman ibret dolu öyküler çağında,

başlangıç zamanlarında gerçekleşmiş bir olayı anlatır; bir yaratılışın, bir oluşun öyküsüdür

ve insanı dünyanın başlangıç çağlarına geri götürür (Tecimer, 2005:90).

Hayal gücünün zengin ifade gücüyle, t ab ia t olaylarını vurgulayan bu simgesel anlatıların

aynı zamanda insanlık için kutsallığı vardır. Bu sebeple, ne denirse densin m i t o s l a r ı n ,

çok eski zamanlardan bu yana kulaktan kulağaya yayılarak, kimilerinin de bazı kişiler

tarafından kayda alınarak, günümüze ulaşmış olduğu ve bu süreçte birbirlerinden

Page 23: YÜKSEK - Gazi

11

beslenerek zenginleştiği bir gerçektir. Eldeki kaynaklara bakıldığında ise mitosların,

büyük bir çeşitlilik içinde, evrenin ve insanın yaratılışından, doğa güçlerinin birer dev

olarak türettiği Tanrılara kadar pek çok soruyu yanıtladığı ve toplumsal inançların hangi

yönde seyrettiği gibi konularda da uygarlık tarihine ışık tuttuğu doğrulanmaktadır.

Levent Yılmaz, “Antik Dünya ve Geleneksel Toplumlarda Dinler ve Mitolojiler

Sözlüğü”nün ilk sayfasında mit ile ilgili şu görüşlere yer vermektedir: “En eski zamanlara

ait olan, insan topluluklarının aktara aktara bugüne getirdiği, insanların, şehirlerin,

dünyaların, Tanrıların ve evrenlerin nasıl ortaya çıkmış olduklarını anlatan hikâye,

hikâyeler, bu süreçte başka işlevlerde yüklendiler. Evreni, dünyayı, Tanrıları ve insanı, yani

açıklanamaz olanı anlatıp açıkladılar. Bununla kalmayıp inandırdılar, bu inanışın

gerektirdiği davranışları belirleyip kurumsallaştırdılar. İnsanlar arası ve “bu ve öteki”

dünyalar arası ilişkileri düzene koydular. Geçmişten geldiler; ama hep bugüne ait oldular.

Anlattıkları olayların özel olan yanları silindi, unutuldu. Hep daha fazla genelleştiler,

bugün de yaşayanlar için örnek haline geldiler. Ancak dikkat edilmeli, bu hikâyeler mit

adını almadılar, bu ad altında sınıflandırılıp ona göre anlamlı kılınmadılar. Bu hikâyelere

inanıldı. Nasıl ve niye inanıldığı da ayrı… Bu inanışın hakiki olup olmadığı da sorulabilir.

Fakat toplumlar bu hikâyeleri anlattı, aktardı. Anlatır ve aktarırken, toplumda oluşan yeni

ağırlıklara göre hikâye farklılaştı, değişti. Yeni kesintiler eklendi, kimi kesintiler atıldı.

Toplumların örgütlenişi ve sürekliliği açısından bu hikâyeye inanış ve kendiliğinden

olduğu ölçüde hikâyede var oluşunu sürdürdü. Hikâyenin anlattıklarının gerçek olup

olmadığı, kanıtlanıp kanıtlanmayacağı “acaba” kipinde dahi düşünülmedi. Oysa bir an

geldi, toplumların ağırlık noktaları, değerleri ve düzenleri, iç ya da dış, bir takım etkenlerle

farklılaştı. Değişim keskindi kimi kez, işte o zaman, hikâye öldü. Hikâye, hikâyeye artık

inanılmadığı için öldü. “Doğru değil” dendi: Oysa “hikâye doğru değil” demek, aslında bir

başka doğru hikâye olduğunu söylemek de demekti. Mythos işte bu doğru olmadığı

söylenen hikâyeye Yunanlıların verdikleri ad (Bonnefoy, 2010: 78).

Modern dünyada mitler, imgeleme alanı bulduğu gerçekliğin bir parçası olarak

algılanmalıdır. Hiçbir gösterge anlam birimi olamadan hareket edemez, her gösterge

anlama bağlıdır. Kendi başına anlam kazanmaktan ziyade zihnin ona anlam yüklemesi

gerekir. İşte mitler de bulundukları zaman ve şartlara göre anlam kazanmışlardır. Onları bu

zamanın şartlarına göre değerlendirmek geçmişimize haksızlık olur. Eski insanımızın

hiçbir şey yaşamadığını, hiçbir şey düşünmediğini iddia etmek bir yanılgı olacaktır.

Page 24: YÜKSEK - Gazi

12

Roland Barthes, yukarıda bahsettiklerimizi destekler nitelikte şunları ifade etmektedir.

“Mitoslar, kitle kültürünün dili, gizli mesaj taşıyıcılarıdır. Bir mitos, sosyolojik ve tarihsel

bir çözümleme niteliği taşır. Mitos incelemesi aynı zamanda kültür incelemesidir.

Dolayısıyla mitos çözümlemesi, görünür olanın altında yatan, görünür olmayan bir referans

alanına göndermelerde bulunur.

Mitolojik temelli eski tabuların, çağdaş bilimler tarafından dejenere edilmeye başlamasıyla,

geçmişten gelen ve sıkı sıkıya tutunulan manevî değerler bozulmakta; bu değerlerin çöküşe

geçmesi ve insanın bağlarından kopuk şekilde aidiyetsizlik yaşaması ise, çağdaş dünyanın

her yerinde ahlaksızlığı ve suç olaylarını, akıl hastalıklarını, intiharları ve uyuşturucu

bağımlılıklarını, yıkılan yuvaları, sokak çocuklarını, şiddeti, cinayet vakalarını ve

umutsuzluk, çaresizlik gibi depresif duyguları hızla arttırmaktadır. Bu nedenle, geleneksel

olarak mitsel varlıklara ve olaylara gerçekler olarak bakılmalı ve bu, böyle öğretilmelidir.

(Segal,2006:116) Segal’in dediği gibi mitler safsatadan ibaret değil aksine yaşadığımız

dünyayı anlamlı kılmanın yollarını gösteren gerçeklerdir.

Mitoloji denilen kültür kodlarının milletlerce önemsenmesi sosyal, psikolojik, ekonomik vb.

birçok sorunun çözüme kavuşmasını sağlayacaktır. Toplumun sosyal ve psikolojik açıdan

ideal boyutlara ulaşmasında en zaruri olarak evliliklerin doğru ve düzeyli olması

gerekmektedir. Evlilik ruhani kimliğin kabul edilmesidir. Ayrı iki çiftin birleşmesidir İkinin

bir olmasıdır. Doğru insanla evlenerek Tanrı’nın ete kemiğe bürünmüş imgesini yeniden

inşa ederiz ve evlilik de budur. Evlilik ikinin bir olması demektir. İki bedenin tek beden

olması demektir. Evlilik yeterince uzun sürerse ve sürekli kişisel kaprisler yerine ona rıza

gösterirseniz, bunun gerçek olduğunu fark edersiniz, işte o zaman iki gerçekten bir

olmuştur. Utanılacak bir durum olduğunu düşünmüyorum yeri geldiği için değinmek

istedim. Evet, evlilik ruh eşini bulmaktır. İkinin bir olmasıdır. Cinsel anlamda birleşmede

iki ayrı vücudun bir olmasıdır. Yüce yaratan da bunu bu şekilde istemiştir.

Evliliğin bu kutsal yükümlülüğünü anlayamayan ve birbirini benimsememiş, sadece şahsi

çıkarlarını düşünerek yapılmış maddi kaynaklı evlilikler ilerleyen zamanlarda ciddi

problemlere sebep olmaktadır. Kişisel menfaatler ve gereksiz kıskançlıklar yüzünden

evlilikler henüz taze bir fideyken yetişip serpilememekte, kökünden yok edilmektedir.

Hâlbuki hayat denilen bu geçici dünyada eski insanlarımız dünya malının ve saltanat

hevesinin ne kadar geçici olduğunu, aslolanın maneviyat olduğunu yüzyıllar öncesinde

Page 25: YÜKSEK - Gazi

13

destanlarda, halk hikâyelerinde, masallarda belirtmişlerdir. Hayatın her anlamda güzel ve

yaşanabilir olmasını sağlayan insanın kendisidir. Bakınız ki paranın miktarının azlığı veya

çokluğu insanı belli bir zaman mutlu etmektedir. Önemli olan ruhun arzu ettiğini

bulabilmekte… “Mutluluğumuzun peşinden gittiğimiz zaman kendimizi aslında hep orada

var olan ve size bekleyen bir yola sokuyorsunuz; yaşamanız gereken hayat, yaşadığınız

hayat oluyor. Nerede olursanız olun – mutluluğunuzun peşinden gidiyorsanız, her zaman o

canlanmanın içinizdeki o hayatın tadına varırsınız.“ diyen Joseph Campbell’ı örnek

gösterebiliriz (Campbell 2013: 63)

Toplumun üretkenliğe geçmesiyle, yaklaşık on bin yıl önce tarımın keşfiyle birlikte yeni

bir besin kaynağı ortaya çıkar. Böylelikle aşkın olan, kutsal olan kendini başka bir doğa

gerçekliğinin içinde sunar. Örneğin bitki tohumlarının meyve vermesi, tanrısal bir

birleşmenin örneği olarak kabul edilir. Bu kutsal evlilik imgesinin ilk örneğidir. Toprak,

dişil karakterlidir. Çünkü toprak, doğurgandır ve verendir. Gökyüzü, erkek karakterlidir.

Çünkü o doğurganlığı destekler ve özün sahibidir. Örneğin erken neolotik çağ mitoslarında

yağmur, toprağın ve göğün cinsel birleşmesiyle oluşur. Bundan dolayı o çağda, çiftçiler

tohum ekimi sırasında yaptıkları birleşme ayinini bir kutsal törene dönüştürmüşlerdir.

Türün devamının sağlanmasında temelde göksel gücün varlığı esas alınıyordu. Buna örnek

olarak Oğuz’un ilk eşinin kutsal bir ışıkla gökyüzünden indiğini verebiliriz.

“Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan, bir yerde Tanrı’ya yalvarmaktaydı. Karanlık bastı.

Gökten bir ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve gördü

ki, o ışığın içinde bir kız var. Yalnız oturuyor. Başında ateşli ve parlak bir taç bulunuyordu.

Kutup yıldızı gibiydi. O kız öyle güzeldi ki gülse gök gülüyor, ağlasa gök ağlıyordu. Oğuz

Kağan onu görünce aklı gitti, sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğine sahip oldu.”

Oğuz Kağan Destanı’ndan verilmiş bu bölümde, bireye kutsiyet atfetmek için gök motifi

kullanılmıştır. Oğuz Kağan gibi bir kahramanın elbette karısı ve çocukları da onun gibi

kutsiyet sahibi kişiler olarak gösterilecektir. Gökyüzü, yüce yaratıcının bulunduğuna

inanıldığı yerdir. Oğuz’un ilk eşinin gökyüzünden geldiğine inanılması bu sebeptendir.

Oğuz’un ikinci eşi yeri temsil eden ağaçtan gelecektir. Yer ve gök sembolleri Türk

kozmogonisini oluşturan önemli kaynaklardır. Oğuz kağan destanını incelerken bu

gerçekliklere daha detaylı değinilecektir.

Page 26: YÜKSEK - Gazi

14

Şekil 1.1. J. P. Roux’a göre XI. Yüzyıldan önce olmak kaydıyla gök ve yer kavramlarına

bir de yeraltı eklenmiştir. Yeraltı daha sonraları cehennem olarak algılanmıştır.

Bender, Türklerde mitolojinin doğuşunu şu şekilde ele almaktadır: Toprak sisteminden

sonra insan gökyüzünü de merak etmeye başlamıştır. Ona yağmurları taşıyan bulutların,

zaman zaman patlayıp çatlayan yıldırımların, şimşeklerin, gündüzünü aydınlatan güneşle

gecelerini parlatan Ay’ın durumları ilginç gelmiştir. Yerin sarsılması, lavların fışkırması,

tufanlar insanoğluna yaşadığı gezegende yalnız olmadığını söylüyordu. Doğaüstü güçler

böylece Antikçağda inançların ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Doğa olaylarına

“olağanüstü güç” gözüyle bakılarak, doğaüstü her güce Tanrılık, Tanrıçalık sıfatı layık

görülmüştür. Güneş Tanrısı, Ay Tanrısı, Su Tanrısı, Bereket ve Bolluk Tanrısı, Savaş

Tanrısı gibi Tanrı ve Tanrıçalar sıralanıp gitmiştir. Bu yüzden çoktanrılı dinlere doğa

dinleri de denilebilir. Güneş, Ay, yıldızlar Tanrı oldukları için onları kutsamak, onlara

kurban ve adak sunulması gerekiyordu. Tanrı ve Tanrıçalar için mabetler yapılmalıydı.

Onlara özel törenler düzenlenmeliydi. (Bender, 2007: 16).

Evrenle ilgili olan simgelerden biri de Lotus ( Nilüfer) çiçeğidir. Bu simge Uygur ve Budist

metinlerde görülmektedir. Uygurca yazılmış çeşitli efsanelerde, masallarda ve hikâyelerde

karşılaşmaktayız. Lotus çiçeği yeniden doğuşu, dirilişi, yaratılışı, kâinatı sembolize etmektedir.

Budist kozmolojisinde her yersularla kaplıyken toprak Lotus’un üzerindedir. Lotus temizliği,

evrenin seslerini, ölümsüzlüğü, oluşları, sayıları sembolize eder.

Evreni simgeleyen şekillerden birisi de Mandala’dır. Kozmolojik merkez anlamında

kullanılan mandala Türk mitolojisinde yeryüzü ve hükümdar şehri planlarıyla da ilişkilidir.

Samsara ise varoluş tekerleğidir. Dünyeviliği sembolize eder. Doğum ve ölüm gibi her

şeyin bir başı ve sonu vardır. Türk mitolojisinde yer alan, yeryüzünün oluşumu ve insanın

yaratılmasıyla ilgili mitos şöyledir:

GÖK

YER

YERALTI

Page 27: YÜKSEK - Gazi

15

İlk çağda durmaksızın yağan yağmur sele yol açıyor, dört bir yanı suyla dolduruyordu. Bu

yağmur suları Karadağcı dağında bulunan bir mağaraya sızarak buradaki yarıkları

doldurdu. Bu yarıklar insan biçimindeydi ve onun içinde bulunan su ve toprak balçığa

dönüşmüştü. İşte o zaman güneş güçlü ısısıyla balçığın nemini kuruttu ve yarıkların içinde

kalıplaşmasına yol açtı. Ardından dokuz ay rüzgâr esti. Böylece mağara yarığından Ay

baba olarak bilinen Ay Atam adında bir insan doğdu (Gezgin, 2009: 74).

Mitolojide Tanrı Ülgen’e Ak Ana’nın “yaptım oldu” demesiyle yer ve göğün yaratıldığı

görülür. Bunları söyleyen Tanrı Ülgen olanlar karşısında bir şaşkınlık duymaz. Bu

olağandışı, büyüsel unsurlar hayatın hakikatinden farksız biçimde görülür. Mitte

kahramanların şaşkınlık duymadıkları diğer bir motif de dünyanın üç tane balık tarafından

taşınmasıdır. Ayrıca altı günde yaratılmıştır. Bu motifler ilk insanların dünyayı

anlamlandırma düşüncelerinin sonucunda oluşmuş, kutsal nitelik taşıyan inançlarıdır. İlk

insanlar bu olaylarda bir mantık aramamış, büyüsel niteliğe sahip bu olaylara hayatın

gerçekleri olarak bakmışlardır. (Bars, 2013:219)

Ebru Onay milli folklor dergisinde yayımladığı bir yazısında bu düşünceyi destekler

biçimde ifadeler vermiştir. Ona göre; büyülü gerçekçi metinlerde kahramanlar olağanüstü

bir şey gördüklerinde bu duruma şaşırmaz ve bunu yadırgamazlar. Olağanüstü olan

garipsenmez, aksine sıradan olanın dil oyunlarıyla, kurgulanış biçimiyle sıra dışı hale

getirilir (Onay, 2011:221).

Yine bunu destekler nitelikte görüşlerini ifade eden Toyman; “büyülü gerçekçilikte

mucizeler ve olağanüstü olaylar, alışılagelmiş olaylar biçiminde algılanır. İnsanların,

yaşadığımız dünyanın geçerli yasalarının ötesinde özelliklerle donatılmış olduğu, gizem

dolu bir dünyayı ifade eder. Bu özelliğe sahip olan kurgular, hayatta gerçekleşmesi

imkânsız olan durum, olay ve kahramanları, itibari âlemde normalmiş gibi gösterir.

Gerçeği ve fantastiği birleştirerek her şeyi doğal bir şeklide sunar. Böylelikle sıradan

olayları gerçek dışı bir masal gibi anlatır.” demiştir ( Toyman, 2006:26).

Büyülü gerçekçilikte, fiziksel ve metafiziksel iki dünya birleştirilir. Büyülü gerçekçilikte

birbirine aykırı iki boyut okuyucuyu şaşırtmadan kaynaştırılır. Karaorman Tatarlarında

ateşin bulunuşunu anlatan aşağıdaki mitte bu nitelikler göze çarpar. Bu mite göre Kuday

insanı yaratır. İnsanı soğuktan korumak amacıyla ateşi bulması için Ülgön’in üç kızını

Page 28: YÜKSEK - Gazi

16

yollar. Kızlar ateşi bulamaz. Tanrı Kuday kızların yanına gelirken sakalına takılır, düşer.

Ülgön’ün kızları buna güler. Kuday kızarak geri döner. Yolda giderken kızların taşın

keskinliğini ve demirin sertliğini bulamadıkları halde kendisine güldüklerini söyler. Üç kız

bu sözleri gizlice dinler ve sonunda taşın keskinliğinden ve demirin sertliğinden

yararlanarak ateşi bulurlar ( Seyidoğlu, 2005:52-53).

Bu olağandışı durum yani taş ile demirin sürtünmesinden ateşin bulunması hali gerçeklik

boyutu ile metne sokulmuştur. Ustalıkla gerçeklik ile olağandışı arasında bir denge

kurulmuştur. Olayların kahramanlarında yaşananlar esnasında ve sonrasında herhangi bir

şaşkınlık yaşanmaz. Hatta dinleyiciler bile anlatılanlara gerçek olmadığına dair tepki

göstermez. Anlatılan bu olaylar sıradan hayatın bir unsuru gibi algılanır, bu da şunu

gösteriyor ki ilkel dediğimiz insan sıra dışı ile olağanı çok iyi sentez etmiştir.

Yunan Mitolojisi’nde de anlatılan birçok efsane günümüz gerçeklerini içerir. Yine buna

benzer bir örneği Yunan Mitolojisinden verebiliriz: Prometheus, Tanrılar’dan önce varolan

Titanlar’dan İapetos’un oğludur. Zeus’un bir kuzenidir denilebilir kendisi için kile şekil

vererek ilk insanları yaratan olarak geçmektedir. Oysa Hesiodos’un Theogonia isimli

eserinde, insanın yaradılışı bu şekilde anlatılmamıştır. Hesiodos’a göre Prometheus ilk

insanın yaratıcısı değil, velinimetidir.

Efsaneye göre; Prometheus, bir kurban töreni sırasında, kestiği sığırın etlerini ve iç

organlarını hayvanın işkembesine sararak derisinin altına, sıyrılmış kemikleri ve arta kalan

kısımları da içyağına sararak Zeus’a sunar. O’na kendi payını seçmesini ve diğer kalan

payı da insanlara vereceğini söyler. Zeus iç yağına sarılmış olanı tercih eder, tabii yağı

kaldırdığı an kemikleri görecek ve Prometheus’un onu bu şekilde aldatmasına kızacaktır.

Bu durum üzerine Zeus, insanlara ateş göndermemeye karar verir böylece eti

pişiremeyeceklerdir. Fakat insanları her zaman destekleyen Prometheus, Hephaestios’un

ocağından çaldığı ateşi insanlara yollar. Bir başka anlatıma göre Prometheus bu ateşi,

güneşin tekerleğinden çalmıştır.

Prometheus’un kendisini aldatmasına ve insanlara verdiği cezayı hiçe sayarak onlara

yardım etmesine kızan Zeus, Prometheus’u Kafkas Dağları’na zincirlemiştir. Ayrıca bir

kartalı da Prometheus’un ciğerini yemesi üzerine başına musallat etmiştir. Kartal her gün

Page 29: YÜKSEK - Gazi

17

Prometheus’un yanına geliyor, karaciğerini yiyor ve ertesi gün karaciğer yeniden

oluşuyordu.’ Prometheus daha sonradan Heracles tarafından kurtarılmıştır.

Resim 1.1. Zeus’un cezalandırdığı Prometheus

Kaynak:(http://ozlemmozmen.blogspot.com/2012_06_01_archive.html) 10.12.2016 tarihinde alınmıştır.

Efsane ilk bakıldığında, insanın ateşle tanışmasının öyküsü veya en basitinden

Prometheus’un cezalandırılmasının öyküsüymüş gibi algılanmaktadır. Tabii ki efsane

bunları da içermektedir. Ama günümüz gerçeklerine baktığımızda, buhikâyedeki en önemli

unsurun ‘Karaciğerin Yenilenmesi’ olduğu kanısına varmaktayız. Günümüzden 2700 yıl

önce karaciğerin bu özelliği biliniyormuşçasına bir efsane anlatılmıştır. Belki bu gerçek ilk

defa bu efsane içerisinde belirtilmiştir, belki de bilinen bir gerçek kullanılarak efsaneye bir

detay katılmıştır.

Mitler ilk insanlar için gerçekte olan olayları anlatır. Bu hikâyeler onlara göre gerçektir.

İlk insanlar yaşamları boyunca karşılaştıkları her nesnenin canlı olduğuna inanırlardı.

Tabiattaki her unsurun bir ruhu olduğu söylenirdi. İşte bu sebeptendir ki bizim hayal ürünü

kabul ettiğimiz şeyler atalarımız için kutsal ve gerçekti. O dönemde yaşayanlar için

mitolojik olaylar tam anlamıyla gerçektir. Çünkü mitler sosyal hayatı düzene sokan ahlaki

kuralları da içermektedir. Bu kuralları belirleyenin Tanrı olduğunu düşündükleri için mitler

ne anlam içerirse halk ona göre davranır ve yaşardı. Mitler inanç içeren öğütlerdir. Onlar

sadece tarih öncesinde yaşamış kişilerin hayal ürünleri değil, çevrelerinde karşılaştıkları

olayların onlara göre yorumlarıdır. Mitler yaşadıkları bağlamlarda kutsal ve gerçek kabul

edilmişlerdir.

Page 30: YÜKSEK - Gazi

18

B. Malinowski şöyle diyor: “Mit, bilimsel bir merakı gidermeye yönelik bir açıklama

değil; ancak bir ilk gerçeği yeniden yaşatan bir anlatıdır. İlkel uygarlıklarda mitin

vazgeçilmez bir işlevi vardır: inanışları dile getirir, belirgin kılar ve düzene koyar, ahlak

ilkelerini savunur ve onları zorla kabul ettirir, rite ilişkin törenlerin etkililiğini kesin olarak

sağlamayı üstlenir ve insanın uyması için yarar sağlayıcı kurallar sunar. Demek ki mit,

insan uygarlığının temel bir öğesidir, boş olaylar dizisi değildir. Tersine sürekli

başvurulacak olan yaşayan gerçekliktir. Soyut bir kuram veya imgeler gösterisi değil, ilkel

dinin ve pratik bilginin gerçek bir düzenlemesidir. Malinowski, 1999: 105-106)

Mitler her zaman herhangi bir noktada insanı ilgilendiren hayat hakikati ile karşılar ve onu

kendine has bir şekilde açıklar. (Bayat, 2005:86)

Mitler Tanrılarla ilgili hikâyeler ya da kahramanların maceralarından öte daha çok dünya

düzenini ilgilendiren bir durumdur. Bu sebeple eski insanların dünya düzeniyle ilgili ne

düşündüklerini, neler tasarladıkları ancak mitler sayesinde öğrenilebilir.

Mitolojinin ekseni, kaos’tan kozmos’a, varoluşa düzen getirme çabası kapsamında insanın

ve toplumun, varoluş içindeki yerinin belirlenmesidir. Mitler, dünyanın, bu dünyada

olmadan önceki haline, dejenerasyon öncesine, Tanrıların /ataların zaman ötesi

serüvenlerinin yaşandığı orijinal dünyaya ait hikayelerdir. Var olan dünya, insanın tüm

eylemleriyle birlikte orijinal/ gerçek dünyanın ve o dünyanın insanüstü sakinlerinin

eylemlerinin tekrarıdır, hakikilik kazanabilmek için tekrarı olmak zorundadır. Mitlerin

anlattığı ritlerde uygulanır, denenir/sınanır/pekiştirilir. (Saydam,2011:9)

Mitler kültürleri oluşturan en önemli unsurlardır. Mitler bireyleri ve toplumları bir arada

tutan öykülerdir. O dönemlerde insanların bir arada yaşamalarını sağlayan toplumsal

kurallar mitlerde yatmaktadır.

Mitler önemlidir çünkü insan korkularıyla, kaygılarıyla, umutlarıyla, sevinçleriyle,

üzüntüleriyle yani kısaca yaşadığı her türlü duygu ve düşünceyle bilicinin gelişimini

sağlamıştır ve bu gelişim sürecini ancak mitleri inceleyerek öğrenebiliriz. İnsanı anlamak

mitleri anlamaktan geçer. Yaradılış mitlerinden kahramanlık mitlerine kadar hepsi insanın

bilincinin oluşum ve gelişim aşamalarını verir bize. Yalnız üzücü olan şey bunun farkına

daha yeni varmamızdır. İnsanın doğadan ayrışması ve nesnelikten özneliğe geçmesini fark

Page 31: YÜKSEK - Gazi

19

ettiği an gelişimin başladığı andır. İnsanın bilinci kültürü oluşturmuştur. Bu süreç mitlerde

bulunmaktadır.

Tarihte yeni bir dönem başladığında, çoğu zaman o dönemle ilgili bir mit de ortaya çıkar.

Mit, o dönem içinde olacakların bir ön habercisi gibidir ve çağın psikolojik öğeleriyle

uyum sağlayabilmek için gerekli bilgece öğütler içerir. (Johnson,1992:19)

Mitler insan doğasının kalıcı ve evrensel köklerine ait yansımalar olabilecekleri gibi yerel

sahnenin, manzaranın, tarihin, söz konusu halkın toplumsal yapısının işlevi olarak da

değerlendirilebilirler. (Campbell,1992:315)

Anadolu tarihinde Türk mitolojisinin mitleri de Türk halkının toplumsal yapısı hakkında

mesajlar vermektedir. Tarih boyunca Anadolu’dan çıkan ya da ona sahip olan uygarlıklar,

başta iklim ve verimli topraklar olmak üzere insan kaynağı, limanlar, otlaklar ve stratejik

savunma noktaları gibi avantajlara sahip olmuşlardır. Ancak bu avantajlar, ona sahip

olanların refahını ve mutluluğunu arttırdığı gibi, ona sahip olmak isteyenlerin de iştahını

kabartmıştır.

Anadolu’ya Türk göçleri, aslında Malazgirt Savaşı’ndan yüzyıllar öncesine dayanır. 8.

yüzyılda Orta Asya’dan çıkan yarı Şamancı yarı Müslüman Oğuz boyları, Battal Gazi’nin

önderliğinde Anadolu’ya göç etmişlerdir. Ancak bunlar küçük grupların yaptığı münferit

yolculuklardır. Bu tip göçler 11. yüzyıla kadar sürmüştür. Oğuzların ya da Türklerin batıya

büyük göçleri başlıca iki aşamada olmuştur. Birincisi, Türklerin Selçuklular önderliğinde

1020’lerden başlayarak Azerbaycan’ı istila ederek Anadolu’ya akınları ve Büyük Selçuklu

Sultanı Alparslan’ın 1071’de Malazgirt Zaferi’yle, Bizans Anadolu’sunun istilaya

açılmasıdır. Bizans direnci kırıldıktan birkaç yıl sonra Türkler, Ege Denizi’ne kadar tüm

Anadolu’yu istila ettiler. Rum ahali kıyılara kaçıyor veya şehirlerde yeni gelenlerle

uzlaşma içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu istila Anadolu tarihinde kesin dönüm

noktalarından biridir ( Gündem; 2011:2)

İkinci büyük göç, 1220’lerden sonra doğudan gelen yıkıcı, acımasız Moğol istilası sonucu

Türklerin Orta Asya’dan ve yoğun yerleşme merkezleri olan Azerbaycan’dan Anadolu’ya

göçleridir. Göç, her sınıftan dehşet içindeki ahali için bir çeşit kavimler göçü niteliğini

almıştır. Selçuklu Sultanları, Oğuz boylarını vergi kaynağı olan tarım alanlarından

Page 32: YÜKSEK - Gazi

20

uzaklaştırmak için, batı sınırlarına sürmeye çalışıyordu. Maveraünnehir (günümüzde

Kazakistan, Özbekistan ve Türkistan’ın kesişme noktası), Horasan ve Azerbaycan’dan

gelen ikinci büyük göç sonucu, Anadolu’da kırsal kesimde ve şehirlerde Türk nüfusu

eskisine göre çok daha yoğun bir hal almıştır. Bu göçmenler arasında şehirli halk, ulema,

tüccar ve sanatkârlar da vardı. 13. yüzyılda Anadolu, bir Türk yurdu görünümünü almıştır.

1279’da Doğu Anadolu’dan geçen Marco Polo, Anadolu’yu “Turkmenia” diye anar.

Türklerden önemli bir kısmı, elverişli buldukları yerlerde köyler kurarak yerleşik hayatı

tercih etmekteydiler. 13. yüzyılın sonlarında, Denizli bölgesinde 200.000 çadır,

Kastamonu’da 100.000 çadır ve Kütahya’da 30.000 çadır Türk nüfusu bulunuyordu (

Gündem; 2011:2)

Bu büyük göçler sırasında yeni bir yurt edinme psikolojisiyle insanlar yaşadıklarını,

tasarladıklarını ve hissettiklerini mitlerde dile getirmişlerdir. Mitlerde yatan aslında

insanlarımızın bilincinde ve bilinçaltlarında biriktirdikleridir.

Günümüz insanı bir şekilde mitolojiyi göz ardı veya inkâr etse de hala mitolojik insandır.

Her ne kadar insan yiyen devler, kötülük saçan cinler, ateş saçan ejderhalar, sihirli

değeneğiyle her türlü dileği yerine getiren periler, teke-tanrı Pan, yılan saçlı Medusa, kırk

adam boyunda ifrit Guzende cadı, dünyayı omuzlarına yüklenmiş Atlas, Zümrüd-ü Anka,

Yılanların kraliçesi Şahmeran, ölümsüzlüğün peşinde koşan Lokman Hekim ancak çocuk

aklının ürünleri olarak değerlendirilse de bunlar insana ait vazgeçilmez ve gerçek olan

insan zihninin modelleridir. Örneğin çözümlemeci psikolojinin benlik, üstbenlik, altbenlik

gibi kavramları, Prometheus, Zeus, Dionysos vb. gibi Tanrı veya yarı Tanrı ve ayrıca

kahramanların yüksek düzeyde soyutlanmış ardıllarından başka bir şey değildir. Jung’un

öğrencisi olan James Hillman’ın ifadesiyle“ mitolojik antik zamanların psikolojisi,

psikoloji ise modern zamanların mitolojisidir (Hillman 1973:237-321).

Mit bir ihtiyaçtır, ihtiyaçtan doğmuştur. Modern insanın yaptığı gibi onları anlamlı kılmaya

çalışmak hata olur. Mitolojinin simgeleri (ister ele gelir görüntüler, ister soyut düşünceler

biçiminde olsun) en derin dürtü merkezlerine dokunup onları harekete geçirir, eğitim

görmüşleri ve cahilleri aynı biçimde etkiler, yığınları, uygarlıkları harekete geçirir

(Campbell 1992: 11-12). Her toplum doğaüstü tasarımının kendine düşen mühür ve

damgasını almış, onun kahramanlarıyla iletişim kurmuş ve halkının günlük yaşamında ve

deneyimlerinde bunu kanıtlamıştır.

Page 33: YÜKSEK - Gazi

21

Mitler de masallar ve rüyalar gibi aynı tarzda düşlemelerdir. Bunlar hayal unsuru gibi

görünür ama bilinçdışıyla ilgilidir. Rüyalar kolektif şuurun bireysel yansımasıdır. Masallar

ve mitler gibi ortak bilinçdışının resimlenmiş yani somutlaştırılmış gerçekleridir. Joseph

Campbell’e göre rüyalar kişiselleştirilmiş mittir, mitler ise kişisellikten arındırılmış

rüyalardır. Ortak bir durumu yansıtırlar ve bu sebeple kültür gelişimi ve aktarımı açısından

önem arz ederler.

Mitler eski insanların çocuksu tarzda dünyayı algılama biçimi değil aksine bilimselliğin

son derece içinden gelen, yanılsama ve saçmalıklardan uzak, gerçeklik ve geçerlilikleri

olan milli kaynaklardır. Mitler milletlerin temelleridir, öz olmalarının yanında

evrenseldirler. Temel varoluşu temsil ederler. İnsanlar için anlamlı mesajlar verirler. Mitsiz

ya da mitdışı yaşadığını zannedenler köklerinden kopmuş başka bir mekânda yaşamaya ve

yaşatılmaya çalışan ağaçlar gibidirler. Bu kişiler, ne geçmişle ne de kendi içinde yaşattığı

atalar kültüyle, ne de içinde bulunduğu zamanın insanlarıyla gerçek bir ilişki içindedir

(Jung 1971: 161).

İnsanların yaşamları boyunca aradıkları şey hayatlarını anlamlandırmaktır. Bu da mitlerde

yatmaktadır. Yalnız çoğu insan bunun farkında değildir. İyi bir lider Oğuz kağan gibi mitik

ve milli bir kahramanla kendini özdeşleştirmiyor, Oğuz’un tecrübe ve davranışlarını kendi

şahsında yeniden canlandıramıyor. Bunun yerine ırkçı, cinsiyetçi, milliyetçi düşmanlıkların

meşrulaştırılmasında mitlerin en kötü versiyonlarını kullanıyorlar. İyinin yanında her

zaman kötü vardır. Ama önemli olan iyi mitlerin daha fazla olması ve daha çok dikkate

alınmasıdır.

Her toplumun kendine özgü mitolojisi vardır ve bunlar temsil ettiği topluluğun aynası

gibidir. Mitolojiler toplumdan topluma farklılık gösterdiği gibi ortak yanları da çok

bulunmaktadır. Mitolojide geçen öykülerin hepsi hayal ürünü değildir. Buna bir örnek

verecek olursak, bütün kutsal kitaplarda geçen tufan olayı, aynı zamanda çok eski

uygarlıkların mitolojik destanlarında da yer almış, yapılan kazı ve araştırmalar sonucunda

da gerçek olduğu ispatlanmıştır (Erdoğan, 2007: 3).

Her birey aslında birer mit kahramanıdır. Gelişen günümüz imkânlarıyla insanoğlu

mekanikleşmiş, hayatı sorgulamaktan vazgeçmiş, mevcut düzensiz yapı içerisinde

kendisinin bir şey yapamayacağını düşünerek ataletsiz bir şekilde yaşamını sürdürmeye

Page 34: YÜKSEK - Gazi

22

devam etmektedir. Bu konumdaki ‘donuk bilinç’ kriz durumlarında sarsılmaya, bazen de

parçalanmaya mahkûmdur. Aksi takdirde farklılıkları algılayacak uyanıklıktan ve yeniden

uyumu sağlayacak esneklikten yoksun kalacaktır.

Mitler kutsalın öyküleri olarak ilahi yaşamın doğaüstü dünyasını, insanlığın doğal

dünyasına yaklaştırır. İnsanoğlu doğum, yaşam ve ölüm dramasını mitlerde öyküleştirmiş

ve aynı zamanda sembolleştirmiştir.

Mitler aslında tecrübelerin ürünleridir. Tıpkı atasözleri, deyimler ve özdeyişler gibi. Her

insan bu tecrübeleri dikkate almalıdır hayatını buna göre devam ettirmelidir. Zaten

insanların kendilerini kabul etmeyip farklı bir kimliğe bürünmek istemeleri sosyal ve

psikolojik anlamda birçok problemi beraberinde getirmektedir. Her birey mesleki, sosyal

ve bireysel anlamda üstüne düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirse dünya bu durumdan çok

farklı olurdu. Bir anneden tutalım küçük bir çocuğa kadar, sorumluluk sahibi bir babadan

tutun da aile büyüklerine kadar herkes için geçerli bir durumdur. Bir kadın nasıl iyi bir eş

olunuru mitlerden öğrenmelidir. Çünkü mitler atalarımızın yaşamlarını ifade eden önemli

kaynaklardır.

Page 35: YÜKSEK - Gazi

23

İKİNCİ BÖLÜM

KAVRAMSAL ÇÖZÜMLEME

2.1. Mit/Mitoloji Tanımları Kapsamında Gerçeklik

James Macdonald “Religion and Myth” (Din ve Mit) adlı eserinde mitleri; “insan kaderinin

ve gelişen düşüncesinin saf gerçekliğinin ifadesi” (Macdonald, 1893: 133) olarak tanımlar.

İşte gerçeklikten bahseden ilk tanımlardan berini görmekteyiz. Macdonald 1893 yılında

mitlerin, eski insanların yaşamsal düşüncelerinin gerçek yansımaları olduğunu ortaya

koymuştur.

Karl Abraham’a göre; “Felsefi ve dini düşüncelerin sembolik ifadeleri” (Abraham, 1913:

32) olan mitler; “tarihsel olarak gerçek gibi görünen dini anlatılardır” (Conybeare, 1910:

xxii) mitlerin gerçekliği üzerine yapılan tanımların artış gösterdiğini görmekteyiz.

Mitleri sadece mit olarak değil tarihte yaşamış gerçek kişilerin anlatımı olarak gören

Chapin’e göre mitler; “Eski antikitedeki savaşlarda komutanlar ve kahramanlar olarak yer

alan tarihi kişiliklerin gizemli ve abartılı maceralarıdır” (Chapin, 1917: 18) Chapin’in de

dediği gibi destanların gerçekliğe uygun taraflarının ağır bastığını kaynakgöstererek

mitlerin tarihte yaşamış ünlü kişilerin yaşam mücadelelerini yansıttıklarını rahatlıkla ifade

edebiliriz. Mit inançtan çok ilkel aklın düşünce sistemi ile ilgilidir.

Ünlü dilbilimci Tylor “Primitive Culture” (İlkel Kültür) isimli eserinde ilkel ve modern

yaşamın benzerlikleri üzerine yaptığı araştırmaların sonucunda insan zekâsının en eski

tarihinin, kesinlikle soyut aklın verileri olmadığını belirterek, günlük yaşamın gerçekleriyle

meşgul olan aklın bu gerçekleri felsefi bir biçimde yorumlama şekline dayandığını ve

mitlerin bu felsefi düşünce yapısının bir ürünü olduğunu söyler. Mitlerde günlük yaşamın

gerçeklerinin şekillendiğini belirterek mitlerin; ilkel insanın içinde bulunduğu dünyanın

farkına varmasının ve kişisel yaşamını düzenleyişinin anlatıldığı ilkel bir düşünce sistemi

olduğunu savunur. Tylor’a göre; mitler doğanın ilkel, basit ancak tutarlı ve gerçekten ciddi

bir şekilde ifade edilmiş geniş bir felsefesidir. Mitlerde hayatın, doğanın ilksel felsefesi

yatar. Mitler sayesinde doğadan gittikçe uzaklaşmış olan insan onla gene sarmaş dolaş

olmaya giden yolu açmış olur; bizi dünyanın gençlik, hatta çocukluk yıllarına, insanlarına,

Page 36: YÜKSEK - Gazi

24

çiçeklerine, denizlerine götürür (Tylor, 1920: 68, 273-315). Mitlerin bu anlamda ilkel

insanın uydurduğu hikâyeler olarak görmenin yanlış olacağını söylemeliyiz.

Bütün mitolojilerin ve doğa bilimlerinin insanoğlunun devinimin gizemli varlığına olan

ilgisinden doğduğunu belirten Oswald Spengler’e göre mit; varlığın yapısını en derinden

sarsan ve bilinçli aklın her köşesini kurcalayan canlı gerçekliğin bir parçasıdır (Spengler,

1928: 15, 290)

Devlet Efsanesi adlı eserinde Ernest Cassirer; Mit, insanlığı ölüm düşüncesinden

kurtarmakta, sadece yaşam biçiminde değişikliğe sebep olduğuna ikna etmektedir. Ölümün

gizi, söylence bilimsel düşüncede bir imgeye dönüştürülürken, ölüm bu dönüşüm

sayesinde güç ve katlanılmaz bir algı olmaktan çıkmış, anlaşılır ve kabul edilebilir bir hale

gelmiştir.” Kısacası mitler insanlığın karşılaştığı problemlere duygusal ve mantıksal bir

çözüm getirmektedir.

Ünlü toplumbilimci Malinowski, mitin geçmiş zamanların yalnızca değersiz masallar

olarak yaşamaya devam eden ölü ürünü değil, sürekli yeni fenomenler yaratan canlı bir güç

olduğunu belirtir. Aynı zamanda mitin ilkellerin, şeylerin kökenine ilişkin bir

spekülasyonu olmadığını belirterek felsefi ilgiden ya da doğayı gözlemlemelerinin sonucu

doğmadığını, aksine doğa yasalarının bir tür sembolik temsili olduğunu söyler. Ona göre

mit; gerçekte boş bir rapsodi, budalaca düşüncelerin anlamsız bir taşması değil, çok etkili,

olağandışı önemli bir kültürel güç, yaşayan bir gerçekliktir. Uzak geçmişteki bir

gerçekliğin anlatı biçiminde yeniden yaşatılmasıdır (Malinowski, 1990: 72-73, 84-88).

Tillich’e göre mit ve sembol insan bilincinin daima var olan formlarıdır. Dolayısıyla mit ve

sembolleri insan hayatının dışına atmak mümkün değildir. Sadece bazen mitler yeni bir

mitle yer değiştirir. Tillich’e göre bunun nedeni mitlerin insanın nihai kaygısının

sembollerinin bileşimi olmasıdır. Yani insan her zaman geleceğini merak etmiş ve

ölümden korkmuştur. İnsanın nihai kaygısı da ona göre zorunlu olarak sembollerle ifade

edilmelidir. Bu bağlamda o sembolün özelliklerini şöyle sıralar:

Semboller kendilerinin ötesinde bir şeye işaret ederler.

İşaret ettikleri şeyin gerçekliğine iştirak ederler. Dolayısıyla da semboller

değiştirilemez. Sadece örneğin temsil ettiği ulusun gücüne iştirak eden bayrak ulusun

gerçekliğini değiştiren tarihi bir felaket gibi bir durumla değişebilir.

Page 37: YÜKSEK - Gazi

25

İnsana kapalı olarak gerçeklik seviyelerini sonuna kadar açmasıdır. Buna sanatı örnek

veren Tillich, bütün sanat dallarının başka hiçbir yolla erişilemeyecek bir gerçeklik

seviyesi için semboller yarattıklarını ve bu şekilde ifade edilen gerçekliğin bilimsel

olarak alınamayacak bir boyuta sahip olduklarını söyler.

Sembol, sembol olmaksızın ulaşılamayacak olan gerçeklik boyutlarına ve öğelerine

karşılık gelen boyut ve öğelerini de açığa çıkarır.

Semboller istenilerek üretilmezler. Semboller bireysel ya da kolektif bilinçaltından

çıkarlar ve yine bilinçaltı tarafından kabul edilirler.

Semboller de canlı varlıklar gibi bir hayat çizgesine sahiptirler ya da bir anlamda

canlıdırlar. Onlar da doğar, gelişir ve ölürler. Bilinçaltından kaynaklanan sembol yine

bilinçaltı tarafından kabul edildiği sürece hayatiyetini devam ettirir. Mitler hem

sembolik dili kullanmaları açısından hem de yukarıda ifade edildiği şekilde kendisi

sembolik bir söylem olması açısından sembollerle doğrudan ilgilidirler. Tillich’e göre

mitler her iman eyleminde her zaman mevcutturlar çünkü imanın dili semboldür

(Tillich,2000:52).

Simge; soyut, anlaşılmaz, gösterilmez bir kavramı somutlaştırmak için kullanılan bir nevi

işarettir. Ancak işaret gibi belirtici bir denkliği veya alegori gibi kavramı dilden tasarruf

ederek ekonomik tarzda ifade etmez. Sembol, bir çeşit tecellidir. Anlatılmak istenen

kavramla semantik, dilsel veya başka her hangi bir denkliği yoktur ya da doğrudan akıl

yürütmeyle algılanamaz. Ancak dolaylı referanslarla algılanabilir. Bu dolaylı referanslar

ise tecrübe, eğitim ve kültürel değerler gibi unsurlardır (Duymaz, 2005:38).

D. Rosenberg; Söylenceler, bir toplumun manevi değerlerini yansıtan ciddi öykülerdir. Bu

öyküler bir toplumun dünya görüşünü ve önemli inançlarını temsil ettikleri için, o

toplumun kültürü tarafından değer verilen ve korunan insani deneyimlerin birer simgesidir.

Söylenceler, kökenleri doğal olayları ve ölümü konu edinebilir; ilahların özellik ve

işlevlerini betimleyebilir ya da kahramanlık öyküleri anlatarak, kahramanca ve erdemli

davranışlara birer model oluşturabilirler.

Mitlerin uydurma oldukları ya da gerçek olmadıkları ile ilgili tanımlamalar 19. yüzyıldan

sonra değişir. Böylelikle mitler arkaik toplumlardaki gibi algılanmaya başlanır. Eliade

bunu şu şekilde ifade etmiştir: Yarım yüzyıldan daha uzun bir süredir, Batılı bilginler

mitlerin incelenmesini, söz gelimi 19. yüzyılınkiyle açıkça çelişen bir bakış açısı içine

yerleştirmişlerdir. Tıpkı kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi miti, terimin yaygın

anlamıyla yani fabl, “uydurma, kurmaca” olarak ele almak yerine, onu arkaik toplumlarda

anlaşıldığı biçimiyle benimsemişlerdir. Bu gibi toplumlarda mit, tersine “gerçek bir

Page 38: YÜKSEK - Gazi

26

öyküyü” belirtir, üstelik kutsal sayıldığı, örnek oluşturduğu ve anlamlı olduğu için son

derece değerlidir (Eliade, 2001: 11).

M. Eliade mitosların özeliklerini şu maddeler altında toplamaktadır:

1. Mitos, doğaüstü varlıkların eylemlerinin öyküsünü oluşturur;

2. Bu öykü, kesinlikle gerçek ( çünkü gereklerle ilgilidir.) ve kutsal (çünkü doğaüstü

varlıklar tarafından yaratılmıştır olarak kabul edilir;

3. Mit, her zaman için bir “yaratılış” la ilgilidir, bir şeyin yaşama nasıl geçtiğini ya da bir

davranışın, bir kurumun, bir çalışma biçiminin nasıl yaratılmış olduğunu anlatır; işte

bu nedenle de mitler, insana özgü her anlamlı eylemin örnek tiplerini oluştururlar;

4. İnsan, miti bilmekle nesnelerin “köken”ini de bilir, bu nedenle de nesnelere egemen

olmayı ve onları istediği gibi yönlendirip kullanmayı başarabilir;

5. Şu ya da bu biçimde insan, miti yeniden anımsatılan ve yeniden gerçekleşme

aşamasına getirilen olayların kutsal, coşku verici gücünün etkisine girmek anlamında

“yaşar”.

Rosenberg mitlerin; bir toplumun manevi değerlerini yansıtan ciddi öyküler olduklarını

söyleyerek onların önemini vurgular (Rosenberg, 2003: 17).

John Fiske, ilkel insanların alegori ile sürdürebilecekleri derin bir bilime sahip

olmadıklarını iddia ederek, mitlerin sadece birer açıklamadan ibaret olduklarını belirtir.

Ona göre mit; “doğal bir olgunun uygar olmayan bir zekâ tarafından açıklanmasıdır. Bir

alegori ya da özel bilgi gerektiren sembol değildir, mitler sadece birer açıklamadır” (Fiske,

2006: 34). Fiske aynı zamanda mit ve efsane arasında ayrım yapar. Etimolojik açıdan

paralellik gösteren bu iki kelime birbirlerinin yerine kullanılıyor olsalar bile tam bir

doğruluk gerektiğinde bu iki kelimeyi farklı düşünmek gerektiğini söyler. Fiske mit ve

efsane ayrımını şu şekilde yapar: Efsaneler genelde bir ya da iki mekânla sınırlıdır ve bir

ya da ikiden fazla kişi tarafından anlatılmaz, fakat mitlerin genel özelliği şu ya da bu

şekilde tüm dünyada yaygın olmalarıdır. İsimler ve olayları tetikleyen güdüler değişse de

temelde olaylar hep aynı kalır. Bunun sebebi belki de mitlerin kökenlerinin çok eski

çağlara dayanmasıdır (36).

Türk kaynaklarında mit ve mitoloji tanımlarının Batı kaynaklarına göre çok daha sonraları

yapıldığını görmekteyiz. Bunun sebebi Tanzimat’a kadar mitolojiye gereken önemin

Page 39: YÜKSEK - Gazi

27

verilmemiş olması veya mitolojide anlatılanların birer hayalden, safsatadan ibaret

sayılmasıdır.

Mitleri bilimin başlangıcı olarak gören Behçet Necatigil’e göre mitos (mit); “ilkel insan

topluluklarının evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz

sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına

bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir” (Necatigil, 1969: 7) Necatigil, ayrıca

mitosların eposlara malzeme oluşturduklarını söyleyerek aralarındaki ilişkiyi belirtir.

Aralarında böyle bir ilişki olmasına rağmen bu iki tür arasındaki ayrımı şu şekilde ifade

eder: En kısa tanımıyla mitoslar; tabiat kuvvetlerinin kişileştirilmesi, canlı varlıklar

veya ölümsüz varlıklar halinde tasarlanmasıdır, eposlar ise tarihten önceki insan

topluluklarının ilkel tarihleri olduğuna göre mitoslarla eposlar arasında yer yer aynı

malzemeyi kullanmak, aralarında bağlantılar olan konuları değişik oranlarda ve farklı

açılardan işlemek bakımından bir kesişme görülür (8). Bahaeddin Ögel Mitolojiyi; “bir

milletin fikir ve düşünce tarihi” (Ögel, 1971:VI) olarak tanımlar. Selahattin Göktepe

Psikoloji Sözlüğü’nde mitleri; “efsane, destan, masal, hurafe” (Göktepe, 1974: 41) olarak

tanımlar.

Erhat’a göre; söylenen veya duyulan söz, masal, öykü, efsane anlamına gelen “mitos” bir

toplumun kutsalı, evreni, insanı, geçmişe bağlı kalarak geleceği algılama biçimi ve

anlamayı sağlayan bu algının ürettiği tasavvurun bütünüdür. (Erhat, 1978:5 ) çünkü o

dönemde bilim, inanç, eğlence, ritüel ve kutsal bir aradaydı.

Bilge Seyidoğlu; mitler gerçekte olan şeyleri anlatır. Mitlerdeki karakterler olağanüstü

varlıklardır. Onların ne yaptıkları çok eski zamanlardan “başlangıç” zamanında

biliniyordu. Mitler bu kahramanların yaratıcılıklarını gösterir. Onların kutsal ve olağanüstü

oluşlarını açıklar. Kısaca mitler, çeşitli kutsal, olağanüstü değerleri açıklarlar. Bunlar bütün

dünyayı kuran ve bugüne kadar getiren gerçek değerlerdir ( Seyidoğlu 2009:15) Bu denli

önemli yaratılar olan mitler bize kendimiz hakkında bilgiler verirler, geçmişin gerçeklerini

yansıtırlar.

Yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan mitoloji tanımlarının ortak noktası; mitlerin tarih

öncesinde yaşayan insanların evren karşısında, evreni kavrama ve açıklama

gereksiniminden doğan ilkel bir bilinçle zengin bir bilinçaltının ürünü olmasıdır.

Page 40: YÜKSEK - Gazi

28

Belirli bir uygarlığa ya da dinsel geleneğe özgü inançları, ritüelleri, kurumları ya da doğa

olaylarını açıklamak amacıyla görünüşte gerçekten yaşanmış olayları aktaran ama özellikle

ayin ve törenlerle bağlantılı, çoğunlukla kökeni bilinmeyen ve en azından kısmen geleneğe

dayanan söylenceler toplamı mitoloji olarak adlandırılmaktadır. Bununla birlikte

dilbilimciler ya da etnologlara göre mitoloji; eski çağların ve ilkel toplumların,

doğaolayları, insan yaşantısı, evrenin oluşumu ve yazgısıyla ilgili felsefi ya da bilimsel

merak ve sorunlarını açıklamaya yönelik efsaneler olarak tanımlanmaktadır (Taşdeviren

2015: 2)

Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlüğü’nde mit ve mitoloji tanımı daha geniştir. Miti;

“kuşaktan kuşağa yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren, tanrılar,

tanrıçalar, evrenin doğuşu vb.yle ilgili imgesel alegorik bir (Karşılaştırmalı Edebiyat ve

Mitoloji İlişkisi: 190- 191) anlatımı olan halk öyküsü, söylence olarak, mitolojiyi ise;

“mitleri konu alan, doğuşlarını araştıran anlamlarını inceleyen, yorumlayan bilim”

(Püsküllüoğlu, 1997: 742) olarak tanımlar.

Mitlerin insan yaşamındaki bütün hareket ve davranışları düzenleyip insanı yönlendirdiğini

belirten, Kemal Abdullah, mitlerin birtakım yasaklar getirdiğini ve bu yasakların hukuki ve

ahlaki olmak üzere ikiye ayrıldığını düşünmektedir. Bu yasaklar toplumu tamamıyla

kuvvetlendirmek amacı güder. Bununla birlikte bu yasaklar maneviyat ve yapı bakımından

toplumun tamlığını, iç bütünlüğünü, manevi tek renkliliğini koruyup saklamaya hizmet

etmektedir (Abdullah,1997: 106-107)

Kemalettin Özden; Mit, tabiat olaylarının bir açıklamasını yapar veya ataların hayatıyla

ilgili sayılan olayları canlandırır. Mitler, hemen her zaman dramatik ve kutsaldır. Bu

sebeple sinema vb. kullanımına uygundur. Mitler insana zaman içinde yerini tayin etme,

geçmiş ve gelecekle bir bağ kurma imkânını vermektedir. Bundan dolayı, mit dünyası,

gerçek dünyaya sıkı sıkıya bağlı durumdadır (Özden, 2003: 13)

Mitler yaşamaktadırlar ve gerçek öyküleri anlatmaktadırlar. Onların gerçek olmadıklarını

ya da uydurma olduklarını söylemek insanlar için ne kadar değerli olduklarını göz ardı

etmektir.

Page 41: YÜKSEK - Gazi

29

Mitoloji, Budunbilim Terimleri Sözlüğü’nde; Tanrıların, insanların, kahramanların ve

evrenin yaratılışının yanı sıra ilk günahı, ilk ölümü, tufanı, tanrıların insanları nasıl

cezalandırdıklarını, ikinci planda ise avcılığın ve hayvancılığın başlangıcını, bitkilerden

nasıl yararlanıldığını, ateşin ilk kez elde edilişini, cinsel hayatın başlangıcını, ilk ailelerin,

törenlerin ve toplumsal kurumların ortaya çıkışını konu edinen, bunları destansı ve şiirli bir

dille anlatan, çoğu zaman kutsal sayılan öyküler olarak tanımlanmaktadır(Kaya, 2003:19).

İşler’e göre mitler; “gerçeği, yaşamı, tanrıyı, evreni, kısacası insanı dolaylı yoldan da olsa

bir anlama ve algılama biçimidir” (İşler, 2004: 29).

Mit, kutsal bir öyküyü anlatır, en eski zamanda “mitik zamandaki” masallara özgü olup

bitmiş bir olayı anlatır. Bir başka deyişle, mit, doğaüstü varlıkların başarıları sayesinde,

ister eksiksiz olarak bütün gerçeklik yani kozmos olsun, isterse onun yalnızca bir parçası

(sözgelimi bir ada, bir tür bitki, bir insan davranışı, bir kurum) olsun, bir gerçekliğin nasıl

yaşama geçtiğini anlatır. Demek ki mit, her zaman bir “yaratılış”ın öyküsüdür. (Karadağ,

2004:65).

Fuzuli Bayat’a göre; “ Mit, değerler paradigmasında dünyayı algılama, şekillendirme,

sembolleştirme kısaca ifade etmek gerekirse hayatın ve olayların genelleşmiş modelidir.

Anlam paradigmasına göre; mit, bir düşünce tarzı, bir şuur ve bilinç nevi’dir. Şu hâlde mit,

dünya hakkındaki gerçekliğin ta kendisidir ve diyalektik mantığın sonucu olarak meydana

çıkar. Aslında mitoloji olayları değil, olayların ortaya çıkma sebeplerini açıklar, gerçek

dünyanın resmini çizmez; bu âlemin sembollerle kavranılmasını sağlar.(Bayat,2005:11).

Bayat; mitler, çocukluk devrinin gerçekleridir. Ecdadımızın tabiat, cemiyet ve Tanrılar

hakkındaki kanaatleridir. İlkel insanlar hayattaki tüm varlıkların canlı olduğuna inanırdı.

Onlara göre tabiat, ruhlar tarafından idare edilen bir varlıktı. Bu sebepten bizim hayal

ürünü gibi kabul ettiğimiz şeyler atalarımız için hayatın gerçekleriydi (Bayat, 2007c).

Yukarıda verilen paragraflarda Bayat’ın mitlere dair düşüncelerini alıntılamış

bulunmaktayız. (Bayat, 2010:11)

Celal Beydilli’nin hazırlamış olduğu “Türk Mitolojisi Ansiklopedik Lûgat” adlı sözlük

çalışmasında mit, “Gerçekliğin eski kültürde sembolik-motifli şeklinde bilinen tek

Page 42: YÜKSEK - Gazi

30

açıklaması” olarak tanımlanırken; mitolojinin “millî geleneksel kültürün kaynağı ve

tarihsel olarak en eski şekli” olduğu belirtilmiştir. (Beydilli, 2005:373).

Mitlerin zamanın başlangıcındaki kutsal hikâyeleri içerdiğini söylemek yanlış olmaz. Bu

hikâyeler, evreni, dünyadaki varlıkları onların yaratılışı ve oluşumu gibi konuları içine

almaktadır. Gerçekte mit, yaratılışın hikâyesidir ve olup bitmiş şeylerden söz eder. Mitler

inanca dayalı anlatımlardır. Onların inanca dayalı dokuları destanlara, efsanelere, halk

inanışlarına kadar taşınır. Taşınan inançlar çoğu zaman parçalanarak, azalarak veya

değişerek devam eder (Önal, 2007:2).

Azra Erhat; mit tanımını yaparken mit ile epos üzerinden yola çıkar ve bu iç içe geçmiş iki

kavramın aslında ne kadar ince bir ayrımı olduğunu gözler önüne serer: Mythos’la epos

arasında bir yakınlık vardır, mythos söylenen sözün, anlatılan öykünün içeriği ise, epos da

onun doğal olarak aldığı ölçülü süslü ve dengeli biçimidir. Epos ne kadar güzelse myhos o

kadar etkili olur, eposla mythos’un bu başarılı evlenmesidir ki, ilk çağdan kalma

efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve myhtos kavramının çağlar ve

uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır (Erhat, 2008: 5).

Fiske, Erhat, Grimal ve Necatigil’in mit ve efsane – epos ayrımı yapmalarının aksine mitleri

kutsallaştırılmış efsaneler olarak yorumlayan Soury böyle bir ayrımda bulunmaz. Mitleri

ağacın çiçeklerine benzeten Soury, onları anlamak için ağacı bilmek gerektiğini söyler: “Mitler

yani kutsallaştırılmış efsaneler; kökleri ulaşılmaz derinliklere uzanan çok büyük bir ağacın

sadece çiçekleridir. Çiçeği anlamak için kendi özsuyunu hatta hayatı için gereken şeyleri

toprak, iklim ve gökyüzünden alan ağacı bilmek gerekir” (Soury, 2008: 14).

Verdiğimiz örneklerden sonra mitin yapılan tanımlarını incelemeye devam edelim: Farsça

kaynaklarda mit anlamında bilinmekte olan “ustûre” kelimesinin köküyle ilgili iki farklı

görüş mevcuttur. Birinci görüşe göre; “ustûre” kelimesi Arapça’dan alınmış bir kelimedir.

Bu kelimenin anlamı da yazılmış yalan hikâyelerdir. Bilindiği gibi ustûre halk arasında

yazılmamış, kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarılmış efsaneler ve hikâyelerden ibarettir.

Böylece bu görüş tamamıyla reddedilmektedir. “Ustûre” yazmak anlamında olan kökten

türetilmez. İkinci görüşe göre; ustûre kelimesi Arapça’dan alınmış bir kelime değildir. Bu

görüşe göre ustûre kelimesinin kökü, Latin dillerinden Arapça’ya geçmiş,

Arapçalaştırılmış, sonra Farsça’ya geçmiştir. Farsça’daki ustûre kelimesi ikinci teoriye

Page 43: YÜKSEK - Gazi

31

göre, “Historia” kelimesinden ( söz ve doğru haber anlamında) türetilmiştir. “Historia”

kelimesi bugün Fransızca’da “Histoire” şeklinde, İngilizce’de de “Story” şeklinde tarih,

hikâye, efsane anlamında yaşamaktadır (Kezzani, 2008:1-5). Seyidoğlu’na göre mit;

gerçek hikâye ve bunun ötesinde sahip olunan çok değerli şeyler, kutsal, değerli ve manalı

olandır (Seyidoğlu,2009:15).

Bugün elimizde hemen her öykünün devşirilmiş olduğu yere ve zamana öyküyü aktaranın

meşrebine göre anlatımları bulunuyor. Bu çeşitlilik rahatsız edici değil. Tarihleri boyunca

pek çok medeniyet, şehirlerinin kökenine ilişkin birçok mit üretmişlerdir. Örneğin, Yunan

kültürünün temelini mitler oluşturur, herkes de bunları bilir. Evrenin bilinmezliği

karşısında iç huzuru sağladıkları için de herkes bu mitlere inanır (21).

Selçuk Budak’ın “Psikoloji Sözlüğü”nde mitleri; “kaynağı, yazarı bilinmeyen, ancak

genellikle bazı doğa olaylarını ya da belli bir kültürün veya toplumun tarihini,

geleneklerini, kurumlarını, dini törenlerini vb. açıklamayı hedefleyen masalsı anlatılar”

(Budak, 2009: 492) olarak tanımlar.

Mitlerin özellikle de belirli bir dini ya da kültürel geleneğe ait olanların bir bütünü; yaygın

anlamda benimsemiş fakat abartılmış veya kurgusal bir hikâyeler veya inançlar kümesi;

mitlerin incelenmesi bilimi olarak tanımlanmaktadır(Öztürk, 2009:7). Aktulum söyleni

(miti); “kutsalla ilgili olan ve bir toplumda bireylerin kendi kimliklerini buldukları,

kendilerini tanıdıkları kurucu bir anlatı” olarak tanımlar (Aktulum, 2011: 468).

Kelime kökeni itibariyle mit, Yunanca’daki “Mythos” kelimesinden gelmektedir. Anlam

olarak ise mit veya mythos, söylenen veya duyulan söz, masal, öykü, efsane anlamlarını

taşır. Eski Yunan’da mythos, tarihi değeri olmayan söylenti, uydurma, boş ve gülünç masal

olarak tanımlanır. Buna karşılık “epos” ; ölçülü ve dengeli söz olup tanrının insana

armağanı olarak düşünülür. Bunların yanında yine “söz” anlamına gelen “logos” ise

gerçeğin insan gözüyle görülmesi, doğruların keşfi, bilime giden yol olarak ifade

edilmektedir. Bu durumda mit, söylenen söz; logos ise bilimin keşfi olarak alınınca

birbirinden farklı iki teşekkülün birlikteliği söz konusudur. Bu birliktelik mitin baskın

olduğu mecrada devam edip gitmiştir. Öte yandan antik dönemin tamamen dışında logosun

hâkim olduğu prensiplere bağlı kalarak eserler vermişlerdir. Bilindiği gibi mitoloji sözlü

kültürün en önemli unsurlarından biridir. Dolayısıyla mitoloji, söylenen sözün kişiden

Page 44: YÜKSEK - Gazi

32

kişiye, nesilden nesile aktarılmasıyla ortaya çıktığı için zamanla başkalaşıma da uğramıştır.

Böylece kelimelerden başlayarak temaya kadar her şey değişmiş ve başka değişik

versiyonlara da dönüşmüştür (Duran,2012:4-5).

Son yıllarda yapılan tanımlar mitlerin gerçekliği üzerinde daha çok durmuştur. Mitler, ilkel

insanın anlamlandırmaya çalıştığı yaşamın ve doğanın tabii(doğal) akışıyla kendini onun

bir parçası olarak görme çabasının bir sonucu ortaya çıkmıştır. Aslında mit bu çabanın

kendisidir. İnsanoğlu dünyadaki yerini kanıtlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken mitleri

yaratmıştır.

Mitler, halkların yaşamı algılama biçimidir, hayatta karşılaştığı zorluklar, mücadelelerdir.

İnancın yansımasıdır. Doğal koşulların bilinmesidir. İlkel insanın felsefesidir,

psikolojisidir. Mitler kültürel genetiği yansıtan kaynaklardır.

Mitler, Tanrılar, kahramanlar hakkında önceki çağlarda anlatılan öyküler olmaktan ziyade

fazlasıyla mühim olan, insanların düşünüş ve yaşayışlarının izlerini bulabildiğimiz çok

önemli temel yapı taşlarıdır. Bu anlatıların hikâye, masal tarzında olması bize ilk başlarda

bu tür anlatıların birer hayal ürünü, kurmacadan ibaret olduğunu düşündürmüş; fakat daha

sonra yapılan çalışmalar sonrası bu hikâyelerin milletlerin dünyayı algılama ve akıllarına

takılan her türlü sorunun cevaplarını oluşturdukları kaynaklar olduklarını anlamaktayız.

Ayrıca mitlerin sembolik bir anlam taşıması da onların bu zamana kadar algılanmasında

zorluk yaşanmasını doğal kılmıştır. İlkel dediğimiz insanların bu kadar engin düşünce

sistemini oluşturmuş olmaları bizleri şaşırtmıştır. Bu sebeple yapılan tanımlar mitlerin,

söylenen veya duyulan söz, masal, öykü, efsane anlamlarında kullanılsa bile bu tür

anlatıların bir toplumun kutsalı, evreni, insanı nasıl gördüğünü, nasıl algıladığının

gerçeğini bize vermektedir.

İnsan yeryüzünde yaşadığı sürece merak ettiği soruların cevaplarını mitlere yüklemiştir.

Mevsimlerin geçişi, yıldızların ve dünyanın hareketleri, ayın ve güneşin gün içinde

yaşadığı değişimiyle merak ettiği bu sorularda, bilimin ilk temellerinin mitlerde atılmış

olduğunu görmekteyiz.

Mitler insanların korktukları durumları da en aza indiren, yardımcı, kurtarıcı kaynaklar

olmuştur. Mesela; ölüm korkusunu taşıyan insanoğlu ölümden sonra yaşam olduğu

Page 45: YÜKSEK - Gazi

33

düşüncesini mitlere taşımıştır. İnsan ölümü sadece yaşam biçiminde bir değişiklik olarak

algılamış, bu sebeple de ölümü alışılması zor, katlanılması güç bir durum olarak görmekten

çıkmıştır. Kısaca mitler, insanlığın karşılaştığı bir takım problemlere duygusal ve

mantıksal çözümler getirmiştir.

Mitlerin gerçekliği üzerinde yapılan çalışmalar son dönemde hız kazanmıştır. Çünkü

mitler, dünyanın ve hayatın kökeni, tabiat olaylarını, Tanrılar ve efsanevi kahramanlarla

ilgili anlattıklarında bizlere insanların yaşamlarından izler göstermek suretiyle bu

anlatılanların tamamıyla geçek olduğunu hissettirmektedir. Mitler o kadar gerçektir ki ibret

alınacak yaşanmış ve tecrübe edilmiş birçok olayla doludur. Mitin yapılan tanımlarını

kronolojik olarak sıraya soktuğumuzda son zamanlarda yapılan tanımlarda bilim

adamlarının mitin gerçekliği konusunda hemfikir olduklarını görmekteyiz.

Mitler her ne kadar tasavvur ve düşüncelerden ibaret sayılsa da bu tasavvur ve düşünceler

eski insanların yaşamlarından izler taşıdığı için gerçeklikten uzak tutulamazlar. Mitler

sözlüklerde masal, rivayet gibi anlamlar taşıdığı için birçok ilim adamı, mitleri birer

safsata ve yalandan ibaret saymıştır. Hâlbuki mitler temelsiz değildir. Gerçeklikten uzak

görünür fakat mitler özünde ibret alınacak yaşanmış ve tecrübe edilmiş birçok olayla

doludur. Mitler, ilkel dediğimiz fakat araştırdığımızda hiç de ilkel sayılmayan eski

insanların yaşam mücadelesini taşıyan hayatın gerçekleridir.

Bu maddede mitlerin bilinç ve bilinçaltıyla ilgisinden bahsetmek yerinde olacaktır. Bilinç,

kendinin ve nesnelerinin–bulunduğu ilişkiler içinde- farkındalığıdır. Bilinç işlevselliği,

yalnızca kendiliğin ve nesnelerin üzerine ışık tutmayı, onları görmeyi, bilmeyi, yani

nesnelerin bilincinde olmayı değil, bu bilginin de bilincinde olmayı, yani biliyor

olduğunun farkındalığını, iç ve dış nesneleri ve imgelerini kullanmayı, onlarla oyna(ş)mayı

(homo ludens; Huizinga 2010), zaman ve uzam içinde öykülendirerek anlamlandırmayı

(homo narrans; Niles 1999) da içerir. Bu eylemliliğin kaynağı özne’liktir; kazanımı da

yine özne’liktir. Özne, kendilik ve nesne tasarımlarının bütünüdür. Benlik, bilincin

taşıyıcısı olarak, öznenin (ayrıştırırken) bütünleştirici işlevselliğe sahip merkezileştiren)

kurumudur. Bilince o anki anlam içeriğini veren, güncel iç ve/veya dış nesne ilişkileridir.

(Saydam, 2011:41), (Huizinga,2010), (Niles,1999).Açıkçası Türk insanı, karşılaştığı

zorluklarla mücadele ve kültürleri özümseme anlamında bilincini oluşturmuş ve bu bilinci

mitlere yansıtmıştır. Bu sebeple diyoruz ki mitler milletlerin özlerinin yansımalarıdır ve

Page 46: YÜKSEK - Gazi

34

çözülmesi mühim şifrelerdir. Mitlerde yatan bireysel bir bilinç değil kollektif bir bilincin

yansımasıdır. Hayatın gerçekleri, dünyayı anlamlandırma çabaları bireysel

değerlendirilmemiş, toplumun tepkileri dikkate alınmıştır.

‘Dışarısı’ olarak tanımlayabileceğimiz bir nesneler dünyası içinde yer alan özne için bir de

‘içerisi’ söz konusudur. İçerisi, ‘özne- insanın duyumları, duyguları, düşünceleri ve

kurgularından oluşan bir örüntüdür ve dış dünyanın türevidir. Özne dış gerçeklikle ilişki

içinde kendi iç gerçekliğini oluşturur. (Hacıkadiroğlu, 1988: 61)

“Benlik” ya da “ben” bir örgütlenmedir. Kendi başına bir anlamlılığı yoktur; boştur,

doldurulması gerekir. Benliği dolduran, nesne ilişkileri içindeki kendiliğe ait imgelerdir.

Bu kendiliğe ait imgelerin mitler olduğunu düşünürsek benliğimizi, bilincimizi oluşturan

ve geliştiren önemli unsurlar olduğunu idrak etmek zor olmayacaktır. (Saydam,2011:46)

Soyutun somutlaştırılması ‘kullanılabilir’ bir dizgeleştirmeye olanak sağlar. ‘Bütün’ün

parçaları görünür hale gelir. Yansıtılan içerik ve dinamiklerin –yorumlanarak- geri

alınması yani kendiliğe ait içerik ve dinamikler olarak yeniden içselleştirilmesi ve

kendilikle bütünleştirilmesi ile bu dış araçlar (semboller) içerikleri boşaldığından

işlevlerini kaybederler, mecaz niteliğine bürünürler.

İnsan yaratıcılığını mitlerin oluşumuyla başlatabiliriz: Bilinmeyenin bilinir hale gelmesi

her zaman paradigmatik bir sıçrayıştır (Kuhn,1982:56) , yaratıcılıktır. İnsan tarihinin

başlangıcını ‘mitolojik insanın’ doğuşuyla paralel görebiliriz. Mitolojik insan, bilinçsizin

(doğanın) esaretinden ve kuşatıcılığından çıkmaya başlayan bilinçlenmekte olan

‘benlik’tir.

Bir mitin genel olarak bütün insanlıkla ilişki derecesi, bir düşün özel olarak onu gören

bireyle yakınlığı kadardır. Bir düşün onu gören bireye kendisi hakkında önemli bir gerçeği

işaret etmesi gibi, bir mit de bütün insanları ilgilendiren önemli bir psikolojik gerçekliğin

göstergesidir. Gördüğü düşü anlamlandırabilen kişi öz “ kendi”sini daha iyi tanır. Bir mitin

saklı anlamını kavrayabilen birey de yaşamın hepimizden yanıt istediği evrensel ve tinsel

sorularla ilişki kurar ( Johnson, 1992:12).

Page 47: YÜKSEK - Gazi

35

Bilinç düzeyi yalnızca, karşıtların çatıştığı burada, yani dünyadaki yaşamda daha üst

düzeye yükseltilebilir ve bir bireyin metafiziksel görevi de budur, ama bu olgu ‘mitoloji

üretmeden’ elde edilemez. Mitler bilinçsiz bilgiyle bilinçli bilgi arasındaki doğal ve

vazgeçilmez iletişimi sağlarlar. Bilinçdışının bilinçten çok daha fazla şey bildiği doğrudur

ama bilgisi, sonsuzlukla ilgili farklı bir bilgidir. Entelektüel dile dayanmaz ve ‘buraya’ ve

‘şimdiye’ bağlı değildir…(B)ilinçdışının ifadesi genişletilirse, algılama sınırlarımızın içine

girebilir ve yeni bir açıyı algılayabiliriz (Jung, 2001: 314). Burada mitlerin öneminden

bilimsel düzeyde bahsedilmiştir. Mitler olmadan kültürlerin devamı sıkıntılı bir süreçte

ilerlemektedir. Benliğimizi, bilincimizi oluşturan bu ana kimlik kodlarını ne kadar yaşatır

ve günümüze uyarlarsak birey kendini gerçekleştirme adına fazlaca yol kat edecek

demektir. Amacımız toplumu oluşturan bireyin kendini tanıması, kontrol etmesi ve

kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktır.

Yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan mit ve mitoloji tanımlarının ortak noktası bilinç ve

bilinçaltı kavramlarıyla ilgili olmasıdır. Mitler tarih öncesinde yaşayan insanların evren

konusunda, evreni kavrama ve açıklama gereksiniminden doğan ilkel bir bilinçle zengin bir

bilinçaltının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuyla ilgili “Deli Dumrul Bilinci”

adı kitabıyla Bilgin Saydam dikkat çekmektedir.

Bilgin Saydam’a göre; Masallar, mitler, destanlar, halk öyküleri, bilincin bilinçdışı ile

karşılıklı etkileşim içinde yapılandırdığı ortak ( kolektif) ürünlerdir.

Mitolojinin ekseni, kaos’tan kozmos’a, varoluşa düzen getirme çabası kapsamında insanın

ve toplumun, varoluş içindeki yerinin belirlenmesidir. Mitler, dünyanın bu dünyada

olmadan önceki haline, yozlaşma öncesine, Tanrıların/ataların zaman ötesi serüvenlerinin

yaşandığı orijinal dünyaya ait hikâyelerdir. Var olan dünya, insanın tüm eylemleriyle

birlikte orijinal/gerçek dünyanın ve o dünyanın insanüstü sakinlerinin eylemlerinin

tekrarıdır, hakikilik kazanabilmek için tekrarı olmak zorundadır. Mitlerin anlattığı ritlerde

uygulanır, denenir/sınanır/pekiştirilir(Saydam,2011:9).

Mitler, kültürleri oluşturan en önemli unsurlardır. Mitler bireyleri ve toplumları bir arada

tutan öykülerdir. O dönemlerde insanların bir arada yaşamalarını sağlayan toplumsal

kurallar mitlerde yatmaktadır. Halk sel, yangın ve depremin, hastalık ve ölümün, işlenen

günah ya da suçların sebebi olduğunu düşünür ve daha dikkatli davranırdı. Av zamanı

Page 48: YÜKSEK - Gazi

36

kendisini o an idare edebilecek kadarından fazlasını istediğinde ve avladığında, bunun

sonucu stokladığı balıklardan zehirlendiğinde açgözlülüğü yüzünden Irmağın Ruhu’nu

kızdırdığını anlar, bir dahaki sefere evine yetecek kadar av götürürdü.

Karibu Eskimosu Igjugarjuk… Şamanların yiyecek kıtlaştığında ülkesine gittikleri

hayvanların dişi koruyucusu ‘pinga’nın hayvanların ruhlarını koruduğunu ve çok fazlasının

öldürülmesinden hoşlanmadığını söyler(Campbell,1992:315).

Av hayvanlarının koruyucusu genelde avın kontrolünü elinde tutan avcılık hamisidir…

Altay-Sayan Türklerinde… Orman ruhunun kızı olan av hamisi, Karaçay-Balkarlarda

erkek olup Apsatı adıyla bilinmektedir… Gereğinden fazla avlanan avcıları… sert bir

şekilde cezalandırır (Bayat,2007b:195).

Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türklerin göç hikâyesi basit bir hikâye değildir. Bu

hikâyede göç eden bir neslin geçtiği coğrafyalarda tanıştığı farklı kültürler bulunmakta, bu

nesil farklı inançlarla karşılaşmakta, yeni oluşum ve değişimler yaşamaktaydı. Bu süreçte

yaşananlar ele alındığında halkın yaşadıklarının bilinçaltında neler oluşturduğu

anlaşılacaktır. Yüzyıllar süren bu süreçte Türk halkının bilinci oluşacaktır.

Mitler önemlidir çünkü insan korkularıyla, kaygılarıyla, umutlarıyla, sevinçleriyle,

üzüntüleriyle yani kısaca yaşadığı her türlü duygu ve düşünceyle bilicinin gelişimini

sağlamıştır ve bu gelişim sürecini ancak mitleri inceleyerek öğrenebiliriz. İnsanı anlamak

mitleri anlamaktan geçer. Yaradılış mitlerinden kahramanlık mitlerine kadar hepsi insanın

bilincinin oluşum ve gelişim aşamalarını verir bize. Yalnız üzücü olan şey bunun farkına

daha yeni varmamızdır. İnsanın doğadan ayrışması ve nesnelikten özneliğe geçmesini fark

ettiği an gelişimin başladığı andır. İnsanın bilinci kültürü oluşturmuştur. Bu süreç mitlerde

bulunmaktadır.

Tarihte yeni bir dönem başladığında, çoğu zaman o dönemle ilgili bir mit de ortaya çıkar.

Mit, o dönem içinde olacakların bir ön habercisi gibidir ve çağın psikolojik öğeleriyle

uyum sağlayabilmek için gerekli bilgece öğütler içerir(Johnson,1992:19). Joseph

Campbell’ın da söylediği gibi eskiden bir hikâye vardı, bu hikâyeyi herkes bilirdi. Bu

hikâye bize kim olduğumuzu hatırlatırdı.

Page 49: YÜKSEK - Gazi

37

Mit yaşayan bir nesnedir ve her bireyin içinde yer alır. Eğer onun, içini de örülüp

biçimlendiğini fark edebilirseniz, mitin katkısız ve gerçek özünü elde edebilirsiniz…

Herhangi bir mitten alabileceğiniz en değerli ürün, onun kendi psikolojik yapınız

çerçevesinde ne denli canlı olduğunu görme olanağıdır (20).

Kemalettin Özden’in de dediği gibi mitler atalarımızın hayatlarıyla ilgili dramatik ve kutsal

sembollerdir. Tarihin devamlı tekrar ettiğini görmekteyiz. Tarihte yaşadıklarımıza yabancı

durduğumuz sürece önceki yıllarda yapılan hataların tekrar edilme olasılığı artacaktır.

Zengin bir sözlü kaynağa sahip ve diğer milletlere göre daha çok yaşam mücadelesi vermiş

atalarımızın yaşam felsefelerini, hayat tecrübelerini, zorluklar karşısında ürettikleri

çözümleri, karşılaştıkları durumlar sonrası verdikleri tepkileri mitlerde bulabiliriz. Tarih

akışı içerisinde birçok kültürle karşılaşan ve özünü karşılaştığı bu kültürlerle sentezleyen

Türk milleti, özüne ait en saf, en arı davranış, düşünüş ve algılayışını mitlerde bırakmıştır.

Batı dünyası teknolojik anlamdaki gelişimini bu seviyeye getirebilmek için geçmişinde

saklı kalan mitleri ortaya çıkarmaya önem vermiştir. Çünkü Batı, kendisini en iyi tanıtan,

onun özünü içeren unsurların mitlerde yatmakta olduğunu bilmektedir.

Son zamanlarda yapılan mit ve mitoloji tanımları bunlarla anlatılanların gerçekliğini

desteklemekte ve bunların milli ve geleneksel olanı taşıyan şifreler olduğunu ön plana

çıkarmaktadır.

Çocukluğumuzda içinde ruh bulduğumuz aile ve toplum; bize vatan-toprak-bayrak- iman

gibi kavramların, millî varlık için Türk varlığının bekası için ne kadar vazgeçilmez

değerler olduğunu büyük bir heyecanla anlatırlardı.

Yeni Türk devletinin temeli olan Anadolu’nun varlık mücadelesinde hangi ateşler içinde

kaynayarak yaratıldığını, Anadolu ruhunun ihtişamını, asaletini, incelik ve zarafetini,

düşmana karşı yıkılmaz direnişini, yaratıcı hamle yeteneğini, toprağın nasıl

vatanlaştırıldığını bıkıp usanmadan dillendirirlerdi (Aytaç,2014:2).

Bahaddin Ögel eserinin dipnotunda göç destanındaki olaylar ve yerlerin tarihi gerçeklerle

son derece uyumlu olduğunu aslında burada vatanın elden çıkışının Türklerin perişanlığına

Page 50: YÜKSEK - Gazi

38

sebep olduğuna işaret ettiğini belirtmektedir. Uygurların II. Rivayet göç destanından Çin

Kaynaklarına Göre):

Turfan Uygur kaganlarına İdi-kut derlerdi. Onların ataları da eski Uygurların oturduğu yer

olan Karakurum’dandır.

Yulun Tigin tahta çıktığı vakit, Çin’in T’ang hanedanıyla savaşlara girişti. Kendi halkını

rahata ve huzura kavuşturmak, Çinlilerle çarpışmaları kesmek amacıyla, Çin sarayından bir

kız alarak, akrabalık tesis etti. Ordusunu savaş meydanlarından çekti, oğlunu da bir Çinli

prensesle evlendirdi. Bu hatun Karakurum’daki bir dağda oturuyordu. Burasının ismi için

“Hatunun oturduğu dağ” da deniyordu. Bu dağa “Tengri Kolu Tagı” adı da verilmişti.

Onun da güneyinde kayalık bir mevki mevcuttu. Bunun ismi de Kutlug Tag’dır. Manası

“iyi talih ve saadet getiren” demektir.

Bu sırada Çin imparatorunun elçileri geldi. Onlar Uygur ülkesi hakkında bilgi toplamak

istiyordu. Bunlar kendi aralarında şöyle konuştular. “Karakurum’un kudret ve zenginliği

bu dağ sayesinde olsa gerek. Biz bu dağı yok edip, Türklerin devletini zayıflatalım.”

Bunun üzerine Uygur kaganına: “Siz bizim bir prensesimizle evlendiniz. Biz de sizden

bazı yardımlar için ricada bulunacağız. Kutlug Tag’ın taşları sizin ülkenizde kullanılmıyor.

Sizin yerinize bunları biz değerlendirelim.” dediler. Bu konuda kagan ile anlaştılar. Onları

Çin’e götürmek istediler, ama çok iriydiler.

Kaldırmanın imkânı yoktu. Onun için de taşlara ateş verip, yaktılar. Sonra da üstlerine asit

döktüler. Taşlar küçük parçalara ayrıldı ve arkasından onları yüklenip Çin’e götürdüler.

Taşların götürülmesinden kısa bir zaman sonra bütün hayvanlar ve kuşlar “göç, göç” diye

bağırmaya başladı. Yulun Tigin de on beş gün içinde öldü. Onun yerine geçen

hükümdarlar da peşi sıra hep vefat ettiler. Böylece Uygurlar Turfan’a göç etmek zorunda

kaldılar. Turfan’ın diğer bir adı da Koço’dur. Onlar Beş Balık bölgesini de kendi

egemenlikleri altında bulundurdular (Gömeç,2009:237).

Mitolojik anlatımlarda ifade edilen olay, düşünce ya da tasavvurlar yaşanan hayatın

gerçekliğiyle ilişkilidir. Mitoloji, ilkel insanların yaşadıklarından izler taşır. İlyada ve

Oğuz Kağan Destanı gibi milletlerin hafızalarında derin izler bırakmış destanlarda sadece

Page 51: YÜKSEK - Gazi

39

savaş görünmez. Savaştan bahsedilirken Yunan ve Türk milletlerine ait sosyal, kültürel,

politik düşünce ve davranışlara dayer verilir.

Eski hikâye bizi uzun zamandır idare ediyordu. Duygusal tutumlarımızı şekillendirdi.

Hayatımıza bir amaç, eylemlerimize enerji verdi. Acımızı takdis etti. Eğitime rehber oldu.

Sabah kalktığımızda kim olduğumuzu biliyorduk. Çocuklarımızın sorularına cevap

verebiliyorduk. Her şey yolundaydı çünkü hikâye oradaydı. Artık eski hikâye işlevsiz

kaldı. Yenisini ise öğrenmedik. Bu hikâye bizi diri tutuyordu. Yaşamak için bir amacımız

vardı (Campbell,2013:181-182). Campbell “Aslında hâlâ iyi olan eski bir hikâye var ve bu

hikâye ruhsal arayışın hikâyesi. Özümüzde ne olduğunu belirleyen içimizdeki o şeyi

bulmak için çıkılan arayış bu hikâyede.” diye söylemektedir.

Mitler ekonomiden, eğitime; sağlıktan politikaya kadar her türlü insan aktivitesinin içinde

yer almaktadır. Günümüzde çocukların vazgeçilmez çizgi film kahramanları Örümcek

Adam, Batman, Ben 10, Süpermen, Winks, Barbie, Monster High vb. mitolojik

kahramanlarla benzer olağanüstü özellikler göstermektedir. Bu mitolojik kökenli

kahramanlardan ilham alınarak meydana getirilmiş çizgi karakterler finansal sektörün

içinde önemli bir role sahiptir. Dünya serbest ticari piyasasında önemli bir gelir kaynağı

olarak görülmektedir. Yunan mitolojisinde görülen üst bedeni insan alt bedeni at olan

sentorlar Monster High serisinin yeni oyuncak ve filmlerinde görülmektedir. Barbie adını

taşıyan oyuncak bebek markası, uçma, sihir yapma vb. doğaüstü özellikler taşıyan serisini

piyasaya sürmüş, çizgi film ve sinema sektörüne de girmiştir. Örümcek Adam, Marvel

Comics tarafından yaratılmış bir çizgi karakterdir. Türkçeye Örümcek Adam olarak

çevrilmiştir. Orijinal ismi Spider-Man olan kurgusal kahraman beyaz perdeye uyarlanmış

ve oldukça başarılı olmuştur. Örümcek Adam, kendi duygusal ve kişisel problemlerini

süper güçleriyle çözemeyen, süper güçlerinin çoğu zaman ilişkilerini olumsuz yönde

etkilediği bir kahramandır. Kariyerinin ilk yıllarında "Daily Bugle" gazetesine Örümcek

Adam fotoğrafları satarak yaşamını sürdürmüş ve adını yaygınlaştırmıştır. Birçok sorunu

olmasına karşın, suçla mücadeleye büyük önem atfeder. Örümcek Adam'ın amcası Ben

Parker'dan aldığı ilkesi "Büyük güç büyük sorumluluk getirir"dir. Bu ilke, tüm çizgi

romanın temel konusunu özetler. Örümcek Adam karakterinin insani boyutları ve yaşadığı

iç çatışmalar çizgi romanının popülerliğini artırmıştır. Örümcek adam Peter Parker, zehirli

bir örümceğin onu ısırması sonucu kendisinde bir takım değişimler görmüştür. Artık bir

Page 52: YÜKSEK - Gazi

40

örümcek kadar duyularına hâkim olacak ve bir örümcek gibi avını yakalamak için ağ

yapabilecektir (Vikipedia; 2016: 1)

Ergenekon destanının I. rivayetinde (Chou-Shu adlı Çin kaynağındaki I. Kayıt) geçen

Göktürkler, Lin ismini taşıyan bir millet tarafından mağlup edilip soykırıma tabi

tutuldukları anda içlerinden yalnızca on yaşında bir çocuğun kurtulup bir dişi kurtla

birleşmesinden doğan çocuklarla soyun devamının sağlanması anlatılmaktadır. Destanda

geçen dişi kurdun bir kadın olabileceği üzerine yapılan çalışmalar bulunmaktadır. J.

Deguignes bir eserinde aslında dişi kurdun tamamen çocuğu koruyan ve büyüten bir kadın

olduğu fakat daha sonraki dönemlerde bu olayın Türkler tarafından yakın ve kutsal

gördükleri kurdun kişiliğinde özdeşleştiğini söylemektedir. Kurt motifi Türklere ait

anlatılarda ayrı bir yere sahiptir. Kurt halk anlatılarında koruyucu, kutsal ve rehber vb. gibi

belirli özellikler taşır. Türklerin baskından kalan tek temsilcisi olan çocuk ile kurdun

birleşmesi semboliktir. Birleşmenin sadece cinsel boyutlu düşünülmemesi gerektiğini ifade

etmiştir. Cinselliğin daha önemli bir boyutu var ki o da manevi boyutudur. Kurt kutsal

atfedilir ve burada cinsel birleşmeyle kastedilen kutsal olanın Türk’e yardım edişidir. Tanrı

Türk’ün soyunun devamını istemiş ve mucizesini göstermiştir. Mitik özellikler taşıyan

kahramanlar dikkate alınarak meydana getirilen çizgi karakterler tüm dünyada çocukların

ilgisini çekmektedir ve bu çizgi karakterlerin serbest ticari piyasada yer alması özellikle

Türkiye’de fazlaca ilgi görmesi üretim yapan ülkeye harı sayılır bir gelir kazandırmaktadır.

Lisanslı dediğimiz bu çizgi karakterler oyuncak, yiyecek, giyecek, ayakkabı ve tekstil ve

daha birçok sektörde rahatlıkla görülmektedir. Adaletiyle, hoşgörüsüyle, anlayışıyla tüm

dünyanın hayran kaldığı Oğuz Kağan, hocaların hocası, beyliğin akil kişisi, Aksakallı

Dedem Korkut, hazır cevaplılığıyla, zekâsıyla tüm âlimlere baş eğdirten Nasrettin Hoca,

sivri aklıyla, tuz almaya giderken padişah kızını kendine eş diye alıp gelen cesur ama zayıf,

kel başlı çocuk Keloğlan ve daha birçok destan kahramanı serbest sektörde daha çok yer

edinmelidir. Geçen sene “Sevimli Dinazor” adıyla vizyona giren yabancı bir çizgi filmde

şu olay örgüsü bulunmaktadır: Anne baba dinazor, üç tane yumurtanın başında bekler.

Yumurtalar birer birer çatlar ve yavrular yumurtadan çıkmaya çalışır. En büyük yumurta

çatladığında en küçük yavru ürkek bir biçimde yumurtadan çıkar. Baba dinazor bu güçsüz,

küçük yavruya hep destek olacaktır. Yavru dinazorlar büyümeye başladıklarında ailesine

mısır hasatı için yardımda bulunmalıdır. Ama küçük dinazor her işi eline yüzene bulaştırır.

Her yavru büyüdüğünü, sorumluluğunu aldığı işi en iyi şekilde yaptığını gösterdiğinde

kanıtlar. Kendini gerçekleştirme yolunda verilen mücadelenin ödülü tarlanın içinde yer

Page 53: YÜKSEK - Gazi

41

alan değirmenin duvarına ayak izi bırakmaktır. Küçük dinazor bu değirmen duvarına iz

bırakmak için elinden gelenin fazlasını yapacaktır. Bu durum filmde kendini

gerçekleştirmenin bir adımı olarak verilir. Dede Korkut Hikâyelerinden biri olan ‘Boğaç

Han Hikâyesi’nde de benzer bir davranış görülmektedir. Boğaç Han ergenlik dönemine

geldiğinde “Boğaç Han” adını azgın ve güçlü bir boğayı yendiği zaman Dede Korkut’tan

alır. Boğaç Han kendini gerçekleştirme adına kızgın boğayı yenmiştir. Filmdeki iz bırakma

motifi de kendini gerçekleştirme yolunda önemli bir adım attıktan sonra olacaktır.

Mit; anlaşılmaz, şaşırtıcı olayların açıklaması olarak görülür. Aklın, farklı olaylar arasında

ilişki kurabilmesi için, evrenin bazı görüşlerini anlamaya ihtiyacı vardır. Akıl günümüzde

insanoğlunun hala çözemediği birçok problemin kaynağıdır. İlkel insanın engin düşünce

tarzı, mitle ilgili pasif tanımlar yapanları yanıltmıştır. İlkel insanların tek eksiği günümüz

şartlarına sahip olmamaktır. Sahip olduğu şartlar sonucunda en üst düzey düşünüş tarzını

göstermiştir.

Mit, şiir ya da müzik gibi diğer yaratıcı faaliyetlerle denk görülür. Mitin kendine özü ifade

şekilleri gerçekleri, kuralları vardır. İnsan aklının bir yansıması, dünyanın sembolik bir

yapısı olarak bakılabilir. Mitler bazen şiir içinde bazen de müzik eşliğinde ifade edilmiştir.

Bunun sebebi mitlerin de insan yaratısı olmasıdır. Fakat şiirden çok daha önce mitlerin

oluşumu başlamıştı. Şiir ve müzik güzel sanat etkinlikleri, mitleri ifade etme aracı olarak

doğmuş olabilir.

Mit alt tabaka ile ilgili olarak görülür ki bütün insanlar tarafından kısmen paylaşılır. Sadece

kısmen aynı ırk, millet, kültürden olanlar tarafından (Xleo-Jungian ırksal- genetik veraset

yerine, toplumsallaştırmaya ve kültürel gruba önem verir.) Freud, mit için model olarak

“hayaller” ( day-dream) kavramını teklif eder. Bilinçaltının tasarımı gelenek tarafından,

kısmen hayatın gerçekleri tarafından kontrol edilir. Günümüzde mitlerin önemi giderek

artmakta ve mitler bilinç- bilinçaltı kavramlarıyla ilişkili olarak verilmektedir.

Mitlerde insan, toplumun, kültürün ve doğanın temel problemleri ile yüz yüze getirilir.

Mitler hem toplumsal gereksinimleri hem de ferdi eğilimleri tatmin eden farklı unsurları

seçme şansı sunar. Bu unsurlardan aynı zamanda kişisel olan, geleneksel bir dünya görüşü

ortaya koymak mümkün olur.

Page 54: YÜKSEK - Gazi

42

Mit geçmişin örnekleri olarak çağdaş durumlar karşısında anlamlı bir değerlendirme

koyarak kabul edilen davranış şekillerine destek verir. Mitler sorumluluk ve ayrıcalıklar

için geçerli bir sebep sağlar. Mitler emniyet supabı işlevini görür. Halkın duygularını,

toplumca yıkıcı pratikler olmadan açıklamayı mümkün kılar.

Mitler geleneklere destek olur. Dinsel törenlerle birlikte, genel dini değerlere anlam verir

ve kendilerini pekiştirir. Mitler uzun yıllar boyunca kutsalı anlatmak ya da kutsalı insani

terimlerle ifade etmek için kullanılmıştır. Yalnız mitler sadece kutsalı ifade ediyor

denemez çünkü mitler ilkel insanın hayatının her alanında bulunduğu için dünya düzeninin

birer işaretleridir. İlkel insanın nasıl yaşadığı, neler düşündüğü, neler tasarladığı mitler

tarafından anlaşılır. Bu bakımdan geçmişle olan bağımızı ancak mitleri açıklayarak

kuvvetlendiririz. Fuzuli Bayat’ın da dediği gibi; “Mit, tahkiye edilen hadise değil yaşanan

gerçekliktir. Şu halde miti, insan düşüncesinin ürünü değil, sosyal bir kuvvet gibi

algılamak lazımdır” (Bayat, 2005:28)

Mitleri sosyal düzenin temelleri olarak görürsek her milletin kendine has yaşanmışlığının,

kendine has mitleri oluşturduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle mitler aslında her milletin

yaşayışını, düşünüşünü, inanışını barındıran “kültür kodları”dır. Metinlerde benzerlik ve

farklılıkların bulunması bundandır. Diğer mitolojilerde olduğu gibi Türk mitolojisinde de

insanlar devamlı kendilerini ve yaratılışlarını sorgulamışlardır. Etraflarını saran bu sınırsız

boşluğun ne ve nasıl olduğunu merak etmiş ve düşünmüşlerdir. Gerek ulaşılması güç yüce

dağları Tanrı’nın evi saymış, gerekse güçlü gördüğü için ve tek başına yenemeyeceğini

düşündüğü boğayı kutsal saymıştır. Suyun ne kadar kudretli olduğunu görmüş, felaketlere

yol açtığını gördüğünde Tanrı’yı kızdırdığını düşünmüştür. Eski insan bu sebeple doğadaki

her unsuru yaşayan bir canlı olarak görmüş ve ona bir kutsiyet kazandırmıştır.

19. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan sanatta gerçekçilik birçok sanat adamı tarafından bakış

açısına göre farklı işlenmiştir. Kimi gerçekçiler sanatta gerçeği yansıtmak için toplumsal

sınıf düzeniyle yakından ilgilenilmesi gerektiğini vurgulamış, kimileri ise nesnel yaşamın

bilimsel bir bakış açısıyla tamamen nesnel ele alınmasını tercih ve tavsiye etmiştir. Ünlü

fizik adamı Einstein gerçekliğin bağıntılı olduğunu iddia eder. Yani ona göre gerçek “saltık

ve soyut değil, bağıntılı ve somuttur. Bu anlamda mitolojideki her tür yaşanan aktarım

somut ve bağıntılıdır..

Page 55: YÜKSEK - Gazi

43

Mistik anlayışa göre gerçek, hiçbir zaman salt gözlem ve düşünce ile bilinemez. Gerçeğe

mistik deneyimle varılır.

Mistik deneyim; gerçekliğin akıl-dışı ve doğrudan doğruya yaşanması demektir. Bu

deneyimde duyu, algı ve düşünce dünyası aşılır, bilinen nesne yaklaşımı ortadan kalkar.

Kişisel benlik, farklılaşmamış bütünselliğe katılarak Gerçeklikte Gerçek olur. Bu yolla

gerçeğe ulaşanlar evrendeki tüm nesne, olgu ve olayların bütünselliğini ve karşılıklı

etkileşimlerini kavramış olurlar. Dünyadaki her görünüm, "tek ve bütün" olan bu gerçeğin

parçasal dışavurumudur.

Mitleri gerçek olarak algılamamak ancak yaşananların üzerinin örtülmesine ya da yaşanan

bu gerçekliğin saptırılmasına neden olur. Bundan doğan bilinç boşluğuyla bireyin

uyarılması, uyandırılması güçleşir. Toplumsal olarak da birçok sıkıntının yaşanmasına

neden olunur.

Mitolojik anlatılarda gerçek olanla büyülü olan uyumlu bir bütünlük gösterir. Anlatıcının

olaylara açıklama getirmeye kalkışması büyülü olanı sorgulama kapısını açar. Oysa

anlatıcının yapması gereken büyülü gerçekçi dünyaya inanan bir durum ortaya koymaktır.

Kahramanlar da büyülü durum karşısında bir şaşkınlık duymazlar. Metinlerde dille çeşitli

oyunlar oynanarak düş ve gerçekçilik daha belirgin hale getirilmeye çalışılır. Dil özgün bir

biçimde kullanılır, mecazlı ifadeler geniş yer tutar. Dil aracılığıyla büyülü gerçekçiliğin

büyülü ve gerçek düzlemleri bir arada kullanılır. Büyülü gerçekçilikte olaylar, doğrulukları

sorgulanmadan ve herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duyulmadan anlatılır. Bu anlatılanlar

öykünün bağlamında oldukları gibi kabul edilir. Doğaüstü sıradan olarak algılanır. Anlatıcı

gerçeklik ya da olağanüstünün yanında yer almaz. Gerçek olan büyülü bir biçimde

sunulurken büyülü olan da sıradanlaştırılır. Gerçek olan ile büyülü olan aynı düzlemde yer

alır. Evrenin yasalarına göre açıklanamayacak olaylar gerçekten olur. Olağanüstünün

sıradanlaşması, gerçekliğin bir parçası haline getirilmesi için detaylı tasvirlere başvurulur.

Bu dünyayla ölülerin dünyası, gerçekle kurmaca birlikte birbirlerinden ayrılmadan işlenir.

Zaman ve yer kavramları geleneksel anlamda kabul edilen biçimleriyle sorgulanırlar

(Onay, 2011: 222) Doğal olanın yanı başında kullanılan doğaüstü unsur okuyucuyu

şaşırtmaz. Kullanılan doğaüstü unsurun doğal olanla bütünleşip kaynaşması şarttır. Mit

kutsal bir hikâye içerir. İlkel zamanlarda meydana geldiğine inanılan bir olayı anlatır. Bazı

şeylerin nasıl meydana geldiğini anlatır. Karakterlerinin çoğu olağanüstü varlıklardır.

Page 56: YÜKSEK - Gazi

44

Mitler olağanüstü niteliklere sahip varlıkların yaratıcılıklarını, kutsal ve olağanüstü

oluşlarını, kutsal hikâyelerini anlatırlar. Bu hikâyelerin gerçek olduğuna inanılır.

Olağanüstü varlıkların kutsal ve gerçeküstü hikâyelerini açıklarken insanlara model

sunmuş olurlar. Kahramanları ilahî varlıklardır. Cennete veya gökyüzüne aittirler. Halkının

kurtarıcısı olur; onları canavarlardan, açlıktan, kıtlıktan, her türlü tehlikeden kurtarır. Halk

için güzel ve iyi olanı yapar. Mitlere kutsal ve büyüsel özelliğinden dolayı saygı gösterilir.

Birçok kabilede kadın ve çocukların önünde mitler anlatılmaz. Sadece kutsal sayılan

gecelerde anlatılır (Seyidoğlu, 2005: 15-19; Bayat, 2007c: 31-32)

Araştırmacı yazar Aranyosi Ulusoy, bu durumu şu şekilde açıklamıştır. Ona göre; büyülü

gerçekçiliğin büyüsü, metnin evrenindeki gerçekler kadar olağandır. Büyülü gerçekliğin

anlatı kişisi, olağanüstü ögenin kendi evreninde yer almasına şaşırmaz, büyü ile gerçek

arasındaki sınırlarda gezinir. Bununla beraber büyülü gerçekçilik metinlerinde fantastik

olarak nitelendirebileceğimiz kurgularla yapılandırılmış metinlerdeki durumun aksine

metin evreninin bir bütün olarak alternatif bir gerçeklik oluşturmadığı görülür; yani aktüel

gerçeklikle olağanüstü olan hep bir aradadır ve anlatı kişisi iki düzlemde gerçekleşenleri

aynı derecede olağan bulur. (Aranyosi,2011:192)

Başka bir ifadeyle gerçeküstülüğün gerçekle ilişkisi sorgulanmaz. Yazar ve karakterler

gerçeğin içindeki gerçeküstü olaylarına kayıtsız bir tavır takınır. Olaylar gerçek bir evrende

gelişir, bu evren gerçekdışı olaylarla süslenir, karakterler de bu gerçek dışılıklara kayıtsız

görünür. Olağanüstü öğelerin son derece sıradanmış gösterilmesi büyülü gerçekçi

metinlerin en önemli özelliklerindendir. Bu özellik sürekli işleyen bir dengeleme çabası,

hileli bir şekilde işlemekte ve her zaman gerçekliğin büyülü düzeyinin biraz daha ağır

basmasını sağlamaktadır. (Erdem,2011:176)

Büyülü gerçekçi anlatım biçiminde “…hayaletlere, kayıplara karışmalara, mucizelere,

olağanüstü melekelere, gerçekdışı sahnelere yer vardır; ancak sihirbazlık gösterilerinde

görülen türden büyülere rastlanmaz” ( Çoban, 2011:197). Bu anlatım biçiminde yer alan

evren, birtakım gerçeküstü öğelere sahiptir. Bu gerçeküstü öğeler metnin yazarı, metindeki

kahramanlar ve okuyucular tarafından gerçekdışı olarak değerlendirilmez, gerçekliğin bir

parçası olarak görülür.

Page 57: YÜKSEK - Gazi

45

Büyülü gerçekçilik Latin Amerika’nın roman alanında en üretken dönemi olarak bilinen

1950’ler ve 1960’larda farklı şekillerde ortaya çıkmış bir anlatım tarzıdır. Büyülü

gerçekçilik kavramı, Türkiye'ye bir akım niteliğiyle 1980'li yıllarda ulaşır. Büyülü

gerçekçilik, 20. yüzyılda postmodern sanat anlayışıyla önemli ölçüde işbirliği içinde

görülür. Bu tarzla birlikte folklorik anlatım tarzı yeniden canlandırılmıştır. Büyülü

gerçekçilik yeni bir sanat yaklaşımı değil, folklorik eserlerde geçmişten günümüze kadar

uygulanan bir anlatım üslûbudur. Bu üslûba sadece edebiyatta değil sanatın, başta resim

olmak üzere, hemen her dalında rastlamak mümkündür.

Büyülü gerçekçi akımın uygulama alanı ilk olarak halk anlatıları olmuştur. Bu anlatılarda

halk anlatılarında olduğu gibi okur ya da dinleyiciler, kahramanların olağanüstü

durumlarını sıradanmış gibi karşılar. Her iki anlatıda da okurun tutumları aynıdır. Okur

anlatılanlara gerçekten öyleymiş, gerçekleşiyormuş gibi yaklaşır. Bu bakımdan büyülü

gerçekçilik halk anlatılarında çokça kullanılan bir anlatım stilidir” (Bars, 2012a: 998).

Büyülü gerçekçi metinlerde anlatının her aşamasında olağanüstü ile gerçek bir arada

bulunur. Yazar bu iki unsuru dengede tutan bir anlatım stratejisi uygular. Bu tür metinlerde

büyü ile gerçeklik arasında kurulan bu denge biraz hileli bir şekilde işlemektedir. Roland

Walter büyülü gerçekçi metinlerin üç özelliğinden söz eder: İlk özellik olarak bu tür

metinlerde yazar, anlatıcı ve karakterler olağanüstünü oldukça olağan bir durummuş gibi

karşılar ve okuyucu da bu durumu sorgulamaz. İkincisi gerçekçiliğin gerçekçi ve büyülü

düzeyleri arasında uyumlu bir bütünlük bulunur. Son olarak bu tür anlatılarda yazarın

ketumluğudur. Yazarın ketumluğundan kastedilen yazarın büyülü olanla gerçeğin uyumlu

bütünlüğünü zedelemeyecek şekilde olaylara yaklaşmasıdır. Yazar, olaylara açıklamalar

getiren bir gözlemci gibi yaklaşmaz (Erdem, 2011: 177)

Büyülü gerçekçilikte gerçekdışı olay ve olgular, gerçek dışılıklarına dikkat çekilmeden,

kayıtsız bir tavırla anlatılır. Gerçek ile gerçekdışı bir araya getirilir, birbirine katıştırılır.

Zamanda kasıtlı olarak kaymalar görülür. Tuhaf olanlar sıradan hale getirilir. Olağanüstü

ve gerçek aynı çerçevede ele alınır. Birinin diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. “Daha

açık bir ifade ile büyülü gerçekçilik, hayatta ve insanların eylemlerindeki gizemin

keşfedilmeye çalışıldığı bir dünya yaratır; bu bağlamda olağanüstü ile gerçek olan

arasındaki sınırlar silikleşir, gerçeğin olağanüstüne ya da olağanüstünün gerçekliğe karşı

yüceltilmesi gibi bir durum olmamalıdır” (Dilek, 2011: 206)

Page 58: YÜKSEK - Gazi

46

2.2. Mit ve Mitolojinin Diğer Bilim Dalları İlişkisinde Gerçeklik

Truva’nın 1870'li yıllarda keşfiyle birlikte Homeros mitolojisine ilişkin bütün eski

yargıların değişmesi gereken an gelmişti artık. Mitlerin gerçekliğine dair kanıtlar

kullanılmaya başlandı. Kazıtçılar üstelik bir tek Truva değil, tam dokuz Truva bulmuşlardı.

Üst üste dokuz şehrin yalnızca bir katında 50 oğlu olan Piriamos'un kutsal İlyon şehri ve

destanda öve öve bitirilemeyen zengin hazinesi bulunuyordu (Kaçmaz 2016:3)

Alman yurttaşı Scheliman'ın Truva’yı keşfi, hiç olmazsa Avrupa'da bir volkan patlaması

etkisi yarattı. Scheliman, Türkiye ve Yunanistan'da kazıt çalışmalarını sürdürdü; Truva’dan

beş yıl sonra bu kez Agamemnon'un mezarını ve o zamanki söylentiye göre, bizzat

Agamemnon'un kemiklerini de buldu. 1876' da Bay Schlieman, bu olaydan haberdar etmek

için Yunan kralına çektiği telgrafta, sanki 3000 yıl önceki bir 'mit'ten değil de, birkaç gün

önce aralarında bulunduğu dostlarından bahseden bir insan rahatlığı içinde şöyle

yazıyordu: "Klytaimestre ve sevgilisi Egisthe tarafından, hepsi de yemek masasındayken

öldürülen Agememnon, Kassandra ve Eurymedon'un mezarlarını bulduğumu büyük bir

kıvançla majestelerine bildiririm (Kaçmaz 2016:5)

Böylece, bütün bir Avrupa bilim dünyasını yetiştiren antik yunan öğretisinin temeli olan

destanlar, nereden kaynaklandığı belirsiz bir "mitolojik anlatım" olmaktan çıkmış, 5000

yıldır var olan Truva’yı konu edinen genel bir tarih anlatım biçiminden başka bir şey

olmadığını bütün dünyaya yüksek sesle ilan etme olanağına kavuşmuştu.

Truva, insanbilim tarihinde Lewis Morgan'ınkinden aşağı düzeyde olmayan çığırlardan

birini başlatmıştır. Kazıt bilimin antik vazo toparlama uğraşı olmaktan çıkıp başlı başına

bir bilim hale gelmesinin Truva’nın keşfine bağlı olması bir yana; bu keşif, 'mitoloji'nin de

hiç olmazsa sözünü ettiği şeylerin tarihte yaşanmış olduğunu herkese göstermiş; Mısır'da,

Sümer Mezopotamyası’nda ve Türkiye'de cesurca ve emin olarak kazıtlara başlanması için

bilimsel bir coşku temeli de yaratmıştır (Kaçmaz 2016:8)

Okuyucuyu dağların en yükseği Olimpus'a, yerleri ve gökleri titreten Baba-tanrı Zeus

katına çıkaran, oradan denizin kenarına, Agememnon ile Aşil arasında Biriseis kız için

yürüyen onur tartışmasına taşıyan; Menelaos'un karısı güzeller güzeli Helene ile Paris

arasındaki doyumsuz aşkı dinleten; Odisseia' da kahramanıyla birlikte yeraltı Hades'ine

Page 59: YÜKSEK - Gazi

47

indiren, Piriam ve elli oğlunun Truva’sını anlatan destanlar aslında o denli gerçekti ki,

Alman define arayıcısı, elinden düşürmediği Homeros'un kitabındaki tanımlardan

hareketle, Menderes nehrinin süzülüp aktığı ovaya ulaştı ve oradan destana göre şehrin batı

kapısındaki ulu meşe ağacının izini süre süre Çanakkale'de Homeros'un Truva’sını eliyle

koymuş gibi ortaya çıkarıverdi.

Şekil 2.1. Paris ile Melenous’un karısı Helena’nın Truva’ya kaçışları 12.2.2016 tarihinde

alıntılanmıştır

Truva’nın keşfinin ardından, eski tarih araştırıcılığı, kazı bilimine tam olarak o tarihlerden

itibaren yöneldi ve bugün olduğu gibi dün de Asya, Avrupa ve kuzey Afrika ile bağları

olan Anadolu, eski Sümer, Asur, Hitit uygarlıkları, ölçülmez değerdeki yazıtlarıyla

kendilerini bize tanıtmak için sıraya girdiler. Kil tabletlerin okunmasını kendilerine borçlu

olduğumuz Avrupalı bilim adamları, daha önce sadece Kutsal kitaplarda adı geçen bu

topluluklara ait bulguları Londra, Paris, Berlin ve New York'a taşımaktan yorulduklarında

bir kısmını da İstanbul ve Ankara müzelerine de teslim etmişlerdi. Gün yüzüne çıkan

tabletler bu kez de bir yüz yıl boyunca Türkiye müze depolarının tozlu raflarına

sıralandılar ve büyük hedef sahibi aydınlarımızın küçük uğraşlarından başlarını

kaldırmalarını sabırla ve biraz da boşuna beklemeye başladılar. (Kaçmaz 2016:10)

Eski insanın tabletlerin bir bölümüne kaydettiği ilahiler, cenaze törenlerinde, yeni yıl bahar

şenliklerinde, kardeşlik anlaşma şölenlerinde, tanrılara adanmış tapınak korolarında kör

ozanlar, çalgıcılar, rahipler ve doğrudan topluluk bireylerince, bütün bir topluluğun onayını

alma süreci içinde zenginleşerek zaman içinde oluşmuş, yaratılıp düzenlenmiş tarih

kayıtlarıdır.

Page 60: YÜKSEK - Gazi

48

Başlangıçta toplumun eski ilişkilerinin tanımı ilahilerin içinde yer aldığını ve sonraki

nesillere davranış düzenlemeleri bakımından yol gösterdiğini ifade edebiliriz. Homeros

adıyla anılan bu destanlar, bu nedenle yalnızca bir savaş anlatımı, hatta öncelikle bir savaş

anlatımı değildir. İlyada, ister istemez kendisine savaşı konu alırsa da, orada, bir bütün

olarak savaş yergisini de okuruz. Destanlar öte yandan, insan yaşamının hemen her

kesitindeki ilişkilerini sonraki kuşaklara öğreten bir töre aktarım biçimi olarak

şekillenmiştir aynı zamanda. Orada, gür naralı Diomedes, toplanan kurultayda söz alınca,

"önce sana çatacağım, Atreusoğlu Agamemnon, ey kral, darılmaca falan yok, toplantıda

bize verilen hak bu" dediği zaman, bu dizeler, sonraki krallar arası ilişkide de kullanılan bir

uygulama kılavuzu da oluyordu (Kaçmaz 2016:11)

İster Olimpus'lu Tanrıların, ister Truva önünde savaşanların şölenlerinde olsun, katılımcılar

eşit pay alır, yakınmazdı bir tek kişi. İnsan, kanla, çamurla kirliyken, arınmamış ellerle

Zeus'a yalvaramazdı. Truva içinde Atena'ya bir yaşında iki buzağı kurban edilmişti.

Dışarıdan gelen konuk, önce eşikte karşılanır, yedirilir, içirilir, ancak bundan sonra adı-

sanı sorulurdu; yabancı konuk girişte silahlarını kapı dibine koyar, evin erkeği veya genç

kızı tarafından yıkanırdı.

Savaşta iki tarafın temsilcilerinin düellosunda kuralar tolgaya konup sallanır, düello alanı

ölçülür, öteki savaşçılar yerlere çömelir, kurası çıkan ilk mızrağı atardı. Nestor bir kam

olarak Agememnun'a söz geçirirdi. Karşılıklı ant içmenin yolu yordamı belirlenir,

ihtiyarlar meclisi toplanır, yaşlı temsilci asa'sı üzerine ant içer, taraflar ant'ın konusunu ve

uyulmamasının neticelerini yüksek sesle beyan edip tanrılara yakarırlar; Gök Tanrıya ak

koyun, Yer Tanrıya kara koyun kesilirdi. İlyada'dan Tanrı sunularının nasıl hazırlandığını,

yaban domuzu veya koyundan bir tutam kıl-tüy kesilip onun paylaştırılması gerektiğini

öğreniriz (Kaçmaz 2016:15)

Homeros dünyasının savaşlarında kişinin ölmesinden çok, ölü bedeninin karşı tarafa

kaptırılmaması, soykalarının soydurulmaması çok daha önemlidir. Truva anlatımında ölüm

törenlerinin, yas tutma günlerinin, cenazeyi ateş payı vererek yaktıktan sonra kemiklerini

toplamanın, mezar dökmenin, 'piç' veya 'kusursuz' oğul ve kızların ilişkilerini anlarız, bir

Tanrıçadan veya ölümsüz Tanrıdan olan ile bir ölümlüden doğanın saygıda bir

olamayacağını saptarız. Aleksandır, Paris, karşılıklı ant içildikten sonra, Menelaos'la teke

tek dövüşü yitirince, Helene'nin, Akha'lardaki geleneğe göre, Paris'in yatağına artık

Page 61: YÜKSEK - Gazi

49

çıkmaması gerektiğini, bunun hoş karşılanmadığını anlarız. Yalvarana saygıyı, kurtulmalık

kurumunu, köleleştirme ilişkilerini, krallar arası ganimet onurlandırma paylaşımlarını

izleriz. Kısaca bu destanlar, tıpkı öteki eski toplum destan örnekleri gibi, bireyin doğum

öncesinden ölüm sonrasına değin geçecek varlık dönemi boyunca karşılaşacağı hak ve

yükümlülük tanımlamalarının; bütün bir toplu yaşam kurallarının anlatımını içerir.

“Truva’nın keşfinden otuz yıl kadar önce, ''her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal

alanında ve hayal aracığıyla egemenlik kurar" diye ilan edilmesinin karşısına Yunan

mitolojisi Truva, Hektor, Priam ve Agememnon'la, elle tutulur bir gerçek olarak karşımıza

dikilince, eski tutumların düzeltilmesi beklenirdi. Ama anlaşılıyor ki, genellikle olduğu

gibi, ortaya çıktıktan sonra teoriyi düzeltmek her zaman zordur ve neredeyse Politzer'e

gelinceye kadar bu konularda tam bir sessizlik hüküm sürüp gitmiştir.”

Resim 2.1. Savaş devam ederken, kehanetlerin ön gördüğü şekilde Hector'un kardeşi prens

Paris tarafından öldürülebileceği tek yer olan topuğundan vurularak öldürülür

(http://tarihiveilgincbilgiler.blogspot.com.tr/2016/07/efsanevi-savasc-asil-ve-truva-savasnn.html) 12.12.2016

tarinde alıntılanmıştır.

Köleci Atina etrafındaki Hellen ittifak uygarlığı, onun ulaşmış olduğu kültür dünyası,

Homeros'un İlyada ve Odisseia 'sı olarak bilinen destanlarla doruk noktasını bulan eski

kültür; sonrasında Zeus'u İsa'ya dönüştüren gücün düşünsel dile getiricilerinin fikirleri

Aristo, Platon vb. ile Roma üzerinden bütün Avrupa’ya; Büyük İskender aracılığıyla da

Küçük Asya ve Hindistan'a kadar uzanmıştı.

Page 62: YÜKSEK - Gazi

50

Kutsal Kitap'larda dönüşmüş biçimlerinin yer aldığı olayların bundan dört bin yıl önce,

yeraltına gömülmüş kil tabletler üzerinde de bulunuyor olması, kutsal kitap sözlerinin

tarihsel ve dolayısıyla hukuksal belge olarak da okunmasını gerektirir. Çünkü bütün

bozulmuş örnek ve anlayışları içermesine karşın destanlar, eski toplum işleyişinin ve

kavramlarının anlaşılmasında bir tarih aktarım biçimi olarak da bize ulaşmışlardır.

Tarihsel kanıt eksikliği bulunduğu dönemin modern Avrupa materyalizmi, hem mitoloji ve

hem de onun özel biçiminden başka bir şey olmayan din kaynaklarına ve genel olarak dine

karşı da sarsıntılar geçirmiştir; onun için, mitoloji, destan vb. bir sanat biçiminden öte

değer taşımaz ve insan ruhunun ürünüdürler; mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında

ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir!

Azra Erhat ve A. Kadir'in Türkçe çevirileriyle okunması doyumsuz İlyada ve Odisseia,

eski insanın gerçek yaşamının gerçek değerlerinin tarihteki en güzel anlatımlarından

biridir. Yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı üzere mitler gerçeklikle yakından

ilişkilidir. Bu sebeple mitleri tarihle de ilişkilendirmek yanlış olmayacaktır.

Araştırmacıların birçoğu tarafından mitlerin tarihle ve gerçeklikle bağlantılı olduğu

ispatlanmıştır (Kaçmaz 2016:18)

Mitler üzerinde yapılan ilk değerlendirmeler onların birer uydurmaca ve safsata olduğu

yönündeydi. Fakat son zamanlarda mitlerin gerçekliği üzerinde birçok çalışma yapılmış ve

mitlerin tarihi gerçeklerin aşırı süslenmiş halleri olduğu görüşüne varılmıştır. Mitlerin iki

yönden gerçekliği kabul edilebilir. Birincisi kutsal olmaları, ikincisi ise fayda

sağlamalarıdır.

Mitlerin tarihle birçok benzer yönü olduğunu söyleyebiliriz. Mesela; mitler anlatıldığı

anda, anlatıldığı döneme aittir. Fakat konuları bakımından ise geçmişe, gerçek geçmişe

böylelikle de tarihe aittir.

Tarih toplumun zaman içindeki gelişme yönünü belirleyen, insanın kendi toplumu ile

diyalog kurmasını ve bütünleşmesini sağlayan ondaki toplum şuurunun canlı tutan bir

kültür hazinesidir ( Turan,2002: 189). Tıpkı mitler de toplumun şuurunu canlı tutarken bir

yandan da geçmişte olan bir olayın unutulmamasını sağlamaktadır.

Page 63: YÜKSEK - Gazi

51

Eski Türklerde avlanma geleneğini örnek olarak verelim: Geçmişte ava çıkmış bir grup

insan av esnasında birtakım kötü olaylarla karşılaşmış olabilir. Bu belki bir yaralanma,

belki bir ölüm ya da bereketsiz geçen bir avlanma olabilir. Böyle bir olayın tekrar meydana

gelmemesi için “orman koruyucunsa” bir adakta bulunmuş olabilirler. Hala günümüzde

istenilen bir şey için adak adanmakta ve istenilen şeyin gerçekleşmesi sonucu adak kurban

edilmektedir. Neticede işlevsellik bir yorumdur ancak tarihselliğin gerçek olmadığını iddia

etmek de güçtür (Akçam, 2015:399).

Öcal Oğuz; “Tarihsellik, en kısa ifadesiyle devralmak, devralınanı geliştirmek ve

devretmektir. Diğer bir ifadeyle “zamanın geçmiş, şimdi ve gelecekten oluşan üç

boyutuyla diyalektik ilişki içinde olmak, geldiğini, şimdi-burada olduğunu ve gideceğini

bilmek, demektir” diyerek tarihselliğin bir devinim içerdiğini dile getirmektedir(Oğuz,

2011:1478). Bu açıdan baktığımızda mit ve mite ait pratikler de tarihle alakalı ve

tarihseldir. Çünkü mit geçmişe ait bir bilgidir ve geçmişte yaşanmış bir olayın tekrarı

şeklinde ortaya çıkar. “Miti her okuma ya da anlama çabası farklı bir mitolojik açılım

meydana getirirken aynı zamanda onun tarihselliğini de ortaya koyar. Yani miti her anlama

ya da anlamlandırma süreci tarihseldir.” (Batuk, 2006: 20) Mesela; Yakut ve Altay

Türklerine ait bir mitte çam ağaçlarının her mevsim yeşil yapraklı olmasının açıklaması şu

şekilde anlatılır: İnsanlara can vermek için görevlendirilen bir kuzgun yolda acıkınca

konuşmak için ağzını açar ve gagasındaki can ormandaki çam ağaçlarına dağılır, bu

yüzden çam ağaçlarının yaprakları yaz-kış yeşildir (Bars, 2013: 224).Bu anlatıda mit-

zaman ilişkisi göze çarpmaktadır. Zira olay geçmiş dönemde gerçekleşse de çam ağaçları

yaprakları “sonsuz şimdiki zamanı” temsil etmektedir. Bu mitte geçmiş zaman ile yaşanan

zaman birbirine paralel olarak algılanmakta, bu iki kavram eş zamanlı olarak karşımıza

çıkmaktadır.

Gerçeğin anlatısı olan mitler gerçekte var olmuş, tarihi bir olayı anlattıkları için de tarihle

ilgilidirler. Şahitlik edemediği dönemde meydana gelen bu yaratmalar insan zihninde bir

olgu olarak mitler ile yaşamaktadır. Mitler şahit olunmayan geçmişin bir şekilde izahıdır

ve bu yüzden kutsaldır. Tarihi olan mitler aynı zamanda anlatılarak /uygulanarak

tarihselliğini de sürdürmektedir.

Mitler gerçek ile ilişkili anlatmalardır. Çünkü gerçek, bir bellekte diri olarak tutulan

geçmişin tekrarıdır. J. Campbell “Efsanevi kahramanların yaşamlarını, doğa tanrılarının

Page 64: YÜKSEK - Gazi

52

güçlerini, ölülerin ruhlarını ve topluluğun totem atalarını anlatır görünen mucize öyküleri

aracılığıyla insan davranışlarının bilinçli düzenlerinin altında yatan bilinçdışı arzu, korku

ve gerilimlere simgesel bir anlatım verilmiştir” (Campbell, 2010: 289) diyerek, bilinç

kavramına dikkat çekmiştir. Bilinçte var olan bir olay bilinçdışı etkilerle anlatılmıştır.

Tekrarlar yoluyla bellekte devamlı yaşayan bir tarih, mit olarak anlatılagelmiştir. Ayrıca

mitler, “yazısız ve belgesiz toplumlar için toplumlar için geleceğin, şimdiye ve mümkün

olduğunca yakından bağlı kalmasını güvence altına alan” (Levi-Strauss, 2013: 23) anlatılar

olarak tarihle ilişkisini sürdürmektedir.

Mit ve felsefenin ilişkili olduğu yeni çalışmalar sayesinde daha belirgin hale gelmiştir.

Mitlerin daha önceki yıllarda uydurulmuş hikâyeler olduğunu düşünen bilim adamları

mitleri herhangi bir bilim dalıyla yakından alakalı görmedikleri için mitlere yeterince ilgi

göstermemişlerdir.

Felsefe bilim adamı olan Vico’ya göre; şiirsel hikmet dünyanın ilk hikmetidir. Homeros’un

eserleri o dönemin sosyal ve siyasi kurumları hakkında bize ipuçları verir. Mitolojiyle

felsefe arasında ilişki kuramayan bilim adamları dilbilimi ve felsefe ararsında her zaman

ilişki kurmuş ve bu iki bilim dalı ortaklaşa ilk insanların düşünme biçimiyle ilgilenmiştir.

Bu iki bilim dalı birbirlerine yardım ederek bu ilk insani kurumları incelemişler ve

insanların düşünüş tarzlarına ulaşmışlardır. Ulaştıkları bu sonuçlar en eski gelenek ve

göreneklerin doğru ve güvenilir tarihleridir. Bu tarihler doğal olarak halkın hafızasında

korunmuştur. Çünkü bu ilk uluslar da küçük çocukların harika bir şekilde işleyen güçlü

bellekleri gibi belleklere sahiptiler. Bu insanlar maddeden çok canlı duyularla onları

kavramada ve genişletmede güçlü imgeler, kendine has tutkularından, duygularından

mitler yarattılar.

Halk dillerindeki mecazlara bakıldığında en parlak ve bu yüzden en çok gereken ve sık

kullanılan metaforlar göze çarpar. Metafor yukarıda söz konusu edilen metafizikle uyum

içinde cansız şeylere duygu ve tutku verir. İlk şairler kapasitelerince bu cisimlere canlı

varlıklarmış gibi duygu ve tutku yüklemişlerdir.

Metaforların bu derin ve içsel anlamları felsefe bilim dalıyla da incelenmelidir.

Günümüzde incelenmiş sanatlar ve derinlemesine gelişmiş bilimlerin ihtiyaç duyduğu

terimlerin büyük çoğunluğu kırsal kökenlidir. Dünyadaki ilk insanlar doğal olarak doğru

Page 65: YÜKSEK - Gazi

53

olan çocukların basitliğine sahip oldukları için ilk fabllar (yani metaforlar) hiçbir şeyi

yanlış taklit edememiştir; bu yüzden bu anlatılanlar gerçek hikâyelerdir. (Vico,1725: 240)

Vico’ya göre; ilk bilim mitolojidir. Ulusların tabiatı hakkında araştırma yapmak istiyorsak

öncelikle ulusların mitolojilerine bakmamız gerekir. Bu mitolojik anlatılar bize ulusların

toplumsal kurumlarını verecektir. O halde Vico için mitler anlamsız, çarpık birtakım

anlatılar değil, gerçeği anlatan hikâyelerdir. Çünkü ona göre insan anlamadan insan

olmuştur. Anlama bir refleksiyon gücünü gerektirir. Yani bir konu üzerinde yoğunlaşıp o

konu üzerinde tekrar tekrar düşünmeyi gerektirir. Bu ise soyut düşünme yeteneğini gerekli

kılar. Soyut düşünme ilk insanlarda olmadığı için düşünme güçlerinden ziyade hayal

güçleri ve imgelemleri gelişmiş, içinde yaşadıkları evreni somutlaştırma yoluna

gitmişlerdir. Örneğin, tepe veya başlangıç için “baş” , bir yamaç için “sırt” ya da “omuz” ,

tırmığın dişleri, ayakkabının dili, saatin kolları, yelkenin karnı, taşın damarı vb. verilebilir.

Felsefedeki “insan her şeyin ölçüsüdür” tartışma konusu mitolojik döneme kadar

götürülebilir. Çünkü bilinmedik şeyler elde olan ya da bilinen şeylerle açıklanabilir. Bu

sebeple soyut düşünme yeteneği gelişmiş günümüz insanı eski insanları anlayamaz.

Mitler bir sosyal mirastır. Mitler sadece tabiatın kanunlarını da ifade etmez. Mitler bir

halkın sosyal düzeni, ekonomik uğraşları, sanatları, becerileri, dini ya da sihirsel inançları

ve dini törenleri hakkında bilgi verir. Ahlaki değerlerin geçmişteki ilkel şeklini verir

bizlere. Mitin fonksiyonu, geleneği genişletmek, toplumun değerlerini yüceltmek ve daha

büyük, daha yüksek, daha doğaüstü ve daha etkili bir gerçeklik değerine bağlamaktır

(Malinowski, 1990: 87-88).

Schelling’in de dediği gibi; mitolojinin şuur dışında gerçekliği yoktur. O yalnızca şuurda

meydana gelebilir fakat mitolojiyi yaratan şuur değildir. Ancak ondan şuurun belirli bir

hali yani mitolojik şuur doğar. Hayal gücünün üretimidir. ( Ülken,1986:308-309)

İlim ve felsefenin doğuşundan sonra da mitolojinin kalıntıları kalmıştır. Yalnız primitif

düşüncenin yerini objektif düşünce aldıkça mitoslar gerçek olmaktan çıkarak mecaz

olmuşlardır. Felsefe adeta bu iki şuurun ortasında doğmuştur. Hesiod’un Thegonie’sinden

başlayarak Eflatun’un diyaloglarına kadar mitoslar mecaz ve sembol halini almışlardır. Bu

semboller Platon’da gerçekleşmiştir ( 313-316).

Page 66: YÜKSEK - Gazi

54

Mitoloji, ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve doğa olaylarını kişileştirerek

yorumlama ve anlamlı bir biçimde açıklama ihtiyacından doğmuş öykülerdir. Mitoslar,

dinlerinde başlangıcıdırlar.

Mitoslar, insanın doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koyarak, sanatın yararlandığı

önemli bir esin ve kültür kaynağını oluştururlar. İlkçağın mitosu laiktir ve din adamının

değil sanatçının uğraşıdır. Sözlü ya da yazılı edebiyat ve sanat kollarının hepsinde konu

edilen ve işlendikçe değişen mitoslar; ne kadar ozan ya da sanatçı varsa, o kadar farklı

yoruma ve biçime dönüşmüş, hiçbir zaman tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları gibi

değişmez ve mutlak bir hale gelmemiştir. Öylesine bir çeşitlilik ve özgürlük vardır ki,

Tanrıça Artemis Batı Anadolu'da başka, Yunanistan'da başkadır. Bölge bölge Tanrıların

özellikleri değişir. Daha eski yerel bir inancın etkilerini, yeni inanca aktarılmış olarak

bulmak mümkündür. Mitosun gerçekle ilişkisi olup olmadığına gelince, mitosun gerçeği

kendi içinde aranmalıdır.

Mitoloji insanların kendi dünyalarının; kahramanlıklarının, özlemlerinin ve sevdalarının

dışa vurumudur. Yenilmezlik ve kahramanlık düşlerinin imgeleri; Herakles ya da Gılgamış

olarak çıkar karşımıza.

Resim 2.2. Gılgamış Destanından Gılgamış tarihteki ilk kral kahraman

(http://kokler-ve-kanatlar.webnode.fr/products/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F-destan%C4%B1-

/)12.12.2016 tarinde alıntılanmıştır.

Yeryüzünün ölümlü insanları tanrıların ışığını ve ateşini çalmak için Prometeus olmayı

göze alacaklardır. Kaf Dağlarının kayalarına zincirlenmek pahasına da olsa… Yaşamın

başlangıcındaki cinsel arzuyu ateşlemek için kanatlı aşk melekleri Eroslar, ok atıp

duracaktır gözüne kestirdiği âdemoğullarına ve kızlarına. Aslında, insanların

mitolojilerindeki tanrıları kendilerine yada ütopyalarındaki insan yaşamına benzer.

Page 67: YÜKSEK - Gazi

55

Ölmezler, kaybetmezler ve yenilmezler. Yüce dağların başlarında, Ambrosia (tanrıların

ölümsüzlük yiyeceğini) yerler, Nektar (tanrıların ölümsüzlük içkilerini) içerler.İnsanların

düşledikleri imgelerinin masalsı dünyası ve tiplemeleri onların yaratıcı güçlerini ortaya

koyar. Bunlar tragedyalara, heykellere ve duvar resimlerine dönüşerek çıkar karşımıza.

Mitolojinin sağladığı imgesel düşlerimiz olmasaydı; ne uzak dağları aşabilen bin bir renkli

Zümrüdü Anka Kuşu, ne kanatlı at Pegasus ne de Homeros’un destansı İlyada’sı olurdu…

İşte bu yüzden, mitoloji sanatsal yaratıcılığın özünü oluşturmaktadır.

Resim 2.3. Al kanatlı Pegasus Sanata yansıması

Resim 2.4. Zümrüd-ü Anka Sanata Yansıması

(http://izlerveyansimalar.blogspot.com/2013/11/adremytteion-oren-pegasusun-kanatlar.html)12.12.2016

tarinde alıntılanmıştır.

Eski çağ insanı, gerçeküstü kişiler, tanrılar, yarı tanrılar ve insanüstü kahramanların

serüvenlerini öğrenmekle, geçmişin ve günlük olayların gizini ve anlamlandıramadıklarını

çözdüklerine inanmışlardır. İsimler, kişiler, olayların yaşanışı ve kökenler farklılık

göstermekle birlikte hemen hemen her toplumda ve coğrafyada, insan yaşamını etkilediği

için tanrılaştırılan bazı ortak nesneler, doğal olay ve kavramlar hatta olağanüstü kişiler

Page 68: YÜKSEK - Gazi

56

olmuştur. Örneğin; bereket arzusu; kutsal hayvan, ana tanrıça, hasat ve bereket figürlerini;

ölmek, yok olmak korkusu; yeniden dirilişi, öbür dünya tanrıları inancını ya da cinsel arzu;

soyun devam etme isteği, aşk tanrılarını ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte bu efsaneler

betimlenmeye ve sanatın pek çok dalını oluşturmaya başlamıştır(Mutlu,1997:1273).

Tanrılar bazen insan bazen de ilkel hayvan toteminin gelişmiş biçimiyle betimlenmişlerdir.

Yeni tanrılarsa genellikle kentlerin efsanevi kurucu ya da koruyucuları olarak ortaya

çıkmıştır. Efsanevi kahramanların bazıları belki gerçekten ilk çağlarda yaşamış kişiler,

yerli hükümdar sülalelerinin ataları, bazıları da insanoğlunun doğaya hükmedip onu

ehlileştirmesini simgeleyen kişiler olmuştur. Ayrıca Tufan, insan ve evrenin yaratılışı ve

tanrılar arası mücadeleler ile ilgili efsaneler hemen hemen bütün toplumlarda

görülmektedir.

Batı uygarlığının temelini oluşturan, Greko-Latin hümanizmasının dinsel kaynağı, Yunan

mitolojisi ile bunun Roma’daki uzantısı olarak yorumlanmıştır(1274).

Mitolojilerde geçen karakterler, isimler, yer adları, canavarlar hem gerçek anlamlarında

hem de benzetmeler ile edebiyat, müzik, sinema, resim gibi sanat dallarının birçoğunda

kendini göstermiştir. Ben şahsım adına tanrıların yiyeceği olan ambrosianın adının birçok

filimde geçtiğini duymuşumdur. Bu gün konuyla hiç ilgisi olmayan bir insanın bile

Tanrıların kralı Zeus’un adını duymuş olması kuvvetle muhtemeldir. Geçmişten günümüze

kadar birçok kültür sanat alanında mitleri konu alan eserler vermiştir. Ünlü İtalyan ressam

Picasso tablosunda Minotaur’u kullanırken kim bilir neleri düşünerek bu eklemeyi

yapmıştı.

Resim 2.5. Picasso, Minotaur’un olduğu tablosu

(http://de.wahooart.com/@@/8EWNB4-Pablo-Picasso-Minotaur-und-Pferde-1-) 12.12.2016 tarinde

alıntılanmıştır.

Page 69: YÜKSEK - Gazi

57

Roma dönemi ve sonrası birçok Tiyatro eserinde özellikle Yunan mitlerinden alıntılar

bulma şansınız oldukça yüksektir. Günümüz sineması bile hiç alakasız bir filmde Yunan

mitolojisinden alıntı bir isim kullanabilmektedir. Özellikle 80’lerin sonrasında Rock, Glam

Rock ve Metal müzik türünün zirvesinde olduğu yıllarda birçok müzisyen ve grup Yunan

mitolojisinden etkilenerek şarkılar hazırlamıştır. Örneğin geçen sayıda da adından

bahsettiğim büyük Yunan kahramanı Achilles adına yazılmış Manowar grubunun 28

dakika süren Achilles Agony and Ecstasy şarkısı gibi. Aynı şekilde Metal müziğin en iyi

isimlerinden olan Iron Maiden’da Yunan mitlerinden birçok defa esinlenmiştir.

Resim 2.6. Iron Maiden’in yerel halkı temsil eden bir çizimi

(http://ironmaiden.com/)12.12.2016 tarinde alıntılanmıştır.

Yunan mitlerini bu kadar ön plana çıkaran nedir, sorusu kafalarımızda oluşmaktadır.

Yunanlılar Helenistik çağ olarak bilinen dönemde kültürel anlamda muhteşem bir uygarlık

kurmayı başarmışlar. Bir şehir devleti olarak dönemin en büyük ve en önemli ticari

şehirlerini kurarak kendilerini gelişime duyarlı hale getirmişler. Bu gelişim içerisinde ise

birbirine bağlı çoğunluğunda tutarlı ve hayal gücünü zorlayan büyük kültürel miraslarını

da örmeye başlamışlar. Bu dokuma uzun süreli olmuş, hataları düzeltmek ve yapılan

düzenlemeleri mükemmelleştirmek içinde çok fazla zamanları olmuş. Sonuç ise binlerce

yıl sonrasına taşınan ve günümüzde dahi birçok konuda adı geçen muhteşem bir yapı

ortaya çıkmış. Daha sonra Roma buna benzer bir yapı oluşturmaya çalışmışsa da

Yunanlıların yaptıklarının üzerine kendi renklerinde boya atmaktan ileri gidememişler.

Tartarus, Yunan mitlerinde, ağza alınmayacak korkunç suçların cezasının verildiği, sonsuz

işkenceler mekânı, Hades’in en korkulan yeri olarak betimlenir. Hades’in derinliklerinde

bulunan bu sisli ve dumanlı yere, düşecek kadar korkunç suçlar işleyenler, yeraltının

Page 70: YÜKSEK - Gazi

58

efendisi Hades’in gözetiminde sonsuza kadar sürecek korkunç işkencelere maruz kalırlar.

Bu suçlar bazen tanrıların yiyeceği Ambrosia ile şarabın tanrısal versiyonu kabul edilen

Nektar’ı çalmaktan, tanrıları sınamak için kendi oğlunu öldürüp onlara yemek olarak sunan

Yunan Kralının işlediği suça kadar çeşitlilik gösterebilmektedir. Ephyra krallığının

kurucusu olan Sisyphus bu örneklerden biridir. Kral Sisyphus’un büyük günahı, yeraltını

tanrısı Hades’i kandırmaya çalışmak olmuştur. Ölümü yenmeye çalışarak birçok defa

yeraltından kaçmış ve sonucunda sonsuz işkence cezasına çarptırılmıştır. Sisyphus ilk

ölümünden önce (ki birçok defa ölüp geri yeryüzüne dönmüştür) karısına cenaze töreninin

tanrıların isteklerine uygun yapılmamasını isteyerek aklında bir plan oluşturmaya başlamış,

ölümünden sonra karısı isteğine uyarak naşına uygun cenaze törenini yapmayarak merakla

beklemeye başlamış. Sisyphus o sıralarda Hades’in karşısına çıkarak cenazesine yapılan

saygısızlıktan ötürü duyduğu üzüntü ve şaşkınlığı dile getirerek bu olayın suçlularını

cezalandırabilmek için yeryüzüne dönme izini istemiş. Tatlı diliyle oyuna getirdiği

Hades’ten izini alınca yeryüzüne dönen Sisyphus bir süre Hades’a gözükmeyerek ölümünü

ertelemeyi başarmış. Bunu birkaç kez daha tekrar eden Sisyphus sonunda tanrının gazabını

üzerine çekerek sonsuz işkenceye çarptırılmış. Cezası ise sonsuza kadar çok büyük bir

kayayı uzunca bir mesafe götürerek bir tepenin zirvesine çıkarmak olarak uygun görülmüş.

Sorun şu ki o bahsi geçen kayanın ne zaman zirveye yaklaşsa geri aşağı düşmenin ve başa

dönmenin bir yolunu bulabiliyor olması imiş.(Yılmaz, 2009:2)

Resim 2.7. Sisyphus mitinin heykel sanatına yansıması

(http://www.felsefetasi.org/category/mitoloji/) 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.

Page 71: YÜKSEK - Gazi

59

Argos Kralı Danaus’un kızları olan Danaidesler (biri hariç hapsi) düğün törenlerinin

yapıldığı gece müstakbel eşlerinin yüreklerini söküp kafalarını keserek büyük ödülü

almaya hak kazanmışlardır. Bu kızların işkencesi ise Styx ırmağının kıyısından

doldurdukları kovalarla Tartarus’da bulunan dipsiz bir kuyuyu sonsuza değin doldurmaya

çalışmak olarak belirlenmiş.

Resim 2.8. Veronese The Danaides Heykeli 3lü Kadın

(http://www.ehobim.com/VERONESE-THE-DANAIDES-HEYKELI-THE-DANAIDES-THREE-WOMEN-

WITH-CALDRON_u_r_n_3471.htm)12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.

Tanrıların tanrısı Zeus’un eşi olan Hera’yı baştan çıkartmayı planlayan Ixion’dan

bahsedilir. Bu şahısta bu eyleminin Zeus tarafından anlaşılması üzerine Hera yerine Hera

kılığında olan bir bulutla cinsel ilişkiye girmiş ve sonrasında ise Tartarus’da yanan bir

tekerleğe bağlı olarak sonsuza kadar dönerek işkencesine başlamıştır. (Yılmaz, Kayıp

Dünya)

Page 72: YÜKSEK - Gazi

60

Resim 2.9. Ixion’un çömlek üzerine İşlenmesi

( https://www.pinterest.com/pin/558376053772517963/ 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.

Afacan’a göre Mitologya insanın toplumsal tarihinde bilim ve sanatın oluşumu

açısından geriye bakıldığında, ortak bir zemin konumundadır. Şiirin, tiyatronun,

heykelin, mimarînin, resmin, müziğin kökleri ilkel tapınma törenleridir. Bu türlerin

hepsinde, hatta sinema ve tiyatro gibi türlerde de mitoloji, başvurulan önemli bir

kaynaktır. Mitoloji, insanlığın kültürel gelişiminde önemlidir, Bütün halklar,

gelişimlerinin bir noktasında kendilerine efsaneler, yani bir süre için inandıkları

olağanüstü anlatılar yaratmışlardır. Bu anlatılar, neredeyse tüm sanat yapıtlarına esin

kaynağı olabilecek bir güce sahiptir. Resim, müzik, edebiyat gibi sanat eserlerinde bu

etkiyi belirgin bir şekilde görmekteyiz. Ayrıca, sanatçıların esinlerini mitolojiden alıyor

olduklarına dair anlatılan mitik anlatılar da ilginçtir:

“Yunanca musiki anlamına gelen “mousikos” sözcüğünün mitolojideki “Mousalar”la ilgili

olduğu, bu sözcüğün ayrıca şiir ve öteki sanatları da kapsadığı öne sürülmektedir. Zeus ile

Mnemosyne’nin hepsi bakire dokuz kızı olan Mousalar ‘esin ve sanat perileri ya da

tanrıçaları’ olarak nitelendirilirler. Mousalar’ın başı olarak adlandırılan Kalliope lirik şiirin

esin perisidir. Erato ise koro halinde söylenen aşk şiirlerine esin kaynağı olmuştur”

Türk mitolojisinde de, yaratılış efsanelerinde adı geçen Ak Ana, Tanrı’ya yaratma ilhamını

veren bir özelliğe sahiptir. Bu motif, mitolojideki Tanrı’nın yaratıcılığı ile insanın sanatsal

yaratıcılığı arasında kurulabilecek bir bağ açısından oldukça önemlidir.Mit, hayal gücü ve

yaratıcılık arasında da önemli bağlar vardır.

Page 73: YÜKSEK - Gazi

61

Eliada, “Mitler Yeryüzünde çok büyük olayların olup bittiğini ve bu ‘görkemli geçmiş’in

belli ölçüde yakalanıp geri alınmaya elverişli olduğunu sürekli biçimde yansıtır.

Paradigmatik jestleri taklit etmenin bir de olumlu özelliği vardır: Mit, insanı kendi

sınırlarını aşmaya zorlar; onu, Tanrıların ve mitsel kahramanların yanında yer almak

zorunda bırakır; bundaki amaç, onların eylemlerini insanın da yapabilmesini sağlamaktır.

Mit, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak insanın ‘Yücelme’sini sağlar” der.

Mitleri ezberden söyleyen kişi, her zaman ya belleğinin gücü ya da hayal gücü ya da

yazınsal yeteneğiyle çevresindekilerden ayrılır. Ezberden söylenenlerin her zaman klişe

gibi olması gerekmez. Bazen varyantlar ilk örnekten (proto tip) hissedilir biçimde

uzaklaşır. Her ne kadar bu süreçte, yeni bir mitin uydurulmasından ziyade önceden var

olan bir mitin değiştirilmesi söz konusu ise de, geleneksel taslaklar ile yenilikçi bireysel

değerlendirmeler arasındaki bağıntılar şaşmaz nitelikte değildir. Güçlü bir dinsel kişiliğin

yarattığı şokun etkisiyle geleneksel taslak sonunda değişikliğe uğrar; çünkü Geleneksel

mitoloji konusunu yenileyen, dinsel hayal gücü düzeyindeki bir yaratıcılıktır. Eliade,

sanatsal yaratıcılığa sahip olan bu kişilerin esin kaynakları hakkında ise şunları

söyler: “Bunlar ‘krizler’dir, ‘karşılaşmalar’dır, ‘vahiyler’dir. Kısacası, özellikle canlı ve

dramatik imgeler ve senaryolar topluluğunun eşlik ettiği ve zenginleştirdiği ayrıcalıklı

dinsel deneyimlerdir, yaşantılardır. Geleneksel mitoloji motiflerini besleyen, çoğaltan ve

hazırlayanlar, esrime olgusunda ustalaşmış kişiler, fantastik evrenlere yakın olan

kişilerdir.” Köprülü, ilkel toplumlarda bediî hissin ilk görünüşünün raks şeklinde olduğunu

düşünür, fakat bunda ‘şiir’ ile ‘musiki’nin tohumları vardır. Şiir, rakstan ayrıldıktan sonra,

daha uzun zaman musiki ile alakasını muhafaza eder ve mutlaka bir beste ile yahut bir

musiki aletinin eşliğinde terennüm olunur der. Eski toplumların mitolojileri, genellikle

destan gibi edebiyat ürünleri yoluyla olmuştur. Örneğin, çoğu İÖ yaklaşık 2100’den

1800’e tarihlenen Sümer edebî belgelerinin büyük çoğunluğu da, diğer kadim milletlerde

de olduğu gibi, şiir biçiminde yazılmıştır. Mitoloji ile şiir arasında bu yüzden de çok sıkı

bir bağ vardır. Hatta şiirin mi dinden doğduğu, yoksa dinin mi şiirden doğduğu bile

tartışma konusudur. Kimi araştırmacılar şiir, müzik, dans, vb. sanatların dinî ayinlerden

doğduğunu düşünürler. Bunlardan biri olan Köprülü: “ ‘Güzel sanatlar’ ismi altında

toplanan şiir, musikî, heykeltıraş, resim, mimarî, raks’ önce dinden yani dinî ayinlerden

doğmuş, uzun müddet tamamıyla dinî bir mahiyette kalmıştır. İnsan cemiyetlerinde

insanlığın zihnî faaliyeti yavaş yavaş ‘dinî şekiller’den ‘Lâdinî=dindışı’ şekillere geçerek

‘dinî ayinler’ daha sonra ‘dindışı oyunlar’ mahiyetini alır ve itikâdları doğuran faaliyet,

Page 74: YÜKSEK - Gazi

62

sanat eserlerini de vücûda getirir” der. Kimi araştırmacılarda da dinin şiirden doğduğu

fikrini görüyoruz. Caudwell, bu konuda, “Dinlerin doğuşuna gelmiş bulunuyoruz. Toplum

yapısının bir ürünü olduğu için herkesin bireysel yaşamına karışan şiirin bu kolektif

fantezisi (bu yapı, işbölümüyle farklılaştıkça) daha gelişmiş, daha olgunlaşmış bir biçimde,

dünyasal yaşamın maddi yapısından ayrı bir din dünyası biçiminde yeniden ortaya çıkar”

der. Ayrıca, İnsan ırkının çocukluk döneminde nasıl ayırabiliriz dini şiirden? diye de sorar.

O’na göre ikisinin de ekonomik bir işlevi ve toplumsal bir özü vardır. Şiir sanatında

devamlı akıcı bir yenileşme vardır ve Bu, dinin de bir özelliğidir, ama yalnız ilk

aşamasında, henüz şiirle iç içe bulunduğu dönemde. Din mitolojidir o zaman; mitolojinin

de özelliği olan, iç zıtlaşmanın bütün o kendiliğinden yaratıcılığını ve pervasızlığını dinde

de görürüz. Mitolojide şiir, tanrıların ya da insanların üzerine, doğru olmasalar bile, onların

coşkuları üzerine bir şeyler söyler. O halde şiirin özü bilinçli bir yanılsamadır. Platon,

Cumhuriyetine şairleri sokmaz. Şair sözü şüphe ile karşılandığından şiire şüpheyle bakılır,

hatta dindışı şiirler bazı dinî düşüncelerde hoş görülmez. Şair, yanılsamayı yaratan bir şey

yapar, bu onun yaratıcı özelliğinden ileri gelir. Şaire esin veren, ondaki coşkuyu harekete

geçiren mitolojik unsurlar davardır: “Sokrat, ozan İon’la konuşur: Seni coşturan,

Euripides’in mıknatıs, halkın ise Herakles dediği taştaki cinsten bir tanrısal güçtür. (…)

Çünkü bizim hayran kaldığımız o büyük şiirleri yazanlar, o yüceliğe herhangi bir sanatın

kuralları aracılığı ile erişmezler; mısralar biçimindeki o güzel ezgilerini kendilerinin

olmayan bir ruhun elinde, bir esinlenme halinde söylerler.” der (Ünsal 2010:2)

Sokrat’a göre, şairler ruhlarında dinsel bir görev duygusu taşırlar. Hava kadar hafif, kanatlı

ve kutsal bir şeydirler; esinleninceye, yani kendinden geçinceye kadar, tüm aklını

yitirinceye kadar şiir demeye değer bir şey yaratamazlar. Şiirlerinin ilhamını, herhangi bir

sanat dalında ustalık kazandıkları için değil, içlerindeki tanrısal gücün esinlerinden alırlar.

Bu esin kavramını, Yunan mitolojisinde şairlerin babası kabul edilen Homeros’ta da

görürüz: İlayda’yı anlatan ozan kimse, destanına esin istemek için bir “tanrıça”ya seslenir.

Yunan mitolojisine göre, Musa’lar adı verilen ve şarkı, müzik, oyun, şiir ve bilimden

anlayan bu tanrıçalar, Zeus’un kızlarıdırlar.

Bu fikirlerin benzerleri Türk mitolojisinde de vardır. İlk şiirleri söyleyen ve şaman adı

verilen din adamlarının şamanlığa girişleri ve ayinlerde şiir söyleyip dans ederken bir tür

cezbe hâline geçişleri ilginçtir. Ayrıca, şaman olmaya kişi kendisi karar vermemekte ve

şamanlık sanatı bu bilgilerin öğrenilmesiyle elde edilmemektedir. Şamanlığa giriş,

Page 75: YÜKSEK - Gazi

63

geçmişte yaşamış bazı büyük şamanların ruhlarının şaman olacak kişilere musallat olması

şeklinde olmaktadır. Bu hâle Altaylılar töz basıp yat (ruh basıyor) derler. İnanca göre, ata

ruhları kişileri etkileyebilmektedir, örneğin, Altaylıların inancına göre bütün şamanların

canları ölümden sonra yeryüzünde varlığını sürdürme hakkına sahip körmösler grubuna

dâhildir. İnan’a göre şaman (kam), Şamanistlerin inançlarına göre, tanrılar ve ruhlarla

insanlar arasında aracılık yapma kudretine malik olan kişidir. İnançlara göre, kudretin

kaynağı ilâhîdir, gökten verilmiştir. Çoruhlu’ya göre, “Her şeyden önce şamanın kolaylıkla

vecde ve istiğrak haline geçebilecek karaktere sahip olması gerekmektedir. Şamanlık

belirtileri ise ‘gerçek üstü varlıklar görme, sık sık baş dönmesi ve bayılmanın meydana

gelmesi, ruhsal ve bedensel acılara maruz kalma, sinirli olma, yemeden içmeden kesilme,

insanların yaşadığı yerlerden uzaklaşma, ruhlarla ve öteki âlemlerden varlıklarla konuşma,

sürekli düşünceli bir hâlde olma gibi davranış biçimleri’ şeklindedir ve özellikle ergenliğe

geçiş evresinde kendini gösterir.”

Gerçi Şamanizm’i bir ruhsal hastalık olarak açıklamaya çalışanlar da vardır: Ohlmarks’a

göre şamanizm, halkın ruhundaki asabî-marazî istidad ve tamâyüle dayanan ve yarı din

seviyesine çıkarılan canlı bir ananedir. Eliade, şamanizmin herhangi bir ruh hastalığı ile

özdeşleştirilmesine karşı çıkar: “Burada bir başka noktayı daha göz önünde tutmak

zorundayız: Şaman adayının ‘sırra-erme’ süreci sadece esrime deneyimlerini değil, (…),

bir hastanın kavrayamayacağı kadar karmaşık bir kuramsal ve uygulamalı eğitimi de

kapsar. Gerçek sara ya da histeri nöbetlerine kapılıyor olsalar da olmasalar da, şamanlar,

büyücüler ve genel olarak otacılar sıradan ruh hastası sayılmazlar: Onların psikopatolojik

deneyimlerinin kuramsal bir içeriği vardır; zira kendi kendilerini iyileştirebiliyorlarsa, bu,

hastalığın mekanizmasını –daha iyi bir deyişle, kuramını bilmeleri sayesindedir. (…) İster

Tanrılar veya ruhlar tarafından onların sözcüsü olmak üzere seçilmiş olsun; ister böyle bir

göreve bazı fiziksel bozukluklar yüzünden önceden yatkın veya eğilimli olsun; ister

sihirsel/dinsel bir ‘iç çağrısı’ değerindeki bazı kalıtım özelliklerinin taşıyıcısı olsun, şaman

düz insanların dünyasından ayrılıp tekilleşir; bunun nedeni de kutsallıkla daha dolaysız

ilişkide olması ve kutsallığın dışavurumlarını daha etkili biçimde

denetleyebilmesidir.” (Eliade, 2006: 6)

Buluç’a göre de, “(…) şamanı sadece bir ruh hastası olarak göstermek asla doğru değildir.

Aksine olarak ruhlar tarafından şamanlığa davet edildiğine inanılan bu kişiye, Sibirya

halkları arasında korku ile karışık bir saygı gösterilir. Husûsî kabiliyeti sâyesinde tabîat-

Page 76: YÜKSEK - Gazi

64

üstü kuvvetlerle temasta sayıldığı için, ona, mensup olduğu boy veya oymağın koruyucusu

gözü ile bakılır. Nitekim ilk şamanın zuhûruna dâir Sibirya’da anlatılan efsânelerde de

ruhlarla münâsebette bulunduğuna inanılan şamanın, üstün kabiliyetleri ile farklı yaratılışa

sâhip bir varlık olduğu belirtilir. Kamlar, umûmiyetle zeki, hayalperest ve şâir tabiatlı

insanlardır.”(Ünsal 2017:3)

Gök Tanrı inancına sahip olan Eski Türkler’de şaman, din adamlığının ve diğer

özelliklerinin yanı sıra, şairlik özelliğine de sahipti. Türk boylarındaki şaire kutsallık

vermeye, Türkmenler ve Harezm Özbekleri arasında şamanların ve müzisyenlerin pîri

olarak kabul edilen Âşık Aydın adlı mitolojik varlığı da örnek olarak gösterebiliriz.

Mitolojik inanca göre dutar çalmak veya baksı (şaman) olmak isteyen herkes Âşık

Aydın’ın mezarını ziyaret etmeli, geceyi dutar çalarak onun mezarı başında geçirmelidir.

İnanca göre Âşık Aydın, ziyaretçinin gözüne görünür ve ona hayır-dua vererek şairlik

kudreti verir. Görüldüğü gibi, farklı milletlerin mitolojilerinin şaire ve şiire bakış açılarında

büyük benzerlikler vardır. Perrin ise, şaman ile sanat arasındaki ilişkiye değinir ve

günümüz sanatçılarını kastederek Kimi sanatçıların, resim, şiir, tiyatro, müzik ve dans gibi

değişik sanat dallarındaki yapıtlarını ve esinlerini “şamancıl” deyimiyle tanımladıkları

gözlenmektedir diyerek bu ilişkiyi sorgular.

Mitler, millet olma şuurunu korudukları gibi, bazen de bu şuurun tekrar kazanılmasına

katkıda bulunurlar. Mitolojiden etkilenmiş olan İngiliz yazarlarından ve şairlerinden olan

W.B Yeats (1865–1939), miti, bilime, materyalizme ve Anglosakson soyutlamaya karşı bir

“görme biçimi” olarak düşünüyordu. Onun yapıtında, rüya ve simgelerin hüküm sürdüğü

bir evreni düşünmeye ve böylece köklere, yani yaşam ve bilgi ağaçlarının köklerine

inmeye davet vardır. İrlanda mitolojisi ile ilgilenen şairin gözünde mit, aynı zamanda

İrlanda milletini tekrar diriltebilecek bir olanaktı. Bu yönelişinde siyasi bir amacı da vardı;

mit, efsane, folklor gibi ögelerle İrlanda’nın İngiliz etkisinden tamamıyla kurtulabilme

ümidini taşıyordu. Gerçekten de tarihte Alman, İran ve Fin gibi bazı milletler folklor

malzemelerinden de faydalanarak kendi milli şuurlarının oluşmasını sağlamışlar ve millî

benliklerini korumuşlardır. Başka milletlerin etkisinde veya esaretinde olan milletler için

bu mit, efsane, destan, vb. ürünler hayatî derecede önem taşımaktadır. Bu milletler, bilinçli

bir şekilde bu folklor ürünlerine yönelirler. Antikçağ mitlerinin edebiyatta ele alınıp

işlenmesi Yunan toplumu gibi kadim milletlerde ise doğal bir şekilde olmaktadır ve bu

durum temel ve vazgeçilemez bir ögedir. Batı’da, Yunan mitolojisini konu olarak ele alıp

Page 77: YÜKSEK - Gazi

65

da işleyen çok sayıda sanat eseri mevcuttur: Daha eski Yunan devrinden, başlayarak,

mitoslar ve destanlar, fikir ve sanat eserlerine tükenmez kaynak olmuştur. Zengin bir

mitolojiye sahip olan milletlerin destanları da zengindir. Dünya edebiyatında mitolojik

öğeleri de içeren ve en yaygın olarak bilinen epik edebî ürünlere, Gilgameş (Sümer-

Mezopotamya), İlyada ve Odysseia (Yunan), Kalevala (Fin), Ramayana ve Mahabharata

(Sanskrit-Hint), Nibelungen (Cermen), Chanson de Roland (Fransız), Manas (Kırgız),

Aeneas (Roma), Şehname (İran) destanları örnek olarak verilebilir. Bizim mitolojimiz

dünyanın en eski ve zengin mitolojileri arasındadır. Sözlü gelenekte hâlâ yaşayan Oğuz

Kağan, Maaday Kara, Ural Batır, Dede Korkut, Manas ve Köroğlu Destanları bize Türk

mitolojisinin zenginliği hakkında bilgi verir.

Türk toplumu, tarihin destan devirlerini yaşamış, eski bir millet olduğu için bu devirlerin

folklor ürünleri günümüz edebiyatını da etkilemiştir; fakat bazı aydınlarımız batı ile ilişkilerin

bir sonucu olarak ve Yunan klâsiklerinin de çevrilmesiyle ilk olarak batı mitolojisi ile

ilgilenmeye başlamışlardır. Doğan, bu ilginin sebepleri hakkında şu bilgileri verir:

“Avrupalı entelektüelin de, ‘Osmanlı münevveri’nin de Yunan destanları İlyada ile

Odysseia ilgisini, hümanist felsefe ve ‘evrensellik’ düşüncesi yönlendirmiştir. Avrupa için

yaratıcı bir hamle değeri taşıyan Rönesans, Antik Yunan’ın değerlerini, skolastik

zihniyetin aşılması sürecinde, anılan destanlarla güncellenir. Antik Yunan felsefesine âşina

olan Osmanlı münevveri; Devlet, Tanzimat (1839) ve Islahat fermanlarıyla (1856)

geleceğini Avrupa’da görmeye başladığı süreçte, divan şiirinin estetik zeminini oymaya

yönelir. Namık Kemal, Celâleddin Harzemşah (1888) adlı tiyatro eserine yazdığı

‘Mukaddime-i Celâl’de, divan şiirinin ‘güzel’iyle bir bakıma dalga geçerken sadece bir

mazmuna değil, bir dünya görüşüne ve estetik zevke de karşı çıkar (Namık Kemal 1975).

Onun talebi, edebî olmaktan çok siyasîdir; ama açtığı yol, edebiyatta bir dünyadan

vazgeçerek yeni güzeller peşinde koşmak isteyenler tarafından genişletilip Yunan

mitolojisine çıkarılır.”

İslâm’dan sonra, kendine has referanslarıyla divan şiiri, bütünlüklü bir dünyanın, daha

yerinde bir tabirle bir zihniyetin ürünüdür. Bu bütünlük içinde mitoloji de vardır elbette;

ama bu mitoloji, kaynağını büyük oranda Firdevsi’nin Şehnâme’sinden alır. Eski dinlerin

inanç sistemlerine karşı ise bir ilgisizlik görülmektedir. Batı’ya yönelişle birlikte mitoloji

konularına da ilgi artmıştır. Doğan, Yunan mitolojisine yönelen dikkatler ve ilk çalışmalar

Page 78: YÜKSEK - Gazi

66

hakkında şu bilgileri verir: “Osmanlı münevverinin bir dünyadan başka bir dünyaya geçme

isteğinde Antik Yunan tarihi ve mitolojisi önemli bir göstergedir. ‘Yusuf Kâmil Paşa’nın

1859’da Türkçe’ye çevirdiği Télémaque, Eski Yunan tarihine ve mitolojisine karşı oldukça

geniş bir ilgi uyandırmıştır.’ (Toker 2009:4) Bu ilgiyle Yunan ve Latin tarihine, felsefesine

ilişkin bazı yazılar da Türkçe’ye çevrilir.” Şemseddin Sâmi, Esâtir adlı kitabını 1890’da

yayımlar. Ahmet Midhat, Tercüman-ı Ahval gazetesinde yayınlanan Şiir ve Mitoloji (27

Mart 1890), Yine Şiir ve Mitoloji (29 Mart 1890) ve Tekrar Şiir ve Mitoloji (31 Mart

1890) adlı yazılarında mitoloji hakkındaki görüşlerini kaleme alır. Yahya Kemal ile Yakup

Kadri, Nev-Yunânîlik i esas alan bir edebî mektep kurmaya çalışırlar. Tevfik Fikret de

Promete adlı şiiriyle bu akıma destek verir. Bu çalışmalarla, İran mitolojisinin etkilerinden,

Yunan mitolojisinin etkilerine geçilmeye çalışılmaktadır; fakat Ülkenin zor yıllarında bu

girişim, bir fantezi olarak kalır. Bu fantezinin aynı zor yılların beslediği “milliyetçilik”

düşüncesi ve bu düşünce doğrultusunda gelişen edebiyat için bir kapı araladığı

söylenebilir. Aralanan kapıdan Türk mitolojisine girilir.

Yunan mitolojisine ilgi, Cumhuriyet döneminde de devam eder. Aydın Afacan, Şiir ve

Mitologya adlı eserinde, Cumhuriyet Dönemi Şiiri’nde Yunan ve Latin Mitologyası’nı

araştırmıştır. Eserinde mitologya-şiir ilişkisini açıkladıktan sonra Türkiye’nin kültürel

ortamında bu mitolojinin nasıl algılandığını ve bu mitolojiden etkilenen şairleri inceler.

Yunan mitolojisinden etkilenmiş olan Türk şairlere; Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Salih

Zeki Aktay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Zeki Ömer Defne, Mustafa Seyit Sutüven, Hasan

İzzettin Dinamo, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret

Aksal, Arif Damar, Mehmet Başaran, Can Yücel, Edip Cansever, Ahmet Oktay, Cengiz

Bektaş, Ali Püsküllüoğlu, Özdemir İnce, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Fikret Demirağ gibi

şairlerimiz örnek olarak verilebilir. Bizde, sanatta ve fikirde Türk mitolojisini konu olarak

kullanmak isteyen kişi, Ziya Gökalp’tir. Onu, Orhan Seyfi, takip eder. Ziya

Gökalp,‘Fransız klasizmi’ gibi bir Türk klasizmi yaratmak için Fransızların gittiği yolu

izlemek gerektiğini belirterek şunları söyler: ‘Bizde klasik bir edebiyat meydana gelmesi

için bizim de eski Yunan ve Latin edebiyatlarına kadar çıkmamız, onların meziyetlerini

almamız ve bunu kendi bünyemize uydurmamız lazım gelirdi.’ Gökalp’in bu sözü ile

kaynaklanma noktasında Türk mitolojisinden saptığını söylemenin imkânı yoktur. Çünkü

o, Yunan ve Latin edebiyatlarının ‘özü’nü değil, biçimini almak gerektiğini vurgular. Onun

söylemi içinde öz, Türk mitolojisinde vardır; bu özü, yani ‘mitos’u söyleyecek, başka bir

Page 79: YÜKSEK - Gazi

67

deyişle ‘epos’a dönüştürecek şairler yoktur ve iyi niyetli mevcut denemeler de

yetersizdir.” (Candoğan 2009:56)

1920’li ve 1930’lu yıllarda İslâmiyet’ten önceki Türk tarihi ve edebiyatı araştırmaları

hızlanır. Bu yıllarda artan millî duyarlılık sebebiyle Türk mitolojisi de sahiplenilir: Başta

Hüseyin Nihal (Atsız) olmak üzere, Sabahattin Ali, Fethi Tevetoğlu ve başkaları şiirlerinde

Türk mitoslarını kullanır. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu da destan şairi sıfatıyla,

edebiyatımızda önemli bir yer edinmiştir. Behçet Necatigil, modern Türk şiirindeki

arayışları şu sözleriyle adeta özetler: “Batı şiiri hiçbir zaman mitolojiden ayrılmamıştır.

Bugün Avrupa şiirinde, bütün Batı şairlerinde mitos imajlarına rastlarsınız. Bizde niye

olmasın bu? Serapa istiareler dünyasıdır menakıpnameler, dervişlerin hayatları. Modern

şiir Batı’da Hıristiyan mitoslardan yahut Yunan mitoslarından yararlanıyor. Bizde bakir ne

kadar çok değerli menkıbeler var. Kerametleri, dervişleri düşünün. Kısası Enbiya ise ayrı

bir deryadır.”

2.3. Mit/ Mitoloji- Düşünce/Sanat Akımları İlişkisinde Gerçeklik

Edebiyat akımları sadece bireyin değil toplumun da gelişimini sağlar. Bu akımlar

olmasaydı edebiyat yapıtları gelişim ve değişim yaşayamayacak ve okurları tek düze

anlayışla boğacaktı. Her akım edebiyata değişik bir yön vermiştir, değişik bir görüş açısı,

yaşantıyı sağlamlaştırıp güzelleştiren bir hamle kuvveti verir. (Karaalioğlu, 1974:5)

Edebiyat akımları, değişik sanat görüşlerini amaç edindiklerinden, halkın çeşitli yapıtlarla

karşılaşmasını, okuma zevkinin gelişmesini, toplumun aynı duygularla aynı fikirler

çerçevesinde kümelenmesini uygarlıkların beraber yürümesini hazırlar. Bir ağaç mevsim

mevsim nasıl yapraklarını dökerse edebiyat ağacı da çağ çağ akımlarını tazeler. Edebiyat

ağacına can veren köklerdir akımlar.

Gustave Flaubert’e göre; Yunan sanatı, sanat değildi. Bütün bir halkın, bütün bir ırkın,

memleketin öz benliğinin yapısıydı. Edebiyat akımlarına Hümanizm’den başlamak daha

doğru olacaktır. Çünkü Rönesans’ın doğuşu temelleri Hümanizm’le atılmıştır. Hümanizme

inanmış, onunla bütünleşmiş şairler olmasaydı Klasisizm beki hiçbir zaman doğmayacaktı.

Bunu destekler nitelikte Richard Alcock şöyle diyor: “Hümanizm, en iyi, en eski Yunan ve

Roma yazarlarının estetik ideallaerine bir bağlanma, onların yapıtlarını sevme, üsluplarını

Page 80: YÜKSEK - Gazi

68

benimsemedir. Yine Roger Gaundy; söz konusu olan aklın elde etmiş olduğu kazançlardan

hiçbir şey yitirmeyen ama yeni kültür ufuklarına kanat açan gerçekten evrensel bir

hümanizmanın geliştirilmesidir… Bugün hiç kimse bütün çağların kültürüne, bütün bir

hümanizmanın gerçekleşmesine herhangi bir katkıda bulunamaz.

Gerçekten de insana değer veren bir anlayışı benimseyen milletlerin birliğini hiçbir

emperyalist kuvvetin yıkamayacağı söylenebilir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nda insana ait

değer yargılarımızı bütün dünyaya tek tek göstermiş olduk.

Dünya tarihi, büyük, ibretli bir deneme sahnesi olarak, fertlerin, milletlerin, toplulukların

birbirinin boğazına sarılmasında, ayırıcı noktaların taassupla ön plana alınmış olmasının

büyük rolünü göstermektedir. Savaş önce insanların kafasında başladığı için gelecek

savaşları önlemenin, insanlığı huzur içinde gelişime götürmenin başlıca aracı hümanist

ruhu geliştirmektir.

Hümanizm düşüncesi her milletin ortak duygu, düşünce ve hayallerinin mahsulü olan

mitlerde bulunmaktadır. Mitleri iyi bilen insan sosyal, kültürel ve psikolojik anlamda

kendini tanıyacak ve ona göre davrandığı vakit dünyada her şey daha düzenli ve huzur

verici olacaktır. Üzerimize düşen vazifeyi gerçekleştirmiyor olmamız ve egomuzun bizi

esir alarak cömertlik, dürüstlük, anlayışlılık gibi özellikleri kaybetmemiz, bu değerlerin

yerini alan maddesellik, menfaatçilik, kıskançlık gibi olumsuz düşünceler ve duygular

ararsında kalan insanın nelere sebebiyet verdiğini tarih bize defalarca göstermiştir. İnsan

birey olarak kendini düzeltirse dünya da ona göre düzelecektir.

Rönesans, Avrupa’da Ortaçağ’da bilim ve sanatta hüküm süren geriliği yıkan uyanış

hareketi olarak tarif edilebilir. Bu bilim sanatta ilerleyişi sağlayacak olan temel

Hümanistler tarafından atılmıştır. Hümanistler bu insan verdikleri değer düşüncesini kendi

tarihlerine, kültürlerine ya da gözlemledikleri başka kültürlerden öğrenmişlerdir. Yeni ve

büyük uygarlıkların ancak eski uygarlık temelleri üzerinde yükselebileceği anlaşılmıştır.

Bu sebeple de Hümanistler kendilerini tanımaya ve eski uygarlıklarını kendilerine uygun

bir biçimde yenileştirmeyi denemişlerdir.

Daha önceki bölümlerden hatırlayacak olursak mitlerin kültürlerin devamlılığını sağlayan

en temel kaynaklar olduğunu söylemiştik. Demek ki Rönesans denilen gelişim hareketi

Page 81: YÜKSEK - Gazi

69

ancak milletlerin kültür birikimlerini dikkate alarak sağlanmıştır. Bu birikim de mitlerde

yatmaktadır.

Yeniçağ edebiyat akımlarının kaynaklarına indiğimiz zaman Hümanizm ile Rönesans

karşımıza çıkmaktadır. Yeniçağda yani XV. Yüzyıl başlarında Hümanizm akımının

kuvvetlenmesinden, Rönesans’ın İtalya’da doğmasından sonra Klasisizm’i görürüz. Andre

Gide; “ Klasisizm doğal olarak bir erdemler topluluğudur. Klasik sanat yapıtı; düzenin,

ölçünün, iç romantizmin üzerindeki üstünlüğünü anlatır.” der.

Klasisizmin gayesi; tabiatı aka uygun bir şekilde taklit etmektir. Klasisizme göre sanatın üç

temeli vardır: akıl, sağduyu, tabiat. Bir eser güzelliğini, değerini akıldan alır. Sağduyuya

uymayan hiçbir anlatımın estetik değeri yoktur. Hiçbir şey gerçekten daha güzel olamaz.

Ancak gerçek sevimlidir. İnsan ruhu inanmadığı hiçbir şeyden heyecan duymadığı için

tabiatı taklit gerekir.

Burada bizim için daha önemli bir akımın adı geçmektedir. Neoklasisizm, yeni kalsikçilik

anlamına gelmektedir. Neoklasisizm; klasisizmi eski klasik üslup zevkini yeniden

canlandırmak için ortaya atılan edebi bir harekettir. Neoklasisizmin gayesi; şiirde aklın

üstünlüğünü klasik biçimleri, Yunan mitolojisinden faydalanmayı ön plana almaktadır.

Jean Racine şöyle der: “Gerek Euripides’ten gerekse Homeros’tan taklit ettiğim şeylerin

tiyatromuz üzerinde yaptığı etki karşısında, insana iyiyi, kötüyü bildiren sezinin ve aklın

her çağda aynı olduğun sevinçle gördüm. Paris zevki Atina zevkine uygun düştü.

Seyircilerin vaktiyle Yunanistan’ın en bilgin halkını gözyaşlarına boğan aynı şeylerle

heyecanlandılar.

Neoklasiklere göre insan aslında her yerde aynıdır. Gerçi çeşitli ülkelerde ve çağlarda

başka adetler, inançlar, yaşayış tarzları vardır ama bunlar geçici veya o yere, o çağa özgü

şeylerdir. Bütün bunların altında ortak olan bir insan tabiatı yatar. İnsanların tutkuları, aşk,

acı duyguları, çocuklarına sevgisi vb. esasta birdir, değişmez. İnsan tabiatının özünü

yansıtmak demek, bu ortak yanları belirtmek, bireysel olanı, yöresel olanı anormal olanı

bir tarafa bırakmak demektir. Böylece geneli yaratırken sanatçı özü yaratmış olur. (Moran,

2012: 185) Romantizm, kavram, köken olarak “romance” kelimesinden gelmektedir.

“romance” Roma imparatorluğunda halkın konuştuğu ve Latincenin bozulmuş hali olan

Page 82: YÜKSEK - Gazi

70

konuşma dilidir. Halk ilim dili olan asıl Latinceyi bilmez. Zamanla “romance” halkın ilgi

duyduğu doğa üstülüklerle dolu tabiat güzelliklerinin anlatıldığı şiir ve nesir türü eserlerin

bu niteliğini belirten sıfat olmuş ve söz konusu nitelikler için kullanılmaya başlanmıştır.

Bu sebeple ilk anlamı; “eski şövalyelik romanlarını, saz şairleri çağını hatırlatan şey” olan

romantik kelimesinin sıfat olarak kullanılması isi olarak kullanılmasından daha öncedir.

Rasyonalizmin söz konusu olduğu XVIII. Yüzyılda kelimenin manasında belli bir kayma

olmuş ve “gerçek dışı, hayali, duygusal” manasında kullanılmıştır. Kelimeyi bugünkü

manasına yakın bir biçimde ilk kullanan kişi ise J. J. Rousseau’dur. Rousseau, bir eserinde

Bienne Gölünden bahsederken buranın “romantik bir yer” olduğunu söyler. Fransız

akademisi buradan hareketle kavramı 1789’da “romantik, umumiyetle insana şiirlerdeki ve

romanlardaki manzaraları tahayyül ettiren yerlere denir “ şeklinde tarif etmiştir.

(Perin,1942:11)

Romantizmin doğuşu Fransız İhtilali sağlamıştır. Klasisizm nasıl mutlaka monarşi

döneminin akımı ise romantizm de hürriyetin, eşitlik, demokrasi ilkelerini savunur.

Hümanizm’den sonra kendi kimlik ve değerlerinin farkına varan birey bunun topluma

kabul ettirmek için uğraşmışlardır.

Romantizm klasisizme karşı, değişmez ruhsal durumları kaldrırarak edebiyat türlerine

güzel sanatların diğer kollarına özgürlük, kişisellik kazandırmıştır. Romantizm; edebiyatta

liberalizmden başka bir şey değildir. ( Hugo, 1827: 5)

Romantizm; 18. Yüzyıl sonunda başlayan klasik edebiyatın yerine geçen duygu ve hayale

fazla yer veren edebiyat çığırıdır. Romantizmin babası Rousseau’dur. Kant, Fictte,

Schelling romantizmin felsefi hazırlayıcılarıdır.

Klasisizme tepki olarak doğmuş olan bu akımı sistemli hale getiren Victor HUGO’ dur. Bu

akım bütün Avrupa ve İngiltere’de çok büyük ilgi görmüştür. Klasisizmin sadece aklı

temel olan ideal, tek düze insan tipini oluşturmaktan daha çok duygulara, hayallere ve

bireyselliğe hitap eden bir dünya görüşü olarak insanların karşısına çıkmıştır. Sanatçılar

taklitçiliği bırakarak Shakespeare, Goethe, Schiller hayranı olmuştur.

Page 83: YÜKSEK - Gazi

71

Romantizmin ana koşulu; sanat için sanattır. Önemli olan bireyin kendini istediği gibi

anlatmasıdır. Dilinin anlaşılır olup olmaması önemli değildir. Romantik yapıtta duygu

klasik yapıtta irade üstündür.

Romantizm; sanatkârın kalemi, muhayyilesi, yaratıcı gücü ve duygularına getirilebilecek

hiçbir kısıtlama, sınırlama ve kuralı kabul etmez; ona kesin bir hüviyet verir

(Çetişli,2014:79).

Victor Hugo bunu açıkça ilan eder:

“Şiirde iyi veya kötü konular değil sadece iyi ve kötü şairler vardı. Kaldı ki her şey

konudur; her şey sanatla ilgilidir. Her şeyin şiire girmek hakkıdır. Sanatın dizginlerle,

kelepçelerle, ağız tıkaçları ile işi yok! O size; “Yürü!” diyor ve sizi yasaklamış meyvesi

bulunmayan o büyük şiir bahçesine salıveriyor. Zaman da mekân da şairlerin. Şair istediği

yere gitsin, hoşuna gideni yapsın; kanun budur… Şair özgürdür (Yetkin,1967:98).

Kuramlara, şiir ilkelerine ve sistemlere çekici indirelim. Sanatın gerçek yüzünü

maskeleyen bu eski alçıları alaşağı edelim. Ne kurallar ne de ölçüler

yoktur(Göker,1982:32).

Romantikler sosyal hayatta ve sanatta her şeye karşı çıkarlar. Mevcut düzeni ve değer

yargılarını hiçe sayarlar. İnsan tecrübesinden doğan yeni anlayış ve değer yargılarını

benimserler. Topluma göre değil, fert odaklı tecrübeler esas alınmıştır.

“Batı edebiyatlarında romantizm, felsefede hümanizm, ekonomide liberalizm ve köktenci

ferdiyetçiliktir. 19. Yüzyılda romantik akımla insan, evrenin merkezi olmuş, tanrı merkezli

evren fikri yıkılmış, insan ahlaki değerlerin hem kaynağı hem de ölçüsü olmuştur. XIX.

Yüzyılın romantizmi, kültür ve medeniyette Hıristiyanlık sentezini yetersiz bulup

neoplatonik felsefeyi kendisine mit olarak seçmiş mistik bir akımdır. Ancak romantikler,

nihai gerçeği öğrenmede sezgiyi seçmekle beraber, maddeyi ve insan hayatını inkâr

etmemişlerdir.

Klasik dinlerin cennet ve cehennem kavramlarını zamana ve mekâna taşıyan romantikler,

mistik oldukları halde, edebiyatta insanı tanrılaştıran ilk dünyevi akımının öncüleri

olmuşlardır(Kantarcıoğlu, 2009: 82-83).

Page 84: YÜKSEK - Gazi

72

Yukarıda anlatılanlardan romantizmin mitten kopuk olmadığını, kural ve değerleri yeniden

oluşturmalarına rağmen cennet ve cehennem kavramlarını zamana ve mekâna taşıdıklarını

söylenebilir. Edebiyatta insanı tanrılaştırma çabaları da aslında mitlerin gerçekliğinde

vurgulamak istediğimiz mitlerde anlatılan tanrı, yarı tanrıların aslında o dönemde yaşamış

güçlü, soylu ve zengin kişiler olduğu görüşünü destekler biçimde görülmektedir.

Romantiklerin dikkate alınması gereken önemli bir tarafları da tabiatı algılama

biçimleridir. Onlar tabiatı edebiyatın ortak ve temel konularından birisi yapmışlardır.

Onlar için kuşlar, çiçekler, kırlar, ormanlar müthiş bir ilham kaynağı oldu. Romantikler

bununla kalmadılar. Aynı zamanda tabiatı yeniden keşfettiler. Yani dünya yeniden

yaratılmış ve onlar da ilk görenmiş gibi tabiata yepyeni bir gözle baktılar. Tıpkı eski

insanların dünyayı, tabiatı algılama anında mitleri oluşturdukları gibi onlar da tabiata o

gözle baktılar. Onlara göre tabiat, insan gibi tanrının madde de vücut bulmuş halidir.

Tabiattaki bu felsefede denge, çokluk ve çeşitlilik bütünlüğüyle ahengin ta kendisidir.

Sanatkâr tabiattan bahsederken bu ilahi güzelliği ve uyumu eserine mutlaka aktarmalıdır.

Romantiklerin bir başka yönü ise kendi kültürlerine, halk edebiyatlarına folklorüne, milli

ve mahalli değerlerine ilgi göstermeleridir. Böyle bir duyarlılığın sonucu olarak özellikle

orta çağın masal ve efsanelerini dinleyip sırlara nail olmayı ve tabiatüstü özelliklere sahip

bu olay, mekân ve insanları tahayyül etmeyi arzulamışlardır.

“İnan ki sanatçının yarattığı her şey gerçektir. Benim zavallı Bovary’im şimdi şu saatte

Fransa’nın yirmi şehrinde birden acı çekiyor, gözyaşı döküyor.” diyen Gustave Flaubert

realizmin gelişinin ifadesini yansıtmıştır. Realizm, gerçekçiliktir. Yani tabiatı olduğu gibi,

görünüşte çirkinlikleriyle, güzellikleriyle, bayağılıklarıyla anlatmaya çalışır.

Realizm, romantizmin duygulu ve şahsi hayal yüklü anlatımına bir tepki olarak ortaya

çıkmıştır. Devamlı hayal gücünün etkisinde bulunup hayatın gerçeklerinden kopan

romantikleri eleştirirler. Onlar sanatta insanın ve insan topluluklarının hayatlarını,

oluşlarını bütün gerçekliğiyle ve sebepleriyle görmek ve göstermek endişesi taşırlar.

Realizm Augusto Comte’nin kurduğu Hippolyte Taine’nin uyguladığı hayal alanından

gerçek âleme dönüşün göstergesidir.

Page 85: YÜKSEK - Gazi

73

Gerçekliğe uyun olmasını tarihle benzer kabul edebiliriz. Fakat ayrımı Jules ve Edmond de

Goncourt, şöyle izah etmiştir: tarih, yazılı belgelerle meydana getirildiği gibi bugünkü

roman da anlatılmış veya tabiattan çıkartılmış belgelerden doğmalıdır. Tarihçiler mazinin,

romancılar ise halin hikâyecileridir.

Gerçekçi eserlerde olaylar dikkate alınır. Bu olayları yaşayan kişilerin hayat tecrübelerine

fazlasıyla yer verilir. Olaylar çarpıtılmadan gerçekte olduğu gibi göstermeye çalışılır.

Okuyucu yazarın tesirinden uzak eseri okurken serbest bırakılır. O istediğini düşünmekte

ve hayal etmekte serbesttir. Zira Remy De Gourmani’in dediği gibi; gerçek insanın hayat

yolcuğunda dayandığı bastondur… Gerçek bir hayal, hayal de bir gerçektir. Gerçekçilere

göre çevrenin insan üzerindeki etkisi büyüktür. Bu bakımdan tasvire, gözleme ve

kompozisyona büyük önem verilir.

Gerçek dolayısıyla gerçekçilik bütün sanat akımlarının problemidir. Çünkü “gerçek”in ne

olup olmadığı tam olarak belirlenememiştir. Zira tek bir gerçek tarifi üzerinde hemfikir

olunamamıştır. İkinci husus ise “gerçek”in nasıl yansıtılacağı ve yansıtılması gerektiğidir.

Aslında daha önceki dönemlerde gerçekçilik adı koyulmadan işlenmiş bulunuyordu.

Mesela; Leonardo da Vinci; “Yaptığınız resim konu olarak aldığımız objelere tam olarak

benzeyip benzemediğini anlamak istiyorsanız bir ayna alın ve bu objelerin onda nasıl

yansıdığına bakarak gördüğünüzü yaptığınız resimle karşılaştırın.” der.

Realizm akımındaki gerçek ancak akıl yoluyla ulaşılabilecek gerçekken bir de sadece

bilimin üzerinde konuşabildiği medde ile sınırlandırılmış bir gerçektir. Başka bir ifadeyle

realizm, klasisizm gibi akıl/sağduyu ile yetinmez; bir anlamda akı bilimin emine verir veya

gerçeği bilimle sınırlamak ister. Bu sebeple realistler eserlerinde romantikler gibi

olağanüstülüklere, mucizelere, tesadüflere, hayali olanlara ve soyut genellemelere yer

vermezler(Çetişli, 2014:92).

Bununla birlikte realizmin söz konusu gerçek anlayışını ve gözlem endişesini, bir aynanın

yansıtması ile eş değer görmemek gerekir. Realist sanatkâr gerçeğe öncelikle kendine ait

bir perspektifle yaklaşacak; buna göre gerçekte birtakım seçmeler, ayıklamalar ve yeniden

düzenlemeler yapacaktır. Aksi takdirde eser, bir yığın lüzumsuz bilgi yığını olmaktan

öteye geçemeyecektir; “tarih”, “hatıra”, “biyografi” ve “belgesel” sınırları içinde

Page 86: YÜKSEK - Gazi

74

kalacaktır. Bu noktada hatırlatılması gereken bir başka husus, sanatın gerçeği ile hayatın

gerçeğinin ayrı şeyler olduğu hakikatidir.

Mitlerin sembolik bir dille görüneni, yaşananı olağanüstü, inanılması güç biçimde ifade

etmesi bu anlamda gerçeklikten uzak gelmemelidir. Realizmde olduğu gibi mitlerde de

sanatçı görüneni, yaşananı elemiş, kendine ait bir perspektiften bakmış ve ona göre

düzenlemiştir.

Naturalizm akımı, ayrı bir başlık olarak ve aynı zamanda realizmin hemen arkasında

verilmesi realizmin zıddı olarak düşünülmesine neden olmaktadır. Fakat aksine maturalizm

realizmin bir devamı sayılır. Çünkü her ikisi de aynı dünya görüşüne, felsefidüşünce,

aynısosyal, ekonomik ve kültürel şartların sanat, edebiyata yansımış halleridir. Naturalizm

realizmin roman, hikâye ve tiyatrodaki görüntüsüdür. “Tabiatçılık, doğacılık, doğalcılık”

manasına gelen “naturalizm” köken itibariyle “tabiat, doğa, yaratılış, mizac, yapmacıksız”

anlamındaki “nature” ; “tabiatla ilgi; tabii, doğal, olağan, yapmacıksız” anlamındaki “

naturel” kelimesinden gelmektedir. Bu manaya göre naturalizm; “sanat, tabiatın kopyası

olmalıdır” fikrini güden, nazariye; “tabiatın safiyene bir şekilde taklidi”; “sanatın gerçek

konusunun doğa olduğu”; sanatçıyı ilgilendiren tek şeyin fiziksel çevrenin özelliklerini ve

davranışını gözlemlemek ve kaybetmekten ibaret bulunduğunu savunan görüş”; “bilimsel

zorunluluk prensibi ve deney metodunu esas alan sanat felsefesi ve edebiyat akımıdır”

(Çetişli,2014:102) Naturalizmden bahsederken gerekircilik (determinizm) üzerinde de

durmaya ihtiyaç vardır.

Determinizm, felsefe sözlüklerinde şöyle açıklanır: evrende olup biten her şeyin bir

nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştirdiğini, fiziksel evrendeki ve dolayısıyla da insanın

tarihindeki tüm olgu ve olayların mutlak olarak nedenlerine bağlı olduğunu ve nedenleri

tarafından koşullandığını savunan anlayıştır(Cevizci, 2014:223).

“Zorunsuzluk ve hür iradeyi kabul etmeyip, fiziki, ruhi, ahlaki bütün olayları birtakım

zaruri sebepler zincirinin zarurette tayin ettiğini iddia eden teori.(…) Gerekircilik bir şeyin

diğer bir şeyle şartlandırılması, bir hadiseyi onu meydana getiren şartların bütünüyle tayin

etmek manasına gelir.” (Bolay, 1984:61)

Page 87: YÜKSEK - Gazi

75

Determinizmle anlatılmak istenen insan ve insan topluluğunun yaşadıkları sebep-sonuç

ilişkisi taşır. Aynı şartlar altında insan hep aynı davranır. Sebepler gerçekleştiğinde olayın

olmaması mümkün, tesadüf, mucize ve olağanüstüyü reddeder. Bir de bunları kabul

etmediği için her türlü manevi değer, güç ve insan iradesini de reddeder. Böylece bilimsel

kadercilik ortaya çıkmış olur. Charles Darwin’in Evrim Teorisi de bu düşüncenin ardından

ortaya çıkmıştır.

Darwin’e göre, Tanrı bir enerji kaynağıdır. Yaratıcı güçtür. Fakat bu enerji maddeye

dönüşmüş ve bütün bitki, hayvan, insan, melek ve Tanrı’dan oluşmuş bir varoluş zinciri

içinde kendini gerçekleştirmektedir.

Darwin’den önce ilahi enerjisinin önce melekleri, sonra insanı, sonra hayvan ve bitkileri ve

cansız tabiatı yarattığına inanılırken, Darwin’den sonra önce maddenin, sonra bitkilerin,

hayvanların ve insanın yaratıldığına inanılmıştır. Bu düşünce batı kültürünün ve Hıristiyan

dünyasının bütün kuralarını, inançlarını sarsmış büyük fikir kavgalarının yaşanmasına

sebep olmuştur. Bu durum mitlerde anlatılan tanrı ve yarı tanrı hikâyelerinin inanılmasını

güçleştirmiştir.

Sembol, bir duygu halinin, bir fikrin, bir hayalin, bir olayın, bir manzaranın geleneksel

veya bilinen zihni sanatların ötesinde ama anlatılmak istenileni başarıyla temsil edebilen

bir şeye ( soyut ya da somut) dönüştürülerek ifade edilmesidir.

Sembolistlere göre gerçek, görünen değil görünenin arkasında gizli olan ruhtur. Sonbaharın

solgun ve sararmış renklerinin hâkim olduğu bu dünyada kızıl gün batışları, hüzünlü

akşamlar, alacakaranlıklar, ölgün ay ışıkları ve mehtap, durgunsular, sakin ve kimsesiz

yollar ve kırlar esastır. Söz konusu atmosferi çok daha başarılı bir biçimde okuyucuya sevk

edecek olan masallar, efsaneler, hayal ve çeşitli ruh hallerinin ifadesi sembolizmin temel

konularını teşkil eder

Sembolizm, hem gerçeği göstermek hem de onun sınırlarını aşmak arzumuza cevap veren

bir sanat biçimidir. Doğrudan doğruya sözle anlatılamayan derin duygularla heyecanları

sembolik kelimelerin müziğiyle anlatmaya çalışan bu akım 19. Yüzyılın son yarısında

Fransa’dan bütün Avrupa’ya yayılmıştır.

Page 88: YÜKSEK - Gazi

76

Resim 2.10. Mitolojide sembolizmin kullanılması

(https://turkcetarih.com/mit-ve-masallardaki-geyiklerin-olumsuzlugu/) 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.

Açıklıktan kaçınıp sembollü anlatımlara yer veren edebiyatta sözcüklerin müzik özelliğiyle

bütün duygu inceliklerini, doğrudan doğruya anlatılamayan ruh durumlarını duyurmayı

isteyen bir akımdır(Karaalioğlu;1974:211).

Bruntiere: “Her türlü sembol bir açıklamadır.” der. Litre’ye göre; Bir sembol, bir başka

şeyin yerine kullanılan bir mecaz veya bir hayaldir. Alber Camus ise “Sembolik bir eseri

anlamak kadar güç bir şey yoktur. Bir sembol, kullananı her zaman aşar ve ona gerçekte

belirttiğine inandığından daha fazlasını söylettirir.”

Hayatı ve insanı akıl, madde ve ilimle sınırlayan söz konusu felsefeler, bir noktadan sonra

insanın bunalıma düşmesine ve yeni arayışlara yönelmesine sebep olmuştur. Bu arayışın

düşünce hayatındaki en önemli temsilcisi Alman filozofu Kant’tır. Kant, insanın yaratıcı

hayal gücüne inanır. Bu inanç mitlerin oluşumunu açıklamaktadır. Mitler de yaşanan,

düşünülen ve anlamlandırılmak istenen olaylar için sembolik bir yaratıcı hayal gücünün

eseridir.

Yaratıcı hayal gücü; insanın duyularla kazandığı izleminleri, duyular ötesi bir seviyede

sezgiye dayanan akı yardımıyla “fikir öbekleri” olarak isimlendirilen kavramlara

dönüştürme gücüdür. Ancak insanın yaratıcı hayal gücü daha yüksek ve duyular üstü bir

seviyede, dış dünyadan bağımsız olarak kendi sentezlerini oluşturabilmektedir. Yaratıcı

Page 89: YÜKSEK - Gazi

77

hayal gücü, dış dünyanın yokluğunda da duyular üstü bir seviyede sezgiye dayalı akıl

seviyesinde oluşturulan kavramlardan yepyeni kavramlar veya sentezler oluşturabilir.

Efsane, masal ve destanlardaki sembolik anlatılar da yaratıcı hayal gücüyle, duyular üstü

bir seviyede oluşturulmuş yaratılardır. Bu sebeple Oğuz Kağan’ın doğduktan sonra

annesinin sütünü bir kez emdiğine, daha sonra kımız ve çiğ et istediğine şaşırmamalıyız.

Oğuz kağan tipinde bu kadar hızlı gelişim gösteren ifadeler tamamen sembolik anlamlar

içermekte, aslında Türklerin yaşayışlarına istinaden ne kadar hareketli ve hızlı bir yaşam

sürdüklerini anlatmaktadır.

Page 90: YÜKSEK - Gazi

78

Page 91: YÜKSEK - Gazi

79

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MİTOLOJİ VE GERÇEKLİK İLİŞKİSİ

3.1. Mit/Mitoloji-Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Altay Yaratılış Destanının

Çözümlenmesi

Dünya mitolojisinde olduğu gibi Türk mitolojisinde de insanlar sürekli kendini ve

yaratılışını sorgulamıştır. Etrafını saran bu sınırsız boşluğun ne ve nasıl olduğunu merak

etmiş ve düşünmüştür. Gerek ulaşılması güç yüce dağları görmüş, güçlü ve tek başına

yenemeyeceğini düşündüğü boğadan korkmuş, suyun nelere yol açabileceğine şahit olmuş

ve bundan dolayı ilkel insan hayattaki her varlığa can katmış, onların canlı olduğuna

inanmışlardır. Altay yaratılış destanlarının birkaç versiyonuyla karşılaşmaktayız. Bunlar

Verbistskiy’in derlediği Altay yaratılış Destanı, Radloff’un derlediği Altay Yaratılış

Destanı, Türk- Memlük Yaratılış Destanlarıdır. Bu çalışma öncelikle Radloff’un derlediği

yaratılış efsanesini ele alacaktır.

Radloff’un Derlediği Altay Yaratılış Destanından…

Yerin yer olduğunda sularla kaplıydı her yer,

Ne gök vardı ne de ay, ne güneş ne de bir yer.

Tanrı uçar dururdu, insanoğluysa tekdi.

O da uçar dururdu, sanki Tanrıyla eşdi.

Uçar, hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı.

Radloff’un derlediği Altay Yaratılış Destanı’nda şeytan Erlik insanın ta kendisidir. Hâlbuki

Verbitskiy’in Altay yaratılış Destanı’nda dünyanın yaratılışından insanın yaratılışı çok

sonra anlatılmaktadır. Türklerin tek Tanrı düşüncesinin Verbitskiy’in derlediği yaratılış

Destanı’na etki ettiği görülmektedir.

Hemen hemen tüm mitolojilerde dünyada yaratılıştan önce her yer suyla kaplıdır. Peki

Türkler neden dünyanın yaratılmadan önceki halinin sularla kaplı olduğunu düşünmüştür?

Bunun cevabını Thales’te bulabiliriz: Thales’in öğretisinde su, temel ögedir. Ve diğer

ögeler bundan doğmuştur. Su yoğunlaşarak katı cisimleri meydana getirir. Su buharlaşır,

havaya dönüşür, hava da ateşi doğurur. Evrenimizin temelinde ve kökeninde su vardır.

Page 92: YÜKSEK - Gazi

80

Suyun sonsuz kütlesi, evreni her yandan sarar. İlkel insan yıldızların, üst suyun içinde

yüzdüğünü düşünür ve yer, alt suyun üzerinde yüzer. Bu da Yer’in ve atmosferin tüm

düzensizliklerini açıklar. Bu sebeple eski insanlar yeryüzünün sularla kaplı olduğunu

düşünmüş ve en büyük Tanrı’yı Su Tanrı’sı saymıştır. Aynı zamanda Türklerde su göksel

olanı temsil ettiği için kutsal sayılmaktadır. Yağmur gökten gelerek toprakla bütünleşir ve

canlılığın devamını sağlamaktadır.

Radloff’un derlediği Altay Yaratılış Destanı’nda temel bakımından İran mitolojisinin

etkileri görülmektedir. Göktürklerde de İranlılarla kültür münasebetlerinin izlerini

görmekteyiz. Göktürklerde VII. yüzyılın yarısından sonra Çin tesirini görmekteyiz. İran

mitolojisindeki Hürmüz gökte oturan, iyilik Tanrısıdır. Ehrimen ise karalıklar

hükümdarıdır. Her ikisi de ezelden beri vardır. Tıpkı destanda denildiği gibi “Tanrı uçar

dururdu, insanoğluysa tekdi. O da uçar dururdu, sanki Tanrıyla eşdi.” Her iki Tanrı da

birbirini yaratmamıştı. İkisinin gücü de aynıydı. Ama insanoğlu Hürmüz’ü daha çok

sevmiştir. Çünkü o sevgili ve iyi bir tanrıdır. İran mitolojisinde görüldüğü gibi yaratılışta

ikilik düşüncesi hâkimdir. (Dualizm= iyilik-kötülük) Türk mitolojisinde Tanrı ve insanoğlu

vardı. Radloff’un derlediği destanda Tanrı Hürmüz gibi iyilik Tanrısı, İnsanoğlu ise

Ehrimen gibi kötülük ve karanlıklar tanrısıdır.

Radloff’un derlediği Yaratılış Destanı’nın İran mitolojisinin etkisi altında olduğunu

söylemiştik. Zira Tanrının kişioğluyla birlikte uçması her ikisinin de eşit güçlere sahip gibi

gösterilmesi bundandıur. Fakat garip olan şu ki eski Türklerde tek tanrı inancının izleri

kuvvetli bir şekilde görülmektedir. M. Necati Sepetçioğlu Radloff’un derlediği yartılış

Destanı’nda hareketle mensur oluşturduğu çalışmasında “yokluk içinde bir Tanrı, kara han

bir de su vardı” diyerek yaratıcının yalnız olduğunu ifade etmiştir. “Tanrı Kara Han suyun

üzerinde beyaz bir iri kaz olmuş uçuyordu.” demesi tanrıyı yalnız düşündüğünü gösterir.

Aka ana da “Ben senden önce yoktum: kendi dünyamdaydım. Gördüm ki sen yalnızsın,

ölümün ne demek olduğunu bilmeyen senin için ölüm yalnızlık demektir…” sözleriyle Ak-

Ana Tanrıdan sonra tanrı tarafından yaratılmıştır. “ Ben senin kulunum” derken bunu

kanıtlamıştır.

Ayrıca Tanrı’nın beyaz iri bir kaz olarak gösterilmesi de tesadüf değildir. Beyaz renk

Türklerde ulu, yüce, soyut varlıklara yakıştırılan bir renkti. Kaz ise suyun altında ve

üstünde uzun zaman kalabilen bir canlıdır. Tanrının her yer su kaplı bir mekânda kaza

Page 93: YÜKSEK - Gazi

81

benzetilmesi doğaldır. Türkler kazın bu özelliklerinden hareketle Tanrının uzun zaman su

üzerinde kalmasını bağdaştırmıştır.

Tanrı idiler çünkü ondan yorulmazlardı.

Yoktu Tanrının hiçbir işiyle düşüncesi

İnsanoğlunun ise durmadı hiç hilesi

Bir rüzgârçıkarmıştı, suları kaynatarak,

Tanrıyı kızdırmıştı yüzüne sıçratarak,

Sandı ki insanoğlu bununla bütün oldum,

Ben çok güçlendim artık, Tanrıdan üstün oldum.

Altay yaratılış efsanesinde kâinatın başlangıcında yalnızca iki varlık vardı. Bunlar Tanrı

Ülgen ile kişioğlu ( Erlik ) idi. Erlik başlangıçta Tanrının yardımcısı olan bir insan iken,

sonradan şeytan olmuş ve Ehrimen’in yerine geçmiştir. Eski Türk Maniheizm’inde bu

ikilik düşüncesi iki yıldız yani “iki kök” şeklinde ifade edilmiştir. Bu kök, gerçekte bir

ağaç köküdür. Bazıları bu köklerin ölüm ağacı ile hayat ağacının kökleri olabileceğini

söylemişlerdir. Bu ağaçlar yine yaratıcı Hürmüz ile felaket veren Ehrimen’in birer

sembollerinden başka bir şey değildir (Ögel, 2010:454).

İnsanoğlunun hilelerinin durmaması, yine bu ikiliğin göstergesidir. İyilik- kötülük

kavramları destanda Tanrı ve insanoğlunda somutlaşmıştır. İnsanoğlu egosunun esiri

olarak karanlık yönünü göstermiştir. Aslında bu durum bilinç- bilinçsizlik kavramlarını da

hatırlatmaktadır. Burada mitolojik ve ruhsal dinamiklerin paralelliği varsayımı, bize

başlangıçta var olan derin, karanlık ‘bilinçsiz’ (su) , ondan yaratılan ve üzerinde yükselen,

doğayla bağlantılı, ancak artık üzerinde ayağa kalkılabilen somut işlevli ‘bilinç’ ( yeryüzü)

; en son olarak da aşağıdaki oluşumlardan tümüyle soyutlanmış ‘tin’ , yani soyut bilinç

(gökyüzü) çağrışımlarını yapmaktadır. Bu değişmeceli sistematik ve dinamiğin kültürötesi

/evrensel geçerliğinden söz edebiliriz (Saydam,2011:125).

Page 94: YÜKSEK - Gazi

82

Ama nasıl olduysa sulara kaydı birden

Gömüldükçe gömüldü, denize daldı yerden,

Tanrıya yalvarmıştı, sularda boğulur iken,

“Kurtar beni ey Tanrı!” diye bağırır iken

İnsanoğlu yaptığı kötülüğün cezasını canıyla ödeyecekti. Burada kişinin ilk ihaneti dile

getirilir. Kişi kendisini Tanrı’ya denk, belki Tanrı’dan daha üstün görmektedir. Tanrı ise

bunun farkına varmıştır ve onu ölümün eşiğine kadar cezalandırır. Her defasında kişi

yaptığı hatanın farkına varır gibi görünür ve yalancı özür dilemelerini yapar.

Su, burada tekrar karşımıza çıkıyor. Suyun arındırıcı özelliğinin kullanıldığı düşünülebilir.

Su, hem arınmanın hem de evrensel kozmik bilginin simgesidir. Su, dünyanın oluşumunu

sağlayan dört ana unsurdan ilkidir. Diğer unsurlar sudan meydana gelmiştir. Yer, suyun

dibindeki topraktan yaratılmış, gök ise yerden ayrılmıştır. Ateş ise gök yerden ayrıldığı

zaman ortaya çıkmıştır.

Türklerde üremenin sudan olma motiflerine sık rastlarız. Yağmurdan, ırmaktan, doludan

gebe kalma mitolojimizde yer almaktadır. Bu mitlerin yağmurun gökten toprağa düşmesi

(Gök: erkek, Toprak: dişi) gök ile yerin yani dişi ile erkeğin birlikteliğini yansıttığını ifade

edebiliriz. Gün ışığıyla ilgili mitlerin birinde bir Hakan’ın Su Tanrısı’nın kızıyla evlendiği,

saraya kapatılan bu kızın güneş ışığından hamile kaldığı belirtilmektedir. Bir diğer mite

göre su içip hamile kalan bir kuştan söz edilmiştir. Manas destanında Yakup Han eşinin

kısırlığının geçmesi için onun pınar kenarlarında gecelemesi gerektiğini ifade etmiştir.

Dede korkut hikâyelerinde bir kadın çocuk sahibi olmak için kuru çayın üzerine şarap

dökmüştür. Kırgız ve Kazaklarda bir kadın eğer kısır ise bir kuyu veya suyun yanında

koyun kesip orada bir gece gecelemeyi adet edinmiştir. Ayrıca İnan Başkurtlar’da köye

gelen gelini karşılama merasimini şöyle anlatır: “gelinin geldiği günün ertesi sabah, köyün

kadınları ve kızları toplanır gelini ırmağa veya göle götürürler. İhtiyar bir kadın gelini

suya, suyu da geline gösterip dua ederdi. Ayrıca Anadolu’da Hıdrellez günü dilek yazıp

suya atma âdeti de yaygındır (Türköne 1995:124-7).

Suyun üremeyle olan ilişkisi, ırmak kenarlarının, pınarların kadınların gebeliğinde rolü

olduğu inancı ve bu yüzden de kutlu sayılmaları ile farklı biçimlerde, geç dönemlere kadar

ve yaygın bir şekilde karşılaşılmaktadır.

Page 95: YÜKSEK - Gazi

83

Tanrı insafa geldi, gitmedi üzerine,

Dedi: “ Ey İnsanoğlu, çık suların yüzüne!”

Tanrının buyruğuyla insanoğlu kurtuldu,

Gitti Tanrı yanına orada uslu durdu.

Tanrı birgün buyurdu: -Yaratılsın, katı taş!,

Denizlerin dibinden nasılsa çıktı bir taş

Taş birden yüzerekten geldi Tanrı önüne,

İnsanı da alarak çıktı taşın üstüne

Suyun dibinden çıkan taş yeryüzünün oluşumunun göstergesidir. Artık Tanrı ve insan için

duracakları bir mekân yaratılmış oldu. Eski insanların yeryüzünün oluşumunu taş ve toprak

motifleriyle dile getirmesi çok doğaldır. Karşılaştığı coğrafyada anlamlandırdığı kadarıyla

yeryüzü topraktan oluşmaktadır. Sularla kaplı yeryüzünde ilk taş ve toprak, son derece

güçlü ve kudretli Tanrı emriyle yeryüzüne getirilecektir.

Tanrı bir gün insana şöyle bir buyruk verdi.

“İn suların dibine bir toprak getir !” dedi.

İnsan daldı sulara, aldı bir avuç toprak

Sulardan çıkıp verdi, Tanrısına sunarak,

“Yaratılsın yer !” dedi, Tanrı sulara saçtı

Yeryüzü yaratıldı, denizler karalaştı.

İnsana şöyle dedi: Tanrı ona bakarak

“Dal suların dibine getir, yine az toprak

İnsan dedi: - “Ben artık, bu defa da dalayım.

“Kendi payıma olsun, biraz toprak alayım.

Daldı sular dibine, bu düşünce üstüne,

İki avuç toprakla, çıktı sular yüzüne,

Birini özü için soktu kendi ağzına,

Birini de uzatıp sundu Gök Tanrısı’na

Page 96: YÜKSEK - Gazi

84

Kişi ağzında sakladığı toprağı tükürür ve etrafa saçılan toprak dağları, tepeleri oluşturur.

İkinci kez Tanrı’ya ihanet etmiştir. Burada Sigmund Freud’un id, ego,superegokavramları

dikkat çekmektedir. Freud’un tanımladığı id; kişiyi, superego; Tanrı’yı sembolize

etmektedir. İnsanoğlu “superego” seviyesine ulaşmayı amaçlar ama bazen “id” seviyesine

düşebilir. Kendini gerçekleştirme yolunda insan, “id” seviyesini geçerek “ego”ya ulşamalı

ve en son “superego”da kendi kişiliğini tamamlamalıdır.

İnsanı toplumsal gelişim teorisi ekseninde ele alan Freud bilinci id, ego ve süperego olarak

üç ayrı ruhsal kategoriye ayırır. Buradan yola çıkarak insanın toplum içerisindeki sosyal

durumu analiz edilmektedir. "İd", içimizdeki doyumsuz hayvandır. Kendisini yalnızca

ihtiyaçlara göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan yanımızdır.

Buna verilebilecek en iyi örnek cinsellik, saldırganlık, açlık, kin vb. Bu yönü ağır basan

birey vicdan olgusundan yoksundur. Bilincin orta aşaması olarak da, Freud'un izah ettiği

Benlik (Ego), doğa ya da çevre ile id arasinda bir denge unsurudur. Çevrede ya da doğada

bulunan maddelerin uygunluğunu yine tarafsız bir zeminde kontrol eder ve bu nesnelerin

uygun olup olmadığını belirler. Aynı zamanda eleştiri yapan bölüm olup, güdüleri

durdurma ile ilgilenir. Örneğin alt bilinç olarak izah edilen id acıktığı zaman hemen bir

şeyler bulup yemeyi amaçlar. Ancak benlik (ego) bunun daha uygun bir zamanda olması

veya olmaması gerektiğini hatırlatıp onu dizginler. Üst benlik (süperego) kural ve değerler

bütünlüğü içinde insana yön veren bölümdür. Bu bölüme vicdan da denilebilir. Bu bölüm

daha çok emir ve yasaklara göre bir yol belirler. İyi ya da kötüyü birbirinden ayırmaya

başladığımız süreçlerde gelişir ve olgunlaşır. Zamanla aile, anne ve baba, çevre, okul, din,

geleneklerden öğrendiklerimiz içselleştirilir ve bizim değer ve kurallar bütünlüğümüzün

oluşmasına yardım eder. Bu açıdan bu üç temel bilinç şekillenmesinin belli düzeylerde

bizlerde yetersiz olması gerçekten iyi olmaz. İnsan, düşünen bir varlık ve zararı önceden

hesaplayabilecek; sonradan öğrenebilecek bir yapıya sahiptir (Vikipedia 2010: 4)Kabul

edilir davranışlar Tanrısaldır superego ile ifade edilir. Mitlerde anlatılan superegoya

taşıyan tavırlardır. Bu anlatım şekli insanoğlunun dünyanın yaratılışını anlamlandırma

sürecinde çok da yadırgamadığımız bir durumdur Bunun sebebi mitlerin alegorik ve

sembolik olarak insanoğlunun zihninde somutlaştırma yönünün ağır basmasıdır.

Su, toprak, hava, ateş evrenin oluşumunu sağlayan 4 temel unsurdur. Bu durum İran ve

Önasya miştolojisinde karşımıza çıkmaktadır. Rüzgâr, ateş, su ve toprak insan yaratılışında

çok önemli rol oynuyordu. Altay ve Sibirya Türklerinin insan yaratılışıyla ilgili

Page 97: YÜKSEK - Gazi

85

efsanelerinde toprak ilk ve ana motiftir. İlk insanın balçıktan yapıldığı inancı, çok eski

çağlardan beri Türkler arasında yaygındır. Efsaneye göre saratan yani Yengeç burcu

zamanı yaz başında güneş ile toprak ve su pişmiş, Türklerin ilk ataları olan Ay-Ata

türemişti. Sünbüle zamanı yani sonbahar başı hava sıcaklıklarının azalmaya başladığı

dönmede Türklerin kadın ataları Ay-Va meydana gelmiştir. Kadınla erkeğin mizacı da bu

sebeple değişiktir.

Toprak miti, Türk mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Toprak, Türkler için her zaman

kutsal sayılmıştır ve hükümdarların tek isteği Tanrı buyruğu saydıkları kut inancına göre

yeryüzünün hâkimi olmak ve Tanrı’nın adaletini, tüm insanlığa yaymaktır.

Kendi kendine dedi: “- Dur bunu saklayayım,

“Denizlere saçarak, payıma yer alayım.

Tanrı toprağı aldı, tutup sulara saçtı.

Tanrının isteğiyle birden yer kalınlaştı.

İnsanın ağzındaki, gizlice saklı toprak

Büyümeğe başladı, boğazını sıkarak

Tıkadı nefesini, boğulur gibi oldu.

Ölür gibi olurken etrafa koşa durdu.

Oh, Tanrıdan kurtuldum, deyip düşünürken

Etrafına bakındı, Tanrıyı hazır buldu.

Boğulmak üzereyken, becerdi demesini

“Ey Tanrı, gerçek Tanrı, ne olur kurtar beni,

Tanrı kızıp söylendi, “-Ne yaptın sen, ne yaptın!

“Saklayacağım diye ağzına toprak attın.

“Niçin böyle düşünce yer alıyor aklında

Toprağı nene gerek, saklarsın sen ağzında

Page 98: YÜKSEK - Gazi

86

İnsan ihanetlerine devam etmektedir. İnsanın yaptığı bu üçüncü ihanet olmuştur.

İslamiyetten sonra Allah’ın hakkı üçtür ifadesi bu metin kaynaklıdır. İnsan kendine ait bir

toprak parçasına sahip olmak için hileler yapmaktadır. Tanrı’ya şirk koşmak düşüncesinin,

davranışının cezasının büyük olduğunu görmekteyiz. Bunu bizden daha çok yeteneğe sahip

kişileri engellemek yerine, onları takdir etmenin erdemini kavramak diye de

yorumlayabiliriz. Ayrıca Tanrı’nın İnsanoğlunun neden böyle bir şey yağtığını

anlamlandıramaması da dikkat çekicidir. Tamamen saf, temzi, arî düşünce ve davranışlarla

bezenmiş Tanrı, kişinin bu davranışları neden sergileme gereği duyduğuna anlam

verememektedir. İnsan, üçüncü ihaneti sonrası artık cezalandırılacaktır.

İnsan dedi: “ Ey Tanrı, düşündüm ben payıma

“Yerim olsun diyerek toprak aldım ağzıma

Tanrı insanoğluna : “Tükür!” diye bağırdı.

Tükürdü insanoğlu tükrük yere dağıldı

Yeryüzü dümdüz iken kırışıp birden soldu

Sanki bitti yerlerden, tepeler, dağlar doldu

Tanrı bu hale kızıp, insanoğluna döndü

“Kötü düşüncen ile şimdi günahkâr oldun

Bana kötülük için kötü hislerle doldun

Saklasın hep içinde senin halkın da sana

Onlar da öyle olsun nasıl duyduysan bana

Benim halkımın düşüncesi ise hep arı,

Gözleri güneş görür, aydınlıktır ruhları

Gerçek Kurbustan diye adlandırırlar beni

Erlik, şeytan diyerek adlandırsınlar seni

Benden suç sakalayanlar senin halkın olsunlar

Günahkâr olanlarsa senin malın olsunlar

Senin suçundan kaçan gelsin kul olsun bana

Günahından gizlenen gelip sığınsın bana

Page 99: YÜKSEK - Gazi

87

Tanrı Erlik’e kızmıştır. Çünkü dümdüz evren onun tükürdüğü toprak yüzünden tepelerle,

dağlarla dolmuştur. Eski insanların somutlaştırma düşüncesini burada tekrar görmekteyiz.

Evreni anlamlandırmaya çalışan eski insanlar yeryüzündeki coğrafi şekillerin oluşumunu

kendinden daha üstün yüce varlıklara atfetmiştir. Bu sebeple de insanoğlu zihninde

oluşturduğu bu olayla dağların, tepelerin meydana gelişini mantıklı bir sebebe bağlamıştır.

Mitler eski insanların bilimidir. Evrenin yaratılışını, varlıkların nasıl ve neden oratay

çıktıklarını anlatır. Ontoloji ile ilgili sorulara cevap verir. Ve insanlar bu cevapların ekseni

çevresinde bir dünya görüşü oluştururlar. İşte bu anlatım, eski insanların dünya görüşüdür.

Bahsetmek istediğimiz başka bir husus ise Tanrının bir diğer adının da Kurbustan

olmasıdır. Ve artık Tanrı insana Erlik adını burada verir.

**

Günlerden bir gün idi, Tanrı dolanıyordu.

Baktı bir ağaç gördü, göğe tırmanıyordu

Garip bir ağaç idi, dalsız budaksız idi.

Tanrı bunu görünce kendine şöyle dedi.

“çıplak kalmış bir ağaç, böyle dalsız budaksız

Zevk vermiyor gözlere, görünüşü pek tatsız

Tanrı yine buyurdu, “Bitsin, dokuz dalı da!”

Dallar çıktı hemence dokuzlu budağı da

Kimse bilmez tanrının düşüncesi ne idi,

Soylar türesin diye şöylece emir verdi.

“dokuz kişi kılınsın, dokuz dalın kökünden

Dokuz oymak türesin, dokuz kişi özünden

Tanrı dalsız bir ağacın büyüdüğünü görür ve onun dalsız olması hoşuna gitmez. Bu ağaçtan

dokuz dal olmasını ve bu dokuz daldan dokuz insan boyu türemesini ister. O, ol der ve

olur. Bu dokuz boy Çin kaynaklarında: Bugular, Hunlar, Bayırku, Tongra, İzgil, Chi-pi, A-

pu-sse, Ku-lun-wu-ku, Edizler’dir. Oğuzlar da ataları Hun olan bu dokuz boydan birinden

gelmiştir ( Taşağıl, 2014:198).

Page 100: YÜKSEK - Gazi

88

Bir gün Erlik Tanrının yanına konmuş idi

Tanrının karşısında çöküp oturmuş idi

Birçok gürültü geldi, tarının sarayından

Bu ne diyerek erlik, ölmüştü merakından

Bunun duyunca Erlik hemen sordu Tanrıya

“Nedir bu gürültüler, geliyor dışarıya?

Tanrı dedi: “ne olsun sen de hansın ben de Han

Onlar benim ulusum benim emrime bakan,

Şeytan bunu duyunca birdenbire sevindi

“Bu ulusu bana ver ne olur Tanrı dedi

Şeytanın bu sözünden Tanrı sezmişti işi

“Hayır veremem sana deyip, bitirdi işi

Şeytan bunu duyunca dalmış bir düşünceye

Kendince plan yapıp başlamış hep hileye

Ne eder eder elbet ben bir yol düşünürüm

Tabrının ulusunu ben yerinde görürüm

Varmış yola koyulmuş uzun uzun yürümüş

Yetmiş bir günde bulmuş ama çok şeyler görmüş

Bakmış Tanrının halkım kimi insanalr gibi

Kimi yaban hayvanı kimi de kuşlar gibi

Şeytan sormuş kendine: “Tanrı bütün bunları

Ne yaptı, nasıl aldı, almalıyım şunları

Bu da benim isteğim ne edip almalıyım

Bütün bu ulusları ulusum yapmalıyım

Böyle söyleşen şeytan kendikendine sorar.

Ne yiyip ne içerle? Ne il eyaşar bunlar

Bakmış ki halk toplanmış bir ağacın başına

Meyve yeyip dururlar ağacın tek dalında

Page 101: YÜKSEK - Gazi

89

Yemiyormuş hiç kimse karşıki dallarından

Meyvayla dolu iken geçmezmiş yanlarından

Şeeytan bunu görünce şaşırmış doğrusu bu,

Demiş bari sorayım, nedendir acaba şu:

“Şimdi gördüm, buradan sizlere bir bakınca

“Niçin sizler yersiniz şu dallardan yalnızca

Tanrının ulusunda biri de şöyle demiş:

Bu dallardan yiyoruz, tanrı bu emri verdi.

Biz onun kullarıyız. Tanrımız böyle dedi.

Tanrı bize dediki, görün şu dört budağı

Yemeyin hiçbirinden değdirmeyin dudağı

Dedi, gün doğusundan beş dal uzanıyor ya

Sizin aşınız olsun uzanın bu meyvaya

Bunu diyen Tanrımız, çıkıp göklere gitti

Bu ağacın dibine bu iti bekçi dikti.

Giderken ite dedi: “sakın uyuyup kalma.

Eğer şeytan gelirse, sakın onu bırakma

Bekçi itin yanına bir de yılan vermişti.

Yılana da ayrıca şöyle tenbih etmişti.

“Eğer şeytan gelirse sok hemen sen şeytanı

Ayrıca tenbihledi hem iti hem yılanı

Dedi: “-Gün doğusuna uzanan şu beş daldan

Kim ona yanaşır da alırsa meyvalardan

Uzak tutun onları, dala yanaştırmayın!

Bu dallardan birine hiç el uzattırmayın

İşte ne yapalım biz, bu beş daldan yiyoruz.

Tanrının emri böyle, buyruğa uyuyoruz

Page 102: YÜKSEK - Gazi

90

Bu metinlerde dini kuralların ilk oluşumlarını görmekteyiz. Dört büyük din dediğimiz

Yahudilik, Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyette bu metinlerin etkilerini bulabiliriz.

İslamiyette Âdem ve Havva’nın cennetten kovulmaları da yasak meyvayı yemeleri

yüzündendir.

Şeytan bunu duyunca, ağaca doğru vardı

Törüngey adlı biri, halk içinde yaşardı.

Şeytan ona yaklaştı, kurnazca şöyle dedi.

Tanrı size demiş ki beş dala uzanmayın!

Sizin aklınız yok mu yalana inanmayın!

Bu beş dallık meyvayı yasak etmişmiş size

Bu nasıl bir söz imiş, inanmayın bu söze

Bu büyük bir yalandır, gerçekle ilgisi ne!

Dört daldan yenmez diye kim demiş kendisine?

Şeytan bunu söylerken yılan uyumuş imiş

Dışarda olanları sezip duymuyor imiş

Şeytan girmiş yavaşça ta yılanın içine

Akıl vermiş yılana ne uygunsa işine

Demiş: “Yılan uyuma! Tırman da çık ağaca

Yılan başlamış birden, tırmanmış sık ağaca

Bu yasak meyvalardan, ilk defa yılan tatmış

Şeytanın arzusuyla kendini kötü yapmış

Rodloff’un derledeği ve Verbitskiy’in derlediği yaratılış destanlarında şeytan insanları

kandırmak için harekete geçmiştir. Destanda şeytan önce yılanı kandırır, ilk yasak meyveyi

o yer. Daha sonra Tanrının kullarında Törüngey ve Eci ‘yi çağırır. Onlardan Tanrının

yasakladığı meyvelerden yemelerini ister. Ancak Törüngey akıllıdır ve yasak meyveyi

yemek istemez. Yılan Törüngeyi kandıramayacağını anlayınca Eci’yi kandırmaya çalışır ve

başarılı olur. Kadın erkeği de işlediği suça alet etmiştir. Bu sebeple metinlerin toplumu

etkilidiğini söyleyebiliriz. Arap toplumunda islamiyete kadar kadın hep günakhar olarak

Page 103: YÜKSEK - Gazi

91

görülmüş ve toplum hayatında ikinci plana atılmıştır. Ayrıca denizcilikte uzun zaman

kadınların gemide bulunması halinde uğursuzluk getirecekleri de bilinmektedir.

Hani Törüngey adlı, bir er kişi vardı ya

Vurulmuştu gönülden Eci adlı bir kıza

Yasak meyva yer iken, bağırmış şöyle yılan,

“Eci ile Törüngey siz de yiyin bnlardan

Törüngey akıllıydı, dedi: “Yemem onları!

Biz nasıl yeriz onu, yemek yaak bunlkarı

Tanrı bize buyurdu, yemeyin ondan diye

Ben ağzıma vuramam, sen bana versen bile!

Yılan bunu duyunca, olmayacak bu baktı.

Bir parça meyva alıp Eci kıza uzattı.

Eci meyvadan alıp yardı ikiye böldü

Meyvanın sularını, yavuklusuna sürdü.

İnsan doğası gereği kadınsı ve erkeksi iki cins içerir. Anatomik olarak yıllarca beynin iki

yarım küresi sağ ve sol lobları olduğu bilinir. Bunlardan sol lob erkeksidir, bu sebeple

erkeklere de mantık daha ön plandadır, denir. Sağ lob ise kadınsıdır, duygular ağır basar.

Eğer sağ lob zedelenirse kişi hissiz olur, sol lob zedelenirse kişi konuşamaz olur. Batı

medeniyeti yıllarca bu mantık üzerinden hareket etmiştir. Ta ki Aristo’ya kadar. Eski

Yunan’a baktığımızda kadınları yetiştirilenlerin bile erkekler olduğunu görmekteyiz.

Türkler de ise daha anaerkil bir anlayış vardır. Erkekler annesi anneanne, teyze, komşu gibi

kalabalık kadınları topluluğu tarafından yetiştirildiği için erkekler yetişkinlik döneminde

anneden kopmakta zorlanmaktadırlar. Kemal Tahir’in deyimiyle bizde devlet baba değil

anadır. Çünkü babanın sevgisi koşulludur. Anne ise tıpkı doğa gibi koşulsuz verir. Türk

toplumunun devletine bağlılığı buradan ileri gelmektedir.

Page 104: YÜKSEK - Gazi

92

Tam bu çağlarda iken, insanlar tüylü imiş

Bu meyvayı tadınca tüyler dökülüvermiş

Kalmışlar her ikisi de, tüysüz, donsuz, ap ayaz

Utanmış, aramışlar sakalnacak yer biraz

Hemen kaçmış birisi, bir ağacın ardına

Öbürününse koşmuş bir gölge yardımına

Altay yaratılış destanının Tevrat-ı Kadim’in tesiri altında kaldığı bir gerçektir. İbranice de

âdhâm, insan demek değildir. Âdem daha çok insanlığın sembolü olan bir Homo’dur.

İnsanlık âdem sembolü ile kendi yüzü ve sureti ile yaratılmıştır. Tanrı insanı yaratmış, onu

kendisi de beğenmişti. Yasak olan meyvayı ( bunlar semboliktir) yiyerek âdem iradesini

kullanabilen iyi ile kötüyü ayırtedebilendir. Fakat daha zayıf olan havva yılanın sözüne

kanmış ve eşini de felakate sürüklemiştir. Ölümsüz olarak cennette yaşayan insanlık, yere

inince ölümlü olacak ve orada yaşamak zorunda kalacaktır.

Eski Tevrat’ta Tanrı âdemi bizzat kendisi yaratmaktadır. Fakat doğurma yoktur. Bu durum

Tevrat’ın İncil’de dejenere edilmiş halidir. Âdem ve havva aile bağı ile tek kadın ve koca

hayatı ile bir ahlak sembolüdür.

Tanrı çıkagelmiş, bakmış herkes dağılmış

Törüngey! Törüngey!Eci! diye çağırmış

Nerdesiniz? Diye de Tanrı aramış yine

İnsanlar cevap vermiş, bu soru üzerine:

“Biz ağaçlardayız ama gelemeyiz size biz

Tanrı demiş: “Törüngey, ne yaptınız böyle siz!

Erkek demiş: “Ey Tanrı, benim yavuklum kadnı,

Yasak olan meyvayı, dudaklarıma bandı!

Tanrı dönmüş kadına, şöyle demiş Eci’ye

“Ben neler duyuyorum, nedir yaptığın böyle!

Kız da demiş: “-Ey Tanrım, ben bakmadım meyvaye

Page 105: YÜKSEK - Gazi

93

“Yılan söyledi bana, bu meyveyi ye diye!

Tanrı yılana demiş: “-Uymadın sen sözüme!

Yılan boynunu bükmüş : “- şeytan girdi özüme

Bilmedim nasıl oldu, gittim şeytan hilesine

Göktürk yazıtlarına göre insan, yer ve gökten sonra yaratılmış en kıymetli varlıktı. İslam

tasavvurunda da insan, Tanrının yarattığı en son ve en olgun mahlûktur. Hatta

yaratılmışların en şereflisidir.

Tanrı demiş, “-Ey yılan , şeytan senin içine

Nasıl oldu da girdi, uydun şeytan işine!

Yılan demiş: “-Ey tanrı düşmedim ben peşine

Sende idi kulağım, hazırdım her esine

Ben burada uyurkeni şeytan bana sokulmuş,

İçime girerekten beni bu hale koymuş!

Tanrı dönmüş köpeğe, “ey köpek , sen ne yaptın!

Köpek demiş, “vallahi şeytan nedense benim

Gözüme görünmedi, nasıl onu göreyim?

Bunları duyan tanrı yılana demiş bir yol:

Ey yılan bundan sonra Şeytan’ın kendisi ol!

Bir diğer açıdan bakıldığında insanoğlunun yaşadığı ilk kıtanın Mu kıtası olduğu iddia

edilmektedir. Bu kıtada yaşayan insanlar diğer kıtaları fark edecek teknolojik imkâna sahip

olamadıklarından yeryüzünde başka kıta olmadığını düşünerek yaratma olmadan önce

yeryüzünün sularla kaplı olduğunu düşünmüş olabilirler. (Tarihi Gerçekler ve Komplo

Teorileri)

Kayıp kıta “Mu”, Atlantis gibi bir efsanedir. Efsaneye göre büyük tufan sırasında sulara

gömülmüştür. Asya ve Amerika kıtaları arasında yer alan Mu, Avustralya’nın iki katı

büyüklüğündedir. Mu kıtasının varlığını ilk olarak ileri süren James Churchward adında bir

İngiliz araştırmacıdır (1868).

Page 106: YÜKSEK - Gazi

94

Anlatılanlara göre James Churchward Hindistan’da bulunduğu dönemde bir Budist rahiple

tanışır. Bu rahip James’e bir sır vereceğini söyler ve onu bir tapınağın altında bir mahzene

götürür. Buradaki eski tabletler ve eserleri gösterir. Bu eserlerde gördükleri bilgilere göre

Mu kıtasını ortaya atar ve bir kitap yazar. Hatta Atatürk bu kitabı okuduktan sonra Mu

kıtası hakkında bilgi toplanması için talimat verir.

Mu kıtasının efsane olmadığını savunanların görüşlerine göre; Mu kıtası yeryüzündeki ilk

kıtadır ve Polinezya, Mikronezya ve Melanezyao adaları Mu kıtasının kalıntılarıdır. Mu

kıtasında 70.000 yıl önce tek Tanrılı bir din vardı. Kıtada yaşayanlar Mu kıtası dışındaki

kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ve bu kolonilerin en büyüğü Uygur

İmparatorluğuydu. 64 milyon nüfuslu kıtada tek Tanrı ve ruh göçü inancı mevcuttu.

Kıtanın altında bulunan gaz odalarının patlaması sonucu sulara gömüldüğü de söylentiler

arasındadır. Mu kıtasında yaşayanlar teknolojik ve manevi açıdan üstün durumdaydı.

Telepati, durugörü, astral seyahat gibi mistik güçlere sahiptiler.

Mu kıtasının varlığını destekleyen bazı bulgular bulunmaktadır. Büyük okyanusta

sıradağların uzandığı Pasifika plakası keşfedilmiştir. Mikronezya’nın Carolin Adaları’nda

az nüfusla yapılması mümkün olmayan bazı büyük kalıntılar bulunmuştur. Ponape

Adası’nda boyu 10 metreyi aşan duvarlara sahip bir tapınak, bazalt bloklar ve piramitler

keşfedilmiştir. Ayrıca 2. Dünya Savaşı’ndan önce Japon dalgıçlar denizin altında

mercanlarla kaplı caddeler, taş kubbeler, anıtlar, sütunlar, ev kalıntıları, platin tabutlar ve

yazılı taş levhalar bulmuşlardır. Cambier adasında Mısır’da bulunan mumyalardan daha

eski mumyalar bulunmuştur. Tüm bu bulgular efsaneyi desteklemek için birer delil olarak

gösterilmemiştir ve Mu kıtası bir efsane olarak kalmıştır.

Yer değiştirmeler göçebeleri, hayatlarının yegâne sabit değerini ve hayatın besin kaynağı

olan çevreyi en yakından tanımaya götürür. Toprak ve çevre her bir birey için dikkatin,

dürüstlüğün, hayranlığın, yürekten bağlılığın ve saygının tek nesnesi haline dönüşür.

Göçebe, insanın hâkim olduğu bir dünyada oturduğu inancında değildir. Bu dünya insanlar

tarafından değil, nesneler tarafından denetlenmektedir. Onun evreni insanbiçimli değildir.

Beşeri olmayan varlıklarla ilişki kurmak için, ne aracı olarak işe yarayacak simgelere, ne

de başka bir şeye ihtiyaç vardır. Göçebe içinde yaşadığı ortamı iyileştirmeye çalışmaz. Bu

anlamda göçebe, nesneler ve yaban bir dünya tarafından denetlenmektedir ve o doğayla

doğrudan temas halindedir. (Bonnefoy 2000:341)

Page 107: YÜKSEK - Gazi

95

Göçebeliği yaşamın bir parçası haline getiren Türkleri Orta Asya’da belli bir mekânda

toplanmış, tek ve homojen yapıda bir toplum olarak görmek yanlış olacaktır. Gerçekte Orta

Asya gibi geniş bir bölgede çok çeşitli Türk toplulukları ve farklı kültür çevreleri vardı.

Bunlar sürekli bir kültür alışverişinde bulunuyorlardı. Aynı zamanda sık aralıklarla

birleşiyor ve kısa sürede de dağıldıkları oluyordu. Türklerin bu özelliklerini göz önüne

alarak hipotezler geliştirmek yerinde olacaktır.

Destanın devamından…

İnsan düşmanın olsun, canın alsın,

Kötülük timsali ol adında öyle kalsın!

“vefasızlık örneği, Ey Eci adlı kadın!

Şeytan sözüne kandın onun aşına bandın!

Benim yeme dediğim meyveyi alıp yedin

Üstelik eşine de, al bunu ye dedin!

Bundan sonra çocuğu, hep kadınlar doğuracak,

Doğum ağrılarıyla, ızdıraplar boğacak’

Tanrı erkeğe dönüp, ona da şöyle dedi:

Sen de kadına uydun tuttun şeytan sözünü,

Şeytan aşını yeyip kaybettin sen özünü!

Benimkini tutmadın, şeytan sözünü tuttun,

Yerini bende değil, şeytan yanında buldun!

İnsanların yeryüzüne inme sebebi meydana gelmiştir. Eci yasak meyvayı yemiş Törüngey’i

de suçuna ortak etmiştir. Yaptıkları bu hata sıonucunda Eci doğum yapacak, doğum

ağrılarıyla acı çekecek, Törüngey ise Eci’ye uyduğu için evi geçindirme sorumluluğu

taşıyacaktır.

Page 108: YÜKSEK - Gazi

96

….

Senin yerin ben değil, karanlık yerler olsun,

Kalbin aydınlık değil, karanlıklarla dolsun.

Şimdi artık kendine, kendi öz yolunu seç,

Sizler çocuk doğurun, türetin soyunuzu,

Dokuz kız dokuz oğlan, türetsin boyunuzu

Tanrı döndü şeytana kızarak şöyle dedi:

“Sen nasıl aldattın, insanı böyle,

Bir kat var sana göre, üç kat yerin dibinde

Ne ay var ne de güneş, karanlıklar içinde

Seni gökten aşağı sürüp, indireceğim!

Seni yerin altında, tutup sindireceğim!

Karanlıklar hâkimi şeytan, yerin üç kat dibinde ulusunu bekleyecektir. Artık gök dünyanın

yaratıcıları ile birlikte yukarı âlemde yaşamayacaktır. Kıskançlık, bencillik, hilekârlık gibi

tutum ve davranışları sonucunda tamuya yani cehenneme gönderilir. Orada kendi yasasını

ve düzenini kuracaktır. İnsanları kutsallıktan uzak tutmaya, düzenden saptırarak kendi

himayesine almaya çalışacaktır.

Bundan sonra da Tanrı, insana şöyle dedi:

Bekleme benden artık yemek, benden yardım yok!

Kendiniz çalışınız, aşınızı yapın çok!

Bundan sonra ben size, görünmem artık bitti!

Benim elçim Mai-Tere, sizinle yere gitti!

O artık ne gerekse, sizlere öğretecek!

Bana elçim olarak, haber iletecek.

Gönderdi mai-tereyi tanrı gitti katına,

Page 109: YÜKSEK - Gazi

97

Öğretti ne gerekse insanın hayatına

Arpalı kara ekmek, şalgam aşıyla doyduk

Tanrı aşı yerine türlü soğanı koyduk

Günün birinde şeytan mai-tereye giderek

“Ne olur ey Mai-tere, ne olur benim için,

Tanrıya yalvarıver, varı ver benim için

Kurtulur da çıkarım belki tanrı katına

Belki de kavuşurum göklerin hayatına!

Mai-tere kabul etti, tanrı katına vardı

Altmış iki yıl derler tanrısına yalvardı.

Tanrı gelip insafa şeytana şöyle dedi.

“Ey şeytan, bana eğer, düşmanlık yapmaz isen

İnsanlara hoş bakıp kötülük saçmaz isen

Affettim haydi seni katında otur, dedi.

Tanrının affı ile şeytan göklere gitti.

Tanrıya vardı bir gün şöylece rica etti.

Ne olursun ey tanrı ben de gökler yapayım

Kut ver bana ne olursun payıma gökler alayım!

Bu rica üzerine kut verdi Tanrı ona

Dedi: “sen de gökler yap al kendi hesabına

Şeytan kutu alınca kendine gökler yaptı

Gökler şeytanla doldu cinlere köşkler yaptı

Ayrıca göklerde de kutsal kişiler vardı.

Tanrıya yardım eder, semada dururlardı.

Mandı-şireydi biri düşünüp durdu birden

Şeytanları görünce kalbi buruldu birden

Bu ne kötü düzendir! Şeytanlar hep azarlar!

Page 110: YÜKSEK - Gazi

98

Tanrının insanları yeryüzünde yaşarlar.

Şeytanın adamları gökyüzünü basarlar.

Tanrıya doğrusu bu mandı- şire darıldı.

Düşman oldu şeytana harbe hazırlanıldı.

Şeytan da karşı geldi vuruştular bir zaman

Mandı- şireyi yakdı ateş püskürdü şeytan

Mandı- şire kaçarak yüzün tanrıya sürdü

Onun haline bakan tanrı sorarak güldü.

Dedi: “ey mandı-şire gelişin nerden?

Mandı-şire dert yandı sordu: bu düzen neden?

Ey tanrım şöyle bakın bu ne kötü düzendir

Anlatayım size bir beni en çok üzendir.

Şeytanın adamları gökte hayat sürerler.

Tanrının insanları kara yerde tünerler.

Ben atıldım şeytanı gökyüzünden koğmağa

Anladım ki bende güç yok onları boğmağa

Mandı-şireyi duyan tanrı doğruluğ dedi:

“korkma ey mandı-şire benden kuvvetlisi yok,

Şeytanın gücü şimdi, elbet senden daha çok

Her şeyin zamanı var, bu çağ bir gün gelecek.

Bugün git mandı-şire diye tanrı diyecek!

Bekledi mandı-şire yata yata yılgeçti

Bir gün uykuda iken güzel bir rüya seçdi

Düşündü mandı-şire o gün mü geldi diye

Şeytanlşa vuruşacak hoş gün mü geldi diye

Demişti hani tanrı elbet bir gün gelecek

Mandı-şire git hemen diye tanrı diyecek

Page 111: YÜKSEK - Gazi

99

Beklediğim o günler artık gelmiş olmalı

Aradan yıllar geçti, zaman dolmuş olmalı

Gerçekten tanrı onu görerek şöyle dedi:

“Ey Mandı-Şire artık sen bugün varacaksın

Gökleren onu kovup yerlere atacaksın

Muradına kavuşup onları kovacaksın

Ondan kuvvetli olup çok güçlü olacaksın

Kutladım kutla seni güçlüdür benim kutum

Her işte sana yetsin, sendedir hep umudum

Duyunca mandı-şire güle güle katıldı

Bu ne biçim güç diye sormak için atıldı.

Ne okum, ne okluğum, ne tüfeğim var benim,

Ne kargım, ne mızrağım, ne kılıcım var benim!

Yalnız var yalın kolum, biliyorsun ey tanrım!

Bir kolun kuvvetiyle ben ona ne yaparım?

Tanrı dedi: “- Ne ile gitmek istersin ona?

Mandı-şire söz aldı, dedi ki Tanrısına :

Benim hiçbir şeyim yok göreceğim ben onu

Kendi öz ayağımla tepeceğim ben onu

Kendi kolların ilşe ben onu tutacağım

Havaya kaldırarak onu fırlatacağım

Tanrı dedi: “- Al şunu, al bu mızrağımı al!

Şeytanı görünce de mızrağımı ona sal

Mandı-şire alınca bu mızrağı eline

Göklere çıkıp daldı, gitti şeytan iline

Erlik’i buldu yendi, şeytanı yakaladı.

…..

Page 112: YÜKSEK - Gazi

100

Tanrı halkına dönüp nasihat verdi şöyle:

“Davar yaratıverdim aş oldun diye size

Dünyada akıp giden suları yine size

Arı ve duru yaptım içiniz diye size

Yardım edin diyorum, size yardım ederken

Gidiyorum şimdi ben dönmem artık pek erken

Sonra yardımcı olan ruhlarına döndü.

Bu senin görevindir Ey Şal-Yime dinle sen

Rakı içip de sarhoş olanları koru sen

Küçücük çocukları kuzuları koru sen

Küçük buzağıları toy tayları koru sen

Sen koru insanları iyi ölümle ölen

Kabul etmem kim vars kendisini öldüren

Tanrıya hizmet için hakan’a hizmet için

Harpte savaşıp ölen hizmette ölmek için

İnsanalrı sen topla bana getirmek için

Şeytanı senden uzak, ırak yerler sürdüm

İnsanoğlu bunu bil! Mutluluk olsun diye

Eğer gelirse şeytan sana aş vermek için

Bil yapıyor bu işi kötülük olsun diye

Şeytan aş veriyorsa düşün bu aş ne için?

Arzuluyor, bil seni ulusum olsun diye

Unutma bu sözümü adımı her an için

…..

Tanrı bunları deyip oradan uzaklaşmıştı.

Tanrının gökyüzüne çıkması Türklerdeki deist ( tek tanrı inancı) anlayıştan gelmektedir:

tanrılar yaratılışı gerçekleştirdikten sonra gökyüzüne çekilip insanlardan uzaklaşmışlardır.

Page 113: YÜKSEK - Gazi

101

İnsanlar tarıyla bağlantıyı şamanlar sayesinde gerçekleştirirlerdi. Sonraları bu iletişimi

peygamberler üstlenmiştir. Göktürk yazıtlarındaki

“Yukarıda kök tengri

aşağıda yağız yer” ifadesi ve Oğuz Kağan destanındaki “..ağız açıp över olsam

üstümüzdeki Tanrı güzel yazılıp düzülüp gökten indi.” denmesi bundandır.

Altay ve Sibirya mitolojilerine göre tanrı, insanı çamurdan yapmış ve bu cansız şekillere

ruh bulmak için göklere gitmişti. Şeytan bunu kıskandı ve insanlaa bekçilik yapan tüysüz

köpeği altından tüy vaadiyle kandırdı. Şekilleri birer birer alan şeytan onlara tükürdü ve

pislik içinde bıraktı. Tanrı geriye dönünce bu hali görüp çok üzüldü, insanların pislik dolu

dışlarını içlerine çevirerek onlara ruh vermiş ve canlandırmıştır. İnsanların kimi zaman dış

güzelliğine aldanıp içsel olarak kötü düşüncelerle dolu olduğunu göremeyişimiz bu sebebe

bağlanmıştır.

Altay mitolojisindeki insan zaman zaman şaytanınta kendisi olurdu. İçinin şeytan tükürüğü

ile belenmiş olması da belki bunu düşündüren sebepler içindedir.

En eski ve en yeni Türk inanışında tın, yani ruh doğarken bedenimize gelir ve ölürken de

kuş gibi ağzımızdan uçar ve kendi yerine giderdi. Tanrı özenerek yarattığı ve ruh verdiği

kullarına kut da verir ve bu iyi şans onun hayatındaki başarısını temin ederdi.

Türk – Memlük yaratılış destanında ise efsanede adı geçen Ata mağarasının bulunduğu

Karadağ’ın adı ile Türklerin ve insalığın ilk atası olan Ay-Atam’ın adı da Türkçedir.

Efsanenin Türkler arasında derlenmiş olması muhtemeldir.

Destanda insanın yaratılışında dört ana unsur ve balçık esasına dayanan bir inanç vardır.

Bu durumda efsanenin Önasya ve İran mitolojisiyle ilgili olduğu daha sonradan Türkçe

isimler verilerek Türklere mal edilmiş olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.

Page 114: YÜKSEK - Gazi

102

Verbistkiy’in Derlediği Altay Yaratılış Destanından…

“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı ne bir yer

Uçsuz bucaksız, sonsuz sular içreydi her yer!

Tanrı Ülgen uçuyordu, yoktu bir yer konacak

Uçuyırdu, arıyordu katı bir yer bir bucak

Okyanus ve denizler, sonsuzluğu, bilinmeyen gizleri ve derinlikleri, ihtişamı ve bütünlüğü

temsil etmektedir. Tanrı her şeyi sudan yaratmıştır inancı hâkimdir. İnsan da bir su terkibi

olan spermden türemektedir. Kuran’da geçen “ İnsan,bizim kendisini az bir sudan

(meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.” ( Yasin

suresi, 77. Ayet)

Yaradılış efsanesinde dile getirilen” her şeyden önce var olan, su ve suda var olan ‘Ak

İne’ ( Ak anne) dir. Türklerdeki bu anaerkil durum daha eskidir. Ak İne’nin somut

şekillenmiş halini evvel zamanda var oluşun kendisinden çıkacağı bir durum olarak

saymak doğru olacaktır. Yer, suyun dibindeki topraktan yaratılmış, gök de yerden

ayrışarak oluşmuştur. (İnan,1987:46)

Kutsal bir ilhamla nasılsa gönlü doldu

Kayıptan gelen bir ün ona bir çare buldu.

Göklerden gelen bir ses Ülgen’e buyruk verdi.

“Tut önündeki şeyi, hemen yakala! Dedi.

Ülgen bu emre uydu, uzattı ellerini,

İçinden tekrarladı semanın sözlerini

Türk mitolojisinde de diğer mitolojilerde de yaratıcı ilham kadındır. Kadın güzeldir ve

güzelliklerin yaratıcısıdır. Türk yaratılış mitinde de yaratıcıya ilham veren odur. Bu da

gösteriyor ki Türk’ün kolektif bilincinin altında yatan temel kaynak dişildir.

Denizden çıkan bir taş fırladı çıktı yüze

Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne

Artık ülgen memnundu, rahatı bulmuş idi

Page 115: YÜKSEK - Gazi

103

Üzerinde duracak bir yeri olmuş idi.

Göklerin emri ile bulunca Ülgen durak

Artık vakit gelmişti gökleri yaratacak.

Ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak

“Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım.

Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım.

“Bir Ak-Ana ( Ak-Ene) var idi. Yaşardı su içinde

Ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde

“-Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen

Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren!

De ki hep: “ Yaptım oldu! Başka bir şey söyleme!

Hele yaratır iken “Yaptım olmadı” deme

Sudan gelen bu ses birçok kaynağa göre Ak Ana’nın sesidir. Ona “yarat” emrini veren Ak

Ana Kuday Han’dan daha büyük bir tanrı olarak düşünülmemelidir. Çünkü

Sepetçioğlu’nun metninde Ak Ana: “Ben Ak Ana’yım; suların perisi, senin bir kulunum.

Bir can sıkıntısı ve bir yalnızlık içindeydin beni unuttun.” der. Buradaki “ben senin

kulunum” ifadesi Ak Ana’nın da Tanrı Kara Han tarafından yaratıldığını düşündürür.

Sudan çıkan Ak-Ana kozmik bilginin ortasında duruşuyla masumiyeti ve tanrısal saf

bilginin özelliklerini anımsatır. Türk dehası diğer mitolojilerden farklı olarak su, kadın ve

ışık kompozisyonunu oluşturmuştur. Tanrı’ya yaratma ilhamı veren kadın, kâinatı

kaplayan uçsuz bucaksız suyun dalgaları içinde görünmüştü.

İlk var olan ve yaratılışı gerçekleştiren Ak İne’nin kendisidir. Ak İne dişil olarak kendisini

Han Ülgen’e (erkek) dölletmiştir. Ak İne Han Ülgen’e göre daha bilge ve daha akıllıdır.

Çünkü yaratılışa cesaret veren ve yaratılışı destekleyen kendisidir. Han Ülgen’in arka

planında gizli kalmış bir güçtür. Destanlarımızın çoğunda dişiyi bu sebeple arka planda

gözüken fakat erkeğe sonsuz destek ve cesaret veren bir güç olarak görmemiz bundandır.

Günümüz kadını da bu anlamda yuvasını ayakta tutan önemli bir güç olarak karşımıza

çıkmaktadır.

Page 116: YÜKSEK - Gazi

104

“Altın Köl II” kitabesini inceleyen Roux, kitapta geçen “kuyda” kelimesinin nehir

kıyısında kutsal yer anlamında kullanıldığına dikkat çeker. Türkler bu terime dini bir

anlam yüklemişlerdir. Bir çeşit aile beşiği görevi gören nehir suyu kadının doğurganlığını

temsil etmektedir.

Suyun içinde ( bilinçsiz’in derinliklerinde ) kaybolup giden Ak İne, yaratılış sonrasında,

yeryüzünde çok sayıda Ana Tanrıça temsilcilerine ayrışmış olarak ortaya çıkacak, ileri

dönemlerde giderek eril güçler baskın hale gelecektir. Bilinç doğmuştur ve giderek

ayrışacak, ayrıştıkça da güçlenecektir. Tutulamayan, kavranamayan kaotik ve şekilsiz

bilinçsiz, bilinç tarafından nesne niteliğiyle ayrıştırılmaya başlanacak, yeryüzünün ve

yeraltının, yani tümüyle doğanın bileşenleri, Umay, Ot-İne( Ateş Ana) gibi ve İduk Yir-

Sub (Yerin ve Suyun Hâkim/Kutsal Ruhları) gibi ruhların işlevlerine bağlanacaktır. (Bayat,

2007b:67)

Bilinçdışı- bilinç karşıtlığına koşut bir sembolizasyon, bilinçdışının dişil/anne, bilincin ise

eril/baba nitelikleriyle tanımlanmasında karşımıza çıkar. Bilinçdışı doğurgandır ve yaşam

enerjisinin kaynağıdır, besleyicidir. Aynı zamanda da yutucu, içine çekici, ayrışmayı

tersine çeviricidir. Bilinç iradenin, karar vermenin, seçim yapmanın ve doğrudan etkinliğin

taşıyıcısıdır. Bilinçdışı her zaman birincil, bilinç ise ikincildir: bilinçdışı, ya da daha

anlamlı bir tanımlamayla bilinçsiz, bilincin(henüz) var olmayışı, bir veridir; bilinç ise

sonradan gelişen bir oluşum, bir kazanımdır. Ancak tanımlamaları yapan ‘ruhsal kurum’

bilinç olduğundan, bilincin kendini ve kendi (bilinç) dışını, kendi merkezî konumundan

çıkarak tanımlaması kaçınılmazdır. (Saydam, 2011:311)

Ak- ana bunu dedi, sonra kayboluverdi

Denize dalıp gitti, bilinmez noluverdi

Ülgen’in kulağından bu buyruk hiç çıkmadı.

İnsana bu öğüdü iletmekten bıkmadı.

“dinleyin ey insanlar, var’ı yok demeyiniz

Varlığa yok deyip de yok olup gitmeyiniz

….

Page 117: YÜKSEK - Gazi

105

Han Ülgen yaratılış mitlerinde oynadığı birincil rolle dikkat çekmektedir. Han Ülgen

insanoğlunu yeryüzünde Ana Tanrıça’nın temsilcileri olan doğa güçleriyle baş başa

bırakmıştır. Yukarıda eril ilkenin taşıyıcısı Gök Tanrı, aşağıda insanoğluyla iç içe Ana

Tanrıça’nın temsilcisi ‘Yağız Yer’ ( dişil İlke) ve son olarak da onunla birlikte Han

Ülgen’in karşıtı kötü ruh Erlik. İnsanoğlu yeryüzünde bu iyi ve kötü güçlerin ortasında

kalmıştır. Yaşam, doğanın yani Ana Tanrıça’nın kontrolündedir. Orta Asya’nın zor

şartlarına dayanan Türkler cömert olduğu kadar acımasız ve cezalandırıcı doğasıyla Ana

Tanrıça’ya saygı göstermek zorundaydı. Göçebe yaşam, kalıcı bir kültür ve teknoloji

oluşturmaya izin vermiyordu. Göçebeliğin anlamı doğa ananın verdiğini kabullenmek ve

koruma olanakları sağlamaktı. Doğa Ana’nın koruyuculuğu azaldığında göç ediliyordu.

Nur ve ışık evrenin büyük tanrısı Han Ülgen’di. Tengere Kayra Han varlıkların başlangıcı

insanoğlunun anası ve atası olduğuna inanılan göğün on yedinci katında oturarak, evreni

yöneten kendi özünün taşması yoluyla üç yüksek Tanrı’yı yarattığı, bunların ilkinin Bay

Ülgen olduğu kabul edilen Tanrı’dır. Karanlık evrenin Tanrısı Erlik Han’dır. Yer evreninin

Tanrısı ise Kara-Tanrı’dır.

Ülgen, Altay Şamanistlerinin dua ve ilahileriyle en büyük Tanrılarına verdikleri isimdir.

Altay Türkleri Tengere Kayra Han adını en büyük Tanrı diye kullanırlar. Ülgen gezegen

olarak Jüpiter şeklinde adlandırılır. Ülgen’e kurbanlar verilir. Kurban törenleri belli bir

zamana göre yapılır. Üç, altı, dokuz ya da on iki yılda birdir. Bu da Jüpiter’in döngüleri ile

örtüşür. Ülgen sözcüğü Türk sözlüklerinde ulu, yüce anlamlarındadır.

Altay Türklerine göre gökyüzündeki, en büyük Tanrı Kayra Han’dır. Sarı han olarak da

bilinen bu Tanrı demir dağ motifiyle de ilişkilendirilir. Ülgen ve Kayra Han nur âleminin

temsiliyken, Erlik Han karanlıklar âleminin temsilidir. Atalarımıza göre insanoğlunun

yapması gereken şey Tanrı Ülgen gibi olmaktır. Türk insanı kendi bedeni ile ruhunun

bütünleşmiş bir evren olduğunun farkına varmış ender milletlerden biridir. Öyle ki demir,

köpek, ateş, at, köprü, merdiven, ağaç gibi pek çok sembol alt yapısı ve epik değeri olan

kozmik âlemin derin sembolleridir. Bu parçaların hepsi bir araya gelerek müthiş bir

kombinasyonu oluşturmuştur. Bu da şüphesiz Tanrı gibi üstün bir yaratıcının tezahürüdür.

Page 118: YÜKSEK - Gazi

106

Şekil 3.1. Han Ülgen ile Erlik Han’ın karşılaştırılması

Atalarımıza göre insan hayatta her durunda Tanrı Ülgen’i örnek almalıdır. Türk örf ve

adetleri bunu üç ana prensipte yaşar. Bunlar eş alma, çocuk sahibi olma ve bahadırlık

itikadlarıdır. Bu ana inançlar Türk örf ve adetlerinde zaten bulunuyordu. İslamiyetin

kabulü ile de İslam’da kendini bulmuş ve Müslümanlığın temeli teşkil edilmiştir. Evren

anlayışını önce kendinde başlatan Türk insanı bu anlayışı toplumsal hayata taşımıştır.

Böylelikle kolektif bir eşşiz kültürel sistem ortaya konmuştur. Türk insanı kendi bedeni ve

ruhu ile bir bütün, evren olduğunu bilmiş, ikiliğe dayalı yani karşıtlığa dayalı bir hayat

felsefesi meydana getirmemiştir. Fakat diğer toplumlarda zıtlığın daha çok olduğunu

görmekteyiz. Mesela; Yunan mitolojisinin en önemli destanlarından İlyada’da Tanrı Zeus,

insanların işine çok fazla karışmakta, istediği kavmin galip gelmesi için olağanüstü

durumlar yaratmaktadır

Yine günlerden bir gün Tanrı Ülgen denize

Bakarak duruyordu şaşırdı birdenbire

Bir toprak parçacığı sularda yüzüyordu.

Toprağın üzerinde bir de kil duruyordu.

Toprak üstündeki şey nedir acaba?

İnsanoğlu bu olsun, insana olsun baba

Görünmeye başladı insan gibi bir şekil

Birden insan olmuştu toprak üstündeki kil

Page 119: YÜKSEK - Gazi

107

İnsanda toplanmıştı her çeşitten yeterlik

Bu ilk insanın ise adı olmuştu Erlik,

İnsan yaratan tanrı ortalardan kayboldu.

Erlik de yola çıktı arayıp onu buldu.

Tanrı’nın gönlü temiz, yücelerden yüceydi.

“- Bir küçük kardeşim ol’ diye Erlik’e dedi.

Erlik Tanrı Ülgen’in kardeşi olmuş idi.

Fakat nedense kalbi hırs ile dolmuş idi.

Tanrı Kuday Han insandaki rahmani yönü, erlik ise şeytani yönü anlatmaktadır. Yaratılış

destanlarında görülen dualizm ( yani ikilik ) düşüncesi dikkat çekmektedir. Bunlar iyilik-

kötülük, aydınlık-karanlık, Tanrı-şeytan, yükseklik- alçaklık, acıma-zalimlik, sabır- hiddet,

sadakat-ihanet, bilgi- cehalet vs. şeklinde devam etmektedir.

Kıpçak Türklerinin yaratılış efsanesine göre ise; Karadağ’da bir mağara vardı. Yağmurun

yağması sonucu oluşan seller bir defasında dağdaki mağaraya çamur sürükledi ve bu

çamuru mağaranın içinde insan biçiminde olan yarıklara döktü. Güneş saratan burcunda

idi. Güneş ısısının etkisiyle toprak ve su bu kalıbın içinde pişti. Su, toprak, güneş ısısının

üzerinden dokuz ay boyunca rüzgâr esti. Dört unsurun birleşmesi sonucu dokuz ayın

sonunda mağaradaki bu yarıktan insan şeklinde bir yaratık çıktı. Bu insana Türk denilince

Ay Atam denildi. Ay Atam sulu ve sağlam havalı yere indi. Kırk yıl boyunca tek başına

yaşadı. Kırk yılın sonunda mağarayı tekrar seller bastı, insan biçimindeki yarığa toprak

doldurdu. Güneş, Sünbüle yıldızında olduğu için ısıtma etkisi az idi. Güneşin Sünbüle

yıldızında olduğu dönem, onun aşağı indiği zamana tesadüf ediyordu. Çamurun az pişmesi

nedeniyle mağaradaki yarıktan yaratılan kişi eksik yaratılmış oldu. Bu kişi Ay Atam’ın

tersine bir kadın idi. Buna Ay-va adı verildi. Ay Atam ile Ay-va evlendiler; yarısı erkek,

yarısı dişi olmak üzere kırk çocukları dünyaya geldi. Bu çocuklar birbirleriyle evlenip

çoğaldılar. Ay atam 120 yıl yaşadı. Ondan kırk yıl sonra Ay-va öldü(İnan 1986: 33)

Holmberg’in derlediği Tatar Türklerinin yaratılış efsanesinden hareketle şunları

söyleyebiliriz: Kara Tatarlarda Büyük Pajana bir toprak parçasından insanların ilk grubunu

yaratınca onlara hayat veremedi. Mecburen cennet gidip Kuday’dan onlara hayat veren ruh

vermesini istedi. Cennete giderken de insanları özetlemek için bir köpek bıraktı. O yokken

Page 120: YÜKSEK - Gazi

108

şeytan çıktıkları mağaraya gömdüler. Bu mağara daha sonra Türklerin tapındıkları bir yer

haline geldi.

Tanrının insanı, yerden şeytanın getirdiği bir avuç toprağı yoğurarak yarattığı düşüncesi,

XII. Yüzyılda Moğollarca da benimsenmiş bir inanış olduğu Rubruck Seyahatnamesinde

verilen bilgilerden anlamaktayız (Boratav 1984:13).

Buradan şunu anlamalıyız: İnsanoğlu her an nefsinin sınavıyla karşılaşmaktadır. Bu durum

eski insanlarca şeytanın insana tükürmesi, pisliğini bulaştırması gibi bir takım ifadelerle

verilmiştir. Tanrının insana göz kulak olması için köpeği görevlendirmesi de köpeğin

sahibine son derece bağlı olduğu özelliğinden dolayıdır denilebilir.

Tüm yaratılış destan metinlerinde ortak olarak erkekten sonra kadının yaratıldığını ve

kadının erkeğe göre kötülüğe daha meyilli olduğunu görmekteyiz. Kadının yaratılışındaki

bu eksiklik metinlerde farklı bakış açılarıyla ama ortak yönüyle ( yani nefsin zayıflığıyla)

anlatılmıştır. Aynı zamanda yaratılış destanlarında Türkler tek Tanrı inancına sahiptir.

Ayrıca insanoğlu yaratılmadan önce hayvanların yeryüzünde olduğunu insanı yaratan

Tanrı’nın onun başında durması için bir köpeği görevlendirmesinden anlıyoruz.

Türk kozmogonisi, yani evren ile insanın yaratılışı ve Türk devletinin doğuşu paralellik

göstermektedir. Türklerde devletin toprağı mukaddestir. Devlet insan ile topraktan

meydana gelmiştir. İnsansız devlet olmaz.

3.2. Mit/Mitoloji- Gerçeklik İlişkisi Kapsamında Oğuz Destanı’nın Çözümlenmesi

Oğuz Kağan destanı hem mitolojik hayatımızı tüm gerçekliğiyle gözler önüne serer hem de

mitolojik sembollerle oluşturulduğu için anlatımı yönüyle edebi eser özelliği de gösterir.

Mircea Eliade; “Mitsel tutumun içgüdülerin patolojik bir yoğunlaşması, hayvanlara özgü

ya da çocukça davranışlar olarak değil de insana özgü olgular, kültür olguları, düşünceden

doğan yaratı olarak kabul edilmesi gerektiğini belirterek yaşayan mit deyişinden mitin

insan davranışı için model oluşturması ve bu yolla yaşama anlam ve değer kazandırılması

olgusunun anlaşılması gerektiğini söylemektedir.” (Eliade1993:10-11). Aynı konuyu

modern psikolojinin önemli bir temsilcisi olan C. G. Jung, kolektif bilinçdışı kavramıyla

açıklamaktadır. Kolektif bilinçdışında “arketip” denilen insanlığın en eski simgeleri

Page 121: YÜKSEK - Gazi

109

yatmaktadır ve arketipler bilinçli aklın gizli esaslarıdır veya diğer bir benzetmeyle bunlar

ruhun dar anlamda yalnızca toprağa değil tüm dünyaya saldığı kökleridir.(Stevens

1999:54-57) Oğuz Kağan destanı bu yönüyle örnek bir eserdir. Çünkü destanda Türk

milletinin ortak zihin özellikleri bulunmaktadır. Destanda bu, ortak zihin özelliklerinin bir

çoğunun simgesel anlatımını görmek mümkündür.

Oğuz kağan destanı Türklerin Oğuz boyunun tarihî hayatını destani biçimde dile getiren

millî destanlarından biridir. Oğuzlar zengin bir sözlü gelenek ve devlet destanları

oluşturma özelliği ile tanınmaktadırlar.“Oğuz Destanı, Türklerin milli birlik döneminde

sözlü kültür geleneği üzerinde şekillenen ve söz sanatımızın bilginleri olan ozanların

repertuarında uzun zaman icra edilen, ancak Orta Çağda yazıya aktarılmak suretiyle yazılı

abideye dönüşen, hükümdarların şecerelerini, cihan devleti kurma ülküsünü yansıtan tarihî

salnamelere çevrilmiş ve nihayet edebî-tarihî sürecin mantıksal bir sonucu olarak şairlerin

eserlerinde bediî destan türü gibi yeniden biçimlenmiştir” (Bayat, 2006: 13).

Uygurca Oğuz Kağan Destanı epik destan türündedir. Epik destan sözlü kültür ortamında

meydana gelen, yüz yüze bir iletişim bağlamında tiyatral (theatral) çizgilere sahip biçimde

anlatılan, kahramanlık ana temalı öykülerdir. Epik destanlar kahramanlarının başarılarının

veya hayatlarının hikâyesi olarak ulusların kahramanlık çağındaki uluslaşmalarının

hikâyeleridir. Geçirmiş oldukları değişim ve dönüşümlere rağmen gerçek olduklarına

inanılan âdeta sözlü tarihlerdir (Çobanoğlu, 2003: 16).

Türk edebiyatında mevcut destanlar, genellikle tarihi devirlerden gelişen Türk yaşantısının

karakteristik özelliğini vermektedir. Türk milleti, tarihi akış içerisinde, çeşitli zamanlarda

birçok devlet kurmuş ve bu devletleri kurarken birçok eziyet çekmiştir. Bu devletlerin

yaşadığı felaketler birçok destanın doğuşunu hazırlamıştır.

Türk destanlarında görülen kişi ve davranışları milletin istiklalini korumaya, istiklalini

oluşturmaya, toplumla özdeşleşmeye, ülküsüne bağlı olmaya yöneliktir. Bu düşüncelerin

uygulayıcısı olarak destan kahramanımız Oğuz’u görmekteyiz. Oğuz kendisini diğer

kağanların başı olarak görmüş, halkının refahını sağlayacak özellikleri kendinde gördüğü

için diğer kağanların da onu tanımalarını istemiştir. Bu çalışmada Uygur harfli Oğuz

Kağan Destanı dikkate alınarak hazırlanmıştır.

Page 122: YÜKSEK - Gazi

110

Destanlarımız her anlamda ideal olanı vurgulamaktadır. Oğuz Kağan’ın doğumunun

mükemmel bir şekilde anlatılmasından tutalım da eşleriyle karşılaşmaları ve evlilik sonrası

doğan çocukların isimleri bile dünya dengesini korumak amacını taşımaktadır. Böyle

destanlara sahip millet olarak ideal olanın bu kadar güzel anlatıldığı destanlarımızı dikkate

almamakla hata yapmaktayız.

Bir toplumun yaşadıklarını olduğu kadar bilinçaltını da yansıtan mitler, her zaman bir söz

ustası tarafından kayıt altına alınmamış olabilir. Bir şekilde derlenip zamanımıza kadar

ulaşan destan, masal, efsane ve halk hikâyelerinde toplumların mitleri yer alır ve yaşar.

Dolayısıyla “amaç mitin hiç de bir kurmaca anlamına gelmeyip yalnız gerçekliklerden söz

ettiği için en üstün hakikati dile getirdiği kültürleri incelemek olmalı.” Ve böylece bir

kültürün ürettiği insanlık durumlarına ilişkin derin bilgileri, evrensel bir kazanç olarak

değerlendirmelidir (Eliade, 2000:783).

Kimi destan metinleri mecaz ve semboller aracılığıyla mitlerin gizli anlamını verecek

şekilde yüksek bir anlam seviyesi sezdirirler. Bu yüksek anlam ilk bakışta fark edilmeyen

bir gizem içerir ve kahramanın benlik bulma yolculuğunda adeta şifreler gibidir. Oğuz

kağan kendini bulma evresine geçişte bir takım zorluklar yaşamıştır. Tanrısal, siyasal ve

örfi iktidar biçimlerini kendi merkezinde toplayan kahramanımız canavarı öldürmekle,

göğün ve yerin kızlarıyla evlenmekle ve yeni coğrafyalara yayılarak gerçekleştirdiği

fetihlerle kendi benliğini tamamlamış ve Tanrısal, siyasi ve örfi iktidarın tam merkezinde

durma eğilimini göstermiştir.

Oğuz Kağan Destanından:

...

Yine günlerden bir gün Ay Kağan’ın gözü parladı. Doğum ağrıları başladı ve bir

erkek çocuğu oldu. Bu çocuğun yüzü gök, ağzı ateş gibi kızıl, gözleri ela, saçları ve

kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.

Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve

kımız istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı.

Oğuz Kağan destanında oğuz doğuşu itibariyle olağanüstü özellikler taşımaktadır. Fiziksel

olarak kahraman “ yüzü gök” , “ağzı ateş kızılı” ayakları öküz ayağı, göğsü ayı göğsü, beli

kurt beli” gibi ifadelerle tasvir edilmektedir. Bu durum Türk milletinin bilinçdışındaki

ideal insan modelinin ölçüleridir. Folklorlaşmış metinlerde gördüğümüz kahramanların

Page 123: YÜKSEK - Gazi

111

bedensel tasvirlerinde veya bedenle ilgili benzetme, eğretileme gibi simgesel yorumlarda

bir yandan Türk kültürünün kozmogonik mitlerinin izlerine rastlanırken diğer yandan tarih

şuurunun ilk izlerini taşıyan etnogonik mitlerle de karşılaşırız ( Duymaz, 2007: 58) Ayrıca

annesinin sütünü bir kez emip arkasından dile gelerek çiğ et ve şarap istemesi de anaerkil

merkezli bir toplumun arkadan ataerkil anlayışla biçimlendiği erkekçe bir davranışla

göçebenin dünyasında önemli bir yere sahip olan “çiğ et” ve “şarap” sembolik olarak Türk

milletine ait bilinçdışı ve müşterek davranışların kahramanda belirgin olmasıyla gün

yüzüne çıkarılmıştır. Oğuz Kağanın aileye bağlılık sürecini bu kadar hızlı aşmış olması

Türk töresinin bir gereğidir. Ayrıca göçebe toplum yaşayışındaki pratiği ve hızı Oğuz’un

çabuk erginleşmesinde de görmek mümkündür. Oğuz alp tipinin anlatıldığı bu tasvir dolu

semboller medeniyet seviyesinin ve yaşayış tarzının göstergesidir. Bu ibareler Oğuz

Kağan’ın ileride nasıl bir kişi olacağının anlatımıdır. Bir insanın yedisinde ne ise

yetmişinde de o olacağı düşüncesinde hareketle Oğuz’un karakteristik özelikleri verilmeye

başlanmıştır. Yalnız Oğuz kendini gerçekleştirme, benliğine kavuşma anında birçok

denemeyle karşılaşacaktır.

Annesinin sütünü bir kez emmesi sonra çiğ et, şarap istemesi kahramanımızın hayata

atılmanın ilk şartını gerçekleştirmesindendir. Hayata atılmanın ilk şartı anneden kopuştur.

Türklerde çocuklar kız olsun erkek olsun anne, teyze, babaanne, anneanne tarafından

yetiştirilirdi. Oğuz ilk eyle olarak bu kopuşu başarır. Çiğ et istemesi de ataerkil toplumun

biçimlendirdiği erkeksi davranışın yansımasıdır. Kırk gün sonra dile gelmesi, kolektif

bilinçdışının Oğuz’a verdiği olgunlaşma sürecidir. Türk milletine ait bilinçdışı, müşterek

yürüyüşü içerisinde millî ve mukadder bir kahramanda olması gereken “davranış

repertuarını”(Stevens 1999:63) tamamlayarak bu davranış kompleksini Oğuz Kağan’ın

şahsına atfetmiştir.

Oğuz geçirdiği evrelerle kolektif bilinçdışının yarattığı olgunlaşmayı yaşar. Bu durum

Türk milletinin bilinçdışı özelliklerinin milli ve mukadder bir kahramanda olması gereken

ideal davranışların Oğuz’un şahsında birleşmesidir.

Oğuz ister yaşamış bir kişi olsun, ister simgeler aracılığıyla anlatılan bir kozmoloji miti,

Türk milletinin en derin duygu merkezlerine dokunur ve onu harekete geçirir (

Bilgili,2015: 2)

Page 124: YÜKSEK - Gazi

112

Jung; mitosları, “arketiplerin simgesel biçimi ve ortak bilinçdışının kendine özgü bir dili

olarak tanımlamaktadır.”(Gökeri 1979:31). Böylece “arketip” ve “mitos” kavramlarını

birleştirmektedir. Mitsel yapıyı bir bütün olarak değerlendiren Jung, mitolojik çeşitlenmeyi

ana mitosun kendisini bölmesi şeklinde tanımlamakta ve bu bölünmenin bir basamağı olan

“erkeklerin çocukluk ve gençlik dönemlerine ait arketipik görevlerini, dünyanın her

yerinde mevcut olan kahramanlık mitlerinde sembolleştirdiğini söylemektedir.”(Stevens

1999:76). Bu anlamda yapacağımız arketipsel bir inceleme Oğuz Kağan Destanında

“kahramanlık mitosunun gelişimini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Kaldı ki

Pellıot’unifadesiyle: Oğuz Kağan’ın doğuşu anlatılırken olağanüstü özelliklerin dile

getirilmesi, onun bireysel var oluşunu ifade eden “yüzünün gök”, “ağzının ateş (gibi) kızıl,

“gözlerinin ela”, “kaşlarının kara” ve “perilerden güzel olması” gibi özellikler aslında Türk

milletinin kolektif bilinçdışındaki ideal insanının ölçüleridir.

Şekil 3.2. Oğuz Kağan’ın destan süresince geçirdiği evreler

Oğuz Kağan’ın doğumundan itibaren anlatılanların normal bir çocuğun gelişimine göre

daha hızlı olması onun Türk insanının savaşçı, çevik ve pratiklik özelliklerini dile getirmek

için verilmiştir. Burada Oğuz Kağan’ın tasvirinde kullanılan mitolojik unsurlar aslında bir

milletin hafızasındaki kahramana yakışır cinsten benzetmeler içermektedir. Halkın o

zaman diliminde böyle bir yaklaşımla kahramanını tasvir etmesi, tasvir ederken kullandığı

Page 125: YÜKSEK - Gazi

113

hayvanların belirgin özelliklerini vermesi tesadüf değildir. Türk halkının özünde yatan

yaşarken dahi her daim belli ettiği milli düşünüş ve davranış biçimleri bu tasvirlerde

yatmaktadır. Yeni nesil gençleri tarihi bir kahramanının bu şeklide tasvir edilmesinden

gurur duymalı, adil bir lider çıkarımını bu metinden yapmalıdır.

Destana devam edersek: “Ayakları öküz ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur

omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu tamamen tüylü idi. At sürüleri güder, at

biner, ava gider, kuş salardı. Günlerden ve gecelerden sonra bir yiğit oldu.”

Destanın devamında dile getirilen Oğuz’un fiziksel tasvirinde kullanılan hayvanlar

Türklerin yaşadıkları coğrafyada karşılaştıkları baş etmesi güç hayvanlardır. Ancak bir

kahraman bu güçlü hayvanların belirgin özelliklerine sahip olabilirdi. Bu şeklide tasvir

edilmesini son derece makul görmek gereklidir. Ayrıca halkın Oğuz’a verdiği kutsiyet

Tanrı’nın Oğuz’a verdiği doğaüstü kişilikten doğmuştur. Altay Yaradılış Efsanesi’ndeki

Kuday Han’ın Ülgen’e dünyayı yaratma ve düzene koyma gücünü vermesiyle benzerlik

göstermektedir. Ülgen de Ak Ana’nın emriyle dünyayı yaratmıştır. Oğuz da bu inancı

kişiliğinde yüceltir ve istenilen bir destan kahramanı olarak karşımıza çıkar. Oğuz, savaş

seferlerinde onu başarıya götüren bir Tanrı elçisi kişiliğindedir. Bu durum Oğuz’u adım

adım başarıya götürmüş ve Tanrı’nın istediği gibi görünen bu zaferler sonrası Oğuz soyu

dünyaya hâkim olmuştur.

Göktanrı inancına göre kağan Göktanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi ve elidir. Tanrı

nizamını yeryüzünde sağlamak ve yürütmek için kağanı görevlendirmiştir. Bu inanış da

cihan hâkimiyetini, Türkün ülküsünü ve kızıl elmasını yaratmıştır. Töre devlet nizamı,

Türk kağanının yeryüzünde tatbik edilecek olan Tanrı nizamının da adıdır. Oğuz Kağan:

“Ben Gök Tanrı’ya borcumu ödedim. Gök Tanrı’nın kendisine verdiği kuta saygı

göstererek Gök Tanrı’ya olan borcumu ödedim demek istiyor.

Oğuz kağanın kahramanlığını kanıtlamak için gergedanı öldürdüğünü anlatan satırlara da

değinmek istiyorum.

Page 126: YÜKSEK - Gazi

114

Bu zamanda, orada büyük bir orman, birçok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen

avlar ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir canavar yaşıyordu.

Bu canavar at sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir

şekilde halka cefa etmişti. Oğuz Kagan cesur bir adamdı. Bu canavarı avlamak istedi.

Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele

geçirdi. Onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve oradan ayrıldı.

Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki canavar geyiği almıştı.

Arkasından Oğuz Kagan bir ayı tuttu. Onu altın kuşağı ile ağaca bağladı, gitti. Yine

sabah oldu. Tan ağarırken tekrar geldi ve gördü ki, canavar ayıyı da almıştı.

Bu sefer ağacın altında kendisi durdu. Canavar geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına

vurdu. Oğuz kargıyı canavarın başına sapladı ve onu öldürdü. Kılıcı ile başını

koparıp, aldı gitti. Tekrar geldiği zaman gördü ki; bir ala doğan canavarın

bağırsaklarını yemektedir. Yay ve okla ala doğanı öldürdü ve başını kesti. Sonra dedi

ki : “Canavar geyiği ve ayıyı yedi. Kargım demir olduğundan dolayı onu öldürdü.

Canavarı da ala doğan yedi, okum bakır olduğu için onu öldürdü.

Oğuz kendini gerçekleştirme yolunda aşamasının ilk adımı ormana girmek ve oradaki

canavarı öldürmek olacaktır. Kahraman ya canavara yem olup ölecek ya da aklı ve bilek

gücü onu galibiyete sevk edecektir. Nitekim Oğuz canavarı öldürür ve sınavını başarıyla

geçer. Canavarı avlama sürecinde üç motifle karşılaşılır. Bunlardan ilki “geyik”tir. Geyik

Yakut ve Kazak-Kırgız Türklerinde Umay için yapılan törenlerde plesentanın karşılığı

olarak serbest bırakılan hayvandır. Doğurganlık törenlerinde şamanların geyik boynuzlu

maskeler taktıkları görülmektedir”(Ateş 2001:125). Geyik birçok kültürde “kadın”

motifinin karşılığıdır. Arketipsel sembolizm açısından ise geyik kahramanın içinde

yuvalanan animasıdır. Ruhsal aşama beldesinde yani ormanda karşılaştığı bu durum

Oğuz’un animasını kontrol altına almasını simgelemektedir.

Aynı aşamanın ikinci ayağı olarak gördüğümüz ayı ve gergedan ise kahramanın ferdi

bilinçdışıdır. Buna gölgesi de diyebiliriz. Bilinçlenen kahraman ferdi bilinçdışındaki

bastırılmış içgüdüleri veya kara güçleriyle yüzleşmiştir. ( Fordham1994:62-63) Kahraman

gergedanı yenerek tecrübesiyle bilgisini birleştirmiştir.

Dünyaya gelen kahraman erişkinlik yaşına kadar tabiatın bir parçası olan görünmektedir.

Kahramanın kendi kişiliğini tamamlaması için tabiattan uzaklaşması gerekir. Tabiattan

uzaklaşma ise tabiattaki bir sorunu ortadan kaldırmakla mümkündür. Tabiatın sorunu olan

genelde yenilmesi zor bir hayvan olarak karşımıza çıkar. Bu durum semboliktir. Canavar

Page 127: YÜKSEK - Gazi

115

sembolüyle kuralsızlık, karmaşa, düzensizlik kastedilmiştir. Ayrıca Oğuz’un gergedanı alt

etme girişiminen sonra Oğuz Kağan’ın adı zikredilmeye başlanmıştır. Bu durum

Türklerdeki, çocuğa bir yiğitlik gösterdikten sonra ad koyma geleneğinin destana

yansımasıdır.

Oğuz kağan destanındaki canavar motifi halka zülmeden, halka korku salmış bir yaratık

olarak karşımıza çıkmıştır. Bu sembolle kastedilen göksel yani ideal kaynakların olduğu

kadar karanlık ve kötü diye nitelendirdiğimiz kaynakların da varlığına dikkat çekmek

doğru olacaktır. İçinde yaşadığımız sosyal ve kültürel hayatın bir gerçeği olarak temel

ihtiyaçlara bile mani olabilecek kötü niyetli kişilerin varlığı ve bu kişilerin düşünce ya da

eylemleri canavar sembolüyle dile getirilmiş olabilir. Ayrıca canavarı öldürmeye teşebbüs

destan kahramanın erginleşme aşamasının ikinci ayağını oluşturmaktadır. Kahraman

ormana canavarı öldürmeye ve benliğini tamamlamaya doğru ilerlemektedir. Kahraman

yolculuğu esnasında üç sembolle karşılaşır. “geyik”, “ayı” ve “ala doğan” . Geyik

mitolojik olarak erkekteki bilinçdışı kadın tarafının “anima”yı temsil etmektedir. Geyiği

avlayan Oğuz Kağan, onu canavarı avlamak için söğüt dalına bağlamakla ruhsal ve

bedensel büyüme yolunda önemli bir adım atmıştır. Oğuz Kağan canavarı yenerek Alpliğe

geçiş ritüelini gerçekleştirir. Toplum ve devlet hayatında söz sahibi olmak erginlenme ve

statü kazanma yani kendini gerçekleştirmeyle mümkündür. Kendini gerçekleştirme

aşamasının ilki Oğuz’un canavarı öldürmesidir.

Destandan alınan bu bölümde av avlamak, silah kullanmak Türklere ait özelliklerden biri

olduğu için Oğuz’un şahsında değer kazanmıştır. İyi silah kullanmak başarıya ulaşmak için

temel şartlardan biridir. Oğuz iyi silah kullanarak halkın başına bela olmuş bir canavarı

öldürerek halkının takdirini kazanmıştır. Burada canavar olarak adı geçen “gergedan”

Türklerin yaşadığı coğrafyada görülmediği için şüphe yaratmaktadır. İbn Fadlan, Bulgar

yurdunda yaptığı geziler sırasında buna benzer vahşi bir hayvan hakkındaki rivayetler

anlatılırken; Marco Polo Sumatra adası civarında işittiği tek boynuzlu, öküze benzer bir

canlıdan bahseder. Babur da Hindistan’daki hayvanları sayarken “Gürk” denilen bir

hayvanı bu özelliklere yakın tarif ediyor. Aynı zamanda buradaki canavar motifiyle

anlatılmak istenenin Türk milletinin karşılaştığı büyük bir düşman olduğu da

söylenmektedir. (Babur, 1970:448) ( Fadlan,1975:62) ( Polo, 1976:136)

Page 128: YÜKSEK - Gazi

116

Türk destanlarında özellikle de Oğuz Kağan destanında destanî özellikler kazandıran

mucizenin o günkü toplum yaşantısının, toplumun maddi ve manevi gücünün üst düzey

olduğundan kaynaklandığını görmekteyiz. Her ne kadar ideal kahraman alp tipini Oğuz

yansıtıyor görünse de destan kahramanlarına bu özellikleri uygun gören toplumun anlayışı

ve yaşantısından meydana gelen imkânlardır. Emel Esin “ Alp Şahsiyetinin Türk Sanatında

Görünüşü” başlıklı inceleme yazısında, eski Türk dini ve terbiyesinin kahramanlığa özel

bir değer verdiğini, bu vasfı her erdemden üstün tuttuklarını dile getirmiştir. Bu dünya

görüşünün Türklerin hayat ötesi hakkındaki kavramlarının da bu inançtan gelen hayat

anlayışının Türk yaşantısına destan özelliği kattığını belirtmiştir. Bu inanca göre; her şahıs

düşmana galip geldiği ölçüde öbür dünyada aziz olmaya namzet addedilir. Alp’in

kahramanlığı sayesinde edindiği her ganimet, tutsaklar, atlar, gökyüzündeki hayatında da

onun malı sayılırdı.

Kağan kelimesinin anlamı kak- kökünden gelmektedir. Kak: kakmak veya itmek, sürmek,

sevk ve idare etmek, yerleştirmek anlamlarına gelmektedir. Yusuf Has Hacip hakanların

görevlerini esasta ikiye ayırır. Birincisi hakanın görevi dışarıdan gelebilecek tehlikelere

karşı kılıcını kaldırmak, iç huzuru sağlamak adına da töreyi devreye sokmaktır. Türk devlet

geleneğinde Hakanla halk arasında dikkate değer bir bağlılık vardır. Türk halkı sadece kılıç

zoruyla hakanına itaat etmiş bir millet değildir. Aksine adaletli, kutsal bir görevi icra eden

hükümdara sonsuz itaat söz konusudur. Bu durum Oğuz Kağan’ın askerlerine ve halkına

danışmasının bir sonucudur. Oğuz Kağan tek otorite gibi görünse de ordusu ve halkı ile

beraber hareket etmektedir.

Oğuz Kağan destanında Oğuz atlı göçebe medeniyetinin hayat karşısında aldığı tavrı, hayat

felsefesini ve ideal insan tipini yansıtır. Türk ideal tipinde; yiğitlik, kahramanlık,

cihangirlik, adaletli, devletli, hoşgörülü, birliğe sevk eden vs. kavramlar bulunmaktadır.

Aynı zamanda Tanrı tarafından kutsanmış olduklarını düşünen bir millettir Türkler. Oğuz

Han hâkimiyetini ilahi bir menşeden almıştır, Uygur Hanları semavi bir nurdan doğmuştur,

Kırgızlar gökten gelen bir soya mensup olmakla övünmüştür.

Page 129: YÜKSEK - Gazi

117

Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan, bir yerde Tanrı’ya yalvarmaktaydı. Karanlık

bastı. Gökten bir ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya

yürüdü ve gördü ki; o ışığın içinde bir kız var. Yalnız oturuyor. Başında ateşli ve

parlak bir tacı bulunuyordu. Kutup yıldızı gibiydi. O kız öyle güzeldi ki; gülse gök

gülüyor, ağlasa gök ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti, sevdi aldı. Onunla

yattı ve dileğine sahip oldu.

Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra gözleri parladı ve üç erkek çocuk

doğurdu. Birincisine Kün( Gün) adını koydular. İkincisine Ay adını verdiler.

Üçüncüsüne de Yılduz (Yıldız) ismini taktılar.

İlk avını ve ilk savaşını yaparak Alpliğini ortaya koyan kahraman, erişkin olmuş, ilk cinsel

temasa veya toplumun onadığı şekliyle evliliğe hazır hale gelmiştir. Oğuz Kağan

Destanı’nda evliliklerin bir tören boyutu yoktur. Oğuz Kağan iki eşini de yalnızken görür,

sever, alır ve yatar. Ayrıntı yoktur (Duymaz, 2005:53).

Gök, kendi kendine hareket etmez. Gök, Tao denen kendi kanununa ve düzenine göre

döner güneş, ay, yıldızlar da bu düzene göre döner. Tüm insanlık da bu düzen göre hayatını

kurmalıdır. Gökyüzündeki düzen insanlara da düzen getirmelidir. Türk destanlarında bu

düzenin temsilcisi kağanlardır. Oğuz kağan destanı da kozmolojik bir kağanı

anlatmaktadır. Bu düzenin temsilcisi kağanları, kurallar da töreyi ifade eder.

Oğuz’un gökteki ışıkla yeryüzüne inen ilk karısından doğan çocuklara gökle ilgili isimlerin

verilmesi tesadüf değildir. Gökle yerin kozmogonisi oluşturulmaya çalışılacaktır. Oğuz’un

ikinci eşinden olan çocuklara da yeryüzünü temsil eden isimler verilerek aslında gök

(erkek) yer ( dişi) in birleşimi amaçlanmıştır. Türk mitolojisiyle ilgili yapılan araştırmalar

“Tanrı” kavramının gökle yerin birliği şeklinde düşünülen ilahi düzende ve bu düzeni

yaratıp yaşatan ulu gökle bağlı olarak ortaya çıktığını göstermektedir ( Beydilli 2005: 534).

Oğuz’un eşleriyle karşılaştığı parçaların anlatımında kullanılan ifadeler ancak bir

kahramana yakışan kadınları anlatır tarzda olağanüstüdür. Oğuz’un doğaüstü ve ilahi

kişiliklerle donatılmış kızlarla evlenmesi Tanrı’nın ona bahşettiği bir imparatorluğu kurma

amacının kutsiyeti gereğidir. Oğuz’un eşlerinden birinin kutsal bir ışıkla yeryüzüne inmesi

gerçekte olmasa bile ona yakıştırılan bir olgudur. Türklere ait metinlerin birçoğunda büyük

saygı ve değerle anılan Umay Ana’nın da gök kuşağına benzeyen bir ışık halinde

yeryüzüne indiğine inanılır (Potapov, 1996:227).

Page 130: YÜKSEK - Gazi

118

Şekil 3.3. Oğuz Kağan destanındaki Kozmik âlemi anlatan bir şekil

Evrenselci dikatomi. Yeryüzü dörtgendir. İçindeki daire gökyüzünün merkezinde kutsal

dağdır, Ötükendir. Ve dünya ağacı, göğü ve yeri birleştiren kaynaktır. Yeryüzü dört ana

yönle ifade edilir. Bu ifadeler ana yönlerin kozmolojik diyagramında temsil edildiği saatle

birlikte ele alınır.

KUZEY

BATI DOĞU

GÜNEY

Şekil 3.4. Türk mitolojisinde yönler her alanda kullanılmıştır.

Destanı oluşturan halk kahramanı yüce, ulu sembollerle bezenmiş ve onu göğün kızıyla

karşılaştırmış, onunla bir evlilik müessesesi oluşturmuştur. Eski çağlardan beri göksel

semboller kahraman için kullanılmıştır. Göksel savaşçı, göksel avcı, göksel hayvanların

efendisi gibi ifadeler destan kahramanları için sıklıkla kullanılmıştır.

İbn-i Arabiye göre, İslam mistisizminde melekler gezegenlerle ifade edilirdi. Mesela;

Rukyail Güneş’le, Cebrail Ay’la, Mikail Merkür’le, İsrafil Jüpiter’le, Azrail ise Mars’la

Page 131: YÜKSEK - Gazi

119

karşılanmıştır. Yunan mitolojisinde ise Kronos Satürn’le, Zeus Jüpiter’le Ares Mars’la,

Afrodit Venüs’le Hermes Merkür’le özdeşleştirilmiştir. Türk mitolojisinde ise Kara-Han

Satürn’le, Ülgen Jüpiter’le , Kızagan Tanrı Mars’la, Umay Venüs-Ay’la , Merkür Mergen

Tanrı’yı karşılamaktadır. Yunan ve İslam mitolojilerindeki gibi en yüce tanrı olan Kronos,

Rukyail’in Türk Mitolojisindeki Kara-Han ile benzerlik göstermesi de dikkat çekicidir.

Çok eski çağlardan beri Orion Takımyıldızı göklerin koruyucusu ve baş tanrısı olarak

görülürdü. Göksel semboller kahraman arketipinin sembolleridir. Ay ve boğa ile

özdeşleştirilen ve boynuzlu olarak tasvir edilen Tammuz, Dumuzi, Adonis, Dionysos,

Osiris, Thor, Odin tanrıları Orion takımyıldızıyla ifade edilmiştir.

Resim 3.1. Türk runik yazısında, “Baş” okunan harfin göksel izdüşümü Orion

Takımyıldızıdır. 12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır.

Kutup yıldızı Direkler

Kırgız

Moğollar Başkurt

Kalmuklar Teleütler Sibirya

Buryatlar

Şekil 3.5. Kutup yıldızıyla Oğuz boylarının özdeşleştirilmesi

İnsanoğlu yeryüzünde yaşadığı ya da karşılaştığı her olay ve olguya mantıklı bir sebep

vermek ister. Destanlarda da bunun bir yansıması olan simgeler, söylenceler, sembolleri

ve kapalı bir anlatımı görmekteyiz. İlkel dediğimiz insanlar göksel sembolleri tanrısal

düşünmüştür. Gezegenler, yıldızlar ile tanrıları örtüştürmüştür. Buna göre Jung şunları

Page 132: YÜKSEK - Gazi

120

söylemiştir: “Anima” (tanrıça) ve “animus” (tanrı) arketiplerinin göksel karşılıkları eril

ve dişil nitelik verilen gezegenlerdir.

Resim 3.2. Mısır Tanrısı Osiris ve eşi İsis ‘i özdeşleştiren Orion ve Venüs yıldızları

12.12.2016 tarihinde alıntılanmıştır

Yine bir gün Oğuz Kagan ava gitti. Önündeki göl ortasında bir ağaç gördü. Bu

ağacın kovuğunda bir kız duruyordu. O da yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı.

Gözü gökten daha gök idi. Saçı ırmak gibi dalgalıydı. Dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki

eğer yeryüzünün halkı onu görse, “eyvah ölüyoruz” der ve tatlı süt, acı kımız olurdu.

Oğuz Kagan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı

ve dileğine sahip oldu. Ondan da üç oğlu oldu. Bu oğlanlara Gök, Dağ, Deniz ismini

taktılar.

Oğuz Kağan’ın iki kadınla birleşmesi ve bu kadınların birinin göksel diğerinin yersel

olandan gelmesi dikkat çekicidir. Birinci birleşmeden doğan çocuklarına “Gün, Ay,

Yıldız”, ikinci birleşmeden olan çocuklarına “Gök, Dağ, Deniz” adlarını vermeleri tesadüf

değildir. Bu isimlerin gökyüzü ve yeryüzüne ait olması kahramanın gök ve yerle olan

sembolik bütünleşmesini anlatmaktadır. Kullanılan mitler arasında anlamca bir ilgi

bulunmaktadır. Buradan destanlarda kullanılan mitlerin arka planında derin mantıksal

anlamlar taşıdığı söylenebilir.

Kendi bilinçdışıyla uzlaşarak yeni yolculuğuna çıkan kahramanın karşısına bu kez de Türk

milletinin kolektif bilinçdışına ait arketiplerin mitolojik sembolleri olan “ışık, kadın, göl ve ağaç”

unsurları çıkar. Işık, güneş kültünün ve hayatın (dirilişin) sembolüdür; “kadınsa, doğurganlık

özellikleriyle yaratıcı gücün temsilcisidir ve bu da bereketin sembolleşmesi anlamına

gelmektedir. Bunun için dünyanın ilk düzeni anaerkil bir düzendir.” (From 1990: 247).

Page 133: YÜKSEK - Gazi

121

Gökten düşen kadın motifi esasında av kültüründen gelmektedir. Avcılıkla uğraşan halk

gökten yani Tanrı’dan geleni kutsal saymıştır. Topraktan gelen kadın ise tarım kültüründen

gelmektedir. Oğuzun ikinci eşinin yeri temsil eden ağaçtan gelmesi toplumun artık tarımla

uğraştığının bir göstergesidir.

Farklı bir bakış açısıyla “ağaç” motifini ele alalım: Destanlarda ve diğer halk anlatılarında

ağaç motifi çok anlamlı ve kutsal bir motif olarak karşımıza çıkmaktadır. Ağaç kökleriyle

yerin altını gövdesiyle yeryüzünü dallarıyla gökyüzünü temsil etmektedir. Mitlerde ve

efsanelerde yeri, göğü ve yerin altını birbirine bağlayan bir hayat ağacı motifidir. Şaman

mistik yolculuğu sırasında hayat ağacını göğe çıkmak için bir araç olarak kullanır.

Türklerin yeryüzü inancı dikdörtgen idi. Bu dikdörtgen içinde bir dağ ve dünya ağacı

çeşitli katlara ayrılmış göğü ve yeri birleştiriyordu.

Ağaç motifi Türklerde her zaman kutsal sayılmıştır. Derbent yakınlarındaki Kumukların

“Tenkrihan” dedikleri kutsal bir ağacın varlığına inandıkları bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı

Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin rüyasında ülkesinin genişleyeceği sınırları bir

ağaçtan öğrenmesi, Sayan Altay Türklerinde Ulu Ana motifli ağaç, Evliya ağa, Dünya

ağacı, Şaman ağacı, Hayat ağacı, Oğuz Kağanın göksel eşinin bir ağaç kavuğundan

çıkması gibi örneklere rastlanmaktadır. Şamanist Türklerin kutsal ağaçları kayın ağacı,

şaman ayinlerinde yer alır. Şamanı besleyip büyüten ağacın adı Ara ağaçtır. Yerle göğü

birbirine bağlayan dünya ağacıdır.

Hayat ağacı dünyanın merkezinin sembolüdür. Bu ağaç gökyüzü ve yeryüzünü birbirine

bağlayan dikey merkezdir. Kozmolojik olarak hayat ağacı yeryüzünün ortasından yükselir,

dünyanın göbek kordonu olan ağacın üst dalları Bay Ülgen’in sarayına kadar ulaşır. Bay

Ülgen de semanın onaltıncı katında bir atın dağ üzerinde yaşamakta ve altın bir taht

üzerinde oturmaktadır.

Ağaç motifi Türklerde soyun türediği bir kaynak olarak görülürdü. Göktürklere göre; Oğul,

soy ağacının kütüğü, kardeş ise o ağacın yaprakları gibidir. Uygurların türeyiş destanında

da Uygurların ağaçtan türediklerini görmekteyiz. Oğuzlar da ağacın kutsiyeti İslamiyet’i

kabul ettikten sonra da devam etmiştir. Bunun örneğini Dede Korkut Hikâyeleri’nde

görmekteyiz:

Page 134: YÜKSEK - Gazi

122

Basat’ın tepegöz’ü öldürdüğü hikâyede de Basat Tepegöz’e

“Atam adın sanar olsan kaba ağaç

Anam adın sanar olsan kağan aslan

Menüm adum sorarısan Aruz-oğlu Basattur”

cevabını verir.

Salur Kazan’ın oğlu Uruz ağaca asılmak için getirildiği zaman , “Kon meni bu kaba

ağacıla söyleşeyim” der ve ağaca şöyle hitap eder.

“Ağaç ağaç derisem sana arlanma ağaç

Mekke ile Medinenün kapusu ağaç

Musa kerimün asası ağaç

Büyük büyük suların köprüsü ağaç

Kara kara denizlerin gemisi ağaç

Şah-ı Merdan Ainün Düldülünün eyeri ağaç

Zülfikârun kınıyılan kabzası ağaç

Şah Hasanılan Hüseyinün beşiği ağaç

Eğer erdür , eğer avratdur korhusu ağaç

Başun ala bakar olsam başsuz ağaç

Dibün ala bakar olsam dipsüz ağaç

Götürecek olunsan yiğitligüm seni tutsun ağaç

Bizim elde gerek idün ağaç

Kara Hindu kullarıma buyurayıdum

Seni pare pare doğrayaırıdın ağaç” (Gökyay,1973: 55)

Yer ile göğün aslında bir olduğu, bunların sonradan ayrıldığı ile ilgili mitler Uygur

Türklerindeki “Yer ile İlahi Öküz”, Kazak Türklerindeki “ Gök Nasıl Yükseldi”,

Salurlardaki “Huda’nın Gök ve Yeri Üfleyerek Yaratması” , Tuygunlardaki “Gök ile Yerin

Page 135: YÜKSEK - Gazi

123

Oluşması”, Moğollardaki “Gök ile Yerin Oluşması, Mançulardaki “Tanrının Dünyayı

Yaratması” başlıklı mitler bu tezi destekler niteliktedir.

Yer iyesi birçok Türk boyu için ortak bir varlık sayılabilir. İnsan nerede yaşarsa yaşasın

hep kendisinin topraktan var olduğuna inanmış, bu yüzden Yer Ana’ya özel bir saygı

göstermiştir. Toprağı verimli hale getirmek kutsal iş sayılmıştır. Yer, yani toprak erkekler

tarafından “tohumlandırılmış” ( Tohumu toprağa erkekler atmış) ve bu uğraşın sonucu

olarak toprak bol hasat vermiş, yani “doğurmuş”. Anlaşılan yer bir ana vazifesi yüklenmiş.

Bu yüzden toprak, yer kadın cinsinden sayılmıştır ve ona saygıyı ifade için Toprak Ana,

Yer Ana denmiştir. Toprağın bu anlamda önemi günümüze kadar devam etmiştir.

Ergenekon destanında soykırıma uğrayan Göktürklerin anavatanlarını geri almak için

verdikleri mücadeleyi örnek gösterebiliriz.

Yaşadığımız ortamların kutsallaştırılması mitolojinin temel fonksiyonlarından biridir.

Bunun bir örneğini Navaholar’da görebiliriz. Bir Navaho evinde kapı her zaman doğuya

bakar. Kozmik bir merkez olan ocak ortadadır, dumanı tavandaki delikten çıkar, böylece

tütsü kokusu Tanrıların burun deliklerine gider. Ortam, yaşanılan yer, bir ikon, kutsal bir

resim haline gelir. Nerede olursanız olun kozmik sisteme ile aranızda bir bağ vardır. Orta

Asya Türklerinde hükümdarın çadırı da aynı sistemle kurulmuştur.

Hakanların “Otağ” ve “Bayrak”, birbirinden ayrılmayan deyimlerdi: “Otağ” sözünün

kökleri, henüz daha karanlıktır. Esasen Göktürk ve Uygur çağında, henüz daha otağ sözünü

göremiyoruz. Fakat bu deyimin, biz Anadolu Türklerince iyi anlaşılması sebebi

ile,“Hakanların Çadırı” için eserimizde, otağ sözünü kullanmayı daha uygun bulduk.

Çinliler, Türk Hakanlarının saltanat çadırlarına, “Ta” derlerdi. Aslında ise, “Ta” sözünün,

Çincede de bir anlamı yoktu, öyle anlaşılıyor ki bu deyim, Çinlilere dışarıdan gelmiş ve

Çinliler de bunun manasını anlamadan kullanmışlardı. Çinliler “Ta” sözünü, bir yandan

Türk hakanlarının çadırları için söylerler iken; diğer yandan da, Türk hükümdar

bayraklarını ifade etmek için kullanırlardı. Çin tarihlerini iyi okuyanlar, Türklerde “bayrak-

sız otağ, otağsız da bayrak olmadığını” kolaylıkla anlarlar. Uygur çağında Çinliler, Türk

Hakanlarının çadırları hakkındaki anlayışlarım, biraz daha açığa vurmuşlardı. Artık bu

çağda Hakan çadırlarına, Ta çadırı”, yani “Bayraklı çadır”lar demeye başlanmıştı. Öyle

anlaşılıyor ki bu otağlar, aynı zamanda, “Bayraklı Karargâh”lar idiler.

(https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=905363199487923...0)

Page 136: YÜKSEK - Gazi

124

Savaştan Önce, “Otağ” ve ‘Tuğ”lar dikilir ve davullar vurulurdu: İki ordu karşılaşınca, eski

Türklerin ilk yaptıkları iş, “Hanlık Otağı”nı kurmaları olurdu. Çinlilerin “Ta” dedikleri

kağan veya komutan çadırları, Türk ordularının en önemli savaş sembolleri idiler. XL

yüzyıldan sonraki Türk kaynakları, bu büyük Hakan çadırlarına, “Kurvt kuvaç” adını

verirlerdi. Bu deyimin, Hakan çadırlarının yuvarlak ve kubbeli oluşları ile bir ilgisi olmalı

idi. Hakan çadırı kurulduktan sonra, tuğlar ve bayraklar dikilir ve davullar çalınırdı.

Bunlardan başka, Hakanın çadırından verilen, savaşla ilgili diğer alamet ve dikkat işaretleri

de vardı. Yalnız Hakanların değil, ordu komutanlarının ve eski Göktürk Şad’larının da

böyle çadırları bulunurdu.

Çok eski bir Türk şiiri, böyle bir savaşı, şöyle anlatıyordu:

“Hanlık çadırı kuruldu, önüne tuğlar dikildi!

“Savaş davulu vuruldu, düşman ot gibi biçildi!

“Nereye kaçmak istesen, yine gelir tutarlar!”

Türk Hakanlarının otağları kubbeli olur ve göğün de, yerdeki bir sembolü gibi sayılırdı:

Çinliler, Hun, Göktürk ve Uygurların Hakan çadırlarına, “King-lu” adını verirlerdi. Bu

Çince deyimin de, Çincedeki anlamı pek açık değildir. Çinliler Türk çadırlarının, özellikle

kubbelerine önem veriyorlardı. Bu deyim, Çin edebiyatı efsanelerinde, önemli bir yer

tutmuştu. Çinliler sonradan mezarları da, gök kubbesine benzetmiş ve onlara da, “kiung-

lu” demişlerdi. Eski Türklere göre, “Gök kubbesi devletin, çadır ise aileni n”, birer örtüsü

ve kubbesi gibi düşünülürdü. “Gök altında devlet, çadır kubbesi altında ise aile düzeni” yer

alı-yordu. Bu sebeple eski Türklerde, “Devlet düzeni” ile “Aile düzeni” arasında da bir

benzerlik doğmuştu. Onlara göre, çadırın direği de nihayet, “göğün bir direği” gibi idi.

Çadırın bacası ise, gökten Tanrı’ya açılan, bir “gök kapısı” na benzetiliyordu. Türklere

göre, gökten Tanrı’ya açılan kapı, ancak Kutup yıldızı olabilirdi. Bu sebeple de Kutup

Yıldızına, “Demir Kazık” demişlerdi.

Destanda “otağ kurdurmak” evrene hâkim olma sembolizmini taşımaktadır. Bu sembol,

kudret, varlık ve servet anlamının yanında gökyüzü ve yeryüzüne hâkimiyetin

göstergesidir. Ayrıca ev-evren sembolizmindeki kubbe-gökyüzü-yay, orta direk-hayat

ağacı-ok ilişkilerine değinmek gerekir. Bunlar kozmik âlemin sembolik yansımalarıdır.

Page 137: YÜKSEK - Gazi

125

Toyların bir diğer özelliği ise yeme-içme eyleminin önemidir. Tanrının yeryüzündeki

misyonunu yüklenen hükümdar cömertliğini göstermelidir.

Şekil 3.6. Hakan otağlarının yönleri esas alması

Hakan otağları, maiyet çadırları gibi değişmez ve Hakan otağları belirli bir düzenle

çevrilirlerdi: Eski “Türk Töresi” ne göre herkes, çadırlarını istedikleri yere kuramazlardı.

Ailelerde, boylarda ve devlette, herkesin çadırını nereye kuracağı, yüzyılların meydana

getirdiği inançlarla bir alışkanlık haline gelmişti. Türkler, bu “oturma ve yerleşme düzeni”

ne, “Orun” sistemi derlerdi. Bu düzen, hem sulh ve hem de savaş zamanında, değişmeden

devam ederdi. Zaten eski Türklerde, toplumun sulh ve savaş düzeninde, pek büyük ayrılık-

lar da yoktu. Kuzey Türklerinde, mesela Kırgızlar ‘da, Hakanın çadırı bir çitle çevrilir ve

devletin ileri gelenlerinin çadırları da, bu çitin dışında yer alırlardı. Orta Asya Türk

devletlerinde ve Oğuzlarla Uygurlarda ise, bir “kamp düzeni” vardı. Toplumdaki

derecelerine göre dizilen çadırlar, halka halka, dışa doğru açılıyorlardı. Bu sebeple, Oğuz-

ların dışında bazı Türkler, bu düzene “Ordu kuvrağ diyorlardı. “Kuvrak” eski Türkçede,

“toplanma, yan yana gelme, derecelere göre sıralanma”, anlamına gelirdi. “Kurultay” sözü

de, köklerini bu söz ve anlamdan almıştı. Yine bazı Türkler hakan çadırına, “Han Tozu” da

derlerdi. Bu deyimde tek çadırlarla değil; “çadırlar düzeni” ile ilgili olsa gerekti.

(https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=905363199487923...0)

Otağların renklerine göre, herkesin devlet içindeki dereceleri belli olurdu: Göktürk ve

Uygur Kağanlarının çadırlarından söz açıldıkça, bunlar için, “Altın Otağ” deyimi

kullanılırdı. “Altın” veya “Altınlı Çadırlar”, Göktürk ve Uygur çağının bir özelliği idi. Bu

çadırın içinde oturan Türk Kağanı da, kırmızı elbiseler giyinirdi. Türk ananelerinin tesirleri

altında kalan, “Altın Ordu” hanlarının çadırları da, altınlı idi. Fakat üçüncü Moğol Hanı

Page 138: YÜKSEK - Gazi

126

Küyük’ün çadırı ise, sarı renkte idi. Bu sebeple “Şıra-Orda”, Moğollarca büyük bir önem

taşıyordu. Sarı renk, daha çok Çin imparatorunun özel ve belirli rengi idi. Bu sebeple renk

konusunda Çin tesirlerini de gözden uzak tutmamak lazımdır. Harem çadırları ise, Cengiz

Han çağında beyaz renkte olurlardı.

Yine Navahoların kumdan resimlerine baktığınız zaman çevreleyen bir figür olduğunu

görürsünüz – bu bir serap veya gökkuşağını ya da başka bir şeyi temsil edebilir ama her

zaman yeni ruhun girebilmesi için doğu tarafında bir açıklığı olan çevreleyen bir figür

olacaktır. Buda Bo ağacının altında otururken, yüzü doğuya –doğan güneşin yönüne-

bakıyordu (Campbell, 2010:125).

İnsanların toprağa sahip çıkma duygusu yeni değildir. Onlar toprağa kutsal yerler olarak

bakarlar. Hayvanları, bitkileri mitolojik semboller haline getirirler. Toprağa manevi bir güç

büründürürler. Örneğin Navaholar kumdan resimlerinden görüldüğü kadarıyla resmedilen

hayvanlar doğal halleriyle karşımıza çıkmıyor. Resmedilen hayvanların fiziksel özellikleri

Navaholar tarafından nasıl yorumlanıyorsa o şekilde görüyoruz. Mesela; Navaholar çölde

yürürken omzumuza konan bir sineği mitlerinde - Büyük Sinek veya Küçük Rüzgâr olarak

da adlandırıyorlar- gizli bilgeliğin temsilcisi, kutsal ruhun sesi olarak kahramanlara

atalarının sınavlarından geçerken sorulan tüm soruların cevabını veren hayvan olarak

geçer. Bir insan birey olma yolunda belli bir yaşa geldiğinde sınavdan geçer. Günümüzde

insanlarımızı bu şekilde bir sınava tabi tutan sistem olmadığından insan olma gereğini

zamanında öğrenemiyoruz. Eğer amaç açısından bakarsak sınavların amacı kahraman

olmayı amaçlayan kişinin gerçekten kahraman olup olmadığını görmektir. Bu kişi bu

göreve gerçekten uygun mu? Tehlikelerin üstesinden gelebilir mi? Gerekli cesarete, bilgiye

ve kapasiteye sahip mi? Bizler üç büyük dinin de dediği gibi hayat boyu kahramanın

karşılaşacağı sınavların yaşamın önemli bir parçası olduğunu, fedakârlık olmadan, bedelini

ödemeden ödül de olmayacağını unuttuk. Kuran’da şöyle diyor: “ Sizden öncekilerin

geçtiği sınavlardan geçmeden Cennet’e gireceksiniz mi sandınız? Matta İncili’nde İsa ise

şöyle diyor: Yaşama giden kapı büyük, yol ise çok dardır, onu çok az kişi bulacaktır.

Yahudi geleneğinde de kahraman kurtuluşa ermeden önce birçok sınavdan geçer.

Hayatımızdaki her anın sınav olduğunu söyleyen dinimiz bile insanların hatalar yapmasını

engelleyemez hale gelmiştir. Yazıktır ki birey yaptıklarına mantık çerçevesinde bir sebep

uydurmakta ya da yaptığı hatayı göz göregöreinkâr etmektedir. Esas problem yüce bir

amaç için veya bir başkası için kendimizden vazgeçmeyi fark edememektir. Öncelikle

Page 139: YÜKSEK - Gazi

127

kendimizi ve kendi kendimizi korumayı düşünmekten vazgeçtiğimiz zaman gerçek ve

kahramanca bir bilinç dönüşümü geçiririz. Tüm mitlerin konu aldığı şey aslında bilinç

dönüşümleridir. Eskiden böyle düşünürken artık başka düşünmek zorunda kalırız.

Toprağın insanlarda bir kutsiyet yeri olmasının sebebini sorarsak cevabını şu şekilde

verebiliriz. İnsan yaşadığı yeri ruhsal açıdan bağlı oldukları bir yer haline getirmeye

çalışırlar. Hazreti Musa kendisine vaat edilmiş topraklara baktığı zaman diğer ruhani

liderler gibi toprağa sahip çıkıyordu. Hazreti Yakup’un rüyasını anlatan hikâyede de

böyledir. Yakup rüyasında Bethel’i görüyor. Uyandığı zaman orasının Tanrı’nın evi olarak

manevi anlamda enerjilerin saçıldığı bir yer olarak anlamlandırıyor. Toprağın

sahiplenilmesi düşüncesi günümüzde devam etmektedir. Bunu İsrail ile Filistin arasında

yaşanan yüzyıllar süren kutsal topraklara sahip olma yarışından anlayabiliriz ya da

Osmanoğullarının sınırlarını toprağın kutsiyetinden ötürü genişlettiğini örnek

gösterebiliriz.

Oğuz Kağan’ın evlendiği kadın tipleri başka yapı ve kişiliklerdedir. Fakat doğaüstü

özelliklere sahip olarak gösterilmişlerdir. Diğer Türk destanlarında da kadınların bu şekilde

kutsal ifade edilişi tesadüf değildir. Bu tip kadınların sıkça görünür olması Türk’ün soy

üstünlüğünün ve dünyaya sahip olma ülküsünün bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Oğuz’un destanda söylediği gibi;

“Ben Türk-Uygurlarının Kaganıyım ve yeryüzünün dört yanının hükümdarı olsam

gerek. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul

ederek, onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, düşman sayarak, ona

karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp, onun astırır, yok ettiririm.” …

Oğuz Kağan burada Tanrının verdiği fetih gücüyle yeryüzünün her bir karesini fethetmek

arzusunda olduğunu ve Tanrının merhametini, adaletini halkına göstereceğini ifade

etmiştir.

Sonra Oğuz Kagan büyük bir toy tertip etti. Halka emir gönderdi… Oğuz Kağan halkı

çağırınca, halk birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kagan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü

yemekler, türlü şuruplar, tatlılar ve kımızlar yediler, içtiler. Toydan sonra Oğuz Kagan

beylere ve halka buyruk verdi ve:

Page 140: YÜKSEK - Gazi

128

Ben sizlere oldum kagan,

Alalım yay ile kalkan,

Nişan olsun bize buyan,

Kök Börü olsun bize uran,

Demir kargı olsun orman

Av yerinde yürüsün kulan,

Daha deniz, daha müren,

Güneş bayrak, gök kurıkan,

dedi.

Burada Oğuz’un üstün lider ve yenilmez savaşçı olarak görülmesi Türk’ün ülküsündendir.

Tabi ki zaman zaman İskit ve Hunların düşmanları ile yapılan savaşlarda yenilgiler

yaşanmıştır. Fakat halk bunu ifade etmek istememiştir. Çünkü halkın inancına göre Oğuz

bir halk kahramanı olarak Tanrı kişiliğinde özdeşleşmiştir. Benliği Tanrı ile beraberdir.

Yine o çağlarda sağ yanda Altun Kagan adında bir hükümdar vardı. Bu Altun

Kagan, Oğuz Kagan’a elçi yolladı. Pek çok altın, gümüş takdim etti ve yakut taşlar bir

sürü mücevher göndererek, bunları Oğuz Kagan’a saygı ile sundu. Ona itaat etti, iyi

hediyelerle dostluk kurdu ve onunla dost oldu.

Sol yanında Urum(Roma) adında bir kagan vardı. Bu kaganın askeri ve şehirleri pek

çoktu. Bu Urum Kagan, Oğuz Kagan’ın emrini dinlemezdi. Onun arkasından

gitmezdi. “Ben onun sözünü tutmam” diyerek, emrine bakmadı. Oğuz Kagan gazaba

gelerek, onun üzerine yürümek istedi. Bayrağını açarak, askerleriyle ona karşı yola

çıktı. (Gömeç, 2009:51)

Destanda dualizmin izleri görülmektedir. İtaat eden Altın kagan, itaati reddeden Urum

Kagan sağ ve sol yönleriyle sembolize edilmiştir. Kahramanlık mitosunun özelliği mutlak

itaattir. Kahramanın mitolojik varlığındaki asıl bölünme kendisini bozkurt simgesiyle

gösterecektir. Bozkurt; “onun ruhsal gelişiminin tohumu niteliğindeki iç benlik

arketipidir.” (Gökeri 1979:24)

Destanlardaki kahraman tipler bu ülküyü gerçekleştirme adına asla hain olmamış, kişisel

kaprisleriyle soyu sıkıntıya sokmamış, yersiz arzu ve isteklerin esiri olmadan tamamen

insani vasıflarla aynı ülküyü ve hayat anlayışını yaşatacak veya devam ettirecek tavırlar

Page 141: YÜKSEK - Gazi

129

sergilemiş ve Türk geleneğinin ve Türk ideal insanının genetik kodlarını oluşturmayı

başarmışlardır. “Gök Tanrı’ya borcumu ödedim.” diyen Oğuz Kağan sözünde durmuş,

bütün bir Asya’ya buyruk olmuş, dünya kağanlığını kurmuş, soyuna üstünlük

kazandırmıştır. Şimdi ise devlet dairelerinde çalışan işçi ve memurların yine bürokrat ve

yöneticilerin aynı zihniyete sahip olmadığını görmek üzüntü vericidir. Hükümdar ona

verilen görevi Tanrı buyruğu saymakta ve görevini hakkıyla icra etmek için elinden geleni

yapmaktadır. Halkın oylarıyla seçilen belediye başkanları, milletvekilleri ise kendine çıkar

sağlamak adına türlü dalaverelere ortak olmaktadırlar. Rüşvet alanlar, yolsuzluk yapanlar

vicdanlarının sesini unutmuş durumdadırlar. Günümüz yazarlarından Kahraman

Tazeoğlu’nun da dediği gibi “Öfkeye kapılıp acımasız olma! Sesini gereğinden fazla

yükselten insan vicdanının sesini duyamaz!”

Kırk gün sonra Muz Tag (Buz Dağ) adında bir dağın eteğine geldi. Çadırını kurdurdu

ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kagan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O

ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt peyda oldu. Bu bozkurt Oğuz’a

seslendi ve “ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; senin önünde yürümek

istiyorum” dedi.

Ondan sonra Oğuz Kagan çadırını dürdürdü ve gitti. Gördü ki askerin önünde gök

tüylü ve gök yeleli bir erkek kurt yol göstermektedir. Kurdun ardı sıra da ordu

gitmektedir.

Oğuz’un yanında Tanrı elçisi Bozkurt vardır. Bozkurt görünür olunca Oğuz’a yol gösterici,

koruyucu misyonlar yüklüdür. Bozkurt ve Oğuz ikizleşme yaşayarak bölünecektir. Bu

bölünme şaşırtıcı değildir. Çünkü her ikisinin de çıkışı ve hedefi birdir. Sürekli ileriye

doğru hamle yapan bu iki kahraman doğal hayat içerisindeki savaşçı ve mücadeleci yanıyla

mitosun iki yüzüdür (Campbell 1993:15). Oğuz Kağan’ın Bozkurt’la karşılaşması onun

ruhsal gelişiminin tohumu niteliğindeki iç benlik karakterini yansıtır. Bozkurt, adeta yol

gösterici, rehber özelliklerini taşımasından dolayı göksel olanı yani Tanrısal olanı temsil

etmektedir.

Bozkurt kişiliğinde Tanrısal olan güç bulunmaktadır. Bu durum Türklerde “bozkurt”a

kutsal vasıflar yüklendiğinin ve kağanlar tarafından bilge kişilere verieln itibarın bir

göstergesidir. Türk’ün yanında yol gösterici, rehber vasfında Tanrı bulunmaktadır. Tanrı

aynı zamanda göksel olan yani soyut bilinci temsil etmektedir. Freud’un süperego kavramı

Page 142: YÜKSEK - Gazi

130

tanrısal olanı ifade etmesi bakımından benzerdir. Oğuz ise somut bilinci temsil eden yani

görünen, belirgin bilinçtir. İç benlik Tanrısal özellikler taşımalıdır, denir.

Türklere ait birçok destan metninde kurdun yol gösterici, yardım eden, besleyen, büyüten

durumlarda görmekteyiz. Hayvan kültü ilkel dinlerle başlamaktadır. Dini açıdan her

millete ait farklı bir hayvanın kutsal sayıldığını metinlerden çıkarabiliriz. Bu kutsal

hayvanlar bazılarının Tanrı’nın gönderdiğine, bazılarının topraktan yeryüzüne çıktığına

bazılarının ise cennetten ya da sudan geldiğine inanılırdı. Eski Türklerde kurdun çok

önemli ve kutsal bir yönü vardır. Kurt Ergenekon’dan çıkarken Türklere İslam’ı yaymak

adına Hz. Muhammed’in gönderdiği üç adamı temsil etmiştir. Oğuz Kagan’a seferlerinde

yol gösterici ve kurtarıcı olmuş, Hiyung-Nuların hakanlarından birinin Tanrı’ya vermek

istediği kızlarına, Tanrı kurt şekline girerek koca olmuştur. Başka bir efsaneye göre de

Cengiz Han’a baba, “assena” efsanesinde de ana olmuştur. Kurt motifi Dede Korkut

hikâyelerinde de çok geçer. Kurt, uğurlu, hayırlı bir hayvan görüldüğü için Anadolu’da

hala devam eden inanışları vardır. Mesela, yeni doğum yapmış kadınları korumak için

lohusanın yastığının altına bir parça kurt derisi konur. Böylelikle kadın ve bebeği kötü

ruhlardan korunmuş olacaktır. Başka bir inanışa göre; her kim kurdun böbreğini ve

yüreğini yer ve memesi şişen bir koyunun memesine dokunursa onu iyileştirecek güce

kavuşur. Çocuğu çok yaşamayan kadınlar bir kurt derisini ortasından deler ve çocuğunu

oradan geçirirse o çocuk uzun yaşar ve uzun ömürlü olur. Uykusu ağır olanlar ve çok fazla

uyumak isteyenler cebinde kurt gözü taşıdığı sürece az uyur. Kurdun aşığı beşiğe asılırsa

çocuk nazar olmaz gibi birçok inanış hâlâ Anadolu’da yaşamaktadır. Günümüzde de kurt

motifini birçok yerde kullanmaya devam etmekteyiz. Bu da şunu kanıtlıyor ki mitler hâlâ

içimizde, hâlâ bizden.

Türk mitolojisinde kutsal ataların ve onların boylarının ortaya çıktığını anlatan “türeyiş

mitleri”ne rastlanmaktadır. Gök-Tanrı’yı hükümdarın atası sayan evrensel merkeziyetçi

devlet dininin sahibi olan Türkler; türeyiş ve kahramanlık mitlerini bu temel üzerine

oturtmuşlardır. Yüksek bir topluluk bilinciyle Tanrı’nın dünya hâkimiyetini kendilerine

emanet ettiğine inanan Türkler, tarihlerini ve mitolojilerini bu milli felsefeyle

şekillendirmişlerdir. (Esin, 2001:19)

Türk mitolojisinde kutlu Türk boylarının bağlandığı en önemli menşe, kurttan türeyişi

anlatan destan metinlerinde yer almaktadır. Kurdu Türk milletinin atası sayan ilk efsane

Page 143: YÜKSEK - Gazi

131

Türk boylarının kendi aralarında yaptıkları bir savaşı anlatmaktadır. Efsaneye göre

“MÖ 140 senelerinden sonra doğuda yaşayan Wu- Sun’lar batıya kaymışlar ve Tanrı

Dağları bölgesine yerleşmişlerdir. Hun hükümdarı Wu-Sun hakanına taarruz etmiş ve

onlardan sadece Kum-mo adındaki bir çocuğu öldürmeyerek çöle bırakmıştır. Çocuk çölde

emeklerken bir dişi kurt yanaşarak çocuğu emzirmiştir. Bunu gören Hun hükümdarı

çocuğun kutsal bir yavru olduğuna inanmış, himayesine alarak büyütmüştür. Daha sonra da

Kum-mo’ya babasının eski devletini vermiştir.” (Ögel, 2014: 14)

Çin tarihlerinde yer alan kurttan türeyiş destanlarından biri de Gök Türkler’in atası kabul

edilen Kaoçı’lara ait bir destandır. “Kaoçı kağanının iki kızı vardır. Kağan kızlarını

Tanrı’yla evlendirmek için bir tepenin başına koyar. Kızlar bu tepede uzun bir süre

Tanrı’yı bekler. Tepenin başında bir erkek kurt belirir. Küçük kız bu kurdun Tanrı

olduğunu düşünüp onunla evlenir. Kaoçı halkı hükümdarın kızıyla bu kurttan türer.” (18)

Türk mitolojisinde genel olarak “kurt ana” motifi hâkimken bu metinde kurt erkektir.

Türklerin Tanrı algısının genel felsefesi gereğince burada kurdun Tanrı olmasından ziyade;

kutlu Türk hükümdarlarının doğum motiflerinde görülen “ışık” benzeri kurdun, kutsiyetini

kuvvetlendirmek amacıyla Tanrı kabul edildiği düşünülmelidir. Kurt, Türk mitolojisinde

Tanrı’nın verdiği hükümranlık nişanının timsalidir. Bu nedenle kurttan türeyen boylar

devlet idare etmeye muktedir sayılmış, sancakların başına altından kurt başı takılmış, Türk

ordusu ve ordu komutanları kurda benzetilmiştir. ( Çoruhlu, 2006: 138)

Türk sözlü kültüründe önemli bir yeri olan Bozkurt Destanı da yok olma felaketine

uğrayan Gök-Türk soyunun yeniden dirilip çoğalmasını anlatmaktadır. Destana göre

“Türklerin ilk atası olan Aşine boyu komşu milletlerden biri tarafından yok edilir. Bu

baskından bir çocuk sağ kalır. Tanrı yardımına uğrayan dişi bir kurt, çocuğu Altay

dağlarının ortasına getirir. Onunla evlenir ve on oğlan doğurur. Bu oğlanlardan birinin

soyu Aşine boyu olur ve Türklere hükümdarlık yapar. ( Banarlı, 2001:24)

Kahramanlık mitosunun bir diğer yönü de akıllı olmaktır. Sadece galibiyet için güç

istenmez o gücü yöneten bir akla da ihtiyaç vardır. Kurt burada akıl veren, yol gösteren bir

unsur olarak karşımıza çıkar.

Toplattı çadırını, Oğuz duyunca bunu, ordusuna gidince, hayretle gördü şunu; bir

büyük erkek bir kurt, askere öncü gibi, gök tüyü, gök yelesi, yol veren izci gibi!Yürür

Page 144: YÜKSEK - Gazi

132

durur önlerden, nihayet durdu, bir gün neçe sonra günlerden, duruverdi, Oğuz’un

ordusu da ardından, bir nehir vardı burada, İdil-Müren adında, savaş başladı birden,

nehrin kıyılarında, ok ile kargı ile Kara Dağ sırtlarında, askerler arasında çok çok

vuruşu oldu, halkın gönlü bunaldı, kalplere kaygu doldu, bu vuruşma, döğüşme öyle

yaman oldu ki, İdil-Müren suyu kıp-kızıl kanla doldu. Oğuz Kağan başardı, Urum

Kağan da kaçtı, kağanlığını aldı, halkı iline katdı.

Oğuz Han’ınotağı, ganimetlerle doldu.

Ölü diri ne varsa, onun tutsağı oldu

Destanın devamında eski Türk halklarından biri olan Kıpçakları görmekteyiz. Destanda

Kıpçak adının nereden geldiği anlatılmaktadır. Kıpçaklar tarih sahnesinde 9. 11. yüzyıllar

arasında İrtiş boylarında Kimeklerle iç içe çıkmışlardır. Bunlar daha 8. 9. Yüzyıl civarında

Orta Asya’dan Urallara geçmiş ve burada üstünlük kurmuşlardır. Sonra onları Siriderya

boylarında Oğuzlarla yan yan ve Orta Asya’ya dağılmış halde görüyoruz. Destanda

bahsedilen kısımların Kıpçaklar için gerçek olduğunu söyleyebiliriz. Destanıun devamında

artık yer ve kişi adlarının tarihte yaşamış gerçek kişiler ve yaşanmış mekânlar olduğunu

söylemekte fayda vardır.

Oğuz Han’ın Kıpçak Akını:

Uruz adlı kardeşi vardı Urum kağan’ın

Uruz Beyin oğlu da kurtarıverdi canın

Uruz bey göndermişti oğlunu bir şehire

Dağ başında kurulmuş gizlenmiş bir nehire

Uruz beğin dedi ona: “ Kenti korumak gerek.

Vuruş bitinceye deg, şehri saklamak gerek

Vuruş bittikten sonra halkını al gel dedi

Oğuz bunu duyunca ne içti ne de yedi.

Oğuz aldı ordusunu hemen bu şehre yetti

Uruz beyin oğlundan Oğuz’a elçi gitti.

Çok çok altın gümüşle hediye inci gitti.

Dedi : “Ey Oğuz Kağan! Sen benim kağanımsın

Babam bu kenti verdi, dedi. “sen benim oğlanımsın

Sakla bu kenti bana bunu korumak gerek

Page 145: YÜKSEK - Gazi

133

Vuruş bitinceye deg, şehri saklamak gerek

Harpten sonra kentini al, emrine bana gel

Bu Uruz beğin oğlu sözüne devam etti.

Düşmanı ise eğer oğuz kağan’ın babam

Beni hiç suçlamayın, suçluysa eğer atam!

Ben seninleyim her an, emrine bağlanmışım

Emrini emir bilip sana bel bağlamışım

Kutumuz olsun sizin kutlu devletinizin

Soyunuzdandır bizim tohumu neslimizin

Tanrı buyurmuş size yeryüzünü al diye

Başımla kutumu da veriyorum al diye

Hediyeler gönderip vergini suncağım

Dostlukltan çıkmayacak karşında duracağım

Bu yiğidin hoş sözü Oğuz’u sevindirdi.

Uruz beğin oğluna gülerek yarlık verdi.

Dedi: “Bana çok altın, çok hediye sunmuşsun

“Şehrini kentini de çok iyi korumuşsun

Kentini saklayarak iyi korudun diye

Saklap adını verdim sana ad olsun diye

Dostluk kıldı Oğuz Han sonra ordusun aldı

İdil nehrine gelip kıyılarında kaldı

İdil denen bu ırmak çok çok büyük bir suydu.

Oğuz baktı bir duya bir de beğlere sordu.

Bu idil sularını nasıl geçeceğiz biz?

Orduda bir Beğ vardı, Oğuz Han’a çöktü diz

Uluğ Ordu beğ derler, çok akıllı bir erdi.

Bu yönde Oğuz Han’a yeterince akıl verdi.

Page 146: YÜKSEK - Gazi

134

Uzlar, Oğuzlar olarak bilinen kadim Ötüken boyu Göktürk devletinin yıkılmasından sonra

Asya’da tutunamamış, batıya doğru göç ederek kuzey karadeniz sahillerine kadar ulaşmış,

1068 yılında Kıpçaklar tarafından yıkılarak Doğu Avrupa’ya dağılmışlardır. Türk tarihinin

en köklü en kalabalık boyu olan “Uzlar” ( Oğuzlar) Göktürk birliğinin yıkılmasıyla diğer

Türk boylarıyla anlaşamamıştır. İç Asya’daki Türk boylarıyla girdiği mücedeleler

sonucunda batıya doğru göç ederek önce hazar coğrafyasına oradan da Kuzey karadeniz’e

ulaşarak Doğu Avrupa’ya Türk izlerini taşımışlardır. 11. yy. da diğer Türk kavimleri olan

Kuman-Kıpçaklar tarafından mağlup edilip tarih sahnesinden silinmişlerdir. İç Asya’daki

kadim Türk devletlerinin temelini teşkil eden Oğuzlar batıya doğru ilerledikçe Kuz ve Guz

ünvanlarını alarak tarih kayıtlarına Uz olarak geçmişlerdir.

Baktı ki yerde bu Beğ çok ağaç var, çok da dal!

Kesti biçti dalları kendine yaptı bir sal

Ağaç sala yatarak geçti İdil nehrini

Çok sevindi Oğuz Han, buyurdu şu emrini

Kahver sen burada oluver bir sancak Beğ

Ben dedim öyle olsun densin sana “Kıpçak” beğ

Oğuz Orduya geldi yol erlere göründü

Yürümeye başlarken, kurt onlara göründü.

Destanlarda sadece savaşları, kahramanlıkları görmemekteyiz. Aynı zamanda hayata dair

yaşanmışlıkları da görürüz. Uluğ Ordu Beyin İtil ırmağının etrafındaki ağaçları kesip onları

sal gibi kullanarak karşıya geçmesi onun aklı sayesinde doğaya hükmettiğini gösterir.

Oğuz yürüdükçe ilerledikçe şifrelerle karşılaşmakta ve bu şifreleri çözerek macerasını

tamamlamaktadır.

“Karluk” Türk Boylarının Türeyişi:

Bir kurt ki erkek bir kurt!

Gök tüylü, gök yeleli!

Bu kurt döndü Oğuz’a bakmadan sağa sola

Ddi: Ey Oğuz şimdi, ordunu çıkar yola

Page 147: YÜKSEK - Gazi

135

“Halkını, beğlerini, atlandır çıkar yola

Baş çekip göstereyim doğru yol nerde ola!

Oğuz baktı ki erkek kurt önler gider,

Ordunun öncüleri bozkurtu gözler gider.

Oğuz bunu görünce ne çok sevinmiş idi.

Alaca aygırına severek binmiş idi.

Apalaca aygırın Oğuz severdi özden

Ama at dağa kaçtı, kayboldu birden gözden

Bu dağ, buzlarla kaplı, çok büyük bir dağ idi.

Soğuğun şiddetinden başı da ap ağ idi.

Çok cesur çok alp bir Beğ ordu içinde vardı.

Ne Tanrı ne şeytandan korku içinde vardı.

Ne yorgunluk ne soğuk erişmez idi ona

O beğ dağlara girdi, dokuz gün erdi sona

Aygırı yakaladı, memnun etti Oğuz’u

Atamadı üstünden dağlardaki soğuğu

Olmuştu kardan adam kar ile sarılmıştı.

Oğuz bunu görünce gülerek katılmıştı.

Dedi: “Baş ol beğlere sen de artık burda kal

Sana “Karluk” diyeyim. Ölmeyen adını al!

Çok çok mücevher ile hediye verdi ona

Soyurgadı Karluk’u devam etti yoluna

Karluklar da 8. ve 12. Yüzyıllar arasında Orta Asya’da varlığını sürdürmüş Türk

boylarındandır. Karluk adının anlamı destanda anlatılanlarla ilişkili görünmektedir.

“Karluk” anlam olarak “kar yığını” demektir. Zaten destanda Oğuz ne tanrıdan ne de

şeytandan korkan, karın içinde saatelrce durabilen, soğuktan hiç etkilenmeyen bu yiğidine

“Karluk” adını vermiştir. Karlukların türk soyundan geldiği ve bir Gök-Türk boyu olduğu

Çin kaynaklarında belirtilmiştir. Divan-ı Lügati’t-Türk’te Karluklar için “ Göçebe

Page 148: YÜKSEK - Gazi

136

türklerden bir bölük adıdır. Oğuzlardan ayrıdırlar. Oğuzlar gibi Türkmedirler.”

denmektedir. ( Atalay, 2006: 473)

Oğuz Kağan’ın kaybolan atını Buz Dağı’nda bularak kahramanlık gösteren ere “Karluk”

adını vermesi ile Uygur devletinin kurulmasına yardımcı olan, Talas savaşının kaderini

değiştiren, Karahanlı ve Gazneli devletilerinde önemli roller oynayan, Altay- Tanrı Dağları

ve Fergana bölgesi gibi farklı alanlarda uzun süre etkili olan Karluklara gönderim

yapılmaktadır ( Taşağıl, 2014:75)

Kalaç Türk Boylarının Türeyişi:

Oğuz yolda giderken ağzında kaldı eli

Çok büyük bir ev gördü gümüşten pencereli

Duvarları altından demirdendi çatısı

Anahtarı da yoktu, kapalıydı kapısı

Tömürdü Kağul adlı bir er, arana durdu.

Becerikli bir erdi. Oğuz ona buyurdu.

Sen burda kalacaksın, kapıyı açacaksın

Eve girdikten sonra orduma varacaksın

Bu ere de Oğuz han dediği için, Kal! Aç!

Böyle münasip gördü adına dedi “ Kalaç”

466 yılında Avrupa Hunlarına bağlı Ağaçeri Türk boyu Azerbaycan yoluyla Doğu

Anadolu’ya gelmiştir. Sasni kaynakları bunları Akkatlar, Bizans kaynakları Akatzir olarak

tanımlamaktadır. Ağaçerilerin bir bölümü Halep; Şam yörelerine kadar inmişlerdir (Önder,

2005: 66). Bu da Oğuzların sınırlarının Suriye ve Şam’a kadar uzandığını kanıtlamaktadır.

Destanın devamında bundan söz edilecektir.

Cürced Akını ve “Kanglı” Türk Boylarının Türeyişi:

Yine günlerden bir gün

Gök tüylü gök yeleli Bozkurt kaybolmuş idi.

Oğuz bunu görünce o yerde durmuş idi

Anladı ki bu yerde otağı urmak gerek

Page 149: YÜKSEK - Gazi

137

Tarlasız, çorak yerde düşmanı vurmak gerek

Çürced adlı bu ilin çok büyük otlakları

Çok malı çok sığırı, vardı pek çok atları

Çok altın çok gümüşler vardı Çürced Kağan’da

Sayısız mücevherle bulunurdu hep onda

Çürced kağan’ı aldı halkıyla ordusunu,

Geldi karşılamağa Oğuz Han ordusunu

Ok ile kılıç ile döktü düşman kanını

Baş geldi Oğuz Kağan basdı Çürced Han’ını

Oğuız öldürdü onu, kesti hemen başını

Böldü ganimetleri tabi kıldı halkını

Oğuz’un askerleri halkıyla maiyeti

Aldılar, topladılar, sayısız ganimeti

Az geldi atlar ile öküz ve katırları

Yüklemeğe taşımağa harpde alınmışları

Oğuz da bir er vardı, akıllı tecrübeli

Barmaklığ Çosun billig yatındı işe eli

Yapıp koydu içine bir kağnı arabası

Harpte ne alınmışsa Oğuz’un bu ustası

Kağnıyı çekmek için canlı öne koşuldu

Cansız ganimetler de üzerine konuldu.

Oğuz’un beğleriyle halkı şaşırdı buna

Onlar da kağnı yaptı benzeterekten ona

Kağnılar yürür iken derlerdi: “Kanga!kanga!

Bunun için de dendi, bu halka artık “Kanga”

Oğuz bunu görünce güldü kahkaha ile

Dedi: “Cansızı çeksin, canlılar kanga ile

Adın Kangaluğ ( Kanglı) olsun belgeniz de araba

Bıraktı onları da, gitti başka tarafa

Page 150: YÜKSEK - Gazi

138

Kanglılar, Türk tarihinin ve coğrafyasının önemli bir bölümünde rol oynamış Türk

boylarından birisidir. 12. Yüzyıl öncesi tarihleri pek bilinmemektedir. Kanglıların

kökenleri son derece karışıktır. Bu karışıklığın sebebi yeterince kaynak olmayışındandır.

Bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlara göre Kanglılar; Kanglardan, Peçenek-

Kangarlardan veya Kıpçaklardan geldikleri şeklindedir. Kaşgarlı Mahmud’un ünlü eseri

Divanü Lügati’t-Türk’te “Kanglı Kağnı ve Kanğlı Kıpçaklardan büyük bir adamın

adıdır.” diye yazılmıştır. Bu da şunu ispatlıyor ki Oğuz kağan destanında gerçekler

anlatılmıştır.

Oğuz Han’ın Güney Akınları:

Gök yeleli, gök tüylü, göründü kutsal Bozkurt

Hint (Sındu) , Tangut illeri de oldu Oğuz’a yurt

Oğuz yürüyüp gitti, Suriye ( Şağam)nin yoluna

Baş kesti, savaş yaptı kattı kendi yurduna

Sz dışında kalmasın bilsin bunu da herkes

Güneyde barkan adlı, bir il var idi bu kez

Av kuşları çok olan zengin bir bucak idi

Vahşi hayvan yurduydu, havası sıcak idi.

Mücevher gümüşü, çok altını da paradır,

Halkın yüzünün rengi tanrıdan kapkaradır.

Bu yerin kağanının adına derler Masar

Oraya giden Oğuz yaman vuruşur basar

Savaşı kazanınca Masar kağan da kaçar

Alıp onun yurdunu kendi yurduna katar

Sayısız at, mal alır dostları hep sevinir.

Döner evine gider, düşmanları yerinir.

Page 151: YÜKSEK - Gazi

139

Oğuz Han’ın altı oğluna hanlık vermesi:

Söz başında kalmasın bilsin herkes bu işi

Oğuz hanın yanında vardı bir koca kişi

Akalı ak saçı boz çok uzun tecrübeli

Asil bir insan idi akılllı düşünceli

Ünvanı Tüşimel’di. Yani kağan veziri

Uluğ Türük’tü adı, Oğuz’un seçme eri.

Türk geleneklerinde ulu, bilge kişiden her zaman söz edilir. Destan metinlerinin hemen

hepsinde, masallarda ulu, bilge kişiler her zaman vardır. Bu kişiler destan kahramanlarının

en zor durumlarında ortaya çıkarak onlara yardım ederler. İslamiyette Hızır AS.’la

benzerlik göstermektedir. Yine Dedem Korkut da kahramanın her zaman yanındadır.

İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet’i yönlendiren Akşemsettin Efendi gibi.

Altından bir yay gördü, uyur iken uykuda

Yayın bulunuyordu, üç gümüşten oku da

Ta doğudan batıya, altın yay uzanmıştı.

Üç gümüş ok kuzeye sanki kanatlanmıştı.

Altın yay ve üç gümüş ok sembolik olarak karşımıza çıkmaktadır. Altın yay ve üç gümüş

ok Atilla’nın kılıcı gibi bir hükümdarlık sembolüdür. Bunun rüya motifiyle dile getirilmesi

de dikkate değerdir. Çünkü eski Türk metinlerinde rüyalarda görülenler gerçekleşecekmiş

gibi hep dikkate alınmıştır.

Destanda görülen altın yay ve üç gümüş ok anima( içteki kadın) ve animus( içteki erkek)

arketiplerinin sembolleridir. Altın yay kuşatıcılığı ve kıymeti bakımından anaerkil düzenin

kadın sembolüdür ve Türk toplum hayatında kadının yerini göstermesi bakımından

önemlidir. Üç gümüş ok ise animusun ataerkil toplumlardaki yayılmacı karakterini

yansıtmaktadır. Bu semboller arasında uyum, yaşanılan olayların nihayetinde Oğuz

Kağan’ın kişiliğini bulma yolunda bir hayli mesafe aldığını göstermektedir. Aynı ritmi,

devlet ve milletin bütünleşmesi olarak da düşünebiliriz. Altın yay ve oklar arasındaki bu

uzlaşmayı “yay, devlet düşüncesi; okların bir ayağı millet, bir ayağı vatan, bir ayağı da

siyasi iradedir” (Çonoğlu 2001:355) şeklinde de açıklanabilir.

Page 152: YÜKSEK - Gazi

140

Yay Türklerde bir hâkimiyet sembolüdür. Oğuz artık yaşlanmıştır ve ülkenin bekası için,

fetihlerin devamı için gerekli işaret gelmiştir. Daha sonra Oğuz çocuklarına durumu

anlatmış ve çocuklar yolları üzerinde yayı ve okları bulmuşlardır. Bu olay artık ülkenin

oğulları arasında paylaşılması gerektiği inancını kuvvetlendirmiştir.

Destandaki yay gökyüzüyle ilgili bir semboldür. Çünkü Oğuz yayı göksel eşinden olma

çocuklarına vermiştir. Bu yay, Tanrısaldır. Tanrının Türkleri kutsiyeti inancı devam

etmektedir. Türklerde ok, bir elçilik sembolüdür. Bir yere giden elçiler ellerinde kendi

hükümdarlarının oklarını taşırlardı. Fakat destanda bu durum kastedilmemiştir.

Oğuz hanın altı oğlu vardı. Göğün kızından doğan çocuklar Boz-oklar, yerin kızından

olanlar Üç-okları temsil ediyordu. Bu yolla altı çocuk ikiye bölünmüş ve üçlü bir düzen

meydana getiriyorlardı. Yani on iki saatin, on iki ayin ve hatta on iki burcun yarısı olan

çocuklar yine bölümlere ayrılıyorlar ve takvim biriminin bir çeyreğini meydana

getiriyorlardı. Oğuz hanın 24 torunu vadı. Çin kaynaklarına göre 3, 6, 12, 24 rakamları

yalnız zaman birirmi olarak önemli değildi, aynı zamanda kutsaldı. Türkler Oğuz Kağan

destanını Çin düşüncesine göre düzenlemişlerdir.

Anlattı Oğuz Han’a uyanınca uykudan

Rüyayı tabir etti içindeki duygudan

Dedi: “Bu düşüm sana drilik ve düzenlik getirsin

Hakanıma inşallah birlik güvenlik versin

Rüyada ne gördüysem Gök tanrının sözüyle

Seni de öyle yapsın tanrı kutsal özüyle

Yeryüzünün ki hepsi dolup taşar boyuna

“Tanrım bağışlayıver Oğuz kağan soyuna

Oğuz han çok beğendi, Uluğ Türük’ün sözünü

Öğüd ver dedi bana tuttu onun öğüdün

Sabah olunca gördü kedninden büyükleri

Çağırtarak getirtti, kendinden küçükleri

Dedi: “Hey! Gönlüm benim! Avlansana haydı, der

Page 153: YÜKSEK - Gazi

141

Başa geldi ihtiyarlık, cesaretin hani der?

Gün, Ay ve Yıldız sizler gidin gün doğusuna

Gök, Dağ ve Deniz siz de gidin gün batısına

Oğuz han oğulları bunu hemen duyunca

Gitti üçü doğuya, üçü batı boyunca

Av avlanıp kuşlanan Gün ike Yıldız ve Ay

Buldular yolda birden som altından bir yay

Sundular Oğuz hana han sevindi hem güldü.

Aldı bu altın yayı kırarak üçe böldü.

Dedi: “Ey! Oğullarım kullanın bir yay gibi

Oklarınız erişsin göğe deg bu yay gibi

Av avlayıp kuşlanan, Dağ ile Deniz ve Gök

Buldular yolda birden som altındamn tam üç ok

Sundular Oğuz hana han sevindi hem güldü

Aldı üç gümüş oku kırarak üçe böldü.

Dedi: “Ey Oğullarım sizlerin olsun bu ok

Yay atmıştı onları olun siz de birer ok

Oğuz Han’ın Büyük Şölen Vermesi:

Bunu diyen Oğuz Han çağırdı kurultaya, beğ geldi, halkı geldi, selam verdi otağa

Herkes geldi oturdu. Oğuz han büyük otağ ( eksik)

Oğuz han kendi büyük otağında

(eksik)

Kırk kulaçlık bir direk sağa dikip sağladı

Direğin üzerine altın bir tavuk koyup

Direğin altına da bir ak koyun bağladı.

Kırk kulaç bir direk de sola dikip solladı,

Page 154: YÜKSEK - Gazi

142

Direğin üzerine gümüş bir tavuk koyup

Direğin altına da kara koyun bağladı.

Sağ yanında Bozoklar, sol yanında da Üç-oklar

Oturup eğlendiler kırk gün kırk geceden çok

Yediler hem içtiler erip muradlarına

Oğuz böldü yurdunu verdi evlatlarına

Dedi: “Ey! Oğullarım!

Ne vuruşmalar gördüm ne çok sınırlar aştım,

Ne kargılar ile ne okları fırlattım

Ne çok atla yürüdüm! Ne düşmanlar ağlattım

Nice dostlar güldürdüm

Ben ödedim çok şükür

Borcumu Gök Tanrıya

Veriyorum artık ben sizin olsun bu yurdum!

Oğuz Kağan Destanı’nda da görülen Türk kültür tarihinde karşımıza çıkan toylar değişik

amaç ve şekillerde kutlanan törenlerdir. Yılda bir kez düzenlenen han toyları, hacet için

düzenlenen toylar, ilk av dönüşü toyları, ad koyma toyları yanında düğün, zafer, yağma ve

akın toyları gibi değişik biçimleri görülen toyların simgesel bir anlam dünyası vardır. Bu

anlam dünyası içinde en önemli alanlardan birisi cihan hâkimiyeti ülküsü ve bu hâkimiyet

gerçekleşirse paylaşımın nasıl ve ne oranda yapılacağıyla ilgili ipuçları içermesidir.

(Duymaz, 2005:38) Divanü Lügat-it Türk’te toy sözü “ordu kurağı, ordu karargâhı; ilaç

yapılan bir ot; çanak yapılan çamur; toy kuşu” anlamlarında kullanılmıştır. ( Atalay

1992b:141)

Artık Oğuz, ülkeyi oğulları arasında paylaştırmıştır. Bu paylaşımdaki altın yay ve oklar da

tanrısallığı anlatmak için seçilmiştir. Çünkü hükümdarlık Türklerde Tanrının verdiği bir

görevdir. Adaletli, anlayışlı, halkının refahını düşünen hükümdar adeta Tanrının

yeryüzündeki suretidir.

Page 155: YÜKSEK - Gazi

143

Oğuz kağan destanındaki Oğuz’un Hun hükümdarı Metehan olduğu düşünülmektedir.

Çünkü Metehan ile Oğuz’un yaşamlarındaki benzerlikler epey fazladır.

“Uğuz destanında epik olgulara bir hayli özen gösterilmiştir. Uğuz Han’ın ağzından dile

getirilmiş kafiyeli sekizer dizeden oluşan iki kıtanın ‘Oğullarım, ben çok yaşadım/

Vuruşmaları, çok gördüm/Mızraktan başka, çok ok attım/ Aygırımla çok yol aldım/

Düşmanları ağlattım/Dostlarımı güldürdüm/Gök Tanrıya karşı görevimi yaptım/ Sizlere

yurdumu veriyorum’ mısralarında, serüvenini tamamlayan bir kahramanın öykü anlatıcısı

rolüne soyunduğunu görmekteyiz.” (Pelliot, 1995: 95).

Altın yay, göğü temsil eden bir motiftir. Altın yay göksel kadından doğan çocuklara pay

edilmiştir. Yersel kadından doğan çocuklara ise üç gümüş ok paylaştırılmıştır. Bu demektir

ki gümüş oklarda yerseldir. Destanın son kısmında altın yay ve gümüş oklarla anlatılmak

istenen sembolik olarak Oğuz Kağan’ın (Mete Han) ülkeyi oğulları arasında

paylaştırmasıdır.

Page 156: YÜKSEK - Gazi

144

Page 157: YÜKSEK - Gazi

145

SONUÇ

Mitler ilkel insanların yaşamına, düşüncelerine, hayallerine dair her şeyi içermektedir. Mitlerin

birer hayal ürünü olduğunu söylemek yanlış bir varsayımdır. İlkel insanların o dönemin şartlarına

göre oluşturduğu mitleri incelediğimizde mitlerin arka planda yaşanan gerçekliğin anlatımı

olduğunu fark etmemiz kaçınılmaz olur.

Mitler aynı zamanda o dönemin ahlak kurallarını belirleyen, tolumu bir arada tutan kuralları da

içermesi bakımında önem arz etmektedir. Buradan hareketle şu önerilebilir: Türk mitolojisinden

hareketle geçmişimize ait olan bu değer ve kaynaklar tekrar modern hayatın içine sokulup ideal

davranışların gün yüzüne çıkarılması sağlanabilir. Bunu sağlamak modern hayatın birçok

problemine ışık tutabilir. Sosyal, siyasi, ekonomik, psikolojik sorunlara çözüm noktasında fikir

sağlayabilir. Segal’in de dediği gibi çağdaş bilimler mitleri dejenere etmiş ve insanların sıkı

sıkıya bağlı oldukları manevi değerler önemini kaybetmiştir. Bununla beraber aidiyetsizlik

kaynaklı problemler, psikolojik hastalıklar, ahlaka ters düşen tavırlar, yıkılan yuvalar gittikçe

artış göstermektedir. Fakat modern insan bile hala mitolojik bir insandır. Geçmişe ait manevi

değerler hala korunmak istenmektedir.

Postmodern toplumsal dinamiklerin ve kitle iletişim araçlarının atomize ettiği, parçaladığı bireyin

toplumsal bağının kurulmasında tarihi ve kültürel yönelişlerin neticesi ortaya çıkan bilinç

durumunun etkisi artık tartışılmalıdır. Çünkü mitlerin ve destanların önemi olay örgülerinden

değil taşıdığı anlam ve sembollerdedir. Bu anlam ve semboller toplumun kuruluşunda ve

kültürün yeniden üretiminde ana sütun işlevi görürler. Böylece hem özneyi binlerce yıla uzanan

bir köke sahip olmakla şereflendirir hem de bilinç kaybına uğrayarak atomize bir yapıya

dönüşümü önlenmiş olur ( Vurucu 2014:6)

Türklere ait destanları müstakil ve birbirinden bağımsız olarak görmek yanlış olacaktır. Altay

Türklerine ait Yaratılış Destanı’ndan İslamiyet sonrası destanlara kadar hepsi bir bütündür.

Türklere ait boyların yaşanılan, gerçek anlatımlarıdır. Bu sebeple Türk destanları yapısında

edebi, tarihi, mitolojik, sosyolojik vb. birçok öğe bulundurmaktadır. Bu öğeler belirli bir yöntem

ve eleştirel okuma olmadan tam anlamıyla anlaşılamaz. Anlaşılmadığı takdirde bu öğeler birkaç

masalsı, fantastik çıkarımdan öteye gidemez. Özellikle günümüz gençliği bu destanlara ilgi

çekici olarak değil mizah olarak bakacak hatta saçma ve sıkıcı olarak algılayacaktır.

Page 158: YÜKSEK - Gazi

146

Bu çalışmanın hareket noktası destanlarımızı saçma bulan gençlerimizin bu anlatılanlardan sonra

destanlarımızın önemini fark etmelerini sağlamak ve mitlerin yaşanan gerçekliğin birer parçası

olduğunu anlatarak destanlarımızda anlatılanların atalarımızın yaşadıkları ve kutsal saydıkları,

değer verdileri doğa ve davranış unsurlarını ele almaktır.

Destan metinlerinden eski Türklerde yönetim sisteminden ve savaşlardan, doğuma, hayatın

sonuna gelinmesine, kadın- erkek ilişkilerine, doğanın önemine, hayvanlara verilen değere, halka

karşı olan yaklaşımlara, sayıların anlam değerine, yemek kültürüne kadar adeta arkeolojik bir

araştırma yapar gibi birçok veri elde edilmektedir. Böylece tarihi metinlerin sadece tarihte

kalmadığını, kalmaması gerektiğini, günümüz yaşam tarzı ve bakış açısı ile de bir değer

olduğunu ve bu metinlerin daima yaşama dönük bir yüzünün olduğunu göstermeye çalıştık.

Özellikle Oğuz Kağan Destanı’ndaki Dünya ve Evren tasavvuru günümüz coğrafi düşüncesi ile

önemli ölçüde örtüşmektedir. Oğuz Kağan’ın iki eş ve bu iki eşten olan çocuklarına verdikleri

isimler Türklerdeki evren ve dünya tasavvuru hakkında önemli ipuçları vermektedir. Ayrıca

destan dönemin siyasi ve sosyal kültürüne ait izler taşıması bakımından önem arz etmektedir.

Siyasi coğrafi bakımdan önemli ögeler içeren ve Türklerin devletleşme sürecinin başlangıcına iat

bu destanda yayılmacı ama toprağa bağlılığın zayıf olduğu bir siyasetin izleri görülmektedir.

Destanda eski Türklerin ekonomileri, yaşam biçimleri ve yönetim şekilleri savaşmak ve çeşitli

düşmanlarla mücadele etmek üzerine kurulu olduğundan bunları tipik bir feodal toplumsal yapısı

olan yarı göçebe ordu-millet olarak tanımlayabiliriz.

Oğuz Kağan Destanı her ne kadar adını taşıdığı “Oğuz” veya “Uygur” gibi Türk milletinin birer

mütemmimi olsa da Türk kimliğinin kozmik tasavvurlarını siyasi, idari, sosyal, kültürel,

duygusal ve bilişsel yapıyı en mütekâmil şekliyle tazammum ettiği görülmektedir. Başka bir

deyişle Oğuz Kağan destanı zaman ve mekânın sınırlarını aşarak bunun ötesinde bir anlamlar ve

semboller kaynağıdır. Bu haliyle de kültürün ve toplumun koruyucu, geliştirici ve dönüştürücü

bir güç kaynağıdır (Campbell, 1992: 15)

Mitlerin gerçekliği noktasında amacımıza ulaştığımızda bir sonraki çalışmamız Türk’ün estetik

beğenisindeki ideal davranış değerlerini ortaya koymak olacaktır. Mitlerin evrensel olduğunu

ifade eden yaklaşımlar olsa da mitler ulusal değerler de taşımaktadır. Milli değerleri ön plana

çıkaran Türk mitolojisini serbest piyasada görmek için çalışmalarımıza bu yönde devam etmeyi

planlamaktayız.

Page 159: YÜKSEK - Gazi

147

KAYNAKLAR

Abdullah, K. (1997). Mitten Yazıya Gizli Dede Korkut, Ötüken Yayınları.

Abraham, C. (1913). Dreams and Myths: A study in Race Psychology. New York: The

Journal of Nervous and Mental Disease Publishing Company. ( Medine Sivri, Işıl

Köylü, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas Dergisi, 2013, Sayı

2, Güz Dönemi, Tekirdağ)

Mithat, A. (1309). Ahmet Metin ve Şirzat, İstanbul

Akçam, H. (2015). Mit, Tarih ve Tarihsellik İlişkisi Üzerine Bazı Notlar, TİNSAD, 2, 2.

399.

Aktulum, K. (2011). Metinler arasılık/Göstergeler arasılık. İstanbul: Kanguru Yayınları.

Aranyosi, U.E. (2011). Edebiyatta Büyülü Gerçekçiliğin ‘Büyü’sünün Menşei Üzerine:

Sosyal Adaptasyonn Araçları Olarak Masallar. Milli Folklor, 91.

Atalay, B. (2006). Divanü Lügati’t-Türk, Ankara, TTK basımevi, I. 473.

Ateş, M. (2001). Mitolojiler ve Semboller, İstanbul, Aksiseda Matbaası

Banarlı, N.S. (2001). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 1, MEB Yayınları.

Bars, M. E. (2012a). Ferhat ile Şirin Hikâyesi’nde Büyülü Gerçekçilik. Turkish Studies,

7(4), 995-1008

Bars, M.E. (2013, Haziran). Mitlerde Büyülü Gerçeklik, Uluslararası Türkçe Edebiyat

Kültür Eğitim Dergisi, C.2, S.2, 219-230.

Barutçu 1984

Batuk, Cengiz (2006). Mitoloji ve Tarihsellik Hıristiyanlığın Asli Günah Mitinin Tarihsel

Dönüşümü, İstanbul: İz Yayıncılık.

Batuk, Cengiz (2009). Mit, Tarih ve Gerçeklik Sorunu Üzerine Notlar, Milel ve Nihal, 6

(1),27-53.

Bayat, F. (2005). Mitolojiye Giriş, Çorum, Nisan, Ötüken Neşriyat, s.11

Bayat, F. (2007b). Türk Mitoloji Sistemi/ 2 ( Kutsal Dişi- Mitolojik Ana, Umay

Paradigmasında İlkel Mitolojik Kategoriler- İyeler ve Demonoloji), İstanbul:

Ötüken, s. 195-6

Bayat, F. (2007c). Mitolojiye Giriş, İstanbul: Ötüken Neşriyat

Bender, C. (2007). Kürt Mitolojisi. (3. Basım). İstanbul: Berfin Yayınları.

Beydilli, C. (2005). Türk Mitolojisi Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Yurt Kitap Yayınları

Page 160: YÜKSEK - Gazi

148

Bilgili, N. (2015). Türk Uygarlığı ve Mitolojisi, Oğuz Boyları ve Türk Beylikleri Sanatı

Kültürü ve Mitolojisi,

Bolay, S.H. (1984). Felsefi Doktrinler Sözlüğü, İstanbul: Ötüken Yayınları,

Bonnefoy, Y. (haz.) (2000), Antik Dünya ve Geleneksel Toplumlarda Dinler ve Mitolojiler

Sözlüğü, 2 cilt, çev. Levent Yılmaz, Ankara: Dost Kitabevi.

Budak, S. (2009). Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları

Buluç, S. (1970). “Şamanizm”, İslam Ansiklopedisi, Millî Eğitim Basımevi, Birinci

Basılış,11. İstanbul

Campbell, J. (1992). İlkel Mitoloji/ Tanrının Maskeleri, Çev. Kudret Eminoğlu, Ankara,

İmge, s. 315

Campbell, J. (2010). Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Campbell J., Moyers B. (2013). Mitolojinin Gücü (Çev. Zeynep Yaman), 3. Baskı,

İstanbul, Media Cat.

Cevizci Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, s. 223

Chapin, Harry L. (1917). Mtyhology Poetry and Prose, New York: Shakespeare Press.

(Medine SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi,

Humanitas Dergisi, Sayı 2, Güz Dönemi, Tekirdağ)

Conybeare, C. (1910). Myth, Macig, and Morals: A Study of Christian Origins. London:

Watts & Co 17, Johnson‟s Court, Fleet Street( Medine SİVRİ, Işıl KÖYLÜ,

Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas Dergisi, Sayı 2, Güz

Dönemi, Tekirdağ)

Çetişli, İ. (2014). “Batı Edebiyatında Edebi Akımlar” Ankara: Akçağ Yayınları.

Çoban, S.B. (2011). Dede Korkut Kitabı ve Büyülü Gerçekçilik. Milli Folklor, 91.

Çonoğlu, S. (2001). Annaguli Nurmemet’in Romanları, Ankara: Devran Yayınları

Çoruhlu, Y. (2006). Türk Mitolojisinin Anahatları, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, İkinci

Basım,

Çubuk, N. (2005). Mitoloji ve Sanatsal Yaratıcılık, Sunak Dergisi 2. Yıl, Mayıs, Haziran,

Temmuz, sayı: 14 [email protected] [email protected]

Davis K.C. (2006) “Don't Know Much About Mythology”(Mitoloji Hakkında Çok

Bilinmeyenler), Amazon Yayınları,

Dilek, E. D. (2011). Efsaneden Büyülü Gerçekçiliğe. Millî Folklor, 91, 204-209.

Duran Remzi (Editör), (2012). Mitoloji ve Din, Anadolu Üniversitesi, Açık Öğretim

Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 4-5

Page 161: YÜKSEK - Gazi

149

Duymaz, A. (2007) , Oğuz Kağan Destanı’ndan Dede Korkut Kitabı’na Kahramanların

Beden Tasvirlerinin Sembolik Anlamları Üzerine Değerlendirmeler, Milli Folklor

76: 50-58

Eliade, M. (2000). “Mit, Bir Tanım Denemesi”, Mitolojiler Sözlüğü (Yöneten: Yues

Bonnefoy) II. Cilt (Türkçeye baskıyı hazırlayan: Levent Yılmaz) Ankara: Dost

Yayınları 783.

Eliade, M. (2001). Mitlerin Özellikleri ( Çev . Sema Rifat) İstanbul: Om Yayıncılık, 28

Emir ve Diler 2011

Erataş, F., Alptekin, V., Uysal, D. (2013). Türkiye’de Kültür Ekonomisinin Gelişimine

Yerel Bir Bakış, Anemon Dergisi, c.1, s. 2

Erdem, S. (2011). Büyülü Gerçekçilik ve Halk Anlatıları. Millî Folklor, 91, 175-188

Erdoğan, B. (2007). Sorularla Türk Mitolojisi, İstanbul: Pozitif Yayınları.

Erhat, A. (1978). Mitoloji Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Erhat, A. (2008). Mitoloji Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Esin, E. (2001). Türk Kozmolojisine Giriş, Ankara: Kabalcı Yayınevi.

Fiske, J. (2006). Mitler ve Mitleri Yapanlar, Çeviren: Şebnem Duran, İzmir: İlya İzmir

Yayınevi,

From, E. (1990). Rüyalar, Masallar, Mitoslar, çev. Aydın Arıtan, Kaan Ökten, İstanbul:

Arıtan Yayınevi

Fordham 1994

Gezgin, D. (2009). Su Mitosları. İstanbul: Sel Yayıncılık.

Gökalp, Z. (1331). Eski Türklerde İçtimai Teşkilat, Milli Tetebbular Mecmuası, I, 3, 413.

Gökçe, M. S. (2010). Yunan Mitolojisi ve Türk İslam Kültürü, Türk Edebiyatı dergisi, 440,

15-20.

Göker, C. (1982). Fransa’da Edebiyat Akımları, Ankara: DTCF Yayınları.

Göktepe, S. (1974). Psikoloji Sözlüğü. İzmir: Yeni Yol Matbaası.

Gökyay, O. Ş. (1973). Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul: M. E. Basımevi

Gömeç, S. (2009). Türk Destanlarına Giriş, Ankara: Akçağ Yayınevi.

Hacıkadiroğlu, V. (1988). Zihin ve Gerçeklik, Felsefe Tartışmaları/4. Kitap: 61-73,

İstanbul: Panorama.

Hillman, J. (1973), “The Dream and the Underworld”, Eranos 42 ( M. Bilgin Saydam’ın

Deli Dumrul Bilinci adlı eserinden alınmıştır. )

Page 162: YÜKSEK - Gazi

150

Honko, L. (2003). Miti Tanımlama Problemi (Çev. Nezir Temür) Milli Folklor, 59, 100-

101.

Huizinga, J. (2010). Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, çev.

Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul: Ayrıntı.

İnan, A. (1987). Makaleler ve İncelemeler/I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

İnan, A. (1986). Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK.

İncekara, A., Hobikoğlu, E.H. (2013). “Kültür Ekonomisi Kapsamında Kültür

Sektörlerinin Türkiye’de Gelişimi ve Yansımaları”. İktisadi Araştırmalar Vakfı.

http://www.iav.org.tr/makale.asp?id=17. (02.12.2016).

İşler, E. (2004). Andre Gide’i Mitlerle Okumak. Ankara: Anı Yayıncılık.

Johnson, R.A. ( 1992). Erkek Psikolojisini Anlamak, Çev. K. Kutlu, İstanbul: Gül, s. 19

Jung, C.G. (2001). Anılar, Düşler, Düşünceler, Çev. İris Kantemir, İstanbul: Can

Kaplan, M. (1992). Türk Destanlarında Alp Tipi, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar,

C.1, İstanbul, Dergah Yayınları

Kantarcıoğlu, S. (2009). Edebiyat Akımları ve Temel Metinler, Paradigma Yayınları, 82-83

Karaalioğlu, S.K. (1974). Edebiyat Akımları, İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri Koll. Şti.

Karadağ, M. (2004). Türk Halk Edebiyatı Anlatı Türleri

Kezzani, M. (2008). Roya, Hemase, Ustûre( Rüya, Epik, Mit) , Tahran, s.1-5

Kuhn, T.S. (1982), Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul:Alan.

Levi-Strauss, C. (2013). Mit ve Anlam, İstanbul: İthaki Yayınevi.

Losev, A.F., Dialektika Mifa, İz. Rannıh Proiz ve Deniy, Leningrad, 1990, s. 27

Malinowski, Bronislaw. Büyü, Bilim ve Din. Çeviren: Saadet Özkal. Kabalcı, 1990.

Malinowski Bronislaw, İlkel Toplum (1999) , İstanbul: Kabalcı, s. 105-106

Malinowski, Bronislaw. (1999). İlkel Toplum, (çev: Hüsen Portakal), Öteki Yayınevi,

Ankara.

Malinowski Bronislaw (2002), Büyü, Bilim ve Din ( Çev. Saadet Özkal) İstanbul, Kabalcı

Yayınevi.

Necatigil, B. (1969). 100 Soruda Mitologya. İstanbul: Gerçek Yayınevi.

Necatigil Behçet, Düzyazılar 2/ Konuşmalar Konferanslar, Cem Yayınevi, İstanbul 1983.

Oğuz, Öcal (2011). Gündelik-Tarihsellik Kavramları ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti

Romanı, Turkish Studies, C. 6/3, 1477-1486.

Page 163: YÜKSEK - Gazi

151

Okay, O. (1991). Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, İstanbul: MEB

Yayınları,

Onay, E. (2011). Gölgesizler’de Masal, Efsane ve Büyülü Gerçekçilik. Millî Folklor, 91,

221-225

Ögel, B. (1971). Türk Mitolojisi, Cilt: I. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Ögel, B. (1989). Türk Mitolojisi I, Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Önal, M.N. (2007). Türk Mitinin Oluşumunda Işığın Rolü, Turkish Studies, 31-2, 2.

Özakpınar, Y. (1998). Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler. İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Özakpınar, Y. (2002). İnsan Düşüncesinin Boyutları, İstanbul: Ötüken Yayınları.

Özden, K. (2003). Tıp, Tarih, Mitoloji, Ankara: Ayraç Yayınevi.

Özdemir, N. (2009). “Kültür Ekonomisi ve Endüstri ile Kültür Mirası Yönetimi İlişkisi”.

Milli Folklor Dergisi, 21(84), 73-86.

Öztürk, Ö. (2009). Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, İstanbul: Phoenix Yayınları.

Pelliot, P. (1995). Uygur Yazısıyla Yazılmış Uğuz Han Destanı Üzerine, çev. Vedat Köken,

Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları.

Perin, C. (1942). Fransız Romantizmi, Ankara: DTCF Yayınları.

Potapov, L.P. (1996). “Etnografik Verilerin Işığında Eski Türklerin Tanrısı Umay”, çev.

M. Turanlı, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, I(227).

Püsküllüoğlu, A. (1997). Karşılaştırmalı edebiyat ve mitoloji ilişkisi, Yapı Kredi Yayınları.

Rosenberg, D. (2003). Dünya Mitolojisi: Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi (Çev.

Koray Akten, Erdal Cengiz, Atıl Ulaş Cüce, Kudret Emiroğlu, Tuluğ Kenanoğlu,

Tahir Kocayiğit, Erhan Kuzhan, Bengü Odabaşı), 2000, Ankara, İmge Kitabevi,

s.17

Sami, Ş. (2007). Esatir Dünya Mitolojisinden Örnekler (Haz. Cengiz Batuk) İstanbul:

İnsan Yayınları.

Saydam, M.B. (2011). Deli Dumrul Bilinci, Metis Yayınları.

Segal A.R. (2006). Joseph Campbell’in Mit Teorisi ( çev: Kürşat Öncül )

Seyidoğlu, B. (2005). Mitoloji Üzerine Araştırmalar Metinler ve Tahliller. İstanbul:

Dergâh Yayınları.

Seyidoğlu, B. (2009). Mitoloji Üzerine Araştırmalar Metinler ve Tahliller (3. Basım).

İstanbul: Dergâh Yayınları.

Soury, J. (2008). Mitoloji Işığında İsrail Dini. (Çev. Harun Güngör ve Ġbrahim Açmaz).

İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık.

Page 164: YÜKSEK - Gazi

152

Sözen, M., Uğur, T. (2007). Sanat, Kavram ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi

Yayınları.

Spengler, O. (1928). “The Decline of the West Perspectives of WorldHistory”.Volume: II,

Translation: Charles Francis Atkinson, New York: Alfred A. Knopf Inc.( Medine

SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas

Dergisi, 2, Güz Dönemi, Tekirdağ)

Stevens, A. (1999). “Jung”, çev. Ayda Çayır, İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Strauss, L. (2013), Mit ve Anlam Çev. Gökhan Yavuz Demir. İthaki Yayınları.

Şen, F. (2013). “Kültür Ekonomisi Bugün Kadar Ölçülmedi”. www.haber.com.

(10.12.2016).

Taşağıl, A. (2014). Kök Tengri’nin Çocukları (2. Baskı), İstanbul.

Tecimer, Ö. (2005). Sinema Modern Mitoloji, Plan B Yayınevi.

Tillich, P. (2000). İmanın Dinamikleri (Çev. Fahrullah Terkan ve Salih Özer), Ankara

Okulu Yayınları.

Toyman 2006

Tökel Dursun Ali, Edebi Metin ve Mitoloji Samanlıkta İğne Aramaya Dair, Hece Dergisi

“Şiir ve Mit”, 19, 76-85

Tökel, D.A. (2000). Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Ankara: Akçağ Yayınları.

Turan, R. (vd) (2002). Kültür Alanındaki Gelişmeler, Türkiye Cumhuriyet Tarihi, C.II,

Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları.

Türköne, M. (1995). Eski Türk Toplumunun Cinsiyet Kültürü, Ankara: Ark.

Tylor, E. B. (1920). Primitive Culture. Volume: I, Jon Murray Albemarle Street W.

London( Medine SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi,

Humanitas Dergisi, 2.)

Uraz, M. (1967). TürkMitolojisi. İstanbul:HüsnütabiatMatbaası.

Ülken, H.Z. (1986). Varlık ve Oluş. Ankara: A.Ü. İlahiyat fakültesi Yayınları.

Vico, Giambattista. New Science, 1725. Paragraf 811, 819. Translated by Thomas( Medine

SİVRİ, Işıl KÖYLÜ, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Mitoloji İlişkisi, Humanitas

Dergisi, 2, Güz Dönemi, Tekirdağ)

Yetkin, S.K. (1967). Edebiyatta Akımlar, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Page 165: YÜKSEK - Gazi

153

Tez Kaynakları:

Çetin, A. (1983). Tanzimattan Cumhuriyete Türk Aydınlarının Mitolojiye Bakış Tarzı, Ege

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı

Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir.

Toyman, Y.Ö. (2006). Nazlı Eray’ın Roman Dünyasında Düşsü ve Büyülü Gerçekliğin

Kurgusu ile Fantastik Unsurlar. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Süleyman

Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta

İnternet Kaynakları:

http://www.anadoluaydinlanma.org/yazilar/gercek_kavrami.pdf

Afşin Selim, Mankurtlaşma Tehlikesi

Web:http://orhun2023.blogcu.com/mankurtlaşma-tehlikesi/533130 adresinden 12 Şubat

2015 tarihinde alınmıştır.

http://devlet.com.tr/makaleler/y53-KERIM_DEVLET_SEFKAT_DEVLETI.html -Prof.

Dr. PakizeAytaç, Kerim Devlet-Şefkat Devleti

https://gundemvetarih.com/2011/07/05/turklerin-anadoluya-gocu/

Türklerin Anadolu'ya Göçü | Gündem ve Tarih

http://www.dunyadinleri.com/mitoloji/mitoloji/oku_mitoloji-kavrami-tarifi-ve-mitlerin-

ozellikleri Zeynep Taşdeviren

toplumvetarih.blogcu.com/mitoloji-bir-tarih-aktarim-bicimidir/13176524

http//tdkterim.gov.tr/?kategori=terimarat&kelime=s%F6ylence - Bilim ve Sanat Terimleri

Ana Sözlüğü,

http://www.edebiyatkonulari.com/romantizm-akimi.html

www. tarihvearkeoloji.blogspot.com.tr - Önder Ali Tayyar (2005) ,Türkiye’nin Etnik

Yapısı

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0d,_ego_ve_s%C3%BCperego

http://www.tarihkomplo.com/2015/03/kayp-kta-mu.html

(https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=905363199487923...0)

www.tarihtarih.com - Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, Türk Düşünce Trarihinde Ziya

Gökalp’in Yeri

http://www.bilinmeyenturktarihi.com/mu-kitasi-efsanesi.html

https://tr.wikisource.org/wiki/Yarat%C4%B1l%C4%B1%C5%9F_destan%C4%B1

http://www.bilinmeyenturktarihi.com/hakan-cadirlari-ve-otaglar.html

Page 166: YÜKSEK - Gazi

154

GÜRKAN, M.Bülent, Gerçek Kavramı Üzerine, Anadolu Aydınlanma Vakfı

http://www.anadoluaydinlanma.org/Yazilar/gercek_kavrami.pdf, s.1-10, Erişim

Tarihi: 14.10.2015

Kaçmaz Safa, Mitoloji Bir Tarih Aktarım Biçimidir

toplumvetarih.blogcu.com/mitoloji-bir-tarih-aktarim-bicimidir/13176524

Yılmaz Kenan, http://www.kayipdunya.com

Yücel Doğukan Murat, Gerçek Nedir, Eylül 11, 2014 Felsefe , www.dmy.info/gerçek-

nedir/

http://ankaenstitusu.com/category/turk-uygarligi-ve-mitolojisi/turk-beylikleri/ (Nuray

Bilgili – Kozmolojik Bir Kağan, Oğuz Kağan)

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0d,_ego_ve_s%C3%BCperego

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96r%C3%BCmcek_Adam

Makaleler:

Arslanoğlu, İ. Kültür ve Medeniyet Kavramları

Doğan, M.C. (2009). Modern Türk Şiirinde Mitolojiye Bağlı Kaynaklanma Sorunu, Gazi

Türkiyat Sayı 4 Bahar

Duymaz, A. (2005). Oğuz Kağan Destanından Dede Korkuta Toy Geleneğinin Simgesel

Anlamı ve Türk Paylaşım Modeli, Karadeniz Araştırmaları, Bahar, Sayı 5

Vurucu, İ. (2016). Millet ve Mit: 21. Yüzyılda Oğuz Kağan Destanı’nı Düşünmek (Özdemir

Ali Rıza, Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, Kripto Yayınları

Özakpınar, Y. (1999). Türk Düşünce Tarihinde Ziya Gökalp'in Yeri,

Ergün, Uysal, A. (2010). “Mitoloji ve Şiir”, Gazi Üniversitesi, Genç Bilim Adamları

Sempozyumu, Ankara.

Yılmaz, K. (2009). Mitoloji, Eros, Tartarus, Pskhye.

Kerimoğlu, D. (2015). Mircea Eliade “Şamanizm”

Page 167: YÜKSEK - Gazi

155

ÖZGEÇMİŞ

Kişisel Bilgiler

Soyadı, adı : EKŞİ, Esin

Uyruğu : T.C.

Doğum tarihi ve yeri : 08/06/1983 - İZMİT

Medeni hali : Evli

Eğitim

Derece

Yüksek lisans

Eğitim Birimi

Gazi Üniversitesi

Mezuniyet tarihi

Devam ediyor

Tezsiz Yüksek

Lisans

Sakarya Üniversitesi 2007-2008

Lisans Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 2002-2006

Lise Abidin Sarhoş ÇPL 2001

İş Deneyimi

Yıl Görev

2007-2008 Özel Gebze Koleji Edebiyat Öğretmenliği

2008-2012 Kaynarca İmam Hatip Lisesi Edebiyat Öğretmenliği

2012-2014 Erenler Yunus Çiloğlu Kız Teknik ve Meslek Lisesi Edebiyat

Öğretmenliği

2014- Serdivan Farabi Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Edebiyat

Öğretmenliği

Seminer ve Kurslar

Diksiyon, Osmanlı Türkçesi, Hızlı Okuma Teknikleri, Öğretim Yöntem ve Teknikleri,

Drama.

Page 168: YÜKSEK - Gazi

GAZİLİ OLMAK AYRICALIKTIR...

Page 169: YÜKSEK - Gazi

YÜKSEK

LİSANS

TEZİ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALIHALK EDEBİYATI BİLİM DALI

MART 2017

T.C.

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ESİN EKŞİ

TÜRK MİTOLOJİSİNDE GERÇEKLİK

MA

RT

2017

ES

İN E

İ T

ÜR

K D

İLİ

VE

ED

EB

İYA

TI A

NA

BİL

İM D

AL

IH

AL

K E

DE

BİY

AT

I B

İLİM

DA

LI