Çukurova sanat

116
ÇUKUROVA SANAT A ylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:9-10-11 Eylül-Ekim-Kasım 2010

Upload: others

Post on 24-Jan-2022

27 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: ÇUKUROVA SANAT

ÇUKUROVASANAT Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:9-10-11 Eylül-Ekim-Kasım 2010

Page 2: ÇUKUROVA SANAT

ÇukurovaSanat’tan...

Yeniden merhaba.

Bir yaşına girmemize çok az bir zaman kala yine 3 sayı birlikte basılmış olarak

huzurlarınızdayız.

3 sayıyı birlikte çıkarmak alışkanlık haline mi geldi? demediğinizi biliyoruz ama yine de

açıklama yapmakta fayda var. Baskının gecikmesini telafi etmekten başka bir gayemiz yok,

inşallah yeni yılla birlikte bir düzene girecek. Bu konuda hakkınızı helal ediniz.

Bu sayıda düşündüğümüz ve hedeflediğimiz yönde ilk adımı attık. Çıkarken ÇukurovaSanat

Dergisi’nin bir okul, bir ekol olması için çalışacağımıza söz vermiş, Türk Miilletinin, Türk

Vatanının, Türk Düşüncesinin temelinde harcı olanlara saygı ve vefa göstereceğimizi, onları

unutturmamaya çalışacağımızı söylemiştik. Bunu yaptık ve yapmaya devam edeceğiz.

Bunu yaparken bu asırlık çınarların gölgesinde oturup hülyalara dalmayacağımızı, bu

çınarların yanına yeni yeni fidanlar dikeceğimizi de söylemiştik.

İşte bu sayıdan itibaren genç arkadaşlarımızı dergimizin yazar kadrosunda göreceksiniz.

Hâlâ düşünen, yazan, araştıran ve birşeylerin kaygısını çeken gençlerimizin varlığıyla hem

ümitlenecek hem de gurur duyacaksınız.

Biz dergimizin hedefine adım adım yaklaşmasında desyteklerini esirgemeyen sizleri saygıyla

selamlıyor, katkılarınızdan dolayı teşekkür ediyoruz.

Saygılarımızla

Abdullah Beyceoğlu

Page 3: ÇUKUROVA SANAT

ABONE ŞARTLARI

Yurt İçi (Yıllık): 60 TL Yurt Dışı (Yıllık): 90 TL

Abonelik işlemleri için: “Ömer Faruk Beyceoğlu” adına

açılmış bulunan

Posta Çeki Hesabı: 6090548

veya

Ziraat Bankası

TL Hesabı: TR110001001727434429055001

Euro Hesabı: TR890001000013434429055004

abone bedeli yatırılarak [email protected]

e-mail adresineveya

0 539 332 58 79 nolu telefonlaadres bilgileri verildiği takdirde

dergileriniz gönderilecektir.

YAZI AİLESİ

Prof. Dr. Yavuz AkpınarProf. Dr. Ahmet B. Ercilasun

Prof. Dr. Osman Fikri SertkayaProf. Dr. Abdulhaluk Çay

Prof. Dr. Özkul ÇobanoğluProf. Dr. Ali Çelik

Prof. Dr. Reşat GençProf. Dr. Kazım Yaşar Kopraman

Prof. Dr. Umay GünayProf. Dr. Taciser OnukProf. Dr. Gürol BangerProf. Dr. Şerif Aktaş

Prof. Dr. Sevim Piliçkova - MakedonyaProf. Dr. Mirfatih Zekiyev – Tataristan RF

Prof. Dr. Ahmet Süleymanov – Başkurtistan RFProf. Dr. Nikolay Yegerov – Çuvaşistan RF

Prof. Dr. Kurbandurdu Geldiyev - TürkmenistanProf. Dr. Elmira Adilbekova – KazakistanProf. Dr. Süleyman Kayıpov - Kırgızistan

Prof. Dr. Abduldacan Akmataliyev - KırgızistanProf. Dr. Kamil V. Nerimanoğlu – Azerbaycan

Prof. Dr. Mezahir AvşarProf. Dr. Ahmet Nahmedov

Prof. Dr. Vagif Sultanlı - AzerbaycanProf Dr. Nazım Hikmet Polat

Prof. Dr. Huang Zhong Xiang – ÇinDoç. Dr. Makbule Muharremova

Doç. Dr. Naci ÖnalDoç. Dr. Mustafa Arslan

Doç. Dr. Turgut TokDoç. Dr. Zübeyde Bigtafirova – Tataristan RFDoç. Dr. Rafel Muhammeddin – Tataristan RF

Doç. Dr. Yuhsa Zhanna – Saha Sire RFYrd. Doç. Dr. Burhan Kaçar

Yrd. Doç. Dr. Minara Aliyeva EsenYrd. Doç. Dr. İlyas Yazar

Yrd. Doç. Dr. Mehmet YardımcıYrd. Doç. Dr. Ömer İnce

Dr. Ahmed Sami El Aydy – MısırDr. Mehmet Karaaslan

Dr. Yaşar KalafatDr. Bayram Durbilmez

Mehmet M. Bayat – BağdadVagif Bayatlı Oder - Azerbaycan

Page 4: ÇUKUROVA SANAT

ÇukurovaSanat Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi

Yıl : 1 Sayı :9-10-11 Eylül-Ekim-Kasım 2010

İmtiyaz SahibiAbdullah BEYCEOĞLU

Yazı İşleri MüdürüÖmer Faruk BEYCEOĞLU

Genel KoordinatörYrd. Doç. Dr. Ahmet Ali ARSLAN (Garipkafkaslı)

Hukuk DanışmanıAv. Ahmet AHİOĞLU - Av. İsmail ARISOY

Danışma KuruluProf. Dr. E.Semih YALÇINProf. Dr. Mustafa ARGUNŞAHProf. Dr. Erman ARTUNProf. Dr. Vahit TÜRKDoç. Dr. Şener DEMİRELDoç. Dr. İsmail DOĞANDoç. Dr. Meleyke ALIKIZIYrd. Doç. Dr. Ahmet Ender GÖKDEMİRYrd. Doç. Dr. Şener ŞENEL

Yayın KuruluFeridun YILDIZB. Kemal GÜRSOYTarık KILIÇARSLANF. Kaya KUZUCUŞükrü ALNIAÇIKİsmail KANDEMİREmete GÖZÜGÜZELLİMehmet Ali ARSLANFeridun DALGINLI

İletişimP.K 1077 Cemalpaşa/[email protected] 539 332 58 79www.cukurovasanatdergisi.com

Baskı/CiltULUSOY MATBAASI

İÇİNDEKİLER

1ÇukurovaSanat’tan

5Kalk Yiğidim

Arif Nihat ASYA

6Türküm, Özür Dilerim...

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ9

MeydanNiyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

10Vâlid

Gökçen YILDIRIM12

Asrımızın Kürşad’ı... Er Mübariz SağusuGARİPKAFKASLI

14Vatan Toprağında Bir Yabancı: Türk Aydını

Umut BAŞAR18

AzapayMustafa CEYLAN

20Kazak Edebiyatında Edebi Türlerin Tabiatı

Prof. Dr. Serik MAKPİROGLY26

Tanırım SiziDurmuş KAYA

28Mehmet Emin Yurdakul

Nuri CİVELEK33

Ne Demek Şimdi?..Mustafa ASLAN

Kapak Deseni: Garipkafkaslı- “Ağaçlar da Ölür”(Tual üzerine tarama uçlu çini mürekkep)

Page 5: ÇUKUROVA SANAT

34Geleneğimizin Yüz Görümlüğü (Türkistan’da BETAŞAR Toyu)

Cemal ŞAFAK39

Qara DastanAlmas YILDIRIM

4019.Yüzyılda Tatar Sahasında Ortaya Çıkan

Yenilik HareketleriFatma ERTÜRK

45Bütün Dünya Savaşları Yorular, Siz Veren

Savaşlar Yorulmaz...Vagıf Bayatlı ODER

46Âh İle Dirilmek

Hacer KARAKAYA47

CiritMehmet ÖZDEMİR

48Uçurtma AVCISINuri CİVELEK

51Rücu

Sümbülzâde VEHBİ

52Urumlar Üzerine Değerlendirmeler

Osman ALBAYRAK60

MihricanSevim ÇAKICI

61Gecenin Hükmü

Selma HARNUPÇU62

Bir Seraba Yanarken Züleyha’ya BoyandımNuray ALPER

63Çukurova Nogaylarının Halk Kültürü

Araştırma ÇalışmalarıProf. Dr. Erman ARTUN

66Türk’ün Tarih TürküsüBahattin KIZILKAYA

67Hazar Türkleri

Pınar ÖZDEMİR75

LümeyaZehra ULUCAK

77Kulca/Gulca’da Karşılaştırmalı

Türk Halk İnançlaruDr. Yaşar KALAFAT

82Atalarımın SöyledikleriMehmet Ali KALKAN

83Zeki Velidi Togan ve Edebiyat

Roza KURBAN91

YolculukBasri GOCUL

92Bir Akşamüstü Yalnızlığı

Yağmur ŞENGÖK93

Gel Mi Dedim MenGARİPKAFKASLI

94Dervişlikte ve Sufizmde Tiyatro Unsurları

Doç. Dr. Meleyke ALIKIZI102

SusarHasan Sami BOLAK

104Seçme Şiirler

Dimitri KARAÇOBAN

105Türk Soylu Amerikan Yerlilerinden

“ATSİNA KABİLESİ” Doç. Dr. Ahmet Ali ARSLAN

110Güney Azerbaycan Şiirinden Örnekler

111Labirent

Tarık KILIÇARSLAN

112Yavşan Kokusu

Vagıf SULTANLI

Page 6: ÇUKUROVA SANAT

KALK YİĞİDİM

Arif Nihat ASYA

Des

en: A

tana

s Kar

açob

an

Kalk yiğidim, yine dağbaşını duman aldı.Parçalandı bir kıtanın toprakları,Aslan payını aslan olmayan aldı..

Kalk yiğidim, yine dağbaşını duman aldı.

Tulgalı, tulgasız başlar alayı,Kanadlı, kanadsız kuşlar..

Aşılmamış dağlar, çıkılmamış yokuşlar..

Dağları, taşları, akar sularıyla,Şu tanıdık toprakta

Bir büyük dünya parçasıFatihini aramakta.

Dünyayı ahretten ayıranDuvarları yık da gel,

Ay doğar gibi, gün doğar gibiŞu kıpkızıl ufuktan çık da gel!

Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.Parçalandı bir kıtanın toprakları;Aslan payını aslan olmıyan aldı..

Kalk yiğidim, yine dağbaşını duman aldı...

5

Page 7: ÇUKUROVA SANAT

TÜRKÜM, ÖZÜR DİLERİM...

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ*

Bu Türkler gerçekten dünyanın başına belâ. Şimdi de azınlıkları kovdukları ortaya çıktı. Düşünüyorum da Ermeniydi, Rumdu, Türklerin zulmettiği her “etnik grup”tan tek tek özür dile-mek yerine hepsini birden halletmenin bir yolunu bulsak. Bu kadar faşizanlığın üstüne son bir ta-necik daha yapıp Türkleri toptan bu topraklardan sürüversek.

Bütün Türkleri kovmaya da gerek yok. Meselâ Ahmet Türk kalabilir. Orhan Pamuk, Baskın Oran gibi “aydınlar” da. Zaten bu öyle büyük bir et-nik temizlik gerektirmiyor. “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Türküm doğruyum çalışkanım…” gibi faşizan ifadeler kaldırıldıktan birkaç ne-sil sonra nasıl olsa, “Evet, ben Türküm, kalkıp gideyim bari” diyecek pek kimse kalmayacaktır geride. Anadolu’nun boşalma tehlikesi de yoktur. Avrupa Birliği’ndeki müttefiklerimizin ve onların Türkiye’deki dostlarının verdiği azınlık sayılarını alt alta koyup topladığımda nüfusumuz zaten 120 milyonu geçiyor.

Böylelikle o kadar problem birden çözülür ki… Kıbrıs diye bir mesele kalmaz; dünya da biz de rahat ederiz. Avrupa Birliği’ne girmek de bir ham-lede hallolur. Hatta bakarsınız Avrupa Birliği bize girer. Ermenistan sınırı açıldıydı, kapandıydı da biter. Karabağ umurumuzda olmaz. Sahi belki “ben Türküm” diyenleri Azerbaycan’a yollarız. Oradakiler kendilerine Türk diyor ya. Biz de birkaç yıl sonra topuna birden “Azerî” deriz.

Bu fantezi tabi… (İnşallah öyledir.) Fakat o kadar

fantezi olmayan bir yol daha var. Eğer Türkiye’de yaşayanların aslında otuz kırk etnik gruptan ibaret olduğuna, bir milletten bahsedilemeyeceğine, etnik grupların üstünde, millet değil, olsa olsa bir pasaport bürokrasisi bulunduğuna insanları ikna etmek. Böylelikle millet gider, kavga biter.

Türkiye ulus-devlet değil, bir etnik mozaik olur. Dubai Havaalanı’nın transit salonu gibi bir şey…

* * *Bu Türkler, bin yıl kadar öncesinden

başlayarak önce Rumeli’yi, sonra da Anadolu’yu Türkleştirdiler. Batılı ve medenî bir millet olmadıkları için, bu Türkleştirme sırasında da yerli halkı yok etmeyi akıl edemediler. Hâl-buki İspanyolların Müslüman ve Yahudilere, Amerikalıların yirmi milyon yerliye yaptıkları gibi yapsalardı, bu işgali geri püskürtmek müm-kün olmayabilirdi. Bunu düşünemediler ve te-mizlik hiç de zor olmadı. İlk işgal ettikleri Ru-meli birkaç yıl içinde pir ü pak oluverdi. Ve –Alev Alatlı ustamızdan öğrendiğimiz– Ernest Renan’ı tahminindeki gibi Türkler bunu artık hatırlamıyorlar bile. Hatta Ernest Renan bile bu kadarını düşünememişti; kendilerini temizle-yenlerden bir de özür diliyorlar. Bu ırzına geçilen kadının, mütecavizin yüzünü tırnakladığı için özür dilemesine benziyor. Çok af edersiniz. Gerekirse Hıfzıssıha’dan tecavüz ertesinde psikolojilerinin bozulmadığına dair rapor da alınabilir.

Jared Diamond, “Mikrop, Tüfek ve Kılıç” kitabında, eğer katliam, Hıristiyan ve beyaz bir

*Gazi Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık FakültesiKimya Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi 6

Page 8: ÇUKUROVA SANAT

halka karşı gerçekleştirilmemişse, Batılıların bunu görmediklerini yazmış. Diamond, Batılının-Rusya dâhil- daha da sık yaptığı bir şeyi yazmamış. Onu “faşizan” tarih bilimcisi Stanford Shaw “İmparatorluktan Cumhuriyete” eserinde anlatıyor: “Yunanlılar, Rumları teşkilatlandırıyor, onlar Türklere saldırıyor, yakıp yıkıyor, katledi-yor, tecavüz ediyor ve sonra Türklerin bir şekilde cevap vermesini bekliyorlardı. Türklerden gelen reaksiyon Batı medyasında fotoğraflarıyla, çizim-leriyle, hikâyeleriyle geniş şekilde yer alıyor, fakat daha önceki tecavüz bütünüyle görmezden gelini-yordu. Sonra Yunan ordusu, “saldırılara karşı ted-bir olarak” ilk tecavüzün gerçekleştiği toprakları işgal ediyordu. Mayıs 1919’dan itibaren gittikçe genişleyen Yunan işgali hep bu mekanizmayla meşru gösterilmekteydi. Aynı mekanizma daha doğuda Ruslar ve Fransızlar tarafından Ermeniler kullanılarak işletilmiştir.”

Diplomaside tartışmaların vardığı sonuç sanıldığı kadar önemli değildir. Daha önemlisi neyin tartışıldığıdır. Güçlü taraf, tartışmayı kendi istediği alana çeker ve aslında tartışma başlamadan zaferi kazanır. Tıpkı harpte, daha harp başlamadan zaferi garantileyen yer ve zaman seçimi gibi. Siz Ermenistan’sanız veya Ermenistan yanlısıysanız, Azerbaycan’ın yüzde yirmisini işgali tartışmasında kaybedersiniz. Fakat bunun yerine Türk-Erme-ni sınırının açılmasını tartıştırabilirseniz baştan kazandınız demektir. Uluslar arası garantiler altındaki Kıbrıs Anayasası’nın ihlâli, Kıbrıs Türklerine karşı girişilen etnik temizlik, Noel katliamı, Sampson darbesi tartışılıyorsa kaybe-dersiniz. Tartışmayı Türk ”işgali”, “limanların açılması” üzerine çekebilirseniz zafer garantidir.

Eğer rakibiniz, Türkler kadar balık hafızasına sahipse işiniz çok kolaydır. Basına bakıyorum, “Ben azınlıkların sıkıntısını anlıyorum, de-dem de Selânik göçmeniydi.” “Öyle ya biz de bu sıkıntıları çekmişizdir her halde, benimkiler de Deliorman’dan gelmişti.” gibi ifadeler cirit atıyor. Belli ki Rumeli’de belki bir Türk Mahal-lesi olduğunu ve dedelerinin, büyük annelerinin orada, azınlık olduğunu sanıyorlar. “Bizimkiler Sırbistan’dan gelmiş, demek ki biz aslen Sırbız” diyenlere de rastladım. Rumeli’nin Balkan etnik temizliğinden önce yüzde seksen beş Türk nüfusa sahip olduğunu hatırlayan yok. Yine Stanford

Shaw, 1919- 1922 Yunan işgalinin ve daha dünkü Bosna, Kosova saldırılarının 19. asırda başlayan etnik temizliğin devamı olduğunu söyler.

Keşke Yunanlılar 1919’da değil de 2009’da harekete geçseydi. Çok daha başarılı olurlar, çok daha dostça karşılanırlardı. İşlerini bitirdikten sonra da onlardan özür dilerdik. Bir süre sonra Başkent Sıvas veya Yozgat’ta çıkan gazetelerimiz de Smyrna’ya her şey dâhil turistik gezi ilânları yayınlardı. Bir araştırmacı yazarımız da çıkar, “Bırakın bu milliyetçiliği, emperyalizmi. Bizim Smyrna’da, Magnesia’da ne işimiz vardı?” diye sorardı.

* * *Sayın Başbakanımızın, Türkiye’den kovulan

etnik gruplar hakkında söylediklerini yorumla-mak için başka yorumcuların dediklerini din-lemek istedim. CNN-Türk’te Reha Muhtar’ın programına kulak misafiri oldum. DTP Hakkâri Milletvekili Hamit Geylani, Lozan antlaşmasının 38. ve izleyen maddelerinde, azınlıkların kendi okullarını, fakat kendi paralarıyla açmalarına dair hükümlerden söz etti. Son derece tedbirli konuştu. Lozan’ın azınlıklara tanıdığı bu hakkın azınlık olmayanlara da tanınmasını istedi ama “kendi paralarıyla” kısmına da rezervini koydu. Kendi okulunu açıp kendi dilinde eğitim yapacak halkın parası yoksa ona para vermemenin de - mealen - faşizan bir davranış olacağını, ileri görüşlülükle not etti.

Sayın Geylani aklıma bir fıkrayı getirdi. Biri Trabzonlu, biri Kayserili ve biri Hakkârili üç arkadaş, bir trafik kazasında vefat eder. Ken-dilerini aniden Âraf’ta bulurlar. Onları karşılayan meleğe itiraz ederler. “Biz daha genciz, olacak iş mi bu, demokrasiye sığar mı… Ne olur bir şeyler yapıp bizi hayata iade edin.” Melek, mevzuatı karıştırır ve bir çare bulur. Adam başı 5 000 do-lar karşılığında dünyaya iadelerinin mümkün olabileceğini söyler.

Trabzonlu pat diye dünyaya döner. Daha dün cenazesini kaldıran arkadaşları çevresine üşüşür.

-Yahu biz seni dün gömdük. Şimdi nereden çıktın?”diye sorarlar. Trabzonlu başlarına geleni anlatır.

-Ben 5 000 doları verdim ve işte geldim.-Peki, Kayserili nerede?”-O, 2 000 dolara olmaz mı diye pazarlık ediyor.

7

Page 9: ÇUKUROVA SANAT

-Peki Hakkârili?-O, ‘devlet versin’ diyor.Fıkradaki kahraman Hakkârili değildi ama Sayın

Geylani’nin ilhamıyla ben öyle yaptım. Nihayet fıkradır. Hakkârililer alınmasın.

* * *Muhtar’ın programında Mir Dengir Mehmet

Fırat Beyefendi de vardı. “Beyefendi”yi vurgu-layarak yazıyorum. Çünkü Mir Dengir Mehmet Bey, her hâliyle gerçek bir beyefendi. Hamit Geylani’ye cevap verirken de öylesine seve-cen, öylesine beyefendi idi ki, benim kafam-daki şeytanın aklına, Samuel Huntington’un, “İktidardayken rejim nasıl değiştirilir” reçe-tesi geldi. Sayın Fırat’ı tenzih ederim. Eminim aklının ucundan geçmemiştir ama benim şeytanın hatırlattığı reçete şöyle:

1. İlerde iktidarı devredeceklerinize kamuoyu karşısında son derece saygılı olun. Onları kesin-likle sert şekilde tenkit etmeyin.

2. Nihaî hedefinizi vakti zamanı gelmeden

açıklayan tenkit karşısında geri adım atın ve şiddetle inkâr edin.

3. Size karşı engelleyici, fakat kanun sınırlarını zorlayan müdahaleleri en sert şekilde cezalandırın.

Reçete böyle devam edip gidiyor. Geçen yıl kaybettiğimiz Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması” ve “Biz Kimiz?” gibi “Nazizan” eser-lerini vermezden önce böyle işlerle uğraşıyordu. Bu alıntı onun “Üçüncü Dalga” kitabından.

Mir Dengir Bey, devletin, azınlıklara tanıdığı hakları asli vatandaşlarında da haydi haydi tanıması gerektiğini belirtti ve bunun için müte-kabiliyetten bahsetmenin devlete yakışmayacağını söyledi.

Anlaşılıyor ki bizim mütekabiliyet diye bir derdimiz olamaz. Biz bunu zorlamamalıyız. Başbakanımızın demecinin mütekabilini Yu-nan, Sırp ve Bulgar Başbakanları’ndan ama kendiliğinden gelmesini beklemeliyiz. Onlar da yakında, “Bizim Türk çoğunluğumuz vardı, onları temizledik, iyi mi yaptık yani?” diye bir açıklama yapacaklardır. Kim bilir belki de Batı Trakya’daki

azınlığa Türk isimli dernek kurma hakkı bile verirler. Ne de olsa AİHM kararı. Fakat bu da önemli değil, çünkü biz bu sıfattan yavaş yavaş vazgeçiyoruz. Onlar ne diyor? “Müslüman azınlık”. Eh bizi birbirimize bağlayan en kuvvetli bağ da bu değil mi? İkna olmadıysanız Arabistanlı Lawrence’a sorun.

* * *Nitekim Yunanistan’dan ses gelmekte gecik-

medi.Hürriyet’in haberine göre Elefteros Tipos Gaze-

tesi, “Erdoğan’dan ’faşistçe yapılan etnik temiz-liklere’ özeleştiri” başlıklı haberinde şöyle yazdı: “Ve Türk başbakanı, aniden, sanki kendiliğinden anlaşılan bir şeyden bahsedercesine ’Türklük’ adına yapılan etnik temizlikleri ’faşistlik’ ilan etti. Devamı gelir mi bir yana, tarihi bir açıklama söz konusu. Türkiye’nin siyasi fay hattında ilk kez böyle bir şey oluyor. Erdoğan, milli bir tabuyu kırıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun dayandırıldığı çivilerin bulunduğu noktaya par-mak koyacak kadar kendini güçlü hissediyor.”

Siz de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun dayandırıldığı çivilerin bulunduğu noktaya konu-lan parmağı hissediyor musunuz?

Desen:Seyit Ahmet Yozgat

8

Page 10: ÇUKUROVA SANAT

MEYDAN

Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

Şu yeryüzü er meydanı Gönül sevmez her meydanı Yüreksize yorgan döşek, Koç yiğite ver meydanı.

Başbuğlar tuğ kaldıranda, Atlar dizgin dolduranda, Malazgirt’te, Çaldıran’da Sakarya’da gör meydanı.

Kaytan bıyık bura bura Gakkoş, Dadaş sıra sıra Elaziz’de Çay’da Çıra, Erzurum’da bar meydanı.

Ey içi boş, dışı süslü! Eli kirli, yüzü paslı! Yetişsin Asım’ın nesli Etsin sana dar meydanı!

Geldiği gün kutlu çağrı Bas, titresin yerin bağrı. Doğu’dan batıya doğru Bir yay gibi ger meydanı.

Ben Türk’üm! De, dur sözünde, Yürü Bozkurt’un izinde Kalmasın şu yer yüzünde Şerirlere şer meydanı.

Tanrı Kut Mete Çağı’ndan, Son Peygamber kucağından, Hacı Bektaş ocağından, Açık bize sır meydanı.

Hayaller kalınca güdük Açıldı surlarda gedik... Mehter sustu, öttü düdük, Rezil oldu er meydanı!

Yer yüzünde kalsan da tek Eğme boyun, öpme etek! Çin seddinden, Nemçe’ye dek Yeni baştan sar meydanı.

Bak neler var dünlerinde Acı, tatlı günlerinde... Dumlupınar önlerinde Mehmetçik’ten sor meydanı.

Sancaklar kalmasın aysız, Boz Oklar Üç Oklar yaysız Soyunu bilmeyen soysuz Düşmanına kor meydanı.

Ayrılık can paresidir, Sıla, gurbet çaresidir, Ahi Evran töresidir. Yarenlerle yar meydanı.

Dön ardına bir bak hele Hatırına neler gele... Dar boğazda Çanakkale, Tarihin en zor meydanı!

Git danış büyük ceddine, Sor doğuda Çin seddine, Girmek kimlerin haddine Sen açmazsan bir meydanı!

Çabuk söner şişirdiğin Soya çeker devşirdiğin... Kırk Bismillahla girdiğin Meydan, şimdi kir meydanı.

İtibar olmazsa ere Düşmana kim göğüs gere? Kör döğüşü olan yere Derler elbet kör meydanı!

Uyanınca Türk’ün özü, Gerçekleşir Tanrı sözü... Olur bir gun şu yer yüzü, İnsanlığın hür meydanı!

Des

en:M

ehm

et B

aşbu

ğ- D

iyar

bakı

r

9

Page 11: ÇUKUROVA SANAT

VÂLİD

Gökçen YILDIRIM*

Her yaz içime bir kasvet çöker. Cenubun çocukları Türkmenlik geleneğini sürdürmek adına Toroslar’da buluşur. Denizle ünsiyetleri şarkıda geçtiği gibi uzaktan sevmekle sınırlıdır. İşte de-nizden madden bu kadar uzak, manen bir o kadar yakın yürekle dalarım her gece uykuya. Bir tem-muz gecesi odamın penceresi yayla camisinin minaresini seyreder ve bir ses işitirim âniden. Bir salâ verilir, huşu ile dinler ve beklerim. Hocanın zikredeceği isim kimdir diye merak ederim.

Göğün henüz rengini maviye teslim etmediği

o seher vaktinde kimdir tebdil-i mekâna mazhar olan? İsmi duyduğumda kahramanımın destanımdan çıktığını anlarım. Sarı kızının hey-betli babasına rahmetler okunmaktadır. Bir ses işitirim sonra ‘Uyan Gökçen kız çayının limo-nunu da sıktım bak. ‘ Yanaklarımda bir serinlik hissederim, seher vaktinden kalma bir gözyaşı kurumuştur. Yüzümü yıkadığımda bir buse kon-durulur, yeni tıraş olmuş babamın yüzüne her se-ferinde verdiğim bir hediyedir. Tam karşımda du-ran hayatımın ilk kahramanını seyrederim, gariptir

10*Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi

Desen: Atanas Karaçoban

Page 12: ÇUKUROVA SANAT

ki salâ sesi hala kulaklarımdadır. Toroslar’ın bağrında bir hafta geçer, uzunca

yaz tatili nasıl geçecek tasası çöker içime, evi-min penceresinden dedemin diktiği kiraz ağacını seyrederim. Köküne su verdiğim kiraz ağacı gibi dedemin kabrine de su dökmem lazımdır diye hatırıma gelir. Gün cuma değil Gökçen kız derim kendime nereden çıktı bu mezar ziyareti. Kalbim aklıma galip gelir soyadımın yazılı olduğu taşların önünde bulurum kendimi. Vakit öğle, sükût öyle-sine hâkimdir ki içime yoldan geçen traktörlerin sesi kısılmıştır, sanki kulaklarım duymaz olur, sadece bir kabrin başında öylece dururum elimde kızıl toprak hani Çukurova’nın en bereketli toprağı ve ağaçların kıbleye doğru salınışı, tek bir ses içimde çamların hu hu deyişi... Dedemin, babaannemin yanı başında bir boşluk gözüme takılır. Her seferinde basıp geçtiğim yer bu kez beni reddeder. Ayaklarım iki metrekarelik alana söz geçiremez. Geriye çekilip dedemin babaanne-min hatun kızım diye seslenişlerini hatırlarım. Bir Fâtiha’yı bırakıp ayak basamadığım toprağa bakarak ayrılırım. Akşam olur temmuzun sıcağı Toroslar’ın ayazına mağlup olur. Benim limon-lu çayım kadar vazgeçilmezdir babamın akşam yemeği sonrası içtiği Türk kahvesi. Kahveyi yudumlarken alnındaki teri yaylanın serin havası bile kurutmaz. Derin bir muhabbet eder benimle, gözlerim gördüğünü bildiğinden beri konuşurken hep babamın gözlerinin içine bakar. İlk defa par-mak uçlarımda gezinir gözlerim, o ela gözlere değemez olur. Bu kez zordur babamın soruları, gözlerindeki tereddütle sinesinde gezindirir el-lerini, çocukluğumdan beri duyduğum destanlar-dan misaller verir. Benim hakikatlerimle kıyaslar, tezatları anlatır, alnındaki tere bakamaz olur gözlerim, gözümdeki yaşı fark eder. Bir ses Gökçen kız der. Efendim diyemem, gözümdeki tek damla yaşı kahramanıma gösteremem. Elim-deki tespih cebimde döner durur. Toroslar’dan indiğimizde şehrin sisli görüntüsü bizi karşılar. Ömrümde defalarca gittiğim yol bir gece yarısı bu kadar nasıl uzar?

Gece yarısı zifiri karanlık sahil kenti, sabah olacak mı diye iç geçiriyorum. Aslında sabahın olmasını, seher vaktinin gelmesini hiç istemi-yorum. Zihnimde bir haftadır çınlayan bir salâ beynimi kemirir durur. Hastane koridorlarının

bu kadar soğuk olduğunu, bağrı yanık mem-leketimde bu kadar üşüyeceğimi bilmezdim ama bir bildiren vardı... Sükûnete teslim olmuş bir yüz ifadesiyle hayatımın kahramanı, beni La Fonten masalları ile değil Deli Kurt’un hikâyeleri ile büyüten babam usulca karşımdaydı. Gökçen kız diye uyandırıldığım sabahın gecesinde babamdan adımı işitmeyi adeta yalvarıyordum. Kolundan saatini çıkaran hemşireye elinden yüzüğünü çıkartmak istediğinde işaret ederek çıkarttırmaz. Bu nasıl bir nişanedir dedim ken-dime, ruhu bedenine hükmettiği sürece onu taşımayı farz edinmiş. Yelkovan akrebin peşinde dolanırken, parmaklarım tespihimde dillendi ade-ta. Kafamda onlarca kareyi birleştirmekten korkup hissetmekten yorulmuştum. Ayak basamadığım o toprak gözlerimin önündeydi sonra dedemlerin ha-tun kızım hitaplarının yanına yavaş yavaş babamın sarı kızım, Gökçen kızım hitapları ekleniyordu. Bir ses geldi, algılayamıyordum yoldan geçen traktörün sesini kabir başında işitemediğim gibi...

Koşuşturmaca artarken dizlerim tutmaz oldu sanki. En yakınları doktor bey çağırırken hiç üzerime alınmadım. Kapıyı araladım ağaçlar gibi dimdik görmeye alışkın olduğum kahramanım sıçrayıp duruyordu. Ondan öğrendiğim İstanbul sokaklarında, Bayezıd meydanlarında, Edirnekapı yurtlarında olduğu gibi hoplayıp duruyordu. Kah-ramanlar hep böyleydi destanlardan hep erken çıkarlardı.

Yine bir ses işittim, bir tuş sesi... Gökçen kız di-yen dil sustu, kolları iki yana akmış öylece durdu. Elimdeki tespih kırılmış, dilim susmuştu ve va-kit seherdi... Kalabalık arttıkça ben yalnızlaştım, ellerimi tutan eller, başımı taşıyan omuzlar hep-si yabancıydı. Alnındaki ter kurumuş, yüzüne Toroslar’ın ayazı inmişti. Bir gün önce öğle vak-ti, bir başıma sükût içinde vardığım yere bu kez büyük bir kalabalıkla ve yakarışla gidiyordum. Cenubun güneşi temmuzun ortasında gönlümden bir kartal uçurdu. Bir gün sonra validenin yatacağı toprağa evladının ayak basmasına Yaratan müsaa-de etmemişti. Üzerinde serili çakıl taşlı toprağı avuçlarken, elimin kanını durduran kahramanım artık yoktu. Omzuma dokunup ‘uyan kızım’ diyen babam, elifi andıran selvi ağaçları arasında kaldı. Gökçen kız artık Deli Kurt romanında, Atsız’ın satırlarında kalmıştı.

11

Page 13: ÇUKUROVA SANAT

Des

en: T

. Ger

tsen

/ M

anas

Des

tanı

’nda

n

ASRIMIZIN KÜRŞAD’I… ER MÜBARİZ SAGUSU

Dr. Ahmet Ali ARSLAN

Üçyüz Ermeni birMübariz tekti,

Bozkurda saldıran, Üçyüz köpekti

Böğründen değen gülle, Saplandı küreğine,

Kürekten giren gülle, Yürüdü yüreğine…

Karabağ toprağına, değdi yıldırım tek Mübariz!Savalan’ın huzurunda, dikildi er tek Mübariz!

Vakti zamanın birinde,Var imiş Bozkurt balası

Yaşar imiş atasıylaAliabad Türk Elinde

12

Page 14: ÇUKUROVA SANAT

Aldı Bozkurt yarasınıKurtaranda anasınıYamaçların lalasını,

Bastı böğrüne devrildi,Düştü, sırt üstü çevrildi.

Gülleler değdi böğrüneBağrında açtı laleler,

Tutamadı gözyaşların,Lale, kan yaşın serpeler.

Çıkageldi Kırk Türk eri,Bir can hepsinden içeri,

Samsun, Afyon, Erzurum’danArdeşen, Iğdır, Oltu’dan

Trabzon, Arpaçay, Kars’tanTabuda geldi Al Bayrak,İndi Kars’ın Kalasından,Dağların al lalasından,Türk kanının alasından

Kırk er olunca tamam,Mübariz, tabuda İmam

Ayrıldı, Kırklardan beri,Yerde kalan ondan geriSekiz çeri, geldi beri,Omuzlarını çattılar,

Oldular, Selçuk YıldızıAlıp tabutu tarttılarOmuzlarına attılar.Azrail’e kafa tutup

Dokuz “Has Söz” Ayıttılar.

Kırk er kişi yüzünde,Destanımsı acı gülüş.

Kırka bağlanmış tek hayat,Kırk nefer birden inledi,Kırkı birden hayıflandı,

Fısıltıyla dedi, “Heyhat!”Ve

BaşladıSon “yürüyüş”.

Başta İmam bu Kırk nefer,Yer inledi, gök çınladı,

Bu Kırk çeri, has Türk eriYürüyüşü başa vurup,Bu destanı tamamladı.Dostlar, yığışıp geldiler

Kalpakların alıp ele,Baş eğdiler, birer, birer.

Danışmadı heç biri de,Dillenmedi söz, kelime,

Gözleriyle bakıştılar, Gözleriyle danıştılar,

Kirpiklerle, dediler “He!”Yazılmamış, bilinmeyen

Kırklar, efsane idiler,Can göçmüş, onu bildiler

Gözyaşlarını sildiler:

“Boz yeleli, Bozkurt ruhlu, Mübariz göçtü !”

Dediler.

10. Kasım. 2010Selçuklu Devleti’nin Paytahtı Konya

13

Page 15: ÇUKUROVA SANAT

VATAN TOPRAĞINDA BİR YABANCI:TÜRK AYDINI

UMUT BAŞAR*

Zemânenin şu tabîb-i Reşîd’ini gör kimRevaç vermek için kendi kâr ü san’atınaVücüd-ı nâzük-i devlet rehîn-i sıhhat ikenDüşürdü rey-i sakimi frengi illetine (1) Milletimiz yüzyıllardan beri Anadolu

topraklarında bulunmanın bedelini ödemektedir. Çünkü bu topraklarda tutunmak zordur onlarca kavme mezar olmuştur. Devlet-i Âliyye-i Osmaniye’nin gerilemesinden sonra havas dediğimiz cenahtan bazıları ça-reyi garplılaşmada görmüştür. Tanzimat’tan sonra yüzünü Batı medeniyetine dönen aydınımız ve yöneticilerimiz “garplılaşma yolu ile buhranlar-dan kurtulabileceğimizi ” zannetmişlerdir.

Ancak Batı medeniyetinin nelerden ibaret olduğu üzerinde bir anlaşmaya varılmış değildir. Batılılaşma giyim kuşam, günlük yaşantıda kalmış Emperyalist Avrupa’nın “Şark Mesele-sine” bakışını değiştirmemiştir. Zaten Tanzimat ve Gülhane fermanları Türkiye’yi modernleştirmek iddiasıyla batılı devletler tarafından dayatılan birer anlaşma mahiyetindedir. Her ikisinin de asıl hedefi Türk devletinin kendi vatandaşları ve kendi ül-kesi üzerindeki hükümranlık haklarını sınırlamak ve bilhassa Avrupalıların yerli temsilcisi duru-munda bulunan azınlıklara imtiyaz vermekti. Türk devleti bundan sonra bütün vatandaşlarına adalet ve şefkatle muamele edeceğini, artık kim-seye zulüm yapılmayacağını, her işte kanunun hâkim olacağını ilan ederken kendi siyasi ve sosyal nizamının o ana kadar despotik bir sistem-den ibaret olduğunu kabul ediyordu. O devrin çok nüfuzlu bir yazarı olan Şinasi kendi devletimiz ve kültürümüz için hakaret ifade eden bu fermanları medeniyet müjdecisi diye alkışladı. (2)

Türk-İslam medeniyetini kuran Mevlânâ-lar, Yunus Emreler, Fuzuliler yetiştiren milletin aydınları batının çalışkanlığını ve tekniğini almak

yerine, batının kültürüne ve medeniyetine daha çok önem vermiştir. Büyük Türkçü Ziya Gökalp dahi başucu eseri olan “Türkçülüğün Esasları” nda toplumsal inancın “ Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Batı medeniyetindenim” şeklinde tekâmül göstermesi gerektiğini vurgu-lar. Batı bir medeniyet yaratmıştır doğru fakat bu yapı tamamen kendine özgüdür. Tanzimat’tan bu yana rejim ve siyasi organizmamızı batınınkine benzetmeye çalıştığımız halde bir türlü muvaffak olamayışımızın sebebi, Türk si-yasi organizmasının, içtimai müesseselerinin ne oluşum ne de gelişim bakımından batıya ben-zememesidir. Batı medeniyetinin temeli mu-hakkak ki Hıristiyanlıktır. Batı tarihi bir sınıf mücadelesi tarihidir. Kilise ve aristokrasi el ele verip yüzyıllarca halkı ezmiştir. Daha sonrada burjuvanın asiller sınıfıyla izdivacını görürsünüz. Ezilen gene halk gene halk. Nihayet halkı görürüz sahnede 1789 Fransız ihtilali. Bütün bu gruplar saltanatını Hıristiyanlıkla pekiştirmişledir.

Daha 7. yüzyılda peygamber efendimiz “ku-lun kuldan üstünlüğü yoktur” diyordu. Peygam-ber efendimizin sıfatı “emin” Hz. Ömer’in ki ise “adil”. Sadece bunlar mı? Türk-İslam devletleri sil-silesi bunun örneği. Batının geç icadı hümanizmin bizdeki piri Mevlânâ’dır 12. yüzyılda “yaratılanı severiz yaratandan ötürü” diye seslenmiş. Halefi Yunus Emre “ bir kez gönül kırdın ise şu kıldığın namaz , namaz değildir” diye insan sevgisini ancak asr-ı saadet dönemine eş bir şekilde anlatmıştır. Yaratılan medeniyetin bir ucu Orta Asya’da diğer ucu Viyana kapılarındadır.

Maddi gerilemenin (ilim ve teknikte) çaresini, bir zamanlar pis kokularını gizlemek için parfümü bulan evlerine tuvalet dahi yapmayan yağmacı haçlı zihniyetinin yarattığı medeniyette gören münevverlerimizin, devleti kurtaracağına inan-mak büyük bir safdillik olur tabi ki. Hatta Abdullah

*Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü Öğrencisi 14

Page 16: ÇUKUROVA SANAT

Cevdet gibi batıdan damızlık erkek getirmeyi düşünen sapkınlarımız bile vardı. Toptan batıcı aydınlarımızın dünyası tam bir yabancılaşma, mil-letinden kopma, göbek bağını bu milleten kesme girişiminden ibarettir. Yazıp çizdikleri aşağılık duygusuna kapılmış menfur bir haleti ruhiyenin dışa vurumu sadece. Bir düşünün ki batının hasta adam dediği Osmanlı Devletinden dünya tarihine 51 bağımsız devlet miras kalmıştır. Bunların 27 si Avrupa da olup 12 si yıllardır girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği üyesidir. Yine bu devletlerin 10 u Afrika’da 14 ü de Ortadoğu’dadır.(3) Bizim kurduğumuz medeniyetin vehminden bile neler çıkmış.

Anlamamız gereken şu: Kuruluş ve yük-selme devrinde münevverlerimiz içtimai hayatın imtiyazsız bir ferdi. Zevkleri ile zilletleri ile halkın bir parçasıdır. Hatta halka istediğinde meramını padişaha anlatabilecek kadar serbestlik tanınmıştır. Gerileme döneminde batan gemide bulunan aydınımızın tahayyülünde tek bir liman vardır ve dümeni oraya kırmışlardır. Ufuktaki medeniyet ise mamur ve güzeldir. İşte bir Osmanlı paşası haykırıyor pervasızca:

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördümDolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm.

(4) Paşa, Edmond de Amicis, Lady Montequ, A.

Boppe, Alphonsede lamartine, Jean Thevenot ‘un dolaşıp ta methettiği “viraneleri” görmemiş olsa gerek.

Batılılaşma yolunda birbiri ardına verdiğimiz tavizler; Islahat ve Tanzimat fermanları yet-medi 1. ve 2. meşrutiyet oda çare olmadı batıyı kalkındıran parlamenter rejim, bütün bunlar koca imparatorluğu batırdı. Hal edildiğini tebliğ eden 4 mebusun arasında bir tek Türk bulunmayan Gök Sultan Abdülhamit Han’ın istibdadı devletin öm-rünü 33 yıl uzatmışken, batı reçetesi felaketten felakete sürükledi. Münevverin İslam’ın 99. ha-lifesine bakış açısı ise tam bir hezeyan. Hiciv-lerini bile Fransız şairlerinden örnek alarak yazan Fikret’in ermeni tetikçileri övdüğü “bir lahza-i ta-ahhür (bir anlık duraksama)” adlı şiiri tarihimize kara leke olarak girmiştir.(5) Dinlere sırtını döne-rek halkamıza biraz daha yaklaşan bu münevver zatı muhteremin oğlu da Protestan papazı.

Bu ateş çemberinden devleti kurtaranda son dönem Osmanlı paşalarıdır. Yani Osmanlı terbi-yesi almış, Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Ziya Gökalp gibi tefekkür sahibi insanların öğretileriyle yetişmiş imparatorluğun küllerinden Türk Kül-türüne dayalı yeni bir devlet kurmuşlardır. Mus-tafa Kemal Atatürk:

“Artık durumu düzeltmiş olmak için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belir-di. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebil-sin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.

Türkiye hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de

batılılaşacaktır. O sadece özleşecektir.” Demiştir. Atatürk sonrası gene milli benlikten ve

topraklarımızdan ricat. Bu seferki kaçış daha elim ve daha vahimdir. Milli mücadele nesli daha yaşarken aydınlarımız kökü mazide olan atiyi bırakıp, mukaddesat gömleğini çıkartarak ideolo-jilerin prangalarına vurulur. Kimisi Amerika’ya bakar kimisi Moskofçu olur. Devletin verdiği parayla Rusya’ya koşan aydınlarımız da vardır. Makineleşmek isteyen şuursuz beyin “beni Stalin yarattı”(6) der

Bununla da yetinmez büyük vatansever (Rus sever mi deseydik acaba?) kendi ülke-sinin vatandaşlığından bile çıkarak Polonya vatandaşlığına geçip “Borzeçki” soyadını alır.(Arıntılı bilgi için bakınız Mehmet kaplan şiir tahlilleri 2.sayfa 330 ve sonrası)

Tarihini bile bilmiyordur bu gafiller sürüsü. Rus-larla ilki 1639 da sonuncusu 1917 de olmak üzere toplam 49 yıl 14 kere savaşılmıştır.1639–1917 278 yıl yapar bu da her 19 yılda bir savaşa tekabül eder. Üç yüzyılda başka iki millet gösterilemez ki her 19 yılda bir çarpışmış olsun. Köle demek olan “slav” sözcüğünün taşıyıcısı millete bel bağlamak gafletten öte olmasa gerek. Bu kadar mı? Dünya tarihine korkunç İvanları, deli Petroları kazandıran kavim. Nereden tutsak bilmem ki; Karadeniz aha-

15

Page 17: ÇUKUROVA SANAT

poyraza “Moskof rüzgârı” demiş. Türk köylüsü ise “Moskof” sözcüğünü lügatine “hain, kötü” diye yazmış.(7)

Ülkesini kamplaştıran, bölen atıl çömezler her yana dönerken milletini unuttu. O millet ki 632 yıl süren ve bu 632 yılın 322 yılını cihanın en büyük, en müreffeh, en kudretli devleti olarak geçiren Osmanlıyı kurmuştu. 1595 yılında yine Osmanlı devletinin yüz ölçümü 334 bin 600 ki-lometre-kare idi. O millet ki, ilim ve irfanda son hadde ulaşmıştı. Devran döndü yorgun, umut-suz, sefil düştü. Bağrından kopan münevver ise hastalığın reçetesini yanlış ufuklarda arayıp dur-du. Yukarıda anlattıklarımızı toparlayacak olur-sak aydınımızın durumunu söyle izah edebiliriz:

Sakson köleleri bir tasma taşırlarmış; efendile-rinin adı yazılırmış bu tasmaya. Aydınlarımız da onlara benziyor; her biri bir şeyhin müridi. İzm’ler, idraklerimize giydirilen deli gömlekleri… Her… ist, koltuk değneği olmadan yürüyemeyeceğini itiraf eden bir zavallıdır. İzm’ler anokronizm’dir, yani kalıplaşan, canlılığını yarı yarıya kaybeden birer konserve düşünce. Batı’dan gelen hiçbir “izm” masum değildir.

Biz ki, nass’ı mukaddesler dünyasından kovduk. Avrupa’nın içtimai ve siyasi mitosları karşısında bu apışıp kalmak, bu kendini küçük görmek, bu papağanlaşmak niye? Unutma-mak lazımdır ki “izm”ler içtimai bir sınıfın müdafaasıdırlar. İçtimai bir sınıfın, bir milletin veya bir medeniyet camiasının.(8)

Aydınlarımız en başta milletimizle aynı ruhu taşımıyorlardı. Mizaçları ve zevkleriyle tam bir hilkat garibesi. Benliğini yitirmiş, soysuzlaşmış, yalnızca zahiri ( suret, kalıp) taklit edip bâtını (ruh) görmeyen, vatanından değil dışarıdan beslenen sığıntı grubu. Avrupa karşısında muz için taklit yapan maymundan farksızdırlar.

Türkiye’nin kalkınması her şeyden önce bir milli kültür ve milli uyanıklık meselesi-dir. Milli kültürün korunmasını ve yayılmasını, hatta yaratılmasını üzerine almış aydınların ve sanatkârların, Türk toplumunu rüyasından uyandırmaları, ona kendi öz benliğini hatırlatmaları oldukça kutsal bir hizmet olacaktır.(9) Aydının görevi milli kültürü ve öğeleri korumak, tekâmülü için elinden gel-en gayreti göstermektir. Dilimizde halkımızın türküleri terennüm edilmeli, zihnimizde dini-mizin ve töremizin bize bahşettiği değerler

olmalı, ruhu, karakteri, ahlaki meziyetleri milli manevi değerlerle donanmış nesiller yetiştirmeliyiz. Aydın memleketinde dinin, kül-türün, dilin, irfanın bekçisidir. Toplumsal so-runlara duyarlı, yarının mimarı, kadimi bugünle buluşturup yarına zenginleştirerek eleyen bir muhafızdır. İkbalperest değil milleti uğrunda sürgünleri, zindanlar, yokluk ve sefaleti göze ala-bilecek öncüdür. Aydın içinde kimlik ve kişiliğini bulduğu imanın aydınlığında varlığı gören, değerlendiren ve yorumlayan kişidir. Dünyaya kendi gözüyle bakmayan, kendi imanının ışığında değerlendirmeyen insan ne kadar bilgili olursa olsun başka kültürlerin tasallutuna uğramıştır ve düşünce istiklalinden mahrumdur. Ölçülerini yitiren, aydın olmaktan çıkar. Eğer yeni ölçül-erini şahsiyet ve zihniyetine sindirebilmiş, yani imanı paylaşabilmişse, bu yeni kültürün aydını olabilir. Aydın kendi kültürünün seçkinidir; an-cak bu özellik sadece bilgi birikimi değil şahsiyet olarak ta böyle olmalıdır.(10)

Bu bilgilerin ışığında tarihi sürecimize baktığımızda, milletimize her fırsatta saldıran haçlı zihniyetli emperyalist devletleri kendine dost olarak gören aydın profilini nasıl olurda ma-sum görmek, kabul edilebilir. Kiralık fikirlerle ne aydın olunur ne de vatan kalkındırılır. Sanki Milli şairimiz aşağıdaki dizlerinde çareyi kend-inde değil de dışarıda arayan güruha seslenmiş:

Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma! Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...Sesler de: ‘Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!

Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan!Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.

Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

16

Page 18: ÇUKUROVA SANAT

DİPNOTLAR: 1. Koniçeli Musa Kazım Paşadan tan Tanzimat’ın ba-nisi Koca Mustafa Reşid Paşa’ya hiciv. 2. Erol Güngör. Türk Kültürü ve Milliyetçilik sayfa 91–92 3. Türk Düşüncesi. İrfan yayınevi sayfa 172 4. Ziya paşa. Yukarıda ki beyti yazmakla birlikte, aynı zamanda paşanın yanlış batılılaşma karşıtı olduğunu anlayabileceğimiz beyitleri de vardır. Örnek: Milliyeti nisyan ederek her işimizdeEfkâr-ı Firenge tebaiyet yeni çıktı... 5. Tevfik Fikret’ in meşhur hicvi “hanı yağma” “Vic-tor Hugo’nun” “Jyeuse vie” şiirinin Türkçesi gibidir. Şiirin ilk kıtasını Cemil Meriç’ in tercümesiyle veri-yoruz: Ha gayret yağmacılar, salaklar, sayın baylarHazların etrafında çöreklenin, şölen varKoşun yeriniz hazırBaylar hayat kısadır, yiyin, için, eğleninSizlersiniz sahibi bu talihsiz ülkeninBu millet malınızdır.

“ bir lahza-i taahhür” şiirinden parçalarda vermek istiyorum: Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetinBir uykudan uyandırır milleti dehşetin.Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!Attın... Ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın Yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,Zulüm tarihine bir övünme önsözünü.Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;Ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:

Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini 6. Nazım Hikmet. 19517. Hüseyin Nihal Atsız. Türk Ülküsü sayfa 638. Cemil Meriç. Bu ülke9. Alparslan Türkeş. Temel Görüşler.10.Nevzat Kösoğlu. Kitap şuuru sayfa 141

Des

en: A

li G

üzel

soy

/ Ham

burg

Page 19: ÇUKUROVA SANAT

Filiz

Çim

en, “

İsya

n”, S

ırlı

Sera

mik

/ K

ütah

ya

AZAPAY*Mustafa CEYLAN**

Atlılar, atlılar Batıda Hazar Denizi’nde kılıcını yıkayan, Doğuda Altay Dağları’nı eriten atlılar…

Seccadesi güneyin en güneyinde, Yeşil çimenler içinde Tibet yaylalarında

Nal sesleri Çin Seddinde, iz iz Kartal kanatlılar biz değil miyiz?

O halde bu kahpe, bu kancık zamana Neden karşı duramaz oldum?

Neden neden?

Biz değil miyiz güneşten ok, ülküden yay olup da Tanrı Dağları’ndan Taklamakan Çölüne uzanan

Biz değil miyiz Azapay? Bilgeler bilgesi Kaşgarlı Mahmut’un lügât’ından

Renk tayfına isim veren İnsanlara il, şehirlere dil veren…

Hazreti Türkistan’dan Karanlığa kandil,

Ağlayan gözlere mendil,

Sevgi bahçelerine gül veren Biz değil miyiz Azapay?

Öyleyse neden konuşulan bu dilden Yazılan bu alfabeden anlamaz oldum?

Neden neden?

Ah le yâr, vah le yâr Vatan kan ağlar..

Çungarya Steplerinden Tarım Irmağına Asrın zulmü yağar sarı öfkeden

Babaocağına, Ata yurduna. Sen ağlarsın,

Ben yanarım buralarda Azapay… Kör oluyorum köhneleşen zamana

Susan rotatiflere, güç’e; Öfkem kınından çıktı gayri Yana tüte kor oluyorum…

Ateş çıngılarda hasreti Kaşgar’ınDuman duman içimin yokuşları

* Doğu Türkistan’ın bağımsızlık kahramanı Osman Batur’un kızı**Makina Mühendisi

18

Page 20: ÇUKUROVA SANAT

Dipsiz ocaklarda akkor oluyorum...Biliyorum, çaresizsin

Urumçi’nin yollarında nicedir. Biliyorum sarı ölüm fırtınası esiyor…

Haberlerini alıyorum ulam ulam Dualarımı salıyorum göğe avuç avuç

Temmuz sıcağı gün öğlesinde Üşüyorum Azapay üşüyorum, ısınamaz oldum,

Neden neden? ...

II

Bıldır aynaların dilindeydin sen Baharı solmayan gözlerin vardı

Eni boyu şaşmış dipsiz bir zaman Aynalara ilmik ilmik dolardı

Dolardı da karagözlüm dolardı Büklüm büklüm saçlarını yolardı Kirpiğinin pırpırından çağ geçer

Parmağının gölgesinden dağ göçer Ceylan gözler beğ içinden beğ seçer Bilmez misin Azapay’ım de hele?

De hele, nicedir halin? Haberlerini alamaz oldum,

Neden neden? ...

Kara yerde misin, mavi gökte mi? Nerdesin Azapay, balam nerdesin?

Kanayan çilede kor yürekte mi? Mum titremesinde ağlıyor sesin,

Şimdi güvercin taklasında oyuncak zeytin dalları Şimdi polis düdüğü, palet sesinde bebek emziği

Kurşunlarda kan bilyesi, Ezanlı seherlerim çığlık çığlığa

Söyle be Azapay, söyle Bu neyin nesi?

Sabah namazlarımı kılamaz oldum… Neden neden? ..

Satuk Buğra Han, Yusuf Has Hacip Rüyâlarımda her gece, melil, mahzun garip..

Deden Osman Batur’un gözleri eklenir gecelerime Gök mavisi selâmımı götürmez, götüremez

Düşer martı kanatları ellerime Sana güzelim Azapay sana

Yürek yürek selâmımı sunamaz oldum Neden neden?

19

Page 21: ÇUKUROVA SANAT

KAZAK EDEBİYATINDAKİ KARIŞIK YAZI TÜRLERİ

Prof. Dr. Serik MAKPİROGLY*

Edebiyat biliminde, onun alt bölümü edebiyat teorisindeki çok karmaşık sorunlardan biri edebi-yat türleri ve şekilleri konusudur.

Edebiyatı türlere, şekillere ayırma ve yazınsal tür açısından özellikler konusu Aristoteles (M.Ö. 4.asır) eserinden (“Şiir sanatı hakkında”) başlangıç alarak, sonradan Bualo (17.asır), Les-sing (18.asır), Hegel, Goethe, Belinski, Veselovski 19.asırda Sovyet edebiyatçılarının, Kazak edebi-yat biliminde ise A.Baytursınulı, K.Jumaliyev, Z.Kabdolov vs. eserleri sayesinde verimli olarak devam ettiğini iyi biliriz.

İnsan toplumunun ilerleyip, sanatın ne denli gelişme ve ilerleme sürecinde bulunmasına rağmen gelişmiş sanatın da karmaşık sorunlarının mey-dana gelmesi veya edebiyat, sanat hakkında ilmin gelişmesi, arayış başarıları ve yeni bakışın sonu-cunda ortaya çıkması mümkündür. Buna çeşitli evrelerdeki edebiyatçı, estet, filozof, eleştirici, şair ve yazarların edebiyatın tür ayırımlarına, bazı yazınsal türlerin hayat görünüşlerini sanatça renklendirme ve insan kaderini sanat araçlarıyla ifade etmede herhangi bir yazınsal türe özgü kuralları “bozması”, genel olarak yazınsal türlere ayırmanın belli bir derecede koşullu olduğuna dikkat etmesi, böyle bir yasallığı kavrayıp bilmesi de neden olmuştur.

Örneğin, büyük Alman şairi ve estetikçisi Goethe şiir sanatının üç gerçekçi doğal biçiminin (açık an-latma biçimi, emel heyecanı biçimi ve özel etkinlik biçimi, yani destan, liriklik, dram) var olduğunu, bu şiirsel betimin üç yönteminin birlikte de, ayrı olarak da tanınabildiği hakkında söyleyip, üç yön-temin birleşmiş görünüşünün en kısa şiirde bile bulunabildiğini, hatta en eski Yunan faciasında bile üç türün tasviri kavranabildiğini, onların son-radan ayrı ayrı bölündüğü hakkında söz etmiştir [1]. Bu fikri onun çağdaşı Alman edebiyatçısı ve araştırmacısı Emil Staiger [2] de destekliyor.

Rus eleştiricisi Belinski (19.asrın ilk dönemi)

vaktiyle “Şiir sanatını tür ve şekline göre ayırmak” adlı belli eserinde, “Şiir sanatının bu üç türü (des-tan, liriklik, dram – S.M.) kendi kendine bir unsur olarak birbirinden ayrı gelişirse de, ayrı şiirlerde rastlanırsa da, birbirinden fazla ayrılmaz. Aksine, onların karışması sık rastlanır. Böylece, bazen epik eserlerde dramatik bir nitelik olur, dramatik eser ise epik bir nitelik taşıyabilir” [3] diye yazmıştı. Verilmiş fikir ancak bir yazınsal tür özelliğini taşıyan eserin nadiren rastlandığının, bu olayın ise edebiyata bağlı sanat yasallığı olduğunun anlamına gelir. Demek, bu ifadeler edebi eserleri yazınsal türlere ayırmanın koşulluluğunu tanıtmaktadır.

Mesela, “sırf” bir epik eser ile “sırf” bir lirik eser söz sanatının birbirine karşıt olan iki yüzü gibidir. Çünkü onlar, hayat olaylarını betimleme özelliklerine göre edebiyatın iki türüne (biri epik, diğeri lirik) mensuptur. Ne var ki, böyle bir iki türün de özelliklerini taşıyan edebi eserler de çok-tur. Bu eserlerde duygu, keyif, lirik geri çekilme (bu, lirikliğin özelliğidir), ayrıca toplumsal ve günlük olayları genişçe betimleyip ifade etmek de (bu, destanın özelliğidir) yer alır. İşte, böyle bir destan ile lirikliğin, bazen de dramın özelliklerini belli bir derecede beraber kapsayan eserler karışık yazınsal türlerden olur.

Rus edebiyat biliminde bu eserlerle ilgili oluşmuş iki çeşitli ad vardır. İlki “lirik epik yazınsal tür-lerdir” [4] (veya lirik epik eserler). “Bu yazınsal türdeki eserler tabiatı her zaman lirik epik nitelik taşır” [4;426] diyerek kitap yazarları ona fabl ile baladın ait olduğunu sanırlar. İkinci ad ise ünlü edebiyat teoricisi V.E.Halizev’in kitabında tarif edilmiştir. O, “edebiyat türlerinin arasına birbirine geçemeyecek kadar duvar koyulmamıştır. Tamamen herhangi bir edebi türden sayılan eserlerle birlikte iki farklı türün özelliklerini taşıyan eserler de vardır. Buna B.O.Kormana göre “iki türlüyapılış denir” [5] diye yazıyor.

Genel olarak, edebiyatın iki türüne de mensup*Abay Milli Üniversitesi, Almatı/KAZAKİSTAN

20

Page 22: ÇUKUROVA SANAT

olan (betimleme, tasvir etme yöntemleri açısından) eserlerin tabiatı hakkında 19.yüzyılda birçok edebiyatçılar, eleştiriciler, estetler söylemişti. Örneğin, vaktiyle seçkin Alman es-tetikçisi Shelling’in romanı “destan ile dramın bütünleşmesi” [6] dediğini edebi ve ilmi toplum iyi biliyor.

Demek, iki edebi türün de özelliklerini kapsayan eserler Rus edebiyat biliminde lirik epik yazınsal türler (bu daha yaygın ad) olarak da, iki türlü ya-hut türaralık şekiller olarak da adlandırılırmış. Kazak edebiyat biliminde ise bunun gibi eserler lirik epik eserler olarak adlandırılır, ancak karışık yazınsal tür adının daha münasip, uygun olduğunu zannediyoruz.

Karışık yazınsal türden lirik epik menkıbeler, lirik epik şiirler, destanlar, fabl, balad, manzum olarak yazılmış roman, lirik düzyazı örnekleri, roman diyalog, sosyo-politik konulu roman, ro-man röportaj, roman deneme, ayrıca tarihi edebi yazınsal türdeki anılar, mektuplaşma biçiminde yazılan eserler sayılır.

Lirik epik menkıbeler (“Kozı Körpeş ile Bayan Sulu”, “Kız Zhibek” vs.) neden karışık yazınsal türden sayılır?

Bu yazınsal türün adından da anlaşılabildiği gibi böyle eserlerde kahramanların duyguları ve heyecanlarıyla (bu, lirikliğe has niteliklerdir) birlikte onların davranışları da, halk yaşantısının görünüşleri (örf ve adet, göçebelik, zanaat vs.) de (bu ise, epik niteliktir) geniş ölçüde tasvir edilir. Biz adı geçen ve başka menkıbeleri okurken Kozı ile Bayan’ın, Jibek ile Tölegen’in birbirine olan samimi duygu heyecanlarının, gerçek aşkın betimini (çünkü lirik epik eserlerde aşk ve sev-gi başlıca konudur) de, ayrıca onların yaşadığı toplamın, göçebe halk hayatının, yaşam tarzının da fazla tasvir edilip, her yönden betimlenmesini görürüz. Bu, tabii, epik tasvirlerdir.

Balad, manzum olarak yazılmış eser olduğu için genellikle lirik türün sahasında incelenip tetkik edilir. Fakat karışık yazınsal türden örnek olduğunu söylemek ve özelliklerini tanıtmak gerekir.

Aslında balad yazınsal türü ve onun özellikleri hakkında yazılmış eserler, söz edilmiş fikirler biraz yetersizdir. Mesela, Belinski “Şiir sanatını tür ve şekline göre ayırmak” adlı meşhur eserinde baladı kalıplaşmış eğilime göre lirik şiirler sahasında ele

alarak “Baladda şair fantastik, halk efsanesini alır, yoksa bu türdeki olayı kendisi uydurup (italikleri ben koydum – S.M.) yazar. Baladdaki esas şey olay değil, okuyucularda o olayın uyandırdığı algı, kastettiği ana fikridir” [7] diye yazınsal türün iki özelliğini (olay ile algı) doğru anlatmıştır. Olay, epik eserlere has ise, duygu ile algı, lirik eserlere has nitelik olduğu bellidir.

Bu konuyla ilgili küçük olsa da özel makale yazan profesör A.Konıratbayev “Balad nasıl bir yazınsal türdür? Elbette, o, sadece liriklik yahut liriklik ile destan unsurlarından kurulmuş (ital-ikleri ben koydum – S.M.) sentetik biçimdir” [8] di-yerek baladın edebiyatın iki türünün özelliklerini birlikte kapsayan yazınsal türe has tabiatına çok dikkat etmiştir. Seçkin yazınbilimcisi, akademi üyesi Z.Kabdolov kitabındaki “Lirikliğin özel bir şekli”, “Lirik epik nitelik taşıyan küçük bir konulu şiir”, “Şair kendi ruh halini, heyecanını şakımakla kalmayıp o duyguyu yaratan nedenleri olaya döndürerek tasvir eder” [9] gibi ifadeler de bu yazınsal türün niteliğini açıklar.

Demek, balad herhangi bir olay üzerine (genel-likle tarihsel gerçek, fantastik hal, vaka, efsane vs.) kurulmuş konulu ve lirik havadaki orta ölçülü eserdir. Balad şekil cihetinden manzum eser olduğu halde, içeriğinde epik nitelik, epik unsur-lar (olay, konu, hareket vs.) ağır basıyor, orada kahramanın keyif ve duygularını betimleme de yer alır, ama sınırlıdır.

Balada genellikle halk efsaneleri, ulus, millet tarihindeki ünlü insanlarla ilgili olaylar, durumlar, bir de insaniyet, sevgi, yiğitlik, yurt sevgisi, an-neyi el üstünde tutma, dostluk gibi büyük duygu ve nitelikler temel olur. Bundan baladın konu sahasının geniş olduğunu anlarız.

Bir zamanlar (20.yüzyılın 60’lı yılları) şair K.Jarmagambetov’un “Muallime” adlı baladı birçoklarına iyice malüm olurdu. M.Şahanov’un çeşitli konu üzerine yazılmış baladlarını, A.Baktıgereeva’nın “Anne gönlü hakkında” adlı baladını şimdiki okurlar çok iyi biliyorlar.

Manzum olarak yazılmış roman. Bu, hem özel, hem de edebiyatta seyrek rastlanan yazınsal türdür. İngiliz edebiyatında Bayron’un “Don Juan”ı, Rus edebiyatında Puşkin’in meşhur “Yevgeniy Onegin”i, kendi edebiyatımızda ise S.Toraygırov’un “Kim suçlu?” adlı eseri ile

21

Page 23: ÇUKUROVA SANAT

S.Mukanov’un “Suluşaş”ı bu türdeki eserlerdir.Şu halde, manzum olarak yazılmış romanın

karışık yazınsal türe has özellikleri nelerdir? Birincisi, şiirle yazılmış olduğundan dolayı yapısı ile üslubu mensur eserden (sırf epik eser, örneğin romandan) farklıdır. Manzum esere özgü yapısı onun herhangi bir şiir ölçülerine (kıta, mısra, vezin, hece) titizlikle uyarak yazıldığından da, şiire özgü ritim ile kafiyeden, seslerin uyumun-dan da görünür. İkinci olarak, romandaki gibi bu-rada da insan kaderi, hareketi, toplum hali olay-lar zinciri (konu) sayesinde göründüğü halde (bu, destanlara has özelliklerdir), bununla birlikte lirik betimleme yöntemleri de (kahramanın ruh hali, duygu heyecanları, lirik geri çekilme vs.) fazla kullanılır. Buna eserin manzum olarak yazılmış olduğu da katkı sağlar.

Manzum olarak yazılmış romanı okurken onun şiirsel biçimi (yukarıda adı geçen) bir görüşte hissedilip, fark edilir. Şiirin ise keyfi ifade et-meye uygun biçim olduğu malümdür, bundan dolayı manzum olarak yazılmış romanda anlatıcı tarzıyla kıyasen yazarın ilkesini ifade eden yazar-lirik kahraman (doğrusu lirik epik simadır) siması daha açık tanılır. Olayları anlatmada da özenle (epik şiirlere has objektiflik) kıyasen duygusal etki, dinamizm, lirik geri çekilme, heyecanlar ve ruh halini ifade etme fazlaca karışmaktadır. Kah-raman siması ile yazar duygularının uyum içinde olması, kahramanların böylece tipleştirilmesi de bu yazınsal türün özelliğidir.

Eleştirici Belinski Puşkin’in “Yevgeniy One-gin” romanını “Rus hayatının ansiklopedisi” diyerek layık bir biçimde ona büyük değer ver-mesi bellidir. Aslında, bu genellikle en öncü epik esere (romana) verilecek en yüksek takdirdir. (Kanış Satbayev’in Muhtar Auezov’un “Abay yolu” romanını “19.yüzyıldaki Kazak halkı hayatının ansiklopedisi” diyerek takdir etmesini hatırlayınız). Eleştiricinin bu fikri “Yevgeniy Onegin” romanında Rus toplumu hayatının epik açıda her yönden mükemmel, gerçekçi olarak gösterildiğinin adeta delaletidir. İkinci olarak, romanda Tatyana, Onegin, Lenskiy aralarındaki aşkın, kahramanların çeşitli psikolojik heyecanlı hallerinin, duygularının betimi, ayrıca eserdeki kitap okuyan insanlara belli olan meşhur lirik geri çekilmeler esere özgün bir lirik nitelik, ahenk

katıyor. İşte, böyle epik ve lirik betimleme yön-temlerinin uyum içinde olmasını S.Toraygırov’un “Kim suçlu?”, S.Mukanov’un “Suluşaş” adlı man-zum olarak yazılmış romanlarından da görürüz.

Örneğin, “Suluşaş” romanını ele alalım. Ro-manda Tileuberdi adlı zenginin refahını, avcılığı sevmesini, hanedan tarihini, zenginin evlenme törenini, Suluşaş’ın dünyaya gelmesini tasvir eden bölümlerden, bir de Sulu’nun nişanlısıyla ilk defa görüşmesini, Şunak ile Tezek’in acı hayatını, Yermek çocuğun kaderini vs. betimleyen sahnelerden epik nitelik açık görünür. Altay ile Suluşaş’ın arasındaki pak duygunun, güzel doğa ortamında görüşmelerinin, antlaşmalarının, tabiat manzaralarının tasvir edilmesinden, Suluşaş’ın kızlarla sohbet etmesinden iki gençin keyifleri, heyecanları gerçek anlaşılır. Bu, roman konusun-daki lirik betimleme görünüşleridir.

Roman-diyalog Kazak edebiyatındaki yeni yazınsal türdür. Bu tür de ünlü Rus edebiyatçısı M.Bahtin’in söylediği gibi roman yazınsal türünün henüz oluşmamış, teşekkül sürecindeki yazınsal tür olduğunun bir delaleti gibidir.

Diyalog olarak yazılmış bu eserlerde öncelikle kahramanın (diyaloğa katılan) ruh hali, toplu-ma, zamana, olaylara, insanlara verecek öznel değerlendirmesi, fikri, bilinci fazlaca kavranmakta olur. Bu, eserin özgün lirik bir niteliğidir. İkinci olarak, kahraman veya kahramanlar (yazar ile kahraman) tarafından söylenmiş sır, olaylar başka halde özenle anlatılmış hikayeye, hayat düzününü, toplum gerçeğini tarif etmeye geçer. Bunlar ise eserin epik özellikleridir.

Seçkin yazar, cephede bulunan asker ve Ka-zakistan Cumhuriyetinin Devlet ödülü sahibi A.Nurşaikov’un “Anız Ben Akikat” adlı eseri şimdilik Kazak edebiyatındaki tek bir roman di-yalog ve milli söz sanatındaki yeni yazınsal tür örneğidir. Eserdeki kahraman (Baurjan Momışulı) ile yazar (A.Nurşaikov) diyaloglarında tür özelliği olarak adı geçen iki nitelik (lirik, epik) uyuşmaktadır.

Roman diyalog olduğu için eserde Baurjan’ın meşhur hayat çağları, Sovyet askerlerinin ce-saretini gösteren cephe olayları, hepsi yazar ile kahraman diyalogları (on bir diyalog) sayesinde tanılır. Diyalogların tümü bir havada değil,oradaki bazı soru ile cevaplar küçüktür, bu, gazetecilik

22

Page 24: ÇUKUROVA SANAT

mülakatını hatırlatır. Başka diyaloglar içeriği B.Momışulı’nın özel hayatı veya cephe durumlarıyla ilgili olsa da, gene, geniş alanlı epik sohbete geçip, orada cesurun çocukluk, gençlik çağlarının örnek ve unutulmaz sahneleri, ayrıca harp döneminde yer alan çeşitli olayların, kanlı savaşların durumu, komutan ile askerlerin ad ve soyadları, portreleri, davranışları, karakterleri her yönden betimlenip, açılır.

Kahramanın kendisi de (B.Momışulı) ya-zar olduğundan dolayı bu hikaye ve anlat-malar sadece olgusal, gerçekçi özellikleriyle görülmeyip, okurları büyüleyici bir sanatsal ni-telikleriyle de çekmektedir. Yazar, eseri diyalog olarak yazdıysa da, mutat bir diyalogun gele-neksel sınırlı alanını genişleterek, kahramanının gözleriyle gördüğü, başından geçirdikleri müthiş savaş günlerini ona her yönden anlatmasına ola-nak sağlamıştır. Dikkate alınacak daha bir önemli nokta, diyalogun sanatsal yöntem olarak aslında dramatik betimleme eğilimine (dramatik yazınsal türlere) has olmasıdır. Demek ki, roman diyalog biçim açısından dramatik, içerik cihetinden ise hem lirik, hem de epik nitelikleri kapsayan bir e-serdir.

Deneme, genelde sosyo-politik konulu yazınsal türdür, ancak onun başkalaşması, Halizev’in dediği gibi hâlihazırda onun edebi yaratıcılıktaki çok etkili bir alan haline gelmesi, böylece, edebi sanatsal nitelik açısından yasal bir edebi yazınsal tür olarak kabul edilmesi gerçektir.

Edebiyatçılar, deneme türü başlangıcınının 16.asrın ikinci döneminde yaşayan Fransız filo-zofu ve yazarı Michel de Montaigne’nin “De-nemeler” adlı eserine ilişkin olduğunu söz ediyor-lar. Deneme türündeki eserlerde V.E.Halizev’in yerinde söylediği gibi, sanatsal yöntem yazarın gazetecilik ve felsefi düşünceleriyle kolayca birleşir. Bunun sayesinde yazınsal türün üslup karışıklığı fark edilir.

Bundan sonra, elbette, genel olarak denemeler üzerine değil, roman deneme hakkında söyleye-lim. Roman deneme yeni bir yazınsal türdür.

Kazak romanının, daha geniş bir ölçüde ele alırsak, Kazak söz sanatının yazınsal tür cihetinden zenginleşmesinin ve başarılı sanatsal arayışının çarpıcı bir örneği olarak 1997 yılında seçkin yazar ve alim Z.Kabdolov’un “Avezov” (ilk adı “Be-

nim Avezov’um”) adlı roman denemesinin çıktığı malümdür. Aslında, bu ibret verici eseri üstün yetenekli öğrenci Z.Kabdolov’un M.Avezov gibi büyük üstadına değerli kelimelerle koyduğu ebedi ruhani anıt diye takdir etmek yerindedir.

Yeni (bizim için) yazınsal türün tabiatını kesin olarak nasıl tanıyabiliriz? Bu önemli sorunun bir cevabı, bize göre Z.Kabdolov’un kendisi ese-rine epigraf olarak verdiği Fransız yazarı Andre Moruva’nın şu demecinden de adeta tanılır “Bu, bir karışık yazınsal türdür. Bu romanda tek bir yazınsal tür olmuyor, ayrıca o sıkı bir yasalara uy-maya çalışmıyor, onun özel bir niteliği, aklın en-telektüel oyunudur” [10].

Roman deneme tabiatında mutat bir kompo-zisyon yapılışı ile süjenin olmaması pek müm-kündür. Yazar burada hayal edebildiği kadar tasavvur edip bütün kabiliyetini kullanır. O, hayat ve varlık menkıbeleri ile insan sırlarını uçsuz bucaksız, özgürce, duygu ve heyecanla, betimlerle dolu düşünceleri, gazetecilik, felsefi estetik, ahlaki kavrama ile yargıları, bilimi ve yetkisi sayesinde anlatmaya çaba gösterir. Moruva’nın “aklın en-telektüel oyunu” diye söz etmesinin manası belki budur!?

Bunu yetersiz sanıyorsanız, adı geçen roman de-neme yazarının şu fikrine dikkat edelim “Benim Avezov’um”u roman diyeceğine roman deneme demek yazarın serbestçe yazıp, tasvir etmesine olanak sağlar, eseri düşünce enginliğine ulaştırır, nurlu ilhama, yüce ihtirasa getirir! (italikleri ben koydum – S.M.). O zaman onun özlüğüne manası, manasına özlüğü uygun olur” [11].

Yazarın içtenlikle söylediği bu düşüncesinden de roman deneme tabiatı, özelliği ve yazar özü çok iyi anlaşılmaktadır.

Gerçekten, “Avezov” roman denemesinden gele-neksel bir kompozisyon yapılışını, mutat bir süjeli gelişme yasallıklarını aramak yerinde değildir. Kahramanları yeterdir, fakat hal ve şartlar, kahraman durumu bazen kesin bir nitelikte anlatılıp, başka bir halde sırlı betimlere, sanatsal tasvirlere, nitelendir-meye geçer. Bundan sonra ana kahraman (Avezov) özüne uygun belagat, bilgelik, yücelik, kişilik, bilg-inlik, hocalık hakkında yazarın kendisisöylediği gibi “nurlu ilhamla” dolu öğrencilik, felsefi düşünceleriyle, Abay’ın şairane alemi üzer-ine bilimsel, estetik akıl yürütmeleriyle güzelce uyuşmaktadır. Daha başka hallerde yazar kendi

23

Page 25: ÇUKUROVA SANAT

öğrencilik, gençlik yıllarını, aşk hikayesini etkili anlatmıştır.

Adı geçen roman deneme üzerine birçok makale yayınlandı. Örneğin, S.Kalkabayeva kendi makalesinde [12] roman denemenin yeni yazınsal türe özgü birçok yeni niteliklerini anlatarak, eserde kesin, yaşamöyküsel, bilimsel, araştırma vasıfların, edebi, eleştirel, estetik düşüncelerin birbirine başarılı kavuşup eser gerçekliği ile değerini artırmak için işlediği hakkında birkaç il-ginç, yerinde bir ahkâm çıkarmıştır.

Bunun gibi sanat ve üslup yeniliklerini, yani çeşitli yazınsal tür niteliklerinin karışmasını 70’li yıllardaki Kazak edebiyatının gelişme doğrultusundan vaktinde fark eden S.Kirabayev “Kazak edebiyatının tarihsel gerçeğe bağlılığı, sanatça çözmeye çabalayan sorunlarının bolluğu ve derinliği düzyazıda da değişik yazınsal tür ve şekilleri meydana getirmektedir. Hayat gerçekleri-ni akıllıca ve geniş ölçüde kapsayan epik eserlerle birlikte, özel insan hayatı üzerine yazılmış roman ve uzun öyküler de, kahraman monologuna dayalı lirik eserler de bu günlerde sık rastlanır. Gazete-cilik ve röportaj romana da, uzun öyküye de gide-rek girmektedir” (italikleri ben koydum – S.M.) diye yazmıştı [13]. 20.asrın ikinci dönemindeki, şimdiki edebiyatın gelişmesi, yazınsal türler dönüşümü ile bütünleşmesinin geniş ölçüde yayılması alimin söylediği fikirlerinin hakikatini, hayatiyetini tam olarak ispatlamaktadır.

Uzun sözün kısası, edebiyat gibi güzel bir alemde lirik epik veya karışık tarzdaki eserler özel bir yer almaktadır. Bu eserler tabiatında lir-izm de, epik vasıf da, dramatik nitelikler de çok uyuşuyor. Edebiyatta ise, genel olarak düzyazıdaki lirizm ve dramdaki lirizm gibi kavramlar, olum-lu, edebi olaylar eskiden beri malümdür. Klasik yazar G.Müsirepov’un “Kezdespey Ketken Bir Beyne” adlı mensur eserinin, bir de Rus edebiyatı büyüklerinden biri N.Gogol’un “Ölü Canlar” eserinin (mensur) uzun şiir olarak adlandırılmasında da büyük bir önem vardır. Bu ad yukarıda adları geçen eserlerin üslup ve dil, genel betim özel-liklerine bağlıdır. Karışık yazınsal türdeki eserlerin özel bir grubunu oluşturan lirik düzyazı dediğimiz, böyle eserlerdir. Aslında “Liriklik, edebiyatın özel bir türü olarak ayrı yaşayıp, öte yandan adı geçen yazınsal türlerle (yani epik, dra-

matik – S.M) karışıp, onları canlandırır. Lirizm ve lirik nitelik olmasaydı, epopenin de, dramın da içeriği hem soğuk, hem anlamsız olurdu” [8;31-32] diye eleştirici V.Belinski boşuna söylememiştir.

Lirizm sadece karışık yazınsal türdeki eserlerde rastlanan özellik değildir. Mesela, edebiyatçı, pro-fesör T.Sıdıkov “Tarihsel romandarda lirik unsur-lar üç ayrı şekilde rastlanır: savaş sahneleri, doğa manzarası, bazı kimselerin kaderiyle ilgili lirik geri çekilmeler. Savaş sahneleri lirik epik nitelik taşır” [14] diye yazmıştır. Düzyazıdaki lirizm, edebiyat tarihi ispatlayan, edebiyat bilimi kabul eden hu-susi bir olay, sanatsal bir yasallıktır. Bu konuyla ilgili birçok bilim araştırma işleri de vardır.

Liriklikteki (balad, süjeli şiir vs.) epik nitelik konusu da bugünkü Kazak edebiyat biliminde temel incelemeyi gerektiren hem karmaşık, hem de önemli sorunlardan biridir.

Demek ki, edebiyatı türlere ve şekillere (yazınsal türlere) ayırma edebiyat bilimi tarihinde eskiden beri, Platon, Aristoteles devirlerinden beri oluşmuş eğilimdir. Gene de, son zamanlarda (son otuz yılda) bu önemli sorunla ilgili mey-dana gelen fikirlerle birlikte, başka düşünce ve demeçlerin de var olduğunu söylememiz gerek-tir. Örneğin, seçkin Polonyalı edebiyatçı Henrich Markevich’e göre [2;179] bu soruna (yani edebiyatı türlere ayırma konusuna – S.M.) ilişkin İngiliz ve Fransızlar’ın düşünceleri bambaşkaymış. Di-yelim ki, Fransız okul kitaplarında edebiyatı geleneksel üç türe ayırıp inceleme eğilimi yok-tur. Onlarda edebiyat şiir ve düzyazı olarak ikiye ayrılır. Ayrıca, düzyazıyı tarihsel, didak-tik, belagat ve mektuplaşma biçiminde yazılan eser olarak ayırıyorlar. Sonradan H.Markevich kendi eserinde Rus edebiyatçısı V.Dneprov’un dördüncü “edebiyatın sentetik türü” olarak romanı adlandırmasını, L.Timofeev’in kanuni türler sırasını lirik epik tür (manzum olarak yazılmış roman, roman, uzun şiir, balad, fabl, od yazınsal türü), tarihi sanatsal tür (röportaj, günlük gibi ede-bi sanatsal rengi olmayan eserler) ve satir olarak ilave ettiğini söz etmiştir. Elbette bu, bir süre-den beri söylenmekte olan bazı alimlerin sadece bilimsel tahminleri, düşünceleri, önerileridir.

Bunun gibi kınayan görüşten dolayı olmalı V.Halizev de “Bu günlerde platon-aristoteles-hegel üçlemesi (destan, liriklik, dram) fikrimizce,

24

Page 26: ÇUKUROVA SANAT

belli bir derecede önemini kaybetmeye başladı, İtalyan filozofu ve sanat teoricisi Benedetto Croce’nin (“Edebiyatı üç türe ayırmak eskidi”), Rus edebiyatçısı A.Beletski’nin (“Bu yalanın bi-limsel ömrünü sürdürmeye ihtiyaç var mı?” gibi) karşı fikirlerini vermiştir. Sonuç olarak, alim bütün devirlerde (şimdiki zamanlarda da) edebi eserlerin belirli tür özellikleri ve nitelikleriyle tanındığını, herhangi bir türden olmanın sanatsal eser yapılışını, onun biçimsel, strüktürel özel-liklerini açıklayacağını söyleyip, düşüncesini şöyle ifade etmiştir “Bu nedenle kuramsal şiiriyet dahilinde “edebiyatın türü” kavramı ayrılmaz ve o kadar önemlidir” [5;318-319]. Biz de bu geleneksel ve sabit kanıya varıyoruz.

EDEBİYAT

1.J.W.Goethe. Batı Doğu Divanı. Moskova, “Nauka” yayınevi, 1988. 229.sayfa. (Rusça).

2.Kitapta: H.Markevich. Edebiyat Hakkında Bilimin Başlıca Sorunları. (Lehçeden çevrilmiş). Moskova, “Progress” yayınevi, 1980. 171.sayfa. (Rusça).

3.Kitapta: Edebiyat Bilimine Giriş. Seçmeler. Almatı, “Ana tili” yayınevi, 1991. 83.sayfa.

4.Edebiyat Bilimine Giriş. Ders kitabı. Yazar topluluğu. Moskova, 1988. 426.sayfa. (Rusça).

5.V.E.Halizev. Edebiyat Teorisi. Moskova, 1999. 316.sayfa.

6.F.V.Shelling. Sanat Felsefesi. Moskova, 1966. 380.sayfa.

7.V.G.Belinski. Eserleri. Eleştirel Makaleleri. Almatı, “Jazuşı” yayınevi, 1987. 78.sayfa.

8.A.Konıratbayev. Ustalık Sırları. Almatı, 1979. 133.sayfa.

9.Z.Kabdolov. Söz Sanatı. Almatı, “Sanat” yayınevi, 2002. 319.sayfa.

10. Z.Kabdolov. Avezov. Roman deneme. Almatı, “Sanat” yayınevi, 1997. 7.sayfa.

11.Z.Kabdolov ibreti. Hayatı ve Yaratıcılığı Hakkında Makaleler, Mülakatlar, Şiir ve Menkıbeler. Almatı. “Kazak Universiteti” yayınevi, 2007. 68.sayfa.

12.S.Kalkabayeva. “Benim Avezov’um” Roman De-nemesi ve Güncellik //” Kazak edebiyatı”, 2 Mayıs, 2008.

13.S.Kirabayev. Edebiyat ve devir talebi. Almatı, “Jazuşı” yayınevi, 1976. 39.sayfa.

14.T.Sıdıkov. Kazak Tarihi Romanının Sanatsal Dili. Almatı, “Er-Daulet” yayınevi, 1998. 70.sayfa. Desen: Mehmet Başbuğ - Diyarbakır

25

Page 27: ÇUKUROVA SANAT

TANIRIM SİZİ

Durmuş KAYA(Yitik Ozan)

-Anamın, sarı gül sarışlı ellerini öperken...

Tanırım siziYüreğim kadar sıcak dillerinizden

Nasırı mor süsen açanSarı gül sarışlı ellerinizden tanırım!Kanımda tutuşan bir harlı çerağdır

Bakışlarınızla gönlüme verdiklerinizVe hep karlı dağdır

Önüme serdikleriniz!

Adınıza türkü yaksamMızrabım kırılırKopuzum yanar

Şiir yazsam gökte ay’ımYıldızım yanar!

Beni gül dibinde doğuranVe gül yağmuruyla yoğuran

Sizden biri!

Tanırım siziŞahdamarımda gezer

İçimde solursunuzŞu biçare dünyama

Nur şehri olursunuz!

Tanırım siziBilirim çileniz yüce dağlardan yüceBilirim ya derdinize derman olamamBenim de gam çiçekleri açar baharım

Benim de önüm ardım çileSağım solum hasret

Benim de her şeyim yarım!

Tanırım siziEbem kuşağının alı

Dilimin en süzgün balıSevdamın son durağı sizsinizŞol cennetlerin burağı, siz!

Siz, hasretlere bürünürsünüz de

Acınızla acımaz mı yüreğimBen hislenmez miyim?

Menekşe seli çağlarken gözlerinizdeIslanmaz mıyım?

Tanırım sizi Menevişli gözlerinizden

Kavruk yüzlerinizden tanırım!

Eni gurbet sonu gurbet bir hayatınYokluk teknesine düşen acılardan

HasretlerdenYılmak ne bilmezsiniz bir dem

Donuk bakışlarınızda hüzünKınalı saçlarınızda erdem

Çile hamurunu özlemle yoğurursunuz!

Hüzün,Toprağa er bırakmanın adıdır

Sözlüğünüzde bazen!

Taa uzaklardan gelen bir çocuk sesiGöğsünden vurulmuş bir can ürpermesi

Ağıt ağıt gökyüzüne ağarkenBayrakla sarılı tabutlara kapanıp ağlarsınız!

İşte o zaman düşer can evimeBir ince sızı

Kor gibi alırım içimeAy ışığı bakışlarınızı!

Bu yıllarca ezan sesiyle yunmuşEsrimiş toprağa

Bu, yıllarca karanfil yağmuruYemiş toprağa

Karanfil veren sizsiniz!

26

Page 28: ÇUKUROVA SANAT

Desen: Mehmet Başbuğ - Diyarbakır

Ve salınan dalaVe kızaran güle/yaprağa

Şekil veren siz!

Tanırım siziVe anamı hatırlarım sizi her görüşümde

Cemresi gönül teri bahçelereGündeliğe gittiğimiz günleri hatırlarım

Yüreğimde ateş çiçekleri açarSizi her görüşümde

Tanırım siziAl yazmanızdan

Altın hızmanızdan tanırım!

Kilimlerde nakışlarınızdanAslı duruşlarınızdan

Şirin bakışlarınızdan tanırım!

Nene Hatun’lar gibi vakti gelendeCepheye çıkışlarınızdan tanırım!

Şu yanan yüreğimeSardığım kar sizsiniz

Yüzünde sevdalı düşlerinAlbenisi esriyen yarVe en sıcak diyar siz!

Tanırım siziNasırı mor süsen açan

Sarı gül sarışlı elleriniziÖpmeyen bahar bahar olmaz!

Sizi görür de insan nasılEriyip buhar olmaz? !Eriyip buhar olmaz? !

27

Page 29: ÇUKUROVA SANAT

MEHMET EMİN YURDAKUL(1869 - 1944)

Nuri CİVELEK

Semalarımıza kara bulutların çöktüğü, nazlı hilâlin boynunu büktüğü, türkülerimize hüznün hâkim olduğu, kalplerin kaybedilmiş insanlar ve elden çıkan topraklar için ıztırapla çarptığı bunalım dönemlerinde hürriyet ve istiklâle olan aşkı haykırarak milleti teyakkuza geçirecek olan-lar eli kalem tutanlardır.

“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem etUnutma ki şairleri haykırmayan bir milletSevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk gibidir.” ... ( Bırak Beni Haykırayım)

diyen Mehmet Emin Yurdakul da bu hususa dik-kat çekiyordu. Bu yazımızda Mehmet Emin Yurdakul’un hayatına, edebî şahsiyetine, Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocağı’nın kuruluşundaki

yerine, Türk Yurdu’nun çıkmasındaki himmetine ve Millî Mücadele’de manevî cephemizi tahkim eden gayretlerine dokunacağız.

Mehmet Emin Bey, 13 Mayıs 1869’da Beşiktaş’ta doğdu. Babası balıkçı Hâlim Ağa’nın oğlu Sâlih Reis’tir. Annesi, Edirne civarında Hasköy’de ikâmet eden, aslen Şebinkarahisarlı, baba mesleği körükçülük olan Emine Hanım’dır. Hamdullah Suphî Tanrıöver, Sâlih Reis için: “Adını dillerimizde her zaman anmağa mecbur bulunduğumuz, bu mübarek adam iliklerine ka-dar Türk’tü. Okuyup yazmak bilmezdi; fakat eski Türklerin, eski gazâların hikâyesi ile dolu olan ruhu, tarihi sever oğluna okuttuğu beyitleri, sayfaları dinledikten sonra ‘Hey gidi günler!’ diye geçmişe hasret çeker son devir için utanır, yerin-irdi.” der.

Mehmet Emin Bey yedi-sekiz yaşlarında Saray

28

Page 30: ÇUKUROVA SANAT

Mektebi de denilen Sıbyan Mektebi’ne başladı. Üç yıl sonra Beşiktaş Askerî Rüşdiye’sini girdi. Ardından Mülkiye Mektebi’nin idadî kısmına yazıldı, ancak tasdiknâme alarak eğitimini yarıda bıraktı. 1887’de Bâbıâli Sadâret Dâiresi Evrak Odası[1]’na maaşsız kâtip olarak atandı. İki yıl sonra Mekteb-i Hukuk[2]’a kayıt yaptırdı. Madam Mutt’un maddî desteğiyle ABD’ye gitme, orada İngilizce öğrenme ve tahsiline devam etme hây-ali Madam Mutt’un anî ölümüyle suya düşünce, Mekteb-i Hukuk’a dönmedi. Bâbıâli kaleminde üç yüz elli kuruş aylıklı kâtip oldu. 1890 yılında Ebuzziya Matbaasında bastırdığı “Fazilet ve Asa-let” adlı risaleyi Sadrazam Cevad Paşa’ya takdim etti. Cevad Paşa risaleyi beğendi ve Mehmet Emin Bey’i Rüsumat Emîni[3] Hasan Fehmi Paşa’ya tavsiye etti. Hasan Fehmi Paşa, Mehmet Emin Bey’i yedi yüz kuruş maaşla önce Rüsûmat Tah-rirat Kalemi Müsevvitliği[4]’ne, bir müddet sonra da Rüsûmat Evrak Kalemi Müdürlüğü[5]’ne tayin etti. Mehmet Emin Bey, bu dönemde İstanbul’da olan Cemâleddin Afganî’yle tanıştı. Onun rahle-i tedrisinden geçmiş, Afganî’yi mürşid belledi.

Cemâleddin Efganî hakkındaki değerlendirmeler ifrat-tefrit yelpazesinde geniş yer tutan bir şahsiyettir. Hayrettin Karaman’a göre;

“XIX. yüzyıl İslam dünyasının düşünce ve si-yaset hayatından önemli yeri bulunan Efgânî’nin hayat hikâyesinde hâlâ aydınlatılması gereken noktalar mevcuttur. Bu durum, kendisinin çok hareketli bir hayat yaşamış olmasından ve kaynak-larda yer alan bilgilerdeki çelişkilerden ileri gelmektedir.”

Ancak şurası katîdir ki ; “....bu büyük İslam müceddidi, Türk vatanında

Mehmet Emin Bey’i bularak halk lisanında, halk vezninde milliyetperverâne şiirler yazmasını teşvik etmiştir.” (Ziya Gökalp)

“...açık tesirleri İslamcılar üzerinde olan Ce-maleddin Afganî’nin İstanbul’da kaldığı dönem-lerde, ‘insanlar arasındaki ittihadın dil ve din birliğine bağlı bulunduğunu’ telkin etmesi ile başta Mehmet Emin (Yurdakul) (1869-1944) ol-mak üzere Türkçüler üzerinde de tesiri olmuştur.” (Yusuf Sarınay)

1897’deki Yunan Harbi esnasında Selânik’teAsır gazetesi ve İstanbul’da Malumat mecmuasında neşredilen:

“Ben bir Türküm dinim, cinsim uludurSinem özüm ateş ile doludurİnsan olan vatanının kuludurTürk evladı evde durmaz giderim” ... (Anadolu’dan Bir Ses Yahud Cenge Giderken) mısralarıyla başlayan “Anadolu’dan Bir Ses

Yahud Cenge Giderken” isimli şiiriyle mil-lî heyecanı arttırdı. Bu şiiri 1899’da neşredilen “Türkçe Şiirler” isimli küçük şiir kitabında da yer aldı.

“Türkçe Şiirler” yayınlanır yayınlanmaz vatan-perver duyguları işlediğinden takdire mazhar oldu. Abdülhak Hamit (Tarhan) İkdam Gazetesi’ne göre şairi şu sözlerle övmekteydi:

“Türklere mahsus bir üslûp.Belki de vatanımızın dağ ve ırmaklarını andıracak şekilde yaratılıp ve milliyetimize mensup demek olan bu şiir va-disinde devam ettiğiniz, kasaba ve nahiyelerini gösterecek şekilde ilerlemek istediğiniz taktirde umumî rağmetin sizi karşılamaya emin olabilir-siniz. Şiiriniz okunurken yanımda bulunan yetmiş yaşında bir ihtiyarın gözlerinden yaşlar akıyordu.Dediğim umumî rağbet için bunlar birer işarat, belki de müjde kabul edilebilir.

Bâki çalışma ve gayretleriniz devamlı olsun efendim.”

Şemseddin Sâmi şaire yazdığı bir mektupta : “ ...Milliyetçi, duygu ve fikirlerin millî bir dille

ifade edilmesi, işte şair budur, işte edebiyat bu-dur.” diyordu.

Uzun süre Rüsûmet Evrak Kalemi Müdürlüğü’nde kalan Mehmet Emin Bey, gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakki’yle münasebeti ve şiirlerinde idâre aleyhinde fikirleri işlemesi sebebiyle Erzurum Rüsûmet Nâzırlığı’na ve meşruiyetin ikinci kez ilânından bir süre evvel Trabzon Gümrük Nâzırlığına gönderildi. 1909’da ilk İttihat ve Terakki hükümetince kendisine Mat-buat Umum Müdürlüğü verildiyse de kabul etme-di. Kerhen Bahriye Nazırlığı Müşteşarlığı vazife-sini üstlendi ancak kısa süre sonra istifa etti.

Daha sonra birer yıl arayla Hicâz ve Sivas Valiliğine vazifesini deruhte etti. 1910 yılında is-tifa ederek İstanbul’a döndü. Bu arada 1908 yılı sonralarında aralarında Yusuf Akçura, Necip Asım ve Veled Çelebi, Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in de

29

Page 31: ÇUKUROVA SANAT

yer aldığı birtakım aydınlar tarafından Türk Derneği kurulmuş ve aynı adı taşıyan bir mecmua yayın hayatına başladı.Türk Derneği daha sonra kurulacak Türk derneklerin aksine bünyesinde Osmanlı gayr-i müslimlerine ve Osmanlı vatandaşı olmayan kimselere de yer veriyordu. Ziya Gökalp, bu faaliyetlerin âkim kalışını şu sözlerle ifade eder:

“24 Temmuz inkılâbından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu. Bu esnada, intişara başlayan Türk derneği mecmuası, gerek bu sebepten, gerek yine tasfiyecilik cereyanına kapılmasından dolayı hiç bir rağmet görmedi.”

Bir başka Türkçü cemiyet olan, Türk Yurdu Ce-miyeti 31 Ağustos 1911’de Mehmet Emin (Yur-dakul), Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Hüse-yinzâde Ali, Doktor Âkil Muhtar gibi şahsiyetler tarafından kurulmuştur.

Türk Yurdu Cemiyet’i “Türklerin faidesine çalışır” serlevhasıyla Türk Yurdu mecmuasını çıkardı. Bu cemiyet,Türk Ocakları’nın hazırlık döneminde ortaya çıktığı için kurucuları daha sonra Türk Ocakları içinde yer aldı. Türk Yurdu mecmuasının imtiyaz sahibi ve Türk Ocaklarının kuruluş teşebbüslerine boyunca reisi Mehmet Emin Bey’dir.

İttihat ve Terakki yöneticileri Mehmet Emin Bey’e Türk Yurdu mecmuasındanki vazifesini terk etmesi şartıyla İstanbul Merkez Murahhassasını teklif ettiyse de Mehmet Emin Bey kabul etmedi. 1912 yılı başlarında İttihat ve Terakki Mehmet Emin Bey’i o istememesine rağmen vatanî hiz-metin kudsîliğini öne sürerek Erzurum Valiliği’ne gönderdi. Mehmet Emin Bey, Türk Yurdu Cemi-yeti ve Türk Yurdu’nu Yusuf Akçura’ya devrede-rek Erzurum’a gitti. Ancak 1913 yılında iktidarını pekiştiren İttihat ve Terakki kendisini Sivas Valiliği’nden emekli sevk etti. I. Dünya Harbi yıllarında Türk milleti birden fazla cephede vuruşmaktayken Mehmet Emin Bey, Musul mebusudur. 1915 yılında “Tan Sesleri” adlı kitabı yayınlanır. Harbiye Nezareti, I.Dünya Harbi esnasında Çanakkale Cephesi’ndeki eşsiz mücadele ve kahramanlıkları tespit ettirip bu kahramanlık destanını diğer cephelere de yaymak gayesiyle başlatılan harp edebiyatı meydana ge-tirme faaliyetleri çerçevesinde İstanbul Edebiyat Heyeti’ni Çanakkale Cephesi’ne gönderdi.

Mehmet Emin Bey de bu heyete dahildi ve İstanbul’a dönüşüyle birlikte “Çanakkale Kahramanlarına” ithaf ettiği “Ordunun Destanı” adlı kitabı yayınladı. “Ordunun Destanı” Mus-tafa Kemal’den bahseden ilk manzum eser olma vasfına haizdir. Ordunun destanı kitabı “Orduya Selam” ve “Ordunun Destanı” isimli iki uzun şiirden meydana gelir. 678 mısra olan “Ordunun Destanı” şiirinin son kıtaları şöyledir:

“Ey, bugüne şâhit olan sarp hisarlarEy, kahraman Mehmet Çavuş siperleriEy, Mustafa Kemallerin aziz yeriEy, toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!Sizler burada gördügünüz büyük cengiElde kılıç parladıkça unutmayın ;Bugünü de bundan üç bin yıl evvelkiKahramanlık devri gibi unutmayın!” ... (Ordunun Destanı) 1916’da “Dicle Önünde” adında müstakil

şiirden oluşan kitabı, 1917’de de “Hastabakıcı Kadınlar” adlı kitabı yayınlandı.

Yıl 1917... Mehmet Emin Bey, 1890 yılında evlendiği

Müzeyyen Hanım’ın memleketi olan Şarkîkarahisar (Şebinkarahisar) mebusuydu. 1918’de “Turan’a Doğru” ve “Zafer’e Doğru” kitaplarındaki şiirleriyle askerimizi son bir gayrete davet etti. Askerimizin cephede canhıraş gayretler-ine rağmen savaş aleyhimize neticelendi, akabi-nde İttihat ve Terakki kendini feshetti, ileri gelen-leri yurtdışına çıktı. Memleket içinde bulunduğu durumdan kurtulması için milletin imkânlarını seferber edecek kahraman evlâdını beklemek-teydi. En son ocak sönmeden teslim olmamaya and içen Türk milleti, İzmir’in işgalini (15 Mayıs 1919) telin için 23 Mayıs 1919 günü Sultanah-met Meydanı’nı doldurdu. Mehmet Emin Bey, o mahşerî kalabalığa şöyle seslendi:

“Kardeşler, keşke asırların geceleri ve dünyaların mezarları gözlerime dolarak bir kör olsaydım. Sokak sokak dilense idim de mil-letimin, kulağımı parçalayan bu felâket seslerini işitmeseydim, bu kara günleri görmeseydim. Keşke

30

Page 32: ÇUKUROVA SANAT

göğün yıldırımları, yerin canavarları birleşerek beni kanlar içinde topraklara yuvarlasaydı da vatanımın bu musibeti huzurunda bulunmasaydım ve bu azapları çekmeseydim. Zira bugün uğradığı felâket ve musibetler o kadar acı!...”

...“Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî anan-elere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olan bir mil-letin mahvolduğunu tarih göstermiyor...”

“Vur ey Türk, vatanın bakirlerineGünahkar gömleği biçenleri vur; Kemikten taslarla, şarap yerine Şehitler kanını içenleri vur! Vur, güzel âşıklar cenazesindenKırmızı meşaleler yakanları vur; Şehvetin raksına yetim sesindenBesteler, şarkılar yapanları vur!” ... (Ey Türk Vur) II.İnönü Savaşı esnasında Yusuf Akçura ve

Mehmet Emin Bey İnebolu’ya geçti. Mustafa Ke-mal, Anadolu’ya geçmelerinden duyduğu mem-nûniyetini ve zafer haberini çektiği telgraftaki “Türk milliyetperverliğinin ilâhi müjdecisi olan şiirleriniz bugünkü mücadelemizin kahramanlık ruhuna doğuş ufku olmuştur. Gelişinizden duyduğum memnuniyeti ifade ile sizi milletimizin mübarek babası olarak selâmlarım” sözleriyle belirtmiştir. Zafer haberini duyup, İnebolu’nun Hürriyet meydanında toplanan halka önce Mehmet Emin Bey, daha sonra Yusuf Akçura nutuk irad etti. Zafer haberini bildiren telgrafı açık artırmaya koyarak o günkü adı Hilâl-i Ahmer olan Kızılay’a 6 000 lira para toplamışlardır. Mehmet Emin Bey’in uzun nutkunun bir kısmını “Ey Türk Vur!” şiirinin tahlili olarak da görebiliriz; “ İnönü zaferi gururun, tamahın muharebesi değil, vatanın, haritanın mu-harebesidir... Peygamberimiz Hz. Muhammed’le; memleketi, sandukası hakarete uğrayan Gazi Sul-tan Osman, mezarlarından kefenleriyle çıkarak Söğüt önlerine gelmiştir ve Allah’ın din, vatan ordusuna fetih, yardım gelmiştir... Ey Türk! Vur!

Senin mazlum İzmir’in, yaslı Edirne’nin, esir İstanbul’un, Suriye ve Türkiye’nin bütün ümitleri sende. Bunlar ezanları susmuş; minareleri, min-berleri yıkılmış; camileri, kandilleri kararmış ka-bileleriyle, esir ve mahpuslarla dolu zindanlarıyla senin Anadolu’na gözlerini dikmişler, kahraman evlâtlarından mucize bekliyor, vur! Senin belde-lerine yangınlar, çocuklarına zincirler getirenleri, yeşil ovalarını kemiklerle ağartanları, gümüş ırmakları kanla kızartanları vur! Sana bir kara yılan gibi sarılmak istenen esareti boğmak için vur! Gururlu hırsları taşlara gömmek için vur! Ve silâhın kırılıncaya kadar vur! Seni, yukarıda Al-lah, aşağıda tarih seyrediyor, vur!”

Mehmet Emin Bey, 8 Nisan 1921’de Ankara’ya geçti. Millî Mücadele boyunca cephe gerisinden başta Ankara ve Adana olmak üzere milleti gayrete getirmek için didinip durdu. Aynı eser 1928 yılında “Mustafa Kemal” adıyla tekrar yayınlandı. “Kral Corc” mensur eseriyle vatanımıza hayasızca ve pervasızca musallat olan “tek dişi kalmış canavar”a çatmış. Millî Mücadele’nin zaferle neticelen-mesinden sonra 2.TBBM Şebinkarahisar mebusu oldu. Bir dönem sonra- 3.dönem Şebinkarahisar mebusluğu sırasında- Serbest Fırka’nın kurucuları arasında yer aldı. Kısa süren bu denemenin net-icesiz kalması sonrası maddî ve manevî zorluk-lar uğraştı. Daha sonraki yıllarda Atatürk’ün vefalı tutumuyla, Urfa ve İstanbul mebusu olarak TBMM’de yer aldı.1939 yılında yayınladığı “An-kara” adlı eserinde Atatürk ve inkılâplarını ne ka-dar kıymetli bulduğunu anlattı.

Dilin anlaşma vâsıtası olduğundan dem vurmuş, halk diline yakınlaşmasını savunmuştur, şiirde aruz geleneğini bırakıp hece veznini tercih etmiştir.Bu husustaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:

“Ben daha ziyade elemlerin, acıların ve biçare-lerin şiirini duyurmak istedim. Lisana gelince… Mademki bütün diller anlamak ve anlatmak için bir vasıtadır, bizim lisanımızın da bu gayeye göre halk tarafından anlaşılacak bir surette tasfi-yesi lâzım geliyordu. Bundan dolayı biz, dilimizi Arap ve Acem terkiplerinin zincirinden kurtara-rak hür yapmak istedik. Şiirlerimizi de bu millî ve hür lisanla yazdık… Kendi millî, yani hece veznimizse dervişlerin ilâhilerinde, nefeslerinde, âşıkların koşmalarında, destanlarında ve halkın türkülerinde vardı. Tabiî biz bunu kabul ettik ve

31

Page 33: ÇUKUROVA SANAT

buna bir genişlik vermeğe çalıştık. Mevzularımızı memleketimizin hayatında bulduk. Hislerimizi halkın kalbinden aldık ve Türk sazı ile Türk ru-hunu terennüme başladık.”

Kendisini, “Genç çağdaydım, kendimi bir dikenli yolda bul-

dum;Hıçkırıklar işittim, gül ve bülbül bağlarından.Felâketler topladım, Anadolu dağlarından;Uzun sazlı Âşıklar diyarında şair oldum.Ezgi koydum, âhlarla, figanlarla Türk şi’rine,Öz dilimle haykırdım, “Ey milletim, uyan!” diye;Viran yurdun dolaştım, bir şehrinden bir şehrine;Saç ve sakal ağarttım ben de,`Vatan, vatan!` diye.”(BenimÖmrüm) şiiriyle anlatan vatanperver şairimiz, 14 Ocak

1944 günü ebediyete intikal etti. Çok sevdiği vatan toprağıyla kucaklaşan, Mehmet Emin Bey, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda medfundur. Kendisini rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.

Bütün Eserleri:Fazilet ve Adalet (1890)Türkçe şiirler (1899) Türk Sazı (1914)Ey Türk Uyan (1914)Tan Sesleri (1915)Ordunun Destanı (1915)Dicle Önünde (1916)Hastabakıcı Hanımlar (1917)Turan’a Doğru (1918),Zafer Yolunda (1918)İsyan ve Dua (1919)Aydın Kızları (1919)Türk’ün Hukuku (1919)Dante’ye (1920)Mustafa Kemal (1928)Kral Corc’a (1928)Ankara (1939)

DİPNOTLAR:[1]Sadrazam konağı evrak odası[2]Hukuk Mektebi, Hukuk Fakültesi[3]Gümrük Bakanı.[4]Gümrük idaresinde yazı işleri müsveddelerini

tutan kısım.[5]Gümrük idaresinde Evrak İşleri Müdürü.

FAYDALANILAN KİTAP VE MAKALELER:

Ahmet Vehbi Ecer, Dr, İkinci İnönü Zaferinin Türk Milletine Kazandırdığı Moral Güç, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 44, Cilt: XV, Temmuz 1999

Davıd Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Ay Köprüsü Yayınları

Sadık Tural, Prof.Dr,Bir Hayat Hikâyesinin Ana Çizgileri: “Millî Şair”http://www.edebiyatdergisi. hacettepe.edu.tr/198422sadiktural.pdf -Hamdullah Subhî Tanrıöver, Günebakan

Hayrettin Karaman, Prof. Dr, İA Cemaleddin Efgâni

Maddesi Nurullah Çetin, Yard. Doç. Dr, Cumhuriyet Döne-

mi Türk Edebiyatında Öteki Türler- http://www.aof.anadolu.edu.tr/kitap/IOLTP/2275/unite11.pdf

Mevhibe Savaş, Atatürk’ün Tarih Görüşü- http://

turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/mevhibe_savas_ataturkun_tarih_gorusu.pdf

Oyhan Hasan Bıldırki, Millî Mücadele Yıllarında

Mehmet Emin Yurdakul, Hisar Dergisi, Sayı: 74 s. 18 - 19 / Şubat 1970

Ömer Çakır, Araştırma Görevlisi, Türk Edebiyatında

Mustafa Kemal (Atatürk) İsminin Yer Aldığı İlk “Man-zum” ve “Mensur” Esere Dair, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi , Sayı 49, Cilt: XVII, Mart 2001)

Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, İlgi Yayınları Yusuf Sarınay, Doç.Dr, Türk Milliyetçiliğinin Tarihî

Gelişimi ve Türk Ocakları, Ötüken Neşriyat Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, MEB Yayınları

Hamiş: Yusuf Akçura, Türk Ocakları’nın himayesi altında

1928 yılında İstanbul’da yayımlanan Türk Yılı adlı yıllığın hem yayımcısı hem de başyazarıydı. Kaleme aldığı ‘Türkçülüğün Tarihi’ bu yıllıkta 287-455. sayfa-lar arasında, eski harflerle yer alır.

32

Page 34: ÇUKUROVA SANAT

NE DEMEK ŞİMDİ?

Mustafa ASLAN

Sevdâ yollarıma diken döşeyipGelmekten şikâyet; ne demek şimdi?

Hayâlde vuslatı sevip süsleyipHasretten şikâyet; ne demek şimdi?

Garip bir düşünce, sevdâ acayipSeven sevilenden yana muzdarip

Uzayan yollara gözü direyipGelmekten şikâyet; ne demek şimdi?

Tadan anlatamaz buruk tadını

Bülbüller duyamaz gül feryâdınıÖlümüne sevdâ koyup adını

Ölmekten şikâyet; ne demek şimdi?

Sevdâ dünyasında garip gezerkenSefere çıktım ben neş’eden erken

“Gülen gözlerine doyamam.” derkenGülmekten şikâyet; ne demek şimdi?

33

Page 35: ÇUKUROVA SANAT

GELENEĞİMİZİN YÜZ GÖRÜMLÜĞÜ(TÜRKİSTAN’DA BETAŞAR TOYU)

Cemal ŞAFAK “Jalkın emes, jalpın kımbat Altın emes, saltım kımbat” Birimiz değil, hepimiz kıymetli… Altın değil, örfümüz kıymetli… Kazak Atasözü

Türkistan’dayım. 1995 yılı Ekim ayındayız.Haftanın ilk günü… Sınıfımda az sayıdaki öğrencilerime yeni bir konuyu kavratma-ya çalışırken onların hiç de istekli ve ak-tif olmadıkları dikkatimi çekiyor. Sebebini öğrenmeye çalışıyorum ama nafile. Ders bitiyor ama bende merak bitmiyor. Bir kaç öğrencimi sınıfta alıkoyuyorum. Biraz uğraştan sonra ni-hayetinde birisi bir kız arkadaşlarının hafta sonu kaçırıldığını, ailelerin barıştığını ve öğleden son-ra “Betaşar” toyu yapılacağını söylüyor. Neden üzüntülü olduklarını sorduğumda ise nüktedan bir kız öğrencim: “Hem kaçarız hem ağlarız hocam!” diye çok anlamlı bir cevap veriyor ve “Siz de ge-lin toya hocam. Birlikte gidelim. Arkadaşımızı kutlarsınız. Ayrıca bir önemli geleneğimizi tanımış olursunuz. ”davetine“olur diyorum. Gerek bu toy-da izlediklerim gerekse de araştırmalarımdan or-tak gelenek iklimimizde çok lezzetli bir yolculuğa çıkıyorum.

Töreni izlerken köyüm Çıldır-Aşıkşenlik’e, çocukluk ve gençlik dönemlerime kanat çalıyorum bir an. Binlerce kilometre uzaklıkta olan bu iki geleneğin nasıl da bir ocakta piştiği, geliştiği ve de çağları delip günümüze efsunkar bir güzellikle yansıtıldığını zevkle ve gururla seyrediyorum.

Halamın komşu köye gelin gittiği günler. Oğlan tarafı büyük bir salonda misafir edilmiş.Halam iki yanında iki yengem ve başında kırmızı duvağı, ağzında yaşmağı olmak üzere salondaki yüz görümlük töreni için yeni yuvasının fertlerini eliyle selamlıyor. (temanna ediyor)1. Onlar da tıpkı burada olduğu gibi gelinin hediyesini veriyor ya da yanında bulunan diğer gelinlere bir miktar para veriyor. Çay ikram ediliyor. Kaynataya ikram

edilen çay özel bir renkte. Yarısı demden, yarısı ise şerbet. Bunun karşılığı da elbette bahşiş. Orada bulunanları bir damat yakını birer birer tanıştırıyor geline. Her tanıştırma sonrası gelinden bir temen-na. Son bölümde ise çay ve yemek faslı.

Anadolu’da “yüz görümlüğü”, “gelin görme” adlarını alan bu güzel geleneğin son yıllarda unutulmakta olduğunu üzüntüyle takip ediyo-rum. ”Betaşar Toyu”nun beni bozkırdaki bir edep dünyasından selamlamasının anlamını ve bende uyandırdığı tarifi imkansız zevki varın siz takdir edin.

Dilerseniz uzak coğrafyalardaki bizim olan bu Kazak milli geleneğinin gözlemlediğim bazı özel-liklerini burada sizlerle paylaşayım.

“Betaşar” kelimesi “bet” ve “aşar” kelimelerinin birleşik halde söylenmesiyle ortaya çıkmıştır. Yani “Yüz” ve “Açar” kelimelerinin birleştirilmesinden.

Betaçar, yeni gelinin yüzünü açarak topluluğa tanıştırılması törenidir. Kazak halkının çok değer verdiği milli bir gelenektir.

Gelinin yüzünü ozan bir genç şiirle açar. “Beta-çar” söyleyen gencin bu ozanlığına ek olarak hem türkü yapması hem güzel ve etkili konuşması hem de nüktedan birinin olması gerekmektedir. Beta-çar her yerde her türlü yapılabilir. Bazı yerlerde gündüz vakti hısım-akrabalar toya çağrılır. Hısım-akrabaların hepsi toplandıktan sonra bu tören yapılır. Betaçar toyunu yürütecek olan ozan genç, toy sahipleriyle önceden anlaşarak geline selam verdireceği aile büyükleri,akraba ve yakınların önem sırasına göre isim listesini çıkarır. Bunları bir türkü formatı içinde karıştırmadan ve şaşırmadan hafızasına yazarak hazırlığını tamamlar.

Başına yüzünü göstermeyecek şekilde duvak

1.Temenna etmek: Gelinin elini göğsüne, ağzına ve alnına değdirerek büyükleri selamlaması. 34

Page 36: ÇUKUROVA SANAT

kapatan gelini iki yanına iki eltisini koyarak daha önceden tören için hazırlanmış yere çıkarır. Tören sırasında genç gelinin iki tarafında bulunan gelin-lerin elti olarak en yakın seviyede elti olmaları gerekmektedir. Bu geleneğin amacı yeni gelinin ve yanında destek olarak duran diğer gelinlerin sonraki yıllarda aralarındaki sevgi ve saygının düzenli ve ileriye dönük olması hedeflenmektedir. Çünkü, ”Kelinin betin kim aşsa sol ıstık” (ge-linin yüzünü kim açsa o sıcak) biçimindeki sözler önceki gelin olarak destek veren elti-lerle de ilgilidir. Bu sırada geline dayanarak tutunan genç eltiler de gelinle birlikte selam verir ve yeni geline örnek gösterirler. Betaçara hazır olan ozan topluluk karşısındaki geline ve topluluğa ithaf ettiği türküsünü söyler. Gelinin evindeki yerini vurgulayarak yeni yuvasındaki damadın yakınlarıyla tanıştırıp selam verdirir. ”Betaçar”ın amacı, genç kızın yeni bir aileye gelip hizmetinin değiştiğini bildirmektedir. Gelinin kız günlerin-deki giyim alışkanlıklarını terk etmesi ve edepli

bir gelin olması yönünde bu törende tavsiye-lerde bulunulmaktadır. Tören sırasında söylenen türkünün konusu: Genel olarak büyükler önünde-ki terbiye ve saygı sorumluluğunu hatırlatma ve ders vermedir. Betaçar söyleyen kişi, aileye yeni gelen geline bu iki gencin mutluluğunu paylaşmak için gelindiğini, bu gelen akrabaların her birinin kim olduğu ve nasıl bir akrabalık bağı olduğunu söyler. Ata anasıyla kayınlarının (kayın ağa, kayın kardeş); Görümcelerinin (kayın abla ve kayın kız kardeş) bazı özelliklerini överek dile getirir ve gelini bu kişilere karşı dizlerini büküp başını eğerek selamlatır. Yakın akrabaların isim-lerini söyleyerek de onları tanıştırır. Ata-anasının sözlerini iki defa tekrarlatmadan yerine ge-tirmesi gerektiğini öğütler. Hısım akrabaları misafirliğe geldiklerinde yüzünü asmadan onları saygı ve hürmetle karşılamayı tavsiye eder.

Selam alan akrabalar genç geline vereceği hedi-yeyi söyler ve selam verdiren ozanın önüne ya hediyesini ya da bir miktar para bırakır.

35

Page 37: ÇUKUROVA SANAT

BETAÇAR ÖRNEĞİ:

TÜRKİYE TÜRKÇESİ KAZAK TÜRKÇESİ

Şimdi dinleyin hısımlar, Türkü çağırıp söyleyeyim.

Çift telli dombıramı, Gümbürtüyle çalayım.

Tan geçiren tecrübeli gibi, Dağ eteklerinden saldırayım, Toplum karşısına çok çıkıp, Gösterişli toyun şansıyım.

Betini açıp gelinin, Bir işe yarayayım.

Bıldırcın gibi genç gelin, Eskilerin örfüyle, Yuvasından atladı.

Atıversin nurlanarak, Sevginizin ak tanı. Gelincanın endamı, Bahçedeki kızıl gül. Güzelliğine baksan,

Tahttaki prenses gibi. Ak bileğin aklığı,

Önüne gelip yayılan, Ak ipekle pamuk gibi.

Sümbül saçı açılıp, Ak yüzünü kapatmış. Altın toka takması, Balla şeker tatması,

Süte kaymak katması, Başına döneyim ak gelin,

Gün yarın ak olur, Köyümüzün övgüsü. Ey yarenler yarenler! Söyle desen buyurup, Türkü söze gelince,

Gördüğüm yok yasağı, Söylenecek sözlerde. Jambıl ile Abay’ın, Ruhlarına sığınıp Kaşı gözü nazlı

Gelin kalk eğilip. Mayıs gülleri gibi, Kızıl,yeşil giyinip,

Kız ve delikanlılar bakardı, Gösterişine yaslanıp.

Al tındandar, ağayın,Şırkap enge salayın.Kos işekti dombıra,

Kümbirletip kağayın.Tan asırgan tarlanday,Tav bökterlep şabayın.Top aldında köp şığıp,Körkem toydın talayın.

Betin aşıp kelinnin,Bir kedene jarayın.

Büldirşindey jas kelin,Burunğının saltımen,

Bosağadan attadı.Ata bersin araylap,Muhabattın ak tanı.Kelinjannın sımbatı,Kızıl güldey baktağı,Kelbetine karasan,

Hanşayımday taktağı.Ak bilektin aktığı,

Aldına akep jayğanday.Ak jibek pen maktanı,

Sümbil şaşı tögilip,Akşa betin japkanı.

Altın şaşpav takkanı,Bal men şeker tatkanı,

Sütpen kaymak katkanı.Aynalayın,ak kelin,

Küni erten-ak boladı, Avılımızdın maktanı.O,jarandar,jarandar,Söyle desen buyırıp, Ölen sözge kelgende, Körgenim jok tıyılıp,Kızdırmalap aytadın

Jambıl menen AbaydınRuhlarına sığınıp.Kası közi kıyılıp,Kelinin tur iyilip.

Zavza mamır gülündey,Kızıl-jasıl kiyinip,

Kız-bozbala karaydı,Tulğasına suyinip.

36

Page 38: ÇUKUROVA SANAT

Genç gelini görmeğe, Ak duasını vermeye,

İyilikle yayınız, Gelip oturuyor toplananlar.

Ey gelincan güzelim, Diyeceği çok abinin, Tan nuruyla açılan

Gülü gibisin doğanın. Yeni ömre at binen, Kutlu olsun adımın.

Çoktan beri bekliyor özünü, Gönlün ile çıkıver.

Ata ile ananın, Büyük ile balanın,

İki söyletmeden yerine getir, Güveyin talebini.

Günde konuk gelse de, Hiç ekşitme yüzünü.

Gülüp dursun gözlerin, Yalana fırsat verme, Ayırmayı bil adamın,

İyi ile kötüsünü. Eringeçlik yol değil,

Baştan geçip oturmak da, Çabuk olmak zamanı.

Olsan iyi özüne, Her şeyden haberin,

Aklınla buluver, Zor işlerin yolunu

Anlamlı olsun geçimin, . Tatlı olsun yemeğin,

Nasihatı gibi babanın, Ömür boyu saygılı ol,

Aşkınızın bal türküsüne. Dinle gelin daha da,

Sözümde var çok mana, Balam iki oldu diye, Gururlanarak oturan, Atanız var değerli,

Kaynanan var ağıbaşlı Düşünüyor samimiyetle.

Akılına başvursan, Pişman olmazsın sonunda, Çiğnemezsin parmağını.

Kaynata-kaynanana bir selam! Adımını doğru bulan, Mutluluğunu düşünen, Durduğu yok hayatın,

Jas kelindi körmekke,Ak batasın bermekke,Jaksı menen jaysandar,

Kelip otır jıyılıp.Al,kelinjan,karağım,Aytarı köp ağanın.

Tan nurimen aşılğan,Gülindeysin dalanın.Jana ömirge attanğan,Kuttı bolsın kadamın.Köpten kütken özindi,

Könilinen şığa bil,Ata menen ananın,

Ülken menen balanın,Eki etkizbey orında,Küyevinnin talabın.

Künde konak kelse de,Tüyilmesin kabağın,Külip jürsin janarın.Boy aldırma ösekke,

Ayırabil adamnınJaksısımen jamanın.Jaybasarlık jön emes,Bastan keşip oturup, Jedeldetüv zamanın.

Bolsa jaksı özine,Er nerseden habarın,Akılmenen taba bil,Kıyın istin amalın.

Mendi bolsın tirligin, Demdi bolsın tamağın.Ösiyetindey babanın,Ömir boyı kasterle,

Mahabbattın bal enin.Tında kelin tağı da,

Sözimde köp mağına.Balam ekev boldı dep,Kuvanış kıp oturğan,Atanız bar ardaktı,

Eneniz bar salmaktı,Oylaytuğun jan-jaktı.

Akılına jüginsen,Ökiniş kıp sonınan,

Şaynamaysın barmaktı.Ata-enene bir selem!Kadamındı kup körip,

Bakıtındı oylağan,Turlavı jok tirliktin

37

Page 39: ÇUKUROVA SANAT

Derinliğine boylayan, Sürününce denmeyecek Dayanağın-kaynağın,

Kayın ağana bir selam! Geleceksin diye gururlanıp,

Yuvana saygı duyan, Sucuk ve pastırması, Kazanında kaynayan,

Eltilerin gelmişler, İki gözü parlayan,

Eltine de bir selam! İstekli olup gelen,

İşte buradaki topluluk, Hepsi senin hısımın,

Biri olsa sırdaşın, Akrabanın çokluğunun-

Bilebilsen rızkını, Yorulunca nefesin,

İyi olsan özleri, Ağzına getirip koyan,

Yumuşak ve sıcak lokmayı, Topluluğa bir selam!

Elime, milletime ekleyeceğim, Türküden yemiş saçtığım,

Unutmayayım özümü, Başkalarının gamını düşünen,

Bana da gelin bir selam!

Terenine boylağan,Süringende demeytin,Süyenişin-kaynağan,Kaynağana bir selem!

Sen keledi dep kuvanıp,Otavındı saylağan,Kazısı men kartası,

Kazanında kaynağan,Abısının kelip tur,Eki közi jaynağan,Abısınğa bir selem!Tilekşi bop kelip tur,

Mına tuğran köpşülük,Beri senin tuvısın,Biri bolsa sırlasın,Ağayınnın köptiği- Bile bilsen ırısın,Şarşağanda tınısın,

Jaksı bolsan özderi-ak,Avızına akep tosadı,Jumsağı men jılısın

Köpşillikke bir selem!El-jurtuna koskanım,

Jırdan şaşuv şaşkanım.Umutpayın özimdi,

Kamın oylap baskanınMağan da kelin bir selem!

Gelinin yüzünü açan ozan yiğide büyükler-le gelinin kaynata ve kaynanası memnuni-yetlerini bildirerek hediyesini sunarlar. Geli-nin yüzünü orada bulunanlar gördükten sonra dilek ve temennilerini söylerler. Şeker ve kuru yemiş dağıtılır (Şaşuv şaşıladı). Genç geli-nin elinden çay içmek isteyen akrabalara ge-lin çay ikram eder ve böylece “Betaçar” töreni tamamlanır.

Yaşmağı ve duvağı altındaki edebiyle asırları aşıp gelen Türk analarının önünde saygıyla eğiliyor ve geleneğimin yüz görümlüğü olarak onlara yüreğimin derinliklerinden “Bir selam!” da ben gönderiyorum..

38

Page 40: ÇUKUROVA SANAT

QARA DASTAN

Elmas YILDIRIM

Desen: Mehmet Başbuğ - Diyarbakır

Kimsə bilməz Tanrıdağın yaşını,Duman almış Altayların başını,Uçurmuşdur başdan dövlət quşunu,Sətvətinə yüz çevirmiş zaman hey…Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Dörd bir yana dağılmış Türk soyları,Sönmüş ocaq, köçüb getmiş boyları,Dərdli-dərdli axar bozqır çayları,Saxlar içdən gizli ümid, güman hey…Qoca Türkün düşdüyü gün yaman hey…

Ağ alnına qara yazı yazılmış,Yaylalarda düyün-dərnək pozulmuş,Gəlinlərin gur saçları çözülmüş,Yada qalmış, dilər eldən aman hey…Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Dağdan-dağa çarpıb getmiş doğanlar,Qayalarda iz buraxmış al qanlar,Ordulara buyruq verməz elxanlarNərdə qalmış Sədlər yıxan fərman hey…Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Xarab olmuş Buxarası, Başkəndi,Matəm tutmuş Səmərqəndi, Daşkəndi,Kəndi söylər, tökər gözdən yaş kəndiNə ozan var, nə yazan, nə şaman hey…Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Qazan, Başqurd batmış, Qırım sürülmüş,Mənim çəkik gözlü yarım süzülmüş,Qonum-qonşum, bütün varım sürülmüş,Bulunurmu Sibiryada iman hey?Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Türk elləri bir-birinə yadlanır,Qazax, qırğız, türkmən, özbək adlanır,Azəri Türk yanar, içdən odlanır,Ana yurdun içdən halı duman hey…Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Orqun çağlar, yatmış ellər ayılmaz,Tarım çayı doğru yola qoyulmaz,Hey səslənir Amu-Dərya, duyulmaz,Sır-Dəryada qalmamışdır dərman hey…Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Xəzər coşar, xəbər salar Kürünə,Axıb gedər Kür sürünə-sürünə,İdil ağlar, Altın Ordu yədinə,Aral kəndi varlığında peşman hey…Qoca Türkün düşdüyü dərd yaman hey…

Azərbaycan dərd içində doğulmuş,Sevənləri diyar-diyar qovulmuş,Ağla, şair, ağla, yurdun dağılmış,Nərdə qopuz, nərdə qırıq kaman hey?..Nərdə böyük Vətən - nərdə Turan hey!..

39

Page 41: ÇUKUROVA SANAT

19. YÜZYILDA TATAR SAHASINDA ORTAYA

ÇIKAN YENİLİK HAREKETLERİ

Fatma ERTÜRK*

XIX. yüzyıl Türk dünyası için bunalım ve karmaşa döneminin simgesi, Avrupa devletleri için refah ve ilerlemenin sembolü olmuştur. Türkistan’ın Rus ve Çin işgaline uğraması üzerine bu coğrafyada önemli değişiklikler arz etmiştir. Bu topraklarda yaşayan hanlıklar dağılarak Rusya himâyesi altında farklı adlarla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Bu makalede, Kazan Tatar Türklerinin etnik teşekküllü, XIX. yüzyılda Kazan’da sosyal ve kültürel faaliyetler ve bu başlık altında İsmail Gaspıralı, Abdunnasîr Kursavî, İbrahim Halfin, Şehabeddin Mercanî gibi XIX. yüzyıla damgasını vuran şahsiyetler ele alınacaktır.

Milattan sonra 4. yüzyılda İdil–Ural bölge-sini merkez edinen Batı Hunları, Atilla’nın ölü-müyle Avrupa’dan doğuya çekilmiştir. Hunlarla diğer bazı Türk boyları 5. yüzyılda Karadeniz ve Kafkasya’nın kuzeyinde Bulgar adı altında yeni bir siyasî birlik teşkil etmişlerdir. 6. yüzyılda bu birlik parçalanmış, Bulgarların bir kısmı Macaristan’a ve Balkanlara, bir kısmı Kuzey Kafkasya’ya büyük bir kısmı da Orta İdil ve Kama nehri çevre-sine yerleşerek Büyük Bulgaristan devletini mey-dana getirmişlerdir.

11. yüzyılda Aşağı İdil bölgesine (Hazar ülke-sine) gelen Kıpçak –Kuman Türkleri Hazarlara karışarak kuzeye sokulmuşlar ve Orta İdil- Kama Bölgesi Bulgarlarının büyük bir kısmını kendi içinde eritmişlerdir. 1237’de Batu Han idaresin-deki Moğol ordusu bölgede hâkimiyet kurmuş ve bölgeye çok sayıda başka Türk boyları da gelip yerleşmiştir. Böylece eski Bulgar, Kıpçak ve daha başka Türk boylarının karışması sonucu bugünkü Kazan Türkleri (Tatarları) meydana gelmiştir.

Kazan Tatarları 1236 -1437 yılları arasında Altın Orda Hanlığı, 1437- 1552 yılları arasında ise Ka-zan Hanlığı idaresinde yaşamış 1552’de Kazan’ın Rus çarı IV. İvan tarafından işgal edilmesinden iti-

baren Rusya idaresine girmiştir. 19. yüzyıl, Tatar Türklerinin Rus idaresine kolo-

ni olarak yaşadığı bir devirdir. 1552’de Kazan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra, Tatar Türklerinin kültür ve medeniyetine çok büyük darbe indirildi; Müslüman Tatar halkını zorla hıristiyanlaştırma işi başladı. Tatar Türkleri bu hareketlere karşı koyabilmek için mücadele et-tiler. Çariçe II. Katerina zamanında, 1773 -1774 yıllarında patlak veren Pugaçev isyanından son-ra, zorla hıristiyanlaştırma işi biraz yavaşladı. Rus idaresi, Kazan Türklerine başta ticarî, daha sonraları siyasî ve kültürel konularda bazı im-tiyazlar vermek zorunda kaldı. Tatar aydınları, gençleri Buhara’ya göndermeye başladılar. Bu-hara, o devirde Timur zamanındaki gibi bir ilim merkezi olmasa da, ilim öğrenmek isteyen gençleri kendisine çekmekteydi. Gençler Arap ve Fars dillerini öğreniyor, zengin kütüphanelerden faydalanıyorlardı. Buhara’da okuyup gelen tale-beler halk arasında saygınlık görüyordu. Çünkü Buhara’ya gidip gelmek o devrin şartlarına göre kolay değildi. Bu nedenden dolayı Kazan’da zenginler tarafından medreseler açılmaya başladı. 1771 yılında Kazan’da Ahunda ve Apanay adlı iki medrese açıldı. Buhara modelinde eğitim veren bu medreseler, skolâstik yöntemlerle öğretimi devam ettirseler de okuma ve yazma bilenlerin sayısını arttırmıştır. Şehabettin Mercanî, Hüseyin Feyizhanî gibi Tatar aydınları mektep ve medrese-lerde müsbet ilimlerinde öğretim programına dâhil edilmesiiçin çalıştılar. Bu tablonun değişmesinde en büyük rolü Kırımlı İsmail Gaspıralı üstlendi. O “Usûl-ı Cedîd” ile öğretim yapan mektebi açma başarısını gösterir ve fikirlerini “ Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman” adlı gazetesinde hayata geçirir. 1804’te Kazan’da Kazan üniversitesi kuruldu. Ayrıca pek çok kitap basıldı. Osmanlı, Arap, Rus, Fars ve Avrupa edebiyatlarından kitaplar çevrildi.

*Ege Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Doktora Öğrencisi 40

Page 42: ÇUKUROVA SANAT

Tatar aydınları eserlerinde sadece Doğu edebiyatının fikirlerini değil, Batı edebiyatının fikirlerini de yansıtır. Aydınların eserlerin-deki muhtevayı daha iyi anlayabilmek için Rusya ve Avrupa’da gelişen edebiyat akımlarına değinmek yerinde olacaktır. 19. Yüzyılın başlarında Rus edebiyatında Avrupa’daki Roman-tizm hareketlerinin Rus edebiyatına girmesini sağlayarak özgün bir Rus Romantizmi yaratan Puşkin, Yevgeni Onegin (1833) adlı romanıyla Rus Gerçekçilik Akımı’nı da başlatmıştır. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Rus edebiyatında Gogol’dan başlayarak toplumsal konular önemli bir yer tutmuştur. Yazarlar yapıtlarında küçük insanları, yoksulları, acı çekenleri, ezilenleri, bin bir güçlük içinde yaşama mücadelesi veren-leri ele almışlardır. Diğer önemli konu da din-sel sorunlardır. Birçok yazarın yapıtında din-sel ve toplumsal sorunları birbirinden ayırmak imkânsızdır. Kendisinden sonra gelen yazarları etkileyen Gogol, Rus gerçekçiliğinin öncülerin-dendir. Gogol’un gerçek mirasçısı Fyodor Dos-toyevski eserlerinde Rus toplumundaki sıradan insanı ele alırken daha sonraları toplumsal sorun-lara yönelmiştir. 19. yüzyılın ortalarına Rusya’da edebiyat siyasal düşüncelerin egemen olduğu bir alana dönüşmüştü. Dostoyevski gibi kilise ve çarlık yönetimi yandaşı yazarların karşısında aydınlanmayı ve siyasal devrimi savunan ya-zarlar da vardı. Çağdaş Rus edebiyat eleştirisinin temellerini atan Vissarion Gregoryeviç Belinski, Aleksandr İvanoviç Herzen, Nikolay Çernişevski, İvan Sergeyeviç Turgenyev batılaşmayı savunan yazarlardandır. Rus Gerçekçiliği’nin öbür büyük temsilcileri İvan Gonçarov, Aleksandr Niko-layeviç Ostrovski, Lev Tolstoy’dur. Bu bilgiler etrafında Tatar edebiyatına ışık tutabiliriz.

İsmail Gaspıralı (1851 -1914) Kırım Bahçesaray’ın Avcıköy’ünde doğmuştur. Kırım’da Müslüman mektebinde ve Moskova’da askerî lisede tahsil görmüştür. O dönemde Rusya Pan-Slavizmin ve Rus milliyetçiliğinin merke-zidir. Türk-İslâm düşmanlığına dayandırılan bu Slavcılık hareketi, askerî ve sivil bütün okullara hâkimdir. İsmail Gaspıralı, Slavist propagandayı ve dersleri dinlemek zorunda kalır, bu ise onu Türk milletine daha çok bağlanmaya ve haklarını müdafaa etmeye sevk eder. Bir yandan da

Rusya’daki Gaspıralı hareketleri ile iktisadî ve içtimaî gelişmeleri büyük bir merakla tâkip eden Gaspıralı, Müslüman Türkler’in bu gelişmelerden faydalanamadığını ve ihmâl edildiğini fark eder. Bu tespitlerinde Paris’te pedagoji eğitimi(1872) almasının ve Avrupa medeniyetini yakından tanıma fırsatı bulmasının büyük etkisi olmuştur. Paris’te 1874’e kadar kalır ve buradaki tespitlerini İstanbul’da neşrettiği “Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvasene” adlı risâlesinde dile getirir. Daha sonra İstanbul’a zâbit (subay) olmak için gelir. Müracaatı kabul edilmemiştir. Fakat burada aydınlarla tanışma fırsatı bulur ve milletine gaze-tecilik yoluyla hizmet etmeye karar verir.

Hızla modern okullar açmanın, dergiler ve gaze-teler çıkarmanın, halkı aydınlatmanın gerekliliğini anlayan Gaspıralı, Rus hükümetine gazete çıkarmak için başvurur ancak reddedilir(1879). 1881 Şubat’ında Rusça çıkan Tavrida gazetesinde “Genç Molla” imzasıyla “Rusya Müslümanları” başlıklı makaleler yazar. Rus idâresinde yaşayan Türklerin haklarını savunur. Rus hükümeti 8 Mayıs 1881’de “Tonguç”, 5 Ağustos 1882’de “Mir’at-ı Cedîd” adlı mahallî mecmuayı çıkarmasına izin verir. Gazete çıkarmak için maddi sorunlar yaşayan Gaspıralı Tatar zenginlerinin ve eşi Zühre hanımın desteğiyle 10 Nisan 1883’te “Tercüman” gazete-sini çıkarır. “Dilde, fikirde ve işte birlik” parolası ile başlattığı bu mücâdelede ilk gerçekleştirmek istediği eğitim hayatının düzene sokulmasıdır. Bu fikirle “Usûl-ı Cedîd” okulları açar.

Tatarların yeni usûlde mektepler açmaları kolay olmamıştır. Çünkü mutaassıplar, bu usûl bizi Ruslaştırmaya götürecek, İslâm’ı yok edecek gibi korkularla buna karşı çıkmışlardır. Bundan başka, Çar hükümeti Tatarların çağdaş ilme sahip olmalarını istememektedir. Fakat bütün bu engellere rağmen, Usûl-ı Cedîdle öğretim yapan mektepler yayıldıkça yayılır.

Bunda, bu mekteplere maddî destek sağlayan zenginlerin ileri görüşlü olmaları büyük rol oynadı. Çünkü Çar hükümeti Tatar mekteplerine para vermediği için bu okullar zenginlerden ve halktan toplanan paralarla öğretimini yürütüyordu.

19. yüzyılda kitap basımı, gazete ve dergi çıkarımı konusunda büyük bir artış meydana gelmiştir. Kazan’da 3500 çeşit kitap basılmış tirajı

41

Page 43: ÇUKUROVA SANAT

23 milyon 500 bin olmuştur. Bu sayıya Kazan’ın dışında yaşayan Tatarların bastırmış olduğu kitapların sayısı dahil değildir. 1804 yılında Rusya’da Kazan Üniversitesi açılır. Üniversi-tede Arkeoloji, Tarih ve Etnoğrafya Derneği’nin üyeleri olan N. Firsov, Spilevskiy, Berezin ve Ka-tonov gibi tanınmış ilim adamları vardır. Bunların yanı sıra Ş. Mercanî, K. Nasırî, İ. Halfin gibi Türk ilim adamları da ders veren hocalar arasındadır.

Eğitim reformunun hızlanması üzerine bir üniversitede Türk lehçeleri ve ilâhiyat üze-rinde çalışan Rus profesör Nikolay İlminskiy, Gaspıralı’nın uygulamalarını ve fikirlerini engel-lemek için girişimlerde bulunmuştur. Nikolay İlminsky, 25 Mayıs 1876’da “çeşitli işaretlerle harekelenmiş Rus alfabesinin” Müslüman Türklerin kullandığı ayrı lehçelere uygulanmasını teklif etti. Bununla da yetinmeyen İlminsky, “müşterek bir Türk Tatar dili yerine, her bir boy için boy şivesinin ana dil olarak kabul ettirilmesi-ni” ileri sürdü. Fakat Gaspıralı’nın bir nevi Türk Rönesans’ı diyebileceğimiz yenilik hareketlerini engelleyememiştir. Tercüman gazetesi Kazan’dan İstanbul’a Balkanlar’dan Türkistan illerine kadar Müslüman halk tarafından en çok okunan gazete olmuştur.

Gaspıralı’nın tesiriyle Rusya Türkleri arasında yetişen önemli şahsiyetler şunlardır: Ahmed Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Mirza Fetih Ali Ahundof, Ziyaeddin Fahreddin, Fatih Kerimov, Musa Carul-lah, Sadrî Maksûdî, Ayaz İshakî v.s.

19. yüzyılda Tatar cedidçilik hareketlerinin önemli isimlerinden Abdulnnasîr Kursavî, İbrahim Halfin, Şehabeddin Mercanî ve Kayyum Nasırî’den bahsetmek yerinde olacaktır.

Abdulnnasîr Kursavî, Kazan vilâyeti Kursa köyünde 1771 yılında doğmuş, 1812 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. İlk tahsilini Meçkere’de Molla Muhammed Rahîm Ahund’un yanında, sonra Buhara’da yapmıştır. Daha sonra kendi köyüne geri dönerek büyük medreseler yaptırmış ve birçok talebe yetiştirmiştir.

Rusya içindeki Türkler arasında 19. yüzyılda başlayan reform ve yenileşme hareketlerinin öncülerinden olmuştur. Eserlerinin çoğunu Arapça yazmış, Tatarca olarak Heftiyek tefsiri (Kur’an’ın yedide biri) adlı eseri kaleme almıştır. Tak-lidçi ve kelâmcıları tenkîd eden Kursavî, cedîd

hareketine uygun medreseler açmayı ve kitap yazmayı teşvik etmiştir. Fakat İslâm dünyasındaki geriliğin ve taassubun çok kuvvetli olması sebe-biyle, fikir hayatında topyekûn ıslahat hareketleri ancak Kursavî’den sonraki devirlerde mümkün olabilmiştir.

Diğer önemli şahsiyet İbrahim Halfin (1778-1829)’ dir. Kazan üniversitesi profesörlerinden olan Halfin, tarihî araştırmalarıyla tanınır. Pek çok kıymetli esere imza atmıştır. 1819’da Rusça olarak yazdığı Ahval-i Çingiz Han ve Aksak Temir ile şöhret kazanan Halfin’in diğer eser-leri Prof. Fren’in idaresinde yayımladığı, Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türkî’sidir. Onun tarihî araştırmalara olan ilgisi dedesinden kalma gelenek olabilir. İbrahim Halfin’in dedesi Sait Halfin (? -1758) Kazan silâh ve teçhizat depo-sunun idaresinde tercüman olarak çalışmış, II. Katerina tarafından 12 Mayıs1769 tarihinde “Vilâyet tercümanı“ ünvanı alarak Kazan gim-naziyumunda (sonra 1.Kazan Lisesi) Tatar dili öğretmeni olarak tayin edilmiştir.

Sait Halfin’in 1774’te Moskova’da basılan 52 sayfalık Tatar Tili Elifbası adlı eseri ilk Türkçe te-lif eserdir. Sait Halfin’den sonra Kazan lisesinde Tatarcayı oğlu İshak, daha sonra torunu İbrahim okuttular.

İbrahim Halfin ilk Tatar alfabesini hazırlamış ve bu eseri 1778 yılında Moskova’da basılmıştır. Bundan başka Tatarcanın Grameri ve 25 bin keli-meden oluşan Rus-Tatar sözlüğünü hazırlamıştır.

Tatarlar arasında Cedidçilik hareketinin önde gelen isimlerinden biri de Şehabeddin Mercanî’dir. Yapacı köyünde 3 Ocak 1818’de dünyaya gelen Mercanî’nin babası Bahaeddin Hazret’tir. Ba-haeddin Hazret Yapacı köyünde imamdı. Mercanî küçük yaşta babasının medresesinde okuyarak ilim ve feyz aldı. 16 yaşında babasının medre-sesinde öğretmenlik yapmaya başladı. 21 yaşında tahsil için Buhara’ya gitti. Fakat Buhara’da tarih,coğrafya v.s. ilimden sayılmıyor, ancak dinî ilimlere önem veriliyordu. Bu hususu Alâm ebna ud-Dahr fi-Ahvâl ehl-i Maveraünnehir adlı eserin-de belirtmiş ve Kazan’da tepkilere sebep olmuştur.

Mercanî 11 sene Buhara’da ayrıca iki sene Semerkand’da kaldıktan sonra 21 Mayıs 1849’da Kazan’a geldi. Kazan’ın 1. mescidinin imamının istifa etmesi nedeniyle imamlığa aday oldu. Mah-

42

Page 44: ÇUKUROVA SANAT

keme-i Şer’iyye tarafından imamlığının tasdik edilmesi üzerine 30 Mart 1850’de 1. mes-cide imam hatip ve müderris olarak tayin edildi. Ünü artan Mercanî mollalar tarafından hoş karşılanmıyordu. Çünkü Buhara’da tahsil gören-ler en ileri gelenlerden sayılırdı. Bu mekteplerde okuyanlar eski usûle bağlı kaldılar ve müderris-liklerinde de hiçbir değişiklik yapmadan asırlardan beri alışılagelen sistemi harfiyen uyguladılar. Hocalarından duymadıkları, görmedikleri hiçbir yeniliği kabul etmediler. Ruslaşmaktan korkarak sıkı sıkı dine sarıldılar. Mercanî ise bu durumun tersine her yeniliği takip edip yaymaya çalıştı. 1870 yılında yeni bir kanunla medreselerde Rusça okutulması mecburiyeti kondu. Mollalar buna karşı çıkarak Mercanî Rusça okutulması mec-buriyeti öğrenmenin faydalarını düşünerek bu işe karşı çıkmadı. Radloff’un ricasıyla Uçitelskaya Şkola (Muallim Mektebi)’da din ve tarih dersleri verdi(12 Eylül 1876). 9 yıl ders okuttuktan sonra bu mektebin Ruslara yarar sağladığını düşünerek 1884’te istifa etti. Mercanî, İbn Haldun’un tarih felsefesini benimsemiş, bu anlayışla Ka-zan Türklerinin tarihini incelemeye ve tarihçi-lik geleneğini kurmaya çalışmıştır. İdil Bulgar Türklerinin ve Kazan Tatar Türklerinin tarihi üzerine Türkçe olarak kaleme aldığı eser Radloff tarafından Rusçaya çevrilmiştir.

O milletini düşünen, halkın cehaletten kurtulmasını, dinin doğru şekilde tatbik edil-mesini isteyen ve Kur’an’ı herkesin okuyup an-lamaya hakkı olduğunu düşünen bir din adamıdır. Mercanî Rus dilini öğrenmeyi desteklese de, bunun tehlikeli yönlerini görmüştür. Bu yüzden Tatarların Rusçayı öğrenmeden önce Tatarca ve Arapçayı okuyup yazmayı öğrenmeleri gerektiği görüşündedir.

O bir Tatar milliyetçisi idi. O tarihini bilmeyen ve onu kabul etmeyen bir milletin tam hukuk-lu bir millet olmayacağını söylerdi. Olayları ve gerçekleri objektif şekilde analiz yapmayı telkin ederdi. Çünkü gelecek nesillerin karşısında so-rumluluk duymaktaydı. 72 yaşında vefat eden Mercanî’nin asıl büyük eserleri ölümünden sonra yayınlanmıştır ve Mercanî kendinden sonra gelen pek çok yazar ve düşünürü derinden etkilemiştir.

Tatar cedidçilik hareketinin diğer önemli bir ismi Kayyum Nasırî’dir. 15 Şubat 1825 tari-

hinde Kazan’ın Züye kasabasının Şırdan köyünde doğdu. Dedeleri ve babası bölgenin tanınmış âlimlerindendir. Babası küçüklüğünden itiba-ren Nasırî’ye temel din bilgilerini öğretti ve onu Kazan’a götürerek Beşinci Mahalle (Ak Mescit) medresesine verdi. 1855’e kadar burada dinî öğrenim gören Nasırî Arapça, Farsça ve gizli gizli Rusça öğrendi. Medreseyi tamamladıktan sonra Duhovrıy Uçilisçe ve bu okulun devamı olan İlâhiyat Akademisi’nde Tatarca öğretmenliği yaptı.

1871 yılında işten uzaklaştırıldı. 1873’te Radloff’un yardımıyla Uçitelskaya Seminarya’da yeniden Tatarca dersleri vermeye çalıştı. 1879’a kadar bazı Rus mekteplerinde öğretmenlik yaptıktan sonra görevini bıraktı ve ömrünün so-nuna kadar başka herhangi bir resmî işte çalışmadı. Geçimini tercümanlık yaparak kitaplar yazarak sağladı.

Nasırî’nin eserlerinde edep ve ahlâk meseleleri ön planda durmaktadır. Ona göre geri kalmışlıktan kurtulmak için sadece eğitim öğretim yeter-li değildir, insanın ahlâki yönden de kendini geliştirmesi gereklidir.

O filoloji, lenguistik, tarih, etnoğrafya, folklor, coğrafya, pedagoji ve metodoloji vb. alanlarda büyük hizmetler yapmış, Tatar Türklerinin ilk müsbet ilimler mektebinin temellerini atmış bir âlimdir.

Tatar Türkleri için yeni bir yazı dili ve edebi-yat oluşturma çabası içine girmiştir. Bu edebi-yat dilinin kaynağı olarak halk dilini esas almış ve bu düşüncesini kuvvetlendirmek için folklor ve halk edebiyatı metinleri derlenmiştir. Kırk Bahça, Fevahihü’l – Cülesa adlı eserlerini bu derleme-lerden meydana getirmiştir. Dilin gra-mer kısmıyla ilgili olarak Unmezec (Örnek) ve Kavaidü’l – Kitabet adlı eserlerini yazmıştır. Kazan Kalenderı adıyla bir salname hazırlamış, Arapça ve Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bazı eserleri oluşturmaya çalıştığı yeni ilmî terim-ler için Tatarca kelimeler bulmaya çalışmış, bulunamadığı takdirde Arapça ve Farsça ke-limeleri muhafaza etmek gerektiğini savunmuştur.

19. yüzyılda Tatar Türkleri Çar hükümetinin Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma çabalarına karşın millî benliklerine sahip çıkmayı başarırlar. Tatar Türklerinin bu dönemde mektep, medrese,

43

Page 45: ÇUKUROVA SANAT

basımhane, neşriyat girişimlerinde büyük bir artış görülür. Bu durum diğer Türk devletlerini etkililer ve Türk dünyasında hareketlenmeler başlar.

Bu faaliyetlerden rahatsızlık duyan Rus devleti 20. yüzyılda politika değiştirerek İmparatorluğu korumak için yeni usuller geliştirir. Rus İmparatorluğunu ayakta tutmak için hürriyet, eşitlik gibi kavramlardan uzaklaşıp Tatar Türkleri-ni asimile etme yollarını ararlar. Bu şartlar altında Tatar Türkleri 20. yüzyıla girer.

KAYNAKÇA

Agi, Ferit, XIX. Yüzyıl’da Tatar Türklerinde Ce-didçilik (Millî Yenileşme) Hareketi, Türk Dünyası Araştırmaları, (57), Aralık 1988, 84-96 ss.

Saray Mehmet, Türkiye Dışındaki Türklerin Basın Hayatı (XIX. Asır), Türk Kültürü Dergisi, sayı 287, Mart 1987, syf. 129-137.

Türk Dünyası El Kitabı, Ankara, 1976.Özkan Fatma, Abdullah Tukay’ın Şiirleri, İnceleme-

Metin-Aktarma, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları:136, seri: IV- sayı: A.38, Ankara, X+ 958s.

Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 18. cilt, Tatar Edebiyatı II, Kültür Bakanlığı, Ankara, 2001, 275 ss.

Çağdaş Türk Lehçeleri, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s. 166.

Türk Dünyası Üzerine İncelemeler, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 357-358.

Des

en: A

zera

n D

emir

kol /

Bur

sa

44

Page 46: ÇUKUROVA SANAT

Des

en: T

. Ger

tsen

/ M

anas

Des

tanı

’nda

n

BÜTÜN DÜNYA SAVAŞLARI YORULAR, SİZ VEREN SAVAŞLAR YORULMAZ...

Vaqif Bayatlı ODERYüz ildən artıq bir dövrdə, minlərlə qurban verə-verə azadlıq, ölümsüzlük

mübarizəsi aparan İrandakı, Çindəki Türk bacı-qardaşlarımıza, qürur tariximizi əbədiyyətə yazanlara...

Bir cana min yol fərman verilər,Min yol dar ağacı qurular,

Bir boyun da min yol vurular, Fərman verən dillər yorular,Boyun vuran əllər yorular,Min illər ayaqüstə, haqdan

Nəğmə diləyən başsız bədənlər,Vurulub düşdüyü yerdə

Nəğmə deyən başlar yorulmaz.

Yorular qısmalar, boğmalar,Heç yorulmazkən yorularSizlərə ağlayan doğmalar,Sizlərə qoşulan nəğmələr,

Ancaq sizə dəycək, toxuncaq,Siz oxuduğunuzdan da bərkdənSiz deyən nəğmələri deməkdən

Siz asılan dar ağacları,Sizi döyən kar dəyənəklər,

Sizə dəyən daşlar yorulmaz.

Bilmirəm, Tanrım necə edər,Çiyninizi necə becərər,

Bircəcə anda çiyninizdənVurulandan daha gözəl

Boyunlar, başlar cücərər,Üzlər, gözlər, qaşlar cücərər,

Bir gün ruh da bədəndə yorular,Qurbanlardan vətən də yorular,

Ancaq vətənçün vurulmağaBoy atan boyunlar, başlar,

Üzlər, gözlər, qaşlar yorulmaz.

Dünya ancaq eşqlə yeni olar,Qatılaşar, eşqlə durular,

Bir doğma anadan doğulanlarBir-birini sevməkdən yorular,

Ancaq vətən eşqindən doğulan,Doğmalardan da doğma olan,Doğulcaq bayraqlarla qalxanƏsl bacı-qardaşlar yorulmaz,Bütün savaşlar yorular, durar,Siz verən savaşlar yorulmaz.

45

Page 47: ÇUKUROVA SANAT

ÂH İLE DİRİLMEK...

Hacer KARAKAYA

Kapattım gözlerimi, suretin karşımda…Sana, ilmik ilmik kelimelerden sözler yazıyorum. Kalbimi rübab eyledim,

mızrabım bir muhabbet kuşu.Gel diyorum, yollardan, yıllardan, dağlardan, ovalardan, aşıp da gel; gel dol gönlüme …

Gel sor gönlüme; kendini sor, beni sor.Değil mi ki insan insanın aynası, ben senin aynan, sen benim aynam ol!

Sanadır bu içimdeki çağrı, sanadır bu içimde bitmeyen ağrı, durgun bir suyun kollarında, kalb makamından şarkılar söylüyorum..

İnsana aşkın düştüğü yerde; Adem mi Havva’yı sevmişti, Havva mı Adem’i seyretmişti? Bilemiyorum.

Bu çözülmeyen muamma… Beşeriyetin çözmek istemediği, muamma!Adı aşk…

Kökü ışk…Bütün ömrümüze sarılsın diye beklediğimiz sarmaşık….

Ah min-el aşk!Ateş ile su arasındaki, yandıkça yanmak istenilen; vuslatla firak içindeki aşk! Kavuştukça ayrılmak

istenilen.. Mümkün, namümkün olan, buldukça kaybedilen; bu gözde başlayıp gönle dolan aşk. Malum ve meçhul olan; kalemle, kelam arasındaki söylendikçe sözün yetmediği, AŞK!…

Senin yokluğunda dikenlerle sınanıyoruz, yaralar içindeyiz.. Aşk ile karılmak, yoğrulmak isterken ; bir çığ düşüyor üstümüze. Bir çığ, suskun gönüllerin çığlığından kopup gelmiş bir çığ! Sen, nefesimiz

oluyorsun, sensizlik de boğuluyoruz. Ah vermeyecektim seni o riya kokan ellere, kirletmeyecektim seni, içimdeki bu âh beni yakıyor. Âşk ile yanacak gönül, âh ile sönüyor. Bir yalanın içinde kaybettim seni. Beyhûde bir çırpınış

yüreğimdeki.. Oysa sen benim; varsıllığım, yoksulluğumdun. Sen benim can suyum, yalnızlıklar içinde hemhâl

olduğum dostumdun. Sen, şu fakir gönlüme dolan hazinem. El değmemiş pınarlardan akan billurumdun.

Akma gözlerimden ey yaş, çıkma yüreğimden ey aşk, geri gel kurul sarayına, sultanım ol! Bu kalb bu zamanın kalbi değil! Bu gönül, iki günlük hislerin beslendiği yer değil!

Boncuk boncuk çektiğim, gel diye yalvardığım; günleri geceleri seninle süslediğim, rahmet rahmet gönlüme inen, yağmur yağmur gözümden düşen!

Bir sazın telinden nağme nağme dökülen! Ney gibi inleyerek ayrılıklardan şikâyet eden..Yine divâne olmak isteyen ben, yine virâne olmak dileyen ben ..Bir kitap sayfasında sakladığım gülüm, dilleri susmuş bülbülüm..Sana bitmeyecek seslenişim! Kırılmadı kalem, bitmedi mürekkep.

Yükselmedi göklere ruh, bitmedi içimdeki umut!Aşk olsun, yine gönüller aşk ile dolsun. Vesselam…

Âşık öldürmek tutalım muktezâ-yı hüsn imiş

Tığ-ı hicran ile katl etmek kimin fermanıdır (Ahmet Paşa)

46

Page 48: ÇUKUROVA SANAT

CİRİT

Mehmet ÖZDEMİR*

Desen: Mesut Dikel

Vur davula çalsın mey, meydanlar yiğit görsün Tepeden rahvan rahvan insin savaş atları

Yelesinde rüzgârın açılsın kanatları Bar tutsun yürük atlar geleceğe aksın dün

Aylar yaza gebeydi kar beyazı bir gündü Sis kalkınca ovadan döndü mahşer gününe

Kırat çemberler çizer doru tayın önüne Rüzgârın şarkısında şölen yahut düğündü

Asya’dan Avrupa’ya o kutlu nal sesleri Bahara çeyrek kala yağız atlara alkış

Dörtnala hey dörtnala çığın altından kaçış

Yeniçağa müjdedir soylu at nefesleri Bu savaş ki Niğbolu ya da Çaldıran’a eş Çadırımız gökyüzü tuğumuz altın güneş

*Arifiye Anadolu Öğretmen LisesiEdebiyat Öğretmeni / Sakarya 47

Page 49: ÇUKUROVA SANAT

Desen: Ceyhan Murathanoğlu

“Uçurtma Avcısı (The Kite Runner)” Khaled Hosseini’nin ilk romanı. İkincisi “Bin Muhteşem Güneş (A Thousand Splendid Suns)”. Her ikisi de dünya çapında bir başarıyı yakaladı. Uçurtma Avcısı’nın bir de filmi çekildi.

Khaled Hosseini, Afganistan’ın başkenti Kabil’de, bir diplomatın oğlu olarak dünyaya gelir. Ailesi 1980’de Amerika Birleşik Devletleri’nden (ABD) sığınma hakkı elde eder ve orada yaşamaya başlar. Asıl mesleği doktorluk olan Khaled Hosse-ini, şimdilerde Kuzey California’da (Kaliforniya) yaşıyor.

Yazarın ilk romanı olan ve İngilizce kaleme alınan Uçurtma Avcısı’nda, yazarın hayatından

izler de vardır. Romanda Kabil’de monarşinin son yıllarında büyüyen Emir ve Hasan adlarında iki çocuğun hikâyesi anlatılıyor. Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen; biri (Emir) ünlü ve zengin bir iş adamının, diğeriyse (Hasan) onun hizmetkârının oğlu olan ve aslında dünyaları arasında uçurumlar olan iki çocuk. Emir, Peştun; Hasan ise Hazara. Çok iyi dost olan iki çocuğun başından geçenler Emir’in düşüncesinde değişiklikler meydana getirir. Hasan’ı evden uzaklaştırmanın yolunu bulan Emir, Sovyet işgali sırasında ülkeyi terk ederek babasıyla California’ya gider. Hasan ise Afganistan’da ken-di hayat mücadelesini vermeyi sürdürür. Aradan

BİR AFGAN YAZARINDA TÜRK KÜLTÜRÜNÜN İZLERİ: UÇURTMA AVCISI

Hüseyin YILDIZ*

* Ordu Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Eski Türk Dili Asistanı 48

Page 50: ÇUKUROVA SANAT

zaman geçip Emir anılarından ve dostundan hep uzak dursa da nihayetinde geçmişi onu yakalar ve zorlu bir sınavın ortasına atar. Arkadaşlığın, ihane-tin ve sadakatin karşılığının anlatıldığı roman ken-di içerisinde dersler de vermektedir.

Romanında Ortadoğu ve Güney Asya kültürüne de epeyce yer veren Hosseini, insanı o coğrafyaya doğru bir gezintiye çıkarıyor sanki. Afgan, Fars, biraz da Arap kültürünün izlerine rastlanan ro-man üzerine; dikkatli bir inceleme yapıldığında Türk kültürünün izlerini görmek mümkündür. Saygı unvanı olarak kullanılan agha (ağa/87), khan (han/189), khanum (hanım/20); yiyecek içeceklerden chai (çay/2), chopan kabob (çoban kebabı/1), shorwa (çorba/7), kabob (kebab/12), kofta (köfte/4), qurma (kurma/4), mantu (mantı/1), sabzi (sebze/1), tandoor (tandır/5) gibi kelimelerin Türk kültürünün bir parçası olduğu da aşikardır.

Türk kültürüyle Afgan kültürü arasında elbette ortaklıklar da yer alıyor romanda, özellikle de dinî kavramlarda: ayat (âyet/5), bismillah (bismil-lah/2), hadj (hac/1), hijab (hicap/3), iftikhar (ifti-har/1), ihtiram (ihtiram/2), inshallah (inşallah/13), maghbool (makbul/1), mashallah (maşallah/7), moftakhir (müftehir/1), mohtaram (muhterem/1), mojarad (mücarat/2), mubarak (mübarek/1), mullah (molla/27), muslim (müslim/12), namaz (namaz/10), namoos (namus/5), nazr (nazar/3), nika (nikah/3), noor (nur/2), qiyamat (kıyamet/1), raka’t (rekat/1), ya mowlah (ya mevlâ/1), surrah (sûre/1), salaam (selam/24).İki kültür arasındaki ortaklıklar tabii ki, dinî münas-ebetle sınırlı değil. Sözgelimi hakaret bildiren ah-maq (ahmak/1), övgüde kullanılan mard (mert/2), iltifatta söylenen mast (mest/5); akrabalık-yakınlık adlarından khala (hala/38) ve padar (pe-der: baba/6), rafiq (refik: arkadaş/2); sıfatlardan khoshteep (hoştip: yakışıklı /2), sahib (sahip: efen-di/51), shahbas (şahbaz: yiğit,gösterişli/1), yelda (yelda: uzun/8); eşya adlarından kursi (kürsü/5), qawali (kaval/1), rubab (rübap: kemençe/3); ka-vramlardan watan (vatan/7), hadia (hediye/1), alef-beh (elifbe: alfabe/1), bakhshesh (bahşiş/2), komak (kömek: yardım/1), laaf (laf/2) ve maz-reez (maraz: hastalık/1); gönül sözlerinden jan (can/100), pari (peri/1), tashakor (teşekkür/7); meslek olarak moalem (muallim/1), makam be-lirten shah (şah/14), ünlem şeklinde wah wah (vah

vah/6), ay adı dhul-hijjah (zilhicce/1), edebi bir tür ghazal (gazel/4) ve bitki hashhish (haşhaş/1) gibi kelimeler romanda geçen ortak kültür izleri arasında kendine yer bulmaktadır.

Romanda dikkati çeken bir başka husus da bir kültürün temelini oluşturan eserlere ve bu eser-leri meydana getiren şahsiyetlere sıkça yer veril-mesi. Romanda geçen Hafez (Hâfız/5), Khayyam (Hayyâm/4), Rumi (Mevlânâ/4), Beydel (Bey-del/2), Jami (Câmî/1), Saadi (Sâdî/2), Victor Hugo (1) Jules Verne (1), Mark Twain (1), Ian Fleming (1) gibi isimler ile Koran (Kur’ân/16), Shahnamah (Şehnâme/8), Masnawi (Mesnevî/2) gibi eserleri, tabii ki kıymetlerini de bilerek, bir yana bırakıp Mullah Nasruddin’e (Nasreddin Hoca/6) bakacak olursak Türk kültürü açısından ayrı bir dikkati de çekmiş oluruz.

Eserde üç yerde altı kez ismi zikredilen Nasred-din Hoca’nın, Afgan kültüründe motive edici, rahatlatıcı bir pozisyonu olması ve halen evlerde ve meclislerde anlatılmaya devam edilmesi, her ne kadar Türkiye Türklerinde bu adetler unutul-maya yüz tutsa da, Türk kültürü için sevindirici. Örnekleyecek olursak:

Tr. 29: …Ve herhangi bir çekişmeye yol aç-mayacak şeyler okumaya başladım; Nasreddin Hoca’yla eşeğinin başına gelen aksilikleri, gülünç olayları, örneğin...

Eng. 15: …So I read him unchallenging things, like the misadventures of the bumbling Mullah Nasruddin and his donkey…

***Tr. 29: Bir keresinde, yine Nasrettin Hoca’nın

bir öyküsünü okurken, beni durdurdu. “Bu sözün anlamı ne?”

“Hangisinin?”“Ebleh?”“Anlamını bilmiyor musun?” dedim, sırıtarak.“Hayır, Emir Ağa”“Ama çok sık kullanılır.”“Olsun, bilmiyorum işte”…Eng. 15: One time, I was reading him a Mullah

Nasruddin story and he stopped me. “What does that word mean?”

“Which one?” “Imbecile.” “You don’t know what it means?” I said, grin

49

Page 51: ÇUKUROVA SANAT

ning. “Nay, Amir agha.” “But it’s such a common word!” “Still, I don’t know it.”…

***Tr. 270: Bir süre sustuk. Tam uykuya daldığını

sanırken, Ferit kıkırdadı. “Ağa, Nasrettin Hoca’nın kızıyla ilgili hikayeyi biliyor musun? Hani bir gün kızı eve gelmiş, kocasının onu dövdüğünden yakınmış?” Karanlıkta gülümsediğini hissede-biliyordum; benim de yüzüme bir tebessüm yayılmaktaydı. Yeryüzünde, kurnaz Hoca’ya ilişkin birkaç fıkra bilmeyen tek bir Afgan yoktur.

“Evet?”“Hoca bunun üzerine kızı bir güzel pataklamış,

sonra da evine yollamış, ama önce sıkı sıkı tembihlemiş: Kocana de ki, Hoca’yla başa çıkamazsın. Kızını her dövüşünde, Hoca da senin karını pataklayacak!”

Güldüm. Kısmen şakaya, kısmen de Afgan mizahının hiç değişmemesine. Savaşlar çıkmış, internet icat olmuş, bir robot Mars’ta gezinmişti ve Afganistan’da biz hâlâ aynı Nasrettin Hoca fıkralarına gülüyorduk. “Hoca’nın bir kere-sinde sırtında ağır bir çuvalla eşeğini sürdüğünü duymuş muydun?” dedim.

“Hayır”“Yolda karşılaştığı biri, neden çuvalı semerin

üzerine koymuyorsun, diye sormuş. Hoca şöyle demiş: ‘Ama bu gaddarlık olur; zavallı hayvan beni bile zor taşıyor zaten.’”

Karşılıklı fıkra anlatmayı epeyce bir süre, fıkralar tükeninceye kadar sürdürdük, sonra yine sustuk.

Eng. 145: We fell silent for a while. Just when I thought he had fallen asleep, Farid chuckled. “Agha, did you hear what Mullah Nasruddin did when his daughter came home and complained that her husband had beaten her?” I could feel him smiling in the dark and a smile of my own formed on my face. There wasn’t an Afghan in the world who didn’t know at least a few jokes about the bumbling mullah.

“What?” “He beat her too, then sent her back to tell the husband that Mullah was no fool: If the bastard-was going to beat his daughter, then Mullah would

beat his wife in return.” I laughed. Partly at the joke, partly at how Af-

ghan humor never changed. Wars were waged, the Internet was invented, and a robot had rolled on the surface of Mars, and in Afghanistan we were still telling Mullah Nasruddin jokes. “Did you hear about the time Mullah had placed a heavy bag on his shoulders and was riding his donkey?” I said.

“No.” “Someone on the street said why don’t you put

the bag on the donkey? And he said, “That would be cruel, I’m heavy enough already for the poor thing.”

We exchanged Mullah Nasruddin jokes until we ran out of them and we fell silent again.

***Tr. 369: Sonra, biri bir Nasrettin Hoca fıkrası

anlattı, kahkahaları koyuverdik. “Biliyor musun, baban çok esprili bir adamdı”, dedi Kebir.

Eng. 202: Then someone told a Mullah Nasrud-din joke and we were all laughing. “You know, your father was a funny man too,” Kabir said.

Çağdaş Türk edebiyatında pek rastlamamamıza rağmen, aslen doktor olan bir Afgan yazarın, Khaled Hosseini’nin İngilizce kaleme aldığı ilk romanı Uçurtma Avcısı’nda Türk kültüründen izler bulunması, Nasrettin Hoca’nın önemli bir yere konup, romanda “There wasn’t an Afghan in the world who didn’t know at least a few jokes about the bumbling mullah / Yeryüzünde, kurnaz Hoca’ya ilişkin birkaç fıkra bilmeyen tek bir Afgan yoktur.” cümlesinin kullanılması elbette bizleri se-vindirmeli, hatta düşündürmeli de.

Başrollerini Julia Roberts ile Hugh Grant’ın oynadığı Nothing Hill filminde Anna’nın (Ju-lia) kitapçıya (Hugh) Türkiye’yle ilgili bir kitap aradığını sorması ve ardından gelişen birkaç dakikalık Türkiye ve kebab muhabbeti, bir zaman-lar nasıl bizi heyecanlandırmış, nasıl o sahneleri haber kanallarımızda, şovlarımızda kullanmışsak; bu romana da aynı muameleyi göstermeli ve belki de aynı heyecanı kendimizden esirgememeliyiz.

Bir de son not, artık kültürümüzü yabancı film-lerde, kitaplarda, başka kaynaklarda aramamalı; yabancılara kendimiz anlatmalıyız. Yoksa, o kül-türe “bizim” diyebilir miyiz?

50

Page 52: ÇUKUROVA SANAT

RÜCU

Sümbülzade VEHBİ

Divan Edebiyatı şairlerinden olan Sümbülzade Vehbi, “Rücu” şiirleriyle de ayrı bir ün yapmıştı. Bir gün padişah Vehbi’yi yanına çağırır ve “Bana öyle bir şiir yaz ki ilk mısrayı okuyunca içimden seni öldürmek,

ikinciyi okuyunca ödüllendirmek gelsin” der.

Azm-ü hamam edelim, sürtüştürem ben sana,Kese ile sabunu, rahat etsin cism-ü can.

Lal-ı şarab içirem ve ıslatıp geçirem,Parmağına yüzüğü, hatem-i zer drahsan.

Eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır?Lale ile sümbülü kahkülüne nevcivan.

Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,Bir gümüş ibrik ile destine ab-ı revan.

Salınarak giderken arkandan ben sokam,Ard eteğin beline, olmasın çamur aman.

Kulaklarından tutam, dibine kadar sokam,Sahtiyandan çizmeyi, olasın yola revan.

Öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç,Düşmanın bağrına, hançerimi nagehan.

Eğer arzu edersen ben ağzına vereyim,Yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman.

Herkese vermektesin, birde bana verseneAvuç avuç altını, olsun kulun şaduman.

Sen her zaman gelesin, ben Vehbi’ye veresin,Esselamun aleyküm ve aleykümüsselam...

(Azm: Toplantı, Zer: Altın, Drahsan: Süslü, Nevcivan: Genç kişi, Dest: Ayak, Sahtiyan: Kuzu derisi, Nagehan: Aniden, Şaduman: Mutlu, sevinçli)

51

Page 53: ÇUKUROVA SANAT

URUMLARIN ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER

Osman ALBAYRAK*

Tarih boyunca Türkler arasında İslam dini dışında Musevilik, Hristiyanlık, Budizm ve Tanrı dini gibi dinleri benimseyen topluluklar olmuştur. İslamiyet dışında farklı bir inancı benimseyen Türklerin bugüne kadar bilinmeyen bir kolunu oluşturan Urumlar dünyanın değişik yerlerin-de dağınık şekilde yaşamaktadırlar. Urumların yaşadıkları coğrafyalar incelendiğinde Türklerin farklı dönemlerde egemenlik sürdükleri yerler olması dikkat çekmektedir.

“Urumlar 1179–1780 yıllarında II. Katerina zamanında Kırım’dan göç ettirilerek Ukrayna’nın Donetsk eyaletine yerleştirilen topluluklardır.”(1)Türkiye’nin Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölge-lerinden Gürcistan’ın Tsalka rayonuna göç eden Urumlar ve Kazakistan’ın Kentav şehrine göç eden Urumlar da vardır.

Urumların, adlandırılmaları konusunda da çeşitli yorumlar yapılmıştır. Urumlar üzerinde çıkarları olan Yunanistan, Rusya gibi ülkeler kendilerine göre bu topluluğa isimler vermişlerdir. Yunanlılar onlara “Yunan ve Grek” derken, Gürcüler “Ber-zen” diye adlandırmışlardır. SSCB zamanında res-mi adı “Grek” olan Urumlara Türk araştırmacılar ise “Hristiyan Türkler, Urum Türkleri ve Urumlar” şeklinde adlandırmaktadırlar. Adlandırmaların ak-sine Urumların Greklerle inanç dışında hiçbir ben-zerlikleri yoktur. Türkçe konuşmakta, Türkçe soy isimleri taşımaktadırlar. “( Karagaşev, Çamurliev, Tombulova, Sarıbekov…)”(2)

Urumlar tarihlerini ancak göç yıllarına kadar dayandırmaktadırlar. Bundan öncesi hakkında bir bilgiye sahip değillerdir. Ruslar tarafından Rumeyler ile birlikte Greko Tatar olarak adlandırılmaktadırlar. Fakat gerçekte bu topluluk-lar farklı etnik yapıdadır ve bu adlandırmada ger-çek dışı bir adlandırmadır.

Günümüzde artık yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan Urumlar Yunanistan, Ukrayna, Güney Kıbrıs Rum Kesmi, Gürcistan Kazakistan ve

Rusya Federasyonu’nun içinde yaşamaktadır. Urumlar hakkında yapılan bu çalışma yedi

bölüme ayrılmış ve Urumların:1.Urum adı2.Urumların kökeni3.Urumların dili4.Urumların yaşadıkları coğrafyalar5.Urumlar ve Rumeyler arasındaki farklar6.Urum göçlerinin nedenleri7.Urumların bugünkü durumları hakkında bilgi

verilmiştir.

1. URUM ADIUrum adı Türkler tarafından Göktürkler

zamanından beri kullanılagelmiştir. Genellikle Anadolu topraklarını adlandırmak için kullanılan bu isim daha sonra Bizans yönetimi altındaki Türk ve yabancı bütün topluluklar için kullanılmıştır. Bu ismin birçok topluluk tarafından kullanılmasının en büyük nedeni ise Bizans İmparatorluğunun çok milletli etnik yapısından ileri gelmektedir.

Haklarında farklı görüşler olan Urumların, adlandırılmaları konusunda da çeşitli yorumlar yapılmıştır. Urumlar üzerinde çıkarları olan Yu-nanistan, Rusya gibi ülkeler kendilerine göre bu topluluğa isimler vermişlerdir. “Yunanlılar onlara Yunan ve Grek diyorlar. Gürcüler Berzen diyorlar. SSCB zamanında onların resmi adı Grek idi. Türk araştırmacılar ise Hristiyan Türkler, Urum Türkleri ve Urumlar şeklinde adlandırmaktadırlar.”(3)

Urum kelimesinin kökeni Rum kelimesine dayanmaktadır. Bu kelime Türkler tarafından daima kullanılmıştır.“Urum” kelimesi Arapların Bizanslılara verdikleri “Rum” kelimesinin Türkçe telaffuzu olup, daha sonra Türkler tarafından Bi-zans hükümdarlığı altında yaşayan tebaalar için veya Bizanslılara mahsus coğrafyada yaşayanlar için toptan kullanılmıştır. Bu coğrafyada yaşayan hangi dinden veya hangi milletten olursa olsun or-tak adları ‘Urum’ veya ‘Rum’ olmuştur. Eşrefoğlu

* Ordu Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı BölümüYüksek Lisan Öğrencisi 52

Page 54: ÇUKUROVA SANAT

Rumi, Mevlana Celaleddini Rumi, Arazi-yi Rum, Diyar-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum buna en güzel örnektir. Bunlara Rum Selçukluları tabirini de sokabiliriz. Görüldüğü gibi bazı Türkler Rum ismini ad olarak almışlar ve yine bu ismi çeşitli coğrafyadaki yerleşim yerlerine ad olarak vermişlerdir. “Doğu Roma İmparatorluğu’na Göktürkler ‘Purum’ adını vermekteydiler”(4) ve “Oğuz Kağan Destanı’nda da bir ‘Urum Kağan’ adı geçmektedir.

Anadolu’nun birçok şehrine Rum veya Rumi adı verilmiştir. Bir rivayete göre II. Gıyaseddin Mesud’un Konya’ya gelerek tahta çıkışının Anadolu halkı tarafından sevinçle karşılanması ve “Sultan Veled’in ‘Rumlar Türklerden kurtuldu”(5) diye sevinmesi de bu adlandırma ile alakalıdır.

Preazovya halkı, Gürcistan Tsalka bölgesi halkı ve Kazakistan’ın Kentav bölgesi halkı kendile-rine Grek ismini vermişlerdir. Etnik isim olarak ise ‘Rumey’ ve ‘Urumi’ ve bu kelimelerden türetilen ‘Urmeyka’, ‘Rumeysa’, ‘Rumeyus’ ve ‘Urumeys’ isimlerini kullanmaktadırlar. Sonradan bu isimler Sovyetler Birliği bilim literatüründe ‘Greko-Elen’, ‘Greko-Tatar’ adını almıştır. Her köy halkının kendi etnik adını kendileri verdiği de olmuştur. “Mariupolski Pedagogiko Ekonomiçes-ki İnstitüt kayıtlarına ve derleme arşivlerine göre, Malom Yanisoli: Harahlotı (Harahlotlar), Sartana’da: Sartanotı (Sartanlar) adlarını ken-dileri için kullanmışlardır.”(6) görüldüğü gibi Urumlar bulundukları bölgedeki yerleşim yerle-rinden yola çıkarak kendilerine sonradan meydana gelmiş etnik isimlerde türetmişlerdir. Bu türetme Anadolu’daki Türk topluluklarına Rum isminin verilmesine benzemektedir.

Sovyetler birliği zamanında Urumlar için kullanılan Greko Elen veya Greko Tatar terim-leri, komünist rejimin resmi politikası gereği, toplulukların etnik yapılarını unutturmaya yönelik bir uygulamadır. Sovyet rejimi öncesinde böyle bir adlandırılmaya rastlanılmamıştır. Günümüzde Rus ekolünden gelen bilim adamları Türk dilli Hris-tiyan dinli halkları Türk’e benzer ve Grek asıllı olarak değerlendirmektedirler.

2. URUMLARIN KÖKENİUrumlar hakkındaki en eski bilgiler II. Katerina

zamanında Kırım’dan çıkarılıp göç ettirilmele-

rine dayanmaktadır. Bu tarihten öncesine ait çok fazla bilgi yoktur. Bu durum Urumların köke-nini bir bilinmezliğe doğru sürüklemektedir. Kırım Urumları tarihlerini Kırım’dan Donetsk’e göçlerine, Gürcistan ve Kazakistan Urumları ise Türkiye’den ayrılış yıllarına dayandırmaktadırlar.

Urumlar hakkındaki tarihi bilgilerin sınırlı olmasından dolayı kökenleri günümüzde tam olarak bilinmemektedir. Kökenleri hakkında bir-çok farklı düşünce ortaya atılmıştır. Bu görüşlerden ilki dillerinde rastlanan Arapça dini terimlerin dik-kate alarak Urumları beş ayrı şekilde sınıflandıran görüştür. Bu görüşe göre:

“1.Bunlar önceden İslamiyet’i kabul etmiş ve daha sonra çeşitli nedenlerle din değiştirmiş Türklerdir.

2.Türkçenin etkisinde kaldıkları için ana dillerini unutmuş, dini terimleri de Müslüman Türklerden öğrenmiş Türk olmayan topluluklardır.

3.Daha önce Hristiyanlığı benimsemiş, Müslü-man Türklerle birlikte yaşamaya başladıklarında da kendilerinden olmayan misyonerlerin terim-lerini terk edip ırkdaşlarının terimlerini kullanan Türk topluluklardır.

4.Kıpçakların, Anadolu Selçukluları ile bağlanan kollarıdır.

5.M.S. II.-V. asırlar arasında ve daha sonra XIV. asırlara varıncaya kadar Süryani ve Yakubi misyo-nerlerden Hristiyanlığı öğrenen Türklerin baki-yeleridir”(7) denilmektedir.

Tarihte Urumların yaşadığı bölgelere Grek kolonileri yerleşmiştir. Ancak bu coğrafyada İslamiyet’ten önce Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Kıpçaklar, Uzlar, Bulgarlar ve Hazarlar’ın dev-letler kurduğu ve bazılarının Hristiyanlığı ka-bul ettikleri de bilinmektedir. Daha sonra aynı coğrafyada Altınordu, Kırım Hanlığı, Selçuk-lular ve Osmanlılar gibi Müslüman Türkler de yerleşmiş ve Türk kültürünün devam etmesini sağlamışlardır. Bu Türk coğrafyasında yaşayan ve çeşitli nedenlerle Hristiyanlığı veya başka dinleri tercih edenlerin içine sonradan gelerek yerleşen başka milletlere mensup fertler de vardır. Ancak bunlar bir etnik grubu temsil edecek nitelikte değildirler.

Göktürkler zamanında “Bizans’ın Göktürklerin düşmanı olan Avarlara, Macaristan’da yerleşme izni vermesi ve Göktürklere bağlı olan Hazarlarla

53

Page 55: ÇUKUROVA SANAT

mücadeleye girmesi Göktürkleri kızdırmıştır. Bu olaylar sonucunda Bizans’a ağır bir mektup yazılmış ve Bizans’ın elinde bulunan Kırım’daki Kerç kalesi Göktürkler tarafından zapt edilmiştir.”(8) Muhtemelen bu kaleyi korumak için de hem Doğu hem de Batı Göktürklerinden bir grup buraya yerleştirilmiştir. “Batı Göktürkleri-ni oluşturan etnik grup Türgişlerdir. Türgişler bugünkü Oğuz Türkçesini konuşan Türklerin atalarıdır.”(9) Günümüz de Urumların Oğuz Türkçesi konuşmaları bizim onları Göktürkler ile ilişkilendirmemize etken olabilir.

Urumların kökeni konusunda önemli bir hadise de Hristiyan Bizanslılar ile Müslüman Türkler arasındaki savaşlarda Hristiyan Türkler ya da Hristiyanlaştırılmış Türklerin durumudur. Oğuzların Anadolu’ya yaptığı akınları engelle-mek için bu Hristiyanlaştırılmış tebaa Bizanslılar tarafından pek çok kere kullanılmıştır. Hristiyan Türkler Anadolu’nun Doğu ve Kuzey Doğusuna getirilip, Müslüman Türklere karşı Bizanslılar tarafından bir ara bölge oluşturulmuştur. Malazgirt ve Miryakefalon savaşlarında Bizanslılarla aynı saflarda savaşan paralı asker konumundaki Uz, Peçenek ve Kuman birlikleri taraf değiştirerek Müslüman ırkdaşlarının saflarına geçmişlerdir. Bu saf değiştirme Rusların aklından çıkmamış olsa ki XVIII-XX asırlarda Türkiye’den yapılan Hristiyan göçlerini, Stalin döneminde, Türkiye sınırlarını Türksüzleştirme politikaları gereği daha içerilere sürmüşlerdir. Bu hadise bize göstermektedir ki bölgede bulunan Urumlar Rus-lar tarafından Türklerle ilişkilendirilmiştir.

Oğuz Türkleri Anadolu’ya yerleşip Anadolu Selçuklu Devletini kurduktan sonraki hadiseler bize Urumların kökenleri hakkında bazı ipuçları vermektedir. Urumların varlığının ötesinde yüzyıllar öncesinde “13.yy’da Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus ile Kardeşi II. Kılıçaslan arasındaki taht kavgası İzzeddin Keykavus’un Bizans’a sığınması onu takip eden binlerce askerinin aileleri ile birlikte Bizans tarafından Balkanlara iskân edilmesi, içlerinden oğulları dâhil olmak üzere, bazılarının Hıristiyanlığı ka-bul etmesi bunun dışında Bizans ordusunda görev almaları, daha sonra İzzeddin Keykavus’un hapsedilmesi ile Berke Han’ın olaya müdahale ederek İzzeddin Keykavus’u Kırım’a maiyetin-

deki birçok askeri ile götürmesi”(10) gerçeklerinin de göz önünde bulundurulması önemli katkılar sağlayacaktır. Hristiyan olan bu şehzadelerin daha sonra Osmanlı tarafından korunduğu bilinmekte-dir. Urumların bilinen ilk vatanları olan Kırım’da Hristiyan Türk şehzadelerinin bulunması dikkate değer bir durumdur.

Yukarıda tarihi hadiseler ışığında kökenleri hakkında bilgiler vermeye çalıştığımız Urum-lar bilim dünyasının dikkatini çekmiş ve bazı Avrupalı ve Rus bilim adamları bu topluluk üze-rinde incelemelerde bulunmuştur. Günümüzde Urumların halen yaşamakta olduğu Preazovya bölgesinde yapılan araştırmalar Urumlar üzeri-ne yapılan ilk araştırmadır. “İlk olarak Mariupol Greklerinin yüz hatlarının farklı olduğuna dik-kat çeken Novorosisk Üniversitesi Profesörü V. İ. Gregoroviç 1874 yılında, eski yazılı belgelere rastlamak umuduyla Mariupol Grekleri arasına 10 günlük bir araştırma gezisi yapmıştır. Türk-soylular (Eski Kırım, Manguş, Karan, Mariupol) ve Elensoylular (Yatla, Ulfuz, Çerdaklı, Çermalık, Sartana ve Malayanisol) arasında gezerek etnografik bilgiler toplamıştır. Kendi çalışmalarının sonucunda ‘Mariupol Grek çalışmalarının so-nucunda iki ayrı millet mevcuttur. Bu ayrılık onların yüz hatlarında bile bellidir”(11) sonucuna varmıştır. Bir başka Urum bölgesi Mariupol’da ise “San Petersburg Üniversitesi’nden Braun araştırmalarda bulunmuştur. Braun, şahsi gözlem-leri neticesinde Mariupol Greklerini, Yunan, Türk ve Got Tipi diye 3 tipe ayırmaktadır.”(12) Mariupol bölgesinde antropolojik araştırmalara 1930’larda da devam edilmiştir. “Çekoslovakya’dan gelip Yatla Köyünde araştırmalar yapan G. Çuçukalo, yerli Rumeylerin antropolojik araştırmalarını yapmıştır. Bu araştırmasında 3 antropolojik tip bulmuştur. Bunlar Orta Akdenizli, Küçük Asyalı ve Doğulu’dur.”(13) Yapılan bu araştırmalarda konuyu aydınlatmakta yeterli olmamakla be-raber Urumların kökeni hakkında Grek ve Türk oldukları düşüncesini güçlendirmektedir.

Türklerin Hristiyan olduktan sonra dahi Türk isimlerini kullanmaya devam ettiklerini gösteren bir belge niteliğinde olan Sudakskiy Sinaksar adlı kitabın kenarında şu isimlere geçmektedir. “Açipay kızı Anna, Çimen oğlu Samaka, Pa-paz Koltan, Tanrıkulu Orançı’nın akrabası olan

54

Page 56: ÇUKUROVA SANAT

Yağmurçuk oğlu Çimen, Saygıdeğer Alupsun torunu saygılı Stefan oğlu Tohtemir, Tanrıkulu Kutluts, Tanrıkulu Alaçu, Tanrıkulu Samakın oğlu Almalçu, Samak beyefendi oğlu Beyefendi Kons-tantin, Makariya Akufın okur oğlu Tokta, Dimitri Çoçak’ın kızı Tanrıkulu İkugaç, Tatar İoann, Parak lakaplı Paraskeva Hutlupey’in oğlu Peter vs.”(14) Kitapta bulunan bu isimler Urumların bugünkü durumları ile birebir örtüşmektedir. D. Çitlov “Slavnie Greki Gruzii” adlı eserinde Urum isim-leri verirken “D. Melikov E. Tatarova, G. Deliya-nov, G Muradhanidi vs.”(15) gibi isimlerden bah-setmektedir.

Gürcistan’ın Tsalka rayonunda yaşamakta olan Urumlar ise iki ayrı topluluk şeklinde ele alınmalıdır. “Birincisi Kümbet, Santa, K-Haraba köylerinde yaşayan 1858 ve 1870–1880 yıllarında Trabzon’un Santa diye adlandırılan yerleşim biri-minden göç ederek gelen Grek kökenli insanlardı. Bunlar Tsalka (Parmaksız) rayonuna geldikle-rinde Türkçe bilmiyorlardı. Türkçeyi Urum-lardan öğrendiler. SSCB döneminde Grek diye adlandırılan topluluğun ikinci kısmı ise Kars, Er-zurum, Ardahan ve Bayburt çevresinden göçürü-lerek Parmaksız’a yerleştirilen Hristiyan Türkler yani Urumlar idi.”(16) Bu iki gruptan Trabzon’un Arsin ilçesine 3 18 kilometre mesafede olan Santa bölgesi Urumlarının ve Kümbet Urumların Pon-tus Rum Devletinden kalma olduklarını anlamak mümkündür ve bunlara Grek diyebiliriz. Ancak Erzurum, Bayburt ve Kars’dan Gürcistan’a göç eden ve ana dilleri Türkçe olan Urumlara Grek de-mek yanlış bir ifade olur. Bunlar gerek kültür ve gerekse dil bakımından Türk özelliği göstermek-tedirler.

Gürcistan bölgesi Urumları ile tarafımca yapılmış olan sohbetlerde kendilerinin Grek olduklarını iddia etmektedirler. Yine bu konuşmalar esnasında Yunanistan’a gittiklerinde onlara siz Türksünüz denildiğini söylemektedirler “Klara Sandinidi” adlı Urum ile yaptığımız sohbet esnasında söylediği “Bizim belden aşağımız Grek, belden yukarımız ise Türk”(17) sözü manidardır.

Yapılan incelemeler ışığında;1.Urumlar Greklerin Asya’daki devamıdır.2.Urumlar Hristiyan Türk devletlerinden kalan

bir topluluktur.3.Urumlar yaşadıkları bölgede zaman içinde

Hristiyanlaşmış Türk topluluğudur. şeklinde üç ayrı düşünce öne çıkmaktadır.

3. URUMLARIN DİLİ VE EDEBİYATI

3. a Urumların Dili

Urumlar Türk dilinin bir diyalektini konuşmaktadırlar. Ancak içlerinde bulunan Rumeyler Grek dilini konuşmakta ve anlamak-ta, Türk dilini bilmemektedirler. Bazı çevreler tarafında Grek diye adlandırılan bir topluluğun bir kısmının Türkçe bilip Grekçe bilmemesi ve bir kısmının da Grekçe bilip Türkçe bilmemesi üze-rinde düşünülmesi gereken bir durumdur.

Serefimov’un aktardığı bilgilere göre “Preazovya’daki bir grup Yunan dilinde yazılan dini ayin kitabını hiç anlamıyor, bir grup ise çok zor anlıyor. Ama Grekçe’den Türkçeye çevirilen ayin kitaplarının dili bir grup tarafından açık seçik anlaşılıyor ve bir grup tarafında zor anlaşılıyor. Bu anlaşılamazlık o denli ileri gidiyor ki kili-senin başındaki ruhani lider bile bu dili anlamıyor. O dönemde Rumeyler de tamamen Grek dili konuşmuyorlar. Dillerinde çok sayıda Türkçe ke-lime ve deyim de vardı. Bunlar da, Grek dilinde değil de, Kırım Tatar dilinde ibadet edilmesini istiyor, denilmektedir. Bu bize aynı coğrafyada yaşayan iki farklı milletin varlığını göstermekte-dir.

Türkçe nasıl zaman içinde değişik lehçelere ayrılmışsa Bizans imparatorluğunun yıkılmasından sonra birbirinden kopan Bizans halkının dili olan Grekçe’de de değişik lehçelere ayrılmıştır. Urum-larla beraber yaşayan Rumeyler de Grekçe’nin bir lehçesini konuşmaktadırlar.

Urumlar bilindiği gibi Rumeylerden farklı olarak Türkçe konuşmaktadırlar. A. Garkavets, Kuzey Priazovya’nın Urum dillerini detaylı olarak incelemiş ve bir de tespitlerine sonucunda, Urum dilinde Kıpçak Oğuz unsurlarının bir hayli fazla olduğunu ifade etmektedir. Korelov bu unsurları dört gruba ayırmaktadır.

1.Balşoy Yanisol, Beşev, Manguş: Oğuz unsur-ları çok azdır.

2. Kermençik, Bagatır, Ulaklı: Oğuz unsurları az belirgindir.

3.Kapan, Lapsi, Kamar, İgnatyevka: Oğuz un-

55

Page 57: ÇUKUROVA SANAT

unsurları belirgindir.4.Mariupol, Stariy Kırım: Oğuz unsurları Kıpçak

unsurlarıyla karışıktır.”(18) Baskakov’da Urum dilinin içindeki Oğuzca

unsurlara dikkat çekmektedir. Baskakov kendi çalışmalarında Urum dilini Oğuz-Selçuk Dil Grubunun Oğuz grubuna ait olduğunu iddia etmektedir. Ama Kırım Tatarlarının dilini Kıpçak-Oğuz grubunun Kıpçak kısmına ait olduğunu belirtir. Bu görüşe göre, Urum dili Osmanlı İmparatorluğu döneminde tekâmül etmiş olur. Baskakov’un söylediği gibi Urum Türkçesinin Osmanlılar döneminde oluştuğu düşüncesi üze-rinde durulması gereken bir durumdur. Çünkü Urumların yaşadığı bölgede Osmanlılardan çok öncesinde Hristiyan Türk unsurlarının yaşamamış olduğu aşikârdır.

Urum halkının dili üzerine çalışmalarda bulu-nan Kepen, Urumların dilini harita üzerinde gös-termektedir. Bu haritaya göre; “Alupka, Ayvasıl, İnkerman, Akmescit, Kermencik ve sudak tama-men Türk; Kefe, Kezlev, Çerkeskerman, Karani, Balaklava, Kamar, Alsu, Lapsi, Bahçesaray, Beşev, Karasubazar, Eski Kırım Kıpçak özelliği taşıyan Oğuz grubuna mensup Türke benzerler(Urumlar), Şalgırbaşı, Stila, Alupka, Aluşta, Alutka, Yalta, Ma-sandra, Magaras, Nikita, Urzuf, Yeniköy, Büyük Lanat, Kuru Özen, Demirci, Yeni Sala, Argın, Çardaklı, Uşun, Çermik, Sartana, Çermanlık, Ayazma, Şelen, Kapsihar yerleşim merkezleri Elenasıllı Türk dillilerin (Rumeyler)”(19) yerleşim yeri olarak görülmektedir.

Günümüzde Urumların dili üzerinde çalışmaları bulunan Osman Uyanık bir Urum şiiri “Babalar Bele Etmey!”den yola çıkarak Urum Türkçesi ile ilgili 8 adet özellik göstermektedir. Bunlar:

“1.Türkiye Türkçesindeki ön damak g’leri, Urum Türkçesinde d’dir: kel->gel-> del-; kerek->gerek->derek-

2.Türkiye Türkçesinde alıntı kelimelerdeki ön seste bulunan h sesi Urum Türkçesinde düşer: haber>aber, hiç>iç

3.Türkiye Türkçesindeki arka damak k’leri h’ye döner: çık->çih, akıl>ahıl, kart>hart, vakte>vahte,

4.Eski Türkçedeki uzun o ünlüsü e’ye döner: yol->yel-

5.Türkiye Türkçesindeki –Türkçe veya alıntı ke-limelerdeki- ön damak k’leri t’ye döner: kim>tim,

kâğıt>tyat6.Diğer Türkçelerde bol- olan fiil, Batı

Türkçesinde –Türkmence hariç- “ol-” şeklindedir. Urum Türkçesinde bu fiil “ol-” şeklindedir.

7.Kelimelerde ünlü düşmesi yoğun bir şekilde görülür: umut ettim>imtettim, getir->tetr, kâğıt>tyat, balalar>ballar

8.Türkiye Türkçesinde görülen vurgusuz orta hece ünlüsünün düşmesi, Urum Türkçesinde görülmez: aklın>ahılın.”(20)

Urumların bir şiiriden yola çıkarak verilen bu özellikler bilimsel olarak kesinlik taşımamakla beraber, Urumların dili hakkında az da olsa fikir sahibi olmamızı sağlaması açısından önemlidir.

3. b Urumların EdebiyatıUrumların Kırım’dan Gürcistan’a göçlerinden

sonra yerleştikleri coğrafyada edebiyata ait ürün-ler vermeye başlamışlardır. Bunlar sözlü halk edebiyatı ürünleridir. Urum sözlü edebiyatının ilk örnekleri 19. yüzyıla aittir. Bu örnekleri veren şairlerin başında Coğabi gelmektedir. “Asıl adı Se-fil Mağdalanovdur. ‘Allah Kerimdi’ adlı koşması ve ‘Selim Bey’ adlı bir destanı vardır.”(21)

Coğabi’den sonra gelen bir diğer Urum halk sanatçısı ise Aşık Surayi’dir. “Asıl adı Cebrail Demirov’dur. ‘Ağlaram’ redifli koşması ve ‘Ne o Meni Tanır, Ne de Men Onu” adlı güzellemesi vardır.”(22)

Pehlevan mahlaslı Urum şairi ise Yunan milli-yetçisi olmakla beraber Türk dilinde eserler veren bir başka âşıktır. Bundan başka Aşık Güleci, Söhbeti ve Aşık Mose yine Türk dilinde eserler vermişlerdir.

Gürcistan Urumlarından olan bu şairler Türklerde olan âşık geleneğinin birebir aynını de-vam ettiren insanlardır. Onlar da mahlaslar almak-ta, onlar da koşmalar, güzellemeler söylemekte-dirler. Her türlü özelliğini Türk âşık geleneğinden alan Urumların Türklerle olan bağlarını inkar et-mek oldukça zordur. Öyle ki Yunanistan’ın ısrarla kendi emellerine alet etmek istediği bu halkın dili, yaşadığı coğrafya ve adetlerinin yanı sıra sözlü edebi ürünleri bile Türk özelliği göstermektedir.

“Qış olanda dağlar tipidir, qardır,Niye pislik edek, ölüm ki vardır, Gözel sevda bir çekeni qocaldırDilin acı etme, sözün balla get.

56

Page 58: ÇUKUROVA SANAT

Aşıq Güleciyem, bezmedim işden,Saz elimde olsa qorhmam deyiştenSenin dörd oğlun var, beş de eniştenSeksen beş yaşında yolun salla get.”(23)Aşık Güleci’nin “Get” adlı yukarıdaki koşmasını

gören birinin bunu Anadolu’nun herhangi bir ilinde söylenen koşmadan ayırması güçtür. Burada Urumların edebi gelenekleri ile ilgili söylenecek bir söz varsa o da Urumların halk edebiyatının, Türk halk edebiyatının bir parçası olduğudur.

4.URUMLARIN YAŞADIKLARI COĞRAFYALAR

Urumların yaşadıkları coğrafyalar incelendi-ğinde Türklerin değişik dönemlerde egemenlik sürdükleri yerler olması dikkat çekmektedir. Bu yerlerin başında Kırım gelmektedir. Kırımdan Urumların göçleri ile birçok yerleşim yeri boşaltılmıştır.

Greko-Tatar olarak adlandırılan bu halkın Kırım’dan göç ettirilmesinin nedeni Kırım’ın eko-nomik gücünü zayıflatarak Kırım’ı Rusya’nın hi-mayesine sokup, Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirmektir. “Greko-Tatar nü-fusunun dinî lideri de çeşitli vaatlerle bu siyasete âlet edilir ve gerek halka ve gerekse göçmenlere vaat edilenler yerine getirilmez. Göç eden halkın çoğu açlık ve hastalığa yenik düşerek ölür.(24) Bu vaatler halkın Kırım’da bulamayacağı büyük ayrıcalıklardır. II. Katerina’nın göç ettirilen halka verdiği haklar; “Serbest balık avcılığı, git-tikleri yerde evlerin hazır oluşu, 10 yıl vergiden muaf tutulmaları ve on yılın ardından da 1/100 oranında vergi alınması, isteyenlere bağ ve bahçe kurarak vergisiz olarak işletme hakkı, fabrika ve işletilmesi, kendi yöneticilerini seçme hakkı ve Rus askerleri tarafından”(25) korunmalarıdır.

Kırım’dan göç ederek Preazovya’ya yerleşen Urum ve Rumeylere ekip dikmeleri ve bölgeyi şenlendirmeleri maksadıyla buralarda bulunan araziler verilmiştir. “Bölgeye yerleştirilen halkın arasına 1821–1825 yılları arasında, Anadolu’nun Trabzon, Giresun, Erzurum ve Kars vilayetle-rinden Gürcistan’ın Tsalka bölgesine ve ora-dan da 1981–1986 yıllarında Kırım, Donetsk ve Dniyepropetrovsk’a yerleşen 2–3 bin kadar Urum da gelip katılmıştır. Onların ebeveynleri

de Türkçe’den başka dil bilmiyorlardı. Onlar sadece Anadolu’dan değil XVIII. ve XX. yüzyılda İran’dan da gelmişlerdi. Önce Güney ve Kuzey Kafkasya’ya göçüp sonra Ukrayna topraklarına yerleşmişlerdi. Türkler bütün Bizanslılardan kalma Hristiyanlara dedikleri gibi bunlara da Urum ve Rum Milleti demişlerdi.”(26) Burada değinilmeden geçilemeyecek bir husus vardır ki nereden gelmiş olurlarsa olsunlar aynı topraklarda yaşamaya başladıktan sonra bu halkın tamamına Grek denilmektedir. Bu yanlış bir ifadedir.

Günümüzde Gürcistan’nın Tsalka rayonun-da yaşayan Urumlar Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki yerleşim yerlerinin isimlerini buralara da vermişlerdir. Bu yerleşim yerlerinin isimleri: Beştaş, Haraba, Olenk, Tarson, Tek Kilise, Hadik, Handa, Özni, Gunekaya, Yedi Kilise, Kara-kom, Bayburt, Şinek, Aşkala, Ayazma, Haçkov, Çift Kilise, Godaklar, Tecisi, Barmaksız, Çatahi, Darakov, Ahalik, Çolan, Kızıl Kilise, Nardevan, Daşbaş, Cinisi, Karak, Başkom’dur.

Urumların yaşadıkları coğrafyalar ana hatlarıyla göçten önce Kırım bölgesi, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’dur. Göçten sonra ise Ukrayna, Gürcistan’ın Tsalka rayonu ve Kazakistan’ın Ken-tav şehridir.

5. URUMLAR VE RUMEYLER ARASINDAKİ FARKLAR

Urumlar üzerinde bilim dünyasının genel kanaa-ti iki ayrı topluluktan oluştukları yönündedir. Bu topluluklar Urumlar ve Rumeyler’dir. “Urum ve Rumeyler Mariupol’e gelmeden önceki dönemde de birbirinden farklı ve yabancı oldukları çeşitli kaynaklardan anlaşılmaktadır. Kırım’da yaşanan dönemde Elensoylulara ‘Tatlar’ ve Türksoylulara ‘Bazaryane’ adı verilmektedir.

‘Tat’ kelimesi Türkçe sözlükte “Türklerin ege-men olduğu yerlerde yaşayan Arap veya İranlılar; Hazar denizi kıyısında, İran Azerbaycan’ı sınırında yaşayan, İran soyundan olan bir topluluğun adı”(27) olarak geçmektedir. Görüldüğü gibi ‘Tat’ kelimesi Türkler tarafından yabancılar için kullanılmıştır. Türkler, tarafından Türk dilini konuşan Hristiyan Urumlara ise ‘Bazariane’ ya da ‘Bazaryane’ adı verilmiştir. Rumeyler için kullanılan ‘tat’ kelimesi de yabancılara Türklerin verdiği bir isimdir. Urum-

57

Page 59: ÇUKUROVA SANAT

lar ise Türkçe konuşup Grekçe bilmemektedirler. Urum ve Rumeyleri birbirinden ayıran bir diğer

durum ise yaşadıkları yerlerdeki yerleşim farkıdır. Kırım’dan ayrılan Urum ve Rumeyler gittikleri yerde de farklı yerleşim merkezleri kurmuşlardı. Bunların hiçbirisinde iki topluluk beraber yaşamamaktadır. Ya farklı köyler kurmuşlardır ya da köyün güneyine bir grup, kuzeyine bir grup yerleşmiştir.

Sonuç olarak Urum ve Rumeyler arasındaki farklar şunlardır:

1.Konuştukları diller farklıdır. Urumlar Türkçe, Rumeyler Grekçe konuşmaktadır.

2.Urumlara ‘Bazaryan’ denilip bu kelime Türkçe Bezirgân’dan gelmekte iken Rumeylere ‘Tatlar’ denmekte ve Türklerle birlikte yaşayan yabancılar için kullanılmaktadır.

3.Urumlar ve Rumeyler aynı yerleşim yerinde olsalar bile farklı bölümlerinde yaşamaktadırlar.

Görülüğü gibi iki topluluktan biri Türk özelliği gösterirken diğeri Grek özelliği göstermektedir. Kanaatimce günümüzde bu topluluğun tamamının Grek sanılmasındaki en büyük yanılgıya da bu ayrımın yapılamaması neden olmaktadır.

6. URUM GÖÇLERİNİN NEDENLERİOsmanlı Devleti zayıflamaya başlayınca Orto-

doks Hristiyanlarının savunuculuğunu üstlenen Ruslar, Ortodoks mezhepli toplulukları çeşitli vaatlerle isyana ve kendi sınırları içine çekmeye çalışmış ve elindeki ıssız toprakları yerleşime açma düşüncesinden dolayı göçler olmuştur.

Göç dalgasından etkilenen topluluklardan biri Kırım bölgesinde yaşayan Hristiyan Urumlardır. Bu göçlerin sebebini üç gruba ayırabiliriz.

Bunlardan ilki Kırım’dan göç ettirilen Urumlar-la ilgili olan beş nedendir.

“1.Kırım Hanlığı iktisaden çöktü ve gelir kaynağı kesilen Kırım Hanlığı çok geçmeden Rusların hi-mayesine girdi. Tabii netice olarak da Kırım tama-men Rusya’ya bağlandı.

2.Ruslar tarafından işgal edilen topraklar ıssızlıktan kurtarılıp verimli hale getirildi.

3.Askeri hareketlerde bir üs olarak kullanıldı.4.Göçmenlerden asker toplanarak ordunun

ihtiyacı giderilmiş olundu.5.Hazine yeni bir gelir kaynağı bulmuş oldu.”(28)

İkinci ise Doğu Anadolu ve Karadeniz’den göç eden Urumlardır. Bunun nedeni büyük mübadele-dir. Bu göç; bulundukları bölgede isyan eden grupların, Osmanlı İmparatorluğu parçalandıktan sonra yerine kurulan milli devletlerin isteği üzerine karşılıklı olarak değiştirme yoluna git-meleri ile olmuştur. Bu değiştirmede de ırkı değil din ve mezhepleri esas almışlardır. Urum-lar Hristiyan olduklarından dolayı mübadeleden etkilenmişlerdir.

Üçüncü neden ise Stalin’in Rusya topraklarındaki Türk sınırlarını Türklerden arındırma politikasıdır. Bu göç dalgasından et-kilenen grup ise Kazakistan’ın Kentav şehrine yerleştirilen Urumlardır.

Yukarı belirttiğimiz göçlerde “Kırım’ı terk et-mek durumunda kalan Hristiyanların tamamı Urum değildir. Ermeni ve Grekler de Urumlarla birlikte Kırım’dan ayrılmışlardır. Uzun süren göç sırasında açlık, soğuk ve hastalıktan ölen Hristiyanların dışında hayatta kalanlardan Er-meniler 5 köy, Grekler ve Urumlar da 22 köy kurmayı başarmışlardır.”(29) Bu durumda yalnızca Urumların göç etmediği görülmektedir.

7. URUMLARIN BUGÜNKÜ DURUMLARIGünümüzde Urumlar dünyanın değişik yer-

lerine dağılmış durumdadırlar. Gürcistan’da Tsalka ve Tsalka dışında 1989 sayımlarına göre “100.324 Urum yaşarken 2002 yılı sayımında yaşanan göç nedeniyle bu rakam 15. 166 ”(30) olarak belirlenmiştir. Bu göçlerin nedeni Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra Rusça ve Türkçe bilen Urumlar’ın Gürcü dilini bilmediklerinden dolayı işsiz kalmaları gösterilebilir. Bununla be-raber Yunanistan’ın Urumlar üzerinde oynamakta olduğu oyun da etkilidir. Urumlara AB vatandaşlığı vaatleriyle kapılarını açan Yunanistan Urumların Yunanistan’a göç etmesine neden olmuştur. Bu göç günümüzde olanca hızıyla devam etmektedir.

Gürcistan’daki Urumların aksine bulundukları toprakları kendine vatan bilip göç etmeyi reddeden Urumlar da vardır. “Bugün Türk asıllı Urum halkının büyük çoğunluğu, Ukrayna’nın Donetsk eyaletine bağlı 29 köyde yaşamaktadır. Kırım’dan çıkarılan Urum Türkleri, Kırım’ı asla unutmamışlardır; hatta bazıları ölümü göze alarak memleketini terk

58

Page 60: ÇUKUROVA SANAT

Günümüz de “Hristiyan Türkler, yani Urumlar, bugün Kırım, Ukrayna, Kazakistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Rusya Federasyonu ve Gürcistan’da dağınık olarak yaşamakta olup nüfusları tah-minen 200.000’den fazladır. Gürcistan’ın Kvemo Katli vilayetine bağlı Tsalka (Parmaksız) rayo-nunda 1989 yılı sayımlarına göre 37.000 Urumun yaşadığı, bugün ise yaşanan göç nedeniyle bu sayının 1.200’e düştüğü bilinmektedir.”(32)

Farklı coğrafyalarda dağınık olarak yaşayan Urumlar artık yok olmayla karşı karşıya gelmişlerdir. Yaşlılar hala eski adetlerini sürdürürken genç Urumlar kültürlerini devam ettirmemişlerdir.

SONUÇUrumlar bugüne kadar Tatar olarak düşünülmüş

ve Kıpçak sayılmışlardır. Ruslar ise Urumlara Greko-Tatar adını vermişler ve Türkleşmiş Grek saymışlardır. Bundan dolayı Yunanlılar Urum-lar üzerinde yoğun olarak çalışmışlardır. Urum-lar Hristiyan dinli, Türk dilli topluluklardır. Tarihlerini ancak Katerina’nın onları Kırım’dan çıkarıp Ukrayna’ya göç ettirmesine kadar dayandırabilmekteyiz.

Günümüzde Ukrayna, Gürcistan, Kazakistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Rusya Federasyonu’nda yaşamaktadırlar. Dağınık yaşadıkları için nüfusları tam olarak bilinmemek-tedir.

Bilinen bir gerçek var ki Urumlar günden güne kültürel anlamda yok olmaktadır. Bunun en önemli sebepleri ana dilleri olan Türkçeyi konuşmamaları ve Yunanistan’ın üzerlerinde gerçekleştirmek istediği emelleridir.

DİPNOTLAR1.Erdoğan Altınkaynak, Ortodoks Türkler Urumlar, ÜLB Yayınları, Ankara Temmuz 2005, s. 132.Dimitri Çitlov, Tsalkintsi Deti Gruzii, Tiflis 1992, s. 210–2113.Ünal Kalaycı, “Gürcistan’ın Tsalka (Parmaksız) Rayonun-da Yaşayan Urum Türklerinin Dil Ürünlerinden Örnekler”, Karadeniz, Yıl:1, S.1, Kış 2008, s.1444.A. V. Gabain, Eski Türkçenin Grameri, (Çev. Mehmet Akalın), Ankara 1998, s. 2305.Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı, MEB yayınları, cilt:1, İstanbul 1983, s.3246.Erdoğan Altınkaynak, age, s. 127.Altınkaynak, age, s. 138.Ahmet Bican Ercilasun, Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 819.Ercilasun, age, s. 127

10.Yonca Anzerlioğlu, “Kırım’ın Hristiyan Türkleri: Urum-lar”, Milli Folklor, 2009, Yıl: 21, S. 84, s.108-10911.Altınkaynak, age, s. 1612.Altınkaynak, age, s. 1613.Altınkaynak, age, s. 1614.Altınkaynak, age, s. 1815.Dimitri Çitlov, Slavnie Greki Gruzii, Tiflis 1995, s.223–22416.Kalaycı, age, s.14417.Klara Sandinidi (1935), Ahelşan köyü, 12.12.2009, Cuma saat 10.5018.A. Garkavets, Urumi Nadazovya, Almaata, 1999, s. 719.Altınkaynak, age, s. 2720.Osman Uyanık, “Urum Türkçesinin Türk Dili Sınıflandırmalarındaki Yeri”, Türkiyat Araştırmaları, Bahar 2010, S. 27, s.5321.Valeh Hacılar, Türk Dilli Gürcü, Yunan ve Aysoru Aşık-Şairleri, Bakü 2007, 41–4222.Hacılar, age, s.42–4323.Hacılar, age. s.4724.Hülya Kasapoğlu Çengel, “Ukrayna’daki Urum Türkleri ve Folkloru”, Milli Folklor, 2004, Yıl:16, S.16, s.5925.Altınkaynak, age, s. 20-21 26.Altınkaynak, age, s. 2227.Komisyon, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskı, Ankara 2005, s.191828.Altınkaynak, age, s. 3129.Anzerlioğlu, age, s.10830.Kalaycı, age, s.144–14531.Kasapoğlu Çengel, age, s.5932.Kalaycı, age, s.145

KAYNAKÇAALTINKAYNAK, Erdoğan, Ortodoks Türkler Urumlar, ÜLB Yayınları, Ankara Temmuz 2005.ANZERLİOĞLU, Yonca, “Kırım’ın Hristiyan Türkleri: Urumlar”, Milli Folklor, Yıl: 21, S. 84, 2009, 107–113. A. V. Gabain, Eski Türkçenin Grameri, (Çev. Mehmet Akalın), Ankara 1998.A. Garkavets, Urumi Nadazovya, Almaata, 1999.BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı, MEB yayınları, cilt:1, İstanbul 1983.ÇİTLOV, Dimitri, Tsalkintsi Deti Gruzii, Tiflis 1992.ÇİTLOV, Dimitri, Slavnie Greki Gruzii, Tiflis 1995.ÇİTLOV, Dimitri, Belichie Grekov i Greko-Smeşannie Semi, Tiflis 1998. ERCİLASUN, Ahmet Bican, Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.KALAYCI, Ünal, “Gürcistan’ın Tsalka (Parmaksız) Rayonun-da Yaşayan Urum Türklerinin Dil Ürünlerinden Örnekler”, Karadeniz Dergisi, Yıl:1, S.1, Kış 2008, 143–161. KASAPOĞLU ÇENGEL, Hülya, “Ukrayna’daki Urum Türkleri ve Folkloru”, Milli Folklor, Yıl:16, S.16, 2004, 58–67. KOMİSYON, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskı, Ankara 2005.UYANIK, Osman, “Urum Türkçesinin Türk Dili Sınıflandırmalarındaki Yeri”, Selçuk Türkiyat Araştırmaları, S. 27, Bahar 2010, 45–56.

HACILAR, Valeh, Türk Dilli Gürcü, Yunan ve Aysoru Aşık-Şairleri, Bakü 2007

Klara Sandinidi (1935), Ahelşan köyü, 12.12.2009, Cuma saat 10.50 (Derleme)

59

Page 61: ÇUKUROVA SANAT

İçime yıldızlardan süzülmüş bir heyecan,Gözlerin mi gördüğüm, ben hangi sulardayım,Ellerin gül dalıysa, bakışların mihrican,Ruhum paslı kördüğüm, sensiz pusulardayım,Hüznümdeki derinlik okşuyorken kaderi!

Karadeniz dalgası ömrüme kıyan hançer,Perçeminden süzülen günün son şavkı mıdır?Her gün bir kızıl öfke umutlarımı biçerSeni sende bitiren intikam şevki midir?Çizdiğin puslu resim vicdanının eseri! Sen damlıyor saksıya narçiçeği allardan,Tek tek veda ederken hüzünlü köşelere,Kesiliyor umutlar çıkmayacak fallardan,Gariplikler sindikçe pembe menekşelere.Hayalleri incitir sevenlerin kederi! Alevlidir buseler yalnızlık durağında,Anlamlı bakışmalar, kan ağlatır yolları,Ay karanlık, ay küskün menzilin ırağında,Kar çiçekleri süsler zemheride dalları.Görsen, tanıyamazsın bendeki derbederi! Mumda eriyen sabır süzülür kenarından,Ruhuma desen çizer kımıldayan perdeler,Göz yaşlarım ıslanır sonsuzluk pınarından,Zamanlara hükmeden eski aşklar nerdeler?Nerde sevdalıların vuslat kokan seheri? Billurdan fiskelerle kalbe dokunur zaman,Efkârlı bir şarkının inleyen nağmesiyleGümüşten bir buğuyla perdelenir asuman,Giden gitmiştir eyvah, bitimsiz hevesiyle,Neden şimdi çalmıyor taş plaklar “ Makber “ i! Hüznündeki derinlik okşuyorken kederi,Çizdiğin puslu resim vicdanının eseri!Hayalleri incitir sevenlerin kederi,Görsen, tanıyamazsın bendeki derbederi,Nerde sevdalıların vuslat bakan seheri?Neden şimdi çalmıyor taş plaklar “ Makber “ i!

MİHRİCAN

Sevim ÇAKICI

Desen: Mesut Dikel

60

Page 62: ÇUKUROVA SANAT

GECENİN HÜKMÜ

Selma HARNUPÇU

Desen: Atanas Karaçoban (Kütahya)

Gecenin hükmü başladı mı susar her şey, içe döner. Maddeye dair ne varsa, hissiyatımızın ete bürünmüş şekilleri gibi konuşur fısıltıyla; geçmiş ve geleceğe çağrışım yapan anahtarları uzatır elleriyle ve güne galebe çalmanın sevinciyle yok eder şimdi’yi geceler. Ellerini uzatsan geçmiş,

gözlerini kapatsan gelecek serilir namütenahi bir vadi gibi eteklerine. Bulanıklaşan dünyaya zihindekiler dökülür renk renk ve iklimlerin her çeşidi görülür bu yeni dünyada…

Gecenin hükmü başladı mı bir hastanın kulağı delip geçen nağmeleri de başlar. Dünya, hakikatlerin

yansımalarını taşıyan boş bir kavanoza dönüşür. Titreten eninlerin yankıları döner boşlukta ve sinsice sarar bütün ruhu baştan ayağa. Dört bir yanı ihata eden hava boşluğunda bir yudum nefes bulunmaz ve

soluklaşan dünya bir çağrıdır, duyulmaz…

Gecenin hükmü başladı mı koyulaşır yalnızlık, kararmış bulutun matemini taşıyan deniz gibi kabarır ve taşmak ister. Kendiyle hesaplaşır hesaplaşır insan ve yorulur. Üzüldüğüne üzülür, üzülmediğine

hayıflanır, sevincine hüzünlenir… Gece bir perde gibi dökülür ve rengini verir her şeye. Emel ile elem kelimeleri yakınlaşır ve kopar insan bu zahiri dünyadan. Bir soluk maviye hasret yaşam damarları

kurur için için…

Gecenin hükmü başladı mı gün doğar kaldırımlarda. Gecenin leyl’i Leyla’nın yüzü gibi parlar. Güneşin aydınlatamadığı şehir, ay ışığında berraklaşır ve şehrin anahtarlarını taşır sokak sakinleri. Bir

kaldırım çocuğunun masum gözlerinde atan şehrin kalbi bir sarhoşun narasında parçalanır ve bir dilencinin avuçlarında yiter umudun tüm izleri…

Gecenin hükmü başladı mı unutulan tinsel varlık da zahir olur. Gün ışığının gizlediği ruhumuzu

gecenin karanlığında buluruz. Maddi varlığından tecrid edilmiş vaziyette bir aynanın camında bize bakar. Zira aydınlıkta fark edilmez ışık, tıpkı hazinelerin debdebeli duvarlar arasında bulunmaması

gibi…

61

Page 63: ÇUKUROVA SANAT

BİR SERABA YANARKEN ZÜLEYHA’YA BOYANDIM

Nuray ALPER

Gözlerinde hüznümün en hisli izleri varİçimde kainatın kaç tövbekâr sancısı

Salınır akşamların yüzünde sessiz vakarPervazlarımda gezer tebessüm yalancısı

O hâyal ki uykumu her gece nasıl yakar? Sana gelir cazibem kirpiklerimde hazla

Geçit vermez edebin zindana esir düşer!Koparıp esrarımı haykırıyorken nazla

Adı hasret olana kalpte infilâk küserTahayyüle zorlanır gül ve ateş; niyazla...

Sılanın haya yüzü, zambak kokan matemimKaderinden mi aldı saçların zift rengini

Terk edip efkârını kendinden kaçarken mimSözlerin turnalara vermez mi ahengini?

Gül! Bahtımın yağmuru, çilen kadar yetimim

Asi ve hırçın çocuk derûnunda gizlenirBilirim kanatarak canını yakışını

Kimse görmezken onu hudutsuzca özlenirHissederim coşkuyla kanıma akışını

O çocuk ki her fasıl gözlerimle sözlenir...

Aynalara sürdüğüm yüzün bende kalırsaKıskanırlar gölgene bahar vuran aynımıBir kurban celladına nasıl teslim olursa

Sana öyle bir sırla uzatırım boynumuUhrevan(*) da koşarım vakit beni alırsa

Bir seraba yanarken Züleyha’ya boyandımBıraktım gözlerimi aşkın ücra yerineEdebinin narına düşüşümle uyandım

Hüzzam ağıtlarımın derdinde ederi ne?Sen aşkı alıp arştan ellerime koyandın.

Desen: Atanas Karaçoban

(*) uhrevan; Doğu dilinde mahşer.

62

Page 64: ÇUKUROVA SANAT

ÇUKUROVA NOGAYLARININ HALK KÜLTÜRÜ ARAŞTIRMASI ÇALIŞMALARI

Prof. Dr. Erman ARTUNTürk halk kültürü, geniş coğrafyada gelenek-

sel yaşamı sürdüren Türk toplulukların yüzyıllar boyunca kendi dil, kültür ve beğenileriyle oluşturup yaşattıkları kültürün ortak adıdır. Türk halk kültürü; Türklerin göçüp yerleştikleri devlet kurup egemen oldukları bütün ülkeleri kapsar. Bu kültür halkın duygu, düşünce ve beğenisiyle süzülerek günümüze gelmiş, toplum, insan ve doğa gerçeğiyle şekillenmiştir.

Türk halk kültürü çok zengin bir yapıya sahip-tir. Bu zenginlik köklerini tarihin derinliklerin-den almaktadır. Türkler, Sibirya’dan Balkanlara, Yemenden Hindistan’a, Çin’e kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bu coğrafyalarda dev-letler kurmuş, birçok uygarlığa etki etmiş, çeşitli uygarlıklardan aldığı kültür öğelerini de Türk kültürüyle yoğurmuştur. Bu hareketlilik Türk kül-türünü sürekli ve dinamik kılmıştır. İki binli yıllara girdiğimiz bu yıllarda bu dinamikler dünyada hareketlenmiş, çınar ağacı hem köklerinden hem dallarından filizler vermeğe başlamıştır (Fığlalı, 1996:1–5).

Türk kültürünün tarihi derinliği ve coğrafi genişliğini vardır. Türk dünyası kültürü evrensel kültüre çok önemli katkılar yapabilecek zengin bir kültürdür. Çağımızda küreselleşmenin getirdiği sorunlara karşılık, Türk dünyası kültürü her za-man müracaat edilebilecek zengin bir kaynak oluşturmaktadır. Son on yıldır, Türk dünyası çok hareketli, çok hızlı bir değişim sürecine girdi. Bu değişim hem siyasî anlamda, hem coğrafî an-lamda hem de sosyolojik anlamda nitelenebilir.Bu temelde kültürel bir zenginleşme, var olan ortak kültürün zenginleşmesidir.

Klasik dünya düzeni içinde Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde dengeler bozulup yeni oluşumlar ortaya çıkmıştır. Başta ekonomik ve siyasal etkileşimlerde hızlanan değişim süreci hemen ardından sosyal ve kültürel alanlarda yeni arayışları, özlemleri gündeme getirmiştir. Türk Cumhuriyetlerinin Sovyetlerden siyasî yönden

ayrılmaları ayrı ve bağımsız birer devlet olma kararları, Türk dünyasında değişim rüzgârının hızla esmesini sağladı. Bu, yüzyılların ötesinden sürüp gelen manevî bağların gün ışığına çıkmasını hızlandırmış oldu.

Türk Cumhuriyetleri ile özerk halkların Türklük düşüncesinde birleşmeleri ve kültürel birlik etrafında yoğunlaşmalarıyla, ortak Türk kültürüne sahip çıkma gayreti içine girildi.

Bizleri birbirine bağlayan dünyada en çok konuşulan beş dilden biri olan Türk dili en eski yazılı belgelere sahip bir kültür dilidir. Lâtin esasına dayalı alfabe sistemiyle Türk dünyasında büyük ölçüde yeniden yazıda birlik yolunda önemli bir adım atılmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan Türk devletleri ve akraba toplulukları kendi milli kim-liklerini “biz” duygusu içerisinde öne çıkarma gayreti içine girmişlerdir.

Kırım, eski tarihlerden beri Türklüğün yerleştiği bir saha olmuştur. Hazar Denizi’nin kuzeyini takip ederek Karadeniz’in kuzeyine gelen Türk boyları, bu coğrafyada yerleşerek devletlerinin çekirdeğini atmışlar ve buradan Avrupa’ya doğru akınlara başlamışlardır.

Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Sabarlar, Kumanlar (Kıpçaklar), Peçenekler ve Uzlar bu coğrafyada at koşturup kurultaylar düzenlemişler ve güçlü siyasî teşekküller oluşturmuşlardır. Öyle ki, Kıpçak boylarının burada yerleşmesinden sonra bu coğrafyanın adı Deşt-i Kıpçak olmuştur. Altın Ordu Hanlığı’nı kurmuşlardır. Kırım ve Kazan Hanlıkları, bu devletin siyasî mirasçıları olarak tarihteki yerlerini almışlardır.

Anadolu Türklüğü ile Deşt-i Kıpçak Türklüğü birleşmiş ve Kırım Hanlığı Osmanlı Devleti’ne katılmıştır. Bu birliktelik 1774 yılında imzala-nan Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar devam etmiştir. Yapılan anlaşma ile Osmanlı himaye-sinden çıkarılan Kırım’ın yaşaması, en büyük düşmanı Rusya’nın insafına bırakılmıştır. Çok

63

Page 65: ÇUKUROVA SANAT

geçmeden 1783’de Kırım Hanlığı, Rusya tarafından işgal edilmiştir. 1784’te de, işgal edilen bu Türk yurdu “Novorossıyk” eyaletine bağlanmıştır.

Ortak Türk kültürü küreselleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Giderek artan küreselleşmenin tek tipleştirme baskısına karşı, gerekli tedbirlerin alınması gerekir.

Küreselleşme karşısında büyük bir tehlike içinde olan ulusal kültür ve değerler irdelenip kültür ve eğitim politikalarının tekrar gözden geçirilmesi, programların yeniden geliştirilmesi ve yapılanması gerçeği gündeme gelmiştir. Ortak Türk halk kültürü mirası olan bu ürünlerin eğitim programlarında yer alarak gelecek kuşaklara aktarılması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu-nun yanı sıra eğitim programları içinde nasıl ve hangi yöntemlerle verilmesi gerektiği sorularına yanıt aramak gerekmektedir. Bu hızlı değişim ve gelişim beraberinde ne yapmalıyız sorusunu da getirmektedir.

Ortak Türkoloji günlerinde Türklük Biliminin belirli problemleri üzerinde “odaklanmış” araştırılmaların yapılması amaçlanmalıdır. Her yıl belli bir alana yönelik toplantılar düzenlenerek bu konular aydınlığa kavuşturulmalıdır. Yapılacak çalışmalarla, binlerce yıllık ortak geçmişe sahip Türk kültürünün duygu ve davranış kalıpları, bilgi, sanat ve beceri birikimi, kendi varlığı hakkındaki tarih bilinci ve ulus olma sürecindeki sosyal ve kültürel yapısı ortaya çıkacaktır.

Küreselleşme olgusu kültürel değişim ve gelişime bağlı halk kültürünün doğal akışını hızlandırıp aşındırmaya başlamıştır. Küreselleşme etkisiyle halk kültürünün halkla bağları zayıflayıp kendi kaynaklarının yanı sıra yabancı kaynaklarla beslenmeye başlamıştır.

Küreselleşmenin en çok hissedildiği alanlar-dan birisi kültür alanı iken, iletişim ve ulaşım kaynaklarını elinde tutan devletlerin kültürleri çok rahat bir şekilde baskın duruma geçebilmektedir.

Küreselleşme her kültürden birçok değeri ortadan kaldırmaktadır; ancak kültürel erozyon, küresel dinamikleri ellerinde bulunduramayan ül-kelerin kültürlerinde olmaktadır.

Hızlı küreselleşme olgusu gelecekte birçok kül-türü yok edecektir. Kültür, değişen ve yeni gelen şartlara alternatif kalıplar üretemiyorsa dışardan

gelen etkinin derecesi büyük olur. Eski kültür ürünlerinin günlük yaşamda yer alış ve günlük yaşama katılış olanakları azalmaktadır. Halk kül-türü giderek unutulmaktadır.

SonuçUluslararası toplantılarda, Türkiye dışındaki

Türklerin durumu sık sık gündeme gelmekte, çözümler üretilmekte, geniş coğrafyaya yayılmış Türklük dünyasındaki kaynakları araştırmak Türklerle ilgili kültür varlıklarını incelemek için neler yapılabileceği soruları tartışılmaktadır. Bütün bu çalışmaları yapabilmek için yetişmiş kadrolara ve bunları koordine edebilecek bilimsel kuruluşlara ihtiyaç olduğu açıktır. Türk Dünyasının çeşitli problemleri ve kültürel yapılarıyla ilgili araştırmalar yapmak için kültürel ilişki protokol-leri imzalanmış, bu konudaki çalışmalarda belli bir mesafe alınmış ama bu yeterli olmamıştır.

Türk bölgeleriyle uzun yıllar boyunca yaşanan kopukluk, Anadolu ve diğer Türk sahalarındaki Türk araştırmacıların yapılması gereken bu çalışmalar için gerekli hazırlıkları yapmasını en-gelleyerek bütüncül ve karşılaştırmalı yaklaşımları doğurabilecek ortak eleştirel bakışta birlik sağlanmasını geciktirmiştir. Türk toplumunun bin-lerce yıllık tarihsel bir süreçte meydana getirdiği halk kültürü geleneği geçmişi ve bugünüyle bir bütün olarak ele alınmalıdır.

Halk kültürü ürünleri halkın kültür yapısını be-lirleyen yaşadığı toplumun dokusu milletin söz sanatlarındaki sembolüdür. Halk kültürü ürün-lerinin Türklerin ortak duygu ve düşüncelerini dile getirmesi bakımından ve kültürün korunmasında, yaşatılmasında önemli işlevi vardır.

“Türkoloji” veya “Türklük Bilimi”, dünyada yaşayan bütün Türkleri, her yönden inceleyen bi-lim dalının adıdır. Türkoloji araştırmaları, sadece dil, edebiyat ve tarih sahasıyla sınırlı kalmamalıdır. Türkleri tanıma bilimi olan Türkoloji, Türkiye için elbette en önemli bilim dallarından biridir; daha doğrusu, olması gerekir.

Yeterli destek sağlanmadığı için Türkoloji araştırmaları bugün istenilen düzeyde değildir. Bu bilim dalının gelişmesi için gerekli imkânları sağlanması Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin gelişimine katkıda bulunmuş olacaktır.

Ortak Türk halk kültürü ürünleri mirası korumaya

64

Page 66: ÇUKUROVA SANAT

alınarak gelecek kuşaklara aktarılmalıdır. Bilgi ve eğitim boyutuna ağırlık verilerek, halk kül-türü geleneği kültürel mirasının saptanması, korunması, teşviki ve aktarılmasını hedef alan politikalar geliştirilmelidir. Ortak Türk halk kültürü ürünlerimizin koruma altına alınması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması hu-susunda da günümüz gençliğinin gerektiği şekilde bilinçlendirilebilmesi için konunun uzmanlarına ve eğitimcilere büyük görevler düşmektedir.

Kültürün kendi iç dinamikleri içindeki değişim süreçlerinde, küresel kültüre ulusaldan katkı sağlama aşamalarında kültürün her unsurunun geleceğe “yaşatılarak” aktarılmasının müm-kün olmadığı görülmüştür. Günümüz halkbilimi anlayışının ham malzemelerin toplanarak ileride değerlendirilmesi gibi bir lüksü yoktur. Bilgi üretilmeli, bulgular topluma sunulmalıdır. Bilgi teknolojisi Türkoloji alanında kullanılarak “Türk Dünyası Metin Bankası” oluşturulmalıdır. Bu konudaki yazılım programları desteklenmelidir. Programlama alanında çalışanlarla Türkologların ortak çalışmaları gerekir. Ortaklaşa düzenlenecek programlara Türk Dünyası araştırmacılarının katılımını sağlamak; bu potansiyelin kullanılması üzerine, yorumlar yapılmalı çözümler üretilmeli-dir.

Türk Dünyası ile ilgili dünyada yapılmış çalışmaları toplamak ve bu çalışmaları destekle-yerek Türk Dünyası ile ilgili bir arşiv ve kütüphane kurmak uluslar arası toplantılar yaparak, Türk Dünyası ile ilgili problemleri çözmek için ortak çözümler üretilmelidir. Türk Cumhuriyetle-rindeki ve dünyadaki benzer kuruluşlarla işbirliği yapmak; bilgi, malzeme ve araştırmacı değişimi sağlanmalı ortak bilimsel toplantılar düzenlenme-lidir.

Tarihi miras, kültür, tüm bu zenginlikler, gü-zellikler hepimizindir. Bunlar aynı zamanda insanlığın da ortak malıdır. Halk kültürü ürün-lerin uluslararası ilişkilerde kullanılması kültürel mirasın yaşatılıp evrensel kültüre kazandırılmasına katkı sağlayacaktır.

Kültür, ulusları birbirlerine yakınlaştırmakta, insanların barış ve hoşgörü içinde yaşamalarının temelini oluşturmaktadır.

1. Türk kültürü araştırmaları kurumsallaştırılarak bütün ülkelerle işbirliği yapılarak geliştirilmelidir.

2. Türk kültürünün tanıtılması için dünyanın bel-li bölgelerinde Türk kültür merkezleri açılmalıdır.

3. Latin esaslı ortak Türk alfabesi kararının Türk dili ve Türk dünyasının geleceği için haya-ti önem taşıması dikkate alınarak, bu yoldaki çalışma ve uygulamalar tamamlanmalı ve sonuca bağlanmalıdır.

4. Türk dil, lehçe ve şivelerinin varlığının devamı yanında, ortak iletişim dili olan Türkiye Türkçesi’nin de gelişimi sağlanmalıdır.

5. Türk dünyasının ve insanlığın ortak mirası olan tarih, kültür ve sanat değerlerinin korunması ve geliştirilerek gelecek kuşaklara aktarılması için gerekli çalışmalar yapılmalı ve tedbirler alınmalıdır.

6. Türklük bilimi araştırmalarında çağdaş metot ve kaynakların kullanılması yanında, Türk dünyasının kendi ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni, orijinal bakış ve metotlar geliştirilmelidir.

7.Türkoloji araştırmalarında günümüzün bilgi-sayar teknolojisinden yararlanmak gerekir. Bu ko-nudaki yazılım programları desteklenmelidir.

Bu sempozyumda Türk folklorunun belli sorunları üzerine yoğunlaşıldı. Yeni açılımlar ve çözümler üretilmesine ön ayak olundu. Gelecek yıllarda aynı coşkuyla buluşmak dileğimizdir.

KAYNAKÇAAltuntaş, Yener (2002), Küreselleşme Sürecinde Türk

Halk Oyunları, VI.Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kon-gresi Bildirileri, Küreselleşme ve Geleneksel Kültür Seksiyon Bildirileri, Genç Ofset, Ankara.

Artun, Erman (2001), Küreselleşmenin Geleneksel Türk Halk Kültürüne Etkisi, VI.Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi, Küreselleşme ve Geleneksel Kültür Seksiyon-Bildirileri, Genç Ofset, Ankara.

Erginer, Gürbüz (2002), Küreselleşme ve Geleneksel Kül-tür (Bilimsel Bulguların Anlamsızlaşması), VI. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi, Küreselleşme ve Geleneksel Kültür Seksiyon Bildirileri, Genç Ofset, Ankara.

Ersoy, Ersan (2002), Küreselleşme ve Geleneksel Kültür Girdabında Gençlik, VI.Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, Küreselleşme ve Geleneksel Kültür Sek-siyon Bildirileri, Genç Ofset, Ankara.

Fığlalı, Ethem Ruhi (1996), Türk Dünyası ve Halk Kültürü Üzerine Araştırmalar, İncelemeler (Ali Abbas Çınar), Muğla.

Kongar, Emre (1997), Küreselleşme ve Kültürel Farlılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür, www.kongar.org/makaleler.

Oğuz, M. Öcal (2001), Küreselleşme ve Ulusal Kalıt Kavramları Arasında Türk Halkbilimi, Milli Folklor, S.50, Feryal Matbaacılık, Ankara.

……………….(2002), Küreselleşme ve Uygulamalı Halkbi-limi, Akçağ Yayınları, Ankara.

65

Page 67: ÇUKUROVA SANAT

TÜRK’ÜN TARİH TÜRKÜSÜ

Bahattin KIZILKAYA

Yastadır Ergenekon, mahzun Tanrı Dağlarıİdil matem tutarken ağlıyor otağları?

Durgun akar Siriderya, yetim Orhun’a karşıDeğişmiş ırmakların eski nazlı akışı

Gamdadır Bilge Kağan, Toyukuk’la, KültiginSelenga’yla Yenisey susar sonsuza değin

Ağlıyor Korkut Ata delirmiş Deli DumrulTitre ve dön kendine ey Türk yerinden doğrul

Bozkurt başlı bayrağım dalgalanmaz matemleKırgın Pir-i Türkistan bak Arslan Bab dedemle

Zulüm, kan, gözyaşı mı şimdi benim talihimBir zaman şanlı iken şimdi ağlar tarihim

Hazar delirmiş gibi kavuşma sevdasıylaKöpürmüş Karadeniz ayrılığın yasıyla

Nil Tuna’ya gizlice kuşlarla selam söylerTuna’nın kollarında o eski şen öyküler

Ötüken ormanında kişnemiyor kıratlarDevletsiz kalırsa Türk darılmaz mı KÜRŞADLAR?

Koy ölümle kalımı bir kargının ucunaDünya’nın eksenini sıkıştır avucuna

Bir devir başlayacak Domaniç’te, Söğüt’teBin devlet sırrı saklı Ertuğrul’dan öğütte.

Osman’ım, oğulcuğum başsızlığa yeter derBozkurt başlı çadırda Türk’ün dertleri biter

Günden güne serilip, serpilirken bu filizBirimiz her ne isek bu vatana hep biriz

Gerildikçe yayımız, parladıkça mızraklarÖzgürce kişner oldu şaha kalkan kıratlar

Tanrı’nın kelamları kılıçlara işlendiPas tutmuş köhne düzen bu nurla güneşlendi

Büyüdükçe büyüdü erdi Türk muradınaRastlıyoruz Bizans’ın kitaplarda adına

Aldılar gökten Ay’ı nakşettiler bayrağaBu ülküyle nice can düştü aziz toprağa

Nasıl zapt edilemezse yaydan çıkan şen oklaBayram etti dünyada bütün boynu buruklar

Selam olsun Tanrı’ya al-beyaz bayrağımdanUzanırız göklere şimdi Tanrı dağından

Kazak, Türkmen, Tatar’ı, yoktur Türkün ben-zeriTürklüğe selam durur Kafkaslar’da Azeri

Nogay, Uygur, Karaçay sınırda nöbet beklerKırgız, Gagavuz, Bulgar, gönlüme gönül ekler

Selam sana Türkistan, yad et Kerkük, Musul’uHer yürek bir ülküde, yol KIZILELMA yolu

Allah’ım sen yardım et iki cihanda Türk’eSelamlar yolluyoruz Cennet’te ATATÜRK’e

66

Page 68: ÇUKUROVA SANAT

Des

en: E

lif Ş

enel

HAZAR TÜRKLERİ

Pınar ÖZDEMİR*

Bu isim Arapçada el’-Hazar; İbranicede Hazar, Kozar; Latincede Chazari, Gazari; Grekçede Khazaroi; Rusçada Kozar; Gürcücede Hazari şeklinde; Çincede Ko-sa ve Ka-sat şeklinde kullanılır. Kelimenin anlamı bu gün birçok şekilde değerlendirilmektedir. Bunlardan en yaygınları şunlardır:

Gez anlamında kaz kökünden türemiş, Anadolu Türkçesinde bu karşılığıyla serbest yaşayan, bir yere bağlı olmayan, gezer manasında kullanılmıştır. Bu haliyle Hazar halkının özel-likleriyle bağdaşmaktadır.

Hazarların yaşadığı dönemde oluşan eserler ve onların müessirlerinden elde ettiğimiz bilgi-lerden yola çıkarak Hazar kelimesinden kast edi-lenin bir etnik gurup olmadığı yalnızca o bölgede yaşayan insanları karşılamada kullanıldığı görü-

lür. Önceleri Hazar Denizi’nin kuzey kıyılarında sürekli değişen göçebelerin hepsi Hazar diye adlandırılmaktadır. Daha sonra ise kelime Ha-zar Devleti’nin bünyesinde yaşayan halklarla bütünleşir.

744 yılında Uygur Kağanlığı’nın kurulmasından kısa bir süre sonra kazınan Terhin ve Tes yazıtları üzerinde yer alan gsr harf grubunu konuyla ilgile-nen muhtelif kişiler gasar şeklinde okumaktadır. Kelimenin kullanıldığı yerlerde birbirinden bağlantısız şekilde kullanılması sebebiyle kelime bir etnonim (etnik grup ismi) olarak değerlendirilir. Yapılan incelemeler burada bahsi geçen keli-menin Uygur kökenli oluşu ve bir kabile ismi olması münasebetiyle Hazarların menşei ile bağdaştırılabileceği yönündedir.

Bazı itirazlara rağmen tarihçilerin büyük bir

67*Ordu ÜniversitesiTürk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yüksek Lisan Öğrencisi,

Page 69: ÇUKUROVA SANAT

çoğunluğu Hazarların bir Türk boyu olduğunu kabul etmektedirler. İbni Miskavayh, Taberi, Me-sudî, İbni Haldun Karamanî, Kazvînî ve bunun gibi pek çok Arap tarihçisi, Hazaları Türklerden bir kabile olarak zikretmektedirler. H. Rosenthal, H.H. Millman Dunlop, A. Koestler gibi Yahudi tarihçiler eserlerinde Hazarları Türk olarak kabul etmektedirler. Karamzin, Barthold ve Minorsky gibi Rus tarihçileri ile Philip L. Gell, Kutschera, M. Grignaschi gibi diğer tarihçiler de Hazarların Türklüğünü kabul etmektedirler. Türk olmaları konusundaki şüpheleri kırıcı bir ayrıntı da Çin kaynaklarında onlara T’u-kue K’o-sa yani Türk Hazalar denmesidir.

Hazarların Türklüğü meselesine en güzel cevabı Hazar hakanı Yusuf’un mektubunda buluruz.

Mektupta Yusuf, hangi boydan oldukları sorusu-nun cevabını şöyle yanıtlar: Şunu bilin ki biz, oğlu Togarmah (ki Yahudi literatüründe Togarmah tüm Türklerin babası olarak geçer) dolayısıyla Yafes’in soyundan geliyoruz. Atalarımın secerelerinden bulduklarıma göre Togarmah’ın on oğlu vardı. Adları şöyledir; en büyüğünün adı Ujur, ikin-cinin Tauris, üçüncünün Avar, dördüncünün Uauz, beşincinin Bizal, altıncının adı Turna, yedincinin adı Khazar, sekizincinin adı Janur, dokuzuncunun adı Bulgar ve onuncunun adı Sawir’dir. Bunlar zamanında karadeniz ve Hazar Denizi civarında yaşayan boyların efsanevi kurucularıdır. Benim soyum yedinci oğul olan Hazar’dan geliyor.Görüldüğü gibi kelimenin anlamı ve kullanım şekli itibariyle bugün hala tartışmaların sürmesine rağmen ortak kanaat Hazarların Türk olduklarıdır. Türk olmadıkları şeklinde iddialar bulunsa da kanıtlanamama münasebetiyle bu iddialar kayda değer tutulmamaktadır. Bu noktada esas sorun Türklükleri konusunda olmayıp hangi boya men-sup oldukları konusudur. Oluşumları Sabirlere, Göktürklere, Suvarlara ve de Hunlara bağlansa da daha eski bir varlığa sahip oldukları muhakkaktır. Hazarlara ait sınırlı sayıda kaynak bulunması, onlarla ilgili mevcut bilgilerin çoğunun Arap, Er-meni, İbrani, Bizans ve Slav kaynaklarından elde edilmesi farklı görüşlerin varlığını kaçınılmaz kılmıştır.

10.yy’da Hazar İmparatorluğuDoğu Avrupa tarihinde önemli bir rol oyna-

yan Hazarlar, 7-10. yylar arasında Kafkaslarda, Karadeniz’in kuzeyinde, İdil’de Dnyeper’de, Çolma (Kama)’da ve Kiev’e kadar uzanan sahada büyük bir devlet kuran ilk Türk kavmidirler. Dev-let olmadan önceki durumlarına bakarsak:

M.S. 198’de Barsilialarla Ermenistan’a saldırmış, M.S 3. ve 4. Yüztıllar arasında Er-menistan bölgesinde Perslerle beraber Roma İmparatorluğu’na saldırmışlardır. Perslerin Roma İmparatorluğu’na katılmasıyla M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında Bizans’la anlaşıp Perslere saldırırlar. Bu sırada 435’de Atilla’nın Hun İmparatoru olmasıyla Hazarlar Atilla’ya tabi olurlar. Bu şekilde Hazarların hun bünyesindeki yaşamları başlamış olur ve bu bünyedeki yaşam hikayeleri konusunda çeşitli rivayetler söz ko-nusudur. Tüm kağanları Atilla tarafından öldürü-len Hazarlar Atilla’yı benimsemiştir.

Hazarların asıl öncü atağı ise Atilla’nın ölü-müyle gerçekleşir. Güçlenen Hazarlar ilk iş olarak yeniden Persler üzerine yürümeye başlarlar. Bu mücadeleler sırasında 5. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan Avarlar Hazarları egemenlik altına alırlar. 6. yüzyılda Orta Asya’dan gelen Türk boylarının Avarları sıkıştırmasıyla bu durum kısa sürmüştür. Avarlar bu sıkıştırılma sonucu batıya mecburi göç etmeye başlar ve bu durum Hazarları da etkiler. Göktürk İmparatorluğu himayesine gi-ren Hazarlar Sabir ve Sarogur kütleleriyle birlikte imparatorluğun batı kolunu oluştururlar. Hazarlar Göktürk Hakanlığı’nın batıdaki en uç kanadını meydana getirmişler ve Batı Gök-Türk Hakanı’nın iradesi ile Sâsânîlere karşı Bizans’a yardım etmişlerdir. Bizans İmparatorluğu bu yardımlarla İran içlerine doğru yürümüştür. (610-640) bu sayede Sâsânîler büyük bir devlet olmaktan çıkmış Anadolu da İran istilasından kurtulmuştur. İran karşısında Hazar Hakanlığı Bizans’ın en büyük müttefiki olmuştur.

M.S. 558 yılında Göktürklerin Aşina soyundan gelen bir hakanın yönetiminde bir devlet kurar-lar. Hazarların tarih sahnelerindeki fiili varlıkları bu şekilde netleşmeye başlamıştır. 6. yüzyılın sonlarına doğru Kuzey Kafkasya kabileleri üze-rinde hâkimiyet kurup Sabir, Sarogur, Semender ve Belencer kabilelerini bünyelerine katarlar. Batı Göktürk Devleti içerisinde 558’den 630’a kadar

68

Page 70: ÇUKUROVA SANAT

Hazar Hanlığı olarak yaşayan Hazarlar 630’da Göktürk Devletinin yıkılmasından sonra kendile-rini Göktürklerin devamı olarak sayarlar.

Sonuç olarak; M.S. 558 tarihi Hazar Devleti’nin kuruluş tarihi, 630 tarihi bağımsızlık kazanma tarihi, 8. yüzyıla kadar olan süreç imparatorluğa hazırlık süresi, 900’lü yıllara kadar olan dönem de imparatorluk devri olarak belirlenir. Çöküş süreci ise 10. Yüzyılın ortalarından sonra başlayacaktır.

Hazarların en önemli özelliği halk arasındaki dinlerin çeşitliliğidir. Çeşitli milletlerle girdikleri münasebet sonucu ülkede hem İslamlık hem Hıristiyanlık hem de Musevilik yaygınlaşmıştır. Ortodoks Hıristiyanlığının 8. Yüzyılın son çeyreğinde Bizans’dan geldiği, İslamlığın 9. yüzyıl ortalarında Harezmli tüccarlar aracılığı ile yayıldığı bilinmektedir. Museviliğin Hazar hakanının isteği üzerine meşhur İslav ‘apostol’u Kyrill (Kyrillos)’un 861-862 yıllarında başkent İdil’i ziyaretinden sonra arttığı anlaşılıyorsa da, hakan ve ailesi ile idareci zümre tarafından ne zaman ve nasıl kabul edildiği net olarak bilinme-mektedir.

Hazarların siyasi ve ekonomik gücü coğrafi mevkileriyle paraleldir. Önceleri Terek havalisinde yaşayan sonra Aşağı Volga’da merkezileşme gösteren Hazarların yaşadığı bölge Volga, Yayık, Don ve Kuban gibi dört büyük nehrin havzasıdır. Aynı zamanda burası devrin en önemli ticaret yollarının da kavşağıdır. Volga Nehri, İslam Dünyası, Çin ve İskandinavya arasında büyük bir ticaretin başlamasında vesiledir. Harezm’den Vol-ga boyuna oradan da Karadeniz sahillerine giden büyük bir kervan yolu Aşağı Volga’dan geçer. 8 ve 9. yüzyıllarda Hazar Hakanlığı büyüyerek Doğu Avrupa’nın en kudretli devleti olmuştur. Avarlar, Alanlar, On-Ogurlar, Kafkasların dağlı kavimleri, Kırım’da Gotlar, Volga Bulgarları, Vol-ga civarındaki Fin-Ugorlar, Burtaslar, çeşitli Fin kolları, Slav boyları (Radimiç, Vyatiç, Severyan ve Polyanlar) ve Macarlar 8 ve 9. yüzyıllarda Ha-zar hâkimiyetindeki kavimlerdir ve Hazarlar bu kavimlerden her yıl belirli şartlarda vergi almıştır.

Kervan yolunun Hazar topraklarından geçmesi, toprakların ticaret yolları merkezinde olması ve bünyelerindeki kavimlerden aldıkları vergiler ve savaş ganimetleri devleti ekonomik açıdan a-yakta tutmuştur. Fakat bünyesindeki barındırdığı

bu farklı etnik gurup ve kavimler ile devletteki din serbestliği bir süre sonra hakanlığın çöküş sebeplerinden biri halini alacaktır. Ülkeleri-ni genişletip zengin olan Hazarlar bu ihtişama kapılıp bağlı oldukları prensipleri unutacak, özel-likle Bizans’dan öğrendikleri zevk ve eğlence anlayışına kapılıp gayri ahlaki sefahat hayatına dalacaklardır. Bu durum siyasi durumun da bozulmasıyla hakanlığın sonunu hazırlayacaktır.

10. yüzyıla kadar Doğu Avrupa’nın en kuv-vetli ve büyük devleti olan Hazar Hakanlığı aynı yüzyılda hızla çökmeye başlar. Ekonomik düzenin bozulması halk arasındaki din ayrılığı hakana olan bağlılığı zayıflatmıştır.

9. yüzyıl ortalarına kadar Oğuzlara mensup bazı zümreler Aşağı Sir Derya boyuna gelmişler ve buradaki Peçenekleri tazyike başlamışlardır. 10. yüzyılda Peçeneklerin Hazar ülkesine olan hücumları artmıştır. Hazarlar 860’da Peçenek akınlarını durdurmak veya zararsız hale getirmek gayesiyle Oğuzlarla anlaşmışlardır.

Hazar-Oğuz ittifakına rağmen zayıflamayan Peçenekler Hazar yurdunun içinden batıya ilerlemiş Volga Nehri’ni aşarak Don ve Ku-ban boylarına gitmişlerdir. Ünlü Sarkel Kalesi de bu dönemde yapılmıştır. Sarkel Don nehri ağzında, sol kıyıda kurulmuş hazar kale şehridir. 833-830 yılları arasında Bizans’ın yardımıyla Rus saldırılarına karşı koymak ve Yukarı Don ile Aşağı Volga yolunu Ruslara kapatmak için yapılmıştır. 854’de bu mücadeleler Hazar Hakanlığı’nı askeri yönden oldukça sarsmışken aynı yıllarda hakanlık bünyesindeki Kabarlar, Macarlar, Kalizler (Müslümanlar)’la Bulgar İskilleri de ayaklanır. 910-954 yılları arasında Slavların saldırgan veyıkıcı yağmalamaları da hakanlığın zayıflamasına artı bir hız katmışlardır.

Hazar Hakanlığı bundan sonra yüz yıl kadar daha ayakta kalabilmişse de onlara büyük bitirici darbeyi Ruslar vurmuştur. 965’deki Rus saldırısına Müslüman Harezmlerin yardımıyla karşılık vermişlerdir fakat 968 tarihinde, Kiev Knezi Svya-toslav tarafından tekrar hücuma uğrayarak, Don ve Kuban boyunu, Tmutarakan (Tamatarhan) şehrini Ruslara kaptırmıştır. Doğu kaynaklarının Kıpçak, Bizans kaynaklarının Kuman dedikleri Türk kavminin, Harezm ve Türkistan ile Hazarların münasebet kurmalarına engel olması hakanlığın

69

Page 71: ÇUKUROVA SANAT

ticari faaliyetlerini zayıflatmıştır. Bu askeri ve ekonomik bunalımlar Hazarların mevcudiy-etlerinin sonuna yaklaşılmalarına sebep olmuştur.

Parçalanan devletin bir kısmı Kırım’a, diğer bir kısmı ise Hazar Denizi ile Kafkas-lar arasında çekilir. 1016-1019 yılları arasında Kırım’da yaşayan Ha-zarlara Bizans’la müşterek saldıran Ruslar başarı elde etseler de bölgede tutunamamışlardır. Hazar topraklarına Kıpçak, Oğuz ve Peçenekler yerleşmişlerdir. Hazarların da bu Kıpçak ve Ruslar arasına karıştıkları tah-min edilmektedir.

Bu şekilde Hazarların altın çağı kapanmış 10.yüzyıldaki ihtişamları kaybolmuştur. Rus tarihçisi Karamzin’e göre 1185 yılında Po-lovtsilerle karşılaşan Hazarlar, Grodiska yakınındaki Donietzka şehrini hala ellerinde bulundurmakta olup, Rus prensi İgor’u esir alabi-lecek kadar güçlü idiler. 1221 yılında An-adolu Selçuklu Emiri Hüsameddin Emir Ço-ban, Kırım’a sefer yapmış ve Hazar Devleti’nin bir istihalesi sayılan Saksın ile savaşmıştır. Kıpçaklar bu bölgeye hâkim olunca Hazarlar hemen onların arasında erimemiş bölgede ik-inci unsur olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Hazarlardan sonra iki asır Kıpçakların elinde kalan Hazar ülkesi, 1129’da Moğollar tarafından işgal edilmiştir. Burada Moğol hâkimiyeti 15. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. 16. yüzyılda dahi İtalyan kaynaklarında Kırım adı Gazarya olarak geçmektedir. Bölgede onlardan sonra Kıpçaklar ve Moğollar hâkim olmuşlardır.Sonuçta Bizans ve Rusların komşu Türk kavim-lerini kendilerine alet ederek kurduğu entrikalar ve yaptıkları saldırılar; din, dil ve kültür çeşitliği; zevk ve safahata olan düşkünlüğün artışı ve para-lelinde zayıflayan askeri sistem Hazar Devleti’nin çökmesine sebep olmuş, mevcudiyetine son vermiştir.

HAZARLAR BİBLİYOGRAFYASIZamanın en önemli ticaret yolları üzerine ku-

rulu olan, sulh zamanlarında paralı askerlerden kurulmuş harbe hazır bir orduyu ayakta tutabi-lecek kadar mali kudrete sahip bir devletin, tüm eserleriyle bir anda sırrolması oldukça ilgi çeki-cidir. Hazarların bu büyük esrarı, araştırmacılar

açısından, bekli de en ilgi değer yönüdür. Bir de yazının ilk bölümünde bahsettiğimiz siyasi güç ve sosyal yapı düşünüldüğünde durumun önemi daha da göze çarpacaktır. Hazırladığımız bib-liyografya hem Hazar Türkleri üzerine yapılan çalışmalar üzerine dikkat çekmek hem de eldeki eserlere amaca yönelik ulaşımı kolaylaştırmak amacını taşımaktadır.

HAZARLAR ÜZERİNE MÜSTAKİL KAYNAKLAR

Kitaplar:Artamonov, M.İ. Hazar Tarihi (Türkler, Yahu-

diler, Ruslar) Çeviren: D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul, 2004

Atabinen, Kara Şemsi Reşit Saffet, Hazar Türkleri Avrupa devleti (VI - XII asir), Kaatcilik ve Matbaacilik Anonim Sirketi, İstanbul, 1934

Cassel, P. Der Chazarische Königsbrief aus dem 10. Jahrhundert. Ein Beitrag zur Geschichte des südlichen Russland, Berlin 1876

Dorn; B., Tabary’s Nachrichten über die Chaser-en, St. Petersburg 1844

Golden, Peter Benjamin, Hazar Çalışmaları (İki Cilt), Çev. Egemen Çağrı Mızrak, Selenge Yayınları, İstanbul, 2006.

Gumilev, Lev Nikolayeviç, Hazar Çevresinde Bin Yıl (Etno Tarih Açısından Türk Halklarının ve Çevre Halklarının Şekillenişi Üzerine) Çev. D. Ahsen Batur, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 2000

Hasanlanı, Nazir (Anttezli), Karça, Ömürleden Tahsala, Sibitli, Sibirlen, Hazar Ellezi, Birsil Ka-raçay, Çerkesk, 1994

Judah Hallevi, Book of Kuzari, çev. H. Hirschfeld, New York, 1946.

Kokowzew, P. K.: Jewrejsko-chasarskaja perepisska w X weke, Leningrad 1932 kk

Kusnezow, W. A., Die Alanenstamme im Nord kaukasus (russ.), in: Materialy i issledowanija po archeologii SSSR 106, Moskwa 1962

Kutschera, H., Die Chasaren. Histor. Studie, Wien 1909

Mesudi, Muruc Ez- Zeheb (Altın Bozkırlar) Çev. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul 2004, s.37, 67-72

Metin, Meftun, Politik ve Bölgesel Güç Hazar,

70

Page 72: ÇUKUROVA SANAT

Metin, Meftun, Politik ve Bölgesel Güç Hazar, IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, 2004

Moses, Kalankatlı, Alban Tarihi (Son Hun-lar Hazarlar - Ermeniler – Terekemeler) Çev. Z. Bünyadov, Selenge Yayınları, İstanbul, 2006.

Moysin, V., Les Khazeres et les Byzantins d’apres I’anonyme de Cambridge, in: Byzantion 6 Bruxelles 1931

Pletnjowa, Swetlana Alexandrowna, Die Chasaren - Mittelalterliches Reich an Don und Wolga, Verlag: Leipzig, Koehler & Amelang, 1978.

Makaleler:Ali Kh. I., Eine erste Miszelle – Zurfrage Hatra:

aram. Hatra, hebr. Hasar-hasar = arab. Al-Hazr/Hadr / Hazr / Hazar, (Hazar kelimesinin etimolo-jik incelemesi), Or, 35. c, 1996, 188. s

Baştav, Şerif, Tarihte Türk Devletleri “Hazar Kağanlığı Tarihi” Cilt 1, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Ankara, 1987, s. 139-182

Brook, Kevin Alan, “Hazar-Bizans İlişkileri” Türkler Ansiklopedisi, Cilt II, 12. Bölüm, Balkan Ciltevi, Ankara, 2002, s.473-480

Brutzkus, J. Eski Kiev’in Türk-Hazar-Menşei, Çev. Halil İnalcık-İkbal Berk, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, 4/3, Ankara, 1946

Cahan, Claude, Les Lazars et la TUGRA des Seljuqudes – supplement a un vieil ar-ticle (Selçuklu Tuğraları ve Hazarlar, Eski bir çalışmaya ekler), JA, CCLXXIII. c, 1985, 161. s

Czeglédy, K., “Khazar Raids in Transcauca-sia in 762-764 A.D.”, Acta Orientalia Hungari-cae, XI (1960), s.75-88 . (“762-764 Yılında Transkafkasya’da Hazar Akınları”)

Doğan, İsmail, “Yeni Bilgiler Işığında Hazar-lar Ve Soy Kütükleri Üzerine Katkılar”, Orkun Türkçü Dergi, Ağustos 2000, S.30Golden, Pe-ter B., Khazar Studies. An historico – philolo – gical inguiry into the origins of the khazars. (K.H. Menges), (Hazar çalışmaları, Hazarların Kökenleri üzerine Tarihi - filolojik bir araştırma), WZKM, 72. c, 1987,252.s

Golden, Peter Benjamin, “A New Discovery: Khazarian Hebrew Documents of the Tenth Century”, Harvard Ukrainian Studies, VIII/3-4 (1984), s.474-486. (Yeni Bir Keşif: Onuncu

Yüzyılda İbranice Hazar Belgeleri, Ukrayna Araştırmaları, Harvard)

Golden, Peter Benjamin, “Hazar Dili”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1971 s.147 - 153.

Golden, Peter Benjamin, “Hazar Türkçesi” Türk Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, c.19, 1971, sayfa 133 - 134

Hasan Celâl Güzel, Kemal Çiçek, and Salim Koca, About connections between the Khazars and the Chuvash. Ankara, Turkey: Yeni Türkiye, 2002. pp. 491-496.

Irano-Turcica: “The Khazar Sacral Kingship Revisited”, Acta Orientalia Hungaricae, 60/2 (2007), s.161-194

Kovalev, Roman K., “What Does Historical Nu-mismatics Sugeest about the Monetary History of Khazaria in the Ninth Century? - Question Revis-ited”, Archivum Eurasiae Medii Aevi, 13 (2004), s.97-129.

Kuzmin-Yumanadi, Yakov; Kuleshov, Pavel, “Hazarlar”, Çev. Babür Turna, Türkler Ansik-lopedisi, Cilt II, 12. Bölüm, Balkan Ciltevi, An-kara, 2002, s.464-472

Menges, K. H., Peter B. Golden; Khazar studies,An historico. Philological İnguiry in to the origin of the Khazars, ( Hazar araştırmaları, Hazarların menşei üzerine tarihi filolojik bir araştırma), CAJ, 30. c, 1986, 55. s (T.T)

Menges, K. H.,Golden, P.B., Khazar Studies,An historico – philological inguiry in to the origins of the Khazars, (Golden, P.B., Hazar Araştırmaları. Hazarların menşei üzerine tarihi, filolojik bir araştırma), WZKM, 77. c, 1987, 252. s (T.T)

Schweid, Eliezer, “The Khazar Motif in the Ku-zari of Judah Halevi”, The World of the Khazars, yay. P. B. Golden – H. Ben-Shammai – A. Róna-Tas, Leiden – Boston, 2007, s.279-290.

Takacs, Balınt Zoltan, “IX. Yüzyılda Hazarlar, Peçenekler ve Macarlar” Türkler Ansiklopedisi, Cilt II, 12. Bölüm, Balkan Ciltevi, Ankara, 2002, s.497-505

Togan, Zeki Velidi, “Hazarlar”, İslam Ansik-lopedisi, Cilt5, İstanbul, 1964, s.397-408 Yarmo-linsky, A., The Khazars. A Bibliography. Bulletin of the New York public Library 42 1932, S. 695 – 710; New York 1939

Yücel, Muallâ Uydu, “Hazar Hakanlığı” Türkler

71

Page 73: ÇUKUROVA SANAT

Ansiklopedisi, Cilt II, 12. Bölüm, Balkan Ciltevi, Ankara, 2002, s.445-462

Zajaczkowskı, Ananiasa, Khazarıan Culture and ıts inheritors (Hazar kültürü ve mirasçıları), EOH, 12. c, 1961, 299 – 307. S

Tezler:Cacina, M. The History of the Jewish Khazars

(Hazar Yahudileri Tarihi), Haz. Ş. Özgün, Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1979

Keskin, Y. The History of the Jewish Khazars (Hazar Yahudileri Tarihi) Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1979

Yıldız, Z. Hazar Tarihinin İki Yüz Yılı, Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1980

Özkan, Y. Hazarların Çöküş Sebepleri-Hazar Devleti’nin Sonu, Lisans Tezi, İstanbul Üniversi-tesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1980

Bal, H. Hazarlar Üzerine Yapılan Araştırmalar, Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül-tesi, İstanbul, 1982

Bildiriler:Doğan, İsmail, “Kaşkay Runik Soy Damgaları

ile Hazar ve Proto-Bulgar Damgaları”, IV. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri, 24-29 Eylül 2000, İzmir, Ankara, 2007

Iconoclasts and Khazars, A Note”, Patrologia Pa-cifica. Selected Papers Presented to the Western Pacific Rim Patristics Society 3rd Annual Con-ference (Nagoya, Japan, September 29 - October 1, 2006) and other patristic studies - Scrinium 4, (2008-2009), s.118-124.

Romanlar:Erdem, Yusuf Hakan, Unomastica Alla Turca:

Hazarların ve Tengerelilerin Yazılmamış Tarihi, Kanat Kitap, İstanbul, 2004 Koestler, Arthur , On Üçüncü Kabile; Hazar İmparatorluğu ve Mirası (Orjinal isim: The Thirteenth Tribe/ The Khazar Empire and its Heritage), Çev: Belkıs Çorakçı, Say Yayınları, İstanbul, 1993

Paviç, Milorad, Hazar Sözlüğü (Eril ve Dişil Basım), Çev. İsmail Yerguz, Agate Yayıncılık, 2001

HAZARLAR VE İNANÇ SİSTEMLERİ ÜZERİNE KAYNAKLAR

Kitaplar:Brook, Kevin Alan, Bir Türk İmparatorluğu: Ha-

zar Yahudileri, Çev: İsmail Tunçali, Nokta Kitap, İstanbul, 2005

Brook, Kevin Alan, The Jews of Khazaria, Sec-ond Edition, Secont Edition, Oct, 2006 (Hazarlar ve Yahudiler)

Dunlop, D. M., Hazar Yahudi Tarihi, Çev. Zahide Ay, İstanbul, 2008.

Esin, Emel, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tar-ihi ve İslama Giriş, Edebiyat Fakültesi Matbaası, Ankara 1978,77,78

Golden P.B. - C. Zuckerman - A. Zajaczkowski, Hazarlar ve Musevîlik, çev. O. Karatay, Karam Yay. Çorum, 2005 (P. B. Golden “Hazarlar” ; P. B. Golden “Hazarlar ve Musevilik” ; Constantine Zuckerman, “Hazarların Musevîliğe Geçiş Tarihi Üzerine” ; Ananiasz Zajączkowski “Hazar Kültürü ve Varisleri”)

Kaegi, Walter E., Byzantium and Early Islamic Conquests, Cambridge, 1995.

Kitapçi, Zekeriya, Kuzey Türk Kavimleri Arasında İslamiyet, Hazarlar, Burtaşlar, Bulgarlar, Başkurtlar, Yedi Kubbe Yayınları, 2005

Kuzgun, Şaban, Hazar ve Karay Türkleri (Türklerde Yahudilik ve Doğu Avrupa Yahudile-rinin Menşei Meselesi), Üçbilek Matbaası, 1. Baskı, Ankara, 1985.

Landau, M.B. Eitrage zum Chazarenproblem. Scriften der Gesellschaft zur Förderung der Wis-senschaft des Judentums 43, Breslau 1938

Milmann, Henry Hart, The History of the Jews from the Earliest Period to the Present Time, III, New York 1837.

Rosenkranz, H., Das Chazarenproblem im Lichte der historischen Entwicklung des Judaismus und chazaro – Judaismus, Wien 1953

Szyszman, S., Les Khazars. Problemes et con-troverses, in: Revue de la Histoire des Religions CLII, 2, 1957

Makaleler:Harkavy, A., Jüdisch – chazarische Analekten, in:

Jüdische Zeitschrift für Wissenschaft und Leben, Jg. 3, Breslau 1864/65, S. 204 – 210, 286 – 292

72

Page 74: ÇUKUROVA SANAT

Karatay, Osman, Hazarların Musevîleşmesine Dair Bir Belge: “Kenize Mektubu”, Karadeniz Araştırmaları, Yaz 2008, sayı 18, s.1-17

Pines, S., “A Moslem Text Concerning the Con-version of the Khazars to Judaism”, Journal of Jewish Studies, 13 (1962), s.45-55.

Pritsak, Omeljan, “Hazar Hakanlığı’nın Museviliğe Geçişi”, Çev. A.T.Özcan, Karadeniz Araştırmaları, sayı 13, Bahar 2007, Çorum, s.15-34

Zuckerman, Constantine, “Hazarlarda İkili Yönetimin Kökeni ve Yahudiliğe Geçiş Şartları” Türkler Ansiklopedisi, Cilt II, 12. Bölüm, Balkan Ciltevi, Ankara, 2002, s.481-490

ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDA HAZARLAR

Kitaplar:Abu’l-Farac, Gregory, Abu’l-Farac Tarihi, Çev.

Ömer Rıza Doğrul, Türk Tarih kurumu Yayınları, cilt I, 2. Baskı, Ankara 1987, s.146, 164, 171, 190, 192, 243

Agacanov, Sergey Grigoreviç, Oğuzlar, Çevi-ren: Ekber N. Necef/ Ahmet Annaberdiyev, Se-lenge Yayınları, 2.baskı, İstanbul 2003, s.222-224

Bailly, Auguste, Bizans İmparatorluğu Tarhi, Editör: Tanıl Yaşar, Nokta Yayınları, İstanbul 2006, s.129,146,150-151-172

Barthold, Vasilij Vladimiroviç, Moğol istilasına kadar Türkistan, Haz. Hakkı Dursun Yıldız, Türk Tarih Kurumu, İstanbul, 1981.

Barthold, Vasilij Vladimiroviç, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Haz. Afşar İsmail Aka-Kazım Kopraman, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1975, s.36,82-83

Brosset, Marie Felicite, Gürcistan Tarihi, Fr. nüshasından çev. Hrand D. Andreasyan, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2003

Deguignes, Joseph, Büyük Türk Tarihi, C.III, İstanbul 1976, s.731 Doğan, İsmail, Kafkasya’daki Göktürk (Runik) İşaretli Yazıtlar, Türk Dil Ku-rumu, Ankara, 2000 (bkz. Açıklamalar ve notlar bölümü)

El-Belazuri, Fütûhü’l - Büldan ( Ülkelerin Feti-hleri) Çev. Mustafa Fayda, Kültür Bakanlığı Yayınları Ankara,1987

G. Moravcsık- Hazarlar Macarlar, “Byzantine

Christianity and the Magyars in the Period of Their Migration”, American Slavic and East Eu-ropean Review, 5/3-4, Cambridge 1946 (Ameri-kan Slav ve Doğu Avrupa’nın Gözünde “Bizans Hıristiyanları ve Göç Döneminde Macarlar”)

Golden, Peter Benjamin, Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. Osman Karatay, Karam Yayınları, An-kara 2002, s.70, 192-201

Grousset, Rene, Bozkır İmparatorluğu, Çe-viren: Reşat Uzmen, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1980, s.180-182

Gumilev, Lev Nikolayeviç, Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları (II Cilt) , Çev. Ahsen Ba-tur Selenge Yayınları, 2003

Gumilev, Lev Nikolayeviç, Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, Çev. Ahsen Batur, Se-lenge Yayınları, 2002

İbn Hurdazbih, Yollar ve Ülkeler Kitabı, Çev. M. Ağarı, Kitabevi Yayınları / Edebiyat Dizisi, İstanbul, 2008.

İbrahimoğlu, Ç.B, Karay Türkleri Hakkında Bib-liyografya Denemesi, Türk Kültürü Araştırmaları, cilt I, Ankara 1964

İnan Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1987

Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1999

Karatay, Osman, Bey ile Büyücü: Avrasya’da Tanrı, Hükümdar, Devlet ve İktisat, Doğu Kütü-phanesi Yayıncılık, İstanbul, 2006.

Kurat, Akdes Nimet, IV - XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Dev-letleri, Murat Kitabevi Yayınları, Ankara, 2002, 3. Baskı

Kurat, Akdes Nimet, Rusya Tarihi (Başlangıcından 1917’ye Kadar), Türk Tarih Ku-rumu, Ankara 1999

Nikephoros, Short History, çev. C. Mango, Washington, 1990.

Ögel, Bahaeddin, İslamiyet’ten Önce Türk Kül-tür Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2003

Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi C.1, Türk Tar-ih Kurumu Yayınları, Ankara, 1971

Petachia of Ratisbon, Travels of Rabbi Petachia of Ratisbon, yay. A. Benisch, London, 1856.

Rasonyi, Laszlo, Tarihte Türklük, Çev. Hamit

73

Page 75: ÇUKUROVA SANAT

Rasonyi, Laszlo, Tarihte Türklük, Çev. Hamit Zübeyr Koşay- Nurer Uğurlu-Türkan Andaç, Örgün Yayınları, İstanbul, 2007, 1. Baskı

Rasonyi, Laszlo, Türk Devletinin Batıdaki Va- risleri ve İlk Müslüman Türkler, Türk kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1983

Rubruk, Wilhelm Von, Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), Çev. Ergin Ayan, İstanbul 2001, s.61

Sinor, Denis, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s.318-328, 334,354-365

Şeşen, Ramazan, İbn Fazlan Seyahatnamesi Tercümesi, Haz. R. Şeşen, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 1975, s.79,86

Şeşen, Ramazan, Islâm Coğrafyacilarina göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1985

Tanyu, Hikmet, Türklerin Dini Tarihçesi, Haz.Bilgin İhsan İnan, Türk Kültür Yayını, İstanbul, 1978

Tavkul ,Ufuk, Kafkasya Gerçeği, Selenge Yayınları, 2009, S.74-80

Uydu Yücel, Mualla, İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi-Sayı 222, Ankara 2007 s.20-32

Yörükân, Yusuf Ziya, Müslüman Coğrafyacıların Gözüyle Ortaçağda Türkler, Gelenek Yayınevi, İstanbul, 2004

Makaleler:Brook, Kevin Alan, “Doğu Avrupa Yahudile-

rinin Kökeni”, Karadeniz Araştırmaları, 6 (Yas 2005), s.1-23.

Brutzkus, J., Die Chozaren und das Kiewer Rubland, in: VIIe Congres İnternational des sci-ences Historigues. Resumees des communica-tions presentees au congres. Varsovie 1933. I, Warszawa 1933, S. 108 – 112

Czegledy, K., Bemerkungen zur Geschichte der Chasaren, in: Acta Orientalica Academiae Scien-tiarum Hungarica XIII, 3, 1961, S. 239 – 251

Ratisbonlu Petahya’da Türkler ve Yurtları Hakkındaki Bilgiler, Ege Üniversitesi Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, IX/1 (2009), s.75-86.

Rybakow, B. A., Zur Frage der Rolle des Chasa-rischen Kaganats in der Geschichte der Rus (russ.), in: Sowjetskaja archeologija 18, Moskwa 1963, S. 128 – 150

Schtscherbak, A, M., Zeichen auf der Keramik unda uf Ziegeln von Sarkel – Belaja Wesha

(russ.), in: Materialy i issledowanija po archeolo-gii SSSR 75, 1951, S. 362 – 414

Şişman, Simon, İstanbul Karayları, İstanbul En-stitüsü Dergisi, cilt III. İstnabul 1957

Togan, Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitapevi, (3.baskı) İstanbul,1981 s.21-22, 57-58, 103, 165 184

Vasary, Istvan, “Doğu Avrupa’nın Runik Al-fabe Sistemleri Üzerine”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1993, s.51 (1995)

Vivien De Saınt Martin, Sur Les Khazars, Nou-velles Annales des voyages II, 1851, S. 134 ff. Bildiriler:Caferoğlu, Ahmet, Çin Kaynaklarının Saç Ören

Türkleri, VI. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1967Feher, George, Türko-Bulgar, Macar Ve Bunlara

Akraba Olan Milletlerin Kültürü, II. Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 1943 KAYNAKÇA

Doğan, İsmail, “Yeni Bilgiler Işığında Hazarlar Ve Soy Kütükleri Üzerine Katkılar”, Orkun Türkçü Dergi, Ağustos 2000

Doğan, İsmail, Kafkasya’daki Göktürk (Runik) İşaretli Yazıtlar, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2000 (Açıklamalar ve notlar bölümü)

Doğan, İsmail, Yabancı Ülkelerde Yayınlanmış Türkoloji İle Makaleler Bibliyografyası, Akçağ Yayınları, Ankara, (2.Baskı) 2003

Golden, Peter Benjamin, Hazar Çalışmaları, (1. Cilt) , Se-lenge Yayınları, İstanbul, 2006

Golden, Peter Benjamin, Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. Osman Karatay, Karam Yayınları, Ankara 2002, s.70, 192-201

Gömeç, Saadettin, “Dokuz Oguz Problemi ve Hazarların Menşei” (T.Senga), Bilge, Sayı 23, Ankara 2000, s.27

http://www.khazaria.com/turkce/hazartarih.htmlKuzgun, Şaban, Hazar ve Karay Türkleri, Üçbilek

Matbaası, 1. Baskı, Ankara, 1985Kuzmin-Yumanadi, Yakov; Kuleshov, Pavel, “Hazarlar”,

Çev. Babür Turna, Türkler Ansiklopedisi, Cilt II, 12. Bölüm, Balkan Ciltevi, Ankara, 2002

Uydu Yücel, Mualla, İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler; Hazarlar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi-Sayı 222, Ankara 2007

*Pletnjowa, Swetlana Alexandrowna, Die Chasaren - Mit-telalterliches Reich an Don und Wolga, Verlag: Leipzig, Koehler & Amelang, 1978.

74

Page 76: ÇUKUROVA SANAT

75

LÜMEYA

Zehra ULUCAK

Cezası çok ağır bir bedelsin LÜMEYAAdını yüreğimin avuçlarında sımsıkı tuttuğum

Gözümden ve gönlümden esirgediğim LÜMEYA

Sensiz baharda çiçek açmaz oldu Düşlerin arasında umudum kayboldu.

Seni yokluğunda ararken, Senin kadar yok oldum.

Hasretinle kıvranan kelimeler

Adınla teselli buldu eksik cümlelerde Neşemi hüzne, hüznümü neşeye çeviren LÜMEYA

Hangi şarkının eksik notası sen oldunSolfeji bozuk hayatımın sabah sedalarında?

Acımı anlamlı kılan LÜMEYA

Karanlık denizime damla damla yağanPırıltım, güneşsiz doğan sabahı aydınlatan

Kederimi yakan ateş…

Rayihası hoş gelen LÜMEYAZahirine dalıp, ziyana uğradığımDışı renk cümbüşü, içi izafi gölge

Sen, ey ilkbahar güzelliğine dudak ısırtanSonbaharın dökülen hangi yaprağında demleniyorsun?

Vefasız LÜMEYA

Sen, kurak bıraktığın toprağımın açmayan çiçeğiSahte pırıltım… Yanmak için vaktini bekleyen

Gözümden akan nur damlam…Gönlüme teselli diye sızan…

Page 77: ÇUKUROVA SANAT

76

Yalnızlık korkanadır LÜMEYASerin bir yaz akşamında gökte yalnız parlayan yıldızlardan

Söyle, hangisini senin için indireyim LÜMEYAHangisi senin kadar parıldar karanlık gecelerime

Bir kuru kavga mısın içimi birbirine katan?

Ah LÜMEYA… Güzelliğin de sahte bir pırıltıda saklı Sermayesi yalnız denizlere ışık saçan

Kahretme sensizliğe,Senin de parlamaz olur denizlere düşen gözlerin

Berrak aynamdaki sahte ışık LÜMEYA

Ey güneşi yalancı çıkaran ışıkEy rüzgâra yön değiştiren zefir

Sesler de küser bazen, Nefeste bir karanlık meltem oluverir

Kıskanç ve gri bir rüzgâr…Kâinat manzumesinde nurundan toprağıma aydınlık es

Namına damla damla nurlar yağsın toprağaAlevine değen ıslaklığı aydınlatsın parıltın

Bulutlar türkü diye seni söylesinler LÜMEYA

Sessizlikte düşlemek güzel seniBütün bildiklerim siliniyor sen gelince

Gündüzün geceye muhtaç olduğu gibi muhtacım Aşka düşen pırıltının gölgesine

Özleminle yanan yürekIşığına hasret

Ey parıltısı alev gibi yakan LÜMEYA

SİDRETÜL MÜNTEHA’yı AŞK ile geçti Muhammed Sidre’nin kapısında durup ötelere gidemedi Cebrail

Dayanamazdı melek o akla sığmaz yolculuğa‘Yanarım’ dedi peygambere…

‘Bu kapıdan öteyi yalnızca AŞK ile sen geçebilirsin’Sidre’nin ardındaki aşkı çözmeye yürek gerek

Görmeye göz, duymaya kulak gerek Parıltısı alevi sönük bırakan LÜMEYA

Aczini kuvvet, sefaletini saadet bilen aydınlık(afraze)

Zulmeti nurunu kaplayan LÜMEYAHasretinle sardığım yaramı, yağmurlar altında kanatma

Sükûnetle akan nehir, ışığınla çağlar olduGönlündeki ateşten bana bir kıvılcım lütfet

Ah LÜMEYA… Gözyaşlarım üşüyor suskunluğunda

Kirpiklerime asılı kalmasın fürugunHüznü gülümseten ışığınla, acıyı kalbime dem vurma

Savunmasız bırakma sukutunda sözlerimi Pırıltınla ısıt ruhumu ve bedenimi

LÜMEYA, sesiz sessiz ağlayan çiçeğim Susma…

Page 78: ÇUKUROVA SANAT

KULCA/GULCA’DAKARŞILAŞTIRMALI TÜRK HALK İNANÇLARI

(Doğu Türkistan’ın Batısında Türk Topraklarında yaşayan Eski Türk İnançları)

Dr. Yaşar KALAFAT

Bu çalışma Prof. Yakup Dr. Huang (Çin Halk Cumhuriyeti Akademisi Edebiyat Enstitüsü) dan 29 Nisan 2010 tarihinde Ankara’da yapılan görüşme sonucu edinilen daha ziyade Şamanizm içerikli bilgilerin tarafımızdan Türk kültür coğrafyasından yapılan benzerleri ile karşılaştırmasından mey-dana gelmiştir. Kaynak kişi mastır ve doktorasını Pekin’de yapmış geçici bir süre için Ankara Üni-versitesi DTC. Fakültesi’nde çalışmakta olan Çin’li bir bilim adamıdır. Yaşayan kültür tarihi alanında çalışmaktadır.

Kulca Almaata’nın 500 km kadar doğusunda Çin Cumhuriyeti’nin batı bölgesinde yaklaşık olarak 300 bin nüfuslu bir Doğu Türkistan şehridir. Halkının 200 bin kadarı Çinli diğer 100 bin kadarı ise Uygur ve çoğunlukla Kazak Türklerinden oluşmuştur. Bizim halk inançları ve daha ziyade Şamanizmin bölgedeki izleri üzerinde durmaya çalışacağımız Kulca’da Türk dilli halkların dinî inançları İslamiyet Ana dili Çince olanlarınki ise Budizm’dir. Anacak Çinlilerde dini hayat oldukça zayıftır ve dinî hayat daha ziyade kırsal kesimde yaşanmaktadır.(1) Şamanizm bölgede yaşayan din olarak canlı örneklere sahip iken ayrıca bölge din-lerinin hemen hemen hepsinde de izler bırakmıştır. Biz daha ziyade bu nokta üzerinde yoğunlaşacağız.

Kulca’da Kazaklar ve Uygurlar kendi dillerin-den yüksek öğrenim dâhil tahsil görebilmekte ve lisansüstü çalışmalar yapabilmektedirler. Uygur ve Kazak Türkçeleri ile yapılabilen yazılı ve sözlü basın hayatı vardır. Gazeteler çıkabilmekte radyo ve televizyon yayını yapılabilmektedir.(2)

Anadili Kazak ve Uygur Türkçesi olan halk Çinlilerle pek evlilik tesis etmezler ancak Müslü-manlar arasındaki evlilikte böyle bir engel yoktur. Müslüman kesimde kız kaçırma yöntemi ile evli-lik görülür ve bu tarz evlenme şekli daha ziyade Uygurlarda görülür. Kızın istemesine rağmen aile-sinin o evliliğe muhalefet etmesi adeta kaçarak

aile kurma yöntemini meşrulaştırmıştır. Uygur ve Kazak Türk kesimde evlilik yaşı kızlar için 22, erkekler için 25 çıvarındadır. Yüksek tahsil yapanlarda bu yaş sınırı daha yukarı çıkar. Kalın her iki Türk kesimde bilhassa Kazaklarda ve daha ziyade büyük ve küçükbaş hayvan verme şeklinde olur. 2–3 bazen 4 inek ve 20 ve daha fazla koyun verildiği olur ki yöre şartlarında bu bir servettir. Uygurlar daha ziyade şehir merkezlerinde yaşayan ve ticaret erbabı kimselerdir. Kazaklar ise kırsal kesimin dağlık alanında yaşarlar ve hayvancılık yaparlar. Uygurların kırsal kesimde olan kısmı ekincilikle uğraşırlar. Uygur ve Kazak ailelerde azami çocuk sayısı 2’dir. Çinliler için 1’den fazla çocuk sahibi olmak yasaklanmıştır.(3)

Çinin kuzey bölgelerinde Mançurya’da ül-kenin Rusya Federasyonu’na bakan bölgelerinde Şamanizm inancı yaygındır. Bu bölgenin şaman inancında halkın toplu olarak bulunduğu hallerde, bir kısım resmi merasim türü toplantılarda, mün-ferit veya toplu hastalıkların görülmeleri halinde şaman muhakkak görev alır. Özellikle bu bölgede şaman, çalgısı, giysisi, çığırmaları, cinleri ile bir bütündür ve farklı bir itibarı vardır.(4) Şaman algılayışı bütün Şamanist toplumlarda tamamen aynı değildir. Farklı Şamanizm inançlarından veya uygulamalarından bahsetmek mümkündür.

Şamanların oluşma şeklinde genel kanaat bu halin onlara Tanrı vergisi olduğu şeklindedir. Gayretle, özlem ve eğitimle pek şaman olunmaz. Genlerin Şamanlıkta rolünün olduğuna inanılır. Babadan oğla Şamanlık geçebildiği gibi her şamanın ve bütün oğullarının şaman olabileceği şeklinde de bir kural yoktur. Bazen birkaç nesil geçtikten sonra o aileden bir şaman çıkabilir. Kadın erkek dağılımı itibariyle şamanlar daha ziyade erkekler arasından çıkarlar.(5) Kırgızistan’da bu göreve uygun tiplerin daha çocukken seçilebildiği ve yetişmelerinde yardımcı olunduğuna evvelce

77

Page 79: ÇUKUROVA SANAT

78

yapılmış çalışmalarımızda şahit olmuştuk. Ayrıca Doğan Kaya’nın tespitleri arasında RF’nun kuzey bozkırlarında şaman yetiştiren okulların olduğuna dair bilgiler vardır.

Şamanların bir takım cin ve şeytanlarının olduğuna ve bunlar vasıtasıyla etkinlik göster-diklerine inanılır. Bunlar başka bir âlemde veya göyün belirli bir katındadırlar. Şaman onları birtakım uygulamalar ile yanına çağırır yaptıracaklarını yaptırır sonra onlar tekrar gel-dikleri yere giderler, gönderilirler.(6)

Bu uygulama günümüzde Anadolu’da, cinci diye bilinen ve cinlerini çağırarak göreve sevk eden kimselerin uygulamasını hatırlatmaktadır. Şaman inançlı Nadya Yoguşova’nın cinlerini çağırarak kendisini Antalya’da rahatsız eden bir erkeği uyardığını dinlemiştik.

Bölge Şamanları arasında Sarı Şaman veya Kara Şaman şeklinde bir ayırım ve tipleme yoktur. La-malar arasında Sarı Lama ve Kara Lama tiplerinin olduğu bilinir.(7)

Od/ateş şamanın ve onun ayinlerinin olmaz-sa olmazıdır. Şaman od ilişkilerinden en çok hatırlanan şamanın çıplak ayakla ateşin üzerinde yanmadan yürüyebilmesidir. Bir şamanın gerçek şaman veya şarlatan olup olmadığı adeta onun ateşin üzerinde yürüyebilmesi ile test edilir. Trans halindeki bir şaman kızıl demiri/kor haline gelmiş kızgın demiri yalar ve tedaviye aldığı hastasına da yalatarak onu tedavi eder. Şamanlar ayrıca sağaltma esnasında ağızlarından su fışkırtırlar kızgın demirde bu su buharlaşır ve bu buğunun şifa verici olduğuna inanılır.(8)

Günümüzde Anadolu’daki bazı İslami tari-katlarda trans halindeki mensubun kızgın ateşin üzerinde yüründüğü, kızgın şişin yalandığı, şişin vücudun belirli yerlerine sokulabildiği bilinmek-tedir. Trans acı bağlantısı itibariyle günümüzün bir kısım dervişlerinde görülebilen bu uygulamanın sosyolojik devamlılık arz ettiği söylenebilecektir.

Şaman şifa bulmak için kendisine gelen hastanın rahatsızlığının neresinde olduğunu anlar ve ağzı ile fışkırtacağı suyu oraya fışkırtır. Püskürtülen bu suda şifa olduğu inancı vardır.(9)

Ağızdan fışkırtılan bu ve şifalı olduğuna inanılan bu su ile, günümüzdeki bilhassa psikolo-jik rahatsızlıklarda tatbik edilen parpılama ve nefesleme uygulamasının bağlantısı üzerinde du-

rulabilir. “Tu tu tulamak” olarak da biline halk şifacılığında nefesinin güçlü olduğuna inanılan kimse ilgili sureleri okuduktan sonra üfleyerek şifa vermektedir.(10)

Tütsü daha ziyade Mancurya Şamanlığında vardır. Şaman adı da bu bölgede daha yoğunlaşır. Şamana Kazaklar Baksi, Mongollar/Mogollar Boo ve Hakaslar Ham/Kam derlerken ateşten geçiş gibi uygulamalar daha ziyade Hakas Şamanlığında yoğunluk kazanır.(11)

Tütsü Anadolu halk hekimliğinde çok kere ü-zerlik(12) uygulaması şeklinde yapılmaktadır. Bize göre tütsü, buğu, duman arasında inanç ortaklığı vardır.

Doğu Türkistan’ın bu bölgesi Şamanlığında bala dünyaya gelince yapılan toplantıda şaman ol-maz. Şamanın muhakkak ve her keresinde balaya ad verme merasiminde bulunması diye de bir şart yoktur. Moğolistan’ın bazı bölgelerinde Şaman doğumda dua eder iyi dileklerde bulunur. Bu bölgede de şaman ad koymaz, adı balanın babası koyar.(13)

Doğu Türkistan’ın batısına düşen bu yöresinde her ad verme işleminde bulunmayan şaman özel hallerde özel adlar koyabilir. Çok hasta olan kim-selerin şaman tarafından tedavisinden sonra bu hastaya şaman özel ad koyabilir. Bu çok özel adı sadece adı alan kimsenin aile içi yakınları bilirler. Bu ad cin ve şeytan türü varlıkları kaçıran onlar-dan hastayı koruyan bir addır.(14)

Özel ad konulması az-çok göbek adı konulmasını andırıyor. Göbek adında da bir koruyuculuk aranır. Bir hadisten hareketle çocuklara peygamber isim-lerinin konulmasının önerildiği bilinmektedir. Kutlu ad kutlu yaşama işaret eder. Ancak kaynağın işaret ettiği özel ad ve bu adın koruyuculuğu ortak noktalarının olmasına rağmen tamamen aynı şey değildir. Göbek adı arka plandaki ad durumunda olmakla beraber mahrem değildir ve sır olarak pek saklanılmaz.

Kaynağın işaret ettiği özel ad ve onun koruyuculuğu kara iyelere karşı olmalıdır. Ev-velce yapılan tespitlerimizde bilhassa erkek çocuğu yaşamayan ailelerin onların yaşamaları için onlara kız ismi koydukları, bazı hallerde de geçici çirkin isimlerde verdiklerini bununla çocuğu kara iyeden isimden hareketle korumanın amaçlandığını biliyoruz. Anadolu’da bazı aileler

Page 80: ÇUKUROVA SANAT

bir dönem çocuklarına onlar bir yaşa gelinceye kadar güzel olmayan çirkin lakaplar da takarlardı. Özel adda da kaçırıcı, korkutucu bir özellik vardır. Bu hali ile de özel ad koruyucudur. Çocuğu bil-hassa erkek çocuğu yaşamayan aile çocuğunu ulu zatlara adarken, onların korumaları altına girme-lerini sağlamış olmakta ve çocuklarına onların isimlerini verebilmektedirler.(15) Özel ad adeta tabu olan addır. Adı kullanılan canlı koruma gücü olan şefaat ve ceza verebileceğine inanılan kimse-dir. Kaynağın ifadesindeki cin ve şeytan türü tanımlaması kara iye tanımlamasına uymaktadır. Bulunabilir. Hatta avın veya düşmanın kanını dök-mek ile kurban arasında geçici isim, özel isim gibi kodlamalardan hareketle “adsız” adı tekrar incele-bilir. Belirli becerilerden sonra adsızın ad alması ile onun korunma rüştünü ispat etmiş olması arasında bir bağ bulunabilir. Hatta avın veya düşmanın kanını dökmek ile kurban arasında bir ilişki var mı konusu da irdelenebilir. Satılmış olarak Saltık veya Satı adını almak, korunma döneminde adına sığınılan ulu zatın adına kurbanlar kesmek ve be-lirli bir aşamadan sonra ad özgürlüğüne kavuşmuş olmak gibi bulguların aralarında bağlantılı olduklarını düşündürmektedir.

Şaman çok kurak havalarda muhakkak ge-lir halkın arasına girer yağmur için dua eder. Monğollardaki/Moğollardaki Ovo/obo’lar bir noktada yağmur için de yalvarma ya-karma mekânlardırlar. Yüksek tepelerde yol kavşaklarında veya yol kenarlarındaki bu yerlerde her yıl 6 ayda bir yazın Mayıs-Haziran aylarında yığınılır, mal soyulur/hayvan kesilir dinî bayram yapılır. Ovolar bazen köylerin içinde ve ba-zen de yakın çevresinde olurlar. Her yıl bu kut-sal taş yığınlarının yapılan ziyaretlerde 3 veya 6 daha ziyade ve en makbulü 9 defa tavaf edil-ircesine etrafında dönülür ve her ziyarette buraya bir taş konur, atılır. Tavaf soldan sağa doğru saat yelkovanı istikametinde yapılır. Bu tavaf eylemine erkek kadın çoluk çocuk herkes katılır.(16)

Tavaf, Türk kültürlü halkların halk inançlarında inancı aslî parçalarından olmuştur. Onu sadakada, mezar ziyaretinde, gada almada uygulamanın ve sözlü kültürün bir parçası olarak görmek müm-kündür.(17)

Kutsal mekânlara taş koyma uygulaması günümüzde doğu Kara Deniz bölgesinde, yayla

yollarındaki belirli çukurlara taş atılması şeklinde devam etmektedir. Aynı şekilde Anadolu’da sapa yerlerdeki taş yığınlarına, bilinmeyen ulu bir zatın mezarı muamelesi yapıldığı da bilinmektedir.

Batı Türk kültür coğrafyasında bilhassa Oğuz Türklüğünün yaşadığı bölgelerde hala yapılmakta olan yağmur duaları ile Doğu Türkistan’ın bu bölgesinde şaman yönetiminde yapılan yağmur duaları büyük ölçüde örtüşmektedir. Karşılaştırmadan hareketle yağmur duası uygulamasında bir devamlılığın olduğunu, bu uygulamanın ilk şekillerinin bu bölgelerden kaynaklanmış olabileceğini söyleyebileceğiz. Toplu yapılmış olmaları, bir din görevlisinin yönetiminde yapılmış olmaları kurban ve saçı safhalarının yaşanmış olması, meskûn yerlerin dışında ve tercihen yüksek yerlerde yapılmış oluşları uygulamada ki devamlılığı göstermek-tedir. Evvelce yapmış olduğumuz bir tespitte de şamanın bazı ayinlerinde giysisini ters giymiş olduğu hususu vardı ki, Anadolu’da da bunun örneklerini bulabiliyoruz.

Şamanın yağmur duasının dışında gelecekten haber alma yeteneği de vardır. Havaların kurak gideceği, savaş, salgın hastalık olacağı gibi toplu-mu ilgilendiren ve işlerin iyi gitmeyeceği, kayıp eşyanın mesela atın nerede olduğu gibi şahsi ko-nularda da kendi yöntemleri ile fal bakıp açıklama yapma marifeti vardır. Şaman falına daha ziyade Komolog ile bakar. Komolog koyunun tane tane olan Anadolu’da gıgılik de denilen korumuş dışkısıdır. Şaman aşık kemiği ile de fal bakar an-cak bu fal, ayrıntısı dört aşık kemiği ile bakıldığı için daha sınırlı olan basit fal türü olarak bilinir. Şaman sayısı 36 olan komaloglar ile fal bakarken onları yere serer, oluşan kümelere ve onların dağılım biçimlerine göre anlamlar çıkarır.(18)

Komologların Kazakistan’daki adı Kumalag ve Kırgızistan’daki adı ise Korgol olarak bilinir.(19) Oyunun Türk kültürlü halklarda çok sayıda ismi varken Uluğ Türkistan’da daha ziyade Kuyu olarak bilinir. Aynı oyun Artvin de Kuytaşı ismi ile oynanmaktadır.(20)

Komologlar ile çeşitli çocuk oyunları oynandığı da Anadolu çocuk oyunlarından bilinmektedir. Bunlarla bilye veya misket oyunlarında olduğu gibi açılmış küçük çukurlara yuvarlanılarak oyunlar düzenlenir. Aşık kemikleri de Türk halk kültüründe

79

Page 81: ÇUKUROVA SANAT

80

nazardan korunma ve fal açmakta kullanıldığı gibi çocuk oyunları ve bazen de kumar aracı olabilirler.

Şamanın fonksiyonu günümüz din sosyolojisi bakımından bazen din görevlisi mesela hocalık ve bazen de falcılık ve cinciliktir. Buradan hareke-tle de günümüzdeki bazı dinî fonksiyonların geçmişteki tiplemelerini bulabildiğimiz söylene-bilir.

Şaman rüya da yorumlar. Rüyasında bilhassa kötü mesaj veren şeyler gören kimse, muhtemel olumsuz gelişmelerden sakınmış olmak için şamandan yardım alır. Şaman bir takım uygulama-larla adeta şerleri def eder. Şaman rüya sahibine bazı önerilerde bulunur. Mesela 7 gün evden çıkma, bir süre at binme, Temizliğine özel önem göster, çevrene ikramda bulun, koyun soy/kes ikramda bulun gibi yönlendirmelerde bulanabilir.(21)

Türk kültür coğrafyasında geleceği tahminde rüya yorumunun evveliyatı araştırılınca şaman burada da karşımıza çıkmaktadır. Türk kültür-lü halklarda rüya yorumu için adeta yorumcu seçilir. Ağzı dualı kimseye başvurulur. Çok kere din adamlarına anlatılır. Yorumculuğun kuralları vardır. Rüyalar hayra yorulur. Sıkıntılı rüyaların sıkıntısının giderilmesi için suya anlatmak, sada-ka vermek, Kur’an okumak gibi vecibeleri vardır. Rüya inanç ve uygulamalarının köklerinde de şaman kültünü bulmak zor değildir.

Şaman yıldızlara, aya bakarak o yılın hava rapo-runu verebilir. Yılın bereketli geçip geçmeyeceğine, kuraklık gibi sel felaketi de beklenebileceğine, zelzele olabileceğine dair açıklamalar yapabilir. Tibet’teki 7–1 ve 8,1 şiddetindeki depremleri bildiği bilinmektedir.(22)

Doğu Türkistan’ın bu batı bölgesinde tavaf içerikli başka dini uygulamalar da vardır. Bir eve ziyarete gidilecek olsa, bilhassa yeni ev ise kutla-mak amaçlı ziyaret yapılıyor ise o evde yenilip içildikten sonra o hane tavaf edilir. Yenilip içilen-den o ev için saçı yapılır. Tavaf burada da 3 veya keza üçün katı sayılarda olmalıdır.(23)

Bu kutsal mekânlar ve yapılan ibadet sadece yağmur duası için değildir. Burada sağlık, saa-det, bereket, afetlerin defi dilenilmiş ve on-lara ulaşılmış olunur. Buraya gelip uygulama-ya katılmış bir çocuğun bir yıl felaketlerden korunmuş olacağına veya bir sürücünün kazaya uğramayacağına inanılır. Burası dilek ve temen-

nilerin yapıldığı yerdir. Burada çeşitli saçılar da yapılır ancak yemek saçısının yapıldığı yer aynı mekân değildir.(24)

Ovolara bağlanılan bezler, atılan taşlar, saçılan yiyecekler birer adak, nezir, arzu bildirimidirler. Tanrıya seslenişlerdir. Dilekte bulunulan Tanrı’dır. Tanrıdan istekte bulunulur.(25)

Ovo’ların orta yerlerinde tepe kısmında bir direk olur, bunun tepesinden eteğine doğru renk renk şerit kurdelemsi bezler gerilerek prizma veya koni gibi bir görünüm oluşturulur. Bu şeritlere “adak bezi” gibi renk renk bezler bağlanır. Bu bezler ak, mavi, ağ ve sarı olurlar. Bunlardan en mak-bul olanlar ak ve mavi olanlardır. Sarı renk olan bezleri daha ziyade Tibet Şamanistleri bağlarlar. Ovolar da kendi aralarında büyüklüklerine göre üçe ayrılırlar. Büyük, orta ve küçük boy ovolar vardır. Yerleşim yerinin büyüklüğüne göre bel-dede 1, 3, 7 ve 9 ovo olabilir. Ovo sayısı 2 veya 4 olmaz tek sayı olmasına dikkat edilir. Ovoların bulunduğu mekânlarda ovoların dizilişlerinin de bir kuralı vardır. İlk sırayı en büyük ovolar alır son-ra diğerleri büyüklük sıralarına göre sıralanırlar. Buralar aynı zamanda yağmur duası alanı olarak da bilinirler.(26)

Ovolara taş ve bez saçılarından başka yemek ve bu arada çay, süt, içki de açılır. Ovolara hiç kimse eli boş gelmez. Ovo ziyareti eli boş yapılmaz. Para saçısı da yapılır ve bu paranın miktarı zaman za-man oldukça kabarık da olabilir. Buraların mu-hakkak bakıcısı ve bakıcıları vardır. Saçı olarak atılan paralar toplanılır bu bakıcıların ihtiyaçları karşılanır, dağılmış olan ovo taşları toplanılıp düzene sokulur, çevredeki evlerin hayvanlarından zarar görmemesi için varsa yapılmış çeperler bu para ile onarılır, çevre temizlenir, yakın çevre yolları yapılır.(27)

Ovolar gibi adak bezlerinin bağlandığı bir yer de “Evliya Ağaçları’dır. Bunlar daha ziyade Çınar ve Kara Ağaç gibi büyük gövdeli ağaçlardır.(28)

Kulca bölgesi Türk halk inançlarındaki Şamanist inanca göre yerin altı da üstü de 9 kattırlar. Evliya-lar yerin 9 kat üstündedirler.(29)

Saçının yapıldığı yerlerden birisi de Ulu Çaylar’dır. Buralara daha ziyade şarap saçılır. Saçıyı 1–2 kişi de yapabilir. Bu tür saçı merasim-lerinde katılım 1000–2000 kişiyi bulunca merasi-mi şaman yönetir. Ulu çay saçıları da yılda 1 veya

Page 82: ÇUKUROVA SANAT

2 defa yapılırlar. Ulu Çay saçı merasimlerinde saçı ilkin Tanrı’ya yapılır. Sonra yaşayan bütün canlı varlıklara canlı tabiata insanlara ve üçüncüsü ise yere yapılır.(30)

Bizce saçının ilkin Tanrı’ya yapılmış olması tespiti çok önemlidir. Bizi göre böylece saçı için inanç sisteminin başında olandan bir anlamda icazet alınmış olmaktadır. Bu uygulamadan hare-ketle sistemin en tepe noktasında Tanrının olduğu inancının Şaman halk ibadetinde yaşamakta olduğunu söyleyebiliyoruz. Günümüz Türk kül-türlü halkların halk tasavvufunda Âlemlerin Rab-bi, cemadat, nebatat, hayvanat ve insanatın bütün yaratılmışların yaratıcı Rabbi’dir. Bu bulgu, Halk tasavvufunda eski Türk İnanç Sisteminin izlerini takip bakımından önemlidir. Bu hassas nokta Rab bil Âlem’e inanma, Rabbil Âlemle birlikte onun emrindeki bazı kuvvelere inanma ve sadece O’nun dışındaki bazı kuvvelere inanmanın arasındaki farkın esaslandırılmasını belirler. Kitabî İslam’da Mutlak olana mutlak iman vardır. Sabiilik gibi İslam evveli bazı inançlarda Mutlak olana vasıtalı iman vardır. Geleneksel Türk dini ise monoteisttir.

Doğu Türkistan’ın batısındaki Kulca merkezli Türk halk inançları, Türk kültür-lü halkların inançlarında varlığını bir şekilde sürdürmekte olan geleneksel Türk Dinî İnançları’nın kökenine, devamlılığına ve içeriğine ciddi ışık tutmaktadır. Merkezinde Şaman ve onun az-çok geçirdiği transformasyon/biçim değişine olan bu yapılanmadaki devamlılıktan hareketle yağmur duasına, fal anlayışına, rüya yorumu-na, kanlı ve kansız kurban inancına, ak ve kara iyelere, tavaf inancına, kutsal mekan kavramına, ad vermeğe, keramet algılayışına daha fazla açıklık getirebiliyoruz.

DİPNOTLAR

(1) Kaynak Kişi; Yakup Huang (2) Kaynak Kişi; Yakup Huang(3) Kaynak Kişi; Yakup Huang(4) Kaynak Kişi; Yakup Huang(5) Kaynak Kişi; Yakup Huang(6) Kaynak Kişi; Yakup Huang(7) Kaynak Kişi; Yakup Huang(8) Kaynak Kişi; Yakup Huang(9) Kaynak Kişi; Yakup Huang(10)Yaşar Kalafat, “Akşehir Örnekleri İle Türk Kül-türlü Halklarda Od/ateş/Ocak İyesi” I.Uluslar arası Selçuklu’dan Günümüze Akşehir Kongresi ve sanat Etkinlikleri (20–21 Kasım 2008), Ed. Y.Küçükdağ-M.Çıpan, Konya, 2010, s. 121- 139(11) Kaynak Kişi; Yakup Huang(12) Yaşar Kalafat, “Bahçelievler Örnekleri İle Türk Kültürlü Halklarda Üzerlik İnancı ve Uygulama-lar” Kodlar ve Kültler 1, Türk Kültürlü halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançları, Berikan yayınları, An-kara 2009 s. 55–77(13) Kaynak Kişi; Yakup Huang(14) Kaynak Kişi; Yakup Huang(15) Yaşar Kalafat “Dedem Korkut Kültür Ellerinde Adlanma” Prof Dr. Ahmet Bican Ercilasun Armağanı, Ağ Çağ, Ankara 2008, s.520–541(16) Kaynak Kişi; Yakup Huang(17) Yaşar Kalafat “Dedem Korkut Kültür Ellerinde Adlanma” Prof Dr. Ahmet Bican Ercilasun Armağanı, Ağ Çağ, Ankara 2008, s.520–541(18) Kaynak Kişi; Yakup Huang (19) Kaynak Kişi: Aslan Küçükyıldız(20)Kaynak Kişi: Ülkü Önal(21) Kaynak Kişi; Yakup Huang(22) Kaynak Kişi; Yakup Huang(23) Kaynak Kişi; Yakup Huang(24) Kaynak Kişi; Yakup Huang(25) Kaynak Kişi; Yakup Huang(26) Kaynak Kişi; Yakup Huang(27) Kaynak Kişi; Yakup Huang(28) Kaynak Kişi; Yakup Huang(29) Kaynak Kişi; Yakup Huang

81

Page 83: ÇUKUROVA SANAT

ATALARIMIN SÖYLEDİKLERİDİR

Mehmet Ali KALKAN

Gururunu dik tutma,Güçsüzle alay olmaz.Milletini unutma,El yoksa halay olmaz.

Çiçekse açmalıdır,Kuş ise uçmalıdır,Yüz bahar geçmelidir,Ha deyince köy olmaz.

Harmanı ateş alsa,İline fesat dolsa,Uçandan kuzgun kalsa,Düğün dernek toy olmaz.

Bakılmayana bakma,Yandırmayanı yakma,Türk adını bırakma,Sonradan vay vay olmaz.

Başı dumanlıyız biz,İlli kağanlıyız biz,Turan vatanlıyız biz,Kürşat yoksa Vey olmaz.

Baş vardır boyun eğen,Baş vardır arşa değen,Deryayı özlemeyen,Irmak olmaz, çay olmaz.

Dar günde yatanların,Dünyaya batanların,Göğe ok atanların,Sonrası kolay olmaz.

Ap ak olursa dünün,Arşa yükselir ünün,Gündüzü kara gününGecesinde ay olmaz.

Yarım olsa tutuşunAşılır mı yokuşun?Sırtından vurulmuşunNarası hey hey olmaz.

Ekmek bizim, tuz bizim.Saz bizim, kopuz bizim.İllaki Oğuz bizim,Başkasından bey olmaz.

82

Page 84: ÇUKUROVA SANAT

ZEKİ VELİDİ TOGAN ve EDEBİYAT

Roza KURBAN*

Zeki Velidi Togan 100 yılda bir dünyaya gelen önemli şahsiyetlerden birisi olup, Türk Dünyası’na verilen bir armağandır. Togan’ı Tataristan’da yaşarken hiç tanımamışım, okul yıllarımda onun adından söz edildiğini pek hatırlamıyorum, üni-versite yıllarında ise Z.V. Togan’ın adı satır aralarında çok az da olsa anılıyordu. Ancak 1995 yılında Türkiye’ye geldikten sonra Togan’ı tanıma fırsatını buldum. Önce çevremde onun hakkında söylenen olumlu fikirler dikkatimi çekti. Daha sonra Zeki Velidi’nin 1999 yılında Türkiye Di-yanet Vakfı Yayınları tarafından yayımlanan

“HÂTIRALAR” kitabını okudum. Kitabı okudukça Z.V. Togan ‘a olan hayranlığım

ve saygım daha arttı. “Hatıralar” kitabını okuduk-tan sonra şu sonuca vardım: Zeki Velidi Togan – meraklı ve girişken, cesur, gözü pek, ama aynı zamanda çok duygusal, yüksek sezgileri sayes-inde ne olacağını kestirebilen, hızlı karar alma yeteneğine sahip olan ve en önemlisi ulusunu karşılıksız seven bir kişiliktir. “Hâtıralar”, sadece bir dönemin tarihini yansıtan tarihi eser değil, kitapta aynı zamanda Türk Dünyası coğrafyası, halkın kültürü, gelenekleri, Türk boyları hakkında da geniş bilgiler bulunmaktadır. Zaten Zeki Velidi Togan hem tarih yapan, hem de tarih yazan nadir kişilerden birisidir. Togan’ın “Hâtıralar” kitabı eşi benzeri bulunmayan bir başyapıttır.

“Hâtıralar” kitabını okuduktan sonra Z.V.Togan’ın yalnız büyük tarihçi ve önemli devlet adamı olmanın yanı sıra edebiyat ile de yakından ilgisi olduğu kanaatine vardım. Zeki Velidi eğitimli ve kültürlü bir ailenin çocuğu olduğundan, babası Ahmetşah’tan Arap, annesi Ümmülhayat Hanım’dan Fars dilini öğrenmiştir. Edebiyatı çok seven annesi, küçük Zeki’ye Fars ve Türk edebiyatından hikaye ve şiirler okumuştur. Zeki Velidi annesi Ümmülhayat Hanım’dan “me-lek” diye bahsederek annesi hakkında şunları yazmıştır: “1918’de Orenburg’da Sovyetler ve 1944’de Türkiye’de İsmet Paşa tarafından hapse atıldığım, okunacak her şeyden mahrum edildiğim vakit en çok annemden öğrenmiş olduğum şiirleri ve Yesevi’nin “Şeb-i Yeldâ” unvanlı münacatını okurken üzerimde annemin ne kadar mühim olduğunu gördüm. 1944 hadiseleri zamanında babamın hatıraları çoktan unutulmuştu, fakat anne-min hayali “hafıza ferişte”si denilen melek gibi yanımda bulunuyordu. Ben bazen, memlekette yaptığım gibi, kendi annemi kokluyormuşum gibi hissederdim. Onun cazibesi, şiirlerle dolu olan

*Tatar Milli Meclis Üyesi, Filoloğ 83

Page 85: ÇUKUROVA SANAT

ahlak telkinlerinde idi. Ben annemin, hayatında hiçbir vakit en küçük bir günah işlemediği ve bana karşı sonsuz samimi olduğu kanaatindeyim. Onun bana öğrettiği Farsça ve Türkçe şiirler yalnız ahlakî parçalardan ibaret değildi; bunların arasında edebî estetik şiirler de vardı… Bana Orta ve Yakın Şark’ın hayatını çok yakından öğrenmek, o diyar-da çok samimi dostlar kazanmak imkânı vermiş olan Fars dilini severek öğrettiği için anneme dai-ma minnettar kaldım. Annemin siyasetten katiyen haberi yoktu. Çok dindardı… Şiirden haz alan annemin konuşması çok fasihti. Hemen her cüm-lesini atalar sözü ile teyit ederek veya araya bir vecize sokarak konuşurdu.”[i]Arap Edebiyatını ise Togan dayısı Habib Neccâr Satlıoğlu’dan öğrenmiştir. Habib Neccâr zamanının ileri görüşlü insanlarından birisi olup, Zeki Velidi’nin hem eğitimine hem de siyasete adım atmasına vesile olmuştur. Dayısı hakkında Togan şöyle demiştir: “Ben Ütek medresesinde Arap dili ve edebiyatını öğrendim. Arapça iyi bildiği halde babamın Arap edebiyatından haberi yoktu. Dayım bu dersleri bana bizzat öğretirdi, çünkü çoğu onun evinde kalırdım. Kendisinin o zaman hiç çocuğu olmadığından beni kendi çocuğu gibi itina ile okuttu… 1904 yılında Rus-Japon muharebesi başlayınca Rusya’nın yenilmesine sevinen dayım her gün İsterlitamak’a bir atlı gönderip getirttiği telgraf bültenlerini bana okuturdu. Bu benim Rusçamın ilerlemesine ve siyasî meselelerle il-gilenmeme vesile oldu.”[ii] Zeki Velidi’nin halk edebiyatına olan ilgisinde amcası Veli Mola’nın da payı vardır. Amcası sayesinde o milli destan-larla tanışma ve okuma fırsatını bulmuştur. To-gan, Veli Molla hakkında şu satırları yazmıştır: “ Veli Molla’nın Arapça ve Farsça yazdığı eserler vardı; daha genç olduğumdan ondan ancak Ed-ige, Cirence, İsaoğlu Emet gibi Türkçe milli tarihi destanlarımızı öğrendim.”[iii]

Böylece Zeki Velidi Togan, çocukluk yıllarından itibaren Çağatay şairi ve devlet adamı Ali Şir Ne-vaî (1441–1501), Fars şairi ve mutasavvıf Ferid-eddin Attâr (1119–1193), şair ve düşünür Mevlâna Celâleddin Rumî (1207–1273), şair ve mutasavvıf Ahmet Yesevi ( 1093–1166), XVII-XVIII. yüzyıl Orta Asya Türk şairi Sufi Allahyar (ölümü 1713), Suriye’de yaşayan Arap şair ve düşünür Abûl Ala al-Ma’arrî (973–1057) ve başkalarının eserlerini

yakından öğrenmiş ve büyük ilgi duymuştur. Her çocuğun gelişmesinde ailesinin ve çevresinin önemi büyüktür ki, annesi Ümmülhayat Hanım, dayısı Habib Neccar ve destan sevdalısı amcası Veli Molla - küçük Zeki’nin kalbine edebiyat sevgisi aşılamayı başarmıştır. Aldığı milli ruhla örtüşen bu eğitim ona tüm hayatı boyunca eşlik etmiş ve bu sayede karşısına birçok fırsatlar çıkmasına neden olmuştur. Zeki Velidi Togan gittiği her yerde ilk işi tarihi yerleri gezmek-görmek, kütüphanelerde araştırma yapmak ve destanları toplamaktır. Togan çatışmalar sırasında bile bu alışkanlığından vazgeçmemiştir. Bir tes-adüf müdür bilinmez, çok sevdiği Çağatay şairi Ali Şir Nevaî’nin Herat’taki mezarını da Z.V.Togan bulmuştur. Ali Şir Nevaî’nin mezarının tespiti hakkında Togan “ Herat’ta Temürlü Devri Âsarı” başlığı altında şunları yazmıştır: “ Burada Temür-lü devri eserlerinin çok ihmal edilmiş olduğunu belirtmek için tek şu noktaya işaret etmek kâfi ge-lir ki 15.asır son yarısının kültür hayatının başında gelen ve bu şehrin imarında büyük rol oynamış olan büyük Türk şairi Ali Şir Nevaî’nin mezarının yerini bilen kimse yoktu. Yalnız bu Ali Şir ken-disinin “Vaqfiye” ismindeki eserinde bugün dahi yerleri belli olan medrese ve camileri ile ima-rethanesinin birbirinden kaç zira (arşın) me-safede bulundukları açıkça kaydolunmuş ve diğer kaynaklarda Ali Şir’in bu binalar arasında yapılan türbede gömüldüğü de tasrih edilmiş olduğundan bunun yerini tespit etmek benim için kolay oldu. Metre ile her tarafı ölçüp bulduğum noktada bir mezar taşı vardı. Fakat buradaki bağlara nezaret eden zatın anlattığına göre bu taş sonradan başka yerden getirilmiş ve burası Heratlılar tarafından “ Şah-ı Gariban” tesmiye olunmakta imiş. Es-kiden burada mum yakma âdeti de var imiş, sonra taşlarını götürmüşler. Bu şekilde Ali Şir Nevaî’nin Heratlılar nazarında “Gariplerin Padişahı” olarak tanındığını öğrenmiş ve mezarı tespit etmiş oldum.”[iv]Başkurt halkının karakterinde olan cesaret ve kararlılık Z.V.Togan’ı da es geçmemiştir; o daha 18 yaşındayken 29 Haziran 1908 yılında tahsil için evinden ayrılarak o zamanların medeniyet merkezi olan Kazan’ın yolunu tutmuştur. Orenburg şehrine geldiğinde, Z.V.Togan Tatar Edebiyatı’nın filo-zof şairi Derdmend’i (1859–1921) evinde ziyaret

84

Page 86: ÇUKUROVA SANAT

etmiştir. Gerçek adı Zakir Remiyev olan bu şair Tatar Edebiyatında derin iz bırakmasının yanı sıra Çarlık Rusya’sının “altın kralıdır”. Ünlü şairin zenginlik ve şairliğini kıyaslayan Tatar şairi Sibgat Hekim (1911–1986) şöyle demiştir: “Terazinin bir kefesinde – Derdmend’in şiirleri. Diğer kefesinde – Derdmend’in altınları… Han-gisi ağır basar? Şiirleri ağır basar…” Gerçek-ten de Tatar Edebiyatında çok zengin olan, aynı zamanda yüksek yetenekli olan bir başka şair veya yazara rastlamak mümkün değildir. Derd-mend sahip olduğu parasını da Tatar halkının aydınlanması, bilgi sahibi olması için harcamıştır. Bu konuyla ilgili Fatih Kerimi (1870–1937) şöyle demiştir: “ O (Derdmend) altınları için yaşamadı, o altınlarının belirlediği yüksek amacına ulaşmak için bir araç olduğunu biliyordu ve bunun için altına ihtiyacı vardı.”[v]Derdmend, Tatarlar için okullar, medreseler yaptırmış, matbaa açmış ve zamanının hemen hemen tüm Tatar yazarlarının eserlerini yayınlamış, Vakit gazetesi ve Şura der-gisini çıkarmıştır. Tatar halkının geleceğinden endişe duyan Derdmend, Tatarlar ancak aydın bir ulus olurlarsa tüm tehlikelerle baş edebileceğini bilmiştir. Sapına kadar Tatar olan Derdmend, tüm varlığını, benliğini ve hatta hayatını Tatar ulusuna adamıştır. Zeki Velidi, Derdmend ile olan görüşme hakkında şunları yazmıştır: “ Ben ona Kazan’a gideceğimi ve Rusça muallim mektebine girmek niyetinde olduğumu söyledim, o da bunu makul buldu. Fakat maddi vaziyetimden bahsetmedim. Mamafih o, “Vakit” gazetesi idarehanesinde Ya-rullah Veliyev ismindeki muharriri görmemi tavsi-ye etti. Bu da ertesi gün bana Zakir Bay namına 50 lira para verdi. Zakir Bay’ın konuşmaları çok samimi idi. Şiirleri çok güzeldi, Çağatay edebiyatına vakıftı… “Gurbette insan sevinemez, el ve âlemin şefkatinden de hayır göremez, eğer altın kafes içinde kızıl gül yetişecek olsa (dahi), bülbül için bir diken kadar yuva işini göremez” mealindeki şiiri çok hoşuma gitti. O, bu şiirin ben-im halimi beyan ettiğini her halde biliyordu.”[vi] Zeki Velidi Togan’ın Derdmend ile ikinci ve son kez görüşmesi 1920 yılında gerçekleşmiştir. 1918 yılında Derdmend’in tüm mal mülkü müsadere edilmiş, gazete ve dergisi kapatılmıştır. Hiçbir za-man mal mülk hırsı olamayan Derdmend bunlara üzülmemiş, fakat onu derinden etkileyen tek şey

el konulan özel kütüphanesi olmuştur. Derdmend kütüphanesindeki kitapların büyük bir çoğunluğu ateşe verilmiş, geriye kalan kısmının da nerde olduğu belli değildir. Aynı zamanda Derdmend’in el yazılarını da aynı kader beklemiştir. Ne acıdır ki, böylece şairin çok değerli eserleri de gelecek nesle ulaşamamıştır. Derdemend’in Orenburg’taki evine el konduktan sonra, o Orsk şehrine taşınmak zo-runda kalmıştır. Zeki Velidi bu ziyareti hakkında: “ Mütevazi bir evde yaşayan eski milyoner şair Zakir Remiyev’i de bu sefer bu yazın Orenburg’a ikinci defa geldiğimde gördüm. Bu zat Çağatay şairi Alişir Nevaî’nin meftunu idi. Kendisine 12 sene önce Nevaî’den naklettiğim şiirlere nazire yazmış olduğunu şifahen anlattı. Fakat hasta ve divanda başını dayadığı yastık ona yakışmaz bir halde idi. Servetini kaybetmekten fazla mütees-sir olmadığını, fakat milletimizin mukadderatı hususunda büyük endişe duyduğunu söyledi. Orsk şehrinde yaşıyormuş. Veda edip kapısından çıkarken Alişir Nevaî’nin şu mealdeki parçasını hatırladım:

Ölümden daha ağır olan hayatımı mı diyeceksin,Yanma ve iç çekmelerin uğursuzluğu yüzünden

gözlerimden (akan) yaşımı mı diyeceksin?Yoksa taş üstüne koyduğun garip başımı mı di-

yeceksin,Yahut da gam ve gussa ile dolu başımın altındaki

taşımı mı diyeceksin?Zaten dayanağı eski yastığı da bir taş gibiydi.

Riza Kadı’ya bir miktar kağıt ve altın para bıraktım ve icap ederse kendine yardımda bulunacağımı söyledim.”[vii]demiştir. Bu Zeki Velidi Togan’ın Derdmend’i son görüşü olmuş; aradan çok zaman geçmeden yoksulluk ve açlık içinde yaşayan Derd-mend aniden hastalanmış ve 9 Ekim 1921’de Orsk şehrinde hayata gözlerini kapatmıştır. Günümüzde Tatar edebiyatının bu değerli şairinin mezarı bile yoktur.

Z.V. Togan, Orenburg’dan Astrahan şehrine oradan vapurla Kazan’a gitmiştir. Togan, yol-culuk sırasında da araştırmalarına devam etmiş ve Kazan’a gelir gelmez dayısı Habib Neccâr’ın üstadı olması dolayısıyla Şihabeddin Mercanî^nin (1818–1889) medresesini ve oğlu Burhan Molla’yı ziyaret etmiştir. Burada Mercanî’nin daha basılmamış olan 8 ciltlik Arapça tarih kitabı “Vafiyât al-Aslâf”ı okumuş ve kitabın bir ciltlik

85

Page 87: ÇUKUROVA SANAT

Türkçe hulâsasını yapmıştır. Kazan’ın medeniy-et hayatına hızlı uyum sağlayan Zeki Velidi, gaze-telere makaleler de yazmaya başlamıştır. Medre-selerdeki ıslahatlarla ilgili fikirlerini içeren yazısı “Beyan al-Haq” adlı Tatar gazetesinde basıldıktan sonra şair Abdullah Tukay (1886–1913) ve yazar Fatih Emirhan (1886–1926) Velidi’nin fikrine karşı yazılar yayınlamışlardır. Togan bu konuyla ilgili şunları yazmıştır: “ Kazan Tatarları arasında bu sıralarda milli sahada geniş ıslahat yapılmasını isteyen bir zümre “al-Islah” diye bir gazete çıkarıyorlardı. Ben bu zevatla görüştüm. Fakat ken-dilerini plansız, mütereddit, fikirlerinin birçoğunu da temelsiz buldum. Bunlar okumakta oldukları Tatar medreselerini hem gimnazyuma, mühendis mektebine, hem de üniversiteye çevirmek isterl-erdi. Bence hakikaten eskimiş olan bu medresel-erden ancak iki tip orta mektep kurulabilirdi. Bir kısmı Hristiyanlarda olduğu gibi “teoloji seminer-leri”, diğer kısmı ise “muallim mektepleri” şekline sokulabilirdi. Bu hususta “Beyân al-Haq” isminde-ki Tatar gazetesine bir makale yazmıştım. Bu fikir, münevverlerden öteki tip “Islahatçı”ların hoşuna gitmedi. Şair Abdullah Tokay bu makale münas-ebetiyle bir şiir, Fatih Emirhan nam muharir bir iki makale neşrettiler.”[viii] Makale yayınlandıktan sonra Z.V.Togan ünlü Tatar şairi Abdullah Tukay ile tanışmış, aralarındaki anlaşmazlığı gidermiş ve arkadaşlık kurmuş, onu sık sık ikamet ettiği Bul-gar otelinde ziyaret etmiştir.

Zeki Velidi’nin Kazan’daki yılları çok verimli geçmiştir. O, 1909–1910 yıllarında Kasımiye Medresesi’nde Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi öğretmenliği yapmanın yanı sıra Rus Dili dersleri almaya devam etmiş ve lise sınavlarına hazırlanmıştır. Togan’ın Türk Tarihine olan ilgisi onun Türk Tarihi adlı eserini yazmasına vesile olmuştur, böylece büyük tarihçi olmanın ilk adımlarını Kazan’da atmıştır. İlk ilmi makalel-erini de bu yıllarda yazmıştır Zeki Velidi. Yoğun çalışma ve araştırmalar sunucunda “Türk Ka-vimlerinde Dört Mısralı Halk Şarkıları” adlı ilmi eserini vücuda getirmiş ve bu eser “Şura” mecmuasında yayımlanmıştır. Bu eseri hakkında Togan: “Prof. Katanov benim bu mesaimden çok çok memnun kalmıştı”[ix], diye yazmıştır. Bu yıllarda Velidi tarih ve edebiyat tarihi ile ilgili bir-çok eser okuyarak ufkunu daha da genişletmiştir.

Artık yazdığı bilimsel makaleleri ile de kendinden yavaş yavaş söz ettirmeye başlamış, bu sahada çalışan bilginlerle de tanışma fırsatı bulmuştur. Zeki Velidi Togan’ın “Türk Tarihi” adı altında yazdığı eserini 1911 yılında tamamlanmış ve baskıya verilmiştir. Fakat kitabının adını “Türk ve Tatar Tarihi” olarak değiştirmiştir, bu değişimin se-bepçisi de ünlü eleştirmen, edebiyat bilgini, dilci, siyaset yazarı ve gazeteci, tarihçi, eğitimci, devlet adamı ve Tatar edebiyatının gelmiş geçmiş en ünlü roman yazarı Alimcan İbrahimov (1887–1938) olmuştur. Z.V.Togan, A.İbrahimov’la ilk kez 1911 yılında İsterlitamak’ta görüşmüştür. Bu görüşme hakkında Togan şöyle demiştir: “ İsterlitaman şehrine geldiğimde burada “Kalem Kitabevi” sa-hibi, Tatar yazarlarından Abdullah Battal ile Alim-can İbrahim’in buraya geleceklerini söyledi. Ben Tatar muharrirleri takdir ettiğim için bu iki yazarı da köyümüze getirip misafir etmek için babamın müsaadesiyle iyi atlarımızı koşup İsterlitamak’a gittim. Fakat o zaman hiç şöhretim olmadığından, çoktan şöhret sahibi olan bu iki muharrire samimi davetimi kabul ettiremedim, Battal Bey, Tahirov adlı Tatar’ın çıngıraklı resmî posta arabasına bin-erek şehirden ayrıldı. Hala İstanbul’da eski dostum sıfatıyla her zaman buluştuğumuz Abdullah Battal ( şimdiki soyadı Taymas) ve muhterem refikası Azize Hanımı otomobilime alıp gezdirdiğim va-kit “Hani o zaman Başkurt arabasına binmem” diye yamcı Tahirov’un posta arabasıyla gitmiştin, şimdi niye bu arabaya bindin? diye lâtife edip eski davetimi hatırlattığımda “Sen o zaman köyden gelen ve köylü kıyafetli bir Başkurt muallimi idin; senin bir gün böyle tanınmış bir şahsiyet olacağını nereden bilirdim” diye izhar etti.

Abdullah Battal gittikten sonra Alimcan İbrahimov ile orada epeyi konuşmuş ve ona basılmakta olan tarih kitabımdan bahsetmiştim. O çok zeki bir zattı. Bu eserin adı “Türk Tarihi” idi, fakat Alimcan, kitabın adının “Tatar Tari-hi” olması gerektiğinin üzerinde durdu. Kitabı Kazan’ın İdrisov ismindeki kitapçısı bastırıyordu. Bu zat da “Türk Tarihi” ismini beğenmiyordu ve bu sene ( 1911) sonlarında eserin basımı bittiğinde kendi bildiği gibi ona “Türk-Tatar Tarihi” ismini vermiş, ben de “Türk-Tatar” şeklinde bir isim olamaz, hiç olmazsa “Türk ve Tatar Tarihi” di-yelim diye, yaptıkları emrivakiye uydum, o da

86

Page 88: ÇUKUROVA SANAT

böyle yaptı. Yalnız sonunda Kazan Hanlığına ait kısmı biraz genişletmemi istedi. Alimcan kitabın basılmış formalarını İdrisov’dan almış, okumuş ve beğenmişti. O da “Yulduz” gazetesinde 1911 sene-sinde milli kültürümüze ait yapılan en mühim eser diye tavzif ederek kitabımdan medh-ü sena ile bah-setti. Bu da beni teşvik eden bir jest olmuştu.”[x] Zeki Velidi Togan’ın “Türk ve Tatar Tarihi” adlı kitabı yalnız Türk Dünyasında değil tüm dünyada büyük yankı bulmuştur. Kitap Togan’ın kendin-den önce her yere dağıldığı için artık Zeki Velidi dünyanın dört bir yanında tanınmıştır. Türkiye’de Yusuf Akçura (1876–1935) “Türk Yurdu” der-gisinde, İsmail Gaspralı (1851–1914) “Tercü-man” gazetesinde, Kazan’da Prof. Katanov ve şarkiyatçı Yemelyanov Rus bilimsel dergilerinde Togan’ın “Türk ve Tatar Tarihi” adlı kitabını tak-dir ettiklerini yazmışlardır. Ayrıca Almanya’dan şarkiyatçı Martin Hartman, Macaristan’dan Prof. Vambery, Orenburg’da neşredilen “Vakit” gazetesi idaresi Zeki Velidi’ye teşvik eden me-ktup göndermişlerdir. Genç yaşında böyle bir başarıyı elde eden insanlar azdır ki, Zeki Velidi 21 yaşında böyle bir başarıyı elde etmiş ve Türk tarihçileri arasında kendi yerini almıştır. Bu kitap yayımlanıp birkaç ay geçtikten sonra Togan Ka-zan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti’nin aslî azası olmuş ve iş teklifleri de arka arkaya gel-meye başlamıştır.

Ünlü Tatar bilgini ve yazar Rizaeddin Fahred-dinov (1859–1936), Togan’ın babası Ahmetşah’ın yakın arkadaşı olduğu için Zeki Velidi her zaman onun fikirlerine başvurma gereksinimi duymuştur. Togan, 1908 yılında Orenburg’da Rizaeddin Fahreddin ile görüşmüştür. O yıllarda Rizaeddin Fahreddin, zengin Zakir ve Şakir Remiyevlerin 1908–1918 yılları arasında neşrettiği “Şura” der-gisinde yönetici ve başyazar olarak çalışmıştır. Zeki Velidi, Fehreddin ile olan görüşmesi hakkında şunları yazmıştır: “ Babamın çok iyi dostu olan Rizaeddin Hazreti ziyaret ettim. O beni yaşlı bir adammışım gibi kabul etti. Onun-la tarihe ve edebiyata, bilhassa al-Ma’arrî’ye ait çok şeyler konuştuk. Tahsil derdimi anlattım. Rus mekteplerine gitmek veya Suriye’ye gitmek gibi iki dilemma arasımda bulunduğumu söyledim. O, bana memlekette kalmamı tavsiye etti.”[xi] To-gan, Rizaeddin Fahreddin’in tavsiyesine uymuş

ve memlekette tahsil görmüştür. Daha sonra 1926 yılında Zeki Velidi, Fahreddin’i İstanbul’da evinde misafir ettiği sırada 1908 yılındaki görüşmeyi hatırlamışlardır: “Bu zat (Rizaed-din Fahreddin R.K.) 1926’da hacca giderken bir müddet İstanbul’da bulundu ve Samatya’daki ikametgâhımda misafir oldu. 1908’de Orenburg’da görüştüğümüzü ve beni Rusça tahsiline tergip ettiğini hatırladı ve “Rusya’da kalmanız çok yer-inde bir işti, çünkü Suriye’ye gitmiş olsaydınız, doğu Türkleri arasında bu inkılâp senelerinde yaptığınız tarihî işleri yapmamış olurdunuz. Türkiye’ye gelen münevverlerimizden Yusuf Akçura ile Ahmet Ağaoğlu’dan başka şahsiyetini muhafaza ile bu muhitte bir iz bırakan kimse görülmüyor,” dedi.”[xii] Görünen o ki, Zeki Ve-lidi Togan’ın büyük devlet adamı olmasında Rizaeddin Fahreddin’in de rolü olmuştur. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra da Başkurdistan muh-tariyeti için mücadele yıllarında Tatarlar ve Başkurtlar arasında anlaşmazlık çıktığında Togan, Fahreddin ile birkaç kez görüşmüş ve yardımcı olmasını istemiştir. Görüşme ile ilgili Zeki Ve-lidi şunları yazmıştır: “ Tatarlar üzerinde mües-sir olmasını ümit ederek Rizaeddin Fahreddin’i bir iki defa ziyaret ettim. O davamızı mukaddes addettiğini, fakat artık ihtiyar olduğundan elinden çok iş gelmeyeceğini, Abdurrahman ve Abdürreşit ismindeki oğullarına Başkurdistan muhtariy-eti hareketine yardım etmelerini vasiyet ettiğini söyledi. Bu benim için iyi bir kazançtı.”[xiii] Daha sonraki yıllarda Rizaeddin Fahreddin’in oğulları Zeki Velidi’ye matbaa ve gazete işlerinde yardımcı olmuşlardır. Fahreddin’in büyük oğlu Abdur-rahman “Başkurdistan” gazetesinde başmuharrir sıfatıyla görev yapmıştır.

1917 Şubat ve Ekim Devrimlerini herkes gibi Zeki Velidi Togan da büyük bir heyecanla karşılamıştır. Başkurt ulusunu canından çok seven Zeki Velidi kendini siyasetin içinde bulmuştur. İnişli çıkışlı siyasi hayatında Togan’ı destekleyenler de engel olanlar da olmuştur. Bunlar arasında siyaset yazarı, edip ve gazeteci, Stalin Devri kurbanı Fatih Kerimi (1870–1937) de bulunmaktadır. 1917’li yıllarda Kerimi muhtariyet karşıtı olarak ortaya çıkmıştır. Zeki Velidi konuyla ilgili şunları yazmıştır: “ Vaqıt gazetesi başyazarı Fatih Kerimi, muhtariy-etin çok zehirli düşmanı idi. Bu zat Türkistan’la

87

Page 89: ÇUKUROVA SANAT

Edil (İdil- R.K) havzası yollarının bir birin-den tamamıyla ayrı olduğuna, benim bir gün Taşkent’te diğer bir gün Orenburg’da bir gün Özbek ve Kazak, diğer bir gün Başkurt ve Ta-tarlarla konuşup bir büyük siyasî hareket yarat-mak istememi iki ayağı ile iki kayığı idare etmek isteyen insanın hareketine benzeterek bir makale neşretmişti.”[xiv] Zeki Velidi Türkistan Birliği olmadan Başkurt, Tatar, Özbek, Kazak gibi Türk milletlerinin Ruslar tarafından yok edileceğini önceden hissetmiştir. Böyle sert muhalefet ya-pan, Başkurdistan muhtariyeti hareketini baltala-mak için çok uğraşan Fatih Kerimi de daha son-raki yıllarda Togan’a hak vermiş ve onunla aynı sırada yerini almış, Togan’a destek vermiştir. Fatih Kerimi’nin fikrinin değişmesi hakkında Zeki Velidi : “Evvelce bize cidden muhalif olan Tatar muharriri Fatih Kerimi Muallim Mekteplerinde vazife aldı”[xv]demiştir.

Zeki Veilidi Togan, Tatar-Başkurt ulusu-nun meşhur şair ve yazarı Mecit Gafuri’yi (1880–1934) da yakından tanımıştır. Togan, Mecit Gafuri ile komşu Makar köyünden bir imamın oğlu olan Aziz aracılığıyla tanışmıştır. Aziz de Gafuri gibi şiirler yazmış, bu da onları yakın dost olmasını sağlamıştır. Mecit Gafuri ile ilk görüşmesi hakkında Zeki Velidi şunları yazmıştır: “ Bazı eserler de yazmış olan Aziz Troytsk’daki şeyhin medresesinde ve aynı zaman-da Rus mektebinde tahsil etmekte olan çok zeki ve şair bir gençti. Sonradan meşhur şair olan Mecit Gafuri ile birlikte Troytsk şeyhinin medresesinde tahsil ediyorlardı. Her ikisi birlikte Kazaklara gi-derek yazın muallimlik ederler ve sonbaharda her ikisi köylerine dönerken Azizlere uğrarlardı. Aziz şairlik bakımından Mecid’e nispeten daha büyük istidada malik idiyse de, basılmış eseri belki yoktu. Mecid’in ise bir iki küçük şiir mecmuası çıkmıştı. Ben bu topal şairle (ihtimal 1907’de) ilk defa görüştüm, sonra Aziz’le birkaç defa bize geld-iler. Her ikisi şiirlerini okurlardı, babam ve annem bundan çok hoşlanırlardı. Mecid o matbu eserl-erinde “ Başkurtlar Edil ve Dim nehri boylarında kendi başlarına hür camialardı, yabancılar geldi onları esir etti” mealindeki şiirlerini o zaman söylemişti.”[xvi] Yoksulluk içinde büyüyen bu şairin şiirleri milli ruhla yazıldığı içindir ki, Zeki Velidi’yi de derinden etkilemiştir. Başkurdistan’ın

Yilim Karan köyünde doğmuş olan Mecit Gafuri’yi Zeki Velidi evinde de ziyaret etmiştir. Mecit Gafuri ile olan bu görüşmesini Togan şöyle kaleme almıştır: “Memleketimizin şairi Mecid Gafuri bu Yılım Karan köyündendi. Onun evinde misafir kaldım. O benden biraz büyüktü. Dayım Habib Neccar ve üstadı Zeynullah İşan’ın talebe-si idi. Evinde o akşam birçok şiirlerini okudu. Sabahleyin biz onunla birlikte Mirzakay’a git-tik. Benim de geldiğim duyulunca oraya başka köyden birkaç zevat geldi. Bu ziyafetler çok sa-mimi ve tatlı oldu. Bundan şairimiz Mecid Gafuri de mülhem oldu. Şiirlerini okudu. Bugün bu şairin eserlerini yüz binlerce nüsha bastıran Sovyetler onu güya kendilerininmiş gibi gösterirler, halbuki o, ancak bir milliyetperverdi. Fakir bir aileden yetişmişti.”[xvii] Mecit Gafuri’nin 1907 yılında yazdığı “Söyembike Minaresi” adlı şiiri onun nasıl biri olduğunun açık kanıtıdır.

Ber zamanlar sinde namaz ukgannar han ide,Kavme Tatar hem Törekneñ meskene Kazan ide, Ul vakıtnı tasvir itsek, ni güzel zaman ide!Kalbeme meñ pare kıldı şul güzel Han mescede.

[xviii] Zeki Velidi Togan’ın “Hatıralar” kitabında

Tatar-Başkurt ulusunun siyasetçi, aydın, yazar ve şairlerinin acıklı kaderleri de yer almaktadır. Bağımsızlık uğruna verilen mücadelede bu insanların birçoğu kendini halkı uğruna gözünü kırpmadan feda etmiştir. Başkurt milli bağımsızlık hareketini gönülden destekleyenler arasında Tatar-Başkurt şairi Şeyhzade Babiç (1895–1919) da bulunmaktadır. Babiç hakkında Zeki Velidi şunları yazmıştır: “Şeyhzade çok sevilen milli şairdi. Ta-tarca ve Başkurtça çok güzel şiirleri ve matbu eserleri vardı. Hepsi yok oldu gitti. Başkurdistan milli hareketi, bu şairin kalemi yle şiir mecmualarında canlandırılmıştı. Fakat bunların çoğu basılmamıştır. Hepsi Sovyetler tarafından imha edildi gitti.”[xix] Sovyetler için millile-rin hiçbir önemi yoktur, onun içindir ki onların adlarından ve eserlerinden korkarlar ve yok etmek için de ellerinden geleni yapmışlardır. Şeyhzade Babiç tarihi olayları bizzat yaşamış biri olarak şiirlerinde de bu tarihi olayları yansıtmış, kendi duygularını da belirtmiştir. 16 Kasım 1917 yılında

88

Page 90: ÇUKUROVA SANAT

Başkurdistan Muhtariyeti resmen ilan edilip, milli hükümet kurulduktan sonra Başkurdistan halkını büyük bir heyecan sarmış, yazar ve şairler de bu heyecanını eserlerinde yansıtmışlardır. Zeki Velidi: “Bizde büyük heyecan doğuran bu muhtariyet ilanı milli şairlerimizden Seyitkerey Magaz’ın, Şeyhzade Babiç’in birçok şiirlerinin mevzuu olmuştur.”[xx]demiştir. O yıllarda yalnız sevinçler değil, büyük acılar, büyük kayıplar da yaşanmıştır. Babiç, Kızıllar ile çatışma sırasında vefat eden Emir Qaramış’ın ölümü hakkında bir şiir yazmıştır. Konuyla ilgili Zeki Velidi şunları yazmıştır: “ Kızılları doğu Ural’dan koğup çıkarmakta en faal rol oynayan İkinci Süvari Alay kumandanı Emir Qaramış bu sefer esnasında vefat etti. Bu ordumuz için büyük bir kayıptı. Bu kayıp dolayısıyla Başkurdistan’daki şairlerimiz birçok mersiyeler yazdılar. Bunlar arasında Şeyhzade Babiç’in:Bugün bize ne oldu, duygularımız neye perişan oldu?

Perişan olmanın manası, bir dev er ölmüştür.Kaybedip üzüldüğüm er kim idi.Emir isimli er idi.

mısraları ile başlıyan mersiyesinin son zaman-larda dahi halk arasında söylenmekte olduğunu 1943’de Almanlara esir olan Başkurt askerlerin-den öğrendim. Emir benden birkaç yaş küçüktü, fakat onu çok küçüklüğünden tanıdım, çünkü babası babamın dostu idi.”[xxi] Milli mücadele yıllarında güvenilir insanlara olan ihtiyaç daha da artar. Şeyihzade Babiç, Zeki Velidi Togan’ın güvenini kazanmıştır. Onun Orenburg şehirdeki teşkilat işleri hakkında Togan şöyle demiştir: “Orenburg’a gelir gelmez sivil teşkilat işleriyle meşgul olduk… Milli şairlerimizden Seyitkerey Magaz, Şeyhzade Babiç, Özbek şairi Abdülhamit Süleyman (Çolpan), Kazaklardan genç muharrir Berimcan ve bir münevver Kazak kızı bu yerlerde gizli şubeler kurarak Orenburg’daki merkezimize çok kıymetli malûmat gelmesini temin etmişlerdi. Bunların bilhassa Kazak kızının, şair Şeyhzade Babiç’in bu yoldaki faaliyetleri romana mevzu teşkil edecek derecede enteresandır.”[xxii]Tüm bu yazılanlar Babiç’in ne derece milli bağımsızlık hareketine bağlı olduğunu göstermektedir. 1919 yılının 18 Şubat tarihinde Zeki Velidi Togan’ın

kurmuş olduğu Başkurt Ordusu Sovyetler ceph-esine geçmek zorunda kalmıştır. Bu olay hem ordu için hem de Başkurt milleti için çok ağır olmuştur. Göz yaşartıcı bu hadiseyi Zeki Velidi şöyle anlatmıştır: “Kıt’aları geçerken kendimi ağlamaktan güç zapt ederek onları selamladım. Askerler ağlıyordu. Onlar geçince yanımda emir-berim Ahmetcan’ın göğsüne başımı koyup hüngür hüngür ağladım. Bunda hep inandığım demokrasi ve hürriyet fikrine veda edip şahsî, millî ve maşerî irademizi meçhul maksatlar uğruna kullanmak üzere Tabolin ve Kolesovların emrine feda et-mek, bu kadar döğüştüğümüz düşmanın ayağına gitmek, milletimizin istikbalinin karanlığı, sevdiğim askerlerimizin başına gelmesi muhtemel felâket gözümün önüne geliyordu.”[xxiii] Milli şair Şeyzade Babiç de bu olaylardan derinden etkilenmiş ve kendi yorumunu da ekleyerek şiir yazmıştır. Togan, Babiç hakkında şu satırları yazmıştır: “Milli şairimiz Şeyhzade Babiç de bu teknik kıt’alarla birlikte cepheyi geçmiş, askerin karanlık istikbal korkusuyla titrediğini ve bu hadis-enin Başkurtların tarihî hayatının en feci hadisesi olduğunu, bu münasebetle yazdığı şiirinde tasvir etmişti. Onun fikrince eğer bu cephe değiştirme hâdisesinin başında Zeki Velidi kendisi bulunma-sa idi, bütün ordu tek bir insan gibi intihar etmiş olurdu, demişti.”[xxiv] Şeyhzade Babiç’in yazdığı şiirden de göründüğü gibi Başkurt ulusu Zeki Ve-lidi Togan adı altında tek vücut olmuştur. Başkurt Ordusu Sovyetler tarafına geçtikten sonra Ruslar Başkurt köylerini yağmalamaya ve Başkurt-Tatar aydınlarını katletmeye başlamıştır. Sovyetlerden Babiç de nasibini almış Kızıllar tarafından vahşice öldürülmüştür. Şeyhzade Babiç’in Sovyetler tarafından öldürüldüğü Sovyet döneminde basılan hiçbir edebiyat kitabında bulunmamaktadır. Bu acı gerçeği Zeki Velidi şöyle kaleme almıştır:

“Başkurtların silahtan tecridi, Kızıl Ruslara, Başkurt köylerini yağma etmeye yol açtı. Bunlar birçok Başkurt ve Tatar münevverini yakalayıp öldürdüler. Bunların başında milli şairimiz Şeyhzade Babiç ile muharririmizden Abdülhay Erkebay gelmektedir. Times’teki hükümet, Kolçak ordusunun taarruzundan sakınarak İsterlitamak’a çekiliyordu. Şeyhzade ve arkadaşları o zaman çok mükemmel bir müessese olan zengin matbaamızı ve hükümet arşivini naklediyorlardı. Bunları Kızıllar

89

Page 91: ÇUKUROVA SANAT

Calayır demir fabrikasında basıp yakalayıp vahşice öldürdüler.”[xxv] Tatar-Başkurt şairi Şeyhzade Babiç’in daha 24 yaşındayken vahşice öldürülm-esi hem edebiyat dünyası hem siyaset için büyük bir kayıp olmuş, çok sevdiği milletinde ise kaygı hem Ruslara karşı nefret uyandırmıştır. Şeyhzade Babiç öldürüleceğini önceden hissetmiş olmalı ki, Zeki Veli Togan’a bir veda mektubu bırakmıştır.

Yukarıda kısa olarak “Hatıralar” kitabının Tatar Edebiyatına özgü olan kısmına değindim. Eserde, Tatar yazar, şair ve tarihçilerinin dışında Özbek ve Kazak yazarları, aydınları, ayrıca Türk halkının ortak destanları da yer almaktadır. Tüm bunların ayrı ayrı araştırılması gerekmektedir. Zeki Velidi Togan birleştirici gerçek bir liderdir ki, siyaset sahnesinde Türkistan Birliğini kurduğu gibi Türk Dünyası Edebiyatını da birleştirmeyi, bir araya getirmeyi başarmıştır.

Tatar aydınları ile olan ilişkilerinde göründüğü üzere Zeki Velidi Togan çevresinde çok sevilen bir insan olmuş ve kurduğu arkadaşlıklar bir ömür boyu sürmüştür. Bu arkadaşlık hikayelerini okurken insan ister istemez imreniyor ve kendi ke-dine şu soruyu yöneltiyor: “Acaba günümüzde de böyle bir dostluklar var mıdır?”

Nerdeyse tüm Türk topraklarını enine boyuna gezen Zeki Velidi Togan, tarihi eserleri yerinde ilk kaynağından öğrendiği için eserleri de bilim-sel ve gerçekçidir. Eğer Türk Dünyası’nı yakından tanımak istiyorsanız mutlaka Zeki Velidi Togan’ın “Hatıralar” kitabını okuyun. Bu eser sizi tarihin, edebiyatın ve hayatın derinliklerine götürerek hem bilgilendirecek, hem düşündürecektir.

Zeki Velidi Togan birçok alanda çalışma yapan çok yönlü bir şahsiyet olmakla beraber, “ne olursa olsun, hangi fırtına eserse essin” ilkeli olmak-tan vazgeçmemiştir. Tüm ömrü boyunca doğup büyüdüğü toprağına, ulusuna ve milli değerlerine sadık kalan vefalı ve cesur yürekli yiğidini Başkurt ulusu asla unutmayacak ve Zeki Velidi Togan ne-silden nesle bir kahraman olarak anılacaktır. Aynı zamanda Zeki Velidi Togan batmayan bir güneş gibi fikirleri ve kitaplarıyla Türk Dünyası’nı aydınlatmaya devam edecektir.

DİPNOTLAR

[i] Togan Z. V., Hatıralar, Ankara 1999, s. 19–20.[ii] Togan Z. V., a.g.e., s. 22–23.[iii].Togan Z.V., a.g.e., s. 7[iv]Togan Z.V., a.g.e., s. 415.[v]Mende, Gerhard von, Der Nationale Kampf

der Russlandtürken. Ein Beitraz zur Nationalen Frage in der Sovetunion (Rusya’daki Türklerin Milli Mücadelesi), Berlin 1936, s.69.

[vi] Togan Z.V., a.g.e., s.49.[vii] Togan Z.V., a.g.e., s.235.[viii] Togan Z.V., a.g.e.,s.52.[ix] Togan Z.V. a.g.e., s.66.[x] Togan Z.V. a.g.e., s.88-89.[xi] Togan Z.V. a.g.e., s.48.[xii] Togan Z.V. a.g.e., s.48.[xiii] Togan Z.V. a.g.e., s.133.[xiv] Togan Z.V. a.g.e., s.133.[xv] Togan Z.V. a.g.e., s.192.[xvi] Togan Z.V. a.g.e., s.29.[xvii] Togan Z.V. a.g.e., s.150.[xviii] Kurban İ. Yaşlı Tarihin Yankısı(Bulgar-

Tatar Tarihi ve Medeniyeti), İstanbul 1998, s.163.[xix] Togan Z.V. a.g.e., s.218.[xx] Togan Z.V. a.g.e., s.157.[xxi] Togan Z.V. a.g.e., s.185.[xxii] Togan Z.V. a.g.e., s.186.[xxiii] Togan Z.V. a.g.e., s.212.[xxiv] Togan Z.V. a.g.e., s.213.[xxv] Togan Z.V. a.g.e., s.217-218.

KAYNAKÇA1.Kurban, İklil, Yaşlı Tarihin Yankısı, Bulgar-

Tatar Tarihi ve Medeniyeti, AD Kitapçılık, İstanbul 1998.

2.Mende, Gerhard von, Der Nationale Kampf der Russlandtürken. Ein Beitraz zur Nationalen Frage in der Sovetunion (Rusya’daki Türklerin Milli Mücadelesi), Berlin 1936.

3.Togan, Zeki Velidi, Hatıralar, Türkiye Diyanet

90

Page 92: ÇUKUROVA SANAT

YOLCULUK

Basri GOCUL

Adımlama yolunu bir yitik arar gibi,İlerle, savaşlarda safları yarar gibi!

Ümitli yüreğini korkular karartmasınMehtaplı gökyüzünü bulutlar sarar gibi!

Aşılmamış engeller çıkacaktır karşına,Kararını kabul et, en korkunç karar gibi!

Takatin tükenince baş çevirme ardına,Yardımına koşacak acıyanlar var gibi!

Yürüme düşürdüğün bir şeyi arar gibi,İlerle, kahramanlar cenkte saf yarar gibi!

91

Page 93: ÇUKUROVA SANAT

BİR AKŞAM ÜSTÜ YALNIZLIĞI

Yağmur ŞENGÖK*

Gün akşama kavuşmak üzere… Sıkıca kapattığı perdelerin ardından bakmakta kız. Günün en çok bu saatini sever, göğün en çok bu rengini.. Gökyüzünde dağılmaya yüz tutmuş birkaç bulut kümesi, karanlığa teslim olmaya hazırlanan bir kızıllık… Aşağıda, bahçeden sızan sabahtan kal-ma yağmur kokusu… Odada gezinen kedinin belli belirsiz mırıltıları…

Belki de ilk kez şiir yazamadığı için üzüldü kız. Tam da şu an,gözlerinin önünde kıpkızıl bir gök erirken nice dizeleri dökebilirdi kağıtlara; ya da kedinin huzurlu mırıltıları üzerine ciltlerce kitap yazabilirdi. Evet, yapabilirdi; gücü vardı ancak kelimeleri yoktu. ’’Sonunda bu da oldu.’’ diye düşündü, kelimeleri gitmişti.

Zaten hiçbir zaman becerememişti şiir yazmayı. Şimdi ise hiç olacak iş değildi. Hiçbir kelimeyi yakıştıramıyordu ki yalnızlığına; hangi kelimesi anlatabilirdi kedinin parkeler üzerinde çıkardığı çıtırtıların sevimliliğini… Gökyüzünü tarife kalk-sa… Laciverde gebe bir kızıl işte. Başka bir tarifi var mıydı akşamının? Yoktu…

Kız, kedi, biraz yağmur kokusu ve gökyüzüne iyiden iyiye nüfuz etmiş yıldızlı bir lacivert… Birlikte geceye eriştiler. Kız kelimelerini düşündü. Sabaha kadar uyumayıp beklese, gelirler miydi? Şiirden vazgeçti, birkaç cümlecik de olsa yeterdi geceye. Birkaç cümle… birkaç nefes… Ah, bu ka-dar ihtiyacı varken onlara, çekip gitmek olacak şey miydi?

Uyumamaya karar verdi kız; kelimeleri gelmeli-ydi bu gece. ’’Ya uyursam da geldiklerini göre-mezsem!’’ diye telaşlandı. Kedi uyumuştu, yorgun-du.Kız da öyle. Yorgunluğunu unuttu, kelimelerini düşündü yalnız. Geldiklerinde ne diyecekti on-lara, ne söyleyecekti onlarla, ne sığdırabilecekti içlerine? Ansızın korku duydu kız, şüphe duydu kelimelerinin kuvvetinden, ya taşıyamazlarsa idi biriktirdiklerini?

Uykunun en güzel yerindeydi kedi… İmrendi kız,uyumak istedi, kelimelerini düşündü. ’’Ya

ben uyurken gelirlerse!’’ Yapamadı kız, ne uyuy-abildi, ne yazabildi. Bir yolu olmalıydı bu gün gibi büyüyen yalnızlığı unutmanın. Kelimeleri beklese nefessiz kalacaktı. Ya, kediyi uyandırsa..?

Aralık pencereden içeri giren toprak kokusu gibi yumuşaktı kedinin tüyleri.. Yağmurun toprağa sızışı gibi karıştı parmakları kedinin tüylerine.. Hafifçe kıpırdandı ve en az gecenin laciverdi ka-dar donuk baktı kedinin gözleri. Uykusundan zamansız kaldırılmış annesinin homurtusuna ben-zer bir sesle doğruldu yerinden kedi ve en az onun kadar yavaş, acelesiz terk etti odayı..

Kız,arasına birkaç sönük yıldız serpiştirilmiş yıldız ve yağmur kokusu… Birlikte yarıladılar geceyi. Gittikçe azalan bir ümitle kelimeleri bekli-yordu kız. İçindeki yalnızlık durmadan yenisini doğuruyormuş gibi büyüyordu an geçtikçe. Bir kez daha düşündü,dökmeliydi onu içinden. Gök-te kalan birkaç yıldıza takıldı gözleri, gitmeye hazırlanıyorlardı. Göğün soğuk laciverdi bulanık bir maviye bırakırken yerini düşündü kız: ’’Gel-meyecek kelimeler.’’

Bulanık mavi bir gök ve kız… Sabaha erişmek üzereler. Göğün yağmur kokusundan soyunmuş havasını çekerken içine, sabaha kavuşana dek nasıl eksildiğini düşündü kız. İçindeki yalnızlık her an doğururken yenisini, nasıl azaldığını düşündü.

Kız… Sabaha erişti birkaç cılız güneş ışığıyla.Pencereye yaklaştı, her an büyüyen yalnızlığıyla yeni bir günü karşıladı gittikçe tenhalaşan kız. Gelmemişti kelimeler. O içeride uyuklayan ke-disini düşünürken, ansızın pervaza konuverdi kuş. ’’yoo’’ diye düşündü kız, ’’olmaz.’’ Bir an unutur gibi oldu yalnızlığını, kuşun cılız bacaklarına ba-karken utandı. O olmamalı yükleyeceği bu koca yalnızlığı. Düşünürken kız, titredi bacakları, son yavrusunu da doğurmuştu yalnızlığı. Tutundu pen-cereye kız ve susturdu utancını..

Penceresinden sızan rüzgar gibi hafifti kolları, kanadına yüklediği yalnızlığını uğurlarken kuşun. Ansızın göründü kelimeler, kız kapattı camları…

*İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğrencisi 92

Page 94: ÇUKUROVA SANAT

Vuruldum vatanınBağrına düştüm,Yerim boş kaldı,Gel öl mü dedim men?Göyerdi Ak Kayın Garip bağrımda,Yürüdü yüreğe,Düşman güllesi,Bar verdi canımdaVatan gilesi,Kan kusan yüreğe,Göl mü dedim men?

Karahan Çayı’nınBaşını kestim,Çalaçukur yamacındanYel oldum estim,İğdir’im, Avşar’ım,Kayı, Kınığım,Garibem, yetimemBoynu sınığım,Elimde var olan,Birlik bütünü,Yad üçün parçala,Böl mü dedim men?

Mene mihman olupİlham perisiSatılsın bir pulaÖmrüm gerisi,Satkın ruhun ileDüşmana sen kul,Tuttun yüzünü senDüşman beline,Ol düşman rahmindeDöl mü dedim men?

Garipkafkaslı menGalmışam naçar,Evvel dost olanlarEl tutup kaçar,Göktanrı’ma giden Yolun başındaSen Allah menimleGel mi dedim men?

Desen: Atanas Karaçoban

GEL Mİ DEDİM MEN?

GARİPKAFKASLI

93

Page 95: ÇUKUROVA SANAT

DERVİŞLİKTE VE SUFİZMDE TİYATRO UNSURLARI

Doç. Dr. Meleyke ALIKIZI

1. Dervişliğin - Sufizmin Tarihi Kökleri (Şamancılık)

Semavi bir “Allah” kavramı gibi yerin ve göğün birliği olarak tasavvur edilen tanrıcılık Türk mi-tolojisinin temel ve içeriğini oluşturmaktadır. Evrenin ilahi varlık tarafından yaratıldığı ve evrensel düzeni sürekli koruduğu görüşü Gök-türk döneminde tanrıcılık düşüncesinin temelini teşkil ediyordu. Bu dönemde tek tanrı olgusu müşahhaslaşmadığından tanrının tek yüksek ve tek yaratıcı başlangıç olması fikri nispeten son-raki dönemlerin (imparatorluklar çağının) ürünü sayılıyordu. Peygamber kavramının olmadığı Göktürk döneminde, tanrının iradesi varlıklara bir aracının yardımıyla değil, doğrudan ulaşır düşüncesi hakimdi. Evreni yaratan ve evrensel düzeni aralıksız olarak barındıran tanrı bu küre-sel düzen dahilinde toplumlara ve bireylere belirli irade özgürlüğü vermekle onlara ser-best düşünmek ve hareket edebilmek imkanları yaratmıştır. Yani “başqa cür desək, tanrı davranış proqramını vermişdir; davranış tərzləri isə insan-lardan asılıdır. Cəza və mükafat davranış tərzinə görə verilir. Bu durumda vasitəçilərə ehtiyac qalmır.”(1) Türklerde ve Moğollarda tanrı ile kul arasında aracılara ihtiyaç duyulmasa da, Ara-plarda bu “görevi” zaman zaman halifeler yerine getirmişlerdir. Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, Türk mitolojisinde “eren”, “evliya” olarak nitelendirilen Hıdır-Hızır sureti yeryüzünde pey-gamber gibi değil, ebedi tanrının varlığı gibi su-nulur.

Bilindiği gibi, eski insanların tasavvurlarındə tanrılar mitleştirilmiş insanlardır. Başkalarından farklı olarak kendi sıra dışı tavırlarıyla dikkat çeken insanların mucizevî çalışmaları ve aynı za-manda hayatta yaşanan olağanüstü olaylar insan düşüncesinde abartılı şekilde mitleşerek erişilmez

bir güce dönüştürülür. “İnsanların adilikdən tanrılığa yüksəlmə yoluna dair “Bilqamıs”da maraqlı bir nümunə də var. Ubar Tutunun oğlu Dədə Utnapişti belə iradə və cəsarəti, gücü, gözütoxluğu, dünya malına susamaması və s. kimi müsbət keyfiyyətləri ilə bu mərtəbəyə-tanrılığa ucalıb. Daşqın zamanı görünməmiş fədakarlıq göstərib, insanları xilas etmiş, qeyri-adi fədakarlıq onu tanrılığa ucaltmışdır.”(2)

Böylelikle kendini tanrının temsilcisi olarak gören insan (kam), ilk önceleri icat etmiş olduğu yayla-okun yardımından faydalanarak bir takım ayin ve törenlerin yapılmasına gayret gösterirken buraya gökyüzü hareketlerinin evrendeki yansımasını eklemiş ve böylece uzaydaki cisim-lerle kendisi arasında bir gen yakınlığı arayışında bulunmuştur. Bu sırada ruhların yardımıyla ve çeşitli araçlarla çevresindekileri duygulandırıp onları şevke getirerek insanlarda bir hal-ruh değişikliği yaratmaya çalışmıştır. Böylece ruhların yardımına ihtiyaç duydukları zaman daha çok müziğe yönelen şamanlar ilk bakışta müzi-syenler gibi tanınmışlardır. Buradan anlaşılacağı gibi, müziğin ruhlar dünyasıyla ilgili olması fi-kri eski mitolojik tasavvurdan kaynaklanıyor ve denildiğine göre Dede Korkut kopuzu yapmayı ve çalmayı ruhlar âleminin temsilcilerinden (Şeytanlardan) öğrenmiştir.

Şamanizme göre müzik ruhun kendisidir ve müzik aslında üç işlevi yerine getiriyor; ya doğrudan şamanın yerine girer, ya toplumun karşısına çıkar, ya da ona yardımcı olur. Ru-hun bir imge haline getirilerek “görücülük sah-nesi” de şamanın yanında rolünde yer almasında “bakşıçılık” denilen müzik biçiminin (Orta Asya’da ortaya çıkmıştır) rolü büyük olmuştur. Şamanizm’in dram sanatına kazandırdığı bu müzik biçiminin ifadesi sırasında ses gırtlak ve diyafram-dan üretiliyor, sözler ise mimik ile canlandırılıyor.

94

Page 96: ÇUKUROVA SANAT

İlkel topluluklarda müzik basit ritimlerle, ba-sit üfleme ile telli veya yaylı sazların iştirakiyle vokal şeklinde gerçekleştirildi. O zamanlar flüt veya davuldan çıkan sesler ruhlardan gelen ses sayılıyordu. Ayinlerin daha ritmik olması müziğin sesleniş temposu ile alakalandırılırdı. Sesin yoğun halinden ayin törenlerinin en coşkulu anlarında faydalanılıyordu. Ritmik noktaların tekrarlanması sırasında ise eylemler ayinsel olarak tekrar ediliyor-du. İfade edildiğine göre, “Ruh ve ahiret kavramı, bütün dini tasavvurlarda esas unsuru teşkil ederler. Buna toptan Şamanlık diyoruz. Şaman sözü aslında Tunguzca bir söz olup bilim edebiyyatına ordan geçmiştir. Türkler şaman sözü yerine kamı kullanırlar. Atillanın bir kayın pederinin adı Eşkam (şerik şaman), diger bir Hunun adı da Ata kamdır. XI. yüzyılda yazılan Kutadgu-Biliq ve Kaşgari sözlüğünde de aynen rastlandığı gibi, VIII-IX yüzıl Kırgızlarının da kullandığını, muah-her Çin-Sung çağı kaynakları göstərir.”(3). Tören ve ayin icracısı olan kam-şamanın “əsas vəzifəsi musiqi, rəqs və söz sehri magiya ilə lazım olan ruhları çağırıb gətirmək, tutmaq və həmin ruh-dan keçirilən mərasimin niyyətinə uyğun şəkildə istifadə etməkdir…Bizə elə gəlir ki, adın sözaçımı da elə bu məna istiqamətində axtarılmalıdır.”(4)

Görüldüğü gibi ilahi varlığın hakim olduğu dünya ile temasa geçerek oradan aldığı güçle yerdekileri uyarmak misyonu şamanın başlıca görevi sayılıyordu. Güneş çevresinde ayın, dünyanın ve burçların yıldızlar etrafında dönüşünü artan bir ritimle danslarında ifade etmeye çalışan şaman, yerdekilerle “mesaj”laşmada toplumun ortak unsuru olan davulun yardımından yeterince faydalanmaya gayret etmiştir.

Şamanizm’in en eski şekline göre, öbür dünya aşağıdaki dünya ile aynıdır. Mükemmelleşen Şamanizm’e göre ise ışık âlemi olan göğün de, aşağı dünyanın da bir çok tabakası vardır; göğün 17 katı vardır, aşağı dünyanın ise 7, 9 katı mev-cuttur. Her iki âlem arası yeryüzü sayılıyor ve burda insanlar yaşıyordu. “...Gökdeki ve yerdeki nizam, içtimai teşkilat ile sıkı-sıkıya ilgili, biri digerinin eşidir. Gök veya güneş mutlak hakim-dir. Yer yüzünde aile başkanının da olduğu gibi, gök-güneş Tanrısına da yıldızlar, tabiat ku-dretleri boyun egerler. Aynı tarzda, yer yüzünde-ki içtimai kuruluşta da hükümdara asılzadeler,

aile başkanına ise diger aile ferdleri tabidirler. Eski din telakkisinde de aynı amilin kökleşdiyini görürüz.” (5)

Şamancılığa dayanan her bir törenin köke-ninde tanrıya ibadet yatar. Tuva Türklerine göre ilk kez şamanlığa giren insan, önce mukaddes ülkeye (“Dayın deer” adlı ülke) yolculuğa çıkar. Otuz üç kattan oluşan gökyüzünün arasında bu-lunan bu ülkenin bir tarafının ışık, öteki yanının ise karanlık olduğu rivayet edilir. Davulun bir tarafının açık, o bir tarafının kapalı olması da bununla ilişkilendirilir. Yerini def’e (bendir) ve kopuz’a bırakan bu enstrümanın yerine daha sonra Kırgızlar popuz, doğu Türkistan ve Al-tay şamanları def ve kullanmışlardır; bu müzik aletleri şamanın kendisi tarafından çalınmıştır. XIX yüzyılda ise davulun yerini telli saz-kopuz almış, zaman zaman bunların yerine de rübab (üç telli), kemanda da (Bas viyolonsel) kullanılmıştır.

Tonquz törenlerinin başlangıcında davulun ağır ve aynı zamanda yumuşak sesiyle katılımcıların dikkatinin belirli bir noktaya çekilmesine gayret gösterilir. Ruhlarla ilişki kurulduktan sonra ise törenin ana katılımcısı sayılan şaman yardımcısına dönerek Davulu elinden alır ve müziğin ritmini bi-raz da kuvvetlendirmek için onu büyük coşku ve tükenmez tutkuyla çalmaya başlardı.

Şamanın bağdaş kurarak oturması törenin ana bölümün başlanmasını haber verir. Ritmin ve melodinin yardımıyla şaman kollarını birbirine doluyor (spiralvari) ve bu arada müziğin ritmi vücudun hareketine eşlik ediyor. Bir sonraki hareket ise yine dansların yardımıyla başı çeşitli yönlere doğru çevirmek oluyor ki bunun amacı da söz söylemeye başlamak için zaman kazanmaktır.

Dans, şamancılıkta bir ibadet biçimi olmuştur. İbadet kutsal ruhlarla ilişkiye girmek, onunla bütünleşmek yoludur. Şaman, sadece bayıldığı zaman oynadığı dansın nasıl büyük bir güce sa-hip olduğuna inana bilir. Dansla ibadetin özü doğaçlamayı esas aldığından şaman ruhunu melo-dinin ve ritmin akıcılığına bırakmakla kendi ira-desinin “baskısından” uzaklaşmaya gayret eder. Yüksek duygusal durumlarda iradesinden öte hâli ifade edince (trans olunca) “ben” in kendisinin ken-dine dönmesi (göğe “göç” etmesi) süreci yaşanır. Şamancılıkta ruhlarla kurulan ilişki, ayrıca ila-hilerin ve dilin aracılığıyla gerçekleştirilir. İlahiler

95

Page 97: ÇUKUROVA SANAT

iki kısma ayrılır: 1.Mitlerle ilgili ilahiler (çok uzun ilahiler); 2.Gelenekle ilgili ilahiler. Şaman düşüncesine göre tanrının ve ruhların sesi bu ila-hilerin aracılığıyla duyurulur. Tanrı’ya ulaşmak makamı ise ilahideki ani ritim değişikliğinden veya bir dil değişiminden anlaşılır. Bu durumda bedeninde, sanki başka bir dünya veya başka bir varlık taşıyan şamanın gerçek hali onun hareketlerinde ortaya çıkar. Şamancılığa göre “in-sanlar doğrudan doğruya Tengriye yalvarmaz, tali tabakalardakı tanrılar, yahut uçmağa (cen-nete) ulaşan cesedlerinin ruhları aracılığı ilə dileklerini bildirirler. Bu dilegin ulaştırılmasına da ancak şaman salahiyattardır. Çin kaynaklarının 519 da verdigi bir habere göre, bir kadın şaman juan-juan (Avar) prensi ilə gögə uçar. Pşihopat şaman, şarhoş edici tütsüler arasında, dini ve son derece yorucu rakslarla “epileptik” sara nö-betleri geçirerek bayğın hale gelir ve bu anda bazı ha-yaletler gördügünü sanır, ruhlar alemine ve gök tabakalarına ulaşır. Hastalıgı getiren cinleri koğacaksa, onlarla mücadele eder v.b. Şaman raksı cinlerle yapılan savaşın dramatize edilmesinden ibarettir. Şamanın ışık ve sıcaklık, karanlık ve don üluhiyeti tabakalarında bulunuşuna göre “ak ve kara şaman” mef-humu teşekkül etti. Bunlar kendileri de ölüm-lerinden sonra ruhlar alemine karıştılar. Birbirleri ile mücadelerinde şekilden-şekile girmeleri, kahramanların (alpların) icraatı ile il-gili gelenekler içinde mezsolunaraq halk destan (epik) lerinin reng kazanmasında müessir oldu-lar.”(6)Bilindiği gibi, Eski Türklerde beyaz renk kutsal renk (ululuk, yükseklik, iktidar demektir) olarak kabul edildiğinden bu inanç sonradan “şaman” oyunu ile kaynayıp karışmış ve şaman “beyaz” sıfatını almıştır. Bellidir ki, böyle yeni kuşak bağlamak, başa beyaz sarık sarmak, beyaz giy-imde ibadet etmek, dua okumak Zerdüşt-mağlar (Zerdüşt din adamları, kahinler) için karakter-istik bir özellik idi . Hem ruhlar âlemi, hem de xitonik güçlerle ilişkide olan şamanların beyaz renkli, siyah başlı erkek kuzuların kesildiği kur-ban törenine ruhen ve bedenen temizlenmeden katılmasının haram sayılması olgusu şunu gösterir ki, toplumun “normal” üyeleri olarak kabul edil-meyen şamanlar, fiziksel olarak toplumun içinde

görünseler de, aslında manevi planda toplumun dışında yaşayan bireyler sayılmışlardır ve bu yüzden onlar tanrıcılıkla ilgili törenlere müdahale edememişlerdir. Kam-şamanlar tanrıcılık törenler-inde yer almadıkları gibi, sûfîler, dervişler de res-mi İslami tören ve ibadetlerden uzak durmuşlardır. Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkündür, Su-fizm ve Dervişlik hem genetik, hem de Tipolojik açıdan Şamanizmli ilişkili olduğundan tanrıcılık Türklerin dini-mitolojik sistemi, Şamancılık ise bu sistem çerçevesinde belli işlevleri yerine getiren alt sistem olarak kabul edilmiş ve doğru olarak Şamanizm’in tanrıcılık sistemi içindeki yeri ile tasavvufun İslam dini içindeki rolü özdeşleşmiştir. Aslında trans durumuna geçebilmek yeteneğine sahip olan insanların (Şamanların) ilahi varlıkların güçlerinden yeterince yararlanmasından kaynak-lanan ve çeşitli inançları ve bakış açısı içeren (o manevi bir düzenek ve tekniktir) Şamanizm, bu karşılıklı temas neticesinde topluma fayda sağlamak için yapılan dinî içerikli (o ayrı bir din de sayılmaz) törənlərdən ibarettir. Şamanlar hayaller-le yaşar, uykuda ilahiler söyler, Sahralarda dolaşır, bağırıp-çağırır, anlaşılmaz sesler çıkarır, geleneğe bağlı şiirler söylerler vb. Okudukları ilahilerle Mi-raca yükselmeye can atan ve amaçlarına ulaşmak için çaba sarf eden Şamanlar göğün on iki katını tek tek dolaşarak her kattaki ruhları ve nesneleri çeşitli ses ve ritmik hareketlerle canlandırarak onları anlatmaya çalışırlar. Bu anlatma sahnesi birkaç aşamada gerçekleştirilir. Öncelikle sözün gücünden istifade edilir, ardından diyalog başlar. Sözlü anlatma zamanı manzum parçalar kullanılır. Şiirin hareketlerle canlandırılması sırasında ke-limelerin çılgınlıkla seslendirilmesi duruma teat-ral bir görünüm getirir. Ruhlarla diyaloga giren şaman ruhani varlıkları vücudun dili ile (sembolik hareketlerle) tasvir eder.Tanrı’nın ve ruhun göğün hangi katında olduğu şamanların nesne ve objeleri doğal ve inandırıcı şekilde canlandırdığı zaman görülür. Tüm bu özelliklerine göre şamanların ilk aktörler sayılmaları rastlantı değildir. Geleneksel Türk tiyatrosunun kökünün Şamanizm’e dayanması fikri yeni değildir. Aynı zamanda pandomima meydan temaşalarının, “Yuğ” törenlerinin ilk teşkilatçılarının (hem de yönetmeninin) şamanlar

96

Page 98: ÇUKUROVA SANAT

olduğu konusunda da görüşler gerçeklikten uzak uzak değildir. “Kam olunmaz, kam doğar” fikri onu gösterir ki, şamancılık bir sanat kolu gibi her-kesin öğrenmekle, okumakla elde edeceği bir ma-rifet sayılmazdı, bunun için, bir kamın soyundan gelmek gerekliliği önemli sayılıyordu. İlginçtir ki, böyle bir soydan gelen kadınların da kam olma şansı daha yüksek olurdu. Hunlardan farklı olarak Vey hanedanlığının başlangıcında, devletin büyük dini törenlerine kadın şamanlar katılmışlardır. “İslam dünyası bile şamanlık tesirlerinden azade kalamamıştır. Orta Asiyada çıkan ve en eski mis-tik (tasavvüf) tarikat olan Yeseviye, başlangıçta Rüfaiye tarikatı da kısman şamanlıga dayanırlar (bk.Fuat Kürpülü). Kadınlar merasime tesettürsüz katılırlar, öküz de kurban edilir. Bir efsaneye göre Yesevi ve şagirdleri kuş şekline girerek uçabiliyor-lar. XII. Yüzyıl sonunda İlhani sarayında büyük tesiri olan Türk mutasavvıfı Barak Baba, muasır Arap yazarlarının tariflerine göre, tipik Altaylı kam veya Kırgızların baksının tam kendisidir.” (7)

Şunu da belirtmek gerekir ki, şamancılığın doğuştan yetenek olmadığını söyleyenler de az olmamıştır. Onlara göre, güya insan kam-şaman yeteneğini sonradan kazanmış; sadece suya, toprağa, yere, ulu kutsal anneye tapındıktan son-ra bu niteliklere sahip olan şamanlar şiir koşup, kopuz çalmakla kendi yeteneklerinin gücüne güvenerek bir takım ayinlerin ve törenlerin “oyun babası”na dönüşebilmişlerdir. Söz söyleme ustalığına erişmek şamancılığa ayrıca bir değer kazandırmıştır ve bu yüzden de onlar halkın umut, güvenç kaynağı olmuşlardır. Eski Türklerde “At Kam” (hakanın veziri veya baş danışmanı) olarak adlandırılan kam-şamanlarla İslam’ın ilk dönem-lerinde Dede Korkut aynı görevi üstlendiğinden ona “derviş-âşık” adı verilmiştir. Halkın manevi dünyasına hizmet eden, düşünce, fikir, aynı za-manda siyaset âlemiyle de ilgilenen, hatta askeri taktik ve ipuçları veren kam-şamanlar dönemle-rinde bilgin-bilge insanları olmuşlardır. “Şaman-qam igidliyə, mənəvi aləmə, ictimai həyata, əxlaqi normalara göz qoyur, ilkin şaman bu məsələlərə rəhbərlik edirdi. Şaman-qam soyun, qəbilənin, qəbilə birləşməsinin görən gözü, düşünən beyni idi. O bir yandan xalqı ölümün pəncəsindən qur-tarmaq üçün düşünür, onu irəli aparmaq üçün götür-qoy edir, çərxi dövran etdirmək üçün fikirlər

söyləyir, adətlər yaradırdı… O çalğıçılarla ölkəni dolaşır-çalğıçılar çalır, o müəyyən hərəkətlər edir və nəhayət bayılaraq yıxılır. Yarı ayılarkən on-dan nə olacağını soruşurlar. Qıtlıqmı, bolluqmu, yağışmı, quraqlıqmı, sülhmü, savaşmı vəs. suallar verilir, o da cavablar verir. Çox vaxt onun dediyi olur.”(8)

Yuğcular gibi hayatın devam etmesi için ölüme meydan okuyarak insanları hayata bağlayan ve insanlara yaşama sevinci aşılamak için törenler icat eden kam-şaman insanlarda, soylar ve ka-bilelerde de türlü-türlü inançlar yaratmışlar. “Elə bu mif soyumlarına, çalışmalarına görə belə bir inam yaranmış ki, qamların-şamanların ilahi gücü “qüdrətdən” verilmişdir. İnama görə bu qüdrət qamın başı üzərində bulut kimi gəlir və göyqurşağı şəklində bədəninə girir.”(9)

Bilindiği gibi, Türk halklarının mitolojisi kam-şaman ritüeli, tören ve meydan oyunları ile yoğun ilişkilidir. Kam-şamanın sergilediği ayine birçok Türkçe konuşan halklar “oyun” (“oy” - “fikir”, “düşünce”, “akıl”, “yarış”, “Danışmanlık”, “dans” vb anlamına geliyor) adını vermişlerdir. Neden kam-şaman ayininə oyun denir? Halk, kam-şamanı kurtarıcı, zeki, yol gösterici olarak görmüştür. Kamın dans eşliğinde yaptığı ayininə “oyun” denilmesi burdan geliyor. O hem dok-tor, insanları felaketten kurtaran, yol gösterici, hem de akıllı, bilge insan sayılmıştır. “Oyun – “qam ayini” deməkdir. Meydan tamaşalarındakı, mərasimlərindəki başçıya “oyunbabası” deyərkən “ayini, mərasimin babası”, anlamı, yəni mərasimin, ayinin, toplantının böyüyü, ağsaqqalı göz qarşısına gətirilirmiş. Sözsüz meydan tamaşalarında, yuğ mərasimində bu işi aparan həmin tamaşanın rejissoru olurmuş.”(10)

İnsanları güzel ve yüksek duyguların esiri yap-mak için kam-şamanlardan bir şarkıcı gibi büyük maharet beklenirdi. Şamanın ifası, çağdaş ti-yatro ifadesiyle dersek, “bir aktörün tiyatrosu”nu hatırlatıyordu: Oyunun gereklerine uygun bazen kendi iç âlemine dalmak, bazen de dış âleme başvurmakla çeşitli hal ve durumları, hisleri seri ve uyumlu şekilde yürütmek şaman için pek ko-lay olmamıştır. Kam-şaman iç âlemine dalarken kendini tamamen maddi dünyadan koparmalı, içine dalarak kendini tümüyle unutmalıydı. Ruhlar dünyasında iken daha fazla mimik hareketlerinin

97

Page 99: ÇUKUROVA SANAT

gücünden yararlanan şaman, ruhlara kendi isteğini ve talebini öyle ustalıkla, doğal ve inandırıcı bir şekilde anlatmaya gayret etmeliydi ki, ayin katılımcıları bunun bir oyun olduğunun farkında bile olmamalıydılar.

Ruhların yardımını istemek ve aynı zamanda ona karşı mücadele etmek için ateşler altında davulların eşliğinde türküler söyleyerek tem-sili danslarla bir takım ayinler de yürüten kamlar, müziği, korkulan ilahi güçlere karşı hem mücadele etme, hem de ondan korunma silahı gibi kullanmışlardır. Etki aracı olarak kullanılan şaman müziğinde bazen öyle sözler yer alıyor ki, bunu şamandan başka bir kimse anlayamaz; bur-da biraz perdeli basit bir kurguyla tekerlemenin tekrarı ve kalınlı-inceli sesler temeli teşkil eder. Şamancılıktaki dramın temel göstergelerinden olan diyalog kurgusu müzikte yer alan şiir metin-lerinden (“alkış”lar ve “beddua”lardan oluşan bu şiirlerin temelinde dualar vardır) kaynaklanır. Din ile ilgili ve geleneğe dayalı bu metinler şarkı ve türküler gibi melodik bir şekilde kollektif süreçte söylenir ve bu zaman melodinin ritmi ile canlandırılan KAFİYELER sık sık tekrar edilir ve hareketlilik dikkat çeker. Sibirya şamanları zikir sırasında çeşitli tanrılarla, ilahi güçlerle (iyi, ya da kötü) ilişkiye girip onlardan yardım isterken, ya da onlarla mücadele ederken kendinden önceki şamanların ruhlarına da baş vururlar; göç eden şamanların isimleri şamanın zikrinde, ya da cin çağırırken okunan şiirde tekrar tekrar söylenir. Bu gibi tiyatro gösterilerine benzeyen ayin tören-lerinin insan ruhuna huzur getirdiğini idrak eden insanoğlu, kendisine yabancı gelen, ama gerekli görünen bir âleme yeniden baş vurmakla bu oyun-da tekrar tekrar söyleyip-gülmeye, eğlenmeye can atmıştır. Aynı duyguyu paylaşan iştirakçilerin trans halinde iken sıçradığı, döndüğü, dans ettiği, bağırdığı, geleneğe bağlı şiirsel konuşmalarından belli oluyor ki, sanat âleminde bir ihtiyaca dönüşen bu durum erken toplulukların başka dini amaçlara hizmet amacıyla düzenledikleri gösterimlerde bile kendini göstermiştir.

İnsanların ilgi ve duygularının yönü değiştikçe-şamancılık dini şekillerden dini olmayan şekillere girmeye başlayınca (bu arada dini ayinlerin yerini dini olmayan oyunlar almaya başlar) inançları yaratan etki araçları sanatı gündeme getiriyor ve

bu arada “sanatın temelinde dini motifler vardır” fikri akla gelmektedir. Yani dans, müzik ve edebi sözün harmonik gücünden ekstatik-psikolojik araç olarak kullanan şamancılık kökeninde ona bağlı olan sanat alanlarını - kendi genetik başlangıç belirtilerini korumayı bildiğinden kam-şaman sanatının, dervişliğin ve sufizmin aynı tarihi kök-ten kaynaklandığını söylemek doğru olur.

Hem yazılı, hem de sözlü edebiyata etkisi çok olan İslam sufizminin (XIII yüzyıl) Azer-baycan Türk eposu ile ilişkisi sonucunda (XVI yüzyıl) mükemmel bir sanat dalı ortaya çıkmaya başlamıştır. Önceleri ozanlar ruhani, tabip, mü-zisyen, aşiret aksakalı, halkın yol göstericisi gibi kaman-şaman görevlerini ifa etseler de sonradan müzik-söz sanatkârı gibi çalıp çağırarak “el sanatkârı” statüsünü kazanmışlardır. Aynı zaman-da önceki durumlarını da korumaya çalışmış, isim koyma, gelecekten haber verme gibi kam-şamana ait işleri de yapmışlardır.

Azerbaycan’da kam-şaman görüşlerinin oluşması (Milattan önce VI ve V yüzyılda) ve Zerdüşt görüşleri ile mukayesesi sırasında (milat-tan sonra ilk çağlarda) birbirlerine ters düşen bir durumla karşılaşılmamış, aksine aralarındaki ge-nel hususlar, benzerlikler bu fikri desteklemiştir. Zərdüştlük sırasında yapılan şaman törenlerin-den olan“Altı səyyarənin müşahidə bayramı” söylediğimiz fikirlerin onayına örnektir. Makedonyalı İskender’in Doğu’ya seferin-den bahseden B. Yan’ın “Kurqanlardan gələn işıq” romanında adı geçen şöyle tarif edili-yor: “Meydanın bir küncündə qapı açıldı və gərənayların qulaqbatıran səsi eşidildi, fleytalar uğuldadı. Səkkiz musiqiçi qoşa-qoşa irəli çıxdı. Qabaqda fleytaçalanlar, sonra təbilçilər və onların da dalınca uzun dəri gərənay tutan gərənayçılar gəlirdi; gərənayların ucu əvvəldə gedənlərin başı üstünə uzanmışdır. Gərənayçıların ardınca ağ geyimli bir neçə oğlan uşağı göründü: bunlar nəğməkarlar idi. Sonra hündür papaq qoymuş, bənövşəyi bürüncəkli əldən düşmüş bir qoca gəlirdi. İki gənc kahin onun qollarına girmişdi; qocanını uzun bürüncəyinin ətəyindən tutan birisi də arxada addımlayırdı. Axırda hündür papaqlı və uzun geniş bürüncəkli daha altı kahin də meydana çıxdı.

Bütün qafilə qurbangahın qarşısında yerləşirdi.

98

Page 100: ÇUKUROVA SANAT

99

Musiqiçilər susdular. Nəğməkarlar darıxdırıcı uzun bir mahnı oxudular. Qoca kahini qurbangahın yanına apardılar və o, titrəyən əli ilə yanına qoyulmuş səbətdən, bir neçə budaq götürdü. Qurbangahı nəfəsilə çirkləndirmək üçün ağzını köynəyinin qolu ilə örtüb budaqları oda atdı. Budaqlar çartaçart saldı, ətirli mavi tüstü qalxmağa başladı. Sonra kahin odun içinə iki cam şərab və yağ tökdü; alovun dilləri yüksəyə qalxdı. Bütün damlarda yüksək nidalar ucaldı: – Aqni (od allahı) bizim qurbanımızı qəbul etdi! Aqni bizi se-vir! Aqni bizim dualarımızı eşitdi!

Gənc kahin nazik səsi ilə zərdüştün müqəddəs kitabından qədim bir nəğmə oxudu…

Qoca kahin əli ilə işarə verdi və digər altı kahin qurbangahın ətrafında dayandılar. Onlar öz uzun papaqları ilə yerə qədər əyildilər. Dua oxudular. Düzəldilər və ağızlarını ovucları ilə örtərək qur-bangaha bir ovuc dən və qatran parçaları atdılar. Yenə də ocaq alışdı.

-Qurbanlar Aqni allahın xoşuna gəlir, – deyə altı kahin ucadan dilləndilər və əllərini yuxarı qaldırdılar. Sağ əl ovucu göyə-götürməyə hazır. Sol əl isə ovucu aşağı-verməyə hazır vəziyyətdə idi.

Fleytalar zərif musiqi səsləndirdi, təbillər və qavallar altı taktlı titrək səs çıxardı, kahinlər fırlanaraq, eyni zamanda qurbangahın başına dolanmağa başladılar. Kahinlərin hər biri müxtəlif böyüklükdə dövrə vururdular:-bir qismi qurbangahın lap başında, digərləri isə qurban-gahdan müxtəlif uzaqlıqda dövrə vururdular. Eyni qaydada fırlanmaqdan onların uzun paltarları küləkdən yellənirdi və əllərini qaldırmış vəziyyətdə kahinlər iri əlvan fırfıralara bənzəyirdilər...

Qoca kahin qışqırdı:– “Dayanın!Rəqs edən kahinlər bir göz qırpımında

dayandılar. Əshabələri qocanı qaldırıb çiyinlərinə oturtdular. O, əlini gözünün üstünə qoyaraq fırlanan kahinlərin harada və necə durduqlarına fikir verirdi. Sonra onu aşağı düşürdüdülər.

Qoca bərkdən və sözləri uzada-uzada danışmağa başladı:

-Ali mərhəmətli Hörmüz altı səyyarə yaratmışdır. Onlar yerə düşmədən səmada, öz əbədi yolları ilə hərəkət edilrər ki, böyük allahın iradəsini adamlara göstərsinlər. Gələcəyi görsünlər və

təhlükə olsa xəbərdarlıq etsinlər. Böyük düşmən əvvəlcə bizə lap yaxınlaşmışdı. Lakin səyyarələrin vəziyyəti göstərdi ki, təhlükə bizdən yan ötəcək...

Müqqədəs baş kahinin gələcək haqqında müh-üm xəbərini hər kəs dinləyir.”(11)

Örnekten de anlaşılmaktadır ki, gelecekten haber verme yeteneğine sahip olan şamanlar Zerdüştlük döneminde de çağın hâkim düşüncesini etkilemek imkânlarına sahip olmuşlardır.

Şamanların zamanla eski işlevlerini yitirdiği ve ilginin azaldığı dönemlerde tanrının “hâkimiyeti”nin sonsuzluğuna güven azalmaya başlayınca “kadir tanrı” nın var oluşuna şüphe bir başka biçimde ortaya çıkıyor; sərkərdələr tanrı seviyesine yükseldikçe mitler parçalanır ve böy-lece ruhlar yukarı tabaka için pek yüksek anlam taşımamaya başlar. Ama düşük tabaka için bu oyunlar önemini muhafaza ediyor ve bu yüzden de şamancılık gelenekleri düşük tabaka tarafından korunup tutuluyordu.

Şamanizm’in ortadan kaldırılması için sistem-li tedbirlerin görüldüğü zamanlarda kuzeybatı Türkleri güneybatı Türklerinden farklı olarak, kam-şaman geleneğini uzun süre korumayı bilmişlerdir. Bu onların Hıristiyanlığı geç, orta çağların ikinci yarısından sonra (XVIII) kabul etmeleri ile ilgili olmuştur. Ayrıca şamancılığın ortadan kalkmasındaki gecikmenin temel nedeni Hıristiyanlığın resmi olarak faaliyet göstermesi-yle ilişkilendirilir. Aynı zamanda başka bir görüş de, zor coğrafi iklim şartlarına dayanamayan din adamlarının çaresizlikleri de insanları eski dinin-şamancılığın geleneğini sürdürmeye mec-bur etmiştir. Hıristiyanlığı kabul etmeyen kam-şamanlar verilen ağır cezalar ise tarihin acı verici örneklerinden sayılır: “Qam-şaman tapınaqları dağıdılırdı. Tanrıların heykəlləri parça-parça edilirdi. Kitablar yandırılırdı. Alpilitverin və xristian İsrailin Hun mədəniyyətinə tutduğu di-van Azərbaycan xalqının soy kökündə duran hunlara sağalmaz yara vurdu. Demək olar ki, Alpilitver və İsrail böyük bir mədəniyyəti odda yandırdılar. Kitablar yandırıldı. Xalq əlifbasız, kitabsız qaldı, xalq uzun yüzillərboyu bu və başqa şəkildə şaman-qam görüşlərini qorumuş, ona tapınmışlar.”(12) Tanrı evlerini dağıttıkları, tanrıların gözden düşürülmesine göz yumdukları için kam-şamanlar, öncelikle kendi hakanlarını

Page 101: ÇUKUROVA SANAT

100

suçlamışladır. : “Bunları sizin atalarınız, xaqanlar tikdirmişlər və bu gunə kimi bizim ölkəmiz başdan-başa onlara tapınır. Siz yenilməz sərkərdələr bu tapınaqların-məbədlərin, tanrıların, uduqmüqəddəs ağacların köməyi ilə düşmənlərə qarşı apardığınız vuruşda yenilməz çıxdınız. Siz onun-yepiskop israilin sözlərinə qulaq asırsınız, hakimiyyəti ona verirsiniz ki, ölkəni xaraba qoy-sun.” (13)

Sasanilerin hâkimiyeti döneminde satkın ru-hanilerin kuvvetlendirilerek yerel feodaller tarafından kullanılması kam-şamanların serbest faaliyetlerinin önlenmesi ile sonuçlanır, Sonuçta şamanların bir kısmı Hıristiyanlığı zorla kabul etmeye mecbur olur. Azerbaycanlı (Türk Dilli) Vaçaqan (Alban hükümdarı) bu kargaşaya son vermek ve tek bir ideolojik merkez oluşturmak amacıyla sivil Hıristiyan dinlerini yasak etse de, Hıristiyanlığı kabul etmeyen bir kısım in-sanlar eski dine olan bağlılıklarını korunmak için şamancılıkla ilişkin bir takım ayin ve tören-lerin icrasının devam etmesini sağlamışlardır. Fakat bu istek “yukarıların” politikasına ters düştüğü için gizlice evlerde düzenlenen ayin katılımcıları saraylara getirilerek ağır cezalara mahkum edilmişlerdir. Tüm bunlara rağmen tanrı gibi yaşamak için yollar arayan ve önce ilmi bilgileri çoğaldıkça ölümün kaçınılmazlığına inanan insan kendisinin hayatının insana hizmett etmekle mümkün olacağını görünce hakim dinin baskısından-manevi tutsaklıktan kurtulmak için yollar aramıştır.

Türklüğün gelişimi döneminde (VI-IX yy) kam-şamanın toplumdaki konumu (kam-şaman olayı Türk maneviyatı için tekrarsız kendini idrak ve kendisini tasdik olgusu gibi değerlendirilir) daha yüksek olmuştur. Türkistan, Kafkasya ve Anadolu’da kam-ozan aşamasından sonraki mitolojik tören icracıları müzik aletinden az yararlanıyordu, bu durum İslâmla ilişkilendirilirdi. Önceleri kilise tarafından “büyücü”, “cadugun” denilerek aşağılanan şamanlar müzik aletlerin-den, özel giyim biçimlerinden, onlara gerekli eşyalardan yeterince istifade edemediklerinden gizli faaliyete geçmeye mecbur olmuşlardır ve dolayısıyla tören unsurlarını koruyup saklamak onlar için hiç de kolay olmamıştır. Kopuz, da-vul ve tamburun da yasaklandığı bir dönemde

müzik aletlerini bırakacaktır, bunların yerine tespihlerden kullanılmıştır. Şamanların müzik aletinden uzaklaştırılmasına Hint-Çin ve İran etkisinin olma ihtimali de ileri sürülür. “Qam-şamanlar açıqca hiss edirdilər ki, hərbi demokratiyadakı kişi-insan nisbi azadlığı sıxışdırılırdı, həyat səhnəsindən qovulurdu. Xristianlıq, sonralar islam dini özü ilə daha güclü istismar metodları gətirirdi, şəxsiyyətin azadlığı daralırdı. Qam-şaman vuruşunun kökündə başlıca olaraq natur-fəlsəfə dururdu və onlar yeni dinin müddəalarına qarşı çıxır, xalq da onların arxasınca gedirdi. Naturfəlsəfə, təbiəti müşahidə etməkdən, təbiətə yaxınlaşmağa çalışmaqdan, insanın təbiətlə özü arasındakı ayrılığı ortadan götürmək ehtirasından doğan görüşlərlə və onları təbliğ edən qamlarla xristianlıq az sonralar is-lam dini arasında mübarizə qızışdıqca, ehtiraslar qarşılaşdıqca ümumxalq görüşlərində çalxalan-ma daha da güclənirdi. Qamçı görüşlərini təbliğ edənlərə ağır cəzalar verilirdi. Doğma görüşləri qoruyanları dörd yolun kəsişdiyi yerdə qurulmuş dağ ağaclarından asırdılar.” (14)Fakat tüm bun-lara rağmen kam-şaman fikri İslâm dini perdesi altında çok büyük güçlükle de olsa çağın hakim görüşlerinden kendisini korumayı bilimiştir.

Bilindiği gibi, İslamiyet’e kadar “fanilik” düşüncesi olmayıp; hayat tatlıdır, insan ölürken bu şirinlik onun yakınlarına geçer. “Orhun-Yenisey” in matem metinlerinde mahzun gam-kederin yanı sıra, yaşamak aşkı, hayata, insana sevgi, milli duyguların terennümu belirtilir. Aynı zamanda burada terennüm edilen sevgi nağmeleri insanoğlunun Dünya’nın Göğe sevgisinden kaynaklanmakta ve bu ilahi sevgiden oluşan insanın ebediyete can atması da doğaldır.

4500 yıl önce eski Türklerin Zerdüşt dinine inanmalarına rağmen varlığın asıl sebebiyeti Ata Gök ve anne Yer, ebedi aşk sembolü yüce Tanrı’dır. . “Türklərin islamdan öncəki dinində Gök Tanrı mükafat Tanrısıdır. Cəzalandırma işlərinə qarışmır. Cəza tanrısı Ərlik xan adında başqa bir mifoloci varlıqdır. Tanrı (Allah) yalnız “cəmal” (gözəl üz, gözəllik) sifətiylə göründüyü üçün əski türklər onu sadəcə olaraq sevərdilər. Allaha qarşı qorxu duymazdılar. İslamdan sonra türklərdə Al-lah sevgisinin (mühafətüllahın) üstün olması bu əski gələnəyin-ənənənin davamından ibarətdir.

Page 102: ÇUKUROVA SANAT

101

Türklərdə allah qorxusu (mühafətullah) çox seyrəkdir… Türklərin əski dinlərində kobudcasına ibadətlər yoxdur, estetik (bədii) və əxlaqla bağlı törənlər – ayinlər isə çoxdur.”(15)Eski tören ve ayinlerin erken ifade aracı - “dili” sayılan, sonradan ona nidaların ve sözlerin katılması sonucunda gelişerek geleneksel bir sanat koluna dönüşmekte olan pantomimodan (“ellerle hareket etmek”, “elleri oynatmak”) zamanında bazı Türk halkları yararlanmaya çalışmışlardır. Orta yüzyıl kaynaklarından belli oluyor ki, taşla yağmur yağdırmak ve rüzgar estirmek geleneğine dayanan pantomimo ile uğraşan ayrıca şamanlar varmış ve onlara yataçı - yatsu, törene ise “yatladı” derlermiş. “Əski insan yadanı canlı, diri təsəvvür etməklə onda insani keyfiyyətləri görmüşdür. İnsan yadanı özünə oxşatmaqla onunla arasındakı ayrılığı ortadan götürmək fikrində olmuşdur və beləliklə də insan yada-mif qatına yuksəlirmiş. Belə görüş Azərbaycan vəhdəti-vücudun doğma görüşlə də səsləşdiyini, kök yaxınlığı olduğunu üzə çıxarır.”(16)

Erken orta yüzyıldan başlayarak Anadolu, İran, Kafkasya, Ural boyu ve Orta Asya’da İslam yerini sağlamlaştırdıktan sonra şamancılık tasavvurları sıkışdırılmaya başlıyor. Eski geleneklere konulan yasaklar insanlar arasında hoşnutsuzluk içerirken onları milliliği ve hümanizmi ile seçilen sufizme meyillendirirdi. Zor koşullar altında yaşayan in-sanlar sufilerle temasa girdikçe, tek teselli veri-ci araç olarak ona tapınmaya can atıyorlardı.Dolayısıyla, kendi düşüncelerini yaymakta (su-filerle beraber takip olunsalarda) sufilere yardım ediyorlardı. Allah’a kavuşmakla azaptan kurtul-mak isteği sufizmin başlıca amacı sayıldığından siyah cemaat sufilerin ileri sürdüğü ayin ve tören-lerinin yapılmasında önemli rol oynuyorlardı. Bu törenlerde temel amaç ekstaz durumunu elde et-mekle - coşkunluk ve çılgınlık yaratmakla vecde gelerek Allaha varmak, kavuşmaktır. Müzik ve dansın yardımıyla vahdet-i vücud ‘a varmak İslam tarafından yasak edildiğinden sufilik bu yasağı gidermek için takdirkâr teşebbüslerde bulundu. Böylece, sufilik şamancılıktaki tören geleneğinin yetişkin birikiminden yeterince faydalanarak (“şamancılığın denemeden çıkmış sistemine özgü olanaklarını-zorunlu ekstaz unsurları-çalgı, dans ve okumayı eski tanıdık sisteme ait içerik

arasından çıkararak) onu tarikat düşüncesinin hiz-metine doğru yönlendirdi. Ve tarihi koşullar teme-linde karşılıklı ödün ve fayda almak konteksində (İslama kadar ki dönemde şamanizmdeki müzik ve dansların harmoni içeriği ve melodiler arasındaki yeri sufizmde de kendini tezahür ettiriyordu) su-filik yaşamak ve gelişme imkanı kazanarak, o, “Türk sufiliyinin damarlarına öz qaynar və saf qanını vurmaqla, türk mifologiyasınını təmiz havasını onun ruhuna yeritməklə qeyri-adi gücə malik bənzərsiz bir-mənəvi-ürfani sistemi mey-dana gətirdi.”(17)

Farklı sisteme sahip olup farklı dünyagörüşüne dayansalar da Şamanizm ve sufizm işlevsel açıdan birbirine yakın ve bağlıdırlar; sufi dansı şaman dansının hazır kalıbından alınmıştır, aynı zamanda “Meclis havası”, “semayı havalar” veya “Tekke havaları”nın sufi törenlerinin tarihi doğası için yaratıldığı sanılıyor. Kam-şaman ve sufi törenlerinin benzer taraflarından birine dik-kat edelim: Törene başladığı zaman öncelikle davulun veya Kopuzun ritmine uygun tarzda güçle duyulacak derecede aly perdeden okumaya başlayan kam-şaman, sonradan yavaş yavaş artan müziğin sedaları altında sesini müziğin tonuna uy-gun şekilde yükseltmeye başlıyor . Şaman başını ve omuzlarını şiddetle o tarafa bu tarafa oyna-tarak özel dualar-alkışlar biçiminde gösterisini devam ettirmekle beraber dönüşüyor, fırlanarak omuzlarını ve kafasını kâh sağa, kâh sola tekrar tekrar döndürerek esnek şekilde çeşitli danslar ediyor.

Sufilerin tekke töreni ise öncelikle ibadetle, Kuran’dan sureler okunmasıyla başlıyor. Sufi törenlerinde zümzümə şeklinde övgüler-dualar, ilahiler söylenmeye başlayınca törene müzik-saz, balaban, ney, kaval, nağara, davul vs. katılıyor. Okumaların müzikle beraber çılgınlaşan tempo-su arttıkça ekstati hareketler Portföyü olan özel dans-gökyüzü (tekke merasimlerindeki müzik ve danslar gök, gökyüzü ile ilgili olduğu için onlar “gökyüzü” adı verilirdi) başlanır. Kam-şaman ve gökyüzü rəqslərində temel amaç insanı ekstaz durumuna gətirməkdi. Sufilerin “vecd” adlandırdıkları bu durumda şamancılıkda olduğu gibi, kutsal ruhlarla ilişkiye girmek, ilahi âleme yolculuğa çıkmak mümkün sayılıyordu. Bu arada şamanlar sufilerin faaliyet istikametlerinin yönü

Page 103: ÇUKUROVA SANAT

102

değişiyor; kam-şamanlar ekstaz haline erdik-ten sonra öne sürdükleri amaca uygun olarak tanrı dünyasında çeşitli ruhların arkasından git-tikleri halde, sûfîler sadece bir ruha-”vücut” diye yalvardıkları Allah’a kavuşmaya can atıyorlar. Görüldüğü gibi son amaca-sonuç ayrılığına rağmen, kam-şaman ve sufi merasimlerindeki yöntem ve yönler birbirine yakındır. Semayı-səmavü müzik ve semayı dans tekkelerde çok zaman aşıklar tarafından icra ediliyordu. Ayin sırasında sazla beraber ney, kaval, davul, balaban, vb çalınırdı.

KAYNAKLAR(1) Azerbaycan Sovyet Edebiyatı Tarihi. I cild. Bakü, “Bil-

im”, 2004, s.45(2) Əlibəyzadə E. Azerbaycan halkının manevi kültür tari-

hi. Bakü, “Gençlik”, 1998, s.133(3) Rasyonyi L. Tarihte Türklük. III baskı. Ankara, 1993,

s.28(4) Qasımlı M. Ozan Aşık sanatı. Bakü, “Uğur”, 2003, s.21

(5) Rasyonyi L. Tarihte Türklük. III baskı. Ankara, 1993, S.30

(6) Rüstəmov Y. Mevlana Celaleddin Rumi’nin sufilik felse-fesi. Bakü, Azerbaycan Üniversitesi yayını, 2002, S.32

(7) Rasyonyi L. Tarihte Türklük. III baskı. Ankara, 1993, S.33

(8) Seyidov M. Qam-şaman ve onun kaynaklarına genel bakış. Bakü, “Gençlik”, 1994, s.29

(9) Seyidov M. Qam-şaman ve onun kaynaklarına genel bakış. Bakü, “Gençlik”, 1994, s.29

(10) Seyidov M. Azerbaycan halkının soykökünü düşünürken. Bakü, “Yazar”, 1989, s.359

(11) Yan B. Kurganlar gelen ışık. Bakü, Azerbaycan nsiklopediyası. 1996, s.123

(12) Seyidov M. Qam-şaman ve onun kaynaklarına genel bakış. Bakü, “Gençlik”, 1994, s.31

(13) Seyidov M. Qam-şaman ve onun kaynaklarına genel bakış. Bakü, “Gençlik”, 1994, s.210

(14) Seyidov M. Qam-şaman ve onun kaynaklarına genel bakış. Bakü, “Gençlik”, 1994, s.210

(15) 3.Gökalp Z. Türkçülüğün Esasları. Bakü, “Maarif”, 1991,s.46

(16) 13. Seyidov M. Qam-şaman ve onun kaynaklarına ge-nel bakış. Bakü, “Gençlik”, 1994, s.132

(17) 1. Azerbaycan Sovyet Edebiyatı Tarihi. I cild. Bakü,

SUSAR

Hasan Sami BOLAK

Mâhur, hicaz, hüzzam faslı yerineBir yürü, bir konuş... besteler susar.

Eller, lâle, gül der, sevdiklerine;Şöyle bir görün... gül desteler susar!

Gece, endamına âşık gölgeniSeyredeyim diye bekler gelmeni.Ay seni seyreder, yıldızlar seniErir gözlerinde güfteler... susar!

Ayrı dünyalarda doğmışuz, tazık.Ne zaman biter bu vurdumduymazlık?

Ömrümü törpüler sensiz yalnızlık,Bir seher konuşur, bir seher susar!

Saç ağardı, ömür vardı kırkınaAşk kılıcı hâlâ girmiyor kına

Dışarıda yağmur, bende fırtına;Bu gönül ne zaman, ne günler susar!

Page 104: ÇUKUROVA SANAT

BİZ Kİ TÜRKÜK.....

MİRZE SAKİT

Arkadaşım, nə çəkirsən zaman-zaman qəmli ahBiz ki Türkük, müsəlmanıq – Lə ilaha-illəllah

Atillanın atdığı ox baş çatlada, göz deşəEl yığılsın zirvələrdə yandırdığın atəşə...

Burda Turan, neyçün viran – Yumruq kimi birləşə,Sağ tərəfdən Teymur Gurqan, sol tərəfdən Babur şah

Biz ki Türkük, müsəlmanıq – Lə ilaha-illəllah

Sıldırımda qaşın çatıb, qəzəblidir Alp TəkinBuğra xandır nərə çəkən, deyir – Qalxın dağ çəkin

Türkə ası çıxanların torpağında turp əkinƏldə silah, dildə şüar – Ya vətənim Ya Allah...Biz ki Türkük, müsəlmanıq – Lə ilaha-illəllah

Səlcuqlardan Osmanlıya ötüb keçdi kəlamlar“Düşmənlərin al qanından qoy verilsin təamlar”

Məğribdəki Batı xandan, məşriqlərə salamlarBu məkandan, o məkana bizim ellər – Ol agahBiz ki Türkük, müsəlmanıq – Lə ilaha-illəllah

Yadellidən öc aldıqca Xarəzmlər ucaldıUcaldıqca Türk oğlu Türk yadellidən öc aldıZaman keçdi, vaxt yetişdi Xətaimi qocaldı...Dövlət getdi, el dağıldı nə qol qalxdı nə silahBiz ki Türkük, müsəlmanıq – Lə ilaha-illəllah

Mirzə Sakit möhtac deyil düşmənlərin əhvinəQalxın görək...fərman verin tiqranların məhvinə

Azərbaycan güdaz getdi bir iblisın səhvinəKim çağırdı, harayladı..kim işlətdi kim günah ?Biz ki Türkük, müsəlmanıq – Lə ilaha-illəllah

103

Page 105: ÇUKUROVA SANAT

DİMİTRİ KARAÇOBAN’DAN ŞİİRLER*

Desen: Atanas Karaçoban

YESKİ BUCAK

Kuşçaz gökte peydalanıpKaybeler.Geçti yaşlık, da te kurakÇekeder.

Daasız bu yer, çıplak sırtlarPek çoktanKıvrak salkım kalmış onaDonaktan.

Dik üülene, açan sıcakSerplaiêrYer gök yanêr, ne var yeşilSörpeşer.

Her can aarêêr yer, sıcaktanYok olma,Hepsi bakêr bir gölgeceeSokulma.

Salt yeşillik durêr gündeKızmakta,Hem de kırda birkaç insanKazmakta

Beşalma - 1967

KIMILSIZ SOLUK

Ne ürek tepreder kımılsız bu soluk!Daalıkta gevrakli ne öter kütürü!Ne kıstav görünere dolayda büük bolluk!Usulluun içinde duyulêr titirti.

Bu- bişey yenili, diil dünkü takımnık.Bu diil o ratlı ses, ne öterdi bana.Sabada açılêr bir başka ayıklık.Anızlar sarılêr bir başka dumana.

Yarım sfera suêr, kaybedip yalazıBiraz kraa da haşlêêr körpeli uçları.Kararmış dikine yamaçta yazılıLüzgerin dooruluu sallama aaçları.

YECEL NIŞANI

Dürtülmek şte oldu bir yecel nışanıBüük keeze yetiştiynen, düşmez verilmeeUstalık büün hepten bukaadan boşandıTaman büün tamannık ver olgun vergilee

Gün günden taa hayırlı, pak çaarmak,Seslemek kasılêr sarp blajin ötmeye,Ayaklar altında dayaklık pek oynak,Da uçêr hep düşler yakışmaz etmeye

Yanık su platına okean göçülerTitsilik ker öle de eser püs tendenBulanık zindanın uzaanda seçiler,Alımnık üzer dar bir tafta üstünde

Beşalma - 1980

*Hıristiyan Gagauz Türkleri’nin Fikir Babası ve Vatan Şairi 104

Page 106: ÇUKUROVA SANAT

TÜRK SOYLU AMERİKAN YERLİLERİNDEN“ATSİNA KABİLESİ”

Dr. Ahmet Ali ARSLAN*

Amerikan Yerli Kabilileriyle Orta Asya Türk Boyları arasında mutlak bir bağlantı olduğuna, 1974 yılında başladığım doktora çalışmam sırasında inanmaya başladım. Bu çalışma sırasında Amerikan Kızılderili Yerlilerin masallarıyla Türk masalları arasında büyük benzerliklerin olduğu tespit ettim.

1974 yılında akademik metotlarla başlayan delil toplama çalışmalarım tam olarak bitmiş değil. Ama bu arada bulunan deliller artık bize “Türk Soylu Amerikan Yerlileri” terimi kullanma ce-saretini verebilecek boyutlara ulaşmıştır.

Sahip oldukları kültür, kullandıkları aletler ve malzemeler, aile düzenleri, karakterleri ve kullandıkları kelimeler göz önünde tutularak ele alındığında Atsina Yerli Kızılderili Kabile-si, Türklerle akraba olup, Türk kültüründe de-rin izleri olan Asena, başka bir deyişle, Türeyiş Destanımızda yer alan Dişi Kurt’la aynı adı taşımaktadır. Atsina kabilesinin genç kızları karakter olarak gerçekten Dişi Kurt “Asena”ya benzemektedir. Onların hayatı ve yaşayışı kültür derinliği içerisinde incelendiğinde, bu gerçek kes-inlikle ortaya çıkmaktadır.

Amerika’da, Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosundan geçerek, Kongre tarafından varlığı kabul edilen ve Federal Bütçeden ödenek ayrılan Kızılderili kabilelerinin sayısı 520’dir. Bugün Federal Bütçeye ilave yük olur kaygısıyla, hala kayda alınmamış yüzlerce Kızılderili Kabilesinin hukuk mücadelesi, Amerikan Kongresinde devam etmektedir.

Sözünü ettiğimiz 520 Kızılderili, daha doğrusu, Amerika Yerli Kabilesi, arasında yaşadıkları kültür mevsimlik kutlama ve dini merasim-leri; yaratılış ve türeyiş destanları dikkatimizi çekmiştir. Bizim kültür hayatımızda “Türk’e Çare Bitkiler” dediğimiz, yaban bitki ve çiçeklerin-den yararlanarak uygulanan tedavi yöntemleri;

bir din olarak değil inanç ve yaşayış tarzı olarak benimsenen Şamanizm’in Orta Asya, Sibirya ve Kuzey Amerika Yerli Kabileleri arasında yaşayan şekliyle büyük benzerlikler göstermektedir. Artık bu kabilelerden Türk’e kültür yönünden en yakın olanlarının üzerinde ciddi araştırma yapmamızın vaktinin çoktan geldiğini bize göstermektedir.

Amerikan Yerli Kabilelerinin yaşadığı kültür değerlerini araştırmak, onların Orta Asya Türk kültür mirasıyla yakın ilişkisini öğrenmek ko-nusunda, üzülerek söylemek gerekir ki çok geç kalınmıştır. Kristof Kolomb’dan önceki devirlere yüz yıllar boyu önem verilmemiştir demek yanlış olmaz. Amerikan hükümeti bu konuda araştırma yapmak isteyen bilim adamlarını “kara

listeye” almış, Federal Bütçe’den ödenek ayrılmamış ve bu yönde çalışmaları desteklememiştir. Ruslar’la beraber Ber-ing Boğazı’nın her iki yakasında zoraki ortak çalışmalar yapılmış olsa bile onların sonuçları “gün ışığı”na çıkarılmamıştır. Washington D.C.’deki Smithsonian Institute’te bu konuda yapılmış çalışmaların gerçek sonuçları hala “Çok Gizli” damgasıyla özel arşivlerde saklanmaktadır.

Amerikan hükümetinin istekleri doğrultusunda belirli bir para karşılığında araştırma yapan “bilim” adamları, çalışmalarını Yerli Kızılderili Kabilelerinin asıl ana kültür kaynakları üzeri-nde yoğunlaştırmaktan kaçınmış, hatta bazıları, Amerikan Yerli Kabileleri arasından derlediği masalların “Avrupa’dan ithal” edilmiş olduğunu yazma cesaretini bile göstermiştir. Bu tür bilim adamları Amerikan Yerlilerinin Avrupa’dan daha önce göç etmiş olabilecekleri üzerinde çalışarak, dünya bilim adamlarını yüz yıl oyalamışlardır. Amerikan hükümetinin yüz yıllar boyu uyguladığı bu oyalama taktiğine ayak uyduran ve bu Yerli Kabilelerin aslında nereden, ne zaman ve nasıl geldiklerini araştırmaktan korkan araştırmacılar,

* Selçuk Üniversitesi, Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi, İngilizce Dili Öğretimi ABD Öğretim Üyesi

105

Page 107: ÇUKUROVA SANAT

Yerli Kabilelerin nereden Amerika’ya geldiği meselesinin aydınlığa kavuşmadan Yirmi birinci yüz yıla sarkmasına sebep olmuşlardır. Bu ko-nuda ciddi eserler veren bağımsız bilim adamları da vardır. Bu bilim adamları eserlerini eme-kli olduktan sonra yayınlayabilmişlerdir. Kırk yıl Amerikan Yerli Kabilelerinin nereden, nasıl ve ne zaman Amerika’ya geçtiklerini araştıran Kanadalı âlim Ethel Stewart, Atsina kabilesinin Türk soylu olduğunu ve bunların Bering Boğazı yolu ile Amerika’ya geçmiş olduklarını yazan nadir araştırmacılardan biridir. Onunla bu eserini yayınladıktan sonra uzun uzun görüşme fırsatını buldum. Bana “Ahmet Ali... Seni neden daha önce tanımadım. Bulduğum yüzlerce kelime arasında Ana, Ata, Günana, Künana, Atabaşkan, Ak, Ak-basu kelimelerinin Türkçe olduğunu bana şimdi söylüyorsun” diyerek üzüldüğünü belirtti. Ameri-kan Yerli kabilelerinin Bering Boğazı yoluyla Tuva, Hakas, Şor, Altay ve Saha Türklerinin yaşadıkları bölgeden Amerika’ya geçtikler-ine inanan ortak çalışma yapacak bilim adamı bulamadığı için derlediği malzemenin çoğunu değerlendirme fırsatını kaçırdığını anlattı.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından ve Amerika’nın da “Glastnost”tan nasibini almasından sonra, Amerikan Yerlileriyle il-gili araştırmalar üzerine koyulan hükümetin gi-zli ambargosu kaldırıldı ve dünyanın ciddi bilim adamları ve araştırma enstitüleri, Amerika’ya ilk insanların nereden, nasıl ve hangi yollarla geldiğini araştırmaya başladılar.

Amerikan Yerli Kabileleri, Amerikan Kon-gresinin almış olduğu kararla, bundan sonra resmi, açık, kapalı toplantılarda “Indian Nation” (Kızılderili Milleti) olarak anılmaya başlandı. Amerika’da yapılan en son nüfus sayımında sayıma katılan şahsın hangi millete mensup olduğunu belirlemek isteyen haneye” Indian Na-tion kelimeleri de ilave edildi.

Atsina Kabilesini anlatmaya geçmeden önce, bu kabilenin aslının nereden geldiğini bilmek gerekir. Bu konuda, arkeologlar, sosyal antropologlar ve folklor uzmanları konularını detaylarıyla incelem-eye başladılar. Bilim adamlarının, Sibirya, Alaska ve Yerli Kabilelelerin Amerika’ya geçtikten son-ra Amerika’nın Güneyine doğru sarktıkları göç yolları üzerindeki konaklama yerlerinde yaptıkları

fiziki delil araştırmalarında buldukları kalıntılar üzerinde DNA testleriyle bizi kesin sonuca doğru götürmektedirler.

“Scientific American Archaeology” dergisinde, “İlk Amerikalılar” konusuna açıklık getirm-eye çalışan Kenneth B. Tankersley, Sibirya ve Alaska’da yapılan kazılardan elde edilen fiziki deliller üzerinde yapılan DNA testleri ve diğer çalışmaların, Amerika’ya gelen ilk insanların karbon yılına göre 11 bin 500, takvim yılına göre ise 13 bin 350 yıl önce Bering Boğazı henüz çözülmemiş ve buzlarla kaplıyken, Sibirya’dan Amerika Kıtasına geçmiş olduklarını kesinlikle ortaya koyduğunu kaydetmektedir.

Arkeolojik kazılardan elde edilen fiziki del-iller, sosyal antropolog ve folklor uzmanlarının elde ettikleri materyaller, Amerika’ya yerleşen ilk insanların Altay, Tuva, Saha ve Sibirya’dan Bering Boğazı ve civarındaki adaları kullanarak Kıtaya geçtiklerini ispatlamaktadır. Arkeologlar-lar, Amerika’ya ilk insanların Avrupa üzerinden değil, Asya üzerinden geldiğine ellerindeki del-illere dayanarak inanıyorlar. Araştırma, derleme ve çalışmalarıyla bilim adamları, dikkatlerini Asya’dan gelen Amerikan Yerlileriyle ilgili konu-lar üzerinde yoğunlaştırıyorlar.

Atsina ve diğer Yerli Kabilelerin geçmişi ile il-gili araştırmalara edvam ettirmek ve biyolojik soy kütüğünü ortaya çıkarmak için gereken fiziki nu-muneleri bulmak zorlaşınca, arkeologlar, Yerlile-rin büyük atalarının yattığı binlerce yıllık kutsal mekanlara ve mezarlıklara Yerlilerden izin al-madan girdiler. Rastgele kazılar yapıp çıkardıkları kemikler ve buluntuları torbalarla başkent Wash-ington D.C.’ye taşıdılar. Washington D.C.’deki Tabiat tarihi Müzesinde binlerce Yerli Kızılderili kafatası sergilenmektedir.

Yerli Amerikalıların kültüründe Ulu Atalara verilen değerin ne demek olduğuna aldırmadan, onların torunlarının torunlarını incitmek, so-kaklara döküp mitingler yaptırma pahasına Amerika’daki yüzlerce müzede bu kafataslarını sergilemeye devam ediyorlar. Yerli Amerikalıların kurmuş oldukları teşkilatlar Amerikan Müzeler-inde sergilenmekte olan Ulu atalarının kemikleri ve kafataslarının kendilerine geri verilmesini ve yapılacak dini merasimlerle yeniden alındıkları yerlere gömülmesini istiyorlar.

106

Page 108: ÇUKUROVA SANAT

George Bush, Amerikan başkanı olduğu za-man Yerli Amerikalılar büyük gösteriler ve mit-ingler yapmışlardı. Bush’un kafatası koleksi-yonunda sakladığı ve babasının kendisine 21. yaş günü hediyesi olarak vermiş olduğu Apaçi Lideri Geronimo’nun kafatasının geri verilm-esini istemişlerdi. Bu konuyu Washington Büro Şefi olduğum bir İstanbul gazetesine yazdığım zaman, Washington’da Türkiye’deki saygın gazetelerin Büro Şefliğini yapan meslektaşlarım ve arkadaşlarım, “Ahmet Ali sen bavullarını toplamağa başla, yakında Beyaz Saray seni Türkiye’ye postalar,” dediler. Tam aksi oldu, Beyaz Saray o sene beni her yıl geleneksel olarak Beyaz Saray’da geçirilen “Esir Milletler Günü” merasimine, “Azerbaycan Türkleri”nin temsilcisi olarak davet etti. Amerika’nın Sesi Radyosu’nun Azerbaycan Bölümünde on yıl çalıştığım için hakkımda mevcut olan bütün kayıtlar ellerin-deydi. Beyaz Saray’da George Bush’la görüştük. Hatta bana o zamanlar daha “azad” olmamış, Esir Türklerle ilgili görüşlerini aktaran bir röportaj vermiş ve “Hepsi Hürriyetlerine kavuşacaklar” demişti.

George Bush’un Geronimo’nun kafatasını sa-hiplenmesi gibi, Amerika’nın başkentinde Smith-sonian Müzesine bağlı Tabiat Tarihi Müzesinin bo-drum katındaki arşivinde 65.000 Yerli Kızılderili kafatası saklayarak, “Hükümet malıdır” diyerek geri vermekten imtina ediyor.

Amerikan Yerli Kabileleri bu konudaki müc-adelelerini hiç ara vermeden yıllarca devam et-tirdiler. Sonunda Colorado Eyaletinden saf kan Yerli Kızılderili olan Campbell Nighthorse (Gece Atı) Yerlilerin büyük desteği ve oylarıyla Senatör seçildi. Büyük hukuk savaşları, Yerlilerin toprak kullanma hakkına sahip olduğu 28 eyalet başta olmak üzere Amerika çapında yaptıkları gösteri, protesto ve mitinglerin sonunda hazırlanan kanun taslağı, 1990’da Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosundan geçerek kanunlaştı. NAGPRA (Na-tive American Graves Protection and Repatria-tion Act–Yerli Amerikan Mezarlarının Koruması ve Alınanların Geriye Koyulması Kanunu) adı ile tanınan bu kanuna göre artık, Yerli Amerikan mezarları soyulamayacak, kemikleri mezard-an çıkarılıp başka bir yere taşınamayacak, kafataslarıyla şarap içilemeyecek, şimdiye kadar

Yerli Amerikalılara ait kafatası ve başka kemikleri ellerinde bulunduran özel koleksiyoncular ki, buna amerikan eski Başkanı George Bush da dahildir; Federal bütçeden ödenek alan Amerikan Müzeleri ellerinde bulunan Yerli Amerikalılara ait kemikleri sahiplerine veya mensup oldukları kabilelere tes-lim edecekler. Bu kemiklerin yeniden alındıkları yerlere gömülmesi işi Yerli Kabilelerin inanç ve adetlerine göre düzenlenecek dini merasimlerle yerine getirilecek. Bütün bunların masrafları Fed-eral Bütçeden ayrılan fondan karşılanacak.

Amerika’nın Kent Devlet Üniversitesi’nin Antropoloji Fakültesinin öğretim üyelerinden Dr. Kenneth B. Tankersley Amerikan hükümetinin kanunla Amerika Yerlilerinin mezarlarının açılmasını yasaklamasıyla, “Paleoindian” arke-olojisi üzerine araştırma yapan Üniversite ve kurumları binlerce yıl önce Amerika’ya gelip yerleşen Yerliler üzerindeki araştırmalarını bun-dan böyle, geliştirilmiş ileri teknoloji ürünleri olan aletlerden yararlanarak yapmak zorunda kalacaklarını belirtirken, Yerli Amerikalıların menşei geçtikçe ciddiyet kazanmakta olduğunun altını çizmektedir.

Zaman, en güçlü hâkimdir. Orta Asya, Tuva, Altay, Saha kültürlerinin Kuzey–Doğu Sibirya ve Bering Boğazı üzerinden Amerika Kıtasına geçer-ek Amerika’ya yayıldığı gerçeğini Amerikalı ve Avrupalı âlimlerin yapmış olduğu ve hala devam eden bilimsel araştırmaları mutlaka gün ışığına çıkaracaktır.

Türk olarak en büyük kabahatimiz, tarihi yapıp, hiçbir kayıt tutmadan onu ortada bırakmış olmamızdır. Osmanlı Devleti dönemi hariç, tari-hi yapmışız, ama yazmamışız. Bu özelliğimizle Kızılderililere benziyoruz. Her şey hafızamızda yazılı. Biz ölünce hafızamızda olanlar da bizimle ölüyor.

Atsina Yerli Kabilesi, Yerlilerin Arapaho boyunun bir oymağıdır. Kanadalı araştırmacı Ethel Stewart 40 yıl Yerliler üzerine araştırma yaptı. Bu konuyla ilgili olarak yazdığı kitabında Atsine Kabilesiyle, Türk Kültüründe en önemli unsur olarak yer alan Asena’nın (Dişi Kurt) aynı manaya geldiğini ve bu ka-bilenin Türk soylu bir kabile olduğuna dair del-illeri gün ışığına çıkarmanın önemine değindi.

107

Page 109: ÇUKUROVA SANAT

Atsina Yerlileri, Montana Eyaletinde Missouri Nehri ile Askaw Nehri arasındaki bakir topraklar-da yaşıyorlar. Ev ve barınak olarak Orta Asya Türk boylarının kullandıkları Yurtlara benzeyen toprak evlerde yaşamakla beraber, özellikle daha Kuzey-de yaşayan Türk boylarından, Tuva, Hakas, Şor, Altay ve Saha Türklerinin kullanmakta olduğu ve adına Tipi veya Teepee (Tepe) dedikleri çadırlarda yaşıyorlar.

Atsina Yerlilerinin Tipi (Tepe) dedikleri çadır, yirmi tane Buffalo (Yaban Öküzü) derisinin bir birine çatılarak dikilen yirmi–dört uzun düz sırığa sarılmak ve bağlanmak suretiyle içinde yaşanacak şekle getiriliyor. Atsina TeePee’sinin tepesi, Kırgız ve Kazakların kullandıkları Yurtlarda olduğu gibi “Tünlük”e benzer bir şekilde açıktır. Yerli Ameri-kan çadırının tepesindeki açıklıkla, Orta Asya Türk Yurtlarının tepesinde yer alan “Tünlük”aynı maksatlar için kullanılır. Bu boşluk, çadırın içinde yanan ateşin dumanının dışarı çıkmasına, havalandırmayı sağlamasına ve çadıra güneş ışığının girmesine yardım eder. Bugün Kırgızistan Devletinin milli bayrağının ortasında yer alan işaret, “tünlük” ten başka bir şey değildir. “Tün”, Güneşin en dik duruma geçtiği zamandır. Onun için, öğleye kadar selamlaşmamızda “Günaydın”, öğleden sonra ise “Tünaydın”, deriz.

Atsina Yerlilerinin giyimleri oldukça sade ve rahattır. Erkekler, hasıl edilmiş geyik derisinden yapılmış gömlekler ve pantolonlar, ayaklarına deriden yapılmış makosenler giyerler. Kadınlar ise, tek bir parça halinde dikilmiş, sade ve üzeri boncuklarla işlemeli elbise giyerler. Entariye ben-zeyen bu elbise topuklara kadar iner. Diz altına kadar çekilen hasıl edilmiş deriden yapılmış ma-kosenlerle elbiseyi tamamlarlar. Kullandıkları takılar sade ve Atsina Kabilesine has turkuaz taşı ve gümüşün büyük bir ustalıkla kaynaşmış olduğu takılardır. Altın çok nadir olarak kullanılır.

Atsina yerlileriyle, Dişi Kurttan türediklerine inanan Orta Asya Türk boyları arasındaki kültür benzerliği kendisini ortak Şaman kültüründe de gösterir. İnsanın öldükten sonra ruhunun yeniden bir hayvanda canlanması, Atsina Yerli Amerikan ve Türk Şamanizminde ortak olarak yer alır. Her iki yakanın kültüründe Şamanların, kurt, kartal, buffalo, atmaca, doğan, şahin, ayı, geyik gibi hayvanların şekline girmesi ortak özellik olarak

kendisini gösterir. Şamanların bu hayvanların kılığına girerek, insanüstü işler yaptığını görürüz.

Bazı yanlış saplantıların aksine Şamanizm kes-inlikle bir din değildir. Bu kültürü Asya ve Ameri-ka kıtalarında yaşayan Türk ve Yerli Amerikan boylarının inandıkları dinin adına Göktanrı Dini demek mümkündür. Şamanizm incelenirken, za-ten Göktanrı dini etrafında bir kültür yumağı olarak ele alınıp tahlil edildiğinde tatmin edici bir sonuç alınabilir.

Şamanizm kültürü içinde yer alan mevsimlik ve dini maksatlı bazı merasimler bir dini maksatlı bazı merasimler bir dini ibadetin şekliymiş gibi algılanırsa, bu algılama insanı yanlış sonuçlara götürür. Göktanrı dinindeki “Tanrı”ya, Ulu Yaratan, Ulu Ruh, Atsina Yerlilerinin inandığı Wakan Tanka ile (Ulu Yaratan), Great Spirit (Ulu Ruh) ve Manitu’ya yakarış, Şamanların yaptığı bazı dini maksatlı ayinler ve kutsamalardan tama-men farklı bir şeydir.

Atsina ve Türk Şamanizminde, bir Şaman, ken-disine manevi yardım talebiyle gelen bir insanla, Göktanrı, Ulu Yaratan, Wakan Tanka ve Great Spirit (Ulu Ruh) arasına girip, aracı olamaz. At-sina Yerlileri ve Türk Boyları arasında yaşayan Şamanizm kültüründe, sıkıntısı olan bir insan, günahlarının bağışlanması veya zorluklarının aşılmasında kendisine yardımcı olunması için, Göktanrı veya Wakan Tanka ile kendisi irtibat ku-rar ve kendisi yalvarır.

Atsina Yerlilerinin dini maksatlı mevsimlik mera-simleri de vardır. Bunların arasında “Sun Dance” (Güneş Dansı) vardır ki, bu tamamen bir ferdin onu yaratan Wakan Tanka (Ulu Yaratan) arasında kurmaya çalıştığı özel manevi bağı simgeler. Bu merasim kişi ile “Ulu Yaratan” arasındaki bağı güçlendirmek maksaıyla yapılmaktadır.

Sun Dance, kabilenin TeePee’lerinin kurulduğu alanın tam ortasına dikilen dalsız, budaksız, kabuğu soyulmuş ve tamamen temizlenmiş, mümkün olduğu kadar düz bir direğin tepesine bağlanmış sicimlerin, bu dansı yapacak kişinin sağ ve sol göğüs etine kemik-ten yapılmış bir mandalla geçirilerek, bunu yapacak şahsın merasimin başlamasından bitişine kadar geçen bir gün boyunca hiçbir şey yemeden ve içmeden (oruç tutarak), sicimi

108

Page 110: ÇUKUROVA SANAT

sicimi gergin tutarak, ağzındaki kemikten yapılmış bir düdükle, direğin etrafında daire çizerek dön-mesiyle tamamlanan, inanılması çok zor bir dini merasimdir.

Bu düdüğün çalınmasından murat, “Göktanrım, senden geldim, senin için dönüyorum, senin için sağım ve varım” mesajının Ulu Ruh’a ulaştırılmasıdır. Merasim bittikten sonra, Tanrının yaratmış olduğu şifalı otlarla yarası sarılır. Bunu tamamlayan genç, Göktanrı’ya olan abğlılığını ve erdemiyle beraber yiğitliğini ispatlamış olur. Genç iyileştikten sonra, Atsina kabilesinin tanınmış savaşçılarıyla, “Soluk Benizli” beyazlara karşı düzenlenen savaşlara ve ganimet için yapılan “War Parties” (Ganimet Saldırıları)na katılmaya hak kazanır.

Meydanın ortasına göğe kaldırılarak dikilen düz direk, “Bir” olanın, yani bütün kainatı ve içinde yeri, göğü, iki bacaklıları, dört bacaklıları, kaçan-lar, uçanları, yüzenleri, sürünenleri, ateşi, toprağı, suyu, acıyı, ilacı, ağlamayı, gülmeyi, doğumu, ölümü, yaratan ve bütün bunların hepsinin yegane sahibi, Göktanrı, Wakan Tanka ve “Great Spirit”i (Ulu Ruh)u temsil eden bir semboldür. O direğin etrafında göğsünden sicimle asılı olarak dönül-ürken, “Sen beni çamurdan yarattın... Sana geldim teslim oldum... Birliğini tasdik ettim. Birliğinin etrafında dönüyorum... Buna sahip çık...” şeklinde bir mana aleminde yaşanılır.

Göktanrı’nın sembolü olan bu “Bir”in etrafında dönülürken, kimsenin farkına varmadığı bir mana alemi çizilir. Dönen inanın gün boyunca yerde bıraktığı ayak izleri, yerde bir daire oluşturur. Bu ayak izleriyle oluşturulan daire, Göktanrı’nın insanlara verdiği hayat denen nimetin en basit şekliyle toprağa çizilmiş resmidir. Başlangıcı ve sonu olmayan fakat hep var olan bir daire. “Doğup, yaşayıp, ölmek...Tekrar dirilip, doğup, yaşayıp, ölmek.” Hayat felsefesi bu kadar saf, sade ve temiz.

Atsina Yerlileri bu daireyi yaparken, “Sen beni çamurdan yaratıp camnverdin ve doğdum. Yaşadım. Sonunda ölüp yine sana kavuştum” şeklinde üç bölüm ve üç merhaleden oluşan bir hayat felsefesini anlatmaya çalışır. “Doğdum”, “Yaşadım”, “Öldüm”. Bu üçleme, bir üçgen şeklinde değil, sonsuzluk manasına gelen bir “daire” şeklinde anlatım ve dışa vurum şeklidir.

Kabile çadırlarının ortasına dikilen, dalsız, budaksız, kabuğu soyulmuş, temizlenmiş bu düz direk, etrafına çizilen “daire” şeklindeki sonsuz-luk halkası içerisinde yükselen şekliyle, Yaratan’ın sembolüdür. Bu direk kabilenin her yerinden görülür. Atsina yerlilerine Tanrının birliği ve “uç-maya” varan yönü gösterir.

Saha Sire (Yakut) Türkleri tarafından Göktanrı’nın birliğini temsil eden ve büyük bir merasimle dikilen bu direğe “Serge” denmektedir.

Desen: Garipkafkaslı

109

Page 111: ÇUKUROVA SANAT

Desen: Filiz Çimen, “Haykırış”/ Kütahya

ÖYRENİM..!

ƏLİ CAVADPUR

Yapışıb əlimdən əlifba öyrət,Çorəyi öyrənim, duzu öyrənim!

Hər gün dilim-dilim Ana dilimdənMən yazı öyrənim, pozu öyrənim..!

Qanımı içməkdən doy bir kərə də,Soyursan, dərimi soy bir kərədə!

Yaxamdan əl götür, qoy bir kərə dəDoğrunu öyrənim, düzü öyrənim..!

Təzə gül deyilmi bu çiçəklənən!?Nələr dadacaqsan qoxusundan sən!?Yalan öyrətmələr buraxmır ki, mən,

Özümü öyrənim, sizi öyrənim..!

Gündüzün günahın ancaq ki, gecə,Birtəhər ört-basdır edir gizlicə!Saxta kirpiklərin içindən necə,

Baxışı öyrənim, gözü öyrənim.?!

Bir az cızma-qara bacarsam mən də,Öyrətmən olaram bir böyük kəndə!

O biri dərsləri öyrənməsəm də,Özüm öz dilimdə yazı öyrənim!!!

ÇEKMİŞEM..!

HÜSEYN QAYITMAZ

Şanlı keçmişim var ay kimi parlaq,Əlimlə yazılıb hər qızıl varaq,

Bir bax, neçə sənə tarixdən qabaq,Gilqamış dastanın boya çəkmişəm..!

İndi ayaqlanır mənliyim mənim,Özgələrə pay-püşk olur Vətənim,Özüm də kəsildim özümə qənim,

Çəkdiyim dərdlərdır, söyə çəkmişəm..!

Dünya gözün yumub, haqqıma baxmır,Əllərin sıxdığım əlimi sıxmır,

Elə susmuşam ki, cınqırım çıxmır,Mən hansı nəsilə, soya çəkmişəm.?!

Sazaqdayam.. Baharım yox, yayım yox,Zülmətdəyəm.. Ulduzum yox, ayım

yox..Kölələndim.. Say içində sayım yox,Mən ki, saysızları saya çəkmişəm..!

Həsrətlə ötüşür hər günüm – ayım, İçimdə boğulur harayım – hayım,

Dərddən hörülübdür ömür sarayım,Sevincdən üzünə boya çəkmişəm..!

Yox, sevinmə! Ucalardan enmişəm,Qoram, kül altında demə sönmüşəm!Yolundan qayıtmaz elə dönmüşəm,

Çoxdandır oxumu yaya çəkmişəm!!!

GÜNEY AZERBAYCAN’DAN

İKİ ŞİİR

110

Page 112: ÇUKUROVA SANAT

111

LABİRENT

Tarık KILIÇARSLAN

Kehribar suskunluğu , Kördüğüm muhayyilem;

Zaman, kaldırımlarda cesedimi arıyor Labirent duyguların ortasında kimliksiz,

Tutkulu... Tutuklu sevdaların meçhul anıtı Bağlanmış bir basiretin avuçlarından akan Güngörmüş köhnelerin acemi saltanatı...

Bir masal sandığında kırk yamalı hayaller Lime lime dökülür şakağın son mahsülü İştahla umudumun peşindeyken teneşir Donkişot değirmenin yeliyle haşır neşir; Sancılı bir mecranın yokuşunda emeğim, Aşklarım, alınyazım, düşlerim, geleceğim

Harac mezat satılır, Taksitle... Pazarlıksız...

En mahrem kuytularda sinsi, hain, asabi Senaryolar, diziler, yosmalar, ağır abi

Ahlaksız ve yasaksız...

Yıkılıyor gönlümün en eski tuğlaları Bu nazar ötesidir... İçten vuran biri var

Bir tutam nefis için paramparça duvarlar... Bin asır kaderimin yanıbaşında yeri Hala küskün değilim ellerimde elleri Okyanus ötesinden bana atılan kazık

Kanatıyor sabrımın şah damarını... Yazık; Pusulasız gemi... Sarhoş deniz

Kayan yıldızların konduğu tuzaklara Müphem takıntılarla dümeni kırmış kaptan.

Acemi balıkçının göğe takılmış ağı, Dalgalar alev alev Cehennem sığınağı...

Page 113: ÇUKUROVA SANAT

HİKAYE

YAVŞAN KOKUSU

Vagıf SULTANLI

Güneşten çatlak çatlak olmuş, baktıkça uzayan yavşanlı düzlüklerin arasından köye giden işlek yolda eli bavullu bir kişi yürüyordu. O sık sık ba-vulunu bir elinden diğer eline alıyor, durmadan, ağır, sert adımlarla yoluna devam ediyordu. Yol uzuyordu, ama ne bir binek, ne de başka bir canlı göze çarpmıyordu.

Yağış olmadığı için yoldaki toz topuğa kadar geliyordu. Havadan acı, ağır yavşan kokusu geli-yordu. Ama yolun tozunu dumanını, yavşanın acı, ağır kokusunu da görmüyordu. Hafızası, duyguları çoktan beri kullanılmayan bıçak gibi körelmişti.

Köyün girişine varıp bavulu yere koydu, nefesi-ni çekerek yavaş hareketlerle ceketinin cebinden sigara çıkarıp yaktı, sonra da olduğu gibi bavulun üstüne oturup dizini dizinin üstüne aşırdı.

Akşam vaktiydi. Sürü toz içinde otlaktan köye dönüyordu. Sürünün tam arkasında bomboz toz buludu sürünüyordu. Arasıra çoban Şirhan’ın yor-gun, kalın sesi duyuluyordu: ‘‘–hoha, hooha!’’

Köyün kızları, gelinleri bağıra çağıra kamyon-da tarladan eve dönüyorlardı. Bir yerlerde, çok yakınlarda evlerden birinde radyoda yanık yanık zurna çalınıyordu.

O ise... O ise sanki bunları görmüyordu, duymuyordu.

Sol elini yüzüne dayayıp açgözlülükle sigarasını tüttürüyordu. Kızlarla dolu kamyon vıyıltı ile sokağı geçip onu tozlar içinde bıraktı. Toz çekil-dikten sonra ağır ağır ayağa kalkarak sigarasından son fırt alıp attı, bavulunu alarak köyün yukarı tarafındaki kırmızı kiremitli eve taraf yürüdü.

Desen: Garipkafkaslı

112

Page 114: ÇUKUROVA SANAT

Bahçe kapısını açınca eyvanda kap kacak yıkayan ufak bacısı Süsen eve koşup yüksek sesle bağırdı:

– Baba, İsmail geldi, İsmail geldi!Bacıları göz kırpımında eyvana dökülüştüler.

Boynuna sarılıp yüzünden gözünden öptüler. Babası cod, nasırlı elleriyle oğlunun omuzlarından tutup gözlerinden öptü, alnından öptü.

İsmail birşeyler söylemek istedi, dudakları ti-tredi, söyleyemedi. Yaşlı gözlerini babasına dikip çocuk gibi baktı. Babası da ağlamaklı oldu, yüzü gerildi, ıslanmış kirpikleri sık sık kırpıldı, birkaç defa yutkundu. Kendini zorlayarak güçle:

–Neden burda duruyorsun oğlum, içeri geçsene, –diyebildi ve yavaşça oğlunun kolundan tutup merdivenleri çıkmaya başladı.

Ayağını kapıdan içeri atar atmaz annesiz odanın buz gibi soğukluğu suratını yaladı. Ve bu soğukluk bir anda iliğine kadar işledi, tüyleri kabarıp kalktı. Bacıları masanın üstüne çay, reçel, sıcak sac ekmeği, yoğurt, peynir dizmişlerdi.

İsmail, elini çenesine dayayıp düşünceye dalmıştı. Babası da susuyordu. Gözyaşları akıp İsmail’in yanaklarında kurumuştu.

– Bir iki lokma ye, oğlum, yol gelmişsin, açsın. İsmail, babasının sesine düşünceden uyandı,

elini sofraya uzattı, bir lokma ekmek kesip ağzına koydu, ama ne kadar yutkunsa da boğazından geç-medi, bir yudum çay içip lokmayı zorlukla yuttu, daha da elini hiç birşeye sürmedi.

Kimse konuşmuyordu, herkes gözünü biryerlere dikip düşünceye dalmıştı. Aileye garip bir sessiz-lik çökmüştü. Bu sessizliği annenin zamansız ölü-mü getirmişti ve bu ölümde herkes kendini suçlu zannediyordu, işte belki de bu nedenle, konuşmak herkes için zor idi.

Babası tekrar seslendi:– Oğlum, biraz uzanıp yorgunluk mu gidersen?İsmail sanki bu evin sakini değildi, yabancı mis-

afirdi, uzun yol gelip yorulmuştu, sanki bunu bekli-yordu. Kalkıp hiç birşey söylemeden diğer odaya geçti, ceketini çıkarıp askıya yaklaştı. Annesinin bütün elbiseleri üstüste asılmıştı. Bu elbiseler ön-ceden nasıl asılmışsa öylece duruyordu. Gözleri en üstteki beyaz eşarfa çarptı. Bunu İsmail geçen yıl kışın tatile gelirken bursundan kuruş kuruş ke-sip biriktirdiği parayla annesine alıp getirmişti. Kadın oğlunun hediyesini sevip saklıyor, başına başına örtmeye bile kıymıyordu.

İsmail eşarfı burnuna götürdü, sanki annesinin şirin temasını hissetti, gözleri kapandı. Gözlerini açınca duvarda annesinin büyütülüp çerçevele-nen resmini gördü. Kolları halden düştü, eşerf parmakları arasından kayarak döşemeye yayıldı.

Sanki annesi dile geldi:‘‘– Hoşgeldin, oğlum!’’‘‘– Hoş bulduk anne!’’‘‘– Derslerin nasıl gidiyor, gözümün ışığı, bir

sıkıntın olmuyor değil mi?.. ’’‘‘– Hayır, annecim, ne sıkıntım olabilir... ’’‘‘– İnşallah, olmaz’’. İsmail elbiselerini çıkarmadan yatağına uzandı. Tam dört ay olmuştu annesi kara toprak

altında uyuyalı. Dört ay olmuştu ölümün sert yüzüyle başbaşa kalalı. O bu kayba hala da inanamıyordu, dünyada ebedi yokluğun ne olduğunu kavrayamıyordu. Bir daha annesinin sesini duymayacağına inanamıyordu, yüzünü görmeyeceğine, nefesini hissetmeyeceğine inanamıyordu. Annesinin nevazişli ellerinin cod saçlarını bir daha okşamayacağına inanamıyordu. İnanamıyordu...

Annesinin arzusu içinde kalmıştı, tek oğlunun düğününü göremeden gözlerini kapamıştı. Zavallı kadın hep durmadan derdi ki:

– Yavrum, üniversiteyi bir bitirseydin, seni ev-lendirirdik. Daha ondan sonra ölsem de derdim olmazdı.

İsmail üniversitede son senesini okuyordu, ailenin büyük evladıydı. Babası ilkbahardan yazın sonlarına kadar tahıla, sonbaharda ise yoncaya bekçilik yapardı. Tek sözle, adam kendini tarlaya vermişti, güneş doğmadan gidip güneş batınca dönerdi. İsmail’in üç bacısı vardı, üçü de annel-erine benziyordu. Kızların büyüğünü yaklaşık bir yıldır nişanlamışlardı. İsmail daha annesi sağken demişti ki, Gülnare (büyük olan kız) evlenmey-inceye kadar ben de evlenmeyeceğim. Uzun tartışmalardan sonra Gülnare’yi nişanlamışlardı.

Annesi kızlarına vasiyet etmişti ki, kardeşinize iyi bakın, o sizin bir tanenizdir, gözününüzün karasıdır.

... Ertesi gün İsmail uyandığında güneş bir in-san boyu kadar yükselmişti. Babası çoktan işe gitmişti. Ortanca bacısı bahçedeki semaverin közünü alıştırmaya çalışıyordu. İsmail bacısına günaydın dedi, babasının geceden gittiğini bilse

113

Page 115: ÇUKUROVA SANAT

de sordu:– Babam gideli çok mu oldu?– Evet, güneş doğmadan tarlada olması gerek.

Konuşuyoruz, kızıyoruz ki, baba yeter, bu tarlada ne gördün ya... Yoruluyorsun artık, hafif bir işten tutun. Artık senin bu yaşta otla motla uğraşman yanlış. Ama kime diyorsun, bildiğini yapıyor.

İsmail duymuyordu. Bahçede gözüne çar-pan herşey –sonbaharın koparıp attığı kurumuş yapraklar, eyvandaki boş kalmış kırlangıç yuvası ona annesizliği hatırlatıyordu. Ufak bacıcı yavşan süpürgeyle bahçeyi süpürüyordu. Annesi de bahçeyi hep bu süpürgeyle süpürürdü. ‘‘Koku-su hoşuma gidiyor yavşanın’’–diyordu. İsmail ufak olduğunda hep bacılarıyla gidip tarladan yavşan topluyup getirirdi. O zaman hiç aklına da gelmezdi ki, tarlanın bu acı, gereksiz otu ona birşeyler hatırlatacak, ağır bir kayıbı aklına ge-tirecek. Bacıları ne kadar uğraşsalar da, anne-siz bahçede bir düzen, şekil yaratamıyorlardı. Barıbahçeyi ot basmıştı, tavuklar kümese girme-sini unutmuştular, ağaçta, tavlanın üstünde nerede gelse geceliyorlardı.

Bacısı Gülare eyvanda sofra açtı. – Gel otur, kardeşim, bir iki lokma yemek ye.

Akşam da diline birşey sürmedin, bayılırsın, –dedi.

İsmail basısının zarafetle açtığı sofraya kafasını kaldırıp bakmadı bile, ceketini omuzuna geçirip kapıdan çıktı.

Mezarlığa nasıl vardığını kendi de anlamadı. Mezarlığın içinden geçen ensiz, ot basmış yol-da tanıdık, tanımadık mezarların arasından bayağı yürüdü. Annesinin yaşlı dut ağacından yapılmış mezartaşını varıp durdu. Mezarın kabuk bağlamış toprağına acıklı acıklı baktı. Mendilini çıkarıp istemeden yanaklarından aşağıya süzülen gözyaşlarını sildi... Ve sanki annesinin yokluğunu yalnız şimdi aniden bütün çıplaklığıyla duydu, yüzükoyun mezarın üstüne yıkıldı...

... Sonra İsmail mezartaşını kucaklıyor, elleriyle okşuyor, sessiz sessiz ağlıyordu.

Eve döndüğünde öğlenden bayağı geçmişti. Bu akşam trenle Bakü’ye dönecekti. İlçe merke-zine gidecek bir binek bulsun diye, oldukça erken çıkmak istiyor. Vedalaşmak için babasını bekli-yordu. Adam ise bir türlü gelip çıkmak bilmiyor

du. Nihayet kapıda bir at kişnemesi işitildi, adam attan inip eyeri almak için boynundan çeke çeke ahıra doğru gitti.

Gülare babasına seslendi, :– Baba, İsmail geç kalıyor ya, gel, işini sonra

yaparsın. Adam atı bağlayıp geldi ve şaşırarak:– Oğlum, peki neden böyle çabuk?–dedi, – Gitmem lazım, baba, yarın dersim var. – Meğer böyle çabuk dönecektin, söyleseydin,

bari bugün işe gitmezdim. Oturup muhabbet eder-dik, nasıl geçiniyorsun, derslerin falan nasıl gidi-yor diye sormaya hiç fırsat olmadı ki.

İsmail konuşmadı. Baba oğul biri-birine sarıldı. Yaşlı adamın gözlerinden akan yaş sakallı yanaklarını ıslattı. İsmail dünden beri ilk defa babasına dikkatle baktı. Adam yaşlanmıştı. Karısının ölümüyle beli iyice bükülmüştü. Yüzü gözü tamamen ağarmıştı.

İsmail bavulunu aldı. Babası birden:Tfu, şu işe bir bak, seni pulsuz parasız

uğurluyorum, artık aklım da kalmamış, –dedi ve sol elini cebine götürdü. Parasını her zaman kuruşuna kadar sol cebinde gezdiriyordu. Sanki eli donup cebinde kaldı–cebi bomboştu. Yüzü bir anda kıpkırmızı kızardı. Ufak kızına döndü:

– Kızım, git Umut amcana de babam diyor varsa biraz borç versin, İsmail’e para lazım.

İsmail babasına acıdı... İstedi bacısının önüne geçsin, gitmesine izin vermesin. İstemeden kızın peşinden bir adım attı, ama bacısı artık sokaktaydı. Bacısının getirdiği parayı eline aldığında elini yaktı, cebine koyduğunda cebini yaktı.

Kapıdan çıkarken bacıları arkasından su attılar. Annesi, gelirken onu karşılamadığı gibi, giderken de uğurlamadı.Her zaman annesi, evden çıkarken hayır dua okur, kayboluncaya kadar oğlunun peşinden bakardı. Arkasına dikilen bir çift göz ona iyi yolculuklar dilerdi. Birden İsmail zannetti ki, annesi elinde su bardağıyla bahçede durmuş peşinden bakıyor. İsmail durdu, arkaya döndü, aynen annesi boylarında, şeklinde olan büyük bacısı elinde su bardağıyla bahçe kapısının önünde durmuştu. Kendine geldi.

Gökyüzü tutulmuştu, narin yağmur çiseliyordu. Havadan ıslanmış toprak kokusuyla karışık yavşan kokusu geliyordu.

114

Page 116: ÇUKUROVA SANAT