tolstoy - wordpress.comraları hukuk tahsilini tercih etmiştir. ne ki hürriyete olan tut kusu...

192

Upload: others

Post on 13-Feb-2021

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • TOLSTOY

    DIN NEDIR? Türkçesi

    Murat ÇİFTKAYA

    F U R K A N Basım Yayın & Organizasyon

    Selami Ali Efendi Cad. No: 34/51-52

    Eser Çarşısı Üsküdar/İSTANBUL

    T e l : 3 4 1 0 8 6 5 - 3 3 4 6 1 4,8

    F a k s : 3 3 4 6 1 4 8

  • LEO NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY:

    28 Ağustos 1828 tar ih inde, M o s k o v a ' n ı n g ü n e y i n d e ,

    asil bir ai lenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Babası

    Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaşlarına

    iştirak etmiş emekli bir yarbaydı.

    Tols toy, çocukluk yı l larında, ağabeyi Nikolay ' ın etki

    s inde ka lmış , gençliğe geçiş d ö n e m i n d e Rousseau 'yu oku

    m u ş ve gençliğinde ise önce Doğu dilleriyle i lgilenmiş, son

    raları hukuk tahsilini tercih etmiştir. Ne ki hürriyete olan tut

    kusu hukuk fakültesini de terketmesine sebep olmuştur.

    Tols toy, içinde bulunduğu zaman dilimini çok iyi izlemiş ve çok iyi tanımıştır.

    İşte, " D i n N e d i r ? " adlı e l inizdeki bu eseri, Tols toy 'un dogmat ik din ve bilim eleştirilerini içerir.

    Onun dinî ve felsefî eserlerinin başında yer alır. Tolstoy bu eserinde kendi dünya görüşünü ilk defa toplu olarak açıklar ve temel lendirmeye çalışır. Bunu, aynı çizgideki şu eserleri izler. " İnancım Neden ibarettir?", "Sanat Nedir?" , "Susam a m " , "Dogmat ik Din-Bilimin Eleştirisi" v.d.

    Tols toy yazdığı romanlarda, insanı ve tavırlarını konu edinir. "Savaş ve B a n ° " ve " A n n a Karenina" insan tahlilleri ve tasvirleriyle dopdoludur.

    Tols toy 'un kendis ini ve Allah'ı arayış maceras ı b ü t ü n ömrüne tekabül etmektedir. Ömrüboyunca anlaşılmadı. Etrafındakiler onu anlamadı. Karısı bile, 82 yaşındaki bu ihtiyar adam, yağışlı bir gecede evden kaçtı. Fakat yolda hastalandı ve yola d e v a m edemedi . 7 K a s ı m 1910'da bir tren istasyon u n d a yolculuğunun ilk durağı olan İstanbul 'a hareket etm e k üzere iken hayata gözlerini yumdu.. .

  • I Ç I N D E K I L E R

    1. B ö l ü m 9

    2. B ö l ü m 12

    3. B ö l ü m - 15

    4. B ö l ü m 17

    5. B ö l ü m 20

    6. B ö l ü m - 23

    7. B ö l ü m 27

    8. B ö l ü m 31

    9. B ö l ü m 36

    10. B ö l ü m 38

    11. B ö l ü m 41

    12. Bölüm 47

    13. B ö l ü m 50

    14. B ö l ü m 54

    15. B ö l ü m 57

    16. B ö l ü m 61

    17. Bölüm 63

    D i n ve Ahlâk 67

    Aşkın K a n u n u ve Şiddetin Kanunu 95

  • Önsöz 96

    1. Bölüm 98

    2. Bö lüm 101

    3. Bö lüm 104

    4. Bölüm 108

    5. Bölüm 111

    6. Bölüm 114

    7. Bö lüm 117

    8. Bölüm 122

    9. Bö lüm 128

    10. Bölüm 135

    11. Bölüm • 140

    12. Bö lüm 144

    13. Bölüm 149

    14. Bölüm 155

    15. Bö lüm 158

    16. Bölüm 163

    17. Bö lüm 167

    18. Bö lüm 171

    19. Bölüm 175

    3. Bölüm'e Ek 178

    7. Bölüm'e Ek 183

    17. Bölüm'e Ek 187.

    Notlar 189

    7

  • 1. Bölüm

    Bütün beşerî toplumların hayatında, bir zaman gelmiş din te

    mel anlamından sapmış, kendisinde bu anlamdan eser kalma-

    yıncaya dek bu sapmasına devam etmiş, sonunda katılaşarak

    halihazırdaki yerleşik biçimlerini almış ve bu noktada insanla

    rın yaşamları üzerindeki etkisi fevkalâde azalmıştır.

    Mevcut dinî öğretiye artık inancı kalmayan tahsilli azınlık

    bu dönemlerde sadece inanıyormuş gibi yaparlar, çünkü kitlele

    ri yerleşik hayat düzenine bağlamak için bunu gerekli görürler.

    Kitleler, atalet yüzünden yerleşik din biçimlerine sarılsa dahi,

    onların yaşamlarını artık dinî gerekler değil, örfler, âdetler ve

    devletin kanunî düzenlemeleri yön verir.

    Çeşitli insan toplumlarında pekçok defa vuku bulmuştur

    bu, ama günümüz Hıristiyan toplumunda bugün yaşananlar, da

    ha önce hiç vuku bulmadı.

    Kitleler üzerinde en fazla nüfuza sahip olan tahsilli azınlık

    mevcut dine inanç duymaz hale hiç gelmemiş; ve bununla kal

    mayıp günümüz dünyasında dine artık ihtiyaç olmadığına hiç

    kanaat getirmemişti. Bu azınlık, sözde dinin hakikatından şüp

    he duyanlar, halihazırdakinden daha makûl ve tutarlı bir akide

    nin varolduğuna ikna etmek yerine, bir bütün olarak dinin öm

    rünü tamamladığına ve sosyal hayata faydası dokunmamaktan

    öte — i n s a n bedenindeki körbağırsak g i b i — zarar veren bir

    9

  • uzuv haline geldiğine inandırıyorlar. Böylesi insanlar, dini, en-

    fusî tecrübe yoluyla bileceğimiz birşey değil, tıpkı bir hastalık

    gibi, kimi insanları etkileyen ve sadece haricî belirtilerle tetkik

    edebileceğimiz haricî bir hadise olarak anlıyorlar. Bu kimsele

    rin bazılarına göre, dinin menşei, bütün tabiat hadiselerine birer

    ruh atfedilmesi (animizm); diğerlerine göre, ölmüş atalarımızla

    haberleşmenin mümkün olduğu şeklindeki faraziye; ve üçüncü

    görüşe göre de, tabiat kanunları karşısında duyulan korkudur.

    İşte, zamanımızın okumuşları buna dayanarak daha da ile

    ri gidip şunu iddia ediyorlar: Bilim tahtanın ve taşın canlana-

    mayacağını, ölmüş ataların yaşayanların yaptıklarını yapama

    yacağını ve tabiat olaylarının tabiî sebeblerle açıklanabileceği

    ni ispatladığına göre, dine ve dinî inançların sonucu olarak in

    sanlara ket vuran sınırlamalara da lüzum kalmamıştır. Bu oku-

    ır uş ve bilgili kişilerin görüşüne göre, bir cehalet dönemi ya

    şandı; insanlık, varoluşunun atalardan kalma kimi belirtilerini

    terkederek bu dinî dönemi uzun zaman önce geride bıraktı. Bu

    nu bir metafizik dönemi izledi ve bu dönem de geride bırakıl

    mış durumda. Bugün biz aydınlanmış kişiler, bilimsel dönem

    de, yani dinin yerini alacak ve insanlığı dinin hurafe öğretileri

    nin hakimiyeti altındayken ulaşılamayan gelişmenin zirvelerine

    götürecek olan pozitif bilim döneminde yaşıyoruz.

    1901 yılının başlarında, ünlü Fransız bilgini Berthelot,'

    verdiği bir konferansta dinleyicilerine din çağının kapandığını

    ve yerini şimdi bilimin almasının mutlak olduğunu bildirmiş.

    Elime önce o geçtiği ve herkesin bilgin olarak tanıdığı bir kişi

    tarafından tahsilliler dünyanın başkentinde verildiği için bu

    konferanstan sözediyorum. Felsefî eserlerden gazetelerin sanat

    köşelerine dek heryerde fasılasız bu görüş dile getiriliyor. Bay

    Berthelot, konferansında, eskiden insan toplumunu iki ilkenin

    harekete geçirdiğini söylemiş: kaba kuvvet ve din. Bu ilkeler,

    10

  • yerlerine bilim geçtiği için bugün gereksizleşmiş.

    Anlaşılan o ki, bilime inanan herkes gibi Bay Berthelot da

    bilim kel imesiyle insan bilgisinin her yönünü kucaklayan,

    ahenkli bir birlik ve bütünlüğe sahip, önem derecesine göre ta

    yin edilen ve verilerin toplanmasında şaşmaz biçimde doğru

    yöntemlerin kullanıldığı bir bilimi kastediyor.

    Fakat, gerçekte böyle bir bilim olmadığına göre, ve bilim

    denilen şey tesadüfi, birbirinden tamamen kopuk, çoğu kez hiç

    bir fayda taşımayan ve tartışmasız hakikati sunamamakla kal

    mayıp çoğu kez ham hayaller sunan, bugün hakikat diye ilân

    edilip yarın reddedilen bilgi parçacıkları olduğuna göre, Bay

    Berthelot'un dinin yerine geçeceğini iddia ettiği şeyin varolma

    dığı aşikârdır. Dolayısıyla, Bay Berthelot ve onunla hemfikir

    olanlar bilimin dinin yerini alacağını söylerken, iddiaları tama

    men indîdir ve bilimin yanılmazlığına, Kilise'nin yanılmazlığı

    na edilen imana çok benzeyen temelsiz bir inanç duyarlar. Üs

    telik, okumuşlar diye görülen ve sözü edilenler, dinin yerini al

    ması gereken ve alabilecek olan ve dine ihtiyacını çoktan ge

    çersiz kılan bir bilimin zaten mevcut olduğuna çokça inanmış

    lar.

    "Dinin devri geçti; bilimden başka şeye inanmak cehalet

    tir. Bilim ihtiyaç duyduğumuz herşeyi tanzim edecek. Hayatı

    mızda bize mürşidlik etmesi için sadece bilime ihtiyacımız

    var." Bilim adamlarının da, bilimin çok uzağında kalmalarına

    rağmen onlara itimat eden ve onların, dinin gereğinden fazla

    yaşamış bir hurafe olduğu ve hayatta sadece ve sadece bilimin

    mürşidliğine ihtiyaç duyduğumuz şeklindeki kanaatlerini pay

    laşan güruhun üyelerinin de söylediği şey bu; diğer bir ifadey

    le, mevcut olan herşeyi tetkik etme amacını taşıdığından bilim

    insan hayatını irşad edemez ve bu yüzden de hiçbir şeye ihtiya

    cımız yok.

    11

  • 2. Bölüm

    Günümüzün okumuşlarının verdiği karara göre, din lüzumlu

    değil ve onun yerini bilim alacak veya aldı bile. Oysa, tıpkı

    geçmişte olduğu gibi, bugün de, tek bir insan toplumu veya tek

    bir aklıbaşında (rational) kişi dahi dinsiz yaşamamıştır ve yaşa

    yamaz da. (Aklıbaşında kişi diyorum, çünkü aklıbaşında olma

    yan (irrational) bir kişi, tıpkı bir hayvan gibi, dinsiz yaşayabi

    lir.) Aklıbaşında bir varlık dinsiz yaşayamaz, çünkü evvela ve

    sonra neyi yapması gerektiği konusunda ona hakikaten yol gös

    teren sadece ve sadece dindir. Din ona yaratılışı icabı verildi

    ğinden, aklıbaşında insan dinsiz yaşayamaz. Hayvanlara davra

    nışlarında yol gösteren şey, (isteklerinin karşılanması ihtiyacıy

    la sevkedildikleri hareketler dışında) hareketlerinin hemen son

    rasındaki sonuçların gözönüne alınmasıdır. Sahip olduğu kav

    rama melekeleri sayesinde bu sonuçlara bakan bir hayvan hare

    ketlerini bu sonuçlara uygun yapar ve tereddütsüz hep aynı şe

    kilde davranır. Bu açıdan, meselâ bir bal arısı bal peşinde kanat

    çırpar ve onu kovanına getirir, çünkü kendisi ve yavruları için

    kışlık erzakın olması gerekir; ve bunun ötesinde hiçbirşey bil

    mez ve yapamaz. Yuvasını yaparken veya kuzeyden güneşe gö-

    çederken bir kuş da aynı şekilde davranır. Doğrudan ve anlık

    bir ihtiyacın sonucu olmayan birşeyi yaparken bütün hayvanlar

    12

  • bu şekilde hareket ederler, ve bunu önceden tahmin ettikleri so

    nuçlara bakarak yaparlar. Fakat, insanlar böyle değildir. İnsanla

    hayvanların arasındaki fark, hayvanların idrak melekelerinin

    içgüdü dediğimiz şeyle sınırlı olmasına karşılık, insanın asıl id

    rak melekesinin aklı oluşudur. Besin toplayan bir bal arısı, yap

    tığının iyi mi yoksa kötü mü olduğuna dair şüphe duyamaz. Fa

    kat, ekin biçen veya meyve toplayan bir insan, bir sonraki ha

    sada zarar verip vermediğini veya komşusunun hakkı olan

    meyveyi toplayıp toplamadığını düşünmeden edemez. Besledi

    ği çocuklarının geleceğini de merak etmeden duramaz. Hayatta

    nasıl davranılacağına ilişkin daha önemli soruların kesin bir çö

    züme kavuşturulması mümkün değildir, çünkü insan ister iste

    mez sayısız sonuçların farkına varmaktadır. Aklıbaşında insan,

    hayatın daha önemli soruları karşısında kendisine ne şahsî saik-

    lerinin ne de hareketlerinin anlık sonuçlarının yol gösteremeye

    ceğini, bilmese dahi, hisseder. Bu sonuçların hem apayrı hem

    de çoğu kez çelişkili olduğunu; sözgelişi, kendisine ve başkala

    rına faydalı olabilecekleri gibi, zararlı da olabileceklerini göre

    bilir. Yeryüzüne inip muttaki bir aileye katılan ve bu ailenin be

    şikteki çocuğunu öldüren meleğin kıssası vardır. Çocuğu neden

    öldürdüğü sorulduğunda, melek açıklamasını şöyle yapar: Öl-

    dürmeseydim o çocuk canilerin canisi olacak ve aileyi mutsuz

    luğa düşürecekti. Aynı şey, hem nasıl bir insan hayatının arzu

    edilir olduğuna, hem de neyin faydasız veya zararsız olduğuna

    ilişkin sorular için de geçerlidir. Aklıbaşında bir kişi, hayatın

    önemli sorularının hiçbirisini, anlık sonuçlara bakarak çöze

    mez. Bir hayvanın davranışlarına yön veren şeyler onu tatmin

    edemez. İnsan kendisini, hayvanların arasında yaşayan bir hay

    van olarak da görebilir, bir ailenin veya toplumun veya yüzyıl

    lardır yaşayan bir milletin üyesi olduğunu da düşünebilir. Veya

    kendi kendisini sınırsız bir kâinatın parçası olarak sonsuz bir

  • z a m a n d a yaşıyor görmek zorunda olduğunu da anlayabi l i r

    (çünkü aklı karşı konulmaz şekilde onu buna sevkeder). Dola

    yısıyla, onun davranışlarını etkileyen hayatın en küçük olayları

    karşısında, aklıbaşında bir kişi matematikte integrasyon (bütün

    haline getirme) denilen şeyi yapmalı; yani, hayatın bekleme

    kabul etmeyen meseleleriyle, bir bütün olarak algıladığı zaman

    ve mekânda sınırsız kâinatla ilişki kurmalıdır. İşte, insanın ken

    disini parçası hissettiği ve davranışları için yol gösterici ilkeler

    çıkardığı o bütünle kurduğu ilişkidir din. Ve bu yüzden, din

    akıl sahibi insanlığın aslî ve vazgeçilmez bir şartı olagelmiştir

    ve öyle de olacaktır.

    14

  • 3. Bölüm

    İnsanı hayvanlardan ayıran yüksek (dinî) şuur melekesinden

    mahrum kişiler dini hep böyle anlayagelmiştir. Din (religion)

    kelimesinin (religiare: bağlamak) en eski ve en yaygın tamını

    şöyledir: Din insan ve Allah arasındaki bağdır. Vauvenargues2

    ise "Allah'a karşı insanın yükümlülüğü; işte din budur" diyor.

    Dinin esası insanın Allah'a bağımlılığının şuuruna varmasıdır,

    derken Schleiermacher3 ve Feuerbach'1 da dine benzer bir anla

    mı a t fed iyor la r . " D i n her i n s a n Al lah ile a r a s ı n d a k i bir

    meseledir" (Bayie).5 "Din, ruhun ihtiyaçlarının ve aklın etki

    lerinin sonucudur." (B. Constant). 6

    "Din, insana kendisini bağımlı hissettiği insanüstü ve es

    rarlı güçlerle ilişkisini bildiren belli bir yöntemdir" (Goblet

    d'Alviella).7 "Din, insanın kendisi ve dünya üzerindeki hüküm

    ranlıklarını tanıdığı ve birlik hissettiği esrarlı ruhlarla arasında

    ki bağı esas alan bir insan hayatı tanımıdır." (A. Reville).8

    İşte, dinin esası, en yüksek insanî melekeye sahip insanlar

    tarafından, insanın, güçlerini üzerinde hissettiği sonsuz Varlık

    ya da varlıklarla ilişki kurması şeklinde tanımlanmış ve hâlâ

    öyle anlaşılmaktadır. Bu ilişki, kişiden kişiye ve zamandan za

    mana nasıl değişmiş olursa olsun, hep insanın dünyadaki mu

    kadderatını tanımlamış ve nasıl hareket edileceğine dair kural

    lar elbette ki bu tanımın meyvesi olmuştur. Yahudi, sonsuzla

    15

  • ilişkisini şöyle anlamışım Bütün kavimler arasından Allah'ın

    seçtiği kavmin üyesi olarak, Allah'ın kavmiyle yaptığı akite

    Onun huzurunda uygun hareket etmelidir. Eski Yunanlı, bu iliş

    kiyi şöyle anlamıştı: Ebediyet temsilcilerine — t a n r ı l a r a — ba

    ğımlı olduğundan onları hoşnut etmelidir. Brahman, sonsuz

    Brahma ile ilişkisini şöyle anlamıştır: Kendisi Brahma'nın bir

    tecellisidir ve hayatı terkederek Yüce Varlık'la birlik kurmaya

    çabalamalıdır. Sonsuzla ilişkisini Budist şöyle anlamıştır: Bir

    hayat biçiminden diğerine geçerken, ıstırap çekmesi kaçınıl

    mazdır. Bu ıstırabın kaynağı ihtiraslar ve tutkular olduğuna gö

    re, onları deneyerek geçersiz olduklarını görmeli ve böylece

    Nirvana'ya ulaşmalıdır. Bütün dinler, insan ile insanın kendisi

    ni bir bütün hissettiği ve yol gösterici ilkeler edindiği sonsuz

    Varlık arasındaki ilişkidir. Bu itibarla, eğer bir din bu ilişkiyi

    kuramıyorsa —putperest l ik (paganizm) ve büyücülük g i b i —

    bir din değil, olsa olsa bir dinin yozlaşmış şeklidir.

    Hatta, bir din insan ile Allah arasında bir ilişki kurduğu

    halde, bunu insanlann ulaştıkları bilgi seviyesine ters düşecek,

    ve hatta onlar tarafından inanılmaz bulunacak şekilde yapıyor

    sa, o din değil belki bir din taslağıdır. İnsanı sonsuz varlığa

    bağlamıyorsa, yine din değildir. Varsayımlardan ibaret olup in

    sana nasıl hareket edeceğini göstermeyen bir inanç da din de

    ğildir. İnsanla sonsuz arasında değil sadece insanlık arasında

    ilişki kuran Comte'un 9 pozitivizmine de din ismi vermek müm

    kün değildir. Bu ilişki, keyfî ve indî olarak, çok yüksek talepler

    getirse de temelsiz kalan Comte ahlâkına götürüyor. En tahsilli

    bir Comte taraftarı, sonsuz olması şartıyla Tanrı'ya inanan ve

    davranışlarını bu inançtan çıkaran alelade bir kişininkiyle kı

    yaslanmayacak derecede düşük bir dinî ilişki içinde bulur ken

    disini. Comte'çunun "büyük varlık"a ilişkin argümanı Tanrı 'ya

    imanı içermez ve onun yerine de geçemez.

  • 4. Bölüm

    Hiçbir devirde ve hiçbir yerde insanlar dinsiz yaşamamış oldu

    ğu halde, karaciğerin sol tarafta olduğunu söyleyen Moliere'in

    "gönülsüz doktor"u gibi, günümüzün okumuşları da "Bütün

    bunları değiştirdik" diyorlar ve dinsiz yaşayabileceğimizi ve

    yaşamamız gerektiğini söylüyorlar. Fakat, dün gibi bugün de

    din, insan toplumlarının baş harekete geçiricisi ve yüreği ola

    rak kalmaya devam ediyor. Nasıl kalpsiz yaşanmazsa, din ol

    maksızın da aklıbaşında bir hayat yaşanamaz. Dün gibi bugün

    de, insanın sonsuzla, Tanrı ya da Tanrılarla ilişkisinin dışavuru

    mu devirlere ve farklı halkların gelişim düzeyine göre değiştiği

    için, muhtelif sayıda farklı dinler vardır. Ancak, aklıbaşında

    (rasyonel) insanın zuhur edişinden bu yana, dinsiz yaşayabil

    miş veya yaşamış tek bir insan toplumu bile olmamıştır.

    Milletlerin hayatında, mevcut dinin tahrif edildiği ve ha

    yattan uzaklaşıp ona yol göstermez hale geldiği dönemler ya

    şanmış ve halen de yaşanmaktadır, doğru.

    Fakat, bütün dinlerin muhtelif zamanlarda insanların ya

    şamları üzerinde nüfuzlarını kaybedişleri hep geçici olmuştur.

    Bütün canlılar gibi, din de doğar, gelişir, yaşlanır, ölür ve yeni

    den doğar—daha önceki biçimlerinden daha mükemmel biçim

    lerde doğar. Büyük bir gelişme döneminin arkasından, din da-

    17

  • ima bir çöküş ve ölüm dönemine girer ve bu dönemi de genel

    likle öncekinden daha makûl ve tutarlı bir dinî itikadın yeniden

    doğum ve oluşum dönemi izler. Bu gelişim, ölüm ve yeniden

    doğum dönemleri bütün dinlerde hep yaşanmıştır. Köklü Brah

    manizm dini yaşlanmaya ve donuklaşıp fosilleşmeye başlar

    başlamaz, bir tarafta aslî mânâdan sapan kaba biçimler, diğer

    tarafta ise insanlığın sonsuzla ilişkisine daha ileri bir anlayış

    getiren incelikli Budizm akidesi ortaya çıktı. Aynı çöküşü Yu

    nan ve Roma dinleri de yaşadı ve bu çöküşlerin en ileri nokta

    sında Hıristiyanlık ortaya çıktı. Putperestlik (paganizm) ve

    çoktanrıcılık haline gelen Bizans'taki Kilise Hıristiyanlığı da

    aynı şeyi yaşadı. Bu tahrifine mukabil, bir tarafta Paulician'lar,

    diğer tarafta ise Teslis ve Bakire Anne akidelerinin zıddına Al

    lah'ın birliğini esas alan öğretisiyle mutaassıp İslâmiyet ortaya

    çıktı. Aynı şey Ortaçağlar 'da Papalık Hıristiyanlığının başına

    geldi ve bu da Reformasyona yolaçtı. Bu itibarla, çoğunluğun

    üzerinde dinî nüfuz kalktığında, bu dönemler bütün dinî öğreti

    lerin hayat ve tekâmülü için vazgeçilmez bir şarttır. Çünkü, te

    kâmül derecesi ne olursa olsun, gerçek anlamda her din hep in

    san ile sonsuz arasında bütün insanlar için tek ve değişmez bir

    ilişki kurar. Bütün inançlarda, insan sonsuz karşısında aynı de

    recede önemsiz ve değersiz kabul edilir; o yüzden, ister şim

    şek, rüzgâr, ağaç, hayvan olsun, isterse Roma'daki bir kahra

    man veya (yaşayan veya ölmüş) bir Kral olsun, Tanrı adı veri

    len şeyin nazarında insanların eşitliği kavramı vardır hepsinde.

    Bütün insanların eşitliğinin kabulü, bütün dinlerin aslî ve zarurî

    özelliğidir. Gerçekte, hiçbir yerde ve zamanda, bu eşitlik varol

    madığından ve gelecekte de olmayacağından, hep şu yaşanmış

    tır: Bütün insanların eşitliğini kabul eden yeni bir dinî öğreti

    ortaya çıkar çıkmaz, eşitsizlikten kazanç sağlayanlar hemen bu

    temel özelliği örtmeye çalışmışlar, böylece gerçek akideye yan-

    18

  • lış anlamlar yüklemişlerdir. Ne zaman yeni bir dinî öğreti çık

    mışsa, bu her yerde ve her zaman vuku bulmuştur. Genelde, bu

    şuurluca yapılmış değildir, çünkü eşitsizlikten kazanç sağlayan

    yönet ic i ler ve zenginler, kendi konumlar ının sars ı lmaması

    amacıyla akideye eşitsizliği kabul eden bir anlamı aşılamak

    için, ellerindeki her imkânı kullanmış ve kendilerini yeni dinî

    öğretinin gözünde meşrulaşt ırmaya çalışmışlardır. Dinin bu

    tahrifi, diğerleri üzerinde hakimiyet kurmuş olanların bu yap

    tıklarını meşruymuş gibi hissetmelerine fırsat verdiği gibi, kit

    lelere geçtiği zaman da, onlara, efendilerine boyun eğmelerinin

    ikrar ettikleri dinin gereği olduğu fikrini aşılamıştır.

  • 5. Bölüm

    Bütün insan eylemlerini üç saik harekete geçirir: duygu, akıl ve

    telkin—doktorların hipnotizma dediği özellik. Bir kişi, bazen,

    arzuladığı şeye ulaşmaya çalışarak yalnızca duygularının etki

    siyle hareket eder. Zaman zaman da ne yapılması gerektiğini

    gösteren aklı, hareketlerinin hareket biricik etkeni olur. Diğer

    zamanlarda, daha doğrusu daha sıkça, hareketlerinin nedeni ya

    kendisinin ya da başkalarının belli bir eylemi telkin etmiş ol

    ması ve kendisinin de bu telkine şuur harici olarak boyun eğ-

    mesidir. Normal hayat şartlarında, bir kişinin davranışlarını her

    üç saik de etkiler. Duygu onu belli bir harekete zorlar, akıl bu

    hareketin onu kuşatan şartlarla, geçmiş ve gelecekle uyumunu

    sınar, ve telkin de onu duygunun uyardığı ve aklın da izin ver

    diği hareketleri, düşünce veya duygudan bağımsız olarak ta

    mamlamaya zorlar. Bir kişi duygu olmaksızın hiçbir işe gir

    mez. Akıl olmaksızın ise, birbiriyle çelişen ve hem kendisine

    hem de başkalarına zarar veren bir sürü duyguya maruz kala

    caktır. Kendisinden veya başkalarından gelen telkine uyma ye

    teneği olmadığı takdirde ise, kendisini belli bir harekete sevke-

    den duyguyu sürekli yaşayacak, ve aklını sürekli bu duygunun

    yerindeliğini doğrulama konusunda yoğunlaştıracaktır. Dolayı

    sıyla, en basit insan eylemi için her üç saik de hayatî önem ta

    şır. Bir kişi bir yerden başka bir yere yürüyorsa; duygulan onu

    2 0

  • yer değiştirmeye zorladığı, aklı bu niyeti tasdik edip bunun

    araçlarını ona kabul ettirdiği (bu örnekte, belli bir yoldan gidil

    mesi) içindir ki, kasları itaat ediyor ve öngörülen yoldan yürü

    yordun O yürürken duyguları ve aklı bir sonraki eylem için sa

    lıverilmiş haldedir ve bu eylem telkine boyun eğme kabiliyeti

    olmadan mümkün olmayacaktır. Bu, bütün insan eylemlerinde

    yaşandığı gibi, en önemli insan eylemi olan dinî eylemde de

    yaşanır. Duygu, insan ile Allah arasında bir ilişki kurma ihtiya

    cını uyandırır, akıl bu ilişkiyi tanımlar ve telkin de kişiyi bu

    ilişkiden doğan davranışlara sevkeder. Fakat bu, din tahrife uğ

    ramadığı sürece böyle olur. Tahrif başladığı an, telkin çok daha

    fazla kuvvetlenir ve duygu ile aklın eylemleri zayıflar. Telkinin

    yöntemleri her zaman ve her yerde aynıdır. Bu yöntemler, ço

    cuklukta veya doğum, ölüm veya evlilik gibi önemli anlarda

    olduğu gibi insanın zihnî halinden faydalanmaktan oluşur. Kişi,

    evvela sanat eserleri, mimarî, heykel, resim, müzik, tiyatro

    eserleriyle etki altına alınır ve (yarı uyur haldeki insanlarda

    meydana getirilen hale benzeyen) telkine açıklık haline girince,

    iknacının istediği ne ise o aşılanır.

    Bu olayı eski dinî öğretilerin hepsinde görmek mümkün

    dür: Muhtelif tapınaklarda şarkı ve tu 'ukılması eşliğinde

    sayısız suretlere ilkel tapınmaya dönüşen Brahmanizmin yük

    sek öğretilerinde; peygamberler tarafından vazedilen ve debde

    beli mabedlerde heybetli şarkılar ve ilâhilerle birlikte Allah'a

    ibadete indirgenen Yahudilik'te; manastırlarıyla, Buda suretle

    rine ve çeşitli coşkulu ayinlere, esrarlı Laminizm'e indirgenen

    Budizmin yüksek biçiminde ve büyücülüğü ve efsunculuğuyla

    Taoculuk'ta.

    Bir din ne zaman bozulmaya başlamışsa, bu dinin koruyu

    cuları, aklî eylemlerini zayıflanmış oldukları insanları kendi is

    tedikleri şeye inandırmak için her türlü aracı kullanmışlardır.

  • Bütün inançlarda, insanların, yaşlı dinleri yozlaştıran bü

    tün sapıklıkların temeli sayılabilecek şu üç akideye inandırıl

    ması şart olmuştur. Birincisi, insan ile Tanrı ya da Tanrılar ara

    sında aracılık yapabilecek özel kimseler vardır; ikincisi, aracı

    ların söylediği şeylerin hakkaniyetini ispatlayan ve tasdik eden

    mucizeler gösterilmiştir ve gösterilmektedir; ve üçüncüsü, Tan

    rı ya da Tanrıların şaşmaz iradesini ifade eden sözlü ya da yazı

    lı belli sözler vardır ve bunlar kutsal olup yanlışlıkları düşünü

    lemez. Hipnotik etki altında by önermeler kabul edildiği an, bu

    aracıların söylediği herşey kutsal hakikatler olarak kabul edili

    yor ve dini sapkınlığın ana gayesine böylece ulaşılmaktadır. Bu

    gaye sadece insanların eşitliği kanununu örtmek değil, aynı za

    manda eşitsizliklerin en ilerisine zemin hazırlamak ve onu des

    teklemektir. Bu eşitsizlik ise insanların kastlara bölünmesi,

    "goy"* olmayanlara ayrımcılık yapılması, Ortodoks ve heretik,

    mübarek ve günahkar arasında ayırım yapılmasıdır. Aynı ayı

    rım Hıristiyanlık'ta da hep yaşanmış, insanlar arasında küllî bir

    eşitsizlik kabul edilmiş ve insanlar doktrinleri anlayışlarına gö

    re din adamı ve din adamı olmayan diye ayırmakla kalmayıp

    aynı zamanda sosyal konumlarına göre, Aziz Paul 'un öğretisi

    ne göre Allah'ın emri olan, iktidar sahipleri ve teb'a ayrımı ya

    pılmıştır.

    * Goy: Museviler arasında, Musevi olmayanlar için kullanılan tahkir edici

    deyim, (ç.n.)

    22

  • 6. Bölüm

    Din adamları ve din adamı olmayanların arasındaki eşitsizliğin

    yanısıra, zengin ve yoksul, efendi ve köle arasındaki eşitsizlik

    de Kilise Hıristiyanlığı tarafından keskin çizgilerle tesis edildi.

    Bununla birlikte, İnciller'de beyan edilen öğretilerden öğrendi

    ğimiz kadarıyla Hıristiyanlığın ilk durumunu esas aldığımızda,

    diğer dinlerin kullandığı başlıca tahrif yöntemlerinin önceden

    görüldüğü ve onlara karşı açık ve net ikazlar yapıldığı ortaya

    çıkıyor. Apaçık bir dille hiçkimsenin bir diğerinin öğretmeni

    olamayacağı söylenerek din adamları kastına karşı uyanda bu

    lunulmuştur ("Kendinize baba ve öğretmen demeyin").

    Kutsal bilginin kitaplara atfedilmesine karşı, önemli ola

    nın lafız değil ruh ve anlam olduğu, insanın beşerî geleneklere

    inanmaması gerektiği, bütün şeriatların ve peygamberlerin, ya

    ni yazılı olanın kutsal sayıldığı bütün kitapların bizi sadece ve

    sadece bize ne yapılmasını istiyorsak başkalarına onu yapma

    mız gerektiği gerçeğine götürdüğü söylenmiştir. Mucizelere

    karşı herhangi birşey söylenmemişse de ve İndi ler in bizzat

    kendisinde sanki Hz. İsa tarafından gösterilmiş gibi mucize tas

    virleri mevcutsa da, bir bütün olarak öğretinin ruhundan şu ger

    çek açıkça ortaya çıkmaktadır: Mesih' in itikadının geçerliliği

    mucizelere değil, bizzat öğretinin kendisine dayalıdır ("Her

    kim benim öğretimin hak olup olmadığını bilmek istiyorsa, be-

    23

  • nim dediğim gibi yapsın"). En önemlisi, artık temel bir 'evren

    sel kardeşlik öğretisi olmaktan çıksa da, Hıristiyanlık bütün in

    sanların eşitliğini, bütün insanlar Allah'ın evlâtları olarak: kabul

    edildiği için ilân etmektedir. Dolayısıyla, Hıristiyanlığı bütün

    insanların eşitliği şuurunu yıkacak şekilde yorumlamak müm

    kün görünmüyor.

    Fakat insan kurnaz bir varlıktır, ve ister gayrişuurî isterse

    yarışuurlu yapılmış olsun, İnciller'deki ikazları ve insanlar ara

    sında apaçık şekilde ilan edilen eşitliği hükümsüz hale getir

    mek için tamamen yeni bir yöntem (Fransızların deyimiyle bir

    "şey") geliştirildi. Bu "şey" yanılmazlığı sadece belli sözlere

    değil, aynı zamanda "Ki l i se" adı verilen ve bu yanılmazlığı

    kendilerinin seçtiği kişilere aktarma hakkına sahip bir grup in

    sana atfetmeyi içeriyordu.

    İndi lere ufacık bir ilâve yapıldı. Bu ilâve şöyle diyordu:

    Hz. İsa Semaya çıkarken belli kişilere insanlara kutsal hakikati

    talim etme yetkisinin yanısıra (İncil metinlerine göre, yılanlara,

    zehirlere ve ateşe karşı bağışıklık yetkisini de verdi), insanları

    kurtarma ve lanetleme, ve daha önemlisi bu yetkiyi başkalarına

    ihsan edebilme yetkisi verdi. Bunun sonucunda, Kilise fikri

    kuvvetli biçimde yerleşir yerleşmez, Mesih'in öğretisini tahrif

    ten alıkoyan İncil tavsiyelerinin hepsi hükümsüz kaldı, çünkü

    Kilise hem aklın, hem de kutsal sayılan kitapların üstüne çıka

    rıldı. Akıl bütün yanlışların kaynağı olarak gösterildi ve İndi

    ler akl-ı selimin ışığında değil, Kilise mensuplarının istediği

    şekilde yorumlandı.

    Böylece, dinin tahrifinde kullanılan önceki üç yöntem —

    din adamlığı, mucizeler ve Kitapların yanı lmazl ığı— Hıristi

    yan âlemi tarafından tam bir gönül rahatlığıyla kabul edildi.

    Allah ile insanın arasına aracıların sokulması meşru sayıldı,

    çünkü Kilise mensupları kendilerini öyle görüyordu. Mucizele-

    24

  • rin gerçekliği kabul edildi, çünkü Kilise'nin yanılmazlığına şe-

    hadet ediyorlardı. İncil'in mukaddesliği kabul edildi, çünkü Ki

    lise öyle kabul etmişti.

    Hıristiyanlık da diğer tüm dinlerle aynı şekilde saptırıldı,

    ama tek bir farkla. Hıristiyanlık bütün insanların eşitliği şeklin

    deki aslî ilkesini bu kadar açık-seçik dile getirdiği için, bu öğ

    retiyi tahrif etmek ve temel şartını hükümsüz hale getirmek

    için özel kuvvet kullanmak gerekti. Kilise kavramının yardı

    mıyla, bu, diğer dinlere göre daha geniş ölçüde başarıldı. Ger

    çekte, başka hiçbir din, meseleleri Kilise Hıristiyanlığı kadar

    akla ve çağdaş bilgiye bu kadar ters şekilde ve fikirlerini bu ka

    dar ahlâksızca vazetmedi. Ahd-i Atik'deki, ışığın güneşten ev

    vel yaratılması, dünyanın altıbin yıl önce yaratılması, bütün

    hayvanların gemiye sığması gibi akla muhalif şeyler ve Al

    lah'ın emriyle çocukların ve topyekün toplulukların öldürülme

    si gibi çeşitli gayriahlâkî gaddarlıklar da konunun başka bir yö

    nü. Sonra vaftizin saçmalığı da ayrı bir konu. Voltaire'in dediği

    gibi, bir sürü saçma dinî öğreti gelip geçti ve bazıları da hâlâ

    mevcut, ama hiçbirisinde ana dinî eylemi, vaftizde olduğu gibi,

    kendi Tanrınızı yemek teşkil etmiyordu. Daha saçma sapanı ise

    Meryem Ana'mızın hem anne hem de bakire olduğunu veya

    bir sesin çıkartılmasıyla semavatın açıldığını veya Mesih ' in

    Baha'sının sağ elinde semaya uçtuğunu, veya Tanrı'nın, Brah

    ma, Vişnu veya Şiva10 gibi üç tanrı değil, bir kişide toplanmış

    üç kişi olduğunu söylemek gibi daha başka şeyler de sayılabi

    lir. Adem'in günahı için herkesi cezalandıran veya bizi necata

    erdirmesi için oğlunu yeryüzüne gönderen ve bu arada onu öl

    dürecek kişileri önceden bilip onları lanetleyen öfkeli ve kinci

    bir Allah'ı beyan eden korkunç öğretiler kadar hiçbir şey gayri

    ahlâkî olamaz. Yine, insanın günahlardan felah bulmasının vaf

    tizle mümkün olacağını iddia etmek veya Allah'ın oğlunun in-

    25

  • sanları kurtarmak için öldüğü, buna inanmayanların ebediyyen

    azaba duçar edilerek Allah tarafından cezalandırılacağı gibi

    şeylerin bilfiil vuku bulduğuna inanmak da saçmadır. İşte, bazı

    kimselerin aslî dinî nasslara sonradan ilâveler olarak gördüğü,

    meselâ mukaddes bazı eşyalara veya Bakire Meryem'in ikonla-

    rına, yakarma dualarına, hususiyetlerine göre çeşitli azizlere

    seslenmelere, veya Protestanlığın kaza-kader akidesi gibi şey

    lere inanmayı bir tarafa bırakın, İznik Konsülü tarafından kabul

    ve beyan edilen dinin en temel öncülleri o denli saçma ve gay-

    riahlâkî ki, insanlar onlara inanamıyor. Belki bazı sözleri dille

    riyle söylüyorlar, fakat onların anlamlarına inanamıyorlar. Bir

    kişi diliyle "Dünyanın altı bin yıl önce yaratıldığına inanıyo

    r u m " veya "Allah'ın üç kişiden oluşan Baba olduğuna inanıyo

    r u m " diyebilir, fakat buna kimse inanamaz, çünkü bu sözlerin

    hiçbir anlamı yok. O yüzden, Hıristiyanlık'ın tahrif edilmiş bi

    çimini ikrar eden insanlar ona gerçekte inanmıyorlar. Zamanı

    mızın acaipliği de bu zaten.

  • 7. Bölüm

    İnsanlar bugün hiçbir şeye inanmıyorlar; ama buna rağmen, İb-

    ranilere Mektup'tan çıkardıkları ve yanlışlıkla Aziz Paul 'a at

    fettikleri iman tanımına bakarak, imanları olduğunu tasavvur

    ediyorlar. Bu tanıma göre, iman "ümid edilen şeylerin cismi,

    görünmeyen şeylerin delili"dir. Halbuki, iman manevî bir hal

    ve ümit edilen şeylerin cismi de haricî bir hadise olduğundan,

    iman ümit edilen birşeyin cismi olamaz; aynı şekilde iman gö

    rünmeyen şeylerin delili de olamaz, çünkü İncil'in bir sonraki

    bölümünde izah edildiği gibi, bu delil hakikate itimada ve haki

    katin deliline dayalıdır. İtimat ve hakiki iman ise iki ayrı kav

    ramdır. İman ne ümit ne de itimattır, ama belirli bir manevî hal

    dir. İman, insanın dünyadaki konumunun onu belli hareketleri

    yapmaya mükellef kıldığına ilişkin farkındalığıdır. Bu imana

    uygun hareket etmesinin nedeni, akide kitaplarının söylediği

    gibi görünmeyen şeylere görünen şeyler gibi inanması veya

    ümid edilen şeylere ulaşmayı arzuması değildir. O dünya için

    deki konumunu tanımlamış olduğundan, buna uygun hareket

    etmek onun için gayet tabiîdir. Nasıl bir çiftçinin toprağı sür

    mesinin veya bir denizcinin denize açılmasının nedeni, akide

    kitaplarının ileri sürdüğü gibi onların görünmeyen şeyleri inan

    maları ve bu eylemleri için mükâfatlandırılacaklarını ümit et

    meleri değil (bu ümidi beslerler, ama onlara yol gösteren o de-

    27

  • ğildir), eylemleri meslekleri olarak görmeleridir. Aynen bunun

    gibi, bir müminin belli bir şekilde hareket etmesinin nedeni gö

    rünmeyen şeylere inanıyor veya bu hareketi karşılığında mükâ

    fat bekliyor olması değil, dünyadaki konumunu tanımladıktan

    sonra artık bu tanıma uygun hareket etmenin gayet tabiî oluşu

    dur. Bir kişi toplumdaki yerini vasıfsız işçi, zenaatkâr, memur

    veya tacir olarak tanımlamışsa, tanımladığı konumda çalışaca

    ğını düşünür. Aynı şekilde, insanlar dünyadaki konumlarını şu

    ya da bu şekilde tanımladıktan sonra, kaçınılmaz olarak bu ta

    nıma (ki, bu, bazen bir tanım bile olmayıp muğlak bir şuurdur)

    uygun hareket ederler. Nitekim, meselâ, dünyadaki konumunu,

    Allah'ın korumasını elde etmek için Onun isteklerini yerine ge

    tirmesi gereken, Allah'ın seçilmiş kavminin bir üyeliği şeklin

    de tanımlamış bir kişi, bu istekleri yerine getirecek şekilde ya

    şayacaktır. Bir varlık biçiminden diğerine geçtiğine ve gelece

    ğinin daha iyi veya daha kötü olmasının az ya da çok kendi ey

    lemlerine, bağlı olduğuna inanarak konumunu tanımlamış bir

    kişinin hayatına bu tanım yol gösterecektir. Konumunu atomla

    rın tesadüfen biraraya gelmesi olarak gören şuurun geçici bir

    süre çalışıp sonra da ebediyyen sönececeğini düşünen üçüncü

    bir kişinin davranışı yukardakilerden tamamen farklı olacaktır.

    Bu kişilerin davranışları bambaşka olacaktır, çünkü ko

    numlarını farklı farklı tanımlamışlardır ve bu da onların farklı

    farklı inandıklarını göstermektedir. Tek bir fark dışında iman

    dinle aynı şeydir: Din kelimesiyle kendi dışımızda gözlemle

    nen bir olguyu kastederiz, buna karşılık iman dediğimiz şey ise

    bu olgunun içimizde tecrübe edilmesidir. İman, insanın sonsuz

    kâinatla kurduğu ve eylemleri için yolgöstericiliğine başvurdu

    ğu şuurlu ilişkidir. Hakikî anlamda iman hiçbir zaman akla mu

    halif olmayacağı ve mevcut bilgilere ters düşmeyeceği için,

    onun özellikleri zannedildiği gibi ve "Credo quia absürdüm"

    28

  • diyen Kilise Papazlarının ifade ettiği gibi tabiatüstii veya akıl

    dışı olamaz. Bilakis, hakikî imanın şartları ispat edilemese bile,

    akla muhalif veya insanların bilgilerine ters hiçbir şey barındır

    madığı gibi, hayatta karşılaşılan ve imanî esaslar olmaksızın

    akla muhalif veya çelişkili görünecek şeyleri izah etmektedir.

    Bu açıdan, kâinatı, yeryüzünü, hayvanları, insanlığı vs. ya

    ratmış ve şeriatına uydukları takdirde kavmini koruyacağını

    vaadetmiş baki bir Kadîr-i Mutlak'a inanan kadîm İbranî, akla

    muhalif veya bilgilerine zıt birşeye inanıyor değildi. Tam tersi

    ne, aksi takdirde kendisine izahsız kalacak birçok şey bu iman

    la vuzuha kavuşmuştu.

    Aynı şekilde, ruhlarımızın hayvanlardan geldiğine ve ya-

    şamlarımızdaki hayır ve şer seviyesine göre daha yüksek veya

    daha aşağı hayvanlara geçeceğine inanan bir Hindu, diğer türlü

    izahsız kalacak birçok şeyin izahına bu imanla kavuşur. Hayatı

    kötü, hayatın gayesini de ihtirasların bastırılmasıyla ulaşılan

    barış ve huzur olarak gören bir kişi için de aynı şey geçerlidir.

    O, akla muhalif birşeye değil, bakışını inanmama haline göre

    daha makûl hale getiren birşeye inanır. Allah'ın bütün insanla

    rın ruhanî pederi olduğuna inanan ve insanın en yüksek saadete

    kendisini Al lah' ın evlâdı ve bütün insanların kardeşi olarak

    gördüğünde ulaşacağına inanan gerçek bir Hıristiyan için de

    durum aynıdır. İspatlanamasalar dahi bütün bu inançlar, akla

    muhalif djeğildir. Onlarsız akla muhalif ve çelişkili görünen ha

    yatın hadiselerinin daha makûl izahına vesile olurlar. Üstelik,

    bütün bu inançlar, insanın kâinattaki konumunu tanımlayarak,

    bu konuma uygun belli hareketleri talep ederler. Ve bu yüzden,

    bir dinî öğreti hiçbir şeyi izah etmeyip hayat anlayışını daha da

    bulandıran anlamsız önermeler ileri sürecek olursa, o artık bir

    iman değil, hakikî bir imanın başta gelen özelliklerini kaybet

    miş bir iman bozuntusudur. İşte, günümüz insanları böyle bir

  • imana sahip oldukları yetmiyormuş gibi, onun ne olduğunu bi

    le bilmiyorlarlar ve iman dedikleri şey ya kendilerine imanın

    esası diye verilen şeyin dille ikrarı, ya da Kilise Hıristiyanlığı

    nın öğrettiği ve kendi ihtiraslarını gerçekleştirmelerine yardım

    cı olan bir takım merasimlerin icrasıdır.

    30

  • 8. Bölüm

    Çağımızda insanlar imansız yaşıyorlar. Tahsilli, varlıklı ve

    azınlığı teşkil eden bir kesim kendilerini Kilise'nin inançların

    dan azade kıldıklarından ve her türlü inancı ya bir saçmalık ve

    ya kitleleri kontrol altında tutmanın faydalı bir aracı olarak

    gördüklerinden hiçbir şeye inanmıyorlar. Pek az istisnayla ha

    kikî mümin olan fakir ve eğitimsiz çoğunluk hipnozun etkisi

    altındaki kölelere döndüğünden, kendilerine iman suretinde tel

    kin edilen şeye inandıklarını düşünüyorlar. Halbuki, bu iman

    değil; çünkü insanın dünyadaki konumunu berraklaştırmaktan

    çok bulanıklaştırıyor. Hıristiyan adı verdiğimiz dünyamızın ha

    yatını, bu durum ve inanmayan, gösterişçi azınlık ile hipnoz al

    tındaki çoğunluk arasındaki karşılıklı ilişkiler şekillendirmek

    tedir. Hem hipnoz araçlarını ellerinde tutan azınlığın, hem de

    hipnoz altına alınan çoğunluğun hayatı, idarecilerin zalimliği

    ve ahlâksız l ığ ından, ve büyük işçi kit lelerinin ezi lmesi ve

    uyuşturulmasından dolayı korkunçtur. Hiçbir dinî çöküş döne

    minden önce, bütün dinlerin özellikle de Hıristiyanlığın aslî

    özelliğine — b ü t ü n insanlığın eşit l iğine— karşı bu dönemdeki

    kadar küçümseme ve ihmal gösterilmedi. Günümüzde insanlar

    arasındaki bu korkunç zulmün ana nedeni, dinin yokluğu bir ta

    rafa, insanlara eylemlerinin sonuçlarından kaçma fırsatı veren,

    hayatın karmaşıklığıdır. Oysa zalim Attila," Cengiz Han 1 2 ve

  • takipçileri için, insanları öldürme eylemi şahsî olarak yüz yüze

    işlendiğinden belki de rahatsızlık verici birşeydi, bu cinayetle

    rin sonuçları herhalde daha da rahatsızlık vericiydi: feryat eden

    akrabalar ve orada buradaki cesetler. İşte bu yüzden onların

    zulmü sınırlıydı. Günümüzde ise insanları öyle karmaşık ileti

    şim sürecinde öldürüyoruz ve zulmümüzün sonuçları bizden

    öylesine titizlikle saklanıyor ki, bu eylemin vahşiliğine hiçbir

    sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü, eşine rast

    lanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek.

    Kanaatimce, zalim Neron 'un l 3 bi le girişemeyeceği bir işe

    girişen sıradan bir müteşebbis, çok bilmiş doktorlarının tavsi

    yesine kanan hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan

    kanıyla dolu bir havuz yapmak isteseydi, kabul görmüş ve uy

    gun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir engelle karşılaş

    madan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan kanla

    rından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapmadıkları

    takdirde hayatlarının tehlikeye girdiğini ihsas ederek yapardı.

    Üstelik, topları, tüfekleri, hapishaneleri, darağaçlarını takdis et

    tikleri gibi o havuzu da takdis etmeleri için papazları; savaşla

    rın ve fuhuşhanelerin zaruretini kanıtladıkları gibi böyle bir dü

    zenin zaruretini ve meşruluğunu kanıtlamaları için de bilim

    adamlarını davet ederdi. Bütün dinlerin temel ilkesi, yani tüm

    insanların eşitliği, unutuldu, ihmal edildi ve dinin ileriye sürdü

    ğü bir sürü saçma dogmanın ayaklarının altına gömüldü; bilim

    de (varoluş mücadelesi ve en kuvvetlinin hayatta kalması teori

    sinde ifade edilen) bu eşitsizliğin hayatın zarurî bir şartı oldu

    ğunu iddia ediyor; yönetimdeki azınlığın işine geliyor diye mil

    yonlarca insanın hayatını kaybetmesi yaşamın en sıradan ve

    gerekli ve sürekli vuku bulan yönlerinden birisi olarak görülü

    yor.

    Günümüz dünyasının insanları, ondokuzuncu yüzyıl tek-

    32

  • nolojisinin gözalıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarıla

    rına rağmen hayatlarından lezzet alamıyor.

    Şüphesiz ki, tarihin hiçbir döneminde ondokuzuncu yüz

    yıldaki kadar maddî başarıya —meselâ , insan tabiatının kuv

    vetlerinin fethi g ibi— ulaşılmadı. Fakat yine şüphesiz ki, tari

    hin hiçbir döneminde, giderek canavarlaşan şimdiki Hıristiyan

    dünyamızdaki kadar ahlâksız, insanın hayvani ihtiraslarına hiç

    bir kısıtlamanın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. Ondoku

    zuncu yüzyılda ulaşılan maddî ilerleme gerçekten muazzam;

    fakat bu ilerleme, Attila, Cengiz Han veya Neron'un zamanın

    da bile şahit olunmayan şekilde ahlâkın en temel şartlarını ih

    mal etme pahasına satınalındı ve halen de satınalınıyor.

    Zırhlı gemilerin, demiryollarının, matbaaların, tünellerin,

    fonografların, röntgen ışınlarının vs. çok güzel şeyler olduğunu

    kimse tartışacak değil. Gerçekten de güzeller, fakat Ruskin'in

    de dediği gibi, başka hiçbir şeyle kıyaslanmayacak derecede

    daha güzel olan şeyler var ki, bunlar zırhlı gemilerin, yolların

    tünellerin, kısacası hayatı güzelleştirmekten çok bozan şeylerin

    ele geçirilmesi pahasına milyonlarcası yokedilen insan yaşam

    larıdır. Buna her defasında şu cevap verilir: "Şu anda dünya

    yüzündeki insan hayatının tahribini kontrol altına alacak aygıt

    lar icat ediliyor ve zamanla icat edilecek." Fakat bu doğru de

    ğil. İnsanlar bütün insanları kendi kardeşleri olarak görmedik

    çe, insan hayatını en mübarek şey olarak kabul etmedikçe, onu

    tahrip değil korumayı ve desteklemeyi en birinci vazifeleri bil

    medikçe; insanlar birbirlerine kulluk şuuruyla davranmadıkça,

    şahsî kazanç uğruna birbirlerinin hayatını mahvedeceklerdir.

    Birkaç yüz lira harcayarak ve birkaç insanı "telef e tme" pahası

    na elde edebileceği birşeye binlerce lira harcamaya hiçbir ah

    mak razı olmaz. Her sene Chicago'da aynı sayıda insan demir

    yolunda eziliyor. Demiryolu yöneticileri, yaralanan insanlara

  • ve ailelerine ödenen yıllık ödemelerin, insanların ezilmelerini

    önlemek için yapılacak düzeltmelerin maliyetinden daha az ol

    duğunu hesapladıklarından, gayet mantıklı davranarak bu yol

    da hiçbir düzeltmeye gitmiyorlar.

    Çok muhtemel ki, kendi kârları için insanların hayatlarını

    mahvedenler kamuoyu tarafından kınanabilir veya düzeltmeler

    yapmaya zorlanabilir. Fakat, insanlar dinlerine bağlanmadığı

    ve eylemlerini Allah'ın değil insanların huzurunda işlediği sü

    rece, belki bir açıdan insanların hayatını korumak için değişik

    likler yapacaklar, fakat başka bir yerde insan hayatını en kârlı

    malzeme olarak yine kullanacaklardır.

    Tabiatı fethetmek, demiryolları, buharlı gemiler, müzeler

    vs. inşa etmek, insanların canlarına kıymadığınız takdirde ko

    laydır. Mısır firavunları piramidleriyle gurur duyuyorlardı, biz

    de onların inşasında milyonlarca kölenin canının kurban edildi

    ğini unutarak onlara gıptayla bakıyoruz. Aynı şekilde, onlara

    karşılık neler ödediğimizi unutarak, sergi saraylarımıza, zırhlı

    gemilerimize ve kıtalar arası kablolara gıpta duyuyoruz. Oysa

    bütün bunlar köleler tarafından değil, hür insanlar tarafından

    yapıldığında gurur duymalıyız.

    Hıristiyan kavimler Amerikalı Kızılderilileri, Hinduları ve

    Afrikalıları ele geçirerek onları zorla kendilerine itaat ettirdiler.

    Aynı şeyi şimdi de Çinlilere yapıyorlar ve bununla gurur duyu

    yorlar. Oysa bu istilalar ve boyun eğdirmeler, Hıristiyan kavim

    lerin manevî üstünlüğü dolayısıyla değil, bilakis diğerlerinden

    çok daha aşağı bir manevî seviyede bulunduklarından dolayı

    gerçekleşiyor. Hindular ve Çinliler bir tarafa, Zuluların bile yü

    kümlülükler getiren, belli eylemlere izin veren bazılarını ya

    saklayan dinî kuralları vardır. Biz Hıristiyanların ise böyle ku

    rallarımız bulunmuyor. Roma, bütün dinlerle bağlarını koparın

    ca dünyayı fethetti. Aynı şey daha geniş ölçekte bugün Hıristi-

  • yan kavimlerde yaşanıyor.

    Hıristiyan kavimlerin hepsi dinden kopuş içindeler ve bu

    nun sonucunda hırsızlığın, çapulculuğun, sefahetin, tek tek ve

    kitlesel cinayetlerin en küçük vicdan azabı duyulmadan ve hat

    ta hatta tam bir gönül rahatlığıyla işlendiği bir suçlular çetesi

    ha l inde birleşiyorlar. Bunun örneğini kısa bir zaman önce

    Çin 'de gördük. Bazıları hiçbir şeye inanmıyor ve bununla gu

    rur duyuyorlar. Diğerleri, kendi menfaatlerine olan ve kitlelere

    iman görüntüsü altında inanmaya ikna ettikleri şeylere inanır

    görünüyorlar. Geriye kalan büyük çoğunluk ise, kendilerine

    uygulanan hipnotizmayı iman olarak kabul ediyorlar ve inanç

    sız yöneticiler ve ikna edicilerin kendilerinden istediği herşeye

    köle gibi itaat ediyorlar.

    Bu ikna ediciler de, hayatlarının boşluğunu bir şekilde

    doldurmaya çalışan Neron ve benzerleri hep neyi istemişse onu

    istiyorlar: anlamsız, aşırı bir zevk ve sefalı hayat. Bu zevk ve

    sefaya başka insanları köleleştirmeden ulaşmak mümkün değil.

    Köleliğe başvurulduğu an zevk ve sefada artış elde ediliyor, bu

    artış da kaçınılmaz olarak kölelikte artışı teşvik ediyor. Açlık

    tan, soğuktan kıvranan ve ihtiyaçla elleri kolları bağlanan; hiç

    de ihtiyaç duymadıkları fakat efendilerinin zevki için gerekli

    olan birşeyi yaparak bütün hayatlarını harcayanlar ise insanlar

    dan başkası değil.

  • 9. Bölüm

    Tekvin Kitabı'nın altıncı bölümünde, tufandan önce Allah'ın

    insanlara Kendisine kulluk etmeleri için verdiği ruhun onlar ta

    yfından nasıl kendi nefsaniyetleri için kullanıldığını gördüğü

    -nlatılır. Allah öylesine gazaba gelir ki, onları yarattığına tees-

    üf eder ve onları toptan yoketmeden önce insanın hayatını 120

    yılla sınırlamaya karar verir. İncil'e göre Allah'ı gazaba getire

    rek insan hayatını kısalttıran şey bugün Hıristiyanlar arasında

    vuku buluyor.

    İnsanın kâinatla ilişkisini tanımlamak için kullandığı kuv-

    ;t akıldır. Herkes için aynı olan bu ilişkinin kurulması, yani

    in, insanları birleştirir. İnsanlar arasındaki birlik, onlara, hem

    . iaddî hem de manevî yönden ulaşılabilecek en yüksek saadeti

    oahşeder.

    En yüksek ve en kâmil akıla, dolayısıyla da saadete tam

    i l a m ı y l a nail olma, insanlığın ulaşmaya çabaladığı bir ülkü-

    ür. Dünyanın ne olduğunu, dünyada yaşayanların kimler ol

    duğunu sorduklarında bir toplumun bütün üyelerine aynı ceva

    bı veren bütün dinler, insanları birleştirir ve onları saadetin ha-

    kikatına yaklaştırır. Fakat, akıl kendi özel vazifesinden (yani,

    Allah'la ilişkinin ve bu ilişkiyi teyid eden eylemlerin açığa çı

    karılmasından) sapıp, sadece bedenin ve diğer insanlarla, diğer

    varatılmışlarla sert bir mücadelenin hizmetinde ve insanın ya-

  • ratılış gayesine tamamen ters düşen bu şerli durumun meşrulas

    tırılmasında kullanılınca, günümüz insanlarının çoğunluğunu

    ıstırabını çektiği bu korkunç felâketler meydana geliyor. Üstr

    lik, bu yüzden ortaya çıkan durumdan makûl ve nezih bir ha>.

    ta dönmek hemen hemen imkânsız. İlkel dinî öğretilerin birle

    tirdiği putperestler, dinsizce yaşayan ve "en ileri" topluluk ol.

    rak dinin gereksiz olduğuna, dinsiz yaşamanın çok daha iyi o

    duğuna kanaat getiren ve başkalarını da buna ikna eden güm

    müzün sözde Hıristiyan kavimlerine göre hakikati kavrama>

    çok çok daha yakın ve kabiliyetli.

    Putperestler içinde, inançlarının artan bilgileriyle ve akı

    larının gerekleriyle düştüğü tutarsızlığı farketmiş ve kavminin

    ruhî durumuna daha fazla uyum gösteren ve yurttaşlarını v

    mümin kardeşlerini birleştiren bir dinî öğretiyi benimseme'

    çalışan kimseler bulmak mümkün. Fakat günümüz insanlar'

    dan kimisi, dini, kitlelere hükmetmenin bir aracı, diğerleri I

    saçmalık olarak düşünüyor ve vahim bir yanılgı içindeki bü>.

    çoğunluk hakikî dine mazhar olduklarını düşünüyor; fakat hk

    birisi hakikata bir adım bile yaklaşmak istemiyor.

    Bedenin hayatı için ihtiyaç duyulan nesnelerdeki basanla

    rıyla, dakik ve faydasız muhakemeleriyle başları dönen, gelmiş

    geçmiş bütün kavimlerden üstün olduklarını ispatlamayı hedef

    leyen günümüz insanları cehalet ve ahlâksızlık içinde çakılıp

    kalmış durumda. Üstelik, insanlığın daha önce hiç ulaşmadığı

    bir zirvede bulunduklarına, cehalet ve ahlâksızlık yolunda at

    tıkları her adımın onları daha yüksek aydınlanma ve ilerleme

    tepelerine çıkardığına tam anlamıyla ikna olmuşlar.

    37

  • 10. Bölüm

    Aklî (ruhî) eylemler ile c ismanî (maddî) eylemler arasında

    ahenk kurmak insanın fıtratında vardır. Bir şekilde bu ahengi

    kurmayan kişi, huzur ve sükûna eremez. Sözkonusu ahenk iki

    şekilde kurulabilir. Birincisinde, kişi, bir eylemin ya da eylem- '

    lerin gerekliliği ya da arzu edilirliğine karar vermek için aklını

    kullanır ve daha sonra aklına uygun eylemde bulunur. İkinci

    sinde, kişi, duygularının etkisiyle eylemlerde bulunur ve daha

    sonra bu eylemler için aklî açıklamalar veya mazeretler icat

    eder.

    Eylem ile akıl arasında uyuma ulaşmanın ilk yöntemi, bir

    dini ikrar eden ve onun ilkelerine dayanarak neleri yapmaları,

    neleri yapmamaları gerektiğini bilenlerin yöntemidir. İkinci

    yöntem ise, eylemlerinin kıymetini değerlendirmede genel bir

    ölçütten mahrum olan ve dolayısıyla da akılları ile eylemleri

    arasındaki uyumu eylemlerini akla tâbi kılarak değil —eylem

    lerini duygunun etkisiyle yaptıklarından— akıllarını eylemleri

    ni meşrulaştırmak için kullanarak kuran dindışı kimselerin ço

    ğunluğunun yöntemidir.

    Neyin iyi neyin kötü olduğunu, kimin iyi kimin kötü oldu

    ğu ııı bilen dindar kişi, kendi (ve diğerlerinin) aklının ve ey-

    r win gerekleri arasındaki çelişkiyi gördüğünde, bu çeliş-

    ' \ . . .ut . ın kaıdımıanın yolunu bulmak için bütün akıl kabili-

    3S

  • yetini kul lanacaktır . Diğer bir ifadeyle, onların arasındaki

    ahenge ulaşmanın en iyi yolunu öğrenecektir. Fakat, eylemleri

    nin (verdiği zevkin değil) değerini belirlemede yolgösterici il

    kelerden mahrum olan ve değişip duran, çoğunlukla birbiriyle

    tezat teşkil eden duygularının etkisi altındaki dinsiz birisi, ister

    istemez çelişkiye düşer. Kendisini bu durumda bulunca karma

    şık, becerikli, fakat daima dürüst olmayan akıl yürütmelerle çe

    lişkiyi çözmeye ya da örtmeye çalışır. Dindarların düşünüşleri

    daima sade, basit ve dürüst iken, dinsizlerin zihnî faaliyeti bil

    hassa ince ve son derece karmaşıktır ve de dürüst değildir.

    Basit bir örnek alalım: Sefahete meyilli, yani iffetsiz ve

    eşine sadakatsiz veya bekâr ve sefahete meyilli bir kişiyi düşü

    nelim. Dindar bir kişiyse yaptığının yanlış olduğunu bilecek ve

    bütün zihnî gücünü bu kötü huydan kurtulmak için kullanacak

    tır. Diğer erkek ya da kadınlarla ilişkiye girmekten kaçınacak,

    daha fazla çalışacak, kadına bir şehvet nesnesi olarak bakmak

    tan kendisini alıkoyacaktır, vs. Bütün bunlar gayet basit ve her

    kes tarafından anlaşılabilir şeylerdir. Fakat, bu sefih dinsiz biri-

    siyse, kadınları sevmenin neden çok güzel birşey olduğunun

    binbir türlü açıklamasını icat ediverecektir. Bu ise onu ruhların

    birleşmesi, güzellik, özgür aşk vs. üzerine her türlü karmaşık,

    şeytanca ve ince düşüncelere sevkedecektir. Bu düşünceler id

    dia edildikçe, konuyu bulanıklaştıraca ve ne yapılması gerekti

    ğini gözlerden saklayacaktır.

    Dinsizlerin bütün eylemlerinde ve düşüncelerinde aynı şey

    yaşanır. İç dünyalardaki çelişkileri saklamak için karmaşık, in

    ce deliller toplanır ve kişinin dikkatini önemli ve aslî olandan

    uzaklaştıran ve onun yalanlar içinde kalakalmasını mümkün kı

    lan bir sürü faydasız saçmalık o kişinin zihnini doldurur. İşte,

    günümüz insanları farkında olmadan böyle bir durumda yaşa

    maktadır.

  • "İnsanlar karanlığı nurdan daha çok sevdiler, çünkü işleri

    kötüydü" diye yazar İncil 'de. "Çünkü her kötülük işleyen nur

    dan nefret eder; ve işleri ayıplanmasın diye nura gelmez" (Yu-

    hanna, III, 19).*

    İşte, dinin yokluğu yüzünden, günümüz dünyasının insan

    ları kendilerine gayet zalim, vahşi ve ahlâksız bir hayat kurdu

    lar. Aynı zamanda, karmaşık, ince ve faydasız zihnî faaliyetle

    rini öyle muğlak ve kafa karıştırıcı bir seviyeye getirdiler ki,

    çoğunluğu hayır ile şer, hak ile batıl arasında ayırım yapma ka

    biliyetini tamamen kaybetti.

    Günümüz dünyasının insanlarının basit ve doğrudan yak

    laşabileceği tek bir soru bile yok. İster ekonomik, medenî, dip

    lomatik ve bilimsel olsun, isterse dinî ve felsefî olsun, bütün

    sorular öylesine suni ve yanlış şekilde yöneltiliyor, öylesine ka

    lın bir karmaşık, gereksiz iddia tabakasıyla sarılıp sarmalanıyor

    ve öylesine ince anlam ve kelime kaydırmalarıyla, safsatayla

    ve tartışmalarla dolduruluyor ki, bu tür sorulara ilişkin bütün

    tartışmalar daireler halinde dönüp duruyor ve milinden çıkmış

    bir araba tekerleği gibi hiçbir şeye ulaşmıyor. Yöneldiği tek bir

    maksad dışında, hiçbir yere götürmüyor: İnsanların yaşadığı ve

    işlediği kötülüğü o kişiden ve diğerlerinden gizlemek.

    *Kitap boyunca, incil çevirilerinde, İncili Şerif, Avrupa Kıt'ası Yayın

    Fonları, 1970, esas alınmıştır, (çev.)

    4 0

  • 11. Bölüm

    Günümüz sözde bilimlerinin bütün alanlarındaki aynı özellik,

    insanların çeşitli bilgi sahalarının araştırılmasına yönelik bütün

    zihnî gayretlerini faydasız kılıyor. Sözkonusu özellik şudur:

    Zamanımızın bütün bilimsel tetkikleri cevap bekleyen aslî so

    rudan kaçıyor; hiçbir yere götürmeyen fakat süreç ilerledikçe

    karmaşıklaşan ikincil meseleleri inceliyor. İnsanın araştıracağı

    şeylerin öncelik sıralamasını ve nedenlerini tayin eden dinî bir

    nazar yerine, konularını rastgele seçen bir bilim için başka tür

    lüsü de olamazdı zaten. Bu itibarla, meselâ, sosyolojinin veya

    politik ekonominin en moda sorusu şöyledir: Neden ve nasıl

    oluyor da, bazıları hiç çalışmazken diğerleri onlar için çalışı

    yor? (Bu soruda gizli başka bir soruyu da sormak mümkündür:

    Neden insanlar birbirlerine çelme takarak ayn ayrı çalışıyorlar

    da çok daha kârlı olabilecek ortak çalışmaya girmiyorlar? Hiç

    eşitsizlik olmasaydı, hiçbir çatışma da olmazdı.) Fakat öyle gö

    rünüyor ki, sadece ilk sorunun sorulması gerekiyor, fakat bilim

    bu soruyu ne ortaya koymaya ne de ona cevap bulmaya yanaş

    mıyor, üstelik çok uzaklardan başlattığı soruları öylesine yürü

    tüyor ki, vardığı sonuçlar bu temel sorunu ne çözebiliyor, ne de

    çözüme yardımcı olabiliyor. Tartışmalar "Neydi?" "Nedi r?" gi

    bi sorularla başlıyor, geçmiş ve şimdiki hal semavî cirmlerin

    dönüşü gibi değiştirilmez birşeymiş gibi görülüyor. Değer, ser-

    4 1

  • maye, kâr ve faiz gibi soyut kavramlar geliştirilip, tarafların bir

    asırdır sürdürdüğü karmaşık bir zekâ oyununa sürükleniliyor.

    Çözüm şöyledir: Bütün insanlar birbirinin kardeşi ve eşiti

    olduğuna göre, herkes kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa

    başkalarına öyle davranmalıdır ve dolayısıyla bütün problem

    sahte bir şeriat ve düzenin yerine hakikîsinin koyulmasına bağ

    lıdır. Fakat Hıristiyanlık dünyasının sivrilmiş isimleri bu cevabı

    kabul etmeyecek, bilakis böyle bir çözümün çok mümkün ol

    duğunu insanlardan saklamaya çalışacaklar ve bu maksatla da

    bilim adını verdikleri faydasız zihnî faaliyete sarılacaklardır.

    Aynı şey hukuk sahasında da vuku buluyor. Görünüş itiba

    riyle ortada tek aslî soru vardır: Neden başkaları üzerinde zor

    kullanmalarını, onları soymalarını hapsetmelerini, idam etme

    lerini ve savaşa göndermelerini ve daha birçok şeyi mubah gö

    ren insanlar var? Soruya uyan yegâne açıdan, yani dinî açıdan

    bakıldığında cevap gayet basittir. Din açısından bakıldığında,

    bir kişinin komşusuna karşı şiddet uygulamaması gerekir, dola

    yısıyla problemin çözümü için tek birşey gerekir: Şiddete izin

    veren bütün batıl itikadları ve safsataları yıkmak, ve insanlarda

    şiddet ihtimalini dışlayan dinî ilkeleri yerleştirmek.

    Fakat bahsi geçen sivrilmiş isimler bunu yapmadığı gibi,

    akıllarını fikirlerini böyle bir çözüm imkânını başkalarından

    saklamaya harcıyorlar. Farklı farklı hukuklar üzerine — m e d e n î

    hukuk, ceza hukuku, anayasa hukuku, dinî hukuk, malî hukuk

    v s . — raflar dolusu kitap yazıyorlar ve sadece faydalı değil aynı

    zamanda çok önemli birşey yaptıklarına tam anlamıyla ikna ol

    muş bir şekilde bu konulan tartışıyorlar ve izah ediyorlar. "Ba

    zıları eşit doğduğu halde neden başkalarını yargılayabiliyor, sı

    nırlayabiliyor, soyabiliyor ve idam edebiliyor?" şeklindeki so

    ruya karşılık hiçbir cevap vermedikleri gibi, sorunun varlığını

    bile kabul etmek istemiyorlar. Onların itikadına göre, bu şiddeti

  • kişiler değil, devlet denilen soyut bir varlık uyguluyor.

    Aynı şeki lde, günümüzün bilgil i kimseleri bütün bilgi

    alanlarında asıl sorulardan kaçıyorlar ve bu sorular karşısında

    suskun kalarak iç çelişkilerini gizliyorlar. Tarih araştırmasında-

    ki asıl soru şudur: İşçi kitleleri, yani insanlığın yüzde doksan-

    dokuzu nasıl yaşadılar? Bir disipline mensup tarihçiler XI. Lo-

    uis'nin karın ağrıları veya I. Elizabeth'in ve Korkunç İvan'ın

    işlediği zulümler hakkında; onlara kimlerin bakanlık yaptığı,

    onları eğlendirmek için hangi şiirlerin ve mizah eserlerinin ya

    zıldığı konusunda yığınla kitap yazdıkları halde, deminki soru

    ya karşılık cevaba benzer hiçbir şey bulamıyoruz; dahası soru

    nun bile mevcut olmadığını görüyoruz. Bir başka disipline

    mensup tarihçiler insanların nerelerde yaşadığını, neler yediği

    ni, neleri değiş-tokuş ettiğini, nasıl elbiseler giydiğini ve buna

    benzer, milletin hayatında hiçbir etkisi görülmeyen, dinlerinin

    sonucu olarak ortaya çıktıkları halde bu tür tarihçilerin dini do

    ğurduğunu zannettiği şeyler hakkında kitaplar yazıyorlar.

    Hakikatte, çalışan sınıfların nasıl yaşamış olduğu sorusu,

    olsa olsa, dini insanların hayatının aslî şartı kabul ederek ce

    vaplanabilir. Dolayısıyla, cevap insanların kabul ettiği ve onları

    bulundukları konuma getiren dinlerin incelenmesinde yatmak

    tadır.

    Tabiat tarihi araştırmasında, insanın akl-ı selimini gölgele

    meye özel ihtiyaç varmış gibi davranılıyor. Fakat çağdaş bili

    min benimsediği tutum yüzünden, burada da, canlı mahlûklar,

    bitkiler ve hayvanlar âleminin ne olduğu, hangi bölümlere ay

    rıldığı sorusuna en tabiî cevap verileceği yerde, organizmaların

    nasıl vücuda geldiği konusunda (çoğunlukla da İncil'in yaratı

    lış hakkındaki görüşünü hedefleyen) gereksiz, muğlak ve hiçbir

    faydası olmayan bir gevezelik sürüp gidiyor. Gerçekte kimse

    nin bunu bilmeye ihtiyacı veya imkânı yok; ve varlıkların kö-

  • keninin zaman ve mekânın sonsuzluğunda gizli olduğu bizden

    saklanıyor. Binlerce kitap yazılarak teoriler ortaya atılıyor, son

    ra bu teoriler çürütülüyor, sonra yeni teoriler ortaya atılıyor; fa

    kat bütün kitaplardaki sonuç hep aynı kalıyor: İnsanın itaat et

    mesi gereken hayat kanunu, varoluş mücadelesi kanunudur.

    Bütün bunlara ilâveten, teknoloji ve tıp gibi uygulamalı

    bilimler, yol gösterici dinî bir ilkeden mahrum oldukları için

    makûl gayelerinden uzaklaşarak yanlış bir istikamet benimsi

    yorlar. Bu açıdan, teknolojinin tamamı çalışan kitlelerin yükü

    nü hafifletmeyi değil, zengin sınıfların istediği i lerlemeleri

    amaçlıyor; böylece zengin ile fakir, efendi ile köle arasındaki

    ayırımı derinleştiriyor. Eğer bu buluş ve ilerlemelerden bazı ni

    metler, bazı küçük kırıntılar çalışan sınıfların hissesine düşü

    yorsa, bu, o insanlar düşünüldüğü için değil, sadece buluşların

    mahiyetleri icabı onlardan uzak tutulamadığındandır.

    Aynı şey, girdiği yanlış istikamette sadece zenginlerin eli

    ne geçecek ilerlemeler kaydeden tıp bilimi için de geçerlidir.

    Hayat tarzları ve sefaletleri nedeniyle ve hiçkimse onların tali

    hini düzeltmeyle ilgilenmediği için, kitleler ancak sınırlı şart

    larda ondan faydalanabilmekte ve bu da tıp biliminin asıl gaye

    sinden nasıl saptığının apaçık bir örneğini teşkil etmektedir.

    Asıl sorudan sapılması ve sorunun saptırılması, bugün en

    çarpıcı biçimini felsefe adı altında almıştır. Felsefenin çözeceği

    tek soru vardır: Ne yapmalıyım. Bir sürü gereksiz kafa karıştır

    malarla birleşmiş de olsa, bu soruya öyle veya böyle Hıristiyan

    kavimlerin felsefî geleneği içinde cevap verilegelmiştir. Sözge

    lişi, K a n t ' ı n Pratik Aklın Eleştirisi'nde, veya S p i n o z a ' d a ,

    Schopenhauer'de 1 4 ve özellikle Rouessau'da. Fakat daha yakın

    zamanlarda, Hegel mevcut olan herşeyin makûl olduğunu iddia

    ettiğinden beri, ne yapılması gerektiği sorusu gerilere itildi ve

    felsefe bütün dikkatini nesnelerin mahiyetinin tetkikine ve on-t

    AA

  • lan önceden kurulmuş bir teoriye sokmaya yöneltti. Bu geriye

    atılan ilk adımdı. İnsan düşüncesini daha da gerileten ikinci

    adım, hayvanlar ve bitkiler arasında gözlemleniyor diye varo

    luş mücadelesinin temel bir kanun olarak kabul edilişiydi. Bu

    teoriye göre, en zayıfın imhası, karşı çıkılmaması gereken bir

    kanundu. Ve nihayet üçüncü adım, Nietzche'in bütünlüklü ve

    ya tutarlı hiçbir şey getirmeyen aksine ahlâksız ve temelsiz fi

    kir taslakları sunan çocuklara özgü yarı-çılgın düşüncesi önde

    gelen isimler tarafından felsefe biliminde söylenmiş son sözler

    olarak kabul edilince atıldı. " N e yapmalıyız?" sorusuna artık

    doğrudan doğruya şöyle cevap veriliyor: Başkalarının yaşamla

    rına dikkat etmeden, nasıl istersen öyle yaşa.

    G ü n ü m ü z Hıristiyan dünyasının (Boer ' ler in yakınlarda

    Ç i n ' d e işlediği ve din adamlarının meşrulaştırmaya çalıştığı,

    bütün dünya güçlerinin de kahramanca bir başarı olarak alkış

    ladığı suçları unutmaksızın) ürkütücü bir vicdansızlık ve zalim

    lik d u r u m u n a ulaştığından şüphe duyan varsa, Nietzche 'nin

    eserlerinin olağanüstü başarısı bunun için yeterli derecede in

    kâr edilmez deliller sağlıyor. En iğrenç biçimde etkinlik ara

    yan, birbirinden kopuk bu eserlerin, güç manyaklığıyla malûl

    cüretkâr, fakat sınırlı ve anormal bir Alman tarafından yazılmış

    olduğu anlaşılıyor. Ne kendilerinde görünen yetenek, ne de te

    mel iddiaları noktasında bu kitapların umumun dikkatini haket-

    miyor. Kant, Leibniz,"' veya H u m e ' u n zamanında veya bundan

    elli sene önce, bu eserler hiçbir dikkate mazhar olmaz, dahası

    esameleri bile okunmazdı. Fakat bugün bütün sözde tahsilli

    kimseler, Bay N'nin abuk sabuk laflarını göklere çıkarıp, onu

    konuşuyor, onu anlatıyorlar ve kitaplarının sayısız nüshası bü

    tün dillerde basılıyor.

    Turgenev, dikkatleri kendi üzerlerine çekmek isteyen ye

    teneksiz kimselerin sık sık kullandığı birbirine zıt beylik sözler

  • olduğunu söyler. Sözgelişi, herkes bilir ki su ıslaktır ve birisi

    çıkıp gayet ciddi bir edayla buzun değil suyun kuru olduğunu

    söyler ve bunu söylemenin dikkat çekeceğine inanır.

    Benzer şekilde, bütün dünya bilir ki, fazilet kişinin ihtiras

    larını gemlemesini, yani nefsinin heveslerinden vazgeçmesini

    içerir. Bu sadece Nietzche'nin karşısında uluduğu Hıristiyan

    dünyasının bildiği birşey değildir; Brahmanizm, Budizm, Kon-

    fiçyüsçülük ve kadim İran dininin de dahil olduğu tüm insanlı

    ğın ulaşmaya çalıştığı ezelî bir kanundur. Ve birden bir adam

    çıkıp, nefsin heveslerinden vazgeçmenin, tevazünün, teslimiye

    tin ve sevginin insanlığı tahrip eden fena hasletler olduğuna

    inandığını söyler (bu arada, diğer bütün dinleri görmezden ge

    len o kişinin aklında sadece Hıristiyanlık vardır). Böyle bir

    açıklamanın neden ilk anda insanların kafasını karıştırdığını

    anlamak mümkündür. Fakat üzerinde birazcık düşününce ve bu

    garip iddiaları destekleyen herhangi bir delil bulamayınca, aklı-

    başında her kişi o kitapları bir kenara atıp böylesi saçma sapan

    şeylerin nasıl olup da onları yayınlayacak yayıncı bulabildiğine

    şaşırır. Fakat, Nietzche'nin kitaplarında böyle olmadı. Sözde

    aydınlanmışların çoğunluğu üstün insan teorisini ciddiye alı

    yorlar ve bunun yazarının büyük bir felsefeci olduğunu, Des-

    cartes'ın, Leibniz'ın ve Kant'ın torunu olduğunu beyan ediyor

    lar. Ve bütün bunlar, günümüzün sözde aydınlanmışlarının ço

    ğunluğunun fazileti veya onun başta gelen öncülü olan nefsin

    heveslerinden vazgeçmek ve sevgiyi —hayat lar ın ın hayvanî

    yönüne gem vuran ve onu suçlayan faziletleri— hatırlatan her-

    şeye karşı olmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar, ne kadar iç

    bütünlükten mahrum ve kopuk kopuk ifade edilse de, bencillik

    ve zulüm doktrinini alkışlayıp, şahsî mutluluk ve başkalarına

    üstün gelme fikirlerini tasdik edip bu fikirler doğrultusunda ya

    şarlar.

    46

  • 12. Bölüm

    Mesih, melekûtun anahtarlarını ellerinde tuttukları halde oraya

    ne kendileri giren ne de başkalarının girmesine izin veren Ya

    hudi âlimleri ve ferisileri kınamıştı.

    Günümüzün bilgili âlimleri de aynı şeyi yapıyorlar: Mele

    kûtun değil ama aydınlanmanın anahtarlarını edindikleri halde

    oraya ne kendileri giriyorlar, ne de başkalannın girmesine izin

    veriyorlar. Her türlü aldatma ve hipnoz gücünü kullanan papaz

    lar ve din adamları insanlara şu fikri yerleştirmişler: Hıristiyan

    lık bütün insanların eşitliğini ilân eden ve dolayısıyla günümü

    zün putperest hayat yapısını bir bütün olarak parça parça eden

    bir din değil, bilakis bu yapıyı destekleyen ve bize bir yıldızla

    diğeri arasında farkı görür gibi, insanlar arasında farklılık gö

    zetmemizi öğreten bir dindir. Bize bütün gücün Allah'tan alın

    dığını ikrar ve o güce de mutlak anlamda itaat etmemizi buyu

    ruyor. Mazlumlara bu durumlarının Allah'ın bir takdiri olduğu

    nu, dolayısıyla ona tevazu ve yumuşaklıkla tahammül edip, za

    limlere boyun eğmelerini tavsiye ediyor. İmparator, kral, papa,

    piskopos ve her türlü dünyevî ve ruhanî otorite mevkilerini ku

    rulmuş bu zalimlerin mütevazi ve yumuşak olması gerekmedi

    ği gibi, kendileri debdebe, zevk ve sefa içinde yaşarken başka

    larına bu hayatın şartı olan "itaaf ' i öğretirler ve icabında ceza

    landırırlar. Onların var güçleriyle desteklediği bu bâtıl öğreti

  • yüzünden yönetimdeki sınıf halka hükmederek onları zevk ve

    sefalarına, gururları ve rezaletlerine hizmet etmeye zorluyor.

    Üstelik, kendilerini bu hipnotik etkiden kurtarmış, insanları bo

    yunduruklarından kurtarabilecek olan ve bunu yapmak istedik

    lerini de söyleyen tek kesim olan bilim adamları, bu yolda bir-

    şeyler yapmak yerine tam tersini yapıp böylece insanlara hiz

    met ettiklerini zannediyorlar. Yöneticileri en fazla neyin rahat

    sız ettiğine dair en üstünkörü bir gözlem bile, bu insanların, ne

    yin gerçekten teşvik edici olduğunu ve insanları belli konum

    larda neyin tuttuğunu farketmeleri ve bütün güçlerini bu teşvik

    edici güce yöneltmeleri gerektiğini gösterir. Onlar ise bunu

    yapmamakla kalmayıp, böyle birşeyi çok faydasız buluyorlar.

    Bu kimseler, bütün bunları görmeye yanaşmıyorlar ve gayretle,

    samimiyetle insanlar için ellerinden gelen herşeyi yaparken,

    yukarda bahsedilen şeylerden tekini bile yapmıyorlar. Kitleleri

    kölelikten kurtarmak amacıyla gayretlerini nereye yöneltmeleri

    gerektiğini anlamaları için, bütün yöneticilerin halkın idaresin

    de kullanılan itici kuvvet için hangi coşkuyla yarıştıklarına

    bakmaları yeter.

    Türk sultanları neyi koruyor ve herşeyden fazla neyin üs

    tüne titriyor? Bir şehre girerken neden Rus imparatoru herşey

    den önce ikonları ve tasvirleri öpüyorlar? Ve neden ortaya çı

    kardığı kültürün şa'şaasına rağmen, Alman imparatoru bütün

    konuşmalarında Allah'tan, Mesih'ten, dinin kutsallığından, ye

    minlerden vs. bahsediyor. Çünkü hepsi biliyor ki, iktidarları or

    duya dayanır ve bir ordunun hayatı da tamamen dine dayanır.

    Zengin kimseler özellikle dindar olmuşsa ve kendilerine mü

    min görüntüsü veriyorsa, kiliseye gidiyor ve Sebt gününü idrak

    ediyorsa, bütün bunların nedeni, kendini koruma içgüdülerinin

    onlara toplumdaki özel ve seçkin yerlerinin ikrar ettikleri dine

    bağlı olduğunu söylemesidir.

    4 8

  • Bu kimseler, çoğu kez, ellerindeki kudretin dinî aldatma

    calara nasıl bağlı olduğunu bilmiyorlar. Bununla birlikte kendi

    lerini koruma içgüdüleri, konumlannı neyin devam ettirdiğini

    onlara gösteriyor ve onlar da herşeyden önce bunu savunuyor

    lar. Bu kimseler, sosyalist ve hatta devrimci propagandaya belli

    sınırlar dahilinde hep izin verirler ve izin vermişlerdir. Fakat

    dinî ilkelerden bahis açılmasına asla müsamaha etmezler.

    İşte bu yüzden, günümüzün önde gelen simaları, bilginler,

    liberaller, sosyalistler, devrimciler, anarşistler insanları neyin

    harekete geçirdiğini anlamak için tarih veya psikolojiyi kulla-

    namıyorlarsa, gördükleri bu hal icabı, insanları maddî şartların

    değil yalnız ve yalnız dinin harekete getirdiğine ikna olmaları

    gerekir.

    Buna rağmen, gariptir, günümüzün bilginleri ve tahsilli ki

    şileri insanların yaşam şartları konusunda çok keskin bir basiret

    ve idrak sahibi iken, gözlerinin önündeki şeyi görmüyorlar. Şa

    yet bu adamlar kendi ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için

    milleti dine karşı cahil bıracak şekilde davranıyorlarsa, bu müt

    hiş ve korkunç bir sahtekârlıktır. Böyle davrananlar, Mesih'in o

    kadar şiddetle kınadığı — b e l k i de kınadığı yegâne kimseler

    o l a n — münafıkların tâ kendisidir. O onları kınadı, çünkü başka

    hiçbir canavar veya günahkâr onlarınki kadar fazla şerri insan

    hayatına getirmiş değildir.

    Eğer bu kişiler samimiyse, böylesine acayip zihnî yetersiz

    liklerin tek açıklaması şu olabilir: Nasıl kitleler sahte bir dinin

    etkisi altındaysa, bu sözde aydınlanmış adamlar da sahte bir bi

    limin etkisi altındalar; bu bilim ise insanlığa daima can vermiş

    ve halen de vermekte olan ana damarın artık gereksiz olduğuna

    ve onun yerine başka birşeyin koyulabileceğine karar vermiştir.

    4 9

  • 13. Bölüm

    Zamanımızın tuhaflığı, dünyamızdaki kitap hastalarının, yani

    tahsilli kişilerin sahtekârlığında ve hıyanetinde yatar. Hıristiyan

    dünyasının içinde yaşadığı yoksul halin ve gitgide içine gömül

    düğü vahşetin sebebi de orada yatar.

    Kural olarak, günümüz dünyasının önde gelen ve tahsilli

    kimseleri, kitlelerin beslediği batıl dinî itikatların fazlaca önem

    taşımadığını, ve bu itikatları Hume, Voltaire, Rousseau ve di

    ğerlerinin daha önce yapmış olduklarıyla doğrudan karşı karşı

    ya getirmenin ne zahmete değen, ne de zarurî birşey olduğunu

    iddia ediyorlar. Onların görüşüne göre, bilim (yani, insanlar

    arasında yayılan incisamsız ve tesadüfi bilgi) bu maksada ken

    diliğinden ulaşacaktır. Diğer bir ifadeyle, yeryüzünün güneşten

    kaç milyon kilometre uzaklıkta olduğunu, güneşte ve yıldızlar

    da hangi metallerin bulunduğunu öğrenen bir kişi Kilise'nin

    akidelerine inanmayı bırakacaktır.

    İster samimi, ister gayrisamimi olsun bu varsayım ya da

    iddiada büyük bir aldanma veya korkunç bir aldatmaca vardır.

    Telkine en açık olan küçük çocuklara, onlara ne aktardıklarına

    yeterince dikkat etmeyen eğitimciler, sözde Hıristiyanlığın akıl

    ve bilgiye ters düşen, saçma sapan ve gayriahlâkî dogmalarını

    öğretiyorlar. Çocuklara, sağlıklı bir zihnin kabul edemeyeceği

    teslis dogması, üç Allah'ın insan nev'inin necatı için yeryüzüne

    50

  • nazil oluşu, haşri ve Sema'ya yükselişi öğretiliyor. Onlara, bek

    lenen ikinci geliş ve bu dogmalara inanmayanları bekleyen

    ebedî azab öğretiliyor. İhtiyaçları ve daha pekçok şey için dua

    etmeleri öğretiliyor. Hem akıl ve çağdaş bilgiye ve hem de in

    san vicdanına ters düşen bütün bu akideler, çocuğun yeni fikir

    leri kabule açık zihnine çıkmamacasına kazınıyor ve çocuk,

    kuşku duyulmaz hakikat olarak kabul ve tasavvur ettiği dogma

    lardan doğan çelişkilerin iç yüzünü anlamada tek başına bırakı

    lıyor. Hiçkimse ona bu çelişkileri uzlaştırması gerektiğini ve

    nasıl uzlaştırabileceğini anlatmıyor. İlâhiyatçılar bunları uzlaş

    tırmaya çabalıyorsa da, meseleyi daha da karıştırmaktan başka

    birşey yapamıyorlar. Böylece, insan adım adım (ilâhiyatçıların

    güçlü desteğiyle birlikte) aklına güvenemeyeceğini ve dolayı

    sıyla da dünyada herşeyin mümkün olduğunu kabule alışıyor,

    çünkü hayır ile şerri, yalan ile hakikati ayırmak için kullanabi

    leceği hiçbir şey elinde kalmıyor. Ve en önemlisi, —eylemle

    r i n d e — ona yol gösterecek şey akıl değil, başkalarının ona söy

    lediği şeyler oluyor. Böyle bir eğitimin kaçınılmaz meyvesi

    olarak insanın manevî dünyasının nasıl bir korkunç tahrife uğ

    ratıldığını görebiliyoruz. Ki, bu tahrif, din adamlarının yardımı

    sayesinde, insanlar üzerinde sürekli uygulanan tüm ikna tek

    nikleriyle yetişkinlik döneminde de pekiştiriliyor.

    Şayet güçlü kişiliğe sahip bir kişi, binbir çaba ve çileden

    sonra, çocukluğundan itibaren eğitimle tâbi tutulduğu ve yetiş

    kinliğinde de etkisinde kaldığı bu hipnotizmadan kendisini kur-

    tarmışsa, kendi aklına güven duymamasına yolaçan ruhundaki

    bozulmadan geriye mutlaka bir iz kalır; tıpkı maddî dünyada,

    güçlü bir zehirle zehirlenmiş bir organizmada iz kalması gibi.

    Bu aldatmacanın hipnotik etkisinden kurtulmuş böyle bir kişi,

    daha yeni kurtulmuş olduğu yalana duyduğu nefret nedeniyle,

    öne çıkmış simaların doktrinini benimser. Bu doktrin de insa-

    51

  • noğlunun terakki yolundaki ilerleyişinin baş engelinin din ol

    duğunu kabul eder. Bu öğretiyi kabul edince de, o kişi, öğret

    menlerinin bir benzeri olup çıkar: Prensipsiz mi prensipsiz,

    kendi fikrinden başka hiçbir şeyin yolgöstericiliğini tanımayan,

    kendi hatalarını görüp kendisini suçlamak yerine kendisini ma

    nevî gel işmenin ulaşı labilecek en yüksek noktasında hayal

    eden, vicdansız birisi.

    Bu, çok güçlü şahsiyete sahip insanlar için geçerli olan du

    rumdur. Onlar kadar güçlü olmayanlar ise, şüpheye düşseler bi

    le, içinde büyüdükleri aldatmacadan asla tam anlamıyla kurtu

    lamazlar. Kabul ettikleri dogmanın saçma sapanlığını meşru

    göstermek için kurulmuş çeşitli hayalî ve çapraşık teorilere da

    yanarak ve bir şüpheler ve belirsizlikler âleminde yaşayarak

    yaptıkları tek şey, kitlelerin basiretsizliğini beslemek ve onların

    uyanmasına mani olmaktır.

    Yine de, kendilerine dayatılan inançlara karşı mücadele

    güç ve imkânına sahip olmayan çoğunluk, şimdi nasıl yaşıyor

    sa nesiller boyu öylece, insanın mazhar olduğu en yüce lütuf-

    tan, hakikî anlamda dinî hayat anlayışından, mahrum yaşaya

    cak; ve ölecektir. Ve bu insanlar, kendilerini yöneten ve aldatan

    sınıfların elinde pasif bir âlet olmaktan öteye geçmeyecekler

    dir.

    Sözkonusu korkunç aldatmacaya gelince, öne çıkmış si

    malar onun önemli olmadığını ve onu çözmeye çalışmaya değ-

    mediğıni söylerler. Eğer samimiyetle ortaya atılmışsa, böyle bir

    iddianın tek açıklaması, onların sahte bir dinin uyutucu etkisi

    altında olduklarıdır. Samimiyetsizlik sözkonusuysa, o zaman

    da açıklama şöyle olur: Yerleşik inançlara yapılan bir saldın

    kâr getirmeyeceği gibi çoğu zaman da tehlikeli olur. Her halü

    kârda, şu ya da bu şekilde, sahte bir dinin ikrarının zararsız ve

    ya en azından önemsiz olduğu, dolayısıyla dinî aldatmacayı or-

    52

  • tadan kaldırmadan aydınlanmayı yaymanın mümkün olduğu

    iddiası kökten yanlıştır.

    İnsanlık, ancak, kendisine hükmeden papazların hipnotik

    etkisinden ve okumuşların onu sevkettiği yoldan kurtulduğun

    da felâketten azade kılınabilir. Dolu bir kaba birşey koyabil

    mek için, önce içindekileri boşaltmak gerekir. Aynı şekilde, in

    sanları sahih ve insanlığın tekâmülüyle ahenkli olan hakikî di

    ne, yani bütün eşyanın menşei olan Allah'la ilişkiye ve bu iliş

    kinin meyvesi olan yolgösterici ilkelere uyumlu kılmak için

    onları düşürüldükleri aldatmacadan kurtarmak şarttır.

    53

  • 14. Bölüm

    "Peki ama, hakikî bir din gerçekten var mı ki? O kadar çok

    farklı din var ki, sırf hoşumuza en fazla o gidiyor diye içlerin

    den birisini hakikî din diye isimlendirme hakkımız yok." İn

    sanlar, haricî din biçimlerini kendilerinin kurtulduğu ama baş

    kalarının ıstırabını çektiği bir felâketmiş gibi incelerken, böyle

    derler. Oysa bu doğru değildir; dinler haricî biçimlerinde ayrıl-

    salar da, temel ilkelerde hepsi aynıdır. Bütün dinlerde bu temel

    ilkeler hakîkî dini teşkil eder. Günümüzdeki bütün insanlara

    uygun olan ve benimsenmesiyle insanları felâketlerden kurtara

    cak yegâne hakikî dindir bu.

    Varolalı uzun zaman geçen insanlık pratik başarılar göster

    di, fakat hayatın temelini teşkil eden manevî ilkeleri ve bu ilke

    lerin meyvesi olan davranış düsturlarını bulmayı başaramadı.

    Gerçek şu ki, körlerin bu ilkeleri görmemesi onların varolma

    dığını ispatlamaz. Bu, tuhaflıkları ve tahrif edilmiş taraflarıyla

    dinlerden bir din değil, insan nevinin yüzde doksanının ikrar

    ettiği bütün büyük dinlerde bulunabilecek olan dinî ilkelerden

    oluşan bir dindir. İnsanlar ıslah edilemez derecede vahşileşme-

    mişse bunun nedeni, bütün milletlerin en kâmil insanlarının,

    gayrişuurî de olsa, bu dine sarılıp onu tatbik etmesidir. Onu şu

    urlu biçimde kabul etmelerini önleyen şey ise, sadece sadece,

    din adamlarıyla bilim adamlarının da yardımı sayesinde onla