tolstoy - wordpress.comraları hukuk tahsilini tercih etmiştir. ne ki hürriyete olan tut kusu...
TRANSCRIPT
-
TOLSTOY
DIN NEDIR? Türkçesi
Murat ÇİFTKAYA
F U R K A N Basım Yayın & Organizasyon
Selami Ali Efendi Cad. No: 34/51-52
Eser Çarşısı Üsküdar/İSTANBUL
T e l : 3 4 1 0 8 6 5 - 3 3 4 6 1 4,8
F a k s : 3 3 4 6 1 4 8
-
LEO NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY:
28 Ağustos 1828 tar ih inde, M o s k o v a ' n ı n g ü n e y i n d e ,
asil bir ai lenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Babası
Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaşlarına
iştirak etmiş emekli bir yarbaydı.
Tols toy, çocukluk yı l larında, ağabeyi Nikolay ' ın etki
s inde ka lmış , gençliğe geçiş d ö n e m i n d e Rousseau 'yu oku
m u ş ve gençliğinde ise önce Doğu dilleriyle i lgilenmiş, son
raları hukuk tahsilini tercih etmiştir. Ne ki hürriyete olan tut
kusu hukuk fakültesini de terketmesine sebep olmuştur.
Tols toy, içinde bulunduğu zaman dilimini çok iyi izlemiş ve çok iyi tanımıştır.
İşte, " D i n N e d i r ? " adlı e l inizdeki bu eseri, Tols toy 'un dogmat ik din ve bilim eleştirilerini içerir.
Onun dinî ve felsefî eserlerinin başında yer alır. Tolstoy bu eserinde kendi dünya görüşünü ilk defa toplu olarak açıklar ve temel lendirmeye çalışır. Bunu, aynı çizgideki şu eserleri izler. " İnancım Neden ibarettir?", "Sanat Nedir?" , "Susam a m " , "Dogmat ik Din-Bilimin Eleştirisi" v.d.
Tols toy yazdığı romanlarda, insanı ve tavırlarını konu edinir. "Savaş ve B a n ° " ve " A n n a Karenina" insan tahlilleri ve tasvirleriyle dopdoludur.
Tols toy 'un kendis ini ve Allah'ı arayış maceras ı b ü t ü n ömrüne tekabül etmektedir. Ömrüboyunca anlaşılmadı. Etrafındakiler onu anlamadı. Karısı bile, 82 yaşındaki bu ihtiyar adam, yağışlı bir gecede evden kaçtı. Fakat yolda hastalandı ve yola d e v a m edemedi . 7 K a s ı m 1910'da bir tren istasyon u n d a yolculuğunun ilk durağı olan İstanbul 'a hareket etm e k üzere iken hayata gözlerini yumdu.. .
-
I Ç I N D E K I L E R
1. B ö l ü m 9
2. B ö l ü m 12
3. B ö l ü m - 15
4. B ö l ü m 17
5. B ö l ü m 20
6. B ö l ü m - 23
7. B ö l ü m 27
8. B ö l ü m 31
9. B ö l ü m 36
10. B ö l ü m 38
11. B ö l ü m 41
12. Bölüm 47
13. B ö l ü m 50
14. B ö l ü m 54
15. B ö l ü m 57
16. B ö l ü m 61
17. Bölüm 63
D i n ve Ahlâk 67
Aşkın K a n u n u ve Şiddetin Kanunu 95
-
Önsöz 96
1. Bölüm 98
2. Bö lüm 101
3. Bö lüm 104
4. Bölüm 108
5. Bölüm 111
6. Bölüm 114
7. Bö lüm 117
8. Bölüm 122
9. Bö lüm 128
10. Bölüm 135
11. Bölüm • 140
12. Bö lüm 144
13. Bölüm 149
14. Bölüm 155
15. Bö lüm 158
16. Bölüm 163
17. Bö lüm 167
18. Bö lüm 171
19. Bölüm 175
3. Bölüm'e Ek 178
7. Bölüm'e Ek 183
17. Bölüm'e Ek 187.
Notlar 189
7
-
1. Bölüm
Bütün beşerî toplumların hayatında, bir zaman gelmiş din te
mel anlamından sapmış, kendisinde bu anlamdan eser kalma-
yıncaya dek bu sapmasına devam etmiş, sonunda katılaşarak
halihazırdaki yerleşik biçimlerini almış ve bu noktada insanla
rın yaşamları üzerindeki etkisi fevkalâde azalmıştır.
Mevcut dinî öğretiye artık inancı kalmayan tahsilli azınlık
bu dönemlerde sadece inanıyormuş gibi yaparlar, çünkü kitlele
ri yerleşik hayat düzenine bağlamak için bunu gerekli görürler.
Kitleler, atalet yüzünden yerleşik din biçimlerine sarılsa dahi,
onların yaşamlarını artık dinî gerekler değil, örfler, âdetler ve
devletin kanunî düzenlemeleri yön verir.
Çeşitli insan toplumlarında pekçok defa vuku bulmuştur
bu, ama günümüz Hıristiyan toplumunda bugün yaşananlar, da
ha önce hiç vuku bulmadı.
Kitleler üzerinde en fazla nüfuza sahip olan tahsilli azınlık
mevcut dine inanç duymaz hale hiç gelmemiş; ve bununla kal
mayıp günümüz dünyasında dine artık ihtiyaç olmadığına hiç
kanaat getirmemişti. Bu azınlık, sözde dinin hakikatından şüp
he duyanlar, halihazırdakinden daha makûl ve tutarlı bir akide
nin varolduğuna ikna etmek yerine, bir bütün olarak dinin öm
rünü tamamladığına ve sosyal hayata faydası dokunmamaktan
öte — i n s a n bedenindeki körbağırsak g i b i — zarar veren bir
9
-
uzuv haline geldiğine inandırıyorlar. Böylesi insanlar, dini, en-
fusî tecrübe yoluyla bileceğimiz birşey değil, tıpkı bir hastalık
gibi, kimi insanları etkileyen ve sadece haricî belirtilerle tetkik
edebileceğimiz haricî bir hadise olarak anlıyorlar. Bu kimsele
rin bazılarına göre, dinin menşei, bütün tabiat hadiselerine birer
ruh atfedilmesi (animizm); diğerlerine göre, ölmüş atalarımızla
haberleşmenin mümkün olduğu şeklindeki faraziye; ve üçüncü
görüşe göre de, tabiat kanunları karşısında duyulan korkudur.
İşte, zamanımızın okumuşları buna dayanarak daha da ile
ri gidip şunu iddia ediyorlar: Bilim tahtanın ve taşın canlana-
mayacağını, ölmüş ataların yaşayanların yaptıklarını yapama
yacağını ve tabiat olaylarının tabiî sebeblerle açıklanabileceği
ni ispatladığına göre, dine ve dinî inançların sonucu olarak in
sanlara ket vuran sınırlamalara da lüzum kalmamıştır. Bu oku-
ır uş ve bilgili kişilerin görüşüne göre, bir cehalet dönemi ya
şandı; insanlık, varoluşunun atalardan kalma kimi belirtilerini
terkederek bu dinî dönemi uzun zaman önce geride bıraktı. Bu
nu bir metafizik dönemi izledi ve bu dönem de geride bırakıl
mış durumda. Bugün biz aydınlanmış kişiler, bilimsel dönem
de, yani dinin yerini alacak ve insanlığı dinin hurafe öğretileri
nin hakimiyeti altındayken ulaşılamayan gelişmenin zirvelerine
götürecek olan pozitif bilim döneminde yaşıyoruz.
1901 yılının başlarında, ünlü Fransız bilgini Berthelot,'
verdiği bir konferansta dinleyicilerine din çağının kapandığını
ve yerini şimdi bilimin almasının mutlak olduğunu bildirmiş.
Elime önce o geçtiği ve herkesin bilgin olarak tanıdığı bir kişi
tarafından tahsilliler dünyanın başkentinde verildiği için bu
konferanstan sözediyorum. Felsefî eserlerden gazetelerin sanat
köşelerine dek heryerde fasılasız bu görüş dile getiriliyor. Bay
Berthelot, konferansında, eskiden insan toplumunu iki ilkenin
harekete geçirdiğini söylemiş: kaba kuvvet ve din. Bu ilkeler,
10
-
yerlerine bilim geçtiği için bugün gereksizleşmiş.
Anlaşılan o ki, bilime inanan herkes gibi Bay Berthelot da
bilim kel imesiyle insan bilgisinin her yönünü kucaklayan,
ahenkli bir birlik ve bütünlüğe sahip, önem derecesine göre ta
yin edilen ve verilerin toplanmasında şaşmaz biçimde doğru
yöntemlerin kullanıldığı bir bilimi kastediyor.
Fakat, gerçekte böyle bir bilim olmadığına göre, ve bilim
denilen şey tesadüfi, birbirinden tamamen kopuk, çoğu kez hiç
bir fayda taşımayan ve tartışmasız hakikati sunamamakla kal
mayıp çoğu kez ham hayaller sunan, bugün hakikat diye ilân
edilip yarın reddedilen bilgi parçacıkları olduğuna göre, Bay
Berthelot'un dinin yerine geçeceğini iddia ettiği şeyin varolma
dığı aşikârdır. Dolayısıyla, Bay Berthelot ve onunla hemfikir
olanlar bilimin dinin yerini alacağını söylerken, iddiaları tama
men indîdir ve bilimin yanılmazlığına, Kilise'nin yanılmazlığı
na edilen imana çok benzeyen temelsiz bir inanç duyarlar. Üs
telik, okumuşlar diye görülen ve sözü edilenler, dinin yerini al
ması gereken ve alabilecek olan ve dine ihtiyacını çoktan ge
çersiz kılan bir bilimin zaten mevcut olduğuna çokça inanmış
lar.
"Dinin devri geçti; bilimden başka şeye inanmak cehalet
tir. Bilim ihtiyaç duyduğumuz herşeyi tanzim edecek. Hayatı
mızda bize mürşidlik etmesi için sadece bilime ihtiyacımız
var." Bilim adamlarının da, bilimin çok uzağında kalmalarına
rağmen onlara itimat eden ve onların, dinin gereğinden fazla
yaşamış bir hurafe olduğu ve hayatta sadece ve sadece bilimin
mürşidliğine ihtiyaç duyduğumuz şeklindeki kanaatlerini pay
laşan güruhun üyelerinin de söylediği şey bu; diğer bir ifadey
le, mevcut olan herşeyi tetkik etme amacını taşıdığından bilim
insan hayatını irşad edemez ve bu yüzden de hiçbir şeye ihtiya
cımız yok.
11
-
2. Bölüm
Günümüzün okumuşlarının verdiği karara göre, din lüzumlu
değil ve onun yerini bilim alacak veya aldı bile. Oysa, tıpkı
geçmişte olduğu gibi, bugün de, tek bir insan toplumu veya tek
bir aklıbaşında (rational) kişi dahi dinsiz yaşamamıştır ve yaşa
yamaz da. (Aklıbaşında kişi diyorum, çünkü aklıbaşında olma
yan (irrational) bir kişi, tıpkı bir hayvan gibi, dinsiz yaşayabi
lir.) Aklıbaşında bir varlık dinsiz yaşayamaz, çünkü evvela ve
sonra neyi yapması gerektiği konusunda ona hakikaten yol gös
teren sadece ve sadece dindir. Din ona yaratılışı icabı verildi
ğinden, aklıbaşında insan dinsiz yaşayamaz. Hayvanlara davra
nışlarında yol gösteren şey, (isteklerinin karşılanması ihtiyacıy
la sevkedildikleri hareketler dışında) hareketlerinin hemen son
rasındaki sonuçların gözönüne alınmasıdır. Sahip olduğu kav
rama melekeleri sayesinde bu sonuçlara bakan bir hayvan hare
ketlerini bu sonuçlara uygun yapar ve tereddütsüz hep aynı şe
kilde davranır. Bu açıdan, meselâ bir bal arısı bal peşinde kanat
çırpar ve onu kovanına getirir, çünkü kendisi ve yavruları için
kışlık erzakın olması gerekir; ve bunun ötesinde hiçbirşey bil
mez ve yapamaz. Yuvasını yaparken veya kuzeyden güneşe gö-
çederken bir kuş da aynı şekilde davranır. Doğrudan ve anlık
bir ihtiyacın sonucu olmayan birşeyi yaparken bütün hayvanlar
12
-
bu şekilde hareket ederler, ve bunu önceden tahmin ettikleri so
nuçlara bakarak yaparlar. Fakat, insanlar böyle değildir. İnsanla
hayvanların arasındaki fark, hayvanların idrak melekelerinin
içgüdü dediğimiz şeyle sınırlı olmasına karşılık, insanın asıl id
rak melekesinin aklı oluşudur. Besin toplayan bir bal arısı, yap
tığının iyi mi yoksa kötü mü olduğuna dair şüphe duyamaz. Fa
kat, ekin biçen veya meyve toplayan bir insan, bir sonraki ha
sada zarar verip vermediğini veya komşusunun hakkı olan
meyveyi toplayıp toplamadığını düşünmeden edemez. Besledi
ği çocuklarının geleceğini de merak etmeden duramaz. Hayatta
nasıl davranılacağına ilişkin daha önemli soruların kesin bir çö
züme kavuşturulması mümkün değildir, çünkü insan ister iste
mez sayısız sonuçların farkına varmaktadır. Aklıbaşında insan,
hayatın daha önemli soruları karşısında kendisine ne şahsî saik-
lerinin ne de hareketlerinin anlık sonuçlarının yol gösteremeye
ceğini, bilmese dahi, hisseder. Bu sonuçların hem apayrı hem
de çoğu kez çelişkili olduğunu; sözgelişi, kendisine ve başkala
rına faydalı olabilecekleri gibi, zararlı da olabileceklerini göre
bilir. Yeryüzüne inip muttaki bir aileye katılan ve bu ailenin be
şikteki çocuğunu öldüren meleğin kıssası vardır. Çocuğu neden
öldürdüğü sorulduğunda, melek açıklamasını şöyle yapar: Öl-
dürmeseydim o çocuk canilerin canisi olacak ve aileyi mutsuz
luğa düşürecekti. Aynı şey, hem nasıl bir insan hayatının arzu
edilir olduğuna, hem de neyin faydasız veya zararsız olduğuna
ilişkin sorular için de geçerlidir. Aklıbaşında bir kişi, hayatın
önemli sorularının hiçbirisini, anlık sonuçlara bakarak çöze
mez. Bir hayvanın davranışlarına yön veren şeyler onu tatmin
edemez. İnsan kendisini, hayvanların arasında yaşayan bir hay
van olarak da görebilir, bir ailenin veya toplumun veya yüzyıl
lardır yaşayan bir milletin üyesi olduğunu da düşünebilir. Veya
kendi kendisini sınırsız bir kâinatın parçası olarak sonsuz bir
-
z a m a n d a yaşıyor görmek zorunda olduğunu da anlayabi l i r
(çünkü aklı karşı konulmaz şekilde onu buna sevkeder). Dola
yısıyla, onun davranışlarını etkileyen hayatın en küçük olayları
karşısında, aklıbaşında bir kişi matematikte integrasyon (bütün
haline getirme) denilen şeyi yapmalı; yani, hayatın bekleme
kabul etmeyen meseleleriyle, bir bütün olarak algıladığı zaman
ve mekânda sınırsız kâinatla ilişki kurmalıdır. İşte, insanın ken
disini parçası hissettiği ve davranışları için yol gösterici ilkeler
çıkardığı o bütünle kurduğu ilişkidir din. Ve bu yüzden, din
akıl sahibi insanlığın aslî ve vazgeçilmez bir şartı olagelmiştir
ve öyle de olacaktır.
14
-
3. Bölüm
İnsanı hayvanlardan ayıran yüksek (dinî) şuur melekesinden
mahrum kişiler dini hep böyle anlayagelmiştir. Din (religion)
kelimesinin (religiare: bağlamak) en eski ve en yaygın tamını
şöyledir: Din insan ve Allah arasındaki bağdır. Vauvenargues2
ise "Allah'a karşı insanın yükümlülüğü; işte din budur" diyor.
Dinin esası insanın Allah'a bağımlılığının şuuruna varmasıdır,
derken Schleiermacher3 ve Feuerbach'1 da dine benzer bir anla
mı a t fed iyor la r . " D i n her i n s a n Al lah ile a r a s ı n d a k i bir
meseledir" (Bayie).5 "Din, ruhun ihtiyaçlarının ve aklın etki
lerinin sonucudur." (B. Constant). 6
"Din, insana kendisini bağımlı hissettiği insanüstü ve es
rarlı güçlerle ilişkisini bildiren belli bir yöntemdir" (Goblet
d'Alviella).7 "Din, insanın kendisi ve dünya üzerindeki hüküm
ranlıklarını tanıdığı ve birlik hissettiği esrarlı ruhlarla arasında
ki bağı esas alan bir insan hayatı tanımıdır." (A. Reville).8
İşte, dinin esası, en yüksek insanî melekeye sahip insanlar
tarafından, insanın, güçlerini üzerinde hissettiği sonsuz Varlık
ya da varlıklarla ilişki kurması şeklinde tanımlanmış ve hâlâ
öyle anlaşılmaktadır. Bu ilişki, kişiden kişiye ve zamandan za
mana nasıl değişmiş olursa olsun, hep insanın dünyadaki mu
kadderatını tanımlamış ve nasıl hareket edileceğine dair kural
lar elbette ki bu tanımın meyvesi olmuştur. Yahudi, sonsuzla
15
-
ilişkisini şöyle anlamışım Bütün kavimler arasından Allah'ın
seçtiği kavmin üyesi olarak, Allah'ın kavmiyle yaptığı akite
Onun huzurunda uygun hareket etmelidir. Eski Yunanlı, bu iliş
kiyi şöyle anlamıştı: Ebediyet temsilcilerine — t a n r ı l a r a — ba
ğımlı olduğundan onları hoşnut etmelidir. Brahman, sonsuz
Brahma ile ilişkisini şöyle anlamıştır: Kendisi Brahma'nın bir
tecellisidir ve hayatı terkederek Yüce Varlık'la birlik kurmaya
çabalamalıdır. Sonsuzla ilişkisini Budist şöyle anlamıştır: Bir
hayat biçiminden diğerine geçerken, ıstırap çekmesi kaçınıl
mazdır. Bu ıstırabın kaynağı ihtiraslar ve tutkular olduğuna gö
re, onları deneyerek geçersiz olduklarını görmeli ve böylece
Nirvana'ya ulaşmalıdır. Bütün dinler, insan ile insanın kendisi
ni bir bütün hissettiği ve yol gösterici ilkeler edindiği sonsuz
Varlık arasındaki ilişkidir. Bu itibarla, eğer bir din bu ilişkiyi
kuramıyorsa —putperest l ik (paganizm) ve büyücülük g i b i —
bir din değil, olsa olsa bir dinin yozlaşmış şeklidir.
Hatta, bir din insan ile Allah arasında bir ilişki kurduğu
halde, bunu insanlann ulaştıkları bilgi seviyesine ters düşecek,
ve hatta onlar tarafından inanılmaz bulunacak şekilde yapıyor
sa, o din değil belki bir din taslağıdır. İnsanı sonsuz varlığa
bağlamıyorsa, yine din değildir. Varsayımlardan ibaret olup in
sana nasıl hareket edeceğini göstermeyen bir inanç da din de
ğildir. İnsanla sonsuz arasında değil sadece insanlık arasında
ilişki kuran Comte'un 9 pozitivizmine de din ismi vermek müm
kün değildir. Bu ilişki, keyfî ve indî olarak, çok yüksek talepler
getirse de temelsiz kalan Comte ahlâkına götürüyor. En tahsilli
bir Comte taraftarı, sonsuz olması şartıyla Tanrı'ya inanan ve
davranışlarını bu inançtan çıkaran alelade bir kişininkiyle kı
yaslanmayacak derecede düşük bir dinî ilişki içinde bulur ken
disini. Comte'çunun "büyük varlık"a ilişkin argümanı Tanrı 'ya
imanı içermez ve onun yerine de geçemez.
-
4. Bölüm
Hiçbir devirde ve hiçbir yerde insanlar dinsiz yaşamamış oldu
ğu halde, karaciğerin sol tarafta olduğunu söyleyen Moliere'in
"gönülsüz doktor"u gibi, günümüzün okumuşları da "Bütün
bunları değiştirdik" diyorlar ve dinsiz yaşayabileceğimizi ve
yaşamamız gerektiğini söylüyorlar. Fakat, dün gibi bugün de
din, insan toplumlarının baş harekete geçiricisi ve yüreği ola
rak kalmaya devam ediyor. Nasıl kalpsiz yaşanmazsa, din ol
maksızın da aklıbaşında bir hayat yaşanamaz. Dün gibi bugün
de, insanın sonsuzla, Tanrı ya da Tanrılarla ilişkisinin dışavuru
mu devirlere ve farklı halkların gelişim düzeyine göre değiştiği
için, muhtelif sayıda farklı dinler vardır. Ancak, aklıbaşında
(rasyonel) insanın zuhur edişinden bu yana, dinsiz yaşayabil
miş veya yaşamış tek bir insan toplumu bile olmamıştır.
Milletlerin hayatında, mevcut dinin tahrif edildiği ve ha
yattan uzaklaşıp ona yol göstermez hale geldiği dönemler ya
şanmış ve halen de yaşanmaktadır, doğru.
Fakat, bütün dinlerin muhtelif zamanlarda insanların ya
şamları üzerinde nüfuzlarını kaybedişleri hep geçici olmuştur.
Bütün canlılar gibi, din de doğar, gelişir, yaşlanır, ölür ve yeni
den doğar—daha önceki biçimlerinden daha mükemmel biçim
lerde doğar. Büyük bir gelişme döneminin arkasından, din da-
17
-
ima bir çöküş ve ölüm dönemine girer ve bu dönemi de genel
likle öncekinden daha makûl ve tutarlı bir dinî itikadın yeniden
doğum ve oluşum dönemi izler. Bu gelişim, ölüm ve yeniden
doğum dönemleri bütün dinlerde hep yaşanmıştır. Köklü Brah
manizm dini yaşlanmaya ve donuklaşıp fosilleşmeye başlar
başlamaz, bir tarafta aslî mânâdan sapan kaba biçimler, diğer
tarafta ise insanlığın sonsuzla ilişkisine daha ileri bir anlayış
getiren incelikli Budizm akidesi ortaya çıktı. Aynı çöküşü Yu
nan ve Roma dinleri de yaşadı ve bu çöküşlerin en ileri nokta
sında Hıristiyanlık ortaya çıktı. Putperestlik (paganizm) ve
çoktanrıcılık haline gelen Bizans'taki Kilise Hıristiyanlığı da
aynı şeyi yaşadı. Bu tahrifine mukabil, bir tarafta Paulician'lar,
diğer tarafta ise Teslis ve Bakire Anne akidelerinin zıddına Al
lah'ın birliğini esas alan öğretisiyle mutaassıp İslâmiyet ortaya
çıktı. Aynı şey Ortaçağlar 'da Papalık Hıristiyanlığının başına
geldi ve bu da Reformasyona yolaçtı. Bu itibarla, çoğunluğun
üzerinde dinî nüfuz kalktığında, bu dönemler bütün dinî öğreti
lerin hayat ve tekâmülü için vazgeçilmez bir şarttır. Çünkü, te
kâmül derecesi ne olursa olsun, gerçek anlamda her din hep in
san ile sonsuz arasında bütün insanlar için tek ve değişmez bir
ilişki kurar. Bütün inançlarda, insan sonsuz karşısında aynı de
recede önemsiz ve değersiz kabul edilir; o yüzden, ister şim
şek, rüzgâr, ağaç, hayvan olsun, isterse Roma'daki bir kahra
man veya (yaşayan veya ölmüş) bir Kral olsun, Tanrı adı veri
len şeyin nazarında insanların eşitliği kavramı vardır hepsinde.
Bütün insanların eşitliğinin kabulü, bütün dinlerin aslî ve zarurî
özelliğidir. Gerçekte, hiçbir yerde ve zamanda, bu eşitlik varol
madığından ve gelecekte de olmayacağından, hep şu yaşanmış
tır: Bütün insanların eşitliğini kabul eden yeni bir dinî öğreti
ortaya çıkar çıkmaz, eşitsizlikten kazanç sağlayanlar hemen bu
temel özelliği örtmeye çalışmışlar, böylece gerçek akideye yan-
18
-
lış anlamlar yüklemişlerdir. Ne zaman yeni bir dinî öğreti çık
mışsa, bu her yerde ve her zaman vuku bulmuştur. Genelde, bu
şuurluca yapılmış değildir, çünkü eşitsizlikten kazanç sağlayan
yönet ic i ler ve zenginler, kendi konumlar ının sars ı lmaması
amacıyla akideye eşitsizliği kabul eden bir anlamı aşılamak
için, ellerindeki her imkânı kullanmış ve kendilerini yeni dinî
öğretinin gözünde meşrulaşt ırmaya çalışmışlardır. Dinin bu
tahrifi, diğerleri üzerinde hakimiyet kurmuş olanların bu yap
tıklarını meşruymuş gibi hissetmelerine fırsat verdiği gibi, kit
lelere geçtiği zaman da, onlara, efendilerine boyun eğmelerinin
ikrar ettikleri dinin gereği olduğu fikrini aşılamıştır.
-
5. Bölüm
Bütün insan eylemlerini üç saik harekete geçirir: duygu, akıl ve
telkin—doktorların hipnotizma dediği özellik. Bir kişi, bazen,
arzuladığı şeye ulaşmaya çalışarak yalnızca duygularının etki
siyle hareket eder. Zaman zaman da ne yapılması gerektiğini
gösteren aklı, hareketlerinin hareket biricik etkeni olur. Diğer
zamanlarda, daha doğrusu daha sıkça, hareketlerinin nedeni ya
kendisinin ya da başkalarının belli bir eylemi telkin etmiş ol
ması ve kendisinin de bu telkine şuur harici olarak boyun eğ-
mesidir. Normal hayat şartlarında, bir kişinin davranışlarını her
üç saik de etkiler. Duygu onu belli bir harekete zorlar, akıl bu
hareketin onu kuşatan şartlarla, geçmiş ve gelecekle uyumunu
sınar, ve telkin de onu duygunun uyardığı ve aklın da izin ver
diği hareketleri, düşünce veya duygudan bağımsız olarak ta
mamlamaya zorlar. Bir kişi duygu olmaksızın hiçbir işe gir
mez. Akıl olmaksızın ise, birbiriyle çelişen ve hem kendisine
hem de başkalarına zarar veren bir sürü duyguya maruz kala
caktır. Kendisinden veya başkalarından gelen telkine uyma ye
teneği olmadığı takdirde ise, kendisini belli bir harekete sevke-
den duyguyu sürekli yaşayacak, ve aklını sürekli bu duygunun
yerindeliğini doğrulama konusunda yoğunlaştıracaktır. Dolayı
sıyla, en basit insan eylemi için her üç saik de hayatî önem ta
şır. Bir kişi bir yerden başka bir yere yürüyorsa; duygulan onu
2 0
-
yer değiştirmeye zorladığı, aklı bu niyeti tasdik edip bunun
araçlarını ona kabul ettirdiği (bu örnekte, belli bir yoldan gidil
mesi) içindir ki, kasları itaat ediyor ve öngörülen yoldan yürü
yordun O yürürken duyguları ve aklı bir sonraki eylem için sa
lıverilmiş haldedir ve bu eylem telkine boyun eğme kabiliyeti
olmadan mümkün olmayacaktır. Bu, bütün insan eylemlerinde
yaşandığı gibi, en önemli insan eylemi olan dinî eylemde de
yaşanır. Duygu, insan ile Allah arasında bir ilişki kurma ihtiya
cını uyandırır, akıl bu ilişkiyi tanımlar ve telkin de kişiyi bu
ilişkiden doğan davranışlara sevkeder. Fakat bu, din tahrife uğ
ramadığı sürece böyle olur. Tahrif başladığı an, telkin çok daha
fazla kuvvetlenir ve duygu ile aklın eylemleri zayıflar. Telkinin
yöntemleri her zaman ve her yerde aynıdır. Bu yöntemler, ço
cuklukta veya doğum, ölüm veya evlilik gibi önemli anlarda
olduğu gibi insanın zihnî halinden faydalanmaktan oluşur. Kişi,
evvela sanat eserleri, mimarî, heykel, resim, müzik, tiyatro
eserleriyle etki altına alınır ve (yarı uyur haldeki insanlarda
meydana getirilen hale benzeyen) telkine açıklık haline girince,
iknacının istediği ne ise o aşılanır.
Bu olayı eski dinî öğretilerin hepsinde görmek mümkün
dür: Muhtelif tapınaklarda şarkı ve tu 'ukılması eşliğinde
sayısız suretlere ilkel tapınmaya dönüşen Brahmanizmin yük
sek öğretilerinde; peygamberler tarafından vazedilen ve debde
beli mabedlerde heybetli şarkılar ve ilâhilerle birlikte Allah'a
ibadete indirgenen Yahudilik'te; manastırlarıyla, Buda suretle
rine ve çeşitli coşkulu ayinlere, esrarlı Laminizm'e indirgenen
Budizmin yüksek biçiminde ve büyücülüğü ve efsunculuğuyla
Taoculuk'ta.
Bir din ne zaman bozulmaya başlamışsa, bu dinin koruyu
cuları, aklî eylemlerini zayıflanmış oldukları insanları kendi is
tedikleri şeye inandırmak için her türlü aracı kullanmışlardır.
-
Bütün inançlarda, insanların, yaşlı dinleri yozlaştıran bü
tün sapıklıkların temeli sayılabilecek şu üç akideye inandırıl
ması şart olmuştur. Birincisi, insan ile Tanrı ya da Tanrılar ara
sında aracılık yapabilecek özel kimseler vardır; ikincisi, aracı
ların söylediği şeylerin hakkaniyetini ispatlayan ve tasdik eden
mucizeler gösterilmiştir ve gösterilmektedir; ve üçüncüsü, Tan
rı ya da Tanrıların şaşmaz iradesini ifade eden sözlü ya da yazı
lı belli sözler vardır ve bunlar kutsal olup yanlışlıkları düşünü
lemez. Hipnotik etki altında by önermeler kabul edildiği an, bu
aracıların söylediği herşey kutsal hakikatler olarak kabul edili
yor ve dini sapkınlığın ana gayesine böylece ulaşılmaktadır. Bu
gaye sadece insanların eşitliği kanununu örtmek değil, aynı za
manda eşitsizliklerin en ilerisine zemin hazırlamak ve onu des
teklemektir. Bu eşitsizlik ise insanların kastlara bölünmesi,
"goy"* olmayanlara ayrımcılık yapılması, Ortodoks ve heretik,
mübarek ve günahkar arasında ayırım yapılmasıdır. Aynı ayı
rım Hıristiyanlık'ta da hep yaşanmış, insanlar arasında küllî bir
eşitsizlik kabul edilmiş ve insanlar doktrinleri anlayışlarına gö
re din adamı ve din adamı olmayan diye ayırmakla kalmayıp
aynı zamanda sosyal konumlarına göre, Aziz Paul 'un öğretisi
ne göre Allah'ın emri olan, iktidar sahipleri ve teb'a ayrımı ya
pılmıştır.
* Goy: Museviler arasında, Musevi olmayanlar için kullanılan tahkir edici
deyim, (ç.n.)
22
-
6. Bölüm
Din adamları ve din adamı olmayanların arasındaki eşitsizliğin
yanısıra, zengin ve yoksul, efendi ve köle arasındaki eşitsizlik
de Kilise Hıristiyanlığı tarafından keskin çizgilerle tesis edildi.
Bununla birlikte, İnciller'de beyan edilen öğretilerden öğrendi
ğimiz kadarıyla Hıristiyanlığın ilk durumunu esas aldığımızda,
diğer dinlerin kullandığı başlıca tahrif yöntemlerinin önceden
görüldüğü ve onlara karşı açık ve net ikazlar yapıldığı ortaya
çıkıyor. Apaçık bir dille hiçkimsenin bir diğerinin öğretmeni
olamayacağı söylenerek din adamları kastına karşı uyanda bu
lunulmuştur ("Kendinize baba ve öğretmen demeyin").
Kutsal bilginin kitaplara atfedilmesine karşı, önemli ola
nın lafız değil ruh ve anlam olduğu, insanın beşerî geleneklere
inanmaması gerektiği, bütün şeriatların ve peygamberlerin, ya
ni yazılı olanın kutsal sayıldığı bütün kitapların bizi sadece ve
sadece bize ne yapılmasını istiyorsak başkalarına onu yapma
mız gerektiği gerçeğine götürdüğü söylenmiştir. Mucizelere
karşı herhangi birşey söylenmemişse de ve İndi ler in bizzat
kendisinde sanki Hz. İsa tarafından gösterilmiş gibi mucize tas
virleri mevcutsa da, bir bütün olarak öğretinin ruhundan şu ger
çek açıkça ortaya çıkmaktadır: Mesih' in itikadının geçerliliği
mucizelere değil, bizzat öğretinin kendisine dayalıdır ("Her
kim benim öğretimin hak olup olmadığını bilmek istiyorsa, be-
23
-
nim dediğim gibi yapsın"). En önemlisi, artık temel bir 'evren
sel kardeşlik öğretisi olmaktan çıksa da, Hıristiyanlık bütün in
sanların eşitliğini, bütün insanlar Allah'ın evlâtları olarak: kabul
edildiği için ilân etmektedir. Dolayısıyla, Hıristiyanlığı bütün
insanların eşitliği şuurunu yıkacak şekilde yorumlamak müm
kün görünmüyor.
Fakat insan kurnaz bir varlıktır, ve ister gayrişuurî isterse
yarışuurlu yapılmış olsun, İnciller'deki ikazları ve insanlar ara
sında apaçık şekilde ilan edilen eşitliği hükümsüz hale getir
mek için tamamen yeni bir yöntem (Fransızların deyimiyle bir
"şey") geliştirildi. Bu "şey" yanılmazlığı sadece belli sözlere
değil, aynı zamanda "Ki l i se" adı verilen ve bu yanılmazlığı
kendilerinin seçtiği kişilere aktarma hakkına sahip bir grup in
sana atfetmeyi içeriyordu.
İndi lere ufacık bir ilâve yapıldı. Bu ilâve şöyle diyordu:
Hz. İsa Semaya çıkarken belli kişilere insanlara kutsal hakikati
talim etme yetkisinin yanısıra (İncil metinlerine göre, yılanlara,
zehirlere ve ateşe karşı bağışıklık yetkisini de verdi), insanları
kurtarma ve lanetleme, ve daha önemlisi bu yetkiyi başkalarına
ihsan edebilme yetkisi verdi. Bunun sonucunda, Kilise fikri
kuvvetli biçimde yerleşir yerleşmez, Mesih'in öğretisini tahrif
ten alıkoyan İncil tavsiyelerinin hepsi hükümsüz kaldı, çünkü
Kilise hem aklın, hem de kutsal sayılan kitapların üstüne çıka
rıldı. Akıl bütün yanlışların kaynağı olarak gösterildi ve İndi
ler akl-ı selimin ışığında değil, Kilise mensuplarının istediği
şekilde yorumlandı.
Böylece, dinin tahrifinde kullanılan önceki üç yöntem —
din adamlığı, mucizeler ve Kitapların yanı lmazl ığı— Hıristi
yan âlemi tarafından tam bir gönül rahatlığıyla kabul edildi.
Allah ile insanın arasına aracıların sokulması meşru sayıldı,
çünkü Kilise mensupları kendilerini öyle görüyordu. Mucizele-
24
-
rin gerçekliği kabul edildi, çünkü Kilise'nin yanılmazlığına şe-
hadet ediyorlardı. İncil'in mukaddesliği kabul edildi, çünkü Ki
lise öyle kabul etmişti.
Hıristiyanlık da diğer tüm dinlerle aynı şekilde saptırıldı,
ama tek bir farkla. Hıristiyanlık bütün insanların eşitliği şeklin
deki aslî ilkesini bu kadar açık-seçik dile getirdiği için, bu öğ
retiyi tahrif etmek ve temel şartını hükümsüz hale getirmek
için özel kuvvet kullanmak gerekti. Kilise kavramının yardı
mıyla, bu, diğer dinlere göre daha geniş ölçüde başarıldı. Ger
çekte, başka hiçbir din, meseleleri Kilise Hıristiyanlığı kadar
akla ve çağdaş bilgiye bu kadar ters şekilde ve fikirlerini bu ka
dar ahlâksızca vazetmedi. Ahd-i Atik'deki, ışığın güneşten ev
vel yaratılması, dünyanın altıbin yıl önce yaratılması, bütün
hayvanların gemiye sığması gibi akla muhalif şeyler ve Al
lah'ın emriyle çocukların ve topyekün toplulukların öldürülme
si gibi çeşitli gayriahlâkî gaddarlıklar da konunun başka bir yö
nü. Sonra vaftizin saçmalığı da ayrı bir konu. Voltaire'in dediği
gibi, bir sürü saçma dinî öğreti gelip geçti ve bazıları da hâlâ
mevcut, ama hiçbirisinde ana dinî eylemi, vaftizde olduğu gibi,
kendi Tanrınızı yemek teşkil etmiyordu. Daha saçma sapanı ise
Meryem Ana'mızın hem anne hem de bakire olduğunu veya
bir sesin çıkartılmasıyla semavatın açıldığını veya Mesih ' in
Baha'sının sağ elinde semaya uçtuğunu, veya Tanrı'nın, Brah
ma, Vişnu veya Şiva10 gibi üç tanrı değil, bir kişide toplanmış
üç kişi olduğunu söylemek gibi daha başka şeyler de sayılabi
lir. Adem'in günahı için herkesi cezalandıran veya bizi necata
erdirmesi için oğlunu yeryüzüne gönderen ve bu arada onu öl
dürecek kişileri önceden bilip onları lanetleyen öfkeli ve kinci
bir Allah'ı beyan eden korkunç öğretiler kadar hiçbir şey gayri
ahlâkî olamaz. Yine, insanın günahlardan felah bulmasının vaf
tizle mümkün olacağını iddia etmek veya Allah'ın oğlunun in-
25
-
sanları kurtarmak için öldüğü, buna inanmayanların ebediyyen
azaba duçar edilerek Allah tarafından cezalandırılacağı gibi
şeylerin bilfiil vuku bulduğuna inanmak da saçmadır. İşte, bazı
kimselerin aslî dinî nasslara sonradan ilâveler olarak gördüğü,
meselâ mukaddes bazı eşyalara veya Bakire Meryem'in ikonla-
rına, yakarma dualarına, hususiyetlerine göre çeşitli azizlere
seslenmelere, veya Protestanlığın kaza-kader akidesi gibi şey
lere inanmayı bir tarafa bırakın, İznik Konsülü tarafından kabul
ve beyan edilen dinin en temel öncülleri o denli saçma ve gay-
riahlâkî ki, insanlar onlara inanamıyor. Belki bazı sözleri dille
riyle söylüyorlar, fakat onların anlamlarına inanamıyorlar. Bir
kişi diliyle "Dünyanın altı bin yıl önce yaratıldığına inanıyo
r u m " veya "Allah'ın üç kişiden oluşan Baba olduğuna inanıyo
r u m " diyebilir, fakat buna kimse inanamaz, çünkü bu sözlerin
hiçbir anlamı yok. O yüzden, Hıristiyanlık'ın tahrif edilmiş bi
çimini ikrar eden insanlar ona gerçekte inanmıyorlar. Zamanı
mızın acaipliği de bu zaten.
-
7. Bölüm
İnsanlar bugün hiçbir şeye inanmıyorlar; ama buna rağmen, İb-
ranilere Mektup'tan çıkardıkları ve yanlışlıkla Aziz Paul 'a at
fettikleri iman tanımına bakarak, imanları olduğunu tasavvur
ediyorlar. Bu tanıma göre, iman "ümid edilen şeylerin cismi,
görünmeyen şeylerin delili"dir. Halbuki, iman manevî bir hal
ve ümit edilen şeylerin cismi de haricî bir hadise olduğundan,
iman ümit edilen birşeyin cismi olamaz; aynı şekilde iman gö
rünmeyen şeylerin delili de olamaz, çünkü İncil'in bir sonraki
bölümünde izah edildiği gibi, bu delil hakikate itimada ve haki
katin deliline dayalıdır. İtimat ve hakiki iman ise iki ayrı kav
ramdır. İman ne ümit ne de itimattır, ama belirli bir manevî hal
dir. İman, insanın dünyadaki konumunun onu belli hareketleri
yapmaya mükellef kıldığına ilişkin farkındalığıdır. Bu imana
uygun hareket etmesinin nedeni, akide kitaplarının söylediği
gibi görünmeyen şeylere görünen şeyler gibi inanması veya
ümid edilen şeylere ulaşmayı arzuması değildir. O dünya için
deki konumunu tanımlamış olduğundan, buna uygun hareket
etmek onun için gayet tabiîdir. Nasıl bir çiftçinin toprağı sür
mesinin veya bir denizcinin denize açılmasının nedeni, akide
kitaplarının ileri sürdüğü gibi onların görünmeyen şeyleri inan
maları ve bu eylemleri için mükâfatlandırılacaklarını ümit et
meleri değil (bu ümidi beslerler, ama onlara yol gösteren o de-
27
-
ğildir), eylemleri meslekleri olarak görmeleridir. Aynen bunun
gibi, bir müminin belli bir şekilde hareket etmesinin nedeni gö
rünmeyen şeylere inanıyor veya bu hareketi karşılığında mükâ
fat bekliyor olması değil, dünyadaki konumunu tanımladıktan
sonra artık bu tanıma uygun hareket etmenin gayet tabiî oluşu
dur. Bir kişi toplumdaki yerini vasıfsız işçi, zenaatkâr, memur
veya tacir olarak tanımlamışsa, tanımladığı konumda çalışaca
ğını düşünür. Aynı şekilde, insanlar dünyadaki konumlarını şu
ya da bu şekilde tanımladıktan sonra, kaçınılmaz olarak bu ta
nıma (ki, bu, bazen bir tanım bile olmayıp muğlak bir şuurdur)
uygun hareket ederler. Nitekim, meselâ, dünyadaki konumunu,
Allah'ın korumasını elde etmek için Onun isteklerini yerine ge
tirmesi gereken, Allah'ın seçilmiş kavminin bir üyeliği şeklin
de tanımlamış bir kişi, bu istekleri yerine getirecek şekilde ya
şayacaktır. Bir varlık biçiminden diğerine geçtiğine ve gelece
ğinin daha iyi veya daha kötü olmasının az ya da çok kendi ey
lemlerine, bağlı olduğuna inanarak konumunu tanımlamış bir
kişinin hayatına bu tanım yol gösterecektir. Konumunu atomla
rın tesadüfen biraraya gelmesi olarak gören şuurun geçici bir
süre çalışıp sonra da ebediyyen sönececeğini düşünen üçüncü
bir kişinin davranışı yukardakilerden tamamen farklı olacaktır.
Bu kişilerin davranışları bambaşka olacaktır, çünkü ko
numlarını farklı farklı tanımlamışlardır ve bu da onların farklı
farklı inandıklarını göstermektedir. Tek bir fark dışında iman
dinle aynı şeydir: Din kelimesiyle kendi dışımızda gözlemle
nen bir olguyu kastederiz, buna karşılık iman dediğimiz şey ise
bu olgunun içimizde tecrübe edilmesidir. İman, insanın sonsuz
kâinatla kurduğu ve eylemleri için yolgöstericiliğine başvurdu
ğu şuurlu ilişkidir. Hakikî anlamda iman hiçbir zaman akla mu
halif olmayacağı ve mevcut bilgilere ters düşmeyeceği için,
onun özellikleri zannedildiği gibi ve "Credo quia absürdüm"
28
-
diyen Kilise Papazlarının ifade ettiği gibi tabiatüstii veya akıl
dışı olamaz. Bilakis, hakikî imanın şartları ispat edilemese bile,
akla muhalif veya insanların bilgilerine ters hiçbir şey barındır
madığı gibi, hayatta karşılaşılan ve imanî esaslar olmaksızın
akla muhalif veya çelişkili görünecek şeyleri izah etmektedir.
Bu açıdan, kâinatı, yeryüzünü, hayvanları, insanlığı vs. ya
ratmış ve şeriatına uydukları takdirde kavmini koruyacağını
vaadetmiş baki bir Kadîr-i Mutlak'a inanan kadîm İbranî, akla
muhalif veya bilgilerine zıt birşeye inanıyor değildi. Tam tersi
ne, aksi takdirde kendisine izahsız kalacak birçok şey bu iman
la vuzuha kavuşmuştu.
Aynı şekilde, ruhlarımızın hayvanlardan geldiğine ve ya-
şamlarımızdaki hayır ve şer seviyesine göre daha yüksek veya
daha aşağı hayvanlara geçeceğine inanan bir Hindu, diğer türlü
izahsız kalacak birçok şeyin izahına bu imanla kavuşur. Hayatı
kötü, hayatın gayesini de ihtirasların bastırılmasıyla ulaşılan
barış ve huzur olarak gören bir kişi için de aynı şey geçerlidir.
O, akla muhalif birşeye değil, bakışını inanmama haline göre
daha makûl hale getiren birşeye inanır. Allah'ın bütün insanla
rın ruhanî pederi olduğuna inanan ve insanın en yüksek saadete
kendisini Al lah' ın evlâdı ve bütün insanların kardeşi olarak
gördüğünde ulaşacağına inanan gerçek bir Hıristiyan için de
durum aynıdır. İspatlanamasalar dahi bütün bu inançlar, akla
muhalif djeğildir. Onlarsız akla muhalif ve çelişkili görünen ha
yatın hadiselerinin daha makûl izahına vesile olurlar. Üstelik,
bütün bu inançlar, insanın kâinattaki konumunu tanımlayarak,
bu konuma uygun belli hareketleri talep ederler. Ve bu yüzden,
bir dinî öğreti hiçbir şeyi izah etmeyip hayat anlayışını daha da
bulandıran anlamsız önermeler ileri sürecek olursa, o artık bir
iman değil, hakikî bir imanın başta gelen özelliklerini kaybet
miş bir iman bozuntusudur. İşte, günümüz insanları böyle bir
-
imana sahip oldukları yetmiyormuş gibi, onun ne olduğunu bi
le bilmiyorlarlar ve iman dedikleri şey ya kendilerine imanın
esası diye verilen şeyin dille ikrarı, ya da Kilise Hıristiyanlığı
nın öğrettiği ve kendi ihtiraslarını gerçekleştirmelerine yardım
cı olan bir takım merasimlerin icrasıdır.
30
•
-
8. Bölüm
Çağımızda insanlar imansız yaşıyorlar. Tahsilli, varlıklı ve
azınlığı teşkil eden bir kesim kendilerini Kilise'nin inançların
dan azade kıldıklarından ve her türlü inancı ya bir saçmalık ve
ya kitleleri kontrol altında tutmanın faydalı bir aracı olarak
gördüklerinden hiçbir şeye inanmıyorlar. Pek az istisnayla ha
kikî mümin olan fakir ve eğitimsiz çoğunluk hipnozun etkisi
altındaki kölelere döndüğünden, kendilerine iman suretinde tel
kin edilen şeye inandıklarını düşünüyorlar. Halbuki, bu iman
değil; çünkü insanın dünyadaki konumunu berraklaştırmaktan
çok bulanıklaştırıyor. Hıristiyan adı verdiğimiz dünyamızın ha
yatını, bu durum ve inanmayan, gösterişçi azınlık ile hipnoz al
tındaki çoğunluk arasındaki karşılıklı ilişkiler şekillendirmek
tedir. Hem hipnoz araçlarını ellerinde tutan azınlığın, hem de
hipnoz altına alınan çoğunluğun hayatı, idarecilerin zalimliği
ve ahlâksız l ığ ından, ve büyük işçi kit lelerinin ezi lmesi ve
uyuşturulmasından dolayı korkunçtur. Hiçbir dinî çöküş döne
minden önce, bütün dinlerin özellikle de Hıristiyanlığın aslî
özelliğine — b ü t ü n insanlığın eşit l iğine— karşı bu dönemdeki
kadar küçümseme ve ihmal gösterilmedi. Günümüzde insanlar
arasındaki bu korkunç zulmün ana nedeni, dinin yokluğu bir ta
rafa, insanlara eylemlerinin sonuçlarından kaçma fırsatı veren,
hayatın karmaşıklığıdır. Oysa zalim Attila," Cengiz Han 1 2 ve
-
takipçileri için, insanları öldürme eylemi şahsî olarak yüz yüze
işlendiğinden belki de rahatsızlık verici birşeydi, bu cinayetle
rin sonuçları herhalde daha da rahatsızlık vericiydi: feryat eden
akrabalar ve orada buradaki cesetler. İşte bu yüzden onların
zulmü sınırlıydı. Günümüzde ise insanları öyle karmaşık ileti
şim sürecinde öldürüyoruz ve zulmümüzün sonuçları bizden
öylesine titizlikle saklanıyor ki, bu eylemin vahşiliğine hiçbir
sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü, eşine rast
lanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek.
Kanaatimce, zalim Neron 'un l 3 bi le girişemeyeceği bir işe
girişen sıradan bir müteşebbis, çok bilmiş doktorlarının tavsi
yesine kanan hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan
kanıyla dolu bir havuz yapmak isteseydi, kabul görmüş ve uy
gun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir engelle karşılaş
madan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan kanla
rından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapmadıkları
takdirde hayatlarının tehlikeye girdiğini ihsas ederek yapardı.
Üstelik, topları, tüfekleri, hapishaneleri, darağaçlarını takdis et
tikleri gibi o havuzu da takdis etmeleri için papazları; savaşla
rın ve fuhuşhanelerin zaruretini kanıtladıkları gibi böyle bir dü
zenin zaruretini ve meşruluğunu kanıtlamaları için de bilim
adamlarını davet ederdi. Bütün dinlerin temel ilkesi, yani tüm
insanların eşitliği, unutuldu, ihmal edildi ve dinin ileriye sürdü
ğü bir sürü saçma dogmanın ayaklarının altına gömüldü; bilim
de (varoluş mücadelesi ve en kuvvetlinin hayatta kalması teori
sinde ifade edilen) bu eşitsizliğin hayatın zarurî bir şartı oldu
ğunu iddia ediyor; yönetimdeki azınlığın işine geliyor diye mil
yonlarca insanın hayatını kaybetmesi yaşamın en sıradan ve
gerekli ve sürekli vuku bulan yönlerinden birisi olarak görülü
yor.
Günümüz dünyasının insanları, ondokuzuncu yüzyıl tek-
32
-
nolojisinin gözalıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarıla
rına rağmen hayatlarından lezzet alamıyor.
Şüphesiz ki, tarihin hiçbir döneminde ondokuzuncu yüz
yıldaki kadar maddî başarıya —meselâ , insan tabiatının kuv
vetlerinin fethi g ibi— ulaşılmadı. Fakat yine şüphesiz ki, tari
hin hiçbir döneminde, giderek canavarlaşan şimdiki Hıristiyan
dünyamızdaki kadar ahlâksız, insanın hayvani ihtiraslarına hiç
bir kısıtlamanın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. Ondoku
zuncu yüzyılda ulaşılan maddî ilerleme gerçekten muazzam;
fakat bu ilerleme, Attila, Cengiz Han veya Neron'un zamanın
da bile şahit olunmayan şekilde ahlâkın en temel şartlarını ih
mal etme pahasına satınalındı ve halen de satınalınıyor.
Zırhlı gemilerin, demiryollarının, matbaaların, tünellerin,
fonografların, röntgen ışınlarının vs. çok güzel şeyler olduğunu
kimse tartışacak değil. Gerçekten de güzeller, fakat Ruskin'in
de dediği gibi, başka hiçbir şeyle kıyaslanmayacak derecede
daha güzel olan şeyler var ki, bunlar zırhlı gemilerin, yolların
tünellerin, kısacası hayatı güzelleştirmekten çok bozan şeylerin
ele geçirilmesi pahasına milyonlarcası yokedilen insan yaşam
larıdır. Buna her defasında şu cevap verilir: "Şu anda dünya
yüzündeki insan hayatının tahribini kontrol altına alacak aygıt
lar icat ediliyor ve zamanla icat edilecek." Fakat bu doğru de
ğil. İnsanlar bütün insanları kendi kardeşleri olarak görmedik
çe, insan hayatını en mübarek şey olarak kabul etmedikçe, onu
tahrip değil korumayı ve desteklemeyi en birinci vazifeleri bil
medikçe; insanlar birbirlerine kulluk şuuruyla davranmadıkça,
şahsî kazanç uğruna birbirlerinin hayatını mahvedeceklerdir.
Birkaç yüz lira harcayarak ve birkaç insanı "telef e tme" pahası
na elde edebileceği birşeye binlerce lira harcamaya hiçbir ah
mak razı olmaz. Her sene Chicago'da aynı sayıda insan demir
yolunda eziliyor. Demiryolu yöneticileri, yaralanan insanlara
-
ve ailelerine ödenen yıllık ödemelerin, insanların ezilmelerini
önlemek için yapılacak düzeltmelerin maliyetinden daha az ol
duğunu hesapladıklarından, gayet mantıklı davranarak bu yol
da hiçbir düzeltmeye gitmiyorlar.
Çok muhtemel ki, kendi kârları için insanların hayatlarını
mahvedenler kamuoyu tarafından kınanabilir veya düzeltmeler
yapmaya zorlanabilir. Fakat, insanlar dinlerine bağlanmadığı
ve eylemlerini Allah'ın değil insanların huzurunda işlediği sü
rece, belki bir açıdan insanların hayatını korumak için değişik
likler yapacaklar, fakat başka bir yerde insan hayatını en kârlı
malzeme olarak yine kullanacaklardır.
Tabiatı fethetmek, demiryolları, buharlı gemiler, müzeler
vs. inşa etmek, insanların canlarına kıymadığınız takdirde ko
laydır. Mısır firavunları piramidleriyle gurur duyuyorlardı, biz
de onların inşasında milyonlarca kölenin canının kurban edildi
ğini unutarak onlara gıptayla bakıyoruz. Aynı şekilde, onlara
karşılık neler ödediğimizi unutarak, sergi saraylarımıza, zırhlı
gemilerimize ve kıtalar arası kablolara gıpta duyuyoruz. Oysa
bütün bunlar köleler tarafından değil, hür insanlar tarafından
yapıldığında gurur duymalıyız.
Hıristiyan kavimler Amerikalı Kızılderilileri, Hinduları ve
Afrikalıları ele geçirerek onları zorla kendilerine itaat ettirdiler.
Aynı şeyi şimdi de Çinlilere yapıyorlar ve bununla gurur duyu
yorlar. Oysa bu istilalar ve boyun eğdirmeler, Hıristiyan kavim
lerin manevî üstünlüğü dolayısıyla değil, bilakis diğerlerinden
çok daha aşağı bir manevî seviyede bulunduklarından dolayı
gerçekleşiyor. Hindular ve Çinliler bir tarafa, Zuluların bile yü
kümlülükler getiren, belli eylemlere izin veren bazılarını ya
saklayan dinî kuralları vardır. Biz Hıristiyanların ise böyle ku
rallarımız bulunmuyor. Roma, bütün dinlerle bağlarını koparın
ca dünyayı fethetti. Aynı şey daha geniş ölçekte bugün Hıristi-
-
yan kavimlerde yaşanıyor.
Hıristiyan kavimlerin hepsi dinden kopuş içindeler ve bu
nun sonucunda hırsızlığın, çapulculuğun, sefahetin, tek tek ve
kitlesel cinayetlerin en küçük vicdan azabı duyulmadan ve hat
ta hatta tam bir gönül rahatlığıyla işlendiği bir suçlular çetesi
ha l inde birleşiyorlar. Bunun örneğini kısa bir zaman önce
Çin 'de gördük. Bazıları hiçbir şeye inanmıyor ve bununla gu
rur duyuyorlar. Diğerleri, kendi menfaatlerine olan ve kitlelere
iman görüntüsü altında inanmaya ikna ettikleri şeylere inanır
görünüyorlar. Geriye kalan büyük çoğunluk ise, kendilerine
uygulanan hipnotizmayı iman olarak kabul ediyorlar ve inanç
sız yöneticiler ve ikna edicilerin kendilerinden istediği herşeye
köle gibi itaat ediyorlar.
Bu ikna ediciler de, hayatlarının boşluğunu bir şekilde
doldurmaya çalışan Neron ve benzerleri hep neyi istemişse onu
istiyorlar: anlamsız, aşırı bir zevk ve sefalı hayat. Bu zevk ve
sefaya başka insanları köleleştirmeden ulaşmak mümkün değil.
Köleliğe başvurulduğu an zevk ve sefada artış elde ediliyor, bu
artış da kaçınılmaz olarak kölelikte artışı teşvik ediyor. Açlık
tan, soğuktan kıvranan ve ihtiyaçla elleri kolları bağlanan; hiç
de ihtiyaç duymadıkları fakat efendilerinin zevki için gerekli
olan birşeyi yaparak bütün hayatlarını harcayanlar ise insanlar
dan başkası değil.
-
9. Bölüm
Tekvin Kitabı'nın altıncı bölümünde, tufandan önce Allah'ın
insanlara Kendisine kulluk etmeleri için verdiği ruhun onlar ta
yfından nasıl kendi nefsaniyetleri için kullanıldığını gördüğü
-nlatılır. Allah öylesine gazaba gelir ki, onları yarattığına tees-
üf eder ve onları toptan yoketmeden önce insanın hayatını 120
yılla sınırlamaya karar verir. İncil'e göre Allah'ı gazaba getire
rek insan hayatını kısalttıran şey bugün Hıristiyanlar arasında
vuku buluyor.
İnsanın kâinatla ilişkisini tanımlamak için kullandığı kuv-
;t akıldır. Herkes için aynı olan bu ilişkinin kurulması, yani
in, insanları birleştirir. İnsanlar arasındaki birlik, onlara, hem
. iaddî hem de manevî yönden ulaşılabilecek en yüksek saadeti
oahşeder.
En yüksek ve en kâmil akıla, dolayısıyla da saadete tam
i l a m ı y l a nail olma, insanlığın ulaşmaya çabaladığı bir ülkü-
ür. Dünyanın ne olduğunu, dünyada yaşayanların kimler ol
duğunu sorduklarında bir toplumun bütün üyelerine aynı ceva
bı veren bütün dinler, insanları birleştirir ve onları saadetin ha-
kikatına yaklaştırır. Fakat, akıl kendi özel vazifesinden (yani,
Allah'la ilişkinin ve bu ilişkiyi teyid eden eylemlerin açığa çı
karılmasından) sapıp, sadece bedenin ve diğer insanlarla, diğer
varatılmışlarla sert bir mücadelenin hizmetinde ve insanın ya-
-
ratılış gayesine tamamen ters düşen bu şerli durumun meşrulas
tırılmasında kullanılınca, günümüz insanlarının çoğunluğunu
ıstırabını çektiği bu korkunç felâketler meydana geliyor. Üstr
lik, bu yüzden ortaya çıkan durumdan makûl ve nezih bir ha>.
ta dönmek hemen hemen imkânsız. İlkel dinî öğretilerin birle
tirdiği putperestler, dinsizce yaşayan ve "en ileri" topluluk ol.
rak dinin gereksiz olduğuna, dinsiz yaşamanın çok daha iyi o
duğuna kanaat getiren ve başkalarını da buna ikna eden güm
müzün sözde Hıristiyan kavimlerine göre hakikati kavrama>
çok çok daha yakın ve kabiliyetli.
Putperestler içinde, inançlarının artan bilgileriyle ve akı
larının gerekleriyle düştüğü tutarsızlığı farketmiş ve kavminin
ruhî durumuna daha fazla uyum gösteren ve yurttaşlarını v
mümin kardeşlerini birleştiren bir dinî öğretiyi benimseme'
çalışan kimseler bulmak mümkün. Fakat günümüz insanlar'
dan kimisi, dini, kitlelere hükmetmenin bir aracı, diğerleri I
saçmalık olarak düşünüyor ve vahim bir yanılgı içindeki bü>.
çoğunluk hakikî dine mazhar olduklarını düşünüyor; fakat hk
birisi hakikata bir adım bile yaklaşmak istemiyor.
Bedenin hayatı için ihtiyaç duyulan nesnelerdeki basanla
rıyla, dakik ve faydasız muhakemeleriyle başları dönen, gelmiş
geçmiş bütün kavimlerden üstün olduklarını ispatlamayı hedef
leyen günümüz insanları cehalet ve ahlâksızlık içinde çakılıp
kalmış durumda. Üstelik, insanlığın daha önce hiç ulaşmadığı
bir zirvede bulunduklarına, cehalet ve ahlâksızlık yolunda at
tıkları her adımın onları daha yüksek aydınlanma ve ilerleme
tepelerine çıkardığına tam anlamıyla ikna olmuşlar.
37
-
10. Bölüm
Aklî (ruhî) eylemler ile c ismanî (maddî) eylemler arasında
ahenk kurmak insanın fıtratında vardır. Bir şekilde bu ahengi
kurmayan kişi, huzur ve sükûna eremez. Sözkonusu ahenk iki
şekilde kurulabilir. Birincisinde, kişi, bir eylemin ya da eylem- '
lerin gerekliliği ya da arzu edilirliğine karar vermek için aklını
kullanır ve daha sonra aklına uygun eylemde bulunur. İkinci
sinde, kişi, duygularının etkisiyle eylemlerde bulunur ve daha
sonra bu eylemler için aklî açıklamalar veya mazeretler icat
eder.
Eylem ile akıl arasında uyuma ulaşmanın ilk yöntemi, bir
dini ikrar eden ve onun ilkelerine dayanarak neleri yapmaları,
neleri yapmamaları gerektiğini bilenlerin yöntemidir. İkinci
yöntem ise, eylemlerinin kıymetini değerlendirmede genel bir
ölçütten mahrum olan ve dolayısıyla da akılları ile eylemleri
arasındaki uyumu eylemlerini akla tâbi kılarak değil —eylem
lerini duygunun etkisiyle yaptıklarından— akıllarını eylemleri
ni meşrulaştırmak için kullanarak kuran dindışı kimselerin ço
ğunluğunun yöntemidir.
Neyin iyi neyin kötü olduğunu, kimin iyi kimin kötü oldu
ğu ııı bilen dindar kişi, kendi (ve diğerlerinin) aklının ve ey-
r win gerekleri arasındaki çelişkiyi gördüğünde, bu çeliş-
' \ . . .ut . ın kaıdımıanın yolunu bulmak için bütün akıl kabili-
3S
-
yetini kul lanacaktır . Diğer bir ifadeyle, onların arasındaki
ahenge ulaşmanın en iyi yolunu öğrenecektir. Fakat, eylemleri
nin (verdiği zevkin değil) değerini belirlemede yolgösterici il
kelerden mahrum olan ve değişip duran, çoğunlukla birbiriyle
tezat teşkil eden duygularının etkisi altındaki dinsiz birisi, ister
istemez çelişkiye düşer. Kendisini bu durumda bulunca karma
şık, becerikli, fakat daima dürüst olmayan akıl yürütmelerle çe
lişkiyi çözmeye ya da örtmeye çalışır. Dindarların düşünüşleri
daima sade, basit ve dürüst iken, dinsizlerin zihnî faaliyeti bil
hassa ince ve son derece karmaşıktır ve de dürüst değildir.
Basit bir örnek alalım: Sefahete meyilli, yani iffetsiz ve
eşine sadakatsiz veya bekâr ve sefahete meyilli bir kişiyi düşü
nelim. Dindar bir kişiyse yaptığının yanlış olduğunu bilecek ve
bütün zihnî gücünü bu kötü huydan kurtulmak için kullanacak
tır. Diğer erkek ya da kadınlarla ilişkiye girmekten kaçınacak,
daha fazla çalışacak, kadına bir şehvet nesnesi olarak bakmak
tan kendisini alıkoyacaktır, vs. Bütün bunlar gayet basit ve her
kes tarafından anlaşılabilir şeylerdir. Fakat, bu sefih dinsiz biri-
siyse, kadınları sevmenin neden çok güzel birşey olduğunun
binbir türlü açıklamasını icat ediverecektir. Bu ise onu ruhların
birleşmesi, güzellik, özgür aşk vs. üzerine her türlü karmaşık,
şeytanca ve ince düşüncelere sevkedecektir. Bu düşünceler id
dia edildikçe, konuyu bulanıklaştıraca ve ne yapılması gerekti
ğini gözlerden saklayacaktır.
Dinsizlerin bütün eylemlerinde ve düşüncelerinde aynı şey
yaşanır. İç dünyalardaki çelişkileri saklamak için karmaşık, in
ce deliller toplanır ve kişinin dikkatini önemli ve aslî olandan
uzaklaştıran ve onun yalanlar içinde kalakalmasını mümkün kı
lan bir sürü faydasız saçmalık o kişinin zihnini doldurur. İşte,
günümüz insanları farkında olmadan böyle bir durumda yaşa
maktadır.
-
"İnsanlar karanlığı nurdan daha çok sevdiler, çünkü işleri
kötüydü" diye yazar İncil 'de. "Çünkü her kötülük işleyen nur
dan nefret eder; ve işleri ayıplanmasın diye nura gelmez" (Yu-
hanna, III, 19).*
İşte, dinin yokluğu yüzünden, günümüz dünyasının insan
ları kendilerine gayet zalim, vahşi ve ahlâksız bir hayat kurdu
lar. Aynı zamanda, karmaşık, ince ve faydasız zihnî faaliyetle
rini öyle muğlak ve kafa karıştırıcı bir seviyeye getirdiler ki,
çoğunluğu hayır ile şer, hak ile batıl arasında ayırım yapma ka
biliyetini tamamen kaybetti.
Günümüz dünyasının insanlarının basit ve doğrudan yak
laşabileceği tek bir soru bile yok. İster ekonomik, medenî, dip
lomatik ve bilimsel olsun, isterse dinî ve felsefî olsun, bütün
sorular öylesine suni ve yanlış şekilde yöneltiliyor, öylesine ka
lın bir karmaşık, gereksiz iddia tabakasıyla sarılıp sarmalanıyor
ve öylesine ince anlam ve kelime kaydırmalarıyla, safsatayla
ve tartışmalarla dolduruluyor ki, bu tür sorulara ilişkin bütün
tartışmalar daireler halinde dönüp duruyor ve milinden çıkmış
bir araba tekerleği gibi hiçbir şeye ulaşmıyor. Yöneldiği tek bir
maksad dışında, hiçbir yere götürmüyor: İnsanların yaşadığı ve
işlediği kötülüğü o kişiden ve diğerlerinden gizlemek.
*Kitap boyunca, incil çevirilerinde, İncili Şerif, Avrupa Kıt'ası Yayın
Fonları, 1970, esas alınmıştır, (çev.)
4 0
-
11. Bölüm
Günümüz sözde bilimlerinin bütün alanlarındaki aynı özellik,
insanların çeşitli bilgi sahalarının araştırılmasına yönelik bütün
zihnî gayretlerini faydasız kılıyor. Sözkonusu özellik şudur:
Zamanımızın bütün bilimsel tetkikleri cevap bekleyen aslî so
rudan kaçıyor; hiçbir yere götürmeyen fakat süreç ilerledikçe
karmaşıklaşan ikincil meseleleri inceliyor. İnsanın araştıracağı
şeylerin öncelik sıralamasını ve nedenlerini tayin eden dinî bir
nazar yerine, konularını rastgele seçen bir bilim için başka tür
lüsü de olamazdı zaten. Bu itibarla, meselâ, sosyolojinin veya
politik ekonominin en moda sorusu şöyledir: Neden ve nasıl
oluyor da, bazıları hiç çalışmazken diğerleri onlar için çalışı
yor? (Bu soruda gizli başka bir soruyu da sormak mümkündür:
Neden insanlar birbirlerine çelme takarak ayn ayrı çalışıyorlar
da çok daha kârlı olabilecek ortak çalışmaya girmiyorlar? Hiç
eşitsizlik olmasaydı, hiçbir çatışma da olmazdı.) Fakat öyle gö
rünüyor ki, sadece ilk sorunun sorulması gerekiyor, fakat bilim
bu soruyu ne ortaya koymaya ne de ona cevap bulmaya yanaş
mıyor, üstelik çok uzaklardan başlattığı soruları öylesine yürü
tüyor ki, vardığı sonuçlar bu temel sorunu ne çözebiliyor, ne de
çözüme yardımcı olabiliyor. Tartışmalar "Neydi?" "Nedi r?" gi
bi sorularla başlıyor, geçmiş ve şimdiki hal semavî cirmlerin
dönüşü gibi değiştirilmez birşeymiş gibi görülüyor. Değer, ser-
4 1
-
maye, kâr ve faiz gibi soyut kavramlar geliştirilip, tarafların bir
asırdır sürdürdüğü karmaşık bir zekâ oyununa sürükleniliyor.
Çözüm şöyledir: Bütün insanlar birbirinin kardeşi ve eşiti
olduğuna göre, herkes kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa
başkalarına öyle davranmalıdır ve dolayısıyla bütün problem
sahte bir şeriat ve düzenin yerine hakikîsinin koyulmasına bağ
lıdır. Fakat Hıristiyanlık dünyasının sivrilmiş isimleri bu cevabı
kabul etmeyecek, bilakis böyle bir çözümün çok mümkün ol
duğunu insanlardan saklamaya çalışacaklar ve bu maksatla da
bilim adını verdikleri faydasız zihnî faaliyete sarılacaklardır.
Aynı şey hukuk sahasında da vuku buluyor. Görünüş itiba
riyle ortada tek aslî soru vardır: Neden başkaları üzerinde zor
kullanmalarını, onları soymalarını hapsetmelerini, idam etme
lerini ve savaşa göndermelerini ve daha birçok şeyi mubah gö
ren insanlar var? Soruya uyan yegâne açıdan, yani dinî açıdan
bakıldığında cevap gayet basittir. Din açısından bakıldığında,
bir kişinin komşusuna karşı şiddet uygulamaması gerekir, dola
yısıyla problemin çözümü için tek birşey gerekir: Şiddete izin
veren bütün batıl itikadları ve safsataları yıkmak, ve insanlarda
şiddet ihtimalini dışlayan dinî ilkeleri yerleştirmek.
Fakat bahsi geçen sivrilmiş isimler bunu yapmadığı gibi,
akıllarını fikirlerini böyle bir çözüm imkânını başkalarından
saklamaya harcıyorlar. Farklı farklı hukuklar üzerine — m e d e n î
hukuk, ceza hukuku, anayasa hukuku, dinî hukuk, malî hukuk
v s . — raflar dolusu kitap yazıyorlar ve sadece faydalı değil aynı
zamanda çok önemli birşey yaptıklarına tam anlamıyla ikna ol
muş bir şekilde bu konulan tartışıyorlar ve izah ediyorlar. "Ba
zıları eşit doğduğu halde neden başkalarını yargılayabiliyor, sı
nırlayabiliyor, soyabiliyor ve idam edebiliyor?" şeklindeki so
ruya karşılık hiçbir cevap vermedikleri gibi, sorunun varlığını
bile kabul etmek istemiyorlar. Onların itikadına göre, bu şiddeti
-
kişiler değil, devlet denilen soyut bir varlık uyguluyor.
Aynı şeki lde, günümüzün bilgil i kimseleri bütün bilgi
alanlarında asıl sorulardan kaçıyorlar ve bu sorular karşısında
suskun kalarak iç çelişkilerini gizliyorlar. Tarih araştırmasında-
ki asıl soru şudur: İşçi kitleleri, yani insanlığın yüzde doksan-
dokuzu nasıl yaşadılar? Bir disipline mensup tarihçiler XI. Lo-
uis'nin karın ağrıları veya I. Elizabeth'in ve Korkunç İvan'ın
işlediği zulümler hakkında; onlara kimlerin bakanlık yaptığı,
onları eğlendirmek için hangi şiirlerin ve mizah eserlerinin ya
zıldığı konusunda yığınla kitap yazdıkları halde, deminki soru
ya karşılık cevaba benzer hiçbir şey bulamıyoruz; dahası soru
nun bile mevcut olmadığını görüyoruz. Bir başka disipline
mensup tarihçiler insanların nerelerde yaşadığını, neler yediği
ni, neleri değiş-tokuş ettiğini, nasıl elbiseler giydiğini ve buna
benzer, milletin hayatında hiçbir etkisi görülmeyen, dinlerinin
sonucu olarak ortaya çıktıkları halde bu tür tarihçilerin dini do
ğurduğunu zannettiği şeyler hakkında kitaplar yazıyorlar.
Hakikatte, çalışan sınıfların nasıl yaşamış olduğu sorusu,
olsa olsa, dini insanların hayatının aslî şartı kabul ederek ce
vaplanabilir. Dolayısıyla, cevap insanların kabul ettiği ve onları
bulundukları konuma getiren dinlerin incelenmesinde yatmak
tadır.
Tabiat tarihi araştırmasında, insanın akl-ı selimini gölgele
meye özel ihtiyaç varmış gibi davranılıyor. Fakat çağdaş bili
min benimsediği tutum yüzünden, burada da, canlı mahlûklar,
bitkiler ve hayvanlar âleminin ne olduğu, hangi bölümlere ay
rıldığı sorusuna en tabiî cevap verileceği yerde, organizmaların
nasıl vücuda geldiği konusunda (çoğunlukla da İncil'in yaratı
lış hakkındaki görüşünü hedefleyen) gereksiz, muğlak ve hiçbir
faydası olmayan bir gevezelik sürüp gidiyor. Gerçekte kimse
nin bunu bilmeye ihtiyacı veya imkânı yok; ve varlıkların kö-
-
keninin zaman ve mekânın sonsuzluğunda gizli olduğu bizden
saklanıyor. Binlerce kitap yazılarak teoriler ortaya atılıyor, son
ra bu teoriler çürütülüyor, sonra yeni teoriler ortaya atılıyor; fa
kat bütün kitaplardaki sonuç hep aynı kalıyor: İnsanın itaat et
mesi gereken hayat kanunu, varoluş mücadelesi kanunudur.
Bütün bunlara ilâveten, teknoloji ve tıp gibi uygulamalı
bilimler, yol gösterici dinî bir ilkeden mahrum oldukları için
makûl gayelerinden uzaklaşarak yanlış bir istikamet benimsi
yorlar. Bu açıdan, teknolojinin tamamı çalışan kitlelerin yükü
nü hafifletmeyi değil, zengin sınıfların istediği i lerlemeleri
amaçlıyor; böylece zengin ile fakir, efendi ile köle arasındaki
ayırımı derinleştiriyor. Eğer bu buluş ve ilerlemelerden bazı ni
metler, bazı küçük kırıntılar çalışan sınıfların hissesine düşü
yorsa, bu, o insanlar düşünüldüğü için değil, sadece buluşların
mahiyetleri icabı onlardan uzak tutulamadığındandır.
Aynı şey, girdiği yanlış istikamette sadece zenginlerin eli
ne geçecek ilerlemeler kaydeden tıp bilimi için de geçerlidir.
Hayat tarzları ve sefaletleri nedeniyle ve hiçkimse onların tali
hini düzeltmeyle ilgilenmediği için, kitleler ancak sınırlı şart
larda ondan faydalanabilmekte ve bu da tıp biliminin asıl gaye
sinden nasıl saptığının apaçık bir örneğini teşkil etmektedir.
Asıl sorudan sapılması ve sorunun saptırılması, bugün en
çarpıcı biçimini felsefe adı altında almıştır. Felsefenin çözeceği
tek soru vardır: Ne yapmalıyım. Bir sürü gereksiz kafa karıştır
malarla birleşmiş de olsa, bu soruya öyle veya böyle Hıristiyan
kavimlerin felsefî geleneği içinde cevap verilegelmiştir. Sözge
lişi, K a n t ' ı n Pratik Aklın Eleştirisi'nde, veya S p i n o z a ' d a ,
Schopenhauer'de 1 4 ve özellikle Rouessau'da. Fakat daha yakın
zamanlarda, Hegel mevcut olan herşeyin makûl olduğunu iddia
ettiğinden beri, ne yapılması gerektiği sorusu gerilere itildi ve
felsefe bütün dikkatini nesnelerin mahiyetinin tetkikine ve on-t
AA
-
lan önceden kurulmuş bir teoriye sokmaya yöneltti. Bu geriye
atılan ilk adımdı. İnsan düşüncesini daha da gerileten ikinci
adım, hayvanlar ve bitkiler arasında gözlemleniyor diye varo
luş mücadelesinin temel bir kanun olarak kabul edilişiydi. Bu
teoriye göre, en zayıfın imhası, karşı çıkılmaması gereken bir
kanundu. Ve nihayet üçüncü adım, Nietzche'in bütünlüklü ve
ya tutarlı hiçbir şey getirmeyen aksine ahlâksız ve temelsiz fi
kir taslakları sunan çocuklara özgü yarı-çılgın düşüncesi önde
gelen isimler tarafından felsefe biliminde söylenmiş son sözler
olarak kabul edilince atıldı. " N e yapmalıyız?" sorusuna artık
doğrudan doğruya şöyle cevap veriliyor: Başkalarının yaşamla
rına dikkat etmeden, nasıl istersen öyle yaşa.
G ü n ü m ü z Hıristiyan dünyasının (Boer ' ler in yakınlarda
Ç i n ' d e işlediği ve din adamlarının meşrulaştırmaya çalıştığı,
bütün dünya güçlerinin de kahramanca bir başarı olarak alkış
ladığı suçları unutmaksızın) ürkütücü bir vicdansızlık ve zalim
lik d u r u m u n a ulaştığından şüphe duyan varsa, Nietzche 'nin
eserlerinin olağanüstü başarısı bunun için yeterli derecede in
kâr edilmez deliller sağlıyor. En iğrenç biçimde etkinlik ara
yan, birbirinden kopuk bu eserlerin, güç manyaklığıyla malûl
cüretkâr, fakat sınırlı ve anormal bir Alman tarafından yazılmış
olduğu anlaşılıyor. Ne kendilerinde görünen yetenek, ne de te
mel iddiaları noktasında bu kitapların umumun dikkatini haket-
miyor. Kant, Leibniz,"' veya H u m e ' u n zamanında veya bundan
elli sene önce, bu eserler hiçbir dikkate mazhar olmaz, dahası
esameleri bile okunmazdı. Fakat bugün bütün sözde tahsilli
kimseler, Bay N'nin abuk sabuk laflarını göklere çıkarıp, onu
konuşuyor, onu anlatıyorlar ve kitaplarının sayısız nüshası bü
tün dillerde basılıyor.
Turgenev, dikkatleri kendi üzerlerine çekmek isteyen ye
teneksiz kimselerin sık sık kullandığı birbirine zıt beylik sözler
-
olduğunu söyler. Sözgelişi, herkes bilir ki su ıslaktır ve birisi
çıkıp gayet ciddi bir edayla buzun değil suyun kuru olduğunu
söyler ve bunu söylemenin dikkat çekeceğine inanır.
Benzer şekilde, bütün dünya bilir ki, fazilet kişinin ihtiras
larını gemlemesini, yani nefsinin heveslerinden vazgeçmesini
içerir. Bu sadece Nietzche'nin karşısında uluduğu Hıristiyan
dünyasının bildiği birşey değildir; Brahmanizm, Budizm, Kon-
fiçyüsçülük ve kadim İran dininin de dahil olduğu tüm insanlı
ğın ulaşmaya çalıştığı ezelî bir kanundur. Ve birden bir adam
çıkıp, nefsin heveslerinden vazgeçmenin, tevazünün, teslimiye
tin ve sevginin insanlığı tahrip eden fena hasletler olduğuna
inandığını söyler (bu arada, diğer bütün dinleri görmezden ge
len o kişinin aklında sadece Hıristiyanlık vardır). Böyle bir
açıklamanın neden ilk anda insanların kafasını karıştırdığını
anlamak mümkündür. Fakat üzerinde birazcık düşününce ve bu
garip iddiaları destekleyen herhangi bir delil bulamayınca, aklı-
başında her kişi o kitapları bir kenara atıp böylesi saçma sapan
şeylerin nasıl olup da onları yayınlayacak yayıncı bulabildiğine
şaşırır. Fakat, Nietzche'nin kitaplarında böyle olmadı. Sözde
aydınlanmışların çoğunluğu üstün insan teorisini ciddiye alı
yorlar ve bunun yazarının büyük bir felsefeci olduğunu, Des-
cartes'ın, Leibniz'ın ve Kant'ın torunu olduğunu beyan ediyor
lar. Ve bütün bunlar, günümüzün sözde aydınlanmışlarının ço
ğunluğunun fazileti veya onun başta gelen öncülü olan nefsin
heveslerinden vazgeçmek ve sevgiyi —hayat lar ın ın hayvanî
yönüne gem vuran ve onu suçlayan faziletleri— hatırlatan her-
şeye karşı olmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar, ne kadar iç
bütünlükten mahrum ve kopuk kopuk ifade edilse de, bencillik
ve zulüm doktrinini alkışlayıp, şahsî mutluluk ve başkalarına
üstün gelme fikirlerini tasdik edip bu fikirler doğrultusunda ya
şarlar.
46
-
12. Bölüm
Mesih, melekûtun anahtarlarını ellerinde tuttukları halde oraya
ne kendileri giren ne de başkalarının girmesine izin veren Ya
hudi âlimleri ve ferisileri kınamıştı.
Günümüzün bilgili âlimleri de aynı şeyi yapıyorlar: Mele
kûtun değil ama aydınlanmanın anahtarlarını edindikleri halde
oraya ne kendileri giriyorlar, ne de başkalannın girmesine izin
veriyorlar. Her türlü aldatma ve hipnoz gücünü kullanan papaz
lar ve din adamları insanlara şu fikri yerleştirmişler: Hıristiyan
lık bütün insanların eşitliğini ilân eden ve dolayısıyla günümü
zün putperest hayat yapısını bir bütün olarak parça parça eden
bir din değil, bilakis bu yapıyı destekleyen ve bize bir yıldızla
diğeri arasında farkı görür gibi, insanlar arasında farklılık gö
zetmemizi öğreten bir dindir. Bize bütün gücün Allah'tan alın
dığını ikrar ve o güce de mutlak anlamda itaat etmemizi buyu
ruyor. Mazlumlara bu durumlarının Allah'ın bir takdiri olduğu
nu, dolayısıyla ona tevazu ve yumuşaklıkla tahammül edip, za
limlere boyun eğmelerini tavsiye ediyor. İmparator, kral, papa,
piskopos ve her türlü dünyevî ve ruhanî otorite mevkilerini ku
rulmuş bu zalimlerin mütevazi ve yumuşak olması gerekmedi
ği gibi, kendileri debdebe, zevk ve sefa içinde yaşarken başka
larına bu hayatın şartı olan "itaaf ' i öğretirler ve icabında ceza
landırırlar. Onların var güçleriyle desteklediği bu bâtıl öğreti
-
yüzünden yönetimdeki sınıf halka hükmederek onları zevk ve
sefalarına, gururları ve rezaletlerine hizmet etmeye zorluyor.
Üstelik, kendilerini bu hipnotik etkiden kurtarmış, insanları bo
yunduruklarından kurtarabilecek olan ve bunu yapmak istedik
lerini de söyleyen tek kesim olan bilim adamları, bu yolda bir-
şeyler yapmak yerine tam tersini yapıp böylece insanlara hiz
met ettiklerini zannediyorlar. Yöneticileri en fazla neyin rahat
sız ettiğine dair en üstünkörü bir gözlem bile, bu insanların, ne
yin gerçekten teşvik edici olduğunu ve insanları belli konum
larda neyin tuttuğunu farketmeleri ve bütün güçlerini bu teşvik
edici güce yöneltmeleri gerektiğini gösterir. Onlar ise bunu
yapmamakla kalmayıp, böyle birşeyi çok faydasız buluyorlar.
Bu kimseler, bütün bunları görmeye yanaşmıyorlar ve gayretle,
samimiyetle insanlar için ellerinden gelen herşeyi yaparken,
yukarda bahsedilen şeylerden tekini bile yapmıyorlar. Kitleleri
kölelikten kurtarmak amacıyla gayretlerini nereye yöneltmeleri
gerektiğini anlamaları için, bütün yöneticilerin halkın idaresin
de kullanılan itici kuvvet için hangi coşkuyla yarıştıklarına
bakmaları yeter.
Türk sultanları neyi koruyor ve herşeyden fazla neyin üs
tüne titriyor? Bir şehre girerken neden Rus imparatoru herşey
den önce ikonları ve tasvirleri öpüyorlar? Ve neden ortaya çı
kardığı kültürün şa'şaasına rağmen, Alman imparatoru bütün
konuşmalarında Allah'tan, Mesih'ten, dinin kutsallığından, ye
minlerden vs. bahsediyor. Çünkü hepsi biliyor ki, iktidarları or
duya dayanır ve bir ordunun hayatı da tamamen dine dayanır.
Zengin kimseler özellikle dindar olmuşsa ve kendilerine mü
min görüntüsü veriyorsa, kiliseye gidiyor ve Sebt gününü idrak
ediyorsa, bütün bunların nedeni, kendini koruma içgüdülerinin
onlara toplumdaki özel ve seçkin yerlerinin ikrar ettikleri dine
bağlı olduğunu söylemesidir.
4 8
-
Bu kimseler, çoğu kez, ellerindeki kudretin dinî aldatma
calara nasıl bağlı olduğunu bilmiyorlar. Bununla birlikte kendi
lerini koruma içgüdüleri, konumlannı neyin devam ettirdiğini
onlara gösteriyor ve onlar da herşeyden önce bunu savunuyor
lar. Bu kimseler, sosyalist ve hatta devrimci propagandaya belli
sınırlar dahilinde hep izin verirler ve izin vermişlerdir. Fakat
dinî ilkelerden bahis açılmasına asla müsamaha etmezler.
İşte bu yüzden, günümüzün önde gelen simaları, bilginler,
liberaller, sosyalistler, devrimciler, anarşistler insanları neyin
harekete geçirdiğini anlamak için tarih veya psikolojiyi kulla-
namıyorlarsa, gördükleri bu hal icabı, insanları maddî şartların
değil yalnız ve yalnız dinin harekete getirdiğine ikna olmaları
gerekir.
Buna rağmen, gariptir, günümüzün bilginleri ve tahsilli ki
şileri insanların yaşam şartları konusunda çok keskin bir basiret
ve idrak sahibi iken, gözlerinin önündeki şeyi görmüyorlar. Şa
yet bu adamlar kendi ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için
milleti dine karşı cahil bıracak şekilde davranıyorlarsa, bu müt
hiş ve korkunç bir sahtekârlıktır. Böyle davrananlar, Mesih'in o
kadar şiddetle kınadığı — b e l k i de kınadığı yegâne kimseler
o l a n — münafıkların tâ kendisidir. O onları kınadı, çünkü başka
hiçbir canavar veya günahkâr onlarınki kadar fazla şerri insan
hayatına getirmiş değildir.
Eğer bu kişiler samimiyse, böylesine acayip zihnî yetersiz
liklerin tek açıklaması şu olabilir: Nasıl kitleler sahte bir dinin
etkisi altındaysa, bu sözde aydınlanmış adamlar da sahte bir bi
limin etkisi altındalar; bu bilim ise insanlığa daima can vermiş
ve halen de vermekte olan ana damarın artık gereksiz olduğuna
ve onun yerine başka birşeyin koyulabileceğine karar vermiştir.
4 9
-
13. Bölüm
Zamanımızın tuhaflığı, dünyamızdaki kitap hastalarının, yani
tahsilli kişilerin sahtekârlığında ve hıyanetinde yatar. Hıristiyan
dünyasının içinde yaşadığı yoksul halin ve gitgide içine gömül
düğü vahşetin sebebi de orada yatar.
Kural olarak, günümüz dünyasının önde gelen ve tahsilli
kimseleri, kitlelerin beslediği batıl dinî itikatların fazlaca önem
taşımadığını, ve bu itikatları Hume, Voltaire, Rousseau ve di
ğerlerinin daha önce yapmış olduklarıyla doğrudan karşı karşı
ya getirmenin ne zahmete değen, ne de zarurî birşey olduğunu
iddia ediyorlar. Onların görüşüne göre, bilim (yani, insanlar
arasında yayılan incisamsız ve tesadüfi bilgi) bu maksada ken
diliğinden ulaşacaktır. Diğer bir ifadeyle, yeryüzünün güneşten
kaç milyon kilometre uzaklıkta olduğunu, güneşte ve yıldızlar
da hangi metallerin bulunduğunu öğrenen bir kişi Kilise'nin
akidelerine inanmayı bırakacaktır.
İster samimi, ister gayrisamimi olsun bu varsayım ya da
iddiada büyük bir aldanma veya korkunç bir aldatmaca vardır.
Telkine en açık olan küçük çocuklara, onlara ne aktardıklarına
yeterince dikkat etmeyen eğitimciler, sözde Hıristiyanlığın akıl
ve bilgiye ters düşen, saçma sapan ve gayriahlâkî dogmalarını
öğretiyorlar. Çocuklara, sağlıklı bir zihnin kabul edemeyeceği
teslis dogması, üç Allah'ın insan nev'inin necatı için yeryüzüne
50
-
nazil oluşu, haşri ve Sema'ya yükselişi öğretiliyor. Onlara, bek
lenen ikinci geliş ve bu dogmalara inanmayanları bekleyen
ebedî azab öğretiliyor. İhtiyaçları ve daha pekçok şey için dua
etmeleri öğretiliyor. Hem akıl ve çağdaş bilgiye ve hem de in
san vicdanına ters düşen bütün bu akideler, çocuğun yeni fikir
leri kabule açık zihnine çıkmamacasına kazınıyor ve çocuk,
kuşku duyulmaz hakikat olarak kabul ve tasavvur ettiği dogma
lardan doğan çelişkilerin iç yüzünü anlamada tek başına bırakı
lıyor. Hiçkimse ona bu çelişkileri uzlaştırması gerektiğini ve
nasıl uzlaştırabileceğini anlatmıyor. İlâhiyatçılar bunları uzlaş
tırmaya çabalıyorsa da, meseleyi daha da karıştırmaktan başka
birşey yapamıyorlar. Böylece, insan adım adım (ilâhiyatçıların
güçlü desteğiyle birlikte) aklına güvenemeyeceğini ve dolayı
sıyla da dünyada herşeyin mümkün olduğunu kabule alışıyor,
çünkü hayır ile şerri, yalan ile hakikati ayırmak için kullanabi
leceği hiçbir şey elinde kalmıyor. Ve en önemlisi, —eylemle
r i n d e — ona yol gösterecek şey akıl değil, başkalarının ona söy
lediği şeyler oluyor. Böyle bir eğitimin kaçınılmaz meyvesi
olarak insanın manevî dünyasının nasıl bir korkunç tahrife uğ
ratıldığını görebiliyoruz. Ki, bu tahrif, din adamlarının yardımı
sayesinde, insanlar üzerinde sürekli uygulanan tüm ikna tek
nikleriyle yetişkinlik döneminde de pekiştiriliyor.
Şayet güçlü kişiliğe sahip bir kişi, binbir çaba ve çileden
sonra, çocukluğundan itibaren eğitimle tâbi tutulduğu ve yetiş
kinliğinde de etkisinde kaldığı bu hipnotizmadan kendisini kur-
tarmışsa, kendi aklına güven duymamasına yolaçan ruhundaki
bozulmadan geriye mutlaka bir iz kalır; tıpkı maddî dünyada,
güçlü bir zehirle zehirlenmiş bir organizmada iz kalması gibi.
Bu aldatmacanın hipnotik etkisinden kurtulmuş böyle bir kişi,
daha yeni kurtulmuş olduğu yalana duyduğu nefret nedeniyle,
öne çıkmış simaların doktrinini benimser. Bu doktrin de insa-
51
-
noğlunun terakki yolundaki ilerleyişinin baş engelinin din ol
duğunu kabul eder. Bu öğretiyi kabul edince de, o kişi, öğret
menlerinin bir benzeri olup çıkar: Prensipsiz mi prensipsiz,
kendi fikrinden başka hiçbir şeyin yolgöstericiliğini tanımayan,
kendi hatalarını görüp kendisini suçlamak yerine kendisini ma
nevî gel işmenin ulaşı labilecek en yüksek noktasında hayal
eden, vicdansız birisi.
Bu, çok güçlü şahsiyete sahip insanlar için geçerli olan du
rumdur. Onlar kadar güçlü olmayanlar ise, şüpheye düşseler bi
le, içinde büyüdükleri aldatmacadan asla tam anlamıyla kurtu
lamazlar. Kabul ettikleri dogmanın saçma sapanlığını meşru
göstermek için kurulmuş çeşitli hayalî ve çapraşık teorilere da
yanarak ve bir şüpheler ve belirsizlikler âleminde yaşayarak
yaptıkları tek şey, kitlelerin basiretsizliğini beslemek ve onların
uyanmasına mani olmaktır.
Yine de, kendilerine dayatılan inançlara karşı mücadele
güç ve imkânına sahip olmayan çoğunluk, şimdi nasıl yaşıyor
sa nesiller boyu öylece, insanın mazhar olduğu en yüce lütuf-
tan, hakikî anlamda dinî hayat anlayışından, mahrum yaşaya
cak; ve ölecektir. Ve bu insanlar, kendilerini yöneten ve aldatan
sınıfların elinde pasif bir âlet olmaktan öteye geçmeyecekler
dir.
Sözkonusu korkunç aldatmacaya gelince, öne çıkmış si
malar onun önemli olmadığını ve onu çözmeye çalışmaya değ-
mediğıni söylerler. Eğer samimiyetle ortaya atılmışsa, böyle bir
iddianın tek açıklaması, onların sahte bir dinin uyutucu etkisi
altında olduklarıdır. Samimiyetsizlik sözkonusuysa, o zaman
da açıklama şöyle olur: Yerleşik inançlara yapılan bir saldın
kâr getirmeyeceği gibi çoğu zaman da tehlikeli olur. Her halü
kârda, şu ya da bu şekilde, sahte bir dinin ikrarının zararsız ve
ya en azından önemsiz olduğu, dolayısıyla dinî aldatmacayı or-
52
-
tadan kaldırmadan aydınlanmayı yaymanın mümkün olduğu
iddiası kökten yanlıştır.
İnsanlık, ancak, kendisine hükmeden papazların hipnotik
etkisinden ve okumuşların onu sevkettiği yoldan kurtulduğun
da felâketten azade kılınabilir. Dolu bir kaba birşey koyabil
mek için, önce içindekileri boşaltmak gerekir. Aynı şekilde, in
sanları sahih ve insanlığın tekâmülüyle ahenkli olan hakikî di
ne, yani bütün eşyanın menşei olan Allah'la ilişkiye ve bu iliş
kinin meyvesi olan yolgösterici ilkelere uyumlu kılmak için
onları düşürüldükleri aldatmacadan kurtarmak şarttır.
53
-
14. Bölüm
"Peki ama, hakikî bir din gerçekten var mı ki? O kadar çok
farklı din var ki, sırf hoşumuza en fazla o gidiyor diye içlerin
den birisini hakikî din diye isimlendirme hakkımız yok." İn
sanlar, haricî din biçimlerini kendilerinin kurtulduğu ama baş
kalarının ıstırabını çektiği bir felâketmiş gibi incelerken, böyle
derler. Oysa bu doğru değildir; dinler haricî biçimlerinde ayrıl-
salar da, temel ilkelerde hepsi aynıdır. Bütün dinlerde bu temel
ilkeler hakîkî dini teşkil eder. Günümüzdeki bütün insanlara
uygun olan ve benimsenmesiyle insanları felâketlerden kurtara
cak yegâne hakikî dindir bu.
Varolalı uzun zaman geçen insanlık pratik başarılar göster
di, fakat hayatın temelini teşkil eden manevî ilkeleri ve bu ilke
lerin meyvesi olan davranış düsturlarını bulmayı başaramadı.
Gerçek şu ki, körlerin bu ilkeleri görmemesi onların varolma
dığını ispatlamaz. Bu, tuhaflıkları ve tahrif edilmiş taraflarıyla
dinlerden bir din değil, insan nevinin yüzde doksanının ikrar
ettiği bütün büyük dinlerde bulunabilecek olan dinî ilkelerden
oluşan bir dindir. İnsanlar ıslah edilemez derecede vahşileşme-
mişse bunun nedeni, bütün milletlerin en kâmil insanlarının,
gayrişuurî de olsa, bu dine sarılıp onu tatbik etmesidir. Onu şu
urlu biçimde kabul etmelerini önleyen şey ise, sadece sadece,
din adamlarıyla bilim adamlarının da yardımı sayesinde onla